Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Transkript

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
T
Ta, Taa : Uzaklara, oralara dek, oralarda, o zamanlarda; O olana kadar
“Nur, Süha’dan çekinmiş. Anlatamamış. Ne olsa annesi. Bana anlatmıştı. Hücreye konulduğunda
havasızlıktan sık sık baygınlık geçirmiş. Belki ta o günden istediklerini imzalarmış, ama bu bayılmalar yüzünden
konuşamıyormuş.”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:37)
“-Memleketinize hiç yolum düşmedi, diye yanıtladım. Fakat Avrupa’nın içinde insan oturan neresi
vardır ki adı ta oralara kadar yayılmış olmasın? Soyunuz saldığı ünle senyörlerini ve ülkesini o kerte göklere
çıkarıyor ki, oraya ayak basmadan da herkes böyle olduğunu biliyor.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:65)
“DEVLET GEMİSİ I.
---------------------------canımızı dişimize takmış fırtınada.
Sular geldi direğin ta ayağına
yelkenlikten çıktı yelkenler,
delik deşik olmuş, sarkıyor halatlar
dümen gitmiş...”
(Alkaios, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:131)
“Halk Adamı Charlie
Chaplin İçin Şarkı
III
-----------------------dünyada fazla akşam yemeği yok: sen bilirsin bunu;
en lezzetli tavuklar da porselen tabaklarda,
kalın cam kapaklar altında korunurlar.
Her zaman bir kapak vardır ve o hiç kırılmaz.
Sonra çelik, amyant, ve yasalar;
koca bir ordu vardır tavuğu koruyacak.
Derken bir açlık gelir taa Kanada’dan, bir rüzgar,
dondurucu bir ses, bir esinti, bir yaprak”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 08.01.04)
“MEDEİA
-----------Öyle acıyordu ki ona, yaşlar boşanıyordu gözlerinden,
yiyip bitiriyordu Medeia’yı yüreğinde yer eden acı,
yakarak geçiyordu derisinden, yumuşacık kaslarından,
en keskin dalışını yaptığı ense kökünden
ta diplere dek, yorulmak bilmez Aşk tanrıları
saplar saplamaz oklarını yüreğine...”
(Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:19)
“Bu tür yakınlıklar, ablanla ilişkinizin temelinde vardı. Ta baştan beri, kendini bildin bileli onun
yanında utandığın ya da çekindiğin bir an olmadı. Küçükken beraber yıkanırdınız, ‘doktorculuk’ oynayarak
merakla birbirinizin vücudunu keşfederdiniz, eve kapanmak zorunda kaldığınız fırtınalı ikindi vakitlerinde
Gwyn’in en sevdiği oyun çırılçıplak soyunup karyolanın üzerinde zıplamaktı.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:91)
“Birbirlerini görmeyeli beş yıldan çok olmuştu. Maria o garip Amerikan turuna çıktıktan sonra ilişkileri
kopmuştu. Ama o zamana kadar ta çocukluklarından gelen yakın bir arkadaşlıkları vardı. Lisedeyken içtikleri su
ayrı gitmezdi.”
(P. Auster, “Leviathan”, sa:70)
“İğne yapıldı bile. Brick baygınlığın dipsiz karanlığına yuvarlanıyor; saatler sonra gözlerini açtığında
kendini Flora’nın koynunda buluyor. Sabahın erken saatleri, yedi buçuk-sekiz suları; Brick karısının çıplak
sırtına bakarken ta baştan beri haklı olup olmadığını, Wellington’da geçirdiği sürenin mide bulandıracak kadar
gerçeğe benzeyen bir karabasan olup olmadığını merak ediyor.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:84)
“Duvarlar ta tavana dek, yarım bırakılmış resimler, üç renkle, yalnızca kırmızıyla ya da mürekkeple
çizilmiş sayısız taslaklarla kaplıydı. Porbüs’ün solgun yüzüyle o garip adamın sedef rengi kafatasına bol ışık
saçan yüksek camlı pencere orta yerde bir aydınlık aylası oluşturmuştu.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:14-5)
“B. KATİBİ - Ha, buraya çok gelirler. Eskiden tabakhane tarafında çay kenarındaki mahallede kötü
kadınlar otururlardı. Şimdi taş taş üstünde kalmadı ya... Bu kötü kadınlar bile ta Şam’dan, Bağdat’tan bir iki
sende bir kalkıp gelir, ziyaret ederler.”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:71)
“YOL
Git git kimseler yok
Bu yol kimsesiz.
Tek başıma yürüyorum bu yüzden.
-----Git, git, bu yol kimsesiz,
Ne yapmam gerekiyor?
Epey yürüdüm, derken
Taa uzaklarda bir köy,
Belli belirsiz görünüyor.
Eşsiz bir sevinç içimde”
(C.S. Beong-Nana Lee/Fahreddin Arslan; “göğe dönüş”, sa:70)
“SES
----Ve o gün bugündür, yalvaçlar gibi ben de,
Çöle ve denize ta gönülden vurgunum;
Gülüp geçerim yasta, ağlarım şölende,
Ve en kekre şarapta hoş bir tat bulurum;
Bana sık sık yalan gelir olup bitenler,
Çukura düşerim göğe göz gezdirirken.
Ama avutur Ses: ‘Sakla dişlerini,’ der
‘Delinin düşü güzeldir Bilgeninkinden!’ ”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:315)
“Unutuşun Yerleştiği Yer’den seçmeler
(Donde habite el olvido)
-----------------------------
Sonunda farkına bile varmadan özgür kalabileceğim yerde,
Siste, yoklukta çözülerek,
Bir çocuğun eti gibi hafif yoklukta,
Orada ta uzakta,
Unutuşun yerleştiği yerde.”
(Luis Cernuda Bidon<1962-1963>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
18.07.02)
“KIZAMUK AĞIDI
----------------------Bir köy gördüm ta uzaktan,
Dağlar ardında kalmış, bilmezsiniz.
Kar örtmüş, göremezsiniz karanlıktan,
Yalnızlıkta üşür üşür de çaresiz
----------------------Ben, bir günde yirmi üç küçük ölünün,
Gömüldüğünü gördüm bu köyde kızamuktan,
Ya siz ne gördünüz, söyleyin, söyleyin,
Bir şey söyleyin, bir şey söyleyin uzaktan.”
(Salah Birsel<1919-1999>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:487-9)
“Helen’in Şarkısı
---------------------Helen kilisede org çalar
akıcı kıvrak parmakları bulur telleritaa arşa ulaşır koronun şarkısıbana bir yarar olmayan Tanrı’ya,
ki, yaşar orada, Penn
Ormanları’nda(Susan Bright<d.1945>-Defne Bilir, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.10.07)
“ÇANLAR
I
Uzaklardan işitince,
Benim için çaldığınızı
Düşünürüm, ta içim yanar.
Acılar yıkar içimi yaralar beni,
Eskiden tamdı yaşamım,
Şimdi bölünüp azaldı diye.
Yarı yolda bıraktı beni
Oralarda çekip sürüyenler.”
(Rosalia de Castro<1837-1885>-Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
30.09.04)
“Ama çok geçmeden gözlerimin önüne küçük kız ve Melek’in suretleri gelmeye başladı. Ben yalnızca
ne elde edeceğimi düşünürken, onlar benim için ellerinden gelenin en iyisini yapmışlar, üstelik karşılığında
hiçbir şey istememişlerdi. Ta derinlerden gelen belli belirsiz bir düşünce geçiyordu aklımdan.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:202)
“‘Amma da mantıksız bir düşünce Fyodor Mihayloviç! Elbette ki hiçbir listede yoksunuz. Siz çok
değerli birisiniz. Aramızda kalsın, listelere kimin adının gireceği hiç önemli değil. Önemli olan onların öç
alınacağını bilmeleri ve korkudan tir tir titremeleri. Halk böyle bir şeyi anlar ve onaylar. Halk tek tek vakalarla
ilgilenmez. Ta ezelden beri acı çekmiştir halk...’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:197)
“Gelenlerin çoğu, ev sahibiyle aynı kuşaktan, ağırbaşlı, güvenilir. Yaşlı bir kadına özellikle saygı
gösteriliyor; Petrus, üzerinde mavi takım elbisesi ve cafcaflı pembe gömleğiyle yolun ta aşağısına kadar inip
kadını karşılıyor.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:148)
“DEDE AĞACIN DEDİĞİ
Dede ağaç der ki
Ormanların ormanlarına
Ta eskiden
Değişikti buralar”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-Oralarda”, sa:42)
“GEÇEN ŞEY
--------------Ta öncelerden beri mest olmuş herkes,
Bir bakıma herşey ‘mestane’,
Hayal edilir nazlı yar yönlerden.
Aşk ile kuşlar süzülür,
Değişir kuşlar şahane.”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:347)
“Girne Kalesi’nin burçlarının ta tepesinde dar bir balkon vardı. Polis memurları burayı mahfil <toplantı
yeri> olarak kullanıyordu. Daha sonra öğrendiğime göre, Sabri, özel kuvvetlerde çavuşmuş. Buradan, parıl parıl
parlayan liman setinin karşı tarafına, Karaman Dağlarına doğru bakarak, iki imparator gibi yalnızlık ve boşluk
içinde oturduk, bu arada masa örtüsünün üzerine şaşırtıcı şekilde art arda soğuk bira bardakları konuyor, bunları
lezzetli Kıbrıs yiyecekleriyle dolu tabaklar izliyordu.”
(L. Durrell, “Kıbrıs’ın Acı Limonları”, sa:79)
“Uzun ve onurlu askerlik hizmetim süresince yoksulla zengin, Calabria’lıyla Venedik’li, kısa boyluyla
uzun boylu arasında asla bir ayrım gözetmedim. Ta eskiden, 2482 yılında, bağnaz ve gizliden gizliye ırkçı
baskılara nasıl kararlılıkla karşı çıkıp devriye görevini Prens Joseph’in Ülkesinden alıp Eskimo Zıpkıncılara
verdiğim hatırımda.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:76)
“... uzak mahallelerin dar sokaklarında veya yamaçların taa derinliklerinde, güneş yanığı köylüler
yanında nesli tükenmiş ırkların kalıntıları gibi kalan soluk benizli, ufak tefek adamlara rastlanırdı.”
(G. Eliot, “Silas Marner”, sa:11)
“DUVAR RESMİ
Sevdalanıp denizlerde yaşadığım için yüzyıllarca
okuyup yazmayı öğrendim
Ta gerilere gidip kuşakları birbirlerini nasıl
izlediklerini görebiliyorum bugüne değin tıpkı
bir dağ bitmeden
Öbürünün başladığı gibi ve önümde yeniden
aynı şey”
(Odisseas Elitis<1911-1996>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.08.05)
“Sevdiğimiz Kadınlara
----------------------------sevdiğimiz kadınlar kuğudurlar
bahçeleri yalnızca kalplerimizde yaşar
kanatları
meleklerin kanatlarıdır
heykelleri gövdelerimizdedir
ta kendileridir sıra sıra güzel ağaçlar
ayaklarının uçlarına basarak
bize yaklaşırlar
ve bizi gözlerimizden
öptüklerinde
kuğudurlar”
(Nikos Engonopulos<1910-1985>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
24.07.08)
“Pécuchet çıkageldi:
‘Hindistan cevizim!’
Dumouchel’in anısıydı! Paris’ten Chavignolles’e getirmişti, öfkeyle kollarını kaldırdı. Victor gülmeye
başladı. ‘Dostum’ dayanamadı artık, oturaklı bir şaplakla odanın ta dibine yolladı onu, sonra heyecandan
titreyerek, Bouvard’a dert yanmaya gitti.”
(G. Flaubert, “Bilirbilmezler-Bouvard ile Pécuchet”, sa:282)
“ ‘Biz örneğin,’ diyordu, ‘neden tanıştık? Hangi rastlantı bu tanışmayı hazırladı? Ta uzaklardan gelip
birbirine kavuşan ırmaklar gibi, geçtiğimiz yollar da bizi birbirimize ulaştırmış olacak herhalde.’
Sonra genç kadının elini kavradı. Emma bu kez elini çekmedi artık.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:163)
“KARANLIK
---------------o sondaki ışık değil
her neyse ta uzaktan görünen
belki de o ışıklı nokta
gözleridir bir kurdun”
(Furuğ-Feruhzad-<1937-1967>, “yeryüzü ayetleri-isyan”, sa:47)
“ ‘Ya Taras’a ne oldu?’ diyeceksiniz. Taras alayıyla Lehistan’ın altını üstüne getirdi, tam on sekiz
köyde kırka yakın manastır yaktı, ta Krakov önlerine değin vardı. En zengin konaklar talan edilip soylular
kılıçtan geçirilmiş..... evlerdeki en gözde eşyalar kesilmiş, kırılmış, yakılmıştı.”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:II, sa:90)
“SUNU
Kalmak istiyorsan ta sonsuza dek,
artsın istiyorsan değerin kat kat,
her yüzü, her şeyi keşfedip tek tek
onları sil baştan özenle yarat.
Onlara can verip zevkle yeniden
taneye mekanlar hapseden bağ ol,”
(Veselin Hançev<1918-1966>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
07.02.08)
“Ta baştanberi, şaşkın bir asiydim, yalnız benim kuşaktakilerin çoğu için geçerli olabilecek anlamda
değil -ailemin ana tarafının, yoksul zencilerin borçları sayesinde yükü tutuşlarını gözlerimle görmüştüm.-”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:41)
“‘Üstelik çıngıraklı yılanların sesi taa Indiana’dan duyulurdu.’
‘Kimisi Chiselum haplarını denemiş’ dedi vatandaş.
‘Palavra!’ dedi hırsız. ‘Onları beş ay kullandım. Hiçbir işe yaramadılar.’ ”
(O. Henry, “viski soda’, sa:17)
“ ‘İki renk atkısı altında iki büklümdü, doğrulmaya mecali kalmamıştı. Çoktan kaybetmişti genç
görünümünü. Yetmiş altı yaşındaydı ve zamanın bütün eziciliğini omuzlarında hissediyordu. Her şey bitmişti;
birkaç dakika sonra ondan ayrılmak zorundaydı; bunu aklına getirdikçe kalbi hıçkırıklarla boğuluyordu. Torunu
uzaklara, çok uzaklara... ta Çin’e gidiyordu, ölümün kol gezdiği bir savaşa.’ ”
(S. İleri, “Hayal ve ıstırap”, sa:181)
“Angelita Huenuman
-------------------------Huenuman damarlarından akar
gelinciğin kan kırmızısı
Oturmuş pencerenin ışığında
Ömrünü dokuyor Angelita.
Elleri dansediyor kenevirde
Kanat çırpıyor kuşlar gibi
Sanki bir tansık nasıl da dokuyor
ta kokusuna dek çiçeği.”
(Victor Jara<d.?-1913>-Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.10.03)
“Ta saat on buçuktan beri. Hey be birader, böyle nefis bir gece geçirmedim ömrümde. Biliyorum,
yakışık almaz bunu anlatmam, çünkü birbirimizi pek tanımıyoruz.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:5-6)
“O gün, karşı Arabistan çöllerinden çıkıp Akdeniz’den geçip gelen kızgın bir lodos vardı. İnce kum
bulutları havada dolanıyor, insanların gırtlağına, ta içine kadar giriyordu. İnsanın dişleri gıcırdıyor, boğazı
yanıyordu. Kuma bulanmadan bir parça ekmek yiyebilmek için pencerelerle kapılar sıkı sıkı kapatılmıştı.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:165)
“Şu ölüm korkusu olmasa, şu onu çölde bekleyen Bedevilerin yüzde yüz bir gün öldüreceklerini bilmese
burada ömrünün sonuna kadar kalır, o sesi var da kendi yok kuşu, Emir onu aramaktan bıkmış da olsa, Emirle
birlikte ölünceye kadar arardı. Her sabah uyanıp o kuşun sesini dinliyordu Ses uzaklardan, taaa dünyanın öteki
ucundan geliyordu. Onlarsa bu kuşu buralarda arıyorlardı.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1- Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, sa:266)
“Manzara kardan, uçsuz bucaksız, sonsuz bir ovadan, bir de ıssızlıktan, boşluktan ibaret. Ta git, güneşin
doğduğu yere, bir yumruk kadar oraya kara bir leke yapıştır. Buradan gözükmezse...”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:135)
“KAŞİF
Yirminci yüzyıl sonu:
Yaşlıydık, doğurduğunuzda bizi.
Ağladığımızda ilk, yaşlı.
Çünkü geliyor ta dedelerden
Gözümüzdeki bebeğe
Bıktığımız her dizi gibi
Hiroşima’nın da devamı.”
(Tuna Kiremitçi<d.1973>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antoloji-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:649)
“Bu durumlara çok canı sıkılan Kecskemet Belediye Başkanı Bay Janos Szücs boş yere içini çekiyor ve
elindeki değneği yere vurarak:
-Nereden bulayım, yiğit ağalar, nereden? diyordu. Şu bastığımız yer Körmöcz altın madeni değil ki!
Burası kum işte, ta cehenneme kadar basbayağı kum.”
(K. Mikszath, “Konuşan Kaftan”, sa:17)
“HELAL, HELAL SANA
-----------------------------Ta oradan ta buraya
Göndediğin
Şarkılarla
Yeni bir söz
İster Dünya
Arkadaşlar
Hep buradayız
Sokaklarda
Meydanlarda”
(M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:44)
“ ‘Burada yiyecek birşey bulamazsınıız. Hayır, burada bulamazsınız,’ dedi.
‘Hay allah kahretsin! Yani bu koca yerde tek bir bar yok mu diyorsunuz? Ta Farnham Common’dan
yürüdük buraya kadar.’
Şişko burnunu çekti, düşünür gibi yaptı, gözleri hala oltasının şamandırasındaydı.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:150)
“KRUTİTSİ - Biliyor musunuz? Ta başından beri bu adamdan kuşkulanmıştım.
MAMAYEV - Ben de. Bakışları bir tuhaftı.
GLUMOV - Atmayın şimdi. Ruhunuz bile duymadı. Günlüğümün okunması sizi çileden çıkarıyor.
Ama bazen en akıllı adamın bile ayağı sürçer.”
(A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:127)
“Evin önünden geçerken açık pencereme baktım. Babam öğleyin gelene kadar dönerim. Mahalleye
girer girmez kamyondan indim. Halil’ler beni işsiz güçsüz aylağın teki sanmasınlar diye hızlı hızlı yürüdüm. Taa
mendireğe kadar gittim, sıcaktan kan-ter içinde kaldığım için biraz oturdum, denize baktım. Bir motor hızla
geldi, bir rıhtıma bir kız bıraktı, gitti.”
(O. Pamuk, “Sessiz Ev”, sa:77)
“Düşlerinde, ta yukarıdan, tepenin üzerinden içine atladığı, adalarla dolu, insanı uzaklara götüren
gizemli bir denizdi bu. ‘O zamanlar ne kadar çok gitmek, trene binmek, görmek, yapmak isterdim. Şimdi burada
iyiyim. Deniz hoşuma gidiyor mu, onu bile bilmiyorum.’ ”
(C. Pavese, “Tepelerdeki Şeytan”, sa:88)
“Ta başından, şiire yoğunluğunu veren, aslında o güne kadar sezilemeyip birden çıkar yol olduğu
anlaşılan iç değerlerdir. Bugün her şeyi gözden çıkarırcasına çılgın bir yenilik düşkünlüğüne karşı son savunma
dayanağımı, elimde görünüşte tekdüze ve süssüz anlatım gücümün iç yaşantımı açıklamada gene de en iyi araç
olduğuna duyduğum sarsılmaz inançta buluyorum.”
(C. Pavese, “Yaşama Uğraşı”, sa:15)
“GÜNAHKAR KADIN
Ben, bir günahkar kadınım işte.
Söylüyorum ne gelirse aklıma,
İstediğim dudakları öpüyorum öteden beri
ve saçıyorum ta dibine dek ortalığa
o göl rengi gözlerle fındık rengi
gözleri.”
(Vanya Petkova-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.08.07)
“Sonra, kimsenin beni göremeyeceğine kanaat getirip artık yerimi değiştirmemeye karar verdim;
mucize gerçekleşecek olursa, bekleyişini uzun zamandır sürdüren bakireye ta uzaklardan, elçi olarak gönderilen
böceğin, umulması neredeyse imkansız, (mesafe, aksilikler, tehlikeler gibi sayısız engeli aşarak) gelişini
kaçırmak istemiyordum.”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:9)
“Ungaratti Dizisi
3. ‘Cara, Lontona Come in Uno
Specchio...’ <Sevgilim, bir aynaynış gibi
uzakta...>
-ve şimdiden biliyorsun
kapıyı nasıl kilitleyeceğiniÜst üste kule gibi yığarak battaniyeleri
yatağımızı yapıyoruz,
ısınma hareketleriyle
yakınlaşmaya öykünüyoruz, taa ben
bedenlerimizin aklınca,
bütün bu şiddetimin ve ısrarımın
asla yetmeyeceğini anlayıncaya kadar...”
(Hans Raimund<d.1945>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.11.06)
“HALK DEYİŞİ
Öyle dokunaklıdır
bohemya halk deyişi
kalbe usuldan girdi mi
kılar onu ağır mı ağır.
Çınlar sana türküsü hala,
bir çocuk inceden
söylerse patates soyarken
gecenin geç düşünde ta.”
(Rainer Maria Rilke<1875-1925>-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
19.06.03)
“PHARES’TE GEÇEN HAYATIMIZ
--------------------------------------------Ve yeniden başlıyor bu sıkıcı yürüyüş tapınak, kandiller, adak, çarşı, ta dükkanlar
kapanıncaya, ışıklar sönünceye dek,
ve biz, sokakta, yalnız, duvar diplerinden yürüyüp
harf harf hecelerin yerlerini değiştirerek
tekrarlayıp duruyoruz duyduğumuz sözü...”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-parmaklıklar”, sa:221)
“ON ŞİİRİN ONUNU BİRDEN YAZMA
<Desocupado lector, 1990>
Benim köpek koltuk altlarıma, üçüncüyü Tanrıya,
içimde beliren
Aylardan en kutsal ayda, zamanın kalırsa sonuncuyu
yazma, kendini benim yerime koy, öylesi
Üzgünüm ki, insanlıkla dolup taşıyorum
Omurgamda onca insanca titreşimle, ve ta içimde
bambaşka bir parıltı sinmiş uyuklamakta, öylesi
kanlı doğum sancılarına gebe.”
(Gonzalo Rojas<d.1917>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
20.05.04)
“ ‘Ana satma beni. Ana kıyma bana. Ana ben sensiz edemem.’ Hayır anam sattı beni. Nemrud dağına
baka baka, ağlaya ağlaya ayrıldım Tatvan’dan. Uh... Ben çektim neler... Van’dan geldik ta Gönyüğe kadar...
Tatvan’ı bilen var mı?
-Hayır.
-Zamanında Nemrud’un kırk devesi orada taş kesilmiş bir sıra durur. On yaşında bir akşam oradan
yalnız geçerken aha o develerden biri canlandı ve kovaladı beni: Bayıldım. Ağzım kilitlendi.”
(P. Safa, “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”, sa:44)
“İlkşiir
-------Böylece ilerliyoruz tekne, ırmak ve insan
boyutlarında ben, çevremize saplanmış
mızraklar arasından
altın renkli durgun sulara doğru.
Orada, üç karış gömeceğim kargımı dibe
canlı taşlara.
Ta başlangıçtaki sessizliğe dönülecek
birleşince
ellerle eller.”
(José Saramago<d.1922>-<Pial del Rio>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 13.04.05)
“İhtiyar kadın, dişlerinin arasından konuşarak, eğleniyormuş gibi:
-Duyuyor musun, diye tekrarladı dobiç? Taa saat on ikilere kadar uyuyorsun, şişko olup çıkacaksın
sonra.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:158)
“Corcoran silahı koltuğunun altında, dişi kaplanın arkasından, bomboş kitaplıkta sezdirmedem avına
yaklaşıyordu. Vahşi ormanın sık çalılıkları çevresinde hemen yerlerini alıyorlardı; ta uzaklara ağaçlar dikmiştim;
maymunlar daldan dala atlıyorlardı.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:182)
“OTHELLO - Ah, kan istiyorum, kan, kan?
IAGO - Sabırlı olun diyorum: Belki fikriniz değişir.
OTHELLO - Asla Iago..... asla kuvvetten kesilip alçalarak aşka doğru gelmeyecek: Ta büyük ve
kudretli, büyük bir intikam, ne var ne yok hepsini birden yutuncaya kadar. Nur içinde parlayan şu gök hakkı
için.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:75)
“Son bırakan sen olma beni bırakacaksan,
Kıymadan bana başka nice bücür üzüntü,
Sen başlangıçta gel ki tadayım ta en baştan
Şu talihin ucunda her ne varsa en kötü.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:90, sa:221)
“SHALLOW - Öyle ya, üçyüz yıldır öyle atagelmişiz
SLENDER - Kendinden önce göçüp gitmiş ne kadar dölü döşü varsa onlar da öyle yaparmış;
kendinden sonra gelecek bütün ataları da öyle yapacaklar. Kalkanlarının üzerinde on iki tane beyaz turna balığı.
SHALLOW - Ta ne zamandan kalma bir kalkan.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:8)
“JACK LONDON
Bir boyunda kavuşuyor dişler, duraksıyor ve ısırıyorlar:
Tüm dünya kızıllaşıyor, yağın karın dışında. Oooo!
Irmak, sessizce, öyle bir savuruyor ki kendini
bir o yanına bir bu yanına -kayanın zorlayışı,
ta diplerde direnmesi yaz eğemenliğinin.”
(William Stafford<1914-1993>-Kübra Ataman/Ali Çeviker; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 22.10.07)
“SUBAY -... şimdi ben doktor sanı aldım, şu karşıda çalışıyorum.. hah ha! Ya da, güzel bir okulda
görevlendirileceğim... bütün olgunluk yıllarım, bütün yaşlılık yıllarım boyunca öğreteceğim; hep o aynı şeyleri:
2 kez 2 kaç eder? 4’te 2 kaç tane var? İşte bunları öğreteceğim... taa emekliye ayrılıp işsiz güçsüz yaşamama izin
verilinceye dek... Sonra da yemek zamanlarını bekleyeceğim, gazeteciyi bekleyeceğim.. taa krematoryuma
götürülüp yakılıncaya dek...”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:55)
“Katı bir tarafları kalmamış, eriyivermişti insanlar. Ta derinden, ruhları ve akıllarıyla çözüşmüş, belli
bir biçimi olmayan sıvıya dönüşmüşlerdi, içlerinde artık yalnızca dayanağı kalmamış bir parça et olan
yüreklerinin çalkalanışını hissediyorlar, kadın-erkek bu yüreği mavi elbiseli ufak tefek adama sunuyorlardı,
hiçbir şey umurlarında değildi: Onu seviyorlardı.”
(P. Süskind, “Koku”, sa:233-4)
“Öte yandan Varenka, hayatta yapayalnız kalmış, anasız, babasız, dostsuz Varenka; acı hayal
kırıklığıyla, hiç bir şey istemeyen, hiç bir şeye üzülmeyen bu kız, Kiti için hayal ettiği kusursuz yaratığın ta
kendisiydi.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:432)
“Ataları İsa’nın doğumundan yüzyıllar önce piramitleri inşa etmiş olan Çingenelere göre Howard’larla
Plantagenet’lerin şeceresinin Smith’lerin ya da Jones’larınkinden beş paralık farkı yoktu. Hepsi birer hiçti
Üstelik, bir sığır çobanının ta ilk çağlara dayanan bir sülalesi varken, tarihi bir soydan gelmenin önemsenecek ya
da özenilecek bir yanı yoktu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:102)
“... ta çocukluğundanberi taşıdığı herkesten aşağı olma duygusu - hiç vakit kaybetmeden acımasız,
amansızca, silkip atamayacağı bir yoğunlukla üzerine çöküverdi, bazen gece evde uyanınca Borrow ya da Scott
okuyarak atabiliyordu oysa...”
(V. Woolf, “Pazartesi ya da Salı”, sa:53)
“Pointz Konağı, bir yaz sabahının erkenci ışığında büyücek bir yapı gibi görünürdü. Turizm
rehberlerinde adı geçen malikanelerden değildi. Gösterişi yoktu. Yine de -ne yazık ki çayırın ta dibine
gömülmüş- setteki ağaçlarla örtülmüş, gri çatılı, kanadı iki yana dik açılarla açılan bu beyazımsı ev, yukarıdaki
ekin kargalarının yuvalarına doğru kıvrılan dumanıyla, yaşanılası br evdi.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:13)
“Sonunda, alnın ta tepesinde, Agnes bir bulut içinde, göğe kabul edilir; nişanlısı İsa, onunla ufacık ve
çok genç olduğu halde evlenir; onu, öte dünya mutluluklarını müjdeleyen bir öpüşle öper.”
(E. Zola, “Hulya”, Cilt:I, sa:16-7)
“Gurbette düştüm dile
Dilerem hayır ola
Ta ezelden yazılmış
Nasibim garip ile”
(Aşık Zülali-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:539)
“Sonra giyotinler, onlara olan inanılmaz ilgi! Doruğa çıkanın, aynı alınyazısının onu beklediğini,
arkasında bekleyenler olduğunu bilmedn, kendinden öncekini bıçak altına yolladığı o dönem! Sanki ressam
Holbein’in ‘Ölüm Dansları’ tablosu! Sürekli, peş peşe o danslar bütün azgınlıklarıyla devam eder, ta ki devrim
kendi ölçüsüzlük ve aşırılığında çöküp, altında yol olana kadar…”
(S. Zweig, “Geleceğe Güven”, sa:151)
“ ‘Hissetmek istiyorum ta ruhumun derinliklerinde. Hissediyorum ve mutluyum yeni kazanmış
olduğum şeyle. Sevgili, ne kadar isterdim şimdi senin beni alnımdan öpmeni. Sevgili, seni göreceğim için şimdi
sevincim iki kat... Bütün bunlar düş filan değil, saçma sapan sözler de...’ ”
(S. Zweig - F. Zweig; “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:47)
Taam : Yemek
“Bazen seni seyretmek, bana cennetten taam,
Bazen de acıkırım senin tek bakışına;
Başka sevincim yoktur, başka sevinç aramam,
Yeter senin verdiğin, vereceklerin bana.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:75, sa:191)
Tabak çanak (takımı, sesleri) : Mutfakta kullanılan züccaciye ve proselen yemek tabak ve benzeri araçlar;
Mutfakta ya da yemek masasında, yemek hazırlanırken ya da bulaşık sonrası, tabak vb. nin birbirine
sürtmesinden oluşan sesler
“Effi yemek salonundan gelen tabak çanak seslerini işitiyordu. Ancak birdenbire ona, iskemleler
yerlerinden çekiliyormuş gibi geldi; belki de artık sofradan kalkıyorlardı.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:II, sa:22)
“İkisi de orta yaşlı adamlardı ve ailelerine bakmak zorundaydılar; bunlardan biri ise büyükbabaydı.
Günde on saat ayakta kendilerine verilen sokakları çalışıyorlardı, sonra koşturmalarını geç vakte kadar bir
formülere kaydediyorlardı; formüler de bir katakulli içindi: Altı haftalık abonman alırsanız, iki şilinlik bir posta
havalesi de yollarsanız tabak çanak takımı alacakmışsınız.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:28)
Tabakhane : Sepi: Derileri, postları kimyasal maddelerle arıtan dericilik fabrikaları, imalathaneler
“Irmağın her iki tarafındaki bu söğütlük kıyılarda yan yana dizilmiş tabakhaneler görülüyordu.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:11)
Tabana kuvvet (kaçmak), koşmak: Tehlikeli bir durumdan var hızıyla (kaçarak uzaklaşmak)
Bk.: Tabanları kaldırıp (yağlayıp) kaçmak
“Nereden aklıma geldi de birdenbire söyleyiverdim. Kocaeli İkbal ambarını.
-Hadi bakalım. Tabana kuvvet. Dolaşma gece vakti, ihtiyar halinde.”
(S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Öyle Bir Hikaye”, sa:12)
“Sienna Brooks, Rialto Köprüsü’nün üzerindeki turist kalabalığının arasında ilerlerken tekrar koşmaya
başladı. Fondamenta Vin Castello’nun yürüme yolunda batıya doğru tabana kuvvet koşuyordu. Robert
ellerinde...”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:435)
“Kızların haline o kadar öfkelenmişti ki, rahibelere bile sövmüştü, çılgın gibiydi anacığım. Üstelik o iki
kız da ortadan kaybolmuştu: İlkçıkan grubun ardından fırlayıp gitmiş, tabana kuvvet kaçmış olacaklardı.”
(M.V. Llosa, “Yeşil Ev”, sa:114)
“Memed:
‘Çok şükür bu günü de,’ dedi.
Ne yapacağını bilmiyor, içi içine sığmıyor. Tabana kuvvet önde uçar gibi yürüyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:260)
“UKUHLANGANA NO RHULUMENTE
<Hükümet’le toplantı>
---------------------------------------------------Bir gün üzerinden bir tepenin
Atlarıyla gelen insanlar göründü
Köyümüzün erkekleri
Kaçtılar tabana kuvvet
Kayıplara karıştılar ormanda.
Büyükbabam emekli bir öğretmen
Asil bir şekilde oturuyordu
Ağılın yanında eski sandalyesinde.”
(Mzi Mahola<d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.01.06)
“SUBAY -... Dinle, İskoçya hükümdarı, dinle; yiğitlikle silahlanan adalet, İrlanda piyadelerini tabana
kuvvet kaçmaya zorlayalı çok olmamıştı ki, Norveç kıralı durumu kendisi için kazançlı görerek, elinde yepyeni
silahlar, arkasında taze kuvvetlerle yeniden taaruza geçti.”
(W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:6)
“ELLIE - Arada bir içeriye dalıp herkesi şaşırtıyorsunuz bu sözlerle. Sonra kimsenin ağzını bile
açmasına meydan vermeden tabana kuvvet kaçıyorsunuz.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:103)
“POTHINUS - Boş sözlerle bize gözdağı vermeye kalkma Rufio. Sezar bundan önce de yenildi,
bundan sonra da yenilir. Birkaç hafta önce Sezar Pompeius’un elinden kıl payı kurtuldu. Birkaç ay sonra da Cato
ile Afrika Kralı Nubyalı Juba’dan canını kurtarmak için gene tabana kuvvet kaçabilir.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:63)
Tabanları buz kesmek : Soğuktan ayakları çok üşümek
“Girdik. Ayaklarım donmuştu, içerisi sıcacıktı. Tabanlarım buz kesmişti. Herif beni bir yaldızlı
parmaklığın yanına götürdü. Bu yaldızlı parmaklık demirdendi. Ama kül rengine boyanmıştı. Ayaklarımı oraya
dayar dayamaz yandılar. Herif bana kenarında dur, ısınırsın dedi. Bu ne amca? dedim. Buna kalorifer derler,
dedi.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Kalorifer ve Bahar”, sa:20)
Taban(ları) kaldırıp (yağlayıp) kaçmak : Korkudan var hızıyla kaçmak
Bk.: Tabana kuvvet kaçmak
“Paşanın elinden sümüklü böcek düştü, üstüne basmayı unuttu, gözleri ateş püskürüyordu. Bir an
evvelki yumuşak yüzün üstünü öyle bir kızgınlık bürümüştü ki Bayram Ağa kadar yüreği olmayan kim olsa
tabanları kaldırır kaçardı.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:157)
“Arazi sarp ve sulaktı; doktorla ben tabanları yağlamış, kayaların üzerinde sekiyorduk, ama
peşimizdeki öfkeli köylülerin de yaklaşmakta olduklarını seziyorduk.”
(I. Calvino, “İkiye Bölünen Vikont”, sa:34)
“Gözlerini bizden ayırmaksızın, bıçakla bizi olduğumuz yerde durmaya zorlayarak, yavaş yavaş geriye
çekildiler. Bir hayli arayı açtıklarını görünce var güçleriyle tabanları yağlayıp kaçtılar.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:57)
“Fischerle, gülmekten büsbütün yamuldu. Gülerken iyice uyandı. Bir otel odasındaydı, bitişik odada
uyuyor olmalıydı, parayı çalmıştı. Çabuk, tabanları yağlamalı Amerika’ya gitmeli. Kapıya doğru iki ya da üç
adım koştu. Neden öyle sesli sesli gülmüştü sanki? Ya kitapçı uyandıysa!”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:242)
“Ormanın bitiminde karatavukların ötüştüğü duyuluyordu, bıçkıevinin arkasındaki Rippert çayından
eğitim yapan Prusyalıların sesi geliyordu. Bütün bunlar içimi ‘participe’ler (ortaç) kuralından daha çok
çekiyordu; ama yine de şeytana uymadım ve tabanları kaldırıp okula doğru koştum.”
(A. Daudet, “Pazartesi Öyküleri-Son Ders”, Cilt:I, sa:13)
“İYİ BİR ARKADAŞTI
---------------------------Yağladı mı tabanları
Her yere sokardı burnunu
Çok hoş bir arkadaştı
Etienne’e diş bilerdi
Sağlığına Etienne sağlığına dostum
Can mı can bir arkadaştı.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:31)
“Marner bu küçük haydutların farkına varır ve zamanını hiç te boşuna geçirmek niyetinde olmadığı
halde bu davetsiz konuklardan o derece rahatsız olurdu ki, hemen tezgahına iner, kapıyı açar ve gözlerini
çocuklar üzerine dikmesiyle hepsinin tabanları yağlaması bir olurdu.”
(G. Eliot, “Silas Marner”, sa:13)
“Sığır-sıpayı önlerine katınca, dağlara doğru taban kaldırdılar. Ben, şu çınar ağacı altındaki topal
beygiri bırakamadım, kaldım...”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:71)
“ ‘Öyleyse on beş frank ceza vereceksin.’
‘On beş frank ha...’
‘Daha vaktin var, nerede oturuyorsun?’
‘Buradan on beş dakika uzakta, Vangirad Sokağı 87 numarada...’
‘Tabanları yağlayıp koşarsan yetişirsin.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:II, sa:402)
“BİR ADAM - Julie... Kalk da gel bak! (ADAM’ın yanında bir KADIN’ın başı belirir.)
BİR KADIN - Ne oluyor? Polislik ne var?
BİR ADAM - Bay Amédée’nin başı dertte! Amma da matrak iş ha! İyi dalga!
MADO - (AMERİKALI ER’e.) Gel, seyret!
MADELEİNE - Yağla tabanlarını!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:143)
“... inanılmaz bir soğukkanlılıkla yavaş yavaş geri çekilerek yağdırdığı taşlarla ağır yaralanan üç
serserinin bir kuyu başında durup yaralarını yıkmaya koyulmasını bekledi. O zaman biz tabanları yağlayıp
tüydük.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:63)
“Ay ışığında Thomas’ı aradılar, ama o sokaklarda kaybolmuştu bile. Kendiliklerinden arkada kaldılar.
Topluluk Sedrona’a varır varmaz, ötekilerin uzaklaşmalarını beklediler, derken tabanları yağlayıp ölümden
kaçmaya başladılar.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:491)
“... Her şey iyiydi ya, burada tek başına ödü kopuyor, koyun damından da yana hiç bakamıyordu. Şu
çocuklardan bir tanesi gelseydi, her şey o zaman daha kolay olur, iki kişi olunca daha az korkarlar, belki de hiç
korkmazlardı.... Gittikçe korkusu artıyordu. Neredeyse, bir çıtırdı duysa, tabanları yağlayacaktı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:207)
“İvan hançerini çıkardı, tabancayı da binbaşıya verdi. O sırada atlının on iki, on üç yaşlarında bir çocuk
olduğunu görünce, birdenbire üstüne atıldı, yakasına yapışıp çimenlerin üzerine attı. Çocuk karşı koymak istedi,
ama ırmağın kıyısında binbaşıyı elinde tabancasıyla görünce tabanları yağlayıp kaçtı.”
(X. de Maistre, “Kafkas Tutsakları”, sa:110
“Çingenelerden bir kadın, bana şöyle diyordu:
-Sizinkiler öyle aptal şeyler ki, kafese koymak işten bile değil. Geçen gün sokakta gidiyordum, bir
köylü kadın seslendi. Girdim evden içeri. Sobası tütüyormuş, büyü yapmalıymışım da iyi çeksinmiş. Ben önce
kendime şöyle güzel bir parça domuz sucuğu getirtiyorum..... Kapının yanına gelir gelmez, kadına güzel bir
Almancayla: ‘Sobanın tütmemesini istiyorsan, bunun en iyi yolu içinde ateş yakmamaktır’, diyorum, tabanları
yağlıyorum.”
(P. Mérimée, “Carmen”, sa:131)
“Bunları söyleyerek alelacele tabanları yağlayıp ortadan yitti. Ama manastırın bahçe ve yapı
duvarlarından ve damlardan yankılanan tokat şakırtıları arasında nereye gideceğini şaşırarak durmak zorunda
kaldı...”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:55)
“SMALL (Onlara ulaşınca, dehşet içersinde.) - Aman Allahım! Arkamdan geldiklerini duydum...
Karşıki odaya koştum... O zaman da Ezra’nın hayaletini hakim kılığında duvardan çıktığını gördüm... Allahını
seven tutmasın dedim. Tabanları kaldırdım!”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:241)
“İçtikleri her zamanki gibi başına vuran Kirila Petroviç gücendi ve eğer geceyi Pokrovskoye’de
geçirmek üzere hemen gelmezse; kendisinin, Troyekurov’un, onunla bir daha barışmamak üzere bozuşacağını
söylemesi için aynı uşağı ikinci kez Andrey Gavriloviç’e gönderdi. Uşak yeniden tabanları yağladı.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:15-6)
“..... başçoban havlama üzerine dikkat kesildi ve zavallı çocuğu yakaladı; ‘ne, uyuyorsun ha!.’, sopayla
vurdu ona; biraz daha yaklaşsaydı Antonio’nun sonu olurdu bu, oğlan gösterinin ikinci bölümünü bekleyecek
kadar aptal değildi, sopayı kaptığı gibi ekinlerin arasına fırlattı ve tabanları yağladı.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:75-6)
“S. ANTIPHOLUS - Ne? Bütün söylediklerime karşın böyle yüzüme karşı alaya devam mı
edeceksiniz? Al öyle ise soytarı herif!.
E. DROMIO - Ne demek istiyorsunuz, efendim? Allah aşkına ellerinizi tutun biraz.. Siz ellerinizi
indirmezseniz ben tabanları kaldırırım.”
(W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:19)
“KAPTAN - Bana karşılık verilmesi kafamı allak bullak ediyor, cesaretimi kırıyor. Kadınları da,
erkekleri de içim götürmüyor artık. Kaçmak zorundayım. Şimdi de tabanları kaldırmalı. (Kaçmaya davranır.)
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:103)
“TRANIO - Sen benim için merak etme hiç, ben kurtulmanın bir yolunu bulurum. Ama sen durma,
kaldır tabanı, kaç buradan; mademki bacakların var, koşmana bak! Bir yandan da Herakles’e yakarmayı
unutma!’ ”
(Terentius, “Hortlak”, sa:37)
“Adam sen de, ne olursa olsun! Kaçarsam kurtulurum; Mikaella’nın gittiği yolda tabanları kaldırıp
yarın sabaha kadar Mikaella’yı bulurum! dedim.”
“İlk varacağım köy yahut şehirde bir keman almaya karar verdikten sonra, hırsızlara da:
-Eksik olmayın! Allahaısmarladık! diyip tabanları kaldırdım.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:68;76)
“Jésus-Christ nişan almıştı, lakin, yalnız bacağını kaldırmakla yetindi, cart! diye bir tane savurdu; öyle
cartlamıştı ki, Vimeux, patlama sesiyle dehşet içinde kalıp tekrar yere serildi. Bu sefer, siyah şapkası, çakıl
taşları arasına yuvarlanmıştı. Peşinden koştu, aldı, daha hızla tabanları kaldırdı.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:84)
Tabanları patlamak : Çok yürümekten harap olmak, ağrıdan yürüyemeyecek hale gelmek
“ ‘Yine mi paydos?’ diye sordum.
‘Elbette, neredeyse tabanlarım patlayacak.’
‘Peki ama, bunun bir mezarlıkta mı olması gerekiyor?’
‘Çok hoş olur. Gel Tanrı aşkına.’ ”
(H. Hesse, “Knulp”, sa:58)
Tabanlarını yalamak : Özellikle Romanlar’da çok görülen, özür ve af dilemek için kullanılan bir kendini
aşağılatma sözcüğü
“Zavallı çingene, birden, öyle afalladı, öyle korktu ki, ağlar gibi yalvarmaya başladı:
-Köpeğin olayım, yapma beyim! Tabanlarını yalayım etme beyim! Yok benim içimde hiç bir kötülük
size karşı. Ben sorarım size laf olsun diye!...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:107)
Tabanları yağlamak : Sürekli sağa sola koşmak, bir tehlikeden kaçmak
“Tek başına mı? Yok canım! Bu bir gecelik sıkıntı… Ertesi gün, saat yedide, Napoli karşımda! Napoli,
eşsiz şehir, ‘onu görmeli, sonra ölmeli’ denildiğini işittiğim büyük kent. Ölmedim ama, aklım da başımda
kalmadı. İki gündür, tabanları yağlamış, ha babam koşuyordum her yere. Müzelere, Vezüv’e, Pompei’ye,
bahçelere, gezilere anıtlara, bir elimde bir dilim ekmek, öbür elimde saatim, hepsini birer lokmada yutuyorum.”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:84)
Tabansız, tabansızlık : Ödlek, korkak, cesareti olmaya; korkaklık
“Kargısı, kalkanı, mahmuzları birbirine o kadar karışmış, zırhı o kadar ağırlaşmıştı ki, bütün
gayretlerine karşın doğrulamdı. Fakat yine de kalkmaya uğraşıyor, aynı anda da bağırıyordu:
‘Kaçmayın, korkaklar, tabansızlar! Durun: yere yuvarlanışım benim değil, atımın hatası.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:32)
“İçinizdeki her kötülük bunun farkına vardığınız anda temizlenir. Korkudan da kaçının, korku yalan
doğurur. Sevgi uğruna hareket ederken tabansızlığa kapılmayın…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:82)
“Müsaade buyrun aziz okuyucular; ben bu ‘hepimizlikle’ kendimi haklı çıkarmak peşinde değilim. Ben
hayatta, sizin yarı yolda bıraktığınız şeyleri sonuna kadar götürdüm, o kadar. Üstelik siz tabansızlığınıza ‘tedbirli
hareket etmek’ adını veriyor, böylece kendi kendinizi aldatıyorsunuz. Buna göre ben sizden daha canlıyım.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:146)
“Demosthenes, Arkhilokhos’un önerisi üzerine, düşmanını görür görmez kalkanını yere atıp kaçmış ve
böylece, kürsüde ne kadar belagat sahibi idiyse, savaşta o derece tabansız olduğunu kanıtlamış.”
(D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:38)
“Ama siz böyle korkak bir insansınız. Güzellik sizin üçüncü sözcüğünüz. Ama aslında bu sözcüğü
kullanmanız da korkaklıktan, tabansızlıktan, kıskançlıktan başka bir şey değil. Sessiz koridorları da hiç
utanmadan bu yüzden anımsıyorsunuz.”
(Th. Mann, “Alacakaranlıkta”, sa:54)
“ELLIE - Ama öylesine palavra atmak! Böylesine övünmek. Ne olacak, korkak, tabansız herif.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:32)
“ ‘Ne var ki, işin hoş yanı, bu yaşımda, muhafız birliğinin erleriyle konuşurken, general P...
tabansızının apuletlerini sökerken bir an coştum. O anda, hiç duraksamadan, prens uğruna canımı seve seve
veririm.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:464)
“Kamil Bey bu acıklı benzetişle kendinden utandı. Ne kadar küçük şeylerle dayanıksızlığı meydana
çıkıyordu. ‘On para etmediğimiz... Tabansızlığımız... Tabansız bir herif olmasak, şu iskemlelerden birine oturup
cıgarayı rahatça içmez miyiz?...’ ”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:114)
“Sakın bizi tabansız bir adam saymayın! Kimseden dayak yiyecek takımdan değiliz.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:278)
Taban tabana karşıt, zıt : Birbirinin tam tersi, uyumsuz
“PANTALONE - Oğlum! Bu söylediklerin, biraz evvel söylediğin sözlerle taban tabana zıt; ben
babayım; sözümün dinlenmesini isterim. Eğer benden uzakta büyüdüğün için itaat öğrenmedinse henüz vakit
geçmemiştir. Öğrenirsin.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:86)
“Müjgan Abla, benim taban tabana zıddımdır. Ben, ne kadar çılgın ve yaramazsam, o, o kadar
ağırbaşlıdır. Fazla olarak da olumludur. Her istediğini yaptıran, diyebilirim ki yalnız odur.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:62)
“Hiç sevmediği kimselerden biri de Naim Efendi’ydi; zira, bu vekarlı <ciddi, kontrollü>, dürüst ve kibar
adam, onun taban tabana zıddı bir kişiydi. Bununla beraber, ikisi de dostça selamlaştılar.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:103)
“O anda Ruth ona çok yakın göründü. Bir kaptan olarak onunla evlenebilirdi (eğer Ruth onu isterse). Ve
eğer Ruth onu istemezse, eh, o zaman onun sayesinde insanlar arasında iyi bir yaşam sürerdi. Herneyse, içkiyi
bırakacaktı. Sonra sigortacıları ve gemi sahiplerini hatırladı; bir kaptana hizmet etmek zorunda olduğu iki efendi,
ikisi de onu ezebilirdi ve ezecekti, çıkarları taban tabana zıttı.”
(J. London, “Martin Eden”, sa:55)
“Ertesi gün hiç kimse ölmedi. Bu olay, yaşamın temel kurallarına taban tabana zıt olduğundan,
insanların ruhlarında büyük bir huzursuzluğa neden olmuş, her açıdan etkilemişti, zira dünya tarihinin kırk ciltlik
külliyatında göstermelik için bile olsa böyle bir duruma rastlanmıyordu; bütün gün geçtiğinde, gündüzüyle
gecesiyle, sabahıyla akşamıyla, yirmi dört saat boyunca, ne hastalıktan, ne ölümcül bir kaza sonucunda, ne de
sonuna kadar götürülmüş bir intiharın neticesinde hiç bir şekilde hiç kimsenin ölmediği görülüyor, hiç kelimesi
durumu özetliyordu.”
(J. Saramago<d.1922>, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:11)
“Lakin, mülazımın anlamadığını gözlerinden, birden coşmasından çok iyi anlıyordum. Cigaralarımız
bitmişti. Nihayet:
-Seninle münakaşa edemem, dedi, çünkü fikirlerimiz taban tabana zıt. Ve ayağa kalktı. Ben de
kalktım.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:237)
“ANNA DİMİTRİYEVNA -... Kocasını bırakmamalı idi. Herkes kaderine razı olmalı. Yalnız
anlamadığım bir şey varsa, Viktor’un kendi prensipleriyle taban tabana zıt olarak, boşanmış bir kadınla nasıl
evleneceğidir.”
(L. Tolstoy, “Yaşıyan Ölü”, sa:73)
“Yalnızca tarihsel doğruluk taşıyan atmosferi, birbirine taban tabana karşıt üç Suebya şairinin hayran
kalınacak bir özdeşleşme yeteneğiyle anlatımı değil, en başta öyküdeki gözlem titizliği pek göze çarpmayan
olayların bile taşıdığı simgesel gücü, sadeliğin içerdiği önemi ortaya koyar.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:95)
Taban tepmek : Yaya yürümek; yolda gereksiz vakit öldürmek; Çok yol yürümek; Sık sık ziyaret etmek;
Boşuna emek sarfetmek
“BİLGELİĞİN...
----------------Nice bomboş yollarda taban teptim
Sevmediğim adamla,
Kaç kez diz çöktüm kilisede
Beni seven için...”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:36)
“Oysa büyükbabası kendini pek de sever görünüyordu. Sık sık torununu görmek için kızgın güneşin
altında, ta kızın çalıştığı çiftliğe dek, saatlerce taban tepiyor, ve yanına gelince de, saatlerce kızın yüzüne
bakarak ağlıyordu...”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:24)
“EUGENIO - Madem ki böyle, azizim Ridolfo size tekrar teşekkür ederim; yazdığım bu tezkereyi de
yırtıyorum. (Pandolfo’ya.) Size gelince simsar efendi, başka şeye ihtiyacım yok.
PANDOLFO, kendi kendine. - Kahrolasıca herif! Bizim elbise uçtu. (Yüksek sesle.) Pekala, zarar
yok, boşuna taban tepmiş olacağım.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:64)
“Raggles iki mil içinde kuzeye, güneye, batıya, doğuya doğru yol alarak gezdi dolaştı, gördüğü kentleri
yüreğine bastı. Zamana hiç değer vermeden ya tozlu yollarda taban teper, ya da furgonlarda kurum kurum
kurularak yol alırdı.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:130-1)
“ADAM - Haydi canım! Çaştak bacaklıymış! Salak sen de ! O herif herkes kadar taban tepebilir! Orta
boyda bir çomarla yan yana gitsinler, kolsuz, bacaksız, küskütük kalayım, eğer köpek ona yetişmek için tırısa
kalkmazsa!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:57)
“Salardım onları şimdi hep yeryüzüne
Toplamaları için, bana tanrının parasını,
Belki o bunları yaratırdı hep atlı (olarak)
İyi huylu küçük atların üstünde
Bunlar dolaşırlardı hemen her yeri.
Geri kalırdı kesin onlara göre,
Taban teperek yürüyen her havari.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:105)
“Yıllar geçti üstünden. Zaman zaman o arkadaşımla bir araya geldiğimizde, bazan o geceyi anar,
yeniden şaşırır, yeniden gülmeye başlarız: Ya sahi, neydi onlar Allahaşkına? Hadi bizim cebimizde beş kuruş
yok da, ondan taban tepiyoruz. Allahın o soğuğunda; peki, onlara ne oluyordu?”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:57)
Tabanvay : Yaya, vasıtasız yürümek
“MAXINE - Allah kahretsin, bu konuda haklısın, ama yarın Acapulco’ya nasıl gitmeyi düşünüyorsun,
araba kiralayacak hatta otobüse bile binecek paran yok.
HANNAH - Tabanvayla, Bayan Faulk - adalılar yürümeyi iyi becerirler.”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:78)
“Fouan baba, gizli tuttuğu tahvillerin faizlerini temmuzdan beri almamıştı, mal memurundan zaten
onları almak istiyordu; bu yolculuktan yararlanmayı, kalabalığa karışıp oğlundan kaçarak mal meuruna uğramayı
aklına koymuştu. Tabanvayla gidip yine öyle döneceklerdi.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:85)
tabard : (GİYSİ,TAR.,MYTH.) <ta’bar> : Şövalye’lerin zırh üzerine giydikleri, kısa kollu, armalı cübbe.
Teşrifatçıların resmi giysisi olan yelek
tabernacle : (YAPI,DİN,ISRAIL,MUS.) <ta’ber’nakl> : Çadır, barınak; Feast of Tabernacles : Filistinli’lerin çadırlarda kalışlarının anıldığı Ekim’de kutsanan Musevi Yortusu. İçinde, ‘On Emir’in yazılı olduğu taş
tabletleri koruyan sandığın bulunduğu çadır; Kilise dışında ibadet yeri, özellikle onların onarımı esnasında
geçici kilise olarak kullanılan yapıt. BAPTİST ve METODİST’lerin ibadet ettikleri mahal. İçine heykel konann
oyuğun, kilise korosunun oturduğu kapalı yerin, mimberin üzerindeki süslü oyma.
Tabiatı olmak : Öyle huyu suyu, alışkanlığı olmak
“... arsız bir tabiatım var... ne görsem içim çeker... yiyecek görürüm isterim, elbise görürüm isterim...
Fazla olarak bunları başkaları kadar kendimde de hak bulurum... İş böyle olunca içimde kopacak kıyameti varın
siz düşünün.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:7)
Tabip : Doktor, hekim, şifacı
“Ela gözlerini sevdiğim dilber
Sen benim derdimden deva bilmezsin
Sen nasıl tabipsin yoktur ilacın
Yürekte yaramı sarabilmezsin”
(Erzurumlu Emrah-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:593)
Tabir caizse, Tabir yerindeyse : Yani o yönden bakıldığında, söz gelişi, başka bir deyimle, işin doğrusu
“İnsanlara, kendimi çoğu kişiden daha ‘ileride’, tabir yerindeyse, zamanımın ilerisinde hissettiğimi
anlattığımda, çoğu kez diremçle karşılaştım. Öğrenmiş, deneyimlemiş ve hissetmiş olduğum şeyler çoğu insanın
anlayabileceğinin çok ötesindedir.”
(L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:264)
“-Görüyorsunuz ya işler, tabir caizse, tıkırında gitti. Bu adamcağızı gömmek için ne diye zorluk
çıkarsınlar? Doktor Maurecourt’a diyecek yoktu. Ne hoş adam. Onunla tanışmalısınız.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:161)
^
Table d’hote - Tabldot : Lokanta ya da pansiyon gibi yerlerde, belirli bir parayla önceden tayin edilmiş
(fixed menu) komple yemek = The table of the host
“Akşam yemeğine giyinip kuşanıp inmeyen herkesi yanındaki ufak yemek salonuna tıkıyor, şampanya
ve kaplumbağa etinden oluşan bir tabldottan başka zırnık vermiyorlardı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:122)
Tablo çizmek : Ayrıntılı ve çok net olarak olayları ya da bir mekanı betimleyebilmek, canlandırabilmek ve
öylesine aksettirebilmek
Kurnaz anlatıcı <Silvio Pellico> bir Moravio hapishanesinin sevimli bir tablosunu çizer: Burası, büyük
insani sorunların sevimli gardiyanlarla tartışıldığı, hapislerin platonik olarak da olsa genç hanımlarla flört ettiği,
haşaratın evcil hayvanlara dönüştüğü namuslu bir dinlenme yeridir.”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:73)
Tabu : Sosyal ya da dini yasaklar (seks, aile içi evlenme vb.)
“Burada tabu konusu devreye girmektedir. Moravia, katı kabile içi evlilik yasası olumsuz sonuçlar
verdiği için insanlığın yüzyıllar sonra ensest tabusunu geliştirmeye karar verdiğini söylemişti; biz de insanların
savaşı tabu ilan etme yönünde içgüdüsel bir gereksinim duyduğu noktaya gelmiş olabiliriz.”
(U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:25)
“Artık duygusal olarak sarsılmayacağını düşünüyordu. Defteri okudukça, yabancı birinin hayatını
izlediği duygusuna kapılıyordu. Günlükteki adamı hiç tanımıyor, onun hakkında bir şey bilmiyordu. Çünkü paşa
ailesinde bir tabuydu bu. Hiç konuşulmazdı. Her ailenin sırları vardır ama sanki yalı aileleri daha gizemli, daha
içe kapanık ve ser verir sır vermez cinstendi.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:134-5)
“Akşamüstleri ya onun ya bizim bahçede iki kadeh patlatırken, edebiyattan, hayattan, insanlardan
konuşurduk. Ama geçmişinden hiç söz etmezdi. Kimdi, niye yalnız yaşıyordu, adaya gelmeden önce neler
yapmıştı? Bu konular tabuydu onun için; hayatını hiç konuşmaz, söz dönüp dolaşıp kendisine gelirse sinirli bir
tavırla lafı değiştirirdi.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:26)
Tabula rasa : (LAT.,ZİHİN,KOLL.) <Tabu’la ra’za> : Silinmiş, temiz tablet (Asarı atika taştan yazılı eser)
= An erased tablet; a clean slate. LOCKE’s image of the mind at the birth <LOCKE’a göre, insan zihni doğuşta
üstüne hiçbir yazı yazılmamış bir tablettir.
Tabur tabur : Pek çok gruplar halinde, bölük bölük
“BİR LEŞ
----------Kokmuş karında vızır vızırdı sinekler
Ordan tabur tabur kara
Kurt akıyordu, bir yoğun sıvıya benzer,
Bu canlı paçavralara.
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:71)
“Gevşeyip kabarmış bu kağıtlardaça sayısız tahtakurusu barınırdı. Tavana yakın bir yükseklikte, uzun
tahtakurusu kafileleri tabur tabur yol alırlar, gece oldu mu yırtıcı bir açlıkla aşağı inerlerdi.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:20-1)
Taburcu edilmek, olmak : Bir hastahaneden çıkmaya izin verilmek
“Sonra beni taburcu ettiler. Sabahın serin havasına çıkınca hayatta olduğuma öyle sevindim ki, içimden
haykırmak geldi. Tepemdeki gök masmaviydi.”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:276)
“Uzun ve solgun parmağını şimdi kitabın son sayfasının üzerinde, aşağıdan yukarıya doğru yavaş yavaş
gezdiriyordu. ‘Gompertz,’ dedi, ‘Elizabeth Gompertz, ayın 6’sında taburcu edildi. Önceki gün.’ ”
(H. Böll, “Melek Sustu”, sa:15)
“ ‘Yirmi dört saat sonra taburcu edildi mi dedin? Yani ben bir günden fazla süredir burada mıyım?’
‘Üç gündür buradasın. Tomografiden çıktığın zaman doktor beni arayıp sana sakinleştirici vermek
istediğini söyledi. Daha sonra daha gergin, sinirli ve keyifsiz olabileceğini düşündüm ve ona verebileceğini
söyledim.’ ”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:159)
“Hastaneden taburcu olup cephedeki alaylarına katıldıklarında hepsi de soylu birer yiğit gibi
savaşmalıydı. Savaş meydanında kahramanca çarpışacaklarına, savaşta ve özel hayatlarında onurlarından en
küçük bir ödün vermeyeceklerine yürekten inanıyordu. Tıpkı General Radetzki ve Eugene de Savoie-Carignan
gibi, yenilmez savaşçılar olacaklarından zerre kadar kuşkusu yoktu.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:100)
tace; ta’cet : (LAT.,MUS.) <take, ta’ket> : LAT.: Silent = sessiz; Nota’ya işaret edilince, ses ya da müzik
enstrüman ’larının sesi kısılacak ya da susulacak.
Tache sans tache : (FR.,KOLL.) <taş san taş> : Lekesiz bir çalışma = A work without a stain (İNG.
Tad almak; tat almak : Lezzetinin farkına varmak; Yaptığından bir doyumluluk sağlamak
“Yunanca metinde şunlar yazıyordu:
Arıtıcı korkunç zehir...
Düşmanı yok etmek için en iyi silah...
Alçakgönüllü, aşağılık ve çirkin kimseleri kullan, onların kusurlarından tat al... Onlar
Ölmemeli... Soyluların ve güçlülerin evlerinde değil, köylülerin köylerinden, bol bol yiyip
içtikten sonra... bodur gövdeler, çarpık çurpuk yüzler.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:401)
“IPHIGENIE -------------O ev ki ilk ışığı gördü onun koynunda,
Güneş mavi gökleri önüne serdi onda.
Ve o ilk dostlukları orda tattı, o zaman.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Iphigenie Tauris’te”, sa:14)
“Bu arada, Charles at cambazı kızı yakalayamamıştı; babasının o güzel fedakarlığının etkisinde kalmış
ve hayatı boyunca yüce şeylerden tat almayı sürdürmüş, ve bütün çabasını, önemsiz olaylardan büyük durumlar
yaratmaya yöneltmişti.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:9)
Tadı damağında kalmak : Lezzetini hala hatırlamak, tadını unutmamak; bir iş başarmak, üstünlük hissi
duymak
“Denizdeki özgür yaşam ve bu günlerin mutluluğu. Burada her şey unutuluyor ve her şey yeniden
oluşturuluyor. Taçlar ve sütunlarla kaplı adalar arasında, yorulmak bilmeyen bir ışıkta, su üstünde uçarak geçen
bu harika günlerin tadını damağımda, kalbimde, ikinci bir esin, ikinci bir doğuş olarak saklıyorum.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:168)
“Daha bir ay kadar önce Dmitri Fedoroviç’in Gruşenka ile eğlentisinden kopardığı iki yüzden çok belki de üç yüz - rublenin tadı damağında kalmıştı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:86)
Tadına doyamamak, doyulmaz, doyum olmamak : Çok tatlı ve lezzetli
“Hadi acele edin, geri geri gidin. Ben burada sıkışıp kalırsam, siz de cinayeti izleme olanağını
kaçırırsınız... oysa tadına doyamayacağınız bir cinayet olacak!”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:37)
“Yedi mil ötede Şehiroğlu (Kedrae) Adası’nın müsteciri, dostu Mehmet Ağa’nın karısı Emine, one her
cumartesi gecesi burunda beklerdi. Kadından pek hoşlandığı yoktu. Ama herifi aldatarak kurnazlık etmiş olmak
yok mu, işte bunun tadına doyum olmuyordu doğrusu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:40-1)
“-Sizin sevgiliniz olmadı mı hiç?
Marthe alçak sesle:
-Olmaz olur mu, dedi.
-Nasıl bir şey bu sizce?
-Tadına doyum olmaz.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:76)
“Şatonun tam karşısına düşen, gölün öbür kıyısında bulunan ve ona bir bakış noktası sağlayan Melzi
köşkü; onun yukarısında Sfondrata’ların kutsal ormanı ve gölün iki kolunu, o tadına doyulmaz Como’nun
koluyla, ağırbaşlılık dolu, Lecco’ya doğru doludizgin koşan kol.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:39)
Tadına varmak : Yaptığından cidden haz almak, o tadı hissetmek
Bk.: Tadını çıkarmak
“Baudolino ve Niketas başka bir şey istemiyordu. Sonraki günlerde, Baudolino zeytin ağaçlarının
altında anlatmaya devam etti. Soğuk şarapları vardı ve zeytin üstüne zeytin yiyorlar, içmeye devam etmek için
de tadına vara vara yine zeytin yiyorlardı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:370)
“Ben müziğin tadına varmak için, onu edebiyat ya da yazınla ilişkilendirmek gereksinimini hiç
duymam ve bir eserin ‘anlamı’ beni hiç ilgilendirmez. ‘Anlamı’ eseri daraltır ve beni rahatsız eder. İşte gene bu
nedenle ve Schubert’in, Schumann’ın ya da Fauré’nin pek güzel uyuşumlarına rağmen, her şeyden çok sevdiğim
sözsüz müzik ya da olsa olsa, bir ilahinin gizemini bahane sayan müziktir.”
(A. Gide, “Chopin Üzerine Notlar”, sa:41)
“Geçmişte Walker’ın onlarla bir sürtüşmesi olmuş ve Walker kazanmıştı. Yine huyuna uygun olarak,
zaferin tadına varmak ve çaresizliklerinden yararlanıp burunlarını sürtmek istiyordu.”
(S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:30)
Tadında bırakmak : Fazla ileri gitmemek, sınırını bilmek
“Birden sustu. Karşısındakinin politik meşrebini bilmiyordu. Teğmendi. Ordu’ya bağlıydı ama gene de
fazla ileri gitmemeli, tadında bırakmalıydı.
-Hakkımda fesat çeviren zat böyle biriydi işte.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:49)
Tadından yenmez : Bilhassa beleş-bedava’dan gelen para ve benzeri
“... üstelik milletvekili olma şansı da vardı, o halde ne diye hiç yoktan bir elli, ya da yüz bin
koparmasındı?
-Hani bir yüz bin koparırsak, değil mi?
-Tadından yenmez!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:239)
Tadını çıkar(t)mak, Tadını tattırmak : Zevk almak, doya doya yaşamak; İddialı bir müsabakada bir kişinin
diğerine zafer, galibiyet veya mağlubiyeti yaşatması
“Kesile kesile sürüyordu eski muhasebe şefinin konuşması. Ben de sakin sakin dinliyor, bu kopukluğu
ona belli etmiyordum. Çünkü arada bir kesilmelere karşın anlıyordum açtığı konuyu: Bana yeni bir iş bulmuştu
muhasebe şefim. Bundan ötürü gururlanıyor, yeni işimin şimdikinden daha yüksek bir iş olduğuna beni
inandırarak bu iyiliğin tadını çıkarıyordu.”
(M.C. Anday, “isa’nın güncesi”, sa:19)
“Akşamın altısı olmuş, bir iş günü daha sona ermiş, Walter de yaşamını Paris ritmine uydurmaya
başladığı için, bu saatin belki de şehrin en canlı zamanı olduğunu anlıyor; sokaklar işten eve dönen, ailelerine,
dostlarına ya da yalnız yaşamlarına kavuşmak için acele eden erkekler ve kadınlarla dolu; Walker dışarıda, o
kalabalığın arasında, havayı dolduran kolektif solukların ortasında olmanın tadını çıkarıyor.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:141)
“Çevrede kimseler yok ve Siyah’ın ayakkabıları beyaz yaya kaldırımında kusursuz ayak izleri bırakmış.
Mavi, izleri takip ederek köşeyi dönüyor ve Siyah’ın bir sonraki sokaktan aşağı doğru, sanki bu havanın tadını
çıkarmak istercesine aheste aheste yürüdüğünü görüyor. Kaçmaya hazırlanan bir adam böyle davranmaz, diye
düşünüyor Mavi.”
(P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:13)
“Bu sırada yaşlı adam, sanki elli yıldır boşuna arayıp durduğu keyfin tadını çıkarıyordu.
‘Tanrım,’ dedi adam, ‘işte şimdi puronun ne olduğunu anladım, sevgili yavrum. Bunca zaman
beklemem gerekiyormuş, sekseninci doğum gününe kadar; neyse, boş verin, heyecanlanmayın...’ ”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:15)
“FIRTINAYA TUTULMUŞ KERUBUS
-------------------------------------------------Sonu gelmiyor çığlıklarının, bu ölüm şenliğinde
kendini yabancılıkla doldurmaktasın...
Kasırgada yüzüyorsun tadını çıkararak,
iri titreşimlerle, fırtınada ağırlıksız noktalar gibi,
havada asılı kalmışçasına dinlenen
pırıl pırıl deniz kuşlarından birisin sanki...”
(Jörgen Gustava Brandt<d.1929>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.08.03)
“Senatör Sedgewick Sexton, Washington’daki sabah trafiğinde, ofisine giden yolda yılan gibi kıvrılan
Lincoln limuzinin içinde rahatın tadını çıkarıyordu. Karşısında oturan, yirmi dört yaşındaki özel asistanı
Gabrielle Ashe, ona günlük programını okuyor, Sexton onu pek dinlemiyordu.”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:38)
“Peter’in yüzü ölü kadar beyazdı.
Mal’akh her anın tadını çıkarıyordu. ‘Beni hapiste bırakma kararını kendi babam verdi... Ve o anda,
beni son defa reddeceğine yemin ettim. Artık oğlun değildim. Zachary Solomon ölmüştü.’ ”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:465)
“Koyun Çobanı”ndan:
IX. Ben bir koyun çobanıyım
---------------------------------Bir çiçeği düşünmek görmek ve koklamaktır onu.
Bir meyveyi yemek de onun anlamını tatmak.
Bu yüzden sıcak bir günde
Acı çekiyorsam onun tadını çıkardığımdan
Ve uzanıp yatıyorsam çayırda
Yumarak ısınan gözlerimi
Gerçekliğe boylu boyunca uzanmış bedenimi
hissederim.
Bilirim gerçeği ve mutluyumdur.”
(Alberto Caeıro-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.01.04)
“... Kendime erişmeye çalışırsam, bunu ışığın derinlerinde başarabilirim. Ve dünyanın gizini ele veren
bu hoş tadı hissetmeye, tadını çıkarmaya çalışırsam, evrenin derinliklerinde kendimi bulurum.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:17-8)
“ÜRESİN - Uzaktan öyle kolay görünüyor, sen onun ne kadar ağır olduğunu bilmiyorsun.
TÜRESİN - Bak hala devam ediyor, işin tadını çıkarsana, bak ne güzel bir kelebekle yolculuk
ediyoruz.”
(S.S. Cengiz, “Üresin ve Türesin”, sa:6)
“İbni Hamit yalnızlığın tadını çıkarabilmek için ne yeterince mutlu, ne de yeterince mutsuzdu. Bu
büyülü yerlerde, ilgisiz ve dalgın, dolaşıyordu. Gelişigüzel gezerken El Beyza’nın bulunduğu tepenin yamacında
kıvrılıp giden ağaçlıklı bir yola saptı.”
(F.R. de Chateaubriand, “Son İbni Sirac’ın Serüvenleri”, sa:29)
“Petrus, ‘Bu egzersizi işkence haline getirme, çünkü böyle bir amacı yok,’ dedi. ‘Alışık olmadığım bu
hızın tadını çıkarmaya bak. Her günkü alışkanlıklarını değiştirmeye çalışmak, içinde yeni birinin büyümesini
sağlar. Ama sonuçta, bu işin üstesinden nasıl geleceğine kendin karar vereceksin.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:48-50)
“Artık ciddi ciddi daha ferah bir eve taşınmayı düşünüyordu. Kendine kitaplar da satın alabilirdi, ama
kütüphaneye gitmeye devam ediyordu - daha sağlam ve kalıcı olan gerçek dünyayla arasındaki köprüydü orası.
Kütüphaneciyle ayaküstü sohbetlerin tadını çıkarıyordu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:81)
“Bir gün Rainald, Şair’i bazı elçilik görevleri için Paris’e yolladı, o da bunu fırsat bilip Baudolino ve
Abdül’le, eskiden olduğu gibi meyhanelerin tadını çıkarmaya başladı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:133)
“Birinci Gün, AKŞAM - William ile Adso Başrahibin içtenlikli konukseverliği ve Jorge’nin öfkeli
konuşmasının tadını çıkarıyorlar.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:142)
“Emma çeşitli inceliklerle büyülüyordu onu. Bazen yepyeni bir biçimde, kağıttan şamdanlar yapıyor,
bazen giysisinin bir volanını değiştiriyor, bazen de hizmetçinin iyi pişiremediği çok basit bir yemeğe olmayacak
bir ad takıyor, Charles da oturup, son lokmasına kadar, tadını çıkararak yiyordu.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:69)
“En yavan yemekler bile taşkın bir haz veriyordu o zaman, yoğun yaşam duygumun tadını
çıkarıyordum içli içli. Duyularımın şehveti, duyularıma dokunan bir nesneyi mutluluğuma, elle tutulur
mutluluğuma dönüştürüyordu.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:82)
“Ömrün dörtte üçü mutluluğu hazırlamakla geçer; ama buna bakarak geri kalanın dörtte birinin tadını
çıkartmakla geçtiği sanılmalı. Bu çeşit hazırlık alışkanlığı insanda o kadar çok yer etmiştir ki, kendi hazırlıklarını
bitirince, başkalarınınkine başlar, böylece o eşref saati ölümünden sonrasına kadar geciktirilmiş olur.”
(A. Gide, “Günlük-1895”, sa:43)
“ROMA AĞITLARI - XVIII
-----------------------Ne büyük mutluluktur! Kendinden emin buselerdir
karşılıklı verdiklerimiz,
Solukları ve yaşamı verir ve alırız rahatça.
Böyle tadını çıkartırız uzun gecelerin, kulak kabartırız
Göğüslerimiz birbirine yapışık, fırtınalara, yağmura ve sellere.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Yarat Ey Sanatçı”, sa:77)
“ ‘Bir yıldan beri de New York’un tadını çıkartmak için para biriktiriyordum. Orada Summers adında
bir tanıdık vardı ama bir türlü izini bulamıyordum. Ve böylece yalnız başıma da olsa bu büyük şehrin altından
girip üstünden çıkmaya karar verdim.’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:54)
“Adrian, kadını sanat eserlerinin en canlısı gözüyle görüyordu. Çok kere, kadının, bir saat için de olsa,
kalbinde işgal ettiği geniş yerden duyduğu mutlulukla, ondan aldığı hazlar, Balzac’ın falanca sayfasını okurken
veya Mihail’i bütün dostça yakınlığıyla severken, ya da sevgili Tuna’sının kıyısında tam bir özgürlük içinde
geçen falanca gününün tadını çıkarırken duyduğu mutluluğa değmez mi? diye düşünürdü.”
(P. Istrati, “uşak”, sa:19)
“ACI PORTAKALLAR
----------------------------Gün ışığını içiyor,
tadını çıkarıyor küçük çiçeklerinin
mayısın tadını çıkarıyor
rüzgarla oynaşıyor
mis gibi kokular içinde.”
(Konstantinos Karyotakis<1896-1928>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
08.08.02)
“İşte bizim gibi adı çıkmış ihtiyar bekarların karlı tarafları! Başkalarının karılarıyla çocuklarıyla her
gün, sıkıntı içinde birer parçacık paylaştıkları şeylerin biz, ara sıra bir dostla tadını çıkarırız.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:66)
“Serüvenler yaşamamış olmamasının ve içinde serüven yaşama isteği bulunmamasının verdiği
mutluluğun tadını çıkarıyordu. O eğretilemeyi anımsadı ve gözünün önüne solmakta olan bir gül geldi,
hızlandırılmış bir filmde olduğu gibi hızla solan, sonunda, kararmış bir saptan ibaret kalan ve birlikte oldukları o
akşamın beyz dünyasında bir daha hiç belirmemek üzere yitip giden bir gül: beyazlığa karışan gül.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:47-8)
“Sami’nin öğretmen olan babası İhsan Bey, bu mavi-beyaz çubuklu pazenden bir top getirmiş ve
bununla bütün aileye pijama dikilmişti. Mahallede terzilik yapan Mualla Abla’nın evde diktiği pijamalar geldiği
gün Sami, babası ve küçük oğlan kardeşi aynı pijamaları giymişler ve evin değişmez alışkanlığı olarak, sobaya
arkalarını verip bir süre pijamalarının tadını çıkarmışlardı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:55)
“Sevinç içinde sokağa çıktım. Birinci yüzyılımın uzak ufkunda ilk kez kendimi görüp tanıdım. Sabah
saat altıyı çeyrek geçe sessiz ve düzen içinde olan evim, mutlu bir şafağın renklerinin tadını çıkarmaya
başlıyordu.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:109)
“PROUST’ın aşka <yakalanan zaman> demesi boşuna değildir. Bırakın vıdı vıdı yapmayı. Tadını
çıkarın.”
(M. Mungan, “Aşkın Cep Defteri”, sa:136)
“‘Kocası onu bırakıp gittiğinde, zaten her zaman hor görmüş olduğu dünyaya çok kolay düşman oldu.
Her gittiğimde gözlerini kaçırırdı benden. Sanki onun boşanmış olması, aramızdaki durumu eşitlemiş de, ben
bunun tadını çıkarıyorum sanırdı.’ ”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:97)
“Az konuşan erkeklerin karşı konulmaz bir çekiciliği olduğu konusundaki eski ve yaygın inanışı
anımsadım.
‘Soslarımın sırrını veremem,’ dedi Arhan. ‘Böylelikle belki daha sık gelirsin bize.’
‘Her şeyi anlayacaksın da ne olacak Nermin,’ dedi Sinan. ‘Tadını çıkarmaya bak!’ ”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:442)
“Ne mutlu ki, Urnekloster’de bana eşlik eden köpekler de vardı: bir ortakçı evi ya da çiftlikten bana süt,
ekmek ve meyve ikram ediyorlardı: sanırım kaygısızca, en azından sonraki haftaların akşam toplantılarını
düşünerek korkmadan özgürlüğümün tadını çıkarıyordum.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:58)
“OZANIN ODASI
--------------------tarih boyunca, kendi bulduğu maskeler arkasında,
uzak, güvenli, parmağındaki yakut yüzüğün
belirsiz yansımasıyla insanların dikkatini avlıyor,
ve her zaman büyük bir hevesle, toy oğlanların
şaşkınlık içinde,
dilleriyle kuruyan dudaklarını ıslattıkları anda
yüzlerinde beliren anlatımın tadını çıkarıyor.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-kavafis için on iki şiir”, sa:139)
“Biz tadını çıkaracağız
Beğenmeyen varsa
uğursuzluk
eksilmesin başından!”
(Sappho<İ.Ö. 610-580> “neden gene deli gönlünü çelen”, sa:16)
“... sil göz yaşlarını da bir adam gibi davran, babanla barıştın bile, daha ne istiyorsun, annenle biraz
sürtüştüysen, bil ki zaman gelince bununla da ilgileneceğim, şu Mecdelli Meryem hikayesi pek hoşuma gitmedi,
o bir orospu, ama boş ver, nasıl olsa gençsin, tadını çıkar gençliğin, kuralları birbirine karıştırmamak lazım...”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:272)
“Yine de, gökteki minik kuşlara karşı nişancılığım her zaman fiyasko sonuçlanmış olsa bile,
Almonda’daki kurbağalar konusunda hiç de öyle olmaz, hem isabetli hem de acımasız olan sapanımla onları
kırıp geçirirdim. Doğrusu çocuklardaki acımasızlığın haddi hesabı yok (büyüklerininkinin de sınırsız olmasının
en büyük nedeni bu zaten): Dalgalanan balçığın üzerine güzelce oturup aynı zamanda hem güzel havanın, hem
de aşağıdan gelen serinliğin tadını çıkararak güneşlenen o masum kurbağaların bana ne zararı vardı ki?”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:48)
“Adalberto, kırların sakinliğinin ve kuşların şakımasının tadını daha iyi çıkarabilmek için tek başına
geziyor, gerçi motor, sessizliği ve kuş seslerini boğuyor ama, olsun, eskiyi ve yeniyi birleştirme yeteneği bu, eski
alışkanlıklara bağlı kalmamak gerek...”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:237)
“Hesiodos’tan Hugo’ya kadar, bir tek hata yapmadan kendime okuyordum bu listeyi: bunlar azizler ve
peygamberlerdi. Dediğine göre Charles Schweitzer onlara adeta tapıyordu. Ama onlardan yine de rahatsız
oluyordu. Adı bilinmeyen yaratıcıları, katedrallerin arkasında silinip gitme alçakgönüllüğünü göstermiş olan
sanatkarları, sayısız halk şarkısı bestecilerini gizliden gizliye tercih ediyordu......Hayatlarının izlerini silmek
istememiş ya da silememiş olanlara, ölmüş olmaları şartıyla mazaretler buluyordu, Ama Anatole France ve
kendini neşelendiren Courteline dışında, çağdaş yazarların hepsini toptan mahkum ediyordu. Charles Schweitzer,
yaşına, kültürüne, yakışıklılığına, erdemlerine gösterilen saygının tadını çıkarıyordu.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:47)
“Herkes güzün son güzel günlerinin tadını çıkarıyordu ki Paris’te bu, bahar demektir.”
(Stendhal, “Armance”, sa:20)
“Onu yenecek kişinin gerçekten de ondan daha iyi bir oyuncu olması gerekirdi. İşte bugün böyle bir şey
olacağını tahmin ediyordu herkes. Yeni bir usta çıkagelmişti, eski şampiyonun fiyakasını bozacaktı -bozmak ne
kelime- onu alaşağı edecek, lime lime doğrayacak, yerden yere çalacak, sonunda yenilmenin tadını tattıracaktı.
Böylece de kimilerinin yenilgisinin acısı çıkmış olacaktı.”
(P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - Bir Çatışma”, sa:25)
“Onu yenecek kişinin gerçekten de ondan daha iyi bir oyuncu olması gerekirdi. İşte bugün böyle bir şey
olacağını tahmin ediyordu herkes. Yeni bir usta çıkagelmişti, eski şampiyonun fiyakasını bozacaktı -bozmak ne
kelime- onu alaşağı edecek, lime lime doğrayacak, yerden yere çalacak, sonunda yenilmenin tadını tattıracaktı.
Böylece de kimilerinin yenilgisinin acısı çıkmış olacaktı.”
(P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - Bir Çatışma”, sa:25)
“Pereira dışarı çıkıp binbir güçlükle Rua da Imprensa Nacional’i tırmandı. San Memede Kilisesi’nin
önüne gelince, küçük meydandaki sıralardan birine oturdu. Kilisenin önünde istavroz çıkardı, sonra bacaklarını
uzattı ve biraz serinliğin tadını çıkardı.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:115)
“Binlerce yıl boyunca, diye düşündüm, insanoğlunun akşamları ve geceleri böyle geçti. Loş bir ışıkta,
sessizlikte, kendi kendiyle başbaşa kalmanın tadını çıkarttılar.”
(S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:20)
“Romulo’nun bu sözü karşısında annesinin beti benzi atıyordu, ama yine de ailenin yazgısına karar
vermek ona düşüyordu. Mabel, bir koltuğa sığınmıştı, durgundu. Anneleri, hala tadını çıkarabildikleri son
şeylerin tadını çıkarıyormuş izlenimini veriyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:80)
“ ‘Durgun duygusallık, bedenden soyulmuş duygusallık üzerimizde,’ dedi Rhoda; ‘bilincin duvarları
saydamlaştığında bu anlık yatıştırılmaların tadını çıkarıyoruz (kişinin sıkıntılardan uzaklaşması pek sık olan
şeylerden değil çünkü.) Wren sarayı, ön sıralardaki sıska, beş parasız insanlara çalan dörtli müzik topluluğu gibi
bir dikdörtgen oluşturuyor.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:178)
“Su yollarından yükselen bütün o iç bayıltıcı kokular; demir parmaklıklara pas tutturan ekşi kokular;
bodrum katlardan duman duman yükselen sert kokular..... insan burnunun algılayabileceğinin çok ötesinde
kokular; öyle ki tekerlekli koltuk ilerliyor, o şaşkın durakalıyordu; tanıyor, tadını çıkarıyor, derken tasmasından
şöyle bir çekilince sürüklene sürüklene yoluna devam ediyordu.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:30-1)
“Dışarıda, bir kuş kikirdedi. ‘Bülbül mü?’ diye sordu Mrs. Haines. Yok canım, bülbüller bu kadar
kuzeye çıkmazlardı. Bir gündüz kuşuydu bu, günün cevherinin, özsuyunun tadını çıkarıyor, solucanların,
salyangozların, tahıl taneciklerinin - uykusunda bile.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:11)
“KAHVERENGİ PELİKAN
----------------------------------Acaba ne kadar sürecek şansı, balığın?
Benim şansım kalmıştı benimle
yürüyorken ağır ağır Simonton Caddesi’nden yukarı,
Pearlstrainbow’daki odama doğru,
yürüyüş tarzımı benimseyen ağır başlı gecede.
Tadını çıkarmıştım baş döndürücü anların,
teşekkür ederim kahverengi pelikana
seni getirdiği için bana.”
(Makhoazana Khosi Xaba<d.1957>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.11.07)
“Hemen birlikte yaşamaya ve birbirimizin tadını çıkarmaya başladık. Birlikteki hayatımızın
başlangıcıydı bu ve yaşanacak yeni birçok şey vardı - kitaplar, filmler, yürüyüşler, konuşmalar, kucaklaşmalar,
yemekler, ortak arkadaşlar edinip bazılarını bırakmak. O zamanlar bir klinikte ücretsiz bir muayeneden geçtiğimi
ve ‘Yirmibeş yaşında, mükemmel sağlığa sahip beyaz kadın,’ yazdıklarını hatırlıyorum.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:27)
“Yeni evlilere sevinçli ve değerli gelebilecek bir tek şey vermek istiyorlardı: Gelin olmanın ve sonuncu
gecenin yalnız sessizliği. Onların küçük bölmede tamamıyla yalnız kalabilmeleri için kendileri dış bölümde biraz
sıkışacaklardı. ‘Son birkaç saatten yararlanın,’ diye ekledi dostları, ‘tek solukluk yaşamı bile bir daha bulamayız,
böyle bir anda sevgiye kavuşan onun tadını çıkarmalı.’ ”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün”, sa:192-3)
Tadını kaçırmak : Hudutlarını aşmak, aşırılığa saparak işin cıcığını çıkarmak
“Lise, Alyoşa’yı kurnaz bir bakışla süzerek sinirli bir halle kıkır kıkır gülüyordu.
-Neden evlensin Lise, ne münasebet; sen de tadını kaçırıyorsun artık. Sakın o çocuk kuduz olmasın
Aleksey Fedoroviç?”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:40)
“-Zeynep kız, tadını kaçırdı iyice... Gene tarçını, vanilyayı unutmuş bir... Size bir mayonezli istakoz
yedirecektik. İstakoz bulamamış, iki... Kamil Beye güldü: ‘İmtihanı yüzakıyla atlatabildiniz mi? Ayşeyi
görmemiş bizim Katır...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:228)
“‘Hele bu lafın üzerinde biraz duralım İskender Ağa, bunlar senin kendi akıllarına benzemez oğlum!
Bunlar Çerçi’nin, Dede’nin mi, yolun gibi doğru söyle!’
‘Uzattın rezil, uzattın ki tadını kaçırdın!’ ”
(K. Tahir, Rahmet Yolları Kesti”, sa:223)
“Bitkin görünüyordu. ‘Artık ne yapacağımı bilemiyorum. Artık programı değiştiremem. On beş dakika
sonra konuşmanın yapılması gerekiyor. Çıkıp ‘Bayan Dr. Kutschera hastalandı’ demem gerekecek. Ama ben
yalan söylemem. Yalan söylememi kimse bekleyemez. Zaten işe de yaramaz. Buu durum bütün akşamın tadını
kaçıracak. Herkes boş kalan yere bakacak; Grenobleleli resim öğretmeni, ben piyanonun başında oturan iyi
yürekli ilkokul öğretmeni.’ ”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:79)
Tadı tuzu kalmamak; Tadını tuzunu kaçırmak : Eskisi kadar keyif vermemek; Gereğinden fazla kullanarak
eskisi gibi duyumsamamak
“BALKON
Sevgililer sevgilisi, anılar annesi,
Sen, bütün tadım tuzum! Bütün işim gücüm, sen!
Ne tatlıydı bir ocak başında sevişmesi,
O güzelim akşamlar ne eşsizdi bir bilsen,
Sevgililer sevgilisi, anılar annesi!”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:81)
“Hayatımın tadı tuzu kalmadı. Günü listelerle ve numaralarla oynayarak, vakit geçirmek için ufak tefek
işlerle oyalanarak geçiriyorum. Akşam vakti handa yemek yiyorum; sonra eve girmek içimden gelmediğinden
yukarı, odacıklarla ve bölme odalarla dolu, seyislerin uyuduğu ve kızların erkek arkadaşlarını eğlendirdiği üst
kata çıkıyorum.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:32)
“Büyük oyunun zevkine varalı beri, kilden yapılma kulecikler ve iple çekilen çıngıraklarla oynanan
oyunun tadı tuzu kalmamıştı.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:235)
“Kaçınılmaz ayrılıktan birkaç gün sonra, Tennus bir gerçeğin farkına vardı: Genç kızın yokluğunda
günlerinin tadı tuzu kalmamıştı. Süsen’e rastlamayacak olduktan sonra köyün anayolu boyunca dolaşmanın ne
yararı vardı?”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:50)
“Karısı, ortada fol yok yumurta yokken, kendi deyimiyle ‘de gaité de coeur’ <canı öyle istediği için>
yaşamın tadını-tuzunu kaçırıyordu. Durup dururken onu kıskanıyor, ondan kendisine ilgi göstermesini istiyor,
sağa-sola çatıyor, birtakım hoş olmayan, kaba davranışlarda bulunuyordu.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:40)
Taedium vitae : (LAT.,PSYCH.,KOLL.) <tay’dium vi’tay> : Hayattan yıpranmak, yorgunluk = Weariness
Of living; the feeling that life is not worth living
Tafra atmak, satmak; Tafrasından geçilmemek, yanına varılmamak; Tafraya varmak : Yüksekten atmak,
kiibirli olmak
“-Demek oluyor ki, ona daha önce de hakaret ediyordunuz?
-Ama eskiden gücenmiyordu ki... Bunları kendi iyiliği için söylediğimi biliyor, sesini çıkarmıyordu.
Büyüklerine, velinimetine karşı gelmenin günah olduğunun bilincindeydi. Ama ne zaman emniyette göreve girip
yazıcılığa başladı, artık hepsine paydos. Tafrasından yanına varılamaz oldu!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:65)
“Avukatın ilk sözleriyle salonda ses seda kesildi. Bütün gözler ona dikildi. Fetükoviç son derece açık,
sade bir dille, kendine güvenen fakat tafraya varmayan bir halle konuşmaya başladı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt: IV, sa:376)
“... anlatılması zor bir çam kokusuna eşlik edebilecek bir kanunun tınısını da bilirdi üstad, turfanda
patlıcanın tadını, rakı içmenin kültürünü, pırasa köftesini, gerçek biberli kaşarı, lakerda ve likorinoyu, hüzünlü
tangoları, vakti zamanı geldiğinde ‘hürmetkarınız’ diyebilmeyi, bir lüks araba ve birkaç ‘marka’yla tafra atıp
kendini başarılı sanmanın ne kadar büyük bir ‘zavallılık’ olduğunu..”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:44)
“<Balaguer> Gazcue’deki evine geldiğinde saat dokuz buçuk olmuştu.... Kirli giysileri çıkarırken
olanları anlattı. Mireya’ya kardeşine telefon ettirdi. General Virgilio Garcia Trujillo’yu, Şef’in öfke krizinden
haberdar etti.
‘Üzgünüm bacanak, ama sana ihtarda bulunmam gerekiyor. Yarın sabah ondan önce büroma gel.’
‘Delik bir boru için mi bu kadar şamata, ulan!’ diye bağırdı Virgilio alaycı bir tavırla. ‘Herifin
tafrasından geçilmiyor!’ ”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:380-1)
Der TAG : (ALM.,ZAMAN,KOLL.) <der Tag : ‘Gün’e; I. Dünya Savaşında, Alman-Nazi subayları, İngiliz
ordularını yeneceklerini düşünerek, savaşın başlangıcında “O gün’e” diye kadeh kaldırmışlardı = A toast (that)
German Officers drank before the war, to the day, when they would defeat their military rivals, notably the
British
Tagore, Rabindranath : (HİNT,EDE.,ŞAİR) <Rabin’dranat Tagor> : (1861-1941); 1913 Nobel Ödülünü
kazanmış Hintli şair ve romancı
“1941’de öldüğü zaman, Manisa Orta Okulu’nda leyli meccani ikinci sınıfta okuyan biz ‘edebiyatçılar’,
dinlediğimiz II. Dünya Savaşı haberlerinin ötesinde, bunu ‘yılın en kötü haberi’ olarak ilan etmiş; şairin elimize
geçen şiirlerini tahtalara yazıp, eğlence saatlerinde okumuş ve ‘bir gün, onun gibi bir bilge olmaya’ and içmiştik.
Daha sonraları M.E.B. tüm eserlerini yayımladığında, hepsini kapışarak almıştık ve yatakhanede başucumuzdan
eksik etmezdik. İ.E.”
Tahta göğüslü : Göğüsleri hiç gelişmemiş, hemen hemen dümdüz göğüs kafesli dişi
“... bu öğretmen hanımın adı Marie-Luise Funkel’di, daha doğrusu Matmazel Marie-Luise Funkel. Bu
‘Matmazel’in unutulmamasına alabildiğine önem verirdi; oysa ben Marie-Luise Funkel’den daha az
matmazelimsi görünen bir dişi yaratığa ömrümde rastlamamışımdır. Yaşlı mı yaşlıydı, beyaz saçlı, kambur,
derisi pörsümüş, üst dudağında hafif, siyah bir bıyığı olan, tahta göğüslü bir kadın...... biz erkek çocukların
beden eğitimi dersinde giydiğimiz o, bedeni saran, koltuk altlarını açık bırakan pamuklu fanilalardan giymişti;
bu cimnastik fanilasının yanlarından da pörsümüş kolları sarkıyor, üstünden sıska, köselemsi boynu çıkıyordu;
göğsü dümdüz, kupkuruyduu, bir tavuğun göğsü gibi.”
(P. Süskind, “Bay Sommer’in Öyküsü”, sa:60-1)
Tahtalıköy; Tahtalıköye havale etmek, postalamak; Tahtalıköyü boylamak : Mezarlık; Öbür dünya, ölüm
diyarı, mezarlık; Ölüme göndermek, Öldürmek; Ölmek
“POZZO - Neredeyiz ?
VILADIMIR - Çıkaramıyacağım,
POZZO - Burası tahtalıköy değil mi?
(S. Beckett, “Bütün Oyunları- 1”, ‘Godot’yu Beklerken’, sa:117)
“O sırada cüce koşarak yanlarına geldi, ‘Sabırlı olun baylar!’ diye haykırdı. ‘Karı o çıplak bacaklarıyla
gfidip gelene dek biz tahtalı köyü boylarız.’ ‘Ben tahtalı köye yokum, şef!’ diye bağırdı kör. Satıcı, ‘Sonunda
hepimizin gideceği yer orası, efendim,’ dedi son derece dalkavuk bir tavırla...”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:273)
“ ‘... Sarayevo nerede biliyor musunuz, Bayan Müller? Bosna’da. Mutlaka Türklerin parmağı vardır bu
işte. Bana sorarsanız, Bosna-Hersek’i Türklerden hiç almayacaktık. Görüyorsunuz işte, Bayan Müller,
Ekselansları’nı tahtalı köye postalayıverdiler. Umarım, çok debelenmemiştir.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:28)
“Brujon becerikliydi. Geuelemer de güçlü. <Paris, La Force Hapishanesi’nin> koğuştan ışık alan
parmaklıklı hücresinde yatan nöbetçiye en ufak bir ses bile ulaşmadan duvar delinmiş, ocak geçilmiş, bacanın
üstündeki deliği kapatan demir tel örgü zorlanmış ve iki eşkiya dama çıkmışlardı. Yağmur ve rüzgar şiddetini
artırıyordu, dam tamamiyle kayganlaşmıştı. Brujon:
‘Tahtalıköye gitmek için doğrusu bulunmaz bir gece!’ dedi.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:249)
Tahtaravalli, Tahteravalli : Kaldıraç; Parklarda, ortası sabitleştirerek iki ucuna oturulan ve inip kalkılarak
terazi oyunu oynanılan uzun kalas; (Fig.) Akli dengesi pek yerinde olmayan, oynak
“-Haha... Topçulardan, Topçulardan... Tastamamilen ta kendisi... Kendisinin birazcık mayhoşçadır
halleri...
-Mayhoşça ne demek?
-Yaniya, sözün misali tahtaravallidir bir parça akıl tarafından...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:104)
Tahtaya vurmak : Bir alışkanlık: ‘iyi saatte olsunlar’, ‘nazar değmesin’ kabilinden inançlarla bir kimseye
kötülüğk gelmesin diye sağ elin üçüncü parmağını kıvırarak tahtaya, ahşap bir şeye vurmakla icra edilen bir
ritüel; onun yerine kulak da çekilebilir, bunun için, aynı zamanda dudaklardan bir öpücük sesi de çıkması
gerekir.
“ ‘Sevgili Theo, 30 Ekim 1953, Senden yine haber aldığıma sevindim. Bütün yılan zehirleri için
teşekkür ederim. Dün tam manastırın yanında bir engerek yılanı öldürdüğüm sırada, yani tam zamanında geldi.
Sapphy hayvanın tam 4-10 santim ötesindeydi, yılanı avlayan bir kediyle oynuyordu. Evet, hafif bir yer sarsıntısı
oldu ama tahtaya vur ev hala ayakta.’ ”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:145)
“Babam da şöyle diyor: ‘Sevgili yavrum, otuz dördüncü doğum yılının hayırlı olmasını dilerim. Her
şeye kadir olan Tanrım sana mutluluk, memnunluk ve sağlık versin.’
Mutluluk insana daima gerekli, diye düşünüyorum. ‘Ve çok şükür sağlamsın da.’ Bunu söylerken
tahtaya vuruyorum.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:9)
Tahtırevan : Yürüyen taht; Eski Mısır filimlerinde ve Osmanlılarda çok gördüğümüz, Şahlık-Padişahlık
ailesine ait insanların taşınmaları için, omuzlarda ya da fil veya deve gibi iri hayvanların sırtına yerleştirilmiş
oda biçiminde son derece süslü taşıt
“Yorgunluktan bitmiş kervanların dönüşünü gördüm ben; develer meydanlarda çökerlerdi; en sonunda
indirilirdi yükleri. Kalın bezden denklerdi bunlar, içlerinde neler vardı, neler yoktu, bilinmezdi. Başka develer,
bir tür tahtırevan içinde gizlenmiş kadınlar taşırlardı. Başkaları çadırların öteberilerini taşır, çadırlar da akşam
vakti, kullanılmak üzere açılırdı.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:119)
“Yabancıyı yanından hiç ayırmadı fakat onunla asla yalnız kalmamaya çok özen gösterdi. Saltanat
yarışçılarını teftiş etmek için yabancıyla birlikte güvercinlikleri ziyaret etti, ışıltılı gölün kıyısına inerken saltanat
tahtırevanının yanında, saltanat şemsiyecisinin peşi sıra yürümesine icazet verdi.”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:100)
“Kont: ‘Şimdi ben devlet tutuklusu muyum, kuzum?’ dedi.
Maskeli Ludovic: ‘Hiç de değil!’ diye yanıt verdi kibarca. ‘Siz sade bir yurttaşı tahtırevanla
gezdirmeyi üzerinize alarak ona hakaret ettiniz, yarın sabah sizinle düello etmek istiyor. Eğer onu öldürürseniz,
sağlam iki at, para ve Cenova yolu üzerinde hazırlanmış menziller bulacaksınız.’
‘Bu yalancı pehlivanın adı nedir?’ dedi fena halde öfkelenen kont.
‘Ona Bonbance derler. Silahların seçimi size bırakılacak. Ama ikinizden birinin ölmesi gerekiyor!’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:272)
Taisez-vous! : (FR.) <Teze-vu!> : Susun! = Keep quiet - silent!
Takas etmek : Bir malı ya da mülkü, ek para vermeden birbiriyle değiştirmek
“Mavi artık şu noktada Siyah’ın varlığını kabul edemiyor, bu yüzden de yadsıyor onu. Siyah’ın odasına
girdi, orada tek başına Siyah’ın, deyim yerindeyse, yalnızlığının mahremiyetinde durdu ya, artık o noktanın
karanlığına gösterebildiği tek tepki, onu kendi yalnızlığıyla takas etmek.”
(P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:67)
“Ama José Arkadia Buendia, daha o zamanlar çingenelerin dürüstlüğüne inanmadığı için, katırıyla bir
çift keçisini miknatıslı iki külçeyle takas etti. Evin kırık dökük eşyasıyla birkaç parça malı artırabilmek için bu
hayvanlara belbağlamış olan karısı Ursula Iguaran, onu caydırmak için ne dediyse kar etmedi.”
(G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:7)
Takatı kesilmek : Gücünü, kudretini yitirmek
“Ondan sonra ikinci atlama, daha sonraki koşmalar bütün bütün takatımı kesmişti.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:127)
Takaza : Başa kakma, azarlama, serzenişte bulunma, kritik’te bulunma, yargılama
Bk.: Kınama
“Daha çocuk yaştayken, çağının önemsiz şeyleri karşısında duyguları öylesine zorlu olmuştu ki bu
yüzden kendine acı takazalarda bulunmuştu. Başkaları üzerinde yaptığı etki bakımından kendini yargılama
alışkanlığını pek edinmemişti ama, bugünkü duyguları bakımından kendini pek kınıyordu; çünkü bu duyguların
anısı yarınki yaşayışını zehirleyebilirdi.”
(Stendhal, “Armance”, sa:59)
Takdire şayan : Takdir edilmeye layık, çok değerli
“Kiwan adındaki adam yine geçen sefer olduğu kadar kibar ve cana yakındı; araba sürme tarzı hiç fena
değil. Virajları gayet yumuşak alıyor, onlarca viraj olduğu düşünülürse takdire şayan bir özellik bu. Tek kusuru,
ne zaman bir şey söyleyecek olsa, terbiye gereği bana dönmesi, dolayısıyla gözlerini benden ayırması
gerektiğiini düşünüyor - kısa sürüyor gerçi, ama insanın yüreği ağzına geliyor.”
A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:345-6)
Takdiri İlahi : Tanrının yazdığı, dediğ, bakış açısı; kader kısmet
Bk.: Yazgı
“Manzoni, büyük Coğrafyacı Tanrı’nın bakış açısını üstlenerek betimlemeye başlar ve yavaş yavaş o
manzaranın içinde yaşayan insanın bakış açısını üstlenir. Ancak Tanrı’nın bakış açısını terk etmesi bizi
aldatmamalıdır. Romanın sonunda roman boyunca değilse de okur, Manzoni’nin yalnızca insanların öyküsü olan
bir öyküyü değil, yönlendiren, düzelten, kurtaran ve çözüm getiren Takdir-i İlahi’nin öyküsünü anlatmakta
olduğunu fark etmek durumunda kalacaktır. ‘I promessi sposi’nin başlangıcı, bir manzara betimleme alıştırması
değildir: Okuru doğrudan, başkahramanını dünyayla ilgili şeyleri yukardan izleyen birisinin oluşturduğu bir
kitabı okumaya hazırlamanın bir yoludur.”
(U. Eco, “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti-Ormanda Oyalanmak”, sa:86)
take : (DAVR.,KOLL.) <teyk> : -fiil,-isim; Almak, yakalamak; tutmak, kabul etmek; kira ile tutmak; abone
olmak, evlenmek; çıkarmak, sonuç çıkarmak; <pasif haller) : ölmek; çalmak, aşırmak, zaptetmek, çekmek;
tutmak, tarafını tutmak; istemek; anlamak, kavramak; farzetmek; duymak, hissetmek; resim almak; hazmetmek,
tahammül etmek; sabretmek; sığınmak, iltica etmek; rağbet görmek, makbul olmak; tutmak, kökleşmek; alış:
bir müddet içinde ya da bir defada; aşı tutmak; take aback : şaşırtmak; take about : gezdirmek; take account
of : hesaba almak ya da katmak; take a course : (DEN.) belirli bir yöne gitmek; bir sıra dersleri takip etmek;
take a dare : meydan okumaya aldırış etmemek; ‘yapamazsın’ diye kızdırana önem vermemek; take advantage
of : birinin za’fından yararlanmak; take affront : alınmak, darılmak; take after : benzemek; yolunu tutmak,
izinde yürümek; take aim : nişan almak; take a joke : şakadan anlamak; şakaya dayanmak; take along :
beraber götürmek; take amiss : yanlış anlamak, darılmak; take arms : silaha sarılmak; take away : alıp
götürmek; take back : geri almak; take breath : nefes almak, dinlenmek; take care : dikkat etmek, mukayyet
olmak, bakmak; take charge : idaresini üzerine almak, uhdesine almak; take down : indirmek; kibrini kırmak,
alçaltmak; yazmak, kaydetmek, dikte etmek; take effects : icra mevkiine girmek; hükmü yürümek, etki etmek;
take example : örnek almak; ibret almak; take fire : ateş almak, tutuşmak, alevlenmek; take for : diye almak,
sanmak, zannetmek; take for granted : gerçek diye kabul etmek, hakkı imiş gibi kabul etmek; take French leave
: izinsiz savuşmak; take heart : yüreklenmek; cesaret, kuvvet almak; take head : kulak asmak, dinlemek, önem
vermek; take hold : tutmak, ele geçirmek, yakalamak; take in : içeriye almak, KOLL.: aldatmak, yutturmak;
anlamak, içine almak, kısaltmak; take in hand : idaresini ele almak; take in tow : peşi sıra taşımak,
götürmek; take issue with : aksi tarafı-başkasını tutmak; take it easy : işin kolayına bakmak, aldırmamak,
yavaş ve sakin ol!; take it hard : ağırdan almak, çok önem vermek; take it out in : para yerine kabul etmek
(mal vs.), hırsını çıkarmak; take it out of : pahalıya mal olmak; take it out on : birisinden öfkesini almak,
çatmak; take knowledge of : tanımak, önem vermek; take leave : ayrılmak, gitmek; veda etmek; take measures
:tertibat-önlem almak; take my word for it : bana inanın, sizi temin ederim; take notice of : önem vermek; take
oat : yemin etmek, and içmek; take occasion : fırsattan istifade etmek; take off : çıkarmak, indirmek, ölümüne
sebep olmak; kesip çıkarmak; taklit etmek, kopya etmek, suretini almak; (aero) uçuşa başlamak, kalkmak; takeoff : taklit şey, karikatür; anlatmaya başlanılan yer; take on : rol yapmak; yaygara etmek;vazife vermek, işe
almak; take on’s death of cold : tehlikeli soğuk almak; take one’s life in one’s hand : canını avucuna almak;
take one’s time : acele etmemek; take out : çıkarmak, gezmeğe götürmek; kopya etmek, çıkarmak, elde etmek,
bitirmek, nihayet vermek; take over : teslim almak, idaresini ele almak; take part : karışmak, katışmak, dahil
olmak; take place : olmak, vaki olmak, vuku bulmak; take putlock : Allah ne verdiyse beraber yemek; take root
: kökleşmek, tutmak; take shape : şekil almak, oluşmak; take sick : hastalanmak; take sides : taraf tutmak,
birinden yana çıkmak; take steps : teşebbüste bulunmak, icabına bakmak; take stock : depo malını saymak,
varlığı tesbit etmek; take the field : bir sahaya atılmak; savaşa başlamak; take time : vakit almak, vakit
istemek; take to : hoşlanmak, sevmek; take to heart : içerlemek, çok üzülmek; to the one’s heals : tabanları
kaldırmak, kaçmak; take to task : azarlamak, paylamak; take up : -isim- ip v.s. çekme aleti; take-up : yukarı
götürmek, zaptetmek, tutmak, kaldırmak; üzerine almak, poliçeyi ödemek, yolcu almak; kısaltmak, başlamak,
yine başlamak; ele almak, sahibi olmak; teklifi kabul etmek v.s.; take up arms : silaha sarılmak, silahla
direnmek; take up the gauntlet : meydan okumasını kabul etmek; take up the running : yarışta başa geçmek;
take up with : beraber oturmak, arkadaş olmak; take water : kayık ya da gemi yarışında geri kalmak; geminin
su alması; be taken ill : hasta olmak; be taken with : çok hoşuna gitmek
(Yeni Redhouse Lügati)
Ta kendisi : Tamamı tamamına kendisi; kendi; o
“DOTTORE - Sinyor Pantalone’nin oğlu Lelio mu?
OTTAVIO - Ta kendisi.
DOTTORE - Venedik’e gelmiş mi o?
OTTAVIO - Başıma çorap örmek için gelmiş olacak.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:78-9)
“Gavroche arabayı ite ite ilerliyordu. Tam Les Vieilles Haudriettes Sokağı’ndan çıkmak üzereydi ki,
birdenbire bir üniforma, bir asker kasketi, bir tuğ ve bir tüfekle kendini yüz yüze buldu. İkinci defa durdu.
‘Vay canına!’ dedi. ‘Ta kendisi. Günaydın toplum düzeni!’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:544)
Nasıl umabilirdi insan artık katilin elinden kaçılabileceğini? Vebadan bile korkunçtu, çünkü vebadan
kaçılabilirdi, oysa bu katilden? İşte Richis örneği ortadaydı. Anlaşılan insanüstü yetenekleri vardı. Besbelli,
Şeytan’la birlik olmuştu, tabii eğer Şeytan’ın ta kendisi değildiyse.”
(P. Süskind, “Koku”, sa:220-1)
“ ‘El Rey ne yapıyor bu saatte, Endülüslü ölülerimiz için mi kaygılanıyor acaba?’ diye yineledi karısı.
Artık tamamen uyanmış, gözlerini fal taşı gibi açmıştı. Yatarken yaptığı gibi tokalarını çıkarıp
göğsünün üstünde topladığı ağarmış saçları ve giydiği o uzun pembe giysiyle aslında hayaleti andıran karısının
ta kendisiydi.”
(A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:13)
“Peder Antonio bir kere daha sümkürdü. Ta kendisi, dedi, ya sen Pereira, sen ne diyorsun bu işe? Böyle
pat diye sorarsanız ne diyeceğimi bilemem, diye yanıtladı Pereira, o da Katolik ama farklı bir cephe almış,
seçimini yapmış.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:114)
Takılmak : Şaka etmek; İzlemek, eşlik etmek, arkadaş olmak
“Ayda bir hamama giderlerken bohçayı taşır, karşıki kahvede oturup çıkmalarını beklerdi. Kahveciyle
çırak takılırlardı. ‘Hanımlara dört demli çay.’ ‘Sen mi götüreceksin içeri?’ ‘Nerde o günler; kapıdaki kart keşkek
bırakır mı hiç.’ ”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:37)
“İşte o zaman, kafamda bir düşünce ilk defa aydınlanmaya başladı. ‘Sanırım benimle takılmak
istiyorsun,’ dedim sessizce. Bir yandan mutluydu. Arkadaşlığından keyif alıyordum ve karakter sahibi olduğu da
su götürmezdi.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:44)
“Jeff barları seviyordu, ben de ona takılıyordum. Jeff’in problemi içtiği zaman kavga çıkarmayı
sevmesiydi. Bana bulaşmıyordu neyse ki. İyi dövüşüyor, yumruktan kaçmasını iyi biliyordu, ve güçlüydü, belki
de şimdiye kadar tanıdığım en güçlü insandı. Kabadayı değildi ama birkaç tane yuvarladı mı çıldırıyordu.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:57)
“Şimdi ise birdenbire paylaşamaz olmuşlardı, hem takılıyorlar hem seviyorlardı beni. Düellomuz her
tarafta duyulduğu halde, büyükler meseleyi örtbas etmişti.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:234)
“Yemekte zevk ve eğlence aramak aklıma bile gelmezdi. Bu yüzden birbirimizden habersizdik. Yalnız
bir defasında, arkadaşlarım bana takılmak için, kıza bir şeyler satın alacağımı söylemişler. Kız da masamın
yanına geldi. Sepeti uzattı.. ‘Ben bir şey istemedim küçük hanım,’ dedim.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:43)
“Ara sıra bir öbek oluşuyor, Pieretto ateşli ateşli konuşuyor, gülüyor, kadınlara takılıyordu. Henüz
kimse çamlık altına çıkmayı önermemişti. Gramofon yorulmak bilmeden çalışıyordu.”
(C. Pavese, “Tepelerdeki Şeytan”, sa:160)
“Buteau, Françoise’a takılmak için, sırtına bir şaplak indirdi :
-O sana göre kırk pistol, küçük, dedi.
Fakat kız öfkelendi, kinci ve öfkeli bir tavırla, o da ona mukabele etti, bir şaplak indirdi.
-Çek arabanı şuradan, anladın mı ? Ben erkeklerle şakalaşmam.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:232)
Takım elbise; Takım elbiseli : Aynı ince kumaştan yapılı ceket, pantolon ve yelek üçlüsü; Bu şekilde giyinmiş
centilmen
“Eiffel Kulesi’nin güney direğinden çıkan asansör turistle doluydu. Tıklım tıkış asansördeki takım
elbiseli ağırbaşlı işadamı, bakışlarını yanındaki erkek çocuğuna indirdi. ‘Benzin soluk oğlum. Aşağıda
kalmalıydın.’
Endişesini kontrol etmeye çabalayan çocuk, ‘İyiyim...’ dedi. ‘Bir sonraki katta inerim.’ ”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:15)
“TUHAF SAÇ
----------------Takım elbisem kuru temizleyicide olduğundan kot
bir pantolon ve ceket giydim. Yaslandım bara
öteki müşterilerin gözlerinden sakınarak:
mekan benim geçmişte olduğum türden
budalalarla doluydu.
Duydum onların gittikçe artan cıvıklığını.”
(Geoff Hattersley<d.1956>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, “Cumhuriyet Kitap, 18.01.07)
“Akşam yaşayacağım maceraya uygun tarzda giyindim: beyaz ketenden takım elbise, yakası kolayla
kaskatı ütülenmi mavi çizgili gömlek, Çin ipeğinden kravat, saf çinko oksitiyle gıcır gıcır parlatılmış botlar,
kösteği yaka deliğine tutturulmuş saniyeli altın cep saati.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:23)
Takım elbise : Gayet resmi, caket-pantolon-yelek giysisi
“Her yıl temmuz başında geldiğimizde değişmez bir ritüel olurdu. Ev sahibi bizi beklerdi. Ona kibarca
Üstad Halim derdik. Gümrük memuruydu ve bizi her karşıladığında takım elbiseli, kravatlı olurdu.Ona
anahtarları verirdik, kapıyı kendisi açardı; resmi bir şekilde bize hoş geldiniz der ve anahtar demetini iade
ederdi.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:382)
“Yıllar önce kendisine bu kadar acı çektiren adamla karşılaşınca, Orlando, şiddetli bir duygu fırtınasına
tutuldu. Halılarında sigarayla delikler açan, İtalyan şöminelerinde peynir kızartan ve Marlowe’la arkadaşları
hakkında on gecenin dokuzunda güneşin doğuşunu görmelerine neden olacak kadar neşeli öyküler anlatan o baş
belası, yerinde durmaz adam bu olabilir miydi? Şimdi günlük gri bir takım elbiseyle iki dirhem bir çekirdekti.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:182)
Takım kovmak : Eski İstanbul Yangın Tulumbacıları teşkilatında, takım yangın yolunda iken, sandık
taşımanın omuzdan omuza geçirilmesi (Argo)
“Yangın yolunda sandığın her halinden tek mesul <sorumlu> adam İkinci Reis, öndeki sandığı
tutacağına aklı keserse, tutmak için; yahut arkadaki tutulmaktan tutulmaktan kurtulmak için üst üste takım
değiştirirdi. Sandık adeta omuzdan omuza uçardı. Buna da Takım Kovmak denilirdi. İkinci Reis takım
koşturmaya başayınca tutmk veya tutulmak bahta, talihe kalırdı. İşte koşarlı ayaklar o zaman lazımdı.”
(R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:80)
Takım taklavat: Takım halinde, parçalarıyla, sülalesiyle hep birlikte; İşin gerektirdiği malzeme, alet edavat;
Cinsel organlar (Argo)
“.... bir tek bakışıyla sizi o korkunç karikatür yaşamdan kurtarabilecek, o mobilyaları, emekleri, o
pörsük vücudu ve gücünüzü tüketen o aileyi unutturarak, sizi bir anda kendiniz kılacak Cécile’e uzanan bu yolun
rehberi, artık vermiş olduğunuz ayrılma kararının bir güvencesi sanki, sırtınıza vurulmuş o boş vicdan hesapları
yükünü takım taklavat atıvermek, gücünüzü kesen o bayağı korkaklıktan sıyrılmak...”
(M. Budor, “Değişme”, sa:43)
“Tanrım, ne görünüm ama! Hazretin dört bir yanında fırınlar, pembe balçıktan karniler, dev boyutta
imbikler, billur sarmallar; kısacası mozaik camların kızıl ışığında büyülü gibi alev alev yanan bir sürü takım
taklavat...”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:78)
“Kanımda adrenalin var mıydı, yok muydu artık bilmiyordum ama gerçekten bir şeyler yapabilmek
arzusuyla yanıyordum. Dürbün, kağıt, kalem, cetvel vb. takım taklavatımnı zaten biliyorsunuz.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:133)
“Saray Defterdarlığı’ndan emekli Ahmet Bey eniştem ve hanımı Feraset Hanım’la konuşmak, gerekirse
herkese şifalar dağıtan Fadime Bacı’yı getirterek kurşun döktürmek. Nitekim öyle oldu. Binbir ricayla, Üsküdarlı
Fadime Bacı, takım taklavatıyla arzı endam etti. Oturma odasında başıma maşlah gibi, koyu renkli, geniş bir
çarşaf geçirdiler. Hemen yanıbaşımda fıkır fıkır birşeyler kaynıyordu.” ...... “Hiç unutmam bir gün, sıkışık bir
durumda ikinci mevkiye bindiğimde, aktarmanın işareti için haki paltolu biletçi benden kalem sorduğunda, bir
cebimden mürekkep şişesini, ceketimin iç cebinden de mürekkep kalemini ve ucunu ayrı ayrı çıkarıp takım
taklavatı o kalabalıkta hazırlayıp biletçiye sunduğumda adam şaşırıp kalmıştı.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:13;149)
“He-hey! Sanki kimseden korkusu mu vardı onun? Şeytan bütün takım taklavatıyla birlikte karşısına
çıksa, diyelim ki bıçağını çekmeye fırsat bulamadı, herhalde küfürü basar, şeytanların suratlarının ortasına
yapıştırırdı tekmeyi.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:25)
“İ.Ö. 1000 yılına doğru büyük bir yıkılış oldu. Anadolu, dört bir yanda yıkılan imparatorlukların
gümbürtüsü ile sarsıldı..... Tarih, günümüze değin, bu karanlığın içinde olup bitenleri bildirememektedir.
Göçedenlerin çoğunluğunu kadın ve çolukçocukları ve takım taklavatları ile arabalarla kaçan Pulasatiler
oluşturur. Bunlar Girit ve Karyalı soyların karışımındandırlar.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa:29-30)
“Her akşam Corny takım taklavatını toplar, çabuk servisiyle ün salmış bir sandviççi dükkanında bir
şeyler atıştırıp ve herhangi bir salon adamından geri kalmayacak biçimde özenle giyinip kuşanırdı. Sonra da
Thepsis, Thais ve Baküs’e ait o pırıl pırıl cazibeli yolda soluğu alırdı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:186)
“Sarıkum’da o zamanlar bir onlarda bir de Çuhacı’ların takım taklavat doluştukları meşhur oniki odalı
evde radyo vardı. Bu evlerin ikise de demiryolunun öte yanındaydı. Çetin’le Metin’in böbürlenişini haklı
görürdük bu yüzden. Annem babam bile onlara ‘misafirliğe’ değil de ‘radyo dinlemeye’ giderlerdi.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:18)
“Hoşbeşle, yarenlikle kahvaltımız bitince, tirşe gözlü kız hemen ortadaki takım taklavatı topladı ve gitti,
çadırdan bize dört tane de köpüklü kahve getirdi.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:35)
“On arkadaşım birden ileri atıldı; hepsi kalmak istiyorlardı. Eski savaşlarda yaralanmış, en gösterişli
eski bir sınıf arkadaşımı, sırf umursamazlık ve neşeden ibaret olup tehlikeyle şakalaşmaktan zevk alanını seçtim.
-Sen kal, İraklis, dedim. Yunan Tanrısı yardımcın olsun!
O gülerek cevap verdi:
-Nalları dikersem beni bağışlayın, Tanrı da sizi bağışlasın!’
Elini sıkarak kendisinden ayrıldık. Birkaç hafta sonra toz içinde, üstübaşı yırtık, simsiyah bir halde
Batum’da göründü. Önden gidiyordu, arkasında Kars’ın Rumları, öküzleri, atları, takım taklavatları, ortalarında
kilisenin gümüş kaplı İncil papazları ve kucaklarında kutsal tasvirlerle ihtiyarlar vardı. Köklerinden kopmuşlar,
artık yeniden kök salmak için özgür Yunanistana gidiyorlardı.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:412)
“George bir gün bir dükkandan sahte bir ‘çıban’ satın almıştı. O kadar da normale benziyordu ki. Gitti
başhemşireye,ve bir medikal konsültasyon rica etti. Görevli hemşire ona şöyle bir baktı ve haykırdı: ‘Oo,
George, sana hemen bakalım, çok kötüye benziyor!’ Derhal takım taklavat geldi: ilaçlı pamuk, böbrek şeklindeki
çanak ve neşter. ‘Ah, oh, hayır, hayır!’ diye hayıflanıyordu George.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:131)
“Gömleğini biraz kaldırdı ve bacaklarını gördü, o zaman Costil’in Hébrard’a: ‘Bak bak, sırığın uzun
bacaklarına bak,’ dediğini düşündü ve bu ona büsbütün tuhaf geldi. Hava soğuktu, Lucien ürperdi ve biri ona,
‘Sırığın tüyleri diken diken olmuş,’ dedi. Lucien gömleğinin eteğini daha yukarı kaldırdı, bütün göbeği ve bütün
takım taklavatı göründü. Sonra yatağına koştu ve içine daldı yatağın.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:158-9)
“HIRSIZ - Topu topu bir maymuncuk, bir matkap, bir kaynak lambası, birkaç anahtar.. Oysa bana bir
demirci ocağı, bir dükkan, her çeşit takım taklavat gerek. Yirmi sterlin zor idare eder.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:92)
“İlk trenler gidip gelmeye başladı. Şose, demiryolunun yanı sıra gidiyor. Trenler yaklaşınca, çalıların
arkasına çömeliyorum. Yaya gittiğimi ahbaplar görmesin diyerek... Keferenin birinde küçük bir hesap vardı.
Maksadım onu almak... Biraz da borç isteyeceğim... Müslümanlardan ümit bekleme... Gazeteler dersen ben içeri
girince, takım taklavat, abdesthaneye kaçıyorlar. Herifler haklı... Fizan’ı boylamak işten değil...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:161)
“-Dinler toplum için lazım... Bütün avadanlıkları, takımları taklavatlarıyla lazım... Hele bunalmış
insanlar için mutlaka lazım.
-Ulan bu kapıyı sen mi açtın açtın dangalak?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:98)
Takıp takıştırmak : Maddi olanağı olmadığı halde eline ne geçerse takınmak, süslenip püslenmek
“Bir zamanlar yaşamış bir Bağdad halifesi yoksul ve zavallıların arasına girer, onların anlattıkları
öyküler ve masallarla huzur bulurmuş. Alt sınıftakilerin ipekliler kuşanıp, elmaslar takıp takıştırdığı kaymak
takımın sık sık uğradığı yerlere gidip ‘halife’ oynamamaları ve bu eğlenceden yoksun kalmaları garip değil
midir?”
(O. Henry, “viski soda”, sa:185)
“SÖZ
Aynada başka güzelsin,
Yatakta başka;
Aldırma söz olur diye;
Tak takıştır,
Sür sürüştür;
İnadına gel,
Piyasa vakti,
Muhallebiciye.”
(O. Veli Kanık<1914-1950>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:371)
“Bu akşam köyde yer yerinden oynamıştı. Genç kızlar mücevherlerini takıp takıştırmaya ve düğün için
lambalarını hazırlamaya başlamışlardı. Natanael’in yeğeni evleniyordu. O da amcası gibi bir ayakkabı
tamircisiydi, tombul iri yarı, çomak burunlu bir çocuktu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:246)
Takır takır; Takır tıkır; Takır tukur; Takur tukur etmek, geçmek : Eskiliği (eşya) ya da kuruluğu (ekmek)
nedeniyle dokunulunca tahta ya da metal sesi çıkarmak; Klasik takunya sesi
“Metal tüp hedefine doğru yol alırken belirgin, takır tukur bir ses çıkarıyor ve tüp yukarıya fırlatıldığı
andan itibaren bu sesi duyabiliyorsun.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:83)
“Dere kıyısındaki karşılaşmayı izleyen üç gece Chantal neredeyse gözünü hiç kırpmadı. Durup durup
patlayan fırtına müthiş bir gürültü çıkarıyor, metal panjurları takır takır öttürüyordu.”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:35)
“Bekliyorum. İşte oğlanlardan biri saklandığı yerden doğrularak avluya doğru gidiyor. Fakat, birden
ürkerek kendini hızla yine çitin ardına atıyor. Takır takır geçen bir arabanın gürültüsü duyuluyor.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:46)
“Üst kattaki iki odadan, küçücük mutfak ve hücreden de dar ayakyolundan ibaret evime ayak basmaya
hazırlanıyordum ki, Hacı Teyze, yukarı fırlamış, nalınları takır tıkır-takır tıkır, kolumdan yakalayıvermişti.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:207)
“Karanlık bir evin önünde durdular. Tony arabadan indi. Görünürde kimsecikler yoktu. Pedro Livio
Antonio’nun söylediklerini duydu: Zavallı Chevrolet’si kurşunlarla delik deşik olmuştu, bir tekerlek de
patlamıştı. Pedro Livio farkındaydı, takur tukur çok kötü gıcırdıyordu, zıplattıkça darbeleri midesinde
duyuyordu.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:296)
“Pencerenin önüne koyduğu ebegümeci çiçeği ve daha bugün tenekeye diktiği mürver fidanı ile bu kız,
Klein-Reifling Postanesindeki demirbaşlar arasında hala en taze ve en canlı olanıdır ve en azından daha yirmi
beş yıl çalışabilir. Bu soluk tenli kadının eli, her açıp kapamada takur tukur eden bu camlı bölmeyi daha binlerce
kez kaldırıp indirecektir.” ..... “Pazar günü olması nedeniyle tıklım tıklım dolu olan tramvaya önce çocuklar
sokuluyor, daha sonra da kendileri biniyor ve tramvayın tekerlerinin çıkardığı takur tukur sesi dinlerlerken...”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:10;176)
Ta(a) ki : Oluncaya, o zamana dek
“Ta ki, en sonunda, kendini vahşice öldürtmeyi başarıncaya kadar. Peki, o zaman, hayatımızdaki en
önemli şeylerin bir anda yok olup gittiğini görmenin acısından kaçımız kurtulacağız?”
(P. Coelho, “Portbello Cadısı”, sa:17)
“Biliyorum ki, evliliğimizin özgürlüğü adına karımla konuşmalarımızdan Mikhail’in kayboluşunu fark
etmedim, ta ki bir barda yeniden ortaya çıkışı ve tekrar kayboluşuna kadar, bu kez yanına karımı da alarak ve
ardında ünlü ve başarılı bir yazarı en önemli şüpheli durumunda bırakarak. Ya da daha kötüsü, terk edilmiş bir
adam olarak.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:59-60)
“Campion da tek ayağının üstünde ondan farklı değildi. Graecen onu rahatlatsın diye usulca
Virginia’nın kolunu sıkmıştı, kızın da aynı sıcaklıkla cevap vermesi üzerine içinden kendine lanet okuyordu.
Alçak sesle aklına gelen her küfrü saydı. Kapana kısılacağa benziyordu giderek - koşulların da yardımıyla kendi
içinde bulunduğu durum yüzünden. Paldur küldür hızlanarak budalaca bir romantikliğe doğru, çaktırmadan
yokuş aşağı iniyordu ta ki… ta ki…”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:176)
“Kırkıncı gece Mevlana’yı rüyasında gördü. Mevlana ona ‘Ey filan, yarın kafirler senden ne sorarlarsa
biliyorum diye yanıt ver, ta ki bu beladan kurtulasın’ buyurdu. Genç, deli gibi bu rüyadan uyandı. Tanrı’ya
şükürler etti.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:140)
“EV
<Mihail Gunçev’e>
--Sözcükler üzerinde hükmüm yok biliyorum
Tuna’yı üç defa yüzmüşçesine titriyorum.
ve diyorum ki, yine de bu korkunç titreyişle:
-İnsan, hiçlik karşısında bir dirençtir, bir duvar,
ta ki bellek, fareleri saçma bir yeltenişle
bırakıp, onun acı ekmeğini yedirtene kadar!”
(İvan Esenski<d.1949>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası, ”Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap, 08.12.05)
“İNANALIM SOĞUK MEVSİMİN
BAŞLANGICINA
---------------------niçin bakmadım?
bütün mutluluk anları biliyordu
ellerinin yıkılacağını
ve ben bakmadım
ta ki
saatin penceresi açılıp o kederli kanarya dört kez
ötene dek
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:107)
“O günden sonra (Şits) başladı azizle (Yan) yatıp kalkmaya. Talimlerde bile yanından ayırmıyor.
Kumarda da talihi bir açıldı, sorma. Nerede konaklayıp çadır kursak, iskambil oynuyoruz ve Şits, her seferinde
ütüyor milleti. Ta ki Prakeyn dolaylarında Drahenitse’ye gelene kadar. Seninkinin talihi bir döndü, aklın durur.
Bir kaybetti pir kaybetti, son meteliğine kadar. Tığ teber şahı merdan.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:431)
“Bu sükünetten faydalanarak vapura verdiğimiz mektupta yeni camlar sipariş ettik. Evlerimizi tamir
ettik, akşamları yine taflan, ıtır, yasemin kokuları arasında şarap içmeye başladık. Gitarist arkadaşımızı sık sık
ziyaret ettik, ona neşeli fıkralar anlatıp üzüntüsünü biraz hafifletmeye çalıştık. Başkan ve adamlarını da hiç
görmedik. Bu sakin günler böylece sürüp gitti ta ki ada, martı hücumunda ilk şehidini verene kadar.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:120)
“Artık kendini dizginleyemedi, gözleri yarı kapalı, elleri başının arkasında, memelerini öne fırlattı,
altında onun ritmine uyarak anlaşılır amlaşılmaz sözler mırıldanan, gidip gelen kösnül atı sürmeye başladı. Ta
ki,ölür gibi, bayılır gibi oluncaya, eli ayağı kesilinceye kadar.”
(M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:16)
“<Daha iyi bir gelecek için> Bana umut veren üçüncü nedense, çağdaş Avrupa’nın yaşadığı
deneyimden kaynaklanıyor. Çünkü bu deneyim, gönülden dilediğim, şu ‘tarihöncesinin sonu’na işaret edebilecek
bir başlangıcı somut biçimde simgeliyor: Birbirine eklenen nefretleri, bölgesel çatışmaları, yüzyıllık
düşmanlıklaru geride bırakmak; birbirlerini öldüren kişilerin kızları ile oğullarının el ele tutuşmalarını ve gelecek
üstüne kafa kafaya verip düşünmelerini sağlamak..... asla kültürleri kaldırmaya çalışmadan onları aşmak; ta ki
günün birinde, birçok etnik yurttan hareketle, etik bir yurdun doğması için çalışmak, işte budur benim dileğim.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:211)
“Onun bu isteğini <erken evlenme ve üç çocuk sahibi olma> hiç aklımdan çıkarmadım, ama gençlik
hakkında o kadar esnek bir düşünceye sahiptim ki, hiçbir zaman çok geç olmuş gibi gelmemişti bana. Ta ki
günün birinde sıcak bir öğle vakti, Palomares de Castroların Pramodar’daki evlerinde kapıyı şaşırıp kızlarının en
küçüğü olan Ximena Ortiz’i bitişikteki yatak odasında öğle uykusuna yatmış olarak yakalayana kadar.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:37)
“Güherçile birikintilerinden yükselen buhara, talk kraterlerine, su birikintileri üzerindeki rehavetli
barakalara dönüp bakmadan koştu, ta ki denizin doğal oluşumları bitip çöl başlayana kadar, ama elinde altın dolu
yeleğiyle kupkuru rüzgarların ve bitmek bilmez akşamların ötesinde hala koşmaya devam ediyordu.”
(G.G. Marquez, “İyi Kalpli Erendıra”, sa:148)
“Adları ne olursa olsun, ülkenin en ünlü edebiyatçılar topluluğuydu onlar <New England Azizleri ve
Ocak Başı Şairleri>. Holmes’ların yanında şair, profesör ve editör James Russell Lowell duruyordu. Uzun
sakalıyla oynuyordu, ta ki Fanny Lowell yeniden çıkıp onu durdurana dek.”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:59)
“Kızların Şarkıları
-Biri şarkı söylüyor----------------------Ben çocuktum uzak yaban,
ta ki: yoksul, kör ve kırılgansırılana kadar utancımdan;
bekliyorum orman ve rüzgar ardında
kesin ki çoktandır kendimi.”
(Rainer Maria Rilke<1875-1926>-Yüksel Pazarkaya, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
17.11.05)
“SÜREKLİ BEKLEYİŞ
Aylarca bekledik, gözlerimiz yolda. Hiç gelen
yok,
Hiçbir haberci görünmedi. Yol taşlarla, dikenlerle
dolu.
Ekim, Kasım, Aralık. Ve o uzun masa unutulmuş
ağaçların altında. Taa ki sonunda
denetçi geldi”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-aynadaki duvar”, sa:159)
“Markiz, Avusturya’dan kraliçeyle birlikte gelmiş, kendisiyle aynı konumda bir başka nedimenin
yardımıyla aynı şeyi kraliçeye yapıyor, her giysi parçası elden ele başka bir soylu hanıma geçmekte, bu
merasimin katılımcıları kalabalık bir nüfus oluşturuyor, kraliyet seviyesinde olduklarından ciddiyetle birbirleri
önünde eğiliyorlar, formaliteler can sıkıcı, bitmek bilmiyor, ta ki hizmetliler bir kapıdan, yardımcı hanımlar
diğer kapıdan çıkıp eylem sona erinceye kadar bekleyecekleri yan odacıklara gitsinler...”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:10)
“Kutsal Müziğin Yanında
-------------------------------Şimdi şef müzisyen söylesin:
‘Şehvet ve öne geçme arzusu içimizde yaşadı
Barbar krallar gibi: Fethetti bizi:’
-----------------------------Sonra şef müzisyen bildirecek:
‘Anka kuşlu meyvenin anlamı,
Ta ki düş bilgi ve bilgi düş olana dek.’ ”
(Delmore Schwartz-M.Ş.Ş./Anıl Çifter; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.01.08)
“Bir Kadın
------------Ta ki senin yaşam örgün ve tüm bu eşyaların
Belleğimin saklı anılarından ve belki de beşiğimden bile
Daha tanıdık olana dek içimde, ta ki senin huyların
Çocukluğumdan ve ailemden getirdiğim
silinmezlerimden, genlerimden
Daha derinlere kazınana dek.”
(E.J. Scovell<1907-1999>-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.07.04)
“..... ‘Nihai evlilik, veya birleşme, tek başına izole olmuş insanın içinde gerçekleşiyor. O kadar
bütünüyle yalnız ki kendi bedeninin bile farkında değil. Birleşme Jung’un ‘duygusal akım’ olarak isimlendirdiği
Kundalini ile başarılıyor. Simyacıların cıvası veya okülistlerin ‘astral ateşi’ gibi, Kundalini de taa ki Üçüncü Göz
veya Ajra Şakra açılana, ve Brahma Şakraya veya Final Boşluğu ulaşılana kadar, şakraları tek tek uyandırıyor.
Bu, Anima ile Animus’un birleşmesi yoluyla başarılan Ego ile Benliğin evliliğidir. Beatrice’in elinden, Dante
önce Cehenneme indi, sonra Cennete yükseldi...’ ”
(Miguel Serrano, “C.G.Jung & Hermann Hesse”, sa:90)
“İÇERİ GİRMEK ZORUNDAYDI
Dışarıda ışığın çevresinde o kadar çok sivrisinek vardı ki içeri girmek zorunda kaldı. Üstelik, ay da
olsa, gizliyordu akşam sisi ufacık yansımaların vadide yaptığı dansı, bütün yıldızlar çekilmişti, bir nedeni
kalmamıştı adamın….. Adam izliyordu kadını, bileğindeki açık yaraları kaşımaktan kaçınmaya çalışıyordu, ta ki
kadın onu izleyinceye kadar. Gerçekten de sakin görünüyordu bu gece kadın.”
(Kelwyn Sole<d.1951>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Vevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.11.05)
“İçerde (tuvalet) bulunan küçük bir kız, çıkmak bilmiyor, dışardaki diğer ikisi gülüşüyor, karşılıklı
şakalaşıyorlardı. Bacaklarımı hırsla sıkıyor, sıkıyordum. Sıkarak bir sağa, bir sola çaprazlaşmıştım, ta ki sıcak
sular şar şar dökülüp ben de utancımdan bayılana dek... Bu oldu. Bir daha beni okula göndermediler.”
(D. Tomazani, “Konuşmayan Su”, sa:11)
“TOHUM
----------Tohum
Toprağın içinde
Öylece, sessizce bekler
Yalnızca Tanrı bilir
Ürküp ürkmediğini
Tohum sessizce sabırla bekler
Ta ki yeryüzüne çıkarıncaya dek kendini
Toprak gerçekleştirinceye dek doğumunu”
(Nebojsa Vasovic<d.1953>-Pelin Doğan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.07.08)
“Ginny, Karl’la birlikte uzağa taşındı ve birkaç ay için zihnimden uzaklaştı, ta ki raporları çantama
koyup karıma okuması için verene dek. Karımın tepkisi bu materyali yayımlamayı düşünmeye ikna etmişti beni.
Bazı tereddütleri olsa da raporların basılmasını istiyordu <adı gizli kaldığı sürece>. İkimiz de kendi
bölümlerimizi düzeltmeyi, birer önsöz ve sonsöz yazmayı ve telif haklarını eşit olarak paylaşmayı kabul ettik.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:275-6)
“Cephe hastanesi de aslında eskiden bir liseymiş. Şimdi kullanım alanı yetmiyordu. Hafif yaralılar
sedyelere konularak trenlerin altında tutuluyordu ta ki biri iyileşene, ya da genelde olduğu gibi biri ölüp bir yatak
boşalıncaya kadar; kimileri soğuk tren vagonlarında kalabiliyordu; bu ilk haftalarda dur durak yoktu. Geceleri
trenler geldiğinde hastalar meşalelerle vagonlardan taşınıyordu; tükenmiş olan yardımcılar bir iki dakika
dinlenecek zaman buluyorlardı.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:106)
Takike :
Dakika (Anadolu lehçesi)
“Haceli köpürdü:
‘Bin ulan şu kağnıya, geçmişi boklu! Köpek eniği gibi venileyip durma benim karşımda! Yoğsam itaat
etmiyon mu? Etmiyonsa habar ver. Habar ver de bi takikenin içinde görüvereyim hesabını...’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:105)
Takla atmak :
Tektombalaz kılmak: eliyle yere basıp kendi ekseni üzerinde dönmek; türlü dolaplar çevirmek
“ ‘Yiyecek bir şey getireceksin,’ dedi. ‘Yoksa yüreğinle ciğerini deşerim senin, anladın mı?’ Ödüm
kopmuştu. Öyle de başım dönüyordu ki. Ona sımsıkı sarılarak:
‘Lütfen beni ayağa kaldırın, yoksa içim dışına çıkacak,’ dedim.
Bunu söyleyince, bu kez beni ters çevirdi. Karşımdaki kilise adeta takla attı.”
(Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:8)
“ROSA - Çok haklı. Durduk yerde bu değişikliğin nedeni ne? Moro’yu bir domuz gibi nalladıklarında
kimse teröristlerle anlaşmayı düşünmemişti bile. Ama şimdi Agnelli için, bu şişko hırsız için attıkları taklaya
bak.”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:82)
Taklak üstüne taklak atmak : Şaklabanlık, maskaralık yapmak; Takla atarak cambazlık yapmak
“MEPHISTOPHELES - Hay lanet olsun böyle rezil budalalara! İfritler başlarının üstünde duruyorlar
ve bu hantallar, taklak üstüne taklak atarak, kıçüstü cehenneme yuvarlanıyorlar. Hak ettiğiniz bu kızgın banyo
size mübarek olsun! Fakat ben olduğum yerde kalıyorum.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:323-4)
Takmak : Kale almak, önemli saymak, saygı göstermek; Zihninde asılı kalmak, hep düşünmek
“Denizden karaya çıkan bir kimse nasıl soluğu kesilmiş bir halde tehdit edici sulara takarsa, ben de,
asla canlı bir tek kimseye yol vermeyen geçidi <karanlık orman> seyretmek üzere içim titreyerek döndüm,
arkama baktım.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:72)
“Kathy eski, yırtık bir elbise geçiriyordu üsütüne.
‘kurtuldum onlardan. Terk edilmiş bir arabanın arkasına fırlattım.’
‘yakalanır mısın?’
‘S..TİR ET! kim takar?’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:83)
“ ‘Kaygılanmayın efendim,’ diye karşıladı beriki, ‘sektirmeden tutacağım bu sözünüzü, kaldı ki
doğuştan sakin, hır güre düşman biriyimdir. Ama kendi hayatım söz konusu oldu mu, yasa filan takmam, bütün
kutsal ve insani yasalar, saldırıya uğradığımızda, kendimizi savunmamızı meşru bulur.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:51)
“ ‘Eskiden Terrace’a o da gelirdi bazen. Ama, kaba, küfürbaz bir adamdı, içti mi çekilmezdi. Kafasını
beyzbol kadar atlara da takmıştı. Hep yarış listeleri bulunurdu cebinde; telefonda konuşurken de sık sık atların
adlarını söylerdi.’ ”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:20)
“GLAMIS - Namusum!
CANDOR - Şerefim!
GLAMIS - Atasal haklarımız...
CANDOR - Malım...
GLAMIS - Mülküm!
CANDOR - Mutluluk hakkımız.
GLAMIS - Takmıyor bile onu.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:249)
“TAKMA, ALDIRMA!
Takma, aldırma,
Durma, devam et,
.........................
Takma, aldırma
Vites değiştir
.........................
Takma, aldırma!
Senden daha çok ağlıyorum
Ama sen bana bakma,
Takma, aldırma!”
(M. Mungan<d.1955>, “Söz vermiş Şarkılar”, sa:15)
“Bir kafiye sözlüğü armağan etmişlerdi bana; ben de manzumeci olmuştum; Vévé için, şezlongundan
hiç kalkmayan ve birkaç yıl sonra ölen o küçük sarışın kız için madrigaller <xıv. ve xvı. yy.’larda, İtalya’daki iki farklı
‘halk müziği’ne verilen isim. Mandra (İta.):’Pastoral şarkı’>yazıyordum. Küçük kız hiç takmıyordu bunları; bir melekti o,
ama bu kayıtsızlığa karşılık, büyük bir okur kitlesinin hayranlığı avutuyordu beni.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:104)
“... Beş! Beş tekerin arasında debelenen herif, aklını partiye taktı mı hali dumandır. Bende nüfus yedi...
Kaynana yatalak... Baldızı evlendireceğiz. Üç çocuğun büyüğü on, en küçüğü üç yaşında...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:316)
Takmak takıştırmak; Takmış takıştırmış, çakmış çakıştırmış : Gereğinden fazla parlak, göze çarpan takı
takmak; öyle süslenip püslenen kimse (Argo)
“Olağanüstü yiyecek dükkanları (N.Y.’ta). Bütün Avrupa’yı çatlatacak şey. Sokaklardaki kadınlara,
giysilerdeki renk uyumuna takmış takıştırmış böceklere benzeyen kırmızı, sarı, yeşil taksilerin canlılığına hayran
oluyorum. Kravat satan mağazalara gelince, inanmak için onları görmek gerekir.”
(A. Camus, “Yolculuk Günlükleri”, sa:23)
“-Bizim Gülistan abla ile Büyük Şöhret’i de unutma ama bey baba!
-A... Onlar unutulur mu hiç.. Fakat iki gözüm yavrum, onlar başka idi, bunlar başka.. Bu benim
dediklerim kalantor, zengin, elleri açık, hanedan kişilerdi..... Onlar böyle, kupa arabaları ile tıpkı gerçek
saraylılar gibi takmış takıştırmış, çakmış çakıştırmış; iki dirhem bir çekirdek Kağıthane, Göksü alemleri
yapamazlardı. Lakin nedir ki, onların da meziyetleri <erdem>, marifetleri başka idi. Allah, nedense berikilere
para, pul vermiş, o sizinkilere de ses vermişti.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:167-8)
Taksit taksit : Peyderpey, aralıklı ödemelerle
“Ama ne yazık ki cezalandırılmama yol açan kabahatimin ne olduğunu araştırmak benden uzaktı ya da
seyrek durumlarda yapıyordum bunu, daha çok taksit taksit cezalandırılmaları kendimi sigaya çekmeden, arzu
edilmeye değer böyle bir yola başvurmadan tevekkülle, bazen de somurtarak kabulleniyordum.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:15)
Tak tak : Sert el hareketiyle bir kapıya vurmak; sert adımlarla yürümek, merdivenleri çıkmak
“Cavlak ve iri kafalı, kır sakallı bir adamdı. Tahta bacağına rağmenn güçlü bir görünümü vardı, ancak
yüzüne bakıldığı zaman altmış yaşından fazla olduğu anlaşılıyordu. Basamakları tak tak çıktı. Genizden gelen bir
sesle konuşmadan önce Scarlett onun dağlardan geldiğini anladı.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:959)
Taku tuku : Öteyi, beriyi
“Haçça da dokundu. Sıcak diz...
‘Biz onu bunu bırakalım da...’ dedi Haçça. ‘Güzün şu sayvanın üstüne bir güççük oda yapalım. Taku
tuku taşıyalım içine. Anamı da boşalacak yan eve alalım. Ben utancımdan gahroluyorum.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:94)
Takva : (ARAP. MYTH.): ‘Vikaye’ <kayırma, koruma>den: Allah’tan korkup, günah ve zararlı şeylerden
sakınmak, çekinme çekinmek
“Ey içinde bir takvası olmadan
Riya giysisine bürünen insan!
Evine serdiğin bir eski hasır,
Kapında rengarenk perde salınır!”
-----------------------------------“Aşk sultanı bir köşeye konar da,
Takvaya bir yer mi kalır orada?’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:127;172)
Talak-ı selase; Talak istemek : (ARAP. MYTH.): Müslüman yasalarına göre, birinin imam nikahlı eşinden
boşanma talep etmesi; Üç kez, bir tanık huzurunda ‘Boşsun, boşsun, boşsun!’ demesi
“Talihsiz kadın talak-ı selase ile üç tekme ile kocasının evinden sokağa atıldı. Yine efendilerinin
konağına sığındı. Fakat kara bahtının bu son vuruşuna dayanamadı, yedi sekiz ay sonra dünyasını değiştirdi.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:361)
“ ‘... yani kolumun kanadımın en kırık olduğu sıra, beni bir gurbet hapishanesinde yapayalnız bırakıp,
aleyhime dava ikame ederek, talak istedi!
-Vay kansız vay!
-Vay cibilliyeti bozuk karı vay!
-Böylelerini ben olsam, ah ben olsam...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:274)
Talamak : Kaplamak, bürümek, sarmak
“... Siz ne istersiniz İnce Memedden behey ahmaklar, size ne yaptı İnce Memed, behey kafasız eşşekler,
bre eşşek köylüler? Dağın yamacını talamışlar. Dört bir yandan dağın yöresini sarmışlar, kovalıyorlar Memedi.
Memed de can havliyle kaçıyor. Kurtuluş yok.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:239)
Talan edilmek; etmek : Yağmalanmak; Yağmalamak
“ ‘Ya Taras’a ne oldu?’ diyeceksiniz. Taras alayıyla Lehistan’ın altını üstüne getirdi, tam on sekiz
köyde kırka yakın manastır yaktı, ta Krakov önlerine değin vardı. En zengin konaklar talan edilip soylular
kılıçtan geçirilmiş..... evlerdeki en gözde eşyalar kesilmiş, kırılmış, yakılmıştı.’ ”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:II, sa:90)
“Bir ulus komşusundan daha güçlü olduğuna aklı erince, hemen onun tepesine binip varını yoğunu
talan etmelidir. Yirminci Yüzyılın başında Batılı uluslar, birbirlerinin sömürgelerine fena sulanmaya
koyuldular.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa:12)
“Papatya, gelincik gibi dağlarda arılara ve kelebeklere, ’istediğiniz kadar talan edin’ diye bağırlarını
açan yaban çiçeklerini saçlarına takarak başlarını vahşi bir bahçeye döndürmüşler, vur patlasın çal oynasın
eğleniyorlardı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:66)
“Hırslı olan sizlersiniz.. Yarım milyonu, bir milyonu motorlara radarlara sıvayanlardansınız. Bu parayı
da bir gün önce çıkarabilmek için, canını dişine takıp denizin altını üstüne getirerekten, talan eden sizlersiniz.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:168)
“Hep ayakta duran bunca ordular ne işine yaradı Fransa’nın? Toprakları talan edildi, şehirleri yıkıldı,
İmparatorlukları battı. O nedeyse beşikten yetişme askerler bir işe de yarasalardı bari.”
(Th. More, “Utopia”, sa:26)
“Kadının gözyaşlarına ve kendisiyle birlikte gitme isteğine karşı duygusuz kaldı, kadını koca evde
yalnız bıraktı ve büyük bir kalabalıkla birlikte Moretan ülkesine doğru yola çıktı. Yedi çarpışmada düşmanı
yendi, Sarazanların haydutluk kalelerini ateşten bir süpürge ile yerle bir etti, kentlerini yıktı, yengi sonucu kıyıya
kadar heryeri talan etti, orada da gemiler ve kürekçiler kiralamak zorunda kaldı, ganimeti bunlarla yurda
yolladı.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün-Benzer Benzemez Kızkardeşler”, sa:161)
Talent :
(YUN.): Eski Yunanlarda bir tür para ve ağırlık ölçüsü
“o hain ki rüşvet aldığı üç beş parça gümüş için
gurbet elde bırakırdı dostu Timeokreon’u
yurdu İalyos’tan uzaklarda. Atıp cebine üç talent’i
yelken açtıydı cehennemin dibine.”
(Timokreon, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:24)
Taler : (ALM. MYTH.): 1908 yılına kadar Almanya’da kullanılan gümüş para. Bir ‘taler’, üç ‘mark’
değerindeydi.
“Daha epey vakit vardı; kimseye görünmemeye çalışarak sapa yollarda, bana değişmiş gelen bir kentin
sokaklarında ilerlemeye koyuldum; o zamana kadar hiç görmediğim bulutların altından yürüyor, önünden
geçtiğim evler bana bakıyor, yanından geçtiğim insanlar kuşkuyla beni süzüyordu. Yolda aklıma geldi ansızın,
okul arkadaşlarımdan biri bir gün hayvan pazarında bir taler bulmuştu. Tanrı bir mucize yaratsa da, bana da
böyle bir şey nasip olsa diye dua etmeye dünden hazırdım.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:33)
“... bu tuhaf, gülünç tasarruf adamı (bir a.D., yani artık bahşs mevzuu alanda çalışmayan emekli), eski
gravür koleksiyoncusu olarak çok sıra dışı bir zeka, kusursuz bir bilgi birikimi ve sonderece ince bir zevk ortaya
koyuyordu: İlki gümüş paralar olan neredeyse altmış yıllık siparişlerini yavaş yavaş bir araya getirdiğimde, bu
küçük taşra adamının, bir taler’e, en güzelinden bir yığın Alman ahşap baskısı alınabilen zamanlarda sessiz
sedasız, herhalde yeni zenginlerin dillerinden düşürmediklerinin yanında son derece kıymetli kalacak bir bakır
baskı koleksiyonu yapmış olduğunu fark ettim.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:189)
Tali : İkincil; O kadar önemli olmayan; Ara
“Daha içten dönemlerde savaş bakanlığı olarak adlandırılan, son dönemde ise savunma bakanlığı olarak
anılan ilgili bakanlıktan gerekli talimat(lar) verilerek sınır boylarına yerleştirilen ordu birliklerinin görev alanları
yalnızca anayollarla, özellikle de komşu ülkelere giden otoyollarla sınırlandı, böylelikle tali yollar kuş uçmaz
kervan geçmez bir hal alıyor, doğal olarak ara yollar, patikalar, keçiyolları da kontrol dışı kalmış oluyordu.”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:59)
Talih gözün çıksın : ‘Kör talih, bize çarpmaz ki’ kabilinden talihsizlikten yakınma, ilenç
“ ‘... Onun adamı asılzade. Ne parada ne de pulda gözü var. Benimki niye elimde avucumda nem varsa
çekip çekip aldı?’diyemeyeceği için:
-Talih, dedi, ne deyim talih gözün çıksın!’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:97)
Talihi (bir) dönmek : Bir insanın yaşam tarzında olumlu ya da olumsuz yöne keskin bir viraj alması
“O günden sonra (Şits) başladı azizle (Yan) yatıp kalkmaya. Talimlerde bile yanından ayırmıyor.
Kumarda da talihi bir açıldı, sorma. Nerede konaklayıp çadır kursak, iskambil oynuyoruz ve her seferinde ütüyor
milleti. Ta ki Prakeyn dolaylarında Drahenitse’ye gelene kadar. Seninkinin talihi bir döndü, aklın durur. Bir
kaybetti pir kaybetti, son meteliğine kadar. Tığ teber şahı merdan.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:431)
Talihin (bir, hangi) cilvesi : Şans yardımıyla, her şeyin olağanüstü olumlu ya da olumsuz gelişimi
“DR. FISHER - Ne demeye çalışıyorsunuz?
IZZY - Bütün bunların talihin cilveleri olduğunu. Eğer eski hayatıma dönebilecek olsaydım, o kadar
da kötü hissetmezdim. Silkelenip tekrar saksofonumu çalmaya devam ederdim ve bu da bana yeterdi. Ama
şimdi, bu hastaneden dışarı adımımı attığımda, yersiz yurtsuz olacağım.”
(P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:24)
“Talihin bir cilvesiydi yaşananlar, duyudışı bilmenin sonucuydu; şimdi de iliğine işleyip onu ele
geçirmeye hazır olarak yüzeye çıkıyordu. Dinlerken kendini hafiflemiş, bomboş hissetti Hogarth, iradesinden,
hırslarından ya da arzularından, dahası hastasına duyduğu ilgiden yoksun kalmıştı.”
(L. Durrelll, “Karanlık Labirent”, sa:82)
“Burada kullanacak başka sözcük bulamıyorum. Şansı yaver gitti, talihin cilvesi, koşulların şaşırtıcı
uygunluğu gibi deyişler onun başına gelenleri anlatmak için çok güçsüz görünüyorlar bana.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:18)
İşin garibi, en son gönderiyle çıkan mektupların o mektup hariç tamamının gidecekleri yere varmış
olmalarıydı, o bir tek mektup, kim bilir talihin hangi cilvesi nedeniyle yerine varamamış birçok aşk mektubu da
vardı ve bu tür olumsuzlukların nelere mal olduğunu ancak tanrı bilebilirdi...”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:134)
Talihi ters gitmek : Hayatta bir türlü mutlu olamamak, şans yardım etmemek; ‘kaybedenler’ grubunda olmak
“Bu işe kalkışmış olmaktan pişmanlık duyduğu belliydi: ordu parçalanıyordu, köylüler buğdayı ve
hayvanlarını ormanlık alana ya da da daha kötüsü bataklığa saklıyordu, Birlik’e ait öncü gruplardan biriyle
karşılaşmamak için ne kuzeye ne de doğuya doğru ilerlenebilirdi; kısacası, bu hödükler Cremalılardan daha iyi
durumda değildi, ama talihi ters gitmişti bir kere. Oradan çekilp gidemezdi de, yoksa bir daha onurunu
koruyamazdı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:192)
Talihi yaver gitmek : Şansı ondan yana olmak, şanslı olmak
Bk.: Talih yüzüne gülmek
“Üçü de ağlarını sana adıyor Pan,
Pigres kuşlar için, Damis dağ hayvanları,
Kleitor denizdekiler için, üç kardeşten
ortak bir armağan sana, talihleri yaver
gitsin diye avda; sen ki ustasındır
hem denizde hem karada.”
(Magnesialı Aleksandros, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:158)
“Ayrıntıları size işinizi kolaylaştırmak için anlatıyorum. Kalıntıları kentin dışındaki bir çöp yığınının
üstünde aramamız gerek. Kemikler vardır orada; bir avuç zavallı kemik, ama bunların da öteki pisliklerden ayırt
edilebileceğinden kuşkuluyum. Ola ki talihimiz yaver gitsin.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:360)
“Çarpışmaya giren biri, hangi reisk altına girdiğini bilir, herhangi bir üsütünlük bilinci taşımadığı
zaman, en büyük riske girmiş demektir. Talihi yaver gidip galip gelen kişi ise gücünün çoğaldığını hisseder ve
sonraki hasmının karşısına daha coşkulu dikilir.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:34)
“ ‘Çok doğru. Yakında yoğun sevgiyi -seven insanı yakıp kül eden sevgiyi- yaşıyacaksın. Şimdilik, bu
sevginin sende özgürce belirdiğini bilmekle yetin.’
‘Bu duyguyu daha önce de yaşamıştım, ama çok kısa, üstelik biraz farklı bir duyguydu. Hep
meleğimde büyük bir başarı kazandığımda ya da talihimin yaver gittiği anlarda yaşamıştım.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:87)
“ ‘Surlara yapılacak ilk saldırıda, yürekli bir avuç insan kente girebilir, kapılara doğru gidip onları
açabilir, yeter ki dışarda içeri girmeye hazır bir başka grup olsun. Talihim yaver gitti. Ama sen bu gece neler
gördüğünü hiç kimseye söylememelisin, çünkü bir başkasının benim keşfimden yararlanmasını istemiyorum’
dedi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:195)
“Talihim, yerime bir subay geçinceye kadar yaver gitti. Buna müthiş içerledim ve öç alma tutkusuyla
yanarakk, kolejdeki amirlerime, genç bir kilise adamının alçakgönüllülüğünü incitecek nitelikte manzaralar
görmekten korktuğum için artık Altın İncil’e hiç gitmeyeceğimi anlattım. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu
sahteciliğimden dolayı kendimden pek de memnun kalmadım. Çünkü Bayan Pigoreau <üvey anne>, hakkındaki
davranışımı öğrenince, kendisinden kolluklarla dantel bir yakalık çaldığımı dünya aleme ilan etti. Uydurarak
sızlamaları amirlerimin kulağına kadar gitti. Sandığımı arayarak, içinde oldukça değerli ziynet eşyası buldular.
Bunun üzerine beni kovdular. İşte böylece ben de Hippolytos ve Bellerphon örneği, kadının hilesini ve
kötülüğünü sınamış oldum.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:21)
“ ‘Talihin orada da yaver gitmezse, piyanoyu rehine veririz ya da başka bir çözüm buluruz. Ben şimdi
bir pusula yazıp vereceğim sana. Ama, bana bak, sakın atlatmaya kalkmasınlar. Çok ihtiyacım olduğunu,
meteliğe kurşun attığımı söyle. Ne halt edersen et, sakın elin boş dönme, yoksa seni cepheye sürdürürüm.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:140)
“ ‘... Ama umarım bizi Franz’dan başka dıuyan yoktur ve zaten o da bütün kurallara karşı gelerek size
dostça davranıyor. Talihiniz bundan böyle de nöbetçilerinizin atanmasında olduğu kadar yaver giderse, o zaman
geleceğe güvenle bakalabilirsiniz.’ ”
(F. Kafka, “Dava”, sa:19)
“Hemen Edinburgh Yolu’ndaki Transport Café’ye yollandım. Şimdi orası bir araba park alanı oldu; o
zamanlar, eski bir tiyatrodan dönme bir kafe idi. Talihim yaver gitti. Glasgow’a gidecek yüklü bir kamyon vardı
ve o anda gereksinimim olan yardımı verdi bana.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:60)
“Sabah Ka’nın talihi yaver gitti ve herkesin merak edip elini sıkmak isteyeceği İstanbullu ünlü bir
gazeteci gibi karşılandı; vali muavininden en yoksuluna kadar herkes ona kapısını açıp konuştu.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:16)
“Uğur doğar yazgımı yönelten yıldızlarda,
Talihim başlayarak yaver gitmeye yine,
Yırtık pırtık sevgime giyim kuşam sağlar da
Layık gösterir beni senin iyiliğine.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:26, sa:93)
“ ‘-Birbirinize bir adım daha yaklaşırsanız tabancaları alır gider, uşaklarınızla baş başa bırakırız sizi!’
dediler.
B. de Creveroche’un talihi gene yaver gitti. Uzun zaman nişan aldıktan sonra Octave’ı sağ kolundan
ağır yaraladı.”
(Stendhal, “Armance”, sa:183)
“... <Bertrand Russell> ‘Bazen, bir süre sonra, bir hata yapmış olduğumu ve tasarladığım kitabı
yazamayacağımı anlıyordum. Ama çoğu zaman talihim bundan daha yaver gidiyordu.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:62)
Talihli ve Talihsiz Yönler : Feng-Shui’nin olmazsa olmaz beşinci ilkesi
“Hepimiz için, doğum yılımıza göre belirlenen, dört talihli, dört de talihsiz yön vardır.
Bu yönleri saptamak çok güçtür; ancak uzman’lar, Pusula Ekolü’nün sunduğu sekiz trigram’ı kullanarak pozitif
ve negatif yönlerimizi belirlerler. Örneğin, erkekseniz, doğum yılınızın son iki rakamını yüzden çıkaracak ve
kalanı dokuza böleceksiniz. Kadınsanız doğum yılınızın son iki rakamından dört çıkaracaksınız, kalanı dokuza
böleceksiniz. Bölümden geriye kalan rakam, sizin ‘trigram’ınızı belirler ki, önceden tesbit edilmiş cetvele
bakıp, ‘Chien-Yaratıcı’; ‘K’un-Alıcı’; ‘Chen-Baştan çıkarıcı’, “Sun-Nazik’, ‘K’an-Uçurumun kenarında’, ‘Li’Tutucu’, ‘Ken-Durağan’ ve ‘Tui-Neşeli’ olup olmadığınıza üstadınız karar verebilir.”
(Richard Webster, “Başarı ve Mutluluk İçin Feng-Shui”, sa:99)
Talihsiz baş (Ah talihsiz başım!) : Herhangi bir anda, başına büyük bir felaket gelmiş kimsenin feryadı
“ ‘kaynım, güzel rubalı görümcelerim, eltilerim, kaynanam,
-kaynatama söz yok, yumuşaktı bir baba gibi-,
tatlı sözlerle ossaat susturdun onu.
Hem sana (Hektor) ağlarım bu yüzden,
hem talihsiz başıma ağlarım.
Engin Troya’da dostum yok senden başka.
herkes sırt çeviriyor, sevmiyor beni hiç kimse.’
Helene böyle dedi ağlaya ağlaya,
inim inim inledi kalabalık halk.”
(Homeros, “İlyada”, sa:534)
Talih (nihayet) yüzüne gülmek : Bu kez bu işte şansı olmak; ‘Sabreden derviş muradına ermiş’ bağlamında
“MARSDEN (Mekanik bir tepkide bulunur, yüzü acıdan karışır ve makine gibi düşünür.) - Allah
kahretsin şu eski dost... (Sonra gözünün ucuyla Nina’ya bakıp rahat bir gülümseme ile.) Allah işini rast getirdi,
eski dostu Charlie!... Sen ki artık arzu duymuyorsun... ve talih nihayet yüzüne güldü...”
(Eu. O’Neill, “Araya Giren Garip Oyun”, sa:284)
“Aptese çıkması için özel düzenekler yapılmıştı. Gene de her seferinde bir sürü sıkıntı çekiyordu.
Pislikten, utanç verici durumundan, kokudan, bu iş olurken yanında bir başkasının da bulunmasından dolayı
kendi kendini yiyordu. Neyse ki bu en pis işte talih İvan İlyiç’in yüzüne gülmüştü. Ona mutfak uşağı Gerasim
yardım ediyordu.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:74)
Talihsizlik kuşu : Başa konarsa biri sürekli, hayat boyu hep talihsiz olacak; şanssız
“O gittikten sonra Talihsizlik Kuşu’nun peşine şeytan takılmış gibi hızla gruptan ayrıldığını ve
Uzman’ın peşine düştüğünü gördüm: daha doğrusu peşinden koştuğunu...” ...... “Yere çömelmişti, karısının da
yardımıyla büyük bir telaşla bavulunu toplayıp bir kemerle sıkılaştırdı, sadece bu işle ilgilenip başka bir şeyi fark
etmez gibiydi. Ama o sırada Talihsizlik Kuşu onun arkasında durdu, belli ki onu tanıyordu. Çünkü hemen
ardından onların da yola çıkma kararı alıp almadıklarını sordu. Adam..... cevap olarak sadece şaşırmışlığını belli
eden bir soru sordu: ‘Gitmek zorundayız, öyle değil mi?’ ”
(Imre, Kertész, “Kadersizlik”, sa:63-4)
Talih yüzüne gülmek :
Şansı yaver gitmek, talihli olmak
“Böylece, tutukluya olan tüm bağımlılıklarına karşın, düşesle başbakan onun için pek az bir şey
yapabilmişlerdi. Prens öfkeliydi, sarayla kamuoyu Fabrice’e diş biliyordu, o nedenle başına felaket gelmesine
pek seviniyorlarrdı. Fabrice pek fazla mutlu olmuştu, talih hep yüzüne gülmüştü. Avuç avuç saçtığı altınlara
karşın, düşes kaleden içeri bir adım bile atamamıştı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:349)
Talika : Dört tekerlekli, atlı, yaylı at arabası (Özellikle masallar ve onların kahramanları için kullanılır)
“KAPALI MEKTUP
-------------------------Eh, şimdilik yürüyelim bakalım, umudum benim, aşalım
şu köprüyü - çift boynuzlu yaşlı aydedenin talikası peşince.
Dünyanın sonuna erişelim ve tramplenden atlayalım.
Gerekirse tanrının kapılarına dayanalım bir gece.”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
Talimlemek : Deneme, prova yapmak; üzerinde çalışmak, uygulamak
“Eyice talimlediler çünkü. Onun için, bu seferki hücumları korkunç olacak. Öküzü bıçaklayacaklar.
Yedi köye rezil edecekler seni. İtten rezil olacaksın. Şan olacaksın. Heç elinden tutanın olmayacak.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:369
Talimli : İyi eğitilmiş, deneyimli
“... ve hele hele son derece disiplinli, talimli ve gözü pek Türk asker ve subayları, yüreğimize su serpen
yabancı kuvvetlerdi.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:123)
talisman : (MYTH.,SİHİR,KOLL.,İNG.) : İçinde, birilerini her tür tehlikelere , başlıcası sihir, büyü gibi
bağlardan kurtaracağına inanılan yazılı k a ğ ı t; sihir, büyü
talkie; walkie-talkie : (KOLL.,SİNEMA) : 1920’nin sonlarına doğru, sessiz filmlerden sesli filmlere
geçildiğinde, tüm film’ler atrık ‘talkie = konuşkan, sesli’ oluyordu. Bugün bile, ne kadar az dahi olsa, nükte
olarak hala bu referans yapılmaktadır. Walkie-talkie : Aşağı yukarı aynı zamanlarda, yakın mesafelerde,
örneğin okul, iş yeri vb., kişiler ellerinde pille çalışan çağrı cihazlarına bu adı takmışlardı (İ.E.)
TALMUD : (MUS.,DİN,HUK.) <Tal’mud> : Musevilerin M i s n a h ve G e m a r a’sını da içine alan
YASA ve TEFSİR kitabı.”
Taltos : (MACAR.MYTH.) Macaristan Şaman’ına ‘T a l t o s’ denir. Onun ödevleri: “şifa vermek”,
“cadıları bulmak” ve “şeytanın işlerini kısıtlamak”tır. Bunu başarmak için, şamanlar ‘özel’ kudretle
donanmışlardır. Örneğin, onlar ne isterlerse rüyalarında görebilirler, hazineler keşfedebilirler; kendilerini boğa
ya da at’lara dönüştürebilirler.
“Francis CSUBA (Çuba) (1721), çok meşhur bir Taltos idi. O, “Çökmö” (Csökmö) halkına bir oyun
oynamıştı. Halkın inanışına göre, bataklıkta gizli bir hazineyi koruyan devasa bir dragon vardı. Csuba, ahaliyi bu
dragon’dan kurtarmak vadiyle, bir ucunu ahalinin ellerine bağladığı kalın bir urganın diğer ucunu, -sözverdiği
gibi- dragon’a değil de bir ağaca bağlıyor. Bir yardımcısını da ağacın üstüne oturttuğu gibi onun çıplak
popo’sunu köylülere döndürüyor; elinde de bir borazan, öttürüyor. Ondan sonra Csuba köylülere hitap ediyor:
“Her kim ki başkasının karısıyla ilişkide bulunuyor, ipin ucunu bıraksın, zira dragon ilk önce onu yiyecek!”
Herkes canı için kaçar. Başka bir öykü de onun dragon ile kavga edip onu kaçırtışıdır.
T a l t o s , Macar inanışına göre, rahim’de, Allah tarafından yaratıldı. Yerde savaş olursa, o gökte,
ulusunu kurtarmaya çalışır. Öz memleket için olan savaşlarda, Tanrı onları kanatları altına alır. Taltos’lar, kuşlar
gibi uçabilir.”
(İ. Ersevim, “Şamanizm”, -Henüz basılmamış-)
Tam adamına düştü; Tam adamını buldu : O, o işi yapacak (ya da o karakterde) kimse ya da tamamen tersi
“ ‘Biz öğrenir, size bildiririz, merak etmeyin!’
‘Bu ziyaretten büyük memnuniyetler döndüğümüzü söylemeye gerek yok. Doğrusu tam adamına
düşmüştüm.’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:102)
“HORNE, arkadaşının aç gözlerine hesaplı bir bakıştan sonra, anlamlı bir edayla. - ... Kaptan ada
haritasının kopyasını kamarasında nereye kilitlediğini bana gösterdi. Eğer ona bir hal olursa, altınları karısına
ben götürecekmişim. Öyle söylüyor. (Kaba bir gülüşle güler.) Altınları karısına götürmek ha? Tam adamını
buldu …”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:69)
Tamah, tamah etmek : Başkasının malında gözü olmak, açgözlülük, doymak bilmezlik
“Kızın bakışlarında sanki küçük kardeşinin Miles’ı kapmış olmasına inanamıyormuş gibi bir ifade var hoş, kendisinin adama ilgi duyduğu filan yok, ‘sünepe bir çöp temizleme işçisine kim ilgi duyar ki?’ ..... üstüne
üstlük geçen yaz ona verdiği rüşvetleri, bir hafta boyunca her gün taşıdığı sayısız çalıntı armağanı bir türlü
unutamıyor; bütün bunlar olumlu bir amaç için yapılmış olsa da kızın açgözlülüğü, o çirkin aptalca şeylere
tamah etmesi sinirlerini bozuyor.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:43)
“Oysa ben, canımı kaybetmek için değil, bir şeyler kazanmak için evimi barkımı, çoluğumu çocuğumu
bırakıp hizmetinize girdim; fakat çok doğru söylemiş atalarımız: az tamah çok ziyan getiriyor. Açgözlülüğüm
yüzünden, ikide bir vereceğinizi söylediğiniz şu kahrolası adayı ele geçirme umudunu da kaybettim.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:126)
“Köylüler
----------Ve bazen karşılaşır bakışlar tamah dolu
Odayı doldurunca hayvan buharı.
Tekdüze okuyor bir yanaşma duayı
Ve bir horoz ötüyor kapının altından içeriye.”
(Georg Trakl<1887-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.04.09)
Tam gaz : Tüm hızıyla
“Şimdi büyükelçilikten tam gaz uzaklaşıp Champs-Elysée’nin hafif trafiğinde yılankavi kıvrımlar
çizerken Langdon seçeneklerinin daha da kötüye gittiğini hissediyordu. Sophie polisi atlatmış gibi görünüyordu
ama Langdon en azından o an için, şanslarının devam edeceğinden şüpheliydi.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:163)
Tam ‘hedefe’ isabet : Tam on ikiden isabet, tam merkezden vurmak
“Bu varsayımı akla uygun bir biçimde sürdürmek üzere telaş içinde büroma gidip, sanki Bartleby’yi,
hiç görmemiş gibi davranarak, sanki o havaymış gibi dosdoğru onun üstüne yürüyebilirdim. Böyle bir uygulama
garip bir biçimde de tam hedefe isabet edebilirdi.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:55)
Tamı tamına : Tümüyle, bütünüyle, hepsini
“WEISKOPF - Eğlenceden arta kaldı bunlar, Bay Kittel.
KITTEL - Af dileyen insanlar özellikle sevimli görünür bana.
WEISKOFP - Bay Kittel, Bay Kittel! Onun niye fazladan beş yüz işçi almak istediğini tamı tamına
anlatabilirim size.
KITTEL (GENS’e.) - Kurtar beni şu sırnaşık adamdan!”
(J. Sobol, “Getto”, sa:101)
tamquam ab inistus possessoribus : (LATİN) <tam’kuam ab ‘inus’tus pose’soribus> : ‘Haksız olarak sahip
olanın elinden, haksız ziyed’<sahib, el sahibi>’lerden alır gibi’
“Tanrı’nın bilimi insan bilimi aracılığıyla kendini gösterir...... Bilginlerin kendilerini gittikçe daha çok
adamaları gereken kutsal büyüdür bu.... Hıristiyan bilimi, bütün bu bilgileri tamquam ab inistus possessoribus
putatapanların ve imansızların elinden alarak onlara yeniden sahip çıkmalıdır.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:109)
Tam takım : Her şeyiyle, tümüyle
“Kendime bir biftek hazırlayayım… Kızartma tavası nerede? Oooo, hayret edilecek bir şey… Bak,
şuraya bak, tam takım mutfak buraya geliyor.”
(D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:80)
Tamtakır (kuru bakır) etmek, kalmak : Bom boş, herşeyi yitirmek; İçinde işe yarar hiçbir şey kalmamak;
Parasız kalmak
“Hazinesi henüz tamtakırken, yarının Türkiye’sine bilimi önder etme çabasıyla yurtdışından eleman
getirten ve yurtdışına eleman gönderen Atatürk dönemi ile, geleceğin üniversiteleri meydanlarda, siyasi
söylevlerin vaad nesnesine dönüştüğü ..... biraz daha insanca yasama ve çalışma olanağını kazandırmayı
amaçlayan bir yasanın ‘tasarruf tedbirleri’ gerekçesiyle bir türlü Büyük Millet Meclisi’nden çıkamadığı bugünü
karşılaştırmak, kanımızca ortaya pek Atatürk’e ve onun mirasına layık bir tablo çıkartmayacaktır.”
(A. Cemal, “Yaşamdan Çevirdiklerim”, sa:164)
“-... Alkole düşkünlüğünden... manastıra da almadılar. Şimdi kederinden daha çok içiyor. Soylular
Birliği Başkanı’na gidip içkiciliğini anlatacağım. Biliyor musunuz, birkaç kez sandıkları açıp Maneçka’nın
çeyizlerini aldıktan sonra gezgin duacılara dağıtmış. Böyle giderse Maneçkam büsbütün çeyizsiz kalacak.
Sandıklardan ikisi tamtakır boşalmış.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:157-8)
“Yıllardır Fedor Pavloviç’in sadakaları devam ettiği için son zamana kadar hiç parasız kalmamıştı.
Fakat şimdi tamtakırdı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:6-7)
“SOLANGE - Bırak konuşayım, içimi boşaltayım. Ben de sevdim sevmesine tavan arasını. Çünkü o
tamtakır yoksulluğu benim hareketlerimi de kuruttu...”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:22)
“MARLOW - Evet efendim, akşam yemeği için.. öyle bir iştahım var ki, doğrusu, bu gece kilerinizi
tamtakır edeceğim. (Ayağa kalkar.)
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:41)
“Bir süredir, sonbaharın geldiğini, buna karşılık daha epeyce yolumuz olduğunu söyleyerek Kırım’dan
bir an önce ayrılmamız için sıkıştırıp duruyordu beni. Razı oldum. Kırım’ın bu bölgesinde görmediğim yer
kalmamıştı zaten. Böylece, her zamanki gibi tamtakır olan ceplerimiz biraz ‘mangır görür’ umuduyla
Feodosya’ya doğru yola koyulduk.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:115)
“Adeta yaradılışından gelen bir hak anlayışıydı bu... Saygıdeğer bir yurtdaş bir Meksikalıyı öldürecek
olsa, ya da tren durdurup ekspres vagonundaki kasayı tamtakır bıraksa, Luke adamı yakaladığında suçluları öyle
bir azarlar, onları öylesine lanetlerdi ki, adamcağızlar utançlarından böyle bir harekete bir daha cesaret
edemezlerdi.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:200)
“Yakındaki büyük tabakhaneydi <deri fabrikası> bu yer, eski ve çok büyük bir binaydı, loş
tavanaralarında kocaman deriler asılı dururdu hep, bodrumda üstü örtülü çukurlar ve ayak atılması yasak
dehlizler vardı; akşam oldu mu, bu dehlizlere Liese bütün çocuklarrı toplar, onlara masalar anlatırdı.............
Çukurlarda, bodrumda, bahçede ve tavanaralarında sepici <deri işleyen> kalfalarının çalışmalaraı alışılmadık bir
tuhaf duyguyla doldururdu insanın içini, o kocaman tamtakır odalar sessiz ve korkutucu olduğu kadar çekiciydi.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:148)
“Meyhanede içip kafayı bulanlar babam için geçmişe karışmıştı artık. Günde iki kez bir bardak
doldurup kendisine verdiğim kaliteli güney şarabını suratını asarak yudumluyordu, çünkü şişeyi gerisingeri
tamtakır kilere götürüp bırakıyor, kilerin anahtarını da asla babama vermiyordum.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:158)
“Bir gün, piskoposluğa bağlı eski bir şehir olan Senez’e eşek sırtında geldi. O sıralar kesesi tamtakır
olduğundan başka bir taşıt bulmaya imkan olmamıştı. Piskoposluk binasının kapısında onu karşılamaya gelen
şehrin belediye başkanı utangaç ve şaşkın bakışları onun eşekten inişini seyrediyordu. Çevresindeki bir kaç kişi
gülüşüyorlardı.” ........................... “Bundan böyle herhangi bir şey yemek söz konusu değildi: Ne ekmek vardı,
ne et. Barikattaki elli kişi, orada bulundukları on altı saat içinde, meyhanenein zaten yetersiz yiyeceklerini son
kırıntılarına kadar silip süpürmüşlerdi. Saldırıya dayanan her barikat gibi burası da, belirli bir anda ve kaçınılmaz
bir şekilde, tamtakır kuru bakır hale girivermişti: Açlığa katlanmak gerekiyordu.”
(V. Hugo, “Sefiller”,Cilt:I, sa:26; Cilt:V,sa:27)
“Vezneciler’e döndü. Ardındaki de. Şöyle bir elli adım kadar gerisinden. Çıtır çıtır çıtırdıyan, adeta
elektrikli bir rüzgar. Şapkasını tutmasa, uçacak. Ya bu rüzgar, delidolu, bu homurtulu bulutları dağıtır,
gökyüzünü silip süpürür; ya da bu bulutlar bütün heybetiyle bu rüzgarın gırtlağına çöküp boğar.”
(A. İlhan, “Kurtlar Sofrası”, sa:7)
“Eski il başkanının büyük bir öfkeyle atlayıp Ankara’ya giderek, herifin sap deyip saman dediğini, dini
siyasete ahmakça alet ettiğini, boş, tamtakır, cahil biri olduğunu ısrarla belirtmesine iltifat edilmemişti.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:241)
“Fakat, Bird’ün şansı yaver gitti; hiçbir şey olmadan dershanenin kapısından girmeyi başardı. Kaldırım,
peron ve tren. En kötüsü de trendi, ama Bird boğazı tamtakır kurumuş halde titreşimlere ve başkasının kokusuna
katlanmayı başarabildi.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:92-3)
“-Laf aramızda, senin çiftlikte de hazineye konarlar hani! dedi. Kırmızı kasan tıkabasa doludur sanırım.
-Nerdee, aziz Kirila Petroviç! Doluydu dolu olmasına ya, şimdi tam takır, kuru bakır!”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:61)
“Alt kat insanın nefesini tıkayacak kadar küf kokuyordu. Bağlarbaşı’nın yüksekliğinde bu küf kokusu,
ancak ancak damın akmasıyla açıklanabilirdi. Odalar tamtakırdı. Sıvalar dökülüp bağdadiler ölü iskeleti gibi
meydana çıkmış, sarkan tavan tahtaları gibi döşemeler de yer yer çürümüştü.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:55)
“Biz üzümü çiğneriz, şarabı başkaları içer. Ekini biz ekeriz, gene sofralarımız tamtakır kalır.”
“Tamah tir tir titredi, başına kül serpti. ‘Zalim!’ diye bağırdı, ‘Zalim! Hindistanın sur çevrili
şehirlerinde kıtlık var, Semerkand’ın su hazneleri tamtakır olmuş.”
(O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:85;91)
“Özel ellerde ve antikacılardaki koleksiyonları, sahibi dolandırıldığını anlayana kadar, kaşla göz
arasında, tam takır ediyorlardı.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:363)
“Paranın değerinin gaz misali uçup gitmesinden sonra, sanat piyasasında işlerin nasıl olduğunu
muhtemelen siz de biliyorsunuzdur: Yeni zenginler (Almanya’da) birdenbire Gotik Meryem Analara,
incunabulum’lara, eski gravür ve resimlere olan meraklarını keşfettiler, onlara hokus pokus’la ne getirip versen
yetmiyor; hatta insan, evi ya da odası tam takır kalmasın diye kendini savunmak zorunda kalıyor.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:187)
Tam(ı) tamına : Tamamı tamamına, tümüyle, aynen
“DELİ - Hadi hadi, alçak gönüllü olmayı bırakalım. Siz onun dansçı arkadaşı için biraz ağır şakalar
yapıyordunuz, demiryolcu da hakarete uğradığını düşünüp gücendi! Öyle değil mi?
S. KOMİSER - Şey, tahminimce tam tamına böyle oldu.”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:53)
“Kalktığında pantolon cebindeki paralar şıngırdadı. Orada tam tamına kaç para olduğunu biliyordu.
Beşbuçuk peni - iki buçuk peni, bir de üç penilik madeni para vardı. Durdu, o sefil üç peniliği aldı ve baktı.
Canavar, beş para etmez şey! Onu alansa aptalın aptalı!”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:9)
“Mösyö Darbédat, siyah saç yığınının altındaki bu parlak ve yıpranmış yüzü bir an sıkıntıyla seyretti.
‘Kızda bir trajedi oyuncusu havası var,’ diye düşündü. ‘Kime benzediğini de tam tamına biliyorum. Orange’da
Phédre’i Fransızca oynayan şu kadına, Romanyalıya.’ ”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:53)
“Erkekler de tam tamına aynı şeyi yaparlar, gerçek yüzlerini en baştan gösterseler, büyük bir olasılıkla
hiçbir zaman evlenemezler. Ama bu gene de her şeyi açıklamıyor.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:194)
Tam tekmil ; Tekmil vermek : Tümüyle, bütünüyle, hep beraber, eksiksiz; Sınıfta ya da Ordu’da, ‘mevcut’
araştırılırken tüm birimlerin, birey sayısı ve teçhizat <donatım> bakımından eksiksiz, ‘hazır’ oluşu
“Cenaze alayı hayli kalabalıktı, pek çok da meraklı katılmıştı alaya. Bay Giebenrath bir kez daha
herkesin kendisiyle ilgilendiği bir kişi olup çıkmıştı. Latince Okulunun öğretmenleri, müdürü ve kasabanın
rahibi bir kez daha Bay Giebenrath’ın üzüntüsünü paylaştılar: Sırtlarında redingot, başlarında resmi silindirler,
tam tekmil çıkıp geldiler, cenaze alayına katıldılar...”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:199)
Tam tersi(ne) Aksine, olması beklenilenin zıddı yönünde
“Bu kitap bir gün onun eline geçebilir ve geçmese bile, ben artık kendisiyle barışık bir insanım.
İncinmiş onurumla daha fazla boğuşmuyorum, her köşede, her barda ve sinemada, her akşam yemeğinde Esther’i
artık aramıyorum, Marie’de ya da gazetelerde artık Esther’i bulmaya çalışmıyorum. Tam tersi, var olduğu için
memnunum: benim hiç bilmediğim bir şeyi, sevmeye yeteneğim olduğunu bana gözterdi ve bu beni utandırıyor.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:71)
“Cruso beni bir daha kullanmadı. Tam tersi, sanki aramızda hiçbir şey geçmemiş gibi mümkün
olduğunca benden uzak durmaya çalıştı. Böyle davranması beni üzmedi. Ama itiraf edeyim ki, hayatımın geri
kalanını adada geçireceğime inansaydım, ona kendimi yeniden sunarak ve hatta gerekirse onu zorlayarak bir
çocuk sahibi olmaya çalışırdım.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:31)
“Ve arkasından: ‘Neçayev’in adamlarından biri misiniz?’
Bu soru kızı gafil avlamıyor. Tam tersine, gülümsüyor, kaşlarını kaldırıyorİ ilk kez gözleri görünüyor,
pırıltılı, muzaffer!! Elbette Neçayev’in <Rus ihtilalinin kahramanlarından biri> adamlarından biri o! Savaşçı bir
kadın...”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:105)
“KOMİSER - Peki, yargıç rolü oynayarak, dolandırıcılık yaptın mı, yapmadın mı?
SANIK - Hayır. O zevki tadamadım..... Aynı şekilde bir banka memuru diyelim. Belli bir yaştan
sonra hesapları karıştırır, müşterilerin, şirketlerin isimlerini unutur, vergi oranlarını ve çekmeceleri birbirine
karıştırır, bilgisayara da uyum sağlayamaz. Haydi eve... dinlen artık... sen yaşlandın, bunadın!. Oysa yargıçlar
için herşey tam tersi. Ne kadar yaşlanır, güçsüzleşirse makamları ve görevleri de o ölçüde yükselir..”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:12)
“... Naumburg’lu küçük Protestan rahibin oğlu herhalde hayal meyal böyle hissetmiştir, böyle muazzam
şeyleri yaşayan kimse değildir hiç, tam tersine henüz adı olmayan herhangi bir varlık, çok güçlü bir şey,
insanlığın yeni bir azizi.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Nietzsche’, Cilt:I, sa:141)
Tam üstüne basmak : On ikiden vurmak, tüm gerçeği o anda sezmek, bilmek
“ ‘... O kız da hemen hemen senin gibiydi ve aşağı yukarı senin giysisi gibi bir giysisi vardı. Ben ona
kendi çayır balımdan armağan ettim; bu bal bir insanın elinden aldığı son armağan oldu.’
Maren: ‘Tam üstüne bastınız,’ dedi. ‘O genç kız benim sevgilimin ninesi olacak; beni bugün o kadar
güçlerndiren içki kesinlikle sizin çayır balınızdan yapılmıştır.’ ”
(Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:45)
“Aynı soydan olmak, olasılıkla kendi evinden uzak bulunmak içgüdüsüyle işi sezmiş ve tam üstüne
basmıştı.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:109)
Tam yol(la) gitmek : Tüm süratle, son hızla
“Kasım ayının sonlarında, karların eridiği bir günde, sabah saat dokuza doğru Petersburg-Varşova treni
tam yolla, Petersburg’a yaklaşıyordu.. Öyle ıslak ve sisli bir gün idi ki, güçlükle şafak sökmüştü; vagonun
penceresinden, sağlı sollu, yolun on adım ötesinde herhangi bir şeyi seçmek güçtü.”
(F. Dostoyevski, “Budala”, Cilt:I, sa:7)
“Tam yolla giderken çevreme baktım. Arşipel, yer yer martılar gibi çırpınan yelkenlere noktalanmış.
Uzaklarda, ufkun ötesinden yemyeşil bir sır göründü. Bu görünen Yediadalar’ın ilkiydi. Ama bunların yedincisi
yoktu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:28)
“NIOBE orsa seyri diye can atıyordu. Gottlieb de öyle. Ah, yelkencinin bu en büyük yanılsaması, oraya
buraya sürüklenmediğini, rüzgar, yelken ve dümen arasında ustaca aracılık ederek, şu ya da bu rüzgarla nereye
nereye gideceğini kendinin belirleyebileceğini düşünüyorsun ya. Yelkenli tam yol ilerliyordu.”
(M. Walser, “Aşk Zamanı”, sa:254)
Tan; Tan ağarması : Şafak sökmesi; Gün doğumu
“Üçüncü mevki kompartımanda uyandığınızda, tavanda mavi ampul ışırken Cécile karşınızda
uyumaktaydı, uykuya dalmış üç turist yolcu daha vardı kompartımanda. Sonra tan ağarmağa başlarken, saate
baktınız, beşe gelmemişti henüz; gök dupduru ve yeşilimsiydi, her tünelin biraz daha aydınlanan bir yeşil.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:109)
“‘Sokak lambasından mıdır, yoksa tan ağardığından mı ne, bir yalım var gökyüzünde. Bir çeşit
kıpırdanma var. Bir yerlerde, çınar ağaçlarında, serçeler cıvıldaşıyor. Gün doğuşu duyumu var. Tan ağarması
demeyeceğim ona. Sokakta durmuş, baş dönmesiyle gökyüzüne bakan yaşlıca bir adam için kentte tan ağarması
ne demektir ki? Tan bir çeşit göğün aklaşmasıdır; bir çeşit yenilenmedir.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:228)
Tandır ; Tandır ekmeği : Toprağa çukur kazılarak yapılan bir tür fırın; Bu fırında pişirilmiş ekmek
“Şerife Hatun:
‘Bana, bana bir sac bulun.’
‘O sac neymiş, neye yararmış,’ diye sordu Baytar.
‘Üstünde yufka ekmek pişirirler.’
‘Bizim memlekette ekmeği tandıra vururlar, yufkasını da, somununu da… Aaah,’ dedi, ‘kaç yıl
oluyor boğazımdan tandır ekmek geçmeyeli.’ İçini bir daha derinden çekti, ‘Kokusuna hasret kaldığım tandır
ekmeği, aaah! Kokusu, tandırdan çıkar çıkmaz toprak kokusuna benzer, Ah!’ “
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:71)
Tanelemek : Ay çiçeği, mısır koçanı, nar, üzüm gibi bitki ve meyvelerin tanelerini elle teker teker yolmak,
çıkarmak
“Sabah erkenden işe giriştik. Hayvanları yemledik, inekleri sağdık, ahırı temizledik. Tarlada kalmış
saman yığınlarını ahıra taşıdık. Sonraki iki gün hava kararıncaya kadar buz tutmuş tarlaları sürüp ekin biçtik, dağ
gibi yığılmış mısır koçanlarını taneledik. Salim Amcamın ve Ahmetin yaralarını ilk kez burada tımar edebildik.”
(Hulya Sarıkaya, “Mübadele Öyküleri-Merguşe Laleleri”, sa:205)
Tangır tangır : Kuru, fakir döşenmiş, hemen hemen bomboş
“Bu, Gelibolu’daki tangır tangır boş, eğreti eşyalı evden çok başka bir evdi. Her yer sarı yaldızlı boy
aynaları, konsollar ve masalarla dolu. Döşemeler ilgili, ilgisiz birbirinin tepesine çıkar gibi tıklık tıklım
doldurulmuş. Herif adeta Beyoğlu’nun dükkanlarını evine taşımış.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:175)
Tang(ı)ur tungur : Patırdılı gürültülü (Özellikle madeni kap kacağın yuvarlanırken çıkardığı ses)
“Yağmur durmuştu ama hava hala soğuktu ve rutubeti ciğerlerimde hissedebiliyordum. Büyük bir
kamyonun caddeden tangır tungur geçişini izledim, gözden kaybolana değin arkasındaki kırmızı ışığa bakıp
kaldım.”
(P. Auster, “Kilitli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:126)
“Köylüler
<Gaithersburg, Maryland>
----------Bir başka sabah, kamyonetler
ve köylüler. Kırmızı giysilerimiz içinde
oyalanıp duruyorken, gördük yaklaştığını
tangur tungur bir kamyonetin.
Kurşunsuz benzin, oğlum, kaçmaz,
nakit ödeyeceğim, diye bekliyorduk”
(Martin Espada<d.1957>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.07.06)
“İki maden külçesini peşinden sürükleyerek kapı kapı dolaştıkça, tencerelerin tavaların, maşaların,
mangalların yerlerinden tangır-tungur yuvarlandığını, yuvalarından fırlamaya çalışan çivilerle vidaların
umutsuzluğundan kirişlerin inlediğini, hele hanidir kayıp nesnelerin hem de çok arandıkları yerlerden ortaya
dökülüp Melquiades’in büyülü demirlerinin peşinden paldır-küldür akın ettiğini görenlerin aklı başından gitti.”
(G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:7)
“Tek çıkar yol buradan uzaklaşmaktı. Fakat kamaram da sıcak ve yapış yapıştı. Salondaysa, piyanonun
başına geçmiş İngiliz kızları tangur tungur valsler çalıyordu.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:5)
Tanık olmak : Bir olaya şahit-tanık olmak; Kaydetmek, yaşamak, gözlemlemek
“1930 yılları enikonu yüklü anılarla üşüşüyor kafama, dolayısıyla 1940’lara atlıyorum. Sekiz, dokuz
yaşında Sausack yamaçlarında ‘Wöhne’ diye çığşlıklar atarken pek sık görüp okuduklarımın boyuna
gerçekleştiğine tanık oluyorum 1940’larda.”
(H. Böll, “Gül ve Dinamit”, sa:270)
Tanner : İngiltere’de eski devirlerde bir penni’ye denk düşen madeni para birimi
“Kocamış Jack’ın en hayran olduğum yanı, hiçbir zaman kimsenin sırtından geçinmemesiydi.
Genellikle hafta sonuna doğru tütünsüz kalır, fakat bir başkasının tütününden içmeyi kabul etmezdi. Brooker’lar
yaş haddinden emekli olmuş iki kiracılarını da haftada-bir-tanner şirketlerinden birine sigorta ettirmişlerdi.
Sigortacıya endişeyle kanserlilerin ne kadar yaşadığını sormuşlarmış.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:27)
Tanrı, Tanrısal : Allah; Büyük yaratıcı
“EY MAHPUSHANE KARANLIĞI
-------------------------------------------Vatan, sararıp tükensin dünyanın güzellikleri.
Yeter ki esirgesin bizleri Tanrı.
Bir delikanlı sıkıntıya düşüp bunalabilir
sorunlar karşısısında.
Ama biliriz biz, elbet bildiği vardır Tanrı’nın.”
(Abdülaziz, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:38)
“İSTENMEYEN KİŞİ
--------------------------Sanıyorlar ki, öyle görünüyor, herkesten çok
şairler gerek duymalı arındırmaya benliği,
O zaman kim söyleyecek şarkısını tanrıların,
dünyanın, emeğin, aşkın ve bir tek bireyin?”
(Lionel Abrahams<1928-2003>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.06.06)
“BİR KUYUNUN
--------------------Tanrılar, biliyorum dönüştürürler
İnsanları nesneye-bilinçlerini yok etmeden,
Güzelim hüzünleriyle yaşasınlar diye sonsuza dek
Sen de benim için bir anıya dönüştün.”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:38)
“Tanımlamaya Prelüd’ler - XI
-------------------------------ve evlerimiz olsun kiliseler
her gün kirlerilen, gürültülü,ölü tanrıları kendimizin asabileceği
çok büyütülen tanrılarımız duvarlarda
İsa şömine üstünde, inik gözlerle;
Bu da sobanın üstünde
Kutsal ruh şapka rafının yanında ve Tanrı’nın kendisi
Narkissos gibi bakıyor aynadan,
bir yağmurluk giydirilmiş, şapka ve eldivenlerle.”
(Conrad Aiken-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.10.02)
“Lenox Tepesi
----------------Aylar sonra Amherst’te, rüya gördü: Elmaslarla
ölüme taşlanıyordu <recim>. Dua ettim: ölmesi şartsa eğer
bu bir rüya olsun yalnız. Ama bazen, Anne,
sen uyurken, dua ettim, ‘Azizler, bırakın onu ölsün.’
Hayır, yemin ederim, ölmeni istediğimden değil
ama seni korumak için gençliğinde, Keşmir’de, şarkılarda,
ve ben, bir bayramda beni Krishna için taçlandırmıştın,
Keşmir
Flütümü dinliyordu. Tanrıların ölmesine izin vermezsin.”
(Agha Shahid Ali-Jale Erzan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.04.04)
“Kısa bir baygınlıktan çıkar gibi o ışığın içinden çıktığımda, zihnimde yıllarca önce okuduğum bir cümle
vardı.
‘Hayat, tanrının gördüğü bir rüya mı yalnızca?’ ”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:47)
“Yemin, yapmak ya da yapmamak önyargısıdır. Ardından gelen önemli olduğuna göre de gereksizdir.
-‘Öyleyse din? Dedim.
-‘O fiildir. Önyargı değildir,’ dedi.
İçimden, ‘Karşımızda ise hiç kimse yoktur’ sözünü tekrarladım.
-‘Ya Tanrı?’ dedim.”
(M.C. Anday, “isa’nın güncesi”, sa:55)
“ARGO GEZİNEN KAYALAR ARASINDA
-------------------------------------------------------Durmuş bakıyordu tanrı Hephaistos üstünde
düz bir kayanın, yaslamıştı güçlü omzunu
balyozunun sapına; Zeus’un karısı da bakıyordu
pırıl pırıl gökyüzünün üstünde...”
(Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:23)
“ÇOK AĞIR KÜÇÜK ÇIKIN
Annem mutlaka melekler alemindedir
artık
cenneti geziyordur binip onların
kanatlarına.
Bir kez: -Oğlum, demişti, Tanrı’yla
karşılaştık
Ve O gitme zamanımın geldiğini anımsattı
bana.”
(Voymir Asenov<d-1939>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
01.12.05)
“Bezdim şu hayattan daha yirmi ikime basmadan
Ey Aşk Tanrıları! Nedir bu işkence? Neden
yakarsınız içimi? Diyelim öldüm, ne yapacaksınız?
Doğrusu tanrılar, siz şaşkın oğlanlar, yine zar atıp duracaksınız.”
(Asklepiades, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:54)
“1
-İbn-i Meymun’a göre, her sözcük tanrıya ve
Kutsallığa atfedilince istiareli bir anlam kazanır.
Böylece, bu durumda, çıkmak fiili tanrıdan
kaynaklanan bir anlam edinir. Geri dönmek
fiili de aynı bağlamda,
eylemin kesikliğinden dolayı, kutsal irade
ya da eyleme göre istiareli bir anlam kazanır.”
(Gerard Augustin<d.1942>-Metin Cengiz/A.Halit Bedirboz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 18.05.02)
“AT SÜRMEK DOĞUYA
-------------------------------tamamiyle tanrısız
bir şeyle aramak için
çok uzak, yazılan şey
seni lanetlemeyecek
kendininkinden kötü
bir yazgıyla.”
(P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:69)
“IZZY - (Çıkan kargaşaya gayet kayıtsız, kendini müziğe kaptırmış, gözleri kapalı, hiç istifini
bozmadan çalmaya devam etmektedir. Sonra ADAM’ı görürüz; sağ elinde bir silah tutmuş, ayakta güçlükle
durmakta ve aklını kaçırmış gibi bakmaktadır.)
ADAM - Nancy! Nancy! Tanrı böyle istiyor, Nancy! İkimiz de cehennemde yanacağız, Nancy! Sen,
ben ve Tanrı - hep birlikte!”
(P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:18)
“Kış Ortasında Requiem
<E.L. Pasternak’ın anısına>
uğurların ve kalırım dilsiz bir koro gibi
tanrısal uzayda tüm gün öngösterilmiş ben
devinimiyle aydın bir kış gününün
sanılır baca kurumlarıyla yan yana”
(Gennadi Aygi-Azer Yaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.10.05)
“ÇOKTANRILIĞA ÇAĞRI
----------------------------------Çocukları kucaklayacağıma
kendiminkini kucaklamışım.
Ölüleri doyuracağıma
ölüyü doyurmuşum.
Lütfen bütün tanrılar
bunların aynısını yapsın!
O zaman bütün dünya
tasvir edilmiş, öpülmüş,
sevilmiş olacak.”
(Anton Baev<d.1963>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cımhuriyet Kitap, 06.04.06)
“-... her şeyi de anatomi kurallarına göre yerli yerine koydunuz mu, oldu bitti sanıyorsunuz! O çizgileri,
paletinizde önceden hazırlanmış bir ten rengiyle boyuyor, bir yanı öte yandan daha koyu bırakmayı
unutmuyorsunuz; masa üzerine çıkmış çıplak bir kadın da var; arasıra ona da bir baktınız diye ressam olduk,
Tanrı’nın gizini kavradık sanıyorsunuz.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:15)
“Güzellik, gençlik onun yüzünde derin uçurumları örtebilirdi, onun gibi daha birçok delikanlılarda
olduğu gibi. Bunlar, ellerinde yeterli para yokken, Paris’te büyük işler becermeye kalkmışlardır; her gün de bu
kırallar kentinde en çok tapınılan tanrıya -kumara- herşeylerini kurban edecek durumlara düşerler.”
(H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:17)
“tanrının meyvesi
tanrının meyvesi
koparılan vaktinden önce
körpedir, acıdır
açgözlülük günahı gibi
-------------------tanrının çiçekleri
parlaktır
geceleri
alevler içinde
dünyayı kuran
yıldızlar kadar”
(Shabbir Banooobhai<d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.10.06)
“Gün olur, bir ulu güçler buyruğu üzre,
Ozan bu çekilmez dünyada görünür ya,
Çılgına dönen anası, sığınıp küfre,
Yumruk sallar haline acıyan Tanrı’ya”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri-Kutsama”, sa:25)
“-De bana, sır kutusu adam, kimi seversin en çok? Babanı mı, anneni mi, kız kardeşini mi, yoksa erkek
kardeşini mi?
-------------Güzelliği?
-Severdim, tanrısal ve ölümsüz olsaydı eğer.
-Altını?
-Tanrı’dan tiksindiğiniz kadar altından tiksinirim.”
(Ch. Baudelaire, “Paris Sıkıntısı”, sa:25)
“Onu ancak dağların ötesinde yaşayan, uyku ruhu Kulala kurtarabilirmiş. Tanrı, Yumau için uykular
hazırladığından, elinde kesinlikle çok uyku olduğunu eklemiş. Ancak Doruma bu yolculuğu yapmak için çok
güçsüz olduğu için karısı Oda uyku ruhu Kulala’ya kendisinin gideceğini söylemiş.”
(S. Benni, “Deniz Dibindeki Bar”, sa:165)
“dönüş
tanrılar dönüyor
duyuyoruz onların
dökülüp saçıldığını merdivenlere
timsahların kocaman ağızlarından
çıkıveren tanrılar
beklenmedik tufanlara
neden olan tanrılar”
(Robert Berold<d.1948>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.12.05)
“SONSUZLUK KULLARI
<La Troisieme Rive, Fata Morgana, 2004>
--------------------------------bunu da diyordu
her şey askıda
doğum ile çöküş arasında
git güzelce sessizliği çiz
büyüleme odanda
ara
ara
zira Tanrı
dünyayı düşlemiyor artık”
(Zéno Bianu<d.1950>-Gertrude Durusoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.06.05)
“Unutuşun Yerleştiği Yer’den seçmeler
<Donde habite el olvido>
------------------------------Bir tanrıyı bekledim durdum ömür boyu
Kendi gibi yaratsın yaşamımı diye,
Ama sevda, sanki bir akarsu gibi,
Geçerken önüne katar hevesleri de.
Kendi kendimi unuttum dalgalarında;
Boştur bedenim, ışıklara savunurum;
Canlı ve cansız, ölmüş ve ölmemiş;
Ne yer ne gök, ne beden ne tin.”
(Luis Cernuda Bidon<1902-1963>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
18.07.02)
“SAVAŞ <1871>
---------Süleyman, o zalim fuhuş hastası,
Zeki azizlerin öğüt babası
Aptallar içinde iyi jalt etmiş
Böylece cenneti çoktan hak etmiş‘Tanrı’dan kork, demiş, krala sahip çık!’ ”
(Hristo Botev<1848-1876>-Ahmen Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.02.06)
“Ben burada insanı insan yapan, onu kendisiyle, başkalarıyla ve Tanrı’yla ilişki içine sokan başlıca
öğelerin dil, aşk ve bağlılık olduğu ön koşulundan hareket ediyorum: Monolog, diyalog, dua.”
(H. Böll, “Frankfurt Dersleri”, sa:12)
“ ‘Tanrıya inanmıyorum,’ dedi narin, pürüzsüz ses, ‘hayır, Tanrıya inanmıyorum; neden rahiplerle
viskiyi, rahibelerle bisküviyi aynı cümlede sıralamayayım ki...’ ”
(H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:14-5)
“Ancak içinden gelen bir ses şimdiye kadar hiç tanık olmadığı bir güçle gürledi: Tanrı’nın lütfu ve
sevgisi her yerde kendini hissettirir, buna güven!! Ve Heinrich geri dönerek merdivenden çıkmaya başladı.”
(H. Böll, “Solgun Köpek-Yürek Yarası”, sa:10-11)
“Helen’in Şarkısı
--------------------Dağ eteğinde, tepecikler üzerindeki
doruktagösterişsiz bir kilise, oldukça
etkileyici
yeşil ormana doğru beyaz,
Tanrı’yı gösterir.
“Helen kilisede org çalar
akıcı kıvrak parmakları bulur telleritaa arşa ulaşır koronun şarkısıbana bir yarar olmayan Tanrı’ya,
ki, yaşar orada, Penn
Ormanları’nda-”
(Susan Bright<d.1945>-Defne Bilir, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap, 18.10.07)
“BÜYÜK PERHİZ ÖNCESİ
ÜÇÜNCÜ PAZAR
Düşlüyorum sessizliğini,
hayvanlara ad vermek için
Adem’in gelişinden önceki günün,
yeni düştü altın postlar
ışıltılı parmaklarından Tanrı’nın, henüz
ışıkla örtük.”
(John Burnside<d.1955>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.06.08)
“ ‘Tanrının dediği olur, yurttaş! Ben, gördüğünüz gibi, harekete geçmek isteğiyle yanıp tutuşuyorum.
Nedir bulduğunuz yol?’
‘Pireler, subay yurttaş.’
‘Sizi düş kırıklığına uğratacağım için üzgünüm, yurttaş. Cumhuriyet Ordusunun piresi yoktur. Abluka
ve hayat pahalılığı sonucu hepsi öldü.’ ”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:215)
“Şimdi, ağaçlar kuşlarla dolmuştu. Toprak gölgeye girmeden önce ağır ağır göğüs geçiriyordu. Az
sonra, ilk yıldızla birlikte, dünyanın sahnesine gece inecek. Günün parıl parıl tanrıları gündelik ölümlerine
dönecekler. Ama başka tanrılar gelecek. Ve daha koyu olmak için, harap yüzleri topraktan doğacak.”
(A. Camus, “Düğün-Tipasa’da Düğün”, sa:23)
“KİRİLLOV (Ansızın kızar.) - Bu bir alçaklıktır, alçaklık, başka bir şey değil. Yaşam güzel değildir,
öbür dünya da yoktur. Tanrı ise, ölmeden önceki korku ve acının doğurduğu bir hayalettir. Özgür olması için
acının, korkunun üstesinden gelmeli insan, kendisi öldürmeli. Böylece Tanrı diye bir şey kalmaz artık, insan da
özgürlüğüne kavuşur. Ve tarih ikiye ayrılır: gorilden Tanrının yıkılmasına, Tanrının yıkılmasından...
GRİGORYEV - Gorile kadar.
KİRİLLOV - İnsanın Tanrılaşmasına kadar.”
(A. Camus, “Ecinniler”, sa:45-6)
“Öğretim yöntemi ezberdi ve, ilkelliğine karşın, tinsel açıdan yetiştirme görevini yüklendiği
yontulmamış ve inatçı küçük halka en uygun düzeniydi belki de. Soruları ve yanıtları öğrenmek gerekiyordu:
‘Tanrı nedir?’... Bu sözcüklerin Hıristiyanlığa girmeye hazırlanan çocuklar için hiç mi hiç anlamı yoktu. Belleği
çok iyi olan Jacques bunları hiçbir zaman anlamadan, şaşmaz bir biçimde ezbere okuyordu.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:135)
“YARGIÇ CASADO - Tanrı’ya dil uzatma, Nada. Nicedir çizmeden yukarı çıkarak söz ediyorsun
yukardan.
NADA - Aman yargıç, Tanrı adını ağzıma aldım mı hiç? Bütün yaptıklarını onaylarım. Ben de
kendime göre bir yargıcım.”
(A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:13)
“Tanrı da yok edilince elde sadece tarih ve güç kaldı. Filozoflar uzun zamandır insan doğası kavramı
yerine durum kavramını eski uyumluluğun yerine rastlantının düzensiz devinimlerini veya aklın acımasız
döngüsünü getirmeye çalıştılar.”
(A. Camus, “Yaz”, sa:58)
“KUM İŞLİĞİ’nden <Seçmeler>
***
fırtınalı ilmiğinde
uzun sisin
aydınlık kuşatıyor sessizliği
oku çıplak bir kol olan
kaş
sonsuz bir su küpüne doğru
açık mor havzanın ahengi
orada tanrılar çiçek özü tıpluyor”
(Michel Cassir-Metin Cengiz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.04.04)
“ ‘Yerleri ve gökleri yaratan Tanrı adına yemin ederim ki, en uzun haliyle dört Kutsal Kitap üstüne
yemin ederim ki, yeğeni Badouin’in intikamını almaya ant içen Mantua Markisi gibi hareket edeceğim.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:61)
“Bütün bunları kuzunun gözlerinden okuyabiliyordum; Santiago Yolu’nda benim rehberim olmuştu
artık..... Boğazlanmış Kuzu tahtında oturuyor ve insanlar kaftanlarını yıkıyorlar ve kuzunun kanında beyaz
ediyorlardı. Bu, Tanrı’nın onların her birinde uyandığı andı. Aynı zamanda önümüzdeki birkaç yıl içinde
yeryüzünü sarsacak savaşları, zor günleri ve afetleri gördüm. Ama her şey kuzunun zaferiyle sona eriyor,
yeryüzündeki her insan uyuyan Tanrı’yı ve Tanrı’nın tüm gücünü uyandırıyordu.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:212)
“ ‘Yalnızca insanoğluna özgü bir şey.’
‘Ah, öyle ama akıllıca ya da mantıklı değil. Bu dünyada geçirdiğin süreye biraz saygı göster ve bil ki
Tanrı seni daima bağışlar ve her zaman bağışlamaya devam edecek.’ ” ..... “Neden bazı insanları severiz ve
diğerlerinden nefret ederiz? Öldükten sonra nereye gidiyoruz? Sonunda öleceksek neden doğuyoruz? Tanrı ne
demek?’ ”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:76;293)
“Dürüst bir kaptan Cuma gibi güvenirliği kuşkulu bir güverte tayfasını almak istemiyordu. Yalnızca
daha vicdansız olanlar -daha sonraki günlerde onlara çok rastladım- bizi güleryüzle karşılıyorlar. Olasılıkla beni
kolay aldatabilir bir enayi, Cuma’yı da tanrının onlara gönderdiği bir av olarak görüyorlardı.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:88)
“Gülümsüyor Fyodor Mihayloviç, çirkin, çarpık, sakallı bir gülümseme. ‘Kimbilir. Belki de Tanrı
kışkırtılmaktan hoşlanmıyordur. Belki de kışkırtılmak ilkesi onun gözünde bir çocuğun hayatından daha
önemlidir. Belki neden yalnızca Tanrı’nın kulaklarının iyi duymamasıdır. Tanrı herhalde iyice yaşlanmıştır artık,
dünya kadar yaşlıdır, belki de daha yaşlı. Belki yaşlı bir adam gibi kulakları ağır işitiyor, gözleri iyi
görmüyordur.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:87)
“ ‘Belki de tanrıların kökeni budur,’ der annesi. Bir sessizlik olur. ‘Belki tanrıları icat etmemizin
nedeni suçu onların üstüne atmak istememizdir. Bize et yeme iznini onlar verdi. Kirli şeylerle oynama iznini bize
onlar verdi. Bizim hatamız değil, onların hatası. Biz yalnızca söz dinleyen evlatlarız.’ ..... ‘Ve Tanrı dedi ki:
Yaşayan hareketli her varlık sana yemek olacak,’ diye alıntılar annesi. ‘Yanlış bir şey yok bunda. Tanrı ‘Olur’
dedi.’ ”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:100)
“Günah keçisi olmanın en uygun tarifini bilmiyorum,’ diyor David ihtiyatla. ‘Günah keçisi olmak,
arkasında din gücünü bulundurduğu sürece geçerliydi. Kentin bütün günahlarını keçinin sırtına yükler, onu kent
dışına çıkarırdınız, böylece kent temizlenmiş olurdu. Herkes ritüellerin nasıl yorumlanacağını bildiği için,
yürüdü bu iş, tanrılar bile bilirdi. Sonra tanrılar öldüler, bir anda kenti tanrıların yardımı olmadan temizlemek
zorunda kaldınız. Simgeselcilik yerine gerçek eylem istendi. Böylece Roma devletindeki gibi sansürcü doğdu,
nüfus ve ahlak konularına bakan görevli yani.’ ”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:107)
“ST. PETERSBURG, JUNI 1997
------------------------------------------Orda burda parlak soğan kubbeler altında
tek tük insanlar ölmüş yatıyor, alkol ya da din içinde.
Siyah giysili bir teyze dizleri üstüne çökmüş başını
vuruyor yola
sımsıkı tutarken ellerinde bir haçı.
Merkez Komitesinin yerine mi geçti Tanrı?”
(Peter Curman<d.1941>-Abdullah Gürgün; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.07.03)
“Bile
Sevgim
Görmüştür
Seni
Tanrı’dan önce bile”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-İkisi”, sa:230)
“TAŞ
-----Sen ki bu dünyanın özüsün, çünkü
ateşli yüzyıllar hep böyle bilir.
insan tanrı büstlerin tümünü
granit ve mermerden dikmemiş midir?”
(Atanas Dalçev<d.1968>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
29.05.08)
“Çünkü Siyahım Ben
Sanıyorsunuz yoksunum
Diğer insanların sahip olduğu
Yeteneklerden, duygulardan, tutkulardan
Çünkü siyahım ben;
--------------------------Ruhbilim,
Ve hayvanbilim
Ispatladı bir masal olduğunu ırk ve
soyun...
İnsan türündendir bütün insanlar;
Bölünme anlamına gelmez çeşitlikTanrı’nın kurgusudur;”
(Herbert Isaac Ernest Dholomo<1903-1956>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
23.10.08)
“KAÇAMAK AŞK
Gördüm geçen sabah,
Genç bir tanrıyı, çimenlikte
Peri giysileri içinde,
Cin gibi zıplarken.”
(Leon Dierx<1838-1912>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.06.06)
“ ‘Delikanlı, psikanalistini böyle incitmen düpedüz kabalık. Ders kitaplarına göre, senin gözünde Tanrı
olmam gerek - eleştiriden uzak olmalıyım…’
‘Bilmem, ama Tanrı konusunda ne öyle ne de böyle düşünüyorum. Ancak senin babamı temsil
etmene izin veririm. Eğer o bana senin bana verdiğin öğütlerin yarısını vermiş olsaydı, daha girişken biri
olurdum.’
‘Her neyse, Hogart, arkadaşın olarak bana izin vermekle analizi mahvettin sen. Şimdi seni bu
çerçevede görüyorum. Baba olarak söylersem, çekici ve dokunaklı.’ ”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:90)
“Adem ile Havva Cennet’e daha yeni yeni alıştıkları ve dilin yardımı ile hareket etmeye başladıkları bir
anda Tanrı çıkıp geliverir ve onlara olguya dayanan ilk yargısını iletir: ‘Siz elmanın iyi ve yenilebilir şeyler
kategorisine ait olduğunu düşünüyorsunuz; ama hayır, onun yenilebileceği düşünülmemeli çünkü o kötüdür.’ ”
..... “Tanrı, ‘elma yenilemez, o kötüdür,’ demektedir. Tanrı’nınki bir olguya dayanılarak verilmiş bir yargıdır,
çünkü muhatapları tarafından bilinmeyen bir kavramı iletmektedir.” ..... “Tanrı, kod’ları tersyüz etmeye
yarayacak unsurlar sağlayarak büyük bir hata yapmıştır. Kendi yarattığı insanları sınamaya yarayacak bir yasak
koymak isterken şeylerin daha önceden öngörülmüş doğal düzenlerini altüst edecek ilk örneği vermiş
olmaktadır. Niçin kırmızı olan bir eleman maviymiş gibi yenilmemesi gerekmektedir? Ama Tanrı bir kültür
yaratmak istiyor ve kültürü evrensel bir tabunun yerleştirilmesiyle yaratmaya çalışıyor gibi.”
(U. Eco, “Açık Yapıt”, sa:296-7)
“..... Bizler, ‘Kırmızı Şapkalı Kız’ın ormanından çok daha geniş ve daha karmaşık olan büyük dünya
labirentinde yaşıyoruz; bu labirentin tüm yollarını henüz keşfedemediğimiz gibi, bütünsel tasarımını bile
tanımlayamıyoruz. Oyunun kuralları olduğu umuduyla insanlık binlerce yıl boyunca kendisine bu labirentin bir
ya da birden çok ‘yazar’ı okup olmadığını sormuştur. Ve ampirik yazarlar olarak, anlatıcılar olarak ya da örnek
yazar olarak bir Tanrı’yı veya tanrıları düşünmüşlerdir. İnsanlar ampirik bir ilahın nasıl olabileceğini merak
etmişlerdir: sakalı olup olmadığını, erkek mi kadın mı yoksa nötr bir varlık mı olduğunu; göklerde mi yoksa
Olympos dağının doruğunda mı; doğmuş mu yoksa her zaman var olmuş mu; hatta -günümüzde- tıpkı Marx ve
Freud gibi (Nietzsche dahi İ.E.) ölmüş mü olduğunu. Bir ‘anlatıcı’ tanrı her yerde aranmıştır: hayvanların
bağırsaklarında, kuşların uçuşunda, yanan çalılıkta ve On Emir’in ilk cümlesinde. Ama bazıları, elbette
filozoflar, ancak aynı zamanda birçok din de, Oyunun Kuralı olarak, dünya labirentini anlaşılabilir ve kat
edilebilir kılan ya da bir gün kılacak olan Yasa olarak Tanrı’yı aramışlardır.”
(U. Eco, “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti-Servandoni Sokağındaki Tuhaf Olay”, sa:130-1)
“Regenbur Tanrı Yılı ay aralık MCLV Baudolino soy adı da Aulario kronik
ben Galiaudo Aulari evledi kafası bir aslana benzeyen Baudolio aleluya Tanrı’dan af diliyor ona
şikrederken.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:9)
“Başlangıçta Söz Vardı ve Söz Tanrı katındaydı ve Söz Tanrı’ydı. Başlangıçta Tanrı katındaydı Söz ve
Tanrı’ya bağlı her inançlı rahibin görevi, hiç değişmeyen, yadsınamaz, gerçekliği doğrulanabilecek biricik
olguyu, tekdüze bir şarkı söylercesine alçakgönüllülükle yinelemek olmalıdır. Ama, videmus nunc per
speculum et in aenigmate <LAT.: ‘Şimdi bir ayndan ve bir bilmece gibi görüyoruz> ve gerçek, onunla
yüzyüze gelmeden önce, dünyanın yanılgısı içinde, parça parça gösterir kendini.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:23)
“Tanrı’nın takdiriyle aynı gece hem padişah, hem vezir ve hem de dünya kraliçesi peygamber
hazretlerini (Tanrı’nın selamı onun üzerine olsun) rüyalarında gördüler. Peygamber: ‘Dünya kraliçesini Hüseyin
Hatibi’ye nikahladım, bundan sonra kraliçe onundur’ dedi. Ne güzel damat ve ne de güzel gelin! Şiir:
Mübarek olsun dünyada gelin güvey olmamız
Kıydı nikahımızı göklerdeki Tanrımız.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:3)
“SOKRATES - Tanrılarla başlamak, onlara verilen bu ‘tanrı’ adının ne dereceye kadar doğru
olduğunu araştırmak her halde pek yerinde bir iş olur.
HERMOGENES - Pek tabii.
SOKRATES - Bana kalırsa burada Grek ilinde yaşayan ilk insanlar bugün hala birçok yabancı
ulusların inandıkları tanrılara tapıyoırlardı: güneşe, aya, toprağa, yıldızlara ve göğe. Bunların hiç durmadan
kımıldadıklarını ve koştuklarınıı gördükleri için onların yaradılışındaki bu koşma (thein) hassasını göz önünde
tutarak onlara ‘koşucular’ manasına: tanrı (theori)’lar adını verdiler; sonradan başka tanrılar tanıyınca bu adı
onlar için de kullandılar.”
(Eflatun, “Kratylos”, sa:38)
“Bu kadar zarif bir vücudun içine bu kadar kapkara bir ruh koymuş olan Aziz Tanrı, haksızlık etmişti.
Bu kız, her saf insanı baştan çıkarırdı. Bereket, Pavel bu kadar saf değildi ve görünüşe bakarak aldanmamasına
imkan yoktu.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:236)
“ŞAKA <1988>
Onlar güçlü, onlar ünlü, onlar tanrılar gibi...
Öyle olmasalar da, kalbimiz öyle bilmiş,
onları öyle saymış.
Penelopeia, herkes için bir sadakat örneği
Oysa ama dahinin anlattığı gerçek değil,
sadece bir şakaymış.”
(Naci Ferhadov<d.1940>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
31.05.05)
“Olayı aydınlatmak gerekiyordu. O zaman, Dieppe’deki evin temel direklerine kadar ipotekli olduğu
anlaşıldı. Kadının noterde ne kadar parası olduğunu sadece Tanrı biliyordu. Gemi hissesinin değeri ise üç bin
frankı geçmiyordu bile. Demek kadıncağız yalan söylemişti!”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:23)
“Bu haber kızcağızı çok üzmüştü. Kendini yere atmış, çığlığı basmış, Tanrıya yalvarmış ve güneş
doğuncaya değin, kırda tek başına inleyip durmuştu. Sonra çiftliğe dönmüş, efendisine, gitmek niyetinde
olduğunu bildirmiş ve ay sonunda, hesaplarını görerek bütün eşyasını bir mendile doldurmuş, Pont L’Evéque’e
doğru yola koyulmuştu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:9-10)
“VEDA
gidiyorum; yorgun, solgun, ağlamaklı
viraneme doğru
sizin şehrinizden Tanrı’ya götürüyorum
perişan ve divane gönlümü”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-tutsak”, sa:31)
“Beklemem çok bir anlamla doludur. Bizim bura adamı bunu niye çıkarıp çözemez. Tanrı verdiği gibi
alır alır da.. Bilirsin.. Biz de böyle biliriz. Karşı komamız da yoktur. Tanrının birliğine inancımız eksilmedi...”
(Füruzan, “gecenin öteki yüzü”, sa:9)
“Tanrı’yı boş geçin, dedi o güzel kız çocuğu. Alın, size bırakıyorum onu; çünkü sizinle tartışmanın
yararsız olduğunu iyice seziyorum. Hem sonra Tanrı her zaman bulunur, sonra, söyledikleri gibi, her zaman da
kendinden olanları bulacaktır. Siz de onlardansınız, isteseniz de istemeseniz de öyle.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri veYeni Nimetler”, sa:167)
“Rahip, boş yere, vazgeçmenin güzelliğinden bahsediyor: ‘Tanrı’nın nazarında...’ demekten helak oldu.
Kötü bir anımda şunu anladım: Ben Tanrı’ya inancımı, Robert’a inancımı yitirdiğim an yitirmiştim.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:81)
“IPHIGENIE --------------O ev ki ilk ışığı gördü onun koynunda,
Güneş mavi gökleri önüne serdi onda.
Ve o ilk dostlukları orda tattı, o zaman,
O bağlar, tatlı bağlar ki çıkmaz hiç akıldan.
Yakınmıyorum asla gökteki tanrılardan.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Iphigenie Tauris’te”, sa:14)
“Ona doğru eğildi, omuzlarından kavradı, sarstı, sarstı ve sonra hızlı hızlı mırıldandı:
‘Tanrı hiç affeder mi kimseyi? İşte bak, bizim bir ayağımız çukurda, ama hala cezalandırmakta bizi.
Son günlerimizde ne huzur var bizde ne sevinme. Bundan sonra da hiç olmayacak!’ ”
(M. Gorki, “Çocukluk”, sa:158)
“2- Aşk ve Göç
-----------------Geçişim iki yarık arasından sıkışarak
Bilmece düşenin arasında ve arasında düşenin
Dedi, gözleri gözyaşların boşluğunda
Yakınımla, seninle geri gelen ölümün arasında mı?
Ona dedim: Tanrı yolcu olanı dağıtsın
Oysa yerin damarlarını, Tanrı yaratmadı mı?
Yaşmağın genişliğini üstüne bağlar
Parlayan sürmeden önce, göz yaşlarla”
(Kays Bin El Hadadi-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.09.04)
“NE KADAR HAKLISIN
------------------------------Burada zalim ve sıradan kimselere
Acıma ve anlayış gösterilmez.
Sigara dumanı, beylik bağrışmalar,
Tanrının unuttuğu bır yığın gariban,
Bilinmez kim kimin erkeği, kim
kimin kadını”
(Nigar Hasanzade<d.1975>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.05.03)
“BAŞLANGIÇTA SÖZ VARDI; bildiğimiz en önemli kitaplardan birinin ilk sayfasında böyle
buyurulmuştur. O kitapta belirtilmek istenen, Tanrı Kelamı’nın bütün yaradılışa kaynaklık ettiğidir..... İnançlı
kullar olarak Tanrı’ya yakarırken, büyücüler olarak ruhları çağırır ya da kovarken, doğal ya da insanca olaylara
el atarken hep sözcüklere başvurduk.”
(V. Havel, “Şeytan Çelmesi”, sa:13)
“Savaştır
her şeyin babası
kralı
Kimini tanrı kıldı
kimini insan”
“Bilgelik
insana değil
Tanrı’ya özgü”
“Tanrıya
her şey
güzel
iyi
haklı
İnsana
kimi haklı
kimi haksız”
“Yanılıyordu Homeros derken:
Şu çekişme ortadan kalksa
Tanrılar, insanlar arasında”
(Herakleitos, “Kırık Taşlar”, sa:32;68;95;119)
“Bozkır insanları onu: ‘Tanrı’nın kalesi!’ diye fısıltı ile anarlar..... İçinde kanlı putlar, yarıya kadar
yüzülmüş ve çarmıha çekilmiş küçük tanrılar... Tanrı’nın kalesini kara papazlar gözetir. Onlar perhiz yaparlar,
vücutlarını kamçılarlar ve ölüm ilahisi çağrışırlar..... Yeni tanrı öfkeli bir tanrıdır ve kendisine zekat
vermeyenleri ebedi ateşe atar.”
(F. Herczeg, “Paganlar”, sa:12)
“Bazen falan ya da filan kişinin ya da bir tarih parçasının, bir kez daha yaşamak arzusuyla ve
bakışlarının canlı bir gözde yansıdığını görmek arzusuyla okunan metinden adeta açgözlü kopup geldiği
oluyordu. Hans bu gibi durumları kabulleniyor, hayrete düşüyor, hızla devinen, bir an sonra yine kaybolup giden
görüntüler yüzünden varlığında derinlemesine tuhaf bir değişikliğin gerçekleştiğini duyumsuyor, sanki kara
toprağın altını bir cam arkasından gördüğü ya da Tanrının gözlerini bir an kendisine çevrildiği hissine
kapılıyordu.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:112-3)
“ ‘..... Sana şunu söyleyeyim ki, dindeki eksikliğin açık seçik görüldüğü noktalardan biridir bu. Ahd-i
Atik ve Ahd-i Cedit Tanrısının mükemmel bir varlık olduğu kuşkusuz ama aslında kendisinden beklediği gibi
biri de değil. İyiyi, soyluyu, babacanlığı, güzeli ve yüce olanı kendi şahsında topluyor, çok doğru. Gelgelelim,
dünyada öbür şeyler de var ve bunların hepsi hiç üzerinde kafa yorulmadan Şeytan’a mal ediliyor; dünyanın bir
bölümü, dünyanın bütün bir yarımı yadsınıp yok sayılıyor. Tanrı’ya tüm yaşamın babası diye övgüler
düzülürken, yaşamın kendisinden kaynaklandığı cinsellik kısaca suskunlukla geçiştiriliyor, hatta belki de
şeytanın eseri diye görülüp günah kapsamına alınıyor!’ ” ................... “İlkçağdaki tarikatların ve gizemci
topluluklarının savundukları düşünceler, akılcı bir bakış açısından göründüğü kadar naif değildir. İlkçağ,
bizimkisi gibi bir bilim anlayışından uzaktı. Buna karşılık felsefi-gizemci doğruları kendine uğraş alanı seçmişti
ve bu uğraş da çok gelişmişti. Kısmen söz konusu uğraştan büyü ve sihir doğdu..... Ne var ki büyü de soylu bir
kaynaktan çıkıp gelmişti ve derin düşünceleri içeriyordu. Abraxas, Yunanca kökenli büyü sözleriyle ilişkili
olarak geçer ve genellikle ilkel kabilelerde bugün bile rastlanan bir büyü şeytanının adı diye bilinir.... taptığımız
bir tanrı vardı gerçi ama bu tanrı, keyfi olarak ikiye bölünmüş dünyanın ancak bir yarısını temsil ediyordu ve
resmen kabul edilen ‘aydınlık’ dünyaydı bu da. Ama işin doğrusu, bütün dünyayı baş tacı etmekti; dolayısıyla ya
aynı zamanda Şeytan’ı da temsil eden bir tanrı olmalı ya da Tanrı’ya tapınmanın yanı sıra Şeytan’a da tapılma
ilkesi getirilmeliydi. Buna göre Abraxas (Bk.), hem Tanrısallığı hem Şeytansallığı kendisinde barındıran bir
tanrıydı.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:81;120-1)
“... sokak kapısının biraz arayla, üç kez, üstelenerek çalınması, onu birden ürküttü. ‘Hayırdır inşallah’
diyerek yerinden kalktı; ama olduğu yerde durakladı. ‘Neydi o, düş mü gördüm acaba? Yoksa o mu geldi
dersin?’ Kulak verdi, kapı çalınıyordu. ‘Hayır’, diyordu, ‘bu Orso olamaz. O böyle çalmaz. Korumanlar da
olamaz. Bakalım Tanrı kimi gönderdi?’ ”
(P. Heyse, “Andrea Delfin”, sa:22)
“Kimse
Kimse dokunamaz bana
Tanrı dışında
-------Bir keşiş olmak istiyorum
ama bir eşim.”
(Selima Hill<d.1945>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.15.08)
“KAÇIYORLAR BİR SONSUZA
<1915>
Kaçıyorlar bir sonsuza
Yıllar, insanlar, halklar,
Su gibi akıyorlar.
Esnek doğal bir aynada
Yıldızlar ağ, bizler balık,
Tanrılar, düşsel karanlık.”
(Velimir Hlebnikov<1885-1922>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 28.02.02)
“SİRENLER
Bir bir yineledim bunları, açıkladım yoldaşlarıma.
Derken geldi dayanıklı tekne hızla Sirenlerin adasına
sürüklenip tatlı bir meltemle. Sonra kesildi rüzgar,
sütliman oldu her yan, ninni söylüyordu tanrılardan biri
dalgalara...”
(Homeros <Odysseia’dan>, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:97)
“Annem şöyle yazıyor: ‘Sevgili yavrum, otuz dördüncü doğum yılın dolayısıyla sana en iyi dileklerimi
yolluyorum. Her şeye kadir olan Tanrı’m sana mutluluk, sağlık versin ve hoşnutluk...’ Babam da şöyle diyor:
‘Sevgili yavrum, otuz dördüncü doğum yılının, hayırlı olmasını dilerim. Her şeye kadir olan Tanrı’m sana
mutluluk, memnuniyet ve sağlık versin.’ ” ..... “Sahi, yer yüzündeki en korkunç şey Tanrı’dır.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:10;92)
“KAPALI MEKTUP
-------------------------Eh, şimdilik yürüyelim bakalım, umudum benim, aşalım
şu köprüyü - çift boynuzlu yaşlı aydedenin talikası peşince.
Dünyanın sonuna erişelim ve tramplenden atlayalım.
Gerekirse tanrının kapılarına dayanalım bir gece.”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“II
<Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine?
4 eylül 1852>
Ah! İlk anlarda deliye döndüm.
İniltilerle üç gün ağladım durdum.
Siz analar babalar hanginizin ruhu acıda?
Hiç duydunuz mu duyduklarımı?
Hanginizin umudunu çaldı Tanrı?”
(Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03)
“Dinin dogması ya da filan sırrı hakkında ne düşünüyordu? İç aleme ait bu gizlilikler ancak ruhların
çıplak olarak girdikleri mezarda bilinebilir. Yalnız, emin olduğumuz tek şey, iman konusundaki güçlüklerin onda
hiçbir zaman riyakarlığa yol açmadığıdır.. Elmasın çürümesi hiç mümkün müdür? Elinden geldiği kadar çok,
inanıyordu. ‘Credo in Patnem!’ <Tanrı’ya inanıyorum!> diye haykırırdı sık sık. Vicdanı yeterince doyuran ve
size yavaşça, ‘Tanrı ile berabersin!’ diyen hoşnutluğu hayır işlerinden bol bol elde ediyordu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Çev.: Semih Atayman, Cilt:I, sa:99)
“ ‘Şimdi nasıl gösteriyor kendini?’ dedi vahşi.
‘Kendini yokluk şeklinde gösteriyor; sanki hiç yokmuş gibi.’
‘Bu sizin suçunuz.’
‘Uygarlığın suçu diyelim. Tanrı; makinelerle, bilimsel tıp ve evrensel mutlulukla uyuşamaz. Kendi
seçimini yapman gerekir. Bizim uyggarlığımız, makineleri, tıbbı ve mutluluğu seçti. İşte bu nedenle bu kitapları
kasada kilitli tutmak zorundayım.....’
Vahşi sözünü kesti. ‘Ama Tanrı’nın varlığını hissetmek doğal değil midir?’
Denetçi alaycı bir biçimde, ‘İnsanın pantolonunun fermuarını çekmesi doğal mıdır diye de
sorabilirdiniz,’ dedi..... İnsan herhangi bir şeye içgüdüsel olarak inanırmış gibi! İnsan birşeylere inanır, çünkü
onlara inanmaya şartlandırılmıştır.’ ”
(A. Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:302)
“Irmakağzı’nda, toprağın, insanı Tanrı’yla boy ölçüşmeye zorlamaktan başka amacı yoktur. Toprak,
özsuyuyla dolu olarak kendini insana sunar, bütün terini uğrunda harcamaya iter, ama iş hasada gelince,
görünmeyen bir el, sonucu vaadedici olduğu kadar tehdit edici bir şekilde tartar.”
(P. Istrati, “Minka Abla”, sa:7-8)
“Bunların arasında, temel harçlarını yoğuran Sudanlıların artık insana benzer tarafları kalmamıştı. Birer
hayvan görünümü almışlardı. Üzerinden iri ter damlaları akan kapkara yüzler. Yeryüzü boşluğuna yalvaran kanlı
gözler. Tempoyla kalkıp ağır aletlerini indiren kollarla birlikte hep bir ağızdan uluyan acınacak sesler. Onlar için
Tanrı yoktu, çünkü insanoğlu onu öldürüyordu. 1909’un Helyopolis’i işte buydu.”
(P. Istrati, “Sünger Avcısı-Bakır”, sa:32)
“Köylü Kadın Gibi
Fesleğen ektim bir kutsal Cuma sabahı.
Köylü kadın kadın gibi.
Ağzımın suyuyla suladım.
Tanrıyı ve aşkı düşündüm
İkisi aynı şeymişçesine!”
(Carolina İlica<d.1951>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.05.05)
“GENÇLİK AŞKI
---------------------Ne kalmışsa büyük düşlerimizden,
Şimdi kırık dökük örselenmiş.
-Tanrının yorgunluğunu düşünüyorum da:
Ne çabuk öğütüyor her şeyi ömrümüzden.”
(Mascha Kaleko-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.02.08)
“DÖNÜŞ
Ölümsüz Saronik Körfezi, kutsal sığınağı gemimizin,
tanrıların gülüşü var sularının akıntısında,
tıpkı derin dinginliğin ve burada duyduğumuz
fırtınanın yeğinliği gibi.”
(Konstantinos Karyotakis<1896-1928>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
08.08.02)
“AYNI HAVAYLA
----------------------Kasvetli odamda bu sene, Tanrı’nın izniyle
İlk günahunda masum bir kadın olursun belki
Asla doğmayacak olanların ölümsüzlüğünü
Başından fırlatıp atıverdin çünkü.
Çaldığı müzikten daha gerçek değildir keman.
Böyle dediler, rahipler - ama yoruldum
Aşık olacağım diye soneler aramaktan;
İlhamı Tanrı’dan değil İnsan’dan isterim.
Bu yıl bana geleceksin, Ey bulanık yüzlü bakire,
Zaman’a ve Mekan’a dair bir şeymişçesine.”
(Patrick Kavanagh<1904-1967>-Suat Başar Çağlan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
11.02.10)
“Sonunda cesaret ederek:
-Hala şeytanla mı savaşıyorsun, Peder Makarios, diye sordum.
-Artık değil oğlum; şimdi ihtiyarladım, o da benimle birlikte ihtiyarladı; gücü yok; Tanrı’yla
savaşıyorum.
Ben hayretle:
-Tanrı’yla! dedim; peki, onu yeneceğinden emin misin?
-Yenileceğimi umuyorum oğlum, sadece kemiklerim kaldı; onlar direniyor!” .........……….
“Çöle daldıkça kafam kızıyordu, ortaya çıksın da benimle konuşsun diye Tanrı’yı çağırıyordum. Beni
insan olarak o yaratmadı mı? İnsan soru soran hayvan değil midir? Öyleyse soruyorum, cevap versin. Kızgın
hava içersinde ona: ‘Efendim,’ diye itirafta bulunuyordum. ‘Efendim, güç bir an geçiriyorum; ne yapayım?
Ağzıma yanan bir kömürü, bir sözü koy; kurtuluşu getirecek basit bir sözü; fazla ışıktan kör olmuş bu kuyuya
bunun için, seninle karşılaşmak için indim; görün!’ ”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:214;239)
“ ‘Hey be dedeciğim, hey!’ dedi. ‘Tanrı kemiklerini aziz etsin! O da benim gibi biriydi ama, Tanrı’dan
korkmaz adam, Ayios-Tafos’a <Kutsal Mezar: Hz. İsa’nın gömülü olduğu yer> gitmiş, hacı olmuştu. Ne amaçları vardı
kimbilir? Köye döndüğü zaman, keçi hırsızı ve hayırsız bir adam olan sağdıcı, ona dedi ki: ‘Ah bre sağdıç, bana
Ayios-Tafos’tan bir kutsal haç parçası getirmedin!’ Tepeden tırnağa sahtekar olan dedem ise: ‘Nasıl getirmem,
sağdıç?’ dedi. ‘Seni mi unutacaktım? Akşam eve gel, kutsama işi için, şöyle pişmiş ufak bir domuzcağız ile
şarap de getiriver gayri.’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:215)
“Gazeller
---------Yalnızlıkta Tanrı düşüncesi vardı
Yalnızlıkta Tanrı korkusu vardı
Yalnızlık ibadetin mihrabı
Yalnızlık Minber ateşiydi
Yalnızlık ayaklarımın yenilgisi
Yalnızlık ellerimin duasıydı”
(Nazir Kazimi-Asuman Belen Özcan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.02.03)
“Primo Levi’nin Duası
Ben Tanrı olsaydım
başında takkesi
diz çökmüş, ellerini açmış
kendisi seçilmediği için
Tanrısına övgüler yağdıran
Kuhn’un yüzüne tükürürdüm.”
(Meave Kelly-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.12.04)
“TANRILAR YAZDI
Yağmur damlalarının soluğuyuz biz
Rüzgardaki taneleriyiz deniz kumunun
-------------------------Soyumuzun güneş gözlü tanrılarının
Tyityimya ya da boogaloo tutkusu da,
Gülüşler de bizimdir geceleri, gündüzleri
Ve Amerika’daki saldırgan kentler
Kuru gürültüler yapıyor. Hepsi bu değil
miydi
Yazılanların, tanrılar tarafından?”
(Keorapetse Kgositsile<d.1938>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.09.07)
“YAŞAM BOŞ GEZENİN BOŞ
KALFASIDIR
-----------------Şeytan bir çakaldır
İnsan şekline bürünmüş
Kurbanlık bir koyundur, tanrı
Yaşam, boş gezenin boş kalfasıdır
Bitlerin sardığı
Paçavralar içinde!”
(Mbongeni Khumalo<d.1976>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.07.08)
“İYİLİK
***
Tanrının önünde diz çöktüm,
ama böylece aramızdaki mesafe
daha da açıldı...”
(Zdravko Kisyov<d.1937>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.02.04)
“Ne var ki, çok iyi planlanmış saldırı hiç beklenmedik bir şekilde hüsranla son buldu. Bugün bile
nedenini tam olarak anlamış değilim. Rahibeler manastırını sanki Tanrı koruyordu. Elimiz kolumuz tutuldu; oysa
üç yüzden fazla silahlı insan, dinsel tasvirleri parçalayacaktık. Ve vaiz olan oğlunuzun işareti vermesini
bekliyorduk. Manastırı yerle bir edecektik.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-Kutsal Cecilie Ya Da Müziğin Gücü”, sa:127)
“GÖSTER ONLARA YÜZÜNÜ
Yavrucak, az önce dünyaya gelen yavrucak,
Evrenin ruhunu taşıyorsun sen,
Ve bugün sen aydınlatıyorsun dünyanın çehresini.
Yüzyılların düşü geziniyor senin benliğinde.
İlk sabah sen ağladığında
Bir tanrının biliyordum indiğini
Gökyüzünden yeryüzüne;”
(Yandam Kolani-Eray Canberk; “Şiir Atlası, “Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.09.09)
“Kaynak Fışkırması
<Babamın Anısına>
------------------------İşte kaynak budur
Güya sıradan bir doğa mucizesi
ama onu görmeye bir ömür yetmez.
Sen ki, Tanrının mutlu kulu,
bir yudum iç ondan
ve adını koy!”
(Georgi Konstantinov<d.1943>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
20.10.05)
“Yaratmasaydı tanrı sarı balı
incir olacaktı baldan tatlı.”
(Ksenophanes, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:78)
“Bir Çek atasözü onların tatlı aylaklarını bir eğretilemeyle tanımlar: Tanrı’nın pencerelerini
seyrediyorlar (Gökteki yıldızları!). Tanrı’nın pencerelerini seyreden kimsenin canı sıkılmaz; mutludur. Günümüz
dünyasında işsizliğe dönüştü aylaklık; aynı şey değil kuşkusuz.”
(M. Kundera, “Yavaşlık”, sa:9)
“SAYGI
Pagan tarlalarda kimi zaman, bir heykel gün
yüzü görür,
Yetişkin bir mermer muamma dolu, sonsuz
uykusundan olur.
Belki bir Tanrıydı, evvel zaman içinde hükümran,
Kopmuş koluyla yıldırımları titretirdi her an.
Som kristal göklerde bir ışık titrer,
Sanki ilk günüymüş yeni yetme dünyanın.
Güzel bir halk Latin şivesine döner,
Ey yüce Tanrı diye ünler.”
(Jean Pourtal de Ladeveze<d.1898-?>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
09.10.03)
“BİTKİLERİN HUZURU
-------------------------------Zira Tanrı sadece kısır kederler,
Ve zihnimizde boş işler yaratmış gibi.
Şu kahrolası dünyada bitki ve hayvanlara
Bahşedilmiş, rehavetin huzurlu dinginliği.”
(Jean Lahor<1840-1909>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.08.05)
“19. Yüzyılın Rus aydınlarının en büyük takıntısı Tanrı kavramlarıydı. Soğuk iklimin bu ateşli
insanları, Ortodoks’luğu tek kurtuluş yolu olarak görenlerden Tanrının varlığını sorgulayanlara kadar, bin bir
çeşit düşünceyle sarsılıyordu. Nihilizm ise aydınlar arasında en yaygın akımdı. Romanlarda olduğu gibi, gerçek
hayatta da birçok aydın bu meseleyi kendi canını ortaya koyarak çözmeye çalışıyor, intiharı deniyordu.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa: 549)
“Ömrünün son iki yılını geçirdiği uçsuz bucaksız mor dağlar, Cemal ile arkadaşlarının sonsuz
cesaretinin ve sonsuz korkaklığının ölçüsüydü sanki. Uzun tırmanışlar sonunda, kan ter içinde bir dağın zirvesine
ulaştıklarında yazın yemyeşil olan vadiler, gümüş nehirler, kışın da donmuş uçsuz bucaksız bir beyazlık
ayaklarının altında uzanıyor ve kendilerini Tanrı gibi hissetmelerine yol açıyordu.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Mutluluk”, sa:40)
“Hayal gücüm, elimde olmadan patlamak üzere olan bu yıkıntı ve ölüm girdabına sürükleniyor.
Geçmişte olduğu gibi kurbanların çığlıklarını duyar gibi oluyorum. Onları, bu körpe ve güzel insan etinin
yaralanıp ezilişini, ruhların soylu vücutlarından gaddarca koparılıp, Tanrı’nın karşısına fırlatılışını yine görür
gibi oluyorum.”
(J. London, “Demir Ökçe”, sa:5-6)
“Ama Martin bulunduğu doruktan aşağı inmedi. Dokundurmanın hayvanca oluşu bile onu yere geri
getiremedi. Öfke ve incinme aşağıda, onun aşağısındaydı. O muhteşem bir düş görmüştü; o bir Tanrı olmuştu ve
o, bu solucan gibi adam için yalnızca derin ve korkunç bir acıma duyabilirdi.”
(J. London, “Martin Eden”, sa:122)
“BİR TEMMUZ
GÜNÜNE BALAD
--------------------Tanrı’yla kalmalısın
sen sevdalı şövalye.
-Ben gidip arayayım
O Defneler Beyi’ni...”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Adnan Özer, “aşk şiirleri”, sa:45)
“Daha sonra yavaş yavaş, ‘İnanıyorum ki, Tanrı beni de,’ -yüzü birden aydınlamaya başladı- ‘bütün
öteki yaratıklarla birlikte yarattı,’ diye ekledi çabucak ve sözcükler birdenbire dökülmeye başladı.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:9)
“ÖLÜLER ÜŞÜR MÜ?
---------------------------Pratik düşünceler. Akıllı kararlar.
Ama ben kendi benliğimden kaçıyorum
ki bıraktım gecede yalnız seni
bu buz gibi salonda, sana
ki kaç kez kaldırdın beni ellerinle
küçük çocuk, ki söylüyordun adımı
sevecenlikle, tanrının sana vermediği
çocukmuşum gibi.”
(Yorgi Manousaki<d.1933>-Ahmet Yorulmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.10.02)
“Ellinci Gün
-------------Savaş alanı oldun içi umut dolu olanların;
Kilisesi, Tanrı’yı bilenlerin
neredeydin acaba? Nereye sığınmıştın?
doğduğunda;
tepenin üstünde sürüklenirken,
hainlerce, Kral’ın, ölüme,
kanıyla kızıla boyamıştı toprak parçasını,
yüce sunağın üstünde yükseldiği yerde.”
(Alessandro Manzoni <1785-1973>-Necdet Adabağ; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
12.02.09)
“Nereye gittiğim anlaşılmasın diye, beni Büyük Kabristan’a götürmesini söyledim. Aynadan eğlenerek
baktı bana, sonra da şöyle dedi: ‘Aman beni böyle korkutmayın, beybaba, keşke Tanrı bana da sizinki gibi uzun
ömür verse.’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:24)
“Sergey Yesenin’e <1926>
---------------------Sizin için henüz
heykel de dikilmedi,
nerede o,
çınlayan tunç
veya granitin köşeleri?
Anı parmaklarına
yığdılar
Tanrı’nın günü,
adaklarının
ve anılarının
süprüntüsünü.”
(Vladimir Mayakovskiy-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 19.02.04)
“Beyaz Güvercinle
Bekliyorum Seni <1963>
--------------------Gemiler düşlüyorum
şu anda üstünde durduğum
denizde
Dimaşk’ı saçlarından başlamış
haritanın üsütünde.
Tanrı yeryüzünü altı günde yaratmış
yedinci günde
dinlendi
vefaya gereksinim duymuş olmalı
yıllarca”
(Meryem El Mısri<d.1963>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.12.06)
“Nedir yaşam, ne zevki var altın Aphrodite olmadan?
-------------------------------------------- Gelip çatınca
acıyla dolu yaşlılık, hem çirkin, hem kötü olunca insan,
kapkara kaygılar dolanır durur kafasında,
artık tat almaz olur gün ışığına bakmaktan,
gençler tiksinir ondan, hor görür kadınlar;
böyle zorlu kılmıştır işte yaşlılığı tanrı.”
(Mimnermos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:75)
“Utopia’lılar, inci elmas gibi değerli taş, incik boncuk düşkünlüklerini de soyluluk budalaları arasında
görürler. Böylesi değerli taş meraklıları, yurtlarında ve çağlarında değer verilen az bulunur ve güzel bir taşı
ellerine geçirdiler mi, kendilerini bir çeşit tanrı gibi görürler. Oysa, aynı taş her yerde ve her zaman aynı değeri
taşımaz.”
(Th. More, “Utopia”, sa:101)
“ADAM
--------daha ölçülü istekleri vardı arkadaşımın
bağışlamasını diliyordu tanrının ona
görkemli huzurunu bahçedeki okaliptüslerin,
bütün yoksulların gözyaşlarını silmeyi bir de
o zaman güneş gibi alçakgönüllü olacak
yıldızların kızıl mumu damlamayacaktı üzerine”
(Seitlhamo Motsapi<d.1966>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Ktap, 28.06.07)
“SHAKA’NIN ALEVLERDEN
DOĞUŞU
Dişi aslanın
boynuna asılan
bir yavrununki gibiydi
o bebeğin çığlığı
babasızdı çünkü.
Tanrılar
kaynattı onun kanını
kil çömleğinde tutkunun
yürüsün diye, damarladında.
(Mbuyiseni Oswald Mtshali<d.1940>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
08.11.07)
“Hiçbir zaman gökteki güneşler bütün bu kanları kurutanlar kadar saf ve temiz olmamıştır, bu güneşleri
Tanrının ona gönderdiğini söylüyorlar ve bunlara onun Austerlitz güneşleri diyorlardı. Daima gürlüyen ve ancak
savaş günlerinin ertesinde bulutlar bulunan topraklariyle de bu güneşleri kendisi yaratırdı.”
(A. de Musset, “Bir Zamane Çocuğunun İtirafları”, sa:4)
“Methiye <32>
12. Bu dünyadaki yalnızlığım Bin Muhammed gibidir
Tanrının verdiği yiğitlik sonra ona sunulan”
(El Mütenebbi<915-965>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.07.04)
“GÖK GÜRÜLTÜSÜ PATİKASI
Gök Gürleyecek
-------------------Tanrı’nın okları titriyor ışığın kapılarında,
Sokak yasağının davul sesleri pazarlıyor bir
ölüm dansı;
Ölümü dansa kaldıran gizemli varlık
Korkutuyor demir maskesiyle
Yüzyılın ışık veren son el lambasını...”
(Christopher Okigbo<1932-1967>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.12.08)
“BİR AFRİKA AĞITI
Tanrının yarattığı mucizeleriz biz
Tatmak için Zamanın acı meyvesini.
Değerli kişileriz.
Acımız dönüşecek bir gün
Yeryüzünün harikalarına.
Beni yakan şeyler var şu anda
Sararıp soluyorlar mutlu olunca ben,
Farkında mısın acımızın hikmetinin?
Farkında mısın katlanıyoruz yoksulluğa
Şarkılar söyleyebiliyoruz, düşünebiliyoruz
güzel şeyleri.”
(Ben Okri <d.1959>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.02.10)
“ÜN FLÜTÜ
<Gümüş Çağ Rus Şiiri - 1 Mayıs 1914>
Bir Dahi Olarak Doğmuşum,
Elektrikle Hasta Olan Bir Tanrı,
Tanrı’daki O Seçkin Ruhum
Tutuşmuş Güneş Baharı.
--------------Tanrısallığın Masum Tacı,
İlhamın Mutlak Kralıyım.
Kendi Kendimin, Bir Yaratıcı,
Ölümsüz Hayatın Başıyım!”
(Konstantin Olimpov<1889-1940>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 22.04.04)
“Gerçeklik ve Arzu
<Luis Cernuda için>
Gerçeklik, evet, gerçekliktir
görünmeyenin çakan şimşeği
içimizdeki tanrının yalnızlığını açığa çıkaran.
Kaçan gökyüzüdür bu..
Ölümün köpükleriyle süslenen toprak.”
(Olga Orozco<1920-1999>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.09.05)
“Bir elli metre daha yürüdükten sonra şiirin son kıtasının kafiyesi geldi aklına. Şiiri içinden
tekrarlayarak eve doğru yürüdü:
---------------------------------Çünkü güzel yaz günlerinde
Sattık bedenlerimizi Ashtaroth Ormanı’nda
Pişmanız şimdi ayazı yediğimizde
Büyük tanrı, diz çökeriz şimdi önünde...”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:173)
“YIKINTILAR ARASINDA İLAHİ
----------------------------------------------Herşey tanrıdır.
Bir kırık heykel
Işığın kemirdiği sütunlar
Ölümün yaşadığı bir dünyada canlıdır yıkıntılar.”
(O. Paz, “Kartal Mı, Güneş Mi?”, sa:17)
“Tanrılardan Tek Dileğim
Tanrılardan tek dileğim
Onlardan bir şey istememeyi
bağışlamalarıdır bana.
Mutluluk bir yüktür. Talih bir boyunduruk.
İkisi de fazla rahat bir durumun göstergesi.
Ne telaşlı, ne telaşsız, yaşarım ben
Aldırmadan acılara, sevinçlere.”
(Fernando Pessoa<1888-1935>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.05.08)
“ÖNSÖZ/Şiirler Şiiri
“Ey Tanrı’m, ey Venüs, ey Mercury, ey hırsızların
koruyucusu,
Son günlerimde, n’olursun bir tütüncü dükkanı
ver bana.
Böyle diyor Pound, Ezra.
Kardeşler, barış içinde ancak
Derin derin soluk alır evren.
Böyle diyor Ritsos, Yannis.”
(Ali Püsküllüoğlu<1935-2008>, “zamansız”, sa:7)
“Tanrının geleceği görmek bilgisini, insanoğlunun akıldan yana zayıf tarafına vermiş olduğunu
göstermek için şu tek ispat yeter. Gerçekten tamamiyle aklı başında olan hiçbir insan tam manasıyla doğru,
geleceği tam görür bir bilince varamaz.”
(Platon, “Timaios”, sa:80-1)
“YEŞİL VAAT
<Al Gerov’a, söz verdiğim gibi>
Merhaba, ey gelecek - umurumda değilsin
Ben kendi zamanımı giyiniyorum yola çıkarken.
Kendi ölümümü kendi kitabımdan koparıyorum işte bahar. İşte düğün var.
-----------------Kim karşıladı beni? Beni kim uğurladı?
Ah, yeşil vaat buymuş meğerse! Tanrı
ottan yarattı onu - elveda!”
(Ivan Radoyev<1927-1994>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
18.12.08)
“ÇİÇEKLERİN TANIKLIĞI
------------------------------------Tanrının yolunda akıyoruz
Döküldüğü yere dökülüyoruz
Ne dinleniyoruz
Ne de yavaşlıyoruz
Ayrı duran kapıyı bölüyoruz
Seni koklayanı keserek
Zaferimizi zamanla örtüyoruz”
(Abdelmanum Ramdan-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.12.04)
“Tek dileğim tanrıların beni unutmaları <1932>
Tek dileğim tanrılardan beni unutmaları.
Ne üzgün, ne de hoşnut, özgür olmak,
Bir hiç olan havaya can veren
Rüzgar gibi özgür.
Sevgi de, nefret de arar bulurlar bizi.
İkisi de baskıyla, her biri ayrı ayrı.
Tanrıların hiçbir şey
Bağışlamadıkları kişi özgür olabilir ancak.”
(Rıcardo Reıs-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.01.04)
“SEN, komşu Tanrı, seni kimi zaman
rahatsız ediyorsam uzun gecede sert vuruşla, şundan, seyrek işitiyorum soluyuşunu da
ve biliyorum: Sen yalnızsın odada o an.
Ve bir şeye gerek duyarsan, kimseler yok,
aranan eline bir içecek uzatacak:
Kulak veriyorum hep. Bir işaretçik yak.
Yakınındayım çok.”
(R. Maria Rilke<1875-1926>-Yüksel Pazarkaya, Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.08.07)
“ ‘Tanrı’ diyen ve Tanrı’nın ortak bir şey olduğunu sanan insanlar olması mümkün mü?”
(R. Maria Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:53)
“İLK KUDAS TÖRENLERİ II
Şöyle bir baktı papaz bekleyen kurbanlara;
Kimi işçi çocuğu, kimi zengin çocuğu
Kaçın kurrası papaz, elbette bula bula
Bir bekçinin zavallı, yoksul kızını buldu:
‘Tanrı bu kızı uygun gördü büyük gün için
Rahmetini kar gibi yağdıracak alnına.”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:109)
“KIZ KARDEŞİMİN TÜRKÜSÜ
---------------------------------------Ruhunun çılgınlığına eğiliyorum korkuyla,
gözlerinin dibinde yıldızlar çarpışıyor.
Tanrıların savaşları
içini kanatıyor.
Sen bir heykelin duyarsızlığındayken
nasıl başa çıkacağım içindeki yangınla?”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-kız kardeşimin türküsü”, sa:27)
“VEBALI
Tanrı bir süredir bilmezlikten geliyor
benim yazgımı
-bu aralar mesafeli bir ilişkimiz var.
Nazik bir biçimde ona yaklaştıkça
hiçbir şey istemeden
yükseltiyor aramızdaki kör duvarı
bizi ayıran
bizi donduran.”
(Pablo le Riverend-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.01.07)
“ON ŞİİRİN ONUNU BİRDEN YAZMA
<Desocupado lector, 1990>
Benim köpek koltuk altlarıma, üçüncüyü Tanrıya,
içimde beliren
Aylardan en kutsal ayda, zamanın kalırsa sonuncuyu
yazma, kendini benim yerime koy, öylesi
Üzgünüm ki, insanlıkla dolup taşıyorum
Omurgamda onca insanca titreşimle, ve ta içimde
bambaşka bir parıltı sinmiş uyuklamakta, öylesi
kanlı doğum sancılarına gebe.”
(Gonzalo Rojas<d.1917>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
20.05.04)
“Vaftiz <Evohé-1971>
------sevdanı kalelerden üstün tutarım,
dostluk dedi ona, buram buram
güzel koku dedi,
koyaklarda yankılanan ses diye
ünledi,
geçitlerin yankısı dedi ona,
arkadaşım benim,
ama kadın hiçbirini işitmedi,
çünkü sağır yaratmıştı onu Tanrı.”
(Cristina Peri Rossi<d.1941>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
01.02.07)
“SONELER
II
Aziz Paul nasıl bilemediyse Tanrı’nın gizini,
gökten yeryüzüne nasıl oldu da indiğini, öyle oldu;
bir aşk perdesiyle yeniden kapladı yüreğim,
İçimdeki tüm düşüncelerimi.”
(Raffaello Sanzio<1483-1520>-Necdet Atabağ; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
23.07.09)
“DİLEKLERİM <441>
------------------Yakup gibi gör nice yakındım ayrılıktan
Güzel Yusuf oğlumu görmektir arzum benim
Gevşek bu kimselerden artık canım sıkıldı
O Tanrı aslanıyla gitmektir arzum benim”
(Mevlana Celaleddini Rumi-İsa Nurazer; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.05.07)
İyi bir şey olsaydı ölüm
Önce tanrılar ölmez miydi?”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “neden gene deli gönlünü çelen”, sa:113)
“Bu olaylardan ve yerlerden uzakta yaşayan ve Tanrı’nın evlere, barınaklara, hastanelere, barakalara,
ambarlara ya da el konulabilmiş veya ordu tarafından terk edilmiş tüm ordu çadırlarına ya da kulübelere tıkış
tıkış doluşan ve daha da büyük bir kesimi evsiz barksız yaşayan, köprüleri ve ağaçların altında, sahipsiz
arabaların içinde ve hatta dışarıda, açık havada kıvrılarak yatan İberyalı sığınmacıların, bu meleklerin yanına
gelip onlarla yaşadığını düşünen kişiler Tanrı ve melekler hakkında bir sürü şey biliyor olabilir, ama insanoğlu
hakkında pek az şey bilmektedirler.”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:241)
“Şu kadarını biliyoruz
Ölüm kötü bir şey;
Bak, işte sınırlarından belli; “JOHANNA - Nedir o ?
LENI - Kutsal Kitap. Aile toplantılarında kesinlikle bulundurulur. (Johanna hayretle bakar. Leni
bezgin, ekler.) Hani… belki…yemin etmemiz gerekebilir diye…..
JOHANNA - Yemin edecek ne var ki ?
LENI - Belli olmaz.
JOHANNA (Emin olmak isteyerek ve gülerek.) - Ama sizler ne Tanrı’ya inanırsınız ne de Şeytan’a.
LENI - Doğru. Ama kiliseye gidip Kutsal Kitaba el basarız.”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:21)
“Vitraylar, payanda kemerleri, kabartmalı kapılar, koro şarkıları, tahta ya da taş haçlar, manzum Derin
Düşünceler ya da şiirsel Uyumlar; evet bütün bu Sanat ve Edebiyat ürünleri, doğrudan doğruya Tanrısal-olana
götürüyordu bizi. Doğa güzelliklerini bunlara eklemek de işin cabasıydı. Aynı soluk, Tanrının eserlerini ve
insanın yaptığı eserleri şekillendiriyordu; aynı gökkuşağı, çağlayanların köpüğünde parıldıyor, Flaubert’in
satırları arasında yansıyor, Rembrandt’ın ışık-gölge üslubu yapıtlarında yanıp sönüyordu; Yüce Ruhtu bu. Ve
Yüce Ruh, Tanrıya insanlar hakkında söz ediyor ve insanlara Tanrıdan kanıtlar getiriyordu. Büyükbabam,
Güzellikte, Hakikatin ete kemiğe bürünmüş varlığını ve en yüksek özlemlerin kaynağını görüyordu. Bazı
olağanüstü durumlarda (örneğin dağlarda bir fırtına patladığında ya da Victor Hugo’ya ilham geldiğinde),
Hakikatin, Güzelin ve İyinin kaynaştığı Yüce Noktaya ulaşılabilirdi.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:45)
“ZİYARET
------------‘Ey gece, yarın ne zaman doğacak
Kesilen kulun akan kanında
Bağrından akar efendim
Aşkın gülücüğüyle yorgun
Ancak mutluluğu arzulayan.’
Tanrıların işaretini nasıl tutsam?
Parlayan gökyüzünde, sararır inci,
Ringa balığı ballaşır, ansızın boğazına takılır
Korkuyla, yapışkan kuru”
(Hilmi Selim<d.1952>-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.02.08)
“Bir Akşam Sohbeti
Sıkıldığımda bazen
Tanrı’yla konuşurum. Yer muşambasındaki
desenleri, mutfak zeminindeki
ritmik tekrarları,
inceleriz beraber.
(Peter Semoliç<d.1967>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.01.08)
“Genç
<’All My Pretty Ones’ adlı kitabından>
Bin kapı önce
yalnız bir çocukken
büyük bir evde, dört
garajlı ve yazdı
------annemin penceresi volkan bacası
babamın penceresi, yarı kapalı
yataklı vagonların geçtiği ray tüneliydi
------ve ben, gıcır gıcır bedenimin içinde,
henüz kadın olmamış,
sorularımı anlattım yıldızlara
ve gerçekten görebildiğini düşündüm Tanrı’nın
harareti ve boyalı ışığı,
dirsekleri, dizleri, düşleri, iyi geceleri.”
(Anne Sexton<1928-1974>-Nurduran Duman; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.03.06)
“Tanrı beni ilkbaşta sana köle yaptı, sonra
Keyfine el koymayı kurmamı yasak etti.
Ya da özlem duymamı hesaplı zamanlara:
Kölenim ya, boş vaktin olsun diye bekletti.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:58, sa:157)
“HEKİM - Tek peni, tek kuruş kalmadı. Tanrıya..
EPIFANIA - Boşver Tanrıya! Ne yaptınız paraları?
HEKİM - Boşvermek hiç br zaman Tanrıyı ilgilendirmez. Kendi geçiminizi sağlamak için benden
ayrıldığınız o ikindi vakti Acıyan’a, Yarlığayan’a yakardım: Siz uçsuz bucaksız mizahının tepeden inme
belirtilerinden biri misiniz..”
(G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:102)
“İRANLI - (Dizleri üstünde doğrularak.) Kara haber getirmek bu kadar onurlu iş mi?
BELZANOR - Ey barbar İranlı, sözüme kulak ver. Mısır’da iyi haberler getiren, tanrılara şükran için
kurban edilir. Ama hiçbir tanrı kara habercinin kanını istemez. İyi haberler oldu mu bunu en değersiz kölenin
ağzından iletiriz. Kara haberleri kendini göstermeye meraklı genç soylular getirir.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:26)
“ABİKU
--------Sincap dişleriyim ben, kırılmış
Gizemiyim avuçların. Hatırla
Bunu ve göm beni derinlere
Tanrının şişmiş ayağının içine.
(Wole Soyınka<d.1934>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.06.09)
“Sonra
tanrıyla
konuşacak bir şeyim kalmadı artık
-------sonra
sonrası yok
sonra o tanrı olmayı sürdürecek
onun flütü için bir Hint kamışı olacağım
ben de”
(Evdin Stefanov<d.1953>-Kadriye Cesur, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.09.07)
“Sana
Al sana bir kondom. Tamam, hoşuna gitmedi.
Ama ihtiyacın var. Al. Öyleyse.
-----Bu haldeyken kendinden nefret ediyorsun, kulağını
Çizdiğin ağza dayayıp dikkatle dinliyorsun. Artık
Hiç kuşkun kalmadı. Kondom boşluğunda
Biri var ve pekala biliyorsun ki
Kimsenin bulunmadığı yerde yalnızca Tanrı olabilir.”
(Aleş Şteger<d.1973>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.01.08)
“1-Sevgi ve Atlar
--------------------Üstlerinden geçer Abkar cenneti gibi
Ellerimle bozguna uğrar ve kavmiyle hüzne boğulur,
Tanrının bir yaşantısıdır yoksulluk ondandır ve onlardan
Verdiği ömürde karşılaşılır yas ve yemek
Gün doğumuna kadar uyur oysa uyku olgunlaşmıştır
Öğüt verir karla batıp çıkarak geçene...”
(Hatim El Tai-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.04.04)
“Tanrı söyledikleri kadar iyi yürekliyse, o iskeleti kim icat etmişti? Belki de Tanrı o kadar iyi yürekli
değildi. Ya da iyiydi de, dalgındı. Ya da belki keyifsiz olduğu bir gün şeytanı yaratmıştı. Şeytanı ve ölümü.
Annem, yüzümün asık olduğunu gördükçe, ‘Neden bahçeye çıkıp oynamıyorsun?’ diye sorardı herp.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:17)
“Bugün ise daha altı yaşına gelmeden <çocuklar> her şeyi biliyorlar..... Ama benim küçüklüğümde, biz
hiçbir şey bilmezdik. Öğretmen, hadi bilemedin, en çok şöyle birşeyler söylerdi: ‘Günün birinde Tanrının canı
sıkılmış, oyalanmak için dünyayı yoktan var etmiş, bu iş tam altı gününü almış, her gün her şeyi yaratmış,
yedinci gün de pazar günüymüş, o zaman oturup dinlenmiş.’ ”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:13)
“Kuledeki Prenses
III
Şövalye şarkı söyler
----------------------Belki de kalbim fazla cesurdu,
Tanrı hayallerini kırılmayacak kadar masum
yapmış
Havada uçuşan melekleri görüyor
Meryem ‘in hatırına var olan”
(Sara Teasdale<1884-1933>-Nurduran Duman; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
29.06.06)
“ ‘Evet, Tanrı’nın varlığını en kesin, en sağlam delili, dünyaya vahiy yoluyla bildirilen iyiliğin
yasalarıdır. İçimde hissediyorum bu yasaları. Onları kabul etmekle, kilise denen inanmışlar topluluğunun
insanlarıyla sadece birleşmiyorum, ister istemez birleşmiş durumdayım da onlarla. Peki ya Yahudiler,
Müslümanlar, Konfüçyüs dininden olanlar, Budistler? Bu yüz milyonlarca insan, hayata anlam veren bu en yüce
mutluluktan yoksun mu bırakılmışlardır yani?’ ”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:733-4)
“Günlerden bir gün, Blanchefleur, Dük Morgan’ın Rivalen’i haince öldürdüğünü haber aldı. Hiç
ağlamadı; ne ah etti, ne çığlık attı. Gelgelelim elinde ayağında güç diye bir şeycik de kalmadı. Ölmek istedi,
gerçekten ölmek. Rohalt onu avutmaya çalışıyordu:
‘Kraliçem,’ diyordu, ‘Üzüntüyü artırmanın bir yararı yoktur; eninde sonunda hepimiz ölecek değil
miyiz? Tanrı geride kalanlara ömür versin, ölenlere de bağışlayıcı olsun.’ ”
(“Tristan ve Iseut”, sa:12)
“ŞAİR DOĞDUĞU ZAMAN
<Miryana Başeva’ya>
Şair doğduğu zaman
eski kapısını açıverir gökyüzü
eşiğin önünde dize gelip başını eğer Tanrıçünkü yeni bir evren doğuyor demektir,
şair doğduğu zaman.”
(Stefan Tsanev<d.1936>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.07.07)
“KÜHEYLAN
---------------Yavaş ol küheylanım
Kamçıyı duymazdan gel
Keyifle yaşayayım
Şarkımı bitireyim.
Tanrı’yla buluşurken O’nu bekletmek olmaz
Şarkısı kin tutmasın ölüm meleklerinin
Ey küçük çam ağlama yolumun üzerinde
Yavaş götürsün diye atıma kızmıyorum”
(Vladimir Visotsky<1938-1980> - Nikolay Kopil,M.Ş. Onaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 12.05.05)
“PASCAL’IN VASİYETİ
<Sapanca Şiir Akşamlarında Beş Yunan Şairi-1>
II
Tam gözlerini yummadan
kızkardeşinden
(hiç bakmadan)
ceketinin astarını dikmesini istedi.
‘Tanrı’nın varlığının tartışılmaz
kanıtını içeren notu açtığında
O’nun bağışlayan
ve her şeye kadir yüzünü
göreceği inancını
pekiştiriyordu.”
(Harris Vlavianos-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.06.04)
“Bunun üzerine, yer sırasına göre, soldan birinci sancağa söz verilince, önderleri, ‘Yanlışsız, kusursuz,
gerçek öğretinin yalnızca bizimki olduğundan kuşku duyulamaz; üstelik bizim öğretimiz doğrudan doğruya
Tanrı’dan gelmelidir...’ dediler.”
(C.-F. de Volney, “Yıkıntılar”, Cilt:II, sa:12)
“ ‘... Hepsi küçük parmağımda ya da avucumun içinde yazılı; hangisi olduğunu unuttum.’
‘Ama bu, Tanrı’yı açıkça hatalı yola yönlendirmek, baştan çıkartmak değil mi, Gladys?’
‘Sevgili Düşes, Tanrı buna herhalde karşı koyabilir. Bence herkes elini ayda bir kere okutmalı ki, ne
yapmaması gerektiğini bilsin.’ ”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:8)
“BOYUTLAR
----------------Bir dünya vardır ki tüm askerleri ve dulları
harcayan
un için, tüm evlatlıkları bina taşları için, tüm
bacakları
kalem için. Orada gözler yumuşamış ve
Tanrı’nınkiler gibi zararsız.
ve hepsi hamanlanmış, trafikte kendi gelip
geçen insanların
trajedileri gibi. Ve bir zaman birimiz yolunu
kaybetmiş,
sınırları aşacaktır, elbet onları orada görmek için
ölürken,
gülerken ve huzurlularken. Ne zaman eve
gelsek, yarı yoldayız biz.”
(C.K. Williams<d.1935>-Efe Murat; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.07.05)
“Nöbetleşe ve aklımızı büsbütün karıştırmak için aynı anda şu bahtsız taşkafalarımıza hükmeden iki
güçten -kısalık ve bitmezlik- kah fil ayaklı olan tanrının etkisindeydi Orlando, kah tül kanatlı sivrisineğin. Hayat
ona aşırı uzun geliyordı. Yine de göz açıp kapayana kadar geçiyordu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:71)
“BIRAK BENİ HAYKIRAYIM
Ben en hakir bir insanı kardeş duyan bir ruhum;
Bende esir yaratmayan bir Tanrı’ya iman var;
Paçavralar altındaki yoksul beni yaralar.”
(Mehmet Emin Yurdakul<1869-1944>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”,
Cilt:1, sa:54)
“O akşam kendimi Tanrı olarak görüyordum. Dünyayı ben yaratmıştım ve işe bakın ki, bu dünya
iyilikle, doğrulukla dopdoluydu. Bir insanı yeniden yaratmıştım, alnı yeni doğan gün gibi parlıyor, gözleri
mutluluktan gökkuşağının renklerini yansıtıyordu.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:395)
“İncil’de anlatıldığına göre, bulunduğu gökyüzünden bu tutkulu çabayı gören Tanrı, yapının (Babil
Kulesi) ne kadar görkemle yükselmekte olduğunu anlamıştı. Kendi eliyle insanoğlunun içine yerleştirdiği ruhun
büyüklüğünü ve insanlığın birliği bozulmadığı sürece ne önüne geçilmez bir güce sahip bulunduğunu anlamıştı.
Ve Tanrı, insanlık yükselip onun, yani Yaradanın yalnız başına egemen oldukları doruklara erişmesin diye, bu
yapıtı engellemeye karar verip şöyle demişti: ‘Aralarında karışıklık yaratalım, öyle ki hiç kimse ötekinin dilini
anlamasın.’ ”
(S. Zweig, “Yarının Tarihi”, sa:17)
Tanrı aşkına : Lütfen, ne olursunuz, Allah rizası için
“CLOV : (HAMM’a doğru dönerek, kızgın.) Şu çöplüğe bakmamı istiyor musun, istemiyor musun?
HAMM : Önce yanıt ver.
CLOV : Neye?
HAMM : Neler olduğunu biliyor musun?
CLOV : Ne zaman? Nerede?
HAMM : (Sertçe.) Ne zaman mı! Ne mi oldu! Biraz düşün, zorla kendini! Neler olmuş?
CLOV : Bize ne bunlardan Tanrı aşkına? (Pencereden bakar.)
(S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, ‘Oyunun Sonu’, sa:205)
“ ‘Koridor’u devre dışı bıraktım’ diyebildi komutan bir iniltiyle.
‘Bilmiyordunuz!’
Strathmore yumruğunu masaya indirdi... ‘Bilmem gerekirdi! Tanrı aşkına, adamın takma adı
NDAKOTA! Şuna bir baksana!’ ”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:311)
“Rachel içini çekti. O ve babası daha önce bu konuyu tartışmışlardı. ‘Baba, ben Başkan için
çalışmıyorum. Başkan’la karşılaşmadım bile. Tanrı aşkına, ben Fairfax’da çalışıyorum!’
‘Siyaset algılama meselesidir Rachel. Başkan için çalşıyormuşsun gibi görünüyor.’
Rachel dinginliğini bozmamaya çalışarak içini çekti. ‘Bu işi almak için çok çalıştım baba.
Bırakmayacağım.’ ”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:18)
“Hangi resme baktığını gören Grouard yutkundu:
‘Tanrı aşkına ne yapıyor bu kadın?’
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:148)
“Sonuçta, matematiği D’den A’ya çıkmış. Bundan iki hafta sonra torunumun öğretmeni kızımı arayıp,
‘Colin’e ne oldu? O farklı bir öğrenci oldu,’ demiş. Laura ona durumu anlatmış. Öğretmen de, ‘Tanrı aşkına,
aynen devam edin. O şimdi sınıfımdaki en iyi çocuk!’ demiş.”
(L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:35)
“Küçük kız, küçük erkek kardeşini gömleğinin kolundan çekiyor, küçük oğlansa poposuna düşen
pantolonunu bir eliyle tutmaya çalışıyordu.
‘Ne istiyorlarmış?’ diye sorduu Don Chivas.
Küçük kız dersini ezberleyen bir öğrencinin genizden gelen hım hım sesiyle: ‘Tanrı aşkına bize meyve
verirseniz…’ ”
(J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:103)
“Şaşırıyor David, öyle şaşırıyor ki, kızına köpürüyor. ‘Tanrı aşkına, neden Petrus’un suçu olmasın ki?
Şöyle ya da böyle o adamları buraya getiren oydu bir kere. Şimdi de utanmadan onları davet ediyor. Ne diye
anlayışlı olayım ki?..... Senin bu adamlara dava açmamanın nedenini anlamaktan acizim.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:154)
“ST. PETERSBURG, JUNI 1997
------------------------------------------Orda burda parlak soğan kubbeler altında
tek tük insanlar ölmüş yatıyor, alkol ya da din içinde.
Siyah giysili bir teyze dizleri üstüne çökmüş başını
vuruyor yola
sımsıkı tutarken ellerinde bir haçı.
Merkez Komitesinin yerine mi geçti Tanrı?”
(Peter Curman<d.1931>-Abdullah Gürgün; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.07.03)
“Boğuk bir sesle:
-Siz misiniz, Panihidin? diye sordu. Durun bakalım, gerçekten siz misiniz? Niye yüzünüz mezar
kaçkınları gibi solgun? Sakın siz bir hortlak olmayasınız. Aman Tanrım, korkunç bir durumdasınız! Ne oldu
size?
-Ama sizde de bet beniz kalmamış. Neler oluyor, Tanrı aşkına?”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:60)
“ÇİMME
Nereye gidiyorsunuz bu havuç yığınlarınızla?
Nereye gidiyorsunuz, Tanrı aşkına?
Dana kafalarınızla
Kuzukulağı yüreklerinizle
Nereye gidiyorsunuz? Nereye?”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:139)
“Sinyalci devam etti, ‘Her iki yönde de “tehlike” iletisi göndersem buna bir neden gösteremem. Başım
belaya girer ve hiçbir işe yaramaz.’ Acuçlarını silerek konuşmasını sürdürdü. ‘Delirdiğime inanırlar. İşte şöyle
çekmem gerekir: ‘Dikkat! Tehlike! Önlem alın!’
Karşıdan yanıt: ‘Ne tehlikesi? Nerede?’
Ben: ‘Bilmiyorum, fakat lütfen, Tanrı Aşkına önlem alın!’ ”
(Ch. Dickens, “Gizemli Öyküler-Sinyalci”, sa:51)
“İvan Andreyiç çıkar çıkmaz dedi ki:
-Tanrı aşkına, Tanrı aşkına, Tanrı aşkına efendim, uşakları çağırmayın! Ekselans, uşakları çağırmayn,
buna hiç de gerek yok! Ben öyle yaka paça dışarı atılacak bir adam değilim! Ben kendi kendime... Ekselans, bir
yanlışlık oldu. Size şimdi anlatırım ekselans.”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:60)
“ ‘...Çok anlaşılmaz bir şey. Ulu Tanrı’nın en sevimli yaratıkları onlar. Gelgelelim... Sevgili Clea’cığım,
bunlardan öyle çok var ki, her biri ötekinden daha kusursuz. Böyle bir ordu karşısında zavallı bir adam ne
yapabilir? Tanrı aşkına, birine, kime olursa olsun, söyle de bana biraz takviye kuvveti getirsin.’ ”
(L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:300-1)
“Bu fotoğraflarla birlikte her şey biraz daha inanılmaz görünmeye başladı. Elinde balık zıpkınıyla bana
dik dik bakan yakışıklı, kendinden biraz fazla emin şu genç adam da kimdi? Bunca emin olduğu şey de neydi
Tanrı Aşkına? Bunu söylemek güçtü. Onun yaşadığı dünya, tıpkı bizim dünyamız gibi, birden yok olma tehdidi
altında var olmuştu. Bunu herkes biliyordu.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:370)
“Doktor yaslı olduğundan, Rouault Baba ona karşı elden geldiğince terbiyeli davranmayı ödev bildi.
‘Tanrı aşkına şapkanızı çıkarmayın,’ dedi.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:25)
“KOMİSER - Lütfen: Kes şunu! (Nöbetçi polise.) Kapa şu pencereyi. (Nöbetçi polis pencereyi kapar.)
SANIK - Ben de merdiven boşluğundan atlarım. (Kapıya yönelir.)
KOMİSER - Tanrı aşkına! Yeter artık ama! Otur. (İskemleye itekler.) Sen de kilitle kapıyı...Al
anahtarı...”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:14)
“Tanrı aşkına, şuna bir bakın, özellikle biriyle konuşurken, yandan bakın, bu ne hoş görünüm! Kalemle
anlatılması olanaksız; kadife! Gümüş! Ateş! Aman Tanrım! Aziz Nikola, ey Tanrı’nın sevgili kulu! Ne olur,
benim de böyle bir kaftanım olsaydı!”
(N. Gogol, “Ivan Ivanoviç ile Ivan Nikiforoviç’in Öyküsü”, sa:27)
“MARGHERITA, kalkarak kendi kendine. - Şuna bakın, Tanrı aşkına!
LUCIETTA, kendi kendine. - Hep böyle çıt çıkarmadan, kediler gibi gelir. (Kalkarak, yüksek sesle.)
Hoş geldiniz, babacığım!”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:19)
“At üstünde, yuları kolunun altına sıkıştırmış boş bir şarjörü dolduruyor, Pilar’ın ata binişine bakıyordu.
Pilar’ın eyerinin üstünde, bağlanmış bohça gibi bir şey vardı. Primitivo,
‘Tanrı aşkına şunu bırak, düşeceksin yoksa. At da taşıyamaz zaten,’ dedi. Pilar,
‘Çeneni kapatsana sen,’ diye ona çıkıştı. ‘Bununla kendimize bir yaşam kuracağız.’ ”
(E. Hemingway, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”, sa:510)
“Dehşet içinde, ‘Tanrı aşkına ne yapıyorsunuz, Mozart?’ diye bağırdım. ‘Bu saçmalığa bizi de mi
bulaştıracaksınız? Bu rezil aygıtı üzerimize mi salacaksınız? Bu sanatı yoketme savaşının en son ve en başarılı
silahını? Bunu yapmak zorunda mısınız?’ ”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:211)
“ ‘Yine mi paydos?’ diye sordum.
‘Elbette, neredeyse tabanlarım patlayacak.’
‘Peki ama, bunun bir mezarlıkta mı olması gerekiyor?’
‘Çok hoş olur. Gel Tanrı aşkına.’ ”
(H. Hesse, “Knulp”, sa:58)
“Bayan Adele, oğlunun kızgınlığını fark ederek söze karıştı:
-Neniz var sizin Tanrı aşkına?
-Yok bir şey, dedi Albert.”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:109)
“-Yeğen, Tanrı aşkına söyle, ne oldu sana? Gülmüyorsun, konuşmuyorsun, yemiyorsun, içmiyorsun?
Hasta mısın? Yoksa başka bir derdin mi var?”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:31)
“‘Aman Tanrım! Ya onlara rastlarsanız?
‘Onlardan yoksullarım için sadaka isterim.’
‘Monsenyör, gitmeyiniz. Tanrı aşkına! Hayatınızı tehlikeye atıyorsunuz!’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:54)
“HAVAALANINDA KAYIP
----------------------------------Ardından bir üst görevli geldi ve kayıp
uçak destanını dinledi.. Omzunun üstünden endişeli
gözlerle bize doğru bakıp fısıldadı duyulur tonda:
‘Ne kadar zarar bekliyorlar?’ Ve neredeyse
on yedi saat olduğunu duyunca, dedi ki:
‘Amerikalı olamazlar, çoktan isyan çıkmıştı yoksa.’
Sonra yine fısıltıyla ‘Kim bunlar, Tanrı aşkına?’ ”
(Kevin Ireland<d.1933>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.10.08)
“ ‘Tanrı, göğün sel kapılarını açtı ve harman yerini doldurarak ekmeğimizi aldı götürdü. Geçenlerde de
koyunlarımdan biri iki başlı bir kuzu doğurdu... Dünyanın sonu geldi diyorum size! Tanrı aşkına, çalışmayı
bırakın da konuşalım.’ ” ..... “Çölde açlık, susuzluk, secde etmek ve Tanrı var. Burada, yiyecek içecek, kadın
olduğu gibi Tanrı da var. Her yerde var Tanrı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:129;187)
“Siyahi geldiği gibi ağır ağır giderek buyruğu yerine getirdi.
‘Özür dilerim, Don Benito’ dedi Kaptan Delano, ‘ama bu sahne beni şaşırttı,, bunun anlamı nedir
Tanrı aşkına?’
‘Bunun anlamı şu ki, tüm grubun içinde bir tek bu Zenci bana karşı alışılmamış bir kusur işledi. Onu
zincire vurdurdum. Ben...’ ”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:41-2)
“Ah, bir bardak bira! Nerdeyse boğazından aşağı indiğini hissediyordu. Ah, parası olsaydı! Bir bardak
için yedi peni gerekliydi. Ama bunun ne yararı vardı? Cepte ikibuçuk peni vardı. Başkalarının sana bira
ısmarlamasına izin veremezsin ya!
Flaxman’ın uzanamayacağı bir noktaya çekilerek, suratını ekşitti, ‘Ah, bırak beni tanrı aşkına!’ dedi,
sonra da arkasına bakmaksızın merdivenleri çıktı.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:35)
“John Pendleton telaşla Pollyanna’ya döndü. Alçak sesle, ‘Pollyanna, Tanrı aşkına, senden istenilen
şeyden söz etme, şimdilik,’ diye yalvardı.
Pollyanna gamzeli yüzüyle ışıl ışıl gülümsedi.”
(E.H. Porter, “Pollyanna”, sa:188)
“Ötekisi, ‘Nefes alıyor mu?’ diye sordu.
‘Hayır.’ Ansızın Kern’in üzerine korkunç bir yorgunluk çökmüştü. ‘Yaptığımız saçma bir şey zaten.
Adam ölmek istiyordu. Ne diye ölmeye bırakmıyoruz sanki?’
‘Fakat, Tanrı aşkına...’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmeli”, sa:239)
“Tanrı aşkına, şu içinde birkaç düğme ve iğnenin sağa sola yuvarlandığı bir komodin çekmecesiyle kim
bilir hangi delikten dışaarı çıkmış o ihtiyar kadın benden ne istiyor ki?”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:68)
“Gidiyorum, dedi komşuları, doğrusu bir şeylerin döndüğünü anlamıştım, ama böyle bir şey
olabileceğini düşünmemiştim, Senden bir ricam olacak, dedi damat, Nedir, Benimle birlikte polise gelmeni
isteyeceğim, böylelikle kapı kapı gezip işlediğimiz korkunç suçları anlatma zahmetinden de kurtulmuş olursun,
düşünsene bir kez, çocuk katilliği var, baba katilliği var, tanrı aşkına, ne menem katillermişiz biz bu evde
yaşayanlar yahu...”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:47)
“FRANTZ (Bağırarak.) - Sizden ayrıldığımda tertemizdim, saftım. Polonyalıyı kurtarmak istemiştim...
Şaşırmadınız öyle mi? (Ara.) Ne düşündünüz peki? O ana dek hiçbir şeyden haberiniz yoktu ve birdenbire
gerçeği öğrendiniz. (Daha çok bağırarak.) Ne düşündünüz, Tanrı aşkına söyleyin ne düşündünüz?
BABA (Derin bir hüzün ve şefkatle.) - Zavallı oğlum!”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:345)
“HAMLET - Tanrı aşkına söyle, dinliyorum.
HORATO - İki gece üstüste bu efendiler, Marcellus ile Bernardo, nöbet bekledikleri sırada, gece
yarısı etrafa ölüm ıssızlığı çöktüğü bir zamanda, şu manzara ile karşılaşmışlar..”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:22)
“Kontes Fabrice’e:
‘Al’ dedi, ‘Ama, Tanrı aşkına! Sakın kendini öldürtme. Eğer sen de gidersen, bahtsız anacığınla bana
ne kalacak bu dünyada?”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:43)
“-Heyecanlanmayın Senyora, Tanrı aşkına heyecanlanmayın... Hem bu kuşkuları... bu şeytan
kışkırtmalarını kovun, yüzlerce kez söyledim size... Neyseniz o olun... Hepimizin tanıdığı, saygı beslediği,
hayranı olduğu Tula Teyze olun...”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:116)
“ ‘Tanrı aşkına! Çocuk, neredeydin ?’ dedi Bay Otis, oldukça öfkeli, kızın onlara aptalca bir şaka
yapmış olduğunu düşünerek. ‘Cecil ile birlikte her tarafta atla dolaşıp seni aradık ve annen korkudan öldü. Bir
daha böyle eşek şakaları yapmamalısın.’ ”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:92)
“‘Ama siz ne söylüyorsunuz, Tanrı aşkına? Parası var, encümende istediği gibi kazanıyor. Hem
Berthe’in çeyiz parasını ödemeye söz verdi. Hiç saygınız yok mu?’ ”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:43)
“Tanrı aşkına! Hatıralarını yazmak için ne kadar sudan bir sebep! Böyle bir girişim yalnızca can
sıkıntısına karşı bir silah, düşüncenin kabuk bağlamasına karşı bir çare olarak görülebilir mi, diye itiraz
edilecektir güvensizlikle.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:104)
“ ‘Hayır,’ diye kekeledi, Tanrı aşkına hayır, bana borçlu filan değilsiniz... sizden para alamam...
yalnızca yaptıklarımın doğru olduğunu ve sizin istekleriniz doğrultusunda hareket etmiş olduğumu bilmem
yeterli...’ ”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:179)
Tanrı baba : Ulu Tanrı, herkesi yaratan, gören ve koruyan
“Çünkü her an çark takılıyor ve işlememeye başlıyor. Hemen bir devrim gelsin! Tanrı Baba’nın elleri
bu kararmış makine yağından daima kirlenmiştir. Ne yalan söyleyeyim, onun yerinde olsam çok daha sade
davranırıdm: Makineyi her an yeni baştan onarma yoluna gitmez, insan ırkını kem küm etmeksizin
yönlendirirdim. Olguları halka halka, teker teker örer; olağanüstü durumlara izin vermezdim.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:433)
“ ‘Sonuç olarak Hıristiyanlık, Magdelena dışında, erkeklerin dini değil midir?’ diyordu Gertrudis.
‘Tanrı Baba, İsa, Ruhülkudüs, hepsi erkek! Ama ya Meryem? Onun dini ‘İşte ben, Tanrı’nın kulu, beni kendi
buyruğuna göre ne yaparsan yap,’ demek ve düğünlerde sarhoş eden, coşturan, dertleri unutturan şarabı
sağlamasını oğlundan istemekti yalnızca.”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:106)
Tanrı (beni, onu, seni) bağışlasın : Allah affetsin
“ ‘İyi mi Estella? Ayrılık benim için hep acı verici olmuştur. Seninle son ayrılmamızın acısı, kederi
daha içimden çıkmadı.’
Estella içten gelen bir sesle: ‘O zaman bana, tanrı seni bağışlasın, demiştin,’ dedi. ‘Şimdi de aynı
şeyleri söyle bana. Bu kez senin sözlerindeki anlamı kavrıyorum.’ ”
(Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:332)
“İbni Sina durumumu ne canlı bir gerçeklikle betimlemişti: Bir hastalık olarak doğmuyordu, ama
doyurulmazsa bir saplantıya dönüşüyordu. Peki öyleyse, ben niçin bir saplantıya kapılmıştım; ben ki, Tanrı
bağışlasın, doyuma ulaşmıştım? Yoksa dün gece olan şey, aşkın doyumu değil miydi?”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:457)
“ ‘Bağrışmayın öyle kadınlar. Onu tedirgin edecek değilim. Niçin elimi kaldırayım? O ölmüş ve
gömülmüş. Hala ayakta duruyor, konuşuyor, ağlıyor, ama ölü aslında. Leş! Tanrı onu bağışlasın. Tanrı
bağışlasın diyorum, ben bağışlayamam. İsrail’in kanı, gözyaşları, külleri başına düşsün!’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:565)
“Avlunun öbür ucunda, köyün serserileri katmerli bir eğlence kurmuşlardı. Mutfağın büyük masasını
dışarı çıkarmışlar; arayıp ekmek, çatal kaşık bulmuşlar, kilerden bir damacana şarap getirmişler, üç tavuk
kaynatmışlar, şimdi de sevinçli bir halde ve oburlukla bardaklarını tokuşturarak, yiyor, içiyorlardı.
‘Tanrı bağışlasın onu! Bütün yaptıkları da tuzla buz olsun!...’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:251)
“Martini yaklaşıp da set hesaplarının yapılması gerekince, öğretmene kaz kızartması, yağız et ve
buğday pastası yedirerek yanına oturur; kalemiyle rakamları alt alta sıraladığı zaman başını sallayarak, ‘Evet,
evet öğretmen, Tanrı bağışlasın, iyi hesap biliyorsunuz!’ der.”
(Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:41)
“Semyon işçisinin yanına gitti: ‘Neyin var, Mihail!’ dedi. Mihail, oturduğu sıradan kalktı, işini bir
kenara bıraktı, önlüğünü çıkardı, ev sahibiyle karısı selamladı ve şöyle dedi:
‘Bağışlayın beni ev sahipleri. Tanrı bağışladı, varın siz de bağışlayın.’ ”
(L. Tolstoy, “İnsan Ne İle Yaşar”, sa:51)
Tanrı(nın) belası : Hiç bir işe yaramaz nesne ya da durum, kötü, sanki Tanrı tarafından ceza olsun diye
verilmiş
“BARTLETT -... Tanrı belası komşuların gözleri faltaşı gibi açılacak. Sana, Sue’ye, çocuğa arabalar,
ipekliler, sizlere yok yok. Yıllardan beridir ki bugünün düşünü görüyorum. Balina yağına kulak astığım yok.
Dostlar alış verişte görsünler.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:15)
“ ‘... Şu gördüğün erkeklerden her biri, bir denizkızı gibi boynuna dolanmış, onu bir aşağı bir yukarı
sürükleyen -Putney’de Drage eşyalı, pilli radyolu ve penceresinde aspidistra zambağı saksısı bulunan küçük,
çirkin bir villaya sürükleyen- tanrı belası birer kadınla dolaşıyor. Gelişmeyi olanaklı kılan kadınlardır.’ ”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:132)
“-Sen kapa çeneni; tek konuştuğun konu hamamböcekleri ve fareler ama bir tane bile arkadaşın yok!
-Mariana kardeşine böyle şeyler...
-Senden daha çok arkadaşım var. İşte, kediyi de kaybettin. Okulda herkes sana orospu diyor.
-Tanrı’nın belası bacaksız!”
(S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:164)
“Onu destekleyenler, ‘Sayılmaz, sayılmaz, Hauke bir daha fırlat!’ diye bağrıştılar.
Ama öteki takımın yargıcı buna karşı çıktı, ‘Sayılması gerekir, atılan atılmıştır!’ dedi.
Gençler, ‘Ole, ole! Nerde bu Tanrı’nın belası’ diye bağrıştılar.”
(Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:38)
Tanrı belamı, belasını versin ki : Durum ya da kişiye yönelmiş bir ilenme sözü
“Her gece toplanırdık biz de, bütün çobanlar, Tanrı da başçoban olmak üzere, gelirdi yanımıza; bir ateş
yakardık, kuzu kızartır, hikayeler anlatırdık. Budur cennet dediğin.
‘Tanrı belanı versin, kuş beyinli herif!’ diye homurdandı Yahuda, Filipus’a vahşi bir bakış fırlatarak.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:189)
“ ‘Evet, siz de çok gizemli bir insansınız, Bay Spinell; bunu size kesin olarak söyleyebilirim.’
Yanlarında bulunan Bayan Spatz da, ‘Doğru’ diye onayladı. ‘Tanrı belamı versin ki siz gizemli bir
adamsınız!’ ”
(Th. Mann, “Alacakaranlıkta”, sa:32)
“BARTLETT -... Tanrı belası komşuların gözleri faltaşı gibi açılacak. Sana, Sue’ye, çocuğa arabalar,
ipekliler, sizlere yok yok. Yıllardan beridir ki bugünün düşünü görüyorum. Balina yağına kulak astığım yok.
Dostlar alış verişte görsünler.”
“BARTLETT, telaşlı. - Burnu geçmeden geriye tiramola edecekse şimdi volta yapması gerek.
(Korkunç bir öfke ile.) Tanrı belanı versin!… Volta et!…Beceriksiz herif!…”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:15,91)
“BN. ROONEY : Şşştt! (Christie susar.) Şu duyduğum inşallah posta ekspresi değildir, geçmesine daha
vakit var sanırım. (Sessizlik, katır kişner. Sessizlik.)
CHRISTY : Tanrı belasını versin o ekspresin.
BN. ROONEY : Tanrıya şükürler olsun! Uzakta gümbür gümbür gelişini duyduğuma yemin
edebilirim. (Susar.) Demek katırlar böyle kişniyor. Neden olmasın!”
(S. Beckett, “Tüm Düşenler”, sa:129)
“ ‘Gerçi gazete alıp da ne oluyor ya?... Hiçbir şey olduğu yok. Lanet olsun şu savaşa: Tanrı savaşın
belasını versin!.... Yine de, şu salyangozun duvarda ne işi var Allah-aşkına?’ Tabii ya, duvardaki leke!
Salyangozmuş.”
(V. Woolf, “Pazartesi ya da Salı”, sa:52)
Tanrı beni affetsin : Bir günah işlendiğine inanılarak, Tanrıdan af dileme
“Baba, tereddütle genç kızın komodinine doğru yürüdü. Onun üsütünde, gece lambasının tabanına
ilişik, titrek bir ell yazılmış bir pusula, acı gerçeği basit cümlelerle açıklıyordu: ‘Annesiz ve Mario’suz
yaşayamayacağım artık... Çok, pek çok yalnızım... ve... bu en kolay yol... Tanrı beni affetsin!’ ”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası”, sa:95)
Tanrı bilir; Tanrı biliyor : Ben çaresizim, nedenini bilmiyorum, yalnız Tanrı bilir; Bilmem ne zaman
“Buzdan bir kürenin içindeyim.
Kehribar rengi konyak kadehini ışığa tutuyorum.
Soğuk, zamanı yutuyor.
Üşüyorum.
Ama sadece soğuktan değil üşümem.
Niye böyle üşüdüğümü Tanrı biliyor.”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:124)
“Şimdi karadayız, ama ancak ölümle yaşam arasında bulunuyoruz, çünkü hem eski, hem de yeni
dünyanın ötesindeyiz. Avrupa’yı bir daha görecek miyiz, ancak Tanrı bilir.”
(F. Bacon, “Yeni Atlantis”, sa:38)
“ ‘Konu kapandı, en önemli açıdan kapandı. Dediğiniz gibi fantezisini okudum size, amacım size onun,
özellikle de burada, Petersburg’da, Neçayevcilerin (Rus devrimcilerinden bir grup) etkisine ne kadar giirdiğini
göstermekti; Tanrı bilir ona buna kolay kapılan, aklı bir karış havada kimbilir kaç gencimizi yolundan saptırdı
bunlar...’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:50-1)
“Gene de, insanda sevinçli duygular uyandırdığını söyleyemeyeceğim. Korku gizli bir tedirginlik yarattı
bende, Tanrı bilir, bunlar benim olgunlaşmamış ruhumun yarattığı hortlaklar değildi; devlerin işe koyuldukları
gün ve rahiplerin aldanmış istemlerinin yapıyı kutsal sözcüğün korunmasına adama yürekliliğini
göstermelerinden önce, taşa kazınmış, kuşku götürmez belirtileri doğru olarak yorumluyordum.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:44)
“Burkhardt’ın bir ikinci şişe şarabı açmasını önlemek istemesi katşısında şöyle sürdürdü konuşmasını:
‘Nasıl olsa bu gece artık uyku girmez gözüme. Üzerimdeki bu sinirli hal nerden kaynaklanıyor, Tanrı bilir!
Bırak, biraz daha demlenelim, sen eskiden bu kadar nane molla değildin.’ ”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:67)
“UZUN SÜRE YAŞADIĞIM BİR YERE
-------------------------------------------------Şimdi dönüyorum çevresinde surların
Sen soruyorsun, ben yanıt veriyorum.
Ama seni başkalarının öyküsünü anlatan
bir kitap gibi görüyorum,
ölenlerin öyküsünü,
bir şafak vaktinin sisi gibi
karanlık saatlerin iğrenç dizisi gibi,
Tanrı bilir, iğrenmiyorum senden!”
(José Hierro<1922-1-2002>-Yıldız Ersoy Canpolat; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
20.03.03)
‘Vız gelir,’ dedi piskopos. ‘Rahip efendi, biz yine de Pazar ayininde Te Deum okuyacağımızı ilan
edelim. Gerisini Tanrı bilir.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:55)
“Orasını Tanrı bilir. Ama siz çalılıkların arasında değildiniz. Tersine, orada bir gün babamla brlikte
duran insan şimdiki kocamdı. Konuştuklarımı dinlemiş olmalarından çok korkmuştum...”
(Th. Mann, “Alacakaranlıkta”, sa:31)
“ ‘Jülyen nişanlısıyla tanıştırdı beni. Tanrı biliyor ya güzel bir tazeydi Bert. Cinsel çekicilik bakımından
harikulade diyebilirim. Kaşlar, gözler, saçlar, boy bos kusursuzdu.’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:45)
“Taş zemini, karafatma tuzakları, demir ocak siperi ve döküm ocağıyla annemin mutfağını gözümde her
zaman canlandırışımda, etsineklerinin vızıltısını ve çöp tenekesinin kokusunu duyar gibi oluyorum. Tabii, gayet
eskin bir köpek kokusu taşıyan emektar Nailer’ın (Bir nevi haşere ilacı) hakkını da yememek lazım. Dahe ne kötü
kokuların ve seslerin olduğunu Tanrı bilir. Siz hangisini duymak istersiniz? Bir atsineğini mi, yoksa bir
bombardıman uçağını mı?”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:63)
“MANYEFA - Tanrı bilir ama kul da sezer. Gözlüye gizli yoktur. Görenedir görene, köre nedir, köre
ne?
MATRİYOŞA - İşittin mi Lubenka?
MADAM T. - Çenenizi tutun. Maşenka, köpeği dışarı çıkar.
MANYEFA (Koltuğa oturtulurken.) - Gafile kelam, nafile kelam. Bin bilsen de bir bilene danış.”
(A.N. Ostroski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:88)
“DORINA -... (Dipteki ışıklı salonu gösterir.) Büyük şenlik var bu akşam!
MUCUCCIO - Sahi mi? Ne şenliği?
DORINA - Bayanın... (Esner.) ...onuruna.
FERDINANDO - Tanrı bilir ya, sabahlarız bu gece?”
(L. Pirandello, “Üç Kısa Oyun - Sicilya Turunçları”, sa:18)
“-Söylesene Anton, babamla Troyekurov arasındaki sorun nedir?
-Tanrı bilir babacığım Vladimir Andreyeviç..... Biz kölelere efendilerimizin işlerine karışmak düşmez
ya, doğrusunu isterseniz, babanız suyuna gitmeliydi onun, baltanın kör yanı kamçıyla kırılmaz.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:31)
“Komiser, onu izlemesi gerektiğini düşündü, şu anda polis memuru ile müfettişin yaptıklarını yapmak
utanılacak bir şey değildi, onlar nasıl şüpheli kişilerin peşi sıra kenti arşınlıyorlarsa, bir komiser olarak o da aynı
şeyi yapmalıydı, yani o kadını izlemek göreviydi, tanrı bilir şimdi nereye gidiyordu, köpeğini yanına olasılıkla
değiş tokuş yapmak için almıştı.”
(J. Saramago, “Görmek”, sa:259)
İşin garibi, en son gönderiyle çıkan mektupların o mektup hariç tamamının gidecekleri yere varmış
olmalarıydı, o bir tek mektup, kim bilir talihin hangi cilvesi nedeniyle yerine varamamış birçok aşk mektubu da
vardı ve bu tür olumsuzlukların nelere mal olduğunu ancak tanrı bilebilirdi...”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:134)
“Hiç kimse inanır mı şiirime ilerde
Yazarsa baştan başa senin gerçek övgünü?
Tanrı bilir, şiirim varlığını gizler de
Şimdi bir mezar gibi örter eşsiz yüzünü.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:17, sa:75)
“Mrs. HUSHABYE - Sizden azıcık hoşlanmaya başladım. Önceleri bulsam bir kaşık suda boğacaktım.
Hayatımda karşılaştığım en iğrenç, en kendini beğenmiş, en can sıkıcı ihtiyar ukala diye düşündüm.
MAZZINI, hepsini sineye çekmeye razı olmuş, hatta biraz neşeli. - Tanrı bilir, bütün dedikleriniz
doğru, Mrs. Hushabye.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:73)
“Marki, yaşlı gözlerle gelip karısını öptü.
-Sevgilim, ölmeden önce torunlarımızı göreceğiz, dedi. Hüngür hüngür ağlıyordu zavallı ihtiyarcık.
Tanrı bilir ya, beni bu hale koyan, ‘çulsuzun biri olmayacağım artık’ düşüncesi değil... Tazminat yasasının
çıkması kesinleşti, iki milyonun olacak.”
(Stendhal, “Armance”, sa:29)
“Binder baronunun yanıtını öğrenince, markiz son derece üzüldü. Ağlayarak:
‘Fabrice tutuklanacak,’ diye haykırdı. ‘Bir defa cezaevine girerse, artık ne zaman çıkacağını! Babası
onu reddeder!’
Bayan Pietranera ile yengesi, yakın iki üç dostlarıyla konuyu enine boyuna tartıştılar, hepsi ne derse
desin, markiz oğlunu hemen ertesi gün akşamı göndermek istedi.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:107)
“Soyluluk diyorsun. İzin ver de bir şey sorayım sana: Vronski’nin ya da başka birinin soyluluğu, ona
beni küçük görme hakkını veren soyluluğu aslında nedir? Sen soylu sayıyorsun Vronski’yi, ben saymıyorum.
Bence, babası bir hiçken çeşitli dalaverelerle kendine bir yer edinmiş, annesi de Tanrı bilir kimlerle düşüp
kalmış bir insandır Vronski...”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:221;333)
“Hem insanın gücüne de gidiyor; o kadar çalışıp didiniyorsun, atlatıveriyorlar seni. Görürler ama
bundan sonra, parasını getirmeyenin kafasındaki şapkayı çıkarıp alacağım. Tanrı biliyor ya, alacağım. Böyle şey
mi olur? Yirmişer kapiklerle <Ruble’nin yüzde bir değerindeki para> oyalıyorlar insanı! Yirmi kapiği ben ne yapayım!
Ancak kafayı çekebilirim oncacık parayla.’ ”
(L. Tolstoy, “İnsan Ne İle Yaşar”, sa:18-9)
“Gençliğin bu soylu düşünceleri gerçekten gülünç müdür, bunların gerçekleşmemesinden sorumlu
olanlar kimlerdir acaba? Bunu yalnızca Tanrı bilir.”
(L. Tolstoy, “Yeniyetmelik”, sa:128)
“Hem nasıl olur! Bir baş sallama, bir yüksekten bakış, sonra da her şey yoluna girer. Kendisini bir bilim
ve sanat koruyucusu, akıl küpü ve Tanrı bilir daha ne sanan bu hanımefendi, aslında bir sosyete kocakarısından
başka birşey değildir.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:99)
“TOHUM
-----------Tohum
Toprağın içinde
Öylece, sessizce bekler
Yalnızca Tanrı bilir
Ürküp ürkmediğini
Tohum sessizce sabırla bekler
Ta ki yeryüzüne çıkarıncaya dek kendini
Toprak gerçekleştirinceye dek doğumunu”
(Nebojsa Vasovic<d.1953>-Pelin Doğan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.07.08)
“... Casanova’nın koleksiyonu da son derece karışıktır ve koleksiyonundaki parçaların değeri birbirine
eşit değildir ve Tanrı biliyor ki, güzelliklerin sergilendiği bir müze hiç değildir.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:63)
Tanrı canımı, canını alsın : Birinin ya da kendinin cezalandırılması için Tanrı’ya edilen niyaz ya da ilenç
Bk.: Allah canımı, canını alsın
“Andronikos, inancının gevşekliğini kavradığı zaman gözünü sıkı sıkı yummuş, Tanrım, beni yerin
dibine geçir, beni şimdi öldür, canımı al, diye yalvarmıştı. Yer yarılmamıştı, onu içine çekmemişti. Ölmemişti.
Tanrı almamıştı canını.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:37)
Tanrı canını cehenneme yollasın : Kötü bir insan hakkında bir ilenç
“KAMAROT - Evet, az önce kapının arkasından ben de sesini duydum.
BEN, parmaklarının ucuna basarak kapıya yaklaşır, dinler. - Ağlıyor...
KAMAROT, kudurgan yumruğunu sallayarak. - Habis şeytan! Tanrı canını cehenneme yollasın!”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:13)
Tanrı cezasını versin : Kızgınlıkla söylenen bir ilenç
Bk.: Allah cezasını versin
“Yemek harikaydı. Şaraplara gelince..... anladığım kadarıyla, onlar da mükemmeldi. Ancak şu Doktor
Marchant ne kötü bir adamdı. Robert, ona Yvonne’dan söz ettiğinde,
‘Tanrı cezalarını versin, bu işsiz güçsüz kızların!’ diye bağırdı.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:51)
“Denize saldığı oltayı ara sıra hafif dokunuşlarla yoklayan Roland Baba, bir çeyrekten beri, gözleri suda
dikkat kesilmişti. Birdenbire ‘Tu... Tanrı cezasını versin’ dedi. Balık avına çağrılı olan Madam Rosémilly’nin
yanında uyuklayan Madam Roland o sırada uyanıverdi ve kocasına dönerek:
-Ne o, ne oluyor Gérome? diye seslendi. Yaşlı adam öfkeyle:
-Artık balıklar oltaya vurmaz oldu. Öğleden beri bir şeycik tutamadım.”
(G. de Maupassant, “Pierre ve Jean”, sa:29)
“Yataktaki adam, ‘Tanrı cezasını versin, ne oluyor söylesene?’ diye sinirle fısıldadı. Kern doğruldu:
‘Bilmiyorum. Bir şeyler duymuş olacağım ki, uyandım.
‘Bir şeyler ha! Nasıl bir şeyler budala?’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:18)
Tanrı cezası şeytan : Tanrı’nın ceza olarak insanlara bahşettiği şeytan
“Şimdi, her Paskalya yortusunu karşılayan Cuma gecesi yapmam gereken işin korkunçluğunu dinleyin.
Tanrı cezası şeytan, göle inip Pontius’u sudan çıkarın. Su, kazan suyu gibi gibi fokur fokur kaynıyor...”
(O. Henry, “viski soda”, sa:88-9)
Tanrıça : Eski uygarlıklardaki Kadın Tanrı
“ADONİS’E AĞIT
--------------------Bir an için kalk Adonis, öp beni son kez
öp beni bir öpüş boyu; ağzıma, yüreğime
çekerek soluğunu
emmek istiyorum aşkın ruhundan o güzelim sihrini!
İçip bitirmek istiyorum aşkını; senmişsin gibi
saklayacağım sonsuza dek bu öpüşü, ey bahtsız çocuk,
bırakıp gidiyorsun artık beni! Gidiyorsun, Adonis,
upuzun bir yolculuğa, gidiyorsun Akheron’a,
acımasız, yabanıl kralına onun; bense yaşlanacağım
mutsuzluğunda baş başa, gelemem ardından senin
bir tanrıça olsam da.”
(Bion, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:103)
“BÜYÜK OLSUN
Ben büyük şarkıları severim; büyük olsun,
Deniz gibi, gökyüzü gibi her şey ve mahzun.
Seviyorsam seni aşk ölümsüzdür gönlümce,
Aşıksam kadınım değil, tanrıçasın, ece.”
(A. Muhip Dranas<1909-1980>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:273)
“SAVAŞ KAPIDA
--------------------Varsın fırlatsın mızrağını son kez, ölürken herkes.
Onurlu ve yüce bir şeydir çünkü bir erkeğin katında
yurdu için, çocukları için, karısı için dövüşmek.
Gelir ölüm Kader Tanrıçaları eğirince onu iplik iplik;
öyleyse, herkes ileri, dimdik mızraklarıyla,
aslan gibi yürekleriyle kalkanlar arasında.”
(Kallinos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:70)
“Kapris No: SON
Yürüyorum.
Babamı da kolundan tutmuş yürüyorum.
O ise gittikçe küçülüyor.
Evin anahtarını yitirmiş.
----------------------------Nicedir topraktasın sen.
Oysa gökyüzü sendeydi hep.
Ana tanrıça olduğunu söyle
Ben tüm şeyleri kardeş kılayım.
Kendimi karanlığa beğendirmeme izin ver.
Bir de
Sonsuza dek
Onun engin kucağında kalmaya.”
(Lyubomir Levçov<d.1935>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.09.02)
“GUIMORE’A ŞARKILAR
<Poesias Completas’dan>
III.
---Çünkü bir tanrıçayla sevdalısı
kaçıyor birlikte soluk soluğa,
dolunay düşmüş peşlerine.
Tren yiter gözden, yankılanır sesi
dev bir dağın içinde.
Düzlükler çorak, gök yükselmiş.”
(Antonio Machado<1875-1939>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
05.03.09)
“Evet, Atthis, inan Sardes’te bile
sık sık bizi düşünüyordur Anaktoria
Ona bir tanrıça gibi göründüğün
en çok senin türkülerinden hoşlandığı
birlikte yaşadığımız günleri.”
(Sappho<İ.Ö.610-580> “neden gene deli gönlünü çelen”, sa:59)
“Yıkımlara egemen olan Doğa tanrıça
Seni geri çekiyor sen hızla yol aldıkça:
Amacı, hünerini sende kanıtlayarak
Zamanı rezil etmek, sefil anlara kıymak.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:126, sa:293)
“EŞİNDEN BOŞANMIŞ
OYTUCU İÇİN BALAD
***
Yaşamı duymak isitiyorum, onun
kasıklarını terli,
dudaklarındaki köpük bir tanrıça
doğurmalı;
yüzükoyun görürsen kadınsal
tepelerde beni
sancılı ilkgençliğini aşarken elin
elimde olmalı.”
(Dobromir Tonev<1955-2001>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.02.07)
“KRALİÇE ELİZABETH I VE İMPARATOR
MAXIMILLLAN’IN SARAY ŞAİRİ PAUL MELISSUS
ARASINDA GEÇEN TARTIŞMA
<Melissus’un şiiri>
Silinmiş: ¶
Elizabeth’e, İngiltere, Fransa ve İrlanda kraliçesine,
Ah kraliçem, size yalnızca adamıyorum
Artık daha fazla ışık saçan kitaplarımıİster şiir olsun ister şarkı ya da bilmediğim başka dizeler,
Hepsi de yalnız sizinler. Size yalnızca,
Kitaplarımı verip adamıyorum:
Kendimi sunuyorum tanrıça, sizin dehanıza,
Ataları Fransız olan bir Alman olarak,
Yüce boyunduruğunuza sokuyorum kendimi.”
(I. Elizabetha Regina<Tudor><1553-1603>-Gökçen Ezber, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 05.08.04)
“Seyirciler yerlerine dönüyorlardı. Müzik çağırıyordu onları. Patikalardan inip tarhlardan geçerek akın
ediyorlardı yine. Mrs Manresa, yanında Giles, alayın başını çekiyordu. Eşarbı kabarmış, düzgün dalgalarla
omuzlarında uçuşuyordu. Rüzgar çıkmıştı. Çimlerden gramofon sesine doğru salınırken bir tanrıçayı andırıyordu
Mrs. Manresa, sereserpe, bereket saçan bir tanrıçayı.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:105)
“AŞIK ATMA OYUNU
Aşık atma oyunları
çeviklik, hız ve coşku gerektirir.
Efesli Herakleitos
Efesli çocuklarla
aşık oynamaya bayılırmış,
üstelik Artemission Tapınağı’nda.
Sanırım, özellikle de tanrıça
buna karşı değilmiştir.”
(Ekaterina Yosifova<d.1941>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.09.06)
Tanrı çarpsın ki : Eğer yalan söylüyorsam ‘Allah belamı versin’ bağlamında bir sözcük
“LELIO - Ama pencerinizin altına gelip serenat söyletiyorlar.
ROSAURA - Kim söyletiyor, şerefsizim bilmiyorum.
LELIO - Tanrı çarpsın ki, kimdir, ben de anlayamdım.
LELIO - Elbette bilmezdiniz; ama kim olduğunu sahiden merak ettiniz mi?”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:19-20)
Tanrı’dan umudu kesmemek : Tanrıya dua et ve bekle, ümidini yitirme, dileğin yerine gelecektir
“Arkadaşları ve ahbapları onun başına gelen bu felakete hiç şaşmıyorlardı. Onlar için, yoksulluk, sefalet
alışılmış düşmanlardı. Kimse bunların zararlarından yakasını kurtaramazdı. Halk masallarında dilenci olmuş
prenslerden söz etmiyor muydu? Şu halde herkes gibi yapmak, hayatı olduğu gibi kabul etmek ve Tanrı’dan
umudu kesmemek gerekirdi, çünkü umutsuzluğun bir yararı yoktu.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:116
Tanrı eri, erleri : Tanrı’ya inanan din kardeşleri, müminler
“Şiir:
‘Ey aşk! Bir aslan gibi sen de döktüğün kanlardan dolayı ayıplanamazsın. Kim aslana, sen nasıl bu
kanları döktün diyebilir? Canlar her an sana, bizim kanımız helal olsun derler. Çünkü sen kimin kanını döktünse
ona hoş bir ebedi hayat verdin.’
Bütün bu kıssadan hisssemiz şudur: Tanrı erleri ile pençeleşmek ve onlara karşı koymak, kendi küçük
hali ile gururlanmak ve istiğna göstermek (Tok gözlülük, eldekiyle yeterli hissetmek) doğru değildir; çünkü mana (anlamlı,
içsel ruhsal hayat) yolunda istiğna ve kibirden daha uğursuz bir küfür yoktur..... Tanrı erlerinin inayeti (gayreti, lütfu)
olmadan hiç kimsenin o hatalara düşmek tehlikesinden kurtulmak ümidi yoktur.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:285)
Tanrı esirgesin : Allah korusun
“Ilıcanın çayırı yakınındaki Ebu’l-Hasan köprüsüne geldikleri vakit, kervan orada konakladı. Bu
korkunç bir köprüdür. Bu çayırla kamışlık arasından çıkan dehşetli bir su, bu köprünün altından geçer. Su
ilahesi’nin bu suyun içinde olduğunu söylerler. Türkler buna ‘Su Issı’ derler. Her yıl bu su, ya bir hayvanı, ya bir
adamı alıp götürür, boğar, cesedini de dışarı atar. Mevlana’nın hanımı bu hikayeyi Mevlana’ya anlattı ve bu
suyun kenarında yalnız dolaşmanın doğru olmadığını, Tanrı esirgesin bir kaza olmak iihtimali bulunduğunu
söyledi. Bunun üzerine Mevlana gülerek ayağa kalktı ve: ‘Ne iyi raslantı, yıllardır ben de bu suyun tanrısını
görmek istiyordum. Belki onu bulurum’ dedi ve hemen fereci (göğsü açık, uzun kollu cüppe) ve sarığı ile
beraber kendini bu korkunç suya atıp kayboldu.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:28-9)
“25 Nisan 1912’de, Havana’dan, kardeşim Butros’a; Tanrı onu esirgesin ve yeniden sağ salim görmeme
izin versin.
Tanrı’nın lutfu bize ilham versin de, şu dağılmışlığımız sona ersin; uzaklarda olmanın yüreğimize
saldığı acılar dinsin...”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:24)
“MADAM T. (Manyefa’ya.) - Bizimle konuşmak lütfunda bulunur musunuz? Gaipten bir haberiniz
var mı bize? (Manyefa bir trans’a girer gibidir.)
LUBİNKA - Tanrım, ruhlar geliyor.
MATRİYOŞA - Kutsal babalar, koruyun bizi.
MADAM T. - Şşşşşş. Dinleyin, ellerini tutun, destek olun ona. Bir şok geçirirse ölür Tanrı esirgesin.
(Amanyefa’nın ellerini tutarlar.)
”
(A.N. Ostroski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:88)
“-Troyekurov’un malı olmak istemiyorsunuz demek?
-Troyekurov’un malı olmak mı? Tanrı esirgesin. O bazen kendi adamlarının bile canına okurken, eline
bir de yabancılar geçerse sadece derilerini yüzmekle kalmaz, bir de içlerine saman doldurur. Yok!”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:32)
“RANDALL - Belki bir hırsız daha çıkagelir.
MAZZINI - Olacak şey değil! Tanrı esirgesin!”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:96)
Tanrı güç versin : Özellikle, çalışan bir gruptan ayrılırken iyi niyetle söylenen bir deyim
“İki yaşlı adam da yetişmişlerdi. Hauser baba:
-Eh, Hoşça kalın dostlar, dedi; gelecek yıl buluşuruz; Tanrı güç versin.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:13)
Tanrı günahlarını affetsin : Tanrı’dan birisi için mağfiret dilemek
“ ‘Yüce Tanrı’nın yılı 1869’un Ekim ayının on ikinci gününün gecesi, üvey oğlum Pavel Aleksandroviç
İsaev, Stolyarni Rıhtımı’ndaki kurşun kulesinden düşüp öldü. Çarlık Polisi’nin Üçüncü Bölüğü’nün bu ölümden
sorumlu olduğu söylentisi yayıldı. Bu söylenti kasıtlı bir uydurmadır. Ben üvey oğlumun, hain arkadaşı Sergey
Gannadeviç Neçayev tarafından öldürüldüğüne inanıyorum. Tanrı günahlarını affetsin. F. M. Dostoyevski. 18
Kasım 1969.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:226)
Tanrı hakkı için : Allah için, Allah aşkına
“Tanrı hakkı için, dünyada benim bu ben kadar, bu yaşıyor olduğum, başkaları gibi ve başkalarından
ayrı biri olduğum, Sidarta olduğum bilmecesi kadar kafamı kafamı hiçbir şey kurcalamadı. Ve dünyada kendim
kadar, Sidarta kadar az bildiğim başka hiçbir şey yok!”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:49)
“KENNEY -... Buzlar şimdi çözülmeye başlıyor. Birkaç güne kadar etraf tertemiz olacak. Buralarda
sürülerle balina yağı var. Böyle olduğunu biliyorum; ömrümde hiç yanılmamışımdır... Yağı elde etmeliyim. Ne
pahasına olursa olsun elde etmeliyim. Tanrı hakkı için, onu ele geçirmeden memlekete dönmeyeceğim.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:22)
“Evleneceksin. Yoksa lanetlerim seni. Varımı yoğumu (Tanrı hakkı için!) satar savar, har vurur
harman savurur, kıymık bırakmam sana!”
(A. Pushkin, “Erzurum Yolculuğu ve Biyelkin’in Öyküleri”, sa:174)
Tanrı ıslah etsin, eylesin : Allah onu korusun ve düzeltsin, bizler yapamadık
“Selam midesine
böylesine
sevilesi bir vaha midesi ise,
bunun gibi: ama kuşkularım var bu konuda.
Avrupa’dan geldim ya işte,
bütün evkadıncıklarından daha kuşkucudur o.
Tanrı ıslah eylesin!
Amin!”
(F. Nietzsche<1844-1900>, “Dionysos Dityrambosları”, sa:29)
Tanrı iyiliğini versin : Allah yardım etsin de güçlüklerinden kurtul
“VARYA - Bana kalırsa bir şey çıkmayacak bu işten. Onun yığınla işi var, benimle uğraşmaya vakti
yok... Zaten umursamıyor da beni... Tanrı iyiliğini versin ya, onu karşımda görmek ağır geliyor bana. Herkes
düğünümüzden bahsediyor; kutlayan kutlayana, fol yok yumurta yok oysa, her şey düş gibi...”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:109)
Tanrı kolaylık versin : Allah yardımcınız olsun, işleriniz iyi ve çabuk görülsün bağlamında iyi niyet temennisi
“ ‘Bir şey söylemedi mi?’
‘Evet adımı sordu, sesimin tonunu dymak için besbelli.’
‘Oh. Oh, hadi Tanrı kolaylık versin Rozcuğum. Elini çabuk tut!’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:104)
Tanrı korkusu : Günah, suç işlendiğinde Tanrı’ya karşı duyulan sorumluluk ve günahkarlık hissi
“Oysa şimdilerde insanlar özbenliklerinden korkuyorlar. Görevlerin en yücesini, yani kişinin kendi
özbenliğine olan görevini unutmuşlar. Hayırseverliklerine diyecek yok. Açları doyuruyor, dilencileri
giydiriyorlar. Gel gör ki, kendi ruhları aç, çıplak. Soyumuzda cesaret diye bir şey kalmamış. Belki de hiçbir
zaman yoktu. Toplum korkusu -ki ahlakın temelidir-, bir de dinin püf noktası olan Tanrı korkusu: Bizi yöneten
iki şey işte bunlar.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:27)
Tanrı korusun : Allah musibetten, kötü şeylerden korusun
“ ‘... Kertenkele kuyruğuyla çevredeki her şeyi gümüşten yapılmış gibi görebilirsin; bir karayılanın yağı
ve bir kefen parçasıyla oda yılanlarla doluşmuş gibi görünür. Biliyorum bunu. Kitaplıkta çok zeki biri var...’
‘Ama, bu büyüleri yapan, göçmüş kütüphanecilerin ruhu olamaz mı?’
Nicola şaşkın ve tedirgin kalakaldı. ‘Bunu hiç düşünmemiştim. Belki de öyledir. Tanrı korusun.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:139)
“Darmadağın olmuş masaya yaklaşan büyükannem ona bakarak:
‘Onlara dikkat et, yoksa bunlar Varvara’ya kötülük edecekler,’ diye mırıldandı.
‘Tanrı korusun! Şu gömleğini ver de onarayım.’
Büyükbabamın başını elleri arasına alıp, alnından öptü, yüzünü omzuna sürerek:
‘Başka çare yok gakiba,’ dedi, ‘şu paylaşmayı yapmak gerekiyor.’ ”
(M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:17-8)
“Tanrı korusun, söylemek istediğim, olduğundan değişik davranmanı ya da duygularını gizlemeni
beklediğim değil asla. Bu açık memnuniyet ifadesini çok kederli olduğum bir anda bile, sözde bir üzüntüye
tercih ederim.”
(V. Hugo, “Nişanlıya Mektuplar”, sa:346)
“Aileler cümbürcemaat gelmişlerdi: Gençler, yaşlılar, birkaç da çocuk. İkinci kahvaltıda, (sofra tuzlu,
salamuralı ve kızarmış soğuk yemeklerle dolup taşıyordu) ‘Konuklar geldi,’ dedi balık taciri; ‘Helsingör’den
gezmeye ve dansa gelenler! Evet, Tanrı korusun bizi, bu gece hiç uyuyamayacağız; dans edecekler...”
(Th. Mann, “Tonio Kröger”, sa:128)
“DÖKÜM
Tanrı korusun, ama son nefesim çıkarsa
En sıcak bir sokağın en soğuk meydanındaKaldıracak birisi filemi nasıl olsa
Ve bir memur döküme başlayacak anında.”
(Stanka Pençava<d.1929>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
12.11.09)
“Kunduracı daha da korktu: ‘Yaklaşsam mı, geçip gitsem mi? Yaklaşırsam, başıma bir iş gelebilir. Kim
bilir neyin nesi, kimin fesidir bu adam? Övünülecek bir iş için buralara düşmüş olamaz. Şimdi yanına gidersin,
üstüne atlayıp boğmaya kalkar seni, kurtulamazsın da elinden. Boğmasa bile başına bela olur. Çıplağın biriyle ne
yapacaksın? Kendi üzerindekileri çıkarıp verecek değilsin ya adama. Tanrı beni korusun!’ ”
(L. Tolstoy, “İnsan Ne İle Yaşar”, sa:20)
Tanrı kutsasın : Sevilen birine içtenlikle söylenen arzulu bir düşünce (İng.: ‘God Bless You!’)
“CLEMENCE - Doğru söyledn kızım, yoldaşım,
Tanrı kutsasın seni! Tanrı kutsasın!”
(A. Maaloof, “Uzaktan Aşk”, sa:48)
Tanrılar yemeği :
(YUN.): Grek mitolojisinde ‘Olimpos tanrılarının yemeği’.( Mec.): Çok lezzetli yemek
“Bu derin düşünceler beni gece karanlığında, eriyen karların oluşturduğu çamurlar arasında AzizGermain Yolu’na kadar sürükledi. Orada, akşam yemeğini şehire yiyerek, geceleyin Croix-des-Sablons’a dönen
rahip Jérome Coignard’a rastladım. Bana:
-Oğlum, dedi. Şimdi Peiresc kadar bilgin kilise adamının sofrasında Zosimos ile gnostik’ler <bilgi
bilimciler> üzerine konuştum da geliyorum. Şarap sert, yemek şöyle böyleydi. Fakat bütün konuşmalardan
‘tanrılar yemeği’ ve balözü akıyordu.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:51)
Tanrım : Ey Allahım! Sana şükürler olsun; Bana yardım et.
“BİNDOKUZYÜZKIRK I
Bir çağ gömülürken,
Ölülerin ilahisi duyulmaz.
Isırganla, dikenle
Güzelleştirmek gerek onu.
-------------------------------Tanrım! bu ne sessizlik böyle,
Zamanın adımları duyuluyor.”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:67)
“Bugün 17 Temmuz 2006
Saçlarım ağardı oğul.
Taşımaktan örselendi yıllarım
Oysa hala yükseğe tırmanırlar.
bir elimle göğe değiyorum artık
diğeriyle sana kenetlenmişim sıkı sıkı.
Ey, Tanrım”
(Bojana Apostolova<d.1945>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.08.08)
“FENERLER
--------------Şurası gerçek ki, Tanrım, onurumuzdan
Verebildiğimiz en iyi kanıt, bu tutkun
Hıçkırıktır hep, çağdan çağa akaduran,
Varır, kıyısında diner sonsuzluğunun!”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:39)
“DURGUN YILLARDA
GELMİŞ OLANLAR DÜNYAYA
<1914>
------------------------------------------Varsın, üstünde ölüm döşeğimizin
Uçuşan bir karga sürüsü, bağırışlarla, Tanrım, seyretsinler alemini senin
Kimler daha layıksa!”
(Aleksandr Blok<1880-1921>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, A. Behramoğlu, sa:43)
“Dükkan sahibi bir kez daha kokladı. ‘Partagas Eminentes, o değilse kafamı keserim, Sayın Özel
Danışman. Tanesi dört mark. İstiyor musunuz?’
‘Bir tane, sevgili Kolbe, bir tane. Dört mark ha, büyükbabamın haftalık yevmiyesi o kadardı.
Bilirsiniz, ölülere saygı duyarım, duygusal bir yanım vardır. Tanrım, bu ot oğlumun burada içtiği yirmi bin
sigarayı bastırmış.’ ”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:14)
“Langdon dipsiz bir kuyuya... yeryüzünün derinliklerine inen sonsuz bir sarmal merdivene bakıyordu.
Tanrım! Neredeyse dizlerinin bağı çözülmüştü, destek almak için parmaklığa tutundu. Merdiven geleneksel kare
spiral şeklindeydi. Langdon etraflarındaki mekan hakkında fazla bilgi sahibi olamıyordu... tek bildiği küçük bir
yer olduğuydu.”
(D. Brown, “Kayıp Sembol”, sa:498)
“SEVGİLİ TANRIM
Sevgili Tanrım
buradan çıkar beni:
bir başka yere gideyim, bırak
kötülükle savaşacağım
kuşatıldığım kötülükle
savaşmamın yasaklandığı
-ne ki götürme benden öfkemi,
kızgınlığımı haksızlığa karşı
devam edebilirim böylece yakmaya
dürüstlük uğruna kötülüğü, öldürebilirim ya da.”
(Denis Brutus<d.1924>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.08.06)
“ ‘Tanrım, bir bira içelim,’ dedi Mick, ‘ölüp ölmemek umurumda değil.’
Karısı 3 şişe açtı, Mick ve ben birer Pal Mall yaktık.
‘Hey, moruk,’ dedi, ‘giderken bu battaniyeyi de götür.’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:44-5)
“Hey Tanrım, dedi, sizi tanıdığım günden beri kurbanı olduğum bir hatadan kurtardınız beni. Önlemli
ve düşünceli bir adam sanırdım sizi, ama şimdi görüyorum ki, öyle bir insanla aranızda dağlar kadar fark var.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:7)
“En sonunda duama başlayarak, ‘Tanrım,’ dedim, ‘bu haça çivilenmiş değilim, orada seni de
görmüyorum. Haç boş, sonsuza kadar da öyle kalmalı; ölüm vakti çoktan geçti ve içimde yeni bir tanrı doğdu.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:210)
“Tartışma
-----------Tanrım diye düşündüm sen bunu kolay sanıyorsun.
Oturmuş orda
masumiyet timsali. Ona başka bir şey demedim.
Biliyor musun, dedim içimden, benim de işim
olur kimi zaman
Hatta şunu bil en az senin lanet işlerin kadar
benim de
işim var. Ateşten küçük bir parça düştü,
ayağımın ucuyla
geri ittim.”
(Gregory Corso-Nazan Büyüm; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.04.03)
“TULIPS AND CHIMNEYS
<Laleler ve bacalar>
----------------------------------Buffalo Bill
sizlere ömür
Akarsu-kırı
Bir beygire
Biner
ve birikiüçdörtbeş dağılıverirdihedefleri
Tanrım
ne oturaklı adamdı
bilmek istediğim de
bayıldın mı gökgözlü oğluna
Ölüm Efendi”
(E.E. Cummings<1894-1962>-Sinan Fişek, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.05.08)
“Korku içinde, ‘Amanın, aklımı oynatıyorum! Tanrım, şimdi ben ne yapacağım?’ dedim, başımı
ellerimin arasına aldım. Beynim zonkluyordu, tir tir titreyen bacaklarımın üzerinde zar zor durabiliyordum.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:59)
“ANYA - Ee, nasıl oldu? Borç taksitlerini ödeyebildin mi?
VARYA - Ne gezer.
ANYA - Tanrım, Tanrım...
VARYA - Çiftlik ağustosta satılığa çıkarılıyor...
ANYA - Tanrım...”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:109)
“Cornille Usta’nın gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Buruşuk elinin avucuna buğday doldurmuş, hem
gülüyor, hem ağlıyor, hem de:
-Buğday bu! Tanrım! diyordu, hem de iyisinden. Bırakın da seyredeyim.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:28)
“OZANIN BÜYÜK GÜNLERİ
--------------------------------------
Gelin kılığına girmiş dul alayını şaşırıyor.
Hepimiz geç varacağız mezarımıza.
Tenden bir gemi küçük bir kıyuıda kuma gömülüyor.
Dümenci susmaya çağırıyor yolcuları.
Dalgalar sabırsızlıkla bekliyor
Senin Daha Yakınında ey Tanrım!”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:28)
“BULGARİSTAN
---------------------Bir anne haykırıyor denizler ötesine: -Sakın,
dönme evladım!
Bulgaristan -yabancılar için cömert bir
yolgeçen hanı,
ama el diyarından beter kendi çocuklarına.
Ülkem benim, şaşırtıcı mekanı olumsuz
olanaksızlıkların.
Senin için hangi duayı okusam acaba,
bilmem?
Ey, Tanrım, koru bizi bizden, kendimizden!”
(Blaga Dimitrova<1922-2003>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
25.01.07)
“AZİZ TUTU’NUN DUASI
----------------------------------Teşekkür ederim size, Tanrım
lekesiz, dumansız devrimimiz için:
Bağışladık,
unuttuk, vazgeçtik;
özgürüz artık - hepimiz, Siyahlar ve Beyazlar!”
(Angifi Proctor Dladla<d.1950>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.08)
“-Tanrım, Tanrım! Acaba oraya mı gitsek?
-Nereye?
-Şu Babınitsın mı ne; işte ona...
-Hayır, olmaz...
-Niçin?
-Eee, elbette giderim; ama, ben malımı bilirim; beni görünce o zaman hanım başka bir şey söyler;
dalaverecinin biridir o, onu bilirim!”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:23)
“Araba hızla ilerlerken Methuen bir sigara yaktı ve düşüncelere daldı. Oltası ve eşyalarının çoğunu,
yatak denginin içine sarmıştı. Muhteşem paltosunun ceplerine ise tabancasını, pusulasını, biraz çıra, yarım
litrelik termosunu ve sevgili ‘Walden’ını yerleştirmişti. ‘Tanrım,’ dedi Porson, ‘gören de senin orada aylarca
kalacağını sanacak.’ ”
(L. Durrell, “Sırbistan Üzerine Beyaz Kartallar”, sa:82)
“Hezekiel’e göre Tapınak’ın şekli hakkında sorular sorulduğunda gülümsedi:..... Siz Hıristiyanlar kutsal
metnin bir sesten doğduğunu anlamıyorsunuz. Tanrı, ha-kadoş- baruh hu, Tanrım sana şükürler olsun,
peygamberleriyle konuştuğunda onlara bazı sesler dinletir, sizin renk renk süslü sayfalarınız gibi figürler
göstermez. Sesler elbette peygamberin yüreğinden bazı görüntüler uyandırır, ama bunlar hareketsiz değildir,
sıvılaşır; o sesin melodisine göre şekil değiştirir ve Tanrı’nın, Tanrım sana şükürler olsun, sözlerini resmetmek
isterseniz, o sesi dondurusunuz, tıpkı buza dönüşen soğuk su gibi.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:137)
“Mevlana, zifaf gecesi şu gazeli buyurdu:
‘Ey Tanrım! Bütün düğün Kadir gecesinin, Ramazan gecesinin, bayramların, Adem ile Havva’nın,
Yusuf ile Yakub’un birleşmesinin, Cennet seyrinin ve daha bunun gibi anımsanması mümkün olmayan tüm
kutlulukları yalnız bizim şeyhimiz ve büyüğümüzün sevinç ve mutluluğuna feda olsun.’ ”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:136)
“KOMİSER - Defol! (Kapıya doğru itekler.)
DELİ - Tanrım! Sizin hepinizde, nevrasteni başgösterdi anlaşılan.Yeter, ama önce şu deli, deminden
beri döne dolaşa sizi arıyor ‘ille de suratının ortasına patlatacağım’ diye fır dönüyor.”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:20)
“GECEDE GÖRÜŞME
ve şaşkınlık içindeki yas
pencerenin ötesinden bana
‘hak görenledir
ben kaybolmuşluk duygusu kadar korkuncum
ama Tanrım
nasıl korkulabilir benden’ ”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:63)
“Tanrım! Tanrım, Angele şu anda içeri girmese bari, işte yeniden hıçkırıklara boğuluyorum… Tümüyle
sinirsel, sanırım; hep sayıp gösterme işinde böyle olurum ben. Üstelik, şu anda titriyorum da! N’olur! Başım
için, kapatalım bu pencereyi. Bu sabah havası titretti beni. Yaşam, başkalarının yaşamı!”
(A. Gide, “Batak”, sa:98)
“Senin ruhun ve varlığın sayesinde kendim için en iyi şeyi elde edebileceğimi, bana yol göstereceğini,
beni iyiye, güzele ve Tanrı’ya götürebileceğini biliyorum..... Ateşli dualarımın daha etkili olabilmeleri için onları
buraya yazıyorum: Tanrım, beni, babamın sözlerine karşı gelmek zorunda bırakma!”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:12)
“MEPHISTOPHELES (Faust’a.) - Gel! Gel! Yoksa seni onunla birlikte yüzüstü bırakıveririm.
MARGARETE - Ben seninim, Tanrım! Kurtar beni! Ey melekler! Ey kutsal sürüler, beni korumak
için etrafıma üşüşünüz! Henrich! Senden tüylerim ürperiyor.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:250)
“Fakat ah, daha ay balkırken ufukta
Sızlattı kalbimi ayrılık acısı
Tanrım, ne tatı o dudaklarında
Ne acıydı derin bakılşındaki sızı!”
(J.W. von Goethe, “Seçme Şiirler”, ‘Kavuşma ve Ayrılış’, sa:72)
“Kuytu bir köşede bir sandığın arkasına sığınmış yerde kıvranan anneme bakıyordum. Büyükannem
onun yanına çömelmiş, şevkat dolu bir sesle:
‘Tanrı ve oğlu adına Varyuşa sabret. Ey Tanrım, koruyucumuz, yardımımıza yetiş!’ diye
söyleniyordu.”
(M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:7)
“ ‘Ne güzel çıkıyor; Tanrım, güç ver bana, dayanayım. Yüz kere Babamızı, yüz kere de Meryem Ana’yı
okuyacağım. Ama şimdi okuyamam.’ Okudun say, diye düşündü. Sonra okursun. Tam o sırada, iki eliyle tuttuğu
ip ansızın sarsılarak gerildi. Sert, gergin, ağır bir çekilmeydi bu.”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:70)
“ ‘Enfes’ ve ‘mükemmel’ sözcüklerini yüksek sesle yineledi kendi kendine, buna aynı türden daha
başka sözcükler ekledi. Ansızın kendi kendine konuştuğunu fark ederek irkildi, pencere camında yansıyan
bozguna uğramış yüzü ilişti gözüne, yabancı, yüzlükten çıkmış, mahzun. Tanrım, diye haykırdı kendi
benliğinden içeri. Tanrım! Ne yapmalı?”
(H. Hesse, “Klingsor’un Son Yazı”, sa:51)
“Bir iskemlede oturan Louisa, Mercedes’e sıkıca sarılmıştı. ‘Üzülme, dini ayiniyapıldı,’ diyordu. Bu,
papaz, ölünün gövdesini kutsadı anlamına geliyordu. Kuzenler ve komşu kadınlar Mercedes’in yanında oturuyor,
ne zaman asılsız bir şey görse onu sakinleştiriyorlardı.
‘Hareket ediyor! Hareket ediyor! Tanrım!’ diyor ve sonra neredeyse kendinden geçip bayılıyordu.”
(O. Hijuelos, “Dünyadaki Evimiz”, sa:207)
“Babam da şöyle diyor: ‘Sevgili yavrum, otuz dördüncü doğum yılının hayırlı olmasını dilerim. Her
şeye kadir olan Tanrım sana mutluluk, memnunluk ve sağlık versin.’
Mutluluk insana daima gerekli, diye düşünüyorum. ‘Ve çok şükür sağlamsın da.’ Bunu söylerken
tahtaya vuruyorum.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:9)
“I
(Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine?
4 eylül 1844)
Eski zaman tepelerinde
Hep birlikte olduğumuz anlarda,
Su koşar, çalılar titrerdi.
Ormana sınır yuvamız vardı.
---------------------------Kaderimi aydın edendi,
İşimi kolay, göğümü mavi.
Baba deyince, kalbim,
Tanrım! Diye inlerdi.”
(Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03)
“ ‘Bu, Mestienne Baba’nın hatası. Sersem herif. Beklenilmedik zamanda böyle ölünür mü? Mösyö
Madeleine’i o öldürdü. O şu anda tabutun içinde. Göçüp gitti işte. Onun gibi bir adam ölsün, iyi de, ne anlamı
var bu olan bitenin? Tanrım, Tanrım! O öldü ve şu küçük kız, onu ne yapacağım?’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:II, sa:403)
“Mrs. HUSHABYE - Tanrım, Ulu Tanrım! Sakın sen Addy olmayasın!
“MADELEINE - Ağaç mı sanıyorsun sen onu! Hiç utanıp sıkılması da yok! Her yeri kaplayacak,
Tanrım! Her yeri! Nereye koyarım ben onu? Senin için hava hoş tabii. Ev işleriyle uğraşan sen değilsin ki!
AMEDEE - Başımıza bir sürü dert açtığı besbelli. Ama, yine de, beni etkiliyor. Düşünüyorum da...
Ah, başka türlü de olabilirdi bu...”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:53-4)
“Tanrım! Erkeğe veba ver, cüzzam ver, hayatın bütün felaketlerini üşüştür başına ama ‘yüksek
karakter’li bir kadın verme ona, ne olur! Aklımı kaybedecektim az kalsın. Bunlar 1930 yılında olup bitiyordu.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:7;9)
“Uyurken <Kaş Şiir Akşamı, 7 ekim 2004>
----------O zaman birbirimizle konuşabilsek
yüreklerimiz çiçek gibi yarı yarıya açılsa
altın arılar gibi sözcükler
aradan sızıp çıksa
-Tanrım, uyku dilini bana öğret.”
(Rolf Jacobsen<1907-1944>-Sezer Duru/Orhan Duru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.01.05)
“AÇSAM RÜZGARA
Ne hoş, ey güzel Tanrım, ne hoş,
Maviliklerde sefer etmek
Bir sahilden çözülüp gitmek
Düşünceler gibi başıboş,
------------------------Ne hoş, ey güzel Tanrım, ne hoş!
İller, göller, kıtalar aşmak.
Ne hoş deniz deniz dolaşmak
Düşünceler gibi başıboş.”
(O. Veli Kanık<1914-1950>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:358)
“TANRILAR YAZDI
“ ‘Tanrım! Nedir bu başıma gelenler... neden bir türlü rahatlayamıyorum peki... içimi kemiren duyguyu
neden yok edemiyorum? Kendimi aşağılanmış hissediyorum.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:33)
“Tanrım, Tanrım... (1984)
İhtiyarlamış bu dünya. Kayıtsız ve soğuk,
hiç başkaldırı düşünmeden, açıveriyor kapıları art arda
yoluyor you boyunca
kendi ormanlarını...
------------------Sessiz,
hüzünlü bekliyorum sıçanları.
Biliyorum çok korkunç
ve korkunç acılar çekeceğim.
Yeryüzündeki son günümde ağlayabilirim diye
korkuyorum, Tanrım...
(Yordan Krıçmarov<1948-1986>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası-Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap,
12.06.08)
“-Dinle, Gustaf’ı tanırım. Ülkene dönmen için her şeyi yapacaktır. Kızlarına gelince; bana maval
okuma! Onlar ne zamandır kendi hayatlarını yaşıyorlar zaten! Tanrım, Irena, ülkende olanlar son derece
büyüleyici. Böyle durumlarda işler her zaman yoluna girer.”
(M. Kundera, “Bilmemek”, sa:7)
“ ‘Tanrım,’ diye mırıldandı Chantal, görümcesinin yokluğundan yararlanarak: ‘Yerimizi nasıl
keşfedebildiler?’ Jean-Marc omuz silkti. Görümce, hem koridorun, hem de tuvaletin kapısını ardına kadar açık
bıraktığından, birbirlerine fazla bir şey söyleyecek durumda değillerdi.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:119)
“Böylece, kamyon ve yük arabalarıyla, ‘parmak kaldırarak’ (hitch-hiking, lifting) Glascow’a, George
Square’de ağabeyim Billy’nin çalıştığı North British Hotel’e vardım. Ondan sıcak bir, ‘Oh, Tanrım, sen
buralarda ne arıyorsun?’ hoşgeldini aldım. Ama onun yapacak çok bir şeyi yoktu, bana yiyecek almam için
birkaç şiling verdi ve ben yoluma devam ettim.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:47)
“İDİL
Bağışla beni Tanrım, seni bolluk
ve morlar içindeki günlerinde aramıyorsam.
Bağışla beni ışık ve günlük kokulu
törenlerine katılmıyorsam.
Bağışla beni herkese açık alanlarda
seni alkışlayanların kalabalığına
karışmıyorsam.”
(Henriqueta Lisboa<1903-1985>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
12.08.04)
“ ‘O akşam’ deyip duruyordum. Elverişli bir kısaltmadan başka bir şey değil bu. Tanıştığımız dönemde
sayısız akşam yaşanmıştı; bunlar şimdi belleğimde iç içe geçip tek bir akşam oluşturuyorlar. Bazen bana, o
dönemde sanki sürekli birlikteymişizmiş, aillerimizin yanına arada bir kısa molalar için uğrayan uzun saçlı bir
güruhmuşuz gibi geliyor..... Tanrım, tartışmayı, görüşler ileri sürmeyi ne çok seviyorduk! Haykırışları! Ağız
dalaşlarını!”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:30)
“-Sahi mi, Bay Spinell? Haydi, onu bana anlatın!’
-Hayır, anlatamam..... Kadını, yanından geçerken şöyle bir gördüm; gerçekten görmüş değilim. Ama
görebildiğim kadarı bile, düşgücümü işletmeye, bu kadından güzel bir anı saklamaya yetti. Tanrım, o ne
güzellikti!”
(Th. Mann, “Alacakaranlıkta”, sa:26)
“... bastonuna yaslanmış olan bu kar beyazı saçlı ve saygıdeğer yaşlı bay, Belediye Başkanı Doktor
Oeverdieck’ti. Onun burada bulunması başlı başına bir olay, bir büyük başarıydı! Bazıları bunun nasıl olduğunu
bir türlü anlamıyor. Tanrım, arada bir akrabalık bağı da yok! Buddenbrooklar ihtiyarı zorla getirmişlerdi
herhalde... Gerçek şuydu: Konsül Buddenbrook ve kız kardeşi Bayan Permaneder birlikte küçük bir dolap
çevirdiler, bir oyun oynadılar.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:351)
“Aklım bitti başımdan. DÖNDÜM MEMLEKETİME. OHHHH!
Bir daire aldım. Girdim içine. Uzattım bacağımı. Tanrım dedim, sana şükürler olsun. Rezil olmadım şu
dünyada. Hayatımı kurtardım çok şükür.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu/Sevdican”, sa:104)
“ÖLÜLERİ HATIRLAMAK
‘ölüleri hatırlamak, sevgili ölüleri’ Kavafis
----------------------------------Tanrım, nasıl ağlıyorlar ıssızlıkları içinde
inanmaya devam edenler
ölümsüzlüğe.
düşün uyuyorken öldüğümüzü
uyandır ve seslen :
geceye sokul”
(Joan Metelerkamp<d.1956>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.06.06)
“Güneş Gökyüzünde Durur
Sevgilimi özleyip özlemediğimi soruyorlar
Özlemediğimi söylüyorum soranlara
Çünkü kuyuya sarkıtılan su kovası nasıl iple bağlıysa
Sevgilimi de kalbime bir iple bağlayarak sarkıtmışım
Kalbim onun büyüklüğü ve heyecanıyla atar
O içinde sarkıtılmış durduğu sürece sonsuza
Tanrım beni bu bağlılığımda hor görmesin
Bütün günahım ve sevabımla kınamasın.”
(Mecnun Necad<Kays bin el Meluh bin Muzahim el Amri; 68 h. 687 m.>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”,
Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.08.09)
“JONES - Ah, Tanrım, ben şimdi ne yapacağım?... Tanrım, karanlık burası... Nerede ay? Yarabbi, bu
gecenin sonu hiç gelmeyecek mi? (Seslerden el yordamı ile ve ihtiyatlı ihtiyatlı ilerlemekte olduğu anlaşılır.)
Hah... Burası açıklık bir yer galiba... Uzanıp dinlenmeliyim... O zenciler yakalansınlar beni, vız gelir...”
(E. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:55)
“Ve Tanrım, beni nelerin beklediği ayan beyan ortadaydı. Haftalar boyu süren dırdır ve küslük, tam
sulh olduk derken gelen laf sokuşturmalar, daima geciken yemekler, neler olup bittiğini ölesiye merak eden
çocuklar. Ama benim asıl ağrıma giden, Aşağı Bienfield’e gerçek gidiş nedenime hiçbir biçimde akıl
erdirilemeyen o zihinsel fakirlikti.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:267)
“MADAM T. (Manyefa’ya.) - Bizimle konuşmak lütfunda bulunur musunuz? Gaipten bir haberiniz
var mı bize? (Manyefa bir trans’a girer gibidir.)
LUBİNKA - Tanrım, ruhlar geliyor.
MATRİYOŞA - Kutsal babalar, koruyun bizi.
MADAM T. - Şşşşşş. Dinleyin, ellerini tutun, destek olun ona. Bir şok geçirirse ölür Tanrı esirgesin.
(Amanyefa’nın ellerini tutarlar.)
”
(A.N. Ostroski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:88)
“Rüzgar yoktu, köy uyuyordu, yalnızca bir yerlerde köpekler havlıyordu. Oreste’nin gecesiydi bu.
Giacinta’yla ilgili her şeyi anlattı bize. Ay batıp horozlar ötmeye başladığında, ‘Tanrım, benim de aklımı çeldin,’
dedi Pieretto.”
(C. Pavese, “Tepelerdeki Şeytan”, sa:88)
“Elveda Deniz - Denize Veda
----------------------------------Tanrım! Tanrım! Elveda denizim!
Günler, seneler -ne kaldı geriye?
Eriyişi gibi avucumda köpüğünün senin
Yitiyor kıskançlıklar, tutkular da, şöhret de.”
(Valeri Petrov<d.1920>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.02.06)
“BİR ÇİFT AYAKKABI
-----------------------------Yaşamımı didik didik ettim ben,
Ruhumu da düğümlere ayırdım.
Tanrı’m, inan ki bıktım bendeki ‘en’den,
usandım, usandım, usandım Tanrı’m!
Hep en yüksek dalgalarda tepenin
doruğunda, en kıyıda, kıl payı...
Oldum olası hep jarse giyerim,
‘artık yıl’ demektir her şubat ayı.”
(Margarita Petkova<d.1956>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
27.03.08)
“SESSİZ MÜŞTERİ - Doğru! Gülünecek bir şey biliyorum. Elim o paketlerle, paketçiklerle dolu
olmasaydı, Tanrım, yeterdi! Bir eşeğinkinden çoktu yüküm! Ama kadınlar -sipariş... sipariş.... -bitmek tükenmek
bilmez.”
(L. Pirandello, “Üç Kısa Oyun-Ağzı Çiçekli Adam”, sa:82)
“ÖNSÖZ/Şiirler Şiiri
Ey Tanrı’m, ey Venüs, ey Mercury, ey hırsızların koruyucusu,
Son günlerimde, n’olursun bir tütüncü dükkanı ver bana
Böyle diyor Pound, Ezra.”
(A. Püsküllüoğlu<1935-2008>, “zamansız”, sa:7)
.
“Hatta ayrıntılı bir ölümü karşılayabilecek durumda olan zenginler bile yavaş yavaş ihmalkar ve
kayıtsız olmaya başlıyor; kendine özgü bir ölüm isteği azaldıkça azalıyor. Bir süre sonra insanın kendine özgü
bir hayat sürmesi kadar seyrekleşecek böyle ölümler. Tanrım, bütün bunlar zaten hazır. İnsan gelir, bir hayat
bulur, bu kadar.”
(R.M. Rilke, “Malte Lavids Brigge’nin Notları”, sa:38)
“İSMENE
----------kendi kaçınılmaz ölümünü aşağılık bir ölümsüzlüğe
çevirdi.
Evet, evet, bütün o göz kamaştırıcı parlaklığına karşın
aşağılık.
Tanrım, nasıl katlanabildi buna, korktuğu zaman
kızmaktan başka bir şey yapamayan,
yiyecekten, ışıktan, renklerden, soğuk duru sudan
bile kızan bu insan?
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:174)
“Bir hadisinde şöyle buyurur:
‘Perişan, günahkar bir kul, kabul edilir umuduyla, tövbe elini Yüce Tanrı’nın dergahına kaldırdığında,
Tanrı ona bakmaz, kul yeniden yalvarır. O yine kabul etmezse, kul bir daha yalvarır, yakarır. İşte o zaman Yüce
Tanrı şöyle der: ‘Ben kulumdan utandım gerçekten, meleklerim... Çünkü onun benden başka Rabb’i yok.
Duasını kabul edip dileğini verdim. Ben, kulun bunca yalvarıp yakarmasınıdan utanırım.
‘Ne büyüktür Tanrı’nın yaptıkları:
Günahı kul işler, utanan Tanrı!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:21-2)
“Tanrım, gözlerimizin görmemesi ne büyük bir eksiklik, belirsiz gölgeler halinde bile olsa görebilmek,
ah görebilmeki bir aynanın önünde durmak ve koyu, pek iyi seçilemeyen bir lekeye bakıp, ‘Bu benim yüzüm,
ışık almış öteki nesneler benim alanıma girmiyor, onlar ben değilim,’ diyebilmek.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:67)
“Biri merdivenleri çıkıyordu. İşte, biri giriyor içeri. Ne olur, Tanrım, gelen o olsun. Eğer onu götürmek
düşüncesi varsa kafasında, yapar o yapacağını. Bu değil o, ağır adımlar bunlar, öyleyse -Lulu’nun yüreği
hopladı- Cezayirliyse, yalnız olduğumu biliyor, neredeyse yüklenecek kapıya, dayanamam, böylesine
dayanamam...”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Özel Yaşam”, sa:131)
“Acele etmiyor, üzerine eğilen devin varlığını sezinlemesi için zaman bırakıyordum ona, sonra
parmağımı uzatıyordum; eziliyordu ve kandırılmıştım ben! Tanrım! Onu öldürmek gerekiyordu.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:182)
“Diyalog
Tanrım, seni arıyorum. Gör, diz çökmüşüm,
eşiğinin önüne
Yalvarıyorum ‘kapını aç’ diye. Gör, yitmişim,
sürüklüyor körlüğe beni binlerce yolum,
Ve kimse götürmez beni eve, bırak sığınayım
bahçelerinin yuvasına”
(Ernst-Maria Richard-Stadler,<1883-1914>-Danyel Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, “19.10.09)
“Hauke, sanki aralarında herhangi bir söze gerek yokmuş gibi, elini uzatarak karısının elini sıktı; Elke
ise hafif sesle şunları söyledi: ‘Hayır Hauke, bırak konuşayım; sana yıllar geçtikten sonra doğurduğum çocuk,
her zaman bir çocuk olarak kalacak. Tanrım! Kızım bir türlü gelişemiyor; bunu sana söylemeliydim!’ ”
(Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:129)
“Böyle haykırıyor, gaklıyordu... o kadar şaşırmış, çaresizliğe düşmüştü ki Jonathan, başka çıkar yol
bulamamaktan, çocukluk günlerinden bu yana bir daha hiç yapmadığı bir şey yaptı: dua etmek üzere ellerini
kavuşturdu, ‘Tanrım, Tanrım,’ diye yakardı, ‘niçin terkettin beni? Niçin beni böyle cezalandırıyorsun?
Göklerdeki Babamız, kurtar beni bu güvercinden, Amin.!’ Görüldüğü gibi doğru dürüst bir dua değildi bu, daha
çok, edindiği pek kısıtlı din eğitiminden artakalmış bölük pörçük anılardan oluşan bir kekelemeydi bu...”
(P. Süskind, “Güvercin”, sa:18)
“Karısının bu perişan durumunu , ıstırap kaplı yüzünü gördükten, kadere boyun eğmiş umutsuz sesini
işittikten sonra nefesi kesilir gibi oldu, boğazına bir şey düğümlendi sanki, gözleri yaşardı.
-Tanrım, ne yaptım ben! Dolli! Allah aşkına!... Zaten...” Devam edemedi, bir hıçkırık kesti sözünü.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:22)
“BİZİM YÜZYIL <1851>
--------------------Dayanılmaz acılarda yansa da
çıkamaz ağzından asla şu sözler:
‘Tanrım, yüreğim hep senin yanında,
gel, inançsızlıkla bana destek ver!..’ ”
(F.İ. Tyutçev<1803-1873>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
19.05.05)
“Tanrım! Hapishanenin duvarları
Bana daha korkunç, gerçek göründü
Ve gökyüzü başımın üzerinde
Alevden bir zırhlı başlığa döndü;
Acılar içinde kıvranan ruhum
Kendi sıkıntılarınuı unuttu.”
(O. Wilde<1854-1900>, “Reading Hapishanesi Baladı”, sa:13)
“ ‘Tanrım! Tanrım!’ diye bir kez daha haykırdı düşüncelerinin bitiminde, ‘yani ben artık, ne kadar
iğrenç olduğunu düşünürsem düşüneyim, karşı cinsin fikirlerine saygı mı göstermeliyim? Etek giyiyorsam,
yüzme bilmiyorsam, bir denizci tarafından kurtarılmam gerekiyorsa, vallahi öyle yapmalıyım!’ diye haykırdı.
Bunun üzerine bir karamsarlık çöktü üstüne. Yaradılıştan açık yürekli ve her türlü aldatmacaya karşı olduğundan
yalan söylemek onu sıkıyordu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:107)
“Bir ara kendimi, kütüphanemdeki psikiyatriyle ilgili olmayan bazı kitapları fark etmesini ümit ederken
yakaladım: O’Neill’in oyunları, Dostoyevski. Tanrım ne büyük bir eziyet! Gülünç. Ben burada Ginny’ye hayatta
kalma problemleriyle başetmesine yardımcı oluyorum ve yine de kendi küçük hava atmalarımın yükü altında
eziliyorum.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:42)
“ASTROLOJİ
Hele yaz gelsin. Yolculuğa çıkacağım. Tanrı’m.
Dört yıldan beri, hep rüyalarım
kurumuş herhangi bir çayırda geçmekteler
ve başımın üzerine düşmekteler teker teker
cırcırböcekleri ve göktaşları.”
(Ekaterina Yosifova<d.1941>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
16.07.09)
“Ki sevgisi onun gözlerindedir
Sağırlaştır bizi Tanrım, sağırlaştır onların müziğine.
Kendi çocuklarımız sürgün edilmek için öldü.
Saldırır onlar bize‘Dindar, hırlayan canavarlar’Ve ağza aldılar bir jargonu:
‘Yağmur patlar, sessiz suyun üzerindeki ışık
İzlerim çemberlerin yayıldığını ve devindiğini’ ”
(Louis Zukofsky<1904-1978>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.07.03)
Tanrı mesut (mutlu) etsin : Özellikle hayatlarını birleştirenlere söylenen iyi dilek
“Bir hatıra albümü bu birader. Tanrı mesut etsin sevgili çocukları! Kavgasız ayrılmayı severdim. Asla,
hiçbirinin adını vermez, ağza düşürmezdim.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:166)
Tanrı misafiri : Önceden haber vermeksizin birkimselere misafir olma durumu, gece yatısı ya da akşam
yemeği için anide çıkagelen (Dervişin kerameti kendinden menkul) beklenmedik misafir
“Şarkıda, değirmencinin kızına aşık olan bir askerin öyküsü anlatılıyordu. Asker, sevgilisine kavuşmak
için kadın kılığına girip değirmene gidiyor, değirmenci de bu Tanrı misafiri kadının karnını doyurmak için
karısına sesleniyordu:
Hadi çorbayı ısıtıver karıcığım
Doyuralım karnını kadıncağızın.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:419)
“Kahvesini bitirdikten sonra Akman ağa bana:
-Ey, dedi, kalkalım mı yavaş yavaş, bulaşalım <çıkalım> mı yola?
Etem atıldı:
-Sen istersen düzül <koyul> kendi yoluna! Beyağa bu gece bizim misafirimizdir. Allah bağışlarsa!..
-Aman..., dedim, ne söylüyorsun?...
Etem:
-Sahi süleri <söylerim!>, kalasın bu gece buracıkta Tanrı misafiri bize...”
(O.C. Kaygılı, “Çingeneler”, sa:53)
“ ‘Kusura bakmayın Tanrı misafirleri, misafir umduğunu değil de bulduğunu yer. Bir, ekmeğimiz yok,
hepsini askerler aldı, iki, bulgurumuz, üç, kahvemiz de yok. Harpten önce bir eve misafir geldiğinde bu evde
çifte dibeklerde kahve dövülürdü. Bu evin içi gece gündüz kahve kokardı. Şimdi çay var ama şeker yok. Ekmek
de yok. Ne unumuz, buğdayımız, bulgurumuz, ne de… Neyimiz varsa askerler aldı.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:171)
“Kadın:
‘Kim bu? diye hayretle sordu.
Yaşlı adam:
‘Bir tanrı misafiri,’ diye cevap verdi.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:14)
“Geçiyor
---------Ormandaki konutta
dünya derdinden uzak
tanrı misafiri için de
hayat yalın ve rahat.”
(Valeri Petrov<d.1920>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.02.06)
Tanrı mustahakını versin : Hay Allah sana ne mustahak görürse onu yapsın sana; Allah belanı, cezanı versin
babında bir ilenç
“... Klim ormandan çıktı, çekine çekine mühendise yaklaştı.
-Niçin korktun, budala? Ben... ben şaka etmiştim, sen de korkuverdin... Hadi, bin arabaya! Gidelim!
Klim arabaya binerken:
-Tanrı mustahakını versin, beyim dedi. Böyle yapacağını bilsem yüz altın versen almazdım seni
arabaya. Korkudan nerdeyse ödüm patladı.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:137)
Tanrı neşeni eksik etmesin : İnsanların kendilerine ve başkalarına saygılı olduğu devirlerde, olumsuz
durumlarda dahi, iyi dileklerini bildiren sözcükler
“FALSTAFF - Oh, içim yağ bağladı. Bana çevirdiğiniz ok, dönüp dolaşıp kendinize saplandı ya.
PAGE - Eh, ne çare. Fenton, Tanrı neşeni eksik etmesin. Bükemediğin eli öpmeli.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:143)
Tanrı ne verdiyse : Birçok kültürlerde, yemek vakti zamansız gelen misafiri yemeğe buyur ederken kibarlıkla
söylenen söz
“Sonunda güneş, aydınlığın çerçevelediği kare biçimindeki gökyüzünde batıyor, Jonas fırçalarını
bırakıyordu. Bundan sonra yapılacak bütün iş, konukları, Tanrı ne verdiyse buyrun diyerek sofraya çağırmak, ve
geç vakitlere dek yine sanattan, özellikle de, orda bulunmayan yeteneksiz, öykünmeci ya da çıkarcı ressamlardan
konuşmak oluyordu.”
(A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:15)
Tanrı’nın belası; Tanrı’nın cezası : Allah’ın başıma bela verdiği sen
“Olup bitenlerle ilgisizmiş gibi umursamayan tavırlarla mercimek ayıklamaya devam eden kızla karşı
karşıya kalmıştım. Bakkal patırtıyla tekrar içeri girdi. ‘Hey Tanrı’nın cezası, söyle bakalım, kızımla ne işin var?’
dedi.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:48)
“Başkan:
-Yoksa gidiyor musun? Beni bu durumda mı bırakacaksın? Bu Tanrının belası sancıdan ölmeme izin
mi vereceksin?
Mister Biddle da:
-İnsanlık bunu mu gerektirir? Acı içindeki bir insan yüzüstü bırakılır mı? dedi.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:87)
Tanrının gazabına uğramak : Doğduğundanberi kendini talihsiz, şanssız görenlerin inancı
“-Beni gece haremde kadınların odasına girip saldıracak kadar adi, alçak bir adam mı sanıyorsun?
-Benim ne sanışım para etmez. Ben sana gerçeği anlatıyorum. Eğer dün geceye kadar selamlıkta sana
benzer Hasan adında bir delikanlı bulunduğundan haberim var idiyse iki gözüm su gibi önüme aksın. Tanrı’nın
gazabına uğrayayım.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani”, sa.100)
“MANGAN - Ben Tanrının gazabına uğramış bir adamım!
KAPTAN - Evet, bana da öyle geliyor. Uzun yıllar senin gibiydim ben de. Zenci karım kurtardı.
MANGAN, zayıfça. - Çok tuhaf! En iyisi çekip gitmeli bu evden.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:37)
Tanrının (her) günü : Hemen hemen her gün, çok sık
Bk.: Her Allahın günü
“‘Ama şunu unutma ki Tanrı’nın her günü bir değildir. Bilgisizlerin yazgı olarak adlandırdıkları şeyi,
aslında durumun ve koşulların getirdiği bir sonuç gibi görmek gerekir. Herkes bilir. Bazı batıl inançlı kimseler
vardır, sabahın köründe evlerinden çıkarlar, Fransisken mezhebinden biriyle karşılaşırlarsa eğer, çark eder,
evlerine dönerler, bir başkası masada tuzluğu devirdim diye karalar bağlar.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:752
“Onların sevinci benim sevincim, onların üzüntüsü benim üzüntümdür. Tanrı’nın her günü, aynı saatte
Fontanka’da rasladığım ufak tefek bir ihtiyarla da nerdeyse ahbaplık peydahladım. Görkemli, dalgın bir
görünüşü olan bu ihtiyar, sol elini sallayarak hep kendi kendine bir şeyler mırıldanır; sağ elindeyse, sapı altın
kaplamalı, boğum boğum, uzun bir baston vardır.”
(F. Dostoyevski, “Beyaz Geceler”, sa:12)
“Mahpusa son zamanda sık sık gelmeye başlayan Rakitin de ‘emniyet amirininkiler’in (Mihayıl
Makaroviç’in kız torunlarına verdiği ad) en sıkı fıkı ahbaplarındandı ve Tanrının günü kapılarını aşındırırdı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:132)
“...onu Tanrının günü gizli gizli rakı içen annesinin de ablasının da kendisinden uslanmasından da değil
kendisinden umudu kestikleri küçük halasını daha küçükken soluğu koktuğu rakı koktuğu için sevmezmiş ama
acımış o haline acımak gerektiğini sanırmış ailenin yüzkarası sayıldığı sözü edildiği zaman adının önüne ardına
hep bir zavallı eklendiği için o da acımış ona...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:95)
“GLUMOV - Sizi budala yerine koyduğumu itiraf edeyim, Madam T. Ama bundan utanmıyorum.
Maşenka’ya acıyorum sadece. Siz Tanrının günü budala yerine konulmaya teşnesiniz. Aslında zevk alıyorsunuz
bundan..... Madam Manyefa kimi tanır, size kimi salık verebilir? Avucuna en fazla para sıkıştıranı tabii. Bir
buluttan inerken gördüğü iyi ki bendim de, bir hapishane kaçkını değil. Yoksa onu da bağrınıza basardınız.”
(A.N. Ostroski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:125-6)
Tanrının huzuruna erken çıkmak : Erken ölmek
“İlk gece, sevgiyi ölüyü bu eski dostlaa bekledik. Annemi çok seviyorum. Fakat gözyaşlarıma karşın,
içimde ümitsizlik yoktu.. Kendisinden küçük olduğu halde, dostunun Tanrı’nın huzuruna daha erken çıktığını
gören Miss Ashburton’un hali içler acısıydı.”
(A. Gide, “Dar Kapı”, sa:25)
Tanrının izniyle : Eğer Tanrı izin verirse, inşallah
“Yanımda değilsin diye
ateşlerde yanıp tutuşuyorum
Senin güzelliğine sahip, Tanrı’nın izniyle
Dünyada yaşayan, kimseyi görmedim,
Ne Hıristiyanını, ne Yahudisini, ne de Müslümanını.
Kimdir senin aşkına layık insan?”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:79)
“Olayı doğrulayan mektup da buradaydı gerçekten: ‘Dün dostumuz Badur’un adresine, senin için bir
telgraf çektim ve önceki mektuplarımda söz ettiğim yapıyı satın aldığımı haber verdim; satış bu hafta yapıldı ve
Tanrı’nin izniyle, yarından tezi yok yenileme çalışmalarına başlayacağım...’ ”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:26)
Tanrının kulu; Tanrının sevgili kulu : Allaha sadık insan
“Tanrı aşkına, şuna bir bakın, özellikle biriyle konuşurken, yandan bakın, bu ne hoş görünüm! Kalemle
anlatılması olanaksız; kadife! Gümüş! Ateş! Aman Tanrım! Aziz Nikola, ey Tanrı’nın sevgili kulu! Ne olur,
benim de böyle bir kaftanım olsaydı!”
(N. Gogol, “Ivan Ivanoviç ile Ivan Nikiforoviç’in Öyküsü”, sa:27)
“BAYAN McELLIOT : ‘Ellen ve ben iki saattir şehirde dolanıyoruz. O koca lambalar tepemizde
parlarken ve ikişer ikişer dolanan aynasızlar dışında ortada tek bir Tanrı’nın kulu yokken etraf lanet olası bir
mezarlık gibi görünüyor.’ ”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:192)
“ ‘Sonuç olarak Hıristiyanlık, Magdelena dışında, erkeklerin dini değil midir?’ diyordu Gertrudis.
‘Tanrı Baba, İsa, Ruhülkudüs, hepsi erkek! Ama ya Meryem? Onun dini ‘İşte ben, Tanrı’nın kulu, beni kendi
buyruğuna göre ne yaparsan yap,’ demek ve düğünlerde sarhoş eden, coşturan, dertleri unutturan şarabı
sağlamasını oğlundan istemekti yalnızca.”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:106)
Tanrı’nın rahmetine kavuşmak : Ölmek, öbür dünyaya göçmek
“... ve Şeyh Bahaeddin, Tanrı’nın kazasına razı olarak tam bir doğrulukla mürid ve kul oldu ve:
‘Madem ki bu dünyadan gideceğim, hiç olmazsa lanete mazhar olan bir kul gibi değil, inayete mazhar olan bir
kul gibi gideyim’ dedi. Bahaeddin bir kaç gün hasta oldu ve on üç günde Tanrı’nın rahmetine kavuştu.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:348)
Tanrının (selat ve) selamı onun üzerine olsun : Tanrı’nın takdir ya da takdisini içeren bir olay olduğunda; ya
da Hazreti Muhammed Mustafa’nın adı geçtiğinde hemen hemen otomatik olarak söylenen sözcük
“Tanrı’nın takdiriyle aynı gece hem padişah, hem vezir ve hem de dünya kraliçesi peygamber
hazretlerini (Tanrı’nın selamı onun üzerine olsun) rüyalarında gördüler. Peygamber: ‘Dünya kraliçesini Hüseyin
Hatibi’ye nikahladım, bundan sonra kraliçe onundur’ dedi. Ne güzel damat ve ne de güzel gelin! Şiir:
Mübarek olsun dünyada gelin güvey olmamız
Kıydı nikahımızı göklerdeki Tanrımız.”
“Derler ki Belh diyarında bulunan, Tanrı’dan korkan yetili üç yüz müftünün hepsi bir Cuma gecesi
Muhammed Mustafa hazretlerini (Tanrının selat ve ve selamı onun üzerine olsun) rüyada gördüler.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:3;4-5)
Tanrının tek kulu çıkmamak : Hiç bir kimse, tek kişi bile
“Oysa New York denen bu tuhaf yerde herkes sanki konuşma perhizindeydi. Üç haftanın sonunda
Tanrı’nın tek kulu çıkmamıştı benimle konuşan. Değil konuşmak, bir tek laf bile etmemişlerdi bana doğru.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:55)
Tanrının yazgısı : Kader, kısmet, aşınyazısı
“-Tanrı’nın yazgısı, Senyora...
-Tanrı’nın yazgısı açık, aydınlık olur, oysa bu sorun karanlık. Öteki olasılığı da kafanızdan çıkarın. O
baba olmak için doğdu, ben de anneanne olmak için!”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:116)
Tanrı nice yıllara yetiştirsin. Elemsiz kedersiz : Kibarlığın ve iyi niyetin bir yaşam şekli olduğu devirlerde,
bir aileye, çocuklarıyla birlikte mutlu bir hayat dilemeyi bildiren sözcükler
“PAGE’İN KARISI - Öyle, üstünde durmayacağım bunun artık. Bay Fenton, Tanrı nice yıllara
yetiştirsin. Elemsiz kedersiz. Kocacığım, hep birden eve dönelim.....”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:143)
Tanrı parçacığı : 2012 yılında, CERN’ (Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) araştırmacılarından Peter
HIGGS (Ing., d.1932-, Edinbourg Univ. ) tarafından keşfedilen HİGGS BOZONU. Bulunan parçacıkların
kütlesinin kökenini bulmak için, Proton ışıkları 27 kilometrelik bir tüneli ışık hızıyla geçerek ‘Büyük Hadron
Çarpışması’ oluşturulmuştu. Çalışma arkadaşı François ENGLERT (Belçika, d.1929-, University Libre de
Bruxelles -Brüksel Serbest Üniversitesi-) ‘in kişisel araştırmalarıyla da Kozmik bilmecenin ancak 1/5 ini
çözebilen bu iki alim, 2013 NOBEL FİZİK ÖDÜLÜ’ne layık görülmüşlerdir.
(VATAN Gazetesi, 9 ekim 2013)
Tanrı rahmet etsin, eylesin, eyleye : Ölenin ardından söylenen iyi niyet söylemi
Bk.: Allah rahmet eylesin
“Dünyada, iş çevirmesini bilen iki kişi vardır. Bunlardan biri kadındır; her şey ona aittir. Ötekinin adı
Puda’dır. Puda’nın hiçbir şeyi yoktur, ama kadın yönetme hakkı vardır. Analar, tanrı rahmet eylesin,
mezarlarında bile rahat durmazlar. Elinde avucunda ne varsa alırlar.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:318)
“-Biz üç kardeşiz, ama kimseden kimseye yarar yok. Kuzma borcunu ödemedi diye gitsin Denis
cezasını çeksin! Bunlar da sözüm ona yargıç! Bizim beyefendi general şimdi sağ olsa, Tanrı rahmet eyleye,
şimdi size dünyanın kaç bucak olduğunu gösterirdi.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:116)
“Yine Tanrı’nın yer yüzünde veliyesi (Küçük çocuğun bakıcısı) ve şeyh Muhammed Hadim’in kızı
Kerime hatun (Tanrı her ikisine rahmet etsin) şöyle hikaye etti ki: Ahi Polat adında bir şahıs Uç ilinden gelip
mübarek türbenin misafiri olmuştu. Orada sema ayinini kurmak istedi. Fakat bir gün Arif hazretlerinin
hizmetinde küstahlık ederek terbiyesizce bir söz söyledi..... Ertesi gün, o dervişin başsız tavaf ettiğini (dolaştığını)
gördüm. O anda şahneler (emniyet memurları) at pazarında yetişip onu öldürdüler. Sonra Çelebi hazretleri, kutsal
türbeye girip bana: ‘Sabahleyin başsız gördüğün o adam, şu anda başsız kaldı’ dedi. Şiir:
‘Ey oğul! Tanrı erlerinin yanında edebli ol. Küstahça ayağına basma, yoksa başın gider.’ ”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:320)
Tanrısal kuş : Melek
Bk.: Melek
“Tanrısal kuş bize yaklaştıkça parlaklığı da artıyordu, o derecede ki yakından bu kadar ışığa
dayanamayan gözlerimi önüme indirmek zorunda kaldım. O, suyun üzerinde kalan narin, hafif kayığı ile sahile
yanaştı.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:14)
Tanrı sizden razı olsun : Allaha çok şükür, Allah sizden yana olsun, Tanrı sizi korusun
“‘Mösyö Fabantou,’ dedi, ‘Bu sizin kiranız ve acil ihtiyaçlarınız için. Sonrasını düşünürüz.’
‘Tanrı sizden razı olsun cömert velinimetimiz,’ dedi Jondrette.
Ve kaşla göz arasında karısına yanaştı.
‘Arabayı sav!’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:333)
Tanrı sizi inandırsın, Tanrı şahidimdir; Tanrı şahid(im) olsun ki; Tanrı şahittir ki : Yemin ederim ki;
Tanrı sizi inandırsın ki
“ŞİKAYET ETMEYECEĞİM
Etmeyeceğim kimseye şikayet, kimseden lütuf
beklemeyeceğim
Tanrı’dan başka, Tanrı şahidim olsun.
Yarabbim, kalbim acılarla dolu.”
(Abdülaziz, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:39)
“ ‘Kutsal Haç’la korunan kapıdan içinde kötülük olan hiç kimsenin, özellikle bir cadının geçmesi
mümkün değildir. Bir kez bir kadının bu şekilde yargılandığını gördüm. Haç işareti nedeniyle bütün vücudu
acıyla yandı..... bu geceki işimiz yeni başlıyor demektir. Ama geçerse bir daha asla cadılıkla suçlanmayacaktır.
Tanrı şahidimiz olsun,’ diye konuştu.”
(R. Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:161)
“Yine eski dostlar Mevlana hazretlerinden rivayet ettiler ki: Mevlana hazretleri bir gün ‘Şeyhim
Burhaneddin Muhakkik sık sık , yedi sekiz yıla yakındır ki midemde bir lokma kalmıştır, derdi. Onun bu hali
tuhafıma gitti. Şaşakaldım. Seyyid hazretlerinin bu halini, gözlerin hıyanetini ve kalblerde gizli olanı bilen Tanrı
şahittir ki, şimdi otuz yıla yakındır bir lokma midemde bir gece bile kalmamıştır,’ buyurdu.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:65)
“ ‘Eşyaları getiren adamlar bilardo odasında yine gürültü etmeye başladılar! Arabalarını da büyük kapı
önünde bırakmışlar! Kırlangıç gelirken çarpıp bir yerini zedeleyebilir!’ Kırlangıç dediği, hanın arabasıydı. ‘Çağır
şu Hippolyt’i de arabalığa çeksin onu!.. Tanrı sizi inandırsın, Bay Homais, sabahtan beri belki on beş parti
bilardo oynadılar, sekiz sürahi de elma şarabı içtiler!..’ ”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:83)
“LELIO - Sözümün doğruluğuna Tanrı şahittir. Her şeyi olduğu gibi söylüyorum. Onu biraz olsun
değiştirmek elimden gelmez. Kendimi bildim bileli kimse en ufak bir yalanımı tutmamıştır. (Arlecchino güler.)
Uşağıma sorunuz. (Öksürür.)”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:44)
“‘Ah, keşke o kadar basit olsa! Tanrı şahidimdir ki, yaşamak için yeterince çabaladım ama hiçbir işe
yaramadı. Kendini asmak güçtür belki, bilemiyorum ama, yaşamak daha da güç, çok güç. Tanrım, çok güç.’ ”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:85)
“Affet, Adele, sözlerimin günahını affet, Tanrı şahidimdir ki, yakıcı olduğu kadar da temiz olan bu
kendinden geçişlerde hiçbir iffetsiz düşünce yok ve zaten kendi amacı tarafından kutsallaştırılmadıkça bir
düşünce nasıl seninle ilgili olabilir?”
(V. Hugo, “Nişanlıya Mektuplar”, sa:340)
“HORATIO HAMLET HORATIO HAMLET -
Ne oldu efendimiz?
Harikulade bir şey!
Efendimiz, ne olur söyleyin.
Olmaz, etrafa yayarsınız.
HORATIO - Tanrı şahidim olsun ki, söylemem, efendimiz.
HAMLET - Buna ne dersiniz öyle ise; insanın aklına gelir miydi hiç? Ama gizli tutacaksınız değil
mi?
HORATIO, MARCELLUS - Elbette, Tanrı şahit olsun ki, tutacağız, efendimiz.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:39)
“IAGO -... eğer ben Mağriplinin kendisi olsaydım Iago olmazdım. Tanrı şahidim olsun, sevgi yahut
görev hatırı için değil; öyle göstererek kendi çıkarıma bakmak için! Yoksa hereketlerim, içimi ve niyetlerimi
dışarıya vursa, çok geçmeden alemin diline düşüp rezil olurdum.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:5)
“Çünkü, tam da Nietzsche gibi bir düşünürün ortaya çıktığı Avrupa’mız, ylanızca düşünce zevklerinin
bu eziyetli dünyayı oturabilir hale getirdiğini düşünen Avrupa, Tanrı şahittir ki, basit bir ahlaki emirle,
birdenbire kabalaşmak, hayvanlaşmak ve barbarlaşmak için en ufak bir istek duymuyordu..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Tolstoy’, Cilt:III, sa:337)
Tanrı tanık : Tanrı şahittir ki
“Bir kez daha donukluk geri geldi -zihni başıboş gezindi- ama toparlanarak yeniden anlatmaya başladı.
‘Ama, işte bu Babo’ya, Tanrı tanık, yalnızca bana baktığı için değil, ona her şeyden önce, ara sıra
homurdanarak meydan okuyan daha cahil kardeşlerini yatıştırma erdeminden dolayı çok şey borçluyum.’ ”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:32)
Tanrı verdi, Tanrı aldı : Birçok inanç sistemlerinde, genellikle daha ilkel şekillerinde, ölüm karşısında
duyulan (korkuyla karışık) saygı ve yorum
“Bir ölüm ilanı karşısında sol gözü kırparak, ‘Zavallıcık, artık şarkı söyleyemeyecek!’ ya da, kocasını
hiç de sevmemiş olan şu Oranlı kadın gibi, ‘Tanrı verdi, Tanrı aldı,’ demek de kutsala saygısızlık gibi
görünebilir. Ama, iyice düşünülünce, ölümün nesi kutsal olabilir, anlayamıyorum, tam tersine, korkuyla saygı
arasındaki uzaklığı çok iyi seziyorum.”
(A. Camus, “Düğün-Cezayir’de Yaz”, sa:49)
Tanrı vere; Tanrı versin : Allah yardım eder inşallah
“Ricacı kız, ‘Artık, bu kesinlikle bu dünyadan izi kalkan senatördür,’ diye düşünerek adama yaklaştı;
kendisin kabul etmesini rica ederek elindeki kağıdı uzattı. Bunu söylerken yolu kapattığı için senatörün uşağı,
kızı yavaşça yol üstünden çekti, efendisi de onu dilenci sanıp ‘Tanrı versin,’ diyerek merdivenleri çıktı.”
(X. de Maistre, “Sibiryalı Kız”, sa:51)
“Birkaç günden beri süren hazırlıklardan olağanüstü bir şey olacağını bildiğimiz halde, bu haber bizi
çok sarstı. Volodya kızardı, titrek bir sesle annemin tembihini yineledi:
-Demek ki, düşüm buna çıkacakmış. Tanrı vere de daha kötü bir şey olmasa diye düşündüm.”
(L. Tolstoy, “Çocukluk”, sa:29)
Tanrı vergisi : Bir kimsede doğuştan varolan iyi nitelikler
“Geçen yaz, doğuştan dalavareye yatkın olup da olanaksızlık dolayısıyla bu Tanrı vergisi yetenekten
yararlanamamış ve o yüzden başarı sarhoşluğuna kapılmayarak burnu büyümemiş, ahlakı henüz bozulmamış
birini bulurum düşüncesiyle şeytanın henüz ayak basmadığını işittiğim bir yöreye gittim.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:45)
“MALCOLM -... Bu iyi hükümdarın büyük bir mucizesi: buraya geldiğimden biri bir çok kez bu
mucizesini gördüm. Tanrıya ne türlü yalvarıyor, kendi bilir: amma illete tutulmuş, şiş ve yara içinde, bakmaya
insan yüreği dayanmayan, hekimlikçe ümidi kalmayan insanları iyi ediyor…. Bu işitilmedik kudretinden başka,
geleceği haber vermek de onda Tanrı vergisi.”
(W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:75)
“Bir kez ormanda karşısısna çıkan bir ayıyı elleriyle yere sermiş; bir kez de otlağında gördüğü hırsız bir
köylüyü arabasıyla, atıyla birlikte çitin üstünden atmış... Kısacası, buna benzer daha birçok şey! Kendi gücüyle
hiç böbürlenmezdi; ‘Elim kolum güçlüyse, bu Tanrı vergisidir,’ derdi. Gene de gururlu bir adamdı; ama gücüyle
değil, soyu sopuyla, akıllılığıyla övünürdü.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:13)
Tanrı vermesin : Allah korusun o felaketten
“Yaz’ın babası votka şişesini bitirdikten sonra, ocağın üstüne çıkardı. Uzun bıoynunu uzatarak oradan
baykuş gözleriyle bize bakar:
‘Hay geberesiciler! Çocuk değil bunlar sanki! Hepsi hırsız! Tanrı kimseye uykusuzluk vermesin!’ diye
mırıldanıp dururdu.”
(M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:246)
Tanrıya emanet ol : Sonu tehlikeli olabilecek bir iş ya da yolculukta kişiye güven vermek için söylenen söz
“MACBETH -… Herkes akşamın yedisine kadar vaktini keyfince geçirsin ki buluşmak daha tatlı
gelsin; yemek vaktine kadar biz kendi başımıza kalacağız; şimdilik, Tanrıya emanet olun.”
(W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:42)
“Bu sözler üzerine Papaz Clément telaşla cebinden saatını çıkardı ve şaşkın bir sesle:
-Görülecek bir hastam var, Tanrı’ya emanet olun küçük hanım, dedi ve düşesin izin istemeyi de
unutarak soluğu dışarda aldı.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:105)
Tanrı’ya kavuşmak : Ölmek, ruhunu teslim etmek
“ ‘Bocalayanlar oldu; kendi aramızda da; Aquitania eyalet papazı, San Vitale kardinali, Caffa
Piskoposu...’
‘Budalanın biri,’ dedi William.
‘Ruhu şadolsun, iki yıl önce Tanrı’ya kavuştu.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:90)
Tanrı yarattı dememek : İnsafsız, dikkatsiz davranmak, kibar ve adil olmamak
“Bu kez çukurlu yollara girilmişti. Kara araba, öylesine batıp çıkıyor ki, koca Tanrı destek olmasa
makasları, dingilleri çoktan kıracak... Beylik mal olduğundan, askeriye şoförünün de katiyen insafı, acıması
yok... Sürmekte ki, Tanrı yarattı dememekte...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımız”, sa:267)
Tanrı yardımcın(ız) olsun : Zor durumda bulunan birine Tanrı’nın yardımını dileyen bir nezaket sözcüğü
“ ‘... Ne kadar güçlü şifre çözücü bilgisayarlar yapılırsa yapılsın, kaba kuvvete direnebilen bir
alrogaritmanın modası asla geçmeyecektir.. Bir gece içinde bir dünya standardı haline gelebilir.’
Susan derin bir nefes aldı. ‘Tanrı yardımcınız olsun,’ diye fısıldadı.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:44)
“ ‘Arkadaşlığa ihtiyacın yoksa Tanrı yardımcın olsun,’ diye fısıldıyor. Fyodor Mihayloviç masadan
kalkıyor ve kadınlara sırtını dönüyor. Acaba neye benziyorum, diye düşünüyor. Odada ayna yok. Yeniden yerine
oturduğunda, gözlerine dolan yaşlar yok olmuş.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:115)
“NİNA -... Oturalım da konuşalım, doya doya. Ne güzel burası, kuytu, rüzgarı işitiyor musunuz? Bir
cümle vardır Turgeniev’de: ‘Böyle gecelerde, sıcak bir köşesi, bir yuvası olanlara ne mutlu!’ Bense bir
martıyım... Yok, değil. (Alnını oğuşturur.) Ne diyordum... Ha, Turgenyev... ‘Tanrı tüm baraksızların yardımcısı
olsun...’ Neyse. (Hüngür hüngür ağlar.)
(A. Çehov, “Martı”, sa:92)
“Sadece bana hakaret ettiklernde ya da bir yerim ağrıdığında ağlardım. Babam her seferinde
gözyaşlarımla alay ederdi, Annem ise:
‘Sana ağlamayı yasaklıyorum,’ diye bana bağırırdı. Sonunda, koyu kırmızı boyalı evlerle çevrili geniş
ve pis bir sokaktan geçtik. Büyükanneme sordum:
‘Kurbağalar oradan çıkmayacaklar mı?’
‘Hayır, çıkmayacaklar. Tanrı yardımcıları olsun!’ ”
(M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:9)
“ ‘...... Ah, Narziss, senden çaresiz ayrılmam gerekiyor! Seni seviyorum, bugün uykundan birazını
benim uğrumda feda ettiğin için teşekkür ederim. Seni bırakıp gitmem kolay olmayacak. Beni unutmayacaksın,
değil mi?
‘Ne diye hem kendi yüreğini, hem benimkini sızlatıyorsun bilmem. Seni hiç unutur muyum! Yine
geleceksin buraya. Bunu rica ediyor, bunu bekliyorum senden. Baktın ki günün birinde dara düştü başın, çık gel
bana ya da beni çağır! Şimdi güle güle, Goldmund, sevgili dostum, Tanrı yardımcın olsun!’ ”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:97)
“-Baragan’dan şimdiye dek hiç bu denli çok insan öldürülmemiştir, dedim. Biz oralıyız ve oraya
dönmek istiyoruz.
-Yalomitsa’ya doğru gitmek ister misiniz? O halde solunuzdaki şu küçük yola sapın ve sizi sağdan
Argeş’e götürecek olan anayola dek gidin, sonra Radovanu’ya dek ırmağı izleyin. Tanrı yardımcınız olsun!’ ”
(P. Istrati, “Baragan’ın Devedikenleri”, sa:106)
“UŞAK - Tanrı yardımcınız olsun bay yargıç! Müşavir Walter selam söyledi, birazdan gelecek!
ADAM - Aman Allah! Holla’da işini bitirdi mi?
UŞAK - Evet. Husium’a geldi bile.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:10)
“Ağzını açmasa bile varlığı artık beni iyice rahatsız eden siyah giysili yaşlı kadını indirmek için
Kasımpaşa iskelesinde duruyoruz sonunda: ‘Allahaısmarladık’ diyor Anaktar Şiraz ayrılıp giderken, ‘Tanrı
yardımcın olsun, mezarlar için yarın sabahtan buluşma yerinde ol!’ ”
(P. Loti, “Doğudaki Hayalet”, sa:80)
“Giulio, çok ağır konuşarak ona şu yanıtı verdi:
-Yemininizi yerine getirmiyorsunuz. Beni bir bahçede kabul etmiyorsunuz. Monte Cavi’de çalan Ave
Maria’yı duyduğumuz andan yarım dakika sonraki gibi, önümde diz çökmüş değilsiniz. Elinizden gelirse
yemininizi unutun. Ben ise, hiçbir şeyi unutmuyorum. Tanrı yardımcınız olsun!”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:76)
Tanrıya (bin, çok) şükür, şükürler olsun : Allah razı olsun, ona hamdlar olsun
“ŞİKAYET ETMEYECEĞİM
----------------------------------Tanrı’ya şükürler olsun, içimi gül gülistanlık yaptı,
hep benimle olsunlar diye.
Tanrı’ya şükürler olsun, bana inancını verdi,
beni Müslüman yaptı.”
(Abdülaziz, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:39)
“Bu iç savaşımından dürüst, güçlü ve gururlu olarak çıktığı zaman mutluluk ve esriklik içinde diz
çökerek Tanrı’ya şükretti. Kendini bütün gün düşünce ve eylem olarak bir günah işlemediği için meleklere layık
sandığı ilk Communion günündeki gibi hafif, hoşnut ve mutlu duyumsadı.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:75)
“KUTSAMA
--------------Şükür, Tanrım, ki verirsin acıyı nice
Yüz karamıza tanrısal ilaç gibi sen,
Bir benzeri bulunmaz ve temiz içkice
Güçlüleri ne kutsal hazlara yönelten!”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:29)
“BN. ROONEY : Şşştt! (Christie susar.) Şu duyduğum inşallah posta ekspresi değildir, geçmesine daha
vakit var sanırım. (Sessizlik, katır kişner. Sessizlik.)
CHRISTY : Tanrı belasını versin o ekspresin.
BN. ROONEY : Tanrıya şükürler olsun! Uzakta gümbür gümbür gelişini duyduğuma yemin
edebilirim. (Susar.) Demek katırlar böyle kişniyor. Neden olmasın!”
(S. Beckett, “Tüm Düşenler”, sa:129)
“Çözülmüş at ön ayakları cürufun üzerine dikili, şimdiden kendi çevresinde dönmeye başlamıştı. ‘Bir
eyer bulayım,’ dedi Arap. -Hayır, dizginlerini bırak. Böyle binerim. Sandıkları ve öteberileri mutfağa al. Karın
var mı? -Öldü. Yaşlıydı. -Kızın var mı? -Yok, Tanrı’ya şükür. Ama oğlumun karısı var.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:24)
“‘Tanrıya şükür.’ diye derin bir soluk aldı Kien. ‘Neyse ki kadın öldü, o lanet olası yemek kitabı da
yakınlarda çıkmayacak. Mahkemede, bu konuya da değineceğim. Dünya dinleyecek!’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:308)
“-E, Klim, sizin buralar nasıl yerler? Tehlikeli mi? Kötü olaylar oluyor mu?
-Tanrıya şükür, olmuyor. Hem kim yapacak kötü şeyleri?
-Eh, olay çıkmaması iyi... Ben gene de ne olur ne olmaz, yanıma üç tabanca aldım, diyerek bir yalan
kıvırdı. Çok iyi bilirsin, tabanca bu, şakaya gelmez. On haydut çıksa karşına, tümünü haklarsın...”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:134)
“POLİNA ANDREYEVNA (Treplev’in yazdıklarına bakarak.) - Günün birinde gerçekten de yazar
olacağınız kimin aklına gelirdi Kostya! Tanrıya şükür olsun, dergilerden para bile gönderiyorlar yazdıklarınız
için.”
(A. Çehov, “Martı”, sa:79)
“Başrahibe, ‘Halinize bakın hele! Sizin kadar bedbaht biri görülmemiştir herhalde. Korkutuyorsunuz
beni. Babanız beyefendi ya da anneniz hanımefendiyi mi kaybettiniz yoksa?’ diye sordu. İstediğim halde yabıt
veremedim, kollarına atıldım. ‘Eh! Tanrı’ya şükür,’ dedi. Ben de, ‘Ne yazık ki, ne annem, ne de babam var
benim, nefret edilen ve buraya diri diri gömülmek istenen mutsuz biriyim,’ diye bağırdım.”
(D. Diderot, “Rahibe”, sa:23)
“Meryem artık düşünsel yaşamı sevmiyor. Marta artık etkin yaşamdan hoşlanmıyor. Leah kısır, Raşel
tensel açıdan bakıyor her şeye, Cato genelevlere dadanmış, Lucretius kadınsı olmuş. Her şey, çığırından çıkmış.
O günlerde, Tanrı’ya şükür, üstadımdan öğrenme isteğini ve yollar engebeli de olsa varolan doğru yol
duygusunu öğrendim.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:35)
“Tanrı’ya şükür, Robert yaşıyor. Doktor Marchant ile cerrah, korkacak bir şey olmadığını söylediler.
Bu kaza, başucunda duran Rahip Bredel’in de dediği gibi, bir işaret...”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:85)
“-Yalnız ben farkettiğim için Tanrı’ya şükürler olsun; ama kaygınız, ama bu yerlere kederli gözlerle
bakışınız, üç haftadır gece gündüz buralardan ayrılmıyanın gözünden kaçabilir miydi?”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:106)
“Başıma daha da kötü şeyler gelecekmiş. Çünkü ortada bir şirket anlaşması vardı, şirketin diğer ortağı
sıfatıyla alacaklılar benim yakama yapıştılar. Ama mahkeme bunu tanımadı. Tanrı’ma bin şükürler olsun. Gerçi
benim için hepsi bir kapıya çıkardı ya.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:64)
“Tom’un ilgisini çekmeyi başarmıştım.
-‘Ne oldu Billy?’ diye sordu. ‘Bir şey mi oldu?’
-‘Tanrıya çok şükür, senin yerinde değilim. Öyle olsa gözlerimi kapatmaya cesaret edemezdim...’ ”
............ “ ‘Tanrıya şükürler olsun ki’ diye sözüme devam edecektim ki Luke’un beni dinlemediğini gördüm.
Bütün yorgunluğuna rağmen yeni bir at istedi ve doğru istasyona yöneldi.’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:63;199)
“Dışarda kar ve ayaz... Meyhanede tatlı bir sıcaklık, geveze rençberler, yaşama zevki... Domuz
pastırmasını tartmadan, hesaplamadan keser, şarabı yüreğin cömertçe tahrik ettiği bir elle doldururdum... Yer
içer, Tanrı’ya şükreder ve bizi altüst eden, dünyaların sayısını çoğaltan, yıldızları ölçen ve papazların
ahmaklığıyla alay eden seni dinlerdik!... Hah!... Hah!...”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:35)
“Babamın, resmi elbisesi üstünde bir ileri bir geri yürüyüşünü hatırlarım kabul odasında. Ona şöylece
bir baktım ve, ‘Merhaba, baba!’ dedim. O bana içi şeker dolu bir paketçik uzattı. Ben yatağıma hemen dönmek
için evetleniyordum. Ziyaret, Tanrıya şükür, yalnızca beş dakika sürdü.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:24)
“Praskovi, annesiyle babasının peşinden eve gelinceye dek hiçbir şey sormadı; ama yüreği umutla
doluydu. İsteklerinden birini olsun kabul etsin diye Tanrısına şükürler ediyordu.”
(X. de Maistre, “Sibiryalı Kız”, sa:21)
“ ‘Ekip biçiyorum, ürün alıyorum.’
‘Ne ürünü?’
‘Üzüm, üzümden de şarap elbette.’
‘İşler yolunda desene.’
‘Tanrı’ya şükür.’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:109)
“Bu işte sıra tabana geldiği zaman Lau, ayağını hemen geri çekti ve gülümseyerek aynı zamanda
kendiliğinden: ‘Ne gülünç şey değil mi?’ diye sordu. Hancı kız, neşeyle karışık bir şaşkınlıkla: ‘Ne kadar
başka?’ diye bağırdı, ‘Tanrıya şükür, ömrümde ilk kez olarak, bu da bana nasib oldu!’ ”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:36-7)
“Aslında suratım o kadar fena değildir. Hani şu kırmızı suratlardan; donuk sarı saçlar, çipil mavi
gözler. Saçlarım ağarmadığı gibi dökülmedi de -Tanrıya şükür- ve olası şu yeni dişleri taktığımda gerçek
yaşımdan -ki kırk beş yaşındayım- daha genç göstereceğim.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:7)
“FİNA’DAN ŞARKILAR
------------------------------Tanrıya şükürler olsun bu akşama
Kirpiklerime bıraktığına
Yol ayrımında güneşi gördüm
İki güzel kolunun boyuıyla
İki saklı kolunun boyuyla
Sisli kentin parmaklarını gagalayan
Yaşadığımız pencere camlarında, beni sona iten
Gideceğim ama nereye?”
(Salah Abdel Sabur<1930-1981>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.22.07)
“EPIFANIA -... Herkesin düşebileceği bir hataya düştüm. Bu karşı konulmaz atletin ateşli bir aşık
olacağını sandım. Hiç de öğle değilmiş. Bütün ateşi yumruklarında imiş.. O günü hiç unutmam. Balayımız
sırasında idi... Gösterdiği soğukluk beni öylesine çileden çıkardı ki yumruklarımı sıkarak üstüne yürüdüm. Ama
daha ilk çarpışmada o iğrenç muştası ile beni yere seriverdi. Hiç güneş sinir ağının üstüne yumruk yiyerek yere
serildiğiniz olmuş mudur?
SAGAMORE - Tanrıya çok şükür, hayır. Boksörlüğüm yoktur.”
(G.B. Shaw”, “Milyoner Kadın”, sa:15-6)
“Yeryüzünde bir şey sevecek olsaydım, bu siz olurdunuz Vanina, dedi. Fakat Tanrıya şükür, hayatta bir
tek amacım var. Ya hapishanedee ya da İtalya’yı özgürlüğe kavuşturmaya çalışırken öleceğim.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:175)
“Yaşlı başlı saraylılar:
‘Aman canım, inanılır gibi değil,’ diye haykırıyorlardı. ‘Halasının pek gözde olması onun tamamıyla
başını döndürmüş... Ne var ki, Tanrıya şükürler olsun, bu uzun sürmez. Hükümdarımız bu küçük üstünlük
havalarını, afra-tafraları hiç istemez.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:527)
“Hayhay... ‘Küçükken kusur, büyükken bağış’ diyerek hazırola geldim. ‘Fırka’ nedir ve de ne işe
yarar?’ demesin mi? Tanrıya şükür... Sorunun kolayını bulduk... ‘Fırka efendim... bildiğin askeriye bölümüdür.
Bizm ordumuzda üç alay bir fırka sayılıp... Her alay...’ demeye bırakmadı, elini sallayıp tersledi: ‘Hele şuna...
biz askeriye fırkasını mı sorduk? Halk Partisi fırkasını sorduk.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:67)
“Ne mi oldu o noktada? Ben uslu davrandığıma pişman oldum. Gerçekten de öyle. Bir günden ötekine,
bütün geçmişimi silmek isterdim. Şimdiye dek olduğum her şeyden utanıyordum. İyi yürekliliğimden, kolay
teslim oluşlarımdan, ‘Tanrıya şükürler, onlara sorun yaratmıyorum’dan.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:25)
“Levin, ayakkabısının tekine su dolmuş, ayağından yarı yarıya çıkmış bir durumda, sulara bata bata
onlara doğru koşarken,
-Sağsınız ya? Bir şey olmadı ya siz? Tanrıya şükürler olsun! diye mırıldanıyordu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:727)
“ ‘Merhaba çavuş! Bizim bütün bölük bu mu?’
Çavuş, Kozeltsov’a dostça ve içi gülen gözlerle bakarak, ‘Merhaba efendim,’ diye cevap verdi.
‘İyileşip döndünüz mü? Kendinize geldiniz mi? Tanrıya şükürler olsun. Sizin için gerçekten endişelenmiştik.’ ”
(L. Tolstoy, “Sivastopol Ağustos 1855”, sa:77)
“Öteki yeğeni Rosa’ya gelince, kardeşi ona hem yol gösterici, hem koruyucu olarak yetiyordu. ‘Tanrı
ne de güzel yaratmış, şükürler olsun,’ diyordu kendi kendine. ‘Bu kız kiminle isterse evlenebilir, yoksa zamane
delikanlıları kör olmalı.’ ”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:21)
Tanrıya yakarma : Tanrının yardımını, himmetini isteme
“-Adamın biriyle konuşuyordum..... gönlünün dilediği gibi değil de, Tanrı’nın buyurduğu gibi
yaşamalıymış. Tanrı’ya yakarırsan, dilediği her şeyi verirmiş sana. Oysa kendisi delik-deşik, yırtık-pırtık
giysiler içindeydi.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:23-4)
Tanrı yazdıysa bozsun : Aman Tanrım, Sen ‘Bu iş olsun!’ diye yazdıysan, lütfen fikrini değiştir
“CHRISTOPH - Zahmete girmeden, -iltifata kalkmadan!- İstemiyor musunuz? O zaman ben sizi
taşırım.
LISETTE - Siz öyle buyuruyorsanız. (Kalkar ve öbür yere oturmak ister.)
CHRISTOPH - Buyurmak mı? Tanrı yazdıysa bozsun! Yok! Buyurmak, çok şey demek... Böyle
düşünüyorsanız, olduğunuz yerde kalabilirsiniz.”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:40)
Tansık : Tanrı tarafından yaratılmış mucize
“Bu kadar aptalca ve içinden, sadece bir tansıkla sıyrılabileceğiniz bir işe girerek Tanrı’yı kışkırtmanın
ne gereği var anlamıyorum. Oysa sizi benim gibi havalara atılmaktan korumakla; şu tuhaf ölüyü götürenlere
saldırdığınızda, burnunuz bile kanamadan kurtulmanızı sağlamakla yücelik gösterdi, bundan çoğunu istemek
ayıptır.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:126)
Tan sökmek : Sabahın ilk ışıkları belirmek
“... Mersault’nun son kozlarını oynadığı sonsuz bir yalnızlık ve mutluluk çölü. Soluğunun zayıfladığını
hissediyordu. Bir yudum hava çekti içine ve bu davranışıyla göğsünün bütün organları uğuldadılar. Baldırlarının
çok üşüdüğünü ve ellerinin duyarsızlığını hissediyordu. Tan söküyordu.”
(A. Camus, “Mutlu Ölüm”, sa:146)
Tansökümü duaları : (LAT.,HIRİS.) : 1) Deus qui est sanctorum splendor mirabilis, <Deus ki e sank’torum
sp’lendor mira’bilis> (Ermişlerin mucizevi ışığı olan Tanrı); 2) lam lucis orto sidere, <lam lusis orto side’re>
(Günün pırıl pırıl ışığı doğdu işte) (İncil-i Şeriften)
“Mezmurların söylenmesine başlandı...........İncil-i Şerifin okunmasına başlandı......... TANSÖKÜMÜ
DUASI sırasında, tam Deus qui est sanctorum splendor mirabilis ve lam lucis orto sidere ‘yi söyleyeceğimiz
sırada karanlığı bastıracak olan tan daha sökmemişti. Kış şafağının ilk soluk muştusuydu bu; ama şimdi, nefin
içinde gece karanlığının yerini almakta olan belli belirsiz alaca ışık, yüreğimi yatıştırmaya yetiyordu.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:125)
Tantana; Tantanalı : Gösteriş, debdebe; Gösterişli, azamet dolu
“Proje çok mütevazı olduğu için, önemli bir iş yaptığıma kendimi inandırayım diye şöyle tantanalı,
şatafatlı bir ad koymaya karar verdim. Kitabın adı ‘İnsan Çılgınlıklarının Kitabı’ olacaktı...”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:13)
“Jouffroylar’ın dairesi altı katlı bir binanın beşinci katında, yukarıya çıkmak için kuş kafesi gibi daracık
asansöre sıkışınca, Walker, Margot’yu kucaklıyor ve yüzünü minik öpücüklere boğuyor. Margot kahkahayı
koparıyor; çantasından anahtarı çıkarıp kapıyı açarken hala gülüyor. Ev tantanalı bir yer, Walker’ın hayal
edebileceğinden çok daha görkemli döşenmiş...”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:161)
“Hıristiyan düğünlerini deneyim yoluyla tanıyordum maalesef. Zen töreni Hıristiyan törenlerini
andırıyordu aslında, biraz daha tantanalıydı sadece. Bir süre sonra küçük çubuklar yakıldı.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:13)
“Evet, tam o sıralarda berbat, soğuk bir kış gecesi, şöyle saat on iki sularında, kerliferli üç kişi,
Petersburgkaya Storona dolayında, gayet güzel iki katlı bir evin pek tantanalı döşenmiş konforlu odasında
oturuyorlardı.”
(F. Dostoyevski, “Tatsız Bir Olay”, sa:3)
“Herodot üç-dört İyonya sözcük işareti okumasın, her şeyi bildiğini ileri sürer. Her şey üzerine konuşur
o. Ve bu da yetmezmiş gibi, Amphipolis’in düşmesi gibi utanç verici bir yenilgiden sonra (önleyememiştir bunu,
hem silah ve hem de yönetim yenilgisidir bu) Peloponez’deki kötü serüvenlerini unutan ve savaşta olanları
‘olduğu gibi’ anlatmaya razı bir vakanüvis olarak yeni bir kişilik yaratmış olan Thukidides’ten daha tantanalı ve
yavan birini yaratırdı.”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:95)
“Nathanael, gerçekten çok güzel bir görüntüdür bu; bütün bahar burada toplanmış, burada koyulaşmış
sanırsın... Ah! Bunu tantanayla açsın sarhoşluğum. İçeyim, bu çok karanlık, bu içinde kendimi göremeyeceğim
odaya kapanıp -etime dilediğim başka başka yer görüntüsünü verecek bir şeyler içeyim,- aklımı serbest bırakmak
için içeyim...”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:89)
“... ancak yarım saatte ağabeyi Naim Efendi’nin odasına varabildi. Evvela bir genç kız tavrıyla ihtiyar
adamın elini öptü. Sonra tekrar o tantanalı davranışlarına dönerek ağır bir mindere kuruldu; çantasını yanına
istedi, kalfasına:
‘Haydi sen git!’ dedi.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:121)
“Rukoz, ta Mısır’a kadar kaçmıştı ve Tanios’un ona rastladığı gün, ülkeye döneli ancak üç yıl oluyordu.
Tantanalı bir dönüştü bu çünkü Şeyh’in ülkesinin tam hududunda geniş topraklar satın almış ve ipekböcekçiliği
için bu topraklara dut ağaçları dikmişti.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:62)
“Hayır, kader kısmetten doğmamıştır bu çocuk,
Onun başına bela değildir ne tantana,
Ne de yaşamdan sille yiyendeki mutsuzluk;
Bağlı kalmaz zamanın iniş çıkışlarına.
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:289, sa:124)
“Genç kız bütün o gürültüyü işitince baktı. Jandarma onbaşısına:
‘Neler oluyor orada, kuzum?’ dedi.
‘Küçükhanım, genç Fabrice del Dongo, küstah Barbone’ye hatırı sayılır bir şamar yapıştıırdı da.’
‘Nasıl! Cezaevine getirdikleri B. Del Dongo muydu?’
Jandarma onbaşısı:
‘Ah! Evet efendim, onda hiç kuşku yok,’ dedi. ‘Bu zavallı genç adamın pek soylu adı yüzünden bunca
tantana yapılıyor ya. Küçükhanımın olayı bildiğini sanıyordum.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:300)
“ ‘Her perşembe akşamı evimde yaptığım şey de aynen bu!’ diye haykırdı Leydi Windermere, gülerek,
‘ama ben çoban köpeklerinden çok, aslanları severim.’
‘Tek hatanız,’ dedi Bay Podgers, abartık, tantanalı bir eğilmeyle.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:11)
“Meclis, Fransa’nın ikinci büyük kentinin tamamiyle yok edilmesini kabul etme konusunda sekiz gün
çekimserlik gösterdi; halk temsilcisi Couthon, Robespierre’in gizli onayına güvenerek, bu acımasız buyrultunun
imzalanmasından sonra bişe uygulamada gevşek davrandı. Biçimselliği yerine getirmek için büyük tantana ile
halkı Ballecourt Alanı’na topladı, yıkılması kararlaştırılan yapılara gümüş çekiç ile simgesel bir vuruş yaptı, ama
güzel yapı duvarlarına kazmalar çekimserlikle indirildi, giyotin de boğuk iniltili düşüşleriyle pek az kullanıldı.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün”, sa:185)
tant mieux : (FR.,MİKTAR,KOLL.) <tan mi’yö> : Ne kadar çoksa o kadar iyi = So much the better; Tanto
buono che val niente (İTA.) : <tan’to bu’ono ke val nien’te> : O kadar güzel ki (bol olmak), hiç bir işe
yaramaz ! = that is good for nothing ; tant pis (FR.) <tan pi> : O kadar fazlası kötü = So much the worse;
tant soit peu : <tan sua pö> : Herzamankinden daha az = Ever so little
tantrum : (DAVR.,PSYCH.,İNG.) <tent’rum> : Öfke nöbeti
Tapıklamak : Takdir, sevgi ve saygı işareti olarak, birinin sırtına hafif hafif vurmak
“İsmail sırtını karşı duvara verip:
‘Düneyin bir atlı geçmiş köyün içinden, Deli Durduyla çarpışmaya gidiyormuş. Deli Durdunun seni
vurduğunu söylemiş. Bütün köy sana yandı Memedim. Bilirsin köylü seni çok sever.’
Sonra Memedin arkasını tapıkladı. Kulaklarını okşadı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:227)
Tapınak orospuluğu seremonileri :
Bk.: İlk gece hakkı <jus primae noctis>
Tapınak Şövalyeleri : Fransa Kralı VII. Louis’nin başkanlık ettiği Birinci Haçlı Seferi’nde (1095-1101),
Kudüs’te, bu sefere katılmış ve Kudüs’ü ele geçirmiş Geoffrey de Bouillon’un ve sekiz Fransız asilinin, kentte
Süleyman Tapınağı’nın kalıntıları üzerinde inşa edilmiş olan ‘Mescid-i Aksa’nın bitişiğindeki Kral sarayında
oturma izni alan, başlangıçta ‘İsa’nın Yoksul Şövalyeleri’ ya da ‘Süleyman’ın Tapınağının Şövalyeleri Tarikatı’
adı altında kurdukları tarikat. Bu daha sonraları ‘Tapınağın Şövalyeleri’, en sonunda da ‘Tapınak Şövalyeleri’
olarak tarihe geçti.
Bk.: Siyon Tarikatı
“Tapınak Şövalyeleri kilise tarafından 1128’de, Şövalyelerin büyük üstadları Paris’in yetmiş beş mil
güneydoğusundaki Troyes’e yolculuk yaptıktan sonra resmen tanındı..... Tapınak Şövalyeleri’ne ilişkin ilk yazılı
kaynak, 1175’ten 1185’e dek onlar hakkında yazan (maamafih, şaibeli!) Frenk tarihçi Guillaume de Tyre’den
gelmektedir...... Kilisenin Tapınak Şövalyeleri’ni onaylamasının ardından, Şövalyeler genelde varsayıldığı üzere
daha varlıklı yeni üyelerin terekeleri sayesinde hemen büyük bir servet kazanmaya başladı. Bir yıl içinde,
Tapınak Şövalyeleri, İskoçya’dan Kutsal Topraklara kadar arazi ve şatolar aldılar. Tarikatın kendi doktorları
vardı ve Tapınak Şövalyeleri arasındaki tıp bilgisi zamanının ötesindeydi..... Tapınak Şövalyeleri, Farmasonluk
da dahil olmak üzere, gelecekteki gizli topluluklar için model sağlayan bir yapı oluşturmuşlardı. Derecelerle
ayrılıyorlardı ve ritüel olarak, sırlar tutuyorlardı – yalnızca halktan değil, aynı zamanda birbirlerinden de.
Jim Marrs’a göre, ‘Bankacılık uygulamalarının yanı sıra, Tapınak Şövalyeleri Avrupa’ya sahip
oldukları mimari, astronomi, matematik, tıp ve tıbbi teknikleri getirdiler. Tarikatın kurulmasının üzerinden daha
yüzyıl geçmemişken, Tapınak Şövalyeleri günümüzün çok uluslu şirketlerinin ortaçağdaki karşılığı haline
gelmişti.’ Tapınak Şövalyeleri, Avrupa’da Almanya’dan Constantinople’a kadar uzanan güçlü bir imparatorluk
kurmaya başladı.. 1150 yılında, onlar, Batı dünyasındaki en güçlü, en etkili kurum oldu. 1200 yılı itibariyle,
Tapınak Şövalyeleri, Avrupa’daki şatoların aşağı yukarı dokuz bin tanesine sahipti. Aynı zamanda kiliseler ve
askeri kaleler de inşa etmişlerdi.
Tapınak Şövalyeleri’nin kendisine ait güçlü bir ordusu ve donanması vardı. Tapınak Şövalyeleri’nin
gemileri üzerinde bir kafatası ile çapraz kemikler olan ve daha sonraları korsanlıkla ilişkili hale gelecek bir
sembol olan bir bayrak taşıyorlardı. Bu kafatası ve çapraz kemiklerin, Tapınak Şövalyeleri’in sahip olduğu sırla,
yani güçlerinin anahtarıyla ilişkili bir şey olacağından kuşkulanılmaktadır. Tapınak Şövalyeleri denizlerde en
modern gemicilerdi ve yıldızların gözle görülemediği gecelerde de yolculuk yapılmasına olanak yanıyan
manyetik pusulayı ilk kullananlar arasında onlar da vardı.
(Tarihin, yüksek kudret taşıyan ve bunu belirten gruplar, handeanlar, hükümdarlıklara karşı daima
‘karşı bir tepki’ gösterdiğini kanıtladığı üzere -İ.E.) Tapınak Şövalyeleri’ne karşı saldırı, 13 Ekim 1307, Cuma
günü başladı: Onlar toplandılar, ölümüne işkence edildiler ve yakıldılar. Önceden uyraılan bazı Şövalyeler,
Tapınak Şövalyelerinin hazinesini başka bir yere taşıyıp saklamayı becerebildiler...... Engizisyon, 12 Ağustos
1308’de, Şövalyeler’e karşı bir suçlama listesi hazırladı. Bunlar arasında, birden fazla ‘ırk’a sahip olmaları, tabu
olan bazı İdol’ler,örneğin insan kafatasları’na büyük meclislerinde ve toplantılarda tapındıkları da vardı. 1314’te,
Tapınak Şövalyeleri’nin 1265’tenberi üyesi ve 1298’de ‘büyük üstad’ı olduğu son resmi büyük üstadı Jacques
Molay yakalandı ve kazığa bağlanıp yakıldı. Bugün, 21. y.y.’da, Tapınak Şövalyeleri adını kullanan en az üç,
muhtemelen de daha fazla sayıda gizli topluluk bulunmakta ve kökenlerinin Ortaçağ’a dek izlenebileceğini iddia
etmektedir. <U.S.A.’da, üyeleri hep erkek zorunluğu olan Mason Localarında, yalnızca kadın’ların kabul
edildikleri ‘De Molay’ Kardeşlik Locaları kurulmuştur. Kaynak kitapta, Amerika’da Rhode Island Eyaletinin bir
kıyı kenti olan Newport’ta, 1966’da Klinik Direktör iken, mimarisi Tapınak Şövalyeleri tarafından yapıldığı
sanılan, mamafih inşa tarihi bilinmeyen çok eski bir kuleden de bahis edilmektedir, ben de onu bizzat
görmüştüm. İ.E.>
(Michael Benson, “Gizli Topluluklar Sözlüğü”, sa:240-254)
“Langdon, verdiği seminerlerden, dünyadaki herkesin en azından ismen Tapınak Şövalyeleri’ni
duyduğuna inanıyordu. Akademisyenler için Tapınakçılar’ın tarihi, gerçeklerin, ilmin ve yanlış bilginin salt
gerçeği içinden ayıklanamayacak kadar iç içe geçmiş, bulanık bir dünyaydı. Son zamanlarda Langdon, Tapınak
Şövalyeleri’nden bile çekiniyordu, çünkü komplo teorileriyle dolu imalı soru yağmurlarına tutuluyordu.
Sophie, sıkılmışa benziyordu. ‘Yani Tapınak Şövalyeleri’nin gizli belgeleri kurtarmak için Sion
Tarikatı tarafından mı kurulduğunu söylüyorsun? Ben Tapınakçılar’ın Kutsal Topraklar’ı korumak için
oluşturulduğunu sanıyordum.’
‘Ortak bir yanlış yargı. Tapınakçılar görevlerini, hacıları korumak kisvesi altında yürütüyorlardı.
Kutsal Topraklar’daki asıl amaçları, tapınağın altındaki belgeleri ele geçirmekti.’ ”
(D. Brown, Da Vinci Şifresi”, sa:179)
Tapmak; Tapınmak : Tanrı’ya ya da bir toteme secde etmek; (Fig.) Aşırı sevmek, hayran ve tutkulu olmak
“Mösyö Bernard’dan hem korkan, hem de ona tapan öğrenciler, birinci katın geçeneğinde, sınıfın dış
duvarı boyunca sıralanırlar, en sonunda sıralar düzenli ve kımıltısız duruma gelip çocuklar susunca, bir ‘Girin
bakalım, ufaklıklar!’ daha ölçülü bir devinim ve canlanma işaret vererek onları serbest bırakırdı.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:113)
“ ‘Apia’dakilerin aptal olduğunu göstermek için canını tehlikeye atması akıllıca bir iş değil.’
‘Yok yahu, yerliler bana zarar vermek istemezler. Bensiz bir şey yapamayacaklarını bilirler. Bana
tapıyorlar. Manuma aptalın teki. O bıçağı yalnızca beni korkutmak için atmıştır.’ ”
(S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:35)
“Dorian, ‘Keyfin ne olduğunu ben biliyorum!’ diye atıldı... ‘Birine tapınmak.’
Lord Henry meyveleri evirip çevirerek, ‘Evet, bu tapılmaktan yeğdir,’ diye yanıtladı. ‘Tapılmak can
sıkıntısıdır. İnsanoğlu tanrılarına nasıl davranırsa kadınlar da bize öyle davranırlar. Tapınırlar bize, ille onlar için
bir şeyler yapalım diye dürtükleyip dururlar.’ ”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:94)
“İşin daha kötüsü, aşıktı. Sevdiği kız Laura Merton’dı, emekli bir albayın kızıydı; adam iyi huyu ile
hazım gücünü Hindistan’da kaybetmiş ve ikisini de bir daha bulamamıştı. Laura delikanlıya tapıyordu; o ise,
kızın ayakkabı bağcıklarını öpmeye hazırdı.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:112)
Tapon : Düşük nitelikli, işe yaramaz meta ya da insan -Argo- (Genellikle kenar mahalle kadınları için
söylenir)
“Şurası da kesindi ki, Altıncı George’un tahtta olduğu dönemde insanların geçmişlerini eşelemek, güve
yeniği kürkler, kesme boncuklar, işlemeli akikler, kenarı siyah çizgili bloknotlar kadar taponluk, rüküşlük
kokmuyor muydu?”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:41)
Taptaze : Turfanda, çok taze, yepyeni
“...Buna karşılık Nanda’da vücut ana öğe, kafaysa sevimli bir ayrıntıdan ibaretti. Özetle ikisi, çifte
kişiliğe girerek, kah sakallı çilekeş kılığında tanrıçanın ayaklarına kapanan, kah taptaze bir delikanlı kılığında
önünde dimdik duran Şiva’ya benziyorlardı.”
(Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:18)
“MÜZİK
---------Şaşırmış çalgılar bayram ettiler.
Günlerle anılar hep kucaklaştı.
Üstünde titrerken taptaze çiyler
masum kırlaar coşkun bir dans başlattı.”
(Pavel Matev<1924-2006>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
27.04.06)
“İstasyonun küçük bahçesindeki bankların üzerinde, o alçak ağaçların cılız gölgesinde, iki dilenci
ağızları açık uyuyordu. Ceketsizdiler, saçları sakalları kıvırcıktı, çingeneye benziyorlardı. Biraz ilerde tuvaletler
vardı ve gece her ne kadar taptaze kokuyorsa da, orayı ağır ve keskin bir koku sarmıştı, uzun güneşli bir yaz
gününün kargaşasının ve gürültüsünün, erimiş asfaltın, koşuşan kalabalığın ter kokusu.”
(C. Pavese, “Tepelerdeki Şeytan”, sa:9)
“Uykuya dalar dalmaz dünyanın yarısı zihninde gevezelik etmeye, harikulade yolculuk hikayeleri
anlatmaya başladı. Bu yarı keşfedilmiş dünyada, her yeni gün, taptaze büyüleyici haberler getiriyordu. Günlük
hayatın düşsel, esinleyici rüya-şiiri, basmakalıp okunaksız hakikat tarafından paramparça edilmemişti henüz.
Kendisi de hikaye anlatıcısı olan yolcuyu kapısından buralara kadar getiren de olağanüstü hikayelerdi, özellikle
içlerinden biri; bir servet kazanmasına ya da canından olmasına yol açabilecek bir hikaye.”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:21)
“Güçlendi benim sevgim cılız görünse bile,
Daha az sevmiyorum, bu ters bir görünüştür.
Her yere yayılırsa sahibinin diliyle
Paha biçilmez diye, aşk pazara düşmüştür.
Sevgimiz cıvıl cıvıl, taptaze baharında...”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no.102, sa:245)
“Clarissa ileri yıllarda geçmiş hayatını anımsamaya çalıştığında olaylar arasında bağlantı kurmakta
zorlanıyordu. Yaşamının büyük bir bölümünün üzerinden adeta bir kum fırtınası esmiş ve olan biteni silip
süpürmüş gibiydi, zaman bile bulutlar gibi belirsiz ve ölçüsüz akıp gitmişti. Tüm o uzun yıllar hakkında
neredeyse hiçbir şey hatırlamaksızın bazı haftalar, hatta günler ve saatler zihninde taptazeydi ve sanki daha dün
yaşanmışçasına duygularını ve hafızasını meşgul etmekteydi.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:11)
Taraf tutmak : Fikirler ya da hareketlerle yandaşlığını belli etmek
“...Kardeşlerim, tekrar ediyorum, taraf tutmak yok, patırdı gürültü yok, aşırılıklar yok, hatta ince
nükteler, neşede, sevinçte, kelime oyunlarında bile. Dinleyin, bende Amphiaraus’ün ihtiyatlığı ve Sezar’ın
dazlaklığı var. Her şeyin sınırı olmalı, bilmecenin bile: Est modus in rebus = Bilmecede ölçü var(dır).”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa: 228-9)
Taramak; Tarama yapmak : Etrafta araştırma yapmak, gözden geçirmek; Makinalı tüfek-mortar’la kurşun
yağdırmak
“Onu en son ne zaman gördüğümü anımsamaya çalıştım ama hiçbir şey açık seçik değildi. Geçmişi
zihnimde taramaya başladım ama fazla gerilere gidemedim ve babasının öldüğü güne gelince durdum.
Lisedeydik ve olsa olsa on yedi yaşındaydık.”
(P. Auster, “Kilitli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:8)
“Kien dolaşmaya çıktıktan sonra Therese, kendisine emanet edilen odalarda tarama yapıyordu. Bir
kötülüğün peşindeydi, ama bunun nasıl bir kötülük olduğunu henüz kestirememişti. Önce bavula tıkılmış bir
kadın cesedi bulmayı ummuştu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:47)
Tarantism : (İTA., MUS.,PSYCH.) <Tarantizm) : XV.-XVII.y.y.’da, İtalya’nın güneyinde, halk arasında
bulaşıcı (?) t a r a n t u l a sokması sonucu, klasikleşen d a n s ve m ü z i k manisi
Tarantula : (TIP,ZOOL.,İTA.) <Tarantula> : Yeni zamanlarda, İtalya’nın güneyinde, T a r a n t o kenti
Etrafında ilk belirmiş, sokmasıyla dans ve müzik manisi (?) oluşturmuş siyah ve iri bir ö r ü m c e k
Taraz, taraz taraz; Tarazlamak : İpek ve benzeri düz, parlak kumaşların üzerinde bulunan tel tel iplik;
Çatlak; Tezgahtan çıktıktan sonra o tel pürüzleri ayıklamak
“Geri Dönmek
----------------Dört yıl. Yayılıyor sesler dört köşesine odanın
bir bas çalıyor hamile karısına adam, yeni evli.
Ultrason, bebeğin kalp atışlarına dönüşüyor
gitar sesleri.
Ansızın bir boşluk oluşuyor aklında.
Şarkı söylüyor adam
sanki o şarkıda bulmak için uyumlu nefesini
sözcükleri necef taşları gibi tarazlayan
kadınlarla erkeklerin.”
(Robert Berold<d.1948>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.12.05)
“Kapı çalındı, hizmetçi açmaya gitti ve birden karşımızda birbirine sokulmuş bu iki küçük yoksul arzı
endam etti, taraz taraz keçeleşmiş saçları, nezleli gözleriyle güneşte sırıtırken, ayaklarının ucunda yükselerek
sarayın içini görmeye çalışıyorlardı. Küçük kız, küçük erkek kardeşini gömleğinin kolundan çekiyor, küçük
oğlansa poposuna düşen pantolonunu bir eliyle tutmaya çalışıyordu.”
(J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:103)
“Bodrumun karşı duvarında bir ip gerilmiş, ipte asılı çamaşırlar en az o mekan kadar nemli ve gri.
Çamaşır ipinin altında bir yatak duruyor, üzerinde benzer pozlarda üç çocuk oturuyor, sırtları duvara yaslanmış,
dizleri çenelerine dayanmış, kollarıyla bacaklarını sarmışlar. Yalınayaklar, üzerlerinde pamuklu giysiler var. En
büyükleri bir kız. Saçları yağlı, taraz taraz.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:200)
“BAŞKA TÜRLÜ BİR AN
--------------------------------Bir örtü kalkıyor üzerimizden,
baca gibi salıyor dışarı terini,
dertlerimizi dünyaya.
Rüzgar, hafif yağmurla birlikte içten,
sendeliyor tenlerimiz üzerinde.
Sonra çöp-makinesiyle biri, tarazlıyor
Akşamın saat beşinde sabahımızı.”
(Rustum Kozain<d.1966>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.04.07)
“Kendini Melquiades diye tanıtan sakalı taraz taraz, elleri pençe gibi, iri kıyım bir çingene,
Makedonyalı bilgi simyacıların sekizinci harikası dediği nesneyle akıl çelen bir gösteriye girişti”
(G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:7)
“Serap’ın sesini böyle hatırlamıyor Meltem; sesi eski duruluğunu yitirmiş, tarazlar, çapaklar kazanmış
zaman içinde. Yeleğinin önünü bir kez daha kavuştururken, ‘Ay aslında konuşacak o kadar çok şey var ki,’ diyor
Serap. ‘Nerelerdesin ayol, ne yapıyorsun, ne ediyorsun, bir daha hiç haber alamadık senden!’ ”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:143)
“ ‘Günaydın Tuğde,’ dedim, ‘İyi uyudun mu?’ Sesim de saçlarım gibi taraz tarazdı. Nicedir yüzünü
görmediğim Aranjman Aysel’in bu tür sesler için söylediği bir söz geldi aklıma: ‘Ayazda kalmış nefer orospusu
sesi!’ Tam öyleydi sesim.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:19)
“Mathieu ona dehşetle bakıyordu, cam yeşil tayyörüyle, çürük dişlerini gösteren gülüşü, taraz taraz
saçlarıyla ve insana dokunan iyi niyetli gözleriyle Sarah felaket habercisi gibiydi.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:272)
“Sanki bugün havada, insanın ancak temmuzun en sıcak öğlesonlarından bildiği gibi bir günyalımı
vardı. Nesnelerin önünde saydam tüller titreşiyordu. Binaların çizgileri, çatıların mahyaları, sırtları yakıcı
renklerle parıldıyordu, ama aynı zamanda bulanıktılar da, sanki tarazlanmış gibi.”
(Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:42)
“UYKUSUZLUK
<1820-1830>
Yepyeni ve taptaze bir genç kuşak
Yeşerirken sevinçle güneş altında,
Biz eski çağımızla uzaklaşarak
Söneriz karanlığın saltanatında.”
(F.İ. Tyutçev<1803-1873>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
19.05.05)
TARİH : İnsanlığın ‘Yaşam Öyküsü’ Bilimi. Size, on-yıllardanberi okuya ve yaşayageldiğimiz T a r i h
hakkında, Türkiyenin iki önemli uzmanından son görüşleri bize hediye eden iki makalenin özünü sunuyorum:
I. Afşar Timuçin’in:
Tarih bilinci ve Tarih felsefesi
(felsefelogos), 2000/1, sayı:9’dan derleyen: Prof.Dr. İsmail Ersevim
“Dönüşsüz değişim” kavramı bizi doğrudan doğruya t a r i h fikrine bağlar. Geriye gidiş yoktur,
yaşanmışı bir kere daha yaşayamayız, her şey bir defa olur.‘Yeniden yaşamak’ diye bir şey yoktur zaten. T a r i h
, i n s a n ı n t a r i h i d i r . Tarihte her şey insana göredir, insan açısındandır. Tarih bilinci, tarih üzerine
temellenir, tarih de bilinç koşullarında gerçekleşir. B i l i n ç , zorunlu olarak tarihseldir, tarih, bu “tarihsel
bilinc”in bir ürünüdür. Her bilinç, bir özel tarih olarak genel tarihin içinde yer alır, genel tarihin içine yerleşir ve
genel tarihi içselleştirir.
Tarih yok, tarihler vardır. Önce “yaşanmış” vardır, sonra “yaşanmışın bilinci” vardır.Her ç a ğ
kendi tarihini kendi bilinç koşulları içinde kavrayabilmiştir. Y a r ı n , her zaman d ü n’ü içerir, dün’e göre
kurulur ve dün’ü aşar. Yarının tarih kavrayışı bugünün tarih kavrayışında bir tasarı olarak ya da bir taslak olarak
elbette vardır ama biz onu açık açık görüp okuma şansına ulaşamayız. Bu taslak, insan ürünüdür. Bugünün
yaşam koşullarının bir sonucudur, bir yazgı değildir. En ‘yeni’de, en ‘eski’nin varlığını rahatça sezebilirsiniz.
Hiçbir yeni, bir kendinde varlık değildir.
T a r i h , insanlığın ortak eyleminin sonucudur. Tarih, herkesin tarihidir, yalnız dürüstlerin tarihi değil,
alçakların da tarihidir. O, bütün bir insanlığın zamana göre değişiklikler gösteren değerlerini ve eylemlerini
kapsar, onlarla ilgili yorumları, bakış açılarını, hatta onlarla ilgili ‘doğruları’ ve ‘yanlışları’ içerir.
T a r i h , en genel anlamda gerçekliğin tarihidir. İnsan için tarihin dışında “gerçeklik” yoktur ve
gerçekliğin dışında tarih yoktur. G e r ç e k l i k , bir ‘varlık’ temelinde anlamını kazanır.V a r l ı k , bir genel
anlayıştır, gerçekliğin bilinçte en genel görünümüdür, gerçekliğin bilinçlerde açılımıdır. Varlık, bizde boşluk
duygusunu giderir. Varlık, tüm gerçekliğin korkunç ya da görkemli görünümünün bizdeki şemasıdır. Gerçeklik,
varlık’ın gerçekliğidir. İnsan, geçmişi olan bir varlıktır; geçmişi, bugü- nünü belirleyen bir varlıktır. Oysa tarih
doğrudan doğruya kendi gerçeğimizi tanımak için başvurduğu- muz bir alandır: şimdi geçmişimizde kendimizi
arıyoruz ve buluyoruz, geçmişimizle kendimizi tanıyoruz. İnsan, kendini bildikçe yetkinleştiğini biliyor.
T a r i h , bir bilim olarak geç zamanlarda oluştu, tarihsel kavrayışın önemi yeni yeni anlaşıldı. Eskinin
insanı için tarih yoktur, tarihler vardır ya da geçmiş zaman için dağıtılmış “insan etkinlikleri” vardır. Tarihte biz
insanın özünü yakalarız. Aralıksız büyüyen, sürekli gelişen gerçekleri yakalarız. T a r i h s e l l i k b i l i n c i
bilincin tarihselliği üzerine temellenir: insan kendini bilincinin koşulların- dan giderek tarihsel bir varlık olarak
algılar ve bilincinin koşullarıyla tarihsel kılar. Bizde ne kadar tarih varsa, biz o kadar insanızdır, kendimizi ne
ölçüde tarihsel kılmışsak, o ölçüde insanızdır.
İ n s a n , kendini bilmek zorunda olan bir varlıktır; çünkü doğallığından, doğallılığının kesin belirlenen
koşullarından kurtulmuş, bilinçli yani seçici bir varlık olarak kendini ortaya koymuştur. Hiçbir b i l i n ç yoktur
ki, insani akışa şu ya da bu şekilde en küçük bir katkıda bulunuyor olmasın. Önemli olan, ‘yaşama katılmaktır’
ve ‘yaşam’a, her kişinin kendi bilinci ölçüsünde katılacağı kesindir. İ n s a n o l m a k , tüm anlamını ‘bilinç’te
bulur. İnsan, bir ‘bilinç’ varlığıdır. İnsan, bilinci kadar insandır, insan olduğu için bilinçli eyleme zorunludur.
İnsan’ın kendi tarihinde aradığı şey, tarihsel olguların sırası değil, insan gerçeğinin özüdür. G e r ç e k l i k
dediğimiz şey, tarihte ya da tarihle ulaşabildiğimiz en geniş anlamında “insan gerçeği”dir. B i l g i , bilincin bir
ürünü ya da etkinliğidir, insana bilinci dışından bilgi gelmez. G e r ç e k ç i dediğimiz kişi, her şeyden önce
kendi sınırlarını bilen kişidir. Tarihsel olmayan bilinç olmadığı gibi, tarihten kopuk, tarihten bağımsız bilgi
yoktur.
G e r ç e k l i ğ i , bilincimizin nesnellik ve öznellik koşullarında yakalarız. N e s n e l l i k öncelikli
gibidir, ama ö z n e l l i k pekçok koşulda nesnellikten daha belirleyici gibidir. “Salt nesnellik”, bir
soyutlama’dır. B i l g i , bilincimizi aşan şey değildir. Bilgi, bilincimize görünen şeydir, bilincimizde yerini alan
şeydir. “Biliyorum” demek, “bilincindeyim” demektir. Salt u s , yalnızca tutarlılığı denetler, d o ğ r u’yu
güvence altına almaz. “Doğru”, gerçekliğin doğrusudur, doğru’nun ölçütleri gerçekliğin bilgisindedir. “Us”,
‘doğru’yu üreten bir aygıt değildir, doğruyu sağlayan bir düzenektir. Doğru, ancak doğru olarak varsa doğrudur,
o da doğruluğunu doğrudan doğruya gerçekliğe uyarlı oluşundan alır ve başka doğrularla birlikte ortaya koyar.
Doğru doğruyu, yanlış yanlışı doğurur.
Zihnimize birden doğmuş doğruları ya da kulağımıza şuradan buradan çalınmış olan doğruları, bilinç
koşullarımızda irdelenmemiş olan ya da kimin ya da neyin ürünü olduğu bilinmeyen doğruları bir çırpıda
yasallaştırmak doğru değildir. Bilgi’ye kuşkuyla yönelmek ve kesinlik noktası belirene kadar kuşkuyu elden
bırakmamak gerekir; bu konuda bir Bacon kadar, bir Descartes kadar tutarlı olmak gerekir. K u ş k u , doğrunun
en büyük koruyucusudur, hatta güvencesidir. Bir doğru doğruysa, başka doğrularla doğrudur. Doğrular
birbirlerinin doğruluğuna katılırlar.
D o ğ r u l a r ı n ortaya konuluşunda, “sezgisel düşünce” her zaman belli bir ağırlık taşır.
E s i n yalnızca sanatın alanında geçerlidir, sezgisel düşünce belli bir ölçünün ötesine geçildiğinde felsefede de,
bilimde de yanıltıcı olabilir. “Sezgisel doğru”, doğduğu gibi kalamaz, onun kimin nesi olduğunu araştırmak ve
onu ‘gerçek’ yerine, ‘gerçeklikteki’ yerine yerleştirmek gerekir. S e z g i , bir çıkış noktası olabilir, bir doğruyu
ya da bir bilgi bütününü salt sezgiyle izlemek ve ortaya koymak olasılığı yoktur. S a n a t t a , içimizi aydınlatan
ve özellikliyi ortaya koyan “sezgisel doğru”, tarihte ve öbür alanlarda zaman zaman özel koşullarda esinleyici
olsa da, genel olarak, her şeyden önce nesnel- liğe engel çırasıyla güçlük yaratır. Tarih, bir b e l g e bilimidir.
Tarihin kıvrımlarında dolaşanlar, erkenden şunu öğrenirler: doğru gibi görünen şey, her zaman doğru olan şey
değildir; b e l g e’nin bittiği yerde, sağlam dayanakların, belirli kayıtların bittiği yerde tarihin yardımını istemek
boşunadır. Belge’nin bittiği yerde, tarih de biter, tarihçinin de susması gerekir.
“Belge yoksa sağduyumuz da mı yok?” kolaylığı tarihçiye yakışır iş değildir. Bu bir y o r u m y a p m
a , ya da ö n y a r g ı olabilir. Tarihçiye hiç yakışmayan şey, belki de tarihe kendince yorum- lar getirmektir.
Tarih gerçekte bizden özel yorumlar beklemez, Tarih, olumsallık içinde gerçekleşir ama, tarihte olumsallıklar
yoktur. Keza, ö n y a r g ı , her bilimde büyük ölçüde tehlikedeyken, tarih’te daha büyük tehlikeler yaratabilir.
“Bilimsel düşünce”nin ya da daha genel olarak “nesnel düşünce”nin başladığı yer, önyargıların bırakıldığı yerdir.
Gerçek bilimsel bakış, önyargının bittiği yerde başlar.
Tarihçi, kendi bilim dalının yanında “toplumbilim”, “iktisat”ve “felsefe” ile de yakından ilgilenmek
zorundadır. Her bilim adamı öncelikle kendi alanının adamıdır, ancak şu gerçeği de gözden uzak tutmamalıyız ki
bir bilim alanına sıkışıp kalmış ve başka ilgili ilim alanlarına açılmak gereği duymamış kişiler gerçek anlamda
bilim adamı olamazlar. Kendine kapalı bir felsefe, tarih ya da kimya, son derece verimsiz olacaktır. (Kaldı ki
hepsinin ortak noktası ‘insan’dır. İ.E.)
Amaç, hep birlikte g e r ç e k l i ğ i n b i l g i s i n e ulaşmaktır. Felsefe, gerçekliğin bilgisini bütünsel
bir düzeyde öngörür. Felsefe, “varlık”ın inançlı hatta inatçı bir araştırmacısıdır. Varlık’ı bir bütünde ele
geçiremese de, bütünlüğü içinde yorumlamak ister. Gerçeklik, bizim için nesnelliğin kendisidir, bir başka
deyişle, gerçeklik bizim bilincimizde nesnellik olarak, nesnellikler olarak dışlaşır. “Gerçeklik”, bilinçte
“doğrular” olarak açınır; insan varlık’ı, doğrular çerçevesinde algılar. T a r i h bilimi, gerçekliği, dönüşümlerin
anlamları açısından ele alır. Tarihte, belirli olan herhangi bir durum değil, o duruma nasıl gelindiği ve o
durumdan başka bir duruma nasıl geçildiğidir. Bu nedenle, “belge bilimi” diye tanıdığımız t a r i h bilimini,
belki daha doğru olarak “dönüşümler bilimi” diye tanımlamak doğru olacaktır. Yoksa ORTAÇAĞI tam namına
‘karanlık bir çağ’ olarak kabullenmek, ARISTOPTELES’e ‘köle düzenini savunuyor’ diye kızmak,
SOKRATES’e ‘felsefi açıdan tutarsız’ demek, DESCARTES’ın ‘doğuştan fikirler’ kavrayışına saçma demek,
VOLTAIRE’in tarih anlayışıyla alay etmek, LOUIS XVI’ya ‘kötü adam’ demek, HITLER’e ‘akıl vermek’,
bazılarının ‘skolastik’ zihniyete ‘taşkafalı’ dedikleri kadar ‘taşkafalılık’tan ibarettir.
Tarihçinin incelediği o l g u l a r başka zamanların olgularıdırlar, başka yerlerin olguları- dırlar,
bambaşka duygular yaşamış insanların olgularıdırlar, bambaşka şeyler düşünmüş kimselerin olgularıdırlar.
Tarihçi için önemli olan, aradaki y a b a n c ı l ı ğ ı kaldırabilmektir. Bunun için de her çağın ya da her yerin
duygu ve düşünce özelliklerini doğru olarak kavramaya çalışmamız gerekir. Asıl tarih, düşünce tarihi’dir, ona
yönelmek gerekir. Olaylar, düşünce’ye bir altyapı oluşturur. Kurgular tarihi bozar, siler karıştırır. Öyleyse ilk iş,
olguların da belirleyiciliğinde, düşünsel temeli ortaya koymak olacaktır.
G e r ç e k l i ğ i a r a m a k , gerçeklerin gizlerini giz olmaktan çıkarmaya çalışmak, insanlığın en eski
ve en temel çabasıdır. Gerçekliği bilimlerin tümünde, bu arada f e l s e f e’de ve s a n a t’ta aramak
gerekir. Bilimler ve “felsefe” nesnel gerçeklikte karar kılarken, “sanat”lar insanı hem öznel hem nesnel yanıyla,
yani bir bütün olarak ele alırlar. İster salt nesnel düzeyde ele alınsın, ister hem nesnel hem öznel düzeyde ele
alınsın, bu gerçeklik doğrudan insan tarihinin dokusunu oluşturur.
**
II.
Mehmet Aydın,
TARİHE, TOPLUMA v e SANATA TOPLU BAKIŞ , İnsancıl, Eylül 2002
(Şimşek AYDIN’ın “Siyasal Tarih Sürecinde Sanat ve İktidar”’dan özet, Ümit Yayıncılık, Ankara 2000)
S a n a t , insanlar için bir can simitidir. O, yaşamı anlamlı kılar. Yüzeyde değil, derindedir.
Emeğe dayalı yaratıcı bir eylemdir. Etkileyici, devinimli, yeni anlamların kaynağı, hep canlı ve yeni,
yaşamı yoğunlaştıran sürekli bir üretimdir.
Sanatta olduğu gibi, d i l i n işlevi de değişmiştir. Dil, bir anlatım aracı olmaktan çok,
genelde bir “bildirme aracı”dır. Gelişip soyutlandıkça hem düşünmeyi sağlar, hem de onu
kolaylaştırıcı bir dizgeye dönüştürür. Ayrıca o, eylemlere açılım sağladığı için, dilin eylemle de bir
bağı ve bütünlüğü vardır. Dil ve diller, ilk ortaya çıkışlarında somuttur. Ancak ‘somut düşünce’de n
‘soyut düşünce’ye geçiş, konuşma yetisiyle gerçekleşmiştir.
İnsanoğlu, y a r a t ı c ı l ı ğ ı n sınırsız olduğuna inanır. İlk insanlarda sanat; güzellik, incelik
ve etikten yoksundur. Aslında b ü y ü , önceleri korunma ve güvenmenin tepkisi olarak ortaya
çıkmıştır. Zamanla üretim araçlarının çeşitliliğiyle başlangıçta “din”e, sonra “bilim”e, daha sonra da
“sanat”a dönüşmüştür. Temelde ü r e t i m a r a ç l a r ı d ı r ki, “iletişim ve bildirişim” diliyle sanat
üzerinde salt egemenlik kurmuştur.
Emek paylaşımının ortaya çıkardığı değişiklik, toplumun sınıflara ayrılmasını oluşturmuştur.
Öte yandan, “değişimin temel dinamiği olan b i r e y s e l l e ş m e , kendini daha yoğun bir şekilde
politika ve sanata taşımıştır”. RÖNESANS’tan sonra insan, din ve Tanrı’ya aidiyetinden kurtulmuş,
duyular dünyasını bulgulamaya yönelmiştir. Aslında i n s a n , tek başına amaç olup, tek tip ‘yaşam’a
karşı çıkan bir varlıktır. Onun bireysellik temelini özgürlük, ahlak, özgünlük ve sanata yatkınlığı
oluşturur. Bireyselleşmeye ise ‘otorite’ engeldir. “İnsanlaşma” ve “bireyselleşme” girişimlerini
oluşturan iki büyük uygarlık dalgası, tarım ve endüstri’nin bulunuşudur. İşte ‘tarım’ uygarlığından
‘endüstri’ devrimine geçişin arasında ilk bireysel çıkışların izlerini görürüz. İnsanın bireysel
evrimlenmesinde, deniz tecimi (ticareti) çok büyük etken olmuşsa da, “biz”den “ben”e asıl dönüşüm,
üretim ilişkilerinin doğal bir sonucu olarak gerçekleşmiştir. Ancak, hiçbir zaman “kişileşme” ile
“bireyselleşme” aynı şey değildir. Kişiselleşme bir yığılma, ilgisiz ve yansız kalmadır. Bireyselleşme
ise duygu gücüyle tiranlara ve iktidarlara karşı olmanın yanında koro sesinin dışına çıkmasıdır. Bugün
Çağdaş insanın varlığı, değerlendirme ölçütüne göre; “kişi”, “toplumsal özne” ve “birey” kimlikleriyle
sıralanmaktadır.
K ü l t ü r , doğanın yarattıklarına karşılık, genel insanlık durumunun bir tür yaşamöyküsüdür.
Genelde ‘bilim’ üretimi, yaşamsal üretim ve özdeksel yaşamın üretimini kapsar. Onun ‘bilim’
alanındaki görüntüsü “uygarlık”, ‘beşeri alan’daki varlığı “eğitim”, ‘estetik’ alandaki çizigisi “güzel
sanatlar”, ‘teknolojik’ alandaki yansıması ise “üretim”dir. Kültürün nitelikleri de çok boyutludur, O
öğrenilir, toplumsaldır, kurallar dizgesidir, doyum sağlayıcı, değişken, tarihsel ve süreklidir. Bilindiği
gibi kültürün temel öznesi ve sorumlusu, kuşkusuz yalnızca i n s a n ’dır. Kültürleşmenin doğal
sonuçları, s a n a t a k ı m l a r ı n ı ortaya çıkarır.
10. y.y.’dan sonraki her türlü a k ı m l a r , tek merkezde toplanır: Avrupa bilinci. Avrupa
bilinci’ni ise, eskiyi yıkmaya yönelik ilerici çizgi ile, eskiyi sürdürmeye yönelik gerici çizgi belirler.
Bu, her toplumda olmakla beraber, Avrupa’daki kapitalist ülkelerin amansız paylaşım hırsları;
çeşitlilik gösteren sanat akımlarını, sınıf savaşımlarını, hem f a ş i z m’i hem de s o s y a l i z m’i
ortaya çıkarmış, “yeni kuşakları”, “bunalım kuşakları” durumuna sokmuştur.
G e r ç e k l i k konusuna gelince; gerçekliğin boyutları, ‘mantıksal kesinlik’, ‘nesnel
doğruluk’ ve ‘etik iyilik’ olarak belirlenir. Y a n s ı z l ı k , aldatmaca ve sorumluluktan kaçma olarak
değerlendirilir. Temelde “gerçekçilik”, durağan ve mutlak değildir. Gerçekler, çelişkilerin birliğiyle
kavranır. O ‘kaba’, ‘eleştirel’, ‘toplumcu’ ve ‘yeni gerçekçilik’ biçiminde bölümlenir. Eleştirel
gerçekçilikte, sanatçı ve şair, salt düzeni eleştirmekle yetinmekte, sosyal ve siyasal gelişimlere seyirci
kalarak, onlara apolitik bir tavır almayı yeğlemektedir. Toplumcu gerçekçilikte ise yazar; sosyal ya
da yaşam gerçekçiliğini yalnızca yansıtmakla kalmaz, onu açıklar ve yargılar. Toplumcu gerçekçi
sanatçı, yaşama ve ilişkilere bir dünya görüşüyle yanlı bir biçimde, ilerici ve devrimci bir dinamikle
müdahale ederek dünyayı yorumlar, derinleştirir ve onu açımlayıp açıklar. Toplumcu gerçekçilik; var
olan değerleri ve kurumları ele alırken, onların çökmeye ve göçmeye yönelik yanlarıyla, henüz ortada
olmayıp sezilmeyen yeni yanlarını da gösterir. Ayrıca o değerlerin nereye doğru gittiğini de dikkate
alır. “İçerik” ve “biçim”e aynı ağırlıkta yer verir.
Ancak s a n a t ; özne’yi dışlayarak, politikanın daraltılmış bir kolu ve işleyişi durumuna
getirilmemelidir. Estetik birikimden yoksun bir toplumculuk ve gerçekçilik, tek başına sanat değeri
taşıyamaz. İyi bir sanat ürünü için, estetiğin ‘bilinç’ ulamlarının, ‘düşgücünün’ ve ‘soyutlama’
tekniğinin devreye girmesi gerekir.
Sanatsal alanda, günümüzün yeni iktidarı artık p o s t m o d e r n i z m ’dir. 1950’lerden
başlayarak dünyada “modernizm”den “postmodernizm” sürecine girilmiştir. Bugün postmodernizm’in
‘özne’den (sanatçı’dan) beklediği, sanatsal nesneyi ve biçimi ortaya çıkarmaktır. Yasallaştırılan erk
ise, ekonomik erktir.”
**
Tarihi yer çivisi : Geçmişine çok bağlı, muhafazakar, bildiğinden sapmaz, geri kafalı
“Güven dolu, cıvıl cıvıl bir sesin bağırarak:
-‘Haydi toparlan artık Muriel... Benim yaşlı kızım... Neredeyse geldik. Senin için uzun bir yolculuk
oldu değil mi? Seni gidi geri kafalı, tarihi yer çivisi seni!...’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:5)
Tarih olmak : Geçmişte kalmak, maziye gömülmek
“Adam, hatıralarının bu noktasına gelince Semiramis’i arama ihtiyace duydu. Önceki gün ayrılırken
onun kızgın olduğunu hissetmişti.
Semiramis ‘Hayır, sadece dalgındım’ diye içini rahatlattı.
‘Affedersin. Nazik davranmadım.’
‘Bilal’den söz ederek mi? Canını sıkma, o artık tarih oldu.’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:191)
Tarikat : (DİN, AR.) : Dini gerçeğe ulaşmak için seçilen ve kendine göre kuralları ve zikir yöntemleri
bulunan yol demektir. Bir başka ifade ile, tarikat, bilgin ve olgun bir din önderinin yönetiminde ibadet ve zikir
yoluna girerek, Allah’ın birliğine ulaşmak için izlenen kulluk çizigisidir.
“Dini gerçekleri kullanarak, <dinin buyurduğu> gayeye erişmeye hayatlarını vakfetmiş Müslüman
bireylere, duruluk ve temizlik anlamlarına gelen s u f i denmektedir. İlk sufi’ler, kendilerinden deneyimli ve
yaşlı önderlerden geniş ölçüde yararlanmakla birlikte, belli bir tarikat kuramamışlardır. Görüşlerini, ruhi ve
manevi deneyimlerini sohbet yolu ile çevrelerinde toplananlara aktarmakla yetinmişlerdir.
‘Tarikatlar, Hicri <Hicri Arap takvimi, M.S.: 622’de Hicret ile başlamıştır.> 6.-7. asırlarda ortaya
çıkmış ve zamanla kurumsallaşmışlardır. Her tarikat, kendi yapısına göre, anlayışına ve dünya görüşüne göre bir
yol tutmuştur.’ ”
(Kemal Güran, “Müslümanın El Litabı”, sa:85)
Taroktor : Traktör
(Anadolu şivesi)
“İhtiyar, bir türkü gibi konuşuyordu:
‘Aaah eski günler,’ diyordu. ‘Eski günler,’ diyordu da başka bir şey demiyordu. Musa:
‘Babamın hakkı var. Eskiden bizim yaşayışımız üstüne yaşayış yoktu. On yıldan bu yana bozuldu
işler. Bozuldu ama, ne bozuldu! Deşme yarayı... Hele şu taroktor çıktıktan sonra işler iyicene sarpa sardı.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:55)
Tarpaulin : (GİYSİ,COLL.,DEN.) <Tar’po’len> : Katrana batırılarak su geçirmez hale getirilmiş, özellikle
gemilerim ambar kapaklarında kullanılan bez muşamba; G e m i c i l e r i n giydiği su geçirmez muşamba ceket
ve şapka
Tarpéienne kayalıkları : (LATİN MYTH.) <Tar’pei’ten> : Roma’nın yedi tepesinden biri olan ‘Capitole’deki
kayalıkların adı. Roma’da hainler, bu kayalıklardan atılarak cezalandırılırlardı.
“Beş yıl hep aynı şey, aynı coşku, öpşmeler, kucaklaşmalar, giyotin’ler, söylevler.... aristokratların
öldürülmesi, sırıklara geçirilen kelleler, toplar üstünde atlı kadınlar, kırmızı başlıklı özgürlük ağaçları, çiçekli
arabalarda ak giysili genç kızlar, yaşlılar....... yiyecek içeceğin karneye bağlanması,... neler neler! Sonra, öyle bir
an geliyor ki, olup bitenlerden hiçbir şey anlayamaz oluyorsun. Önce göklere çıkarıp da, sonra Capitole’e
götürüp Tarpéienne kayalıklarından attığınız çok büyük yurttaşlar: Necker’ler <Bankacı ve maliyeci, 177778’de iki kez bakan olmuş>, Mirabeau^lar <Hatip>, La Fayette’ler <Meclis’te başkan vekili-sonra serbest
bırakıldı>, Bailly’ler <Siyasi ve astronom, Kurucu Meclis ve Belediye Başkanı>, Pétion’lar <Belediye ve
Konvansiyon başkanı-intihar>, Manuel’ler <Paris kamu savcısı-Giyotin> daha nicelerini gördük. Yeni
yiğitlerinize de aynı şeyi yapmayacağınız nereden belli?”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:45-6)
Tarraka : Makinalı tüfeğe benzer bir seri şiddetli gürültü
“Ve işte, çamurlu sulardan doğru, sahilin iki yakasını titreten korkunç bir tarraka duyulmaya
başlamıştı. Sıcaklık farkından ileri gelen ve ormanlara saldıran bir kasırgaya benziyordu bu; öyle bir kasırga ki,
bütün engelleri aşarak dalları kırsın, devirsin ve uzaklara savursun; tozu dumana katarak heybetle ilerlesin,
hayvanları ve çobanları kaçmaya zorlasın.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:144)
“Oysa İMDAT sözcüğü Brick’in ağzından çıkar çıkmaz, bir tür çarpık neden-sonuç mantığıyla bir
komut verilmişçesine, uzaktan top ateşinin gürleyişi duyuluyor ve kararmaya başlayan gökyüzü patlamanın
yalımlarıyla aydınlanıyor. Brick makineli tüfek tarrakalarını, el bombalarının patlayışını ve bu gürültülerin
gerisinde, hiç kuşkusuz kilometrelerce uzaktan gelen insan seslerini duyuyor.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:12)
“Ne zaman daldığını hatırlamıyordu ve yine büyük bir gürültüyle yağan yağmurun bir an için kametini
artırması sonucu, tufanı andıran müthiş bir tarraka ile irkilerek uyandı.” ..... “Ve sonra, aniden, beklenen oldu: o
kaya, Açıl Susam örneği açılıp öldürücü bir tarraka kustu. Kumandanımız Bill, alnının ortasına ve göğsüne
yağan yüzlerce merminin etkisiyle, son duasını söyleyemeden düştü kaldı. Kendimizi daha toparlayamadan bir
yaylım daha ve bu kez Dick, dünya dışı bir haykırışla yere uzanıverdi.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası; Pork Chop Hill Savaşı”, sa:96;130)
Tartaklamak : Hırpalamak, dövmemek ama güzelce bir sallamak, itip kalkmak
“Eğer hemen vakit bulsaydım onu kesinlikle kurtarırdım, Bay Başkan. Fakat olanlar azmış gibi, şişko
da üstün gelmiş. Melie’yi adamakıllı tartaklıyordu.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:34)
“FALSTAFF - Hepsi yerin dibine batsın. Ben battım ya. Sopa da yedim..... İnce nüktelerle beni
tartaklayıp armut kurusu gibi pestilimi çıkarırlar. İskambilde hile yapalı beri belimi doğrultamadım. Ah, dua
etmeye yetecek kadar soluğum olsa tövbe ederdim.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:122)
“Başlangıçta düzgün ve okunaklı olan satırların daha sonra öfkeli bir adamın damarları gibi şişip
kabardıklarını, nasıl itişip kakıştıklarını, nasıl birbirlerinin üzerine atıldıklarını ve öfkeyle birbirlerini nasıl
tartakladıklarını, Balzac’ın yorgun sinirlerini kamçılamak için içtiği kahveden dökülen damlalarla yer yer nasıl
lekelendiklerini görmek mümkündür.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:II, ‘Balzac’, sa:29)
Tartarus, Tartaros : (YUN.MYTH.) <Tartaru(o)s> : Ölüler - Yeraltı ülkesi H a d e s’n de aşağısında
bulunan derin uçurum; Hades’te cezalandırma yeri
Tartmak : Ölçmek, doğru söylediğini ya da yaptığını kontrol etmek, değer biçmek, değerlendirmek; dikkatle
incelemek
“MANGAN - Nereden anlayacaksınız? İş nasıl çevrilir, aklınız erer mi?..... Bir yılın sonunda ya iflas
bayrağını çekerler ya da işi başkalarına devrederler..... Babanızı şöyle bir tarttım. Baktım sağlam bir düşüncesi
var: eline fırsat geçse it gibi çalışacak.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:61)
“Anlaşıldığına göre Prens Andrey bunları, baba hakkında böyle çekinmeden söz sarfederek,
kızkardeşinin ağzından söz kapmak, onu tartmak için mahsustan böyle söylüyordu.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:247)
Tarumar (Tarümar) etmek : Darmadağınık etmek, yok etmek
“Bahçeler
bahçeler sabanlarla kazılmış.
ormanlar tarumar.
kulübem çıplak bir kaya üzerine yapılmış.
çitlerim taş öbeklerinden.”
(Marie Luise Kaschnitz<1901-1974>-Efe Murad, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
04.10.07)
“Sonra padişah yerleştirmek ister aşireti Çukurovaya. Vergi almak, asker etmek için... Aşiretler karşı
korlar... Padişah asker gönderir. Yenerler. Sonra gene padişah bunların yakasını bırakmaz. Kozanoğlu isyanı
patlar. Zalim Osmanlı yener elleri, tarümar eder obaları...”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:85)
Tarzanca : Çocukluğumuzun ve tüm zamanların orman kahramanı, Çita’sıyla fillere ve aslanlara hükmeden
Tarzan lisanıyla, yani gerçek bir dil kullanmadan, kaş göz, el vücut hareketleri ve sınırlı ses-sadalarla meram
ifade etme
“AKŞAMDAN
geceye yağan ince kar
anılacak olanı topluyordu uzaktan
her yanı kaplıyordu...
yalnızlığından çıkıp
dostum (Piter’i) ziyaret ediyordu
terk edilen evde
basit bir dille konuştular
tarzanca anlayış
naneli çay içerek...”
(Abdelrezak Sbaiti<d.1956>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.08.02)
Tasa etmek : Dert edinmek, üzülmek
“BEN AŞK ADAMIYIM
----------------------------Fakat bütün bunlar olmasa da olur,
Yine tasa etmem,
Yine kırılmam kimseye.
Ben aşk adamıyım,
Sevmeye geldim insanları,”
(C. Sıtkı Tarancı<1910-1956>, “Otuz Beş Yaş”, sa:159)
Tasallut etmek : (ARAP.): Cinsel tacizde bulunmak
“Muhtar, köz gibi yanıyor, dizini dövüyordu:
‘Çok gaz kafalı imiş dürzünün tohumları! İnkar edin ulan! İnkar yiğidin galesidir. Ne demeye ikrar
ediyonuz? Sonra niçin Gara Bayram’ın oğluna tasallut ediyonuz? Gözünüz eyice gızardıysa bir gancık eşşek
dutup götürün dereye.’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:121)
Tasası bana (sana) mı düştü (kaldı) : Beni (seni) ilgilendiren bir şey değil, bana (sana) ne
“Mitya’ya kazık atacaklarını tahmin ediyordu. Sonra birdenbire kızdı, kendi kendine omuz silkti:
‘Tasası bana mı düştü!’ diyerek her zamanki lokantasına bilardo oynamaya gitti.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:76)
“Mrs. HUSHABYE, derhal öfkelenir. - Şu küstaha bak! Benimle nasıl böyle konuşursun? Burası
benim evim, unutma.
ELLIE - Laf! Ne diye herkesin işine burnunu sokarsın? Mangan’la ister evlenirim, ister evlenmem.
Tasası sana mı kaldı?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:76)
Tasavvur etmek : Düşünmek, zihninde incelemek
“Kolayca tasavvur edebileceğin gibi, Murad deliye döndü. Konuştuğu herkese o gözü dönmüş herifi
kendi elleriyle öldüreceğini söylüyordu. Ona göre yaşadığı, kıyametten başka bir şey değildi. Geri adım atmak,
olayı yumuşatmak, hatta uygun zaman kollamak söz konusu olmazdı.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:158)
Tasıldar : Tahsildar; köylerden para, vergi toplayan memur (Anadolu lehçesi)
“ ‘Felsefe okuyan adamda din iman kalır mı heç? Ortaköt’den tasıldar Kadir’in oğlu da okullarda
felsefe okudu da öyle dinsiz oldu.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:204-5)
Tasım : Doğruluğu kabul edilmiş iki önermeyle, bunların içeriğini birleşik bir payda olarak kullanarak,
uslamlama yoluyla akıl yürütme şekli, örneğin ‘Her insan ölümlüdür, ben de bir insanım, o halde ben de
ölümlüyüm!’
“ ‘Hem sonra mademki bazı kitaplara el sürmek kötüdür, Şeytan niçin bir rahibin kötülük işlemesine
engel olsun?’
‘İyi bir kısaltılmış tasım gibi görünüyor bu bana’ diye itiraf etti üstadım.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:112)
Tasını tarağını toplamak : Öteberisini, pılını pırtısını toplayıp gitmek
“-O zavallı başına gelecekleri bilmiyor. Bilse, tası tarağı toplar, çoktan bu diyarı terkeder.
-Sen, sen adet olsa, sahiden hepimize varırsın... Hepimizin burnuna kanca takarsın. Kız değil, tılsımlı
kuyu. İçine maazallah ayağı kayıp düşen, dünyanın çengeli çekip çıkaramaz.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:317)
“Bizim Erzurumlu şeyh te sizin gözünüze göre Rum abdalları cümlesindendir ve şehrin
sakinlerindendir. Bu kadar yıl da mezbelelerde ve külhanlarda bulunmuştur. Şimdi bu ulu kişi büyük bir gayret
sebebile ona el kaldırdı, onun yolunu kesip: ‘Tasını tarağını topla!’ diye buyurdu. O halde şimdi bize düşen şey,
neticenin neolduğunu uzaktan seyretmek ve kollamaktır.”
(Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:262)
“Patron fena bozuldu bu kez. Fransuva’yı çağırdı, öfkesinden titreyerek:
‘Bana bak herif!’ diye bağırdı, ‘ya bu baş belası köpeği yarın sabah nehre atarsın, ya da tası tarağı
toplayıp buradan defolursun, anlaşıldı mı?”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:82)
“Cabir Paşa, bu vak’adan sonra mahalle bakkallığına tövbekar oldu. Makamını Karamanlı Bodos’a
terkederek , ertesi günü tası tarağı topladı, kaçış hala o kaçış.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:157)
“Baktım ki Mikaella bir yabancı ile baş göz oluyor, o zaman ben de tası tarağı toplar, savuşurdum.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:56)
“-... Haydi bakalım, gidecekseniz toplanın. Gidin bakın sayın dedeniz neler yapıyor. Partiye yazıldıysa
onda çok dedikodu var demektir. Bizim gibi sıradan insanlar onun anlattıklarını anlayabilir mi, ne dersiniz?
-Anne, sen de gel bizimle.
-Gelmeyeceğimi biliyorsun. Haydi bakalım. Koyulun yola. Toplayın tası tarağı.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:150-1)
Ta’shi Lama : (TİBET,KOLL.,HÜK.) <Ta’şi La’ma> : TİBET’te, D a l ai L a m a’dan sonra gelecek L a m a
Taskafa : Her şeyi apaçık, besbelli; çok zeki olmayan, anlayışı kıt çocuk
“Bir çocuğun kafası babaannemin dediği cinsten taskafaydı, bir başka ufak tefek, küçük kızın
kırılganlığı ve narinliği beni büyüler, bir üçüncüsünün evinde olup biten her şeyi hiçbir şey saklamadaan
anlatıvermesine şaşar, kendi kendime nasıl böyle oluyor diye sorardım.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:121)
Taslağı (olmak) : Benzeri, müsveddesi, taklidi (olmak)
“Genç dük Paris’ten getirdiği gösterişli bir çiçek demetini annesinin yatığı odanın kapısına koymaya
gittiği sırada, doktor, Lamiel’e şu sözü söyleme fırsatı buldu:
-Dünyada en güzel şey, insanın küçük gördüğü birinin hoşuna nasıl gideceğidir; bu küçük dük
taslağına kendimi ısındırıp ısındıramayacağımı bilmiyorum doğrusu!”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:27)
Taslamak (Asılzadelik, gençlik, kibarlık, küçük hanımlık, zenginlik) : Kendinde olmayan, daha yüksek bir
yetiyi, sosyal klası vb sergilemek, topluma empoze etmeye gayret göstermek
“Kendine gel, sus da ‘Söyle’ <sözünün> padişahı söylesin; böyle bir gülün karşısında bülbüllük
taslama. Bu gül, kendisi coşmuş köpürerek şakıyan bir güldür; a bülbül, dili terk et de kulak kesil.”
(Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:&, sa:158)
“KENT - Sen... sen rezilin, edepsizin birisin..... Sen asılzadelik taslayan, meteliksiz, uşak kılıklı,
kokmuş yün çoraplı bir sahtekarsın. Sıkışınca soluğu mahkemede alan bir ödlek, ayna düşkünü bir züppe,
gayretkeş ve kıçyalayıcı bir hergelesin.”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:57)
“Macqueron’un bağında, Berthe, kibar küçük hanımlık taslıyor, salkımları bağcı bıçağı yerine küçük bir
makasla kesiyor, dikenlerle arılardan korkuyor, çiyden ıslanıp bir türlü kurumayan zarif ayakkabılarına
üzülüyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:114-5)
Tasması boynunda tutmak : Sanki ehli bir ev hayvanını tasmayla kolayca kontrol etmek ister gibi, birini yakın
göz hapsinde tutmak
“Buteau, kızı sabahtan akşama kadar göz hapsinde tutuyor, onun her dakika bir işle meşgul olmasını
istiyor, azizlik etmesinden korkulan bir ehli hayvan gibi onu köteğin tehdidi altında, tasması boynunda
tutuyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:45)
Tastamam : Tamamı tamamına, hepsi
“ ‘Bakın, kendimi sınırlamam gerektiğini anladım. Bütün sonuçların kati olması için küçük bir alanda
çalışmam lazım.’
‘Öncülün öncülü yani.’
‘Evet, tastamam öyle. İlkenin ilkesi, işlemin yöntemi. Bakın bayım, dünya paramparça. Yalnızca bir
amacımız olduğu hissini kaybetmekle kalmadık, aynı zamanda sayesinde konuşabildiğimiz dili de kaybettik.’ ”
(P. Auster, “Cam Kent”, -New York Üçlemesi-, sa:85)
“Düş falan değildi. Odası, biraz küçük olmakla birlikte tastamam bir insan odasıydı ve enikonu aşinası
bulunduğu dört duvar arasında sessiz sakin oturuyordu.”
(U. Eco, “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti-Olası Ormanlar”, sa:90)
“ ‘Ama şimdi ateşçi de olabilirim,’ dedi Karl. ‘Ne olursam olayım, evdekiler için hiç fark etmez artık.’
‘Benim yer boşalıyor,’ dedi ateşçi ve bunun ne demek olduğunun tastamam bilincindeymiş gibi ellerini
pantolonunun ceplerine soktu.”
(F. Kafka, “Kayıp” <Amerika>, sa:8-9)
“Soylu tiyatronun, gerek aktörlüğün, rejisörlüğün, piyes yazarlığınnın, seyirciliğin, kısaca sahnenin ve
salonun yaratıcı ve yardımcı sınırlarının içyüzünü tastamam kayrayabilmek için, ömrünün gecesini gündüzünü
bu meselelerin düğümünü çözme yolunda harcayan bir yetkilinin, Stanislavski’nin eserlerine güvenle sarılmak,
sanatı, sanatçılığı ciddiye alan herkesinin boynunun borcudur.”
(K.S. Stanislavsky, “Bir Aktör Hazırlanıyor”, sa:8)
“Okulda bir arkadaşım vardı, beş yaşındayken evdeki elektrikli aletleri söker, sonra bütün parçaları
tastamam yerlerine takardı. Fizikçi olmak istiyordu. Kanına işlemişti, anlıyor musunuz? Artık kanında mı,
alnında mı, neresindeyse bir yerde yazılıydı.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:8)
Tatari külah :
Dönemin Moğol hükümdarlarinda görülen ve zenginlere özel bir başlık
“Neyine cüppe, mest, yamalı hırka?
Kötülükten sakınman yeter sana...
Külahın Azeri, Tatari olmuş,
Gerekmez bu kaygı derviş olana!”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:99)
ta’tty : (GİYS.,KOLL.,İNG.) <te’ti> :
Eski püskü elbise
Teslim olmak : Askeri bir savaşta, üstün kuvvetlere beyz-teslim bayrağını kaldırarak ve silahlarını teslim
ederek mağlubiyeti kabul etmek; kişsel ya da toplumsal tartışmalarda, uzun bir çekişme süresinden sonra
yenilgiyi ilan etmek, diğerinin fikrini -istemeye istemeye- kabul etmek; eşit olmayan karşıt cinslerin
mücadelesinde, istemli olarak ya da zoraki -genellikle erkeğe- kendini bıramak
“Adam bir azmandı: Yalın ayak boyu bir doksandı <metre>; kulaklarına adi tel halkalar geçirmişti ve
ardıç ya da çalıkuşlarının uçarlarken üzerine tünedikleri bir yük beygirini andırıyordu. Bunun üzerine teslim
oldu: Kıza inandı ve ondan özür diledi. Yine de bir kez daha sevişerek geminin yan tarafından aşağı inerlerken,
Şaşa eli merdivenin üstünde, durakladı ve bu esmer, ablak suratlı canavara, Orlando’nun tek bir kelimesini
anlamadığı Rusça selamlar, şakalar ya da sevgi sözcükleri savurdu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:41)
taw’dry : (GİYSİ,KOLL,İNG..) <tov’dri> : Ucuz ve gösterişli, zevksiz, bayağı giysi
Taş : Yapay ya da doğal kaya parçası, moloz; ‘nişan’: Deniz ortasında balıkların toplandığı mahal, ‘taş’
Bk.: Nişan
“Zaten deniz kadar bilinmez bir şey var mı? Kim bilir oltaların yetişmediği, ağların serpilmediği
denizlerde ne tatlı, güzel balıklar; ne haşin, yırtıcı, hayal edilmez canavarlar vardı.
-Gördüm, Trifon. Bir kıştı. Toriğe çıkmıştık. Bulunduğumuz taş’ta <nişan> pamukbalığı dedikleri bir
canavar olduğunu işitmiştik. Bu balığın yavrusu yirmi, yirmi beş kilo ağırlığında olurmuş diye duyardık.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver”, sa:16, dipnot)
Taşa çevrilmek :
Bk.: Taşa dönüşmek
Taşa, demire geçmek : Tarihe geçecek kadar üstün nitelikte, kimse bozamaz ve itiraz edemez, tarih hükmünde;
eşi menendi olmayan, kalıcı
“Fahri:
‘Kadınım,’ dedi, ‘başkasına olsa on beş liraya yazmazdım. Sen on lira ver. Arzuhali bir donattım ki
taşa geçer billahi.... Taşa geçer.’ ..... “‘Bir arzuhal donattırdım ki Fahri efendiye, taşa demire geçer.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:149)
Taşa dönmek, dönüşmek; Taşlaşmak, Taş olmak, : Taş olmak
Bk.: Taş gibi olmak; Taş kesilmek
“Oturdum ve ağladım. Efsaneye göre, bu ırmağın sularına düşen her şey, yapraklar, böcekler, kuş
tüyleri, bunların hepsi ırmağın yatağında taşa dönüşürmüş.”
(P. Coelho, “Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum, Ağladım”, sa:15)
“Pavel’in bu görüntüsü ürpertiyor onu. Bu görüntüyle yüz yüze gelmek, Nil’in sularına dalmak ve bir
zamanlar bir kadından doğmuş olsa da çağlar geçtikçe taşa dönüşen, Fyodor Mihayloviç’in dünyasına ait
olmayan, onun algılama güücünü dumura uğratacak, boğacak, kocaman ve soğuk ve gri bir şeyle karşılaşmak
gibi bir şey.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:267)
“Mozaik
-----------Belirsizliğimizin
Siyah perçemlerini
Kararsızlığımızın
solgun yüzünü
Taşlaşmış adımlarımızı
Arıyoruz kendimiz.
Ne kadar belirli
Olsa bile
O taşlaşmış ifade
Yitiriyor anlamını
Orada olmayan gökyüzünün
Parçacıkları altında.”
(Vera Çeykovska<d.1954>-Suat Engüllü; Şiir Atlası, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.04.10)
“Bu kadar harikulade açılış konuşmasını dinleyen bütün dinleyiciler ve özellikle teologlar,
hayranlıklarından kendilerinden geçmişlerdi; az kalsın, topkı bir zamanlar çocukları gözü önünde Apollon
tarafından öldürülen Niobe gibi taşa çevirileceklerdi.”
(D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:117)
“BÜLBÜLLER ÖTÜYOR
-Batı Park bülbüllerine atanmıştır.-------------------------------Sonra, onlara baktığımda,
yüzüm taşlaşıverdi birden, hayretten gri siyah olmuştu balıkların rengi;
kocaman çeneleriyle
keskin dişleri vardı
ve minik köpekbalıklarına benziyorlardı.”
(Konstantin Pavlov<1933-2008>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
13.08.09)
“ ‘En iyi uyum sağlayabilenler hayatta kalır’ diye mırıldandı, kendi kendine düşünen Andrea Doria.....
‘Çocuk’ güvende tutulan, şımartılan bir şeydir, dünyanın gerçekleri ondan gizlenir, oyun peşinde yıllarıını
harcamasına izin verilir, bilgeliğe okula giderek ulaşabileceğini sanan bir varlıktır çocuk...... ‘Çocukluk’
hakkındaki asıl gerçek dünyanın en asılsız hikayelerinde yatar. Canavar ve iblislerle yüzleşen çocuklar, ancak
korkusuz davranırlarsa hayatta kalırlar. Açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya kalan çocuklar, ancak dileklerini
yerine getirecek büyülü balığı özgür bırakırlarsa yaşarlar. Trollerin canlı balık yemek istediği çocuklar, ancak
onları güneş doğana kadar oyalayabilirlerse canlarını kurtarırlar, çünkü bu korkunç yaratıklar gün ışığında taşa
dönüşür.”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:190-1)
“Ona bakan birisi, Nemesis, Pallas’ın kalkanını çalmış ve ona Gorgon’un başını göstermiş sanabilirdi.
Taşa dönmüş gibiydi ve yüzü, kederli haliyle mermere benziyordu.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:17)
Taşak; Taşaklı, Taşaksız : Erkekliğin kanıtı testis, torba; Erkek, cesur kimse; tuttuğunu koparan, sözü geçen,
cesur; Cesur olmayan (Argo)
“Poncio’lar Şair’in askeri sanatının zayıf noktasıydı; penis’i karnında olan insanları nasıl savaşa
gönderirsin? Daha ilk çarpışmada taşaklarından vurulup yere düşer ve analarına seslenmeye başlarlardı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:428)
“ ‘... Mıncıkla ve öde! Ben burda değilim. Sen sırtıma abanıyorsun, ama ben burda yokum, varmışım
gibi yapıyorum ama yokum. Bir ölüyü düzüyorsun taşaklı!’ ”
(D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:54)
“GREY CADDESİ
---------------------Grey Caddesi, bir kısım oğulların
kaşıyorlar taşaklarını uluorta
Grey Caddesi, ücret istenmiyor kahrolası
sürücülerini izlemeye
kabalık, Köşeler’inin
dilidir senin”
(Mafika Pascal Gwala<d.1946>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.11.08)
“ ‘kıçın senin...’ ve taşaklarım...
dövüyordu bir incir dalıyla...
sanki bir günah keçisiydim...
iyice bağlamıştı beni
çatallı dallarla(?)...
(Hipponaks, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:65)
“Bahçenin öbür ucunda, küçük bir mandıradaki iğdiş edilmiş domuzun kulaklarımızı sağır eden
çığlıklarını duyuyorduk. Acıdan bağırıyordu. Az sonra içerdeki ocaktan da, korda pişen taşakların kokusu bize
kadar gelmekteydi.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:64)
“BROWN SİYAH’SA
Rap Brown için
-------------------Ama bazıları,
boş ifadeler içinde taşaklarını yiyenler
diyorlar ki gençlik
serüvendir o, yaz günlerindeki
Artık oyun bitti,
demiştik, değil mi?”
(Keorapetse Kgositsile<d.1938>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.09.07)
“Gerisini biliyorum, koğuştan çıkarken gördüm onu, pijamasını bir kolundan tutmuş yerde
sürüklüyordu, diş fırçasını da ağızlık gibi dişlerinin arasına sıkıştırmıştı. Onu görünce şaşırdım, yıkanmaya
gidiyor sandım, oysa Jaguar, Vallano gibi değildir, Vallano her hafta yıkanır, hatta üçüncü sınıftayken ona
‘Balıkadam’ derdik. Dilin sıcak, Taşaksız, cayır cayır ve uzun.”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:319)
“Porfirio her zaman iyi yaşamayı bilmişti. Barbara Hutton’la evliliği bir ay sürmüştü. Nakit bir milyon
dolar ve bir o kadar da taşınmaza hak kazanmak için yeter süre... Hiç değilse Ramfis’le Radhamés, Porfirio
kadar olabilselerdi! O koca taşaklı hırs püskürüyordu. Ve tabii, bütün başarılı olanlar gibi, onun da düşmanları
vardı. Birçok kişi Porfirio Rubirosa’nın dışişlerindeki görevine son vermesini istiyordu.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:33)
“Doberman, Sergio karnını okşasın diye kendini yere attı. Halinden memnun görünüyordu.
-Bazen, kızlar yaramazlık yaptığında, onları cezalandırmak gerekli... bir daha yapmamaları için.
-Mariana buna asla izin vermez.
-Belki de zorlamak gerekir.
Doberman havladı. Gerilmişti.
-Nasıl?
-Taşaklı olmak lazım. Sen taşaklı mısın Sergio?”
(S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:91)
“ ‘Ama bana kalırsa, bu Gregorao papağan gibi gevezelik ediyor; ağzından çıkanı kulağı duymuyor.’
‘Bana bak! Duymasın söylediklerini! Çok ters ve taşaklıdır!’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:17)
Taş arabası : Aptal, bön, sarsak (Argo)
“-Gebersin! Ulan, bu kayarto bizi taş arabası mı belledi? Mangiz yetiştiremez olduk. Mangizinde
değiliz. ‘Paytoncu Osman molozladı,’ diyecekler.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:51)
Taş atmak : Gönderme yapmak, söz dokundurmak
“Geçen ay Boston Magazine, Langdon’ı mahcup ederek onun ismini, en fazla merak uyandıran on kişi
arasında yazmıştı... ne işe yaradığı anlaşılmaz bu onur onu, Harvard’lı meslektaşlarının attığı taşların hedefi
haline getirmişti.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:16)
“Bana mı taş atıyordu anlayamamıştım. Karşılık vermeden sandviçimi ısırdım. Aklım yine Hilal’e ve
Elif’e gitmişti. Yoksa Hilal korkup seyahatten vazgeçmiş ve evine mi dönmüştü? Bundan birkaç ay önce olsa,
ucu bana dokunan bir olay böyle yarım kalsa deliye döner, bu bitmeden bir adım öteye gidemem sanırdım. Ama
artık güneş doğmuştu, ve dünya huzur içindeyse sebebi buydu.”
(P. Coelho, “Elif”, sa:85)
“Güvey birden sinirlenerek gözlerini kırpıştırmaya başlıyor.
-Ne demek yani? Bana taş mı atıyorsunuz?
Telgrafçı ürküyor biraz.
-Kimseye taş attığım filan yok. Sözüm meclisten dışarı... Öylesine, genel anlamda söyledim. Hemen
alınmayın lütfen. Sizin severek evlendiğinizi herkes bilmiyor mu sanıyorsunuz? Zaten aldığınız drahoma nedir
ki?”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:75)
“Rakitin, kendini, durmadan atılan taşlara aldırmamış görünmeye zorlayarak merakla sokuldu:
-Neyi bekliyorsun Allahaşkına, ne ‘haberi’ gelecek? Öğrenebilir miyim, yoksa sır mı?”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:312)
“Talha’ya taş atmasını nasıl bağışlayayım. Nasıl bağışlayayım değil, Sadun’un hatırı için bile olsa nasıl
aldırmayayım (Sadun’un hatırı için diyebiliyorum onu gerçekten sevmiş olduğum için ama gene de
düşünüyorum Sadun o sessiz kıpırtısız soğuk içten gülümseyişiyle bir hatır sözünü düşündürmeyecek kadar uzak
dururdu).”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:115-6)
“Telefonu kaparken eli titredi, heyecanı onu güçsüz bırakmıştı. Gözleri bir meleğinkiler gibi parlıyordu,
yüzü yücelmiş, tüm dünyevi artıklardan arınmıştı, saf ve kutsaldı.
‘Dışarda randevu veriyorsun ha?’ eniştesi taş attı. ‘Bunun ne demek olduğunu bilirsin. Sonunda
karakola düşeceksin.’ ”
(J. London, “Martin Eden”, sa:122)
“Kayınpederle damat, birbirlerine bala bandırılmış taşlar atadurdukları bir sırada, Şeyha,
büyükannesine bırakılan oğlunu özlediğini söylemek üzere geldi. ‘Çekirgeler’ Beyi çok içten bir tepki gösterir
gibi yaptı:
-Nasıl? Kocan buradayken, gitmek için benden mi izin alıyorsun?”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:52)
“Sansfin, Lamiel’le başbaşa kalmak üzere yine de elde ettiği kısa süren anlardan birinde, düşesin bu
kitaba hayran oluşundaki gülünçlüğü belirtti ona; Papaz Clément’in adını pek sık almıyordu ağzına; ama, attığı
bütün taşları onun başına yağacak yolda ayarlıyordu.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:99)
“Gazetenin başyazısını okudu. Yazar günümüzde radikalizmin tüm muhafazakar ögeleri yutmakla
tehdit ettiği, yedi başı başkaldırı yılanının başını hükumetin ezmesi gerektiği konusunda koparılan yaygaranın
tamamiyle boş olduğunu anlatmaya çalışıyordu..... ‘Oysa, bizim düşüncemize göre, asıl tehlike..... bazı
çevrelerin geleneklere bağlılıkta gösterdikleri, ilerlememizi frenleyen direniştedir.’ Mali konularda, Bentam’ın,
Mill’in adları geçiyor, bakanlığa taşlar atılıyordu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:15-6)
“ ‘Bir de şemsiye ayarlamak tabii,’ dedi ağabeyi.
Lucy kızardı. İnancına yine taş atmıştı ağabeyi. O ‘dua’dan söz ederken, ‘şemsiye’yi yapıştırıvermişti.
Haçını gizledi azıcık parmaklarıyla. Sindi, pustu; gelgelelim bir dakika sonra neşeyle haykırdı:
‘Bakın geliyorlar, bizimkiler-canlarım benim!’ ”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:27)
“Davranışınızı onaylıyor gibi görünmek istemeyiz, madam. Sizi yargılıyor değiliz, ama anlarsınız ki bu
durumunuz... nasıl demeli... biraz hafif kaçmıyor mu?
-Elbette size taş atanlardan değiliz, dedi Rose. Ama insanlar o kadar kötü ki!”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:57)
Taş attın da kolun mu yoruldu : Çok mu iş yaptığını sanıyorsun yani, yaptığın nedir ki
“Generalin karısı yalvarmaya başladı:
-Telgraf çek, ne olur! Alyoşa, telgraf çek! Biliyorum böyle okumalara inanmazsın ama ben kendi
üzüerimde denedim. İnanmasan da gene çek! Taş attın da kolun mu yoruldu?”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:100)
“ ‘Yok, yok,’ dedi. ‘Ağanın traktörü çalışsın. Ağa da biz de yatalım.’
‘Peki bu ortakçılıktan gelen kazanç sizi doyuruyor mu?’
‘Doyurmuyor ama, yattığımız yerden geliyor. Taş atıp kolumuz mu yoruluyor?’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:114)
Taş bile dayanmaz : ‘Bu o kadar dayanılmaz, paralayıcı bir acı ki, taş gibi sağlam bir yapın olsa dayanmaz!’
bağlamında ‘çok yüksek acı’ göstergesi
“Deborah’ın düşü, kış karanlığının çökmesiyle birlikte başladı. Bu karanlığın içinden yumruk olmuş
kocaman bir el uzanıyordu. Kemikleriyle kasları arasında karanlık çukurlar olan, güçlü bir erkek eliydi bu.
Yumruk açılıyor, upuzun avucun içinde üç tane kömür parçasının olduğu görülüyordu. El, yavaş yavaş
kapanıyor, yumruğun içinde korkunç bir basınç oluşuyordu. Bu basınç beyaz bir ısı yayıyor, ısı gitgide artıyordu.
Çökertici, ezici bir zaman duyumu oluşuyordu. Deborah neredeyse dayanma noktasının ötesinde, bütün
gövdesiyle kömürlerin acısını duyumsuyordu sanki. Sonunda ele, ‘Yeter’ Buna bir son ver artık! Bu kadarına bir
taş bile dayanmaz... taş bile...!’ diye bağırıyordu.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:225)
Taş çatlasa : Kim ne derse desin, her ne bahasına olursa olsun, Olsa olsa, en üstü, en çoğu
“ANNE : Fatma da kahveleri hala getirmedi. Ne ağır canlı kadın. O kadar da söyledim. Yemekle
kahvenin arasını fazla açma diye.
BABA : Anlamaz. Laftan anlamaz. Beyhude yorma kendini. Taş çatlasa bildiğini yapacak.”
(S.K. Aksal, “Oyunlar - Evin Üstündeki Bulut”, sa:43)
“İyi yürekli, insanseverdi; fakir insanlarla köylülere parasız bakar, kulübelerine gittiği zaman üstelik
ilaç parası bırakırdı. Bununla beraber Hertzenştube katır gibi inatçıydı. Kafasına bir şey koydu mu, taş çatlasa
dönmezdi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:285)
“Araba Sultanahmet yokuşuna sarmıştı. ‘İyi ya.... Merkez Komutanlığı, Kolordu Karargahı Fındıklı’da
değil mi? Nereye gidiyoruz?’ İki yanına baktı. Salih Efendi, körpe bir ‘subay’... Taş çatlasa teğmen...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:263)
“Mrs. Sands, aaltı kavanoz dolduracak kadar kayısı reçeli yaptığında, ne bereketli bir yıl derdi, yemek
üstüne çiğ yenemeyecek kadar ekşiydi meyveler. Müslin torbayla korunmaya değer ağaç sayısıysa taş çatlasa
üçü geçmezdi. Yine de çıplaklıklarıyla, biri kızarık,öbürü yeşil yanaklarıyla öyle güzeldiler ki Mrs. Swithin
onları kendi hallerine bırakt; yaban arıları da bildikleri gibi didiklediler.”
“İKİ ŞEHİR <1964>
-------------Işık bütünüyle söndüğü zaman ise,
hayaletler orada başlar somurtkan balesine
Taş çatlasa da,
gebersen de,
alamazsın bilet,
bu kara şehir Hayır’dan ayrılmak için...”
(Yevgeniy Yevtuşenko<d.1933>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 28.10.04)
Taş çıkar(t)mak : Biri diğerine üstün olmak
“Martin Rothstein bu kadar büyük trajedileri kaldırabilecek biri değil. O, kıvrak zekası ve coşkusuyla
çekici bir insan; esprili cümlelerden, hazırcevap taşlamalardan oluşan bir barok komedi yazarı; iyi yemeyi seven,
sayısız arkadaşı olan ve Borscht Kuşağı’nın en fırlama oyuncularına taş çıkartacak mizah duygusuyla insanın
aklını çelen biri.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:131-2)
“AÇLIK GREVİ ŞİİRİ
<Mahpuslar Konuşuyor>
----------------------------Sanat edinmişler işkenceyi,
Sanat edinmişler açlıkla bitkinliği
işlemeyi.
Sanat edinmişler hakaretle sağlamayı.
Onlar inançsız, hain ve korkaklar,
Onlar İblis’e taş çıkartıyor aşırılıklarında.
Yasa önünde yasasız,
İnsan ömünde saygısız,
Yaşlılara acımasız,
Acımasız, süt dişi yeni çıkmış çocuklara.”
(Adnan Ferhan Abdüllatif-Gündüz Vassaf; “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:70
“ ‘... üzerinde hokkabazlık yapılması eğlenceli olmayan şeyler pek azdır,’ derdi. O kadar da tuhaftı ki
güle güle bayılırdım. ‘Durun, Baldi, diye haykırırdı annem. Cadio uyuyamayacak sonra.’ Ama sinirlerim böyle
dürtülere dayanabilecek kadar sağlamdı.
‘Bu öğretimden çok faydalandım; bir kaç ay sonra, bazı numaralarda Baldi’ye bile taş çıkartacak
durumdaydım hatta...’ ”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:59-60)
“Birbiri ardına, yanyana dizilen adalaar, perde perde leylak, hafif mor, lacivert... ‘Ne mutlu bir serap’
diyorum. Ama serap değil, seraba taş çıkartan bir gerçek...”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:29)
“Reha Bey:
-Yoo Emine, haltetme, onların içinde güzellikte, cilvede sana taş çıkaracaklar var!...
Emine, surat asarak,
-Varsa, onları getirin buraya, onları toplayın başınıza, bizi ne getirdiniz boş yere buralara kadar?”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:222)
“Van Lisesi’nin, orta, lise olmak üzere 300 öğrencisi var. Lise, eski bir ilkokulla zelzele barakalarında
öğrenim yapıyor. Yeni bir lise binası yapılmış ya, kimbilir ne zaman açılır. İşin bu tarafını bırakalım. Nur içinde
yatsın Emrullah Efendi. Devrimizde ona taş çıkartanlar var.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:28)
“Nuevo Mundo’nun genel görünümünü sunan bir fotoğrafı görür görmez aklıma hemen o sabah
kapıldığım korku geldi. Dilbilim Enstitüsünün Cessna’sıyla akrobatlara taş çıkartacak bir iniş yaparken
Machiguenga’lı çocuklara çarpmamak için akla karayı seçmiştik.”
(M.V. Llosa, “Masallar”, sa:9)
“Köylülere karşı böbürlenen ve kocasını yöneten Madame Hautemare da, öte yandan, sofulukta taş
çıkartırdı herkese.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:40)
Taş dikmek : Birinin namına mezar taşı, anıt dikmek
“Sert rüzgarlar, dev dalgalar
ve büyüyen fırtınaları güzdönümünün,
karanlık, azgın çalkantası Ege’nin
paramparça etti teknemi,
----------------------------Ağlaşın kıyıda
anam babam, kazaya uğrayan
Tlesimenes’iniz için bir taş dikin.”
(Sinoplu Herakleitos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:161)
Taşeron : İş dünyasında, alınan büyük ihalelerde, ana firmanın yardımcı olarak kiraladığı ikincil yardımcı
üstenci (firma ya da kişi)
“Yaptıkları işe çöpleri temizlemek deniyor; Miles da söz konusu emlakın şimdiki sahibi yerel bankalara
‘ev bakımı’ taşeronluğu yapan Dunbar Emlak Şirketi’nin iş verdiği dört kişilik bir ekiple çalışıyor. Güney
Florida’nın uzayıp giden düzlükleri bu öksüz yapılarla dolu ve bunları olabildiğince çabuk elden çıkarmak,
bankaların içine geldiği için, boşlamış evlerin hemen temizlenmesi, onarılması, alıcı adaylarına gösterilebilecek
hale getirilmesi gerekiyor.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:11-2)
Taş gibi (donmak, durmak, kalakalmak) : Heyecandan ya da korkudan donup kalmak, hareketsiz olmak
“ ‘Çoğu insan böyle şeylere dikkat etmiyor. Sözcükleri taş gibi, cansız, yerinden kımıldatılamaz
kocaman nesneler gibi, hiçbir zaman değiştirilemez monadlar gibi, töz gibi görüyorlar.’
‘Taşlar değişebilir. Rüzgarla, suyla aşınabilirler. Erir giderler. Ezilebilirler. Çömlek gibi
parçalanabilir, çalıla, toza dönüştürülebilirler.’ ”
(P. Auster, “Cam Kent”, -New York Üçlemesi 1-, sa:84)
“Bazılarının yüzü taş gibi donuktur. Diğer soydaşlarının acımaları, merakları hatta alayları bile onları
etkilemez.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:44)
“AKHİLLEUS’UN ÖLÜMSÜZ ATLARI
Ve başladı çarpışma, ulaştı demir sesleri
tunç göklere çıplak havanın içinden.
--------------------------------------------------Dönmediler, ama geniş Hellespontos’un
kıyısında bekleyen gemilere, ne de
savaşa girdiler Akhalılar arasında,
bir erkeğin ya da bir kadının mezarında
duran bir taş gibi öylece kalakaldılar
tutarak görkemli arabayı, başları yere eğik.”
(Homeros<İlyada’dan>, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:95)
“Yanaşmalar, üç beygire Ağanın hissesini yüklediler. Hiçbirisi ağzını açıp bir şey söylemedi Döne’ye.
Toprak gibi, taş gibi donmuş kalmıştı herkes.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:52)
“Göreceğini değil de, kızın bir daha kendini aramaya ormana geleceğini hiç ümit etmiyordu. Bu
sebepten durdu kaldı. Taş gibi dondu kaldı.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:109)
“DÖRDÜNCÜ PERDE SETH - Ey Şenondah! Sesini bir duysam
Ötelere akan nehrim,
Ey Şenondah, sana ulaşamam
Ötelere gitmeliyim...
(Lavinia soldan girer. Aradan geçen son üç gün, kızın üzerinde dikkate değer bir değişikliğe neden
olmuştur. Ağır matem elbiselerine bürünmüş olan vücudu, tekrar eski tahta gibi göğüslü zayıf halini almıştır.....
Yüzünde derin çizgiler oluşmuş, yüzü uykusuzlık ve sinir gerginliğinden bitkin bir hale gelmiş ve taş gibi hissiz
bir şekilde donmuştur.)
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:307-8)
“Hangi taraf, diye sordo doktorun karısı, ‘Sol taraf,’ diye yanıt verdi ve bunu daha önceden bilmesi
gerektiğinden, biraz şaşırdı. Sonra sıra birinci köre geldi. Yatağının hırsızla aynı tarafta, onunkinden iki yatak
sonra olduğunu biliyordu. Artık ondan korkmuyordu, yakınmalarına ve iç çekmelerine bakılacak olursa, taş gibi
olmuş bacağıyla yerinden kıpırdayacak hali kalmamıştı; yatağına vardığında, ‘On altı, sol,’ diye bildirdi ve
üstündekileri çıkarmadan yattı.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:55)
“Nicedir bu sözümü beklermiş gibi kollarımdan sıyrıldı birden, sonra, çıldırmışçasına, baş döndürücü
bir hızla, yaptığını bozmaya girişti; yastığımı, yorganımı yere attı, kitaplarımı tekmeledi, her birini bir yere
fırlattı, faraşa topladığı çöpleri oraya buraya saçtı. Taş gibi donup kalmıştım olduğum yerde.”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:132)
“Evin hanımı geri döndüğünde inatla mutfaktan çıkmadı, sonunda dışarı çağrıldığında, kadını
selamlamaktan kaçındı. Omuzlarını hırçınca öne sarkıttı, taş gibi durdu, bütün soruları öylesine huysuzca
yanıtladı ki sabrı tükenen kadın onunla konuşmaktan vazgeçti.”
(S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:168)
Taşı gediğine koymak, oturtmak, yerleştirmek : Yeri gelince tam gerekli sözü oturtmak
“Aesop evde oturup kitaplarını okumak, hayal kurmak ve plan yapmak istiyordu; gidip Ustaya açık
seçik sızlanmıyor, ama benim şakalarımı beğendiğini belli ediyor, kaprislerime kahkahalarla gülüyordu;
gülerken ‘amin’e benzer bir ses çıkarırsa taşı gediğe koyduğumu anlıyordum.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:36)
“Ivan güldü.
-Sen de Hamlet’in Polonius’unun dediği gibi, taşı gediğine yerleştirmeyi pek biliyorsun. Kendi
sözümle yakaladın beni.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:130)
“Kemal ağa ise taşı adamakıllı gediğine koyduğundan emin, yarın İstanbula koşup ziyarete gelecek
baldıza müjde verip vermemyi düşünüyordu. Verse, çalmadan oynayan kadının alevlenivereceğine kuşkusu
yoktu.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:69)
“... başarılı olmak için, daha öncesinden bir ‘elbise provası’ yapmanız gerekiyor. Örneğin eğer ben
nisanın onun için <Paskalya> bir şeyler istiyor idiysem, çok daha önceden hazırlığa başlardım. Planlıyorsunuz,
gözlüyorsunuz, dinliyorsunuz ve tam zamanı geldiğinde taşı gediğine yani başhemşire veya sorumlu kim ise
onun aklına, oturtuveriyorsunuz.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:46)
Taşın altında yatmak : Orada gömülü olmak
“Yatıyorum işte şu taşın altında
ben ki nam salmıştım kadınlar arasında
açtığım için bacaklarımı bir tek adama”
(Anonim, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:178)
Taşınmak : Bir ikametgahtan diğerine nakil yapmak; Sık sık ziyaret etmek -genellikle ishal ya da idrar etme
gereksiniminden sık sık tuvalete gitmek“FARELERLE YAŞAMAK
---------------------------------Sıkışmış tuvalete taşınırken
Oturduğumuz süre içinde
Kadının yoksul koşullar içinde otururken kahvaltı sofrasına
Oysa akşamın durumu ortadayken
Son bir defa isteklerini sıralar
Tuzakları kollarımıza asarak
İçinde farelerin düştüğü”
(Fadıl El Azavi<d.1940>-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.08.07)
Taş kafa : Kafası almayan, anlamayan, hatalı olduğunu bildiği halde davranışında ısrar eden, aptal gibi
hareket eden kimse
“Nato mermer
Nato kafa”
(Anonim. Yunanlılardan geçtiği sanılan eski İstanbul meseli.)
“-Evet ama yoksulsun, yaşamını kazanman gerek.
-Ne önemi var. Karnımı doyurduktan sonra, kazancımın gerisini kitaplara harcarım.
Pastacı bundan içten bir şekilde, duygulandı:
-Ah taş kafa diye içini çekti.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:116)
“HARPAGON -... utanmıyor musun ananın babanın bunca alın teriyle biriktirdiği serveti har vurup
harman savurmaktan?
CLEANTE - Ya siz utanmıyor musunuz böyle dalavereli işlerle adınızı lekelemekten, para istif
etmeye doymak bilmeyen hırsınızla, şerefi, namusu hiçe saymaktan, faizcilikte en adı çıkmış tefecilerin en
iğrenç hünerlerine taş çıkartmaktan?
HARPAGON - Defol, edepsiz, gözüm görmesin seni.”
(Moliere, “Cimri”, sa:64)
“Grenouille ilk kez irkilip geri çekilmedi. ‘Hepsi burada, gereken her şey, bütün kokular var burada, bu
odada hepsi,’ dedi gene karanlığı göstererek. ‘İşte gülyağı! İşte portakal ç,çeği! İşte karanfil! İşte biberiye!..’
‘Elbette var hepsi!’ diye kükredi Baldini. ‘Hepsi var! Ama diyorum ya sana, taş kafalı, formül
olmayınca bir işe yaramaz bunlar!’ ”
(P. Süskind, “Koku”, sa:79)
Taş kesilmek, kesilircesine; Taşlaşmak : Taş gibi donmak, sertleşmek, ölmek; Kalıcı olmak (Figüratif)
“X
Çarmıha Germe
Ağlama bana, anne’ciğim
Öyle tabuttan bakarak.
2
Magdalena hıçkırdı, düşüp kedere,
‘Sevdiğim öğrenci taş kesiliyor’ dedi
Ve Anne’nin sessizce durduğu yere,
Hiçkimse bakma cesaretini gösteremedi.”
(Anna Ahmatova<1889-1966>-Kanşaubiy Miziev, Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 15.12.05)
“Ağır, ama durmadan ilerleyen, akla sığmaz bir yıkımdan nasılsa kurtulmuş bu parça karşısısında
hayranlıktan taş kesildiler. Orada o ayak, yanmış bir kentin kalıntıları arasında çıkıvermiş, Paros mermerinden
bir yontu gibi duruyordu. Porbus, yaşlı ressamın yapıtını olgunlaştırıyor sanarak, üst üste yığdığı boya
tabakalarını Poussin’e göstererek:
-Bunların altında bir kadın var, dedi.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:47)
“... Bir şekilde Büyük Şehir Polis Teşkilatı’nın bir elemanını kendisine ve anneme yardımcı olması için
ikna etmeyi <inandırmak> başarmıştı. Beni kayıtlardan bulmuşlar ve bir sabah Dalston’daki pansiyonuma
uğramaları içim birkaç polis memuru göndermişlerdi. Gelip kapıya vurduklarında ödüm bokuma karışmıştı. Taş
kesilmiş bir halde kapıyı açtığımda, ‘Meraklanma dostum, yanlış bir şey yapmadın,’ dedi bir tanesi. ‘Sadece,
dünyanın öbür ucunda, hayatta olup olmadığını bilmek isteyen birileri var.’ ”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:192)
“<İtalya’da, Floransa’daki ünlü San Giovanni Vaftizhanesi> Vaftizhanenin hayli yüksek sekizgen
kubbesi, bir uçtan diğerine yirmi dört metreydi. Adeta kor gibi yanıyor ve ışıklar saçıyordu. Kehribar rengi altın
yüzey, ortam ışığını bir milyondan fazla smalti camıyla <Saf silis camından, elle kesilmiş sıvasız minik mozaik
parçaları> farklı biçimde yansıtıyordu. Smalti’den oluşturulmuş mozaikler, İncil’den sahnelerin betimlendiği,
ortak daireli altı dairenin içine yerleştirilmişti. ..... Langdon, bakışlarını mozaiğin göbeğine çevirdi. Ana altarın
tam üzerinde, kurtarılanlarla lanetlenenlere yargıçlık yapan, sekiz metre boyundaki İsa tasviri yükseliyordu.
Dürüst olanlar İsa’nın sağ tarafında sonsuz hayat ödülünü alıyordu. Sol tarafındaysa günahkarlar taş kesilmiş,
kazıklara geçirilmiş ve türlü yaratıklar tarafından yeniyorlardı. Tüm bu işkenceyi gözeten büyük şeytan mozaiği,
insan yiyen bir cehennem yaratığı olarak tasvir edilmişti.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:301-2)
“Fache’nin gözleri taş kesilmişti. ‘Sauniere’in kiliseye sahte alim ve Draco devi dediğini mi
düşünüyorsunuz?’
Langdon bunun kulağa abartılı geldiğini ama beş köşeli yıldızın bu fikri onayladığını itiraf etmek
zorundaydı.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:57)
“Derken, bir sabah, oğlan ona yaklaştı ve ödünç kalem istedi. Maria karşılık vermedi, bu uygunsuz
yanaşma manevrasına sinirlenmiş gibi davrandı ve adımlarını hızlandırdı. Oğlanın yanına geldiğini görünce
korkudan taş kesilmişti.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:14)
“Zaman duruyor; Fyodor Mihayloviç taş kesiliyor. ‘Neden buraya gelsinler?’ Sözcükler onun ağzından
çıkıyor ama sanki çok uzaktan geliyorlar, bir başkasının zor duyulur konuşması gibi.
‘Her yeri arıyorlar, bütün binayı!’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburglu Usta”, sa:124)
“-Ne cinayeti?.. Ne katili?.. Neden bahsediyorsun sen?
Alyoşa birdenbire olduğu yerde taş kesildi. Rakitin de durdu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:115)
“ ‘Umarım geçen yıl Lucien’e yaptığın gibi pantolonuma çay dökmezsin,’ diye dalga geçtim onunla.
Odanın ortasında taş kesilmiş gibi durduğunda gülmek üzere gibiydi. Bengalce bir nidadan sonra
kayboldu. Ayak seslerinden çizim odasının yanındaki babasının çalışma odasına gitmiş olduğunu anladım.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:67)
“Her ikisi de başka şeylerden söz etmek istediler. Egor aceleyle bir konu, bir bahane aradı. O odadaan,
o andan çok uzakta bir şey. Bir an, beyni hiçbir şey bulamadı. Taş kesilmişti. Üstelik korkmuyordu da.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:19)
“Usulcacık yerinden kalktı, kapıdan çıkarken ‘Teşekkür ederim abiler’ dedi. Bu kez, odadakiler taş
kesilmişti. Müzik durmuştu. Havada bir zafer değil, mağlubiyet kokusu vardı. Eller sandviçlerden, dudaklar
kadehlerden çekilmişti.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:172)
“O gece geç vakit uyumuştu kız
Şafakla kalkınca farketti birden,
Ölmüştü göğsünün üstünde gece,
O sevdiği yiğit, kalbini çelen.
Ve çıldırmış gibi atıldı üsütüne,
Fakat kar etmedi haykırışları.
Az sonra aldılar yakılmak üzere
Bu taş kesilen vücudu dışarı.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, Tanrı İle Hint Rakkasesi’, sa:128)
“MARLOW - Yok, George yok.. ben o kibar hanımlara güzel şeyler söyleyemiyorum. Beni
donduruyorlar; adeta taş kesiliyorum.”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:36)
“Dördü birden bağırmaya başladılar. Herkesten çok babalığımın sesi çıkıyordu. Aralığa kaçarak
odunluğun üstünde oturdum. Şaşkınlıktan taş kesilmiştim. Annemi değiştirmişler, bozmuşlardı. Başka bir kadın
olmuştu. Odadayken bunun pek farkına varamıyordum, ama burada karanlıkta onu eski haliyle gözümün önüne
getirebiliyordum.”
(M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:222)
“Çok yiğidin kanını kuruttu bu Radda, o-hoo, pek çok yiğidin. Moravya’da, saçları perçem perçem yaşlı
bir derebey taş kesildi onu görünce.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:26)
“Herif taş gibi dondu kaldı. Arkama bakmadan içeri girdim. Şimdi, yarın yine o okula gideceğim. Bu
adamı aynı halde görürsem, derhal işinden atacağım.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:235)
“Denize baktık: Skaros balığı alayları, güneş ışınları ve gümüş oklar gibi geçtiler. Onların ardısıra uzun
bir altın silindir kaydo geldi. Küçükleri kovalıyan bir elder, bir vlahos azmanıydı. Kayığın sudaki gölgesinde
birden taş kesilmiş gibi durdu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:157)
“Savaşın fırtınası hala bu avluda varlığını sürdürür; dehşet hala gözle görülebilir; çarpışmanın kargaşası
orada taş kesilip kalmıştır; bütün bunlar hem canlı, hem ölüdür; daha dün olmuştur.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:II, sa:17)
“PATRON - (Eşikten, AMEDEE’ye.) Siz de amma matrak iş yapıyorsunuz ha!... Vay! Ama bu benim
kiracım, yahu... Bay Amadéee bu.... Karınız nasıl? (Düdük sesleri duyulur.) Aynasızlar geliyor.
AMEDEE - (Taş kesilip durur.) Hastir, polis!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:128)
“ ‘Onlar ses çıkarmadan eşikte durakladılar, ama biz, dört suçlu, odanın bir köşesine sıçradık, Jeremi bir
bıçak alarak kendini savunmaya hazırlanmıştı; ben, utancımdan taş kesilmiştim; iki kadın, riyakar bir tavırla
boyun eğmişlerdi.’ ”
(P. Istrati, “angel dayı”, sa:49)
“Tahıl artıklarını yerden toplayanlardandı. İçinde bir avuç tahıl, küçük bir süpürge ve bir faraş bulunan
torba, yanında yerde sürünüyordu. Ben öyle birdenbire karşısına çıkınca, korkudan taş kesilmişti. Artık yama
işini bırakmıştı, gözlerini bana dikmiş, köpeklerden yılmış bir kedi gibi beni süzüyordu.”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:18)
“Fakat korudan çıktığım sırada birden taş kesilmiş gibi olduğum yere sanki çivilendim. Tamamiyle
aldandığımı anlıyordum, ayaklarımın dibindeki bir uçurumda Irene ve Alexis sarmaş dolaş birbirleriyle ateşli
ateşli öpüşüyorlardı.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:72)
“Sokağın iki ucundan birinde taş kesilmişcesine durur, kapılarda itişip kakışan, gelen geçene boğuk
sesleriyle laf atıp kolundan çeken, maskeli baloya gider gibi giyinmiş salkım saçak kızları bir an seyrederdik.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:92)
“SİSLER BULVARI
-----------------------Sisler Bulvarı’nda öleceğim
sol kasığımdan vuracaklar
bulvar durağında düşeceğim
gözlüklerim kırılacaklar
sen rüyasını göreceksin
çığlık çığlığa uyanacaksın
sabah kapını çalacaklar
elinden tutup getirecekler
beni görünce taş kesileceksin
ağlamayacaksın! ağlamayacaksın!”
(Attila İlhan<1925-2005>, “seçme şiirler”, sa:10)
“SÜRÜKLENİYORUM RÜZGARDA
--------------------------------------------ne olacak benden
yüreğimin köşe taşları yaramaz hiçbir şeye
güzelliğim taş kesiliyor içimde
hapsedilmiş, gücenik yine de belli halkım
izliyor yapayalnız parmaklarımı
içtenliğe kefenliyor kendini halkım
geleceğin güneşiyle maskelenmiş”
(Ingrid Jonker<1933-1965>- İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.12.06)
“Şimdi ikisi birden gülmekten kırılıyorlar. Ta yanlarına kadar sokuluyordum. O vakit, gene ikisi birden
arkalarını dönüyorlar. Taş kesilmiş gibi kaskatı duruyorlar. Öyle bir duruş ki, hemen uzaklaşmaya mecbur
oluyorum.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:50)
“Yahuda birden saldırdı, karşısına çıkan Petrus ile kadınları bir kenara itti ve vahşi bir çığlık attı:
‘Hain!’
Hepsi taş kesildi. İsa’nın benzi attı ve ellerini göğsüne koydu.
‘Ben mi? Ben, Yahuda?’ diye mırıldandı. ‘Ağır bir söz söyledin. Geri al!’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:561)
“Piachi hasta olmasına karşın duyduğu gürültünün nedenini sanki sezmiş gibi yataktan fırlamıştı. Bir
hizmetçiyi de yanına alarak salona girdi ve yerde baygın Elvire’yi kucakladığı gibi kaldırdı. Nicolo da tam o
anda kapısını açarak gayet sakin ve rahat bir tavırla ne olduğunu sordu. Elvire henüz kendine gelmemişti; taş
kesilmişti sanki.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-Yetim”, sa:111)
“-Doğru, dedi Bernard. Belki biraz ileri gittim. Ama berbat keyifsizim... Dün... tanımadığım biri bana
geldi..... Parmaklarımın arasına bir karton bir rulo sıkıştırarak, ‘Bu diplomayı size vermekten onur duyarım,’
dedi. Onun önünde de açmam için ısrar etti. Rulonun içinde bir diploma vardı. Renkli. Çok güzel bir yazıyla
yazılmış. Yazıda şöyle diyordu: ‘Bernard Bertrand su katılmamış eşekliğe terfi ettirilmiştir.’
-Ne? dedi Paul, kahkahayı basarak ama karşısındakine en küçük bir eğlence izinin sezilmediği, ciddi
ve taş kesilmiş yüzü görünce kendini derhal topladı.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:153)
“Kederi, felaketi bile söylemiyor, gözlerde kuruntu yok… Gözlerde buz donukluğu… Yalnız bir
adamla konuşurken, (bu adam beş çocuğunu kaybetmişti) ve çocuklarının ölümünden bahsederken, bir ara
gözlerinin usuldan yaşardığını gördüm. Dünyada bana bundan sonra ‘korkunç olan nedir?’ diye sorarlarda,
‘insanoğlunun bir feleket karşısında susup taş kesilmesidir’ derim. Elle tutulur gibi maddeleşmiş bir
korkunçluk…”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa: 70)
“Gerçi önünde taksi, arkasında Mercedes arabayla hareket edecek yeri kalmamıştı ama, Angel taş
kesilmişti. Adamların ateş etmeye başlayacaklarından korkan Maruja, cankurtaran simidine sarılır gibi çantasına
sarılıp, soför koltuğunun arkasına saklanarak Beatriz’e bağırdı:
-Kendini yere at!”
(G.G. Marquez, “Bir Kaçırılma Öyküsü”, sa:9)
“Kadın istavroz çıkardı:
‘Yalan söylüyorsam Hazreti İsa beni çarpsın! Saat on birde uyumayıp düşün peşlerine, kendi
gözlerinizle görün!’
Papaz taş kesilmişti.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:40)
“Winston’un konuşmasını bekliyormuş gibi durakladı. Winston yatağının içinde büzülmeye çalışıyordu.
Hiçbir şey söyleyemedi, yüreği taş kesilmiş gibiydi. O’Brien konuşmasını sürdürdü.”
(G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:216)
“Saldırgan Bugün de, Bütün Araçlarla,
Dört Bir Yanına Saldırdı Kentin
şarapneller, gülleler yağıyordu
hem eski hem yeni kesimine kentin
kenar mahallelere yağıyordu, kent merkezine
ölülerin üzerine yağıyordu, sağların üzerine
------------------------------------------kentin fırınına yağıyordu
taş kesilmişçesine duruyordu fırımcılar içerde
susuz ve elektriksiz çaresizdiler büsbütün
dört bir yana savrulup kenti örten
beyaz ölüm tozuna dönüşen un yığını karşısında”
(Yosip Osti<d.1945>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, “10.03.05)
“Bütün o ‘elini sürersen taş kesilirsin’lerden, ‘dili tutulmuş’lardan, ‘melek gelip onu göğe
çıkarmış’lardan, ‘sol ayağınla başlama’lardan dinin bir çeşit batıl itikat ya da ‘kör inanç’ olduğu sonucunu
çıkarmam zor olmadı.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:172)
“Yıldan yıla düşer
Dik bir çizgi halinde.
Düşüşü
Suyun taklasıdır
Buz olur taklada: Taş kesilen zaman.”
(O. Paz, “Kartal Mı, Güneş Mi?”, sa:47)
“KUŞ
-----Ne bir şeycikler yedi,
ne de şarkı söyledi
ve geçen gece ölüverdi aniden
Çocuğum uzun uzun ağladı durdu
başucunda taşlaşmış minik bedenin.”
(Nadya Popova<d.1952>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.03.08)
“İSMENE
----------Yalnız kız kardeşim bir köşede duruyordu, taş kesmiş,
siyah giysileri içinde,
yaptıklarımızı kınayan ve saldırgan bakışlarıyla.
Merdivenleri koşarak indik, bahçeye çıkıp dağıldık.
Erkek kılığına giren kızlar delikanlılardan daha ataktı.
Gökte ay vardı, bakır bir sini gibi parlayan koca bir ay.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:176)
“ ‘Ana satma beni. Ana kıyma bana. Ana ben sensiz edemem.’ Hayır anam sattı beni. Nemrud dağına
baka baka, ağlaya ağlaya ayrıldım Tatvan’dan. Uh... Ben çektim neler... Van’dan geldik ta Gönyüğe kadar...
Tatvan’ı bilen var mı?
-Hayır.
-Zamanında Nemrud’un kırk devesi orada taş kesilmiş bir sıra durur. On yaşında bir akşam oradan
yalnız geçerken aha o develerden biri canlandı ve kovaladı beni: Bayıldım. Ağzım kilitlendi.”
(P. Safa, “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”, sa:44)
“Aslında yüceliği biraz abartıyordu ve Victor Hugo da dahil olmak üzere kendini Victor Hugo sanan
19. yüzyıl adamlarından biriydi. Bence, bu gür sakallı güzel adam <büyükbaba>, iki şarap kadehi arasındaki alkolik
gibi iki melodram olayı arasında kalmış ve yeni bulunan iki tekniğin kurbanı olmuştu. Bunlar, fotoğraf sanatı ve
büyükbaba olma sanatıydı (Victor Hugo’nun bir eserinin adıdır da.> Fotojenik olmanın hem şansına sahipti, hem de
felaketine uğramıştı; evin içi fotoğraflarıyla dolup taşmıştı: Enstantane çekim henüz yapılamadığı için, poz
vermelere ve canlı tablolara düşkün olmuştu; her şey onun için, hareketlerini askıya almanın, güzel bir duruş
içinde donup kalmanın, kendini taşlaştırmanın bir vesilesiydi; kendi heykeli haline dönüştüğü bu kısacık anları
delice seviyordu.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:19)
“-İstersen al, omuzla, kendin götür. Babanın leşi kaç para eder; yüzüp de derisini satacak değiliz ya...
Kezban donmuş gibiydi. Sanki taş kesilmişti. Sanki artık kalbi çarpmıyordu.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:237)
“Daha uçmasını öğrenmeden yuvalarının önünde öldürülmüşlerdi. Anne ve babaları hiçbir şey olmamış
gibi daldan dala atlayarak ötüşüyorlardı. Nasıl olur, diyordum, nasıl olur böyle bir şey? Oracıkta elim ayağım
tutulmuş, taş kesilmiştim.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:31)
“Biraz sonra o da kürek seslerini duymaya başladı. Hepsi duydular. Korkudan taş kesilmişlerdi, hiçbiri
kımıldamıyordu. Gelenler kaç kişiydi, canao’yı görürlerse ne olacaktı?”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:181)
“Süreklilik özlemi, ‘duruk bir varoluş susuzluğu’ peşine katar, sürekler Hesse’yi. ‘Günün birinde taş
kesilmek! Günün birinde kalıcılığa kavuşmak! Budur hiç dinmeyen özlemimiz’ denir o duygulandırıcı şiir
‘Yakınma’da. Ne var ki, yeryüzünde değişimden başka, kaçıştan başka bir şey yoktur.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:186)
“Paula akşamüstü boyunca bir daha odaya gelmedi; ama Ferdinand onun isteğinin, düşmanca ve
savunmayla hazır vaziyette dışarıda durduğunu hissediyordu. Öte yandan, göğsünün altında onu kendi kendine
öne iten, çelikten bir hareket çarkı koyan o diğer isteğin de bilincindeydi. Bazen tek tek düşünmeyi deniyor,
fakat düşünceler kontrolünden çıkıyordu ve o taş kesilmişçesine, arpacıkumrusu gibi düşünerek orada otururken,
huzurunun son parçası da şiddetli bir paniğin içinde eriyip gitti. İki gücün, hayatının iki ucunu yakalayıp
insanüstü bir çabayla çektiğini hissediyor ve tek şey diliyordu: o hayatın ortadan ikiye ayrılmasını.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:172)
Taş kırıp altın çıkarmasını bilmek :
becermesini bilmek
Herşeyi yontmasını-başarmasını bilen, her ne bahasına olursa olsun
“Hatta içlerinden bazıları insan ticareti yapıyordu, evet onlar canlı insan tüccarıydı! Rus ordusundan
firar etmiş olanları Birleşik Amerika’ya, genç köylü kızlarını Brezilya ve Arjantin’e yolluyorlardı. Gemi
acentaları ile yabancı genelevlerin temsilcileri, adamlarıydı..... Daha fazla kazanıp bolluk içinde görkemli bir
yaşamın ne olduğundan haberleri yoktu. Belki bu insanlar para kazanmak uğruna her yolu deneyebiliyor,
gerektiğinde becerikli elleriyle her şeyi yonrmasını, deyiş yerindeyse taş kırıp altın çıkarmasını biliyorlardı,
fakat zevkle ve sağlıklı yaşamasını başaramıyorlardı.”
*(Radetzky Marşı”, Joseph Roth, sa:162)
Taş koymak : Mani olmak, engellemek
“Sevmediği için de her fırsatta tersliyor, zaman zaman da işi hakarete vardırıyordu ama, herifin iliği mi
boktu ne, darılıp küseceğine büsbütün dört elle sarılıyor, ayaklarının altında bir köpek gibi yaltaklanıyordu. İyi
ama, yaltaklanmasa da dikilse, ikide birde lafına taş koysa daha mı iyiydi?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:165)
Taşlamak; Taşlamalar göndermek, yazmak : Kritik, alay, tenkit etmek; Halk edebiyatında alaycı, iğneleyici,
yerici ereklerle yazılmış, maniye benzer şiir türü; Eylemlerde karşıt grupların birbirlerine sundukları en ucuz ve
popüler(taş) ikramı; Madencilikte sert madenleri, yerineuymalarını sağlamak için aşındırıcı bir taşla işleme,
parlatma; Kızgın, kavgacı bir grubun diğerine –veya birbirlerine- taş yağdırması
“Martin Rothstein bu kadar büyük trajedileri kaldırabilecek biri değil. O, kıvrak zekası ve coşkusuyla
çekici bir insan; esprili cümlelerden, hazırcevap taşlamalardan oluşan bir barok komedi yazarı; iyi yemeyi
seven, sayısız arkadaşı olan ve Borscht Kuşağı’nın en fırlama oyuncularına taş çıkartacak mizah duygusuyla
insanın aklını çelen biri.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:131-2)
“Ertesi sabah tuvaletin kapısı baştan aşağı taşlama yazılarıyla dolmuştu; önceki taşlamalara cevaplar
(<yanıtlar> döşenilmiş, kimileri onaylanmış, arada yeni taşlamalara yer verilmişti. Ne var ki, bu muziplikle başı
çeken kimse yeniden aynı işe kalkışmak gibi bir aptallığa düşmedi. Amacına erişmiş, samanlığı ateşe vermişti;
şimdi ateşin karşısına geçmiş, büyük bir hazla ellerini ovuşturuyordu.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:116)
“GLUMOV - Hiç şüphen olmasın. Sevgili anneciğim, oğlunu iyi tanırsın. Açıkgöz, kurnaz, hınzır
herifin biriyim. Kendimden daha iyi durumda olanları çekemem. Sana çekmişim, besbelli. Babam sağken, biz
para içinde yüzerken ne yaptım ben? Can sıkıntısından, öfkeden kahrolarak şurda burda sürtmekten, şuna buna
taşlamalar yazmaktan başka ne halt ettim?”
(A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:21-2)
Taşlar yerine oturmak : Adım adım tasarı gerçekleşiyor; Gerçek, bir sisin kalkışı gibi yavaş yavaş kendini
görüntülüyor
“Taşlar yerine oturmaya başladı. Bu çirkin kadının nasıl bir görev üstlenmiş olduğunu yavaş yavaş
sezmeye başladı David. Bu kasvetli bina bir tedavi yeri değil -Bev’in uyguladığı tedavi çok amatörce-, burası
ölümden önceki son durak.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:99)
Taşlaşmak : Taş gibi donup kalmak, taş kesilmek, taş olmak
“Sokaklar boyunca yığılmış taşlar aradan bir sene geçmesine karşın hala hiçbir değişiklik olmadığına
göre, şüphesiz zevk aldıklarından yaparlar bunu. Bir diğer yerde şiirini bitkiden temin eden şey, burada taş olur.
Tecim şehrinde rastlanabilecek yüz civarında ağaç tozlar içindedir. Dalları kekre ve toz kokulu, taşlaşmışlardır.”
(A. Camus, “Yaz”, sa:13)
“Bu noktaya vardığında, Kien taşlaştı. İnce bacaklarını sımsıkı birbirine yapıştırdı. Sağ elini yumruk
yaparak dizinin ğsğtğne koydu..... Bakışları uzağa dikildi. Gözlerini kapatmaya çalıştı. Ama direnişlerle
karşılaşınca, granitten yapılma bir Mısır rahibine dönüştüğünü saptadı. Bir heykel olup taşlaşmıştı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:197)
“Aşağıdaki oda bahçeye bakeığı için perdeler açıktı. Fakat burası sokak tarafında olduğu için perdeler
itinayla kapatılmıştı. O kurşuni ışıklı loş odada Megan’ı gördüm. Dipteki divanın üzerinde büzülmüş oturuyordu.
Hemen aklıma dehşete düşerek saklanan bir hayvan geldi. Korkudan taşlaşmış gibiydi.”
(A. Christie, Cinayet Reçetesi”, sa:70)
Taşra, taşralı, taşra kökenli : Büyük şehir dışından gelen, köylü; yabancı
“Ben parayı sevemem. Öyle paraya fazla düşkün olanlara kızarım. Geçenlerde şoförün biri, otuz lira
için kalbimi kırdı. Beni sinirlendirdi..... Görgüsüz oluyorlar bunlar, çok görgüsüz. Başka birşey değil. Köyden,
taşradan geliyorlar. Satıp savıp altlarına bir araba uyduruyorlar. Ceplerine de bir ehliyet. Hadi bakalım adam
soymaya.”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt: I, ‘Adi Suçlu’, sa:36)
“OLAĞANÜSTÜ MANDALİNALAR - 1
Abartılı davranış
tuhaf bir yoludur göstermenin
senfoniyi anladığının,
ama öyle yaptı o,taşralı kadın,
Marie Antoinette havalı
tutarak gülümseyen başını
kalçalarıyla aynı hizada.”
(John Ash<d.1948>-Nice Damar; “Şiir Atlası-Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap, 27.12.07)
“Opera’daki maskeli balo demek ancak rol almış olanların bildiği üç kişilik oyun demektir. Çünkü ‘Ben
de gördüm’ diyebilmek için, gelen kadınlar için, taşralılar için, toy delikanlılar için, yabancılar için opera bir
yorgunluk, cansıkıntısı sarayı olur gider.”
(H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:16)
“Yalnızca, insanoğullarının hepsinde görülen o doğa vergisi bencillik, papaz takımına özgü ve taşra
kentlerinde sürülen yaşamın yarattığı bencillikle de güç bulup artan ‘bu can benim canımdır,’ duygusu, onun
benliğinde kendisi farkına varmadan belli belirsiz gelişip büyümüştü.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:48)
“Birinin kendi yurduyla alay etmesini nasıl aptalca buluyorsam, kırsal kökenli olmayı hor görenleri de
taşralı olarak nitelendiriyorum. Kırsal yaşam, kendimize güvenli bir yer edinmemiz, komşuluk ilişkisi
kurmamamız, yani bir yerde oturabilmemiz için daha uzunca bir süre sanki tek dayanağımız gibi geliyor bana.”
(H. Böll, “Frankfurt Dersleri”, sa:44)
“Yüz yüze gelip tanışmadan aylarca önceden beri onları uzaktan tanıyordum - kentteki herkesi
tanıdığım gibi. Ayrıca ünlerini de duymuştum: Dikkat çekici, herkesten üstün, göreneklere uymayan yaşam
biçimleri onları bizim taşralıların dillerine düşürüyordu.”
(L. Durrell, “Justine-İskenderiye Dörtlüsü 1”, sa:30)
“Hayır, Trigger kendince bir beyefendiydi. İngiltere’de her yerde bulunabilecek bir taşralıyla bir
beyefendi karışımı. Taktik diye bir şey bilmezdi.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:265-6)
“Babam, birlikte durduklarında daha canlı, daha yakın görünürdü bana. Bu ayrım bence Perran
Hanımefendinin sık sık kullandığı sözlerden geliyordu babamı anlatırken: ‘Azıcık taşra havalıdır. Oysa
aldanmamak gerek.’ derdi. ‘Dürrüzadeler bilinir ki Osmanlı eskisidirler. Yani iki yüzyıla yakın bir aile kütüğüne
sahiptirler.”
(Füruzan, “Gül Mevsimidir”, sa:115-6)
“Ortalardaki ranzalardan birinde, adamın biri sessiz sakin anlatıyordu:
‘Tüymeye kalkışıp da buraya, sizin aranıza getirilmeden, 12. Koğuş’ta yattım bir süre. Orada durumu
daha hafif olanlar kalıyordu. Bir gün taşralının tekini getirdiler koğuşa. Adamcağıza, bir gece evinde askerleri
yatırdığı için on dört gün vermişlerdi. Önce gizli örgüt toplantısı falan sanmışlar, bereket sonradan adamın bu işi
para için yaptığı anlaşılmış.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:119)
“El arabasının kolları kaldırıma dayalıydı; taşralı da arabasının ön tahtasına başını dayamıştı. Gövdesi
eğik düzeyin üzerinde bükülü kalmıştı, ayakları yerdeydi. Bu dünya işlerinde engin tecrübe sahibi olan
Gavroche, hemen adamın sarhoşluktan sızmış olduğunu anladı; belli ki çok içen ve çarçabuk zilzurna olan
hamallardan biriydi bu..... Taşralı durmadan horluyordu. Arabayı yavaşça arkadan, köylüyü de önden, yani
ayaklarından çekti. Adam bir dakika sonra, aynı rahatlık içinde kaldırıma serilmiş uyuyordu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Vol.:IV, sa:542-3)
“Öğrenimini sürdürürken kıt kanaat geçinebilmesine yetecek parayı anne ve babası, taşrada yaşayan bu
fakir insanlar her ay kendisine düzenli yollamıştı; onların desteğinden ilerde de yoksun kalmayı düşünmüyordu,
yeni uğraş alanında hayalinde yaşattığı üstün başarılara ulaşmayı amaçlıyorsa, uzaktaki anne ve babasının büyük
umutlarla izlediği öğrenimine elbet son vermesi gerekiyor, ama onların maddi desteğini de elden çıkarmak
istemiyordu.”
(F. Kafka, “Taşrada Düğün Hazırlıkları”, sa:338-9)
“Frengistan’da toyluğuma rastlayan ilk seyahatim böyle geçti. O zaman hemen anladım ama, taşra
sınırları içimde kopmaya başladı. Dünya’nın Yunanistan’dan daha zengin ve daha geniş olduğunu, güzellikle acı
ve kuvvetin, Girit’le Yunanistan’ın kendilerine verdiklerinin dışında başka biçimlere de girebileceklerini
gördüm.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:179)
“Öte yanda, Buenos Aires’den denize açılarak bu yolculuğa çıkmış olmakla, genelde halkı sade
ceketleri ve bir zamanlar aşağı sınıfa özgü pantalonları benişmsememiş, ancak yakışık alır bir değişiklik yaparak,
dünyanın en ilginç giysilerinden sayılabilecek taşralı giyimlerine bağlı kalmış olan Şili halkından olup, sürekli
orada oturduğunu doğrulamıştı.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:33-4)
“Bird’ün üniversitedeki az sayıdaki kız arkadaşları, özellikle de taşra kökenli edebiyat fakültesi
öğrencileri, en azından Bird’ün bildiği kadarıyla, hepsi, mezuniyet yaklaştığında, tanımlanamayan yaratıklara
dönüşmüşlerdi. O kızların hücrelerinin bir kısmı günden güne gelişip deforme olarak, sonunda da davranışları
cıvıklaşmış, yüzlerini hüzünlü ifadeler kaplamıştı. Sonra da, mezuniyet ertesinde, günlük yaşama uyum
sağlayamamışlardı.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:61)
“Eskiden omzunda çapasıyla kaba saba bir ırgat, şimdiyse bir devlet memuru, yani başkentle ilgili
anlatılacak bir sürü haberle dolu dağarcığıyla çiçeği burnunda bir polis memuru olan babamın yıllık izinlerini
Lizbon’da geçirmesi mantıklı olmazdı, çünkü ona asıl saygınlık kazandıracak şey, eski iş arkadaşlarının karşısına
çıkıp kibar laflar etmek ya da hiç değilse fazla taşralı görünmemek için şivesini elinden geldiği kadar düzeltmek
ve bir meyhanenin samimi havası içinde bir-iki kadeh atarken onlara kadınlarla ilgili hoşlarına gidecek öyküler
anlatmak olurdu...”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:44)
“Fransa’da bir yerde Pierrette tarzında pırıl pırıl bir genç kız vardı, çiçek gözlü, taşralı bir kız, kendini
onun için el değmemiş olarak saklıyordu; bazı bazı gelecekteki efendisini, bu tatlı sert adamı düşlüyordu.
Kızoğlankızdı.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:229)
“Genç Vikont’un küçümseyişi, bir taşralının bile anlayabileceği kadar açıktı. Milletvekili az sonra
Komandör de Soubirane’ın yanına gitti.
-İşte hepsi böyle bunların, dedi. Ah, siz saray asılzadeleri ah! Sizinkileri bir yana bırakıp kendi
tazminatlarımız için oy verebilseydik..... Biz artık eskiden olduğu gibi sizi yirmi üç yaşında albay, kendimizi de
kırk yaşında yüzbaşı görmek istemiyoruz. 319 uygun milletvekili üzerinde biz 212 kişi, vaktiyle okkanın altına
giden o taşra asillerindeniz...”
(Stendhal, “Armance”, sa:32)
“ ‘... Al açık resmi de bul belanı,’ diyerek üstüne atıp savuştuydu. Bakmamla aklım başımdan gitti.
Meğer kokain sarhoşluğuyle çırpınırmış. Delirip aygırsaması, kokaindenmiş. Biz taşralı olduğumuzdan kokain
mokain bilmeyiz. Bizim bildiğimiz bir rakı, bir de çok çok esrar...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:251)
“Taşralı kadınlara pek dayanamazdı. Bunlar da kendisini çekiştirmekten geri kalmazlardı. Onlara göre
Darya Mihaylovna burnubüyük, ahlaksız ve çok acımasız bir kadındı..”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:32)
“Henri Beyle’nin <Stendhal> babası, ya da oğlunun ve can düşmanının deyimiyle “soysuz babası”,
kelimenin tam anlamıyla dar-kafalı, taşralı bir burjuva, cimri, katı bir mantıkla hareket eden, paranın büyüsüne
kapılmış, Flaubert’in ve Balzac’ın bize bütün çıplaklığı ile anlattığı taşralı burjuvanın tipik bir örneğiydi. Taşralı
bir aileden gelen annesi Henriette Gagnon’un ise, tersine, romantik bir mizacı vardı.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:165)
Taş taş üstünde kalmamak; Taş üstünde taş bırakmamak; Taş üstünde taş, gövde üstünde baş kalmamak
: Yıkılmak, tümüyle harap olmak, tarümar etmek, olmak
“B. KATİBİ - Ha, buraya çok gelirler. Eskiden tabakhane tarafında çay kenarındaki mahallede kötü
kadınlar otururlardı. Şimdi taş taş üstünde kalmadı ya... Bu kötü kadınlar bile ta Şam’dan, Bağdat’tan bir iki
sende bir kalkıp gelir, ziyaret ederler.”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:71)
“-Olur a; yarın da ‘Başkent’de taş taş üstünde kalmaz, on gün alem yapar.
-Şeytan herif!
-Şeytan dediniz de, bu işte şeytanın parmağı var…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cil:IV, sa:422-3)
“ ‘Tapınak insanı şaşırtıyor, değil mi?’ diye alaylı alaylı sordu onlara. ‘Kaç yılda yapıldı? Yirmi mi? On
bin işçi mi çalıştırıldı? Üç günde yerle bir ederim onu. Sonra son kez iyi bakın. Elveda deyin, çünkü taş üstünde
taş kalmayacak!.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:418)
“Top sesleri geliyordu doğudan, batıdan, yandan yöreden. Bu korkunç bir maceraydı. Osmanlı orduları
Güneyden, batıdan, Rus orduları kuzeyden geliyordu. Şehre her an biraz daha yaklaşıyorlardı. Her iki ordu da
şehre <Van> aynı anda girebilirlerdi. Şehir halkı, Müslüman Kürtler, Türkler, Hıristiyan Ermenilerdi. Rus
ordusu girse Müslümanların, Osmanlı orduları girse Ermenilerin hali dumandı. İkisi birden girseler, şehir
ayakaltı olacak, taş üstünde taş, gövde üstünde baş kalmayacaktı. Bu bir dünya savaşıydı. Sorumlusu da
insanlıktı.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:154-5)
“Bu işlerin ceremesini de her zaman zavallı kent çekerdi. Bir kez çadırları yağma eden Türkse, o zaman
Labancz gelir, ‘Ödeyin bakalım bizim tüccarların zararını, yoksa taş taş üstünde kalmaz’ diye koca kente bir
hesap pusulası dayardı. Yok, yağmacı Labancz ise, Kecskemetliler için o da aynı şeydi, çünkü o vakit de
Kuruczlarla Türkler gelir, kendi tüccarları için ödence isterlerdi ve bu da hemen her saman bin altını bulurdu.”
(K. Mikszath, “Konuşan Kaftan”, sa:16)
“Kimi der - Ovanın düzündeymiş,
Kimi der - Ormanın koynunda, eskiden ceylan yatağıymış...
Şimdiyse taş taş üzerinde kalmamış;
Derler ki - Geyikten ve lanettendir.”
(M. Mungan, “Geyikler Lanetler”, sa:13)
“Giriş Bölümü
----------------Özel bir şeylere sahip olma tutkusu
Taş taş üzerinde bırakılmamış bir yer gibi
Ürpertiyor bizi.
Pek azı bilir ne denli sefil olduğunu
Günler geçtikçe yeniden canlanan
Tekinsiz aşkın.”
(Kepa Murura<d.1962>-Ali Karabayram; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.01.03)
“Haber, Kirila Petroviç’a aynı gün ulaştı. Troyekurov küplere bindi ve öfkesinin ilk dakikasında yapmak
isteği aklına ilk gelen şey, saldırarak taş taş üstünde bırakmamak, derebeyini de çiftliğinde kıstırıp tepelemek
oldu.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:17-8)
“Hadiseyi duyan Ebreke <Arbat’ı öldürerek Yemen’i ele geçiren Habeşistan Kralı> son derece kızarak,
‘Araplar bunu, Kabe’lerinden yüz çevirttiğim için yapıyorlar. Ben onların Kabe’sinde taş üstünde taş
bırakmayacağım!’dedi.”
(Taberi, “Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, Cilt:III, sa:1114)
Taş taş üstüne, Taş üstüne taş koymak : Bina etmek; yapı, köprü inşa etmek
“Bir kere, başlangıç diye bir sorunumuz var, yani nasıl edip de, şu bulunduğumuz yerden, ki burası da
henüz hiçbir yer, karşı kıyıya gideceğimiz. Basit bir köpü sorunu bu, taş taş üstüne koyup bir köprü kurma
sorunu. İnsanlar her gün bunun gibi yığınla sorun çözüyor. Çözüyorlar ve yollarına devam ediyorlar.”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:9)
“Kılavuzun dedikleri hala doğruydu. 1833 yılı, 1939 için de geçerliydi. Taş üstüne taş konmamış, yeni
bir yerleşim merkezi çıkmamıştı ortaya.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:51)
Taş-tekmelemece oyunu : Kuralları aşağıda Woolf’un tekst’i içinde yazılı, barbarik devirlerden kalma,
çocukların severek oynadığı, mecazi anlamlarla dolu bir bahçe oyunu
“Şezlongunu katlayan Giles de saptı, ama ters yöne. Ambara tarlaların arasından giden kestirme yolu
seçti. Bu kurak yazda patika, tuğladan yapılmış gibi kaskatı uzanıyordu tarlaların arasında. Bu kurak yazda,
ufalanmış taşlarla kaplıydı. Önüne çıkan sivri, sarı bir taş parçasını tekmeledi; bir vahşinin ok yapmak üzere
sivrilttiği bir taştı sanki. Barbar bir taş; tarih-öncesinin taşı. Taş tekmelemece, çocukların gözde oyunuydu. ....
Oyunun kurallarına göre hep aynı taş, bir tek taş tekmeleniyordu kaleye. Diyelim hedef, bir bahçe kapısı olsun,
tekme sayısı da on. Bu durumda ilk patlatış Manresa’ydı <şehvet> İkinci, Dodge’du <sapıklık>. Üçüncü de
kendi <ödleğin teki>. Dördüncü, beşinci ve geri kalanların birbirinden farkları yoktu.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:88-89)
Taş yağmuruna tutmak : Suçlu ya da günahkarı bir grup kişiler tarafından taşlamak
“Vali, elini kaldırıp ilk taşını attı; tutuklu, bu taştan kurtuldu. Ama hemen ardından, kalabalık onu çığlıklar ve yuhalamalar arasında -taş yağmuruna tuttu.”
(P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:114)
Taş yapıp başına atmak : Konu edip dokunaklı bir şekilde kullanmak
“... bir ara görmezden geldiğini sandım, kızdım. Sonra vazgeçtim öfkeden. Artık yapacağımı yaptım.
Görmezden geldiyse de -ki gelmedi, eminim şimdi- artık her şeyin bittiğini o akşam anlatmış olmadık mı
birbirimize? Ben de sanki neden o Talha denen adamı taş yapıp başına attım? Ona kızıyordum, kızmasını da
istiyordum ama o son taşı da oynadıktan sonra oyunu kazanmaktan vazgeçmiş olduğumu bilmeliydim.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:112)
Taş yürekli : Katı yürekli, zalim
“KORO
Hangi tanrı buna sevinecek kadar
Taş yürekli olabilir?
Çektiğine kimin içi yanmaz benimle
Zeus’tan başka?”
(Aiskhylos, “Zincire Vurulmuş Prometheus”, sa:48)
“GECE YARISININ SINAVI
-----------------------------------Çattık, biz taş yürekliyiz,
Haksız yere hor bakılana;
Alkışladık Bönlüğü, dana
Suratlı koca Bönlüğü biz;
Öptük saçmasapan Nesne’yi
Bağrımıza basarcasına
Ve kutsadık taparcasına
Çürüyerek kokuşan şeyi.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:273)
“Tanrılar, çektiği acılar için Herakles’i ödüllendirmek isterler, çünkü taş yürekli Hera’nın nefretinden
türlü utanç duymaktadırlar; çektiği acılara karşılık Herakles’e ölümsüzlüğü armağan ederler.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:495)
“Hele dün Berlin’den gelen akrabalar yok mu? Ortalık kararıncaya değin birbirleriyle kavga ettiler...
Onlar da hiçbir işe yaramaz, beş para etmezler. Aç gözlü, hırslı, taş yürekli ve çok kötü insanlar...”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:II, sa:24)
“Çakırcalı, taş yürekli Çakırcalı Efe oturmuş Posluoğlunun başucunda, ağlıyordu. Bir efe kızanlarının
karşısında ağlıyordu. Sonra elini, yüzünü yuyup, aptes aldı, namaza durdu. Namazı da doğru dürüst kılamadı.
Ağzını bıçak açmıyordu.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:53)
“SEÇİM KOROSU
-----------------------Bas:
Söz veriyorum kolu uzun hırsızlar
Koruyacak servetinizi;
Taş yürekli ırz düşmanları
Ninniler söyleyecek size
Uyuyunca
Kanlı dişleriyle kahkahalar atan
Katiller
Titreyecek üzerinize
Başkanınız olunca ben”
(Mzi Mahola<d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.01.06)
“Tamamen aynı fikirde olan iki söz sahibi insan, onlara inanmaktan başka ne yapabilir ki Joao. Ama
günün birinde, dayaktan ve ağır işten canı çıktığında, her şeyi göze alıp, korkak <çocuk> annesine açıldı. Zavallı
Sara de Conceiçao, dünyayı anlamıyordu artık. Haykırmalar ve Tanrı’ya yalvarmalar sardı ortalığı. ‘Bu lanet
olası herif....bu zenginlerde acıma yok, kendi çocuklarına bile sevgi beslemiyor bu taş yürekli adam...’ ”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:47)
“LEAR - Uluyun, inleyin, ağlayın!... Ah, ne taş yürekli insanlarsını hepiniz! Sizin dilleriniz, sizin
gözleriniz bende olsaydı, öyle ağlar, öyle haykırırdım ki, göklerin kubbesi çatır çatır çatlardı... gitti, kızım gitti.”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:156)
“Mrs. HUSHABYE - Babanız mı?
LADY UTTERWORD - Evet: babam, baban, babamız. Seni taş yürekli seni. (Öfkeyle kalkar.) Doğru
bir otele gideceğim.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:16)
“Suvenir yol boyunca, bir papağan gibi hiç arasız gevezelik etti durdu, kıs kıs güldü Kardeşinin
kendisine de bir şey verip vermeyeceği üzerine konuştu. Aynı zamanda da onu ‘kaba herif, taş yürekli herif’ diye
niteliyordu.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:38)
“Totoca koluma dokundu.
‘Kötüsün, Zezé,’ diye fısıldadı. ‘Yılan kadar kötüsün. Bunun için…’
‘Orda olduğunu görmemiştim.’
‘Kötü, taş yürekli çocuk!. Babamın uzun zamandır işsiz olduğunu biliyorsun. Bunun için dün yüzüne
baktıkça bir şey yutamıyordum. Bir gün sen de baba olacaksın ve böyle anlarda insanın neler hissedeceğini
anlayacaksın.’
‘Üstüne üstlük ağlıyordum da.’
(J.M. de Vasconcelos, “Şekerli Portakal”, sa:50-1)
“... Bu kentsoylular hastalanınca, gecenin ortasında koşuşturmak onlara düşüyordu; hizmetçiler olmasa,
yaşlı adam şimdi yirmi kez ölmüştü. Mösyö Gourd onların taş yürekli olduğunu, zavallıya bir lavman yapmak
için ellerini kirletmekten korktuğunu söylüyordu.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:91)
Ta(r)tar’lar : Asya’da: Kuzey Kafkasya’nın, Kırım’ın ve Sibiryanın farklı bölgelerinde yerleşip kalmış,
yüzleri sanki bir cilt hastalığı geçirmiş gibi kısmen buruşuk ve yalın oluşlarıyla ilk bakışta göze çarpan, Türk
soyundan gelmiş halk. Geçmişte, Cengiz Han’ın komutasında, Hazar denizi ve kuzeyi, Rus topraklarını istila
etmişlerdi. Halk, Türk’lerin, Mogol’ların ve Tatar’ların karışımı bir ulus. Şimdi, Rusya Federasyonu’nda’, özerk
bir cumhuriyet, merkezi Kazan. Yüzölçümü: 68.ooo Km. kare, Nüfus: (tahminen) 4 milyon; 1938’den bu yana
Kiril Alfabesini kullanırlar
“Şvayk, sevecenlikle, ‘Yaa, demek Tatarsın?’ dedi. ‘Bak sen bu işe! Ulan, tatarsan, ne sen benim
dilimi bilirsin, ne ben senin dilini bilirim, nasıl anlaşacağız seninşe? Peki, Steinberk’le Hostin Tepesi’nde senin
atalarının canına okunmuştu.... arkalarına bakmadan topuklamışlardı... Hostin’li Kutsal Bakire’yi bilmezsin sen’
Çarpışmaya o da katılmıştı <Söylenceye göre, 1240 yılında, Moravya’daki Hostin tepesi eteklerinde Tatar’larla
yapılan çatışmadan hemen önce, Meryem Ana, Sternberk’li savaşçı Yaroslav’a görünmüş, Tatarlar bozguna
uğratılmıştı.>’ ............. ‘Memlekete döndüğümde bu tatar adlarını saysam, hayatta inanmazlar bana,’ diye
geçirdi aklından. ‘Mulahaley Abdurrahmanov... Beymurat Allahali... Cerce Çerdedze.. Devletbaley
Nurdagalyev... Falan filan. Bizim isimler bunların yanında çiçek...’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:204-6)
Tat almak : Bk.: Tad almak
Tatlı badem yağı sesli : Pes, tatlı, yumuşak erkek sesi
“Yaşlı adam, tatlı badem yağı gibi sesiyle sordu:
-Oynamasını biliyor musunuz? Bana da anlatsanıza, ben hiç bilmiyorum.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:136)
Tatlı canını üzme : Sen hiç merak etme, beyhude yere zahmete girme
“HECTOR - Asıl önemlisi ağabeyiniz kıskanç mıdır?
RANDALL - Ne? Hastings mi? Üzmeyin tatlı canınızı. Ağabeyim en can sıkıcı ayrıntılar üzerinde
her gün on altı saat kafa patlatır da gık demez.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:109)
Tatlı dille : Yumuşak, sevimli ve rahatsız etmeyen bir dil ile
“Başpapaz neredeyse odasına döner dönmez derin bir uykuya dalmıştı, Peder Markus elindeki tepside
kuru ekmek ve bir bardak keçi sütü götürmek üzere parmak uçlarında içeri girene dek uyanmadı. Uykusunu
almıştı, dolayısıyla Baird onu korkuluğa oturmuş, elinde oltasıyla uyuklarken bulduğunda sığınacak bahanesi
yoktu. Güneş parlıyordu. Baird parmak ucunda usulca yaklaşmış, maviliklere doğru bakıyordu. ‘Yemini alıp
götürdüler,’ dedi tatlı dille. Başpapaz homurdandı.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:217)
Tatlım : Canım, ciğerim, sevgilim, dostum (Argo)
“Karanlıkta beni gören kimse olmasa bile kızarmıştım, bunu hissedebiliyordum. ‘Bana bunları anlatmak
istediğinize emin misiniz Bayan Witherspoon?’ diye sordum.
‘Anlatacak başka kimse yok ki, tatlım. Hem sen bunları bilecek kadar büyüdün artık. Hayatını bütün
öteki mankafalar gibi yaşayıp bitirmek istemezsin, değil mi?’ ”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:97)
“SONSÖZ TASLAĞI
Bir bilge gibi rahat, bir melunca sevimli,
................................................. dedim ki:
Seviyorum seni, tatlım, güzeller güzelim...
Nice bir kez...
Tutkusuz sefahatlerinle ruhsuz aşkların,
Sonsuzluk zevkin,
Ki her yerde, kötülükle bile, boy gösterir tez.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:325)
“Sophie, ‘Peki,’ dedi. ‘Ama Tapınakçılar’ın kutsal saydığı taş büst Baphomet ise, bir ikilem var
demektir. Kripteksin üstündeki harfleri işaret etti. ‘Baphomet kelimesinde sekiz harf var. Burada ise sadece beş.’
Teabing genişçe sırıttı. ‘Tatlım, Atbash Şifresi burada devreye giriyor.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:349)
“Ve bu geniş müşfik siyah kız benim ibnemsi ağlarımı çekiştirip, ‘tatlım, çarşafların değişmesi lzım,’
dedi.
‘Ama daha dün girdim ben bu odaya.’
‘Tatlım, çarşaf değişimini senin programına göre ayarlamıyoruz. Şimdi küçük pembe kıçını kımıldat
ve işimi yapmama izin ver.’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:29-30)
“MAMA - Hayır, biraz daha... dayan tatlım, görüyor musun, bak şişmeye başladı.
ELIZBETH - Doğru... bak Marta, gerçekten şişiyor, gözle görülür bir şekilde... off... ne acı ama!”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:54)
“‘Seni sevdiğimi biliyorsun, Chester. Bilmyor musun bunu?’
‘Evet tatlım; tabii biliyorum,’ dedi Chester. Doğruydu bu. Bundan gerisinin de önemi yok, diye
düşündü Chester. Rydal Keener’in o saçma sapan, devede kulak gözdağı çok gerilerde kalmıştı bile. ‘Hadi
soyun,’ dedi. Colette soyundu.”
(P. Highsmith, “Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:158)
“ANLAMIN ANLAMI
--------------------------Bağa bir tarak,
iğne işi nakış,
Çatlak.
Sevimli bir güve.
‘Hemşire çok can sıkıcı bir kişi’
... kızın gizemlerini didikleyen
Allah’a emanet ol, Tatlım.”
(Selima Hill <d.1945>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.12.06)
“Sana yaklaştım diye ruhun beni paylarsa
Kör ruhunla and ver ki bendim istediğin Will (*);
Ruhun bilir ya, onda şehvetin yeri varsa,
Aşk uğruna, sevgimi doldur, tatlım, zor değil.”
(*) Sayın çevirenin niye basitçe “senin benden istediğin ‘arzu’ bendim, ben kendimdim” demiyor bilemiyoruz. Muhtemel ki,
yazarın ilk isminin “William” olması dolayısıyla cinas olarak öyle bırakmayı seçmiş.
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:136, sa:313)
“MAXINE - Evet, tatlım, ama ben burada rehinci dükkanı işletmiyorum, bir otel işletmeye
çalışıyorum.
HANNAH - Biliyorum, ama burada birkaç gün kalmamızın karşılığı olarak bunu kabul edemez
misiniz?
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:49)
Tatlısu Frengi : Cumhuriyetin kuruluşu sıralarında sahnelerde çok görülen, Batı uygarlığına meyilli Doğu’lu
Hıristiyanlar’a verilen ad
“-Sen bu ameliyattan sonra yaşayan kadın biliyor musun, amca?
-Evet... Orta oyununda tatlısu frengi rolüne çıkan bir oğlan vardı. Adı Recep’ti. O da dünyaya yanlış
kapıdan girmişti.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:420)
“Sonra yine binalar cihetine saptı, meyus bir çehre rastgelmiyordu. Aksine şapkalıları daha şen, daha
mes’ud görüyordu. Tüccar katipleri, mağaza memurları, kendi kendilerine hayali bir ehemmiyet veren tatlısu
frenkleri, hasılı bütün bu renksiz ve Türklüğe düşman güruh, seviniyordu.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:199)
Tatlı tatlı : Sakin, munis bir şekilde
“Arabada öne, Teresa’nın yanına oturur, annesiyse arka koltuğa. Teresa heyecanlıdır, tatlı tatlı
gevezelik eder. Önünden geçtikleri yerler hakkında bir şeyler anlatır onlara, Altona Üniversitesi’nden ve
tarihinden söz eder, gittikleri lokantayı anlatır.”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:14)
“Dünya işlerine karışıyordum, arkadaşlarımla çağımın sorunlarını ve düşüncelerini tartışıyordum.
Önceleri tatlı tatlı sitem ettiler bu yüzden: ‘Kunduracı, çizmeden yukarı çıkma!’ diyorlardı bana. Tepem attı o
zaman. Adrian Zograffi’nin öykücüden çok bir başkaldırmış kişi olduğunu unutuyorlar mıydı?”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:8)
Tatlıya bağlamak : Aşağıdan almak, sorunlu gibi başlayan bir tartışmayı olumlu bitimek
“Sorunu tatlıya bağlamak, Johanna’nın işine geliyordu. ‘Darılmayın, Roswitha’ dedi; ‘sizin yine
heyheyleriniz tutmuş; ama bütün köylülerin böyle heyheylerininn tuttuğunu bilirim.’ ”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:77)
“Başka günler burada gezinenler için bu bağlantı yolunun hiçbir anlamı yoktu. Kilise bayramında ise
yolun genişliği dört misline çıksa da yine o sonsuz kalabalığa dar geliyordu. İtile kakıla ileri yürüyenlerle geri
dönenler çatışıyordu. Ama her çatışma, bayram ziyaretçilerinin her bakımdan hoşgörülü davranışlarıyla sonunda
tatlıya bağlanıyordu.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:19)
“Refik şaşırdı: ‘Evet, geliyorum, geliyorum!’ diye homurdandı.
Nigar Hanım bu konu da tatlıya bağlandığı için sevindi.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:248)
Tatsız tuzsuz : Lezzeti olmayan, zevk alınmayan (Yemek, konuşma, hayat vb.)
“Göz yaşı ve güneş yüzlü yaşam, tatsız tuzsuz yaşam, soğuk taşlar sunan yaşam, sevdiğim ve
hissettiğim gibi olan yaşam, bana, yaşam okşandığında, umutsuzluğun ve aşkın tüm güçleri birleşecekler gibi
geliyor.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:61)
“MEPHISTOPHELES, silkinerek. - Öyle görülüyor ki, ben hiç de pek fazla akıllanmamışım... Kuzey
yönleri gibi, burası da anlamsız bir yer. Hayaletler, orada olduğu gibi, burada da serseri, halk ve şairler hep tatsız
tuzsuz. Asıl maskara alayı burada.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:145)
“Kendini o kadar zorladığı halde, bu tatsız tuzsuz yemeklerin hiçbirini yiyemiyordu. Zorla yutmaya
çalıştığı bir iki lokma boğazında düğümlenip kalmıştı. Bu lif lif etten de, sade suya patates püresinden de
iğreniyordu.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:197)
“Bakışlarımız karşılaşıyor. Anlaşıyoruz.
‘Seni ele vermeyeceğim.’
‘Biliyorum.’
‘Bildiğin ne?’ diye aklımdan geçiriyorum.
‘Artık yürüyüş yapmaktan bıktım. Hem kumanda edilmeye de katlanamıyorum. Senden iki yaş büyük
olan herkes sana kafa tutuyor. Sonra da şu tatsız tuzsuz nutuklar, hep aynı şeyler, bir sürü saçma.’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:134)
“Önündeki sayfaya en düzgününden italiklerle ömründe okuduğu en tatsız tuzsuz şiir yazılmıştı:
Ben süfli bir halkayım
Bezdiren zincirinde hayatın,
Ama pek çok kutsal söz söyledim,
Ah, sakın hepsi boş demeyin!”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:157)
Tavaf etmek : Yürüyerek etrafını gözden geçirmek, dikkatlice süzmek; Hac zamanında olduğu gibi kutsal
yerleri ziyaret ederek etraflarında dolanmak
“Bunca yıldır tanıdıkları salona, yabancı bir mekana girer gibi girdiler. Salonu bir kez tavaf ettikten
sonra yemliğin içinde yatan ve haç işareti yapıyormuş izlenimini veren balmumundan yapılmış bebek İsa’nın
önünden birer birer geçtiler ve masaların üstündeki armağanlara bir göz attıktan sonra herkes kendisine ayrılmış
yere gidip sessizce beklemeye başladı.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:470)
Tava getirmek : Islah etmek, düzenlemek, en uygun duruma getirmek
“ ‘Kafir, ruhun değişmezliğine itimat eder,’ dedi Bülbül Fakih. ‘Fakat biz can taşıyan her şeyin
hakikatin hizmetinde ıslah olabileceğine inanırız. Kafir, insanın kaderine karakterin yön vereceğini söyler; biz,
insanın kaderinin karakterini yeniden tava getireceğini söyleriz. Kafir, evrenin resmini çizer ve çizidiği resmi
tasvib etmek zorunda olduğuna inanır.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:321)
Tavana kadar kitaplarla dolu : Yerden tavan kadar, hemen hemen dört duvarı kitaplarla kaplı çalışma odası
“ ‘Kusura bakmayın, ama çok biçimsiz bir zamanda geldiniz,’ dedi <H. Hesse). ‘Dün tatile gitmiş
olmamız gerekiyordu, ama karımı arı soktu ve yolculuğumuzu erteledik. Burada her şey karman çorman, çalışma
odama gidebiliriz.’ Tavana kadar kitaplarla dolu oturma odasından geçtik ve başka küçük odaya girdik.”
(Miguel Serrano, “C.G.Jung & Hermann Hesse”, sa:23)
Tavana vurmak : Zıplamak, yükseklere fırlamak
“ ‘Kim var orada?’ diye soran Grouard, son otuz saniye içinde adrenalinin ikinci kez tavana vurduğunu
hissetmişti. Birden silahını nereye doğrultacağına veya hangi yöne doğru hareket edeceğine karar veremedi.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:147)
Tavır almak : Özel bir davranışa bürünmek, tepki vermek
Bk.: Tavır koymak, Tavır takınmak
“Blaese düşünürken, kendi ayağıyla gitmediğini pek iyi bildiği bir inek ahırında geceleyin birdenbire
uyanmış bir adam gibi, garip bir tavır aldı, güldü ve: ‘Efendiciğim, bunu Blaese mi söyledi? Eğer şimdi bunu
anımsıyorsam, beni şeytan çarpsın!’ dedi. Öteki: ‘Ay, ant içmeyin dostum.’ diye karşılık verdi.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:86)
“Clarissa, kızların bazılarının Marion’a karşı tavır aldıklarını, ondan uzak durduklarını görüyor ve
Marion’un bu kişilere karşı ilgi göstermesinden huzursuzluk duyuyordu. Marion’u, kendisinin görebildiği bu
‘tavır alma’ konusunda uyarmayı düşünüyor ancak bunun için gerekli cesareti bulamıyordu.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:30)
Tavır koymak : Bilinçli olarak farklı ve olumsuz davranmak, karşısındakine davranışıyla bir mesaj iletmek
“Ona karşı çıkmalı, sana bağırmaya başlayacak olursa sen de ona bağırma yürekliliğini
göstermeliydin….. O anda neden tavır koymadığın hakkında hiçbir fikrin yok, babanın ani ölümünün yarattığı
şok da da buna mazaret olamaz. Harekete geçmeliydin, ama yapmadın. Ömrün boyunca itilip kakılan insanların
yanına yer aldın, her şeyden çok inandığın bir ilkeydi bu, ama işte o gün dilini tuttun ve hiçbir şey yapmadın..”
(P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa.147-8)
Tavır takınmak : Belirli bir tutum ya da davranış biçimi sergilemek
“ ‘Siz yaparsınız, insan bundan hoşnut olabilir, Roswitha.’ Çoğunlukla ağır başlı bir adam rolünü
oynayan Kruse, gittikçe şakacı bir tavır takınmak ister gibiydi ki, birdenbire hanımefendiyi gördü; Effi, o gün
korunun öbür yanından gelmişti; tam o anda çiti geçiyordu.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:II, sa:118-9)
“Servet Bey’ diyordu ki:
‘İster misiniz, onu gidip bulayım? Size namusum üzerine söz veriyorum, on beş gün içinde nerede ise
bulurum.’
Servet Bey evvela öfkeli bir baba tavrı takınıyor:
‘Cehenneme gitsin,’ diyor, ‘o benim için artık ölmüştür.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:130)
“Memişe üçüncü kibriti çaktırdım. Süleyman hala kımıldamıyor. Tıpkı bir Hint fakirini andırıyor. Onu
önce bir çocuk gibi kandırmaya çalıştım. Fakat, Süleyman inadında direnir göründü. Sonra kesin ve emredici bir
tavır takındım:
-Haydi, kalk bakayım; artık çok oluyorsun.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:108)
“Sabaha karşı halsiz düştüm ve nihayet uyku beni sardı. Geç uyandım ve hala mahçup bir halde ve nasıl
bir tavır takınacağımı bilmeksizin yemek vaktinde ortaya çıktım.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:208)
“Doktor ve Scarlett ayaklarının ucuna basarak holü geçtiler. Melanie’nin kapısının önüne gelince
Doktor Meade, Scarlett’i omuzlarından tuttu:
-Yavrum sakın ayılıp bayılayım ya da feryat edeyim demeyin! Son olaylardan da söz etmek yok! Aksi
takdirde hiç duraksamadan beyninizi patlatırım. Şimdi bir melek gibi masum tavırlar takınmanıza da gerek yok.’
”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:1284)
“Ömer: ‘Afiyet olsun çocuklar, yarasın!’ dedi. Babacan bir tavır takınmaya çalışıyordu.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:348)
“Fakat bunlara karşı Prens Andrey öyle bir tavır takınmasını bilirdi ki ona hürmet eder, hatta ondan
korkarlardı.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:287-8)
“Her ne kadar bunu ona sezdirmemeye çalışıyorlarsa da İvan İlyiç’in gözünden hiçbir şey kaçmıyordu.
Evdekilere ayak bağı olduğunu, karısının hastalığına karşı değişmez bir tavır takınarak onun yaptıklarını,
söylediklerine pek kulak asmadığını anlıyordu.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:60-1)
Tavlamak : Kandırıp elde etmek (Genellikle karşıt cins), inandırmak, ikna etmek (Argo)
“Bizim kalın kafalı hiçbir şeyin farkında değil; oysa ben bu hükmeden, akıllı genç kadının dualarımın
karşılığı olup olmadığını düşünmeye başlıyorum. Hayali G.K.A. yerine bir erkek tavlamaya can atan bekar bir
kadın. Ezip geçen bir silindir.”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:159)
“Kilise ve rahibin sadece dışarıyla ilgilenmeleri gerekir. Rahip, benim onu sıkan ve üzen içtenliğimden
çok, ona yardımcı olan bir gösterişle ilgileniyor. Robert, herkesi tavladığı gibi -ne korkunç bir kelime- onu da
etkilemiş. İyilikler onun, kötülükler benim.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:82)
“Genç teğmeni tavladığını anlıyordu. Ya da ona öyle gelmişti. Ateşe devam etti:
-Maksatları ne? Besbelli: Fırsat bulsalar yıkılmış, yerle bir edilmiş Al-i Osman’ı ayağa kaldırıp,
milletin başına bela etmek.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:49)
“Aylak askerlerle ve koşturup duran işçilerle böyle yan yana, işsiz güçsüzlerle, uğursuzlarla, her türden
düzenbazla dopdolu bir cangıl’da, kapsül satıcısını arıyordum, daha doğrusu alık bir ifade takınarak,
olabildiğince gezmen gibi davranarak onu tavlayıp kendime çekmeye çalışıyordum.”
(A. Maalouf, “Béatrice’ten Sonra Birinci Yüzyıl”, sa:18)
“Bakır nefeslilerden oluşmuş bir bando, çiçekler açmış ağaçlıklı bir yolda gevşek bir vals çalıyordu.
Noter Sokağı’nda ağırbaşlı müşterileri tavlayan meteliksiz küçük orospulardan biri her zamanki gibi sigara istedi
benden.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:24)
“Ne yalan söylemeli, gene de seks vaat eden bir yanı var. Yaptığı espriler, aklı sıra beni tavlamak için
bulduğu numaralar, ne kadar sası olursa olsun içimi gıcıklıyor, ne yazık ki böyle... Gözlerimin içine, arzusunu
saklayamayan gözlerle yalvarır gibi bakıyor...”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:102)
“Zaten çizdiği tabloların yeterince güçlü olmadığını hissettikçe, ikide bir ‘tıpkı Binbir Gece Masalları
gibi’ diyerek okuru tavlamak isteyen Nerval, İstanbul gezisini ‘sarayları, camileri, hamamları başkaları o kadar
çok anlattı ki ben anlatamadım’ diye bitirirken...”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:209)
“Köylü piyade erleri gülleri gübreliyor ve hanımları tavlamak için bebeklerini okşuyorlar. Az ötede
çocuklar toz toprak içinde yuvarlanıyor. Anasının gözü kızlar ağaçların altında gülüşüp oğlanları dikizliyor.”
(A. Rimbaud, “Dizeler”, sa:49)
“Kermese gideceğim. Böyle, bin dereden su getirmeye ne lüzum var? Bu çok doğal bir şeydi: Orada
müşteri peşinde dolaşan karı kılıklı oğlanları seyredecekti. Sébastopol Bulvarındaki Kermes kendi alanında ünlü
bir yerdi. Durat Şirketinin kontrolörü sonradan öldürdüğü o küçük orospuyu orada tavlamıştı.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:133)
“ELLIE - Parası olmayan her kadın koca avcısıdır. Bunu söylemek kolay senin için. Ömründe
parasızlık nedir bilmemişsin. Erkeğe gelince, elini sallasan ellisi. Ben hem fakir, hem namuslu bir kızım.
”Mrs. HUSHABYE - Ay, hiç güleceğim yoktu. Namusluymuş. Mangan’ı nasıl tavladın? Kocamı
nasıl tavladın? Bir de utanmadan bana dil uzatıyor.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:76)
“<Külkedisi> çoğunlukla, Jane ya da Catherine ya da Elizabeth gibi eski, iyi bir ad taşır. Daha açıkgöz,
erkekleri tavlamada usta olan, daha göze çarpıcı bir biçimde giyinen ve makyaj yapan, çoğu zaman ‘Corinne
Delamerie’ gibi tuhaf ve egzotik bir ad taşıyan başka bir kızla kıyaslanır.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:38)
“-Abartmayın enişte, dedi Guelin. Paris’te kadından bol ne var?
-Ah, bacaksız! Peki sen niye hiçbirini tavlamıyorsun?
Guelin küçümseyici bir tavırla omuzlarını silkti.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:20)
“... mesela, bir Grecourt’un, bir Crebillon’un pembe renkli ve mis kokulu tatsız tuzsuz çapkınlık
hikayeleriyle veya Eros’un zavallı bir çoban kılığına büründüğü ve aşkın tahrik edici birtakım hareketlerden
başka bir şey olmadığı...”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:108-9)
Tavlanmak : Semirmek, şişmanlamak
“Komşudan bir kadın, çocuğuna: ‘Git İhtiyar teyzene söyle, bir baş sarımsak versin.’ diyordu. Çocuk
gelip: ‘İhtiyar teyzee!’ diye sesleniyordu. Çok gücüne gidiyordu. Ama ar ediyor, kimseye bir şey diyemiyordu.
İçine ata ata, incelip gidiyordu. Gök Sultan’la aynı kaptan yedikleri halde, onun gibi tavlanamıyordu. Üstelik
kısır bir ‘kancık’tı.”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:9)
Tav olmak : Düşkünü olmak, sevmek, beğenmek
“Suratı şişmiş olur, kahvaltıda yediği ekmeğin kırıntıları gerdanının orasına burasına yapışmış olurdu.
Renée de sabahsı çirkin görünüşünü saklayıp gizlemezdi asla, çünkü ancak belli müşterilere, çokluk yalnız bana
kapısını açardı sabahleyin; bizim kadınsı güzelliklerine değil, nefis içkilerine tav olduğumuzu bilirdi. Gerçekten
nefisti içkileri, ama pahalıydı; o zamanlar yaman bir konyak çıkarırdı müşterilerine, üstelik kredi açardı.”
(H. Böll, “Cüce ile Bebek-İyi Yürekli Yaşlı Renée’miz”, sa:131)
Tavsamak : Gevşemek, yavaşlamak; eski gücünü, hızını, etkisini yitirmek
“Öğleye doğru arkadaşların daireye girip çıkmalarından, avurtlarını şişirip bir şeyler çiğnemelerinden
çörekçi kızın geldiğini anladım. Biraz bekleyip müşterilerin hücumunun tavsadığını sezince hemen dışarı çıktım,
kağıtları çıkardım. Cesaretimi toplayıp kıza doğru yürüdüm.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:43)
“ ‘Yine de yavanlaşıyor. Tavsıyor. Bana bu geçişi yaptıracak yeterli gücü toplayamıyorum. Gerçek
benliğim, varsaydığım benliğimle ilgisini kesiyor. Ve yeniden yazmaya başlarsam, ‘Bernard yazar numarası
yapıyor; Bernard, kendi biyografi yazarını düşünüyor’ duygusuna kapılacak (ki bu doğrudur). Hayır, mektubu
yarın kahvaltıdan hemen sonra yazacağım.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:59-60)
Tavşancık, tavşancık, çıksana.. :
(ÇEK MYTH.): Çek çocuklarının oynadığı bir ev oyunu
“Etiketin öbür yanındaki resimde ise, şu bildiğimiz çocuk oyununu oynamaya başlayacaklardı. ‘Bir
tavşancık varmış, deliğinde oturmuş kalmış. Tavşancık, tavşancık, çıksana. Ne oldu sana, hoplayıp zıplasana!’ ”
(Y. Haşek, Aslan Asker Şvayk”, sa:95)
Tavşan görmüş tazıya dönmek : Çok telaşlanmak, endişelenmek
“Ebuzer Ağa, bu işi her fırsatta, herkese tekrar tekrar şöyle anlatıyordu:
- Seferberlik ha patladı, ha patlayacak, işte o sıralar... Bizim çelebiye bir telaş geldi bey... Herif, tavşan
görmüş tazıya döndü. Önce eşyaları taşıdık Bitpazarına... Ucuz pahalı sattık.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:132)
Tavşan kanı demli çay : Çay tiryakilerinin düşkün oldukları kıpkırmızı, koyu, demli çay
“Bakıyor, görüyor, ama farkına varamıyordu bakıp gördüklerinin. Oysa simitçiler, camiye koşan, ya da
dönen müslümanlar gelip geçiyordu. Cebinde parası olsaydı, ısırınca çıtırdayan iki tane susamlı simit alsaydı, bir
de tavşan kanı demli çay, peynir bile istemezdi ama, nöbetçi!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:45)
Tavşan uykusunda olmak : Her an uyanmaya, ayağa kalkmaya hazır, hafif uyku pususuna yatmak
“ALAZANİ IRMAĞI KIYISINDA
------------------------------------------Duyuyorum, kayabaşında neyi çığrıştırıyor buzullar,
Çavlanların neden akar yüreği ovaya doğru.
Biliyorum neden huysuzlaşıyor Nisan’da yağmurlar
biliyorum, neden daha dingin Kasım’ın tavşan uykusu.”
(İrakli Abaşidze<1909-1992>-Hüseyin Uygun; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
05.06.03)
“FOLFANFIFRE’NİN ÖYKÜSÜ
--------------------------------------Folfanfifre uyumak isterdi hep
Ekmek parası için yoksun kalırdı uykudan
Şimdi tıkırında işleri
Şimdi tabutunun içinde
Ama uyuyor belki de bu saatte
Belki de tavşan uykusundadır kim bilir?”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:62)
“Yemek terine uyumayı tercih ediyordu Gavroche. Ama tavşan uykusuydu bu: Tek gözü kapalı, tetikte
uyuyan bir uyku. Nitekim bir yandan içi geçmekte ama öte yandan da çevreyi gözetlemekteydi.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Vol.: IV, sa:168)
Tavuk gibi yolmak : Fırsattan isitifade ederek soyup soğana çevirmek
“Karısının ölümünden sonra evini çekip çevirmek için dul bir kadın buldular. Kadın işini iyi biliyordu
doğrusu. Fırsat buldukça generalin çayını, şekerini, parasını çaldı; adamı soyup soğana çevirdi. Zavallıyı tavuk
gibi yolması yetmemiş gibi bir gün tuttu, pelerininin astarını sökerek kendine bluz diktirdi.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:46)
Tavuk karası : Gözde, yaşlılıkla oluşan katarakt hastalığı, perde
“-Ne bileyim! Şimdi insan öz kızını tanımıyor!
-Gözlerde bir şey başlamasın Arif, katarakt, matarakt... Hani bizim millet, tavuk karası der!”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:187)
Tavuklarını erken saymak : Erken karar vermek (Olayları beklemeden yatağa erken gitmeyi arzulamak,
dolayısıyla erken tavuk sayımı yapmak’tan kinaye)
“‘A-ama,’ dedi Susan kekeleyerek, ‘ben gönderilen mesajı gördüm. O mesajda...’ (Becker’in
öldürüldüğü bildirilmişti.)
Smith başını sallayark yanıtladı. ‘Onu biz de gördük. Hulohot tavuklarını biraz erken saymış.’ ”
(D. Brown, “Dijital Kale’, sa:393)
Tavur zavur : Bir kimsenin sergilediği tavır ve görünüm, giyim kuşam
“-Ne diye?
-Ne diye olacak? Siz kim oluyorsunuz da benim ifademi almaya cesaret edebiliyorsunuz, diye.
Koğmuş herifleri!
-Vay anasını...
-Belli canım, o kalıp, o kıyafet, o tavur zavur...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:212)
Tavus kuşu : (YUN. ya da HİNT’çeden gelme) Taus; Çoğul: Atvas, tavais; Sülüngiller’den, yabanıl ve evcil
türleri bulunan; çok güzel parlak tüylü, erkeğinde çok uzun ve yaldızlı yeşil telekli, uçları yuvarlak benekli,
açılınca renkli ve geniş değirmi kuyruklu, acı, çirkin sesli büyük bir kuş: tavus yeşili: erkek tavusun kuyruğunda
görülen zümrüdi yeşil
“İnsanlara güzel görünür dışım
Boyun eğer, içimden utanırım!
Rengarenk tavusu beğenir insan,
O, utanır çirkin ayaklarından!”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:93)
Tayfa : Gemici; başıboş gezen, makule, güruh, sınıf
“ALBATROS
Tayfalar sık sık yakalar, iş olsun diye,
Koca deniz kuşlarını, albatrosları,
Keskin çukurlar üstünden kayan gemiye
Eşlik eden o kaygıbilmez dostları.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:31)
“Yavaşlığın keyfi neden yitti gitti böyle? Ah nerede şimdi geçmişin aylakları? Halk türkülerinin tenbel
kahramanları neredeler, bir değirmenden ötekine sürüklenip duran, açık havada yıldız palasta uyku çeken şu
serseri tayfası nerede şimdi?”
(M. Kundera, “Yavaşlık”, sa:8)
Tayın : Ekmek, azık (Askerlikte); Atılan dayak ya da edilen küfür, verilen şey (Argo)
“ ‘Tam eğilip yerden kaldıracağım sırada, yattığı yerden başladı tekme atmaya. Ben de dizimle bir çıkış
yaptım, kafasına da iki tane indirdim. Suratı kana bulandı. ‘Bu tayın kafi mi ulan?’ diye sordum. ‘Evet,’ dedi.’ ”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:34)
“Düdük, tuvalet kağıdını bile getirmişti yanında. Bize vereceği tayının umurumuzda olmadığını
söyledik. Bir gün sıktık dişimizi, iki gün, derken üç gün. Alçak herif, jambonları mideye indiriyor, ekmekleri
dilip tereyağını sürüyor...”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:119)
Taze : Genç, güzel, yeniyetme (Genellikle kız, hanım)
“Sokaklarda çıt yoktu. Sonra birdenbire insanlar yatsıdan dönerlerdi. Keskin bir öksürük sesi duyardık.
Kulak verirdik. Karları bir lastik ezer; odada beyaz başörtülü, rastıklı bir taze bir sakız patlatırdı.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç”, sa:12)
“Şube reisinin karısı emirbere haykırdı:
-Hasan, dedi, yoruldun mu?
-Yok hanım, diye yanıt verdi asker, biz yorulmayız.
Kaşları rastıklı taze, tatlı bir gözle şimdi kendilerine yaklaşmış askeri süzdü:
-Arslan! dedi.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Çelme”, sa:20)
“Bizim zeytinliğe vardık.
-Lahitler, deyip çığrındı taze, Yunan vallahi billahi Erdinç, erken Yunan hem de…”
(Füruzan, “gecenin öteki yüzü”, sa:12)
“ ‘Jülyen nişanlısıyla tanıştırdı beni. Tanrı biliyor ya güzel bir tazeydi Bert. Cinsel çekicilik bakımından
harikulade diyebilirim. Kaşlar, gözler, saçlar, boy bos kusursuzdu.’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:45)
“Zavallı taze, üzüntüyle yıldırım çarpmışa dönerek yatağa düştü, altı hafta sayıkladı. Sonra bu şiddetli
bunalımın yerine dingin bir kesiklik gelince ancak yemek yiyebilerek, yalnızca gözlerini oynatarak kımıltısız
kaldı.”
(G. de Maupassant, “Tombalak-Kaçık”, sa:72)
Tazelemek :
İçtiği çayı, kahveyi, içkiyi (kadehi) ya da sigarayı yenilemek
“Bird, Himiko’nun kadehiyle birlikte kendi kadehini de tazeledi. Himiko’nun, aklına öylesine gelerek
söylediği sözleri unutana kadar sarhoş olup, ertesi gün o çokboyutlu uzayla ilgili hayallerine geri dönebilmesini
istiyordu. Bird, zaman makinesine binerek on bin yıl önceki dünyayı ziyaret etmiş bir gezgin gibi, kendisinden
kaynaklanan bir etkiyle gerçek dünyada anormal bir şeyler olmasından korkuyordu. Bebekteki anormalliği
öğrendiği andan beri aynı hisleri taşıyordu. Üst üste gelen kötü eller sonrası bir kağıt <iskambil> oyununa ara
verir gibi, bir süreliğine dünyaya ara verebilmeyi arzuluyordu.”
(Kenzaburo Eo, “Kişisel Bir Sorun”, sa:74-5)
Taze pişmiş ekmek gibi : Geçen yüzyıllarda Alman köylülerinin parlak ve kapkara şeyleri tasvir için
kullandıkları benzetim
“Şubatta, her yerin donla kaplı olduğu günlerden birinde, dalgalarla sürüklenen cesetler bulundu.....
Köye getirildiklerinde, orada bulunan genç bir kadın, konuşkan bir tavırla yaşlı Haien’in önünde durarak,
‘Onların insan gibi göründüklerine bakmayın,’ diye bağırdı. ‘Hayır, deniz şeytanı gibiydiler; başları bu kadardı,’
diyerek iki elini birbirinden uzaklaştırıp açmıştı; ‘Taze pişmiş ekmek gibi parlak ve kapkaraydılar, ellerini
yengeçler kemirmişti ve onları gören çocuklar yüksek sesle haykırıyorlardı!’ ”
(Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:32)
Tebdili kıyafet : Kıyafet değiştirmiş olarak, tanınmayacak şekilde giyinmiş
“Ghalib’in Gazeli
Hepsi değil, yalnızca birkaçılaleler gibi, güller gibi tebdili kıyafetküllerden dönüyorlar.
Hangi olasılıkları
sonsuza dek örttü toprak, hangi yüzleri?”
(Agha Shahid Ali-Jale Erzan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.04.04)
Tebelleş olmak : Takılmak; isteğine karşın birinin başından ayrılmamak, bela olmak, asılmak (argo)
“Stockholm’de ayyaşlara sık sık rastlardınız. Kesekağıdına koydukları şişenin ağzından sık sık bir fırt
çeker ve önlerine kim çıkarsa tebelleş olurlardı. Kokuları dayanılmazdı. Blue-jean giyer ve tahta pabuçlarını
tıkırdata tıkırdata dolaşırlardı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:90)
“Bobby devam etti:
-Ralph’la görüşüyorum diye bana tebelleş oldu.
-Seni Ralph’la görüşme diye uyarmıştım.Eşeğin biri o.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:140)
“Canavar her zaman olduğu gibi durduğu yerde tepiniyor, köpek gibi havlıyor, onun üstüne yürümeye
hazırlanıyordu. Defol dedi canavara, korka korka bir taş aldı yerden, fırlattı. Taş canavarın hiçbir yerine gelmedi.
Canavar yavaş yavaş doğruldu. Pis hayvan, dedi adam, ikide birde karşıma çıkıyor. Yalan olduğunu biliyorum
ama... Tebelleş oldu. Gidip öbür kanepeye oturayım. Yere de otursam olur ya.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:153)
Tecavüz etmek : Saldırmak, kaba kuvvetle cinsel temasta bulunmak
“NOEL GÜNÜ KAHKAHALARLA GÜLEN
YEDİ ASKER
------------------Eğildiler okşamak için morarmış kalçalarını.
Donundan kopan kanlı bezlerle
tıkanmıştı ağzı. Tecavüz etmişti
silahıyla, direnen kadına.”
(Angifi Proctor Dladla<d.1950>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.08)
Tecelli :
Tasavvuf’ta: Görünme; Tanrı ışığının yardımıyla, iyi kulların kalbinde ilahi sırların belirmesi
“.... Söylediği gibi öyle bir zamanda Cebrail’e <söz getiren melek>, Mikail’ <yiyecek, rızk temin eden
melek>e dönüp bakmazdı. Ama başka başka vakitlerde onların eşleriyle sohbet ederdi. Çünkü ‘iyilerin Tanrı’yı
görüşleri tecelli ile örtünme arasındadır. O, görünür ve görünmez!”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:94-5)
Tecil etmek : Erteleme (askerlik, ceza, önemli bir karar)
“Takdir ediyorum veya takdirimi geri çekiyorum, nezaket ayarı yapıyorum, ek kanıtlar ortaya çıkıncaya
kadar dostluğumu askıya alıyorum, uzaklaşıyorum, yakınlaşıyorum, yüz çeviriyorum, cezayı tecil ediyorum, her
şeyin üstünden sünger geçiriyorum - veya öyleymiş gibi yapıyorum. Muhataplarımın çoğu bunların farkına bile
varmıyorlar.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:66)
Te Deum:
(DİN, LAT.) : “Hamt olsun – Hamdolsun’ : Tanrıya şükran duası. Roma Katolik ve İngiltere
Protestan kiliselerinde söylenen eski bir dua. Bu ilahinin müziği ve bu müzik ile yapılan dinsel töre. (Kişisel not:
Elimde bulunan Fransız Gençleri için Kilise İlahileri kitabında, törenin kimliğine ve cinsine göre seçilen 20
Latince ilahi’den ibarettir ki, burada tekrarlamamıza imkan yok. Benim,2004 yılında Assos Yayınları, İst.
tarafından basılan “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler” kitabımın 22. sa: şöyle yazıyorum: yaratıcıların psikolojik
yapılarından bahsederken, genel bölüm başları: 1)Yarı metafizik, şeytani bir yaratılış, 2) İç ikilem: düality, 3)
Altruizm-diğergamlık, 4) Sürekli bir yaşam arzu ve dürtüsü, 5) İcat edebilme-yaratabilme yeteneği v.s., ünlü
Avusturyalı bestekar Anton Bruckner <1824-1896> , diğerleri gibi zengin bir iç dünyayı dışlama kanıtını
göstermiş ve çok değerli eserler vermiş olmasına karşın, son eseri 9. Senfoni’sini ölümünden 7 yıl evvel
durdurmuş ve ‘finale’sini bir türlü yazamamıştır. Bugün bu eser Te Deum ile bitirilir. Onun problemi, kendine
olan güvensizliği, tekrarlayan üniversite imtihanları, kişiliği hakkında bir şüphe ve i k i l e m’i idi. Herhangi
ikinci sınuıf bir bestekar bile onu bitirebilirdi Sanki, Senfoni’yi bitirme kudreti dahilinde değildi. Hatırlarım,
1960’larda, N.Y. Konservatuvarı’na giderken konu buna geldiğinde, ben sınıfta, bir psikiyatr olarak şu tezi
savunmuştum: Bruckner, Beethowen’ı ölümsüz yapan 9. Senfoni’yi iki üç asır önce bestelemişti. Kendisi acaba
XIX. yüzyılın ‘Yeni, modern Beethowen’ i olabilecek miydi, onu kıvrandırdı durdu. Bu ihtimal, sınıftan alkışlar
almıştı. Bruckner, Eski Avuturya çiftçiliği, muhafazakarlık esaslarına göre yetşmiş ve zamanının usullerine,
iletişimine, değer yargılarına bir türlü uıyum sağlayamamıştı. Doğal olarak, bitiremedi. <İsmail Ersevim> )
“FENERLER
--------------Bu küfürler, yalvarışlar, bu ilenmeler
Çığlıklar, coşkular, yaşlar, Te Deum’lar bu,
Bin labirent dolaşan bir yankı yer yer;
Ölümlü yüreklerin tanrısal afyonu!”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:39)
“ ‘..... İki rahip, kürsüye çıkıp doksan dördüncü ilahi, ‘Venite exultemus’ <Venite egzultemus = Gelin
coşalım> için ses verdi; bunu öteki ilahiler izledi. Tazelenmiş bir inanç duydum içimde.’ ..................... ‘Altı
mezmur’<Kavalla birlikte söylenen ilahi; Davud Peygamberin sahnelediği Zebur surelerinden her biri.>un
ardından Kutsal Betik <Kutsal Kitap> in okunması başladı......Sonra, altı ilahi daha söylendi. Sonra da
Başrahip herkesi kutsadı; o hafta ayini yöneten rahip duayı okudu; herkes o gizemli tutku ve alabildiğine yoğun
iç erinci saatlerini yaşamamış olan hiç kimsenin tadını anlayamayacağı, bir derin düşünce anı içinde sunağa
doğru eğildi. Sonunda, kukuletalar gene yüze eğik, herkes oturdu ve ağırbaşlılıkla Te Deum’u söyledi’............
Tansökümü duası sırasında, tam Deus qui est sanvtorum splendor mirabilis <Deus ki est sanutorum splendor
mirabilis = Ermişlerin mucizevi ışığı olan Tanrı> ve Lam lucis orto sidere <Lam lusis orto sidere = Günün pırıl
pırıl ışığı doğdu işte>’yi söyleyeceğimiz sırada, karanlığı bastıracak olan tan daha sökmemişti. Kış şafağının ilk
soluk muştusu <habercisiydi, müjdesi> bu; ama şimdi, nef’in <kiliselerde, mimarlıkta, girişte transepte =’çapraz
sahın olmadığı’ durumlarda, apsis-<yatay eksen’e kadar uzanan ana mekan> içinde, gece karanlığının yerini
almakta olan belli belirsiz alaca ışık yüreğimi yatıştırmaya yetiyordu.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:124)
Tedirgin; Tedirgin tedirgin : Sinirli, gerilim içinde, biraz ürkmüş ve korkmuş
“Ertesi sabah kent hala bir duman bulutuyla kaplıydı. Niketas biraz meyve yemiş, odada tedirgin
tedirgin dolaşmış, sonra Baudolino’dan mümkünse Cenevizlilerden birini, Arhitas adındaki bir adamı aramaya
yollamasını istemişti, ona yüzünü temizletmek istiyordu.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:59)
“ ‘Öyleyse Tanrı’nın unuttuğu bir yerde yaşıyoruz biz,’ dedim, tedirgin.
‘Sen Tanrı’nın kendilerinden razı olduğu inasanlara rastladın mı hiç?’ diye sordu William, upuzun
boyunun tepesinden bakarak. Sonra beni dinlenmeye gönderdi. Yatağıma bakarken, babamın beni dünyayı
dolaşmaya göndermemesi gerektiği, dünyanın sandığımdan daha karmaşık olduğu sonucuna vardım. Gereğinden
çok öğreniyordum. ‘Salva me ab ore leonis!’ <salva me ab ore leonis = Beni aslanın ağzından koru!> diye dua
ettim uykuya dalarken.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.:Şadan Karadeniz, sa:182-3)
“Valparaiso’dan San Francisco’ya bir kutu içerisinde gönderilen uyuz bir köpeğin öyküsünü
anlatıyordu. Anlattığı anektodların espirisinin nereden geldiğine kimse akıl sır erdiremiyordu, ama onun
ağzından çıkınca pek de komik de oluyordu. Çevresindekileri gülmekten kırıp geçirirken, büyük ve kemerli
burnuyla, ince ve uzun boynuyla ve seyrelmeye başlamış kızıl-kumral saçlarıyla, tedirgin ve nedeni anlaşılmaz
ciddi bir yüz ifadesiyle ve yana doğru çarpık kuru bacaklarını üst üste atarak orada öylece oturur ve küçük,
yuvarlak ve çukur gözlerini çevresinde düşünceli düşünceli gezdirirdi.”
(Th. Mann, “Buddenbroooklar”, sa:242)
Tee :
(ZAM.)
Ta, taa, ötelerdenberi, evvel zamanlardanberi
“ ‘Aman canım, ben daha doğru dürüst bir mektup yazmayı bile beceremeiyorum Sultan abla. Size abla
dememe kızmıyorsunuz değil mi? Tee ilkokuldan kalan çarpuk çurpuk bir yazı benimkisi işte. Şirkete telefon
edenleri bir kıyıya yazmama bile yetmiyor. Yoksa, belki çaycılık ettirmezlerdi, camları sildirmezlerdi.....
Telefonlara da, alooo, burada değiller beyefendi, bir diyeceğiniz varsa şuraya yazayım, gelince sizi arasınlar...’ ”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler - II”, ‘Dar Odanın Karanlığı’, sa:23)
tee : (DİN,BİNA,SAN.) <te> : BUDA Tapınağının ya da Pagoda’nın tepesinde, genellikle a l t ı n k a p l a m a,
şemsiye biçimindeki s ü s
tee’ter :
(DAVR.,COLL.,İNG.) <ti’tır> : İki yana sallanmak, sendeleyerek yürümek
teetotum : (COLLO.) <ti’totum> :
Kumar kabilinden topaç çevirme oyunu; el ile çevrilen topaç
Tefe almak, koymak : Alaya almak, küçük düşürecek şekilde konuşmak
“LUNARDO - Eh, hanım, bugüne bugün, doğrudan söyleyelim, aklı başında insanlara yaban deyip
geçiyorlar..... hiç düşünmezsiniz, şu kadarcık aklınız yoktur, sizi kışkırtana kulak verir, yıkılan buna ev ve bunca
aile için söylenenlerden ders almazsınız, size uyanlar için neler söylemezler, size uyanı nasıl tefe alırlar, bilir
misiniz!”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:23)
“... oysa Paris’ten bir doktor getirtmek istemişti o. Böylece, iyi anlatılınca, iş öyle açık biçimde anlaşıldı
ki, bütün kasaba (gezici tüccar yamaklarının diliyle) olayı tefe koydu.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:77)
Tefeci; Tefecilik : Yüksek faizle borç para veren tefeyli; Borç ya da yüksek faizle para vererek geçinen,
genellikle yer altı takımı
“Yaşamın zevkleri üzerine söyleşmek için işadamı pençelerini geri çeken inanların bu neşeli toplantısını
görmek zevkini, siz de benim gibi gerçekten tatsaydınız, tefecilik gelirinden yapılan indirimlerden nefret etmekte
ve iflaslara ilenmekte zorluk çekerdiniz.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:56)
“MÜZİK
---------Ve sonra tefeciler gözlüklerine gizlenmiş,
Göbekli koca işyarlarla şişko karıları,
Dalkavuklar efendilerinin yanında sinmiş
Hepsinin üstünden akıyor bayağılıkları.”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:86)
“Güzelliğin alıyor hakkı olan kazancı;
Tefecisin, faizin alıp son kuruşunu,
Benim borcum için o dosttan oldun davacı,
Ben kötüye kullanıp yitirmiş oldum onu.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:134, sa:309)
“ ‘Söylesene bana, bu Vasili Mihayliç güvenilir bir insan mıdır?’
‘Öyle diyelim öyle olsun, yalnız çok cimridir. Ayda en azından üç yüz ruble alır, ama sen de gördün
ya, bir domuz gibi yaşar. Hayır, benim dayanamadığım şu levazım subayı. Elime geçse bir güzel kırbaçlatırdım.”
......Kozeltsov tefecilik hakkında atıp tutmaya başladı. Bu konuda için için kaynayan öfkesinin nedeni, itiraf
edelim ki tefeciliği hor görmesinden çok, durumdan yararlanıp kazanan bu gibi insanların varlığına
katlanamamasıydı.”
(L. Tolstoy, “Sivastopol Ağustos 1855”, sa:52)
Teferiz :
Roman dilinde: eğlence; danslı, köçekçeli, müzikli gösteri
(Argo)
“-Müsaade sizin ya... İlle velakin demek istediğim burada bir avşam <akşam> teferizi yapalım da
göresiniz!... Çünküleyin zatınız olsun, sizden iyi olmasın, öteki arkadaşınız olsun, çok meraklısınız bizim bu
alemlere de...
-Başka vakit inşallah!...” ...............................
“-Demek Nazlı’da yılanları tutmak marifeti de var?
-Onda ne yok ki... O isterse yılanı takar gerdanlık gibi boynuna da gider üylecene <öylecene>
düğünlere, teferizlere!...”
(O.C. Kaygılı, “Çingeneler”, sa:54;253)
Teğet geçmek : Günlük yaşamın gerçekleri ve problemleriyle yüzleşemeyerek kenarından geçmek, yüzeysel
kalmak, çözmeye çalışmaktansa ‘dokunarak geçmek’
“Amaç, hep aynıdır: Nasıl olursa olsun, o insana, belki de sorunların onu sürüklediği bunalım
noktasında yaşamak ile yaşamamak arasındaki ayrımı sorgulayacak hale gelmiş olan o insana teğet geçmeyi
başarabilmek. Böylece yaşam, bu tür ‘tedirginliklerden’ uzak, yine sürüp gidebilecektir.”
(A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:154)
Tehcir : Bir ülkede yüzlerce yıllardanberi yaşayan yerli ahaliden azınlık bazı grupların, çoğu kez siyasi ya da
savaş nedenleriyle başka diyarlara göç ettirilmeye zorlanma faciaları (Tarihte, Amerika’da Kızılderil’ilerin;
İspanya’da Musevi’lerin, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Ermeni’lerin, Kürt’lerin; Roman’ların
<Çingene’lerin> hemen her dönemde hemen her ülkeden böyle bir mezalime tabi tutulmaları)
“Tekrar elini tuttum. Söze gerek yoktu. İçtenlikle paylaşıyordum acısını..... Babaannem sanki bütün
gücünü toplayıp devam ediyordu. Sesi biraz daha canlı çıkmaya başladı:
‘O vahşileri, yani eşkıyaları... nedense hiçbir zaman asıl suçlu olarak görmedim. Belki de hiç
tanımadığım için, sadece büyüdükten sonra duyduğum için. Asıl suçlu olarak hep, o tehcir kararını çıkaranları
gördüm. Enver Paşa ve arkadaşları. Onları hiç affetmedim. Onlara olan nefretim hiç azalmadı. Bir de
Müslümandılar! Kul hakkı her şeyden önemli derlerdi. İnşallah onların inandığı gibidir. Ölüyorum işte. İnşallah
öbür dünyada sorarlar bana. Ben de haykırırım: Hakkımı helal etmiyorum!’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:93)
Tehdit savurmak : Sağa sola gözdağı vermek, korkutmak
“Eskiden babam gözü dönmüş boş tehditler savurur, seni balık gibi didik didik ederim, derdi -gerçekte
bir fiske bile vurmadı bana- şimdi tehdit ondan bağımsız bir şekilde bütünüyle gerçekleşiyor.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:89)
te-hee : (DAVR.) <ti’hi> : Kıkır kıkır gülme
Tehlike çanları çalmak : Birinin hatalı davranışları nedeniyle onu kötü sonuçlara götürecek işaretlerin
belirmesi
“İyi kalpli Signora Nardini’nin, yanında kalıp kendisiyle evlenmemi istediğini, bu istekle yanıp
tutuştuğunu öğrenince, işler karıştı biraz, kentte sürdürdüğüm cennetsi yaşam için tehlike çanları çalmaya
başladı.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:116)
“Bir yıl içinde, 32,000 ruhani çevre açılır Katolik kültü için. Bonaparte, bu yeniden dirilişe bir nokta
koyacak ve, bunun için de, Papalıkla antlaşmalara girişecektir. Anayasal Kilise için tehlike çanlarıdır bu.
Grégoire bu durumda şunu yapar: Papa’nın da isteği üzerine, Blois Piskoposluığu görevinden ayrılır. Ne var ki,
Napoléon’un ve İmparatorluğun amansız düşmanı kesilecektir.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:190)
Tek : Asal sayı; Koşuluyla, ama, yalnızca, n’olursun
“O kadar saf bir kadının, böyle hiç renk vermeden şaka etmesi, tabii hoşuma gidiyor, kahkahalarla
gülüyordum. Fakat o, gülmüyor, bilakis, gözlerinde yaşlar var! O:
-Hemşireciğim, efendi size göz koymuş, sizi almak için beni boşamaya kalktı. Yalvardım, yakardım:
‘Ziyanı yok, o hanımı al, tek beni boşama!’ ”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:301)
Tek başıma; Tek başımıza; Tek başına : Yapayalnız, yalnızca biz, kendisi
“Atlıyorum bir vapura Sirkeci’den, doğru Boğaz’a..... Bir roman yanımda, bir de küçük defter. Yetiyor.
Bir süre tek başıma olmanın güzelliğini duyuyorum. Yığından kopmanın, güncel olaylardan, sonuçsuz
çekişmelerden, birtakım yıkıntılardan sıyrılmanın yolu bu, kaçmak.”
(O. Akbal, “İstinye Suları”, sa:11)
“Fakat bak, şurada bir ruh var, bir kenarda tek başına oturmuş bize bakıyor! En kestirme yolu bize o
gösterecektir.
Yanına gittik. Ey Lombardia’lı ruh! Ne azametli, ne hor gören duruştu o! Gözlerini ağır ağır ve ne
büyük vakarla hareket ettiriyordun.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:46)
“... hep tek başıma, hep önümde açık duran bir kitapla, yemek süresini elimden geldiğince uzatabilmek
için lokmaları ağır ağır çiğneyerek.”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:12)
“Sadece şu kadarını anımsıyorum: O gecenin bir yerinde, odanın köşesinde tek başıma dikiliyordum.
Sigara içerek insanları, o mekana ıkış tıkış doluşmuş düzünelerce genç bedeni seyrediyor, birbirine karışan
sözcüklerle kahkahaların uğultusunu dinliyor, orada ne işim olduğuna şaşırıyor ve artık gitme vaktinin geldiğini
düşünüyordum.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:10)
“Mavi artık şu noktada Siyah’ın varlığını kabul edemiyor, bu yüzden de yadsıyor onu. Siyah’ın odasına
girdi, orada tek başına Siyah’ın, deyim yerindeyse, yalnızlığının mahremiyetinde durdu ya, artık o noktanın
karanlığına gösterebildiği tek tepki, onu kendi yalnızlığıyla takas etmek.”
(P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:67)
“On beş yıl yalnız yaşamıştı.; insanlara karşı bağışıklığı varmışçasına içini göstermeden ve bildiğinden
şaşmadan. Boşlukta yer tutan bir insan gibi değildi, daha çok içine sızılması olanaksız insan biçiminde bir boşluk
parçası..... On beş yıl boyunca koskocaman bir evde tek başına oturdu, ölümü de bu evde oldu.”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:13)
“YOL
Git git kimseler yok
Bu yol kimsesiz.
Tek başıma yürüyorum bu yüzden.
Çiçekler de açmış,
Arkadaş gibi, komşu gibi.
Ey güzel çiçeklerin hayatı!
Yol devam eder uzamaya.”
(C.S. Beong-Nana Lee/Fahreddin Arslan; “göğe dönüş”, sa:70)
“Yaşlı Büyükannenin Düşü
Tek başımayım, ak saçlarım sert
rüzgara
Yakalandı, dağın tepesine tez
ulaştım.”
(Susan Bright<d.1945>-Defne Bilir; “Şiir Atlası-Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap, 18.10.07)
“Langdon buradan tek başına çıkabileceğini hiç sanmıyordu. <Burası bir labirent.> Tek fark edebildiği,
Senato veya Temsilciler Meclisi tarafında bulunmalarına bağlı olarak ofis numaralarının S ya da H harfleriyle
başladıklarıydı. ST ve HT diye adlandırılan yerler, Anderson’ın Teras Katı dediği yerde olmalıydı.
Hala SSB’nin esamesi yok.”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:139)
“ASSARGADON
Asur Yazıtı
--------------İçtim son damlaya dek seni, yeryüzü şanı!
Ve işte ayaktayım tek başıma, ululuğumla
sarhoşum,
Ben - kralı yeryüzü krallarının ve başbuğu,
Assargadon.
(Valeri Bryusov<1873-1924>-Azer Yaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.03.02)
“Diğer kanepede tek başına oturan, otuz yaşlarında ve şimdiden oldukça semiz, sağ elinin nikotinden
sararmış parmakları bir yana, üzerinden temizlik akan bir din adamı, resimlerle dolu dua kitabına dalmaya
çalışıyor.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:15)
“Saldırılarımı tek başıma ya da bağbozumu sonucu benimle birlikte ormana sığınan birkaç Ombrosalı
arkadaşın yardımıyla yapmayı sevdiğimi size söyledim. Fransız ordusuna elimden geldiğince az işimin
düşmesinne çalışıyordum.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:214)
“... bu unutuş toprağının üzerinde yılların karanlığında yol alırken, patlama sırasında can çekişen
annesinin yüzünü de yüreğini burkan bir tatlılık ve kederle yeniden görüyordu. Herkes ‘ilk adam’dı bu unutuş
toprağında, kendisi de tek başına kendi kendini yetiştirmiş, babasız yetişmiş, babanın, dinleyecek yaşa gelmesini
bekledikten sonra, ailesinin gizini, ya da eski bir acıyı, ya da yaşam deneyimini anlatmak üzere yanına çağırdığı
şu anları, gülünç ve iğrenç Polonius’un bile Laerte’yle konuşurken birdenbire büyüyüverdiği şu anları hiç
tanımamıştı.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:154)
“O beni alacaktı, çünkü eğer mutfaktan tek başıma geçmek zorunda kalırsam, kafama bir tabak
fırlatılabilirdi. Annesinin benim ziyaretime karşı çıkıp çıkmadığını sordum. Hayır, hiç böyle bir şey yoktu,
benimle tanışmaya can atıyordu, biftekleri kendi hazırlayacaktı, iyi bir aşçıydı.”
(E. Canetti, “Gözlerin Oyunu”, sa:103)
“Külleri Soğumadan
Desenler çiziyordum o günler defterime
akkuğular, cerenler.
Sesini dinler gibi dinliyordum
gecenin sessizliğini,
ağlayan salkımsöğütleri.
Kartaca yanıyordu çok uzak bir zamanda
tek başına.
Bir yandan bir şarkıyı düşlüyordum
birlikte söylerken aranağmesiyle
nerdeyse bir gülümseyişi
ölümsüzleştireceğimizi.”
(Cevat Çapan<d.1933>, “Ayın Şiiri”, Arif Damar, Cumhuriyet Gazetesi, 30.01.03)
“İSKENDERİN ASKERLERİ
<Sapanca Şiir Akşamlarında Beş Yunan Şairi-1>
5.
Adam, tek başına yürüyor kıyıda
Hala dalgaların ezeli fısıltısının etkisi altında,
Tıpkı suyun nini söyleyerek kayayı uyuttuğu gibi
Çevresindeki doğanın
(sedir ağaçlarının, köhne balıkçı teknelerinin,
çakıl taşlarının)
hüzünlü, yalın bir parlaklığı var.”
(Yorgos Çuliaras-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.06.04)
“FANTOMAS AĞIDI 12
Çıkmış bir veba salgını
Kırıp geçirir koca gemiyi
Tek başına dalgalar ortasında
Gören der deliler evi
Can çekişmeler, ölümler
Kimin işi mi diyorsunuz? Fantomas.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:145-6)
“Kızgın güneşin altında, mavi, yeşil, sarı ve mor ışınların içinde tek başıma ya cennette ya da
masallardaki sırça sarayların birinde sanırdım kendimi. Oraya kimsenin gelmesini istemezdim. Tek başıma
düşler kurardım, ışınlarla oynayarak. Ama içerde evcilik oynamaya bayılırdım, masanın altına girer, masa
örtüsünü yere kadar çeker, ne kadar karanlık olursa o kadar hoşlanır, mika fincanlarımla kahve ikram ederdim
gelene.”
(A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:28)
“Babası alçak sesle, ‘Evet! Biliyorum!’ dedi.
Bu itiraf mıydı, yoksa kızı Barbarlardan mı söz ediyordu? Sonra, Hamilkar, tek başına çözmeyi
umduğu kimi siyasi güçlükler hakkında belli belirsiz birkaç söz söyledi. Salambo,
‘Ah babacığım, tamiri imkansız olanı yok edemezsin!’ dedi.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:162)
“Bu haber kızcağızı çok üzmüştü. Kendini yere atmış, çığlığı basmış, Tanrıya yalvarmış ve güneş
doğuncaya değin, kırda tek başına inleyip durmuştu. Sonra çiftliğe dönmüş, efendisine, gitmek niyetinde
olduğunu bildirmiş ve ay sonunda, hesaplarını görerek bütün eşyasını bir mendile doldurmuş, Pont L’Evéque’e
doğru yola koyulmuştu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:9-10)
“BÖCEKLER KOROSU, Mephistopheles’e. - Eski ustamız, hoşgeldin! Safa geldin! Biz uçuşup
vızıldarken, seni hemen tanıdık. Ancak, sen bizi tek başımıza sessizlik içinde yüzüstü bıraktın.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:91)
“-Kanokok (Eski Macaristanda bir papazlık rütbesi) Marton sen misin?
-Benim efendim, Valter.
-Gece yarısı tek başına surun üstünde ne işlersin?
-Bozkırda yanan atreşi seyrediyorum.
-Orada seyredecek ne var ki?
-Etrafına birtakım karaltılar çömelmiş, acep kimler ola?
-Serseri paganlardır, Marton, Bozkır hatununun uşakları.”
(F. Herczeg, “Paganlar”, sa:13)
“Domuz yağında pişirilmiş on altı ördek yumurtası, balık çorbası, çiftçinin avladığı kocaman bir balık,
sarımsakta kızartılmış bir tavuk ve on litre şarap. Codine tek başına bu şarabın yarısını mideye indirdi.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:40)
“Hayrullah Efendi her akşamki gibi, bayırına tek başına tırmanmaya başladı. Aklı, İnebolu’ya
gönderdiği kereste kayıklariyle motorunda idi; bu fırtınanın kendisine zararlı olabileceğini düşünerek
tasalanıyordu, canı sıkılmış bir halde, etrafından habersiz, başı muşambasının kukuletasına gömülü, elindeki
elektrik fenerini yoluna yansıta yansıta, ağır ağır çıkıyordu.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Bir Saldırı”, sa:167)
“Birkaç dakika önce kıskançlıktan kuduruyordu, oysa şimdi korkuyor, Chantal için yalnızca korkuyor.
Onun için her şeyi yapabilir, ama ne yapabileceğini bilmiyor; katlanılmaz olan da işte bu: Ona nasıl yardım
edebileceğini bilmiyor, o, o tek başına...”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:160-1)
“Zaman zaman şundan bundan sohbet etmek için buluştuğumuz Profesör Avenarius’u bekliyordum.
Ama Profesör Avenarius gelmemişti ve ben hanımefendiye bakıyordum; havuzda tek başına, yarı beline kadar
suya girmiş, gözlerini eşofmanlarıyla tepesine dikilmiş kendisine yüzme dersi veren genç yüzme öğretmenine
dikmişti.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:11)
“Onları düşünmeden geçirdiği her anın geçmişine ihanet olduğu duygusunu taşıyordu ama daha da
önemlisi geçmişe gömülmek, onu bugünün sıkıntılarından kurtaran bir merhem gibiydi. Ne var ki bu da tek
başına yetmiyordu artık. Yaşam dengesi bozulmuştu. Daha doğrusu kendisine ne olduğunu tam bilemiyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:266)
“Evet, çok saygıdeğer dostu ve velinimeti böyle şeyleri bilemezdi! Gerçek hayatın dalgalarını sırtına
yüklemiş ve mutluluğu yüzünden okunan birinin bu tür şeylere kafa yormasına gerek yoktu. Ancak
karanlıklarının derinliklerinde tek başına kalmış ve hayallere dalmış biri düşünürdü böyle şeyleri.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:522-3)
“Evini her zaman yalnızken daha çok sevdi. Tek başınayken. Engin ve İrem’le birlikte olduğu zamanlar
bile, onun için ‘ev mutluluğu’, yalnız olduğu zamanlar demekti. Bencilliğin sinsi yüzü, suçlu keyfiydi bu. Her
eşyanın yerli yerinde durduğu, her şeyin yerini bildiği derli toplu bir görüntünün ona verdiği huzurun yerini
hiçbir şey tutmuyordu. İkinci bir kişinin varlığı, bu düzenin altüst olması demekti.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:57)
“KÖRDÜĞÜM
----------------Bu kaygılı günlerimde bir zaman
Sana görünmemeyi yerinde buluyorum.
Orda burda, tek başıma, perişan
Dolaşıp duruyorum.
(Behçet Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:16)
“Şimdi tek başına kendinle,
iki başına kendini bilmenle,
yüzlerce aynayla çevrili
kendine sahte,
yüzlerce anıyla çevrili
belirsiz.”
(F. Nietzsche<1844-1900>, “Dionysos Dityrambosları”, sa:47)
“Bird o sırada yan yana sıralanmış ucuz meyhanelerin önünden geçiyor, arada sırada yalpalayarak
yürüyen sarhoşlarla çarpışacak gibi oluyordu. Boğazı kurumuştu, tek başına bile olsa bir şeyler içmek istiyordu.
Bird zayıf ve uzun boynunu çevik hareketlerle bir o yana bir bu yana oynatarak sokağın iki yanındaki
meyhanelere göz attı. Ama aslında o meyhanelerden birine girmeyi düşünmüyordu.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:15)
“Dünyada sadece, üçünü harcayamayacağı beşbuçuk peniden başka bir şeyi olmadığını düşünmek
yüreğini eziyordu. Çünkü, sonuçta üç peniyle ne alınabilir? Bozuk para değil bu, bir bilmecenin yanıtı. Bu parayı
bir avuç bozuk para arasında değil de tek başına cebinden çıkardığında, çok gülünç duruma düşer insan.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:10)
“Tek başıma kalınca ılık suyun içinde gözlerimi yumdum. Fazla konuştuğum, gereksiz sözler ettiğim
için canım sıkılmıştı. Konuşmanın bir işe yaramadığını anladıkça, daha fazla konuşur olmuştum. Özellikle
kadınlar arasında.”
(C. Pavese, “Yalnız Kadınlar Arasında”, sa:8)
“SEN PENCERENİN ÖNÜNDE DURDUĞUNDA
-----------------------------------------------------------Ama şimdi bu gemi batıp sulara gömüldü, dümeni
kırıldı,
ve ben sürüklenip duruyorum denizin dibinde
tek başıma.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, bir mayıs günü bırakıp gittin-yazıt”, sa:21)
“Adalberto, kırların sakinliğinin ve kuşların şakımasının tadını daha iyi çıkarabilmek için tek başına
geziyor, gerçi motor, sessizliği ve kuş seslerini boğuyor ama, olsun, eskiyi ve yeniyi birleştirme yeteneği bu, eski
alışkanlıklara bağlı kalmamak gerek...”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:237)
“Bu, yazın, şehir dışında, ağaçlar ve akarsularla kaplı, kendi kendime uzak ve erişilmez olduğunu
kurduğum bir yere uzun süre tek başıma çekildiğimde oluyordu ve bütün yaşamım, kısa geçmişim ve pek uzun
geleceğim, müzik yoluyla ve ebediyen, şimdinin özgürlüğüyle kaynaşıyordu.”
(L. Sciascia, “Her Türlü”, sa:9)
“Kötülüğün lekesi maske olmasa sana
Yüreklerin sultanı olurdun tekbaşına.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:70, sa:181)
“NÖBETÇİ (Endişeyle şişli kargısını hamle durumuna getirerek.) - Gene mi sen? (Hamallar durur.)
FLATATITA - Bana ilişme, Romalı. Şimdi tek başına kaldın. Apollodorus, bu halı Kleopatra’nın
Sezar’a armağanıdır. İçinde en ince İberya kristalinden on tane değerli kadeh, kutsal mavi güvercinin yüz tane
yumurtası var. Bir tanesi bile kırılmayacak, anlaşıldı mı? Artık senin sütüne havale ediyorum.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:96)
“AMANDA : Aaah, Ah! Yüzümdeki burnumu gördüğüm netlikte alınyazımın da ne olduğunu
görüyorum. Çok korkunç! Git gide daha fazla babanı hatırlatmaya başladın! O da hiç bir gerekçe göstermeden
saatlerce dışarılarda dolaşırdı. Sonra terk etti bizi! Allahaısmarladık! Ben de bana emanet edilenlerle tek
başıma......”
(T. Williams, “Serçe Hayvan Koleksiyonu”, sa:38)
“ ‘Çitteki yarıktan,’ dedi Susan, ‘onu öptüğünü gördüm. Saksıdan başımı kaldırdım, çitteki yarıktan
içeri baktım. Onu öptüğünü gördüm. Onları gördüm, Jinny’le Louis’i öpüşürken. Şimdi acımı mendilime
saracağım. Sımsıkı düğüm olacak. Ders başlamadan kayın ormanına gideceğim tek başıma.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:10)
“... gelecek günlere ait tasarıların gölgesini hem sevinçleri, hem üzüntüleriyle, yaşamakta olduğu anın
üstüne düşüren o kalabalık kitledendi; çünkü bu tür insanlar için daha küçücük bir çocukken bile herhangi bir
yeni heyecan doğduğu anı, ister verdiği ferahlık, ister bunaltısıyla, öteki anlardan ayırdedip tek başına
saptayacak kudrettedir.”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:3)
“O sırada, maymun-ağacının altında tekbaşına oturan Cobbs Cornerlı Cobbet, ayağa kalktı: ‘Ne
düşünüyordu bu karı acaba?’ diye mırıldandı içinden, ‘Amacı neydi, ha? Bu antika oyunu allayıp pullayıp
yutturmak, sonra da seyircileri maymun ağacının çatallı dallarına salmak, ne demeye geliyordu?’ ”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:87)
“PRELÜD : Düşüncelerimin
üstünde bir gölge asılıydı.
-----------Ya da seğirtirdim kumluklarda
Sarı kanarya çiçeği kaplı korularda atlaya zıplaya;
Ya da dere tepe, korular ve uzaktaki
Skiddow’un dorukları kızıla kestiğinde,
Tek başıma dikilirdim göğün altında,
Sanki kızılderili ovalarında doğmuş da
Annemin çatısı altından kaçmışım gibi
Yaramazlığımdan, çıplak bir vahşiydim o an
Yıldırımlar yağdıran fırtınada.”
(William Wordsworth<1770-1850>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
26.11.09)
“... buğdayı her serpişinde, boyuna savrulan sarı taneler arasında, Jean’ın, sırtında eskitip durduğu
emireri ceketinin iki kırmızı şeridi parıldadığı görülüyordu. Jean, önde, tek başına, iriyarı endamı ile yürüyor,
arkasından, iki beygir koşulu bir tırmık, ağır ağır ilerleyerek tohumu toprağa daldırıyor, bir sürücü de, elindeki
kırbacı ölçülü aralıklarla şaklatarak hayvanları sürüyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:3)
Tek bir : Bir tek, yalnızca bir
“ ‘Bütün bunlar nasıl oldu da değişti?’ diye sordu Mountolive yumuşakça. Hasta adam paçavraların
arasında dikleşerek titreyen parmağını konuğuna yöneltti: ‘İngilizler değiştirdi, onların Kıptilere olan nefreti
değiştirdi. Gorst, Hidiv Abbas’la diplomatik bir dostluk başlattı, onun çevirdiği dolaplar sonucu saray
çevresinde, hatta nezaret hizmetlerinde bile tek bir Kıpti kalmadı.’ ”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü: 3”, sa:44-7)
“Bundan sonra, bavulunu topladı, aşağı indi ve büyük bir yüreklilikle orasının kendisinin alıştığı
yerlerden olmadığını, hemen çıkıp gideceğini söyledi Brooker’lara. Brroker’lar bunun niçin böyle olduğunu hiç
anlayamadılar. Şaşırmışlar ve kırılmışlardı. Nankörlük! Tek bir gece kaldıktan sonra, hiçbir neden olmaksızın,
onları bırakıp gitmek!”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:33)
Tek (bir) beden olmak : Sevişmek, çiftleşmek, aşk yapmak
“Gece yarısı geliyor Anna. ‘Kalamayacağım,’ diyor, ama bir yandan da arkasındaki kapıyı kapatıyor.
Ölüm fermanları yazmışçasına sevişiyorlar, kendilerini iyice vererek, amaçlı. Öyle bir an geliyor ki Fyodor
Mihayloviç kim kimdir bilemiyor, kim kadın, kim erkek, tek beden gibi oluyorlar, birbirinin içine bastırılmış
kemikler ve eklemler, küme küme, dudak dudağa, göz göze, kaburgalar birbirine geçmiş, bacak kemikleri
birbirine dolanmış.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:251)
Tek (bir) kuruşa bile dokunmamak, el sürmemek : Paranın tek kuruşuna el sürmemek, mirası reddetmek
“TOLSTOY - Hayır, artık para istemiyorum. Tek bir kuruşa bile el sürmek istemiyorum.
İstasyondakiler beni tanırlar, biletimi de alırlar. Gerisi Allah kerim”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:198)
Tek (bir) lokma yememek : Hiçbir şey yememek
Bk.: Bir lokma ekmek (yemek) yememek
“SNOUTER : ‘Lanet biri beş geçiyor ve akşam yemeğinden beri tek lokma yemedim! Elbette
böylesine lanet bir gecede başımıza bu gelmeliydi, değil mi?’ ”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:192)
Tek (bir) satır bile yazmamak : Va’dedilmesine ya da beklentiye karşın mektup yazmamak
“Alfred’in, kocası öldükten sonra kızkardeşine ailenin tek bir satır mektup yazmamasından yakındığını
papaz yalanlamıyor. Oysa, aralarında bu konuşma geçtiğinde, Cebrail öleli iki buçuk yıl olmuştu, yakınları da
olayı iki yıldan beri bliyordu.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:282)
“Zarfın üzerinde Boris’in yazısını tanıdı ve pişmanlıkla düşündü: ‘Bir aydır çocuğa tek satır
yazmadım.’ ”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:93)
“Sekiz gündür anneme, kız kardeşime ve değerli dostum Fuchsthaler’e tek bir satır bile yazmayışım
gerçekten de tam bir yüz karası.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:105)
Tek (bir) taş(ı) ayakta kalmamak : Baştan aşağı harap olmak, yer ile yeksan olmak (genellikle şehir)
“Tek bir taşı bile ayakta kalmamış, eski yıkık bir sarayın üzerinde, bir yıl önce ilerleyen ormanın
öncüsü ve simgesi olan genç bir çam ağacı duruyor, artık ondan da ilerde olan genç ağaçlara bakıyordu.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:45)
Tek durmamak : Dürüst kalmamak, hileli bir takım işler çevirmek; Uslu oturmamak (Çocuk için)
“... Öyleyken kazalardan birine şeriye başkatibi olmayı nasıl becerdi! Orada da tek durmadı.Tüyü
bitmemiş yetimlerin paralarını yedi.”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:57)
Tekdüze(lik) : Yeknasak(lık), benzer(lik), aynı(lık), monoton(luk)
Bk.: Sıradanlık
“YENİ DÜZEN İÇİN ŞARKI
----------------------------------Dil çözülmüş: Şairler gururlanıyor
ritim tutarak yaşlı şairlerin dizeleriyle,
izin verilmiyor güzelliklere.
Dans ediyor üzüntü, ant içilmiş öfkeye
aşk gibi, sevgi sözcükleri gibi, tekdüze:
‘Gel, ara kurtuluşu kalabalıklarda.’ ”
(Lionel Abrahams<1928-2003>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.06.06)
“Tekdüze bir mükemmeliyetin dışına çıkabildiğimiz için o mükemmelliğin bir anlamda en eksik parçası
biz oluyoruz, bu eksiklikle hep yenilikler arıyor, bu eksikliğin yarattığı yetersizlik duygusunu yenebilmek için
sürekli, doğada daha önce görülmemiş değişimler yaratıyor, doğanın yaramaz çocukları olarak onu didikliyor,
mükemmelliği reddetmenin huzursuzluğunu da hep ruhumuzda yaşıyoruz.” ..... “Tekdüzeliğin mükemmeliyeti
yok bizde. Doğa, tekdüzeliğiyle muhteşem, biz tekdüzeliğe başkaldırışımızla muhteşemiz.”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:118-9)
“Yüksek sesle bir daha ‘Gelmeseydin ölürdüm’ dedi. Kadın bir şey sormuştu anlaşılan; ‘Evet’ dedi.
Kolları oldukça ince, bacakları kıllıydı. Kıçı da kıllıydı, sivilceliydi; tekdüze, ağır ağır kalkıp iniyordu.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:51)
“BETİMLEMELER I
Yollarda sıtma ağaçları: solgun göğün
artığı titrer gırtlağımda. Çakıl
döşeli yol boyunca tekdüze sesler, yazın iğnesiz arısı”
(P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:59)
“Margot hayatta önem verdiği tek şeyin seks olduğunu, seks yapamazsa kendi teninin içine
hapsolmanın sıkıntısı ve tekdüzeliği yüzünden kendini öldürebileceğini söylüyor. Walker susuyor ama ikinci kez
onun içine boşalırken Margot’la aynı görüşte olduğunu fark ediyor. Seks için deli oluyor.” Seks, bu dünyadaki
tanrı ve kurtarıcı, tek kurtuluş yolu.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:140)
“Allame anlatıcı. Kız bu terimin anlamını kavramış, tıpkı ‘inançsızlığın askıya alınması’, ‘biyojenez’,
‘antilogaritma’ ve ‘Brown ile Eğitim Kurulu Davası’ hakkındaki konuşmaları algıladığı gibi. Miles, Küba asıllı
babası ömrü boyunca postacılık yapmış, üç ablası tekdüze gündelik işlerin sıkıcı batağına saplanmış olan Pilar
Sanchez gibi gencecik bir kızın, nasıl olup da ailesinden böylesine farklı oluşuna hayret ediyor.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:18)
“Aesop benim can yoldaşım oldu, tekdüze bir gökyüzü altındaki denizde tutunduğum çıpa oldu, eğer
Aesop beni desteklemek üzere orada bulunmasaydı, sonraki on iki ya da on dört ay boyunca çekeceğim
işkencelere katlanmak için gereken yürekliliği asla bulamazdım.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:37)
“GÜZ ŞARKISI
Bu tekdüze düşüşü böyle her dinleyişte
Sanırım hızlı hızlı tabut çakan biri var.
Kimin için? -Dün yazdı; bu gelense güz işte!
Bu gizemli gürültü bir bitiş gibi çınlar.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:123)
“Güzel, kirli kadınlar beyaz göğüsleriyle pencerelerden sarkıyor, pis meyhanelerde kafa çeken
adamların söylediği tuhaf, uyarıcı, tekdüze şarkılar yükseliyordu çevrelerinden...”
(H. Böll, “Ademoğlu Nerdeydin”, sa:6)
“Tekdüzelik hakkında. Tolstoy’un son kitaplarındaki tekdüzelik. Hint kitaplarındaki tekdüzelik - kutsal
kitaptaki vahiylerde tekdüzelik Buda’nın tekdüzeliği. Kuran’ın ve tüm din kitaplarının tekdüzeliği...”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:185)
“Uyumsuz bir mucizeyle, bilgiyi getiren de gene bedendir. Iago’yu hiçbir zaman onu oynayınca
anladığım kadar iyi anlayamam. Ne kadar işitirsem işiteyim, ancak görünce kavrarım onu. Uyumsuz kişinin
tekdüzeliği, o hem yabancı, hem de dost, o biiricik ve baş döndürücü görünüşü oyuncuya geçer, bütün
kahramanları dolaştırır içinde.”
(A. Camus, “Sysiphos Söyleni”, sa:89)
“Arabacının meşin şapkası bile, bu kara çamura bulanmış gibiydi. Ben mavi ve beyaz gökle bu
renklerin tekdüzeliği, katranın yapışkan karası, elbiselerin donuk karası ve arabanın parlak karası arasında biraz
afallamıştım.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:23)
“CALVIN KLEIN’ın Obcession’u
-----------------------------------------Kayıyor ve kayıyor zihnimden, tekdüze sesler
çıkararak yumuşakça aşağıya doğru
Ağaran suyun içinden; başka bir şeyde duraksadım.
Banyodaki duvar kağıdının üstündeki pek
süslü balık
Ve kurbağa ve nilüfer motifi anımsatır bana
Gerçekte onu nasıl çıkardığımı birkaç ay önce.”
(Ciaron Carson<d.1948>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.06.05)
“Bir Pazar günü Kafka evde, ‘delice, tekdüze, sürekli her defasında yenilenen bir güçle başlayan
baaağırmaları, şarkı söylemeleri, el çırpmaları’ yaşar; bunlar aracılığıyla babası öğleden önce bir kardeş
çocuğunu, öğleden sonra da bir torununu eğlendirmiştir.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:199)
“Galicia’da yağmur yağar. Daha doğrusu çiseler. Öyleyse şimdi başı dumanlı tepeleri, denizin beyaz
köpüğünü, sisle kaplı ria’yı <eni boyundan geniş nehirin yer yer oluşturduğu koy> ve hepsinden önemli
yağmuru hayal et. Gece ve gündüz, denizin ve tepelerin üstüne suyun tekdüze serpintisini. Tanrı’nın denize
yağmur yağdırması ne komik değil mi?”
(Michel del Castillo, “Gitar”, sa:17)
“Günümüzde, yani yeni bir bin yılın eşiğinde ‘küreselleşme’ adı altında gittikçe sürüleşmeye ve
tekdüzeliğe kayan insanlık, şimdi belki de böyle bir hesaplaşmayı her zamankinden daha ödünsüz yapma
yükümüyle karşılaştığı bir zaman parçasını yaşamaktadır.”
(A. Cemal, “Aradığımız Tiyatro”, sa:194)
“Ö. Ç. imzasıyla gelen böyle bir mesajı, kısaltmaksızın aşağıya alıyorum:
‘... Evet, Lord Henry’nin söylediğine katılıyorum..... Sizden buna benzer yazıları daha da sık
yazmanızı rica ediyorum. Emin olun ki tekdüzelik uykusuna yatmış birçok kişiyi bu şekilde uyandırıp en azından
hayatında bir kere olsun o meşhur soruyu onlara sorduracağınıza inanıyorum.’ ”
(A. Cemal, “İnsana Dönmek”, sa:122)
“... Suzi Gablik, ..... insanların portrelerini şöyle çizer: ‘Modern bürokratik toplumlarda insanlar, tek
düze yolları izlemek için eğitilmişlerdir. Bütün yaşamı ancak birkaç görevi yinelemekle geçen bir insanın ruhu
mekanikleşir... Eleştirme yetileri ve algılamaları... tekdüzelik sonucu felce uğrar’ ”
(A. Cemal, “Sanat Üzerine Denemeler”, sa:30)
“... beri yanda, Mağriplilerin mimari biçeminde bir yıkıntı görülüyordu. Bütün bunlar İbni Hamit için
ayrı birer acı kaynağıydı. Katırından iniyor, bitki arama bahanesiyle, doya doya ağlayabilmek için bu yıkıntıların
arasına saklanıyordu. Sonra, kervanın çıngırak sesleriyle kılavuzun tekdüze türküsünü dinleyip düşlemlere
dalarak yoluna devam ediyordu.”
(F.R. de Chateaubriand, “Son İbni Sirac’ın Serüvenleri”, sa:21)
“GECE YAĞMURU
Gecenin hangi vakti
Bilmiyorum ama,
Derinlerde sersemlemiş
Bir balık gibi
Uykunun akıntısından kurtulup
Karınüstü yukarı çıktığımın farkındayım,
Bir de horozların ötmediğinin...
Davullar çalıyor burada güm güm,
Galiba her yerde
İnatçı bir çabayla tekdüze şekilde.”
(John Pepper Clark<d.1935>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.03.10)
“AÇIK DENİZLER
-----------------------Kötülük sızıntıları getirdi bu hükümlüleri
Tekdüze çürümesine hücrelerin;
Savaş gemileri yaralar Sandsfoot manzaramızı
Zehirli politikalardan dolayı.
Yine de hızlı devinir gezinti teknemiz
Onaylayan yürek gibi, uzanan,
Kutsal vaftizden, bu sızan serpintiye kadar,
Bağlar beni özgür denizlere.”
(Jack Clemo<1916-1994>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.01.09)
“ ‘Hayatta bir hedefin olduğu zaman da aynı şey geçerlidir. Sonucun iyi mi, kötü mü olacağı, hedefe
varmak için seçtiğin yola ve ve o yolu nasıl aştığına bağlıdır. İkinci RAM alıştırması işte bu yüzden çok önemli;
şu tekdüze hayatımız içinde hiçbir zaman göremediğimiz sırları, her gün görmeye alıştığımız şeylerin arasından
ortaya çıkarır.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:48)
“Kimi zaman ışığın savaşçısının yolu tekdüzedir. İşte o zaman Breslov Hahamı Machman’ın öğretisini
uygular: ‘Eğer düşünceye dalamıyorsan basit bir sözcüğü yinele, çünkü bu ruhuna iyi gelir. Başka bir şey
söyleme, yalnızca o sözcüğü bıkıp usanmadan yinele.’ ”
(P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:131)
“Böylece üç yıl aktı gitti. Maria coğrafya ve matematik öğrendi, televizyon dizileri izledi,
ortaokuldayken gizlice açık saçık dergileri keşfetti, günlük tutmaya başladı. Günlüğünde tekdüze hayatından
bahsediyor; ona öğretilenleri -okyanusu, karı, sarıklı erkekleri, mücevherlere batmış zarif kadınları- tanıma
isteğini kağıda döküyordu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:17)
“Öte yandan günlerim lapa kadar tekdüze geçiyor. Yaşamımda hiç bu kadar olaysız bir süreç
olmamıştı.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:117)
“Adadaki günler yağmur, rüzgar, yağmur düzeni içinde seyrediyordu. Sanırım ezelden beri de bu düzen
değişmemişti. Bedeli ne olursa olsun, kaçma kararımı pekiştiren yaşadığımız hayatın ilkelliği ve tekdüze
yemeklerimiz değildi asla.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:14)
“Bu gündüz düşünden sıyırıyor kendini. Bir sonraki cümlesi ağzından çıkmak üzere, tekdüze bir mırıltı
gibi: ‘Ona karşı bir güvenim var. Bundan kaçınamam,’ diyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:109-110)
“BOMBALI MEKTUP TERORİSTİ
GENEL AF İSTİYOR
Kimiz biz? Biz tekdüze bir sesle konuşan
Dilekçe sahibini dinleyenleriz
Yüklü tahıl ambarlarıyla birlikte
Gümbürdeyen bir yaz
İkindisinden geçerek”
(Jeremy Cronin<d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.06.07)
“Friedrich’in kendisi devlet görevleri ve askeri işler yüzünden gerektiği gibi bir eğitim almaya hiç vakit
bulamamıştı. İmparatoriçe alnına bir öpücük kondurarak <Baudolino’nun nasıl kendinden geçtiğini tahmin edin
artık> onunla vedalaşmış ve şöyle demişti <o olağanüstü kadın, bir imparator eşi ve kraliçe olsa da, okuma
yazma biliyordu>: ‘Bana yaz, nasıl olduğunu ve neler yaptığını anlat. Saray yaşamı tekdüze. Mektupların bana
güç verecektir.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:70)
“Tekdüzelik mi? Bu da olabilir. Durmadan dövüşüyorlar; eskiden de, şimdi de, her zaman dövüştüler ve
dövüşecekler. Yalnızca bu örnek yetmez mi tekdüzeliğe? Kısacası, insanlık tarihine her şey, hatta bir
muhayyilenin uydurabildiği her şey yakıştırılır da, ağırbaşlılık yakıştırılamaz. Daha söze başlamadan sözünüz
ağzınıza takılır.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:44-5)
“Başlangıçta Söz Vardı ve Söz Tanrı katındaydı ve Söz Tanrı’ydı. Başlangıçta Tanrı katındaydı Söz ve
Tanrı’ya bağlı her inançlı rahibin görevi, hiç değişmeyen, yadsınamaz, gerçekliği doğrulanabilecek biricik
olguyu, tekdüze bir şarkı söylercesine alçakgönüllülükle yinelemek olmalıdır.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:29)
“Mösyö Nazarie sabah saatlerini kırlarda rasgele dolaşarak geçirdi. Düşünceleri tarihöncesiyle uzaktan
yakından ilişkili değildi. Zaten bu fazla yaygın, fazla tekdüze ovalarda umut vaat eden kazıları müjdeleyecek bir
şey bulmayı beklemiyordu.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:22)
“Çocukken, bir yaratıcı olmayı düşünür, sonunda ‘Her şey yaratılmış ve bize bir şey kalmamış!’ diye
üzülürdük. ‘Düşünür’ olmak çök kendine özge ve Tanrı vergisi bir yeti. Bizi, günlük yaşamın tekdüzeliğinden
kısa bir süre için bile olsa yücelten, o tinsel buhurdanın tütsülerini koklattırabilen, hissettirebilen bir avuç dehaya
minnet borcunu insanlık hiçbir şekilde ödeyemez.”
(İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:9)
“Köydeki pencereler arasında bir tanesi vardı ki, önünde daha sık olarak birini görmek mümkündü;
çünkü pazar günleri sabahtan akşama akadar her gün, hava açıksa öğleden sonraları, bir çatı katının penceresinde
Binet’nin sıska yüzü yandan görünüyordu. Adamcağız tornasının üstüne eğilmiş çalışıyor, tornanın tekdüze
uğultusu ise ‘Lion d’Or’ hanından bile duyuluyordu.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:111)
“Şimdi son birkaç yıldan beri Batı dünyasını bir salgın gibi saran kadınlar hareketi, kitapçı
dükkanlarında, sokak afişlerinde bu eyleme kendini adamış görünen kimi kadınların garip giyim ve tavırlarında
göze batıyor olmasa, bu ülke <Almanya> insanlarının kadınlık, erkeklik diye dışa çarpan saldırgan bir doğaları
olmadığını sanıp, o dünyanın içindeki her şeyi tekdüze kılan görünüme aldanarak dönersiniz geri.”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:53)
“ ‘Yaşantımın bana verdiği heyecan, işte söylemek istediğim bu: Sıkıntı, hiçlik, tekdüzelik. Batak’ı ben
yazdığım için, bana göre hava hoş, ne var ki Tityre’in duyguları öyle değil; inanın bana Angele, bizim
görüşlerimiz çok daha sıkı ve sıradan.’ ”
(A. Gide, “Batak”, sa:27)
“Tam olarak doğayı taklit eden müzik <musique imitative> söz konusu olmasa bile, bu ‘Si Minör
Prelüd’de üst notanın (tonik) ve ‘Re Bemol Prelüd’deki dominant’ın ısrarla tekrarı, güçlü ve ayrıştırılarak
verilmelidir; onu kesen şarkıya kayıtsız okalarak, tekdüze, durdurulamaz biçimde; inatçı bir yağmur damlası gibi,
insan dugularına kayıtsız temel bir güç gibi; dolayısıyla hiçbir yapmacığa, özentiye kapılmadan çalınmalıdır.”
(A. Gide, “Chopin Üzerine Notlar”, sa:41)
“Dört gün ve üç gece denizde dolaştım; benim için, hayranlık verici güçlerini harcadılar. Tekdüze
yorgunluk, parıltılı sertliklerini uyutuyordu, hiç sonu gelmezcesine, dalgaları karıştırmaya veriyorlardı
kendilerini.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:70)
“Hiç değilse Véronique, pek farklı bir ruh hali içinde gidiyordu kocasıyla..... böyle uzun zaman
Roma’da kalmak en kutsal dileklerinden birine yanıt veriyordu; düş kırıklıklarıyla dolmuş tekdüze hayatını ufak
tefek din işleriyle dolduruyor, kısır olduğu için de, hiç bir çocuğun istemediği bakımı yüce ereğine
gösteriyordu.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:4)
“Sonra Esther, ekonomik bunalım dönemini ve her yanı sarsan korkuyu hatırladı. Bir korku ve -- o
yılları çağrıştıracak saygın sözcüğü bulmaya çalıştı -- gerçekdışılık dönemiydi bu. Jacob iş olanaklarınıon çok
kısıtlı olduğu bir dönrmdr ataılmıştı çalışma yaşamına. Esther’i eş olarak hak etmek için üstlenmeyi vadettiği
muhasebe hesapları – Başkalarının üstünden attığı, sıkıcı, tekdüze kağıt parçaları – ortalıkta yoktu gerçekte.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:39)
“İnsan resimlerinin arasından bir ayrıcalık olmaması bir zamanlar yüce bir ülküydü, ama artık tekdüze
bir düşünceye dönüştü. Biz çılgınlar belki onu yeniden yüceltiriz.”
(H. Hesse, Bozkırkurdu”, sa:187)
“SÖZ SÖZDEN YORULDU
3
Söylemediğim sözler bende kalsa.
Şiirlerin damarları kurudu
Biten toprağın çağına... tekdüzelik
Güzel özlemler tükenirken.”
(Allan Kolski Horwitz-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.09.08)
“Benimle değil artık; öldü. Zaten seneler önce yitirdim onu. Nice zamanlar anısıyla yaşadım, acı
günlerimizin izleri, lekeleriyle. Bu seçkin hatıralar, kimsesiz ve tekdüze yaşayışıma heyecan, yürek çarpıntısı
kattı.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:11)
“Tekdüze bir aydınlığa gömülmüş boş sokağın üstünde, hafiften bulutlu, dolayısıyla daha bir genişlemiş
görünen gökyüzünde kocaman bir ay vardı. Buz tutmuş karda ancak ufak adımlarla yürünebiliyordu.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:7)
“Büyük bayram günlerinde, Noel’de, Paskalya’da, Karnaval’ın son gününde, biraz daha çok yiyecek ve
içecek bulup gırtlaklarından bir şarkı yükseldiğinde haykırışa benzerdi; sızlanmayı andırıdı bu şarkı. İç
paralayıcı, tekdüze, yaslı iniş çıkışlarla bitip tükenmeksizin ağızdan ağıza dolaşırdı.”
(N. Kazancakis, “Kardeş Kavgası”, sa:11)
“Beni ne inancın ne de umudun yönlendirdiğini, nasıl söylesem, bir şekilde varlığım hakkında bir bilgi
kapmak için iş akışının tekdüzeliğini kesintiye uğratmaktan başka bir şey istemediğimi nasıl itiraf edebilirdim?
Gerçekte tüm bunlar, Gide’in söyleyeceği gibi, bir action gratuit, yani masum bir çocuk şakasıydı, ancak
diktatörlükler gibi bir espri anlayışı olmayan, yalnızca ve yalnızca polis devletinin dünya görüşünü esas alan ve
toplumlarda ciddiye alınan bir şaka.”
(Imre Kertész, “Tasfiye”, sa:46)
“Yağmurlar
1.
Korku
-------Nereye ah nereye sen özüm sen gürüldeyen engin
deniz sen tekdüze
yatay yorgunluk tutsağı
dikey rüzgarlarla gelen berraklığı özleyen ova
Nereye ah nereye
sen yağmurla toprağın kara hamuru”
(Mateya Matevski<d.1929>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.04.05)
“ÖLÜLERİ HATIRLAMAK
‘ölüleri hatırlamak, sevgili ölüleri’ Kavafis
Sabahleyin oturuyorum güneşte,
ve işlerinden sonra, oturuyorum, içleniyorum,
ayaklarımın dibinde köpekler, inliyor
güneşte, kıvranıyor,
gölgede kedi, şimdi,
yükselen güneş,
tekdüze sesi çamaşır makinesinin”
(Joan Metelerkamp<d.1956>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.06.06)
“Aynı siliklikte birbirine benzer tekdüze günler geçirmeye başladı. Aynı kararlılıkla ve ümitle
ailesinden geriye kalanları aramayı sürdürüyor, yurtdışında biriktirdiği para tükenene kadar çalışmayı
düşünmüyordu.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:59)
“TROPİKAL ÖLÜM
------------------------üçüncü gece
dokuz gece
tüm uykusuz tekdüze
kızarmış gözlü uyanık geceler”
(Grace Nichols<d.1950>-Nice Damar, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.03.08)
“Ta başından, şiire yoğunluğunu veren, aslında o güne kadar sezilemeyip birden çıkar yol olduğu
anlaşılan iç değerlerdir. Bugün her şeyi gözden çıkarırcasına çılgın bir yenilik düşkünlüğüne karşı son savunma
dayanağımı, elimde görünüşte tekdüze ve süssüz anlatım gücümün iç yaşantımı açıklamada gene de en iyi araç
olduğuna duyduğum sarsılmaz inançta buluyorum.”
(C. Pavese, “Yaşama Uğraşı”, sa:15)
“İletiler <Lingüistica general - 1979>
Nasıl da sevmiştim ellerinden çıkan
el yazmalarını
halının üzerinde
gündelik masanın üzerinde
uysal gün batımlarında
pencerenin tozunda
kumsalın tekdüze kumlarında
Uysal eller
tek hecelik iletiler”
(Cristina Peri Rossi<d.1941>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
01.02.07)
“Mogor dell’Amore’nin hikayesini dinleyen hükümdar, Garp memleketlerinin, Şark’ta tekdüze
yaşamlar süren halkların kavrayamayacağı kadar egzotik ve gerçeküstü olduğunu anladı. Doğu’da erkekler ve
kadınlar çok çalışır, iyi kötü birer yaşam sürdürür, onurlu ya da onursuz ölümleri tadar, muhteşem sanat
eserlerinin yaratılmasına, muazzam şiirler yazılmasına, muhteşem müzikler bestelenmesine vesile olann, bir
miktar teselli ederken bolca kafa karışıklığı yaratan dinlere inanırlardı.”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:360)
“Bakarkörlüğü gelince, bu konuda hiçbir kuşkuya yer yoktu. Bu hastalığın söz konusu olabilmesi için,
hastanın herşeyi kapkara görmesi gerekiyordu ama bu durumda görmek sözcüğü tartışmalıydı, çünkü hasta için
mutlak karanlık söz konusuydu. Kör adam, gördüğünü açık-seçik ifade etmiş, gördüğü şeyin tekdüze, yoğun,
beyaz bir renk olduğunu söylemişti, açık gözlerle bir süt denizinin içine dalmış gibi.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:27)
“Dışarıda, yere vuran çizmelerin tekdüze uyumu arasında gür ve düzenli bir yürüyüş marşı yükseliyor.
Genç kız ani bir hareketle pencereyi kapattı. Sinirlerini güç zaptedebileceği belliydi. Döndü, öfkeli bir
tavırla:
-Sabahtan beri durmadan geçiyorlar! dedi.”
(J.-P. Sartre, “İş İşten geçti”, sa:6)
“YA, ÖYLE Mİ?
Dedim ona: kaldırımlar kirlidir,
Suratlar asık, gökyüzü karamsar...
Dedim ki, günler hep tekdüzedir,
Ve yüreğime sürgit kasvet saçar,
Balo da, tiyatro da sıktı beni...
‘Ya, öyle mi?’ ”
(Konstantin Sluçevskiy<1837-1904>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Mecdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 19.04.07)
“KAROO
----------Söz vermeseler de, sizi bir yerlere götüren yollar üzerinde çakmak taşları parlaklığında taşların tek
düzeliği. Taze otlar arıyor çoban, kuyrukları bağlı koyun sürülerine çekici gelecek. Herhangi bir gezgin
söyleyecektir size çok hızlı giderseniz, kalırsınız hep aynı yerde.”
(Kelwyn Sole-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Vevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.11.05)
“Romantik roman yayımcıları arasında önde gelen Mills & Boon tarafından yürütülen bir araştırmaya
yanıt olarak mektup yazan bir okuyucu, bunların ‘hiçbir nahoş cinsel öğe içermeyen, temiz ve sağlıklı öyküler’
olduğunu beliritmiştir. Bu romanlar çoğunlukla, oldukça tekdüze yaşam süren ve kendilerini özleştirebilecekleri
ve düşlerinde kendilerini gerçekliğin sıkıcılığından uzaklara götürecek kadın kahramanlar sağlayan bir edebiyata
gereksinim duyan evkadınlarına ve başka kadınlara seslenir.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:37)
“Ufalmış, solgun, oturuyordu Baldini taburesinde, nezleli bir kocakarı gibi burnunu bastırdığı
mendiliyle gülünç bir görünüşü vardı. Artık bütün bütün dilini yutmuştu. ‘İnanılır gibi değil,’ bile diyemez
olmuştu, bir yandan başını sallayıp harmanlama şişesinin içindeki sıvıya bakadururken tekdüze bir, ‘Hm, hm,
hm... hm, hm, hm... hm, hm, hm...’ sesi çıkarıyordu. Bir süre sonra Grenouille bir gölge sessizliğiyle masaya
yaklaştı.”
(P. Süskind, “Koku”, sa:87-8)
“Cehennemlerin taşları bireylerin iyi niyetiyle döşenmiştir. Her zaman bir radyo oyunundan replikler
seçilir ve bu değişmeden sürdürülür. Bu biraz da değirmen taşını döndüren eşeklerin öyküsüne benzer,
çevresinde dönmenin tekdüzeliğiyle, eşek, bundan daha iyi bir çıkış yolu olmadığına ikna olur.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:24)
“Derken bir sabah naylon örtüyü kaldırdığında tüm bitkilerin çürüyüp solduklarını görüp hayretler
içinde kalıyor. Onları kendi hallerinde büyümeye bıraksaydı bazıları gene ölürüdü ama bazıları da dayanır,
yaşardı. Onun diktiklerinin yanında rüzgarın ve böceklerin taşıdıkları da yetişirdi. Kimi ayrıkotu olur, yolunur
ama bazıları da çiçek açar ve renkleriyle bostanın tekdüzeliğini yok ederlerdi.”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:69)
“AKDENİZLİ
<Quem das finem, rex magne, dolorum?>
Tekneyle gittiğimiz uzun bir koydu
Bir taş atımı genişliğinde, yükselen taş duvar
ile kuşatılmışDoruklaşmış sınırı antikitenin
Ve gittik oraya zamanın tekdüzeliğinden çıkıp”
(Allen Tate<1899-1979>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.12.02)
“Bunlar azizleri dolaşan iki hacıydı. Başlarında birer kirli baş örtüsü, kirli bezlerle sarılı ayaklarında
ağır çarıklar vardı, sırtlarında da kayın ağacı kabuğundan yapılmış birer çanta asılıydı. Onlar, sopalarını tekdüze
sallayarak, ancak bizi görecek kadar başlarını çevirdikten sonra ağır, yorgun adımlarıyla birbiri ardından
ilerliyorlardı.”
(L. Tolstoy, “Yeniyetmelik”, sa:14-5)
“Köylüler
----------Ve bazen karşılaşır bakışlar tamah dolu
Odayı doldurunca hayvan buharı.
Tekdüze okuyor bir yanaşma duayı
Ve bir horoz ötüyor kapının altından içeriye.”
(Georg Trakl<1887-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.04.09)
“MEKTUP
-----------Gecedir şimdi.
Makine tekdüzelikle dinlenmeden
okuduğu şarkıyla
sımsıcak umutlar saçıyor işte.
Yaşamı nasıl sevdiğini bilmelisin sen!
Ve sınır tanımadığımı
boş şeylere
nefrette!”
(Nikola Vaptsarov<1909-1942>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
10.09.09)
“Kedilerin ermişi Yaman, Antap’nun kucağında, soluğunun temposunu onunkine uydurarak soluyordu.
Salonda mumların sessizliği, alevlerin tekdüzeli dansı. Bu, üç yüz altmış beş gün böyleydi.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:142)
“Bir yandan sıcaklık artar, artar, öğleden sonrayı dayanılmaz kılarken, ne kadar acımasızdı saniyelerin,
dakikaların, saatlerin tekdüze geçip gidişi.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:75)
“Yüksek, biçilmemiş otlar arasında kendilerine yol açmaya çalışan ya da sere serpe frenk asmalarının
tozlu, yaldızlı boynuzlarının çevresinde tekdüze bir ısrarla dönüp duran arıların donuk mırıltısı, ortalığın
dinginliğini büsbütün sıkıcı kılar gibiydi. Londra’nın hafif uğultusu uzaktaki bir org melodisinin pes sedasını
andırıyordu.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:9)
“TOM (Seyircilere) : Karşımızdaki sokakta Cennet Dans Salonu vardı. Baharda, akşamları kapılar ve
pencereler açık olduğu için dışardaki müzik evlere dolardı..... Çiftler dışarı çıkar, kendilerini sokağın yarı özel
havasına bırakırdı. Onların telefon direklerinin veya büyük çöp bidonlarının arkasında öpüştüklerini
görebilirdiniz. Onlar da tıpkı benimkine benzer, macerasız ve tek düze hayatlarını bu ufak değişikliklerle
renklendirmeye çalışırlardı.”
(T. Williams, “Sırça Hayvan Koleksiyonu”, sa:42)
“ ‘... usunda karşı çıkmalar oluşturmadan, sürekli yürümek, gölgesi bile olmadan, ölü toprağı hiç de
etkilemeden. Hiç değilse bir şeyler çiğneyen, biri ardından öteki bacağını iteleyen bir koyun olsaydı; bir kuş,
toprağa kazmayı saplayan bir adam, ayağına takılacak bir böğürtlen çalısı olsaydı hiç değilse; ıslak yapraklarla
nemli, içine düşeceğim bir hendek -ama, hayır, içe kapanmayı getiren dar yol, aynı düzeyde, daha daha kışlara,
solgunluğa, aynı görünümün eşit ve tekdüze görünüşlerine götürdü.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:221)
“Baba-oğul Michaud’lar ve Grivet, dört yıldır her Perşembe Raquin’lere geliyorlardı. Rahatsız edici
düzenlilikle yapılan bu tekdüze haftalık toplantılarda bir kere bile canları sıkılmamıştı. Buraya geldiklerinde o
kadar farklı ve huzurlu bir ortama kavuşuyorlardı ki, bu evde oynanan dram, akıllarının ucundan bile geçmezdi.”
(E. Zola, “Thérese Raquin”, sa:297-8)
“... Edith hiç ummadığı şekilde hasta odasının boğucu, tekdüze ortamından kurtulmuştu ve terasın
varlığından da büyük mutluluk duyuyordu. Bu gözetleme kulesinden dürbünüyle, ayakları altına serilen dümdüz
ovanın hemen tamamını görebiliyor, ekileni, biçileni, geleni, gideni, herşeyi izleyebiliyordu.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:102-3)
Teke; İnatçı, kocamış teke : Keçi inatlı, haşin ve kavgacı, sert, geçinilmesi güç insan; Çevik ve hareketli
“‘... Bir haftadan beri bu şehirdeyim ama böyle Allahın belası yerlerde insan eski dostlarını bulamıyor.
Haydi artık ev bark sahibi bir kocamış teke olmuşsun. Bari işler nasıl?’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:46)
“Dişsiz ihtiyar teke, bu sözüm üzerine, insana hayret veren bir çeviklikle yerinden fırladı. Kapının bir
kenarında duran pabuçlarını koltuğunun altına almasıyla dışarı fırlaması bir oldu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:47-8)
Teke gibi kokmak : Çok pis kokmak
“Arkamdaki adamlara bakıyorum. Onların da adımları hızlandı, heyecanlarını güç bastırıyorlar. Üç
haftadır ne yıkandık ne de giysilerimizi değiştirdik, teke gibi kokuyoruz, derilerimiz kurudu ve rüzgarla güneş
yüzünden kapkara oldu.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları beklerken”, sa:101)
“O, köşede bir hasır üstünde bağdaş kurmuş oturuyor. Sırtında eskiden yeşil olduğu belli bir cüppe var.
Üstü başı, sakalı o kadar kirli ki, -yanına yaklaşmaya hacet yok- kapıdan itibaren bir teke gibi kokuyor.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:47-8)
Tekeline almak; Tekelinde olmak : Herşeyi kontrolüne almak; tüm kudreti, alım satımı, idareyi elinde tutmak
“Ayrıca, nüfusu bunca genç bir ülkenin yönetiminin neden hey yaaşça ve başça yetmişliklerin tekelinde
kaldığına da çoğu zaman -haklı olarak- akıl erdiremiyorsunuz.”
(A. Cemal, “Okuyan Gençliğe Mektuplar”, sa:26-7)
“Bununla birlikte çoğu zaman, çevredeki büyük kentten gelen bir kaç subay, oradaki eğlencelerden ve
olup bitenlerden söz etmek, bu arada bol bol şarap içmek için beni tekeline alıyordu. Bu yüzden de günlerce
Barones’ten çok uzakta, masanın bir ucunda oturdum. Sonunda bir rastlantı beni ona yakın bir yere attı.”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:40)
Tekerine, Tekerleğine taş koymak, odun sokmak : Engellemek; Özellikle araba ya da kağnı kaypak yerlerde
kaymasın diye alınılan önlem (Batı Anadolu’da kişisel gözlemim)
“Adamını gayet iyi tanıdığı için, ‘Hakimlerin karşısında kedi hatta sıçan, dışarda aslan kesilmiş,
savurmuştur namussuz!’ diye içten içe güldü. Ne olursa olsun, arabasının tekerleğine taş koymayacaktı!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:213)
“ ‘Ne yaptı gene?’
‘Arif Saim Beye, öteki Ağalara Beylere, bu, şu koskocaman ovaları verdiği, kendisinin de bir dünya
kadar çiftliği, bahçeleri aldığı yetmiyormuş gibi bir de benim tekerime taş koyuyor.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:181)
“Çünkü hırsızlar, soyguncular, adam eti yiyenler, memleket batırmaktan suçlular birikmiş Ankara’ya...
Padişahı kurtaracak olsa, kudurmuş mu bu padişah ki tekerleğine odun soksun, kendisini kurtarmaya
çabalayanların?..”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:83)
Tekerleme : Her ülkenin edebi geçmişinde var olan, bazen menkıbelerden lirik parçalar barındıran, uzun
yıllardanberi sürüp gelen, sahibi belli olmayan, farklı coğrafik bölgelerde farklı detaylar ve sözcüklerle
bezenmiş; belli bir konusu olmayan ama söylendiğinde bazı gülücüklere yol açan, bazı kimselerin uğur ya da
kısmet saydıkları, kısa düzyazı ya da düzelerle gelen sözcük grupları. Atasözlerinden daha az değer verilir.
“Ya bundadır ya bunda,
Helvacının kı-zın-da!..”
-Anonim- Eski İstanbul
“Ben doydum Allah artırsın,
Sofrayı kuran kaldırsın!”
-Anonim- Eski İstanbul Bakın bu ikinci tekerleme, Fakir Baykurt’un
kaleminde, nasıl onun yöresinin benzer esprisini yineliyor:
“ ‘Cümleten afiyet olsun ağalar!’ dedi, kalktı. ‘Ziyade olsun. Yedik içtik. Allah bereket versin.
Biz yedik Allah artırsın,
sofrayı bekçi kaldırsın.”
Şimdi bana müsade. Gidip yatayım.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:203)
“Kocası balığını bitirmişti, onları bekletmemek için çabucak yemişti. Sıra, kirazlı turtadaydı. Mrs.
Manresa çekirdekleri sayıyordu.
‘Ya şundadır ya bunda...
Usta, terzi, asker, denizci, eczacı,
Sı-ğırt-ma-cın-ın oğ-lun-da...’
.........
Bana o düştü diye haykırdı, kiraz çekirdekleri
aracılığıyla vahşi bir doğa çocuğu olduğunun kanıtlanmasından büyük kıvanç duyarak.
‘Yani,’ dedi ihtiyar, ona hafifçe takılarak, ‘bu tekerlemeye mi inanıyorsun?’ ”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:49)
Teker meker düşmek (serilmek, yuvarlanmak) : Apar topar tökezlenmek, yere düşmek
“Genç ve gözüpek bir keşiş, merakından dayanamaz da sarmaşıklara tırmana tırmana büyük kapının
üstündeki yarı toparlak pencereye erişirse, büyücü sakalıyla elinde sıvı ölçeği, ocaklarına eğilip bakan Pere
Gaucher’yi görür görmez, ödü koparak, teker meker aşağıya yuvarlanırdı.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:78)
“ADAM - Ne abuk sabuk laflar bunlar Bay Katip! Sen, devam et!
RUPRECHT - Herif teker meker yuvarlandı. Ben de artık dönecektim. Fakat karanlıkta onun
ayaklandığını gördüm. İçimden: ‘Daha yaşıyor musun,’ dedim.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:47)
“Çelik içimden vızz diye aksetti. fakat bana hiç bir şey yapmadı. Herif de teker meker yere serildi;
ayağa kalkarken dehşetinden dişleri biribirine çarptı, sedirin arkasına saklandı.”
(O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:II, sa:70)
Teker teker : Birer birer, birbiri ardından
“Teğmenden sonra Çavuş Fuchs konuşmuştu telefonda Şvayk’la. Fuchs ve on er, kapısı kilitli olan
deponun önünde saatlerce Başçavuş Vanyek’i beklemişler, kimse gelmeyince de teker teker barakalarına
dönmüşlerdi.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:414)
“ASTROLOJİ
Hele yaz gelsin. Yolculuğa çıkacağım. Tanrı’m.
Dört yıldan beri, hep rüyalarım
kurumuş herhangi bir çayırda geçmekteler
ve başımın üzerine düşmekteler teker teker
cırcırböcekleri ve göktaşları.”
(Ekaterina Yosifova<d.1941>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
16.07.09)
Teke sakallı :
sakal biçimi
(Teke: Erkek keçi); Yalnızca çene ucunda, tekerlerinkine benzer, uzun tüyler şeklinde tutulmuş
“Teke sakallı, kart <yaşı geçmiş> bir zampara:
-Yaşa, Surmenila <Türkçedeki ‘Sürmeli’ -gözüne sürme çekilmiş hanım-nin, yunanca ‘dişi şekli’>
diye bağırdı, önüne gitti, başındaki kocaman mendili çıkardı, bir ucunu kadına verdi, öbür ucunu kendi tuttu ve
ikisi birden, başları yukarıda kendilerinden geçmiş bir halde vücutları birer meşaleymiş gibi hora tepmeye
başladılar.”
(Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:34)
Teke tek : Yalnız başına
“İki oyun masasında kağıt oynuyordu. Başkaları da basket potasının altında teke tek top sürüyordu.
Barfiks çubuğunun yanına gitti; yüz tane barfiks çektiğinde basketbal oynayanlar durup onu seyretmeye başladı.
İki yüz barfiksi tamamladığında poker ekibi dağıldı.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:464)
Tek göz oda : Fakir kimse ya da ailelerin yaşadıkları tek oda ortamı
“Kapıcının ölümü. Karısı hasta, büyük bir yatakta yatıyor. Tek göz odada, karısının yanında, katlanan
küçük bir yatağın üstünde, mektupları alırken günde iki kez gördüğüm ölü yatıyor.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:49)
... tek’i : ...’ın birisi (acemi,afrikalı, ahmak, alçak, aptal, aylak, ayyaş bela,, bitli piyade, bodur, b.k herif, boş
kafa, budala, bunak, cadı; cimri ve bencil; çatlak, çılgın, dazlak, deli, domuz, enayi eşek, feylesof, fırlama,
geçkin, geri zekalı, gudubet, haşarı, haysiyetsiz, hayta, herif, hıyar, huysuz çocuk, inek, kaba herif, kaçık, kazma,
kaz suratlı, kereste, kırma, kibirli ve aksi, komedyen, korkak, köpek, kuş beyinli, lanet, manyak, meraklı, moruk,
odun, orospu çocuğu, ödlek, pis herif, pislik, sadist, salak, sansar suratlı, sokak çocuğu, sersem, sorumsuz,
soytarı, şarlatan, şımarık, taşralı, tembel, terbiyesiz, uyuz, yalancı, yamyam, yaşlı adam, zındık vb.)
“ ‘Biliyorum! Biliyorum!’ dedi heyecanla. ‘Bir gün Miss Violet tuvalete gitmek için izin verdiğinde
tuvalet duvarına delik açtım. Çiviyle! Oradan kızlar tuvaletini görebiliyordum! Her şeyi gördüm! Kıçını! Her
şeyi! İşemesini bile duydum!’ diye bağırdı.
‘Horse, pisliğin tekisin!’ diye tersledi June. Kızlar birbirlerine sıkılarak baktılar ve kıkırdadılar.”
(R. Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:249)
“Kışlada: ‘Koş bir kibrit al bana.’ Elinde tüfeği yanına gelirdi: ‘Şunu da siliver.’ Halil Onbaşı kızardı.
‘Uşağı mısın onun?’ ‘Değil; isteyerek yapıyorum.’ ‘Alçağın teki, iyilikten anlamaz.’ İyiliğinden değildi. Belki
bu yolla yaklaşabildiği içindi.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:69)
“O zamanlar ne çılgınlık, değil mi? İkimiz de - birimiz diğerimiz kadar çılgındık. Öyle olduğumuz da
kimsenin aklına gelmezdi. Başarılı, uyumlu çocuklarmışız gibi görürlerdi. Herkes bize gıpta eder, değer verirdi
ama içten içe delinin tekiydik.”.....“ ‘Ama daha önce özlüyordun.’, ‘Evet. Özlemek istemiyordum, yine de
özlüyordum.’ ‘Adam manyağın teki, biliyorsun.’ ‘Doğru. Ama manyaklara aşık olunmaz diye bir yasa var mı?’ ”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:98;138)
“Budalanın tekisin. Sen allahın belası, sefil bir budalasın.
Biliyorum. Ama herkesten daha budala da değilim. Orda oturmuş, bana benden daha zeki olduğunu
mu söyleyeceksin? En azından ben ne yaptığımı biliyorum. Yapacak bir işim vardı, onu yaptım.”
(P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:72)
“DR. FISHER - Cezalandırıldığını düşünen biri gibi konuşuyorsunuz.
IZZY - Eh, belki de öyleyimdir. Delinin teki göğsüme bir mermi saplıyor ve sonunda ilahi adalet
yerini buluyor.
DR. FISHER - O halde tüm o deli dünya laflarına ne oldu? Eğer olanları rastlantısal, gelişigüzel
gerçekleşen olaylar olarak kabul ediyorsanız, sonra yan çizerek, bu olanların ardında bir amaç olduğunu iddia
edemezsiniz. Ya biridir ya da diğeri. Ama ikisi birden değil.”
(P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:25)
“Floyd giderek Nashe’in sinirine dokunmaya başlıyordu. Herif budalanın, geri zekalının tekiydi ve
konuştukça oğluna daha çok benziyor, Nashe’e onu anımsatıyordu.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:203)
“ ‘Senin şu Slim dayın çok tuhaf biri,’ diye sözünü sürdürdü Usta, dikkatimi çekmişti ya, artık ağırdan
alıyordu. ‘Bir Amerikan yurttaşının böylesine ahmak olabileceğini hiç düşünmezdim. Leş gibi kokmakla
kalmıyor, aynı zamanda hiçbir işe yaramayacak kadar da sefil ve çirkin. Senin böyle sansar suratlı sokak
çocuğunun teki olup çıkmanda şaşılacak bir şey yok.’ ”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:9)
“MAHMURLUK
-------------------Bugün bana bıçak vurdu
(eski) yosmanın birisi.
Votkalı, sisli, çamurlu...
Sofya’nın bir pis gecesi.
Bir dost (çoktan terk ettiğim)
Hala saldırmadı bana.
Doğru, pisliğin tekiyim!
Ayık da olmuyor ama?”
(Miryaba Başeva<d.1947>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
11.09.08)
“-Ama, kasıtlı olarak yapmadı herhalde, değil mi?
-Elbette kasıtlı olarak yaptı, hem de herkesin gözü önünde! Bir şeye sinirlenmiş. Zaten çılgının teki!
Beni havaya atıp tuttuktan sonra, öfkeden küçük parmağını kırdı.”
(N. Berberova, “Kara Acı”, sa:23)
“ ‘Hayır. Kanadalının hikayesi öylesine saçmaymış ki polis memuru adamın ya şok geçirdiğini ya da
çılgının teki olduğunu düşünmüş.’ ”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:78)
“Macri, ‘Sen simgebilim uzmanı değilsin,’ diye çıkıştı. ‘Şanslı köpeğin tekisin o kadar. Simgebilim
kısmını Harvard’lı adama bırakmalıydın.’
Glick, ‘Harvard’lı adam onu gözünden kaçırdı,’ dedi. Bu logodaki İlluminati varlığı o kadar belirgin
ki!”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:412)
“Tam o sırada Frecciargento <tren> bir tünele girerken kompartmanda kulakları sağır eden rüzgar sesi
duyuldu. Langdon bu karanlıkta gözlerini kapatıp zihnini dinlendirmeye çalıştı. ‘Zobrist kaçığın teki olabilir ama
Dante’yi en ince ayrıntılarıa kadar anladığı kesin,’ diye düşündü.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:350)
“ ‘Evet. Geçen gün barlarınızdan birindeydim. Öğrenmiş oldum.’
‘İçki de mi içersin?’
‘İçmek ne kelime, ayyaşın tekiyim.’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:32)
“ ‘Doktor mu? Ben giderim!’ deyip hemen yola koyuldum. Binbaşının yanına gittim. Bir balkona
yaslanmış sigara içiyor ve bahçedeki bir tavuskuşuna bakıyordu.
‘Sinyor Criscuolo, yaşlı adamın teki fenalaştı. Doktor aramaya gidiyorum.’ ”
(I. Calvino, “Savaşa Giriş”, sa:25)
“O sırada, her geçen gün daha geç saatte yakılan kentimizin sokak lambaları birden parıldadı.
Gezinenlerin arkasında kalan yüksek lamba, gözleri kapalı, sessizce gülmekte olan adamı ansızın aydınlattı.
Sessiz bir kahkahayla gerilmiş beyazımsı suratından iri iri damlalar halinde ter akıyordu. Geçip gittiler.
-Delinin teki, dedi Grand.”
(A. Camus, “Veba”, sa:95)
“Fischerle, anladığı için rahatsız oldu, böylesi saçmaları neden anlamak zorunda kalıyordu sanki, kendi
zekasına sövdü ve alışkanlık gereği, yanında oturan zavallı adamın sözcüklerine yanıt verdi. ‘Sevgili dostum, ‘
dedi. ‘Siz akılsızın tekisiniz. Hiç kimse, nasıl yapılacağını bilmediği bir şeyi yapmaz.’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:307)
“Beri yandan hancı, katırcılara, bu adamın çılgının teki olduğu konusunda kendilerini uyardığını ve
hepsini öldürse bile cezalandırılamayacağını haykırıyordu.”..... “Bu sahneyi izleyen Don Quijote, hışımla
bağırdı: ‘Hey kaba şövalye, savunmasız birine saldırmak ayıp değil mi? Atınıza binin, mızrağınızı alın, ödleğin
teki olduğunuzu göstereyim size!’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:24-5;27)
“Gerçekten üzgün görünüyordu. Ta başındanberi bana öğretmekte olduğu şeylerden hep kuşku
duyduğumu fark etmiştim. Don Juan’dan çok şey öğrenen o güçlü, alçakgönüllü Castaneda olamamıştım; basit
RAM alıştırmalarımı yaparken bile kibirli ve aksi adamın teki olmuştum.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:183)
“Karşısındakinin aceminin teki olduğuna artık emin olan Milan, hiç vakit kaybetmeden törenin kalanını
öğretti ona: Copacabana hoş bir yer olmalıydı, bir kerhane değil. Erkekler bu kulübe girerken, yalnız bir kadınla
karşılaşmak isterlerdi.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:68)
“ ‘Ama size şunu sorayım: Geçen gün meydanda sebebiyet verdiğiniz o gülünç olaydan sonra
kasabalıların sizi böyle gördüğüne gerçekten inanıyor musunuz? İnanın bana, bu kasabanın halkı için siz Tek Dil
Adam değilsiniz, soytarının tekisiniz o kadar, bir delisiniz.’ ”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:150)
“ ‘İsaev’i gözünde büyütmek mi? İsaev ayyaşın tekiydi, bir hiçti, berbat bir kocaydı. Karısı, Pavel’in
annesi, sonunda ona katlanamaz olmuştu.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:155)
“L. ANDREYEVNA - Yerimde oturamıyorum, elimde değil... (Sıçrayıp kalkar, şiddetli bir heyecan
içinde yürür.) Bu mutluluğu kaldıramayacağım... gülün üstüme, aptalın tekiyim ben... Ah, dolapçığım benim...
(Dolabı öper.) Masacığım benim.” ..... “LOPAHİN - Kardeşiniz, işte şu Leonid Andreyiç, benim için odunun
tekidir, köy ağasıdır der. Banaysa vız gelir, tırıs gider bunlar. Varsın dilediğini söylesin o.” ..... “YAŞA - Yirmi
iki musibet... Sersemin teki, doğrusunu söylemek gerekirse... (Esner.)” ..... “YAŞA - Herif çoktan gitti.
Moruğun tekiydi. (Güler.) ... Yepihodov çok gülünç. Boşkafanın teki. Yirmi iki musibet.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:113;128;154)
“Babam Galiaudo ne demek oldunu anlamadı ama evden bir gırtlak eksileceni ve artık benimle
uraşmayacanı anladı çünki ben tembelin tekiydim...” ..... “Rex diye baarmaya ve esenyürün elini öpmeye azım
bir karış açık kaldı neredeyse çenem kopacaktı çünkü oan kırmızı sakallı o senyürün İmparator Fridericus
olduğunu anladım etten ve kemikten karşımdaydı ve ben ona bütün gece aptalın tekiymiş gibi bir sürü palavra
atmıştım.” ..... “‘Ben alçağın tekiyim baba,’ diyordu, ‘kandan iğreniyorum, ellerim kirlensin ve daha fazla ölüm
olsun istemiyordum, ama yaptığım kasaplığa bak, bu ölümlerin hepsi benim yüzümden.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:16;17;198)
“... Simina kanı farkedince açgözlülükle emdi. Ama derhal ayağa fırladı.
‘Hoşuma gitmedi Egor. Öpüşmeyi bilmiyorsun!... Salağın tekisin!...’ ”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:95)
“SANIK -... İşte cümlenin okunuş şekli: (Alaylı bir havayla) Padova Üniversitesi eski bir virgül daha,
serbest doçenti... Hani sanki kendiniz bile inanmıyormuşsunuz gibi... Bu kadar şeye kanan da salağın tekidir
zaten!”
“DELİ - ‘... Oysa, bizim komşuların masasına gelip orada oynadın’ ‘Ne yapsaydım ya, el papazla
bitecekti! Sen bunağın tekisin!’ ”
“DELİ - Evet, eğer anarşist süsü vermeseydi, onların arasında nasıl kaynaşabilirdi anlayamıyorum,
onu iyi tanırım, cahilin de tekidir...”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:10;70,77)
“ROSA - Sus boşboğaz! Herşeyi mahvettin, hain köpek!
KOMİSER - Hay Allah, ben de sizi aptalın teki sanırdım.”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:93)
“... ‘Sebzeleri meyveleri elleyip içeri giriyor, sonra dışarı çıkıyor yine aynı şeyi yapıyor, sebzeleri
meyveleri elliyordu. İçeri girdiğinde pazarlık ediyordu belki de. Kim bilir, belki de manyağın tekiydi,
sebzeleri, meyveleri ellemekten hoşlanıyordu.’ ” ..... “-Cinayet için de arabayı ben çaldım! Silahı arkadaşım
kullandı... o ateş etti... ben de şimdi gammazlıyorum onu... alçağın tekiyim! Oysa hep iyiliğini gördüm onun,
zor duruma düştüğümde hep yardım elini uzattı...” .....
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:34;73)
“Bu yürekler acısı ihtiyarla (Fragonard) Eşitlik Sarayı’nın kemerleri altında karşılaşmıştım. Yüzüne
pudralar sürmüş, iki dirhem bir çekirdek, ağzı kulaklarında koşturup duruyordu. Gudubetin tekidir. İçimden, bu
adamı bir ağaca asıp, bütün kötü ressamlara ders olsun diye Marsyas gibi diri diri derisini yüzse derdim.”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:42)
“Dünyada her şey bir rezilliğe çıkıyor ve kendi tutkusu, gereksinimi olmadan, başkaları istiyor diye,
para ya da şan için çalışıp didinen bir insan budalanın tekidir.”
(J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:61)
“Bir keresinde, yandaki dikiz aynasında göz göze geldiği genç kıza sordu:
‘Evlendiğimde budalanın tekiydim -nasıl çocuk yetiştirileceğini, nasıl baba olunacağını bilmeyen lanet
olası genç bir budalaydım- bunu biliyorsun, değil mi?’ ”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:11)
“CEVAP VER
Cevap ver kartoncu usta, niçin
Ve neden yaptın bu albümü sen
Aşk ve tutku dolu şiirler için
Kalınlığı bu cilde denk düşen?
Kartoncu usta, sen enayinin
Tekisin, bak acılarım bitti,
Dudakları pek cimriydi yarin,
Kalbi her zaman düzgün attı.”
(Nikolay Gumilöv<1886-1921>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 31.07.03)
“İşte böyle, Bayan Müller, görün nasıl bir dünyada yaşadığımızı! Avusturya için ne kadar büyük bir
kayıp! Ben askerdeyken, bitli piyadenin teki yüzbaşıyı vurmuştu..... tam kalbinden...” ..... “Bu sefer bizim salak
Dub, Biegler’in, son söylediği lafla dalga geçtiğin, sanıp mektep çocuğunu fırçalamaya başlamasın mı? Yok b.k
herifin tekiymiş, yok üstüne saygısız davranıyormuş.”..... “Papaz, Şvayk’ın üstüne yıkılırken, ‘Benim emirerim
falan yok,’ dedi. ‘Üstelik muhterem efendiniz de değilim ben.’ Sonra, sarhoşluğun verdiği dobralıkla, ‘Domuzun
tekiyim ben,’ diye ekledi...”.....“ ‘Beni maytaba mı alıyorsun? Görürsün sen şimdi altı panayırı!... O sıra bölük
yazıcısı fırlamanın tekiydi; oda tuttu, tabur komutanlığına, acemi er Pek’in Aşağı Busov’da düzenlenen
panayırlarla ilgili olarak komutanı görmek istediğini bildirdi.’ ”..... “‘Korkunç,’ diye göğüs geçirdi Balon.
‘Böyle durumlarda karşılaşacağım, kırk yıl düşünmsem aklıma gelmezdi. Hep şu lanet olası kibirim yüzünden,
hıyarın tekiyim işte.’ ”.....“‘Güzel. Şu askeri görüyor musun? Teğmenin emireri. İçkiden nefret edermiş. Sapına
kadar yeşilaycı. Böyleleri benim işime yaramaz. Emireri değil, ineğin teki.’ ”..... “Bizim bölükte Şits diye bir er
vardı; Porjiçili iyi bir çocuktu, ama biraz yobazdı, hem de ödleğin teki.”......“Yıllar önce bizim Budyeyovitse’de
Brjetislav Ludvik adında bir celep vardı, pazaryerlerinin ortasında çıkan bir marazada bıçaklayıvermişlerdi.
Adamın Bohuslav adında bir oğlu vardı; kimse onun domuzlarını almaya yanaşmazdı. Derlerdi ki: ‘O bıçaklanan
herifin oğlu bu. Bu da babası gibi rezilin tekidir herhalde!’ ” ..... “Biz ordugahın bulunduğu tepeye tırmanırken
arkamızdan yetişti, ‘Macar karıları ateşli olur diye bilirdim,’ dedi, ‘ne gezer! Avrat soğuk nevanın teki, kardeşim;
soğuk neva ne kelime buzdağından farksız.!’ ”.....“Ortalardaki ranzalardan birinde, adamın biri sessiz sakin
anlatıyordu; ‘Tüymeye kalkışıp da buraya, sizin aranıza getirilmeden, 12. Koğuş’ta yattım bir süre. Orada
durumu daha hafif olanlar kalıyordu. Bir gün taşralının tekini getirdiler koğuşa. Adamcağıza, bir gece evinde
askerleri yatırdığı için on dört gün vermişlerdi. Önce gizli örgüt toplantısı falan sanmışlar, bereket sonradan
adamın bu işi para için yaptığı anlaşılmış.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:29;(Cilt:2,sa:265);131;422;134;430;129;33;362;119)
“ ‘Korkunç,’ diye göğüs geçirdi Balon. ‘Böyle durumlarda karşılaşacağım, kırk yıl düşünmsem aklıma
gelmezdi. Hep şu lanet olası kibirim yüzünden, hıyarın tekiyim işte.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:134)
“ALTINCI MİMOS
----------------------KORİTTO
Söylediklerinin ikisi de değil, Metro. Khios’tan mı
Erythrai’dan mı ne gelmiş. Dazlağın, bodurun teki;
hık demiş, Preksinos’un burnundan düşmüş...”
(Herodas, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:35)
“Bu sessiz antika oğlanın ne mal olduğu ancak yavaş yavaş öğrenilebilmiş, cimrinin ve bencilin teki
diye nitelendirilebileceği, bu kötü huylarda işi mükemmelliğe vardırmasıyla çevresindekilere saygınlık
uyandırmaya ya da en azından bir hoşgörü havası yarattığı sonradan anlaşılabilmişti.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:71-2)
“GARDİYAN - Kapıyı açık bırakıyorum diyorum size, işte. Deneyin! Yine söylüyorum. Bütün kapılar
açık. (Çıkar.)
2. TUTUKLU - (Birinciye.) Ne yapmayı düşünüyorsun?
1. TUTUKLI - Yalancının teki o. Kurnazın teki.”
“BANCO - Kahrolsun diktatörlük!
LADY DUNCAN - Zorbanın teki.
MACBETT - Dinsizin, imansızın teki.
BANCO - Açgözlünün teki,
LADY DUNCAN - Eşeğin teki.
MACBETT - Kazın teki.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:186; ‘Macbett’, sa:306)
“Gecenin boğucu sıcağında ikisi de ses çıkarmadan yürüyordu. Adrian, arkadaşını inceliyor ve bu
cümleyi kafasında evirip çeviriyordu:
‘Dünyayı görmeye çıkmış! Oysa benim gibi haytanın teki olacak! Vay canına! Haytalar böyle,
dünyayı görmeye çıkarlarmış demek!’ ”
(P. Istrati, “Sünger Avcısı”, sa:12-3)
“... aç kalmanın ne kadar kolay olduğunu biliyordu. Dünyanın en kolay işiydi bu. Zaten bunu
saklamazdı, ama ona inanmıyorlardı; kulak verenler de bunu alçakgönüllülüğüne bağlıyor, ama çoğunlukla
reklam meraklısının teki, hatta aç kalmayı kolaylaştırmanın yolunu bulduğu için hiç güçlük çekmeden aç
kalabilen, üstüne üstlük bunu yarım yamalak itiraf etme yüzsüzlüğünü de gösteren üçkağıtçının biri olduğunu
düşünüyorlardı.” ..... “Georg, ‘Komedyenin tekisin sen!’ diye bağırmaktan kendini alaması, hemen ardından
yarattığı hasarın farkına vardı ve dilini, acıdan bayılacak kadar ısırdı; ama artık çok geçti.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:78-9;106)
“Sordum: Teşrif Ankara’dan mı beyefendi? Ne bildin, dedi. Bilmeyecek ne var? O zamanki vali
mürtekibin (irtikap eden, rüşvet alan) hırsızın ve kumarbazın teki. Fabrikatorları, tüccarları Kulübe cebri (zorla) toplar,
pokere oturtur. Ütülürse hasbi geçer (aldırmaz), üttü mü, Allah yarattı demez...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:223)
“Ben bu satırları yazarken, herkes filozof Martin Heidegger’in üçkağıtçının ve pis herifin teki olarak
görülmesi gerektiğine karar verirse, bunun nedeni onun fikirlerinin, başka düşünürlerce aşılmıuş olması değil,
onun imagolojik çarkta o an için kaybeden numara, bir anti-ideal haline gelmesidir. İmaj yapımcılar ömürsüz
kalacak ve her biri yerini, çok geçmeden başka birine bırakacak, ama davranışlarımızı, siyasal görüşlerimizi,
estetik zevklerimizi, salondaki halının renginden kitap seçimimize kadar, bizler ideologların eski sistemleri kadar
güçlü biçimde etkileyen idealler ve anti-idealler sistemi yaratmaktadır.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:143)
“Julia derin bir nefes alıp Stanley’e baktı..
‘Ölmüş!’
İki arkadaş bir süre birbirlerine öylece bakakaldılar.
‘Söylemeden edemeyeceğim; bu seferki bahanesi gerçekten mükemmel!’ diye fısıldadı.
‘Kazmanın tekisin, biliyor musun!’ ”
(M. Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:17)
“Öğleden sonra toplantı sona erdi ve hepimiz, akşamüstü çardak altında yapılacak genel kurul
toplantısına çağrıldık. Ben hemen Yazar’a koştum. Onu öfke içinde bulacağım tahmininde yanılmamıştım. Evde
sepetleri, sehpaları tekmeliyor, küfredip duruyordu. Birer bira açıp üzüm salkımlarının altına oturduğumuzda
bile Başkan’a sövüp saymayı bırakmamıştı: ‘Kafayı yemiş bu adam!’ diyordu. ‘Kesinlikle kafayı yemiş..
Çatlağın teki!’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:58)
“Çeteden birinden çalsam, Kıvırcık’tan, ya da şu Boa hayvanından, ama sınav var, kimyadan bir daha
çakmamalıyım. Köle’den aşırsam amma matrak olur, bir keresinde Vallano’ya söylemiştim, doğru da, ölünün
birini dövsen kendini cesur sanırsın, ama umutsuzsun demiştim. Bütün zenciler gibi Vallano da korkağın teki,
gözlerinden okunuyor o panik, o sıçramalar, pijamamı çalanı geberteceğim…”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:22)
“Sanki doksan altı yaşındaki annesinin aile sorunlarıyla uğraşacak hali kalmıştı. Tıpkı kardeşleri gibi
karısı da dertlerine derman aramak için hep Büyük Hanım’a koşuyordu. Barışmak için bir kez daha elini cebine
sokması gerekmişti. Dominiklilerin alçak sesle söyledikleri gibi bu sözde ‘yazar ve ahlakçı’, can sıkıcı uyuzun
tekiydi. Sevgili oldukları günlerden beri öyleydi.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:28)
“Şaka yapıyorum. Gene de bizim o dar ortamımızda küçücük bir efsane doğmuştu gerçekten de : Bakü
her mektubu her alıcıya ulaştırabilir, ıslık çala çala atlatamayacağı kontrol noktası yoktur. Fırlamanın teki yani.”
(A. Maalouf, “Doğu’nun Limanları”, sa:69)
“Çetenin başını çeken adam o sırada Cabir’in üzerine eğilmiş durumdaydı; doğruldu, burnunu
başkalarının işine sokan bu davetsiz misafirin karşısına gelip dikildi. Sakalının altında sağ kulağından çenesinin
ucuna kadar uzanan derin bir bıçak yarası görülüyordu ve yüzünün bu oyuk tarafını karşısındakine dönüp bir
hüküm açıklar gibi konuştu:
-Bu adam sarhoşun, zındığın, feylesofun teki!”
(A. Maalouf, “Semerkant”, sa:17)
“ ‘Apia’dakilerin aptal olduğunu göstermek için canını tehlikeye atması akıllıca bir iş değil.’
‘Yok yahu, yerliler bana zarar vermek istemezler. Bensiz bir şey yapamayacaklarını bilirler. Bana
tapıyorlar. Manuma aptalın teki. O bıçağı yalnızca beni korkutmak için atmıştır.’ ”
(S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:35)
“Enerjik, sessiz el kol sallamalarıyla vedalaştıktan sonra, vagonda Rivet’ye şöyle dedim:
‘Sen kaba herifin tekisin!’
O da karşılık verdi:
‘Bak oğlum, beni iyiden iyiye çileden çıkarmaya başlıyorsun.’ ”
(G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi-Şu Morin Domuzu”, sa:290)
“SEKRETER - Yo, hayır, başınıza iş açmaya değmez. Ahmakın teki.....(Sersem sersem duran YANK’a
aşağılayıcı bir yüzle bakar.) Allah kahretsin, laf anlatılmaz ki sana. Allahın ayısı.
YANK (İşittiği laf üzerine vahşi bir tavırla boşuna çırpınır.) - Ne dedin ne? Seni gidi düdük seni!”
(Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:63-4)
“Evin önünden geçerken açık pencereme baktım. Babam öğleyin gelene kadar dönerim. Mahalleye
girer girmez kamyondan indim. Halil’ler beni işsiz güçsüz aylağın teki sanmasınlar diye hızlı hızlı yürüdüm. Taa
mendireğe kadar gittim, sıcaktan kan-ter içinde kaldığım için biraz oturdum, denize baktım. Bir motor hızla
geldi, bir rıhtıma bir kız bıraktı, gitti.”
(O. Pamuk, “Sessiz Ev”, sa:77)
“Ginia iki tur döndükten sonra, ötekinin şöyle bağırdığını duyardı. ‘Sen terbiyesizin tekisin, cadının
tekisin, yok ol ortalıktan. Fabrikaya geri dön!’ ” ..... “Bunu çamurun ve karın ortasında düşünüyor, köşelerde
durup o günleri özlüyordu. ‘Gelecek elbette, mevsimlerin sonu gelmedi ya,’ diye düşünüyordu ama şimdi
yapayalnızken bu ona pek uzak görünüyordu. ‘Yaşlının tekiyim. İşte o kadar. Güzel ne varsa bitti.’ ”
(C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:9-10;118)
“Tam geri dönmek üzere yürüyecekken kendi kendime şöyle dedim: ‘Aptalın tekisin sen. Seni bekleyen
iki ihtiyar kadın. Bırak beklesinler.’ ”
(C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:11)
“Kimi günler daha çocuk olduğumu, salak olduğumu, herkesi güldüren budalalıklar yapmış olduğumu
düşünüyordum. Ama, hiç kuşkusuz Gina’nın gülmediğini, dükkanı, Solino’yu, köprüde çalışanları
düşünüyordum. ‘Salağın tekiyim ben,’ diyordum kendi kendime. ‘Gitarımı çalıp olduğum yerde kalacaktım.’ ”
(C. Pavese, “Yoldaş”, sa:175)
“İçeri girince Gabriella’yı bir kenara çektim. ‘Oreste dışarda seni bekliyor,’ dedim.
‘O delinin teki.’
‘İkinizden hanginiz daha deli bilmiyorum,’ dedim. ‘Beni kimse beklemiyor.’ ”
(C. Pavese, “Tepelerdeki Şeytan”, sa:160)
“J.T. Fields’in tanıtım yazısını okurken ve elindeki diş izleri sızlarken, hazinedarın aklından aşağı
yukarı şunlar geçti: Fields yeni kalesinde kendini yenilmez sanıyor... Lowell gibi o da küstahlaşmış...
Longfellow ulaşılmaz; Bay Greene ise bunağın teki.. Ama Doktor Holmes...o otokrat ilkeleri yüzünden değil,
korktuğu için tartışıyor...”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:41)
“-Neymişim ben ne?
-Fazla... iyi.
-Neymişim ne? Salağın tekisin sen Alfredo. Karına acıyorum; onu boynuzladığın için değil, su
katılmamış bir salak olduğun için.” ..... “-Çocuklar, biraz odanıza gidin, dedi Alfredo. Anneniz ile babanız
biraz...
-Hayır! Hiçbir yere gitmiyorsunuz, dedi Lucy. Babanız bize bir masal anlatacak.
-Lucy, Gloria sana ne söyledi bilmiyorum ama...
-Ne söyleyebilirdi ki? Ha? Ne söyleyebilirdi?
-Onu kovdum, o da bozuldu. Delinin teki!”
(S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:162;165)
“Beni seviyorsan, sen kendin gibi
taze bir bahar bul yatağına
katlanamam gayrı sen’le yaşamaya
sen delikanlı, ben geçkinin tekiyken.”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:127)
“Günümüzde insan kime güveneceğini şaşırıyor, bu subay çok güvenilir bir izlenim bırakmıştı, rejimin
gözdelerinden biri getirmişti onu buraya, şimdiyse buralarda serserilik edip insanların aklını karıştırıyor, yönetim
olayların böyle gelişmesine nasıl izin verebildi. Rahip Agamedes bunun yanıtını bilmiyor, onun krallığı bu
dünya değil, yine de kaçığın teki kendinden geçerek, ‘geri çekilin, geri çekilin,’ diye bağırdığında, büyük, ulusal
korkunun tanığı ve kişisel kurbanı olmuştu.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:260)
“ ‘Onu çok iyi tanıyorsunuz,’ dedi Firmino.
‘Arabadaki bir ilişki sırasında yüzünü bıçakla yaralayan müşterilerinden birine karşı açtığı davada
avukatlığını yaptım,’ dedi Don Fernando, ‘sadistin tekiydi ama paralı birisiydi. Wanda ucuz atlattı.’ ”
(A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:209)
“Peder Antonio bir kere daha sümkürdü. Ta kendisi, dedi, ya sen Pereira, sen ne diyorsun bu işe? Böyle
pat diye sorarsanız ne diyeceğimi bilemem, diye yanıtladı Pereira, o da Katolik ama farklı bir cephe almış,
seçimini yapmış. Nasıl olur da pat diye bir şey söyleyemezsin Pereira, diye haykırdı Peder Antonio, şu Claudel
orospu çocuğunun teki, işte o kadar.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:114)
“Koşa koşa kaçarken arkasından bağırdım: ‘Kimseye söylersen canına okurum.’ Ama söyledi işte,
evine varır varmaz her şeyi anlattı. Annesi babası anneme telefon ettiler. Annem telefonu hızla kapayıp üstüme
yürüdü, ayakkabısının tekiyle, süpürgenin sapıyla beni dövmeye başladı. Çıldırmış gibiydi. Avazı çıktığı kadar
bağırıyordu: ‘Tıpkı baban gibi orospu çocuğunun tekisin, tam orospu çocuğu, başka bir şey değil.’ ”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:15)
“(Mirabeu’nun) babası, fizyokratların dostu ünlü Marki de Mirabeau (1715-1789); yazdığı eserlerden
birinin adıyla, ‘insanların dostu’ olarak tanınıyor. Ne var ki, bu ‘insanların dostu’, baba olarak hiç de şefkatli
değildir. Oğlan, gerçi haşarının teki, ama baba da bir cehennem zebanisi gibi tepesindedir.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:115)
“Uzun bir tartışmadan sonra şöyle demişti karısına:
-Onuna tartışmaya girme diye yirmi kere söyledim sana. Zaten salağın tekisin, bir de İtalyanca
konuşmaya, durumu açıklamaya başladın mı büsbütün salaklaşıyorsun.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:65)
“Evet! Güney Ordusu’ndaki ’14 Aralık’ olayına katılanları, bilirsiniz kim olduklarını, hepsini tek tek
tanıdım..... Oysa ki sizin dedeniz, hakiki bir soylu, gerçek bir askerdi.’
‘Desene kerestenin tekiydi,’ dedi Bazarov tembelce.
‘Ah! Eugene, ne biçim konuşuyorsun! Lütfen biraz dikkat et, rica ederim!.. Gerçekte, General
Kirsanov kesinlikle öyle biri değildi...’ ”
(I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:154)
“ ‘Edmundo dayı budalanın teki. Kafana abuk sabuk şeylerle doldurmakla geçiriyor bütün vaktini..’
(J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:16)
“Yavru, kendini koruyan adama bakıyordu. Herkül gibiydi. Belki yaşamı boyunca gördüğü en güçlü
adamdı. Üzüntülü bir teşekkür gülümsemesi belirdi yüzünde.
‘Korktun mu Yavru?’
‘Hayır, efendim.’
‘O herif ödleğin tekidir. Zayıflardan başkasına çatamaz.’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:37)
“Achilleus Heykeli’ne geldiklerinde Sibyl kardeşine doğru döndü. Azarlarcasına başını salladı.
‘Saçmalıyorsun, Jim, resmen saçmalıyorsun. Huysuz çocuğun tekisin, hepsi bu. Nasıl söyleyebilisin
böyle korkunç şeyleri?’ ”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:83)
“Flush, hiç ayrım gözetmeden meyhane köpekleriyle de, beyin tazılarıyla da ahbaplık etmişti;
tenekecinin köpeğiyle kendisi arasında fark görmemişti. Hatta çok mümkündür ki, yavrusunun anası, adına
kibarlık olsun diye Spaniyel denmiş de olsa, kuyruğu şuradan, kulağı buradan peydahlamış bir kırmaydı.....
Wimpole sokağındakilerin köpeklerle ettikleri yol üstü sohbetleri oluyordu. ‘Gördün mü şu uyuzu? Kırmanın
teki!.. Aman, işte güzel bir spaniyel! İngiltere’nin en ala cinslerinden biri.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:32-3)
“Greene alaylı bir kahkaha attı. Kabul, Shakespeare oldukça iyi birtakım sahneler yazmıştı; ama onları
esas olarak Marlowe’dan almıştı. Marlowe iyiydi hoştu, ama insan daha otuzuna gelmeden ölen bir genç için ne
söyhleyebilirdi? Browne’a gelince, düz yazıyla şiir yazmaya kalkışıyordu ki insanlar bu tür graipliklerden
sıkılırlardı. Donne anlam yoksunluğunu haşin sözcüklerle paketleyen şarlatanın tekiydi. Safderunlar şimdilik
yutuyorlardı, ama üslubu bir yıla kalmaz, gözden düşecekti. Ben Johnson’a gelince, Ben Johnson dostuydu ve
dostlarını asla kötülemezdi.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:65)
“Yörenin soylu çiftçisinin karısı Mrs. Haines, bataklıkta midesine indirecek bir av görmüş gibi
yuvalarından uğramış patlak gözleriyle kaz-suratlı kadının teki, yapmacıklı bir sesle, ‘Tam da böyle bir gecede
açılacak konu ya!’ dedi.”..... “Şezlongunu katlayan Giles de saptı, ama ters yöne. Ambara tarlaların arasından
giden kestirme yolu seçti. Bu kurak yazda patika, tuğladan yapılmış gibi kaskatı uzanıyordu tarlaların arasında.
Bu kurak yazda, ufalanmış taşlarla kaplıydı. Önüne çıkan sivri, sarı bir taş parçasını tekmeledi; bir vahşinin ok
yapmak üzere sivrilttiği bir taştı sanki. Barbar bir taş; tarih-öncesinin taşı. Taş tekmelemece, çocukların gözde
oyunuydu. .... Oyunun kurallarına göre hep aynı taş, bir tek taş tekmeleniyordu kaleye. Diyelim hedef, bir bahçe
kapısı olsun, tekme sayısı da on. Bu durumda ilk patlatış Manresa’ydı (şehvet). İkinci, Dodge’du (sapıklık).
Üçüncü de kendi (ödleğin teki). Dördüncü, beşinci ve geri kalanların birbirinden farkları yoktu.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:11;88-9)
“-Bu kadın şimdi namuslu mu oluyor? diye şaşırdı Octave.
-Evet, azizim. Namuslu kadının tüm özelliklerine sahip: güzel, eğitimli, terbiyeli, zevk sahibi; ve
cadının teki!”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:25)
“Aptalın tekiydim ben! Böyle bir soruyla karşılaşacağımı öngörmeli ve ne yanıt vereceğimi önceden
düşünüp taşınmalıydım. Oysa şimdi mahcub bir halde bir o ayağıma, bir öteki ayağıma yükleniyordum...”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:108)
Tekil : (DİL BİL.) İsimlerin ya da çekimli eylemlerin bir tek kişi ya da varlığı bildiren şekli. Örneğin, ordu,
okul, memleket gibi sözcükler, tek şeyi nitelediği için, dilbilgisi yönünden ‘tekil’ sayılırlar
“ ‘... Öyleyse, doğa kitabının, birçok seçkin tanrıbilimcinin bize öğrettiği gibi, yalnızca ‘öz’lerden söz
ettiğini söylememiz gerekmez mi?’
‘Tümüyle değil, sevgili Adso,’ diye yanıtladı üstadım. ‘Bu tür bir iz <at toynağı izi!>, diyelim ki bana
at’ı ‘verbum mentis’ <verbum mentis = zihindeki sözcük> olarak anlatıyordu ve o ize nerede rastlarsam
rastlayayım, bana hep aynı şeyi anlatacaktı. Ama o yerde ve günün o saatinde gördüğüm iz, tüm olası atlar
içinden en az birisinin oradan geçmiş olduğunu anlatıyordu bana. Böylece kendimi ‘at’ kavramının
algılanmasıyla tekil bir atın bilgisi arasında buldum. Her ne olursa olsun, evrensel at üstüne bilgim, bana bu izler
üzerinden verilmişti............ Daha yakına gelince, o zaman onun bir hayvan olarak betimlersin; henüz onun bir at
mı, yoksa bir eşek olduğunu bilmesen bile...’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:42-3)
Tekin olmayan, tekinsiz : Uğursuz; içinde cin, peri gibi büyü ya da kötülük yapabilecek yaratıkların olduğu
inancı
“Yaşlı adam Porbus’e:
-Senin bu azize resmin hoşuma gidiyor, dedi; kraliçenin verdiğinden on altın fazla verip ben alırdım
ama bir işte onun önüne çıkmak pek tekin olmazdı.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:15)
“Akşamdan beri bize yalnız meze yapmak, tabak, çanak yıkamak, öteye beriye koşmaktan başka hiç bir
iş yapmayan ve hiç lakırdıya karışmayan Tornavida Hasan şimdi lafa karıştı:
-İncir ağacı tekin değildir yahu, gece vakti... Söyleyin şuna, dönsün, gelsin geriye!”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:239)
“Kitapların içinde büyüler, cinler, efsunlar yaşardı. Bütün büyüler ve efsunlar gizli kitaplara bakılarak
yapılmaz mıydı?..... Bir kitabın kapağı, ona hep tekinsiz bir dünyanın kapısı gibi gelir, o kapıdan bir kez
girdikten sonra bir daha dönememekten korkardı..... Belli ki, bütün ömrünü kitaplara harcamış olan şu tekinsiz
ihtiyar da, kitapların karanlık efsunundan payını almış biri olarak Akhbar’ı ürkütmeye başlamıştı.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:47)
“Ama şimdi,, sonunda, bu karanlık düşünceler bitmişti. Tekinsiz konuk gitmişti, hem de sonsuza kadar
güven içinde kalıyordu. Baldini elini göğsüne dayadı, elbisesinin kumaşı altında, kalbinin üstündeki defteri
yokladı. Altı yüz formül yazılıydı içinde, kuşak kuşak parfümcü gelse gerçekleştirebileceklerinden fazla.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:114)
Tek kuruş (...u kalmamak, olmamak, vermemek) : Hiç parası (olmamak, kalmamak)
“Oysa seyahat etmek para değil, cesaret işidir. Hayatımın büyük bir kısmını hippiler gibi dünyayı
dolaşarak geçirdim: Sanki o zaman param mı vardı? Tek kuruşum yoktu. Yol paramı zor denkleştirirdim. Yine de
bence gençliğimin en güzel yıllarıydı onlar - yarı aç yarı tok dolaştığım, tren istasyonlarında uyuduğum, dil
bilmediğimden derdimi anlatamadığım, gece başımı sokacak bir yer bulmak için başkalarından medet umduğum
yıllar.”
(P. Coelho, “Elif”, sa:22)
“ ‘Burada bütün kızlar, bu iç şeyden birini arar,’ diye tekrar söze girdi Vivian, ve Marian onun
düşüncelerini okuyabildiğinden emin oldu. ‘Serüven desen, hava o kadar soğuk ki insanın içinden parmağını
kıpırdatmak gelmez; üstelik seyahatler yapmak için tek kuruş kalmaz bize.’ ”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:41)
“TÖREN
<Dosi Dosev’e>
---------Oysaki hiç kimse okumak istemiyor bizi,
ne görmek istiyor,
ne de duymak.
Dolayısıyla tek kuruş vermek
istemiyor kimse.”
(Stefan Tsanev<d.1936>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.07.07)
Teklemek : Motorun dönüş ivmesinde bir düzensizlik ve sonucu problem yaratılma; Tabanca ya da tüfeğin
mermi atmasında bir engel çıkma, tıkanma; Konuşurken bir an tereddüt etmek; kekelemek; Bir gaye peşinde
koşarken başarısız olmak, örneğin sınıfta kalmak (Argo)
“Karşısına getirilen Şvayk’a, ‘Demek, helaya gitmek istiyorsun?’ dedi dostça. Ama hemen ardından
gözlerini Şvayk’a dikti: ‘Sakın bir numara çeviriyor olmayasın?’
‘Yok, çavuşum,’ diye karşılık verdi Şvayk. ‘Büyük abdesimi yapacağım, o kadar.’
Çavuş, beylik tabancasını beline takarken, ‘Bir halt karıştırmayasın diye ben de geleceğim!’ dedi.
‘Çok kıyak tabancadır. Yedi mermi atar ve asla teklemez.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:272)
“Kern, ikide bir tekleyen Fransızca’sıyla ne istediğini anlattı. Kadın, parlak, siyah kuş gözleriyle her
ikisini yukardan aşağıya süzdü. Sonra kısaca, ‘Yemekli mi, yemeksiz mi?’ diye sordu.”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:393)
“... ama şimdilik o bunu, mesleği düşünmek olan Mathieu’ye bırakıyordu. Hem Mathieu’nün
düşünmeye başlaması onun pek hoşuna giderdi: Mathieu kızarır, parmaklarına bakmaya başlar, biraz tekler, ama
bu namuslu ve güzel bir çalışmadır.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:146)
Teklifsiz tekellüfsüz (davranış, söz, tavır) : Aşırı samimiyet ile laübalilik arası bir rahatlıkla, resmiyet
olmaksızın
“... aman ne çok akrabamız varmış Nermin... Ne ismini cismini bilmediğim kuzinler, kuzenler,
yengeler, enişteler... Hep bir araya toplansaymışız hemen hemen bir devlet oluşturacakmışız. Bunlardan başka
bazı teklifsiz aile dostları da var.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:39)
“Naime Hocanım teklifsiz bir tavırla:
-Kuzum beyefendi, siz iyilik etmeyi seversiniz, şu çocuğu boş göndermeyin, dedi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:133-4)
“On altı yıl kadar oluyor. Yunanistan’a gitmek için İskenderiye’den ‘Arcadia’ gemisine binmiştim.
Gemide, bir Perulu’yla tanıştım. Sporcu tavırlı bir melezdi. Birinci ve ikinci mevki müşterileriyle teklifsizce
vakit geçirerek türlü beden hareketleri yapıyor, ancak sonuçta gülünç denebilecek bir parsa topluyordu. Aslında,
acıklı halini bana anlattı: parası yoktu ve benim gibi kamarasız, güvertede yolculuk ediyordu.”
(P. Istrati, “Sünger Avcısı-Ölümsüzlük”, sa:87)
“Binbaşı Hakkı Bey otuz beş yaşında ya var ya yoktu. Orta boylu, ince belli, geniş omuzlu bir
delikanlı... Evin teklifsiz bir ahbabı alışkanlığıyla havuz başındaki gruba yanaştı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:39)
Teklif tekellüf olmamak : Arada resmiyet olmamak
“MARLOW (Hastings’e.) -... George, ben yolculuk giysilerimizi yarın sabah değiştiririz diyordum; ama
şimdi sırtımdaki giysiden utanmaya başladım.
HARCASTLE - Rica ederim Mr. Marlow, bu evde teklif tekellüf yok.”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:38)
Tekme tokat girişmek, girmek : Birini gözükara sille tokat döğmek; genellikle sokak gösterilerinde ve
başkaldırmalarda, job da kullanılarak yapılır
“bir şeyler
ıv.
korkuyorum gelecek tepkilerden. Keskin
sirke
zarar veriyor küpüne. Delik deşik etsem
duvarı, yumruklasam tekme tokat,
kanatlar koparsam uçan karıncalardan.
Komşularım bilmeli bir omzumda
kızgın bir yağ kabı, diğerinde
barış mıknatısı olduğunu.”
(Alan Finlay<d.1971>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.04.06)
“Onların benim düşmanım olduklarını biliyordum, ama onlar bunu bilmiyorlardı. Birbirlerini seviyorlar
ve dayanışma içinde yaşıyorlardı; bana gelince gerektiği yerde yardım elini uzatacaklardı, çünkü kendi
hemcinsleri olduğuma inanıyorlardı. Ama gerçeğin en küçük yanını bilselerdi beni döverlerdi. Zaten daha sonra
bunu da yaptılar. Beni yakalayıp da ‘kim’ olduğumu anladıkları zaman tozumu silktiler, komiserlikte iki saat
sırtıma vurdular, tekme tokat giriştiler, kollarımı büktüler, pantolonumu indirdiler, sonunda gözlüklerimi yere
çarptılar; ben yere kapanmış gözlüklerimi araken gülerek kıçıma tekme attılar.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Herostratos”, sa:78)
“Bir şey göğüsleri üzerinde dolaşıyor, ağzını açmaya çalışıyor, ağzına giriyordu. Sıcak ve hoştu.
‘Antonio’ dedi. Gözlerini açtığında üzerinde yatan Arik’i, ağzına giren kırmızı dilini gördü. Carla, Arik’i
ensesinden yakalamayı başardı; bir iskemleye bağladı ve eline geçirdiği elektrik teliyle kanatana kadar
kırbaçladı. Küveti kaynar suyla doldurdu ve onu içine attı. Yaralarını yer temizleme deterjanıyla ovdu, onu
tekme tokat sudan çıkarttı ve odasına attı. Sonra ağzına gelenleri bağırarak, üzerinde sabahlık ve terliklerle çıktı.”
(S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor?-Gökyüzünden”, sa:94)
Tekme yemek : Birine tekme atılmak
“Örneğin o, yani Fischerle, yerlerde sürünmekten çekinmiyor ve ona borçlu olan bir ortağın öfkeyle
yere fırlatmış olduğu parayı kendisi fırlatıyordu. Belki arada bir tekme yiyordu ama, aldırmıyordu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:376)
Tekmeyi basmak : Birisini tekmeyle dövmek; İşten çıkarmak, kovmak
“ ‘Hindi’ dedim, ‘ne düşünüyorsun? Haklı değil miyim?’
‘İzninize sığınarak efendim’ dedi Hindi en kibar ifadesiyle, ‘haklısınız sanırım’.
‘Kıskaç’ dedim, ‘sen ne düşünüyorsun?’
‘Tekmeyi basıp onu kovardım diye düşünüyorum.’ ”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:30-1)
Tekme(yi) yapıştırmak : Tekmeyi oturtmak, anide tekme vurmak
“... Bütün gücüyle bir tekme daha yapıştırarak, ‘Kafanı kırarım senin!’ diye seslendi. ‘Kaldırsana
yukarı!’ Aşağıdaki adam sesini çıkarmaksızın ölüyü yukarı kaldırdı. Kern öfkeyle, ‘Daha yukarı!’ diye bağırdı.
‘Daha yukarı ulan pis paçavra!’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:238)
Tekmeyi yerleştirmek : İnsan ya da hayvanın ardına tekmeyi bir güzel oturtmak (Argo)
“Anlamaya başlamıştım. Arabaya bindim. Ned amcaya en yakın sokak ağzına çekmesini söyledim.
Domuzu çıkardım, sokağın karşı tarafının uzaklığını iyice hesaplayıp gerisine doğru dikkatli bir nişan aldıktan
sonra tekmeyi yerleştirdim. Çığlık çığlığa sokağın öbür ucuna kadar tekerlenip gitti.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:57)
Tekmeyle kıçını delmek : Şiddet ve aşağılama yansıtan bir küfür (Argo)
“-Devam etme yoksa ağzını burnunu kırar, tekmeyle kıçını delerim.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:104)
Tekmil almak : Ordu, okul, işyeri, hapishane gibi resmi yerlerde tek tek mevcudu kontrol etmek
“Karataş’ın muhtarı, sabahın erken saatında işbaşı yaptı. Akşamdan görevlendirdiği adamlar, hep,
işlerinin peşine düşmüş olmalıydılar. Bekçi Mustafa’yı çağırıp tekmil aldı.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:140)
Tekmil vermek : Daha üst düzeydeki kimseye yaptığı iş hakkında rapor vermek (Özellikle askerlikte)
“Çocuk bulaşıkları yıkayıp yerleri süpürdü. ‘Tamam Albay Sanders (Kentucky Fried Chicken’ın
kurucusu! İ.E.), saat kaçta tekmil veriyorum?’ dedi. Gülümsüyordu. ‘Sabah 6.30,’ dedi ona ve kepini aldı gitti.
‘Müthiş iyi bir çocuk bu, Martha,’ dedim ve paraları saymak için kasaya gittim. Kasa BOŞTU! Ve diğer iki
günün hasılatınin içinde olduğu puro kutusu gitmişti...”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:66)
“Bekleme odası her zamanki gibi tıklım tıklım dolu. Kuyruğa giriyor, yirmi dakika sonra bankoya
ulaşıyor. ‘Dostoyevski; istenildiği üzere tekmil veriyorum,’ diyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:229)
“Teğmen gittikten sonra, Şvayk ortalığı süpürdü, eşyaların tozunu aldı, evi bir güzel toparladı. Akşam
teğmen geri döndüğünde tekmilini verdi:
‘Her şey yolundadır, komutanım. Yalnız kedi bir yaramazlık yaptı, kanaryanızı mideye indirdi,
efendim!’
‘Sen ne diyorsun ulan?’ diye böğürdü teğmen.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:190)
Tekne kazıntısı : En son gelen; mönopoz’a girecek kadının son doğurduğu çocuk
“O da adama doğru koşup, tekrar oturttu, kendisi de yanına oturdu, babasından çok selam getirdi,
yaşlılığının tekne kazıntısı olan pis, yaramaz en küçük oğlunu okşayıp sevdi.”
(J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:50)
Tek sıyrık almadan (kaçmak, kurtulmak) : Herhangi tehlikeli, ölümcül bir durumda (kaza, savaş) hiç yara
almadan kurtulmak
Bk.: Burnu kanamadan
“Şerapnellerin sırtında ıslık çalan Azrail’le çok koklaştım; öyleyken nasıl yakamı kaptırmadım ona?
Nasıl tek sıyrık almadan bu can pazarından geri döndüm dersiniz? Bunun nedenini düşündünüz mü hiç kabak
kafalılar?”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:35)
Tek söz bile etmemek : Hiç bir şey konuşmadan
“Evlilikte bozulmaması gereken kurallar varmış ve Fanshawe’ıun kararı ne denli yanlış da olsa,
kendisinin buna uymaktan başka yapabileceği bir şey yokmuş. Yazılmış onca şey varken bunların dolapta öylece
durması Sophie’yi çileden çıkarıyormuş ama Fanshawe’a sadakat borçluymuş, bu yüzden de Sophie ağzını açıp
tek söz etmemiş.”
(P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlemesi 3-, sa:13)
“Yolun kalanında tek söz bile etmediler. Mihail, hemen buz gibi, suskun, vahşi, sevgisini ve düşlerini
vurmayan biri oldu. Kentte, sokak lambalarının altından geçerlerken, kötü bir bakışla Adrien’in gözlerine
bakıyordu. Alnındaki çizgi her zamankinden daha belirgindi. Adrien bundan korktu.”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:178)
Tek tek : Birer birer, ayrı ayrı
“Başkanın odasına dönmemizden az sonra, içeriye New Jersey Eyalet Polis Müdürülüğü’nden, Albay
Birand ya da Brant adında biri girdi. Kırk yaşlarında, asker tıraşlı, çenesi iri kemikli, komando operasyonuna
hazırlanan deniz piyadesi bakışlı biriydi. Addonizio’nun elini sıktı, bir koltuğa oturdu ve şöyle dedi: Bu
şehirdeki bütün zenci piçleri tek tek avlayacağız. Belki şaşırmamam gerekirdi, ama beynimden vurulmuşa
döndüm.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:79)
“PARİS DÜŞÜ II
--------------------Sarkaç ölüm ezgisiyle tek tek
Hoyrat, öğleyi çalıyor atık,
Gök de yağdırıyordu bu gevşek,
Çekilmez yeryüzüne kaeranlık.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:191)
“Kızıl saçlı günahkar Magdelana’nın heykelinin önünde sayısız mum yanıyordu, yanımızdan bir
köpekbalığı burgacı (anafor) geçti, bir bez manikaya (geminin altından güverteye açılan havalandırma penceresi) benziyordu,
iki yana yalpalıyor, eklemleri kopup birbirinden ayrılıyor, omurga kemikleri peçete halkaları gibi tek tek gecenin
içinde yuvarlanıp kayboluyorlardı.”
(H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:133)
“‘Amma da mantıksız bir düşünce Fyodor Mihayloviç! Elbette ki hiçbir listede yoksunuz. Siz çok
değerli birisiniz. Aramızda kalsın, listelere kimin adının gireceği hiç önemli değil. Önemli olan onların öç
alınacağını bilmeleri ve korkudan tir tir titremeleri. Halk böyle bir şeyi anlar ve onaylar. Halk tek tek vakalarla
ilgilenmez. Ta ezelden beri acı çekmiştir halk...’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:197)
“Çoğalım
İkisi tek tek
İkiye bölündüler
Biri sevmekti onun
Biri sevişmekti”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-İkisi”, sa:233)
“Ama artık savaş, çokuluslu kapitalizmin doğası nedeniyle savaşan cephelerle sınırlı kalamaz. Irak’ın
Batı sanayicilerince silahlandırılması bir rastlantı değildir. Tek tek devletlerin denetimi dışında olması, gelişmiş
kapitalizmin doğasında vardır.”
(U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:19)
“Kızılcık <1985>
--------Kavurucu sıcaktannn, dondurucu soğuktan
her şey yok olup gidiyor tek tek.
Benim yazgımın da zor yanı anlaşılan:
itirazsız her günahı yüklenmek.”
(Ahmet Eminov<d.1944>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.12.04)
“TAHTA YATAK MASALI
----------------------------------Öncekiler tek tek kayıyorlardı,
ona kalıyordu böylece saman
sanki tahta çıkmış bir yeni kraldı
anne yanındaki son minik insan.”
(Andrey Germanov <1932-1981>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.01.10)
“SUNU
Kalmak istiyorsan ta sonsuza dek,
artsın istiyorsan değerin kat kat,
her yüzü, her şeyi keşfedip tek tek
onları sil baştan özenle yarat.
Onlara can verip zevkle yeniden
taneye mekanlar hapseden bağ ol,”
(Veselin Hançev<1918-1966>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
07.02.08)
“ALTINCI MİMOS : KADIN KADINA
KORİTTO
Otur Metro. Ayağa kalkıp hanıma bir sandalye getir.
her şeyi ben mi söyleyeceğim, seni sürtük!
kendi başına bir şey yapamaz mısın sen?
köle değil, sanki yatan bir kaya evde.
ama ölçüp ayıracak olsam arpayı, tek tek
sayarsın taneleri.”
(Herodas, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:33)
“SİRENLER
-------------Derken ısındı balmumu, müthiş gücüm ve Hyperionoğlu
Helios’un ışınları gösterince kendini.
Tek tek tıkadım kulaklarını balmumuyla adamlarının,
sonra bağladılar beni direğe ellerimden, ayaklarımdan.”
(Homeros <Odysseia’dan>, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:97)
“SABAH ERKEN
Sabah erken havlayarak
İtler karşılar.
Güneş batar iken tek tek
Kuşku parçalar.”
(Mustafa S. Karim<d.1919>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 07.04.05)
“Ben tek tek her şiirde dile gelen küçücük bir buluşla yetinmeyi bilmeli, kendi doğamın bana kabul
ettirdiği yazgıyla alçakgönüllülükle boyun eğmekten duyduğum ruhsal dirilişi göstermeliyim. Bu da gene
oldukça akla yakın bir şey. Tembellik ve korkaklık değilse tabii.”
(C Pavese, “Yaşama Uğraşı”, sa:22)
“KARLA, FIRTINAYLA GEÇENLER
-------------------------------------------------‘Şimdiyse bunlar geçiyor ve ben onlarda kendimi
buluyorum, dinlemek istiyorum seslerini.’
Tek tek baktı hepimize, elini atının boynuna atıp:
‘Bizim insanlarımız onlar, sizlerin ve benim
hepimizin..’ diye ekledi.”
(William Stafford<1914-1993>-Kübra Ataman/Ali Çeviker; “Şiir Atlası”,Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 22.10.07)
Tek tük : Seyrek, şurada burada
“Kasım ortalarının serinliği Ege’yi sarmıştı. Dallarda kalan salkımların üzerlerindeki tek tük üzüm
taneleri ballanmış, ayvalar albenisini gösteriyordu. Köyün dışında yalnız çıkmaktan korkulan günler
yaşanıyordu. Savaş bitmiş, köyden kimi gönüllü, kimi zorla savaşa sürüklenen gençlerin büyük bölümü, geri
çekilen orduyla birlikte Yunanistan’a gitmişlerdi.”
(Ayhan Altay, “Mübadele Öyküleri-Yorgi”, sa:83)
“Çevresine baktı; herşey yerindeydi. Kapıyı açıp çıktı. Hava iyiydi; gökyüzünde tek tük bulutlar vardı.
Çarşıya doğru yürüdü. İstasyon sokağındaki yakın berbere gidemezdi elbet, günü değildi.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:23)
“İçinde tek tük eşya olan, demiryoluna bakan, dört odalı, küçük bir daireydi. Odalardan birinde kitaplar
ve bir çalışma masası duruyordu, bir oturma odası, iki de yatak odası vardı.”
(P. Auster, “Kilitli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:9)
“DÜŞMAN
Üç beş yerine parlak güneşler vuran
Karanlık bir fırtına oldu gençliğim;
Bitik bahçemde yıldırımla yağmurdan
Tek tük pembe yemiştir bütün derdiğim.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:43)
“Kır Bağları’nın kırı, inlik cinlik uzayıp gidiyordu. Karataş köyü karşıda, balçık evleriyle yere
yapışmış, kararıp duruyordu. Tek tük ağaçlar vardı. Ortada caminin tahta minaresi seçiliyordu. Minare demek
doğru olmazdı. Güdük bir şeydi. Camiden ancak bir metre kadar yüksekti.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:25)
“Lisede geçen o yaz pazar akşamlarının anısıyla birlikte üzerime bir halsizlik çöktü: Koridorlarda gri
bir boşluk, sınıfların önündeki giysi çengellerinde, yalnız kalmış tek tük kasketler asılı, yerler yeni cilalanmış,
şehitler için dikilmiş anıtın üzerindeki gümüş ve bronzlar..... mat bir parıltı içinde.”
(H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:11)
“Sokağa çıktığımda yağmur yağıyor, ağaçlı yolda asfaltta tek tük yapraklar uçuşuyordu. Kapı aralığında
durup bekledim, on iki numaralı tramvay köşeyi dönünce atlayıp Tuckhoff Alanı’na gittim.”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:14)
“Biancone, yavaşça şöyle dedi bana: ‘Söyleyelim mi ona, şu pis kokunun...’
‘Ne?’
‘Yasak olduğunu. Düşman uçaklarına çağrı çıkarıyor..’
‘Bırak Allah aşkına,’ dedim ve köye çıkan çakıllı yolda yürümeye koyulduk. Tek tük evlerden ince
mavi ışık huzmeleri ve bastırılmış gürültüler sızıyordu.”
(I. Calvino, “Savaşa Giriş-UNPA Geceleri”, sa:71)
“Odam mahallenin anacaddesine bakar. Öğleden sonra hava güzeldi. Ama kaldırımlar yağlı yağlıydı.
Gelip geçenler tek tüktü. Onlar da acele ediyorlardı.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:27)
“Yaşlı ve yalnızdır, ama yiyecek bulabilmek için çalışması gerekir. Tek tük işler yaparak günler geçirir
ve geceleri sadece sürekli bölünen bir uyku uyur ve ‘Yat aşağı!’ diye bağıran kendi ağlamaklı sesine uyanır.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:177)
“ST. PETERSBURG, JUNI 1997
------------------------------------------Orda burda parlak soğan kubbeler altında
tek tük insanlar ölmüş yatıyor, alkol ya da din içinde.
Siyah giysili bir teyze dizleri üstüne çökmüş başını
vuruyor yola
sımsıkı tutarken ellerinde bir haçı.
Merkez Komitesinin yerine mi geçti Tanrı?”
(Peter Curman<d.1941>-Abdullah Gürgün; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.07.03)
“Böylece herkes, bunca zaman nasıl karanlıkta yaşadıklarına şaşacaktır. O zaman göklerdeki Tanrı
oğlunun dönüş işaretleri de görünmeye başlayacak… Yalnız o güne kadar bayrağı yüksek tutmalı; tek tük de
olsa, akıl hastası görünmek bahasına da olsa kardeşçe birleşme, ruhların yalnızlıktan kurtarılması yolunda
çabalar görülmeli. Büyük fikri yaşatmak için yapmalı bunu!…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:239)
“Ama zaman zaman, güçsüzlük anlarında, damarında bir yengeçlik varmış gibi geri geri çekiliyordu;
onun hücresinde, ot yatağının üstüne uzanmış, yüzünün tek bir kasını bile oynatmaksızın, ağzından tek tük
heceler çıkararak saatlerce yattığını gördüm.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:36)
“Başı sersem gibiydi ve midesi açlıktan gurluyordu. Yine de birşey yememeyi yeğledi. Kendisi,
yazgısının sergilediği tüm bu olumsuz şeylere dayanabilirdi, fakat bir daha yağmur fırtınasına, asla!.. Sokaktan
tek tük sesler geliyordu. Acaba onun hakkında ne konuşuyorlardı?”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası”, sa:101)
“LONGOZ ORMANININ KESİMİ
-------------------------------------------Sadece tek tük bazı yaşlı dişbudaklar
acımasızca budanıp yakıldıktan sonra
kendi mezar çukurlarının önünde onlar
el açarak başladılar belki son dualara.
Anlaşılan işini bitirememişti sert balta
onların güçlü bedenini kökünden kopararak.”
(Andrey Germanov <1932-1981>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.01.10)
“Beni sıkan, şu yüksek duvarlardaki yüzlerce raf bölmesinin üstündekiler de toz toprak değil mi? İçine
sıkıştığım şu köhne yer, binlerce saçma sapan şeyle dolu bir böcek yuvasından başka nedir? Ben kendimde eksik
olan şeyi burada mı bulacağım? Yoksa insanların heryerde azap çektiklerini ve ancak tek tük kimselerin mutlu
olabileceklerini, binlerce kitapta mı okuyacağım?”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:37)
“Mesela, benim kimseye söylememek için o kadar çalıştığım sergüzeştimin büyük bir kısmını biliyor.
Bunları nasıl söyledim. Kendim de farkında değilim. Ara sıra sorduğu tek tük suallere kuru cevaplar vermekten
başka bir şey yapmamıştım.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:342)
“Tarihte ilk defa görülmüyordu bu durum: namuslu yurttaşların şaşkınlığını birtakım satılmışlar daha
havadayken yakalar, yaygın seslere kulak verdikten sonra, bu tek tük çatlak sesten bir kamuoyu yaygarası
yaratırlar ve -kongrenin yığınla tutanağından anlaşılacağı gibi- bu operayı bir delilerevinin koğuşunda sahneye
koyuverirler.”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:38)
“Ve bu kalabalığın ötesinde, Le Roule Sokağı’nda, Les Prouvaires Sokağı’nda, Saint-Honoré
Sokağı’nın devamında, bir mum ışığının parladığı tek bir pencere bile yoktu. Bütün bu sokaklarda tek tük ve
gittikçe azalan fener dizileri seçiliyordu sadece.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:477)
“Bol bol evlenmekten ve sık sık doğurmaktan başka ömürlerinin tadı, acısı yoktu. Kadınlarında ne
oynaklık, ne bir haşarılık. Kaçma, kaçırma gibi olaylara tektük raslanırdı; ahlaksızca olgular da binde bir
görülürdü.”
(R.H. Karay, “Memeleket Hikayeleri-Yatık Emine”, sa:13)
“Ova çığlıklarla dolmuştu. Köyde kul kalmamıştı dışarı uğramayan. Kadınlar harman yerlerine atılıyor,
çamurlar içinde debeleniyor, köşe bucakta kalmış tek tük buğday ve arpa tanesini toplamaya çalışıyordu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:128)
“Staf’ın hastalara karşı gösterdiği tavra gelince, bunun ileri derecede bir tedirginlik düzeyinde olduğunu
söyleyebilirim. Koğuş dışında öldürme olayları tek tük oluyordu ama, koğuş düzeyinde nasıl olabilirdi bu?”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:168)
“Bayan Konsül de kırkına yaklaşmıştı, aslında çok güzel bir kadın değildi, ama tazeliğini korumasını
her zaman bilmişti, donuk beyaz teninin üstüne serpilmiş tek tük çiller, zarafetinden hiçbir şey
kaybettirmiyordu.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:70)
“Sokaktaki tek tük kadınlar kendilerini sokaklardan hemen silinmesi gereken lekeler gibi hissediyor
olmalılar ki, geçtikleri yerlerde çabuk adımlarla hızlı hızlı yürüyor, havanın boşluğuna kendilerinden bir iz
bırakmamaya çalışıyor, varlıkları bir görüntüye, görüntüleri bir ağırlığa dönüşsün istemiyorlardı.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:51)
“Sokaklardan tek tük geçenleri, bir ihtiyar kadını, taşların arasında kaybolan bir kertenkeleyi ve
kendisinden iki yıl önce Flaubert ile İstanbul’a gelen Du Camp’ın bir suluboya resminden çıkmış gibi görünen
iki-üç çocuğun kör bir çeşmenin yalağına taş atışlarını bu manzaraya çok uygun bir zaman duygusuyla
seyretmiş.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:217)
“Dışardan kış sabahının ilk sesleri geliyordu: Tek tük geçen arabalar ve eski otobüsler, poğaçacıyla
işbirliği eden salepçinin kaldırıma konup kalkan güğümleri ve dolmuş durağının değnekçisinin düdüğü.”
(O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:11)
“Üzerinden henüz sis kalkmamış bahçede, boz renkli bir fon üzerinde boz renkli heykeller
güneşlenmekteydi. Uzun tarhlardaki tek tük çiçekler doğruluyor ve ürkmüş bir sesle, ‘Kırmızı’ diyorlardı.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:47)
“Birbirlerine hemen hiç bakmıyorlardı, sanki diğer suratla yüzleşmek daha yeni biten krizin sebep
olduğu zayıflıktan sonra dayanılmaz olacakmışçasına kaçamak bakışlar fırlatıyorlardı o kadar. Sabah kahvelerini
içtikten sonra arada sırada tek tük sözler söylendiği duyulmaya başlandı...”
(J. Saramoga, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:296)
“Kır gazinosu kapalıdır. Çarpışmalar orada da iz bırakmış. Kırılmış camlar göze çarpıyor.
Duvarlar mermilerden hasara uğramış, kopan dallar dans pistini ve parkın tarhlarını örtmüş. Masalarla
sandalyelerin bir kısmı alelacele kümelenmiş, bir kısmı da öteye beriye devrilmiş. Uzaktan hala tektük silah
sesleri geliyor.”
(J.-P. Sartre, “İş İşten Geçmiş”, sa:140)
“Akşam saatlerine özgü bir kalabalığın yaygın ve ağır kaynaşması. Bütün bu şapkalar, bu fötr şapka
denizi, dalgalar arasında tek tük çıplak başlar dalıp çıkıyordu, düşündü: ‘Martılar gibi.’ ”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:24)
“Bak, göreceksin bende başladığını güzün:
Ayaza karşı titrer dallardaki yapraklar,
Sararır, tek tük kalır, düşerler bütün bütün;
Kuş sesleri kesilmiş, yıkık boş tapınaklar.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:73, sa:187)
“Birkaç hafta sonra, geçtiği tenha yollarda tek tük yolculara rastlamaktan bile rahatsız olmaya,
çayırlarda yılın ilk otunu biçen köylülerin arada bir, nokta nokta duyduğu kokularına bile katlanamamaya
başladı.”
(P: Süskind, “Koku”, sa:119)
“Hangi dünyada yaşıyorsun Pereira, diye haykırdı Peder Antonio. Şey, diye kendini savunmayı denedi
Pereira, işin aslına bakarsanız Parede’de bir hafta geçirdim, sonra bu yaz bir tek gazete bile almadım, insan
Portekiz gazetelerinden pek bir şey öğrenemiyor, bildiğim tek tük yeni haberleri de kahve gevezelikleri sırasında
işittim.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:112)
“Tek tük çamı olan çıplak dağdan indik. Binlerce gecekondu.
‘İşte, arsa burada...’
Adımlarını büyüterek yürümeye başladı. Tıpkı bizim hısım-akraba ya da evcilik oyunu oynarken,
taşlarla evimizi çevirdiğimiz gibi, arsada bazı taşlar sıralanmıştı.”
(D. Tomazani, “Konuşmayan Su”, sa:17)
“ ‘... Şu an çıldıran insanlar için büyük konser salonu yetmeyecektir, yetse bile benim müşahede
<gözlem> odam olamayacak kadar küçük gelecektir. Şu sıralar tek tük insanlar değil, hemen herkes çıldırmış
durumda; birisiyle karşılaşıp, o kişi ‘düşmanlardan’ bahsettiğinde gözlerinde beliren nefret dolu kıvılcımları
gördükten sonra onu müşahede altına almam gerektiğini düşünüyorum.’ ”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:102)
“(Hyde Park) Parkın belirli köşelerinde büyük çayırlıklar var. Gözün alabildiğine uzanan bu alanlar
huzur dolu birer ‘yeşil göl’..... Çayırlık alanların değişik köşelerinden ağaçlıklı yollar bir yerlere uzanıyor, inen
sisin griliğinde ağaçlar kaybolup gidiyor. Burada huzur nefes alıyor. Gezinirken karşınıza tek tük insan çıkıyor.
Kimi çayırlıklarda koyunlar otluyor. Çevresi o kadar sessiz ki, insan bir an için her şeyi, hatta nerede olduğunu
bile unutuyor.”
(S. Zweig, “Yolculuklar Üzerine”, sa:63)
telamon :
(MİM.,ARKEO.,SAN.) <tela’mon> : erkek şeklinde yontulmuş sütun
Telaşa boğulmak : Telaşa kapılmak, çok telaşlanmak
“Bu ve benzeri nutuklarla, akşama doğru köye vardılar, fakat köylü, biçare kahramanımızı böyle kötü
halde görmesinler diye, daha uygun bir vakti bekledi; ancak ondan sonra Don Quijote’u telaşa boğulmuş evine
götürdü.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:34)
Telaşa düşmek : Heyecanlanmak, aceleye gelmek
“Annem telaşa düştü. Hemen ayağa kalktı, ‘Ah benim güzel Mari’ciğim! Melek kızım! Merak etme.
Senin dediğin olsun!’ dedi.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:347)
Telefona sarılmak : Acil bir durumda, haberleşmek için hemen telefona sarılmak
“Lazımdı ama, bilmiyor, bilemiyordu işte. Telefona sarılmak vardı ya, işine gelmiyordu. Zerrece
sevmediği, sevmediğinden geçtim, iri gözlerini ayıra ayıra konuşmasından yıldığı Savcı koşup gelecek,
başlıyacaktı: ‘Bu ne rezalet Müdür? Bu ne basiretsizlik, ne biçim idareciliktir?’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:292)
telegony : (GENE.) <tile’goni> : Bir babanın başka babadan fakat aynı anadan çocuk üzerine bıraktığı farz
olunan etki
Tel ehli olmak :
(MUS.) Güzel saz çalmak
“Seyis Yusuf tel ehli idi. Aldı sazı sinesine, geldi sözün binasına, bakalım ne diyecek Bolu Beyi
atlısına.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:37)
teleology : (FELS.) <telio’loji> : Doğa’da, mutlak (dominant) olan ’gaye’nin kanıtlarını inceleme ve fikir
verme; Doğa’da belirli ve kat’i bir oluşum ya da iddia buılunduğunu savunan felsefe; gayevi
telepathy : (PSYCH.) <ti’le’pati> : Uzaktan duyma, hissetme; hiç bir suretle ifade edilmemiş bir hissin
uzakta bulunan bir kimse tarafından duuyulması, hissedilmesi; telepati, uzaduıyum; telepathist : Telepati
yeteneği olan kimse
Telis : Keten kenevirden yapılı çuval
“Yanda bir telis çuvalın altında uyumakta olan bebe ağlamağa başladı.
Adam:
‘Avrat,’ dedi, ‘gelin de azıcık yornuğunuzu alın.’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:27)
Tellak : Hamamda, müşterilerinin sırtlarını oğan, yıkayan yardımcı
“PARÇALAR
Tellaklarla sürtükler
aynı sanatı yaparlar
ıslatıp berduşlarla beyleri
aynı toplumsal yalakta.”
(Anonim, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:173)
“GÜZEL İSTANBUL <Amerika dönüşü, 10.01.91>
Gölgelerine sığınan minareler
bakire bulutları delen ezan sesleri
gövdelerine hayran hayran bakan iri butlu
Yeni Cami güvercinleri
kamyonlu sebzecilerin paslanmış sesi
duvar dibinde unutulmuş ölü kertenkele
‘çatal matal kaç çatal?’
‘çift girsin kule yapalım,
tek girsin gene alalım!’
bağrışan çocukların ekosu
Kızkulesiyle cebelleşen
meraklı uçurtmalar
Galatasaray Hamamının
ihtiyar, şaşı tellakı
daha neler, neler der
Zamanın eskitemediği güzel İstanbul
hoş geldim sana!”
(İsmail Ersevim -henüz yayımlanmamış- 1993’de, Yahya Kemal’in İstanbul’unu anma günü için Pera Palas’ta yapılan törende
okunmuştu.)
Tellal bağırtmak, çağırmak : Bangır bangır bağırmak, herkese ilan etmek
“‘Ben de sizinle hemfikirim,’ diye araya girdi Papaz. ‘O mahşerden korkar, bu yüzden de çenesini sıkı
tutar, tek laf çıkmaz ağzından. Ben kefilim ona.’ ‘Peki ama size kim kefil olsun?’ diye sordu şövalye.
‘Mesleğim. Benim mesleğim her türlü sırrı saklamayı gerektiriyor çünkü.’ ‘Tamam,’ diye bağırdı Şövalye. ‘Bana
kalırsa tek yol var. Haşmetmeab, tellal bağırtarak, bütün İspanyol gezgin şövalyelerini saraya çağırmalıdır. Bir
düzine şövalye bile toplanmış olsa, bir bakarsınız aralarından biri çıkar, bir başına bütün Türk donanmasını
mahveder, çil yavrusu gibi dağıtır.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:418-9)
“Birinin mesela bir bahçe alışverişini duydum mu, bahçede adeta tellal çağırırdım. Fazla olarak da
şeylere karşı son derece mutaaasıptım.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:31)
Teller sana türkü söyletmek için düzenleniyor : Senin ipin yavaş yavaş çekilmek için düzenleniyor, işin bitik
“TRANIO - Ne olacak? bizim efendi gittiği yerden döndü geldi.
SIMO - Ya? Demek teller sana türkü söyletmek için düzenleniyor; sonra seni nallamaya
gönderecekler, oradan da çarmıhı boylayacaksın.”
(Terentius, “Hortlak”, sa:51)
Te’llus :
(ROMA,MYTH.,DİN) <Te’lus> : Roma halkının T o p r a k T a n r ı ç a s ı
Telogen effluvium hastalığı :
Tümüyle stres’ten kaynaklanan saç dökülme hastalığı
“Depresyona katlanarak geri döndü ve sonunda uyumayı hepten bıraktı. Ne zaman saçını tarasa öbek
öbek döküldüğünü fark etti. Her geçen gün daha çok saçı dökülüyordu. Haftalar içinde artık neredeyse kel
kalmıştı. Semptomlara dayanarak kendi kendine Telogen effluvium teşhisi koydu. Bu, stres kaynaklı saç
dökülmesiydi ve insanın stresini tedavi etmesinden başka bir tedavisi de yoktu. Ama ne zaman aynaya baksa kel
kafasını görüyor ve kalp atışlarının hızlandığını hissediyordu.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:440)
Tembeller alayı : ‘Hababam Sınıfı’ gibi çalışmamayı prensip edinmiş, iş sorulduğunda akıl öğreten grup
insanlar; işsiz güçsüz takımı
“Sabahtan akşama kadar durmadan didinmeyen herkese bizler işsiz güçsüz nazariyle bakıyoruz. Bunun
üzerine ben tüm dikkatimi halkın üzerine çevirdim; hareket halinde olsun, istirahatte olsun boş duran bir kimse
görmedim. Vakıa arada pek çok üsütü başı yırtık insana raslanıyor ama, meşgul olmayan hiç kimse yok.
Dostlarıma bu tembeller alayının nerede olduğunu sordum, onlar da bana fazla bir şey gösteremediler.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:233)
Tembelliğin daniskası : Tembelliğin üst alası
“LADY UTTERWORD (Randall’a.) - Tembellik! Tembelliğin daniskası! Sen tembellerin şahısın.
Bencillik örneği, bencillerin en alasısın!” Dünyada senin kadar can sıkıcı bir adam yoktur.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:112)
Tembelliğin tadını çıkarmak : Çalışmamak, hoş vakit geçirmek için elinden geleni ardına bırakmamak
“Fırsat buldum mu çalışıp öğrenmelere yan çiziyor, dağlara koşuyor, göle atıyordum kendimi ya da
bayırda bir kenara çekilip kitap okuyor, düşlere dalıyor, tembelliğin tadını çıkarıyordum. Babam baktı ki
olmayacak, sonunda bıraktı yakamı.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:21)
Tembel tembel : Gayat rahat, hiç bir iş yapmaksızın ya da sorumluluk almaksızın, tam bir tatil havası içinde
“Müdür, çapayı yoklayıp tarama yapmadığından emin olduktan sonra kıç tarafa gelip yanımıza oturdu.
Tembel tembel biraz lafladık. Daha sonra yatın güvertesine sessizlik hakim oldu. Nedense domino oynamaya bir
türlü başlamadık. Düşüncelere dalmıştık.”
(J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:32)
“Brangwen’ler kuşaklar boyu, Derbyshire’ı Nothinghamshire’dan ayıran Erewash’ın akçaağaçlar
arasından tembel tembel kıvrıldığı çayırdaki Marsh Çiftliği’nde yaşamışlardı. İki mil ötede bir kilise kulesi
tepenin birinin üstünde durup durur, küçük kasabanın evleri bıkıp usanmadan onda doğru tırmanırlardı. Tarlada
çalışan Brangwen’lardan biri, ne zaman işinden başını kaldıracak olsa, bomboş gökyüzünde, Ilkeston’daki
kilisenin tepesini görürdü.”
(D.H. Lawrence, “Gökkuşağı”, sa:9)
“Kaloriferin yanında, tembel tembel, yediklerimi sindiriyorum. Bir günün yitip gittiği nasıl da
belli.Doğru dürüst ne yapabilir ki insan? İyisi, akşam olmasını beklemeli. Bu ölgünlük, güneş yüzünden:
Şantiyenin üstündeki kirli, sisli, ak havayı, portakal rengine boyayıp, mavi, solgun ışıklarını odama akıtıyor ve
donuk düzenli dört ışık çizgisini yayıveriyor masama.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:23)
Tembih etmek : Uyarmak; Bir şeyin belirli bir şekilde yapılması için öğüt vermek
“Sütnine hemen koşup yakayı sildi.
‘Leke yapmaz, merak etmeyin,’ diyordu.
‘Bana daha neler yapıyor bilseniz!’ diye ekledi. ‘İşim gücüm onu yıkayıp temizlemek! Bari bakkal
Camus’ye tembih edin de, gerektikçe biraz sabun versin bana. Böylesi daha rahat olur, ben de sizi rahatsız
etmem.’
Emma: ‘Peki peki, hadi hoşça kal Rollet Ana,’ dedi:
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:104)
Tembul :
(BENGAL) kırmızı ruju
“Evin içinde gayet serbestçe dolaşıyordum, ama hiç Maitreyi’nin odasına girmemiştim. Bununla
beraber anında yukarıdaydım; kapı önünde beni bekliyordu. Yüzü yorgun ve bir yakarış ifadesiyle karışmıştı,
dudakları tuhaf biçimde kırmızıydı -bu son detay <ayrıntı> beni çarpmıştı. Sonradan öğrendiğime göre Bengal
zerafetinin adetleri gereğince, kente inişinden önce dudaklarını hep tembul ile boyarmış.”
(Mircea Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:64)
Temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp getirilmek : Birtakım sosyal problemlerin ya da değer yargılarının sık sık
ısrarla yinelenmesi
“Şayet ‘proloteryanın diktatörlüğü’ konusu temcit pilavı gibi ısıtılıp durursa, ilk yapılacak şey,
proleteryanın ‘kim olduğunu’ açıklamaktır. Ne var ki, Sosyalizm el işçisini o kimliğiyle yüceltme eğilimi
gösterdiği için, proleteryanın ‘kim olduğu’ hiçbir zaman yeterince açıklığa kavuşmadı.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:292)
Temelli (kalmak) : Sürekli, daimi kalmak; ikamet etmek
“Kontes bu mektubu hiç açmadan N... kontunun bir oda uşağıyla geri gönderdi. Bunun üzerine
Limercati malikanesinde tam üç yıl kaldı, iki ayda bir Milano’ya dönüyordu ama, orada temelli kalmaya bir türlü
cesaret edemiyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:37)
Temenna(h) çakmak, etmek; yerden temenna : Sağ eli aşağı indirip sonra dudağa (ya da çeneye)
değdirdikten sonra başa dokundurualarak verilen selam türü (Eski Osmanlı’da)
“Sancho defalarca temennalar etti, el ayak öptükten sonra, ata binmesine yardım etti. Kendisi de
eşeğine bindi, arabadaki hanımlardan izin falan istemeden, tek kelime etmeden, atını sürüp oradaki ormana dalan
peşine düştü.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:60)
“Mevsimlerde ve özellikle yazın; beyaz takke, beyaz gömlek, beyaz ceket ve beyaz fotin giyer, beyaz
pos bıyıklarının nurlaştırdığı yüz çizgilerinin olanca samimiyet ve sıcaklığıyla bir temenna çakar ve derdi: ‘Yazı
getirdik, Doktor Bey, Allaha şükür... Allaha hamdolsun.’ ”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Eşref Peygamber”, sa:59)
“Nihayet çadırların en yaşlısı ve hatırlısı olan beyaz köse sakallı adam yanımıza yanaştı, önce yerden
temenna ile bizi selamladı. Sonra Etem’e dönerek,
“-Kesin gayrik, dedi. Zere <zira>, dayandı iş zamanı, bulaşsın <işe girişsin, başlasın> her kişi işine
artık!..”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:38)
“-Defol! dedi. Bu seni ilgilendirmez.
Şabaşkin, efendisinin keyifsiz olduğunu görerek bir temenna çaktı ve hemen gözden kayboldu.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:35)
Temin etmek : Sağlamak, elde etmek; İnanç, güven verme, korkusunu giderme; Garanti vermek
“ ‘Saçma, saçma! Sadece boya sürmenin ne kadar eziyetli olduğunu bir düşün, resim sehpasının önünde
bütün gün ayakta durmak da cabası! Senin için konuşmak kolay, Hughie, ama seni temin ederim, öyle anlar
okuyor ki, Sanat neredeyse ameleliğin payesine ulaşıyor.’ ”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:114)
Temiz bir sopa çekmek : Bir güzel dövmek, dayak atmak
Bk.: Sopa çekmek
“Komiser, bir gün onu mahalle karakoluna çağırdı..... Birinci defaya mahsus olmak üzere karakolda
Tevfik’e temiz bir sopa çekti. Bir daha İmam’ın kapısında görür, kadınlara dert yandığını işitirse, vücudunda
kırmadık kemik bırakmayacaktı.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:22)
“... Eğer George sana tavşanlara baktıracak sanıyorsan, sen eskisinden de kaçıksın. Baktırmayacak,
üstelik sana öyle temiz bir sopa çekecek ki, canın cehennemi boylayacak; evet onun sana yapacağı ancak budur.”
(J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:173)
Temiz çıkmamak : Bir yerde problem olmak; örneğin emniyet, sağlık sorunu olmak; Pek özel olarak: kız diye
evlenip bakire çıkmamak
“Bizim köyde, bir Süleyman vardır. Mehmet Ali’den biraz sonra, o da civar köylerden birinden bir kız
almıştı. İşte, bu kız temiz çıkmamış, Süleyman: ‘Sana kim dokundu?’ diye sormuş. Kız, “’Ağam, demiş,
küçükken tarlada oynaşıyorduk. Beni omuzlarımdan yakaladı. Altına aldı. Sıktı, sıktı. İşte bu olduysa, o zaman
oldu.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:50)
Temize çekmek : Müsvedde (hazırlık kopyası) olarak hazırlanmış önemli bir yazının (Tez, resmi ya da ticari
iletişim mektubu), son şeklini vermek emeliyle yeniden dikkatle kaleme alınması, ya da, eskiden daktilo’ya,
şimdilerde elektronik cihazlara (bilgisayar vb.) nakledilerek yeniden düzenlenmesi
“Sonunda sınavı yapacak öğretmen girdi salona, gürültüyü kesmelerini söyleyerek Latince sınavı için
bir metin dikte ettirdi, metni kolay bulan Hans da rahat bir nefes aldı. Hemen kolları sıvayıp adeta güle oynaya
bir müsvedde hazırladı, sonra müsveddeyi özen ve dikkatle temize çekerek götürüp teslim etti.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:22)
Temize çıkar(t)mak : Masum olduğunu kanıtlamak
“Kendimi temize çıkarmak için bu sınavı atlatmam şarttı. Saçıma başıma biraz çeki düzen verdim.
Salonu topladım. Bu arada telefonda annemin beş defa aramış olduğunu görüp, ara tuşuna bastım.
‘Anne!’
‘Ah Maya! Kalbim duracaktı. Neredesin kızım?’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:361-2)
“Giulio, geceleyin bölüğünün ormanda tuttuğu yere dönerken, kendi kendine şöyle diyordu:
-Eğer, Elena’ya gerçeği anlatıp kendimi temize çıkartmazsam sonunda beni katil sanacak. Bu uğursuz
savaş hakkında ona kimbilir ne masallar anlattılar!”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:69)
Temize havale etmek : Öldürmek; Bitirmek, yitirmek (İş, para, yemek)
Bk.: Temizlemek
“ ‘Ekselansları ruhunu oracıkta teslim etmiş, efendim. Bilirsiniz, tabancayla oyun olmaz, şeytan
doldurur derler. Benim memleketim Nusle’de bir adam vardı, tabancasını yanından hiç ayırmazdı. Sonunda olan
oldu, tüm ailesini vurdu; üçüncü katta kim ateş ediyor diye bakmaya gelen kapıcıyı da temize havale etti.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Haşek”, Cilt:1, sa:28)
“-Karides var mı karides?
Rum garson el ovalıyarak olmadığını söyledi. Daha doğrusu, varmış, az önce müşteriler temize havale
etmişler.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:117-8)
“Boğuk feryatlar, sağır vuruşlar: gürültü sokaktan geliyordu. Teğmen gülümsedi:
-Belediyede bulduğum kuşları şarap mahzenine kapattım, dedi. Yer biraz dar ama, bir gececik, bir şey
olmazlar. Bir gececik: yarın sabah Almanlar bizi temize havale ettikten sonra onları oradan keklik gibi
toplarlar.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:214)
Temiz etek :
Namusluluk, iffetlilik
“Bir abit <kendi köşesine inzivaya çekilmiş, dua eden kimse> gördüm: Birine sevdalanmış, bu sırrı gizli
iken bile dile düşmüştü.. O denli kınandığı, kahır çektiği halde içini dökmekten vazgeçemiyordu. Bir keresinde
kınadım onu:
‘O güzelim aklına ne oldu da, şu köle nefsin onu alt etti?’ Düşündü, düşündü, şöyle dedi:
‘Aşk sultanı bir köşeye konar da,
Takvaya <günahtan sakınma> bir yer mi kalır orada?
Tamamen çamura batmış gibiyim,
Nasıl temiz kalabilir eteğim?’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:172-3)
Temizlemek : Öldürmek
(Argo)
“(Irazca)‘... Siz böyle yaparsanız, ben se sizin eve bir ateş verir külünü havaya uçururum, kör olayım.
Benim günüm ikindiye geldi. Koyun yaşı kadar bir yaşım ya var, ya yok. Ölmeden düşmanımı bari temizlerim
hiç olmazsa.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:55)
“Komiser Calabresi’nin başına bir şey gelmemesi çok önemli. Komiser Calabresi’yi temizleyecek
olurlarsa, yaptığımız bütün başvurular güme gider.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:18)
“Kanlar içinde yatan karısının elinden kapıya fırlamış tabancayı almış, ‘ihkak-ı hak’ kafasıyla, yani
kendi hakkını kendi aramak için, hasımlarının bahçesine girmiş, başta hasımlarının yetmişlik ninesi, beşikteki
sabiye varana kadar önüne kim çıkmışsa tam yedi kişiyi temizlemişti.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:86)
“Normal denilebilecek kaç evde kavgalar olur ve kocalar haykırır: ‘Hey karı, günün birinde ben seni
öldüreceğim!’ Ya da, birbirlerinden hoşlanmayan iki genç adam sokakta karşılaştıklarında biri diğerine, ‘Sen
görürsün, ben seni temizleyeceğim!’ diyebilir. Bunlar zihinsel tutarsızlık mıdır? Bir akıl hastanesinden gelmek
demek, tüm eylemlerinizin ve sözcüklerinizin hep akıl hastalığına bağlı olmaları mı gerekiyor demektir?”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:65)
“Karımı temizlemeden önce ona birkaç saniyelik bir zaman bırakacaktım. Korkusundan deli gibi
olacaktı, suratı mosmor kesilecek, boğazından hırıltıya benzer boğuk bir ses çıkacak, yuvarlanıp fırlayan
gözleriyle, uzanmış kollarıyla bana doğru atılmak isteyecekti.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:120-1)
“Genç adamın arkasında duran Pierre’le yaşlı arkadaşı bekliyordu:
Genç işçi kapının kanadını sinirli sinirli vurarak içeriye bağırdı:
-Hey; çocuklar! Dumaine’i temizlemişler galiba.”
(J.-P. Sartre, “iş işten geçti”, sa:49)
Temiz pak : Tertemiz, dürüst
“ ‘Müthiş iyi bir çocuk bu, Martha,’ dedim ve paraları saymak için kasaya gittim. Kasa BOŞTU! Ve
diğer iki günün hasılatının içinde olduğu puro kutusu gitmişti, onu da bulmuştu. Öyle temiz pak bir çocuk...
anlayamıyorum... ömür boyu çalışabileceğini söylemiştim ona...’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:66)
“Sonbaharda bir yol gibi: Temiz pak süpürüyorsun, sonra yol, bir kez daha kurumuş yapraklarla
örtülüyor.”
(F. Kafka, “Aforizmalar”, No.:15, sa:18)
“Anne günde on altı saat çalışır, parça başına beş santime yırtık çorap örerken oğul, temiz pak giyinmiş,
Montparnasse’ta o kahve senin bu kahve benim aylak aylak dolaşırdı.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:21)
“-Yeni trenler için elektrik şebekesi döşemeye başladıkları yer burası değil miydi? Korkunç bir lüks
olacak bu.
-Saçmalığın daniskası. Domuzlara inci saçmak gibi bir şey. Daha düzenli ve temiz pak bir tren konur
konmaz insanlar hemen onu mahvederler.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:111-2)
Temiz para : Alnının teriyle kazanılmış para
“LOPAHİN - İlkbaharda bin dönümlük haşhaş ekmiştim, şimdi kırk bin pangnot temiz para kazandım.
Haşhaşlarım çiçek açtığında görülecek şeydi.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:164)
Temkinli davranmak : Geleceği düşünerek, ölçüyle, tedbir alarak problemlerin oluşunu önlemek
“Gerçi tek mirasçı olarak, ‘servet’ değerinde nir ervin sahibiydim, ama aynı zamanda bankaya olan
borcum söz konusu ‘servet’in iki katıydı. Babam temkinli davranmamıştı. Niye davranacaktı ki zaten? Sipariş
defteri doluydu, çok para kazanıyordu, gücü kuvveti yerindeydi.”
(A. Maalouf, “Batı’dan Uzakta”, sa:392)
Temple – Templier<Templar> Şövalyeleri (Okültist Masonluk) -İsa’nın Yoksul Şövalyeleri- : Bk.: Gül
Haçlar
Tempora mutantur, nos et mutatur in illis : (LAT., ZAMAN,KOLL.) <Tempora mutan’tur, nos et muta’mur
in ilis> : Zaman değişir ve bizler de onun içinde değişiriz = Times change and we are changed in them (John
OWEN, Epigrams, 8, 58) : Tempore felici multi numerantur amici : <Tempo’re feli’ki mul’ti numeran’tur
amiki> = Biz zenginleştikçe, dostlarımmızın sayısı da artar; Tempori parendum <Tempe’ri paren’dum> :
Bizler zamanla birlikte ileri doğru gitmeliyiz = We must move with the times; Tempus edax rerum: <Tem’pus
e’daks re’rum> : Zaman denen şey her şeyleri yutar = Time that devours all things – OVID, ‘Metamorphoses’,
XY. 234): Tempus fugit : <Tem’pus fa’git> : Zaman uçar = Time flies; Tempus omnia revelat <Tem’pus
omnia revelat> : Zaman herşeyi ortaya çıkarır = Time reveal severything
(Dict. of Foreign Phrases and Abbreviations)
Temren :
Mızrağın ya da okun ucundaki sivri demir
“Delikanlı, kafasındaki yığınlık gururuyla, gönlü yaralı düşmanından hiç şüphelenmedi ve bilgelerin
söylediği, ‘birinin gönlünü bir kez kırdın mı, sonradan ona yüz türlü rahatlık sağlasan bile, o bir tek kırgınlığın
öcünden sakın. Temren, yaradan çıkar, ama acısı canında kalır!’ sözüne göre hareket etmeli.”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:153)
Tencereyle kapağı gibi (birbirine) uymak : Benzer huya, suya, kişiliğe sahip olmak; iyi geçinmek
“ ‘... sen, birinci sınıf adamsın, ben, birinci sınıf bir adamım, doğru mu, doğru, birbirimize tencereyle
kapağı gibi uyarız biz. Seni ne kadar saydığımı göstermek için bugünkü paranın tamamını, şimdi peşin
veriyorum. Ötekilere kuruş koklatmam.’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:267)
Tencere kazıntısı : Eski Türklerde de adet olduğu üzere, kabilece yemek yendikten sonra tencerenin dibini
kazıyıp hayvanlara yemek verme; Eski İstanbulda da biz öyle yapardık, tencere kazıntılarını kedilere sunardık.
Şimdi buna gerek yok, sayısız ithal malı kedi mamaları var
“ ‘Cesedi kıra bırakılmış (mezara gömülmeyen) olanı gördün mü?’ -‘Evet, gördüm. Onun ruhu yeraltı
aleminde uyumuyor.’ -‘Ruhu ile kimsenin ilgilenmediğini gördün mü?’ -‘Hayvanlara yedirilen tencere
kazıntısı ve sokağa atılan yemek artıkları onun gıdasıdır.’ ”
(Dr. A. Schott, “Gilgameş Destanı”, sa:101-2
Tencerenin dibi tutacak (tutana) kadar beklememek : Çok aceleci olmak, bekleyememek, sabırsız olmak
“En ustaları kene gibi yapışırlar, vergileri toplarlar, gözde bir fahişenin sevgilisi ya da bir saray
aşüftesinin lütufkar kocası, bir beyzade, hatta bir baron olabilirler. Ama çoğu zaman, tencerenin dibi tutacak
kadar beklememek akıllılığını gösterirler, çünkü bütün çekicilikleri yeni oluşlarından ve kim olduklarının
bilinmemesinden kaynaklanır..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:22-3)
Te’nebrae : (LAT.,R.C.,DİN,) <te’nebray> (LAT.: darkness=karanlık). Paskalya’dan önceki haftanın sonunda
okunan d u a’lar
Teneke mahallesi : Fakir, gecekondu çevrelerinde yaşayan düşük sosyal klas
“KAHİRELİ YOKSUL
Daha eski taştan, politikadan daha eski
ve bizimle halen, Nil’in kurumuş taşkını
oturtuyor on beşini Kahire’nin
teneke mahallelerindeki bir odada.”
(Charles Boyle-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.12.05)
Tengri : Eski Şamanistik inanaçlarda göklerin hakimi en büyük Tanrı; Bugün Asya steplerinde, eskisinden bir
az farklı, ama yine de her yerde her zaman hazır ve nazır en yüce varlık
“ ‘... Steplerin ortasındasın. Yağı tavaya koy, ama ilk önce onu Tanrıça’ya sun. Tuzdan başka, o bizim
en değerli malımız.’
‘Tengri nedir?’
‘Sözcük anlamı ‘gökyüzü tapınımı’; bu bir tür dinsiz din. Herkes buradan geçer - Budistler, Hindular,
Katolikler, Müslümanlar, inançları ve batl inanışları ile farklı mezhepler. Göçebeler öldürülmekten kurtulmak
için din değiştirdiler, fakat Tanrı’nın her zaman her yerde olduğu fikrini iddia etmeyi sürdürdüler ve
sürdürüyorlar.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:301)
Tenine erliğin hattı inmek : Vücudunda erkeklik alametleri belirmek
“BERBER - İlk avına o gün çıkmıştı.
KÖYLÜLER - İlk avına bugün çıkmıştır.
HAZER BEY - Erliğin hattı inmiştir duru, yağız tenine.”
(M. Mungan, “Geyikler Lanetler”, sa:42)
Tenine kurt işlemek : Vücudunu kurtlar yemek
“ ‘Sürüm sürüm sürünsün.’
‘Kurt işlesin tenine inşallah.’
‘Yılancıklar çıkarsın da yılın yılın yatsın.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:90)
Tenor : En tiz -genellikle opera sanatçısı- erkek sesi
“SEÇİM KOROSU
-----------------------Tenor: Hemşerilerim!
Beni başkanınız seçerseniz
Ustaları olacaksınız
Dalkavukluk sanatının.”
(Mzi Mahola<d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.01.06)
Teosofi : (DÜŞÜN. MYTH.) : Kökeni İlkçağa dayanmakla birlikte, 19. ve 20. y.y.’larda Batı’da dinsel
düşünceyi etkilemiş olan mistik eğilimli bir dinsel felsefedir. Teosofi’nin temelinde, Tanrı’nın tam olarak
kavranabilmesi için ‘doğrudan algılanması’ gerektiğini öngören mistik düşünce yatar. Doğaüstü ya da da başka
olağanüstü olaylar ile psişik ve tinsel güçler, teosofi’de geniş yer tutar; kişinin, tanrısal bilgeliğe ilişkin bilgi
aracılığıyla, doğanın ve insan varlığının sırlarına ereceği öne sürülür
“Artık Kodunski’yi dinleyen yoktu, Şvayk’la Vanyek, pişpiriğe oturmuşlardı. Subay mahfelinin okülist
aşçısı, yeni bir teosofi dergisi çıkarmaya başlamış olan karısına bitmek bilmeyen bir mektup yazmaktaydı.
Balon’a gelince, o da oturduğu yerde uyuklamaktaydı. Yeni telefoncu Kodunski de ne yapsın, ‘Evet, o olayı asla
unutamam...’ dedikten sonra yerinden kalktı, kağıt oynayanları seyre koyuldu.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:16-17)
Tepe : Göğüs, meme (Argo)
“MARİA KADIN
--------------------Pervane gibi döndürdü başımı, yitti çarşaf altında,
ben baygın düştüm onun sipsivri iki tepesinin üstüne...
Kütürdüyen karpuzlar gibiydik akşam karanlığında
ve sarmaş dolaş, sırılsıklam tutkulu, başladık yeni güne.”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
Tepeden bakmak : Herkese yukardan, küçümseyerek bakma; kendini beğenmişlik; Olaya nesnel bir şekilde
dışardan bakmak
“‘Evet, arkadaş konusunda çok demokratikti. Sıradan insanlarla konuşurken onların gönüllerini almayı
bilirdi. Sıradan insanlar fikirlere açlık duyarlar. Pavel, asla onlara tepeden bakmazdı.’
‘Matriyoşa’ya da tepeden bakmazdı.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:33)
“Burnu havada, çevresine biraz tepeden baktığı halde Kolya iyi arkadaştı - ne oldum delisi değildi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:4)
“Ayağa kalktı, kadınlara tepeden, küçümseyerek baktı. Mahmut eşeği onun önüne kadar getirmişti,
öfkeyle bindi.”
‘Bunda bir iş var Mahmut,’ dedi.
‘Var Ana.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:247)
“ALMANYA’DA İŞÇİ!
HİİTTTİR ETTİM HEPSİNİ. Şöyle bir bakıverdim tepeden. Yallah.
BEN ÇALIŞIP HAYATINI KURTARMIŞ BİR KADINIM! DÜNYA VIZ GELİR BANA!
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu/Sevdican”, sa:104)
“Daniel, ona tepeden bakarak gülümsedi::
-Sanırım, dedi; sanırım ki bu seni ilgilendirmez. Senin kendi vicdanınla başın yeteri kadar dertte
zaten.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:314)
“...hani hayvanat bahçesindeki develer ellerindeki parlak ambalajlardan birşeyler atıştıran, bitince de
kağıtları parça parça edip yerlere atan kadınlı erkekli ahalinin iki yandan çevirdiği asfalt yol boyunca salına
salına yürürler ya, aynen öyle. Deve izleyenlere tepeden bakar; yerinden hoşnut değildir; mavi gölü ve
eteğindeki sıra sıra palmiye ağaçlarını düşler.”
(V. Woolf, “Pazartesi ya da Salı”, sa:105)
“İşten çıkarılmış bir memura, bu kavgacı gazeteciye, bu başarısız tiyatro yazarına, ailelerine layık
olmayan biri gibi kibirle tepeden bakmışlardır. ‘Keşke on kere öleyim razıyım’ diye yazar çaresizce..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Kleist’, Cilt:I, sa:62)
Tepeden inme : Yüksek yerden emirle gelen; ansızın oluşagelen
“Benim bu tepeden inme sözüm üzerine baktum, Etem’in rengi attı, hemen ustaca yelkenleri suya
indirmeye başladı:
-Te onu yapamazsın işte... Çunanki <çünkü> sen benim elinimetimsin <velinimetimsin>! Senden
görmüşüm buncas <bunca> iyilik, buncas cömertlik... Ona sebep, sen tepelemek istesen bilem <bile> beni, ben
tepeletmem kendimi... Derim sana, yakışır mı a benim elinimetim, bana zatınız el kaldırasınız?”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:172)
“Azıcık kendine gelen Koca Osman tepeden inme girdi söze:
‘Şimdi bu kötü halinizi duyup ve de yüreğim ağzıma gelip, yanıma da Ferhat Hocamızı alıp, Allahın
bu güzel adamıyla bir olaraktan sizi almaya, alıp da köyümüze götürmeye geldim.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:95)
“Mrs. HUSHABYE, onu yatıştırarak. - Tabii inanıyorum, yavrucuğum. Yalnız pek tepeden inme oldu
da. Beni azar azar alıştırmalıydın. (Onu tekrar yerine oturtur.) Şimdi anlat bakalım. Ona aşık mısın?”
ELLIE - Hayır, o kadar da alık değilim. Kimselere aşık olmam ben. Beni o kadar kuş beyinli mi
sandınız?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:30)
“EPIFANIA - Boşver Tanrıya! Ne yaptınız paraları?
HEKİM - Boşvermek hiç br zaman Tanrıyı ilgilendirmez. Kendi geçiminizi sağlamak için benden
ayrıldığınız o ikindi vakti Acıyan’a, Yarlığayan’a yakardım: Siz uçsuz bucaksız mizahının tepeden inme
belirtilerinden biri misiniz..”
(G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:102)
“ ‘Zır-zır-zır’ telefonun sesi. ‘Hadi koş!’ ‘Bir dakika!’ - tezgah bu. ‘Böyle koşuyoruz, tepeden inme,
yüzlerce yıllık, bitimsiz zebani buyruğuna. Boyun eğiyoruz. ‘Bunca çaba, hşzmet, koşuşturma, emek karşılığında
kazanılan ücret – şurada mı harcanacak peki? Yok canım. Şu anda mı? Yoo zamanla. Kulaklar duymaz olup
yürekler çoraklaştığında.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:106)
“O sırada François’la Lise, feryatlarla ve gözyaşlarıyla koşarak geldiler. Dört ay evvel doğuran Lise,
çocuğunu emzirdiği sırada bu tepeden inme haberi alınca, şaşkınlıkla, yavrucağı kucağından bırakmadan
yürüyüvermişti; çocuk da avazı çıktığı kadar ağlıyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:144)
“Değerler tepeden inme düşerken Avusturyalıların hep kaybettiğini ve böyle anlarımızda bulanık suda
iyi balık avlanacağını bazı yabancılar fark etmişti.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:363)
“... bu eski usta <Talleyrand>, bu kendine güvenli aristokrat, Bay Fouché’ye sonu gelmiş bulunduğunu
anlatabilmek için çok ince bir yol seçiyor. On sekizinci yüzyılın bu en son gerçek aristokratı, entrikalarına ve
oyunlarına kulis olarak her zaman salonları seçmiştir. Bu tepeden inme grevden uzaklaştırma işine de çok hoş bir
biçim buluyor. Talleyrand ile Fouché, 14 Aralık akşamı bir gece toplantısında buluşuyorlar.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:213)
“İnsanlar, Alman insanları eski devlet şeklinden nefret ediyor. Yeni cumhuriyetini ise seviyor -aslında
bu sevgiden çok beklenti- ve sevgisinin içini idealleriyle dolduruyor. Ancak bu henüz bilinçli bir sevgi değil.
Öncelikle cumhuriyetçi bir bilincin yaratılması gerekiyor. Gelecek saatlerde, gelecek haftalarda, gelecek yıllarda
bundan daha önemli bir görev bekliyor yönetenleri. Cumhuriyet, topluma dışardan ve tepeden inme bir şekilde
getirilemez. Cumhuriyet, toplumun içine oluşup gelişmelidir.”
(S. Zweig, “Geleceğe Güven”, sa:67-8)
“Dirseklerini masaya dayamış yorgun ve boyalı bir kız vardı, tezgahın arkasında şişman ve pis kılıklı
meyhaneci kadın duruyordu, yanında da çirkin sayılmıyan bir başka kız. Selamım, pek tepeden inme karşılanmış
olacak ki, epeyce sonra canı sıkkın bir cevap aldım.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:232)
Tepeden tırnağa (buz kesmek, dişi, sahtekar, süzmek, silahlı, titremek) : Baştan aşağı (iyice bir bakmak,
incelemek)
“ERKEK : (KADIN’ı tepeden tırnağa süzerek) Biliyor musunuz, siz de belki yeryüzünün gelmiş
geçmiş en büyük sopranosusunuz?
KADIN : Bilmiyorum. (Bir susuş.) Ama neden oluyor muşum yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük
sopranosu belki de?
ERKEK : Şunun için : Hiç şarkı söylediniz mi?
KADIN : Hayır, hiç söylemedim.
ERKEK : Öyleyse? Belki de öyledir. Hayır diyebilir misiniz?
KADIN : Diyemez miyim?
ERKEK : Diyemezsiniz tabii! Ama dikkat edin, hiç ama hiç... şarkı söylemeyin!
KADIN : Neden?
ERKEK : Neden olacak? Umudunuzu yitirmemeniz için...... Umutlar da korunmakla yaşar.”
(S.K. Aksal, “Oyunlar-Bay Hiç”, sa:593)
“Tepeden tırnağa titreyip durdum, ah!
Dalda oturmuş bana el sallarken
bakarken güzelliğine mum gibi eridim.
Karaysa kara, bana ne bundan, kömür de kara.
Ama bir yanmayagörsün, güller gibi ışıldar!”
(Asklepiades, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:57)
“Buruşuk, biraz lekeli keten takım ve yine buruşuk beyaz gömlek giyen Born ile tepeden tırnağa
siyahlar içindeki (sonradan adının Morgan olduğunu öğrendğim) kadın birbirleriyle uyuşmayan bir çift gibi geldi
bana.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:10)
“Bacon, 1506’da oldukça zengin bir adamın kızı olan Alice Barnham ile evlendi. Düğünleri çok
gösterişli oldu. Çağdaş bir yazara göre Bacon, ‘tepeden tırnağa kadar erguvan rengi giysiler giymiş, kendisi ve
eşi için bir sürü altın ve gümüş sırmalı giysi diktirmiş, karısının getirdiği servetin büyük bir bölümünü bunlara
harcamıştı.’ ”
(F. Bacon, “Yeni Atlantis”, sa:12)
“O uysal, şen kız, ressamın kucağına sıçradı. Tepeden tırnağa şirin, tepeden tırnağa güzeldi; bir bahar
gibi gönül çekiciydi; kadınlığın bütün zenginlikleriyle süslenmişti; o zenginlikleri yüce bir ruhun ateşiyle de
aydınlatıyordu. Poussin:
-Aman Tanrım! dedi, söylemeye dilim varmıyor...”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:34)
“Ahmet, gözünün kuyruğuyla babasını izliyordu. Babası, saban okunu kaldırmış, eşeğe yardım
ediyordu. Ahmet’in esas duruşa geçtiğini görünce ‘İt!’ dedi içinden. ‘İt oğlu it! Dalga geçiyor benimlen.’
Bozmak istemedi. Eşeği içeri sokup tam önünde durdu. Tepeden tırnağa bir süzdü.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:10)
“Geri Dönmek
----------------Hala gizleniyor kalplerde yıldırımlar.
Bas gitar çalıyor hala.
Şiir dil değildir, ama dönüşmesidir
sessizlikten dile.
Tanımalı oğul herkesi tepeden tırnağa.
Sadece korku engelliyor onu,
sarı sabır çiçeklerinden bile yalnız
kalma korkusu,
ama bir gün bu tatlı ırmağa girmek zorunda kalacak.”
(Robert Berold<d.1948>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.12.05)
“ADONİS’E AĞIT
----------------------Al kocamı Persephone, benden iyisin sen
Sana geliyor şimdi güzel olan her şey;
Mutsuzum tepeden tırnağa, öylesine onmaz acım,
Ağlıyorum Adonis için, artık ölü olan.”
(Bion, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:103)
“ ‘Durun...’ dedi üsteğmen, sonra tepeden tırnağa bıkkınlık içinde bir adamın kibar, aynı zamanda
gevşek yürüyüşüyle evden içeri giirdi.”
(H. Böll, “Ademoğlu Nerdeydin”, sa:9)
“Kesinlikle bilinen bir nokta, Katharina’nın evinin çok sıkı gözaltında tutulmuş olmasıdır. Perşembe
sabahı saat 9.30’a kadar hem telefon edilmeyip hem de Götten’in evden çıkmadığı görülünce Beizmenne’nin
sabrı taşıp sinirleri bozuldu, tepeden tırnağa silahlı sekiz polis memuruyla birlikte eve girildi.”
(H. Böll, “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:19)
“Benim Ülkemde
---------------------İşte burada bir şey düğümlenir boğazımızayolda uzun ince bir adam takılır gözümüze
Yavaşça geniş kenarlı siyah şapkasını çıkaran
Ve evin kutsal eşiğini aşarken
Tepeden tırnağa kendini görünür kılan.”
(Sophia de Mello Breyner<d.1919>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
08.07.00)
“Tekrar yalnız kalan Öğretmen, mezara biraz daha yaklaşarak, onu tepeden tırnağa inceledi. Lahidin
altındaki pençe ayaklarla başladı, oradan yukarı Newton’a, bilim kitaplarına, matematik parşömenleri tutan iki
erkek çocuğuna, piramidin ön yüzeyine, takımyıldızlı küreye ve sonunda niş’in yıldızlarla dolu kubbesine baktı.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:435)
“ ‘Çalışacağınız yer burası işte,’ demişti Kien kupkuru ve ciddi bir tonla. ‘Her gün bir odanın tepeden
tırnağa tozu alınacak. Böylece dört günde bütün odaların işini bitirmiş olacaksınız. Beşinci gün yine ilk odadan
başlayacaksınız. Bu işi üzerinize alabilir misiniz?’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:45)
“Yirminci yüzyılda ise insana ilişkin araştırmalar daha ilerledi; bu arada bilim, herkesin hem erkek,
hem de kadın hormonlarının taşıyıcısı olduğunu da kanıtladı. Böylece ‘sapına kadar erkek’ ve ‘tepeden tırnağa
dişi’ nitelendirmeleri de -en azından bilimsel gerçeklik anlamında- tarihe karışmış oldu.”
(A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:40)
“Adam, sırt çantasını karıştırmayaı bırakıp beni tepeden tırnağa süzdü. Bakışları soğuktu. Beni
gördüğüne hiç şaşırmamış gibiydi. Onu tanıyormuşum gibi geldi.
‘Evet, seni bekliyordum, ama bu kadar erken değil. Ne istiyorsun?’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:35)
“Korkakların gözüne dünya tehditkar ve tehlikeli gözükür. Fazlaca tehlike içermeyen bir hayatın sahte
güvenliğini ararlar ve sahip olduklarına inandıkları şeyleri savunmak için tepeden tırnağa kadar silahlanırlar.”
(P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:138)
“Şaşkınlıkla, cinsel organının hemen üstünde küçük bir sivilce yakaladı; kendini daha fazla tutamayarak
sivilceyle ıynamaya başladı; hissettikleri giderek tadına doyulmaz bir hale geliyor, yoğunlaşıyordu ve bedeni
tepeden tırnağa -özellikle elinin değdiği bölge- zevkle geriliyordu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:21)
“Öte yandan panik atakları devam ediyordu. Alışverişi, yemekleri kocası yapıyor, Mari ise akla uzak bir
titizlikle her gün evi tepeden tırnağa temizliyordu, sırf kafasını her türlü düşünceden arındırmak için.”
(P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:122)
“Kasabaya geri dönüyorum. Kapılar açık. Tepeden tırnağa silahlanmış olan askerler balıkçıların
kulübelerini araştırıyor. Beni uyandıran köpek onlarla birlikte kulübeden kulübeye gidiyor, kuyruğu havada, dili
dışarıda,, kulakları dimdik.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:180)
“Uçakla Yeryüzü
Ne gün uçağa binsem
Duyarım tepeden tırnağa
Tarlalar birleştirir yeryüzünü
Tarlalar bütünler”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-Oralarda”, sa:50)
“Petersburg’da, Askeri Lisede aşağı yukarı sekiz yıl okudum. Oradaki yetiştirilme şeklim, çocukluk
izlenimlerinden pek çoğunu silmemekle beraber körletti. Yerine öyle yeni alışkanlıklar, yeni fikirler
peydahladım ki, tepeden tırnağa bir değişmeye uğradım, vahşi budalanın biri oldum.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:225)
“Ölüm de daha büyük ve heyecanlı bir çürük sayılırdı kuşkusuz. ‘Yok ama birkaç hafta içinde ölüp
ölmeyeceğim belli değil,’ diye kendime hatırlatma gereği buydu. Alt tarafı, bazı tıp adamlarının görüşü bu
yöndeydi - yeteneklerine güvenilmezdi. Bu düşünce yaşamımı azıcık da olsa alt üst etmeye yetmişti elbet, ama
hiç yoktan yere. Ölüm beklentisinin ilk gününde tepeden tırnağa karanlığa bürünmüştü; küçük bir çocukken
okula gittiği yıllarda, ertesi gün hezimete uğramak beklentisine girdiği anları düşünmüştü.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:34)
“Hızla yukarı çıkarlarken, kanca gibi kıvrılmış parmaklarla etlerini, göğüslerini kösnül bir esriklik
içinde tırmalamaya başladılar. Zagreet denen o tuhaf, ürpertici ulumayı çıkartıyor, dillerini damaklarında
mandolin teli gibi titretiyorlardı. Değişik perdelerde kulak zarı patlatıcı bir dil titreme korosu..... Yürüyor,
sallanıyor, tepeden tırnağa titriyor, kıvrılıyor, ölüye kalkmasını söyleyerek dönüyorlardı.”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:344-5)
“Garip bir incelemeydi. Lucien hayranlık ifadeleriyle, mücevherleri elinde tarttı, sorular sordu ve
yanıtlarını stenoyla yazdı. Bütün bu süre boyunca Maitreyi, yüzü kül renginde, sanki tamamiyle dehşete düşmüş
gibi, tepeden tırnağa titreyerek ayakta durdu.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:16)
“Egor gülmeye başladı. Odaya girdi. Lambanın ışığı tepeden tırnağa kapladı onu yine.
‘Anlaşılması zor değil tabii,’ diye devam etti Mösyö Nazarie. ‘Orman, tahsilli ve batıl inançlardan
arınmış olan sizin gibi bir genci bile korkutuyor. Kimseye ayrıcalık tanımayan bir korkudur bu...’ ”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:15)
“KAYALARIN MARİNASI
-----------------------------------Dudaklarında bir fırtına tadı var
Sırtında kan kırmızısı bir giysi
Tepeden tırnağa yazın altın sarısı
Ve sümbüllerin kokusu içinde
-Ama nerelerde dolaştın”
(Odisseas Elitis<1911-1996>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.08.05)
“Seksenlik bir ihtiyar, tepeden tırnağa kadar teolog, hem o kadar teolog ki Scotus yenideb dirilmiş
sanılır. Bir gün İsa-Jesus adının sırrını anlatırken, bu ilahi kurtarıcı hakkında ne söylenebilirse hepsinin adındaki
harflerde saklı bulunduğunu kanıtladı.”
(D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:116)
“ZİNDANI TAŞTAN OYARLAR
Bursa’nın ufak tefek yolları
Ağrıdan sızıdan tutmaz elleri
Tepeden tırnağa şiir gülleri
Yiğidim aslanım aman burda yatıyor.”
(Bedri Rahmi Eyuboğlu<1913-1975>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:46)
“Ama Taanaş onun önüne bakır bir ayna getirdi. Ayna o denli yüksek, o denli genişti ki, Salambo
kendini tepeden tırnağa gördü. Bunun üzerine yerinden kalktı, parmağının hafif bir hareketiyle saçlarının fazla
inmiş bir lülesini düzeltti.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:241)
“ANTONIO -... Beni aramaya gelirlerse çatılardan kaçarım
ROSA - (Sözünü keser.) Aşağı düşersin... her yerin kırılır... tepeden tırnağa yeniden dikmem gerekir
seni, sonra herşeye yeni baştan başlarız.”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:69)
“SEVMEKTEN
-----------------hayattan ne istiyorum biliyorsun
ben sen olayım, sen tepeden tırnağa sen
bin defa gelmek mümkün olsa dünyaya
her defasında sen, her defasında sen”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-tutsak”, sa:28)
“Floransa’da, yatağından taşmış sarı Arno’yu masamdan ayrılmadan görebilirdim. Biskra’nın
setlerinde, ay ışığında, gecenin uçsuz bucaksız sessizliğinde, Meryem gelirdi. Geniş, ak, yırtık bir hayığa
bürünmüş olurdu tepeden tırnağa...”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:100)
“Phaidra’ya sınırsız bir güvenim vardı. Zerafetinin gitgide arttığını görüyordum. Tepeden tırnağa
erdemdi, ailesinin kötü etkisinden onca küçük yaşında çıkarıp kurtarmıştım onu. Oysa bütün kötülüklerinin
tohumlarını beraberinde getirdiği, nerden aklıma gelirdi ki?”
(A. Gide, “Thésée”, sa:70)
“DİPLOMAT - Ben bu ayarda prensler gördüm. Bu bana tepeden tırnağa kadar güzel görünüyor.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:85)
“Ta tepemden tırnağ’ma kadar
Bir alev geçer vücudumdan;
Sanki en zayıf, en güçlü ben olur
Hem sevinç, hem acı duyarım o zaman.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘Christel’, sa:37)
“PLACIDA - Evet gördüm; beni tepeden tırnağa kadar dikkatle süzdükten sonra hiçbir kelime
söylemeden pencereyi yüzüme kapadı. Doğrusu çok nazik imiş.
D. MARZIO - O bir dansözdür; fakat anlarsınız ya?
PLACIDA - Pek sağlam ayakkabı değil desenize.”
(B. Goldoni, “Kahvehane”, sa:71)
“Gavrila güçlükle soluk alarak, ezile büzüle:
-Yok... Ben... Gitmeyeceğim... Ben... diye mırıldandı.
Çelkaş onu tepeden tırnağa süzerek:
-Ne oluyor? Niçin ezilip büzülüyorsun? Diye sordu.
-Hiiç...”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşı”, sa:96)
“Genç bir jandarma subayı, bir geçit resminde yürür gibi vakur, sert bir eda ile geçiyor, yan gözle bana
bakıyordu. Rıhtımın kenarında kırılan bir dalga müthiş bir serpinti yaptı, adamcağızı tepeden tırnağa kadar
ıslattı.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa: 18)
“Fakat hemen uyandım. Karşımda yarı düş yarı gerçek, Knidos Afroditi’nin ayakta sallanan hayalini
gördüm. Konuşurken gözlerini, yüzünü, ellerini oynatıyordu. Durmayan, ama hayat gibi değişern hep bu
hareketler, tepesinden tırnağına kadar süzülen bir uyum akıtırken, çevrede bir ölümsüzlük dalgası yaratıyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:20)
“Çokluk akşamları, avdan tekrar kulübeye dönerken, derinlerde bir aile özleminin beni tepeden tırnağa
sardığını, içimi tatlı heyecanlara gömdüğümü duyardım. Dolaşır durur, Aisopos’la gevezelik eder, ona
rahatımızın mükemmelliğini anlatırdım.”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:13)
“HAKİKAT
***
Tepeden tırnağa silahlı zalimler
Işığın karşısında put gibi duruyorlar.
Karanlıkta yola koyulmuşlar,
Önlerinde, debdebeli kibirli şeytan.”
(İmad Abdullah Hasan, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:63)
“Belki bir fare torbalardan birini delmiş, biraz un tırtıklamıştı. Herneyse, orgdan çıkan derin ve güçlü
ses balkonun tabanındaki çatlaktan sel gibi un yağmasına neden olmuş, Abram Baba tepeden tırnağa beyaza
bulanmıştı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:156)
“O gecenin sessizliği içinde boğuk boğuk uyuldayan denizin, garip ıslıklar çalan gece rüzgarının,
hayaletlerin dokunup titrettikleri dev bir orgun çıkardığı ezgileri andıran seslerini, çok kez şangırdayan kemerli
pencerelerden içeri bakan devler gibi parlak ve aydınlık bulutların geçişini düşünün; beni tepeden tırnağa titreten
hafif bir ürperme içinde, yeni bir dünyanın artık elle tutulur, gözle görülür biçimde doğabileceğini
duyumsuyordum.”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:27)
“BUCAK MÜDÜRÜ - Ne dediniz? Onların yeri hapishanedir. Onlar tepeden tırnağa kadar günaha
batmış adamlardır. Onları kurtarmak şeytanı soymak olur. Eğer şeytana kendine ait olanları bırakmazsak, iflastan
başka çaresi kalmaz.”
(H. Ibsen, “Brand”, sa:143)
“DUNCAN - Neye mal olacağını göreceksiniz yakında.
LADY DUNCAN - Yine tehdit ediyor beni.
DUNCAN - Hem de tepeden tırnağınıza kadar.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:300)
“O gün, gene üçümüz Tuna civarında bir söğüt korusunda bulunuyorduk. Kozma, bana tepeden tırnağa
yeni elbiseler giydirdi, bir kuzu çevirtti ve onu güzel kırmızı şarapla ıslattı. Yemekte bana:
-Bugün on bir yaşındasın, Jeremi! dedi. Bugün atıma binmeye layık olup olmadığını bana
kanıtlayacaksın. Önümüzdeki yıl sana çubuğunu vereceğim, iki yıl sonra da tüfeğini.”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:63)
“Tıpkı o fırını gibi, dümdüz ve sarı balçıkla kaplı koskocaman devingen yerin dörtte üçünü kaplardı.
Kir Nicolas da, kürek, tahtalar ve kalıpları gibi domuz yağına bulanmıştı. Tepeden tırnağa un ile kaplıydı.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:108)
“Bay Samsa yorganı omuzlarına aldı, Bayan Samsa yalnızca geceliğiyle kalmıştı; böylece Gregor’un
odasına yürüdüler. Bu arada kiracılar geldiğinden beri Gregor’un yattığı oturma odasının da kapısı açılmıştı;
Grete sanki hiç yatağa girmemiş gibi tepeden tırnağa giyinikti, solgun yüzü de hiç uyumadığını kanıtlar gibiydi.
‘Ölmüş mü?’ dedi Bayan Samsa.”
(F. Kafka, “Dönüşüm”, sa:75)
“Avrupa bir yırtıcı kuşlar yuvasıdır ve onun karşısına ancak tepeden tırnağa kadar silahlanmış olarak
çıkılır.” ..... “Sonra, yalnız köylüler için kurulmuş büyük istihlak (tüketim) kooperatiflerinde giyim ve kuşama ait
şeyler Devlet fabrikalarından o kadar ucuza satılıyordu ki her köylü bir aylık ekonomisiyle bütün bir yıl için
tepeden tırnağa kadar giyinip donanabilmek imkanını kolaylıkla temin ediyordu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:41;186)
“Naim Efendi tepeden tırnağa kadar ürperdi, minderin üzerinde çok oturmaktan dizleri uyuşmuş gibi,
elleriyle bacaklarını oğuşturmaya başladı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:83)
“ACI PORTAKALLAR
Ah, küçük portakal ağacımız bizim
tepeden tırnağa çiçek
ve bir gelin gibi
beyazlar içinde
göz kamaştırıcı
gelinliğiyle!
ah, küçük portakal ağacımız bizim!
(Konstantinos Karyotakis<1896-1928>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
08.08.02)
“Keyfi yerindeydi; yuvarlak, şahin bakışlı, gözleri ışıl ışıldı. İri elini uzatarak, çevresindekileri öfkeyle
omuzlarından tutup bir bir havaya kaldırıyor, tepeden tırnağa kadar, gülerek süzüyordu. Birini bırakır bırakmaz,
ötekine yapışıyordu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:15)
“ ‘Hey be dedeciğim, hey!’ dedi. ‘Tanrı kemiklerini aziz etsin! O da benim gibi biriydi ama, Tanrı’dan
korkmaz adam, Ayios-Tafos’a <Kutsal Mezar: Hz. İsa’nın gömülü olduğu yer> gitmiş, hacı olmuştu. Ne amaçları vardı
kimbilir? Köye döndüğü zaman, keçi hırsızı ve hayırsız bir adam olan sağdıcı, ona dedi ki: ‘Ah bre sağdıç, bana
Ayios-Tafos’tan bir kutsal haç parçası getirmedin!’ Tepeden tırnağa sahtekar olan dedem ise: ‘Nasıl getirmem,
sağdıç?’ dedi. ‘Seni mi unutacaktım? Akşam eve gel, kutsama işi için, şöyle pişmiş ufak bir domuzcağız ile
şarap de getiriver gayri.’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:215)
“Hösük de durmuştu:
‘Yoruldum,’ dedi, yandaki bir küme hatmi çiçeğinin içine yürüdü. Hatmiler insan boyuydu, pembe
çiçekleri el kadar el kadar açmışlar, yolun tozlarına da tepeden tırnağa bulanmışlardı.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:54)
“Sonra, kadına döndü şiddetli bir tekme attı:
‘Bu köyü tepeden tırnağa yakarım. Ateşe vurur yakarım.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:100)
“MARTHE -... Saat on buçukta, yani testi kırılmadan önce, bahçede Eve ile Ruprecht’in buluştuklarını,
konuştuklarını görmüş. Ruprecht’in uydurduğu masalı, bu biricik dilin nasıl tepeden tırnağa ikiye biçeceğini
görmeyi, sayın yargıçlarım, size bırakıyorum!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:61)
“Staf, sistemimizi nasıl kullanacağını gayet iyi öğrenmişti. Görevli hemşirelerden biri tatile gidiyordu,
ben onu tepeden tırnağa takım elbiseyle donattım. Döndüğünde bana Carnwath’da bir meyhaneye gittiğinde
diğer bir hemşirenin ona, ‘Aman Allahım, bu takım elbiseler içinde ne de şık görünüyorsun!’ diye iltifat ettiğini
söylemişti.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:117-8)
“ ‘Nasılsın söyle bakalım?’
‘Dön de bakayım.’
‘Yarım saattir tepeden tırnağa inceliyorsun zaten Stanley, bu platformun üzerinde daha fazla
dikilemeyeceğim.’
‘Ben olsam boyumu kısaltırdım; seninkiler gibi bacakları saklamak günah sayılır!’
‘Stanley!’
(M. Lévy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:11)
“Kendini toparladı Bekir. Hazırladığı özür sözlerini son anda yuttu. Şöyle iki adım geri çekilip adamı
tepeden tırnağa süzdü.
‘Dikkat etsene ulan, gittiğin yere baksana! Kör müsün?’ dedi.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Arafat’ta Bir Çocuk”, sa:116)
“... oysa kılı kırk yararcasına düzenlediğim ve o ana kadar büyük bir başarıyla sürdürdüğüm tatilimi salt
merakım yüzünden tehlikeye düşüreceğimi, zaman zaman hayatımı cehenneme çeviren o ruh taşkınlığının bir
kez daha yüreğime çökeceğini sezinliyordum; bedenimde tepeden tırnağa tuhaf bir ürperti dolanıyordu. Ama
ister istemez girdim içeri.”
(M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:7)
“Dona Lucrecia ürkerek, ‘Sırılsıklam olduğumun farkına varacak şimdi,’ diye düşündü. Ama korkusu
fazla sürmedi, merdivenlerdeyken kendisini şaşkınlığa düşüren o güçlü dalga, tepeden tırnağa bir ürpertiyle
gövdesini bir kez daha kaplayıverdı.”
(M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:14)
“Tania siyahlara bürünmüş bile. Burun deliklerine kadar tıkanmıış Murad, kırışıksız çarşafın altında
uslu uslu yatıyor. Hastanenin bir kanadı -iki bitişik oda, bir salon, bir balkon- tamamen ona ayrılmış. Klinik
tepeden tırnağa mermer ve kafur. Ölürken sahipsiz kalmamak için uygun bir yer.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:26)
“Parmaklarının ucunu gösteren ince yarım eldivenlerle ellerini, parmak uçları hafifçe birbirine
dokunacak biçimde, yassı göğsüne koymuştu. Başını öne eğerek, katı ve baygın gözlerle Tonio Kröger’i tepeden
tırnağa süzüyordu. Tonio Kröger yüzünü çevirdi...”
(Th. Mann, “Tonio Kröger”, sa:135)
“(Annem), sözcüğün tam anlamıyla zamanından önce çökmüştü. İlk kez taktığı gözlüğün ardındaki
gözleri alıştığımdan daha büyük ve şaşkındı, annesinin ölümü nedeniyle tepeden tırnağa simsiyah yas giysilerine
bürünmüştü, ama düğün fotoğrafındaki, şimdi bir sonbahar halesinin çevrelediği o Romalı güzelliğini koruyordu
hala.”
(G.G. Marquez, “Anlatmak İçin Yaşamak”, sa:9)
“Eskiden kalan tek şeyi kusursuz dişleriydi, içlerinden birini vaktiyle süs merakından altın kaplatmıştı.
Elli yıl birlikte yaşadıktan sonra ölen kocası için tepeden tırnağa koyu yas giysilerine bürünmüştü.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:26)
“Tavşan öldükten sonra, kadın onun kırmızı vücudundan deriyi sıyırdı. Fakat ellediği kanın, ellerini
bulayan kanın soğuduğunu ve pıhtılaştığını duyduğu ılık kanın görünümü onu tepeden tırnağa kadar titretti. Hep
ikiye bölünmüş, henüz çırpınan şu hayvan gibi kıpkırmızı kocamanını düşünüyordu.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:119)
“Birdenbire arkalarında ayak sesleri duyarak titrediler. Başlarını çevirince, hemen hemen omuz
başlarında tepeden tırnağa silahlı adamlar gördüler; iri yarı, sakallı dört Alman askeri çevrelerini sarmıştı.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:65)
“Pazara giderken tepeden tırnağa silahlanan, dürüst, namuslu o kadar çiftçi görmüştüm ki, bir ateşli
silah görmek bu tanımadığım adamın ahlakı hakkında kuşkulandıramıyordu beni.”
(P. Mérimée, “Carmen”, sa:41)
“ÖLÜLERİ HATIRLAMAK
‘ölüleri hatırlamak, sevgili ölüleri’ Kavafis
----------------------------------düşünüyorum yaşlı amcaları, çekilirken
gölgeye
görüşmüyorduk
tartışıyorduk,
horlamaktan uyuyamayanlarla,
sıcacık yataklarından çıkanlarla,
sabahleyin oturanlarla güneşte
tepeden tırnağa uykusuz”
(Joan Metelerkamp<d.1956>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.06.06)
“Kadının burkanın içinden duyulan sesi, gitgide uzaklaşıyor ve art arda kuzeydeki şehir adlarını
sayıyordu. Akhbar, sayılan her şehir adıyla birlikte tepeden tırnağa ürperdiğini hissetti. Ruhu kendisinden önce
yola çıkmıştı ve onu izlemekten başka çaresi kalmamıştı.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:97)
“ÜÇÜNCÜ EFSUNCU - Biraz ağu gerektir, biraz zemzem,
EFSUNCULAR - Tepeden tırnağa şiddet gerektir, tepeden tırnağa şehvet.”
(M. Mungan, “Geyikler Lanetler”, sa:35)
“SAAT DİLİMLERİ
------------------------Bir göz kırpma. Kafa tutması kirpiklerin.
Saniyeden de kısa. Tepeden tırnağa karanlıktan.
Tatlı kadın. Oturuyor orada, gündüz düşü görüyor.”
(Charl-Pierre Naude<d.1958>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.09.06)
“KEENEY, bir duruştan sonra. - Ey, kim konuşacak adınıza?
JOE, bir kabadayı tavrı takınarak ileriye çıkar. - Ben.
KENNEY, onu tepeden tırnağa kadar soğuk bir bakışla süzerek. - Sen ha? Peki. Haydi söyle ne
söyleyeceksen, vakit geçirme.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:23)
“Dorothy’nin tepeden tırnağa her yeri ağrıyordu ve genelde sabahları kalkma zamanında onu ele
geçiren sinsi, aşağılık bir kendine acıma duygusu kafasını örtülerin altına gömmesine, nefretlik sese karşı
kulaklarını kapatmaya çalışmasına sebep oldu.”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:7)
“Kavafis’e Mektup
----------------------tepeden tırnağa silahlıydılar
daha daha yaklaştılar gittikçe, anama da
şiirlerin çevirmeninin anasına da
savaş uçaklarıyla indiler üzerlerine
yıktılar, öldürdüler
yağmaladılar, ateşe verdiler
kesip biçtiler, ırza geçtiler...”
(Yosip Osti<d.1945>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.03.05)
“ ‘Söylüyorsun ya.. Tepeden tırnağa değiştim ben!’ dedi Muhittin. ‘O çeşit şairliği de, o çeşit
karamsarlığı da bıraktım. Zaten şimdi yazdıklarım tam şiir bile sayılmaz...’ ”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:498)
“Ginia, çıplak kalınca Guido, onu gülümsemeden, bakışlarıyla tepeden tırnağa süzdü. Sonra elinden
tuttu ve yere bir battaniye attı. ‘Bunun üzerinde dur ve ateşe doğru bak,’ dedi. ‘Seni ayakta çizeceğim.’ ”
(Cesare Pavese, “Güzel Yaz”, sa:113)
“Toprak ve Ölüm
--------------------Nerdeyse uyanacakken
acısın tepeden tırnağa,
gözlerinde, kanında tuttuğun,
hiç duymadan. Taş nasıl yaşarsa,
nasıl yaşarsa karatoprak,
öyle yaşarsın.
İçindesin bilmediğin düşlerin,
ağlayış. El kol oynatışların.
Acı, bir gölün sularınca
titreyip çevreler seni,
suda halkalar bunlar.
Bırakırsın, yitip gitsinler gözden.
Topraksın, ölümsün sen.”
(Cesare Pavese<1908-1950>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.10.08)
“ ‘Zenci bir polis ha?’ dedi Bayan Healey. Rahatsız olduğu belliydi.
‘Aslında melezdir bayan,’ dedi Savage gururla. ‘Devriye Polisi Rey cumhuriyetimizin ilk melez
polisidir.’ Rey’in elini sıktı.
Bayan Healey melezi tepeden tırnağa süzdükten sonra ‘Karakolda ölen adam sizin sorumluluğunuzda
mıydı’ diye sordu.
Rey başıyla evetledi.”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:71)
“Kesik Günlük’ten (4)
----------------------yaraları, güçlükleri iyileştiren,
güzellik dünyayı kurtaracak diyerek,
ateşli ateşli sarmaşmıştım bu Rus erkeğine,
belki Rogojin, şampanya içerekyılan gibi tepeden tırnağa dolanıyordum bedenine,
baldırında - akkavak gövdesindeki yumru gibi
tabancasını dokunarak hissettim.”
(Dana Podratska<d.1954>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.03.05)
“Çok sıcak bir gündü. ** menziline üç verst kala çiselemeye başlayan yağmur az sonra öyle bir
sağanağa çevirdi ki, tepeden tırnağa ıslandım. Menzile vardığımızda ilk işim üstümü başımı değiştirmek, ikincisi
de çay istemek oldu.”
(A. Pushkin, “Biyelkin’in Öyküleri”, sa:134)
“HAPİSTEN ÇIKTIKTAN SONRA
3-Gecenin Saat Biri
-------------------------------------Dalda yaprak,
suda balık,
rahimde insan yavrusu,
yavrum.
Yavrumun pembe yünden zıbını,
anası ördü.
Bedeni benim karışımla bir karış,
kolları şu kadarcık.
Yavrum,
Kız olursa tepeden tırnağa anasına benzesin
istiyorum,
oğlan olursa boyu bosu bana.”
(N. Hikmet Ran<1901-1963>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:30-1)
“PENCERE
-------------o kertede ki, bazan genç güzel bir kız görürsün, temiz,
çiçekli giysisiyle
kurum içindeki sokakta, fıstıkçının küçük arabasıyla
çuvalların yanında durmuş,
tepeden tırnağa denizin aydınlığında
bembeyaz dişleriyle vapurun düdüğüne gülümsüyor.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:85)
“(Müthiş, bir Yarı-ölü dev’in başını koparmış) Argalia, tarihi geçmiş bilgilerle yola çıktığını, Altın
Alay’ın Fransızları çoktan püskürttüğünü bir süre önce öğrenmiş, sonrasında, Doria’nın Türk’le savaşmak için
elinden geleni ardına koymamaya karar vermişti….. denizci kamaları, piştovlar, adam boğmak için kullanılan,
garotte denen çelik teller, hançerler denizlere açılmak üzere olduğunu öğrenince, onun askerlerine katılmak için,
, kamçılar ve pis laflarla tepeden tırnağa silahlanmış, azgın, paralı askerlerle dolu sekiz Genova kadırgası beş
gündür denizlerde yol almaktaydı…. Andrea Doria’ya gelince; iyi huylu bir adam olduğunu söylemek mümkün
değildi. Hiçbir ahlak ilkesini tanımaz, fil gibi kin güder ve intikamını mutlak alırdı. Zalim ve kibirliydi. Kana
susamış askerleri ellerinden gelse uzun zaman önce ona isyan ederlerdi, ama Andrea Doria müthiş bir kumandan,
büyük bir strateji ustasıydı ve korku nedir bilmezdi.”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:188-9)
“ ‘Hayır be adam, hepsini değil, yalnızca üç yaşın altındaki çocukları.’ ‘İki yaşındaki bir çocukla dört
yaşındaki bir çocuğu birbirinden ayırmak pek güç bir iş. Öldüreceklerimiz toplam kaç kişi edecekmiş,’ diye
sordu öteki. ‘Sayım sonuçlarına göre,’ dedi yaşlı görünen, ‘Hepsi toplam yirmi beş civarında olmalı.’ Yusuf’un
gözleri, ey Tanrım sanki bu konuşmayı kulaklardan daha iyi duyabilecekler, fal taşı gibi açıldı, tepeden tırnağa
bir titreme sardı adamı, çünkü hiç kuşku yok ki bu askerler adam öldürmekten bahsediyor.’ ”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:88)
“Koyu renk gözlüklü genç kız hiç sesini çıkarmıyordu, başını yana çevirdi, gözlerini öteki kadının
bulunduğu yöne dikip kusacak zamanı zor bulabildi, adam olup bitenin farkında bile değildi, kusmak kokusu,
hava ve çevre daha temiz kokuyorsa fark edilebilir ancak, adam sonunda tepeden tırnağa titredi, yere kazık
çakıyormuş gibi, üç kez kesik kesik gitti geldi, boğazlanan bir domuz gibi soludu, işini bitirmişti.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:162)
“Bu sayfalar yazılmış olmasaydı, bugün kimsenin José Dinis’i hatırlamayacağına inanmak istiyorum.
Ekin biçme makinesinin basamağına çıkıp dengemizi zar zor bularak buğday tarlasını bir uçtan bir uca
dolaşırken, başakların nasıl kesildiğini seyrettiğimizi ve tepeden tırnağa toza bulandığını hatırlayabilen bir tek
ben varım.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:77)
“Birkaç dakika geçmişti ki hizmetçi kadın yanımıza gelip, ‘Patron yine kahve istiyor, Türk kahvesi!’
dedi. Bu kez sıra Ayşe’deydi, o yapıp götürdü kahveyi. Geldiğinizden bu yana ‘Şu Türk kızlardan biri yapsın!’
diyerek bizden kahve ister, istemeye istemeye yapıp götürdüğümüz kahveleri içerken de bizi tepeden tırnağa
süzer, pis pis sırıtırdı.”
(Hulya Sarıkaya, “Mübadele Öyküleri-Merguşe Laleleri”, sa:205)
“ ‘Kötü’nün eteklerine sürülmesine izin vermişti; her şeyi, isteklerini doyurmaktan başka her şeyi
yapmıştı ve kendini tatmin etmek cesaretini bile gösterememişti. Şimdi de ‘Kötü’yü capcanlı bir kımıldama
olarak tüm bedeninde, tepeden tırnağa beraberinde taşıyordu, zehirlenmişti...”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:142)
“Bir erkeği bütünüyle tanımak berbat bir şeydi, özellikle böylesini. Henri, aynı şey değil o, tepeden
tırnağa gözümde canlandırabilirim onu, bu beni gevşetir, çünkü o yumuçacıktır, yalnızca karın tarafları pembe
olan boz renkli bir et yığınıdır, iyi yapılı bir erkeğin karnı oturduğu zaman üç kıvrım yapar der, ama onunki altı
kıvrım yapar.”
(J.-P. Sartre, “Düğün-Özel Yaşam”, sa:102)
“André, Pierre!e dönerek onu küstahça bir hayretle tepeden tırnağa süzdü:
-Şunu söyleyeyim ki, bana da vız gelir. Arkadaşlarını o kadar tuhaf seçiyorsun ki.
Pierre tehditli bir tavırla André’nin üzerine doğru yürüdü; fakat Eve, onu tuttu:
-Olmaz, Pierre…”
(J.-P. Sartre, “iş işten geçti”, sa:88)
“Tepeden tırnağa kötü insanlar vardı: Örneğin, elimizden Alsace-Lorraine’i ve bütün saatlerimizi alan
Prusyalılar. Nitekim geriye, büyükbabama bir grup Almanöğrenci tarafından armağan edilen ve şöminesini
süsleyen siyah mermerden saat kalmıştı ve onların bu saati nereden çaldığını soruyordu insan.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:28)
“-Size yardımım dokunabilir, diye kekeledi Philippe.
Maurice, kuşkuyla bakıyor, onu tepeden tırnağa süzüyordu. Philippe: ‘Flanel pantolonuma bakıyor!’
diye düşündü.
“Şu anda söylediklerini düşünür gibi görünmüyordu. Ivich gene de ona bakarak gülümsedi, ama
tepeden tırnağa buz kesmişti.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:193;395)
“İki Alman onlara doğru yürüyor, kağıtlarına bakıyor, sonra kenara çekilerek yol veriyor. Kadınlar ve
yaşlı adamlar var, hemen de tepeden tırnağa siyahlar giymiş hepsi, yağmur altında bir cenaze töreni, ellerinde
çantalar, torbalar, üstleri örtülü sepetler.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:338)
“HAMLET - Zırh mı giymiş dediniz?
MARCELLUS, BERNARDO - Zırh giyinmişti, efendimiz.
HAMLET - Tepeden tırnağa, öyle mi?”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:24)
“Mrs. HUSHAYBE - Ya, adamcağızın günahına girmişim demek. Peki, para ne oldu?
ELLIE - Hepimiz tepeden tırnağa donandık. Yeni bir eve taşındık. İki yıl kadar yeni bir okula
gittim.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:22)
“MÜDÜR -... Zavallı anacığım, evlendiği günden beri dünyanın yaşlandığını aklından bile
geçirmeksizin, tepeden tırnağa kadar en son modaya göre giyindiğini sanırdı. Bulaşıkçı kadın durumlarını
bunların yüzüne vurdu.”
(G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:80)
“Prens, Marcello Accoramboni’nin adamlarının ortasında yürüdü. Yanında, subaylar, teğmen Suardo,
kentteki öbür komutanlar ve soylular vardı, hepsi de tepeden tırnağa kadar silahlıydı.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:49)
“Düşlerinin ortasında işittiği bir erkeğin ayak sesleri Fabrice’i uyandırdı. Çevresine bakındı ve kendisini
dört jandarmanın ortasında buldu. Yemek yerken kapsül fitillerini yenilediği mükemmel iki tabancası vardı.
Fabrice’in silahları doldururken yaptığı küçük tıkırtı jandarmalardan birinin dikkatini çekti ve bu hafif
gürültünün onu tutuklatmasına ramak kaldı. Fabrice, karşı karşıya bulunduğu tehlikenin ayrımına vardı ve
jandarmalardan önce ateş etmeyi düşündü. Bu onun hakkıydı, çünkü tepeden tırnağa silahlı dört adamla başa
çıkmanın tek yolu buydu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:197)
“Üniforma giymek, silah taşımak da şimdiye kadar gülünç bulduğu şeylerdi. İlk defa, şimdi yedek
subay olarak savaşa katılmadığına üzülüyor, tepeden tırnağa silahlanmayı yürekten özlüyordu.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:116)
“Başına kırmızı bir mendil sarmış, on beş on altı yaşlarında bir çocuk, Osman Ağa’nın karşısında
durdu:
-Nah geldim Ağa!
Osman Ağa, çocuğu tepeden tırnağa, bulanık bakışlarla süzdü:
-Neymiş ulan şıkırdım?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:33)
“Birisi gelip Selim’i tepeden tırnağa gözden geçirdi. Masada oturana ‘kimdir’ anlamında göz kırptı.
Masada oturan, can sıkıntısıyla başını salladı. ‘Yok bişey... demeye geliyor bu baş sallama... demek, yok bişey!’
İrkildi.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:260)
“ ‘Bir daha benim yanımda sigara içmeseniz iyi olur!’ dedim. Adam, şaşkınlıktan dona kaldı. Bir zaman
beni tepeden tırnağa kadar süzdü. Babamla annemde ağız açacak hal kalmamıştı.”…..“Rıhtıma varıncaya kadar
tepeden tırnağa ıslanmış, çok da üşümüştüm. Her zamanki gibi çoğu yelkenli, bir ikisi ateşli çeşitli gemiler
limanda bekliyordu.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:346;454)
“Onun geldiğini haber veren zilin esrarlı sesini duyup, halı döşeli, alçak basamaklı merdivenden
çıkarken sahanlıktaki heykeli, yukarda da -kapıyı hiç acele etmeden, geç de kalmadan, konuğu tepeden tırnağa
süzerek açan- kulüp kapıcı üniformasıyla, tanıdığı yaşlı üçüncü kapıcıyı görünce Levin kendini kulübün o eski, o
bildik havası içinde hissetti.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:487)
“Neden bütün yüzünün anlatımı bu denli soğuk ve ciddi? Neden dudakları böylesine renksiz ve
bükülüşleri böylesine güzel ve ağırbaşlı? Onlarda dünyasal olmayan öyle bir dinginlik anlatımı var ki, bakarken
vücudumu tepeden tırnağa soğuk bir ürperti kaplıyor.”
(L. Tolstoy, “Çocukluk”, sa:146)
“Doğruyu anlatmak çok güçtür, bu işe gençlerin pek az yeteneği vardır. Onlar kendisinden, tepeden
tırnağa kadar ateşle nasıl yandığını, kendisi bilmeksizin bir bora gibi kale nizamına nasıl saldırdığını, ….. buna
benzer şeylerin hikayesini bekliyorlardı.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:II, sa:104)
“İvan İlyiç gözlerini ona çevirerek tepeden tırnağa süzdü. Karısını, akça pakçalığı, tombulluğu,
ellerinin, boynunun düzgünlüğü, saçlarının parıltısı, hayat dolu gözlerinin ışıltısı yüzünden ayıpladı. Bütün
benliğiyle ondan nefret ediyor, onun kendisine dokunmasıyla birlikte içinden kabaran nefret dalgasının verdiği
acıyla kıvranıyordu.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyeç’in Ölümü”, sa:84)
“Yatağın kıyısına yaklaştım ve bakmak için tüm cesaretimi topladım. Gördüğüm şey içimi yılgıyla
doldurdu. Öylesine ürkmüştüm ki, fermuar gibi bir ürperti tepeden tırnağa dolaştı her yerimi. Titreyerek ilk
durumuma döndüm.”
(J.M. de Vasconcelos, “Güneşi Uyandıralım”, sa:10)
“Chicao, Fabiano’nun tam arkasında durdu, elini rakibinin burnuna doğru uzatıp meydan okuyarak
sordu:
‘Bunu hatırlıyor musun, alçak herif?’
Chicao’nun bakışlarına pabuç bırakmayan Fabiano, tepeden tırnağa bir süzdü onu; çiğnediği tütünden
bir parçasını kumlu toprağa tükürdü, elinin tersiyle ağzını sildi, sordu:
‘Ya sen oğlum, hala öğrenemedin mi? Gerçek bir erkeğe küstahlık edilemeyeceğini anlamadın mı
hala?’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:40)
“Dorcelino’nun örme gömleği ter içinde kalmıştı. Pocks homurdandı:
‘Böylesini de hiç görmedim. Böyle yapış yapış olan bir adam! Ne zaman belaya çatsak, suda boğulmuş
fareden farkı kalmaz!’
‘Adam dediğin, tepeden tırnağa terler böyle.’
Dördü birden mizena yelkenini indirdiler.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:9)
“ Ve gün ışığı, acı olayların doğrulanışını da birlikte getirdi. Kapkara, tepeden tırnağa kömür kesilmiş,
hala dumanı tüten, ortadan ikiye yarılmış Jatoba dede, ölü olarak yerde yatıyordu.”….. “ Limanda demirli
motorlu tekneler ve Vermello Irmağı’ndan gelen deli suyun üzerinde sallanan, bir yığın bağlanmış küçük kayık
gördü. Bütün büyük motorlu tekneler demir almaya hazırlanıyordu. Uçak tepeden tırnağa silahlı bir yığın turist
getirmişti, her şeyi yiyip yutmaya hazır bir yığın çekirge.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:66,206)
“BASTIEN -... Aç olup da aklı fikri hep en güzel yiyeceklerde olan insan gibiydim. Kendi kendime: ah,
derdim, böyle bir kızla bir saat başbaşa kalsam da onu tepeden tırnağa öpebilsem.”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:50)
“ ‘Müdüre bak. Vay be, amma da gülünç. Kalıp gibi her şeyi, tepeden tırnağa kapkara, pırıl pırıl her
şeyi, parkta bir heykel gibi. Yeleğinin, gergin, davul gibi yeleğinin yanında, bir haç asılı.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:25)
“Günün gazetesinden de şunu çıkarıyoruz: ‘Saat on ikiyi vurduğunda Büyükelçi her yanına paha
biçilmez halılar asılmış orta balkonda belirdi. İmparatorluk Hassa alayından herbirinin boyu yüz seksen santimin
üstünde altı Türk sağında ve solunda meşaleler tutuyorlardı. Görünmesiyle birlikte havai fişekler göğe
yükseldiler ve halktan büyük bir nara koptu, Büyükelçi buna derin bir reveransla <yarı eğilmek> ve marifetleri
arasında su gibi konuşmasını sayabileceğimiz Türk dilinde birkaç teşekkür sözcüğü söyleyerek karşılık verdi.
Derken Sir Adrian Scrope, tepeden tırnağa İngiliz amiral aniformaları içinde öne çıktı; Büyükelçi bir dizinin
üstüne çöktü; Amiral, En Yüksek Bath Nişanı gerdanlığını boynuna geçirdi, sonra Yıldızı göğsüne iliştirdi;
bunun ardından diplomasiye mensup bir başka zat azametle ilerleyerek omuzlarına dükalık kaftanını koydu ve
kızıl bir yastık üzerinde dükalık tacını sundu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:91)
“Bu arada teyzesi, kendisini incelemeye devam ediyor, bakışlarıyla Christine’i tepeden tırnağa
süzüyor.”..... “Christine, vücudunda hissettiği bütün bu acıları ve yanmaları daha önce hiç tatmadığı yeni bir
mutluluk olarak algılıyor ve bedeninin tepeden tırnağa kadar geçirdiği bu değişim içinde ilk kez böylesine genç
ve canlı hissediyor.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:62;78)
“İyi tanınmış bir kadının bir toplulukta bacak bacak üstüne atması, elbise kenarının altından ayak
bilekleri görülebilir diye pek büyük bir saygısızlık sayılırdı. Hatta güneş, su ve hava gibi doğa ögelerinin çıplak
kadın derisine değmesine izin yoktu. Tepeden tırnağa ağır giysilerle sımsıkı olarak denize giren kadınlar,
güçlükle biraz yüzebilmek için eziyete katlanırlardı.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:97)
“Ama o anda kimse yanındakine dikkat etmiyor; çünkü birdenbire, tepeden tırnağa üniformasını
kuşanmış ve öyle görünüyor ki, yüksek rütbeli bir Fransız subayı içeriye giriyor, yanında da sırmalı bir Akademi
elbisesi giymiş biri var.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:147)
“Evliliğinde ruhsal ve duygusal doyum içinde olduğundan bir sevgiliye gereksinim duymamıştı;
varlıklı, kafaca kendisinden üstün bir kocanın, iki çocuğun yanında, rahat, sessiz, eksiksiz burjuva yaşamına
kendini bırakmış ve hoşnutlukla uyum göstermiş durumda tepeden tırnağa mutluydu.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün-Korku”, sa:101)
Tepeleme doldurmak : Tepesine kadar üst üste yığmak, doldurmak
“O pek tatlı sonbahar güneşinde, pencereden sarkarak aşağıdan geçmekte olan, tepeleme kok kömürü
dolu bir at arabasının köşeyi güçlükle dönüşüne bakıyorsunuz. Kış Roma’ya da geliyor eninde sonunda, ola ki
önümüzdeki günlerde havalar geçen hafta sonu gibi iyi gitmez ve size ayrılacak olan oda buz gibi soğuk olur o
zaman, ama Cécile’in odasında gün boyu ateş yanacaktır çıtır çıtır.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:139)
“Eve döndüğümde babamı ve üveyannemi masanın başında buldum. Üveyannem bir yandan benim
tabağımla ilgilenirken aç olup olamdığımı sordu. ‘Dehşetli,’ dedim, öylesine birden, gergeçten de durum bu
olduğu için, herhangi bir şey düşünmeden. O da benim tabağımı tepeleme doldurdu...”
(Imre Kertész, “Kadersizlik”, sa:16)
“İlk başlarda çekinen, saygıyla geride duran bütün o insanların arasında, tepeleme doldurulmuş arabanın
üstüne oturup ayaklarını sallandırıyor, oğlanlarla birlikte gülüyor, daha sonra dansa gidildiğinde de onların
ortasında fır dönüyordu.”
(S. Zweig, “Amok Kuşucusu-Bir Çöküşün Öyküsü”, sa:10)
Tepelemek : Bir güzel dövmek, yok etmek (Argo)
“A. HAMLET - Yerimden kımıldamaya niyetim yok benim, yoooo işi sahiye bindiriyorsunuz.
KOMİSER - Bana bak, karşı koymaya çalışma, tepelerim...”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:132-3)
“ ‘O zaman ben de indim aşağı ve, ‘Kes sesini, yoksa tepelerim,’ dedim. ‘Deme be!’ diye karşılık verdi.
Ben de bunun üzerine yaradana sığınıp bir tane aşkettim suratına.’ ”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:34)
“Tutkuyla sarhoş olup kendini koyvermek ve böylece kendindeki ‘Kötü’yü tepelemek, yok etmek daha
iyi değil miydi?”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:142)
“I. PERDE, I. SAHNE
“SLY - İnan olsun tepelerim!
MEYHANECİ KADIN - Hadi ordan körkütük, küfelik külhani.
SLY - Hadi kirli çamaşır sepeti; Sly’lardan bir tane bile külhani çıkmamıştır: kütüklerde kaydına
bakın; biz fatih Richard’la beraber geldik. Anlaşıldı ya paucas pallabris, yani palavra istemez, dünya bana vız
gelir: ‘sessa!’ Dilini tut!”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:7)
“Bu sessizlik Kamil Beye daha sıkıntılı geldi.
-Osman Ağa’yı tepeleyen bu mu?
-Buymuş, ellerine sağlık...
-Kalıbından da mı bilememişler fırtınaya uğradıklarını?..”
(K. Tahir, “Eski Şehrin Mahpusu”, sa:192)
“Fridrih’le ben birer köşeye savuştuk.
-Vallahi saymıyoruz Bayım. Sarhoş bizi tepelemeğe kalkıştı. Biz de savunmaya çalışırken birdenbire
yere yuvarlandık! dedim.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:157)
Tepesi atmak, attırmak : Anide çok kızmak, sinirlenmek; Sinirlendirmek
Bk.: Beyni atmak; Tepesinin tası atmak
“Miles kendini bu olayın dışında tutuyor ve kıza olabildiğince seyrek eşlik ediyor. Maria’yla Teresa
kibar ve zararsız iki çalçene, onlara bir itirazı yok; ama bir saat sonra çok sıkıcı oluyorlar; hiç sıkıcı olmayan
Angela ise başka bir yönden Miles’ın tepesini attırıyor.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:43)
“Becker adamın tepesinin attığını fark etmişti. Sinirli sinirli koridora göz attı. Zaten klinikten de
atılmıştı, bunu ikinci kez yaşamaya hiç niyeti yoktu.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:140)
“Langdon kaşlarını çattı. Kitabının sitesinde ev telefonunu yazmadığına adı gibi emindi. Belli ki adam
yalan söylüyordu.
Arayan kişi, ‘Sizi mutlaka görmeliyim,’ diye ısrar etti. ‘İyi ücret öderim.’
Artık Langdon’ın tepesi atmaya başlıyordu. ‘Üzgünüm, ama gerçekten...’ ”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:18)
“Sophie yazılan her şeyi anlayamamıştı ama sanki, papazların baskısı altındaki Fransız Hükumeti’nin
Mesih’in Magdalalı Meryem isimli bir kadınla seviştiğini konu edinen ‘İsa’nın Son Günahı’ adlı bir Amerikan
sinema filmini yasakladığı anlatılıyordu. Büyükbabası, makalesinde kilisenin küstahlık yaptığını ve
yasaklamakla hata ettiğini söylemişti.
‘Papazın tepesinin attığına şaşırmak gerekir,’ diye düşündü Sophie.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:275)
“Bu iş çocuk yaşamının kaçınılmaz zorunluluklarından biriymiş gibi o zamana değin büyükanneden
dayak yemeye sabırla boyun eğmiş olan bu çocuk, bir gün, birdenbire, sertlikten ve öfkeden çılgına dönmüş
durumda, açık renk ve soğuk gözleri tepesini attıran bu başa vurmaya öylersine kararlıydı ki...”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:211)
“... gözlerinin rengi öylesine açıktı ki, yaşlı, yağız yüzünde renksiz gibi görünüyordu, kalın ve düşük bir
bıyık altında ağzı kederli. Onlar susuyorlardı, bu yenilmişler girişi nedeniyle aşağılanmış, kendi suskunlukları
yüzünden tepeleri atmış durumda, ama suskunluğu arttıkça daha zor bozulur kılarak.”
(A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:52)
“Egor yine tepesi atarak, ‘Seni uyandırmak isitiyorum, küçük cadı,’ dedi. ‘Bu saçmalıkları kafandan
atmak istiyorum, senin iyiliğin için, senin mutlu olman için...’ ”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:58)
“Yalnız canımı sıkıyor, her tarafa yayılmış- İşte o zaman, bu işe ciddi ciddi içerlemeye başladım.
Herkesin, bu yüzden, masama gelip, suratıma baktığını düşündüm! Tepem attı.”
(J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:98)
“Ben susunca Şakro daha da coşuyor; vahşi bir güzellikle, ateşle, canlılıkla dolu Kafkas hayatını
ballndıra ballandıra anlatmaya koyuluyordu. Bu öyküler bir yandan beni sarıyor, bir yandan da acımasızlıkları,
zenginliğe ve kaba kuvvete tapmalarıyla tepemi attırıyorlardı.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:109)
“Kayalar diş göstererek hırlıyorlardı. Kunduralarının tabanlarıyla şap! Şap! diye tapu senedi
damgalarcasına, adım atan eksper, adanın artık adamakıllı damarına basmıştı. Kaya sırtını silkince, Kocadağ
düştü. Patavatsız taşlar kuştüyü kesileceklerine, kaskatı dondular. Bazı kayaların tepesi attı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Deniz Bırakılmış Bir çiçek”, sa:81)
“Şvayk hemen atıldıı: ‘Emireri dedin de aklıma geldi. Teğmene yeni emireri buldun mu?’
‘Ananın karnında dokuz ay nasıl durdun?’ diye karşılık verdi Vanyek. ‘İki ayağımı bir pabuca sokma,
vaktimiz bol. Kaldı ki, bana sorarsan, teğmen zamanında alışacaktır Balon’a. Arada bir tepesi atar, ama sonra
öfkesi yatışır.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:430)
“Bir ayağım buzdan donmuş, diğeri de kızgın çöllerde dolaşmaktan su toplamıştı. Kuzey Kutbundan
Patagonya’nın Son Şans Burnuna kadar devriye gezmekten canım çıkmıştı. Bir de beni Yahudi sanmaları tepemi
attırıyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:84)
“Ben, yedekte en azından bir tepsi salam daha vardır sanmakla yanılmıştım. Birden alçak perdeden
gülmeye başladılar. İçlerinden birkaçı alaylı alaylı bana baktı; benim de tepem attı, salamına da, İtalyan
ressamının kendisine de veriştirdim içimden.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:58)
“Mektubu açıyorum. Şöyle bir göz gezdirince, tepem atıyor. Çileden çıkmak işten bile değil. Fakat
kendimi tutuyor, tane tane okuyormuşum gibi davranıyorum.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:22)
“Onu böylesine kalpsiz ve ilgisiz görmek büyük annemle dedemi yıkmıştı. İkisi birden aynı yıl
dertlerinden öldüler. Annem ve Vanghelis Dayım yoksulluğa düşmüşlerdi. Günün birinde tepesi atan Vanghelis
Dayım, ağabeysinin evine giderek onun yüzüne ‘bencil’ diye haykırmış ve başarısını ailesinin servetine borçlu
olduğunu onun başına kakmıştı.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:118)
“Dünya işlerine karışıyordum, arkadaşlarımla çağımın sorunlarını ve düşüncelerini tartışıyordum.
Önceleri tatlı tatlı sitem ettiler bu yüzden: ‘Kunduracı, çizmeden yukarı çıkma!’ diyorlardı bana. Tepem attı o
zaman. Adrian Zograffi’nin öykücüden çok bir başkaldırmış kişi olduğunu unutuyorlar mıydı?”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:8)
“-Senin dilin yok mu? Niçin söylemezsin? dedi.
-Söylerim ama keyfim istediği vakit...
Sinirli bir tavırla yanındakilere dönüp hakkımda acı bir alayda bulunduğunu sezdim. Tepem attı.
Ayağa kalkıp dedim ki:
-Benden izin almadan ta yatak odama kadar ne hakla girdiniz? Ve beni, ne sıfatla sorguya
çekiyorsunuz?
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:157)
“Soylu ihtiyar kadın, kıpırdamadan duruyor, oğlunun haç şeklindeki tahta üzerindeki kıvranışını
seyrediyordu. Dudaklarını ısırmış, ses çıkarmıyordu. Derken arkasında marangozun oğlunun ve anasının sesin
işitti. Tepesi attı, onlara doğru döndü. Oğlunun çarmıhını yapan bu zındık yahudi’ydi, onu doğuran ana da
yanındaydı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:63-4)
“-İyi biliyor musun?
-Kendi adımı bildiğim gibi hem de...
İnanamıyordu ki adam:
-Dokunmaz demek?
Kel Mıstığın tepesi attı:
-Dokunmaz dedim dokunmaz. Benim de bir bildiğim var!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:22)
“... (Yeni gelen hemşire) başgardiyana giderek her mahkum hakkında ‘günlük” bir rapor verme sistemi
başlatmak istedi. Başgardiyan, hepimizin önünde, -belli ki- tepesi ataraktan kükredi: ‘Öyle saçma bir şey burada
olamaz. Burada kendi zırvalarınızla oynamaya başlamayın. Sizler burada öylece dikilir ve kimsenin kaçıp
kaçmayacağını gözlemlersiniz...’ ”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:97)
“Arkadaşlarım hep tepem attığı için gittiğimi sandılar. Bu çok yanlış. Ben bile uzun süre başka bir
açıklama yapmak zorunda kalmamak için bu teze inandırıcılık kattım. Sorularla beni sıkıştırdıklarında, o sırada
yanında yaşadığım büyükanneme ertesii gün Paphos Adası’na giden gemiye gideceğimi ve oradan da Paris’e
uçacağımı bir akşam sakin sakin bildirdiğimi anlatıyordum. Bu söylediğim yalan değildi, yanlış hiçbir yanı
yoktu, ama işin özünü es geçiyordum.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:54)
“Daha sonraki yıllarda babamın ‘yok olma’ vakalarından ve ağabeyimle ölümüne boğuşmamızdan
yıldığı zamanlar tepesi iyice atan annem, umutsuzlukla ‘Alıp başımı gideceğim’ ya da ‘Kendimi şu pencereden
atacağım’..... dedikçe benim gözümün önüne ..... o beyaz tenli, toparlak ve iyi niyetli ve şaşkın dadı gelirdi.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:84)
“ ‘Bak ben kendimi tutmasını çok iyi bilirim, ama asabi adamımdır. Tepem bir attı mı artık film kopar.
Hapiste esnerken ağzını kapamıyor diye adam dövdüm ben; bütün koğuşu adam ettim, hepsi kötü
alışkanlıklarından kurtuldular, namaza başladılar.’ ”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:47)
“Şef Kurtz copuyla Langdon Peaslee’nin elmas yaka düğmesini dürttü. ‘Tepemi attırmayın.’
‘Yavaş ol.’ Boston’un en usta kasa hırsızı olan Peaslee yeleğini sildi. ‘O minik düğme tam sekiz yüz
dolar Şef. Hem de para verip aldım.’ ”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:44)
“ ‘İyiliksever efendim;
..... Sizin kölelerinizin şakalarına katlanmak niyetinde olmadığım gibi, sizinkilere de katlanacak
değilim. Çünkü ben soytarı değil, eski bir soyluyum. Her zaman buyruğunuzda. Andrey Dubrovski.”
Bu mektup bugünkü protokol anlayışına göre oldukça yakışıksız sayılabilir. Fakat Kirila Petroviç’in
tepesini attıran, mektubun tuhaf üslubu ve düzenlenişi değil, özü olmuştu.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:16)
“Adamın terörist yatağı olduğundan şüphenilen evinin kapısı tekmelenerek kırılmıştı..... Adamın kızına
arka odada beklemesi emredilmiş, ne yazık ki kız bir pencereden dışarı çıkıp sürünerek kaçmış, böylece
askerlerin bir terörist ailesinin evinde olduğunu kanıtlamıştı. On altı yaşındaki çocuk teröristlikle suçlanmıştı.
Suçlamayı reddecek kadar yüzsüzdü. Yeniden itham edilmiş, yeniden inkar etmişti. Üçüncü kez, yine ayni şey.
Çocuk öğrenci olduğunu söylemiş, böyle bir bahane adamların tepesini arttırmıştı.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:350-1)
“... kafası başka yerde olan han sahibi genç kızın, ‘Okulun yanındaki öğretmen evinde kalıyor, geceleri
penceresinde hep ışık vardır,’ deyivermesini engelleyemedi.. kızın sesi kederli gibiydi. Tepesi atan han sahibi
zavallı kızı azarladı, ‘Kapa çeneni embesil, en iyisi git de bak, domuzun karnı aç mı...’ Daha ahmakça bir emir
düşünülemezdi, çünkü domuzlar bu saatte yemek yemez, genellikle uyur...”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:60)
“Pierre, milisin, omuzuna dokunmakta olan eline vurdu:
-Bana dokunulmasından hoşlanmam. Hele dokunan sen olursan!
Tepesi atan milis gürledi:
-Deliği boylamaya niyetin mi var yoksa?”
(J.P. Sartre, “iş işten geçti”, sa:99-100)
“Kolunun gücü yettiğince kovayı sallayıp içindekini benim bulunduğum yere fırlatmıştı. Yukardan
aşağıya sırsıklam oldum. Tepem attı.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:137)
“Bu kez, sinirlenmek şöyle dursun, yerden alıp askılara asarken, katlayıp çekmecelere koyarken, bir tür
saygıyla dokundu hepsine. Bir zamanlar tepesini attıran bu giysiler, yeni çağların bir belirtisiydi belki de..”
(T. Yücel, “Peygamberin Son Beş Günü”, sa:167)
“... Taylor aşağıda şemsiyeler, gravürler, kalın halılar ve diğer değerli eşyalar arasında beklerken, içeri
Alfred Barrett girdi. İblisi ta evin içinde görmek tepesinin atmasına yetti. Öfkeden kudurdu. Ona ‘hilekar,
yalancı ve hırsız’ dedi. Bunun üzerine Mr. Taylor da ona hakaret etti. Çok daha kötüsü, ‘cehennemde yanacak
bile olsam, bir daha köpeğinizi göremeyeceksiniz’ diye ilendi ve evden fırladı gitti. Demek ki kan lekeli paketi
ertesi sabah kapının önünde bulacaklardı.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:83)
Tepesinden kaynar su dökülmek : Kızgınlık ya da şaşkınlıktan kafası haşlanmış gibi hissetmek
Bk.: Başından (aşağı) kaynar sular dökülmek
“Poyrazın tepesinden kaynar sular döküldü. Bu, buradan çiftlik alan kişinin, bu, bu menekşelere deli
olan kişinin artık Girite gitmekten vazgeçtiğini sanıyordu. Pekiyi, Girite dönünce kızlarını kime verecekti, orada
hiç Türk, Müslüman kalmış mıydı? Ağaefendi durmadan konuşuyor, Poyrazınsa ağzını bıçaklar açmıyordu.
Poyraz zorla doğruldu, ayağa kalktı yalpalayarak eve yürüdü. Eve çıktılar, Zehra çorba tenceresi elinde
tüterek masaya geldi, tencereyi bambu nihalenin üstüne koydu. Balık çorbasının kokusundan burunlarının
delikleri genişledi. Ağaefendi bu kokuyu iyi bilirdi, Poyrazsa böyle bir çorbayı ilk defa içecekti.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:470)
“ ‘Bana bak Durdu Ağa,’ dedi. ‘Bu dağlar eşkıya dolu. Şimdiye dek hiçbir eşkıya Kerimoğlunun evini
soyamadı. Sen soyacaksan soy! İşte ev önünde.’
Memed’le Cabbar bu durum karşısında bitmiş, yok olmuşlardı. Tepelerinden kaynar sular dökülmüş
gibi olmuşlardı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:183)
Tepesinde olmak : Başına tebelleş olmak, ısrar etmek; Kontrolde olmak
“Selim İleri, epeydir tepemdeydi: ‘Yazsana şu yaşamını!’ Sonunda sanırım başladım. ‘Sanırınm’ dedim,
çünkü daha çok baştayım. Ama gidecek gibi.”
(A. Cemal, “İnsana Dönmek”, sa:157)
Tepesinde patlatmak : Suçu onun başına kakmak
“E. DROMIO - Rica ederim efendim, sofra başında nükte yapınız. Hanımım beni size yolladı. Ben de
koşa koşa geldim. Boş dönersem burnumdan gelecek. Sizin kusurunuzun cezasını o, benim tepemde patlatacak.”
(W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:17)
Tepesine çıkarmak : Yüz vermek, şımartmak
“-On dokuz yaşında daha, dedi Mathieu. Savaşın uzamasına bakar.
Odette sevgi dolu gözlerle baktı:
-Öğrencilerinizi tepenize çıkarıyorsunuz, dedi. ”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:94)
Tepesine dikilmek : Birinin başına rahatsız edecek derecede takılıp kalmak
“İlerdeki duraklardan tramvaya ardı ardına bayanlar bindi. Az sonra üç dört kadın adamın tepesine
dikilmiş, direklere ve kayışlara tutunmuşlar, yerinden kımıldamayan adama hain hain bakıyorlardı. Adam oralı
bile olmuyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:162-3)
“Zaman zaman şundan bundan sohbet etmek için buluştuğumuz Profesör Avenarius’u bekliyordum.
Ama Profesör Avenarius gelmemişti ve ben hanımefendiye bakıyordum; havuzda tek başına, yarı beline kadar
suya girmiş, gözlerini eşofmanlarıyla tepesine dikilmiş kendisine yüzme dersi veren genç yüzme öğretmenine
dikmişti.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:11)
Tepesine üşüşmek : Başının etrafında toplanmak, üstüne atılmak
“(Taras) karada, denizde, bütün seferlerde yanından ayırmadığı tiryaki avadanlığını otlar arasında
aramaya koyuldu. O sırada Lehliler tepesine üşüşmüşlerdi. Onu sımsıkı yakaladılar. Taras silkindi, onu
yakalayan Lehlilerden kurtulmak istediyse de gücü yetmedi. ‘Ah, gözü kör olası yaşlılık!’ diye sızlandı.”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:II, sa:91)
Tepesinin tası atmak : Son derece sinirlenmek, kendinden geçmek
“Onun keçilerin çobanı olduğunu anladı. İşte buna müthiş kızdı. Tepesinin tası attı. Keçileri bir tarafa
bıraktı. Orağı attığı yerden aldı. Küfrederek çocuğa karşı geldi.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:41)
Tepesi üstüne içine atlamak : Hiç tasarlamadan, planlamadan, düşünmeden balıklama bir işe atlamak
“Üşüyordu.. Yalınkat giyindiği için... Yüreği üşüyordu. Bir şeyi önceden tasarlamak başka, tepesi üstü
içine atlamak başka... Tasarlamanın yazı yazmak gibi, yeniden evirip çevirerek düzeltilmesi var. Yaşamak gibi
ham, abullabut, karmakarışık değil...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:161)
Tepe takla(k) (düşmek, gitmek, olmak, yuvarlanmak) : Baş aşağı, ters yüzü düşmek; işlerin ya da kaderin
kötü gitmesi
“Halk Adamı Charlie
Chaplin İçin Şarkı
IV
-----------------------Sonra buza basıyorsun ve bir çığlık atıyorsun.
Oysa senin ne şenlikte gözün var, ne gururun
umrunda,
Gene de acı duyuyorsun, ne öfke ne kötülük.
Yeni Yıl’ın kedisisin sen, hala oyalanıyorsun
giderken,
Kalabalık koşuşuyor çevrende, kadehler
uçuşuyor,
İnsanlar tepetaklak oluyor, sevgilin her yerde
seni arıyor gecede.”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 08.01.04)
“Libya. Günün birinde dikkatlerimizin, dünyamızın bu ihmal edilmiş ülkesindeki olaylara çevrileceği
kimin aklına gelirdi? Ve dünyanın en iğrenç diktatörlerinden birinin silinip süpürüleceğini görmek insana nasıl
da iyi geliyor. Sanki tanrılar bizim için her şeye rağmen evrende adalet olduğunu, yeterince usun zaman
beklersek çarkıfeleğin döneceğini ve tepedeki güçlüklerin tepetaklak olacağını gösteren bir tiyatro gösterisdi
hazırlamışlar gibi. <John, 29 Ağustos 2011> ”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2011, sa:265)
“Bir Waldorf okuluna girmek, Alis’in aynasından eğitimsel bir Harikalar Diyarına geçmek gibidir.
Orası,..... sınavların, notların, bilgisayarların ya da televizyonların olmadığı..... mitler ve efsaneler dünyasıdır.
Sözün kısası, o, Amerikan Eğitiminin standart fikirlerinin ve uygulamalarının çoğunun tepetaklak edildiği bir
dünyadır.”
(L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:129)
“O andan itibaren söylediği her sözün zırvalığını çoğaltmaktan başka bir işe yaramayacağını bildiği
halde kendini alamıyor, tepe taklak yuvarlanıp gidiyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, s:133)
“Gerçeğin dile getirilmesi diye tanımlanan bir konuşmanın yanıbaşında, olağanüsütü bilmecemsi
imgeleriyle, ona derinden bağlı, köpeklerin tavşanlardan kaçtığı, geyiklerin aslanları avladığı tepetaklak bir
evren üstüne yalanlarla dolu bir konuşma yer alıyordu.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:120)
“Peki, bu ne oluyor? Bilmek istiyorum. Fabrikadaki bu rezil herifler. Özellikle de o Agnelli serserisi.
Yine O’nu yüksekteki bir trafoyu ya da başka bir şeyi tamire göndermişler, o da tepe taklak aşağı düşmüştür .”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:19)
“Küçük iken adı ‘Yumurcak’tı, sonra ‘Afacan’, sırasıyla ‘Haylaz’, ‘Çapkın’, ‘Utanmaz’ oldu. Bu, onun
için son rütbe değildi. Avnussalah tahsilde şiire yükseldiği zaman Namık Kemal’in meşhur mısraını şöyle
tepetaklak etti:
‘Alçal ki yerin bu yer değildir.’ ”
(H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:23)
“Bir aralık, küpeşteden denize baktım. Tepetakla olmuş göklerin ta derininde Ülker <Plead>
yıldızlarının üstüne düşüyorum sandım. Deniz, samanyolunun kıvrımını ihmal etmişti, göklere giden kayığa hale
yapmıştı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:31)
“Ne var ki, dıştan bakıldığında tepetaklak yuvarlanıyordum. Meyhanelere giden ve yakışıksız
davranışlar sergileyen bir sürü çocuk vardı okulda. Ben, en küçüklerinden biriydim bunların; kısa süre sonra
acıdıkları için aralarına aldıkları bir ufaklık olmaktan çıkarak bir elebaşı, bir yıldız aşamasına yükselmiş, gözünü
budaktan esirgemeyen ünlü bir meyhane müdavimi kesilmiştim.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:99)
“ ‘... Ama artık yapacak bir şey yok. Gerçekten o kadar kötü müsün?’
‘Ah, bilmiyorum, ya da pekala biliyorum. Her gün biraz daha tepetakla gidiyor ve her gün biraz daha
kötüleşiyorum.’ ”
(H. Hesse, “Knulp”, sa:104)
“Bir kez daha gülümsemeden duramadı. Evet, tuhaf bir yazgısı vardı! Tepe taklak gidiyordu ve şu an
yine eli boş, çırçıplak ve aptal aptal dikiliyordu dünyada. Ama bundan dolayı bir üzüntü duymuyordu, hayır,
içindnen işte öylesine gülmek geliyordu, kend, kendine gülmek, bu acayip, bu sersem dünyaya gülmek.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:112)
“Zavallı Matmazel Katerina! Sonradan, bir oldu bittiye gelip tepetaklak yuvarlanınca onun sözlerini
düşündüm… Yaşamda, kendini beğenmişlik cezasız kalmıyor.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:125)
“Luc, aklı başından gitmiş, koşa koşa kışlaya yalnız döndü ve gözleri de, sesi de yaş dolu, ikide bir
burnunu silerek olayı anlattı: ‘Eğildi... eğil... eğildi... o kadar... o kadar ki tepetaklak oldu...”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:113)
“Şimdi köprü biçimindesin
Odamız kemerlerinin altında yüzer
Onun senin parmaklığından geçişini izleriz
Rüzgarla dalgacıklanırsın
gövdeden çok ışık
Güneş öte kıyıda
büyür içeri tepetaklak”
(O. Paz, “Kartal Mı, Güneş Mi?”, sa:114)
“Necib Süreyya’ya, ‘Gel, senin kotrayı şuraya sokalım da bari tehlikeden biraz korunsun’ diyor, sonra
gülerek ekliyordu:
-Şaştığım bir şey varsa o da şunun bir sağanakla tepe taklak olmamasıdır.”
(M. Rauf, “Eylül”, sa:148)
“Tepetaklak asılmış canlı tavuklar korkudan gürültüyle gıdaklıyor, çırpınıyor, ayakları birbirine bağlı,
kazanı boylamayı bekliyorlardı. Etyemezler için daha sessiz ahçı kazanları vardı, sebzeler haykırmaz ne de olsa.”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:20)
“Her Şeye Kadir Yaratan’ın bizzat şahsını olmasa da olur gibi gösterip, kemal-i ciddiyetle, dünyada
düzenin, ahlakın ve mutluluğun O olmadan da, sırf ,insanoğlunun kendi içinde doğuştan var olan töreciliği ve
aklı sayesinde gerçekleşebileceğini ileri sürerlerken, aa... aman Tanrım, aman! Hal böyleyken, her şeyin
tepetaklak olmasına, törelerin bozulmasına, insanlığın o, varlığını yadsıdığının cezasını üsütüne çektiğine de çok
şaşmamak gerekirdi aslında.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:62)
“Paranın başdöndürücü düşmesiyle Avusturya ve Almanya ‘da bütün öteki değerlerin de tepe taklak
olduğu o yıllar, ne çılgın, ne yıkıcı ve akıl almaz olaylar devriydi.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa.: 373)
Tepe tepe kullanmak : Kabaca, hoyratça, yıpranacağını düşünmeksizin, istediğin kadar
“Berber Ali daha acımasız konuştu: ‘Herifin karılarla çatır çatır yediği maldan mülkten arta kalan bu
koca yıkıntıyı tepe tepe kullan oğlum Sedat, alay etmek için söylüyorsam, iki gözüm önüme aksın. Herif bunu da
bırakmasaydı ne yapacaktın?’ ”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:17-8)
Tepine tepine : Kendini kaybetmişçesine devinimde bulunmak, ayaklarını yere vura vura zıplamak
“Anet, camı delen bir kurşun hızıyla odaya girdi ve girmesiyle makaraları koyvermesi bir oldu:
Gülüyor, tepine tepine, katıla katıla gülüyordu.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:99)
Tepmek : Reddetmek, kabul etmemek; Tekme atmak, çifte atmak; Yolları yürüyerek aşındırmak ‘Yürü babam
yürü!’
“Ama burada mutluluk söz konusu değil. Robert, yeterli parası olacağını söylüyor ve paraya, sadece
düşüncelerini gerçekleştirebilecek bir araç olarak bakıyor. Rahip Bredel ile uzun uzun görüştü, ona göre de
insan, serveti tepmek hakkına sahip değilmiş, onu iyi işlerde kullanmak zorundaymış.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:29)
“VAPUR
Vapur değil be, çarıkmış bu, manda gönünden,
Teper ha babam teper
paralanmaz
teper taşlı yolları.
Bir vapur geçer Varna önünden,
uy Karadenizin gümüş telleri,
bir vapur geçer Boğaza doğru,
Nazım usulcacık okşar vapuru
yanar elleri...”
(N. Hikmet Ran, “Yeni Şiirler”, sa:80)
Terazinin bir kefesine, öbür kefeye koymak : Muhasebesini yapmak, düşünce süzgecinden geçirmek; Diğer
yandan
“Terazinin öbür kefesinde ise, bin franklık kadehler vardı. Belki uzun sürmezdi bu, güzellik rüzgar gibi
gelir geçer çünkü. Ama bir yıl içinde, bu kez kendi kurallarıyla oynayabilecek kadar para kazanmış olurdu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:62)
“Bu duyguların öyle olduğunu kendi kendisine bir tür acınmayla açığa vurduktan sonra, Lamiel düşese
karşı itirazsız borçlu olduğu minneti terazinin bir kefesine, onun hanımefendi tavırlarının kendisinde uyandırdığı
tiksintiyi de öbür kefeye koyunca, birbirlerine tam denk olduklarını gördü ve düşesi çabucak unuttu.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:33)
Ter basmak, boşanmak : Stres ve üzüntü altında ter boşanmak
“Yerde tortop oldu, şakakları zonkluyordu. Neydi bunun anlamı? Yanık yüzünden aşağı soğuk ter
boşanıyordu. Bazen, göz ucuyla yanında duran soluk delikanlıya bakıyor, bazen de gözleri kapalı, ağzı açık,
dikkat kesilmiş, dışardaki yılanları dinliyordu. Neydi bunun anlamı?”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:173)
“... Şaşkınlıktan dili tutulmuş, ‘ne, ne, ne...’den başka bir şey çıkmıyordu ağzından. Bütün bedenini ter
basmış, alnında boncuk boncuk birikmişti. Epeyce bir çabadan sonra Pire Durmuş Ağanın dili çözüldü:
‘Ben atımı, ben atımı dünya malı için kurşuna dizdiremem...’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:205)
“Cevdet Bey ensesinden, alnından ter boşandığını hissederek ayağa kalktı: Ceplerini aradı. Mendilini
unuttuğunu hatırladı. Yerine otururken: ‘İki’ diye mırıldandı.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:27)
“Ama birdenbire kızı, ihtiyarın vücudunun bir ürpermeyle sarsıldığını fark ediyor. Tükenmiş bir halde
sırtını sert tahta sıranın arkalığına dayıyor. Titreyen varlığının her tarafından ter fışkırıyor ve alnından da ter
boşanıyor.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Tolstoy’, Cilt:III, sa:388)
Ter dökmek : Çok ağır çalışmak, çok emek vermek, sıkıntılı anlar geçirmek
“Fache, ‘Her şey yolunda mı?’ diye sordu.
Langdon güçlükle başını iki yana sallayabildi. Cep telefonunu geri alırken Langdon’ın ter döktüğünü
gören Fache, haberlerin kötü olduğunu hissetmişti.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:74)
“Gerçi hepsi, kendilerini öteki hemcinslerinden üstün görürlerdi; ama bunu tanıtlamak için onların
arasına karışma güdüsünün önüne de geçemezlerdi. Hafta içindeki günler ekmek parası uğruna ter ve dil
dökmekle geçirilirdi. Pazar günleri ise boşuna gevezelik edilirdi.”
(E. Canetti, “Körlük”, sa:53)
“Genç kadın sararıp bir çığlık attı:
-Tanrım! Kocam bunu gördü mü?
Genç adam merak etmemesini, kocasına göstermeden faturayı cebe indirmek için epey ter döktüğünü
anlattı.
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:135)
Tereciye tere satmak : Erbabına kendi konusunda hava atmak, salık vermek
“Mevlana Şemseddin’den bir şiir:
‘Senin aşıkların eğer hediye olarak sana canlarını getireler,
sen in başına yemin ederim ki onlar tereciye tere satmış olurlar.’
Tereciye tere satmanın ne kıymet ve değeri olabilir (Çünkü terecide tere fazlasıyla vardır). Şimdi sen
ona niyaz <yakarma> götür. Çünkü niyazsız olan Tanrı niyazı sever.”
(Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:76)
“ELLIE - Tereciye tere satıyorsun. Marcus’un yüzünü bana göstermezmiş. Bir dene istersen.
Durduğun kabahat.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:80)
Terelelli; Terelelli olmak : Aklı kaçık; aklını kaçırmak
“Annem artık sızıltılarını artırmaya başladı. Kadın haklı ama, ben ne yapayım? Bir kere kendimizi
akıntıya kaptırdık. Zavallı hatun diyor ki:
-Ben göçüyorum, oğlum, ben göçüyorum... Yalnız, göçen ben değilim, bu koskoca ev de benimle
beraber göçüyor. Sen ise, gün günden işi azıtıyor, gün günden terelelli oluyorsun.... Senin bu hoppalığın,
şımarıklığın yüzünden elde avuçta olanlar da yavaş yavaş suyunu çekiyor. Rahmetli babacığın mezardan başını
kaldırsa da şimdi senin bu haline bir baksa, sana neler demez?”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:258-9)
“ ‘Ankaraya hiç hiç gitmediniz mi?’
‘Ne işim var Ankarada. Ankarada babamın evi mi var, yoksa bol balıklı deniz mi? Ne işim var benim
be benim Ankara çölünün ortasında! Ne biçim adamsın sen be! Boyuna saçma sapan sorular soruyorsun sen be!
Sen Rus cephesinde zokayı yutmuşsun be! Sen oradan terelelli dönmüşsün. Yoksa adam şu güzelim kiliseyi
yıkar mı ulan terelelli. Ulan sen asker kaçağısın.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:294)
Teres, Terez : İt, uğursuz, pezevenk anlamlarında bir sövgü
(Argo)
“Bu kaba şakaları hiç kaldıramayan hancı, başka bir çıngar çıkmadan konuğuna şu lanet olası şövalyelik
rütbesini vermeyi kararlaştırdı. Bunun ardından, böyle olduklarından hiç haberdar olmadığı, fakat şimdi
boylarının ölçüsünü almış bulunan o kaba tereslerin saldırganlığından dolayı özür diledi.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:25)
“Nihayet, üç dört dakikalık zorlu bir boğuşmadan sonra, ne dersiniz, bizim cılız, sıska, korkak çingene,
hayvanın <yılan> boğazını sıka sıka, başına orağın sapı ile vura vura onu kıskıvrak yere sermesin mi?
-Oh, hele şükür mevlaya, zıbartabildik terezi!...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:109)
“RUPRECHT -... Leberecht, kaç vakittir kızın peşinden koşuyor. Daha geçen güzün dedim ki: ‘Bana
bak Eve! Bu teres evin etrafında dolaşıp duruyor. Ben buna dayanamam’ ”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:44)
“CAIUS - Ne oluyor bilmiyorum ama, Almanya dukası mıdır nedir, büyük hazırlıklar
yapıyormuşsunuzdur onun için. Vallahi sarayda beklemiyorlar, duka falan yok. Size iyilik yapayım diye
söylüyorum hani. Allahaısmarladık.
HANCI - Tut ulan alçak. Koş. Yardım et şövalye. Hapı yuttum. Koş, çabuk yakala. Ulan, koş teres.
Bittim.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:122)
“ ‘Keselim yüreğimizi düzeltelim, Avrupalılara yolun yanlışlığını anladığımızı gösterelim.’ -Hay gözün
çıksın teres! Hay Allah belanı versin!-”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:187)
“... Aman ayaklarını öpeyim Şükran Hanım kızım! Kadifei turuncu müzehhep bohça... Fazladan üstü
sırma yazı işlemeli olup... ‘Ulan Hacı Halim!’ derler! ‘Ulan teres, gözüne tavuk karası mı gerildi?’ derler.....
Buradan bir yere gidemez bu... Elli kayme deseniz gidemez... Belki yetmiş kayme deseniz bile gidemez!”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:238-9)
“Her şeyi, yardımcısı şu aşağılık hayvana ve sık sık büroya gelmediğini kimseye söylemesin diye şeref
madalyası ile taltif etmek zorunda kaldığı şu terese bırakmak daaha iyi olmaz mı?”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:158)
Tereyağından kıl çeker gibi : Çok incelikle, hünerle, kimseye zarar vermeden bir işin içinden sıyrılmak
“Sancho’ya köye götüren, daha önce kontes Trifaldi rolünü üstlenen dükün kahyasıydı; bu adam
alabildiğine şen ve şakacı birisiydi; dalgacıydı da. Dükün buyruklarıyla o müthiş becerisi birleşince, bu kez de
terayağından kıl çeker gibi çıktı işin içinden.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:666)
“Akıllı insan her şeyi yapabilir; ama terayağından kıl çeker gibi kurtulmasını da bilir. Sen öldürdün,
kuyruğunu kıstırdın, şimdi kodeste çürüyüp gidiyorsun.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:138)
“Gökyüzü hırçın bir denizi andırmıyordu artık. Kapkara, kalın bir bulut tabakasıyla kaplanmıştı. Deniz
de daha karanlık, daha kıpırtısızdı. Uzaklar iyice belirsizleşmişti. Hava sıcak, tuzlu bir bahar kokusuyla doluydu.
Çelkaş:
-Ah, bir yağmur yağsa! diye fısıldadı. Tereyağdan kıl çeker gibi tehlikeyi atlatırdık.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:83)
“Tabii savcıya anlattığı öykü de inanılacak gibi değildi: yok bir erkek onu baştan çıkarmış, sokaklarda
işsiz gezerken çocuğunu besleyemiyormuş, daha neler! Fakat topluma bir öernek gerekiyordu. Duveyrier
duruşmayı tereyağından kıl çeker gibi ustaca yönetmişti.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:149)
Terhis olmak : Vatani ödevini bitirdikten sonra, kişinin serbest bırakılması
“Baytarın kulağına eğildi: ‘Bundan sonra İshak Binbaşı buradan giderse yerine de başkası gelirse beni
gene asmazlar değil mi?’
‘Asmazlar. Elinde kapı gibi tezkeren var, bir de senin terhisini daha sağlam oldun diye nüfus
cüzdanına da ekledi. Senin tezkerene top mermisi bile işlemez.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları, Cilt:3, sa:153)
Terkeş : Ok çantası ve yayı; -Çocuk oyuncağı da“Derviş:
-Ben zenginlerin hallerine acıyorum!,’ dedi.
-Hayır, dedim, mallarının özlemini çekiyorsun
Böyle konuşurken birbirimize düştük. Onun yaptığı her hamleyi ben defetmeye çalışıyordum. Her şah
deyişinde şahın önünü vezirle kapatıyordum. Sonunda himmet kesesinde ne varsa hepsini kaybetti, kanıt
terkeş’indeki okların hepsini attı!.’ ”
(Sadi, “Gülistan”, sa:227)
Terki :
Binek hayvanının sağrısı, eşek ya da atın eğerinin arka kısmı
“<Sancho>Çok merak ettim şu hayvanı; görmek istiyorum. Fakat eyere ya da terkiye bineceğimi
ummak karağaçtam armut beklemeye benzer; ben kendi eşeğimin üstünde güç bela duruyorum, hem de semeri
kuştüyü gibi yumuşak olduğu halde; bunlar kalkmışlar yastıksız, mindersiz, tahta bir atın terkisine binmemi
istiyorlar. Olur iş mi? Tanrı da biliyor ya, bilmem kimin sakalını yok edeceğim diye dertsiz başımı derde
sokamam doğrusu. Herkes kendi başının çaresine baksın, kendi sakalını kendi tıraş etsin.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:645)
“Rastlantı sırasında çok yorgun olan adam oradan kendisini atının terkisine almasını istemiş, o da bu
isteğe hızını bir kat daha artırarak cevap vrmişti.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:117)
Terlayni : Aklı yerinden oynamış, gelip giden; tuhaf, delişmen kimse
Bk.: Taralelli
“Çingene benden aldığı ikinci cıgarayı yakıp tüttürmeye başlarken gülümseyerek,
-Affedersiniz ama, dedi, siz ne için ararsınız o terlayni karıyı?
-Terlayni karı da kim?
-Hani gideriz şinci <şimdi> bukmaya!...
-Onun adı Terlayni mi, Nazlı değil mi?
-Nazlılığına nazlı ama, terlayni demek, bizim çingenecede, yaniya ki, sizin anlayacağınız, akılcığı
birazcık oynak demek...
-Yani yarım deli demek mi?
- Haha! Ona yakın bir şey demek!...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:112)
termagant : (DİN,MYTH,TAR.,MÜSL.) : Cadoloz, yaygaracı kadın. O r t a ç a ğ’da, müslümanların taptığı
iddia edilen hayali t a n r ı ç a
Termostat : Modern yaşamda, işyeri ya da evde, belirli bir alanı istediğiniz ısı derecesinde ısıtmayı ve o
noktada sabit tutmayı ayarlayan aparat; ısıdenetir
“Küçük bir daireydi ve içerdeki hava vanilya kokulu mumla eski halı kokusunun arasında geçen savaşın
haberini veriyordu. Mobilyalar ve diğer eşyalar en iyi kelimeyle yetersizdi. Ev, ikinci el eşyalarla döşenmiş
gibiydi. Dr. Brooks termostatı ayarlayınca kalorifer ses çıkararak çalışmaya başladı.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:44)
Terör : Herhangi bir topluluğun, ulusal varlığını, kader birliğini, huzurunu ve fonksiyonunu akamete
uğratacak, çoğunlukla kendi siyasal emel ve gayeleri bulunan, sistematik korkutma ve yıldırma başkaldırısı
“Adam, ‘önemli değil,’ dedi. ‘Bugünlerde fazla dikkatli olunmuyor.’ ‘Gerçekten de öyle.’ Nunez,
adamdan hoşlanmıştı. Tuhaftır ki bu, yaptığı işte çok şey ifade ediyordu. İnsani içgüdüler, Amerika’nın
terörizme karşı ilk sırada gelen savunmasıydı. İnsani içgüdülerin, dünyadaki tüm elektronik cihazlardan çok daha
güçlü detektör olduğu ispat edilmiş bir gerçekti. Güvenlik kitaplarından biri bunna, ‘korku duygusunbun
hediyesi’ diyordu.”
(D. Brown, “Kayıp Sembol”, sa:29)
“ACİLEN
----------Yazgısına terk edemem Darfur’u
bırakamam onu haç ve hilal
canavarının elinde.
Uzat kendini Darfur’a doğru, ey Deniz
söndür alevini haç ve hilalin
söndür terörün öfkeli dillerini
haç ve hilal yamyamını boğuver.”
(E. Egya Sule<d.1976>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.07.09)
Terör Dönemi : (FR. MYTH.): Fransız Büyük Devriminde, çok kudretli ve iyi niyetli bir vatanperver olduğu
halde, devrimin agresyonuna ve kan dökücülüğüne içten inanmış ve bağlanmış büyük bir devlet adamı olan
Robespierre, giyotine kendisi gidinceye kadar geçen döneme ‘Terör Dönemi’ adının takılmasına vesile olmuştur.
O, Paris’teki Genel Güvenlik Komitesi, bu komitenin taşradaki temsilcileri aracılığıyla ve Devrim Mahkemesi
kanalıyla, yalnızca 1794 haziran-temmuz’unda 1400 hükümlüyü darağacına göndermiştir
“.... Şimdi ordularımız daha iyi donanmış durumda, daha eğitimli ve usta generallerce yönetiliyor. Artık
savunmuyorlar, saldırıyorlar. Dünyaya özgürlük taşımaya hazırlar. Cumhuriyet’in hemen her yanı duruldu
artık... Terör, sen ey esenlik taşıyan terör! Kutsal terör! Sevgili giyotin! Geçen yıl bu zamanlarda bozguncu
kesimler kemiriyordu Cumhuriyet’in bağrını; f e d e r a l i z m denen canavar yutmaya hazırlanıyordu yurdu.
Şimdi bütün imparatorluğa Jakoben birliği, Jakoben gücü ve bilgeliği eğemen...”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:282)
terra alba : (LAT.,COĞR.) <tera alba> : Beyaz toprak; Beyaz renkli minarelerden her biri
terra firma : (LAT.,COĞR.) <tera firma> : Yeryüzünün kara, kıt’a kısmı
terra incognita : (LAT.,COĞR.) <tera in’kog’nita> : Henüz tümü ya da iç kısımları keşfedilmemiş kıta
Ters düşmek : Karşısında olmak; karşıt, aykırı durumda olmak
“Ailem gibi, birbirine sımsıkı bağlı ailelerde ayrılıklar ne üzücü! Oysa biraz iyi niyetle anlaşmak öyle
kolay ki! Neyse ki Robert’la bu konuda ters düşer miyiz diye endişe etmemem gerek. Çünkü onun dua etmeden
bir kiliseye girdiğini hiç görmedim. Üstelik son derece iyi ve soylu düşünceleri var.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:23)
Terslemek : Aksi, ters yanıt vermek; İnek, öküz gibi büyükbaş hayvanların dışkılamalarına verilen isim
“‘Biliyorum! Biliyorum!’ dedi heyecanla. ‘Bir gün Miss Violet tuvalete gitmek için izin verdiğinde
tuvalet duvarına delik açtım. Çiviyle! Oradan kızlar tuvaletini görebiliyordum! Her şeyi gördüm! Kıçını! Her
şeyi! İşemesini bile duydum!’ diye bağırdı.
‘Horse, pisliğin tekisin!’ diye tersledi June. Kızlar birbirlerine sıkılarak baktılar ve kıkırdadılar.”
(R. Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:249)
“İKİNCİ SAHNE - Tsargo’nun öfkesine ve tehditlereine bir yankı gibi yanıt veren savaş gürlemeleri
duyulur. Genç adam, savaş giysileri içinde, elinde bir silahla geri gelir. Adriana’nın kapısını çalar; genç kadın
yine eskisi gibi tersler onu; ne elindeki silahı ne de yaklaşan düşmanın hareketlerini izleme bahanesiyle çatıya
çıkma isteğini umursamaktadır.”
(A. Maalouf, “Adriana Mater”, sa:10)
“Tekrar sustular. İçerisi çok sıcaktı, ineklerin ot yataklıklarından çıkan keskin kokunun artırdığı nemli
ve canlı bir sıcak vardı. İneklerden biri ayağa kalkmış, tersliyordu; yere düşüp yayılan tezeklerin çıkardığı
gevşek, ölçülü ses işitiliyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:101)
Terslenmek :
Sinirlenmek, huzursuz hissetmek, huysuzluk etmek
“Birkaç gün sonra grup yeniden toplandığında Semiramis arkadaşlarından biriyle beraber gelmişti. Tüm
davranışlarından ‘birlikte’ oldukları anlaşılıyordu. Adam gözlerini onların birbirine kenetlenmiş ellerinden
ayıramıyordu. Daha fazla acı çekmemek için, kızın, ‘öteki’ ile bir süredir beraber olduğuna, dolayısıyla onu
öpmeye kalkışmamakla doğru yaptığını, yoksa tersleneceğine kendini hemen inandırdı. Ama durum hiç de öyle
değildi. İşin aslı, ‘öteki’ onu kollarına alma cesaretini gösterirken, kendisi bunu göze alamamıştı.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:105)
Ters ters : Asık suratla, aksi aksi, kıızgınlıkla
“Hale savunmasına devam etti: ‘Takipçini durdurdum, çünkü benim peşinde olduğunu sandım.....
Sızıntıyı bulup bana kadar takip etmeni istemedim.’
Makuldu ama pek olası değildi. ‘Öyleyse niçin Chartrukian’ı öldürdün?’ diye sordu Susan ters ters.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:307)
“Sophie gözlerini yoldan ayırmadı. ‘Büyükelçiliğe güven içinde girdikten sonra sana göstereceğim.’
‘Bana gösterecek misin?’ Langdon şaşırmıştı. ‘Sana maddi bir nesne mi bırakmış?’
Sophie ters ters başını salladı. ‘Üstünde fleur-de-lis ve P.S. harfleri var.’
Langdon kulaklarına inanamıyordu.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:157)
“JONES - Nedir hepinizin yaptığı, beyaz adamlar? Nedir bütün bunlar? Niçin hep benim yüzüme
bakıyorsunuz? Hoş, benimle ne işiniz var zaten?..... (Tabancasını ani bir hareketle çeker - Bir Mezat Memuruna,
bir alıcıya ters ters bakar.) Sen beni satıyorsun ha? Hür bir zenci olduğumu sizlere göstereceğim... Canlarınız
cehenneme...”
(E. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:54)
Tersyüz etmek, olmak : İçini dışına çevirmek
“ÇİNGENE AŞIĞIN GÜNLÜĞÜ
----------------------------------------Şiirlerin andığı
tersyüz oldu
şiirlerin toplamında
ruhun baykuşları tersyüz oldu
düşün çalkantısında
yaprakların üstünde”
(Rita Avvad-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.08.07)
“Daha ilerde göreceğimiz gibi Tanrı kodları tersyüz etmeye yarayacak ögeler sağlayarak büyük bir hata
yapmıştır. Kendi yarattığı insanları sınamaya yarayacak bir yasak koymak isterken şeylerin daha önceden
öngörülmüş doğal düzenlerini altüst edecek bir örneği vermiş olmaktadır.”
(U. Eco, “Açık Yapıt”, sa:297)
“Bir tutam enfiye çektikten sonra Petroviç iki eliyle ‘sabahlığı’ iyice gerdi, havaya kaldırdı ve ışığa
doğru tutarak baktı, yine başını salladı. Sonra astarı dışarı gelecek şekilde ‘sabahlığı’ tersyüz etti ve yine başını
salladı. Tekrar üzerine kağıt yapıştırılan general resminin olduğu kapağı kaldırdı, burnunu tabakaya yaklaştırarak
bir nefes daha çekti, kapağı kapattı, kutuyu elinden bıraktı.
‘Hayır, bunu onarmak mümkün değil: Eski püskü bir süprüntü bu!’ dedi.”
(N.V. Gogol, “Palto”, sa:32-3)
“ ‘... bir akşam, küçük bir kente varıyor ve orada, her şey kafasına dank ediyor.’
‘Her şey ne?’
‘Doğrusu,’ dedim, ‘çok basit bir nedenden ötürü beni bulamıyordu, çünkü adımı değiştirmiştim. Ve
bu adı bulgulamayı başarıyor. Temelde, bulgulamak olanaksız değil, çünkü bir zamanlar onunla ilişkili bir addı.
Ne ki bu adı tersyüz edip peçelemiştim. Nasıl olduğunu bilmiyorum, ama sonuçta anladı.’ ”
(A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:103)
Ter temiz : Kusursuz temiz, pür
“Kaçıyorlardı, cilalı, ter temiz yüzlü beyler, besili şişman çocuklar, güzel, süslü kadınlar, bilmem
nerelerine neftyağı sürülmüş gibi kaçıyorlardı.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:114)
Ter ter tepinmek : Israrlı bir şekilde, gürültülü olarak yaygara yapmak
“Eski yöntemi uygularken, kendimi durmadan havalandırıyor, ama öne doğru hareket etmeyi
düşünmeye başlar başlamaz yeniden alçalıyor, havada süzülmeme meydan kalmadan kendimi yeniden iki
ayağımın üzerinde buluyordum. Kaç kez denediysem de her seferinde başarısızlığa uğradım; bir süre sonra
beceriksizliğim beni öylesine kızdırdı ve çiledne çıkardı ki öfkemden ter ter tepinmaye, yeri yumruklamaya
başladım.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:75)
“Pasaport Aşçısı, ter ter tepiniyordu. Fischerle izin vermek zorundaydı bu papsaportu yakmasına, yoksa
hiç gözünün yaşına bakmaz, öldürürdü onu!”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:384)
“Teğmen Sagner, ciddiyeti elden bırakmadan, ‘Sanırım kedi pisliği, komutanım,’ dedi. Albay Schröder
odadan fırladığı gibi bitişikteki yazıcı odasına daldı ve bir bağırtıdır koptu. Yazıcılara ana avrat sövüyor,
‘Yalatırım ulan o kedi pisliklerini size!’ diye ter ter tepiniyordu.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:427)
“Annem, öfkesinden ter ter tepiniyor, kapının tokmağını koparmak istiyordu. Aradan bir de ‘Ah,
körolası hayırsız kız! Yerin dibine geçtim. Bak ben sana neler yapacağım! Çabuk dışarı çık!’ diye bağırıyordu.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:347)
“Canavar ter ter tepindi, hiçbir şey söylemeden. Ağzından kanlı sular akıtıyor, ateşli sular saçıyordu.
Adam, şişeyi bir dikişte bitirdi.
-Vay canına, dedi, bitti be.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:154)
Terütaze : Dipdiri, gencecik, yeni, taptaze
“... iki kat, toprak damlı evler. Bu evlerin içlerinde çok eskileri, ünlüleri var. Dördüncü Murat,
Diyarbakıra geldiğinde bu evlerden birinde kalmış. Daha terütaze duruyor.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:5)
“Terütaze, sarışın, ağır ağır konuşan, kendilerini açıkça ama yavaştan ortaya koyan kişilerdi; öyle ki,
insan gözlerindeki bakışın kahkahadan öfkeye; hava değişirken gökyüzünün kararsızlığı gibi, masmavi ışıklı bir
kahkahadan, sert, mavi bakan bir öfkeye dönüştüğünü izleyebilirdi.”
(D.H. Lawrence, “Gökkuşağı”, sa:9)
“KÖYDE PAZAR GÜNÜ
Meyhanenin çıplak döşeme tahtasında
tepiniyor gençlik terütaze gümbür gümbür,
oğlanın eli, nasırdan kaskatı olmuş da,
yapışmış sarışın kızın eline özgür;
bira esriği çalgıcılar çalmakta
‘Satılmış Gelin’den bi tür.”
(Rainer Maria Rilke<1875-1926>-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
19.06.03)
Tesbih etmek : Dua etmek
“Mevlana öleceği sırada Sıraceddin’i yanına çağırarak şu duayı kendisine öğretmiş ve bunu iyi ve
sıkıntılı zamanlarında daima okunmasını buyurmuştur: ‘Yarabbi! Beni, sana ulaştırmaya vesile olan Mevlana’ya
hasret çekiyorum. Sana vesile olan sağlığı seni bol bol tesbih etmek için istiyorum. Yarabbi!’ ”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:7)
Teslim bayrağını çekmek : Bir tartışmada ya da savaşta, mağlubiyeti kabul etmek, boyun eğmek
Bk.: Teslim olmak
“Liverpool bir zamanlar esaslı bir döğüşçüydü fakat sefahat ve kötü arkadaşlar onun bu yeteneğinin
yokolmasına sebep olmuştu. On dakika sonra onu kuma yatırmış, teslim bayrağını çekmesini beliyordum.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:230-1)
“MANGAN, teslim olarak. - Pekala, pekala. Teslim bayrağını çektim. Dediğiniz gibi olsun. Yalnız
rahat bırakın beni. Hep birden üstüme varıp pusulayı şaşırtmayın.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:128)
Teslim etmek : Verilen bir emaneti birine vermek; Kabul etmek
“... hiçbir şeyi anlamayan ama iyi huylu olduğunu da teslim etmemiz gereken İrlandalı Neil O’Connor.
‘Bir şey unutmuş olmalı,’ dedim.
‘Ne ki?’
‘Belki niçin karaya çıkacağını unutmuştur.’
‘Saçma sapan konuşma.’ ”
(A. Baricco, “Bindokuzyüz”, sa:49)
Teslim olmak : Kendini (genellikle erkeğe) karşı cinse ilişki için teslim etmek, mukavemet gösterememek
“Ama olmuyordu. İçinden gelmiyordu. O zaman kadın kocasında yitirdiği şeyleri başkalarında aramış,
çirkin olduğu için bulamamış, derken karşısına çıkan Ebanım’a teslim olmuştu.
-Beni hep böyle sevecek misin?
-Şüphe mi ediyorsun?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:108)
“Kadın Lilitte’i odasına götürmek için davranınca Octave onu tuttu; çocuğu uyandırabilirdi. Böylece
kadın geçen yıl ona teslim olduğu aynı yerde kendini bıraktı. Gecenin bu geç saatinde sessiz odada adam ona
sahip oldu.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:45-6)
“Jean, Buteau’nun, kendisi hakkında söylediği sözleri haber alınca, onun ağzını burnunu dağıtacağını
söyledi; bir yandan da, hala François’ı gözlüyor, kendisine teslim olması için yalvarıyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:44)
Teslis : (DİN) : Hıristiyanlıktaki ‘Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’ üçlüsü Bk.: Hıristiyanlık
Tespihe dalmak, Tespih etmek : Tanrı’nın yarattığı canlılar; İnsanlar: namazdan sonra, yalnız başına
düşünürken, ya da Hıristiyanların haç çıkardığı gibi, heyecan, hayret ya da korku ile karşılaşınca, çoğunlukla 33
ya da 99 taneli boncuk <imame> dizisini <tespih> çıkartıp ‘Subhanallah’ diyerek, ve parmak ucuyla
‘imame’leri sayarak Tanrı’yı ululama durumu; Hayvanlar: -aşağıda Sa’di’nin tasvir ettiği gibi: Türlü sesler
çıkararak varlıklarını ve sevgi ve sadakatlerini kanıtlama yolunda ‘feryada gelmeleri’ <Kur’anı Kerim, 17:44>
“Hiç unutmam; bir gece, bir kervanla şafak sökünceye dek yürümüş, sabaha karşı bir ormandanın
kenarına yatmıştık. O yolculukta bizimle beraber olan cezbeli <vahiy, aşırı hareketlilik> bir adam, ansızın bir
çığlık kopararak kendini çöllere attı, bir an bile durup dinlenmiyordu. Sabah olunca:
‘Bu ne haldır,’ diye sordum.
‘Gördüm ki, dedi, bülbüller ağaçtan, keklikler dağdan, kurbağalar sudan, birçok hayvan da ormandan
feryada gelmişler. Bunların hepsinin tespihe daldığını düşündüm, bu durumda benim uyumam insanlığa
sığmaz.’ ” ..................................................
“Dün, şafakta bir kuş inledi, öttü...
Aklımı, fikrimi aldı götürdü!
Bir gönül dostu da beni duyunca,
Dedi: ‘Bir kuş sesiyle senin bunca
Kendinden geçtiğine inanmak zor!’
Ben de ona dedim ki: ‘Yakışmıyor
İnsanlığa, bir kuş tespih etsin de,
Ben susayım... Hak bunun neresinde?”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:107-8)
<Kişisel not: 14 yıllık (Nişantaşlı) Van Kırması Ankara Kedimiz Kaya, kedilerimizin bu konuda hiçbir
öğretiye tabi tutulmamalarına karşın, ezan okunduğunda, ister su içsin ister yemek yesin duruyor, ezan bitince
devam ediyor. Rahmetli abi’si (Kadıköylü) Ciciş de, -ki iki yıl önce 16 yaşında öldü-, onunla kan akrabası
olmamakla beraber- aynı şeyi yapıyordu. ?Ezana dalmak? Dr.İ.E.>
Testi kafa : Uzun ve sarkık kafa biçimi (Argo)
“(Rahip) Tahmininde aldanmadığını anlayınca düke döndü ve gergin bir sesle: ‘Efendimiz, günün
birinde, Don Quijote midir, Don Üşütük müdür nedir, işte o adamın, iyice delirmesi için hazırladığınız tuzaklara
düşmeyecek kadar akla sahip olduğunu anlayacaklar sanırım,’ dedi. Sonra şövalye’ye döndü: ‘Size gelince sayın
bay testi kafa, nereden çıkardığınız bu şövalye hikayesini, devlerle boğuşmanızı, haydutları bulup
cezalandırmanız gerektiğini?’ dedi. ‘Dilerim cehennemin dibini boylarsınız. Evet sizinle böyle konuşulabilir
sadece; hadi bakalım, hemen evinize dönün; çoluk çocuğunuzla ilgilenin, onları yetiştirin; malınız, mülkünüzle
uğraşın, orda burda çöplenerek, herkesi de kendinize güldürerek sağda solda sürtmeyi bırakın. Bela mısın sen
be?’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote, sa:598)
Testi suya o kadar gidip geldi ki : Bu işi o denli çok yaptık ki, o kadar yineledik ki
“-Aldırma! Sonunda her şey düzelecek, Tanrı büyük.
-Ama testi suya o kadar gidip geldi ki...
-Oğlum, kötülük iyiliğin kardeşidir, her yokuşun bir inişi vardır.”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:43)
Teşbihte hata olmaz : Görünüşte, ilk bakışta, ‘Teşbih’te <benzetme’de> hata olmamalı!’ gibi bir anlama
varılıyorsa da, aslında ‘olmamalı!‘, ‘kabaca bir benzetme yapıldığında, bundan alınılmaması gerekir!’
anlamlarında, tuhaf bir sözcüktür. Alınmamak gerek.
“Avrupa, Roma yurttaşı olmanın hayalini kuran, ama sonunda istilacı barbarlara dönüşecek Attila’larla
dolu. Bana kollarını açarsan senin için ölmeye hazır olurum. Kapıyı yüzüme kapatırsan hem kapını hem de evini
başına yıkmak isteği uyanır içimde.’;
‘Başka bir deyişle, sana kollarımı açmakla iyi etmişim.’
Adam güldü: ‘Teşbihte hata olmaz gerçi ama, neyse, ne demek istediğimi anlamışsın.’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:310)
Teşekkür; Teşekkür üstüne teşekkür etmek : Şükran, minnet duygularını belirtmek
“ ‘Yemeğiniz mutfakta,’ dedi. Ama benim yemeğim hep mutfakta dururdu. ‘Teşekkür ederim,’ dedim,
bakışlarımı onunkilerden kaçırıp duvar kağıdının desenine doğru hafif sesle: ‘Söyleyin...’ dedim...”
(H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:108)
“Adam rahibenin yolundan çekildi ve masadaki ekmeği aldı.
‘Hemen geri döneceğim,’ dedi rahibe kapı eşiğinden, ‘Gompertz demiştiniz, değil mi? Soracağım.’
‘Teşekkür ederim, hemşire hanım,’ diye bağırdı onun arkasından.”
(H. Böll, “Melek Sustu”, sa:12)
“ ‘... Her neyse, Genelkurmaya bir rapor vereceğim; karar onlardan gelecek. Yurttaş, Cumhuriyet için
yaptıklarınızdan ötürü size teşekkür ederim! Ey zafer! Ey Rouen! Ey pireler! Ey ay!’
Abuk sabuk şeyler sayıklayarak uzaklaştı.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:215)
“Poçeçuyev:
-Meğer adam dokuz canlıymış, dedi. Çektiği işkenceleri gördükçe beni hafakanlar bastı, ama adam
bana mısın demediği gibi, Fedya iblisine teşekkür üstüne teşekkür ediyor, üstelik Moskova’ya, yanında
götürmeye kalkıyor. Böylesi bir şey görülmüş değil!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:131)
“AZİZ TUTU’NUN DUASI
---------------------------------Teşekkür ederim size, Tanrım
lekesiz, dumansız devrimimiz için:
Bağışladık,
unuttuk, vazgeçtik;
özgürüz artık - hepimiz, Siyahlar ve Beyazlar!”
(Angifi Proctor Dladla<d.1950>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.08)
“Evlerden çıkıp kent merkezine gittiğimiz saatti. Acaba Gina, Luciano, Carletto ve kadınlar
buluşabilmişler miydi? Gina’nın açık vermemesi gerekiyordu. Ona ‘Teşekkür ederim,’ bile diyememiştim.’ ”
(C. Pavese, “Yoldaş”, sa:173)
“Oysa durumun gerektirdiği ciddiyetle yanıtlıyorum: iyidir, teşekkür ederim, bu sabah çok erken kalktı,
doğru kumsala indi, kahvaltı bile etmedi. Vah zavallı hanımefendi, diye yanıtlıyor o hep İspanyolca, aç acına
denize, olacak iş mi! Bir el çırpıyor, kocakarı koşa koşa geliyor.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:29)
Teşerrüf etmek : (Eski Osmanlı Türkçesinde) Tanışmak
“TEKİN, olağanüstü bir şaşkınlık ve heyecan içinde. - Anne... (Emel onlara hoşa gitmeyecek şekilde
bakar.) Bu hanım... (Munise’yi gösterir.) Bu hamfendi... (Sonunu getiremez. Etrafına bakınır.)
EMEL - Dilini mi yuttun?... Gelin hanım siz de mi?... (Munise’ye.) Kiminle teşerrüf ediyorum?...
(S. Engin, “Suçlu”, sa:58)
Teşhircilik : Birinin cinsel organlarını açıkça sergilemesinin yasadaki ismi
“ ‘dinle; haneye tecavüz ediyorsunuz, izniniz yok, avukatım bu şehrin en iyisidir...’
‘avukat mı? avukatla ne işin var senin?’
‘yıllardır kullanırım onu -asker kaçağı, teşhircilik, alkollü araç sürmek, çevreye rahtsızlık vermek,
tecavüz ve dövme, kundaklama- ciddi şeyler hepsi.
‘kazandı mı bu davaları?’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü-Koca Götlü Annem”, sa:111)
Teşne : Susamış; aşırı derecede arzulu, istekli
“AYŞE - Hayret, hayret hiç aklıma gelmemişti...
A. BULUR - Ben kendime deli derdim amma, ona asla!
A. HAMLET - Herifçeğizin hevesi kursağında kaldı. Beni bir dövemedi. Tuhaf değil mi? İlkokuldaki
sarıklı hocam da beni dövmeye pek teşne idi.”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:137)
“Benimle evlenmek istediğini anladığımda çok şaşırdım, birbirimizi doğru dürüst tanımıyorduk bile.
Tamam, zayıf bir dönemimdi ama, sağduyumu da hepten yitirmemiştim. Hem bilebildiğim kadarıyla evliliğe
daha çok teşne olan her seferinde kız tarafıdır, ona ne oluyordu? Evlilik konusunda büyük bir telaşı vardı. Sanki
biri beni kapmasın diye acele ediyor, filmlerde olduğu gibi Mısır’daki uzak haladan kalma büyük mirası
kimselere kaptırmadan başımı bağlamak istiyordu.”
(M. Mungan, Yüksek Topuklar”, sa:125)
^
^
Tete-a-tete : (FR.,PSYCH.,KOLL.) <te-a tet> : Başbaşa = Literally, head to head; confidential conversation
Tetikçi : Bir cinayet organizasyonunda, kurşunu sıkan son el (Argo)
“Ama yargıç, Marino’nun ifadesinin tek geçerli ifade olduğunu kabul ettiğine göre, Polisin cinayetin
hemen ardından tuttuğu tutanağı rafa kaldırmamış ve tetikçiyi oraya getiren kadın sürücülü Fiat olasılığını
unutmamız gerekiyor. Böyle bir araba yok.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:37)
Tetikte beklemek, bekletilmek; Tetikte bulunmak, durmak, kalmak, olmak, tutmak; Tetikte yaşamak :
Pusuya yatıp beklemek; aşırı tedbirliı olmak, her an sanki kötü bir şey olacakmış gibi hazır beklemek
“Yirmi yıl önceki bir tutuklamada konuşmuş da onun için adı ‘bülbül’müş. Bu yüzden artık kimse
inanmıyormuş ona. Bugün konuşanlara da, ortaya uluorta adlar atanlara da kimse inanmayacakmış. Biz de
inanmamalıymışız. Tetikte olmalıymışız.”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:37)
“Koyu renk gözlü, zeki ve ateşli bakışlı, çok güzel bir kadındı Sophie. Orta boylu, zayıftı ve tavırlarında
bir ağırlık vardı, öyle bir şey ki bu onu aynı anda hem şehvetli hem dikkatli yapıyordu; sanki içten içe, çok çok
derinlerde, tetikte olması gerektiğini biliyormuş gibi bakıyordu dünyaya.”
(P. Auster, “Kilitli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:9)
“Bu ‘yüreği dinlemek’ öyle kolay bir iş değildi. Bir zamanlar hep yola çıkmaya hazır tetikte beklerdi,
ama gel gör ki şimdi ne pahasına olursa olsun vurmak istiyordu.”
(P. Coelho, “Simyacı”, sa:133)
“Berrak, siyah gökyüzünde yıldızlar titreşiyor. Avlu kapısının çubuklarının arasından ötedeki
meydandaki bir ateşin parıltısı geliyor. Gözlerimi zorlarsam kapının yanındaki karanlık bir şekli, duvara
dayanmış oturan ya da kıvrılmış uyuyan bir adam seçebiliyorum. Hücremin kapısının girişinde durduğumu
görebiliyor mu acaba? Dakikalarca tetikte duruyorum. Kıpırdamıyor.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:120)
“İkinci kez kapıyı vurdum ve kapının ardında önce bir hışırtı sonra bir ses, onun kalın ve ihtiyatlı sesini
duydum. ‘Benim, Susan Barton,’ diye kendimi tanıttım. ‘Yalnızım, bir tek Cuma var.’ Bunun üzerine kapı açıldı.
Kapının eşiğinde Kensington Row’da ilk kez gördüğüm Bay Foe duruyordu. Daha ince ve daha çevik duruyordu.
Sanki tetikte yaşamak ve kıt yiyecek ona yaramış gibiydi.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:89)
“Ne zaman böyle olduğunu biliyor, pek çok şeyden korkuyordu. Bazı hallerde tetikte bulunması
gerekiyordu, güvenilir bir adam olmasa büyük zorluklarla karşılaşabilirdi. Oysaki Grigori bu bakımdan biçilmiş
kaftandı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:140)
“Kent karışıyordu ve Haçlılar ani bir emirle ordugaha çağırılıyor, tetikte bekletiliyorlardı. Örneğin
Murtzuflos’un kıyıdaki Filea’ya saldırdığı söyleniyordu, Haçlılar karşı koymuştu, bir savaş olmuştu, ya da bir
çarpışma; ama Murtzuflos kötü yenilmişti, ordusunun Meryem Ana simgeli bayrağını ele geçirmişlerdi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:491)
“Ara sıra bir olay hakkında bilgi edinirsek bu yalnızca Galaksiler Arası Silahlı Kuvvetler’in tüm
varlığını düzeye koyan Kurumsallaşmış Boşa Çaba kuramına uygun olarak yirmi altı bin görevlimizi tetikte
tutmak içindir.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:67)
“ ‘Ancak sana bir öneride bulunmama izin verirsen, sen de tetikte ol. O, patavatsız bir adamdır; genç
kadınlar hakkında patavatsızca düşünceler besler. Kendisin çok eskiden tanırım.’ ”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:II, sa:101-2)
“LEONARDO - Sanki bunların işleri güçleri yok, sanki aç kalmışlar. Ödeyecek parası olmayan
insanın gırtlağına sarılmak için her an tetikte duruyorlar.”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:18)
“İki hafta sonra döndüğünde ağzını bıçak açmıyordu.
-‘Bir türlü izlerini bulamıyoruz,’ diye konuştu. ‘Tellerin dayanamayacağı kadar telgraf çektik. Detektif
denen şu kentli kovboylara haber saldık. Tetikte bekliyorlar.’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:199)
“KONUŞMACI - Sevgili hemşerilerim..... yani, halkın aşağı yukarı dörtte biri öldü. Tahminlerimize
göre kırk ile altmış bin kiş kadar da hastanelerde yatıyor, can çekişiyor, çünkü orada onların yaşama
dönmelerinden çok ölmelerine yardım ediyorlar; altmış bin kadın da evlerinde yatıyor, kapılarının önünde de
tetikte bekleyen ölü kaldırıcılar var.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:209-11)
“Türküler Vardır...
Göl 1
Zindelik veriyorsun bana göl ile birlikte yazıları.
Akşamları her an tetikte, uzun ve ışıldayan yılanlar değil,
Uçlarını dışa vermiş zambak tomurcuklarıdır uyuyan.”
(Carolina İlica<d.1951>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.05.05)
“ ‘Aman, ne hoş,’ dedi. ‘Hep böyle, hep böyle gidelim.’
‘Rica ederim, hanımefendi; at üstünde bir salıncakta gibi kendinizi bırakıvermeyiniz. Daima tetik
durunuz. Yok, yok, öyle değil, dizlerinizi o kadar da sıkıştırmayınız.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:57)
“ ‘Geldim...,’ diye tekrarladı Meryem’in oğlu, öyle yavaş söylemişti ki bu sözü, arkalarında tetikte
duran Yahuda bile, elini kulağına götürmesine rağmen işitememişti. Bu kez peygamber ürperdi. Anlamıştı.
‘Ha?’ dedi va başındaki saçlar diken diken oldu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:273)
“Koğuş safi kulak kesilmişti. Vay anasını, herif mahkum muyduu, müfettiş falan mı? Mahkuma benzer
yeri yoktu. Ne olursa olsun, onlara göre hava hoştu ama, gene de tetikte bulunmalı, saygıda kusur
etmemeliydiler.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:65)
“Asım Çavuş:
‘Yıllarca eşkiyalık yapmış, Deli Durdu gibi it oğlu it bir eşkıya kolay kolay burada çarpışma kabul
etmez. Hiç olmazsa ormanın kuytuluğuna çekilir. Ormanın en ağaçsız yeri... Bunda mutlak bir iş var. Tetik
duralım.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:160)
“SUE - Evet. Size daha önce de söylemiştim ya… Babam tam bir yıldır, uskuna sefere çıktı çıkalı, Nat
ile hiç yalnız konuşmadı. Kardeşim sinsi sinsi çevrede dolaşarak onu gözetlemeye çalışıyor. Ben de onları bir
araya getirmemek için hep tetikte bulunmak zorundayım. Ne korkunç…”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:99)
“Zenci boksörün önündeki grupta birkaç dakika süren gizli bir görüşme oldu, sora sarışın küçük
arkadaşlarından ayrıldı, ceketini giymemiş, omuzuna atmıştı, elleri ceplerinde, salına salına adama yaklaştı.
Korkak ve tetikte bir hali vardı.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:136)
“JOHANNA - Genelde partizanlar da konuşmaz.
FRANTZ - Genelde, evet! (Israrlı ve deli gibi.) Almanya bir cinayet işlemeye değer, öyle değil mi?
(Nazik ve alaycı.) Bilmem, beni anlayabiliyor musunuz? Siz başka bir kuşaksınız. (Ara. Sert, katı ama içten, ona
bakmadan, gözleri sabit, tetikte bekler gibi.) Seçilmiş bir ölümle noktalanan kısa bir yaşam. Yürümek! Yürümek!
Cehennemi aşıp, dehşetin doruğuna varmak!”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:304)
“KARIM BENİM
---------------------Sarhoş kocasını bekliyor
Eve gelsin istiyor,
Kocasının güzel ensesini okşamak için
Beyaz parmaklarını ovuşturuyor.
Ayıkma için ekşi su elinde
Hanım bekliyor tetikte.”
(Nichita Stanescu<1933-1983>-Altay Kerim; “Çağdaş Romanya Şiiri-Karım Benim”, sa:77)
“Demek polis merkezine, evini gözhapsinde bulundurmaları bildirilmiş. Evi gözhapsine alacak hainler
elbette var. Ama, çok şükür başkaları da var. Cemil usta, dostları... Demek kendisine güveniyorlar.
Güvenmeseler, hiç tetikte olmasını söylerler mi?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:167)
“ ‘...Bunlar nasıl akıllar? Oğlum bunlar, kör şeytana külahı ters giydirir bir akıllar!’ diye şaştı. Onu
bırakıp Apsarlı İsmail Bey’e döndüm, ‘Hele sana geldi mi, hey Apsarlı, tetik durmalı ki, Osmanlı’nın yağlı
kemendinden boynu kurtarmalı,’ dedim.’ ”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:71)
Tevatür : Birinin hakkında çıkarılan ve yayılan dedikodu (Argo)
“Dilediğince tevatür çıksın, kasabalı, ne kasabalısı, kasabaya bağlı yığınla köyün köylüsü onu değil
istidacı (dilekçeci) İdris, Kaymakam dahil, kasabanın bütün mürekkep yalamışlarından daha bilgili, kaleminden
kan damlar sayarsa saysın, o kendisinin derecesini herkesten iyi biliyordu.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:38)
“Bu tür tevatürde her liste yapılışında yakalanma riski olduğundan, alışılagelindiğinden farklı bir
sistemin var olması gerektiğini düşündüm. ‘Kullanılmaz eşyalar’ listesini nasıl değiştirebileceğim hususunda
çalıştım.... bir silgiyi dilimle ıslatarak, gideceğim zaman, örneğin listedeki gömleklerin rakamlarını silerek kendi
istediğim rakamı yazdım. Bu sistem hiçbir kez fire vermedi.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:115)
Tevek : Asma yaprağı; asma, böğürtlen, kabak, karpzz, kavun gibi bitkilerin sürgünü, uzantısı
“Vasili, yerden kediyi, sedirin üstünden balık parçalarını aldı, kamışlarını ardını dönmesiyle koyağın
dibindeki ılgınların içine girmesi, büyük zeytinin duldasına sokulması bir oldu. Zeytinin altından Poyraz
Musanın ayak seslerini duyuyordu. Poyraz Musa kamışlığın önünden geçti, böğürtlenlere düştü. Ayağı bir
böğürtlen teveğine takılmış olacak ki, pat diye bir ses geldi kamışlığın önünden. Bir de ‘öf,’ diye bir ses duyuldu.
Ses, ‘Vay anasını,’ diyerek de ayağa kalktı, yürüdü. Vasili bütün bedeniyle kulak kesilmiş, ayak seslerini
dinliyordu.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1 – Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:168-9)
Tevekkeli, Tevekkeli değil : Şimdi anlıyorum ki; boş yere, nedensiz değil
“Pavel’e söylediği son sözler, hem de ne dar kafalıca sözler! Maksimov’un gördüğü bu işte. Tevekkeli,
okuma, diye uyardı. Ne rezalet! Mektubu yakmak, tarihten silmek istiyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:168-9)
“ ‘..Bizler tıp uygulayıcıları olduğumuz için ve tıp, sevmek ya da sevmemek gibi şeylere yervermeyen
bir bilim olduğu için, karşılaşmak istemediğimiz bir şey oldu aramızda. Birbirimizle geçinemedik, işte o kadar.
Birbirimizden hoşlanmadık. Galiba birbirimize çok benziyorduk...’
‘Tevekkeli değil, bir araya geldiğinizde kıvılcımlar saçıyordunuz!’ ”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:202)
“Rosa kahkahayı bastı: ‘Ay benim akıllım, senin tam bir erkek olduğunu, hem de ezelden beri öyle
olduğunu hep bilirdim, düşmanların hep silahlarını teslim ederlerken senin hala öyle kalmana sevindim.
Tevekkeli değil, seni dillerinden düşürmüyorlar.
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:69)
Tevekkül :
(DİN,MÜSL.) : Yazgıya boyun eyme, herşeyi Tanrı’dan bekleme, sabretme
“Tevekkül, insanın Yüce Tanrı’ya inanması, bağlanması, sadece Ona güvenmesi ve dayanmasıdır.
Tevekkül, insanın en büyük güç kaynağıdır.
Tevekkül’den yoksun olmak, bir insan için çok büyük bir kusurdur. Bir Müslüman inanır, kesinlikle
bilir ve kabul eder ki, herhangi bir isteğin elde edilmesi için sadece sebeplerin bir araya getirilmesi yeterli
değildir. Yüce Allah’ın dilemediği hiçbir iş, hiçbir olay meydana gelmez. Onun isteyip dilediği bir şeyi de hiçbir
güç engelleyemez.
Tevekkül, sebeplere sarılmaya engel değildir. Yüce Allah, her olayı bir sebebe bağlamıştır. Yüce
Yaratan’ın koyduğu kurallara, kanunlara uymak gerekir. Sevgili Peygamberimiz bir dostuna: ‘Deveni bağla,
sonra tevekkül et.’ diye buyurmuşlardır.. (250 Hadis, DİB yayını, s. 50, Hadis:569 “)
(Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:142)
“Üstünkörü bir demokrasi ve hep kesintiye uğrayan bir iç barışla yetinmek istememek kibir veya
hoşgörüsüzlük diye algılanabilir mi? Eğer öyleyse kabul, günahı boynuma, ben kibirliyim ve onların faziletli
<erdemli> tevekkülünü lanetliyorum.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:63)
Tevriye : Birkaç anlamı olan sözcüğü kullanarak, onun en uzak anlamının kastedilmesi hicvi
“XVI. y.y.’ın hükümdar şairlerinden Sultan III. Murat,
‘Bülbüla! Kıl nağmeler çünki gülistan eldedür
Eylegil seyr ü temaşa çünki bostan eldedür’
(Ey bülbül, şarkılar oku!, zira Gülistan -kitap- önümüzdedir,
Zevkle seyreyle çiçek bahçelerini, zira Bostan -kitap- elimizdedir)
derken, bahar mevsiminde olduğunu ‘tevriye’ yoluyla da, ‘Gülistan’ ve ‘Bostan’ kitaplarını
okuduğunu anlatır.”
(Sa’di, Gülistan”, sa:12)
Tevter : Defter
(Anadolu lehçesi)
“Hökümetten üç adam gelip ölünü parçalayacaklar. Açıp karnına bakacaklar. Ne yemişsin, ne içmişsin,
tevtere yazıp gidecekler. Düşmanların şımardıkça şımaracak. Heç <hiç> bir şeye elin yetişmeyecek. Bütün
fırsatlar kaçmış olacak’ ”
(F. Bayburt, “Yılanların Öcü”, sa:269)
Teyemmüm :
(İSLAM,DİN) :
Su mutlak bulunmadığı takdirde, İslam’da, uygulanacak abdest alma tekniği
“Teyemmüm, hem ‘abdest’ ve hem de ‘boy abdesti’ yerini tutar.
Teyemmüm’ün Farzları :
1. Niyet etmek,
2. El içlerini iki defa temiz toprağa veya toprak cinsinden bir şeye (taş, tuğla, kum vs.) vurmak; birinci
vuruştan sonra yüzü iki elin içi ile meshetmek, ikinci vuruştan sonra ellerle birlikte kolları meshetmek.
Teyemmüm’ün yapılışı:
a) “Euzu Besmele” okunur: “Euzu billahi mineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim.” Niyet edilir.
b) Parmaklar açık olarak elin içi temiz toprağa veya toprak cinsinden olan bir şeye sürülür ve ellerin
içleri ile yüzün her yeri (çene altı dahil) meshedilir. Ellerin içleri temiz toprağa ikinci kez sürülür. Kolların
abdestte yıkanması gereken yerleri, ellerin içi ile meshedilir.
(Önce sol elin baş ve şahadet parmakları ayrılır, diğer üç parmakla sağ elin dış parmak uçlarından
başlanmak suretiyle sağ kolun dirseğe kadar olan dış yüzü meshedilir. Daha sonra diğer parmaklar ve avuç içi ile
aynı kolun avuç içi ve iç yüzü meshedilir. El ve kolun meshedilmedik yeri bırakılmaz.)
Aynı işlem, sol kol için de yapılır.”
(Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:169)
Tez; Tez canlı; Tez yazmak; Tez’e sarmak : Çabuk, şimdi, hemen; Titiz, her şeyin hemen olmasını arzulayan,
aceleci; Üniversite öğrenci ya da öğrencilerinin derece alabilmek için idarece kabul edilebilecek bilimsel bir
konuyu <tez> üstlerine sunmaları; Eskiden tez basılan atlastan yapılı kalın ve dayanıklı kağıt
“ARGO GEZİNEN KAYALAR ARASINDA
------------ Derken, yakaladı yine yeniden Argonautlar
rüzgarı ve yol aldılar pupa yelken.
Geçtiler tez zamanda Thrinakia çayırlıklarını
Helios öküzlerini besleyen...”
(Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:23)
“Yaşlı Büyükannenin Düşü
Tek başımayım, ak saçlarım sert
rüzgara
yakalandı, dağın tepesine tez
ulaştım.”
(Susan Bright<d.1945>-Defne Bilir; “Şiir Atlası-Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap, 18.10.07)
“ELIZABETH - Kimi içeri alacaksın?
MARTA - Zozik’i.. burada, dışarda.
ELIZABETH - Bu kadar çabuk mu? Nasıl olur?
MARTA - Tez canlıyımdır... onu zaten çağırmıştım.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:27)
“O zaman bunun tam bir berlin <Bk.> değil, ön tarafında oldukça ufak bir kupa’sı da bulunan dört kişilik
büyük bir araba olduğunu fark ettim. Arabaya bir iki dakika dikkatle baktım; derken Bay d’Anquetil’in, başında önü
köşeli, yanları kanat biçiminde başlığı ve mantosunun altında paketler bulunan Yahel’in eşliğinde böğürü tırmandığını,
eski bir tez’e sarılı beş altı kitap yüklü Bay Coignard’ın da onları izlediğini gördüm. Onlar gelince sürücüler arabanın
basamağını indirdiler ve benim güzel metresim, balon şeklindeki eteğini kaldırarak, aşağıdan Bay D’Anquetil’in
itmesiyle kupaya yükseldi.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:157)
“İSA YAŞI
Başkasını görmedim ben, bunca tez halk edilmişyama yama üstüne, dikişler milim milim.
Meleklerin öz evladı, şeytanca emzirilmiş,
aklı bunca karışık başka insan görmedim.”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“BİR BEYAZ GÜLE AĞIT
----------------------------------
Apak yündün ya da meltem.
Düşlere dalmış bir yıldız.
Sular içinde uyanık
bir ormandan geceleri.
Ya dev gibi bir inciydin ertesi gün,
ya koskoca bir dağ,
ya da zamanın saydam ve tez canlı bir çiçeği.
Çılgınca, umutla kovaldım seni.”
(Efrain Huerta<1914-1982>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.10.04)
“EV
elleri tez canlı bir timsahın
derisine benzeyen
küçük adam,
küçük yaptığını söylüyor evini
kış geceleri
daha ılık geçebilir, diye
---sanki
farklı bir dünyanın içinde
gezinmekten yorulunca ikisi de
uykuya dalıyor bütün yıldızlar
bu evde”
(Seitlhamo Motsapi<d.1966>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.10.06)
“Hoş, bu yaz, güzellikten yana geri kalmaz ki
Bülbülün ağıtlarla susturduğu geceden;
Gel gör ki tüm dalları büker hoyrat musiki,
Orta malı meyvadır tadını tez yitiren.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:102, sa:245)
“Oysa Rudin’in, bu yakışıklı ve güçlü çocuğun birçok küçük yönü vardı; dedikodu bile yapıyordu; onda
her şeye burnunu sokma, her şeyi belirleme ve açıklama tutkusu vardı. Onun tez canlı etkinliği hç
azalmıyordu...”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:105)
Tezat kumkuması : Zıtlıklar karmaşası, ikiricikli konuşan ya da davranan
“FAUST - Tezat kumkuması seni! Haydi bakalım! Bana yol göster. Burada bile istediğimiz gibi
dünyayla ilgimizi kesebilmek için, Walpurgis <Cadılar> gecesi Brocken’e gelmekle, doğrusu çok akıllılık ettik
diye düşünüyorum.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:214)
Tezat oluşturmak : Çevreyle uyumsuz, tam tersi görünüm sergilemek
“Kodesten çıkan adamla iki sarhoş berduşun arasında tam orta yerde, duvar kenarında değil ama
koridorun tam ortasında yaşı kırktan fazla olmayan, bayağı hoş bir bayan duruyordu; elinde dişilikle ışıl ışıl
ışıldayan bir tebessümle gelen geçene uzattığı kırmızı bir kumbara tutuyordu; kumbaranın üstünde bir yazı
okunuyordu: Cüzamlılara yardım edin. Kadın giysilerinin şıklığıyla etrafıyla tam bir tezat oluşturuyordu ve
heyecanlı hali koridorun loşluğunu bir fener gibi aydınlatıyordu. Çok belli ki, onun varlığı iş günlerini orada
geçirmeye alışmış dilencileri illet ediyordu ve müzisyenin ayakları dibine bırakılan trompet, böylesine adaletsiz
bir rekabet karşısında teslimiyetin çok anlamlı bir ifadesiydi.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:185-6)
Tezek : Kurutulmuş manda dışkısı
“Bekir, bir kaç parça tezek attı ocağa. Sonra, kilimin üstünde bağdaş kurmuş olan babasının yanına
çömeldi. Üçü birden, Hafızın açılmasını beklediler. Hafız ancak akşama doğru kendine gelebildi.”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:8)
“Tekrar sustular. İçerisi çok sıcaktı, ineklerin ot yataklıklarından çıkan keskin kokunun artırdığı nemli
ve canlı bir sıcak vardı. İneklerden biri ayağa kalkmış, tersliyordu; yere düşüp yayılan tezeklerin çıkardığı
gevşek, ölçülü ses işitiliyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:101)
Tez elden :
Çarçabuk, ilk fırsatta
“FİRS - Keyfim yok. Eskiden balolarımızda generaller, baronlar, amiraller dans ederdi.... Rahmetli
efendim, büyükbaba, her hastalığı mühür mumu tozuyla tedavi ederdi. Yirmi yıldır, hatta daha fazla, bu tozdan
alıyorum, belki de yaşamamın nedeni bu.
YAŞA - Kafa ütüledin artık dede. (Esner.) Tez elden nalları diksen iyi olacak.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:153)
“Véronique (bu taraçada), Paris dairelerinde hiç mi hiç iyi yetişmeyen aspidistra’lar yetiştirmeyi
koymuştu hemen aklına; ama taraçaya gitmek için, Anthime’in tez elden laboratuar haline soktuğu limonluktan
geçmek zorunluğu vardı.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:4)
“Her oyun, düşünce ve estetiğin değişik alanlarına ilşkin yoğun tasarımların yan yana sıralanmasından,
düzenlenmesinden, gruplara ayrılmasından ve karşı karşıya getirilmesinden oluşmaktaydı; zamanüstü değer ve
biçimlerin tez elden anımsanması, usun egemenlik bölgeleri içinde ustalıkla gerçekleştirilen kısa bir uçuştu.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:37)
“Eskiden darıldıysam da
Aphrodite’ye
şimdi yalvarıyorum
öç almaya kalkmasın,
seni tez elden yollasın diye”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “neden gene deli gönlünü çelen”, sa:119)
“ ‘Napoléon’un başarılarına gelince, bu olanaksız bir şey, benim zavallı dostum: Bizim beyler onu tez
elden öldürmenin pekala yolunu bulurlar. Daha bir hafta önce Milano’da hepsi de çok iyi düzenlenen ve
Napoléon’un mucize kabilinden kurtulduğu tam yirmi üç cinayet tasarısının öyküsünü işitmedin mi?’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:43)
Tezgah altı : İş ya da işlemlerin usul dışı, gizli ve dalavereli, kaçak yapılması (Argo)
“ROSA - Evet, ama bu kahrolası ruhsatsız küçük fabrikaların birinde bir makine bozulduğunda, tamir
için kimi çağıracalar? FIAT teknisyenlerini. Yönetim hiç ortalıkta görünmez tabii ki. Her şey tezgah altı. Kaçak
iş işte!”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:25)
Tezgah kurmak; Tezgahlamak : Hile hurda ile düzenlemek; cinsel ilişkide bulunmak için yer ve imkanları
ayarlamak (Argo)
“Aslında, ormandaki bu karşılaşmayı tezgahlayan, adamı ağına düşüren Chantal’ın kendisiydi.”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:23)
“Derken etrafa heyecan veren yeni bir olay patlak verdi, yaratıcısı ve baş aktörü yine tüm muzipliklerin
tezgahlayıcısı gözüyle bakılan Heilner idi.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:124)
“KONUŞMACI - Sevgili hemşerilerim..... halkın aşağı yukarı dörtte biri öldü..... Ancak danışmanların
beşte bir,ne karşılık yönetilenlerin yalnızca yirmide birinin kent dışında olması gerçeği, bu işin ne denli
Makyavelci bir biçimde tezgahlandığını açıkça kanıtlamaktadır.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:209-11)
“Müfettişler müfettişi’nin gözleri parladı:
-Evet?
-Gene öyle, tezgahımızı kurup, bütün mesele, seni buradan çıkarmak!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:74)
“Mahkemede olup biten çok şey var, bunlar açığa çıkarılmalı ve eğer ‘hasta’ mahkeme huzuruna
getirilmişse, konuşmasına izin verilmeli. Ama olaylara, ‘bir an evvel bitirilmesi gereken bir iş’ olarak
bakılıyor..... Bu, benim ve benim gibi diğerlerinin kalpten hissettikleri şey. Eğer bana bir şans verilseydi, kendim
hakkında herhalde epey şeyler söyleyebilecektim ama her şeyin önceden tezgahlandığı gün gibi besbelliydi.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:83)
Tezikmek; Teziktirmek; Tezmek : Yolunu şaşırmak, şaşırttırmak, sürüden ayrılıp gitmek
“‘Bırakmazlar,’ dedi Memed. ‘Biz burada en az üç gün kalmalıyız. Onlar, bizden ses sada çıkmayınca,
üç günden fazla kalmazlar.’
‘Ben onları teziktirdim,’ dedi Müslim. ‘Onlara aşağıyı gösterdim, bucağı, ben yukarıya kaçtım.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:33)
Tezi yok : Hemen, çarçabuk (Yarından, şimdiden ......)
“PANTALONE - Bir arkadaşın muzipliği mi dedin? Şakası yok bu işin. Seni evime alamam artık,
kapımdan içeri bir adım bile atamazsın. Şimdiden tezi yok, hemen yola çık.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:134)
“-... Ama kızkardeşi Eriknaz var, bu akşamdan tezi yok, ona gereksinmem olacak; nerde oturduğunu
söyle bana, beni hemen onun evine götür, olmaz mı?
-Eriknaz mı? Ben de tutmuş kimden söz ediyorum! Ağabeyinden sonra onu da toprağa koymuşlar, o
da ölmüş.”
(P. Loti, “Doğudaki Hayalet”, sa:70)
“Yeniden öfkelenerek, gözlerinin aklarına kadar kıpkırmızı kesilen prens:
‘Ne demek haksız!’ diye haykırdı. Düşes, Romalılara yaraşır bir azametle:
‘Hepsi bu kadar değil!’ diye sürdürdü. ‘Bu akşamdan tezi yok,’ ardından da saate bakarak: ‘Şimdi saat
on biri çeyrek geçiyor. Bu akşamdan tezi yok, Altesleri Raversi markizine bir haber gönderip, akşam üzeri
salonda sözünü ettiği bir davanın yorgunluğu dinlendirmek üzere sayfiyeye gitmesini öğütlediklerini bildirirler,’
diye ekledi.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:285)
Tezkere : Bir kimsenin askerlik görevini bitirdiğine dair kendisine verilen resmi belge; b) Kişiye verilen resmi
izin kağıdı; 3) Pusula, not
“Baytarın kulağına eğildi: ‘Bundan sonra İshak Binbaşı buradan giderse yerine de başkası gelirse beni
gene asmazlar değil mi?’
‘Asmazlar. Elinde kapı gibi tezkeren var, bir de senin terhisini daha sağlam oldun diye nüfus
cüzdanına da ekledi. Senin tezkerene top mermisi bile işlemez.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları, Cilt:3, sa:153)
Tha’is : (TAR.,SOSY.,KOLL.,MISIR) <Ta’is> : Büyük İskender’in Asya Seferine katılan ve sonradan Mısır
Kralı Ptoloemy Lagus ile evlenen Atina’lı fahişe; Akıllı ve bilgili fahişe
Tha’is, Académie Francese’e seçilen ve 1921 Nobel Edebiyat şereflisi Fransa’nın XIX. y.y. büyük
yazarı Anatole FRANCE (1844-1924) tarafından da kaleme alınmıştır. Ben hatırlarım, 1930’ların ortalarında,
(galiba) Remzi Kitabevi tarafından yayımlanan harika bir romandı, hep okuduk o zamanlar. <Dr.İ:E.>
Thébais :
(AEGYPT.):
‘Theb’ kenti nedeniyle, ‘Yukarı Mısır’a verilen isim. Keşişlik buradan yayılmıştır
“Senin müziğn: bu yalnız dünyanın çevresini sarmalıydı, bizim değil. Thebais’de sana çekici bir piyano
yapmalıydılar ve bir melek seni kralların ve fahişelerin ve keşişlerin gömülü yattıkları çöldeki sıradağların
arasından, bu ıssız çalgının başına götürmeliydi. O zaman melek kendisini yükseklere fırlatır ve giderdi, çalmaya
başlayacaksın korkusuyla.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:104)
Theban Kosmogoni : <The Theban Cosmogony> : (MISIR.MYTH.) : Yukarı Mısır’da bir kent olan
Thebes’in baş tanrısı, Yeni Krallık (M.Ö. 1570-1085) devrinin başlangıcında, merkezileşmiş hükümeti kurmaya
karar verdi. Adına A m o n da derlerdi ve zaten yerli tanrı Mont’u yutmuştu. Bu zamanda, diğer kült’ler de
varlıklarını olgunlaştırmışlar, Mısır’ın her tarafında tanınmış Yüksek Tanrılar, Kült merkezlerinde
toplanmışlardı. Artık binlerce yıldanberi gelişen dinlerinden istifade etmenin tam zamanıydı. Bundan dolayı,
Thebes’in dini liderlerinin de, başı çekmeleri için, daha önceden gelmiş geçmiş kozmogoni’leri de
içselleştirmeleri gerekiyordu.
“Eski Hermopolitan mitlerinde de boy gösteren Amon, görünmez de olduğundan, ‘hava’ ile ilintili idi.
Bir dinamik fors olarak, tabii bu niteliğinden Suprim God olması için faydalanacaktı. Theban doktrin, böylece,
tüm diğer yaratıcı-tanrı’ların niteliklerinden bazılarını abzorbe etmesi gerekiyordu. Thebes, zaten diğer bütün
merkezlerin örnek aldıkları ilk şehir idi. Thebes, yaratılışta hem ‘ilk su’yun bulunduğu (Nun) ve hem de ‘ilk
yaratılan tepe-toprak’ ‘primeval round’ idi. Şehir, dünya yaratıldığında tepe üzerine kurulmuştu, hala da orda idi.
Thebes, Ra’nın ‘gözü’ idi.
A m o n, kendi kendini yaratmıştı; onu yaratacak başka tanrı olmadığı gibi, annesi de yoktu babası da.
Görünmezdi ve bu bir sırdı. Diğer bütün tanrılar ve tanrıçalar, Ra ortaya gelip de ilk akt’ını perform edinceye
kadar hiç bir şey yapmamışlardı. Ptah’ın kendi ulvi yapısını geliştirmek için nasıl diğerlerini kendi ulvi yapısına
eklediyse, Amon’nun da, diğer bütün kozmogni’lerin faaliyetlerini içine meczetmesi gerekiyordu. Herşeyden
evvel, ‘Ogdoad of Hermopolis’i şekillendirdi; ikinci olarak, Tatanen görünümünde, ‘Mound of Memphis’de,
diğer tanrıları yarattı. Amon, ondan sonra dünyayı terkederek cennette Ra olarak iş gördü. Daha sonra, Nun’ın
ortasında, ‘divine child’ - mukaddes çocuk görünümünde lotus’un petallerini açtı. Ra -ya da- Horus gibi, gözleri
dünyayı ışıklandırdı. Thoth gibi, ay’dı o. Ogdoad’ın ulvi papazlarını ve dini liderlerini organize etti. Tefnut’ı,
tanrının odacısı yaptı. Thebes’in ruhani liderleri de, şehri, Osiris’in doğumyeri olarak ilan ettiler ki, kraliyet
sarayı ve toprağın mümbitliği gibi çok önemli konu ve tema’larla yakın ilgisi olan Osiris’in şöhreti de böylece
katmerlenmiş oldu.”
(Veronica Ions, “Egyptian Mythology”, Library of the World’s Myths and Legends, Peter Bedrick
Books, 2nd Ed., New York, 1988, sa:30-32) (Çev.: İ.E.)
Thélémite : Ünlü Fransız hekim, hümanist ve hiciv yazarı François Rabelais’ <1495-1553> nin, Ortaçağ
yaşam ve zihniyetine bir hiciv olsun diye yazdığı GARGANTUA adlı eserindeki, aynı isimli koca ağızlı bir dev ile
yaşayan kurgu ürünü laik erkek ve kadın toplumun yaşadığı manastır. Bu kurguda, isteyerek bir araya gelen
Telemliler, en ince tatlar ve mutluluk türleriyle en ideal (?) bir toplum yaşama örneği vermeye çabalarlar.
“Rengi koyulaşmış ve lekelenmiş ananın beyaz çerçevesi üzerinde, eski kadınların kullandıkları
mücevher zincirlerinin asılı olduğu iki bakır çengel, özenle kurduğum saatimi oraya bırakmam için beni davet
ediyor gibiydi; çünkü Thélémite’lerin özdeyişlerinin <vecize> tersine, benim düşünceme göre insan, hayatın ta
kendisi olan zamanı saatlere, dakikalara ve saniyelere böldüğünde, yani insan ömrünün kısalığıyla orantılı olarak
parsellediğinde, işte ancak o takdirde zamanın efendisi olur.”
(A. France, “Sylvester Bonnard’ın Suçu”, sa:66)
Thémistocles : (YUN. MYTH.) : (M.Ö. 524-460) Atinalı devlet adamı ve deniz strateji uzmanı. Tarihte ünlü
Salamis deniz savaşını yenerek (M.Ö. 480), Yunanistanın Pers hakimiyeti altına girişini önlemiştir. Tüccarların
ve gemicilerin temsilcisi olarak, o zamanlar seçilmiş ne yüksek kişi demek olan arkhon’luğa <Büyük belediye
başkanlığı, Sivil toplum başkanı> M.Ö. 493’de seçilir seçilmez, o kıyıların en güvenilir ve savunulabilir
Pairaieus (Pire)’daki limanı muhkem bir hale getirdi. İ.Ö. 483’de Sunium yakınındaki gümüş madenlerini, gemi
yapımına sarfettirebildi ki, Pers kralı Serkes saldırıya geçtiğiinde (M.Ö. 480), Atina’nın kadırga sayısı 200’e
ulaşmıştı. Bunalım esnasında Atina’yı yöneten Aeropagos Meclisi, evvelden sürgüne gönderilmiş komutanları:
Aristides ve Ksanthippos, geri çağırdı. Bundan sonra Thémistocles’in yıldızı sönmeye başladı. Türlü entrikalar
çevirmek ve Pers’lerle işbirliği yapmakla suçlanınca (M.Ö. 472) Pers’lere sığındı ve ölümüne kadar, orada bazı
illerde valilikler yaptı.
“Yine de tümden aptal değildim ve öğretmenlerimin istedikleri her şeyi öğretebildiler bana, yani bir
parça Yunanca ve Latince. Yıllarca eskilerle haşır neşir oldum <uğraştım>. Miltiades’e saygı ve
Thémistockles’e hayranlık duymayı öğrendim.”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:96-7)
Théocrito(u)s :
(YUN.): M.Ö. III. y.y., Sicilya’da doğmuş Grek lirik şair. Pastoral şiirin yaratıcısı sayılır.
“Babam bana hayranlıla baktı, sonra rahibin kulağına, benim her istediğimi doğuştan gelen bir
kolaylıkla öğrendiğimi fısıldadı. Rahip:
-Öyleyse, dedi, ona derin yapıtları okutup zekasını açmalı. Çünkü bu yapıtlar insanın şerefi, yaşamın
avuntusu ve bütün kötülüklerin, hatta şair Théocritos’un dediği gibi, aşk yarasının bile ilacıdır.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:15 -6)
The’ogony : (DİN,KOLL.) <Teo’goni> : Tanrıların (soy)adlarını yazan kitap; Şiir kitabı. <Not.: Hz.
Allah’ın anıldığı 99 (doksak dokuz tür) isimlerini, Bu lügatımızın ‘Allah’ sözcüğünde t e o g o n i k bir liste
halinde bulacaksınız. (İ.E.)
Théophany : (DİN,KOLL.) <Teo’fani> : Tanrı’nın insana görünmesi; Ortodoks Kilisesinde, Hz. İsa’nın
Vaftizine simge olarak h a ç ı n s u y a a t ı l m a s ı
theor’bo - theorbo lute : (TAR.,MUS.,MYTH.) <teor’bo; theorbo luyt>> : XVII. ve XVIII. y.y.lar’da
kullanılan, u d’a benzer,çift saplı ve gövdeli musiki aleti. FR: téorbe, théborle, tuorbe; ALM.: Theorb,
ITA.: tiorba, tuorba
“Diyapozonla kuvvetlendirilmiş dindirilemeyen ‘Bass’ nağmeleri ile karakterize olan bu aletin ilk kez
İtalya’da geliştirildiği bilinir: ilk adımı Antonio Naldi (=Il Ballerda), Floransa’da Cavaleri ile beraber (1592)
attı, sonra 1601’de Caccini ve 1636’da Mersenne tarafından daha da geliştirildi. İki vücutlu bir alet olduğu için,
‘tuning’- Akord etme, özellikle orkestrada ‘accompaniment’ olarak çalarken oldukça güçtü. ‘Mızrap’ kutusu
gövdeye eklenmişti. Uun ve kısa form’larda olurdu; en kısası, ‘Syntagma Musicum’ 1619’da yapılmış olup, 1
Brunswick foot : 28 cm.’lik tombiş idi.”
(Tarihi bölümler, “The New GROVE Dictionary’den akınmıştır, Vol.:18, pa:739-40)
Thérese : (YUN. MYTH.): Yarı tarihsel, yarı mitolojik Yunan kadın kahramanı. İnsan etiyle beslenen canavar
Minautor’u öldürmek gibi Hercules’ün yaptığına benzer olağandışı işler başarmıştır.
“Ey ihtiyar Sylvestre Bonnard; sen ki az önce, koruman altındaki genç kızı şu andaki güzelliği
içersinde, gözlüklü ve kurumuş gözlerden başka gözleri görmesin diliyordum; dileklerin en beklenmedik
biçimde yerine geliyor işte. Ve küstah Thérese’e yaptığı gibi, bir ses de sana şöyle diyor:
Korkun ey Sultanım, korkun ki her şeyi duyan Tanrı
Dileklerinizi tüketecek kadar sizden nefret etmesin.”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:134)
Thermidor :
– 17 ağustos
(FR. MYTH.): 1789 Fransız Büyük Devriminde Cumhuriyet Takvimi, on birinci ay, 19 temmuz
“Thermidor güneşi kanlı bir erguvan renginde batarken, Evariste, kamu mülkü arasına alınan ve işsiz
güçsüz Parislilerin gezindiği Marbeul Parkı’nda karanlık ve tasalı bir yürekle dolaşıyordu. Limonata içilir,
dondurma yenirdi burada; genç yurtdaşlar için atlıkarıncalar ve atış yerleri vardı. Bir ağacın altında yırtık
elbiseli, kara başlıklı bir çocuk saz çalıp bir köstebeği oynatıyordu. Henüz genç, ince yapılı, mavi giysili, saçları
pudralı bir adam, yanında iri bir köpek, bu kır müziğini dinlemek için durdu. Evariste tanıdı adamı, Robespierre
idi. Solgundu, zayıflamıştı; yüzü keskin bir hal almış, üzgün çizgilerle dolmuştu.”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:289)
Thor :
(İSKANDİNAV MYTH.) : Baş Tanrı ‘Odin’in hakimiyeti gevşedikçe, İskandinavya’da varlığını
belirten Tanrı.
“Viking kudretinin son zamanlarında, bu iriyarı, son derecede kuvvetli, kızıl saçlı, parlak gözleri ve
‘ben burdayım’ diyen bir sakalı, Thor’un her yerde kudret olarak varlığını kanıtlıyordu sanki. Ayrıca, belinde bir
‘might-kudret’ kemeri de vardı, onu sıktıkça, kuvveti ve etkinliği artardı. En önemli el araçları ise, ‘mighty
gloves’ – sihirli, kudretli eldivenleri idi ki kayaları tuttuğu gibi koparır, keçilerin koşulduğu arabasıyla semaları
aşar giderdi. Bu eldivenlerle de Mjollnir adını verdiği müthiş çekici ile de dev’lere, vahşi yaratıklara, Tanrının
ve insanların düşmanlarına karşı kendini çok başarılı olarak korurdu. ‘Dünya Yılanı – World Serpent’ ve MistCalf: Kil’den yapılmış bir figür ile yaptığı ve kazandığı ölüm-kalım savaşları, yaptığı duello, tarih boyunca
süregelmiştir. Son savaşında, mamafih, büyük Dev’den ancak küçük oğlu Magni’nin yardımıyle hayattta
kalabilmiş ve ona bir Dev’in atını hediye etmişti.”
(H.R. Ellis Davidson; “Scandinavian Mythology”, Library of the Worlds Myths and Legends, Peter
Bedrick Books, 2nd Ed., New York 1988) (Çev.: Dr.İ:E.)
Thugs : (HİNT,MYTH,MİST.,DİN) <Ta’gs> : Gizemli bir HİNT mezhebinin üyeleri. Tanrıça Kali (Bk!)’ye
taparlar; öldürecekleri insanlarla önce güven sağlar, sonra boğazlarlardı. O zamanlar idare edildikleri
İngiliz’ler tarafından (1831-37), şiddetle bastırıldılar. H i n t kökenli bir müzik aleti olan, ince madenden
yapılmış, dört borudan oluşan bir çeşit uzun trompet olan R a m s i n g a’yı hünerle çalmakta ünlüydüler.
“Çok uzun bir soluk gerektiren bu çalgının sesi çok uzaklardan duyulabilir. T h u g s’lar bu çalgıyı
kutsal B a n y a n ağacının yanında çalarlar, ağacın gövdesindeki bir yarıktan, yeraltındaki tapınaklarına
giderlerdi.”
(U. Eco, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe, 625)
Thunor :
(İSKANDINAV.MYTH.) Alman’ların, göklerle ilgili olarak, tapındıkları Tanrı.
“Bu Tanrı’nın, fırtına, yıldırım düşürme ve ışık kudreti üzerinde hakimiyeti vardı. Halk arasında
Romalı’ların Jupiter’ine eşdeğer tutuluyordu. Tanrı Odin’in kudreti zamanla azalırken, özellikle Orta ve Batı
Avrupa’da, Thunor’un hakimiyeti, elde balta ve koruyucu şilt, IX. y.y.’dan itibaren ICELAND’de daha
belirliydi.”
(H.R. Ellis Davidson; “Scandinavian Mythology”, Library of the Worlds Myths and Legends, Peter
Bedrick Books, 2nd Ed., New York 1988)
Tıfıl : Küçük, ufak yapılı, küçük çocuk, ufak tefek; Genç, acemi
“Oturduğunuz köyden hiç dışarı çıkmadığınız halde, bilmem hangi papaz okulunu bitirdiniz diye
şövalyeliğe kara sürmeye, gezgin şövalyeleri lekelemeye hakkınız var mı sanıyorsunuz? Keyif için değil de, iyi
insanları ölümsüz kılan şeyler uğruna dünyayı dolaşmak, boşuna vakit kaybetmek oluyor öyle mi? Eğer bir
şövalye, asil, yüce gönüllü, erdemli biri bana ahmak deseydi, bir hakaret; fakat sizin gibi şövalyeliğin zahmetli
yollarından birini geçmemiş, tıfıl, eğitimli insanların sözlerine aldırmam ben. Şövalye doğdum, yüce Tanrı izin
verirse, öyle de öleceğim.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:599)
“... yeni gelene uzunca bir zaman hiç bakmazdık, sanki onun onurunu incitmek istemezdik. -Hoş,
mahpushanede onur ancak gardiyanın sopasının ucundadır ya!- Fakat bu kezki kahramanımız pek de tıfıl
göründüğünden merakımızı yenemedik, yan gözle süzüyoruz.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:47)
“Eğer aşık olduysa bu onun suçu değil ki.. Ona çok dikkat ettiğini biliyorum. Genç ve güzel bir kadın
aslında.. İstediği her adamı elde eder. Yeni kolej mezunu bir tıfıl olmasına rağmen..”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:24)
“Polislerden biri -tıfıl komiser yardımcısı- altına çektiği bir arkalıksız iskemlede, bir şeyler yazıyordu.
(Herhalde tutanak olmalı.) ‘Emrin büyük yerden geldiği’, bir yanlışlık yapmamak için, her sözcükte dilini
ağzının sağ yanından sarkıtarak ıkınmasından belliydi.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:293)
Tığ gibi : İnce uzun, sağlam ve çevik yapıda
Üsküdarlı Vasıf Hoca, yakından tanıdığı Bostancı Behçet (Tulumbacı)’in hayatını şöyle anlatıyor:
“İlk gördüğümde bir Hind beyzadesi zannetmiştim: esmer güzeli, 19-20 yaşlarında bir delikanlıydı;
uzun boylu, tığ gibi, tulumbacı olmak için yaratılmıştı. Çehremeni sandığı uşaklarından 1875-1880 arası doğmuş
olacaktır, fakir bir yük arabacısının oğluydu. Çocukluğı yalın ayak, yarım pabuçla minnet içinde geçmiş, bir iki
sene mahalle mektebine <okuluna> gitmiş..... geçim sıkıntısı ile okuldan alınarak sanata verilmişti..... hiçbir işte
tutunamamış; yorgancılık, bostan yanaşmalığı, bakırcılık hatta çalgıcılık ve hamam uşaklığı yapmış, .... türlü
renge boyanmış, tek sebat ettiği <içinde kaldığı> yol, sandık kolu altına girip yalın ayakla yangınlara koşmak
olmuştu.”
(R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:189)
“NAT - Annem o sözü söyleyip de baygın bir halde geriye doğru yuvarlandığı zaman öldü sandım..
BARTLETT, dalgın. - Arıklık. Dinlenince gene düzelir. (Nat’ın dikkatini uskunaya çeker.) Tığ gibi
gemi, delikanlı… Yeli buldu mu ardından şeytan yetişemez. Onu satın alırken elime ne geçtiğinin
farkındaydım.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:72)
Tığ teber şahı merdan : Kumarda parasını son meteliğine kadar kaybettiktikten sonra, bu konumu en güzel
ifade eden; hiçbir anlam ifade etmeyen Farsça sözcüklerden, Osmanlıca düzenlenmiş bir deyim. Farsça’da,
“Tiğ-i teber: Baltanın kesen tarafı; Şah-ı merdan ise: Erkeklerin şahı anlamlarına gelir. Belki, -bu kadar
kaybettikten sonra- hayat ormanında <baltamın kesecek başı kalmadı> anlamında düzenlenmiş olabilir.
“O günden sonra (Şits) başladı azizle (Yan) yatıp kalkmaya. Talimlerde bile yanından ayırmıyor.
Kumarda da talihi bir açıldı, sorma. Nerede konaklayıp çadır kursak, iskambil oynuyoruz ve her seferinde ütüyor
milleti. Ta ki Prakeyn dolaylarında Drahenitse’ye gelene kadar. Seninkinin talihi bir döndü, aklın durur. Bir
kaybetti pir kaybetti, son meteliğine kadar. Tığ teber şahı merdan.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:431)
‘Tık’ etmek, ‘tık’ diye kapamak : Kapı, telefon vb.’nin vuruluş ya da kapanış sesini taklit
“Firmano zili çaldı ve kapı tık ederek açıldı. Don Fernando kütüphanenin altındaki divana gömülmüş
oturuyordu. Üzerinde robdöşambrı vardı, sanki az önce kalkmış gibi, boynunda da ipek bir fular.”
(A. Tabucchi, “Damasceno Montreiro’nun Kayıp Başı”, sa:207)
Tıka basa (doldurmak, dolu olmak, doyurmak, yemek) : Ağız ağıza doldurmak, dopdolu yapmak; Bolcana
yemek
“ERKEK : Elim ayağım da buz kesti.
GARSON : Mideniz boş mu? Sabahleyin yemiş miydiniz bir şeyler?
ERKEK : Evet, yemiştim. Yolculuğa çıkarken de midemi tıka basa doldururum. (Bir susuş.) Biraz
su… biraz su verir misiniz bana?
GARSON : (Koşarak sürahiden su koyar.) Şimdi bayım.”
(S.K. Aksal, “Oyunlar-Kahvede Şenlik Var”, sa:414)
“Kütüphane katlarının her biri ötekilerinin aynısıdır: Bu kitapların kaç milyar, kaç trilyon sözcük
olduğunu düşündüğün zaman kitapları çok seven seni bile şaşkına çeviren, heyecanlandıran, başını döndüren
binlerce, on binlerce, yüz binlerce kitapla, bir milyon kitapla tıkabasa dolu, yüksek, gri metal rafların sıra sıra
dizildiği, penceresiz, kocaman bir alan.”
(P. Auster, “Görünmez”, sa:80)
“Bir ara Gil ve ben odadan çıktık, binanın bodrum katındaki nezarethaneye indik. Hücreler, hepsi de
kara derili olan tutuklularla tıkabasa doluydu; adamların en azından yarısının üstü başı yırtılmıştı, yarılan
kafalarından kan boşanıyordu, suratları şişmişti...... Hepsini polisler dövmüştü.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:79)
“Lise öğrenimini bitirmekte olan ve okulda oynanan piyeslerden çok hoşlanan bu sevimli yaratık,
bankacının biricik kızıydı. Bu sırada çağrılılar, sindirim yemeklerini hesaba katmadan tıka basa yedikleri nefis
bir yemekten sonra gelen sessizlik ve tembelliğin tatlı gevşekliği içindeydiler.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:56)
“Dukinella’nın köpeklerini, onların çalışkanlıklarını, canlılıklarını ve zekalarını sevdiğim için, İrlanda
ile hiç ilgisi olmayan, Almanya ile çok ilgisi olan bir öykünün içine yerleştirdim. Beni rahatsız eden başka
kağıtlar da var sıkça elime geçen: Mahalledeki insanlar, ya da Valley Okulu’ndan önceki ayin; çekmecem tıka
basa dolu.”
(H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:139-40)
“HASTALIK KORKUSU
------------------------------başını döver çekiçle
bir şiir uydurmak için size,
örneğin:
ürküyorum gözlerimi kapamadan
yaşamak istemiyorum karanlıkta, görmek
istemiyorum olanları
Paris hastaneleri tıka basa dolu, hasta
insanlarla”
(Breyten Breytenbach<d.1939>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.09.07)
“Kütüphane, yerden tavana kadar koyu renk lambri kaplı kare şeklinde geniş bir salondu. Her tarafta
tıka basa dolu yüksek kitaplıklar vardı. Siyah bazaltla süslenmiş kehribar mermer, insana burasının bir zamanlar
saray olduğunu hatırlatıyordu.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:194)
“Çay fincanları elden ele dolaşır, mutfaktan koridora, ordan büyük odaya gider, sonunda, Jonas’ın
küçük işliğinde birikirlerdi; Jonas burda, odayı tıka basa doldurmaya yeten bir avuç dost ve konuk arasında,
insanı büyüleyecek kadar güzel bir hanımın özellikle kendisi için doldurduğu çayı, gönlü minnet duygularıyla
kabarmış olarak alana dek resim yapardı.”
(A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:23)
“İster lisedeki arkadaşlarının evleri olsun, ister, daha sonra, daha varlıklı bir dünyanın evleri, başka
evleri gördüğü zaman, onu en çok şaşırtan, odayı tıka basa dolduran vazoların, kupaların, heykelciklerin sayısı
olmuştu.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:60)
“Uğraşının kendisini karşılaştırdığı insanlar, ruh hallerine ve huylarına göre değişik biçimlerde
davranıyorlardı. Birkaçı, kendilerine yanıt verme zamanı tanınmasını hakaret sayıyor, büyük bir çoğunluğuysa,
dinlemekle yetiniyorlardı. Dev boyutlara varan bilgisi hem görülebilir, hem de işitilebilirdi. Tümcelerinden
birinin ağırlığı, tıkabasa doldurulmuş bir dükkanın içindekilerinden ağır çekiyordu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:206)
“ ‘Bu konuda söylenecek çok şey var. Şimdi biraz uyuyalım. Ondan sonra duruma göre davranırız. Siz
de çok iyi bilirsiniz ki, efendim, insanın göz göre göre kendini kırbaçlaması, hele bu işi boş mideyle yapması
epey acımasızca bir şeydir. Senyora Dulcinea <katırı> biraz daha beklesin, hiç beklemediği bir anda kırbaç
yemekten kevgire dönmüş halde bulacak. Ölünceye dek her şey canlıdır. Yani verdiğim sözde durmak istiyorum
fakat daha ölmedim ve epey zamanım var bunun için.’ Şövalye teşekkür etti ona. Kendisi azıcık, Sancho ise tıka
basa yedi.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:760)
“ ‘Tıkabasa yiyen, kırba gibi içen, ama tokluklarında mutsuz ve yalnız olanlara merhamet et. Ama oruç
tutarak ve kendilerine yasaklar koyup gem vurarak kendilerini aziz mertebesinde gören, sokaklarda senin adına
vaaz edenlere daha fazla merhamet et. Çünkü böylelerinin hepsi de, senin, ‘Eğer kendi kendimin tanığıysam,
tanıklığım geçerli değildir,’ diyen yasandan habersiz.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:132-3)
“Çatal bardağa ısrarla çarpıyordu. O cuma akşamı tıkabasa dolu olan barda bütün başlar sesin geldiği
yöne çevrildi; herkesin susmasını isteyen kişi, Bayan Prym’di.”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:79)
“... bitkiniz, ama erkekler gibi yürüyoruz, şimdi sargılı ayağıyla topallayan genç bile göğsünü öne
çıkarmış. Daha kötüsü olabilirdi: belki daha iyisi de olabilirdi, ama daha kötüsü de olabilirdi. Mideleri bataklık
otlarıyla tıka basa dolu olan atlar bile yeniden canlanmış gibi görünüyor.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:101)
“Ertesi akşam, İtalyan Operası’nda bir temsil veriliyordu. Ivan Andreyiç salona bomba gibi daldı.....
birkaç kez de arkadaşlarına ‘Primadonna, beyaz bir kedi gibi miyavlayarak bana ninni söylüyor,’ demişti. Bunu
bana daha önce söylemişti, geçen tiyatro mevsiminde. Ne yazık ki şimdi İvan Andreyiç evinde geceleyin bile
uyuyamıyordu. Bütün bunlara karşın, tıka basa dolu salona bir bomba gibi daldı.”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:33)
“Baird neredeyse farkına varmadan kazmaya koyuldu; ama ondan önce mezara yakın bir yere oturup
tıkabasa karnını doyurdu. Nedense sıkıntısı oburca yeme hırsına dönüşmüştü. Soğuk havada peynir ekmeğin tadı
daha bir lezzetliydi.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:187-8)
“Düzeni sağlamak için herhangi bir çaba yoktu ve içerisi o kadar sıkışıktı ki, trenin koridorları bile
rezervasyon yapılmış yataklı vagona hücum edip görevliler tarafından küfürlerle dışarı kovulan insanlarla
tıkabasa dolmuştu.”
(L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:37)
“Neredeyse otuz yıl geçti, yazı masamın çekmeceleri bir kenara atılmış müsveddelerle tıka basa doldu;
dostlarım yalnızca konuşmalarda kalan bazı konuların ne olduğunu sorup duruyorlardı.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:11)
“-Ağır ol, gelen var!
Kolları sıvalı, bıyıkları burulu genç şoför, ayağını gazdan kesti, frene bastı. Her tarafı zangır zangır
titreyen otobüs iyice bir sarsıldı. Cins ve renk bakımından tıkabasa dolu halk, kitle halinde öne doğru yollandı.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Ağır Ol, Gelen Var”, sa:39)
“Anasonlu ekmekler, değirmen taşlarından ağır peynir tekerleri, şarap dolu taslar, içlerinde çiçekler
bulunan telkari altın sepetlerin yanı sıra su dolu maşrapalar dizi dizi sıralanmıştı. Rahatça, tıka basa yemek
yiyebilmenin sevinciyle bütün gözler fal taşı gibi açılmıştı.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:13)
“Orakçıların şarkılarını dinlerdim, sonra, sakin ve güvenli, harmanların, o paha biçilmez azıkların,
yükler altında ezilmiş arabalarla gelişlerini görürdüm - arzularımın sorularını bekleyen yanıtları gibi gelişlerini.
Arzularımı doyuracak bir şeyler bulmak için ovaya gitmezdim; burada hiç güçlük çekmeden, tıka basa
doyururdum hepsini.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:84-5)
“Bu deftere yeniden gerçekten samim notlar yazmaya başlamadan önce, tıka basa dolu beynimde, öyle
bir ayıklama, bir temizlik yapmam gerekir ki, tüm bu tozları kıpırdatmak için her gün kabaran merakımın biraz
duralacağı ve biricik üzüntümün kendin yeniden keşfetmek olacağı, uzun boş saatler, sürekli bir nezle, bir
nekahat (iyileşme) beklemekteyim.”
(A. Gide, “Günlük”, sa:5)
“FAUST -... Tırtılların delik deşik ettiği şu tozlu kitap yığınlarıyla darlaşan bu odada, isli kağıt desteleri
tavanın kubesine kadar yükselmiş, şişeler, kutular ve aletler her tarafa tıka basa doldurulmuş, dedeler yadigarı ev
eşyası da buraya tıkılmış. İşte senin görüp göreceğin dünya budur! Hem de ne dünya!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:25)
“ARLECCHINO - Ha... Sahi... Öyle ya... Sinyora Rosaura ile Sinyora Beatrice’nin evlerine gittik,
yedik, içtik.
LELIO - Sofra nasıldı? Söylesene.
ARLECCHINO - Hiç sormayın! Ne zamandır böyle tıka basa karnımı doyurduğumu bilmiyorum.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:37)
“Daryal boğazını geçip Gudavur’a inmeye başladığımızda:
-İki gün sonra Tiflis’teyiz, dedi. Cık, cık, cık! (Dilini şapırdattı, yüzü gün gibi ışıdı.) Eve giderim,
‘Neredeydin?’ derler. ‘Gezideydim!’ Sonra doğru hamama! Of be! Tıka basa doyururum karnımı! Anama,
‘Karnım çok aç!’ derim.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:140)
“Her nasılsa, kendi yemeğini getirtmesine, tütün içmesine izin vermişler. Koca koca jambonlar, somun
somun ekmekler, yumurtalar, tereyağlar, sigaralar, aklınıza ne gelirse; iki sırt çantası tıkabasa dolu.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:119)
“Mezarlığıyla, profesörün evinde olanlarla, sabahtan akşama dek berbat bir gün olmuştu. Ne uğruna ve
ne için? Böyle günlerin yükünü çekmenin, bunun gibi davetlerde tıka basa yemenin ne anlamı vardı!”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:81)
“Başka hiçbir söz merakımın en içsel çekirdeğini bundan daha kısa ve eksiksiz şekilde niteleyemezdi.
Kalbim hafifçe çarpmaya başlamıştı, söz konusu yeri arayıp buldum. Arşivdeki gözlerden biriydi bu, içi
kağıtlarla tıka basa doluydu.”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:87)
“Bu dikkat çekici düşleri şimdi ikide bir yine görmeye başlamıştı. Gündüz vakti uyur uyanık görüyor ve
tüm duyuları düşlere katıyordu. Burcu burcu bir koku gibi bir anne dünyası sarıyor çevresini, bir deniz gibi, bir
cennet gibi çağıldıyor, severek ve okşayarak, anlamsız, daha doğrusu anlamla tıka basa dolu sözcükler
mırıldanıyor, tatlı ve tuzlu bir lezzet bırakıyor geride, ipekten saçlarla susuzluktan kavrulan dudaklarının ve
gözlerinin üzerinde geziniyordu.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:73)
“Tonbalığı yerdi içlerinden biri akşamları
öyle gamsız ve her gün tıkabasa
ve iştah açan soslar, yemesi gibi Lampsakoslu
bir hadımın mirasını. Şimdi kazıyor
kayalık yamacını dağın, kıtır kıtır yiyor
ucuz incirleri, dişliyor arpa ekmeğini,
kölelerin yemini...”
(Hipponaks, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:67)
“ŞARABIN EFENDİSİ
---------------------------4.
Her sabah
Tıka basa okul otobüsü
Çocukların gölgesiyle
Kahkahalar yayılır
Kuşlarla”
(Muhammed Hüseyin Hitam<d.1958>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
13.10.05)
“... içi pamuk kaplı redingotlarınız vardır; başpiskoposlar gibi, kapıcısı olan evlerde, birinci katta
oturursunuz, yer mantarı yersiniz, ocak ayında demeti kırk franktan kuşkonmaz yersiniz, bezelye yersiniz,
karnınızı tıka basa doyurursunuz...”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:350)
“Ansızın karanlıkta bir füze ıslık çaldı, tepede bir top sesi duyuldu ve bir hayvan arabaların üstüne
düştü. Böylece, köylülere herkesin tıka basa vermeye hakkı olmadığını kanıtlayan bombardıman başladı Üç
Köycük kasabasında.”
(P. Istrati, “Baragan’ın Devedikenleri”, sa:102)
“ ‘Gelin benimle!’
Kamarasında bir bavul açtı, içinden sandviçler, tartinler, muzlar, portakallar, Malaga şarabı çıkardı,
beni tıka basa doyurdu, üst üste içirdi... sonra güzel purolar, güzel sigaralar. Ah! Palikaraki! Şu yeryüzünde her
şeyin acısı çıkıyor, iyiliğin de, kötülüğün de...”
(P. Istrati, “Hayat Yollarında”, sa:108)
“Bir gün öğleden sonra Ramleh’te kasıntılı bir insan sürüsüyle tıka basa dolu bir gazinoda bir adam
gördüm. O da beni görmüştü.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:33)
“Ama, yeni ılımlı bakış açısı farklı yönde! Komutanın hanımları, adam alınıp götürülmeden önce, onu
şekerli yiyeceklerle boğazına kadar tıka basa dolduruyorlar. Hayatı boyunca kendini kokmuş balıkla beslemiş
adama, şekerli şeyler yedirmenin sırası mı şimdi?”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:47)
“Muhtarın evinde, Şeyh Yusuf’un oturduğu oda tıkabasa insanla dolu. O, köşede bir hasır üstünde
bağdaş kurmuş oturuyor.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:47)
“Bu saatte gündüzden çok yorgun düşen harmancı çingeneler çoktan yatmışlardı. Elli altmış adım kadar
ötemizdeki çadırlarda tıs bile yoktu. Bol buğdaylı, bol arpalı harman yerlerinde akşamdan tıkabasa tıkınarak
karınları davul gibi şişmiş olan beygirlerle taylar, eşeklerle sıpalar öyle derin bir uykuya dalmışlardı...”
(O. Cemal Kaygılı, “çingeneler”, sa:7)
“Ben:
-Kudurmuş zavallı Ftohoprodromos’un şerefine yiyelim, dedim; başpapazların manastırlarda ne
yemekler yediklerini ve salyalarının nasıl aktığını ne hırsla anlatırdı; kralına da nasıl şikayet ederdi! Mıralarını
hatırlar mısın?
-Nasıl hatırlamam?
Başpapazları hatırladığımda, ey Kral.
Zıvanadan çıkıyorum, ıslatıyorum beynimi;
Kendileri yerken balıkların en iyisini
Bana veriyorlar, kokmuş tonbalığını
Onlar sakız şarabını tıka basa içerken
Benim midem bozuluyor sirkeden..
Güldü, fakat birden yüzünde bir gölge belirdi:
-Gülmemiz ayıp, dedi; bu manastır <Girit’te Vatopedi manastırı> yüreğime ağırlık veriyor; keşişleri
gördün mü? Hepsi semiz <iyi besli>; İsa tekrar yere inse ve tesadüfen Vatopedi’den geçse, kırbaç hepsinin
üstünde nasıl şaklardı! Haydi, gidelim.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:197)
“ ‘Elbette güvenirsin, Zebedi, Cenab-ı Hak karnını tok, sırtını pek yapmış, işlerin de tıkırında
yürütüyor; elli balıkçı kölen var, işleri için yeterince kuvvet sağlayacak, açlıktan ölmelerini engelleyecek kadar
besliyor onları, bu arada zat-ı alileriniz, sandığınızı, kilerinizi ve karnınızı tıkabasa dolduruyorsunuz.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:131)
“Bu kadar zaman Perth’te kaldıktan sonra, bana nihayet özel bir oda vermişlerdi. Bu çok büyük bir
lütuftu. Gelişimin ilk anlarında, yeri cidden onur kırıcı bulmuştum. Savaştan sonra hastane tıka basa dolmuştu.
On iki yatak yerine yirmi yatak koymuşlardı bir servise.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:51)
“Kürekler; jimnastik aletleriyle tıkabasa dolu küçük yan odadaydı. Tam kürek çekmeye başlarken,
gecenin dinginliğinde yaşama adanan neşeli bir övgüyü çağrıştıran uzun bir kişneme yükseldi. Ata binmeyeli ne
kadar oluyordu? Aylar. Tıpkı İspanyol brandisi Carlos I’in ilk yudumundan ya da arzu uyandıran bembeyaz
tenli, dolgun vücutlu çıplak bir dişiye bakmaktan bıkılmayacağı gibi, hiçbir zaman bıkmamıştı ata binmekten.”
(G.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:28)
“Öteki pencerelerin aralıkları, odanın tüm yarıkları gibi, çaputlarla tıkanmış ya da siyah mukavvayla
kapatılmıştı; bu, odanın ağır havasını daha da yoğunlaştırıyordu. Üstü, etiketsiz şişeler, kavanozlarla tıkabasa
dolu büyük bir tezgah, kırmızı kağıtla kaplanmış sıradan bir ampülün altında soyuk soyuk olmuş, kurşun küvet
alaşımı iki küvet vardı.”
(G.G. Marquez, “Kolera Günlerinde Aşk”, sa:9)
“... iki tekerlekli, üstü açık binek arabası, çamurdan sapsarı parça ekli, biçimsiz, çifte oklarını
gökyüzüne ikişer kol gibi kaldırmış yahut da burnu yerde arkası havada bir sürü hafif yük arabası doldurduğu
gibi büyük salon da yemek yiyenlerle tıka basaydı.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:71)
“Fransuva onu, ahırdaki samanlığın üstüne yatırdı, hızla mutfağa gitti, ekmek getiridi. Hayvan tıka basa
karnını doyurduktan sonra yusyuvarlak yatıp uyudu.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:78)
“KEENEY, suratı asılır, sert olmayan bir çalışma ile. - O, bana ait bir iş, bay Slocum. Rotanızı
bununla çatışmayacak şekilde seçerseniz size teşekkür ederim..... Fakat Homeport’a dört yüz varil balina yağı
gibi bir dilenci yükü ile dönemem. Ölürüm daha iyi. Gemimi tıka basa doldurmadan memlekete döndüğüm
ömrümde hiç olmamıştır.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:20-1)
“BİRİNCİ PERDE, BİRİNCİ SAHNE
GLUMOV - Anne! Haydi şu mektupları yazıver, n’olursun.
MADAM G. - Evde ağza konacak bir lokma yemek yok.
GLUMOV - Sen benim dediklerimi yap hele, görürsün bak, nasıl tıka basa doyarız.”
(A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:19)
“Karnımı zevkle tıka basa doldurduktan sonra o akşamüstü, soğuk sokaklardan koşa koşa Konak
Sineması’na gittim, bir Hollywood filmini her şeyi unutarak seyrettim ve bir daha oruç tutmayı aklımın ucundan
bile geçirmedim.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:177)
“-Laf aramızda, senin çiftlikte de hazineye konarlar hani! dedi. Kırmızı kasan tıkabasa doludur sanırım.
-Nerdee, aziz Kirila Petroviç! Doluydu dolu olmasına ya, şimdi tam takır, kuru bakır!”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:61)
“Bazen de Seine Caddesi civarındaki küçük dükkanların önünden geçiyorum. Vitrinleri tıka basa dolu
antikacılar ya da lüçük sahaflar ya da gravür satıcıları. Onların dükkanlarına hiç giren olmaz, hiç iş yapmazlar
besbelli.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:72)
“1914 Eylülünde Arcachon’daki bir sinemada ortaya çıktı ansızın; ışıkların yanmasını istediği zaman
annem ve ben oradaydık; birtakım beyler onun çevresindeydi ve melekleri andıran hareketler yapıp ‘Zafer!
Zafer!’ diye haykırıyorlardı. Tanrı sahneye çıkmış ve Marne bildirisini okumuştu. Sakalları siyahken Yehova’ya
benziyordu ve Emile’in, dolaylı olarak onun yüzünden ölmüş olduğundan şüphelenmiştim hep. Bu öfke Tanrısı,
oğullarının kanını tıka basa içiyordu.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:18)
“Mathieu bön bir gülümsemeyle :
-Ne var? dedi. Hepsi ölümü doğdukları günden beri beraberlerinde taşımıyorlar mı zaten? Onları
sonuna kadar öldürüp yok etseler bile insanlık en az eskisi kadar tıka basa dolu olacaktır: Tek boşluk, tek eksik
bırakmadan.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:215)
“... bana, bir kez daha dikkatli olmamı tembihliyor, elimin bir hareketiyle rahatlatıyorum onu; sonra
pencerelerin önündeki tahta sıraya oturuyorum, yeni kitaplarım, yeni defterlerim tıka basa dolu yeni çantamı
yere, bacaklarımın arasına koyuyorum.”
(N. Sarraute, “Çocukluk”, sa:212)
“Sen de öyle ol, sevgi: bugün aç gözlerini:
Tıkabasa doyur da sımsıkı kapat, ama
İyice görmek için, yarın aç gözlerini:
Sonsuz duygusuzlukla aşkın ruhuna kıyma.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:56, sa:153)
“Sözgelimi, Milano’da oturan ve kuzeni İmparator adına yönetimi elinde tutan arşidükün aklına çok kar
edebileceği bir fikir gelmişti: Buğday ticareti yapmak. Dolayısıyla, Alteslerin depolarını tıka basa dolduruncaya
değin, köylülerin tahıllarını satmaları yasaklanmıştı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:18)
“(Balzac) Çalışırken çok az yiyip içiyordu; ama bu tutumlu dönemlerin sonunda oburca yiyip içiyor,
dört şişe Vouvray içip hiç etkilenmiyor, tıka basa karides ve pirzola yiyordu.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:113)
“...bunu da bekliyorlardı daha, bu aylak beyefendiler, züppeler, fazladan bahşiş! – yoksa bir
‘Teşekkürler’ bile çıkmazdı ağızlarından, nerede kaldı ‘iyi günler’; bahşiş olmadı mı müşteri o andan itibaren
havacıvaydı bunlar için, ayrılırken de artık yalnız küstah garson sırtlarıyla küstah garson kıçları görürdü, bir de
arkadan pantolonlarının beline sıkıştırılmış, tıka basa dolu kasa cüzdanlarını...”
(P. Süskind, “Güvercin”, sa:70)
“Ama şimdi hiç bir şey düşünmüyordu. Düşünmeye fırsat olmuyordu, çok, öyle çok işi vardı ki. O
kadar çoktu ki işi, gücü neredeyse akşamları yorgun argın tıkabasa dolu kasayı boşaltıp kendi payını ayırmaya
yetmiyecekti. Baldini’nin hemen her gün atölyesinden yeni bir kokuyla çıkmasında bir bit yeniği olduğundan
kuşku duymayı hayal bile edemedi.”
(P. Süskind, “Koku”, sa:93)
“Bütün bunları güzel güzel okumuştum. Otuz Yıl Savaşları hakkında ne biliyorum? Hiçbir şey. Bir
alttaki raf, baştan sonra Bavyera Kralı II.Ludwig ve dönemi üzerine yazılmış kitaplarla tıka basa dolu. Bunları
okumakla kalmadım, bir yıl boyunca didik didik inceledim, sonunda bu konuda üç tane senaryo yazdım. Şimdi
II.Ludwig ve dönemi hakkında ne biliyorum peki? Hiçbir şey.”
(P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - ve bir görüş”, sa:84)
“Biraz önce canı hiçbir şey istemezken şimdi iştahı açılmıştı. Gardiyan-askerin getirdiği öte beriye
adeta saldırdı. Karnını tıka basa doyurduktan sonra yatağa sırtüstü uzandı.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:259)
“-Peki ama problem nedir?
“Daha yükseklerden
<Hangzhou, 1988>
Daha yükseklerden
göreceksin
batışını bir kentin
sürü sürü sıvışan insanları
tıka basa dolu hızlı trenlerde.
Daha yükseklerden.”
(Cai Tianxin<d.1963>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.08.08)
-Anlatayım da dinle. Tutalım ki evlisin sen, karını da seviyorsun, ama başka bir kadını çekti canın...
-Kusura bakma ama, hiçbir şey anlamadım bu dediğinden... Şu anda karnını tıka basa doyurduktan
sonra bir ekmek fırınının önünden geçerken ekmek çalmamı anlayamayacağım gibi, senin bu dediğini de
anlayamıyorum.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:80)
“Gecenin saatleri iyice ilerlediğinde, Portekizlinin cenaze nöbeti başladı. Oturulacak sıralar bulup
getirmişler ve bahçeyi doldurmuşlardı, çünkü evin içi zaten tıka basa insanla doluydu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:46)
“BİR AĞIT
<ABD Donanmasından Zeplin Macon’a>
------------Tıka basa doldurulmuş dünya güçlü hünerli şeylerle,
Yerine koyamayacağı her şeyi kullandı.
Bırakmak için ama Giritli mitlerini, kumlu bir iz
Son taş devrinin içinden, çobanıl krallara.”
(Yvor Winters-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.02.03)
“ ‘Söz dizileriyle tıka basa dolu defterim yere düşmüş; gündelikçi kadın, tan ağarırken yorgun argın
gelip kağıt parçalarıyla, yırtık tramvay biletleriyle, yumrulup atılması için çerçöp arasına, oraya buraya
fırlatılmış notla birlikte süpürsün diye, masanın altında duruyor.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:227)
“(Flush) arabaya Miss Barrett’in ayaklarının dibine sıçradı. Onun kucağına kuruldu, önünden bütün
görkemiyle süzülüp geçen Londra’nın süsü püsü şaşkın gözlerine yansıdı. Oxford Sokağı boyunca ilerlediler.
Hemen hemen baştan aşağı pencere olan evler gördü. Işıltılı şerit flamalarla donanmış vitrinler gördü; pırıl pırıl
parlayan pembe, mor, sarı, gülkurusu tepeciklerle tıkabasa doluydular.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:28-30)
“Demek ki toplum <sosyete> hem bir şeydir hem de hiçbir şey. Toplum, dünyanın en güçlü iksiridirr ve
toplum diye bir varlık kesinlikle yoktur. Bu tür acayip yaratıklarla ancak şairler ve romancılar başedebilirler;
onların eserleri böyle bir şey-hiçbir şeylerle tıka basa doludur ve bu konuyu en iyi dileklerimizle onlara havale
etmekten mutluluk duyarız.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:130)
“Bu kitabı görüyordum yalnız, başka bir şey görmüyordum. Onu da başka türlü görüyordum anlaşılan,
başka bir şey gibi görüyordum: kitap olduğunu bilsem, elimi bile sürmezdim. Evet, doğru, içtenlikle
söylüyorum: bana göre bir davranış değil böylesi: kağıtlara yazı yazmak nicedir tiksindiriyor beni, hele böyle
basılı, böyle tıka basa yazı dolu, böyle bütün umudunu tüketmiş, ipliği pazara çıkmış kağıtlara!”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:7)
“Sonunda kahve ve likörler gelince garsonlar çekildi ve herkes sigarasını yaktı. Bachelard Dayı
koltuğuna yaslanıp mutlu bir geğirti çıkardı:
-Ah! İyi yedik.
Trublot ve Guelin de arkalarına yaslandılar;
-Evet, tıka basa!”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:83-4)
“... mor renkli kalemler, raptiyeler ve maşalar, kınnap, mühür mumu, sünger ve mürekkep kurutma
kağıdı, zamk, bıçak, makas, giyotin ve bunun gibi daha pek çok alet küçücük bir yazı masasının üzerinde üst üste
yığılmış gibidir. Masanın çekmeceleri çeşit çeşit kağıt ve çizelgelerle tıka basa doldurulmuştur.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:8)
“... tiyatro yazarları yüz kadar trajediye yetecek malzemeyi orada bulmaktadırlar; bilginler, tıka basa
karnını doyurmuş bir insanın sofra artıkları imiş gibi rastgele bir yana atılan bir sürü fikri ve problemi yine orada
bulmaktadırlar.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Balzac’, Cilt:II, sa:44)
Tıkana sıkıla : Tıka basa, tıklım tıklım doluluk
Bk.: Tıklım tıkış
“Bir kere o kadar insanın içinde ahlaya oflaya, tıkana sıkıla o hareketleri yapmak. ‘Şu an bana
bakıyorlar mı, bakmıyorlar mı,’ kaygısı taşımak canımı sıkmıştır. ‘Bu saatte tenha olur,’ düşüncesiyle denediğim
her farklı saatte inadına tıklım tıkış bulmuşumdur onları. Talihimin benimle zıtlaşmak konuşunda şaşmaz bir
kararlılığı vardır.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:83)
Tıkanmak : Bir yerde tıkanıp kalmak (Damar, su, trafik vb.); kendini birden tok hissetmek; Fazla ‘efor’ sonucu
soluk almada zorluk çekmek
“... göbeğini hoplata hoplata eritmeye çalışan, akşamdan kalma, nefesi ekşi ekşi içki kokan..... üstelik
bir de evli olan bir sürü manasız adam çıkıyordu karşıma. Çoğunun her halinden türedi zengin, sonradan görme
oldukları belliydi. Tıkana tıkana, öksüre tıksıra koşmaya çalışıyor, on metrede bir nefesleri kesiliyor, her
buldukları duvara bir ellerini dayayarak soluk tazeliyerek, karşılarına çıkan her ağaç dibine okkalı balgamlar
atıyorlar.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:81)
“Kamil Bey, birkaç lokma yedikten sonra tıkandı. Bir cigara yaktı. Onun bıraktığını görünce gardiyanasker de elini çekti:
-Az yedin!
-Doydum. Sen de az yedin. Bunları giderken götür. Arkadaşlarınızla yarın yersiniz.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:245)
“ ‘Oyunu kazandım,’ dedi Jinny. ‘Şimdi sıra sende. Kendimi yere atıp bir soluk alayım. Tıkandım
koşmaktan, utkudan. Bedenimdeki her şey inceldi sanki koşmaktan, utkudan. Hızlı hızlı atan, kaburgalarıma
çarpan kanım parlak kırmızı olmalı.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:34)
Tıkılmak : Sıkışık ve sıkıntılı bir şekilde bir yere (eve, taşıta) konulmak; Hapishaneye konmak
“Mösyö Hermann öyküsünü anlatmayı keserek:
-O zamanlar tutukevindeydim, dedi. Herkes gibi ben de yirmi yaşın verdiği coşkunlukla yurdumu
savunmak istemiştim..... Bir gece sekiz yüz kişilik bir Fransız birliğinin içine düşmüştüm. Bizse en fazla iki yüz
kişiydik. Düşmanın arasında gönderdiğim adamlarım beni ele vermişti. Andernach tutukevine tıkılmıştım. O
zaman ülkeyi yıldırmak için, ibret olsun diye kurşuna dizilmem söz konusuydu.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:79-80)
“Kimi zaman ipi keser, kelle yere düşer ve onu yeniden bağlaması gerekirdi; yücegönüllülükle
neredeyse erişilmez bir yüksekliğe bağladığından, düşmanı büzüşmüş kara dudaklarıyla utkulu bir biçimde
sırıtırdı yüzüne. Kurukafa bir ileri bir geri sallanırdı, çünkü üst katında yaşamakta olduğu ev öyle uçsuz
bucaksızdı ki sanki rüzgar onun içine tıkılmış, yaz kış demeden bir o yana bir bu yana esmekteydi.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:18)
“Saat yedide Mösyö Ricard otuz üç koltuklu otobüsünün direksiyonuna geçiyor. Altmış biçare bir
duman bulutu içinde otobüse tıkılmış. Biletçi basamakta sendeliyor. Herkes Mösyö Ricard’ın kim olduğunu
bildiğinden yolcular onunla konuşmuyorlar. İşin aslı, yol boyunca alçak sesle ona en sunturlusundan küfürler
sallamaktan da geri kalmıyorlar.”
(K. Yacine, “Nedjma”, sa:15)
Tıkınmak : Gırtlağına kadar yemek yemek, karın doyurmak
Bk.: Oburcasına, Obur gibi tıkınmak
“Ben sessiz açlardandım. İsyan duymuyordum. Kimseye karşı sesimi yükseltecek kudreti kendimde
bulamıyordum. Bütün şehir halkı gibi zaman diyor, savaş diyordum. Ama toklar adamakıllı tıkınıyordu.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Beyaz Altın”, sa:25)
“Yanık yağ kokusu, köy içine kadar yayılıyordu. Bütün evlerden de bulgur kokusu geliyordu bir
yandan. İşten dönmüş inanlar şimdi sofralara çöküp ağaç kaşıkları almışlardı. Yufkaları bölüp bölüp
tıkınıyorlardı.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:37)
“... ekmekleri dilip tereyağını sürüyor, yumurtaları lüp lüp götürüyor; sizin anlayacağınız, sabahtan
akşama kadar domuz gibi tıkınıp duruyor. Sigaraları birbiri ardına tüttürüp bir nefes olsun çektirmiyor kimseye.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk, Cilt:1, sa:119)
“Oğlu üst perdeden bir tavırla anaya:
‘Gülme anne,’ diyor, ‘Thelka’yı hatırlıyor musun?’
‘Hangi Thelka’yı?’
‘On beş yaşındaydı ve sen kızı gördüğün yerde haşlardın. Gece on bire kadar ütü yapmak zorundaydı,
sabahın dört buçuğunda kalkması gerekirdi ve tıkınacak bir lokması yoktu. Sonunda kaçtı. Nasıl, hatırlıyor
musun?’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:114)
“Dört atlı araba yola koyuldu. Hemen uşak bozuntularının burunları havalandı, foyalarını meydana
vurdular ve ‘kedi evde olmayınca sıçanlar hora teper’ sözünü doğruladılar. Oynadılar, tıkındılar, zilzurna
oldular.”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:80)
“Bol buğdaylı, bol arpalı harman yerlerinde akşamdan tıkabasa tıkınarak karınları davul gibi şişmiş
olan beygirlerle taylar, eşeklerle sıpalar öyle derin bir uykuya dalmışlardı...”
(O. Cemal Kaygılı, “çingeneler”, sa:7)
“Petrus onları duyunca güldü. ‘Ben karnımız için kaygılanıyorum,’ dedi. ‘Gemide ne yeriz?..... Hey
Rabbim, arslanlara, kenelere ne ihtiyaceımız var?’ ” Açtı, aklı fikri yemekteydi şimdi. Ötekilerin hepsi de güldü.
‘Bütün düşündüğün şey tıkınmak,’ diye payladı onu Yakup. ‘Biz burada dünyanın kurtuluşundan
bahsediyoruz.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:349)
“Ağzı dolu bir halde:
‘Buyurun çocuklar, yiyelim!’ dedi.
Sanki kuvvetlerin büyük kısmı birden kaçmış da, kalbini yeniden kanla doldurmak ister gibi olanca
hızıyla tıkınıyordu.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:115)
“Kordon boyunca yürürken bir yandan kendini bitkin hissettiğini farketti. İyimser, mutlu, insanın içini
gevşeten bir yorgunluktu bu. Gece yengesinde kalmıştı. Bütün gece çene çalmış, avuç avuç kuruyemiş tıkınmış,
gözleri akana kadar etamin işlerine bakıp televizyon seyretmişlerdi.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:9)
“Ne var ki, onları gerçekten çok rahatsız eden şey, evlerinde oturan, yer işgal eden, haftada topu topu
on şiline tıkınan iki yaşlı emekliydi. Haftada on şilinden edinilecek kar elbette pek düşük bir şeydir ama, ben o
emeklilerden ötürü zarar ettiklerini de sanmam.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:30)
“Anlatırlar. Bir abit <köşede oturup kendi kendine zikreden sofu> gecede on batman yemek yer, şafak
vaktine kadar da hatim indirerek namaz kılarmış. Bir gönül eri, bunu duyunca şöyle dedi: ‘Yarım ekmek yiyip de
uyusaydı, daha çok sevap kazanırdı.’
İçini yemekle doldurmayasın
Ki orada marifet nuru ışısın!
Tıkındığın için burnuna kadar,
Hikmet bakımından boş sayılırsın!”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:105)
“-Kötü çocuk, dedi. Kötü çocuk, kötü çocuk!
-Akşam ne tıkınacağız bakalım? diye sordu.
Barışma anıydı bu. Adam:
-Pirinç çorbası, patates püresi.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:37)
“O akşamki kadar çok yemek yediğimi hatırlamıyorum. En sonunda sofraya iki üç çeşit meyve kondu.
Onlardan da epiyce tıkındım.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:45)
“Sabahleyin güçlükle uyanan Semyonoviç sigarasını tüttürüp gazetesini okuyordu. Valya babasını
atlattıktan sonra kızlara yirmi kapiği verdi, çilekleri bir tabağa döküp hemen tıkınmaya başladı.”
(L. Tolstoy, “Efendi ile Uşağı-Çilekler”, sa:116)
“NONNO - Ha? Avucunu gümüşle mi, yoksa kağıtla mı doldurdular?
HANNAH (Neredeyse çaresiz) - Nonno! Bağırma artık! Otur masaya. Yemek yeme zamanı!
SHANNON - Tıkınma zamanı, baba.”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:70)
Tıkırdamak : Tıkırtı yapmak; ince ve kuru, sürekli ses çıkarmak
“RÜYA
-------şüphesiz bir gün
mağrur bir şehzade çıkageliyor
rüzgar bacaklı atının toynakları
şehrin sokaklarında, taşlarda tıkırdıyor
güzel tacının üzerinde
güneş ışınları parıldıyor”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-duvar”, sa:40)
Tıkırında gitmek (işler) : Yolunda, düzeninde gitmek (İşler)
“O yıl, her kök on tel ve on başak vermişti. Başaklarda da, maşallah, bir cılk tane yoktu. Ürün tıkırında
diye, için için keyiflenen Çopur Mehmet, artık düşünde arpa, hülyasında çavdar sayıklıyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:71)
Tıkır tıkır (saymak) : Kolaylıkla, akıcılıkla; hemencecik, ivedilikle, hazırdan, garanti, neredeyse otomatik;
Düzenli
“Analar, tanrı rahmet eylesin, mezarlarında bile rahat durmazlar. Elinde avucunda ne varsa
alırlar.Kapıcılara bahşiş verme geleneği kaldırılmıştır; çünkü hepsinin de aylıkları vardır. Ne dersen çıkıyor. Bir
hırsızın geride bıraktığı kağıt parçaları karşılığında tıkır tıkır para veriyorlar.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:318)
“YERÇEKİMLİ KARANFİL
Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde
Oysaki seninle güzel olmak var
Örneğin rakı içiyoruz, içimizde bir karanfil düşüyor gibi
Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda”
(Edip Cansever<1928-1986>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:162)
“Merdivenden tıkır tıkır ayak sesleri geliyor. Neçayev onu itip kendini kurtarıyor. ‘Geldiler!’ diye
bağırıyor. Gözleri zaferle parlıyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, 213)
“-Bir bayan var burada; tek gitmeye razı olun, size bol keseden üç bin ruble sunar. Bana da sundu.
Maden ocaklarına aşık o!.. Hohlakova’yı tanır mısınız?
-Tanışmadık ama duydum, gördüm de kendisini… Yoksa üç bini size o mu verdi? Tıkır tıkır saydı mı
üç bini?”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:64)
“Bazen rastgele bir yerden başlamam gerekiyor, bir dahaki sefere bunu unuttuğum için, hemencecik
daha önce bunun değişik olduğunu söylüyorlar, ben de artık, şarkı söyler gibi bir hece akışıyla hiç değiştirmeden
baştan sona tıkır tıkır anlatmaya alıştırıyorum kendimi.”
(J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:73)
“Yaptıkları işin kendilerine bir hayrı dokunmadığını görüyordum. Pavel Petroviç getirilen eşyaları yarı
fiyatına satın alırdı. Bu konuda hiç hile hurda yapmaz, parayı tıkır tıkır sayardı.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:51)
“Buraya kadar tıkır tıkır yürüyüp gelen işler, bundan sonra, hele seçimlerde otomobile, tayyareye
(uçağa)” binmeyecek mi? O zaman? O zaman Deve’den kurtulmak gerekirse? Kurtulamazsın ki! Herif çamur.
Elinde el yazınla yazılmış mektup, Demokles’in kılıcı gibi her an tepende. Ha indi, ha inecek...’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:163)
“Ne var ki, onları gerçekten çok rahatsız eden şey, evlerinde oturan, yer işgal eden, haftada topu topu on
şiline tıkınan iki yaşlı emekliydi. Haftada on şilinden edinilecek kar elbette pek düşük bir şeydir ama, ben o
emeklilerden ötürü zarar ettiklerini de sanmam.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:30)
“Konuşan adam ateşlenmişti..... ‘Bu meseleyi çözmek pahalı iştir bayım. Az önce mezara konmuş
birisinin az sonra pasaportunu ele geçirebilmek için mangizleri tıkır tıkır peşin saymak gerek. Sadece peşin para
gözyaşlarını kurutur ve yası unutturur.’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:124)
“... Bir değişimin olması kaçınılmazdı, dedi kendi kendine, yoksa Babacığımın sakalıyla Anneciğimin
örtüleri uzadıkça uzardı, kilometrelerce. Şimdilerde damadı, sinekkaydı tıraş oluyordu. Kızının bir buzdolabı
vardı... Kafam nasıl da daldan dala atlıyor, diyerek toparlanmaya çalıştı. Aslında demek istediği, düzen tıkır tıkır
işlemiyorsa değişimin mutlaka gelip çatacağıydı.... Değişmezlik, Tanrı katına özgüydü.”
(V. Woolf, “Perde Aarası”, sa:150)
“-Bilmiyorum, anne, diye mırıldandı.
-Yardımcı büro şefi, otuzunda yok, parlak bir geleceği var. Böyleleri her ay maaşını tıkır tıkır alır...
Yoksa, daha önceki gibi, yine aptallık mı yaptın?”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:48)
Tıkış tepiş; Tıkış tıkış; Tıkışmak; Tıkıştırmak : Dopdolu, sıkış sıkış, ağzına kadar dolu, ardarda tıkıştırılmış
(materyal ya da insan); Tıkabasa doldurmak
“..ev Bing’in davul takımları, Ellen’in tuvalleri, Alice’in kitapları gibi odalara doldurulmuş eşyalar
nedeniyle Miles’a fazlasıyla tıkış tıkış görünse de, içerisi son derece temiz, onarılıp boyanmış olmanın verdiği bir
ferahlık, bir aydınlık var ve o yüzden de sanki yaşanabilir bir yer gibi görünüyor.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:118)
“Sonra sadede gelip, el yazmalarını oradan nasıl götüreceğimi konuştuk ve sonuçta iki büyük bavula
koymaya karar verdik. Bir saate yakın zamanımızı aldı ama sonunda her şeyi bavullara tıkıştırmayı başardık.
Kuşkusuz bütün bunları gözden geçirmenin biraz zaman alacağını söyledim. Sophie bunu dert etmememi
söyledikten sonra bana zahmet verdiği için özür diledi.”
(P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlemesi 3-, sa:16)
“Yıllarını geçirdiğim kentin arka sokaklarında dolaştık sonra. Tıkış tepiş oturulan bir meyhanede yemek
yedik. Çok uzaklardaki ülkesini, oradaki sevgilisini ne çok özlediğini anlatan acıklı şarkılar söyleyen yaşlı
Küba’lı bir gitaristi dinledik. Geç saatlerde canlanan, serserilerin, sanatçıların, şairlerin, yıldızların geldiği
barlara girip çıktık.”
(Kürşat Başar, “Başucumda Müzik”, sa:318)
“Bu kat tek bir odadan oluşuyordu: kitaplardan, objelerden, San Tiago heykelciklerinden, Santiago
Yolu anmalıklarından geçilmeyen küçük, tıkış tıkış bir çalışma odası.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:32)
“Meditasyon yapmayı öğrenmek hiç güç değildir. Bütün güçlük zihnimize doldurduğumuz abur cuburu
oradan çıkartmakta, zihnimizi içine tıkıştırdığımız ön yargılardan, ön seçimlerden koşullanmalarından
kurtarmaktadır.”
(İ. Güngören, “Meditasyon ve Zazen”, sa:9-10)
“Bir sabah ona Köprü üstünde rastladım. Şapka sağa, kıravat sola kaymış. Bol elbise içinde kurada
vücudu daha zayıf görünüyor. Ceketinin yan cebinden ağırca bir kitap sarkıyor, öbür cebi de tıkıştırılmış bir alay
gazete ile şişkin.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Gönül Ticareti”, sa:161)
“Buna karşılık Radio Central, bir sürü iç avlular ve kuytu köşelerle dolu eski bir eve tıkışmıştı; halka, alt
tabakaya, hatta ayaktakımına yönelik bir görev üstlenmiş olduğunu anlamak için, ağzından argo düşmeyen,
kemiksiz dilli spikerlerini duymak yeterliydi.”
(M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:8)
“Oraya inip, güneydeki o yere, yani, satmakla uğraşmamız gerekiyormuş. Üstelik kalabalık bir yer
orası.
‘Her zaman çok dolan bir yer Bambim. İnsanların deniz kenarında alt alta üst üste olabilmek için
gittiği bir yer.’
Türklerin bu denli tıkış tıkış yaşama arzusu Annemi tiksindiriyor. Midesini bulandırıyor, biliyorum.”
(P. Mağden, “Biz kimden kaçıyorduk Anne?”, sa:150)
“Yatakhanemiz tahıl ambarı gibi bir yerdi. Tıkış tıkış yerleştirilmiş otuz yatak vardı. Ortak bir oturak
olarak da bir leğen koymuşlardı. İğrenç bir koku vardı. Yaşlılar bütün gece öksürdüler, kalktılar. Fakat bu kadar
kişinin bir arada olması havayı sıcak tutuyordu, biraz uyuyabildik.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:238)
“Yalnız piyanoların çalınmaması yüzünden değil, içleri tıkış tıkış Çin porselenleri, fincanlar, gümüş
takımlar, şekerlikler, enfiye kutuları, kristal bardaklar, gülabdanlar, tabaklar, buhurdanlar...”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:17)
“Yoksulluk ya da çaresizlik değildi içine bu kadar işleyen; şehrin her yerinde, fotoğrafçı dükkanlarının
boş vitrinlerinde, kağıt oynayan işsizlerle tıkış tıkış kalabalık çayhanelerin buzlu camlarında, karla kaplı boş
meydanlarda daha sonra göreceği hep tuhaf ve güçlü bir yalnızlık duygusuydu.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:16)
“Romanlar ikinci hayatlardır. Fransız şair Gerard de Nerval’in rüyaları gibi, romanlar da,
hayatımızın renklerini ve karmaşalarını gösterir ve tanıdığımızı hissettiğimiz kişilerle, yüzlerle, eşyalarla tıkış
tıkış doludur.”
(O. Pamuk, “Saf ve Düşünceli Romancı”, sa:7)
“Bu olaylardan ve yerlerden uzakta yaşayan ve Tanrı’nın evlere, barınaklara, hastanelere, barakalara,
ambarlara ya da el konulabilmiş veya ordu tarafından terk edilmiş tüm ordu çadırlarına ya da kulübelere tıkış
tıkış doluşan ve daha da büyük bir kesimi evsiz barksız yaşayan, köprüleri ve ağaçların altında, sahipsiz
arabaların içinde ve hatta dışarıda, açık havada kıvrılarak yatan İberyalı sığınmacıların, bu meleklerin yanına
gelip onlarla yaşadığını düşünen kişiler Tanrı ve melekler hakkında bir sürü şey biliyor olabilir, ama insanoğlu
hakkında pek az şey bilmektedirler.”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:241)
“Şu şahin başıma bakın da Ra olduğumu anlayın, bir zamanlar Mısır’ın güçlü tanrısı Ra. Huzurumda ne
diz çökebilir, ne de secdeye varabilirsiniz. Orada, tıkış tıkış sıralarda kımıldamanız bile zor.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:19)
“Tanrım, nasıl da anlatılmaz ölçüde iğrenç yaşam! Ne pis oyunlar oynuyor bize, bir an özgür; bir sonra
bu. Burada, ekmek kırıntıları, lekeli peçeteler arasındayız yine. Bıçak daha şimdiden yağdan buz kesiyor.
Düzensizlik, alçaklık, çürüme kuşatıyor bizi. Ağızlarımıza ölü kuşların bedenlerini tıkıştırıyorduk.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:226)
“‘... ve bütün bunların nedeni tektir: ben gerçek hayatta adi ve bayağı olandan pek fazla iğreniyorum.’
Tıkış tıkış dünyanın dolgunluğundan, kendi kutsal alanına bir katrecik almaktansa yoksul kalır, daha iyi, dili belli
bir çevrede bırakır, daha iyi.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Hölderlin’, Cilt:I, sa:230)
Tıkız : Kalın, yağlı, tıknaz, gereksiz şişkinlik (Argo)
“Şimdi Garci Lazaro bir kızdan bahsediyordu, köyünden yeni gelen Lili diye bir kız, Oaxaca
bölgesinden küçük bir Kızılderili kız, bir hayli minyon ama biraz tıkız; Garci kızın göğsünü, karnını tarif
ediyordu: kız kıç çatalında, böbreklerinin üstünde Bugs Bunny’nin dövmesini taşıyormuş.”
(J.M.G. Le Clezio, “Ourania”, sa37)
“Tam bu sırada sıcak ve üzgün bir kadın sesi işitiyorum:
‘Elimden ne gelir ki!’
Ses, fundalıklardan geliyor. Ağaç dallarını büyük bir dikkatle aralıyorum. Sarayda oturan kısa ve tıkız
bacaklı kızlardan görüyorum. Birinin elinde bir tarak var. Öteki ağlıyor.”
(Ö von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:49)
“Bunların içinde, bakkala giderken yaptığı alışveriş listesini yayımlayanlar bile oldu. (Gülmeyin, bu bir
gerçek.) Sonra da bu beceriksizliği, bu tıkızlığı ‘postmodern’ falan gibi cafcaflı lafların arkasına saklayıp, acemi
bir piyanistin sürekli tek bir tuşa basıp ‘Siz anlamıyorsunuz, bu çağdaş müzik’ demesi gibi saçmalıklarla uğraşır
olduk.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa:13-14)
“SABAH PAZARINA GAZEL
Bir görsem geçtiğini
Elvira kapısından,
öğrensem de adını
koyversem gözyaşlarımı.
Saatin dokuzunda hangi solgun ay
kana boyadı benzini?
Kimdir toplayan
karda tutuşmuş tohumunu.
Hangi tıkız kaktüs dikeni
Katletti billurunu?”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Adnan Özer, “aşk şiirleri”, sa:59)
Tıklamak; Tıklatmak : Genellikle kapıya vurarak ‘tık’ sesini çıkartmak; Ciddi kalp rahatsızlıklarında kalp
durduktan sonra tekrar çalışmaya başladığı zaman, hayata geçiş olarak da bu terim kullanılır, ender olarak da
kalp durduğunda, ‘her şey bitti’ anlamında böyle denir.
“O akşam saat yedi sularında kapı tıkladı. Robert kapıyı açtı. Bir ses soruyordu: ‘Burada Mr. James
Laing var mı?’ Robert ona ne istediğini sordu, o ses de ‘Onun Wick’teki polis karakoluna gelmesini ve bazı
sorulara yanıt vermesini söyler misiniz?’ dedi.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:147)
“Uyuyup uyuyamadığımı bilemiyorum. Beni konuşturmaya gelmelerini bekliyordum. Dayağı gece
attıklarını düşünürdüm hep, bir şey olacak mı diye dikkat kesilmiştim. Almanya’da, İspanya’da olanları
düşünüyordum; ‘Kızılların gözlerinin yaşına bakmazlar,’ diyordum. Bir ara uyandım, kapıyı tıklatıyorlardı. Ben
daha bakamadan gardiyan kapıyı kapattı - gece denetçisiydi.”
(C. Pavese, “Yoldaş”, sa:173)
Tıklım tıkış : Ağızağıza dolu, çok kalabalık
“Eiffel Kulesi’nin güney direğinden çıkan asansör turistle doluydu. Tıklım tıkış asansördeki takım
elbiseli ağırbaşlı işadamı, bakışlarını yanındaki erkek çocuğuna indirdi. ‘Benzin soluk oğlum. Aşağıda
kalmalıydın.’
Endişesini kontrol etmeye çabalayan çocuk, ‘İyiyim...’ dedi. ‘Bir sonraki katta inerim.’ ”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:15)
Tıklım tıklım (dolu olmak) : Ağzına kadar, tıka basa (dolu olmak)
“Bu, Gelibolu’daki tangır tangır boş, eğreti eşyalı evden çok başka bir evdi. Her yer sarı yaldızlı boy
aynaları, konsollar ve masalarla dolu. Döşemeler ilgili, ilgisiz birbirinin tepesine çıkar gibi tıklık tıklım
doldurulmuş. Herif adeta Beyoğlu’nun dükkanlarını evine taşımış.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:175)
“KATİLİN ŞARABI
-----------------------Ve bir köpek gibi uyuyacağım!
Uçar gibi üüstüme gelen, kaba,
Ağır tekerlekli koca araba,
Taşla, çamurla dolu tıklım tıklım.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:199)
“Karşınızda oturan oturan ihtiyar İtalyan ayağa kalktı, kocaman siyah valizini indirirken epey güçlük
çekiyor, sonra dışarı çıkıyor, arkasından gelmesini işaret ediyor karısına. Ellerinde eşyalarla yolcular, alay alay
koridordan geçmeye başladı. Az sonra kapının önü tıklım tıklım dolacak.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:271)
“a.g. Çiftler için: Kadın, tıklım tıklım dolu trende ayağa kalkar:
-Ver, der.
Koca cebini arar ve gerekli kağıdı kadına verir.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:46)
“Hala içi tıklım tıklım değerli kağıt paralarla dolu olan cüzdanını çıkardı. Cüzdanı elinde
alışageldiğinden daha uzun süre tutarak, bütün paraları çıkardı ve bir bir saymaya başladı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:226)
“Kent <Belize> yetişkinler için tıklım tıklım ve boğucu, ama gençler için inanılmayacak kadar ilginç.
Denize inen ara sokaklar, meydancıklar, balkonlu evler ve gürültücü ve renkli bir kalabalığın doldurduğu
kemerli caddeler; Jamaica’dan ya da Haiti’den gelmiş Antil adalılar, panama şapkalı melezler, mini etekli kızlar
ve eti budu yerinde bayanlar…”
(J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:193)
“En iyi giysilerini giymiş bir yığın insan kiliseye doğru ilerliyordu. Sıcakta kadınların makyajı akıyor,
beyazlar içindeki çocuklar huysuzlanıyorlardı. Tepemizde havai fişekler patlarken, kilisenin ana kapısında uzun,
siyah bir limuzin durdu. Damat gelmişti. Kilise tıklım tıklımdı.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:94)
“Bekleme odası her zamanki gibi tıklım tıklım dolu. Kuyruğa giriyor, yirmi dakika sonra bankoya
ulaşıyor. ‘Dostoyevski; istenildiği üzere tekmil veriyorum,’ diyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:229)
“... yine şairin Hebert tarafından yapılmış o yağlı boya portresi, Etienne Carja’nın çektiği fotoğrafı ve
bir köşede, pencerenin yanında, yine o üstü eski kitaplar ve sözlüklerle tıklım tıklım yazı masası, sanki entipüften
bir tahsildar masası...”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:25)
“Oyunları manasızdı: iki kız ayı kılığına girmiş, afacan kız Stepanida elinde sopayla ayıcı olmuş, ayıları
oynatıyordu. ‘Kıpırdan Marya, yoksa sopayı yersin!’ diye bağırıyordu. Sonunda ayılar, odayı tıklım tıklım
dolduran köylü kalabalığının kahkahaları arasında oldukça biçimsiz şekilde yere yuvarlandılar.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:123)
“Büyük duvarların gölgesine saptık ve kendimizi tıklım tıklım dolu Ortaçağ sokaklarıyla kasabanın
içinde bulduk. Burada bütün trafik öküz arabası gibi ağır işliyor: Küfür, ağzı bozukluk, el kol hareketleri gırla
gidiyor.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:428)
“Yağmurlu bir gün... Babıali’den indim, Sirkeci’de bekledim. Maçka’ya tramvay nedense pek seyrek
geliyor. Otobüsler de tıklım tıklım dolu, bari bir dolmuşa bineyim dedim. Tiz bir ses ortalığı inletmekte:
‘Nişantaşı, Osmanbey, Şişli... Haydi, dolmuşa bir. Gidiyor bayım, beklemeden gidiyor!..’ ”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:55)
“Pazar günü, gazino tıklım tıklım doluydu; belediye başkanı görünürlerde yoktu. Üyelerden yalnız en
yaşlısı gelmişti, bu ihtiyar Peschek, eğer uyku hastalığına tutulmuş olmasaydı iyi ve gayretli bir adamdı. Peter bir
sürü ‘doslar’ ile gelmişti. Pek berbattı; elbiseleri üstünden dökülüyor, sesi kısık kısık çıkıyor ve soluğu, işleyen
bir bıçkının çıkardığı gürültüyü anımsatıyordu.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:183)
“Geçit tanınınca yolcular da sökün ettiler. Öbür yakadan bayrakları sallayarak onu çağırıyorlardı. Julien
çabucak kayığına atlıyordu. Kayık oldukça ağırdı. Korkudan çifte atan yük beygirlerinin boğazı tıkayacağı
hesaba katılmadan, içine tıklım tıklım ve türlü çeşit yükler, eşyalar konuyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Konuksever Ermiş Julien’in Efsanesi”, sa:81)
“CİMRİLİK -... Ve mademki bugün bu iş bedavadır, biz de gidip rahat rahat kur yapalım. Fakat bu
tıklım tıklım dolu salonda, her kulağa sözlerimin hepsini işittirmek mümkün olamayacağı için, ben akıllı
davranarak meramımı pandomima yoluyla anlatmaya çalışacağım.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:46)
“Şehirle köprü arasına eski tenteli arabalar, bu bayramın asıl kutlayıcıları olan işçilerle hizmetkarları
taşımak için dizilmiştir. Bu arabalar tıklım tıklım dolu olmalarına rağmen, halk yığınları arasından dörtnala
geçerler.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:16)
“Yapıtları çok sayıda basılıp Nobel ödülleri alan ve şirin villalarda oturan yazarlar,..... çeşitli nişanları
ve üniformalı uşaklarıyla büyük hekimler, göz kamaştırıcı salonlarıyla akademisyenler, sanayinin değişik
kollarında yönetim kurulu üyesi kimyagerler, seri halinde föyton üreten ve tıklım tıklım salonlardaki
konferanslarıyla dinleyicileri coşturup alkışlar ve çiçek yağmurlarıyla karşılanan filozoflar - bütün bu kişiler
gözden kaybolmuştu ve bir daha da sahnede görünmediler.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:33)
“Şu anda da yaşamanın verdiği suçluluk beni yeniden insan öldürmeye zorladı, aynı savaştaki gibi.
Ama bu kez hiç te gönülsüz değilim. Kendimi suçluluğa verdim artık. Bu tıklım tıklım dünyanın parça parça
olmasına karşı çıkacak değilim.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:184)
“Pazar olduğu için dükkanı kapalıydı. Fakat kaleci o binanın üçüncü katında oturur. Tam da kahvaltı
ediyordu. Odanın her yanı, kazanılmış zafer nişanlarıyla tıklım tıklım doluydu.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:34)
“İp gibi bükülmüş bir boyunbağı, mavi çuhadan, yıpranmış, havı dökülmüş, bir dizi ağarmış, öbür dizi
delik bir pantolonu, dirseklerinden biri, yeşil bir kumaş parçasıyla sicim kullanılarak yamanmış lime lime bir
kruvaze köylü cekedi, sırtında içi tıklım tıklım dolu, sıkıca kapatılmış ve yepyeni bir asker çantası, elinde budaklı
kocaman bir sopa, çorapsız ayakkabılarında ise altı demir nalçalı pabuçlar vardı. Başı tıraşlı ve sakalı uzundu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:109-10)
“Komutan bu tür oturumların bir gösteriye çevrilebileceğini gayet iyi anladı. Bu iş için, her zaman
izleyicilerle tıklım tıklım dolan bir bina yaptırdı. Bu toplantılara katılmak zorundayım ama, içimden gelmediği
için bundan nefret ediyorum.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:56)
“Burası, Bayan Grubach’ın oturma odasıydı; her zaman mobilyalarla, örtülerle, porselen ve resimlerle
tıklım tıklım dolu olan odada bugün belki biraz daha boş yer vardı, ama bu hemen göze çarpmıyordu.”
(F. Kafka, “Dava”, sa:18)
“Hatırladığım kadarıyla büyük salon tıklım tıklımdı, zaten birkaç lambanın yandığı, büyüklerin
seslerinin bir curcuna halinde işitildiği, bir uşağın sağa sola koşuşturduğu şeylerin olduğu her oda, bir çocuğa
tıklım tıklım görünür.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa.:91)
“Ancak işin tatsız yanı, ilk avlunun her zaman tıklım tıklım dolu olmasıydı; gecelemek için pek bir yer
ele geçirilecek gibi değildi burada. İlk avludaki odalar, gedikli müşterilerce tutulmuşa benziyordu. Ne var ki,
gerçekte böyle bir şey olanaksızdı, çünkü kervansarayda yalnızca kervanlar barınıyordu; bu pislik, bu gürültü
patırdı içinde kervanlarla gelip gidenlerden başka kim kalmayı düşünür ya da kalabilirdi?”
(F. Kafka, “Taşrada Düğün Hazırlıkları”, sa:278)
“İşte, Hasan’la bu uzun kır gezintilerinden birinden döndüğüm bir akşamdı ki, köyün içini ve dışını
düşman askerleriyle tıklım tıklım dolmuş buldum. Hem bu asker kalabalığı geçen seferki gibi muntazam bir kıta
manzarasını göstermiyor, başıbozuk bir insan yığınını andırıyordu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:171)
“Sonra oradan gurbetçiler kahvesine vurdum. İçeri girdim. İçerisi tıklım tıklım.
‘Size bir işim düştü,’ dedim. Hemen ayağa kalkıp başıma biriktiler.”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:195)
“Karşılıklı oturulup kahve, çay içilir. Bazı kahveler çayı demlikle getiiriyor. Bu kadar çok kahve!
Kahveler tıklım tıklım dolu. Sebebini sordum, işsizlik, dediler.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:6)
“Kalabalıktan, polislerden uzak bir yerdi işte. Kimse bulamazdı kendisini orada. Sık ve büyüktü sazlık,
oracıkta kumlara gömülüp uyusaydı. ‘Gülünç olma!’ diye söylendi. Yatamayacaktı. Hiç dışarda yatmamıştı daha
önce. Hem sazlığa her baktığında, kaygan hayvaanlar, sürüngenler dolaşıyormuş gibi oluyordu yanında
yöresinde. Kalkıp hemen yola çıktı. Bu kez bindiği bir minibüstü. Tıklım tıklımdı. Arka koltukta sıkışıp yer
verdiler.”
(Ö.Z. Livaneli, “Arafat’ta Bir Çocuk”, sa:98-9)
“Sonra tıklım tıklım dolmuş olan motor kalkıyor, kavis çizerek iskeleden uzaklaşıyor; Şehir Hatları
vapurlarının, diğer motorların ve lüfer avına çıkmış sandalların arasından maharetle geçerek Üsküdar’a
yöneliyor.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:6)
“Cemal’le Meryem o kalabalıkta yollarını nasıl bulduklarını, kırmızı ışıkta duran otomobillerin
önünden nasıl geçtiklerini, kalabalıkla birlikte sürüklenip de o kırmızı belediye otobüsüne bindiklerini
anlayamadılar. Ama sonunda bu işi başarmışlardı ve tıklım tıklım dolu olan otobüste.....arada bir önlerindeki
İstanbulluların sırtına abanmaktan da kendilerini alamıyorlardı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:191)
“Beni rahatlatan şey, hiç beklemediğim bir sırada gökten zembille indi sanki. Tıklım tıklım dolu Loma
Fresca otobüsünde, bindiğini görmediğim ve yanımdaki koltukta oturan bir kadın kulağıma şöyle fısıldadı: ‘Hala
düzüşüyor musun?’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:94)
“... hani o değişmeyen, hiç dağılmayan, hiç insansız, misafirsiz kalmayan evlerden. Bunlar hep tıklım
tıklım eşya ile doludurlar; bu eşyalar asla yerlerinden kıpırdamaz.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:27)
“Salon bütün bu kalabalığı nasıl almıştı? Kısa bir süre önce görkemli görünen salon şimdi tıklım
tıklımdı. Üstelik hava da sıcaktı. Yaz gecesinin kokusuna, kolonya, lavanta ve saç kremleriyle mumlardan
yayılan defne kokuları karışıyordu. Salonun eski döşemesinden ince bir toz yükseliyordu.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, sa:225)
“BİRİNCİ KISIM-Birinci Perde - Sahne; New England’da Profesör Leed’in küçük bir üniversite
şehrindeki evinde..... Duvarlar hemen tavanlara kadar kitap camekanlarıyla kaplı. Camekanların içi tıklım tıklım
kitap dolu...”
(Eu. O’Neill, “Araya Giren Garip Oyun”, sa:4)
“Uzun zamandır böylesi bir sanat şölenine susamış olan Karslılar, piyesi tıklım tıklım doldurdukları
Millet Tiyatrosu’nun yanısıra evlerinde de seyredebildiler.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:33)
“Oda, koyu ve donuk mavi göğe bakıyor;
İçinde tıklım tıklım, sandıklar, çekmeceler!
Cinlerin çenesini attıran mor çiçekler
Dışardaki duvardan salkım saçak akıyor.
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:140)
“Şimdi tepelerine denkler, sandıklar, çocuk arabaları, dikiş makineleri yüklenmiş otomobiller gelip
geçiyordu ve hepsi valizlerle, paketlerle, sepetlerle tıklım tıklım doluydu.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:114)
“Dağları ve denizi, geceyi ve gündüzü,
Kargayı ve kumruyu, hepsinde bulur seni.
Başka şey sığmaz, dolmaz seninle tıklım tıklım,
Gözümü sahte yapar gerçeği gören aklım.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:113, sa:267)
“Grenouille’u en çok rahatlatan şey, insanlardan uzaklaşmak olmuştu. Paris’te, dünyanın başka
herhangi bir şehrinde olduğundan çok daha fazla insan bir araya sıkışmış yaşıyordu. Altı-yedi yüz bin insan
yaşıyordu Paris’te. Caddeler kıvıl kıvıl insan, evler bodrumlarından çatı katlarına kadar tıklım tıklım insan
doluydu. Hemen hemen hiçbir köşe, bir tek taş, bir karışçık toprak yoktu Paris’teki insan kokusu sinmemiş
olsun.”
(P: Süskind, “Koku”, sa:118)
“Gümrükçülerin binasında hala ışık vardı. Görülme tehlikesine girmemek için, konteynerlerin
arasındaki kısa bir dolambaca dalarak kestirmeden ilerledi, maliyenin motorlu teknesinin demirli durduğu bir
iskelede yürüdü ve ticaret limanının dalgakıranına vardı. Pamuk balyalarıyla tıklım tıklım dolu Eski Dalgakıran’ı
geçip kalafat havuzlarının önünde durdu.”
(A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:88)
“Artık sokak kalabalıklaşmıştı. Tekerlekleri alçalmış, tıklım tıklım otobüsler geçiyordu. Rastgele birine
atladık, o kadar kalabalıktı ki, zorla içeri girebildi.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:151)
“... mal mülk sahibi olan, işlerin gidişatını görmek için kalıp bekleyen insanlardı, ama artık şüpheye yer
kalmadığından sefere konan yeni uçakları, posta ve kargo gemilerini ve diğer daha küçük deniz vasıtalarını
tıklım tıklım dolduruyorlardı.”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:240)
“DENİZDE YENİLGİ
-------------------------ve gemilerin dağlardan gelen
uzun boyunlu bacakları
kayıp gitti gemicilerin elinden,
fırladı ağızlarından
ışıl ışıl bembeyaz çocuklar.
Tıklım tıklım deniz
oğul vermişçesine
soluksuz, ışıksız gövdelerden
örtmüştü ölüler
bir uçtan bir uca bütün kıyıyı.”
(Timotheos, “antik çağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:43)
“Sergey İvanoviç, prensesle vedalaştıktan sonra, yanlarına gelen Katavasof ile tıklık tıklım dolu vagona
girid, tren hareket etti.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:657)
“Kabataş iskelesinde babasını beklerken yanındaki valizlerden birinin içi adının geçtiği gazete
kupürleriyle, sinema afişleriyle, üzerinde fotoğrafı olan kartpostallarla tıklım tıklım doluydu.”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:75)
“Sandal, tıklım tıklım, uzaklaştı. Bir sabun ve bir havlu aldım, yıkanmaya gittim. Dönüşümde, hoş bir
durgunluk içinde, akşamın yavaş yavaş çöküşünü seyrettim.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:107)
“... öğretmeni Bauer’i sadakat ve saygıyla anımsadı. ‘Dış görünüşü neredeyse insanı korkutan, sayısız
orijinallik ve tuhaflıklarla donatılmış yaşlı Bauer, dar ve yeşilimsi gözlük camlarının gerisinden öylesine pusuya
yatmış, öylesine melankoliyle bakan ve bizim fazla geniş olmayan tıklım tıklım sınıfımızı uzun piposundan çıkan
dumanlarla sürekli dolduran bu yaşlı adam bir süre bana rehberlik etti...’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:24)
“ ‘Hayır, hayır,’ diye yanıtlıyor Christine teyzesini kekeleyerek, şaşkınlığını üzerinden atabilmiş değil
hala, salon tıklım tıklım dolu, orada duran şu siyah tuvaletli ve tek cam gözlüklü bayan da ne yapıyor öyle?”
“Pazar günü olması nedeniyle tıklım tıklım dolu olan tramvaya önce çocuklar sokuluyor, daha sonra da
kendileri biniyor.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:46;176)
“Dickens, eserlerini yüksek sesle halka okumaya karar verdiği, böylece okuyucuları ile ilk defa karşı
karşıya geldiği zaman İngiltere’nin altı üstüne gelmiştir; halk salonlara hücum etmiş ve her yer çarçabuk tıklım
tıklım dolmuştur.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Dickens’, Cilt:II, sa:49)
“Acenta katibinin söyledikleri doğru çıkmıştı; gemi tıklım tıklım ve kamara kötüydü. Buhar kazanlarının
yakınlarında sıkışıp kalmış dikdörtgen bir köşeydi.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:4)
Tıknaz : Dolgunca, kısa ve tombul tip
“İşte bu mezrlığın karşısında Eskicizade Nedim’in sıra sıra taş yüzlü ardiyeleri ve ardiyelerin arasında
dört beş metre enliliğinde, otuz metre derinliğinde bir ticarethanesi vardı. Enliliğin üç metresi bir yazıhane için
bölünmüştü. Bu yazıhanenin içinde orta boylu, kurnaz yüzlü, tıknaz bir adam otururdu.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Beyaz Altın”, sa:24)
“Bu tıknaz, güçlü-kuvvetli, esmer kadında insanın içine rahatlık veren bir şey vardı. Lea onunla birlikte
yatağın üzerine oturudu, anlatabileceği ne varsa hepsini anlattı. Babasının ne yediğini, ne yemediğini birer birer
saydı; masanın üzerine bıraktığı şeylere el sürülmesine kızdığını, elini yüzünü yıkamak için sık sık sıcak su
istediğini söyledi.”
(P. S. Buck, “Şakayık”, sa:72)
“Rateau’ya kalırsa, Louise de üstünde durulmaya değer bir kız değildi zaten. Kısa boylu, tıknaz bir
adam olduğundan, yalnız iri yarı kadınlardan hoşlanıyordu. ‘Bu karıncada ne buluyorsun, bilmem?’ diyordu.”
(A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:7-8)
“Ön sırada, sürücünün yanında oturan adam, yüzünden hiçbir şey sezilmeyen, otuz yaşlarında bir
Fransız, altında devinen iki sağrıya bakıyordu. Yapılı, tıknaz, uzun yüzlü, geniş ve köşeli alınlı, sert çeneli, açık
renk gözlü bir adamdı.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:20)
“Babamun mezartaşının üstündeki harflerden anladığım kadarıyla onun kalın yapılı, tıknaz, esmer bir
adam olduğuna dair garip bir inanca kapılmıştım. ‘Yukardakinin eşi Georgiana’ diye geçen yazının
karakterinden de annemin çilli, marazlı bir kadın olduğu gibi çocukça bir düşünce doğurmuştu bende.”
(Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:5)
“İLGİ ÇEKECEK BİR ŞEY (İSTİYORUM)
------------------------------------------------------atlıkarınca resimleri istiyorum,
müzik kutuları, her yaz
tezgahlarında terleyen
tıknaz kadınları da, yaz-aşkını,
aynı zamanda. İstiyorum kocalarını
onların ağzı kulaklarına varan, yalakadenizim ben, iskelesini yutan.”
(Isobel Dixon<d.1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.05.07)
“Kilerci tıknaz, görünüşte kaba saba ama neşeli, saçları ağarmış ama hala güçlü, ufak tefek ama çevik
bir adamdı. Hacılar konukevindeki hücrelerimize götürdü bizi. Ya da daha doğrusu, üstadıma ayrılan hücreye,
bir çömez olmakla birlikte.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:51)
“Babam masasındaki yerine oturmuştu. O zamanlar kaç yaşlarındaydı? Kırkını geçmişti sanırım.
Anadolu savaşı biteli beş altı yıl olmuştu. Orta boylu, tıknaz bir adamdı. Bakışları etkili ve ağırbaşlıydı.”
(Füruzan, “Gül Mevsimidir”, sa:7)
“Askeri haritayı yere yayarak dikkatle inceledi. Yaşlı adam omzunun üstünden bakıyordu. Kısa boylu,
tıkmaz biriydi. Kara bir köylü ceketiyle kaba bir kumaştan pantolon giymişti. Ayaklarında tabanları ipten
pabuçları vardı.”
(E. Hemingway, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”, sa:9)
“Teğmen bunu beklemiyordu. O sanıyordu ki, İstanbul sokaklarında bazan rasgeldiği gibi, sigarası
parmaklarında, allıkları yüzünde, peçesi açık, dişleri çürük, yürüyüşü kıvrımlı, tıknaz bir kadın girecek, yayvan
yayvan hemen konuşmaya başlayarak sonunda jandarmalarla tutturulup dışarı attırılacaktı.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Yatık Emine”, sa:13)
“Dün akşam, Reha Bey bana oturduğumuz birahanede muharrir <yazar> Ahmet Rasim Beyi de tanıttı;
köşede bir arkadaşı ile ağır ağır, vakur, fakat pek babacan bir tavırla demlenmekte olan, burnundan takma
gözlüklü, kırçıl saçlı, kırçıl ve pos bıyıklı, tıknaz ve çok sevimli bir adamı göstererek:
-İşte, dedi, bu, muharrir Ahmet Rasim Beydir. Kendisi ile henüz muarefemiz <görüşme, arkadaşlık,
temas> yok... Yok ama, dikkat ediyorum, ikide bir, yan gözle bizim masayı süzüyor. İster misin yarınki ‘Şehir
Mektupları’nda bizim masa da aynen çıksın.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:158)
“Ne ateşli bir biçimde iskambil oynayan hanımlar ne de yere çökerek zar atan Araplar ona
aldırıyorlardı;buldoglu kadınla tıknaz adam bir koltukta midyenin kabuğuna yapışması gibi birbirlerine
sarılmışlardı, neredeyse sarhoş olan amiral bağıra çağıra öğrencilerine ters esen rüzgar durumunda ne yapmak
gerektiğini anlatıyordu.”
(S. Tamaro, “Aklı Bir Karış Havada”, sa:116)
“... derin bir acının izleri yüzünden okunan yorgun bir kadınla, onun ahbabı, kırk yaşlarında, çok iyi
korunmuş yepyeni bavulları ve gezi çantaları olan konuşkan bir beyefendi ve bir kenara çekilmiş, tıknaz, kısa
boylu, gergin, huzursuz, sinirli hareketler yapan, pek yaşlı olmadığı halde dalgalı saçları zamanından önce
ağarmış, gözleri hızla bir nesneden ötekine kayıp duran başka bir beyefendi.”
(L. Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, sa:7)
“ ‘Şiromantiste (el falına bakan kimse) benzer hiçbir yanı yok. Yani demek istiyorum ki, ne esrarlı, ne
anlaşılması zor, ne de romantik. Kısa boylu, tıknaz bir adam: komik, kel bir kafası, altın çerçeveli, kocaman bir
gözlüğü var.’ ”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:9)
Tıknefes olmak : Soluğu daralmak, zorla nefes almak
“Roma da ağırlığını hissettiriyor, ama duyarlı ve hafif bir yükle. Roma çeşmelerden, bahçelerden ve
kubbelerden bir beden gibi gönülde taşınıyor, insan onun ağırlığı altında, biraz tıknefes, ama tuhaf bir biçimde
mutlu soluk alıp veriyor.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:132)
“... her gün uygarlık denen şeye gidip gelen tıknefes vapurdan çok, bir iniş pisti bulunan en yakın
adadaki uçak için yaptım bunu. Yani parayı sokağa atmak için değil.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:29)
“Bunu söylemesinin nedeni, diye iddia ediyor Pereira, Rua Rodrigo da Fonseca’daki tıknefes
vantilatörün sürekli vızladığı ve her şeye kuşkuyla bakıp zamanını kızartma yapmakla geçiren cadaloz kapıcı
kadın yüzünden sürekli kızartma kokusunun hüküm sürdüğü şu ufak sefil odaya tanımadığı birini çağırmak
istememesiydi.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:10)
Tıksırmak : Ağzı kapalıyken öksürmek
“İşte bu kısım Kamarot İrfan’ın hikayesiyle birdenbire işi azıttılar. O geçerken yerlere tükürdüler. Öyle
ki birçokları pis, adi karı, şıllık kelimelerinden öksürük, aksırık, tıksırık seslerinden ve nidalarından
yuvarladıkları bir homurtuyu o geçerken homurdanmaya başladılar.”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:16)
“Sessizlik oldu: bir inek tıksırdı; kadın da boşluktan yararlanıp ne tuhaf diye girdi söze, çocukken
inekten hiç korkmamıştı, yalnızca atlardan. Ama aslına bakılırsa, pusette gezdirildiği günlerde, koca bir at
arabası burnunun dibinden geçmişti.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:11)
“Anne biberonu denedi, o da olmayınca çocuğu çay kaşığıyla doyurmaya çalıştı. Öksürüp tıksırıp
ağlayınca sabrı taşıyor, ne yapacağını bilemiyordu. Ebe,
‘Büyüdükçe kapanır,’ diye güvence vermişti, ama ne dudak kapandı -ya da yeterince kapandı- ne de
burun düzeldi.”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:11)
Tımar; Tımar etmek : Bakım, yara iyileştirme; Ağaç bakımı; Binek hayvanlarının kıllarını ve derisini tarama,
temizleme; Selçuklu ve Osmanlılarda, iyi hizmet veren sipahi’lere <Zaim; Ashab-ı Zeamet> hediye edilen devlet
toprağı <Tımar ve Zeamet>
“Sabah erkenden işe giriştik. Hayvanları yemledik, inekleri sağdık, ahırı temizledik. Tarlada kalmış
saman yığınlarını ahıra taşıdık. Sonraki iki gün hava kararıncaya kadar buz tutmuş tarlaları sürüp ekin biçtik, dağ
gibi yığılmış mısır koçanlarını taneledik. Salim Amcamın ve Ahmet’in yaralarını ilk kez burada tımar
edebildik.”
(Hulya Sarıkaya, “Mübadele Öyküleri-Merguşe Laleleri”, sa:205)
Tımarcı : Akıl hekimi; Psikiyatr(ist)’in aşağı sınıf halk, özellikle Roman’lar arasında, dışarıya pek de
vurulmayan ismi. <Bir Psikiyatr olarak, ben bu ismi kınıyorum; hayvanlar da, insanlar gibi asil varlıklar, ama
biz insanları tımar etmiyoruz, iyileştirmeye çalışıyoruz. 55 yıllık meslek hayatımda, hiçbir zaman ne akıl
hastahanesini, ne insanları ne de hastalığı tarif konularında, ‘Tımarhane, ‘tımarhanelik’, özellikle ‘deli’ v.b.
sözcükleri kullanmadım. Ne yazık ki, bir zamanlar, Akıl Hastaneleri “Tımarhane” diye isimlendirilip, niteliği
hakkında daima sorular ve sorunlar olabilen bir müessese olarak yadedilmeye alışılmış. Allah eksik etmesin.
‘Bimarhane! Daha yakışık olduğu halde nedense o denli popülarize olmamış! (Dr.İ.E)
“Etem bu sefer benden cesaret aldığı için ayıyı hemen oracıktaki bir kazığa tutturup yerden kaptığı bir
odunla zavallı Aynalı Küp’ün üzerine atıldı. Atıldı ama, ben hemen bileğinden yapıştım.
-Kendine gel Etem, bırak, o divanenin biridir!
-Divane ise, kör müdür gözü tımarcıyı <Akıl hekimi, psikiyatr>!... Ne arar burada gece vakti çadırlar
arasında?... Yatar içerde birtakım kibar familyalar! Bunun burası diyil <değil> at, ya eşek pazarı; burası herkesin
mekan <ev, oturulacak ev, ikamet> yeri...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:247)
Tımarhane; Tımarhane kaçkını : Akıl hastalarının korunduğu ve tedavi gördüğü yer; Akıl hastanesinden
kaçmış kimse, deli
“Esther haftalardır Suzy’ye kızkardeşinin hastalığını anlatmak zorunda olduğunu düşünerek kendi kendini
yiyip bitiriyodu. Bütün o görkemli, eski-biçem delilik melodramlarını; Jane Eyre’deki akıl hastası kadını,
tımarhaneyi, yüksek duvarların ve çok az umudun yer aldığı yüzlerce kasvetli evi, belleklerde bunlardan daha az yer
eden ikincil düzeydeki dramları, cinayetler işleyen ve kanlarını soylarına geçirip gelecek için bir tehdit oluşturan
manyakları kim işitmemişti ki?”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:137)
“Bunun üzerine oturdum. Başımı kaldırıp gözlerimi kısarak ona baktım ve: ‘Siz tam bir tımarhane
kaçkınısınız,’ dedim. ‘Evet, tam bir tımarhane kaçkını. Kilisedeki o davraşınız da nedir öyle?’ ”
(F. Kafka, “Hikayeler-Tapınan’la Söyleşi”, sa:12)
“KENDİMLE KONUŞMALAR
Büyük bir tımarhanesi
İki üç doktoru ve küçük kilisesiyle
Fısıltılı dedikoduların dolaştığı bu ufak şehirde
Doğalı uzun zaman olmadı”
(Mascha Kaleko-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14/02/08)
Tımarhanelik olmak : Zıvanadan çıkmak, deli olmak, aklını yitirmek
Bk.: Tımarhanelik olmak
“Başlıyordu içine çeke çeke ağlamaya. Onun için, yengesi, yani Nefise ablasının annesi sık sık, ‘Aman
kızım, sakın karşılık verme. Bu karı yakında tımarhanelik olacak!’ diyor, ekliyordu: ‘Nefise’yi kıskanıyor...’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:203)
“HORNE, açgözlülüğün etkisi altında itiraz eder. - Vermeyin ona, efendim. Biz uğraşırken o hiçbir iş
yapmadı. Payımızdan o parça niçin eksik olsun?
BUTLER, sinirli, bunalımlı bir öfkeye yenilerek kekeler. - İsteyen kim onu be? Bu mendebur nesneyi
istiyen kim? Ben ha? Asla. Lanetleme deliler. Hepiniz tımarhaneliksiniz!
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:20)
“Orası Fransa. Büyük sanatçı deyince akan sular durur. Burada ise okulunu bırakıp, bütün hayatını
annesinin karşısında geçiren ressam sonunda ya tımarhanelik olur ya meyhanelik.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:341)
Tımarhaneye dönmek : Ortalık karman çorman olmak; Bağrışma çağrışma ya da tümüyle düzensizlik; kimin
ne yaptığı ya da söylediği belli değil
“Yüzlerinin önümde şekilden şekle girdiğini görüyordum, öylesine komiktiler ki, gülüşüm, bir ulumaya
dönüştü.
‘Neden güldüğünü öğrenebilir miyim?’ diye bağırdı annem.
‘Babam yumruğunu masaya vurdu. ‘Bu ev tımarhaneye döndü,’ dedi.
O zaman kestim gülmeyi. ‘Her zaman zaten öyleydi zaten,’ dedim.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:47)
Tımarhaneye düşmek : Akıl hastası olup tımarhaneye gitmek
“Jeff’i görür görmez nasıl biri olduğunu anladım. Benden genç olmasına rağmen, kendimin bu genç
modelini tanıdım.
‘Acayip akşamdan kalmasın evlat,’ dedim ona bir sabah.
‘Başka yolu yok,’ dedi. ‘unutmak gerek.’
‘Haklısın galiba,’ dedim, ‘tımarhaneye düşmektense akşamdan kalmak yeğdir.’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:54-5)
Tımarhaneye kapamak : Akıl hastanesine koymak
“... bağıra bağıra Rabia’nın edepsizliğinden, kendisinin zulme uğramışlığından şikayet ediyordu. Fakat
İmam bu bu bir tek tesellisine de son verdi:
-Böyle giderse mahalleli seni tımarhaneye kapamak için dilekçe verecek, duanı içinden et, be kadın!
dedi.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:122)
Tınaz : Harmanda dövülmüş ve savrulmaya hazır ekin yığını
“Buğday doğru zamanda toprağa ekildi, serpildi, büyüdü ve şimdi olgunlaştı. Tarlanın kenarından bir
ekin koparalım, avuçlarımızın arasında yuvarlayalım, eskiden beri böyle yapılmıştır. Kuru ve sıcak tınaz
dökülür, çukur yaptığımız avucumuzda bu saptan en sekiz-yirmi buğday tanesi kalır, ekini biçme zamanı geldi,
deriz.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:113)
Tıngırdamak; Tıngırdatmak : Tıngır tıngır ses çıkarmak; Bir musiki aletiyle şöyle bir oynamak, hafiften bir
iki bir şeyler çalmak
“ ‘Nermin telefonda konuşurken aşağıya indim. Sedef odasına geçtim oturdum. Biraz Ayşe’nin
piyanosunu tıngırdattım. Biliyor musun, piyanoyu bıraktığıma çok pişmanım.’ ”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:149)
“Bu arada, pencerenin yanında dururken her yanını saran olağandışı bir karıncalaşma ve titreşmenin
ayırdına vardı, sanki üzerlerinde bir esinti ya da beceriksiz parmaklar gezinen binlerce telden oluşmuştu. Bir
ayak parmakları ürperiyordu, bir ilikleri. Leğen kemiğinin oralardan çok garip duyumlar geliyordu. Saçları diken
diken oluyordu. Kolları, yirmi yıl kadar çınlayıp tıngırdayacak telgraf telleri gibi çınlayıp tıngırdıyordu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:158)
Tıngır mıngır : Kendi halinde, şevkle, hazla çıkardığı tıngırtısıyla (müzik, ses)
“FANTOMAS AĞIDI 13
Öldürdü bir fayton sürücüsünü.
Sonra yerine bağladı sımsıkı
Tıngır mıngır giderken yollarda
Aldırmadan sövüp sayan yolculara,
Durmak bilmiyordu bir türlü
Ölünün sürdüğü araba.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:146)
Tınmak : Aldırmak, önem vermek, ses çıkarmak
“...oyun okunmaya başlanacağı sırada başıma berbat bir ağrı saplandı. Beynim oyuluyor gibiydi.....
Oradaki zengin takımı başından sonuna kadar hiç ses çıkarmadan ve hiç umursamadan öylece oturdular. Çok
komik sandığım repliklere bile tınmadılar. Esprilerden sıkıldılar; duygusallıklardan etkilenmediler, aval aval
baktılar. Oyun bitince, asık suratlarındaki ifade değişmeden, adet yerini bulsun diye bir-iki şakşakla alkışladılar.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:103)
“ELEJİ <1870>
--------O mu? Hadi söyle! Hiç tınmıyor halk.
Pranga seslerinden korkunç ve derin
ne mümkün özgürlük sesini duymak:
öfkeli halk gösteriyor gizlice,
kaputlu safını seçkin türlerin,
güdülen cüppeli bakar körlerce.”
(Hristo Botev<1848-1876>-Ahmen Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.02.06)
“İplik eğiren kızlardan biri bu masalı anlatırken hancı kadın, Lau’ya anlamlı bir biçimde baktı; o da
güldü; çünkü bu ölçü denemesinin nasıl gittiğini en iyi bilen oydu; ancak ikisi de tınmadılar.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:50)
Tın tın ötmek : İçi boş bir yerde madeni bir ses çıkartmak (Cami, hamam, kubbe vb.)
“Kilise Kral IX. Charles’ın saltanatının son yıllarında yeniden yapılırcasına onarılmıştır. Tahtadan çatısı
yukarıdan çürümeye başlamıştır, mavimsi yüzünde yer yer kara çukurluklar oluşmuştur. Kapının üzerinde,
orgların bulunması gereken yerde, döner merdiveniyle erkeklere ayrılmış bir mimber vardır. Bu döner merdiven,
tahta kunduraların altında tın tın öter.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:80)
Tıpa açacağı gibi çük : Küçücük burcacık, boynu bükük, eğri büğrü, sertleşmeyen penis
“Kendine dokunman çok hoş… okşaman… kendi kendine zevk alman… Haydi dokun, okşa kendini;
uslu dur domuz yavrusu, o tıpa açacağı çükünle ne o öyle, biz burada sanat yapıyoruz; git, kameranın yanında
çalış biraz.”
(D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:78)
Tıpatıp (aynı olmak, gelmek, olmak, uymak) : Tam ölçüsünde, çok uygun, beklenildiği gibi; Aynen
Bk.: Tıpkı
“Üstadım yanıt verdi:
-Ayna bile olsam, dış görünüşünü, içinden geçenleri okuduğum çabuklukla yansıtamazdım. Az evvel
senin düşüncelerinle benimkiler duruş ve şekil bakımından biribirine o kadar tıpatıp uyuyorlardı ki bundan bir
tek sonuç çıkarttım. Eğer sağdaki setin yüksekliği öteki hendeğe inmemize olanak verecek gibi ise, hayalinde
canlandırdığın kovalamadan kurutlabiliriz.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:251)
“Dolapta yepyeni elbiseler var, Mavi bunların kendisi için mi olduğunu merak ediyor, giyiyor, üzerine
tıpatıp olduklarını görüyor. Çok büyük bir yer sayılmaz, diyor kendi kendine, odayı boydan boya arşınlarken,
ama gene de yeterince sevimli, yeterince sevimli.”
(P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:9)
“Tüm bunlar, Bing on altı yaşındayken vahiy inmişçesine bir anda geliverdi aklına. Bir öğleden sonra
Lut Gölü Ruloları hakkındaki bir kitabı karıştırırken, parşömen metinlerin yanı sıra, kazılarda çıkarılan tabaklar,
ilkel çatal kaşıklar, hasır sepetler, çanak çömlekler, testiler gibi, en ufak zarar görmemiş buluntuları gösteren
bazı fotoğraflar gördü..... Resimdeki nesneler iki bin yıllık ama son derece yeni, son derece çağdaş görünüyordu.
..... İki bin yıl önce Roma İmparatorluğunun ücra <uzak> bir köşesinde yaşayan insan, bugünkü ev araç
gereçlerini tıpatıp aynısını tasarlayabilmişse, o insanın aklı, yüreği ya da iç dünyası kendisininkinden nasıl farklı
olabilirdi?”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:74)
“Titiz bir muhasebecinin elinden çıktığı belliydi ve Flower’ın yedi yıllık milyonerliğinde bile eski
mesleğini unutmadığını gösteriyordu. Alacaklar sol sütunda sıralanmıştı ve Nashe ile Pozzi’nin hesabına tıpatıp
uyuyordu.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:158)
“Langdon önce kayalıklarda yürüyen Sophie’yi, sonra elindeki gül ağacı kutuya baktı. ‘İmkansız.’
Langdon yavaşça yeniden genç adama döndü. ‘Büyükannenizde bunun gibi bir kutu olduğunu söylediniz değil
mi?’
‘Tıpatıp aynı.’
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:480)
“İçtiği antlar onu çarpmıştı. 100 şilininin gittiğine canı sıkılıyordu. Aylığıyla birlikte, isteklerini
karşılamaya tıpatıp yetiyordu o para. Çok iştahlı bir adamdı. Açlıktan ölseydi, o gözcü hücresi ne olurdu?
Therese’ye doğru yumruklarını sıktı. Kılları hala diken dikendi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:320)
“Bay Goodchild ve Bay Idle, evin önünde arabadan inip, tarihi güzelliği kasvetli bir havayla birleşen
evin holüne girince koyu renkli giysileriyle birbirinin tıpatıp aynı, yarım düzine, sessiz, yaşlı adam tarafından
karşılandılar. Ev sahibi ve kahyası konukları oturma odasına alırken altı yaşlı adam ayak altında dolaşmamaya
özen göstererek sessizce sağa sola kaçışıp evin kasvetli karanlığında yok oldular.”
(Ch. Dickens, “Gizemli Öyküler-Asılmış Adamın Gelini”, sa:15)
“Böylece adımları tıpatıp uyuşan iki koşucu gibi yan yana ilerliyorlar. İskenderiye’ye herkesin
kıskandığı, ama hiç kimsenin öykünmeye cesaret edemeyeceği, kusursuz gibi görünen bir ilişkinin örneğini
veriyorlar.”
(L. Durrell, “Balthazar-İskenderiye Dörtlüsü 2”, sa:106)
“Öyle ki sanat, biçimler hakkındaki anlatımını, felsefenin kavramlar evreninde yürüttüğü anlatımla tıpa
tıp benzetecek şekilde sürdürmek zorunda kalmalı ya da sosyal ilişkilerde eylem, kolay ve iletişim kurabilen bir
aktarma olanağı olmaksızın sürdürülmelidir.”
(U. Eco, “Açık Yapıt”, sa:41-2)
“‘Bak sen şu Alamanların tekniğine, göz açıp kapayıncaya kadar harika bir kent kurdular.’
‘Şu ilerdeki eve bak, tıpatıp benim evime benziyor, aynısını yapmışlar valla!’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:252-3)
“Çalışkan fakat çok çekingendim..... Aslına tıpatıp uysun mu yoksa kendiliğinden bir sözcük katayım
mı endişeleri içinde vakit geçip giderdi. Bu yüzden, dairede herkesten çok çalıştığım halde yine de bana dalgacı
adını takmışlardı.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:37-8)
“DULLAR
Hiç bir evin tıpa tıp aynı
olmadığı küçük caddeler boyunca
her yaştan dul
bir başına oturup soliter oynar
örgü örer, kurabiye pişirir
terk edildikleri büyük, boş evlerde.”
(Donald Hall<d.1928>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.01.05)
“YARDIMCI - Akşamki toplantıyı dört gözle bekliyoruz, değil mi? Umarım, hepiniz gelirsiniz.
LORENCOVA - Ben yüzde yüz geliyorum...
YARDIMCI - Harika! Bence bizim şu sohbet toplantısı çok güzel bir buluş. Olağanüstü!..... Birer
birey olarak gevşedikçe, kollektif gücümüz artıyor sanki. Ne dersiniz?
KOTRLY - Çok doğru. Benim görüşüm de tıpatıp böyle...”
(V. Havel, “Şeytan Çelmesi”, sa:28)
“Yaşam benim gözüme öyle göründü. Zengin bir yahudi ailesinin kızı olan annem korkunç bir
cadalozdu; görünüşüm tıpatıp ona benzer.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:103)
“HEDWIG, okşayarak. - Ah, seni frak’la görmek ne tuhaf!… Frak’la çok güzel oluyorsun baba..
HJALMAR - Haa… Öyle değil mi? Hele bu arkamdaki bana ne kadar iyi geldi? Tıpatıp oturdu …”
(H. Ibsen, “Yaban Ördeği”, sa:49)
“Eğildi, ocağa biraz daha odun attı. Biraz sonra,
‘Yarından tezi yok,’ dedi, ‘hava yolunun açılış töreni olacak; artık yerde yürüyemiyorum,
havalardayım. Omuzlarımda makaraları hissediyorum.’
‘Pire’deki kahvede, beni oltaya takmak için nasıl tuzak kurduğunu hatırlıyor musun, Zorba? Ananın
yiyip çocuğuna vermeyeceği çorbaları yapmasını bildiğini söylemiştin ve benim sevdiğim yemek de, rastlantı bu
ya, tıpatıp o çıkmıştı, nasıl anlatmıştın bunu?’
‘Ben de biliyor muyum, patron? Öyle esti işte! Senin, o kahve köşesinde uslu uslu, derli toplu oturmuş,
küçük yaldızlı bir kitaba eğildiğini görünce, neden bilmem, çorbaları seveceğini düşündüm. Öyle esti diyorum
sana; ara da bul!’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:261)
“Varışımızdan sonra bizi burada da banyo, berber, dezenfekte malzemeleri ve giysi değiştirme işlemi
bekliyordu. Ayrıca giyinme bölmesindeki kurallar Auschwitz’dekilerin tıpatıp aynısıydı. Yalnızca su burada
biraz daha sıcaktı, berberler biraz daha özenli çalışıyordu ve giysi dağıtma görevlisi üstün körü de olsa
ölçülerimize dikkat etmeye çalışıyordu.”
(Imre Kertész, “Kadersizlik”, sa:107)
“Eskiden çok sevdiğim ama geçen zaman içinde unuttuğum, kırmızı yastıklı, çok eski ve birbirinin
tıpatıp aynı iki Morris koltuğu buldum sonra. Onlardan birini çekip denize karşı otururdum; uzakta,
aşağılardaydı deniz ve hava bulutlu olmasaydı ufukta onu görebilecektim.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:36)
“SMITHERS (Bir göz attıktan sonra, tiksinmiş bir halde başka tarafa döner. ) - Tıpa tıp ormana girdiği
yer burası... Ne de işinize yarayacak ya... Şimdiye kadar millerce yol aldı, sağ salim deniz kıyısına vardı...
Derisini şeytan yüzsün... Onu kaçıracaksınız demedim mi size?”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:63)
“Pekala: hepsi bu kadar; bitişikte işte böyle tenekeden bir nesne yere düştü, yuvarlandı, devrilip durdu
ve bu sırada belli aralıklarla tepinmeler oldu. Tekrarlanan bütün sesler gibi, bunun da kendi içinde bir düzeni
vardı; değişiyordu, hiçbir zaman tıpatıp aynı değildi.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:198)
“Hiç ölen yok. Genç bir televizyon muhabirinin ise şansı yaver gitmiş, yanından geçerken gözü
kamerasına takılan bir yaya ona, ana kraliçeninki ile tıpatıp aynı olan bir olayı ilk elden anlatmıştı, ‘Gece
yarısına ramak kalmıştı,’ diye sözlerine başladı, ‘can çekişir gibi görünen büyübabam, saat kulesinin son
vuruşundan biraz önce birdenbire gözlerini açtı, atacağı adımdan adeta pişman olmuş gibiydi ve ölmedi.’ ”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:13-4)
“Yazdıklarım benziyor birbirine tıpatıp,
Bütün şiirlerimde niçin urbalar aynı?
Basmakalıp sözlerim beni ortaya atıp
Ele verir adımı, sanatımın aslını.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:76, sa:193)
“Elbette, geniş kapsamlı bir bilimsel kuramın insanda şaşkınlık yaratma etkisine tıpatıp benzer bu. Eski
teori ne kadar iyi ve geniş kapsamlıysa, insanların yenilerine akıl uydurmaları o kadar güç olur.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:183)
“-Kamil Bey’e mi? Bizim Kamil abiye?.. -Birden telaşlandı- Tüüüh... Ne desen haklısın doktor abi...
Tamam!.. Tıpatıp... Hık demiş burnundan düşmüş...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:220)
“ ‘Bana gerçeği söyle. Canım acıyacak mı?’
‘Hiç acımayacak.’
‘Ama yüreğimi yemeyeceksin, değil mi?’
‘Yiyeceğim ama hafiften, bir bulutu çiğnermiş gibi.’
‘Ya bir gün babam yüreğimin filmini çektirirse?’
‘Kimse bir şey keşfetmeyecek. Çünkü zamanla tıpatıp önceki yüreğinin biçiminde bir yürek
olacağım.’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Güneşi Uyandıralım”, sa:15)
“Hesse ‘Piktorun Değişimleri’ ve ‘Çetin Yol’ masalları gibi büyücek manüskrileri de küçük resimlerle
süslemiş, hepsi de birbirine benzeyen, ama tıpatıp benzediği de söylenemeyecek bu manüskrilerin satışıyla,
kitaplarının fazla bir gelir getirmediği dönemde zar zor hayatta kalabilmesini sağlayacak üç beş kuruş
kazanabilmişti.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:113)
Tıpış tıpış (gitmek, yürümek) : (Çoğu kez zorunlu olarak) Çocuk gibi, kısa kısa, ürkek ürkek, sessiz sedasız,
çaresiz, boyun eğerek (yürümek); (Fig.) İster istemez
“Flower uğradığı hakareti hiç umursamadan bir kahkaha daha patlattı. ‘Yoo,’ dedi. ‘Mr. Nashe ile
pazarlığımız öyle değildi. Araba artık benim oldu. Eve gitmek için başka çareniz yoksa, tıpış tıpış yürürsünüz.
Bu işler böyle olur.’ ”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:101)
“Bildik hikaye
Karın eriyen birikintisinde
batıştaki buz kitlesinin üzerinde
seyreden
çocuk misali
--------------bezgin kaslar büzülürken
zihin, düşüncesinin özenle açtığı,
alışkanlıklarının yarattığı
patikada tıpış tıpış yol aldı”
(Robert Creely<d.1926>-Evrim Yalınalp; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.09.03)
“Yanına gitmezdim, ses çıkarmadan bir köşeye sinip seyrederdim. Sesini, dışarda nasıl oynadığını
duysam; arada bir yaptığı gibi o tatlı sesiyle, ‘Ana, neredesin?’ diye bağırdığını duysam yeterdi bana…
Ayacıklarıyla odamda tıpış tıpış yürüyüşünü bir kerecik, sadece bir kerecik duysam…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:68)
“CLAIRE -... Yorma kendini, keyfine bak. Ağırdan al, zamanımız bol. Çık dışarı.
(Solange birden davranışını değiştirir, parmaklarının ucuyla kauçuk eldivenleri tutarak tıpış tıpış dışarı
çıkar. Claire tuvalet masasının başına oturur. Çiçekleri koklar....)”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:5)
“I
(Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine?
4 eylül 1844)
------------------------------------------------Akşam, mumun alevinde,
Tıpış tıpış cıvıldardı.
Kızarmış çama dışardan,
Pervaneler dadanırdı.”
(Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03)
“ ‘Her şeyi söyleyebilirsin onlara,’ dedim. ‘Onlar gibi budala olmamak için zaten her şeyi bırakmak
istiyorum.’
‘Hayır, öyle yapmayacaksın,’ dedi annem. ‘Çocukken de en sonunda eline çanta alır, tıpış tıpış
okuluna giderdin.’ ”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:339)
“SEVDİĞİM
Gözüm aydın göynüm aydın
İşte
Gün doğduğu yerden
Gündoğusundan daha güzel
Giyinmiş kuşanmış geliyor
Murat yeşili ağaçlar arasından
Kara zeytin gözlerinde müjdeler
Tıpış tıpış geliyor
Sevdiğim
Havaynan ekmeknen suynan bir tuttuğum”
(C. Sıtkı Tarancı<1910-1956>, “Otuz Beş Yaş”, sa:207)
“Miss Barrett’in koltuğunun peşinden Wimpole Sokağından tıpış tıpış inerken geçip giden sürü sürü
insan gövdesi de aklına durgunluk verdi. İç etekler başına süründü geçti; pantolonlar böğrüne sürtündü; kimi
zaman burnunun bir milim ötesinden bir tekerlek vızladı geçti.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:31)
Tıpkı : Tıpatıp aynı, benzer
“Zavallı adam o akşam:
-Artık rakılar sidiğe döndü. Renk, koku tıpkı o... Meretten şimdiye kadar hiç tattığımı bilmiyorum ama
galiba tadı da böyle olmalıdır, şikayetleriyle bağıra çağıra gıdasını aldı. Fakat bu boş suçlamaları dinleyen asıl
suçlu, bir köşede kıs kıs gülüyordu.”
(H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:25)
Tıp tıp : Damlayan suyun ya da yağmurun çıkardığı ses
“Taklitten sonra hep birlikte Galip, Rüya ve Celal gülerlerdi. Çok sonra, tıp tıp başlayan pis bir
yağmurla iyice ıslandıktan, bir itiş kakışla dolmuşa bindikten ve ıslak kumaş ve sigara kokan dolmuşta bir
sohbetin açılmayacağını anladıktan sonra...”
(O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:22)
Tırabzan; Tırabzan babalığı : Birden fazlı katlı eski ahşap evlerde ve konaklarda, katları birbirine bağlayan
merdivenin dış, açık yüzüne, güvenceyi sağlamak amacıyla yapılmış korkuluk; Bu korkuluğun alt ve üst
uçlarındaki, sarığa benzer kabarık başlık; <Mec.: Çocuklarına gerekli bakım ve desteği vermeyip de baba
geçinenlere verilen isim>
“… bu ağrı, klasik kalp krizinin, insanı birkaç dakika içinde öldürecek koroner enfarktüsünün korkunç
belitisiydi; ağrı şiddetleni bütün gövdeni ve göğsünü alev alev kavurarak dayanılmaz bir dereceye ulaştığında
gücün tükendi, başın dönmeye, gözleri kararmaya başladı, sendeleyerek ayağa kalktın, iki elinle tırabzana
tutunarak güçbela merdivenleri çıktın ve zor duyulan bir sesle karına seslenirken otorma odasının olduğu katın
sahanlığına yığıldın.”
(P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa:33)
“Tırabzana tutunan Langdon, yukarı doğru güçlükle adım atarken, Dr. Brooks şimdi onu gerçekten
itiyordu. Sahanlığa vardıklarında genç kadın, paslanmış eski bir tuş takımına bazı rakamları girdi ve kapı
vınlayarak açıldı.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:42)
“Julia kapıyı açınca evin içi ışıkla doldu. Her şey, el değmemiş gibi yerli yerindeydi, hafızasının
derinliklerinde olduğu gibi düzen içindeydi; girişteki siyah beyaz karolar devasa bir dama tahtasını andırıyordu.
Zarif bir eğim çizerek üst kata tırmanan merdiven sağ taraftaydı. Babasının, konuklarına evi gezdirirken adını
zikretmekten zevk aldığı, meşhur bir doğrama ustsının elinden çıkma oymalı tırabzan da o taraftaydı.”
(Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:148)
“Hesse bugünlerde benim bir şey yapıp yapmadığımı sordu. Son beş yıldır Hindistan’daki deneyimlerin
üzerine bir kitap yazdığımı anlattım. Bu, iki dünya üzerine bir çeşit araştırmaydı.
‘Ne isim vereceksiniz?’ dedi.
‘Kitabın adını Kamboçya’daki Angkor harabelerine bakarken buldum.’ diye yanıtladım. ‘Angkor
War tapınağının üstüne çıkan şosenin her iki tarafında taştan yapılan yılan biçiminde tırabzanların olduğunu
biliyosunuz. Onlara baktığımda insana özgürlük yoluna yönelten Yılan Kundalini’yi düşündüm ve omurganın alt
kısmanda yılanın kıvrılmış durduğunu ve bunun da Cennet Ağacını simgelediğini hatırladım.’ ”
(Miguel Serrano, “C.G.Jung & Hermann Hesse: İki Dostluğun Anıları”, sa:49)
Tıraş : Berberin yaptığı saç-sakal kesimi; Uyduruk, şakadan haberler
“Britanya İmparatorluğu hakkında şaka yapmak öyle kolaydır ki... Beyaz Adamın Yükü, ‘Göreve,
Britanya!’ ve Kipling’in romanları ve Hindistan İngilizleri konusundaki tıraşlar, bütün bunlardan söz edip de kıs
kıs gülmeyen var mı?”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:219)
Tırıklamak : Çalmak, izinsiz almak; kandırarak, ikna ederek almak
Bk: Tırtıklamak
“... yaz vakti, döğene binmek, bağlardan üzüm tırıklamak, annelerle birlikte damlara kurutmak için
patlıcan, biber yaymak; kışın ise evde pineklemek. Bu her çocuğun dekorunu bizimki de yaşadı.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi”, sa:24)
“Önce Dome’a giderim, iki portakal yer karnımı doyururum, sonra oradan Renata’ya, beş yüz frank
tırıklarım ondan.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:382)
Tırıs; Tırısa kaldırmak, kalkmak; Aksak tırıs, Tırıs tırıs gitmek, yürümek: Koşar adımlarla yürümek
(at,eşek); arada bir sekerek -baş önde- hızlı yürümek; adeti olduğu veçhile, uslu uslu belirli bir yere sürekli
gitmek
“Bu arada iki küçük at düzenli bir biçimde ilerliyor, ev eşyası yüklü, ağır arabayı çekmek için göğüsleri
ilerde, arada bir şöyle bir sendeliyor, farklı tırıslarıyla yolu durmamacasına geriye atıyorlardı. Bazı bazı
ikisinden biri burun deliklerinden havayı gürültüyle püskürtüyor, koşusu bozuluyordu.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:20)
“Cebi yerfıstığıyla doludur, fıstıkları dişleriyle kırar, tükürür, tedirgin ve sinirlidir, nedenini bilmez. Bir
süre dolaştıktan sonra tırıs tırıs kahveye ya da berber dükkanına döner. Utangaç utangaç, özür dilercesine
gülümsemektedir.”
(L. Durrell, “Balthazar-İskenderiye Dörtlüsü 2”, sa:29)
“Baudolino’nun arkasında duran imparatorluk görevlileri, büyük Friedrich’e övgüler yağdırarak
silahlarını ve bayraklarını havaya kaldırmışlardı. Baudolino atını tırıs tırıs sürüp, dışarıdaki Alessandria’lılara
yaklaşmış ve imparatorluk elçisi olarak..... bu soylu yerleşime Cesarea adı verildiğini..... adı geçen kasabaların
sakinlerine bıraktığını açıklamış ve onları kulelerle çevrili bu armağanı almaya davet etmişti.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:251-2)
“Bayan Aubain koşmaya başlamıştı. Félicité: ‘Hayır, hayır acele etmeyin!’ diye sesleniyordu. Öyleyken
hepsi de adımlarını açıyorlar ve arkalarında, yaklaşmakta olan hayvanın homurtulu soluyuşunu işitiyorlardı.
Tırnakları, çekiç gibi toprağı dövüyor, boğa gitgide hızlanıyor, enikonu tırısa kalkıyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:13)
“Yine dokuma çarşaflı müdirehanımın peşinde aynı dolambaçlı sokaklardan tırıs tırıs okula döndüm.
Keşke doğru otele gelseymişim!”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:146)
“Susuzluktan dudakları çatlamış olan kafile, su içmek umudayla, gürültüyü çoğaltarak ve naraları
sıklaştırarak köye doğru, bayağı tırısa kalktı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:70)
“Goldmund okulda pineklemektense, kendisini tam gönlüne göre bir görevle gönderildiği, birkaç saat
kırda çiçek toplamaya yolladığı için Peder Anselm’e teşekkür etti. Duyduğu sevincin dört başı mamur olması
için ahırlara uğradı, atlara bakmakla sorumlu seyisten atı Bless’i ahırdan aldı, kendisini büyük bir coşkuyla
karşılayan atına atladığı gibi tırısa kaldırdı onu, sevincinden içi gülerek kendini manastır dışındaki ışıl ışıl sıcak
günün kucağına attı.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:87)
“Uzun süre baygın kaldım. Kendime geldiğimde, korkunç bir başağrısıyla inledim. Yonel, tarlalardan
uzak durarak, tırıs sürüyordu atları, ama bir köy görünüyordu. Arkadaşım ağlıyordu:
-Kostake’yi kimin öldürdüğünü biliyor musun? diye sordu bana.
-Onun arabadan düştüğünü biliyorum.
-Öldü o! Onu gördüm!”
(P. Istrati, “Baragan’ın Devedikenleri”, sa:105-6)
“ADAM - Haydi canım! Çaştak bacaklıymış! Salak sen de ! O herif herkes kadar taban tepebilir! Orta
boyda bir çomarla yan yana gitsinler, kolsuz, bacaksız, küskütük kalayım, eğer köpek ona yetişmek için tırısa
kalkmazsa!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:57)
“Arkasından, içine karşılıklı iki sıra konmuş bir yük arabası, yan yana oturan iki adamla dipte, şiddetli
sarsıntılardan korunmak için kenarlara tutunan bir kadını, midillisinin aksak tırısıyla acayip bir biçimde hoplata
hoplata geçiyordu.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:70)
“Cins hayvandı gerçekten. Sahibinin söylediğine göre de yorgunluğa öylesine dayanıklıymış ki, bir
seferinde bir günde dört-nala ya da tırısla otuz fersah yol almış.”
(P. Mérimée, “Carmen”, sa:43)
“Bir Tılsım Yapmak İçin
-------------------------------Kurusun diye taşın sağır kucağına ser
ve umudun son zerresi de oyulup gitsin diye
soğuk bir çiviyle iyice kazı onu.
Ki soluksuz kalsın ateşlerden ve ısırganlardan,
yırtıcı hayvanların törensi tırısa kalkışıyla sarsılsın,
eski zaferlerinin aşağılayıcı paçavralarına sarınıp
sarmalansın.”
(Olga Orozco<1920-1999>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.09.05)
“Pazaryeri örüyor renklerini
Çanlar motorlar radyolar
Kara eşeklerin yer titreten tırısı
Birbirine karışan şarkılar ve yakınmalar
Tacirlerin sakalları arasında
Çekiç darbeleriyle kırpılan uzun ışık
Sessizliğin açıklarında
Oğlanların haykırışları
Patlarlar”
(O. Paz, “Kartal Mı, Güneş Mi?”, sa:68)
“Zeytuni yeşil, sıradan bir arabaydı, üzerinde arma filan yoktu. Geçerken yolun kenarındaki Avusturyalı
köylüler, pek de saygı gösterir gibi görünmeksizin, ama ne olur ne olmaz diye, geniş kenarlı siyah şapkalarını
çıkarıp selam veriyorlardı; çünkü uzun yeleli Arap atlarının üzerinde tırıs giden subayları tanıyorlardı.”
(P. Rambaud, “Savaş”, sa:11)
“Maria Guavaira ve Joaquim Sassa yola koyuldu, hayvan önlerinde tırıs gidiyordu, rüzgarları kokluyor
ve gölgeleri inceliyordu. Bir at bulmak için yapılan bu keşif gezisi biraz absürdtü. Maria Guavaira, Bir katır da iş
görür, demişti, civarda böyle bir hayvanın bulunup bulunmadığını bilmeden, belki de bir öküz bulmak daha
kolay olurdu, ama bir öküzle bir atı aynı arabaya bağlayamazsınız...”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:252)
“Beni, uzattığı bacağı üzerinde hoplattı ve şöyle bir şarkıyı söylemekten de geri kalmadı:
‘Küçücük atıma atlayınca ben, tırısa kalkınca yellenir gider,’ şaşkınlık içinde gülüyordum. Ama şarkı
söylemiyordu artık; beni dizlerine oturtup gözlerimin içine baktı ve resmi bir sesle, ‘Ben bir insanım ve insani
olan hiçbir şey bana yabancı değildir,’ dedi. Ama abartıyordu büyükbabam...”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:44)
“ ‘Aptallık etme! Geri dön ve dostlarının yanında, sıcak odada otur,’ düşüncesi geçmedi değil. Ama
sonra, dönüş yolunun gideceğim yoldan daha uzun olduğunu düşündüm ve pardesümün yakasını kulaklarımın
üzerine çekerek tırısla ilerlemeyi sürdürdüm.”
(Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:23)
“Mevsimlerden güzdü. Büyük yolda iki araba tırısla koşturuyordu. Öndeki posta arabasında iki kadın
oturmaktaydı: Biri zayıf, solgun yüzlü bir hanımefendi; ötekiyse parlak kırmızı yanaklı, gürbüz hizmetçisi.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Üç Ölüm”, sa:79)
“Sabaha karşı, dinlenmek için kuru gübre yığınına ilişen çok tüylü bir köpek, tembel tembel gerindikten
sonra tırıs tırıs avlunun öbür yanına koştu. Hamarat ev sahibi, gıcırdayan avlu kapısını açtı; dalgın inekleri,
böğürme ve ayak sesleri henüz duyulmaya başlayan sokağa koyuvererek yeni uyanan komşuyla bir iki laf
atmaya koyuldu.”
(L. Tolstoy, “Yeniyetmelik”, sa:12-3)
“ ‘Bir araba gezintisine çıkalım,’ diye yanıtladı, ‘burası çok kalabalık. Hayır, sarı bir araba olmasın,
başka herhangi bir renk... işte, o koyu yeşil renklisi uygun.’
Birkaç dakika sonra bulvardan aşağıya Madeleine yönüne doğru tırısa kalkmış gidiyorduk.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:102)
Tırnağı bile olamamak : Hiç kıyas kabul etmemek
“MANGAN - Kimsenin elinde oyuncak olmaya niyetim yok. Hem, ben babanız gibi sersem kazın biri
değilim.
ELLIE, sakin bir gülümseyişle. - Siz babamın tırnağı bile olamazsınız. Gönül indirip sizi kullanmaya
razı olmuşum. Öpün de başınıza koyun. İsterseniz bozun nişanı. Ama bozarsanız, bir daha Hesione’un evine
adımınızı attırmam.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:64)
“Gerçekte olduğumuz Fransa ve gerçekte olan Avusturya ve Sırbistan. Bizler, biz basit insanlar hiçbir
şey değiliz; ama bizleri kendi çıkarlarına dahil etmek ve bizi silah olarak kullanmak istiyorlar. Yer, toprak, dil,
sanat, işte bunlar Fransa’dır, ne Camborga, ne Guyana ne de Madagaskar. Onlar Fransa’nın tırnağı bile
olamazlar.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:79)
Tırnağını (dahi) göstermemek : Kendinden hiç bir haber vermemek, kesin ayrılık
“Yapamaz mıyım sanıyorsun Rakitka, cesaretim mi yok? Yaparım; yaparım, hem de şimdi yaparım,
kızıdırmayın beni! Ötekini de sepetlerim, burnuna nanik yaparım, tırnağımı göremez o!”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:324)
Tırnaklarını yemek : Çocuklarda, hatta erginlerde sinirlenince, çoğu kez farkında olmadan tırnaklarını yeme
huyu. Enternasyonal kurallara göre, çocuk psikolojisinde bu, ‘habit-alışkanlık’ bozukluğu olarak adlandırılır,
ailenin ısrarına karşın ileri yaşlara kadar gidebilir. Psikolojik yönden, bu ciddi bir rahatsızlık değildir, ama
sosyal bakımdan sıkıntı yaratabilir. Edebiyatta ‘tırnaklarını yemek’, “anide sıkıntı, hayret uyandırabilen bir şey
görüldüğünde ya da duyulduğunda durumu simgeleyen” bir terimdir ve yalnızca bir göndermedir, genellikle
olmaz.
“Şu nahoş ve müphem durumu gözünüzde canlandırmaya çalışın. Joaquim Sassa’yla José Anaiço ön
tarafta otursalar Pedro Orce ile ne konuşabilirlerdi ki, veya daha da utanç verici olanı, Joana Carda’yla Maria
Guavaira ön tarafta otursalar onlar Pedro Orce’yle ne konuşabilirlerdi, ne anlar uyandırırlardı kim bilir ve bu
arada yük arabasının içindekiler tırnaklarını yerdi, birbirlerine sorup dururlardı, ne konuşuyorlar acaba.”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:297)
Tırnaksız : Alavere dalevere yapamayan, (hırsız, dolandırıcı olamayan) beceriksiz kişi, acemi (Argo)
“Osman Ağa bu hale çok şaşmış gibi iki yanında oturanlara baktı:
-Ulan biz ne diyoruz, bu tırnaksız ne anlıyor. Şart olsun, bunun niyeti bozuk... Ben pirelendim.
Papelmiş... İki günde bir papel... Ulan, ben bugüne bugün, İkinci Kısmın Padişahıyım, haftada iki papel
borçlanmıyorum.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:34)
Tırol; Tırol çekmek : Geniş ağızlı, huni şeklinde, teknelerle taşınan ve açık denizde balıkları sürüyle
yakalamakta kullanılan balık ağı
“... Denizdeki manda da, yani deniz dibi mandasıdır tırol, denizin bahçelerine giriyor, denizin
bahçelerini yerle bir ediyor bu manda tırol, deniz dibi mandası...’ ..... ‘Boğaz dar olduğu için, hem de Boğazda
trafik fazla olduğundan burada tırol çekemezler.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:186)
Tırpanlamak : Tırpanla (ot) biçmek; Bir şeyi ya da projeyi önemli derecede örselemek ya da ortadan
kaldırmak
“Gençliğe vergi olan süsü Zaman didikler,
Derin çizgiler kazar güzelliğin alnına,
En gözde varlıkları canavarlar gibi yer,
Kimse karşı duramaz amansız tırpanına.”
(W. Shakespeare<1564-1661>, “Tüm Soneler”, no:60, sa:161)
Tırsmak : Korkmak, çekinmek
“‘Aman, efendim, onlar dev değil, yeldeğirmeni; kol sandıklarınızsa, rüzgarın hareket ettirdiği
değirmentaşını döndüren kanatlar.’
‘Bu işlerden bir şey anlamadığın ortada,’ dedi Şövalye. ‘Dev onlar; tırsıyorsan, çekil şuradan; ben bu
benzeri görülmedik çarpışmadayken, sen de otur dua et.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:48)
Tırtıklamak : Tırıklamak, çalmak, aşırmak
“ ‘... ben ve karımla çalış, kendine ömür boyu bir iş buldun evlat...’ dedim. ‘Olur efendim,’ dedi, aynen
böyle söyledi, işe alındığı için mutlu olmuştu ve dedim ki, ‘Martha, iyi bir çocuk bulduk; temiz ve iyi biri, diğer
orospu çocukları gibi kasayı tırtıklamayacak.’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:65)
“BEREKET
-------------Huysuz sanırdık annemi. Boş verilen işler,
tırtıklanmış bisküviler - en güzeli
el ayak çekildiği zaman
sakızımsı, değerli bir şey aşırırdı”
(Isobel Dixon<d.1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.05.07)
“Hırsız, madrabaz, at hırsızıdır bu millet. Sürdüler buradan hepsini; burada olsalar, sizden ne kadar
tırtıkladıklarını söylerlerdi belki.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:229)
“KOMİSER - Ona iyilik olsun diye ha? Terapi de uğraş alanına mı giriyor?
SANIK - Tabii... Eğer ben o yirmi bin lireti... tırtıklamasaydım. O zavallı ve ailesi, bu işten memnun
kalırlar muydı sanıyorsunuz? Eğer beş bin liret isteseydim, hiç şüphesiz ‘Pek de iyi bir doktora benzemiyor...
Profesörüm diyor ama, yeni mezun acemi biri gibi davranıyor.’ diye düşüneceklerdi.”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:8-9)
“Doğu treninin sigara salonuna geçtiğimde Wabash ırmağının batısındaki aklıyla zihnini aynı zamanda
kullabilmek yeteneğine sahip tek akıllı insanı gördüm. Ama Jeff Peters dulların, yetimlerin korkacağı bir insan
değildi. O yalnızca fazlalıkları tırtıklar!”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:45)
“Belki bir fare torbalardan birini delmiş, biraz un tırtıklamıştı. Herneyse, orgdan çıkan derin ve güçlü
ses balkonun tabanındaki çatlaktan sel gibi un yağmasına neden olmuş, Abram Baba tepeden tırnağa beyaza
bulanmıştı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:156)
“İtalyanca konuşuyorduk: Adı Domenico idi. Bu sağlam yapılı, kaslı yüzlü, cin gözlü adam, ‘hafifçe
tırtıkladığı’ turistlerin kendisini küçümsediklerini anladığından ve güvertenin aşağılık yolcularına karışmayacak
kadar da onur sahibi olduğundan dört elle bana sarıldı.”
(P. Istrati, “Sünger Avcısı-Ölümsüzlük”, sa:87)
“SESLER Bira daha kıyak, odunkafa yapmıyor adamı.
Demem şu ki, rezil karı, ben uyurken tırtıklamış.
Hepsinin canı cehenneme!”
(Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:8)
“Ravelston sarhoşluğun adamı garip bir şekilde öfkelendirdiğini söyledi. Öyle ki, nerdeyse Gordon’un
kasadan para tırtıklamasını yeğlerdi. Elbet kendisi bir Yeşilaycıydı. Gordon zaman zaman geleneksel İskoç usulü
gizli gizli içtiğinden kuşkulanırdı. Burnu bayağı kırmızıydı. Ama belki de enfiyedendi bu. Neyse ne. Gordon
ayvayı yemişti.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:215)
“Kimseyi kişisel olarak tanımadan ve protokol kurallarını sıkıca izleyerek, bütün kenti salonunda kabul
ederdi. Sofada ve kızlar odasında oturan çok sayıda hizmetçisi bu ölmekte olan kocakarıyı durmadan
tırtıklayarak ve istedikleri gibi yaşayarak semirip yaşlanmaktaydılar.”
(A. Puşkin, “Maça Kızı”, sa:126)
“Zarzar sinirli sinirli güdü:
-Şeşbeş... Bayıl tekliği Ağa! Seninkiler paraysa, bizimkiler keçi boku değil.
-Şeşbeşse şeşbeş... Liramızı göz göre göre tırtıkladınız. Ulan bunlar bizi ekmeklik ettiler Pandeli...
Haydi yuvarla şunları Kesik Süleyman!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:125)
“Üç aydan üç aya elli frank parayı yalnız Delhomme’un getirdiğini, hem de, dakikası dakikasına, belki
yirmi defa anlattı. Buteau hem geciktiriyor, hem de getirdiği paradan tırtıklamak istiyordu.. Nitekim, bu taksit
zamanı geçeli on gün olduğu halde, daha onun gelmesini bekliyorlardı.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:282)
Tıs bile olmamak, Tıs çıkmamak : Hiç ses çıkmamak
“Tam o sırada, kahveye çıkan yoldan bir kız kahkahası boşandı. Ve az sonra, Nimet’le Yusuf
göründüler. Yusuf, oturanlara, ‘bizi tebrik edin. Dün Milas’da nikahımız kıyıldı’ dedi. Orada oturanların
yüzlerini bir yas, bir düş kırıklığı kapladı. Ortada bir tıs bile yoktu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Deniz Bırakılmış Bir çiçek”, sa:86)
“Hemen ertesi gün, efendimizin getirdiği getirdiği kadının padişahın haremini dolduran üç yüz kadın
ağası kadar güzel olduğu ağızdan ağıza dolaştı. Bundan sonra, üç gün ortalıkta tıs çıkmadı.”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:81)
“Bu saatte gündüzden çok yorgun düşen harmancı çingeneler çoktan yatmışlardı. Elli altmış adım kadar
ötemizdeki çadırlarda tıs bile yoktu. Bol buğdaylı, bol arpalı harman yerlerinde akşamdan tıkabasa tıkınarak
karınları davul gibi şişmiş olan beygirlerle taylar, eşeklerle sıpalar öyle derin bir uykuya dalmışlardı ki, bunları
bacaklarından sürükleseler haberleri olmayacaktı.”
(O. Cemal Kaygılı, “çingeneler”, sa:7)
“Başını kaldırıp baktı. Panjurlar açıktı, pencerelerden birinde ışık vardı. Kor gibi sıcakmış da elini
yakacakmış gibi, zile hafifçe dokundu. Kapıdan bir adım ötede bekledi. Tıs yoktu.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:150)
Tıslamak; Tıslaya tıslaya : Dişleri arasından, alçak tonda fakat öfke dolu bir şekilde bir başkasına hitap
etmek; Yılan sesi gibi ses çıkarmak
“Irazca, durmayıp koştu. Bir solukta avluya indi. Yumruğunu Bayram’ın başına vurdu: ‘Seni südü
sümüü bozuk herifin dölü seni! Yeter gayri sabrettiğim!’ dedi. ‘Sen heç utanmıyor musun? Yokarı gel de bir an
dinle... ondan sonra döv, döveceksen. Böyle çocuk mu terbiye edilir?’..... Bayram, tıslaya tıslaya bir kenara
çekildi.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:83)
“Şef, iri adımlarla odanın öbür ucuna geçiyor, bir çekişte perdeyi açıyor. Korurcasına kızının üzerine
eğilen Anna Sergeyevna çıkıyor ortaya. Yerinden fırlayıp onlara dönüyor, gözleri alev alev. ‘Çekilin!’ diye
tıslıyor. Adam yavaşça perdeyi kapatıyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:189-90)
“Bu yepyeni dünyada, düştükleri bu hiç görülmemiş yerde korkmak için ne kadar çok, ne kadar çok
sebep vardı. Nar bahçesinin içinde, korkuculuk oyunu oynar, kendilerini, ödlerini kopartacak korkuları türlü
biçimde kışkırtırlarken, birden, oldukları yerde zınk diye durdular. Gözleri artlarına kadar açıldı. Tüyleri diken
diken oldu. Yüzlerinden de kan çekildi. Önlerinden ak benekli lacivert bir yılan ağır ağır akıyor, arada sırada
azıcık duruyor, başını kaldırır gibi ediyor, uzatıp tıslıyor, kırmızı çatal dilini çıkarıyor, çocuklar yerlerinden
kımıldayamıyorlardı.”
(Y. Kemal, “Bir Adanın Hikayesi 2- Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:57)
“Kuruluk
----------madem
sağdan da soldan da
süzülür zaman tıslayarak
ve aşk da derisinden sıyrılan
bir yılan”
(Evdin Stefanov<d.1953>-Kadriye Cesur, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.09.07)
tiara : (PERS, GİYSİ, KOLL.,TAR.) : <ti’ara> : Eski İ r a n l ı’ların kullandığı sarık; P a p a’nın
üç katlı tacı; K a d ı n’ların takındığı takılar, mücevherat
tidings : (İNG.,KOLL.)
<tay’dingz) (‘z’ye dikkat!)> : Haber, havadis
Tiens a la vérité : (FR.,KOLL.) <Ti’yen a la veri’te> : Gerçeğe tutun ! = Hold to the truth !
tik : Kasların, özellikle gözlerde, ellerde vb. yerlerde istemdışı, olası nörolojik nedenlar ya da ilaçların yan
etkisi olarak sahnelenmesi; olası psikolojik nedenlerle, eğlenceli gülünç şeyleri elde olmayarak tekrarlamak
“... sonunda tam gazetecilere özgü bir sinir hastalığı bulmuş (hepsi o hastalığı yatıştırmak için içki
içiyorlar); hastalık da şu: Bir sokak ötede bir şey oldu ya da olmak üzere, onlar duymadılar, duyduklarında da iş
işten geçmiş olacak. Hiç de önemli olmadığını, hatta anlamsız olduğunu önceden bildiği en küçük bir gerçeklik
parçasını kaçırma korkusu yüzünden, genellikle tuvalete gitmek istiyen çocuklardaki gibi bir tik edinmişti,
durmadan oturduğu yerde kımıldar, bacağını bacağının üstüne atar, indirirdi.”
(L. Durrell, “Balthazar-İskenderiye Dörtlüsü 2”, sa:28)
Tiksinmek, Tiksinti uyandırmak : Nefret duyusu uyandırmak, mideyi kazıtan ya da bulandıran bir his
yaratmak
“Bununla birlikte, bu ikiyüzlülükten tiksindiği oluyordu. Kimi zaman içinden, Léon’la birlikte uzak
yerlere kaçmak geliyordu; çok uzaklara gidecek, yeni bir yaşama başlamayı deneyecekti; ama, hemen o anda da
ruhunda karanlıkla dolu, belirsiz bir ıçurum açılıveriyordu.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:122)
“Yaşlı ve çirkin bir üniversiteli bir kız dikkatimi çekti özellikle, bende tiksinti uyandırdı; kırpılmış
saçlarının üzerine hasır bir erkek şapkası oturtmuştu, sigaralar tüttürüyor, bol bol şarap içiyor, bağırarak
konuşuyor, laf ebeliği yapıyordu.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa.: 63)
Tik tak : Saatın vuruşları; Kalp atışı
“Tanımlamaya Prelüd’ler - LXII
-------------------------------Gittim ve sordum, tümü önceden sezdiğim gibiydi,
bir şey ve sonra öteki tümü tasarlanmış gibi
aceleci aceleci diyen kuş ve saatın tik takı
kayalık ve ağaç ve ev ve hanım
ürününün üzerinde bana yan gözle bakan koca
niçin tümü bir düş dedim ve çarçabuk daldım
kurşun veya altın basamaklarla düşün abartılı dünyasına
geçti kuş, saati kayalığı ağacı hanımı ve kocayı”
(Conrad Aiken-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.10.02)
“ ‘... bir kez saatın tik-taklarını ayak sesleri sandık - küllere batmışız, ardımızda hiçbir iz bırakmadan,
yanmamış hiçbir kemik, gittiklerinde yakınlarınızın bıraktıkları gibi madalyonlarda saklanacak bir tutam saç
bırakmadan. Şimdi saçlarım ağarıyor, kuruyorum; ama pırıl pırıl gün ışığı altında aynanın önüne oturarak gün
ortasında bakıyorum yüzüme, kesinlikle üzerinde duruyorum burnumun, çenemin, çok açılarak dişetlerimi çokça
gösteren dudaklarımın. Ama korkmuyorum.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:174)
Tilki, Tilki gibi kurnaz; Tilkinin kancığı : Kurnaz, işvebaz kimse
“‘Yanyalı bana işin esasını araştırıp bildireceğini söyledi, ben reddettim.’
‘Keşke reddetmeseydiniz Ahmet Bey.’
‘Oldu bir kere...’
‘Yanyalı tilki gibi kurnaz bir adamdır. Hacı’nın da bir numaralı düşmanıdır, bu hususta bize son derece
faydalı olabilir.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:45)
“Mrs. HUSHABYE, azametle kalkarak. - Ellie; sen aşağılık bir tilkisin, tilkinin kancığısın. Düşün, seni
kurtarmak için şu yaratığı baştan çıkardım. Senin yüzünden bu kadar alçalttım kendimi.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:79)
“... bu yaşlı tilki, insanı hayran bırakan bir gurur ve kendini beğenmişlikle şu satırları yazıyor: ‘Eğer
bugün zengin durumda olsaydım, kendimi suçlu görürdüm. Ama elimde avucumda hiç bir şey yok, her şeyi
harcadım.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:43)
“Ama Bakanlar Kurulunun başında, yazık ki, Talleyraand vardır. Kurnazlıktan yana Fouché kadar tilki
olan Talleyrand, dostu Fouché’nin kuyruğunun fena sıkışmış olduğunun farkına varmıştır. Fark edince, daha çok
gırtlağını sıksınlar diye direniyor.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:208)
Tilki bir armudu nasıl kolaylıkla göçürüverirse : Tilki kadar kurnaz ve çabuk
“TRANIO -... ama dikkat et, seçeceğiniz kimse benmim sözlerime inanır bir insan olsun. Öylesini
buldun mu, tilki bir armudu nasıl göçürüverirse, sen de öyle kolaylıkla kazanıverirsin.”
(Terentius, “Hortlak”, sa:39)
Tilkiyi tongaya bastırmak : Kurnaz geçineni kapana kıstırmak, faka bastırmak
“Sessizce bakışı o kadar uzadı ki, savcının gözleri kırpışmaya başladı. Sonunda Mitya,
-Gene tongaya bastırdınız tilkiyi, dedi; kuyruğunu kıstırdınız keratanın… khe-khe!..”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:188-9)
TILLISH, Paul Johannes : (1886-1965) Alman kökenli Hıristiyan İlahiyatçısı. Zaman zaman, d i n c i b i r
S o s y a l i z m’in savunuculuğunu yapmıştır.
“Tillish, Din ve Felsefe, Burjuva Kapitalizmi üzerine, dört önemli konu, soru ve problemlerle
çalışmıştır:
1) Yeni o r t o d o k s i ve Hıristiyan l i b e r a l i z m i;
2) Protestanlık - Katolik’lik;
3) Felsefe ve Teoloji;
4) Burjuva Kapitalizmi : Marksizm
D i n, nihai ve en yüksek i l g i’nin konusudur. Tillish, d i n d i l i’nin ‘sembolik’ karakterini
vurgulamış, s e m b o l’lerin’nihai’ olana işaret ettiklerini ve gösterdikleri g e r ç e k l i k’ten pay aldığını
savunmuştur. Sembol’lerin kendi yaşam tarihleri vardır; doğup gelişirler, zayıflayıp ölürler.
Ona göre, problemleri çözemememten doğan kaygı’lara karşı en etkin ilaç, c e s a r e t’e doğru
hedeflenmektir. Bunun dört ayrı evresi vardır :
1) ‘Bir parça olma’ - Bireysellik;
2) Bu, ‘kişinin kendi olma’ cesaretini getirir.
3) U m u t s u z l u k evresi,
4) U m u t s u z l u ğ u g ö ğ ü s l e y e b i l m e cesareti geliştirir. Ve, bu tür bir gelişim, insana
hayatın güçlüklerinde, v a r o l u ş düzeyinde, daha rahat savaşma yeteneğini kazandırmış olur.”
(Ahmet Cevizli, “Felsefe Sözlüğü”, sa:931)
Timsahın göz yaşları : Yalandan, sempati toplamak için numaradan gözyaşı dökmek
“RIDOLFO, Vittoria’ya yavaşça. - Bakın sinyora Vittoria, sinyor Eugenio’ya bakın; ağlıyor, çok
üzüldü, pişman oldu; artık hayatını düzenleyecek ve sizi sevecektir. Bundan emin olun.
VITTORIA - Timsahın göz yaşları. Kaç kere bana söz verdi; kaç kere gözleri yaşlı olarak beni
büyüledi. Ona inanmıyorum; o yalancının biridir, artık inanmıyorum.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:90-1)
Tin : Ruh
“HOTEL BROWN ŞİİRLERİ - 4
----------------------------------------ve sık sık kuşatılmışlık duygusu var,üstüne kapanmış bir üzüntü seli gibi
ve belirgin kilit ve parmaklıkların yokluğu çok kötü
doğrular bunu, kusur tininde senin.”
(John Ash<d.1948>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.12.07)
“Unutuşun Yerleştiği Yer’den seçmeler
<Donde habite el olvido>
------------------------------Bir tanrıyı bekledim durdum ömür boyu
Kendi gibi yaratsın yaşamımı diye,
Ama sevda, sanki bir akarsu gibi,
Geçerken önüne katar hevesleri de.
Kendi kendimi unuttum dalgalarında;
Boştur bedenim, işıklara savunurum;
Canlı ve cansız, ölmüş ve ölmemiş;
Ne yer ne gök, ne beden ne tin.”
(Luis Cernuda Bidon<1902-1963>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
18.07.02)
“Gerçekten de, çokları aşkın kendisine yan çizmek için yaşama aşkına kapılmış gibi yapar. Kişi haz
duymakta ve ‘deneyim yapmakta’ dener kendini. Ama bu tinin bir görünüşüdür. Bir haz tutkunu olmak için az
bulunur bir iççağrı gerekir.”
(A. Camus, “Düğün-Cezayir’de Yaz”, sa:52)
“İNGİLİZ EDEBİYATI DOKTORA SINAVI
İÇİN, BİR ARKADAŞA
------------------------------Bilge bir incelik
Ve bilge çizgiler yüzünde,
Bir tin yorgun ama, düzenli
Doğru algılamalarla iyi kalpli,
Yumuşak bir ses ve tarihsel bir anlatım
Tudor günleri söylemine çalan,
Hiçbir bilgisizliğin dil uzatamayacağı
Ya da şaşırtamayacağı günlük yeni modanın,
Kesin ayrıntılarla doğrulanmış bilgi.”
(J.V. Cunningham<1911-1985>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.02.04)
Tinciler : (DİN, MADDE BAĞ.) : Ermiş Francesco’nun ölümünden sonra Fransisken tarikatı içinde beliren
görüş ayrılıkları arasında otaya çıkan, tarikat ilkelerinin katı bir şekilde uygulanmasından yana bir okul. 13. ve
14. yy.’larda, Tinciler’in önderleri arasındai Pietro Giovanni Olivi, Clareno’lu Angelo ve Casale’li Ubertino
vardı.; Son on yılların, özellikle sokak çocuklarının ve genç ergen’lerin başlıca kullananlarını temsil ettiği tiner,
zamk, benzin koklayan ve kullanan madde bağımlıları
“1314’te, Frankfurt’ta beş alman prensi, Bavyeralı Ludwig’i imparatorluğun Yüce Başkanı seçmişlerdi.
Ama aynı gün, Main’in karşı yakasında, hükümdarlık yetkisine sahip Ren Kontu ve Köln Başpiskoposu, aynı
yüksek mevkiye Avusturyalı Frederick’i seçmişlerdi. Tek bir taht için iki imparator ve ikisi için de tek bir papa:
gerçekten büyük karışıklıklar yaratan bir durum.....................1322 yılında Bavyera’lı Ludwig, rakibi Frederick’’i
yenilgiye uğrattı. Bir imparatordan, iki imparatordan korktuğundan daha da çok korkan Ioannes <1316’da,
Avignon’da, 72 yaşındaki Cahors’lu Jacques, XXII. Ionnes adıyla yeni papa seçilmişti), yenilen imparatoru
aforoz etti; buna karşılık o da, Papa’yı sapkın olarak yadsıdı. Aynı yıl, Fransisken rahiplerinin oluşturdukları
ruhani meclisin Perugia’daki toplandığını ve başkanları Cesena’lı Michel’in, Tincilerin dileklerini kabul ederek,
İsa’nın yoksulluğunu, onun, havarileriyle birlikte bir şeye sahip olduğu zaman da, ona yalnızca usus facti (LAT.
-usus fakti- Bilfiil kullanım> olarak sahip olduğunu inanç ilkesi olarak ilan ettiğini söylemek yerinde olur.
Maamafih, kısa bir süre sonra, papa, bunda, kendisinin, kilisenin başı olarak, imparatorluğun piskopos’ları seçme
hakkına karşı çıkan, tersine, papalık tahtının papanın imparatoru atama yetkisini öne süren savlarını tehlikeye
düşüüren bir ilke olarak sezişinden sonra, hemen harekete geçerek, 1323’de, Fransisken önerilerini, Cum inter
nonnullos (LAT.: ‘kum inter nonulos’= ‘Papalık metinlerinin ilk üç sözcüğüyle anılması’ buyruğuyla mahkum
etti................. Tarikata başkan olan Bonaventura’nın, tarikatı yeniden örgütleme girişimi olarak, daha eski
tarikatların yasası gereğince, kullanımdaki tüm malların mülkiyetiinin tarikata verilmesini iddia etti. Kural’ın
esasında, tarikat hiçbir dünyalık elde edemezdi. Başkaldıran rahipler ömürboyu hapse atıldılar. Birkaç yıl sonra,
tarikatın yeni başkanı Raimondo Gaufredi, bu tutukluları Ancona’da buldu ve hepsini salıverdi...... Bu tutuklular
arasında bulunan Angelus Clarenus adında biri, sonradan Joachim’in görüşlerini yayan bir papaza, Pierre
Olieu’ye, daha sonra da Casale’li Ubertino’ya rastladı ve böylece T i n c i l e r’i n h a r e k e t i doğdu. O
yıllarda, Morronelli Pietro adında çok ermiş bir keşiş, V. Celestinus <Selestinus> adıyla papalık tahtına çıktı ve
Tinciler’in içi rahatladı. Bu yeni gelen, çok bir melek yaşamı süürdürdü, ama bir yıldan daha az bir zaman içinde
inzivaya çekildi. Onun zamanında, Tinciler, ‘fratres et pauperes heremitae domini Celestini’ <fratres et
poperes heremite domini selestini = İnzivaya çekilmiş Celestinus’un rahip ve yoksul dilencileri’ denen opluluğu
kurdular. Böylece, İtalya bu Yoksul Yaşam Fratelli <biraderler> ya da Rahiplerce istila edildi. V. Celestinus’un
yine geçen VIII. Bonifacio ve ondan sonraki papa XXII. Ioannes, pratik olarak bu zümrenin yaşamını zincire
vurulmaya döndürdü.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:24-5;69)
Tintini yapmak : Çişini yapmak (özellikle küçük çocuklar için kullanılır)
“KRAL Uykunu almazsan, yarın aptal aptal bakınırsın, derste uyuya kalırsın.
UYKUCUK - Çişim geldi.
KRALİÇE - Beni kandıramazsın, yatmadan önce tintinini de yaptığını biliyorum.”
(M. Ende, “Kabus Yiyen”, sa:3)
Tipi; Tipi bastırmak : Göz gözü görmeyecek derecede kar fırtınasına tutulmak
“Hafız, derin derin içini çekti:
-Yola çıktığımda hava günlük güneşlikti, ne bilirdim böyle olacağını?..... Birden tipi bastırdı. Breh,
breh, breh! Önünü görebilene aşkolsun! Yolumu şaşırdım.”
(A. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:9)
Tiramola etmek, yapmak : (Denizcilik) Geminin rüzgar üsütüne ya da altına dönmesi için yelkenlerin
bazılarını gevşetme, bazılarını da kasma, germe işlemi; makaraları birbirlerine kavuşturan bir palangayı açıp
uzatma
“BARTLETT, telaşlı. - Burnu geçmeden geriye tiramola edecekse şimdi volta yapması gerek.
(Korkunç bir öfke ile.) Tanrı belanı versin!… Volta et!…Beceriksiz herif!…”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:91)
Tiran : Aşırı otoriter, zulmeden, derebeyi gibi
dönüş
-------çatıların koruyucuları
gece böcekleriyle uyumlu
anı ağaçları gibi çatlamış
onlarla birlikte aç bir ruh
onlarla birlikte tiran baba
bağışla beni, susuzluk içinde
bırakıldığını söylüyor bir adaya”
(Robert Berold<d.1948>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.12.05)
“Annemin yanlış bir adamla evlendiğini düşünürdüm. O ince, zarif bir kadındı, babamsa bir tiran ve
kaba bir adam. Babam ve ben kavga edip de bağırmaya başlayınca, o bir köşede ağlardı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:9)
Tirbuşon; Tirbüşonlamak : Şarap, şampanya açacağı; Biriyle cinsel ilişkide bulunmak, düzmek (Argo)
“Bardakları alıp masaya koydu ve tirbuşonu bulup çıkardı; yerine oturduğunda hala gülüyordu. Daha
önce içtiği anlaşılıyordu, çünkü gözleri çakmak çakmak yanıyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:100)
“Diğer ikisi bu sözcükten içleri gıdıklanmış gibi gülüştüler.
-Ya mimar efendi ne yapıyor?
-Ne yapsın? O da kuzin’i tirbüşonluyor!”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:116)
Tir; Tirendaz : Farsçda: ok; Tirendaz: Okçu, becerikli, elinden iş gelen kimse; çok zarif ve güzel giyinmniş
şahıs (ç.: Tirendazan)
“... Sazın şefliğini yapan çok meşhur kemençeci Rum’du. Kanuncu, <kanuni> Yahudi idi, hanendelerin
<şarkıcıların> ikisi cami müezzinliğinden, yahut tekke zakirliğinden <zikircilik, dini anıları icra etme görevi>
hanendeliğe tornistan etmiş <geri dönmüş> güzel ve gür sesli bir hafızdı. Kemancı Ermeni idi, ve yalnız utçu ve
klarnetçi, Reha Beyin ‘bizimkiler’ dediği Ayvansaraylılardandı. Ancak, her ikisinin de kılıkları o kadar temiz,
tirendaz , düzgün ve şıktı ki insanın bunlara çingene demesi için seksen şahit lazımdı.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:157)
Tiride dönmek; Tiridi çıkmak : Yaşlanmak, ihtiyarlamak, kırış kırış olmak, bir deri bir kemik kalmak
“... kendi gibi dişsiz, saçsız tatlı çocuğa yüreği sevgiyle doldu buruşuk, yaşlı kadının. Gülücükler,
mimiklerle eğlendirmek için yaklaştı. Tiridi çıkmış zavallı kadıncağız okşamaya başlayınca çocuk dehşete
kapılıp çığlıklarıyla doldurdu evi.”
(Ch. Baudelaire, “Paris Sıkıntısı”, sa:26)
“Arabacı öküzlerini koştu, Don Quijote’yi bir ot balyasının üzerine yatırdılar, hayvanların o ağır aksak
yürüyüşüyle yola düştüler; Papaz rehberlik ediyordu; altı gün sonra köye geldiler….. Herkes arabada ne var diye
meraklanıp koşuyor, hemşerilerini tanıyınca, apışıp kalıyordu. Küçük bir çocuk da eve gitti, Kahya kadınla
Yeğen’e, Don Quijote’nin bir öküz arabasında, otlar üstünde, yüzü solmuş, tiridi çıkmış halde geldiğini söyledi.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:410)
“Kaputunun düğmelerini bile emir eri iliklerdi. Beni bağışlayın, bu tiride dönmüş adamın tek bir düşü
vardı, o da general olmak. Yaşlı, çökmüş, bir ayağı çukurda ama gönlünde ne aslanlar yatıyor.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:45)
“Ellison tiridi çıkmış bir ihtiyarcıktı. Sararmış, ak pak olmuş kısa sakallı yüzü geçmişte çevresindekilere
dağıttığı gülümseyişlerden kırış kırış olmuş, çizgilerle adeta örülmüştü.”
(O. Henry, “viski, soda”, sa:260)
“Birinci kata indiler, doktorun karısı en yakındaki kapıyı vurdu, umutlu bir bekleyiş içindeydiler, bir
süre sonra içerden gelen boğuk bir ses sordu, ‘Kim o,’ koyu renk gözlüklü genç kız ilerledi, ‘Benim, ikinci
kattaki komşunuz, annemi babamı arıyorum, nerede olduklarını biliyor musunuz?’ diye sordu. Birinin ayağını
sürüyerek kapıya yaklaştığı duyuldu, kapı açıldı ve tiridi çıkmış yaşlı bir kadın eşikte belirdi, bir deri bir kemik
kalmıştı, çalı süpürgesine dönmüş bembeyaz, gür saçlarıyla insana itici gelen bir pislik içindeydi.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:217)
Tiril olmak : Parasız pulsuz, meteliksiz
“Richs bir aralık aç olduğu gibi bir şeyler fısıldadıysa da bir lokma ekmek alamayacak kadar tiril
olduğunu eklemektedn geri kalmadı.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:109)
Tir(il) tir(il) (Işıldamak, titremek) : Soğuktan, korkudan ya da heyecandan dalgalanır gibi sürekli titremek;
İncecik, zarif, sanki ipekten yapılı giysi
“Gerisin geriye döndü. Tiril tiril titriyordu. Bir sobanın, sıcacık bir sobanın başına oturabilsem bir defa,
dedi. Çeneleri atarak, koşar gibi yürüdü. Otelin kapısından girdiği zaman zangır zangır titriyordu.”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:39)
“SÜRGÜN ADASI LEROS
-------------------------------Adanın karıncığında bir karınca
sakızdan iplikler çekmeye başlamış bile.
Ant içmiş olmalı
bütün o sürgün sözcüklerden
ada ada bir oya çıkarmaya
fenerler, dalgalar ve rüzgar
tuz ve yosun
kokan balıkçılar
sonsuz bir oyun kursun
tiril tiril
tirşe bir mendil
olsun diye koca derya.”
(Erdal Alova<d.1952>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:474)
“STREPSİADES - Apollon hakkı için öyle; konuştuğumuz problem için iyi bir kanıt getirdin. Ben de
bugüne dek Zeus bir kalburdan işiyor zannederdim... Peki gök gürültüsünü kim yapıyor, söyle, şu beni tirtir
titreten gök gürültüsünü.”
(Aristophanes, “Bulutlar”, sa:44)
“Uyuyanları uyandırmamak için ağır ağır tavanarasına, mutfağa çıkarken odadan kısık sesler
geliyormuş; yavaşça yaklaşıp dinlemiş. ‘Memelerimi de ısır, başlarını’ diyormuş besleme; inlemiş. ‘Of, çok
ısırdın, bağırırım şimdi.’ ‘Bağır, bağır da koparayım’ demiş Kadriye Kalfa. Söylemesi ayıp sözler. Semranım
reçeli falan unutup aşağı inmiş, tir tir titriyormuş.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:70)
“Onu ne kadar çok sevdiğini, ne kadar güzel bulduğunu Gwyn’e söyleyeceğin, dilini onun ağzına
sokarak aylardır hayal ettiğin biçimde öpeceğin ilk fırsattı bu. Soyunurken titriyordun, yatağa girip de ona
sarıldığını hissettiğinde tepeden tırnağa tir tir titriyordun. Oda karanlıktı ama ablanın gözlerindeki parıltıyı,
yüzünün çizgilerini, vücudunun siluetini hayal meyal seçebiliyordun....”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:93)
“İki sevgili, evin kapğısını açınca Porbus’la karşılaştılar; Porbus, gözlerinde hala yaşlar duran Gillette’e
hayranlıkla baktı; tir tir titreyen kızı kolundan tutup yaşlı adamın önüne götürdü:
-İşte, dedi, bu kız dünyanın bütün başyapıtlarına değmez mi?”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:43)
“Sonunda Augustine, öğleden sonra, bet beniz kalmamış, tir tir titreyerek, gözleri kan çanağı gibi bir
durumda, yargılanmak üzere ana babasının yanına gitti.”
(H. de Balzac, “Top Oynayan Kedi Mağazası”, sa:62)
“YAĞMUR 8
--------------Amrok Nehri’nin kaynağı kükrer,
Girdap oluşturur büyük kaya çevresinde
Kaplan bile korkusundan tir tir titrer.
Beyaz bulutlar hakkında kalsik bir şiir olsa da,
Bu dağa dair klasik bir şiir yok.
O zaman benim bir tane yazmam gerekmez mi?”
(C.S. Beong-Nana Lee/Fahreddin Arslan; “göğe dönüş”, sa:57)
“Susan, NSA’dan gelen ve kendisini Fort Meade’e götürecek bir şöför tarafından karşılanacağı
Washington’daki Dulles Uluslararası Havaalanı’na uçarken heyecan içinde tir tir tiitriyordu.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:14)
“Kunğ Çen kızına:
-Dur bakalım, şu delikanlıyı bir de ben göreyim, dedi. Kararımı sonra sana bildiririm. Çu Ana’ya
döndü. Sen de, hatun, kızımın sözünden dışarı çıkmasına imkan verecek olursan, seni kovarım, ömrünün sonuna
kadar bu evden içeri adım atamazsın!”
Çu Ana tir tir titriyordu:
-Gece, gündüz yanından ayrılmayacağım, diye söz verdi.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:182)
“XVIII. Yüzyıl insanı: ‘Titan’ların örneğinde olduğu gibi, tutkularıyla silahlanıp, cesur elini gökyüzüne
dek uzatmaya cesaret ettiğinde, artık onu tir tir titretenlere savaş ilan etmekten korkmaz.’ ”
(A. Camus, “Defterler 2”, sa:115)
“NADA -... Ah, Ah! keşke bütün dünyayı, ayakları üstünde tir tir titreyen, ufacık gözleri kinle
ışıldayan, pembe burnuna salyadan bir işleme kondurulmuş kızgın bir boğa gibi karşımda görebilseydim. Ah, ah!
Ne müthiş bir an olurdu bu.”
(A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:15)
“Bayramlarda giyilen tiril tiril kumaştan yapılı dar elbise, kadife pantolonla ayakkabılar da üç çeyreklik
gelirinden artanı götürüyordu; ve asil beyimiz, haftanın kalan günlerinde gri, dayanıklı bir elbiseyle kalıyordu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:11)
“ ‘Amma da mantıksız bir düşünce Fyodor Mihayloviç! Elbette ki hiçbir listede yoksunuz. Siz çok
değerli birisiniz. Aramızda kalsın, listelere kimin adının gireceği hiç önemli değil. Önemli olan onların öç
alınacağını bilmeleri ve korkudan tir tir titremeleri.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:197)
“Korku içinde, ‘Amanın, aklımı oynatıyorum! Tanrım, şimdi ben ne yapacağım?’ dedim, başımı
ellerimin arasına aldım. Beynim zonkluyordu, tir tir titreyen bacaklarımın üzerinde zar zor durabiliyordum.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:59)
“LOMOF, yalnız. - Soğuk... İmtihan olacakmışım gibi tir tir titriyorum. Özellikle karar vermek
lazım.Eğer uzun zaman düşünür, kararsız olur, kılı kırk yararsam, eğer gerçek bir sevgi ya da ideal bir aşk
bekleyecek olursam, hiçbir zaman evlenemeyeceğim. Hoh!.. Soğuk!”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:13)
“KAPLUMBAĞA - Eee, nerde o eski aslanlar… Bir höt dediler mi, orman yerinde oynardı…
Oynarmış tabi, çok eskiden. Ormandaki tüm hayvanlar tir tir titrermiş aslanın karşısında.”
(A. Çınaroğlu, “Boş Kaplumbağa”, sa:6)
“Az sonra da, bizim matmazel çıkageldi. Deminki gibi güler yüzlü değildi; sırsıklam olmuş, soğuktan
ve korkudan tir tir titriyordu.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:40)
“Mezarlığın gerisinde uzanan, setler, köprüler, tepeciklerle, tepelerin üstünde otlayan sığır sürüleriyle
beneklenen bu alçak karanlık düzlüğün bir bataklık ve bataklığın ötesindeki o kurşuni alçak çizginin bir ırmak
esen deli rüzgarlara mağaralık eden o vahşi, korkunç uzaklığın ise deniz olduğunun farkına vardım. Bütün
bunlardan korkmaya başladığı için gözlerine yaş gelen, tiril tiril titreyen bu küçük çocuk Pip’tir.”
(Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:6)
“Çıldırmış bir köpek uluması; karanlık, iblisçe. Sonra iniltiler yaklaştı. Boğuk bir ses, kovalanan vahşi
bir hayvanın nefes nefese hırıltısı. Karanlıktan iri, boz bir köpek fırladı, kulakları sarkmış, tir tir titreyip ulayarak
iki adamın bacaklarına dolandı.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:46)
“... gece karanlığında yankılanan bir vuruş: Yangın vaaar!.. Bütün bedenimde bir ürperti, yatağım
sarsılıyor, ben de içinde tir tir titriyorum. Yangın var! Dum, dum, dum!..”
(A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:13)
“Onun da, başkaları gibi bir aşk hikayesi vardı. Bir dülger olan babası iskeleden düşerek ölmüştü.
Ardından annesi göçmüş, kız kardeşleri dağılmış, bir çiftçi onu yanına almış ve küçük yaşta inekleri gütmeye
başlamıştı. Paçavralar altında tirtir titriyor, yüzükoyun yatarak durgun sulardan içiyor, hiç yoktan bol bol dayak
yiyordu. Sonunda, kendisinin yapmadığı bir hırsızlık yüzünden çiftlikten kovulmuştu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:7)
“ROSA - Ya öyle mi? Hemen tüymüş soysuz! Tanrı da onu çarpsın, diş etlerini çürütsün, tir tir
titretsin, böylece dişleri dökülür!”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:12)
“MAMA -... Bu bir mucize! Dün gecenin sabahı mıydı, bu sabahın gecesi miydi, bilmiyorum...
Elizabeth, bahçede minik bir kuşun sesini duydu. Cik cik... Zavallıcık ağlıyordu... Yanına gitti ve kuşun
soğuktan tir tir titrediğini gördü... Cik cik cik...”
( D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:67)
“Annem yine neyse ama, köyde demirci olan babam çok sert ve öfkeli bir adamdı; başıma geleni
işitince, ateşten aldığı bir demir çubukla üstüme yürüdü; beni öldürmek istiyordu. Avazım çıktığı kadar
bağırdım; tavan arasına kaçıp saklandım, orada yattım; tir tir titriyordum.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:II, sa:120-1)
“Çelkaş sert bir sesle:
-Ee? Öt bakalım! dedi.
Öfkeden tir tir titriyordu. Bu köylüoğlunun kendisiyle böyle konuşabilmesi fena halde ağrına
gitmişti.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:70)
“Büyükanneyle büyükbabaya da herşeyin yolunda olduğu söylecekti... bir çeşit dinlenme yurdu olduğu.
Bir psikiyatra gittiklerini ve psikiyatrın böyle bir şeyi önerdiğini ikisi de biliyordu gerçi, ama o yerin görüntüsü
anlatılırken değiştirilecek, parmaklıkla pencerelerden birinden gelen ve tir tir titreyip dişlerini sıkmalarına yol
açan o tiz ve keskin çığlıktan söz edilmeyecekti. Deborah’a O Yer’de yapıldığı gibi, çığlığın da Esther’in
yüreğine kapatılıp gizlenmesi gerekiyordu.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:19)
“Çünkü, orada da pek ümit vermeyen bir manzara ile karşılaştım. Sakalının bir tarafı siyah, bir tarafı
adeta ağarmış bir efendi, hiddetten ateş püskürüyor, karşısında benim biraz evvelki halime benzer bir vaziyette
tir tir titreyen bir hademeyi dövüyordu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:132)
“Meşrutiyet’teydi. Küçük bucağın donanma derneği, komşu köylerden yardım toplamaya gidecekti. Tan
ışığında firuze bir deniz tiril tiril titreyip fısıldarken, küçücük kıyı kasabasından ayrıldılar, Kızılağaç köyüğne
doğru yola düzüldüler.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:68)
“Sonunda Bayan Lydia dönüp Binbaşıya baktı. Binbaşı burnundan soluyor, ince burun kanatları balık
solungaçları gibi hiddetten tir tir titriyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:105)
“Başımı sallayarak onayladım bunu. Demir parmaklıklı pencerelerle çevrili bir avluda duruyor, gri
renkli şafak soğuğunda tirtir titriyordum.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:214)
“Hermes, gözüm Hermes, Kylleneli Maia’nın oğlu
yalvarırım sana, tir tir titriyorum soğuktan,
dişlerim birbirine vuruyor...
Bir kaput ver şu Hipponaks’a, bir de harmaniye
sandal ver ona, keçeden mestler
altmış altın ver öbür taraftan.”
(Hipponaks, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:63)
“ ‘Orada mısınız?’
Tabuttan ses çıkmıyordu. Tir tir titreyen Fauchelevent zorlukla nefes alıyordu. Çekicini ve kerpeteni
alıp tabutun kapağını açtı. Alacakaranlığın son ışıklarında Jean Valjean’ın yüzü sapsarı, gösleri kapalıydı.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:II, sa:402-3)
“BRAND -… Büyük günahının yalnız elle tutulur, gözle görülür, dille söylenir tarafını; yani, öz
evladına karşı işlediği cinayeti biliyor. Ya diğer ikisi! Tiril tiril titreyerek sobanın yanına sinmişler, neye
uğradıklarını bilmeksizin, damdan aşağı bakan iki kuş yavrusu gibi, biirbirine sokulmuş, gözlerini ona
dikmişlerdi!”
(H. Ibsen, “Brand”, sa:51)
“Zaten orada bulunuşunda şaşılacak bir şey yoktu: Ben de onun ortamında yaşıyordum; daha o
zamandan, evli olan ve olmayan çocukların sefaleti hakkında bilinecek ne varsa hepsinin biliyordum. Ama gene
de zaman zaman göz ucuyla onu gözetliyordum. Yeniden entarisini dikmeye koyulmuştu: tozlu ve cılız yüzüne
sarı saçları tutam tutam dökülüyordu. Parmakları uyuşmuş, bütün vücudu tir tir titriyordu.”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:18)
“Heyecandan tir tir titriyordum, karşımda o güzel dişlerini göstererek gülen Codine’in ellerini ellerimin
arasına aldım.
-Seni seviyorum Codine!
-Biliyorum Adrian, beni sevdiğini biliyorum ve bunu duymak da beni çok üzüyor.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:58)
“... o kalabalık daha uzun ve rahat izlemeye fırsat verse, onun kafesinin önünde daha uzun süre
kalınırdı. Bu da, açlık cambazının, hayatının amacına dönüşmüş, dört gözle beklediği bu ziyaretlerden önce tir
tir titremesinin nedeniydi.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:86)
“Gözlerinin içine bakıyor ve gülüyordum. O, benden korkuyor gibiydi; elimi dizlerinin üstüne bıraktım,
yavaş sesle: ‘Beni artık sevmiyor musunuz?’ dedim; tir tir titremeye başlamasın mı?”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:95)
“Magdalena’nın gözleri yaşlarla doldu. İleri doğru bir adım attı. Çarmıhçı tam önünden geçiyordu!
Üzerine doğru eğildi. Kokulu saçı, çıplak, kanlı omuzlarına değidi.
‘Çarmıhçı!’ diye kaba boğuk bir sesle homurdandı. Tir tir titriyordu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:53)
“Uzatmayalım, köye vardık, bir izbenin önünde durduk. Aşağı indik. Kız bir itişte kapıyı açtı, içeri
girdik. Odunları avluya indirdik, balıklarla ekmeği alıp odaya girdik. Sönmüş ocağın yanında ihtiyar bir
kadıncağız oturuyor, tir tir titriyordu. Diyorum ya, bir soğuk vardı ki, adamın soğuktan tırnakları dökülüyordu.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:88)
“Bir şehir var, Adana şehri. Safi sırçadan, tiril tiril yanar gece gündüz. Aynen güneş gibi. Onun içinde
gezersin. Evlerin araları, onlar sokak derler adına, cam gibidir. Balı dök yala.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, sa:31)
“Son bir gayretle adamın kollarından sıyrıldı ve kumbarayı göğsüne bastırarak Profesör Avenarius’a
doğru koştu. Avenarius kollarını açıp onu kucakladı. Kadın ona sımsıkı sokulmuş tir tir titriyor, hıçkıra hıçkıra
ağlıyordu.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:189)
“Bir öğle tatilinde tepelerde ve ağaçlıklarda uzun zaman oturup vaktin geçtiğinin farkında olmadığım
bir gün, kardeşim George beni eve getirmek için gönderilmişti. Ormanda tek başıma oturmuş ve eve
döndüğümde başıma ne geleceğini bildiğinden korku içinde idim. Eve döndüğümüzde, korkudan tir tir
titriyordum.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:8)
“Hızlı adımlarla Başkan’ın odasına giderken bir baş dönmesi geçirdi. El yordamıyla kenarda duran bir
koltuğa kadar gidebildi ve hemen oraya çöküverdi. Birkaç saat sonra uyandığında buz gibi bir karabasan
anımsadı. Karla kaplı bir bozkırda tir tir titriyordu, bir kurt sürüsü üzerine geliyordu. Sıçrayarak yerinden kalktı
ve koşar adım Başkan Balaguer’in bürosuna doğru seğirtti. Kapılar ardına kadar açıktı. Yetkesini göstermeye
kararlı bir tavırla girdi bu her şeye burnunu sokan bücürün odasına.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:394)
“ROMA’YA DOĞRU HAYKIRIŞ
----------------------------------------Yine de yine de ah yine de
Tükrük hokkalarını kaldırmakla görevli zenciler,
Başöğretmenin soluk dehşeti altında tir tir çocuklar,
Maden kuyularında gazla zehirlenmiş kadınlar
Yaşamalarını çekice, kemana, buluta bağlamış kalabalıklar”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Cemal Süreya, “aşk şiirleri”, sa:75)
“ARKADAŞLAR KOROSU -
Ne kahramanlar gördük biz
Kavgaya atılıp sunarlar bedenlerini
Korkusuzca, düşmanın kılıçlarına
Ama tiril tiril titrerler denizde...”
(A. Maalouf, “Uzaktan Aşk”, sa:57)
“ ‘Ne yazık! Orada bıraktığım insanlar gibi dostları, bir daha nerede bulabilirim?’ diyordu. ‘İşte şimdi
onlardan bin versten daha da uzaktayım. Burada yoksul bir hana gitmek için bile tir tir titrerken, Petersburg’a
vardığımda imparatorun sarayına yaklaşınca durumum ne olacak?’ ”
(X. de Maistre, “Sibiryalı Kız”, sa:45-6)
“... şoför koltuğunun altına saklanarak Beatriz’e bağırdı:
-Kendini yere at!
-Dünyada atmam -diye mırıldandı Beatriz- Yerde bizi öldürürler.
Tir tir titriyordu ama kararlıydı.”
(G.G. Marquez, “Bir Kaçırılma Öyküsü”, sa:9)
“Bücür yine balık tutmaya koyulmuştu. Öyle tutuyordu ki ben tirtir titriyordum. Karısı: ‘Yer
olağanüstüymüş ; buraya her zaman gelebilirim, Désiré!’ demeye başlamıştı.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:32)
“Bir kış gecesi, operaya gitmiş ve soğuktan tirtir titreyerek eve dönmüştü. Ertesi gün öksürmeye
başlamış ve sekiz gün sonra da zatürreeden ölmüştü.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:138)
“Annelik
Dünya,
tiril tiril geceliğimin içinde,
uyanık
ve uzaklardan gelenyüreğimin lavında çağlayan
tartımlı nabız atışlarıma kulak kesilmiş.
Hiçbir püskürtme beklenmiyor!
(Sofia Nestorova<d.1955>-Kadriye Cesur; Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.04.09)
“PERDE I, SAHNE I
KAMAROT, kimin geldiğini görerek, ferahlamış bir tonla. - O... sen misin? Ne diye ötede beride
dolaşıp tir tir titriyorsun? Senin yerin sobanın başı. Orada kaldıkça titremezsin de...
BEN - Çoook... soğuk... (Birbirine vuran dişlerini durdurmaya çalışarak, alay eder.) Ya kim geliyor
sanmıştın? Koca herif mi?”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:9)
“... bu sokaklara girip çıkmak ve buralarda yaşanan hayatlarla için için dalga geçmek gibi bir istek
duyarsınız. Çünkü nihayetinde Ellesmere Sokağı nedir ki? Bir dizi hücreden oluşmuş bir hapishane. Bir yarı
müstakil işkence odaları dizisi -ve içinde korkudan tir tir titreyen kurbanlar.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:15)
“İkide bir çıkan bir iktisadi buhrandan sonra dükkanında soğuktan tir tir titreyerek bütün gün bir
müşteri bekleyen yaşlı kitapçılardan, buhranlardan sonra milletin daha az tıraş olduğundan şikayet eden
berberlerden….. bahsediyorum.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:95)
“/Hadi oku...’ / ‘Saygıdeğer evladım, bırak ağlasın bu ihtiyar adam biraz. Bırak son kere karımı, kızımı
düşüneyim.’ / ‘Zulmettiğin genç kızları düşün. Biri sinir krizi geçirdi, dört tanesi üçüncü sınıfta okuldan atıldı,
biri intihar etti, okul kapısında tir tir titremekten hepsi ateşlenip yatağa düştü, hepsinin hayatı kaydı.’ ”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:50)
“Eski Rus derebeylerinden Kirila Petroviç Troyekurov, yurtluklarından birinde yaşamaktaydı.
Zenginliği, soyluluğu ve ilişkileri yurtluklarının bulunduğu illerde büyük bir saygınlık sağlamıştı ona. Komşuları
en küçük kaprislerini yerine getirmek için birbirleriyle yarışır, il memurları Troyekurov adını duyduklarında tir
tir titrerlerdi.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:11)
“İSMENE
----------İçimde hiç acıma duymadan bakmıştım bu sevdaya
adanmış genç, güzel ölülere.
Bizim ölülerimiz getirilinceye dek; sonra birden
anlamıştık büyüdüğümüzü.
Kız kardeşimi gördüm bir gün şafakta - yazgısıyla
damgalı beti benzi atmış, elleri, giysileri, saçları toprak içinde.
İçimize işlemişti sabahın çiyi. Tir tir titremiştik.
Sonra gün birdenbire ışıdı bembeyaz ve kara kargalarla
kalbura döndü.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:206-7)
“DENİZ
---------peşine düşmenin güzelliği
yalın ayak karada çıplak tir tir titreyen
birine yardım eder gibidir,
suyun üstündeki aynada
olmaktır
vahşeti unutarak,
büyük korsanların vahşetidir,
yeniden asilikleri vurup dağıtarak”
(Ceryes Samawi<d.1959>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.05.06)
“HAMLET -... Hareketsizce içine gömüldüğünü gördüğümüz mezar, seni tekrar dışarı atmak için,
neden ağır mermerden ağzını açtı? Ne var ki, ölü bir cesetken tekrar baştan aşağı zırh içinde geceye korku
salarak ayın yüzünü görmeye geliyorsun da doğa dışı hiçbir şeyden haberi olmayan biz zavallıları aklımızın
ermediği düşüncelerle böyle tir tir titretiyorsun?”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:32)
“Varlık
--------tir tir titreyen kirpiklerin
üzerinde eriyen kar tanesinde
sen varsın
son evime kilit olan
şu taşta bile varsın”
(Evdin Stefanov<d.1953>-Kadriye Cesur, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.09.07)
“1818 Aralığında, iyi yürekli Hautemare’ın kendini kasmasına, Papaz du Saillard’dan tir tir titremesine
Rahip Monsieur Le Cloud ile birlikte güldüğümüz günlerde, Amerikalı dayımın öleceği ve bana Havana’da
küçük bir servetle bir dava bırakacağı tuttu.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:40-1)
“Abartıcılığı markiyi doğal olarak partinin başına getirdi. Korkmadıkları zaman son derece dürüst ve
namuslu olan ama, hep tir tir titreyen bu efendiler Avusturyalı generali kandırmayı başardılar: Oldukça saf bir
adam olan general sertliğin üstün bir politika olduğuna inandırıldı ve yüz elli yurtseveri tutuklattı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:25)
“Okul saatlerinden sonra, havanın çabucak karardığı o uzun güz akşamlarında, oyun oynayamaz olunca,
herhangi bir ev merdiveninin basamaklarında toplanırdık; işte böyle anlatmanın sırası o zaman gelirdi. Bunda da
ustamız yine Hans’tı. Bizi kah korkudan tir tir titrettiği, kah kahkahalarla güldürdüğü garip öyküler kim bilir
aklına nereden gelirdi.”
(Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:10)
“Peri ile Deniz
Koştu yalınayak kıyıdan
martıların ve yelkovan kuşlarının
kösnül bakışları altında,
kuşandı denizin
tiril tiril kıvrımlarla
yuvarlak omuzlarından dökülen
ta ufuğun ucuna dek
harelenen ipek elbisesini.
Ve gülümsediçıplaklığını gidermişti.
(Aleksandır Şurbanov<d.1941>-Kadriye cesur; Cevat Çapan,“Şiir Atlası”, Cumhuriyet Kitap, 17.12.09)
“Kız koşarak Maria’ya telefon etmeye gitti. O evde yalnızdı; patronları denize gitmişlerdi.
Maria ‘Hemen geliyorum,’ dedi. On beş dakika sonra kapıdaydı. Tir tir titreyen Rossella onu salona
aldı.”
(S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor”, sa:120)
“Hemen ayağa kalktım, öfkemden tir tir titreyerek adamın suratına bir tokat indirdim.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:233)
“O gün Prenses Mariya babasının kapısına tir tir titreyerek yaklaşmıştı. Ona öyle geliyordu ki,
kaderinin bugün belirleneceğini yalnız herkes bilmekle kalmıyor, kendisinin bu hususta ne düşündüğünü de
herkes biliyor.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:II, sa:72)
“Antao, kapıyı açınca, kadının solgun yüzünde yuvalarından uğramış gözlerini gördü; dağınık saçları,
yüz çizgilerine daha da acınası bir görünüm veriyordu.
-Buyrun girin.
Kadın, tirtir titreyerek içeri girdi ve kekeleyerek konuştu:
-Gelin Bay Antao. Hemen gelin. Bay Antoninho, orada...”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:43)
“Tamah tir tir titredi, başına kül serpti. ‘Zalim!’ diye bağırdı ‘Zalim! Hindistanın sur çevrili
şehirlerinde kıtlık var, Semerkand’ın su hazneleri tamtakır olmuş.’ ”
(O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:91)
“Kızı delice sevse de, birlikte oturduklarında, kızın parmaklarının dokunuşu bütün bedenini çılgınca bir
sevinçle tir tir titretse de, görevinin ne olduğunu açıkça görüyor, bu cinayeti işlemeden önce evlenmeye hakkı
olmadığını çok iyi biliyordu.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:26)
“Ama uyurken de uyanıkken de en dayanılmaz karabasanı, bir zamanlar sırdaşı olan kadının tasasız,
soğuk gamsızlığıydı, kadın, sanki hiçbir şey olmamış gibi boş evde dolaşıp duruyordu. Kuzeni istasyonda onun
adını ağzına aldığından bu yana onunla ne zaman karşılaşsa tir tir titriyordu.”
(S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:172)
“Eniştesinin, teyzesinin, garsonun, yemek salonundaki konuklardan herhangi birinin önünde yoksul ve
deneyimsiz bir kız olduğunun anlaşılacağı korkusu onu kahrediyor, çok huzursuz olmasına ve heyecandan tir tir
titremesine rağmen hiçbir şey yokmuş gibi davranıp sohbete katılması ve hatta neşelenmeye çalışması, yarım
saatlik yemek süresini sonsuzlaştırıyor.” ..... “Fakat şu yeni, tiril tiril elbiselerden hangisini seçmeli? Hepsi de
kızböcekleri gibi ışıl ışıl parlıyorlar yatağın üzerinde.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:48;58)
“Yağma edilmiş sarayları dolduran sanat eserleri en az Belçika’daki eserler kadar değerli ve güzeldi.
İnsanlığa zarar veren bombalardan Krakau’daki Maria Kilisesi ile Veit Stoss’un heykelleri de en az Mecheln ve
Löven’deki eserler kadar etkilendi. Fakat dünya, Polonya’nın alınyazısı karşısında yine de gözlerini kapatıyor.
İnsanoğlunun merhamet duyarken yandaşlık yapmasının nedenleri derinde yatmalı. Bilindiği gibi duyguların
gizem dolu bazı ortak yanları vardır. Sempati ise kimi zaman akıl dışıdır. Komşu ülke olması ve tarihi
bağlantıları nedeniyle Belçika’nın Latin ve Anglo-Sakson kültürüne Polonya’dan daha yakın sayılması bu
ülkenin alınyazısı söz konusu oldu mu insanları tir tir titretiyor.”
(S. Zweig, “Geleceğe Güven”, sa:42-3)
“Subay, ‘Artık ne Imparator var ne de ordusu. Fransa mahvoldu!’ deyince, onun bir ayyaş, bir çılgın
olduğunu sandılar. Fakat çok geçmeden herkes acı gerçeği, insanı beyninden vurup bir daha asla kalkamayacak
biçimde yere seren o kahredici gerçeği, öğreniyor. Grouchy’nin yüzü sapsarı kesiliyor, kılıcına yaslanmış tir tir
titremektedir.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:115)
Tirin :
(Romanca)’da: Üç sayısı
“-Mesela, sizin şu sayıları say bakalım, birer birer... Bunların içinden görelim hangi dillerden kelimeler
var.
-Üyle <öyle> ise dinle sayayım!
-Kulağım sende, başla! ............
-Tirin: üç.
-Tastamam Rumca...,
-Bu da yarı Rumca, yarı İngilizce, yarı Fransızca...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:161)
Tirit :
Çok yaşlı ve çok zayıf kimse; Et suyuna kızartılmış ekmek doğrayarak yapılan yemek
“Harman yerinde şimdi yalnız bir kocakarı, iki orta yaşlı kadın, iki küçük kız ve beş erkek çalışıyorlardı.
Erkeklerin en ihtiyarı, köse sakallı, belki de doksanlık bir tirit, en baştaki çadırın önüne kara burunlu, kara gözlü,
saman renginde uzun tüylü bir çoban köpeği ile aynı heybenin ayrı ayrı gözlerine yanüstü başlarını koymuşlar, koyun
koyuna ve koklaşa koklaşa çok rahat, çok tatlı bir akşam uykusu çekiyorlardı.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:22)
Tirkemek, tirkenmek : Birbiri ardısıra dizilenmek, sıralanmak
Bk.: Ulamak
“Kasım:
‘Kızlar, bunları bağlayacak uzun ipleriniz var mı?’
Kızlar kuşaklarını çıkarıp birbirine uladılar.
Kasımla temir eşkiyaları anadan doğma soydular, kuşaklarla onları birbirlerine tirkediler.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:455)
Tirşe : Yeşilimsi, mavimsi bir renk (genellikle göz); üzerine yazı yazmak için hazırlanmmış deri ya da
parşömen
“SÜRGÜN ADASI LEROS
-------------------------------Adanın karıncığında bir karınca
sakızdan iplikler çekmeye başlamış bile.
Ant içmiş olmalı
Bütün o sürgün sözcüklerden
ada ada bir oya çıkarmaya
fenerler, dalgalar ve rüzgar
tuz ve yosun
kokan balıkçılar
sonsuz bir oyun kursun
tiril tiril
tirşe bir mendil
olsun diye koca derya.”
(Erdal Alova<d.1952>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:474)
“Ben, tirşe gözlü kıza cıgarayı uzatırken baktım, kocakarı koynundan fal çıkınını çıkardı, yüzü peçeli
duran Nazlı’ya sokuldu:
-Ha bakayım kokorozlu bir falınıza küçük hanım!
Nazlı yine dirseğiyle beni dürttü. Ben,
-Bak bakalım, ne çıkacak?
-Te atın niyetinizi çıkının içine!”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:141)
Tiryakilik; Tiryakisi olmak : Alışkanlık, çok düşkünü olmak
“KAHVE
<Musica para sordos-Sağırlara Müzik’den>
‘Ölülerin zeytinyağı’,
der ona César Vallejo.
Yine de kahve gecenin bir parçasıdır.
----------Kara sıvı.
Gönlünde şansa mutluluğa yer yok.
Kahve ile içilir, dimdik uyanıklığı
boğuk sesi
kara yüreği.
Kahve ile içilir, işbitiriciliği.
Bir fican kahve, bir küçücük tiryaki fincanı
höpürdetilen bir yudumcuk.”
(Rafael Courtoisie<d.1958>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap”,
14.08.08)
“-Bu da ne? diye sordum. Bu akşamki rolünü kediye yüklettin. Oyunu berbat ettin. Şimdi de bu domuz
yavrusu ne oluyor? Ortaklıktan vazgeçtinse haber ver.
-Hoş gör kardeş. Domuz hırsızlığına alışkanlığımı biliyorsun. Bu işin tiryakisi olduk. Bu akşam güzel
bir fırsat çıkınca kaçırmak istemedim.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:51)
“Paul devam etti: ‘Haberleri dinlemek, hemen fırlatıp atılacak bir sigara içmek gibidir.’
-İşte benim kabullenmekte zorlandığım da bu.
-Ama sen iflah olmaz bir sigara tiryakisisindir! Haberlerin sigaraya benzemesinden neden şikayet
ediyorsun ki, dedi Paul gülerek. Sigara zararlıysa, haberlerin hiçbir tehlikesi yok ve sana bir çalışma gününden
önce hoş bir eğlence sunuyorlar.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:146)
Tişört : Açıldığı zaman T harfini anımsattığı için o adla anılan, son yılların modası, her iki cinse malolmuş üst
giysisi. Kalbe saplanan oktan siyasal fikirlere kadar her türlü ifade hürriyetini tanıtan bir iletişim vasıtası oluşu
o kimsenin aderta ‘kişilik’ kimliğini de ortaya atmaktadır.
“Kartı alıp Bob’la eve döndüm. ‘Kendimize çekidüzen versek iyi olur Bob,’ dedim. ‘İş görüşmesine
gidiyoruz.’ ..... Ertesi gün kendime çekidüzen verdim. Saçımı arkadan topladım, düzgün bir tişört giydim ve
yanımda götürmem gereken bütün ıvır zıvırlarla birlikte Vauxhall için yola koyuldum.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:129)
Titan’lar : (YUN. MYTH.): Gökyüzünün ilk çok kudretli, haşin, agresif tanrıları.Uranus’la Gaia’dan doğan
12 dev çocuktan: Oceanus, Coeus, Crius, Hyperion, Lapetus, Theia, Rhea, Themis, Mnemosyne, Phoebe, Tethys,
Cronus her biri Cronus ile Rhea’nın birleşmesinden Zeus ve Olympian doğar, üstün kuvvet sevgi ve yaşam için
kullanılır
“Altın bir ışık içinde yüzüyordu kentin çatıları. Pencere camlarında ışıl ışıl yanıyordu gün ışığı. Eski
dünyaların kalıntılarıyla Titanların dağ dağ üstüne koyup kurdukları Dicé’yi, o tunç kenti düşündü. Ne anası, ne
de kendisi için bir lokma ekmeği yoktu; yeniden oluşacak bir insanlığın oturduğu, bütün bir evreni doyuracak
uçsuz bucaksız bir sofranın düşünü kurdu.”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:48)
Titrek pelte : Yaşlı insan (Argo)
“SANIK -... O mukavva gibi yamulmuş yaşlılara <yargıçlar> bir bak: Kurdeleleri, hayvan postundan
pelerinleri, altın sırmalı şapkalarıyla, Venedikli fıırıncılara benziyorlar... ekşi suratları ve nereye koyduklarını
asla anımsayamadıkları zincirli gözlükleriyle titrek pelteler...”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:13)
Tiyatro :
eylemi
(SAN.) Yaşam dramını ya da ya da gülme sanatını, seyirci önünde, sahnede oynama sanatı ve
“Tiyatro sanatı, insanı, tarihin ‘doğrulanmış’ olguları içinden çekip kurtarır ve sahne üzerinde kendi
‘doğru’larını yaratır. Olguları kutsal kılan, yorumdaki özgürlüktür. Tüm tarih, insan eylemlerinin öyküsüdür.
Eylemler, zaman dışı ve evrenseldir. Tiyatro sanatı, eylemler yoluyla tarihsel olguları estetize eder, onlara biçim
ve içerik katar ve her seferinde onları yeni baştan yorumlar.
İletişim bilimci Mac Luhan, “araç, mesajın kendisidir!’ der. İnsan varlığını kendine özge bir araç
olarak düşünürsek, insanın vereceği mesaj içinde, bütün bir nesneler dünyasını, bütün bir evrenin insanda
varolduğunu, insanda saklı olduğunu görürüz. Günümüzün bilimsel değerlendirmelerine göre, düşünme
dünyasının merkesinde insan vardır. İ n s a n, bir duygu ve düşünce varlığıdır, bu nedenle de trajik bir varlıktır.
Evrensel, toplumsal ve bireysel boyutlarla yüklü olan insan, kendini ancak düşün, sanat ve bilim
yoluyla açıklar. Bu tutum ve yaklaşım onu, içinde yaşadığı toplumun karşıt karakterlerin sultasından kurtarıp,
evrensel kimliği’ni aramaya götürmüştür. Bu boyuttaki bir ‘kimlik’, kültürlerarası arenasında bir sınavdan
geçmek zorundadır. Bu sınama’nın pratik, gözlenebilir yolu da t i y a t r o’dan geçer. Orada ‘kimlik’, dramatik
bir giysi içine gizlenmiştir ve kültür birikimlerinin dozu kadar, içinde temsil edildiği toplumların yapısal ve
fonksiyonel özelliklerini de taşır.”
(İ. Ersevim, “Şamanizm” -basılmamış-, önsöz)
Tiyatro Türleri : İst. Büyük Belediyesi Konssrvatuvarı T.A.L. (Araştırma Labaratuvarı) Şef ve Konsültanı
Beklan Algan ve İsmail Ersevim tarafından hazırlanmıştır:
ARENA TİYATROLARI
Tip: ‘Karakter’ değil.
S p o r t i v ya da s i r k. Konumuna göre oturtulan seyirci.
İlk, Epidarus Delphi Olympic Açık Hava Tiyatroları, Atina. Bu günkü Olimpiyatlar.
XX. y.y.’da Reinhardt A. Villiers, 1958.
S e y i r c i l e r in biraradalığının ürettiklerinin paylaşılması.
O r t a o y u n u’muz bizim yanıtımız olabilir.
BEKLAN ALGAN
BULVAR TİYATROSU
XIX. y.y.’da, Paris’in meşhur “Cinayet Bulvarı” diye adlandırılan ve 1862’de yıkılan, sonra da neş’e,
coşku bulvarı haline gelen “St.Martin Bulvarı”. Coşkulu melodramlar, pandomimler, peri gösterileri, akrobasiler,
burjuva komedileri. Scribe: “Çağında bile kritik edilen bir tür!”
Bu gün ise, ‘eğlendiren sanat’, ‘entellektüel olmayan küçük Burjuva seyircisini tatmin eden’ bir tür.
Yazarları Feydeau-Gredy-Labish-Courteline. Rostand der ki, tüm bu yazarlar, tüm oyuncular tarafından destek
görmüşlerdir.
Dramatürjisi: Burjuva Dram’ı ve Melodram’dır.
BEKLAN ALGAN
BURJUVA TİYATROSU
Bu, n e g a t i f b i r t i y a t r o t ü r ü’ d ü r.
‘Bulvar’ repertuvarı olan küçük Burjuvaya yönelmiş bir tiyatro türü. Onların duygularını, beğenilerini,
estetiğini yüklenmiş. Ekonomik rantabilitesi ön planda geçerli olan, estetik aramayan, anti-deneysel bir tiyatro
türü.
XIX. y.y.’da Burjuva Dramı: Romantik, şık, popüler, melodram ve vodvil tekniklerini yüklenen yeni
burjuvazi’nin efsanelerini sömüren kolay anlaşılan bir oyun dramaturjisi tiyatrosu. Zengin olan: Kadife perdeler,
şahane dekorlar, gece elbisesi ile seyredilen, sonu her zaman ‘iyi’ biten, küçük Burjuva hayatını anlatan, onları
heroikleştiren; pahalı bilet, pahalı dekor kostüm, şahane gösteri.
BEKLAN ALGAN
CEP TİYATROSU
B k. : S a m i m i T i y a t r o
BEKLAN ALGAN
ÇADIR TİYATROLARI
1999 Kocaeli bölgesi depreminden sonra, İstanbul Büyükşehir Belediye Tiyatroları dahil, birçok sivil
ve özel tiyatro kuruluşları, deprem bölgelerinde, özellikle çocuklarda gelişmiş korku, uykusuzluk, aileye yapışıp
kalma, okula gidememe ve benzeri semptomlara yardım olsun diye birtakım tiyatro oyunlarını (Örneğin, Kabus
Yiyen) ç a d ı r l a r d a oynamışlardı. Tabii oyunlar çadırlar için özellikle düzenlenmeyip, çadırlar, sahne olarak
seçilmişlerdi.
Arhur Rimbaud’nun “Illumination-Cehennemde Bir Mevsim” (Cumhuriyet Dünya Klasikleri, No. 140,
İstanbul 2001, Çeviren: Erdoğan Alkan), adlı eserinde, sanki “çadırda icra edilmek üzere tertiplenmiç tiyatro”
olarak yorumlanabilecek iki pasaj var. Yorumsuz, aynen alıyorum:
Sa.: 96 Tarihsel Akşam
“..Herhangi bir akşamdayız diyelim, bizim geçim kaygılarımızdan elini eteğini çekmiş safdil bir turist
var ve usta bir el coşturuyor çayırların klavsenini, eceler ve gözdelerin büyülü aynası gölün dibinde kağıt
oynanıyor; batan güneşin üstünde ermiş kızlar, peçeler ve uyum telleri ve destansı ezgiler.
Titriyor safdil turist, avcılar ve av köpekleri geçerken. Damla damla akıyor sahne oyunu çim ç a d ı r
t i y a t r o l a r ı n ı n ü s t ü n e. Şu saçma düzlüklerde yoksulların ve güçsüzlerin çektiği sıkıntı!”
Sa.: 130 Sayıklamalar
“..İşte. Çılgınlıklarımdan birinin öyküsü. Saçma sapan resimleri, kapı aynalıkları, dekorları,
ç a d ı r t i y a t r o l a r ı n d a k i resimli perdeleri, tabelaları, şiirin ünlülerini seviyordum..”
İSMAİL ERSEVİM
DİDAKTİK TİYATRO
-İçeriği Değişen–
Seyircisini ‘eğitmeye’ çalışan, bir problem üstüne ‘düşünmeyi’ öğreten; bir durumu anlatıp, moral ya
da politik yönden seyircinin adapte etmesini kabullenmesini, moral’i ders veren tiyatro türü.
“Agit Prop” türü ile benzerlikleri var; örneğin senaryo’sunun içeriği değişebilir.
Zor bir sanat türü. Oyuncuların söylediği: Sufi Ayla Algan: (Aşk Hastası’ndan) Çok zorluk çektim tasavvufu
anlayıncaya kadar, çünkü “New Age” gibi bir felsefeye sahip ve vizyoner. İlişki aramakta “Jestus” bulmak daha
zor. Günümüzde gittikçe unutulan bir anlatım.
BEKLAN ALGAN
DOKÜMAN TİYATROSU
-Dokümanter Tiyatro-
Tekst’leri “gerçeklilik” üstüne kurulan, araştırılan ‘fragman’larla “kolaj” yapılan; seçici, sosyolojik
tez’lerle dramaturji’sinin oluştuğu bir tür. T a r i h’ten alıntılar yapar, örneğin BUCHNER’in “Danton’un
Ölümü”.
1930’larda Almanya’da ve daha sonra Amerika’da E. PISCATORE’nin bu estetiği, politik alıntılar yapmak için
kullanması gibi.
1950 ve ’60 larda roman’da, radio-fonik oyun’larda, şiir’de, sinema’da kullanıldı. Günümüzde, m e d y a
röportajlarındaki tür’ler eklenmiştir.
Klasik, Geleneksel Türk Tiyatrosu’nda: Orta Oyunu’nun seyirci - oyuncu ilişkisi.
BEKLAN ALGAN
EPİK TİYATRO
BRECHT’in “Ben, Non-Aristotelien Tiyatro yapıyorum!” deyişi. Seyircisine, ‘düşünme’ye, “sentez
yapmayı” getirmiştir. Brecht’den önce PISCATOR bunun önderliğini yaptı.
Esas: Kassal bir eğilimi olmayan, hikaye izletmeyen; trajedi’deki gibi ‘serim’, ‘düğüm’, ‘sonuç’ aramayan, tam
‘hero’ beslemeyen tür. Ortaçağ’da e p i k oyun zaten vardı: GOETHE’nin “Faust”u, BUCHNER’in “Woyzeck”,
IBSEN’in “Peer Gynt” oyunları gibi. Ansal, dini temalar da mevcuttur.
Epik Tiyatro’nun, daha fazla, o n t i k olan, trajedi sıralaması gözetmeyen bir dramaturjisi var.
BEKLAN ALGAN
FİZYONOMİ TİYATROSU
Bk.: M i m i k.
Mim ve Pandomim esastır. Mimodram stili yoktur. RAHPSOD’un.
BEKLAN ALGAN
İSOTOPİ (Isotopy) TİYATROSU
GREIMAS tarafından konulmuş bir konsept’tir: “İsotopi Semantik”. Greimas, esasında ‘yazımsal’ bir
kişi olmayıp ‘gösterge bilimci’dir. Bu tür gösterge biliminde, “isotopik semantik” kategoriler esas alınırlar. G ö r
s e l’i kod’lar; ‘ses’de ve ‘jestus’da k ü l t ü r’ü kod’lar.
BEKLAN ALGAN
KADINLAR TİYATROSU
Bunlar, k a d ı n l a r tarafından yazılan, oynanan, sahnelenen; kadınları irdeleyen tekst’lerdir.
Bu konuda, NewYork University’nin, “feminist” kuramlarını savunan, “Women in Performance” adlı bir eser
vardır (1984).
BEKLAN ALGAN
Kadınlar Tiyatrosu
Tiyatroyla yaşam arasında sıkı bağlantı kurabilen usta yazar-oyuncu ve yönetici DARİO FO, dünya
çapındaki şöhretini, atalarından kalan bir ‘öykü anlatıcılığı’na, çok iyi bir ‘araştırmacı’ oluşuna, ‘fantazi’lerini
tiyatrolarına konu olan ‘durum’lara çok iyi giydirebilmesine, ve ‘oyuncu’yu sanatının ortasına merkez olarak
yerleştirebilmesine borçludur.
Boyut-Tiyatro dizileriden yayımlanan “KADIN OYUNLARI”, 10 oyun içermektedir. Hepsi, tek
kadın tarafından, çoğu da hayatın gerçeklerinden alınarak işlenmiş ve monolog halinde sergilenmiş olaylardır.
İlk hikaye “Tecavüz”, kendi öz eşinin (Franca Rame) bir gerçek hikayesidir. “Yalnız Kadın”, kocasını aldatmak
zorunda kalan ama ev hapsine kapanmış bir kadının çok hareketli, aktif ve dinamik, hayallerine
gerçekleştirebilen cesur bir kadının öyküsüdür. “Yarın Olacak”, Stammheim Cezaevindeki toplu kıyım haberini
öğrenince yazdığı bir monologdur; mahkum Igmar Moeller, bu cezaevinden sağ olarak kurtulan ve yaşadıklarını
avukatına anlatan tek kişidir. “Ben Ulrike, Bağırıyorum” oyunu, Meinhof’un cezaevindeyken duygularını ve
gözlemlerini mektuplarına aktarması ve bunların daha sonra afişe edilmeleriyle ortaya çıkmıştır. Oyunun en
etkileyici sözleri şunlardır: “...Zamanı geldiğinde onlar intihar etmeme yardım edecekler... Bana bir el
uzatacaklar... Belki birden de çok...” “Medea”da, kendisini genç aşığı için terk edip giden kocasını
cezalandırmak için çocuklarını öldüren bir kadının dramı anlatılmıştır. “...Hepimiz bu dönemleri yaşadık,
Medea... Ama zaman geçip gidiyor... Erkeğimizin yeni bir et, yeni bir cilt, yeni göğüsler, taze bir ses ve yeni bir
dudak araması biz kadınların kaderi... Her zaman dünyanın yasası budur!”
İSMAİL ERSEVİM
KAMYON TİYATROSU
Katılımcı bir tiyatro türüdür. Pleonastik benzerliği mevcuttur. Tiyatro yoktur ki, duyuların ve
kültürlerin fiziksel katılımı olmasın.
BEKLAN ALGAN
KİTLE TİYATROSU
Kitleler’in oynadığı, kitleler’e oynanan tiyatro türü. Örneğin: İran’da yapılan “Alevi Ritüeli”.
K e r b e l a : Halk ordusu, Devlet ordusu.
YEZİT’in Emevi komutanı kılıcına Kur’andan yaprak takıyor; Hüseyni’lerin halk ordusu savaşamıyor (zira
Kur’an yaprağını yere düşürmek günahtır.)
J.J. ROUSSEAU, XIX’ y.y. sonuna doğru, “Kitle Savaşı”ndan bahsetmiştir.
Radio, Televizyon vs. gibidir. Bir “San’at Kolu mu?” diye soru sorulmuştur. Mamafih, ‘Kitle Tiyatrosu’,
bugünün tiyatrosunu hazırlamıştır denebilir.
BEKLAN ALGAN
KOLTUK TİYATROSU
Tekst içeren, okunmaya yarayan, ama o y n a n m a y a n. “Okuma Tiyatrosu” gibi dramatik bir şiir
ve yazımın edebi güzelliğini içeren bugünün Koltuk Tiyatrosu’nda, “Her tekst okunur!” deniyor. Bu yanlıştır.
Bu tiyatro türü ilk kez SENECA ile başladı, ama XIX. y.y.’da olgunlaştı: A.de MUSSET’nin 1832 gösterisinde
“MUSSET’nin KOLTUĞU” diye oynadı.
Bizim kültürümüzde aynı konumda “Oturan Meddah” dramatürjisi olamaz, çünkü vizyon’larını
tekst’ten ve yazılı dilden alıyor, doğaçlama değil.
“Methiye”ler bu gruba girebilir.
BEKLAN ALGAN
KOMİK TİYATRO
=
P o l i c i n e l l , <Poliçinel>
Goethe, İtalya Seyahati Cilt: II, sa.: 58 :
Napoli Tiyatrosu’nun Komik Tipi
“Molo’da, şehrin en gürültülü köşelerinden biri olan bu mahallede dün bir P o l i c i n e l l gördüm
(Napoli Tiyatrosu’nun Komik Tipi).
Tahta bir kerevet üzerinde maymunlar güreşiyordu. Bu kerevetin üzerine bir de balkon koymuşlar ve bu
balkonun üzerine oldukça güzel bir kız etrafa güzelliğini teşhir ediyordu. Kerevetin berisinde bir mucizeler
doktoru, her derde deva olacak esrarengiz ilaçlarını saf yürekli hastalarına dağıtıyordu.
İSMAİL ERSEVİM
ODA TİYATROSU
O d a T i y a t r o s u, Oda Müziği gibi, ‘senic’ (scenic) olmayan, az oyuncu ve az dekor ile
sergilenen tiyatro türüdür. STRINBERG tarafından 1907’de, “Samimi Tiyatro” adıyla kurulmuştur. 1908’de de,
“Samimi (Intime) Tiyatronun Mektupları”nı sahnelemiştir ki, bu eser, bu tür’e en doğru örnektir. Bu tiyatroda,
direkt olarak seyirciye konuşulur. Tema’ları yalnız ‘insan’, ya da “karı-koca ilişkileri” olabilir. Seyirci, sanki bir
psikanaliz koltuğuna uzanmış gibidir.
BEKLAN ALGAN
POLİTİK TİYATRO
Günümüzün yaşayan en önemli tiyatro adamlarından (yazar, oyuncu ve yönetici) biri olan Dario FO,
1952’lerdenberi eşi Franca RAME ile birlikte, sanat felsefesinde çok belirgin bir p o l i t i k çizgi çizmiştir.
Aslında kendisi “politik tiyatro” tanımlanmasından pek hoşlanmamakta, bunun yerine “ h a l k t i y a t r o s u ”
deyimini kullanılmasını tercih etmektedir. Öte yandan ‘halk tiyatrosu’ onun hem tiyatro yaşamının başlangıcında
yer alması, hem de üslubunun temelini oluşturması açısından çok önemlidir.Fo, kendisinin de sık sık belirttiği
gibi, halk tiyatrosundan, bu tiyatronun aykırı bakış açısını alıp kullanmıştır. Bu bakış açısı, alışageldiğimiz olay
ve olgulara farklı bir yönden bakabilmek anlamına gelmektedir. Şöyle ki, ünlü Habil-Kabil çatışmasında Fo’ya
ve aslında yararlandığı geleneğe göre de, Kabil suçlu değil kurbandır. Bu aykırı bakış açısı Fo tarafından hiçbir
ayrım gözetilmeksizin her çevreye, her olaya ve her kişiye uygulandığından ortaya çok ilginç bir politiklik
çıkmaktadır. Her konu, her olay, her tema hakkında böyle bir bakış açısıyla bir “politika” üretmek mümkün
olabilmektedir. Bu üretilen politika da yaygın, farklı yaklaşımların dışında oldukça yeni bir yaklaşım olabilme
özelliğini hep korumaktadır. Şöyle ki dünyanın tartışmayı şu sıralarda akıl edebildiği Kristof Kolomb’un bir
kahraman mı, yoksa bir cani mi olduğu sorusunu o, 1963’deki bir oyunuyla sormuş ve bu soruya da
günümüzdekilerden de daha modern bir yanıt vererek, onun iflasın eşiğinde Cenova’lı bir banker olduğunu
söylemiştir.
(“KADIN OYUNLARI”, Dario Fo – Franca Rame, Çev.: Füsun Demirel, Boyut, Tiyatro-Oyun dizisi,
İstanbul 1992)
İSMAİL ERSEVİM
SOKAK TİYATROSU
Sokak – Meydan – Pazar’larda kurulan tiyatro.
“Metro Üniversitesi” gibi: Halka açık alanlar, koltuk yerleri önceden satılmamış.
Amaç: Tiyatroya gidemeyenlerin ayağına gitmek.
Aksiyon’un, sosyo-politik animasyon’a direkt bağlantısı vardır.
Bu akımda en önemli isim: HAPPEINGLER’dir. Eserler: “Bread and Puppet”, “Magic Circus”.
Bu, esas itibariyle, eski a r ı t i y a t r o’ya dönüştür.
THESPIS, Eski Yunan’da, Atina’nın çarşısının ortasında, bir yük arabasının üstünde oynanırdı.
IV. y.y.’da, kilise önü dini oyunlar da buna örnektir.
İstanbul Büyükşehir Gençlik ve Çocuk Birimlerinin kurduğu Kamyon Tiyatrosu da bu türe girer.
BEKLAN ALGAN
TİYATRO İÇİNDE TİYATRO TÜRÜ
Bunda, s e y i r c i ve o y u n c u iç içedir. Oyuncu da seyir eder, seyirci de. Bizim kültürümüzde bu
“seyirlik türü”ne girer, ismi üzerinde; ya da “Kerbela Dramatürjisi”.
Bu tür, ilk kez 1497’de FULGENCE ve LUCRECE de MEDWALL ile gelişti.
Bu tür’de, ‘Barok’ dünyasının bir vizyon’una bağlı olarak, tüm dünya bir sahne olarak kabul edilir. Kadın ve
erkek’ler, oldukça iyi oyucularan seçilir. SHAKESPEARE’nin buna eklediği, “hayatta bir düş”tür.
CALDERON’a göre ise, T a n r ı, oyunun dramaturg’udur. Yönetmen ve Başoyuncu bundan etkilenir.
Bu; hayatta da olduğu gibi, teolojik metaforlar üreten ve hayatı ayırt etmeyen, birbiri içinde kaybolan, eriyen
görselliği; gündelik hayatı, yaşamı ve biçimi içeren, seyir’i de öyle gelişen bir türü’dür bu.
BEKLAN ALGAN
YAHUDİ (M u s e v i) TİYATROSU ÜZERİNE
Franz KAFKA’nın “mavi oktav defterleri”ni okurken (Çeviren: Osman Çakmakçı, yürekkökenkitaplar,
İstanbul 2000), sa.:120-125’de okuduğum “Yahudi Tiyatrosu Üzerine”yi, yorum yapmadan aynen yineliyorum:
Burada rakkamlar ve istatistikler üzerinde durmayacağım; bu işi Yahudi tiyatrosunu inceleyecek
tarihçilere bırakıyorum. Amacım oldukça basit: On yılı aşkın bir süredir gördüğüm, öğrendiğim ve kendimin de
katıldığı oyunları, oyuncuları ve seyircileriyle Yahudi tiyatrosuna ilişkin birkaç sayfa anımı size sunmak ya da
başka bir deyişle, perdeyi kaldırıp yarayı göstermek. Ancak hastalık teşhis edildikten sonra çaresi bulunabilir ve
belki de gerçek Yahudi tiyatrosu yaratılabilir.
I.
Varşova’daki sofu Yahudi anne babam için, tiyatro kuşkusuz trefe’ydi (yasaklanmış, mundar), yani
chazer’den (domuz) başka bir şey değildi. Sadece Purim’de (Kefaret, oruç günü) tiyatro vardı; çünkü o zaman
kuzenim Chaskel, küçük sarı keçi sakalının üstüne büyük kara sakalını yapıştırıp sırtına kara kaftanını ters
geçirir ve neşeli bir Yahudi esnafı oynardı – Küçük çocuk gözlerimi ondan ayıramazdım. Bütün kuzenlerim
içinde en sevdiğim oydu, onu kendime örnek almak için didinir dururdum, ve daha sekizime bile basmadan ben
de Seder’de (Yahudi ilkokulu) kuzen Chaskel gibi oynamaya başlamıştım. Rebbe (Öğretmen) gitti mi, Seder’de
hep tiyatro oynardık, ben yapımcı olur, sahne yöneticisi olur, kısaca her şey olurdum, kuşkusuz daha sonra
Rebbe’den herkesten daha çok sopa yerdim. Ama biz buna aldırmazdık; Rebbe bizi döverdi, ama biz her gün
başka oyunlar hazırlar, oynardık. Bütün bir yıl boyunca Purim gelse de, kuzenim Chaskel’i yeniden kostümle
görsem diye umutla bekler ve dans ederdim. Bu konuda kararlıydım – büyür büyüme, her Purim’de ben de kuzen
Chaskel gibi makyaj yapıp şarkılar söyleyerek dans edecektim.
Ama Purim dışındaki zamanlarda da giyinip makyaj yapılabileceğini, kuzenim Chaskel gibi birçok
başka sanatçının da bulunduğunu bildiğim yoktu. Ne var ki bir gün Israel Feldscher’in oğlundan, sadece
Purim’de değil ama her gece insanların rol yapıp şarkılar söylediği, makyaj yaptığı tiyatroların varolduğunu,
Varşova’da bile böyle tiyatroların bulunduğunu, babasının birkaç kez onu tiyatroya götürdüğünü öğrendim. Bu
haber -o sıralar aşağı yukarı on yaşındaydım- beni adeta büyüledi. O zamana kadar hiç hissetmediğim gizli bir
özlemle tutuşmuştum. Büyüyüp de tiyatroyu kendi gözlerimle görünceye kadar geçecek günleri saymaya
başladım. O zamanlar tiyatronun yasak ve günah bir şey olduğundan haberim yoktu.
Çok geçmeden Belediye Binası’nın karşısında Büyük Tiyatro’nun bulunduğunu keşfettim; bütün
Varşova’nın, hatta bütün dünyanın en iyi, en güzel tiyatrosu. O günden sonra, önünden her geçişimde, binanın
dış görünüşü bile beni büyüledi. Ama bir keresinde evde Büyük Tiyatro’ya ne zaman gideceğimizi sorduğumda
azarlandım. Bir Yahudi çocuğunun tiyatro hakkında hiçbir şey
bilmemesi gerekirdi, bu yasaktı; tiyatro sadece Goyim’ler (Goyim, plur.of Goy, Goye, Goi: Yaşanan bir
ortamdaki yabancı kültürden insanlar –Larousse, İ.E.) ve günahkarlar içindi. Bu cevap bana yeterdi, başka soru
sormadım, ama artık bana rahat yüzü yoktu, ve ileride bir gün bu günahı işlemeye yazgılı olmaktan,
büyüdüğümde tiyatroya gideceğimden çok korkuyordum.
Bir akşam Yom Kippur’dan (Musevilerde tövbe günü, Tişri-Ekim ayının 10. günü kutlanır, perhiz ve
dua günüdür) sonra iki kuzenimle birlikte büyük tiyatronun önünden geçiyorduk. Tiyatronun bulunduğu caddede
bir yığın insan birikmişti, gözlerimi “iffetsiz” tiyatrodan bir türlü ayıramadığımı gören kuzen Mayer sordu: “Sen
de şimdi orda olmak ister miydin?” Bir şey söylemedim. Besbelli susmam hoşuna gitmemişti, kendi ekledi:
“Çocuk, tek bir Yahudi bile yok orda – Tanrı korusun! Yom Kippur’dan hemen sonraki akşam en kötü Yahudi
bile tiyatroya gitmez!” Ama benim bütün bu sözlerden çıkardığım, kutsal Yom Kippur bayramının sona erdiği
akşam hiçbir Yahudi tiyatroya gitmese de, öbür gecelerde yıl boyu tiyatroya giden çok sayıda Yahudi vardı.
İlk kez on dört yaşımda Büyük Tiyatro’ya gittim. Ülkenin resmi dilini çok az öğrenmiş olsam da,
şimdiden afişleri okuyabiliyordum, günün birinde böyle bir afişte Büyük Tiyatro’da Hugenotten adlı oyunun
oynanacağını okudum. Bu oyundan daha önce “Klaus”ta İbadet günü) söz edilmişti, ayrıca oyunu ‘Meier Beer’
adında bir Yahudi yazmıştı. Böylece kendime izin verdim, bilet alıp o akşam hayatımda ilk kez tiyatroya gittim.
O akşam neler görüp hissettiğimi anlatmanın yeri burası değil, ama bir şeyi belirtmek isterim: Büyük
Tiyatro’da kuzenim Chaskel’den çok daha iyi şarkı söyleyenlerin ve çok daha güzel makyaj yapanların
bulunduğu kararına varmıştım. Ve bir sürprizle daha karşılaşmıştım: Hugenotten’deki bale müziği eskiden beri
bildiğim bir müzikti, melodileri cuma akşamları “Klaus”ta söylenen “Leche Lodi” (Sabbath başlangıcında
söylenen bir ilahi) ilahisinde geçiyordu. “Klaus”ta uzun zamandır söylenegelen melodilerin nasıl olup da Büyük
Tiyatro’da oyuna dönüştürebildiğini aklım almamıştı.
O günden sonra sık sık tiyatroya gittim. Sadece her tiyatroya gidişimde bir yakalık ve bir çift kolluk
almayı, dönüşte onları Vistula ırmağına atmayı unutmamam gerekiyordu. Ailem bunları görmemeliydi. Ben
ruhumu William Tell ve Aida ile doyururken, ailem benim “Klaus”ta oturup Talmud ciltlerine gömüldüğüm ve
kutsal metinleri okuduğum inancıyla huzur içinde yaşıyordu.
II.
Bir süre sonra kentte bir Yahudi tiyatrosunun da bulunduğunu keşfettim. Ama oraya o kadar çok gitmek
istememe karşın, buna cesaret edemiyordum, çünkü ailem bunu çok kolayca öğrenebilirdi. Ama, Brand
Tiyatrosu’ndaki operaları kaçırmıyordum ve daha sonra Polonya Dram Tiyatrosu’na da gitmeye başladım. Bu
tiyatroda Haydutlar’ı ilk kez gördüm. Şarkısız ve müziksiz böylesine güzel bir oyun olabileceğini hiç
düşünmemiştim - Franz’a da kızmadım; hatta belki de beni en çok o etkiledi; ‘Karl’ rolünü değil de, ‘Franz’
rolünü oynamayı isterdim.
“Klaus”taki çocuklar arasında tiyatroya gitmeye cesaret eden tek çocuk bendim. Zira biz “Klaus”taki
çocuklar o sırada “aydınlanmış kitap”larla besleniyorduk; ilk kez o dönemde Shakespeare, Schiller ve Lord
Byron’u okudum. Yiddiş edebiyatına gelince, elime geçenler, Amerika’dan gelen yarı Almanca yarı Yiddiş
diliyle basılmış kalın polisiye romanlarıydı.
Kısa bir süre geçti, içim içimi yiyordu: Varşova’da bir Yahudi tiyatrosu vardı ve ben bunu göremeyecek
miydim? Her şeyi göze alarak, her tehlikeyi hesaba katarak, Yahudi tiyatrosuna gittim.
Bu beni bütünüyle dönüştürdü. Daha oyun başlamadan, “onların” arasında kendimi çok farklı hissettim.
Her şeyden önce, çevrede fraklı beyler, dekolte giysili hanımlar, Polonyalılar, Ruslar yoktu; sadece her türden
Yahudi, kaftanlar, elbiseler, Batı tarzında giyinmiş kadınlar ve kızlar. Herkes anadilinde yüksek sesle ve çekinip
sıkılmadan konuşuyordu, üstümdeki uzun kaftan kimsenin dikkatini çekmemişti, utanmam için hiçbir neden
yoktu.
Müzikli, danslı, altı perde on sahnelik bir komediydi. Schumor’un Baal-Teshuvah’ı. Oyun Polonya
tiyatrosundaki gibi saat tam sekizde değil, on sıralarında başladı ve gece yarısından önce bitmedi. Kadının aşığı
ve entrikacı rolündeki adam Yüksek Almanca konuştu oyunda; ve birden büyük bir şaşkınlığa kapıldım Almancayı hiç bilmezken - böylesine mükemmel bir Almancayı çok iyi anlayabiliyordum. Sadece komikle
soprano, Yiddiş dilinde konuştu.
Genel olarak opera, dram tiyatrosu ve operetin hepsinden daha çok beğenmiştim oyunu. Bir kere ne de
olsa Yiddişçeydi; evet Alman-Yiddişçesiydi, amam yine de Yiddişçeydi; daha iyi ve çok daha güzel bir
Yiddişçe; ikincisi bu oyunda her şey bir aradaydı; dram, trajedi, şarkı, güldürü, dans, hepsi bir arada - hayat gibi!
O gece heyecanımdan uyuyamadım, içimden bir ses benim de bir gün Yahudi sanat tapınağında hizmet
edeceğimi, Yahudi bir oyuncu olmam gerektiğini söylüyordu.
Ama ertesi gün öğleden sonra babam kardeşlerimi bitişik odaya yolladı, annemle benim odada kalmamı
istedi. Çok zorlu bir kashe’nin (Sorun) beni beklediğini sezinliyordum. Babam bir daha yerine oturmadı; oda
boyunca bir aşağı bir yukarı yürümeyi sürdürdü, eli küçük siyah sakalında, bana değil de anneme bakarak
konuştu: “Birisi bunu sana söylemeli. Her geçen gün daha da kötüye gidiyor bu çocuk. Dün Yahudi tiyatrosunda
görülmüş!” Annem dehşet içinde ellerini kavuşturdu. Babam, yüzü sapsarı kesilmiş, odada bir aşağı bir yukarı
gezinmeyi sürdürüyordu. Kalbim sıkıştı, suçlu bir mahkum gibi olduğum yere çöktüm, vefalı ve dindar ailemin
çektiği acıyı görmeye dayanamıyordum. O zaman ne söylediğimi bugün artık hatırlamıyorum, sadece şunu
biliyorum, birkaç dakikalık bunaltıcı bir sessizlikten sonra babam iri siyah gözlerini bana dikerek dedi ki:
“Unutma oğlum, bu seni uzağa, çok sapa yollara götürür” - ve haklı da çıktı.
Not : ABSÜRD TİYATRO için özel yazdığım bir çalışma için Bk. : Absürd Tiyatro
Derleyen : Prof. Dr. İsmail Ersevim
Tiyatro ve Ritüel : “Tiyatro ile Ritüel’in ilgisi nedir?”, ya da daha kolayca, “Tiyatro bir ritüel midir?”
sorusuna ben hemen hiç düşünmeksizin ‘evet!’derim. Tiyatro, görsel sanat türlerinin en üst düzeyinde bir
gösterim alanı olarak, sergilediği eserlerin ‘ortak bilinçdışı’ değer yargılarını, mit’leri ve onların beraberinde
getirdikleri ‘ritüel’leri yineliyor ve hem de, sanki bir gösterim yetmiyormuş gibi, günlerce, aylar ve hatta
senelerce, bir ritüel halinde ritüelleri sergiliyor.
Şimdi sizlere, Ritüel’in t i y a t r o ile ilişkileri konusunda, Phil JONES’un “Terapi Olarak Drama Yaşam Olarak Tiyatro” (Drama As Therapy - Therapy As Living) adlı kitabından (Routledge, London 1996)
yaptığım özeti sunuyorum. (İ.E.)
“R i t ü e l nedir?
BERNE (1964) ritüel’i, “..dış sosyal kuvvetler tarafından programlanmış, birbirleriyle ilintili bir seri
stereotip özellikler” olarak tarifler. Bunun şekli, gelenekler (tradition) tarafından belirlenir.
TURNER (1969)’e göre ritüel, “teknolojik rutin’e teslim olan formal bir davranış”tır.
CHAPPLE (1970)’e göre ise, “mit”(myth) ve “ritüel”(ritual), toplumun tüm sosyal organizasyonu ile,
kişilerin biyolojik ritm’leri arasında arabulucularıdırlar.
DOUGLAS (1975) ritüel’i, her ikisi de sembolik şekilde sergilenen: kişinin psikolojik ve toplumun
sosyal gereksinimlerinin arasındaki ilişkiyi koruyan bir öge olarak tarif eder.
RAY (1976), ritüel’in, dua eden ya da birlikte yaşayan bir toplumun insanlarını birbirine yaklaştıran bir
nitelik olduğunu söyler.
HAVILAN (1978), ritüel’in gayesinin, toplum ve birey’in kriz’lerle daha kolay bağdaşabilmesi
olduğunu vurgular.
SCHEFF (1979) ise ritüel’in, gerek kişinin ve gerek toplumun kişisel ve toplumsal gereksinimlerine
yanıt veren bir öge olduğundan bahseder.
LEWIS (1980), ritüel’i, kurallara bağlı, ‘aynılığını yineleyen’ sabit bir süreç olarak tarif eder.
M i t ve r i t ü e l , genellikle beraber giderler. HARRISON’un Eski Yunan dini üzerine yaptığı
araştırmalardan anlaşıldığına göre, bunların her ikisi de ‘toplu’ (kolektif) duyguların gerçek ifade
temsilcisidirler.
R i t ü e l ve d r a m a t e r a p i ’nin her ikisi de “rol oynamayı”, sıkıntı ve güçlüklerle başedebilmek
için kullanılır; bu nedenle birbirleriyle ilintilidirler. Aynı şekilde, dramaterapi’den beklenen ‘şifa’ olayı, ‘ritüel’e
çok yakındır. Burada, çeşitli kültürlerde çok önemli ‘şifa’ rolü oynayan şaman’ları örnek olarak gösterebiliriz.
Şamanizm, bundan sonraki bölümde çok ayrıntılı olarak incelenecektir.
D r a m a t e r a p i’ ye benzer bir egzersiz, “Wind BABAI” ve “MADUSDUS” Ritüellerinde
izlenebilir. CONNOR (1984), Balinese kültürde bir problemin şamanistik bir şekilde çözüldüğünü şöyle
anlatıyor:
“Istırap çeken P u t u isminde Balinese bir kadın, “balian”a tedavi için getiriliyor. Problem onun
haftalardanberi hareketsiz olup, ağlayıp inlemesi. Kadın, kendine yaklaşılınca hiçbir yanıt vermiyor; gözleri boş
ve dili yoktur sanki. Onun bir büyüye kurban gittiği sanılıyor. “Balian”(Şaman), kadının vücuduna şöyle bir
dokunuyor, çenesinin altında ve koltuğunda, kadının reddettiği sevgilisi tarafından konmuş “wind babai” (babai
angin) ismi verilen, şeytan karakterdeki kötü bir cin’in varlığını ortaya koyuyor.
Bunu, “cin çıkarmak” seremonisi izliyor (exorcisme). Yapılan ayin: M a d u s d u s = tütme ritüeli’dir.
Putu’nun tüm ailesi törene davet ediliyor. Pirinç kaynatılıyor, bu pirinçten bir kadın ve bir de erkek figürü
yapılıyor. Sonra, Putu toprağa oturtuluyor ve onun ‘güney’ine iki insan figürü konuyor. Bacakları arasına konan
kaynar sulu çaydanlıktan çıkan buhar, ‘babai’yi bu figürlere doğru çekiyor. Babai’nin bu iki cismin içine girdiği
hissedilince, onlar atılıyor. Hastada derhal bir değişiklik hissediliyor; fakat onun tümüyle şifa bulabilmesi için,
“balian”ın evinde iki hafta kadar bir süre kalıp diğer “arılanma” (purification) ritüellerine tabi tutulması
gerekiyor.
Bu şekilde ‘dış’ bir obje’yi “şifa” da kullanma; gerek ‘oyun’ ve gerekse ‘dramaterapi’de birtakım
bebekler ve kuklalarla oynamaya paralel sayılabilir.
D r a m a – T i y a t r o ve R i t ü e l :
R. LANDY, “Drama-Therapy” adlı eserinde (Charles C Thomas, Publ., Illinois), ritüel aktivite ’de,
nesne’nin, sembolik yollardan dramatik bir dünya sergilemesi yapması gerektiğini yazar. Bu bir “sahneleme”dir.
Keza, ritüel’lerin en az değişken ve devamlı, sosyal bir göstergesi olan dini törenlerde, bir cins r o l o y n a m a
vardır.
Modern Tiyatro’nun kurucuları (Artaud, Brook, Barba ve Grotovski), GROTOWSKI’nin “Kaynaklar
Tiyatrosu” (Theatre of Sources) ’nun performanslarını bir tür ritüel addederler. ARTAUD’nun “Zulüm
Tiyatrosu” (Theatre of Cruelty), ilk açılışında, tekst’ten ve gerçek burjuva hayatından uzaklaştırılması, arınması
gerektiğinden bahsetmişti. Ona göre tiyatro, kilise gibi, Tibet’teki tinsel tapınaklar gibi, ‘ulvi’-tinsel yapılara
yaklaşmalıdır; uğraştığı konular yaratılış, yaşam ve kaos vb. olmalıdır. Modern tiyatronun bunlarla ilgisi yoktur,
halbuki o, insan-toplum-doğa ve nesne’ler arasında hırslı bir eşitlik (passionate equation) yaratmalıdır.
B. INNES de bu düşünceye uyarak (“Avant Garde Theatre”, Routledge, London 1993), gerektiğinden
fazla rasyonel düşünceye dayanan bir kültürü simgeleyen bugünün tiyatrosunun yarattığı düşkırıklıklarından
kurtulmak için, alternatif bir değer sistemi sunuyor. Bunda da, çıkış yolunu, Batılı olmayan, ritüel ve mit’in
hüküm sürdüğü yaşam şekli itibariyle daha ilkel olan topluma dönmeyi öneriyor. Zira, o toplumlarda
bulunulabilecek doğal bir tiyatro’nun varlığına inandığını ifade ediyor.
P. BROOK “Değişen Nokta” (The Shifting Point, Penguin Books, London 1988) adlı eserinde, ‘Tiyatro
Araştırmaları Uluslararası Merkezi’ hakkında konuşurken, insanın, “..kendinden öteki kültür şekillerine daha
duyarlı davrandığını ve..., hissedebildiği acayip hareketleri ve sesleri, golbal bir ‘gerçek’ için ancak tiyatro’da
tüm parçaları birbiriyle bütünleşebileceğini” iddia ediyor.
SCHECHNER de (1988), rasizm ve kolonializm’den uzak, kültürlerarası bir çalışmanın zamanının
artık geldiğini vurguluyor.
Etkenlik ve ritüel :
R i t ü e l’e iki yönden bakılabilir. Bazılarına göre ritüel, ‘yapıcı’ ve ‘anlamlı’dır; bazılarına göre de,
‘yabancı’ ve ‘anlamsız’dır. Çok negatif görmeyenler bile onun, tabanda ‘tutucu’(conservative) ve ‘değişime
karşı bir direnç’ (resistence) olarak görürler.
Bizler, iki kutupta toplanabilecek görüşleri şöylece sıralayabiliriz:
A. R i t ü e l , pozitif bir etkinlik yaratır, çünkü:
1. Kişinin gelişmesinde etken dönemler yaratır;
2. Kuvvetli hisleri ortaya çıkarmak, takviye etmek ve taşımaya yarar kuvvetli bir konteynır’dır;
3. Paylaşma ile sonuçlanan fiziksel ya da ruhsal bir gereksinimi yerine getirir;
4. Kişinin kendi gereksiniminden, kaynaklarına çok kişisel bir gayeye hizmet eder. Ritüel’lerin kendi
yapı ve ritim’leri var olup, kendi sınırlarını kendileri çizerler ve kendi korumalarını kendileri yaparlar.
B. R i t ü e l , negatif bir yaşantıdır, çünkü:
1. Ritüel’e katılan, duyarlı bir kimse olması nedeniyle, hissedebileceği korku, onda ‘yanlış yapma’ ve
‘reddedilme’ hisleri duyabilir;
2. İnsanı ‘eksik’, ‘tamamlanmamış’ ve ‘mesafeli’ hissettirir.
3. Bir kudret oyunudur; size kudret empoze eder ve kontrol elinizde değildir. Bir kudret eşitsizliği
mevcuttur ve bunun için hiç bir şey yapamazsınız;
4. Zaman ilerledikçe, ilkel devirlere ait gösteriler-ritüeller, ‘aptalsı’ görünürler;
5. Din’de rahatça sergilendiği gibi, ritüel’ler, kişiye yabancı gelmeye başlarlar. ‘Ben’i gerçeklerin
dışında bırakırlar, sanki tabanda “ben birşeyleri es geçiyorum.”
Bazı görüşlere göre, dram-terapi’nin kendisi bir ritüel’dir; diğerlerine göre ise ritüel,
tiyatro’ya benzer ‘oyun’ tarziyle iyileştirici bir nitelik gösterir. Böylece g ö s t e r i (enactment), her ikisinde de
ortak bir payda olarak görülür.
Gerçekten de, belirli bir ‘yapı’(structure) ve aktif bir ‘katılım’ (participation) ile, ritüel’in psikolojik ve
duygusal fonksiyonlarına paralel bir yolda yürünmüş olunur. Keza; ritüel’de sanki dinsel bir duygulanma, dua’ya
katılma ve buna benzer olarak Dram Tedavisi’nde de spiritüel bir öge vardır denilir. Batı Kültürlerinin sağlık
prensiplerinde “sağlıklı bir ruh”tan bahsedilmesine karşın, “spirüalite”ye per se yer yoktur. Diğer kültürlerde ise
sağlık-şifa bulma ve din arasında ruhsal bağlar mevcuttur. Bu yönlerden, Dram Tedavisi sanki “Batılı olmayan”
bir ritüel gibi gelir.
R. Landy, yine “Drama Therapy”sinde (1986); tarih boyunca ‘ritüel’ ve ‘tiyatro performansı’nın
iyileştirici yönlerinin bilindiğini kaydeder.
Tüm bu paralelliklere karşın, bilimsel olarak ve kat’iyetle diyebiliriz ki, D r a m a t e r a p i , b i r r i t
ü e l d e ğ i l d i r ; n e d e D r a m T e r a p i s t b i r ş a m a n ! Bu iki grup liderleri ‘birşeyler’
oynuyorlar, fakat aralarındaki ilinti, basit olmaktan çok daha karmaşa bir olaydır.
Mamafih, “Dram Terapi” ve “Ritüel” arasındaki ilişki, üç alanda gözlenebilir:
1) Dram-Terapi’de, kişinin tamamlanmamış ve kökeni ritüel’den gelen bir problemi, yeniden
‘oynamakla’ üstünden gelinebilir, örneğin sünnet ya da barmitzvah;
2) Kişinin getirdiği materyal ile, ritüalistik şekillerde, terapi amacıyla drama’lar yaratılabilir. Örneğin
hastanın hayatında ihmal edilmiş bir hayat olayının ya da olmuş-bitmiş önemli bir olayı ritüalistik bir dille
improvizasyon yapmak;
3) Dram Terapi bir ‘grup yaşantısı’dır. Bu tedavisel çalışmanın başlangıç ve bitimi, ritüalistik bir
patern ile icra edilmektedir.
Drama Terapi Pratiği ve Ritüel
Terapist ile katılan ‘hasta’ arasında şu ilişki mevcuttur:
Hasta :
. Kendi hayatından, problem olarak nitelendirilebilecek konularda, ‘ritüel’lerden materyal
getirebilir,
. Problemini çözmek amacıyla, yaşantılarını dramatik bir şekilde sergileyebilir,
. Problemini çözmek için kendine has dramatik bir ‘ritüel’ yaratabilir.
Dramaterapist ise:
. Çalıştığı kişilerin problemlerini çözmek için, onlara, ‘ritüalistik’ yaşamlarını yeniden
yaratmaya ve yaşatmaya yardım ederler
. Grup üyeleri ile birlikte çalışarak ve onların ritüel’lerinin kültürel lisanını kullanarak, kendi
ritüel’lerini yaratmalarına yardım eder.
Ritüel’lerin Yeniden Yapılanması
Yukarda sözü geçen, yani ‘ritüel’lerin terapi amacıyla yeniden yapılandırılmaları, r i t ü e l d i l’i
(language of ritual) kullanma yoluyla olur. Bu; orijinal ritüel’deki hareketlerin, seslerin, sözcüklerin ve
ilişkilerin, terapi’nin yaratıcı lisanı içinde yeniden canlandırılmaları yoluyla olur.
EVREINON’a göre, herkes, teatrik bir içgüdü sonucu, toplumda yaşadıkları ritüel’e duygusal bağlarla
bağlı olduğu ve bu duygulara sahiplenmek ve dolayısıyla o kudretin bir parçası olduğunu hissetmesi için, o
ritüel’lere aktif olarak katılma gereksiniminde olduğunu iddia eder.
Dramaterapi’de bu yeniden yapılanma, improvizasyon ya da çeşitli şekillerde ifade yoluyla olur.
Aşağıdaki vk’alarda bunu daha ayrıntılı olarak göreceğiz.
1. H yacinth Vak’ası (DELAY ve arkadaşları, 1987) .
Hyacinth ismindeki küçük bir kız çocuğu, büyük annesinin yakın bir arkadaşının ölümüne gösterdiği aşırı
ağlama ve haykırmalardan etkilenerek gösterdiği aşırı korku ve ağlama nöbetleri için terapi’ye getirilmişti.
Vak’anın analizi esnasında Hyacinth’in daha evvelce ölmüş olan ve o zaman yeterli tepki veremediği küçük
yeğeninin kaybına karşı gösterdiği -gecikmiş- bir tepki olduğunu ortaya çıkardı.
“Art Terapi” (Art Therapy = Sanatla Tedavi) de çocuk, etrafı temizledi ve bir kutunun içine kumdan bir
tepe yaparak, “Bu bir mezar!” dedi. Onun önünde yirmi dakika sessiz durdu. Bir süre sonra kutudan ağlamaklı
bir ses yükseldi: “Oğlum, oğlum!”. Küçük kız, hüngür hüngür ağlarken aynı zamanda, kollarının arasındaki
oyuncak bir maymuna, tıpkı büyük annesinin ölü çocuğa sarmaladığı gibi sarılmıştı.
Bu oyun aşağı yukarı iki hafta devam etti. Burada, üç olay göze çarpıyor: 1) Evcilik oyunu, 2) Maymun
ile olan ilişki, ve 3) Feryad ve figan etme (ritüel). Burada ‘terapi’ ile ‘ritüel’ arasında neredeyse sembiyotik bir
ilşki görüyoruz. Terapist, çocuğun duygusal gelişiminde “yas tutma”nın ve özellikle o süreç içinde ‘ritüel’in
önemini belirtiyor. Çocuk da, ‘yas tutma’ ve ‘kayıp’ ile başedebilmek için, kendi ‘ritüel’ini yaratıyor.
2. Paskalya Yortusu Kek’i : “Bir Yunan Paskalya Yortusu Kutlama Ritüel’i” (A ritual, involving
Greek Celebration of Easter) .
Zanetta adlı Yunan kökenli genç bir kız, bir sandalyaya oturtularak, bu yortu’da evde kek pişirilirken
yapılan bie ritüel’i tekrar yaşamıştı.
Problem şu idi ki, ergenliğine eriştiğinden ötürü, Zanetta, son bir yıldır kek yapmaktan men edilmişti.
Bu nedenle o, özellikle büyükannesine çok kızgındı.
D r a m a t e r a p i seans’ında -evdeki mutfağa benzer- bir sahne hazırlandı ve Zanetta, hem kendini ve
hem de büyükannesini temsil ederek gerçek hislerini ifade etti. Ek olarak da, mutfakta, büyükannesi ev için kek
yaparken, o da ‘kendi kek’ini hazırladı. Böylece Easter Ritüeli’ne saygısını devam ettirirken, kendini de mutlu
etmiş oldu. Özet olarak, r o l o y n a m a (role playing), bu işlevde en önemli bir faktör oldu.
Bu vak’aları da gördükten sonra, D r a m t e r a p i’de ‘ritüel’i yeniden yapılandırmanın, şu dört
safhada oluştuğunu görmekteyiz:
1) “Ritüel” ile ilintili bir konu’nun anılanması,
2) Konu’yu anılamak ya da sunmak için gereken ‘lisan’ın hazırlanması,
3) Konu’yu nakledenin bu oluşuma ‘uyum sağlama’ süreci,
4) Uyum sağlama sürecinde kullanılan ‘yeni lisan’ı kullanarak, tamamlanmadan yarım kalmış orijinal
çatışma ya da yaşantı ile bağdaşabilme, veya ‘ritüalistik’ yaşantı esnasında birey’in ‘içgörü’ (insight) kazanması.
Teatral - dramatik ritüel yinelenmesinde kullanılan yöntem ve materyal, orijinal ritüel’dekinin aynıdır.
Bu tür yinelemelerde kullanılan maske, vücut lisanı, şarkı söyleme gibi öge’ler, gereken yinelemeyi temin
ederler (Yani,‘ritüel’ sayesinde orijinal ‘myth’ ya da ‘çatışma’, -gizlice, örtülü bir şekilde- tekrarlamş,
dolayısıyla da muhafaza edilmiş olur. Dr.İ.E.).
Grup’lar, dört ya da beş kişiden kurulu olup, herkes, kendi kültürünün -veya öz yaşantısının- ritüalistik
anılarını yinelerler. Ritüalistik re-animasyon’dan sonra, çalışmaya katılanlar, genellikle şu sözleri sarfederler,
“..Birbirlerimize ne denli yakınlaşabileceğimizi söylerlerdi de inanmazdım... İnanılmaz derecede kudretli, enerji
tüketici, fakat emin.. ‘Öfke’ hissinle de temasa geçebildim ve ‘korku’ noktasını kolayca aşabildim.. Neredeyse
ağlayacaktım, fakat devam edebildim ve tüm hislerimi ifade edebildim..”
3. Tersine Çevrilmiş Evlilik Vak’ası .
“Alan, karısına karşı duyduğu hisleri anlayamıyordu. Eşi onu, başka bir adam için terketmişti ve o,
akabinde kendini “hisleri donmuş’ (numb) hissetmişti. “Hiçbir şey hissetmiyorum ve bunun neden olduğunu
bilmiyorum!” Alan, kötü bir rüya gördüğünü anımsıyordu, fakat ayrıntıları zihninde yer etmemişti. Mamafih,
küçük bir kısmı aklında kalmıştı: “Bir kilise.. karısı yanında, altar’ın (hutbe) önünde..” Neye böyle bir rüya
gördüğünü çözememişti, zira o andaki aile durumu, bunun tam tersi idi.
Seans’ın başlangıcında Alan rüyayı bir ‘şaka’ olarak sunmuştu, fakat anlattıkça, gördüğü rüyayı bir az
daha ayrıntılarıyla anımsamaya ve analiz etmeye başladı. Terapist ona, rüya’ya, “tersine çevrilmiş evlilik”
yönünden bakmasını tavsiye etti. Ondan sonra Alan, sanki eşiyle ilk kez evlendiğinde yaşanmış olan töreni
(ritüel) yeniden yaşadı. Drama Terapi’ye katılan diğer kişiler, Alan’ın parmağındaki yüzüğü alıp onun ‘sadıç’ına
(best man- düğün şahidi) iade ettiler. Buna ek olarak, evlenme törenlerinde genellikle söylenen iki sadakat
sözcüğü geri alındı: “Artık, gerektiği hallerde, üzerine yaslanacağım ‘sen’, bir hayalsin”; ve “Artık, ne hastalık
ve ne de ölüm hallerinde seninle birlikte olmayacağım!” Tüm bunlar sahnelenirken, hasta, heyecanlanıp
ağlamaya başladı (Yeniden yaratılmış ritüel!), mamafih kendini tuttu ve kilisenin koridorlarını -gerisin geriyeyürüyerek bahçeye çıkabildi.
Alan’ın yarattığı imaj’lar, onun kendisi tarafından çok kudretli olarak hissedilmiş ve yansıtılmıştı. O
kudret onu, uyuşukluğundan kurtarıp, rüyasında “tamamen tersi” olarak algılanan gerçekleri, buzları kırarak,
hisleriyle ortaya koyabilmişti. Bir sonraki toplantıda grup üyelerine Alan, geçen haftaki yaşantıdan sonra, eşini,
gerçek hisleriyle yüzleştirmeyi başarabildiğini söyledi.. Bu, onun sen ‘kurtuluş’ ivmesi ve hayatında kendi
yolunda ilerleyebilmesi için önemli bir nirengi noktası olmuştu.
*
D o g m a , r i t ü e l ve e t i k birbirlerinden ayrılmazlar. Her toplumda, insanları ilgilendiren bir öykü
vardır; bu şaman’dır, aktör’dür, birinin hayat belgesidir. Hikayenin sonunda kişinin öldüğü düşünülür, bu kez
dini fikirler, inançlar ve ritüel’ler, etik işin içine girer. Ölen kahramanın yeniden doğup doğmayacağı, yerel
kültüre bağlıdır.
İ l k e l kabile yaşamında ruhlar, geleceğin bir koruyucusu (guardian) olarak kabul edilirler. Eğer
kabilenin üyeleri kuralları izlerlerse, onlar da mutlu olurlar, son derece itina ile sihir-büyü taşırlar ve tabu da
gözlemlenir.
Kabilede günlük yaşam, ruhların ‘diğer dünyada’ yaşadıkları gibidir. Adetler, spiritüel (ruhsal) anlamda
takviye görürler. Zaten tüm ailece, spirit-ruh olarak yaşanmaktadır.
Ö l ü ve d i r i l e r arasındaki iletişim, bugün bile hıristiyan Avrupa’da “Tüm Ruhlar Gün’ününde (All
Souls’ Day) mezara gittiklerinde ya da kilisede servis yaptıklarında insan ile ölü arasındaki temas, canlı olarak
yaşanır ve hissedilir.
Ö l ü l e r i a n m a k , yaşayanların duası ve “Mass”lara (kutsama töreni) ve yaşlıların sevgi dolu
anılarına dayanır. Yaşayanlar ölü’lere, Cennette buluşmak için dönerler. Afrika’lı, ced’lerinin ruhlarının tayin
ettikleri iyi ya da kötü bir dünyada yaşar. Ayni ruhlar iyilik, zenginlik, verebilirler. Sağlık ve hastalık, bereket ve
kıtlık, yorgun ve bezgin ced’lerinin -göreceli olarak- iyi ve kötü duygularına bağlıdır.”
(Derleyen : Prof.Dr. İsmail Ersevim)
Tiye almak : Alay, şaka etmek
“ ‘Doğrusu çok güzel bir ders oldu, hem de ucuza geldi doğrusu, beni başından savdığına memnunum;
eğer bir delilik edip onunla çok ilgilenmiş ya da içtenliğine inanıp çok konuşmuş olsaydım, bunu yemeyip
içmeyip Mathieu’ye yetiştirecekti. Sonra ikisi bir olup, beni tiye alacaklardı.’ ”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:155)
“ ‘Tam bir hödüğe benzedin şimdi,’ diye düşünüyordu ve bu birden çok acı geldi ona. ‘Enayi diyorlarda
bana, kendi ayağıyla gelmiş bir herif, kimse zorlamadan, kimbilir nasıl tiye alıyorlardı beni!’ ”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:400)
Tizano : (MYTH.,TİYAT.,KOLL.) <Ti’zano> : ‘El Cid’in kılıcı. El Cid -Campeador lakablı, Orta Çağlarda
İspanya’da yaşamış: Rodrigo Diaz de Vivar adında bir asil ve askeri lider. Sürgün edildikten sonra Valencia
kentini fethetti, orada yaşadı ve orada öldü (1043-1099) <Wikipedia’dan>
“ ‘.... Bunları bana, şu ipsizler tarafından dövülmenin bizim için yüz kızartıcı olduğunu düşünmemen
için anlatıyorum, çünkü bize karşı kullandıkları silah, ellerindeki sopalardan başka bir şey değildi; aklımda
yalnış kalmadıysa; hiçbirinin elinde ne bir kılıç, ne de bir hançer vardı.’
‘Buna bakacak fırsatımız olmadı da; daha ben tizona’ma davranır davranmaz, sopalarla omuzlarıma
öyle bir haç işareti yaptılar ki, beynim döndü, dizlerim titredi, şuracığa seriliverdim.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:94)
Todi : Çingene çocuğu
Bk.: Roman
Tog, toga : (GİYSİ,TAR.,ROMA.) <tog, to’ga> : Elbise, giysi; Eski Roma’da ‘hür erkek vatandaşların’
sarındıkları, sağ kol dışarda, tüm vücudu örten, uzun ve dikişsiz giysi; (HUK.) Hukuk mensupları hakim, avukat
vb.nin giydikleri cübbe; Toga candida <To’ga kandi’da> : Ofis’te beyaz toga giyen Romalı asistanlar = White
toga worn by Roman candidates for ofice; Toga praetexta <Toga prey’teks’ta> : Hakimler, ruhban sınıfı ve
çocuklar tarafından giyilen mor kenarlı Romalu giysisi = Roman garment with purple border worn by magistrates, priests and children; Toga virilis <To’ga viri’lis>: Romalı gençlerin on beş yaşına bastıktan sonra
giydikleri Toga’lar = Toga worn by Roman males from the age fifteen
Tohuma kaçmak : Özellikle cinsel alanda kudretini yitirmek, verimsiz bir hale gelmek, yaşlanmak
“Therese’nin en sevindiği şey, Herr Puda’nın, ayağına getirilen serveti her şeyin üstünde tutmasıydı.
Böyle bir durumda Herr Puda, hemen, ‘O zaman iş değişir, hanımefendi, lütfen buyrun, oturun!’ diyordu. Böyle
birinin ne kadar tohuma kaçmış olduğunu tahmin etmek kolaydı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:161)
“ELLİSİNDE BABAM
--------------------------Tohuma kaçtın Üçüncü Dünya diktatörleri gibi,
Devletin et kafalıları, acı çeken fena halde
adı lejyon olan batılı sayrılıklardan...
Yoğunlaşmalar bitti: her yirmi dakikada bir
mutfağa gider ya da karını çağırırsın
önemsiz bir şey için. Huysuz ve alıngan.”
(Michael Hoffmann<d.1957>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.10.06)
“Giysileri dökülüyordu, üzerinde Frenk gömleği bile yoktu. Belli ki, en parlak dönemi geçmişti;
bahçıvanların dedikleri gibi, artık tohuma kaçmıştı.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:81-2)
Tohum atmak, ekmek : Herhangi bir ürün için tarlaya ya da özel bir yere gerekli tohumları usulünce koymak;
Bir fikir vermek, öğretmek; Yetiştirmek; Şüphe uyandıracak söz ya da imada bulunmak
“Böyle bir çıkış noktasının tohumunu attıktan sonra ısrarla çok uzak noktalara ilerleyebiliyorum.
Koyduğum işarete ne kadar çok dönersem (bu benim körlüğümü ve yetersizliğimi bana anımsatan bir nokta)
kaybolduğumu o kadar kesin olarak biliyorum ve aynı zamanda da yolumu bulmuş olmaktan dolayı da o kadar
yürekleniyorum.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:106-7)
“‘Benim gibilerin mi? Benim gibi olanlar kim? Sizin için broşürler yazmamı mı istiyorsunuz?’
‘Tabii ki hayır. Sizin yeteneğiniz broşür yazmakta kullanılamaz, bu iş için fazla dürüstsünüz. Gelin
yürüyelim. Sizi bir yere götürmek istiyorum. Niyetim, içinize bir tohum ekmek.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:197)
Tohumluk : Döllenmeye hazır, evlenmeye istekli (Argo)
“Genç adam, yalnız yakışıklı ve ilginç değil, aynı zamanda akıllıydı da; çalışırken başka şeye
bakmıyordu. Kadınları tek tek gözden geçiriyordu..... Herr Puda, aşkla yanıp tutuşan gözlerini kağıtta
gezdirdikten sonra: ‘Çok üzgünüm, hanımefendi, ama ne yazık ki tümüyle olanaksız!’ diyordu. Tohumluk paçoz
da kendini bir anda dışarda buluyordu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:161)
Tokadı basmak : Bk.: Tokat aşketmek
Toka etmek : El sıkışmak; Barışmak; Elden vermek
“Kadın şaşırmıştı, beni alıp bitişikteki odaya götürdü; benim usta, elinde gazete, loş pencere başında
oturuyordu. Karanlıkta beni sırnaşık bir müşteri sanarak kötü kötü homurdandı, ama sonra tanıdı beni, elini
uzatıp toka etti.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:127)
“İstanbula ünlü bir yabancı geldi mi ya da ünlü bir yabancı diye okurlarıma sunabileceğim ilgi çeken bir
Batılı şehrimize uğradı mı diye, ayda bir, ikibuçukluk toka ettiğim katiplerden kayıt defterini alır okurdum.”
(O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:128-9)
Tokat aşketmek; Tokadı basmak, indirmek; Tokat patlatmak; Tokat yapıştırmak : Birinin yüzüne okkalı
bir tokat atmak
“Maria yüzünü buruşturdu, sanki zehir vermişler gibi dondurmayı tükürdü ve ‘iğrenç’ dedi. Sonra
yeniden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı ve hırsını alamayarak dondurma külahını Sachs’a fırlattı. Külah
Sachs’ın karnına çarptı, gömleğini berbat etti. Sachs gömleğinin haline bakarken, Lillian yerinden fırladığı gibi
Maria’nın suratına tokadı patlattı.
‘Seni gidi piç kurusu!’ diye bağıırdı. ‘Seni gidi huysuz, nankör piç kurusu! Öldürürüm seni, anlıyor
musun! Şuracıkta, bu kadar insanın gözü önünde öldürürüm seni,’ ve Maria’nın ellerini kaldırıp yüzünü
korumasına fırsat bırakmadan bir tokat daha attı.”
(P. Auster, “Leviathan”, sa:201)
“Raymond adını söyledi. Polis, ‘Benimle konuşurken sigaranı at ağzından!’ dedi. Raymond duraladı.
Bana baktı, ama sigarasını atmadı. O zaman polis suratına şiddetli bir tokat yapıştırdı. Sigara birkaç metre öteye
fırladı. Raymond’un suratı allak bullak oldu, ama o an ağzını açmadı.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:41)
“Bir de ötede beride avukatlık ve arzuhalcilik ederek ve köylülere, ‘kaleminden kan damlar’ yollu bir
izlenim vererek onlardan habire para sızdıran Alyanak Nazif’in oğlu Kamil vardı. Adamın mırıldana mırıldana:
‘Abdiaciz’ diye, ‘hakipayiniz’ diye bir elpençe divan durup boynunu döküşü vardı ki, insanın şakkadak ense
köküne bir tokat patlatası gelirdi.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:199)
“Şvayk bütün bunları teğmenin gözlerinin içine öylesine içtenlikle bakarak söylemişti ki, tokadı
patlatmak üzere olan teğmen geri dönüp koltuğa oturmuştu:
‘Yahu, Şvayk, sen gerçekten bu kadar alık mısın?’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Haşek”, Cilt:I, sa:191)
“Bazı heyecanlı anlarımda, kesik kolumun ağrısını duyarım. Gene, öyle oldu. Sağ tarafım zonklamaya
başladı. Sol elimle, yaradana sığınıp, yanımdaki cüceye bir tokat aşketmek istiyordum.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:81)
“... yalnız kaldığım bu akşam evinde kjardeşine öfkelenip onu dövdüğünü öğrendim kardeşinden başka
kimsesi kardeşinin de ondan başka kimses olmadığı halde biribirilerini sık sık öfkelendirdiklerini kardeşinin
buna saygısızlık etmeğe yeltendiğini onun da dayanamayıp tokadı bastığını öğrendim...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:116)
“O gün eşekçim, her günkü gibi beni kente götürmek için eşeğiyle birlikte kapının dışında belirdi.
Oğlan bana biraz da alayla, eve gelirken yolda bir Memluk askerinin kafası yüzünden tökezlendiğini anlattı.
Ben anlattıklarına gülmeyince, her şeyi çok ciddiye aldığım görüşünde olduğunu açıklamaktan çekinmedi.
Bunun üzerine suratına bir tokat indirdim.”
(A. Maalouf, “Afrikalı Leo”, sa:280)
“Adam cevap vermedi, başını salladı; Sarah adamın suratına bir tokat patlatmak arzusuyla
kıvranıyordu. Kendini zorlayarak sakin bir sesle konuştu..”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:19)
“Ama ikinci tokatı indirememişti. Yere hiç basmıyormuş gibi sessizce biri yaklaşmış, Zenciyi kolundan
yakalamıştı. Kocaman, beyaz bir gömlek giymişti. Bir eliyle saçlarını arkaya attığı zaman Vesna’nın yüreği
ağzına gelmiş, dizlerinin bağı çözülmüştü. O’ydu işte, ta kendisii: ‘Acımasız’ ”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:143)
“O sıra, bir İttihatçı’yı evden aldılar mı, bilen bilmeyen: ‘Herif yağlı ipe gitti,’ diyor. Bizim hatunun
aklına da önce ip gelmiş, as kalsın yüreğine iniyormuş. Bereket Zeynep kızım tokatı yapıştırmış da kızın aklını
başına devşirebilmiş.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:283)
“Fridrih de bana yardım etmek için işe karıştı. Sarhoşun ellerini yakamdan kurtarmaya çalışıyorduk.
Derken, herif Fridrih’in suratına bir tokat indirdikten sonra beni de yere yuvarlamaz mı?”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:157)
“Bayan Maria José, öyle bir tokat aşketmişti ki, tek bir küfür etmesine bile vakit kalmamıştı. Sonuçta
sarı benizli, bir daha Bay Deadato’nun dükkanına adım atamadı. Dediklerine göre fena halde kapışmışlar, hatta
etekleri yukarılara sıyrılacak biçimde yerlerde bile yuvarlanmışlardı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:139)
“Aile sessiz ve üzüntülü, mezarlıktan ayrılıyordu. Trublot yargıcı arkaya çekip bildirdi: Clarisse’in
hizmetçisiyle görüşmüştü. Ama hizmetçi metresinin adresini bilmiyordu, çünkü hanımına iki tokat patlattıktan
sonra o gün işten ayrılmıştı.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:115)
Tokmaklamak : Sevişmek, aşk yapmak (Argo)
“Yirminci yüzyılın sıradan sözcükleri onun ilgisini çekmiyor. Örneğin ‘aşk yapmak’, ‘sevişmek’ yerine
vuruşmak, yiyişmek, tokmaklamak gibi daha eski, daha gümbür gümbür terimleri yeğliyor.” İyi bir orgazma
kemik-titreten diyor.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:117)
Tokmaklatmak : (Özellikle kadınlar için) kendini cinsel yönden erkeğe teslim etmek (Argo)
“-Senin ne vazifen?... Keyif benim değil mi, istediğimi yapmakta serbest değil miyim?
-Öyle mi? Pekala, ben de seni kapı dışarı edeyim de gör; evet, birazdan, eve gider gitmez... Seni,
gömleğin kafana dolanmış halde nasıl bulduğumu Lise’e söyleyeceğim, mademki keyfin öyle istiyormuş, gider,
kendini başka tarafta tokmaklatırsın.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:337)
Tokuşturmak; Kadeh tokuşturmak : Bir şeyin ya da birilerinin şerefine içki kadehlerini dokundurmak,
tokuşturmak
“ADAM - Neye gözlerini açmadın? Tokuşturalım?
RUPRECHT - Gözlerimi mi açmadım? Açtım, açtım ama iblis herif kum doldurdu.
ADAM, bıyık altından. - Kum doldurur ya! Koca gözlerini neye faltaşı gibi açıyorsun? - Buyurun,
sevdiklerimizin şerefine efendimiz, tokuşturalım!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:72)
Toledo kılıcı : Orta çağlarda şöhretli, ucu kıvrık ve iki yüzü de keskin Arap Kılıcına karşı geliştirilmiş İtalyan
menşeli kılıç
“Demek ki dünyayı fethetmek için öğrenmek gereklidir; insan gücünü sadece turnuvalarda ve sefih
şölen yemeklerinde harcamamalı, ruhunu da bir Toledo kılıcı gibi esnek, çevik ve kıvrak kılmalıdır.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:18)
Tomar : Pek çok; Bir deste ya da dürülerek boru gibi yapılmış kağıt
“PİŞÇİK - Çoktandır gelemedim size... Güzeller güzeli... (Lopahin’e.) Buradasın... Çok sevindim seni
gördüğüme... Dahi adam... al... al şunu... (Lopahin’e bir tomar para verir.) Dört yüz ruble... Sekiz yüz kırk da
bana kalıyor.
LOPAHİN (Hiçbir şey anlamaksızın omuzlarını silker.) - Düş gibi bir şey... Nereden buldun bu
parayı allasen?”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:168)
“Nazan dümdüz perdeye bakıyordu. Elindeki kağıt para tomarını geri dönmeden, yanında oturan adamı
el yordamıyla seçmeye çalışarak uzattı.
-Bunları alın. İstemem ben. Sinemayı çok severim. Keşke başlamadan girseydik...”
(Füruzan, “Kuşatma”, sa:110)
“Kerem’in internetteki araştırmalarını topladığı sayfaların içinden, ilk önce bu mektubu okudum.
Kucağımda bir tomar kağıtla yatağımda otururken, hemen yanımda da dizüstü bilgisayarım şarja takılı
duruyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:17)
“İSMENE
----------Aynı adamlar,
yüzlerinde başka maskeler, heyecanlanıp sakinleşerek
büyük odalara girdiler,
büyük, kara kara yargıç masalarının başına oturdular;
elleri hantal, doymak bilmeyen koca örümceklerdi;
tomar tomar kağıtları açıp okudular, yazdılar,
mühürlediler.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:198)
Tombiş : Tombul, şişko (argo)
“Yürekleri sevgi dolu olan bu insanlar, doğanın koynunda onunla özdeşleşen varlıklardı. Doğayı
soluyan bu insanların damartlarındaki kanda da, onun renkleri vardı. O gezimiz sırasında güneş gülüyordu,
tombişti, yanakları kızarmıştı.”
(E. Erentöz, “Adem’in Çocukları”, sa:148)
Tombul, tombulca : Şişman, şişmanca
“-Nurum içimde oğlum, dedim, içim pırıl pırıl. İçim aşkla dolu, dostlukla dolu, hiç olmazsa bu
akşamlık. Sen bakma o yüzdeki nura. Yalancıdır, aldatır.
-Öyle mi dersin? dedi. Arkasından, ‘Öyle mi derler tombul gelin böyle mi derler?’ şarkısını söyleyerek
uzaklaşırken yakaladım.”
(S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Öyle Bir Hikaye”, sa:15)
“Tombul beyaz kadınların yıkandığı sahilde bir gün soyunurken gördüm. Suya, idmancı gençlerin
yaptığı gibi balıklama atlamadı. Küpeşteden bırakılan bir kalas gibi yönsüz ve biçimsiz düştü. Suyun yüzüne
çıktığı zaman gülümsüyordu.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Bir Kıyının Dört Hikayesi”, sa:28)
“Bunlardan biri şube reisinin hanımı idi. Tombul beyaz, kara gözlü, otuzunda bir hatundu. Onun yarı
sıra kaşları rastıklı, dudağı yok gibi ince, bıçak gibi sivri ve parıltılı gözlü, kuru ve parmakları gayet uzun kırk
beş yaşlarında bir başka hanım yürüyordu..... Tombul hanım basıyordu kahkahayı! Mavi sabah göğü cam gibi
kırıyordu, sisler hızlı hızlı dağ kenarına doğru koşup gidiyorlardı.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Çelme”, sa:19)
“Başında siyah kadifeden bir başlık, giysisinin geniş kemeri gümüşsü mavi renkte olan ve elinde yün
yumağı, belinde anahtar destesi ve gümüş plakası bulunan, saçları örtülü, ufak tefek, tombul bir kadın, yani
hancının karısı, iki arkadaşı olağanüstü br ustalıkla, sabırlarını tüketinceye dek bekletti.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:66)
“Avrupa’da içilen çay sararmış bir psota çeki kağıdına benzer, oysa Ostende’nin batısında kalan bu
adalarda içilen çay, Rus ikonlarındaki koyu renkler gibidir; altın parıltılarla parlayan çayın içine katılan süt, ona
tombul bebeklerin ten rengine benzeyen bir renk verir.”
(H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:19)
“Ezra, tombul eliyle çiçekleri göstererek:
-Bak bizim Şakayık’çık ne mucize yaratmış! dedi.
Bn. Ezra da durmuş, hayran hayran bakıyordu. Yüzündeki sert ifade yavaş yavaş tatlılaştı.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:9)
“Ama o saatte hava o kadar sıcaktı ki, dipteki tombul, tembel balıklar bile oltaya gelmiyorlardı. Yemi
dibe de salsak, yüzeye yakın da tutsak, sonuç değişmiyordu.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:103)
“KÖR
-----Hiçbir zaman unutmayacağım o budala hekimi ki
Onu körlüğün gecelerinden kurtardıktan sonra
Tombul yanaklı bir meleğin kendini kutlamasını
Dingin mi dingin beklerken ölmüştü”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:50)
“Bir yandan ağzını yalıyor, bir yandan da hem küfrediyor, hem de ‘Amma tombul yanakların var be!’
diye söyleniyordu. Gerçi o sırada yaşıma göre çelimsiz kuvvetsizdim ama, yanaklarım tombulmuş demek!”
(Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:7)
“Otuz beş-kırk yaşlarında hafif tombulca, gri bluz ve mavi etek giymiş bir hanım hanımcık,
Nişantaşı’nın göbeğinde gün batmak üzereyken birine böyle hitap ediyordu. Çok geçmeden laf attığı kimsenin
..... kişisel olarak merhabımız da olan, gerçek bir keman ustası olduğunu farkettim.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Aysel Hanım”, sa:137)
“Bir gün Leyla abla iki dolu bavuluyla çıkageldi ve o yıl için evimizde misafir kaldı. Leyla abla,
Nisa’dan iki yaş daha büyük, biraz daha tombulca, şen, konuşkan ve işgüzar biri idi. Çok çabuk kaynaştık.
Bize bol bol bağlardan, Anadolu hayatından bahsetti. Aramızda küçük bir lehçe farkı vardı, örneğin ‘Artık’
yerine ‘Gari’ diyordu. Yaşamımıza bir az renk katmıştı doğrusu.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:47)
“Catherine elini uzattı: ‘Selam, sevgilim,’ dedi. Sesi pek zayıf ve yorgundu.
‘Selam, bitanem.’
‘Nasıl bir şey şu bebek?’
‘Hişşşt... Konuşmayın,’ dedi hemşire.
‘Bir oğlan. Boylu boslu, tombul, esmer...’ ”
(E. Hemingway, “Silahlara Veda”, sa:297)
“Madam Magloire ufak tefek, beyaz, tombul ve yaşlıydı. Hiç boş durmaz, bir yandan yaptığı işler, öte
yandan astımı yüzünden her zaman soluk soluğa dolaşırdı.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:19)
“Filaret ışıl ışıl bir kent olmuş..... Orada her şey sergileniyor, özellikle de bilmediğimiz bir Romen köyü
ve köylü evleri; tümü de belediye başkanı olması gereken, ulusal giysili, tombul toprak uşaklarının aileleri, bizim
köpeklerin parçaladıklarına hiç de benzemeyen inanılmaz güzellikte hayvanlar.”
(P. Istrati, “Baragan’ın Devedikenleri”, sa:91-2)
“Alacakaranlık
Göletle oynar tombul bir oğlan çocuk.
Rüzgar bir ağaca takılıp dolanmış.
Gökyüzü öyle avare ve soluk,
Sanki makyaj malzemesiz, rujsuz kalmış.”
(Alfred Lichtenstein<1889-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
03.09.09)
“Yastığın üzerinde beyaz şapkası, tombul yanakları, güçlü, gelişmiş vücuduyla oturuyordu. Bakışları
neşeyle, hiç yadırgamadan Spinel’in bakışlarıyla karşılaştı.”
(Th. Mann, “Alacakaranlıkta”, sa:58)
“Amos Ames, çenebaz ve dedikoducu bir kasaba halkı tipidir. Dedikodu dinlemeye bayılır..... Karısı
Louisa, dedikodu kumkuması, şirret bir kadındır. Yeğeni Minnie kırk yaşlarında ufak tefek, tombul bir kadındır.”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:17)
“Gerçekten Eleonora çok iri, şişman bir kadındı; bununla beraber yüzünün çizgileri çok narindi ve
üzerinde rüzgarla savrulan harmaniyeler (pelerin) ile kiliselerde görülen o tombul meleklerin sevimli hali vardı.”
(L. Pirandello, “Seçme Hikayeler-Siyah Atkı”, sa:15)
“Paris’te Mme Lebrun tarafından yapılmış iki portre asılıydı duvarlarda. Bunların birincisi, kırk
yaşlarında, al yanaklı, tombul, parlak yeşil üniformalı ve göğsü nişanlı bir adamdı; ötekisiyse, kartal burunlu,
şakaklarından arkaya doğru taranmış pudralı saçlarında bir gül bulunan genç bir dilberi canlandırıyordu.”
(A. Puşkin, “Maça Kızı”, sa:135)
“O zamanlar aşırı derecede şişmandı; yumuşak ve uyuşuk tombulluğu açık renkli bol giysisini özensizce
dolduruyordu: hareketleri yorgun ve kararsızdı ve gözleri her zaman dolu dolu olurdu.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:57)
“O gün, yabancılar ve Yahudiler Lucien’i rahatsız etmiyordu. Rüzgar altında bir yulaf tarlası gibi hafif
sesler çıkaran bu kara renkli bedenlerin ortasında kendini tuhaf ve korkutucu hissediyordu, banketin köşesine
dayanmış pırıl pırıl parıldayan koskoca bir duvar saati. Geçen dönem Hukuk Fakültesi’nin koridorlarında
J.P.’lerin fena halde dövdükleri küçük bir Yahudiyi görür görmez tanıdı. Tombul ve düşünceli küçük canavarda
yumrukların izi kalmamıştı, bir zaman yamru yumru kalmış olmalıydı, sonra toparlak biçimini kazanmıştı
yeniden.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:225)
“Kaba ruhçuların içinde oluşturduğu bir aile içinde yolunu şaşırmış olan bu kurnaz ve gerçekçi kadın,
Voltaire’den bir satır okumadan diklenerek Voltaireci oldu. Çıtı pıtı, tombul, sinik ve neşeliydi; sonunda
katışıksız bir olumsuzlaşma haline geldi.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:10)
“DÖRDÜNCÜ PERDE - ... Kleopatra bir kapının önündeki koltukta, ötekiler yerdedir. Kleopatra’nın
kadınları hep gençtir. En sevdiği nedimeleri Charmian ile Iras, dikkati çeker. Charmian ince yüzlü, yüz çizgileri
keskin, teni pişmiş toprak renginde, elleri ayakları düzgün ve zarif, hareketli, cin gibi bir kızdır. Iras tombul, iyi
huylu, biraz saf, gür kızıl saçlı, vara yoğa gülmeye hazır bir yaratık.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:113)
“Ama kendisi mutlu değildi. Aşağıda köyde rençberlerin evlerine yardım için gittikçe, küçük kapılarda
çok kez önüne çıkan çocuk kümelerine üzülerek bakar ve kendi kendine: ‘Böyle tombul yanaklı tek bir yavru
için acaba neler vermezdim!’ diye düşünürdü.”
(Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:81)
“Kadın <Mme Rocard> çöp bidonlarını yerine koymuş, odacığına dönmek üzereydi, Jonathan yolunu
kestiğinde, avlunun hemen hemen tam ortasında. Birbirlerine aşağı yukarı yarım metre uzaklıkta durdular.
Jonathan kadının kireç yüzünü daha hiç bu kadar yakından görmemişti. Tombul yanaklarının üzerindeki deri
alabildiğine narin bir şeymiş gibi göründü gözüne, eski, kırılganlaşmış ipek gibi...”
(Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:31)
“Seryoja, gözlerinin içi pırıl pırıl, yüzünü sevinç dolu bir gülümseme aydınlatmış, bir eliyle annesinin,
ötekiyle de dadının elini tutmuş, tombul, çıplak ayaklarıyla zıp zıp zıplıyordu halının üzerinde. Sevgili dadısının
annesine gösterdiği bu şefkat coşturmuştu onu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:194)
“Matriyoşa atkısının altından tombul elini çıkardı, göğsünde istavroz işareti yaptı. Hanımefendi hemen
gözlerini açarak sordu:
-Nedir o?
-Menzil hanı, efendim.
-Neden istavroz çıkardığını soruyorum sana!
-Kilise gördüm de, efendim.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Üç Ölüm”, sa:81)
“İvan İlyiç gözlerini ona çevirerek tepeden tırnağa süzdü. Karısını, akça pakçalığı, tombulluğu,
ellerinin, boynunun düzgünlüğü, saçlarının parıltısı, hayat dolu gözlerinin ışıltısı yüzünden ayıpladı. Bütün
benliğiyle ondan nefret ediyor, onun kendisine dokunmasıyla birlikte içinden kabaran nefret dalgasının verdiği
acıyla kıvranıyordu.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyeç’in Ölümü”, sa:84)
“Ve Peder Santa Helenai alnındaki kızılımtrak seyrek saçlarını neredeyse sırılsıklam edecek kadar şakır
şakır terleyerek, tombul elleriyle, daha da kırmızı, daha da yusyuvarlak bir halde büyük mihrabın önüne gelince,
konuşmaya başlayıp çok güzel şeyler söyledi.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:29)
“Resim galerisinin bitiminde Karlsruhe Hanedanı’ndan Prenses Sophia ayakta duruyordu; şirret
görünüşlü, tombul bir kadındı; ufak, siyah gözleri ve şahane zümrütleri vardı; bozuk bir Fransızcayla bağırarak
konuşuyor ve kendisine söylenen her şeyi abartılı kahkahalarla karşılıyordu.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:5)
Tomtutaklı : Bk: Tumturaklı
Ton : 1000 kiloluk ağırlık ölçüsü; Nüans; Ses ya da renk niteliği
“Terzi, hayran kalmıştı. Yalnız fiyatı çok yüksek buldu. Biçimi moderndi; Fischerle’ye buna uygun bir
de palto almasını önerdi. ‘İnsan dünyaya bir kez gelir!’ dedi. Fischerle hak verdi adama. Pabuçlarının sarısıyla,
şapkasının siyah rengini bağdaştıran bir rengi, parlak maviyi seçti. ‘Ayrıca gömleğim de aynı tonda!’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:398)
Tongaya basmak, bastırmak, düşürmek : Kapana kısmak; Faka bastırmak, tuzağına düşmek (Argo)
“Kapı kapandığı ve iki araba gittiği zaman, Gobseck ayağa kalktı ve bağıra bağıra oynamaya başladı :
-Elmaslar bende! Elmaslar bende! Güzel elmaslar! Ne elmas, ne elmas! Hem de yok pahasına. Hey!
Werbust, hey! Gigonnet! Gobseck Baba’yı tongaya bastıracağınızı mı sandınız! Ego sum papa! Ben sizin
hepinizin piriyim be!”
(H. de Balzac, “Tefeci Gobseck & Üç Öykü”, sa:52)
“Şimdilik bunlar olana kadar dişimi sıkarak kös kös ödevimi yapmaktayım; bir kişinin kurtuluşu için
binlercesini mahvediyorum. Örneğin, vaktiyle beni hınzırcasına tongaya bastırdıkları zaman, iffetli Eyyub’u
meydana çıkarmak için nice ruhlara kıyıp, şerefli insanları çamura düşürmek istemişti.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt: IV, sa:245)
“LIESCHEN - Barbelchen hakkında bir şey duymadın mı?
GRETCHEN - Hiçbir şey duymadım. Ben halkla pek az temas ediyorum.
LIESCHEN - Şurası muhakkak ki, nihayet o da tongaya basmış. Bugün bana bunu Sibylle söyledi.
İşte kibarlık taslamanın sonu budur!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:188)
“Bu defa ben, kaptan köprüsünün merdivenlerine fırladım. O, beni elimden tutup çekerek:
-Boğulan filan yok... Meraklanmayın küçük hanım... Anlatamıyoruz.
-!!!
-Allah belasını versin!... O, öyle bir zevktir ki her hafta biz buradan geçerken boğulur, sonra dirilir...
Sahiden geberse bir daha tongaya basar mıyım?”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:32)
“Burası benim eski hocam ve halen işten el çekip emekli sınıfına geçmiş bulunan Montagu Silver’in
kasabasıydı. Monty yamandı vallahi. Ufacık bir olanak gösterin, uçan sivrisineği tongaya düşürür, parasını
alırdı.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:116)
“Deli Durdu gibi iğnenin deliğinden geçen bir adam, hiç tongaya basar mı? Asım Çavuşa göre, mutlak
bir tuzaktır bu!”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:160)
“Artigiana’dan <Harbiye’de, eski bir bakımevi> çıkarken Scurla’yı değil, Matilda ile Rita’yı
düşünüyordum. Bu konularda fazla bir tecrübem olmadığı için Rum ve Yahudi şivesini birbirinden
ayıramamıştım. Rita beni fena tongaya düşürmüştü ama yinde de hoşlanmıştım ondan.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Serenad”, sa:545-6)
Tonla : Bir sürü, pek çok
“... kimi yarışmacılar ise jokersizdir.... Her kapıyı açan jokerin yalnızca Marino’nun eline verildiğini
sanmayın. Jandarmalarda, yargıçlarda böyle tonla joker vardır.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:7-8)
Tonoz (s) : Alttan içbükey olarak tasarlanmış, yarım silindir şeklindeki tavan örtü mimarisi; Bir kemer’in
sürekli uzatılması
“Kar altında yürüyerek Max’ın izini sürmeye devam ettim. Zaten fazla uzun olmayan Harbiye-Şişli
arasını yürüyerek geçtikten sonra, birkaç kişiye sorarak Ölçek Sokağı’nı buldum. Caddeye açılan sokaktaki
Vatikan binasını bulmak zor değildi. Çünkü daha sonra 1849’da yapılmış olduğunu öğrendiğim tarihi bina zarif
mimarisi ve tonozlu kapısıyla hemen göze çarpıyordu.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Serenad”, sa:347)
Tonton : Sevimli, cana yakın
“Konuşmayı daha çok Flower yürüttüğü için, Nashe onun daha ağır bastğını düşündü, ama irikıyım
adamın bütün yakınlığına ve tontonluğuna karşın.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:70)
“‘... birçok insanı havaya uçurmuş biriydi; her zaman bir zırh giyer, gömleğinin kolunda bir kama
taşırmış; ama geldiği vakit, tonton bir papaza benzediğini ve akşam boyunca şakalar yaptığını biliyor musunuz?’
”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:9)
Topak : Yuvarlak, toparlak, yusyuvarlak
“Geceyi televizyon izleyerek geçirdim. Pisi, görünüşe göre halinden memnun, kaloriferin kenarına
kıvrılmıştı. Bir tek ben yatmaya giderken hareketlendi; kalktı, beni yatak odasına kadar takip etti ve topak olup
ayakucuma uzandı.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:13)
“Hemen kalktılar. Hayri Efendinin konağının yolunu tuttular. Konağın büyük salonunda örtüsü
menekşe işlemeli büyük bir masa kurulmuştu, kuşsütü eksik. Herkes sevinç içindeydi. Hayri Efendi herkesi yerli
yerince oturttu, Hasan gene hazırolda kaldı, Hayri Efendi yerinden kalktı, Hasanın koluna girdi, masaya getirtti,
oturttu. Hasan gene yumulup bir topak kaldı.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:151)
Toparlamak (Düşüncelerini, eşyasını, kendini) : Derlemek, paket yapmak, bir araya getirmek, yoğunlaşmak
“Yavaş yavaş düşüncelerini toparladı, anımsayabildiği ilk günlerden başlayarak bu ana kadar izlediği
yaşam yolunu yeniden geçirdi gözlerinin önünden. Ne zaman mutluluk denen şeyi yaşamış, ne zaman gerçek bir
haz duymuştu içinde!”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:99)
Toparlanmak : Kendine gelmek; Bir işi yapmaya hazırlıklı olmak; Sağlığı düzelmek
“Partiyi bitirdikten sonra hemen toparlandı. Küçük masayı odada bıraktı. ‘Şebek Sarayı’nda bundan
düzinelercesi bulunacaktı nasılsa. Sokağa çıktığında daha ne satın alacağını bilemedi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:396)
Top artık sende :
‘Ben yapacağımı yaptım, sorumluluğu senin omuzuna bırakıyorum’ kapsamında bir sözcük
“ ‘Seni, gecenin bir vakti evime süreklemiştim. İmdat istemeyeceğimi söylemiştim. Bir de elinden tutup
yatağa atacak değildim herhalde. Top artık sendeydi; beni kollarına alıp öpmek, sonra da o birkaç basamağı çıkıp
odama girmek isteyip istemediğine karar vermesi gereken sendin. Ya da vaktiyle yaptığın gibi kaçıp gitmeyi de
tercih edebilirdin.’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:111)
Top atılsa duymamak, farkına varmamak : Çok derin uykusu olmak, çok dalgın ve düşünceli olmak
“Büyük anlar, zaman ölçüsünün üzerindedir, hep. Rodin öylesine kendini vermiş, çalışmasına öyle
dalmıştı ki, top atılsa farkına varmazdı.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:186)
Top atmak, attırmak : İflas etmek, ettirmek (Argo)
“Bizimkiler de buğdaylarını fabrikaya göndermeye başladılar. Zavallı yel değirmenleri, böylece işsiz
kaldı. Başlangıçta, bir süre dayanmaya yeltendiler; ama fabrika daha güçlü çıktı ve hepsine topu attırdı...”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:23)
“-İngilizlere çatalım öyleyse...
-Yoook... ‘ur’ dedikse ‘öldür’ mü dedik? Bu hafta Mustafa Kemal’e çatarsın, öbür hafta sadrazama...
Benim elim kalem tutmalı da, gazeteyi görmeli bu yokuş... Hepinize top attırırdım alimallah! Sizi iadenin
(Musabakadan dolayı, satılamayıp da geri getirilen nüshalar: iade)altında ezerdim...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:137)
Topa tutulmak : Topla ateş edilmek; Acımasızcasına tenkit edilmek
“Hiç durmaksızın topa tutulduğumuz yüzeysel dedikoduların çatırdıları, duyguculuğun keder verici ve
küçültücü parodisi ile ilgilenmek bana asla çekici gelmemiştir. Bunu okurlarım anladı, bu nedenle de iki yıldan
bu yana dünyanın dört bir yanından yüzlerce mektup alıyorum.”
(S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:10)
Top koşturmak : Sokaklarda top oynamak
“Onun çoktan toprak olmuş bedenini boşuna, yollarda, sokaklarda, ..... avarelik ettikleri meydanlarda,
top koşturdukları boş arsalarda, ..... gezip tozdukları her yerde arayıp durmuştu.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:56)
Tophet : (DİN,MYTH.,MUSEVİ,COĞR.) <To’fe> : Aslen KUDÜS’ün güneyinde, M u s e v i l e r i n
Garip Tanrılara insan kurban ettikleri bir yer; sonsuz ateş, cehennem
Toplum : Coğrafi bir yer işgal edip, belirli bir kültür ve harsa sahip, birbirleriyle kader paylaştıkları bir grup
insan; Millet (Ulus)
“Sergey İvanoviç ile Katavasof, hazır itirazlarını öne sürerek, ikisi birden konuşmaya başladılar.
Katavasof,
-Önemli olan bu işte, anam babam, dedi, devlet yurttaşların iradesini yerine getirmeyince, toplum da
kendi iradesini atıyor ortaya.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:7714)
Toplu mezar : Toplu kıyım ve katliamda, soykırımda, başkaldırı ya da savaşta, çok miktarda katledilen
insanların, basitçe geniş çukurlar kazılarak cesetlerinin tanınmamaları için toplu bir halde konmaları
KARANLIKTA KONUŞMA
Tarihte yaşarız, der biri.
Su canavarının derisindeki sinekleriz,
der başka biri.
------------------------------------Ölümlerimize, der biri.
Bu doğru, der biri,
şimdi yığınsal bir ölüm olacak.
Toplu mezarlar, der biri, hiç de yeni değil.
Hayır, der başka biri, ama bu kez hiç mezar
olmayacak,
Tüm ölüler yatacak düştükleri yerde.
(Denise Levertov-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cumhuriyet Kitap, 07.05.09)
“Pistir Verwoerd
--------------------Sizin içindir bu şiir
beyaz adam görünce
tüküren siyah adam.
Bu şiir sizin içindir
açılmamış toplu mezarlarla dolu
vahşi bir ülkenin sahibi beyaz adam.”
(Mpho Ramaano <d.1981>- İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.02.09)
Top patlasa uyanmamak : Uykusu çok derin olmak, kuru gürültüyle uyanamamak
“ ‘Oğlumun eğitimi düzensiz oldu,’ diyor adam, artık çocuğa değil de annesine sözleri. ‘Çok okul
değiştirttim ona. Nedeni basitti: Sabahları kalkamıyordu. Top patlasa uyanmazdı.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:22)
Toprağa göç etmek : Ölmek
“1- Kadın ve Göç
-------------------Bütün çiçekler güzellikleriyle bir perde gibi örter,
Deliklerinde ışıldar gözler
Bunlardan daha güzeldi gördüğüm yüzün
Sevince korunan soyunda
Kim göç etti toprağa izler bırakıp
Yorgunlukla dağılan değil renkleri gibi bükülen...”
(El Meskkab El Abdi-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.09.04)
Toprağa indirmek : Toprağa koymak, gömmek; öldürmek
“‘Ondan başlayalım işe.’
‘Kimden? Açık konuş.’
‘Lazarus’tan. Onu bir kez daha toprağa indirmek çok önemli. Halk onu gördükçe, ‘Ölüydü,
Meryem’in oğlu onu diriltti, diyecek. Böylece sahte peygamberin ünü yayılacak...’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:423)
Toprağa koymak : Gömmek, toprağa vermek; Öldürmek
Bk.: Toprağa vermek
“-... Ama kızkardeşi Eriknaz var, bu akşamdan tezi yok, ona gereksinmem olacak; nerde oturduğunu
söyle bana, beni hemen onun evine götür, olmaz mı?
-Eriknaz mı? Ben de tutmuş kimden söz ediyorum! Ağabeyinden sonra onu da toprağa koymuşlar, o
da ölmüş.”
(P. Loti, “Doğudaki Hayalet”, sa:70)
Toprağa kök salmak : Yerleşmek, bir yerde sürekli kalmak
“-Kahrolsun sultan! diye karşılık verdi nöbetçi. N’olursunuz, komutanlığa gidince, söyleyin de nöbeti
devir alacak birini göndersinler, yoksa burada toprağa kök salacağım.”
(I. Calvino, “İkiye Bölünen Vikont”, sa:8)
Toprağa teslim etmek : Gömmek, toprağa vermek
“Bütün ısrarlarıma karşın Hayrullah Bey bana ayrıntı vermedi. Yalnız bir şey öğrenebildim:
Gömüldükten sonra imam, Munise’nin annesinin ismini sormuş, bunu, tabii kimse bilmiyor doktor benim, bu
küçük kız için hemen hemen bir anne olduğumu hatırlamış, ismimi vermiş. Yavrumu ‘Munise bin (‘den doğma)
Feride’ diye toprağa teslim etmişler...”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:366)
Toprağa verilmek, vermek : Öldükten sonra gömülmek; gömmek
“Birden beyninde bir şimşek çakmışçasına gözleri parladı: Yaşlı adam on, otuz ya da altmışlı yaşlarına
geri döndü, çocuklarından birini toprağa veriyordu. Hangisini? Johanna’yı mı, Heinrich’i mi? Hangi beyaz
tabutun üzerine toprak atıyor, çiçek serpiyordu?”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:15)
“On gün boyunca Tolstoy’un yaşamıyla ilgilendim. Dün Astapovo’da öldü ve Yasnaya Polyana’da
toprağa verildi. Odasına bir kadın girdi; Tolstoy, bunun ölmüş olan sevgili kızı olduğunu sanarak yüksek sesle:
‘Maşa!’ Maşa!’ diye seslendi. Böylece de ölmüşlerinden birini yeniden bulmanın mutluluğuna erdi.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:133)
“Neyse, Don Quijote, seyisi susturdu, Dolorida sürdürdü:
‘Rahip, prensesin kararında üstelediğini, buna rağmen, kesinlikle delikanlıyla evlenmek amacında
olduğunu görünce, Don Clavijo’nun lehinde bir karara vardı; prensesi ona verdi; Antonomasia’nın annesi bunu
duyunca, kederinden hastalandı, üç gün sonra da toprağa verildi.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:640-1)
“Seni görmeye geldim Peder. Hakkında duymadığımız kalmadı babacığım, çok şey duyduk. Yavrumu,
oğlumu toprağa verdikten sonra yollara düştüm. Üç manastıra uğradım, bir de burayı salık verdiler.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:66)
“Türk Sanatı bir üstadını daha yitirdi. Geçirdiği beyin kanaması nedeniyle İzmir Dokuz Eylül
Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tedavi gören gazeteci, ressam ve şair Abbas Sayar, dün yaşama veda etti.
Cenazesi bugün Yozgat’da Büyük Cami’de kılınacak öğle namazının ardından toprağa verilecek.”
(Gazeteler, 13 Ağustos 1999)
“Bir ay evvel buraya geldiğim vakit, okulun başmüdiresi beni karşısına aldı. Elli yaşlarında kadar,
hasta, bitkin bir kadın, bana dedi ki:
-Kızım, birbirinden tam üç ay aralıkla dağ gibi iki oğlumu toprağa verdim. Dünyayı gözüm görmüyor.
Seni buraya müdür yardımcılığına göndermişler. Gençsin, bilgili görünüyorsun, okulu sana bırakıyorum.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:337)
“Oğlunu toprağa verdikten sonra, polisin izniyle sur kapısı açılarak Piachi kentten çıkarıldı. Yüreği
sızlayarak arabasına bindi; yanında boş kalan yere baktı, gözyaşlarını silmek için mendilini çıkardı. Tam o sırada
Nicolo, şapkası elinde arabaya yaklaştı ve ona iyi yolculuklar diledi. Piachi, çocuğa doğru eğildi, hıçkırarak
kendisiyle birlikte gelmek isteyip istemediğini sordu.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-Yetim”, sa:108)
Oğlunu toprağa verdiğinde, yavrucak daha beş yaşındaydı. Daha sonra, tatil yaptıkları sırada,
görümcesi ona şöyle dedi. ‘Kendine kahrediyorsun. Bir çocuk daha yapmalısın. Ancak böyle unutabilirsin.”
Görümcesinin uyarısı içini daralttı. Yavrusu: yaşam-öyküsü olmamış varlık. Sonradan gelenin gelenin kısa
sürede sileceği bir gölge. Ama o, yavrusunu unutmak istemiyordu.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:37)
“-Elbette, diyor doktor Zavallos. İkimiz de aynı kuşaktanız. Biraz daha yaşlı olmakla birlikte, Anselmo
da bizim yaşıtımız sayılırdı.
-O günlerden pek kimse kalmadı, diyor peder Garcia boğık bir sesle. Hepsini toprağa verdik.”
(M.V. Llosa, “Yeşil Ev”, sa:537)
“Yaklaşık çeyrek yüzyıllk bir aradan sonra oraya yeniden adım atmaya hazırlanırken ve zavallı
arkadaşımız yeni toprağa veilmişken, sana eski ev hakkındaki bu ihtilafın hikayesini anlattığım için kendimi
gülünç hissediyorum…”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:159)
Toprağı bol (olası) olsun : Dini adetlerde, Müslüman olmayan kimseler için öldükten sonra artlarından ‘sükun
içinde yatsın, hayırlı bir insandı’ bağlamında söylenilen sözler
“Bu ölümlü dünyadayken Saint Gatien’in piskopos danışmanlığını yapan, toprağı bol olası rahip
Chapeloud, rahip Birotteau’nun yakın dostuydu. Bizim yardımcı papaz, dostu piskopos danışmanının yanına her
girişinde, bıkmaz usanmaz, hep bu daireye, eşyalara, kitaplığa imrenirdi.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:35)
“Yoksul olmasına yoksul görünüyordu gerçi; ama istemesini de biliyor muydu bakalım? Bunu
düşünmüyordu bile. O halde varsın, açlıktan ölsündü. Bakalım nice olacaktı hali hali Therese’nin yufka
yürekliliği son bulduğunda! Toprağı bol olsun, Therese’nin anası zaten açlıktan ölmüştü; şimdi de kocası o
yolun yolcusuydu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:200)
“Ağzında bir gevrek geveleyen Zazubrin:
-Kırmızı astarla ilgili bir anım daha var, dedi. Gürcistan’da görev yaptığım sırada Konvertov adında
ufak tefek bir albay vardı. Çoktan ölmüştür şimdi, toprağı bol olsun. Kendi halinde, hoş bir ihtiyarcıktı.” .....
“Siz o zaman Petersburg’a taşınmıştınız; bütün işi bana bırakıp, istediğiniz gibi yapın, dediniz. Toprağı bol olası
eski eşiniz Sofya Mihaylovna bir tüccar kızı, ama gururlu mu gururlu bir kadındı.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:45;140)
“L. ANDREYEVNA - Yerimde oturamıyorum, elimde değil... (Sıçrayıp kalkar, şiddetli bir heyecan
içinde yürür.) Bu mutluluğu kaldıramayacağım... gülün üstüme, aptalın tekiyim ben... Ah, dolapçığım benim...
(Dolabı öper.) Masacığım benim.
GAYEV - Dadı öldü, sen yokken.
L. ANDREYEVNA (Oturur, kahvesini içer.) - Biliyorum, toprağı bol olsun. Yazdılardı bana.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:113)
“Akşam olunca döndü ve şöyle dedi: Bugünden itibaren Murtzuflos basileus, diğerlerini öldürdü.
Yurttaşlarının gözüne girmek için, Latinleri kışkırtmak istediği söyleniyor. Latinler onu iktidarı gasp etmiş biri
olarak görüyor, çünkü onlar, toprağı bol olsun, zavallı IV. Aleksios’la anlaşmıştı, gençti de, ama kaderi
kötüymüş.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:488-9)
“Baldini’nin gözü yükselmiş, böyle şahane hülyalara kapı açmıştı! Derken Grenouille hastalanmıştı.
Üstelik Grimal, toprağı bol olsun, hiçbir eksik duymaz, her şeye dayanır; hatta kara vebaya bile bana nısın
demez, diye yemin etmişken. Durup dururken hastalanmıştı ki ne hastalanma, ölmecesine.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:106)
“Söyleyeceklerimi şaşırmayayaım diye gözlerimi ondan ayırabilmek için neler çekmiştim! Ama boşuna,
o benim gözlerimi bulup yakalayıveriyordu! Aynı ama aynı şey onun sevgili annesi kız kardeşimle ve benim
sevgili annemle de oluyordu. Toprakları bol olsun.”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:20)
Toprağın altına girmek, konmak, koymak, koyulmak : Gömülmek, gömmek, ölmek
“Ha, hay Allah, nasıl oldu da unuttum? Başka bir ölüm olayını daha hatırladım. Yine ilkokul yıllarında
idi. Bir gün, çok sevdiğim teyzemin kızı Şeyma, pencereden düşüp ölmüş ve ‘toprağın altına konmuştu.’ ”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Sebastian”, sa:155)
“Akla gelebilecek her tür etkinlikte, hatta, diyelim otobüse binerken bile, otomatik olarak dirseklenen
türden insanlardı. Hepsi, elbette, umutsuz bir parasızlık içindeydi. Comstock Dede sonunda parasını az çok eşit
bir şekilde paylaştırmıştı, böylece hepsi de kırmızı tuğla evin satışından sonra aşağı yukarı beşer bin sterlin
almıştı. Comstock Dede toprağın altına girer girmez, paralarını saçmaya başladılar..... döküp saçtılar, döküp
saçtılar...”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:49-50)
Toprak olmak : Ölmek
“... hem bugün Bşrahip Abbone’nin sert bakışlı gözleri ve solgun yanakları olduğunu söylemenin ne
anlamı var, o ve çevresindekiler çoktan toprak olmuş, bedenleri ölümcül toprak griliğine bürünmüş, yalnızca
ruhları, Tanrı’nın lutfuyla, hiçbir zaman sönmeyen bir ışıkla parlarken?”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:35)
“Dün akşamdan beri kafası Recep Çavuşa, Deli Durduya, Abdi Ağaya takılmıştı. Şimdi hepsi de toprak
olmuşlardı. Bu insanlar ne istiyorlardı?”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cild:IV, sa:13-4)
“Onun çoktan toprak olmuş bedenini boşuna, yollarda, sokaklarda, -çocukluklarının erik, çağla, şeftali
kokulu sokaklarında- ..... gezip tozdukları her yerde arayıp durmuştu.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:56)
“Ah, nasıl susayım? Ah, nasıl susayım? Sevdiğim arkadaşım toprak oldu! Sevdiğim arkadaşım. Engidu
toprak oldu!”
(Dr. A. Schott, “Gilgameş Destanı”, sa:77)
Topunu birden : Tümünü, hepsini birden
“MANGAN, şen bir kahkaha atarak. - Benimdi ne demek! Hala benim, Miss Ellie. Üstelik, öbür
enayilerin kaybettiği paralar da benim cebime girdi. (Ellerini cebine koyup dişlerini gösterir.) Faka bastırdım
topunu birden. Buna ne dersiniz küçük bayan? Fena çarpıldınız değil mi?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:60)
Topunu şeytan götürsün : Hepsine yuh olsun, Gözüm hiçbirini görmesin, Allah kahretsin anlamında bir ilenç
“Rahibin solgun, kansız dudaklarında ince, sessiz, kendine göre kurnazca bir gülümseme belirdi. Fakat
onurlu bir halle Miusov’u yanıtsız bıraktı. O da büsbütün yüzünü ekşitti. Aklından, ‘Topunu şeytan götürsün!’
diye geçti; yüzyıllardır talimli maskeleri var. Aslında hep şarlatanlık, saçmalık…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:48)
Topu topu : Tümü, tamamı, hepsi
“İki yolculuğunuz arasına sanki yıllar girmiş gibi geliyor size, oysa topu topu sekiz dokuz gün evveldi;
eskiden böyle yakın iki yolculuk yaptığınız olmamıştı hiç Roma’ya; işte yıllar boyunca biriken zaman aralıkları,
koskoca bir tuğla duvar gibi sağlamaktaydı dengeyi, şu son yolculuğunuzda birden sarsıldı bu duvar, üzerinize
çöken ağırlığını yarın sabaha, tan ağarana dek, durum daha kararlı yeni bir biçim alana dek duyacaksınız.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:215)
“Albert Camus’nün yaşamında Fransız Direniş eyleminin ne büyük bir yer tuttuğu bilinir. Almanlar’ın
Fransa’ya girmelerinden ve her dediklerini kölece yerine getirecek bir kukla hükümeti işbaşına getirmelerinden
sonra, kimi yazarlar, şu ya da bu nedenle, ülke dışına çıkmak için yollar ararken, kimileri egemen güçlerle
işbirliğine girmekte bir sakınca görmezken, o savaştan topu topu bir yıl önce geldiği Fransa’da direnişçiler
arasında yer almayı seçer.”
(A. Camus, “Düğün-Sunuş”, sa:77)
“Önümde hiçbir gölge yoktu; her şey, her köşe ve bütün eğri çizgiler göz kamaştıran bir açıklıkla
beliriyordu. Tam o sırada anamın arkadaşları içeri girdiler. Topu topu on kişi kadar vardılar.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:16)
“Saatler, çocuklara göre yetişkinler için olduğundan çok daha ağır ilerlediğinden acı çekiyordu; günler
geçmek bilmiyordu, çünkü hayatının aşkıyla paylaşsın diye topu topu on dakikacık, onu düşünmesi, konuşsalar
ne güzel olacağını hayal etmesi içinse binlerce dakika sunuluyordu ona.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:14)
“MEDVEDENKO - Evet, teoride öyle...Ama işin pratiğinde nasıl oluyor bakın: Ben, annem, iki kız,
bir de erkek kardeşim topu topu yirmi üç rubleyle geçinmek zorundayız. İnsan dediğin yiyip içer, öyle değil mi?
Sonra çay, şeker? Tütün? Çık bakalım işin içinden, çıkabilirsen...”
(A. Çehov, “Martı”, sa:25)
“NATALYA STEPANOVNA - Hayır, siz şaka yapıyorsunuz, ta beni kızdırmak istiyorsunuz.....
Affedersiniz amma, İvan Vasilyeviç, ben kulaklarıma inanamıyorum... Çayır’ın bence hiç değeri yok. Topu topu
beş ‘desyatin’ bir yer, üç yüz ruble ya eder, ya etmez, fakat haksızlık beni rahatsız ediyor.”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:18)
“İşte istediğim topu topu bu. Öyle atla deve değil, ama üstesinden gelebilmek için anamdan emdiğim
süt burnumdan geliyor.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:13)
“İP
Cenazelerden daha hızlı gidiyorlar diye seviyorum
trenleri seviyorsam
son tango sen bir boru sesisin topu topu
dibinde bir koridorun
Kilitleri ağır ağır parmaklarıma geçiriyorum”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:23)
“Sofya İvanovna’nın ölümünden tam üç ay sonra, general karısı birdenbire şehrimize, doğruca Fedor
Pavloviç’in evine damladı. Şehirde topu topu yarım saat kaldı ama epey iş gördü.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:14)
“Stepan Nikiforoviç’in şimdiye kadar yaş gününü kutladığı yoktu. Bununla beraber bu defa da öyle pek
olağanüstü bir şey yapılmamıştı. Demin söylediğimiz gibi, misafirler topu topu iki kişiydi.”
(F. Dostoyevski, “Tatsız Bir Olay”, sa:3)
“Kadınlar gölgeli iç odada hamarat hamarat masayı hazırlıyor, neşe içinde tavuk gıdaklaması gibi sesler
çıkarıyor, yalnızca bizim kadehlerimizi doldurmak için işlerine ara veriyorlardı. Konuşma dönüp dolaşıp köy
sorunlarına geldi, böylesine büyük bir yalıtılmışlık içinde yaşanan hayatların bildik ve çok eski sınır taşları.
Niko’nun bir öğretmenlik kursu için Atina’ya gittiği doğruydu ama ötekiler Korfu kentinden topu topu on deniz
mili güneydeki bir kentten daha uzak yere gitmemişlerdi.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:370)
“-Evet! Lakin, şerefim üzerine, namus çevresinde konuştuk. Ah! Bu ne üzücü! Bin kez özür dilerim
efendim, ne söylediğimi, ne söyleyeceğimi de bilmiyorum... Evet! Topu topu bir defa konuştuk.”
(R.M. Ekrem, “Araba Sevdası”, sa:304)
“Onun elini tutabilmek hiç olmazsa altı ayı aldı, o da kısa kısa süreler için. Onun sınıfından ve araları
çok daha sıcak olan başka bir arkadaş çiftiyle, bir yılda topu topu iki kez sinemaya ya gittik ya gitmedik, orada
bile el ele tutuşmaya pek izin yoktu.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:207)
“Barbarlar, cesaretlerini kaybedip gevşediklerinden, tıpkı yer değiştirmemek için ayak direyen hastalar
gibi, onlar da bir türlü dağdan ayrılmak istemiyorlardı. Yiyecekler bitince, Zuaekler kalkıp gittiler. Kalanların
topu topu bin üç yüz kişi oldukları biliniyordu. Bunların işini bitirmek için asker kullanmaya bile gerek
kalmadı.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:381)
“Sınıf birincimize (Malmüdürünün kızıydı, sarışın, güzel, nazlı) ödül verilen altın suyuna batırılmış
dolmakalemi aynı karanlık bakışla izlemişlerdi. Büyüklerden kimse düşünmemişti bir armağan vermeyyi onlara.
Doğuya gittiklerinde aramızdan bir yumuşak anıyla ayrılmalarını sağlamak için. Topu topu beş kara kızdılar,
yeni yoksul çocukların, hiç olmazsa sağlıklı doğmalarına yardımcı olacak.”
(Füruzan, “Kuşatma”, sa:49)
“... inceleme kağıtlarını kaptı, yırttı, küçük küçük parçalara ayırdı.
‘On beş gündür’ demişti: topu topu dört gündür aç duruyor fareleri. Zararı abartılı söylemesi, hiç
şüphesiz öfkesini azalttı; öyle ya, masanın başında alnı huzurlu; hatta uzlaştırıcı bir el uzatmaya kadar götürüyor
kalenderliği.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:11)
“Bekir:
‘Karı, kızan topu topu seksen kişi kadar varız...’ diye söze başladı. ‘Kışı çıkarırız evellalah...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:151)
“Yıllar yılı süren, tüyler ürpertici bir savaşın bütün uluslarca yıllar yılı unutmalara, inkarlara,
bilinçdışına itmelere ve hokus pokus ortadan kaldırmalarına konu edildiğini görüp yaşamamızın üzerinden topu
topu ne kadar zaman geçti?”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:9)
“Daha ertesi gün durumu ağırlaşmıştı Lene’nin. Geceleyin Goldmund zaman zaman kendisine bir
yudum su içirmiş, arada topu topu bir saatçik kestirmişti. Derken ortalık ağarmış, Goldmund Lene’nin yüzünde
giderek yaklaşan ölümü açık seçik görmüştü.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:261)
“Saatine baktı Veraguth, doktorun yanından ayrılalı yarım saat geçmişti topu topu. Ağır ağır yürümeye
devam etti, bir sokağı bırakıp bir sokağa girdi, kentin bir yarısını dolaştı nerdeyse.”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:155)
“Birbirlerini mahkemeye vermeye meraklı çiftçilerin pullu kağıtlar arasında iflas ettikleri bölgelerde
şöyle derdi: ‘Queyras vadisindeki şu iyi köylülere bakın. Topu topu üç bin can. Ama Yaradan’a kurban olayım.
Sanırsınız ki küçük bir cumhuriyet: ne yargıç ne de mübaşir bilriler. Belediye başkanı her işi görür..... çünkü
dürüst bir insandır.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:28)
“Pazarlık ediyoruz: Gece geçirmek için elli santim, bir tabak sebzeli et veya balık için yirmi beş santim.
Ala. Benden topu topu otuz beş santim isteyen hamalın parasını veriyorum. Hemen yatmaya gidiyorum. Çünkü,
hala denizin ortasındaymışım gibi bina sallanıyor ayaklarımın altında.”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:82)
“MARTHE - Sonta testi, mezarcı Tanrısayar’a miras kalmış. O da içki sevmezmiş. Topu topu üç defa
bu testiden şarap içmiş, her seferinde de suyla karışık olarak.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa :35)
“Şeyha, ağustosun ilk haftasında Kfaryabda’ya döndüğünde yalnız değildi. Babası da beraberdi, ama
aynı zamanda beş ağabeyi, altmış sipahi ve üç yüz piyade birlikte gelmişti. Yine, yaverler, nedimeler,
hizmetçiler, uşaklar da kafiledendi. Topu topuna altı yüz kişi.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:49)
“Sonra Paris’e koleje gitti. Artık topu topu yılda dört kez geliyordu. Her defasında da onun değişmiş,
ben görmeden biraz daha büyümüş olmasına şaşırıyordum.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:135)
“Ben, iş gezilerinin dışında bunca yıldır kendi keyfime Antalya’ya bile gidemezken, topu topu üç beş
kez gördüğüm şu çokbilmiş suratlı dişlek kız, gece geç saatlere kadar Toronto sokaklarında gezsin ve taze turist
hayranlığıyla alık alık kar küreyen makineleri seyretsin diye neler çektim.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:15)
“Bana sık sık ‘Evlilik zinciri büyük şeydir’ diyordu; bunu derken de pek ince, pek önemli bir şey
söylediğini sandığı ortadaydı. Geliri haftada topu topu on beş şilindi. Bunun altı ya da yedisini yatak için
Brooker’lara veriyordu.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:27)
“Sonra uzun bekleyiş başladı. Tanrı’nın kendisini İsa aracılığıyla ifşa ettiğini belirten işaretler artık
sihirbaz hilelerinden ibaretti, zekice, büyüleyici, lakin hepsi topu topu bir abrakadabra değil miydi, şu sokak
şarlatanlarının yaptığı işlerden işlerden bir farkı yoktu bunların, mesela ipi havaya atıp arkasından görünürde
herhangi bir destek ya da tutunacak yer olmaksızın tırmanmak, destek yok, kanca yok, cinlerden el vermelerini
isteyip hileyle yardım almak da yok.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:312)
“-Ama sızıyor oradan... azar azar... topu topu birkaç damla... ‘A evet... belki de...’
-İşte bu onu zorlar: Ona doğrudan doğruya saldırıya geçmek... Çok şiddetli bir darbe. O savunmaya
geçerken, kendi kendini de keşfedecektir...”
(N. Sarraute, “Açınız”, sa:68)
“Mrs. HUSHAYBE - Ya, adamcağızın günahına girmişim demek. Peki, para ne oldu?
ELLIE - Hepimiz tepeden tırnağa donandık. Yeni bir eve taşındık. İki yıl kadar yeni bir okula gittim.
Mrs. HUSHAYBE - Topu topu iki yıl mı?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:22)
“Yalnız biz, yaşlı dükün öldüğünü, yerini alan oğlunun da ondan sonra topu topu birkaç ay yaşadığını
….. söylemeyi unuttuk bu arada.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:60)
“Sözgelimi, Robert adında bir teğmen, del Dongo markizinin sarayı için konaklama pusulası almıştı.
Oldukça genç gözüken bu genç savaşçı subayın o sarayın kapısından içeri girerken cebinde topu topu altı
franklık bir eküsü vardı, onu kendisine Plaisance’da vermişlerdi.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:20)
“... biz Üçüncü Ordu’daydık. Ha bitti, ha bitiyor derken uzadıkça uzadı cenabet... Uzadı dedimse, adam
gibi uzamıyor. Bir yıl bize beş yıl gibi geliyor. Oturup hesaplıyoruz, topu topu üç yıl...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:136)
“Bir gün önce zabıta amiri bayramlarını kutlamaya eve geldiğinde, karısının onu doğru dürüst
ağırlayamadığını anımsadı. ‘Kadın milleti işte... Babasının evinde ne görmüş ki!’ ‘Kendi babanın zamanında siz
neydiniz?’ diyeceksin. Topu topu bir hanla ufak bir korusu olan zengince bir köylü parçasıydı benim babam.
Ama ben on beş yılda çok iş yapıp para kazandım.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:56)
“Kraliçe Blanchefleur, Dük Morgan’ın Rivalen’i haince öldürdüğünü haber aldı. Hiç ağlamadı.....
Ölmek istedi, gerçekten ölmek..... (Ve) sevgili efendisine kavuşmak için topu topu üç gün bekleyebildi.
Dördüncü gün dünyaya bir oğlan çocuk getirdi.. Onu kollarına alarak:
‘Yavrum,’ dedi, ‘Seni dünya gözüyle, bir kez olsun görmek istedim..... Seni üzüntüyle doğurdum.....
Dünyaya gelişin baştan aşağı üzüntü olduğuna göre, adın da üzüntüyle ilgili olsun; ‘Tristan’ olsun. (Lat. Üzüntü:
Tristitia)”
(“Tristan ve Iseut”, sa:12)
“HIDOUX - Bir gemi gelip de içinden bir Amerikalı çıktı mı, yine aynı şey olur: adamcağızın valizini
alır otele kadar götürürüm; bana beş frank verir. Topu topu on beş dakikalık iş.”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:9)
“Saat beşte, Peder Luiz, bir tek kendinin becerdiği biçimde düdüğü çalarak işaret verirdi. Pis, saç baş
dağınık, ter içinde okula dönerdik. Okula vardığımızda doğru koğuşa çıkar ve pijama pantolonlarımızı giyerdik.
Duşa inerdik. Topu topu altı bölme olduğundan ve her duş beş dakika sürdüğünden, oyuna devam ederdik.”
(J.M. de Vasconcelos, “Güneşi Uyandıralım”, sa:146-7)
“Ressam, ‘Benim için sanatımın tümü o demek artık,’ diye ciddiyetle yanıt verdi. ‘Harry, kimi zaman
düşünüyorum da, dünya tarihinde önemli sayılabilecek topu topu iki dönem var, bence. Birincisi yeni bir sanat
ortamının belirmesi, ikincisi de gene sanat için yeni bir kişiliğin ortaya çıkması.’ ”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:18)
“Ziyafetten sonra balo vardı. Gelinle güveyi gül dansını oynayacaklardı; Kıral da fülüt çalmayı
vadetmişti. Pek fena çalardı ama hiç kimse o ana kadar bunu söylemek cesaretini göstermemişti, çünkü kıraldı.
Zaten topu topu bildiği iki hava vardı.”
(O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:59)
“Gerçekten de, Avrupa’daki bu akıl sır ermez komedinin ve küstahlığın bu büyük yeteneklerinin
kahramanca çağı, topu topu otuz ya da kırk yıl sürmüştür; sonra onların en tam örneği, en kusursuz dehası,
gerçekten şeytani bir maceracı olan Napoléon’un kişiliğinde kendi kendisini yıkıp tüketmiştir.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:27)
Topuz; Topuz yapmak : Hanımların küçük taraklarla saçlarını tepelerinde ya da enselerinde toplamaları;
Saplı ve ona zincirle bağlı dikenli bir topun oluşturduğu eski zamanalrın savaş silahı
“Tokalarını aradı, tepesine doğru çekiştirerek her zamanki topuzunu yaptı. Şakaklarının kenarından
kırlaşmış perçemler düştü yanaklarına. Ucuz boyalar kapatamıyordu beyazları artık. ‘Allah kahretsin!’ dedi,
kime lanet ettiğini bilmeden.”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:70)
“Oradan ayrıldık. İstanbul’un ışıklı, cıvıl cıvıl gece trafiğine karıştık. Topuzumu çözdüm, yüksek
topuklu pabuçlarımı çıkardım, camı açarak serin havaya verdim yüzümü. Şaşkınlık içindeydim ve
paniklemiştim. Bu iş benim boyumu çok aşıyordu ve yanımda hiç kimse yoktu; ne ağabeyim, ne kocam, ne
rektörüm, ne de bir arkadaşım. Sadece on dört yaşında bir çocuk vardı. Bilgisayarın başında benim için araştırma
yapan bir çocuk.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Serenad”, sa:170)
Topyekun : Hepsi, tümüyle; Nesi var nesi yok
“TOP YEKUN SAVAŞ - Milli Eğitim Müfettişliği üç yıl önce bir genelge yayınlayarak paskalya tatilini
kaldıran bir yol buldu. Bütün orta okulları dolaşan bu genelgeye göre paskalya tatili kampta geçirilecekti.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:37)
Toraman : Genç irisi, yaşından çok büyük gösteren ve iri yapılı genç
“Sabah altıda muhrip, ceviz kabuğu gibi sallanıyordu. Altımdaki ranzada yatan Luis Rengifo
uyumuyordu:
-Eee toraman, daha miden dönmedi mi?”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:25)
Torbada keklik : Garanti (iş), ele geçirilmesi, kazanılması mutlak gibi
“-Uzlaşma sözleşmelerinde, ödemelerin geciktirilmesinde, uzlaşmalarda, ücretler tarifeye bağlı değil ki.
Çıkarların önemine göre, danışmalar, akıl vermeler ve çene patlatmalar için bin frank, hatta altı bin frank
torbada keklik demektir.”
(H. de Balzac, “Tefeci Gobseck & Üç Öykü”, sa:39)
Torbasını sırtına vurmak : Erzak ya da öteberi torbasını sırtında taşımak; Askere gitmek
“Mösyö Hannequin spor elbisesini giymiş, torbasını sırtına vurmuştu; ayağında, ayaklarını acıtan yeni
kunduraları vardı.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:139)
Torbaya konulmak : Aldatılmak, kandırılmak, fırsattan istifade edilmek
Bk.: Kafese konulmak
“Yaşlı adamın odası tam kafasının üzerinde olmalıydı. Ona haber verince Auguste babasının yanına
çıkmıştı. Ama kadın ona güvenemiyor, karmaşık entrikalar düşünüyordu. Sonunda dayanamadı:
-Yürü! dedi kızına. Sen de çık bak; Auguste safın biridir, onu torbaya koyuyor olmalılar.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:98-9)
tormina : (TIP,KOLL.;LAT.) <tor’mina> : Ağrı, ıstırap, özellikle barsaklarda oluşan
Tornistan etmek : Fikrinden geri dönmek, caymak (Prensip olarak denizcilik terimi); Geri dönme, cayma,
döneklik etme; tersyüz etme
“...Sazın şefliğini yapan çok meşhur kemençeci Rum’du. Kanuncu, <kanuni> Yahudi idi, hanendelerin
ikisi cami müezzinliğinden, yahut tekke zakirliğinden <zikircilik, dini anıları icra etme görevi> hanendeliğe
tornistan etmiş güzel ve gür sesli bir hafızdı. Kemancı Ermeni idi, ve yalnız utçu ve klarnetçi, Reha Beyin
‘bizimkiler’ dediği Ayvansaraylılardandı. Ancak, her ikisinin de kılıkları o kadar temiz, tirendaz <kılık kıyafet
yerinde>, düzgün ve şıktı ki insanın bunlara çingene demesi için seksen şahit lazımdı.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:157)
“Oradan Charenton’a gidecekti. Charenton’un bir kilometre kadar uzağında Seine’in tenha, ıssız bir
kıyısı vardı. ‘Son dakikada tornistan etmeyeceğim,’ diye düşündü.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:89)
Torpito gözü : Otomobilin önünün iç yüzünde,el hizasında, öteberi koymak için hazırlanmış göz
“Rossella yeni giysisisni otomobilin içinde iki büklüm olarak denedi. Fermuar giysinin yan tarafındaydı
ve bunu çektiğinde kumaşın sökülmeye başladığını hissetti. Aynı anda dışarıda yağmur yağmaya başladı.
Torpide gözünden bir dikiş takımı çıkartan Maria, ‘Korkacak bir şey yok,’ diye yatıştırdı onu.”
(S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor”, sa:106-7)
Torpil, Torpil bulmak : Arka çıkma, kayırma; Bir arka aramak, iş gördürecek aracı bulmak
“SANIK - Evet, sağlıklı biri için sahtekarlık bir suç olabilir. Ama ben deliyim.....Hem sonra benim
sermayem de yok, onlara para ödeyemem. Gerçi kültür bakanlığıma yardım için başvurdum, ama
politikacılardan bir torpilim olmadığı için...”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:7-8)
“Bir krize yakalındı. Topukları üstüne büzüştü, tıpkı tasmasından çekiştirilen bir domuz gibiydi. Sonra
eşyalarını geri verdik ve bantı yazılmak üzere gazetelere yolladık. Önceleri umutsuzdu ama sonraları nasıl bir
torpil bulduysa, kimse bu iğrenç öyküyle ilgili tek bir satır bile yazmadı.”
(D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:55)
“Aslında Healey’nin içinde dört günde üreyen kurtçukların sayısı şaşırtıcıydı, ama Barnicoat bu konuda
kesin bir şey söyleyecek kadar bilgili değildi. Torpille atanmış biriydi. Zaten bir adli tıp memuru olarak, ceset
görmeye dayanabilmesi yeterliydi. Bir tıp ya da bilim dalında uzman olmasına gerek yoktu.”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:25)
Torpile çarpmak : Baltayı taşa çarpar gibi yanlış ve büyük bir hedefe (ya da kimseye) çarpmak
“Kudret Yanardağ torpile adamakıllı çarpmıştı ama, Savcı’nın konuşmasından da anlıyordu ki, onu ne
mahkemeye verecek, ne de teşhir edecekti seçmenlerine karşı.
-Beni affedin, dedi. Yalvarırım.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:310)
Torpil yapmak : Birinin işini yapmak, menfaat sağlamak, arka gelmek, kayırmak, ayrıcalık göstermek
“Benim bütün ilgisizliğime karşın, gerekli yerlerde O’nun bana özel bir ilgi gösterdiğine ve torpil
yaptığına arada bir inanırdım.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:258)
Tortop olmak : Soğuk ya da korkudan büzülüp kalmak
“B. SLOCUM - Bir terslik mi var; Bn. Rooney? Böyle tortop olmuşsunuz. Karnınız mı ağrıyor?”
(S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, ‘Tüm Düşenler’, sa:135)
“O pazar akşamı evine dönerken, Mersault’nun bütün düşüncesi Zagreus’a yönelikti: odasına girmeden
önce fıçıcı Cardona’nın odasından gelen inlemeleri işitti. Kapıyı çaldı. Yanıt almadı. Yakınmalar sürüyordu.
Duraksamadan içeri girdi. Fıçıcı tortop olup yatağına uzanmış, taşkın çocuk hıçkırıklarıyla ağlıyordu.”
(A. Camus, “Mutlu Ölüm”, sa:61)
“TORTOP
----------Küçük Rosalie kaydırak oynar
Yel şişirir gemilerin yelkenini
Küşük Rosalie’nin oyunda şansı yoktur
Yel tortop olur ve başlar mırıldanmaya”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:56)
“Henüz birkaç dakika önce uslu uslu yatıp dururken, birden kükrer, gazaba gelmiş çatlayan dalgalarıyla
bir deniz gibi kıyıyı dövmeye başlar. Beri yandan, bütün çevre korkuyla büzülüp tortop olur.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:12)
“Çekilen bu işkencenin insana ne yararı var sanki? diye içinden geçirdi Pierre ve yorganın altında
kıvrılıp tortop oldu. Niçin hastalanırdı insan?”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:114)
“Bebek, az ötedeydi, aklı karalığının kasılı çevikliğiyle dimdik, kurulu, -iri pençeleri tortop-,
duruyordu. Gözleri olanca bönlükleriyle açılmıştı, ortadan bölük yeşiller iri iri bakıyordu.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:83)
“Yerde tortop oldu, şakakları zonkluyordu. Neydi bunun anlamı? Yanık yüzünden aşağı soğuk ter
boşanıyordu. Bazen, göz ucuyla yanında duran soluk delikanlıya bakıyor, bazen de gözleri kapalı, ağzı açık,
dikkat kesilmiş, dışardaki yılanları dinliyordu. Neydi bunun anlamı?”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:173)
“ÇEVRE
--------Çevre tortop
Vurur sırtıma sırtıma
Yüksek dağların orada
Çevre yok.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:18)
“Afgan tazısının çılgın öncülüğünde ihtiyar girdi içeri. Gazetesini okumuştu, gözlerinden uyku
akıyordu, hemen, basma kılıf geçirilmiş koltuğuna çöktü, köpeği de -Afgan tazısı- ayakucuna kıvrıldı. Burnunu
patilerine yaslamış, kıçı tortop, taştan oyulmuş bir köpeği andırıyordu, ölümün hüküm sürdüğü beldelerde bile
efendisinin başında nöbet tutan bir haçlı-askeri köpeğini.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:22)
Tosba gibi üzülmek, süzülmek : Tosba = Tosbağa, kaplumbağa; bu, kalın bağa’sıyla yavaş (temkinli?)
hareket eden ve doğa koşulları ne olursa olsun pek etkilenmeden (?) yeşillikler arasında sakin, kedersiz bir hayat
sürüyor izlenimi veren, ama, Eski Yunan Mitolojisi’nde, Zeus tarafından, ‘Yeraltı Tanrı’sı Hades’e hakaretlerde
bulundu diye, yükseklerden kayan büyük bir kaya kitlesini hayat boyu itip tepeye çıkarma cezasına çarptırılan
Corinth Kralı Sisyphus gibi, kaplumbağa, biz analistlerce cefakeşliğe örnek bir hayvancık olarak tanınır.
<Sahtekarlığın, hilekarlığın üstadı olarak bilinen Kral, bilindiği gibi, ölüm zincirlerine bağlı olarak bir süre
yaşadı ve öldü, ama bir kez daha yaşama dönmesine izin verildi; eski huylarından vazgeçmediği farkedilince bu
kez, ‘ölümü aldattığı’, dolayısıyla ona ikinci kez ve ebediyen gitmesi temin edildi. 1957-90’larda, orada
muayenehamdeki büyük balık tankının içinde, adet olduğu üzere kaplumbağa yavruları da beslerdik. Balıklarla
gayet iyi ilişkisi olduğunu izlemiştik. Belki yavrulara, onları yemediklerinden, iyilik ve sükunet aşılıyor. (Zaten,
‘carnivor’ <et yiyen> olmayıp, ‘herbivor’ ot yiyen cinsinden bir hayvancıktır.) 1938-42 sıralarında, Manisa’nın
şirin ilçesi Alaşehir’de iken, egzema’ya benzer dirençli bir cilt hastalığıa tutulmuş genç bir kadının, Hükümet
Doktoru tarafından kaplumbağa eti yedirilmek suretiyle huzura kavuştuğuna tanık olmuştum. (Dr.İ.E.)
“ ‘Ona sebepten derim işte sana ki, sen kasavetlenmeyesin, yakında alacaksın iyi bir haber,
kavuşacaksın şirinciğine... Yalnız, merak ederim ki, sen mi verdin ona gönül, yoksa o mu yaktı sana daha önce
abayı?
-Hayır, ben vermiştim daha önce ona feryadı!’
-Hah... Öyleyse, geçmiş olsun, sen savdın <sıranı bitirdin> şinci <şimdilik> nöbetini... O çeksin artık
kasvetini! Üzülme, üzülüp de süzülme tosba gibi, üzülme! Sabrın sonu selamet!’ ”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:14)
“ ‘Ona sebepten derim işte sana ki, sen kasavetlenmeyesin, yakında alacaksın iyi bir haber,
kavuşacaksın şirinciğine... Yalnız, merak ederim ki, sen mi verdin ona gönül, yoksa o mu yaktı sana daha önce
abayı?
-Hayır, ben vermiştim daha önce ona feryadı!’
-Hah... Öyleyse, geçmiş olsun, sen savdın <sıranı bitirdin> şinci <şimdilik> nöbetini... O çeksin artık
kasvetini! Üzülme, üzülüp de süzülme tosba gibi, üzülme! Sabrın sonu selamet!’ ”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:14)
Toslamak : Çarpmak; Vermek (Argo)
“Çocuksu bir neşeyle dosdoğru arabanın üzerine koştular (frenlerimin tutmadığını nereden
bilebilirlerdi!), ellerini sallayıp bağrışıyorlardı; yapacak hiçbir şey yoktu, bir dakika sonra güç durumdaki bir aile
haline gelecek olan ailemi sıkı tutunmaları için uyardıktan sonra önüme ilk çıkan İrlanda duvarına tosladım.”
(H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:145)
“Ağabeyimin yolunu kesmek için korkuluğa doğru atıldı. Cosimo geldi ve Papaza tosladı, korkuluk
boyunca onu sürükledi. -Ufak tefek ihtiyar bir deri bir kemikti- hız kesme olanaksızlığı içinde her zamanki
hızının iki katıyla, Haçlı Seferine katılıp Kutsal Topraklara kadar uzanan atamız, savaşçı Pivasco del Rondo’nun
heykeline bindirdi.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:16)
“Dişlerinin arasında tuttuğu bantla kabloları bağlıyor. Motoru çalıştırıyor. Gaza basıyor, ok gibi fırlıyor
araba ve... GÜMMM! Musicco adında bir emeklinin kullanmakta olduğu Simca’ya tosluyor.”
(D. Fo, “Marino Serbest!, Marino Masum!”, sa:31)
“Hele çingene falcı Zozookum’un el altında adada üç çocuğu olduğunu ve başına gelecek büyük bir
felakete karşı hazırlıklı bulunmasını anlatması... Sonunda tosla bakalım yirmi beşliği, bütün bu güzel müjdeler
için!”
(O. Henry, “viski soda”, sa:180)
“Bütün bu zırıltılara biz hiç aldırmıyor, gülüyorduk. Derken gülmemizden hıza gelen şoparlar
<çocuklar> bu sefer de eteklerimizden çekerek asılmaya koyuldular:
-Ha versene be ağam, beş paracık, odel <Tanrı> versin sana daha çok!
-Ah laçı <güzel> ağabeyciğim... -yerde sürünen bir meme yavrusunu göstererek- toslayasın buncağıza
yarım metelik! Zere <zira> nenesi hastadır, yatar çadır içinde...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:12-3)
“Adam kaçıranların ise, en azından o sırada, sinirleri hiç de sağlam değildi. Şoför, kendisine yol açmaya
çalışırken öylesine sinirliydi ki, bir taksiye tosladı. Hafif bir çarpışmadan başka bir şey olmamıştı, ama taksi
şoförünün bağırarak birşeyler söylemesi, hepsinin gerginliğini büsbütün artırmıştı.”
(G.G. Marquez, “Bir Kaçırılma Öyküsü”, sa:11)
“Adam gitti, duvara tosladı , hepsine kötü kötü bakarak: ‘Pis Fransızlar!’ dedi. ‘Sıkıysa bir daha söyle,’
dedi Marchesseau. Lucien çıngar çıkacağını anladı. Marchesseau Fransa söz konusu oldu mu şakaya gelmiyordu.
‘Pis Fransızlar!’ dedi yabancı. Fena bir tokat yedi ve başı öne eğik, homurdanarak ileri doğru atıldı: ‘Pis
Fransızlar, pis kentsoylular, sizden tiksiniyorum, diliyorum hepiniz geberirsiniz, hepiniz, hepiniz!’ ”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:217)
“ELLIE - Acaba Mr. Mangan’la evlensem mi?
KAPTAN, başını kaldırmadan. - İlle bir kayaya toslayıp batmak istiyorsan, ha biri olmuş ha öbürü.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:99)
“Dalga bileti sarıp sarmaladı ve gözden kayboldu. Aman Tanrım, diye düşündüm bir an, yüreğimde bir
veda sırasında duyulan çarpıntıyla (vedalar hep biraz kaygı nedenidir; ben de bilirsin hep abartırım), kayalara
toslayacak. Ama toslamadı.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:30)
“-‘Bahçe kapanırken beni gör’ dedindi ya... Borçlanmışım... Kocakarı gelmedi.
-Uzatma! Ne kadar?
-Bir papel!...
-Ulan, bu ne papeli boyna?.. Daha geçenlerde bir papel toslamadık mı?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:34)
Tostado : İspanyol Edebiyatında, Orta Çağlarda, verdiği edebi ürünlerin çokluğuyla ünlenen Don Alonso de
Madrigal’in lakabı
“ ’Fakat elinde benim serüvenlerim gibi hoş bir konu varken, yazarın neden araya ilgisiz şeyler
soktuğunu anlamakta zorlanıyorum. ‘Ot ve saman yeter de artar bile’ diyen atasözünü unutmamak gerekir. Ama
fikirlerimi, sıkıntılarımı, erdemli ve yüce aşkımı anlatsaydı, Tostado’nun bütün eserlerinden daha büyük ya da en
az o kadar şaşırtıcı bir kitap oluştururdu. Şunu anladım ki sayın Carrasco, hikaye, şiir falan yazabilmek için
fikirlerin olgunlaşmış olması, bir de, güçlü bir s a ğ d u y u gerekiyor. Eğlenceli ve ilginç konular bulabilmek
sadece marifetli kişilerin harcı.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, Çev.: Hacer Güneyligil, sa:434)
Tostoparlak : Yuvarlak, yusyuvarlak, şişman, bodur boylu ve şişman kimse
“Müfettiş Maksimov, Pavel’in vak’asına bakan adli soruşturma görevlisi, köylü kadınlar gibi
tostoparlak, kel kafalı biri, yerine rahatça oturana kadar homurdanıp duruyor, masanın üzerinde duran kalın
dosyayı açıyor, kendi kendine mırıldanarak, ara sıra başını sallayarak uzun uzun okuyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:39)
Tosturmak : Üstesinden, hakkından gelmek; Korkutmak
“Bayram’ın uykusu açılmıştı:
‘Bugün çöyür işi kalsın istersan ana,’ dedi. ‘Bu Haceli donuzunu tosturmazsak, bize ağıra oturur sonra
bu iş.’
‘Çöyüre, çöyüre!’ diye bağırdı Irazca. ‘Harımın çitini çevir bir an evvel. Haceliyi ben tostururum.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:57)
Tosun: Sağlıklı genç erkek çocuk; henüz öküz olmamış genç dana
“Yumurtayı pişirmişti. Dığanı sofraya koydu.
‘Hadi gel tosunum.’ dedi. ‘Gel de bir dadına bak.’
Ahmet gelmiyordu. Söyleneni de duymuyordu sanki!
Irazca kalktı, omuzlarından tuttu. Çeke çeke kaldırdı.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:62)
“Bayram karşılık vermedi. ‘(Ah ana aah!)’
‘Vazgeç tosun oğlum, vazgeç. Dibini mi bulacaksın düşünüp düşünüp de? Baban herif de elini senin
gibi çenesine kor, düşünür Allah düşünürdü. Emme, öldü gitti, o bile bulamadı dibini!’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:149)
“ ‘He; (dişsiz ağzını eliyle kapayarak.), he, he.. herif kapının ardında, ‘Daha bitmedi mi?’ dermiş.
İçerdekiler ‘Hele azıcık daha dur, hele azıcık daha dur!’ diye kıs kıs gülüşürlermiş...
‘Ne gezer, ayol... Herif yıllar yılı kendi eliyle karısını şeyhin köyüne taşıdı durdu. Emme, karı cinsmiş
he, ona her yıl sonunda tosun gibi bir oğlan verirdi.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:45)
“Çarık ıslaktı. Çarığın üstünde mor tüyler de vardı. Tüylerden bunun bir tosun derisi olduğu
anlaşılıyordu. Çarıktan dolayı sevinçten uçuyordu İnce Memed.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:23)
“Küçük Anton’un olağanüstü sağlıklı olduğunu kimse yadsıyamazdı; pembe beyaz, tosun gibi bir
oğlandı. Dadısının kollarında keyifle oturuyor, durmadan süt içiyor, bir şeyler yiyor, avazı çıktığı kadar
bağırıyordu.”
(Th. Mann, “Alacakaranlıkta”, sa:45)
“Jean, Buteau’nun, kendisi hakkında söylediği sözleri haber alınca, onun ağzını burnunu dağıtacağını
söyledi; bir yandan da, hala François’ı gözlüyor, kendisine teslim olması için yalvarıyordu; karnına bir çocuk
yerleştirir miydi, yerleştirmez miydi, görsünlerdi bakalım, hem de tosun gibi bir çocuk!”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:44)
TOTEM : (MYTH.,TAR.:
“T o t e m v e T a b u” = (Totem and Taboo - ANTHROP., PSYCHO.)
ve “Cumhuriyet Yayınları - Niyazi Berkes’den alıntılarla)
(S. Freud’un “Collected Works”
“Avustralya yerlileri arasında T o t e m i z m sistemi, bütün d i n s e l ve t o p l u m s a l kuramların
yerini almaktadır. Avustralya boy’ları, küçük küçük birtakım klan’lara ayrılmışlardır. Bunların her biri, kendi
totem’inin adını alır. TOTEM, kuram olarak, yenebilen ya da tehlikeli ve korkunç bir hayvan, ender olarak da
bir bitki (ya da yağmur, su vb.) bir “doğa” varlığıdır. Totem’in bütün klan’la özel bir ilişkisi vardır. Totem,
herşeyden önce, klan’ın a t a’sıdır. Bunun yanında, onun koruyucusu ve gözeticisidir de. O, çocukları tanır ve
korur. Klan halkı bu nedenlerle adeta bir tutkuyla klan hayvanını öldürmez ve yemez. Zaman zaman yapılan
şölenlerle, bu yasaklanmış hayvanlar yenebildikleri gibi, bu totem’lerin hareketleri ve özellikleri törenlerle
temsil edilir. Buna, yazımızın sonunda döneceğiz.
Psikolog-Antropolog FRAZER’e göre, totem bağı, kan ya da aile bağı’ndan daha güçlüdür. Totem’in
‘anne’ tarafından geçme durumunun, ‘baba’ tarafından geçme durumundan daha önce olduğu muhakkak gibi
görülüyor. Kabile’lerde kural (ki aynı zamanda yasa’dır) şudur: Aynı totem’e bağlı olanlar, birbirleriyle cinsel
ilişkide bulunamazlar. Bu, “tabu”dur. Bu kural, “dıştan evlenme”yi (exogamy) zorlar. Bu yasak bozulduğunda,
cezası genellikle ölümdür. Kadın ya da erkek, klan arkadaşları tarafından öldürülür. Bazan vaka, ‘zaman
aşamı’na uğrayabilir.
Yeni Güney GAL’de, Ta-ta-thi boy’unda, bu suşu işleyen erkek öldürülür; kadın, öldüresiye dövülür
ya da mızraklanır. Çocuk doğurmakla sonuçlanmayan sevişmeler için aynı ceza uygulanır, ama arada yorum
farkı vardır. T o t e m , kalıtım yoluyla geçer. Örneğin, baba KANGURU’ya bağlıysa ve örneğin EMU
toteminden bir kadınla evlenirse, kız ve erkek tüm çocuklar EMU olur. Baba, EMU olan kızıyla cinsel ilişkide
bulunabilir. Totem’in ‘baba’ tarafından geçmesi durumunda, baba ve çocuklar KANGURU olur; o zaman baba,
kızıyla ilişkide bulunamaz, ama oğul, anayla ilişkiye girebilir. Genel kurul: Aynı totem’den gelmiş herkes kan
akrabasıdır, yani bir ailedendir.
Rahip L. FISON’un: “Topluluk Evliliği”nde belirttiğiüzere, birden fazla erkek, birden fazla kadın
üzerinde kocalık haklarına sahiptirler. Anneler aynı olmadığı halde, tüm çocuklar kardeş sayılırlar. Avustralya
yerlilerinin çoğu, “evlilik grupları” (f r a t r i) denen iki parçaya ayrılmışlardır, bunlar da dört “ikincil fratri”lere
ve tümüyle, on iki t o t e m grubuna ayrılırlar. Her topluluk “egzogam”dır. Bu tür kuramlarla, sanki ensest (aile
içi cinsiyet) korunmuş oluyor.
Bu “ensest korkusu”, bugün bile birçok toplumlarda izlenmektedir:
YENİ HEBRID’lerde, L e p e r s Adası’nda, oğlan çocuk, annesinin evini belirli bir yaşta (belli ki
ergenliğe yaklaşırken) terkeder, diğer oğlanlarla birlikte bir kulübede yaşar. Yemek yemek için annesinin evine
gidebilir, ama orada eğer kız kardeşine rastlarsa, oradan hemen uzaklaşır. Yolda kız kardeşine rastlarsa, kız
hemen bir çalılığın arkasına gizlenir. Oğlan, kız kardeşinin ismini bile ağzına alamaz. Anne, yemeği oğlanın
kulübesine getirdiğinde, onunla hiçbir şey konuşmadan yalnızca yemeği onun önüne kor, döner gider.
YENİ BRİTANYA’da, G a z e l l a yarımadasında, bir kız, evlendiği andan başlayarak erkek
kardeşiyle konuşamaz, onun adını bile ağzına alamaz, ismini ancak bir simge ile anlatabilir.
YENİ MECKLENBURG’da, kardeş çocukları birbirlerine yaklaşmaz, ellerini sıkmaz ve birbirlerine
armağan vermezler. Biri diğerine beş-on adım mesafeden seslenir. Bir kız kardeşle cinsel ilşkide bulunma
suçunun cezası, asılma yoluyla ölümdür.
SUMATRA’da B a t t a’lar arasında, bir erkeğin kendi kız kardeşiyle birlikte bir toplantıda bulunması
yasaktır.
ZULU’da, K a f i r’ler arasında, bir adam, kaynanasından utanır ve onun bulunduğu yerde birlikte
olamaz. Zulu’lu bir kadın bu konuda şu yorumu yapıyor: “Onun, kendi karısını büyütmüş olan memeleri görmesi
doğru değildir.”
*
*
T a b u (Taboo) sözcüğü Polinezyaca bir sözcüktür. Bunun, bugüne dek bulunmuş en uygun bir
karşılığı yoktur. Bizler için ‘tabu’, a) ‘kutsal-kutsallaştırılmış’tır (sacred)’, b) ‘tehlikeli, yasak, kötü’ anlamlarına
gelir.
WUNDT, tabu’ için, “insanlığın yazılmamış en eski yasası” der. Northcote THOMAS, Encyclopaedia
Britannica’daki makalesinde şunları der:
“Tabu’nun amaçları çeşlitlidir:
a) Önemli kişilerin (başkan, rahip) ve benzerleriyle eşyanın kötülüklerden korunması,
b) Zayıfların, örneğin kadınlar ve çocuklar, korunması,
c) Belli besinleri yeme, ‘ceset’le kalmama ve ona dokunmama,
d) Doğum, erdirme (initiation), evlenme, cinsel etkinlikleri koruma,
e) İnsanları, tanrıların ve cinlerin öfkesinden ya da gücünden koruma,
f) Mal, mülk, tarla, araç koruması.
Tabu yasağını çiğneyen bir kimsenin, sanki tehlikeli “güç yükünü emmiş gibi”, tabu olan şeyin
kendisine girdiğine inanılıyor. Buna biraz ilerde gene döneceğiz.
Şimdi burada biraz da A N İ M İ Z M’den bahsetmek isteriz.
A n i m i z m, dar anlamda, “ruhla ilgili kavramlar kuramı”, geniş anlamda ise, genellikle “tinsel
varlıklar” kuramıdır.
İlkel İnsanların inancına göre, dünya, insanlara iyilik ya da kötülük yapan birçok ruhsal varlıklarla
doludur. D o ğ a olaylarının nedenleri, c i n’lere ya da ş e y t a n’lara yüklenir. Yalnızca hayvanlar ve bitkiler
değil, cansız şeylerin de ruhlarla canlandırıldıklarına inanmaktadırlar. İnsanlarda da, bulundukları yerden
ayrılarak başka varlıklara geçebilen ruhlar vardır. C i n l e r , bedenden kurtulmuş ruhlardır.
İlkel insanların bu d u a l i s m: ruh ve beden ikiliği görüşüne, ‘düş’ ve ‘ölüm’ olaylarıyla vardıklarına
şüphe yoktur. ANİMİZM’e genel olarak bir düşünce sistemi olarak bakabiliriz. O, tüm dünyayı, bir noktadan, bir
“süreklilik”(continuité-continuity) olarak kavrayan bir açıklama verir. Böylece, üç dünya d ü ş ü n c e sistemi
var oluyor demektir:
1) A n i m i s t i k (Mythic) -Sonraları, “din”i doğuracak olan mythic esasları taşır- ,
2) D i n s e l düşünce sistemi, ve,
3) B i l i m s e l düşünce sistemi.
İ l k e l l e r d e çok rastladığımız b ü y ü ve s i h i r konularına gelince:
BÜYÜ : Belirli koşullar altında insanlara nasıl davranılıyorsa, r u h’lara da öyle davranma yoluyla, yani onları
hoşnut etme, uzlaştırma, bizi kayırmalarını sağlama, gözlerini yıldırma, güçlerini ellerinden alma, kendi istenci
altına sokma yoluyla etkileme sanatı’dır.
SİHİR : Sihir, temel olarak, ruhlarla uğraşmaz; bildiğimiz özel psikolojik yöntemler yerine, özel araçlar
kullanır. Bu daha eski ve daha önemli bir animizm tekniğidir. Sihir, çok çeşitli amaçlara hizmet eder: D o ğ a
olaylarını, insanın istencine bağımlı kılar; insanı, düşmanlarından ve tehlikelerden korur; insanlara, düşmanlarına
zarar verme gücü kazandırır. Sihir’, E.B. TYLOR’un dediği gibi, “zihinde kurulan bir ilişkiyi, gerçekte olan bir
ilişki sanmak”tır. Sihirle, yağmur da yağdırılır ve meyve de verdirilir. Toprağın verimli olması yolunda halen
kullanılan sihir pratiğinden biri de, JAVA’nın bazı yerlerinde, pirinçlerin çiçeklenme zamanında, geceleyin
tarlada cinsel çiftleşme yapma adetidir.
FRAZER’e göre, öykünme ile yapılan sihir’e “homeopathic” sihir (benzeri ile yapılan etki, tedavi
yöntemi.İ.E.) der. Yani, yağmur yağmasını isterseniz, yağmur gibi görünen ya da yağmuru anımsatan bir şey
yapmanız yeterlidir. Sihrin diğer bir türü de, kötülük edilmesini istenen kişiden herhangi bir şey, örneğin saç,
tırnak ya da giysisinin bir parçanın alınması ve onlara düşmanca bir şey yapılmasıdır (örneğin yakma, toprak
altına gömme, denize -akan suya-atma İ.E.). Ayni şekilde a d . İsim, bir adamın kişiliğinin bir parçasıdır; onun
için adamın ya da onun ruhunun ismi bilinirse, o adı taşıyanın üzerine de etki gücü kazanılmış olur.
Eğer insanın dünya anlayışının, yukarda söylenen evrimini kabul edersek, yani “animistik” evreden
sonra “dinsel” evre ve ondan sonra “bilimsel” evre geldiğini kabul edersek, ‘düşüncelerin salt erki’nin
gelişmesini, bütün bu evrelerde izlemekte güçlük çekmeyiz. A n i m i s t i k evrede insan, salt erk’in kaynağının
kendisi; D i n s e l evredeyse tanrılar olduğuna inanır. Yaşama karşı B i l i m s e l tavırdaysa, artık insanın salt
erk’ine yer kalmamıştır: insan küçüklüğünü (ve sınırlılığını, tabiyetini, ölümlülüğünü, İ.E.) kabul etmiştir ve bir
boyun eğme duygusu içinde bütün diğer doğal zorunluklar gibi, ö l ü m’e de boyun eğmiştir.
*
*
Tekrar T o t e m konusuna dönersek, “totem”i “fetiş” (Herhangi bir cisim, örneğin firkete, saç, elbise
parçası, genellikle karşı cinsten, cinsel bir simge olarak alınır.İ.E.) ten farklı kılan şey, onun t e k bir şey değil,
genellikle bir hayvan ya da bitki türü olabileceğiidir.
En az üç t o t e m türü sayılabilir:
1) Tüm b o y’un ortak totem’i olan ve kuşaklardan kuşaklara geçen “boy-klan totemi”,
2) Boy’un tüm erkek ya da kadınlarıyla ilgili olan “cinsellik” totemi, ve,
3) “Birey”le ilgili olan ve çocuklarına geçmeyen “bireysel totem”.
T o t e m i z m , ‘toplumsal’ olduğu kadar ‘dinsel’ bir sistemdir de; zira, toplumsal sistem, genellikle,
dinsel sistemin izlerini yaşatır.
B o y tarafından bazen totem hayvanlarından örnekler yetiştirilir, ve “tutsak” olarak korunur. Ölü
bulunan bir totem hayvanının öldürülmesi gerekirse, bu, ancak, b a ğ ı ş l a n m a i s t e ğ i a y i n l e r ve t ö
v b e t ö r e n l e r i’yle yapılır. B o y , totem’inden korunma ve sabır bekler. Totem olan hayvanın bir ev
yakınında görülmesi, çoğu kez bir ‘ölüm’ haberi sayılır, totem, kendisinin olanı almaya gelmiştir.
Bir b o y’un üyeleri, totem’le ilişkilerini birçok anlamlı yolla güçlendirmeye çalışırlar: Totem
hayvanının derisini giyip ona dıştan benzemeye çalışarak ona öykünürler, totem’in resmini vücutlarına
dövdürürler. Doğum, erkekliğe erdirme (initiation) ya da cenaze alayı gibi törenlerde totem’le bir özdeşme
(identification) süreci, ‘davranış’ ya da ‘söz’le yapılır (Aynı eylemleri, ‘şamanlık’ törenlerinde de izlemekteyiz.
İ.E.). Boy’un bütün üyeleri, totemlerine benzeyen kılıklara girerek ve onlar gibi devinimler yaparak dans eder,
bunlar da birçok sihir ve din ereğine hizmet eder. Sonunda, totem hayvanının ayinlerle öldürülmesi törenlerine
sıra gelir.
TOTEMİZM’İN KÖKENİ ÜZERİNE GÖRÜŞLER
a) S o s y o l o j i k Görüşler
Sosyolog S. REINACH, Totemizm’in, “une hypertrophie de l’instinct social” (Sosyal dürtü’nün aşırı
bir gelişmesi)nden ibaret olduğunu söyler.
Emile DURKHEIM da, 1912’de yayımlanan “Din Yaşamının İlkel Biçimleri” adlı yapıtında, t o t e
m’in, “toplumsal dinin bir simgesi” olarak kaydeder.
FRAZER, psikoljik görüşünün ötesinde, GILLEN ve SPENCER isimli Orta Avustralyalı iki
araştırıcının bulgularına dayanarak, şunları ileri sürmektedir:
Orta Avustralya’da yaşayan ARUNTA Boy’larında şu yapı ve işlevler gözlenmektedir:
1) A r u n t a B o y’u , bir takım t o t e m oymaklarına ayrılmıştır. Ama, totem, kalıtsal değildir,
bireyler tarafından belirlenir;
2) T o t e m oymakları “egzogam” değildirler;
3) T o t e m oymağının işlevi, ‘sihir’ yoluyla yenebilen totem hayvanını üreten ve I n t i ş i u m a
denilen bir ayin yapmaktan ibarettir;
4) Arunta’ların gebelik ve yeniden doğuş üzerinde ilginç inançları vardır. Onlara göre, kendi
totemlerinden bir ölünün ruhu, yeniden doğmak için, bazı yerlerde pusuda bekler ve buralardan geçen kadınların
vücuduna girer. Çocuk doğduğu zaman, anne, çocuğunu hangi ruhta gebe kalarak doğurduğunu bildirir. İşte
bu, çocuğun totem’ini belirler. Aynı şekilde, onların inancına göre, gerek ‘ölü’nün ve gerekse ‘yeniden doğan’ın
ruhları, Ş u r i n g a denen ve bu yerlerde bulunan garip birtakım taş parçalarına bağlıdır. Bu kavim-boy,
gebeliğin, cinsel ilişkinin sonucu olduğunu bilmeyen en ilkel türlerinden biridir.
b) P s i k o l o j i k Görüşler
FRAZER’e göre, t o t e m , ilkel topumlarda, bireyleri korkutan tehlikelerden kaçmak için, ruhun
sığındığı güvenceli bir sığınaktır.
Hollandalı yazar G.A. WILCKEN’e göre, ‘totemizm’le ‘ruh göçü’ arasında bir bağ vardır. Yaygın
inanca göre, “ölülün ruhunun göçtüğü hayvan bir kan akrabası, bir ata olur ve onun nedeniyle saygı görür.”
Mac LARINAN ve birçok yazarlar, egzogami’nin, boy’larda ensest’in önüne geçmek için yaratılmış
bir kurum olduğuna inanırlar. Bu fikrin orijininin de, kadına zorla sahip olunduğu birçok eski, vahşia detlerin
artıklarından çıkmış olabileceği kanaati vardır.
c) F R E U D’un P s i k a n a l i t i k Görüşleri
FREUD’a göre, kıskanç (Ödipal) baba, erginlik çağına gelen oğullarını kovarak, “çadırımdaki
kadınlara hiçbir erkek eli değemez!” kuralını koyar. Zamanla bu kural, alışkanlık haline gelerek, “yerel öbek
içinde evlenmek yasaktır” biçimini almıştır. Yerel öbeklerinin adlarının devekuşu, karga, kanguru, kuş vb.
olduğunu düşünürsek, kural şuna döner: “Aynı hayvan adını taşıyan yerel öbek içinde evlenmek yasaktır; bir kuş
diğer kuşla evlenemez!”
Başlangıçlarda birkaç kez sözü geçen, “tabu, kutsal totem’i yeme” ve “kurban” konularında şunları
ekleyelim:
W. Robertson SMITH, 1907 de yayımladığı “The Religion of The Semites” (İbrani’ce, Finike’ce ve
Arap’ça gibi Sami dillerini kullananların dini-İ.E.) adlı yapıtında, “sunak”ta k u r b a n v e r i l m e s i adetini,
eski dinlerin ayinlerinde temel bir bölüm olduğunu gösterir. K u r b a n , eski kabilelerde, T a n r ı’yı barıştırma
ya da kazanma amacıyla ona bir tür armağan sunma anlamına geliyordu. Garip nokta şu idi ki, T a n r ı , ‘bitki’
türünden gelen kurbanları yalnızca kendisine sakladığı halde, ‘hayvan’ türünden gelen kurbanları, kendisine
tapınanlarla paylaşıyordu. Dinsel görev, toplumsal borçların bir parçasıydı. Hiçbir bayram, kurbansız
kutlanmazdı. Bir bedeviyle birlikte bir lokma yiyen ya da sütünden bir yudum içen bir kimsenin artık ondan bir
düşman olarak yakınmasına gerek yoktu. K u r b a n Y e m e ğ i’nde bulunan her konuğun, kurban hayvanının
kanına katılması, o b o y’da suç işleyen bir bireyin bütün b o y tarafından öldürülebileceği kuramının iki ayrı
anlatımıdır. Yani, kurban bayramı b o y’un bir organı gibidir; kurban kesen topluluk, topluluğun tanrısı, kurban
edilen hayvan, hepsi bir kandandır ve aynı oymağın bir parçasıdır. O kurbanı yemek, (a t a l a r ı n kanını e n t
e r n a l i z e e t m e k , İ.E.) kutsal bir bağ yaratmaktadır.
Bu iş yapıldıktan (yani, t o t e m hayvan öldürüldükten ve topluca çiğ çiğ yenildikten sonra), öldürülen
hayvan için a ğ l a n m a k t a d ı r , y a s t u t u l m a k t a d ı r . Niye? Yanıt: Suçluluk duygusu. Zira,
PSİKANALİZ bize, totem kurbanının gerçekte baba’nın yerine konmuş bir şey olduğunu göstermektedir.
DARWIN’in de ilk kez gösterdiği gibi, “ilkel insan sürüsü”nde, bütün kadınları kendine saklayan,
büüyüyen oğulları sürüden kovan güçlü, korkunç bir baba vardı. Şimdi FREUD, t o t e m’in oluşumuna, totem
hayvanının yenilmesine ve ardında da y a s tutulmasına ışık tutan şu varsayımı sunuyor: “Bir gün sürüden
kovulmuş olan kardeşler birleşir, babalarını öldürerek yer ve böylece babanın sürüsüne bir son verirler. Güçlü
ilk baba, bütün kardeşlerin kıskandığı ve korktuğu bir örnektir. Şimdi onu yeme yoluyla, onunla özdeşleşmiş
olmakta ve her biri onun gücünden bir parça kazanmaktadır. (Osmanlı-Türk literatüründen bir örnek:
Hz.Hamza düşmanı tarafından şehit edildikten sonra eşi savaş alanına atılır, kocasının katilini elleriyle
yakalayarak kalbini deşer ve onu yer! İ.E.)
İnsanlığın belki de ilk bayramı olan t o t e m ş ü k r ü , bu cinayetin birçok şeyi, en başta toplumsal
örgütlenmeyi, ahlak kurallarını ve d i n i b a ş l a t a n bu unutulmaz olayın yinelenmesi ve anılması olmuştur.
Derleyen :
Prof. Dr. İsmail Ersevim
Totis viribus : (LAT.,KOLL.) <To’tis viri’bus> : Birinin olanca gücüyle = With all one’s strength
Toujours en vedette : (LAT.,DAVR.,PSYCH.) <Tu jur an ve’det> : Her zaman savunmalı, gard’ı üzerinde =
Always on guard ; Toujours l’amour <tu’jur la’mur> : Daima aşk (Büyük Frederik - FREDERICK THE
GREAT’ in Motto’su ) = Love, always love; Toujours perdrix <Tu’jur per’driks> : Herzaman keklik – Temcit
pilavı gibi her zaman aynı şeyi yapmak, yemek = Always partridge (The expression of the spiritual adviser off
HENRY IV, when the latter had partridge served at every course of a meal as a jest); Toujours pret <Tu’jur
pre> : Herzaman hazır : Always ready
Tous frais faits : (FR.,İŞ,KOLL.) <Tus fre fe> : Tüm masraflar ödenmiş = All expenses paid; Tout a fait
<tu’t’a fe> : Bütün, hepsi = Entirely; quite; wholly; Tout a l’heure <Tu’ta l’ör>, Tout au contraire <Tu t’o
kont’rer> : Tümüyle tersi = Quite the contrary; Tout bien ou rien <Tu biyen u riyen> : Hepsi ya da hiç =
All or nothing; Tout de suite (Tu dö süit>: Derhal = Instantly, immediately; Tout d’un coup <Tu d’ön ku>
: Birdenbire = All of a sudden
Tout chemin mene (va) a Rome : (FR.,GEZİ,COĞR.,KOLL.) <Tu şö’men men (va) a Rom(a)> : Tüm yollar
Roma’ya gider = All roads lead to Rome (Birinin gayesine erişmek için çeşitli yolar olabilir; Bu atasözü’nde,
cümlelerin ‘iç’ anlamı değil, ‘son’u önemlidir = There are many ways of reaching one’s goal. According to this
proverb, the end, not the means, is important; İTALYANCASI : Tutte le strade conducuno a Roma <Tutte
le strade kondu’kono a Roma) : All roads lead to Rome
Tout le monde : (FR.,COĞR.,KOLL.) <tu lö mond> : Bütün dünya = Literally all the world; everybody;
Tout le monde se plaint de sa mémoire, et person ne se plaint de son jugement <Tu lö mond sö plen de sa
memu’ar, e person nö sö plen dö son jüj’man> : Herkes hafızasından şikayet eder ama muhakemesinden ise hiç
şikayeti yoktur = Everybody complains about his memory, but nobody complaints about his judgement (LA
ROCHEFOUCAULD, Mxims, 89 ; Tout n’est pas as rose : (FR.) <Tu n’e pa ez roz> : (Hayatta) her şey gül
pembe değildir = Everything is not as rose pink; Tout s’en va, tout passe, l’eau coule, et le coeur oublie <Tu
s’an va, tu pas, l’o kul, e lö kör ubli>: Herşey kaybolur, herşey geçer gider, su akar ve kalp unutur ‘ =
Everything vanishes, everything passes, water runs away and the heart forgets (G. FLAUBERT)
(Dict. of Foreign Phrases and Abbreviations)
Toy : Acemi, çaylak
“Onun elini ilk kez 1967 baharında sıktım. O tarihte Columbia’nın ikinci sınıfında, kitaplara meraklı ve
günün birinde kendime şair diyebilecek kadar iyi şiir yazacağına inanan (ya da vehmeden) toy bir
yeniyetmeydim.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:9)
“Opera’daki maskeli balo demek ancak rol almış olanların bildiği üç kişilik oyun demektir. Çünkü ‘Ben
de gördüm’ diyebilmek için, gelen kadınlar için, taşralılar için, toy delikanlılar için, yabancılar için opera bir
yorgunluk, cansıkıntısı sarayı olur gider.”
(H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:16)
“Çömezler şaşkındılar; toy oğlanların duyarlığıyla koro yerine egemen olan gerilimi gene de
sezinliyorlardı; tıpkı benim sezinlediğim gibi. Sessizlik ve tedirginlik içinde birkaç uzun dakika geçti. Başrahip
birkaç ilahi söylenmesini buyurdu ve günbatımı için Kural’ın öngörmediği rasgele üç ilahiyi işaret etti.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:630)
“Avluların gerisinde, bir duvarın arkasında, ıssız bir ağacın altında buluşuyorlardı. Her ne kadar Félicité
genç kızlar kadar toy değildiyse de, -hayvanlar ona her şeyi öğretmişlerdi- aklı ve namus duygusu onu günaha
girmekten alıkoyuyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:9)
“ ‘Quartfourche satılığa mı çıkarılacak?’
‘Açık artırmayla. Ama yaz sonundan önce olmaz bu iş. Arada da küçükhanım yapacağını yapıyor. Bir
gün önüne geçseler bile, ağaçların yarısı gittikten sonra neye yarar.’
‘Satmaya hakkı yoksa nasıl oluyor da alıcı buluyor?’
‘Daha çok toysunuz. Ucuz verdiniz mi her zaman alıcı bulursunuz.’ ”
(A. Gide, “Isabelle”, sa:99)
“Frengistan’da toyluğuma rastlayan ilk seyahatim böyle geçti. O zaman hemen anladım ama, taşra
sınırları içimde kopmaya başladı. Dünya’nın Yunanistan’dan daha zengin ve daha geniş olduğunu, güzellikle acı
ve kuvvetin, Girit’le Yunanistan’ın kendilerine verdiklerinin dışında başka biçimlere de girebileceklerini
gördüm.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:179)
“İki koca hafta bekledikten sonra Martin ona yazmıştı. Bir hafta sonra tekrar yazdı. Ayın sonunda
Francisco’ya gidip yayıncıyı kişisel olarak aradı ama süslü kapıları bekleyen kırmızı saçlı toy bir hademenin
sadık bekçiliği yüzünden bu yüce kişiyle karşılaşamadı.”
(J. London, “Martin Eden”, sa:113)
“GLUMOV - Ya siz amca?..... Rol yaptığımı bal gibi biliyordunuz. Ama toy bir gencin gözünü açan,
görmüş geçirmiş bir adam gibi kurumlanmak fırsatı geçmişti elinize. Bu fırsat kaçırılır mıydı? Sizden yirmi kere
zekiyim. Siz de farkındasınız bunun. Ama işi aptallığa vurup sizden öğüt istedikçe ağzınız kulaklarınıza varır.
Dünyanın en dürüst, en namuslu adamı olduğuma yemin edebilirsiniz.”
(A.N. Ostroski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:125)
“MÜZİK
----------Bense orda, tıpkı bir öğrenci gibiyim, kılıksız,
Anasının gözü kızlar ağaçların altında,
Toyluğumun, çekingen hallerimin ayrımında,
Çevirip başlarını gülüyorlar arsız arsız.”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:87)
“OZANIN ODASI
--------------------tarih boyunca, kendi bulduğu maskeler arkasında,
uzak, güvenli, parmağındaki yakut yüzüğün
belirsiz yansımasıyla insanların dikkatini avlıyor,
ve her zaman büyük bir hevesle, toy oğlanların
şaşkınlık içinde,
dilleriyle kuruyan dudaklarını ıslattıkları anda
yüzlerinde beliren anlatımın tadını çıkarıyor.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-kavafis için on iki şiir”, sa:139)
“Seni yitirmek korkusuyla
Küçük toy bir kız gibi
koşup duruyorum
anasının ardından”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “neden gene deli gönlünü çeken”, sa:78)
“Bir insanın önünde yaya olarak elli kilometre varsa, rahat rahat düşünebilir, yaşamı tartacak zamanı
olur, daha dün toy bir delikanlıyken kısa bir zamanda acemi er oldu, ama yolda emin adımlarla yürüyen bu genç,
birlikte mantar ayıklama zanaatını öğrendiği dokuz gencin arasında bu işi en işi yapan..... belki de kıtada
onlardan birine rastlar.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, a:170)
“Toy diye yeren de var seni, sürtük diye de;
Gençsin, uçarısın da güzelsin diyen de var;
Kusura da tapılır sende, güzelliğe de:
Gül yüzün göründü mü hiçe iner kusurlar.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:96, sa:233)
“Hayvan henüz çok genç ve toydu; biraz eğitilip sahibine alıştıktan sonra herkes onun ne kıymetli bir
safkan olduğunu görecekti. O heyecanlandıkça çevresindekiler daha da çok damarına basarak kızdırıyorlardı.
Aldatıldığını, yanlış ata para yatırdığını söyleyerek onu kışkırtıyorlar, deliye döndürüyorlardı.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa: 367)
Toyculuk : Sokaklarda kız tavlayıp genel evlere satmak (Argo)
“-... Mahpus damının çocuk koğuşunda büyümüş... Gelip yetişince toyculuğa başlamış...
-Toyculuk nedir?
-Mahalle aralarında kimsesiz kızları kandırır, kötü evlere satar. Kaç kızoğlan kızın kanına girdiğini
Allah bilir.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:46-7)
Toy düğün olmak; Toy düşürmek : Şenlik, eğlence, geleneksel şölen ve düğün; Eğlenmek
“Davullar çalındı... Büyük bir toy düğün oldu. Durmuş Ali bile hasta haline bakmadaan oyun oynadı.
Sonra bir sabah erkenden toptan çakırdikenliğe gidip ateş verdiler. İnce Memedden bir daha haber alınmadı. İmi
timi belirsiz oldu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, sa:422)
“-... Benim zamanında olaydın da açmaz göreydin. Elimizden, saçımızın teli kadar kız geçti,
Allahlarıma şükür, birine çuvallamadım! Saraylı’ya, Benli’ye, Sidikli’ye git, sor! ‘Memlekette biz, Paytoncu gibi
toy düşüren işçi görmedik,’ derler.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:57)
Toynak : Tektırnaklı hayvanların (at, eşek vb.) tırnağı
“RÜYA
-------şüphesiz bir gün
mağrur bir şehzade çıkageliyor
rüzgar bacaklı atının toynakları
şehrin sokaklarında, taşlarda tıkırdıyor
güzel tacının üzerinde
güneş ışınları parıldıyor”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-duvar”, sa:40)
Toza toprağa bulanmak : Bk.: Toz toprağa bulanmak; Toz toprak içinde bulunmak
Toza toza gitmek : Toz içinde, tozu dumana katarak gitmek
“Az gittiler, uz gittiler, derelerden sel gibi, çamur dizde, su boğazda, kayalardan, dağlardan,
ormanlardan, bataklıklardan aşarak, ödünç almış un gibi toza toza da gittiler.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:41)
Toz bulutu kaldırmak : Özellikle toprak yolda, motorlu vasıtaların, hızlarıyla rüzgar yaparak toz
havalandırmaları; Tozutmak
“İskemlesinde geriye doğru eğilerek yaptığı bu hareket sırasında, ta uzakta, ‘Kırlangıç’ adlı eski yolcu
arabasını gördü. Külüstür araba, ardından bir toz bulutu kaldırarak, Leux Yokuşu’ndan aşağı iniyordu. Léon da
sık sık bu sarı arabaya binerek gelmişti ona; sonra bu yoldan bir daha gelmemecesine gitmişti.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:161-2)
Toz duman (içinde) olmak : Ortalığı toz götürmek
“Atlılar, diğer kerpiç yığınlardından şaşkınlıkla dışarı fırlayan bir sürü yaşlı kadın erkek, henüz
delikanlılığa ermemiş, eli silah tutamayacak bir sürü kız erkek, tümü on yedi vücudu daha cansız yere serdikten
sonra, tekrar toz duman olup gittiler.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:160)
“GEZGİN
<Gümüş Şağ Rus Şiiri>
Yağmura sessizce yağ dedi,
Çevre toz duman oldu.
Yolculuk çarığını bağladı.
Koltuk değneğini aldı.”
(Sergey Gorodetskiy<1884-1967>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 22.04.04)
“Sabahın saat dördünde uyanın, beşinde uyanın, çıkın Diyarbakır sokaklarına; üstleri başları yırtık,
sararmış yüzlü, çoğu ihtiyar bir bölük kadın göreceksiniz. Ellerinde süpürgeler, başlarında da bir belediye
memuru. Habire süpürüyorlar. Ortalık toz duman içinde.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:7)
“KENTİN ANAHTARLARI
Kentin anahtarları
Kirlenmiş kanla
Kaptan ve fareler terketiler gemiyi
Uzaun zamandan beri
Kardeşim Anne kız kardeşim Anne
Hiç görmüyorum olup biteni
Ben bir çocuğun çıplak yoksul ayaklarını görüyorum
Ve yaz mevsiminin kalbi
Kışın buzlarında sıkışmış hala
Savaşın yıkıntılarını görüyorum toz duman içinde”
(Jacques Prévert<1900-1977>-Kenan Sarıalioğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
30.05.02)
Toz etmek : Ezmek, dövmek, haklamak
“Sandal hızla ilerliyordu. Yeniden mavna yığınları arasına girip kıvrıla kıvrıla ilerlemeye başladılar.
-Hey, bana bak! Kulağını aç, iyi dinle! Eğer ağzından bir şey kaçıracak olursan toz ederim seni!”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:79)
Toz kondurmamak, koymamak : Üzerine söz getirmemek, iftiraya uğratmamak
“Luisa Porto’nun Kayboluşu
1.
-----------------------------------Erdemine de kimse toz konduramaya kalkmasın:
Yoktu, diyorum size, erkek arkadaşı yoktu onun.
Olağanüstü bir şey olmuş olmalı:
bir deprem ya da bir kralın gelişi;
yön değiştirmiş olmalı caddeler
bu kadar geciktiğine göre, hava karardı!”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 04.08.05)
“Böylelikle İhsan bütün mahalle halkının teveccühünü (beyenisini, güvenini) kazandı. ‘Küçüklerin
Dostu’ndan bütün mahalle sitayişle bahsediyor, kimse onun üstüne toz kondurmuyordu. İhsan, çocukların
kalbinden geçerek annelerin -ve bazı ablaların!- kalbini fethetmişti.”
(C.S. Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Küçüklerin Dostu”, sa:81)
“Prenses Myahkaya hemen ona döndü:
-Evet, evet öyle. Ama şunu söyleyeyim ki, Anna’ya toz konduramazsınız ben buradayken. Çok tatlı,
sevimlidir o. Herkes ona aşıksa, gölge gibi peşine takılıyorsa, onun günahı ne?”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:263)
“Tabiatın itişini, aşk ve analık isteğini, aile adına toz konmasın diye baskıda tutan bu kurbanların ne
büyük bir faciaya katlandığı görüleceğine, bugün bizlere pek aykırı gelen bir anlayışsızlıkla, hınzırca alaya
alınırdı.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:103-4)
Toz olmak : Sıvışmak, kaçmak, ortadan kaybolmak; mahvolmak, ölmek
“İki sokak sonra, Siyah küçük bir markete giriyor, on-on iki dakika kalıyor içerde, sonra ağzına kadar
doldurulmuş iki kesekağıdıyla çıkıyor, geriye Portakal Sokağı’na yollanıyor. Sonra Siyah’la bağlantıyı
koparmayı göze alarak kendisi de aynısını yapmak üzere markete giriyor. Hile değilse bu, diye düşünüyor, Siyah
bakkaliye malzemelerini elinden attığı gibi toz olmayı düşünmüyorsa, eve yollanmış olmalı. Mavi bu düşünceyle
kendi alışverişini yapıyor..... bir gazete ve bir sürü dergi alıyor, odasına dönüyor. Tamam işte, Siyah pencerenin
yanındaki masasına oturmuş bile.”
(P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:13-4)
“ ‘.... Yaptığın çok yanlış, bunu sen de biliyorsun. Onu <kediyi> senin adına dilenmeye zorluyorsun.
Tam bir sülüksün.’ Bu hiç hoşuma gitmedi. Bir uyarıda daha bulundu. Her nedense ona el sallayan arkadaşı
yüzünden dikkati dağılmış halde, ‘Öteberini toplayıp buradan toz olmak için iki dakikan var,’ dedi, sonra da
kalabalığı itip kakarak kendine yol açtı.”
(J. Bowen, “Bob’un Dünyası”, sa:134)
“Jeff merdivenlerin başında durdu ve adamı üstünden fırlattı. Adamın yuvarlanması kesildiğinde hiç
hareket etmedi. Ordan toz olmayı düşünmeye başlamıştım. Sonra birtakım Çinliler aşağıda dolanmaya başladı.”
(Ch. Bukoswki, “Büyük Zen Düğünü”, sa:59)
“ADAM - Gitmek mi? Nereye?
ANTONIA (Eteğini düzeltirken.) - Duymadın mı? Gelmek üzere… o!
ADAM (Kızmıştır.) - Bu da nesi? Roller değişiyor desene. Koca, karısının aşığına yakalanmamak
için toz oluyor.”
(D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:110)
“... eliyle çenemi öyle bir itti ki, kendimi bir seksen yerde buldum. Hemen uykuya dalmışım.
Hayatımda silahtan korkmamışımdır ama berberden başka kimsenin yüzümle şakalaşmasına gelemem.
Uyandığımda bütün takım -tren, çocuk ve diğerleri- toz olmuşlardı. Pedro’ya ne olduğunu sordum. Doktor,
aldığı yaralar öldürücü değilse hayatta kalacağını söyledi.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:204-5)
“-Kostake’yi kimin öldürdüğünü biliyor musun? diye sordu bana.
-Onun arabadan düştüğünü biliyorum.
-Öldü o!. Onu gördüm!
-Ya askerler?
-Şeytan götürsün onları! Hemen ortadan toz oldular. O zaman durdum. Şimdi nereye gidiyoruz?”
(P. Istrati, “Baragan’ın Devedikenleri”, sa:106)
“Kudret Yanardağ anlamıştı bacanağının gene pireyi deve yaptığını. Onun için, ‘Niye? Ne var?’ diye
sormadı. Kadın uzun uzun hıçkırdıktan sonra, çevresine telaşla baktı. Bereket eniştesi toz olmuştu.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:173)
“ ‘Yüzbaşının da, Onbaşının da... Şimdi ben Ankaraya gidince Dahiliye Vekilinden Karafırtına Miralay
Azmi Beyi isteyebilirim. Bu kış kıyamette bile Karafırtına İnce Memedin üstüne yürür. Halk bizimledir, bir de
Karafırtına... Bir de irticai hareket sözü, İnce Memed bir ay içinde toz.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:515)
“Kim bilir nice şiir, gerçek ya da düş ürünü nice öykü, sırf yazılmadıkları için toz olup gitmiştir böyle!
Ne kalmış ki zaten bize geçmişten - atlarımızınkinden ya da tüm insanlığın geçmişinden?”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:59)
“Rahip utancından titredi, ancak paltosuyla yüzünü örtmeye vakit buldu ve oracıktan hemen toz
oluverdi.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:42)
“PARONI - Gidelim, evet gidelim! (Hemen davranan üçüncü yazara.) Git, şapkamla bastonumu al.
Conti ile Fabrizi nerede?
İKİNCİ YAZAR - Oradalar. Ellerinden geldiğince karşı koyuyorlar.
BİRİNCİ YAZAR - Kendilerini savunuyorlar!
PARONI - Cappadonacı’lar olsun polis çağırmadı mı canım?
BİRİNCİ YAZAR - Bir tanesi yok ortada. Anında toz oldular.”
(L. Pirandello, “Üç Kısa Oyun-Aptal”, sa:57)
“Brüksel’de dostu Durand’a uğrar. Evet, delikanlı gelmiş, parayı alınca da toz olmuş.”
(A. Rimbaud, “Dizeler”, sa:21)
“Tam o sırada çok yaşlı bir kadın oturdu.... elimi tutup şöyle diyor, ‘El falında görüyorum Antonio
Mau-Tempo, asla evlenmeyeceksin ve hiç çocuğun olmayacak, uzak ülkelere beş uzun yolculuk yapacaksın ve
sağlığın bozulacak, mezarından başka en ufak bir toprağın bile olmayacak..... şu küçücük toprak parçası bile sen
toz olana dek senin olacak, geriye yalnızca kemiklerin kalacak..... ama yaşadığın sürece kötü bir şey
yapmayacaksın.’ ”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:179)
“-Oh! Hoşafıma gitti. Gözüm görmesin. Getirir metirirsen, bak, hatırını kırarım. Kamil Bey’e kederle
gülümsedi: ‘Buyursana misafir. Sen daha başlamadın mı? Gövdelemeye bak!.. Ne demişler, dayak gelirse toz ol,
yemek gelirse yumul, demişler.’ ”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:51)
“HANNAH - Yani kilise dışında mı demek isitiyorsunuz?
SHANNON - Evet, hem benden de çılgın davrandılar! Hemen toz oldular, kilisedeki peykelerinden
yavaşça sıvışıp, parlak, siyah hamamböceği otomobillerine bindiler..”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:62)
“Yeni bir oyun da bulsalar ortadan toz olurdu yumurcaklar ya… Onları tekrardan okulun sert sıralarıma
alışitırmak kolay iş değildi.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:96)
Toz pembe : Umutlu, mutlu, iyimser
“‘Eğitim de satmalısınız, yani kitap satmalısınız, ucuz romanlar, yaşamı toz pembe gösteren, sokaktaki
adama daha yüksek bir dünyayı öğreten üst sınıfın yaşayışını anlatan kitaplar. Bundan elde edilecek kazançtan
söz etmiyorum - çok iyi olabilir tabii- ama insanlığa yapılacak bir hizmetten söz ediyorum. Sözün kısası, onlara
heyecan verin.’ ”
(B. Brecht, “Üç Kuruşluk Roman”, sa:258)
Toz(a) toprağa bulanmak; Toz toprak içinde olmak : Toza, toprağa bulanmak, kirli olmak
“Bu, yalnızca yalancılıklarından, samimiyetsizliklerinden değildi; gerçek kimliklerini saklamak için
öylesine uğraşıyorlar, öldürdüğü adamın cesedini göçmen bir katil gibi onu öylesine derine gömüyorlardı ki,
ortaya çıkarmak istediklerinde bile üstlerindeki toz topraktan onu arındıramıyorlar...”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:18-9)
“Gün iyice ikindiye devrilmişti. Orağı koluna takmış, Bayram çıktı geldi. Toz toprak içindeydi. Ter,
saçlarını alnına yapıştırmıştı. Ter, kulaklarından aşağı, boynuna sızıyordu. Avurtları da birbirine geçmişti.
Güldüğü zaman dudakları çatlayacak gibi oluyor, derisi geriliyordu. Üstü başı perme perişandı.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:72)
“Zırvanın bu kadarına afallayan köylü, sopa darbelerinin unufak ettiği siperliği kaldırdı, toza toprağa
batmış yüzünü temizleyince şövalyeyi tanıdı:
‘Amanın! Senyor Quijana bu!’ diye bağırdı (bundan da anlaşılıyor ki, akıllı uslu bir Bey’ken, yani
şövalyeliğe başlamadan önceki adı Quijana idi); size kim yaptı bunu?’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:33)
“Bir anda mahalle dolup taşıyor. Toz toprak içinde partallara bürünmüş, sakil eteklerinin altına
pantolonlar ve ayakkabılar çekmiş, başlarına eski çamaşırlar sarmış kadın grupları. Yüksek sesle konuşup
gülüşüyorlar. Arkalarında gene partallar içinde, yüzleri güneşten yanmış çocuklar yürüyor. Ellerinde, tarlalardan
aşırdıkları çileklerle dolu plastik torbalar taşıyorlar. Gülmüyor, konuşmuyorlar. Yüzlerini yakan güneş dillerini
de yakıp kavurmuş.”
(J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:102)
“‘Birkaç gün önce şortuma kahve döken zavallı garsona o kadar çok kızmama şaşırmışsındır herhalde;
üstelik şortum yolun tozu toprağında yeterince kirlenmişti zaten. Aslında ben, çocuğun gözlerinde, coşkusunun
kuruyup gittiğini gördüğüm için sinirlenmiştim; insanın bileği kesildiğinde kanı nasıl çekilir, öyle işte.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:109)
“Annemi ben, hayal meyal hatırlarım. Bazı terk edilmiş odalarda, toza toprağa bulanmış, çizgileri ve
boyaları silinmiş eski resimler şeklinde belli belirsiz bir hayal.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:124)
“Domuz çamurla yıkanır
kümes hayvanı toz toprakla”
(Herakleitos, “Kırık Taşlar”, sa:132)
“Orada, ta uzaklarda, ormanın kıyısında, son yol dönemecinde toza toprağa bulanmış bir adam, bir taş
yığınının üstüne oturmuş, uzun saplı bir çekiçle gri mavi bir kireçtaşını küçük küçük kırıyordu. Knulp ona baktı,
selam verdi ve durdu.”
(H. Hesse, “Knulp”, sa:103)
“Bir gün kentlerinden geçip giden Samanalar gördü Sidarta, yayan yapıldak ordan oraya dolaşan
çilekeşler, kara kuru üç adam, ne yaşlı, ne genç, omuzları toz toprak ve kan revan içinde, neredeyse çıplak,
güneşte yanıp kavrulmuş, çevreleri yalnızlıkla sarılmış, dünyaya yabancı ve düşman, insanların diyarında
gurbetzedeler ve sıska çakallar.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:14)
“Kalabalık Les Prouvaires Sokağı’nın girişinde artık yürümüyordu. Aralarında alçak sesle konuşan,
birleşmiş, güçlü, yoğun ve içine girilmez bir kitleydi bu. Aralarında hemen hemen hiç siyah elbise ve melon
şapka görülmüyordu: Köylü önlükleri, işçi ceketleri, kasketlerin içinde toz toprağa bulanmış dimdik saçlı
başlar...”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:476-7)
“Akşamları annem işten dönmeden önce, sokağa fırlardım. Gece bastırdığında, dolardı Angelina’nın
meyhanesi. Liman işçileri ‘dinlenmek’ için orada buluşurlardı. Toz toprak içinde iki büklüm çuvallardan
ömuzları sıyrılan bu işçilerin hepsi de gençti ve atletik yapılıydılar.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:19)
“Buruk gülümsemiştim:
-Yeşilvadi’ye ilk geldiğimde, bu isme şaşıyordum. Hala da Gül Palas’ın penceresinden bakıp küçük
şehrin ölgün ışıklarını ya da sabahleyin, erken saat, o toz toprak, yağmur yağdığında çamurlu, daracık yolları
gördüğümde pek tabii ki hayret ediyorum: neresi yeşil? Yeşilin y’sine bile rastlanmıyor. Kim görmüş burada
yeşili...”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:191)
“KOCAMA KASİDE OLARAK YAZILMIŞ ŞİİR
(TAOS)
---------gene de tutunuruz birbirimize
sanki birimiz için öteki bir salmış
o sularda başıboş tek başına, işte bu toprak
evde olduğu gibi,
yeterince büyük değil, duvarlar toz-toprak
çevremizde
ince bir toz yağmuru
temiz iyi havayı bozup dağıtır, doldururken
genzimizi
asarız çeşitli dünyalardan resimlerimizi”
(Diane di Prima-Nazan Büyüm; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.04.03)
“Kız, gösteri günlerinde, işitme mesafesinde seyirciler olduğu anlar dışında ona asla Şalimar
dememesine, doğduğunda verilen adı yeğlemesine karşın kendi adını hiç sevmez, ‘Benim adım çamur,’ derdi,
‘çamur, toz toprak, taş ve ben bu ismi reddediyorum,’ diyerek illa ‘Bunyi’ diye çağrılmak isterdi.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:64)
“Şimdi, dönüyorlardı, göğüslerini gere gere. Jagerschmitt yeşil eve doğru yürüdü, merdiveni çıktı. Toz
toprak içindeki yüzünde acayip bir gülüş vardı.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:9)
“Sergey İvanoviç, Moskova’dan ne zaman yola çıkacağını bilmediğinden, kardeşinin istasyona adam
yollaması için telgraf çekmemişti. Katavasof ile Sergey İvanoviç istasyondan kiraladıkları üstü açık küçük bir
arabayla saat on ikiye doğru, toz topraktan arap gibi simsiyah bir durumda Pokrovskoye’deki evin taş
merdiveninin önüne geldiklerinde Levin evde yoktu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:669)
Tozu (Toza) dumana boğmak, katmak : Ortalığı birbirine geçirmek, altını üstüne getirmek; Çok hızlı gitmek
“Ve işte, çamurlu sulardan doğru, sahilin iki yakasını titreten korkunç bir tarraka duyulmaya başlamıştı.
Sıcaklık farkından ileri gelen ve ormanlara saldıran bir kasırgaya benziyordu bu; öyle bir kasırga ki, bütün
engelleri aşarak dalları kırsın, devirsin ve uzaklara savursun; tozu dumana katarak heybetle ilerlesi

Benzer belgeler