Sergi Kataloğu

Transkript

Sergi Kataloğu
19 Şubat - 28 Mart 2015
19 Fabruary - 28 March 2015
Editör / Editor
Şevket Arık
Küratörlük / Curating
Ayşe Sibel Kedik
Şevket Arık
Proje Koordinatörü / Project Coordinator
Davut Kanmaz
Proje Asistanı / Project Assistant
Duygu Aydın
Arte Sanat
Danışma Kurulu / Advisory Board
Ayşe Sibel Kedik
Davut Kanmaz
Erdal Duman
Şevket Arık
Grafik Tasarım / Graphic Design
Veysel Şaylı
Baskı / Print
Hisar Ofset
T: (0312) 431 15 31
Bu kitapta yer alan tüm görsellerin ve yazıların sorumluluğu, eser sahiplerine ve
yazarlarına aittir. Yayımlanan yazılardan alıntı yapmak, kaynak göstermek koşulu ile
serbesttir.
Mutlukent Mah. 1920. Cad. No:59 Çayyolu - Ankara
T: (312) 241 04 44 www.artesanat.org
ARTE
HAKKINDA
Arte İnşaat, 2001 yılındaki kuruluşundan bu yana vizyonlarından ödün vermeden, sektörde hızla gelişerek ilerleyen güvenilir ve başarılı bir isim haline gelmiştir. Konut, turizm, eğitim ve sağlık sektörü yapılarında marka haline gelen ve pek çok proje
üreten Arte İnşaat, müşteri beklentilerinin ötesine geçmeyi ve her zaman daha fazlasını
sunmayı ilke edinmiştir.
Arte, şehrin mimarisinin bir parçası haline gelen yapılarında kaliteyi ön planda
tutarken, deneyimli ekibiyle “Ufukta Genişlik, Hedefte Büyüklük” prensibine sadık kalmakta; sınırlarını her geçen gün genişleterek yaratıcı, yenilikçi ve güvenilir işlere imza
atmaya devam etmektedir.
ARTE Yönetim Kurulu Başkanı İrfan GÜRLER’in öncülüğünde kurulan ARTE Sanat ,
Ankara ‘da yeni bir Güncel Sanat Mekanı olma iddiasındadır.
6
ARTE SANAT
MANİFESTO
Sanat; Direnen bir şeydir, nitekim direniş de bugün sanatın meselesidir. Direnen
bir şey, bir tür istikrara, sağlamlığa sahiptir. Mantıksal tutarlılığı ve bütünlüğü olan, mantıksal bir denklem gibi. Yeni bir olanağın yaratılması, her zaman şaşırtıcı bir şeydir. Bir
yıldız kadar yükseltilmiş, çünkü yeni bir olanak yeni bir yıldız, yeni bir gezegen, yeni bir
dünyadır. Dünyayla kurulan yeni bir duyumsal ilişki gibi. Siz bu mümkün olmayan şeyin
olanağını yaratmak zorundasınız. Sanatsal yaratımın en önemli meselesi budur. Dolaşım,
iletişim, piyasa vs. faaliyetlerinde hep olanaklar gerçekleştiriliyor, olanakların sonsuzca
gerçekleştirilmesi söz konusu. Ama olanaklar yaratılmıyor. Dolayısıyla bu aynı zamanda
siyasî bir mesele, çünkü siyaset yeni bir olanağın yaratılması demektir. Burada bir olanağı
hayata geçirmekten bahsetmiyoruz, yeni bir olanak yaratmaktan bahsediyoruz.*
ARTE SANAT ; sanatın varoluş hakikatini sahiplenen bir duyarlıkla, yeni bir kimlik
inşa etmek ve yeni olanaklar yaratmak düşüncesiyle, kurumsal yapısı temelinde kolektif
işbirliğine dayalı bir oluşum hedeflemiştir. Sanatın ‘öznel’ alanını genişletmek, var olan
sürecin bir parçası olmak, kendi temelinde bir sorumluluk ve direnç noktası belirlemek
arzusuyla, öncelikli bir konum ve çekim alanı olmak iddiasındadır. Evrensel ve güncel
olana algıları açık, geleneksel ve modern arası geçişleri kabullenen, deneysel ve değişken üretilerin sunumunu önemseyen, mekânı fonksiyonel olarak değerlendirilebilen bir
yaklaşımı önemser. Mizacını var olan diğer dinamiklerle kuracağı bağlarla geliştirmek,
sürecini eylemsel ve dinamik kılmak ve yeni olanaklar yaratmak için süreklik ilkesini
benimser.
Etkinlik sürecinde, güncel sanat ortamının dinamik yapısını deneyimlemiş bir
danışma kurulunun belirlediği bir faaliyet yöntemi esas alınmıştır. Sürekli iletişim ve paylaşım ilkesine açık olan bu yapı, her türlü işbirliğini önemseyen bir anlayış içinde, kolektif
veya bireysel proje esaslı çalışmaları değerlendirecek ve gerçekleşmesine katkı sağlayacaktır.
Şevket ARIK
7
Yaban hayatta; korkarak, ardımıza baka baka kaçarak kurduğumuz bu
medeni dünyaya o kadar hızlı koştuk ki,
artık bu koşu anlam değiştirdi ve dünyaya
meydan okumaya kadar geldi. Sonra bir
şeyleri anlamak için durduk ve mizacımızı
belirleyen her şeyi tarihin derinliklerine
gömdüğümüzü fark ettik. Mitolojilerimizde, masallarımızda, efsanelerimizde, fantastik dünyamızda var olan bütün karakterlerin, içimizdeki hayvansı alemin bir
parçası olduğunu anladık. Kendimizi hep
hayvanlarla kıyasladık. Doğanın karakterini bizim şekillendirdiğimizi düşünürken aslında onunda bizi şekillendirdiğini anladık.
Artık doğayı anlamak için daha fazla sebebimiz var. Çünkü doğadan kopuş sürecinde öyle bir noktaya geldik ki, mizacımızın
ne olduğunu bile belirleyememekteyiz. Aslında bir nevi ödünç vererek, hayvan karakterlerine dönüştürdüğümüz mizacımızı,
tekrar kendimizi anlamak için karşımıza
koymak durumundayız.
Fabl ya da “öykünce” sonunda
ders verme amacı güden, güldüren, düşündüren ve genellikle manzum öykülerdir.
Genellikle hayvanların ve bitkilerin konuşmasıdır. Fablların kahramanları genellikle
hayvanlardır. Ama bu hayvanlar insanlar
gibi düşünür, konuşur ve tıpkı insanlar
8
gibi davranır. Hayvanlar ,insanlarda hangi özellik varsa onlara sahiptiler. “Fabl”
sözcüğünün kökeni Latince “hikaye” manasına gelen “fabıla”dır. Fakat bu sözcük
zamanla bir ahlak ilkesi veya davranış kuralını anlatan kısa sembolik (simgesel) bir
hikaye türünün adı olmuştur*.
“FABL “Güncel Öğretiler”; konusu
hayvansı temalarla insani özellikleri anlatmak olan, modern zamanların değerlerini, günümüz insanının kaygılarını ve
kişiliğini ortaya koyan, modern mitolojiler anlatan bir yaklaşım arar. Doğadan
kopuşun sınırlarında, kimliklerin yeniden
belirlendiği koşulları sorgular. Günümüz
insanının korkularına temel olan otoriter
yaklaşımlara karşı mücadele alnını belirlemede, doğanın engin karakterini bir
alternatif olarak önerir. Yaşadığı çağın
gidişatında sorumluluk sahibi ve zorunlu
kahramanı olan sanatçının kıssadan hissesi tanımlar. Bu noktada kendine tezat her
türlü değerin karşısında ibretlik bir duruş
gösterme cesareti ve çağının yaşam biçimini sorgulayan, günümüz insanına güncel
dilde masallar anlatan bir tavrın arayışı
sergilenecektir.
Şevket ARIK
CURRENT TEACHINGS
Frightened and escaping from the wild,
we were running so fast to reach this civilized
world, which we established, that this race
adopted a new meaning, which in due course
turned out to be a serious challenge to the world
itself. Then we stopped to understand things,
thus noticing we had buried everything that
determines our character into the depths of antiquity. We realized all the characters existing in
our fantasy world, i.e. mythology, tales and legends, were part of the animal side of us. We always compared ourselves to animals. While we
thought that we had shaped the nature, we saw
that we had been shaped by the nature itself. So
far we have more reasons to understand it. For
we have come to such a point within the process
of escaping from the nature that we are not able
to determine what our character is. In fact, somehow we lent our character to animal characters,
but now we have to put it in front of us to examine and find out about who we are.
*A fable is a short story, typically with
animals or plants as characters, conveying a moral which makes people laugh and think. These
animals can act like people and have all human
characteristics. The origin of the word ‘fable’ is
from Latin word ‘fabula’ meaning ‘story’. It has
become a literary term, in time, a kind of a symbolic short story, conveying a moral or a code of
conduct.
*Fable “Current Teachıngs”; is to
search for an approach which tells modern mythologies whose subjects are human characters
in the form of animals, as to portray values of
modern times, and worries and personalities of
modern individuals. It also investigates the conditions in which identities are re-established in the
process of abandoning the nature. Moreover, it
suggests the infinite character of the nature as
an alternative to determine the field of struggle
against authoritarian attitudes which cause fears
among contemporary humans. In addition, it defines the moral for not only the artist who has
the responsibility for the modern age, but also
for the one who is the compulsory hero of the
age. At this point, it is aimed to look for an approach which tells tales for today’s humans who
have the courage to take an exemplary stand
on every value which is against themselves and
which questions contemporary lifestyles.
*Taken from: http://fabl.nedir.com/#ixzz3ITgtBaxG
9
10
Alper Güzelsoy
Arzu Eş
Atilla Galip Pınar
Ayşe Sibel Kedik
Beyza Boynudelik
Birsen Giderer
Cevdet Sarı
Evrim Kavcar
Fırat Engin
Gönül Nuhoğlu Gökçen Dilek Acay
Horasan
Hüseyin Arıcı
İlke Kutlay
Manbor Mustafa Kula
Necla Rüzgar
Özgür Ballı
Sevgi Usta
Şevket Arık
Tan Taşpolatoğlu
Yiğit Altıparmakoğulları
11
Alper Güzelsoy
Ankara, Türkiye
La Fonten’in “Suda Kendini Gören Geyik”adlı fabl’ından…
Berrak bir su kaynağından
Su içiyordu geyik;
Su dallı boynuzunu gördü önce
Dedi:Tanrım ne güzellik
Sonra gözü aşağıya ilişince
Pek utandı kuru,sıska ayağından
“Ne uygunluk ayaklarım ve başım arasında”
Diye acı acı söylenirken
Pek yakında göründü bir sürü köpek ve bir avcı
Geyik hemen koşup daldı ormanda
Sevmediği ayakları kanat oldu ona…
Fakat pek çok beğendiği boynuzları
Takılarak sağa,sola ve yukarı
Her adımda verdi ona eziyet
Ve yakalandı nihayet
Çok kereler en faydasız şeylere biz
Güzel diye kapılır,zarar ederiz,
Ve bilakis en faydalı
Şeylere değersiz deriz.
(Çeviri:Orhan Veli)
12
ahşap, metal, 60x55x35 cm, 2009
13
Arzu Eş
Ankara, Türkiye
Kızkardeşler-im, Kumaş üzeri el yazısı, 57x170 cm (4’lü seri), 2013
14
sen ben biz kalabalık cümlelere sığınırken sessizlikte
kimliksiz bedensiz ve uluorta…
suretlerimiz başıboş devrik bir cümledir aslında
resmin tamamlanmamışlığında…
Yazarken binlerce defalarca dakikalarca susar insan içindeki sesleri dinlerken…
sürekli tekerrür eden cinnet sabahlarına…
oyun içindeki oyuna... düzen içindeki düzene düzenbazına…
kurşun seslerine…
kimsesizliğine…karanlığa…sis-e…söz-e…inat yazarsın…
son kez derin bir nefes daha alırsın…
yarını kurgularken düşlerinde dünü hatırlar…
ve… bugün de ölürsün…yasından…
Görüyor musun?...
uzaklarda yılkı atları nasıl da koşuyor dörtnala...
ve biz yine yalnızlığı aldatıyoruz yalnızlıkla…
‘batı-orta-doğu’ George Orwell’in Hayvan Çiftliği kitabı
sayfaları üzerine el yazısı ve kağıt kolaj, 160x120 , 2014
15
Atilla Galip Pınar
İstanbul, Türkiye
Galeri İlayda tarafından temsil edilmektedir.
İnsan ve doğa ilişkisini temel alan,
duygusal anlamda loş olarak tanımlanabilecek fakat bütünüyle pesimist olmayan
bir yaklaşımın görüldüğü eserler, özellikle
günümüz insanının maddeselliğe indirgenmiş genel bilinç düzeyine eleştiriler yöneltiyor.
Sanatçıya göre, belki her dönemden daha karmaşık bir karanlığın içerisinde debelenen insanoğlu maddesellikle
avunmakta, kısa ömrünü daha da anlamsızlaştırmaktadır.
Kaosun, kısırdöngünün, kötülüğün
alabildiğine hüküm sürdüğü günümüz dünyasında insanın yaşam dengesini sürdürebilmesi ise ancak öz-gerçekliğine doğru
yönelmesiyle bir nebze mümkün olabilir.
Fakat kişinin yapacağı bu yolculukta karşılaşacağı ‘şey’ muhtemelen beklediği saflıkta ve iyilikte olmayacaktır.
Düşünceler II, 172x85 cm, tuval üzeri akrilik, 2013
16
Bağlantı, 100cm x 70cm, tuval üzeri akrilik, 2013
17
Ayşe Sibel Kedik
Ankara, Türkiye
İlk örneklerin her biri simgesel,
alegorik, edebi ve ebedi birer model olmuşlardır. Ebedilik, evrensellik söylemi
sanatlarda ve bilimde önemli olmalı. Yılan, Şahmeran, Medusa örneğin pagan ve
dini alanın kadına ilişkin oluşturucu birer
simgesel biçimlerini göstermektedir. Öyle
oldukları o kadar doğrudur ki kadınlar
bile uzun, upuzun bir zaman buna inandırılmıştır. Adem’in cennetten kovulmasıyla
başlayan hikaye, dünya-cennet döngüsünü, ölüm-ölümsüzlük çatışmasını kadın ve
yılana ait olumsuz bir anlatı ilk örneği ile
tarihselleştirmiştir.
Ayşe Sibel Kedik, kendinden önce
başka pek çok kişinin ele aldığı konuları
tarihsel ve anlatısal ilkörnek kalıplarında
olmayan, ancak yeni kuşak birçok sanatçı,
aktivist ve düşünürün de ele aldığı biçimler, anlatılar dünyasına giriş yapmaktadır.
Eski birçok sanat konusunu ve biçimini
eski biçim ve düşünce modellerinde görülmedik içeriklerle gerçekleştirmektedir.
Onun her bir yapıtı yeni bir okuma, düşünme modeli önerir. Yapıtlar görsel dilin yanı
sıra edebi ve dilbilimsel dünyamıza da dokunur.
Sanatçı, alegoriler ve ilkörnek biçimlerle bizde mutlak bir öğreti, estetik
önerme olarak yerleşmiş şeyleri yıkmaya
girişir. Yıkma bizimle başlamak niyetinde
değildir. Kendi kendine bir gerçekleşme,
kendi farkına varma, kendini, kendi onto-
18
Ceza, 55x290x75 cm, Polyester-Kumaş, 2013
19
lojisini kurma uğraşı da denilebilecek bu
süreç, öncüllerinde olduğu türden sarsıcı
ve yıkıcıdır. (…)
Yılan/Şahmeran belki de bütün ilkörneklerin en önemlisidir. Çünkü kadının
varolan ilk alegorik kavramı ve imgelemi
böylece inşa edilmiştir. Sanatçı bu nedenle
kadın ve yılanbiçim arasında benzerlikler
kurar. Anlatılarda ikisi de cennetten dünyaya fırlatılışın, ölümsüzlükten ölüme gönderilişin nedenidir. Onlar olmasa Ademerkek, eril kişi-cennette, ölümsüzlük
alanında olacaktı. Teolojik ve artistik bütün temsiller böylece erkeğin kefaret ödeme, ölümsüzlük, cennet arayışı ile kadının
negatif ve zayıflıkları, baştan çıkarıcılığı ve
büyücülüğünü vs. toplumsal ve tarihsel olduğu kadar antropolojik bir kesinlik olarak aktarır. Mağduriyet ve mücadele alanı
temsiller ve alegorilerce simgeselleştirilen
bu figüratif anlatıyı yeni baştan kuran sanatçı, simgelerin üzerindeki negatif aurayı
sorgular. “Yılan figürü benim için bir tutunamayandır” diyen (…) ve yaralanmayı, iyi-
leştirmeyi, yaraların sarılması deneyimini
estetik bir retorik olarak ele alan sanatçı,
sargı bezi ile sarma, iyileştirme operasyonuna dönüştürdüğü performatif etkinliğini
son birkaç yıldır geliştirmektedir. Kış, Bir
İkindi Düşü (2008) ile başlayan ve ağaç aşılama geleneğinden ödünç alınan bir araya
getirme yöntemi, sağaltıma, canlandırma,
iyileştirme edimine dikkat çeker. Bu bir
araya getirme denemesini “Medusa’nın
Gülüşü” işinde de uygular. Kırık ağaç dallarını bir araya getirip antikitenin bakanını taşa çeviren yılan saçlı kadınını bu kez
başka bir bağlamda ele alır. Yaralı bilinci
sağaltan, onarıcı bir bakışla Poseidon ve
karısı Athena’nın çatışmalarına kurban
edilmiş kadına ait bilginin yapısökümüne
giriş sayılmalıdır bu yapıt. Sargı bezi, yaralı olma halini simgeleyen bir durum, ağaç
dalları vs.; bütün bunlar, estetik ve güzellik idealine değil, antropolojik, yanlış tarihsel inşa edişe karşı, sıradan gereçlerle
yapma-etme denemeleridir.
Şinasi Tek
*Şinasi Tek, “Ayşe Sibel Kedik’in Dünyasında Mit, Alegori, Metaforlar ile Eski-Yeni Hikayeler”
Ayşe Sibel Kedik’in 14.01.2014-28.02.2015 tarihleri arasında Atlas Sanat Galeri’sinde açmış olduğu “Ben Bir Melek Değilim”
kişisel sergisi, sergi kataloğu katalog yazısından alınmıştır.
Başka Kimse Bilmesin “Do Not Let Anyone Know”,
Alüminyum, Polyester, 2013
20
21
Beyza Boynudelik
İstanbul, Türkiye
Kötülük, Doğa ve Diğerleri
Haberlerde izlediğim yavru yaban
domuzuna yapılan eziyet, Camus’nün “Kötülük cehaletten gelir” sözünün canlı kanıtı
olabilir ancak. Bacaklarını kırıp arabayla
ezmeye çalıştıkları, yetmeyip kafasına kocaman taşlar attıkları, bağladıktan sonra
üzerine çullanıp poz verdikleri yavru yaban domuzunu doğal yaşam alanından
koparıp şehre indiren, ya açlık, ya da kuvvetle muhtemel annesini vuran ve onu da
kovalayan avcı/lardı. İstisnasız her anın
kayıt altına alındığı bu çağda, kaçışını ve
korkusunu televizyondan izlediğimiz yavru
yaban domuzu, gözlerinde vahşi pırıltılarla ve zevkle onu linç etmeye çalışanların
altında, çaresiz ve anlamaz gözlerle bakıyordu. Yaşadığı vahşet sonrası öldüğünü
söylemek, şaşırtıcı olmaz sanırım.
Doğal yaşam alanından ayrılması bir yana,
aslında ona yaşam alanı bırakmadığımız
gerçeği, makro ölçekte tüm yerkürenin
dengesiyle oynamamızın sonuçlarından
yalnızca biri. Hala açgözlülüğünü doyuramamış olan insanoğlu, doğanın kendine belki de en büyük şakası. Yüksek
bir tahribat gücüyle yağmalıyor, yıkıyor,
22
tüketiyor. Bencil ve şuursuz varlığıyla sınırlarını genişletirken, aslında ne kadar
riskli bir oyun oynadığının farkında değil. Kendini dünyanın sahibi hissetmede
Aristoteles’den Aquinas’a birçok filozofu
arkasına alırken inandığı şudur: Doğa, her
şeyi özellikle insanın yararı için yapar;
evcil veya yabani tüm hayvanlar da, insana hizmet için yaratılmıştır. Aristoteles,
hayvanları bitkilerden, insanları ise hayvanlardan üstün tutan bir sınıflandırmayı
benimserken, Aquinas, konuyu din bilimsel bir çerçevede ele alır. Buna göre eski
Hint öğretileri dışında kalan büyük dinler,
hayvanların insanlar için yaratıldığı inancını sunmaktadır. Descartes ve Kant da benzer görüşleri paylaşırlar, hatta Descartes’a
göre hayvanlar acı çekmeyen, düşüncesiz
ve kaba yaratıklardır.
Bu bakış açısı, bugünün hırslı ve
duyarsız insanının davranış kalıplarıyla
birleştiğinde, yavru yaban domuzuna yapılan eziyeti anlaşılır kılıyor. Oysaki bu tavrın karşısında yer alan, Joel Feinberg gibi
filozoflar da var. “Hayvanların ve Doğmamış Nesillerin Hakları” adlı çalışmasında,
insanın hayvanlara zarar vermemek gibi
bir görevi olduğundan bahseder. Öte yandan Heidegger hayvanın dünya sahibi olup
olamayacağını sorgularken,
Deleuze’e
göre insanı yücelten ve hayvanı onun
karşısında daima aşağıda tanımlayan düşünme biçimleri yıkılmalıdır. Yavru yaban
domuzuna gelene kadar, sistemin içinde
kendine yer bulan kürk giyme alışkanlığından boğa güreşlerine, fok katliamlarından
sirklerdeki tutsak hayvanlara, kötü koşullu hayvanat bahçelerinden deneylerde
kullanılan hayvanlara ve zevk için öldürülenlere kadar etrafımız daha binlerce kötü
örnekle doludur. Özellikle 16. ve 17. Yüzyıl
Avrupa’sında hayvanların uzun bir dönem
Yavru Yaban Domuzunu Kurtarmak, TÜ Akrilik, 192x162 cm, 2015
23
mahkemelerde yargılanıp cezalandırılması, yine iktidar ile hayvan ilişkisini, insanoğlunun ikiyüzlülüğüyle beraber gözler
önüne serer. Bir kısmı idam edilen hayvan
mahkumlar, ancak hayatının son dakikalarında idamlık bir insan ile eş değere sahip
olmaktadır!
İlkçağdan beri insan, hayvanları
gözlemleyerek, taklit ederek ve gördüklerini geliştirerek öğreniyor. Tüm bunları uyum için kullanmak bir yana, kendi
zayıflığını bu şekilde bertaraf ederken,
başladığı noktayı unutup beslendiği tüm
kaynaklarla savaşması ise, tarihin tüm
dönemlerinde, tüm hikayelerde mevcut.
İnsanoğlu hayvanı ikame etmeye, onun
yaşam alanını çalmakla başlıyor. Joseph R.
Des Jardins’in “Çevre Etiği : Çevre Felsefesine Giriş” kitabında da bahsettiği üzere, batı felsefi geleneğinin büyük bölümü,
insanın doğaya karşı bir etik sorumluluğu
olduğu fikrini yok sayar ve bu şekilde doğal dünyanın sömürülmesinin yolu açılmış
olur. Faulkner’ın “Ayı”sı ise bu düşünce yapısının karşısında duran edebi yapıtlardan
biridir. Yaban hayatın sınırlarını daraltan,
ekolojik ve çevresel sorunların ortaya çıkmasına sebep olan insanın doğaya zarar
vermesinde, özellikle kapitalist sistem
etkilidir. Doğaya zarar vermeye başladıktan sonra lanetlenen insanın bu durumdan
kurtulması için tek şart, doğayla uyumlu
yaşamayı öğrenmesidir.
Özellikle de beton dökmenin medeniyet göstergesi haline geldiği bu coğrafyada, farkındalıksız birey, durumun gitgide kötüleştiğinden bihaber, sürekli hem
doğayı, hem de kenti dönüşüme zorluyor
ve maalesef her yeni aşama, bir öncekini
aratır nitelikte. İletişim ağlarının sınırları
neredeyse ortadan kaldırdığı, ama bireyler arasındaki mesafelerin arttığı şu dönemde, tahammülsüz, yalnız ve yabancıyız
çevremize. Belleğimize kodlanan, güvende
hissetmemizi sağlayan tüm yaşam pratikleri hızla yerlerini yeni ve gelip geçici olana bırakırken, anılarımız ve insanlığımız
24
Bu Denli Güçlü, TÜ Akrilik, 40x40 cm, 2010
silikleşiyor, gerçek doğamız ve güdülerimizden adım adım uzaklaşıyoruz.
Hayatlarımıza giren çeşit çeşit
sentetik ve yapay üründen sonra, doğanın kendisini aradığımız gibi, bu kez de
“doğala özdeş aromalı” ürünlerin peşinden koşuyoruz, yarattığımız cehennemin
bir köşesine, tekrar bir cennet kurmanın
hayaliyle. En doğal olan, en organik yetiştirilen, artık pahada en ulaşılmaz hale gelen- ki bu da yoksunluğu getiriyor bizlere.
İnsanın doğaya hükmetme çabası, uyumlu
yaşamayı tercih etmediği için, böylesi bir
fiyaskoyla sonuçlanmaya mahkum. İnsanın
müdahalesiyle işleyişi bozulan doğa, anlık
iletilere ve kısa süreli hazlara hapsolmuş
bireyin büyük bir aynadaki yansıması gibi.
Dünya bize yetmiyor ama biliyoruz ki insanın doğal yaşam alanı artık sıkışık, mutsuz kentlerdir. Zygmunt
Bauman’a göre ise kent, “sahte karşılaşmalar alanı”dır. Apatik hale gelmiş kısa
hafızalı bugünün bireyi, yüzünde maskesi,
“öteki”ne değmeden yaşayıp gider. Kentli
bireyin çevresine bu denli yabancı ve samimiyetsiz hali, benim işlerimde de yerini
bulur. Bir kimliği giyinen, neredeyse mekansız ve yapayalnız haliyle, günümüzün
hızla akıp geçen gündeminde kısacık bir
ana hapsolur. Zaman zaman arkasında
beliren gözetleme delikleriyle, her an her
yerde büyük sistem tarafından izlendiğinin
farkındadır. Bazen bu figüre soyu tükenen
bir hayvan eşlik eder, bazen de genetik
hatalarla doğan hayvanlar, işin asıl konusunu oluşturur. Ne de olsa doğa, hayvanlar
aracılığıyla bizimle konuşur. Doğal genetik
ayıklanma bir yana, çevre kirliliğinin, habitatlarına tecavüz edilmesinin, doğal yaşam
dengelerinin bozulmasının sonucu bizlere
mesajı iletenler; bu soyu tükenen, ya da
genetik hatalarla doğan hayvan ırklarıdır
sonuçta. Doğayla yeniden yüzleşmek isteyen birey, yavru yaban domuzunu kendinden korumaya çalışırken özür borcunu da ödeyebilecek mi? Asıl soru budur.
Beyza Boynudelik, Şubat 2015
25
26
27
Birsen Giderer
Bolu, Türkiye
Kötülüğün acımasızlığını insan- insana anlatmaya çalışırsa sonuç daha iyiye gitmez. Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla ! İnsanların bütün (güzelliklerini) allayıp
pullayıp hayvanlara giydirdik. Bu da yetmedi oturduk resimledik. Hayvanların arkasına
saklanarak gölge oyunlarına devam ediyoruz.
Beytepe, 90x90 cm., TÜ akrilik, 2006
28
Gölgesiz, 70x50 cm, TÜ akrilik, 2013
29
Cevdet Sarı
Londra, İngiltere
Bizim Neandertal atalarımız büyük hayvanlar (tımaklılar ve vahşi hayvanlar),
ayrıca küçük hayvanlar (kemirgenler, yılan, kertenkele) avladılar. Bu av sadece etin elde
edilmesi değil, aynı zamanda barınak ve mağara için bir mücadeleydi. Soğuk dönemde
mağaralar yaşam için gerekliydi. Burada, mağaralardan büyük ve tehlikeli hayvanların
kovulma mücadelesinde insanlara yanan kütüklerde yardımcı oldu. Bozkırdaki sürek
avlarında da onların yararı görünüyordu.
Ateşin kullanılma süreci toplum bilincinde, özellikle mitik yaratıcılıkta ilginç bir
şekilde anlamını değiştirmişti. Başta ilkel olmak üzere mitlerin her zaman "karşı olma"
şemasına göre kurulduğu iyi bilinmektedir. "Böyle bir şey nereden oluştu?" sorusuna mit
şu cevabı verir:" O daha önce yoktu veya ona karşıt bir şeyde yoktu" ve saf mitolojik
bilinç bu cevaba memnun olur. Ateşin kökeniyle ilgili en ilkel mitler Avusturalya Aborjinlerinde korunmuştur. Eğer şimdi ateşe hayvanlar değilde insanlar sahipse o zaman daha
önce, mite göre, bunun tersi sözkonusudur. Bir hayvan ateşin tek sahibiydi, bunu da
insanın ondan alması gerekiyordu.
S.A.TOKAREV , KÜLTÜR TARİHİNDE ATEŞ SEMBOLÜ, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi/JournalofTurkishWorldStudies,
Cift:VI,Sayı1,Sayfa:257-262,İZMİR2005.
Head on fire, video 1’52’’, 2014
30
31
Evrim Kavcar
Bolu, Türkiye
Gregor ya da Ayağımın Altındaki Çıtırtı
Kafka’nın “Die Verwandlung” (Dönüşüm ya da Metamorfoz) isimli romanı,
Gregor Samsa’nın, bir sabah sıkıntılı rüyalardan uyandığında, kendisini dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulmasıyla başlar.
Böceğin hangi böcek olduğu belirtilmez.
İnsanlar tarafından, insani özellikler atfedilen, hatta bebek ya da çocuk muamelesi
32
yapılan, “kızım”, “oğlum” ya da “yavrum”
diye seslenilmesine aşina olduğumuz kediler ya da köpekler gibi değildir dönüştüğü hayvan. Böcektir. Böcek, “ay, ne kadar
sevimli” denilmeyen, başı okşanmayan,
“ıyyy” denilendir. Ateş böceği ya da uğur
böceği gibi tek tük örnekler dışında, böcek bir gülümseten değil, istenmeyendir.
İnsan, böceği ezer. Sigara izmariti gibi
ayakkabısının tabanıyla ezer. Ya da zehirler. Ona dokunmak istemez. Böcek ne ka-
"Esteban", 2012, Yerleştirme, Gri patine edilmiş bronz heykel ve rotoskopik animasyon, Foto: Arda Ülgen, Borusan Müzik Evi.
33
dar küçükse, ezmek o kadar sıradanlaşır.
Yanlışlıkla ezdiği bir böceğin, yani canlının
başından ayrılamayan, ne yapacağını bilemeyen, kendi canından ayrı düşünemeyen
insanlar olduğu gibi, özellikle öldürmekten
zevk alanlar da vardır. “Böcek gibi ezmek”,
nefret söylemlerinin parçası olmuş bir tabirdir. Eylemlerde halkın üzerine sıkılan biber gazının miktarı ve nasıl sıkıldığı, halka
haşere muamelesi yapıldığını hissettirtmiştir. Böcek muamelesi, kendinden olmayana, tereddütsüz yok etmeyi göze aldığına
yapılan bir muameledir. Gregor Samsa,
kendini bir böceğe dönüşmüş olarak bulduğunda, yatağının içindedir. Bir böceğe
göre oldukça büyük olmakla birlikte, insan bedenine kıyasla boyu değişmemiştir.
Yazar Vladimir Nabokov, Samsa’nın nasıl
bir böcek olduğuna dair kafa yoranlar arasındadır. Kafka’nın İngilizce’ye çevrilmiş
metninde düzeltmeler yapar; Almanca’dan
İngilizce’ye çevrilirken kaybolan anlamlara işaret eder. Böceğin, hamamböceğine benzetilmesini yanlış bulur Nabokov;
hamamböceğinin vücudu yassıdır. Gregor
Samsa’nın dönüştüğü böceğin sırtı da karnı da yuvarlaktır; dış bükeydir. Karın tarafı
parçalıdır. Yapısı, Nabokov’a göre kın kanatlı böcekleri andırır. Kanatlarını ise hiç
keşfetmemiştir. Nabakov, Kafka’nın metnini, Gregor Samsa’nın tam olarak neye
benzediğine bakmak üzere incelemiştir.
Aslında Kafka’nın kullandığı deyim, “ungeheures Ungeziefer”dir. Karşılaştırmalı
edebiyat alanında Kafka üzerine özellikli
olarak çalışmış olan Stanley Corngold, “Bir
Böceğe Bakmanın On Üç Yolu” isimli makalesinde, Gregor Samsa’nın dönüştüğü
böceği tanımlamak üzere Kafka’nın kullandığı kelime çifti üzerinde durur: "ungeheuren Ungeziefer." Kafka, belli bir böcek
türünü bildirmeyen, muğlaklığı ile çevrimenleri meşgul etmiş kelimeler seçmiştir.
Corngold’un aktardığı şekli ile, “Ungeheuer” kelimesi etimolojik olarak “ailede yeri
olamayan” ya da “evde bulundurmaya
uygun olmayan” anlamını içerir. “Ungeziefer” ise, temiz olmayana, kurbana uygun
olmayana işaret eder.1 Etimolojik olarak
34
dinsel açıdan makbul olmayanı, “kirli”
olanı çağrıştırır. Bu çağrışımı ile toplumsal
bir dışlanmayı akla getirir. Gregor Samsa,
ailenin geçimini sağlar; evde durmaz; oradan oraya gezerek kumaş satar. Pazarlamacıdır. Kızkardeşi çalışamayacak kadar
küçüktür. Annesi astım hastasıdır. Babası,
onu işe başlattıktan sonra kendisi işi bırakmıştır. Evin kirasını ödeyen de Gregor
Samsa’dır. İşe gitmediği ve para kazanmadığı an, kendinden beklenileni vermediği
an, kutsal aile kurumunun bir istenmeyenine dönüşür. Dev bir böcek.
Kırık, beyaz (renksiz) ve gerçek
bir salyongozdan çok daha büyük bir çift
salyangoz heykelinin ismi niçin “Gregor”
olsun? İstanbul’da, İstiklal Caddesi’nin kalabalığında, şehrin enerjisi ve hızı içinde,
gerek toplumsal gerek kişisel anlamda ka-
yıpların bizi iyice kırılganlaştırdığı günlerde
– ki bu her gün demek oluyor– zihnimde
kırık ve dev bir salyangoz belirdi. Seneler
öncesinden kulağıma yapışmış bir ses, zihnimdeki görüntünün kaynağıydı. “Gregor,”
2012 yılında, kulağıma yapışmış bu sesten,
yani ayağımın altındaki çıtırtıdan doğdu.
Gecenin karanlığında yağmur altında
kendinden büyük bir kutu taşırken, bastığım yerde bir şey çatırdadı. Bir çıtırtı ile
çatırtı arasında bir ses. Zemin beton; etraf
ağaçlık. Ağaç kabuğu olmasını umut ediyorum. Salyangozun ölü bedenini hiç görmüyor; çatırtı ise ayağıma yapışmış; çıkmıyor.
Çıtırt sesi, insanın o kör ayağına yapışıyor
ki, bastığı yere dikkat etsin. Hissedişi gelişsin. “Bastığın yere dikkat et” cümlesinin
anlamını gecenin sessizliğinde yankılanan
bir salyangoz çıtırtısı değiştiriyor. Sadece
sen düşmeyesin diye sarf edilmiyor bu
cümle. Ezmeyesin diye de söyleniyor. Bastığın yere dikkat et; ezmeyesin. Hele ki
yağmurlu günlerde.
“Gregor”, bir değil iki heykelden,
bu heykellerin ardında asılı bir çizimden
ve bir de duvar üzerine yazdığım “ayağımın altındaki çıtırtı” yazısından olşuyor.
“Fabl” sergisinde gördüğümüz ise, sadece
iki heykelden oluşan parçası: Gregor’lar.
İlk yapıldıkları yer olan Sadri Alışık sokakta, İstiklal Caddesi’ne yakın ve fakat
kalabalığından uzak bir köşesinde, zamanı yavaşlattılar. Yüzlerce salyangoz fotoğrafı ve videosu, salyangoz kabuğunu ve
salyangozun kendisini incelememe, salyangoz ile yeni baştan tanışmama neden
yavaşlıkları içinde, heykellerin maceraları bol oldu. Gregor Samsa’nın Gregor’uyla
aynı ismi paylaştıklarından daha da emin
oldum bu süreç içinde oldu bu.
Kendini dev ve kırık iki adet salyangoz heykeli olarak bulmak. Otoportre
olarak iki adet kırık salyangoz heykeli.
“Aynı salyangoz gibisin” pek rastlanan
bir benzetme değil. İnsanları hayvanlara benzetirken, yavaşlık açısından bile
benzeyebileceğimiz hayvan, kaplumbağa.
Kendimiz gibi olmayan ile kuramadığımız
özdeşleşme, kendimize benzetememe,
merak oluşturacak yerde merak yerine
çoğu zaman soğuk bir mesafe oluşturmakta. Neyse ki Gregor’u yaparken burnum
çok aktı. Kırık salyangozlar aşkına!
Evrim Kavcar
oldular. Yıldız Parkı’nda salyangoz toplayan, evde besleyen, sonra tekrar parka
salan arkadaşımın ufaklık kızı ile daha iyi
tanışmamı sağladılar. Birbirine çarpan ve
çarptıklarının farkında olmayan alışveriş,
gösteriş ya da bazen sadece telaş içindeki kitleler tarafından yutulmamak üzere
bizi “Sakin!”liğe davet ettiler. Gregor’lar,
ilk sergilendikleri yer olan Borusan Müzik Evi’nin Necmi Sönmez’in küratörlüğünü yaptığı “INSERT” projesi dahilinde, İstiklal Caddesi’ne bakan bir camekanda,
uzun bir süre durdular. Bu süre, içinde
Gezi Hareketi’nin hreketliliğine de tanık
oldular. Ayrıca, onları “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” deyimindeki
salyangozlar olarak düşünmemiştim; fakat
Mardin’e taşındıklarında, bu çağrışımın
da dile getirilmesine neden oldular. Tüm
1 “Thirteen Ways of Looking at a Vermin: Metaphor and Chiasm in Kafka’s The Metamorphosis”
Stanley Corngold; Literary Research/Recherche littéraire 21.
41-42 (2004): 59-85.
35
Fırat Engin
Ankara, Türkiye
iklim mültecisi, mermer, 270x120x60 cm. Altındağ Belediyesi Koleksiyonu, 2012
36
KARŞILAŞMA ve YÜZLEŞME !
Doğa varlığı olarak insan, kendi
kültürü ile anlamlandırmaya ve anlamaya
çalıştığı dış dünyayı sürekli deneyimler ve
bunu yaparken de, sanki başka bir dünyadan gönderilmiş gibi, asıl gerçek dünyası
ile sürekli hesaplaşma içine girer. Bu hesaplaşma oldukça ironiktir.
İnsan bu dünyada yalnız değildir.
Dünyanın tüm ekolojik değerleri ile bir
bütünün içinde var olur; bitkiler alemi,
hayvanlar alemi ve insanlar alemi. Alemler
arası temaslar; ihtiyaç ve kültür düzeyinde gerçekleşir. İnsan bitkiye ve hayvana,
hayvan bitkiye ve insana, bitki de hayvan
ve insana gereksinim duyar. Ancak bunun
ötesinde gerçekleştirilen kültürel temas;
insanın hayvan ve bitki ile kurduğu ilişkiden daha farklı, didaktik bir temastır.
Mağara resimlerinden günümüze, hala bu
temas devam etmektedir.
37
Atların bundan yaklaşık 6000 yıl
önce1 evcilleştirildiği, tarım devriminde
yerleşik hayatla beraber ineklerin, tavukların vb. canlıların insan hayatında önemli
roller üstlendiği düşünülecek olursa, araç
olarak hayvanın insan ile olan ilişkisinin
boyutlarının ne kadar derin olduğu anlaşılabilir. Bu ilişki endüstrileşme devriminden sonra, günümüz bilgi çağında da, farklı boyutlarda devam etmektedir.
Kısaca değinilen bu çok boyutlu
ilişkinin, tarih boyunca kültürel olarak da
çok katmanlı, kapsayıcı ve geniş bir düşsel
serüvene dönüştüğü görülebilir. Bu serüven; ilk olarak insanın doğa karşısındaki
anlam arayışı, aşamadığı, gücüne erişemediği doğanın sınırları karşısında tinsel
bir enerji birikimiyle ortaya çıkardığı inanç
sisteminin göstergesi olarak da okunabilmektedir. Örneğin; Antik Mısır kültüründe
inanç sistemi üzerinden ‘kedi’ye atfedilen
roller, Yunan Mitolojisi’ndeki hayvan başlı Tanrı tasvirleri, Mezopotamya’da tanrılaştırılan hayvan figürleri, Aztek, Maya ve
Okyanusya kültürlerindeki diğer benzer
amaçlı tasvirler gibi… Bu göstergeler, son
derece lirik, düşsel ve soyutlamacı anlatım
özelliklerini yansıtmaktadırlar….
Öte yandan zamanla aşılan sınırlara karşın, tanrısal olmasa da güç, iktidar
vb. göstergeler üzerinden insan – hayvan
diyaloğu, düşsel bir alan olmaya devam
etmiştir.
Özellikle edebiyat alanında Fabl
örneklerinde bu ilişki açıkça görülebilir:
“Karga ile Tilkinin hikayesi”, “Ağustos böceği ve Karınca”, “Kurt ile Köpek”, “Tavşan
2
ile Kaplumbağa” vb... Bu tip hikayelerde
insanlar tarafından hayvanlara biçilen karakterler üzerinden dost ve düşman, iyi ve
kötü vb. karşıtlıklar arasındaki diyalektik
ilişkiler açığa çıkarılır.
38
Opera, Bale ve Tiyatroda da hem
Fabl örnekleri, hem de hayvanlar üzerinden kurgulanan, sahnelenen pek çok
oyun ve gösteri bulunmaktadır ( “Hayvan
Çiftliği”oyunu, “Kuğu Gölü” balesi gibi...)
Plastik sanatlarda ‘doğa’, en büyük yol
gösterici ve araştırma alanı olarak ressam
ve heykeltıraşların kılavuzu niteliğindedir. Doğa gerçekliğine bağlı olarak, doğayı
anlamaya ve çözmeye çalışan sanatçılar,
içinde oldukları dönemin özellikleri çerçevesinde hayvan figürü üzerine sıklıkla
çalışmışlardır; Rönesans’ta Leonardo Da
Vinci’nin desen ve heykelleri, Barok dönemde Lorenzo Bernini’nin, Pierre Puget’in
desen ve heykelleri, Romantizmde Antoine-Louis Barye’nin heykelleri ve Empresyonist ressamlarda örneğin Monet’nin
“Hindiler” adlı resmi…. Daha sonraları
ise daha soyut ve kavramsal düzeyde
de ele alınan hayvan figürleri, Constantin
Brancusi’nin kuş ve balık serisi heykelle
hem de dirisiyle mağara resminden bu
yana sanatsal süreçte bir düş alanı olarak
kullanılan hayvan teması, bu denli geniş
kapsayıcılığı barındırarak, her zaman sanatçılar için son derece çarpıcı, şiirsel ve
tinsel özellikleri ile bir tür dokunulan ve
bulaşılan bir tematik perspektif olarak görülmektedir.
rinde, Henry Moore’un kuzu çizimlerinde
ve heykellerinde, Alberto Giacometti’nin
“Sokak Köpeği”nde, Pablo Picasso’nun resimlerinde ve hazır malzeme kullanarak
kurguladığı çalışmalarında açıkça görülebilir.
60’lı yıllarda da sanatın değişkenleri kapsamında yine hayvan figürünün,
sanatın ‘doğrudan’ nesnesi olarak kullanıldığı görülmektedir. Örneğin Kounellis’in
1969 yılında yaptığı “isimsiz / 12 at” çalışmasında olduğu gibi. Günümüzde ise,
hayvan varlığının konu olarak kullanımına
ilişkin en çarpıcı örneklerden biri de, Damien Hirst’un 1992 yılında gerçekleştirdiği
“Yaşayan birinin zihninde ölümün fiziksel
olanaksızlığı” adlı çalışmasıdır. Bu çalışmada, ölü bir köpek balığı kullanılmıştır.
Toparlamak gerekirse; hem imgesiyle, hem kendisiyle, hem ölüsüyle,
Bana göre; günümüzde bu dokunuşlar medya aracılığıyla katman genişletmiş, görsel ve işitsel enformasyon dünyasında, günümüz neo-liberal ve küresel
ekonomik ilişkiler ağı içerisinde, hayvanın
da konumu değişiklik göstermiştir: Şu an
hayvan ne tapınası özelliklere sahiptir, ne
de doğaya ulaşmada bir araçtır. “La Fontaine hikayeleri” günümüzde son derece
romantik ağıtlar olarak düşünülebilir. Çünkü hayvan teması, medyanın kitle iletişim
araçlarıyla artık Jaws’a, Katil Piranhalara,
Dev Karıncalara, Jumbo’ya ve Dumbo’ya
dönüşmüştür. Bu algısal dönüşümde hayvanlar artık doğada değil; hayvanat bahçelerinde, milli parklarda birer gösteri
canlısı olarak yaşamışlar, evlere, kümeslere tıkılmışlar, böylece doğasından koparılarak izole edilen hayvanlar ve insanlar
arasındaki dünyalar tamamen koparılmıştır. Bu dünyalar ne zaman ki aynı kapıya
çıkar ve gerçek “yüzleşme” ve “karşılaşma” alanları açılır, işte o zaman insan ve
hayvan arasındaki organik bağ da tekrar
açığa çıkabilir ve belki de o zaman insan,
hayvanda kendini görebilir……
Fırat Engin
1http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/05/120508_horse_taming.shtml
2http://www.siirvehikaye.com/la-fontaine-masallari-vehikayeleri-42.html
39
Gökçen Dilek Acay
İstanbul, Türkiye
Edindiğim konuların esasında insanın kendisi var. İnsanın egemen olma ve
kontrol altına alma arzusunu ve bunu tekrarlayan sistemler oluşturmasını ele alıyorum işlerimde. Politikadan, teknolojiye, insanın varoluşunun başlangıcından modern
insana ve bununla beraber gelen sosyolojik mikro alt başlıklara kadar insanlığa
dair her unsuru kendi felsefemle aktarıyorum. İnsanlığın, kendisi dahil, ilişki kurduğu her şeyle bağının ve empatinin zayıfladığını gözlemliyorum. Zayıflayan bağların
getirdiği problemler şuanda insanı bir bütünün parçası olmaktan çok yok eden safhasında tutmakta. Bu da herkes gibi beni
de problemi gözlemleme, kabul etme,
eleştirme ve çözüm bulma sürecine götürüyor. Çalışmalarımı sürdürdüğüm fotoğraftan performansa, videodan programlı
hareketli objelere kadar pek çok farklı
teknik mevcut. Kendi etik değerlerimi göz
önüne alarak hayvanların kendilerini de
video işlerime dahil ediyorum. Bunun yanı
sıra nakış işlerinde hayvan figürlerine yer
vermeyi tercih ediyorum. İnsanlaştırılmış
hayvanlar yada hayvanlaştırılmış insanlar
kullanmak vurgulamak istediğim bir takım
değer kavramlarına teğet geçiyor.
Pedantic, 2014
40
Murderer, 2014
41
Gönül Nuhoğlu
İstanbul, Türkiye
Çekirgeye Övgü
Ey tembellik, uzun süren sefaletimize acı! Ey sanatların ve soylu erdemlerin
anası tembellik, insan kaygılarına merhem
ol! 1
Fabl yabanıl, çılgın, çocuksudur.
Gündelik hayattan ve sokaktan beslenen
bir hikaye anlatma geleneğine aittir. Fabl
sözcüğü Latince’de “fari”den, konuşmak
fiil kökünden türemiştir. Sözlü kültürün
ürünüdür ve bir çeşit “sesi” yazma sanatıdır. Ancak uzaklardan, diplerden duyulabilen, efendilerin kulaklarını tırmalayan,
alaycı, isyankar, neşeli bir sestir bu. Canlı
ve dirençlidir, kuşaklar boyunca aktarılırken değişir ama hep diri kalır. Bu sözlü
kültür türünün kalbinde yatan güç, çoğulluğundan ve açıklığından gelir; Kendini yenileyebilmesinden kaynaklanır. Bu düşüncelerle Ağustos Böceği ile Karınca fablını
günümüze uyarladım. Hatta fabldaki güç
ilişkilerini bütünüyle ters yüz ettim, başka bir değişle ayakları üzerine oturttum.
Çalışmanın erdemliliğini, kapitalist ahlakın
buyruğunu reddederek, aylaklığın sesinden yeniden yazdım hikayeyi. Ağustos
böceklerini ve çekirgeleri, patronlara inat
işi gücü bırakıp hayal kuran işçileri kahramanlaştırdım.
Eleştirel kuramın övgüyle söz ettiği bir karakter var: Adı“işten çalan işçi.”
Asi ve zeki bir tip. Endüstriyel uzama, çağdaş ekonomik düzenin alanına taktiksel
saldırılar düzenliyor. Makineleri, parayı ya
da malzemeleri değil zamanı, aslında kendine ait olan zamanı çalıyor. “İşten çalan
işçi” serbest, yaratıcı, belli bir amaç güt42
meden kendi esiniyle ve yaratmanın hazzıyla, işe yaramaz şeyler icat ediyor. İş ve
boş zaman ayrımını aşarak, hayatı iştahla
kucaklıyor. Ve her şeyden önce bir sanatçı
gibi kendi duyusal canlılığını inşa ediyor.
Çekirgelerim, ekonomi-politiğin
virüsleri “işten çalan işçilere” benziyor.
Onlar da bir kaytarma ve ayartma eylemi
içindeler: Paris’e doğru yürüyorlar. Zarif
kanatları ve çevik bacakları güneş ışığında
gururla ve amaçsızca parlıyor. Ele avuca
sığmaz, uçucu bedenlerini bir enstrüman
gibi ustaca kullanıyor, yoldan çıkartıcı bir
şarkı söylüyorlar: “Dünyayı aylaklık kurtaracak, bir gün işe gitmemekle başlayacak
her şey.” Bir pazartesi sabahı peşlerine
düşmek işten değil.
“Çekirgeler Paris Yolunda” adlı
işim ilk olarak Sirkeci Garı’nda sergilenmişti. İşe giden insanların telaşına karışmış, önlerine çıkmış, ayaklarına dolanmıştı. Şimdi de bütün gücüyle, çalışmanın
mutlak zaferi karşında tembellik hakkını
savunuyor. Kapitalist ahlakın kölelik ilişkilerine teslim olmayı reddediyor. Çünkü
Paul Lafargue’ın Tembellik Hakkı’nda vurguladığı gibi: "Yoksul uluslarda halkın rahatı yerindedir. Zengin uluslardaysa, halk
genellikle yoksuldur.” Özgür halkların ise
“dünyanın tadını çıkarmak, sevişmek,
neşe verici Tembellik Tanrısı’nın onuruna
şölenler düzenlemek için boş zamanları
vardır.”
1 Paul Lafargue, Tembellik Hakkı, 1883.
Çekirgeler Paris yolunda, prinç, 200 adet, yerleştirme, 2009
43
44
45
Horasan
İstanbul, Türkiye
Çarpışma güzel bir isim. Bu isimle bir sergi yapmıştım aslında. Bu çarpışma ismi
bugün ileri gelen çağdaş sanatçıların işlerinden yola çıkarak homajlar üretmekti. O da
benim için bir çarpışmaydı. Evet aslında çarpışma da diyebiliriz buna kesişme de diyebiliriz. Böyle bir durum aslında çok önemsediğim bir durum. Onun da bende yaşam içerisindeki karşılığı şudur; diyelim ki inanılmaz güzel bir haber alırsınız yada beklediğiniz
bir şey vardır yada o gün süzün doğum gününüzdür, fakat bu arada bambaşka bir şey
olmuştur hayatınızda. Üzücü bir şey olması gerekmiyor illaki çok lirik bir şey yaşarsınız
akşam televizyonda bomba gibi bir haber duyarsınız. Hayat da böyle bir şey benim için.
Çarpışmalarla daha doğrusu kesişmelerle oluşuyor. Neyin ne zaman geleceğini nasıl üst
üste bineceğini hiçbir zaman bilemeyiz. Bu bilinmezlik aslında hem sürprizlere gebedir
güzel bir şeydir hem de direncimizi arttırmamız için bir nedendir aslında. Benim için bu
kesişmeler çok önemli. Yapıtlarda da bu kesişmelere önem veriyorum. Bazen bir zemin
atıp onu bırakıp unutmak istiyorum daha sonra tekrar geri geldiğim zaman nerde kaldığımı bilmemecesine devam etme isteği bu. Bu kolajlarda da öyle. Sulu boyaları yapıyorum,
Kağıda toz pastel, 35x49,5cm, 1997
46
o kururken başkalaşıyor bir gün sonra atölyeye geldiğimde çok büyük merakla geliyorum. Çünkü o boyalar kururken başka alanlar yaratıyor, hiç beklediğim gibi şeyler çıkmayabiliyor bazen. Sonra onları sağa sola ters çeviriyorum nasıl daha güzel olduklarını
anlayabilmek için onları tekrardan kodlamaya çalışıyorum. Arkasından kestiğim işlerden
bir daha hamle yapıp başka bir kesişme alanı yaratmaya çalışıyorum. Aslında bu hep bir
süreç. Yani burada bir bitişten bahsedemeyiz. Süreç devam ettiği için o sürecin siz de
bir yerde seyircisi oluyorsunuz. Ve o güzel bir şey benim için eğer olunabiliyorsa. Seyirci
olarak siz de orda katılım sağlıyorsunuz. Belki siz devam ediyorsunuz yapıta çalışmaya.
Aslında bu kolaj işlerde işte kesin sonuç diye bir şeyden bahsedemeyiz. Her türlü ihtimal
olabilir. Sadece rastlantı gibi görünen bu işler tabi ki birçok kodlamadan ibaret buraya
geliyorlar, fakat sonuçta bizde rastlantı duygusu oluşturuyor. Tabi sanatta rastlantı nedir
ne değildir bunu konuşmak çok uzun olur. Ama ben burada tabi sadece rastlantıymış gibi
izlenim bırakmak istiyorum. Çünkü rastlantı olduğuna zaten inanmıyorum açıkçası.
Kağıda toz pastel, 35x49,5cm, 1997
47
Hüseyin Arıcı
Ankara, Türkiye
Omurgasızlar
İnsan hikayelerini omurgasız canlılarla (sülük, kurt, solucan vs.) anlatma
yoluna giden sanatçı, çoğunluğu iğrendirse
de insanı bu canlılarla aynı kefeye koymayı tercih etmiştir. Kendi türüne karşı aşağılık bir eleştiri gibi gözüken bu ironinin
temelinde yatan gerçeğe baktığımızda,
yeryüzündeki tüm canlıların eşitliğinden
insandaki kibrin ve komplekslerin kendini
diğer canlılardan ayırdığı savunmasını görürüz. Çoğunlukla insana özgü çabaları bu
canlılarla anlamayı hedeflediği serisinde,
konuyu hayvanların kendi ağızlarından sunarak, serinin parçalarını tamamlamıştır.
Hikayelerin ayrıntısını serinin her bir yapıtında farklı metinlerle anlatmayı tercih
etmiştir.
Yukarı Daha Da Yukarı
‘Topraktan çıkıp üzerinde gezinmeye başladığımız andan itibaren, yukarı
hatta daha da yukarı çıkabilmek için tüm
gücümüzü sarf etmeye hazırız. Hedefe
ulaşmak için bizi güdüleyen şey, yukarıda
neyin olduğundan çok aşağıda kaç kişinin
kaldığı ya da kaç kişinin üzerinde olduğumuz.’
Sıradan Solucan
48
49
İlke Kutlay
İstanbul, Türkiye
TÜYB, 190x140 cm, 2014
TÜYB, 190x140 cm, 2014
50
TÜYB, 190x140 cm, 2014
51
Manbor
İstanbul, Türkiye
Manbor 2011 yılında kurulmuş bir sanatçı "duo" sudur. Farklı üretim biçimlerini
Şevket Sönmez ve Boran Erem'in yarattığı "anonim" bir sanatçı kimliği üzerinden devreye
sokan Manbor, dijital medya sanatından klasik atölye süreçlerine geniş bir yelpazeye
yayılan faaliyetlerini İstanbul'da sürdürmektedir.
İnsanlık tarihi aynı zamanda insanın doğaya yabancılaşmasının tarihidir.Nüfusun
çoğunluğunun kentlere yığılması sonucu bugün artık doğal yaşam alanına eklemlenen
yapay bir 'doğa'dan söz edebiliriz. Bu yapay doğa içinden bakıldığında bütün varlıklar
belli düzeyde biçim değiştirmektedir.
Manbor sanatçı duo'su; işlerinde kentleşmiş dünyanın semptomlarından biri olarak kabul edilebilecek popüler kültür dünyası imgelerinden bazılarını kullanarak doğal
ve yapay görünümler arasındaki anlam karşıtlıklarına vurgu yapmayı amaçlıyor. Av hayvanı olarak tüketilen bir canlının modern dünyada sembolik bir dövme figürü olarak aşk
ve benzeri kavramların temsilinde işlevselleşmesi ilginçtir.Biyolojik varlığıyla bütünüyle
tahakküm altında bulunan canlıların imgesel düzeyde de bu düzenekten muaf olmadıkları ortada. Günümüz safarileri uzun menzilli silahlar yerine gelişmiş fotoğraf makineleri ve
objektiflerle yapılıyor.Sms sembolü zarf nesli tükenmekte olan tropikal kuşlarla beraber
renkli dövmeler olarak bedenlerimizin ayrılmaz parçası artık.Her imge bir 'anı'ştırma
olduğuna göre Manbor'un burada temsilin temsiline yada bir anının anısını ifşa eden
görünümlere eğildiğini söyleyebiliriz.
Sembol, C print, 2014
52
53
Mustafa Kula
Kırşehir, Türkiye
Benim çalışmalarımda da sıklıkla
hayvan figürlerinin, insan davranışlarını
sergilediklerini görmek mümkündür. Hayvanlar davranışlarını perdeleyecek, gizleyecek bir zihinsel örüntüye sahip değillerdir. İnsanlar ise yapay, mekânik bir dünya
oluşturabilmektedir. Dolayısıyla insanın
gizlemek istediği duygu ve davranışları bir
hayvan üzerinde gözlemlemek, izleyiciye
daha kolay, daha kabul edilebilir gelebilir.
Böylece insanın bazı ilkel yönlerine eleştirel bakabilmek olası hâle gelir.
Bir atın duruş biçimi göz önünde
bulundurularak “asil”, tilkinin “uyanık, sinsi, cin fikirli” vb. şekilde adlandırılmaları
aslında insanın bazı özelliklerini hayvanlara yüklediklerinin de göstergesidir. Çalışmalarımda da tüm bu düşünceler doğrultusunda insanı farklı bir yorumlayışla ele
aldığım söylenebilir.
Mustafa KULA, 2015
Sansür, 150x200 cm, TÜ Akrilik, 2012
İnsanın kimi zaman bastırılamayan, ertelenemeyen ilkel içgüdüsel davranışları vardır. Freud’a göre içgüdüler,
doğuştan getirilen, tipik davranış örüntüleridir. Hepimiz doğuştan cinsellik ve saldırganlık güdüleriyle dünyaya gelmişizdir.
Benzer şekilde Carl Gustav Jung da birçok nesil tarafından sürekli tekrarlanmış
yaşantının zihindeki kalıcı tortusuna “arketip” adını vermiştir. Gölge arketipi insan doğasının ilkel ve hayvansal yönünü
temsil eder. İnsandaki günah kavramından sorumludur. Dış dünyaya saldırganlık,
toplumun onaylamadığı duygu, düşünce
ve eylemler olarak yansıtılır. İnsan davranışlarını inceleyen bilim insanları, insanın
ilkel ve hayvanî birtakım yönleri olduğunu
ifade etmekte ve bu yönleri ortaya attıkları kişilik kuramlarıyla açıklamaktadırlar. Genel olarak bakıldığında ise insanın
hayvanî yönlerini ne kadar bastırırsa o
kadar uygarlaşacağı yönünde de ortak bir
algılayış gözlemlenmektedir.
54
55
İntihar, 50x70 cm, TÜYB, 2014
Koç, 70x50 cm, TÜYB, 2014
56
57
Necla Rüzgar
Ankara, Türkiye
Necla Rüzgar'ın son eserleri bize bir peri masalını anımsatır. Fakat, sıradışı hiper-gerçekçilikleri ile heykeller, yaşam soluğunun tam kalbimize, bir sel gibi akması arzusundadır. Dolayısıyla, gerçeklik parçalara ayrılır, bir kısmı peri masalı, bir kısmı kabus
olur. Bu belirgin kırılma, düşünsel olarak özgürleştiricidir ve
yolu iyiliklere doğru açabilir.
Albert Camus, en güzel cümlelerinden birinde, Sisifos'u mutlu birisi olarak algılamamız
gerektiğinden söz eder; çünkü "zirvelere karşı yürütülen mücadelenin kendisi bile, bir
insanın kalbini doldurmak için yeterlidir."1
Susann Wintsch
1 “Karanlıkla Yüzleşmek: Necla Rüzgar’ın Çarpıcı Heykel Dizisi”, Fauna Kataloğu, Galeri Nev Yayınları: 2014.
Her Gün, Bir Yerde, Birileri, 2013, polyester, yağlı boya, vernik, 3+2 edisyon, 11x38x3 cm.
Hepsiyim, 2014, polyester, yağlı boya, vernik, 39x48x35 cm.
58
59
Özgür Ballı
Ankara, Türkiye
TRANSFORM
'Transform 'un kelime anlamı, biçimi değiştirmek, dönüştürmek, tahvil etmek1
anlamlarına gelmekte olup; kelimenin ilk anlamında ortaya çıkan bu dönüşümün , Transformizm kavramındaki canlı varlıkların metamorfik evrimsel değişim ve dönüşüme uğradıkları, sabit ve değişmez olmadığı, sürekli devinim halinde güncellenen ve yavaş yavaş
kaybolup,çağıl ortama yeniden uyarak değiştikleri söylenebilir. Tavuk kemiklerinden
hayali bir dinazor iskeleti inşa edilmeye çalışıldığı 'Transform' adlı çalışmada bu değişim
döngüsel olarak ele alınmaktadır.
60
Tavşan, Kurbağa, Fil, Yılan, Dijital Manipülasyon, 4 adet 120x120cm, Ofset Baskı, 2015
1 http://www.nedirnedemek.com/transform-nedir-transform-ne-demek Erişim Tarihi: 27.02.2015
61
Sevgi Usta
Ankara, Türkiye
Dünyanın her yerinde, özellikle
feodal yapının gücünü koruduğu
bölgelerde kadınların çeşitli gerekçelerle öldürüldüğü bilinen bir gerçektir.
Kadına yönelik şiddet içerikli davranışların,
her bir ırk, kültür, din, ulus ve ideolojilerdeki
erkekler tarafından yapıldığını ve kadınların insan
olarak değil sadece bir nesne, bir ödül ve hatta bir
savaş hatırası olarak her türlü şiddete maruz kaldıklarını göstermektedir… Yaşanılan tarihsellik bağlamında,
kadın erkek ilişki biçimleri, karşıtlık durumu olarak ele alınmış ve kadın bir cins olarak karşı cinsi erkek, erkek ise kadını görmüştür. Bu ikiliğin var olması, durumu ezme ezilme biçimi
şekline dönüştürerek, erkek cinsiyetinin kadın cinsiyetini yok etme
sürecine gelinmiştir. Özsel durumların kültürle, kendine sanat nesnesi
seçmesiyle beraber, kadının varlık durumu olarak yok edilme biçimi de
bu tarihsellikte yerini bulmaktadır.
İnsanca ve eşit bir şekilde var olma savaşımı, içinde bulunduğum süreçte, sanat aracılığı ile ifade etmeye çabalıyorum..
62
"Kuzgun Yemeği" ,98*152, tual üzerine akrilik, 2014
63
Şevket Arık
Ankara, Türkiye
“Her şey senin içinde ”
İnsan mizacını neye borçlu?
Doğadan kopuş ne zaman başladı?
İçimizdeki hayvan evcilleşti mi?
Biz hep doğadan rol mü çaldık? Yoksa doğamız mı böyle?.....
Artık doğayı anlamak için daha
fazla sebebimiz var. Çünkü doğadan kopuş
sürecinde öyle bir noktaya geldik ki, mizacımızın ne olduğunu bile belirleyememekteyiz. İnsanlar arasında anlam arayışı belirsiz bir süreklilik halinde devam etmekte.
Her şeyin başlangıcı olan doğa, her şeyin
tanımlayıcısıdır aslında. Oysa ki biz, insani
tanımlar üzerinden yarattığımız durumlarla, bencil bir varlık olduğumuzu bütün ihtişamımızla göstermekteyiz. Vahşi hayvanlardan kaçarak sığındığımız ilk ağaç, evimiz
oldu. Sonra sabırla bekledik, dallardaki
bütün yaprakları tükettikten sonra, bir sabah baktık ki inmek için güvenli bir gün
doğmuş. Bir hesap, bir plan yapmalıydık.
Çünkü bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçlarımızın peşine düşmeliydik. Biz ve vahşi
doğa arasında bir hesap işliyordu, böyle
olmayacaktı, insan olmanın kudreti doğaya meydan okumaktan geçiyordu. Doğanın
her denge arayışı bizim için felaket sayıldı.
Biz de kendi güvenli mega kentlerimizin
inşasına başladık. Sonra arkası gelmeyen
büyük medeniyetler inşa ettik. Ve hala dur
durak bilmeden dünyayı dizayn etmeye
devam etmekteyiz.
Tarih boyunca kendimizi hep hayvanlarla kıyasladık. Yaban hayattan korkarak, ardımıza baka baka kaçarak kurduğumuz bu medeni dünyaya o kadar hızlı
koştuk ki, artık bu koşu anlam değiştirdi
ve dünyaya meydan okumaya kadar geldi.
64
Sonra bir şeyleri anlamak için durduk ve
artık tanrıyı inşa ettiğimizi anlamaya başladık. Doğadan kopmasaydık beklide asla
gerçek bir tanrı fikri yaratamayacaktık.
Belki de aklı taşıyor olmanın sorumluluğu,
bütün bu serüvende bizim konumumuzu
ve kaderimizi belirledi. Öncülü ister evrim,
isterse yaradılış olsun, sonuç insanın mizacı ise, onu belirleyen uygarlığın tarihine
bakmak lazım. Bizi inşa eden hayvan yanımız ise neden bu kadar doğaya yabancıyız. Eğer insan olmanın gereğini yaptığımıza inanıyorsak, artık bizi durduracak
hiçbir güç yok gibi…
Son dönem izlediğim belgesellerde doğanın detaylarına bakınca gerçekten
hayranlık duymamak elde değil. Sadece
bir izleyici olarak bakabildiğimiz bu çeşitlilik karşısında, övündüğümüz medeniyetimiz bu kadar cazip değil. Aklın olasılıklarıyla aradığımız bütün anlamlar karşısında,
doğanın kendiliğinden işleyen mükemmelliğinin anlamı her seferinde baskın geliyor.
Peki tek hücreli bir canlı olarak başladığını
var saydığımız bu süreç nereye evirildi?
Kültür üzerinden medeniyet adına neyin değerlendirmesini yaparsak yapalım,
dönüp tekrar doğaya bakmak gerekiyor.
Çoğu zaman teselliden ve özlemden ibaret olan doğa yaklaşımı, asla içinde kalamayacağımız kadar uzak görünüyor. Asla
zorluklarına talip olmadığımız koşullar,
konforumuz bozulmadan içine girip çıktığımız başkalaşmış bir ortama dönüşmüş
durumda.
Son dönem çalışmalarımda ele
aldığım, kendi karakterimiz üzerinden
tanımladığımız hayvan karakterleri, neredeyse evrensel benzerlikler içermektedir.
Tıpkı insanlar olarak birbirimize yaptığımız
Bombardıman, TÜ Akrilik, 150x150cm, 2013
65
Göktaşı Ayini, TÜ Akrilik, 150x150cm, 2013
66
gibi, onları da kendi karakterlerimizin bir
parçası yaptık. Neredeyse en çok faydalandıklarımızı en çok aşağıladık (tavuk,
eşek, koyun, inek, vs). Fakat en çok korktuklarımızı en asilleri yaptık (aslan, kaplan, ayı, kurt, vs). Haddimizi çok aştık ve
tüketeceğimiz her şeye saldırdık, avladık.
Çünkü yaratılan ya da var olan her canlının
insanın hizmetinde olduğu fikrine inandık.
Peki bu kadar cömertliği hak ettiğini düşünen biz insanlar kimin için varız. Bütün
bunlar tanrı bizi görsün diye mi? yoksa zamanda sürekli ilerleme arzusu mu? En iyi
cevap insan aklının hiçbir cevapla yetinmediği gerçeğidir.
Evcilleştirdiğimiz bir çok hayvan
ile yüksek derecede çıkar ilişkisi kurmuş
bulunmaktayız. Çünkü hepsinden bir çıkarımız mevcut. Hatta öyle ki, insanlığımızın
tesellisini bile onlar üzerinden aramaktayız. Bütün bunların basit bir hayvan sevgisi
ve doğayla olan saf bağımız olarak görmüyorum.. Elbette ki bir diyalog gerekli ama
bu bizim bütün kurallarını belirlediğimiz
bir diyalog değil. Doğanın kurallarının içinde kendi yerimizi aramamız gerekiyor. Biz
kendi medeniyet kalelerinden bu oyunu
sürdürürken, doğa bizimle hesaplaşmak
için her zaman bir yol bulmaktadır. Doğanın felaketi, düzenin adaleti için bir denge
arayışıdır.
Asla kendi gerçeği ile yaşamayı
düşünmediğimiz hayvan imajları, konforlu yaşam alanlarımızda gururla ruhumuzu
okşayan medeniyetimizin başarısının temsili niteliğinde. Aynı zamanda kat ettiğimiz
mesafenin de bir göstergesidir. Atalarımız
tarafından temelinde din ve büyünün etkisiyle tasvir edilen yaban hayat imajları,
artık etkisinden büyük ölçüde kurtulduğumuz korkuların romantik tasvirleridir.
Yaban hayat, iyi ki evdeyim hissiyle karşımıza koyduğumuz, medeniyetin mücadelesinin bir sembolüne dönüşmektedir.
Uygarlığın doğayı kontrol etme çabalarının
sembolik göstergeleridir. İçgüdüsel olarak
korkularımızın kaynağı olan vahşi doğaya
karşı, konumumuz artık sarsılmaz niteliktedir.
Ne birebir içinde olduğum ne de
sürekli gözlemlediğim bir doğanın içerisindeyim. Her şeye, kent koridorlarında
dolaşıp duran, medeniyet postu giymiş
sanallıkla bakıyorum. Aradığım her gerçeklik fikri, sadece kafamda kurguladığım
kadar gerçek oluyor. Bağımlısı haline geldiğim sanallık, artık kendi doğam haline
geldiği için, yaşadığım ve tükettiğim her
şeye aynı sanal değeri biçiyorum. Seçtiğim
bütün vahşi hayvan figürleri de aynı sanal dünyadan ulaştığım imajlardan ibaret.
Ama onları dünyama bu şekilde de olsa
kattığımda, içimdeki bir çok şeyi harekete geçirdiklerini söyleyebilirim. Doğanın
karakterine temas eden ve özünde neyin
parçası olduğumuzu hatırlatan bir samimiyet inşa ettiğim söylenebilir.
Sanatsal süreçte nesnel gerçeklikten, soyut ve kavramsal gerçekliğe evirilmiş bulunmaktayız. Tinsel bir varlık olarak
piramidin tepesinde egomuzu okşayarak
yaşamaya devam etmekteyiz. Doğa ve
hayvan tasvirlerinin ilkel benliğimizin bir
uzantısı olduğunu söylemek yanlış olmasa
gerek. Ancak şimdiki medeni dünyamızın yaklaşımı atomik bilincin evrimini bile
deşifre ederken, bu ilkel kaygılarla doğa
anlayışı pek anlamlı gelmeyebilir. Beklide
hiçbir şeyi yargılamadan koşullara adapte
olarak yolculuğa devam etmek en güzeli.
Fakat ‘doğa’ her zaman en güzel teselli
alanı olmaktadır. Eğer biz suçluysak, doğayı da kendi gibi davrandığı için suçlamaktayız. Ve vahşi olanın görüntüsü bizim
doğayla olan mesafemizi göstermektedir.
Evcil olanın görüntüsü ise; varlığımızı sürdürmek için inşa ettiğimiz ‘faydacı’ anlayışın göstergeleridir.
Şevket Arık
67
Tan Taşpolatoğlu
İstanbul, Türkiye
68
Terk Serisi, karışık teknik, 28x28 cm, 2013
69
Yiğit Altıparmakoğulları
İstanbul, Türkiye
İnsansız Zaman
Kimi zaman tedirgin bir dinginlik
vardır sokak köşelerinde. Kedilerle kargaların çöpteki yemeği bölüştüğü, duvardaki
yazıdan çok duvarın üzerindeki çatlakların
belirgin olduğu, belki gözleyen bir kişi dışında sokakta kimsenin olmadığı zamanlardır bunlar. Biri oradan geçerken, kedi
şöyle bir kafasını çevirir, karga şöyle bir
uçar ama hemen geri konar önceki yerine. Bu insansız bir zaman mıdır? İnsanın
izlerini taşıyan, insandan öncesine değil,
belki bir felaketin sonrasına ait bir zamandır. Ya da her şeyin, insana ait zamanın
bile geri çekildiği bir zaman. Hayvanların
barış içinde ekmeği paylaşması, belki de
insanın kendisiyle verdiği bir savaşı yansıtmaktadır. İnsansız sokağın dinginliği, insanın içindeki boşluğun dışarıya akmasıdır;
boşuna bir savaşla doldurmaya çalıştığı
bir boşluğun. Boşunadır çünkü insan hiçbir
zaman ait olamayacağı gerçek bir dinginliğe, doğaya ait olmak için savaşmaktadır.
Kaderindeki bu kabullenmezlik, içindeki
boşluğu daha da büyütmektedir; o büyüdükçe de, dinginlik daha da tedirgin edici
bir hale gelmektedir.
Kargalar, 15x21 cm, Kağıt Üzerine Ekolin, 2013
70
Yiğit Altıparmakoğulları’nın resimlerinde de sanki insanın her an müdahil
olacağı böyle bir tedirgin dinginlik vardır. Bedeninden ayrılmış gölge, dışarıdan
resme dahil olmaya çalışıyor gibidir. Bu
çaba, resimde dondurulmuş ana hareket
katmaktadır. Renkli gölgeler halinde resimlerde dolaşan siluetler, antik bir çağa
ait barışı ve uyumu arıyor gibidirler. İnsanlarla hayvanların sonsuz bir uyum içinde
yaşadığı o çağın bir daha geri gelmeyeceğini bilen ressam, bedensiz gölgelerin
gerçek anlamda resme dahil olmasına izin
vermez. Bedensiz gölgeler resme sızmaya
çalışırken, gölgesiz bedenler de, onları
canlandıracak ışığı aramaktadır. Belki de
bitmeyecek bir antik öykü olan insanın
umutsuz ama zorunlu bu çabasını sezen
ressam, insanı, kendisine kara kanatlarını
açan insansız bir bilgeliğe emanet etmeyi
seçmiş gibidir.
MehmetBarış
İstanbul, 2015
Kargalar, 80x60 cm, TÜYB, 2013
71
www.artesanat.org
72