alev i l i k - bekta ş i l i k - Alevi Bektaşi Kültür Enstitüsü
Transkript
alev i l i k - bekta ş i l i k - Alevi Bektaşi Kültür Enstitüsü
ALEVİ - BEKTAŞİ KÜLTÜR ENSTİTÜSÜ Das Alevitisch - Bektaschitische Kulturinstitut e.V. ALE V İ Lİ K - B E K TAŞ İ Lİ K ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum Journal of Alevism-Bektashism Studies Uluslararası Süreli Yayın / International Journal of Studies (six-monthly)/ Internationale Forschungszeitschrift (6 monatlich) Sayı/Issue/Heft : 12, Kış/ Winter 2015 ISSN 1869-0122 Alevilik – Bektaşilik Araştırmaları Dergisi Forschungszeitschrift Über Alevitentum Und Bektaschitentum Journal Of Alevism-Bektashism Studies Alevi-Bektaşi Kültür Enstitüsü Adına Yayın Sahibi In Behalf of Alevi and Bektashi Culture Enstitut Herausgeberin im Namen des Alevitisch-Bektaschitischen Kulturinstituts Gülizar CENGİZ Alevi- Bektaşi Kültür Enstitüsü Başkanı Cultural Institute of Alevi-Bektashi chief executive Leiterin des Alevitisch-Bektaschitischen Kulturinstituts Editör/Editors/Editor Prof. Dr. Gıyasettin AYTAŞ Editör Yardımcısıları/ Assistants to Editor/ Lektoratsassistent Assistants to Editor/ Lektoratsassistent Yrd. Doç. Dr. Kemalettin DENİZ YAYIN KURULU/ EDITORIAL DEPARTMENT/REDAKTİON EDITORYAL DEPARTMENT/REDACTION Prof. Dr. Alemdar YALÇIN / Gazi Üniversitesi/Gazi University Prof. Dr. Ali YAMAN / İzzet Baysal Üniversitesi/ İzzet Baysal University Prof. Dr. Belkıs MENEMENCİOĞLU TEMREN / Emekli Öğretim Üyesi/ Retired Professor Prof. Dr. Fuat BOZKURT/Akdeniz Üniversitesi / Akdeniz University Prof. Dr. Hasan ONAT / Ankara Üniversitesi/ Ankara University Prof. Dr. Michel BALIVET / Provence Üniversitesi / Provence University Prof. Dr. Necati DEMİR / Gazi Üniversitesi/Gazi University Doç. Dr. Rıza YILDIRIM / TOBB ETÜ / TOBB Universty of Economics end Tecnology Yrd. Doç. Dr. Seyhan KAYHAN KILIÇ / Yeditepe Üniversitesi / Yeditepe Universty Dr. Gani PEKŞEN / Ege Üniversitesi / Ege University Ufuk ÖZTÜRK / Oxford University BİLİM KURULU/ SCIENCE COMMITTEE / WISSENSCHAFTLICHER BEIRAT Prof. Dr. Ali Sinan BİLGİLİ/Atatürk Üniversitesi Prof. Dr. Ahmet TAŞĞIN/Necmettin Erbakan Üniversitesi Prof. Dr. Arben Sulejmani/ Tetova Üniversitesi Macedonia Prof. Dr. Levent KAYAPINAR/Abant İzzet Baysal Üniversitesi Prof. Dr. Necati DEMİR / Gazi Üniversitesi Doç. Dr. Armağan ELÇİ/ Gazi Üniversitesi Doç. Dr. Fatma Ahsen TURAN/Gazi Üniversitesi Doç. Dr. Mustafa ŞEN/Ortadoğu Teknik Üniversitesi Doç. Dr. Nilgün ÇIBLAK COŞKUN/Mersin Üniversitesi Doç. Dr. Özgür SAVAŞÇI/Münih Ludwig-Maximilian Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Ahmet Yılmaz SOYYER/Süleyman Demirel Üniversitesi Dr. David SHAKLAND/Bristol Üniversitesi Dr. Eva CSAKİ/Peter Pazmany Katolik Üniversitesi Dr. Janos SİPOS/Hungarian Bilimler Akademisi Müzik Enstitüsü Av. Murat Uğur AKSOY/Yeditepe Üniversitesi Ali Duran GÜLÇİÇEK/Araştırmacı -Yazar Ali Haydar AVCI/Araştırmacı – Yazar İbrahim BAHADIR Av. İbrahim SİNEMİLLİOĞLU Av. Yücel TOP Dursun GÜMÜŞOĞLU/Araştırmacı - Yazar Miyase İLKNUR/Cumhuriyet Gazetesi Sabahat AKKİRAZ Hüseyin ALBAYRAK Hüseyin YILDIZ Ali Rıza ALBAYRAK Yolcu BİLGİNÇ Mehmet DEMİRTAŞ Şakir KEÇELİ Hasan Gazi ÖĞÜTCÜ Ali Rıza SELMANPAKOĞLU Veliyettin ULUSOY ÜLKE TEMSİLCİLERİ LOCAL REPRESENTATIVES / ANDESVERTRETUNGEN Türkiye/Türkei: Hüseyin DEDEKARGINOĞLU Amerika/ United States: Kemal KELEŞOĞLU Arnavutluk/Albanien: Prof. Dr. Arben SULEJMANİ Yunanistan/Griechenland: Ahmet KARAHÜSEYİN Fransa/Frankreich: Aziz GÖR Hollanda/Niederlande: Ali Rıza AĞÖREN Belçika/Belgien: Yücel TOP Bulgaristan/Bulgarien: Veysel BAYRAM İran/Iran: Gheis Ayaz EBADÎ HAKEMLER REFEREES / SCHİEDSAUSSCHUSS Prof. Dr. Âdem CEYHAN/Celal Bayar Üniversitesi Prof. Dr. Ahmet MERMER/ Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Ali Sinan BİLGİLİ/ Atatürk Üniversitesi Prof. Dr. Alimcan İNAYET/Ege Üniversitesi Prof. Dr. Fatma Sabiha KUTLAR/ Hacettepe Üniversitesi Prof. Dr. Fikret TÜRKMEN/Ege Üniversitesi Prof. Dr. Harun YILDIZ/ Ondokuz Mayıs Üniversitesi Prof. Dr. Hasan ONAT/Ankara Üniversitesi Prof. Dr. M. Saffet SARIKAYA/Süleyman Demirel Üniversitesi Prof. Dr. Metin EKİCİ/Ege Üniversitesi Prof. Dr. Necati DEMİR/ Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Pakize AYTAÇ/Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Refik TURAN/Gazi Üniversitesi Doç. Dr. Ali SELÇUK/ Erciyes Üniversitesi Doç. Dr. Ayşe KAYAPINAR/Abant İzzet Baysal Üniversitesi Doç. Dr. Fatma Ahsen TURAN/Gazi Üniversitesi Doç. Dr. İlhan EKİNCİ/Ordu Üniversitesi Doç. Dr. Mustafa ALKAN/ Gazi Üniversitesi Doç. Dr. Mustafa ŞEN/Ortadoğu Teknik Üniversitesi Doç. Dr. Nilgün ÇIBLAK COŞKUN/Mersin Üniversitesi Doç. Dr. Sadullah GÜLTEN/Ordu Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. A. Yılmaz SOYYER/Süleyman Demirel Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Yağmur SAY/ Anadolu Üniversitesi Yayıncı Kurumun Adresi Publishers Address / Adresse des Herausgebers Malberg 1 • 53547 Hausen (Wied) Almanya Deutschland/Germany Telefon Numarası / Phone / Telefonnummer : 00 49 (0) 263894 59 60 Faks / Fax / Fax : 00 49 (0) 263894 59 59 Web Sayfası / Webseite / Website : www.alevibektasikulturenstitus.de E-Posta Adresi / Email Address / E-Mail Adresse : [email protected] Baskı / Publishing House / Verlag : Önel-Verlag Silcherstraße 13 50827 Köln - Almanya / Deutschland / Germany Telefon Numarası / Phone/ Telefonnummer : 00 49 221 5879084 Faks / Fax/Fax : 00 49 221 5879004 ALMANCA DİL EDİTÖRÜ/ GERMAN LANGUAGE EDITOR/ DEUTSCH SPRACHE EDİTOR Doç. Dr. Muhammet KOÇAK Ufuk ÖZTÜRK İNGİLİZCE DİL EDİTÖRÜ/ ENGLISCH LANGUAGE EDITOR/ ENGLİSCHE SPRACHE EDİTOR Prof. Dr. Ahmet BEŞE ARNAVUTÇA ÇEVİRİ / ALBANIAN TRANSLATION/ UBERSETZER İNSALBANİSCHE: Anila Shehu POLAT TEKNİK YARDIMCILAR/ TECHNICAL ASSISTANT/ TECHNİSCHE UNTERSTÜZTUNG: Sevda YAHCİ ALBAYRAK TÜRKÇE DÜZELTİ/ TURKISH PROOF /TÜRKİSCHE NACHBEARBEİTUNG: Doç. Dr. Aliye Üstten USLU / Öğr. Gör. Dr. Başak UYSAL/ Dr. Müzeyyen ALTUNBAY Kapak Designed By/Setzung-Coverdesign Mehmet Nuri ERDEM © Copyright, 2013 Gönderilen yazılar yayınlansın veya yayınlanmasın iade edilmez. Dergimiz altı ayda bir çıkmaktadır. Uluslararası Hakemlidir. Yazıların bilimsel ve yasal sorumlulukları yazarlarına aittir. The articles you send cannot be given back even if they are not published. Our magazine is published in every six month. The owners of the article account for the legal and scientific responsibility. Zugesandte Manuskripte werden, unabhängig von ihrer Veröffentlichung, nicht zurückerstattet. Unsere Fachzeitschrift erscheint halbjährlich. Sie hat einen Schiedsausschuss. Die wissenschaftliche und juristische Verantwortung für die Textinhalte liegt beim Verfasser selbest. İÇİNDEKİLER Editörden Gıyasettin AYTAŞ 11 Makaleler 15 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller Ali AKTAŞ 17 Doğanşehir Alevilerinin Muharrem Ayındaki İbadetlerine Dair Bazı Tespitler Ve Ziyaretgâhlarıyla İlgili Halk Efsaneleri (Şatıroba Köyü Örneği) Hasan ÇELİK-Serkan BALCI 67 Osmanlı Görsel Dünyasında “Kızılbaşlar”: Tercüme-i Miftah-ı Cifru’l-Cami’de Yer Alan “Deccal ve Taraftarları” Tasvirlerinin Politik Bir Okuması Dr. Mürüvet HARMAN 99 İnanç Kültür ve Tarihsel Arka Planda Yanlış Anlaşılan Bir İsim “Bâyezid” Ali Sinan BİLGİLİ 123 Türkiye Selçuklularında Dini Eserler Muhammet KEMALOĞLU 139 Genelde Dergâhların Özelde Hacı Bektaş Dergâhının Konumu ve Çözüm Önerileri Hüseyin DEDEKARGINOĞLU 167 Derlemeler Alevilik ve Bektaşilik Alanında Araştırma ve Çalışma Yapan Piri Er Av. Ali YILDIRIM 283 Arnavutça Özetler Anila Shehu POLAT 195 Kitabiyat 2015 Yılında Alevilik ve Bektaşilik Hakkında Yayımlanan Kitaplardan Seçmeler Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi 211 CONTENTS Editors Gıyasettin AYTAŞ Articles Death, Dying, Funeral And Mourning Rıtuals in Alevi Communıties Ali AKTAŞ Some Observations On The Worships Of Doğanşehir Alevis In The Month Of Muharram And On The Folk Legends About Their Sacred Sites (The Example Of Şatiroba Village) Hasan ÇELİK-Serkan BALCI “Qizilbash” in Ottoman Visual World: A Political Reading of Depictions From “al-Dajjāl and Supporters” in Tercüme-i Miftah-ı Cifru’l-Cami Dr. Mürüvet HARMAN 11 15 17 67 99 Misinterpretation Of The Name “Bâyezid” in Faith And in Cultural And Historical Background Ali Sinan BİLGİLİ 123 Religious Structures in Seljuks Turkey Muhammet KEMALOĞLU 139 Locatıons of Dervish Convents, Solutions About Locations And Convent Of Hacı Bektas Veli Hüseyin DEDEKARGINOĞLU 167 Compilations Research and Studies on Alevism and the Bektashi Area Author Piri Er Av. Ali YILDIRIM 283 Albanian Abstracts 195 Anila Shehu POLAT Catalogues Selected Areas in Alevism and the Bektashi 2015 Posted in Books Journal of Alevism-Bektashism Studies 211 INHALTSVERZEICHNIS Vom Editor Gıyasettin AYTAŞ 11 Artikel 15 Ali AKTAŞ 17 Über die Gebetspraktiken der Alevis in der Region von Doğanşehir während des Monats Muharram und die Volkslegenden über ihre Pilgerstätten Hasan ÇELİK-Serkan BALCI 67 Die Kızılbaş in der Bilderwelt der Osmanen – eine politische Leseart von Illustrationen des Dağğāl und seinen Anhängern in dem Werk „Tercüme-i Miftah-ı Cifru’l-Cami” Dr. Mürüvet HARMAN 99 Über die Missdeutung des Namens “Bâyezid” Ali Sinan BİLGİLİ 123 Religiöse Architektur im Gebiet der Rum-Seldschuken Muhammet KEMALOĞLU 139 Über die Lage der Derwischklöster insbesondere die Lage und Stellung des Hacı Bektaş Derwischklosters und einige Verbesserungsvorschläge Hüseyin DEDEKARGINOĞLU 167 Kompilationen Forschung und Studien über das Alevitentum und die Bektaschi Gebiet Autor Piri Er Av. Ali YILDIRIM 283 Albanisch Fasst 195 Anila Shehu POLAT Buchvorstellung Alevitentum und die Bektaschi zu Vorsingen im Jahr 2015 Posted in Bücher Forschungszeitschrift über Alevitentum und Bektaschitentum 211 EDİTÖRDEN A WORD FROM EDITOR / VOM EDITOR Prof. Dr. Gıyasettin AYTAŞ Dünyada önemli bir değişim ve dönüşüm süreci yaşanmakta, bu değişimden etkilenen toplumların bir kısmı kendi geçmişleri ile gelecekleri arasındaki bağlantıyı kuramamaktan ötürü huzursuzluk yaşamaktadırlar. Bağlantıyı oluşturacak aktarım araçlarının yetersizliği, kimi zaman bilginin gereğince korunamaması veya korunduğu zannedilen bilginin kaybolması bu mutsuzluğu daha da artırmaktadır. Özellikle kültürel belleği oluşturan ana kaynakların teknoloji ile birlikte bir devinim yaşaması ve kendi varlığını kalıcı hale getirebilmek için yeterli ortamı bulamaması toplumsal birlik ve beraberliğin oluşmamasında etkili olmaktadır. Bütün bunlar bize, her türlü teknolojik verilere karşın kültürel belleğin yazılı kaynaklarını korumak ve gelecek nesillere aktarma konusunda sorumluluk yüklemektedir. Öteden beri yayıncılık faaliyetleri ile ilgili yapılan araştırmalar, bu alanda bir kısır döngünün yaşandığını ortaya koymaktadır. Birbirinin tekrarı niteliğinde olan araştırmalar, kimi zaman yeni ve ilk defa yapılmışgibi sunulan bilgiler okuyucular yanıltılmakta, kimi zaman da bilgiler manipüle edilerek kargaşaya neden olmaktadır. Aslında birtakım araştırma sonuçlarının bilimsel ölçütleri hiçe sayarak hakikatmiş gibi sunulması da bilgi kaynaklarını daha da bulanık hale getirmekte, kafa karışıklıklarını artırmaktadır. Bu karışlıklıların başında kavramlara yüklenen anlamların değişkenliği de önemli rol oynamaktadır. Herkes kendine göre bir kavramlaştırma sureci oluştururken, bu surecin yönlendirilmesindeki tek yanlı tutumlar da doğru bir zeminde yürümenin en önemli engelleri arasında sayılmaktadır. Her ne kadar inanç, bilimsel anlamda kültürün bir parçası ise de, Alevi-Bektaşi kültürünün bel kemiğini oluşturması nedeniyle biz inanç kavramına ayrı bir vurgu yapmak gereğini duyarak Alevi –Bektaşiliğin zengin bir inanç ve kültür ürünü olduğunu belirtmek isteriz. Bilindiği gibi kültür değişir, durağan değildir. Dolayısıyla Alevi-Bektaşi kültürü de diğer tüm kültürel yapılar gibi değişimden payını alacaktır, almaktadır ve bu son derece olağandır. Ne var ki, bu değişim Alevi-Bektaşiliğin ana ilkelerinden sapma meydana gelmeden olmalı hatta ana ilkeler doğrultuşunda olmalıdır. Değişen dünyaya ayak uydurarak çağdaşlaşan kültürel yapılar varlığını korur ve geleceğe aktarılabilir. Aksi halde zamanla niteliğini ve işlevini kaybeder ve yok olmaya mahkûmdur. Alevi-Bektaşi kültürü ise, insan merkezli öğretisi, barışçıl, uzlaşmacı yapısı ve özgürlüklere saygılı olmasıyla bugünün ve yarının dünyasında en çok ihtiyaç duyulan ve işlev üstlenebilecek kültürel yorumlardan biridir. İşte bu nedenle insanlığın selameti, dünya inanç kültürlerinin kardeşliği, dolayısıyla hem bireylerin birbirlerine karşı hem de toplumların birbirleriyle özgürce fakat saygı ve sevgi ile iletişimde bulunması için örnek teşkil edecek bir kültürel öze sahiptir ve bu öz korunarak çağdaş dünyaya hizmet etmelidir. Hacı Bektaş Veli, bu kültürün oluşum sürecinde kültürün tanımlanmasına adını verebilmiş önemli inanç ve kültür önderlerinden biridir. Alevi ve Bektaşiler tarafından Serçeme olarak kabul edilmektedir. Ona karşı derin bir saygı ve hürmetle bağlılıklarını her vesile ile dile getirmektedirler. Bu nedenle Hacı Bektaş Veli üzerine giderek daha fazla sayıda yayın bulmak mümkündür. Ancak, bu yayınların maalesef pek çoğu bilimsellikten uzak çalışmalardan veya önyargılı ya da kulaktan dolma bilgilerin derlenmesinden oluşmaktadır ve bunlar kültürün ana ilkeleriyle, öğretisiyle, geleneğiyle uyuşmayan sonuçlar içermektedir. Bu tarz yayınların doğru kabul edilerek referans gösterilip kullanılması ise Alevi-Bektaşi kültürünü, Hacı Bektaş Veli’yi ve ona atfedilen Bektaşi öğretisinin kendi özünden uzaklaşmasına ve Alevi-Biktaşiliğin zarar görmesine neden olmaktadır. Kültürün özüne sadık ve bilimsel kriterlere uygun yapılmış çalışmalar da diğerlerinin arasında kaynayıp gitmektedir. Aynı sorun yayınlar kadar geleneğin uygulanmasında da yer almaktadır. Çok bilgili ve geleneği özümsemiş dedeler ve babaların yanı sıra, özden sapma yapan ve kendine göre yorumlarla, yanlış ve eksik bilgilerle ortaya koydukları uygulamaları sergileyenlerin de sayısı azımsanmayacak kadar çoktur. Bilgisizlik en karanlık kuyulardan daha karanlıktır. İnsanı içine çeker ve kendi karanlığında boğarak bir daha aydınlığın ne olduğunu unutturur. Alevilik ve Bektaşilik gibi nazenin olan bir yola mensup olanların bilgiden uzak, hurafeler ve efsanelerle kendi gerçeğini araması beklenemez. Onlar “ilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” anlayışına bağlı oldukları için, bilimsel verilerle desteklenmeyen hiçbir kaynağı kabul etmemelidirler. Yeni bir yıla giriyoruz. 2015 yılı başta Türkiye olmak üzere, dünyanın değişik bölgelerinde önemli olayların yaşandığı bir yıl oldu. Maalesef 2015 yılı özellikle bizim de içinde bulunduğumuz coğrafya ve komşularımız için hüzün, acı ve endişenin, umutsuzlukların ve güven eksikliğinin damgasını vurduğu bir yıl olarak tarihte yerini alacak. Alevi-Bektaşi kültürü kim olursa olsun hiç bir insanın mağdur olmamasını, zulüm görmemesini ister. Mazlumların acılarına ortak olur, zalimlerin zulmüne “dur” demeyi mazluma görev bilir. Alevilik Bektaşi Kültür Enstitüsü olarak 2015 yılında yaşanan zulümleri ve duyarsızlıkları kınıyor, insanların acılarından beslenen her türlü anlayışı ve görüşü şiddetle reddediyoruz. 2016 yılının Alevi-Bektaşi öğretisinden esinlenmiş, daha barışçıl, daha insancıl bakış açıları ve politikalar ile gündeme gelmesini ve dünyamızı güzelleştirmesini diliyoruz. Enstitümüz, 14 Ekim 2015, Muharremin 1. gününden itibaren, 12 gün boyunca her gün saat 18.00 ile 20.00 arasında birlikte olduğumuz Muharrem Sofralarımızla, dergâhımızın kapıları bütün değerli canlarımıza açarak birlikte paylaşmanın önemini hatırlattı. Bu zaman zarfında her inanç ve görüşe mensup birçok kimse bu sofranın mihmanı oldu. Alevilik Bektaşilik Araştırmaları Dergisi, yayınlandığı ilk günden bu yana bilginin billurlaşmasın, kaynakların olabildiğince bilimsel olması, verilerin değerlendirilmesinde tutarlılık ve geçerlilik unsurlarına gösterilen özenle her zaman okuyucularının takdirini kazanmıştır. Bu kazancın daha da artarak devam etmesi, okuyucularımızın bize yol ve yön göstermesiyle mümkün olacaktır. Dergimizin bu sayısında da geçmiş sayılarımızda olduğu gibi birbirinden değerli araştırmacıların yazıları yer almaktadır. 2016 yılının insanlığa barış ve huzur getirmesi dileğiyle saygılarımızı sunarız. Makaleler Articles / Artikel Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller ALEVİLERDE ÖLÜM, CENAZE, YAS İLGİLİ İNANIŞ VE RİTÜELLER Death, Dying, Funeral And Mourning Rıtuals in Alevi Communıties Ölümden korkum yok, o benden korksun Cehennem var ise, günahım yaksın Cennet güzellikleri seyrana çıksın Sevgi muhabbete özendim, yeter. Ali İzzet ÖZKAN Ali AKTAŞ-Sosyolog “Ölüm, ne babayı bırakır ne de evladı kor. O öyle bir geçittir ki, herkes oradan geçmeye mecburdur”. Hz. Ali ÖZET Dünyada her toplumun/topluluğun bir inancı bulunmaktadır ve bu inançlarına uygun olarak da cenaze törenleri yapmaktadırlar. Alevi toplulukları da inanç sistemlerine uygun olarak, cenaze törenlerinin gereklerini yerine getirmektedirler. Alevilerde ölüme yaklaşım yaşanılan yerleşim alanının kentsel ya da kırsal olmasına ve öğrenim durumuna göre, ölüm olgusuna bakış, yakınlarını kaybedenlerin gösterdikleri tepkiler ve de ölü gömme biçim ve geleneklerin de bazı nüanslar gözlenebilmektedir. Bu küçük farklılıkların temelinde Alevi topluluklarının inanışlarında cenazeyi kaldırmak/ gömmek için belli bir vakit sınırlamasının olmaması ve cenazenin nereden ve de nasıl kaldırılacağına dair kesin bir dinsel emir bulunmaması yatmaktadır. Alevilikte; “Hakk ile bir olmak”, “Hakk ile Hakk olmak” ve “Hakk’tan geldik, Hakk’a gidiyoruz” gibi deyimler kullanılır. Bu nedenle kişi için “öldü” sözcüğü yerine “Hakk’a yürüdü”, “Don değiştirdi” denir. Bu ifadelerle canın dünya değiştirmesinin anlatımı ölümü, vefatı anlattığı gibi; “yok oluş”, “geri gelmeme”, “ayrılış” anlamından farklı olarak, “kavuşma”, “yeniden bir araya gelme” anlamını da içermektedir. Bu nedenle “Cenaze Merasimi/Töreni” yerine, yapılanlar “Hakk’a Yürüme Erkânı” olarak tanımlanır. Alevilikte ölümü anlamlandırma, hasta ve hasta ziyareti, ölüm döşeğindeki insana karşı görevler, Hakk’a yürüme erkânı, ruhun teslim edilmesi sonrasında kişiye yapılacak ilk işlemler, ölümden sonra yapılacak işler [kefenin hazırlanması, cenazenin yıkanması, cenazenin kefenlenmesi, helallik alınması, secdesiz namazının kılınması, cenazenin kabre taşıması, ölünün toprağa verilmesi, telkin verilmesi, baş sağlığı dilemek (taziye), mezara su dökülmesi geleneği], mezarlık dönüşü ve vefat edenin ardından yapılan uygulamalar (kırk yemeği) anlatılmaktadır. Bu konuların aktarımı Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 17 Ali AKTAŞ Alevi sözlü geleneği, inanışı, gülbankları (duaları), nefesleri ve ritüelleri ile birlikte verilmektedir. Anahtar Sözcükler: Alevilik, Ölüm, Cenaze, Yas, Gülbank, Ritüeller ABSTRACT Every communities in the world has a belief system and they have maintained their religional funeral rituals based on their beliefs. Alevi communities have also maintained their funeral rituals based on their belief system. Perception of death, reacting to death, understanding of death, and funeral ceremonies in Alevi communities can be changed according to zone of occupation. Thus, there are little differences in Alevi communities in this rituals. These differences depend on their geographic coordinations. There aren’t any limitation time for funeral rituals and certain religional rules for funeral rituals in Alevi communities and these elements has resulted from aforesaid differences. There are some idioms in Alevi communities like “Coalesced into Allah”, “to merge with the Almighty ”, “We came from Allah and return to Allah.” Because of these idioms, when somebody dies nobody say “dead” for him. Everybody will say “He returned to God.” or “He changed his skin-dress.” These words and idioms means not only “death, to be gone, seperate” but also “reach”, “to merge to Maker”. Because of these reason these rituals named “The Way for Merge to Almighty” instead of “Funeral Ritual.” In this research understanding death and dying in Alevi communities, patients and visitations rules to them, responsibilities of society to deadly ill person, The Way for Merge to Almighty Rituals, process for society after dying (preparing shroud, bathing the deceased, shrouding, ask for deceased’s blessing, performing the salaat without sadjah, carrying the funeral, carrying out feet foremost, condolencing, rituals and traditions after dying for Alevi society) has been discussed. These topics has been discussed in terms of oral Alevi traditions, gulbanks, prays and rituals. Keywords: Alevis, Death and Dying, Funeral, Mourning, Gulbank (Pray), Rituals 18 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller GİRİŞ1 Temeli hümanizm, yani insan sevgisine dayanan anlayışa göre, yaratan ve yaratılan birdir. Yaratan yaratılanın bütünü, yaratılan da yaratanın ayrılmaz bir parçasıdır. Bu nedenle Tanrı anlayışı varlığın birliğine dayanır. Kısaca insan Tanrı’nın yeryüzündeki tecellisidir. Alevilikte: “Hakk ile bir olmak”, “Hakk ile Hakk olmak” ve “Hakk’tan geldik, Hakk’a gidiyoruz” gibi deyimler kullanılır. Bu nedenle kişi için “öldü” sözcüğü yerine “Hakk’a yürüdü”, “Don değiştirdi” denir. Bu ifadelerle canın dünya değiştirmesinin anlatımı ölümü, vefatı anlattığı gibi; “yok oluş”, “geri gelmeme”, “ayrılış” anlamından farklı olarak, “kavuşma”, “yeniden bir araya gelme” anlamını da içermektedir. Bundan dolayı da kişi için “öldü” yerine, “Hakk’a yürüdü”, “Don değiştirdi” gibi ifadeler kullanılır. Yapılanlar Dünya’dan yalnız ayrılışı değil, aynı zamanda kavuşmayı da içeren uygulamalardır. Bu nedenle “Cenaze Merasimi/Töreni” yerine, yapılanlar “Hakk’a Yürüme Erkânı” olarak tanımlanır. Dünyada her toplumun/topluluğun bir inancı bulunmaktadır ve bu inançlarına uygun olarak da cenaze törenleri yapmaktadırlar. Alevi toplulukları da inanç sistemlerine uygun olarak, cenaze törenlerinin gereklerini yerine getirmektedirler. Alevilerde ölüme yaklaşım yaşanılan yerleşim alanının kentsel ya da kırsal olmasına ve öğrenim durumuna göre, ölüm olgusuna bakış, yakınlarını kaybedenlerin gösterdikleri tepkiler ve de ölü gömme biçim ve geleneklerin de bazı nüanslar gözlenebilmektedir. Bu küçük farklılıkların temelinde Alevi topluluklarının inanışlarında cenazeyi kaldırmak/gömmek için belli bir vakit sınırlamasının olmaması ve cenazenin nereden ve de nasıl kaldırılacağına dair kesin bir dinsel emir bulunmaması yatmaktadır. Bu topluluklarda cenazenin bekletilmeden bir an önce toprağa verilmesi gerektiği düşüncesi yaygın olmasına karşın, cenaze güneşin doğuşundan batışına kadar defnedilebilmektedir. Yine bin yılı aşkın bir tarih boyunca bu topluluklarda cenazesini camii veya mescide götürme gibi uygulama yer alamazken, günümüzde kent yaşamında bu tür uygulamalara da rastlanmaktadır. Kent yaşamına geçişle birlikte, içinde bulunan yapıda cenaze kaldırma belediyeler kanalıyla bir sisteme bağlandığı için, Alevi öğreti sisteminde bulunmayan camii ve hoca geleneği de sonradan uygulama açısından Alevi topluluklarda 1950’li yıllardan sonra yer almaya başlar. Kent ortamında pirim yapan camii ve hocalar, bir Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 19 Ali AKTAŞ takım sorunları ve tatsız olayları da beraberinde getirir. Örneğin kimi camilere Alevi (halk arasındaki yaygın adı ile “Kızılbaş”) cenazelerinin getirilmesi hoş karşılanmaz veya kimi hocalar cenazelerin Alevilere ait olduğunu hissettiğinde ya da öğrendiğinde cenazeyi yıkamamak ve cenaze namazını kıldırmamak istemesi gibi olumsuzluklar ortaya çıkmaktadır. Ayrıca meşrulaşan bu sistemle birlikte, kimi hocalarında gerek cenazenin yıkanması ve defnedilmesi sırasında gerekse ölen kişinin üç, beş, yedi, kırk ve elli ikinci günlerinde okudukları dua (gülbank) ve mevlit dolayısıyla elde ettikleri bol kazanç nedeni ile bu iş tam bir ticarete dönüşmektedir. Dahası dua ve mevlitin okunması sırasında, hocaların elde ettikleri bu fırsatı değerlendirerek, kendi Sünni -Ortodoks yapıdaki- düşüncelerini yaymaya çalışmaları, yani Alevileri Sünni inanç biçimine göre koşullandırmak için yoğun çaba sarf etmeleri de sorunun bir başka boyutunu oluşturmaktadır. Kimi Aleviler cenaze törenindeki bu tür uygulamaları, Sünnileştirme yani asimilasyon çabaları olarak algılamaktadır. Bu tür uygulamaları, kendi inançlarına karşı yapılmış/ yapılmakta olan hoşgörüsüzlük ve saygısızlık olarak da kabul ettikleri için “Alevi olarak doğuyoruz. Sünni olarak ölmek istemiyoruz” diyerek şiddetle eleştirmektedirler. ALEVİLİKTE ÖLÜMÜ ANLAMLANDIRMA Ölümün, Alevilikte başlıca iki yorumu bulunmaktadır. Birincisi “biyolojik ölüm”dür. Biyolojik ölümü, “ölme”, “ölüm”, “kalıbı dinlendirmek” ve “Hakk’a yürümek” gibi terimlerle dile getirmektedirler. Bu terimlerden “kalıbı dinlendirmek” ve “Hakk’a yürümek” ölümün bir son olmadığını yeni bir durumun başlangıcı olduğu inanışından kaynaklanmaktadır. Burada sözü edilen kalıp bedendir ve beden yaşlanmıştır, yorulmuştur ya da hasar görmüştür işlevini yerine getirmeyecek durumdadır. Bu durumda beden (kalıp) terk edilir. Kalıbını terk eden, Tanrıdan gelir, Tanrıya dönecektir. Bu nedenle de, Hakk’a ulaşmak üzere kalıbı terk eder (Hakk’a yürür) denilmektedir. Yani ölüm/ölme, Tanrıya ulaşmak/öze yeniden kavuşmak olarak kabul edilmektedir. İkinci ölüm ise, “Nasip (ikrar) törenindeki ölüm”dür. Bu ölüm, Alevilerce “ölmeden önce ölmek” ve “ölmek” terimleri ile ifade edilmektedir. İkrar törenindeki ölmek, iradi bir ölümdür ve bu aşama Alevi eğitiminin belki de en çarpıcı ve en zorlu aşaması olarak kabul edilmektedir. 20 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller ALEVİLİKTE ÖLMEK (İKRAR ALMAK) VE İKİNCİ DOĞUM Alevi için, bütün tutkulardan, aşırı isteklerden, dünyaya bağlı geçici dileklerden, eğilmelerden kurtulmaya ve özünü gerçeğe adamaya yani öğretiyi benimseyip yola girmeye kısaca “İkrar (Nasip) Almaya”, “ölmeden önce ölmek” denir. Bununla da, kişinin kendi isteğiyle maddi ve manevi dileklerinden tümden vazgeçerek (yani iradi olarak ölmekle), mana âleminde, ruh bakımından hayat bulacağına inanılmaktadır. Alevilikte benimsenen Bâtıni yorumda iradi olarak ölen yani ikrarını alan “can”, dünyaya yeniden gelir. Yani, insanların yaşamları boyunca yaptıkları pek çok şeye, ölümle karşılaştıklarında pişmanlık duyacak olmaları ve “bir daha dünyaya gelsem böyle yapmazdım” düşüncesine varmaları “ikrar töreni” ile canlara kavratılmaktadır. Böylece insanın son veda anındaki hesaplaşmasını, önceden ikrar töreninde yaşayan Aleviler, kendilerini yeniden doğmuş olarak kabul ederler ve bu olayı da “ikinci doğum” olarak adlandırırlar. Yola girmenin ön koşulu olan “ölmeden önce ölmek” (iradi olarak ölmek), Âşık Veysel tarafından şöyle dile getiriir: “Topraktandır cümle beden Nefsi öldür ölmeden Böyle emretmiş yaradan” Yine iradi olarak ölmeyi ve ikinci doğumu Şâhi bir nefesinde şöyle anlatır: “Dört kapı selâmın verip aldılar, Pirim huzuruna çekip yettiler; El ele, el Hakk’a olsun dediler, Henüz mâsum olup cihana geldim.” Münire Bacı da bu doğumu bir nefesinde: “Doğdum iki âneden Kimdir beni taneden Mürşidim imdat eden Haydariyim, Haydari.” biçiminde dile getirir. Nefeslerde de belirtilen ve uygulanan ikrar töreninden sonra, yola girenlerin kendilerini yeniden doğmuş gibi hissetmektedir. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 21 Ali AKTAŞ Alevilikte yola giren kişi, kendisini tüm kötülüklerden, istenmeyen davranışlardan arındırmış sayılır. Bundan sonra geride kalan yaşamı boyunca pişmanlık duyacağı şeyleri yapmamaya çalışır yani arındırılmış halde kalabilmek için çaba gösterir. ALEVİLİKTE ÖLÜM (HAKK’A YÜRÜMEK / KAVUŞMAK) Alevilikte biyolojik ölümün “Tanrıya yeniden kavuşmak” olarak kabul görmesinin ana nedeni; nesnelerin, düşüncelerin yoktan var olmayacağına inanılmasıdır. Heterodoks olarak değerlendirilecek bu anlayışa, İnsan-Evren-Tanrı bir bütündür (vahdet-i vücud); bundan dolayı evrendeki nesneler ve düşünceler Tanrının varlığından kaynaklanmakta ve bu durum (ölüm), varlığın (insanın) öze dönüşümü olmaktadır. Hakk’a yürüyen “can”ın aslında ölmediğine öze (Tanrıya) geri döndüğü inanışına Alevi-Bektaşi menakıbnamelerinde sıkça rastlanır. “Cenazeye İmam Olmak” biçiminde de ifade edilen bu duruma dayanak olarak şu söylence anlatılmaktadır: Hz. Ali’nin ölmeden önce vasiyeti üzerine, cenazesi evden almak üzere gelen kişiye verilir. Hz. Ali’nin cenazesini devenin üzerine yükleyip, oradan uzaklaşan yüzü örtülü yabancıyı Hz. Ali’nin oğulları gizlice takip ederler. Bir ara yüzündeki örtünün açılmasıyla, cenazeyi alıp götürenin de Hz. Ali olduğunu görürler.2 Yani bu düşünce de ölüm, aslında bir yok oluş değil, bir dönüşümdür. Bu söylence, birçok Alevi-Bektaşi deyişine ve anlatılarına da kaynaklık etmektedir. Hatai’nin, bu olayla ilgili dörtlüğü ise şöyledir: “Ali’dir cesedin kendisi yuyan Yuyup kefeniyle tabuta koyan Ali’dir devesin kendisi yeden Hak ile Hak olan Arslan Ali’dir.” Tanrısal bir varlık olan insanın öz olarak yok olmayacağı inancını Âşık Ali İzzet Özkan şöyle anlatmaktadır: “Cenazeme imam oldu nazarım Öldüren de benim ölen de benim Mezarımı elim ilen ben kazdım Ağlayan da benim gülen de benim 22 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller Allah gizli değil sana benziyor Canı katı teni bana benziyor Gâh doğar gâh batar güne benziyor Gidenler de benim kalan da benim” Affedici, bağışlayıcı olan Tanrıdan korkmayan Aleviler, aşk derecesine varan Tanrı-Evren-İnsan sevgisiyle yoğrulmuş dünya görüşüne ve alışılmamış bir öbür dünya anlayışına sahiptirler. XVI. yüzyıl Alevi ozanlarından Azmi bu anlayışı şöyle dile getirmektedir: “Esirci misin, koydun cehenneme Arap Hoca mısın, okuryazarsın kitap Aslın kâtip midir, görürsün hesap Hesabın mı var, yok hancı mısın? Yüz bin cehennem olsa, korkmam birinden Rahman ismi nazil değil mi, senden Günahları bağışlayanım demedin mi, sen Af et günahımı, yalancı mısın? Bilirsin ben kulum, sen sultanımsın Kalbde zikrim, dilde tercemanımsın Sen benim, canımdan can mihmanımsın Gönlümün yârisin, yabancı mısın?” XIII. yüzyıl Alevi ozanlarından Yunus Emre de ölüm sonucunda Tanrıya ulaşmayı, dosta gitmek olarak kabul etmekte ve bu olayı dizelerinde şöyle dile getirmektedir: “Sala verin kasdımıza Gider olduk dostumuza Namaz için üstümüze Duranlara selam olsun” Ortodoks yapıdaki Sünni inanışın aksi bir öteki dünya anlayışını taşıyan Aleviler; Sünni inanç içerisinde yer alan korkutmalara, cennet inancına, cehennem inancına Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 23 Ali AKTAŞ ve Azrail inancına da karşı çıkmaktadırlar. Cumhuriyet döneminin önemli âşıklarından Ali İzzet Özkan korkutmaları anlamsız bulduğunu şu dizelerle anlatır: “Hoca’fendi bizi korkudup durma, Ahiret ejderha marhane3 midir? Nar’ı cehennemi4 bana gösterme Kim görmüş, kim yanmış narhane5 midir? Katran kazanlarım kaynıyor dersin Sırat’u6 mizanda7 kimi tartarsın Her adama kırk tane kız verirsin Yoksa cennet’ala k.......ne midir? Para vereni sırattan geçirdin Cennetlik ettin uçmaktan uçurdun Kimisine âb-ı kevser8 içirdin Orası inhisar9 meyhane midir? Bir dudağı yerde birisi göğde Doğru söyle zebanilerin10 nerde Azap sorgu sual yok mudur burda Mahkeme ceza evi, dershane midir? Ulu Tanrı ulu derler amennâ Kısmet veren bir Huda’dır cihane Al’İzzet der hocam gel uy zamana Kutup haktır özgün şerhane midir?” Kısaca Alevilikte ne cennete gitme hayali ve ne de cehennem ateşinde yanma gibi bir düşünce yoktur. Bu konuda yol uluları: “Eşim bana huri, evim de cennet” ve “cehennem narını” ise, insanların yaşam süresi içerisinde çektikleri azaplar olarak aktarırlar. “Tanrı korkusu” yerine “Tanrı sevgisi”nin temel alındığı bu şiirde, tümü ile sev- 24 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller gi, dostluk ve içtenlik içeren bu ifadelerin özünde, Alevi öğretinin insana verdiği etki açıkça görülmektedir. Biçimci Tanrı anlayışını, kuralcı Tanrısal düzeni eleştiriye, hırpalamaya yönelik bu şiirlerin felsefesi kaynağı, Batı’dan gelen kamutanrıcılık anlayışının Doğu’dan alınan çilecilik felsefesiyle kaynaştırılmasından doğar. Bu felsefeyi oluşturanlar yalnız Anadolu’da yaşayan Alevilerde değildir. Heterodoks muhalefetin, Anadolu başkaldırısı ile birleşmesinden doğan bu öğretiye göre, kabaca; evren Tanrının gerçek olmayan bir görüntüsüdür. Bu anlayışta, yaratan ve yaratılan diye ayrım sanal bir gerçektir. Var olan yalnızca Tanrı’dır. O’nu, canlı ve cansız varlıklardan ayrı saymak, “ikilik” yaratmaktadır. Gerçek bozgunculuk, gerçek nifak da budur. Tek varlık ya da varlığın tekliği (vahdet-i vücut) anlayışına göre, Sünni şeriat kuralları, Kur’an’ı Kerim’in biçimini öne alarak yaratan-yaratılan ikiliğini ortaya çıkarır ve bu durum, Tanrı dışında başka bir varlığı kabul etmek ve de benimsemektir ki, bozgunculuğa ve Tanrıyı yadsımaya uzanır. Gerçek küfür (tanrıtanımazlık) işte bu anlayıştır. Düşünsel dokusunu “Bâtıni” yorumla oluşturan Alevilik, bu ilkeden yola çıkarak Ortodoks Sünni şeriat kurallarının geçersiz, biçimsel kurallarından oluşan bir anlayış olduğunu ileri sürmektedir. Alevilere göre, önemli olan Tanrı ile bir olunacak veya Tanrıda yok olacak yolu bulmak ve bu yolda ilerlemektir. Heterodoks öğretide yaratıcı diye Ortodoks Sünni kurumlarca öne sürülen, soyut varlığa karşı bir başkaldırı görülmektedir. Yani heterodoksi içinde yer alan topluluk üyeleri, ortodoksiye göre tanımlanan Tanrıyı yadsımakta ve bu kesimin belirlediği düzende, Tanrısal olarak belirtilen kuralları anlamsız bularak buna karşı çıkılmaktadır. Kaygusuz Abdal’ın dizilerinde bu açıkça görülmektedir: “Kıldan köprü yaptırmışsın Gelsin kullar geçsin diye Hele biz şöyle duralım Yiğit isen geç a Tanrı.” Bu tür şiirler (sathiyye) genelde Tanrı anlayışını inkâra yönelme değildir. Aksine dinin belli bir yorumuna (Ortodoks Sünni yorum) ve onun getirdiği Tanrısal kurallara yani Tanrı adına, insanların ortaya koyduğu anlayışa başkaldırmaktır ve yermektir. Kul Himmet de dört büyük melekten söz ederken Azrail için can alıcı değil, canı cana ulaştırıcı olarak bahsederken yine bu anlayış, egemen (Ortodoks Sünni) üslubun dışındadır: Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 25 Ali AKTAŞ “Kudret kelâmını söyler Cebrail Rıza lokmasını sunar Mikail Canı cana ulaştırır Azrail İsrafil ağzında düğündür Muhabbet.” Teslim Abdal ise, ölümün kaçınılmaz olduğunu anlatırken, yaşarken insanın (canın), insanlara (canlara) karşı sorumluluğunu da nefesinde şöyle anlatmaktadır: “Gafil durma şaşkın bir gün ölürsün Dünya sana bâki değil ne fayda Ettiğin işlere pişman olursun Pişmanlığın ele girmez ne fayda Bir gün seni iletirler evinden Hakk’ın kelamını kesme dilinden Kurtulamazsın Azrail’in elinden Türlü türlü yolun olsa ne fayda” Mürşidin cenaze namazından sonra “filanı nasıl nasıl bilirdiniz?” diye sorduğunda, komşuların ve tanıdıkların “iyi bilirdik” diyerek tanıklık etmesi olayı, insanın insanlara karşı sorumluluğunun nedenli önemli olduğunu anlatmaktadır. Kul Hüseyin de bu olayı dörtlüğünde şöyle dile getirir: Bir gün olur rast gelince ecele “Komşun iyi demezse halin nice olur Oku bir kez defterini, hecele İnkâr etme, defterini yazan var.” Bu yolda insanların birbirine karşı olan bu sorumluluğunu, yola giren herkese mürşidi/piri/rehberi öğretmektedir. Bu sorumluluğu öğrenen kimsenin kendini sorgulaması ve eksiklerini, yanlışlıklarını kendisi bulup düzelmesi gerekmektedir. Bu sorgulamayı, Âşık İsmail Daimi şu dizelerle anlatmaktadır: “Ben beni bilmezdim hatır kırardım Meğer ilmim noksan imiş bilemedim Ben insandan başka ilâh arardım Meğer ilâh insan imiş bilmedim.” 26 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller Bu inancı benimseyen topluluk üyelerinde ölüm insanı Tanrıya ulaştırdığına inanılırken, ölümle birlikte insansı çekişmelerin, düşmanlıkların, kinin ve nefretin Tanrısal öze ulaştığında, o güzellik içinde yok olacağına inanılır. Âşık Veysel bir şiirinde bunu şöyle dile getirir: “Aslıma karışıp toprak olunca Çiçek olur mezarımı süslerim Dağlar yeşil giyer bulutlar ağlar Gökyüzünde dalgalanır seslerim Ne zaman toprakla birleşir cismim Cümle mahlûk ile bir olur ismim Ne hasudum kalır, ne de bir hasmım Eski düşmanlarım olur dostlarım Evvel de topraktır, sonra da adım Geldim gittim bu sahnede oynadım Türlü türlü tebdilata uğradım Gani viran şen olurdu postlarım Benden ayrılınca kin ve buzuğum Herkese güzellik gösterir özüm Topraktır cesedim, güneştir özüm Hava yağmur uyandırır hislerim Âlimlerin âlimini ölçer biçerler Hanını hasını eler seçerler Bu dünya fanidir konargöçerler Veysel der ki gel barışak küslerim” İnsanın kutsallığı, kendine, çerçevesine olan tüm sorumluluklarının yola giren insana öğretildiği Alevilikte Allah-İnsan-Evren’e bakış açısının, Ortodoks Sünni öğretiden farklı olduğu ortaya çıkmaktadır. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 27 Ali AKTAŞ HASTA VE HASTA ZİYARETİ Alevi inancında yer alan “canlar”, “can” kavramını ile tanımladıkları tanıdıkları, sevdikleri kişinin iyi gününde yanında oldukları gibi, zor günlerinde de yanında olmaya çalışırlar. Bir “can” hasta olup sağlığını yitirdiği günlerde, onu teselli eden ve yalnız bırakmayan, diğer “canlar”dır. Hastalık döneminde kişinin yaşam anlayışı da değişmiştir ve kendisini ziyaret edecek dostlarını ve akrabalarını beklemektedir. Çünkü bu dönemde acısını paylaşacak, kendisine moral verecek tatlı sözler, hasta için önem taşımaktadır. Bu nedenle sağlığı bozulan “can”ı, mümkün olduğunca topluluk üyeleri yalnız bırakmamaya çalışırlar. Hastanın akrabaları, dostları, komşuları ve diğer yakınları, hastanın parasal durumu göz önünde bulundurularak, ona gıda yardımında bulunur ve ihtiyaç halinde yiyecek yaparak evine götürürler. Hasta ziyaretine gidenler, bir şeye ihtiyacı olup olmadığı sık sık sorarlar. Bunlar yapıldıktan sonra hasta yanından ayrılırlar. ÖLÜM DÖŞEĞİNDEKİ İNSANA KARŞI GÖREVLER 1. SU VERMEK Ölüm halindeki kişi de, ölüme ait belirtilerin (örneğin, nefes almada aşırı güçlükler, belleğin yitirilmesi, hareketlerdeki ani ve kontrolsüz değişiklikler vb.) görülmesi durumunda, ağzına az miktarda su verilir. Zaten ölüm döşeğindeki “can”a sürekli olarak belirli aralıklarla su verilir ya da su içmeyecek durumda ise dudakları bir bez veya pamuk parçası ile ıslatılır. Sünni inanışlı toplulukların ölüm halindeki kişiye kıbleye çevirme geleneğine, Alevilerde -özellikle kırsal kesimde yaşayanlarda- pek rastlanılmamaktadır.11 Ölüm halindeki kişinin yatarken herhangi bir yöne doğru çevrileceğine ya da belli bir biçimde yatırılacağına ilişkin hiçbir yazılı veya sözlü kayıt bulunmamaktadır. Alevilikte, kıbleye çevirme olgusunun bulunmaması, bu inanca göre kıblenin tanımlanmasının Sünnilikten farklıdır ve bunda Alevi düşünce yapısının önemli rol oynadığını söylemek olanaklıdır. Çünkü Alevilikte kıble, insanın karşısında yer alan bir başka insanın yüzüdür (“can”ın cemalidir). Dolayısıyla ayrıca bir kıble arayışına ihtiyaç duyulmamaktadır. 28 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller 2. KELİME-İ TEVHİD GETİRMEK Ölmek üzere olan ve tamamen şuurunu kaybetmemiş-söylenenleri anlayarak tekrar edebilen-kişinin yanında dinsel bilgi sahibi (Dede, Baba, mürşid, rehber vb. gibi) kişi12 tarafından üç kez “Tevhid Kelimesi” veya “Şehadet Kelimesi” söylenir: “La İlahe İllallah, Muhammedun Rasulullah, Aliyyun Veliyullah” (“Allah’tan başka Tanrı yoktur. Muhammed Mustafa Allah’ın elçisidir. Aliyyel-Mürteza, Allah’ın velisidir” ya da “İnanırım ve derim ki Allah’tan başka Tanrı yoktur; yine inanırım ve derim ki Muhammed Mustafa Allah’ın elçisidir. Ve yine inanırım ve derim ki Aliyyel - Mürteza Allah’ın velisi ve inananların önderidir”) Bu sözleri ölüm halindeki kişinin tekrar etmesi için kesinlikle ısrar edilmez. Hastanın durumu bunları söylemeye uygun değilse, yalnızca “Allah” sözü telkin edilir. Ayrıca, ölmek üzere olanın yanında çok hafif sesle “düvazimam” okunabilmektedir. Çoğunlukla ölmek üzere olan kişinin yanına aile bireyleri ve onun en çok sevdiği arkadaşları alınmaktadır. 3. KUTSAL KİTAPTAN BÖLÜMLER OKUMAK Aleviliğin Heterodoks niteliğine bakılarak bir takım tören ve ritüellerden yoksun saymak olanak dışıdır. Her inanış gibi, bu inanca bağlı topluluklarda tören ve ritüellerde bakımından zengindir. Sünni Ortodoks inançla yer yer benzeşen, zaman zaman da farklılaşan yönler, uygulamalara sık sık rastlanmaktadır. Dede/Baba veya dinsel bilgi sahibi kimse, ölmek üzere olan kişinin yanında “Yasin”13 ve “Âyet-El-Kürsi”14 süreleri gizli olarak okur. Özellikle her aşamada “Yasin” suresi okunmaktadır/okutulmaktadır. 4. VEDALAŞMAK / HELALLAŞMAK Durumu ağırlaşan “can”ın hısım ve akrabalarının hastanın yanı başında bulunmaları ve helalleşmeleri uygun bulunmaktadır. HAKK’A YÜRÜME ERKÂNI: RUHUN TESLİM EDİLMESİ SONRASINDA KİŞİYE YAPILACAK İLK İŞLEMLER Hasta kişi “Hakk’a yürüdüğünde” (öldüğünde), “Dede/Baba”15 veya görevi üstlenen bir er/bacı “Bismişah! Hakk Muhammet ya Ali!” der ve ruhunu teslim eden canın gözleri açıksa kapatılır; ağzı açıksa çenesini enli temiz bir tülbent/bez çekilip ağzı kapatılarak başından bağlanır. Alevilikte bu işlem sırasında Dede/er/bacı ölünün Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 29 Ali AKTAŞ göğüs hizasında durup şu dualar/gülbanklar okunur: “Bismillah ve alâ milleti Rasülillahi, Allahumme yessir aleyhi emrehu ve sehhil aleyhi mâ ba’dehu. Ve me esid bi likâike, v’ec’al mâ harace ileyhi hayran mimmâ harace anhu.” (Tanrı’nın adıyla. Rasullullah’ın dini üzere. Tanrı’dan geldik, yine O’na döneceğiz. Tanrım onun işini kolaylaştır. Sana kavuşmasını mutlu kıl. Kavuştuğunu bıraktığından iyi kıl.) ve “Allah, Muhammed, Ali inancı üzerine ölmüş olsun. Ey Allah’ım, onu yarlıga, onun derecesini hidayete ermiş kimseler içinde yücelt, bizleri ve onu affet, ey evrenlerin Yaratıcısı! Onun kabrini geniş eyle ve orasını ona ışıklı kıl.” (Bu dua sözleri birkaç kez tekrarlanır) Aynı zamanda mekân ve ortamın uygun olması durumunda “düvazimam” okunur, “salevat” getirilir. Huda İçin Bağışla Hata ettim Huda için bağışla Muhammet Mustafa için bağışla Safi nesli Cüneyt oğlu Haydar Ali-yel Murtaza için bağışla Ali’nin Düldül’ü ile Kamber’i Zülfükar-ı gaza için bağışla Fatima-i Zühre, Hatice-i Kibriya İmamlar silsilesi için bağışla Hasan pir aşkına girdim meydana Hüseyin-i Kerbela için bağışla İmam Zeynel, İmam Bakır-ı Cafer Musa Kazım, Rıza için bağışla Muhammet Taki’mdir Şah Ali Naki Hasan Ali Askeri için bağışla 30 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller Muhammet Mehdi ey sahip zamanı Eşiğinde geda için bağışla Bilirim günahım çoktur ey Şahım Ali oğlusun eba için bağışla On İki İmam nur oldu Hatayi Gel ol nur-u Huda için bağışla... Tövbe Günahıma Hatalar etmişim noksandır işim Tövbe günahıma estağfurullah Muhammet Ali’ye bağlıdır başım Tövbe günahıma estağfurullah Hasan, Hüseyin balkıyan nur ise İmam Zeynel sır içinde sır ise Özümüzde kibir, benlik var ise Tövbe günahıma estağfurullah Muhammet Bakır’ın izinden çıkma Yükün Cafer’den tut, gayriye bakma Hatıra dokunup gönüller yıkma Tövbe günahıma estağfurullah Musa-i Kazım’a daim niyazım İmam Rıza’ya bağlıdır özüm Eksiklik, noksanlık, hep kusur bizim Tövbe günahıma estağfurullah Taki ile Naki benziyor aya Ali emekleri vermeye zaya Ettiğimiz kem işlere bed-huya Tövbe günahıma estağfurullah Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 31 Ali AKTAŞ Hasan Askeri’nin gülleri bite Mehdi gönlümüzün gamını ata Ettiğim yalana, koğu gıybete Tövbe günahıma estağfurullah Kul Himmet üstadım Bağdat, Basra Böyle güne kaldık, böyle asıra Ya Ali cömertsin kalma kusura Tövbe günahıma estağfurullah Bir can “Hakk’a yürüdüğünde” üzerinden elbiseleri (yalnızca iç çamaşırları üzerinde bırakılarak) çıkarılır. Yere uzatılır ve elleri göğsünde birleştirilir ya da elleri yanlarına uzatılır. Sonra bir çarşafa sarılıp, “Rahat Döşeğe”/“Hak Döşeği”16ne bırakılır, yani döşek üzerine veya yere sırt üstü yatırılır. Döşeğe yatırılan canın kolları düzgün bir şekilde yanlara uzatılır. Ayrıca ayakları da düzgün bir şekilde uzatıldıktan sonra, ayak başparmakları birbirine bağlanır. Bu işlemlerden sonra ölenin üzeri boylu boyunca temiz bir çarşaf veya bir örtü ile örtülür. Başucunda üç adet mum yakılır. Yaşlı ve olgun insanlar ölünün olduğu evde kalırlar ve ev halkına yardım ederler. Ölen kişinin yanında güzel kokulu (esans, kolonya, gülsuyu vb) maddeler bulundurulur. Yıkanıncaya kadar bir başka odada sesi fazla yükseltmeden dua okunduğu görülmektedir. Hatta ölünün bulunduğu oda geniş olur, ölünün de üstü tam örtülü bulunursa, bir köşede sessizce okunduğu gibi, ayrıca ölümle ilgili “düvazlar” ve “gülbang”da okunabilmektedir. Ayrıca ölenin karnının şişmemesi için karnının üstüne metal bir madde (demir parçası, makas, bıçak vb.) konulur. Ölenin içinde bulunduğu odanın pencereleri açılarak içerisi havalandırılır. Böylece ölüm kokusunun/kötü havanın çıktığına inanılır. Ayrıca ölünün bulunduğu oda (ışık, mum, lamba vb.) aydınlatılır. Bu aydınlatma kimi Alevi topluluklarında 3 gün, kiminde ise 40 gün boyunca sürer. Tahtacı köylerinde ölüm (Hakk’a göçüş) olduğunda hemen defin hazırlığı başlar. Ölüm akşama yakın bir zamanda olmuş ise defin işlemi hemen yapılmaz. Çünkü Tahtacılar cenazelerini, güneş battıktan sonra toprağa vermezler. O yüzden akşama doğru vefat eden kişinin cenazesi ertesi gün defnedilir. Bu gibi hallerde cenaze kendi evinde sabahı bekler. Tahtacılar bu bekletme işlemine “Ölümün gecelemesi” adını verirler. 32 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller Böyle hallerde ölü kendi evinde bir odaya konur, başında sabaha dek ağıtlar yakılır ve köyde zâkir bulunuyorsa, zâkir veya zâkirler ölü evinde sabahlarlar ve saz eşliğinde beyitler yani deyişler okurlar. Beyaz bir tülbent içinde ceviz büyüklüğünde biraz tuz konur, tülbentin ucu üçlü fitil yapılır. Bu fitil bir tabak içinde bulunan zeytinyağının içine konur, zeytinyağı ile yağlanan fitil Mutlaka Meşe Kömürü ile tutuşturulur. Bu şekilde hazırlanıp yakılan Kandilin başında insanlar sabaha dek nöbet tutup onun sönmemesine çalışırlar. Fitili bekleyen kişi fitili söndürürse günahkâr sayılır. Fitil tutuşturulurken “Hü Canlar (Topluluk) Şahı Merdan’ı uyandırıyorum” diye üç kez bağırılır. ÖLÜMDEN SONRA YAPILACAK İŞLER 1. ÖLÜMÜN DUYURULMASI Ölüm olayının ardından ev sahiplerine yardım amacıyla ve cenazenin çabuk kaldırılması için ve de cenaze namazının (secdesiz namazın) kalabalık bir topluluk tarafından kılınmasını sağlayabilmek amacıyla ölüm haberi, ölenin sevenlerine hemen duyurulur. Ölümün duyurulması, oturulan yerleşim biriminin büyüklüğü veya küçüklüğüne göre değişmektedir. Kırsal yerleşim alanlarında ölenin yakınlarının ağlaması ile başlayan duyurulma süreci, olayı duyan komşuların ölü evinde toplanması ile başlar. Bundan sonra da ölenin yakınları ve komşuları ailenin acılarına ortak olmaya, onları avutmaya, ilk hazırlıkları yapmaya yardımcı olurlar. Bu arada ölen kişinin ailesi/yakınları ve komşuları gerekli yerlere olayı haber verirler. Tahtacılarda ölünün gömülmesi (defin) hazırlığına hemen başlanır. Tahtacılarda yapılması gereken ilk iş kefeni hazırlamaktır. Tahtacı ölü için üç kat kefen hazırlar. Ölenin tenini örtecek kefenin ilk adına “yakasız gömlek” denilir. Bu kefenin ortası deliktir ve ölünün başından geçirilerek ölüye giydirilir. Ölüyü omuzlarından diz kapaklarına değin kaplar. Gömlek, ölenin cinsel organlarını da kapattığından, bu gömleğe “sır örtüsü (sır gömleği)” adı da verilir. Kalan iki kefen ölüyü, boydan ve enden olmak üzere, tümden kaplar. Başka bir deyişle kefen bir torba gibidir ölü bu iki katlı torbanın içine sokulur ve bu kefenler ölünün her tarafını dar olmayacak şekilde kaplar. Kentlerde ve özellikle büyük kentler (İstanbul, Ankara ve İzmir) gibi yerleşim alanlarında ise, ölüm haberi ölen kişinin ailesi ve yakınları tarafından, telefon, telgraf, gazete ilanları vb. gibi kitle iletişim araçları ile duyurulur. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 33 Ali AKTAŞ 2. ÖLÜYE AĞLAMAK / ÖLENİN ARKASINDAN AĞLAMAK Yakınlarını, sevdiklerine bir anda kaybedenlerin acı çekmeleri, ağlamamaları olanaklı değildir. Bu tepkilerde gayet doğaldır. Bu duygusallığın (ağlamanın ve üzülmenin) sonucu, duygu yoğunluğu ile ölenin arkasından şiirler/şiirimsi anlatımlar ortaya çıkarmıştır. (Bu tür üzücü olayların ardından, ağlamanın yanı sıra bu duygularını şiirsel bir anlatımla ifade etme insanoğlunun dolayısıyla bu toplulukların en genel özelliklerinden biridir.) Torosların eteğindeki bir Tahtacı Köyü olan Kırtıl Köyünde, evladını (çocuğunu) kaybeden ana baba acılarını şöyle dile getirmişlerdir: 17 Havaslık eyledim yavru getirdim O da hayal ile düşümüş meğer Yavrumu gözümden ayıramam derdim Çektiğim emekler boşumuş meğer Anlımıza yazılan kara yazıdır Allah’tan gelene kulu razıdır Yavrusu olana bahar yazıdır Yavrusu olmayana kışımış meğer Bunu böyle yapan Zülcelal Hak’tır Keramet deryası ihsanı çoktur Yokladım yavrumu, yâresi yoktur Yürek de yaresi beşimiş meğer Beş gün evvel düşünü gördüm Yaradan Allah’a sığındım kaldım Dünyada yavrusuz durmam derdim Ana ilen baba taşımış meğer Bu gece bizlere bin yıl oldu Çağırdı ahbapları, yanına geldi Kendisi gitti de gelini kaldı Uçurdum yavruyu kuşumuş meğer 34 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller Aman Allah yoramadım düşümü Gaflet bastı, kaldıramadım başımı Azrail’e aldırdım yavru kuşumu Ölüm alayına başımış meğer Alevilerce kutsal kabul edilen “Yedi Ulular”dan (yedi büyük ozandan) biri olan Pir Sultan Abdal bir kaza sonucu ölen oğlu için şu ağıtı söylemiştir: Dinleyin âşıklar benim sözümü Felek yaktı kül eyledi özümü Elimden aldırdım körpe kuzumu Her gün kıyamet oğlum diye diye Bir gün kıyamet oğlum diye diye Yakarım yakarım ateşim tütmez Seslerim seslerim bülbülüm ötmez Oğlumun hayali karşımdan gitmez Her gün kıyamet oğlum diye diye Bir gün kıyamet oğlum diye diye Pir Sultan’ım dünya fanidir fani İnsana verdiler emanet canı Dünyadan ahrete uludur yolu Bundan gayrı yol yok dönesin geri.” KEFENİN HAZIRLANMASI Hakk’a yürüyen (göçen) bir “can”ın bedenini herhangi bir örtü ile “kefenleme”18 uygulaması, Anadolu’da yaşayan tüm Alevi topluluklarında vardır. Bu, hayatta olan canlara bir görevdir. Cenaze yıkandıktan sonra kurulanır ve kefenlenir. Erkek kefeni üç parçadır; “Gömlek”19,”eteklik”20 ve “sargı”21. Kefenin beyaz olması ve üç parçadan meydana gelmesi dinsel gelenektir. Fazla bez bulunmadığı durumlarda kefen tek parça da olabilir22. Kadınların kefeni ise beş parçadan meydana gelir ve erkek Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 35 Ali AKTAŞ kefeninin üç parçasından başka kadınların, “başörtüsü”23 ile “göğüs örtüsü”24 vardır. Kefen için alınan beyaz patiska veya bezden, yukarıda sayılan beş parçadan başka “temizlik bezi”25 ve “bağ”26 parçaları da kesilerek alınır. CENAZENİN YIKANMASI Öncelikle teneşirin temiz olmasına dikkat edilir ve Hakk’a yürüyen can özenle teneşire taşınır. Cenaze, Hak Döşeğinden alınarak “Teneşir” denilen ve yüksekliği 6070 santimetre kadar olan bir yere sırtüstü yatırılır.27 Kafasının altına bir yastık konur. Edep yerleri uygun bir bezle örtülür. Ölü teneşire götürülürken Dede şu duayı yapar: “Ber cemal-i Muhammed, kemal-i İmam Hasan, Şah Hüseyin, Ali’yi pir bilene verelim candan salevat (salevat getirilir). Dünya geçicidir, ahiret yurdu kalıcıdır. Tanrının hükmü yürüdü. Ulu Tanrı seni kutlu bir menzile yetirsin. Kabrin ışıklı, mekânın cennet olsun. Şah-ı Merdan seni sancağı altında saklasın, beklesin. Gerçeğe hü...” Teneşirin etrafı güzel kokulu bir şey ile tütsülenir. Ölen “can”ı yıkanırken mürşidi, musahibi ve yakınları başında bulunur, daha fazla kimsenin bulunmasına izin verilmez. Ölünün göbeğinden (hanımlarda göğsünden) dizlerine kadar “edeb” yeri bir örtü ile örtülüp, elbisesi tamamen çıkarılır. Yıkama işlemleri için önceden sabun, sünger ve eldivenler hazırlanır. Yıkayıcılardan biri su döker, diğer biri yıkar. Cenaze yıkayan, önüne bir önlük takar, ayaklarına çizme giyer. Bu hazırlıktan sonra yıkayıcı “Besmele” çekip, yani “Bismi Şah” deyip, yıkama için niyet eder ve şu sözleri söyler: “Bismi Şah! Aramızdan ayrılıp Hakk’a yürüyen ve önümüze gelen bu canı, yıkamaya ve dünya kirlerinden temizlemeye Allah rızası için niyet ettim. Noksan ve eksiklerimizi olursa Hakk yüce katında af eyleye!” veya “Bismi Şah! Aramızdan ayrılıp Hakk’a yürüyen ve önümüze gelen bu canı, dünya kirlerinden temizlemeye niyet ettim. Noksan ve eksiklerimizi olursa Hakk yüce katında kabul eyleye! Nuri nebi, kerem Ali, Pirimiz Hünkâr Hacı Bektaşi Veli! Gerçek erenlerin demine Hû! Mümine Ya Ali! der. Yıkama işi bitinceye kadar “Ey esirgeyen, bağışlayan Allahım! Yargılamanı dilerim” diye dua edilir. Yıkama işi bitinceye kadar “Allah-Muhammed-Ali” ve “Oniki İmamlar”ın isimleri anılır. Ayrıca şu dua sözleri de söylenir: “Allah’tan geldik, yine Allah’a döneceğiz... Emir büyük yerden... Yargı Allah’ındır...” diye, ölünün hatalarının affı için dua edilir. Yıkayıcı, eline “Temizlik Bezi” denilen bir bez parçası (ya da eldiven) alarak 36 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller örtünün altından önce “edeb” yerini yıkar ve bu bezi (ya da eldiveni) bir kenara koyar ve ikinci temiz bir bezle (eldivenle) abdest aldırmaya başlarlar: a) Önce yüzü yıkanır. b) Ağzını, burnunu yıkamaz; ancak, dudaklarının içini, dışını, burun deliklerini yıkanır. c) Göbeğinin çukurunu sıvazlanır (bu üç kez tekrarlanır). d) Sonra elleriyle kollarını birlikte yıkanır. e) Başını da sıvazladıktan sonra, ayaklarını yıkanır. Böylece abdesti tamamlanır. Abdest aldırma işi bittikten sonra, cenazenin üzerine ısıtılan su dökülür. Başı (ve varsa sakalı) “Hatmi” denilen kokulu bir bitki ile ya da sabunla taranmadan yıkanır. Sonra “sol” tarafa çevrilerek önce “sağ” tarafı bir kere; sonra da “sağ” tarafına çevrilerek “sol” tarafı da bir kere yıkanır. Bu biçimde “sağ” ve “sol” tarafları üçer kez yıkanır. Yıkama işlemi bittikten sonra, cenazenin yakınları, eşi, dostu cenazeye “helallik suyu” dökebilirler. Sonra yakınları yine dualar, düvazlar okuyarak üçer kez helallik suyu dökülür. Bundan sonra cenaze, yıkayıcının göğsüne (veya eline veya dizine) yaslanılarak karnı hafifçe sığanır. Eğer bir şey çıkarsa diğer bir temizlik bezi ile ve su dökülerek temizlenir (yeniden abdest aldırmaya ve tüm vücudu yıkamaya gerek yoktur). Cenaze bol sabun ve suyla tertemiz yıkanır. Hakk’a yürüyen canın mürşidi, merhumun yargılanması için dua eder, düvazimam okur, boydan boya üç kez (Allah, Muhammed, Yâ Ali) diyerek su döker. Her hizmet nazikçe yapılır. Yıkama işi bittikten sonra bir havlu ile kurulanıp, kefen gömleği giydirilir. Elleri, ayakları, dizleri, burnu ve alnına “kafuru” sürülür. Eğer cenazenin saçları ve tırnakları uzunsa kesilmez. Kefenleme işi bitince, cenaze, dedenin okuyacağı dualar eşliğinde tabuta konur (iki kişi belindeki kuşaktan, ikişer kişi de baş ve ayaklarından tutarak). Normal koşullar altında erkek ölüyü erkek, kadını da kadın yıkamalıdır. Cenaze namazını, duaları “Dedeler” (mürşidler) ya da Alevi hocalar yıkar. Tahtacılarda kefeni hazırlama işi tamamlandıktan sonra ölünün yıkanmasına geçilir. Ölü ısıtılan su ile (ama kaynar değil) yıkanır. Ölen insan erkek ise erkek, kadın ise kadın tarafından yıkanır. Ölü yıkamak için dede veya mürebbi olmak zorunluluğu bulunmaktadır. Sıradan bir talip bile bu işi yapar. Yeter ki bu konuda bilgi ve becerisi olsun. Ama öleni yıkayan asla Sünni inançlı olamaz. Yıkama işlemine başlanmadan önce üç sabun torbası’nın içine avuca alınacak büyüklükte koni haline getirilen sa- Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 37 Ali AKTAŞ bunlar yerleştirilir. Bunun yanında üç adet taharet bezi ile bir örtü ve üç kurutma bezi hazırlanır. Örtüyü önlük olarak kuşanan ölü yıkayıcısı ölünün tüm vücudunu sabunla yıkar ve iyice temizler. Ölüyü yıkayan kişi onun cinsel organlarındaki kılları (eğer kıllı ise) temizler. Ölen erkek ise ve sakallı ise sakal tıraş edilir ama bıyığa asla dokunulmaz. Ölü yıkandıktan sonra, kurutma havlusu ile silinir ve ölünün konulacağı tabut ya da başka bir deyişle “sal ağacı” hazırlanır. Bu “sal ağacı” ölüyü taşımada kullanılır. Ölüyü tümü ile örten iki kefen bu “sal ağacına” döşenir. CENAZENİN KEFENLENMESİ Kefen, ölüye sarılmadan önce güzel kokularla tütsülenir. Önce “sargı” tabuta veya kilim üzerine yayılır. Onun üzerine de “eteklik” serilir. Kurulanan cenaze, “gömlek” giydirilerek “sargı” üzerine uzatılır. Cenaze erkek ise, etekliğin sol tarafı alta, sağ tarafı üste gelecek şekilde eteklik ölüye sarılır. Sonra, sargı da aynı bu şekilde sarılarak baş ve ayakuçlarından uzayan fazlalıklar bağlarla bağlanır. Eğer kefenin açılmasından korkulursa, belinden de bunun için kesilen bağ ile bağlanır. Bu bağlar, kabirde çözülür. Cenaze kadın ise ve saçları da uzun olursa, saçları ikiye ayrılarak “gömlek” üzerinden göğsü üstüne konulur. Onun üzerine, yüzünü de örtecek şekilde “başörtüsü” örtülür, üstüne de “eteklik” sarılır. Etekliğin üzerinden “göğüs örtüsü” bağlanır. Daha sonra da “sargı” sarılır. Göğüs örtüsü sargı üzerine de bağlanabilir. Cenaze kefene sarıldıktan sonra yüzü açılır, yakınları ziyaret eder, sonra yine kapatılır. Önce dış kefeni (sargı) temiz bir yere (gasil yerindeki masaya) serilir. Onun üzerine iç kefeni (eteklik) ve onun üzerine de gömlek döşenir ve cenazenin üzeri örtülü olduğu halde, teneşirden kaldırılıp tabut içine ve arkası üzerine yatırılıp, başına, sakalına ve çevresine kokulu şeyler serpilir. Önce soluna, sonra sağına kefen kapatılır. Baş, ayak ve bel kısmı bağlanır. Kadın cenazede de “eteklik” ve “sargı” erkekte olduğu gibi sol tarafları alta gelecek şekilde sarılır. Burada dikkat edilecek husus, “eteklik” ve “sargı”yı ayrı ayrı sarmaktır. Yani, önce “eteklik” ve sonra da “sargı” sarılır. Kefenin beyaz pamuk bezinden olması daha iyidir. Bugün adet olan patiskadır. Kadınlar için ipekli veya desenli kumaştan da kefen yapılabilir. Kefenlerin -olanak oranında- ölünün sosyal durumuna denk olmasına dikkat edilir. Henüz ergenlik yaşına gelmemiş (kız çocuk 9, erkek ço- 38 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller cuğu 12 yaşını doldurmamış) olanlara, kefenleri yalnızca “eteklik” ve “sargı” olabilir. Ancak, gömleğin de olması daha iyi olur. Çepnilerde cenaze iki kefenle sarılır. Birinci, kefen arka tarafı cenazenin topuklarına, ön tarafı da diz kapaklarına kadar ölçülerek kesilir ki buna Çepnilerce “Sitir bezi”derler. Bu kefenle cenaze sarılır ve ayrıca ölünün başına bir de “takke” yapılarak geçirilir. İkinci kefeni de malum olan şekilde keserek birinci kefenin üzerine sararlar. Bazı yörelerde erkeklerin başına taç denilen bir başlık geçirilirken; kadınlara hem çelgi hem de yazma bağlanır. Sal ağacına mutlaka yastık konur ve bunun üzerine cenaze yerleştirilir. Bundan sonra ölünün çenesi kafası ile bağlanır. Bu bağlama işine çene çatma adı verilir. Ölünün kolları yan tarafa uzatılır. Bundan sonra ölünün sağ ayak başparmağı sol ayak başparmağının üzerine getirilip mühürleme işlemi yapılır. En sonunda da sır gömleği giydirilir. Ve; Ya Hakk! Sana yürüyen can senin aşığındı. Sen canansın, o da candır. Şimdi can bedeni terk etti. Bedeni toprağa dönüp, don değiştirecek. Canı, ruhu ise sana dönecek. Ehlibeyt’in, erenlerin, evliyaların hakkı için, sana dönen bu canın kusurları af, ruhunu şad eyleyesin. Gerçeğe Hû! Mümine Ya Ali! diyerek kefenleme işi bitirilir. Herkesin kefeni kendi malından sağlanır. Kefen masrafı, borç ve vasiyetlerden önce gelir. Cenaze kefene konulduktan sonra ölenin yüzü açılır. Ölünün akrabaları ve dostları onu ziyaret ederler ve ölü ile vedalaşmaya ve helalleşmeye başlarlar. Vedalaşmada küçükler ölünün sağ elinden öperler. Öperken, önce sol, sonra sağ, sonra da yine soldan öpülür. Birinci öpüşte “Allah”, ikinci öpüşte “Muhammed”, üçüncü öpüşte de “Ali” denilir. Ziyaret yapılırken kesinlikle ölünün cesedi ve kefeni üzerine gözyaşı dökülmez. Ziyaret bittikten sonra kefen kapatılarak kefen ayak ve baş tarafından bağlanır. Bazı tahtacılarda kefenlenen cenaze, adına ihram denilen kırmızı bir örtünün içine konulur ve bundan sonra Hakka yürüyen can sal ağacına yerleştirilir. İhram cenaze gömüldükten sonra mezarlıkta bırakılmaz eve getirilir. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 39 Ali AKTAŞ Bu işlemler bittikten sonra ölüyü yıkayan kişi herkesin duyacağı şekilde “Allahım bu Hakka yürüyen canın kusurlarını bağışla, ona geçen haklarımız helal olsun. Topluluk ölüye olan haklarını helal etsin” der. Topluluk üç kez sorulan bu soruya üç kez “helal olsun” diye yanıt verir. HELALLİK ALINMASI (CENAZENİN AKLANMASI/TEZKİYE) Helallik hem evinin önünde hem de cenaze namazı kılınırken alınır. Bu, yakınlarının ve komşuların rızasını almaktır. Hakk’a yürüyen bir canın aklamada “Rızalık Hizmeti”, “Hakk Hizmeti” ve “Sırlama/Toprakla Buluşturma Hizmeti” diye üç hizmet vardır. Hakk’a yürüyen canın evinin önünde “Rızalık Hizmeti”, mezarlığın yanındaki musalla taşında “Hakk Hizmeti” ve mezar/kabir de ise “Sırlama/Toprakla Buluşturma Hizmeti” yerine getirilir. Hakk’a yürüyen can için yürütülecek olan hizmetler “evi” veya “Cemevi” ya da “musalla taşı”nda olabilir. Uğurlama bunlardan yalnızca birinde olabileceği gibi birden fazla yerde de olabilir. Bunun nerede alındığından ziyade anlamı önemlidir. Uğurlama töreni, Hakk’a yürüyen canın yakınlarının, çevresinin önem verdiği kişiler toplanarak, çoğunlukla gündüz ve aydınlık vakitte yapılır. Burada önemli olan halkın toplanmasıdır. Hakk’a yürüyen cana rızalık verecek canların olabildiğince olduğunca meydanda toplanasıdır. “Dede”/“Baba” ya da bu konuda bilgili olan herhangi bir can (Ehil kişi), Hakk’a yürüyen canın yanında uygun bir yerde durur. Kadın erkek ayrımı olmaksızın cümle canlar, halka/yarım ay şeklinde cemal cemale durur. Hakk’a yürüyen Can’ın yakınları önde yer alır. Önce Dede, cenazenin huzurunda, toplumun karşısında önce bir konuşma yapar: “Ey canlar, erenler, canlar, mü’min müslim bacı kardeşler! Allah’a kul, Muhammed–Ali’ye talib olan canlar! Eğer ki ereyim derseniz sefaya, binlerce salavat verelim Muhammed Mustafa’ya (Tüm canlar salavat getirir). Kardeşlerim! Büyük, küçük, kadın, erkek, burada hazır bulunan canlar! Hakk’a yürüyen bu canımız (......................) oğlu/kızı (...................) dünyadan ahirete göçen kervana katılmış, bugün aramızdan ayrılıyor. İşte görüyorsunuz ki kendisi hal diliyle bizlere şöyle sesleniyor: Tenim teneşirde, ruhum ruhaniyette. Bu dünyada, beşeriyet âleminde ömür sürdük, yedik-içtik, konduk-göçtük. Emir Hak’tan geldi. Bir içim su ile yedi adım yolun hakkı var. İşte hepinizin huzurundayım: Belki bilerek, belki bilmeyerek bir haklarınız varsa, haklarınızı helal eyleyin! diyor. Kardeşimiz, Tanrının huzuru- 40 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller na temiz ve günahsız gitmek istiyor. Belki içinizden biriniz kendisinden incinmiş ya da alacağı olabilir. Ey Ehl-i Beyt muhibbi olan canlar! Merhum canımız dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkıyor, ama yakınları aramızda. Eli erde, yüzü yerde, özü Dar-ı Mansur’da, Hak-Muhammed-Ali divanında, gözü cem erenlerinde kulağı Pir’de. Hakkını vermeye, döktüğünü doldurmaya, yıktığını kaldırmaya, dost gönlünü sevindirmeye hazırlar. Hakkı olan, ağrınmış, incinmiş, güncenmiş kimseler varsa, dile gelsin, bile gelsin, hakkını istesin. Bu divan Hak divanıdır. Allah, eyvallah... Değerli canlar, kardeşlerim! İnsanların hayatı sadece bir bakıştan ibaretmiş gibi geçip gidiyor. Hak’tan geldik yine Hakk’a döneceğiz. Allah’tan başka sığınılacak yer yoktur. Darda kaldığımız vakit “Aman Tanrım!” diye sığınmak, Ulu Dergâhtan başka sığınılacak yer olmadığını ne güzel anlatıştır. Fakat bu yalnız darda kaldığımız zaman olmamalı, bütün nimetler insanın üzerindeyken, duyarak (Allah!) demeli; fırsat elden gitmeden, gaflet perdesi açılmadan, kudretten düşmeden zamanı fırsat bilmeli, yarın gelip çatacak olan ahiret yolculuğu için yol azığı toplamalıdır. Zira bir gün bu maddi hayat bitecek, öteki dünya hissi açılacak... O vakit de pişmanlığın faydası olmayacaktır. Onun için Fani olanı Baki olanla değiştirmenin çaresine bakalım. Vefakârlık ve dostluk duygularının serâb olduğu anda, bütün bir ömür boyu beklenen tek vefakar dost, Ölüm gelip yetişiyor. Hüner; Doğmak ile Ölmek arasında aslını, Tanrısını, sonunu bilmek; yaratılmışlara karşı merhametli olmak, insanlığın haklarını tanımak; böylece bu kubbede hoş bir seda, insanlığa yararlı bir eser bırakarak, öylece göçmek ve Allah’ın huzuruna alın akı ile çıkmaktır. Pirimiz Hünkar Hacı Bektaş Veli buyurur ki: “Benim üç iyi dostum vardır: Ben ölünce birisi evde kalır, birisi yolda kalır, birisi benimle birlikte gelir. Evde kalan malımdır, yolda kalan ailem ve yakınlarımdır. Benimle birlikte gelen ise iyiliklerimdir.” Canlar kardeşlerim! Her sırası geldikçe, ahiret evine göçenleri uğurluyor, onları ebedi istirahat yerlerine götürüyor; masasız, kasasız, rütbesiz, yataksız... hepsi amellerine sarılmış oldukları halde, kara toprak altında bırakıyoruz. Orada yapayalnız kalıyorlar. İşte o fanilerin hali ne kadar ibretlidir değil mi? Tanımadıkları bir âleme sefer etmişler, sevdiklerinden ayrılmışlar, üç günlük emanet hayatın ağır gaflet uykusundan uyanmışlar, yatakları, yastıkları kuru toprak olmuş. Onlar neye muhtaçlar şimdi biliyor musunuz? Allah’a sunabilecekleri hayırlı amellerine, Hak ve hakikaten meydana getirebildikleri meyvelerine muhtaçtırlar...” Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 41 Ali AKTAŞ “Değerli canlar! Yunus Emre’nin söylediği gibi, bugün yine bir canımız “bir göz açıp yummuş gibi” aramızdan ayrılarak, Hakk’a yürüdü. Onun canını Hak katına, bedenini ise ebedi yurduna, toprak ananın kucağına uğurlamak için toplanmış bulunmaktayız.” dedikten sora, canın yaşamı hakkında kısa bir bilgiyi de canlarla paylaşır. “Bu nedenle hepimiz üzgünüz, acımız büyük. Ama canlar; Kâinatta hiçbir şey olduğu gibi ve olduğu yerde kalmıyor ki. Her şey değişiyor. Her şey, her zaman bir yaşamın sonu ve başka bir yaşamın da başıdır. Bu da Hakk’ın değişmez yasasıdır. Bizler Hakk’tan geldik ve Hakk’a geri döneceğiz. Aslında, bütün canlar aslına geri dönüyor. Böylece Hakk’ın hükmü de kesintisiz sürüyor. Şahı Merdan Ali’nin dediği gibi: Hakk’a yürüme ne babayı bırakır ne de evladı alıkor. Orası öyle bir geçittir ki, o geçitten geçmeye herkes mecburdur. O nedenle, bütün canlar Hakk’a yürür. Hakk yolculuğu ansızın bizi bir yerde yakalıyor. Ama bizler yaşarken zamanı fırsat bilmeliyiz. Sevgi, saygı, merhamet duygularımızı yeniden geliştirip; birbirimizi sevip, saymalı ve birbirimizin hakkına, hukukuna saygı göstermeliyiz. Kimliğimize, inancımıza, kültürümüze sahip çıkmalıyız. Bizim Hakk’tan dileğimiz; ………………. (Hakk’a yürüyen canın ismi söylenerek) canı erenlerin/evliyaların makamına eriştirmesi ve geride kalan ailesine, ev halkına, sevenlerine ve gönül dostlarına sağlıklı ve mutlu bir yaşam vermesidir.” Değerli Canlar; yol ve erkânımızda cenazede üç hizmetimiz vardır. Birincisi “Rızalık Hizmetimiz”, ikincisi “Hakk (Birleme, Tevhit) Hizmetimiz”, üçüncüsü ise “Sırlama/Toprakla Buluşturma Hizmetimiz”. Rızalık hizmetimizi burada yapacağız. Ben sizlere “Bu can için rızalık veriyor musunuz?” dediğimde, sizler “Allah eyvallah” diyeceksiniz, bunu üç defa tekrarlayacağız, der. Dede: “Bizler de yol ulularımızdan Pir Sultan Abdal’ın dediği gibi, bu canla birer birer rızalaşıp, yol ve erkânımıza göre bu canı ebedi yurduna, sonsuz yolculuğuna uğurlayacağız. Bu nedenle: Ey canlar! 42 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller Kendi amelince Hakk’ı, hakikati özünde görüp ve bu yüzden “Enel-Hak” diyen, yetmiş iki millete bir nazarla bakıp; eline, diline, beline sahip olmayı kendisine ilke edinen; dini sevgi, kıblesi insan olan bu can, sizin içinizde yiyip içti, kondu göçtü. Hakk’a yürüyen bu can cümle dostlarının, yakınlarının ve sevenlerinin huzurundadır. Bilerek ya da bilmeyerek bazılarınızın gönlünü kırmış, incitmiş olabilir. Ya da üzerinde haklarınız kalmış olabilir. Hakk’a uğurladığımız bu cana gönül birliğiyle can-ı gönülden bütün maddi ve manevi haklarınız için; Bu canımızın Hak-Muhammed-Ali yoluna inanmış, Ehl-i Beyt dostu bir kardeşimiz olduğuna tanıklık eder ve Rızalık veriyor misiniz? Hazır bulunan canlar: Allah Eyvallah! Helal olsun. Dede: Canlar! Hakk’a yürüyen bu er’i (ya da bacı’yı) yaşamı süresince nasıl bilirsiniz? Hazır bulunan canlar: İyi biliriz. Allah Eyvallah! Dede: Üzerinde eğer hakkınız varsa helal eder misiniz? (Helal eder misiniz? diye üç kez sorar) Hazır bulunan canlar: Ederiz. Allah Eyvallah! dedikten sonra, Dede: “Helal olsun diyen dillerden Hak-Muhammed-Ali razı olsun!” der, duaya başlar. “Esirgeyen, bağışlayan Allah’ın adıyla, can-ı dilden diyelim bir Allah... Allah... Ulu Tanrı kitabında buyuruyor ki: Hak’tan geldik, yine Hakk’a döneceğiz. Her nefis ölümü tadacaktır ve sonra bize döndürüleceksiniz... Ey yüceler yücesi Tanrım! Yönünü sana çevirmiş, Hak’tan gelmiş Hakk’a giden, seni Bir bilen, Hazret-i Muhammed’i hak peygamber ve mürşid, Hazret-i Ali’yi veli ve rehber bilen, Ehl-i Beyt’e bağlı olan bu can kulunu İmam Hasan, Şah Hüseyin aşkına cehennem narına, kabir azabına uğratma. Yürüyen ruhunu şad, mekanını cennet eyle. Bilerek, bilmeyerek işlediği kusurlarını affeyle, Ey Tanrım! Muhammed Mustafa’nın ve Ehl-i Beyti’nin şefaatine eriştir. Allah... Allah... Allah, Muhammed, Ali... Pirim Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli, Üçler, Beşler, Yediler, Kırklar, Oniki İmamlar, Hakk’a yürüyen canımızın geride kalan yakınlarına, yol kardeşlerine sabretme gücü ve sağlıklar vere. Burada bulunan bütün canların geçmişlerine rahmet eyleye. Hepimiz bu halle hâllendiğimizde; Rabbim Allah, Peygamberim Hazret-i Muhammed, rehberim Aliyyel Mürteza diyerek ömrümüzü tamamlamayı nasip eyleye. Hakk’ın huzurunda, Ulu divanda, sorgu gününde yardımcımız ola. Dem Ali, sırr-ı Nebi, Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 43 Ali AKTAŞ Pirimiz Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Kerem-i evliya, gerçekler demine hü mü’mine Ya Ali... Hakk’a yürüyen canımızın ruhu için el-Fatiha...” Katılanlar Fatiha Sûresi okur: “Hamd, evrenler sahibi yüce Allah içindir; Allah ki acıyandır, koruyandır, sevendir; günü gelince; ancak O’dur, hesap soracak... Tek sana tapan, senden medet umanlarız biz; sapıtmışlar yoluna düşmekten koru bizi, doğru yoldan ayırma bizi, aman Rabbimiz!” Böylece “Rızalık Meydanı Hizmeti” görevi tamamlanır. Helallik alınıp, dua edildikten sonra, sıra “Cenaze Namazı”na gelir. Cenaze işlerinin yürütülebilmesi için öncelikle Hakk’a göçen canın evinden çıkartılması gerekir. Hakka yürüyen can evden çıkartılırken mutlaka başı öne getirilerek çıkarılır. CENAZE NAMAZININ KILINMASI (SECDESİZ NAMAZ) Cenaze namazını kıldıracak Dede öne geçer, halk onun arkasında üçlü, beşli ve yedili sıralar halinde saf bağlar.28 Dede “Durdum divana uydum Kur’an-ı Azimşana Yönüm Kıbleye Kıblem Kabe-i Şerife” dir. Bundan sonra topluluğa döner ve “Canlar! Hakk’a yürüyen bu er’i (ya da bacı’yı) yaşamı süresince nasıl bilirsiniz?” diye sorar. Halk bu soruya “İyi biliriz. Allah eyvallah” diye yanıt verirse cenaze namazın kılınmasına geçilir. Eğer böyle denmezse namaz kılınmaz. Çünkü orası erlerin erenlerin meydanıdır. Nasıl Cemde Dede, canları meydana çekip topluluğun rızasını alıyorsa ve bu rızalık alınmadan canlar Ceme giremiyorsa, cenaze de son yolculuğunda bu rızalığı almak zorundadır. Bu alınmadıkça cenaze namazı kılınmaz. Cenazenin darına duran canların en az dörtte üçü “İyi biliriz. Allah eyvallah” diyecek. Eğer İyi biliriz. Allah eyvallah denirse cenaze namazının kılınmasına geçilir. Cenaze namazında rükû ve secde bulunmadığı için, “secdesiz namaz” da denmektedir. Seyrani şiirinde cenaze namazı ile ilgili şöyle görüşlerini dile getiriyor: “Çal Seyrani, durma sazı Hakk’a sen eyle niyazı Sana secdesiz namazı Kısmet olan kılar bir gün” Hakk’a yürüyen (ölen) her “can”ın cenazesi için (kadın-erkek-çocuk) toprağa verilmeden önce cenaze namazı kılınır ve dua edilir. Cenaze namazı kılmak, cenaze sahipleri ve cenazeyi duyanlar için kutsal bir görevdir. Cenaze namazı ayakta, Allah 44 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller rızası niyetiyle ve dört tekbir ile kılınır. Cenazenin erkek, kadın veya çocuk oluşuna göre “niyet” yapılır ve “tekbir” ile eller bağlanır. Tekbirleri, Dede sesli, canlar sessiz alır. Kefene sarılan, tabutlanan cenaze, başı batıya, ayakları doğuya gelecek biçimde “Kerbela” tarafa konulur ve niyet ederken ölü için olduğu belirtilir. Tabut, musalla taşı üzerine konulduktan sonra, Dede Hakka yürüyen canın göğsünün hizasında, Kerbela’ya doğru durur. Canlar Dedenin arkasında düzgün saflar halinde durur. Sıra, cenaze namazı kılmaya gelir. Dede, ölünün kadın mı, erkek mi, ya da kız çocuk mu, erkek çocuk mu olduğunu yüksek sesle belirtir ve namaza başlamak için canlara şu bilgileri verir: “Ey Canlar! Saflarımızı sık ve düzgün tutalım. Cenaze namazı dört Tekbir ile ve ayakta kılınır. Birinci Tekbir’de Tevhid kelimesi, ikinci Tekbir’de Salevat duaları, üçüncü Tekbir’de cenaze için dua okunur, dördüncü Tekbir’den sonra selam verilir. Bileniniz duasını okusun, bilmeyeniniz (Ya Allah, Ya Muhammed, Ya Ali) desin, Oniki İmamları ansın...” Cenaze namazına başlamak için, Dede canlara şöyle seslenir: “Niyet ettim, niyet eyledim, Allah rızası için salâta, Muhammed Mustafa ve Ehl-i Beyt için salevata, Hakk’a yürüyen bu canımızın için cenaze namazını kılmaya, Gönlümüz Oniki İmam’a, Er kişi (ya da: Bacı kişi/ erkek çocuğu/kız çocuğu) niyetine durdum divana, uyun hazır olan imama” der. Tekbirde, Dede; “Allahü Ekber (Tanrı Uludur)” der. Eller kulak memelerine (hizasına) kadar kaldırılır ve göbeğin üzerine bağlanır. Dede canlar, içinden (sessiz olarak) Tevhid’i: “Allah’tan başka Tanrı yoktur; Muhammed Mustafa Tanrı’nın elçisidir ve Aliyyel-Mürteza Tanrı’nın Velisi’dir”. Sonra “Allahü Ekber” diyerek, ikinci Tekbir alınır ve Salevat okunur: “Ulu Tanrım! Muhammed Mustafa’ya ve Onun yüce soyuna dua ve sevgilerimi sunarım, kabul eyle. Muhammed’ e ve Ehl-i Beyti’ne bereketi sürekli kıl; İbrahim’e ve soyuna kıldığım gibi. Ulu Tanrım! Sen övgülere değer ve yücelikler sahibisin: Bütün peygamberlere, erenlere, şehitlere, doğru ve iyi olan kullarına dua ve sevgilerimi sunarım, kabul buyur”. “Allahü Ekber” diyerek üçüncü Tekbir alınır ve şu dua okunur: “Yüce Tanrım! Beni, Hakk’a göçen bu canımızı ve bütün mü’minleri bağışla! Onların hayatta olanlarını da, ölmüş olanlarını da yarlıga! Bizim ve onların arasında iyilikleri geçerli kıl! Duaları, dilekleri yerine getiren Sen’sin! Her şeye gücü yeten Yaratıcı Sen’sin!”29 Son olarak da “Allahü Ekber” denir ve herhangi bir şey (dua) okunmadan Dede ve canlar “Esselamü aleyküm ve rahmetullah (Allah’ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun!)” diyerek, önce sağa sonra sola selam verir. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 45 Ali AKTAŞ Cenaze namazında selamlamadan sonra, cenaze namazı kıldıran Dede ellerini kaldırarak: “Ber-cemal-i Muhammed, Kemal-i İmam Hasan, Şah Hüseyin, Ali’yi pir bilene verelim candan salevat”, der, tüm canlar salavat getirir. Sonra: “Cenaze namazı, niyaz ve dualarımızın Ulu Dergâh’ta kabulü ve Hakk’a yürüyen bu canımızın ruhu için, Allah rızası için el-Fatiha...” diyerek, canların ölenin ruhu için Fatiha okumasını ister ve “Fatiha” toplulukla birlikte okunur. (Fatiha’nın Arapçasını bilmeyenler, bu kitapta bulunan Türkçe anlamını okurlar). Cenaze namazı böylece kılınıp sona erince, Dede Mezarlığa (kabire) götürülmek üzere Hakk’a yürüyen can omuzlara alınarak taşınır. Dede; Cümle canlılar aslına döner, Hakk’tan geldik, Hakk’a gideceğiz. Muhammed Mustafa’nın gül cemaline, Aliyyel Murtaza’nın yoluna, Hasan ve Hüseyin’in kemaline, Allah eyvallah Hû dost! deyip, tabutun baş tarafından tutar kaldırır ve orada hazır bulunan canlar da sıra ile cenazeyi (düvaz ve dualarla) taşıyarak yerine kadar götürürler.30 CENAZENİN KABRE TAŞIMASI Alevi topluluklarında tüm yakınların ve tanıdıkların ölene karşı son ve en önemli görevlerden biridir, cenaze törenine katılmak. Bir cenazenin namazında, taşınmasında ve gömülmesinde ne kadar fazla can yer alırsa ölen ve topluluk üyelerinin uyumu da o kadar fazladır. Cenazeyi bekletmeden en kısa zamanda toprağa vermek bir gelenektir. Cenazeyi taşımak işlemi şöyle yapılır: Tabutu tutmak/kaldırmak isteyen önce tabutun ön sol kolunu sağ omzuna alır ve on adım kadar götürür. Bundan sonra, tabutun sol arka kolunu sağ omzuna alarak on adım götürür. Daha sonra tabutun sağ ön kolunu sol omzuna alarak on adım götürür. Tabutun sağ arka kolunu sol omzuna alarak on adım daha götürdüğünde üzerine düşen görevini yapmış olur. Böylece sağ omuz ve tabutun önünden başlamak üzere tabutun dört yanında onar adım yürüyerek kırk adım atılır. Bu, normal sayıda canlar olduğu zamandır. Canlar az olur veya mezarlık uzak olursa taşıma işlerine tekrar tekrar katılmak gerekir. Tabutu seri bir biçimde, sallamadan götürmeli, izleyenler mümkün olduğunca sessiz olmalıdır. 46 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller ÖLÜNÜN TOPRAĞA VERİLMESİ (DEFNEDİLMESİ) Cenaze ile ilgili işlemler sürdürülürken, bir yandan da ölenin konulacağı mezar da hazırlanmaktadır. Ölen kimsenin cinsiyeti, burada son derece önemlidir. Çünkü ölü erkek ise mezar aşağıya doğru, kişinin dik ve yere bastığı varsayılarak erkeğin yerden göbeğinin yüksekliğine kadar; kadın ise, yerden göğsünün yüksekliğine kadar ve boyunun uzunluğu da dikkate alınarak doğudan batıya doğru kazılır. Yani ölünün gömüleceği kabir (mezar), uzunluğuna ve derinliğine kazılmış bir çukurdur. Mezarın boyu, ölünün boyu kadar, derinliği de göğüs yüksekliği kadar olarak kazılır ve “lahit” yapılır. Lahit, kabrin alt kısmında “Kıble”ye doğru açılan oyuktur. Kıble tarafında kalan bölüm 30-40 cm. toprak altından içeriye doğru kazılır. İçeriye oyulmuş bu bölüme “sapıtma” ya da “koytan” denilir. Ölü işte bu oyulan kısma konulur. Ölünün cenaze namazı kılındıktan sonra, son aşama olan “gömme” yani “defin” aşaması başlar. Ölü, Sal ağacı üzerinde ve omuzlar üzerinde mezarına getirilir. Cenaze mezarlığa getirildiğinde omuzlardan indirilmeden oturulmaz. Ancak ölü yere indirildiğinde işi olmayanlar oturabilirler. Tahtacılarda ölen genç ise arkadaşları, uzun sırıklar üzerine renk renk kumaş parçaları, mendiller, çiçekler bağlarlar ve bu sırıklar bayrak gibi cenaze konvoyunun önünde taşınır. Sırıklarda bulunan renklerin çokluğu ölen delikanlının sevilen bir insan olduğuna kanıtlar. Mezarlıkta, kabrin tabanına bir “döşek” serilir. Boylamasına doğudan batıya doğru kazılan mezarın batı yönüne güneybatı ile kuzeybatıyı birleştirecek şekilde Yastık konulur. Sonra, Sal ağacı açılır ve yakınları tarafından Sal ağacından alınan ölü, üç kişinin yardımı ile mezara indirilir. Kadını kabre kendi mahremi, yani, kendisine nikâhlanması mümkün olmayan kişiler indirirler. Erkek cenazeyi ise yakınlarının indirir. Cenaze kabre konulacağı zaman birkaç kişi kabre inerek kabrin kıble tarafından cenazeyi, tabutta olduğu gibi alır, kabre indirip yüzü kıbleye çevril olarak sağ tarafına yatırırlar. Kıbleden tarafa gelen yere yumuşak toprak konur ve düzeltilir. Baş kısmı batıya ve yüzü yukarıya gelecek şekilde mezara indirilen ölünün vücudu ile başı hafifçe kıbleye çevrilir. Ölünün kefen bağları da bu arada çözülür. Cenazeyi kabre indirirken de: “Bismi Şah ve alâ milleti Resulillah” (Yüce Tanrı’nın adıyla, Tanrı Elçisi’nin ve Ehl-i Beyti’nin inancıyla seni toprağa veriyoruz) sözleri tekrarlanır. Kefen baş ve ayak kısmından bağlanmış ise, bağlar çözülür. Ölen kişi, yaşamında çok hırslı ve cimri olarak tanınıyorsa, “gözünü toprak doyursun” denilerek onu mezara indiren kişiler tarafından gözüne birer tutam toprak Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 47 Ali AKTAŞ atılır. Bu uygulamadan sonra, mezarın tabanı ile kuzey duvarının kesiştiği çizgiden başlayarak, uç ve dip kısmı bu çizgiye, diğer ucu yukarıya ve mezarın güney duvarına gelecek şekilde tahta ile doğusundan batısına kadar bir boydan bir boya döşenmesi yapılır. Mezarın açılmasında çalışanlardan ilk kazmayı ya da çapayı vuran sonra da üçüncü kazmayı vuran toprak atar. cenaze kabre indirilince köylerde derhal toprak atılmaz. Köpek ve sair yırtıcı mahlûkatın cenazeyi çıkarmamaları için öncelikle üzerine bir yük dikenli çalı atılır ve iyice bu çalılarla cenazenin etrafı ve üstünü sıkıştırıp örtükten sonra bir sıralama yapılmadan herkes toprak atmaya başlar. Bazı yörelerde ilk toprak musahip tarafından atılır ve atılırken, “Allah, Muhammed, Ali” denilir ve üç avuç atılır. Ölü kabre bu şekilde yerleştirildikten sonra üstü, kerpiç, tahta ve benzeri şeylerle kapatılır. Bunların üzerine toprak atılarak gömme (defin) işlemi tamamlanır. Kabir, yerle aynı hizada olmayıp biraz yüksek yapılır. Mezar tamamen toprakla kapatıldıktan sonra, yerle aynı düzeyde tutulmaz ve bir balıksırtı yapılarak, mezar öteki yerlerden ayrılır. Mezarın baş tarafı olan batı yönü ile ayak tarafı olan doğu yönüne birer tahta dikilir. Ölünün baş tarafı olan batı yönüne dikilen tahtada onun babasının adı, kendi adı ile soyadının yanı sıra, doğduğu ve öldüğü tarihleri içeren bilgiler yazılır. Bu tahtaya, baş tahtası ya da hece taşı denilir ve ölünün ayak tarafından çözülen “kefen bağı, baş tahtası”na bağlanır. Ölünün ayak tarafı olan doğu yönüne dikilen tahtaya da onun kefeninin baş tarafından çıkan kefen bağı bağlanır. Her iki tahtanın arasına gerilen bir ip üzerine, renk renk çaputlar ile çiçekler bağlanır. Ölünün gömülmesini kapsayan bu aşama böylece tamamlanır. Ölünün üzeri örtülünce Dede; Destur-u Pir! Hakk’ın himmetiyle! Görünen, görünmeyen, bilinen, bilinmeyen; göklerde, yerlerde ve tüm Kainatta varlığını her nesneye nakş’eyleyen, kendini ademe bahş’eyleyen Hakk’ın himmetiyle, toprağa sırladığımız (……..) canımız ve hazırda bulunan cümle canların geçmişleri için gönül birliğiyle diyelim bir Allah, Allah!.. Üçlerin, Beşlerin, Yedilerin, On İki İmamların, On Dört Masumu Pakların, On Yedi Kemerbestlerin, Kırkların hakkı için! Kerbela’da şehit düşen canların hakkı için! Pirimiz Hünkâr Hacı Bektaş Veli ve bütün erenlerin/evliyaların hakkı için! Bu uğurda yakılan, yıkılan, asılan, kesilen, derisi yüzülen ve katledilen tüm canların hakkı için! 48 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller Âşıkların, sadıkların, ariflerin, bilgelerin hakkı için! Bütün insanları aynı gözle görenlerin, Eline, beline, diline sahip olanların, Enal Hak deyip de ezilen ve çilesini çekenlerin ve kâmil insanlık yolunda yürüyen canların hakkı için! Hakk Erenleri; Merhumun ruhu şad, mekânı aydınlık, toprağı bol ola! Hakk erenleri geride kalanların gözlerinden yaş, duvarlarından taş düşürmeye! Merhum (…………..) candan rahmetini esirgemeye! Ulu dergâhında mahcup ve mahrum eylemeye! Erenlerin, ermişleri makamına eriştire! Kötülükleri var ise iyiliğe çevrile! Güruh-u Naci den, Ehlibeyt’ten, erenlerin/evliyaları aydınlık yolundan ayırmaya! Geride kalan ev halkına, yakınlarına, sevenlerine ve gönül dostlarına sağlık, sabır, metanet ihsan eyleye! Hakk’a yürüyen (…………can) daima gönlümüzde ola! Onun sevgisi gönlümüzde eksik olmaya! Sonsuz yolculuğa uğurladığımız ……….. can ve cümle canlar, erenler katarına didarına nail ola Cümle dostlarına acı ve keder gösterilmeye! Cümle geçmişlerimiz Hakk-Muhammet-Ali katarına/didarına nail olalar! Her an pir, mürşit huzurunda yüzleri ak, gönülleri pak ola! Tenini toprağa sırladığımız ………….. canımızın ve cümle geçmişlerimizin ruhları şad, mekânları aydınlık, toprakları bol ola! der. Nur-u Nebi, Kerem-i Ali, Pirimiz Hünkâr Hacı Bektaş Veli cümlemizin güler yüzünü soldurmasın! İyilikten, birlikten ve dirlikten ayırmasın! Dil bizden, nefes Pir’den, kabul Hakk’tan ola. Gerçeğe Hû, mümine ya Ali!.. diyerek Sırlama/toprakla buluşturma hizmetini yerine getirir. Bu cenazenin ve diğer canların ruhu için oturarak Kur’an ve düvazimam okunur ve sonunda ölünün günahlarının bağışlanması için dua Dede; Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 49 Ali AKTAŞ Ey ………………..can: Hava, su, toprak ve ateşten varlığa geldin; önce can idin sonra beden oldun. Hakk kapısından doğdun: Dil oldun, tel oldun, söz oldun. Sese dönüşüp canlı-cansız her şeye sızdın; toprak donuna büründün, ateş donuna büründün, su donuna büründün, hava donuna büründün; devriye oldun miracını tamamlamak için koştun durdun. Yolun açık, ruhun şad, mekânın aydınlık, toprağın bol olsun. Hak-Muhammet-Ali yolunu aydınlatsın. Bütün erenler/evliyalar didarın olsun! Her hizmetin görüldü. Bizden yana helali hoş olsun. Bu meydan senden razı oldu, Hakk da senden razı olsun. Hoşça kal (canın ismi söylenerek) can! Hoşça kal (canın ismi söylenerek) can! Hoşça kal (canın ismi söylenerek) can! der ve böylece sırlama işlemi de tamamlar. Sevabını ölünün ve bütün geçmiş canların ruhlarına hediye ederler. TELKİN VERİLMESİ31 Gerçekte, Alevi inancında “telkin” diriye verilirken; günümüzde ölüne telkin verilmektedir. Toplumsal etkileşim nedeniyle ve farklı kültürlerdeki geleneklerin etkisi altında kalan topluluk üyelerinde, ölüye telkin uygulaması da yer etmiştir. Alevi toplulukları ibadetlerinde okudukları deyiş, düvazimam, gülbank, mersiye ve dualarını yüzyıllardır Türkçe olarak okurlar. Ancak kendileri ile birlikte ülkede yaşayan öteki yarımdan (Sünnilerden) etkilenerek ve resmi din anlayışınca asimilasyonu sonucunda okudukları bazı dualar bugün Arapça’dır. Halk alışkanlık haline getirdiği bu adetler, günümüzde belli ölçülerde yerleşik bir hal alır. Definden sonra halk mezarın başından ayrılırken, Dede mezara doğru yüksek sesle şu telkinde bulunur: Bismi Şah... Ey (.........................) oğlu/kızı (.......................) (burada üç kez, ölünün annesi ve kendi adı söylenir)! Yaşamında sürekli söylediğin ve kabul ettiğin şekilde şunları söyle: Bilirim ve bildiririm ki Allah’tan başka Tanrı yoktur. Yine bilirim ve bildiririm ki Hz. Muhammed, Allah’ın kulu ve elçisidir. Ve tanıklık ederim ki Şah-ı Velayet İmam-ı Ali Tanrının velisidir. Kuşkusuz cennet gerçektir, cehennem gerçektir. Kıyamet günü gerçektir. Bunda kuşku yoktur. Ulu Tanrı kabirlerde bulunanları muhakkak diriltip mahşer yerinde toplayacaktır. İlk söz verişini unutma ve ikrarından dışarı çıkma. Hatırla ki: Rab olarak Allah’a, din 50 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller olarak İslam’a, peygamber olarak Hz. Muhammed’e, imam olarak Hz. Ali’ye ve mü’minlerin kardeşler olduğuna razı bulunmuş idin. Ey (.............................)! (Üç kez hitap edilir).De ki: Allah’tan başka Tanrı yoktur. Ona sığındım. O büyük Arş’ın sahibidir. De ki: Rabbim Allah’dır, dinim İslam’dır, peygamberim Hazret-i Muhammed’dir, İmamım Şah-ı Velayet Aliyyel Mürteza’dır. Allah seni sözünde durucu kılsın ve doğru olan yola götürsün ve seni sevdiklerinle birlikte rahmetinin gölgesinde saklasın. Ey Ulu Tanrım! Bu ölüyü yalnız bırakma. Sen, sahip çıkanların en hayırlısısın.” Telkini verdikten sonra, Dede de kabristandan ayrılır. Orada bulunan canlar, Hakk’a yürüyen canını yakınlarına başsağlığı diledikten sonra oradaki tören sona erer. BAŞ SAĞLIĞI DİLEMEK (TAZİYE) Ölüm, insanoğlu için dayanılması en zor acılardan biri olarak, ölenin yakınlarına çok büyük acı verir. Ölüm, başına gelenlere acı verdiği için, onların bu acısı etrafındaki canlar tarafından paylaşılır ve teselli edilir. Böyle anlarda insanın, teselliye, maddi ve manevi yardımlara en çok muhtaç dönem olduğunu kabul eden topluluk üyeleri, ölenin ailesi ve yakınlarına taziyede bulunurlar. Taziye, ölenin yakınlarını ziyaret edip acılarını hafifletici söz ve davranışlarda bulunmak, onların acılarını paylaşmaktır. Teselli ve taziye; “Hüküm Allah’ındır, Allah sabır versin, Allah’tan geldik yine O’na döneceğiz, Allah rahmet eylesin, Miracı mübarek olsun, mekânı cennet olsun, Allah başka acı göstermesin, başınız sağ olsun...” gibi sözlerle yapılır. Bir kimsenin başına ölüm ve benzeri acılar geldiğinde olgun insanların, güzel sözler söylemesini bilenlerin, özellikle Dede/Baba gibi inanç önderlerinin onu teselli etmesi, acısını hafifletici, sabrı öğretici, öfke ve heyecanı yatıştırıcı sözler söylemesi gelenektir. Bizzat görüşme olanağı olmadığında telefon, telgraf ve mektupla da taziyede bulunur. Teselli ve taziyede en büyük görev, mürşide ve Dedelere düşer. Ölenin yakınları yapmaları gereken en önemli işleri dahi bu dönemde yapamazlar. Ölü evinin işlerinde yardımcı olmak için herkes seferber olur ve vefat edenin ailesine yemek yapıp götürülür. Çünkü ölü evini yemek yapmaktan alıkoyan büyük bir üzüntü hâkimdir. Bu yardım ve davranışlar da bir çeşit taziyedir. Taziye çoğunlukla ilk üç günde yapılır. Çünkü üç günden sonra yapılan taziyeler, kapanmak üzere olan yaraları tekrar açabilir. İlk taziye, ölü toprağa verildikten sonra, mezarlıktan ayrılırken yapılır. Sonra topluca ölenin evine gelinir, dualar okunur, canlar yine başsağlığı dileyerek ölü evinden ayırırlar. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 51 Ali AKTAŞ Amucalarda cenaze evinden mezarlıkta çalışanlara irmik helvası, söğüş pişirilmiş bir horoz, peynir, ekmek gönderilir. Buna “mezarlık ekmeği” adı verilir. Bazen mezar kazımı, tabiat şartlarından dolayı uzun sürebilir. KABİRE SU DÖKÜLMESİ GELENEĞİ Cenaze ile birlikte getirilen su, mezarın baş kısmından başlayarak ayakucunda bitirmek koşuluyla dökülür. Mezara örtülürken herkes toprak atmak ister. Kimse birbirinin elinden küreği almaz, yere bıraktırır öyle alır. Eskiden su dökene para verildiği söyleniyor. Bu gün bu uygulama bırakılmıştır. Ayrıca mezara üç sabah gün doğmadan su dökülmesi yapılır. Bu sular Hakka yürüyen canın yıkandığı yerde yanan mumların altındaki sulardır. Eskiden vefat edenin bir doktor kontrolü olmadığından toprağın serinliği ile kendine gelebilir diye gidilmiş olabileceğini düşünülmüş olabilir. Zaman zaman bu tür olaylara rastlanılması olanağını düşündüklerinden bu uygulamaya devam ede gelmişler. Aslında toprağın pekişmesi için yapılan gelenektir. Yağışlı hava bile olsa su dökmeye gidilir. MEZARLIK DÖNÜŞÜ Mezarlıkta iş bitince tüm gelenler topluca dağılmadan cenaze evine gidilir. Cenaze yakınları gelenlerin dağılmaması için gerekli ikazlar ile gelmeye ikna ederler. Mezarlık inişinde Hakka yürüyen canın yakınlarından biri tarafından şeker dağıtılır. Can aşı geleneğinin kökeni çok eskilere dayanmaktadır. Amucaların da Hakka yürüyen canın evinde kurban, helva, pilav, hoşaf ve yemek çeşitlerinden oluşan hazırlık tüm gelenlere verilir. Yemekten önce 2 veya 3 kaptan tüm gelenlerin elleri yıkatılır. Bu kaplar cenazenin ardından mezarlığa gidenlerin döneceği yola ters olarak kapatılır. Hizmet edecekler koşarak gelip bunlara su doldurur. Su dökme işlemi hiç kesilmeden devamlı dökme şeklinde yapılır. Giderken elleri yıkatılırken aynı uygulama yapılır. Havlu ile elleri sildirilir. Gelenler giderken “Allah sabırlar versin, Başınız sağ olsun, yedik içtik Allah kabul etsin” diyerek ayrılırlar. Akşama yapılacak üçü için, bir veya iki kişi tarafından köy halkı üçüne çağrılır. Bu yaslı ev için yalnız kalıp üzülmemesi için bir avunma şeklidir. Cenaze evinden ayrıldıktan sonra komşular ve akrabalar tarafından ölenin kaldığı oda, el birliği ile acele olarak badana edilirmiş. Tarikata devam edenler de toprağa düştüğü gecenin akşamına yapılan toplantıya “üçü” adı verilir. Yedisinde de 52 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller en yakınları toplanır. Kırkı yapılır. Köylerde üçü akşamından başlayarak topluca kadınlar tarafından “tebareke” okunur. Bu 7 gün süre içinde yapılır. Ufak çapta mevlit yapılır. Cenazeye talkın veren Dedeye/Babaya daha sonra uygun bir zamanda “talkın sabahı” adı altında, evden yeni veya yenice bir tabak verilir. Bu kap bakırdan olurmuş genelde. Vefat edenin giysilerinin tümü toplanır, yıkanır ve en yakın dostuna verilir. Cenazenin elbiseleri yıkanmadan önce 41 adet taş toplanıp yıkanacak suya atılırmış. Taş toplama işlemi 41’den geriye sayılarak yapılırmış. Kırkıncı gecesi mevlit okutulur. Aynı işlem 52’sinde yapılır. Vasiyeti varsa “devir” denilen tören yapılır. Buna günümüzde “ıskat” diyorlar. Daha çok dini eğitim görmekte olan kişiler arasında bir miktar paranın paylaşılmasıdır. Bu kişiler dualar okuyarak bu parayı kabul ettiklerini belirtirler. Bu tören yaklaşık 10 kişinin dizleri üzerinde duaları ile biter. Sonunda paralar eşit olarak dağıtılır. Tüm tanıdıklar yemeğe çağrılır. Davet edilme köylerde kadın veya erkekler tarafından çağırma ile olmaktadır. Gelenlere yemek verileceğinden bir gün öncesi hizmet edecekler gelir, gerekli hazırlığı yaparlar. Hizmet edecekler hizmet gününden bir gün önce haberdar olurlar, yani çağrılırlar. Amucalarda mevlit de yemekli yapılmaktadır. Senesinden bir gün evvel taş dikilmesi genelde yapılmaktadır. Buna katılanlara yemek verilir. Buna mezarlık ekmeği de denilir. Vefat edenin eşyalarından, sonra, sevdiği birine veya fakire kişinin belli biri olması fark etmez, bir kat yorgan yastık ve iç çamaşırı alıp verilir. Ayakkabıları üçü gecesine kadar yani o gün birine verilir. VEFAT EDENİN ARDINDAN 40 GÜN SÜT VERİLMESİ GELENEĞİ Amucalarda vefat edenin yakınları ardından hayır işleri icra ederler. Bu kişilerin maddi yönü ile orantılıdır. 40 gün içinde lokma yapıp dağıtırlar. Bu sure içinde Hakka yürüyen canın gelip dolaştığına inanılır. 40 gün süresi içinde her gün bir kişiye süt götürülür. Bu kişinin sevdiği biri olabileceği gibi, fakir bir kişi de olabilir. Ayrım söz konusu edilemez. Son gün, kırkıncı gün, süt ile birlikte tas ve bir kaşık bırakılır. Bazı hali vakti iyi olanlar çeşme ve benzeri şeyler yaparlar. Bu vesile ile toplumun bazı gereksinimleri karşılanır. CAN AŞI (KIRK YEMEĞİ) Ölümün üçüncü, yedinci ve özellikle kırkıncı günü “hayır yemeği” verilir, düvazimam, mersiye ve dualar okutulur, sevabı Hakk’a yürüyen canın ruhuna armağan Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 53 Ali AKTAŞ edilir. Ayrıca ölünün birinci yıl dönümünde yine hayır yemeği verilir ve istenirse mezarı yapılır. Kırkıncı gününde verilen “hayır yemeği”nde bir kısa “cem töreni” de düzenlenebilir, sazla deyiş, düvazimam, mersiye okunur, cem erenlerinden helallik istenir, borçları ya da alacakları varsa ödenir. Bu cem’e “dar’dan indirme erkânı”32 denir. Törenin sonunda mürşidi, ölen canın ruhunun sevinçli olması, kesilen kurbanın ve okunan düvaz ve gülbankların kabul olması için dua eder. Yemekten sonra, sofra duası eder: “Allah Allah... Nimet-i Celil-ullah, bereket-i Halil-ullah, şefaat Ya Resûlallah! Bu gitti ganisi gele, Hak-Muhammed-Ali berekatını vere. Yiyene helal, yedirene delil, cennet taamı, kudret honu ola. Hizmet sahipleri hizmetlerinden şefaat bula. İmam Hüseyin dualarımızı Ulu Dergâhında kabul eyleye. Hakk’a yürüyen kardeşimiz (...........................)’in ruhu şad, mekanı cennet ola. Geride kalan yakınlarına sabırlar ihsan eyleye. Soframız dolu, yardımcımız Ali ola. Ağrı, acı, elem, keder vermeye, ağzımızın tadını bozmaya. Dil bizden, nefes Hazret-i Hünkar’dan ola. Dem Ali, sırr-ı Nebi, Pirimiz-üstadımız Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Kerem-i evliya, gerçekler demine hü mü’mine Ya Ali...” Deyişler ve mersiyeler okunduktan sonra, dar’dan indirme ceminin asıl ibadet bölümüne devam edilir. Cem törenlerinde olduğu gibi, “salevat”dan (Dede okur: “Evvel baştan Muhammed Mustafa’ya ve Ehl-i Beyti’ne salevat!..”Canlar hep bir ağızdan salavat getirir: “Allahım! Muhammed Mustafa’ya ve Ehl-i Beyti’ne niyaz ve selam olsun.”) başlayarak sırayla “cem mühürleme” (Dede canlara 3 kez şöyle seslenir: “Değerli canlar! Cemimizi mühürledik. Allah’ın emriyle bir hisar yaptım. Cebrail’in mührü ile mühürledim. Hasan, Hüseyin’in kilidi ile kilitledim. Ya Ali, bu canları sana ısmarladım. Verelim Muhammed Mustafa’ya candan salevat...” Tüm canlar, salavat getirir.), “nâdi ali” (Dede, duayı okur: “Nâdi Aliyyen mazhar-ül-acaib Tecidühû avnen leke finnevâib Li ilallahi haceten külli hemmin ve gammin seyenceli Bi nûr-i azametike Ya Allah Ya Allah Ya Allah Ve binûr-i nübüvvetike Ya Muhammed Ya Muhammed Ya Muhammed Ve binûr-i nübüvvetike Ya Ali Ya Ali Ya Ali Edrikni edrikni edrikni Ve aleyhâ muhavveli La feta illâ Ali la seyfe illa Zülfikar Her bir kazayı, belayı def eder Perverdigâr La feta illa Ali la seyfe illa Zülfikar Yezid’in boynundan gitmesin tîğ ile teber La feta illa Ali la seyfe illa Zülfikar Müminin gönlünden gitmesin leyl-ü ve’nnehar İmam Cafer Buyruğu’nda budur muteber La feta illa Ali la seyfe illa Zülfikar.” Ey inanan can!Ali’yi çağır, o üstün kerametlere sahip olanı, sıkıntıların için 54 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller ondan yardım görürsün, her türlü keder ve acı, senin ululuğunla dağılır ey Tanrı, senin peygamberliğin hürmetine de ey Muhammed, senin veliliğin hürmetine de ey Ali. Ey Hasan ve Hüseyin’in babası, ey Ebû Türâb, sorunlarımızı çöz ey veliler velisi. Ey yücelikler sahibi, ey Mürteza, ey Şah-ı Merdan Ali.”), “bağışlama” (“Allahümme salli alâ seyyidina Muhammed Mustafa yüzü suyu hürmetine bağışla; Allahümme salli alâ seyyidina Aliyyel Mürteza yüzü suyu hürmetine bağışla; Allahümme salli alâ seyyidina Hasan-ül-Mücteba yüzü suyu hürmetine bağışla; Allahümme salli alâ seyyidina Hüseyn-i Kerbela yüzü suyu hürmetine bağışla; Allahümme salli alâ seyyidina Zeynel Aba yüzü suyu hürmetine bağışla; Allahümme salli alâ seyyidina Bakır Bahâ yüzü suyu hürmetine bağışla; Allahümme salli alâ seyyidina Cafer Rehnüma yüzü suyu hürmetine bağışla; Allahümme salli alâ seyyidina Musa Kâzım yüzü suyu hürmetine bağışla; Allahümme salli alâ seyyidina İmam Rıza yüzü suyu hürmetine bağışla; Allahümme salli alâ seyyidina Muhammed Taki yüzü suyu hürmetine bağışla; Allahümme salli alâ seyyidina Ali Naki yüzü suyu hürmetine bağışla; Allahümme salli alâ seyyidina Hasan-ül Askeri yüzü suyu hürmetine bağışla; Allahümme salli alâ seyyidina Muhammed Mehdi yüzü suyu hürmetine bağışla; Allahümme salli alâ seyyidina Erenler, evliyalar yüzü suyu hürmetine bağışla.”) “tevbe” (Dede: Ey cem erenleri! Ulu Tanrı, Tevbe Sûresinin 119. Ayetinde “Ey mü’minler! Allah’tan sakının, doğrularla beraber olun” buyuruyor. Geliniz öz gönül birliği ile O’ndan yarlıganmamızı dileyelim: Tevbe günahlarımıza estağfirullah, estağfirullah, estağfirullah! Ya Rabbi, doğduğumuz günden bu ana gelinceye kadar eğer bilerek bilmeyerek işlediğimiz kov, gıybet, hata, isyan, küçük ve büyük günahların hepsine can-ü gönülden tevbe ettik pişman olduk. Bir daha işlemeyeceğimize tevbe estağfirullah. Kul kusur işler, sultan bağışlar. Tevbe estağfirullah. Evvelimiz Adem atamızdır, sonumuz bizim peygamberimiz iki cihan serveri Muhammed Mustafa (S.A.V.)’dır. Bu ikisi arasında her ne kadar peygamberler, veliler, nebiler, gerçek erenler geldi geçti ise hepsi haktır, hepsine inandık, iman getirdik. Elhamdü lillâh elhamdü lillâh. Dinimiz İslam, kıblemiz gönül kâbesi, kitabımız Kur’an, mezhebimiz İmam Cafer-i Sadık Mezhebi. Hak lâ ilâhe illallâh, Hak birdir, Muhammed resûlullâh, Emir-ül-mü’minin Ali veliyyullah. İlâhi ilâhi farzdır ilâhi, tâlibin kalbinde farzı ilâhi, Oniki İmamlar rehberdir Sultan Hatâyi. Kalbimizle severiz ol güzel Şahı” dedikten sonra, Tevbe Düvazı’nı okur.) ve “istiğfar” (Can-ı dilden, can-ı gönülden diyelim bir Allah Allah... Allah, Muhammed, Ali, Hünkar Hacı Bektaş Veli. Yetişe, ulaşa, dilde dilekleri, gönülde muratları vere. Kazalara, belalara Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 55 Ali AKTAŞ kalkan ola. Oniki İmamlar cemalinden, nûrundan ayırmaya. Her gönülde bir murat vardır: Murat isteyenin muratlarını, dilek isteyenin dileklerini ihsan eyleye. Cümlemizi sancağının altında saklaya, bekleye. Hastalarımıza şifa, dertlerimize deva, borçlarımıza eda nasib eyleye. Destimiz deman, küfrümüz iman, yardımcımız Oniki İmam ola. Ali’den bakım, Hak’tan niyaz ola. Seksen bir Urum Erenleri, doksan bin Horasan Pirleri, yüz bin Gayb Erenleri yetişe, ulaşa, dilde dilekleri, gönülde muratları vere. Vakitler hayrola, hayırlar feth ola, şerler def ola. Niyazlarımız Hak Dergahında kabul ola. Gözümüzden yaş, duvarımızdan taş düşürmeye, ocaklar başı aydın ola. Oniki İmamlar cümlemize yardım eyleye. Ceddi cemalim yolumuzu yolsuza, yaramaza, pirsize uğratmaya. Şeytanın şerrinden, gafil gadadan, görünür-görünmez beladan koruya. İki cihanda korktuğumuzdan emin, umduğumuza nail eyleye. Bu okunan duaların hürmeti hakkı için Ulu Tanrı, Hakk’a yürüyen (.....................) canımızın kabrini cennet bahçesi eyleye, sorgusunu kolay getire, günahları var ise bağışlaya, rahmet ve yarlıgamasını günden güne artıra. Geride kalan yakınlarına sonsuz sabırlar vere, hizmetlerini kabul eyleye. Burada hazır bulunup Allah diyen mü’minlerin geçmişlerine rahmet eyleye, kendilerine sağlık, esenlik vere. Dil bizden nefes Hazreti Pir’den) (yarlıganma’yı dileme), “mersiye”, “deyiş”, “düvazimam” ve “gülbank” okunur. Düvazimam okunması bitince canlar secdeye varır, Dede dua eder: Dede: “ola. Dem Ali, sırr-ı Nebi, Pirimiz Hünkâr Bektaş Veli, Kerem-i Evliya, gerçekler demine hü...” Duadan sonra bir ya da üç tevhid çekilir. Tevhid okunup bitince, secde ve dua edilir. Dede canlara “Dar çeken didar göre, erenler sefaya ere” der, herkes rahat oturur. Kısa bir aradan sonra sofralar kurulur, yemekler yenir. Dede, merhumun adına, yakınlarına lokma verir. Yemeğin sonunda sofra duası verilir, tören hizmeti sona erer. Dede bu kez:“Erenler, canlar! Cümlenizin vakitleriniz aşk olsun. Duran, oturan, kovsuz, gıybetsiz evine varan, sağ yata , sefa kalka. Hz. Hüseyin yardımcımız, Hz. Hızır yoldaşımız ola. Gerçeğe hü...” der. Canlar niyazlaşıp, meydandan çıkar, evlerine giderler. Çerağlar yanıp bitinceye kadar uyanık bırakılır, sır edilmez (söndürülmez). Böylece, “dar’dan indirme” hizmeti sona erer. 56 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller RITUALE UND GLAUBEN BEZÜGLICH DES TODES, DER BEERDIGUNG, DER TRAUER IM ALEWITENTUM Ali AKTAS1* Zusammenfassung Jede Gemeinschaft auf der Welt verfügt über einen Glauben und im Rahmen dieses Glaubens veranstalten sie ihre Trauerfeier. Auch die alewitischen Gemeinschaften verüben die Notwendigkeiten der Beerdigungszeremonien nach ihrem Glauben. An der Herangehensweise der Alewiten an den Tod, kann man je nach dem Wohnort, ob es ein ländlicher oder städtischer Ort ist und je nach der schulischen Ausbildung, der Reaktionen der Angehörigen des Verstorbenen, der Art und Weise und Traditionen der Beerdigung, einige Nuancen beobachten. Der Grund für diese kleinen Verschiedenheiten liegt darin, dass es in den Glauben der alewitischen Gemeinschaften keine Einschränkungen bezüglich der Beerdigungszeit gibt und auch keine klaren, religiösen Anweisungen bezüglich der Art und Weise der Beerdigung gegeben ist. Da das Beerdigungsystem, in der vorhandenen Ordnung, durch die Stadtverwaltung geregelt wurde, fängt die Tradition der Moscheen und Hodschas, die es im Alewitentum nicht gibt,mit dem Übergang zur Urbanisierung, in den 1950er Jahren in den alewitischen Gemeinschaften, an. Die, in der Stadt an Ansehen gewinnenden Moscheen und Hodschas, bringen auch einige Probleme und geschmacklose Ereignisse mit sich. Zum Beispiel wurde es nicht willkommen geheißen, dass alewitische Verstorbene ( unter dem Volk weit verbreitet als Kizilbasch) in einige Moscheen gebracht wurden oder einige Hodschas sich nicht um den Verstorbenen kümmern wollten, wenn sie erfuhren oder fühlten, dass es sich um einen Alewiten handelt. Ein weiteres Problem besteht darin, dass mit diesem legitimiertem System, die Hodschas die Gelegenheit nutzten und während des Gebets oder des Maulids, versuchten ihre eigenen sunnitisch- orthodoxen Gedanken zu verbreiten und somit die Alewiten nach den sunnitischen Gedanken zu konditionieren. Da die Alewiten diese Vorgehensweisen während der Bestattungsfeier, als Respektlosigkeit und Intoleranz angesehen haben und noch ansehen, verurteilen sie dies mit den Worten:” Wir werden als Alewiten geboren und möchten nicht als Sunniten sterben.”. * Soziologischer Forscher Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 57 Ali AKTAŞ Der Tod wird im Alewitentum auf zwei Arten interpretiert. Die erste ist der biologische Tod. Die zweite Interpretation ist, der Tod während des“Nasip (Anerkenntnis) Feierlichkeit”. Dieser Tod wird von den Alewiten durch die Ausdrücke” sterben vor dem Tod” und “sterben” wiedergegeben. Der Tod während der Anerkennungsfeier, ist ein gewollter Tod und diese Stufe wird als die hochinteressanteste und schwierigste Stufe der alewitischen Ausbildung angesehen. Im Alewitentum werden Redewendungen wie ”eins mit Gott werden”, “ mit Gott zu Gott werden“, “wir kommen von Gott und werden zu Gott zurückkehren” benutzt. Deshalb wird für den Verstorbenen anstatt” er ist gestorben”, Ausdrücke wie, “ er ist zu Gott gegangen”, “sein Dasein wurde verändert” benutzt. Diese Ausdrücken beinhalten sowohl die Erzählung, dass der Geist ins Jenseits übergeht, den Tod in Bezug auf das Verschwinden, das Nicht-zurückkehren, die Trennung wiedergegeben, wie als auch das andersbedeutende “Wiedersehen”, “ wieder Zusammenfinden”. Die verübten Praktiken repräsentieren nicht nur den Abschied aus der Welt, sondern auch das Zurückkehren zu Gott. Deshalb werden die Praktiken als “ die Zeremonie zur Rückkehr zu Gott“ und nicht als Beerdigungsfeier beschrieben. In dieser Arbeit werden die ersten Aktionen, die im Alewitentum, beim Sterben einer Person durchgeführt werden; dem Tod eine Bedeutung zuzuschreiben, Kranke zu besuchen, Verantwortungen gegenüber Menschen im Sterbebett nachzukommen und die Bestattungszeremonie und die Aktionen, die nach dem Tod einer Person [Leichentuch vorzubereiten, die Waschung der Leiche, die Leiche ins Leintuch zu wickeln, den Segen zu geben, das Gebet zur Beerdigung zu verrichten, die Leiche ans Grab zu tragen, die Leiche zu begraben, dem Geist die letzten Worte mitzugeben, Beileid auszusprechen, die Tradition das Grab mit Wasser zu begießen] der Weg vom Friedhof zurück und die Aktionen, die nach dem Tod des Verstorbenen verrichtet werden (das Essen nach 40 Tagen des Todes), erarbeitet. Die Übertragung dieser Themen wird zusammen mit der mündlichen, alewitschen Tradition, mit dem Glauben, den Gebeten, den spirituellen Texten und ritualen wiedergegeben. Schlüsselwörter: Alewitentum, Tod, Beerdigung, Trauer, Gülbank(Gebete), Rituale 58 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller NOTLAR VE AÇIKLAMALAR (Endnotes) 1 Bu çalışmadaki hizmet ve uygulamalar konusunda kendilerinden bizzat faydalandığım Dedebaba Mustafa Eke’ye, Halifebaba Ali Doğan’a ve dua, gülbang ve cenaze hizmetleri ilgili yayınlanmamış çalışmasından yararlandığım (Merhum) Dede Mehmet Yaman’a teşekkür ederim. Bu makaleyi Hakka yürüyen babam (Merhum) Kazım Aktaş atfediyorum. 2 Alevi inancına göre, Hz. Ali öldüğü zaman; cenazesini kendisi yıkamış, cenazesini kendisi kefenlemiş, cenazeyi tabuta kendisi koymuş, tabutu da kendisi deveye yüklemiş ve deveyi de kendisi çekmiştir. Daha sonra da cenazeyi toprağa kendisi vermiştir. 3 Yılanlar evi 4 Cehennem ateşi 5 Ateş evi 6 Cehennem üstüne yapılmış kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprüdür. Günahkâr kullar bu köprüden geçemeyecek ve cehennem ateşine düşüp yanacaktır. 7 Öteki dünyada günahları ve sevapları tarttığı varsayılan terazi. 8 Cennet ırmaklarının suyudur ve bu ırmak suyu, ölümsüzlük suyudur. 9 Tekel. 10 Cehennemde işkence ediciler. 11 Ölmek üzere olan kimseyi kendisi için zor olmazsa sağ yanına yatırarak, yüzü kıbleye gelecek biçimde çevirmek kentte yaşayan Aleviler arasında Sünniliğinde etkisi ile yaygınlaşmıştır. Böyle yapmak güç olursa, ayakları kıble’ye gelecek biçimde sırt üzeri yatırılır, ancak yine yüzünün kıbleye gelmesi için başı biraz yukarı kaldırma uygulaması da kentte yaşayan Aleviler arasında görülen bir başka uygulamadır. 12 Bazı yörelerde telkin, ölmek üzere olan hastanın, sağlığında hoşlandığı bir kimse tarafından yaptırılması uygulaması görülen bir başka davranış biçimidir. 13 “Yasin Kur’an’ın hükmü kesin: Sen Rabbin arza elçi gönderdiklerindensin; doğru yol üstündesin; Ataları önderden yoksun bir toplum için ilk uyarmadır sesin. Varsın yitikler senin sözünü dinlemesin, kader zincirlerini boynunda sürüklesin; sen Kur’ana uyanı, Allah’ını sayanı tam uyarmış demeksin. Ona müjdele, de ki: Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 59 Ali AKTAŞ - Mükâfat göreceksin; Murada ereceksin; Cennete gireceksin... İnsanoğlu ne yapmış ne yapacak biliriz; hesabını sormaya ölüyü diriltiriz; her şeyi yazdık, çizdik, kestirdik önceden biz. Anlatsana, o şehrin başına gelenleri: Gönderdik ya onlara biz iki Peygamberi, baktık ki inanan yok, bir üçüncü gönderdik, ıslah olsunlar diye imkan verdik, yol verdik; yine inkar ettiler, kötülüğe gittiler, güldüler, söylendiler “Ne demekmiş Peygamber?” “Biz Haktan gönderildik” dediler bizimkiler; onlar yine güldüler, sövdüler dizi dizi: - Uğursuzlar, defolun, yoksa taşlarız sizi, yüzünüzden yağıyor, başımıza belalar. - Bizlersiz başınıza daha çok gelecek var; uğur, öğüt bizdendir; uğursuzluk sizdendir! Böyle tartışırlarken şehrin ucundan biri geldi soluk soluğa, gür sesle şöyle dedi: “Bu ne hile ne oyun. Hemen bunlara uyun; bunlardır hak Peygamber, ne kandırırlar sizi, ne bir ücret isterler! O sesi duydum madem durabilir miyim ben Rabb’a kulluk etmeden: Odur bizi halk eden; bizler hep ondan gelip, er geç, hep ona giden. Hangi akılla başka birine tapayım ben? Allah ise eğer bana zarar vermek isteyen, hangi putun, fayda var hangi şefaatinden? Rabb’e bel bağladım ben, benim sözümü duyun; bunlara uyun hemen, hadi bunlara uyun!...” Yine homurdanmaya, kızmaya başladılar; canını verene dek onu da taşladılar. Aldık onu cennete hâlâ sızlanıyordu: “Ne olurdu kavmim de erseydi bu izzete...” O kavme ne bir ordu, ne sel, ne de zelzele; sadece bir kükreme! Ödleri patlayarak serildiler yerlere... Nice toplum, bu çeşit akıbeti hak etti, onları gazabımız helak etti, yok etti. Dünyadan nice kavmi sildik biz kaç kereler; hepsi huzurumuzda hesap vermek üzereler... Meydandayken: toprağa hayat getirdiğimiz, tane bitirdiğimiz meyve yetirdiğimiz, yerlere çeşit çeşit tohumlar attığımız, yerlerde gürül gürül sular akıttığımız, yine mi fark etmezler, doğru yola gitmezler, yine mi şükretmezler? Bizdeki eşsiz güce belgedir gündüz-gece; karanlıkta dinlenir, ışıkta çalışırlar; insanlar yaşamaya böylece alışırlar. Öyle gece olur ki, Ay büyür kaderince, sonra, bir de bakarsın, hurma dalından ince; ne güneş, yetişir de kararır ayın yüzü; ne gece bir an için geçebilir gündüzü; hepsi de gökyüzünde yüzer kendi izinde. Görseler bunlardan da üstün belgeler vardı: Bitkiler-hayvanlara 60 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller boğulup kalırlardı, tufanda hepsini bir gemiye yüklemesek; imdada kim gelirdi biz boğmayı dilesek? Her haliyle borçludur şu insanoğlu bize; yaşayıp geçinmesi bağlı takdirimize... Sonradan görmeleri biri dese insanca “Allah’ın verdiğinden kula verin bir parça” derler ki – “Rab dilese doyururdu kendisi” “Bir tek biz mi olalım her açın efendisi?” Bu, bir saçma bahane; bir açık sapıtmadır. “Sonunda hayır vardır” deseniz, cevap hazır: “Görmedik biz bu va’din geldiğin yerine!” Örnek oladursun onlar birbirlerine; gün geldi mi bir emir, bir davranış elverir; uykudan kalkmış gibi kalkıp kabirlerinden “Kim uyandırdı?” diye sorarlar birbirinden. O gün Rabbin kurduğu mahkemeye girilir; herkese yaptığının karşılığı verilir; iyiler, şevk içinde, gider, cennete konar; Tanrının sesi, canı serinleten bir pınar, çağıldar başlarının ucunda: “Selam size!” Aynı sese gür ve korkunç: “Suçlular! Gelsenize.” “Şeytana uydunuzdu dünyada, birçok işte, size uygun düşen yer: Cehennem budur işte!” Ağızları mühürlü, kilitlenmiş dilleri ne inkâra mecal var, ne te’vile boş yere; bir bir tanıklık eder ayakları, elleri, derler “Bizi kullandı şu şu kötülüklere!” isteseydik onları çarpardık yaşarken de; çıkmazdı içlerinden konuşan da, gören de... Niye O’na uymazlar, aslını düşünmezler: Ne sihirbaz, ne şair; O sadece Peygamber. Ne söylenmişse çıkar, bir belirli zamanda, her şeyi açıklayan, öğüt veren Kur’an da, bin bir bağıştan biri yeter, hatırlasalar, insan için halk oldu, süt ve et veren davar; hâlâ nankör ve gafil, ona bile taparlar. Cansız veya ölümlü, putun da ne hükmü var? Üzülme ya Muhammed! Çabaları nafile... Bir eski mezar görse bir münkir gelir dile “Bu mu dirilecekmiş? Bir avuç kemik kaldı!” Hey bir damla pıhtıdan yaratılan zavallı! Seni öyle var eden, bunu diriltir elbet: Yeşil ağaçtan kızıl ateş yaratan kuvvet... Cümle yaratıkları, yeri-göğü var eden; kemikten yeni insan türetemezmiş neden? O, her şeyi yaratan, gören, bilen, bildiren; ol deyince olduran, öl deyince öldüren. Onunla var oldunuz, onunla gerçeksiniz, ondan kopup geldiniz, O’na döneceksiniz.” 14 “Yoktur başka tapacak bir tek Allah var ancak içinde uyanıktır; her şeyine tanıktır; şaşırıp sorma: Nerede? Her yerde, hiç bir yerde! Ne dalar, ne uyuklar; her an, her yerde hazır; her işte takdiri var. O’nundur, O’nunladır yerde, gökte ne varsa; şefaat mümkün ancak O’ndan izin çıkarsa... Köyünde-yurdundaki önünde-ardındaki neyse insanoğlunun hepsi elinde O’nun. Gerçekleşir sadece O’nun “Olsun!” dediği; bir şey yok yerde-gökte Allah’ın bilmediği dinlenip uyulacak ne kalıyor geride Kürsü’sü, yerleri de kaplamış gökleri de! Kavrıyor, denetliyor, Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 61 Ali AKTAŞ kolluyor göğü-yeri... Bir olmaz sapıtanla inananın değeri; eli böğründe kalır sapıtan-oyalanan; kopmayacak bir kulpa yapışmıştır inanan. ALLAH ki doğruların dostudur, önderidir; onları karanlıktan aydınlığa iletir.” 15 Alevi İnancına göre, imamet Hz. Ali’ye verilmiştir. Bu yetki ve görev ondan da onun çocuklarına, onun soyuna geçmiştir. Alevilerin tüm dinsel törenlerinin önderi ve yönetmeni adına “seyyid-i saadet, evlad-ı resul” denilen kişi yani “Dede” ya da “Baba”dır. Bu nedenle cenaze işlerinin yönlendirilip yönetilmesi de orada bulunuyorsa Dede/Baba tarafından yapılır. Ama orada Dede/Baba veya Dede/Baba tarafından yetkili kılınan rehber yoksa bu iş bilen bir kişi tarafından yürütülür. 16 Rahat döşek, ölenin vefat ettiği yerden alınarak, yere pike ya da battaniye serilerek oluşturulan yeni yere denir. 17 Mehmet Eröz, Türkiye’de Alevilik ve Bektaşilik, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1990, s. 152 18 Gömülmeden önce ölünün sarıldığı beyaz bezdir. 19 Kolları ve yakası olmayan, yanları da dikişsiz olan (yensiz, yakasız) bir gömlektir. Uzunluğu, boyun kökünden ayaklara kadardır (Ahiret gömleği de denir). Kesilişi şöyledir: Cenazenin ayaklarından boynuna kadar uzunluğu ölçülür. Bu uzunluğu iki katı uzunluğunda patiskadan bir parça kesilir. Bu parça ikiye katlanır, tam ortasından cenazenin başı girecek kadar bir er açılır. Burası oyulmaz ve genişletilmez. Gömleğin bir katı cenazenin altına seriler, ortadaki açıklığa cenazenin başı denk getirilerek, gömlek cenazenin üzerine doğru kıvrılarak üstüne örtülür. 20 Cenazenin boyu uzunluğundadır (baştan ayağa kadar uzanan bir don ve etekliktir). Sağdan ve soldan cenazeyi saracak şekilde genişçe olur. 21 Cenazenin boyundan üç karış (yani 60 cm. kadar) daha uzun kesilir (boyu eteklikten daha uzun olup, baş ve ayaklarını kefenin çözülme ihtimaline karşı düğümlenmeye yarayan bir çeşit sargıdır). Cenaze bunun içerisine konularak baş, bel ve ayakuçlarından düğümlenir (bağlanır). Bunun için sargının baş ve ayakucundan bağlanacak şekilde uzun kesilmesi gerekir. 22 Bez yeterli olduğunda: Erkeklerde kefen; gömlek, eteklik ve sargıdan ibaret olmak üzere üç kattır. Kadınlarda kefen; gömlek, eteklik, sargı, başörtüsü ve göğüs örtüsünden ibaret olmak üzere beş kattır. Bez az olduğunda: Erkeklerde 62 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller kefen; eteklik ve sargıdan ibaret olmak üzere iki kattır. Bunda gömlek yoktur. Kadınlarda kefen; eteklik, sargı ve başörtüsünden ibaret olmak üzere üç kattır. Bunda gömlek ve göğüs örtüsü yoktur. Bez yeterince bulunamadığında: Erkeklerde ve kadınlarda aynı olmak üzere yalnız bir kattır ki, cenazenin sarıldığı herhangi bir örtüye bu ad verilir. Ancak zorunlu kalmadıkça böyle bir uygulamaya gidilmez. 23 Kadın cenazelerin başlarını örtmeye mahsus bir bez parçasıdır. 24 Eteklik ve sargının üzerinden kadın cenazelerin göğüsleri üzerine konulan bir örtüdür. Eni yarım metre, uzunluğu da cenazeyi kapsayacak kadardır. Sargının baş ve ayakuçları düğümlenmeden önce baş örtüsü başına sarılır, göğüs örtüsü de göğsün üstüne atılır. 25 Cenaze yıkanırken temizliğini yaptırmaya yarar (günümüzde lastik eldiven kullanılır). Eldiven yoksa kefen bezinden kesilen 3 parça temizlik bezinin bir tanesiyle avret yerleri yıkanır. Diğeriyle abdest aldırılır. Üçüncü bezle de yıkanır. 26 Kefenlendikten sonra cenazenin baş ve ayakuçları ile belinden bağlamaya mahsustur. Enleri 10 cm. ve uzunlukları 150 cm. kadar olur. Bu bağlar, ölü kefene sarıldıktan sonra baş tarafından, ayakucundan ve belinden bağlamak içindir. Ayrıca tabuta koymaya, kabre indirmeye yarar. Bu bağlar kabirde çözülür. 27 Ölünün yıkanacağı yer örtülü olmalıdır. Yıkayıcı ve yardımcılarından başkası onu görmemelidir (yakınları görebilir). Erkek ölüyü erkek, kadın ölüyü kadın yıkar. Cenaze namazının kılınabilmesi için ölünün âzaları tam olması veya bedeninin çoğu veya hiç olmazsa başı ile bedeninin yarısı bulunması şarttır. Bedeninin bu kadarı olsun bulunmayan ölü yıkanmaz, kefenlenmez, namazı kılınmaz, bir beze sarılarak gömülür. Dede/Baba veya bu konuda bilgi olan ve cenaze hizmetlerini yürüten kişi, ölenin yakınlarını çağırıp, son suyunu döktürür. Bununla, helallık verilmiş olur. Cenaze yıkanıp, kefenlenip, tabuta konulunca razılık (helallık) alınır. Şehitlere ve doğum sırasında Hakk’a yürüyen genç annelere yeşil kefen sarılması gelenektir. Hakk’a yürüyen can için, ölümünün “kırkıncı günü” yemek (kırk yemeği, hayır yemeği) verilir ve “dar’dan indirme” (halkın rızalığını alma) töreni yapılır. Bir can Hakk’a yürüdüğü zaman, ona karşı son hizmet yapılır, cenaze törenine katılınır, cenaze namazında (duasında, helallığında) bulunulur. Helallık; hem evinin önünde hem de cenaze namazında alınır. Ölü’yü, bu konuda bilgili herhangi bir can yıkayıp, namazını kıldırabilir. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 63 Ali AKTAŞ Dede olması şart değildir. Küçük çocukların yıkama işleminde abdest aldırılmaz. Şişip dağılmak üzere bulunan bir ölünün üzerine yalnız su dökülür; abdest aldırmaya, anlatıldığı gibi üç kere yıkamaya gerek yoktur. Çünkü, çevrildiği ve sürtüldüğü takdirde dağılabilir. Bir çok cenazenin hepsine bir namaz kılmak olursa da, ayrı ayrı kılınır. Henüz dokuz yaşına varmamış bir kız çocuğunu erkek; henüz erginlik çağına (12 yaşına) erişmemiş bir erkek çocuğunu da kadın yıkayabilir. Suda boğulmuş olan kişi, gusül niyetiyle suyun içerisinde üç defa hareket ettirilir. Böylece yıkanmış kabul edilir. Müslüman olmayan erkek veya kadın isterse/istenirse kurallara uygun olarak yıkanılarak gömülür. Dokuz ayı doldurmadan önce doğan çocuk, bir ses çıkarmak veya kendisinde bir hareketin görülmesi gibi canlılığını gösteren belirtiden sonra ölürse, isim verilerek yıkanır, kefenlenir ve namazı kılınır. Ölü olarak doğup da bedensel yapısı tam olursa yine yıkanır, beze sarılır, fakat namazı kılınmadan gömülür. Eğer bedensel yapısı tam olmayıp ancak bazı organları belli olursa, üzerine su dökülür ve bir bez parçasına sarılarak gömülür. Ölmüş olan bir can’ın başsız olarak vücudunun yarısı bulunsa veya gövdesinin ekserisi kaybolsa, yıkanmaz, kefenlenmez, üzerine namaz kılınmaz, bir bez torbaya sarılarak defnedilir. Ancak bedeninin çoğu veya başı ile beraber yarısı bulunursa, yıkamak farz olur, kefenlenir ve namazı kılınır. 28 Tahtacılarda Cenaze namazını eskiden mutlaka Alevi olan birisi kıldırırdı. Ama namaz kıldırmayı bilen bir kişi yoksa cenaze namazı Sünnilerce de kıldırılabilir. 29 Not: Eğer cenaze namazı kılınan ölü, çocuk ise, üçüncü Tekbir’de şu dua sözleri de eklenerek söylenir: “Ulu Tanrım! Bu çocuğu bizim için gönderilmiş bir ödül ve ahiret azığı kıl! Tanrım! Bu çocuğu bize hem şefaatçi kıl, hem de şefaatini kabul buyur!” 30 Çepnilerde namaz âdet olmadığı için cenaze namazı da yoktur ve cenazeyi, namaz kılmadan kaldırmaktadırlar. 31 Ölü gömüldükten sonra mezarının başında Mürşid tarafından ölüye yapılan bir hatırlatmadır. 32 Dar’dan İndirme Erkânı: “Hayır Yemeği”, “Lokma Erkânı” ve “Kırk Yemeği”nde Hakk’a yürüyen (ölen) can, tıpkı yaşadığı zamanki gibi “dar” edilmiş, görgü-sorgudan geçirilmiş, cem erenlerinden rızalık (helallık) alınmış olur. Hayır, Yemeği’nde şunların hazırlanması gerekir: Kurban lokması, helva, gülsuyu, çerağ, post vb. Usulünce erkân açılır, Dede bir dua eder, topluma dünya ve ahiret 64 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilerde Ölüm, Cenaze, Yas İlgili İnanış ve Ritüeller hayatı ile ilgili aydınlatıcı bir konuşma yapar, teselli edici sözler söyler. Çerağ uyarılır, post serilir, süpürge çalınır. Meydan (erkân) böylece açıldıktan sonra, Hakk’a yürüyen can’ın en yakınlarından üç can (biri ya da ikisi bacı olabilir) “dar”a çıkarlar ve içlerinden birisi merhum adına Dede’ye ve canlara karşı şu tercümanı okur; “Destur Pirim! Yüzüm yerde, özüm dâr’da, Hak-Muhammed-Ali Divan’ında, erenlerin dar-ı Mansur’unda, canım kurban, tenim tercüman, bu fakirden ağrınmış, incinmiş can kardeş var ise, dile gelsin, bile gelsin, hakkını istesin. Hakkıma, yoluma bağlıyım. Allah, eyvallah...” Dede, canların bu konudaki bilgisine başvurur; merhumun alacağı, borcu varsa, mirasçıları bunları kabul eder, öderler. Böyle bir şey yoksa canlara hazır bulunanlar: “Öz gönül birliği ile cümlemiz hakkımızı helal eyledik. Allah, erenler de bağışlasın. Yürüyen ruhu şad ve sevinçli olsun, Hak-Muhammed-Ali yardımcısı olsun...” diyerek, hep birden yere niyaz eder, yeri öperler, doğrulurlar. Dede gülbank çeker (merhumun adını anar, onun için tığlanan kurbanın, verilen yemeğin, okunan duaların kabulü, ruhunun şad, yerinin cennet olması, günahları varsa bağışlanması için de cümleler söyler...). Böylece, Hakk’a yürüyen can adına, dâr hizmetini göden canların görevi biter; usulü ile meydandan çıkılır (Dar’dan inilir). Bunun ardından Cem töreni (ibadet bölümü) başlar. Önce dede ya da zakir, bildiği ya da bu kitapta yazılı mersiye ve deyişlerden iki üç tane çalıp söyler (kendi bildiği makamlarla). Bu kitapta yeterince deyiş, düvaz, mersiye, tevhid verilmiştir. Dâr’dan indirme Cemi’ne bir deyişle başlanır. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 65 Ali AKTAŞ 66 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Doğanşehir Alevilerinin Muharrem Ayındaki İbadetlerine Dair Bazı Tespitler Ve Ziyaretgâhlarıyla İlgili Halk Efsaneleri (Şatıroba Köyü Örneği) DOĞANŞEHİR ALEVİLERİNİN MUHARREM AYINDAKİ İBADETLERİNE DAİR BAZI TESPİTLER VE ZİYARETGÂHLARIYLA İLGİLİ HALK EFSANELERİ (ŞATIROBA KÖYÜ ÖRNEĞİ)1* Some Observations On The Worships Of Doğanşehir Alevis In The Month Of Muharram And On The Folk Legends About Their Sacred Sites (The Example Of Şatiroba Village) Hasan ÇELİK2** Serkan BALCI3*** Özet Anadolu Aleviliği; Anadolu insanının kültürel hafızasının İslam formuyla şekillenmesi ve yorumlanması süreçlerinin toplamını ifade etmektedir. Alevilikle ilgili yapılan çalışmaların birçoğunun Aleviliğin doğuşu ve tarihsel gelişimine odaklanması, Anadolu’da yaşayan/yaşatılan Aleviliğin saha araştırmaları açısından yeterli düzeyde ele alınamaması neticesini meydana getirmektedir. Bu çalışma; Aleviliğin doğuşu ve tarihsel gelişmesi ile ilgili görüşlerin dışında kalarak alan araştırmasından elde edilen veriler ışığında Doğanşehir (Malatya) Alevilerinin Muharrem ayındaki ibadetlerine dair bazı tespitleri ve Doğanşehir Alevilerinin ziyaretgâh olarak (kutsal mekan) kabul ettikleri “Nesim Dede Ziyaretgâhı” ile ilgili halk efsanelerini araştırmacıların ilgisine sunmak üzere kaleme alınmıştır. Çalışmamızın bir başka yönü ise yörede yaşamakta olan Alevilerin adâp ve erkânlarının uygulamasına dönük tespitlerde bulunmasıdır. Özellikle şehirleşme sürecinin başlamasıyla soğumaya yüz tutan dede - talip ilişkilerinin yöredeki adâp ve erkânların uygulanması hususunda boşluklar meydana getirdiğini gözlemlemiş bulunmaktayız. Dolaysıyla ayin-i cemleri gören geçmiş kuşakla, meydan görmeden büyüyen yeni kuşağın kültürel hafızalarının ayrı oluşunun sancıları günümüze aktarılan en büyük çatışma noktalarından biridir. Çalışmamız bu açıdan anlam taşımaktadır. Ayrıca çalışmayla Nesim Dede Ziyaretgâhı etrafında gelişen sözlü kültür unsuru olan menkıbe veya efsanelerle büyüyen geçmiş kuşakların, yörenin Alevi kültür havzasına taşıdıkları bu birikimlerini günümüz kuşağına aktarılmasını amaçlamaktayız. * ** *** Bu makalenin içerik açısından olgunlaşmasına görüş ve önerileriyle katkı sunan CEM Vakfı Malatya Şubesi Başkanı Sayın Eşref Doğan’a ve eğitimci Sayın Mustafa Bahadır Ertaş'a teşekkür etmeyi borç biliriz. Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Tezli Yüksek Lisans Öğrencisi. E-posta: [email protected] Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Halk Bilimi Anabilim Dalı Doktora Programı Öğrencisi. E-posta: [email protected] Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 67 Hasan ÇELİK-Serkan BALCI Anahtar Kelimeler: Alevi, Bektaşi, Sünni, Matem, Efsane, Doğanşehir, Menkıbe, Nesim Dede Ziyaretgâhı. Abstract Anatolian Alevism refers to the totality of the processes of the formation and interpretation of the Anatolian people’s cultural memory with the Islamic form. The Alevism currently lived / kept alive in Anatolia is not sufficiently addressed in field studies because of the fact that many studies carried out on Alevism focus only on the birth and the historical development of Alevism. Keeping outside of the views on the birth and the historical development of Alevism, this study aims to offer you researchers some observations on the worships of Doğanşehir (Malatya) Alevis in the month of Muharram and on the folk legends about their “Nesim Dede Ziyaretgâhı” (The Sacred Site of Nesim Dede). Observations regarding the customary practices of the Alevis living in the region constitute another aspect of the study. We determined that some gaps have occurred in the customary practices of the regional community because of the fact that the relationship of dede (spiritual teacher) and talip (seeker) has been waning especially due to the progression of the urbanization process. This process has become a source for one of the greatest disagreements developing between the older generations who regularly performed Cem Rituals (gathering) and the younger generations who grow without seeing a maidan (the central scene of such a sacred gathering). Our study carries meaning by this way. Furthermore; by this study, we aim at transfering this accumulated knowledge which has been carried to local Alewish cultural area by the older generations who had been grown with legends and epics being an element of verbal culture and being developed around Nesim Dede Monument, to today generations. Keywords: Alevi, Bektashi, Sunni, Mourning, Legend, Doğanşehir, Sacred Site of Nesim Dede I. Giriş Söz konusu çalışmamız, saha araştırmaları ve derlemelerinden elde edilen bilgilerden oluşturulmuştur. İslamiyet’in farklı tasavvufi yorumlarla ele alınması olgusu bu toprakların sahip olduğu irfâni geleneklerin zenginliği kadar çokluk arz 68 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Doğanşehir Alevilerinin Muharrem Ayındaki İbadetlerine Dair Bazı Tespitler Ve Ziyaretgâhlarıyla İlgili Halk Efsaneleri (Şatıroba Köyü Örneği) etmektedir. Toplumsal hafızalarında ki inançlarını bu yeni dinin formuyla zenginleştiren Alevi/Kızılbaş toplumlarının sözlü (oral) kültür hafızalarının en önemli taşıyıcıları olarak “menkıbeleri” ve ya “efsaneleri” örnek verebiliriz. Sözlü (oral) kültürün egemenliğinde yürütülen bu halk İslamlığı, kendi dinamikleri içerisinde değerlendirilebilecek kadar zengin bir hafızaya ve sosyolojik bir geçmişe sahiptir. Şüphesiz ki Alevi/Kızılbaş toplumunun sahip olduğu yazılı kaynaklardan beslenen bir hafızasının da oluşmuş olması alanla ilgili karşımızda duran bir diğer olgudur. Çalışmamızda Doğanşehir’de yaşamakta olan Alevi toplumunun (özelliklede Balıyan Aşiretine mensup canların) ziyaretgâh olarak kutsal kabul ettikleri ve tahminen üç asırlık bir geçmişe sahip olan Nesim Dede Ziyaretgâhı etrafında oluşmuş olan sözlü kültürün unsurlarını ve yörede ki Alevi/Kızılbaş yorumuyla yaşatılmakta olan Muharrem ayı ibadetlerini siz araştırmacıların ilgilerine sunacağız. Doğanşehir Alevilerinin ocak yapılanması ve erkân hizmetlerinin yürütülmesi geçmiş dönemlerde üç farklı ocağın temsilcileri aracılığıyla yapılmıştır (K4, K13). Bu Ocaklar; Ağuiçen, İmâm Zeynel Abidin ve Kalender Abdal (Dede) Ocaklarıdır. Doğanşehir’in kendi yerleşik halkı olarak bilinen ve yörenin en büyük Alevi nüfusunu da oluşturan Balıyan Aşireti’de Ağuiçen Ocağının taliblerinden meydana gelmektedir. Söz konusu tespitlerimize, özellikle son yıllarda Adıyaman ili ve ilçelerinden Doğanşehir’e göç etmiş olan Alevi kesimini dahil etmemekteyiz. Alan araştırmamızın sahasını teşkil eden Şatıroba Köyü, Malatya ilinin Doğanşehir ilçesine bağlı bir köydür. Doğanşehir ilçesi, Malatya ili sınırları içerisinde Alevi tasavvufuna mensup insanların da yaşadığı ilçeler arasındadır. Örneklem olarak seçtiğimiz Şatıroba Köyü ile Doğanşehir’e bağlı diğer Alevi köylerinin inanç, ibadet ve yaşam şekillerinin küçük nüanslar dışında tamamen benzerlik gösterdiklerini gözlemleyebiliyoruz. Doğanşehir ilçesinde Alevi irfâni geleneğine sahip yurttaşların yaşamakta oldukları en eski kuruluş tarihine sahip olan köy, Eskiköy’dür.4 Şatıroba Köyü5 de Eskiköy’den ayrılanlar tarafından kurulmuştur. Muharrem ayı, Alevi tasavvufuna mensup olan insanlar tarafından en kutsal 4 5 Sözlü anlatımlara göre Eskiköy, Malatya il merkezine 55 km.lik mesafede Malatya – Adana devlet yoluna da 8 km.lik bir uzaklıkta kurulmuş bir köydür. İdari olarak Doğanşehir’e bağlı olan köyün kuruluşunun 1514 olduğu söylenmektedir. Söylenceye göre köy, Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail’in siyasi çekişmesinden dolayı Yavuz Sultan Selim’in takındığı acımasız tavırdan kaçanların kurmuş olduğu bir dağ köyüdür (K10 ve K13 ile yapılan röportaj). Kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber köyde yaşamakta olan yaşlıların ifade ettikleri zaman dilimleri 1880 ve 1890’dır (K1, K2, K3, K4, K5, K6, K7, K8, K9). Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 69 Hasan ÇELİK-Serkan BALCI ay sayılmaktadır. Çünkü Hz. Muhammed [sav.] Efendimizin, “O, cennet çocuklarının efendisi (seyyidi)dir” dediği torunlarından olan İmam Hüseyin’in Hicri 61 (10 Ekim 680)’de Kerbela’da yarenleriyle şehit edildiği aydır (Ünlü, 2008: 120). Onun içindir ki “matem” ya da “yas-ı muharrem” ayı olarak da adlandırılmaktadır. Bu günde (on Muharrem’de) gerçekleştiğine inanılan; Hz. Musa ve İsrailoğuları’nın Firavun’un zulmünden kurtulmaları, Hz. Eyyüp’ün hastalığından kurtulup şifa bulması, Hz. Nuh’un gemisinin Cudi Dağına oturması, Hz. Adem’in ve Hz. Davud’un tövbesinin kabul edilmesi, Hz. Yunus’un balığın karnından çıkarılması, Hz. Musa’nın ve Hz. İsa’nın doğumları, Hz. İbrahim’in ateşten kurtulması, Hz. Yakup’un kapanan gözlerinin görmeye başlaması gibi bir çok olayın meydana gelmesinin yanı sıra On İki İmamdan biri olan Hz. Hüseyin ve On Dört Masum-u Pak olmak üzere toplam yetmiş iki kişinin bu günde şehit edilmesi, özellikle de Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi yani Kerbela Olayının (680) bu günde meydana gelmesi, Alevilerde bitmek bilmeyen, acısı dinmeyen bir yasın sürdürülmesine sebep olmuştur. Bu, aynı zamanda Alevilerin inanç ve ibadetlerinin de belirleyici öğesi ve ilkesi haline gelmiştir. Yine bu günde gerçekleştiğine inanılan, Hallac- ı Mansur’un ve Pir Sultan Abdal’ın asılması, Fazlı’nın hançerlenmesi de diğer önemli yas tutma nedenleri arasında gösterilmektedir. [Burada adı geçen Fazlı, Hurufiliğin kurucusu Fazlullah Esterabâdi (ö.796/1394)’dir]. Bu nedenlerden dolayı her yılın Muharrem ayında on iki günden az olmamak üzere, yer yer on beş güne varan bir süre yas tutulur. Hz. Hüseyin başta olmak üzere Kerbela şehitlerine6, On İki İmamlara bağlılık duyguları daha da canlanır (Haydar Gündoğdu’dan aktaran Yıldırım, 2011: 77-78; ayr. bkz. Er, 2014: 114-115). Alevilik algısında Muharrem ayının kutsallığına ve Ehl-i Beyt’in taşıdığı değerlere bir de şu açıdan bakmak gerekiyor. Hz. Peygamber’in, “Veda Haccı”ın da söylediği şu sözler, Ehl-i Beyt’e dolaysıyla da Hz. Hüseyin’e verilen önemi bir kez daha gün yüzüne çıkartmaktadır. Hz. Peygamber; 15 Mart 632’de, “Gadir-i Hum” denilen yerde kendisini dinlemekte olan Müslüman kitleye şöyle seslenmiştir: Ey Müminler! Allah’ın doğru yolunda, size rehberlik edecek iki emanet bırakıyorum. Bunların ikisi 6 70 Kerbela faciasında, Hz. Hüseyin’le birlikte Kerbela’ya giden ve şehit olanlardan Hz. Ali’nin ailesine mensup olanlar: Şehit olan Hz. Ali’nin oğulları: 1. Hazreti Hüseyin, 2. Hazreti Abbas, 3. Hazreti Cafer, 4. Hazreti Osman, 5. Hazreti Muhammed Ali, 6. Hazreti Ali Asgar, 7. Hazreti Ebubekir, 8. Hazreti Abdullah, 9. Hazreti Akil. Hazreti Hasan’ın çocukları: 1. Hazreti Ebu Bekir, 2. Hazreti Kasım, 3. Hazreti Abdullah. Hazreti Hüseyin’in çocukları: 1. Hazreti Ali Ekber, 2. Hazreti Abdullah. Hazreti Akil’in çocukları: 1. Hazreti Abdullah, 2. Hazreti Cafer, 3. Hazreti Abdurrahman, 4. Hazreti Müslim (Sezgin, 2012: 445-446). Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Doğanşehir Alevilerinin Muharrem Ayındaki İbadetlerine Dair Bazı Tespitler Ve Ziyaretgâhlarıyla İlgili Halk Efsaneleri (Şatıroba Köyü Örneği) de kesin olarak birbirinden ayrılmaz ve kıyamete kadar birlikte bana gelirler. Bunlardan birincisi Kur’an, ikincisi Ehl-i Beyt’imdir. Bunu rabbimden ben diledim. Allah’a kelamı olan bu ipe yapışır. Ehl-i Beyt’in izinden çıkmazsanız, benden sonra yolunuzu yitirmezsiniz (Tur, 2002: 81; Şık, 2014: 251-253; Uluçay, 1998: 20; Bedri Noyan Dedebaba’dan akt. Aydın, 2006: 66). Hz. Peygamber’in, İslam dünyasına emanet olarak bıraktığı “Ehl-i Beyt”in, o günkü koşullarda en önemli kişisi bizatîhi İmam Hüseyin’in kendisidir. Onun için Hz. Peygamber’in emanetine ve Hz. Ali’nin de evladına tarihsel süreçlerin biriktirdiği derin bir “saygı ve sevgi” söz konusudur. Hz. Res’ul’ün, ümmetine bıraktığı emanetlerinden birisi olan “Ehl-i Beyt”ten olan asafların, yine Hz. Res’ul’ün ümmeti olduklarını söyleyenler tarafından “katledilmeleri” tarih bilimi açısından da önemli bir kırılma noktasıdır. Ayrıca Sayın Seyit Derviş Tur’un, Sayın Yusuf Şevki Yavuz’un ve 50 (K12) yaşındaki katılımcının da belirttikleri bazı hadiseler yine Aleviler nezdinde Muharrem ayının kutsallığına açıklık getirmektedir: Adem Ata’nın tövbesinin kabul edildiği günün, İbrahim Peygamber’in Nemrut’un ateşinde yanmadığı günün, Nuh Peygamber’in gemisinin karayı bulduğu günün, Musa Peygamber’in kavmini Firavun’dan kurtardığı günün, Yunus Peygamber’in balığın karnından kurtulduğu günün, Eyüp Peygamber’in dertlerine şifa bulduğu günün ve Yakup Peygamber’in oğlu Yusuf’a kavuştuğu günün Muharrem ayına denk gelmesi, bu ay’ı kutsal kılan diğer hadiselerdir (Tur, 2002: 184-185; Yavuz, 1991: 25). Alevilere göre oruç denildiğinde akla öncelikle Muharrem orucu gelir. Muharrem orucu ya da diğer bir adıyla On İki İmam Orucu tutmak Anadolu, Rumeli, Irak ve İran’daki Alevilere has bir uygulamadır. Yaygın bir kanaatin aksine “On İki İmam Orucu” Hz. Ali’ye ve Ehl-i Beyt’e bağlılıklarıyla bilinen Şii, Caferi ve Arap Alevilerince zorunlu bir oruç olarak görülmez. Şii ve Caferiler İmam Hüseyin’in şahadet günü olan 10 Muharrem’i yas günü olarak anarlar fakat yas orucu tutmazlar (Dedekargınoğlu, 2014: 35). Eşref Doğan Dede ile gerçekleştirdiğimiz sözlü mülakatta da Sayın Doğan, Hatay yöresinde ki tecrübelerini bizimle şu şekilde paylaştı: Arap Alevisi (Alevi Nusayri) kardeşlerimiz matem orucunu tutmazlar. Çünkü onlar On İki İmam(lar)’n öldüğüne inanmazlar!.. Ölmediğine inandıkları içinde matem orucunu tutmazlar. Nusayrilere göre Hüseyin de hep diridir (Doğan, 28.10.2014). Hakeza benzer bilgileri araştırmacı Piri Er’de şu şekilde aktarmaktadır: Anadolu’da yaşayan Nusayri gruplarca da Ramazan ayında otuz gün oruç tutulmakta, Muharrem ayında Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 71 Hasan ÇELİK-Serkan BALCI oruç tutulmamaktadır. Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit edildiği 10 Muharrem günü, On İki İmamlar için dua edilip, Hz. Muhammed, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’e salâvat getirip, kurban kesip ve hırısi pişirilerek adak dağıtılmaktadır. Hatay’dan Şıh Nasreddin Eskiocak; ‘Biz 10 Muharrem’i diğer Aleviler gibi matem günü olarak değil, bayram günü olarak kutlarız. Çünkü o gün Hz. Hüseyin’in Cennetle müjdelendiğine inanırız.’ diyerek” konuyu bu şekilde ifade etmektedir. Ayrıca; “Arnavut Bektaşilerinde Muharrem ayında 10 gün oruç tutulmakta, 10. gün tutulan oruç o gün yapılan aşure ile açılmaktadır. Oruç ile ilgili pratikler Anadolu Aleviliği ile ortaklık göstermektedir. Farklı bir uygulama olarak Muharremin yedisinde Hz. Hüseyin için helva kavrulmaktadır” (Er, 2014: 105). II. Doğanşehir Alevilerinin Muharrem Ayındaki İbadetlerine Dair Bazı Tespitler Genelde İslam coğrafyasının tamamı olmak üzere, özelde ise İmam Hüseyin’i temel değerlerinden biri olarak algılayan tasavvufi yorumların tümünde olduğu gibi Doğanşehir Alevileri de bu ayda dünyevi işlerden uzaklaşarak yas’larını7 tutmakla meşgul olurlar. Doğanşehir Alevilerinin Muharrem ayı ibadet ve uygulamalarını8 üç 7 Aleviliğin tasavvuf anlayışında “Hakk Âşıkları” asla ölmezler. Ölen, sadece bedenleridir yani beşer olan cesetleridir. Âşıkların taşıdığı mananın çiğnenmesi ya da anlaşılmaması “hakiki ölüm”dür. Âyin-i cemlerde İmam Hüseyin ve Kerbela şehitleri için gözyaşı dökülmesinin temel nedeni de budur. Konuyla ilgili eksik bilgileri Hıdır Abdal Ocağı Evlatlarından Sayın Ali Rıza Uğurlu Dede şu şekilde tamamlamıştır: “Aleviler, İmam Hüseyin’in şehit edilişine ağlamazlar! Yüzyıllardır Alevi toplumu İmam Hüseyin’in taşıdığı değerlerin çiğnenmesine ve O’nun manasının anlaşılmamasına (o değerlerin öldürülmesine) ağlarlar. Aslında Hüseyin ‘insanlığın vicdanıdır’ ve bizler o vicdanın katledilmesine ağlarız çünkü o eşik insanlığın da öldürüldüğü eşiktir” (19.01.2015). Bu dünya ol ahiretten içeri, Âşıkın yeri var kimseler bilmez, Yunus öldü diye sala verirler, Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez [Yunus Emre]. 8 72 Akademisyen Erdal Yıldırım’n Tunceli Alevileri üzerine kaleme aldığı makalesinde, Muharrem orucunun Alevi toplumunda ki benzerlikleri dikkat çekmektedir. Bizlerin Doğanşehir Alevilerinden derlediğimiz saha bilgilerin benzer verilerini Sayın Yıldırım da Tunceli’de elde etmiştir: “Aleviler, oruca yatarken niyet ederler. Gecenin on ikisinden önce aşırı doymamak kaydıyla yemek yerler. Artık on ikiden sonra hiç bir şey yemezler. Yani gece sahura kalkmazlar. Oruçlu olunan günler içerisinde yani matem süresince su içmezler. Fakat çay, kahve, meyve suyu gibi sulu içecekler içerler. Yine et, yumurta, soğan, bal yemezler. Oruçlu iken kazayla parmağını veya herhangi bir yerini kesen kişinin orucu bozulur. Çünkü bu ayda kan çıkması lanet olarak görülür. İftar ya da Alevilerin deyimiyle “ağız mührü”nü bozmak için belli bir vakit yoktur. Güneş battığında akşamın herhangi bir saatinde ağız mührünü hurma ya da üzümle bozarlar” (bkz. Yıldırım, 2011: 80). Bölgede araştırmalar yapan bir başka akademisyen olan Dr. Hiroki Wakamatsu ise elde ettiği bilgileri şöyle açıklamaktadır: “Doğu Müslüman dünyası yani İran, Suriye, Irak ve Kafkaslardan Anadolu’ya kadar uzanan geniş bir bölgede, Muharrem ayının onuncu günü anılan gündür. Âşûra, zaten kelime itibariyle Arapça kökenlidir ve ‘aşara’ demek ‘on’ demektir. O gün İslam dünyasında Hz. Peygam- Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Doğanşehir Alevilerinin Muharrem Ayındaki İbadetlerine Dair Bazı Tespitler Ve Ziyaretgâhlarıyla İlgili Halk Efsaneleri (Şatıroba Köyü Örneği) önemli evrede ele almak mümkündür: A – Oruca başlamadan önceki evre B – Oruçlu olunan evre C – Oruç bitimindeki evre II. A – Oruca Başlamadan Önceki Evre Doğanşehir Alevilerinin Muharrem ayında tuttukları oruç sayısı on beş gündür. İlk üç gün kaynak şahıslarımızın verdiği bilgiye göre “Masum-u Pak’lar” 9 orucu olarak Muharrem orucunun başlangıcına üç gün kala tutulur (K1, K2, K3, K4, K5, K6, K7, K8, K9, K13). [Masum-u Paklar için tutulan oruç, tamamen kişisel isteğe bağlı ve Muharrem ayı orucu gibi ‘sosyal yaptırıma’ tabi değildir]. Matem orucuna, kurban bayramından sonra ki 20. günde başlanır (K4, K9, K12, K13/ Yaman, 2011: 241). Matem orucuna ise şu şekilde niyet edilir: berimizin (s.a.v.) torunu İmâm Hüseyin Kerbela olayında şehit olduğu gündür. Şii inançlarına göre, Muharrem ve Sefer ayları matem ayları olarak kabul edilmektedir. Kerbela olayında hasta olması nedeni ile İmâm Zeynel Abidin’in kurtulması ve Hz. Ali’nin soyunun devam etmesi nedeni ile de Allah’a şükür ederler. Günümüzdeki Dersim’de, Hz. Hüseyin’in Kerbela’daki acısı başta olmak üzere, On İki İmamların acılarını anmak ve anlamak amacıyla, Muharrem matemi tutulur. Matem süresince kesici alete el sürülmez ve kurban kesilmez, et yenmez. Dersim’de Muharrem ayının ilk on iki günü boyunca oruç tutulur. Orucun ardından Muharrem ayının on ikinci günü sabahtan, on iki çeşit farklı malzemeden oluşan tatlı hazırlanır ve komşulara dağıtılır” (Wakamatsu, 2014: 101). 9 On Dört Masum’un hepsi çok küçükken şehit edilmiş olan imam çocuklarıdır. “Masum” sözcüğü Arapça kökenli bir sözcük olup “suçsuz, günahsız, temiz ve saf” anlamlarını taşır (bkz. TDK Sözlüğü). Bunun yanı sıra, halk ağzında da “küçük çocuk” anlamına gelir. İsimleri: 1. Masum: Muhammet Ekber, İmam Ali’nin oğludur. Kırk günlük iken şehit edilmiştir. 2. Masum: Abdullah Ekber, İmam Hasan’ın oğludur. Yedi yaşındayken şehit edilmiştir. 3. Masum: Abdullah Ekber, İmam Hüseyin’in oğludur. 4. Masum: Kasım, İmam Hüseyin’in oğludur. Üç yaşındayken şehit edilmiştir. 5. Masum: Hüseyin, İmam Zeyne’l-Abidin’in oğludur. Altı yaşındayken şehit edilmiştir. 6. Masum: Kazım Sait, İmam Zeyne’l-Abidin’in oğludur. Dört yaşındayken şehit edilmiştir. 7. Masum: Ali el Aktar, İmam Muhammed Bakır’ın oğludur. Dört yaşındayken şehit edilmiştir. 8. Masum: Abdullah Asgar, İmam Cafer-i Sadık’ın oğludur. Üç yaşındayken şehit edilmiştir. 9. Masum: Yahya el Hadi, İmam Cafer-i Sadık’ın oğludur. On yaşındayken şehit edilmiştir. 10. Masum: Salih, İmam Musa Kazım’ın oğludur. 11. Masum: Tayyib, İmam Musa Kazım’ın oğludur. 12. Masum: Cafer, İmam Muhammed Taki’nin oğludur. 13. Masum: Cafer, İmam Hasan Askeri’nin oğludur. 14. Masum: Kasım, İmam Ali Naki’nin oğludur. Üç yaşındayken şehit edilmiştir. (Bkz. Seyyid Ahmet Rıf’at Efendi, Mir’atü’l-Mekasıd, ss. 225-226, H.1293, İstanbul; Seyit Derviş Tur, Erkânname, Erenler Yayın, ss. 319, 2002, Almanya; Mehmet Yaman, Alevilik –İnanç, Edep, Erkân-, Demos Yayınları, ss. 264, 2011, İstanbul). Araştırmacı Piri Er’de önceden tutulan bu oruçla ilgili olarak şu bilgileri aktarmaktadır (Er, 2014: 106): “Anadolu Alevileri açısından asıl olan Muharrem ayında 12 gün süreyle tutulan oruçtur. Muharrem orucunun öncesinde bazı ‘yol’ mensuplarınca 3 gün de ‘karşılama’ adı verilen oruç tutulmaktadır ki bu orucun Hz. Hüseyin’in elçi olarak Küfe’ye gönderdiği ve Yezit kuvvetlerince şehit edilen amcazâdesi Müslim Akil ve iki oğlu için tutulduğu” da ifade edilmektedir. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 73 Hasan ÇELİK-Serkan BALCI Bism-i Şah Allah Allah… Er Hak Muhammed – Ali aşkına… İmam Hüseyin efendimizin susuzluk orucu niyetine… Kerbela’da şehit olanların temiz ruhlarına… Fatma anamızın şefaatine… On iki imamların aşkına oruç tutmaya niyet eyledim… Hak ulu dergâhına kabul eylesin ( K4, K11, K12, K13 / Yaman, 2011: 242). Doğanşehir Alevileri, matem ayı boyunca bıçağın ele alınmasına ve bıçakla herhangi bir şeyin kesilmesine pek sıcak bakmazlar. Örneğin İmam Hüseyin’in başının gövdesinden ayrılarak kesilmesinin bir izdüşümü olarak bıçakla herhangi bir baş kesilmez, bu bir soğanın başı olsa bile. 85 yaşındaki katılımcı (K1)10 bize bununla ilgili bir anısını şöyle anlatmaktadır: “Rahmetli babam oruca niyet etmeden önce, oruç sırasında soğan kesmemek ve eline bıçak almamak için soğanları getirir 12 dilime ayırır (her İmam için bir dilim) ve bir kapta saklardı. Soğan yemek istediğinde de o kaptan alır yerdi ama kesinlikle oruç zamanı eline bıçak almazdı…” Akabinde 50 yaşındaki katılımcımız (K12), bıçağın ele alınmamasının nedenlerini şöyle açıklamaktadır: “Bizim inancımızda, Muharrem ayında soğanın başı kesilmez. Birinci nedeni Hz. Hüseyin’e yapılan zulmü anımsatır, ikinci neden ise soğanın “canlı” vasfını taşımasıdır. Baharda toprağa diktiğimiz soğanın yeşerdiğine hepimiz tanıklık etmişizdir. Aynı şekilde yumurtada kırılmaz çünkü o kıracağınız yumurtayı bir tavuğun altına koyun, size civciv olarak geri dönecektir, orada da canlılık vardır. Böylesi bir ayda, biz can’a nasıl kıyarız ki?..” şeklinde konuşmuştur. II. B – Oruçlu Olunan Evre Orucun tutulduğu zaman diliminde şu hususlara dikkat edilmektedir: 1 – İmam Hüseyin’in susuzluğunu anlamak için saf su içilmemesi. 2 – Kurban kesilmemesi ve kesinlikle kan akıtılmaması. 3 - Soğanın başının koparılmaması ya da canlı unsuru taşıdığı için yumurtanın kırılmaması. 4 – Saç ile sakalın kesilmemesi –ki bunun aksinin süslenme olarak nitelendirilmesi-kadınların matem (siyah) rengi elbise giyinmeleri ve banyo yapılmaması (sudan uzak durulması). 11 10 85 yaşındaki katılımcımız Sayın Meryem ÇELİK’in, kendisiyle gerçekleştirilen mülakatın üzerinden yaklaşık bir yıl sonra Mart 2012’de ve 72 yaşında ki diğer bir katılımcımız olan Sayın Fatma İLHAN’ın da mülakattan yaklaşık iki yıl sonra Ağustos 2013’de vefat ettiğini öğrenmiş bulunmaktayız. Hakk’a yürümüş olan merhumelere rahmet ve yakınlarına da sabırlar diliyoruz. 11 85 yaşında ki katılımcımız (K1) bu kuralın değiştiği ve değişmesinin de gerekli olduğunu ifade et- 74 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Doğanşehir Alevilerinin Muharrem Ayındaki İbadetlerine Dair Bazı Tespitler Ve Ziyaretgâhlarıyla İlgili Halk Efsaneleri (Şatıroba Köyü Örneği) 5 – Eğlence ve düğünlerin yapılmaması (bu tür ortamlara girilmemesi) ve nikâhların kıyılmaması. 6 – Cinsel ilişkide bulunulmaması ve eşlerin yataklarını ayırmaları. 7 – Süslenmeye gireceği için evde bulunan aynaların ters çevrilmesi. 8 - Et yenilmemesi ve Hakk’a yürümüş olan kişiler için yapılan 3. veya 40. gün lokmalarının ileri bir tarihe ertelenmesi. 9 - Kalp kırılmaması için ağza manevi mühür vurulması (K1, K2, K3, K4, K5, K6, K7, K8, K9, K12, K13). Oruca akşamdan niyet edilerek başlanmakta ve güneşin batımına çok yakın, henüz kızıllığın tam olarak kaybolmadığı bir zaman zarfında, tutulan oruçlar açılmaktadır. Akşamdan niyet edilen orucun, gün sonunda açılmasına kadar geçen zamanda ağza mühür vurulur ve nefis uyutulur. Doğanşehir Alevilerinde oruç açma genellikle kuru üzüm12 ile yapılmaktadır (K1, K2, K3, K4,K12, K13). Oruç açılırken şu dualar okunmaktadır: Bism-i Şah Allah Allah… İmam Hüseyin’e, onun soyuna ve dostlarına selam olsun… Yezid’e, onun soyuna ve yandaşlarına yüz bin lanet olsun… Yüce Allah, İmam Hüseyin aşkına tuttuğumuz oruçları kabul eylesin… Gerçeğe HÜ mümin’e ya ALİ…” (K4, K11, K12, K13). Ya da; “Evvel Allah diyelim, kadim billâh diyelim… Geldi Ali sofrası, Hakk verdi biz yiyelim. Şah yürüsün diyelim (K12; Uluçay, 1998: 84). Bölgedeki uygulamaya göre oruç açıldıktan sonra gece yarısına kadar yemek yenilebilmektedir. Gece yarısından sonraki zaman ise gelecek güne ait sayıldığı için kesinlikle yemek yenilmemektedir (K2, K3, K4, K5, K6, K12). Oruç sonrasında sofradan, “sofra duası (gülbânk)” ile kalkılmaktadır (K4, K5, K6, K11, K12). Sofra duası ise şöyledir: Bism-i Şah Allah Allah… Nimet-i Celil, bereket-i Halil, şefaat-i Resul, inayet-i Ali, Himmet-i Veli ola… Artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin… Hak-Muhammed-Ali bereketini vere… Yiyip yedirenlere, pişirip getirenlere nur-i iman ve aşkı şevk ola… Dertlere derman hastalara şifa ola… Gittikleri yerde gam ve keder görmeye, lokmalarınız kabul ola… Üçlerin, 12 miştir: “Yas ile pas (kirlilik) bir arada olmaz. Temiz olmak insana yakışan en güzel davranıştır” şeklinde açıklamalarda bulunmuştur. Bahsedilen üzüm; yörede yetişen ve hurmayı anımsatan yapısıyla dikkat çeken, köylülerce de “peygamber üzümü” olarak adlandırılan üzümdür. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 75 Hasan ÇELİK-Serkan BALCI Beşlerin, Yedilerin, On İki İmamların, On Dört Masumu Pakların, On Yedi Kemerbestlerin, Kırkların, rical ül gayp erenlerin ve Pir dergâhına yazıla… Yiyene helal, yedirene delil ola… Hakk saklaya, Hızır bekleye… Gerçeğe HÜ mümin’e ya ALİ... (K4, K11, K12, K13 / Sezgin, 2012: 311-316; Uluçay, 1998: 85-86). Oruç süresince, köyde yaşayanlar her Cuma akşamı (Perşembe’yi, Cuma’ya bağlayan akşam olarak belirtelim; yani Ayin-i cem’lerinde yapıldığı akşam) komşularına dağıtmak için tereyağlı pişirilen büyükçe bir ekmeği hazırlamaktadır. Toplamda on iki ekmek pişirmek ve dağıtmak çok büyük sevap olarak algılanmaktadır (K4, K5, K6, K7). Ancak günümüzde bu geleneğin kaybolduğunu söyleyebiliriz (K1). II. C – Oruç Bitimindeki Evre On iki gün boyunca tutulan oruçların tamamlandığı gün, on ikinci günün öğle saatleridir. Katılımcılara; on bir günün tam, on ikinci günün yarım tutulmasının neden(ler)ini sorduğumuzda şöyle bir cevap alma imkânı bulduk: “On ikinci günü topal biliriz, diğer günler gibi değildir. Çünkü Kerbela’dan kurtulmuş olan İmam Zeynel Abidin’e (4. İmam) ve ölmemiş olan, sırr-ı hakikate karışmış İmam Mehdi’ye (12. İmam) ait biliriz. Hakk’a şükür için umutsuzluk taşımadığımızı böylece belirtiriz” (K1, K5, K12). Diğer katılımcılarda (K1, K4, K12, K13) o günün şartlarında, İmam Zeynel Abidin’in -Efendimizin- kurtuluş müjdesinin farklı günlerde duyulması sebebiyle kimi yerlerde 13. günün sabahı aşurelerin kaynatıldığını ifade etmişlerdir. Katılımcıların ve Alevi inanç önderi / araştırmacı (merhum) Mehmet Yaman’ın (ö. 2014) belirttiği gibi, aşurenin başlangıcında “şükür kurbanı”nın kesilmesi de önemli bir erkândır. Yaman’a göre; ‘Oruç, kurban ve aşure, İmam Zeynel Abidin’in sağ – salim kurtulmasının simgesidir’ (Yaman, 2011: 242). Yine (merhum) Bedri Noyan Dedebaba da (ö. 1997) konuyla ilgili şu açıklamalarda bulunmuştur: ‘Muharrem matemi, Muharrem ayının 1’inden 10. gün öğle vaktine kadar su orucu tutulur. Kerbela’da ölümden kurtulan Hz. Zeynel Abidin’in imam oluşu ve Hz. Hüseyin’in defnedildiği on ikinci günü aşure kaynatılır. Su orucu 10 Muharrem öğle vakti biter fakat matem on ikinci güne kadar sürer’ (Aydın, 2006: 67). Bir diğer araştırmacı Piri Er’inde konuyla ilgili açıklamaları şu şekildedir: “Anadolu Alevi-Bektaşileri 10 Muharrem’i hem bir matem günü, hem de bayram olarak değerlendirirler. Çünkü Hz. Hüseyin 10 Muharrem 680’de Yezit orduları tarafından Kerbela’da önce susuz bırakılıp daha sonrada başı kesilmek suretiyle şehit edilmiştir. Ancak oğlu Zeynel Abidin Kerbela’dan sağ 76 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Doğanşehir Alevilerinin Muharrem Ayındaki İbadetlerine Dair Bazı Tespitler Ve Ziyaretgâhlarıyla İlgili Halk Efsaneleri (Şatıroba Köyü Örneği) kurtulmuş ve On İki İmamlar O’nun neslinden yürümüştür. İlk aşurenin yapılışına kaynaklık eden ‘dardan kurtulup feraha erme’ motifi ile Kerbela Olayındaki Zeynel Abidin’in ‘dardan kurtuluşu’ motifi arasındaki içerik benzerliği dikkat çekicidir” (Er, 2014: 106). On ikinci günün öğle vaktinde hazırlanmış olan Aşure Çorbası’nın kazanı, ocaktan indirilerek bulunulan mekânın orta yere konulur. Oruçlu olan ev halkının Aşure kazanının etrafında toplanıp tek tek On İki İmamların isimlerini zikretmeleri ve Aşure gülbânkını okumalarıyla oruç açılır ve tadılacak ilk gıdanın da kazanda ki aşura olmasına dikkat edilir (K4, K5, K6, K7, K12, K13). Aşure gülbânkı şöyledir: Bism-i Şah Allah Allah… Allah, Muhammed, Ali, Oniki İmam Efendilerimizin ruhu revanları, şad ve handan ola… Münkir ve münafıklar mat ola, müminler şad ola… Lokmalarımız dertlere deva ola… Matem-i Hasan ve Hüseyin ola… Cümlemize haklı hayırlı kısmetler verilmesi için… Nur-u Nebi, Kerem-i Ali, Pirimiz Hünkar Hacı Bektaş Veli demine Hüü… (K4, K11, K12, K13 / Yaman, 2011: 242). Katılımcıların ifadelerine göre köyde şeker bulunmadığı dönemlerde Aşure Çorbası’nda özellikle ‘üzüm pekmezi’ kullanılmasına (kendi emeklerinin bir işareti olarak) çok önem verilirmiş (K4, K5, K6, K7). Katılımcıların verdikleri bilgiye göre eskiden mazeret belirtmeden Muharrem orucunu tutmayanlara, “cem meclislerinde” dede huzurunda cezalar verilirmiş. 72 ve 50 yaşlarındaki katılımcılar (K4 ve K12) bu uygulamayı şöyle ifade etmişlerdir. Daha önceden bir ayin-i cem’de ikrar verenler şu kuralları iyi bilirlerdi: “48 Cuma’nın, Muharrem orucunun, Hızır orucunun hak olduğunu ve verilen ikrardan can verilse de asla dönülemeyeceğini.” İkrar veren canlarımız, ikrarlarına uymak mecburiyetindedirler. İkrar verme süreci o kadar çetindir ki dede, Muharrem orucu da dâhil, yola talip olanlara bir yıllık “iptida (bağlanma)” süresi verir. Eğer talip, yolun gereklerini tam anlamıyla yapacağına dair karar verirse, o zaman “cem meclisi”nde ikrar sözünü verir. Bakın, “oruç” ile ilgili olarak Seyyid Meftuni şunları söylemiştir: Aşırı tutanlar güruh-u naci, Yerde insan, gökte melek duacı, Farkına varsa, tutsa bir bacı, Cennet-i Ala’da huri sayılır. Aşırı tutana ettiler ferman, Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 77 Hasan ÇELİK-Serkan BALCI Tutmayanın derdine, bulunmaz derman, Senede kesse de yüz tane kurban, On ikiyi tutmayan, yandı sayılır. Bölgede tutulan her bir orucun bir aya tekabül ettiği ve bundan dolayı On İki İmam Orucunun tutulması gerektiği yönünde görüşler de dile getirilmektedir (K4 ve K12). III. Doğanşehir Alevilerinin Ziyaret Mekânı “Nesim Dede Ziyaretgâhı” ve Ziyaretgâhla İlgili Halk Efsaneleri III. A - Ziyaretgâh Nesim Dede Ziyaretgâhı Şatıroba Köyü ve Kelhalil Köyünün eski yerleşim yeri arasındaki Keklik Dağında bulunmaktadır. Ziyaretgâhın hangi tarihlerde kurulduğuna dair kesin bir bilgi bulunmamakla beraber saha araştırmalarında elde edilen verilerin ortaya koyduğu tahmini zaman, ziyaretgâhın 250 veya 300 yıllık bir geçmişinin olması yönündedir. Ziyaretgâh, bölgedeki Alevilerce önemli mekânlardan biri olarak görülmekte, kurban kesimi vb. erkânlara günümüzde de ev sahipliği yapmaktadır. Mevcut ziyaretgâh da; Süleyman [Özen] Dede [ö.1910], Kalender [Özen] Dede [ö.1913], Hasan [Özen] Dede [ö.1932], Nesim Özen Dede [ö.1970], Del Hüseyin Dede, Alo Dede ve Doğan Özen Dede’nin yanı sıra Leylek Ana [Deli Leylek] ve Zeynep Özen [ö.1966] Analarında kabirleri bulunmaktadır. Katılımcılarla yapılan görüşmelerin neticesinde “Özen” soyadını taşıyan “dede”lerin tamamının İmam Zeynel Abidin Ocağına mensup “dede”ler oldukları anlaşılmıştır. Ancak tarihlerden de anlaşılacağı üzere, 1934 yılında çıkarılan “Soyadı Kanunu”ndan önce Hakk’a yürümüş olan “dede”lerin mevcut kabristanları onarılırken, ailenin daha sonradan almış olduğu “Özen” soyadının tüm kabirlere yazıldığını tespit etmiş bulunuyoruz. Alan araştırması neticesinde ziyaretgâhta meftun “dede”ler arasında bir tek Del Hüseyin Dede’nin bağlı bulunduğu ‘Ocak’ tespit edilememiştir. Ziyaretgâhın olduğu bölgeye eskiden yayla yolu olarak da kullanılan patika yoldan gidilirmiş. Ancak 2008 yılında Şatıroba Köyünde ikamet eden Abuzer Çelik tarafından ziyaretgâha bir araç yolu yapılmış ve günümüzde de bu yol kullanılmaktadır. Yol yapımından sonra 2009 yılında ise mevcut kabristandaki mezarlar onarılarak mermer taşlarla düzenlenmişlerdir. Eski Kelhalil Köyünün köy mezarlığı olarak da kullanılan bölgede, bugün yerleri kaybolmak üzere olan birçok toprak yapılı mezarda mevcuttur. Ziyaretgâh (henüz) su ve aşevi gibi fiziksel yapılardan yoksundur. 78 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Doğanşehir Alevilerinin Muharrem Ayındaki İbadetlerine Dair Bazı Tespitler Ve Ziyaretgâhlarıyla İlgili Halk Efsaneleri (Şatıroba Köyü Örneği) III. B - Efsaneler a- Mekan Efsanesi: Yöre halkının dillendirdiği ve günümüze taşıdığı ilk efsane şöyledir: Del Hüseyin Dede ve Leylek Ana her Cuma (Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece) gecesi kaybolurlarmış. Bir gün Del Hüseyin’in eşi bu durumdan şüphe duymaya başlar ve Del Hüseyin Dede’yi göz hapsine alır. Fakat aynı gece (Cuma gecesi) uyandığında yine Dede’yi yatağında bulamazmış. Şafak vakti olduğunda Dede tekrar evine dönermiş... Bu hadise epeyce bir tekrar edince Del Hüseyin Dede’nin eşi artık dayanamaz ve yüreğindeki benliği kusar: Sen benden habersiz nerelere gidersin, yoksa Deli Leylek’le münasebetin mi var? der. Del Hüseyin Dede’de eşine şöyle cevap verir: Hanım; günahıma girme, bir sırrım var, söyleyemem. Eğer söylersem yol’a ihanet etmiş olurum ve yaşayamam. Ben seni aldatmadım, aldatmamda... Gel bu hırsından vazgeç!.. Fakat eşi aynı üstelemeleri diğer günlerde de devam ettirir ve Del Hüseyin Dede’yi sürekli sorgular. Yağmur da yağsa kar da yağsa elbiselerin hep kupkuru. Belli ki uzaklara gitmiyorsun. Sen Deli Leylek’i mi kendine dost tuttun?.. Ve tüm baskılara dayanamayan Del Hüseyin Dede son kez şunları söyleyerek üç gün sonra ruhunu Hakk’a teslim eder: Biz Deli Leylek’le her Cuma akşamı Adıyaman’a Ebu Zer el-Gifari’ye13 [ö.652] gidiyoruz ve onun yaralarına derman çalıyoruz. Bu ikimizin sırrıydı ve sırrı aşikâr (faş) etmek can vermektir. Ben üç gün sonra vefat edeceğim ve benden üç gün sonra da Deli Leylek de vefat edecek. Onu yakınıma defnedin. Nitekim Del Hüseyin Dede’nin dediği olur ve sırrını beyan ettikten üç gün sonra kendisi Hakk’a yürür. Kendisinin Hakk’a yürümesinin ardından bu kez de Leylek Ana canını Hakk’a teslim eder. Mezarları birbirlerine yakındır (K1 vd.). 13 Ebû Zer el-Gıfârî (ö.32 / 653): Cündeb b. Cünade b. Süfyan el-Gıfari. Lakabı Ebu Zer, Ebu Zer el-Gifari İslam’ı ilk kabul eden sahabelerden biriydi. Servet terakümü konusundaki görüş ve mücadelesiyle tanınan sahabe. Haram aylarda bile baskın yapmaktan, yağmacılıktan ve yol kesmekten çekinmeyen Gıfar kabilesine mensuptur. Ebu Zer el-Gıfari, 32 yılının Zilhicce ayında (Temmuz 653) Rebeze’de vefat etti. Diğer bazı sahabeler gibi Ebû Zer’in de İstanbul’da Ayvansaray semtinde bir makamı - kabri bulunmaktadır (Aydınlı, 1994: 266-269). Ebu-Zerr el-Ğıfârî Türbesi: Adıyaman merkezde bulunur. Ebu-Zer el-Gıfârî’nin İslam’ın ilk yıllarında, Hz. Ömer zamanında Bizans topraklarına yapılan fetihlere katıldığı ve buralarda şehit olmuş sahibelerden biri olduğu rivayet edilmektedir. Ebu-Zerr el-Gıfârî türbesi, Adıyaman’ın 5 km. doğusundaki Adıyaman merkez Ziyaret köyünde yüksekçe bir tepenin üzerinde yer alır. Türbe yöre halkı tarafından en çok ziyaret edilen mekanların başında gelmektedir. Alevî- Sünnî herkes bu türbeyi ziyaret etmektedir. Evlenecek olan çiftler, düğün konvoyu ile bu türbeye gelir ve türbenin başında mutlu olmak için dua ederler. Alevîler ve Sünnîler şifa bulmak ve çocuk sahibi olmak için buraya özellikle gelmektedir. Burada yaptıkları duanın ardından çocuk sahibi olanlar, çocukları erkek olursa ismini Abuzer koymaktadır. Bu yüzden yörede “Abuzer” isminde birçok kişi bulunmaktadır (Rençber, 2014: 214). Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 79 Hasan ÇELİK-Serkan BALCI Katılımcılarımıza Del Hüseyin Dede kimdir? sorusunu sorduğumuzda şu açıklamalarda bulunmuşlardır: Del Hüseyin Dede’nin köyde yaşayan bir akrabası yokmuş (kimsesizmiş) ve kendisi de ‘ben Dersim’den buraya geldim’ dermiş (K1, K2, K3, K4 vd.). Peki ‘Leylek Ana hakkında neler söylemek istersiniz?’ “Leylek Ana yani Deli Leylek, anadan üryan dolaşan bir kadınmış. Hizmetlerini Del Hüseyin Dede üstlenirmiş. Sağa sola tuvaletini yapsa bile Del Hüseyin Dede bizzat kendisi temizlermiş. Bizden önceki kadınların rüyalarına çok girermiş. Tüm rüyalarda da ‘Kırklar Meclisi’nde öksüz çocukları emzirdiği görülürmüş. Zemheri ayında bile göle girer yıkanır, çıktıktan sonra da sanki güneşin önündeymiş gibi hemen kurulanırmış” (K1, K2, K3, K4 vd.). b - Tarik (Kutsal Asa ya da Ağaç) Efsanesi14: 14 Tarikat erkânlarında görgüden geçen Alevi/Kızılbaşlar genelde “tarik” altında ikrar verirler. Bektaşilik’te ise aynı ikrar pençe çalma (Pençe-i Ali Aba) ile gerçekleştirilmektedir (17 Kasım 2013 tarihinde Sivas’ın Divriği İlçesi Höbek Köyünden Derviş ASLANDOĞAN Dede ile gerçekleştirdiğimiz sözlü mülakattan elde edilen bilgi). Ayrıca Çelebilere bağlı ocakların dedeleri ve Çelebilerin Alevi köylerine gönderdikleri vekilleri, cem törenlerinde tarik (erkân) yerine ellerini kullandıklarından pençeli olarak da adlandırılmaktadırlar. Bu pençe-tarik ikiliği o günlerin bir kalıntısı olarak bugün bile sürmektedir ve dedeler arasında tartışma konusudur. Asitane-i saniye olarak da bilinen Şahkulu Sultan Dergâhı’nın postnişini Mehmet Ali Hilmi Dedebaba’nın “Divan”ında bulunan şu dörtlük, tarik (erkân) kullanan Ocakzâde dedelerinden farklı olarak Hacı Bektaş Dergâhı Çelebileri ve onlara bağlı olanlara bağlı ocakların ve dedebabaların görüşlerini çok iyi yansıtmaktadır (Yaman, 2006: 60; Eröz, 2014: 84-85): Sofu niçin taptın kuru değneğe, Tapacak pençe-i Al-i abadır, Değneğe hebadır ekmek vermeğe, Ehl-i Beyt pençesi derde devadır. 80 Araştırmacı (merhum) İsmail ONARLI’nın (1949-2006) Malatya’nın Arapgir İlçesi Onar Köyü’nde ki derlemelerinden elde ettiği bilgiler aslında genel manada Alevi/Kızılbaş toplumundaki “tarik” kültüne ilişkin önemli bilgiler vermektedir (Onarlı, 2000: 167-170): Onar Köyü’nde iki dede evinde “tarik çubuğu” vardır. Kaldır Dede’nin evindekine “tarik” denir, Küçük Koca Dede’nin evindekine de “rıza” denmektedir. Bir anlatıma göre “tarik” Şeyh Hasan’a dedelerinden kalmadır. Hz. Muhammed’in Akabe’de bir ağacın altında Müslümanlardan “sadakat ve bağlılık yemini” biatı alır ve “İkrâr Cemi” yapar. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, Müslümanlar burayı kutsal kabul ederek ziyaret ederler. Halife Ömer de bu ağacı kestirir. Dallarını toplayan Müslümanlar bu sopaları, çubukları kutsayarak, “asa” olarak kullanırlar ve “sadakat andında” bunları kullanarak “yola gelme, girme” anlamında “tarik” derler. Babadan oğula miras olarak geçen “tarık”lar, Şeyh Hasan’a da böylesi bir miras olarak kalmıştır. Diğer “tarik çubuğu” ise, Onar Köyü’nden bir dede Meşhed’e İmam Rıza Dergah’ına gider: Oradan berat, hüccet, icazetnâme alarak, şecereyi de onaylatır. İmam Rıza’nın Türbesinden de “gül ağacı”ndan bir çubuk kesilerek üzerine ayetler işlenir, “Lâ feta illâ Ali lâ seyfe illâ Zülfikar” yazılarak Dede’ye verilir o da köye getirerek, tarik olarak kullanır. Bir başka söylenceye göre de, Kerbelâ Tekkesi’ne Şecere’yi onaylatmaya giden Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Doğanşehir Alevilerinin Muharrem Ayındaki İbadetlerine Dair Bazı Tespitler Ve Ziyaretgâhlarıyla İlgili Halk Efsaneleri (Şatıroba Köyü Örneği) bir dede, Hz. Hüseyin’in türbesinin bahçesinde yetişen “Seze” ağacından bir çubuk keserek 80 - 100 cm. uzunluğunda köye getirerek, “tarik” ya da “erkân çubuğu” olarak kullanır ve bu kullanılan çubuk günümüze kadar gelir. Bazıları da Cennetteki “Tuğba Ağacı”nın bir dalı olduğunu söylemektedirler.. Büyük Ocak Tekkesi’nde yıllık görgü cemi yapıldıktan sonra, en son Cuma akşamı, “Kırklar Cemi” yapılır. Şah Hatayi’den “Miraçnâme” söylenir. ‘Tarık altından geçme’ ya da ‘tarik çalma’ töreni düzenlenir. Bu tören ve eda etme şekli ve ritüelleri Hz. Muhammed’in Miraç’a gidişini ve dönüşünde “Kırklar Meclisi”ne uğrayışını sembolize eden ve uygulanan bir Cem ibadetidir. Kırklar Cemi’nde: Bir can bir vücud olunur. “Hakk ile hâk, yer ile yeksan” olunur. İnsan kendini Cem’de “Allah’ta yok (Fenâ Fillah) kılabilir” yani nefsâni arzu ve heveslerini atar... Tarik çubuğu, kat kat ipekli örtülere sarılı biçimde bir yeşil torba içinde, kiler’in ceğetinde (köşesinde) özel olarak yapılmış yerde durur. Cuma akşamları burada mum yakılır, lokmalar dağıtılır. Kırklar Cemi’nin olduğu gün, tarik’in bulunduğu eve Rehber giderek bir horoz keser ve tarik’i alarak Büyük Ocak Tekkesine getirir. Tarik, meydana girerken Gözcünün işaretiyle cemaat ve Dede ayağa kalkar. Rehber, tarik’i torbasından ve ipek örtülerden çıkararak, “Allah-Muhammed-Ali” diyerek iki başından ve ortasından öperek Dede’ye teslim eder. Dede tarik’i öpüp aldıktan sonra bir gülbank söyler. Daha sonra Zâkirler, Miracnâme’yi çalıp, söylemeye başlarlar. Musahip kardeşler tarik’in altından geçmeğe başlarlar. Dede de üç kez “Allah, Muhammed Ya Ali!” diyerek bellerine değecek biçimde vurur. Tarik’in altından geçmeden önce sofular ve bacılar da aynı şekilde üç kez öperler. Cemdekiler ise hep bir ağızdan; Dede’nin, “tarik altından geçene, suyunu içene, sorgu sual olmaya, Allah!” dediğinde, onlar da “Allah Allah, eyvallah” diyerek yakarırlar.. Tarık altından geçen sofular ve bacılar: “Ölüme dek ikrârımıza sâdık kalacağız” demek olan bu tören, aynı zamanda “eline, beline, diline, işine, eşine ve aşına” sahip olunacağının da andıdır. Tüm canlar tarik altından geçtikten sonra, “tarik erkânı bitimiyle”: Saka bir “bakraç” ve bir “ibrik” ile Dede’nin önüne gelir. Zâkirler “Hüseyini” makamında Hz. Ali’nin Hakk’a yürüyüşünü anlatan nefesi çalıp söylemeye başlarlar. Cemaatte “Allah, Allah! İllallah!..” ilahisini dört beyit şeklinde yüksek sesle terennüm ederler. Dede, tarik çubuğunu bakraç’a koyarak Saka’nın döktüğü su ile yıkar. Yine Saka’nın getirdiği hiç kullanılmamış peşgirle iyicene kuruladıktan sonra, ipeklere sararak torbasına koyar. Ve üç kez öptükten sonra, Rehber’e teslim eder. Rehber de aldığı eve götürerek yerine koyar. Saka, bakraçtaki suyu alarak “haranı” denilen bakır bulgur kaynatılan büyük kazandaki suya katarak tüm cemaate tas veya maşrapalarla dağıtılır. Bu suya, zemzem suyu denir. Şifalı ve okunmuş dualı su olduğu için herkes içer. Hastalara götürülüp içirilir... Su dağıtımından sonra Cem birlenir ve canlar, Meydan Evini terk ederler.. Kıştım Köyü’nde, büyük bir odanın ortasında bulunan ve damı tutan büyük ve eski bir direkte asılı, yeşil sargılara sarılı asa vardır ki, dışarıda kalan kısmı büyük bir yılan başına benzemektedir. Kutsal sayılan bu asaya “Kıştım Marı” ya da “Kıştım Evliyası” denmektedir. Bu asa ile ilgili değişik rivayetler öne sürülmektedir. Bu da Ağaç Kültü’nün bir gereğidir. Çeşitli kerametler ve mucizeler yüklenen “Kıştım Marı”, ev ev, yöre yöre, köy köy dolaşarak hastalara şifa dağıttığı, yoksul ve düşkünlere yardım ettiği, yolda karda iz bulamayanlara yol gösterdiği, sürüleri aç kurtlardan kurtardığı gibi rivayetler anlatılmaktadır. Mar: yılan demektir. Malatya’nın doğusunda Abdülvahap Gazi’nin bulunduğu yörede yani Eşraf Briha Dağı’nda “Mar Ahron Manastırı” vardır ki “Yılanlı Kilise”de denmektedir. Buranın keşişleri uzun asalarla (köküyle çıktığı şeklindeki sopalarla) köy köy dolaşarak vaktin birinde döşürürlermiş, bölgede kutsal sayılan bu kişilere “torbacı” denilerek dokunulmazmış. Hatta l9.yüzyıla değin bölgede Hıristiyan rahipleri bu şekilde görmek mümkünmüş. Aynı şekilde dolaşan Alevî-Bektaşî-Kızılbaş Dervişlerine de bölgede sıkça rastlanıldığını bugün yaşlılar söylemektedir. ‘Kıştım Marı Asası’ bölgedeki “Paulicien din adamlarına” ait olabileceği gibi, bir Kızılbaş Dedesi’ne de ait olabilir. Bu asa kutsanarak ve “tarik sopası” olarak kullanılarak bugüne dek gelmiştir. Orta-Asya Türklerinde ağaç nasıl kutsalsa, Anadolu’daki Alevîlerde de kutsal sayılmaktadır. Kiraz, Melhem, Kayın, Ardıç, Gü1 Ağaçlarının çubukları bazı yörelerdeki dedelerce “tarik çubuğu” olarak kullanılmaktadır. Arap kökenli Alevîler olan Nusayriler de ise, “Sakız Ağacı” kutsal sayılmakta, tarikat şeyhleri bu ağacın dallarını asa olarak kullanmaktadırlar. Bazı bölgelerde Dede, “ikrâr verip nasip alan” ya da “Müsahip” olan canlara “oniki tarik” çalmaktadır. Oniki erkân ile birlikte, Tevhid çekip, “Lâilahe İllâllah” zikriyle huşu ve vecd içinde yanlara ve öne dalgalanarak, zâkirlerin çalıp söylediği “Düvazlarla” zikretmektedirler... Daha Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 81 Hasan ÇELİK-Serkan BALCI Tarık (çubuğu), Erkân (çubuğu), Matrak, Deste-çüp, Ser-Deste, Evliya, Rıza, Asa, Sopa, Değnek, Dahanek, Mar, Zülfikar... Bunların hepsinin adap ve erkânda kullanılan anlamıyla- hemen hemen aynı anlama geldiğini kaynaklardan tespit ediyoruz.- Bir tanı yapmak icap ederse tarik kullanımı; Kızılbaşlık’ta musahiplik görevinin yerine getirildiği erkân sırasında musahip (yol kardeşi) olacak olanların yeminlerini (söz=kavl) unutmamaları için ağaç dalından yapılma (bir bakıma Hz. Ali’nin kılıcı Zülfikar’ı temsil eden) genelde yeşil bir beze sarılı olarak duran bir değneğin, miraçlama erkânından sonra musahip kavline gireceklerin sırtına Dede tarafından değdirilmesi olayıdır. Bunun haricinde bir de “tarik çalma” olgusu vardır ki bu olgu, yola uygun hareket etmeyenleri yola uymaya yönlendirmek için ya da suç işlemediği halde yola uymaya devam etmelerini sağlamak için Dedenin, taliplerini cem törenlerinde bu tarik denen sopa ile tariklemesidir. Ancak ikrar vermemiş gençler ve çocuklara tarik çalınmaz (Özgül, 2001: 34). Alevilikte tarık üzerinden atlama yoktur. “Tarık” sitem deyneğidir. Erlere vurulur. Bacıların elleri içine sürülür. Bacılara erkân vurulmaz, onlar narindir, incitilmez. Aleviler erkâncıdır, Bektaşiler pençecidir. Bu, Alevilik ile Bektaşiliğin ayrılık noktasıdır. Aleviler, görülen talip çiftine üç defa erkân (tarık) ı vururlar (sırtlara vurulur). Bacıların elinin içine üç defa sürülür. Bacıların sırtına vurulmaz. Mürşit, yere yatmış musahiplerin sırtına erkânı “Allah-Muhammed-Ali, şehitler uyana Allah” diye üç defa vurur. Yerde erkâna yatan musahipler ölmüş (şehit) sayılırlar. Zira ölmeden önce ölmek yani nefs-i emmareden beri olmak bu şekilde olur. Bu iki can şehit (ölü) sayıldığı için “Şehitler uyana Allah!” diye dua edilmiş olur ve musahipler bu sözü duyunca ellrine de tarık, “Allah-Muhammed-Ali” diye sürülür. Erkân öpülür, çiftler dizleri üzerinde halkayı dolaşarak, halkaya diz çökerek oturmuş olan bütün sofularla niyazlaşırlar. Küçükler büyüklerin elini, büyükler küçüklerin yüzünü öper (M. Naci Orhan Dede’den akt. Eröz, 2014: 128/145-146). Dede; cemi, “tarik”, “erkân değneği”, “alaca değnek” denen, öd ağacından 82 sonra ise, “saka suyu” ritüeli yapılır. Saka Gülbank’ı okunur. Su dağıtımına geçilir. Suyu içen önce Dede olduğundan “Su İçme Tercümanı”nı okur. Saka da bitiminde “aşk olsun!” der ve tüm cemaat de aynı sözcükleri tekrarlar. Dede’den “Hizmet Duası” alan Saka, canlara su dağıtmaya başlar... Tarik, tarik ile ilgili kerametler ve tarik uygulamalarıyla ilgili tartışmalar için bkz. (Rıza YILDIRIM (2012). “Kiştim Marı: Dersim Yöresi Kızılbaş Ocaklarını Hacı Bektaş Evlâdına Bağlama Girişimi ve Sonuçları”. Tunceli: Tunceli Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 1, Sayı 1, ss.1-21. / Vatan ÖZGÜL (2001). “Kiştim Marı (Evliyası) ve Tarik-Pençe Kavgası”. Ankara: Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı 18, ss. 33-44. / Rıza YILDIRIM (2010). “Bektaşi Kime Derler? ‘Bektaşi’ Kavramının Kapsamı ve Sınırları Üzerine Tarihsel Bir Analiz Denemesi”. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı 55, ss. 23-58). Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Doğanşehir Alevilerinin Muharrem Ayındaki İbadetlerine Dair Bazı Tespitler Ve Ziyaretgâhlarıyla İlgili Halk Efsaneleri (Şatıroba Köyü Örneği) veya diğer bir kutlu ağaçtan yapılmış, 1.20 m boyunda kırılmaz, bükülmez bir sopa, bir ağaç ile idare eder. Bu değnek, hususi bir torba içinde, ala kilimle birlikte mürebbinin evinde saklanır. Tahtacılar, Yozgat, Samsun, Malatya çevresi Alevileri “erkânlı” veya “erkâncı”dırlar. Cemlerde, dedeler erkân değneği kullanır. Bektaşiler, Hacı Bektaş çevresi Alevileri, Senirkent-Uluğbey Bektaşileri, Ankara-Beypazarı-Karaşar Köyü Alevileri, “pençeli”dirler. Dedeler veya Bektaşi Babaları cemleri “pençe” adı verilen, Ehl-i Beyt Pençesi’ni temsil ettiğine inanılan, sağ elin pençesi ile idare ederler (Eröz, 2014: 129-130). “Mar” Ermenice’de “aziz, efendi”, Süryanice’de “evliya” anlamına gelirken Farsça, Zazaca ve Kürtçe’de “yılan” demektir (Özgül, 2001: 34). Burada dikkat çekilmesi gereken nokta, başka birçok Alevi köyünde de bulunan kültleşmiş “tarik”lerin hepsinde “velilik” ve “yılan” imgelerinin iç içe geçmiş olarak görülmesidir. Bu çubuklar halk muhayyilesinde adeta insanlaştırılmış ve kendilerine kerametler atfedilmiştir. Bu kerametler ise çoğunlukla yılana dönüşme şeklindedir (Yıldırım, 2012: 3). Bir gün Del Hüseyin Dede’nin hizmetkârı Hüseyin’i (İnan), Del Hüseyin Dede yanına çağırır ve obaya inip köyden un getirmesini ister. Hizmetkâr Hüseyin davarına binip köye doğru yol alır ve köyde ki evin kilerinden içeri girer. O günkü şartlarda elektrik olmadığı için kiler biraz da karanlıktır. Tam un torbasına elini atıp un dolduracakken birden çuvalların üstüne uzanmış bir yılan (büyüklüğünden dolayı kimi zaman ‘ejderha’ diye ifade edilmektedir) görür ve korkuyla kendisini dışarı atar. Korkudan eli kolu bağlanmış halde yola koyulur ve Del Hüseyin Dede’nin yanına gider. Tüm olanların kendisine ayan olduğu bilinen Del Hüseyin Dede, hizmetkârını görünce onu sakinleştirir. Şimdi git bismillahirahmanirahim de ve içeri gir. O gördüğün ejderha kaybolacaktır. Sen de ununu al gel. Merak etme o benim tarik’imdi (kutsal sopa=asa). Giderken onu orada bıraktığımı sana söylemeyi unuttum. Bu sözlerden sonra cesaretini yeniden toplayan hizmetkâr Hüseyin (İnan) eve varır ve kilere girince besmele çeker. Ejderha (yılan) o an gözden kaybolur. Hizmetkâr ise ununu alıp döner (K1 ve K4). 72 yaşında ki katılımcımız (K4) “tarik”le ilgili başka bir anısını bizimle paylaşmaktadır: Vakti zamanında Del Hüseyin Dede’nin tarik’inin olduğu evde yangın çıkar ve tarik o evin bacasından bir ok gibi fırlayarak yaylacıların kullandığı ve aynı zamanda da köyün yaslandığı dağın yüksek bir yeri olan su kenarına düşer. Bir vakit Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 83 Hasan ÇELİK-Serkan BALCI sonra çobanlar tarik’e rastlarlar ve köylüye bu durumu aktarıp tarik’in yerini söylerler. Köy halkı toplanıp tarik’in olduğu yere varıp ve orada kurban kesmek suretiyle tarik’i yerinden kaldırırlar. Anlatılanlara göre “tarik” bugün Adıyaman ilinin Gölbaşı ilçesinin Yarbaşı Köyünde ki bir evde saklanmaktadır.15 Buna benzer bir olayı Araştırmacı Vatan Özgül de şöyle açıklamaktadır: Anlatılanlara göre Kiştim Evliyası kaybolmuş. Yöre halkı aramış ve köyün ikinci yerleşim yerinde bir çam ağacının üstünde bulmuş. Halk, kurbanlar keserek buradan evliyayı tekrar götürmüş. Ancak evliya tekrar aynı çam ağacına gelip yerleşmeye karar vermiş. Evliya küsüp tekrar geldiği için yöreye Küstüm adı verilir. Zaman içinde Küstüm halk dilinde Kiştime dönüşür. Evliya’nın oturduğu çam ağacının üstü kesilip direk haline getirilmiş ve Cem evi de bu direğin üzerine kurulmuş (İsmet Miroğlu’nun eseri sayfa 108’den aktaran Özgül, 2001: 33). c - Çocuk Efsanesi: Köyde yaşayan katılımcılarımız (K1, K2, K5, K6, K7) ziyaretgâhla ilgili bir başka efsaneyi bizimle paylaştılar. “Yetişkinliğimiz döneminde köyde Elif (Umur) diye bir komşumuz yaşamaktaydı. Elif kaç defa doğum yaptıysa, ya çocukları ölü doğarmış ya da doğduktan hemen sonra ölürlermiş. Bir gün Elif yine doğum yapmış ve bir oğlu olmuş, adını da Mehmet koymuş. Gel vakit git vakit Mehmet bir yaşını bulmuş. Ancak bir kış günü Mehmet çok ağır hastalanmış ve o küçük bedeni ölüm döşeğine hapsolmuş. Mehmet’in annesi Elif bu kez de evlat acısıyla karşı karşıya gelince tek çare olarak ziyaretgâhı görmüş ve kalkıp çıplak ayaklarla dağa doğru yol almış. Önce eski Kelhalil’deki Nesim Dede’ye, sonrasında ise kabristanlara gidip niyazda bulunmuş. Giderken de kendi kendine şunları düşünürmüş: Gedikten köye bakarım, eğer Mehmet ölürse zaten komşular kapıya toplanırlar ve bana da haber verirler. Bende evlat acısından kendimi bir kayadan atıp canıma kıyarım. Evlat acısına artık dayanamam. Elif; güç belada olsa kadın başına, çıplak ayaklarla ve zemheride kendini Dede’lerin huzuruna kavuşturur. Ziyaretgâha niyaz olur ve Allah’a yalvarır. O an Elif’in duası kabul olur ve hasta olan Mehmet yatağında doğrularak oynamaya başlar. Bu durumu gören komşuları Elif’in peşinden giderler ve Mehmet’in iyileştiğini söylerler...” Müjdeyi alan Elif adeta kuş olur, uçarak köye yavrusunun yanına varır. 15 84 Söz konusu tarik’in saklandığı Gölbaşı ilçesi Yarbaşı Köyünde ki canlarımıza ulaşmamıza rağmen, hane halkı “dinsel bir tören olmadan tarik’i sakladıkları yerden çıkarmayı” uğursuzluk olarak algıladıkları için (henüz) tarik’i kayıt altına almamış bulunuyoruz. Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Doğanşehir Alevilerinin Muharrem Ayındaki İbadetlerine Dair Bazı Tespitler Ve Ziyaretgâhlarıyla İlgili Halk Efsaneleri (Şatıroba Köyü Örneği) Ne kar engellemiştir onu ne de soğuk çıplak ayaklarını... Bugün, o küçük Mehmet 70 yaşını devirmiş ve torun sahibi bir dededir... d - Kara Yılan Hikayesi: Bu anlatı çok yakın tarihte gerçekleştiği için (tahminen 3 yıl önce) efsane olarak değerlendirmek yerine hikâye olarak sizlere aktarma ihtiyacı duyduk. 72 yaşındaki katılımcı (K4) hikâyeyi bizlere şu şekilde aktarmıştır: Şatıroba Köyü ile Kelhalil Köyü (şimdi ki Kelhalil) arasında yeni açılan bir mermer ocağı mevcuttur. Mermer ocağının sahibi olan kişi ocağa gelip giderken orada çalışan işçilerden yukarıda bir ziyaret olduğunu öğrenir. Merak eder ve ziyaretgâha doğru yürüyerek tırmanır. Fakat ziyaretgâha giderken dua veya nasip almaktan ziyade biraz kuşkulu (menfaat amaçlı) gider. ‘Acaba ziyaretin olduğu alanda define var mı dır?’ şeklinde soruları kalbinden geçirir. Kabirlerin olduğu yere vardığında kabirlerin etrafını çeviren taş duvarın dibinde gözüne bir kibrit kutusu takılır. Eğilip kibrit kutusunu alacakken birden nereden geldiğini bilmediği kara bir yılanla karşılaşır. Yılan bunu kabristanlara yaklaştırmaz. Biraz da korkmuş olan mermer ocağının sahibi oradan uzaklaşır ve şantiyeye döner. Durumu işçilerine de anlatır ve ‘ben oraya kalbi temiz gitmedim, ondan böyle oldu’ der. O gün işçilerine, ziyaretgâha bir ‘kurban adak edeceğini ve kabristanların ıssız olmadığı’ da söyler (K4). IV. Sonuç ve Değerlendirme IV. A - Bölgede Yaşatılan Alevilik Üzerine Sosyolojik Bazı Tespitler Gerçekleştirilen mülakatlarda, Muharrem Orucu da dâhil olmak üzere taliplerin Alevi geleneğine uygun ibadetlerinde çok ciddi “sosyal kopuşların” yaşandığı gözlemlenmiştir. Başta örneklem olarak seçtiğimiz Şatıroba Köyü olmak üzere, Doğanşehir ilçesine bağlı diğer Alevi yerleşmelerinde yaklaşık 50 yıllık bir zamandan beri “ayin-i cem”lerin yapılamadığı “sonuç” olarak tespit edilmiştir. Katılımcıların birçoğu (K2, K3, K4, K5, K6, K7, K9, K12, K13) çok küçük yaşlarda “ayin-i cem”lere tanıklık ettiklerini söylemişlerdir. Özellikle şehirlere göçlerin yoğunlaştığı 1950 yılından itibaren, yörede “dede-talip” ilişkilerinin kaybolmaya yüz tuttuğunu söylemek mümkündür. Katılımcıların tamamı Doğanşehir ilçesindeki Alevi köylerinde yapılan en son cem törenlerinin tarihini 1959 yılı olarak tespit etmiş olmaları, bölgede göçlerden önce yaşatılan adâp ve erkânın, “yaşatılamaması” sorununu gündeme getirmiştir. “Ayin-i cemlerin” yapılamaması ve kopmaya yüz tutmuş “dede-talip” ilişkilerinin kopmaya yüz tutmasının nedenlerini katılımcılar şöyle açıklamışlardır: Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 85 Hasan ÇELİK-Serkan BALCI > Vefat eden dedelerden sonra, “dedelik kurumunun işlevlerini” yürütecek insanların yetişmemesi. > Ekonomik sıkıntılardan dolayı, 1960’lı yıllardan sonra şehirlere gerçekleştirilen kitlesel göçler. Bu göçlerden sonra köy nüfuslarında azalmalar ve sosyal ilişkilerde yaşanan kopuşlar. Taliplerin dedelerden kopması ve talibin dedenin gözetiminden çıkması. > Köylerde yaşamakta olan “dede”lerin şehirlere yerleşmeleri ve ekonomik kaygılardan dolayı “dedelik” görevlerini yapamamaları. > “Çıralık” (hakkullah)16 olarak adlandırılan ve köylerde dedelere az da olsa ekonomik gelir sağlayan sistemin kaybolması. IV. B - Dedelik Kurumunun İşlevselliğini Yitirmesinin “Sosyolojik Bir Yansıması” Olarak Şatıroba Köyü’ndeki Gençlerin Erkânlarını İcra Etmelerinde Yaşadıkları Sorunlar Şatıroba Köyünde yaşamakta olan gençlerle “katılımcı-gözlem” metoduyla yaptığımız araştırmalarda, 1960’lı yıllarda başlayan göçlerin neticesinde kopmaya yüz tutmuş “dede-talip” ilişkilerinden en çok etkilenen sosyal tabakanın “gençler” olduğu kanısına varmış bulunmaktayız. Ayin-i cemleri göremeyen, yola ikrar veremeyen, inançlarıyla ilgili geleneksel eğitimi dedelerden alamayan, musahiplik kurumunu vb. unsurları yaşatamayan bu genç nüfus, Aleviliği ancak bir sosyal kimlik olarak taşıdıklarını ifade etmişlerdir. “Aleviyiz, ancak Aleviliğin gereklerini öğrenemiyoruz. Bize yol gösterecek dedelerin hepsi göçüp gittiler, yolumuz başsız kaldı. Kendi çabamızla bir şeyler öğrenmeye çalışıyoruz ama yeterli olmuyor. Musahip olmaya veya yola ikrar vermeye karar versek, kurbanımızı kesecek ve cemimizi yürütecek kimse yok” demeleri, dedelik kurumunun yeni yetişen gençliğin Alevi geleneklerini yerine getirmelerinde ne kadar önemli olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır (C.D. :19 yaşında, A.R.İ. :18 yaşında, H. B. H. :19 yaşında, S. R. : 18 yaşında, E.R. :26 yaşında, M.Ç. :18 yaşında). 16 86 Hakkullah: Kutsal (Ehl-i Beyt) soy(un)dan geldiğine inanılan Alevi din adamlarına hizmetleri karşılığında (para veya eşya olarak) verilen ücrettir. Hakkullahın, “talibin gönlünden kopan ne ise odur” anlayışıyla belirlendiğini tespit ettik (Yazıcı, 2014: 127). Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Doğanşehir Alevilerinin Muharrem Ayındaki İbadetlerine Dair Bazı Tespitler Ve Ziyaretgâhlarıyla İlgili Halk Efsaneleri (Şatıroba Köyü Örneği) Kaynakça AYDIN, Ayhan (2006). Akademisyenlerle Alevilik - Bektaşilik Söyleşileri. İstanbul: Horasan Yayınları, 1. baskı. AYDINLI, Abdullah (1994). “Ebû Zer el-Gıfârî” maddesi. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 10, ss. 266 - 269. AZAR, Birol (2005). “Benzerlik ve Farklılıklar Ekseninde Alevî - Bektaşî İnançları Üzerine Bir Değerlendirme”. Elazığ: Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 10, Sayı 2, ss. 81-87. DOĞAN, (Kaynak kişi) Eşref. Cem Vakfı Malatya Şubesi Başkanı. [Alevi Dedesi, Ağuiçen Ocağı / Mir Seyyid Evladı]. Mülakat tarihi: 28.10.2014 Salı - Malatya. DEDEKARGINOĞLU, Hüseyin (2014). “Muharrem ve Aşure”. Çorum: Hünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi, Yıl 1, Sayı 1, s.35, ss. 31-42. ER, Piri (2014). Yaşayan Alevilik. Ankara: Barış Yayınları, 2. baskı. ERÖZ, Mehmet (2014). Türkiye’de Alevilik Bektaşilik. İstanbul: Ötüken Neşriyat, 3. basım. EFENDİ, Seyyid Ahmet Rıf’at (H.1293). Mir’atü’l-Mekasıd. İstanbul. MİROĞLU, İsmet (1990). Kemah Sancağı ve Erzincan Kazası (1520 -1566). Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. NOYAN, Bedri (1995). Bektaşilik - Alevilik Nedir?. İstanbul: Ant Yayınları ve Can Yayınları ortak basımı, 3. baskı. ONARLI, İsmail (2000). “Dersim’de Bazı Gelenek ve İnanç Motifleri”. Ankara: Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı XV/15, ss. 150- 190. ÖZGÜL, Vatan (2001). “Kiştim Marı (Evliyası) ve Tarik-Pençe Kavgası”. Ankara: Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı XVIII /18, ss. 33- 44. SEZGİN, Abdülkadir (2012). Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik. Ankara: Akçağ Yayınları, 6. baskı. ŞIK, İsmail (2014). “Alevi Nusayrilerin İslam Anlayışı ve Temel İnançları (Adana/ Akkapı-Hıdırlı Örneklemi)”. Bingöl: Geçmişten Günümüze Alevilik I. Uluslararası Sempozyumu Bildiriler Kitabı, Bingöl Üniversitesi Yayınları, Cilt 1, ss. 248-262. RENÇBER, Fevzi (2014). “Adıyaman Alevîlerinde Türbe veya Yatır Ziyareti”. Ankara: Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 87 Hasan ÇELİK-Serkan BALCI 71, s. 214, ss. 209-224. TUR, Seyit Derviş (2002). Erkânname. Almanya: Erenler Yayın. UĞURLU, (Kaynak kişi) Ali Rıza. Alevi Dedesi (Hıdır Abdal [Düşkünler] Ocağı Evlatlarından) ve Cem Vakfı Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanı. Mülakat tarihi: 19. 01. 2015, Yenibosna Cemevi - İstanbul. ULUÇAY, Ömer (1998). Alevilikte Dua (Gülbâng). Adana: Gözde Yayınevi, 3. baskı. ÜNLÜ, İhsan (2008). Ehli Beyt Ocağı Alevilik. İstanbul: Bilge Matbaacılık. WAKAMATSU, Hiroki (2014). “Küreselleşen Alevilik’te Ocak Dedelik-Seyitlik Hakkında Bir Antropolojik İnceleme”. Bingöl: Geçmişten Günümüze Alevilik I. Uluslararası Sempozyumu Bildiriler Kitabı, Bingöl Üniversitesi Yayınları, Cilt 1, s. 101, ss. 95- 111. YAVUZ, Yusuf Şevki (1991). “Aşûra” maddesi. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 4, ss. 24-26. YAMAN, Mehmet (2011). Alevilik – İnanç, Edep, Erkân-. İstanbul: Demos Yayınları. YAMAN, Ali (2006). Kızılbaş Alevi Ocakları. Ankara: Elips Kitap. YAZICI, Mehmet (2014). Alevilik -Alevi Deyişlerinin ve Gülbânklarının Sosyolojik Analizi- İstanbul: Çıra Yayınları, 2. baskı. YILDIRIM, Erdal (2011). “Tunceli Yöresi Alevilerinde Muharrem Ayı’nın Önemi ve Aşure Geleneği”. Elazığ: Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 16, Sayı 1, ss. 71-84. YILDIRIM, Rıza (2010). “Bektaşi Kime Derler? ‘Bektaşi’ Kavramının Kapsamı ve Sınırları Üzerine Tarihsel Bir Analiz Denemesi”. Ankara: Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı 55, ss. 23-58. YILDIRIM, Rıza (2012). “Kiştim Marı: Dersim Yöresi Kızılbaş Ocaklarını Hacı Bektaş Evlâdına Bağlama Girişimi ve Sonuçları”. Tunceli: Tunceli Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 1, Sayı 1, s.3, ss.1-21. 88 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Doğanşehir Alevilerinin Muharrem Ayındaki İbadetlerine Dair Bazı Tespitler Ve Ziyaretgâhlarıyla İlgili Halk Efsaneleri (Şatıroba Köyü Örneği) Kaynak Şahıslar K1: Meryem ÇELİK (85). Şatıroba Köyü - Doğanşehir / Malatya. K2: Elif ZEREN (78). Şatıroba Köyü - Doğanşehir / Malatya. K3: Şeyho ÇELİK (74). Şatıroba Köyü - Doğanşehir / Malatya. K4: Gaffar ÇELİK (72). Şatıroba Köyü - Doğanşehir / Malatya. K5: Hanım ÇELİK (67). Şatıroba Köyü - Doğanşehir / Malatya. K6: Fatma İLHAN (72). Şatıroba Köyü - Doğanşehir / Malatya. K7: Elif İNAN (72). Şatıroba Köyü - Doğanşehir / Malatya. K8: Mehmet UMUR (66). Şatıroba Köyü - Doğanşehir / Malatya. K9: Abuzer ÇELİK (50). Şatıroba Köyü - Doğanşehir / Malatya. K10: Mehmet HATUN. Eskiköy Muhtarı - Doğanşehir / Malatya. K11: Gaffar ÇATAK, Alevi-İslam Din Hizmetleri Görevlisi, Karaterzi Köyü - Doğanşehir / Malatya. K12: Mahmut Nedim YILMAZ (50). Alevi Kültür Dernekleri Doğanşehir Şubesi Başkanı. K13: Mehmet CANPOLAT (70). Alevi Dedesi (İmam Zeynel Abidin Ocağı), Eskiköy - Doğanşehir / Malatya. K14: Derviş ARSLANDOĞAN, Alevi Dedesi (Ağuiçen Ocağı), mülakat: 17 Kasım 2013, Höbek Köyü - Divriği / Sivas. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 89 Hasan ÇELİK-Serkan BALCI Ekler: Ek – I : Merhum Meryem ÇELİK (1927 – 2012) Ek - II: Elif ZEREN 90 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Doğanşehir Alevilerinin Muharrem Ayındaki İbadetlerine Dair Bazı Tespitler Ve Ziyaretgâhlarıyla İlgili Halk Efsaneleri (Şatıroba Köyü Örneği) Ek - III: Gaffar ÇELİK Ek - IV: Fatma İLHAN (merhum) ve Hanım ÇELİK Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 91 Hasan ÇELİK-Serkan BALCI Ek - V: Elif İNAN Ek - VI: Merhum Meryem ÇELİK ve Mahmut Nedim YILMAZ 92 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Doğanşehir Alevilerinin Muharrem Ayındaki İbadetlerine Dair Bazı Tespitler Ve Ziyaretgâhlarıyla İlgili Halk Efsaneleri (Şatıroba Köyü Örneği) Ek - VII: Mahmut Nedim YILMAZ Ek - VIII: Mehmet CANPOLAT [Dede] (İmam Zeynel Abidin Ocağı) Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 93 Hasan ÇELİK-Serkan BALCI Ek - IX: Nesim Dede Ziyaretgâhının Genel Görünümü Ek - X: Nesim Dede Ziyaretgâhının Genel Görünümü 94 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Doğanşehir Alevilerinin Muharrem Ayındaki İbadetlerine Dair Bazı Tespitler Ve Ziyaretgâhlarıyla İlgili Halk Efsaneleri (Şatıroba Köyü Örneği) Ek - XI: Nesim Dede Ziyaretgâhında Kurban Kesimi Ek - XII: Abuzer ÇELİK Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 95 Hasan ÇELİK-Serkan BALCI Ek - XIII: Derviş ASLANDOĞAN [Dede] (Ağuiçen Ocağı) [Höbek Köyü - Divriği / Sivas] 96 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Doğanşehir Alevilerinin Muharrem Ayındaki İbadetlerine Dair Bazı Tespitler Ve Ziyaretgâhlarıyla İlgili Halk Efsaneleri (Şatıroba Köyü Örneği) ÜBER DIE GEBETSPRAKTIKEN DER ALEVIS IN DER REGION VON DOĞANŞEHIR WÄHREND DES MONATS MUHARRAM UND DIE VOLKSLEGENDEN ÜBER IHRE PILGERSTÄTTEN Hasan ÇELİK17** Serkan BALCI18*** Zusammenfassung Anatolisches Alevitentum bezieht sich auf die Prozesse der Ausformung und Interpretation des kulturellen Gedächtnisses der Menschen in Anatolien im Kontext des Islams. Das Alevitentum, so wie es gelebt und lebendig gehalten wird, wird nicht genug durch Feldstudien erfasst, da die meisten Studien über das Alevitetum sich auf die Entstehung und historischen Entwicklung des Alevitentums konzentrieren. Der vorliegende Artikel wurde mit der Absicht verfasst, einige durch Feldstudien gewonnene Ergebnisse in Bezug auf die Glaubenspraktiken der Alevis von Doğanşehir (Malatya) während des Monats Muharram und in Bezug auf Legenden über den Pilgerort Nesim Dede Ziyaretgâhı, der von ihnen als heilige Stätte betrachtet wird, der wissenschaftlichen Öffentlichkeit vorzustellen. Ausführungen über die ethischen Regeln und rituellen Praktiken der in dieser Region lebenden Aleviten sind ein weiterer Bestandteil dieser Arbeit. Wir konnten feststellen, dass besonders die Urbanisierung negative Auswirkungen auf den Verhaltenskodex und die rituellen Praktiken im Kontext der Meister-Schüler-Beziehung der in der Region lebenden Aleviten hatte. Diese Diskrepanz im kulturelle Gedächtnis bei der Generation, die regelmäßig an cem-Ritualen teilnahmen, und der Generation, die ohne eine regelmäßige Teilnahme an diesen Ritualen aufwuchs, verursacht bis heute Konflikte. Aus diesem Grund ist unsere Arbeit von Bedeutung. Darüber hinaus hegt diese Arbeit die Absicht, den kulturellen Reichtum von älteren Generationen - der um den Kult von Nesim Dede entstanden ist, mit Legenden und Sagen versehen wurde und zu einem festen Bestandteil der alevitischen Kultur in dieser Region wurde - an zukünftige Generationen weiterzugeben. Schlüsselwörter: Aleviten, Bektaşi, Sunniten, Trauer, Epen, Doğanşehir, Legenden und Erzählungen, Die hl. Stätte von Nesim Dede ** Hitit Universität, Çorum, Student eines Masterstudienganges, E-Mail: [email protected] *** Hacettepe Universität, Ankara. Doktorand. E-Mail: [email protected] Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 97 Hasan ÇELİK-Serkan BALCI 98 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Osmanlı Görsel Dünyasında “Kızılbaşlar”: Tercüme-i Miftah-ı Cifru’l-Cami’de Yer Alan “Deccal ve Taraftarları” Tasvirlerinin Politik Bir Okuması OSMANLI GÖRSEL DÜNYASINDA “KIZILBAŞLAR”: TERCÜME-İ MİFTAH-I CİFRU’L-CAMİ’DE YER ALAN “DECCAL VE TARAFTARLARI” TASVİRLERİNİN POLİTİK BİR OKUMASI “Qizilbash” in Ottoman Visual World: A Political Reading of Depictions From “al-Dajjāl and Supporters” in Tercüme-i Miftah-ı Cifru’l-Cami Dr. Mürüvet HARMAN1* Özet “Kızılbaş” kavramının kimler için ilk olarak kullanıldığı belli olmasa da, bu kavramın 16. ve 17. yüzyıl Osmanlı-Savefî dünyasında önemli bir yer teşkil ettiği bilinmektedir. Osmanlı’da daha çok olumsuz anlamları barındıran bu kavram, Savefî’de ise tam karşıtı bir özelliğe sahip olmuştur. Özellikle Osmanlı’da bu yüzyıllardaki heterodoks inaçlı topluluklar için kullanılan “kızılbaş” kelimesi konuyla ilgili yazılı metinlerde sıkça geçmektedir. Daha çok yazılı alanda karşımıza çıkan “kızılbaş” kavramı ve bununla nitelenen topluluklar görsel alanda da yer almıştır. Özellikle Osmanlı topraklarını ziyaret eden seyyahların eserlerinde veya çeşitli yazma eserlerde karşımıza çıkan “kızılbaş” topluluklar genellikle giyim kuşamları ile ön plana çıkmaktadır. Fakat bu devirde üretilen bazı yazma eserler ise hem konuları hem de kullanılan figürler bakımından dikkat çekicidir. Örneğin İslam ve Osmanlı dünyasında kıyamet ve alametlerinin bütün olarak resmedildiği tek örnek olan Abdurrahman b. Muhammed b. Ali b. Ahmed el-Bistâmi’nin ed-Dürrü’l-Munazzam fî Sırrı’l-İsmi’i-A’zam adlı eseri bunlardan biridir. Türkçeye Tercüme-i Cifru’l-Câmi olarak çevrilmiş olan, kıyamet beklentisinin ve halk inançlarının yoğunlaştığı bir dönemde çoğaltımı yapılan bu eserin farklı tarihli nüshalarında konusu ile ilişkili tasvirler de yer almıştır. Eser bugüne kadar daha çok teknik ve ikonografik özellikleri bağlamında incelenmiştir. Ancak eserin çeşitli nüshalarında yer alan tasvirler içinde Deccal konulu sahneler bazı özellikleri ile dikkat çekmektedir. Söz konusu tasvirlerde hem Deccal hem de taraftarlarının giyim kuşamları ve konumlandırılış biçimleri bu tasvirlerin farklı bir açıdan irdelenmesini olanaklı kılmaktadır. Yapılan * Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Terzioğlu Kampüsü Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü, [email protected] Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 99 Dr. Mürüvet HARMAN bu çalışmada eserin üretildiği dönemin siyasi, dini ve toplumsal özellikleri göz önüne alınarak Deccal konulu sahnelerin politik bir okuması yapılmaya çalışılmıştır. Bunun için figürlerde kullanılan kıyafetler ve başlıklar aynı devride karşımıza çıkan diğer eserlerdeki benzerleri ile karşılaştırılmıştır. Yine “kızılbaş” kavramının ve bununla nitelenen toplulukların yazılı tasvirleri ile söz konusu sahnelerdeki figürler birlikte değerlendirilmiştir. Sonuç olarak Tercüme-i Cifru’l-Câmi’nin çeşitli nüshalarında yer alan Deccal konulu sahnelerin devrin politik ortamından oldukça etkilendiği anlaşılmıştır. Anahtar Kelimeler: “Kızılbaş”, Osmanlı, Savefî, Deccal, minyatür. Abstract “Qizilbash” concept was first used in particular for those who are not known, has an important place in 16th and 17th century Ottoman- Safavid world. Although it has more negative meanings in the Ottoman, Safavid hosted this concept oppositely. The word “Qizilbash” which frequently seen in written texts, mainly used for heterodox faithful community of the Ottoman Empire in those centuries. The “Qizilbash” concept and the communities which described by it, mostly been encountered in writings also took place visually. “Qizilbash” socieity mainly come to the fore with harnesses and clothing which especially appear in various manuscripts and the works of travellers who visited the Ottoman Empire. Although some of these manuscripts were remarkable in terms of their subjects and the figures used. For example, Abdurrahman b. Muhammad b. ‘Ali b. Ahmed al-Bistami ed-Dürrü’lMunazzam fî Sırrı’l-İsmi’i-A’zam which was the only example in Islam and the Ottoman world, depicted as whole concept of apocalypse and portents, was one of them. In the different dated copies of the work published in the time of public beliefs and apocalyptic expectations which translated into Turkish as Tercüme-i Cifru’l-Câmi also includes subject related depictions. The work so far has been examined in the context of more technical and iconographic features. However, the scenes subjected as al-Dajjāl (Antichrist), taking place in several copies of depictions, got interest with noteworthy features. In the subjected depictions, both al-Dajjāl ‘s and Supporter’s harness, clothing and positionings, making the depictions possible to examined in a different way. In these studies, a political reading tried to be made considering the political, religious and social characteristics of al-Dajjāl subjected scenes. The 100 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Osmanlı Görsel Dünyasında “Kızılbaşlar”: Tercüme-i Miftah-ı Cifru’l-Cami’de Yer Alan “Deccal ve Taraftarları” Tasvirlerinin Politik Bir Okuması costumes and wearings were compared with their counterparts in the other works we face in the same revolution. Yet, the written depictions and figures in these scenes of the “Qizilbash” concept and it’s communities, evaluated together. As a result it has been understood in the different copies of Tercüme-i Cifru’l-Câmi, al-Dajjāl subjected scenes quite affected by the political environment of the period. Key Words: “Qizilbash”, Ottoman, Safavid, al-Dajjāl, miniature. Giriş “Kızılbaş” veya “Kızılbaşlık” günümüzde oldukça fazla tartışılan bir kavramdır. Ne zaman ortaya çıktığı, kimleri nitelediği çeşitli araştırmalara konu olmuştur. Fakat bu kavramın Safevî Devleti’nin kurulması ile ortaya çıktığı, asıl önemini ve çoklu anlamlarını ise Osmanlı-Safevî mücadelesinde kazandığı genel kabul görmektedir. Her iki devletin siyasi-ekonomik çekişmesi daha çok din üzerinden yürütüldüğü için bu kavram da aynı doğrultuda kullanılmıştır. Özellikle Safevî yöneticilerinin Anadolu topraklarında ki dini-kültürel-siyasi propagandası heterodoks zümreler üzerinde etkili olmuştur. Osmanlı yönetimini rahatsız eden hatta sarsan ayaklanmalar ortaya çıkmış, bunun sonucunda ise “Kızılbaş” diye nitelenen bazı topluluklar, tarikatlar ya da derviş grupları sürekli gözetim altında tutulmuş veya çeşitli cezalara çarptırılmıştır. Günümüze kadar yansımaları devam eden bu olaylar, tarihi belgeler referans alınarak daha çok Osmanlı-Safevî mücadelesi bağlamında değerlendirilmiştir. Yazılı kaynaklara yansıyan bu mücadeleyi görsel belgelerde de bulmak mümkündür. Bu mücadelenin yoğun olduğu bir dönemde üretilen bazı yazma eserlerde devrin siyasidini-kültürel yansımaları görülmektedir. Başta her iki devlet arasındaki savaşlar olmak üzere çeşitli konular hem Safevî hem de Osmanlı nakkaşları tarafından resimlenmiştir. Fakat dini konulu bazı eserlerde farklı bir yaklaşım sergilenmiştir. Özellikle Osmanlı’da üretilen bazı el yamalarında sarayın hem Safevî hem de “Kızılbaşlar”a yönelik yaklaşımını gösteren minyatürler yer almaktadır. Kıyamet ve alametlerinin konu edildiği eserlerde yer almalarıyla dikkat çeken bu minyatürleri devrin Osmanlı-Safevî mücadelesi bağlamında okuyabilmek için başta “Kızılbaş” kavramının kendisine, devrin koşullarına ve üretilen eserlerin özelliklerine odaklanmak gerekmektedir. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 101 Dr. Mürüvet HARMAN “Kızılbaş” Kavramının Ortaya Çıkışı Türkçe sözlükte Şah İsmail (1487-1524)’e uyanlar ile Şii mezhebinin bir kolundan olanları nitelemek için kullanılan bu kavramın kökeni ve tarih sahnesine çıkışı net değildir. Fakat özellikle 10. yüzyıldan sonra İslamiyet’i kabul eden konargöçer Türkmen oymakları nitelemek için kullanılan isimlerden biri olduğu ve 16. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren yoğun bir biçimde kullanıldığı genel kabul görmektedir. Safevî Devleti’nin kurucusu Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar (ö. 1488) taraftarlarını diğerlerinden ayırmak için onlara “Tâc-ı Haydarî” veya “Tâc” diye anılan her biri on iki imamı temsil eden on iki dilimli, üzerine beyaz bir tülbent sarılan sürahi formlu kırmızı bir börk giydirmiştir.2 Bu börkü giyenler zamanla “Kızılbaş” olarak adlandırılmıştır. “Kızılbaş” terimi ilk önceleri sadece Şeyh Haydar daha sonra ise bütün Safevî taraftarlarını içeren çok geniş bir sosyal taban için kullanılmıştır. Başlangıçta “Safevî taraftarı”, “Safevî ordusu” gibi siyasi bir nitelik taşıyan bu kavram, Safevîler’in dini propagandaları ve inanışları nedeniyle dini bir boyuta kavuşmuştur. Safevî yöneticileri tarafından övünçle söylenen bu kavram, on iki imam inancı, ruh göçü, Tanrı’nın beşer sûretinde görünmesi gibi anlayışlarla birlikte Türkmen Şiilik biçiminin adı olmuştur. Çoğu araştırmacı tarafından özellikle Anadolu ve Balkanlar’da ortaya çıkan Bektaşilik, Alevilik, Râfizîlik, Tahtacılar ve İran-Afganistan’da ki Ehl-i Hak ile Aliilâhîler (Aliyyüllâhiler) ile ilişkilendirilen bu kavram özellikle Osmanlı’da Safevî Devleti’nin ortaya çıkması ve arkasından yaşanan siyasi mücadeleden dolayı olumsuz anlamlar barındırmıştır (Ocak, 2000: 129-159; Üzüm, 2002: 547-557; Onat, 2003: 111-126; Özgül, 2004: 255-274). Osmanlı’da Kızılbaş Kavramı ve Algısı 16. yüzyılda Şah İsmail’in Safevî Devleti’ni kurması (Sümer, 1999; Dalkıran, 2002: 49-59), taraftarlarını “Kızılbaş” veya “Kızılbaş ordusu” olarak adlandırması ve Osmanlı karşısında yeni bir güç oluşturması ile birlikte, Osmanlı’da “Kızılbaş” kavramına olumsuz anlamlar yüklenmiştir.3 Türk-İran siyasi ve askeri mücadelesinin 2 3 102 On iki dilimli bu taç birçok tarikat tarafından kullanılmıştır. Her tarikat bu tacı ayrıntılardaki bir takım ayrımlarla kendilerine özgü bir hale getirmiştir (Yahyâ Âgâh b. Sâlih el-İstanbulî, 2005: 8490). Osmanlı’dan önce Anadolu’da Babaî, Rum Abdalları, Hurûfî, Bektaşi…vb. heterodoks İslam inançlarına sahip birçok topluluk veya tarikat ortaya çıkmış ve varlığını sürdürmüştür. Hatta zam- Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Osmanlı Görsel Dünyasında “Kızılbaşlar”: Tercüme-i Miftah-ı Cifru’l-Cami’de Yer Alan “Deccal ve Taraftarları” Tasvirlerinin Politik Bir Okuması en keskin kırılma noktası olarak gösterilen Şii Safevî Devleti’nin kurulması, Osmanlı dünyasındaki heterodoks İslam inançlarına sahip topluluklara yönelik bakış açısının tümden değişimine neden olmuştur. Şah İsmail’in Şii anlayışı ve Anadolu topraklarındaki propagandası Osmanlı-Safevî çatışmasının neredeyse temel ekseni olmuş ve etkileri günümüze kadar sürmüştür.4 Dini temelli bu propagandanın sonucunda Anadolu’da 1511’de Şah Kulu (veya Karabıyıkoğlu), 1512’de Nur Ali Halife, 1520’de Bozoklu Celal (diğer adıyla Şah Veli), 1526’da Baba Zûnnun, 15261527’de Şah Kalender isyanı yaşanmıştır. Bu ayaklanmalar ve Safevî Devleti ile girilen kültürel-dini-politik-ekonomik çatışmalar nedeniyle Osmanlı’da “Kızılbaş” kavramı olumsuz anlamlarda kullanılmaya başlanmıştır.5 Kızılbaş” teriminin Osmanlı teolojik söylemindeki karşılığı yukarıda bahsi geçen Safevî Devleti nedeninden dolayı “zındıklık”, “mülhidlik” ve “Rafizilik” olmuştur.6 Bu kelimelerden “zındık” Sünni Müslümanlığa aykırılığı ve inançsızlığı, “Râfizî” ise İslam’dan sapmışlığı nitelemiştir. Aslında ilk üç halifenin hilafetini red eden Rafizilik Osmanlı’da özellikle 16. yüzyıldan sonra “Kızılbaş” kelimesinin eş anlamlısı olarak kullanılmış ve Rafizilik-Kızılbaşlık ehl-i küfür kapsamına sokulmuştur. Yine bedkiş-i Kızılbaş (kötü insan-Kızılbaş), bid’at u dalal (İslâm’dan sapmış), evbaş Kızılbaş (aşağılık Kızılbaş), kızılbaş-ı bed- ma’aş (kötü yaşayışlı Kızılbaş), kızılbaş-ı ber-haşcuy (şiddet üzere olan Kızılbaş), kızılbaş-ı bi-din (dinsiz Kızılbaş), kızılbaş-ı hannas 4 5 6 an zaman bu toplulukların bir kısmı ayaklanmalar çıkarmıştır. Fakat o dönemde bunları nitelemek için “Kızılbaş” kavramı kullanılmamıştır. “Kızılbaş” kavramı her ne kadar 10. yüzyıldan itibaren çeşitli Türkmen grupları için kullanılsa da asıl yaygın kullanımını Osmanlı’da kazanmıştır (Ocak, 2000:129-159). Şah İsmail ve ardılları özellikle Osmanlı topraklarındaki heterodoks toplulukları kendilerine hedef seçmişlerdir. Bu toplulukları Safevî’ye bağlamak için hem sözlü hem de yazılı propagandaya baş vurmuşlardır. Halife denilen kimseler Anadolu ve Rumeli topraklarına gönderilmiş ve buralardaki heterodoks topluluklar içinde Şii propagandasını yapmışlardır. Yine şahlara ait kitap ve risaleler Osmanlı topraklarına ihraç edilmiştir (Ocak, 2000: 129-159). Osmanlı-Safevî çatışmasının sepelerini genellikle politik, kültürel veya dini konular olarak genel kabul görmektedir. Fakat bazı araştırmacılar bu çatışmanın temel nedeninin Asya içlerinden gelen ticaret yolu üzerindeki hakimiyet olduğunu iddia etmişlerdir (Saray, 1990; Kütükoğlu, 1993; Allouche, 2001; Bilgili, 2003: 21-41; Kılıç, 2006; Küpeli, 2009; Çelenk, 2013: 63-85) Zındık ve mülhid terimleri Emevîler’den başlayarak tarih boyunca İslam dünyasında çok değişken bir anlamlar dizisini ifade etmektedir. Bu kelimeler oldukça uzun tarihi bir sürece rağmen, Sünni İslam’a muhalif bütün inanç ve hareketler anlamına gelmektedir. Sözlükte bir fikir veya gruptan ayrılan kişi veya topluluk manasına gelen Râfıza ise başlangıçta ilk üç halifeyi kabul etmeyenleri nitelemek için kullanılmıştır. Daha sonra ise bütün Şii grupları ve Şii unsuru taşıyan bazı Bâtıni topluluklar için de aynı terim kullanılmıştır. Olumsuz anlamlarına rağmen bazı Şii mensupları tarafından “kötülükleri terk edenler ve kötülükten uzaklaşanlar” anlamında savunulan bir terim de olmuştur (Ocak, 1998: 14; Öz, 2007: 396-397). Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 103 Dr. Mürüvet HARMAN (şeytan Kızılbaş), kızılbaş-ı mela’in (lanetlenmiş Kızılbaş), kızılbaş-ı mütezelzilü’lakdam (uğuru sarsılan Kızılbaş), kızılbaş-ı rûsiyahî (karayüzlü, ayıbı olan Kızılbaş), kızılbaş-ı şum (uğursuz Kızılbaş), leşker-i şeyâtin-i bi-şümar (şeytanı çok olan asker), muhazele-i mela’in-i Kızılbaş (lanetlenmiş aşağılık Kızılbaş), revafiz-i bi-iman (imansız sapkın), şâh-ı gümrâh (doğru yoldan sapmış şâh), şeyh-i dalîl (yolu azmış şeyh), ye’cüc-i fitne ( fitne yecüc)…vb. sıfatlarla “Kızılbaş” ve “Kızılbaşlık” olumsuz bir biçimde nitelenmiştir (Refik, 1994; Bilgili, 2003: 21-41; Canpolat, 2008; Savaş, 2013; Öz, 2014). Oldukça fazla olumsuz sıfatla nitelen “Kızılbaşlık” Osmanlı’da aynı zamnda baskı altında tutulması gereken toplulukları nitelemek için de kullanılmıştır. Özellikle belli aralıklarla çıkan isyanlar, Anadolu topraklarındaki Safevî-Şii propagandası merkezi yönetimin “Kızılbaş” diye nitelenen zümreler üzerinde baskıcı bir politika gütmesine neden olmuştur. Bu kapsamda birçok derviş, tarikat mensubu ve sıradan insan takibe alınmış, sürgün edilmiş veya öldürülmüştür. Yine bazı tarikat yapıları kapatılmıştır.7 Osmanlı Görsel Dünyasına “Kızılbaş”ığın Yansıması: Tercüme-i Miftah-ı Cifru’l-Cami Örneği Osmanlı tarihinde daha çok olumsuz adlarla nitelenen ve merkezi yönetimi ve toplumsal düzeni bozan isyanlar nedeniyle önemli bir yere sahip olan “Kızılbaşlar” Osmanlı görsel dünyasında da yer almıştır. Fakat bu topluluk üyelerinin betimlenmesinde belli başlı bir şema uygulanmamıştır. Çünkü Osmanlı’da “Kızılbaşlar” sadece merkezden uzak yaşayan kırsal bölge insanından oluşmamaktadır. Kalenderi, Haydarî, Câmî, Bektaşi gibi çeşitli heterodoks derviş gruplarına da “Kızılbaş” denmiş veya onunla ilişkilendirilmiştir. Bu nedenle özellikle Osmanlı minyatür sanatında ve yabancı seyyahların ya da yazarların gravürlerinde karşımıza çıkan “Kızılbaşlar” farklı konular çerçevesinde betimlenmiştir. Örneğin çeşitli albümlerde veya şenlikleri konu alan eserlerde yukarıda bahsi geçen heterodoks derviş grupları topluca veya başlı 7 104 Osmanlı’da özellikle heterodoks inançlara sahip olan ve daha sonra Bektaşilik ve Alevilikle kaynaşıp ortadan kaybolan Kalenderi, Haydarî, Rûm Abdâlları gibi bazı tarikat ya da derviş grupları Safevî propagandası yaptıkları, merkezi yönetime karşı geldikleri veya toplumsal düzeni bozdukları gerekçesiyle yoğun bir takibe uğramışlardır (Refik, 1994; Karamustafa, 2007; Savaş, 2013). Ancak bahsi geçen derviş topluluklarının Osmanlı’da sadece olumsuz bir tarihi yoktur. Bunların Osmanlı’nın kuruluş ve gelişim aşamasında önemli roller edindikleri de bilinmektedir (Barkan, 1942: 279386). Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Osmanlı Görsel Dünyasında “Kızılbaşlar”: Tercüme-i Miftah-ı Cifru’l-Cami’de Yer Alan “Deccal ve Taraftarları” Tasvirlerinin Politik Bir Okuması başına tasvir edilmiş, bağlı oldukları tarikatın kimliğini yansıtan giyim kuşamları ile verilmişlerdir. Österreichische Nationalbibliothek Codex Vindobonensis 8626 albüm ve aynı yerde yer alan Johannes Lewenklau’un 8615 nolu albümü, 1574 yılında Lambert de Vos’un yaptığı Der Staats-und Universitätsbibliothek, Breemen Ms.or. 9 nolu albüm, Wolfenbüttel Kütüpanesi’nde yer alan 1579 yılından öncesine tarihlenen albüm, Chalcocondyle’nin Histoire des Turcs, Nicolas de Nicolay Daulphinoys’un 1585 tarihi Les navigations, peregrinations et voyages, faicts en la Turquie… adlı eseri Osmanlı topraklarını ziyaret eden yabancı seyyahların hem yazılı hem de görsel heterodoks derviş figürlerini barındırmaktadır. Bunların dışında Osmanlı nakkaşları tarafından resmedilen el yazmalarında da bu figürleri görmek mümkündür. Paris Bibliotheque Nationale’de Bulunan 1688 tarihi Od.7-4 Nolu Albüm, İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde H.1344 nolu 1587 tarihli Surname-i Hümayun ile B.200 nolu Şehinşahnâme aynı müzede yer alan H.2146, H.2168, H.2155, H.2166, B.408 nolu albümler bunlara örnek verilebilir (Haase, 1995: 225-233; Sinemoğlu, 1996: 169-182; Ocak, 1999; Atasoy, 2005: 173-202; Değirmenci, 2006: 79-98; Karamustafa, 2007; And, 2011: 257-268; Çetin, 2011: 171-184).8 Oldukça fazla sayıda olan bu eserlerle birlikte “Kızılbaş” figürlerinin kullanıldığı el yazmaları da mevcuttur. Bunlar Osmanlı-Safevî mücadelesini konu alan eserler olup, bunlarda yer alan “Kızılbaşlar” daha çok kızıl başlıkları veya sorguçları ile betimlenen Safevî ordusudur. Fakat Osmanlı’da üretilen ve konuları ile dikkat çeken ender birkaç eserde ise farklı bir yaklaşım görülmektedir. İnceleyeceğimiz Tercüme-i Cifru’l-Câmi adlı eser bu yaklaşımın en güzel örneğidir.9 Osmanlı’da kıyamet ve dolayısı ile halk inançlarının yoğunlaştığı bir dönemde üretilen bu eser aslında Abdurrahman b. Muhammed b. Ali b. Ahmed el8 9 Derviş ve abdallara ait tasvirler sadece Osmanlı minyatür sanatında değil 15. yüzyıldan itibaren üretilen İran el yazmalarında da karşımıza çıkmaktadır (Değirmenci, 2006: 80). Diğer bir eser ise Ahval-i Kıyamet’tir. Kıyametin halleri, kıyametin durumları anlamına gelen eserin manzum şeklindeki ilk hali 13. veya 14. yüzyıla tarihlendirilmektedir. Yazarı konusunda görüş ayrılıkları bulunan eser, yalın Anadolu Türkçesi ile kaleme alınmıştır. Eser, 16. yüzyıl sonu ile 17. yüzyıl başında mensur hale getirilmiştir. Eserin biri 1615, diğeri tarihsiz tasvirli iki nüshası mevcuttur (İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi, Hafid Efendi 139, Berlin Staatsbibliothek, Ms. Or. Oct. 1596). Kıyamet alametlerini, kıyameti ve ahiret yaşamını konu alan eserin İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki nüshasında 17 ve Berlin’dekinde ise 22 minyatür vardır. Bu iki eserin dışında yaprak şeklinde Philadelphia Free Library’de 4 ve özel bir koleksiyon olan Keir Collection’da 13 minyatür bulunmaktadır. Eserin bazı nüshalarında kırmızı-kızıl başlıkları ile verilmiş “Kızılbaş” figürleri karşımıza çıkmaktadır (Dilçin, 1978; Milstein, 1990: 95-96; Yıldız, 2002; Mahir, 2005; Yaman, 2007; Yaman, 2007: 139-155; Yaman, 2008: 141-157). Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 105 Dr. Mürüvet HARMAN Bistâmi’nin yazdığı ed-Dürrü’l-Munazzam fî Sırrı’l-İsmi’i-A’zam’ın kopyasıdır.10 Eser III. Mehmed’in (saltanatı 1595-1603) emriyle, Şerif bin Muhammed bin Burhan tarafından 1597-1598 yıllarında Türkçeye Tercüme-i Cifru’l-Câmi olarak çevrilmiştir (Yaman, 2002: 2-3; Mahir, 2005: 101).11 Yine eserin I. Ahmed (saltanatı 1603-1617) ve I. Mahmud (saltanatı 1730-1754) dönemlerinde birer nüshası daha yapılmıştır (İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Nadir Eserler Bölümü, TY 6624, Dublin Chester Beatty Library, No:444) (Mahir, 2005: 65, 101). İslam ve Osmanlı dünyasında kıyamet ve alametlerinin bütün olarak resmedildiği tek örnek olması bakımından önemli olan bu eserde Deccal12 ile ilgili sahneler kullanılan figürler bakımından önem arz etmektedir.13 Eserin üç ayrı nüshasında Deccal; “Deccal’ın Çıkışının İlanı” (İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi, Bağdat 373, 257b.), “Deccal ve Taraftarları” (İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi, Bağdat 373, 273b., İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY 6624, 97b., Chester Beatty Kütüphanesi, 444, 203b.), “Meleklerin Deccal Ordusuna Saldırması” (İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi, Bağdat 373, 238b, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY 6624, 98a., Chester Beatty Kütüphanesi, 444, 204b.) ve “Hz. İsa’nın 10 11 12 13 106 Hz. Muhammed’e atfedilen bir rivayette, dünyanın yaratılışı ve yok oluşu arasında yedi bin yıl olduğu ve onun son bininci yılda gönderildiği bilgileri, İslam dünyasında kıyametin Hicri 1000. yılda (1591-1592) kopacağı şeklinde yorumlanmış ve Osmanlı dünyasında da bu beklenti oluşmuştur. 1589’da çıkan yeniçeri ayaklanması, İstanbul’u saran veba salgınları (1590), iki büyük yangın gibi acı olaylar kıyamet beklentisini güçlendirmiştir. Hatta saltanat yılları bu döneme rastlayan III. Murad (saltanatı 1574-1595) kıyamet kaygısıyla Hicri 1000. yıldan önce tüm eyaletlerde yaşanan olayların kayda alınması gibi çeşitli önlemlere başvurmuştur. Fakat beklenen olmamış kıyamet kopmamıştır. Kıyamet beklentisi sonrası ise, I. Ahmed gibi bazı fanatik kişiliğe sahip padişahların etkisiyle halk inançları ile ilgili eserlerin resimlenmesine ilgi duyulmuş ve bunların üretilmesine devam edilmiştir (Tanındı, 1984: 13; Mahir, 2005: 102; Bağcı, vd., 2006: 196; Yaman, 2002: 21; Yaman, 2007: 218219). Fakat bazı araştırmacılar eserin Şemseddin Muhammed b. Sâlim el-Hallâl’a (ö. 1335’ten sonra) ait Kitâbül’l-Cefri’l-Kebir adlı eserden Türkçeye çevrildiğini ileri sürmüşlerdir (Aksu, 2001:19). Ayrıca bu eserin çeşitli kopyalarının 16. yüzyıl boyunca Osmanlı sarayında dolaşımda olduğu da ileri sürülmektedir. Yine bu eser üzerinden Kanuni Sultan Süleyman’ın Mehdi olarak nitelenmesi, bunun kültürel politik yönü detaylı bir biçimde ele alınmış, aynı eserin daha önceki dönemlerde padişahların Mehdi gibi sunulmasına yönelik bir ilginin uyanışını gösterdiği de dile getitilmiştir (Fleisher, 2000: 42-54; Fetvacı, 2013: 307). Hıristiyanlık ve Musevilikte de var olan Deccal, kıyamet alametlerinden biri olarak görülen kişidir. Yalancı Mesih, büyüsü ve yalanlarıyla hakkı batıl ile karıştıran kişi olarak tanımlanan Deccal, İslam’da kıyametten önce ortaya çıkacak ve yalanları ile insanları dalalete düşürecek varlık olarak kabul görmektedir (Sarıtoprak, 1992; Demirci ve Sarıtoprak, 1994: 67-72). Minyatürlü bu nüshaların dışında İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde B. 1739 ve B. 374 numaralarla kayıtlı iki adet minyatürsüz nüsha daha yer almaktadır (Aksu, 2001: 19; Yaman, 2002: 5). Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Osmanlı Görsel Dünyasında “Kızılbaşlar”: Tercüme-i Miftah-ı Cifru’l-Cami’de Yer Alan “Deccal ve Taraftarları” Tasvirlerinin Politik Bir Okuması Deccal’ı Mızrakla Öldürmesi” (İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi, Bağdat 373, 239b., İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY 6624, 98b., Chester Beatty Kütüphanesi, 444, 205b.) sahnelerinde karşımıza çıkmaktadır.14 Bu tasvirlerde kompozisyon şeması ve figürlerin betimleniş biçimleri oldukça dikkat çekicidir. Eserin üç nüshasında yer alan bu tasvirlerde genellikle cennet, cehennem, Deccal ve taraftarları temel figürler olarak kullanılmıştır. Bazı örneklerde Hz. İsa ve taraftarları bazılarında ise melekler ordusu bu sahneye eklenmiştir. Tasvirlerde yer alan cennet, iki yanında ağaçların (genellikle servi) yer aldığı, yer yer altlarından ırmakların aktığı (Kur’an’da bahsi geçen dört ırmak), kubbeli, merdivenli veya merdivensiz bahçe köşkleri veya tahtları, cehennem ise bir ateş topu şeklinde verilmiştir. Tasvirlerde cennet üst, cehennem ise alt köşelere yerleştirilmiştir. Deccal, iki casusu ve genellikle kalabalık verilen taraftarları ise ya başlı başına ya da Hz. İsa ve meleklerle mücadele halinde betimlenmiştir. Eserde, Deccal’ın Horasan’dan veya Irak ile Horasan arasında bir yerden çıkacağı (İstanbul niversitesi Kütüphanesi, y.93a), 34 yaşını geçmiş, bir gözü kör olduğu (İstanbul niversitesi Kütüphanesi, y.93a), kulakları uzun bir eşeğe sahip olduğu (İstanbul niversitesi Kütüphanesi, y.95a), ona sihirbazların Türklerin, Yahudilerin tabi olduğu, askerlerinin çoğunun Yahudilerden oluştuğu (İstanbul niversitesi Kütüphanesi, y.93) bilgilerine yer verilmiştir (Yaman, 2002: 131-132). Bu bilgilere uygun olarak Deccal genellikle koyu ya da açık renkli bir eşeğin üstünde oturan beyaz ya da siyah tenli, sakallı bir figür olarak karşımıza çıkmaktadır.15 Diğer figürlere oranla daha 14 15 Deccal’ın yer aldığı diğer bir eser Ahval-i Kıyamet’tir. Eserin farklı koleksiyon ve müzelerde bulunan nüshalarında Deccal; “Deccal’ın Etrafını Duvarla Çevirmesi” (İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi Hafid 139, 11b.), “Deccal’ın Yeryüzüne Tekrar Çıkması”, (Berlin Staatsbibliothek Ms. Or. Oct. 1596, 10b.), “Deccal’ın Ahmed b. Abdullah İsimli Padişahla Savaşı” (İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi Hafid 139, 15b.), “Deccal Zamanında Kıtlık” (Berlin Staatsbibliothek Ms. Or. Oct. 1596, 14b.) ve “Deccal’ın Hz. İsa Tarafından Öldürülmesi” (Berlin Staatsbibliothek Ms. Or. Oct. 1596, 1b.) sahnelerinde karşımıza çıkmaktadır. Bu eserin dışında Deccal tasviri basit olarak yazı ve resim üzerinden gelecek üzerine tahminlerin yapıldığı, içerisinde peygamberlerin hayatı, burç ve gök cisimleri, tarihi ve efsanevi kişilerin öyküleri, kıyamet ve ahiret yaşantısı gibi konuların yer aldığı Falname adlı yazmanın bugün İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan bir nüshasında da yer almaktadır. Bu tasvirde Deccal eşeği üzerinde taraftarları ile birlikte betimlenmiştir (İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi, Hazine 1702, 48b.) (Sezer, 1998: 15; Milstein vd., 1999; Akar, 2002; Yıldız, 2002; Yaman, 2007: 139-155; Yaman, 2007: 218219; Bağcı ve Farhad, 2009) . Deccal’ın siyah tenli olması dikkat çekicidir. Çünkü İslam inancında siyah genellikle kötülüğün ve şeytanın sembolü olmuştur. Varlığı ve şekli konusunda çeşitli tartışmalara rağmen, şeytan İslam minyatür sanatında genellikle siyah renkli, sakallı, çirkin bir yaratık şeklinde betimlenmiştir. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 107 Dr. Mürüvet HARMAN büyük boyutlu tutulan Deccal, tek gözlü olduğu vurgulanırcasına genellikle profilden yapılmıştır. Deccal’ın biri kıllı, iğrenç görünümlü şeytan avratı, diğeri canavar suretindeki iki casusu (İstanbul niversitesi Kütüphanesi, y.96a) ve taraftarları ise ona eşlik etmektedir.16 Bazı örneklerde eserin yazılı metnine uygun biçimde bir casus kadınken bazılarında her iki casus garip görünüşlü yaratıklar şeklindedir. Casuslar yarı çıplakken diğer bütün figürler giyiniktir. Bu tasvirlerde dikkat çeken nokta Deccal ve taraftarlarının giyim kuşamı ile casuslarının betimleniş biçimleridir. Tasvirlerde Deccal ve taraftarları devrin kıyafetleri ile verilmesine rağmen kızıl-kırmızı veya siyah başlıklara sahiptir. Casusların sadece edep yerleri örtülüdür. Örneğin “Deccal ve Taraftarları”nın tasvir edildiği bir örnekte kadın şeklindeki casusu ile tamamı kızıl-kırmızı başlık giymiş Deccal ve taraftarlarını görmek mümkündür (İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi, Bağdat 373, 273b.) (Resim 1). Yine “Meleklerin Deccal Ordusuna Saldırması” ve “Hz. İsa’nın Deccal’ı Mızrakla Öldürmesi” adlı tasvirlerde ise casusların her ikisinin erkek olduğu, başlıklarda ise kızıl-kırmızı ve siyahın kullanıldığı görülmektedir (İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY 6624, 98a., İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY 6624, 98b.,) (Resim 2-3).17 Osmanlı’da dini, ekonomik ve kültürel kodları belirlemek için giyim kuşama dikkat edilmiş bununla ilgili yasal düzenlemeler yapılmıştır (İpşirli, 2002: 510-512; 16 17 108 Bunun başlıca nedeni ise onun hem karanlığın hem de kötülüğün vücut bulmuş hali olması şeklinde yorumlanmasıdır. Yine şeytanın siyah teni, onun bozulmuş doğasını ve cehennem ateşleri içindeki kaçınılmaz kaderini sembolize etmektedir. Ayrıca İslam öncesi Arap toplumunda siyah renk uğursuz sayılmış ve bu nedenle siyah renkli hayvanlarla şeytan arasında bir ilişki kurulmuştur. Bazı örneklerde ise ender olarak beyaz tenli, kanatlı bir melek veya beyaz tenli yaşlı bir erkek şeklinde verilmiştir (Acaibü’l-Mahlukat, Paris Bibliothèque Nationale, Suppl. Pers. 332, fol. 209r, El-Âsarü’l-Bâkiye an’il Kurûni’l Hâliye, 1307-1308, Edinburg University Library, Ms. Arab 161, vr. 48a). Şeytanın neden bir erkek şeklinde tasarlandığı ise tam net değildir. Fakat bazı araştırmacılar şeytan figürü ile Zerdüşt inancında yer alan Ahura Mazda ile savaşan ve kötü, kötü ruh olarak adlandırılan Ehrimen (Ahrimen, Angra Mainyu) arasında bir bağ kurmuştur. Çünkü Ehrimen İslam kültüründe “şeytan” ve “iblis” sözcüklerinin karşılığı olarak kullanılmıştır. İslam minyatür sanatında şeytanın da Deccal gibi betimlenmesi akla bu iki figür arasında bir bağ kurulduğunu getirmektedir (Binyon v.d., 1971: 23; Milstein ve Brosh, 1991: 27; Çelik, 1995: 84; Ateş, 1996: 364-370; Milstein vd., 1999: 106; Hançerlioğlu, 2000: 130; Yıldırım, 2008: 272-273; Çelebi, 2010: 99-101; Korkmaz, 2010: 107-115; Ritter, 2011: 34-39). İslam dininde Deccal’ın Yahudi ve bazı kadınlardan meydana gelen taraftarlarının olduğu inancı genel kabul görmektedir (Sarıtoprak, 1992: 85). Eserin farklı nüshalarında yer alan Deccal ile ilgili tasvirlerin hepsinde bu kızıl başlıkları ve casusları görmek mümkündür. Fakat bazı örneklerde kızıl başlıkların yanı sıra siyah başlıklar da karşımıza çıkmaktadır. Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Osmanlı Görsel Dünyasında “Kızılbaşlar”: Tercüme-i Miftah-ı Cifru’l-Cami’de Yer Alan “Deccal ve Taraftarları” Tasvirlerinin Politik Bir Okuması Turan, 2005: 239-267).18 Bu durum Osmanlı minyatür sanatına da yansımış, hangi konu kapsamında olursa olsun kullanılan figürler giyim kuşamın bu toplumsal kodlarına göre betimlenmiştir. Minyatürlerde giyim ve dolayısı ile onların kodları göz önüne alındığında Deccal ve taraftarlarının kızıl-kırmızı-siyah başlıkları ön plana çıkmaktadır. Bilindiği gibi bu eser, Osmanlı-Savefî çatışmasının yoğunlaştığı bir dönemde Türkçeye çevrilmiş ve resimlenmiştir. Dolayısıyla böyle bir dönemde üretilen bu minyatürlerdeki figürlerin betimleniş biçimlerini dikkatli bir biçimde incelemek gerekmektedir. Öncelikle Deccal’ın İslam coğrafyasında yalancı Mesih, büyüsü ve yalanlarıyla hakkı batıl ile karıştıran kişi olarak tanımlandığı, kıyametten önce ortaya çıkacak ve yalanları ile insanları dalalete düşürecek varlık olarak kabul gördüğü bilinmektedir. Bu nedenle Deccal ile ilgili bütün tasvirler aslında çoğunlukla olumsuz figürleri barındırmaktadır (ona karşı savaşanlar hariç). Bunu kuvvetlendirmek için ya Deccal ya da casusları garip görünüşlü yaratıklar olarak verilmiştir. Deccal ender birkaç örneğin dışında siyah tenli, tek gözlü çirkin bir erkek; casuslar ise yazılı kısma uygun olarak ya kıllı bir kadın ya da garip görünüşlü (canavar) varlıklar şeklinde sunulmuştur. Özellikle hayvansı yüzü ile betimlen casus veya casusular kel başları, yarı çıplak oluşları, yer yer kol, ayak ve boyunlarındaki halkaları ile dikkat çekicidir.19 Deccal’ın erkeklerden oluşan taraftarları ise onu ve casuslarını takip etmektedir. Tasvirlerde yer alan ve Deccal’la savaşan veya onu öldüren figürler ise genellikle sahnenin bir köşesine konumlandırılmış olup başlarında beyaz başlık yer almaktadır. Yer yer bu başlıklara sahip figürlere boynuz eklenmiştir. Bu figürler Deccal’a karşı savaşanlar değil onun söylemi ile kafası karışanlar ya da doğru yoldan sapanlardır. Bütün tasvirler ve bunlarda yer alan figürler göz önüne alındığında ortaya birden fazla soru çıkmaktadır: Neden Deccal ve taraftarlarına kızıl-kırmızı, diğer figürlere beyaz ise başlık giydirilmiştir? Deccal’ın casusları neden kel başları, yarı çıplak oluşları, yer yer kol, ayak ve boyunlarındaki halkaları ile betimlenmiştir? 18 19 Ayrıca Osmanlı’da bazı toplulukların başlarının renklerine göre adlandırıldığı bilinmektedir. Örneğin Özbekler Yeşilbaş, Safeviler Kızılbaş, Osmanlılar Akbaş, Gürcüler Karabaş olarak anılmaktadır. (Savaş, 2013: 7). Dervişlerin kulak, boyun , kol, ayak bileği, burun ya da cinsel organlarına taktıkları bu halkaların sembolik anlamları mevcuttur. Her derviş grubunun kullanmadığı veya bir bölümünü kullandığı bu halkalardan örneğin küpeler gereksiz konuşmalara önem vermemeyi, halkalar Hz. Ali’ye koşulsuz bağlılığı, bilezikler harama dokunmamayı simgelemektedir. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 109 Dr. Mürüvet HARMAN Öncelikle tasvirlerde yer alan figürler kullanılan başlıklarla birbirlerinden ayrı tutulmuştur. Bir yanda kızıl-kırmızı başlıkları ile Deccal ve taraftarları, diğer yanda beyaz başlıkları ile onunla savaşanlar. Figürlerin giyim kuşamları üzerinden yapılan bu ayrım tasvirlerde politik göndermelerin olduğunu düşündürmektedir. Çünkü Osmanlı’da başlıklara çok önem verildiği ve Savefî taraftarları veya ordusuna kullandıkları başlıklardan dolayı “Kızılbaş” denildiği bilinmektedir. Bu bilgiler göz önüne alındığında tasvirlerde yer alan Deccal ve taraftarlarının “Kızılbaşları” sembolize ettiği, dolayısı ile eserin üretildiği devirdeki Osmanlı-Savefî çatışmasının minyatür sanatına yansıdığı söylenebilir. Yani kıyametten önce ortaya çıkacak ve inananları türlü yalanlarla doğru yoldan saptıracak Deccal ile devrin Safevî yöneticileri arasında bir ilişki kurulmuştur. Zaten eserin kıyamet beklentisi ve bu doğrultudaki halk inançlarının yoğunlaştığı bir dönemde Türkçeye çevrilip resimlenmesi ve aynı dönemde Osmanlı padişahlarının dinsel yönleri ile ilgili yeni bir ikonografinin oluşturulması da bu durumu güçlendirmektedir. Özellikle III. Mehmed devrinde kıyamet ile ilgili analatılardan dolayı Osmanlılar kıyametten önce dünyaya hükmedecek son hanedan olarak görülmüş ve birçok padişahın dini yönleri ön plana çıkarılmıştır. Bu durum Osmanlı sarayında üretilen çoğu el yamasına da yansımıştır (Fetvacı, 2013). Minyatürlerde yer alan Deccal, taraftarları ve casusları ile döneminin “Kızılbaş” ilişkisi sadece betimlenişleri ile ilgili değildir. Osmanlı devrine ait bazı yazılı kayıtlarda Kızılbaşlar veya hetorodoks dervişlerinin deccal ve taraftarına benzetildiği de bilinmektedir. Örneğin Âşık Çelebi (1519-1571) Seyyid Gazi Zâviyesi’nde yaşayan Kalenderîler hakkındaki olumsuz gözlemlerini aktarırken, “… Kudümlerinden köy ve kend halkı mütennebih olsalar Deccal aralarına uyarlar…” şeklinde ifadeler kullanmıştır (Ocak, 1999: 183). Yine bazı yazılı kaynaklarda Râfizî diye nitelenen “Kızılbaşlar”ın kalabalık oldukları, içlerinde şeyhleri adına insanları yoldan çıkarmaya çalışan şeytanları oldukları bilgileri yer almaktadır (Refik, 1994: 18). Tasvirlerdeki politik yansımanın diğer bir göstergesi Deccal’ın casuslarıdır. Genellikle hayvansı yüzleri, kel başları, yarı çıplak oluşları, yer yer kol, ayak ve boyunlarındaki halkaları ile betimlenen bu casus figürleri aslında minyatür sanatında sıkça karşımıza çıkmaktadır. Cehennem (zebâniler), peygamber yaşamları, şeytan, cin konulu tasvirlerde bu betimlemelerdekine benzer hayvansı yüzlü, kolları ve 110 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Osmanlı Görsel Dünyasında “Kızılbaşlar”: Tercüme-i Miftah-ı Cifru’l-Cami’de Yer Alan “Deccal ve Taraftarları” Tasvirlerinin Politik Bir Okuması boyunları halkalı, yarı çıplak, garip görünüşlü yaratıklar yer almaktadır (And, 2008). Fakat bu figürler bir yandan da Kalenderî, Haydarî, Rûm Abdâlları gibi heterodoks dervişlerini de anımsatmaktadır. Bu dervişlere ait yazılı ve görsel betimlemelere bakıldığında bunların da kel (çahâr darb), bıyıklı, yarı çıplak, el, kol, boyun, kulak gibi yerlerinin halkalı oldukları görülmektedir (Resim 4-5).20 Heterodoks dervişler ile tasvirlerde yer alan Deccal’ın casuslarının bu özellikleri aralarında bir ilişki kurulup kurulmadığını yani casus figürlerinin aslında heterodoks dervişler mi olduğu sorunu ile karşılaşmaktayız. Eğer Deccal ve taraftarları ile Safevî veya Anadolu’daki “Kızılbaşlar” betimlenmişse casuslarda da heterodoks dervişlerin yer alması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü eserin üretildiği dönemde Anadolu’daki birçok derviş zümresinin ya da abdalın Safevî propagandası yaptığı, ayaklanmalara katıldığı, toplumsal düzeni ve merkezi sistemi rahatsız ettiği, heterodoks inançlara sahip olduğu bilinmektedir. Eğer tasvirlerde yer alan casus figürleri dervişleri temsil etmekteyse diğer yazma eserlerde yer alan aynı özellikteki garip yaratıkların kimliği sorunlu hale gelmektedir. Bilindiği gibi bunlar İslam dininde veya mitolojisindeki cin, şeytan, zebâni, demon gibi garip varlıkların görselleştirilmiş halidir. Fakat bunlarında genellikle başları kel, boyun ve kolları halkalı, yarı çıplak verildiği görülmektedir. Bu durumda doğa üstü bu yaratıkların belli bir kalıba göre betimlendiği, garip yaratıklar olan Deccal’ın casuslarının da bu kalıba uygun yapıldığı, ancak politik göndermelerle yüklü olduğu için derviş ve abdalları akla getirdiği söylenebilir. Kaldı ki Osmanlı’da daha çok kıyafet albümleri veya diğer konulu eserlerde karşımıza çıkan heterodoks dervişler dini ikonografinin ürünleri olan Siyer-i Nebî, Kısas-ı Enbiyâ gibi yazmalarda yer almamaktır. Deccal’ın casusları doğrudan veya dolaylı yoldan heterodoks dervişleri barındırıyorsa eser bu açıdan da önemli bir konuma sahip olmaktadır. Sonuç 16. yüzyılda Savefî Devleti’nin ortaya çıkması ile birlikte oluşan çatışma iklimi Anadolu topraklarına da yansımıştır. Osmanlı’nın politikalarından rahatsız olan birçok topluluk veya zümre ayaklanmaya başlamış, bu durumuma bir de Savefî Devleti’nin uyguladığı dini-kültürel propaganda eklenince toplumsal düzen sarsılmaya başlamıştır. Özellikle “Kızılbaş” topluluklar veya heterodoks inanca sahip dervişler merkezi yönetimin gözünde olumsuz değer kazanmıştır. Osmanlı 20 Çahâr darb denen dörtlü tıraş saç, sakal, bıyık ve kaşların tıraşına denilmektedir. Bu tıraş her bir derviş grubunda farklı bir biçimde uygulanmıştır (Ocak, 1999: 163; Karamustafa, 2007: 29) . Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 111 Dr. Mürüvet HARMAN dünyasında “Kızılbaşlar”ın merkezi otoriteyi rahatsız eden ve toplumsal düzeni bozan ayaklanmalarda yer almaları, ehl-i sünnet inancına sahip olmamaları, onların yoldan sapmış, ya da yoldan saptıran kişiler olarak görülmelerine neden olmuştur. Çoğu tarihi belgede “Kızılbaş” veya onlarla ilişkili görülen heterodoks derviş grupları şeytana ya da Deccal’a benzetilmiş, birçok olumsuz sıfatla nitelenmişlerdir. Yine birçok tekke kapatılmış çoğu “Kızılbaş” veya derviş hakkında idam, sürgün gibi cezalandırıcı ve otorite altına alıcı yöntemlere başvurulmuştur. Merkezi yönetimin sürekli göz hapsine tutuğu bu gruplarlardan dervişler görsel belgelerde de yerini almıştır. Hem yabancı seyyahların kitaplarında hem de nakkaşhane veya çarşı ressamlarının ürettiği birçok eserde heterodoks dervişler tasvir edilmiştir. Bu eserlerdeki derviş figürleri yazılı kaynaklarda yer alan özelliklerini yansıtmaktadır. Fakat “Kızılbaş” olarak nitelenen gruplara ait tasvirleri bulmak zordur. Osmanlı’da kıyamet ve dolayısı ile halk inançlarının yoğunlaştığı bir dönemde üretilen Tercüme-i Cifru’l-Câmi’nin çeşitli nüshalarında yer alan Deccal konulu tasvirler bunlardan birkaçıdır. Yazıldığı dönem popüler bir eser olan Tercüme-i Cifru’l-Câmi’deki tasvirlerde yer alan Deccal, taraftarları ve casusları betimleniş biçimleri sadece ikonografik değil politik bir okumaya da olanak vermektedir. Özellikle aynı devirdeki yazılı kaynaklar ve bunlarda yer alan “Kızılbaş” ve heterodoks dervişler ile Deccal benzetmeleri göz önüne alındığında, söz konuzu tasvirlerin yazılı kültürün görsel izdüşümleri olduğunu söylemek mümkündür. Yine bu tasvirlerde yer alan figürlerin başlıkları ve casusların betimleniş biçimleri bu çıkarıma olanak sağlamaktadır. Merkezi yönetimi rahatsız eden, toplumsal düzeni bozan ve Osmanlı’nın Doğu’daki en büyük rakibi Savefî ile dini-kültürel bağlara sahip olan “Kızılbaşlar” ve heterodoks dervişler tasvirlerde, dönemin algısına uygun bir biçimde kötü karakterler olarak karşımıza çıkmaktadır. Nakkaşlar bekli de saray beğenisi ya da politikası doğrultusunda yalancı Mesih olan Deccal’ın Safevî şahı, taraftarlarının “Kızılbaşları”, casuslarının ise Anadolu topraklarında propaganda yapan casusları (dolayısı ile dervişleri) işaret edecek biçimde betimlemişlerdir.21 21 112 Bu el yazmasının III. Mehmed devrinde neden çevrildiği, nasıl bir ikonografinin uygulandığı, üretilen nüshasında nakkaşlar için özel notlar düşüldüğü ve eserin bu şekilde yani saray beğenisi doğrultusunda üretildiği bilinmektedir (Fetvacı, 2013: 306-311, 346). Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Osmanlı Görsel Dünyasında “Kızılbaşlar”: Tercüme-i Miftah-ı Cifru’l-Cami’de Yer Alan “Deccal ve Taraftarları” Tasvirlerinin Politik Bir Okuması KAYNAKÇA Akar, Zühal (2002): Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde Bulunan İki Falname ve Resimleri, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Aksu, Hüsamettin (2001): “Tercüme-i Cifr Cefr el- Cami Tasvirleri”, Yıldız Demiriz’e Armağan, Haz. M. Baha Tanman, Uşun Tükel, İstanbul, Simurg Yayınları. And, Metin (2008): Minyatürlerle Osmanlı-İslâm Mitologyası, İstanbul, YKY. And, Metin (2011) 16.Yüzyılda İstanbul Kent-Saray-Günlük Yaşam, İstanbul, YKY. Allouche, Adel (2001): Osmanlı-Safevî İlişkileri Kökenleri ve Gelişimi, Çev. Ahmed Emin Dağ, İstanbul, Anka Yayınları. Atasoy, Nurhan (2005): “Osmanlı Dönemi Tarikat Kıyafetleri ve Cihazları”, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sufiler, Haz. Ahmet Yaşar Ocak, Ankara, TTK, 173202. Ateş, Ali Osman (1996): Kur’an ve Hadislere Göre Şeytan, İstanbul, Beyan Yayınları. Bağcı, Serpil ve M. Farhad (2009): Falnama The Book of Omens, Wahington, Smithsonian Institution. Bağcı, Serpil vd. (2006): Ottoman Painting, Ankara, KTBY. Barkan, Ömer Lütfi (1942): Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler I İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zâviyeler”, Vakıflar Dergisi, 2, 279-386. Bilgili, Ali Sinan (2003): “Osmanlı tarih Yazarlarının Algısıyla Türkiye-İran İlişkilerinde Siyasî Karakterin Dinî Söylemi: “Kızılbaşlık””, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi, 27, 21-41. Binyon, Laurence v.d. (1971):, Persian Miniature Painting, New York, Dover Publications. Canpolat, Cemal (2008): Osmanlı Belgelerinde Kızılbaşlar Hakkında İdam ve Sürgün Fermanları, İstanbul, Can Yayınları. Çelebi, İlyas (2010): “Şeytan”, TDVİA, 39, 99-101. Çelenk, Mehmet (2013): “Safevîler Döneminin Şiî-Sünnî İlişkileri Üzerindeki Etkisi”, e-Makâlât, VI, 63-85. Çelik, Ali (1995): İslam’ın Kabul veya Reddetiği Halk İnançları, İstanbul, Beyan Yayınları. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 113 Dr. Mürüvet HARMAN Çetin, Ö. Hakan (2011): “Paris Bibliotheque Nationale’de Bulunan 1688 tarihi Od.7-4 Nolu Albüm Resimlerindeki Derviş Giyim-Kuşamları”, Anadolu Kültürlerinde Süreklilik ve Değişim, Ed. A.Ceren Erel vd., 171-184. Dalkıran, Sayın (2002): “İran Safevî Devleti’nin Kuruluşuna Şiî İnançlarının Etkisi ve Osmanlı’nın İran’a Bakışı”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 18, 49-59. Değirmenci, Tülin (2006): “Farklı İnançlar, Farklı Kıyâfetler: Osmnalı Resim Sanatında Gezici Dervişler (16.-17. Yüzyıllar)”, Sanat Tarihi Araştırmaları Dergisi, 1, 79-98. Demirci, Kürşat ve Zeki Sarıtoprak (1994): “Deccâl”, TDVİA, 9, 67-72. Dilçin, Cem (1978): “XIII. Yüzyıl Metinlerinden Yeni Bir Yapıt: Ahval-i Kıyamet”, Ömer Asım Aksoy Armağanı, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları. El-İstanbulî, Yahyâ Âgâh b. Sâlih (2005): Tarikat Kıyafetlerinde Sembolizm, Çev. M. Serhan Tayşi, İstanbul, Ocak Yayıncılık. Fetvacı, Emine (2013): Sarayın İmgeleri Osmanlı Sarayının Gözüyle Resimli Tarih, Çev. Nurettin Elhüseyni, İstanbul, YKY. Fleisher, Cornell H. (2000): “Mahdi and Millennium: Messianic Dimensions in the Development of Ottoman Imperial Ideology”, The Great Ottoman-Turkish Civilization, Vol. 3, Ankara, Yeni Türkiye, 42-54. Göğebakan, Yüksel (2014): “Resimsel Anlatım Bakımından “Acaibü’l Mahlukat”, “Tercüme-i Miftah Cifrü’l-Cami” ve “Ahvâl-i Kıyâmet” Eserlerindeki Mitolojik Unsurlar”, The Journal of Academic Social Science Studies, 26, 123-141. Hançerlioğlu, Orhan (2000): Dünya İnançları Sözlüğü, İstanbul, Remzi Kitabevi. Haase, Claus-Peter (1995): “An Ottoman Costume Album in the Library of Wolfenbüttel, deted before 1579”, 9. Milletlerarası Türk Sanatları Kongresi, İkinci Cilt, Ankara, KBY, 225-233, İpşirli, Mehmet (2002): “Kıyafet”, TDVİA, 25, 510-512. Karamustafa, Ahmet T. (2007): Tanrının Kuraltanımaz Kulları İslâm Dünyasında Derviş Toplulukları 1200-1550, İstanbul, YKY. Kılıç, Remzi (2006): Kanuni Devri Osmanlı-İran Münasebetleri (1520-1566), İstanbul, IQ Kültür Sanat Yayıncılık. Korkmaz, Mehmet (2010): Zerdüşt Dini İran Mitolojisi, Ankara, Alter Yayıncılık. Küpeli, Özer (2009): Osmanlı-Safevi Münasebetleri (1612-1639), Yayınlanmamış 114 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Osmanlı Görsel Dünyasında “Kızılbaşlar”: Tercüme-i Miftah-ı Cifru’l-Cami’de Yer Alan “Deccal ve Taraftarları” Tasvirlerinin Politik Bir Okuması Doktora Tezi, İzmir, Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Kütükoğlu, Bekir (1993): Osmanlı-İran Siyâsî Münâsebetleri (1578-1612), İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti. Mahir, Banu (2005): Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul, Kabalcı Yayınevi. Milstein, Rachel (1990): Miniature Painting in Ottoman Baghdad, California, Mazda Publishers. Milstein, Rachel ve Na’ama Brosh (1991): Biblical Stories in Islamic Painting, Tel Aviv, Sabinsky Press. Milstein, Rachel vd. (1999): Stories of the Prophets Illustrated Manuscripts of Qisas al-Anbiya, California, Mazda Publishers. Ocak, Ahmet Yaşar (1998): Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15.-17. Yüzyıllar), İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Ocak, Ahmet Yaşar (1999): Osmanlı İmparatorluğu’nda Marjinal Sûfîlik: Kalenderîler (XIV-XVII. Yüzyıllar), Ankara, TTK. Ocak, Ahmet Yaşar (2000): “Babaîler İsyanından Kızılbaşlığa: Anadolu’da İslâm Heterodoksisinin Doğuş ve Gelişim Tarihine Kısa Bir Bakış”, Belleten, LXIV/239, 129-159. Onat, Hasan (2003): “Kızılbaş Farklılaşması Üzerine”, İslâmiyât, 3, 111-126. Öz, Baki (2014): Alevilikle İlgili Osmanlı Belgeleri, İstanbul, Can Yayınları. Öz, Mustafa (2007): “Râfizîler”, TDVİA, 34, 396-397. Özgül, Vatan (2004): “Kızılbaşlık ve Türkmenler”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi, 32, 255-274. Refik, Ahmet (1994): Onlatıncı Asırda Râfızîlik ve Bektâşîlik, Sad. Mehmet Yaman, İstanbul. Ritter, Hellmut (2011): Doğu Mitolojisinin Edebiyata Etkisi Karşılaştırmalı Edebiyat Metinleri, Ed. Mehmet Kanar, İstanbul, Ayrıntı Yayınları. Saray, Mehmet (1990): Türk-İran Münâsebetlerinde Şiiliğin Rolü, Ankara, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları. Sarıtoprak, Zeki (1992): İslâma ve Diğer Dinlere Göre Deccal, İstanbul, Yeni Asya Yayınları. Savaş, Saim (2013): XVI. Asırda Anadolu’da Alevilik, Ankara, TTK. Sezer, Sennur (1998): Osmanlı’da Fal ve Falnameler, İstanbul, Milliyet Yayınları. Sinemoğlu, Nermin (1996): “Onyedinci Yüzyılın İlk Çeyreğine Tarihlenen Bir Osmanlı Kıyafet Albümü”, Aslanapa Armağanı, Hz. Selçuk Mülayim, Zeki Sönmez, Ara Altun, , İstanbul, Bağlam Yayınları, 169-182. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 115 Dr. Mürüvet HARMAN Sümer, Faruk (1999): Safevî Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara, TTK. Tanındı, Zeren (1984): Siyer-i Nebi İslam Tasvir Sanatında Hz. Muhammed’in Hayatı, İstanbul, Hürriyet Vakfı Yayınları. Turan, Namık Sinan (2005): “16. Yüzyıldan 19. Yüzyıl Sonuna Dek Osmanlı Devletinde Gayrı Müslimlerin Kılık Kıyafetlerine Dair Düzenlemeler”, Ankara Üniversitesi Siyasi Bilimler Fakültesi Dergisi, 60, 239-267. Üzüm, İlyas (2002): “Kızılbaş”, TDVİA, 25, 5547-557. Yaman, Bahattin (2002): Osmanlı Resim Sanatında Kıyamet Alametleri Tercüme-i Cifrul-Cami ve Tasvirli Nüshaları, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Yaman, Bahattin (2008): Türk Minyatür Sanatında Cennet”, Belleten, LXXII/263, 141-157. Yaman, Bahattin (2007): “Ahval-i Kıyamet Yazmaları Resimlerinde Kıyamet Sonrası Hayat”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 24/2, 217-234. Yaman, Bahattin (2007): “Dini Kültürün Resimle İfadesi: Deccal Örneği”, Anadolu ve Çevresinde Ortaçağ 1, Ed. Mine Kadiroğlu, Ankara, Anadolu Varlıkları Araştırma Derneği, 139-155. Yıldırım, Nimet (2008): Fars Mitolojisi Sözlüğü, İstanbul, Kabalcı Yayınevi. Yıldız, Osman (2002): Orta Osmanlıca Dönemine Ait Bir Dil Yadigârı Ahval-i Kıyamet, Giriş, İnceleme, Metin, Dizinler, İstanbul, Şule Yayınları. 116 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Osmanlı Görsel Dünyasında “Kızılbaşlar”: Tercüme-i Miftah-ı Cifru’l-Cami’de Yer Alan “Deccal ve Taraftarları” Tasvirlerinin Politik Bir Okuması RESİMLER Resim 1: Deccal ve Taraftarları, Tercüme-i Cifr Cefr el- Cami, İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi, Bağdat 373, 273b (Bahattin Yaman). Resim 2: Meleklerin Deccal Ordusuna Saldırması, Tercüme-i Cifr Cefr el- Cami, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY 6624, 98a (Yüksel Göğebakan). Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 117 Dr. Mürüvet HARMAN Resim 3: Hz. İsa’nın Deccal’ı Mızrakla Öldürmesi, Tercüme-i Cifr Cefr el- Cami, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY 6624, 98b (Kürşat Demirci-Zeki Sarıtoprak). Resim 4: Gezici Dervişler, Österreichische Nationalbibliothek Codex Vindobonensis 8626 (Metin And). 118 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Osmanlı Görsel Dünyasında “Kızılbaşlar”: Tercüme-i Miftah-ı Cifru’l-Cami’de Yer Alan “Deccal ve Taraftarları” Tasvirlerinin Politik Bir Okuması Resim 5: Bir Kalenderi Dervişi, Histoire des Turc, 1650 (A.Y. Ocak). Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 119 Dr. Mürüvet HARMAN 120 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Osmanlı Görsel Dünyasında “Kızılbaşlar”: Tercüme-i Miftah-ı Cifru’l-Cami’de Yer Alan “Deccal ve Taraftarları” Tasvirlerinin Politik Bir Okuması DIE KIZILBAŞ IN DER BILDERWELT DER OSMANEN – EINE POLITISCHE LESEART VON ILLUSTRATIONEN DES DAĞĞĀL UND SEINEN ANHÄNGERN IN DEM WERK „TERCÜME-I MIFTAH-I CIFRU’LCAMI” Dr. Mürüvet HARMAN22* Zusammenfassung Auch wenn uns nicht bekannt ist, für wen die Bezeichnung Kızılbaş ursprünglich reserviert war, wissen wir, dass diese Bezeichnung einen wichtigen Platz in der Welt der Osmanen und Safawiden des 16. und 17. Jahrhunderts hatte. Während im Osmanischen diese Bezeichnung einen negative Bedeutung trägt, bezeichnet sie in Savefi [?] etwas Positives. Der Begriff Kızılbaş kommt in den Texten oft vor und wurde während des Osmanischen Reich in erster Linie für heterodoxe Gemeinschaften gebraucht. Dem Begriff Kızılbaş und den mit ihm bezeichneten Gemeinschaften begegnet man zwar in erster Linie in textueller Form, doch existieren auch bildliche Darstellungen – besonders in Beschreibung der traditionellen Kleidung von alevitischen Gemeinschaften in Reiseberichten. Die Themen und Darstellung von Personen in einigen der Manuskripte aus dieser Zeit sind jedoch sehr bemerkenswert - so z.B. das Werk Ed-Dürrü’l-Munazzam fî Sırrı’l-İsmi’i-A’zam von Abdurrahman b. Muhammed b. Ali b. Ahmed el-Bistâmi, das als einziges Werk in der islamischen und osmanischen Welt den Tag des Jüngsten Gerichtes und seine Vorzeichen in seiner Ganzheit bildlich darstellt. Die türkische Übersetzung dieses Werkes trägt den Titel Tercüme-i Cifru’lCâmi. In einer Zeit, in der apokalyptische Erwartungen und der Aberglauben immer mehr zunahm, wurde dieses Werk öfters kopiert und kommentiert. Diese Werke wurden bis heute eher im Hinblick auf die Technik und die Ikonographie untersucht. Man findet in mehreren Manuskripten Beschreibungen von Szenen, in denen der Dağğāl vorkommt. Einige Besonderheiten in den Beschreibungen dieser Szenen erregen besondere Aufmerksamkeit. Man kann sie auch aus einem anderen Blickwinkel untersuchen, wenn man die Beschreibung der Kleidung sowohl des Dağğāls als auch seiner Anhänger genauer betrachtet. Die politischen, religiösen und gesellschaftlichen Besonderheiten der Zeit, in der das Werk geschrieben wurde, im Auge behaltend, * Çanakkale Universität. E-Mail: [email protected] Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 121 Dr. Mürüvet HARMAN versucht die vorliegende Arbeit eine politische Leseart jener Textstellen zu machen, in denen der Dağğāl vorkommt. Aus diesem Grund wurde Darstellung der Kleidung und Kopfbedeckung der vorkommenden Figuren mit der Darstellung in ähnlichen Werken aus dieser Zeit verglichen. Außerdem wurden der Begriff kızılbaş und die schriftliche Darstellung der mit ihm designierten Gemeinschaften gemeinsam mit den Figuren in den entsprechenden Szenen untersucht. Als Ergebnis kann man festhalten, dass die in unterschiedlichen Ausgaben de Werkes Tercüme-i Cifru’l-Câmi vorkommende Beschreibung der Szenen, in denen der Dağğāl vorkommt, in einem hohen Maße von der politischen Atmosphäre der damaligen Zeit beeinflusst ist. Schlüsselwörter: kızılbaş, Osmanen, Safawiden, Dağğāl, Miniaturen 122 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 İnanç Kültür ve Tarihsel Arka Planda Yanlış Anlaşılan Bir İsim “Bâyezid” İNANÇ KÜLTÜR VE TARİHSEL ARKA PLANDA YANLIŞ ANLAŞILAN BİR İSİM “BÂYEZİD” Misinterpretation Of The Name “Bâyezid” in Faith And in Cultural And Historical Background Ali Sinan BİLGİLİ1* Özet Osmanlı şehzadelerine ad olarak verilen “Bâyezid” ismini Alevî ve Bektaşî inancı çerçevesinde ele alanlar, “Yezid” adı üzerinden, Osmanlı hanedanının Alevî ve Bektaşî inancına karşı bir tavrı olduğu bunun üzerine Bâyezid kelimesinin anlamının ve hanedan üyelerine ad olarak konulmasının sebebinin tartışılması kaçınılmazdır. “Yezid” Kerbela’da Hz. Hüseyin’i şehit eden Yezid bin Muaviye’den dolayı tepki gören bir isimdir. Türkçede “Yezid” kelimesi; “zulmeden, acımasız, hilekâr, sahtekâr” anlamları ile kullanılmaktadır. Türkler bu ismi “nefret edilen kimseler” için kullanmaktadırlar. Osmanlı Devleti, mücadeleye girdikleri düşmanlarını, Yezid olarak isimlendirirler. Yıldırım Bayezid-Timur mücadelesinden bahsedilirken, Timur “Yezid”, Osmanlılar ise Peygamber soyuna benzetilir. Kimi yazarlar da benzer benzetmeler yapmışlardır. Tarihi kaynaklarda genellikle Yezid, zulmün ve zalimlerin temsilcisi olarak vasıflandırılır. Sövz gelimi Âşık Mehmed, Yezid’in adının geçtiği yerlerde “Allah ona lanet etsin” manasına gelen “le’anehu’llah” beddua kelimesini kullanmaktan çekinmez. Hadidî, Şani-zâde Mehmet Ata’ullah Efendi, Evliya Çelebi gibi yazarlar da Yezid kelimesine “pis, alçak, cahil, rezil, cünüp, haşerat, lanetli, kelb, adud (zalim)” gibi hakaret edici sıfatlar eklemişlerdir. Topçular Kâtibi Abdulkadir Efendi Yezid kelimesine “kâfirlik” gibi daha şiddetli bir anlam yükleyerek “küffâr-ı Yezidân” tabirini kullanmaktadırlar. Yezid kelimesi hem tarighi kaynaklarda, hem de günümüzde olumsuz bir anlama sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bâyezid isminin Osmanlı hükümdarlarına verilmesinde farklı bir durum söz konusudur. Bâyezid kelimesindeki “bâ-“ eki “baba/ata” manasında alınır ise “Yezid’in babası/ atası” anlamı çıkar. Gerçek adı Ebû Yezid Tayfûr b. İsa b. Sürûşan olan Bâyezid-i Bistamî’nin adındaki dönüşüm halk lisanındaki yaygın kullanım şekli ile izah edilmektedir. İşte bu yazım tarzına istinaden, “Bâ-yezid” kelimesinin, “Ebû-yezid” kelimesinin farklı bir yazım tarzı olduğu, lakin * Prof. Dr., Atatürk Üniversitesi, Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi, Sosyal Bilgiler Eğitimi Anabilim Dalı Erzurum. E-mail: [email protected] Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 123 Ali Sinan BİLGİLİ aynı manaya geldiği yaygın bir kanaat olarak kabul görmektedir. Yezid kelimesinin taşıdığı olumsuz mana itibariyle kendilerini İslâm dünyasının lideri/hadimi olarak gören, her daim Ehl-i Beyt’e bağlılığını ifade eden Osmanlı ailesinin çocuklarına dinî, fikrî ve mefkûre yönünden aykırı gelecek bir ismi vermesi beklenemez. O halde “bâ-“ eki ile “ebû” ismi arasında, ifade ettiği mana itibariyle bağlantı zayıf görülmektedir. Osmanlı inanç, düşünce ve idealleri dikkate alınarak ileri sürülebilecek mantıklı görüş, “Bâ-yezid” kelimesinin “Yezid karşıtı” bir mana ifade etmesi gerektiğidir. Bu ifade edilecek mana; dinî bir içeriğe sahip olduğu gibi, asıl olarak “Yezid” kelimesinin “zalim” anlamıyla ilişkili olmalıdır. Çünkü çocuklarına Bayezid ismini koyan I. Murad ve II. Mehmed devirleri fütuhat politikalarının yoğun yaşandığı, adalet vurgusunun ön planda olduğu dönemlerdir. Bu dönemlerde Aleviliğin (Safevî Kızılbaşlığı) sorun olmadığı da göz ardı edilmemelidir. I.Murad döneminde Osmanlılar, Germiyanoğulları gibi güçlü Türkmen beyliklerine karşı halkı koruma siyaseti izleyerek, adalet prensiplerine olan bağlılıklarını ön plana çıkarmışlardır. Zaten mensup oldukları İslâm Dini’nin gereği zulmün zıttı olan adalet ilkesine uymaları zorunluydu. Bunun için de “adaletnemeler” yayınladılar. İşte bu adalete yapılan vurgular hükümdarın zihninde çocuğuna “adaletin” zıttı olan “zulüm/zalimlik” kavramıyla özdeşleşen Yezid’in adına “mukabil/ karşıtlık” anlamı veren Farsça “bâ-“ eki eklenerek isim yapılmış ve adalet vurgusu güçlendirilmeye çalışılmıştır. Böylece “Bâyezid” kelimesinin manası olumlu hale dönüştürülerek “müşfik, adil” anlamı verilmiştir. Sonuç olarak; Osmanlı şehzadelerine Bâyezid kelimesinin menşei ne olursa olsun içerdiği mana, “zulme ve zalime karşı olan” veya “adil” olduğu kanaati daha belirgindir. Anahtar Kelimeler: Bâyezîd, Kızılbaşlık, Osmanlı, Arap ve Fars Dili Abstract The people evaluating “Bâyezid”, commonly known as the names of Sultans’ sons in Ottoman State, within the frame of Alevi and Bektashi faith thinks that it is an attitude of Ottoman dynasty that comes out against Alevi and Bektashi faith; therefore, it is important to discuss the meaning of “Bâyezid” and why it is given as a name to the men from dynasty. “Yezid” is an infamous name because of Yezid bin Muaviye 124 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 İnanç Kültür ve Tarihsel Arka Planda Yanlış Anlaşılan Bir İsim “Bâyezid” who martyrized Hz. Hüseyin in Karbala. In Turkish, the word Yezid is used with its meanings; “high-handed, merciless, cheater, impostor”. And also Turkish people use that name for “the one that is hated”. Ottoman Empire name their enemies as Yezid. At Yıldırım Bayezid and Timur struggle, Timur is identified as Yezid while Ottomans as prophet’s descendants. Some writers make similar metaphors. In historical sources, Yezid is generally described as the representative of cruelty and oppressors. For instance, the poet Mehmed uses “le’anehu’llah” that means “God curse him” in every line that includes the word Yezid. The writers like Hadidî, Şani-zâde Mehmet Ata’ullah Efendi, Evliya Çelebi attach offensive adjectives such as “dirty, villianious, ignorant, dreadful, junub, cursed, canine”. Artillery clerk, Abdulkadir Efendi uses the expression “küffâr-ı Yezidân” that means “infidelity”. It is easily understood that the Word Yezid has a negative meaning in both historical sources and sources at the present time. The situation is different in naming Ottoman Emperors. If the appendix “bâ-“ in the word Bâyezid is thought “father/ancestor”, then Bâyezid means “Yezid’s father/ancestor”. The transformation in the name of Bâyezid-i Bistamî, whose real name is Ebû Yezid Tayfûr b. İsa b. Sürûşan, is explained through its common usage in colloquial language. Accordingly, it is broadly accepted the word “Bâ-yezid” is different writing version of the word “Ebû-yezid” but has the same meaning. Ottomans is commonly defined themselves as the leader of Islamic World and with their loyalty to Ahl al-bayt. Considering the negative meaning of the word Yezid, it is impossible for Ottomans to give that name to their sons. The connection between the appendix “bâ-“ and the name “ebû” remains weak in terms of meaning. Considering Ottomans’ beliefs, thoughts and ideas, it requires that the word “Bâ-yezid” means “anti-Yezid”. That meaning has a religious content and also basically it should be related to the “oppressor” meaning of the word “Yezid”. Conquests policy and emphasis of justice are at the forefront in the periods of Murad I and Mehmed II who gave their sons the name Bayezid. Additionally, it is important that Alevi (Safevid Kizilbash) did not pose a problem in the periods of I. Murad and II. Mehmed. Ottomans in the period of Murat I carry out a public protection policy against powerful Turkmen Beylics like Germiyans and they give priority to the justice principles. In any case, justice principle against cruelty is an obligation and also a necessity for the Ottomans who believe in Islam. They have published warrant of justice for this purpose. Considering that emphasis upon justice emperors attach Persian appendix “bâ” which means “opposi- Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 125 Ali Sinan BİLGİLİ te/contradiction” to the word Yezid that is associated with “cruelty/oppressor”. By this way, they empower justice point and the meaning of “Bâyezid” transforms into a positive meaning; “kind, fair”. Consequently, it is obvious that Bâyezid contains a meaning that refers to “the one who is against cruelty and opressor” or “fair-minded” regardless of its origins. Key Words: Bâyezîd, Kizilbash, Ottoman, Arabic and Persian Language 1-Giriş İsimler ve onların anlamı ile ilgili yapılan değerlendirmeler tarihin her döneminde farklı anlamalara ve değerlendirmelere neden olmuştur. Çoğu zaman verilen isimlerin tarihsel ve kültürel bir değer taşıdığı ve o ismi taşıyanın da bir misyonun devamı olduğu iddia edilmektedir. Bu iddianın her zaman geçerli olduğunu söylemek mümkün değildir. Bununla birlikte milletler özellikle belli isimleri verme hususunda dikkatli olmuylar ve bunları çocuklarına vermekte özellikle titiz davranmışlardır. Türklerin İslamiyet’i din olarak benimsemelerinden sonra, İslam tarihine ve kültürüne büyük saygı göstermişler ve çocuklarına İslam büyüklerinin isimlerini vermeye başlamışlardır. Bu isimlendirmede o kadar ileri gidilmiş ki neredeyse arttık isimlendirmede Türkçe isimler unutulmaya başlanmıştır. Bu hassasiyet, bazı hususların gözden kaçmasına, çoğu zaman zaman yanlış anlamalara ve değerlendirmelere neden olmuştur. İslamiyet’ten önce Türkler çocuklarına ad verirken çok titiz davranmışlar, çocuğun adı ile karakteri arasında bir bağ olduğuna inandıkları için isimlendirmede bu hassasiyeti her zaman göz önünde bulundurmuşlardır. Dede Korkut anlatımlarında da görüldüğü üzere, çocuğun isim almasında onun bir kahramanlık göstermesi de beklenirdi. Türkler, ismin davranışlarla olan bağlantısına önem vermelerinden ötürü, verilen ismin seçici olmasına dikkat ederek seçici davranmışlardır. İsimler mensubiyetlerimiz ve inançlarımızı göstermişe bakımından da önemlidir. Bu konuda dikkatli davranan kimseler, kendi inanç ve kimliğini belirlemede önemli olduğunu varsaydığı isimleri kullanmakta ve çocuklarına bu isimleri vermede daha özenli davranmaktadır. Türkler de kimi zaman millet kimliğini ön plana çıkaran isimleri, kimi zaman da inanca ait isimleri tercih etmişler, kimi zaman da verdikleri isim konusunda yanlış anlamalara da sebep olmuşlardır. Bu yanlış anlama ve değer- 126 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 İnanç Kültür ve Tarihsel Arka Planda Yanlış Anlaşılan Bir İsim “Bâyezid” lendirmeye sebep olan isimlerden biri ve belki de en önemlisi “Bâyezid” ismi gelmektedir. 1- Bayazid İsminin Osmanlı Şehzadelerine Verilmesi Osmanlı hanedanı tarihinde şehzadelere ad olarak verilen “Bâyezid” ismi muhtelif tartışmalara yol açmıştır. Alevî ve Bektaşîlerin genellikle “bed-menişin ve fail-i şerrin” timsali olan “ebu’l-habâis” “Yezid” adı üzerinden, Osmanlı hanedanının Alevî ve Bektaşî inancına karşı bir tavrı olduğunu iddia etmişlerdir. Bâyezid kelimesinin anlamının ve hanedan üyelerine ad olarak konulmasının sebebinin açıklığa kavuşturulması bu husustaki tarihî hakikatlerin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır. 2- Bâyezid adının kökeni üzerine Bâyezid ( )دیڒیابkelimesi “bâ” ( )ابve “yezid” ( )دیڒیolmak üzere bir ek ve bir isimden meydana gelmiştir. a) Kelimedeki “bâ” ekinin ne olduğuyla ilgili olarak dört görüş ileri sürülebilir; 1-Arapça bir isim olup, “baba, ata” anlamına gelen veya bazı kelimelerle meydana getirdiği terkiplerde mübalağa ifade eden “eb” (( )باcemi: abâ) veya “ebû” ( )وباya da “bû” kelimesi (Kılıç, 1994, 65). Misal: •• Eb-i müşfik: Şefkatli baba, •• Ebu-cehl ( ;)لۿج وباcehaletin babası: Amr bin Hişam •• Ebu Hanife ( ;)هفينح وباEbû Hanîfe Numan ibn-i Sâbit İmam-ı Âzam •• Ebu-leheb ()بهل وبا: alev babası: Abduluzza bin Abdulmuttalip •• Ebu Türâb: Toprak babası, Hz. Ali’nin lakaplarından biri, •• Ebu’l-beşer: İnsanların babası, Hz. Âdem, •• Ebu’l-feth: fetihler babası, •• Ebü-z-zeheb: altın babası, zengin adam, •• Ebül-l-iber: edepsiz, utanmaz. •• Ebu Yezid: Yezid’in babası. Memlûk kaynaklarında Arap imlasına uygun olarak çoğunlukla “Ebû Yezid” şekli kullanılmıştır (Kanat, 2006, 123-134). Kuzey Afrika Arapçası’nda ise Bâ-Yezid kullanım şekli oldukça yaygındır (Kılıç, 1994, 65). 2-Arapça şahıs ismi başına gelen, künye ve nispet yerine geçen “ba-” ( )ابön eki. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 127 Ali Sinan BİLGİLİ Misal; Bâ-Alevî: Seyyid ve sufîlerin mensup olduğu, Arabistan’da Terim kasabasında yaşayan bir ailenin adı. •• Bâ-Fakih; Bâ-Alevî ailesinin bir kolu. •• Bâ-Fadl; Yine Terim kasabasında yaşayan bir şeyh ailesi. •• Bâ-Mahreme; Asıl adı Takiyyüddin Abdullah b. Ömer b. Abdillah Bâ-Mahreme el-Yemenî olan Yemenli bir fıkıh ve astronomi âlimi (Sakkar, 1991a, 355; Sakkar, 1991b, 357; Kırbıyık, 1991, 358). 3-Farsça bir edat olan ve geldiği kelimeye “ile” ya da “... li” anlamı veren “ba-, be- ( ”)ابeki. Farsçada isim ve fiil tabanlarına türlü ekler getirilerek sıfat işleyişinde kelimeler yapılabilmektedir. İsim tabanlarına getirilen ön eklerle yapılan sıfat eklerinden biri “bâ-” ekidir. Misâl: •• Cemâl-i bâ-kemal: tam, mükemmel güzellik, •• yaran-ı bâ-safâ: safalı dostlar, •• bâ-berat: berat ile •• bâ-emr-i âli: sadrazam emri, ferman ile •• bâ-haber: haberli, •• bâ-kemâl: olgunlukla, •• bâ-safâ: safalı, hoş, •• bâ-tapu: tapulu, •• bâ-vekar: vakarlı, •• be-nâm: namlı, ünlü, •• be-hıred: akıllı 4-Farsça bir edat olan ve geldiği kelimeye “rağmen”, “mukabil”, yani “karşı” manası veren “bâ- ( ”)ابeki. (Şükûn, 1996, 215). Misal: •• bâ-nur ()رون اب: nura karşı •• bâ-behest () تسخباب: sese (gürültüye) karşı •• bâ-baht () تخباب: talihe rağmen •• bâ-an ( )اب نآ: bununla beraber, buna rağmen (bâ-ân heme kûşiş kârî netevânest bekoned; Bütün o çabalamaya rağmen bir iş yapamadı) (http:// www.dilciler.com) b)“Yezid” kelimesi Arapça has isim olup, Kerbela’da Hz. Hüseyin’i şehit eden Yezid bin Muaviye adına izafeten mevzubahis edilmiştir. Bu katil/zalimin adından dolayı tepki gören bir isimdir. Emevî hükümdarlarından (661-750) ikinci (Yezid 128 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 İnanç Kültür ve Tarihsel Arka Planda Yanlış Anlaşılan Bir İsim “Bâyezid” b. Muaviye), dokuzuncu (Yezid b. Abdulmelik) ve on ikinci (Yezid b. Velid) halifelerin isimleri Yezid olup, ayrıca Yezid b. Mühelleb gibi devlet adamlarının da isimleridir (Yıldız, 1986, 413). Yalın olarak Yezid ismine ünlü şu kişilerde rastlanmaktadır; •• Ebû Yezid Tayfûr b. İsa b. Sürûşan (ölm. 234/848) •• Celâleddîn Ebû Yezîd Pürânî (ölm. 1457) •• Ebû Yezîd Ma`n İbni Yezîd İbni Ahnes (ölm. 683) •• Ebû Yezîd en-Nükkârî (ö. 947) •• Ebû Yezid el-Kurtubî •• Ebû-Yezîd (v. 159/775) •• Ebû Yezîd el-Kazvînî •• Ebû Yezîd Ebân b. Yezîd (ö.780) •• Ebu Yezid el-Medenî •• Ebu Yezid ed-Debusî (v.430) •• Ebû Yezid bin Rahmetullah bin İmankulî Yezid ismine “bâ” takısıyla birlikte rastlanan ünlü kişiler ise şunlardır; •• Bâyezid-i Ensârî: ()ىراصنا ديڒياب: Bâyezid b. Abdillah b. Muhammed elEnsârî (980/1573), Afganistan’da Revşeniyye adlı Rafizi bir tarikatın kurucusu. •• Bâyezid-i Bistamî ()يماطسب ديڒياب •• Bâyezid Halife (Bayezid-i Rumî) (922/1516): Mutasavvıf şair, Cemal-i Halveti’nin müridi. •• Bayezid Halife b. Abdillah el-Edirnevî er-Rûmî (v. 900/1494) •• Bâyezid I (1354-1403): Osmanlı hükümdarı •• Bâyezid II (1448-1512): Osmanlı hükümdarı •• Bâyezid: Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu, şehzade 3-Bâyezid adının manası üzerine Türkçe sözlüklerde “Yezid” kelimesi; “zulmeden, acımasız, hilekâr, sahtekâr” anlamlarına gelmektedir. Bu kelime umumiyetle “nefret edilen kimseler” için kullanılır. Osmanlı tarihi kaynakları, Osmanlı Devleti ile mücadeleye girişen düşmanlarını, Yezid tesmiye ederek ve özdeşleştirerek nefret edilen bu kişi üzerinden Osmanlılara meşruiyet kazandırmak istemişlerdir. Nitekim Şükrullah (1947, 58) Bayezid-Timur mücadelesinden bahsederken; “Ama Temür daha önce gelip suları tutmuştu. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 129 Ali Sinan BİLGİLİ Yezidlilerle Yalavaç soyu gibi. İki ordu karşılaşıp savaşa başlayınca gazi padişahın ordusunda bulunan Tatar ve kötü düşünceli kâfir çerisi, tıpkı Kufelilerin Emirü’l-Müminîn Hüseyin’e yaptığını yapıp yüz döndürdüler” diyerek Osmanlıların nefretini çeken Timur Han’ı “Yezid”, Osmanlıları ise Peygamber soyuna benzeterek iyi ve kötü nitelendirmesi yapmıştır. Mevlana Mehmed Neşrî de (2008, 159) bu mücadeleden bahsederken; “Temür Pencşenbih gün sabah Yezid-vâr sulu yire konup, Bâyezid Han ol gün ikindüden sonra Hüseyn-vâr Kerbelâ-veş yire kondı” ifadesiyle Timur’un konumunu Yezid’e, Sultan Bayezid’in konumunu Kerbela’daki Hz. Hüseyin’e benzetmiştir. Keza benzer bir benzetme Solak-zâde Tarihi’nde yapılmıştır. (Solak-zâde Mehmed Hemdemî Çelebi, 1989, 98) Bu ifadelerle zulmün ve zalimlerin timsali olan Yezid ile Timur’u, mazlumların ve ezilmişlerin sembolü olana Hz. Hüseyin ile de Bâyezid’i özdeşleştirmiştir. Oruç Beğ, Tevârih-i Âl-i Osman (2008, 152) adlı eserinde anlattığına göre Sultan II. Bayezid, Ağustos 1492’de Manastır’dan Edirne’ye yaptığı bir seyahat esnasında Kalender dervişi kıyafeti giymiş suikastçıların saldırısına uğramıştır. Oruç Beğ bu saldırıyı yapanları; “Yezid-i havâric, Rafizî-i mel’un kâfir, nemed-pûş, Haydarî-şekl, kulağında, gerdanında halka-i la’net-gûş-i mengûş, mel’ûn-fidâ, sünnetsüz, taharetsüz, necis-i murdâr…” cümlesiyle tüm kötü sıfatları Yezid kelimesiyle birlikte ve eşdeğer olarak kullanmıştır. Târîh-i Osmânî Encümeni kurucularından Efdaleddin Bey’in Yezid için yazdığı “kara vicdanlı, zalim” (Efdaleddin, 1908, 218-220) ifadesi Osmanlı entelektüel bakışını göstermesi bakımından önemlidir. Türk edebiyatında da Yezid kötülüğün sembolü olarak anılır. Bu yüzden kötülük yapan insanlara “seni yezit seni” veya “yezid tohumu” denir. R. N. Güntekin de “Kolay canı çıkar mı o yezidin?” (Türk Dil Kurumu Sözlüğü) ifadesiyle Yezid’e yüklenen nefreti ifade eder. Osmanlı kaynaklarının bazılarında da Yezid’in adının geçtiği yerlerde “Allah ona lanet etsin” manasına gelen “le’anehu’llah” beddua cümlesi (Âşık Mehmed, 2007, 297) veya “pis, mundar, alçak, rezil kimse” manasına gelen “pelid” (Hadidi, 1991, 129), Yezîd-i bed-likâ, Yezîd-i pür-necis gibi hakaret içerikli eklemeler yapılmıştır. Şani-zâde Mehmet Ata’ullah Efendi (2008, 136) de “Yezidî-meniş câhilân” (Yezid-huylu cahiller) tabiriyle Yezid kelimesine kötülük ve hakaret yüklemiştir. Evliya Çelebi (2001) ise Yezid’i, cünüp (pis), haşerat, lanetli, kelb, adud (zalim) gibi sıfatlarla anlatır. Topçular Kâtibi Abdulkadir Efendi (2003, 308) ise 1601 tarihinde İstoni-Belgırad’ta meydana gelen olaylarından bahsederken Yezid kelimesine “kâfir- 130 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 İnanç Kültür ve Tarihsel Arka Planda Yanlış Anlaşılan Bir İsim “Bâyezid” lik” gibi daha şiddetli bir anlam yükleyerek “küffâr-ı Yezidân” tabirini kullanmıştır. Osmanlı belgelerinde görülen enteresan bir husus da “Yezidlik etmek” veya “Yezid taraftarı olmanın” kanunen olmasa bile (Çünkü Osmanlı ceza kanunlarında böyle bir suça rastlanmamaktadır. Fıkıhta suçlar “cinâyât, kısas, diyât, ukūbât, hudûd, serika ve eşribedir.) algıda ve anlayışta bir suç olarak görülmesidir. Nitekim Mühimme Defterlerinde rastlanılan Musul beyine ve kadısına yazılan bir hükümde geçen “Bâbü Irâk halkı sâdât tarafına rafz isnâd idüp sâdât dahi anlara Yezîdlik isnâd idegelmislerdür.” (6 Numaralı Mühimme Defteri, 1995, 388-389) kaydına göre Musul’un Bâbü’l-Irak mahallesi halkı ile burada yaşayan Sadat’ın birbirlerine Râfizîlik ve Yezidlik isnat ettikleri ve şikâyette bulundukları görülmektedir. Bu şikâyet üzerine Osmanlı hükümeti, Musul beyine ve kadısından araştırma yapılmasını ve iki tarafın düşmanlığına son verilmesini istemiştir. Burada ilginç olan Yezidlik etmenin kötü bir davranış olduğu ve şikâyet mevzusu suç olarak algılanmasıdır. Osmanlı belgelerinde “bey’-i min-yezid” diye enteresan bir tabir vardır. Bu tabirin manası “müzayede yani artırma ile satış yapma” demektir. Bu tabirdeki Yezid kelimesi, bazı Osmanlı şairlerinin dilinde edebiyatımızda kendi manasında kullanılmıştır. Mesela; Metâ-i hân-i azizana müşteri olma Bu Kerbela’da olan bey’ min-yezid midir? Lâ (Pakalın, 1983, 215) Yukarıda verilen bilgilerden Yezid kelimesinin anlayış, algı ve lisanımızda menfi bir anlama sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bu olumsuz anlayışa rağmen Osmanlı hükümdarları evlatlarına bu ismi neden vermişlerdir? Bâyezid kelimesinin ıstılahî-hakiki manasının ortaya çıkarılması bu sorunun cevabını verecektir. Bâyezid kelimesindeki “bâ-“ eki “baba/ata” manasında alınır ise “Yezid’in babası/ atası” anlamı çıkar. Gerçek adı Ebû Yezid Tayfûr b. İsa b. Sürûşan olan Bâyezid-i Bistamî’nin adındaki dönüşüm halk lisanındaki yaygın kullanım şekli ile izah edilmektedir. Aynı şekilde bazı “Ebû-yezid” adını taşıyanlar, özellikle de Kuzey Afrika Arapçasının hâkim olduğu yerlerde yaygın olarak “Bâ-yezid” şeklini kullandıkları görülmektedir. Nitekim Mısırlı İbn Hâcer el-Askalanî (1372-1449), Yıldırım Bâyezid’den bahsederken onun adını “Ebû Yezid bek b. Osman at-Türkmanî” olarak kaydetmiştir (İnalcık, 1948, 350). İşte bu yazım tarzına istinaden, “Bâ-yezid” kelimesinin, “Ebû-yezid” kelimesinin farklı bir yazım tarzı olduğu, lakin aynı manaya geldiği yaygın bir kanaat olarak kabul görmektedir. Bu görüşe istinaden de özellikle Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 131 Ali Sinan BİLGİLİ Alevî ve Bektaşî inanca sahip insanların Osmanlı hanedanının Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt’e düşmanlık eden ve onları şehit eden Yezid (le’anehu’llah)’in ismini çocuklarına vermelerini “karşıtlık ve düşmanlık” olarak algılamışlardır. Oysa yukarıda izah edildiği gibi “Yezid” kelimesi kroniklerimizde, dinî ve fikrî hayatımızda olumsuz bir mana taşımaktadır. Bundan dolayı da kendilerini İslâm dünyasının lideri/hadimi olarak gören, her daim Ehl-i Beyt’e bağlılığını ifade eden bir ailenin çocuklarına dinî, fikrî ve mefkûre yönünden aykırı gelecek bir ismi vermesi beklenemez. O halde “bâ-“ eki ile “ebû” ismi arasında, ifade ettiği mana itibariyle bağlantı zayıf görülmektedir. “Bâ-yezid” kelimesindeki “ba-” ekinin, Arapça şahıs ismi başına gelen, künye ve nisbe yerine geçebileceği de tartışılması gereken bir husustur. Bu durumda aldığı ek aidiyet ve nispet (bağıntı, ilgi, ilinti) bildireceğinden, “Bâ-yezid” kelimesinin manası Yezid’le ilgili/ ilintili/ ilişkili, Yezid’e ait veya Yezidî olacaktır. Bu anlam da Osmanlı inanç ve düşüncesine aykırı olduğundan, künye ve nispet (aidiyet) belirten bir takının kullanılması uygun görülmemektedir. “Bâ-yezid” kelimesindeki “bâ” ekinin geldiği kelimeye “ile” ya da “... li” anlamı veren Farsça “ba-“ edatının olması halinde Bayezid kelimesinin manası Yezidli veya Yezid’le beraber olacaktır. Bu mana da yukarıdakiler gibi Osmanlı inanç ve düşüncesine aykırı olduğundan “bâ” ekinin edat olarak kullanılması uygun düşmemektedir. Bu noktada Osmanlı inanç, düşünce ve idealleri dikkate alınarak ileri sürülebilecek mantıklı görüş, “Bâ-yezid” kelimesinin “Yezid karşıtı” bir mana ifade etmesi gerektiğidir. Bu ifade edilecek mana; dinî bir içeriğe sahip olduğu gibi, asıl olarak “Yezid” kelimesinin “zalim” anlamıyla ilişkili olmalıdır. Çünkü gerek I. Bayezid’in babası Sultan I. Murad, gerekse II. Bayezid’in babası Sultan II. Mehmed devirleri fütuhat politikalarının yoğun yaşandığı, adalet vurgusunun ön planda olduğu dönemlerdir. Bu dönemlerde Osmanlı Devleti’nde Aleviliğin (Safevî Kızılbaşlığı) sorun olmadığı da göz ardı edilmemelidir. Sultan I.Murad döneminde Osmanlılar, güçlü Germiyanoğulları gibi Türkmen beyliklerine karşı halkı koruma siyaseti izleyerek, adalet prensiplerine olan bağlılıklarını ön plana çıkarmışlardır (Emecen, 1999, 10). Zaten mensup oldukları İslâm Dini’nin gereği zulmün zıttı olan ve Kitab-ı Mübin’de “(Allah) insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” (Nisa Suresi, 58. Ayet)” ve “şüphesiz Allah, âdil davrananları sever” (Mümtehine Suresi 8. Ayet)” emirlerinin muhatabı olarak adalet ilkesini uygulamada 132 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 İnanç Kültür ve Tarihsel Arka Planda Yanlış Anlaşılan Bir İsim “Bâyezid” göstermek için “adaletnâmeler” ve “istimaletnâmeler” yayınlamışlardır. Defterdar Mehmed Paşa’nın “Ol şehindir saadet-i kevneyn, Meyli yok zulme, adle mâîldir. Hazret-i izzete ahabbünâs, Yevm-i mahşerde şâh-ı adildir.” mısraları da Osmanlı adalet anlayışını gösteren önemli bir kayıttır. İşte bu adalete yapılan vurgular hükümdarın zihninde çocuğuna “adaletin” zıttı olan “zulüm/zalimlik” kavramıyla özdeşleşen Yezid’in adına “mukabil/ karşıtlık” anlamı veren Farsça “bâ-“ eki eklenerek isim yapılmış ve adalet vurgusu güçlendirilmeye çalışılmıştır. Böylece “Bâyezid” kelimesinin manası olumlu hale dönüştürülerek “müşfik, adil” anlamı verilmiştir. Bu ismin/anlamın verilmesi, Osmanlı mefkûresinin anlaşılması açısından da önemlidir. Zira adalet vurgusu, gerek Sultan I. Murad döneminde mücadele edilen Anadolu Türkmen beyliklerine ve Balkan Hıristiyanlarına, gerekse Sultan II. Mehmed döneminde mücadelenin yoğun yapıldığı Hıristiyan dünyaya ve yine bir başka Türkmen Akkoyunlulara karşı, Osmanlı adil nizamının (nizam-ı âlem) propagandasının etkili bir şekilde yapılmasına katkı sağladığı muhakkaktır. Bu da Osmanlı fütuhatının başarılı olmasına ve Devletin yücelmesine yardımcı olmuştur. Diğer taraftan “zulmün men’i” konusunda hassas bir yönetim anlayışına sahip Osmanlıların çocuklarına “zulme karşı” manasına gelen bir isim vermesi, “adâlet-i mahzâya” denilen katıksız, tam adaleti savunmadaki iddialarını da gösterebilir. Hele ki İslâm âleminin hamisi sıfatıyla kendisini “i’lay-ı kelimetu’llahın” en büyük temsilcisi olarak gören ve Kemal Paşa-zade’nin (1991, 545), “cihangirlik azmini cezm idüb” diyerek cihan sultanlığını te’yid ettiği Ebu’l-Feth Sultan Mehmed’in çocuğuna Bayezid ismini vermesi, düşünce yapısı, inançları ve mefkûresi açısından gayet normal görünmektedir. Nitekim Bizanslı tarihçi Mihail Kritovulos, “akdem-i a’mâli reâyâ ve berâyânın ni’met-i adâletle mütena’im olması kazıyyesi idi.” sözüyle Fatih Sultan Mehmed’in adalete verdiği değere ve anlayışına işaret etmiştir (Özcan, 1982, 26). Sonuç ve Değerlendirme Sonuç olarak; Osmanlı şehzadeleri ve hükümdarlarına ad olarak verilen Bâyezid kelimesinin menşei ne olursa olsun içerdiği mana, “zulme ve zalime karşı olan” veya “adil” demektir. Yezid’in babası veya Yezid’le beraber manaları ise, kelimenin geli- Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 133 Ali Sinan BİLGİLİ şine göre mümkün olsa bile Osmanlı hükümdarlarının bu manayı düşünerek çocuklarına isim koymadıkları muhakkaktır. Aksi takdirde Osmanlı inanç ve mefkûresi ile çatışan/çakışan bir durum söz konusu olurdu ki, bu durum da Ehl-i Beyt’e bağlılık açısından Osmanlıların İslâm âlemindeki meşruiyetini tartışmalı hale getirirdi. Şah Nadir zamanında Şii İran’ın dahi Osmanlı Hilafetini tanımak istediğini beyan etmesi, Osmanlı meşruiyetinin tartışmasız kabul edildiğinin bir göstergesi olarak “Bayezid” kelimesine “adaletli” anlamı yüklememizi gerekli kılmaktadır. Özellikle isimlendirmelerin bir taraftarlık veya muhaliflik oluşturma gayelerini çoğu zaman taşımadıkları da dikkate alınacak olursa, günümüzde kimi kargaşa ve kaos çıkarıcıların bunları kendileri için malzeme olarak kullanma yoluna gittikleri muhakkaktır. Türkler arasında isimlendirmelerde inanç tercihlerinin rolü diğer İslam ülkeleri ile mukayese edildiğinde yok denecek kadar az olduğu görülecektir KAYNAKLAR 6 Numaralı Mühimme Defteri (972/1564–1565) Özet-Transkripsiyon ve İndeks, Ankara 1995, Devlet Arşivleri Genel Müd. Yay. ÂŞIK MEHMED, (2007), Menâzırü’l-Avâlim, (Haz. Mahmut Ak), II, Ankara: TTK Yay. EMECEN, Feridun, (1999), “Kuruluştan Küçük Kaynarca’ya”, Osmanlı Devleti Tarihi, (Edt. E. İhsanoğlu), 1, İstanbul: Zaman Yay. ES-SAKKAR, Sami, (1991a), “Bâ Alevî”, DVİA, c.4, İstanbul: İSAM Yay. ES-SAKKAR, Sami, (1991b), “Bâ Fadl”, DVİA, c.4, İstanbul: İSAM Yay. EVLİYA ÇELEBİ, (2001), Seyahatnâme, (Haz. Y. Dağlı-S.A.Kahraman), 4, İstanbul: Yapı-Kredi Yay. HADİDİ, (1991), Tevârih-i Âl-i Osman, (Haz. Necdet Öztürk), İstanbul: İÜ. Yay. İNALCIK, Şevkiye, (1948), “İbn Hâcer’de Osmanlılar’a Dair Haberler II.”, DTCFD, VI/3, Ankara: AÜ. Yay. KANAT, Cüneyt, (2006), “Memluk Kaynaklarındaki Osmanlı İmajının Değişim Süreci”, Tarih İncelemeleri Dergisi, XXI/1, İzmir. İBN KEMAL, (1991), Tevârih-i Âl-i Osmân, VII. Defter, (Haz. Şerafettin Turan), Ankara: TTK Yay. KILIÇ, Hulusi, (1994), “Eb”, DVİA, 10, İstanbul: İSAM Yay. KIRBIYIK, Kasım, (1991), “Bâ Mahreme”, DVİA, 4, İstanbul: İSAM Yay. 134 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 İnanç Kültür ve Tarihsel Arka Planda Yanlış Anlaşılan Bir İsim “Bâyezid” MEVLANA MEHMED NEŞRÎ, (2008), Cihânnümâ, (Haz. Necdet Öztürk), İstanbul: Çamlıca Yay. ORUÇ BEĞ, (2008), Tevârih-i Âl-i Osman, (Haz. Necdet Öztürk), İstanbul: Çamlıca Yay. ÖZCAN, Abdulkadir, (1982). “Fatih’in Teşkilât Kanunnamesi ve Nizâm-ı âlem için kardeş katli meselesi”, İstanbul Üniversitesi Tarih Dergisi, XXXIII, 1-56. PAKALIN, M. Zeki, (1983), Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I, İstanbul: MEB Yay. SOLAK-ZÂDE MEHMED HEMDEMÎ ÇELEBİ, (1989), Solak-zâde Tarihi, (Haz. Vahid Çabuk), Ankara: Kültür Bakanlığı Yay. ŞANİ-ZÂDE MEHMET ATA’ULLAH EFENDİ, (2008), Şani-zâde Tarihi, (Haz. Ziya Yılmazer), 1, İstanbul. ŞÜKRULLAH, (1947), Behcetü’t-tevârih, (Haz. Çiftçioğlu N. Atsız), İstanbul: Türkiye Yay. ŞÜKÛN, Ziya, (1996), Farsça-Türkçe Lûgat, 1, İstanbul: MEB Yay. TEKİNER, Efdaleddin, (1908/1326), Muhtasar İslâm Tarihi, I, İstanbul: Kader Matb., TOPÇULAR KÂTİBİ ABDULKADİR (KADRÎ) EFENDİ, (2003), Tarih, (Haz. Ziya Yılmazer), 1, Ankara: TTK Yay. YILDIZ, H. Dursun, (1986), “Yezid b. Mühelleb”, İA, 13, İstanbul: MEB Yay. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 135 Ali Sinan BİLGİLİ 136 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 İnanç Kültür ve Tarihsel Arka Planda Yanlış Anlaşılan Bir İsim “Bâyezid” ÜBER DIE MISSDEUTUNG DES NAMENS „BÂYEZID” Ali Sinan BİLGİLİ2* Zusammenfassung Der Name „Bâyezid“ begegnet uns als Name für die osmanischen Prinzen. Es ist überaus wichtig, sich zu fragen, was die Bedeutung des Namens „Bâyezid ist und weshalb die Osmanen sich dafür entschieden haben, ihn als Namen für ihre Herrscher zu verwenden. Besonders im Hintergrund der Tatsache, dass die Alevis und Bektaschi dies als einen Ausdruck für die feindliche Gesinnung der Osmanen ihnen gegenüber betrachten. Der Name „Yezid“ ist ein in Ungnade gefallener Name, wegen der Verbindung zu Yazid b. Mu’awiya, durch den Hüseyin (der Sohn des Imam Ali) den Märtyrertod erlebte. Das Wort Yezid assoziiert Begriffe wie „Tyrann”, „erbarmungslos”, „Betrüger” oder „hinterlistig”. Es wird für Menschen gebraucht, die „gehasst” werden. Darüber hinaus nannten die Osmanen ihre Feinde Yezid. Bei der Erwähnung der Schlacht zwischen Beyazid und Timur wurden die Osmanen mit der Familie des Propheten und Timur mit Yazid verglichen. Auch andere Autoren zogen diesen Vergleich, und in historischen Quellen repräsentierte dieser Begriff den Tyrannen und die Unterdrückung. [?]. So zögert z.B. der Dichter Âşık Mehmed nicht, jedes Mal wenn der Name Yezid erwähnt wird, das Wort “le’anehu’llah” (?) zu gebrauchen, was “Gott verdamme!” bedeutet. Auch Autoren wie z.B. Hadidî, Şani-zâde Mehmet Ata’ullah Efendi und Evliya Çelebi haben das Wort Yezid mit herabwürdigenden Eigenschaften ergänzt – wie z.B. „dreckig”, „niederträchtig”, „unrein”, “verächtlich”, “Ungeziefer”, “verdammt”, “Hund” oder “Unterdrücker”. Der Amtsschreiber des Kanonenbataillons Abdulkadir Efendi benutzt den Begriff „küffâr-ı Yezidân”, wobei er den Begriff mit einem noch übleren Ausdruck, „kâfirlik” (Unglaube) erweitert. Wir begegnen einer abschätzigen Bedeutung des Begriffes Yezid sowohl in älteren Quellen als auch in gegenwärtigen Schriften. Es verhält sich jedoch anders, wird die Namensgebung für die osmanischen Herrscher betrachtet. Wenn wir „bâ” in dem Wort „Bâyezid” als „Vater/Ahne” verstehen, dann bedeutet der Name „Vater/Vorvater des Yezid”. Dieser Veränderung in dem Namen von Bâyezid-i Bistamî, dessen eigentlicher Name Ebû Yezid Tayfûr b. İsa b. Sürûşan war, erklärt sich durch den Gebrauch des Namens (Bâ* Prof. Dr. Atatürk Universität, Erzurum. E-mail: [email protected] Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 137 Ali Sinan BİLGİLİ yezid), der in der Volkssprache im Umlauf war. Von dieser Schreibweise des Namens ausgehend, gilt es als allgemein erwiesen, dass die Namen „Bâ-yezid” und „Ebû-yezid”, obwohl sie anders geschrieben sind, dieselbe Bedeutung tragen. In Anbetracht der abschätzigen Bedeutung des Wortes Yezid, ist es schwierig nachzuvollziehen, dass die osmanische Herrscherfamilie, die sich als Anführer/Diener der islamischen Welt betrachteten und stets ihre Verbundenheit zu der Familie des Propheten betonten, ihren Kindern einen Namen gaben, der ihrer Religion, ihrem Weltanschauung und ihrem Denken zu widersprechen schien. Folglich ist die Verbindung in Hinblick auf den Sinngehalt von „bâ-“ und „ebû” als schwach anzusehen. Den religiösen und intellektuellen Idealen der Osmanen eingedenk, ist die logische Schlussfolgerung, dass das Wort „Bâ-yezid” vielmehr die Bedeutung von „Gegner Yezids” (Yezid karşıtı) trägt, da das Wort bzw. der Name einen religiösen Inhalt hat und eigentlich mit der Bedeutung von „Unterdrücker, Tyrann” verbunden ist, da in der Zeit von Murad I. und Mehmed II., die ihren Kindern diesen Namen gaben, die Expansionspolitik vorherrschend war und ein besonderes Augenmerk auf das Prinzip der Gerechtigkeit gelegt wurde. Außerdem darf man auch nicht vergessen, dass zu jener Zeit das Alevitentum (das „safawidische Qizilbaschtum”) kein Problem darstellte. In der Zeit von Murad I. betonten die Osmanen ihre Verbundenheit zu den Prinzipien der Gerechtigkeit, indem sie eine Schutzpolitik gegenüber einflussreichen anatolischen Beyliks (wie z.B. die Germiyan) verfolgten. Sie waren sowieso wegen ihrer Zugehörigkeit zum Islam dazu verpflichtet, sich an das Prinzip der Gerechtigkeit zu halten. Zu diesem Zwecke brachten sie sog. „Gerechtigkeitsschreiben” (adaletname) in Umlauf. Diese Wichtigkeit des Prinzips der Gerechtigkeit für die osmanischen Herrscher führte dazu, dass man, dem Namen Yezid, um ihm mehr Nachdruck zu verleihen, das persische Präfix „bâ-“, was die Bedeutung „entgegengesetzt” bzw. „dagegen” trägt, voranstellte. Somit wurde die Bedeutung des Wortes Bâyezid verändert und trug fortan eine positive Bedeutung, nämlich “gerecht” und “gutwillig”. Abschließend lässt sich sagen, dass es deutlich wird, dass der eigentlich Sinn des Namens Bâyezid (vor allem auch für die osmanischen Prinzen) - was immer auch der Ursprung des Wortes sein mag – „jemand, der gegen die Unterdrückung und den Unterdrücker bzw. Tyrann ist” bzw. “gerecht” war. Schlüsselwörter: Bâyezîd, kızılbaşlık („das „safawidische Qizilbaschtum”), Osmanen, Arabisch und Persisch (?) 138 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Türkiye Selçuklularında Dini Eserler TÜRKİYE SELÇUKLULARINDA DİNİ ESERLER Religious Structures İn Seljuks Turkey Muhammet KEMALOĞLU Özet XI. yüzyıldan itibaren Türk göçlerine sahne olan Anadolu’da Büyük Selçukluların İran’da gerçekleştirdikleri Türk-İslâm mimarisiyle, Anadolu kültürünün kaynaşmasından oluşan yeni bir sanat anlayışının ürünü olan kıymetli eserler vücuda getirilmiştir. Bu eserler daha sonraki yıllarda Beylikler ve Osmanlı mimarisine temel teşkil etmiştir. Anadolu Selçuklu sanat eserleri incelendiğinde bunları etkileyen başlıca faktörlerin İslâm inancı, İslâm öncesine kadar uzanan Türk kültürü ve nihayet yerli kültürler olduğu söylenebilir. Anadolu’nun fethi ve Türkiye Selçukluları Devleti’nin kurulmasından sonra, açılan bu yeni topraklara engin bir vatanseverlik duygusu ile bağlanan Selçuklu Türklerinin, vücûda getirdikleri dinî, içtimaî, iktisadi müesseseler yardımıyla, bu ülkeyi tam bir Türk yurdu ve iş diyarı hâline getirmeye çalıştıklarını biliyoruz. Bazen devlet adamlarının çalışmalarıyla, bazen hayırsever vatandaşların gayretiyle, birçok yerde de erbab-ı tasavvufun himmetiyle ortaya konulan Selçuklu müesseselerinin, ifâ ettikleri hizmetleri itibariyle tasnife tabi tutulmaları, ihtidâlara tesirleri konusunun rahatlıkla incelenebilmesi bakımından lüzumlu görülmüştür. Ne var ki, bunların tasnifi pek kolay değildir. Bu hususta hangi müesseselerin dinî veya içtimaî yahut iktisadî olduğunu tespit etmek güçleşmektedir. Söz gelişi, camîlerin ibadet yerleri olarak dinî müesseseler olduğu açıktır. Fakat dinî ilimlerin tahsil edildiği medreselerin içtimaî mi yoksa dinî müesseseler mi sayılması gerektiği hususu ortada kalmaktadır. Bu eksikliklere Bektaşi kültürüne ait eserlerin tasnifi de eklenmelidir. Bununla beraber biz şimdilik umûmî kabul gören, bugüne kadar yazılmış tasnifler üzerinde yürüyeceğiz ve dönemin Bektaşi kültürüne ait dini eserlerini tanıtmaya çalışacağız. Anahtar Kelimeler: XI. Yüzyıl, Türkiye Selçukluları, Türk-İslâm mimârisi, Camî, Medrese, İmâret, Kervansaray, Alevilik, Bektaşi İnancı, Abdallar, Hacı Bektaş Veli Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 139 Muhammet KEMALOĞLU Abstarct XI. century Great Seljuk Turks from Anatolia, Iran migrations perform the scene of the Turkish-Islamic architecture, consisting of the combination of the Anatolian culture with a new concept, the product of precious works of art brought into the body. Principalities and Ottoman architecture, this works as the basis for the later years. The main factors affecting these works of art are examined Anatolian Seljuk Islamic belief, dating back to before Islam can be said that Turkish culture and finally the native cultures. After the establishment of the conquest and Turkey Seljuk Anatolia State, in that new land to a profound feeling of patriotism and connected to the Seljuk Turks to make their religious, social, economic institutions help, we know that this country is trying to bring the case full Turkish homeland and business land. Sometimes the work of statesmen, sometimes the efforts of philanthropic citizens, many in Sufism support revealed by himmet of the Seljuk institutions, employment exercised their services are not subject to classification As has been shown necessary respect to examine easily the influence of the subject of apostasy. However, their classification is not easy. Religious or social institutions which are difficult to detect in this or that economic considerations. The advent of promise, as places of worship mosques is clear that religious institutions. But the madrasas of collection of religious knowledge remains or is in the middle of muster points should be considered Is that religious institutions. Classification of the works belonging to the Bektashi culture should be added to these deficiencies. However, we have now accepted the public, we walked up to date on the written grading period and will try to introduce the religious monuments of Bektashi culture. Key Word: XI. Century, The Seljuks in Turkey, The Turkish-Islamic Architecture, Mosques, Madrasah, Imaret, Caravansaray, Alawism, Bektashi Tradation, The Abdals,Hadji Bektashi Veli GİRİŞ Türkiye Selçukluları Devleti bayındırlık faaliyetleriyle ülkenin her köşesini camî, han, kervansaray, imâret, köprü, çeşme ve medreselerle donatmıştı. Selçuklularda bâyındırlık ve imâr işleri emir-i mimârın başkanlığında yürütülürdü (Es, 2005:451452). Anadolu Selçukluları’ndan günümüze kadar ulaşan en güzel yapılar arasında; 140 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Türkiye Selçuklularında Dini Eserler Ankara’da Aslanhane Camîsi, Afyon Karahisar’daki Ulu Camî, Konya ve Niğde’de Alâeddîn Camîleri, Kayseri’de Huand Hatun Camîsi ve külliyesi, Erzurum’da Çifte Minâreli Medrese, Sivas’ta Gök Medrese, Buruciye Medresesi ve Çifte Minâreli Medrese, Kırşehir Melik Gâzi Kümbeti, Ahlat’ta Ulu Kümbet ve Çifte Kümbetler, Aksaray-Konya ve Kayseri-Sivas yolları üzerinde Sultan Hanları, Nevşehir yakınlarında Ağzı Kara Han, Avanos yakınlarında Sarıhan, Sivas’ta İzzeddin Keykâvûs Dâru’ş-şifası, Konya’da Karatay Dâru’ş-şifası sayılabilir (Kemaloğlu, 2013: 1-18; Kemaloğlu, 2014: 289-301; Kemaloğlu, 2014:1-31; Kemaloğlu, 2015:62-791). Camîler (Mescidler): Müminlerin topluca Allah’a ibâdet ettikleri yerler olmaları itibâriyle camîler (mescitler) önemli dinî müesseselerdir. Camîler, Hz. Peygamber devrinden başlamak üzere, sâdece Müslümanların cemaat halinde namaz kıldıkları yahut Kur’an-ı Kerîm okudukları yerler olarak kalmamış, cemiyet için çok önemli olan dinî-içtimaî hizmetleri ile temâyüz etmiştir. İslamiyet’te, mahiyeti icabı, din ile siyaset ayrılmaz bir bütün olduğundan Halife ve Valiler bir taraftan camîde namaz kıldırırken, diğer taraftan birçok siyasi meseleyi de orada müzakere ediyorlardı. Henüz hususi meclis ve divanlar kurulmadan önce idarî işler de orada müzakere olunuyordu. Devlet hazinesinin (beytü’l-mal) muhafaza edildiği yer de camîlerdi. Camîler ayrıca mahkeme yeri olarak da kullanılıyordu (Mescit,1979:1-118; Kuban, 1968:60). Bütün bunların dışında, camîler birer talim ve terbiye yeri idiler. XI. yüzyıldan itibaren Anadolu sahasında medenî inkişaf görülmeye ve yeni müesseseler ortaya çıkmaya başladı. Günümüze intikal eden Selçuklu eserlerinden birçoğunun XII. yüzyılın son yarısı ile XIII. yüzyıla ait olması, ilk yüzyılın müesseseleşmekten çok yerleşmek ve hâkim olmak mücadeleleri ile geçtiğini göstermektedir. Günümüze intikal eden ilk Anadolu camîlerinin XII. 1 Konu ile alakalı olarak ayrıntılı bilgi için; Kemaloğlu, M. (2013): XI.-XIII. Yüzyıl Türkiye Selçuklu Devletinde Dini Eserlerinden Kümbet-Türbe-Ziyâretgâh-Namazgâh ve Câmîler, Akademik Bakış Dergisi, Sayı: 39, Eylül-Ekim-Kasım-Aralık, Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi, Kırgızistan, s. 1-18;Kemaloğlu, M. (2014a): ″XI.-XIII. Yüzyıl Türkiye Selçuklu Devletinde Dârüşşifalar”, Hikmet Yurdu, Düşünce-Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, Cilt 7, Sayı 13, Ocak-Haziran/1, s. 289-301;Kemaloğlu, M. (2014b): Türkiye Selçuklularında İçtimaî Müesseseler ve Eserler, Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi, Cilt:1/Sayı:4/Aralık/2014 ISSN:2148-2292, Volume:1/Number:4/ December, s.1-31 ile Kemaloğlu, M. (2015): “XI.-XIII. Yüzyıl Türkiye Selçuklu Devletinde Eğitim-Öğretim (Medreseler)”, Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi, Cilt:2/Sayı:5/Mayıs, s,62-79 adlı çalışmalarımıza bakabilirsiniz. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 141 Muhammet KEMALOĞLU yüzyılın ikinci yarısından kalmış olması bu durumu ifade etmektedir. Fakat bu, ilk fetih yıllarında camîlerin yapılmadığı manasına gelmez. Sultanların fethedilen şehir ve kasabalar için minberler göndermeleri, imam ve müezzinler tayin etmeleri camîlerin varlığının açık işaretleridir. Muhtemelen bu camîler, kiliselerden çevriliyor veya günümüze kadar intikal etmeyen zayıf malzeme ile yapılıyordu. Kitabesi tespit edilemeyen küçük camîlerden bir kısmı da bu devirden kalmış olabilir (Cahen, 1979:246; Çetin,1981:126). Aslında camîlerin, Anadolu’nun İslâmlaşmasına iki yönden tesiri olmuştur. Bu tesirlerden ilki ve şüphesiz asıl önemli olanı, Müslüman halka yönelen hizmetleri, ikincisi de gayr-i Müslimlerin ihtidâsına sebep olması ile ilgilidir. Camîlerin yeni fethedilen şehir ve kasabalarda Müslüman halk için iskân mahalleri oluşturan ilk Selçuklu müesseseleri olmaları bu bağlamda önem taşımaktadır. Hemen her Anadolu şehrinde bu tür mescitlere ve çevrelerinde kurulan mahallelere rastlamak mümkündür. Bu durum camîlerin, yeni iskân mahallerinin teşekkülüne ve gelişmesine, daha çok Müslüman’ın şehirlere yerleşerek şehrin görüntüsünü değiştirmesine ve İslâmlaşmanın süratlenmesine önemli ölçüde tesir ettiğini göstermektedir (Çetin,1981:129; Kemaloğlu, 2015:62-79). Camîlerin Müslüman halka yönelen ve çok daha mühim olan başka bu hizmeti de buralarda yürütülen tebliğ ve irşad faâliyetleridir. Böylece camîlerde, en azından dinî heyecanı yaşatmak ve topluma cihâd ruhunu vermek gibi önemli hizmetler yerine getirilmiştir. İslâmlaştırma çalışmalarında bunun ne kadar önemli olduğu gayet açıktır, görevlilerin hutbe, vaaz ve başka yollarla halka camîlerde dinî bilgiler kazandırmaya çalışmaları da çok önemlidir. Çünkü bu tür eğitim, faaliyetleri ile henüz Şamanî kültürünün izlerini muhafaza eden, dinî bilgileri oldukça zayıf geniş Türk men gurupları hem dinî bilgilerle teçhiz edilmiş hem de daha, sağlam bir imânâ sahip Müslümanlar olarak yetiştirilmiş, böylece, kendilerine göre daha köklü kültüre sahip bulunan Hıristiyan ahali karşısında kolaylıkla eriyebilecek kitleler olmaktan kurtarılmışlardır. Dolayısıyla bu durum, İslâm kültürünün Anadolu’da güçlenmesine, siyasi hâkimiyet yanında kültür hâkimiyetinin de teşekkülüne imkân vermiştir. Kentlerin kuruluş ve gelişimleri, mahallelerin oluşumları, hep camî/mescit ilişkisi sonucunda olmuştur (Kuban, 1968: 193). Anadolu’da ilk inşâ edilen camîler surların içerisinde, hatta Konya Alâeddîn Camî’nde olduğu gibi iç kalede yapılmıştır. İlk camîler eski 142 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Türkiye Selçuklularında Dini Eserler geleneklerin devamı olarak sarayla bir arada inşâ edilmiştir. Böylelikle kenti idari ve dinî açıdan etkileyen iki unsurun birlikteliği şehrin yapılaşmasını sağlamıştır (Kemaloğlu, 2013: 1-18; Kemaloğlu, 2014: 289-301; Kemaloğlu, 2014:1-31; Kemaloğlu, 2015:62-79). Selçuklu kentinde camî, imar veya iskânı arzu edilen kentin ya da mahallenin çekirdeğini oluşturmuştur (Kuban, 1968: 193). Camînin etrafında diğer işlevleri üstlenen yapılar da bazen yerleşebiliyordu. Mahallelerin oluşumunda camîler yönlendirmeyi sağlayan unsur olarak Osmanlı döneminde de karşımıza çıkmaktadır (Eravşar, 2002:343-373,419-433). Anadolu’da ilk inşâ edilen camîlerin bir kısmı, eski kilise veya yapı kalıntıları üzerine kurulmuş, bazı camîler de şehir yapılaşmalarının merkezini teşkil etmiştir. Daha sonraları inşâ edilen camî ve mescitlerin genellikle yeni alanlarda kuruldukları bilinmektedir. Tarihi kaynaklarda şehirlerde ilk inşâ edilen bu camîlerin, Ulu Camî olarak adlandırıldığına ilişkin herhangi bir bilgi bulunmamaktadır (Tanyeli, 1987:177). Kayseri Ulu Camî’nin, XIII. yüzyılda Sultan Camî olarak adlandırıldığı bilinmektedir (Sümer, 1985:85). Yine Konya ve Sivas’ta Camîlerin Ulu Camî olarak ayrımının yapılmadığı görülmektedir. Selçuklu kentinde Sulatanların namaz kıldığı ve diğer camîlerden daha büyük Selâtin Camîleri bulunmaktadır. Türklerin Anadolu’da tutunmaları ve yerleşmeleri için yaklaşık üççeyrek asır geçmiş ve ancak Türkler Anadolu’daki yapı faaliyetlerine XII. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren başlayabilmişlerdir. Bu sebeple XII. yüzyıl Anadolu’da Türk Camî mimarisinin de bir başlangıcı sayılabilir. XII. yüzyılın ilk yapısının Erzurum Kale Camî ve yüzyılın son yapısının da Kızıltepe Ulu Camî olduğu görülmektedir (Güler, M., Kolay, İ. A., 2006:83-90; Kemaloğlu, 2013: 1-18). Namazgâhlar (Musallâlar): Namazgâh (namaz yeri), Farsça bir kelime olup sözlük anlamı namaz kılınan yer manasınadır. Şehir dışında, kırda bir mihrap konulmak suretiyle, namaz kılınmak için hususi yapılan yerdir. Kervanlarla yapılan uzun yolculuklarda, Müslümanların konakladıkları yerlerde birer namazgâh bulunurdu. Bu yerlerin etrafına ve içine gölge Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 143 Muhammet KEMALOĞLU vermek için ağaçlar dikilir, yakınlarına da su içmek, abdest almak ve hayvanları sulamak için çeşme yapılırdı. Bazı namazgâhların üzerleri açık, bazılarının kapalı olurdu. Hutbe için minberi olan namazgâhlar da vardı. Sefer halindeki ordu da bu namazgâhlarda namaz kılar. Ali Baba Namazgâhı (Musalla): Malatya-Battalgâzi. 1242-43 tarihinde, Sacettin İshakoğlu Kemalettin Kamyar tarafından yaptırılan bir Selçuklu eseridir. Battalgâzi-Malatya: 1243 yılında Selçuklular tarafından yapılmıştır (Kemaloğlu, 2013: 1-18). Ziyâretgâhlar: Türkler arasında ziyâretgâhlara yönelik büyük saygının ve bu ziyâretgâhlar çerçevesinde var olan kültürel değerlerin kökeninde hiç şüphesiz eski Türk inançları ve İslâmiyetin kaynaşma olgusunun yattığı söylenebilir. Buna çeşitli zaman ve mekânlarda farklı dinî ve kültürel unsurların da katılması söz konusu olabilir. Ancak ağırlıklı unsurların eski Türk inançlarından ve bunların İslâmlaşmasından geldiği muhakkaktır. Türk halklarının ziyâretgahlara yönelik gerek düşünüş gerekse davranış bakımından benzeri kalıpları olduğu söylenebilir. Bunlar da yine hem eski Türk inanç sistemi, hem de İslamiyet ile bağlantılıdır. Ziyâretgâhlara gitme nedenleri, bu mekânlarda sergilenen davranış ve gelenekler (sofra, kurban, çaput bağlama vb.), semboller ve bu ziyaretgâhlardaki biçim özellikleri bizi doğal olarak bu düşünceye götürmektedir. Büyük Türk mutasavvıfı Ahmed Yesevi’nin Türkistan’da bulunan ziyâretgâhı ″İkinci Mekke″ olarak görülmekte, halk tarafından buraya yapılan ziyaretler Hacca gitmekle eş tutulmaktadır. Bunu simgelemek üzere halk arasında ″Medine’de Muhammed, Türkistan’da Hoca Ahmed″ deyişi yerleşmiş durumdadır. Anadolu’da Müslümanların her zaman ziyaret ede geldikleri pek çok yer olmakla beraber, burada üzerinde duracağımız ziyâretgâhlar sadece Müslümanlarca değil, onlarla beraber Hıristiyanlarca da kutsal sayılan ve âdeta her iki toplumun birlikte gidip ziyaret ettikleri yerlerdir. Çünkü böyle yerler aynı gaye ile iki ayrı dine mensup olan insanları bir araya getiriyor ve aralarında sosyal münasebetlerin kurulmasına yardımcı oluyordu. Şüphesiz bu yakınlaşmadan kârlı çıkanlar, siyasi ve kültürel hâkimiyeti ellerinde bulunduran Müslümanlar oluyordu. Ortaya çıkan bu yeni ziyaret yerleri Müslümanlarla Hıristiyanları bir araya 144 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Türkiye Selçuklularında Dini Eserler getiriyor, aralarında ahenkli bir münasebetin doğmasına, müsamahakâr davranışların artmasına sebep oluyordu. Görülüyor ki Selçuklular devri Türkiye’si, şu veya bu şekil ortaya çıkmış ve Müslümanlarla Hıristiyanların gidip beraber ziyaret ettikleri birçok müşterek ziyâretgâha sahne olmuştur. Maksadımız bunların listesini vermek değildir, işaret etmek istediğimiz husus, buralarda Müslümanlarla karşılaşan, onlarla kültür alış verişinde bulunan Hıristiyanların, ruhi yapılarını anlatmaktadır. Bu yerlere gidenlerin çeşitli maddî ve manevî sıkıntıları olan, bu sıkıntılardan kurtulmak için manevî yardım dileğinde bulunmak üzere buralara koşan dertli, çaresiz kimseler oldukları düşünülürse, böyle bir muhitte görecekleri maddî-manevî yardımların onların ruhlarında ne derin izler bırakacağını tahmin etmek zor olmaz. Vakıflar ve diğer sosyal tesisleri ile dindaşlarına olduğu kadar Hıristiyanlara da kol kanat geren Müslümanların, ziyâretgâhların ruhanî havasına uyarak daha çok yardım yapacakları açıktır (Kemaloğlu, 2013: 1-18) . Selçuklular devrinde Anadolu’ya gelen ve bu ülkenin fethi ve İslâmlaşmasında emeği geçen Türkmen şeyhlerinin pek çoğu ölümlerinden sonra velî olarak telâkki olunmuş ve mezarları birer ziyaretgâh hâline getirilmişti. Böylece, Türkmen şeyh ve babalarının ziyaretgâh olan mezarları Ortaçağ Türkiye’sinin her tarafını doldurmuş ve Anadolu’yu âdeta bir evliya diyarı hâline getirmişti. Anadolu bu neviden yüzlerce fatih, kumandan, sahabe, evliya, yatır, kerâmet ehli zevâtın ziyâretgâhı ile dopdolu olup bu toprakları vatan yapanlar bu ruhânî zevattır. Meşhur seyyahımız Evliya Çelebi din ayrımı yapmaksızın, gezdiği, gördüğü her yerin ziyaretgâhlarını dikkatlice tasvir etmektedir. (Turan, 1953:531-564; Kemaloğlu, 2013: 1-18; Kemaloğlu, 2014:1-31). Sar Ahmet Dede Ziyaretgâhı: Bekteş köyünde2 metfun olan Sarı Dede’nin, Selçuklu Devletinin çöktüğü sıralarda komşu köy olan Selçik köyüne gelip yerleşen Selçuklu beylerinden olduğu söylenen Sarı Selçuk’un kardeşi olduğu da halk tarafından rivayet edilmektedir. 2 Bekteş Köyü, Afyonkarahisar iline 68, Sandıklı ilçesine ise 7 km Doğu mesafede olup Kumalar dağı eteklerinde yer almaktadır. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 145 Muhammet KEMALOĞLU Türbeler ve Kümbetler Türbe, Müslümanlardan, büyük âlim, velî, hükümdar, hükümdar zevcesi ve çocukları, emir, vezir ve komutanların kabirleri üzerine inşâ edilmiş, üzerleri özellikle kubbelerle örtülü binalara ve Müslüman olmayanların kabirleri üzerine yapılmış binalara denilmiştir. İslâm büyüklerinin üstü açık olan mezarlarına da onlara hürmeten türbe denir. İran ve Azerbaycan’da türbeye, sonundaki tâyı telâffuz ederek ″türbet″ derler. Türbelerin çatıları birer kubbe ile kaplanmış olduğundan bunlara ″kubbe ″de denilmiş, Türklerde ve İran’da bunlara kümbed veya gömbed denilmiştir. Mağrib’de türbelere ″marabût ″denilir. Şehidlerin gömülü olduğu ve üzerinde onların hatırasına yapılmış olan büyük yapılara ″Meşhed″ (Şehidlik) adı verilmiştir. Anadolu Selçuklu mimarisinde anıt mezarları önemli bir yer tutar. Kümbet ve türbe şeklinde inşâ edilen bu yapılar arasında camî, medrese ve külliyelere bağlı olanlar dışında tek başına bulunanlar daha büyük bir çoğunluğu oluşturmaktadır. Selçuklulardan günümüze gelen en erken tarihli mezar anıtı, Konya Alâeddîn Camîsi avlusundaki XII. yüzyıldan kalma II. Kılıç Arslan Kümbeti’dir. Bir diğer Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykâvus ise, Sivas’taki medresesinin güney eyvânında gömülüdür ve üzerine tuğladan on kenarlı bir kümbet yapılmıştır. Medrese ve camîlere bağlı çeşitli türbe ve kümbetlerden başka ilgi çekici bir mezar anıtı, Tercan’da Mama Hatun Kümbeti’dir. Ahlat, 13. yy. kümbetleriyle dikkati çektiği kadar, mezar taşlarıyla da önemli durulan bir merkezdir. Burada Şeyh Necmeddin, Hasan Padişah, Çifte Kümbetler gibi örneklerin en dikkate değerlerinden birisi, silindir gövdesiyle Ulu Kümbet’dir (Kemaloğlu, 2013: 1-18). XI.-XIII. Yüzyılda Anadolu’daki Selçuklu Türbeler ve Kümbetleri Baba İlyas Türbesi: Baba İlyas, bilindiği gibi, Anadolu’ya XIII. yüzyılda Anadolu Selçukluları devrinde, Horasan’dan geniş bir Türkmen kitlesi ile birlikte gelmiş, bugün türbesinin bulunduğu İlyas/Çat köyü çevresine yerleşmiş ve burada kurduğu zaviyede bir Vefâî şeyhi olarak faaliyetlerini sürdürmüş olan önemli bir Türkmen babasıdır. Baba İlyas’ın bu süreçte Türkmenler üzerinde önemli bir etkisi olup Türkmenler de, Baba İlyas’a sarsılmaz bir inançla bağlı idiler. Baba İlyas’ın şöhreti burada her geçen gün artmakta olup ünü Anadolu’da her yere yayılmış, adeta onu ve taraftarlarını bilmeyen kalmamıştı. 146 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Türkiye Selçuklularında Dini Eserler Öyle ki torunlarından olup aynı zamanda önemli bir tarihçi olan Elvan Çelebi (760/1359)’nin bize verdiği bilgilere göre, başta o dönemin hükümdarı olan I. Alâeddin Keykubâd olmak üzere pek çok devlet adamının onunla görüşmeyi istedikleri, hatta I. Alaattin Keykubat ile Baba İlyas’ın görüştükleri ve böylece Selçuklu yönetimi ile Türkmenler arasında güzel ilişkiler ve iyi bir diyalog ortamının oluşturulduğu anlaşılmaktadır (Yıldız, 2011:267-285). Bektâş Baba (Hacı Bektâş) Türbesi-Ömerköy Köyü, 13. yy’ın ikinci yarısı3. Buharalı Bedrettin Türbesi-Şenköy, 13-14.yy., Beylikler dönemi (Kalafat, 1999:518)4. Buhara Halifelerinden Seyyid Muhammed, Seyyid Burhaneddin Efendiler Hacım Sultan Türbesi: Sandıklı’ya bağlı Susuz köyündedir (Özer-Hüsrevoğlu-Özseki, 2010: 40). Horasan Baba Türbesi, 1040, Şeyh (Baba) İsmail Kemalettin (Kalafat, 1999:521)5. Kadıncık Ana (Ayni Ana) Türbesi-Seyitgâzi, 13. yy’ın ilk çeyreği, Kadıncık Ana Ümmühan Hatun (Say, 2001:187)6. Kalender (Karakurt) Baba Kümbeti, 1135, Selçuklu Emirlerinden Karakurt baba adı ile de bilinen Kalendar Baba adına yaptırıldığı anlaşılmıştır (Kemaloğlu, 2013,1-18). Kaygusuz Abdal Türbesi-Kabaca Köyü, 1168, Kaygusuz Abdal (Kalafat, 1999:512)7. Kırkkızlar Kümbeti-Niksar, 12. yüzyılın ilk çeyreği. Kırmızı Ebe Türbesi-Taşlıca Köyü, Rivayete göre, Alâeddîn Keykubat’ın ordularını bir kova ayranla doyurmuş, ayran hâlâ bitmemiştir. Güyâ ″Anadolu″ kelimesi Kırmızı Ebe’nin askere″ doldurayım″ demesinden çıkmıştır (Kalafat, 1999:512). Sarı Saltık ve Türbesi: Sarı Saltuk’un asıl adı Şerif Hızır’dır. Saltukoğulları beyi Melik şah Saltuk’un tek oğludur. Şerif Hızır’ın Saltuk adını alışı ise bir geleneğe dayanmaktadır. Kahramanımıza Saltuk adını, savaşta yendiği Alyon adlı bir düşmanı vermiştir. Müslüman olan Alyon’a da Saltuk, İlyas adını verir. Bu ad verme olayı dışında eserde geçen diğer ad verme olayları Sal3 5 6 7 4 Eskişehir-Mihalıççık. Muğla, Milas İlçesi, Selimiye Kasabası. Erzurum. Eskişehir. Ankara, Beypazarı. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 147 Muhammet KEMALOĞLU tuk’a yenilerek Müslüman olan kişilere Saltuk tarafından bir Türk adı verilmesi ile ilgilidir. Saltuk-nâme’ye göre Sarı Saltuk 99 yıl yaşamış, sonunda düşmanları tarafından zehirlendikten sonra hançerlenerek şehit edilmiştir. Saltuk-nâme’de Sarı Saltuk’un on iki mezarı olduğu belirtilmektedir. Sarı Saltuk, beylerin ve kralların mezarına sahip çıkmak isteyeceklerini söyleyerek her isteyene verilmek üzere birer tabut hazırlamalarını vasiyet eder. Sarı Saltuk’un mezarını kendi ülkesinde bulundurmak isteyenler, kendilerine verilecek tabutta Sarı Saltuk’un vücudunu görecektir. Vasiyete göre adamları Sarı Saltuk’u yıkayıp kefenleyip çerağının yanına getirirler. Ayrıca isteyen beylere verilmek üzere on bir tabut hazırlarlar. Çünkü Sarı Saltuk ölümünden sonra on iki yerde makamının olacağını kendilerine söylemiştir. Çevredeki beylerden ve krallardan her isteyene bir tabut verilir. Tabutu alan, Saltuk’un cesedinin kendisinde olduğunu görür ve ülkesine dönerek cenazeyi defneder. Saltuk-nâme’ye göre Sarı Saltuk’un tabutunu alarak ülkesine götüren krallar ve beyler şunlardır: Tatar Hanı, Eflâk, Boğdan, Rus, Üngürûs (Macar), Leh (Polonya), Çeh (Çek), Bosin (Bosna), Beravati (? Hırvat), Karnata (?). Baba’ya ve Edirne’ye gömülen tabutlarla mezar sayısı böylece on ikiye ulaşmaktadır (Akalın,1998:10-24). Seyyid Şerif Türbesi-Develi, H.695-M.1295/96, Şeyh Seyyid-i Şerif (Akok-Özgüç,1955: 377-384). Sitti Zeynep Kümbeti8-Battalgâzi, 13. Yüzyılda (Ersoy, 1992:11-15). Sultanbağı Mezarlığı Eyvan Türbe-Kütahya-13. yüzyıl ortaları. Şeyh Necmettin Kümbeti-Ahlat, H.619/M.1222, Şeyh Necmettin. Yusuf Bin Yakub Türbesi-, H.677/M.1278-79 yılları, Yusuf bin Yakup Bey. Tekkeler: Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasından söz ederken tekke ve zaviyeler üzerinde de durmak gerekir. Çünkü tekke ve zaviyelerin bu hususta gerçekten önemli hizmetleri görülmüştür. Oğuz Türkleri, Anadolu’da yerleştikleri zaman, İslâm âlemindeki tasavvuf cereyanı değişik şekil ve biçim almıştı. Anadolu’da, Selçuklu Devleti kuvvetlenerek birçok Türk-İslâm merkezleri temelleşince, İslâm memleketle8 Zeynep Hanım Kümbeti. 148 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Türkiye Selçuklularında Dini Eserler rinin genel an’anesine uyarak, oralarda da tekkeler kuruldu. Etraftan gelen veya orada yetişen dervişler, şeyhler, Anadolu çevresinde de kuvvetli bir tasavvuf cereyanı uyandırmaya muvaffak oldular. Bunlar arasında İran’dan, Mısır’dan, Irak ve Suriye’den gelmiş bir takım mutasavvıflar olduğu gibi, Horasan ve Mâverâünnehir Türkleri arasında yetişmiş birçok dervişler, hatta Orta Asya’dan gelme Ahmed Yesevî tarikatı mensupları da vardı (Köprülü, 1976:171; Cebecioğlu, 1997: 268). Tekkelerin, Anadolu’da ilk defa ne zaman kuruldukları bilinmemekle beraber, Anadolu gazâlarına katılan Türkistan gönüllüleri arasında pek çok sayıda şeyh ve dervişin bulunduğu bilinmektedir. Bu sebeple, tekke ve zâviye mensubu olan bu gönüllülerin daha ilk fetih yıllarında Anadolu’nun muhtelif bölgelerine yerleşerek zâviyelerini kurdukları tahmin olunabilir. Malazgirt Zaferinden ve ilk fetih yıllarından sonra, zaman zaman, Anadolu’yu tazyik eden Haçlılara karşı cihâd yapmak içinde Doğu İslâm âleminden derviş gurupları gelmiş olmakla beraber, asıl derviş göçü Moğol İstilâsı’ndan sonra vuku bulmuş ve bu devirde Anadolu’ya Sünni veya Şamanî fikirler taşıyan oldukça kalabalık derviş zümreleri gelmiştir. Türkistan ve Buhara’dan, Horasan, Irak ve İran’dan Selçuklu sultanlarının himâyesine sığınmak için Anadolu’ya koşup gelen bu dervişlerden bir kısmı şehir ve kasabalara yerleşirken, bazıları da uçlara, Türkmenlerin yoğun bulunduğu bölgelere ve Hıristiyan topraklarına yakın yerlere yerleşerek faaliyetlerini sürdürmüşlerdir (Köprülü,1942:207-293). Bu Türkmen şeyh ve dervişleri zamanla birer velî telâkki olunmuş ve kendileri için menkıbenâmeler bile vücuda getirilmiştir. Tarihî metinlerde, belli tarikatlara mensup şeyh ve dervişlerin şehir, kasaba ve köylerde yahut yol kenarlarında kurdukları ve gelen-geçene bedava yemek yedirip misafir ettikleri tekkeler için değişik terimler kullanılmıştır. Bunlar arasında ribât, hankah (Eyice, 1971:39-56; Cebeci- Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 149 Muhammet KEMALOĞLU oğlu, 1997: 327)9, savma’a (Cebecioğlu, 1997: 620)10, düveyre11, medrese, imâret, dergâh, âsitane gibi terimler bulunmakla beraber, daha çok tekke ve zâviye terimleri yaygınlaşmıştır. Sosyal bir kuruluş olan tarikat için, benzeri diğer sosyal kuruluşlarda olduğu gibi bir müteşebbis (öncü) bulunması gerekir. İşte bu kişi tarikatta ″Şeyh″tir. Şeyh veya mürşid, bir bölgede irşada başlamak üzere mezun olup karar verdiğinde yapılacak ilk iş, zikir ve ibadetlerin, tarikatın ruhî eğitim ve öteki disiplin ve terbiye kurallarının uygulanabilmesi için mâbed, çilehâne, halvet mahalli, hamam, namazgâh, aşhane, kiler, fırın, ahır, misafirhane vb. gibi yerlerden meydana gelen bir tekke teminidir (Kara, 1990:28, 80, 216; Uludağ, 1990:42-43). Tekke mensuplarının, dolayısıyla tekkelerin, Anadolu’nun İslâmlaşması hususunda birinci derecede önemli hizmetleri bulunduğu, irşad ve tebliğ faaliyetleri ile gayr-i Müslimlerin ihtidâsına çalışmış oldukları hususu bizzat tekke mensuplarınca da ifade edilmiş ve bu anlayış menâkıbnâmelere yukarıda belirttiğimiz tarzda intikal etmiştir (Çetin, 1981: 136). Bir içtimaî yardım müessesesi olduğu kadar, bu tekkelerin aynı zamanda bir imar ve iskân vasıtası olması ve emniyet ve münakalâtın temini ve dinî propaganda bakımından birinci derecede ehemmiyetli tesislerdir. Tekke ve zâviye mensupları, tekke dışında gösterdikleri faaliyetler yanında; coşkun âyinleri, müsamahakâr tutumları ve kurdukları sosyal tesisler ile de pek çok gayr-i müslimi zâviyelerine çekiyor ve onların ihtidâsına sebep oluyorlardı. Bu yeni Müslümanlardan pek çoğu tekke ve zâviyelerde kalıyor; mutaassıb ve hararetli din propagandistleri olarak gayr-i Müslim ırkdaşları arasında İslâm dinîni yaymaya çalışıyorlardı. 9 10 11 150 Hankâh, Farsça tekke manasında ve tekkenin büyüğüne verilen bir isimdir. Âsitane anlamıyla eşdeğerdir. Bektaşîlerde ve bazı tarikatlarda, hankâh şeyhin maddî ve manevî yönetimi altında bulunurdu. Buralar birer dinî müessese, içtimaî yardım kuruluşu, hayır ve şefkat kaynağı, toplantı merkezi ve günümüz tabiriyle birer kulüp mesabesindeki yerlerdi.;Örnek: Boyalıköy Hanikahı: 13. yüzyılın ilk yarısında, Afyon, Sinanpaşa ilçesine bağlı Boyalıköy’de bulunmaktadır. Aynı avlu içerisinde Eyvan Türbe ve Kureyş Baba Künbeti ile birlikte bir yapı topluluğu oluşturmaktadır; Ebu’ş Şems Hankahı: Tokat’ta Yaşmeydan Mahallesinde bulunur. H.708/M.1288 yılında, Ebû Şems bin el-Hüseyin tarafından yaptırılmıştır. Savma’a, Arapça ibadethane anlamında bir kelimedir. İslam’ın erken dönemlerinde, zaviyelere, savma’a denirdi. Hıristiyan mistikleri de, uzlete çekildikleri yerlere savma’a adı verirdi. Hıristiyanların savma’asına manastır da denirdi. Bu gibi yerler, tefekküre engel teşkil edecek, toplumsal hareketliliğin canlı olduğu yerlerden uzaklarda, dağ başlarında, ıssız yerlerde kurulurdu. Kâşânî, savma’ayı, zikir ehlini, zikrettiğine yaklaştıracak yerler olarak tanımlar. Deyr: Arapça manastır demektir. Tasavvufî olarak şu anlamı ifade eder: İnsanlık alemi.. Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Türkiye Selçuklularında Dini Eserler Bu dinî müesseseler iskâna tesirleri yönüyle de Anadolu’nun Türkleşmesi hususunda hizmet vermişlerdir. Anadolu Türk şehrinin kuruluş ve gelişmesinde, halkın dinî inançlarının temsilcisi olan dervişlerin, gelişme mekaniği ile yakın ilgisi olmuştur, Wittek, Köprülü ve başkaları, Anadolu’nun fethinde, Gâzilerin, Abdalların bir başka deyişle Horasan erenlerinin önemli bir rolü olduğunu göstermişlerdir. Anadolu’da pek çok köy adının doğrudan doğruya ″tekke″ olması veya tekke sözünü ihtivâ eden isimler olması (Tekkeköy, Tekkedere, Tekkeviran, Tekkekaya v.s. gibi)’da tekkelerin Anadolu’nun iskânı hususunda oynadıkları rolü göstermektedir (Kuban, 1968: 60). Gerek Selçuklular gerek Osmanlılar, bilhassa uçların şenlenmesi ve Türk hâkimiyetinin tesisi için, Horasan’dan gelen dervişlere boş araziler gösterip onların buralarda zâviyelerini kurmalarına müsaade ediyorlardı (Barkan, 1952: 295; Çetin, 1981: 138). 12. ve 13. Yüzyılda Anadolu’da yaşayan topluluklara baktığımızda, Moğol istilasından dolayı Anadolu’ya yerleşmiş ve Sünni olmayan düşünce sistemine (heterodoksiye) bağlı önemli şahsiyetler ise: Kalenderi olan, Cemâü’d-Din Sâvî; Cavlaki olan Ebubekrı-i Niksâri; Haydari olan, Hacı Mübarek-i Haydari ve Şeyh Muhammed-i Haydarî; Babai olan, Baba İlyas-ı Horâsânî ve Baba İshak; Vefai olan, Dede Gargın ve Şeyh Edebali; Ahi olan Ahi Evran ve de bunların yanı sıra heterodoks ve batini yapıdaki Aleviliğin yayılmasını ve kökleşmesini sağlayan Hünkar Hacı Bektaş Veli, Barak Baba, Geyikli Baba, Doğlu Baba, Postinpûş Baba, Abdal Musa, Otman Baba, Sultan Sucâu’d Din Veli, Karacaahmet Sultan, Seyyit Battal Gazi, Seyyit Hüseyin Gazi, Seyyit Ali (Kızıl Deli) Sultan, Saru Saltuk gibi adlar önemli şahsiyetlerin bir çırpıda sayabilinecekleridir. Anadolu’ya gelen Abdallar’da bu iskân faaliyetinde önemli bir yere sahipti. Abdallar, soy itibariyle Türkmendirler. Bugünkü Anadolu Abdalları Babâî ve Bektaşî Horasan Türkmenlerinin bakiyeleridirler. Abdalların başlıca merkezleri Seyitgazi (Altınsapan, 1993: 115; Parman-Altınsapan, 2001: 115-228)12 idi. 12 Eskişehir’in Seyitgazi ilçesinde bulunan Battal Gazi Dergâhı Alevilerin ulu bildikleri ve Ehlibeyt soyundan saydıkları Seyit Battal Gazi’nin (675-740) yatırının bulunduğu yerde 1208 dolaylarında kurulmuştur. Bu dergâh yüzyıllardır işlemektedir. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 151 Muhammet KEMALOĞLU Abdalların bir kısmı Otman Baba’yı veya Baba Şuca’ı tarikatlarının büyükleri olarak tanırlardı. Âdem’in sünneti diye çıplak gezer, saç, sakal, kaş ve bıyıklarını tıraş ederlerdi. Bunlar İslâm şeriatı hükümlerine uymaz ve şeriat ehlinden hoşlanmazlardı. Muharrem ayında, Kerbelâ şehitlerinin yasını tutarlar, vücutlarında bıçakla yaralar açarlar, sonra büyük bir aşure ziyafeti verirlerdi (Cebecioğlu, 1997: 2, 109). Anadolu’da Seyitgazi’den başka, Ankara’nın Kayaş yöresindeki Hüseyingazi tekkesiyle, Yakup Abdal tekkesi de Abdallara aittir (Kemaloğlu, 2011:152)13. Hüseyin Gazi Ziyareti ve Tekkesi: Türbe ve tekke Hüseyin Gazi Dağı’nın zirvesine yakındır. Hüseyin gazi ziyaretgâhında Hüseyin Gazi’nin Türbesi ve türbenin doğusunda bir mezar ve mezarın doğusunda etrafı yarım metre kadar yüksek taşlarla çevrili bir adak, niyet kuyusu vardır. Burada bir mezar olmamasına rağmen taşlarla bağlı bezler, ipler vardır. Yine burada çalı ve ağaç ziyaretgâhları vardır. Yakup Abdal Tekkesi: Ankara bölgesine ilk yerleşen dervişlerdendir. Türbesi, Çankaya ilçesi Yakupabdal Köyü’ndedir. Elmadağı’nın yamacında bulunan bu köy, Osmanlı belgelerinde katiplerce kayıt esnasında, Polatlı’da bulunan Baba Yakup, Kazan’da bulunan Yakup Derviş, Çubuk’ta bulunan Yakup Hasan ile Yakup Abdal isim benzerliği dolayısıyla sehven karıştırılmıştır. Günümüzde Yakup Abdal Türbesi’nde bulunan Arapça kitabeyi: “Bu bina sultanül-evtad Yakup Abdal diye bilinen Derviş Sinan için 1077(1666) Muharreminde yapıldı” olarak okuduk. Arapça kitâbenin altına mermer üzerine Türkçe olarak kitâ-be okunmuş ve “Muharrem ayında Sultan Evtad Ebdal Yakup Derviş Sinan bu camii oğlu için yaptı” yazılmıştır. “Sultan’ül evtad” kelimesi sultanların, emirlerin dayanağı, yani danışmanı, müşaviri, en güvendiği kişi anlamına gelir. Bu kitabeden Yakup Abdal (Derviş Sinan)’ın hayatta iken bu bölgedeki manevi nüfuzunu anlatmaktadır. Hacım Sultan Tekkesi: Hacım Sultan tarafından ya da Sandıklı’daki halifesi Derviş Hacı tarafından kurulmuş olduğu söylenir. XIII. yüzyılın sonları XIV. yüzyılın başlarında tesis edildiği anlaşılır (Maden, 2013:129-146). 13 152 Gâziyan-ı Rum, Ahiyân-ı Rum, Bacıyan-ı Rum ve Abdalar-ı Rum vb. sosyal zümreler için ayrıca bakınız: Kemaloğlu,M. XI- XIII Yüzyıl Türkiye Selçuklu Devletinde Sosyal Zümreler, Gümüşhane Üniversitesi Sosyal Bilimler Elektronik Dergisi, Gümüşhane, Sayı:4, Haziran, 2011,s.145-158). Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Türkiye Selçuklularında Dini Eserler Zâviyeler: Zâviyeler bir toplanma ve hizmet yeri olup, gerektiği takdirde gelen ve gidenlere konaklama yeri olarak hizmet veren mekânlardır (Çağatay, 1974:51-52; Güllülü, 1977: 8). Ayrıca, zâviyeler, tekkeler gibi tarikat etkinliklerinin yürütüldüğü, daha çok kırsal alanlarda kurulan ve farklı işlevleri olan yapılardır. Zâviyelerde görev yapan şeyhlere, zâviyedâr, buralarda oturan dervişlere de, zâviyenişîn denirdi. Zâviyeler de özelliklerine göre: • Tarikat zâviyeleri, • Ahi zâviyeleri • Zâviyeli Camîler olarak üçe ayrılır (Faruki- Ocak, 1964:468-476; Sami, 1998:674; Develioğlu, 1998:222; Akay, 1995:111112). İslâm âleminde zâviyelerin doğuşu konusu, tasavvuf akımının başlangıcı konusu ile paralellik arz eder (Ocak, 1978:247; Kemaloğlu, 2012:111-140). Bir tasavvuf müessesesi olarak zâviyelerin İran, Horasan ve Mâverâünnehr bölgelerinde de yaygın bulunduğu müşahede ediliyor. Daha X. yüzyılda Fergana, Merv, Semerkant, Buhara ve Gürcan dolaylarında sûfîler için irili ufaklı sayısız hânikâh (zâviye)’ler vardı. Buraları daha önce Budizm ve Maniheizmin yaygın bulunduğu alanlar olduğu için adı geçen dinlere ait manastırlarla doluydu (Esin, 1972:345). Büyük Selçuklulara gelince, onlar da imparatorluğun her yanını camî, medrese ve kervansaraylarla doldurmuşlar, bu arada tabii olarak hânikâhlar da yapmışlardır. Nizâmü’l-Mülk (1092) fakihlere, ulemaya imparatorluğun muhtelif yerlerinde, medreseler (Nizâmiye Medreseleri) yaptı rırken, bir yandan da zâviyeler inşâ ettirmekte, bu maksatla yılda 600.000 dinar harcamaktaydı. İran’da ve Türk nüfusunun az bulunduğu Suriye’de yığınla hânikâh ve ribât yaptırmıştı. sadece Şam’da 9, Hâlep’te 7 hânikâh ve ribât vardı (Turan, 1993: 237-239; Ocak, 1978: 251). Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 153 Muhammet KEMALOĞLU Zâviyeler, normal olarak öteki bütün sosyal müesseseler gibi bulundukları zaman ve mekânın gerektirdiği içtimaî, iktisadî ve dinî şartlara bağlı olarak dinî-tasavvufî fikirlerin yayılması ve yaşanması amacıyla ku rulan müesseselerdir. Kurulan zâviyeler tıpkı ortaçağ manastırlarındaki gibi masraflarını kendi üretim güçleriyle karşılıyorlardı. Bu zâviyelerin etrafında tarlalar, bahçeler, bağlar ve değirmenler meydana geliyor, hayvan sürüleri besleniyordu. Dervişler hem kendi ihtiyaçlarını, hem de gelip gecen yolcuların masraflarını bizzat kendi emekleriyle karşılıyorlardı. Selçuklular dönemi ile Osmanlıların ilk zamanlarında zâviye şeyhleri, muhtelif tarikatlara mensup kerâmet sahibi velîler hüviyetindedirler. Haklarında yığınla Menkâbeler teşekkül etmiştir. Meselâ bunlar arasında Hacı Bektâş14, Ahi Evran gibi birçokları sayılabilir. Boş arazilere veya yeni fethedilen topraklardaki köylere yerleşen gâzi-dervişler ve şeyhler için durumun biraz başka olduğu görülüyor. Buralardaki zâviyelerin kurucusu olan şeyhler, yerleştikleri yerlerde bir hanedan kuran ve yaşadıkları toplumun yöneticisi bulunan şahsiyetlerdir. Bu şeyhler bütün akraba ve aşiretleriyle birlikte yaşıyorlardı (Barkan, 1952: 284, 285, 295, 296; Ocak,1973:129-208). Bu zâviyelere uğrayan yolcular orada herkese açık bir misafirhane, yatacak yer ve yiyecek bulabilmektedirler. Hatta bunlardan bazılarında mevcut kazan ve tepsilerin adedi hiç olmazsa ayin ve bayram günlerinde büyük mikyasta yemek dağıtıldığını ispat etmektedir. Meselâ, Hasköy’ün köylerinde, Yağmur Oğlu Hasan Baba zâviyesinde, 16 kazan, 37 tepsi ve 15 bakraç vardır ve senede 350 kadar adak koyun kesilmektedir, Çirmen’de Hışır Baba Zâviyesi’nde sekiz kazan, 16 tepsi vardır. Diğer birçoklarında gerek yemek takımları gerek halı, yatak ve yorgan çoktur (Barkan, 1952: 304). 14 Hacı Bektâş hazretleri ile ilgili ayrıca; Kemaloğlu,M. “Selçuklular Döneminde Anadolu’nun Türkleşmesi-İslamlaşması ve Hacı Bektaş-ı Veli”, AleviBektaşi Kültür Enstitüsü Dergisi, Sayı:5, Almanya, 2012,s.111-140 adlı çalışmamıza bakınız. 154 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Türkiye Selçuklularında Dini Eserler Anadolu topraklarında zâviyeler Anadolu’nun iskânı, Türkleşmesi ve Müslümanlaşması konusu ile paralellik arz eder. Bu ülkede zâviyeler, ilk devirlerde bir iskân unsuru olmuşlardır. Anadolu’da İslamiyet’in yayıl masında en önemli rolü oynamışlardır. Anadolu’ya, özellikle, XIII. yüzyıl başlarından itibaren vuku bulan göçlerde değişik tasavvuf mekteplerine bağlı Sünni veya Şamanî derviş gurupları gelmişlerdi. Bunlar fethedilen topraklarda yerleşiyor ve müritleriyle beraber zâviyeler açıyorlardı. Mâverâünnehr, Harzem, Horasan, Azerbaycan ve Suriye’den göç eden bu derviş ve şeyhler çoğunlukla Türk olmakla beraber, İran veya Arap asıllı olanlar da vardı. Şüphesiz bunların her biri geldiği yerin fikir cereyanlarının etkisi altında olduğundan XIII. yüzyılda Anadolu değişik tasavvuf akımlarının kaynaştığı ve yeni sistemlerin ortaya çıktığı renkli bir ülke olmuştu. Kübrevîlik, Sühreverdîlik ve Melâmîlik gibi yüksek zümre tarikatlarına mensup olan şeyhler Konya, Kayseri ve Sivas gibi büyük kültür merkezlerine yerleşerek zaviyelerinde faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Şehirlerde bir şeyhin zâviyesi etrafında meydana gelen mahallelerin çokluğu, zâviye adıyla anılan sayısız mahallelerden anlaşılmaktadır (Barkan, 1952: 303-304). Zâviyelerin önemli diğer bir hizmeti de Anadolu ve Rumeli’nin İslâmlaştırılması sırasında olmuştur. Yeni fethedilen topraklarda müsamahacı ve telifçi olmaları sebebiyle çevrelerine birçok Gayri Müslimi cezbeden şeyhler Müslümanlığı kolayca kabul ettiriyorlardı. Gayri Müslimler ya ateşli ve coşkun, esrarlı dinî ayinlerin veya din farkı gözetilmeden hastalara ve yoksullara yapılan yardım etkisiyle Müslümanlığı kabul ediyordu (Turan, 1979: 166-167). İlk devirlerde özellikle hudut bölgelerinde Bizans’ın ağır vergilerinden bıkmış ve ezilmiş ahaliye İslamiyet’in bu zâviyelerde sunulan popüler şekli çok ilgi çekici geliyordu (Wittek, 1944:114-15). Şehir ve kasabalardaki yüksek tabakaya mensup şeyhlerin kurdukları hânikâh ve zâviyelerden başka, yol üzerinde, köylerde ve göçebe muhitlerinde yaşayan ehlisünnet ve cemaat dışı şeyhlerin kurdukları zâviyeler vardı. Samimi birer Müslüman olmalarına rağmen, eski Türk inanç ve geleneklerinin etkisini hâlâ taşıyan ″baba″, ″dede″ ve ″abdal″ lakaplı Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 155 Muhammet KEMALOĞLU okumamış, bu derviş ve şeyhler daha çok köyleri ve göçebe muhitlerini seçiyorlardı. Bunda ince dinî ve tasavvufî konularla uğraşacak bilgi seviyesine sahip olmamaları kadar, şehirlerdeki Sünnî çevreler ve şeyhlerle de pek anlaşamamalarının rolü de vardı. Anadolu’yu, özellikle XIII. yüzyıldan itibaren dolduran bu derviş ve şeyhler arasında şüphesiz aslında bir geçim sağlamak için gelen serseri ve maceracı kimselerin bulunduğunu da hatırdan çıkarmamak gerekir. Söz konusu ehlisünnet ve cemaat dışı dervişlerin daha çok Kalenderilik, Vefâîlik, Yesevîlik ve Haydarîlik gibi o devir Anadolu’sunda yayılmış tarikatlara bağlı oldukları müşahede edilmektedir. XIII. yüzyılda bütün Suriye ve hatta Mısır’da yığınla zâviyeye sahip olan Kalenderîlerin Anadolu’da da birçok zâviyeleri vardı (Turan, 1953: 543-546). Haydarî şeyhlerinden meşhur Hacı Mübârek-i Haydarî’nin, Konya’da, Mevlânâ zamanında büyük bir zâviyesi olduğunu Eflâkî bildiriyor. Ayrıca bu zatın bazı halifelerinin öteki şehirlerde zâviyeleri vardı. Muhtemelen Vefâîye tarikatından olup 1240’larda önemli bir ayaklanma çıkartan ve kendisini peygamber ilân eden Baba İlyas-ı Horâsanî’nin, Çat (Amasya’ya bağlı şimdiki İlyas köyü)’daki zâviyesini burada anmak gerekir. Bu zâviyeden yönetilen ayaklanma, Anadolu Selçuklu Devleti’ni son derece sarsarak nihayet arkasından Moğol İşgali’ni kolaylaştır mıştır. Baba İlyas’ın çok sayıdaki halifelerinin ise Tokat, Kırşehir, Çorum gibi Kuzey-Doğu Orta Anadolu şehirlerinde çeşitli zâviyeler bulunuyordu (Ocak, 1978: 255). Bazen bir Hıristiyan köyünde, bir manastırın, kilisenin yerine veya yanına kurulan zâviyeler, zamanla oradaki Hıristiyan azizine ait Menkâbelerin zâviyeyi kuran şeyhinkine karışmasına, böylece her iki din mensupları arasında bir yaklaşmanın ortaya çıkmasına imkân veriyorlardı. Bunun en güzel örneğini Hacı Bektâş ile Baba İlyas-ı Horasani teşkil ederler. Hacı Bektâş Müslüman ahali tarafından kutsal bir velî kabul edilirken bölgedeki Hıristiyanlarca da Saint Charalambus olarak takdis olunmaktaydı. Çorum yakınlarındaki Elvan Çelebi Zâviyesi civarında ise Baba İlyas-ı Horasani ile Saint Georges halk tarafından aynı kimse olarak kabul ediliyordu (Türkiye Mektupları, 1939:77-78). 156 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Türkiye Selçuklularında Dini Eserler Anadolu Selçuklu Devleti’nin dağılması üzerine bağımsızlıklarını elde etmek için harekete geçen mahallî beylikler, otoritelerini sağlamak amacıyla kendi topraklarında yaşayan şeyhlerin maddî ve manevi nüfuzlarından faydalanmak yoluna gidiyorlar, zengin vakıflara dayalı yeni zâviyeler ve tekkeler açıyorlardı. Tarikat Zâviyelerine bakacak olursak: Ahi zâviyeleri: Ahiliğin XIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Anadolu’da görülmeye başladığı bilinmekte, daha önce tarih kaynaklarında ahî adlarına rast gelinmemektedir (Gölpınarlı, 1954: 3-50). Eflâkî, Mevlâna zamanında Konya’da yaşayan ve burada zâviyeleri olan bazı Ahilerin isimlerini anar ki bunlar, Ahî Ahmed Şah, Ahî Kayser, Ahî Çoban ve Ahî Mahmud gibi kimseler olup özellikle birincisinin binlerce müridi olduğu söylenmektedir. Bu kayıtlar ahî zâviyelerinin, XIII. yüzyılda ne kadar yaygın olduklarını az çok gösterecek niteliktedirler (Ocak, 1978: 258-259). Rufâi zâviyeleri: XIII. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak Rufâi zâviyelerinden söz eden kayıtların kaynaklarda yer aldığı görülür. 1258’de Bağdad’ın Hülâgû tarafından tahribi üzerine merkezi burada bulunan ve o sıralarda Irak’ın her tarafına yayılmış bulunan bu tarikatın Anadolu’ya da sıçrayacağı tabiidir. Moğollarla temastan sonra Orta Asya Türk-Moğol Şamanîzm’inin bazı etkilerini alarak aşağı halk tabakalarında değişik bir biçim bulan bu tarikat mensuplarının şehir ve kasabalarda daha çok fakir ahaliden meydana geldiği düşünülürse, Rufâî zâviyelerinin de başta Konya olmak üzere diğer şehirlerde yer aldıkları tahmin edilebilir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1273)’den (Kanar, 1992:14) sonra bir tarikat haline gelen ve süratle yayılan Mevlevî zâviyelerini de anmak gerekir. Özellikle Moğol boyunduruğundan bıkmış ve ümidini kaybetmiş Anadolu şehir halkı için Mevlevîlik bir teselli kaynağı halini almıştı. Mevlevî şeyhleri hemen her büyük şehirde zâviyeler açıyor, birçok müritler yetiştiriyorlardı. Merkezi Konya’daki Dergâh-ı Mevlânâ olmak üzere gerek Kara- Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 157 Muhammet KEMALOĞLU manoğulları gerekse Osmanlılar zamanında Mevlevîliğin kazandığı önem, tarikatın zâviye ve tekkelerinin sayısını gittikçe arttırıyordu. Bektâşîliğe bakıldığı zaman, XV. yüzyılın başlarında Hacı Bektâş-ı Velî (1271) adına kurulan bu tarikatın zâviyelerinin Anadolu’da hızla yayıldığı görülüyor (Haslok, 2000:2). Şimdiye kadar yapılan araştırmalardan çıkan sonuca göre Bektâşî zâviyeleri en çok Orta Anadolu’da eskiden Babaî hareketinin merkezi olan Amasya, Tokat, Çorum, Sivas ve Kırşehir ile Konya, Ankara, Harput ve Erzurum dolaylarında ve güneyde Antalya civarlarında bulunduğu anlaşılmaktadır (Köprülü, 1935: 142). Yüzyıllar boyunca Türk halkının dinî, içtimaî ve fikrî hayatını yoğuran zâviyeler, gayri Müslim halkın da memlekette Müslüman ahali ile uzlaşmış bir şekilde yaşamasını kolaylaştırmıştır (Ocak, 1978: 268,269; Kemaloğlu, 2013:1-31). Demirşeyh Zaviyesi: Çorum civarındaki ilk Bektaşi zaviyelerinden biri, Karahisardemirli Köyü’ndeki Demirşeyh Zaviyesi’dir. Demirşeyh, XIII. yüzyılda Çorum ve civarına gelen ilk alperenlerdendir. Asıl adı Mehmet’tir. ‚Demir Şeyh‛ ismi kendisine öldükten sonra verilmiş olup rivayete göre türbesinde bulunan yekpare demirden almıştır. Kendisi Sarışeyh ve Âşık Paşa’nın halifelerinden Balışeyh’in küçük kardeşidir. Bizans döneminde günümüzde Çorum’a bağlı Sungurlu kazasında kendi adıyla anılan köye yerleşmiştir. Demirşeyh’in Türbesi, Sungurlu ve civarının Türklerin eline geçmesinden sonra yapılmıştır. Türbenin yanında tekkesi vardır (Haksever, 2008:67-87). Ocak Köyü (Kemaliye-Erzincan), XIII. yy. da Hz. Muhammed soyundan gelen seyyitlere tanınan “Yeşil sarık sarma” hakkına sahip Hıdır Abdal Sultan’ın zaviyesi etrafında, söylenceye göre; 12 hane ile kurulmuştur. Çeşitli devirlerdeki Osmanlı kayıtlarından ve padişah fermanlarından elde edilen bilgiye göre Hıdır Abdal Sultan’ın ceddi Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin’dir. Ocak Köyü Osmanlı devrinde gelip geçene yemek veren 158 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Türkiye Selçuklularında Dini Eserler bir vakıf niteliğindeydi. Hıdır Abdal Sultan, Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli dervişlerinden olup, tarikat törelerine göre “Düşkünler Ocağı” mürşididir (Yaman, 1998: 27-34). Hüdavendigâr İmareti: Edirne’nin en eski cami olarak Hacı Bektaşi Veli’nin izni sonucu 300 dervişi ile Edirne’ye gelip Hızırlık denilen mevkide yaptırdığı mescittir. Fetihten sonra Murad Hüdavendigâr bu mescidi genişletmiş ve ismi Hüdavendigâr Camii diye anılmaya başlanmıştır. Bu imaret Tunca Nehri kıyısına yapılmış ve nehirden gelebilecek sel tehlikelerine karşı taş duvarla korunmuştur. Fakat 973/1565–1566 yılında meydana gelen selde taş set yıkılmış ve zaviye zarar görmüştür (Evliya Çelebi, 2006:560; Diktaş, 2008:66). Mesudiye Dergâhı, Amasya, Harzemli Taceddin- Ebul-Vefa’nın halifelerinden Sultan Birinci Mesud yaptırmıştır (Şapolyo, 1963: 416-417; Saltık, 2009, 81 ). KAYNAKÇA Akalın, Şükrü Haluk. (1998): Sarı Saltuk’un Türbe ve Makamları Üzerine, I. Türk Dünyası Eren ve Evliyaları Kongresi, 12-17 Ağustos,s.10-24. Akay, Hasan. (1995): Zaviye, İslamî Terimler Sözlüğü, İstanbul. Akok, Mahmut-Özgüç, Tahsin. (1955): ″Develi Abideleri″, Bel: 19, Sayı: 76, Ankara, s. 377-384. Altınsapan, Erol. (1993): ″Eskişehir Seyitgazi Külliyesi″, Dekorasyon Dergisi, Sayı: 45, s.115. Barkan, Ö. L.(1952): İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zâviyeler, Vakıflar Dergisi, Sayı: II, Ankara, s. 279-304 Cahen, Claude. (1979): Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, İstanbul. Cebecioğlu, Ethem.(1997): Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara. Çağatay, Neşet. (1974): Bir Türk Kurumu Olarak Ahilik, Ankara. Çetin, Osman. (1981):Selçuklu Müeseseleri ve Anadolu’da İslâmiyet″in Yayılışı, İstanbul, Marifet Yay. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 159 Muhammet KEMALOĞLU Danışman, H. Günhan. (1998): ″Samsun Yöresi Ahşap Mimarisinin Gelenekselliği-Bafra İkiztepe Arkeolojik Verilerinin Işığında Çarşamba Gökçeli Camînin İncelenmesi″, IX. Türk Tarihi Kongresi Bildirileri, Ankara, C. I, s. 135-144. Develioğlu, Ferit. (1998): Lügat, Ankara. Diktaş, Arzu, XVI. Yüzyılın Son Çeyreğinde Edirne’de Sosyal Hayat,Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Edirne, 2008. Duran, Remzi.( 2006): Konya Alaeddin Camisi Kitabeleri, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara. Durukan, A.( 1998): “Anadolu Selçuklu Sanatında Kadın Baniler”, Vakıflar Dergisi, XXVII, s. 15-36. Eravşar, Osman. (2007): ″Evdir Han″, Anadolu Selçuklu Dönemi Selçuklu Kervansarayları, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara. Ersoy, Bozkurt.(1992): ″Eski Malatya (Battalgazi) Türk-İslam Eserleri″, Kültür ve Sanat, 4/6, Aralık, s.11-15. Es, Muharrem.(2005): Ahilik ve Yerel Yönetimler, I. Uluslararası Ahilik Kültürü ve Kırşehir Sempozyumu 12-13 Ekim 2004, Kırşehir, C. 1, Kırşehir, s.451-452. Esemenli, Deniz. (1989): ″Alaeddin Camî ve Medresesi″, T.D.İ.A., C.2, İstanbul, s.328-329. Esin, Emel. (1972): ″Burkan ve Mani Dinlerin Çevresinde Türk Sanatı″, T.K.A.E., II/332, İstanbul, s.345. Eskici, Bekir. (2006): ″Malatya″, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı II, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara. Evliya Çelebi. (2006): Evliya Çelebi Seyahatnamesi, III, İstanbul. Eyice, Semavi. (1971): ″Anadolu’da Orta Asya Sanat Geleneklerinin Temsilcisi olan bir Eser: Boyalıköy Hanikahı″, Türkiyat Mecmuası, C.XVI, İ.Ü.T.E, s.39-56. Faruki, S.-Ocak, A.Y. (1964): ″Zaviye″, İ.A., C.13, İstanbul, s.468-476. Gölpınarlı, Abdulbaki. (1950): ″İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı″, İ.Ü.İ.F. Mecmuası, C:11, İstanbul, s.3-50. Güler, Mustafa, Kolay, İlknur Aktuğ. (2006): 12. Yüzyıl Anadolu Türk Camileri, İTÜ Dergisi/A, Mimarlık, Planlama, Tasarım, C.5, Sayı: 2, Kısım: 1, Eylül, s.8390. Güllülü, Sebahattin. (1977): Ahî Birlikleri, İstanbul. Güzel, Abdurrahman.(1989): ″Alanya’da Ziyaret ve Ziyaret Yerleri″, Antalya III.Selçuklu Semineri Bildirileri 10-11 Şubat 1989, Antalya Valiliği Yay., İstanbul, s.71-78. 160 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Türkiye Selçuklularında Dini Eserler Haksever, Ahmet Cahid, “Çorum Bektaşi Zaviyeleri: Tarihi Süreçleri ve Fonksiyonları”, EKEV Akademi Dergisi, Sayı:36,Erzurum, 2008,s.67-87. Haslok, F.R. (2000): Bektaşî Tetkikleri, çev.Râgıp Hulusi, Ankara. İlter, Figen. (1975-76): ″Sivrihisar Yöresi Araştırmaları″, Anadolu (Anatolia), XIX, s. 13-49. Kalafat, Yaşar. (1999): Diyanet İşleri Başkanlığı Arşivine Göre Horasan Eri Olarak Bilinen Anadolu Yatırları-I, C. 40, s. 511, dergiler. ankara. edu. tr/detail. php?id=37&sayi_id=743. Kanar, Yüksel. (1992): Mevlânâ Celâleddin Rûmî, İstanbul. Kara, Mustafa. (1990): Tekkeler ve Zaviyeler, Dergah Yay., İstanbul. Karamağralı, Haluk. (1982): ″Konya Ulu Camî″, Röleve ve Restorasyon Dergisi, Sayı 4,s.121-132. Kemaloğlu, M. (2013): XI.-XIII. Yüzyıl Türkiye Selçuklu Devletinde Dini Eserlerinden Kümbet-Türbe-Ziyâretgâh-Namazgâh ve Câmîler, Akademik Bakış Dergisi, Sayı: 39, Eylül-Ekim-Kasım-Aralık, Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi, Kırgızistan, s. 1-18. Kemaloğlu, M. (2014a): ″XI.-XIII. Yüzyıl Türkiye Selçuklu Devletinde Dârüşşifalar”, Hikmet Yurdu, Düşünce-Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, Cilt 7, Sayı 13, Ocak-Haziran/1, s. 289-301. Kemaloğlu, M. (2014b): Türkiye Selçuklularında İçtimaî Müesseseler ve Eserler, Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi Academıc Journal of History and Idea, Cilt:1/Sayı:4/Aralık/2014 ISSN:2148-2292, Volume:1/Number:4/December, s.1-31. Kemaloğlu, M. (2015): “XI.-XIII. Yüzyıl Türkiye Selçuklu Devletinde Eğitim-Öğretim (Medreseler)”, Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi,Cilt:2/Sayı:5/Mayıs,s,62-79. Kemaloğlu,M. (2011): XI- XIII Yüzyıl Türkiye Selçuklu Devletinde Sosyal Zümreler, Gümüşhane Üniversitesi Sosyal Bilimler Elektronik Dergisi, Gümüşhane, Sayı:4, Haziran,s.145-158 Kemaloğlu,M. (2012): “Selçuklular Döneminde Anadolu’nun Türkleşmesi-İslamlaşması ve Hacı Bektaş-ı Veli”, Alevi-Bektaşi Kültür Enstitüsü Dergisi, Sayı:5, Almanya,s.111-140 Köprülü, Fuat. (1935): ″Abdal″, Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi, 1.Fasikül, İstanbul. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 161 Muhammet KEMALOĞLU Köprülü, Fuat. (1942): ″Ribat″, Vakıflar Dergisi, C:II, Ankara, s.167. Köprülü, Fuat. (1970): İslâm Sûfî Tarikatlarına Türk-Moğol Samanlığının Tesiri, İlahiyat Fak. Dergisi, XVIII, 141-152. Köprülü, Fuat. (1976): Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara. Kuban, Doğan. (1968): ″Anadolu-Türk Şehri Tarihî Gelişmesi, Sosyal ve Fizikî Özellikleri Üzerinde Bazı Gelişmeler″, V.D., Sayı: VII, s.60. Kümbet Maddesi.( 1979): Rehber Ansiklopedisi, C. 2, İstanbul, 1984, s. 56. Maden, Fahri, 2013, Sandıklı’da Bektaşilik,Bektaşi Tekke ve Türbeleri, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi,Sayı 66 ,129-146. Mescit. İ.A., C.VIII, İstanbul, s.1-118. Mülayim, Selçuk. (2000): ″İplikçi Camî″, TDV.İ.A., C.22, İstanbul, s.373-375. Namazgah Maddesi. (1984): Rehber Ansiklopedisi, C.5, İstanbul, s.38. Ocak, A.Yaşar. (1973): ″XIII, Yüzyılın İlk Yarısında Anadolu (Bozok) da Bir Babaî Şeyhi:Emirci Sultan″, Tarih Enstitüsü Dergisi, IX, s.129-208. Ocak, A.Yaşar. (1978): ″Zaviyeler″, Vakıflar Dergisi, S:XII,, s.247. Oral, M. Zeki. (1948): ″Malatya Kitabeleri ve Tarihi″, III. Türk Tarih Kongresi (Ankara 15-20 Kasım 1943) Kongreye Sunulan Tebliğler, Ankara, s.437. Oral, M. Zeki. (1961): ″Konya’da Sırçalı Medrese″, Bel: 99, T. T. K. Yay., Temmuz, Cilt: XXV, s. 355-396. Oral, Zeki. (1962): ″Anadolu’da Sanat Değeri Olan Ahşap Minberler, Kitabeleri ve Tarihçeleri″, V.D., Sayı V, Ankara, 23-77. Özbek, Yıldıray. (2001): ″Kayseri’de Bilinmeyen Bir Selçuklu Yapısı Yazır Köyü Camî″, I. Uluslararası Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Kongresi, C.2, Konya, s.147-152. Özer, M., Hüsrevoğlu, H. ve Özseki, A. (2010). Belgelerle Sandıklı ve Yunus Emre. Öztürk, Nazif. (1991): ″Vakıflar Arşiv kayıtlarına göre Niksar Vakıfları″, V.D., Sayı:XXII, Ankar, s.45-68. Parman Ebru-Altınsapan Erol. (2001): ″Eskişehir-Seyitgazi-Kümbet Köyü’nde Himmet Baba Türbesi ve Devşirme Malzemesi″, Yıldız Demiriz’e Armağan, İstanbul, s. 115-228. Saltık, Veli. (2009 ): Türkmen İsyanları, Kuloğlu Yay. Sami, Şemseddin. (1998): Kâmus-ı Türkî, İstanbul. Say, Yağmur. (2001): ″Seyyid Battal Gazi Kültü ve Seyyid Battal Gazi Külliyesi″, 162 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Türkiye Selçuklularında Dini Eserler Tarihte Eskişehir Sempozyumu-1 (2-4 Kasım 1998), Eskişehir, s.171. Sümer, Faruk. (1985): Yabanlu Pazarı (Selçuklular Devrinde Milletlerarası Büyük Bir Fuar), Türk Dünyası Araştırma Vakfı Yayınları. Şapolyo, Enver Behnan, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, Türkiye Yayınevi, İstanbul ,1963. Şimşir, Zekeriya. (2001): ″Konya’daki Selçuklu Çini Dekorasyonunda Kufi ve Ma’liki Yazı″, I. Uluslararası Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Kongresi Bildirileri 11-13 Ekim 2000, Konya, C.II, S.Ü.S.A.M, Konya, s.311-331. Tanyeli, Uğur. (1987): Anadolu-Türk Kentinde Fiziksel Yapının Evrim Süreci (XI.XV.Yüzyıllar), Doktora Tezi, İTÜ Mimarlık Fakültesi Yayınları, İstanbul. Tuncer, O. Cezmi. (1971): ″Tunceli-Mazgirt Elti Hatun Camî″, Önasya, C. VII, s. 75. Turan, Osman. (1979): Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi, C:I-II, İstanbul. Turan, Osman. (1993): Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul. Turan, Osman.(1939): ″Selçuk Türkiye’si Din Tarihine Dair Bir Kaynak”, 60. Doğum Yılı Münasebetiyle Fuad Köprülü Armağanı, Osman Yalçın Matbaası, İstanbul, 1953, s.531-564. Türkiye Mektupları, trc, Ö. R. Doğrul, İstanbul. Uğur, M. Ferit. (1941): ″Tavus Baba″, Konya, V/37, s.15-17. Uğurlu, Ergül. (1968): ″Ankara Kızılbey Camî Minberi″, T.E.D., Sayı 10, s.75-88. Uluçam, Abdüsselam. (1995): ″Eski Van’da Selçuklu İzleri″, IV. Milli Selçuklu Kültür ve Medeniyetleri Semineri, (Konya, 25-27 Nisan 1994, Bildiriler), Konya, s.53-67. Uluçam, Abdüsselâm. (1996): ″Eski Van’daki Mimari Anıtlar″, Türkiye İş Bankası Kültür Sanat Dergisi (Van Özel Sayısı), Sayı 32, Ankara, s.19-24. Uludağ, Süleyman. (1990): ″Takdim″, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul, s.42-43. Ünal, Hüseyin Rahmi. (1984): ″Eber Künbeti ve Sarı Lala Türbesi (Afyon)″, Arkeoloji-Sanat Tarihi Dergisi, İzmir, s. 187-188. Wittek, Paul. (1944): Menteşe Beyliği, trc. O. Ş. Gökyay, Ankara. Yaman, Ali, (1998). “Kızılbaş Alevilerinin Düşkün Ocağı Hıdır Abdal Sultan ve Ocak Köyü”,Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Hacı Bektaş Veli Dergisi, IV/8, Kış, s. 27-34. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 163 Muhammet KEMALOĞLU Yaman, Ali. (2005): ″Türk Dünyasında Ziyaret Kültürünün Ortak Bazı Unsurları Hakkında″, Manas Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi-Manas Üniversiteti Koomdık İlimder Jurnalı, Bişkek, Sayı: 14, ss.29-37. Yıldız, Harun. (2011): “Alevî/Bektaşî Kültüründe İnanç Merkezleri: Amasya Yöresi Örneği”, I. Uluslararası Hacı Bektaş Veli Sempozyumu, Hitit Üniversitesi Hacı Bektaş Veli Araştırma ve Uygulama Merkezi, (07-09 Mayıs 2010, Çorum), I, Ankara, s.267-285. 164 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Türkiye Selçuklularında Dini Eserler RELIGIÖSE ARCHITEKTUR IM GEBIET DER RUM-SELDSCHUKEN Muhammet KEMALOĞLU Zusammenfassung Anatolien erlebte seit dem 11. Jahrhundert eine türkische Einwanderung. In dieser Zeit sind viele wertvolle Werke in Anatolien entstanden, die ein Produkt der Verschmelzung der türkisch-islamischen Architektur der Großen Seldschuken, die sie im Iran zuvor etablierten hatten, und der anatolischen Kultur sind. Diese Werke wurden zum Fundament der Architektur der anatolischen Fürstentümer und der Osmanen. Man kann sagen, dass, wenn man die Kunstwerke der anatolischen Seldschuken untersucht, sie in erster Linie vom Islam, der vorislamischen türkischen Kultur und lokalen Kulten beeinflusst sind. Wir haben sichere Kenntnis darüber, dass die Seldschuken versuchten, dieses Gebiet, das ihnen nun zugänglich war und mit dem sich die türkischen Seldschuken nach ihrer Eroberung und der Gründung des Reiches der Rumseldschuken verbunden fühlten, mithilfe von religiösen, sozialen und wirtschaftlichen Institutionen zu einem echten türkischen Vaterland zu machen und eine funktionierende Wirtschaft aufzubauen. Man betrachtete es als notwendig, diese Einrichtungen der Seldschuken - die zuweilen durch die Initiative von Regierungsbeamten, zuweilen durch die Anstrengung der Bürger oder sehr oft durch den Segen und die Kraft von Sufis ins Leben gerufen wurden – im Hinblick auf den Dienst, den sie leisteten, einer Kategorisierung zu unterziehen, damit man ihre Bedeutung für die Konversion besser untersuchen kann. Ihre Kategorisierung ist jedoch nicht so einfach, da es schwierig ist, zu bestimmen, ob eine Einrichtung religiöser, sozialer oder etwa wirtschaftlicher Natur ist. Es liegt natürlich nahe, dass Moscheen religiöse Einrichtungen sind, jedoch die Frage, ob (z.B.) Medresen (religiöse Schulen), wo die religiösen Wissenschaften gelehrt wurden, als soziale oder etwa als religiöse Einrichtungen betrachtet werden sollten, bleibt noch zu klären. Dazu kommt noch das Fehlen einer ordentlichen Methode zur Klassifikation von Werken, die zur Kultur der Bektaschi gehören. Dies im Auge behaltend werden wir uns für unsere Zwecke damit begnügen, mit vorhandenen und akzeptierten Klassifikationen zu arbeiten und uns bemühen, religiöse Werke der Bektaschi Kultur (gebührend) vorzustellen. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 165 Muhammet KEMALOĞLU Schlüsselwörter: 11. Jahrhundert, Rum-Seldschuken, türkisch-islamische Architektur, Moschee, Medrese, İmâret (öffentliche Suppenküchen), Karawanserei, Alevitentum, Bektaschi-Glaube, die Abdal, Hacı Bektaş Veli 166 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Genelde Dergâhların Özelde Hacı Bektaş Dergâhının Konumu ve Çözüm Önerileri GENELDE DERGÂHLARIN ÖZELDE HACI BEKTAŞ DERGÂHININ KONUMU ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ Locatıons of Dervish Convents, Solutions About Locations And Convent Of Hacı Bektas Veli Hüseyin DEDEKARGINOĞLU Özet Türkiye’de dergâhlar ve bunların konumu ile ilgili tarihsel süreç içinde yapılan değerlendirmeler bizi farklı anlayışlar ve görüşleri ortaya koymaktadır. Günümüzde dergâhların işlevleri ile ilgili tartışılan sorunların başında bunların etkinliğinin yanında taşıdıkları manevi rollerini ne ölçüde yerine getirdikleridir. Özellikle Hacı Bektaş Veli’nin türbesinin de içinde bulunan mekânın fonksiyonelliği ile ilgili tartışmalar her geçen gün artmakta, bu konuda ne gibi tedbirlerin alınması gerektiği çeşitli kesimlerce ele alınmaktadır. Bilindiği üzere tarikat pirlerinin veya tarikatın büyük şeyhlerinin ikamet edip irşat faaliyetlerini sürdürdükleri veya kabirlerinin bulunduğu merkezî tekke anlamındaki yerlere dergâh (büyük tekke) denmektedir. Bu dergâhların her biri hem inançsal, hem de sosyal açıdan geçmişte önemli rollere sahip olmuşlardır. Bu tekke ve zaviyeler, Alevîlerle Sünniler arasında önemli ortak paydalardan biri olan tasavvufun yaşandığı yerlerdi. Bunların kapatılmasının kitabî din anlayışı dışında bir serbestlik sağlayan böyle önemli bir kaynaşma merciinin ortadan kalkmasına yol açtığı söylenebilir. Günümüzde Alevilerin en önemli tekkelerinden birisi olan Hacı Bektaş Tekkesi her ne kadar ziyarete açık bir yer ise de bu ziyaret bir kabir ziyaretinden öteye geçmez. Dergâh olarak tam işlevsel olamamasının önündeki engel “677 sayılı Tekke ve Zaviyeler Kanunu”dur. Müze statüsünde olan bu yere yakın zamana kadar ücret ödeyerek giriliyordu. Tekke ve zaviyelerin geçmişte nasıl bir mekân olduğu bugün ise toplumun manevi ihtiyaçlarına cevap verebilmesi için hangi düzenlemelerin yapılması gerekmektedir? Günümüzde Alevî ve Bektaşîliğin öğretildiği merkezler olarak hizmet görecek cemevleri acaba bu boşluğu doldurabilecek midir? Anahtar Kelimeler: Dergâh, Tekke, Zaviye, Hacı Bektaş, Erbain, Çile. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 167 Hüseyin DEDEKARGINOĞLU Abstract There has been different approaches and perceptions about dervish convents and their locations during historical process. Currently, these Islamic monasteries have an important role in terms of their functions and their spritual responsibilities for society. Partially, Convent of Haci Bektas Veli Dargah has been discussed during the historical process by academicians and researchers. These discussions has based on its functionality. Solutions about coordinations has aslo been produced by researchers. As we know, dervish convents, in other words dervish monasteries means a place where sheikh’s lived and maintained their rituals. These monasteries have important religional and social roles during historical process. These monestries and zawiyahs were places that lived Islamic mysticism. Islamic mysticism was very important for society. Because this notion is a common ground for both Alevi and Sunni people. Now, we can say that closed up these places provide people to free zone caused to disappeared of this common ground for people. At the present time, Convent of Haci Bektas Veli is most important monastery for Alevi community, but unfortunately it has been unabled to exceed historical places to visit. Convent of Haci Bektaş Veli has not a function as a monastery because of in accordance with the law no 677. This place has statuted as a museum and visitors had to pay museum entrance fee until quite recently. At the present time, what can we do for invigorate this place again? Could djemevis as a place that teached and learned Alevism and Bektashism bridge the places? Keywords: Dervish Convents, Monastery, Zawiyah, Haci Bektas Veli, Erbain, Suffer Giriş Dergâh, Farsçadan gelen kapı eşiği anlamında bir sözcük olup büyük makamların kapısı, hangah olarak ta ifade edilir. Hangah terimi bir yüceltme ifadesi olarak kullanılmaktadır. Şayet ilahi sözcüğü ile beraber kullanılırsa (ilahi hangah) “Allah katı” anlamına gelir. Şahlara, padişahlara veya hükümdarlara ait makamları onurlandırmak amacıyla “Dergâh-ı Âlî” şeklinde de kullanılır. Buradaki yüce kapı olarak ifade edilen anlam padişahın oturduğu “Saray”dır. Edebiyatta, “sığınılacak yer” manasında kullanıldığı gibi, bir hizmet ve eğitim kurumu olarak da işlenmiştir. Osmanlı devrinde bir 168 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Genelde Dergâhların Özelde Hacı Bektaş Dergâhının Konumu ve Çözüm Önerileri tarikatın veya tarikat kolunun merkezi olan tam teşekküllü tekkeler için kullanılmıştır. Bu kullanımın XVI. yüzyıldan itibaren yaygınlık kazandığı ve bütün tarikatların terminolojisinde yer aldığı anlaşılmaktadır. İslâm fetihleriyle birlikte üç kıtada faaliyet gösteren tekkeler çoğu zaman müstakil bir kurum halinde hizmet verirken bazen birçok kurumu barındıran külliyelerin içinde yer almıştır. Bu makale dergâh, tekke ve zaviyelerin nasıl bir mekân olduğu, günümüzdeki işlevi, yerel yöneticilerin ve toplumun bakışı etrafında şekillenecektir. 1. Dergâh Âsitâne ya da Tekke: Tarikat pirlerinin veya tarikatın büyük şeyhlerinin ikamet edip irşad faaliyetlerini sürdürdükleri veya kabirlerinin bulunduğu merkezî tekke anlamında bir tasavvuf terimidir. Diğer İslami ilimlere göre medrese ne ise tasavvufa göre tekke de odur. Farsçada “kapı eşiği, kapı dibi, eşik yanı” gibi anlamlara gelen âstan kelimesinden türetilmiş olup Türkçede âsitâne şeklinde telaffuz edilir. Osmanlı devrinde bir tarikatın veya tarikat kolunun merkezi olan tam teşekküllü tekkeler için kullanılmıştır. Âsitânelere bağlı daha küçük kapsamlı tekkelere de genellikle zaviye denilegelmiştir. Büyük tekkelere, yine Farsçadan alınmış olan ve aynı anlamı taşıyan dergâh da denilmektedir (Gölpınarlı, 1995: 138). Genellikle merkezi oldukları tarikatın veya tarikat kolunun kurucusu mutasavvıfların türbelerini barındırdıkları için âsitânelere pirevi, makâm-ı pîr, huzûr-ı pîr, âsitâne-i pîr gibi adlar da verilmektedir. Temsil ettikleri tarikatın yaygınlık ve etkinliği açısından, Anadolu’da en önemli âsitânelerin bazıları şunlardır. Konya’da Mevlânâ (Mevleviyye), Kırşehir Hacıbektaş’ta Hacı Bektâş Velî (Bektaşiyye), Ankara’da Hacı Bayrâm Velî (Bayrâmiyye), İznik’te Eşrefoğlu Rûmî (Kâdiriyye-Eşrefiyye) ve Kastamonu’da Şâban Velî (Halvetiyye - Şâbâniyye) tekkeleri idi. Öte yandan, saltanat ve özellikle hilâfet merkezi olması dolayısıyla bütün tarikat ve tarikat kollarına ait çok sayıda tekkenin bulunduğu İstanbul’da her zümrenin bir âsitânesi mevcuttu. Kaynaklarda “pîşvây-ı tarîkat-ı âliyye-i...” başlığı altında zikredilen bu âsitânelerden bazıları şunlardır: Merdivenköyü’nde Şahkulu Sultan (Bektaşiyye), Kocamustafapaşa’da Sünbül Sinan (Halvetiyye-Sünbüliyye), Kasımpaşa’da Hasan Hüsâmeddin Uşşâkî (Halvetiyye-Uşşâkıyye), Üsküdar Doğancılar’da Aziz Mahmûd Hüdâyî (Celvetiyye), Tophane’de İsmâil Rûmî (Kidiriyye-Rûmiyye), Karagümrük’te Nûreddin Cerrâhî (Halvetiyye-Cerrâhiyye), Koska’da Abdüsselâm (Sa’diyye-Abdüsselâmiyye) ve Kasımpaşa’da Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 169 Hüseyin DEDEKARGINOĞLU Ebürrızâ (Bedeviyye) tekkeleri. Kuruluş tarihlerine göre kronolojik olarak sıralanan bu tekkeler aynı zamanda “pîrevi” olma özelliğini taşırlar. (Tanman, 2012: 485–486). Tarikatların bulunduğu tekkelere de “dergâh” ismi verilmektedir. Eskiden, tarikattan, yoldan olanların toplandığı zikir yeri, tarikatevi, sofilerin usullerini uygulamak için toplandığı yere denirdi. Dergâhta, tarikat ilkeleri öğretildiği gibi saz da çalınır. Alevi edebiyatının öğelerinden olan deyişler, düvaz imamlar, mersiyeler, miraçlamalar vs. okunur. Bunların eğitimi ve öğretimi de yapılırdı. Tekke yapılarının büyüklüğü tarikatlara göre değişir. Tek bir mekândan oluşan tekkelerin yanı sıra, geniş alana yayılmış birçok yapıyı barındıran külliye görünümlü tekkeler de vardır. Tekkelerin tek bir mekândan oluşanları genellikle tarikata bağlı kişilerin haftanın belirli günlerinde bir araya geldikleri, tarikata özgü törenleri düzenledikleri yapılardır. Birden çok mekândan oluşanlarda ise tarikat etkinliği daha geniş ve süreklidir. Dergâhta, genellikle şeyhin ailesiyle birlikte oturduğu ayrı bir yapı vardır. Dervişlerin sürekli ya da geçici olarak barındıkları yapılar, aşevi, hamam, çamaşırhane gibi yerler ve tarikata bağlı kişilerin toplanıp ayin, sohbet ya da zikir denilen törenlerini düzenledikleri ayrı bir mekân bulunur. Merkez tekkeler (dergâhlar) doğal olarak daha çok mekândan oluşur. Her dergâh bulunduğu semt için bir sosyal yardım kurumu rolünü oynardı. Herkes, bilhassa fakir ve muhtaç halk tabakaları, dergâhı kendisi için bir sığınma yeri bilirdi. Tekkelerde her gün yemekler ve belirli zamanlarda lokmalar ve aşureler pişirilir, halka dağıtılırdı. Zenginler ve hayırsever kimseler de tekkelerin bu hizmetini bildikleri ve gördükleri için zaman zaman bu tekkelere kurbanlar adarlar, yiyecekler gönderirler ve bunların fakirlere yedirilmesini isterlerdi (Ergin, 1997: 234). Tekkeler daha çok kurucu şeyhlerin istediği mekânlarda inşa edilmiştir. Bazı tekkeler devletin iskân politikasına uygun yerlerde kurulmuş ve devletçe desteklenmiştir. Böyle bir görevle tesis edilen tekkeler tasavvuf eğitiminin yanı sıra güvenlik ve ticaret gibi konularda da hizmet vermiştir. Sohbet, ibadet, muhabbet ve hizmet merkezli dinî hayatı esas alan tekkelerde en üst düzeyde coşku ve heyecan âyin merasimlerinde, en hüzünlü zamanlar muharrem ayında büyük cemaat ile düzenlenen törenlerde yaşanmıştır Tekkeler şeyh tarafından yönetilir. Tekkenin yönetim esaslarını tasavvuf gelenekleri ve şeyhin tavrı belirler. Vakıf geleneğinin yaygınlaşmasıyla birlikte vakfiye metinlerinde yer alan şartlar o tekkenin idaresine yön vermiştir. Vakfiyelerde tekke şeyhliği- 170 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Genelde Dergâhların Özelde Hacı Bektaş Dergâhının Konumu ve Çözüm Önerileri nin babadan oğula intikal eden bir görev şeklinde tespiti, yetkin ve yeterli olmayan şeyh evlâdının ortaya çıkardığı problemler ve post kavgaları tasavvuf hayatının itibar kaybetmesinde önemli rol oynamıştır. Tarih boyunca devlet yöneticileri genellikle tekke şeyhi tayinlerine karışmamış, ancak gerekli durumlarda tekkenin yönetimine müdahale etmiştir. Osmanlı döneminde bu uygulamanın en çarpıcı örneği, 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla birlikte yasaklanan Bektaşîliğe ait tekkelere yapılan şeyh tayinlerinde görülmektedir (Kara, 1999: 158). Nevşehir’e bağlı Hacıbektaş ilçesindeki Hacı Bektaş Veli Dergâhı üç avluya açılan bir yapılar topluluğu biçimindedir. Bu yapılar, Hacı Bektaş Veli Türbesi, Balım Sultan Türbesi, aşevi, kilerevi, mihmanevi, çamaşırhane, hamam, meydan, muhabbet divanı ve mescittir. Eskiden var olduğu bilinen erzakevi ile ekmekevi yıkılmıştır. Mevlevi tarikatının merkezi olan Konya’daki Mevlana Dergâhı da Mevlana Türbesi, semahane, mescit, mutfak, derviş hücreleri ile dede ve çelebi dairelerinden oluşur. Tekkeler içinde tarikat büyüklerinin gömüldüğü türbeler, tekke bahçesinde de daha çok dervişlerin gömüldüğü, hazire adı verilen küçük mezarlıklar bulunur. Hazire; cami, türbe, tekke vb. yerlerde çevresi parmaklıklarla çevrili mezar yerine denir. Aleviler açısından kutsal ziyaret yeri olarak kabul edilen pek çok dergâh, tekke, zaviye ve türbeler tarihte önemli işlevler üstlenmesine rağmen büyük bölümü harap haldedir. Bir kısmı bakımsızlıktan yok olmakta ve o bölgenin tarih ve kültürü ile ilgili bilgiler zaman içinde silinip gitmektedir. Bir kısmı ise konuya ilgi duyan bazı hayırseverler ve Sivil Toplum Kuruluşları (STK) tarafından yenilenmektedir. Ancak bu yenilemeler konunun uzmanı olmayan kişiler tarafından yapıldığı için tarihsel ve kültürel değerleri yok edilmektedir. Örnek: Amasya’nın İlyas Köyündeki Baba İlyas Türbesinin Zöhre Ana adıyla ma’ruf birisi tarafından yenilenmesiyle tarihsel kalıntıların mimari yönden yok edildiğini görmekteyiz. Türbenin duvarına bir mermer üzerine aynı kişi tarafından yazılmış olan dörtlükler ise oradaki tarihsel kişiliği günümüzün siyasi ve popüler anlayışına göre edebi yönden yeniden dizayn edilmektedir. 2. Hacıbektaş İlçesi ve Hacı Bektaş Dergâhın Konumu Hacı Bektaş Dergâhı Hacı Bektaş Veli adına kurulmuştur. 13.yüzyılda (1209–1271 yılları arasında) yaşadığı kabul edilen ve asıl adı Muhammed olan Hacı Bektaş Veli 29-30’lu yaşlarda iken Anadolu’ya gelir. Kimi yerleri dolaştıktan sonra o günkü adı Sulucakarahöyük, bugünkü adıyla Hacıbektaş’a yerleşir. Dergâhın kurulması Hacı Bektaş ile birlikte başlar. Dergâh Hacı Bektaş zamanında yapılmış, çilehane (Kızılca Halvet) ve buna eklenen yapılardan meydana gelmiştir. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 171 Hüseyin DEDEKARGINOĞLU Hacı Bektaş Veli’nin ölümünden sonra Orhan Gazi, I. Murad (Hüdavendigâr), Yıldırım Beyazıt ve Yavuz Sultan Selim zamanında yapılan eklerle dergâh genişletilmiş ve XVI. yüzyılda bugünkü konumuna gelmiştir. Osmanlı sultanları şehzadeliklerinden itibaren tasavvuf kültürü ile yetiştirilmiş, bu terbiyenin etkisini pek çoğu hayatlarının sonuna kadar korumuşlardır. Bazılarında bu koruma bir derviş ve bir mürid kadar aktif olduğunu şu beyit en güzel ifade etmektedir (Kara, 1999:137): Padişahı âlem olmak bir kuru dava imiş, Bir veliye bende olmak cümleden evla imiş Daha sonraki yıllarda kimi eklenti ve düzenlemelerle türbeler, mezarlık, aşevi, kilerler, ambarlar, konukevi, çeşmeler, çamaşırhane, hamam, meydanevi, çilehane, yönetim yeri, tekke, eğitim ve sohbet odalarından oluşan büyük bir külliye oluşur. Hacı Bektaş Veli’nin türbesi, Seyyid Ali Sultan tarafından 1385 yılında yeniden yaptırılmıştır. Sultan II. Beyazıt 1485–1486 yıllarında türbenin çevresini düzenlettirmiş ve kubbesini de kurşunla kaplatmıştır. Sultan IV. Mustafa’nın 1807’deki onarımından sonra Sultan II. Mahmut 1827 yılında türbe dışında kalan bütün yapıları yıktırmış ve dergâh avlusunun doğu köşesine cami yaptırmıştır. Sultan Abdülaziz İstanbul’dan gönderdiği mimarlar ile Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Ali Celaleddin Çelebi’nin kontrolünde yapı topluluğunu yeni baştan yaptırmış ve türbeleri de onartmıştır. Sultan II. Abdülhamit de 1895’te dergâhı onartmış, genişletmiş ve bugünkü durumuna gelmesini sağlamışlardır. Cumhuriyet döneminde Vakıflar Genel Müdürlüğü 1958 yılında dergâhı restore etmiş, Milli Eğitim Bakanlığı da 16 Ağustos 1964 yılında Hacı Bektaş Veli Müzesi haline getirmiştir. Hacı Bektaş Dergâhı aynı zamanda bir kültür ve eğitim merkeziydi, Anadolu ve Balkanlardaki tekke Şeyhleri burada eğitim görürlerdi. Pirevini geliştiren Bektaşi Tarikatına yeni biçim kazandıran Balım sultan olmuştur. Kalender Çelebi ayaklanmasından sonra Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nın halk üzerindeki etkisinden korkan Osmanlı padişahı bu etkiyi kırabilmek için dergâha 1552 yılında Sersem Ali adında bir kişiyi Dede-Baba unvanıyla atadı. Daha sonraları da Mücerret (Evlenmemiş) Devşirme dervişlerin yerleştirildi. II. Mahmut’un Yeniçeri Ocağı ve Bektaşi dergahlarına karşı yürüttüğü yıkım ve kıyımdan, Pirevi de nasibini alır. Dergah postnişini Hamdullah Çelebi Amasya’ya sürgün edilerek yerine Nakşi Şeyhi 172 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Genelde Dergâhların Özelde Hacı Bektaş Dergâhının Konumu ve Çözüm Önerileri Mehmet Sait Efendi atanır. Daha sonraları Osmanlının yıkılması, Cumhuriyetin ilan edilmesinden hemen sonra 30 Kasım 1925 tarihinde 677 sayılı yasayla kapatılır. 30 Teşrinisani 1341 (30 Kasım 1925) tarih ve 677 sayılı “Tekke ve Zâviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklarla Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun”la Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisindeki tekkeler kapatılmıştır. 10 Haziran 1949 tarih ve 5438 sayılı kanunla 677 sayılı kanuna muhalefet edenler hakkındaki cezalar arttırılmış, 1 Mart 1950 tarih ve 5566 sayılı kanunla sadece on dokuz türbe ziyarete açılmıştır. Bunların içerisinde Ankara’da Hacı Bayram türbesi, Kırşehir’de Âşık Paşa türbesi, Akşehir’de Nasrettin Hoca türbesi gibi türbeler olmasına rağmen Hacı Bektaş türbesi yoktu. 1961 anayasasının getirdiği rahatlama sonucu 1964 yılında müze olarak açılmıştır. Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesindeki Hacı Bektaş türbesinin açılış tarihi olan 16 Ağustos 1964’den itibaren günümüze kadar her yıl düzenli olarak Ulusal düzeyde 16 Ağustos 1990’dan itibaren uluslararası düzeyde “Hacı Bektaş Veli’yi Anma ve Kültür-Sanat Etkinlikleri” yapılmaktadır. Hacı Bektaş dergâhı özellikle Anadolu’daki Aleviler ve Balkanlardaki Bektaşiler açısından önemli bir merkezdir. Bu merkezin önemli dergâhlardan birisi olması “Anadolu’daki bütün ocakların bağlı olduğu tek merkezdir” anlamına gelmez. Böyle bir anlam çıkaran bazı araştırmacılar dergâh ile ocak arasındaki farkı anlayamadıkları için dergâhı ocak anlamında kullanmaktadır (Dedekargınoğlu, 2011: 379–394) Her halükarda yüzyıllardır işlevini devam ettirmiş ve ayakta kalmış olan bu dergâh Anadolu’daki Aleviliğin sembolü sayılacak bir özelliktedir. Bu yıl Ağustos ayında 52. ulusal ve 26. uluslararası Hacı Bektaş Veli’yi anma etkinlikleri gerçekleştirilmiştir. 15–20 yıl öncesi bu etkinliklere Cumhurbaşkanı ve Başbakan düzeyinde katılım sağlandığı halde son yıllarda gerek devlet temsilcileri ve siyasi parti temsilcilerinin gerekse halkın katılımının gittikçe azaldığını görmekteyiz. 3–4 gün süren etkinlikler bir inanç merkezinde olması gereken etkinlikten ziyade adeta bir panayır havasında geçmektedir ki bu yıl o havanın da altında inmiştir. Şayet yakın zamanda bu etkinlikler Hacı Bektaş’ın adına yakışan ve düşüncelerini yansıtan bir etkinlik şekline dönüşmezse tamamen biter. Nüfusu azalarak beş bine inmiş olan Hacıbektaş ilçesi de ilçe vasfını kaybederek muhtarlığa dönüşür. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 173 Hüseyin DEDEKARGINOĞLU 2.1 Hacı Bektaş Etkinliklerindeki Zayıflamanın Nedenleri? 2.1.1 Dergâhın Müze Statüsünde Olmasından Kaynaklanan Sorunlar Dergâhın ziyaretçilerinin büyük bölümünü Aleviler oluşturmaktadır. Kendilerine ait inanç temelli bir ziyaret yerine müzeye girer gibi para ödeyerek (para ödenmesi şimdilik kaldırıldı) girilmesi maneviyatı azaltmaktadır. Kültür Bakanlığına bağlı resmi görevlilerin Alevi inancında olmayan kişilerden seçilmesi ya da Alevi kökten gelmiş olsa bile Aleviliğe inanmayan kişilerden olması engellenmelidir. Resmi görevlilerin Aleviliğe bakışı Sünni gözlükle veya Aleviliği okuyuşu Sünni sözlükle olduğu içindir ki; çilehanede erbain çıkaran bir dervişin önüne rahle koyup kırk gün Kur’an okuduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Oysa gerçekte “çile” ya da diğer adıyla “erbain” kırk gün süreyle özel bir mekânda inzivaya çekilip nefsanî arzulardan kurtularak ruh temizliğine ermek için girişilen sıkı perhiz ve mahrumiyet dönemi anlamına gelmektedir. . Erbaîne giren çilekeş (murid-i talib, salik) burada duyu organlarının dış dünya ile ilgisini kesmeye çabalar ve bütün dikkatini iç âlemine yöneltir, düşüncesini kalbi üzerinde yoğunlaştırır (Uludağ-Eraydın, 2012: 270). Alevi kavram ve terimlerini bilmeyen kişiler tarafından yapılan faaliyetlerde önemli hatalar yapılmaktadır. Hünkâr’a atfedilen; Sevgi muhabbet kaynar yanan ocağımızda Bülbüller şevke gelir gül açar bağımızda Hırslar kinler yok olur aşkla meydanımızda Aslanlarla ceylanlar dosttur kucağımızda Şiirinden hareketle hazırlanan heykelde Hünkâr’ın kucağına ceylan yerine boynuzlu geyik vermişler. Müze yaklaşımının bir sonucu olarak çevrede bulunan Fikret Otyam, İlhan Selçuk ve Âşık Mahzuni’nin mezarları ziyaretçi açısından türbeyi geride bırakmaktadır. 2.1.2 Yöneticiler ve Önderler Arasındaki Sorunlar Yerel yöneticiler ile inanç önderleri ve STK temsilcileri arasında bir uzlaşma olmadığından dolayı herkes kendi gücünü ve etkisini gösterme çabasındadır. İlçenin Belediye Başkanı ile Hacı Bektaş soyundan önde gelen isimlerin birbirleriyle iletişiminin 174 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Genelde Dergâhların Özelde Hacı Bektaş Dergâhının Konumu ve Çözüm Önerileri kopuk olması. Aynı şekilde STK temsilcisi olan vakıf, dernek ve diğer kurumlar adeta kendilerini siyasi parti gibi görmekte, hatta bir kısmı konumlarını siyasette basamak olarak kullanma çabasına girmektedir. Bunun önüne geçmek için; bir olmak, iri olmak, diri olmak için “ben” demeden “biz” demeyi öğrenmeli ve uygulamalıyız. 2.1.3 İlçenin Bir İnanç Merkezi ile Uyuşmayan Yanları İlçenin cadde, sokak, meydan ve kültür merkezi gibi yer adlarına baktığımızda Aleviler tarafından kutsiyet atfedilen veya ulu sayılan şahsiyetlerin isimlerinden hiç birini görmek mümkün değil. Örneğin Şah-ı Merdan Kültür Merkezi, Ehlibeyt Caddesi, Abdal Musa Meydanı, Zülfikar Sokak vs. gibi adlar yerine A. Taner Kışlalı Sokak, Âşık Mahzuni Şerif Caddesi, Uğur Mumcu Parkı, İsmet İnönü Sokak gibi Alevilerle inançsal olarak ortak paydası olmayan ama siyasal ve kültürel ortak payda da buluştuğumuz isimler yer almaktadır. Esnafın sattığı mallardan kitap ve hediyelik eşyalar arasında 1970’lerden kalma sol ideolojinin önderi ve sembolü sayılan yayınları ve eşyaları görmekteyiz. Örn: Nazım, Hikmet, Yılmaz Güney, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Ahmet Kaya ve Deniz-Yusuf-Hüseyin, vs. gibi resimler Ehlibeyt ve On İki İmam resimlerinden fazladır. Şunu unutmayalım ki bu şahsiyetler ulu değil ünlüdür. Araştırmacı ve akademisyenler tarafından hazırlanan ve ciddi yayınevleri tarafından dağıtılan kitaplar ve diğer yayınlardan ziyade amatör ve yazarı tarafından baskısı yaptırılıp yine yazan tarafından çantada pazarlanan yayınlar çoğunluktadır. 2.1.4 Etkinlik Döneminde Sokakların Hali Etkinlik döneminde sokak ve caddelerde kurban kesilmesi, kaldırımlarda kurulan çadırlar rahatsızlık yaratmakta ve buraya Çingenelerin kötü davranışlar sergileyerek olumsuz örnekler oluşturduğundan şikâyet edilmektedir Geçmişte bir yöneticinin bu kişileri şehre sokmamakla tehdit ettiğini de biliyoruz. Bunları söyleyenler şunu bilmiyorlar: Hacı Bektaş Ocağına bağlı talip topluluklarının -babagan kolu hariç- büyük çoğunluğu Abdal ve Çingenelerden oluşmaktadır. Bu iki toplulukta ten renkleri birbirine yakın olduğu için Abdallar da Çingene sanılmaktadır. Bana göre her iki gruba mensup olanlar, Alevi topluluklar içinde inançsal olarak en az bozulmaya uğramış kimselerdir. Bunlara çadırlarını kuracak ve konaklayabilecek yer gösterilmediği sürece bu sorun devam edecektir. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 175 Hüseyin DEDEKARGINOĞLU 2.1.5 Etkinlik Tarihi Yanlıştır Her yıl 16 Ağustos’ta başlayan anma etkinlikleri, Hacı Bektaş Veli Külliyesi’nin 16 Ağustos 1964’te müze olarak açılması ile başlamıştır. 1990 yılından itibaren anma törenlerine uluslararası bir nitelik kazandırılmaya çalışılmış ise de pek başarılı olunamamıştır. 1990’lı yıllarda katılımın ve etkinliklerin yoğun olması sebebiyle süre 3-4 güne çıkarılmış 15 Ağustos öğleden sonra başlayan etkinlik tarihi 18 Ağustos akşamı sona erecek şekilde uygulanmıştır.. Hacı Bektaş etkinliklerinin yapıldığı tarih olan 15–18 Ağustos tarihlerini sabitlemek yanlış bir seçimdir. Çünkü gerek Ağustos ayı gerekse 15–18 tarihlerinin Hacı Bektaş ile her herhangi bir bağlantısı yoktur. Bu tarihler hafta içine yani çalışma günlerine denk gelmekte olup bu da katılımı azaltmaktadır. Hafta sonuna denk gelecek şekilde bir düzenleme yapılabilir. Örn: “Etkinlikler her yıl Ağustos ayının üçüncü Cuma günü başlar, Pazar günü akşamı sona erer” şeklinde olabilir. Sonuç Son iki asırdır tasavvuf kadar tekkeler de çoğunlukla menfi olarak değerlendirilmiş, İslam dünyasını gerileten unsurlar arasında sayılmışlardır. Son yıllarda bu anlayış geçerliliğini kaybetmeye başlamıştır. Afrika ve Asya’da olduğu gibi Avrupa’da da İslamiyet’in tasavvuf ve tekkeler vasıtasıyla yayılmaya başlaması ve hız kazanması bu zihniyeti değiştiren en mühim sebepler arasındadır. Hacı Bektaş Anadolu’daki Aleviliğin kurucusu olmasa da en önemli birkaç ereninden birisidir. Bundan dolayı adını bu erenden alan Hacıbektaş ilçesi sembol bir kenttir. Orada bulunan türbe de Alevilerin en önemli ziyaret yerlerinden birisi hatta birincisidir. Burada yapılan etkinliklerde ve çeşitli faaliyetlerde Aleviliğin Hak-Muhammed Ali yolu olduğu ve Alevilerin yetmiş iki millete bir nazarda bakması gereğinden hareket edilmelidir. Aleviliği belili siyasi görüşe ve etnik gruba mal etmek yanlıştır. Çünkü Alevilik inancı hiçbir kişinin, hiçbir ailenin, hiçbir bölgenin, hiçbir etnik grubun, hiçbir siyasi partinin ve ideolojinin tekelinde değildir ve olmamalıdır. Alevilikte etnik vurgu yapılmaz ortak payda Alevi olmaktır. Kürt Alevi, Türk Alevi gibi etnik vurgu yapma son otuz yılın ürünüdür. Hacıbektaş İlçesi ve yerel yönetimi Hacı Bektaş ile var olduğunun farkında olmalıdır. İnanca karşı söylemde bulunanlar inanç kurumunda söz söyleme konumunda olmamalıdır. Hacıbektaş ilçesi ve oraya ziyarete gelenlerin büyük çoğunluğunun Alevi olduğu unutulmamalıdır. Görünen o ki geçmişte Alevî ve Bektaşîliğin öğretildiği merkezler olan tekke ve zaviyelerin yerini cemevleri almaktadır. Okullarda verilen yanlış eğitimin sonucu Alevi gençler Sünniliği İslam’ın tamamı zannettiği için Alevilik algısını anti-Sünnilik 176 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Genelde Dergâhların Özelde Hacı Bektaş Dergâhının Konumu ve Çözüm Önerileri üzerine oturtmaktadır. Cemevlerinin ibadethane statüsünde olması için gereken yasal düzenlemeler en kısa zamanda yapılmalıdır Aksi durumda ise bu yerler, tepkisel mekânlar olarak Alevîlerin İslam’dan hızla uzaklaşmalarına sebep olacaktır. KAYNAKLAR DEDEKARGINOĞLU Hüseyin (2011). “Alevilikte Tanımlar ve Terimler”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi, S:60, s.379–394. ERGİN Osman Nuri (1997). Türk Maarif Tarihi, İstanbul: Eser Neşriyat, FİRDEVSÎ-i RUMİ, Vilâyet-nâme: Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli, (Haz.: Abdulbâki Gölpınarlı,) İstanbul 1995. KARA Mustafa (1999). Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul:Dergah Yayınları TANMAN M. Baha (2012). “Asitane”, TDV İslam Ansiklopedisi C:3, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s.485–486. ULUDAĞ S. Süleyman–ERAYDIN Selçuk (2012). “Erbâin”, TDV İslam Ansiklopedisi C:1, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s.270. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 177 Hüseyin DEDEKARGINOĞLU 178 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Genelde Dergâhların Özelde Hacı Bektaş Dergâhının Konumu ve Çözüm Önerileri ÜBER DİE LAGE DER DERWİSCHKLÖSTER – İNSBESONDERE DİE LAGE UND STELLUNG DES HACI BEKTAŞ DERWİSCHKLOSTERS UND EİNİGE VERBESSERUNGSVORSCHLÄGE Hüseyin DEDEKARGINOĞLU1* Zusammenfassung In den Untersuchungen über die Derwischklöster (dergâh) in der Türkei hat sich vorrangig die Frage nach deren Funktion in der heutigen Gesellschaft gestellt. In diesem Zusammenhang ist, neben der Frage nach ihrer Wirkung, besonders die Frage von Bedeutung, in welchen Ausmaß sie noch ihre spirituelle Aufgabe erfüllen. Man diskutiert heutzutage immer mehr über die Funktionalität der Komplexes um das Heiligengrab von Hacı Bektaş Veli, und verschiedene Gruppierungen äußern sich über die notwendigen Maßnahmen, die zum Erhalt und die Entwicklung dieses Komplexes durchgeführt werden müssen. Ein Derwischkloster (dergâh) ist ein großes, zentrales Derwischkonvent (tekke), in dem die Ordensmeister bzw. die hochrangigen Shaikhs des Ordens lebten und wo ihre spirituellen Unterweisungen stattfanden. Diese Derwischklöster spielten sowohl für den Glauben als auch für die Organisation der Gemeinschaft eine wichtige Rolle. In diesen Derwischkonventen (tekke) und Derwischklausen (zaviye) wurde der Sufismus praktiziert, der die Sunniten und die Aleviten miteinander verband. Man kann sagen, dass deren Schließung dazu geführt hat, dass ein Ort verlorenging, der außerhalb der Buchreligion lag - und deshalb eine gewissen Freiheit schaffte - und an dem solch ein Zusammenfließen und Zusammenwachsen möglich war. Obwohl man zur tekke von Hacı Bektaş pilgern kann, die eine der bedeutendsten der heutigen Aleviten ist, ist diese Pilgerreise heutzutage nicht mehr als ein (einfacher) Grabbesuch. Es ist das Gesetz für Derwischkonvente und Derwischklausen (Nr. 677), dass diesen Ort daran hindert, seine Funktion als dergâh vollständig zu erfüllen. Man musste sogar bis vor kurzem Eintritt bezahlen, um den dergâh zu betreten, bis ihm Museumsstatus zugesprochen wurde. Was muss gemacht werden * spiritueller Lehrer (dede) des Dede Garkın Ocağı, Autor Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 179 Hüseyin DEDEKARGINOĞLU und welche Maßnahmen müssen getroffen werden, damit die Derwischkonvente und Derwischklausen wieder die spirituellen Bedürfnisse der Gemeinschaften befriedigen können? Können die sog. cemevi (alevitische Versammlungshäuser), in denen die Lehren der Aleviten und Bektaschi heutzutage vermittelt werden, diese Rolle etwa übernehmen? Schlüsselwörter : dergâh, tekke, zaviyeh, Hacı Bektaş, erbain, çile 180 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Genelde Dergâhların Özelde Hacı Bektaş Dergâhının Konumu ve Çözüm Önerileri Derlemeler Compilations / Kompilationen Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 181 Hüseyin DEDEKARGINOĞLU 182 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Genelde Dergâhların Özelde Hacı Bektaş Dergâhının Konumu ve Çözüm Önerileri ALEVİLİK VE BEKTAŞİLİK ALANINDA ARAŞTIRMA VE ÇALIŞMA YAPAN PİRİ ER Av. Ali YILDIRIM- Araştırmacı, Yazar ÖZ GEÇMİŞİ Piri Er, Anadolu Aleviliği konusunda çok önemli çalışmaları olan araştırmacıların başında gelmektedir. 1964 yılında Sivas-Divriği - Gökçebel köyünde dünyaya gelen Piri ER, Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Halkbilim (Folklor) bölümden 1988 yılında mezun oldu. 1988 yılından bu yana Kültür Bakanlığı Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğünde folklor araştırmacısı olarak görev yapmakta ve Anadolu Aleviliği konusundaki çalışmalarını sürdürmektedir. 2002 yılında aynı birimde Şube Müdürlüğü görevine atandı, bu görevini halen (Kültür ve Turizm Bakanlığı, Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü) sürdürmektedir. Anadolu Aleviliğinin geleneksel boyutu üzerinde, halkbilim bakış açısıyla, alan araştırmalarına dayalı olarak çalışmalarını yürütmektedir. Yurtiçi ve yurtdışında katıldığı yüzlerce halk kültürü alan araştırması bulunmaktadır. YAPTIĞI YAYINLAR KİTAPLAR: 1- Geleneksel Anadolu Aleviliği, ERVAK Yayınları , Ankara 1998 , 134 s . Piri Er, eserinin önsözünde şunlara temas etmektedir: “ Anadolu Aleviliği diye tanımladığımız kavramın içeriği kafamı hep kurcalayan ve bir türlü netlik kazandıramadığım bir düşünce olarak uzun yıllar düşüncemdeki varlığını koruduktan sonra son on yıl içinde araştırma ve bulma çabasına dönüştü. Anadolu’nun pek çok yerini gezip Alevi nüfusun yoğun olduğu yerleşim alanlarında çalışmalar yaptım. Yaptığım bu çalışmalardaki tespitlere ilişkin materyalleri Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 183 Av. Ali YILDIRIM görev yapmış olduğum Kültür Bakanlığı, Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü’nün Halk Kültürü Arşivi’ne kazandırdım. Bu çalışmalarda elde ettiğim bilgiler ve literatür taramaları sonucunda elde ettiğim bilgilerin harmanlanması ile ortaya çıkan sonuçlar belirli ölçülerde kafamdaki sorulara ışık tuttu. Bu bilgileri siz değerli okurlarım ve bilim dünyasının hizmetine sunuyorum. Çalışmamın bu alanda eksikliği hissedilen Anadolu Aleviliği’nin geleneksel boyutuna açıklık getirme konusunda katkı sağlayacağı inancındayım. İleriki yıllarda yapılacak çalışmalarla eldeki bilgileri yenilemek ve geliştirmek, daha geniş kapsamlı yeni baskılar yapmak en büyük dileğimdir. Bilgilerinden yararlandığım kaynakçada yer alan basılı eserlerin yazarlarına ve bu kitabın oluşumunda ana kaynağı oluşturan listelerde isimleri geçen kaynak kişilerime sonsuz teşekkürlerimle” 2- Direnen Kültür/ Anadolu Aleviliği, Detay Yayıncılık / İstanbul, 2006, 304 s . Eser hakkında şu değerlendirme yapılmaktadır: “Alevilik nedir? Nasıl yaşanır? Hakkında gerçeklerin yanı sıra ne yazık ki çok sayıda ve yaygın hurafenin de dilden dile dolaştığı Alevilik, sınırları tam olarak belirlenememiş, anlatılamamış bir kültür. Tarih boyunca maruz kaldıkları baskı ve asimilasyon politikaları Alevileri kendi içine kapanmaya zorladığından, bu kültürün inançlarına, ibadet şekillerine ilişkin tartışmalar hala sürüyor...” Piri Er, Direnen Kültür: Anadolu Aleviliği adli kapsamlı çalışmasında, her türlü baskıya, zorlama ve kıyıma rağmen bugüne kadar varlığını koruyabilmiş bir kültürü, inancı, günümüzde yaşayan şekliyle aktarıyor. 3- Yaşayan Alevilik, Barış Kitap Yayınları, Ankara 2013, 256 s; Genişletilmiş 2. Baskı: Haziran 2014, 330 s. Piri Er, bu eserle ilgili şunları dile getirmektedir. “Adı “Yaşayan Alevilik” olmakla birlikte değişen bir Alevilikten söz ederek başlamak istiyorum kitabın sunuş bölümüne. Anadolu Aleviliği dinamik yapısı gereği değişmekte ve de yer yer dönüşmekte olan bir inançtır. Bu değişimin kimi boyutları kendi doğası gereği yaşanırken, kimi boyutları Alevilere yönelik asimilasyon çalışmalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır, demektedir. 184 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilik ve Bektaşilik Alanında Araştırma ve Çalışma Yapan Piri Er 4- Zakir, Serçeşme Yayınları - Hünkar Yayıncılık, İstanbul 2014, 46 s. (El Kitapçığı) ZAKİR (CEM AŞIĞI) Anadolu Alevilerinin ibadet olarak gerçekleştirdikleri cemlerde, yürütülen on iki hizmet içerisinde yer alan ve inanç önderleri olan dedelerden sonra geleneğin taşıyıcılığı anlamında en önemli görevi üstlenen, yolun kurallarını saz eşliğinde inanç mensuplarına anlatan hizmet sahiplerine, bölgelere göre (sazandar, güvender, aşık baba) gibi farklı isimler de verilmekle beraber genel olarak “zakir ya da cem aşığı” denilmektedir. Anadolu Alevileri inanç pratiklerinin ve geleneksel motiflerin aktarımını yazılı kaynaklardan çok sözlü aktarımla gerçekleştirirler. Alevi toplumunun yüzyıllar boyu gizlilikle özdeşleşmesine neden olan “sır” Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 185 Av. Ali YILDIRIM anlayışı bu topluluğun kendini anlatmasını ve anlaşılmasını güçleştiren en önemli etkenlerden biri olmuştur. Sır olarak nitelenen inanç öğelerinin taşıyıcıları ise inanç önderleri olan dedeler ve babalar yanında, zakirlerdir. Alevi ilke ve öğretilerinin aşıkların sazında, sözünde ifade ediliyor olması, yol mensuplarının da onlara bir kutsiyet yüklemelerine zemin hazırlamış, aşıkların sözüne verdikleri önemi ifade eden “Kur’an’ın özü aşığın sözü” söylemi ya da kutsal olduğuna inandıkları aşığın sazı için “Telli Kur’an” tanımlamasını yapmaları, Aleviler için zakirlik geleneğinin ne anlam taşıdığını vurgulamak açısından önemlidir. Zakirlik kurumunu yaşatarak geleceğe taşıyacak yeterli sayıda inanç mensubunun bulunmayışı, zakirlik kurumunun, dolayısıyla inancın yaşamasını mümkün kılan en önemli parçalardan birinin yıpranmasına ve zayıflamasına zemin hazırlamaktadır. Bu alandaki aşınmayı önlemek ise Alevi örgütlerine düşen bir görevdir. Zira zakirler Aleviliğin hafızasıdırlar ve hafızanın kaybolması inancın da kaybolması anlamına gelmektedir. MAKALELER : 1-“ Anadolu Aleviliğinde Aşure Geleneği” Nefes Dergisi , Sayı 19 , Mayıs 1995 . 2-“ Anadolu Aleviliğinde Kadının Toplumsal Yaşamdaki Yeri” Nefes Dergisi , Sayı 20, Haziran 1995 . 3- “ Anadolu’da İki Halk Hareketi ( Babailer , Şeyh Bedreddin )”Nefes Dergisi , Sayı 26 , Aralık 1995 . 4-“ Anadolu Alevi İnancında Ağaç Kültünün İzleri” Türk Halk Kültürü Araştırmaları 1994 , Kültür Bakanlığı Yayınları / 1758 , HAGEM Yayınları /224 , Ankara 1996 . 5-“ Yozgat İli Merkez İlçe Kababel Köyünde Alevi İnançları” Türk Halk Kültüründen Derlemeler 1994 , Kültür Bakanlığı Yayınları 1796 , HAGEM / 228 , Ankara 1996 . 6- “Çorum İli Alaca İlçesi Eskiyapar Köyünde Alevi İnançları” Türk Halk Kültüründen Derlemeler 1995 , Kültür Bakanlığı Yayınları /1858 , HAGEM/235 , Ankara 1996 . 7- “ Anadolu Aleviliğinde İçki ( Bade , Dem , Dolu , Mey )” 1 . Türk Halk Kültürü Araştırma Sonuçları Sempozyumu Bildirileri , Kültür Bakanlığı Yayınları / 1800 , HAGEM /227 , Ankara 1996 . 8- “Anadolu Aleviliği İle Hatay Aleviliğinin Karşılaştırmalı İncelemesi” Folklor / Edebiyat Sayı 7 , Ankara Haziran 1996 . 9- “Anadolu Aleviliğinde Ölüm ( Ahret , Kıyamet , Cennet , Cehennem)” 5 . Millet- 186 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilik ve Bektaşilik Alanında Araştırma ve Çalışma Yapan Piri Er lerarası Türk Halk Kültürü Kongresi Bildirileri , Kültür Bakanlığı Yayınları 1872 , HAGEM /247 , Ankara 1997 . 10- “Anadolu Aleviliğinde Kurban” Cem Dergisi , Mayıs 1997 , Sayı 66 . 11- “Anadolu Aleviliğinde Halka Namazı” Cem Dergisi Haziran 1997 , Sayı 67 . 12- “Anadolu Aleviliğinde Semah ve Oyun Kavramları Üzerine” Türk Halk Kültürü Araştırmaları 1997 , Kültür Bakanlığı Yayınları / 2176 , HAGEM / 275 , Ankara 1998 . 13- “ Anadolu Aleviliğinde Eren Kavramının Yoğunluğunun Nedenleri” 1 . Uluslararası Türk Dünyası Eren ve Evliyaları Kongresi Bildirileri , ERVAK Yayınları , Ankara 1998 . 14- “Anadolu Aleviliğinde Dedelik Kurumu İşlevleri ve Güncel Konumu” 2 . Türk Halk Kültürü Araştırma Sonuçları Sempozyumu Bildirileri , Kültür Bakanlığı Yayınları /2413 , HAGEM /295 , Ankara 2000 . 15-“Anadolu Alevi – Bektaşi Geleneğinde Nevruz ve Isparta / Gönen / Gümüşgün (Baladız) Köyü Örneğinde Nevruz Cemi” Uluslararası Nevruz Sempozyumu Bildirileri , Kültür Bakanlığı Yayınları / 2390 , HAGEM / 291 , Ankara 2000 . 16-“ Semahların Halk Oyunu Olarak Derlenmesi ve Karşılaşılan Problemler” Türk Halk Oyunlarının Sahada Derlenmesinde Karşılaşılan Problemler Sempozyumu Bildirileri , Kültür Bakanlığı Yayınları /2489 , HAGEM /303 , Ankara 2000 . 17- “Çanakkale – Balıkesir Kazdağı Türkmen ( Tahtacı ) lerinde İkrar Aldırma” Uluslararası Anadolu İnançları Kongresi Bildirileri” ERVAK Yayınları , Ankara 2001 . 18- “Anadolu Alevi – Bektaşiliği Konusunda Yazılı Kaynaklarda Yer Alan Birkaç İlginç Örnek” Yol Dergisi , Sayı : 3 , Ocak – Şubat 2000 / Ankara . 19- “ Orta Anadolu’da Yaşayan Alevilik” Bilgi Toplumunda Alevilik Sempozyumu Bildirileri ( 17-19 Mayıs 2002 ) Almanya /Bielefeld Alevi Kültür Merkezi Yayını , Ankara 2003 . 20- “Gelenekten Medyaya Değişen Alevi Semahları” 6 . Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi Medya ve Geleneksel Kültür Seksiyon Bildirileri , Kültür Bakanlığı Yayınları /2931 , HAGEM /331 , Ankara 2002 . 21-“Arap Aleviliği / Nusayriler ve İnanç Esasları” Yol Dergisi , Sayı : 21 , ocak – Şubat 2003 / Ankara . 22-“ Anadolu Aleviliğinde Hz. Ali Algılayışı” Yol Dergisi, sayı: 26, Mayıs-Haziran 2003 Ankara. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 187 Av. Ali YILDIRIM 23- “ Hatai’nin Şiirlerinde ve Sözlü Gelenekten Derlemelerle Anadolu Alevi Bektaşi Geleneğinde Ölmeden Önce Ölmek Kavramı” I. Uluslar arası Şah İsmail Hatai Sempozyumu Bildirileri, Hüseyin Gazi Kültür ve Sanat Vakfı Yayınları / 4, Ankara 2004, s.86 – 93. 24- “Anadolu Aleviliğinde Muharrem ve Aşure” Yol Dergisi, sayı: 27, Ocak- Şubat 2006 Ankara. 25- “Mansur’dan Nesimi’ye Nesimi’den Anadolu Aleviliğine “Enel Hak” İnancı” Uluslar arası Nesimi Sempozyumu Bildirileri, Hüseyin Gazi Kültür ve Sanat Vakfı Yayınları / Ankara 2006. 26- “Alevi Bektaşi Geleneğinde İçki Kültürü (Dem, Dolu)” 2. Uluslararası Türk Kültür Evreninde Alevilik ve Bektaşilik Bilgi Şöleni 17-19 Ekim 2007, Gazi Üniversitesi Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 2007. 27- “Balkanlarda Hacı Bektaş Veli İzleri: Makedonya Bulgaristan ve Arnavutluk Örneğinde Bektaşi Tekkeleri ve Türbeleri” Uluslararası Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Sempozyumu 30-31 Ekim 2009 Üsküp/Makedonya, Bildiriler Kitabı, Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Yayınları Araştırma Dizisi-12, S: 305-327 28- “Sözlü Gelenekten Derlemelerle Hatay Alevileri (Nusayrîler) ve İnanç Esasları”, Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 2010, XVI/54, Bahar, s. 277-290. 29- “Değiştik” Serçeşme Dergisi, Hünkar Hacı Bektaş Veli Vakfı Yayınları, Sayı: 8, Nisan 2014, İstanbul. PİRİ ER: HER DEM GERÇEĞİN PEŞİNDE Piri Er yazdıkları ve yazdıkları ile uyumlu davranış ve yaşantısı ile bütün bir aydın, araştırmacı ve yazardır. DÜRÜST BİR ARAŞTIRMACI Olguları manipüle etmez Gerçeğin peşindedir gerçeğin canını okumaz Olduğu gibi yansıtır. Salt görüneni değil arka plandaki ayrıntıları da ortaya koyarak görünenin arkasındaki gize işaret ederek imajla yanılmamıza izin vermez. O her dem gerçeğin peşindedir. 188 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilik ve Bektaşilik Alanında Araştırma ve Çalışma Yapan Piri Er Araştırma konusundaki kitabi bilgilere ayrıntılarıyla vakıftır. Bir ön hazırlıkla alana çıkar. Alandan bilgi sunar. Kendi samimiyeti ve içtenliği ile karşısındaki kaynak kişinin de samimi ve içtenlikli davranmasını sağlar. Sözde alanda bilimsel çalışma yapanların kendi görüşlerini alana teyit ettirmesi, alandaki kaynak insanları kendi isteği doğrultusunda konuşturması… Yönlendirici yanıltıcı gerçekliğin yerine kendi duygu ve görüşlerini hakim kılıcı bir tarzdan özellikle uzak durur. Piri Er bir araştırmacı olarak konusuna ve alana hakimdir. Bu nedenle de alanda a)Soruyu kime soracağını b)Kime ne soracağını bilir. Kaynak kişi olamayacak nitelikte bir kişiden kaynak kişi yaratmaya kalkışmaz. Kaynak kişiye kendi dünyasının ve hacminin ötesinde sözler söyletmekten uzak durur. O kişilerin düzey, kapasite, bilinç, görgü, yaşanmışlık, dünyası, çevresi neyse muhabbetinin düzeyini o düzeyde tutmaya özen gösterir. Kaynak kişi kadar hatta ondan daha da fazla konusuna hakimdir. Bilir, (bilmediğinden değil) ama peşin yargılardan kaçınır, iz sürer, kaynak kişinin gönlünü kazanır ve çeşmesini akıtır. Bilgi çağlamaya başlar. Bir gerçeğe erişme hali olarak içtenliklidir. Karşınındaki kişi bunu gördüğü an yabancılaşma ortadan kalkar. Köyler kasabalar dağlar yatırlar türbeler Alandan alır, alandan söyler O her dem gerçeğin peşinde koşan bir araştırmacıdır. GÜLEÇ YÜZLÜ BİR DERVİŞ Mütavazidir. Derviş ruhlu, derviş gönüllü, derviş mizaçlıdır. Güleç yüzlüdür. En sert en keskin konuştuğu topluluğa belki de en aykırı sözleri o incelikli güleç yüzlü haliyle öylesine ifade eder dile getirir ki zehir gibi sözleri şeker tadında algılanır. İLKELİ İNATÇI NÜKTEDAN VE SEVİNÇLİ Her yere koşar, yardım isteyip de karşılığını alamayan yoktur İlkelerinden vazgeçmez Her meydana girmez, her sofraya oturmaz. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 189 Av. Ali YILDIRIM SEMAH DANIŞMANLIĞI Başta TRT kurumunun hazırladığı ‘Kırklarla Döne Döne - Semah’ belgeseli olmak üzere birçok projede danışman olarak yer almıştır. SEMPOZYUM, KONGRE DÜZENLEYİCİSİ, TV PROĞRAMLARI KATILIMCISI, AÇIK OTURUM, PANEL, SÖYLEŞİ, EĞİYİM ÇALIŞMASI ve SUNUM’larda onu görmek mümkündür. Ancak o kendini hiç belli etmez. KİTAPLARI VE ALEVİLİK ANLAYIŞI Piri Er Geleneksel Anadolu Aleviliği(1998) , Direnen Kültür/ Anadolu Aleviliği, (2006), Yaşayan Alevilik, (2013) kitaplarında esas olarak derleme, araştırma ve incelemelerinden yola çıkarak Aleviliğin başlıca temel konularını açık, yalın, duru bir dille kaleme almıştır. Bu kitaplarda işlenen her konu başlı başına bir bilgi kaynağıdır. Anadolu’nun dört bir yöresinde yaşanan Aleviliği ve Alevilik anlayışını bizlere aktarır. Piri Er’in kitaplarında işlediği, Anadolu Aleviliğinde Ali Algısı, Enel Hak İnancı, Eren Yaratımı, Semah, Hızır, Muharrem, Müsahiplik, Dedelik, Ocak Sistemi, Kurban, Dem - Dolu, Nevruz, Düşkünlük, Ölmeden Önce Ölmek, Hakka Yürümek gibi ele aldığı konuların tamamı derleme ve araştırma notlarıyla delillendirilmiştir. O nedendir ki Piri Er’in kitaplarını okuyanlar veya onu dinleyenler tüm bu konularda ikna ve sağlam bir bilgi sahibi olurlar. Piri Er kitaplarında bir bütün olarak Anadolu Aleviliği’nin özgünlüğünü ortaya koyar. Ona göre Alevilik tarih, teoloji inanç ve ritüelleriyle Anadolu kökenlidir, Anadolu coğrafyasının kadimden beri süregelen bir ürünüdür. Yaşayan Alevilik kitabının sunuşunda Aleviliği tanımak ve anlamak isteyenler için bu kitabı kaleme aldığını not ederken bir yandan da Alevilikteki değişim ve dönüşümü net gözlemlerle dile getirir. Aleviler diyor ki diye başlayan değerlendirmelerinde şu saptamalarda bulunur. -Köylüydük; kentli olduk, Türkiyeliydik; Avrupalı olduk, değiştik. -Dedelere bağlıydık; örgüt liderlerine bağlandık, değiştik. - Ocaklara bağlıydık; cem evlerine, derneklere, vakıflara bağlandık, değiştik. -El ele el hakka diyor, pir’e, mürşid’e bağlanıyorduk; dernekten - vakıfa; vakıftan - federasyona bağlandık, değiştik. -Pir’e, mürşid’e yürüttüğü hizmet karşılığı hakullah veriyorduk; dedeler sömürücü deyip hakullah vermemeye başladık, köylerimizden kovduk, değiştik. 190 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Alevilik ve Bektaşilik Alanında Araştırma ve Çalışma Yapan Piri Er -Sünni anlayışa göre İslam dışıydık, kimi Alevi vakıflarının bünyesinde Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı kuruldu, değiştik. -Enel Hak der, Hakk’ı insanda görürdük, erenlerimiz tahta kılıçlıydı, insanı incitmezdik; insana kıydık, değiştik. -Tek eşliydik, yoldan olanla evlenirdik, boşanmak düşkünlüktü; tek eşliliği ilkel bulduk, yoldan olmayanla evlendik, boşanmayı hak bildik, düştük, değiştik. -Tarikten geçiyorduk; Aleviler ağaca tapıyor demesinler diye pençeden geçmeye başladık, değiştik. -Cemin yapılacağını hizmet sahibi peyik duyururdu; cep telefonundan mesaj, internetten e-mail atar, facebok’tan, tivitır’dan duyuru yapar olduk, değiştik. -Dede, zakir geleneği hafızasında taşıyordu; önlerine rahle, üstüne kitap, yazılı doküman, internet bilgisi koyduk, değiştik. -Eşikteki de bir döşekteki de der, cemde herkesin eşit olduğunu söyler, makama hürmeten dedemizin altına döşek serip, eline niyaz ederdik; yeni cem evlerimizde döşek yerine cami minberi gibi ayrılmış mekanlar yaptık, dedeyi talipten ayırdık, eli yerine halıya, kilime niyaz etmeye başladık, değiştik. -Ocak zakirini dinliyorduk; cem evi aşıklarını, sanatçıları dinler olduk, değiştik. -Az perdeli uzun saplı dede bağlaması çalıyorduk; çok perdeli kısa saplı bağlama çalmaya başladık, değiştik. -Semah döner, sema bilmezdik; semahımızın ortasına Mevlevi semazen yerleştirdik, değiştik. -Çerağ uyandırıyor, yağlar, mumlar yakıyorduk; ampullü lambalara döndük, değiştik. -Köyde, cemdeyken evlerimizi bekleyen, hizmet sahibi bekçilerimiz vardı; kentte, evimizi yoldan olmayan komşumuza emanet edip ceme gider olduk, değiştik. -Musahibi olmayana hizmet yürüttürmezdik; ikrar vermemiş küçük çocuklara hizmet yürüttürmeye başladık, değiştik. Cemlerde diz üstü bütün gece oturur hizmet yürütürdük; sandalyeye oturarak seyrettiğimiz cemlere, iki saat dahi dayanamaz olduk, değiştik. -Birbirini bilen talipten rızalık alırken; birbirini tanımayan cem evi cemaatinin “Allah eyvallah” ına razı geldik, değiştik. -Cemlerde dedenin yanında ana bacı otururdu, kadın erkek yan yanaydık; kadın-erkek ayrı kapılardan cem evlerine girmeye, ayrı yerlerde oturmaya başladık, değiştik. -Dar, düşkünlük kaktı; mahkemelere düştük, değiştik. -Düşkünler, şaşkınlar ceme alınmazdı; örgüt liderlerimiz birbirine küstü-düştü, değiştik. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 191 Hüseyin DEDEKARGINOĞLU -Ceme getirilip işaretini görmeden tığlatmadığımız, kemikleri ve derisini de sırladığımız kurban yerine; görmediğimiz kurbanları vekaleten kestirmeye başladık, değiştik. -Rızalık alınıp destur verilmeden bir lokması dahi yenmeyen kurbandan; kurban sahibi dahi bilinmeyen tabldot lokmalar yemeye başladık, değiştik. -Dem alıyor, dolu dualıyorduk; kola, fanta içmeye, içki günah demeye başladık, değiştik. -İftar, sahur nedir bilmez, oruç açardık; beş yıldızlı otellerde devlet protokolüne iftar yemekleri vermeye başladık, değiştik. -Aşuremizi dedemizin okuduğu gülbanklar eşliğinde, kara kazanın başında, geleneğe uygun pratiklerle pişirir ve dağıtırdık; yemek firmalarına yaptırdığımız aşureleri kağıt tabaklarda, topluluklara dağıtmaya başladık, değiştik. -Gönül haccı yapar, Hac, Umre nedir bilmezdik; rızalık almamış 100 şanslı dedemizi Kültür ve Turizm Bakanlığı aracılığı ile Necef ve Kerbela yanında Umre’ye, ilahiyat profesörleri eşliğinde gönderdik, değiştik. -“Musahiptir musahibin varisi, İkisi de bir elmanın yarısı” der, varımızı musahibimiz ile paylaşırdık; musahibi unuttuk, borsadan hisse alır, yoldan olmayanlarla kar payı paylaşır olduk, değiştik. -Ölmeden önce ölür, beyaz kefen giyip hesabımızı pir huzurunda bu dünyada verir, üzerimizde insan hakkı kalmadan göçerdik; yaşarken girmediğimiz camilerde, imam huzurunda, bizi tanımayan cemaatin “hakkını helal etmesine” razı geldik, değiştik. -Hakka yürür, sır edilir, darımız çekilirdi; öldük, gömüldük, mevlidimiz okundu, değiştik. -Camiye gitmezdik; cami avlusuna cem evi yapılmasına razı geldik, değiştik. -Cem evlerine gidiyor, camiye gitmiyorduk; işte orda değişmedik. Bu vurgulamalar Aleviliğin günümüzdeki somut durumunu ve yaşanan sorunları görmek, değerlendirmek ve çözüm üretmek açısından son derce değerlidir. Çünkü altı çizilen sorunlar aslında çözümüne ilişkin cevapları da içermektedir. Piri Er Anadolu Aleviliğinin koşullara uyma, değişme ve dönüşme potansiyelini bünyesinde taşıma özelliğine vurgu yaparak çözümsüzlüğü de red etmektedir. Elbette yazar yaptığı belirlemeler ile atılacak adımlar ve gidilecek yol açısından bir yol haritası çizmektedir. Bu bütüncü yaklaşım özünü ve dinamizmini geleneksel Anadolu Aleviliğinden aldığından dolayı sağlıklı ve Aleviliğin kültürel ve inançsal kodlarıyla da uyum içindedir. SONUÇ Piri Er’in diğer özelliklerinin yanı sıra bir araştırmacı ve yazar olarak konuları ele 192 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Genelde Dergâhların Özelde Hacı Bektaş Dergâhının Konumu ve Çözüm Önerileri alırken uyguladığı yöntem gerçekliğe bağlı kalma ve olanı olduğu gibi yansıtma nitelikleriyle son derece değerli ve bilimsel kültürel birikime kıymetli bir katkıdır. Yöntemi ve yazdıkları genç araştırmacılar açısından bir kılavuz niteliğindedir. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 193 Hüseyin DEDEKARGINOĞLU 194 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Arnavutça Özet Arnavutça Özetler Albanian Summeries / Përmbajtiet Në Shqip Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 195 Arnavutça Özet 196 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Arnavutça Özet ARNAVUTÇA ÖZETLER ALBANİAN ABSTRACTS ALBANİSCH FASST Anila SHEHU POLAT1* Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi bu sayısında yer alan makale ve araştırma yazılarının Arnavut okuyucular için kısa bir özetlemesini yaparak, onların da dergimizin içeriği ile ilgili az da olsa bir bilgiye sahip olmasını, gerektiğinde geniş çeviriler yapmalarına zemin hazırlamak istedik. Për lexuesit shqipfolës të Revistës Studimore Alevizmi-Bektashizmi kemi përgatitur nga një përmbajtie të shkurtër në Shqip për të gjitha shkrimet dhe studimet e përfshira në këtë numër, sepse mendojmë që në këtë mënyrë mund të krijojnë një ide sado të vogël përreth përmbajties së kësaj reviste dhe këshu duam të krijojmë dhe ti hapim rrugë mundësisë që në rastet e nevojshme të bëhen më shumë përkthime. Duke filluar nga ky numër vazhdimisht do të botojmë përmbledhjet e shkrime në Shqip në një faqe më vete ashtu si dhe e kemi bërë në këtë numër. * Aydın Üniversitesi, Didim meslek Yüksekokulu Okutmanı Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 197 Arnavutça Özet 198 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Arnavutça Özet BESIMI ALEVIAN PËR VDEKJEN, FUNERALET, VAJTIMIN DHE RITUALET E TYRE Përmbledhje Ali AKTAŞ2* Besimi egziston në të gjitha shoqëritë/ komunitetet nëpër botë, gjithashtu egzistojnë edhe rituale funeralesh të përshtashme me këto besime. Natyrisht që edhe komunitetet aleviane kryejnë ritet e nevojshme gjatë ceremonive mortore që janë në përputhje me besimin e tyre. Është spikatur që në vartësi të zonave rezidenciale ku janë përqëndruar në qytete apo fshatra ose sipas nivelit arsimor egzistojnë disa nuanca në mënyrën se si alevitë reagojnë kur ata humbasin të afërmit, në pikëpamjet që kanë ndaj rasteve të vdekjes si dhe ndaj konceptit të vdekjes dhe në mënyrën e riteve të varrimit. Në themelin e këtyre ndyshimeve të vogla qëndron arsyeja se në besimin Alevi nuk ka një përkufizim kohe për funeralet/varrimin dhe nuk ka një urdhëresë fetare ku të përcaktohet saktë se ku dhe në ç’kohë duhen kryer ceremonitë mortale. Normalisht në sistemin e doktrinës Aleviane nuk gjendet tradita e xhamisë dhe hoxhës por me kalimin në jetën qytetare dhe aktualisht funeralet realizohen përmes sistemit të përcaktuar nga bashkitë prandaj dhe pas viteve 1950-të në funeralet e komuniteteve alevive filluan të marrin pjesë xhamitë dhe hoxhallarët. Në ambjentet e qyteteve filluan të shfaqen disa propleme dhe dukuri jo të hijshme sidomos në vendet ku xhamitë dhe hoxhallarıt kishin fuqi ndikuese. Për shembull; ndonjëhërë ka ndodhur që në disa xhami nuk pritej mirë sjellja e kufomave të Alevive (populli ndyshe i quan këzëllbash) ose disa hoxhallarë kur e kuptonin apo mësonin që kufoma u përkiste Alevive nuk donin që ta lanin atë apo të falnin namazin e funeralit. Në këtë sistem tashmë të legjitimuar hoxhallarët përfitojnë nga rasti dhe gjatë kohës kur këndohen lutjet dhe mevluti mundohen të përhapin besimin synni – me strukturë ortodokse -, kështu që ka lindur një tjetër problem pasi hoxhallarët bënin përpjekje intesive për të bërë alevitë të kushtëzuar sipas formës synni. Alevianët, këto aplikimeve që bëheshin/bëhen në ceremonite funerale i konsinderojnë si intorelancë dhe mosrespektim prandaj dhe i kritikonin ashpër duke thënë: “Kemi lindur Alevi. Nuk duam të vdesim si Synni”. * Studiues Sociolog Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 199 Arnavutça Özet Në Alevizëm për vdekjen ka dy komente kryesore. Komenti i parë është “vdekja biologjike”. Komenti i dytë është “Vdekja në ceremoninë Nasip (Rrëfim)”. Këtë vdekje Alevitë e titullojnë si “vdekja para vdekjes” dhe “vdekje”. Vdekja në ceremoninë e rrëfimit është një vdekje vullnetare dhe kjo fazë në asrimin alevi pranohet si një nga fazat më të mrekullueshme dhe më të vështira. Në Alevzëm përdoren shprehje si “Të bëhesh një me të Drejtën”, “Të bëhesh i Drejtë me të Drejtën” dhe “Erdhëm nga e Drejta, shkojmë tek e Drejta”. Prandaj dhe në vend që të përdoret fjala “vdiq” përdorin fjalët “Shkoi te e Drejta” ose “Ndroi Jetë”. Më këto shprehje dukuria e vdekjes shpjegohet si “zhdukje”, “pa kthim mbrapa”, “ndarje” dhe nga ana tjetër si “ribashkim”, “takimit të sërishëm”. Prandaj dhe preferohet që në vend të fjalës “vdiq” të përdoren fjalët “Shkoi te e Drejta”, “ndroi jetë”. Këto janë aplikime që nuk tregojnë vetëm largimin nga bota por edhe ribashkimin. Prandaj dhe në vend të “Ceremoni Funerrali” përdorin shprehjen “Erqani i Vajtjes tek e Drejta”. Në alevizëm gjërat e pra që duhen bërë për rastet si dhënja e kuptiit të vdekjes, sëmundjet dhe vizitat tek të sëmurët, detyrat ndaj njerëzve që janë buzë varit, Erqani e Vajtjes tek e Drejta janë [përgatitja e qefenit, larja e kufomës, mbështjellja e kufomës me qefen, kërkim i faljes, falja e namazit pa sexhde, transportimi i kufomës për në varr, varrimi i të vdekurit, dhënja e ngushëllimeve, takimet për kryeshëndoshë, hedhja e ujit mbi varr] pas kthimit nga varrimi, për personin që ka ndruar jetë jepet dreka/darka e të dyzetave. Këto çështje përcillen në traditat gojore Aleviane, besimin, Gylbanklar (lutje), nefeset (vjershat aleviane) dhe ritet e tyre. Fjalët Kyçe: Alevizmi, Vdekja, Kufoma, Zija, Lutjet, Ceremonitë 200 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Arnavutça Özet DISA PËRCAKTIME PËR RITUALET QË KRYEJNË ALEVIANËT NGA DOĞANŞEHİR( Doanshehir) NË MUAJIN MUHARREM DHE MITET POPULLORE PËR PELEGRINAZHIN (SHEMBULLI I FSHATIT ŞATIROBA –Shatëroba)3* Hasan ÇELİK4** Serkan BALCI5*** Përmbledhje Alevizmi i Anadollit; nënkupton të gjihë proçesin e memories kulturore në formimin e strukturave Islame, kohëzgjatjen dhe interpertimin e tyre. Shumica e studimeve të bëra për Alevizmin janë përqëndrua në proçesin histroik të lindjes dhe zhvillimit të tij, prandaj dhe dalim në përfundimin që Alevizmi që përjetohet/mbahet gjallë në Anadoll nuk është hulumtuar mjaftueshëm nga pikëpamja e studimeve në teren. Në këtë studim kemi ndejtur larg temave historike dhe të lindjes së Alevizmit e për të tërhequr vëmendjen e studiuesve kemi përpiluar konstantimet tona të bëra sipas të të dhënave të mbledhuara nga studimet në teren për ritualet e lutjet që bëhen në muajin e Muharremit nga ana e Alevive në Doğanşehir (Malatya) –Doanshehir është një vend në rrethin Mallatja në Turqi- si dhe kemi përmbledhur gojëdhënat për mitin popullor të “Nesim Dede Ziyaretgâhı” (Vendi Vizite e Dede Nesimit) vend ky që për alevitë e Doğanşehir-it është i shenjtë. Prnadaj dhe ata organizojnë peligrinazhe për këtë vend. Një pikë tjetër e përfshirë në këtë studim janë konstatimet e bëra në teren për sa i përket zbatimit të rregullave dhe të metodave të mirësjelljes. Në këtë studim u vu re që në këtë rajon pas fillimit të proçesit të urbanizimit në aplikimin e rregullave dhe mënyrave të mirësjelljes ka filluar që disa prej këtyre rregolave të mos respektohen dhe veçanërisht marrëdhëniet dede- talip (kërkues, nxënës) kanë filluar të dobësohen. Si rrjeddhojë në memorien kulturore të brezave të rinj që nuk kanë parë me sy asnjë * ** *** E kemi për detyrë që të falenderojmë Kryetarin e Filjalit të Malatya-s të Komunitetit CEM Zt. Mustafa Bahadır Ertaş i cili me anë të mendive dhe sygjerimeve të tij dha një ndihmë të madhe në pjekjen dhe formulimin e përmbajties së këtij studimi. Student Masteri në Universitetin Hitit, Institutin e Shkencave Sociale, Departamenti i Filozofisë dhe Shkencave Fetare, e-mail: [email protected] Student Doktorature në Universitetin Hacettepe, Institutin e Shkencave Sociale, Departamenti i Folklorit Turk, e-mail: [email protected] Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 201 Arnavutça Özet mejdan është formuar një hendek që krijon konflikt mes brezave më të moshuar që janë rritur mes ritualeve të xhemit. Nga kjo pikëpamje ky studim fiton rëndësi. Përveç kësaj kemi si qëllim që gojëdhënat për mitin e Nesim Dede Ziyaretgâhı të treguara nga brezat e moshuar dhe që janë pjesë e memories kulturore Aleviane t’jua transportojmë brezave të rinj. Fjalët Kyç: Alevi, Bektaşi, Synni, Vajtim, Mit, Doğanşehir, Tregime fetare, Nesim Dede Ziyaretgâhı. 202 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Arnavutça Özet “KËZËLLBASHËT” NË BOTËN VIZUALE OSMANE: NJË LEXIM ME PIKËPAMJE POLITIKE E PWRSHKRIMIT “ANTIKRISHTËRIMI DHE PASUESIT E TIJ” DORWSHKRIMET KOPJE TW VEPRWS TERCÜME-İ (terxhyme-i ) MİFTAH-I CİFRU’L(xhifru’l) CAMİ (XHAMİ) Dr. Mürüvet HARMAN6* Përmbledhje Termi “Këzëllbash” (kokëkuq) zë një vend të rëndësishëm në shekujt 16-të dhe 17-të në botën Otomane-Savevfî (një shtet i krijuar në atë kohë në Iran nga Alevitë Turq) e megjithatë nuk dihet saktë se kur dhe si filloi të përdoret kjo fjalw. Ky koncept tek Otomanët përdorej me njw kuptim shumë negativ kurse Savefi’të e përdonin në kuptim krejt të kundërt. Në këto shekuj termi “këzëllbash” përdoret shpesh sidomos në shkrimet që kanë lidhje me temën e komuniteteve me besim heterodoks. Ky koncept më shumë na del përpara në fushat e shkruara dhe paraqitet si njw element viziv në komunetietet e cilësura në këtë formë. Veçamërisht në shkrimet e udhëtarëve që kanë shkelur tokat Otomane dhe komunitetet “këzıllbash” përshkruhen hollësisht nga pikëpamja e karakteristikave të mënyrës se si vishen. Por mbi tw gjitha disa vepra, dorëshkrime të shkruara në këto kohë tërheqin vëmendjen e studiuesve për temat që ato hulumtojnë e gjithashtu edhe për figurat që ato përdorin. Për shembull vepra Abdurrahman b. Muhammed b. Ali b. Ahmed el-Bistâmi’nin ed-Dürrü’l-Munazzam fî Sırrı’l-İsmi’i-A’zam është një nga ato shembuj ku sipas botës İslame dhe Otomane ka marrë në dorë temën e “Fundit të Botës” dhe shenjat që tregojnë afrimin e saj. Kjo vepër në turqisht është përkthyer si “Tercüme-i Cifru’l-Câmi” dhe në një periudhë kur besimi i popullit ishte në ritje kjo vepwr u shumwfishua për arsye të temës qw pwrmbante ku flitej për shenjat ardhjes sw fundit të botës, prandaj dhe gjendet në koje që kanë data të ndryshme. Deri më sot Vepra është studiuar më shumë nga pikëpamja teknike dhe ikonogafike. Por në disa kopje të kësaj vepre të tërheq vemendjen disa përshkrime dhe skena me përmbajtie Antikrishtërimi. Në këto përshkrime të këtyre kopjeve gjenden studime * Universiteti “Onsekiz Mart” në Çanakkale Kompleksi Terzioğlu Fakulteti i Shkencave dhe Letersisë Dega e Historisë së Arteve, [email protected] Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 203 Arnavutça Özet me pikëpamje të ndryshme qoftë për antikrishtërimin qoftë edhe për mënyrën e veshjeve. Në këtë studim skenat Antikrisht të pasqyruara në veprwn e sipwrpwrmendur janë humultuar nga pikëpamjet politike duke patur parasysh karakteristikat politike fetare dhe kulturore të asaj periudhe. Prahdaj dhe veshjet që janë përdorur në këto skena janë krahasuar me ato të veprave të ngjashme që i përkasin të njejtës periudhe. Sërish edhe koncepti “këzëllbash” dhe komunitetet e cilësuara si të tilla janë vlerësuar sipas përshkrimeve të skenave në fjalë. Si përfundim u konstatua se vepra Tercüme-i Cifru’l-Câmi’ është ndikuar nga ambjenti politik që ekzistonte në ato kohë dhe kjo ka ndikuar edhe në mënyrën e pasqyrimit të skenave Antikrisht. Fjalët Kyç: “Këzelbash”, Otoman, Savefî, antikrishtërim, miniatyrë. 204 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Arnavutça Özet KULTURA E BESIMIT DHE NJË EMËR QË MUND TË JETË KEQKUPTUAR NË SFONDIN E HISTORISË.. “BÂYEZİD” (Bajezid) Ali Sinan BİLGİLİ7* Përmbledhje: Emri “Bâyezid” u vihej princërve Otoman, disa studiues e konceptojnë këtë fakt sipas besimit Alevi dhe Bektashi prandaj dhe mendojnë që ky emër vjen nga emri “Yezid” (Jezid) dhe është përdorur nga dinastia Otomane si një reagim kundër besimit Alevian dhe Bektashjan prandaj dhe kjo çon në krijimn e një debati për arsyen se ç’kuptim ka emri Bâyezid dhe për ç’farë arsyesh është përdorur ky emër në dinastinë Otomane. Emri “Yezid” është emri i personit që në luftën e Kerbelasë e bëri dëshmor Hz. Hysejnin ai ishte Yezid Biri i Muaviye (Muavije) prandaj dhe shpesh reagohet ndaj këtij emri. Fjala “Yezid” në turqisht shpesh përdoret në kuptimin “përndjekës, i pamëshirshëm, hileqar, mashtrues”. Turqit këtë emër e përdorin për “ata të cilët urrehen”. Shteti Otoman i quante Yezid armiqtë me të cilët ata përlesheshin. Kur flitet për përleshjen Yıldırım (jëlldërëm) Bâyezid – Timur, Timuri titullohet si “Yezid”, kurse Otomanët quhen me prejardhje nga fisi i Profetit. Edhe disa shkrimtarë kanë bërë krahasime të ngjashme. Në burimet historike zakonish të pamëshirëshmit dhe keqbërësit përkufizıhen si Yezid. Për shembul; Aşık (ashëk) Mehmed, në vendet ku përdoret emri Yezid nuk heziton të përdori mallkimin “le’anehu’llah” që nga arabishtja përkthehet “Allahu e mallkoftë”. Edhe shkrimtarë dhe autorë të tjerë si Hadidî, Şani-zâde Mehmet Ata’ullah Efendi, Evliya Çelebi fjalës Yezid i kanë shtuar mbiemra ofendues si pis, injorant, i ulët, i turpshëm, insekt, buracak. Nënpunësi i Artilerisë Abdulkadir Efendi pranë fjalës Yezid ka përdorur fjalën heretik duke e theksuar shumë më tepër kuptimin jo të mirë të këtij emri. Pra kuptohet që fjala Yezid edhe në burimet historike edhe në ditët e sotme ka një kuptim negativ. Por përdorimi i Emrit Bâyezid në dinastinë Otomane është një situatë e ndryshme. Në qoftëse shtojca “ba” në fjalën Bâyezid pranohet me kuptimin “baba/atë” nga kjo fjalë del kuptimi si “Babai i Yezidit”. Emri i vërtetë është Ebû Yezid Tayfûr b. İsa b. Sürûşan në të folurën popullore shpesh përdoret si Bâyezid-i Bistamî. Pikërisht duke u bazuar në këtë mënyrë të shkrimit fjala “Bâ-yezid” * Prof. Dr., Universiteti Atatürk në Erzururm, Fakulteti i Arsimit “Kâzım Karabekir”, Debartameni i Arsimit të shkencave e-mail: [email protected] Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 205 Arnavutça Özet shkruhet ndryshe nga fjala “Ebû-yezid” e megjithatë shpesh pranohet dhe mendohet sikur ka të njejtin kuptim. Për arsye se fjala Yezid ka një kuptim negativ shumë lider të botës İslame janë të mendimit që nga një dinasti si ajo Otomane pra një dinasti që e shpreh qartë përkushtimin e tyre ndaj fesë dhe Ehl-i Bejtit nuk mund të përdoret një emër që është i papërshtatshëm nga pikëpamja fetare. Prandaj dhe sipas kësaj mundësija që parashtojca “ba” të jetë përdorur në kuptimin baba është e dobët. Duke patur parasysh idealet dhe konceptin Otoman është më e llogjikshme që fjala “Bâ-yezid” të jetë përdorur në kuptimin “kundërshtar i Yezidit”. Ky kuptim është i përshtatshëm me fenë dhe nuk ka lidhje me fjalën negative “Yezid”. Sepse në periudhën e Muradit i I dhe Mehmet i II të cilët fëmijëve të tyre u vunë emrin Bâyezid kanë prejetuar një periudhë ku në politikën Otomane nxirret në plan të parë fenomeni i drejtësisë. Në këto periudha nuk duhet lënë pas dore dhe fakti që Alevizmi (Këzëllbashët Safevî) nuk përbëjnë problem. Në periudhën e Muradit të I Otomanët, ndoqën politikën e mbrojties së popullsisë nga Dinastitë e forta Turkmene si ai i Germiyanoğulları duke nxjerr në plan të parë se sa shumë rëndësi i jepnin drejtësisë. Përveç kësaj edhe në fenë Islame drejtësisë i jepet një rëndësi e madhe për të penguar persekutimin dhe ata janë të detyruar të respektojnë fenë. Prandaj dhe botuan shkrime për drejtësinë. Pikërisht për këtë arsye sundimtarët otoman për të theksuar se sa shume rëndësi i japin drejtësisë fjalës Yazid i shtuan një parashtesë nga gjuha Perse pra me parashtesën “ba” nga një kuptim negativ e shndruan atë në një emër me kuptimin të kundërt duke theksuar kështu drejtësinë. Pra kuptimi i fjalëz “Bâyezid” është “i dashur, i drejtë”. Si përfundim; mund të thuhet që emri Bâyezid që u është vënë princërve Otoman ka kuptimin “Kundërshtar i persekutimit dhe mizorisë” ose “i drejtë”. Fjalët Kyç: Bâyezîd, Këzëllbash, Otoman, Gjuha Arrabe dhe Perse 206 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Arnavutça Özet VEPRAT FETARE TEK SELÇUKËT E TURQISË Muhammet KEMALOĞLU Përmbledhje Selçukët kanë një vend të rëndësishëm në historinë Turke, ata jo vetëm që krijuan një qytetërim por dhe patën një kulturë të zhvilluar. Për të vlerësuar saktë këtë periudhë duhet që të studiohen strukturat e arkitekturës dhe veçanërisht të studiohen strukturat arkitekturore për objektet e kultit. Duke filluar nga shekulli XI Anadolli u bë skena e migrimit të Turqve prandaj dhe Selçukët që ndodheshin në Anadoll u ndikuan nga Arkitektura Turke-İslame që egzistojnë në Persi dhe duke e përshtatur atë me kulturën e Anadollit i dhanë një kuptim të ri artit të arkitekturës e ndërtuan vepra të reja. Këto vepra më vonë formuan themelin e arkitekturës së dinastisë Otomane. Në periudhën e tonë të tërheq vëmendjen fakti që këto vepra ndikojnë arkitekturën moderne. Kur ekzaminohen veprat artistike të Selçukëve të Anadollit vihet re që faktorët kryesorë që kanë ndikuar në ato janë besimi Islam, kultura Turke që egsistone para besimit İslam dhe kulturat vendase. Pas marrjes së Anadollit dhe formimit të Shtetit Turk të Selçukëve këto toka të reja i mbrojtën me fanatizëm të madh. Dimë që Turqit me fenë që e sollën me trupin e tyre si dhe me ndihmën e institucioneve sociale dhe ekonomeike u përpoqën të formojnë një shtet të fuqishëm. Veçanërish në arkitekturën e kulteve fetare të periudhës së Selçukëve në fasadat e jashtme dhe të brendëshme kanë një strukturë specifike dhe janë vepra që duhet të studiohen me kujdes për sa i përket vlerave treguese. Instuticionet Selçuke ndonjëhre janë ndërtuar me punën e drejtuesve, udhëheqësve të shtetit e ndonjë herë sipas misticizmit dhe besimeve fetare, prandaj dhe është e nevojshme të studiohet mënyra e funksionimit të tyre për të konstatuar se si këto instuticione kanë ndikuar më vonë në qytetërimet më të reja. Por nga ana tjetër nuk është e lehtë klasifikimi i këtyre veprave. Prandaj dhe është e vështirë të percaktohet se cili objekt është përdorur për misticizëm e cili për instuticionet ekonomike apo sociale. Dihet qartë që xhamitë janë objekte të ndërtuara për qëllime fetare por është e veshtirë që ti përcaktosh medresetë si ndërtesa mistizmi ose ndërtesa me qëllime sociale. Këtyre mangësive duhet tu shtojmë edhe veprat që i përkasin kulturës Bektashiane. Ne do të përparojmë sipas komenteve që përgjithësisht janë Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 207 Arnavutça Özet pranuar si të sakta dhe duhet të përqëndrohemi veçanërisht në veprat që konsinderohen të rëndësishme sipas besimit Alevi e Baktashi. Duhet të dikutohet për mënyrën e funksionimit të këtyre veprave dhe arsyeja përse janë ndërtuar. Fjalët Kyç: Shekulli XI, Selçukët e Turqisë, Arkitektura Turko-Islame, Xhami, Medrese, Bujtinat, Alevizëm, Bektashi, Misjonerët e Besimit, Haxhi Bektash Veli. 208 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Arnavutça Özet GJENDIA E PËRGJITHSHME E DERGJAHËVE DHE VEÇANËRISHT GJENDIA E DERGJAHUT TË HAXHI BEKTASH VELIUT SI DHE REKOMANDIMET PËR RUGËZGJIDHJET E MUNDSHME Hüseyin DEDEKARGINOĞLU8* Përmbledhje Studimet e ndryshme historike dhe përqendrimet e Dergjahëve në Turqi nxjerrin në pah vizione dhe konceptime të ndryshme. Në ditët e sotme temat më të rëndësishme që diskutohen janë vlerat shpirtërore të Dergjahëve dhe aktiviteti dhe funksionet që ato kryejnë. Çdo titë e më shumë po diskutohet për këto funksione dhe veçanërisht diskutohet për funksionin e kultit që gjendet në Tyrben e Haxhi Bektash Veliut e në të njejtën kohë nga palë të ndryshme diskutohet se cilat janë masat që duhet të merren në lidhje me këtë temë. Dihet që në vendet ku kanë banuar ose kanë punuar prirësit e tarikateve apo shehelerët e mëdhenj ose në vendet ku ato janë varrosur janë ndërtuar Teqe të mëdha që ndryshe quhen Dergjahë. Çdo njëra nga këto teqe në të shkuarën ka patur një roll të rëndësishëm si nga aspekti social ashtu edhe nga aspekti i besimit. Këto teqe dhe kulte mistike janë objekte ku është përjetuar misticizmi sipas pikëpamjeve të njeta të besimeve Synni dhe Alevi. Mund të thuhet që mbyllja e këtyre kulteve që ishin shembull i tolerancës ndërfetare shkaktoi pengimin e bashkimit të autoriteteve të sekteve të ndryshme. Në ditët e sotme një nga Teqet më të rëndësime për Alevit është ajo e Haxhi Bektash Veliut por megjithëse ajo është e hapur për vizitorët këto vizita s’janë gjë tjetër veçse vizita varri. Shkaku që nuk lejon që Dergjahu të funksionojë plotësisht është “neni 677 për Legjiistraturën e Teqeve dhe Kulteve të Besimit”. Për tu futur në këtë kult që ka statusin e Muzeut deri para ca kohësh duhet të bëje pagesë. Por ç’farë duhet të bëhet me qëllim që kultet mistike dhe Teqetë të kryejnë funksionet e tyre dhe të plotësojnë këto nevoja shpirtërore?! A thua shtëpitë e Xhemit që tashmë përdoren si qendra të arsimit fetar për Alevitë dhe Bektashjintë do të jenë në gjendie që të potësojne dhe të përmbushin këto nevoja? Fjalët Kyç: Dergjah, Teqe, Faltore, Haxhi Bektash, Çile (vuajtije). * Dede i Dergjahut Dede Garkın -Shkrimtar Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 209 Hüseyin DEDEKARGINOĞLU 210 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Genelde Dergâhların Özelde Hacı Bektaş Dergâhının Konumu ve Çözüm Önerileri Kitabiyat Catalogues / Buchvorstellung Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 211 Hüseyin DEDEKARGINOĞLU 212 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Bilim Camiasında Üstad ve Gönül Dostu: Doç. Dr. Ali Yaman 2015 YILINDA ALEVİLİK ve BEKTAŞİLİK HAKKINDA YAYIMLANAN KİTAPLARDAN SEÇMELER Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi 2015 yılında Alevilik ve Bektaşilik ekseninde birçok eser yayımlandı. Bu eserlerin önemli bir kısmı okuyucularına ulaştı, bir kısmı da yeterince ilgi görmedi. AlevilikBektaşilik Araştırmaları Dergisi bu eserlerden bazılarını okuyucularımızla paylaşalım istedik. Bütün eserleri tanıtmaya ayırdığımız bölümün hacminin yetmeyeceğinin takdir edilmesini, ilerleyen zamanlarda diğer yayınlardan da bize ulaştıkça okuyucularımızı haberdar edeceğimizi ifade etmek isteriz. HAKERENLER “BUYRUK”, Prof. Dr. Fuat Bozkurt İlk eserimiz Fuat Bozkurt tarafından kaleme alınan Hakerenler “Buyruk” adlı çalışmadır. Eserin hazırlayıcısı Prof. Dr. Fuat Bozkurt, 1969’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Almanya’da doktora yaptı. Altı yıl Ege Üniversitesi’nde çalıştıktan sonra 1982’de YÖK uygulamasıyla görevinden alındı. On yıl İtalya, Almanya ve Hollanda’da çeşitli üniversitelerde görev yaptı. Avrupa’nın pek çok yerinde Alevîlik ve Türk dili üzerine konferanslar verdi. Akdeniz Üniversitesi’nden emekli oldu. Çalışmalarına devam etmektedir. Bozkurt’un hazırladığı eserin tanıtımında şu bilgilere yer verilmektedir: “İmam Cafer Buyruğu’ ya da kısaca ‘Buyruk’ diye bilinen yapıt, Aleviler arasında en çok okunan itapların başında gelir; yaşam ve inanç yolunu aydınlatan kutsal kitap olarak benimsenir. Yapıtın Aleviler arasında böylesine üstün tutulması, onun Alevi inanç, töre, tören ve söylencelerini içermesinden kaynaklanır.” Fuat Bozkurt, bu çalışmasında “İmam Cafer Buyruğu”nu güncel değer yargıları ışığında yeniden işliyor. Fuat Bozkurt eserle ilgili şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Bu çalışma, Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 213 Seyhan KAYHAN KILIÇ pek çok çağdaş kaynak taranarak, uzun zaman alan sabırlı bir uğraşla ortaya kondu. Sonuçta çalışma özgün Buyruk’un konu başlıkları ile öz iletisine sadık kalınarak yeniden yazılmış bir yol kılavuzuna dönüştü.” BEKTAŞÎLİK TEDKİKLERİ, Frederick William Hasluck, Çev. Ragıp Hulusi. Frederick William Hasluck, 1878 yılında dünyaya gelmiş ve 22 Şubat 1920 İsviçre’de hayata gözlerini yummuştur. İngiliz antikacı, tarihçi ve arkeolog olarak anılan araştırmacı, çalışmalarında ön adlarının baş harflerinden oluşan F.W. Hasluck imzasını kullanır. I. Dünya Savaşı öncesi dönemde Türkiye ve Yunanistan başta olmak üzere, Ortadoğu ve Balkanlarda arkeolojisi alanında kayda değer araştırmalar yapmıştır. Arkeolojideki ilk yıllarında Erdek yakınlarındaki Kizikos antik kenti üzerine ilk derinlemesine çalışmaları gerçekleştirdi. 1906 yılında bir gezide bütün olarak taradığı Güney Marmara bölgesinde ve Trakya, Ege ve Marmara adaları, Antalya gibi diğer yerlerde de önemli arkeolojik keşifler yaptı. 1910 yılında Aynaroz Yarımadasındaki manastırlar bölgesine giren ilk İngiliz oldu. 1913 yılında gittiği Konya’da Türkler in idaresi altında İslamiyet ve Hıristiyanlık ilişkileri üzerine iki yıl süren bir araştırma yaptı ve araştırmalarının çoğu kitap olarak ölümünden sonra eşi Margaret M. Hasluck tarafından yayınlandı. Bektaşi geleneği ile özel olarak ilgilendi. Daha sonra Ortadoğu dilleri uzmanı olarak Atina’daki İngiliz büyükelçiliği istihbarat bölümünde görev aldı. Ertesi yıl tedavi görmek üzere İsviçre’ye gitti ve 42 yaşında iken burada öldü. Araştırmacı tarafından titiz bir araştırma sonucu kaleme alınan eser, birçok kez yayımlandı ve önemini her zaman korudu. Eserin 2015 yılında Kurgan edebiyat yayınları tarafından yeniden yayımlanması ile konu tekrar okuyucuların dikkatine sunulmuş oldu. Eserin tanıtımı şöyle yapılmaktadır: “Bektaşîlik Tedkikleri, sabırlı, meraklı ve dikkatli bir araştırma mahsulüdür. Anadolu’daki Bektaşî tekkelerinin taranıp tanıtılmasıyla başlayan inceleme, Rumeli ve Mısır’a kadar uzanmakta; araştırma, birkaç harita ve resim 214 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Bilim Camiasında Üstad ve Gönül Dostu: Doç. Dr. Ali Yaman le desteklenmektedir. Kitapta yer alan makaleler, kuvvetli dipnotlarla beslenmiştir. Dolayısıyla her ne kadar bir Hıristiyan olsa da yazar, konuyla ilgili Müslüman- gayrimüslim görüşlerini, dipnotlar düşerek göstermiştir. Bu yüzden kitap, ilmî güvenilirlik bakımından takdire ve itimada şayandır. Eserde tanıtılan tekkelerin sözlü krokilerinin çizilmesi ve tasvirleri, herhalde çağdaş araştırmacılar için de faydalı olacaktır. Zîrâ bu tekkelerin bir kısmı, günümüzde harâbe halindedir. Bu harâbeleri, herhalde ancak F. R. HASLOK’un tasvîrleri, hayâlen de olsa imâra imkân verecek gibidir.” VESÂİK-İ BEKTAŞİYAN, Yusuf Küçükdağ, Ayşe Değerli , Bekir Şahin Yusuf Küçükdağ, Ayşe Değerli , Bekir Şahin tarafından hazırlanan “Vesâik-i Bektaşiyan’a Göre Osmanlı Devleti’nde Bektaşi Tekkeleri” adlı çalışma 2015 yılının en dikkat çeken çalışmaları arasında yer almaktadır. Eserle ilgili şu bilgiler aktarılmaktadır: “Bektaşilik, II. Beyazid tarafından XVI. yüzyıl başlarında Safeviliğin bir diğer deyişle Kızılbaşlığın etkilerini bertaraf etmek düşüncesiyle Balım Sultan’a kurdurtulmuş bir tarikattır. Bunun için Osmanlı Devleti’nin hâkim olduğu toprakların hemen her tarafında Bektaşi tekke ve zaviyelerinin kurulması teşvik edilmiştir. Balım Sultan Safeviliğin yayılmasını önlemek için Bektaşiliği Osmanlı siyaset anlayışı çerçe vesinde kurduktan sonra tarikat silsileleri Hz. Ali’ye dayanan ancak aslında ayrı birer tarikat durumunda olan ve değişik şeyhler tarafından Bektaşilikten çok önce temelleri atılan tasavvuf yollarına ait tekkelerdeki dervişleri Safeviliğin etkisinden uzak tutmak için Bektaşilere bağlamıştır. Bu konudaki uygulamalara XVII. yüzyılda da devam edilmiş; buna paralel olarak XVI. yüzyıldan sonra devletin desteğiyle çok sayıda tekke inşa edilmiştir. Bektaşi tekkelerinin sayılarının hızla arttığı, bunun için XVIII. yüzyılda Bektaşiliğin en fazla yayılan tarikat olduğu Vesâik-i Bektaşiyan’daki belgelerden anlaşılmaktadır. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 215 Seyhan KAYHAN KILIÇ Bu arada başka tarikatlara ait tekkelerden bazılarının Bektaşilerin eline geçtiği de görülmektedir. Osmanlı ülkesinde Bektaşiliğin XVI. yüzyıl başlarında Balım Sultan tarafından kurulmasından sonra bu tarikat adına kurulan tekkelerin sayıları her geçen gün artmış; XVIII. yüzyılda 200’ü geçmiştir. XIX. yüzyılda ise iki hatta üç kat arttığı belirlenmiştir.” HACI BEKTAŞ-I VELİ’DEN BİLGELİK, İbrahim Murat, İbrahim Murat tarafından Hacı Bektaş Veli etrafında anlatılan ve ona ithaf edilen bilgelik mahsülü anlatımları bir araya getirerek hazırladığı “Hacı Bektaş-ı Veli’den Bilgelik Hikayeleri” adlı eser dikkat çeken yayınlar arasında yer aldı. Esedir tanıtımı ile ilgili şu bilgiler aktarılmaktadır: “Özünü Bilirsen Özürden Kurtulursun. İnsanın Gerçek Güzelliği, Sözünün Güzelliğidir. Mârifet, Nefsi Silmek Değil, Bilmektir. Her Ne Ararsan Kendinde Ara. Arifler Hem Arıdır, Hem Arıtıcı. Bir Olalım, Iri Olalım, Diri Olalım. İri = Büyük Diri = Güçlü, Canlı Düşmanınızın Dahi Insan Olduğunu Unutmayınız. Eline, Beline, Diline Sahip Ol. Mârifet Ehlinin Ilk Makamı Edep tir . Okunacak En Büyük Kitap Insandır. Kendine Ağır Geleni Başkasına Yapma! En Yüce Servet Ilimdir . Düşünce Karanlığına Işık Tutanlara Ne Mutlu. İlimden Gidilmeyen Yolun Sonu Karanlıktır. Çalışmadan Geçinenler Bizden Değildir.” ARİFLERİN SULTANI, Muharrem Uçan, Kalander Yayınevi, İstanbul 2015. Muharrem Uçan tarafından kaleme alınan “Ariflerin Sultanı” adlı eser, Kalander Yayınevinden çıktı. Eser hakkında şu bilgiler aktarılmaktadır: Hz. Muhammed Mustafa’nın İmam Ali’ye vasiyetleriyle başlayan kitap İrfanî derinliklere yol aldıktan sonra Hz. Fatıma Zehra’nın dilinden Hz. Muhammed Mustafa konusuyla kitabın zirvesine ulaştı, Alevi Ozanların Dilinden Hz. Muhammed Mustafa adlı özet bölümle kitabı bitirdim. Âşıkların her satırından bir ders çıkarıp her satırından bir şeyler kazana- 216 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Bilim Camiasında Üstad ve Gönül Dostu: Doç. Dr. Ali Yaman cakları böyle bir kitabı bitirmek için bizi kendine meftun edenden başka araz aranmamalıdır. Bu kitapla birlikte ilk defa Alevi ozanların şiirlerinde Hz. Muhammed Mustafa aktarılmaktadır. Kitapta İrfan’ın ne olduğu, Hz. Muhammed Mustafa’nın nasıl ariflere yol gösterdiği, güzel ahlaka ve irfana dair en küçük bir bilgisi olanların bilgilerinin ve arif olanların irfanlarının kaynağının Hz. Muhammed Mustafa olduğu açıklanmıştır. İnsanların insanlıktan sadece cesetlere sahip olmasının kaldığı bir zamanda âlemi aydınlatan Allah’ın en büyük Güneşinin eşsiz ve olağanüstü varlığına sunuyorum. Ariflerin ve hak yolda olanların kalplerine hediyedir. “Biz Zülfikârı kalem yaptık, Ali’nin gözyaşlarıyla yazıyoruz.” -Muharrem Uçan“Çöle bakarım çölü sen olarak görürüm, Denize bakarım denizi sen olarak görürüm, Dağa, ovaya her nereye baksam da Senin endamının güzelliğinden bir alamet görürüm.” “Senin aşk gamın her kafaya nasıl girer, Her ülkeye gelen bir hüma kuşusun. Aşkından dolayı onurlu olanların başı diktir. Çünkü güneş evvelâ dağlara vurur.” Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 217 Seyhan KAYHAN KILIÇ BAKTÂŞÎ SIRRI, Ahmed Rıfkı, Haz. Hür Mahmut Yüce, Hür Mahmut Yüce tarafından yayına hazırlanan “Baktâşî Sırrı” yeniden yayımlanarak okuyucuların ilgisine sunuldu. Eserin sunuş kısmında, “XIX. asrın ikinci yarısından itibaren önce Hurûfiliğe ait eserler yayınlanmaya başlamış, buna bir tepki olarak Sünnî kesimden Hurûfilik ve Bektâşîlik ayrımı yapılmadan genel fakat sert tenkitler yükselmiştir. Bunun üzerine Bektâşîliğin Osmanlının en eski ve yerli bir tarîkatı olarak tarîkat silsilesinin, usül ve esasının bulunduğu, ‘nâzenîn’ yapısı ile dinin özünü taşıdığı, Hurufîlikle bir ilgisinin olmadığına dair eserler kaleme alınmıştır. Bu tartışmalardan hareketle Ahmet Rıfkı (1884-ı935), Bektâşî Sırrı adıyla iki ciltlik eserini yayımlamıştır. Eserin birinci cildinde, tarîkatın tarihi, dedebabaların ve önemli şahsiyetlerin biyografilerine yer verilmiş, konuyla ilgili Sünnî kesimden gelen tenkitlere cevap verilmiştir. İkinci ciltte ise Bektâşî gelenekleri tanıtılmış, özellikle Çelebiler kolu muhatap alınarak tarîkat içerisindeki ihtilaflı ve tartışmalı konulara açıklık getirilmiştir. Ahmed Rıfkı’nın görüşlerine cevap vermek ve kendi fikirlerini neşretmek için Çelebi Ahmed Cemaleddin Efendi Müdafaa’yı kaleme almıştır. Çelebilerin Hacı Bektâş Velî neslinden geldiği ve dergâhın resmi mütevellisi olduklarını kanıtlayan çok sayıda fermân, berât, mahkeme kararı suretini ihtiva eden bu eser III. cilt olarak kabul edilmiştir. Aynı yıl bu defa A. Rıfkı Müdafaa’ya Mukabele’yi yazarak IV. cildi oluşturmuştur. Bu esnada Bektâşîlik hakkında başka yazarlar da kalem oynatmaya başlamışlardır. Biz bu cildin sonuna Ahmed Safî Bey’in Bektâşîler hakkındaki Sefîne-i Sâfî içinde zaman zaman serdettiği kanaatlerini de toplayıp aldık. Bu eser kendisinden önceki ve sonrakilerle bir asra yaklaşan Bektâşîlik tartışmalarının zaman ve düşünce olarak tam merkezinde yer almaktadır. Bu nedenle hiçbir araştırmacının görmezlik edemediği, kaynak bir eserdir.” denmektedir. 218 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Bilim Camiasında Üstad ve Gönül Dostu: Doç. Dr. Ali Yaman TÜRKİYE’DE TETİKLENEN FAY HATTI ALEVİ - SÜNNİ FARKLILAŞMASI, Fazlı Arabacı, Prof. Dr. Fazlı Arabacı tarafından kaleme alınan “Türkiye’de Tetiklenen Fay Hattı Alevi - Sünni Farklılaşması” adlı eser, sosyolojik bir tahlil ortaya koyması bakımından dikkat çekici bir eser olarak karşımıza çıkmaktadır. Yazar bu çalışmasını daha önce kaleme aldığı çalışmaların sistematiğini esas olarak oluşturduğunu dile getirmektedir. Eserin tanıtımında şu bilgiler aktarılmaktadır: “Günümüzde, çok farklı iç ve dış etkenlerin tesiriyle yok edilmeye maruz bırakılan, toplumumuzdaki kenetleyici ve bütünleyici unsurların zayıflaması; uluslararası etkenlerin devreye girmesi, postmodern söyleme bağlı dinî kimlik arayışları gibi sebeplerle, toplumumuzda dine dayalı ayrışmanın fay hatlarını tetikler oldu. Bu yanlış anlayışların önlenmesine katkı olması bakımından faydalı olacağını umduğumuz bu çalışma, daha önce yapmış olduğumuz “Alevîlik ve Sünnîliğin Sosyolojik Boyutları” konulu çalışmanın teorik kısmından üretilmiştir. Adı geçen çalışmanın teorik kısmı sosyal ve dini farklılaşma açısından değerlendirilmiş, mevcut farklılaşmanın parçalanmaya dönüşmemesi açısından farklılaşma içinde bir arada yaşamanın dinî ve sosyolojik temelleri, akademik düzeyde okuyucuların istifadesine sunulmuştur.” HÜSNİYE RİSALESİ, Cemaleddin Hüseyin Nişaburi, Çev. Kemal Küntaş Cemaleddin Hüseyin Nişaburi”nin yazdığı Kemal Küntaş’ın Türkçe’ye aktardığı, “Hüsniye Risalesi”, Alevilerin sayılı yazılı kaynağından birisi olarak kabul edilmiştir. Kitabın asıl konusu Hüsniye adlı İmam Cafer Sadık’ın hizmetçisinin, İmam Sadık’a öğrencilik yapıp Ehl-i Beyt’in ilim denizinden faydalanıp Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 219 Seyhan KAYHAN KILIÇ beslenmesinin sonucunda gerçekleşen olaylardır. Abbasî halifesi Harun Reşid döneminde Hüsniye, Ehl-i Beyt muhalifi olan bilginlerle tartışarak İmam Cafer Sadık’ın öğrencilerini nasıl eğittiğini ve Ehl-i Beyt’in üstünlüğünü ispat etmek istemiştir. Hüsniye Risalesi’ni Osmanlı Türkçesinden Kemal Küntaş Tercüme etti. Aynı zamanda kitap, daha önce ismi anılmayan kitabın yazarı ve Hüsniye ile ilgili küçük bir araştırma da yayınlanmıştır. Kitabın yazarının kim olduğu ve nasıl bir bilgi birikimine sahip olduğu ilk defa elinizdeki çeviri de dile getirilmiştir. Hüsniye, Ehl-i Beyt sevgisini ve bilgiye nasıl ulaştığını Abbasî sarayında şöyle haykırmıştır: “Allah’a andolsun ki Allah’ın sözüne inancım ve ikrarım vardır. Onun açıklamasını, yorumunu ve kapalı manalarını öyle kimselerden öğrendim ki Kur’an, onların değerli dedelerine, onların evinde indirilmiştir. Ben gereği gibi onlardan anladım ve hakikatine eriştim.” ALEVİLİKTE HAKKA YÜRÜME ERKÂNI, Cemal Şahin Cemal Şahin tarafından kaleme alınan “Alevilikte Hakka Yürüme Erkanı” adlı eser İtalik Yayınları tarafından okuyuculara sunuldu. İnsanların var olma sebebi ve bu sebebe bağlı olarak inanca ait ihtiyaçlarını karşılayan uygulamaları, tarih sahnesinde her zaman var olmaya devam ederlerken, kimileri de zamanla yok olup gitmişlerdir. Alevi toplumunu bugüne kadar ayakta tutan en önemli güç, yoldur. Alevilik, yüzyıllardan bu yana bu yola sadakatle bağlı kalınarak ve nesilden nesile taşınarak bu günlere gelmiştir. Günümüzde Alevilik inancına ait uygulamaların kentleşme ve göçlerin getirdiği dağınıklıkla birlikte geleneğini kaybederek özünden uzaklaşmıştır. Dede ve taliplerimizin karşılıklı rızalıkları ile yürüyen bu süreç, özellikle kent koşullarında tıkanmış ve gittikçe yabancı uygulama ve inanç ritüelleri ile dolmaya başlamıştır. 220 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Bilim Camiasında Üstad ve Gönül Dostu: Doç. Dr. Ali Yaman Şahimerdan Ali’nin, “zaman sana uymazsa sen zamana uyacaksın” sözünden de yola çıkarak, en bozulmaya yüz tutan erkânlardan olan “Hakk’a Yürüme Erkânı” bu eserle yeniden ele alınmıştır. Uygulamaların bazıları yüzyıllardır sürdürülmekte, bazıları ise yakın dönemde farklı inançlardan etkilenerek önemli oranda değişikliklere uğramıştır. Alevilik, esaslarına uymayan şekilciliklere dönüşmüş bulunmaktadır. Bu bir anlamda inancın özünden uzaklaşması anlamına gelmektedir. İnancın güzellikleri, ilkeleri ortada iken, bu tür yabancılaşmalardan arındırılması, eserin hazırlanmasında bir gereklilik olarak görülmüştür. KOYUN BABA VELAYETNÂMESİ, Muzaffer Doğanbaş Muzaffer Doğanbaş, Alevilik ve Bektaşilik hakkında çok önemli çalışmalar yapan, yaptığı çalışmalar ile birçok bilinmeyeni ortaya çıkaran değerli bir araştırmacıdır. Alivelik ve Bektaşilik açısından önemli eserler arasında kabul edilen “Koyun Baba Velayetnâmesi” bu değerli araştırmacımız tarafından gözden geçirilerek yeniden yayına hazırlandı. Eser hakkında Doğanbaş şunları ifade etmektedir: “Gerek Anadolu’da gerekse de Anadolu dışındaki İslâm coğrafyasında tarihsel süreç içerisinde yaşamış ve öldükten sonra türbesi veya mezarı bir ziyaretgâh halini alarak adeta bir inanç merkezi olmuş veliler bulunmaktadır. Genellikle Kur’an-ı Kerim ve Ehl-i Beyt eksenli bir İslâm algılamasına sahip olan bu veliler deyim yerindeyse gayri Sünnî bir İslâm anlayışı sergilemişlerdir. Öyle ki, yaşadıkları çağda egemen olan Sünnî-İslâm anlayışı bu velileri çoğu zaman gayri İslâmî buldukları için eleştirmiş ve hatta katletmişlerdir. Sözü edilen veli tipinin tipik bir örneği de kuşkusuz Koyun Baba Sultan’dır. Bu çalışmada da Koyun Baba ve onun ölümünden sonra kaleme alınmış olan velâyetnamesi üzerinde durulmaktadır.” Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 221 Seyhan KAYHAN KILIÇ ALEVİLİĞİN TASAVVUFÎ BOYUTU, Hüseyin Bal Hüseyin Bal tarafından kaleme alınan ve Sentez Yayınları tarafından piyasaya çıkarılan Aleviliğin Tasavvufî Boyutu, bu alanda yayınlanmış en dikkat çekici çalışmalar arasında yer almaktadır. Eserle ilgili şu bilgiler aktarılmaktadır: “Aşk ve hikmet yolu olarak tasavvuf Aleviliğin merkezindedir. Aleviliğin tarihsel, sosyolojik boyutlarının yanında derin bir tasavvufi boyutu vardır. Aleviliğin tasavvuufi boyutu, tasavvufun temel kavram ve temalarının içinde ilerleyerek, Kur’ân’ın bâtınî yorumunu benmiseyerek, insan ve Tanrı sevgisini yücelterek oluşmuştur. Bu tasavvuf, ilmin kapısı Hz. Ali, İmam Cafer-i Sadık, Ahmed Yesevi, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, “Yedi Ulu Ozan”ın ve cümle erenlerin eserlerinde, nefeslerinde, deyişlerinde temellendirilmiştir. Bu mütevazı çalışma söz konusu kaynaklara ulaşmayı, onları anlamayı ve buralarda bulunan cevheri paylaşmayı amaçlamaktadır.” Alevi-Bektaşiliğin geleceğini, yine yolumuz üzerinden sürdürmek, çocuklarımıza aydınlık gelecek sağlayabilmek, Alevi-Bektaşi gibi yaşamalarını sağlamak elimizdedir. Bu aynı zamanda Alevi-Bektaşi doğup, Hakk’la Hakk olmak isteyen canlarımız için de görevimizdir.lk eserimiz Ayfer Karakaya - Stump tarafından kaleme alınan Vefailik, Bektaşilik, Kızılbaşlık” adlı çalışmasıdır. Eser İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlandı. Eserle ilgili Prof. Dr. Cemal Kafadar”ın kaleme aldığı tanıtım yazısını aynen alıyoruz: “Fuad Köprülü’nün 20. yüzyılın başlarında formüle ettiği şekliyle paradigmalaşmış, ancak yeterince sınanıp sorunsallaştırılmamış Anadolu dinsel ve kültürel tarihine dair bazı varsayımlar -bazen kimlik siyaseti arenasında farklı pozisyonları desteklemek için ters yüz edilerek de olsa- Alevi-Bektaşi tarihine bakışı büyük oranda şekillendirmeyi sürdürmektedir. Nitekim “sözlü kültür-yazılı kültür”, “yüksek İslâm-halk İslâmı”, “ortodoksi-heterodoksi” gibi çift kutuplu karşıtlıklar ve “senkretizm” gibi normatif kavramsallaştırmalar ana akım Türkiye/Osmanlı tarihçiliği ile bu çizgiye 222 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Ahmet Yaşar Ocak Hayatı ve Eserleri muhalif araştırmacıların Alevi-Bektaşi geçmişine bakışlarında sıklıkla gözden kaçan bir ortaklık teşkil etmektedir. Yaygın kabul görmüş bu varsayımların ve üzerlerine inşa edilen alternatif üst-anlatıların, hem kavramsal düzeyde sorgulanması hem de yeni veriler ışığında test edilmesi bugün geldiğimiz noktada artık mümkün ve elzem görünmektedir. Vefailik, Bektaşilik, Kızılbaşlık, bu yönde uzun yıllara yayılmış bir çabanın ürünüdür. Eserde yer alan makalelerin biri hariç tümü, 1990’lı yıllarda yaşanan Alevi kültürel canlanışını takiben gün yüzüne çıkmaya başlayan, Alevi dede ailelerinin özel arşivlerindeki belge ve yazmalara dayanmaktadır. Tarihçilerin ilgisini henüz yeterince çekememiş bu son derece önemli yeni yazılı kaynaklar Alevi-Bektaşi tarihinin ana meseleleri hakkında bize yepyeni veriler ve mevcut kalıpların ötesinde taze ve çok daha nüanslı bakış açıları sunmakla kalmamakta, aynı zamanda Anadolu dinsel ve kültürel tarihine dair “büyük hikâye”yi de önemli noktalarda tashih etmektedir. Karakaya-Stump bu kitapta toplanan yazılarında şimdiye dek kullanılmamış belgeleri büyük bir ustalıkla konuşturarak Alevi tarihi çalışmalarında yepyeni bir çığır açıyor. Alevi tarihini bütün zenginliğini yansıtarak yazabilmemiz için umarım başkaları da onun ardından aynı sağlam ve alışılagelmiş köhne söylemleri kökünden sarsan adımlarla yürüyecektir. Kısacası bu kitap gerçek Alevi tarih yazımının ilk derin soluğu sindirerek okumak gerek.” Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 223 Muhammet KEMALOĞLU 224 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Arnavutça Özet Yazı Teslim Kuralları 1. Dergiye gönderilecek yazılar, Word (6,0 ve üstü sürüm, IBM uyumlu) programında yazılmış olmalıdır. 2. Yazılar, Times New Roman karakterinde, 12 punto ve bir buçuk satır aralığıyla yazılmalıdır. Yazılar sayfanın bir yüzüne basılı bir metin, elektronik posta veya CD kaydıyla teslim edilmelidir. 3. Makalelerin kaynakça ile birlikte 21 sayfayı geçmemesi tercih edilir. Makalelerin yazım dilinin dışında 250-500 kelime civarında İngilizce ve Türkçe özetleri de yazıyla birlikte gönderilmelidir. Özette, araştırmanın kapsamı ve amacı belirtilmeli, kullanılan yöntem tanımlanmalı ve ulaşılan sonuçlar kısaca verilmelidir. 4. Yazıda paragraflar girintili olmalı; ancak girintiler için –sekme- veya –boşluk tuşları kullanılmamalıdır. Lütfen paragraf özelliklerinden ayarlama yapın. 5. Gönderilecek yazıların başka bir yerde yayınlanmamış olması ya da yayın için değerlendirme aşamasında bulunmaması gerekir. 6. Yazar ismi ya da isimleri makalede değil, makaleye iliştirilecek kapak sayfasında yer almalıdır. Bu kapak sayfasında, yazar isimleri dışında metin başlığı, yazarın adresi, telefonu, varsa el-mek adresi ve faks numarası yer almalıdır. 7. Hakem raporları doğrultusunda yazarlardan, yazılarında bazı düzeltmeler yapmaları istenebilir. 8. Yazının yayımlanması konusunda son karar dergi yayın kuruluna aittir. Yayın kurulu kararına ilişkin bir mektup, hakem değerlendirmelerinin birer fotokopisiyle birlikte en kısa sürede yazarlara gönderilir. Yazıların Gönderileceği Adres: Alevî-Bektaşî Kültür Enstitüsü Adres: Malberg 1 • 53547 Hausen (Wied) Almanya Deutschland/Germany Tel: 00 49 (0) 2638 42 45 - 00 49 (0) 2638 94 59 60 Belge geçer (Fax): 00 49 (0) 2638 94 59 59 El-mek(E-mail): [email protected] [email protected] Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 225 Arnavutça Özet Kaynakların Düzenlenmesi Metin içinde kaynak gösterme 1. Ana metindeki tüm göndermeler metin içi dipnot sistemi ile belirtilir. Metinde uygun yerde parantez açılarak, yazarın veya yazarların soyadı, yayın tarihi ve alıntılanan sayfa numarası belirtilir. Aynı kaynaklara metinde tekrar gönderme yapılırsa yine aynı yöntem uygulanır; a.g.e., a.g.m. gibi kısaltmalar kullanılmamalıdır. Örnek: (Yalçın, 2000: 71-76) 2. Alıntılanan yazarın adı, metinde geçiyorsa, parantez içinde yazarın adını tekrar etmeye gerek yoktur. Örnek: Deniz (1995: 57), yazma alışkanlığının “Öznel” olmayan bilimsel temellere oturtularak geliştirilmesi gerekir. 3. Gönderme yapılan kaynak iki yazarlı ise, her iki yazarın da soyadları kullanılmalıdır. Örnek: (Postman ve Powers, 1996: 122) 4. Yazarlar ikiden fazlaysa ilk yazarın soyadından sonra “vd.” ibaresi kullanılmalıdır. Örnek: (Keyman vd., 1996: 149) 5. Gönderme yapılan kaynaklar birden fazlaysa, göndermeler noktalı virgülle ayrılmalıdır. Örnek: (Erdoğan, 1997: 150; Gürbilek, 1993: 61) 6. Metin içinde yer alması uygun görülmeyen açıklamalar için sayfa altı dipnot yöntemi kullanılmalı ve bu notlar metin içinde 1, 2, 3 şeklinde sıralanmalıdır. Bu not içinde yapılacak göndermelerde de yukarıdaki yöntem uygulanmalıdır. Kaynakçanın Düzenlenmesi 1. Kaynakçada sadece yazıda gönderme yapılan kaynaklara yer verilmeli ve yazar soyadına göre alfabetik sıralama izlenmelidir. 2. Bir yazarın birden çok çalışması kaynakçada yer alacaksa yayın tarihine göre eskiden yeniye doğru bir sıralama yapılmalıdır. Aynı yılda yapılan çalışmalar için “a, b, c...” ibareleri kullanılmalı ve bunlar metin içinde yapılan göndermelerde de aynı olmalıdır. Kitap Yalçın, Alemdar (2005): Çağdaş İnsan ve Edebiyat, Ankara, Akçağ Yayınları. Çeviri Kitap Postman, Neil ve Steve Powers (1996): Televizyon Haberlerini İzlemek, çev. Aslı Tunç, İstanbul, Kavram Yayınları. Derleme Kitap Tufan, Hülya. der. (1995): Kamuoyu Kimin Oyu? İstanbul, Kesit Yayıncılık. Derleme Kitapta Makale 226 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Arnavutça Özet Bourdieu, Pierre (1995): “Kamuoyu Yoktur”, çev. Hülya TUFAN, Kamuoyu Kimin Oyu? der. Hülya Tufan, İstanbul, Kesit Yayıncılık. Dergide Makale Üstünler, Fahriye (2000): “Türkiye’de Demokrasi Tartışmalarının Düşünsel Arka Plânı: 18451950” ODTÜ Geliştirme Dergisi, 27(1-2), 183-206. Yayımlanmamış Tez Yıldırım Becerikli, Sema (1999): Örgüt Kültürü Oluşumunda Örgüt İçi İletişimin Rolü: Departmanlı Mağazıcılık Sektöründe İç Halkla İlişkiler Açısından Bir Değerlendirme: Beğendik A.Ü. Örneği, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü. Tebliğ Kaymas, Serhat (2001): “Küreselleşme, Etnik Göç ve Ulus Devlet Üzerine Bir Değerlendirme” ODTÜ 7. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi, 21-23 Kasım, Ankara. İnternette Makale Atabek, Ümit (1998): “İletişim Teknolojileri”, http://www.ilet.gazi. edu.tr. 28.10.1998. Alevîlik-Bektaşîlik Araştırmaları Dergisi’nin Temin Edilebileceği Yer Malberg 1 • 53547 Hausen (Wied) Almanya Deutschland/Germany Tel: 00 49 (0) 2638 42 45 - 00 49 (0) 2638 94 59 60 Belge geçer (Fax): 00 49 (0) 2638 94 59 59 El-mek (E-mail): [email protected] Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 227 Arnavutça Özet GUIDELINES FOR MANUSCRIPTS TO BE SENT TO THE JOURNAL 1. Manuscripts must be written in Word 6.0 and further versions (IBM compatible). 2. Manuscripts must be written in Times New Roman 12 font, on only one page of the paper, and must be turned in to the editorial board in one copy along with the CD. 3. Manuscripts are best if they do not exceed 20 pages. Abstracts in Turkish and English, approximately 250 – 500 words, must also be sent to the board. Abstract should cover the purpose, scope, method and conclusions of the study. 4. Indentation must be used and tab key is desired. 5. Manuscripts must be originally sent to the board, and no other places for publication or evaluation. 6. Author or author name(s) must be written on a cover page. The cover page must also include the title, author(s) address(es), phone number, and fax number or e-mail (if any). 7. Manuscripts might need correcting upon the evaluations of the referees of the journal. 8. Final decision for publication belongs to the board. A letter concerning the decision of the board is going to be sent to the author(s) along with a copy of the referee evaluations as soon as possible. Manuscripts must be sent to: Malberg 1 • 53547 Hausen (Wied) Almanya Deutschland/Germany Tel: 00 49 (0) 2638 42 45 - 00 49 (0) 2638 94 59 60 Fax: 00 49 (0) 2638 94 59 59 E-mail: [email protected] [email protected] Citations 1. Texts must follow in-text footnote system. In paranthesis in the text, author’sname, date of publication, and page number is given. If a source is cited many times, parantheses are given in stead of “ibid, idem, op. cit. etc.” For example, (Okay, 2000: 71-76) 2. If the author’s name is mentioned, without quotations, the following is done: Özer (1995: 57), düşünce alıflkanlıklarının “Ben” değeri toptancılığının ve tiryakiliğinin, en dolaysız ifadesi olduğunu söylemektedir. 228 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Arnavutça Özet 3. If cited source is of two authors, both are given for example, (Postman and Powers, 1996: 122) 4. If cited source is of more than two authors, “et als.” is used. For example, (Keyman et als.,1996: 149) 5. If source cited are more than one they must be separated by a semi-colon. 6. Additional information must be given on the same page and enumerated 1, 2, 3. Citations in them must follow the above guidelines. References 1. References must include only the cited sources and be given in alphabetical order. 2. If more than one source of the same author are cited, they must be put in an chronological order from the oldest to the newest. Sources of the same years must be given letters “a, b, c,...” Book Bostancı, M. Naci (1995): Toplum, Kültür ve Siyaset, Ankara, Vadi Yayınları. Translated book Postman, Neil ve Steve Powers (1996): Televizyon Haberlerini İzlemek, çev. Aslı TUNÇ, İstanbul, Kavram Yayınları. Compiled book Tufan, Hülya. der. (1995): Kamuoyu Kimin Oyu? İstanbul: Kesit Yayıncılık. An article in a compiled book Bourdieu, Pierre (1995): “Kamuoyu Yoktur” çev. Hülya Tufan, Kamuoyu Kimin Oyu?, der. Hülya Tufan, Istanbul, Kesit Yayıncılık. A journal article Üstünler, Fahriye (2000): “Türkiye’de Demokrasi Tartışmalarının Düşünsel Arka Planı, 18451950” ODTÜ Geliştirme Dergisi, 27(1-2), 183-206. Unpublished thesis Yıldırım Becerikli, Sema (1999): Örgüt Kültürü Oluşumunda Örgüt İçi İletişimin Rolü: Departmanlı Mağazıcılık Sektöründe İç Halkla İlişkiler Açısından Bir Değerlendirme: Beğendik A.Ü. Örneği, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü. Conference paper Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 229 Arnavutça Özet Kaymas, Serhat (2001): “Küreselleşme, Etnik Göç ve Ulus Devlet Üzerine Bir Değerlendirme”, ODTÜ 7. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi, 21-23 Kasım, Ankara. Internet article Atabek, Ümit (1998): “İletişim Teknolojileri”, http://www.ilet.gazi.edu.tr. 28.10.1998. Address where Journal of Alevism-Bektashism Studiescan be obtained Publishers Address / Adresse des Herausgebers Malberg 1 • 53547 Hausen (Wied) Almanya Deutschland/Germany Tel: 00 49 (0) 2638 42 45 - 00 49 (0) 2638 94 59 60 Fax: 00 49 (0) 2638 94 59 59 E-mail: [email protected] 230 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Arnavutça Özet Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 231 Arnavutça Özet 232 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12 Arnavutça Özet Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi / 2015 / 12 233 Arnavutça Özet 234 Forschungszeitschrift über das Alevitentum und das Bektaschitentum / 2015 / 12