modernizmin ölüm ideolojisi ve polisiye romanda ölümün şeyleşmesi

Transkript

modernizmin ölüm ideolojisi ve polisiye romanda ölümün şeyleşmesi
MODERNİZMİN ÖLÜM İDEOLOJİSİ VE
POLİSİYE ROMANDA ÖLÜMÜN ŞEYLEŞMESİ
Ejder ÇELİK*
Özet
Bu makalede, modernizmin, ölüm algısı ve polisiye romanda kendini göstermesi üzerine
odaklanılmıştır. Polisiyelerin modernizmin ölüm algısını destekleyici fonksiyonu üzerinde
durulmuştur. Çalışmada polisiye romanın ölüm olgusunu pozitivist bir bakış açısıyla alması
vurgulanmıştır. Böylece polisiye romanın ölümü analitik bir çözümlemenin nesnesine
dönüştürdüğü ileri sürülmüştür.
Anahtar Kelimeler: şeyleşme, polisiye roman, modernizm, cinayet
Abstract
In this article, focused on the effect on the perception of the death of modernism and appear
this form of perception on detective novels. Also discussed supportive function of detective
novels to this perception. In this article, emphasized that the detective novel approaches to
death with a view to the positivist. This article has been suggested that the detective novel
object into the death of an analytical analysis.
Key Words: Reification, dedective novels, modernism, crime
Modernizmin insanlar arası ilişkilerde yol açtığı yıkılımı tanımlamak için
kullanılagelmiş çeşitli kavramlar arasında en çarpıcı ve en kolay anlaşılanlardan
biri olan "şeyleşme" (reification), tüketime dayalı ilişkilerin bilinç üzerindeki
somut etkilerini tanımlama konusunda önemli bir araç gibi görünmektedir.
Toplumsal/kültürel endişe biçimi olarak yeniden formüle edilmeye
başlanan
"şeyleşme"
kavramının
"geç
kapitalizm"
döneminde
de
değerlendirilebileceğini söyleyebiliriz. Modern toplumda insanın ve insana ilişkin
*
Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Doktora Öğrencisi.
olan her değerin yalnızca “şey” veya nesneye ait bir olgu veya sorun olarak
algılanabilmesi şeyleşme olarak değerlendirilir.
Temelde insan deneyiminin nesne olgusuna dayalı bir niteliği her zaman
için vardır. Ancak bunun toplumsal yaşamın temel ilişki biçimleri için geçerli
olması düşündürücüdür. Günümüz insanı, kendinden uzaklaştırılan dünyanın saygı,
korku veya nefret uyandıran bir dizi nesne olarak karşısına çıkmasını
engelleyemez. Bewes, bu durumda şeyleşmeden uzak kalabilmiş bir dünyanın bir
zamanlar var olduğu, mümkün olabilseydi o dünya ile yeniden bağ kurmanın
günümüz toplumunun kurtuluşu olabileceğini ileri sürmektedir. (Bewes, 2008, s.
29).
Modernitede şeyleşme, sosyal yaşamdaki insan ilişkilerine dair tüm alanlar
üzerine etkilidir. Edebiyata yansıması, şeyleşmenin, tamlığın kaybolmasına yol
açan
bir
metafor
biçiminde
işlenmesidir.
Karşısında
ise
modernizmin
egemenliğinde şeyleşmemiş bir var oluşa duyulan arzunun başlıca kültürel ve
siyasal değer olduğu dünya düzeni tanımlaması durur.
Bir döneme damgasını vuran Amerikan Güzeli, Truman Show ve Matrix
filmlerinde işlenen tema şeyleşmiş var oluşun eleştirileri olarak kendini gösterir.
Filmlerdeki
karakterlerin,
şeyleşmiş
var
oluşa
yönelttikleri
eleştiriye,
şeyleştirilemez benlik özüyle karşılaşınca son vermesi endişenin dağılması olarak
nitelenebilir. Tüm bunların sonucu olarak geç moderniteyi yaşayan toplumda
endişe o kadar yaygındır ki toplumun tanımlayıcı niteliği durumuna gelmiştir.
(Bewes, 2008, s. 127).
Adorno ve Horkheimer’e göre modern toplumlardaki sorunsal toplum
sisteminin toplumdaki her şeyi bir araya getirilerek birliktelik içine sokmasıdır. Bu
durum teknolojinin kendi devinge (movement) yasasının bir sonucu değil,
teknolojinin bugünkü ekonominin içinde üstlendiği işlevin sonucudur. Bu anlamda
Adorno, şeyleşmeyi, “tüm kültürlerin tek bir kültür içinde asimile edildiği ve
bunun sonucu olarak dünyanın şafağına yerleştirilmiş saf bir masumiyetten
alacakaranlık çağına yerleştirilmiş bir çöküşe gitmesi” olarak betimlemiştir.
İnsan
ve
toplum
arasındaki
symbiotic
ilişki,
üretimin
gitgide
toplumsallaşması sebebiyle modern insanı toplumsal sistemin dışında ayrı bir
varoluş alanına sahip olmaktan alıkoymuştur. Batıda Victoryen etiğin, bireyi
yarışmacı toplumsal normlar içinde yaşamaya ve hayatlarını sadece “başarı”
motifine göre düzenlemeye zorlayan “bilimsellik” anlayışı da budur. Bazı
düşünürlere göre, insanlara özgün, özgür ve bireye özgü bir yaşam alanı
bırakmayan günümüzün reel toplumlarındaki bilim ve teknolojinin kültürel işlevi
ve işleyişi de budur.
Yaşama ilişkin akıla dayalı tercihlerin önünde merkezcil bir kontrolün
varlığına karşı koyma gereksinimi, her biri özgün gibi görünen ancak bilinç
endüstrisince üretilmiş kültür ürünlerinin sunulması ve tükettirilmesi sayesinde
işletilen bir homojenleştirme sonucunda baskı altına alınmıştır (Oskay, 1982, s.
187-188). Bu baskıya alış biçimi tüm toplum ve evren algısının makro ve mikro
noktalarına önceden tanımlanmış bir rasyonellik biçiminin görsel tercihlerini
yerleştirerek insanın başat kültür içinde tanımlanıp alternatifsiz bırakılmış bir yalın
“kişi”ye indirgenmesine yol açmıştır.
Modern dünyanın, anlamlar üzerinde nesnel dünyayı kullanarak ortaya
çıkardığı bozulma bir tür yıpratıcılık ve “kimliksizleştirme” çabası olarak
değerlendirilmektedir. Bu çaba etkisini en çok “ölüm düşüncesi” üzerinde
göstermiştir. Öyle ki modern zamanın insanı hayatın sıradanlıkları arasında bir
varlık algısı içinde olduğundan ölümü hayata dair olmayan ‘kaza’ niteliğinde bir
olay olarak içselleştirip günlük yaşantısından uzaklaştırmıştır. Modern öncesi
çağda ölümün “evcilleştirilmiş” olması, modern insanlar tarafından anlaşılamaz
hâle gelmiştir. Otantik olmayan bu hayat tarzı içinde ölüm ve ölüler
mekândan/kentten uzağa atılmışlardır. Baudrillard, Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm
adlı kitabında ölülerin zaman içerisinde, köy ve kent merkezlerinin sıcaklığını
yansıtan ve insanların bir araya toplanmak için de kullandıkları mezarlıklardan
alınarak “dış”a doğru atıldıklarına dikkat çeker ve “yeni kentler veya çağdaş
metropollerde gerek fiziksel mekân gerekse zihinsel mekân anlamında ölüler için
öngörülen hiçbir şey”in olmadığını söyler (Baudrillard 2009, s. 246).
Ölümün/ölümlülüğün üstesinden gelemeyen modernite, bu büyük gerçeği
göz önünden ve zihinden uzaklaştırma yollarını arar. Onu başa çıkılabilir küçük
parçalar halinde “akla uydurma”ya çalışır.
Ölümün metafizik boyutuyla ilgilenmeyen modern insan için ölüm artık
evcil
değildir.
“Kalabalıkların”
mutluluğunu
düşünen
modern
zamanın
“yönlendiriciler”i ölümü vazgeçilmez bir tüketim aracı olarak görürler (Bauman,
2000, s. 48).
Ölüm fikrini “öldüremeyen” modern insanın, bu “gerçek” karşısında
başvurduğu çareler vardır. Baudrillard, batı kültürünün tümüyle sağlıklı olma yani
yaşamı ölümden temizleyip kazıma üzerine oturtulduğunu söyler. Ölümü her ne
pahasına olursa olsun sterilize etmek, örtmek, gerekmektedir (Baudrillard 2009, s.
252).
Modernitenin ölümü yapı sökümüne uğratması ölümlülüğü ortadan
kaldırmamıştır. Onu beğenilmeyen, çıplak, önemini kaybetmiş bir durumda
bırakmıştır. Ölüm yaşamın üretilme sürecinde atıktan başka bir şey değildir, bir
yabancıdır; modern yaşamın “öteki” sidir. Ancak modern yaşamın “öteki” si olmak
gariptir; çünkü modernitenin bütünüyle kendine özgü bir biçimde kendisinin
“öteki” siyle başa çıkma yöntemleri vardır (Bauman, 2000, s. 61).
Ölümün gözden uzak tutulması nesnel anlamda elbette mümkün değildir.
Ancak onu başka biçimlerde ve sürekli göz önünde tutarak sıradanlaştırmak ve
geleneksel anlamına dayalı algılanışını ortadan kaldırmak mümkündür. Bunun en
uygun yolu her anı tüketim toplumunun bir noktasına bağlanarak yaşama ait
kılınmış bireyin, bu tüketim çemberi içerisinde ölüme bakışını değiştirmektir.
Meta üretiminin gelişmesi ve genelleşmiş meta üretiminin veya
kapitalizmin ortaya çıkması, ölüme ilişkin tavırları derinlemesine değiştirmiştir.
İlkel toplumlarda ve hâlâ esas olarak kullanım değerleri üretime dayalı olan
toplumlarda ölüm, doğanın bir sonucu gibi, insanların kendilerini hazırlamak
zorunda oldukları bir şey gibi görülür. İnsanların, bir parçası oldukları ailelerinin
ve toplumsal grupların gösterdikleri dikkat ve ilgi de buna yardımcı olur. Bu
sistemde ölüm yaşamın doğal bir sonucu olarak kabul edilir. (Mandel, 1985, s. 54).
Değer, tüketim ve iletişim yapılarının değişmesinden dolayı toplumdaki
yabancılaşmış birey, hem kazancının hem de tüketiminin merkezinde duran
“bedenin bütünlüğünü”, önemli görmenin ötesinde bir tür takıntı haline getirmiştir.
Bu sebeple artık ölümün, yaşamın kaçınılmaz bir sonu değil de afet türünden bir
kaza olduğu fikrindedir. Üstelik bu fikrini destekleyecek biçimde, kazalar artan
oranda ölüm sebebi olmaya başlamıştır. Böylece trafik kazaları, savaşlar, yeni
hastalıklarla gelen ölüme yönelik oluşan bilinçte ve modernizmin ölüm
ideolojisinde kazaya bağlı ölüm ontolojik ölümün yerini almıştır. Modern
toplumun bireyi için ölümün kendisi değil üzerinden bir türlü atamadığı korkusu
önemlidir.
Her şeye çözüm bulan modern toplumun kurucu aklı bu korkuya da bir
çözüm bulmalıdır. Kaza olarak görülen ölümün trafikte veya hastalıkta ortaya
çıkması kontrol edilmesi kolay ve derinlemesine psikolojik açılımı olmayan
mekanik bir durumdur. Oysa öldürülmeye yönelik korku hem psikolojik arka planı
olan karanlık bir alanı hem de rekabete dayalı bireyin bir tür yenilgisini ifade ettiği
için daha güçlü ve dramatik bir etki bırakmaktadır. Bu tür ölüm hem iki bireyi karşı
karşıya getirmekte hem de bedenin bütünlüğüne yönelik kasıtlı bir durumu
içermektedir.
Bu
biçimde
ölüm,
genel
anlamda
uyumsuzluk
olarak
niteleyebileceğimiz bir eylemin sonucu olarak değerlendirilebilir. Bununla birlikte;
ahlakla, toplum düzeniyle, geçim sıkıntısıyla, intikam duygusuyla, cinsellikle,
geçmiş anılarla, hak ihlaliyle,
inançla, hayal kırıklığıyla ve benzeri birçok
psikolojik ve sosyal etkene bağlı olarak gelişir. Dolayısıyla dikkat çekicidir. Bu
sebeple bir edebi türün temel konusu olmuştur. Böylece modernizmin, ölüm
korkusunu kullanacağı ve onu bir tür eğlenceye dönüştüreceği yeni bir birleştirici
alan ortaya çıkmıştır; polisiye roman (Porter, 1981, s. 260).
Polisiye romanın tarihi toplumsal bir tarihtir ama aynı zamanda ölümün
toplumsal bir tarihidir de. İlkel toplumlarda doğanın bir sonucu olarak kabul edilen
ölüm, modern toplumda “afet kabilinden kaza”18 kabul edilir ve tabii burjuvazinin
emek ve kazancın aleti olan beden bütünlüğüne karşı en büyük tehlikedir,
dolayısıyla en büyük korkudur. İşte bu ölüm korkusunda bulur polisiye roman
ideolojisini. Bu ideoloji şöyle ifade edilebilir:
“Düzensizliğin, düzene kavuşması, düzenin düzensizliğe dönüşmesi, irrasyonelliğin
rasyonelliği yerinden etmesi, irrasyonel altüst oluşlardan sonra rasyonelliğin
yeniden sağlanması.” (Mandel, 1985, s. 64)
Polisiye romanın ortaya çıkışından itibaren temel özellikleri değişmemiştir.
Zaman içerisinde ortaya çıkan “katil kim?”, “kara roman”, “hard boiled”, “şüphe
romanı” farklı sosyal dönüşümlerin yansımasını ifade etmiştir. I. ve II. Dünya
Savaşı sonrası toplumsal değişimler, suçun yapısal değişim süreciyle iç içe bir
bütünlükle ortaya konulmuştur.
Aslında ilk geleneksel “katil kim?” romanlarındaki toplumdan soyutlanmış,
yalnızca analitik zekâyı vurgulayan eserlerden bugünün türdeş romanları pek çok
toplumsal sorunu irdeleyen eserler durumuna gelinmesi temeldeki suça
kriminolojik nesnel yaklaşımı ortadan kaldırmamıştır. Farklı polisiye türleri ve
onlardaki farklı sosyal vurgular ne kadar değişirse değişsin temeldeki ölüm
olgusuna, suçluya ve suça bakış açısı hiç değişmemiştir. Adeta dönemin
koşullarına göre belirli dozlarda değişimin ana eksenine ilişkin olaylar ön plana
çıkarılarak polisiye roman kendine daha güçlü bir konum ve esnek bir yaklaşım
biçimi geliştirmiştir.
Geniş halk kitlelerinin sanayi toplumunun ilk evrelerinde kente göçü ve
kentsel ortamdaki çaresizliği içinde ölüm olgusu kent soylu dedektifin sokaklarla
yan yana ama iç içe olmayan soyutlanmış ve pozitivist tavrıyla karşılanırken, I.
Dünya Savaşından sonra yıkık kentlerin toplumsal bunalımdan sayfiye evlerine
kaçan soyluların ve yeni zenginlerin peşi sıra cinayet olgusunu takip edecek yeni
ve soyutlanmış alanlar aramaya devam etmiştir.
Polisiye roman aslında savaşlarla yıkılmış kent olgusunun ardından ortaya
atılan bir ütopyanın arındırıcı ve saflaştırıcı eli gibi hareket eder. Söylem yeni
kurulan sistemin kötülükle mücadelede yoluna devam ettiği ve yeni yaşam
modelini
oluşturan
modern
toplum
pratiklerinin
bu
arındırmayla
uygulanabileceğidir.
Oysa modernizm ölüm algısının deformasyonunda ve “gerekli şiddet”
algısının öğretilmesinde çok sayıda dezenformasyon araçlarını kullanmaktan
çekinmeyecektir. Aslında tüm ülkelerde polisiye romanda işlenen tarzda
tasarlanmış ve suçlunun mutlak cani olduğu cinayetlerin oranı genel içinde yüzde
3’ü geçmemektedir. Geri kalan tüm suçlarda sosyal yapıdaki aksaklık ve
yetersizlikler büyük oranda etkilidir. Polisiye romanda ise suçun sebebi her zaman
cani katilin takıntıları veya çıkarları olarak işlenecektir.
Polisiye romanların toplumsal konulara yaklaşımını bu bakış açısı içerisinde
değerlendirecek olursak öncelikle klasik dönem sonrası polisiye romanlarını ifade
eden “katil kim?” tarzının olaylardaki insani etkenlerden uzak olduğunu
belirtmemiz gerekir. Bu romanlarda gerçek sorun, bütün yönleri ve anlamıyla suç
değil ölüm ve muammadır. Asıl olan suçlunun karşısına analitik zekayı çıkarılması
yoluyla, formel olarak suçun kanıtlanmasıdır. Bunlar gerçek insanlardan ve gerçek
insan tutkularından, çatışmasından hemen tümüyle yabancılaşmış, soyut yapıtlardır
(Mandel, 1985, s. 42).
Bu romanların dedektifleri çoğunlukla üst sınıfa aittir. Dorothy L. Sayers’ın
kahramanı Lord Peter Wimsey, John Dickson Carr’ın dedektifi Sör Henry
Merrivale saygın soylulardır. Philo Vance, Hercule Poirot, Nero Wolfe kent soylu
seçkinci karakter özelliklerini yansıtırlar. Sayers’in dedektifi Lord Peter’in
“Yakalanan katiller başarısız olanlardır, gerçek anlamda başarılı olanlar
yakalanmaz” şeklindeki ironik ifadesi aslında toplumsal olana kayıtsız bir türün
kahramanının itirafı gibidir. Aynı biçimde İlk örneği 1860 yılında ABD’de
verilmeye başlanan “dime novels” öyküleri gerçek toplumsal sorunlardan bir kaçışı
ifade etmiştir. Bir yanda toplumsal sorunlardan kaçış varken diğer yanda toplumsal
yaşamın en çarpıcı parçası olan cinayetin ana konu haline dönüşmesi bir tür
çelişkiyi ifade etmez. Tam olarak yapılan zaten ölümün toplumsal gerçekliğinden
uzaklaştırılması ve başka bir uzamın parçası olarak sunulmasıdır. Ölümün
şeyleştiği nokta burasıdır.
Ölüm üzerine kurulu bir edebi tür olan polisiye romanda ölümün
şeyleşmesi, ölümün bir bulmacanın nesnesi olması noktasında başlar. Klasik
polisiye genel olarak “suç”a değil özellikle cinayete dayanır. Nitekim polisiyenin
manifestosu sayılan S. S. Van Dine'ın “Polisiye Romanın Yirmi Kuralı” adlı
makalesinde yedinci madde “Cesetsiz polisiye roman yoktur” diye başlar, “Bir
cinayet bile sunmadan üç yüz sayfa okutmak, bir polisiye roman okuruna karşı
fazla titiz davranmak olur” biçiminde devam eder (Vanoncini, 1995, s. 124-128).
Polisiye, ölümü son olmaktan çıkarıp başlangıca alarak onun nihai
kudretini yadsır. Zaten önemli olan “ölüm” değil; “Kim öldürdü?” sorusudur. Ölüm
adaletle adaletsizlik, düzenle anarşi, kanunla suç arasındaki kovalamaca için bir
gerekçe olmaktan başka bir önem taşımaz. Yas acısı ise yine “Kim öldürdü?”
sorusunun meraklı rüzgârında dağılıp gider. Roman ilerledikçe suçlunun yakalanıp
düzenin ve yasanın yeniden kurulması ihtiyacı, birinin ölmüş olduğu gerçeğini
bastırır ve suçlunun yakalanmasıyla birlikte “zafer bayrağı göndere çekilir”. Zafer,
ustaca bir algı yanıltmasıyla ölüme karşı da kazanılmış duygusunu uyandırır
(Eroğlu, 2009, s. 16).
Bunların temelinde pozitivist bakış açısının ölümü şeyleştirirken aslında
tüm insan ilişkilerini şeyleştirmesi durumu yatar. İlk büyük polisiye roman
yazarları bu anlayış içinde değerlendirilmelidir. Nitekim polisiye türünün öncüsü
sayılan Conan Doyle’un, hastalıkların tanısında tümdengelimsel yöntembilim
kuramının savunucusu ve her şeyden önce çıkarsama gücüne önem veren biri
olarak bilinen, Edinburg Üniversitesi’nde profesör olan John Bell’den ders almış
olması, özgün polisiye romanla modern toplumun makineler, doğa bilimi ve
şeyleşmiş insan ilişkileri arasındaki bağı açıklar niteliktedir.
Benzer biçimde, 16 Temmuz 1856 tarihli Journal’de, Edger Allan Poe için
yayımlanan bir yazıda “o şeylerin insanlardan daha önemli bir rol aldığı bilimsel ve
analitik edebiyata öncülük etmektedir” tanımlaması yapılacaktır. Bu ifadenin
yazılmasından yaklaşık yüz yıl sonra Pierre Boileau ve Thomas Narcejac, polisiye
romanın esas olarak yazgı tarafından yönetilen “insanları eşyalar gibi” ele aldığını
iddia ederek aynı görüşü ortaya koyacaklardır (Rzepka, 2005, s. 51-52).
Polisiye romanın da içinde bulunduğu süreçte gerçekten de modern
toplumda insan ilişkileri ölçülebilir, deneysel olarak kestirilebilir duruma gelmiştir.
Parçalanıp bileşenlerine ayrılır, nesnel olgularmış gibi analiz edilebilir duruma
indirgenmiştir. Böylece analitik akıl sentezci akla egemen olmuştur. Analiz ve
sentez arasında dialektik bir denge düşünülemez hale gelmiştir. Polisiye roman, en
saf biçimiyle analitik aklı yüceltme olarak görülebilir.
Ernest Mandel polisiye romanın ideolojisi bağlamına uygun bir ölüm
tanımlaması yaparken, ölümü arada sosyoekonomik yapılarca belirlenen toplumsal
koşulların bulunduğu bir felaket olarak tanımlayıp sebeplerini ve ölüm anını büyük
ölçüde toplumsal koşullara bağlamıştır. Dolayısıyla ölümün toplumsal tarihinin,
yaşamın toplumsal tarihi hakkında değerli bir bilgi kaynağı olabileceğini ileri
sürmüştür. Polisiye romanın yansıttığı ölümün anlamlandırılışı da bu bilginin
içeriğiyle yakından ilgilidir (Mandel, 1985, s. 54).
Thomas Boileau ve Pierre Narcejac Le Roman Policier adlı eserinde
dedektif romanının ideolojisinin kökünde korkunun yattığını iddia etmektedirler.
Ama korku, özellikle ölüm korkusu, insanlık kadar eskidir. Bu durum polisiye
romanın neden M.Ö beşinci yüzyılda veya Rönesans sırasında ortaya çıkmadığını
açıklayamaz (Laver, 1982, s. 55).
Polisiye roman, özel türden bir ölüm korkusu gerektirir; Bu korkunun
kökleri açıkça modern toplumun koşullarında bulunmaktadır. Bir kaza olarak
görülen ölümden duyulan tedirginlik, şiddete bağlı ölümden tedirginlik duymaya
ve dolayısıyla cinayetten (suçtan) tedirginlik duymaya yol açmaktadır.
Ölümün polisiye romandaki şeyleşmesi, insan yazgısıyla ilgili zihin
uğraşının yerine cinayetle ilgili zihin uğraşısının konmasına varmıştır. Klasik
edebiyatta meydana gelen cinayetlerle polisiye romandaki cinayetleri birbirinden
ayıran taraf budur. Ama cinayeti zihin uğraşısı yapmak, belli nesnel kuralları,
hukuk düzeni, bireysel güvenliği (kişi ve ailesinin sınırlı bölümündeki emniyeti) iz
sürme ve kanıt değerlendirme eğlencesinin nesnesine dönüştürmektir. Cinayet ve
kişisel güvenliği böylesine bir bulmacaya indirgemek, kaçınılmaz olarak temel bir
iyi kötü ayrımına götürür; kişisel güvenlik tanım gereği iyidir; ona yönelik bir
saldırı da niteliği gereği kötü. Psikolojik analize, insan dürtülerinin ve davranışının
karmaşıklığı ve muğlaklığına bu basit ayrımda yer yoktur. Bu postülat polisiye
roman karakterlerinin mekanik ve formel olarak iki kampa bölünmesine dayanır:
kötü (suçlular) ve iyi (dedektif ve/veya polis) (Laver, 1982, s. 72).
Polisiye
romanın
evreninin
aşırı
kutuplaşmasına
ölümün
insansızlaşmasının esasını oluşturan “iyi ve kötünün kişisizleştirilmesi” eşlik eder.
Polisiye, iyi ve kötü, gerçek insanların karmaşık kişilikleriyle cisimlendirilmez;
Tutkular ve iradeler kavgası zekâlar arası bir çarpışmanın nesnesi durumuna
indirgenir. İpuçları keşfedilmelidir çünkü izler bulunmuştur. İnsanların çatışması
yerine soyut zekâlar arasında rekabet vardır. Çatışmanın bu sunumu ölümün
şeyleşmesini, insan yazgısının şeyleşmesi olarak yansıtır.
Ölümün şeyleşmesi bir tür okuma ve algılama sürecinde bilinçte yer eder.
Polisiye romanın kurgusal işleyişi ele alındığında okuyucu, yazar ve roman
kurgusu içinde işleyen bir sistemle karşılaşırız. Burada bir yandan gerçeklik olgusu
eğlenceye dönüştürülürken diğer yandan bireyin topluma ilişkin temel yargıları
üzerinde yapılan bir tür yeniden kodlama söz konusudur. Polisiye roman
okuyucusu romanın olaylar zinciri içerisinde dedektif karakterini romanın yazarıyla
özdeşleştirir. Kahraman ve yazar arasındaki bu ilişkilendirme beraberinde bir
güveni de getirir; yazardan polisiye romanın kurallarına uyması, tutarlı, mantık
zinciri sağlam, zekice kurgulanmış, şaşırtıcı bir son beklenir. Yazarın yetenekli ve
romanın değerli oluşu bu ölçütlere göre değerlendirilir. Okuyucu romanın gizemini
çözme iddiasında bir dedektif gibi düşünür. Aslında yazarın istediği de budur.
Dolayısıyla polisiye roman okunduğu anda üç dedektif vardır; yazar, romanın
kahramanı olan dedektif ve okuyucu. Bu ortak payda beraberinde bir görüş birliğini
de ortaya çıkarır.
Bir ölçüde sosyal koşullara önem veren Kara Roman türünde bile tartışılan
suçun kendisi ve onu oluşturan sosyal koşullar değildir. Sorun suçu kimin
işlediğidir.
Cevabın
bulunmasının
gerekliliği
ise
tartışmasızdır.
Üstelik
yapabiliyorsa okuyucunun dedektiften önce suçluyu tahmin etme gibi bir
özgürlüğü de vardır. Bütün bu eğlenceli ve paylaşımlı okuma süreci aslında
toplumda sosyal açıdan çok önemli ve ciddi olan bir konu üzerine inşa edilmiştir. O
da “ölüm”dür.
Eğlence ve heyecanlanma konusu durumuna indirgenen ölümün polisiye
romanda meydana geliş biçimi olan cinayet, toplumun suç oranı yüksek
metropollerinde yalnızlaşmış bireylerin evlerinin çok kilitli dış kapılarının ardına
bıraktıkları korkularıdır. Polisiye roman kontrollü biçimde bu korkuyu kullanır.
Polisiyenin ölümü şeyleştirmesi aslında tüm anlam kategorilerinin
sebeplerinden ayrıştırılarak prestij kazanma ve eğlence ikilisine koşulmuş
toplumlara yeniden kodlanarak sunulmasının bir parçasıdır.
Sosyal
norm
ve
değerler
etrafında
birleşmiş
toplum
yapısının
dönüştürülmesi aslında öncelikle bu norm ve değerlerin temel öncüllerine ilişkin
anlam kaymalarının ortaya koyulmasıyla mümkün olmuştur. Doğrudan norm ve
değerlere yapılacak müdahalenin oluşturacağı tepki de böylece dağıtılmıştır. Bu
süreçte ölüm ritüellerine saygı gösterilmiş ancak ölüm algısı üzerinde zamana
yayılmış bir bozulma gerçekleştirilmiştir. Ölümün çarpıcılığının yerini kanıksanmış
bir sıradanlık almaya başlamıştır. Canlı yayınlardan spor karşılaşması ruhuyla
savaşlar seyredilmiştir. Bir çocuk, günde, sanal oyun veya haber mahreçli 300’den
fazla ölümle karşılaşarak büyümeye başlamıştır. Toplumda ölüme karşı ortaya
çıkan tutum değişiklikleri kolayca tüketim alışkanlıklarına dönüştürülmüştür.
Düzenlenen oyuncakların yerine yıkıcı kahramanlar almıştır. Popüler kültürün
tüketim dünyasında, insan kafatası tişörtlerin ve vites kollarının süsü haline
dönüşürken, internet sayfalarında sayısız ölüm görüntüleri müzik klipleriyle aynı
ortamda paylaşılmaya başlanmış. Edebiyatta ise daha sofistike bir zevk olarak
sunulan “neden öldürdü” (bir toplum sorunsalı olarak ölüm nedeni değil kurgusal
yakın nedeni) veya “kim öldürdü” eğlencesi kanıksanmış bir “olabilirlik” içinde
zihinlerde yerini almıştır.
Polisiye roman popüler bir edebiyat türü olarak ölüm algısının
değişmesinde farklı etkenlerden sadece biri olarak görülmeli modernitede ölümün
yeri çok yönlü bir araştırmanın konusu olarak değerlendirilmelidir.
KAYNAKÇA
BAUDRILLARD, J. (2009). L’echange Symbolique et la mort. Paris: Gallimard
(1976). Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm. (O. Adanır, Çev.).
İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.
BAUDRILLARD, J. (2003). Simulacred and Simulation. Paris: Galilee. (1981).
Simulakrlar ve Simülasyon. (O. Adanır, Çev.). Ankara: Doğu
Batı Yayınları.
BAUMAN, Z. (2000). Mortality Immortality and Other Life Strategies.
Cambridge: Polity Press. (1992). Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer
Hayat Stratejileri, (N. Demirdöven, Çev.). İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
BEWES, T. (2008). Reification or The Anxiety of Late Capitalism. London: Verso.
(2002). Şeyleşme: Geç Kapitalizmde Endişe. (D. Soysal, Çev.).
İstanbul: Metis Yayınları.
EROĞLU, Y. (Haziran 2009). Ölümü Nesneleştiren Edebiyat: Polisiye. Kitap
Zamanı, 41, 16-21.
LAVER, Michael. (1982). The Crime Game. Oxford: Martin Robertson Publishing.
OSKAY, Ünsal (1982). Çağdaş Fantazya, Ankara: Ayko Yayınları.
MANDEL, E. (1985). Delightful Murder: A Social History of the Crime Story.
Lancashire: Pluto Press (1984). Hoş Cinayet. (N. Saraçoğlu, Çev.).
İstanbul: Yazın Yayıncılık.
PORTER, Dennis. (1981). The Pursuit of Crime: Art and Ideology in Detective
Fiction. London: Yale University Press.
RZEPKA, C. (2005). Detective Fiction. Cambridge: Polity Press.
VACONCINI, A. (1995) Le Roman Policier. Paris: Presses Universitaires de
France (1993). Polisiye Roman. (G. Üstün, Çev.). İstanbul İletişim
Yayınları.

Benzer belgeler

batı edebiyatında polisiye romanın gelişimi sürecinde düşünsel ve

batı edebiyatında polisiye romanın gelişimi sürecinde düşünsel ve toplama, suçluya verilecek hükmün dayanağı olarak işkenceyle alınmış itirafların yerini mahkeme tarafından kabul edilebilir resmi kanıt almıştır. Böylece bilim, “büyü” ve kısmen de olsa irrasyonell...

Detaylı

Pera-Blätter Orient-Institut Istanbul

Pera-Blätter Orient-Institut Istanbul soruşturulmasının (aydınlatılması şartı olmaksızın) bulunması talebini ortaya koyabiliriz. Üyepazarcı George Simenon’un (1903-1989) birçok romanının suç unsuru içermelerine rağmen, yazar her şeyden...

Detaylı