PDF olarak indir
Transkript
PDF olarak indir
Kaybettiğimiz Masumiyetimiz 4 İbrahim Gazioğlu Avrupa Solunda Yön Arayışları Ülkemizde İktidar Çatışması Kadın Erkek İlişkileri Forumu 8 Mehmet Ali İbrahim Gazioğlu Kadın ve Demokrasi Platformu Söyleşisi 16 Yaşar Kemal ve Rıfat Ilgaz üzerinden Sanat ve Sınıf İlişkisi 28 Veli Reçber Mezopatamya’da Şeytan’ın Kısa Tarihi Mecelle Üzerine 38 Esma Memi 40 Serkan Alpkaya Türk Fantastik Sineması 50 Seyfi Demirci Meçu 26 Rabindranath Tagore 32 Sibel Naz Karabağ Savaşı Hocalı Katliamı ve Gregoryan Ruhu 42 Velican Polat 6 Yrd. Doç. Ozan Örmeci Kadın Cinayetleri ve Günümüzün Ahlak Anlayışı 18 Şebnem Yeşiloğlu Bir Suriye Romanı’nın Hikayesi 34 Eser Alpkaya Prof. Dr. Emin Gürses Söyleşisi 10 Mahvolan Kadınlık 19 Hacer Kara Zamanın Kısa Tarihi Stephan Hawking Yüzleşme İslamafobi 44 Ayşegül Öztürk 36 Alican Ekren Bir Sürdürebilir Tehlike olarak Hidroelektirik Santraller 46 Gözde Çevikaslan Doğu Batı Eksininde Kadın Algısı ve Özgürlükler 21 Furkan Çavga Müslüman Ülkelerde Müslüman Olmak: İdeoloji 37 Fatih Rıfat Eymir Haya(t-l)i Sohbetler III : Yalancı Tanrı 48 Osman Erbasan Hepiniz Aynısınız Kişisel Gelişimde Pratik Yöntemler Veysel Onur Şahin 56 Mehmet Baltacı 49 Üçüncü Adım Kaybettiğimiz; Masumiyetimizdi! Künye Editörler Velican Polat Polina Cengiz Pelin Gül Hacer Kara Serkan Alpkaya Osman Erbasan Erdem Çayan Kültür - Sanat Sibel Veldet Şebnem Yeşiloğlu Sinema Televizyon Seyfi Demirci Halkla İlişkiler İbrahim Gazioğlu Mali Havuz Aykut Beylan Mesut Ayhan Organizasyon Recep Sütçü Abuzer Ordu Dış İlişkiler İrieda Hamzaj Grafik Tasarım Kenan Yakup Ercan Şahin Yayın Yönetmeni Eser Alpkaya Yazı İşleri Müdürü Muhip Üzümcüoğlu Akademik Danışman Arş. Gör. Fahriye Keskin Karagöl 4 Kaybettiğimiz bir şey var adına mutluluk diyorlar. Ne kapitalizm, ne sosyalizm, ne liberalizm, ne de bir başkası bize bu kaybettiğimiz şeyi vermiyor. Din, ahlak, siyaset, felsefe vb. her ne varsa, hepsi doğruya bir yerden dokunmuş olan, mutlak yanlışları ile bizleri parçalamakta… Suçlu kim? Hayatta iyi ve güzel olan ne var ki; kişisel çıkar, vahşet ve katliamların arka planı ya da ön cephesi olmuş ya da yapılmamış olmasın… Masumiyetimizi kaybettik! Bunun cezası olarak doğallığımız bozuldu. Kaybettiğimiz mutluluğun doğal yaşamdan çıkmış olmak olduğunu anlayamayıp, sürekli mutluluk arayışımız içinde yapay icatlar yapıp, bütünü parçaya tercih ettik… Mağara duvarlarına resim çizdiğimiz zamanlar daha mutlu, özgür ve kaliteli yaşıyorduk, ve daha şefkatliydik. Çünkü daha masumduk… Afrika’daki yarı çıplak yerliler, Toroslarda ki Yörükler bizden daha mutlu, fakat biz bir kere bekaretimizi kaybettik! Artık buradan dönüş yok…! Bu kadar yapaylığın içinde nasıl doğal davranabiliriz? Hitler vari birisi çıkıp toplumu bir “kısa devre” misali “biz” bilincinde birleştiren mastürbasyonlar çekse bile bunlara inanmayın! Diogenes’in protestosu daha köklü ama o iradeyi ne kadarımız sergileyebilir? Üstelik yüzyıllar öncesinden o bile başaramamış ve medeniyet adı altındaki yapaylık almış başını gitmiş… Velhasıl kelam, artık bir kere raydan çıktık! Yani geri dönemeyiz! Bir kinli rekabet içine girdik. Bir nevi Hobbes’in dediği gibi herkesin herkesle savaştığı bir dünyadayız! Böyle bir dünyada yaşamın anlamını sorgulamaya bile gerek yok. Çünkü kaybettiğimiz şeyi asla bulamayacağımız yerlerde arıyoruz. Bu durumda dünya doğumdan ölümü bir tiyatro sahnesi ve perdelerin kapanmasını bekleyeceğiz. “Günler şu heyulayı da er geç silecektir… Sessiz yaşadım kim beni nereden bilecektir.” diyen Mehmet Akif’in bile unutulduğu bir yerde bizim ne ehemniyetimiz olur? “Baki kalan şu gökkubbede hoş bir seda imiş…” desek oda yok… Bir kara lanet gibi çöktü üzerimize medeniyet denilen kısır mutsuzluk … Nietzsche’nin deyimiyle kum tepeleri artıyor… Her yer doğallığın takliti yapaylıkla dolup taşıyor! Bu durumda ölümden korkmamalıyız; “zincirlerimizden başka kaybedecek neyimiz var ki?” Aslında daha söyleyecek çok sözüm var ama; cebimde bir ekmek parası ancak var iken “çiçeklerle dolu dallar utansın” deyip son noktayı koyuyorum. Yazı göndermek temsilcimiz olmak ya da bağışta bulunmak için bizimle iletişime geçebilirsiniz. E-Posta: [email protected] Tel: 0506 326 36 57 0534 510 00 40 Merkez: Sakarya İbrahim Gazioğlu Sakarya Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi i adım b lgi f kir DAYANIŞMANIN GÜCÜ ADINA!!! Yrd. Doç. Ozan Örmeci Girne Amerikan Üniversitesi [email protected] AVRUPA SOLUNDA YÖN ARAYIŞLARI Yunanistan’da 25 Ocak 2015 tarihinde düzenlenen genel seçimlerden Aleksis Çipras’ın lideri olduğu ve sosyalist dünya görüşünü savunan Radikal Sol Koalisyon – SYRIZA’nın zaferle çıkması, Avrupa solunda yaşanan ideolojik yenilenme tartışmalarını alevlendirdi. Bu yazıda Avrupa solunda son dönemde yaşanan bu tartışmalar ışığında farklı ülkelerde uygulanan farklı sol modelleri inceleyecek ve Türkiye’deki sosyal demokrat hareketin (daha çok Cumhuriyet Halk Partisi çevreleri) izleyebileceği en iyi yol üzerinde tartışacağım. Avrupa solunda bugün için iki temel yaklaşımdan söz etmek doğru olacaktır. Bunlar; Avrupa Parlamentosu’nda Avrupa Sosyalistler Partisi (Party of European Socialists – PES) çatısı altında temsil edilen sosyal demokrat çizgideki demokratik sol ve sosyalist-komünist çizgideki partilerin bir araya geldiği Avrupa Solu Partisi (European Left – EL) çatısı altında temsil edilen radikal sosyalist soldur. Bu doğrultuda Fransa’da iktidarda olan Sosyalist Partisi (PS), Almanya’da koalisyonun küçük ortağı olan Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD), İtalya’da iktidarda bulunan Demokratik Parti (PD) ve İngiltere’de Mayıs ayındaki genel seçimlere favori olarak giren İşçi Partisi (LP) demokratik solun temsilcileri olarak sayılabilecekken, Yunanistan’da sansasyonel bir seçim zaferi kazanan SYRIZA, Almanya’dan Sol Parti (Die Linke) ve Fransız Komünist Partisi radikal sosyalist siyasi yapılar olarak örnek gösterilebilir. Bu iki başlıca sol grup arasındaki çelişkilerin temelinde serbest piyasa ekonomisine duyulan güven ve devletin piyasaya müdahale etme gereksinimi konusundaki farklı görüşler bulunmakla birlikte, dış politika, güvenlik politikaları, kültür politikası ve daha birçok konuda da farklılıklar son dönemde somutlaşmaya başlamıştır. 6 Demokratik sol, piyasa müdahaleciliğini -Keynesçi yaklaşımın zayıflamasıyla birlikte- son yıllarda iyice arka plana atmışken, sosyalist solda özellikle SYRIZA’nın zaferi sonrasında müdahalecilik eğilimleri giderek artmıştır. Örneğin, şimdilerde sosyalist sol adına başarılı bir grafik sergileyen SYRIZA’nın programına bakıldığında; serbest piyasa ekonomisine doğrudan müdahale olarak okunabilecek ülkedeki asgari ücretlerin yükseltilmesi, bankaların sermaye yapısının yeniden düzenlenmesi (recapitalization) ve bankaların borçlarının ertelenmesi gibi bazı tartışmalı uygulamalar bulunmaktadır. Oysa demokratik sol çizgide, serbest piyasa ekonomisi artık çok büyük oranda kabul edilmiş ve daha çok geçmişte Alman Ordoliberallerinin dile getirdiği şekilde, serbest piyasa düzeni içerisinde büyük sermayenin yarattığı haksız rekabet koşulları (market imperfection) eleştiri konusu yapılmaktadır. Bu nedenle Ordoliberalizm’e benzer şekilde, modern Avrupa sosyal demokrat çizgisi açısından devletin ekonomideki müdahaleci değil, ancak düzenleyici rolü, serbest piyasa ekonomisinin sağlıklı işlemesi açısından faydalıdır. Bu noktada ilgili kişiler, Ordoliberalizmin Keynesçilik’ten farkını merak edebilirler. Ancak mesele daha yakından incelendiğinde, Keynesçilerle Ordoliberallerin temel farkının; Keynes taraftarlarının devlet müdahaleciliğini üretim ve tüketim bağlamında da ele almaları, oysa Ordoliberallerin i adım b lgi f kir yalnızca hukuk (tekelleşme karşıtı yasalar vesaire) ve vergi politikaları yoluyla piyasanın düzenlenerek ve serbest piyasaya daha uygun koşulların yaratılmasını tercih etmeleri olduğu kolaylıkla görülecektir. İngiltere, Almanya ve Fransa’daki köklü sol partilerin giderek bu çizgiye doğru evrilmelerini beklemek doğru ve yerinde gözükmektedir. Zira ekonomik krizden henüz tam anlamıyla çıkamayan Avrupa ekonomileri, bir de radikal sol talepler karşısında ekonomiye müdahale girişimlerinde bulunurlarsa, küreselleşme ortamında çok daha verimli pazarlar bulmaları mümkün yabancı yatırımcı ve ulusal sermayeyi ürkütmeleri ve dolayısıyla ekonomik başarısızlığa uğramaları sonucu yaşanabilir. Elbette bu noktada ideolojik farklılıkların ötesinde ülkelerin kendilerine özgü koşulları da dikkate almak gerekir. Yunanistan gibi 320 milyar avroluk devasa borcu bulunan bir ülke açısından, radikal sol taleplerle Avrupa’nın büyük ağabeylerinin karşısına çıkmak ve dış politikada Rusya Federasyonu yanlısı sinyaller vermek, belki de pazarlık masasında bu ülkenin elini güçlendirebilecek bir koz durumundadır. Keza işsizlik oranlarının son yıllarda çok yükseldiği ve SYRIZA’ya benzer şekilde PODEMOS adlı radikal sol bir partinin hızla güçlendiği İspanya açısından da bu durum benzer bir anlam ifade edebilir. Ancak bahsi geçen Güney Avrupa ülkelerine kıyasla makroekonomik veriler açısından çok daha iyi durumdaki büyük Avrupa devletlerindeki sol partiler için, piyasanın işleyişine -tekellerle mücadele dışında- müdahale etmemek ve liberallerin de desteğini alarak muhafazakar bloğun karşısına daha güçlü çıkmak, şimdilik daha akılcı bir strateji olarak gözükmektedir. Zira İngiltere ve Almanya gibi ülkelerdeki deneyimlere bakıldığında, genelde liberal çizgideki partilerin muhafazakar partilere destek olarak onları iktidara taşıdıkları görülmektedir. Örneğin, bugün İngiltere’de muhafazakarları iktidara taşıyan güç, liberal demokratların koalisyon ortaklığı olmuştur. Bir önceki dönemde Alman- ya’da da benzer bir koalisyon hükümeti söz konusuydu. Dolayısıyla sermaye çevrelerinden de destek aramak ve solun karşısına piyasadan çok muhafazakarlığı koymak, kanımca Avrupa solu açısından çok daha akılcı bir iktidar arayışı formülü olacaktır. Türkiye perspektifinden bakıldığında ise, elbette ilk olarak giderek muhafazakarlaşan toplum yapısı nedeniyle sol değerlerin zayıflamasının demokratik solu (CHP çevreleri) zor bir döneme soktuğu tespiti yapılmalıdır. Ancak böyle bir dönemde laik çizgiden vazgeçilmesi, asla doğru bir strateji değildir. Bundan daha ziyade, merkezde konumlanan seçmenlerin desteğini aramak ve sermaye çevrelerine güven telkin eden piyasa ile barışık bir sol model ortaya koymak, başarı şansı daha yüksek bir formül gibi gözükmektedir. Kaynakça: 1 “Qu’est-ce que Syriza, le parti antiaustérité qui progresse en Grèce ?”, Le Monde, Erişim Tarihi: 17.02.2015, Erişim Adresi: http://www.lemonde.fr/europe/article/2014/12/29/qu-est-ceque-syriza-le-parti-anti-austerite-qui-progresse-en-grece_4547085_3214.html 2 Ordoliberalizm, adını 1948 yılında Freiburg Okulu (Freiburger Schule) temsilcileri Alman ekonomistler Walter Eucken (1891-1950), Hans Großmann-Doerth (1894-1944) ve Franz Böhm’ün (1895-1977) birlikte çıkarmaya başladıkları ORDO (Jahrbuch für die Ordnung von Wirtschaft und Gesellschaft) dergisinden alır. Günümüzde de halen yayın hayatına devam eden dergi, Walter Eucken, Hans Großmann-Doerth ve Franz Böhm’ün dışında, F. Meyer, K. Paul Hansel, Wilhelm Röpke, Alexander Rüstow, Leonard Milksch ve diğer bazı Alman iktisatçıların katkıları sayesinde Ordoliberalizm adı verilen yeni bir ideolojik akımın doğmasına yol açmıştır. Almanca olarak yayın hayatına başlayan, ancak ilerleyen yıllarda İngilizce makalelerin de yayınladığı dergide, iktisat analizlerinin yanı sıra hukuk, siyaset bilimi, sosyoloji ve felsefe alanlarında da makaleler yayınlanmıştır. ORDO dergisi vasıtasıyla daha çok 1950’lerde popüler olan ve İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Alman silkinişine ideolojik kaynaklık eden Ordoliberalizmin temel tezleri, aslına bakılırsa 1930’lu yıllarda henüz Nazi Almanyası dönemi yaşanırken Walter Eucken, Franz Böhm, Hans Grossmann-Doerth ve Leonhard Miksch gibi Alman akademisyenlerce oluşturulmuştur. Bu konuda bir yazı için; Örmeci, Ozan (2014), “Alman Ordoliberalizmi”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 17.02.2015, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/alman-ordoliberalizmi/. Dr.Ozan Örmeci Kimdir? 29 Mart 1981 İzmir doğumlu, baba tarafından Senirkent, Ispartalı. İlköğretimini İzmir Türk Koleji’nde, ortaokul ve lise eğitimi İzmir Saint-Joseph Fransız Lisesi’nde tamamladı. 1999 yılında girdiği Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden 2004 yılında “yüksek şeref ” öğrencisi olarak dereceyle mezun oldu. 2004 yılında girdiği Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümü bütünleşik doktora programından ise, 2011 yılında Yrd. Doç. Dr. Berrak Burçak danışmanlığında hazırladığı ve Prof. Metin Heper, Prof. Ergun Özbudun, Prof. Ayşe Güneş Ayata, Dr. Nur Bilge Criss gibi çok değerli isimlerin yer aldığı seçkin bir jüriden geçen “Portrait of a Turkish Social Democrat: İsmail Cem (Bir Türk Sosyal Demokratının Portresi: İsmail Cem)” adlı teziyle mezun olarak Siyaset Bilimi doktoru oldu. 20092012 yılları arasında 3,5 yıl süreyle Uşak Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünde Öğretim Görevlisi olarak çalıştı. 2012 Ekim ayından beri Kıbrıs’ta Girne Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde Yardımcı Doçent olarak çalışmakta ve Bölüm Başkanlığı görevini yürütmektedir. Yurtdışında ve yurt içinde yayınlanmış birçok bilimsel kitap ve makalesi bulunmaktadır. İyi derecede İngilizce ve Fransızca bilmektedir. Örmeci, ayrıca Ankara merkezli Politik Psikoloji Derneği’nin Siyaset Bilimi Çalışmaları sorumlusu ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü’dür. Dr. Ozan Örmeci’nin ana çalışma alanları; Türk Siyasal Tarihi, Politik Psikoloji, Türkiye’deki Sol Hareketler ve Türk Dış Politikası’dır. Dr. Ozan Örmeci 30 Eylül 2011 tarihinden beri Cansu Örmeci (Karakoç) ile evlidir. Örmeci, ayrıca Karşıyaka Spor Kulübü Kongre üyesidir. i adım b lgi f kir 7 Mehmet Ali Meçu Sakarya Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi [email protected] ÜLKEMİZDE İKTİDAR ÇATIŞMASI: KANUNSUZLUK SİLSİLESİ Geçmişten günümüze süregelen iktidar çatışması kültürünü üstümüzden atamamakla birlikte şiddetini arttırarak devam etmektedir.Eski Türk toplumlarında iktidar için kardeşin kardeşi öldürmesi,babanın oğulu öldürmesi,halk meclislerinin padişaha karşı ayaklanması ve en önemlisi Cumhuriyetimizin başlangıcından itibaren iktidarda olan partilerin kendilerine tehdit gördükleri partileri kapatmalarıdır. İçinde bulunduğumuz durum ülkemizi hem ekonomik hem de yaşamsal olarak negatif etkilerken halkımızı da bir çatışma ortamına sürüklemektedir. Bunun nedeni ise modern ülkelerin “yönetme gücü” olarak tanımladığı “İktidar” kavramının günümüz Türkiye’sinde “Orantısız güç ve para” olarak tanımlanmasıdır.Ülkemizde yaşanan bu durum karşısında Julius Sezar şu sözünü söylemeden geçemeyeceğim “Kanuna karşı geleceksen bunu iktidarı elde etmek için yap,diğer tüm hallerde kanuna uy.”.Evet, bu söz tamda ülkemizde yaşanan iktidar çatışmasını özetlemekte.Politikacılarımız iktidarı elde 8 edebilmek için yapacakları hertürlü hukuk dışı söylem ve icraatları mübah görür hale geldiler.Her geçen gün siyasilerimizin iktidar için yaptıkları söylemler her an için anayasamızı ayaklar altına almakta ve bu yüzden halkımızın hatrı sayılır kısmının anayasaya karşı güveni kalmamıştır.Çünkü siyasilerimizin yaptığı hukuk dışı söylemlere karşı yasaların işlememesi ülkede oluşabilecek suçların önüne geçilemeyeceği kaygısını oluşturmuştur. Kanunsuzluğu ve adaletsizliği ilke edinmek… Bu denli bir anlayışın halk tarafından tepki toplayacağı net bir şekilde ortadadır.Tepki karşısında ise politikacılar ya geri adım atmak zorunda kalırlar yada ülkede bir çatışma ortamı yaratırlar.Genel olarak ikinci tercihi seçen politikacılar çatışma ortamını lehlerine kullanarak ülkede kaos yaratıp halkı tepkisizleştirirler. Maurice Duverger’in de söylediği gibi “Hukukun kuvvetinin azaldığı yerde,kuvvetlinin hukuku geçerli olmaya başlar.”Cumhuriyet tarihimiz boyunca bu tarz gelişmelerin olmasını çeşitli nedenlere yoran düşünürler var. Örneklendirmek gerekirse i adım b lgi f kir Batılılaşma veya Para odaklı dünya politikalarını verebiliriz.Lakin cumhuriyet öncesine baktığımızda medeniyet tarihimiz boyunca kanun ve adalet her an için yöneticiden üstün konumdaydı bu duruma karşılık iyi örnekleri görmememiz imkansız. Bu örneklerden birini belirtmek geçmişimizi ve bugünümüzü anlamamıza yardımcı olacağını düşünüyorum. Fatih Sultan Mehmet Han zamanında, yapılacak bir camii inşaatı için bir yerde uygun görülen araziyi satın almak ister fakat arazi sahibi olan Yahudi vatandaş araziyi satmak istemez bunun üzerine arazi zorla istimlak edilir. Fatih Sultan Mehmet fermanı mühürleyerek istimlak kararını tasdikler. Bu olay üzerine istimlak kararını kendine yediremeyen Yahudi, kadıya giderek koca padişahı şikayet eder. Kadı, padişahı huzuruna çıkarır. Her iki tarafı da dinledikten sonra, kadı kararını açıklar; ‘’Padişahın mühür vurduğu sağ eli kesilecek’’ Fatih Sultan Mehmet karara tepkisiz kalıp bir tek cümlesine bile karşı gelmemiştir. Bu karar üzerine, yahudi yahu koskoca padişahın elini kesecekler ve bunu sadece benim arazim istimlak edildi diye yapacaklar diye düşünerek kararından vazgeçer. Kadı Fatih Sultan Mehmet’e dönerek eğer padişahlığına güvenipte benim verdiğim karara karşı gelseydin şu gördüğün topuzla senin kafanı ezer seni oracıkta öldürürdüm der. Kadının bu cümlelerine istinaden Büyük Hakan Fatih’te eğer ki sende benim padişahlığıma aldanıp farklı bir karar verseydin bende senin kafanı kılıcımla koparırdım der. Geçmişten başlayarak ülkedeki seçim koşullarını,iktidar çatışmalarını ve oluşturular kanunsuzluk silsilesini açıklamaya çalıştım.Bununla birlikte şu kanıya vardım seçimlerin sonucu ne olursa olsun o süreç içinde halkımız yıpratılıyor.Yine entrikaların ve oyunların baş gösterdiği ,halkımızın günden güne iktidar mücedelesi için ağır kayıplar verdiği bir seçim sürecine girdik. Seçim süreci daraldıkça artniyetli küçük düşünen insanlar,fitne ve fesatlığa daha çok yoğunlaşarak kendi çıkar ve siyasi düşüncelerini toplum arasında tartışmaya açarak,kendilerine rakip gördükleri siyasetçilere ve kendi görüşüne sahip olmayan insanlara sözle veya fiziki olarak saldırarak kendi emellerine alet edip taraftar toplamaya çalışmaktadırlar.Bu durumun örnekleri maalesef ki üniversitelerimizde baş göstermeye başladı.Ege Üniversitesinde oluşturulan çatışma ortamında Fırat Yılmaz Çakıroğlu kardeşimizin öldürülmesi bizim için vahim ve üzücü bir olay iken bir can üzerinden politik çıkar güden siyasiler o günden bu yana ellerini kovuşturup üniversitelerde oluşan kaos ortamından nasıl karlı çıkacağının hesabını yapmaktadırlar. Bir daha bu tarz vahim olayların yaşanmamasını ve insan canı üzerinden politika yürütülmemesini dilerim. Yahudiye gelince; Bu adalet sistemine ve bu kadar insanlığa yüreği ne kadar haz etmiştir ki o karar verildikten sonra şikayetini geri alir . İnsan; böyle bir adalet sisteminden nasıl gurur duymaz. Burada Fatih’in padişahlık taslamayarak mahkeme (kadı) kararına saygı duyması kadar, Kadı efendinin güçlünün değil haklının yanında yer alması da ayrı bir asalet ve hakkaniyet timsalidir. Milletimizin tekrar böyle bir adalet duygusu ile diriliş ve yükseliş hamlesine gark eylemesini ve dünyaya nizam salmasını temenni ediyorum. i adım b lgi f kir 9 Prof. Dr. Emin Gürses ile Söyleşi Emin Gürses Kimdir? Kendisini Nasıl Tanıtır? Pratiğe göre yorum yaparım. Her fikri de zamanının pratiğine göre değerlendiririm. Durup dururken fikir üretilmez. Bu bir süreçtir. Yaşanan pratikler fikirleri-teorileri üretir. Öğrencilik yıllarım uzun sürdü. Eğitim Enstitüsü, Marmara Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi, Kuzey Londra Politeknik, Londra Üniversitesi. Tüm öğrenciliğim boyunca çalıştım. İstanbul sokakları, Londra sokakları karışlanarak sürdürülen bir öğrencilik süreci doğaldır ki fikirlerimi de etkilemiş, kişiliğimize de yansımıştır. Marx’ın bugüne uymayan tesbitleri de vardır. Bütün düşünürleri zamanın pratiğine göre yorumlamak lazım. Marx, 1840’lı yıllarda, günde 17-18 saat çalışan işçileri 12 saatlik çalışma süresi için dayanışmaya çağırıyordu. Böyle bir şeyi bugün söylese işçi düşmanı ilan edilir. Onun için insanlar bir şey söylerler, iyi tarafını alırsın. Düşüncesinin tümüne katıldığın anlamına gelmez. Lenin Marx’ın söylediği gibi gelişmiş sanayinin gelişmiş olduğu bir toplumda a devrim yapmadı, köylülüğün egemen olduğu bir toplumunda devrim yaptı. Şimdi biz Lenin’e diyebilir miyiz sen Marksist değilsin diye. Hegel devleti tanrılaştırıyordu. Bugün baktığımız zaman diyoruz ki devlet bu kadar yüceltilir mi? Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi gibi bakıyor devlete. Ama Hegel’in döneminde bir otorite sorunu var. Hegel için kimse önemsiz diyebilir mi? Diyemez. Filozofların filozofu diyebiliriz. Ama onu o dönemin pratiğine göre değerlendirmek lazım. Hocam bildiğimiz kadarıyla Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünün 1998 yılında kurucuları arasındasınız. Bu anlamda Türkiye’deki Uluslararası İlişkiler disiplini ve üniversitelerdeki durumu hakkında neler söylemek istersiniz? Uluslararası İlişkiler eklektik bir disiplindir. Yani birçok dalı içselleştirmiştir. Felsefe var, piskoloji var siyaset bilimi var, ekonomi olmadan olmaz, tarih olmadan hiç olmaz. Sosyoloji olmadan sosyal bilim olmaz. Özellikle sosyoloji ve tarih sosyal bilimlerin temelidir. Sosyoloji toplumu inceler, tarih bu süreci kayıt altına alır. Uluslararası İlişkiler bunların hepsinden derleme bir disiplindir. O yüzden buna biz eklektik diyoruz. Türkiye’de Uluslararası İlişkiler okutuluyor, mesela bazı bölümlerde Teori dersinde sadece realizm gibi ABD merkezli dış politikanın meşrulaştırma yaklaşımı olarak ta adlandırabileceğimiz Realizme ağırlık verilirdi. Marksizm geçiştirilirdi. Şimdi zaman değişti, onlarca teori-yaklaşım ortaya çıktı. 10 Türkiye’de bu dal için müfredat hazırlanırken bir standart getirilmesi lazım. Dünyada bu alanda yaklaşık 100 senedir eğitim veren üniversiteler var. Önce onlara bakmamız lazım. Çünkü bunun bir pratiği ve bunun üzerine inşa edilmiş teorik yapılanmalar süreci var. Bunun üzerine bölgenize göre mesela, Hindistan’daysanız Asya bölgesi dersleri koyarsınız seçmeli ders olarak. Ama teorik dersleri değiştirmezsiniz. Uluslararası İlişkiler Teorisi, Dış Politika Analizi, Siyasi Tarih ve tabii Sosyoloji ve Ekonomi dersleri mutlaka olması lazım. Ama bu konuda Türkiye’de doğru dürüst yazılmış birkaç tane kitabın haricinde kitap yok. Bunlarda biraz toplama kitaplar. Uluslararası İlişkiler dalında çalışanlarda Marksizm eksik duruyor. Türkiye’de Materyalizmin bir felsefeden ziyade maddiyat olarak algılanması gibi yanlış değerlendirmeler var. Bir çok alanda kavramların yanlış anlaşılması sorunu var. Uluslararası İlişkiler disiplini alanında da akademisyenlerin aktardığı İngilizce v.s. dillerden çevrilen bir çok ifadenin Türkçe karşılığı kafa karıştıracak bir hal almıştır. Marksizm’in anlatılmasını gereksiz görenler duyuyoruz i adım b lgi f kir öğrencilerden. Uluslararası İlişkiler diye bir dal ortada kalmaz eğer marksizm üzerine yapılan araştırmalar olmazsa. Yerine sadece bildiğimiz diplomasi dersi kalır. Eleştirel teoriler, yapısalcı teoriler bunlar hep marksizm kökenli. Marksistler marksizm’e katkı yapmak için bunları ortaya atıyorlar. Marksizm olmadan olmaz. Nasıl ki tarihsel bir süreç içindebakarken Hegel anlaşılmadan Marx anlaşılmaz, Marx anlaşılmadan Weber , Keynes anlaşılmaz. Bunlar hep birbirlerini takip eder. Düşünür pratik koşullara göre yeni düşünceler ortaya atar. Keynes sosyal devlet anlayışı ile batı kapitalizmine nefes aldırmıştır. Yoksa Batı Avrupa’da birçok Komunist Parti’lerin önü kesilemezdi. 1948’de Çekoslovakya’da Komunist Parti %38 oy almış ve iktidara gelmiştir. İtaya’da Komünistler çok güçlüydü. Bunlar hep Sovyetler Birliği’nin başarısından dolayıydı. İnsanlar bu başarıyı örnek alıyorlardı. Tabii batı, buna karşı sosyal devleti ortaya attı ve yeni tür liberal-sosyal demokrat partileri ortaya çıkardı. Bu anlattıklarını düzenleme konusunda bize önemli bir iş düşecek sanırım Hocam. Yani ders anlatırken de biz daldan dala atlıyor muşuz gibi oluyor. Ama bu disiplin anlatılırken, eklektik bir dal olduğu için ders sırasında ekonomi konuşacaksın, tarih konuşacaksın, sosyoloji konuşacaksın, siyaset teorileri, piskoloji konuşacaksın. Felsefe olmadan bu dal olmaz zaten. Tüm bu bilim dallarını bir araya getirmek felsefi bir meseledir. Şimdi Tayyip Bey doğru bir iş yapıyor. Ne var ortaya çıksın diyor. Beni de aldattılar diyor. Allah razı olsun biz arada yandık ayrı mesele ama zararın neresinden dönersen kardır. Eğer bu işler devam etseydi biz içeriden çıkamazdık. Ama bunların faturası var. Görüyorsunuz Türkiye’nin geldiği hali. Bütün kurumları darmadağın edersen toparlaması da zor olacak bir süreç. Peki Hocam Gülen Cemaati ve İktidar arasındaki ilişkiler sizce neden bozuldu? Amerika Erdoğan’a sıkıştırma operasyonu yaptı. Cemaat üzerinden hatta doğrudan polisler üzerinden yaptı. Dönemin başbakanı Mesut Yılmaz, gizli yapılanma emniyete kaydı diyordu 2008’de Cumhuriyet’e verdiği demecinde. Erdoğan’ın yakınlarına kadar operasyonu genişleteceklerdi. Emniyet kendi başına bir Başbakan’ın yakınlarının evini basma ihtimali olabilir mi? Amerika bir plan yapmış Erdoğan’ı sıkıştırmak için. Erdoğan Suriye’ye askeri operasyon meselesinde ayak diretti. Yoksa Davutoğlu’na kalsa Suriye’ye çoktan girmenin önü açılırdı. Tabi Türk ordusu bu talebi dinler mi kuşkulu. Davutoğlu’nun elinde olsa sokar ama Tayyip Erdoğan Ergenekon’dan tutuklanan kişiler arasındasınız. İki sene içeride kaldınız. Bu süreç hakkında düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz? Bununla birlikte Gülen Cemaati’nin yapılanmasına karşı, Erdoğan’ın ifadesiyle paralel yapıya karşı, ulusalcıların ve eski TSK mensubunun beraber hareket ettikleri söyleniyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Valla ben iki sene hapis yattım. Bedava yatmışız. Şimdi Erdoğan dedi ki beni kandırdılar. Demek ki Erdoğan’a bunları tutuklayalım diyen kişiler, şimdi Erdoğan bunlara Paralel yapı diyor. Emniyette vs. başka nerelerdelerse bunlar beraber çalışmışlar. Ama ben her zaman söylüyorum bunlar cemaat falan operasyonları değil Amerikan operasyonlarıdır. Cemaatlerdeki elemanlar ayak işlerinde kullanılır çoğunlukla. Hadi bizi alırsın içeri ama Genelkurmay Başkanı’nı içeriye alacaksın, Kuvvet Komutanları’nın evlerini basacaksın. Bunlar öyle sıradan işler değil. NATO’nun, dolayısıyla Washington’un izni olmadan yapılacak işler değil. Ve Genelkurmay’ın kendi içinden izin olmadan da bunlar olmaz. İsim listeleri içeriden görülmüş. Bizim isimlerde görülmüştür ve onay verilmiştir. Araya bazı kişiler görünümü değiştirmek için serpiştirilmiş. Bunların içinde özel görevlilerde vardır mutlaka. i adım b lgi f kir 11 Emin Gürses’in katıldığı bir programdan kare olumlu bakmadı. Putin ile yakın durdu. O yüzden Erdoğan cezalandırılması gereken bir adam olarak listeye girdi. Amerika’da üç beş tane savcı, hakim, polis şefi üzerinden Erdoğan’ı sıkıştıracaktı. Normalde bu ekip bunu yapabilir mi? Operasyonun merkezi başka yer. Onlar ayak işlerini yaptılar. Nasıl bize karşı onları kullandılar Tayyip Erdoğan’a karşı da aynısını yapacaklardı ama Tayyip Erdoğan erken davrandı. Karşılıklı kıyam var. Cemaat’in içindeki birileri Cemaat’i kullanır. Onlar gerçekten Cemaatçi midir yoksa öyle mi görünür. Onu bilmiyoruz. Bu noktada Fethullah Gülen’i nereye koyuyorsunuz? Fethullah Gülen kendi başına bir güç değildir. Türkiye’deki operasyonlar İsrail, ABD, İngiltere merkezli operasyonlardır. Cemaatlerin v.s. bunların içindekileri kullanan merkezler önemli. Dış Politika sorularıyla devam edelim. Türkiye’nin Suriye politikası hakkındaki görüşleriniz nedir? Suriye meselesinde Tayyip Erdoğan politikalarını yeniden gözden geçirmesi lazım. Tekrardan görüşmeleri lazım Esad ile. Başka bir çare yok. İsrail Suriye’nin bölünmesini istiyor. Savaşın Suriye’nin parçalanması hesapları bir ABD-İngiltere-İsrail politikasıdır. Davutoğlu’nun bundan haberi olmaması mümkün değildir. İsrail’in etrafındaki tek güçlü devlet Suriye idi. Diğer bütün Arap devletleri nötralize edilmiş durumda. Mısır, Camp David antlaşması ile saf dışı bırakıldı. Ayrıca her sene 1 Milyar Dolar civarında yardım alıyor ABD’den İsrail’le iyi geçinmesi karşılığı. O şekilde bağlanmıştı Mısır. Bir tek Suriye vardı. Savaşlar kaybedilse dahi ayakta durmayı 12 başarmıştı. Suriye Lübnan’daki Hizbullah’a destek veriyordu. Hizbullah İsrail’in baş edemediği tek örgüt. Hizbullah halkın içinde örgütlenmiş. Hastanesi var, okulu var, kamu hizmetleri veriyor. İsrail baş edemediği için onunla BM’ye başvurdu. Suriye’de savaş başlayınca Hizbullah on binlerce savaşçısını Suriye’ye göndermek zorunda kaldı. Doğal olarak İsrail rahatladı. Davutoğlu mülteci sayısı yüz binlere ulaşırsa BM müdahale eder diye umuyordu. Yazık şu anda 1.5 Milyon hatta 2 Milyon insan mülteci durumunda Türkiye’ye sığınmış durumda. Suriye’deki iç savaşta 300 binden fazla insan hayatını kaybetti. Esat öldürdü diyorlar. Silahları gönderen onlar, savaşı kışkırtan onlar öldüren Esat oluyor. Yarın bir gün yargılanacaklar. Suriye BM’ye başvurmuş. MİT müsteşarının konuşmaları çıktı ortaya. Bunlar savaş suçu kapsamına alınabilir. Bu kapsamda IŞID’ı nereye koyuyorsunuz? IŞID süpürme operasyonunu üstlenmiş bir örgüttür. Amerika, İsrail, İngiltere hepsi çok memnun. IŞID İslama bakışı Müslümanlar arasında da olumsuz bir yöne soktu. Bölge ülkelerini güvenlik adı altında Washington’un kucağına itebilecek bir süreci de tetikledi. Sizin uzmanlık alanlarınızdan birisi etnik ayrılıkçı hareketler. İngiltere’de bulunduğunuz dönemde İRA üyeleri ile görüştüğünüzü bize aktardığınızı hatırlıyoruz. Bu tecrübeyle İktidar partisi tarafından başlatılan ve şu anda devam ettirilen çözüm süreci hakkında ne düşünüyorsunuz. Son 21 Mart Nevruz kutlamalarında Abdullah Öcalan’ın İmralı i adım b lgi f kir Cezaevinden yayınladığı mektup Diyarbakırda okundu. Gündem onun üzerinden şekillendi. Öcalan kendini kurtarmaya çalışıyor. Devletler gizli olarak örgütlerle görüşür o ayrı bir mesele. İngiltere de aynısı yaptı. İRA silahları bıraktı. Ama İRA’ya “sana devlet kurma yetkisi vereceğim” diye bir söz verilmedi. Devlet kurmak isteyen savaşır, eğer kazanırsa kurar. Adam çıkmış 40 yıldır savaşıyoruz diyor. Hem de milletvekili. Bu adam Kürt bile değil. Kürtlerin başına Kürt olmayanlar bela olmuş. Kürt yoksullarını kullanmaya çalışıyorlar. Niye? Yoksul daha duygusal davranıyor. Hesap kitap yapmıyor. Bakın HDP’nin başındakilere çoğu Kürt değil. Öcalan’da hapisten çıkmak için bunları kullanıyor. Ve bu Kürt olmayanlar yoksul Kürtleri ateşe sürüyorlar. İngiltere’de birisi Avam Kamarası’nda “biz 60 yıldır İngiliz Devleti’ne karşı savaşıyoruz” desin, onu o kapıdan çıkarmazlar. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey olmaz. Asya’da falan da olmaz. Apo’nun sayesinde milletvekili olmuşlar ve yoksul Kürtlerin üzerinden prim yapmaya çalışıyorlar. Bazı Kürtler sanıyor ki eğer devlet kurulursa belki bize de bir şey düşer. Eğer öyle bir durum olursa Amerika, Kürtlere bırakır mı bölgeyi? Van’ı bırakmaz mesela. Ermeniler varken Kürtlere oralar bırakılmaz. Hakkari’yi bırakabilir. Ermeni diyasporası açısından tarihsel olarak bir özelliği olmadığı için. Bölgede yaşanan bu olaylarda Türkiye’nin bir ateş çemberi içinde olduğunu görüyoruz. Göreceli olarakta Türkiye’yi tüm bu yaşananlara rağmen sağlam bir kale olarak yorumlamak mümkün. Sizin de mesai arkadaşlarınızdan rahmetli Mahir Kaynak’ın yorumlarında da özellikle Batı Asya’da yaşanan bu olaylar da asıl hedefin Türkiye olduğu belirtiliyordu. Siz bu yoruma katılıyor musunuz? Hedefin Türkiye olduğunu 2000’li yıllardan beri kendileri söylüyor. NATO karargahlarında kulanılan haritalar ortada. Coğrafyayı birinci dünya savaşından sonra tam kontrol edemedikleri görülüyor. Yeniden eksiklikleri tamamlama peşindeler. Bölme çabaları devam edecek demektir. Yalnız bizde değil İran’da Suriye’de Irak’ta, Arap dünyasında. Yemen’in hali şu anda ortada. İran bir taraftan müdahale ediyor, Amerika bir taraftan müdahale ediyor Suudiler adına. Şiiler mi iktidara gelecek yoksa Sünniler mi. Tüm çabalar özellikle enerji kaynaklarının kontrolüyle bağlantılı. Türkiye’nin Avrasyacı bir dış politika izlemesi mümkün mü? Türkiye özellikle ikinci dünya savaşından sonra kurumsal olarak NATO, IMF, Avrupa Birliği gibi kurumlar anlamında Atlantik cephesine sıkı i adım b lgi f kir sıkıya eklemlenmiş durumda. Son zamanlar Şangay İşbirliği Örgütü tartışması vardı. Davutoğlu gibi kişilerle olmaz. Bunlar bu politikalarıyla, ABD’nin Ortadoğu politikalarında aracı görevi görürler ancak. Tayyip Erdoğan Putin ile Şangay İşbirliği Örgütü ile aynı şekilde İran’la yaklaştı başına sıkıntılar gelmeye başladı. Kılınç Paşa’nın da İran ve Rusya ile yakın olalım dediği için başına neler geldiğini biliyoruz. Aynı şekilde Erdoğan’a da Rusya ile ilişkileri geliştirmesinden sonra baskılar arttı. O yüzden şu andaki operasyonları Amerikan merkezli operasyonlar dedim. Cemaat’i aşan işler. Hocam bazı söylediklerinizi biz kitaplarda bulamıyoruz. Bu noktada biraz özele girmek istiyorum. Size derin devletin adamı diyorlar. Nedir bu derin devlet? Kontrol dışına çıkmış bazı kamu elemanlarının faaliyetlerine derin devlet faaliyeti diyorlar. Devlet’in temel görevi toplumdaki aşırılıkları önlemektir. Çünkü aşırılıklar kırılmalara ve çatışmalara yol açar. Bunun için her devlet açık-örtülü yapılanmalara gider. Bu faaliyetler her devlette yasalarla oluşturulur. Fakat en demokratik dediğimiz İngiltere’de devleti koruma refleksiyle yasal düzenlemelere kendi yorumlarını katarak yasa dışılığa kayıldığı ortaya çıkmıştır. Soğuk Savaş döneminde ABD’nin müttefik ülkelerde kurduğu benzer yapılanmaların bu tür yasadışılıklara çok defa bulaştıkları da 13 ortaya çıkmıştır. Benim için söylenenler genelde kahve konuşmalarıdır. Sizi etkileyen yazarlar-şairler kimlerdir? Yunus Emre, Sabahattin Ali, Pablo Neruda, Nazım Hikmet, Bertolt Brecht, Virginia Woolf, Franz Kafka, Yakup Kadri gibi. 14 Yaşımda ilk okuduğum roman Kürk Mantolu Madonna idi. Karşılıksız sevginin tanımını orada öğrendim. Yıllar sonra bir arkadaşım vardı Rize’de. Yollarda sarhoş gezerdi. Allah rahmet eylesin, vefat etti. Dedim ne oldu, ya dedi aşık oldum demezdi, sevdalandum dedi. Kime diye sordum. Birgün dağa çıktık. Karşı da birisi duruyor. Bak orda dedi. Yüzünü bile görmemiş daha. Çay topluyor orda. Ona aşık olmuş. Kürk Mantolu Madonna’nın aşkı gibi bir şey. Sevda böyle Bir şey. Karşılıksız olur ama biraz sürünürsün tabii. Acı çekmek kötü birşey değil. Mesele ona direnebilmek, belki de pişmek. Direnemezsen de ölüp gidiyorsun zaten. O zaman acı da kalmıyor. Değer verdiğiniz üç aydın kimdir diye sorsak? Adamlar televizyonda çıkıyor. Ben bir aydın profesörüm diyor. Böyle birşey olur mu? Hz. Ali ne diyor hakikat bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı. Bu cahiller bugün kimdir? Köydeki adam cahillik yapmaz. Onun böyle yorumları yoktur. O adam der ki mesela, 14 arazide otlayan ineğe kaya tuzu atmak lazım ki onun farklı minerallere olan ihtiyacı karşılansın. İşte bu hakikat. Profesörlere verirsen bunu, binbir türlü tuzdan söz eder. Yok Afrika tuzu, yok Himalaya tuzu. Bir insan çıkıp ben bir aydınım diyorsa onu dikkate almayacaksın. Aydın yükseldikçe mütavazileşen kişidir. Adam odasının kapısına yazmış öğrenciler çarşamba günü sadece 12 ile yarım arası gelebilir. Bunlar hep profesör ama aydın değil. Kız yurdunu okulun dışında Erkek yurdunu okulun içinde yapan bir köylü olmaz. Sosyolojide köylülük denebilir buna. Kız yurdunu dağ başında yaparsan aydın olamazsın. Türkiye’de bana göre Attilâ İlhan, Dr. Hikmet Kıvılcımlı,Doğan Avcıoğlu aydındır yazdıklarıyla bıraktıklarıyla. Hocam içinden geçtiğimiz zaman dilimi önemli dönenceleri de barındırmakta. Bu sene Çanakkale Savaşı’nın 100. yılı yine Ermeni tehcirinin 100. yılı olduğu için Ermeniler önemli hazırlıklar yapıyorlar. Bazı tarihçiler dini söylemlere ağırlık vererek yorumlamaya çalışıyorlar. Eğer bu işler bu şekilde olsaydı bizim hiçbir savaşı kaybetmemiz lazımdı. İbni Haldun’u okursanız toplumu bir arada tutmak için din’in gerekliliğini söyleyebilirsiniz. Toplumda dinamizmi sağlamak için bir fikir olarak ne kadar önemli olduğu i adım b lgi f kir Londra’da. Elimizde belgeler var 1921 tarihli. Diyor ki o belgelerde ‘Kemalist milliyetçiler bizim boru hattı yapmamızda engeldirler.’ Bakın o zaman boru hattı gündemi var. Musul’dan Akdeniz’e uzanan bir petrol boru hattı projesi. Bugün o proje tekrar gündemde. Eğer Suriye’nin kuzeyini alırlarsa yapacaklar. Bugün gelmiş Tayyip’in danışmanı Kemalistlere saldırıyor. Sen Kemalizm’in ne olduğunu bile bilmiyorsun. Kemalizm milli devlet projesidir. İmparatorlukların dağıldığı o dönemde milli devletler refahın arttırılması için en uygun idare biçimi olarak ortaya çıkmıştı. Tekrar söylüyorum bütün Atatürk karşıtı ve Kemalizm karşıtı propaganda İngiliz İstihbaratı kaynaklıdır. Kimisi bunu bilerek yapar, kimisi bilmeyerek. açıktır. Marksizm için de aynı söylenebilir. 1936’da İspanya iç savaşında, 1947 Yunanistan iç savaşında bir çok sosyalist cephede öldüler. Elbette onlar Allahu Ekber diyerek ölmediler ama kurşunlara karşı koştular. İnanç böyle bir şeydir. İttifaklar nasıl kuruldu ona bakmak lazım. Tamam Almanlar’ın işine gelmiştir oradaki direniş. Doğu cephesini açmamız da Almanlar’ın yararına olmuştur. Batı cephesinde Ruslara karşı rahatlamak anlamında. Ama Çanakkale’de İngiliz ve Fransız gemilerinin önü kesildiği için Ruslara yardım ulaşmadı. Rus çarlığı yardım alsaydı. Rusya’da devrim olmazdı. Eğer devrim olmasaydı bugün Doğu Anadolu senin olurmuydu? Büyük olasılıkla Van-Diyarbakır hattı Ermenistan’ın olurdu. Devrim olunca Bolşevikler Anadolu hareketine yardım etti. O Silah yardımları sayesinde sen daha güçlendin. Çanakkale’desSenin karşına Avusturalyalı, Yeni Zelendalı ve diğer askerleri çıkardılar. İstiklal Harbi döneminde hem içerideki işbirlikçileri, hemde Yunan askerlerini cepheye sürdüler. Venezellos ne diyor 1921’de? Biz diyor Yunan ordusu olarak İngilizlerin emrinde savaştık. Bolşevik İhtilali emperyalizmin hesaplarını bozdu. Bakın Churchill ne diyor 1919’un Mayıs’ında Avam Kamerasındaki konuşmasında, “Bolşeviklik bir hastalıktır, Bolşevik bebek beşiğinde boğulmalıdır”. Anadolu hareketinin mücadelesi Bolşeviklerin desteğiyle kolaylaştı. Benzer şekilde Kemalist harekete karşı da aynı tepki var i adım b lgi f kir Ermeni Meselesi’nin hocam nedir sizce aslı? Tehcirden sonra İstiklal Harbi sürerken geri dönüş kararı çıktı. Yaklaşık 300 bin Ermeni yurttaşın döndüğü söyleniyor. Bunların da bölgedeki suni Kürtlerin baskılarından dolayı Aleviliği seçtiği ve kimlik değiştirdiği söyleniyor. Hrant Dink soruyordu 300 bin kişi buharlaştı mı diye. İşte bunlar onlardır. Hepsi Anadolu’da yaşıyor. Bunu söyleyen eski Türk Tarih Kurumu’nun başkanı Yusuf Hallaçoğlu. Şimdi bu Ermenilerin çoğu PKK’nın içinde devlet kuralım diyenler. Kendilerini gizleyen Ermenilerin de çoğu Taşnakçıdır. Yoksul Kürtleri kışkırtanların içindeler. Amerika’daki, Avrupa’daki diaspora, Hrank Dink öldürünce üzülmüş gibi görünmedi. Adamlar 1.5 Milyon Ermeni öldürüldü diyor. Eğer Hrant’ın tezi doğrulansaydı diyasporanın tüm argümanları çökerdi. Doktora tezleri de, makaleleri de bunun üzerine kurulu. Ama belgeler diyor ki tüm Osmanlı toprağında toplam 1.3 Milyon Ermeni yaşamış. İngiliz belgelerinde de var bu rakamlar. Amerika’da, Fransa’da, Kanada’da, Suriye’de, Lübnan’da dünyanın birçok ülkesinde Ermeniler yaşıyor. Eğer o kadar Ermeni öldürülmüş olsa, bunlar nereden geldi. Ermeni Meseleleri nedeniyle yapılan baskılara karşı Türkiye nasıl bir tavır almalı? Devlet ciddi olursa hiçbir şey olmaz. Bak İran nasıl yaptı. İran’a karşı o kadar baskı yaptılar. Ona karşı PJAK’ı kullandılar. İran dayattı. PJAK en sonunda silah bırakmak zorunda kaldı. Önümüzdeki diğer bir dönence Cumhuriyetin 100. yılı Sizce Türkiye’nin dış politikasının temel taşları gelecek yıllarda nasıl olmalıdır? Temkinli dış politika izlemek lazım . Maceracı dış politika çevre ülkeler açısından önemli sorunlar yaratır. Merkezi ülkelerin sıkça görülen yayılmacı dış politika uygulamalarının rüzgarına kapılmamak lazımdır. Söyleşi: Polina Cengiz - Eser Alpkaya - Mart 2015 15 İbrahim Gazioğlu Sakarya Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi [email protected] Stratejik Düşünce Topluluğu Kadın Erkek İlişkileri Forumu Hafif güneşli bir Sakarya günüydü. Her şey sıradandı, derse ara vermiştik ve biraz nefes alıp çay içmek için birkaç arkadaş bir masanın etrafında toplanmış havadan sudan konuşmaya başlamıştık. Çevremizi düzensiz bakışlarımız ve aslında ders arasından da sıkılan bir halimizle süzüyorduk. Ruh halimiz bir monotonluk girdabı içindeydi. Aslında söylemek istediğimiz bir şey vardı ama; söyleyip söylememek konusunda tereddütlüydük sanki… Birden bir erkek arkadaşın kadınların kendi içinde tutarsız olduğunu söylemesiyle ortamımızın durağan havası değiştiriverdi… Konu, orada bulunan kadın ve erkekleri, aslında birbirlerini anlamayı birbirlerini suçlayarak yapmaya çalıştıkları ekşili, tatlı bir gerilime sürüklemişti… - Cennetten kovulmamızda kadının payı Şeytan’a yardım etmesinden dolayı çok büyüktür! - Yemeseydin elmayı, sahip çıksaydın nefsine, sen kendi suçuna bir kurban mı arıyorsun? - Kadınlar iki yüzlü, konuşkan, tutarsız, bencildir… - Kadınlar yine iki yüzlüymüş erkekler yüzsüzdür! Konuşmadan insanlık nasıl ilerleyecekti? Tutarlı olmak salt bir şeye odaklanmaksa evet öyledir. Bencil olanı tarih bir kadınla yetinmeyen erkekler varken bize istesek bile bırakmaz heralde… - Kadının saçı uzun aklı kısadır… - Erkeklerinde saçı kısa aklı yoktur… - Ben sadece sevmiştim… - Sevmeseydin! Bu onu bağlamaz ki… o da sadece sevmemiş yani… - Kadın Erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmıştır. O yüzden erkeğe her zaman muhtaçtır. - Kapitalizmin devamlılığını sağlayan etkenlerden birisi de kadınların sürekli sömürülmesidir. - Kadınlar erkekler üzerinden geçinir. Hayatın asıl yükü erkeklerdedir. -... -... Bu şekilde bir sonsuz sohbet başladı ki insanın kendisini kurtarması bir kenara dursun, yoldan geçenlerde katıldı sohbetimize. Bizlere dışarıdan meraklı gözler, katılmak isteyip de katılamayan gönüller bakıyordu. Bizde bu durumun daha müsait bir zamanda katılmak isteyenlerin daha rahat katılıp kendini ifade edebileceği bir ortamda konuşulması kaydıyla o an için bitirip dersimize geçtik. Konuşma bitmiş olsa bile aklımız orada kalmıştı… 16 Stratejik Düşünce Topluluğu olarak böyle bir ortamda tamamen doğal bir süreçte şekillenen bu konuyu bir forum ortamına taşıdık. Bu konuda konuşma yapmak isteyen arkadaşlar internet sitemizden yaptığımız duyuruya döndüler… Bizlerde topluluk olarak gerekli izinleri aldık, afişimizi bastık, davetimizi gönderdik. 12 Mart Perşembe tarihli “Kadın – Erkek” konulu forumumuzda 4 konuşmacımız vardı: i adım b lgi f kir Kadınlar İnsandır, Biz İnsanoğlu.. Neşet Ertaş Sakarya Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi 3. Sınıf öğrencisi Hacer Kara “Mahvolan kadınlık” temalı konuşmasını yaptı, Sakarya Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi 3. Sınıf öğrencisi Mehmet Çakar “Türkiye’de Erkek Olmak” konulu sunumunu ve konuşmasını izleyicilerle paylaştı. Sakarya Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi 4. Sınıf öğrencisi Şebnem Yeşiloğlu “Kadının Ahlaksal Normlardaki Yeri” içerikli konuşmasını sundu. Sakarya Üniversitesi İşletme 1. Sınıf öğrencisi Furkan Çavga “Özgürlükler Düzleminde Kadın Erkek İlişkileri” başlıklı konuşmasını yaptı. Değerli konuşmacı arkadaşların sunumundan sonra dinleyicilerle soru cevap şeklinde forumumuz devam etti. Herkesin söyleyecek bir sözü vardı. Forum ne bizim ne de katılımcıların beklediği bir tatlı sert tartışma ortamına döndü. Bir taraftan konuşmalar devam ederken diğer taraftan dinleyiciler kendilerine dağıtılan küçük kağıtlara kadın – erkek ilişkisi denilence akıllarına ilk gelenleri yazdılar. Okunan kağıtlarda yok yoktu. Aklına şiddet, tecavüz, çocuk gelinler, parasızlık, işsizlik, i adım b lgi f kir bir hayal olan evlilikten, dişleri yeni çıkmış gülen bir çocuğa kadar her şey vardı… tabii kimileri bu konuda “FATAL ERROR” verdi. Forumumuzda kendi istediği gibi düşünmeyenlerin söz söylemesine tahammül edemeyip çıkanlar da vardı. Bir dahaki etkinliğimizi soran da… Topluluğumuza üye olmadan gitmeyeceğini söyleyen de… Her şeye rağmen ben ve ekip arkadaşlarım forumumuzun yeterince verimli sona erdiği konusunda hemfikiriz. Öğrencilerin de söyleyecek sözleri olduğunu ve sağlanacak çeşitli platformlarla fikirlerini paylaşabileceklerini öğrenci arkadaşlarımıza göstermiş olduk. İnsanların karşılarındaki insanlara tahammülü olmadığı bir dünyada karşı tarafın fikirlerini dinleyebilmek ve onlara saygı göstermek en büyük erdemlerden biridir. Biz Stratejik Düşünce Topluluğu olarak Voltaire’e ithaf edilen “Düşüncelerine katılmıyorum ama senin düşüncelerini savunma hakkını sonuna kadar savunacağım.” Sözünü temel topluluk prensiplerimizden olarak kabul ettiğimiz için kendimizle gurur duyuyoruz 17 Şebnem Yeşiloğlu Sakarya Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi [email protected] KADIN CİNAYETLERİ VE GÜNÜMÜZÜN AHLAK ANLAYAŞI 20 yaşında genç bir kadın tecavüze uğrayıp öldürüldü. Sadece o da değil. 18 şubatta Kübra, 19 şubatta Hüsna, 22 şubatta Nuriye, 25 şubatta Türkan, 4 martta deniz ve yazmaya kalksak sayfaları dolduracak bir sürü kadın. Andy Warhol, “birgün herkes 15 dakikalığına kadın şiddetine üzülmüş gibi yapıp unutacak.” demiş. Bizim unutmaya vaktimiz var mı? Son 2 ayda 58, 2014 de ise toplam 304 kadın öldürüldü. Son 7 yılda da kadın cinayetleri oranı %1400 arttı. Peki nasıl oluyor da son 12 yılda islami öğeler bu kadar artmışken son 7 yılda kadın cinayetleri %1400 artıyor? Bunun adı ahlaksal normların çarpıtılması. Öncelikle burada bir yapılandırma gerekiyor çünkü bir çok insan ahlak kelimesinin anlamını dahi bilmiyor. Ahlak en dar anlamıyla neyin doğru neyin yanlış sayıldığıyla ilgilidir ve en çok din ile bağdaştırılır. Ahlak normları yaşanılan toplumun genel yargısıdır ve bu insanları yanlışa sürükleyebilir. Çünkü her toplum doğruyu seçme yetisine sahip değildir. Yanlış veya ahlaksal normların çarpıtıldığı bir toplumda kadın suistimal edilir, kadın tacize veya tecavüze uğrar, kadın öldürülür. Örneğin bir kadın sırf erkekler hormonlarına sahip çıkamıyor diye önlem almak zorunda degildir. Gece geç saatte özgürce dolaşabilmelidir. Bu dünyanın bir çok yerinde böyle. Tuhaftır ki, dünyada kadına şiddetin en az olduğu Ülkeler İslami değerlere sahip değiller. Ve İslami normların yaşatır bu ülkede kadın olmak çok zor. Kısa etek giysen, biraz abartılı makyaj yapsan veya tam tersi kafanı da kapatsan eleştirilirsin. Çünkü birilerinin ahlaksal normlarına uymamışsındır. Gece dışarı çıkarken biraz açık giyindiysen, Eyvah! Tacize veya tecavüze uğrayabilir hatta öldürülebilirsin. Eğer ölürsen arkandan ‘o da o saatte o kıyafetle dışarı çıkmasaymış’ derler. Ha oldu da ölmedin o zaman da hakim ‘senin de gönlün varmış yapmaya’ der. Yani yine sen suçlusundur. Bütün bunlar biraz sağduyu biraz vicdanla çözülebilir. En önemlisi ahlaksal normlarımızı gözden geçirelim. Kısa etek giyiyor diye kimseyi yargılamayalım. Seçtiği dinden, cinsel kimlikten dolayı kimseyi yargılamayalım. Evet, kadın erkek olarak ayrılıyoruz ama önce İNSAN olalım.. 18 i adım b lgi f kir Hacer Kara Sakarya Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi [email protected] MAHVOLAN KADINLIK Toplumda kadın nedir? Evin hizmetçisi mi, çocukların bakıcısı mı, iyi bir aşçı mı? Kadın nasıl olmalıdır? Uzun boylu mu, ince belli mi? Bugün ideal kadın nasıl olmalı deyince çoğumuzun aklına; uzun boylu, sarışın, ince belli, küçük ayaklı, narin, dokunulunca kırılacak, vitrinden fırlamış bir kadın gelir. Kimsenin aklına gözlüklü çorap ören ninesi gelmez, saçı başı birbirine karışmış ütü yapan annesi gelmez. Annelerimiz, ninelerimiz varken bu farklı kadın algısı nasıl oluştu? Gazete, dergi, televizyon, internet her gün bu farklı kadını sürdü gözümüzün önüne. İlk başlarda o kadarda önemsemiyoduk ama bi sabah bi kalktık ki artık hiç güzel değiliz, şişmanız, yaşlanmışız, selülitlerimiz var. Aman Allahım şimdi napıcaz? Hemen fitnessa koştuk orda iki saatimizi öldürdükten sonra koşarak kuaföre geçtik. Kuaförde 5 saat mi 6 saat mi sayamadım ama saçlarım çok güzel olmuştu ve eşim bunu farketmemişti.Veee kuaförden çıktık. Artık etiketi göz alıcı fiyatı piyasaya göre zamanla artacak yeni ürünümüz fabrikadan çıktı. Yeni ürün bizler topluma karışıp hayatımıza devam ettik. Nasıl mı devam ettik? Sadece fiziki olarak mı değiştik.HAYIR.. Gördüğümüz kültür, ahlak ve normları hiç sorgulamadan kendimize yapıştırdık. Sadece kendimizle kalsak iyi etrafımızdakileri tutup kolundan sistemin içine çektik. Ve her gün aynada MAHVOLMUŞLUĞUMUZA bakıp Allahım ne kadar güzelim! diye iç geçirdik. Aslında ortaya çok güzel bir ürün çıktı, bunu bende kabul ediyorum. Ama biz kimin ürünüyüz? Bakın dikkatinizi çekmek istiyorum ürün diyorum. Artık insani bir kimliğimiz değilde ürünsel bir varlığımız var. Hangi firmanın ürünüyüz, etikette ne yazıyor, fiyatımız ne kadar? Üretici firmamız: Kapitalist sistem Fiyatımız ne: Derinliği ve içtenliği olmayan yüzeysel ve maddi olarak karşılanabilen şeyler Etikette ne yazıyor: Modern İdeal Kadın.. Altında küçük bir not “ kısa süre içinde tüketiniz“ i adım b lgi f kir Peki üreticimiz olan firma yani kapitalist sistem nasıl işler: -Kadın her zaman bakımlı olmalıdır. Kadının birinci vazifesi güzel ve alımlı olmaktır. -Erkek kadın için her zaman para kazanmalıdır. Çünkü erkeğin birinci vazifesi güzel ve alımlı kadının ihtiyaçlarını karşılamaktır. -Doğrular hiçbir zaman önemli değildir. Ancak yalan yardım eder. -Kendi düşündüğünü değil de karşıdakinin duymak istediğini söyle. Kendi düşüncelerini söylersen dışlanırsın. -Arkadaş gibi gözük aslında zayıf noktaları öğren. -Kimseye güvenme. -Büyük balık küçük balığı yutar bu yüzden büyük balık olmamız lazım. Tabiki de biz suçlu değiliz! Sistem bunu gerektiriyor! Hayatta kalmak için bunları yapmaya mecburuz!İçiniz rahat olsun köprüde soğukta oturan çocuğa bir lira verin gerisini düşünmeyin.Çünkü siz elinizden geleni yaptınız.Arada sırada otobüste ki teyzeye de yer veriyorsunuz.Hiç merak etmeyin siz hariç herkes vahşi.Biraz konumuzun dışına çıktık neyse konumuza dönelim. Bu vahşi dünya bizlere ne yaptı. Neye döndük bu vahşi dünya yüzünden.Evet kadın nasıl olmalı nasıl olmak ister kim kadını kadın eder.Evcil fonksiyonlarla yeterliydi başlangıçta.Fakat biz artık sadece ev kadını değiliz biz artık iş kadınıyız.Artık dünyayı yöneteceğiz Çünkü tüm tarih boyunca ezildik; yoksaaaa biz mi ezilmek istedik.Artık dünyanın sahibi olma sırası bizde asırlarca dünyayı erkeler yönetti; yoksaaa biz mi yönetimle 19 diyorsan oturduğun o köşkünden kalk ve sistemle savaşmaya meydana in. Ama sana oturmak daha kolay geliyorsa ki büyük ihtimal öyle gelecek lütfen meydandakilerin işine karışma. uğraşmak istemedik.Kadın gerçekten yönetimde yok muydu yoksa kendi istediklerini arkadan hiç uğraşmadan yaptırmak daha mı kolaydı?Bütün kadınlar ezildi mi yoksa ezilmiş gibi gözükmek bazılarının işine mi geldi?Amacımıza ulaşmak için yeterince çaba harcadık mı? Bunları açıklamak için tarihe göz atabiliriz. EVLERİNDE OTURUP EZİLMİŞ RÖLÜ OYNAMAK YERİNE SİSTEME KAFA TUTAN TARİHE ADINI YAZDIRAN KADINLAR: .KLEOPATRA .MARGARET THATCHER .HİLLARY CLİNTON .JEANNE d’ARC .İNDİRA GANDHİ .TOMRİS HATUN Hangi amaç için çabalıyorsan onun getirdiklerini de kabul edeceksin. Sen gelişmek istemiyorsan sadece cinselliğin üzerinden işlerini halletmeye çalışıyorsan bunun bedeline de razı olacaksın. Eşim nerde kaldı neden benimle ilgilenmiyor, eşim bu parayı ne zorluklarla kazandı diye sorgulayamazsın.Çünkü onun görevi sadece para getirip senin sonsuz isteklerini karşılamak. Senin asıl sorgulaman gerekenler:Bu sene koltukları değiştirsek mi? Ahmet Ayşe’ye yeni bir kolye aldı sen neden almadın? Ben bu çantayla ne kadar zaman daha gezeceğim? Kursa mı yazılsam canım çok sıkılıyor da? bunları sorgula. Bu rolü biz seçtik lütfen rolümüzün gereklerine uyalım. Gelelim çocuk konusuna biz kadınların en büyük gurur kaynağı çocuklarımızdır.Gurur duyulacak ne yapıyoruz? Çocuklarımızı gerçekten iyimi yetiştiriyoruz? Aslında çok harika çocuklar yetiştiriyoruz. Aynı bizim gibi düşünen, bizim gibi uyuyan, bizim gibi yemek yiyen. En büyük başarımız dünyaya kendimizden tam olarak bir kopya bırakmak. Kopya olmasa bile benim yapamadıklarımı yapsın onun hayallerinin ne önemi var o şu an çok küçük düşünemez büyüyünce bana teşekkür edecek doğurdum yetiştiriyorum yediriyorum giydiriyorum daha ne ister ki bi çocuk? Dinlenmek mi; düşüncelerine önem verilmesini mi; kişisel özelliklerine saygı gösterilmesini mi; kendi kanatlarını açıp uçmayı mı ister? Tabiki de HAYIR. Bir çocuk şeker ve oyun ister çünkü o sadece bir çocuk. Ama nedense psikolojik ve sosyolojik araştırmalara göre tüm katillerin tüm hırsızların kişisel bozuklukları çocukluklarında ki psikolojik sorunlarından kaynaklanıyor.Onları yetiştiren anneler değimliydi ( bazı istisnalar hariç)?Ortada bir problem varsa sadece bir kişiyi yada bir tarafı suçlamamalıyız.Yumurta kırılmışsa onu iten olmuştur. Tabak düşmüşse onu düşüren olmuştur. Kadınlar hep eziliyor erkekler hep eziyor yada kadınlar erkeleri sadece çıkar olarak kullanıyor diyemeyiz. Çünkü her etki karşısında bir tepki oluşturur. Eğer aynı dünyada aynı sistem içinde devam etmek istiyorsanız: Çocuklarınıza kadın erkek ayrımını öğretin kadını sadece bir beden olarak anlatın ki onlarda çocuklarına anlatsın! Fakat artık sistemden kurtulmak pek mümkün görünmese bile sistemin içinde sisteme karşı yaşamak istiyorsanız. Daha güzel bir dünya istiyorsanız. Birbirinizi suçlamayı birbirinize taş atmayı bırakıp; kendini ve karşı tarafı anlamaya, dinlemeye gelişmeye ve gelişmeye yardım etmeye ne dersiniz? Çocuklara para kazanmayı değil de kalp kazanmayı öğretmeye ne dersiniz? Haaaa ben sadece bir kadın değilim ben kimliğim var 20 i adım b lgi f kir Furkan Çavga Sakarya Üniversitesi İşletme [email protected] DOĞU BATI EKSENİN KADIN ALGISI VE ÖZGÜRLÜKLER Kadın ve erkek düzleminde, özgürlük konusu çokça konuşulur ve tartışılır. Ortada bir sorun olduğu ve konuşulması gerektiği genel kanıdır. Ancak bu değerlendirilmelerde çokça kavram kargaşası da mevcuttur. Bu yüzden de çoğu zaman bir sonuca varılamamaktadır. Sonuca ulaşıla bilinmesi için ilk önce sorun ve kavramlar tam anlamıyla tespit edilmelidir. Bizler özgürlük denildiğinde ne anlıyoruz? Kadın ne kadar özgürdür? Yaşadığımız çağda kadın erkek eşitliği söz konusu mudur? Veya özgürlük eşitlik midir? Gerçekten kadın hakları savunuculuğu yapılmakta mıdır? Batıda kadın özgürlüğü ne ifade eder? İslam kadın hakları için neler belirtmiştir? Son yüzyıllarda batıda kadın ve erkek eşitliği üzerine bir çok hareket meydana gelmiştir.Bunların en önemlileri feminizm diye meşhurdur. Bu hareketlerin bir kısmı başarıya bile ulaşmıştır. Ama şunu sormak gerek: Bu başarılar kadına bir şey kazandırdı mı? Yoksa bu başarı sayılan şey kadının daha fazla kullanılmasına mı sebep oldu? Özgürlük denince akla ilk gelen batı medeniyetleridir. Bende konuya buradan başlamak istiyorum. Peki, batı medeniyetlerini tarih boyunca ele aldığımızda kadına tanımış olduğu haklar nelerdir? Tarih boyunca kadınlara nasıl bakılmıştır? Batının bize sunduğu modern kadın modeli nedir? Burayı irdeleyelim. Ortaçağ ve sonrasında, Aydınlanma dönemi Avrupa’sında kadının toplumsal kimliği üzerindeki dinin etkisi ve baskısı üzerinde durmadan önce, İncil’de kadının yeri üzerine bir şeyler söylemek gerekir sanırım. Her şeyden önce Tanrı’nın oğlu İsa’yı doğuranın bir kadın olması, salt doğurganlık üzerinden de olsa, kadına kutsal bir saygınlık kazandırmaktadır. Ancak bu görüşe rağmen kliseye bağlı olan eski milletlerin çoğu, kadının amellerinin Tanrı katında kabul edilmeyeceğini i adım b lgi f kir düşünüyorlardı. Eski Yunan’da, “kadın şeytan işi bir pislik” olarak adlandırılıyordu. Romalılar ve bazı eski Yunanlıların görüşüne göre erkek soyut bir insani benliğin sahibi idi; ama kadının böyle bir benliği yoktu. Miladi 586 yılında Fransa’da toplanan bir kongrede uzun tartışmalardan sonra kadının insan olduğu kabul edilmiş; fakat erkeğe hizmet etmek için yaratıldığı sonucuna varılmıştır. İngiltere’de yaklaşık yüz yıl öncesine kadar kadın, insan toplumunun bir parçası sayılmıyordu... Fakat II.Dünya savaşından sonar bir şeyler değişti. Kadın sorunu Batıda çok hassas bir mesele olarak gündeme geldi. Bunun sebeplerinden birisi bizzat dünya savaşıdır. Çünkü ikinci dünya savaşı aile bağlarını tamamen yıkmıştır. Fakat bundan evvel, Kilisenin din adına savundukları ve her zaman dinin bekçilik ettiği üsleri, kadının manevi, sosyal ve insani değer, hak ve şahsiyetini yok etmiştir. Evet kilise bunları din namına savunmuştur. Rönesasns’tan, burjuvazinin devriminden sonra bireysel özgürlük kültürü, kiliseye karşı bir zafer kazandı. Burjuvazinin hamle yapması neticesinde kilisenin hukuki, ahlaki, ruhi ve bilimsel egemenliği ve beraberinde din de yok oldu. Ve ansızın cinsel özgürlük meselesi gündeme geldi. Bu cinsel özgürlük şiarıyla kadın; bütün yoksunlukların, insanlık dışı kayıt ve sınırlamaların yok olup gittiğini görünce onu şiddetle kabul etti. Peki, burada söylediğim özgürlük gerçek özgürlük müdür? Yoksa geçmişten süregelen tutumun oluşturduğu etkiye tepki olarak savunulan ancak kadının birey olma hüviyetini elinden alıp seksepalitesini ortaya çıkaran bir olgu muydu? 21 Öncelikle, Özgürlük Nedir? Batıda “Kadın Özgürlüğü” ibaresi çok kullanılır. Özgürlük ise kapsamı çok geniş olan bir kavramdır. Hatta özgürlük henüz üzerinde ortak bir fikir birliğinin olduğu bir tanımı bulunmayan bir kavramdır. Esaretten özgür olmak şeklinde okunabileceği gibi; ahlaken özgür olmak şeklinde de okumak mümkündür. Çünkü ahlak da, birtakım bağlayıcı ve sınırları olan ilkelerden ibarettir. Özgürlük kelimesi insanlara hoş gelir, bu yadsınamaz bir geçektir. Ancak batı tarafından bizim soframıza konulan özgürlük ibaresinin, içeriğini iyi okumak ve analiz etmek gerekir. Bizler gerçekten modernleşmenin beraberinde özgürleşiyor muyuz? Yoksa bizler özgür insanlarız derken, aslında özgürlüklerimiz elimizden mi alınıyor. Bu konuda eski Amerikan dış işleri bakanının söylediği bir söz gerçekten beni etkilemiştir: EN İYİ KONTROL ŞEKLİ, KÖKÜNDEN KANDIRILDIĞINDA VE KURALLAR DİKTE EDİLDİĞİNDE ÖZGÜR OLDUĞUNU DÜŞÜNMEDİR. ESARETİN BİR ŞEKLİ; BİR HAPİSHANE HÜCRESİNDE OLMAKTIR. PARMAKLIKLARI GÖREBİLİR VE ONLARA DOKUNABİLİRSİN. DİĞER BİR ŞEKLİ İSE; YİNE BİR HAPİSHANE HÜCRESİNDE OTURURSUN AMA PARMAKLIKLARI GÖREMESİN BÖYLECE ÖZGÜR OLDUĞUNU DÜŞÜNÜRSÜN. demiştir. bu meydana girersek, o zaman kesinlikle doğru olana ulaşamayız. Evet, batılılara ait niyet ve hedeflerle bu işe kalkışmamalıyız. Bu niyet ve hedeflerler biraz kendi kültürümüzle de harmanlanarak bulamaç haline getirilmiş. Ortaya çıkan ürünü ne yazık ki acı bir şekilde toplumumuzda görmekteyiz. Batıyı çağ atlamış özgür bir toplum olarak görnlere eski batı zihniyetinden arta kalan bir örnek vermek istiyorum. Bugün bile bir kadın bir erkekle evlendiğinde, kendi soyadını bırakıp kocasının soyadını almaktadır. Kadın, kendi soyadını taşıma hakkına sadece bekâr olduğu müddetçe sahiptir. Kadın evlenir evlenmez kendi soyadının yerini erkeğin soyadı alır. Bu aslen batılılara ait bir kültürdür. Kadın, kendi hüviyetini evlendikten sonra da korumaktadır. Batıdaki soyadı değiştirme meselesi, erkek kadının sahibidir anlayışından kalma bir nişanedir. Batıda mal varlığına sahip bir kadın, bir erkekle evlendiğinde sadece vücudu o erkeğe ait olmayıp babasından kalma bütün mal varlığı da kocasına ait bir duruma gelmekteydi. Bu, batılıların inkâr edemeyeceği bir gerçektir. Avrupa’daki ani değişimin nedeni neydi? Bu alanda düşünmek isteyen değerli kadınlarımız, özellikle de gençler, iyi dikkat etsinler. Avrupalıların kendi sosyologlarının yaptıkları dakik incelemelere göre, Avrupa’da kadınlara mülkiyet hakkının verilme nedeni, Ne yazık ki batıda özgürlük kavramına yanlış ve zararlı bir mana yüklenmiştir. Özgürlüğü, aile kurumunun ge- modern teknolojinin gelişmesiydi. Batıda sanayi yavaş yavaş gelişmeye başlayıp fabrikalar kurulunca, işçiye rektirdiği şartların dışına çıkma, hatta evlenip aile kurihtiyaç duyuldu. Büyük oranda işçiye ihtiyaçları vardı, arak çocuk yetiştirme yerine geçici şehvetlere yöneleama işçi azdı. Düşük ücretle çalıştırabilecekleri kadınları bilme şeklinde yorumluyorlar. Bu kavramı doğru bir fabrikalara çekip onların iş gücünden yararlanabilmek şekilde kullanmıyorlar. Toplumsal hareketin başarıya için kadınların da mülkiyet hakkına sahip olduğunu ilan ulaşması, o hareketin, doğru teşhisler ve gerçek maslaettiler. Avrupalılar kadınlara mülkiyet hakkını yirminci hatlara dayalı olmasının yanı sıra, birtakım sahih akli yüzyılın başlarında verdiler. Bu tavırlar, batılıların kadıtemellere oturtulmasına bağlıdır. Kadın haklarını savunna olan ifrat ve zulme dayalı anlayışlarının neticesidir. ma adına gerçekleştirilen bütün hareketlerde bu ilkeye Bu ölçüdeki bir gevşeklik, tabii olarak aynı ölçüde bir riayet edilmelidir. Yani, kadın ve erkeğin tabiatları iyice aşırılığı doğurdu. Kadın hareketleri böyle bir ortamda tanımlanmalı, kadın ve erkeğin kendilerine has sorumbaşlayınca, doğal olarak birtakım ifratları beraberinde luluk ve uğraşları belirlenmeli ve buna ilave olarak bu getirecektir. Bundan dolayı sizlerin de gördüğü gibi çok iki cins arasındaki ortak yönler de göz önünde bulunkısa bir sürede kadın-erkek ilişkilerindeki serbestlik durularak taklitçilikten uzak bir şekilde kadından yana dolayısıyla batıda fesat öyle bir hadde ulaştı ki, bu hızlı hareketler oluşturulmalıdır. Eğer bir hareket, taklit ve gelişigüzel alınmış birtakım kararların neticesinde oluşur- değişim batılı düşünürlerin dehşete kapılmasına neden oldu. Şu anda batı toplumunun ıslahını kendine dert edisa, kesinlikle zararlı olur.Eğer bizler batılılardan geri nen akıllı insanlar, mevcut şartlardan dolayı çok rahatsız kalmama kastıyla kadın haklarını savunmaya kalkışır ve bir durumdalar; ama bu gidişatın önünü alacak güce de sırf batılılar bize kötü gözle bakmasınlar diye bu işe girişirsek, hareketimiz asla doğru bir sonuç doğurmaz. Eğer sahip değiller. Batılılar, kadına hizmet adına onun hayatına çok büyük bir darbe indirdiler. onların bu alanda doğru bir yol katettiklerini sanarak 22 i adım b lgi f kir Peki, bizim toplumumuzda bu sorunlar yok mu? Ülkemizde bu konuda hayli sorun olduğu akıllı tüm bireylerin ortak fikridir. Ve zaten toplumumuzun bu konuda elle tutulur bir tarafı bulunmamaktadır. Ancak toplumumuzun sorunu ise şudur. Müslümanların ve muhafazakar kesim denilen insanlara bakılıyor, onların yanlışları İslamiyete mâl ediliyor. Sadece örnek olması açısından soruyorum: Komünist olduğunu iddia eden birinin, sokakta fakir bir adamın parasını çaldığını görseniz, komünizm mazlumları ezen bir tutum içerisindedir diyor musunuz? Veya küçüklüğünden beri sosyalit olduğunu bildiğiniz birisi ilerde menfaati uyarınca bir diktatöre yandaş olsa, bu kişinin bu tutumunu sosyalistliğe mi mâl edersiniz? Peki, söz konusu olan İslam olunca neden bu kadar acımasızız? Diyebilirsiniz ki «bir tanesi iki tanesi yanlışta olsun ancak hepsi yanlışsa demekki orda bir bozukluk vardır.» Yok ama öyle değil. Hakkın ölçütü çoğunluk değildir. Söz gelimi Hz. Nuh 1000 yıl Peygamberlik yaptı ancak ona iman edenler 1 elin parmakları kadardı. Bu yüzden gelin Müslümanlar elinde bozulmayan İslam’ın kadına bakışına göz atalım. Bakalım düşmanlık edecek bir tarafı var mı? İslam’da Kadın Teoriyle pratik farklı şeyler. Müslümanların, İslam’ın teorideki kadına bakış açısını pratize etmedeki yanlışlarını zaten az önce belirttik. Müslümanlar bu konuda ziyandadır. Ancak Muhammed-i İslam’daki kadının yeri bu değildir. Kur’an kadın ve erkeğin yaratılışından bahsettiği zaman onların her ikisinin de aynı oluşumdan yaratıldığını beyan etmektedir. Buna göre islami düşünce şunu ifade eder: “Yaratılan her şey insan içindir ve insanlar da birbirleri için ziynet ve süstürler.” İslam, insanın olgunlaşmasını hedeflemiştir. Bu açıdan da kadın ve erkek arasında hiçbir fark yoktur. İslam açısından önemli olan kadınlık veya erkeklik değil, tekâmüldür, insanın insan oluşu, yeteneklerin eğitilmesi ve herkesin, ister kadın, ister erkek olsun, vazifelerini yapmasıdır; ki bunun için kadın ve erkeğin tabiatlarının iyice tanınması gerekmektedir. İslam’da kadın ve erkeğin tabiatı güzel bir şekilde açıklanmıştır ve vazifelerde asıl önemli olan şey, dengedir. Yani, fertler arasında, ister kadın olsun, ister erkek, adaletin sağlanmasıdır. Bundan dolayı da bazı konularda kadınlarla ilgili olan hükümler erkeklerinkinden farklı olabilir. Çünkü tabiatları itibarıyla i adım b lgi f kir da kadın ve erkek arasında birtakım farklılıklar söz konusudur. İslamî öğretide kadın ve erkek türü arasındaki fıtri ayrıcalıklar, gerçekçi ve mükemmel bir tarzda belirlenmiştir. İslam, öğretileri ışığında kadını yüceltti. Öyle ki kadını ilahi risaletin bekçisi ve İslami hüküm ve adabın beyan edicisi kılmış ve erkeklere bir emanet olarak vermiştir. Veda hutbesinde Allah Rasulü (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Ey insanlar sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi, onların da sizler üzerinde hakları vardır. Ben size onlara iyi davranmanızı vasiyet ediyorum. Onlar size Allah’ın emanetleridirler. Emanete yapılan vefasızlığın sorgusu elbette olacaktır.” Toplumda o günlerde hiçbir değeri olmayan kadını, İslam yüceltti ve ona azamet ve insanlık makamını bağışladı. Ortaçağ zihniyetinin taşlaşmış kalp yığınları arasında toprağa gömülen kız çocuğunu, bir meta gibi alınıp satılan kadını, günümüzün ağızlarından salya akıtan materyalist maddiyatçı patronlarına cariye yapan kadını, Fransız devrimiyle yeni bir statiko arayan ama aradığını bulamayan kadını, yeniden erkeklerin patronlaşmasına ve onların ürettiği şeylerin tüketimi için reklam firmalarının kapılarında sürünen bir paçavra haline getirilen kadını, çalışması lazım, kadın evine hapsolmamalı diyerek kendine ucuz işçi bulma peşinde olan materyalist patronları zenginleştirmekten öteye geçmeyen kadını, evet! günümüz kadınını İslam yüceltmiş ve “cennet anaların ayakları altındadır” diyerek, kendisine en büyük manevi değeri vermiştir. Buradan şu kavrama ulaşmakta bir başka yanlıştır bana göre. Yani islama göre kadın erkeğin tanıdığı özürlük kadar özgürdür. Kadın eve kapanmalı ev işleriyle ve çocuklarıyla uğraşmalı. Hayır zaten bu düşünce az önce eski batı medeniyetlerinde yerleşmiş olan yerdiğimiz düşüncedir. Evet bir kadının asli görevi yuvasıdır ancak bu kadarla sınırlı değildir bu düşüncenin sindirilmesi gerekir. Bu yüzden ki burada vurgulanan kadının kutsallığıdır. Bakın erkek her zaman bir ailenin direği olarak gösterilsede, bir yuvayı her zaman dişi kuş yapar bunu unutmamak gerekir. Bizim toplumumuz da aile yapılarının batılılara göre kuvvetli olmasının temel nedeni budur. Bakınız, Kur’an kadın ve erkek hakkında -özellikle de aile içindeki kadın ve erkek hakkında- ne buyuruyor? ‘’Ve delillerindendir ki sizin cinsinizden eşler yaratmıştır size.’’ Yani, Allah-u Teala’nın yeryüzündeki kudret nişanelerinden biri de erkek için kadını ve kadın için de erkeği bir eş olarak yaratmasıdır. Sizin cinsinizden buyurmasından, bu iki cinsin farklı rütbelere sahip olmadıkları ve 23 aynı cevherden yaratıldıkları anlaşılmaktadır. Elbette kadın ve erkek, misyonlarının farklılığı nedeniyle bazı farklı özelliklere de sahiptirler. Ayet şöyle devam ediyor: “Onunla huzur bulasınız diye.” Demek ki beşerin iki ayrı cins olarak yaratılmış olması büyük bir hedeften dolayıdır. O hedef, huzura kavuşmaktan ibarettir.Yani, kadın ve erkek evlilik vasıtasıyla bir araya gelerek huzura kavuşurlar. Bir erkek için evin sakin ortamında sevdiği bir hanımla birlikte olmak, büyük bir mutluluk olduğu gibi, aynı şekilde bir kadının da,sevebileceği ve ona dayanarak kendisini güvende hissedebileceği bir kocaya sahip olması, onun huzurlu olmasına neden olacaktır. İşte aile ortamı, bu huzuru her iki taraf için de temin ediyor. Öyleyse hem kadın, hem de erkek aile ortamında huzura ulaşabilmek için birbirlerine muhtaçtırlar. Örnek Kadın: İslam’a göre kadın nasıl olmalıdır? Kur’an tek başına gönderilmemiştir ve anlaşılabilinmesi için İlahi kutsiyetlere dokunabilecek bir elçiye muhtaçtır. Bu yüzden Kur’an’ı açıklaması ve yaşantısıyla ortaya koyması için Peygamberimizle birlikte gönderilmiştir. Peki, İslam’daki kadının nasıl olması gerektiğinin örneği kimdir? Vahiy evinin kızı olan, anneler annesi, cennet kadınlarının efendisinin hayatına bakalım. Hz.Fatıma(a.s) öyle bir kadındır ki toplumunda varolan sapma ve zulüm karşısında sorumluluk hissediyor, sosyal mücadele ve kavgaların içerisinde bulunuyor. Ta ölüm anına dek sessiz durmuyor, susmuyor ve sönmüyor. Aynı şekilde O Fatıma (a.s) tekrar müslüman kadını ortaya koyabilir. O Zeyneb gibi bir kızını, Hasan ve Hüseyin gibi oğullarını, bu aşamada bir anne olarak yetiştiriyor. Yüce, örnek ve eş kadının, başka bir boyutu olarak Ali’nin yalnızlık, sıkıntı, zorluk ve azametleri durumunda da hep O’nun yanında olmuştur. Ayrıca sorumlu, sosyal bir kadın olarak doğumundan, babasının defnolunduğu ana kadar, yine bir an bile mücadeleden geri durmadı. Dış cephede hicrete kadar küfürle, iç cephede ise ölüm anına kadar sapma ve katil ile mücadele etmiştir. Aynı şekilde Peygamberimizin (s.a.v) eşlerinden Hz. Hatice validemiz İslamiyetin doğuşundan itibaren peygamberin en büyük destekçisi olmuştur. Hedef, kadınları başka bir safa çekip, onları erkeklerle düşmanca bir rekabete sokmak değildir. Hedef,kadınların ve erkeklerin doğru bir eğitimden geçerek büyük insanlar olabilmelerini sağlamaktır. İslami tecrübeler, bu hedefin mümkün olduğunu ispatlamıştır.Şunu iyi biliniz ki, kadın hangi zaman ve mekânda olursa olsun ve hangi 24 aileye mensup bulunursa bulunsun, eğer belirtilen şekilde kendisini yetiştirmeyi başarabilirse, azamet ve büyüklüğe ulaşır. Kadınların yüceliği ve İslam’ın onların hakkı olanı onlara geri döndürmesi o kadar aşikardır ki. Arkadaşlar buraya dikkat edelim. Kadın ilk anından son anına kadar yüce bir değer sahibidir. Şimdi 3 evresinden ve bu 3 evredeki Allah’ın onlara bahşettiği değeri, hadisler ışığında huzurunuza sunacağım. 1- Bir kız çocuğu dünyaya geldiğinde Anne-Babasının günahları affolunur. Ve o kız anne-babasının süsüdür. 2- Evlilik çağındaki erkek ile kadının evlenmesi ile erkeğin dini kemale erer. Yani kadın burada erkeğin dininin ve imanının tamamlanmasının şartıdır. 3- Ve üçüncüyü de zaten çoğumuz biliyoruz. Bir kadın çocuk sahibi olduğu andan itibaren, o çocuk için Cennet annesinin ayaklarının altındadır. Eğer salt, bozulmamış İslam’ı ele alırsak tam olarak hangi yönünü eleştirebiliriz ki?.. Eğer İslam toplumu, kadınlarına Hz. Hatice (a.s) Hz. Fatıma (a.s) ve Hz. Zeynep (a.s) gibi örnek şahsiyetleri ideal kadın olarak benimsetebilir ve bu vesileyle dünyayı ve tarihi kendi tesiri altında alabilecek büyük kadınlar yetiştirebilirse, işte o zaman kadın gerçek makamına ulaşmıştır demektir. Kadın, ilahi sistemin, kadın erkek ayrımı yapmadan insan için belirlediği ilmi ve manevi kemallere ulaştığı takdirde, daha iyi çocuklar terbiye edebilecek, daha sıcak bir aile ortamı oluşacak, toplumsal gelişim artacak, hayattaki problemler daha kolay çözülecek ve kısacası, kadın ve erkek mutlu olacaktır. Elbette burada yük sadece kadınların omzunda değildir burada asıl yük tabularını yıkması gereken erkeklerdedir. Bu hedefe ulaşmak için çalışmak gerekir. i adım b lgi f kir DAYANIŞMANIN GÜCÜ ADINA!!! i adım b lgi f kir 25 KADEM bir fikir derneğidir! Kadın ve Demokrasi Derneği(KADEM), 2013 yılında kadınların hukuk, siyaset, sanat ve iş dünyası alanlarına girmelerini amaçlayarak kuruldu. Entelektüel kadınlardan bir beyin takımı oluşturmaya çalışan dernek, geleneksel kodlarla modern kazanımları birleştiren bir algı ile ‘’kadın’’ı yeniden tanımlamayı amaçlamakta. Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü hocalarından Yrd. Doç. Filiz Cicioğlu’nun da yönetiminde bulunduğu KADEM Sakarya Temsilciliği 26 Aralık 2014 tarihinde kuruldu. KADEM Sakarya Temsilcisi Yrd. Doç. Hülya Terzioğlu Adım Dergisine KADEM’i anlattı: KADEM’in komisyonlardan oluşan bir yapısı vardır. Akademi komisyonu, hukuk komisyonu, eğitim komisyonu, iş dünyası komisyonu, toplumsal farkındalık komisyonu, dış ilişkiler komisyonu, temsilcilikler komisyonu gibi her bir çalışma alanına ilişkin komisyonumuz vardır. İlgili kurumlara raporlar hazırlamak, toplantılar, seminerler ve çalıştaylar düzenlemek gibi pek çok çalışma alanımız mevcut. KADEM uluslararası projelerde de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın çalışmalarında da yer almaktadır. Pek çok kanuna ilgili şerhler koyan raporlar sunmuştur. Çalışmalarımız hem Türkiye’de ki STK’lar hem de uluslararası STK’lar aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Genel merkezimiz İstanbul’da olmak üzere Gaziantep, Denizli, Konya, Ankara ve Sakarya’da temsilciliklerimiz vardır. Sakarya Temsilciliğimizde 100 civarı üye ve altı komisyonumuz vardır. ‘’TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ’’ DEĞİL, ‘’TOPLUMSAL CİNSİYET ADALETİ’’ Yürüdüğümüz yolda en önemli kavramımız ‘’toplumsal cinsiyet adaleti’’dir. KADEM olarak sadece sorun oluşturan alanlarda değil, eksik gördüğümüz alanlarda da çalışmalar gerçekleştirmekteyiz. İstanbul’da 5.000 kadının katılımı ile ‘’Kadının yasal hakları seminerleri’’ gerçekleştirdik. Bu seminerler Nisan 2015’de Sakarya’da da başlayacak. Ayda bir kez gerçekleştireceğimiz seminerlerde amacımız kadınları varolan haklarından haberdar etmektir. 26 i adım b lgi f kir REAKSİYONER OLMAYI DEĞİL AKSİYONER OLMAYI SEVİYORUZ. ANTİ-TEZCİ OLMAYI DEĞİL TEZCİ OLMAYI SEVİYORUZ. KADEM’de verilen eğitimler kadının yaşantısını sorgulamasına sebep olan eğitimler değillerdir. Kadınları sorunlarının çözümü için sağduyulu bir dil kullanmaya teşvik ediyoruz. Bugüne kadar feminist söylemler hep reaksiyoner tavır göstermişlerdir. Bu sebeple erkekler tarafından ‘’anlaşılamaz’’ ve ‘’itici’’ görülmüşlerdir. Biz ise uzlaşmacı tavırları sergileyen kadınların ortak aklı harekete geçirmekte başarılı olacağına inanıyoruz. Olaylara tepkimizi ise afişler hazırlayarak, basına açıklamaları yaparak, yeri geldiğinde sokağa çıkarak gösteriyoruz. Ama KADEM olarak sokakta görünür olmaktan çok işin hukuki ve siyasi boyutuna dahil olmayı tercih ediyoruz. Sokağa çıkmayı somut sonuç doğurmadığı ve manipülasyona açık olduğu için tercih etmiyoruz. NEDEN ‘’KADIN VE DEMOKRASİ’’ DERNEĞİ? Yaşadığımız yüzyılın dünya görüşü demokrasidir. Gelişen demokrasiden en çok kadınlar yararlanacaktır. Demokrasinin gelişmemesi demek toplumun yarısını oluşturan kadınların gelişmemesi, haklarını kullanamaması demektir. Demokrasi beslenmez ise kadınların özgürlükleri göz ardı edilecektir. Kadını fikri anlamda beslemek geleceği beslemek demektir. Erkeklerin cinsiyet eksenli değil adalet eksinli bakmasnı ve ehliyetimizin cinsiyetlerimizin önüne geçmesinin amaçlıyoruz. SÖZÜ DİNLERİZ, GÜZELİNE TABİ OLURUZ Görüşleri farklı dahi olsa herkesi KADEM’e bekliyoruz. Bütün kadın dernekleri ile görüşmeler yapabiliriz. Farklı görüşlerdeki herkesi dinlemeye açık bir derneğiz. Görüşleri farklı dahi olsa herkesi KADEM’e bekliyoruz. Bütün kadın dernekleri ile görüşmeler yapabiliriz. Farklı görüşlerdeki herkesi dinlemeye açık bir derneğiz. Söyleşi: Pelin Gül - Mart 2015 i adım b lgi f kir 27 Veli Reçber Sakarya Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri [email protected] YAŞAR KEMAL VE RIFAT ILGAZ ÜZERİNDEN SANAT VE SINIF İLİŞKİSİ SANAT VE SINIF İLİŞKİSİ Antropolojik bulgular ve sosyolojik araştırmalar tarihin her döneminde insanların ya topluluk halinde ya da toplum halinde yaşadığını ortaya koymaktadır. Toplumsal bir varlık olan insanoğlu tarihin her döneminde içinde yaşadığı toplumda bir sınıfın unsuru olmuştur. İlkel komünal dönemlerden, köleci toplumlara; köleci toplumlardan feodal toplumlara, feodal toplumlardan kapitalist modern toplumlara ve kapitalist modern toplumlardan günümüz post modern/bilgi toplumluna dek insanlık ve insanlığın içinde yaşadığı toplum sınıflar halinde yaşamış ve bu sınıfların birbiri ile olan ilişkisi ile günümüze evrimlenmişlerdir. Sosyal bilimlerde toplumsal değişmeyi açıklayan bir çok düşünce sistemi ve farklı birer disiplin olarak bilim dalları vardır. Bu düşünce sistemleri ve bilim dalları insanlık tarihi ve sınıflar tarihini sınıf bilincinin farkında olmadan çeşitli teoriler ve yasalar temelinde ortaya koymaya çalışmışlardır. Kuşkusuz bu düşünce sistemleri ve kuramlar içinde toplumsal değişmeyi ve sınıf bilincini siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel analizini materyalist bir yorumla, toplumların evrimini diyalektiğin metodolojik kuralları ile sistemleştirerek ve teorileştirerek ortaya koyan Karl Marx ve F. Engels olmuştur. Marx bunu komünist manifestoda şöyle açıklar: ‘’Bu güne kadar ki tüm toplumların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir. Özgür ile köle, Patrisyen ile pleb, senyör ile serf, lonca ustası ile çırak, kısacası ezen ile ezilen birbiriyle sürekli bir karşıtlık içinde bulunmuş, birbirine karşı gizli ya da açık kesintisiz bir mücadele sürdürmüş, bu mücadele ya tüm toplum yapısının devrimci bir dönüşümüyle, ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte çöküşüyle sonuçlanmıştır’’ ( Marx, Engels, 2008: 22). 28 Marksist düşünce sistemine göre bir toplum alt yapı ve üst yapıdan meydana gelmektedir. Alt yapı ve üst yapı karşıtların birliği yasası temelinde sürekli etkileşim ve çatışma halindedir. Karl Marx bu etkileşim sonucunda alt yapının her zaman üst yapıyı belirlediğini ortaya koyar. Marx alt yapı ve üst yapı arasındaki ilişkiyi ‘’Ekonomi Politiğin Eleştirisi’’ adlı kitabının önsöz başlıklı eserinde değerlendirmiştir. Bu eserinde bu iki yapı arasındaki ilişkiyi şöyle açıklamaktadır: ‘’Uzun uzadıya uğraştıktan sonra eriştiğim ve bütün incelemelerime öncülük eden genel kanaatlerimi şöyle özetlemek mümkündür. İnsanlar toplumsal üretim işinde, zorunlu ve iradelerinden ileri bağımsız olan belirli bir takım ilişkilere girişirler; bu üretim ilişkilerini, üretim ilişkilerinin toplamı da toplumun ekonomik yapısını meydana getirir. İşte toplumsal bilincin belirli biçimlerini karşılayan kanun ve politik üst yapılar hep bu gerçeklik hep bu gerçek temel üzerine kurulmuştur. Maddi hayattaki üretim biçimi politik tinsel yani manevi toplumsal oluşumların genel karakterini belirtir. İnsanların bilinci geçim yolunu belirtmez, tam tersine geçim yolu onların bilincini belirler’’ (Füredi, 2001: 224-228). Alt yapı ve üst yapı arasındaki ilişki de bir ayrıma gidecek olursak Marksist teoride toplumsal düzenin ekonomik temeli, alt yapıyı oluşturur. Yani bir toplumda alt yapı, ekonomik ilişkiler ve üretim biçimlerinin tümüdür. Bir toplumun sosyo-ekonomik ilişkilerinin belirlendiği alandır. Toplumun başka bir topluma evrimi ile bir düşüncenin başka bir düşünceye evrimi, üretim sürecinin tüm ilişkileri ve üretim araçları arasındaki ilişkinin karakteristik formu bu yapı tarafından belirlenerek alt yapı da meydana gelir. Ve alt yapı aşamasında genel olarak Marksist düşünce iki temel sonuç ortaya koyar: Birincisi, alt yapı o toplumun ekonomik alt yapısının ve üretim ilişkilerinin zorunlu bir sonucu olarak sınıfların oluştuğu ve birbirleriyle etkileşim içinde bulunduğu yapıdır. Ekonomik i adım b lgi f kir yapının bu aşamasında üretim ilişkisi bu farklı iki sınıf arasındaki ilişkilerin belirlediği üretim biçimi ile üretim araçlarının özel mülkiyeti konusunu oluşturur. İkincisi, toplumun karakterinin ekonominin doğası tarafından belirlendiğini söylemiştik. Bir toplumda sosyal değişmeyi tarih boyunca sınıflar arasındaki çatışmanın sağladığını ortaya koyan Marksist düşünce toplumların başka bir topuma evrimini tarih boyunca sınıflar arasındaki çatışmanın sağladığını, materyalist yorumla, diyalektik ve evrimci bir bakış açısı ile ortaya koyar. amacıyla kontrol mekanizması düşüncesi ile derinleşerek devam etmektedir. Yeni Dünya Düzeni’nin ideologları, ülkemizde ve dünyanın her yerinde, geniş emekçi yığınlarını kendi istedikleri doğrultuda etkilemek; sorgulamayan, karşı çıkmayan, yalnızca tekeller için çalışan ve düşünmeden tüketen tek tip insan oluşturmak için, birtakım sanatçı figürleri, idoller yaratarak onların aracılığıyla kitleleri etkilediler. En çok müzik alanında görülen bu etkileme, sinema, tiyatrodan edebiyatın çeşitli dallarına kadar kendini göstermiştir. Kısacası, Marksist düşüncenin ortaya koyduğu bir toplumu meydana getiren iki temel yapı olan alt yapı ve üst yapıyı sosyal bilimlerde akademik bir dille formülleştirecek olursak bir toplum iki yapıdan meydana gelmektedir. Bu iki yapıdan ilki alt yapıdır. Alt yapı, o toplumun ekonomik yapısıdır. Bu yapıda o toplumun üretim biçimi, üretim ilişkileri ve üretim araçlarının toplumdaki sınıflar açısından durumu ve konumunu belirlenir. Marx’a göre alt yapı üst yapıyı belirler. Toplumu meydana getiren diğer bir yapı ise üst yapıdır. Üst yapı alt yapı tarafından yani ekonomi tarafından belirlenen herşeydir. Yani o toplumdaki, siyaset( siyasi ideoloji, siyasal rejim), kültür, inanç, sanat, vb. herşeyi belirler. İşte bu bölümde sınıflar açısından sanat ve sınıf ilişkisini irdeleyerek günümüz toplumlarında içinde yaşadığımız toplumda ve coğrafya da sanatı sınıf bilinciyle el alarak insan, örgütler ve toplumları inceleyeceğiz. Alternatif Sanat Ezilenler açısından sanata baktığımızda geçmişten günümüze dek, sistemi eleştiren, sorgulayan, emekçi sınıfın bilinçlenmesini sağlayarak edebiyattan, müziğe; müzikten resime ve resimden sinemaya, sinemadan her türlü sanat anlayışına uzanan, farkındalık yaratan sanat anlayışı ve ezilenlerin bağrından çıkan sanatçılarda her dönemde olmuştur. Amacı, egemen sınıfın hakim ideolojisinin yaratmak istediği insan tipini, modernitenin ya da postmodernitenin kıskacında olan işçi sınıfını sorgulayarak, düşündürerek, eleştirerek içinde bulunduğu yaşam koşulları açısından farkındalık yaratarak emekçi sınıfların, duygu ve düşüncelerini, istemlerini kapsayan ve ifade eden alternatif bir sanat anlayışı olarak ortaya çıkan proletarya sanat anlayışının varlığı ile karşılaşmaktayız. İşçi sınıfının bir üst yapı kurumu olan sanat anlayışı ile sistemi sorgulamaya başlaması, eleştirel yaklaşım ve yorumlarla sistem analizini ortaya koyan müzik, sinema, edebiyat ürünleri vermesi ile birlikte burjuva tarafından bu durum engellenmeye, sansürlenmeye ve yok edilmeye çalışılmıştır. Birçok sanatçı cezaevine girmiş, bir çoğu katledilmiştir. İşçi sınıfının sanatı, ortaya koyduğu sinema, müzik, edebiyat, şiir, resim, tiyatro ve heykeltraş gibi bir çok sanat dalında sansürle karşı karşıya kalmıştır. Sınıf bilinci olmayan, kendiliğinden işçi ve emekçi halk kitlelerinin; egemenlerin istedikleri doğrultuda düşünmesi, kendisine sanatçı olarak sunulan figürleri sorgulamadan kabullenmesi, estetik düzeyinin bu doğrultuda oluşması uygulanan politikanın bir sonucudur, doğal karşılanabilir. Ancak, sınıf bilinci edinmiş, sistemi ve uygulamalarını sorgulayan, buna karşı mücadele eden örgütlü emeğin, aydın ve demokratların artık kendi düşünce sistemine uygun davranış ve çaba içinde olması gereklilikten öte zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. SANAT VE SINIF İLİŞKİSİNDE İDEOLOJİK TARTIŞMA Egemenlerin Tipleştirdikleri Biz Sanatın kitleleri etkileme ve yönlendirme gücü, bugün kimsenin yadsımadığı bir gerçek. İnsanlık tarihinin başından bu yana egemenler ve ezilenler, bir üstyapı kurumu olan sanatı kendi ideolojilerini sistematik olarak yayma ve algı yönetimi amacı doğrultusunda kullandılar; egemenler ezilen kitleleri ideolojik baskı altında tutmak, sömürünün ayrımına varmalarını, bilinçlenmelerini ve sisteme karşı mücadele etmelerini önlemek amacıyla onları, kendi ideolojileri doğrultusunda sanat yapan sanatçıların ürünleriyle etkilediler, yaşam tarzı ve söylemleri ile yönlendirdiler. Bu olgu, her şeyin alınıp satıldığı, her şeyin metalaştırıldığı günümüzde de egemenlerin ezilenleri kontrol etme ve yönlendirmek i adım b lgi f kir 29 Bir üst yapı kurumu olan sanatın sınıf bilinci ile olan ilişkisini ideolojik tartışmasını ve önemini yukarıda ortaya koyduk. Kitle iletişim araçlarındaki işitsel ve görsel teknolojik gelişmeye paralel olarak günümüzde önemi kat kat artan sanat ve sınıf bilinci ilişkisinin kıskacındaki insanlar üzerindeki etkisini düşünerek insanların yönlendirilmesi ve kontrol edilmesi, egemen sınıfın kendi hakim ideolojisinin insan tipini yaratma çabalarını ve ideolojik akıl tartışmalarının bir kez daha detaylı tartışılması gereği ortaya çıkmaktadır. Tarihsel süreci içinde cumhuriyet tarihimizde sanat ve sınıf ilişkisini başta edebiyat, sinema, müzik olmak üzere çeşitli sanat dallarında inceleyeceğiz. YAŞAR KEMAL Yaşar Kemal, güneyin işçi sınıfından gelme, bekçilik yapmış ve tarlalarda çalışmış bir yazarımızdır. Halkın mitolojik öykülerini ya da işçi sınıfının efsanevi hale getirdiği halk kahramanlarını sade ve yalın bir dille halkın diliyle bize anlatan kişidir. Hikayelerinde, romanlarında güneyin pamuk ve tütün işçilerini, çukurovanın bereketli topraklarında çalışan ırgatları bulabilirsiniz. Edebiyat ve Politika dergisine verdiği bir röportajda kendisini şöyle anlatır Yaşar Kemal : Ta çocukluğumdan bu yana, kendimi bildim bileli, okur-yazar değilken bile şiir söylerdim. Sonra folklor çalışmaları yaptım. Röportajlar yazdım. Hikayeler, romanlar yazdım. Çalışma tarzım gösteriyor ki, halktan yana, halkla birlikte işini gören bir sanatçıyım. Benim kişiliğimi ve sanatımı halktan ayırmak mümkün değil. Yirmi yedi yaşıma kadar halk içinde, halkla birlikte 30 çalıştım. Yani bir kol emekçisiydim. 1951’de İstanbula geldiğimde, elimde bir kitaplık hikaye vardı. Örneğin, benim dünyaya çıkmış ilk eserim İnce Memed değildir, “Bebek” hikayesidir. Önce Fransızcaya çevrildi, sonra İngilizceye, İtalyancaya, Rusçaya, Romenceye, birçok dillere. Son yirmi yılın dünyada çıkmış birçok hikaye antolojisinde “Bebek” hikayesini de buluruz. 17-18 yaşlarımda bende sol düşünce belirmeye başlamıştı. Sanatım onunla tay gitti, yani paralel. Ben iki şeye inanırım. İki şeyin sonsuz gücüne, sonsuz yaratıcılığına, sonsuz değişimine; halk ve doğa. Sanatımı halkımla birlikte, onun büyük yaratıcılığı ile birlik olarak, onun için yaparım. Politikam da sanatımdan ayrılmaz. Halka kim zulmediyorsa, etmişse, halkı kim eziyor, ezmişse, onu kim sömürmüş, sömürüyorsa, feodalite mi, burjuvazi mi... Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım. Benim sanatım, içinden çıktığım sınıfın yani proletaryanın çıkarlarının emrindedir. Ben etle kemik nasıl biribirinden ayrılmazsa, sanatımın halktan ayrılmamasını isterim. Bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum. RIFAT ILGAZ Rıfat Ilgaz bir mizah ustası ve şair halkı güldüren düşündüren bir insandı...Bu ülkenin sanatçılarının, aydınlarının Sivas’ta Madımak Oteli’nde yakılmasının acısına dayanamayarak yazmaya ve yaşama otel yangınından dört gün sonra veda eden şair... 2 Temmuz 1993 sivas Madımak Oteli’nin yakılmasından sonra otelde bir çok şair, yazar ve aydın arkadaşının i adım b lgi f kir yanarak ölmesinden 4 gün sonra olayın üzerindeki etkisiyle 7 Temmuz 1993’te hayata veda eder. Rıfat Ilgaz’ın ölmeden önce Sivas’taki olaylardan çok etkilendiğini ve son olarak yazdığı bu ölümle yaşamın ve insan olmanın anlamı kalmadı adlı yazısıyla yazarlığı bıraktığını ve 4 gün sonra da yaşama gözlerini kapamıştır. Yaşamla ölümün bir anlamı kalmadı. Her şey yalama oldu!” Artık hiçbir şeye inanmıyoruz. Yaşama da inanmıyoruz. Artık yaşam yalama oldu. Evden dışarı çıkmamak mı lazım? Bizim aklımız ermez oldu. Asım benim çok eski dostum. Benim için yıllarca çalışıp değerli kitaplar yazan bir yazar. Yazar, kitapları yalnız kendisi için yazmaz. Kitaplar birer sevgi derlemeleridir. Asım aylarca yıllarca benimle yattı, kalktı. İyi günlerimde gülmüş; hapishanelerde, kelepçelerde ağlamış. Gözlerinin önünde 81’de kelepçeliyim. Asım yanımda. Türkiye’de, yaşama da ölüme de inanılmıyor. Asım Bezirci yaza yaza kayboldu gitti işte. İnsanca yapabileceğimiz tek şey, şimdi Asım’ı saygıyla anmak.” ... Peki ya Nesimi Çimen... Acaba haberleri var mıydı otel önünde toplanan ve oteli yakanların Nesimi’nin ne kadar büyük bir ozan olduğundan, curası ile hümanizm felsefesi yaptığından...Hiç dinlemişler midir Nesimi’nin Barış Güvercini adlı türküsünü... Ya da diğerleri, Karikatürist Asaf Koçak mesela ... şimdi kim çizgilerle bize hayatı sorgulayacak, kim çizgilerle i adım b lgi f kir bizi düşündürecek...kirasını bile ödüyemiyordu o çocuk...her sabah ev sahibine görünmemek için erkenden çıkardı evden... Metin Altıok, şair ve büyük düşünür... Muhlis Akarsu büyük ozan...Behçet Aysan tıp doktoru ve o güzel şair... Ya o 22 yaşındaki çocuk , hani şelpeyi bulup çalan... ütopyalar ülkesinin ateş hırsızı, Anadolu farklı bir coğrafyadır, kuzeyden güneye; doğudan batıya farklı kültürler ve folklorik değerleri taşıyan bir coğrafyadır. O çocuk gidip bu farklılıkları bulup kendi köyünde yoğurup insanlığa sunardı köy türküleri edasıyla... Ne demişti bize hatırlayın ... Şairler şiir yazar, ressamlar resim yapar, bir heykeltraş heykeltraş yapar, yazarlar halkın hikaylerini ve duygularını öyküleştirir ve romanlaştırır. Biz ozanlarda saz çalar türküler söyleriz Peki biz tüm bunları niçin yapıyoruz... Dünya alışkanlıklarından değil sevgiyle dönsün diye... Ben artık yazmayacağım, yazamayacağım benden bu kadar... artık yaşamı ve insanlığı, ve insanı ateş ile terbiye eden bir Tanrıyı herşeyi ile sorguluyorum. “Hitler ordusu Almanya’da ve Avrupa’da tüm kütüphaneleri yaktı. Firavunlar piramitlerin içindeki tabletleri yaktı. Ama insanlık tarihi boyunca aydınları, yazarları, şairleri, ozanları, çocukları bir binaya koyup yakmamıştı. Şimdi o da oldu... Diyecek fazla bir sözümüz yok aslında... 31 Sibel Naz Sakarya Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi [email protected] RABİNDRANATH TAGORE Merhaba arkadaşlar. Size aşina olduğum bir kültürün edebiyatçılarından birini tanıtmak istiyorum. Kendisi 07.05.1861 Bengal,Kalküta doğumludur. Etnik kökeni Bengal olup Hindistan’da yetişmiştir. Atalarının soyu 11. yüzyıla dayanır. Soyunun kurucusu bir BRAHMAN’dı. Babası varlıklı bir din adamıdır. Kendisi özel öğretmenlerden ders aldı, Londra’ya gönderildi ve orada hukuk eğitimi aldı. O sırada İngiliz şair WİLLİAM WORDSWORTH’un etkisinde kalmaya başladı. 19. yüzyılda Bengalli RACA RAMMAHUN ROY onun edebiyat alanında daha da gelişmesinde rol oynadı. Onun ve babasının etkileri altında şairin dünya görüşü Hindistan’ın geleneksel kast sınırlarını aşarak panteist bir dünya inanışının yanı sıra, Hindu dininin tekelci ve çok gelenekçi çemberini kıran bir olgunluğa kavuşmuştur. Öğretmeni Roy; Hindistan’da dinin oynadığı büyük rolü bildiği için, her şeyden önce bu alanda reform yapmak zorunluluğu duymuştu. Kendisi Hindu olduğu için Hint dininin bozulmasına üzülüyordu, fakat sosyal gerçekleri görecek kadar ileri görüşlü bir insan olduğundan reform yoluna gitmedi. 1930’da Hindistan’da yeni bir mezhep olan Brahmoizmin temelini attı. Brahmo Samaj adı altında tanınan bu hareket Hinduluk, Müslümanlık ve Hristiyanlığın ortaklaşa değerlerini bir çatı altında toplamaktaydı. Bu yeni din, mucize ve kerameti bir yana iter, her şeye egemen mutlak ve yanılmaz bir kuvvet yerine, bilgelik ve aşkın esin kaynağı olan insan ve dünyayı kavrayan, yücelten bir varlığa inanır. Bu Tanrı Upanishad’lardan alınan bir cümleyle tamamlanır: “Tektir ve biçimi yoktur, ama binbir amaçla, binbir şekle girer..” Brahmo Samaj’ın belli başlı sosyal ülküleri kardeşlik, ahlaklılık, insanseverlik, kadınlığın yükseltilmesi, 32 kastların kaldırılmasıdır. Bu noktalarda klasik Hinduizmin karşısındadır. Rammahun Roy tarafından kurulan Brahmo Samaj; Rabindranath Tagore’un babası ile Keshup Shandrasen tarafından geliştirildi. Tagore’un bu yeni oluşturulan mezhepten etkilenmesi; 22 yaşında yazmaya başladığı yıllara denk gelir. Bu yıllarda daha sonradan ilinti kuracağı Avrupa kültürüne pek rastlanmaz. O yıllarda Bengal Hindistan’ın her bakımdan canlı ve ileri bölgesiydi. Din, edebiyat, politika alanlarında yeni görüşler beliriyordu. Kendisinden önce edebiyatta yenilik yapmış olanlar olmasına rağmen, kendisini tutuculuktan kurtaran ilk şair ve yazar olarak bilinir. İlk yazdığı “Sabah Şarkısı” adlı şiiri yüzünden şiddetli eleştirilere maruz kalmıştır. Doğa ve insan sevgisinin yoğun olduğu Kitan Jali’nin ünü dünyaya yayılmıştır. Eserlerinde ince bir lirizmle, mistisizm harmanlanır. Hindistan’ın İngiliz Emperyalizminin boyunduruğundan kurtulması için büyük çabalar sarfetmiş ve bunu ılımlı bir üslupla yapmıştır. Edebiyat alanında ki başkaldırısını yeterli bulmayıp gençliğin milliyetçi bir eğitimle yetiştirilmesi amacıyla 1901’de Kalküta yakınlarında ki Balpur’da Sükun Barınağı anlamına gelen Santiniketan adını verdiği bir okul kurdu. Bundan başka Bangadorshan adıyla edebiyat dergisinin başyazarı oldu. 1924’de Batı ve Hint geleneklerini kaynaştıran Vishna-Bharati Üniversitesi’nin oluşumuna yol açtı. Bengalî dilinde yazdığı yapıtlarınının, hemen hemen hepsini kendisi ingilizceye çevirdiği için, dünyanın onu hızlı tanıması kaçınılmaz oldu. 1913’te Romain Rolland’ın çok övdüğü Gora adlı romanıyla Nobel i adım b lgi f kir Edebiyat Ödülü’nü aldı. Kitapta Gora adlı bir gencin hayatından kesit sunulur. 1915 yılında İngiltere “Sir” unvanını verdi. 1919, Hindistan tarihinde bir dönüm noktasıdır. Amritsar Kıyımı, Gandi’nin ulusal önder olarak belirmesi bu yıl içinde olmuştur. Gandi ve Tagore iki yakın dosttur. 21 Mart 1919’da çıkarılan bir yasayla, yönetimin savaş döneminde kullanabildiği özel yetkileri barış döneminde de elinde tutması sağlanıyordu. Irkçılık temellerine dayanılarak çıkarılmış bir yasaydı. Gandi pasif direnişi gündeme getirdi. Kısa süre sonra, 13 Nisan’da Amritsar’da halktan 400 kişi öldürüldü, 2 bin kişi de yaralandı. Altın Tapınak’a girilip Si- hler’in üzerine ateş açıldı. Pencap’ta sıkıyönetim ilan edildi. Tagore bir şeyler yapmak gerektiğine inanıyordu. Genel Vali Lord Chelmsford’a bir mektup yazarak Sir unvanını geri verip, Gandi’ye destek oldu. 67 yaşında resim yapmaya başlamasıyla, kast ve emperyalist sistemlere karşıtlığı ve üstün yeteneğiyle dünyanın sayılı şairleri arasına girmiştir. 7 Ağustos 1941’de doğduğu şehir Kalküta’da ölür. Rabindranath Tagore Sözleri OLDUĞUN GİBİ GEL Olduğun gibi gel, süslenmek için uğraşma! Saçının örgüleri çözüldüyse Ayrımı düzgün değilse Korsenin kurdeleleri bağlanmamışsa, aldırma! Olduğun gibi gel, süslenmek için uğraşma! Çimenlerin üzerinden, koşar adımlarla, gel! Dudağının boyası çiğ taneleriyle silindiyse Ayaklarında şıngırdayan bilekliklerin gevşek duruyorsa Kolyenin incileri koparak yere düşüyorsa, aldırma! Çimenlerin üzerinden, koşar adımlarla, gel! Gökyüzünü kara bulutlar kaplıyor, görmüyor musun? Irmağın karşı kıyısından turnalar havalanıyor Ve anında, rüzgar gibi, arka arkaya Geniş fundalıklar üzerinden geçip gidiyorlar Ürkmüş koyun sürüleri ağıllarına koşuyor Gökyüzünü kara bulutlar kaplıyor,görmüyor musun? Aynanın önündeki feneri yakma boşuna Alev yine titreyecek ve rüzgar onu yine söndürecek. Gözlerin sürmesiz olsun, ne fark eder ki? Gözlerin gökyüzündeki bulutlardan daha siyah, bilmiyor musun? i adım b lgi f kir # Eğer güneşi gözden kaçırdım diye gözyaşı dökersen, yıldızları da gözden kaçırırsın. # Rüya, durmadan konuşan bir karı; uyku, sessizce ıstırap çeken bir kocadır. # Mutluluğun kabullenmeyle, mutsuzluğun beklentiler ve hayatın tutturduğu yol arasındaki mesafeyle çok ilgili olduğunu öğrendim. # Dünya can çekişen yüreğin telleri üzerinde gidip gelirken, kederin müziğini çalar… # Hiçbirşey saklamadan.. hayatımı apaçık önüne serdim…Bu yüzden çözemiyorsun beni… # Allah insanın lamba ışığını kendisinin büyük yıldızlarından daha çok sever. # Yüreğin görüş açısından baktığında, uzakta olan burnunun dibinde görünür. # Sevincin kapaklarını acıların anahtarıyla açacağız. Kanatları altınla kaplı kuş uçamaz. # Doğru olmayan yol, yol kalabalık bile olsa ıssızdır. # Eğer bir insanın hayatından daha değerli bir şeyi yoksa onun hayatının da değeri yoktur. # Aşk belki çok acı veren bir şeydir ama yine de ona güvenin. # Uyudum, rüyamda hayatın sevinç olduğunu gördüm, sonra uyandım, hayatın görev olduğunu anladım. Çalışmaya başladığımda bir de baktım, görev de sevinç olabiliyormuş. # Boş zaman yoktur boşa geçen zaman vardır. # Yıldızlar ateş böceği zannedilmekten korkmazlar. # Her doğan çocuk, Tanrı’nın insanoğlundan hala umut kesmediği mesajını getirir. 33 Eser Alpkaya Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler [email protected] BİR SURİYE ROMANI’NIN HİKAYESİ Kaktüs Çiçeğinin Sürgünü ile tesadüfen tanışmamızın hikayesini anlatmak istiyorum. Bu hikaye aynı zamanda Bir Suriye Romanın Hikayesi. Diğer birçok değişle savaşın, mültecilerin ve aslında şu anda içinden geçtiğimiz zaman diliminin hikayesi. Sakarya’da herkes bilmez ama yaklaşık 11 yıldır, her cumartesi Sait Tanış Kültür Merkezi’nde toplanan bir fikir kulübü var. Herkes bilmez çünkü kendi halinde bir arkadaş sohbeti kıvamında yapılmakta toplantılar. Fikir kulübü deyince genç üniversite öğrencilerinin merkezinde olduğu bir oluşum düşüncesine kapılırsanız yanılırsınız. Hepsi işinde gücünde, kimisi belki de ununu elemiş eleğini asmaya az kalmış denecek bir yaşta. Aralarında akademisyenlerde var, avukatlarda, ticaret erbaablarıda; ülkücüsü de, milli görüşçüsü de, sosyalisti de. Tek eksik noktası biraz erkek egemen bir yapıda olması denebilir. Onun dışında bu ortamı yıllardır devam ettirebilmeleri kanımca feyz alınması gereken bir durum. Yapılan bu toplantılarda gündemde olan konular tartışılır çoğu zaman tanıdık bir vekil, parti başkanı, yazar ya da akademisyen konuk olarak davet edilir ve toplantı onun merkezinde devam eder. Sakarya’da tanıştığım değerli insanlardan Zülal Ünlü’nün beni oraya götürmesiyle bende fırsat buldukça bu toplantılara katılmaya çalıştım. Son olarak Mart ayının başında İbrahim Gazioğlu(Yörük İbrahim) ile birlikte toplantıya katıldık. Malum seçim öncesi. Gündem ve tartışmalar onun üzerine. Bu haftaki konuklardan birisi ismini vermeyelim Sakarya’da vekil aday adaylarından birisi. Partinin ismini vermeyelim ama hadi ufak bir ip ucu olarak; şu herkesin aday olmak isteyeceği partiden aday olmuş değerli abimiz. Ama yine de kervana hücum edenlerin mizacına pek benzemiyordu kendisi. Biraz ver yansın içinde. Çünkü 70’in üzerinde aday adayı var. O bu süreçte yaşadıklarını dobra dobra anlatıyor. Ona 34 neden sen aday olmuyorsun, senin gibilerini mecliste görmeyi isteriz deyipte, adaylığını açıkladıktan sonra nasıl yalnız bırakıldığını, işin teorisini yapıp, sahasına inince tekrar anladığını; teori ile pratik arasında dağlar kadar fark olduğunu ama her şeye rağmen bu sürecin ona çok şey kattığını... Velhasıl İsmail Keskin ile de tanışmamız o gün oldu. Bizim jenerasyondan diyebileceğimiz bir yaşta. 1984 Bilecik doğumlu. Boğaziçi Tarih mezunu. Kendi yaptığı işi uzlaşmacı tarih anlayışı olarak tanımlıyor. Bu kapsamda birçok çalışmanın içinde bulunmuş. Son dönem çalışmalarında tarih ve edebiyatın barış ve uzlaşı kültürü üzerine olası katkıları üzerine yoğunlaşmış. Bu çerçevede o gün orada bulunan dinleyicilere böyle bir kitabı neden yazma gereksinimi duyduğunu ve hikayenin nasıl ortaya çıktığını anlatarak Kaktüs Çiçeğinin Sürgünü ile bizi tanıştırdı. Aslında başka bir roman üzerine çalışıyormuş. Ancak Suriye’deki iç savaşın ve Türkiye’ye sığınan mültecilerin giderek artması onda böyle bir roman yazma gereksinimi oluşturmuş. Özellikle Edirne’ye yaptığı bir yolculuk sırasında kararını kesinleştirmiş. Edirne’ye giden bir otobüste ilk etapta nereli olduklarını anlayamadıkları daha sonra Suriyeli bir aile oldukları kanısına vardığı bir aileden yola çıkarak, gerçek bir hikayeyi kurgulamış yazar. Bilenler bilir Türkiye’ye giriş yapan mültecilerin ilk hedefi çoğu zaman eğreti bir sandal ya da bot ile Yunanistan’a geçmektir. Çoğu bir süre İstanbul’da kaçak olarak çalıştıktan sonra Yunanistan’a geçer. Orada bir süre kaldıktan sonra kaçak pasaport ile Fransa’ya oradan Almanya üzerinen Norveç İsveç gibi İskandinav ülkelerine ya da İngiltere’ye. Batı’ya yani umuda yapılan bir yolculuktur bu. ‘Şanslı’ olanlar başarıyla tamamlar. Tabii daha sonra bulundukları ülkede yaşanan binbir türlü sıkıntılar. İkinci sınıf vatandaş olarak hayatlarını devam ettirecek olmaları ve geri gönderilme riski. Bir i adım b lgi f kir gurbetçi çocuğu ve eski bir gurbetçi olarak bana hiç yabancı gelmeyen bir hikayeydi bu. Afganistanlı, Suriyeli, Iraklı tanıdığım birçok arkadaşımdan farklı versiyonları duymuştum bu hikayenin. Yazar bu ailenin neden Edirne’ye gittiğini şu şekilde sorguluyor kitabın girişinde: “Edirne’den Yunanistan’a geçilir. Edirne’den Bulgaristan’a geçilir ama bilhassa Yunanistan’a geçilir. Otobüsler asfalttan, trenler demiryolundan, mülteciler tarlalardan ve sonrasında plastik botlarla Meriç nehrinden...” Mülteciler.. bu şekilde anlatıyor mültecileri yazar bize.. biraz da yüzümüze vurur bir şekilde.. Fakat bir anlatıcı olarak çağımın yükü omzumda ve biliyorum ki bu çağda mülteciler kimsenin umrunda değil. Televinzyonda gördüğümüz haber mülteciler hakkında ve acıklıysa onlara üzülüyor ve belki bir iki damla gözyaşı döküyorsunuz. Yok, bir işte çalışmışlar, üstelik hakları gasp edilmiş de onlar buna tepki göstermişse yuhlayıp tepki gösteriyor, ‘ Ne işi var bunların burada, yollayın gitsinler’ diyorsunuz. Ya da verdiğiniz tüm tepkiler harika, çok duyarlı ve insancılsınız ama günün sonunda gün akıyor ve siz de ‘ne yapabilirim ki’ deyip işinize bakıyorsunuz. “Savaşa karşı herkes bir şey yapabilir!” Evet savaşa karşı hepimiz bir şey yapabiliriz. Bir futbol maçı izliyormuş gibi taraf tutmaya meyilli siyasetçilerin, onların altında palazlanan ulema sınıfı misali i adım b lgi f kir sadece suyun akış yönünde seyreden akademisyenlerin dışında samimi olarak savaşa karşı ne yapılabilir? “Bitmiş bir savaşın ardından uzlaştırıcılık ve arabulucuk görece olarak daha güvenli ve daha kolaydır ama ya ortada sonu görünmeksizin sürüp giden bir savaş varsa? Pek yaman ve cevabı herkese göre değişebilecek bir soru ama cevabın herkes için başlangıç noktası aynı ve basit: Kimseden bir talimat beklemeden barış için kendi adına ne yapabileceğini uzun uzadıya düşünmek ve yine kimseden bir işaret beklemeksizin, kendi kendine karşı sorumlu hssederek elinden geleni yapmak. En önemlisi de elinden geleni yaptığını düşünürken var olan durumu daha da beter bir hala getirmemek için romantik ve hele ki idealist tavırlardan sakınmak.” Ve kitabının yukarıda özet geçmeye çalıştığım giriş bölümünden sonraki kısmını bu cevabın bir denemesi olarak nitelendiriyor yazar. Bunları yazarken kendisinin ne kadar tarafsız bir analiz yapabildiğini okurken sorgulamıyor değil insan ama benim için olayı soğuk akademik makalelerin haricinde, bu şekilde insanın bağrında hissettiren bir romandan okumak daha samimi geldi. Kitabın isminin neden Katüs Çiçeğini’nin Sürgünü olduğunu Rima’nın ‘hikayesini’ okuduğunuzda öğreneceksiniz.. Başta da söylediğimiz gibi Rima’nın hikayesi biraz da içinden geçtiğimiz şu anın hikayesi.. İyi okumalar.. 35 Alican Ekren Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler [email protected] ZAMANIN KISA TARİHİ STEPHEN HAWKİNG Günümüzün en büyük fizikçilerinden biri ve dahi olarak kabul edilen Stephen Hawking tarafından yazılan Zamanın Kısa Tarihi ( A Brief history of Time ) tüm dünyada bugüne kadar 10 milyon civarında satış yapan ve Best Seller listesine giren ilk fizik kitabı olmuştur. Kitabın ilk baskısında ön sözü Carl Sagan yazmıştı. Şuan güncel son baskısında ise önsözü Stephen Hawking kaleme almış. Hawking bu kitabında uzay, zaman ve mekan kavramlarını fizik konusunda uzman olmayan insanların çok rahat bir şekilde anlayabileceği açık ve yalın bir dille anlatıyor. Anlatılan her bilimsel olayın yanına anlaşılmasını kolaylaştıracak günlük olaylarla ilgili örneklemeler mevcut. Aynı zamanda metinler arasında fotoğraflar ve grafikler ile anlattıklarını pekiştirip örnekliyor. Okurken her cümlesinde, her paragrafında düşüncelere daldırıyor. Einstein’ın görecelik kuramı ile başlayıp fiziğin insan sağduyusuna aykırı doğasını takdire sayan bir sadelikle anlatmayı başarmış. Tarihe damgasını vurmuş birçok fizikçinin çalışmalarından ve aldığı ödüllerden bahsetmeyi es geçmemiş. İlk beş bölümde zamanın tarihini açıklar. Zaman ne zaman başladı? Sonu var mı? Zamandan önce ne vardı? Zamanın yasaları var mı? Gibi soruları cevaplandırıyor. Dünyanın düz sayıldığı zamanlardan günümüze nasıl gelindiğiyle devam edip, oradan yavaşça Quantum mekaniğine doğru yelken açıyor. Zamanda yolculuk ve ışık hızının üzerinde oldukça fazla duran Hawking aslında “ışık” denen şeyin evrende ne kadar belirleyici olduğunu anlatıyor. İleriki bölümlerde kara deliklerden, ışık konisinden, solucan deliğinden bahsedip ağzınızı açık bırakıyor. Kara delikler nasıl oluştu? Kara delik nedir? Gibi sorulara cevap veriyor. Bazı şeyleri sorgulamaya, geceleri gökyüzüne bakarken boş boş bakmamaya başlıyorsunuz. Lise zamanlarında benim gibi Fizik’ten korkan biriyseniz aslında fiziğin göründüğü kadar korkunç olmadığını, zevkli ve düşündürücü olduğunu görüp size fiziği sevdirebilir. Son olarak zamanın ne olduğunu, kara deliklerin nasıl oluştuğunu, yıldızların neden parladığını, galaksimizin oluşum süreci, ışık hızı ve zamanda yolculuk gibi sorulara cevap arıyorsanız kesinlikle okumanız gereken bir kitap. STEPHAN HAWKİNG KİMDİR? 8 Ocak 1942 tarihinde İngiltere‘nin Oxford kentinde, biyoloji uzmanı olan Frank Hawking ve Isobel Hawking‘in çocukları olarak dünyaya gelen Hawking, 1962 senesinde Oxford University’den mezun oldu ve astronomi dalında incelemeler yapmak için okulda kaldı. Hawking daha sonra, incelemeden çok teori geliştirmeye ilgi duyduğunu farketti. Bunun ardından okuldan ayrılarak Cambridge, Trinity Hall‘a geçen Hawking, burada teorik astronomi ve kozmoloji çalışmalarına başladı. 36 Stephen Hawking 1960'ların başında 21 yaşındayken tedavisi olmayan Amyotrofik lateral skleroz (ALS) hastalığına yakalandı. Motor nöronların zamanla yüzde seksenini öldürerek sinir sistemini felç eden; ancak beynin zihinsel faaliyetlerine dokunmayan bu hastalık, Hawking'i tekerlekli sandalyede yaşamaya mahkûm etti. Ünlü bilim insanı, 1985 yılından bu yana sesini de yitirmiş olduğu için, koltuğuna yerleştirilmiş, yazıları sese dönüştürebilen bilgisayarı sayesinde insanlarla iletişim kurabiliyor. Stephen Hawking kuantum fiziği ve kara deliklerle ilgili iddialarıyla, bugün yaşayan bilim insanları arasında dünyada en çok tanınan isimdir. Kitapları, 40 dile çevrildi. i adım b lgi f kir Fatih Rıfat Eymir Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler [email protected] MÜSLÜMAN ÜLKELERDE ‘MÜSLÜMAN’ OLMAK: İdeoloji “Düşüncesini yitiren bir şey gölgesini yitirmiştir adama benzer; bu şey, kendini kaybettiği bir çılgınlığın içine düşer” (Jean B., Kötülüğün Şeffaflığı, Ayrıntı Yay., s.13) İslam, Müslümanları ortak geçmişe sahip bir toplum hâline getirmiştir. Geçmişten hâle taşıyıp yeniden ürettikleri, eski zamanlarda yaşanılanların ifadesinde tezahür etme biçimidir. Bunu etken duruma getiren maddi olan değildir; aksine manevî eksendir. Üretilenleri aktarmak ise, kitabı vücuda getirmiştir. Çünkü kitap, bir milletten diğerine varlığını devam ettirir ve her zaman yeni olarak kalır. Okuyan, inceleyen ondan faydalanır ve eserden önce yazılan bütün eserleri kendinde barındırma özelliğini taşıyan tek maddi yapıdır. Erken dönem Müslüman aydınları bunun kıymetini iyi biliyorlardı ve bir eseri inşa etmeden önce kendinden öncekilere bakmışlardı. O zamanlar ilim tahsil etmek veya önemli âlimlerle müzâkerelerde bulunup ilmini zenginleştirmek üzere seyahâte çıkmak önemli bir gelenek hâline gelmişti. Bizim dünyamızdan (virtual world) farklı olarak gerçeğe yaslanmışlardı. İslam dünyası günümüzde estetikleştirildi; görüntüye dönüştürüldü. Bir gösterge sanayisine dönüşmüş olması, en marjinal ya da en sıradan/müstehcen şeyin bile estetikleştirilmesini doğurmuştur. ‘Düşüncesini yitirmiştir’. Böylece her şey politik bir anlam kazanmış, bu ise İslam’ı dünyevî olana daha çok yaklaştırmıştır. Dilden medyaya; arzudan deliliğe kadar birçok şey politik bir anlama bürünmüştür. Müslümanın bu şekilde düşünmesi, kendi özünden onu koparmıştır. Belirsizliğin, sıkıntının ve bulanıklığın hakim olduğu Müslüman ülkelerde, insanların amaçları arasına devrim de girmiştir. Günümüzdeki adıyla söylemek gerekirse bu bir ‘ideoloji’dir, bizim kelimelerimiz arasında bulunmayan bir kavram. Çağdaş devrim, ideolojilerin devrimidir, yani belirsizliğin. Müslüman(!) devletlerin kendi doğal göndermesine karşı savaşı/devrimi, onları sivil savaşa, iç savaşa yönlendirmiştir. Kendi haklarına ve kendi topraklarına zarar veren Müslüman(!) devletler, adeletsizliği yol olarak belirlemişlerdir. “Adaletsizlik denilen şey, başıboş arzuların hâkimiyeti altında bulunan ruhun yakanlandığı bir hastalıktır.” Sonuç olarak, İslam asla Batı gibi olamayacaktır. Yukarıda da belirtilen ana neden, bir ideolojiye sahip olmasıdır. Bu, onu hasta birine dönüştürmüştür ve Batı’dan farklı, bir öze yöneltmiştir. Öyleyse şunu diyebiliriz, ideolojilerin sonu geldiği zaman İslam tekrar ‘düşünceye’ kavuşacaktır. Ama bu Batı için geçerli olmayacaktır. Çünkü o, kendi açtığı çukuru kendiyle dolduracaktır. i adım b lgi f kir 37 Esma Memi Yalova Üniversitesi Hukuk MECELLE ÜZERİNE [email protected] “ Ahmed Cevdet Paşa, Mecelle’nin hazırlanmasında önayak olmakla yalnız İslam Hukukuna değil dünya hukuk hayatına da büyük bir hizmette bulunmuş, hem kendi adını hem de hazırladığı bu mükemmel eserin adını ebedileştirmiştir.” Bernard Lewis Ahmed Cevdet Paşa (1823-1895) dönemin saygın alimlerinden eğitim görmüş kısa zamanda devletin çeşitli kademelerinde vazifelerini layıkıyla yerine getirmiş Farsça, Arapça, Fransızca ve Bulgarca dillerine hakim; yönetici, hukuk adamı, edebiyatçı ve tarihçidir. Ve hatta sosyolog idi desek hata etmiş olmayız. Ahmed Cevdet Paşa yaşamı süresünce Meclis-i Maarif azalığı, Darülmuallimin müdürlüğü, Encümen-i Daniş azalığı, Galata Mollalığı, Meclis-i Ali Tanzimat azalığı, Bosna Hersek müfettişliği, vezir (paşa ) rütbesi ile Halep Valiliği, Divan-ı Ahkam-ı Adliye ve Cemiyet-i İlmiyye Başkanlığı, Evkaf Nazırlığı, Dahiliye Nazırlığı ve Şurayı Devlet (Danıştay) reisliği görevlerinde bulunmuştur. Aynı zamanda Hukuk Fakültesinin kurucusudur. Önemli Türk mantıkçı ve fikir adamlarından Ali Sedad ve ilk kadın yazarımız olan Fatma Aliyye Ahmet Cevdet’in evlatlarıdır. Osmanlı Devleti’nin 19.yy batılılaşma hareketleri içerisinde belki de en önemlisi kanunlaşma çalışmalarıydı. 1868’de Ali Paşa, Abdülaziz’e sunduğu reform tasarısında Fransız Medeni Kanunu’nun iktibasını önermişti ve hatta çeviri için bir komisyon kurulmuştur. Kültürümüze yaşayışımıza çok yabancı olan Fransız Medeni Kanunu iktibas çalışmalarının gündemde olduğu bu dönemde Ahmed Cevdet Paşa’nın öncülüğünde bir takım hukukçular yeni ve milli bir kanunun hazırlanması gerekliliğini dile getirmişlerdir. Ahmed Cevdet Paşa’nın yasanın hazırlanması ve yürürlüğe sokulma sürecindeki gayretleriyle Mecelle ile adının birlikte anılması pek tabiidir. Mecelle-i Ahkam-ı Adliye’nin mukaddimesi olan ve genel hukuk kaidelerini içeren 100 madde ve ilk kitabı olan Kitab’ul Buyu (alışverişe ilişkin hükümler) 1869’da yürürlüğe girmiştir. Diğer 15 kitap da 1876 yılına dek 7 yıllık çalışmalarla hazırlandıkça yürürlüğe konmuştur. 1851 maddeden oluşan Mecelle özellikle Eşya Hukuku, Borçlar Hukuku ve Usul Hukukuna ilişkin hükümleri barındırmaktadır. Ve hiçbir maddesi bir diğeriyle çelişir vaziyette değildir. Günümüz hukukçuları hala kanunları yorumlarken mecellenin genel kaidelerinden faydalanmaktadırlar. Mecelle-i Ahkam-ı Adliye özel hukuk alanındaki ilk kodifikasyon ve kanunlaşmadır. Zira o zamana kadar tek dereceli ve tek hakimli olan şeriye mahkemelerinin yanına ,daha çok dış ülkelerin baskısıyla, bir de nizamiye mahkemeleri kurulmuştu ve fakat bu yeni avrupai tarzdaki mahkemelerde hükmün nasıl 38 verileceği hususunda yeterli kaynak ve başvurulacak yeterli bilgi düzeyinde hakim bulunmuyordu. İşte Mecelle heyeti bu boşluğu doldurma çabalarının ürünüdür. Daha sonraları Şurayı Devlet, müzakereler sırasında Fransa ve diğer Avrupa Mahkemeleri kanunlarından istifade ile Usul Hukukuna ilişkin bazı değişiklikler yaptı. Bu değişiklik 1879’da Usul-i Muhakeme-i Hukukiye Kanunu adıyla yürürlüğe girdi. Ahmed Cevdet Paşa’nın vefatından sonra mecelle cemiyetinin çalışmaları yavaşlamıştı. 1916-1923 yıllarında Mecelle’yi tadil için komisyon kurulduysa da teklif edilen maddeler kanunlaşamadı. 1926’da bazı değişikliklerle tamamen tercüme ettirilen İsviçre Medeni ve Borçlar Kanunu yürürlüğe girdi. Böylece 57 senelik Mecelle ve Türk İslam Hukuku rafa kaldırıldı. Osmanlı Devleti’nin kozmopolit yapısı gereği Mecelle Arapça, Bulgarca, Rumca, Ermenice’ye hatta Fransızca ve İngilizce’ye dahi tercüme olunmuştu. 1926’da yürürlükten kaldırdığımız Mecelle Arnavutluk’ta 1928, Kıbrıs’ta 1946, Suriye’de 1949, Irak’ta 1951, Ürdün’de 1979, Sözde İsrail Devleti’nde ise 1983 yılına kadar yürürlükte kalmıştır. Bugün mecellenin tesiri Osmanlı bünyesinden ayrılan devletlerden ziyade İsrail’de görülür. Sözde İsrail Devleti’nin hala ayni haklar hususunda pek çok hükümleri Mecelle ahkamını barındırır. Görüldüğü üzere şartlara daha uygun olacağı hasebiyle o topraklarda hüküm süren yasaları kendilerine de uygulamakta sakınca görmemişlerdir. i adım b lgi f kir Ahmet Cevdet Paşa ve Mecellei’nin İlk Sayfası Şimdi hala Mecelle’ nin Aile ve Miras Hukukuna ilişkin hükümleri içermediği gerekçesiyle tenkitlerine şahit oluyoruz. Şunu belirtmek gerekir ki Osmanlı Devleti çok farklı milletleri, grupları bünyesinde barındırmakta idi. Müslüman Hristiyan ve Musevilerin Aile Hukuku alanındaki kabulleri oldukça farklıdır ve söz konusu kabullerin aynı hükümlere tabi kılınması neredeyse imkansızdır. Tüm bunlar bir yana Mecelle’nin pozitif hukuk kuralları içeren her yasa gibi eksikliklerinin olması doğaldır. Önemli olan uygulanmak üzere düzenlendiği toplumun ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamadığıdır. Hukukunun kullanılıyor olması ona ait olmayan bir parçanın zorla yerleştirildiği bir yapboza benzeyecektir. Hala yanlış anlayıp uyguladığımız bir mevzumuz var bizim. Batılılaşma, salt batı kültürünü yasasını ahlakını iktibas etmek demek değildir. Eksikliği hissedilen konularda batı coğrafyasının gelişimini izleyip belki tadile gitmek belki kendi benliğine uygun hale getirmektir. Ama asla batıyı olduğu gibi uygulamak değil. Biz Orta Asya’dan kopup gelen Mezopotamya ile harmanlanmış bir doğu toplumuyuz. Batının ne ahlakı ne düzeni bize uygun olmayacaktır. Toplumun yapısını doğrudan etkileyen ve zaten toplumsal yaşayışın geleneğin bir ürünü olan özel hukuk yasaları uygulandığı topluma hastır. Dolayısıyla bizim yaşayışımız, geleneğimiz, dinimiz ve coğrafyamızla uzaktan yakından alakası olmayan bir toplumun Medeni Hukuku ve bünyesindeki Aile 1. Ekrem Buğra EKİNCİ – Ahmet ŞİMŞİRGİL , Ahmet Cevdet Paşa ve Mecelle 2. Mehmet Akif AYDIN , Türk Hukuk Tarihi 3. Mehmet Akif AYDIN , Mecelle’nin Hazırlanışı 4. Cihan OSMANAĞAOĞLU KARAHASANOĞLU , Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye’nin Yürürlüğe Girişi ve Türk Hukuk Tarihi Bakımından Önemi 5. AKU Hukuk Fakültesi Mecelle Sempozyumu (27.09.2014) i adım b lgi f kir Shwarz 1926 Türk Medeni Kanunu için “ … katiyen Türk menşeli olmayan bu kanunun müebbeden devamı fikrinde değilim. Külli reform günü gelecektir.” İfadesini kullanmıştır. Üzgünüm ki Yeni Türk Medeni Kanunu(2011) da Shwarz’ın beklentisini boşa çıkarmıştır. KAYNAKÇA 39 Serkan Alpkaya Ankara Üniversitesi Protohistorya ve Ön Asya Arke- [email protected] MEZOPOTAMYA’DA ŞEYTAN’IN KISA TARİHİ “Her gün şükranlarını sun tanrılara / Dualarla, yakarılarla, kendinden geçmelerle Bir gram verirsen onlara/ Karşılığında otuz kilo alırsın / Hürmette kusur etmezsen gözlerine girersin Kurban sundukça ömrün uzar/ Dua ettikçe günahların silinir” Eski Babil İlahisi Günümüzdeki Şeytan İmgesinin Kökeni Günümüzde şeytanın betimlenmesi de, kötülüğün kişileştirilmesi gibi, folklorik, tarihsel ve geleneksel öğeler taşıyor. Şeytanın mitolojik referansında Yunan tanrısı Hermes’in oğlu Pan özel bir yer tutuyor. Pan doğuştan kıllıydı, boynuzları ve çift toynaklı ayaklarıyla yarı keçi görünümüne sahipti. Babası gibi fallik bir tanrı olan Pan, aynı zamanda hem yapıcı hem de yıkıcı olan erotik arzuları temsil ediyordu. Şeytan da, özellikle Ortaçağ ikonografik çalışmalarında sık sık bedeni kıllarla kaplı, kimi zaman boynuzlu, kimi zaman da çift toynaklı olarak betimlenmişti. Şeytanın genellikle çeşitli hayvan biçimlerine, en çok da keçi biçimine girdiğinden söz edilir. Bazı bilim adamlarına göre, bu benzerliğin kökeninde, şeytanın, Hıristiyanlığın diğer pagan tanrılarla birlikte reddettiği ve özellikle de, vahşi doğa ve cinsel taşkınlıkla ilintisi yüzünden korku duyulan bereket tanrılarıyla olan ilişkisi yatıyordu. Şeytanın kara rengi, doğal olarak, Tanrı’nın krallığına karşı karanlıkların prensi olarak üstlendiği rolden ve düşüşünden sonra tutsak edildiği yeraltı alemiyle ilişkilerinden kaynaklanır. Ancak, bu renkleri sadece tektanrılı dinlerin metinleriyle açıklamak yeterli değildir. Kızıl, aynı zamanda Mısır’da felaketlerin tanrısı olarak bilinen tanrı Seth’in izleyici- lerinin de rengidir. Kızıl renkli bir yılanın, Babil Tanrısı Marduk’un tapınağını koruduğu biliniyor. Şeytanın kızıllığının, ölüler âleminin yok edici alevleriyle ilişkili olduğu da ileri sürülüyor. Siyah renge gelince; Mısır mitolojisinde Tanrı Seth kimi zaman kara bir domuz olarak betimlenir. Tanrı Dionysos’un rengi de karadır. Mezopotamya kötülük tanrıları Lilitu, Lilith ve Lamia’lar gece yaratıklarıdır. Kenanlılarda Mot, Yunanlılarda Hades, ölüm ve karanlığın efendileridir. 40 Mezopotamya Kültürleri’nde Şeytan İmgesi ve Günah Kavramı Sümerce’de ve Akadça’da “günah” ahlaki ve tanrısal yasalara karşı gelme anlamındadır. Günah akrabalar yoluyla geçebilirdi. İnsanların günah işlemeye çok fazla eğilimli olduklarına inanılıyordu. Teolojik olarak, Sümerler ve Samiler başlarına gelen felaketlerin büyük kısmını iblislerin suçu olduğunu kabul ediyorlardı. “İblisbilim, dinlerin çok önemli bir yanıydı,” diye yazar Encyclopaedia Britannica. Gerçekten de, İranlı komşuları tanrısallığı ve karşı-tanrısallığı merkezileştirmişken, Mezopotamyalılar hala iblislerle dolu çoktanrıcılığı uyguluyorlardı. Mezopotomya krallıklarının, Sümer’den itibaren ve dar anlamda politik nedenlerle, birey bilincinin özel alanında bile kölelik ve aşağılanmayı vurgulayan dinler ürettiklerini saptamak gerek. Mezopotamya’daki uygarlıklar dışında hiçbir uygarlıkta bireyin bu noktaya indirildiği görülmemiştir. Sümer’den Asur’a Mezopotamya rejimleri, bilindiği gibi zorba rejimlerdir. Kesin ritüeller ve törensel davranışları söz konusudur. Krala karşı herkes köledir. Çünkü Mezopotamya krallıklarının mutlak teokrasisinde birey küçümsenecek bir nicelik, ilahi iradenin bir alt-ürünüdür. Günah kavramı ilk kez Sümer dinininde ortaya çıkmıştır. İblislerin insanlar üzerin- deki iktidarlığı insanlara ahlaki ve dinsel buyrukların ihlal ettirir ya da sakıncalı bir nesneye dokundurtur. İlk günah kavramı da ana hatlarıyla belirtilmiştir, çünkü etik ya da ritüel günahları sayan Akad metinleri olan Şurpu ve Maklu’larda dilek sahibinin kendisi tarafından değil, atalarından biri tarafından işlenen günah temasının ortaya çıktığı görülür ve cinlerin sadece günah- karların kafasını karıştırdığı ve bir insan cinliyse muhakkak bir günah işlemiş oldu- ğundandır şeklinde formülleştirilen, Asur ve Babil dinlerinin değişik biçimlerinde güçlenecek ve Yahudilik aracılığıyla tüm i adım b lgi f kir Hristiyanlık tarihi boyunca sürüp gidecek olan anlayış burada belirginleşiyor. Sümer Medeniyeti Sümer’de karşımıza net bir şekilde şeytan tasviri yoktur. İyi niyetli ve kötü niyetli tanrılar vardır. Hatta bir tanrı hem iyi hem de kötü olabilir. İnsanlar hastalandığında kesin olarak günahlarından dolayı hasta olduğu inancı vardı ve bunun çaresini de alternatif tıbbı bilen o zamanın büyücüleri tarafından tedavi edilmekteydi. Bu inanış günümüze kadar gelmiştir ve devam edecektir. Sümerlilerin yıkılması, Sami ırkı olan Akad’ı ön plana çıkarmıştır. Akad Medeniyeti Sargon, diktatörlüğün zirvesinde, hem tanrı hem de kraldır. Sümer’de bilinen rahip-kral anlayışının bir üst versiyonunu sahiptir. Zorba rejimler, fetih hareketleri ve dini kullanarak keyfi yöntemlere ev sahipliği yapmıştır Akad. Sümer’in varolan dualarını ve tapınaklarına sahip çıkmıştır. Her ne kadar dili Sümerce’ye benzerlik göstermese de, ibadet dili Sümerce olarak kalmıştır. Tıpkı Hristiyanlık’ın Latincesi, İslamiyet’in Arapçası gibi. Babil ve Asur Medeniyeti Babil ve Asur kültürleri, yüzlerce yıl birbirlerine komşuluk yapmışlar ve birbirlerinin kültürlerinden etkilenmişlerdir. Babil, Güney Mezopotamya’da; Asur, Kuzey Mezopotamya’da var olma mücadelesi vermişlerdir. Sümer’in etkisi burada gözlenmektedir. Bunun yanı sıra bu kültürlerde gelişmekte olan Hitit ve Mısır kültürleriyle de etkileşimleri söz konusudur. “Mezopotamya bireyi ezmek için ve daha kötüsü birey kendi ezilişini doğrulasın diye Günah’ı keşfetti ve İran bireyi korkutmak için Şeytan’ı icat etti. Bizim “şeytansılaşmış” tektanrıcılığımızın yatağı hazırdı. Geriye kalan tek şey o yatağa yatmaktı,” der Messadie, kitabının son sayfasında. Sonuç Mezopotamya, medeniyetin beşiği olduğu kadar günahın ortaya çıkışının da merkez- inde yer alan bir medeniyettir. Kabaca milyon yıllar boyunca insanoğlu konar-göçer ve avcı-toplayıcı bir yaşam sürdür- müştür. Ancak M.Ö. 10.000’lerde Neolitik ile birlikte yerleşik hayata geçilmiş ve sorun- ların başlangıcı ilk kez bu dönemde ortaya çıkmıştır. M.Ö. 5000-4000’li yıllarda ilk site devletleri M.Ö. 3200’lerde yazının ortaya çıkışı ve devam eden süreç. Bireyi, iktidarın dize getirmesi amacıyla üretilen mitoslar, korkutmak, boyun eğdir- mek ve sorgusuz sualsiz emri yerine getirt- mek. Günümüzde de devam eden sürecin başlangıcı, söz de gelişmişlik göstergesi olan uygarlığın safsataları dışına çıkama- yacak denli korkutma araçlarıdır bunlar. Şeytan, insanoğlunun tarihinde var olmuş ve olacaktır. Korkularımızı, kıskançlıkları- mızı, i adım b lgi f kir bastırdığımız duygularımızı, bastırı- lan cinselliğimizi düşüncelerimize yansıtıp bundan rahatsızlık duyduğumuz her an tüm bu rahatsızlıkları sırtına yüklemek isteyeceğimiz bir dosta ihtiyacımız var. Bu dost kötü bir dost olacak elbet, yeri gelecek elindeki işkence aletleri ile lanetlilere iş-kence edecek ama dost olduğunu bileceğiz; çünkü Ortaçağın karanlık zihniyeti haklı haksız ayırt etmeksizin öldürdüğü sekiz milyona yakın insanı vicdanından atabil- mek için şeytani güçleri, din karşıtlığını, şeytana yakınlıklarını öne sürerek insan katlini dinsel ve hukuksal açıdan yerine getirmeyi uygun görmesinde Şeytan’ı kullandığı gibi yüzyıllar boyu Şeytan yardımımıza koşacaktır. Kaynakça C. Michel, “Pazuzu”, F. Johannes (eds.), Dictionnaire de la Civilisation Mésopotamienne, Paris, 2001, D.A.Mackenzie, Babil ve Asur Mitleri, İlya İzmir Yayınevi, İzmir, 2011 E. Langton, Essentials of Demonology: A Study of Jewish and Christian Doctrine, The Epwort Press, London, 1949 G. Messadie, Şeytanın Genel Tarihi, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1998 H.W.F. Saggs, Babylonians , The British Museum Press, London, 1995 J.Black -A.Grenn, Gods, Demons and Symbols of Ancient Mesopotamia, The British Museum Press, London, 1998 M.Roaf, Mezopotamya ve Eski Yakındoğu, İletişim Yayınları, İstanbul, 1996 M.Webster, Merriam-Webster’s Encyclopedia of World Religions, Merriam-Webster, 2000, 653 N. Heebel, Pazuzu: Archäologische und Philologische Studien zu Einem Altorientalischen Demon, Leyde, 2002 P. Kalensky, “Statuette İnscrite du Demon Pazuzu” 16.11.2014 tarihinde http://www.louvre.fr/en/oeuvrenotices/statuette-demon-pazuzu-inscription adresinden erişildi. S.H.Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, İmge Yayınları, Ankara, 2002 S.N.Kramer, Tarih Sümer’de Başlar, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2002 41 Velican Polat Sakarya Üniversitesi Uuslararası İlişkiler [email protected] KARABAĞ SAVAŞI, HOCALI KATLİAMI VE GREGORYEN RUHU Karabağ Savaşı 1988-1994 yıllarında Azerbaycan ve Ermenistan sınır bölgesi; Azerbaycan topraklarının Ermeniler tarafından işgali, vahşeti ve katliamın içler acısı yüzüdür. Sovyetler zamanında Ermeniler bu bölgeyi kendisine bağlama talebinde bulunmuşlardır ve Azerbaycan bunu kabul etmemiştir. SSCB dağıldıktan sonra Ermeni çeteleri ve askerleri çatışmaları kızıştırmıştır ve vahşice insanları öldürmüştür. 25 Şubat 1992 günü Hocalı’ da insanlık dışı olaylar yaşandı. Anaların karnında bebekler, gözleri çıkarılanlar, anne karnındaki bebeğin kız mı erkek mi olduğuna dair yazı tura atışanlar, tecavüz ve işkencelerle dünyanın gözü önünde Ermeni askerleri bir vahşeti daha gerçekleştirdi. Vicdanlı Ermeni basın mensupları bile bu vahşete tanık oldular ve dünyaya duyurdular. Ermenileri bu derece vahşi yapacak düşünce yapısı nereden geldi bakılması lazımdır. Osmanlı Devleti’nde sadık millet olarak nitelendirilen Ermeniler, çöküş dönemi milliyetçi etkiler ve dış vaatlerle (bazı) Ermeniler devlete diş bilemişlerdir ve çeteler kurup ayaklanmışlardır. 19.yy sonlarındaki ayaklanmaları bastırılmıştır. Çeteleşmeleri Gregoryen kilisesi etrafında daha şiddetli devam etmiştir ve silahlanarak daha güçlü şekilde 1. Dünya Savaşında baş göstermişlerdir. Ortodoks Çarlık Rusya’dan destek alarak Doğu vilayetlerinde Osmanlı askerinin yerini ihbar edip köyleri basmaktaydılar ve bölgede korku salmaktaydılar. Bunun üzerine Tehcir Kanunu çıkarıldı ve (bazı) Ermeniler (sayısı birçok kaynakta değişmektedir) savaş sonrası topraklarına geri dönme kuralı ile Suriye ve Irak sınırları içine göç ettirildi. Göç sırasında çeşitli nedenlerle ( güvensizlik, Kürt aşiretlerinin saldırıları, salgın hastalıklar, savaş zamanı imkânsızlıklar) yolda 42 insanlar ölmüştür. Ülke içinde Katolik Ermeniler ve batı bölgesindekiler göç ettirilmemişlerdir. Dünya 2. Dünya Savaşında ABD’nin ülkedeki Japon vatandaşları Missisipi bölgesine tehcirini ve ölümleri konuş(a)mazken, Türkiye üzerinden çıkar elde etmek için bu olayı gündemden düşürmemiştir. Savaş sonrası göç eden vatandaşlar Avrupa’ya Amerika’ya gidip tahsil görmüşlerdir ve 1950lerde eğitimli, örgütlenmiş ;fakat vahşetin dozunu ruhlarına daha çok pelesenk etmiş güruhlarıyla ASALA olarak ortaya çıkmışlardır. Evet, Hınçak ve Taşnak’ın eğitilmiş versiyonuna ASALA denir. İçerik olarak dehşet, katliam, faşizm ve vahşet aynı isim ile bünyelerinde bolca barınmaktaydı. Çarlık yıkıldıktan sonra Sovyetler de aynı desteği Ermenilere sağlamışlardır ve ekonomik ve askeri olarak destek almışlardır. SSCB’nin ve SSCB sonrası Rusya Federasyonu’nun askeri üssü Ermenistan’a konuşlanmıştır ve bir güvence sağlamaktadır. Fakir olan Ermenistan’ı diaspora desteklemekte ve büyük Ermenistan projelerini hayata geçirmek için aynı Yahudi düşüncesiyle vahşice bu süreç içinde Türk diplomatlarına ve Azeri bölgesine saldırmışlardır. Gregoryen ahlakının ahlaksızlık olduğu bu bilinçaltı ve oluşumlarla kanıtlanmıştır. İşte bu altyapı çerçevesinde Ermenilerin Ağrı dağından Azerbaycan’a işgal düşünceleri baş göstermiştir ve Rusya ve İran’dan aldığı destek ile işgal sürecini başlatmıştır. Hocalı ve birçok yerde katliamlar gerçekleştirmiş içler acısı durumlarını sergilemekten çekinmemişlerdir. Sonuç olarak Ermeni askerleri katliamlar ile Karabağ’ı fiili olarak topraklarına katmıştır. Acılı durum Karabağ’da kalmamış diğer Azeri köylerine de maalesef sıçramıştır. Sarkisyan Karabağ’ı biz aldık Ararat’ı (Ağrı Dağı) siz alacaksınız diye Ermeni gençlere seslenmiştir. i adım b lgi f kir Günümüzde Güney Kafkasya’da kutuplaşmaya doğru bir gidiş mevcuttur. Bu kutuplaşmanın merkezinde Dağlık Karabağ probleminin tarafları Azerbaycan ve Ermenistan bulunmaktadır. Dağlık Karabağ probleminin barışçı yollarla çözülmesi için yıllardır verilen çabaların sonuçsuz kalması, Ermenistan’ın Rusya yardımıyla tehlikeli boyutlarda silahlanması, Azerbaycan’ın petrol ve doğalgaz gelirleriyle ekonomisini düzeltmesi ve ordusunu modernize ederek geliştirmesi, Azerbaycan kamuoyunda her geçen gün artan baskı ve nihayet en yakın müttefiki Türkiye’nin, Ermenistan’la ilişkilerini düzeltme kararı almasının yarattığı endişe, batının Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesine yeterli tepkiyi göstermemesi, Karabağ sorununun her an sıcak çatışmaya dönüşme riskini beraberinde getirmiştir. Türkiye bu süreçte Azerbaycan ile tam işbirliğine gitmiştir. Bu işbirliğinin en iyi görüldüğü konu ise Karabağ sorunu olmuştur. Zira Türkiye, dünya konjonktürünü dikkate alarak Karabağ Savaşı’nda Azerbaycan’a yardımlarda bulunmuş; askeri, ekonomik ve siyasi ortak politika güderek desteğini esirgememiştir. Kelbecer’in Ermenilerce işgali üzerine Ermenistan sınır kapılarını kapatarak Azerbay- i adım b lgi f kir can’a verebileceği en yüksek desteği vermiş ve bu kapı Batılı devletlerin tüm baskılarına rağmen hala açılmamıştır. Türkiye’de hükümetler değişse de Türk halkının, kamuoyunun ve hükümetlerinin desteği hiç azalmamış, artarak devam etmiştir. Uluslararası örgütlerde, özellikle AGİT’te, konuyu gündeme sürekli taşımış olmasına rağmen Karabağ sorunu çözüme kavuşmamıştır. Üçüncü nesil Ermeni toplumunun özünü unutması, batılılaşma içerisinde benliğine sahip çıkamaması, dilini unutması, Ermenistan’a sağır kalması; Ermeni Diasporası’nı harekete geçirmiştir ve soykırım söylemleri Ermeni medyasının birinci konusu olarak gündeme taşınmıştır, taşınmaktadır, taşınacaktır. Soykırım üzerine besteler yapılması, filmler çekilmesi ve bunun duyurulması konusunda koordineli çalışmalarını sürdürmektedirler. Bu durum dâhilinde haklı pozisyonda bulunan Türk vatandaşlarının ve devletlerinin organize bir şekilde dünya medyasına Ermeni mezalimini duyurması ve haklılığını kanıtlaması gerekmektedir. Kimsenin acıları yarıştırma görüşü olmadığı malum olan siyasette doğal olarak çıkar politikası izleyen her devlet gibi biz de hakkımızı savunup Ermenilerin haksız da olsa savundukları 3T(tanınma, tazminat, toprak) talebine karşı Karabağ hakkımızı her mecrada duyurmalı ve bu bilinç ile hareket etmeli- 43 Ayşegül Öztürk Sakarya Üniversitesi Uuslararası İlişkiler [email protected] YÜZLEŞME : İSLAMAFOBİ Bugün Avrupa’da yükselen islamofobi seslerinin son yıllarda gelişen olaylar yada sadece 11 Eylül algısının bir yansıması olduğunu söylemek yeterli bir okuma olmayacaktır. Buna dayanarak İslam ve Batı medeniyetlerinin yüzleşme ve ilk etkileşimlerini bilmek, farklılıkların benzerliklerin temeline inmek, meselenin değerlendirilmesinde hatta meselenin ne olduğunu anlamamızda bize yardımcı olacaktır. Bu sebeple tarihin eski sayfalarına, İslam ve Batının hangi koşullar altında ve nasıl karşılaştığına bir göz atmış olalım. Doğu ve Batı Avrupa’nın İslam’la karşılaşmaları farklı zamanlarda olmuştur. Batı Avrupa kilisesi 8. Yüzyılın başlarına kadar İslam’ın farkına varmamış, İslam medeniyeti ile herhangi bir etkileşime girmemiştir. Ta ki Emevi hükümdarlığı dönemindeki fetih hareketlerine kadar… Bugün Akdeniz ile Atlas okyanusunu birleştiren Cebelitarık Boğazı’na da adını vermiş olan General Tarık Bin Ziyad’ın 711 yılında İspanya’yı ele geçirmesiyle batı için yeni bir tehdit algısı oluştu. 714 yılında Müslüman orduları Narbonne’u ele geçirip, Tours şehrine uzanmıştı. Artık Paris’e sadece 200 kilometre kadar uzaktalardı. Ancak 732’de Charles Martel komutasındaki Frank ordusu tarafından yenilgiye uğratıldı. Bu askeri mücadelelerin önemi ise toprak alışverişinden ziyade tarihte yeni bir sayfa açmış olmasıydı. Böylece tarihte ilk kez Batı-İslam karşılaşması yaşanmış oldu. Tours mücadelesi sonrası Müslüman orduları Fransa’daki baskınları Provence şehriyle sınırlı tuttu. Roma İmparatorluğu’nun kurucusu kabul edilen Frank kralı Şarlman (Charlemange) Abbasi İmparatoru Harun El Reşid’e bir fil göndermiş ve diplomasi kapılarını aralamıştır. Emevi halifeliği’nin başkenti Kordoba’da Hristiyan halk, uzun bir süre Müslüman kuralları altında yaşadılar. Hristiyan dünyanın diğer parçasından izole edilmiş haldeydiler. Bir rahip ‘’Eulogius’’ ve bir düşünür ‘’Paul 44 Alvarus’’ İslamı antichrist yani deccalın gelmesi olarak yorumlayıp bu görüşün öncüsü oldular. Ardından Hz.Muhammed’e doğrudan hakaretler ve Müslüman yetkilileri Hristiyanlığa çağırılar başladı. 850-860 yılları arasında 50 kadar Hristiyan idam edildi. Batıdaki ilk kapsamlı ve tutarlı İslam görüşü böylece akıllarda yer edinmiş oldu. İslam üzerindeki olumsuz yargının bir diğer basamağı Fransa’da 1095 yılında Papa Urban II tarafından verilen ve Hristiyanları İslam’a karşı birleşmeye davet eden vaaz ile inşa edildi. Yaklaşık 60.000 kişiden oluşan 5 haçlı ordusu 1099’da Kudüs’e kadar ilerledi. Tarihçi Raymond D’Aguilers seferde bulunmuş bir görgü tanığı olarak yaklaşık 40.000 Müslümanın iki gecede katledildiğini yazmıştır. Diğer taraftan Haçlılar için asıl felaket 1187’de Selahaddin Eyyubi komutasında Hıttin’de gerçekleşen savaşta 17.000 Hristiyan’ın ölümüyle yaşanmıştır. Modern batıda haçlı ordusunun iyi bir amaç için kendini feda eden kahramanlar olarak görülmesi fikri, bugün de hala geçerliliğini korumaktadır. i adım b lgi f kir 15. yüzyıla gelindiğinde ise güçler dengesi değişmiş ve 1482 yılı İspanya’daki son Müslüman devletin de bölgeden çekilmesine sahne olmuştur. 1546’da Martin Luther ‘’Hristiyanlık İslam tarafından yutulacak.’’, 1564’te ise John Calvin ‘’Türkler Muhammed’i Tanrı’nın oğlu yerine koyuyor, bu sapkınlık yüzünden idam edilmeyi hak ediyorlar.’’ demişlerdir. Bu gibi söylemler toplumsal bir bilinç oluşturmada etkili olan ve algıları yönlendirmede kullanılabilecek güçlü silahlardır. Kısa bir orta çağ turundan sonra günümüze dönmek ve bu temeller doğrultusunda batıdaki İslam algısının nasıl olduğuna değinmek gerekirse durumun çok da farklı olmadığını görüyoruz. Özellikle 11 Eylül İkiz Kule saldırılarından sonra Amerikan başkanı Bush’un konuşmasında, terörizme karşı bir haçlı seferi benzetmesi İslam’a karşı olumsuz fikirleri bir kez daha canlandırmıştır. Ayrıca İslam ülkelerindeki olumsuzlukların propagandasının batı medyası tarafından etkili bir şekilde servis edilmesi de i adım b lgi f kir oluşturulan imaj üzerinde etkili olmuştur. Bu noktada bir de karşı pencereden bakmak gerekir. İslam ülkelerindeki iç savaşlar, eğitimsizlik, fakirlik ve son yıllardaki şiddet eylemleri de bu imajın temelini oluşturmakta. Ancak bu eksikliklerin kaynağının din olmadığını anlatmak ve bu eksiklikleri gidermek yine bu ülkelere düşmektedir. Diğer yandan bu imajın oluşturulmasında bireylerin rolünün çok büyük olduğunu düşünüyorum. İslam’ı merak eden gerçekten de medyada görüldüğü gibi mi olduğunu sorgulayan birçok insan var. Saldırgan bir şekilde inançlarını savunmak ya da başka inançları küçümsemek, haklı olarak olumsuz düşünceleri destekleyecektir. Bunun yanında Türkiye, köklü olmasa da demokrasi sahibi bir ülke olarak diğer Müslüman ülkelerinden farklı bir konumda görülüyor. Bu nedenle Türkiye’nin İslam ile demokrasinin yan yana olamayacağı fikrini değiştirebilmesi de oldukça önem taşımaktadır. 45 Gözde Çevikaslan Sakarya Üniversitesi Uuslararası İlişkiler [email protected] BİR SÜRDÜREBİLİR TEHLİKE OLARAK: HİDROELEKTİRİK SANTRALLERİ “Su, tüm dünyada ve üzerinde bulunduğumuz coğrafyada, yaşamın temel koşuludur. Yaşam, suyla başlamıştır. Su olmadığında sona erecektir. Su alınıp satılacak ticari bir mal değildir, tüm canlıların ulaşmaya hakkı olan doğal bir varlıktır (Türkiye Su Meclisi “Su Manifestosu”, 2010)”. HES yani Hidro Elektrik Santrali; Suyun yerçekimine bağlı potansiyel enerjisinin, elektrik enerjisine dönüştürüldüğü santrallerdir. Elektrik talebinin artması hidroelektrik santrallerin ortaya çıkmasında en büyük nedendir. Doğal gaz, petrol, kömür gibi kaynaklara kıyasla daha temiz ve yenilenebilir bir kaynak olduğu nedeniyle hidroelektrik sektörünün gelişimi devletler tarafından teşviki her ne kadar enerji talebini karşılamaya yönelik faaliyetler olsa da arka planda doğa tahribatının yadsınamayacak kadar çok olduğunu görmekteyiz. Hidroelektrik santrallerin yapım ve işletme süre zarfında , insanlara ve özellikle doğaya yönelik geri dönüşü mümkün olmayan ve büyük zararlara neden olabiliyor; küresel ısınma, tarım alanlarının yok olması, iklim değişikliği, canlı türündeki azalma ve doğal yaşam alanlarının tahribi bunlardan bazılarıdır. Sürdürülebilir hidroelektrik gelişimi için dengeli bir planlama gerekiyor. 46 Türkiye’de 69 ilde toplam 478 Hidroelektrik Santral var, 61 ilde 534 HES daha yapılması planlanıyor, planlananların gerçekleşmesi durumunda HES sayısı 71 ilde bin 12’ye yükselecek. Planlan HES’lerin 160’ı inşaat aşamasında. Derelerin Kardeşliği Platformu Dönem Sözcüsü Ömer Şan, Doğu Karadeniz Bölgesi’nde 700 dolayında HES projesinin planlandığını belirterek, bu projelerden 145’inin yapımının başladığını ve bazılarının tamamlanarak deneme üretimine geçtiğini söyledi. Coğrafyası itibariyle Hes Projeleri için seçilen Karadeniz bölgesinde yöre insanı bu projeye karşı çıkmakla birlikte eylem ve hak arama noktasında mahkemeye başvurmuştur. Özellikle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘baba ocağı’ Güneysu’daki Gürgen Deresi, deneme üretimine geçen santral nedeniyle kuruyan ilk dere olmuştur. Yargının ‘dur’ demesi ya ‘hemen kamulaştırmaya’ ya da yeni projelerin yapımına neden olmaktadır. i adım b lgi f kir Sonuç olarak su, nihayet öncelikle etik olarak kendi içkin değeri olan bir varlık, buna ek olarak tüm yaşam ve ekosistemler için vazgeçilmez bir kaynak ve tüm toplumun faydalandığı bir doğal kaynaktır. Türkiye’nin enerji anlamında dışa bağımlılığının azaltılması alternatif enerji üretimine teşvikini sağlamaktadır ancak bu demek değildir ki; doğaya zarar vermeliyiz. Bu sebeple suyun kullanımına yönelik tüm girişimler üstün kamu yararı çerçevesinde yapılmalıdır. Halkın su kullanımına erişimi ve bu konuda karar alma süreçlerine katılımını sağlayacak mekanizmalar oluşturulmalıdır. Suyun tasarruflu kullanılması ve gelecek nesillere kaliteli ve yeterli su aktarılması için yapılan planlarda arz değil talep yönetilmelidir. Türkiye’nin su ve çevre politikası suyun boşa akmadığı ilkesini içermeli; herhangi bir yatırım nedeniyle doğal su döngüsünün sekteye uğramaması için her türlü önlem alınmalıdır. Su ve suyun kullanımı hiçbir siyasete i adım b lgi f kir veyahut siyasal iktidarın mevcut zihniyeti doğrultusunda uyguladığı politikalara alet edilmemelidir. Kendi çıkarı doğrultusunda uzun vadede salt enerjiye yönelik korunma talebiyle yapılan her ‘Hes Projesi’ gelecek kuşak için birer tehlike atfetmektedir. Kaynaklar i TASAM Enerji Üretimi ve Çevresel Etkileri STRATEJİK RAPOR NO: 14, NİSAN 2006 http://www.tasam.org/Files/PDF/Raporlar/enerji_uretimi_ve_ cevresel_etkileri__cf9b7fbe-48ad-4126-9ee1-f4e93eb1202f.pdf (Erişim tarihi: 26.03.2015) ii Beyza Kural HES’ler; Faaliyettekiler, Planlananlar, Durdurulanlar 14 Şubat 2014 http://www.bianet.org/bianet/cevre/153518-hes-ler-faaliyettekiler-planlananlar-durdurulanlar (Erişim Tarihi: 27.03.2015 47 Osman Erbasan Ankara Üniversitesi Maliye [email protected] HAYA(T-L)İ SOHBETLER III : YALANCI TANRI Osman: ‘’Bir dostumu gördüm geçenlerde. Aşkı tarafından terk edilmiş. Bir şairin hüznü vardı gözlerinde. Amma ve lakin şiir yazamıyordu. Çok vicdansız bir kadınmış gerçekten. Şiir yazamayan adam terk edilir mi hiç. Oturur kalır mısralar içinde…’’ Hayati: ‘’Kusura bakma ama o arkadaşın bence palavracının teki.’’ Osman: ‘’Ne yani terk edilmediğine mi inanıyorsun? Neden böyle bir şeyde yalan söylesin ki?’’ Hayati: ‘’Hayır bilakis dibine kadar terk edilmiş ama aşık değilmiş besbelli.’’ Osman: ‘’Bunu nereden çıkardın?’’ Hayati: ‘’İnsanı şair etmeyen hiçbir acıya inanmam. Çünkü acı ahengin hammaddesidir. Şair olmayanın acısına da inanmam. Çünkü ahengi yakalayamayanın acısı da olmaz. Daha da vahimi şairlere de inanmam. O kadar ahenk havada uçuşurken sırf kafiyeyi tutturmak için bile alengirli yalanlara başvururlar. Ben ressamlara da inanmam. Çünkü onların da gölgesi herkesinki gibi kasvetli ve siyahtır. Halbuki resim iliklerine işlemiş birinin gölgesi bile cıvıl cıvıl olmalıdır. Müzisyenlere de inanmam. Sağırlara müziği duyuramazlar. Halbuki gerçek müzik kulakla duyulmaz. Kalpten gelir ve kalbe gider. Ben tanrıya bile inanmam dostum. O ki bütün sanatçıların yaratıcısıdır… Bu zamana kadar beni hep yanlış anladın dostum. Bende düzeltmedim ama şimdi söylüyorum işte. Ben tanrının yok olduğunu iddia etmiyorum. İnançsızlar inanma eyleminden yoksun olanlardır. İnanmayanlar ise inanmanın efendileridirler. Ben sadece tanrıya inanmıyorum. Bence cehennem derken yalan söylüyor, cennet derken şaka yapıyor.’’ Osman: ‘’Konuyu nereden nereye getirdin Hayati. Sana katılmasam ve düşündüklerin hakkında dehşete kapılsam da, seni anladım dostum. Hem tanrıya inanıp hem de O’na inanmayan biriye ilk defa rastlıyorum.’’ Hayati: ‘’Laf lafı açar. Bunu sen daha iyi bilirsin. Yazarsın sonuçta. Madem şiirden girdik şiirden devam edelim istersen.’’ Osman: ‘’Sen başla’’ Hayati: ‘’Çoğu insan şiir yazmak için çıktığı yoldan bir şairi ve yine çoğu insan da şair olmak için çıktığı yoldan şiiri katlederek döner. Ama dikkat et, şiir yazmakla şair olmayı ayırıyorum. Merak ettiğim şey ise senin bu yolun neresinde olduğun. Çünkü her yazarın içinde ukdedir şair olmak. En azından çoğu yazarın...’’ Osman: ‘’ Ben ne şiir yazmak için yola çıktım ne de şair olmak için… Zaten bir yol da görmedim. Beni bilirsin, hep yolsuz yerlerde yürümeyi severim. En sapa yerlerden giderim. Şiir ciddi iştir. Hele şairim demek yürek ister. Şair olmak mafyaya girmek gibidir. Girişi zor, içi alengirli ve çıkışı olmayan bir alemdir. Bende şiir yazarım arada estikçe ama şair olmamam asla. Şiir dediğime bakma; ben aslında şiirimsiz diyorum yazdıklarıma. Benden olsa olsa şiirkeş olur. Benim şiir yazmam arada bir kafayı bulmak gibi kötü bir alışkanlık işte. Yolsuz bir şiirkeşin kafa bulmasından öte bir şey değil yaptığım. Mana yüklemeye değmez.’’ Hayati: ‘’Ben rahatlıkla şair olduğumu söyleyebilirim dostum.’’ Osman: ‘’Ya gerçekten mi? Şiirlerini okumak isterim.’’ Hayati : ‘’Sadece bir tane yazdım. Ama tam yazdım. Bence gerçek bir şaire bir gerçek şiir bir ömür boyu yeter.’’ Osman: ‘’O zaman o bir gerçeği görmek istiyorum.’’ Hayati: ‘’O da olmaz dostum’’ Osman: ‘’Neden?!’’ Hayati: ‘’Öyle harika bir şiir yazdım ki içimden, hiçbir alfabede harflerini bulamadım. Kala kaldı içimde. Kimsenin inanmasına ihtiyacım yok. Ben inanayım yeter şiirimin olduğuna ve şair olduğuma. Zira ben inanmanın efendisiyim.’’ Osman: ‘’Bu sohbet bana çok ağır geldi. Söylediklerini hazmetmek kolay değil. Bugünlük burada bitsin dostum.’’ Hayati: ‘’Bitsin dostum.’’ 48 i adım b lgi f kir Veysel Onur Şahin Sakarya Üniversitesi [email protected] HEPİNİZ AYNISINIZ Gecenin bir saati balkona çıkıp sokakta yanan bütün ışıklara bakıyorum,her birinin içinde farklı insanlar, farklı şehirler, farklı ülkeler ve farklı renkler var. İşsiz insanlar,sabahın erken saatlerinde evlerinden çıkan babalar,bütün gece dayak yemiş, ağlamış, körelmiş ve alışmış anneler, kadınlar var.Nerede olduğunu, kim olduğunu, neden olduğunu bilmeyen çocuklar var… Onaltı yaşında bir genç kız Suç Ve Ceza’yı okuyor,sorgulamaya başlamış bütün hatalarını. Uyumadan hemen önce dua ediyor… Sarhoş olmuş insanlar var,kimisi sevdiğinin ismini haykırıyor, kimisi sevmediğine küfrediyor… Sapsarı ışıklardan birinin içinde, mahalle kahvesinin müdavimlerinden Hayri var, bisiklete binmiş,bağıra bağıra “Milyon Kere Ayten” diyor.Şaşırıyorum, “Ümit Yaşar Oğuzcan” desem, “Bana bir oralet ver” diye cevap verir. “Neyse” diyorum, geçiyorum. Evlerinde ışıkları kapamış film izleyenler var.Korku filmi izleyenler, cesaretlerini anlatıyorlar, romantik komedi izleyenler “Hiç sevmem” diyorlar... Yetmişli yaşlarında amcanın biri, oğluna “Gözlerim görmüyor diyor”, oğlu ise “Baba bu yaştan sonra görüp ne yapacaksın” diyor… Akşam yemeğine oturmuş aileler var, haberleri izliyorlar. Falanca yerde yangın çıkmış, falanca kişi kundaklamış, falanca tarihi esermiş, itfaiyeler geç gelmiş, “tüh tüh yazık” deyip yarışma programını açıyorlar… Tiyatrolara, konserlere, sinemalara, altın günlerine, bilardo salonlarına, halı saha maçlarına, ev gezmelerine, okullara ve faturalarını Resim: Veysel Onur Şahin ödemeye giden insanlar var. Aslında hepsi aynılar, sadece farklı düşünüyorlar, farklı hissediyorlar, farklı işitip, farklı görüyorlar, farklı dokunup, farklı davranıyorlar… Hepsi bu kadar, bunlar dışında pekte farklı olan bir şey görmüyorum. Havanın iyice soğuduğunu hissedip evin içine giriyorum, kapıyıda iyice kitliyorum… i adım b lgi f kir 49 Seyfi Demirci Sakarya Üniversitesi Mekatronik Mühendisliği [email protected] Düşük Bütçe, Az Ekipman, Amatör Oyunculuklar ama Büyük Hayal Gücünün İlginç Ürünleri: Türk Fantastik Sineması 19. yüzyılda sinema ortaya çıktığında, ilk başlarda düşünülen bir sanat değil, daha çok dünyayı değiştirecek bir icat olarak kafalarda yer edinmişti. Ama yavaş yavaş başlayan ilk film çekim denemeleri bu düşünceyi yıkmaya başlamıştı. Fransız iki kardeş olan Lumière’lerin ilk gösterimleriyle başlayan sinemanın yolculuğu ilk günden insanlığı değiştireceğinin habercisi olmuştu. Ülkemizin sinemayla tanışması ise çok uzun sürmemişti. 1895 yılında Lumière Kardeşlerin yaptığı ilk gösterimden tam bir yıl sonra 1896 yılında Yıldız Sarayında Padişah II. Abdülhamid ve hanedan mensuplarına ilk film gösterimi saray hokkabazı olan Bertrand tarafından yapılmıştı. Böylelikle sinema yurdumuz toprakların ilk girişimini gerçekleştirmişti. Daha sonrasında aynı yıl halka açık ilk sinema gösterimi ile başlayan dönemler, 1903 yılında sinemayla ilgili ilk yasal düzenlemenin oluşturması ve 1908 yılında Sigmund Weinberg tarafından açılan ilk yerleşik sinema salonuyla sinemanın görsel şöleni Osmanlı zamanında ülkemizde başlamış oldu. Süpermen Olimpiyatlarda Sinemanın artık sadece görsel bir seyir değil aynı zamanda, bir film üretme durumunun da oluşması 1900 yıllarının ilk zamanlarında Manaki Kardeşlerin, bu ülke topraklarında ilk film çekimlerine başlamasıyla Türk Sinemasının ilk adımının atılışı da yapıldı. 1914 yılında Fuat Uzkınay’ın objektifinden çekilen ‘’Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı’’ bizim il çekilen ‘’belge’’ filmimiz olarak başladı. O dönemle başlayan sinemamız, hep farklı dönemlerden geçerek günümüze kadar ulaştı. Bu kısa Türk Sineması tarihimiz üzerine bilgiden sonra, yazımızın asıl konusuna giriş yapmak gerek. 1900 yıllarda başlayan sinemamız 1950’lere gelene 50 kadar önce ordunun daha sonrasında tiyatronun tekelinde işleyen bir sinemaydı. Ama 1948 yılında Türk Sinemasının ‘’koca çınarı’’ Ömer Lütfi Akad’ın çektiği ve Türk Sinemasının tiyatrodan bağımsız bir sinema oluşumunu sağlayan ve ‘’Sinemacılar Kuşağı’’nın öncüsü sayılan ‘’Vurun Kahpeye’’ filmi ile Türk Sinemasının gerçek bir başlangıç yaptı. O dönemden sonra çekilen filmler daha özgün bir dille ve daha sinema sanatı içine dahil edilen bir oluşum olarak devam etti. O dönemden sonra sinemamız toplum sınıflarından, Anadolu destanlarına, melodramlara değinen birçok filmi halkla buluşturdu. Ve bizim sinemamızı en ilginç kılan işlerde işte bu döneme denk gelmekteydi. Ha- i adım b lgi f kir yal gücünün sınırlarını zorlayan filmlerin başlangıcı olmaya başlamıştı. ‘’Avantür’’ olarak adlandırılan ve günümüzde asıl ismini tam olarak alan sinema oluşumu o zaman doğmuştu. Türk Fantastik Sineması… 1950’ler Hollywood işini öğrendik. Çekelim Bir şeyler; İlk Yıllar Türkiye film işine geç giren bir ülkeydi. 1950’lerde ülkemizde sinema endüstrisi yavaş yavaş oluşmaya başlamıştı. 1950’lere kadar sinemamız tiyatro elindeydi ve çekilen filmlerin çoğu statik ve sahneyle sınırlandırılmıştı. Bu nedenle sinematografik değerlerden uzak filmlerdi. 1950’lerde bahsettiğimiz Lütfi Akad ile başlayan dönem, sinematografik bir dile sahip, daha geniş alanlara yayılmış, stilize çekimlerle oluşturulan filmlerden oluşmaktaydı. Bu dönemlerde de sinemamızda artık bir endüstri oluşumu da bulunmaktaydı. İlk yapım şirketlerinin kurulmasıyla sinemamız artık bir endüstrisine de kavuşmuştu. O dönemdeki yapımcılar halkın nabzına göre şerbet misali bir düşünceyle ilerlemekteydi. Sinemamızda Hollywood filmlerinin boy gösterdiği zamanlarda halk bu filmlere ilgi duyuyordu. Macera ve aksiyon temalı filmler, insanların sinemaya akın etmesini sağlıyordu. O dönemdeki Türk yapımcılar bu tarz filmler çekmek isteğiyle kolları sıvadılar. İlk dönemlerde yönetmenlikle başlayan daha sonrasında, yapımcılık işini ve sinemayı Hollywood mecrasından öğrenen Turgut Demirağ, bu adımı ilk atan isimlerden olmuştu. 1952 yılında ‘’Darcula’’ filminin bir yerli uyarlamasını çekmek için kolları sıvayan Demirağ, senaryo için Türk Edebiyat tarihçisi ve yazar Ali Rıza Seyfioğlu’nun ‘’Kazıklı Voyvoda’’ romanından başladı. Ama senaryoya yönetmen Bram Stroker’ın ‘’Dracula’’sından sahneleri eklemeleri yaparak bir nevi yerlileştirmeye gitti. Film aynı sene tamamlandı. Yönetmenliğini Mehmet Muhtar’ın yaptığı filmde, Muhtar filmin senaryosunun hazırlanmasında da katkıda bulundu. Film o dönem ‘’Darkula İstanbul’da’’ adıyla salonlarda yerini aldı. Düşük bir bütçeyle çekilen film, ilk başta bakıldığında özgün bir edebiyat uyarlaması gibi gözükse de, ‘’Dracula’’ filminin neredeyse tamamının da hikâyesini içermekteydi. Filmde değişikliğe uğrayan tek şey Mina karakterinin kişiliğiydi. Orijinal filmde ağırbaşlı bir kadın karakter olarak bulunan Mina, bu yerli yapımda bir dansöz olarak karşımıza çıkmaktaydı. Filmde Kont Drakula’yı Atıf Kaptan oynarken, genç Mina’yı o dönemlerde gece kulüplerinde dansözlük yaparken keşfedilen, Avustralyalı dansöz Annie Ball i adım b lgi f kir canlandırmaktaydı. Böylelikle sinemamız egzotik göbek dansının beyaz perdeye yansımasını yaşamış, hafif bir dozda erotizmde sinemamızda yer almıştı. Küçük bir bütçeyle çekimleri yapılan film, çoğu sinema tarihçisine göre o dönemin teknolojisine göre ustaca çekilmiş bir film olarak görülmektedir. Filmin o dönemdeki teknolojiye göre ustaca çekilmesiyle ilgili uzun zaman önce okuduğum bir yazıda hem baya bir güldüğüm hem de baya bir etkilendiğim bir anekdotu aktarmak gerek. Filmin o dönem sanat yönetmenliğini yapan Sohban Kabaoğlu filmin çekimiyle ilgili bir anısından bahsediyordu; ‘’Bütün efektler, en basiti bile, bir sürü sorun yaratıyordu. Örneğin bir mezarlık sahnesinde sise ihtiyacımız vardı. Zemine çökmüş ve arkadan ışıklandırılmış duman bulutu yapmak zorundaydık. Ama bunu sağlayacak donanımdan yoksunduk. Peki bu bulutu nasıl sağladık? Çok basit bir şekilde. Ekipten otuz kırk kişi, her birinin ağzında üçer dörder sigara, görüntüye girmeyecek biçimde yere uzandılar ve çekim boyunca durmaksızın sigara dumanı üflediler!“ 1950’lerde Türk Sinema salonlarında gösterilen ‘’Drakula İstanbul’da’’ o dönemde çekilen fantastik filmlerin ilklerindendi. Bu sinemamız için bir dönemimde başlangıcı oldu. 1950’lerin Devamı-1960’lar: Bir şeyler çektik, devamını getirelim; Seriyaller 1950’lerde İstanbul sokaklarında dolaşan ilk fantastik karakter Drakula değildi. Ama başlangıcıyla beraber ardı arkası kesilmedi. O dönemlerde sinemamızda ‘’Tarzan İstanbul’da’’ ile Tarzan’da İstanbul sokaklarında görünmüştü. 1955 yılında çekilen ‘’Görünmez Adam İstanbul’da’’ ile Görünmez adamda İstanbul’u ziyaret etmişti. Tabi o dönemlerde çekilen fantastik yapımlar sadece Hollywood yapımlarındaki karakterler haricinde, doğu etkileri taşıyan karakterlerde bulunmaktaydı. 1953 yılında çekilen, peri masalı esintili ‘’Balıkçı Güzeli’’ ile dev bir örümcek beyazperdede yerini aldı. 1955 yılında ‘’Uçan Daireler İstanbul’da’’ filmi ile bu sefer uzaylılar sevimli halleriyle beyazperdemize taşınmıştı. Bu dönemden sonra fantastik sinemamız üç başlık üzerinden ilerlemeye devam etti. Öncelikle doğu esintili cinlerin, perilerin, dansözlerin ve gösterişli kahramanların gösterildiği peri masalı yapımları boy gösterdi. Daha sonrasında sinema salonlarında başarılı gösterimler yapan Amerikan filmlerinin yerli uyarlamasıyla devam etti. Ama asıl dönem ise sonrasındaydı. Maskeli süper kahramanların ve 51 maskeli kötü adamların yer aldığı ucuz maliyetlerde amatör oyunculukların bolca bulunduğu avantür filmler sinema salonlarında boy gösteriyordu. Bazen bu üç türün birleştirildiği, benzeri olmayan ilginç ve bir o kadarda eğlenceli melez işlerde ortaya çıkmaktaydı. 1960’lı yıllara geldiğimizde, bu dönem Türk sinemasının da altın çağının başladığı dönem olarak anılmaktadır. 1961 anayasasıyla desteklenmeye başlanan sinemamız, büyük bir üretim dönemine girdi. O dönemde sanatçılara tanınan ifade özgürlüğü hem daha iyi işlerin çıkmasına, hem de sinemamızın daha iyi bir ilerleyişini sağladı. Sektör anlamında sinemada bu dönemle beraber daha büyük bir patlama yaratmıştı. O dönemde sinemada yapımcıların borusu daha fazla ötmeye başladı. O dönemde çekilen filmlerde senaryo desteği aranırken başvurulacak kaynaklar aranmaktaydı. Ve ilk akla gelen 1930’larda ülkede patlamaya başlamış ve halk tarafından çok sevilen çizgi romanlar oldu. Seriyaller dönemi bu şekilde başlangıcını atmıştı. O dönemde çekilen filmler hızlı bir işçilikle hazırlanıyordu. Birçok film çok kısa sürede çekilip, hazırlanıp sinema salonlarında gösterime sunuluyordu. O dönemde sinemanın alanındaki her insan bu koşturmanın içinde bu hıza kapılıyordu. Bir sette başlayan oyuncu apar topar başka bir filmin çekimine de gidiyordu. Çoğu oyuncu bir günde dört beş filmde oyunculuk yapıyordu. Figüranlar için ise bu sayı daha fazla bir durumdaydı. O dönemde senaristler aynı anda birkaç filmin senaryosuyla uğraşmaktaydı. Filmlerin ustaları rejisörler ise çoğu kez bir dönemde çok fazla film çekimleri yapmaktaydı. Bazen bir film iki ya da bir hafta gibi kısa bir sürede çekimleri tamamlanabiliyordu. Bu çekimlerle ilgili bir rekor bile oluştuğu söylenebilir. Yönetmen Çetin İnanç’ın bir günde başarılı bir film çektiği rivayet edilmektedir. O dönemin efsane yönetmenlerden Yılmaz Atadeniz bir söyleşisinde, bir film iki ay gibi kısa bir sürede yazılıp, çekilip, kurgulandıktan sonra gösterime sunulabiliyordu. İşte bu dönemler ışığında fantastik sinemada hızlı bir film grafiğini yakalamıştı. Bu dönemde çekilen ve bana göre de seriyaller döneminin fantastik sinemamıza kazandırdığı en önemli yapım ‘’Kilink’’ti. Yönetmen ve yapımcı Yılmaz Atadeniz’in İtalyan sadist fotoroman dergisi ‘’Kriminal’’den esinlenerek senaryosunu oluşturduğu filmin ilginç ve eğlenceli bir yapım hikayesi bulunmakta. Yılmaz Atadeniz gazete’de bu fotoromanın Türkiye’de yayınlamasıyla ilgili ilan sonrasında, film yapımla ilgili 52 ilk düşüncelerini ortaya koymaya başlamıştı. Yaptığı ilk iş ise filmin karakteri ‘’The Killing’’ yerli bir isim bulma girişimiydi ve ‘’Kilink’’ bu şekilde doğmuştu. O dönemde ‘’Kilink’’ filminin kast çalışmalarına başladığında ilginç bir işin ortaya çıkacağını belli etmişti. ‘’Kilink’’ kostümü için yurt dışından getirilen tekstil boyası ve hazırlanan iskelet çıktıları eşliğinde hazırlandı. Yönetmen Yılmaz Atadeniz 1967 yılında kendi film şirketini kurdu ve üç haftadan kısa bir sürede ‘’Kilink İstanbul’da ‘’ filmini piyasa sürdü. Aynı zamanda yönetmen bu filmle beraber ‘’Kilink Uçan Adama Karşı’’ ve ‘’Kilink’’ aynı anda çekmişti. Bir röportajında Yılmaz Atadeniz bu yaptığı işi şu şekilde açıklamaktaydı. ‘’O dönemde ‘’Kilink’’, ‘’Kilink İstanbul’da’’yı ve ‘’Kilink Uçan Adama Karşı’’ yı aynı anda çekiyordum. Her biri için belirli ekipler oluşturmuştum. Bu aslında o dönemlerde oluşan kurguculuğun verdiği bir yetenekti. Birde tabi ki de çok iyi bir satranç oyuncusu olmam ve hamleleri iyi hesaplamam, kafamda üç filmin şablonun oluşturmamı sağlamıştı. Hiç atlama yapmadan ve klaket kesmeden bir şekilde filmleri tamamlayabiliyordum.’’ O dönemde film büyük bir ticari başarı sağlamıştı. Bir ay gibi kısa sürede, düşük bir bütçeyle çekilen bu film, normal gelirinin üç katını kazanarak sinema tarihimizde büyük bir yer edinmişti. Daha sonrasında devam filmleri ‘’Kilink: Soy ve Öldür’’ile uluslar arası bir suç örgütüne kafa tutan Kilink, ‘’Kilink Frankenstein’a Karşı’’ ile bu sefer Frankestein canavarıyla başa çıkmaya çalıştı. 1967 yılında çekilen ‘’ Mandrake Kilink’e Karşı’’ ve ‘’Dişi Kilink’’ bu serinin devam filmlerindendi. Aynı zamanda Franco Nero’nun can verdiği ünlü karakter Django ile buluştuğu 1967 yapımı ‘’Cango: Ölüm Süvarisi’’ adında bir western yapımı da bulunmaktadır. Batıda çok bilinmeyen bu çizgi roman kahramanı Türk Sineması tarihinde büyük bir yer edindi. i adım b lgi f kir 1960’ların ortasında patlayan seriyaller, ‘’Kilink’’ dışında birçok yapıma da ev sahipliği etmektedir. O dönemlerin yapımcılarından Mehmet Çaydamar daha renkli, daha enerjik ve o dönemde ünlü olan ‘’Örümcek Adam’’ üzerine bir uyarlama yapmak fikriyle yola çıktı. Çoğu söyleşisinde telif haklarıyla ilgili bir korkusu olmayan yapımcının, bu girişimi sonucunda düşük bütçeli ve amatör oyunculuğun bolca bulunduğu 1966 yılı yapımı ‘’Örümcek Adam’’ filmi ortaya çıktı. Aynı yıl yapımcılar bu sefer Türkiye’de ismi duyulan ‘’Flash Gordon’’ üstüne gitmeye çalıştılar ve ortaya ‘’Baytekin: Fezada Çarpışanlar’’ filmi çıktı. Bu filmde Baytekin karakterinin Ming ve kaya adamlar çetesine karşı mücadelesini anlatmaktaydı. Aynı yıl çekilen ‘’Fantoma İstanbul’da Buluşalım’’ ile karşımızda bu sefer ‘’Batman’’ vardı. 1968 yıllarında bir başka Yılmaz Atadeniz filmiyle karşı karşıyaydık. Bu sefer yönetmenin objektifinde ‘’Kızıl Maske’’ vardı. Ama Atadeniz bu filmin yönetmenliğini o dönem asistanı olan Çetin İnanç’a bıraktı. Mor giysili bu süper kahraman büyük bir rekabeti de ortaya çıkardı. Aynı dönemde rakip bir firma aynı isimle filmi çekip piyasaya sürmesiyle, yapım şirketleri arasındaki rekabetler ve bu nedenle oluşan film yapmaktaki hızlılık başlamıştı. 1970 yılına gelindiğinde ise hafif çıplaklık ve erotizm dozu katılmış yeni bir ‘’Kızıl Maske’’ filmi ‘’Kızıl Maskenin İntikamı’’ salonlara sunulmuştu. Bu sefer bu filmin yönetmen koltuğunda Cavit Yörüklü bulunmaktaydı. 1960’larda başlayan seriyaller dönemi sinemada sadece maskeli kahramanları sokmamıştı. Erotizminde girişine ön ayak olmuştu. O dönemde sinemadaki görselliği oluşturan aynı zamanda filmin para getirmesine de ön ayak olmaktaydı. Bir filmin para getirebilmesi için gerekli olan bazı özellikleri taşıması gerekirdi. Bunların başımda genelde kahramanlık, şiddet, seks ve sadizm gelmekteydi. Bir şekilde bu 1970’lerin ortasında başlayan ve 80 askeri darbesine kadar süren Erotik Film furyasının da adım olarak ilklerini oluşturmaktaydı. 1970’ler: Kahraman Maskeli olsun, Ucuz olsun, Bizden Olsun; Ucuz Süper Kahramanlar Dönemi 1960’larla başlayan avantür sinema adımları 1970’lere gelindiğinde, daha sağlam bir patlama oluşturmuştu. Düşük bütçeli, ucuz maskeli kahramanlar beyazperdede daha çok yer edinmeye başlandı. Yönetmen-yapımcı Yılmaz Atadeniz ve onu izleyen sinemacılar için en büyük esin kaynağı 1930’lı yılların çizgi romanlarıyla, 1940’lı i adım b lgi f kir yıllarda Amerikan Hollywood piyasasında çekilen serilerdi. ‘’Zorro’’ , ‘’Yalnız Süvari’’, ‘’Zagor’’ gibi karakterler esinlenen yönetmenler bunların yerli isimleriyle başladılar. Bir anda sinemamızda ‘’Demir Pençe’’ler , ‘’Şimşek Hafiye’’ler yer almaya başladı. Ama birçok sinema tarihçisine ve bana göre de kostümlü kahramanların arasında bizim sinemamızda en önemli yer edinenlerin başında ‘’Süpermen’’ gelmekteydi. İlk olarak 70’leri geçiş zamanında, 1969 yılında ‘’Süpermen Fantoma’ya Karşı’’ ile sinemamızda gördük Süpermen’i. Yönetmenliğini Kayahan Arıkan’ın yaptığı filmin, senaryosu da kendisine aitti. Böyle bir filmi o zamanlarda beyazperdemizde görmemizin en büyük sebebi ‘’Fantoma’’ karakteriydi. 1910’ların başında yayınlanan Fransız çizgi romanı, 1960’lı yılların ilk başında Fransız iki komedyenin başrolünü oynadığı film serisi olarak karşımıza çıkmıştı ve o dönemlerde ülkemizde çok sevilmişti. Bu nedenle o dönemim yapımcıları boş durmamış anlaşılan ve filmin bir yerli versiyonu için kolları sıvamıştı. Filmde bu iki efsane karakterin yanına bir de James Bond serisinin ilk kötü karakterlerinden ‘’Dr. No’’ yuda ekleyen yönetmen ilginç bir iş ortaya çıkarmıştı. Daha sonraki yıllarda bu Süpermen filmini ardı ardına iki film takip etti. 1971 yılında ‘’Süper Adam’’ ve 1972 yılında ‘’Süper Adam Kadınlar Arasında’’. Ama sinemamızın en önemli Süpermen atağı 1979 yılında çekilen, yönetmenliğini yaptığı ve senaryosunu eşiyle beraber yazan Kunt Tulgar’ın ‘’Süpermen Dönüyor’’ filmi ile oldu. 1979 yılında kısıtlı bir bütçeyle çekilen film, ucuz yollu özel efektler örülmüş, amatörlük tadını çok iyi veren ve bir o kadarda ilginç kavga sahneleriyle bezenmiş bir filmdi. Kunt Tulgar için o dönemdeki sinemamız açısından tek başına bir endüstri diyebiliriz. Yönetmenlik ve yapımcılıktan önce 1960’larda sinemaya oyuncusu olarak başlamıştı. Genel olarak gerilim ve cinayet filmleri çeken Kunt Film’i kurduktan sonraki ilk işi, 1974 yılında çektiği ‘’Tarzan Korkusuz Adam’’ filmi olur. Hatta o dönemlerdeki en ilginç işlerinden biri olan ‘’Ejderin İntikamı’’ filmi ile dövüş sanatları üzerine bile gitmişti. ‘’Süpermen Dönüyor’’ filmi birçok eleştirmene göre büyük bir özgüven ürünü ya da büyük bir delilik olarak görünüyordu. Çünkü Tulgar’ın giriştiği bu olay çok ilginç bir durumdu. Büyük bütçeli bir filmi, sıfır bütçeye yakın bir durumla bir uyarlamasını yapmıştı. Yakın zamanda Kunt Tulgar’ın izlediğim bir röportajında, film için günümüz teknolojisine sahip olunsaydık daha iyi bir iş ortaya koyabilirdik demişti. Bana kalırsa ne kadar tuhaf ve kötü bir iş olsa bile, bir parodi olarak 53 tığımızda, neyse ki birkaç yapım baştan savma değil. Bu yapımlardan en bilineni de ‘’Üç Dev Adam’’ filmi. 1973 yılında çekilen, yönetmenliğini Fikret Uçak’ın yaptığı filmde karşımızda iyi tarafta Kaptan Amerika ve Santo, kötü tarafta ise ilk defa kötü olarak işlenen Örümcek Adam’ı görmekteyiz. Kaptan Amerika rolünde avantür filmler üzerine en önemli aktörlerden görünen Aytekin Akkaya, Santo rolünde dereceli bir Milli güreşçi iken 1970’lerde Yeşilçam’a geçiş yapmış Yavuz Selekman bulunmakta. Kötü adamımız Örümcek Adam rolünde ise Yeşilçam’ın üçüncü adamlarından Tevfik Şen bulunmakta. Film gerek karmaşık ve grotesk havası, gerek taşıdığı ilkel sadizm ile ilginç bir yapım olarak görülebilir. Ama çoğu sinema yazarına göre, tek boyutlu tiplemeleri, hızlı aksiyonu ve tuhaf senaryosu ile daha bir çizgi roman uyarlaması olarak görünmektedir. Fantastik sinemamızı 1960’lar ve 70’lerde andığımızda bir şekilde hep karşımıza Yılmaz Atadeniz çıkmaktadır. Onun yine bir ilginç bir işinden bahsetmek istiyorum. Karşımızda yine bir Santo klonuyla karşımıza çıkan ‘’Yılmayan Şeytan’’. bakabiliriz bu işe. Ama Kunt Tulgar’ın böyle bir işle ortaya çıkması, o dönemin tek işlerinden değildi. O dönemlerde bu şekilde alt-türün parodisi olan birçok yapım sinemamızda boy gösteriyordu. Bunlardan biride Fantastik sinemamızın baş aktörü Yılmaz Atadeniz’in 1979’da çektiği ‘’Süper Selami’’ydi. Filmin başrolünde o dönem erotik furyanın en önemli ismi Aydemir Akbaş bulunmaktaydı. Filmde haliyle cinsellikten uzak durulmuyordu. Filmin başlangıcıyla zaten her şeyi ortaya koyuyordu. Bir mağarada paçalı don giymiş bir guru tarafından süper güçler bahşedilen Selami karakteri bulunmaktaydı filmde. Filmin bir sahnesinde Selami uzun paçalı donunu çıkarmayı unuttuğu için süper güçlerini kullanamıyordu. Onların süpermeninin krypton taşı varsa bizimkinin de paçalı donu var. Film görsel açıdan oluşturulan yumuşak bir cinsellik içermesi ve bazı cinsel sahnelerin sertliği göz önüne alındığında, biraz kırpma yapılmış olabileceği de muhtemel bir yapım. Aslında baktığımızda bu Aydemir Akbaş’ın oynadığı ilk Fantastik Film değil. Bir diğer yapım ise bilim kurgu temalarıyla süslenmiş yumuşak seks komedisi ‘’Astronot Fehmi’’ filmi. Filmin üzerine konuşmak gerekirse uzaylıların türünün devamı için Aydemir Akbaş’ın oynadığı karakter Fehmi’yi kaçırmasıyla başlıyor. Başlangıç buysa gerisini siz düşünün. 70’lı yıllar Fantastik sinemamızın yapımlarına bak- 54 1972 yılında beyazperdemizde gördüğümüz ‘’Yılmayan Şeytan’’da başrollerde, yine fantastik sinemamızın en ilginç isimlerinden Kunt Tulgar bulunmakta. Kötü karakter Doktor Şeytan olarak ise Yeşilçam’ın efsane ismi Erol Taş bulunmakta. Bir diğer ilginç isim ise, süper kahramanın yardımcısı olarak karşımıza çıkan rahmetli Erol Günaydın. Film kostümler üzerinden ilginç bir iş çıkarmış. Santo kıyafeti ayrı bir durumda. Kahramanımızın yardımcısı, binici kıyafeti üstünde bodur şapka takmış ağzından lületaşı piposu eksik olmayan şişman, tam bir Sherlock Holmes uyarlaması bir karakter olarak karşımıza çıkmakta. Doktor Şeytan ise, aşağı doğru kıvrımlı bıyıkları ve uzak doğu kıyafeti üstünde bir karakter olarak gösterilmekteydi. Doktorumuzun en büyük silahı ise, hantal bir şekilde ilerleyen ve üzeri çam ağacı ışıkları gibi aydınlanmış, ambalaj kutularından yapılmış bir robot. Senaryo dahilinde de ilginç bir iş ortaya çıkmış diyebiliriz. Bu yazı üzerine araştırma yaptığım sıralarda, filmle ilgili ilginç bir hikâyeye rastladım. Filmin yapımcılığını da yapan Yılmaz Atadeniz’den habersiz bir şekilde, film İtalyan bir firmaya ‘’Yılmayan Adam’’ adıyla satılır. İtalyan şirket filmin adını değiştirir ve ‘’Görünmez Batman’’ ismiyle yayınlar. Daha sonrasında İtalyan firma, aynı filmi ‘’Ölümsüz Şeytan’’ adıyla, bir Amerikan filmi olarak göstermek suretiyle Türkiye’ye satmaya kara verir. Film tamamıyla değiştirilmiş, jenerikte geçen isimler İngilizceleştirilmişti. Bir şekilde yönetmen ve oyunculara İngilizce isim uyduran şirket, iş Kunt Tulgar’ın i adım b lgi f kir ismini değiştirmeye geldiğinde ortaya yaratıcılıktan uzak ‘’Kunt Brix’’ ismi çıkmıştı. Film bu şekilde birkaç pazarda satışa sunulabilmişti ve oluşan bu olay Türk Sinema tarihinde yapımcılarımızın maruz kaldığı tuzaklara örnek oluşturan bir olay olarak yer edindi. Ülkemizin yönetmenleri Fantastik sinema üzerine bir şekilde belli işler ortaya koymuştu. Ama sinemamızda en ilginç örneklerinden biri de, yine bir İtalyan’ın elinde oluştu. 1970’lerde ülkemiz ucuz yapımlar üretmenin kolay olduğu bir ülke olarak görülmekteydi. Genel olarak bürokrasinin olmadığı zamanlar, İtalyan filmciler için cazip bir fırsat yarattı. İtalyan yönetmen Italo Martinenghi, 1960’lı yıllarda ülkesinde çektiği ‘’Üç Süpermen’’ serisi ile hem büyük başarılar kazanmıştı hem de büyük bir gelir elde etmişti. Ama sonraki yıllarda düştüğü maddi zorluklar sonucunda maliyeti düşürmek ve işin içinde kalmak için aradığı yollar onu Türkiye’ye getirdi. 1979 yılında Türk sinemasının bilinen en önemli yapımcılarından Türker İnanoğlu ile ‘’Süpermenler’’ filmini Türkiye’de çekmek için ortaklık yapar. Filmin başrolünde Türk Sinemasının efsane jönü Cüneyt Arkın bulunmaktadır. Ortaya çıkan iş ise tam bir komedi olur. Film bir zaman makinesine göz dikmiş üç kanundışı adamın öyküsünü anlatmaktadır. Film tabi dönemine göre belli bir paydadan nem alır. Ama bu yönetmenin Türkiye’de son sinema işi olmaz. 1960’lı yılların ortalarında, sinemamızla buluşan Batman’ın bu ilk ve efsane buluşması değildi. 1973 yılına geldiğimizde Batman’ın beyazperdemizdeki en ilginç yapımıyla karşılaştık. Sinemamızın yine tek başına endüstri adamlarından Savaş Eşicinin elinden çıkan bu film, onun diğer işlerinde olduğu gibi kötü bir işçiliğin ürünüydü. Fantastik sinemamıza birçok yapım bırakmış bu yönetmenin en bilinen işlerinden olan bu filmde, başrollerde o dönem avantür filmlerin birçoğunda yer edinmiş, amatör filmlerin o dönemdeki aranın yüzü ve ‘’Zagor’’ karakterine sinemamızda hayat vermiş isim Levent Çakır bulunmaktaydı. Batman yardımcısı Robin olarak karşımıza çıkan isim ise İstanbul sirklerinde akrobat olarak çalışıp, 1960’ların sonunda sinemaya giriş yapan Hüseyin Sayar bulunmaktaydı. Kadın başrolde ise Erotik dönemin isimlerinden Emel Özden bulunmaktaydı. Filmle ilgili, ilk olarak ismiyle zaten tuhaf bir iş olduğunu göstermekteydi. Türkçe okunuşuyla, ‘’Bedmen Yarasa Adam’’ olarak piyasaya sürülen film, aksiyon sahnelerindeki düzensizlik, oyunculukların kötü oluşu, genel çekim düzeni ve daha sayacağımız birçok konu üzerine kötü bir işçilik taşımaktaydı. Akrobatik dövüşme sahneleri ve hafif dozda sevişme sahneleri üzerinden sunulan erotik durumla, filmi kurtarmaya çalışılmış ama bu filmi bir macera filmi yerine, fantastik sinemamızda her zaman olduğu gibi alt-tür parodiden öteye götürememiş. 1970’ler sinemamız açısında hep ilginçliklerle dolu olmuştur. Normal Yeşilçam hikâyeleri ile ilerleyen filmlerin yanında, 70’lerin ortalarında bir anda patlak veren Erotik furya ve tabi bunların içerisinde ilginçliklerin bir araya gelerek oluşturduğu avantür ya da genel bilinen ismiyle Fantastik sinemamızda bulunmaktaydı. Ama bütün bu garipliklerin ışığında, tüm kötü yapımlarda olduğu gibi, çoğu saygın ürünlerin umut bile edemeyeceği güçlü bir büyüleri vardı bu filmlerin. O dönemde bu filmleri yapanlar, ciddiye alınmayı bekleyerek ortaya çıkartmamıştı bu işleri. O dönemim Türk izleyicisi bu filmlerde oluşan sığ mizahın farkındaydı. Eğlencesini biliyorlardı ve o şekilde bir seyirci cazibesi oluşuyordu. Ama şunu söylemek gere gerçek bir saygıyı hak eden yapımlar bu işler. Son derece eğlenceli ve defalarca seyredebilinen bu filmler, mütevazı kaynaklarının onlara emanet ettiğinde çok daha büyük bir izleyici kitlesini hak etmektedir. 80’li Yıllar: Sinemamıza asker girdi, darbe geldi geçti, ama o eski tatta bir şeyler yapalım; Tükeniş Yılları 70’lerin göreceli sinema zaferinden sonra, 80’lere geldiğimizde fantastik Türk filmlerin rastlamak giderek zorlaşmıştı. 1980 Askeri darbesinden sonra, sinemaya asker girip, Türk sinemasını dağıtmıştı. 70’lerin ortasında sinemamızda başlayan seks furyası bu dönemle son bulmuştu. Sansür artış durumu sinemamızı çıkılması zor bir duruma sokmuştu. 80’lerde yapım şirketlerinin planladığı yerli yapım patlaması giderek azalmış, yıllar geçerken ortaya çıkan işler gittikçe daha da kötüye gitmeye başladı. Başbakan Turgut Özal, her zamanki yurtdışı sahasına girme planını, sinemaya da uyarlama yoluna gitti. Film yapımının üzerine oluşturulan yasal denetimlerinin sıkılaşması, ülkemizde daha çok yabancı dağıtımcılarının girmesine neden oldu. 80’lerin en parlak dönemi olarak lanse edilen 87 yılında ülkemizde ortaya çıkan 97 yapıma karşı, sinemamızda 320 yabana film ithalatı olmuştu. Fantastik yapımlar üzerine birkaç ciddi atılımda olmamış değildi. Yeşilçam’ın önemli yönetmenlerinden Atıf Yılmaz 1980’lerin ortalarında ciddi denemelere girişti. Aslında ortaya çıkan filmler, genel Türk sinemasındaki fantastik yapımlardan farklı bir fantastizm taşımaktaydı. Atıf Yılmazın 1985 yapımı ‘’Adı Vasfiye’’ ve 1986 yapımı ‘’Aaahhh Belinda!’’ genel hikaye bakımı üzerinden bakıldığında, kimlik bunalımı ve hayatın anlamı üzerine ortaya çıkan deneysel araştırmaların alegorik hikayelerinden oluşmaktaydı. Bu filmlerin diğer bir özelliği de, 1980′lerde politik olarak bastırılmış Türk entelektüellerinin içinde bulunduğu zorlu durum hakkında çok şey ifade ediyorlardı. fantastik yapımlar sunan sinemacılar, Avrupa Sanat Sineması ekolünü işleri üzerinden, daha çok sinemamızda 1985 yapımı ‘’Adı Vasfiye’’ filminde başrolünde yerli işleri çıkarmaktaydı. Bu filmlerin ilginç olmalarına gördüğümüz isim, 1980’li yılların kadın kimliği üzerine rağmen, eski fantastik sinemamızın tadını yeniden yakabirçok filmde oynamış Müjde Ar bulunmaktaydı. Filmin lamak için ortaya çıkan en büyük iş için 1980’li yılların senaryosu, Necati Cumalı’nın kalema aldığı ‘’Ay Büyürken başına gitmek gerekiyor. 1982’i yılında Türk Sinemasının Uyuyamam’’ adlı kitabındaki beş öykünün üzerinden efsane jönü Cüneyt Arkın’ın yazıp, başrolünü Aytekin Akdeğerlendirerek Barış Pirhasan elinden çıkmıştır. Fantastik kaya ile paylaştığı ‘’Dünyayı Kurtaran Adamı’’ sinemamızoluşumu sağlayan ise, hikayenin dört farklı anlatıcı tarafın- la buluşmuştu. Bu filmi anlatmaya filmin efsane diyaloguydan sunuluşu olmuştur. Vasfiye karakterinin kendi kimla başlayalım; ‘’Merkeze duyuru, yükseliyorum…’’ lik arayışı üzerinden kadın kimliğinin sunuluşu şeklinde Yönetmenliğini, sinemada Yılmaz Atadeniz’in asistanı ilerlemektedir. Diğer yapım ‘’Aaahhh Belinda!’’ ise yine olarak başlayan, daha sonralarında fantastik yapımlarda karşımızda Müjde Ar bulunmaktadır. Bu hikayede düşle yönetmenlikte yapmış Çetin İnanç’ın yaptığı film, yönetgerçek arasında bir ilerleyiş hakim olmaktadır. Bir burjuva menin uluslar arası başarı kazandığı da film oldu. Tabi güldürüsü olarak lanse edilen Amerikan bağımsız yapımbu başarı filmin ironik durumu üzerine gelişmiş bir olay. larındaki hikaye yoğunluğunda, karakterin kimliğini düşle Filmin senaryosunun da yazan Cüneyt Arkın’ın ilk olarak gerçek arasında arayışı sunulmaktadır. Bunlar o dönemde böyle bir düşünceyle yola çıkmasının temel sebebi, George bahsettiğimiz gibi, genel fantastik sinemasının dışında Lucas’ın efsane işi ‘’Star Wars’’ ile karşılaşabilecek, yerli daha farklı bir seyir sunmaktadır. bir film yapmaktı. Ama ortaya ironik bir bilimkurgu komedisi çıktı. Filmin görüntülerine baktığımızda Yıldız 1980’lerin en tedirgin edici fantastik çalışmalarından biri Savaşları filminden alınan ödünç görüntülerle başlaması de Orhan Oğuz’un elinden çıkan ‘’Üçüncü Göz’’ filmidir. işin ilk ilginçliğini ortaya koyuyor. Film genel yapıda 1989 yılında gösterime sunulan film, genel olarak psikolo- teknik yetersizliklerin bir ürünü olarak ortaya çıktı. Yapım jik korku ve gerilim değerleri yüklüydü. Başrolünde Tarık firması düşük bir bütçeyle işe koyuldu. Cüneyt Arkın’ın bir Akan’ın oynadığı film, bir yönetmenin aydınlanma üzerbelgeseldeki röportajında, 45 gün’de Kapadokya’da çekimine yaşadığı bunalımları anlatırken, daha sert ve depresif lerini yaptıkları filmde, mağaralardaki çekimlerde ışık ve bir yöntemle bunu sinemaya sunuşu görülmektedir. Film nem gibi birçok sorunlarla karşılaştıklarından bahsetmişti. yapamayan bir sinemacı üstünde uğraştığı projeye kafayı Film yurtdışında büyük bir başarı kazanmasıyla yurtdışına öyle takar ki konuşmayı ve rolünü oynamayı öğrettiği çağırılan Cüneyt Arkın, bir macera, bilimkurgu filmi ile genç hayali başkahramanının gerçek olduğunu düşünmeye bir başarı sağladığını beklerken, karşılaştığı olay onu bir başlar. Sonra adama bir silah verir. Bu, yazarın kafasının hayli şok etmişti. Çünkü organizasyon yetkilileri çok iyi uçurulduğu ve beyninin, çöpe atılan senaryosunun üstüne bir bilim kurgu komedisi çektiğiniz için sizi tebrik ediyodağıldığı kanlı finalin girişidir. rum diyerek Cüneyt Arkın’a büyük bir şok yaratmışlardı. Filmin genel olarak kurgu ve teknik yetersizlikler ne kadar 80’li yılların yapımlarına bakıldığında, önceki zamanortaya kötü bir iş çıkarmışsa bile, bu oluşanlar filmi sineların fantastik sineması üzerine çağrışımlar yapan işler manın ilgi çekici bir başyapıtı haline getirmiştir. ortaya çıkmaktaydı. Daha çok korku sineması üzerinden ‘’Dünyayı Kurtaran Adam’’, düşük bütçeli Türk Fan- 56 i adım b lgi f kir tastik sinemasının son demleriydi. Dönem televizyonun yükseldiği dönemdi. Bu dönemlerde yabancı yapımlar akın akın piyasamıza giriş yapıyordu. Dönemin yerli yapım şirketleri ise maddi kaynaklar üzerinden sıfırı görmekteydi. Bu durumlarda çekilen yapımlar artık yerli izleyicinin ilgisini çekmiyordu. Hal böyle olunca piyasanın altın çağlarında, pastadan payını alan yapımcılar yavaş yavaş piyasayı terk etmeye başladı. Cüneyt Arkın’a göre Türk Sineması bir aile gibiydi. Başarılı işler kutlanıyor, ama zayıf yapımlar aileden dışlanıyordu. Bir röportajında, Dünya’da hiçbir sinema yoktur ki yapım bütçesi seyircisinin elinden gelmektedir. İşte Türk Sineması bu şekilde işlemekteydi. Ama artık seyircide yerli yapımlardan uzaklaşmaya başladı. Türk Sinemasının her dönemimde olduğu gibi, 80’li yıllarda o dönemlerde gişede başarı gösteren Batı filmlerinin yerli benzerlerinin çekimleri yapılmaya çalışıldı. Bunlarda ilk ve ilginç işlerinden biri 1983 yılında çekilen, yerli ‘’E.T.’’ uyarlamamız ‘’Badi’’ydi. Herkesin ‘’Baba vurma ona uzaylı o!’’ diyalogu ile hatırladığı film, yönetmen koltuğunda Zafer Par bulunmakta. Yapımcılığını Şerif Gören’in yaptığı filmin senaryosu ise Barış Pirhasan’a ait. Senaryonun birebir ‘’E.T’’ benzer olduğu film, uzaylının kostüm tasarımı ve teknikler üzerine çuvallıyor ama sinemamızın ilginç işlerinden biri olarak tarihimizde yer ediniyor. O dönemde diğer bir yerli uyarlama ise Remzi Jöntürk’ün çektiği ‘’Altar’’ oluyor. Yerli bir ‘’Conan: The Barbarian’’ uyarlaması olan film, biraz daha görsellik açısından etkileyici bir iş çıkarıyor ama yine teknik durumlar biraz çuvallamasına neden oluyor. 70’lerde Türk Sinemasına fantastik yapımı ‘’Üç Süpermenler’’i ucuz yolla ortaya çıkarmak için gelen yönetmen Italo Martinenghi, bu sefer 80’lerde bu kez elinde daha az bir bütçeyle ülkemiz yapımcılarının kapısını çalıyor. Bu işe ilk atılan ise, tek başına endüstri Kunt Tulgar oluyor ve ortaya akıllara zarar bir iş olan ‘’Üç Süpermen Olimpiyatlarda’’ filmi çıkıyor. 1984’te yapımı tamamlanan film, ortaya çok kötü bir iş sunuyor. Filmin geneline baktığımızda, belli bir senkronda ilerlemeyen diyaloglar, komedi işi özel efektler, birbiriyle bağlantılı olmayan senaryo ayrıntıları, tiplemeler ve mekan tasarımlarının yanında bir sürü gereksiz araklama sahne ve komedi olma yolunda birçok ayrıntıyla dolu çok tuhaf ve kötü bir iş ortaya çıkmış. Filmin ilerleyişinde bir anda ortaya çıkan yeşil kukuletalı gangsterler ve kötü bir mayo seçimi ile maskeli bir kötü kadın karakter ve gümüş bir robot çıkıyor. Çoğu sahne 1973 yılındaki başarış tuhaf iş ‘’Üç Süper Adam ve Çılgın Kız’’dan araklanmış şekilde araklanarak kurgulanan film, bir şekilde sinema tarihimizde yine kült statüsünde yerini alıyor. i adım b lgi f kir Türk Fantastik Sineması Nerden Nereye Geldi? Peki Ne oldu Bu kadar Zamanda Fantastik Sinemamızda?: Sonuç 1950’li yıllarda başlayan avantür yapımlar, birçok dönemde farklı işler, faklı yapımlar ortaya çıkarak farklı bir yol oluşturdu sinemamızda. Bir çok yönden düşük bir bütçe vardı elde. Yapılan işlerde bu bütçe üzerinden oluşan teknik altyapı üzerine çekilmeye çalışıldı. Çoğu filmde oyuncular amatör isimlerden oluşmaktaydı. Bu isimler bu filmler ile anılmaktadır günümüzde. Oyuncu Aytekin Akkaya bir röportajında, günümüzde ben tek başıma bu sinemayı tekrardan aynı imkanlar elinde olsa oluşturmaya çalışabileceğini söylemişti. Aslında o dönem bir şekilde gerçek bir saygıyı hak ediyor. Eldeki imkanlar sonucunda başarılı olmasa da kült statüsüne giren yapımlar ortaya çıkmıştı. Türk sinemasının 100. Yılını kutladığımız geçtiğim sene bunun üzerine çok bir etkinlik yapılmadı. Birkaç yerde yapılan gösterimler ve küçük söyleşilerle, Türk Sinemasının altın çağını kapsayan bu dönem ve emekçileri çok az bir anma ile geçiştirildi. Önemli sinema tarihçisi Giovanni Scognamillo, bu zamanlardan geçmişe baktığında Türk Sineması, her dönemde bir şekilde kendi intiharını planlayarak ilerledi ve oluşan belli durumlar bunu sonuçlanmasına neden oldu. Şimdi işte geçmişte sinemamıza baktığımızda bu yazıyla o döneme bir ışık tutmaya çalıştım. Tüm bu sinema emekçilerine bir saygıda benden olsun bu yazıyla. Son olarak, bu dönemle ilgili batılı sinemaseverler için bu fantastik yapımlar büyük bir keşif olarak görülmekte. Mukavva dekorları, üsluplu oyunculukları ve insanları şaşırtan dehşet veren senaryoları, günümüzde beyazperdemizde çok az rastladığımız bir cazibe katmaktadır. Bu yazı üzerine yaptığım araştırmada bir anekdota rastlamıştım. Yazıyı bu anekdotla bitirmek istiyorum. Fransız eleştirmen ve yazar Alan Petit, bir yazısında bizim fantastik sinemamızı açıklar niteliğinde bir not düşmüştü; ‘’ Bu filmlerin hem zaaflarını hem de güçlü oluşlarını seviyorum. Çünkü onlar bize bir şeyleri yeniden keşfetme, tamamen yok olduğunu sandığımız bir sinemayla yeniden bağlantı kurma şansı veriyorlar. Bu filmlerde, bizi ilk kez bu tarz filmlere çeken şeyleri yeniden buluyoruz. Biz “B” filmler desek de Türk seyircisi için bunlar sinemadır, hem de büyük harflerle. Naif bir sinema, kesinlikle, çok fakir, ama hayalperestlik anlamında zengin, özgün düşsel nitelikleriyle kesinlikle büyüleyiciler. Bugünlerde böylesi düşlere rastlamak giderek zorlaşıyor.“ Benim notum ise başlığımdan gelsin; bizim sinemamız düşük bütçe, az ekipman, amatör oyunculuklar ama büyük hayal gücünün ilginç ürünleri, Türk Fantastik Sinemamız ve gerçek bir saygıyı hak ediyor. 57 Mehmet Baltacı Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler [email protected] KİŞİSEL GELİŞİMDE PRATİK YÖNTEMLER Kişisel gelişim bireyin hayatında çok önemli bir yer kaplar. Sadece iş hayatında değil sosyal yaşamda da kişisel gelişime ihtiyaç duyarız. Ben bu yazımda daha çok iş hayatındaki kişisel gelişim üzerinde durmayı tercih ettim. Kişisel gelişim sürecine önce araştırma ve akıl kavramları ile başlamak istiyorum. Kişi her zaman için araştırmacı ve sorgulayıcı olmalıdır. Kişisel gelişim açısından bu çok önemlidir. Bir şeye körü körüne bağlanmak kişi için pek sağlıklı olmayacaktır. Kişi sorgulayıcılığı ve araştırmacılığı yani yeni bilgiler edinmeyi kendine alışkanlık haline getirebilmelidir. Çünkü insan öğrendikçe gelişir. Bu noktada tembel olmamalıdır. Akıl dediğimiz kavram bu noktada devreye girer. Çünkü akıl doğru kullanıldığında insanı doğruya yönlendirecektir. Aklın doğru kullanılmasıyla tembellik ortadan kalkar ve birey kişisel gelişim için çabalar ve bunu sonucunda da çalışkanlığı benimser. Şimdi meslek hayatındaki kişisel gelişim sürecinden bahsedelim. Kişisel gelişim sürecinde önce birey her şeyden önce kendini tanımalıdır. Çünkü kendini bilmek kişinin hedef seçimini kolaylaştıracaktır. Şunu unutmayalım ki kişi her işte en iyi konumda olamaz ama gerçek bir hedefi var ve bu hedefinde planlı, zamanlı ve kişisel gelişimini üst seviyelere çıkaracak bir şekilde ilerliyorsa işinde en iyi konuma ulaşacaktır. Bu yüzden kişi yapabileceği en iyi işi belirlemeli ve bu hedefi doğrultusunda kişisel gelişimini arttırmalıdır. Ve yine unutmayalım ki hiç kimse işinde sıfırdan lider konumunda olamaz (bazı durumlar hariç). Her şey zaman dahilinde belli bir birikim elde edilerek gerçekleşir. Şimdi bizi üst seviyelere çıkaracak kişisel gelişim sürecinin üstünde durmak istiyorum. Mesleki alandaki kişisel gelişim sürecindeki ilk adım gerçekten uğrunda uğraşmaktan sıkılmayacağımız bir hedef seçmemiz gerekir. Eğer hedef seçimini gerçekleştirirsek bir çok kişiden önde olacağız demektir. Hedef seçimi kolay olmayacaktır. Kişi bu konuda kendini iyi tanımalı sonradan pişman olacağı adımlar atmamalıdır. Hedef seçiminde kişinin kendisinden yararlı bilgiler alacağı bir danışmana başvurması kişi için yararlı olacaktır. Hedef seçimini tamamladıktan sonra kişi kendine bu hedefte ilerleme katedebilmesi için bir zaman planlaması yapmalıdır. Çünkü çoğu kişinin off saat ne çabuk üç oldu ben daha hiçbir 58 şey yapamadım dediğini biliyoruz (üç sadece bir örnek). Böyle bir zaman sıkıntısı yaşamamak için kendinize yapabileceğimiz kadar görev yüklememiz olacaktır. Çünkü kendinize yapamayacağınız kadar çok görev verdiğinizde genelde belirlediğiniz saati aşmış olacaksınız. Ve kendinize vereceğiniz görevlerin hedef doğrultsunda, kişisel gelişiminize yardımcı olacak görevler vermeniz de sizin için faydalı olacaktır. Bu konu üzerinde biraz durmak istiyorum çünkü başlığımda belirttiğim kişisel gelişimde pratik yöntemler bu noktada devreye giriyor. Mesela günlük hayatta çoğumuz facebook twitter gibi siteleri kullanıyoruzdur. Aslında bu siteler çoğu zaman kötü olarak adlandırılsa da bizim yararlanabileceğimiz bir sürü bilgileri içermektedir ve aynı zamanda kullanan insan sayısı çok olduğu için belirlediğimiz hedefte üst konumda olan insanlarla da buradan iletişime geçip tecrübelerinden ya da konuma yükselme süreçlerindeki yaptığı çalışmalar hakkındaki bilgilerinden faydalanabiliriz. Yada mesela candy crush vb oyunlar yerine hedefimiz için faydalı olabilecek sayfalarda zaman geçirebiliriz. Dediğim gibi bunlar günlük hayatta hepimizin içinde olduğu şeyler ve bunları amacımıza uygun kullanırsak emin olun bize katacakları çok şey olacaktır. Türkiye’de kitap okuma oranının istenilen düzeyde olmadığı bir gerçektir. Ama insan kitap okudukça ileriyi görme yeteneği de gelişecektir. Yine hedefimiz doğrultusunda okuyacağımız kitapların da bize faydası çok büyük olacaktır. Ve yine hedefimiz doğrultusundaki kişisel gelişimimiz için takip edeceğimiz tv programları yada en basitinden aktif olarak kullandığımız youtube gibi video sitelerinde hedefimize uygun videoları izleyebiliriz. Çeşitli etkinliklere katılabilir yada düzenleyebiliriz. İnanın bu gibi şeylerin eğer gerektiği gibi yapılırsa bizlere kazandırdığı çok şey olacaktır ve belirlediğimiz konuma ulaşımımız kolaylaşacaktır.Seçilen hedef doğrultusunda sorumluluklarını dört dörtlük yerine getiren insan başarılı olacaktır. Sizlere yaşamımızdaki bizi üst seviyelere çıkartacak bilgiler aktarmaya çalıştım yazımı okuduğunuz için teşekkürler. i adım b lgi f kir i adım b lgi f kir BU SAYFAYA REKLAM VEREBİLİRSİNİZ :) 59