2015 Eğitim
Transkript
2015 Eğitim
1989 Türk Dili ve Edebiyatı Zümresi Yayını Yıl: 2015 -Sayı: 13 HER ŞEY ŞİİRDİR Her şey şiirdir, uğultusu rüzgarın Bir ırmağa usulcacık yağan kar Her gece okunan bir dua çocuklukta Gökyüzünde bölük bölük turnalar Her şey şiirdir, sevinç ve kader Dünyada olmak duygusu... Kıyıda, ıssız kayalarda Kendi başına ışıldayan su Her şey şiirdir, şimdi, şu anda Ak kağıt üstünde dolanan elim Karşıki avluda salınan söğüt Yandaki odada uyuyan bebeğim Her şey şiirdir, çağrısı aşkın Bahar toprağından yükselen tütsü Umut ve acı, başlayan ve biten, Yağmurun ve akıp giden hayatın türküsü Her şey şiirdir ve bir gün belki İlk aşkım, ilk göz ağrım şiir Koynunda ona yazdığım mektuplar Bir yerlerden çıkıp gelecektir... Ataol Behramoğlu – İçindekiler – Çan Demeden Çanakkale- Suzan Nur Sungur 3 Dil-Kültür İlişkisi İnkar Edilemez- Özgü Gümüştekin 4 Kültürün Yankısını Dil Duyar- Başak Ceyhan Kadamba Ormanı- Su Ergül 5 Paranın Efendisi Anarşist Banker- Yeşim Kumbaracı 6 ODTÜ GELİŞTİRME VAKFI EĞİTİM HİZMETLERİ A.Ş Bir Beyaz- Şebnem Türe 7 Adına Sahibi Deniz Keskin Kurucu Temsilcisi Keşkeler...- Pelin Demir 8 IŞIYAN SAYFALAR Ankara Okulları Genel Müdürü Dr.Nevzat Adil Okul Müdürü Sema Aydın Keykan Seçici Kurul A. Tuğba Ataoğlu Basın Yayın ve Medya Kulübü Dizgi Anıl Berk Bozkurt Grafik, Tasarım Anıl Berk Bozkurt Baskı Elma Teknik Basım Matbaacılık Tel: 312.229 92 65 Fax: 312 231 67 06 elma@elmateknikbasım.com.tr Bu dergi 2140 sayılı Tebliğler Dergisi’nde belirlenen Esaslara göre hazırlanmıştır. Yusuf Demirkol’la Röportaj- Uğuray Varlı 9-10 Kanada- Can Soygür 11-12 Egemen Ünal’la Röportaj- Merve Çetiner 13-14 Modern, Yeşil ve Mutlu: Den Haag- Umay Eren Ertekin 15-16 Biz- Emine Aybala Deniz 17-18 Kutadgu Bilig’de Bir ‘‘Değer’’ Olsaydım... Lütfen Sakin Olunuz-Defne Akşit Yağmurdan Kaçanlardan mısın?- Şebnem Türe 19 20-21 22-23 MAYIS 2015 , IŞIYAN SAYFALAR ÇAN DEMEDEN ÇANAKKALE Umut, her zaman vardır ve her daim olacaktır. Aslında umut, herkes için farklı anlamda olabilir çünkü sihirli bir sözcüktür, nefes almak kadar önemlidir. Nefes almak... Bomba ve mermi seslerinin gök gürültülerine karıştığı o anda, iki sıra öndeki dostunun soğuktan çatlamış dudakları arasından çıkan tiz çığlık sesini duyan bir askerin yere düşen mermileri toplayıp, ateş almayan tüfeğine koymaya çalışırken duyduğu o ölüm fermanı anında almaya çalıştığı o nefes kadar önemlidir işte. Umutlarımızın bile aynı olduğu o andır işte. Düşmanın kanının fark etmeden bizlere karıştığı o kan lekeli gömlekleri bulup yavuklusuna yetiştirmeye çalışan köylü kadının günlerce aradığı hazinesidir işte o umut. 19 Şubat 1915 Seddülbahir ve Kumkale’nin bombalanması ile başlamıştır savaş. Batırdığı gemiyi göremeden diğer geminin attığı topla şehit olan, üstüne yağmur mu kurşun mu yağdığını önemsemeyip hiçbir itiraz etmeden birinci sipere geçen ve yerine geçtiği askerin bıraktığı cılız boşluğa bakarken can veren o şanlı Türk askeridir bu destanı dünyaya tanıtan. Askerimizin cesur kanını tadan o topraklar sahiplenmemizi istemiştir bu vatanı. Evlatlarının şehit haberini bekleyen, varını yoğunu milletine adamış o yüce yürekli insanların sesidir bu ülke. Savaşa gitmesin diye kendi canını vermeye razı olan sevdiklerinin gözyaşlarıdır, titreyen çocuğunun üstünü örtecek bir battaniye bulamayan yokluk içindeki annenin yüreğinin sızısıdır bu ülke. Millettir bu ülke. Toprağı Mehmetçiklerden oluşan, onların kanıyla ve ailelerinin yaşıyla sulanan, hep yukarda ama toprağının rengiyle dalgalanan bayrağıyla hep yaşayacak olan o asil ulustur işte Türkler. Yavuklusu Ayşe’ye yazdığı mektubu bir İngiliz askeri tarafından ölü bedeninde bulunan Mustafa’dır. Bu ulus, en çok madalya alan askerlerden oluştuğu için en kahraman alay olarak kabul edilen 57. Alay’ın askerleridir. Bu efsane Alay, Yarbay Mustafa Kemal ve Binbaşı Hüseyin Avni Bey tarafından eğitilmiştir. 57. Alay, 25 Nisan 1915 sabahı düşman çıkartmasının haberini alan Mustafa Kemal’in komutasında, 3000 subay ve askeri ile, kendisinden çok daha kalabalık düşman gücüne karşı Conkbayırı’na doğru hareket etmiş ancak buradaki çatışmalarda askerinin yaklaşık üçte ikisini kaybetmiştir. Sonrasında çeşitli cephelerde çatışmalara katılmaya devam eden 57. Alay’ın asker sayısı 260’a kadar düşmüş, kalan askerler de esir alınmıştır. Şunu da bilmenizi isterim ki dünyanın en kahraman alayı olarak anılan 57. Alay’ın kahraman Mehmetçikleri anısına Türk Ordusu’nda 57. Alay bulunmamaktadır. Bu vatan “Ben size taarruzu emretmiyorum, Ölmeyi emrediyorum!” diyen komutanın ve ölmeden mezara giren Mehmetçiklerin vatanıdır. Ve bu savaş her iki taraftan yaklaşık 250.000 insanın dünyada ölümü, yüreklerde yaşamasıdır. Sonuçta, düşmanı Anafarta’dan indiren, kahraman, akıllı ve asla pes etmemeyi bize öğreten kumandanımız Mustafa Kemal Atatürk ve O’nun cesur Mehmetçikleridir bize umudumuzu veren. O’dur milli şuurumuzu yaratan ve O’dur Çanakkale’deki en büyük ve asil kahraman. Çanları çaldırmadan Çanakkale’yi kazanan. Suzan Nur SUNGUR 9-B 3 Dil-Kültür İlişkisi İnkar Edilemez Her kültürde olduğu gibi, Türk kültüründe de yaşanılan hadiselerin, bazı deneyimlemelerin sonucuna bağlı olarak bir sonraki nesillere öğüt verme amacı ile söylenmiş, kalıplaşmış, ardından da konuşma ve yazı diline kabul edilmiş bazı sözler vardır. Bunlara atasözü ve deyimler denir. Daha önce de değindiğim gibi, deyim ve atasözleri dilimize yaşanmış olaylardan çıkarılan bazı sonuçların aktarılması amacı ile girmiştir. Benzer deneyimler, birden fazla yörede yaşanabilir ancak etkisini dile farklı gösterir ve farklı yansıtılırlar. Örnek olarak bir atasözünün eş veya zıt anlamlısının olması gösterilebilir. Bu, bir olayın yaşanılan bölge ve o bölgedeki kültürün etkisiyle dile farklı girdiğini gösterir. Mesela, demir işlemeciliğinin yapıldığı bir yörede; ‘İşleyen demir, pas tutmaz.’ atasözü ortaya çıkarken, dere kenarı olan bir yörede yine aynı anlamda olan ‘Akan su yosun tutmaz.’ atasözü ortaya çıkmış olabilir. Yine aynı şekilde; dağlık, ayı görülen bir bölgede ‘Ahlatın iyisini ayılar yer.’ ortaya çıkarken, hayvancılık yapılan bir bölgede, ‘ Keçinin uyuzu, çeşmenin gözünden su içer.’ atasözü ortaya çıkmış olabilir. Bundan farklı olarak, zıt anlamda da kültürün etkisi vardır. Örnek vermek gerekirse; ‘ Davul bile dengi dengine çalar.’ atasözünde insanların kendileri ile eşit nitelikte olan insanları hak ettiği anlatılmakta. Dikkat ettiğimiz zaman davulun çıkardığı sesin ‘dengi dengi’ olduğunu anlayabiliriz. Yani, bu atasözünün de davul ile ilgili olayların yaşandığı, örneğin düğün veya eğlence olan bir yerde, kullanılmış olabileceği çıkarımında bulunuyoruz. Sonuç olarak; Yaşanılan coğrafyanın, bazı örf ve adetlerin de etkilerini içerisinde barındıran kültür, dilde ve dil içerisinde kullanılan bazı kalıplaşmış sözlerde çok büyük ve inkâr edilemez bir rol oynar. Özgü GÜMÜŞTEKİN 9-G 4 Sözlü Kültürümüzün En Güzel Örnekleri Manilerden Seçmeler Kaybolmadan bilememiş İnsan sevdiklerinden değerini Zannedermiş yanımdadır Kayıp bir düş misali Uçar gidermiş gibi Damla Çivici 10-G Gönlümde uçar güller Gözlerimde menekşeler Hiç ağlamasam bile Sana kavuşmak ister. Doruk Gerçel 10-F Gemi gelir açıktan Balık yenmez kılçıktan Ben beklerim yarimi Yarim gelmez uzaktan. Korcan Küçüköztaş 10-A MAYIS 2015 , IŞIYAN SAYFALAR Kültürün Yankısını Kadamba Ormanı Dil Duyar Dil toplumun bir ürünüdür ve dilin sınırlarını kültür belirler. Belirlenen bu dil, kültüre yansır. Örneğin “Aç it fırın yakar.” atasözünde insan köpekle özdeşleştirilmiştir. Geçmişte köpeklerin değer görmediklerini ve aç bırakıldıklarını, bunun sonucunda da vahşileştiklerini görebiliyoruz. Hayvanlara sevgi ve saygının o zamanlarda baskı olmayıp ilgi görmediklerini anlayabiliyoruz. O dönemde köpeğin insana benzetilmesi de insana hayvan muamelesi yapıldığını, alt sınıftan insanların umursanmadığını ve onlara insan gibi davranılmadığını çıkarabiliyoruz bu atasözünden. Ayrıca fırın sözcüğü de burada “otorite sahibi olan yer ve kişiler” anlamını taşımaktadır. Sonuç olarak insanların açlıktan köpekler gibi vahşileştiklerini, ve çeşitli isyan hareketlerine ön ayak oldukları görülebiliyor. Açlığın ve yoksulluğun getirdiği hırs ve öfkeyle insanlar kendilerini yöneten hükümet veya krallıklara karşı geliyor ve çeşitli isyan hareketlerinde bulunuyorlar. Fransız İhtilali, İrlanda Büyük kıtlığı(1984) ve Mısır Ekmek İsyanı (1977) gibi direnişler açlık yüzünden ortaya çıkmış ve otorite kaynaklarına büyük zarar vermişlerdir. Bu atasözü bu tip milletler tarafından oluşturulmuş olabilir. Diyebiliriz ki dil bir ayna görevi görüp kültürü yansıttığı su götürmez bir gerçektir. “Keskin sirke küpüne zarar.” atasözünde ise keskin kelimesi öfkeli anlamında kullanılmıştır. Sirke ile insan soyutlanmıştır. Fazla asitli sirke kendi kabına zara verdiği gibi aşırı öfkeli insan da kendi bedenini zedeler, yıpratır. (Ayrıca öfkenin karaciğere ve kalbe zarar verdiği kanıtlanmış bir gerçektir. ) Öfkeli insanın sirkenin kullanılması ve yapılma yöntemlerinin(fermentasyonmayalanma) bilindiği ve önemli bir yerinin olduğunu gözlenebilir. Son olarak da sirkenin topraktan yapılma küplerde saklanması o dönemde seramik sanatının mevcut ve aktif olduğunu gösterir. “Uyuz olmayan kaşınmaz.” atasözünün uyuzluk vakasının çok görüldüğü bir dönem ve coğrafyada oluştuğu ve belirtilerinin neler olduğunu anlayabiliyoruz. “Yuva yıkan onmaz.” Bu atasözü ile aile ortamına önem veren bir toplum ve coğrafyadan çıkmıştır. Ailenin önemi, öncelikli ve yapıcı olduğunu çıkarabiliriz bu atasözünden. Sonuç olarak diyebiliriz ki dil kültürü hem kurar hem de geliştirir. Ayrıca kültür hangi alanda eğilim gösterirse dil de o yönden zenginleşir. Başak CEYHAN 9-G Kadamba Ormanı’nın insanları meraklı gözlerle Tanrıça Dunga’nın her zamanki gibi kaplanının üstünde birden fazla elinde birbirinden farklı silahlarıyla ormanın etrafında gezmeye başlamasını bekliyordu. Kadamba topluluğunun kuruluşundan beri Tanrıça Dunga bu şekilde onları korumuş ve onlara iyinin kötü üzerindeki zaferini tattırmıştı.İnsanlarıyla her zaman ilgilenir; onların sorunlarını dinlerdi. Oysa ki bugün ortalıklarda görünmüyordu.Saatler geçtikçe insanların içini bir panik dalgası sarıyor, geceyi nasıl geçireceklerini düşünüyorlardı. Hava karardıktan sonra Kadamba Ormanı’nın çevresinde tehliklerin dolaştığını biliyorlardı, ancak kötülük Tanrıçası Dunga’nın yıllardır istediği tahtına geçmeye çalıştığından bihaberlerdi.Kadamba sakinleri korkuyla evlerine çekilirkenTanrıça Dunga ormanın en derin noktasında; insanların gitmeye korktuğu bir noktada yüksek bir kulenin içerisinde Kali’ye direnmeye çalışıyor ve her bir direnişte başarısız oluyordu. Aylar yıllar geçmiş, Tanrıça’dan hala haber alamayan halk perişan olmuştu. Geceleri ormanın vahşi varlıkları şehri yerle bir ediyor, gündüzleri ise büyük kum fırtınaları oluyordu. Kadınlar bir araya gelip örtülerine sarılıyor, başlarındaki değerli taşları tutarak Tanrı Brahman’a yalvarıyorlardı. Kum fırtınası diner gibi olduğunda ise kadın, çocuk demeden şehirlerini tekrar kurmaya çalışıyorlardı. Küçük bir pencereden halkının bu sefaletle boğuşmasını izlemeye mahkum bırakılan Dunga ise sinirinde köpürüyor ama yine başarısız oluyordu. Kendisinin bir şey yapamayacağını anlayan tanrıça sonunda halkına iki kızını gönderdi; Saraswati ve Lakşmi Tanrıça’ya olan benzerlikleri sayesinde halkın kısa sürede güvenini kazandı. Bir yandan şehri yeniden inşa ederken, bir yandan da kum fırtınalarını durduruyorlardı. Bilgi, müzik ve sanatın tanrıçası Saraswati halkı bu üç kutsal nitelikle tanıştırdı ve halkın huzura kavuşmasını sağladı. Lakşmi ise zenginliği ve güzelliği yayarak onları uzun bir süre çektikleri sefaletten kurtardı. Halk eski mutluluğuna kavuştuktan sonra tanrıçaları Dunga’yı aramaya başladı. Dünya ruhu Brahman’a adaklar adayarak korkularını bastırdılar ve ormanın karanlık noktalarında Dunga’yı aradılar.Bu azim ve sevgiyi sezen Tanrı Şiva onları kuleye götürdü ve halk Kali’yi etkisiz hale getirdi. Tanrıça Dunga eskisi gibi halkıyla ilgilenirken, Kali Ganj Nehrinin en derin noktasında bir kafeste sonsuzluğu bekledi. Su ERGÜL 10-B 5 Peki nasıl yaratılabilir tüm kurgularından arınmış bir toplum? “İdeal” tanımına uyan bu topluma ulaşma sürecinde özgürlüğü zedelemeden toplumsal kurguları yok etmek mümkün müdür? Bu süreçte yeni bir zorbalık türünün baş gösterdiğini, anarşizmin hâkim olduğu bir dünya yaratmaya çalışırken anarşizmin ilkelerinden ödün verildiğinden de söz etmeyi es geçmiyor anarşist genç: “Samimi insanlardan oluşan küçük bir grup, eğitimli ve özellikle özgürlük için çalışmak amacıyla birleşmiş bir grup, aylar sonunda somut ve olumlu tek bir şey yaratabilmişti: aynı grubun içindeki zorbalık… Üstelik bu zorbalık, zorbalığı yıkmak ve özgürlük yaratmaktan başka hedefi olmayan içten insanlar arasında uygulanıyordu… Bir yerde bir yanlış vardı.” Fakat ortaya çıkan bu yeni zorbalık türünün fark edilmesinden sonra, yolun sonu pek de parlak gözükmüyordu aydınlık fikirli gencimiz için. Kimi zaman anarşizmin kendisinden kuşku duyuran bu zorlu yolda, “Kişi özgürlüğe ancak tek başına çalışarak ulaşabilir.” yargısına varıyor en sonunda. Bu çözüm önerisiyle, oluşabilecek her türlü zorbalığın oluşumunu engellediğini varsaysa da, tepkileri üzerine çekmeyi başarıyor. Kendisine göre hatasız ve mükemmel çözümünün diğer anarşistler tarafından kabul edilmediğini anlayınca, kendisini onlardan ayıran şeyin ne olduğundan şöyle söz ediyor: “Hepsi karşı çıktı…Bunun üzerine karşımdakilerin birer eşek, birer ödlek olduğunu anladım…Aniden maskeleri düşmüştü. Bu zavallılar köle olmak için doğmuşlardı. Elbette anarşist olmak istiyorlardı ama başkalarına zarar vererek. Elbette özgürlük istiyorlardı ama bir tepside sunulması ve kralın verdiği unvan gibi kendilerine verilmesi koşuluyla!” Aldığı tepkilerden sonra, artık genç anarşist özgürlük yolunda tek başınadır. Fakat yalnızca kendi gücüyle anarşizmi tüm dünyaya yaymak kulağa pek de inandırıcı gelmez. Bunun üzerine oyun sırası artık anarşisttedir ve “bu tek kişilik savaştan nasıl galip çıkabilir?” sorusu akıllarda belirir. Tek kişinin katılımıyla tüm toplumsal kurguları ve adaletsizlikleri “yok etmek” pek tabii olanaksızdır. Bunu sadece toplumsal bir devrim gerçekleştirebilir. Birey, bu kurguları yok ederek değil, ancak ve ancak güçsüz kılarak savaşı kazanabilir. İşte burada, anarşist genç, “banker” kimliğini ortaya çıkarır. O dönemin en etkili toplumsal kurgusuna, paraya boyun eğdirerek, onun gücünü hissetmeyecek kadar zengin olarak kendini özgürleştirir. Özgün ve ikna edici anlatımıyla Pessoa, okuyucuyu “Anarşist Banker” ile tanıştırarak bankerliğin gerçekleştirilebilecek tek anarşist eylem olduğunu kanıtlıyor tüm roman boyunca. Kurguladığı anarşist karakterin paranın efendisi olma serüveninde, toplumsal sınıfları ve yarattığı adaletsizlikleri sorgulayarak, 100 yıl sonrasının dahi sorunlarına ışık tutmayı başarıyor. Yeşim KUMBARACI 11-E 6 MAYIS 2015 , IŞIYAN SAYFALAR Şiirler Bir Beyaz Işığın tüm renklerini al Şişmiş bir yüzdeki mor pişmanlığı Oradan oraya koşuşturan endişelerin Soluk bir nefeste hapsedilmiş sarısını Ve gencecik yanaklardaki Gencecik heyecanların pembesini al Bir af uğruna debelenenlerin Kuytularda avuç uzatanların Görmezden gelen Yüksek topuklarına vurarak geçenlerin Aynalarda kendini arayanların Bulanların, bulamayanların Ruhunu bin bir ezgiyle boyayan Yahut yalnız ekmeğe koşanların Bambaşka gözlerle baktığı Aynı ufuk çizgisinin Engin mavisini al Bir tapınak kapısında bırakılmış tahta ayakkabının turuncusunu Yaşlı gözler altında serilmiş bir seccadenin kadifemsi yeşilini Veya tüm yorgun kadehlerde Bitmeyen sarhoşluğumuzun kızılını al. Parça parça dünyaya yansıyan Bire dair Bireye dair Tüm renklerini , al ve birleştir ışığın Mor Sarı Pembe Mavi Turuncu Yeşil Kırmızı BEYAZ. Şebnem TÜRE 10-F 7 Zamanla savaş, geriye dönme isteği, vicdan azabı… ‘Geçmiş’ sözcüğünü duymak istememek, duymaktan, bu sözcükte saklı olanlardan korkmak, her adımımızda ayağımıza batan cam kırıkları… Geriye her dönüp baktığımızda buruk kalpler, yüzümüze çarpan rüzgarın getirdiği düş kırıklıkları belki de… ‘Keşke’ sözcüğünü cümlelerden eksik etmemek, yaşamları onunla biçimlendirmek, geçmişte yaptıklarımız ve yapamadıklarımız yüzünden nefes alamamak, şimdiyi yaşayamamak… İşte aslında bütün bunlar ‘pişmanlık’. ‘Hayat, hata yapmaktır.’ der bir düşünür. Evet, hayat hata yapmaktan ibarettir, çünkü yanlışla doğruyu ayırt etmenin, gerçekten, hissederek, anlayarak yaşamanın tek yolu budur. İşte bu doğrultuda da bugün var, yarın yoksak, neye yarar geçmişin karanlık, ışıksız, ıssız bir boşluğunda sıkışıp kalmak, neye yarar gerçekten söylemek istediğimizde, sözcükleri sandıklara hapsedip, üzerlerine kilit vurmak, neye yarar sadece yanlış anlayacaklarından korktuğumuz için duygularımızı açıkça ifade edememek? Peki insanların takvimlerle, saatlerle savaşı bir gün son bulacak mı, insan zamanın aktığını kabullenip, geçmişten veya gelecekten sıyrılıp bugününü benimseyebilecek, onu kendi hayat gerçeklikleriyle, yaşantılarıyla şekillendirebilecek mi dersiniz? Hiç durmadan akan ve hiç kurumayan bu nehri durdurmanın imkansız olduğunu anlayabilecekler mi? Bir kez olsun gözleri arkalarında kalmadan, kendilerinden emin, ‘pişmanlık’ kavramının olmadığı bir yerde dünden bugüne, bugünden yarına geçebilecek, bir defalığına bile olsa akreple yelkovanı zorla iteklemeden, ‘keşke’ leri bir yaşam biçimi olarak görmeden, vicdan azabı çekmeden hayatı yaşayabilecekler mi? Zaman saatler içinden yürüdüğünde, keşkeler bir ucundan tutar elimizi ve yüreğimiz burkulur, bir düğüm olur adeta, ne kadar uğraşsak da çözemeyiz bu düğümü, ulaşamayız kalbimizin derinliklerine, gün gelir ağladığımız günlere ağlarız. Hayatta unutamayacağımız en büyük pişmanlık, -kimse geçmişini satın alabilecek kadar zengin olmadığından- ‘Pişman olurum.’ diye yapmadıklarımızdır aslında. Dolayısıyla da hayatta asıl önemli olan; hala yaşıyorken, asla geç olmadığına inanmak. Pelin DEMİR 9-A 8 MAYIS 2015 , IŞIYAN SAYFALAR Merhaba, öncelikle kendinizi biraz tanıtır mısınız? Ben Yusuf Demirkol.Zakkum grubunun solisti ve gitaristiyim.3 Ocak 1980,İstanbul doğumluyum.Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunuyum.Aynı bölümde yüksek lisansımı yaptım.1999’dan beri Ankara’da yaşıyorum.Ankara’ya geldiğim sene müzik grubum olan Zakkum’u kurarak hem okul hem müzik hayatımı başlatmış oldum.Hayatımda çocukluğumdan beri hep müzik vardı zaten. Benim asıl merak ettiğim Türkiye’deki müzik piyasası.Şu dönemde tamamen reklama dayalı olduğu için insanlar çok fazla sesiyle ön plana çıkamıyor. Siz bu konuda ne düünüyorsunuz? Ben açıkçası o tür şeylerin çok geçici olduğunu düşünüyorum. İyi şarkı, iyi söz bir şekilde kitlesini buluyor, çünkü tamamen fiziksel bir reklam olayına girdiğinizde iş bir yerde tıkanıyor.Üretemiyorsan ve en önemlisi insanların duygularına dokunamıyorsan bir yerde kalıyorsun.Bence çok üretmek ve çok konser yapmak çok önemli müzik dünyası için.Türkiye’de de kitlelere ulaştıkça kendini anlatabiliyorsun. Şu an grubunuzla kaliteli müzik yapıyorsunuz fakat bazı sanatçılar özel hayatlarıyla daha ön plana çıkmayı tercih ediyorlar.Siz bu “sanatçılar” hakkında ne düşünüyorsunuz? Ben müziğimle ön plana çıkmayı seviyorum. Zaten çok fazla televizyon programlarına da çıkmıyorum.Beyaz Show’u seviyoruz ve vıcık vıcık konuşmaları sevmiyoruz.Bu açıdan müziğimle ön plana çıkmak istiyorum.Müzik dünyasındaysanız bence fiziğinizle ya da özel yaşantınızla değil de sanatınızla ön plana çıkmak daha güzel bir sonuç olur. Şu an Türkiye’de müzik dünyasına adım atmak daha zor çünkü çok fazla rakip var. Siz böyle bir düşüncesi olanlara ne tavsiye edersiniz? Çalışkan olmak ve orijinal olmak çok önemli. Bizim mesela şuan yayınlamadığımız onlarca şarkımız var.Bu işte gerçekten doğal olup ve sürekli üreterek bir yerlere gelebilirsiniz.Nasıl ki insanlar sabah 8 akşam 5 çalışıyorsa bu işte de sürekli çalışmalı ve üretmelisiniz.Sürekli dinlemeli ve yazmalısınız.Kendinize has bir tarzınız olmalı. Sizce bireysel çalışmak mı daha kolay müzik dünyasında yoksa grupla olmanın daha mı büyük avantajı var? Ben açıkçası bireysel çok az çalıştım.Şöyle bir yanı var ki bireysel olduğunuzda her şeyi kendiniz üstleniyorsunuz. Fakat grupla olduğunuzda ufak yardımlaşmalar işinizi kolaylaştırıyor, tek dezavantajı ise maddi açıdan tabii ki.Bireysel çalışmayla ilgili de en yakın arkadaşım Cem Adrian’dan biliyorum.O da hayatından gayet mutlu ve çok fazla sıkıntı çekmiyor bireysellik konusunda. Sürekli üretmenin önemli olduğunu vurguladınız.Fakat müzik kaynağı da sınırsız ve sizce bu meslek bu açıdan daha mı riskli? Kaynak bitmez.Bu dünyada aşk ve insan oldukça, problem oldukça kaynak bitmez.Tabii ki yaşadıkça sürekli problem olacaktır ve bu açıdan kaynak sonsuzdur.Ayrıca her şarkının kendine has bir tarzı var.Yani 5 tane aşk şarkısını yan yana koyarsın ama hepsi de farklı bir öyküyü anlatır. 9 Biz genç kitle olarak yabancı müziğe çok fazla eğilim gösteriyoruz.Sizce bu yanlış bir şey mi? Yanlış değil, çok doğal.Ben de müziğe ilk başladığımda David Bowie,Radiohead, Placebo ve Queen en çok dinlediklerimdendi.Bu tür isimler bizim grubumuzu besleyen isimlerdi. Zaten ilk müziğe başladığımızda ismimiz yabancıydı ancak daha sonra Türkçe müziğe yönelince Zakkum olarak adımızı değiştirdik. Fakat kesinlikle yabancı müzik dinlerken de sözlerini anlayıp keyif alabiliyorsanız kesinlikle dinlemelisiniz. Tabii bir de yabancı şarkıları seslendiren Türk sanatçıları dinlerken tuhaf hissediyorum. Yabancı şarkıların hitap ettiği bir dönemde sanatçılar da kitlelere göre davranmaya çalışıyorlar.Acaba siz şarkılarınızı yazarken kitleye yönelik olarak mı düşünüyorsunuz yoksa sizin hoşunuza gitmesi daha mı önemli? Aslında ikisi de var. Popüler müzikte öne çıkan aranjörler ve birde yorumculara şarkı sözü verenler var.Bu nedenle besteciden çok yorumcu olarak var olabiliyorsunuz.Tabii bayanlar daha avantajlı çünkü dişiliklerini kullanarak kitleleri arkalarından sürükleyebiliyorlar.Ancak böyle isimleri ben dinlemeyi de onlarla ilgili konuşmayı da çok sevmiyorum.Zakkum grubu olarak söz ve besteyi kendimiz yapıyoruz ve bizim kulağımıza hoş geleni değerlendirip o şekilde beğeniye sunuyoruz.Ancak burada tabii ki kitlelerin tercihleri de çok önemli. Bu grubu ilk oluşturduğunuzda bu kadar yükselebileceğini düşünüyor muydunuz? Ben inanıyordum.Çünkü ben egosu yüksek bir adamım ama hem mütevazı hem de egosu yüksek biri olarak kendimi eğitmem gerekti. Örneğin ben bir televizyon programına çıktığımda milleti eğlendirmeyi ve laubali davranışlardan hoşlanmıyorum.Bu benim tarzım değil.Bu yüzden bu tarz programlardan uzak durmaya çalışıyorum.Toparlayacak olursam da çalışmayı sevdiğim ve mesaj vermeyi sevdiğim için evet düşünüyordum.Sadece müzik üretmekle değil rengini de belli etmek lazım.Gezi Parkı olayı,Özgecan Aslan gibi olaylar yaşanırken “hiçbir şeye karışmayacağım” diyemezsiniz. Örneğin biz ”Gökyüzünde” parçamızı her konserde Gezi olaylarında, Soma’da ve kadın cinayetlerinde kaybettiğimiz her insanı anmak için söylüyoruz.Hele ki Gezi Parkı olayından sonra artık kimse politik olamaz.Bu nedenle belli bir duruşumuz ve tarzımız olduğu için, evet bugünkü geldiğimiz yere gelebileceğimizi tahmin ediyordum. Son sorum bu müzik dünyasına girmek isteyenlerle ilgili.Sadece yorumcu olarak nereye kadar gelinebilir, sizin bizlere tavsiyeniz bu konuda neler olabilir? Yorumcu olmak da yetenek işi.Bir şarkının iyi yorumlanması çok önemli.Fakat şu var ki sahnede sizin sözlerinizle var olmalısınız.Bu yüzden de üretmek lazım.Örneğin Sıla kendi bestesini yapıp kendi yazıyor ve onun bu yüzden bir tarzı var.Ben ise söz yazamıyorum ama beste yapıyorum.Söz yazarken de söyleyemeyeceğim sözler oluyor ve bu da tarzla ilgili.Ama genellikle bazı sanatçılar şirketlerin proje isimleri oluyorlar. Yönlendirilen ve tarz oluşturulan isimler ekiplerin ürünü oluyor.Soruya gelecek olursak,yorumcu olmak çok kıymetli, bu açıdan da tarzını bulmalı ve şarkı sözlerini gördüğünde hissettireceği duyguyu bulup ona göre seçmelisin.Her önüne konanı okumaktansa o şarkıda sana uygun bir şeyler çıkarıp ona göre iyi olduğun tarzı bulmalısın . Uğuray VARLI 11-H 10 MAYIS 2015 , IŞIYAN SAYFALAR KANADA Uçağım on bir saatin ardından Toronto Pearson Havaalanı’na inerken, daha önce hiç olmadığım kadar heyecanlıydım. Öyle ya, ilk defa tek başıma bu kadar uzağa seyahat ediyordum. Ankara’dan Toronto’ya İstanbul aktarmalı giderek bir günü yolda geçirdikten sonra yorgundum, fakat bir ay Kanada’da kalıp hem İngilizce kursuna gidecek olmam, hem de daha önce hiç görmediğim yerleri görecek olmam yorgunluğumu hissettirmiyordu bile. Beni ve başka uçuşlarla dünyanın dört bir köşesinden gelen yaşıtlarımı aldıktan sonra kalacağımız yere, Toronto Üniversitesine yola koyulduk. Yazımın geriye kalan kısmında Kanada’nın Ontario Eyaleti’nde (çoğunlukla Toronto’da) görülmesi gerekenleri tüm izlenimlerimle anlatacağım. U of T Dört hafta boyunca konaklayıp dil kurslarını alacağımız Toronto Üniversitesi, diğer bir deyişle U of T (“University of Toronto”nun kısaltılmışı), dünyadaki en iyi üniversitelerden biri kabul edilmektedir. Kampüsü, eğitim ve yurt amaçlı pek çok binasıyla büyük bir yerleşkedir. (Örneğin aşağıdaki bina benim ders aldığım binadır.) Bir ay boyunca gezip göreceğimiz yerlerle burası arasında gidip geldik. Kanada’da geçirdiğim sürenin yarısı burada geçti dersem yanlış olmaz herhalde. Girdiğimiz İngilizce dersleri dışında ilginç ve eğlenceli aktiviteler de yaptığımız U of T, kendi başına gezilip görülmesi gereken bir yer. Üniversite’nin ayrı ayrı bölümlerini gezip kitap dükkânından da hediyelik eşya veya pek çok konuya dair ders kitabı alabilirsiniz. Casa Loma Toronto’da bulunan Casa Loma Kalesi, şehirdeki önemli tarihî mekânlardan biridir. 1900’lü yılların başında dönemin zengin yatırımcılarından Henry Pellatt’ın Avrupa’daki kaleleri çok beğendiği için dönemin parasıyla 3 milyon 500 bin dolara yaptırdığı şato, Avrupa mimarisinin izlerini taşımaktadır. Yaşam alanları dışında seraları ve gizli tünelleriyle görülmeye değer bir yapı... Casa Loma’yı gezerken yaşadığım şaşkınlık hissini aynen yaşayacağınızdan eminim. Öyle ki, gizli tünellerden şatonun pek çok ayrı kısmına çıkmanız mümkün. Benim tavsiyemse, kaybolmamaya bakın... Royal Ontario Museum Kanadalıların “ROM” diye kısalttıkları “Ontario Kraliyet Müzesi”, Kuzey Amerika’nın en büyük müzelerinden olup “sanat-arkeoloji-bilim” üçlüsünü bir arada barındıran kıtadaki tek müzedir. Her turistin ilgisini çekecek en az bir bölümün olduğu müze, Toronto’ya gelen herkesin uğraması gereken bir yer. Burası, belki de Kanada tatilim sırasında beni en çok büyüleyen yer. Gezmek için neredeyse bir gününüzü elden çıkarmanız gerekir ama buna değer. CNE Tower Şehrin her tarafından görünebilmesi, bu kuleyi meşhur eden özelliklerinden biri. Ziyaret edenlerin asansörlerle kulenin tepesine kadar çıkıp harika bir Toronto manzarasıyla karşılaşmaları, bu kuleye akınına yol açar. Kulenin toplam yüksekliği 553 metre olup, ziyarete açık en yüksek yeri SkyPod ise 447 metreyle dünyadaki en yüksek gözlem güvertesidir. Kuleyi ilk gördüğüm andan beri zaten gitmek istiyordum. Yukarı çıktığımdaysa harika manzarasıyla Toronto önümdeydi. Ayrıca kulede bulunan büyük cam panelin de sözünü etmemek olmaz: Yanındaki bilgilendirme tabelasına göre tonlarca ağırlığı taşıyabilecek olan panel, metrelerce aşağıya bakıyor, böylece ne kadar yüksekte olduğunuza dair bir fikir veriyordu (Aşağıdaki resme bakın.). Bu tabelaya güvenen insanlarsa panelin üstünde duruyor, yürüyor, hatta üstüne yatıyordu. Ben de denedim tabii fakat her ne kadar güvenli olsa da aşağıya bakınca korkmamak elde değil. Eğer ek ücret ödeyip bir üst kata, SkyPod’a çıkarsanız o şahane Toronto manzarasını “tam anlamıyla” görüyorsunuz . 11 Riley’s Aquarium of Canada Her yaştan ziyaretçinin ilgisini çekebilecek bir diğer yer ise, CNE Kulesi’nin hemen yanı başında bulunan bu akvaryum. Çocuklar kadar yetişkinlere de hitap eden bu mekânda her türlü su canlısını bulmak mümkün. Akvaryumu gezmek epeyce bir süre alıyor ama ömrünüzde tekrar görmeniz mümkün olmayan ender türler dahil pek çok balığı ve su omurgasızlarını görüyorsunuz. Akvaryumun en etkileyici yeri, büyük akvaryumlardan birinin içinden geçen o tünel. Fort York Amerikalılar ile Kanadalılar arasında gerçekleşen 1812 Savaşı sırasında Kanadalılara ait bir bölgedir. ABD’den gelecek olan olası saldırılara karşı jeostratejik konumu önemli olan bu yer, günümüzde ziyarete açıktır. Bizlere cepheyi, savaş yıllarının kıyafetlerini giymiş görevliler gezdirdi. Savaşın tarihini ve bu cephenin savaştaki önemini anlattıktan sonra bizim için ufak bir gösteri yaparak, o dönemin “musket”lerinden birini mermisiz, sadece barutunu koyarak ateşlediler. Gösteriden sonra elinde tüfek olan başka bir görevliden, tüfekle poz vermek için izin istedim. Fotoğrafımı da çekildikten sonra (aşağıdaki fotoğraf...) bize, dönemin üniformalarının ve silahlarının bulunduğu karargahtan bozma ufak müzeyi gezdirdiler. Ontario Parlamento Binası Eyaletin halen buradan yönetildiği bu bina Toronto’da bulunur. Tarihî bir geçmişi olan bu yapı, turist ziyaretlerine de belli zamanlarda açıktır. Burası, politikaya ilgi besleyen her turistin mutlaka uğraması gereken bir yer bence. Eaton Centre Toronto’nun en büyüklerinden ve belki de en meşhur alışveriş merkezi olan Eaton’da yok yok. Adını Kanadalı bir mağaza zinciri olan Eaton’dan alan AVM için turistik niteliği de var dense yanlış olmaz. Bir ay boyunca bizi buraya üç veya dört kere getirmişlerdir ve her defasında da tekrar tekrar gezmekten sıkılmamışımdır. AVM’nin içerisinde her türlü mağazayı bulmak mümkün. Art Gallery of Ontario Sanat severlerin vazgeçilmezi olan mekânlardan biri de elbette Ontario Sanat Galerisi’dir. Resimlerden heykellere, maketlerden tarihî eserlere kadar türlü türlü sanat eserleri vardır. Eğer benim gibi bir sanatseverseniz bir öğleden sonrası bu müzeyi gezmek için size yetmeyebilir. Pek çok akıma ait eserleri incelerken sanatın önemini tekrar tekrar anımsıyorsunuz. Niagara Şelaleleri ABD ve Kanada sınırının doğusunda bulunan şelale, dünyanın en meşhur şelalelerindendir. Elektrik üretiminde de muazzam bir etkisi olan şelalelerin asıl kazancı turistiktir. Dünyanın dört bir yanından bir sürü insan onu görmek için gelir. Tepeden izlenebileceği gibi feribotlarla yakınına da yaklaşılabilir. Şelalenin Kanada’ya ve ABD’ye ait olan tarafları vardır. Şelalelere gitmek için sabah yola koyulduk. Güneye doğru yaklaşık dört saatlik bir yolculuktan sonra şelalelerin olduğu yerleşim bölgesine vardık. Hepimiz çok heyecanlıydık; dünyaca ünlü ve sözü edilen Niagara Şelaleleri’ni sonunda kendi gözlerimizle görebilecektik. Uzaktan o manzaraya ve sese doyduktan sonra daha yakından görebilmemiz için bizi feribota götürdüler. Oradaki görevlilerden yağmurluklarımızı aldıktan sonra feribota bindik. Yağmurlukların ne işe yaradığını ise, şelalelerin yakınından geçtiğimiz anda sırılsıklam olup anladık. Toronto Islands Şehir stresinden uzaklaşmak isteyen Torontolular kadar turistlerin de ilgi odağı olan Toronto Adaları, Ontario Gölü’nde, Toronto’nun hemen güneyinde bulunur. Bu adalar, çok yeni oluşumludur: 19. yüzyılda bir seller ve fırtınalar silsilesiyle ayrılmadan önce Toronto’ya bağlı halde bir yarımadaydılar. Özellikler Merkez Ada’da (Centre Island) bir yürüyüşe çıkmak veya bisiklet kiralamak yapılması gerekenlerdendir. Bizi bu adalara, Toronto tatilimin son gününde getirdiler. Kanada’da göreceğim son yer olan bu adalarda doyasıya dolaştım ve bisikletle yaz güneşinin altında saatlerce turladım durdum. Öğleden sonra Kanada’daki son fotoğrafımı orada tanıştığım arkadaşlarımdan birine çektirdim ve akşama doğru üniversiteye geri döndük. Kanada’da kaldığım bir ay gibi kısa bir sürede gördüğüm eşsiz, birbirinden güzel yerleri gezerken kendime yeni bir şeyler kattığımı hissettim. Kanada’dan Türkiye’ye dönerken ufak bir macera da yaşadım: Uçaktaki bir aksaklık nedeniyle Torontoİstanbul yolunun yarısında Londra’daki Heatrow Havaalanı’na indik. Günübirlik bir İngiltere ziyaretiyle geçen seneki İngiltere tatilimi artık tamamladığımı düşünerek Londra’dan İstanbul’a yola koyulduk. Oradan da Ankara’ya... Can SOYGÜR 11-B 12 MAYIS 2015 , IŞIYAN SAYFALAR EGEMEN ÜNAL Ankara’nın en sevilen, sayılan ve en çok örnek alınan başarılı rock davulcularındandır. 1992 yılında Orkun Aldemir ve Ercüneyt Özdemir ile Metropolis’i kurdular. Metropolis’le iki albüm ve bir single çıkardılar. Birçok yerde konser verdiler ve festivallere katıldılar. Bunun yanında Egemen Ünal’ın John Doe adlı bir cover grubu daha var. İstanbul Agop Zilleri Egemen Ünal’ın sponsorluğunu yapıyor. Bunlarla birlikte Egemen Ünal , Ankara Sanat Kültür Dergisi’nde yedi yıldır sanat eleştirmenliği yapıyor. Abisi (Utku Ünal ) ile bir davul okulları var. Egemen Ünal’ın , Egefen adlı bir yayınevi de bulunmakta. Birçok dershanede çalışmış. Şu an okulumuzda fizik öğretmenliği yapıyor. Neden bateriyi seçtiniz? Başka müzik aleti çalmayı biliyor musunuz? Ailenizde başka müzisyen var mı? Ailemde başka müzisyen var. Babam ; kemanist , piyanist. Müzik öğretmeni kendisi. Bize müzik biraz ondan geçiyor yetenek olarak. Ağabeyim de zaten ünlü bir davulcudur. Birçok sanatçıyla çalmışlığı var. 100’e yakın albümde çaldı. Bulutsuzluk Özlemi grubu ile 10 yıl , Moğollarla 4 yıl çaldı. Çeşitli sanatçılarla çalıyor şuan. Bize biraz babadan geliyor. Aslında ben önceleri gitar çalmayı istiyordum. Bir tane mandolinim vardı. Onunla böyle takılıyordum kendimce ama daha sonraları biraz da ağabeyime özenerek davula eğilimim oldu. İyi gidince de devam etti. Çoğu insan duygularını çeşitli uğraşlarla ifade ediyor. Siz de bateri çalarken duygularınızı dışa vuruyor musunuz? Çalarken neler hissediyorsunuz? Valla onun için gelip izlemen lazım . Ama çalarken tabi değişik yöntemler vardır. Bazı davulcular güler, bazıları tavana bakar. Genelde bende sabit bir noktaya bakıyorum veya çok güzel şeyler hissedersem gözümü kapatarak çalıyorum. Yani albüm grubu konserinde ayrı şey hissediyorum , barda çalarken ayrı şey hissediyorum. Çok yorgunsam bir şey Metropolis adlı bir müzik grubunuz var. Peki grup üyeleriyle nasıl tanıştınız? Nasıl grup kurma kararı aldınız? Valla aslında benim ilk sahneye çıkışım 10.sınıfta bir metal konseriydi. Bununla birlikte başladı müzik hayatım. Sonra müzik yarışmalarına çıktım. Hayalim hep ODTÜ’ye girip bir grup kurmaktı. ODTÜ’ye girdim ama maalesef Metropolis’ten kimse ODTÜ’den değil. Ben Almanca Anadolu Lisesiydim o yüzden de biraz ODTÜ’yü istiyordum İngilizce öğreneyim diye. Hem de ODTÜ’nün sosyal ortamından... Solistimiz Siyasal’ın Radyo Televizyon mezunu Ankara Üniversitesi , bass gitaristimiz Hacettepe Seramik mezunu ve dolayısıyla seramikçi . Şu anki gitaristimiz - ki biz zaman içerisinde en az 15-16 gitarist değiştirdik – TRT’de montaj kısmında çalışıyor. Ben Ercü’yü , solist olanı , lise yıllarından tanıyordum . İşte kendimi çok iyi hatırlıyorum ODTÜ’de bir konsere çıkmıştım , bir grup kurmuştum . Aynı akşam, hatta tarihi net hatırlıyorum , 17 Mart 1992 , Ercü’yü izlemeye gittim ben. O da bir barda gitar çalıp söylüyordu. Ondan sonra onunla bir şeyler yapmaya karar verdik. Ben bir-iki arkadaşımı getirdim. O bass gitaristimizi , Orkun’u getirdi. Kurtuluş Lisesi’nde o zaman o. Öyle bir grup kurduk. İşte böyle kuruldu grup, Ercü’yle bizim eski arkadaşlığımızdan gelen bir durumla. 13 Zaten küçüklükte çıkmışsınız konserlere. Peki grupla ilk konserinizi nerde yaptınız ve ordaki ortam , dinleyiciler nasıldı? Valla işte ekibi kurduktan sonra bizim ilk konserimiz Siyasal’ın İnek Bayramı’na denk geldi. 1992’de İnek Bayramı’nda çaldık. Fakat ortam böyle bir acayipti. Biz de işte Nirvana falan çalıyorduk o zamanlar. Mayıs ayı olması lazım. Ama o zamanlar adımız Metropolis değildi. O yaz biz Fethiye’ye çalmaya gittik. –önce Marmaris’e gittik sonra Fethiye’ye transfer olduk – Ankara’ya tekrar döndüğümüzde o sezon adımızın Metropolis olmasına karar verdik. Bu yolda kimler sizi destekledi ve yardımcı oldu? Valla bu yolda kimse bizi desteklemedi. Gerçekten söyleyeyim. Özellikle hani babam müziğin çok zor taraflarını gördüğü için hiçbir zaman istemedi bizim müzikle uğraşmamızı. E abim zaten ölecek kıskançlığından. Git gitar çal falan diyordu bana. Niye davul çalıyorsun, diyordu. Hatta birçok köstek bile yemişizdir. Biz çok underground bir gruptuk. Gerçekten tarihimize bak Nirvana’yı ilk canlı çalmış grup olabiliriz. Rage Against The Machine’i kesin ilk canlı çalmış grubuz da Soundgarden , Faith No More ‘u falan. Çünkü 93’te biz bunları sahnede çalıyorduk ve o zamanki mekanlar hep blues müzik yapıyordu ve bu ne biçim müzik falan diyorlardı bize. O yüzden de çoğu kitle tarafından yadırgandık ama zaman içinde yurtdışına gidip bir döndük herkes bizim repertuarları çalıyordu. O yüzden de çok fazla köstek gördük ama şöyle bir durum oldu; nerde çalsak full çektiği için acayip rağbet görüyorduk. Zaten onun sonucunda yurtdışına gittik. O yüzden de hiç kimse önümüzü kesemedi. Avusturya’dan teklif almışsınız ve dört yıl boyunca orda kalmışsınız. Bu dört yıllık süreç sizin için nasıl bir maceraydı biraz bahseder misiniz? Hatta beş buçuk yıl. Evimizi kapatıp geri dönmemizle birlikte yedi yıl neredeyse. 95 yılının sonunda gittik , evimizi kapattığımızda 2002 idi. Ordaki en net fark , bundan 20 yıl önceden bahsediyorum insanların kalitesi ve müziğe bakış açıları bence. Hani mekanların da bakış açıları. Gerçekten çok müziği bilen bir kitle. Zaten Avusturya klasik müzik dalında patlama yapmış bir yer. Bir Türk grubu olarak yaşamak zordu orda. Çünkü çok milliyetçi bir ülke Avusturya. Gerçekten zor. Ülkelerinde yabancı istemiyorlar. Sen istenilmeyen bir yerde yaşamaya çalışıyorsun ve bunu müzik yaparak yapmaya çalışıyorsun. Bir mühendis olarak gitsen işin daha kolay ama bir müzisyen olarak orda çalmak çok zor. Yani şu an Türkiye’den bir grup gitsin , en ünlüsünden bahsediyorum , Avusturya’da ya da başka bir ülkede 5 yıl müzik yaparak yaşasın , gelsin . Yaşayamazlar yani çok zor. Hani benim Almanca bilmem bunda etkili. Bir de bizim grubun neredeyse 400 tane şarkısı vardı. Biz oldies de çalıyorduk , pop da çalıyorduk, alternatif rock çalıyorduk . O yüzden de geniş bir alana hitap edebildiğimiz için birçok değişik organizasyonda çalıyorduk. Benim orda en iyi niteliğim Türkiye’den 10-20 yıl ileride olmalarıydı . Yani orda Türkiye’ye tepeden bakmak güzel bir duyguydu. Ordaki tecrübelerim de ne yapsan parayla alınamayacak şeyler. O yüzden çok büyük ve çok önemli bir tecrübeydi. Türkiye’de müzik sektörüne gereken değerin verildiğini düşünüyor musunuz? Kesinlikle düşünmüyorum. Çünkü müzik sektöründe söz sahibi olanların zaten müzikten anladığını da düşünmüyorum. O yüzden hani bu mekanlar için de geçerli. Yani müziği bilmeyen bir sürü mongolun acayip acayip mekanları var. Yani çalmak problem. Ortada müzik diye bir şey yok. Hani sadece güzel bacak , güzel kaş. Müzik adına bir şey yok. Hep başka şeyler adına bir şeyler var. O yüzden de yani zor. Dünyada da bu belki biraz böyle ama Türkiye’de müzik adına hiçbir şey yok bence. Hani var tabi , olanları var ama istisnalar kaideyi bozmaz. Zaten onlar da hakettikleri değeri görmüyorlar. Yani iyi müzik yapan idealist olmaya çalışan gruplar hep para kazanmamaya ve kendi kendine bir şeyler yapmaya mahkum durumdalar şu an. Kendinizi sanatçı olarak nitelendiriyor musunuz? Bir sanatçının kriterleri neler olmalı? Kendimi sanatçı olarak nitelendirmeliyim herhalde. 3200 kere canlı çalmışlığım var yaklaşık olarak ve 5-6 ülkede 3200 çok ciddi bir rakam . 3600 olsa 10 yıl boyunca hiç durmadan sahnede çalmış oluyorum. Provadan bahsetmiyorum . Verdiğim konser adedi. Birçok sanatçıdan daha çok çalmışlığım vardır. Bir sanatçı ne olmalı ? Bir kere doğal olmalı. Kesinlikle içinden geldiği gibi müzik yapabilmeli ve duygularını özgürce ifade edebilmeli ama bu da zor bence Türkiye’de. Çünkü ona değer verilmiyor. Ama sanatçı bundan vazgeçmemeli. Para kazanma uğruna ideallerinden vazgeçmemeli diye düşünüyorum. Bizim asıl amacımız para kazanmak değil. Bizim asıl amacımız insanlarda bir iz bırakmak olmalı. O yüzden de ben birinci albümümüz için iz bıraktığımızı kesinlikle söylerim. Çünkü birçok şuan ünlü olmuş arkadaşımız var. Onlar da hep televizyon röportajlarında bunu söylediler . Albümlerinde bize teşekkür ettiler. O yüzden de o bile bize yeter . Halen bugün böyle bazı baş davulculardan bana mesajlar geliyor . “Biz sizin şarkılarınızı” ya da “Ben senin abi şarkılarını dinleyerek büyüdüm.”diyorlar. Hani sanatçı iz bırakmalı ve özgür olmalı. Merve ÇETİNER 11-D 14 MAYIS 2015 , IŞIYAN SAYFALAR Modern, Yeşil ve Mutlu: Den Haag Hayatımın toplam dört yılını geçirdiğim Hollanda’daki Den Haag - ya da “Lahey”- şehri benim hâlâ sıkça özlediğim, özlem ile düşündüğüm bir yer. Den Haag’da geçirdiğim zamanın beni bir insan olarak da etkilediğini, beni ben yapan şeylerden biri olduğunu dünüyorum; Den Haag’ın bende bir iz bıraktığı kesin. Bu nedenle bu şehir ve o şehirdeki hayatı anlatmak istiyorum. Den Haag hakkında kısaca bilgi vermek gerekirse, bu şehir -Amsterdam Hollanda’nın başkenti olduğu hâlde- hükûmetin ve hükûmet kurumlarının bulunduğu bir şehir. 2011 yılında 500,000 kişinin yaşadığı bu şehir, aynı zamanda uzun bir tarihe sahip. En erken yerleşim izleri bu bölgede M.Ö. 3000 yıllarına kadar "Het Plain" Meydanı geriye gidiyor. İkinci yüzyılda ise Roma İmparatorluğu egemenliğinde küçük bir kale ve yerleşim olmasına rağmen, bugünkü Den Haag olacak şehir, 1230 yılında Hollandalı bir kontun bölgeye kendi kalesini inşa etmesiyle kurulmaya başlamış. Zamanla büyüyen yerleşim, 15. yüzyılda birkaç bin kişilik boyuta ulaşmış. Yüzyıllar içinde büyüyen şehir zamanla bugünkü boyutuna ulaşarak Hollanda’nın üçüncü en büyük şehri olmuş. Den Haag deyince aklıma ilk olarak karakteristik binaları Bir Den Haag Sokağı geliyor diyebilirim. Tarihî yapılar Den Haag’da her zaman koruma altında olduğundan, özellikle şehir merkezindeki mimari stil, yüzyıllar boyuncakinin aynısı; birbirine bitişik, en fazla birkaç katlı evler, kiremit binalar, dar sokaklar... Bu yönü her zaman çok hoşuma gitmiştir Den Haag’ın; tarihin içinde yaşamanın insanın kültürel anlayışına büyük katkısı olduğunu düşünüyorum. Ancak Hollanda, elbette çok gelişmiş bir ülke aynı zamanda, o yüzden Den Haag her yönden yaşamaya elverişli, modern ve yüksek standardlı bir kent. Kanallar ve her yerde bulabileceğiniz parkları ile birlikte çok estetik bir şehir olduğu da kesin. Evimizin yanında, örneğin, köpeğimizi yürütmeye gittiğimiz sadece bir orman olarak anlatılabilecek bir park vardı. Hoge V eluwe P arkı Şehrin her yerinde, merkezî kısımlarda bile, Türkiye’de hiç göremeyeceğiniz türde doğal ortamlar vardı. Doğa ile uyum içinde olan yanı Den Haag’ın önemli bır niteliği olduğundan, şehrin içinde olmayan ama geziye gidilebilecek bir doğal yaşam parkından bahsedebilirim: “Hoge Veluwe Doğal Parkı”. 1935 yılında kurulmuş, 55 kilometre kareyi kaplayan bu dev alanı ilk gördüğümde ne kadar etkilendiğimi hatırlıyorum. İçinde yüzlerce geyik, yaban domuzu gibi hayvanlar doğal ortamda yaşıyor ve ayrıca bır sanat müzesi bile var. Gelişmiş bir ülke olan Hollanda’nın doğasına da ne kadar sahip çıktığına gerçekten iyi bir örnek. 15 Bahsettiğim gibi, Den Haag aynı zamanda her anlamıyla modern, işleyen ve yaşayan da bir şehir. Buradaki yaşam tarzından bahsetmek gerekirse, gerçekten rahat, mutlu ve külterel açıdan zengin olduğunu söyleyebilirim. Tarihine ve kültürüne sahip çıkan bir şehir olarak Den Haag, müzelerle dolu. “Mauritshuis” adında dünyaca ünlü sanat eserleri içeren bir müzden tutun, “Corpus” adında dev bir insan vücüdu şeklinde olan bir anatomi müzesi bile var. Benim sevdiğim müzelerden biri de “Escher Müzesi”. Adından anlaşıldığı gibi, “Escher” adında, çoğumuzun duymuş Escher Müzesi olduğu Hollandalı bir ressamın eserlerini içeriyor. Bu müze hem içerik açısından modern, yeni, teknolojik ilgi çekici aktivitelerle dolu hem de tarihî bir yönü de var. Müzenin kendisi eskiden kraliyete ait olan “saray” olarak adlandırılan büyük bir binanın içine kurulmuş. Den Haag’a gidecek biri için kesinlikle tavsiye edilecek bir yer. Kültürel anlamda zenginliğini ve modernliğini anlatmak için Den Haag’daki “Merkez Kütüphane” kesinlike iyi bir örnek. Şehrin tarihî merkezinde olan bu bina aslında çok yeni ve de dışarıdan bilim kurgu filmlerinden çıkmış gibi görünüyor. 1995 yılında açılmış bu devasa bina 16 000 metre kareyi kapsıyor ve de 6 katlı. Şehrin imkânları açısından zenginliğinin kesinlikle çok iyi bir örneği. Merkez K ütüphane Bağlantılı diğer küçük kütüphaneler ile birlikte 3.3 milyon kitap her yıl kullanılıyor. Farklı dillere ait büyük bölümleri de var. Kişisel fikrimi belirtmem gerekirse de görmek, gezmek ve kaynaklarını kullanmak için çok tavsiye ettiğim bir yer. Burada bahsedemeyiğim kadar çok başka yönleri de var elbette Den Haag’ın. Yaşam tarzı rahat, mutlu ve her yönden gelişmiş (trafiğin yavaş olmasına rağmen). Eğitim sistemi oturmuş, okullarının imkânları geniş ve modern, şehrin ayrıca sinemları, dükkanları, restoran ve kafelerinin hepsi görülmeye değer; bir tek yemeklerinin Türkiye’yi özlettiğini söyleyebilirim. Hollandalılar genel olarak hem çeşit hem de miktar bakımından çok yemeyen Sahil insanlar.Burada değinmek istediğim son bir nokta var, o da Den Haag şehrinin genel atmosferi ve insanları. Nüfusunun yarısı yabancı olan Den Haag şehrinde çokkültürlülük, içinde yaşamaya başladığınızda fark edeceğiniz ilk önemli şeylerden biri. Bu şehirde Türkler ve Faslılar başta olmak üzere farklı, uzak kültürlere mensup birçok göçmen var. Bu durumda Hollanda’da yaşarken veya gezerken insanların kendilerini çok yabancı hissetmediğini söyleyebilirim. Höşgörülü olma da Den Haag ve tüm Hollanda’da en önemli özelliklerden biri; yabancı göçmenlerin yaptıkları bazı şeyler bu durumu değiştirmeye başlasa bile. Onun dışında insanlar ilkeli, rahat, mutlu ve çok açık görüşlü. Yaşlı kesim fazla olsa da şehrin aktif bir gençliği ve genç kültürü de var. Şehrin mutlu ve rahat bir şehir olduğu, sokaktaki insanların birbirlerine gülümseyerek “günaydın” demesinden anlaşılabiliyor. Sonuç olarak, Avrupa seyahatine çıkacak herkese Hollanda’yı ve Den Haag ‘ı gezmesini, bu güzel şehri görmesini öneriyorum. Çok özlediğim bu şehri ben de bir gün tekrar görmeyi umuyorum. 16 Umay Eren ERTEKİN 11-B MAYIS 2015 , IŞIYAN SAYFALAR Biz inşa ederiz. Hayatımızı güçlü temelleri olan, görkemli ve yüksek binalar olarak inşa etmeye çalışırız. Binamızın her katında farklı değerleri yaşatırız. Temeline kendimizi koyarız mesela, sonra ailemizi ve dostlarımızı, yaşam amacımızı, tutkularımızı, kariyerimizi… Ama bir gün aniden bir deprem olur ve bin bir zahmetle inşa ettiğimiz binamızı yerle bir eder. Molozlarla, harap dünyamızla ve dumanla baş başa kalırız. Bütün emeğimiz gözlerimizin önünde bir ‘hiç’ olmuştur ve bu durumda yapılabilecek tek bir şey vardır: Binamızı tekrar inşa etmek. Bir öncekinin zayıflıklarından ders alarak, malzeme seçimi konusunda daha titiz davranarak, her depremde sallanmayacak, daha sağlam, daha dayanıklı bir bina. Biz hayal ederiz. Çok küçükken başlar bu hayaller. Kimimiz uçmayı hayal ederiz, kimimiz yüzmeyi. Kimimiz mutlu bir aile kurmayı düşler, kimimiz ise dünya turuna çıkmayı. Bazıları bir hayalin peşinden yıllarca sürüklenir, bazıları ise bunları kısa zamanda gerçekleştirebilecek kadar şanslıdır. Ama nedense, biz büyüdükçe hayallerimiz küçülür. Her istediğimizi elde edemeyeceğimize inandırılırız. Hayal gücümüze sınırlar çizer ve bu sınırları aşmayı kendimize yasaklarız. Çünkü ‘gerçekçi’ hayaller kurmamız öğütlenir bize. Kimse bir gerçeğin, gerçek olmadan önce bir hayal olduğunu düşünmez. Hayallerinin küçüldüğünü fark ettiğin an durup düşün. Hayal dünyan, istediğin her şeyi yapabildiğin ve istediğin her şeye sahip olabildiğin tek yerdir. Hayalini kurduğun şey ne kadar imkansız gibi gözükürse gözüksün ondan asla vazgeçme. Ne zaman gerçeğe olabileceğini asla bilemezsin. Biz özleriz. Yazın portakalı özleriz mesela, kışın ise karpuzu. Evdeyken seyahat etmeyi özleriz, seyahat ederken ise evimizi. Küçükken bir an önce büyümek isteriz, büyüdüğümüzdeyse çocukluğumuzun özlemini çekeriz. Uzun süre yanı başımızda olan bir insanın değerini ancak kaybedince anlarız, o benzersiz insandan geriye yalnızca güzel anılar ve ona olan özlemimiz kalır. Ancak özledikçe olgunlaşırız, çünkü özlem beraberinde sorgulamayı da getirir. Bir şeylerin kıymetini zamanında bilmeyi öğreniriz özlem duydukça. Biz severiz. Kiminin hayatına sevgi yön verir, kimi sevmeyi sonradan öğrenir. Sevmekle başlarız dünyayı öğrenmeye, sevdikçe içimize yeni pencereler açarız. Kimi zaman kırılırız, güvenimiz sarsılır, o özel insan bizi, bizim onu sevdiğimiz kadar sevmez bazen. O zaman küseriz sevgiye, aşka. Güvenmeyiz kimseye ve uzun süre almayız kimseyi kalbimize. Bize sonsuzluk kadar uzun gelen süre boyunca kendimizle baş başa kalır, dinleniriz. Sonra, bir de bakarız ki bu tecrübeleri yaşamak bizi olgunlaştırmış, olaylara başka açılardan bakmamızı sağlamıştır. Böylece, gerçek sevgiyle karşılaştığımızda onu daha iyi tanırız. 17 Biz öğreniriz. Hayatın kendisi asla tamamen öğrenemeyeceğimiz sonsuz bir gizemdir. Mesela, elimizi yakan bir şeyin ‘sıcak’ olduğunu öğreniriz. Kedilerin yumuşak olduğunu, kuşların uçtuğunu, annemizin bizi her halimizle ve her koşulda sevdiğini öğreniriz. Kimseye fazla bağlanmamamız gerektiğini, her insanın hata yapabildiğini ve herkesin ikinci bir şansı hak ettiğini öğreniriz. Sonra en acı şekilde ölümün geri dönüşü olmadığını öğreniriz, kaybettiklerimizin ardından yolumuza devam etmeyi öğreniriz. Düşmeyi öğrendiğimiz gibi kalkmayı da öğreniriz çok geçmeden. Biz seçeriz. Çalabileceğimiz onca müzik aleti varken kemanı seçeriz mesela. Her gün sıcacık yatağımızı terk etmeyebileceğimiz halde erkenden kalkıp işimizin başına geçmeyi seçeriz. Tanıdığımız yüzlerce insan arasından arkadaşlarımızı seçeriz. Önce hayatta ne yapmak istediğimizi, sonra da mesleğimizi seçeriz. Aile kurmayı seçer bazıları, bazıları kimselere bağlanmak istemez, yalnız devam eder yoluna. Hayatımız, seçimlerimizden oluşan, dalları hikayelerimizin sonuna kadar uzanan bilge bir ağaç gibidir. Hepimiz birer hikayeyiz. Dünyanın her tarafında nefes alan hikayeler olması sizi de büyülemiyor mu? Her attığımız adım hikayemize yepyeni bir sayfa ekliyor, insanlar giriyor hikayelerimize, insanlar çıkıyor hikayelerimizden. Söylediğimiz tek bir sözcük bile bütün hikayenin seyrini değiştiriyor. Bazen bazı hikayeler karşılaşıp yeni bir hikaye yazmaya başlıyorlar, bazıları da tam tersine ayrılıp başka insanlarla, başka yer ve zamanlarda devam ediyorlar hikayelerine. İnşa ediyoruz, hayal ediyoruz, özlüyoruz, seviyoruz, öğreniyoruz, seçimler yapıyoruz. Bu döngü, artık hikayemize yeni bir sayfa ekleyemeyeceğimiz güne kadar sürüyor. Böylece hikayemiz ansızın, sanki hiç başlamamış gibi bitiyor. Çok geçmeden unutuluyor. Ve hikayelerimizin ne zaman unutulacağını asla bilemiyoruz. Ya da belki asla unutulmayacağını. Unutulmaz hikayeler yazabilmemiz dileğiyle. Emine Aybala DENİZ 10-C 18 MAYIS 2015 , IŞIYAN SAYFALAR Kutadgu Bilig’de Bir ‘‘Değer’’ Olsaydım... Kutadgu Bilig’de mutlu bir devlet ve toplum yapısı için önemsenen değerler (adalet, bireylerin mutluluğu, akıl, bilim ve kanaatkâr olma) birer somut kişi olarak alegorik düzeyde anlatılmıştır. Sen, kişilik özelliklerin, dünyaya bakışın vb. ile bu kitaba bir “değer” olarak girseydin yukarıdakiler dışında hangi değeri temsil ederdin? Kerem Aydın-Özgürlük, saygı Melis Bayram-Bağımsızlık Derya Şahin-Özgürlük Çağlar Işık-Bilim Barış Korkmaz-Eşitlik Ahmet Yiğit koca-Kurnazlık Ali Murat-Saygı, Hoşgörü Ezgi İçli-Paylaşımcılık Beyza bekman-Neşe Selin Şahin-Öfke İlayda Yıldırım-Gurur Arça ılıcak-Yalnızlık Eda Su Başaran-Muhteşemlik Göksu Çelik-Sabır, sakinlik Baver Uçar-Adalet Barış Turan-Sakinlik 19 “Penceremde Öykü Var” 2015 Özgür Pencere Çocuk ve Genç Kalem Öykü Yarışması’nda Defne Akşit ‘‘Lütfen Sakin Olunuz’’ adlı öyküsüyle birinci oldu. Aynı yarışmada Şebnem Türe ‘‘Kediler ve Kelimeler’’ adlı öyküsüyle juri özel ödülüne değer görüldü. “Azrail, danışmaya lütfen. Azrail, danışmaya lütfen.” Gözlerimi açtım. Yanımda oturan adam başını kaşımak için kolunu kaldırınca dirseği omzuma çarptı. Bana döndü, kibarca özür diledikten sonra yerine yerleşip “Cehennemin Yedi Katı: Dante Asansör Sistemleri” adlı bir broşürü okumaya devam etti. Etrafıma bakındım. Bulunduğum yer bir doktorun bekleme odasına benziyordu. Duvarlar yumuşak bir şeftali rengine boyanmıştı, yerler de karoydu. Önümdeki alçak sehpanın üzeri bekleyenleri eğlendirmek için konulmuş tarihi geçmiş dergilerle doluydu. Bir yerlerden klasik müzik sesi geliyordu. Başımı yavaşça sola çevirdim, boyun kaslarım uzun zamandır kullanılmamış gibi ağrıyordu. Üzerinde büyük, kırmızı harflerle DANIŞMA yazan bir masanın arkasında oturan orta yaşlı kadın bir rapor doldurmakla meşguldü. Çene hizasına gelen, küçük pembe tokalarla geriye tutturulmuş kıvırcık saçları vardı ve burnunun ucunda duran yarım ay şeklindeki okuma gözlüğü bebek mavisiydi. Onu izlediğimi fark edince başını kaldırıp bana baktı ve gülümsedi. “Hoşgeldin canım. Kendini nasıl hissediyorsun?” “Beton yutmuş gibi,” diye cevap verdim bir elimle karnıma dokunup yüzümü buruşturarak. Kadın bilmiş bilmiş başını salladı. “Ben de öyle düşünmüştüm. Merak etme hayatım, yeni gelenlerde hep aynı şikayet olur. Bir fincan yeşil çay ister misin?” “Aynı fikirdeyim,” dedim ne dediğine hiç dikkat etmeden. “Niçin buradayım acaba?” Kadın kalemiyle masasının solundaki bir kapıyı işaret etti. “Doktor Bey seni az sonra görecek. Şu anda başka bir hastayla ilgileniyor.” Gözlerim biraz bulanık görüyordu. Kapıya şöyle bir bakış attım ve kadına dönüp daha fazla soru sormak için ağzımı açtım.”Ne-“ Durdum. Beynim az önce gördüklerimi algılamıştı.Görüşüm berraklaştı. Yavaşça tekrar kapıya döndüm. Üzerine asılı kocaman bir tabelada büyük harflerle LÜTFEN SAKİN OLUNUZ yazıyordu. Ağzım açık kaldı. “Lütfen sakin olunuz mu? Tam olarak ne doktoruyla görüşeceğim ben?” “Eğer panikleyecek gibiysen hayatım,” dedi kadın son sorumu duymazdan gelerek, “Sana bir fincan yeşil çay ikram edebilirim. Seni yatıştırır.” “Yeşil çay? Hayır, yeşil çay istemiyorum. Yeşil çaydan nefret ederim.” Biraz kaba konuşmuştum ama bana sakin kalmamı söyleyen bir tabelaya bakmak sinirlerimi hoplatmıştı. “Söylesenize, bu tabela tam olarak kaç kişi üzerinde etkili oldu?” Kadın üzüntüyle iç geçirdi. “Çok az. İnsanlar nedense söylenenin tersini yapıyor.” “Gerçekten mi?” dedim gözlerimi koca koca açarak. “O zaman neden tabelayı indirmiyorsunuz?” “Patronun isteği. Bu tabela yüzünden bir yılda yeşil çaya ayırdığımız bütçe, cehennemin dördüncü katını ısıtmak için ayırdığımızdan fazla. Tam bir fiyasko, eğer bana sorarsan.” 20 MAYIS 2015 , Işıyan Sayfalar “Bence de,” dedim zayıf bir sesle ve daha fazla soru sormamaya karar verdim. Başım zonklamaya başlamıştı. O anda doktorun kapısı kendi kendine açıldı. “Sıradaki!” dedi gür bir ses.Kadın bana gülümsedi. Ayağa kalkıp derin bir nefes aldım. “Lütfen oturun,” dedi doktor ben kapıyı arkamdan kaparken. Oturdum ve etrafıma bakındım. Oda tavandan masaya kadar bembeyazdı ve hiç penceresi yoktu. Sinirlerim kopma noktasına gelmişti artık. Doktor, “Yeşil çay ister misiniz?” diye sorunca da koptu. “Hayır, yeşil çay istemiyorum!” dedim bağırarak. “Burada neler oluyor? Neredeyim? Siz kimsiniz? Benim bir doktora ihtiyacım yok, son derece sağlıklıyım!” Doktor yorgun yorgun gülümsedi. “O konuda,” dedi masasının altından bir ayna çıkarırken, “Bir fikir ayrılığı içindeyiz.” Aynayı bana uzattı. Aynayı elinden kaptım. Bu insanların derdi neydi? Dik dik karşımdaki doktora baktım. Başıyla aynayı işaret etti. Kızgınlık ve şaşkınlık arasında gidip gelerek aynayı yüz hizasına kaldırdım. Ayna elimden düşüp parçalandı. Dehşetle çığlık atarak sandalyemden fırladım. Ellerim bileklerime gitti ve çılgınca nabzımı aradım. Tık yoktu. Dizlerim üzerine yere çöktüm ve titreyen ellerimle aynanın kırık bir parçasını alıp yüzüme tuttum. Beti benzim atmış, yüzümden tüm kan çekilmişti, o yüzden alnımın ortasındaki kurşun deliği iyice belirgindi. “Burası hastaların öbür hayata geçmeden önce kontrole geldikleri ve kataloglandıkları bir tesistir,” dedi doktor alçak sesle. “Ahiret Polikliniği’ne hoşgeldiniz. Katilinizin öldüğü anda yargılanacağına dair güvence veriyoruz. Sizce bize onun tarif edebilir misiniz?” Uzaklardan bir yerden, hayal meyal, danışmada oturan kadının sesini duydum. “Yeşil çay? Sinirleri yatıştırır.” Defne AKŞİT 21 YAĞMURDAN KAÇANLARDAN MISIN? Akşam saat beş suları zamansız bir istifa sonrası işinden dönüyordu. Bir elinde deri dikdörtgen iş çantası, diğerinde hızını iyice arttıran yağmur damlalarıyla giderek daha zor taşıdığını düşündüğü gri bir şemsiye… Kısa kıvırcık saçları şemsiyenin koruması altında ıslanmasa da kırpılmamış bir koyun misali kabarmış, tel tel ayrılarak tüm yüzünü çerçevelemişti. Üzerinde bu kumral saçlarla uyumlu sarı bir yelek vardı. Bahar ayları geldi mi mutlulukla giydiği, üzerine yakıştırdığı sımsıcak bir yelekti bu. Oysa bugün o bile ısıtmıyordu onu. Kafasında binlerce soru ve düşüncenin yarattığı hırçın dalgalarda ruhunun boğulduğunu hissediyor; kendini kalabalıklarda tamamen kaybetmek yahut bomboş bir sokakta yeniden bulmak istiyordu. Sonunda yine herkesten ayrı, olabildiğine özgür ama yapayalnızdı işte. Geleceği onu heyecanlandırdığı kadar ürkütüyordu da. Buradan sonra ne yapacağını, ne için savaşacağını bilmiyordu, hem iki ay önce ayrıldıkları kocası da yanında olmayacaktı artık. Bugün bir risk daha almış, yeni bir hayatın eşiğine basmıştı. Her şeye rağmen, insani değerlerin öğütüldüğü, çalışanlara onları kumanda eden patronları tarafından makine gözüyle bakıldığı iş yerinde; üzerlerinde oynanan oyunların farkına varmayanlardan olmadığı için gururluydu. Zaten hayatı boyunca uygun adım yürümelere ayak uyduramamış, onun adımları hep biraz çarpık olmuştu. Çekip gitmeler nasıl da ona göreydi. Başıboş yürüdüğü saatler boyu, evi dahil ona tanıdık gelebilecek her yerden bir hayli uzaklaşmıştı. Şimdiyse zaten o tenha eve dönmek istemiyor, hala bir işi olan insanların iş çıkış saatleri geldikçe giderek kalabalıklaşan caddeler, onu kendine çekiyordu... Bir an içinde bulunduğu caddeyi ara sokağa taşıyan bir yol ayrımında durup çevresinde koşuşturan yüzlerce insana baktı. Çoğu en az şekilde ıslanarak evine gitmeye çalışıyor olmalıydı. Belki de evde bir bekleyenleri, kapıda karşılayarak “Zatürre olacaksın!” endişesine kapılanları vardı; onlara kavuşmak içindi bu koşuşturmaları. Ne olurdu onun da bir arayanı olsaydı şimdi; yetişmeye çalıştığı bir yer, tek başına yürümesini gerektirmeyen bir yol üzerinde. Durup düşündüğü birkaç saniye içerisinde saçlarının ıslanmaması için başının üstünde kalınca bir kitap taşıyan (belki de dershaneye gidiyordu) genç kız, telefonla konuşan takım elbiseli adam ve daha niceleri geçerken vücutlarını hızla yan çevirerek ona teğet geçtiler. Birbiriyle kesişmeyen dünyalarına inat omuzları nasıl da birbirine çarpıyordu kalabalık cadde insanlarının. Kimisi yağan yağmura öfkeyle bakıyor; evde bıraktığı şemsiyesine, yanından hızla geçerek elbisesini kirleten arabaya yahut akan makyajına lanet ediyordu. Hepsi de aynı rüzgar içerisinde savrulan kuru yapraklar gibiydiler. Her şeyleri yolunda olsun veya olmasın, hayatlarının süratli düzenine ayak uydurmak için durmadan ama durmadan koşuyor, yeri geliyor dengelerini kaybediyorlardı. Su birikintilerine basmamaya çalışarak, çocukluklarında bıraktıkları bir sek sek oyununu hatırlar gibi… Hem ne çok şey unutuyordu insanlar. Köşelerde avuç uzatan dilenciler yahut ilkbahar yağmurlarıyla tomurcuklanmış ağaçlar bir unutuşun çarşafında adeta görünmezdiler. Tüm bu düşünceler içerisinde yürüyordu ki, giderek artan bir müzik sesini fark ederek irkildi. Ses sanki kendi içinden geliyor, yüreğindeki tüm boşlukları doldurarak onu tamamlıyordu. Uzun zamandır kendini bu denli iyi hissetmediğini düşündü o anda. Gölge gibi sürüklediği adımlarını hızlandırarak kulaklarına dolan o sesi, merakla takip etti. İşte oradaydı: caddenin ortasında şık giyimli yaşlı kadın, altında bir kuyumcu olan apartmanın çıkması altında keman çalıyordu. Yağmurlu bir günde sanat yapmak, diye düşündü. Hem de kendisini durup dinleyebilecek insanların ne denli az olacağını bile bile! Gerçekten bir çılgınlık mıydı bu? Öyleyse bile bu küçük çılgınlıkta hayata dair sorgulanmaya değer ne kadar da çok şey vardı. 22 MAYIS 2015 , Işıyan Sayfalar Öylece durup kemancının yayı araya yağ sürülmüşçesine teller üzerinde kaydırışını, bunu yaparken yüzünde oluşan huşu ifadesini seyretti. Kadın ritmik bir Çigan melodisi çalıyor, gözleri kapalı halde dizleri üzerinde salınarak, büyük bir ciddiyet ve neşeyi aynı anda sergiliyordu. Onun orada durup kendisini dinlediğini sezmiş olacak, daha bir istek ve heyecan içerisinde savuruyordu bileğini . O an bir kez daha çevresindeki insanlara, belki birkaç dakika önce imrenerek baktığı çiftlere, işten dönüp evine gidenlere baktı. Hemen hemen hiç biri kemancıyı fark etmemiş, çoğu sesin geldiği yere doğru şemsiyelerinin yahut şapkalarının arasından göz ucuyla öylesine bir bakarak yürüyüp geçmişti. Bir an için durup yağmur damlalarının notalarla olan dansını izleyemeyecek kadar meşguldüler. Bunu sorguladığında, kendisini yağmurdan kaçmanın paniği içerisinde olmayıp bir kemancının sıradan bir günde yaratabileceği eşsiz değişikliği ıskalamadığı için son derece şanslı görüyordu. Bu duygular içerisinde aldığı ani bir kararla şemsiyesini ve içi bir daha açıp bakmak istemediğinden emin olduğu dosyalarla dolu çantasını yere bıraktı. Kollarını iki yana açtı, başını yüzüne çarpan damlalara aldırmadan kararlılıkla yukarı kaldırdı ve uzun zamandır ihtiyaç duyduğu derin bir nefes aldı. Sağanağın altında öylece durup müziğin onu bir yağmur damlası kadar hafifletmesine izin verdi. Tüm sıkıntılarının, içinde kendi kendini tüketen pişmanlıklarının yıkandığını, notalarla birlikte havalanarak göğün engin mavisine karıştığını hissediyordu. Yüzüne yapışmış ıslak bukleler ve giderek yeleğinden derinlere emilerek ruhuna kadar ulaşan yağmur suyu onu uyandırmış, sanki yeniden küçük, saf bir çocuk yapmıştı. Kemancının çaldığı melodilerin ritmine uyarak, iki ayağı üzerinde zıplar halde kendi etrafında döndü , döndü…. Artık yeniden biliyordu ki umut doluydu bu dünya. Güzeldi. Arada bir soluklanıp onun sanatsallığını seyretmeye, sakinleşmeye, yaşamak üzerine ne varsa sevmeye ve evet çıldırmaya, coşkularını gizlemeden çıldırasıya sevmeye ve gülmeye değerdi. O esnada oradan geçenler bu berbat havada sırılsıklam dans eden kadının kahkahalarından ürküp, o “deliyi” kendi halinde bırakmaya karar verdiler. Şebnem TÜRE 23 TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ZÜMRESİ 2015-2016 EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI KİTAP LİSTESİ HAZIRLIK SINIFLARI 1. Aziz Nesin, Adamı Zorla Deli Ederler (Adam Yay.) 2. John Steinbeck, Fareler ve İnsanlar (Remzi Kitabevi) 3. William Golding, Sineklerin Tanrısı (İş Bankası Yay.) 4. Edebiyat günü yazarı 9.SINIFLAR Türk Edebiyatı dersi için: 1. Sabahattin Ali, Değirmen (Yapı Kredi Yay.) 2. Stefan Zweig, Satranç (Can Yay.) 3. Muazzez İlmiye Çığ, Gılgameş (Kaynak Yay.) 4. Herman Hesse, Sidharta, (Can Yay.) 5. Edebiyat günü yazarı 10.SINIFLAR Türk Edebiyatı dersi için: 1. Yaşar Kemal, İnce Memet (1.cilt-Yapı Kredi Yay.) 2. Gül İrepoğlu, Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde (Doğan Kitap) 3. Ahmet Midhat, Felatun Beyle Rakım Efendi (Bordo Siyah Yay.) 4. Edebiyat günü yazarı Dil ve Anlatım dersi için: 1.Haldun Taner, Fazilet Eczanesi (D&R Yayınevi) 2.Buket Uzuner, İki Yeşil Su Samuru (Everest Yayınları) 2.Tahsin Yücel, Kumru ile Kumru (Can Yayınları) 11.SINIFLAR Türk Edebiyatı dersi için: 1.Ahmet Midhat, Felatun Beyle Rakım Efendi (Bordo Siyah Yay.) 2.Reşat Nuri Güntekin, Acımak (İnkılap Kitabevi) 4. Edebiyat günü yazarı Dil ve Anlatım dersi için: 1.Emin Özdemir, Anadilin Toprağında (Dünya Kitapları Yayınevi) 2.Gündüz Vassaf, Medeniyet, Kültür, Sanat (İletişim Yayınları) Seçmeli Türk Edebiyatı dersi için: 1.Refik Halit Karay, Memleket Hikayeleri (İnkılap Kitabevi) 2.Sophokles, Antigone (Mitos Boyut Yayınları) Not: Hazırlık sınıflarına ve 9.sınıflara, Yazım Kılavuzu ve Türkçe Sözlük. Öğrenci, aynı rakamla ve (*) işaretiyle gösterilmiş kitapların sadece birinden sorumludur. 24 11. Edebiyat Günü YAZARLARI Oya Baydar Achim Wagner Mehmet Saçlıoğlu Mahir Ünsal Eriş Atilla Şenkon Hakan Bıçakcı Mustafa Çifçi Ercüment Cengiz Yekta Kopan Ercan Kesal