“Ermeni Sorunu” ve kısa bir karşılaştırma!

Transkript

“Ermeni Sorunu” ve kısa bir karşılaştırma!
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
EYLÜL/EKİM 2010/08 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X147
▶ Kürtler ve Demokratik Özerklik
▶ “Ermeni Sorunu” ve kısa bir karşılaştırma!
▶ Pozitif Ayrımcılık Üzerine…
A aket!
M
A eyen bir fel k!
R
▶ Denizleri
O nu gelm laşma yo
N
n
o
A
P
pal: S velerinde a
o
h
B
/
zir
stan
Öldürenler
Hindi : G8 ve G20
a
Kanad
•
editörden - içindekiler
EDİTÖRDEN
Değerli okuyucu,
bir aylık aradan sonra tekrar birlikteyiz. Yeni
dönemde değişiklikler içeren bir yayın organı ile
birlikte sizlerle olmaya devam edeceğiz. Dergimizde
hem periyod hem de içerik açısından önemli
değişikliklere gidiyoruz.
Dergimiz bundan sonra 2 aylık aralıklarla
yayınlanacak ve teorik sorunların ağırlıkta olduğu
bir yayın organı olacak. Öncelikle işçi sınıfının
ve sendikal hareketin, uluslararası komünist
hareketin, ülkemizde devrimci hareketin sorunlarını
tartışacağız, cevaplar arayacağız.
Dergimizin 2 ayda bir yayınlanması ve teorik
sorunlara ağırlıklı olarak yer verilmesi onun, gerek
ülkemizde gerekse uluslararası alanda yaşanan
güncel olaylara tavır takınmayacağı anlamına
gelmez. Tam tersine, bizim teorik yayın organından
anladığımız, içinde bulunduğumuz güncel siyasipolitik sorunlardan kopuk olmayan fakat bu
sorunları doğru analiz ederek doğru marksist-leninist
siyaset ile birleştirmeyi hedefleyen ve bu bakış
açısıyla sonuçlar çıkaran bir yayın siyasetidir.
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI dergisinin yanısıra, esas
olarak işçi sınıfının hem teorik hem de güncel politik
sorunlarına yer vereceğimiz Yeni İşçi Dünyası (YİD)
gazetesi de ayda bir kez düzenli olarak yayınlanmaya
devam edecek.
Her iki yayın organımızın da hedeflediği amaca
ulaşabilmesi, kuşkusuz siz okurlarımızın yayınları ne
oranda sahiplendiği ile doğrudan bağlantılı olacaktır.
Yayın organlarına yazılar göndermek, tartışmalar
yürütmek, dağıtımının daha da yaygınlaşması
ve gerçek anlamda bir kitle yayın organı haline
gelmesi için bilinçli ve aktif bir çaba sarfetmek bizim
okurlarımızdan beklediğimiz en önemli katkılardır.
Bu gerçekleştiği oranda hedefimize ulaşabiliriz.
Tüm okurlarımızın yeni bir yayın döneminde yeni bir
enerjiyle mücadelelerinde başarılar diliyoruz.
Önümüzdeki sayıda buluşmak dileğiyle...
29 Ağustos 2010
Yeni Dünya İçin Çağrı
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
Referanduma doğru giderken.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
Türkiye’den Adalet Manzaraları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Kürtler ve Demokratik Özerklik. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13
Provokasyonlara dikkat!
Türk, Kürt çatışması kışkırtılmaya çalışılıyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . 16
GÜNCEL
YAŞ’ta bilek güreşi!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19
“Umudumuz Kılıçdaroğlu!”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21
YENİ KADIN DÜNYASI
Pozitif ayrımcılık üzerine. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24
GÜNCEL
Devrimci, demokratik kamuoyuna:
2
Devrimci 1 Mayıs Platformu’ndan çekiliyoruz. . . . . . . . . . . . . . . . . 26
Lahey Adalet Divanı: Kosova’da tek taraflı bağımsızlık kararı
uluslararası hukuka aykırı değil!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 27
Kavganın Doğrusu Doğrunun Kavgası
İİbrahim Kaypakkaya nasıl anılmaz!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 29
PANORAMA
Sonu gelmeyen bir felaket!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 32
G8 ve G20 zirvelerinde anlaşma yok! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 34
Sovyet Ansiklopedisi’nde
Ermeni sorunu ve kısa bir karşılaştırma. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 37
OKUR MEKTUBU
Serbest Kürsü
Marksizm ve Küçük Burjuva Terminatörleri. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 43
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
DENİZLERİ ÖLDÜRENLER. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 50
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9
Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 147· Eylül/Ekim 2010 • ISSN 1301692X147• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 1,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı
- İstanbul • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.org • [email protected]
26
maddeden oluşan Anayasa değişiklik paketi üzerine ikinci tur görüşmeler Mayıs
ayı başında mecliste tamamlandı. İkinci turun sürprizi, Anayasa değişiklik önerisinin parti kapatmalarını meclisin iznine bağlayan ve hemen hemen imkansız kılan 8. maddesinin oylanmasında yaşandı. 1.
turda 337 oyla geçen bu madde, ikinci turda referandum eşiği olan gerekli minimum 330 oyun altında
kalarak paketten düştü.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 12 Mayıs’da paketi
onayladı. Anayasada 26 değişiklik öngören yasa taslağı aynı gün Resmi Gazete’de 330-367 arasında oyla
kabul edildiğinden, Anayasa gereği olarak referanduma sunulmak üzere yayınlandı.
CHP iki gün sonra, DSP milletvekillerinin ve kimi
bağımsızların da katkısıyla 111 imza ile Anayasa
Mahkemesi’nde iptal davası açtı.
Anayasa Mahkemesi kararı
Anayasa Mahkemesi’nin, Anayasa değişikliği paketi
hakkında CHP’nin açtığı iptal davasında aldığı karar
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç tarafından
7 Temmuz akşamı 20.30 civarında yapılan bir basın
toplantısı ile açıklandı. Buna göre:
Mahkeme heyeti önce paketi şekil yönünden ince-
ledi. CHP’nin AKP milletvekillerinin pakete ilişkin
oy kullanırken kullandıkları oyları birbirine göstermesiyle ‘gizlilik’ ilkesinin ihlal edildiği iddiasını şekil
incelemesi sırasında ele aldı. Heyet bu iddia nedeniyle
paketin iptal edilmesi şeklindeki talebi oybirliği reddetti.
CHP’nin ilk teklifte Mehmet Ali Şahin’in imzasının
bulunması nedeniyle teklifin iptal edilmesi yönündeki iddiası da üyeler tarafından ciddiye alınmadı.
CHP’nin yine şekil incelemesi kapsamında paketin
ivedilikle görüşülmediği konusundaki iddiasını da
heyet yerinde bulmadı. Böylece mahkeme dava dilekçesinde yer alan şekil yönündeki iddiaların tamamını
reddetti.
Mahkeme üyelerinin şekil denetimi incelemesinin
ardından paketin Anayasa’nın 4. maddesinde öngörülen ‘teklif edilmezlik yasağı’ kapsamında olduğu
iddiasını tartıştı. Dört üyenin karşı çıkmasına rağmen yedi üyenin oyuyla paketin esas incelemesine
geçen heyet, 8, 14, 16, 19, 22 ve 26. maddeleri esastan
inceledi.
Anayasa Mahkemesi ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) üye yapısını değiştiren iki
maddedeki 33 kelime ve iki bağlacı iptal etti.
İptal edilen maddeler Anayasa mahkemesi ve
gündem
Referanduma doğru giderken...
3
gündem
HSYK’ya üye seçiminde uyulacak esasları belirliyor.
Değişiklik paketinde yer alan düzenlemeler Anayasa
Mahkemesi ve HSYK’ya üye seçimi için ilgili kurumlarda yapılacak oylamalarda her seçicinin kaç aday
belirlenecek olursa olsun sadece bir adaya oy verebilmesini öngörüyordu. İptalle mevcut sistemin devamı
benimsenerek, seçicilerin belirlenecek aday sayısı kadar oy vermesi hükme bağlandı.
Yüksek Mahkeme ayrıca Cumhurbaşkanı’nın
HSYK’ya doğrudan seçeceği dört üyeyi “iktisat ve siyasal bilimler dallarında görev yapan öğretim üyeleri
ve üst kademe yöneticileri arasından” belirleyebilmesini öngören hükmü de iptal etti. Cumhurbaşkanı bu
üyeleri hukukçu akademisyenlerle avukatlar arasından seçebilecek.
Anayasa Mahkemesi’nin kararının guguki
açıdan anlamı
4
Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı aslında hem iptal
davasını açanlar, hem de bu davanın toptan reddedilmesini savunanlar açısından beklenmeyen incelikte
bir karar.
Karar en başta CHP’nin “Anayasa değişiklik paketi
hakkındaki toptan iptal istemi oybirliği ile reddedildiği” noktada Anayasa değişiklik paketi konusunda
planlanan referandumun yapılacağı anlamına geliyor. Nitekim YSK’da, CHP’den yükselen “şimdi ortaya yeni bir metin çıktı, YSK referandumu ertelemeli,
bu metin üzerine Mecliste görüşülmelidir” taleplerine rağmen, bekletmeden yaptığı açıklamada referandumun daha önceden planlandığı gibi 12 Eylül’de
yapılacağını, yapılacak referandumda da Anayasa
Mahkemesi’nde “düzeltilen” metnin referanduma sunulacağını açıkladı. Yani 12 Eylül’de şimdi Anayasa
Mahkemesinin de “onayından” geçmiş ve redakte
edilmiş bir metin referanduma sunulacak.
CHP’nin tek tek maddeler hakkında getirdiği iptal
istemleri konusunda, bu maddelerin bir bölümünde
Anayasa Mahkemesi, Mahkeme Başkanı H. Kılıç’ın
deyimiyle “şekil denetimi üzerinden esasın denetimine geçti”. Bu denetim sonucunda tek tek maddelerin
hiç birinde, çoğunluk iptalden yana olmasına rağmen (6 oy) 2/3 çoğunluk (7 oy) bulunamadığı için
maddeler bütünüyle iptal edilmedi. Bunun yerine
iki ana maddede (Anayasa mahkemesi ve HSYK’nu
yeniden düzenleyen maddeler) madde konusu olan
yüksek yargı kurumlarına yeni seçimler bağlamında
kullanılacak yöntemle ilgili öngörülen yöntem (her
oy kullananın yalnızca bir kişiye oy vermesi) ile ilgili
cümlelerin üzeri çizildi. Anayasa Mahkemesi bu bağlamda önüne gelen Anayasa değişikliği yasasını bazı
noktalarda “düzelterek” yasa koyucunun işini yaptı.
Anayasa Mahkemesi’nin aldığı bu karar aslında
Anayasa Mahkemesi’nin Anayasada kendine tanınmayan bir hakkı (Anayasa değişikliklerini içerik olarak -“esasa girerek”- denetleme) resmen kullanmasıdır. Bu 367 ve türban kararlarından sonra artık bir
çeşit içtihat haline getirilmiştir. Anayasa Mahkemesi
bu tavrıyla Anayasa yapıcılık görevini kendi kendine
vermiş durumdadır.
Anayasa Mahkemesi’nin Anayasayı hiçe sayması bu karar bağlamında bununla da sınırlı değil.
Anayasa’nın 153. maddesinin birinci Cümlesi aynen
şöyledir:
“Anayasa Mahkemesinin kararları kesindir. İptal
kararları gerekçeleri yazılmadan açıklanamaz.”
Bu açık hükme rağmen, Anayasa Mahkemesi başkanı 7 Temmuz akşamı kameraların karşısına geçiyor, Anayasa değişikliği yasasında iptal ettiklerini ve
etmediklerini, henüz gerekçe filan yazılmadan, açıklıyor! O kadar delinmiş Anayasa, bir de burada delinmiş! Ne olur yani! Karar açıklaması da, hukuka değil
ama guguka uygundur.
Anayasa Mahkemesi’nin kararının siyasi
anlamı
Anayasa Mahkemesi’nin kararı hukuki değil siyasi
bir karardır. Anayasa Mahkemesi bu kararında da,
bundan önceki benzer kararlarında olduğu gibi hukuki değil siyasi aktör olarak davranmış, açıkça siyasi bir karar almıştır. Aldığı karar çok ince bir siyaset
mühendisliği ürünüdür.
CHP’nin Anayasa değişiklik paketini Anayasa
Mahkemesi’ne götürmekteki amacı onu toptan (ki
onlara göre en iyisi bu olurdu ) ya da en azından yüksek yargı ile ilgili iki maddesini iptal ettirmek idi.
Anayasa Mahkemesi’nin yapısı göz önüne alındığında, bu normal sonuçtu da. Gerçekte bugünkü Anayasa Mahkemesi üyelerinin büyük çoğunluğu CHP ile
aynı ideolojide, aynı dalga boyutunda düşünen, davranan kişilerdir. 10’a 1, ya da 9’a 2, en kötü durumda
7’e 4 iptal kararı çıkması hiç sürpriz olmazdı. İptal
kararı çıkıp çıkmayacağı değil, daha çok toptan iptal
mi, yoksa yalnızca iki maddenin iptali mi sorusu üzerine tartışılıyor; olası iptal kararı üzerine AKP’nin
12 Eylül’ü erken seçim için kullanıp kullanmayacağı
üzerine tahminler yürütülüyordu. Bu açıdan Anayasa
Mahkemesi’nin aldığı, iptali yalnızca Anayasa Mah-
Eczacı terazisiyle ince ayar
Anayasa Mahkemesi’nin kararının en önemli yanı
CHP’nin toptan iptal veya o olmazsa, iki maddenin
iptali istemlerinin geri çevrilmiş olmasıdır. Anayasa
Mahkemesi’nin aslında iptal etme imkanına sahip
Kemalist çoğunluğu bunu yapmamış, referandumun
yapılması yönünde karar almıştır. Aslında bu karar
çok ince bir siyasi mühendislik hesabına işaret etmektedir. Görünen odur ki, Anayasa Mahkemesi’nin
ideolojik Kemalist çoğunluğu AKP’ye verilecek bir
mağduriyetin ona zarardan çok yarar getireceği konusunda dersini almıştır. İptal sonucunun çıkmamasının temelinde AKP’nin elinden mağduru oynama
kozunun alınmak istenmesi yatmaktadır. Çıkacak bir
iptal kararı, bu iptal kararı ister toptan iptal olsun ve
referandumun yapılmasını engellesin, isterse iki maddenin iptali biçiminde olsun, AKP’nin yüksek yargı
tarafından önünün kesilmesi, mağdur duruma düşürülmesi olacaktı. Parlamentoda becerilemeyen, yargı
yoluyla yapılmış olacaktı. Geçmişte bunun sonuçları
bu gibi mağduriyet durumları ertesinde yapılan seçimlerde görüldü. AKP bu gibi mağduriyetler ertesinde seçimlerden güçlenerek çıktı. Anayasa Mahkemesi
bu ince ayar kararı ile AKP’ni mağdur göstermemeye
dikkat etmiştir. İptal kararı çıkmaması aynı zamanda AKP açısından parlamento seçimlerinin 12 Eylül’e
çekilerek baskın seçim olarak yapabilmesinin olası
gerekçesini de ortadan kaldırmıştır.
Yine görünen odur ki, CHP’deki “iktidar değişikliği” –biraz da medyanın pompalaması ile- ideolojik Kemalist kesimde ciddi bir iktidar değişikliği,
AKP’nin en kötü halde bir CHP-MHP koalisyonu
ile iktidardan uzaklaştırılması olasılığı ve umudunu
yeşertmiştir. İdeolojik Kemalist kesim yıllardan bu
yana ilk kez seçimlerle işbaşına gelebilme konusunda umutlanmıştır. Anayasa Mahkemesi’nin kararı
aynı zamanda bu umudun, bir kez daha “deneme”
isteğinin bir ifadesidir. Bu umudun oluştuğu yerde
bir iptal kararı ile AKP’nin mağduru oynayabilecek
role sokulması bu umuda ters bir iş olur, CHP’nin işini zorlaştırabilirdi. Anayasa Mahkemesi kararı aynı
zamanda CHP’ne yeni yönetim altında, genel seçimlerden önce, ona hazırlık olarak referandum yoluyla
kendini deneme fırsatı sunan bir karardır. Referan-
Anayasa Mahkemesi’nin
kararı hukuki değil siyasi bir
karardır. Anayasa Mahkemesi
bu kararında da, bundan önceki
benzer kararlarında olduğu
gibi hukuki değil siyasi aktör
olarak davranmış, açıkça siyasi
bir karar almıştır. Aldığı karar
çok ince bir siyaset mühendisliği
ürünüdür.
dumun bütün olarak Anayasa değişikliğinin içeriğinin tartışılmasından kopartılıp, AKP iktidarından
memnuniyet testine, AKP iktidarına evet mi/hayır
mı referandumuna dönüştürülmesi halinde, hayır
oylarının –bir genel seçimde AKP’ye oy verecek olanların bir bölümünün de hayır oylarıyla- baskın çıkma
ihtimali vardır. Hayırların baskın çıkması durumunda AKP önemli bir yenilgi almış olacak, bu 2011 de
yapılacak genel seçimlerde, AKP’nin seçimlerle götürülmesi umudunu büyütebilecektir.
Toptan iptal yerine seçim yönteminin Anayasa Mahkemesi tarafından yeniden yazılması ve
Cumhurbaşkanı’nın seçecekleri konusunda alanının
biraz daraltılması anlamına gelen bir karar, aslında
çok ince bir hesap işi, çok ince bir siyasi mühendislik
ürünüdür. Toptan iptal olmaması ile AKP’nin mağduriyet durumu yok gösterilmektedir. Fakat diğer
yandan seçim yönteminin eski tipte devam etmesi ile
yüksek yargıda Kemalist egemenlik daha uzun yıllar
garanti altına alınmış, AKP’nin yüksek yargıyı kısa
sürede ele geçirme planının önü kesilmiş olmaktadır.
Yani önümüzdeki dönemde de AKP’nin iktidarının
sürmesi halinde, yüksek yargı en azından 5-10 yıllık
bir dönemde Kemalistlerin egemenliği altında kalmaya devam edecek, şimdi olduğu gibi yasama ve yürütmeyi sonuçta belirleyecektir. Alınan kararın pratik
anlamı budur. Çatışmanın iki tarafı açısından da aslında bütün Anayasa değişikliği paketinde üç madde
önemli idi. Birini ( parti yasaklanması ile ilgili olanını) AKP zaten geçiremedi. Diğer ikisinde de Anayasa
gündem
kemesi ve HSYK’na yapılacak seçim usulleri ile ilgili
bazı cümlelerin iptali ile sınırlayan Anayasa mahkemesi kararı “sürpriz” oldu. Bu karar bu haliyle, ne
AKP’Nil, ne de CHP’ni memnun etti.
5
gündem
Mahkemesi kararı ile AKP’nin zaman planının üzeri
çizildi. Anayasa Mahkemesi kararı ile AKP’ne mağduriyet görüntüsü kazandırılmadan AKP’nin zaman
planı geçersiz kılındı.
İşte guguk konularında şeytana pabucu ters giydiren Kanadoğlu’nun bile “hiç düşünmediği”ni itiraf ettiği kararın anlamı budur. Bu kadar ince ayara ancak
şapka çıkartılır!!!
Referandumda ne oylanacak?
6
12 Eylül’de yapılacak referandumda, resmen ve kağıt
üzerinde Anayasa Mahkemesi’nin aldığı kararla son
biçimine bürünen 1982 Anayasası’nın bazı maddelerinde değişiklikleri öngören yasa, Meclisten AKP’nin
oylarıyla geçen, son biçimi Anayasa Mahkemesi tarafından verilen “Anayasa değişiklikleri paketi” halk
oyuna sunulacak. Bu değişiklikler kısaca şöyle:
*Kadın-erkek eşitliği konusunda alınacak tedbirler,
Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamayacak.
*Herkes kendisi ile ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahip olacak.
*Yurt dışına çıkma hürriyeti, ancak suç soruşturması veya kovuşturması nedeniyle ve hakim kararıyla
sınırlandırabilecek.
*Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma,
yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça ana ve babası ile kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme
hakkına sahip olacak. Devlet, her türlü istismara karşı çocukları koruyucu tedbirleri alacak.
*Aynı iş kolunda birden fazla sendikaya üye olunabilecek.
*Memurlara ve diğer kamu görevlilerine toplu sözleşme yapma hakkı tanınacak. Toplu sözleşme yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması halinde, taraflar
Kamu Görevlileri Kuruluna başvurabilecek. Kurul
kararları, kesin ve toplu sözleşme hükmünde olacak.
Toplu sözleşme emeklilere de yansıtılacak.
*Greve katılan işçilerin ve sendikanın kasıtlı veya
kusurlu hareketleri sonucu grev uygulanan iş yerinde
neden oldukları maddi zarardan sendika sorumlu tutulamayacak. Siyasi amaçlı grev ve lokavt, dayanışma
grevi ve lokavtı, genel grev ve lokavt, iş yeri işgali, iş
yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişlere ilişkin yasaklar kaldırılacak.
*Kamu Denetçiliği Kurumu (ombudsmanlık) oluşturulacak.
*Milletvekilliğinin düşürülmesi uygulaması kaldırılacak.
*TBMM Başkanlık Divanı 2. dönem sonuna kadar
görev yapacak.
*Yüksek Askeri Şuranın (YAŞ) terfi işlemleri ile
kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hariç, her
türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açılacak.
*Adalet hizmetleri ile savcıların idari görevleri yönünden Adalet Bakanlığınca denetimi, adalet müfettişleri ile hakim ve savcı mesleğinden olan iç denetçiler; araştırma, inceleme ve soruşturma işlemleri ise
adalet müfettişlerince yapılacak
*Askeri mahkemeler, asker kişiler tarafından işlenen askeri suçlar ile bunların asker kişiler aleyhine
veya askerlik hizmet ve görevleriyle ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevli olacak.
*Devletin güvenliğine, anayasal düzene ve düzenin
işleyişine karşı suçlara ait davalar, her durumda adliye mahkemelerinde görülecek.
*Siviller, savaş hali dışında askeri mahkemelerde
yargılanamayacak.
* Halen 11 asıl 4 yedek üyeli Anayasa Mahkemesi,
17 asıl üyeden oluşacak. TBMM, 2 üyeyi, Sayıştay Genel Kurulunun gösterdiği 3’er aday arasından; 1 üyeyi
ise baro başkanlarının avukatlar arasından göstereceği 3 aday arasından gizli oyla seçecek.
İki ayrı daire oluşturulacak.
Siyasi partilere ilişkin dava ve başvurulara, iptal ve
itiraz davaları ile Yüce Divan sıfatıyla yürütülecek
yargılamalara, Anayasa Mahkemesi Genel Kurul’u
bakacak.
Meclis Başkanı, Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları ile Jandarma Genel Komutanı da görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Divanda yargılanacak. Yüce Divan kararlarına karşı yeniden inceleme
başvurusu yapılabilecek. Genel Kurulun yeniden inceleme sonucu verdiği kararlar kesin olacak.
Anayasa Mahkemesi’ne “kişisel başvuru” da mümkün olacak.
*Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi üyeleri için “hakimlik teminatı” geçerli olacak
*Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) yeniden yapılandırılacak. HSYK’nın halen 7 olan üye sayısı 22’e, 5 olan yedek üye sayısı ise 12’ye çıkarılacak.
HSYK, 3 daire halinde çalışacak.
HSYK’nın Başkanı, Adalet Bakanı olmaya devam
edecek. Adalet Bakanlığı Müsteşarının Kurulda yer
alması uygulaması da sürecek.
*Ekonomik ve Sosyal Konsey Anayasa kapsamına
alınacak.
Referandumda tavır ve cepheler
Hayır cephesi: Anayasa değişikliklerinin birinci yanını, yapılan bu değişikliklerin, değişiklik yapılan
her noktada 1982 Anayasasına göre, gerici burjuva
demokratik bir Anayasa yönünde bir ilerleme, bir
reform anlamına geldiği gerçeğini yok saymaktadır.
Onlara göre bu Anayasa değişiklikleri değil, bu değişimlikleri yapan AKP’nin niyeti önemlidir. Onun
niyeti ise kötüdür. Her halde bu Anayasa değişiklikleri AKP tarafından “ demokratik, laik, sosyal hukuk
devleti”ni ele geçirip yıkmak, yerine (birkaç yıl önceye
kadar şeriat devleti diyorlardı, son dönemde herhalde
bunun fazla inandırıcılığı kalmadığı için olsa gerek
bundan vaz geçtiler) “Tek Parti, tek kişinin faşist
diktatörlüğünü” geçirmek için yapılıyor. Bunun için
bu cephe bütün referandum tartışmalarında değişikliklerin içeriğinin tartışmasından kaçınıyor, referandumda taktikleri, referandumu Anayasa değişikliği
referandumu olmaktan çıkarıp, AKP hakkında bir
güven oylamasına dönüştürmek üzerine kurulu. Bu
durumda AKP’nin 8 yıllık iktidar yorgunluğunun ve
ona karşı bizzat AKP’ye genel seçimlerde oy vermiş
olan bir kesimi içinde de gelişen tepkilerin sandığa
hayır olarak yansıması sonucu, hayırların baskın çıkabileceğini hesaplıyorlar.
Tabii bu arada referanduma kadar olan dönemde
Türkiye/Kuzey Kürdistan’da çatışmaların artması,
“şehit”lerin, şehit cenazelerinin artması, toplumsal
alanda Türk-Kürt çatışması görüntülerinin de artma-
sı, AKP’nin yönetim zaafının gösterilmesi için elzem
ve uygundur. AKP’nin yönetim zaafına tepkiler de,
hayır oylarını arttıracak bir rol oynayacaktır. Bu cephe için, bu cephe içinde de öncelikle açık darbeciler
(Ergenekoncular) ve MHP için referandum kampanyasının önemli bir ayağı AKP’nin yönetim zaafının
gösterilmesi olacaktır. Buna yönelik eylemlerin bu
dönemde artması kimseyi şaşırtmamalıdır.
Evet cephesi ise yapılacak referandumun AKP’nin
onaylanması veya onaylanmaması referandumu olmadığını vurgulayarak, evet oylarının “AKP’ye
evet” oyları olarak yorumlanmayacağını söyleyerek,
AKP’ne tepkinin sandığa hayır olarak yansımasını
engellenmeye çalışıyor. Tabii bu açıklamalar evetlerin
baskın çıkması halinde bunun AKP’nin hanesine zafer olarak yazılmasını engellemeyecektir. Evet cephesi bir yandan referandum, AKP referandumu değildir
diyerek, hayır cephesinin taktiğini boşa çıkarmaya
çalışırken, diğer yandan da referandumu darbelere
/12 Eylül’e evet mi/hayır mı referandumuna dönüştürmeye çalışarak evet oylarını arttırmaya, CHP ve
MHP, BDP tabanından da oy almaya çalışıyor. İçerik
tartışmasında da evet cephesi bu Anayasa değişikliklerinin 12 Eylül Anayasasının özünü değiştirmediği
eleştirileri karşısında, özellikle bu cephenin liberal
sözcüleri ağzından “yetersiz ama evet”,”bu hiç yoktan iyidir” kampanyası yürütüyor. AKP tartışmayı
bir yandan genel düzlemde darbelere/12 Eylül’e evet
mi hayır mı ikileminde yürütürken, diğer yandan da
yapılan değişikliklerin içeriğinin bireysel özgürlük
ve hakların sınırlarını genişletme, demokratikleşme
yönünde adımlar olduğunu anlatan bir kampanya
yürütüyor.
Evet/hayır cepheleri dışında bir de boykot cephesi
var.
Bu cephede hemen tüm devrimci örgütler ve nasyonal sosyalist “sol” dışındaki bütün reformist örgütler
var.
Boykot cephesi esas olarak hayırın pratikte, AKP’ne
hayır derken aynı zamanda 1982 Anayasasının sürmesine evet; evetin ise bir yandan 1982 Anayasasının belirli noktalarda değiştirilmesine evet yanında
AKP’ne evet demek olduğu temelinde; Türkiye’nin
yepyeni bir Anayasaya ihtiyacı olduğu ve fakat bu
Anayasa değişikliklerinin bu ihtiyaca cevap olmadığı, bu değişikliklerle yeni bir Anayasa ihtiyacının
ötelendiği gerekçeleriyle boykot tavrı takınıyor. AKP
boykot tavrını ısrarla hayır tavrıyla bir ve aynı göstererek, boykotçuların tabanında var olan “hiç yoktan
gündem
*12 Eylül dönemindeki Milli Güvenlik Konseyi üyeleri ile bu dönemde kurulan hükümetler ve Danışma
Meclisi’nde görev alanların yargılanmasını önleyen
geçici 15. maddesi yürürlükten kaldırılıyor.
Görüldüğü gibi yapılmak istenen değişikliklerin
tümü sonuçta Anayasal düzlemde ele alındığında,
1982 faşist Anayasasından uzaklaşma, ona göre burjuva demokrasisi yönünde ilerleme anlamına gelen
değişikliklerdir. Bu değişiklikler bundan önceki
150’nin üzerindeki Anayasa değişikliği gibi, 1982
Anayasasının faşist özüne, onun temeline, başlangıç
“ilkelerine”, “Genel Esas”lar bölümüne dokunmamaktadır. Hal böyle olduğu için bugüne kadarki bu
en kapsamlı değişiklikler de sonuçta 1982 Anayasasının faşist özünü, ruhunu koruyan, onu kozmetik
değişikliklerle “reforme” edip, kabul edilebilir hale
getirme işlevine sahip değişikliklerdir.
Anayasa değişikliklerinin bu iki yanını ortaya koymayan her değerlendirme eksik ve yanlış olacaktır.
7
gündem
iyi”, ehven-i şer oyları evete kazanmaya çalışıyor.
Bu cephe içinde kitlesel gücü olan ve etkilediği kitlenin oyu referandum sonucunda belirli bir ağırlığa
sahip olan ve eğer sonuç az farkla çıkacak olursa belirleyici de olabilecek olan tek güç BDP. BDP açısından taktik kaygılarla, boykot yerine evet oyu yönünde
çağrı yapıp yapmama tartışmasının bir anlamı var.
Etkileyeceği oy oranları onbinlerde bir büyüklüklerde hareket eden diğer boykotçu güçler için bunun tartışılmasının da bir anlamı yok.
BDP ise içinde bulunduğumuz durumda AKP’ni
baş düşman gören tavrıyla bunu tartışmadı. Tabanın
en azından bir bölümünde olan evet eğilimini kırmanın bir aracı olarak boykotu seçti. Bunu anlatmakta
da oldukça zorlanıyor ve aynı hayırcılar gibi bu Anayasa değişikliklerindeki relatif ilerlemeyi yok sayıyor,
gözlerden gizliyor. BDP’nin bu tavrı sürdürüp sürdürmeyeceği tabii sonuçta Abdullah Öcalan’ın tavrına
bağlı. A.Öcalan ise son görüşme notlarında bundan
önceki kesin boykotçu tavrından uzaklaşarak, “‘Referandum konusunda halkımız her yerde her bölgede
her kentte toplanacaklar, durumu tartışacaklar ve bir
karara varacaklar. Kimsenin iradesine ipotek koymuyoruz. Ancak serbest bırakıyoruz derken kimse yanlış anlamasın, yine boykot olabilir ancak halkımız referandum öncesi evvela toplanacak, bol bol tartışacak
ve gelişecek sürece göre kendisi karar verecek. Yanılmıyorsam referandumda evet ile hayır atbaşı durumda gidiyor. BDP burada kilit konumundadır. BDP’nin
tavrı referandum sonuçlarını etkiler. BDP önümüzdeki günlerde bu konuda toplantılar da yapmalıdır.”
diyor. Bu önümüzdeki bir aylık dönemde az bir olasılık olsa da A. Öcalan’ın dolayısı ile BDP’nin de pazarlık gücünü arttırmak ve tabandan kopmamak için
evete yönelmesinin önünü açabilecek bir tavırdır. Ya
da en azından boykota ve hayırlara rağmen evetlerin
baskın çıkması halinde “yenilgi” nin suçunu Öcalan’ı
anlamayan BDP’ye yıkmanın bir aracı olabilir. Bu
bağlamda BDP bugüne kadar boykot siyasetini gayet
iddialı yürütüyor, hatta boykot oylarının çoğunluğu
oluşturacağını iddia ediyor. Bu iddia boş iddiadır.
Geniş boykot çağrı cephesinin boykot çağrısı zaten
%25’lerde olan normal “boykot” oylarını maksimum
10 puan civarında arttırabilir. O da bir takım AKP
seçmenlerinin de AKP’ne bir ihtarda bulunmak için
sandığa gitmemesi ile mümkün olur.
Doğru tavır
8
Anayasa değişiklik paketinin özünü, AKP’nin iktidar
yürüyüşü önünde engel konumunda olan yüksek yargının etki alanının sınırlandırılması, egemenliğinin
kırılması ve askeri egemenliği geriletmek oluşturuyor. Anayasa Mahkemesi kararı sonucu, AKP’nin istediği tam gerçekleşmemiş olsa da paketin özü budur
Anayasa Mahkemesi, HSYK yapısını değiştiren değişiklikler, YAŞ kararlarına yargı yolu, sivillerin askeri
mahkemelerde yargılanmalarının önünün kapatılması, darbecilere sivil yargı yolu, paket içinde AKP
açısından çok önemli değişikliklerdir. Paket içindeki
diğer bütün olumlu değişiklikler, bu öz yanında dolgu malzemesi işlevini görüyor.
Referandumda oylanacak olan gerçekte şudur:
AKP’den yana mı, AKP karşıtlarından mı yanasın?
Egemen sınıflar arasındaki iç çatışmada kimden yanasın? Liberal burjuvazi mi, bürokrat burjuvazi mi?
Liberal burjuvazinin mi, bürokrat burjuvazinin mi
siyasetini destekliyorsun?
Referandumda hayır oyu vermek 1982 faşist
Ana¬yasasının olduğu gibi kalsın oyudur. Referandumda evet oyu ise, öncelikli olarak AKP’nin iktidar
yürüyüşünde ona verilmiş destek oyudur.
Hayır ve evetin bu anlama geldiği bu durumda sınıf
bi¬linçli işçilerin, devrim isteyen insanların, gerçekten demokratik bir ülke isteyen insanların takınacağı
tek doğru tavır vardır: Referandumu boykot etmek!
Boykot egemen sınıfların iktidar mücadelesinde bizi
kuyruk¬larına takma çabalarına hayır demektir.
Hayır! Egemenler arasındaki iktidar mücadelesinde, burjuvazinin iki kanadından birini tercih etmek
zorunda değiliz. Hayır! Hayır ve evet arasında sıkışıp
kalmak zorunda değiliz. Hayır! Kötünün iyisini tercih etmek zorunda değiliz.
Biz ne 1982 faşist Anayasası, ne de 1982’nin
teme¬lini koruyup demokratlaştırıyorum diyen 2010
AKP Anayasasından yanayız. Ne 12 Eylül faşist Anayasası, ne de AKP’nin iktidar yürüyüşünü kolaylaştıran Anayasa!
Biz işçilerin köylülerin, tüm emekçilerin iktidar olduğu, demokratik bir ülkenin demokratik Anayasasından yanayız.
Demokratik halk iktidarında, işçiler, köylüler, tüm
emekçiler için demokratik Anayasa, gerçek anlamda
demokrasi ancak o zaman gerçekleşecektir.
Kapitalist sistem içerisinde demokratik bir Anayasa
gerçekleşemez. Demokratik bir Anayasa için mücadele devrim mücadelesi olarak yürütülmek zorundadır.
11 Ağustos 2010 ✓
A
nayasanın 2. maddesinde Türkiye’nin “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğunu
yazar. Bu ilkenin cumhuriyetin temel bir ilkesi olduğu belirtilir. Türkiye’de yasalar, parlamento, yargı
vb. kurumlar var. Bu kurumların olması Türkiye’nin
gerçek anlamda bir hukuk devleti olduğu anlamına
gelmemektedir. Faşizmin en gerici diktatörlüğünün
uygulandığı Hitler Almanyasın’da bile, kanunlar,
mahkemeler ve parlamento vardı. Tarih boyunca
zulüm ve baskı politikaları mahkemeler aracılığıyla
uygulandı. Türkiye’nin yakın tarihine bakıldığında
İstiklal Mahkemeleri ve daha sonraki süreçlerde özel
mahkemeler kuruldu. Muhaliflere karşı baskı ve zulüm politikaları mahkemeler aracılığıyla uygulandı.
87 yıllık T.C tarihi, muhaliflere karşı uygulanan baskı
ve katliam tarihidir. İstiklal Mahkemelerinde binlerce insan yargılatıldı ve 1500 kişi idam edildi. Prof. Dr.
Semih Gemalmaz’ın “Türkiye’de Ölüm Cezası 19202000” adlı eserinde verilen bilgilere göre 1920 ile
1984 yılları arasında 15’i kadın toplam 712 kişi idam
edildi. Mahkemelerin verdiği idam kararlarının yanı
sıra, binlerce insan yargısız infaz edildi.
Türkiye, insan haklarını güvence altına alan bir çok
uluslararası sözleşmeye imza koymuştur. Bu sözleş-
meler, insan haklarını güvence altına alma konusunda Türkiye’ye önemli sorumluluklar yüklemektedir.
Türkiye’nin insan haklarıyla ilgili en önemli yükümlülüğü ise, yurtaşların insan haklarını anayasa
ve yasalarıyla tanımak, bireylerin bu haklarını kullanmalarına karışmamak ve bu hakları başkalarının
müdahalesine karşı korumaktır. Türkiye’de ki hukuk, tüm bireylerin haklarını güvence altına almak
yerine, devleti koruma ve kollama işlevine sahiptir.
Osmanlı imparatorluğu’nun külleri üzerine kurulan
bu devlet, Türk olmayan ulus ve azınlık milliyetler
üzerinde baskı ve imha politikalarına göre hukuk düzenini şekillendirmiştir.
Günümüz Türkiye’sinde, hakim sınıflar arasında
bir iktidar dalaşı sürmektedir. Türkiye’deki hukuk
uygulamalarının ardında hukuk felsefesi yoktur.
Hukuk kanunlardır. Kanunlar hukuktur. Devleti korumak için, devlet hukukudur bu. Aslında “kanun
devleti” de değil. Çünkü kanunlar yargıçların keyiflerine göre yorumladıkları metinlerdir. Hukukun
ardında insan yoktur. Hukuk, hukuk olmaktan çıkarılıp siyasetin bir aracı haline getirilmiştir. Hukuk,
egemen sınıfların iktidar mücadelesinde birbirlerine
karşı kullandıkları bir araçtır. Yargının üst kesimi
güncel
Türkiye’den Adalet
Manzaraları
9
güncel
Kemalist kesimin denetimi altındadır ve iktidarını
koruma mücadelesi yürütüyor. Yargının orta ve alt
kesimi ise birçok kurum gibi bölünmüş ve önemli ölçüde ideolojik kemalist kesimin kontrolünden çıkmış
durumdadır. Yasalar hukuktan koparılıp “ötekiler”
üzerinde baskıya dönüştürülmüştür. Son aylarda hukuk adına kimi kararlar verildi. Bu kararlardan kimi
örnekleri belirtmekte fayda var. Bu kararlara bakıldığında yargının gerçek işlevinin ne olduğu daha iyi
anlaşılacaktır.
Bulanık’ta taş atana 11 yıl ceza, adam
öldürene tahliye
10
Kürt siyasetçilere ve genelde Kürt halkına yönelik
olarak işlenen suçlara “hukuk” adına göz yumma,
suç işleyenleri teşvik anlamına gelen kararlar veriliyor. Muş’un Bulanık İlçesi’nde 15 Aralık 2009 günü
DTP’nin kapatılmasını protesto eden halkın üzerine ateş açarak, 2 kişinin ölümü 10 kişinin ise yaralanmasına neden olan Turan Bilen ve kardeşi Metin
Bilen’in yargılandığı Bulanık davasının 3. duruşması
Ankara 9. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Olayla ilgili Turan Bilen ile Metin Bilen’in yargılanmasına “güvenlik” gerekçesiyle Samsun 1. Ağır Ceza
Mahkemesi’nde 12 Nisan 2010’da başlanmış fakat
Samsun’da kapatılan Demokratik Toplum Partisi’nin
(DTP) eski Genel Başkanı Ahmet Türk’ün yumruklu
saldırıya uğraması sonucu dava Anakara’ya alınmıştı. Duruşmaya BDP Muş Milletvekilleri Nuri Yaman,
BDP Hakkari Milletvekili Hamit Geylani, BDP Muş
İl Başkanı Nimet Sezgin, BDP Bulanık İlçe Başkanı
Rahmi Çelik, Bulanık Belediye Başkanı Ziya Akkaya, BDP Ankara İl ve ilçe yöneticilerinin yanı sıran
hayatını kaybeden Necmi Oral’ın ailesi ile mağdur
avukatları katıldı. Mahkeme heyetinin bir önceki
duruşmada mahkemenin talep ettiği gizli tanıklar ve
kamera kayıtlarına ilişkin bilirkişi raporunun okunarak başlanan duruşmada, mağdur avukatlarından
Kadir Karaçelik, bilirkişi raporunun tamamen yanlı
olarak hazırlandığını belirterek, “bilirkişi raporuna
tamamen karşıyız. Çünkü görüntüler cımbızlanarak
alınmış. Yani rapora göre olay sanki insanların Turan
Bilen’in dükkanına saldırması ile başlamış gibi, ama
görüntüler izlendiği zaman bunun böyle olmayacağı
ortadadır. Olay günü 4 polis kamerası kayıt alıyor,
ancak ne hikmetse ne görüntülerde ne de raporda Turan Bilen’in ateş edişiyle ilgili görüntüler yok” dedi.
Mağdur avukatlarından Abdül Baki Çelebi ise, gizli
tanıklarla ilgili ifade tutanaklarının bir hukuk skan-
dalı olduğunu belirterek ifade kağıtlarının üzerinde
ne ifadeyi alan kurumun ne de kişinin isminin veya
imzasının bulunmadığını vurguladı. Mahkeme heyetine Turan Bilen’in telefon kayıtlarını gösteren Türk
Telekom raporunu hatırlatan Çelebi, “rapordaki görüşmelere baktığımızda Necmi Oral’ın öldürülüşü
saat 11.20 olarak geçiyor. Sanık Turan Bilen’in emniyet müdürünü araması ise saat 11.30, yani sanığın
Necmi Oral’ı öldürdüğü zaman kendisini hiçbir tehlikede hissetmiyor ki ondan sonra Emniyet Müdürünü arıyor” dedi.
Avukat Çelebi, sanıkların tahliye edilmesi durumunda herkesin kendisinde meşru müdafaa yetkisini
göreceğini kaydederek, “eğer bugün buradan tahliye
çıkarsa, Hatay Dörtyol’da da esnaflar kendilerinde
meşru müdafaa yetkisi görür ve katliam yapar” dedi.
Sanık avukatlarının tahliye taleplerinin ardından
mahkeme heyetinin, mağdur avukatlarının tahliyeye
ilişkin beyanlarını almadan karar vermek için toplanması üzerine tartışma yaşandı. Ara kararı açıklamak isteyen mahkeme heyetine, kendilerinin savunma yapmadığını hatırlatan avukatlara, mahkeme
başkanı bağırınca tartışma büyüdü. Bunun üzerine
mahkeme başkanı mağdur avukatların savunmasını
almadan kararlarını açıkladı. Mahkeme heyeti gizli
tanıkların dinlenmesi, kamera kayıtlarının TÜBİTAK tarafından incelenmesi taleplerini ve olay günü
orada olan muhabirlerin dinlenmesine ilişkin talepleri reddederken tutuklu sanıklar Turan Bilen ve Metin Bilen’in ‘meşru müdafaa ve bilirkişi raporuna göre
suçun değişebileceğini’! göz önünde bulundurarak
sanıkların tahliyesine karar verdi.
Mahkeme çıkışı basın mensuplarına açıklamalarda
bulunan BDP Muş Milletvekili Nuri Yaman, hukukun herkes için lazım olduğunu belirterek, “JİTEM
elemanlarınca gönüllü ve kadrolu köy koruyucularını
yıllarca sürdürdüğü hukuk dışı olayların birinin burada yargı tarafından nasıl hukuksuzca sonuçlandırıldığını ve devlet tarafından aklandığını gördük. Biz
Ankara’da da hukukun üstünlüğüne inanan hakimler olduğunu bekledik, ne yazık ki bunu göremedik.
Olaya karışanlara 11 yıl hapis cezası veriliyor, ama
katliamı yapanlar tahliye ediliyor. Bu hukukun katlidir. Yargı safhasında mahkeme başkanının sinirli
tavrını ve savunma hakkını ayaklar altına almasını
gördük. Bu insanlar bugün devlet eliyle aklandılar”
dedi.
Avukat Şahabettin Göçmen ise, dosyanın zaten
tamamen meşru müdafaaya göre yapıldığını kaydet-
gündem
ken çekilmiş görüntü kaydının bulunduğu belirtildi.
Demirbağ, “örgüt propagandası yapmak, örgüte üye
olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek, görevli
memura direnmek” suçlarından 7 yıl 7 ay hapse mahkum edildi. Demirbağ, daha önce yargılandığı 2911
sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’na muhalefet suçundan da 4 yıl mahkumiyet aldı. Böylece
Fevzi Demirbağ, toplam 11 yıl 11 ay hapse mahkum
edildi. BDP milletvekili Nuri Yaman’ın da dediği gibi
“Bu, hukukun katlidir.”
Bastır parayı … Vur yumruğu !
ti. Avukat Kadir Karaçelik de, Ankara 9. Ağır Ceza
Mahkemesi’nin hukuka ağır bir darbe vurduğunu belirterek, “araç olan bu sanıkların arkasında bir örgütlenme olduğu yönünde kanıtları sunmamıza rağmen,
mahkemeye ne sunduysak reddetti. Mahkeme bizi
sınırladı, söz hakkı dahi vermedi. Taraflı bir soruşturmanın yapıldığına inanıyoruz. Ciddi kanıtlar toplanmadan meşru savunma kararı vermek Türkiye’de
bir ilktir. Biz bu hukuku çiğneyen mahkeme hakkında gerekli başvuruları yapacağız” dedi. Bu kararlar
net olarak yargının savaş tarafı olduğunu gösteren ve
ırkçı saldırıları, cinayetleri aklayan ve kışkırtan siyasi
kararlardır.
Taş atana 11 yıl 11 ay
DTP’nin kapatılmasının ardından Muş’un Bulanık
ilçesinde yaşanan olaylar sırasında iki kişiyi öldürmekle suçlanan Turan ve Metin Bilgen kardeşler tahliye edilirken, olaylar sırasında polise ve panzerlere
taş attığı iddia edilen Fevzi Demirbağ’a 11 yıl 11 ay
hapis cezası verildi. Van 4. Ağır Ceza Mahkemesi,
Bulanık ilçesindeki olaylara katılan Fevzi Demirbağ
hakkında verdiği mahkumiyet kararının gerekçesini
açıkladı. Kararda, sanığın, örgüt adına toplanan grup
arasında görevli memurlara gaz bombası ve taş atar-
Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan DTP’nin
siyasi yasaklı eski Genel Başkanı Mardin eski Milletvekili Ahmet Türk’e yumruklu saldırı konusunda süren davada karar 27 Temmuz’da açıklandı. Davanın
son duruşmasında İsmail Çelik’e 1 yıl hapis cezası
verilirken bu ceza 6’da 1 oranında oranında artırılarak 1 yıl 2 aya çıkarıldı. Ancak, sanığın duruşmadaki
iyi hali göz önüne alınarak ceza 11 ay 20 gün hapse indirildi. Bu ceza da 7 bin TL adli para cezasına
çevrildi. Aynı davada “kamu malına zarar vermek”
suçundan 6 yıla kadar hapis cezası istemiyle tutuksuz
yarılanan Uğur Keskinsoy ise beraat etti. Yani Türk
Yargısı bu kararla BDP li milletvekillerine karşı ırkçı şiddet olaylarında burun kırmanın bedelini 7 bin
lira olarak tespit etmiş oldu. Bu ırkçılara “saldırın aslanlar” diyen bir karardır. Hukuk açısından, insanlık
açısından, çok lafı edilen kardeşlik açısından utanç
verici bir karardır bu.
Şerzan Kurt davası
Muğla’da 11 Mayıs’2010 tarihinde, Kürt öğrencilere
yapılan saldırıda kurşunla ağır yaralanan ve Dokuz
Eylül Üniversitesi (DEÜ) Tıp Fakültesi Hastanesi’ne
kaldırılan 21 yaşındaki İşletme Bölümü öğrencisi
Şerzan Kurt, 19 Mayıs’ta yaşamını yitirmişti. Yapılan
inceleme sonucu, Kurt’u vuran silahı Gültekin Şahin
isimli polisin ateşlediği saptanmıştı. Kameralarla da
saptanan bu görüntünün ardından tutuklanan Şahin
hakkında “Kastı aşan şekilde adam öldürmek” suçlamasıyla müebbet hapis istemiyle dava açılmıştı. Gültekin Şahin, ifadesinde amirinin izin vermesi üzerine
polis arkadaşı Oktay Kebapçı ile havaya ateş ettiklerini söylemişti.
Muğla Valiliği’nin isteği doğrultusunda Adalet
Bakanlığı’nın talebi üzerine Yargıtay 5. Ceza Dairesi, dosyayı “kamu güvenliği” gerekçesiyle Eskişehir
Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmesine karar verdi.
11
güncel
Yargıtay’ın verdiği nakil kararı üzerine, davanın ilk
duruşması Muğla’da görülmesi gerekiyordu. Muğla
1. Ağır Ceza Mahkemesi de davanın 10 Ağustos 2010
tarihinde görülmesine karar vermişti. 10 Ağustos’ta,
Şerzan Kurt davası nedeniyle Muğla’da geniş güvenlik önlemleri alındı. Emniyette tüm izinler dava nedeniyle iptal edildi. Gelen araçlar kontrol edildi, çevik
kuvvet ekipleri de Muğla Adliyesi önünde adeta kuş
uçurtmadı. Ellerindeki döviz ve pankartlarla adliye
önüne gelen Şerzan Kurt’un yakınları ve aralarında
BDP Muş Milletvekili Sırrı Sakık’ın da bulunduğu
grup, Türkçe ve Kürtçe olarak “Şerzan yoldaş ölümsüzdür”, “Katil polis hesap verecek”, “Artık yeter” sloganlarını attı.
Grubu adliyede bir supriz bekliyordu. Dava 9
Ağustos’ta görülmüş ve avukatlara haber verme gereği duyulmamıştı. Yargıtay’dan gelen nakil kararı
üzerine, mahkeme evrak üzerinden davadan el çekme
kararı almıştı. Bu karardan avukatların haberi yoktu.
Avukatlar, savcının yanına giderek bu duruma uzun
süre itiraz etti. İtirazın reddedilmesi üzerine, adliye
dışına çıkan Kurt’un avukatlarından Arif Ali Cangı
gruba seslendi: “Bugün saat 09.30’da davanın çağrısı
yapıldı. Duruşmada valiliğin talebi üzerine davanın
bundan sonraki oturumların Eskişehir’de yapılacağı
duyurulacaktı. Duruşmaya geldiğimiz zaman, mahkemece dün saat 17.00 civarında Yargıtay’dan gelen
nakil kararı gerekçe gösterilerek, evrak üzerinden davadan el çekme kararı alındığını öğrendik. Bundan
ne yazık ki, hiç birimizin haberi yok” dedi. Avukatlara haber verilmeden duruşma yapılır mı? yapılır.
Çünkü burası Türkiye…
28 yıllık Dev-Yol ana davasında nihayet
karar çıktı!
12
Egemenler arasındaki iktidar dalaşında son dönemlerde özellikle Ergenekon davaları ile ilgili olarak
Ergenekon’un resmi ve gayri resmi avukatlarından
sıkça duyduğumuz ve doğru olan bir laf var. “Geç
gelen adalet adalet değildir.“ diyorlar. Haklı olarak
uzun süren davada tutuklamanın bir tedbir olmaktan çıkıp, henüz suçlulukları kanıtlanmamış, hüküm
giymemiş insanlar için cezaya dönüştüğünden yakınıyorlar. Doğru şikayetlenmeleri. Fakat bu akıllarına
ancak bu uygulama kendilerine, aslında suçlu değil
kahraman gördüklerine yöneldiğinde akıllarına geliyor. Türkiye’de bugün de özde süren 12 Eylül hukuku
onbinlerce devrimciyi, sosyalisti, yurtseveri, komünisti yıllarca – hükümsüz- tutuklu tuttu, zindanlar-
da çürüttü, işkenceden geçirdi. Bugün Ergenekon
davalarında gürültü edenlerin büyük çoğunluğunun
bu pratik karşısındaki tavırları en iyi halde susarak
onaylamak, birçok halde ise aktif olarak bu tavrı savunmaktı! O zaman Akıllarının ucundan yapılanların hukuksuzluk olduğu geçmiyordu. Hemen bütün
devrimci örgüt davaları 10 larca yıl sürdü. Binlerce
devrimci bu davalar sırasında yıllarca –hükümsüztutuklu kaldılar. Bu davalardan biri örneğin, Dev Yol
Ana davası, dava başladıktan 28 yıl sonra, Haziran
2010 da nihayet karara bağlandı.
Dava, daha önce 6. Ağır Ceza mahkemesinde karara bağlanmış, fakat “sanıkların savunma haklarının kısıtlandığı” gerekçesiyle savunma tarafından
Yargıtay’a götürülmüştü. Yargıtay itirazı haklı bulmuş, kararı bozarak davayı yeniden görülmek üzere yine kararı alan mahkemeye geri göndermişti.
Bozma kararının ardından Ankara 6. Ağır Ceza
Mahkemesi’nde tekrar görülmeye başlanan Dev-Yol
örgütü ana davası Haziran 2010’da bir kez daha karara bağlandı. Mahkeme, 1982’de görülmeye başlanan
davada, daha önce verdiği kararda direnerek, 19 sanığı müebbet, atılı suç tarihinde yaşı 18’den küçük olan
2 sanığı ise 16 yıl 8’er ay hapis cezasına mahkum etti.
Mahkeme, 2006’da verdiği kararda direnerek, sanıklardan Nuri Özdemir, Emin Koçer, Yaşar Kanbur,
Nurettin Aytun, Cahit Akçam, Murat Parlakay, Erdoğan Genç, Hasan Ertürk, Yusuf Yıldırım, Mehmet
Hassoy, Hilmi İzmirli, Celal Mut, Melih Pekdemir,
Ahmet Akın Dirik, Atalay Dede, Hıdır Adıyaman,
Turhan Yalçın Bürkev, Halil Yasin Ketenoğlu ve Bünyamin İnan’ı ‘Anayasal düzeni cebren bozmaya teşebbüs etmek’ suçlamasıyla müebbet hapis cezasına
çarptırdı.
Mahkeme, atılı suç tarihinde yaşı küçük olan Veli
Yıldırım ve Hüseyin Aslan’ı ise 16 yıl 8’er ay hapis cezasına mahkum etti.
Mahkeme, yurt dışında bulunan sanık Halil Yasin
Ketenoğlu’nun bozma ilamına karşı beyanının alınmasına gerek görmedi.
Alınan kararların gelinen yerde pratik bir anlamı
yok. Çünkü bütün sanıklar zaten – bu 28 yıl içinde
yapılan bir dizi yasa değişikliği, ve hükümsüz yattıkları yıllarca süren hapislik sonucu- verilen cezaları
çekmiş durumdalar. Türkiye’de guguk böyle işledi,
işliyor.
Hrant Dink bir kez daha vuruldu
19 Ocak 2007 yılında Hrant Dink katledildi. Hrant
Kürtler ve
Demokratik
Özerklik
✌
halkların kardeşliği için
Dink’in katledileceği devlet yetkilileri tarafından
önceden biliniyordu. Ama nedense bir türlü önlem
alma gereğini duymuyorlardı. Hrant’ın katledilmesinin ardından İstanbul Valisi Muammer Güler “basit
bir olay”, Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah “örgüt
bağlantısı yok, milliyetçi duygularla işlenmiş bir cinayet” yönünde açıklamalar yaptılar. Kolluk güçleri,
Hrant’ın katil zanlısı Ogün Samast ile “vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez” yazısı bulunan
bayrak önünde hatıra fotoğrafı çekme yarışına girdiler. Katilleri duruşmaya getiren resmi aracın plakasında “ya sev, ya terk et” yazısını okuduk hep birlikte.
Futbol maçlarında “ayağa kalkmayan Ermeni olsun!” tezahüratlarını ve “beyaz bere” takıp “hepimiz
O.S.’yiz” sloganlarını duyduk. Yasin Hayal’in avukatının duruşmalarda, Hrant’ın yakınları ve müdahil
avukatlara yönelik ırkçı ve hakaret eden sözleri basına yansıdı. Hrant davasında sadece tetikçiler yargılanıyor. Deliller ve gerçek suçlular gizleniyor. Kolluk
kuvvetlerinin katillerle içiçe olduğu yönlü haberlerin
medyada yaygın halde yer almasına rağmen zanlılara
bir türlü erişilemiyor!
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde, öldürülen
Agos gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’le
ilgili davada, Türk hükümetine, “Cinayeti niye önleyemediniz?” sorusu yöneltildi. Medyada çıkan haberlere göre Türkiye savunmasında, Dink’in “halkı tahrik ederek nefret suçu işlediğini” öne sürdü. Devlet
tarafından korunmadığı iddiasına da “tehdit edilmiş
olsaydı koruma isterdi, istemedi” yanıtı verildi. Hükümetin AİHM’e gönderdiği yazıda Dink’in “Türklüğe hakaret”ten yargılanması savunuldu. Dink’i
hedefe koyan ve 301. maddeden ceza almasına neden
olan yazıyla, Agos’u tehdit eden bir kişinin eylemi bir
tutuldu. Savunmada bununla da yetinilmedi ve Dink
konusunda emsal gösterilen ikinci kişi bir Nazi’ydi.
Hrant Dink’in tehditlere ve cinayet planlarının bilinmesine karşın korunmadığı iddialarına yönelik
verilen yanıtta da cinayetle ilgili bugüne kadar ortaya
çıkan gerçekler hiçe sayıldı. Hükümet AİHM’ye gönderdiği savunmasında, soruşturmaların “derinlemesine ve etkin bir şekilde” yürütüldüğünü öne sürüyor.
Oysa şimdiye kadar sadece tetikçiler yargılanıyor.
Yargı denilen mekanizma olayın perde arkasını araştırma ve gerçek failleri ortaya çıkarma görevini yerine getiremiyor. Hukukun guguk olduğu bir ülkedir
Türkiye. Bu hukuksuzlukların hesabı elbet bir gün
sorulacaktır.
Ağustos 2010 ✓
D
emokratik Toplum Kongresi, Eş Başkanlar Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk başkanlığında 21-22
Ağustos tarihlerinde Diyarbakır’da toplandı. Basına
kapalı yapılan toplantıya BDP milletvekilleri, BDP’li
Belediye Başkanları ve Kandil’den gelen grupta bulunan M. Şerif Gençdal katıldı.
İki gün süren toplantı sonrasında Demokratik
Özerklik Projesi’nin ana eksenini oluşturduğu bir
dizi karar alındı. DTK Daimi Meclis’inin aldığı bu
kararlar Ahmet Türk tarafından açıklandı.
Alınan kararlar esas itibariyle şöyle:
- Özerk Kürdistan talebi. Ahmet Türk Özerk
Kürdistan’ın birlikte yaşama projesi olduğunu ve bu
konuda bir çalıştay düzenleneceğini açıkladı. Ayrıca DTK’nin Kürt ulusal birliğine yönelik çalışmalar
yapacağını ve başta hükümet, Öcalan ve PKK olmak
üzere çözüme katkıda bulunabilecek herkesle görüşeceklerini bildirdi.
- PKK’nin eylemsizlik kararı almasının ardından
müzakere sürecinin başlatılması. Bu konudaki temel
gündem maddelerini ise Türk “Yeni bir demokratik
anayasanın hazırlanması, haksız şekilde tutuklu bulunan barış grubu üyeleri ve Kürt siyasetçilerin bırakılması, yüzde 10 barajının kaldırılması, terörle mücadele yasası başta olmak üzere tüm antidemokratik
yasaların yürürlükten kaldırılması” olarak açıkladı.
Ayrıca bu taleplerin 13 Eylül’den hemen sonra temel
gündem olarak tartışılacağının taahhüt edilmesi istendi.
Aynı talepler KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’dan da gelmişti. Karayılan ile yapılan
bir röportaj 17 Ağustos tarihinde yayınlandı. Bu röportajda Karayılan’da “Eylemsizlik hangi koşullarda
uzar ya da kalıcı duruma gelir?” sorusu üzerine “14
13
✌
halkların kardeşliği için
14
DTK’nin demokratik özerklik projesi aslında ulusların kendi
kaderini tayin hakkının sulandırılmış halidir. Bu ulusal hakkın
rafa kaldırılması, Kürt halkının mücadele azminin reformist
talepler uğruna heba edilmesidir. Talep bugün var olan zoraki
birliğin bir miktar yumuşatılması talebidir. Çünkü her sorunu
çözebilecek sihirli bir değnek gibi gösterilen Demokratik Özerklik
kapitalist-emperyalist sistem içerisinde getirilen, zoraki birliği
kültürel hakları tanıyan zoraki bir birlik haline dönüştüren bir
taleptir. Bu yanıyla da proje Türk ve Kürt burjuvazisinin uzun
vadeli çıkarlarına hizmet etmektedir.
Nisan’dan bu yana haksız yere tutuklanan sivil Kürt
siyasetçileri ile barış grubu üyeleri serbest bırakılmalıdırlar. (…) bu haksızlık giderilmeden yumuşama ve
uzlaşma ortamı gelişmez. (…) Diğer bir şey ise, Önderliğimizin en son üç madde şeklinde kamuoyuna
açıkladığı ve kalıcı çözümü kesinleştirecek perspektifi vardır. Bu perspektif temelinde müzakere sürecinin
başlatılması, ki mevcut olan bir diyalog sayılabilinir,
bundan sonra müzakere sürecinin başlatılması gereklidir. Aynı zamanda önder Apo’nun çözüm sürecine aktif katılabilmesinin koşulları yaratılmalıdır.
Çünkü böyle bir süreci koşulları olması halinde ancak önder Apo sürdürebilir. Diğer bir husus ise, dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde olmayan yüzde
10 seçim barajının aşağı çekilmesidir. Neden? Çünkü
bu Kürtlere karşı bir tampondur. Bu baraj bunun için
muhafaza ediliyor. Bu koşullar eğer gerçekleştirilirse,
süreç bu biçimde kalıcı bir barışa doğru ilerleyerek
sonuç alıcı bir sürece dönüşebilir.” cevabını vermişti.
- Referandumu boykot. DTK, BDP’nin almış olduğu boykot kararının “ilkeli bir görüş” olduğunu
açıkladı. Kürt sorununun aynı zamanda Türkiye’nin
sorunu olduğunu söyleyen Türk, sorunun çözülmesi için Hükümet desteğinin de gerekli olduğunu ve
Kürtlerin artık savaş istemediğini belirtti.
- Silahların tamamen susturulması. Tüm taraflarla
görüşmeler yapacaklarını söyleyen Ahmet Türk “Ne
Türk ne de Kürt halkının bu sürece tahammülü kalmamıştır” dedi.
- Azadiya Welat gazetesinin kapatılması. DTK’nin
sonuç açıklamasında Azadiya Welat gazetesinin kapatılması kınandı ve basının susturulması demokrasinin susturulması olarak açıklandı.
Demokratik Özerklik nedir?
Aslında bu yeni bir talep değil. Geçmişte de Demokratik Konfederalizm vb. isimlerle gündeme gelen bir
talepti. Ancak bugün Kürt ulusal hareketi DTK aracılığı ile bu talebi daha yüksek sesle getirir oldu. Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir Demokratik
Özerklik’i şöyle tanımlanıyor: “Demokratik Türkiye
bütün etnik kimliklerin, emekçilerin inançların hiç
kendisini dışarıda görmediği, baskılanmadığı, kendini özgürce ifade ettiği ve aynı zamanda dağılımında da adaletin sağlandığı demokratik, müreffeh bir
Türkiye yaratma projesidir. (…) Özerk Doğu olacak
Özerk Orta Karadeniz olacak, aynı zamanda Demokratik Türkiye Özerk Kürdistan olacak. (…) Demokratik özerklik projesinde TBMM var olmaya kesinlikle devam edecektir. (…) İstiklal Marşı, Türkiye’de
okunmaya devam edecektir. Türk bayrağı Türkiye’de
dalgalanmaya devam edecektir. Buna da hiçbir itirazımız yok ama bununla birlikte her bölgede bölgesel
parlamento olacaktır. Bu bölgesel parlamentolardan
sorunu çözebilecek sihirli bir değnek gibi gösterilen
Demokratik Özerklik kapitalist-emperyalist sistem
içerisinde getirilen, zoraki birliği kültürel hakları tanıyan zoraki bir birlik haline dönüştüren bir taleptir.
Bu yanıyla da proje Türk ve Kürt burjuvazisinin uzun
vadeli çıkarlarına hizmet etmektedir.
Talep edilen özerklik gerici burjuva demokratik
ülkelerdeki eyalet sisteminin bir versiyonudur. Biçimsel olarak her ülke somutunda farklılıklar gösterse de özerklik veya eyalet yönetimi aslında merkezi
otoritenin güçlendirilmesine, merkezi otoritenin
tüm gücünü sermayenin egemenliği için harcamasına, kapitalist-emperyalist hedefleri için daha fazla
güç elde etmesine hizmet etmektedir. Özerk bölgeler
veya eyaletler kültürel işlerle meşgul olurken (tabi ki
burada da bir kar pastası vardır) merkezi otorite tüm
gücünü sermayenin emrine vermektedir.
Türkiye’de Demokratik Özerklik’in gerçekleşmesi
durumunda, bu düne göre ileri olsa da, ulusal sorun
gerçek anlamda çözülmeyecektir. Ulusal baskı, zoraki birlik, ulusal eşitsizlik, asimilasyon vb. sürecektir.
İşçi ve emekçilerin, ezilen, dışlanan, baskı altında
tutulan ulusların yoksulluklarını, sömürülmelerini
değiştirmeyecektir. Bu yüzden asıl hedef ulusların
kendi kaderini koşulsuz olarak tayin edebilecekleri,
isterlerle ayrılma hakkını kullanabilecekleri (ki biz
gönüllü ve eşit birlikten yanayız) demokratik halk
iktidarı için devrim mücadelesi olmalıdır. Sosyalizme doğru ilerleyen demokratik halk iktidarı koşullarında tüm ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ve
isterlerse ayrılma hakkı garanti altındadır. Bu iktidar
şartlarında oluşturulacak cumhuriyetlerin ve özerk
bölgelerin eşit ve demokratik katılımı ile güçlü bir
birlik oluşturulacaktır.
Bu iktidar ulusların ve ulusal azınlıkların sadece
kültürel-sosyal haklarını korumakla kalmaz, onların ekonomik haklarını da güvence altına alır. İşçi ve
emekçilerin, köylülerin sermaye tarafından sömürülmeleri, yoksullaştırılmaları, savaşlarda katledilmeleri, açlık ve sefalete sürüklenmeleri son bulur.
Bu yüzden Türk, Kürt, Arap ve diğer tüm milliyetlerden işçi ve emekçiler, ezilenler devrim için, demokratik halk iktidarı için mücadele etmelidirler. Kendi
kaderlerini kendi ellerine almalıdırlar.
Biz sihirli bir değnek vadetmiyoruz. Çağrımız, birlikte yapmanın, birlikte yönetmenin ve birlikte eşit,
özgür, tok yaşamanın çağrısıdır.
26.08.2010 ✓
✌
halkların kardeşliği için
bir tanesi de Kürdistan Bölgesel Parlamentosu olacaktır. Türk bayrağının yanında Türkiye bayrağının
yanında benim dedelerimin, hepinizin dedelerinin
de katkısı ile ödemiş olduğu bedelle elde edilen (…)
Kürt halkının da yerel renkleri, bayrağı da gökyüzünde olacaktır.”
KCK operasyonların tutuklanan Demokratik Toplum Kongresi sözcüsü Hatip Dicle de Demokratik
Özerklik’in yerinden yönetim ilkesi ile halkın iktidara katılım mekanizması sunduğunu belirtmişti.
Dicle, Demokratik Özerklik’in dünyadaki uygulamalarının olumlu sonuçlar yarattığını, yönetime
yabancılaşmayı ortadan kaldırdığını, halkın siyasi
iradesini geliştirdiğini, bürokratik, hantal, masraflı, anti-demokratik işleyişin aşılmasını sağladığını,
dengeli gelir ve kaynak kullanımına yol açarak, daha
verimli bir hizmete olanak sunacağını, etnik, kültürel, dini çok renkliliğin korunup geliştirilmesini sağlayacağını, militarist, ırkçı, baskıcı merkezi yapıların
ortaya çıkmasını engelleyeceğini belirtmişti.
KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan
da Demokratik Özerklik Projesi’nin alternatifinin
ayrılma olduğunu belirterek mücadeleleri açısından
bu projenin stratejik olduğunu açıkladı. Karayılan
Haziran ayında yaptığı açıklamada “Kürt özgürlük ve
demokrasi hareketi olarak kendi çözümümüzü kendimizin geliştirmesi çerçevesinde ilk adım olarak demokratik özerkliği ilan etme görevimiz ve hedefimiz
vardır. Demokratik özerklik aslında devleti demokratik çözüme zorlama adımıdır. Devlet çözüme gelmezse de özerkliğini kendisinin sürdürmesi tutumudur.
Buna rağmen hiçbir surette çözüme gelinmez, ilan
edilen demokratik özerklik hedeflenerek, yok edilmek istenirse o zaman devlet olmadan kendi çözümümüzü demokratik konfederal eksende geliştirme
seçeneğine yönelmek durumunda kalacağız. Demokratik özerkliği hedefler ve buna gelinmezse geriye
kendi başının çaresine bakma seçeneği kalıyor ve o
zaman biz de buna yönelmek durumunda olacağız.”
DTK’nin demokratik özerklik projesi sadece K.
Kürdistan’ı değil TC sınırlarının tamamını kapsıyor.
Bu yönüyle talep örneğin Özerk Arap, Laz, Çerkes,
Ermeni vd. bölgelerin oluşturulmasını içeriyor.
DTK’nin demokratik özerklik projesi aslında ulusların kendi kaderini tayin hakkının sulandırılmış
halidir. Bu ulusal hakkın rafa kaldırılması, Kürt halkının mücadele azminin reformist talepler uğruna
heba edilmesidir. Talep bugün varolan zoraki birliğin bir miktar yumuşatılması talebidir. Çünkü her
15
Provokasyonlara dikkat!
✌
halkların kardeşliği için
Türk, Kürt çatışması
kışkırtılmaya çalışılıyor!
Ö
16
nümüzdeki dönemde bir referandum, referandum sonuçlarına göre tarihi belki öne çekilebilecek, fakat her halükarda en geç bir yıl içinde yapılacak olan bir genel seçim var. Egemen sınıflar içindeki
iktidar dalaşı açısından bu seçimler çok önemli. 8
yıllık AKP iktidarı 4 yıl daha uzayacak ve hatta belki Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığının da yolu açılacak
mı; yoksa bu yıl bu iktidarın son yılı mı olacak. Ya da
yerleşik büyük bürokrat burjuva egemenliğinin tasfiyesi süreci devam mı edecek, yoksa bu sürece halkoyu ile dur mu denecek? Kemalist devlet onu dönüştürmek için çaba sarf edenlerin elinden kurtulacak,
yeniden özüne dönecek mi, yoksa kabuk değiştirme,
dönüşme, yenilenme süreci devam mı edecek? Hakim sınıflar açısından, seçimler bu kadar önemlidir.
Referandum bu bağlamda ilk test olarak önemli.
AKP hükümetinin zayıflatılması ve seçimlerde tek
başına iktidarının engellenmesi için referandumda hayırların baskın çıkması belirleyici önemde.
Evetlerin baskın çıkması, hem de parlamentodaki
AKP dışındaki egemen sınıf partilerinin tümünün
“hayır”cı olduğu bir durumda, AKP’nin tek başına
diğerlerinin tümüne karşı zaferi olarak okunacak,
Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına getirilmesi ile
Savaş yükseliyor
Tam da bu ortamda PKK’nin 1 Haziran’dan itibaren
çatışmasızlık dönemine son verdiğini açıklaması, bunun ardından gelen karakol baskınları, bombalamalar, mayınlamalar vb. savaşın yükseltilmesine bahane
oldu, oluyor. Savaş hem Türk Genel Kurmayı’nın hem
PKK kaynaklarının verdiği bilgilere göre yükseliyor.
Çeşitli kaynaklardan basına yansıyan haberlere
göre Haziran ayında çatışmalarda toplam 229 kişi
hayatını kaybetti
PKK’nin 13 Nisan’da aldığı çatışmasızlık kararına
karşılık verilmediği ve PKK lideri Abdullah Öcalan’ın
‘muhatap bulamadığı’ için çekileceğini açıklamasının
ardından Türkiye’de başlayan yeni süreçte çatışmalar
batı bölgelerine de sıçradı.
Çatışmalar Giresun, İskenderun ve Gümüşhane’ye
kadar yayılırken çatışmalar en çok yoğunlaştığı illerin başında Şırnak, Diyarbakır, Tunceli, Siirt, Hakkari ve Mardin yer aldı. Basında çıkan haberlere göre
Haziran ayı içerisinde TSK tarafından 118 askeri
operasyon gerçekleştirildi. Yine Türkiye’nin çeşitli
merkezlerinde 15 ayrı yerde patlama meydana geldi.
Yaşanan çatışma ve patlamalarda toplam191 asker
yaşamını yitirdi 80 asker ise yaralandı. Haziran ayı
içerisinde HPG kaynaklı haberlere göre 25 HPG’li
yaşamını yitirirken, 13 HPG’li ise yaralandı. Yapılan
hava saldırılarında ve çatışmalarda 5 sivil yaşamını
yitirirken 2 sivil de ağır yaralandı. Türkiye’nin 15
ayrı yerinde hava saldırısı gerçekleştirilirken Federal
Kürdistan Bölgesi’ne hemen hemen her gün havan ve
obüs atışları yapıldı
HPG’nin açıkladığı Temmuz ayı savaş bilançosuna
göre ise TSK Temmuz ayı içinde 45 operasyon yaparken, gerillalar ise bu süreçte toplam 64 eylem gerçekleştirdi. HPG gerillalarının gerçekleştirdiği eylem ve
operasyonlar esnasında yaşanan çatışmalarda 174 asker ile 9 polis ve 38 gerilla yaşamını yitirdi.
Bu rakamlar açık dil konuşmakta, savaşın giderek
yükseldiğini göstermektedir.
“Şehit cenazeleri” törenleri: Irkçılığı
azdırma, düşmanlık ve çatışma körükleme
araçları
Savaşta ölen askerlerin, polislerin cenazeleri “şehit
cenazesi” törenleri ile kitlesel gösteriler biçiminde
gömülmekte, bu törenlerde “intikam” yeminleri edilmekte, cenaze törenleri başta MHP olmak üzere bir
kısım siyasi güçler tarafından genelde Kürtlere karşı düşmanlık körüklemenin, çatışma kışkırtmanın
araçları olarak kullanılmaktadır.
Kürtlerle Türklerin yan yana oturduğu, Kürt ve
Türk mahallelerinin birbirinden ayrı olduğu kimi
kentlerde olayların Kürtlere karşı bir pogroma dönüştürülmesi yönünde, Türk Kürt çatışmasını körüklemek yönünde gelişmesi için açık provokasyonlar
yapılmaktadır. Temmuz ayında böyle iki ve oldukça
“başarılı”!!! provokasyon sonucunu Bursa’nın İnegöl
ilçesinde, ve Hatay’ın Dörtyol ilçesinde yaşadık.
Bursa’nın İnegöl ilçesinde ilçeyi birkaç saat içinde
savaş alanına çeviren olaylar küçük bir tartışmayla başladı. İlçenin Orhaniye Mahallesi’nde bir grup
MHP’li bir Kürt dolmuş şoförüne “bir daha buradan
geçme” diyerek şoförü dövdü. Dövülen şoför, yanında üç kişi ile birlikte ülkücülerin bulunduğu kahveye
gitti. Kahvede çıkan kavgada 1’i ağır 5 kişi yaralandı.
Bunun üzerine olaya karıştığı iddia edilen Kürtler gözaltına alındı. “Kürtler 5 kişiyi bıçakladı” söylentisi
kısa sürede ilçede yayıldı. Kısa sürede polis merkezi
önünde 3 bin kişi toplandı. ‘Kahrolsun PKK!’, ‘Kana
kan intikam!’, ‘Şehitler ölmez, vatan bölünmez!’, ‘Burası İnegöl, buradan çıkış yok!’ sloganları atan kalabalık grup Kürtlerin kendilerine teslim edilmesini istedi. Polis araçlarını yakan ırkçılar karakol binasının
camlarını da kırdılar.
Bursa ve ilçelerinden istenen takviye kuvvetler
İnegöl’e geldi. Tüm uyarılara rağmen ikna edilemeyen grup çevredeki araç ve binalara zarar verdi. Ambulansların camlarını kıran topluluk, servis aracını
ateşe verdiği bir alışveriş merkezinin içine girmeye
çalıştı. 6 polis aracı, savcılığa ait bir araç, 1 zabıta aracı ve 2 sivil otomobil ve bir ambulansın da aralarında
olduğu 15 araç ateşe verildi. 21’i polis 30 kişi yaralandı. Daha sonra ilk kavganın arka planında taşımacılık sektöründe rant kavgası olduğu ve kavganın ertesindeki olayların çok açık olarak gerçekliği olmayan
bir dedikodu temelinde provoke edildiği çıktı ortaya.
✌
halkların kardeşliği için
pompalanan AKP’yi seçimle işbaşından uzaklaştırma umuduna ağır bir darbe vuracaktır. Referandumun sakin ve çatışmasız ve güvenlikli bir ortamda
yapılması hükümet konumunda olan AKP’nin çıkarınadır ve onun isteğidir. Buna karşı çatışmalı ve
güvenliksiz bir ortam, muhalefete AKP’nin yönetim
zaafını gösterme, teşhir etme konusunda fırsat sağlar,
Referandumda bunun etkisi –referandumun muhalefet tarafından AKP hükümetine evet mi hayır mı
referandumu olarak kurgulandığı da bulunduğundahayır oylarının artması biçiminde olur.
17
✌
halkların kardeşliği için
18
İnegöl’deki olayların hemen ertesinde bu kez da
Hatay’ın Dörtyol ilçesinden kitlesel linç girişimleri,
Kürtlere yönelik, Kürt mahallesine yönelik saldırı ve
çatışma haberleri geldi.
Hatay Dörtyol’da bir polis otosuna yönelik bir silahlı saldırıda -sonradan saldırıda kullanılan arabanın sahibinin Jandarma ile “çok iyi ilişkiler” içinde
bulunan MHP’li Payas Belediye Başkan Yardımcısı
ve Parti Meclisi üyesi olan bir kişiye ait olduğu çıktı
ortaya. Bu kişi ilk sorgusunda aracının “üç terörist
tarafından gasp edildiği” bilgisini verdi ve serbest bırakıldı.- uzun namlulu silahlarla taranan polislerden
3’ü olay yerinde öldü, ağır yaralanan bir polis de sevk
edildiği hastanede öldü.
Olayın duyulmasının hemen ardından Dörtyol
karıştı. Emniyet Müdürlüğü önünde toplanan “kana
polis aracı taradı. Operasyon gerçekleştiren ekipler,
takip başlattı. Ekipler, kısa sürede, kaçan araçtaki
3 şüpheliyi yakaladı. Bu arada kentte hızla “Kürtler
emniyeti taramış” dedikodusu yayıldı. Sonradan bu
aracın, gerçek aracın peşine düşen polis güçlerini şaşırtmak için özel olarak devreye sokulmuş olabileceği
kuşkuları dile getirildi.
Kısa sürede faillerin yakalandığı ve emniyette olduğu dedikodusu sardı ortalığı. Emniyet önündeki kalabalık içindeki kimi kişilerin kışkırtması ile
“Şehitler ölmez, vatan bölünmez!” sloganları atarak,
“Katillerin” kendilerine verilmesini istedi ve emniyete girmeye çalıştı. Polis galeyana gelen kalabalığı
engellenmekte zorlanınca devreye jandarma ekipleri
girdi. Bina önüne panzerler getirildi ve güvenlik önlemleri artırıldı. Kalabalık uyarılara rağmen dağıl-
kan intikam!” çığlıkları atan kalabalık, uyarılara rağmen dağılmayınca polis havaya ateş açtı, biber gazı
sıktı.
Aynı anda 200 kişilik bir başka grup ise BDP Dörtyol İlçe binasını ateşe verdi. 5 katlı bir iş merkezinin
en üst katında bulunan BDP ilçe binasına giren provokatör grup, içerideki bazı eşyaları aşağı attı, balkonun demirlerine Türk Bayrağı astıktan sonra, içeride
kalan eşyaları da ateşe verdiler. Küçük gruplara ayrılan kişilerin, özellikle Kürtlere ait işyerlerini tahrip
ettikleri görüldü. İtfaiye BDP’nin olduğu binanın yakılmasına geç müdahale etti. .
Eylem sonrası kaçan eylemcilerin yakalanması için
operasyonlara başlayan polis, Emniyet Müdürlüğü
önünden geçen şüpheli bir aracı durdurmak istedi.
Dur ihtarına rağmen araçtakiler kaçmaya çalışınca,
mayınca bu kez askerler havaya ateş açtı.
Bunun üzerine kalabalık geri adım atarken, askerler bu kez grubun üzerine yürüdü ve biber gazı sıkarak eylemcileri dağıttı. Ancak, bir süre sonra göstericiler yine toplanarak, “Askere uzanan elle kırılsın!”
sloganları ile eylemlerini sürdürdüler.
Eylemler Kürtlere ait bir dizi iş yerinin tahrip edilmesi ile sabaha kadar sürdü. Durum ancak ertesi gün
sıkıyönetim günlerini aratır bir askeri güçle kontrol
altına alındı.
İnegöl ve Dörtyol’daki bu görünürde “teröristlere!
kızan halkın tepkisel kendiliğinden hareketi” olan
eylemler, gerçekte bilinçli provokatör güçlerin kışkırtmaları sonucu, içinde en başta MHP tabanının
yer aldığı, amacı ortamı sertleştirmek, Türk-Kürt
düşmanlığını körüklemek olan eylemlerdir. Bu ey-
lemler ertesinde MHP yönetiminin “sükunete davet”
açıklamaları sahtekarlıktır.
Önümüzdeki referandum sürecinde, sonra seçim
sürecinde bu tip eylemler körüklenmeye devam edilecektir. Bu gibi eylemlere verilecek en iyi cevap hakların kardeşliğini savunan kitlesel eylemler olmalıdır.
Çe­şit­li ulus ve mil­li­yet­ler­den iş­çi­le­rin, emek­çi­le­
rin yap­ma­sı ge­re­ken, az­dı­rı­lan ırk­çı­lı­ğa ve şo­ve­niz­me
kar­şı halk­la­rın kar­deş­li­ği­ne vur­gu ya­pan mü­ca­de­le­y i
yük­selt­mek­tir. Ha­k im sı­nıf­l a­rın iktidar mücadelesinde Kürt, Türk, Arap Laz, Çer­kes vb. çe­şit­li ulus ve
mil­li­yet­ler­den iş­çi­le­rin, emek­çi­le­rin bir çı­ka­rı yok­tur.
Han­gi ke­si­min tem­sil­ci­si olur­sa ol­sun ha­k im sı­nıf­l a­
rın tü­mü; on­la­rın dev­le­ti, hü­kü­me­ti iş­çi­le­rin, emek­çi­
le­rin düş­ma­nı­dır. On­la­rın halk­la­rı bir­bir­le­ri­ne kar­şı
kış­k ırt­ma ve olay­la­rın bir “iç sa­va­şa” dö­nüş­tü­rül­me­si
plan­la­rı­nı boz­mak için mil­li­ye­ti, di­li, ulu­sal kim­li­ği
ne olur­sa ol­sun; tüm ka­dın ve er­kek iş­çi­le­ri, emek­çi­
le­ri ha­k im sı­nıf­l a­rın ik­ti­dar da­la­şı­nın bir par­ça­sı ola­
rak sah­ne­ye koy­duk­la­rı bu tür teh­li­ke­li oyun­lar kar­
şı­sın­da du­yar­lı ol­ma­ya, bu tür oyun­la­ra kar­şı or­tak
mü­ca­de­le cep­he­sin­de, sö­mü­rü­cü dü­ze­ne kar­şı, üc­ret­li
kö­le­li­ğe kar­şı mü­ca­de­le­ye ça­ğı­rı­yo­ruz.
10 Ağustos 2010 ✓
YAŞ’ta bilek
güreşi!
gündem
Önümüzdeki referandum
sürecinde, sonra seçim sürecinde
bu tip eylemler körüklenmeye
devam edilecektir. Bu gibi
eylemlere verilecek en iyi cevap
hakların kardeşliğini savunan
kitlesel eylemler olmalıdır. Çe­şit­
li ulus ve mil­li­yet­ler­den iş­çi­le­rin,
emek­çi­le­rin yap­ma­sı ge­re­ken,
az­dı­rı­lan ırk­çı­lı­ğa ve şo­ve­niz­me
kar­şı halk­la­rın kar­deş­li­ği­ne vur­
gu ya­pan mü­ca­de­le­yi yük­selt­
mek­tir.
1-4
Ağustos tarihleri arasında yapılan Yüksek Askeri Şura, Türkiye’de egemen sınıfın kendi içinde yürüyen iktidar dalaşı açısından
kimi ilklerin yaşandığı, en önemli YAŞ toplantılarından biri oldu.
YAŞ toplantısında terfileri konuşulacak bir dizi
yüksek rütbeli subay, hükümete karşı darbe planları
hazırlama suçlamasıyla, bir bölümü hakkında YAŞ
toplantısı öncesinde yakalama kararı çıkartıldı. Yasal
olarak tutuklu olan bir subayın, henüz dava sonuçlanmasa bile, terfi imkanı yok. Hakkında yakalama
kararı çıkarılmış, fakat yakalanmamışların terfi edip
edemeyeceği üzerine hukukçular tarafından YAŞ
öncesi epey tartışıldı. Ergenekonu zaten orduya ve
TC’ne karşı “asimetrik hareket” olarak değerlendiren
hukukçular için yakalanmayan henüz tutuklanmamış, o halde terfisinin önünde engel yoktu. Ergenekonu sivil yargının hukuku egemen kılmak için ciddi
bir girişimi vb. olarak değerlendiren hukukçular için
ise, yakalama emri haklarında ciddi suçlamalar olduğunu, tutuklama ihtimalinin yüksek olduğunu gösteriyordu. Bu gibi durumlarda terfi kesinlikle doğru
değildi.
YAŞ’ta asker kanadının Kara Kuvvetleri Komutanı
olması istediği 1. Ordu Komutanı Orgeneral Hasan
Iğsız YAŞ öncesi, “İrtica ile mücadele eylem planı” ve
“İnternet andıcı” nedeniyle ifade vermeye çağrıldı.
Balyoz darbe planında adları geçen 77 muvazzaf, 24
emekli general ve amiral için yakalama kararı çıkarılması, Orgeneral Hasan Iğsız’ın ifadeye çağrılması
şartlarında YAŞ toplandı.
Beklendiği üzere YAŞ’ta hükümet (Başbakan ve
Savunma Bakanı) kanadı, Ergenekon ve ona bağlı
davalarla ilişkisi olan komutanların hiç birinin terfi ettirilmemesinden yana tavır takındı. Or. Hasan
Iğsız’ın Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na atanmasına
karşı çıktı. Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na Jandarma
Genel Komutanı Orgeneral Atila Işık’ı önerdi. Atila
Işık emekliliğini isteyerek hükümetin istemini boşa
çıkardı.
YAŞ’ın büyük çoğunluğunu oluşturan asker ka-
19
gündem
20
nat haklarında dava açılmış olan ve fakat haklarında henüz mahkumiyet kararı olmayan “değerli silah
arkadaşları”nın masuniyet karinesi ile terfilerinin
önünde hiçbir hukuki, ahlaki vb. engel olmadığı gerekçesiyle sivil kanadı ikna etmeye çalıştı. Hükümet
Balyoz darbe planında adları geçen ve terfileri gelen
11 generalin tefi ettirilmemesi için direndi.11 general
terfi edemedi.
YAŞ toplantısı Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na ve
Genelkurmay Başkanlığı’na atama yapılmadan bitti.
Aslında YAŞ kararları çoğunlukla alınabilen kararlar
olduğu için Generaller YAŞ’ta istedikleri kararı kahir
bir çoğunlukla alabilirler. Sorun şu ki, onların kahir
çoğunlukla alacakları kararlar da ancak Cumhurbaşkanı tarafından imzalandıktan sonra yayınlanıp,
geçerlik kazanıyor. Ve Türkiye tarihinde ilk kez Generallerin aldığı çoğunluk kararları Cumhurbaşkanı
tarafından onaylanmadı. Asker kanadı hükümetin,
Cumhurbaşkanı’nın onayladığı adayları kabullenmek zorunda kaldı. Bu durumun şimdiye kadar yaşanmış bir örneği olmadığı için böyle bir şeyin pratik
sonucunun ne olacağı konusunda da kafalar oldukça
karışık!
YAŞ krizi 8. gününde uzlaşmayla çözüldü. 11. Özel
Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi 77 muvazzaf, 24 emekli general ve amiral için çıkarılan yakalama kararına
itirazı kabul ederek, 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin
kararını kaldırdı. Genelkurmay ise, Kara Kuvvetleri
Komutanı olması için ısrar ettiği Hasan Iğsız ısrarın-
dan vaz geçti.
Varılan uzlaşma ile TSK’nin yeni yönetim kademesi
şöyle: Genelkurmay Başkanı: Orgeneral Işık Koşaner,
Kara Kuvvetleri: Erdal Ceylanoğlu, Deniz Kuvvetleri:
Oramiral Eşref Uğur Yiğit, Hava Kuvvetleri: Orgeneral Hasan Aksay, Jandarma Orgeneral Necdet Özel, 1.
Ordu: Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu, 2. Ordu: Orgeneral Servet Yörük, 3. Ordu: Orgeneral Yalçın Ataman,
Ege Ordu: Orgeneral Hüseyin Nusret Taşdeler, Kara
Kuvvetleri Eğitim Doktrin: Orgeneral Saldıray Berk,
Genelkurmay 2. Başkanı: Orgeneral Aslan Güner,
KKK Kurmay Başkanı: Orgeneral Bekir Kalyoncu,
Donanma: Oramiral Murat Bilgel, Harp Akademileri: Orgeneral Bilgin Balanlı.
Yeni Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’in 2013
yılına kadar görevinde kalması bekleniyor. Jandarma Genel Komutanlığı’na atanan Orgeneral
Necdet Özel’in teamüller gereği 2011’de Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na, 2013’te ise Genelkurmay
Başkanlığı’na getirilmesi bekleniyor. Fakat bu YAŞ’ta
teamüllere uyulmaması, gelecek YAŞ’larda teamüllere uyulacağı anlamına gelmiyor.
YAŞ sonunda devletin zirvesindeki açık bölünme/
iktidar dalaşı bir kez daha belgelendi. YAŞ büyük
bir bilek güreşine, sıkı bir at pazarlığına sahne oldu.
Referandum öncesinde asker kanadı önünde “dik duran” hükümet olumlu puan topladı.
10 Ağustos 2010 ✓
1970
’lerin birinci yarısında, CHP’yi
1950’den sonra koalisyon içinde de olsa ilk kez yeniden seçimlerle iktidara taşıyan slogan “Umudumuz Ecevit”ti. Dağ taş yer yer
devrimci örgütlerin de desteğiyle “Karaoğlan” yazılamaları ile doldurulmuştu. Şimdi öncelikle Doğan
medya grubunun pompalaması ile Baykal’ın devrildiği Kurultay’da Rahşan Ecevit’in desteğini arkasına
alan, kafasına da Ecevit şapkasını geçiren “Gandi”
Kemal Kılıçdaroğlu umut yapılmaya çalışılıyor. Bu
medya pompalamasının Baykal başkanlığında seçim
kazanma umudu kalmayan CHP tabanında tuttuğu
açık. Fakat genel halk nezdinde ne kadar tutturabildiğini referandumda, sonra da eğer referandumda
“anlamı bir oy yükselmesi var” dedirtecek bir sonuç
çıkarsa genel seçimlerde göreceğiz. O zamana kadar
da herhalde Kılıçdaroğlu’nun tutarsızlıkları, saçmalıkları, Baykal’ı bile aratacak komplo teorileri ile yaşamayı öğreneceğiz.
Başkan olmadan önceki yalpalamalarını, önce sert
çıkıp, “demokrat” açıklamalar yapıp, sonra nasıl hizaya geldiğini/getirildiğini Dersim tartışmalarında
yaşamıştık. Parti sözcülerinden Öymen’in Kürt meselesini çözmek için Dersim katliamını örnek göstermesi üzerine esip gürlemiş, Öymen’i istifaya davet
etme anlamına gelen laflar etmiş, sonra “yanlış anlama” “yanlış anlaşılma” açıklaması ile içinde yer aldığı
yönetimin arkasında sıraya girmişti. İstanbul Belediye Başkan adayı olarak katıldığı yerel seçimlerde,
İstanbul il başkanı Gürsel Tekin ile birlikte “Çarşaf
Açılımı” denen girişimde bulunmuş, çarşaflı üyelere
CHP kapılarını açarak, “bizim kimsenin kılık kıyafeti ile derdimiz yok” mesajları vermiş, seçimler ertesinde bu açılımı unutmuş, CHP’nin klasik tavrına
geri dönmüştü.
Başkan olduğundan bu yana bütün problemlerin bir
tek çözümü olduğunu –nasılını konuşmaktan özenle
kaçınarak- anlatıyor: CHP iktidarı. Kılıçdaroğlu’na
gündem
“Umudumuz Kılıçdaroğlu!”
21
gündem
oyunu ver, gerisini “merak etme sen!!”
Nerdeyse klasikleşen Kılıçdaroğlu dönüşlerinden
birini Temmuz ayı içinde yaşadık. Doğan Medyanın
sıkça yayınlandığı Kılıçdaroğlu propaganda mülakatlarından biri Radikal’de “Kılıçdaroğlu Radikal’e
açıkladı” üst başlığıyla “Kızlar Üniversite’ye Türbanla
Girecek” başlığıyla yayınlandı.
Röportajın ilgili bölümü aynen şöyleydi:
“Soru: İktidar olursanız başörtülü kızların üniversiteye gidebilmesi için bir şey yapacak mısınız?
Kılıçdaroğlu: O konuda söyledim. O sorunu biz çözeriz ve çözmeye de kararlıyız.
Soru: Nasıl çözeceksiniz?
Kılıçdaroğlu: Onu bize bıraksınlar. Terörü de çözeceğiz, türban sorununu da çözeceğiz.
Soru: Türbanlı kızlar üniversiteye gidebilecekler
mi?
Kılıçdaroğlu: Toplumsal desteği sağlayacağız. Herkesin okumasına olanak sağlayacağız. Kimsenin endişesi olmasın. Biz bu sorunu çözeceğiz.”
22
Burada soru açık “ Başörtülü kızların Üniversiteye
gidebilmesi” soruluyor. Cevap da açık: “Kimsenin endişesi olmasın biz bu sorunu çözeceğiz.” Tabii çözmeye başlamışken, “Terörü” de geçerken çözüveriyor,
O da moda deyimle işin bonusu olsa gerek.
Gazete bu söylenenlerden aslında Kılıçdaroğlu propagandası açısından çıkarılabilecek tek sonucu çıkarıp onu da başlığa taşıyor. “Kızlar Üniversiteye türbanla girecek.”
Bu başlığa çıkarılacak haber. Çünkü CHP’nin de,
Kılıçdaroğlu’nun da bu konudaki eski tavrını değiştiren, yasakçı tavrı terk eden bir gelişme.
Şimdi bu tavrı takınan Kılıçdaroğlu, partisinin
Grup Başkanvekilliğini yaptığı 27 Şubat 2008’de, üniversitelerde başörtüsüne serbestlik getiren Anayasa
değişiklik teklifinin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne
yapılan başvuruya da imza desteği vermişti. Kılıçdaroğlu, CHP Genel Sekreteri Önder Sav ve Hakkı Süha
Okay ve Kemal Anadol ile birlikte ile başvuru dilekçesini de Anayasa Mahkemesi’ne götürmüş buradaki
basın açıklamasına katılmıştı.
Üniversitelerde başörtü yasağını kaldıran Anayasa değişikliklerinin iptali için CHP’nin verdiği 112
imzalı, 48 sayfalık dilekçenin gerekçesinde, sınırsız
ve koşulsuz kıyafet serbestisinin toplumsal huzuru
ve ulusal dayanışmayı zedelemesinin hatta giderek
ortadan kaldırılmasının kaçınılmaz olduğu iddia
edilerek, “Bu kıyafetleri giyenlerin giymemeyi tercih
edenlere yönelik bir baskı, dayatma ve tehdit unsuru
haline gelebilecek” denilmişti.
Türbanın “masum bir giysi olmadığı” ileri sürülen gerekçede, bu tür kıyafetlerin kadın özgürlüğü ve
Cumhuriyetin temel ilkelerine karşıt bir dünya görüşünün simgesi haline geldiği savunuldu. Anayasa
Mahkemesi, Kılıçdaroğlu’nun da imzasının yer aldığı
CHP’nin iptal başvurusu doğrultusunda, türban düzenlemesini laiklik ilkesi ile cumhuriyetin değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez hükmüne
aykırı buldu. Bu kararla üniversitelerde türban yasağına devam edildi.
Bu yüzden Radikal gazetesinin Kılıçdaroğlu röportajı, Ankara’da kısa süre içinde bayağı heyecan yarattı. Haber üzerine açıklama yapan MHP Grup Başkan
Vekili Oktay Vural, çözüm için destek mesajı verirken, YÖK Başkanı Y. Ziya Özcan da “Hayırlı olsun.
Güzel öneri” tavrını takındı. AKP Grup Başkanvekili
Suat Kılıç ise, “CHP lideri buyursun Meclis’e önerisini getirsin, biz de destek verelim.” “Ne zaman olacağı belirsiz bir CHP iktidarına kadar kız çocuklarını
üniversite kapılarından geri çevirmeyelim. CHP’nin
bu konudaki önerilerini bekliyoruz” dedi.
Fakat bu heyecan ancak bir öğleden önce sürdü.
Gazete haberinin yayınlandığı günün öğleden sonrasında CHP Merkezinden yazılı açıklama geldi. Yine
yanlış anlaşılmıştı Kılıçdaroğlu! Açıklamada aynen
şöyle deniyordu:
‘’Gazetede ayrıntılı olarak yer alan sorular ve bu sorulara verilen yanıtlardan da açıkça görüleceği gibi tarafımdan ‘Kızlar üniversiteye türbanla gidecek’ ifadesi
kullanılmamıştır’’
“(…)Kaldı ki bu konuda Danıştay’ın, AİHM’in, Anayasa Mahkememizin yerleşmiş kararları bulunmaktadır. Kullanmadığım bir ifadenin manşetten verilmesinin meslek etiği ile bağdaşmadığı kanısındayım.’’
Yani Kılıçdaroğlu türban sorununu çözecek, fakat
“Kızlar -şimdi olduğu gibi- üniversiteye türbanla giremeyecek!” Öyle ya, Kılıçdaroğlu’nun “Çözeceğim”
iddiasının “Kızlar Üniversiteye türbanla girecek”
biçiminde verilmesi “meslek etiği” ile çelişiyormuş!
Kılıçdaroğlu ya açıkça yalan söylüyor, ya ağzından çıkanı kulağı duymuyor, ya da propaganda ateşi içinde
verdiği sözlerin ne anlama geldiği ona gösterildiğinde, “Kılıçdaroğlu dönüşü” yapıyor.
somut sorununa çözüm olup olmadığını soruyor. Örneğin Malatya’da konuşma yapıyorsa; “Bu Anayasa
değişikliği Kayısı sorununu çözecek mi? Hayır. Öyleyse referandumda hayır diyeceğiz!” diyor.
Rize’de konuşma yapıyorsa Anayasanın “Çay üreticisinin sorunlarını çözüp çözmediğini”, Giresun’da
“Fındık taban fiyatları sorununu çözüp çözmediğini”
vb. soruyor. Çözmediği için “Referandumda hayır”
oyu istiyor.
Kılıçdaroğlu Anayasa denen şeyin ne olduğunu
halkın bilmediği önyargısının rahatlığı içinde adeta
gündem
Kılıçdaroğlu’nun siyasete yeni bir söylem, yeni bir
üslup getirdiği söyleniyor, çokça onu umut yapmaya
çalışan medya kesimi tarafından. Gerçekten de örneğin bir Baykal’la karşılaştırıldığında daha sakin bir
üslubu var. Söyleme gelince aslında değişen fazla bir
şey yok. Yalnızca bir biçimde CHP iktidarının her şeyin çözümü olacağı iddiasının sıkıntı verecek sıklıkta
tekrarlanması yeni. Tek başına iktidar iddiaları dile
getiriliyor, yıllardan bu yana ilk kez. Fakat kendisi de
pek inanmıyor medya pompalı bu iddiaya. O yüzden
olsa gerek başkanlığının başarı ölçütünü birinci parti
Kılıçdaroğlu’nun siyasete yeni bir söylem, yeni bir üslup getirdiği söyleniyor,
çokça onu umut yapmaya çalışan medya kesimi tarafından. Gerçekten
de örneğin bir Baykal’la karşılaştırıldığında daha sakin bir üslubu var.
Söyleme gelince aslında değişen fazla bir şey yok. Yalnızca bir biçimde
CHP iktidarının her şeyin çözümü olacağı iddiasının sıkıntı verecek sıklıkta
tekrarlanması yeni. Tek başına iktidar iddiaları dile getiriliyor, yıllardan bu
yana ilk kez. Fakat kendisi de pek inanmıyor medya pompalı bu iddiaya. O
yüzden olsa gerek başkanlığının başarı ölçütünü birinci parti olma olarak
değil “anlamlı bir oy artışı” olarak koymayı tercih ediyor.
olma olarak değil “anlamlı bir oy artışı” olarak koymayı tercih ediyor. Erdoğan bastırıyor: Ben seçimlerden birinci parti olarak çıkmazsam başbakanlığı ve
parti başkanlığını bırakırım! Ve “ana muhalefet partisi” başkanına da çağrı yapıyor: Aynı açıklamayı sen
de yap! Zor tabii! “Anlamlı bir oy artışı”nın sınırını
sonuçta belirleyecek olan Kılıçdaroğlu ve kurmayları,
birinci parti olma ise oy sayımı bittiği anda ortada.
Kimse bir yere kıvıramaz! Tabii Erdoğan’ın gerçekten
AKP’nin birinci parti olmaması durumunda sözünde durup gideceğinin de garantisi yoktur. “Partimin
bana ihtiyacı var” zırlamaları ertesinde önceden verilen sözler unutulabilir. Buna rağmen bugün birinci
parti olma iddiasının ortaya konup konmaması, gerçek beklentinin ne olduğu konusunda bilgi vericidir.
Kılıçdaroğlu Anayasa değişikliği referandumunda
bütün kampanyasını iki ana tema üzerine kuruyor. a)
“Anayasa değişiklikleri halkın hiçbir somut sorununa
somut çözüm değildir”. Her gittiği yerde ora halkının
karikatürleştiriyor hayır kampanyasını. Somut değişiklik önerileri hakkında konuşmaktan özenle kaçınıyor. Çünkü somut konuşulduğunda CHP‘ne oy
veren tabandan da evet oyları çıkacağını, ya da bir
bölümün boykota yöneleceğini biliyor.
b) “Bütün sorunları biz çözeceğiz. Yeter ki siz oylarınızla bizi iktidara getirin.” Kılıçdaroğlu hiçbir
konuda sorunları somut olarak nasıl çözeceklerini
açıklamak zahmetine katlanmadan, bütün sorunları
CHP iktidarında çözeceklerini vaat konusunda gayet
bonkör. İş somutlaşınca (türban konusunda olduğu
gibi) görülüyor ki, çözüm için gerçek bir program filan yok ortada. Cek, cak…Tam zübük politikası yaptığı. Ve gelecek için burjuvazinin bir bölümü tarafından önümüze umut olarak, alternatif olarak sunular
politikacı bu. Bir yanda Erdoğan, öbür yanda Kılıçdaroğlu. Siyasetin seviyesi bu!!
8 Ağustos 2010 ✓
23
yeni kadın dünyası
Pozitif Ayrımcılık üzerine…
D
24
ergimizin Haziran sayısında, 12 Eylül’de yapılacak referandum ile AKP’nin Anayasada yapmak
istediği değişiklikler çerçevesinde tartışılan kadınlar
için pozitif ayrımcılık meselesinin arka planında nelerin olduğunu ve bunun esasında burjuvazinin medyası ile işbirliği içerisinde biz kadınlara yutturmaya
çalıştıkları bir aldatmacadan başka bir şey olmadığını ortaya koymaya çalışmıştık.
Bu kez biraz pozitif ayrımcılık kavramının kendisi
üzerinde durarak biz devrimci ve komünist kadınlar
açısından ne anlama geldiğini irdelemeye çalışacağız.
Bugün halen devrimci hareket içerisinde kadınlara
yönelik pozitif ayrımcılığa erkek egemen bakış açısıyla yaklaşıldığı, örgüt içerisinde özel kadın çalışmalarına pek sıcak bakılmadığı bilindiğinde, pozitif
ayrımcılığı savunmak burjuva kadın hareketinin işi
olarak görüldüğü ya da en iyi halde feminizmin işi
olarak değerlendirildiği noktada bu sorunu kısa da
olsa ele almak bize gerekli görünüyor.
Sadece başka bir dizi devrimci kurum açısından
değil kendi çevremiz açısından da bu konuda belli
yanlış yaklaşımların olduğunu görüyoruz.
Pozitif ayrımcılık nedir?
Pozitif ayrımcılık kuşkusuz sadece kadınları kapsayan bir kavram değildir. Toplumun bütün “dezavantajlıları” olarak tanımlayabileceğimiz gruplara
mensup kişilere verilen “ekstra hakları” içeren bir
kavramdır. Bu “ekstra haklar” onların diğer sosyal
insan gruplarından üstün olmalarını beraberinde
getirmez. Tam tersine pozitif ayrımcılık “dezavantajlı” grupların, diğer insanların rahatça kullanabildiği
bazı hakları çeşitli sebeplerden dolayı kullanamayabilecekleri için; onlar ancak bazı özel birtakım haklara sahip olurlarsa çoğunlukla gerçekten eşit olma
şansını yakalayabilecekleri düşüncesiyle yapılır.
Örneğin Türkiye’de herkesin toplu taşıtlara binme,
seyahat etme hakkı vardır. Fakat ne var ki tekerlekli
sandalye kullanan veya başka engelleri olan kişiler bu
haktan çoğu zaman mahrum kalır. Örneğin otobüse binmek için merdivenlerden inmesi gerekir. Çünkü asansör yoktur. Otobüse bir şekilde ulaşmış olsa
bile binemez çünkü otobüslerin merdivenleri o kadar
yüksektir ki tekerlekli sandalye ile binmesi mümkün
değildir vs. Bu durumda eğer devlet (bugünkü dev-
Pozitif ayrımcılığın tarihi
Dünyada 1970’li yıllarda şekillenmeye başlayan pozitif ayrımcılık kavramı, her ne kadar toplumun tüm
güçsüz kesimlerini içeren genel bir kavram olsa da
zaman içerisinde esas olarak kadınlara yönelik baskılara, ayrımcılığa karşı yürütülen mücadelenin bir
aracı haline geldi.
Pozitif ayrımcılık hak talepleri, ilk olarak
Amerika’da 1970’lerin başlarında gündeme geldi.
Amerika’da kadınlar, cinsiyetçi istihdama ve ücret
dağılımına karşı çıkma taleplerini pozitif ayrımcılık
üzerinden şekillendirdiler. Onlar da artık itfaiyeci olmak istiyor, eşit işe eşit ücret talep ediyorlardı. Ayrımcılığa karşı çıkarak, mevcut bir pozisyonda aynı
niteliklere sahip iki adaydan erkek olanın işe alınacağı gerçeğini dönüştürmeyi hedefliyorlardı. Bu mücadelede önemli kazanımlar da elde ettiler.
Pozitif ayrımcılık kavramı Türkiye’deki kadın hareketinin gündemine 1980’li yılların sonunda girmiştir. Özellikle feminist hareketin sahiplendiği bu
kavram ve bu alanda yürütülen çalışmalara rağmen
devrimci kadınların gündemine çok sonraları girebilmiştir. Bu kavram halen devrimci örgütlerin çokça
savunduğu gerçekte ise devrimci gruplar da dahil, olmayan kadın-erkek eşitliğine ters bir yaklaşım olarak
reddedilmektedir.
Pozitif ayrımcılık talebi sadece feminist hareketin
veya burjuva kadın hareketinin talebi midir? Yoksa
devrimci-komünist kadın hareketi de pozitif ayrımcılığı savunabilir mi?
Dünyanın neresinde olursa olsun erkek egemen
bir toplumda yaşıyoruz. Kadınlar her alanda ikincil konumda. İster evde, ister sendikalarda ve hatta
devrimci kurumlarda olsun bu gerçeklik değişmiyor.
Öyleyse bulunduğumuz tüm alanlarda kadınların
daha iyi konumlara gelebilmesi için mücadele etmemiz, kadınlar lehine pozitif ayrımcılığı savunmamız
gerekiyor.
Kadınlar lehine pozitif ayrımcılık,
demokratik halk devrimi ertesinde
de savunulması ve pratiğe
geçirilmesi gereken bir siyasettir.
yeni kadın dünyası
let açısından bu pek mümkün görünmese de) toplu
taşıma ile ilgili yasal düzenlemelere maddeler eklerse
tekerlekli sandalye kullanan birisinin de diğer insanlar gibi rahatça toplu taşıma araçlarından yararlanabileceği bir ortamı sağlamış olur. Devlet bu anlamda
dezavantajlı bu kişiler için bir pozitif ayrımcılık öngörmüştür.
Kısacası pozitif ayrımcılık fazladan bir hak değildir. Sadece herkesle gerçekten eşit olunabilmesinin
garanti altına alınmasıdır.
Pozitif ayrımcılık talebi kadın sorununda ileri sürdüğümüz tüm diğer taleplerde olduğu gibi örneğin,
kadın erkek eşitliği, kadınlara yönelik cinsel sömürünün sona ermesi yada kadınlara yönelik şiddetin sona
ermesi, kapitalist toplumda gerçek anlamda mümkün
değildir. Bu mücadelenin belli sınırları vardır ve elde
edilen haklar da belli çerçeve ile sınırlıdır. Bu sınırın
genişliğini yada darlığını kadın hareketimizin potansiyeli belirleyecektir. Fakat bu, “nasıl olsa köklü bir
değişiklik olmayacaktır” düşüncesiyle mücadele etmememiz gerektiği anlamına gelmemelidir.
Bu talepler ileri sürülürken aynı zamanda burjuva kokuşmuş sistemin de teşhir edilmesi gerekir. Bu
alanda yürütülecek mücadelede sistemin kadın kitleleri nezdinde reformlar yoluyla değişebileceğine olan
inancı pekiştirmek değil tam tersine onları ancak bu
sistem yıkıldığında gerçekten bir şeylerin değişebileceğine inandırmayı başarmak gerekir.
Devrimciler reform talepleri için de mücadele ederler. Sorun burada durulup durulmadığı sorunudur.
Ve reformist ile devrimciyi ayıran en önemli göstergelerden birisi budur.
İşte pozitif ayrımcılık savunusu bağlamında da bizi
ve tüm diğer kadın hareketlerini birbirinden ayıran
temel yaklaşım burada yatmaktadır. Bu anlamda bizim pozitif ayrımcılık savunumuz ile burjuva kadın
hareketinin pozitif ayrımcılık savunusu birbirinden
kökten farklıdır.
Pozitif ayrımcılık talebi, sadece kapitalist sistemde kadınlar lehine bir takım iyileştirmeleri elde etmek için savunulmamalıdır. Kadınlar lehine pozitif
ayrımcılık, demokratik halk devrimi ertesinde de
savunulması ve pratiğe geçirilmesi gereken bir siyasettir. Çünkü devrim yapmış olmak kadın sorununu
çözmüş olmak anlamına gelmemektedir. Tam tersine
demokratik halk devrimi ile birlikte kadın sorununu
çözmek için gerçek anlamda atılacak ilk adımların
zemini yaratılabilmiştir.
Ağustos 2010 ✓
25
gündem
Devrimci, demokratik kamuoyuna:
D
26
Devrimci 1 Mayıs Platformu’ndan
çekiliyoruz
evrimci 1 Mayıs Platformu 2005 yılında; Partizan, DHF, Kaldıraç, Halk Cephesi, Emek ve Özgürlük Cephesi, Proleter Devrimci Duruş, Alınteri,
EHP, Yeni Dünya İçin ÇAĞRI, HKP ve BDSP olmak
üzere 11 kurum tarafından oluşturuldu. Süreç içinde
Alınteri ve EHP platformdan ayrıldı. HKP’de devrimcilere şiddet uyguladığı ve birçok noktada sosyal
şoven teoriler savunup buna uygun pratik sergilediği
için platformdan atıldı.
Devrimci kurumlardan oluşan Platformun temel
amaçlarından biri, İstanbul’da her yıl 1 Mayıs’ın
sendika bürokrasisi ve ağaları tarafından bölünmüş
içeriğinin boşaltılıp devrimciler dıştalanmaya çalışılarak kutlanması yerine, devrimci, birleşik ve kitlesel
bir 1 Mayısın kutlanması idi. Platform 5 yıl boyunca sadece işçi ve emekçilerin düzene olan tepkisini
düzen sınırları içinde 1 Mayıs’ın devlet güdümünde
kutlanmasına çalışan sendika bürokrasisine karşı değil, onlara bu çabalarında yardımcı olan reformist,
revizyonist ve gerici çevrelere karşı da mücadele etti.
İstanbul’da 1 Mayısların devrimci, birleşik ve kitlesel
geçmesi için yoğun bir çaba gösterdi. Örneğin 2006
yılında başta DİSK olmak üzere tüm güçlerin birlikte
ortak örgütlediği bir 1 Mayıs’ın tarihsel öneminden
dolayı Taksim’de kutlanması ve Taksim yasağının
kalkması için kendi dışındaki sendika ve diğer güçlerin de kendi gündemlerine almasında önemli bir
rol oynadı. 1977 1 Mayıs katliamının sorumlularının
ortaya çıkarılarak hesap sorulması, Taksim yasağının
kalkması için ve hakim sınıfların işçi ve emekçilere
saldırılarına karşı mücadele etti. 1980’dan bu yana 1
Mayıs’larda yitirdiklerimizi vuruldukları yerde anmalar yaptı ve onların vuruldukları yerde anıt yapılması talebini yükseltti. Tüm bunlar için onbinlerce
bildiri, afiş ve yüzlerce pankart vb. materyaller dağıtıp standlar açarak kampanyalar yürüttü. Merkezi
yerlerde ve yerellerde basın açıklamaları ve basın toplantıları yaptı.
Devrimci 1 Mayıs Platformu, 2006’dan başlayarak
2010’a kadar devletin 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak
isteyen işçi ve emekçilere saldırılarına; polisin faşist
terörüne karşı kitlesel ve militanca direndi. 32 yıl
sonra Taksim’in 1 Mayıs kutlamalarına açılması başarısında en büyük payın yıllardır bunun için militanca kararlı bir şekilde mücadele eden ve esasta devrimcilerin büyük bir çoğunluğunu içinde barındıran
Devrimci 1 Mayıs Platformuna ait olduğunu insaflı
olan herkesin kabul edeceği bir gerçektir. İstanbul’da
kurulan ve 10’a yakın devrimci kurumdan oluşan
platform, bileşenleri arasında hem yerellerde hem de
başka illerde eylem birlikleri oluşturmada önemli bir
etkisi oldu Platform kurulduğundan beri 1 Mayısların devrimci ve güçlü kitlesel geçmesi için başta sendikalar olmak üzere kendi dışındaki diğer demokrat
ve devrimci kurumlarla birlikte ortak örgütlenmesi
gerektiğini savunmuş bunun için ortak bir Örgütleme Komitesi oluşturulmasına çalışmıştır. Fakat
sendikaların bu konuda son ana kadar oyalayıcı ve
gayrı ciddi tavırları bazı reformistlerin böyle bir şeye
yanaşmayıp sendika bürokrasisini desteklemesi yüzünden platform bu alanda pek fazla bir başarı elde
edemedi.
Platform, devrimcilerin devrimci ilkeler temelinde
bir araya geldiklerinde, ne kadar güçlü olabileceğini katıldığı eylem ve etkinliklerin nasıl bir devrimci
içerik kazandırabileceğini 5 yıllık pratiğinde gösterdi
Ortak iş yapma ve onun disiplinine uygun davranma kültürümüzün gelişkin olmadığı bugünkü süreçte, 5 yıl içinde birçok iş birlikte yapılmaya çalışıldı.
Ortak çalışma içinde platform içinde yer alan kimi
grupların, ortak iş yapmaya uygun olmayan, ortak
çalışmayı sabote eden, yer yer kendi bildiğini okuyan,
dayatmacı tavırlara giren tavırları da oldu. Bu tavırlar
eleştirildi.
Bu yıl 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanıyor olmasının
özel bir önemi vardı. 32 yıl aradan sonra 1 Mayıs ilk
defa Taksim’de “izinli” kutlanacaktı. Hakim sınıflar
tarafından bir provokasyon ortamı yaratılması ola-
Lahey Adalet Divanı:
gündem
sılığının çok yüksek olduğu, hem platform hem de
siyasetler ve sendikalarla yapılan toplantılarda tespit
edilmiş, herkesin azami dikkat göstermesi ve disiplinli davranması gerektiği tespit edilmişti.
1 Mayıs günü, Halk Cephesi büyük bir sorumsuzluk örneği sergileyerek, devletin 1 Mayıs gösterisine
saldırması için provokasyon zemini hazırlayan, 1
Mayıs’ın güvenliğini tehlikeye atan, karşı devrime
yarayan, karşı devrimci bir eylem gerçekleştirdi.
Halk Cephesi, hem toplanma alanı ŞişliMeciyeköy’de, hem de 1 Mayıs Alanı’nda (Taksim’de)
diğer bileşenlerin uyarılarını da hiçe sayarak Devrimci Çözüm okurlarına saldırmış, şiddet uygulamıştır. Yapılan iki saldırıda Devrimci Çözüm okurlarından birçok kişi yaralanmış, biri hastanelik olmuş,
araya giren saldırıyı durdurmaya çalışan Partizan,
DHF ve PDD’dan arkadaşlara da saldırılmış, şiddet
uygulanmıştır.
Platformun 15 Mayıs’da yaptığı 1 Mayıs’ı değerlendirme toplantısında, platform bileşenlerinin büyük çoğunluğunun özeleştiri talebine Halk Cephesi
temsilcisinin verdiği cevap; aldıkları merkezi kararla
“kontra artığı darbeci gruba” kontrollü bir şekilde
şiddet uyguladıkları, 1 Mayıs’ın güvenliğini gözettikleri, özeleştiri vermeyecekleri, karşı devrimcileri cezalandırdıkları” tavrını takınmış, “darbeciliğe karşı
kendileri ile birlikte mücadele etmeyenlerin, kendilerine engel olmamalarını” istemiştir.
Halk Cephesi’nin Devrimci Çözüm okurlarına kullandığı şiddeti devrimci gruplar arası şiddet olarak
görüyor ve ilkesel olarak reddediyoruz.
Devrimci gruplar arasında şiddet kullanımı, nedeni
ne olursa olsun ilkesel olarak reddedilmelidir. Devrimci gruplar arasında şiddet kullanımı sadece karşı
devrime hizmet eder. Devrimci gruplar arasında sorunlar şiddet yoluyla değil, diyalog yoluyla, ideolojik
mücadele yöntemi ile çözülmelidir.
Halk Cephesi’nin Devrimci Çözüm okurlarına
şiddet uygulaması, bu karşı devrimci eylemin özeleştirisini vermemesi nedeniyle, Devrimci 1 Mayıs
Platformu’ndan ayrılıyoruz. Halk Cephesi hatasının
özeleştirisini vermediği sürece, Halk Cephesi ile devrimci 1 Mayıs platformunda yer almayacağımızı kamuoyuna ilan ediyoruz. Tüm devrimci grupları bir
kez daha devrimci gruplar arasında şiddet kullanımını ilkesel olarak reddetmeye, bunu ortak bir açıklama
ile deklere etmeye çağırıyoruz.
YDİ Çağrı
16 Haziran 2010 ✓
Kosova’da tek
taraflı bağımsızlık
kararı uluslararası
hukuka aykırı
değil!
B
ilindiği gibi uluslar arası hukukta Sırbistan devleti sınırları içinde bir özerk bölge olarak görünen Kosova 17 Şubat 2008’ de bağımsızlığını ilan
etmiş, ABD, Almanya, Türkiye başta olmak üzere
bir dizi devlet de Kosova’yı bağımsız devlet olarak
tanıdıklarını açıklamışlardı. Sırbistan bu bağımsızlık ilanını tanımadı ve hiçbir zaman da tanımayacağını, bunun uluslar arası hukuka aykırı olduğunu
savundu ve konuyu Lahey Adalet Divanı’na götürdü.
Sırbistan’ın Lahey Adalet Divanı’na götürmüş olduğu “ Kosova’nın bağımsızlık ilanı” davasında karar
22 Temmuz’da açıklandı. 22.07.2010 tarihinde, bağlayıcı olmayan kararını okuyan mahkeme başkanı
Hisashi Owada, uluslararası hukukun “bağımsızlık
ilanı konusunda bir yasak içermediğini” bu nedenle Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesinin, “genel
uluslararası hukukun ihlali anlamına gelmediğini”
belirtti.
Bu karar Sırbistan Dışişleri Bakanı Vuk Jeremic’in
dediği gibi, “Balkanların sınırlarını aşan” bir karardır. Her ne kadar kararda her bağımsızlık ilanının
“ayrı ve tek başına” ele alınması gerektiği belirtilse de,
karar bugüne kadar var olan devletlerin “toprak bütünlüğü” nü çıkış noktası alan uluslar arası hukukun
bu ilkesini ilke olmaktan çıkartan bir karardır. Karar
aslında çökmüş-bitmiş olan İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya yapısındaki değişikliklere uygun bir karardır. Bu karar çok uluslu bütün devletlerde, ayrılık
27
gündem
Çin yönetimi de, ‘Kosova’nın geleceğiyle ilgili olarak halen görüşme olanağı
bulunduğunu’ açıkladı. Çinli yetkili, ‘Sırbistan’ın toprak bütünlüğüne saygı
gösterdiklerini ve BM çerçevesindeki görüşmelerle tarafların kabul edebileceği
çözümü bulmanın en iyi yol olduğunu düşündüklerini’ ifade etti. Çin, Kosova’nın
bağımsızlığını tanımadı. Çinli yetkililer, bunu ‘uluslararası hukuka ciddi bir
meydan okuma’ olarak değerlendirdi. Tayvan adasını toprakları olarak kabul eden,
Tibet ve Sincan Uygur Özerk Bölgelerinde “ayrılıkçı” hareketlerle uğraşan Çin’in,
Kosova’nın 2008’deki bağımsızlık ilanının kendi “toprak bütünlüğü”ne karşı örnek
oluşturmasından endişeli.
taleplerinin gündeme gelmesi halinde, bu taleplerin
“devletin toprak bütünlüğü” “uluslar arası hukuk”
adına reddi ve bastırılmasını zorlaştıracaktır. Fakat
sonuç olarak bu karar da gücün belirleyici olduğu
emperyalist dünyada emperyalist büyük güçlerin (ya
da onların bir bölümünün) desteğini almayan “ayrılıkçı” hareketlerin “toprak bütünlüğü” adına bastırılmasının engeli değildir.
Karara tepkiler
28
Divanın kararından memnun olanlar, başta bizzat
Kosova olmak üzere, onun egemenliğini tanıyan 69
ülke, bu arada özellikle ABD, çoğu AB üyeleri ve Türkiye...
Kararı eleştirenler ise, başta bizzat Adalet Divanı’na
başvurmuş olan Sırbistan, Rusya, Çin, İspanya ve
Kıbrıs Rum yönetimi...
Rusya Dışişleri Bakanlığı, Lahey’den çıkan kararın
Kosova’nın bağımsızlığının meşruiyetini ispatlamadığını ve Kosova’nın uluslararası alanda tanınma çabalarına muhalefet etmeye devam edeceklerini açıkladı.
Bakanlığın açıklamasında, ‘Kosova’nın tanınmaması konusundaki pozisyonumuzda değişiklik yok’
denildi. Mahkemenin spesifik olarak Kosova’nın
Sırbistan’dan tek taraflı olarak ayrılması konusunu
vurgulamadığı ifade edilen açıklamada, ‘Mahkeme, özellikle Kosova’nın devlet olup olmadığı veya
bu bölgenin bazı ülkeler tarafından tanınmasının
meşruiyeti konusunda görüş bildirmiyor’ denildi.
Rusya’nın NATO özel temsilcisi Dimitriy Ragozin
de, ‘Kosova’nın bağımsızlığıyla ilgili yasal tartışmalar
devam ediyor. BM üyesi olan bir ülkenin bölünmesi-
ni kabul etmeyeceğiz. Biz Sırbistan’ın bir bütün olduğu ilkesiyle hareket ediyoruz’ dedi.
Çin yönetimi de, ‘Kosova’nın geleceğiyle ilgili olarak halen görüşme olanağı bulunduğunu’ açıkladı.
Çinli yetkili, ‘Sırbistan’ın toprak bütünlüğüne saygı
gösterdiklerini ve BM çerçevesindeki görüşmelerle tarafların kabul edebileceği çözümü bulmanın
en iyi yol olduğunu düşündüklerini’ ifade etti. Çin,
Kosova’nın bağımsızlığını tanımadı. Çinli yetkililer,
bunu ‘uluslararası hukuka ciddi bir meydan okuma’ olarak değerlendirdi. Tayvan adasını toprakları olarak kabul eden, Tibet ve Sincan Uygur Özerk
Bölgelerinde “ayrılıkçı” hareketlerle uğraşan Çin’in,
Kosova’nın 2008’deki bağımsızlık ilanının kendi
“toprak bütünlüğü”ne karşı örnek oluşturmasından
endişeli.
Türkiye’nin tutumu gayet çelişkili
Ankara Kosova’yı ilk tanıyan ülkelerden. Buna karşılık Abhazya ve G. Osetya’yı tanımıyor ve Gürcistan’ın
toprak bütünlüğü ilkesini savunuyor. Tıpkı Irak için
aynı prensibi savunduğu ve Irak Kürtlerinin bu
ülkeden ayrı bir devlet kurmalarına şiddetle karşı çıktığı gibi... Veya Yukarı Karabağ meselesinde
Azerbaycan’ın lehinde bir pozisyon aldığı gibi. Şimdi kuşkusuz Lahey Adalet Divanı’nın kararını Kuzey
Kıbrıs konusunda KKTC’nin tanınması yönünde kullanacak. Tabii bir başka Kuzey Kürdistan söz konusu
olduğunda “Toprak bütünlüğü” uluslar arası hukuk
normu olarak savunulacak. Nasıl işine gelirse…
Uluslararası sahnede sık görülen ve herkesin de katıldığı bir oyun bu...
5 Ağustos 2010 ✓
gündem
Kavganın Doğrusu Doğrunun Kavgası
İbrahim Kaypakkaya
nasıl anılmaz!
Bir önceki sayımızda yer darlığı nedeniyle yayınlayamadığımız, “İbrahim Kaypakkaya nasıl anılmaz!” başlıklı
yazıyı, öneminden dolayı yayınlıyoruz.
YDİ Çağrı
G
eçtiğimiz 18 Mayıs, yoldaş İbrahim
Kaypakkaya’nın katledilişinin 37. yıldönümü
idi. Bu nedenle Mayıs ayı içerisinde birçok bölgede
İbrahim Kaypakkaya’yı anma etkinlikleri yapıldı.
Adana’da Demokratik Haklar Derneği tarafından da
bir anma gerçekleştirildi. Ancak gazetemizin Haziran sayının baskıya hazırlandığı dönemde yapılan bu
anma hakkındaki eleştirimizi bu sayımızda yayınlayabiliyoruz.
23 Mayıs’ta Adana Demokratik Haklar Derneği’nde
yapılan anmada konuşmalar yapıldı, şiirler okundu
ve ardından müzik dinletisi gerçekleştirildi. Anma
etkinliğinin sonuna doğru ise DHF Adana temsilcisi
arkadaş anma etkinliğine katılan Ydi Çağrı okurlarını ve Partizan taraftarlarını selamladı, destekten
dolayı teşekkür etti. Ardından isteyenlerin söz alıp
konuşabileceklerini, görüşlerini söyleyebileceklerini
belirtti. Anma etkinliğinin duyurusunda da ‘serbest
kürsü’ yapılacağı sözlü olarak belirtilmişti.
Bunun üzerine bir süre oluşan sessizlik ardından
Ydi Çağrı adına bir yoldaş söz alarak konuşmasına
başladı. Söz alan yoldaş anma etkinliğinin düzenlenmesinden ve davetten dolayı teşekkür ettikten
sonra, İbrahim Kaypakkaya’nın dönemin diğer
devrimci önderlerinden esas olarak farklı olduğunu, İbrahim’in komünist olduğunu ve bu yüzden
İbrahim’i diğer devrimci önderlerden farklı değerlendiren yapıların bir araya gelerek ortak iş yapmasının,
İbrahim’i savunmasının anlamlı ve önemli olduğunu
belirtti. Sonrasında İbrahim’i diğer devrimci önderlerden ayıran bu yapıların, İbrahim’i anlama, yo-
rumlama ve kavrama noktasında kendi aralarında da
farklılıklar bulunduğunu söyleyerek Ydi Çağrı adına
bu konudaki farklılıklarını olumlu olarak, polemik
yapmadan ortaya koymak istediğini belirterek görüşlerimizi açıklamaya başladı.
Yoldaş, İbrahim’in Kemalizmi faşizm olarak değerlendirilmesinin bir milat olduğunu, PDA ile hesaplaşmasında parti, devrim, iktidar sorununu doğru
olarak ele aldığını, ulusal sorun konusunda MarkistLeninist görüşlere sahip olduğunu, 15-16 Haziran
Büyük İşçi Direnişinden doğru dersler çıkardığını
vb. belirttikten sonra, buna rağmen İbrahim’in doğruları yanında yanlışlarının da olduğunu, Halk Savaşı teorisini tüm yarı-feodal, yarı-sömürge ülkelere
genelleştirmesinin, 15-16 Haziran Direnişini devrim
ayaklanması gibi değerlendirmesinin, Ermeni soykırımını sınıf mücadelesi önünde bir engel olarak görmeyişinin ve o günkü koşullarda tamamen anlaşılabilir olan Arap ulusundan bahsetmeyişinin hata ve
eksiklik olduğunu belirtti. (Bu görüşlerin ayrıntıları
için Ydi Çağrı Yayınlarına ait “Kazanımları ve Hataları ile İbrahim Kaypakkaya” (Genel Değerlendirme)
kitabına ve Ydi Çağrı’nın Haziran/2010 tarihli 145.
sayısında yayınlanan “İbrahim Kaypakkaya, Ulusal
Sorun ve Ulusal Sorunda Bugün” ve aynı sayıdaki
“TRT El-Tîrkiye fetiğ, balla leşû fetiğ…” adlı yazılara
bakmanızı öneririz.)
Bu görüşler açıklanırken anma etkinliğine katılan
DHF taraftarı bir arkadaş “Siz başka bir kurumdan
gelip burada kendi propagandanızı yapamazsınız” diyerek müdahale etti. Hemen ardından başka bir DHF
29
gündem
30
Yoldaş, İbrahim’in Kemalizmi faşizm olarak değerlendirilmesinin bir milat olduğunu,
PDA ile hesaplaşmasında parti, devrim, iktidar sorununu doğru olarak ele aldığını, ulusal
sorun konusunda Markist-Leninist görüşlere sahip olduğunu, 15-16 Haziran Büyük İşçi
Direnişinden doğru dersler çıkardığını vb. belirttikten sonra, buna rağmen İbrahim’in
doğruları yanında yanlışlarının da olduğunu, Halk Savaşı teorisini tüm yarı-feodal,
yarı-sömürge ülkelere genelleştirmesinin, 15-16 Haziran Direnişini devrim ayaklanması
gibi değerlendirmesinin, Ermeni soykırımını sınıf mücadelesi önünde bir engel olarak
görmeyişinin ve o günkü koşullarda tamamen anlaşılabilir olan Arap ulusundan
bahsetmeyişinin hata ve eksiklik olduğunu belirtti.
taraftarı da müdahale ederek “burada İbrahim anması yapılıyor, siz propaganda yapıyorsunuz, burası polemik yapma, uzun uzun tartışma yeri değil, buna zaman yetmez” diyerek müdahale etti. Çağrı temsilcisi
yoldaş burada görüşlerini açıklayabileceğini, divanın
müdahalede bulunmadığını, tersine söz alıp konuşmak isteyenlerin konuşabileceklerinin belirtildiğini
ve İbrahim’in farklılıklarını tartışarak anılabileceğini belirterek sözlerini tamamlamak istediğini belirtti. Ancak bu müdahale konuşturmama durumuna
dönüşerek sürdü. DHF taraftarının yoğun müdahalesinin ardından Çağrı temsilcisi arkadaş konuşmasını bitiremeden kesmek zorunda kaldı. Ardından söz
alan bir Çağrı okuru arkadaşta İbrahim’i anmanın,
onu savunmanın doğru anlamak olduğunu, bunun
için anma toplantılarında farklılıkları tartışmanın
doğru olduğunu, farklılıkların tartışma yerinin tam
da anma toplantıları olduğunu belirtti.
Bu tartışmaların ardından toplantıyı yöneten DHF
temsilcisi kendilerinin konuşturmama gibi bir tavırlarının olmadığını ve Çağrı temsilcisinin isterse
sözlerini tamamlayabileceğini, konuşmasına devam
etmesini istedi. Ancak Çağrı temsilcisi konuşma ortamının olmadığını, sürekli müdahale edildiğini,
konuşmasına izin verilmediğini, bu şartlar altında
konuşmasına devam etmeyeceğini söyledi. Sonrasında tekrar sözü alan DHF temsilcisi burada herkesin
görüşlerini açıklama hakkının bulunduğunu ve bunu
engellemeyeceklerini belirttikten sonra ancak DHF
taraftarının “burası polemik yapma, uzun uzun tartışma yeri değil, buna zaman yetmez” uyarısının (biz
bunu müdahale-engelleme olarak adlandırıyoruz)
dikkate alınması gerektiğini söyledi. Bundan sonra
da kendisi uzun uzun konuşarak İbrahim’i nasıl kav-
radıklarını, İbrahim’in ayırıcı özelliğinin halk savaşı
olduğunu, halk savaşı yürütmeyenlerin ve İbrahim’i
bu konuda eleştirenlerin reformizm batağına sürüklendiklerini, bu yapıları dikkate almadıklarını,
masa başında entelektüel gevezeliklerle, legalizmle,
İbrahim’i savunma adına onun içinin boşaltıldığını
vb. gibi kime söylendiği belli olmayan eleştirilerde
bulundu. DHF temsilcisi görüşlerini öz olarak silahlı mücadelenin ayırıcı özelliğinden dolayı, kendileri
dışında kimseyi devrimci görmediklerine kadar vardırdı. İbrahim’i anma toplantısında bizim konuşturulmamıza ve oldukça sıcak havaya rağmen DHF
temsilcisi yaklaşık 45 dakika boyunca İbrahim’i andı!
Bu konuşmadan sonra birkaç kişi daha söz alarak
farklı konuları tartıştı.
Ardından Çağrı temsilcisi yoldaş tekrar söz istedi.
Ancak sözlerine başladığı sırada aynı DHF taraftarı
tekrar araya girerek DHF temsilcisinin yaptığı konuşma sonrası Çağrı temsilcisine söz hakkı doğduğunu
söyledi. Ancak bu arkadaş Çağrı temsilcisi tarafından
sözlerinin kesilmemesi için uyarılmasına rağmen,
tekrar tekrar araya girdi. Yani bu DHF taraftarının
tavrına göre görüşlerimizi açıklayabilmemiz için
önce DHF’nin görüşlerini açıklaması gerekiyordu.
Olan son dönemlerde panellere, toplantılara sinmiş
olan bir burjuva etiğinin tezahürüydü; en çok konuşma, görüşlerini açıklama hakkı toplantıyı düzenleyene aittir, diğerleri dinler, kendi görüşlerini açıklamak
isteyen kendi toplantısını düzenler. Aynı arkadaş bizim görüşlerimizi açıklamamız konusunda da “kafa
karıştırıyorsunuz” diyerek aslında müdahalede bulunarak Çağrı temsilcisinin konuşmasını neden engellediğini açıklamış oldu. Çağrı temsilcisi bunun üzerine şunu söyledi: “Evet tam da doğru olarak bunu
dahil birçok kişi Çağrı temsilcisinden konuşmasını
bitirmesini istedi. Ancak Çağrı temsilcisi anmaya katılan insanların önemli bir bölümünün gitmesi, havanın epey sıcak olması ve toplantının oldukça uzaması
nedeniyle konuşmasını sürdürmek istemedi.
Burada anma toplantısında da belirttiğimiz şeyi
tekrar belirtiyoruz. Eleştirimizin esasını oluşturan
şey toplantıyı yöneten DHF temsilcisinin, açıkça sözlü müdahalelerle Çağrı temsilcisini engelleyen DHF
taraftarını eleştirecek, onu engelleyecek yerde, onun
yukarıda aktardığımız uyarısını olumlaması, bu kişinin biraz tez canlı olduğunu söyleyerek yapılana
kılıf araması ve böylece aslında yapılan müdahaleyi
haklı pozisyonda görmesidir. Müdahalede bulunanın
DHF temsilcisi olmamasından dolayı, eleştirimizin
esası direkt DHF’ye değil de bir taraftarınadır. Ancak böyle olmasına rağmen anmada iki DHF taraftarının müdahalesi aslında bize bu tavırların yaygın
olduğu inancını doğurmuştur. Somut olarak anmada müdahaleler üzerine görüşlerimizi açıklayamamış olmamız ve “kafa karıştırdığımız”’ın söylenmesi
durumu açıklamaktadır. Ayrıca DHF temsilcisinin
Çağrı okurlarından ve Partizan taraftarlarından başka kimsenin olmadığı bir ortamda, kendileri dışındaki tüm yapıları “reformizm batağında, masa başı
entelektüel gevezelikler” yapanlar olarak göstermesini, sonra da “Çağrı’yı kastetmedim” demesini ve tüm
konuşmasına sinen, son olarak ta “demagoji yapıyorsun” sözünde ifadesini bulan üslubunu da doğru görmediğimizi belirtmek istiyoruz.
Böylece bir İbrahim anması daha İbrahim’in aslında nasıl anılamayacağını gösterdi. DHF’nin elbette
teorik olarak eleştiri ve özeleştiriye, farklı görüşlerin
tartışılmasına açık olduğunu biliyoruz, okuduk. Ancak siyaseti belirleyen asıl şey teori değil, pratiktir.
Halk Savaşı nutukları atmakla halk savaşı yürütülmez, DHF temsilcisinin yaptığı gibi silah devrimciliğin kıstası olarak görülemez, gösterilemez. Bugün
dünyada elde silah savaşan örgütlenmelerin önemli
bir çoğunluğunun devrimci olmadığını, hatta kimilerinin gerici olduğunu iyi biliyoruz.
Biz devrimciler arasında açık, ilkeli, ideolojik mücadeleden yanayız. Tüm devrimciler, devrimci yapılar bu şekilde hareket etmelidirler. Gerçek devrimci
dayanışma budur. Bu yöntemin devrimcilerin bir ilkesi olabilmesi için hem kendi içimizde, hem de dışarıda sürekli olarak bu kavgayı vermeliyiz. Taraftarlarımız ve okurlarımız da bu bilinçle donanmalıdır.
26 Mayıs 2010 ✓
gündem
yapıyorum. Devrimcilerin görevi önyargıları yıkmak
ve doğru bilinen yanlışları göstermek için insanların,
işçilerin kafasını karıştırmak ve böylece onları doğruları araştırmaya, düşünmeye yönlendirmektir. İnsanların kafalarının karışmasından korkmayın.”
Söz alan Çağrı temsilcisi şunları söyledi:
• Burasının polemik yeri olmadığı belirtilerek engelleniyoruz, ancak siz görüşlerinizi uzun uzun aktarıyorsunuz. Bizden istenen sadece sizi dinlememiz ve
sonra da gitmemiz ise bunu kabul etmeyeceğiz.
• Biz görüşlerimizi tartışma içerisinde, sizi eleştirerek değil olumlu olarak ortaya koymaya çalıştık.
Amacımız polemik yapmak değil, görüşlerimizin tanınmasını, farklılıklarımızın bilinmesini sağlamak,
İbrahim’i nasıl kavradığımızı açıklamaktı. Ancak siz
bize müdahale eden kişileri durduracağınıza, onları
eleştireceğinize, müdahale edenlerin uyarısının dikkate alınmasını belirterek, aslında engellemeyi olumluyorsunuz.
• İbrahim hataları ve kazanımları değerlendirilerek, onu daha iyi anlamak ve kavramak için açık, ideolojik mücadele yürütülerek anılır.
• (Müdahalede bulunan DHF taraftarı İbrahim tartışması için ayrı bir toplantı önerisinde de bulunmuştu.) Biz açık, ideolojik mücadelenin kitleler önünde
yapılması gerektiğini, bu mücadelenin sadece teorik
birikimi olanların kapalı kapılar ardında yapmasının
doğru olmadığını ve bu tartışmanın yerinin tam da
bu anma toplantıları olduğunu düşünüyoruz.
• Konuşmanız içerisinde “legalizmden, masa başı
entelektüel gevezeliklerden, reformizm batağından”
filan bahsettiniz. Ben kimlerden bahsettiğinizi anlayamadım. Ama gördüm ki bizi tanımıyorsunuz. Bu
gibi toplantılara birbirimizi, görüşlerimizi tanımak
içinde katılmalıyız, biz bu bilinçle katılıyor ve Çağrı
okurlarının da katılmasını teşvik ediyoruz.
Bu konuşma üzerine DHF temsilcisi sözlerine “demagoji yapıyorsun” diyerek başladı. Ardından yine
uzun uzun konuşarak engelleme eleştirisinin doğru
olmadığını, DHF’nin bu konudaki ilkesinin açık olduğunu, konuşmasında başka yapıları eleştirdiğini,
Çağrı’yı kastetmediğini vb. anlattı. Söz alan Demokratik Gençlik Hareketi temsilcisi bir arkadaşta engelleme gibi bir durumun olamayacağını, DHF’nin
böyle bir siyasetinin olmadığını ve divanda olabilecek bir eksikliğin DHF’ye maledilmemesi gerektiğini
söyledi.
Yapılan bu vb. konuşmaların ardından sözlü müdahaleleri ile konuşmayı engelleyen DHF taraftarı da
31
panorama
PANORAMA
Sonu gelmeyen
bir felaket!
- HİNDİSTAN/ BHOPAL -
B
32
hopal felaketi olarak bilinen kimyasal felaket,
kapitalist-emperyalist sistemde insanların hiç
bir değerinin olmadığını; şirketlerin, tekellerin esas
itici gücünün kar, daha fazla kar ve azami kar olduğunu çok açık biçimde gösteren olaylardan biridir.
Kimi okurlarımız belki de “yeni bir felaket mi yaşandı?” sorusunu sorabilir. Hayır, yeni bir felaket
yaşanmadı. Bu felaketin yaşandığı tarih 3 Aralık
1984’tür. Kimimizin belki de hiç haberi olmadı, kimimiz de unutmuş olabilir bu felaketi. Ama neredeyse 26 seneyi dolduracak olan bu zaman diliminde
Bhopal’da yaşayan yüzbinlerce insan bu felaketi unutamadı! Sadece felaketin ağır sonuçlarından dolayı
değil. Felaketin sonuçlarının hala her gün kendisini
göstermesi nedeniyle de unutamadılar. Zehirlenip
ölenlerin sayısına her geçen hafta ve ay yenileri eklenmektedir. Bu bağlamda Bhopal felaketinin sonu bir
türlü gelmedi, kısa sürede de gelmeyeceğe benziyor.
Peki yaklaşık 26 senedir sonu gelmeyen bu felaket
ne idi ve nasıl oldu?
ABD emperyalizminin kimya tekellerinden/ holdinglerinden biri olan Union Carbide Corporation
(UCC) Bhopal’da (Hindistan) haşaratla mücadele
ilacı, örneğin Sevin üretmektedir. Hindistan’da bu
ilaçların satışlarında düşüş olduğu gerekçesiyle giderlerin düşürülmesi için tasarruf önlemleri alınır. Çalışanların sayısı azaltılır, bakım-kontrol işleri ertelenir,
yüksek vasıflı paslanmaz çelik olan parçaların normal çelik parçalarla değiştirilmesi gibi vurdumduymazlıklar yapılır. Firmanın kapatılması düşünülür
ve üretim, elde var olan kapasiteden fazla ürün nede-
niyle de üretim durdurulur. Sonuçta yapılan iş esasta
bakım-kontrol işidir.
Bakım-kontrol işinde de “bananecilik” kendisini,
örneğin altı ayda bir yenilenmesi gereken risikolu
aletlerin iki sene yenilenmemesinde gösterir. Bakımkontrol işini yapanların sayısı da düşürülür ve geri
Toplam ölü sayısı
konusunda kesin rakamlar
yok. Fakat ilk üç gün içinde
en az 8000 kişinin öldüğü
tahmin ediliyor. Toplam
ölü sayısı ise en az 22 bin
ama bunun 30 bine kadar
vardığı hesaplanıyor.
yere taşımış; daha sonra Dow Chemikals tarafından
satın alınmış ve böylece Dow Chemikals o dönemde
dünyanın en büyük kimya işletmesi haline gelmiştir.
Böylece UCC, isim değişikliğiyle de sorumluluktan
kendisini kurtarma bahanesi bulmuştur. O dönem
UCC başkanı Warren Anderson, Hindistan’da tutuklanmış ve 2000 ABD doları kefaletle serbest bırakılmıştır. Bugüne kadar herhangi bir ceza verilmemiştir.
UCC’nin 1989 yılındaki cirosu 9,5 milyar dolar
iken, Hindistan Yüksek Mahkemesi dış ülkelerden
yatırım yapacak tekelleri ürkütmemek için UCC ve
UCIL’e sadece 470 milyon dolar ödeme cezası vermiştir. 250 milyon dolar da sigortaların ödediği bilgisi
verilmektedir.
Hindistan devleti de bu paradan sadece bir kesimini
felaketin kurbanlarına ödemiştir. 800.000 kurbandan
yaklaşık 40.000 kurbana ödeme yapılmıştır! Hem de
ne ödeme? İlaçlarına bile yetmeyen bir miktar! Yaşamını yitirmeyip sürünenlere 400 Avro, ölenler için
ölenlerin yakınlarına da 1600 Avro ödenmiştir. Yani
her insan yaşamı onlara göre sadece 1600 Avro’dur.
Felaketin yaşandığı dönemde kimya firmasının ve
üretimin şefi olan UCIL’in şefi Keshub Mahindra
Hindistan’ın önde gelen zenginleri arasına katılmış,
anda araba üretiminde Hindistan’ın önde gelen firmalarından “Mahindra ve Mahindra”nın şefi olmuştur.
Kısacası, felaketin sorumluları ve suçluları olan kapitalistler milyonlarına milyarlar eklerken, felaketin
kurbanları hala zehirlenmektedir. Sağlık sorunların-
panorama
kalanlar da esasta yeteri eğitim görmeyenlerdir. Güvenlik sorununda eğitim 24 haftadan iki haftaya düşürülür.
Tüm bunlara ek olarak da felakete yol açan kimyasal maddelerin başında gelen Methylisozyanat (MIC),
Avrupa’da bir yerde depolamak için verilen izin en
fazla yarım ton iken, UCC, protestolara rağmen Hindistan hükümetiyle anlaşarak 67 tonu yoğun nüfuslu
bir yerleşim alanı olan bir yerde depolamaktadır. Yine
MIC’in aşırı soğuk derecede depolanması gereklidir.
Fakat günde 50 Dolar gideri kısmak için ısıyı kontrol
edecek klima sistemi çalıştırılmaz. UCC’nin Hindistan kolu Union Carbide India Ltd. (UCIL) de tüm bu
yaşanların ortağıdır. Hindistan devleti ve yetkilileri
de varolan yasaların uygulanmaması bağlamında
UCC ve UCIL’e ortaklık etmiştir.
Özetle aktardığımız bu durum 3 Aralık 1984 tarihinde yaşanan felaketin hazırlayıcısı olmuştur.
Greenpeace deyimiyle ifade edilirse “3 Aralık
1984’te dünya, tarihin en feci kimyasal kazasına şahit oldu.” Başta Methylisozyanat olmak üzere zehirli
/ öldürücü kimyasal gazlar depolardan atmosfere sızmış, Bhopal’ı kimyasal gaz bulutları sarmıştı. Verilen
bilgilere göre 40 ton yüksek zehirli gaz atmosfere sızmıştı.
Toplam ölü sayısı konusunda kesin rakamlar yok.
Fakat ilk üç gün içinde en az 8000 kişinin öldüğü tahmin ediliyor. Toplam ölü sayısı ise en az 22 bin ama
bunun 30 bine kadar vardığı hesaplanıyor.
Toplam olarak felaketin kurbanları 800.000 kişidir. 150.000’den fazla insan kronik hasta ve bunlardan bugün hala ayda en az 10 kişi yaşamını yitiriyor.
Ölmeyenler de ölümden beter halde. Kör olmaktan,
beyin zedelenmesine, felç olma, akciğer ödemi, kalp,
mide, böbrek, karaciğer ve kısırlık gibi hastalıklar; ya
da felaketten sonra doğan çocukların önemli kesiminin sakat doğması, sakat doğmayanların da büyümeme zorlukları; kronik öksürme, nefes darlığı, iştahsızlık, korku ve depresyon vb. vb. sayısız hastalık ve
sorunlar ölmeyenlerin yol arkadaşıdır.
UCC ve UCIL yetkililerinin atmosfere sızan gazların “sadece yoğunlaştırılmış gözyaşartıcı gaz” olduğu
yönünde bilgi vermeleri ve bugüne kadar da gazların
karışımı konusunda “şirket sırrı” diyerek hiç bir bilgi
vermemeleri hastalara bilinçli bir tıbbi müdahaleyi ve
doğru bir önlemin alınmasını da engellemiştir.
UCC Bhopal’daki fabrikayı bu felaketle kapatmış
ve iş gücünün daha ucuz olduğu ve iş güvenliğinin
önkoşullarının daha alt düzeyde tutulduğu başka
33
panorama
34
da gerekli tıbbi ihtiyaçları, ilaçları bile karşılanmayan
kurbanların tazminat beklentileri de boşa çıkmıştır.
Bir viraneye dönen fabrika ve alanı felaket sonrasına olduğu gibi bırakılmıştır. Kimyasal zehirler temizlenmediğinden, hala tonlarca zehirli kimyasal
maddeler çevreyi, toprağı ve içme suyunu zehirlemeye devam ediyor. Kimyasal maddeler, insanları sadece atmosfere saldığı zehirli gazlarla değil, toprağa ve
suya karışarak da -özellikle de zehirsiz su satın alma
imkanları olmayıp zehirli su içmek zorunda kalanları
zehirliyor!
Bhopal felaketinin kısa hikayesi böyledir. Aslında bu
yazıyı yazmamızı gerekli kılan gelişme, Hindistan’ın
bir mahkemesinin 7 Haziran 2010 tarihinde felaketin
kimi sorumluları hakkında verdiği karardı.
Felaketten 25 seneden fazla bir süre sonra Hindistan mahkemesi UCIL çalışanlarından 7 kişiye (o dönemin firma sorumluları/ menejerleri) ikişer yıllık
hapis cezası ve 2100 ABD doları para cezası; UCC ve
UCIL’e de firma olarak 10.000 ABD doları para cezası
verdi.
Sözkonusu cezalandırılan kişiler –aralarında Keshub Mahindra’nın da bulunduğu kişiler- kararı temyize göndererek içeri girmekten kurtuldular. Sonuçta
verilen cezanın kendisi gibi, bu davanın ancak 25 seneden sonra bitmesi de burjuva sistemin yargısının
emekçilerle, yoksullarla nasıl alay ettiğinin sadece bir
örneğidir.
Her sene felaketin yıldönümünde ve mahkeme gününde yapılan protestolar bile, mahkemenin karar
vermesini ertelemek için gerekçe olarak gösterilmiştir. Bu yüzden de örneğin protesto eylemlerini sürekli
gerçekleştirenler, bu sefer hakimlere gerekçe sunmamak için mahkeme günü protesto eyleminden bilinçli
olarak vazgeçmişlerdir. Mahkeme kararına ise haklı
olarak “cezalandırma değil serbest bırakma kararı”
verildiği yorumu yapılmış, tepki gösterilmiştir. “Kahrolsun hükümet!”, “Kahrolsun Union Carbide!” vb.
sloganlar protestolarda dile gelen başlıca sloganlardır.
Evet! Kahrolsun kapitalizm! Kahrolsun kapitalist
barbarlık! Kapitalizm insanlık düşmanı bir sistemdir.
Sorun bu gerçeğin dünya işçileri, emekçileri ve ezilen
halklarına kavratmak; onları kendilerinin kurtuluşu
için mücadeleye, devrim mücadelesine seferber edebilmektir.
Dayanışmamız, Bhopal felaketi kurbanlarıyla ve
onların haklı davalarıyladır!
25 Ağustos 2010 ✓
G8 ve G20
zirvelerinde
anlaşma yok!
- KANADA-
G8 Zirvesi’nde ekonomik sorunlar
üzerine tartışılsa da, bu konu esas
olarak G20 Zirvesi’ne bırakıldı. Ön
tartışmalar olarak ele alınsa bile,
ekonomik sorunlarda herhangi
bir ortak noktaya varılamadı.
G8 Zirvesi esas olarak “güvenlik
sorunları” üzerine tartıştı. Sonuçta
Kuzey Kore ve İran’a uyarı yapma ile
BM’nin milenyum hedefleri arasında
yer alan anne ve çocuk ölümlerine
karşı mücadele için önceden verilmiş
mali destek sözünün yinelenmesi
dışında önemli hiçbir karar
alınmadı.
D
ergimizin 137. sayısında ABD’nin Pittsburg kentinde yapılan G20 Zirvesi hakkında tavır takınırken şunları da tespit etmiştik:
“Tüm sahtekarlıkların gölgesinde G20 Zirvesi’nde
alınan kimi kararlar oldu. Medyaya yansıdığı kadarıyla en önemli karar, G20 grubunun bundan böyle
dünyanın ekonomi politikalarını koordine eden esas
forum haline gelmesi yönlü karardır. Böylece G8’in
rolünü ekonomik alandan almış olmaktadır. Kriz,
yeni bir gruplaşmayı dayatmış, G8 içindeki güçlere
silcisi katılmıştır. Bunlardan 14’ü G20 Zirvesi’nin de
katılımcılarıdır.
Somut olarak ele alındığında G8 Zirvesi aslında
G20 Zirvesi’nin ön hazırlığı niteliğinde olan bir zirveydi. G20 Zirvesi’nin ekonomik sorunların esasta
tartışıldığı forum olarak ele alınmasına bağlı olarak
G8 Zirvesi’nde bu konuda herhangi bir kararın alınmasına bile kalkışılmamıştır.
Bu temelde soruna yaklaşıldığında, en gecinde
2008 yılı sonlarından bu yana kriz sürecinde yapılan dördüncü G20 Zirvesi olmasına rağmen, üçüncü
G20 Zirvesi’nde alınan karara göre, bu seferki zirve,
ve gerçekleştirilmişti. Ama soruna biraz yakından
bakıldığında, G8 formatının henüz korunduğu ve
G20’nin de hala G8 formatının yerini doldurmadığı
bir durum yaşandığı; ama ekonomik sorunlarda tarışılan esas forumun G20 Zirvesi olduğu biçiminde bir
durum karşımıza çıkmaktadır.
Adı “36. G8 Zirvesi” olsa da, son yıllarda bu zirvelere katılım daha geniştir. Kimi özel davetli ülke
temsilcilerini bir kenara bırakırsak, son 4-5 G8
Zirvesi’nin olmazsa olmaz konukları, G5 olarak da
adlandırılan, Brezilya, Çin, Güney Afrika, Hindistan ve Meksika’dır. Bunlar dışında bir de “Uluslararası Örgütlerin Temsilcileri” olarak adlandırılan
katılımcılar vardır. Bunların tümü sayıldığında G8
Zirvesi’ne toplam olarak 13 devlet ve 7 kurum tem-
“Uluslararası ekonomik birlikte çalışma merkezi forumu” olma karakteriyle ilk G20 Zirvesi olarak gerçekleştirildi. Kanada devleti üç gün içinde yapılan iki
zirve için yaklaşık 2 milyar TL harcadı. Hem de tarışmaların merkezinde ekonomik sorunların, krizin
vb.nin olduğu zirveler için.
G8 Zirvesi’nde ekonomik sorunlar üzerine tartışılsa
da, bu konu esas olarak G20 Zirvesi’ne bırakıldı. Ön
tartışmalar olarak ele alınsa bile, ekonomik sorunlarda herhangi bir ortak noktaya varılamadı. G8 Zirvesi
esas olarak “güvenlik sorunları” üzerine tartıştı. Sonuçta Kuzey Kore ve İran’a uyarı yapma ile BM’nin
milenyum hedefleri arasında yer alan anne ve çocuk
ölümlerine karşı mücadele için önceden verilmiş mali
destek sözünün yinelenmesi dışında önemli hiçbir
panorama
gelinen yerde artık sözkonusu diğer güçleri hesaba
katmadan, onlarla uzlaşma sağlamadan sorunların altından kalkamayacakları gerçeğini kabul ettirmiştir.
G8 toplanmaya devam edecekmiş ve jeopolitik konularla ilgilenecekmiş. G8 Zirvesi de G20 Zirvesi’nden
bir gün önce toplanacakmış mış...” (sayfa 20)
G8 ve G20’nin bu seferki zirveleri bu tespitimizi
onaylayan biçimde gerçekleştirildi. 25-26 Haziran
2010 tarihlerinde G8 Zirvesi, Kanada’nın Huntville
kentinde, G20 Zirvesi de 26-27 Haziran 2010 tarihlerinde Kanada’nın Toronto kentinde yapıldı.
Böylece formel olarak üç gün içinde iki ayrı zir-
35
panorama
36
karar alınmadı. Sözkonusu mali destek bağlamında
da, şimdiye kadar verilen sözlerin yerine getirilmediği olgudur. Her yıl, yoksul ülkelerde beş yaş altı
çocuklardan dokuz milyon çocuğun hastalıktan öldüğü ve dünyanın kuzeyindeki ülkelerde sözkonusu
hastalıktan hiç bir çocuğun ölmediği de bilindiğinde,
dünyanın egemenlerinin gerçek yüzü de görülebilir.
Yoksullukla mücadele için öngörülen ve 2010 yılına
kadar yoksul ülkelere ödenmesi sözü verilen 50 Milyar dolar sözünün yerine getirilmediği de olgu olarak
tarihe geçmiştir.
G8 güçlerinin şefleri Afganistan yönetimine beş
sene içinde ülkenin güvenliği için somut adımlar
atması çağrısı yaparken, İsrail’e de Gaza-Şeridi’ne
yönelik ablukayı gevşetmesini ve daha fazla insani
yardım malzemesine izin vermesi yönlü talepte bulundu. Yani, G8 şefleri özde ablukayı desteklemekte,
ama andaki haliyle biraz gevşetilmesi gerektiğini düşünmektedirler!
G20 Zirvesi’nde ekonomik sorunlar üzerine tarışmalar bağlamında ise öne çıkan noktalar şunlardı.
Krize karşı önlem alma bağlamında devletin ekonomiye müdahale etmesi konusunda hepsi hemfikirdi. Billionlarca dolar, avro vb. bankalara, tekellere
verildi ve aldıkları önlemlerle krizin sonuçlarının çok
daha kötü olmasını frenlediler. Bu aşamada kamuoyuna yansıtılan resim “birlik” resmiydi. Fakat şimdi
krizden çıkma, daha doğrusu uzun vadeli olarak ekonomiyi, bankaları vb. reforme etme konuları gündeme geldiğinde, emperyalistlerin kendi aralarındaki
çıkar dalaşı da gizlenememektedir.
Bu seferki zirve öncesinde yapılan görüşmelerde,
tartışmalarda devletin “canlandırma paketleri” temelinde ve devlet borçlarını çoğaltmayı sürdürmeli mi,
yoksa borçları azaltmalı mı konusunda çelişki çıktı.
ABD emperyalizmi ve belli biçimde Japon emperyalizminin temsilcileri, devlet borçlarının azaltılması
yönlü önlemlerin, krizden çıkmakta olan ekonomik
gelişmeyi boğabileceği; bundan dolayı da borçların
çoğaltılmasından yanaydılar.
Başını Alman emperyalizminin çektiği AB içindeki
emperyalistler de borçların azaltılması, bütçe açığının dengelenmesi yönlü tavırı takındılar.
Aralarındaki çelişkileri, dalaşı mümkün olduğunca
gizlemeye çalışsalar da, bunu tümüyle gizleyemediler.
G20 Zirvesi sonuç bildirisine son anda uzlaşma noktası olarak bütçe açıklarının dengelenmesi ve borçların azaltılması gerektiği sorunu eklendi. Bu, medya
tarafından AB içindeki emperyalistlerin –başta Al-
manya ve Fransa ve İngiltere’nin- bir “zaferi” olarak
gösterildi. ABD emperyalizminin de yenilgisiydi!
Emperyalistlerin temsilcileri ise birlik görüntüsü verme çabası içinde “hepimiz aynı hedefe varmak istiyoruz, yollarımız farklı olabilir” vb. tavırlar sergilediler.
Sonuç bildirisine yansıdığı kadarıyla 2013’e kadar
bütçe açıklarının yarıya düşürülmesi ve 2016 yılından itibaren de bütçelerin dengelenmesi ve borçların
azaltılmasına başlanması düşünülüyor. İşin püf noktası ise bu kararlar bağlayıcı değil ve her devletin bu
işi nasıl gerçekleştireceği de kendisinin “ulusal” durumuna bağlı ele alınmasıdır. Yani, sonuçta kimsenin kimseyi yenmediği ve herkesin kendi “yüzünü”
koruduğu bir sonuç bildirisi yayınlandı.
Banka vergileri, bankaların öz sermayelerinin düzeyi veya vergilendirme konularında ise bu zirvede
anlaşamayacakları en başında belli olduğundan, bu
konuları Kasım ayında Güney Kore’de (Seul) yapılacak G20 Zirvesi’ne ertelediler. Eğer herhangi bir
karardan bahsedilecekse, ortak aldıkları esas karar
budur.
Zirve öncesinde Çin’e yöneltilen eleştiri, Yuan’ın
değerinin suni olarak düşük tutulduğu ve bu temelde “haksız” rekabet yürütüldüğü biçimindeydi. Çin
yönetiminin Yuan’ı dolara endeksleme siyasetine son
verdiğini açıklamasıyla zirvede bu konu üzerine tartışmanın temeli ortadan kaldırıldı. Çin’in yeni yetme
emperyalist temsilcileri bir kez daha Batılı emperyalistlere çalım atmıştı...
IMF, Dünya Bankası gibi emperyalist kurumların,
finans sisteminin reforme edilmesi işi de hala sürmektedir. Ne zaman sonlandırılacağı belli değildir.
Üç gün içinde yapılan iki zirveden herhangi ciddi
bir kararın çıkmamış olması, burjuva yorumcuların
bile yaklaşık 1 (bir) milyar Avro harcanan böylesi zirvelerin gerekli olup olmadığını tartışmasına yol açtı.
Sarkozy, bu tartışmaları gözönüne alarak 2011’de
Fransa’da yapılacak zirvenin giderlerinin on kat daha
az olacağını açıkladı.
Egemenler kendi aralarında böylesi bir tartışmayı
yürüte dursun. Dünyanın emekçileri, ezilenleri, yoksulları için bu zirvelerin hiç mi hiç gereği yoktur. İsterse bedava yapılsın! Sorun bu zirvelerin kaça mal
olduğu sorunu değil. Sorun “büyük insanlığın” emperyalistlerin, kapitalistlerin egemenliğine, sömürü
sistemine tüm kurumlarıyla birlikte son verip vermeyeceği sorunudur. Bunun için mücadeleye değer!
26 Ağustos 2010 ✓
“Ermeni sorunu” ve kısa bir
karşılaştırma!
panorama
“Büyük Sovyet Ansiklopedisi”nde
Soykırım kavramının esasta İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde
kullanıldığı gerçeğinin ötesinde, Ermenilere yönelik gerçekleştirilen imha
etme olgusunun soykırım olup olmadığına yönelik bir tartışma da yoktur.
“Aydınlık” şürekası takındığı tavırlarda sanki o dönem böylesi bir tartışma
yürümüş de, SSCB yetkilileri ya da temsilcileri, gerçekleşenin soykırım
olmadığını savunmuş gibi sorunu aktarmaktadır.
E
rmenilere yönelik gerçekleştirilen soykırımı reddetme çabası içinde olan T.C. Devleti, özellikle
son on-on beş yıldan beri yoğun bir çalışma yürütmekte, işine gelen kimi “belgeleri” kitap olarak basıp
değişik dillerde yayınlamakta; uluslararası düzeyde
ciddi bir lobi çalışması yürütmekte ve sonuç olarak
sadece Türkiye kamuoyunu değil, dünya ülkelerini
de Ermenilere yönelik gerçekleştirilen soykırımın
gerçek olmadığına ikna etmeyi amaçlamaktadır.
Bu çabanın bir ürünü olarak da Mehmet Perinçek,
2007/2008 yıllarında Dışişleri Bakanlığı’nın bir projesi çerçevesinde Rusya’da devlet arşivlerinde çalışmalarda bulundu. M. Perinçek bu çalışmadan önce
de Rusya’da kimi arşivlere bakma işini gerçekleştirmişti.
Sözkonusu çalışmaların sonucunda “Ermeni Belgeleriyle Ermeni Soykırımı Yalanı” başlığıyla kimi
kitaplar yayınlandı. Sözkonusu kitaplarda, belgelerde
yazılanların, soykırımın yalan olduğu tezi için kullanılmasının ne büyük bir sahtekarlık olduğu gerçeğine
ayrıca bakmak gerekiyor. Şimdiden söylenecek olan
şey, Perinçek ve resmi ideolojinin yalakalarının büyük
bir sahtekarlık yaptıkları, tarihi gerçekleri çarpıtarak
aktardıkları olgusudur. “Türkiye Ermenistanı’nda
Ermenilerin yok edildiği”, sözkonusu edilen kimi ki-
taplarda açıkça tespit edilmektedir. “Soykırım” kavramı kullanılmadığı için, bu belgeler kendi tezlerinin
ispatı için kullanılmaktadır.
“Büyük Sovyet Ansiklopedisi”ne gelince, durum kısaca şöyledir: 1998 yılında Fransa Parlamentosu’nun
Ermenilere yönelik soykırımı tanımasına karşı tavırda
“Aydınlık” gazetesi “Büyük Sovyet Ansiklopedisi”nde
“Ermeni Sorunu” başlıklı maddede soykırımın olmadığını söyleyerek, sözkonusu maddenin kısaltılmış halini yayınladı. 2000 yılı Eylül ayında da
ABD’de Temsilciler Meclisi Uluslararası İlişkiler
Komitesi’ne bağlı bir alt komitede soykırımın gündeme getirilmesine karşı, Aydınlık yeniden “Büyük
Sovyet Ansiklopedisi”ni gündeme getirdi. Gelinen
yerde ise sözkonusu tavır Sovyetler Birliği’nin tavrı
olarak birçok “sol” ve devrimci gazete ya da örgütün
internet sayfalarında yer almaktadır. “Aydınlık” ve
Perinçek tarafından sözkonusu edilen “Ermeni Sorunu maddesi”, verilen bilgilere göre “Büyük Sovyet
Ansiklopedisi”nin, “1926’da çıkan 3. cildinin 434440 sayfalarında”n alınmıştır.
1926 baskısından alındığı söylenen “Ermeni Sorunu” başlıklı ve V. Gurko-Kryajin imzalı sözkonusu
tavrın ne orijinali elimizde var, ne de –elimizde olsa
da- Rusça’sını karşılaştırma imkanımız var. “Büyük
37
panorama
Sovyet Ansiklopedisi”nin 1950 yılındaki 2. baskısının 3. Cildi’nin 49-107. sayfaları arasındaki bölümün,
1954 yılındaki Almanca baskısı; “Büyük Sovyet Ansiklopedisi, Yeryüzü ülkeleri dizisi, 11 Ermenistan
SSC” başlığıyla yayınlanan ansiklopedi elimizde bulunuyor.
“Aydınlık”çıların sözkonusu ettiği 1926’daki tavır
ile 1950’de 2. baskısında takınılan tavırların önemli
kesimi birbiriyle çelişmektedir. Hem Rusça orijinalleri karşılaştırma, hem de “Aydınlık”çıların sözkonusu belgeyi çarpıtmadan tercüme edip etmediğini de
kontrol etme imkanımızın olmaması olgusu da ortaya çıkınca, bize “Büyük Sovyet Ansiklopedisi”nin
her iki baskısını karşılaştırmaktan başka bir seçenek kalmamaktadır. Bu karşılaştırmayla -gecikmiş
bir tavır olarak da değerlendirilebilir-, en azından
“Aydınlık”çılar tarafından “Rus komünistlerinin tavrı” olarak yaygınlaştırılmakta olan tavrın, tek yanlı bir tavır olduğu gerçeğine dikkat çekmek ve kimi
SSCB yayınlarında takınılan tavırların, 1950’deki
“Büyük Sovyet Ansiklopedisi”nde dile getirilenlerle örtüştüğü olgusunu bilince çıkarmak istiyoruz.
“Aydınlık” çevresinin sahtekarlığını ortaya koymak
devrimcilerin, komünistlerin görevidir. Bu görevi bir
nebze de olsa yerine getirirse, makalemiz hedefine
ulaşmış olacaktır. Bu makalemizin, bu konudaki tavırları teşhir etme bağlamında sadece bir baçlangıç
olduğunun da altını çizmek gerekiyor.
Dikkat edilmesi gereken kimi noktalar
38
a) “Büyük Sovyet Ansiklopedisi”nden alındığı söylenen ve 1926’daki baskısında sözkonusu edilen tavır: “Rus komünistlerinin bakış açısını yansıtan bu
yazı” denerek aktarılmaktadır. Bu tespiti kim yaparsa yapsın temel bir olguyu çarpıtmaktadır. “Büyük
Sovyet Ansiklopedisi”, “Rus komünistlerinin” değil,
SSCB’nin tavrıdır. Devlet olarak SSCB’nin görevlendirdiği bilimsel kurumun çalışanları tarafından yayınlanan bir ansiklopedidir. Örneğin ansiklopedinin
ikinci baskısı “Bakanlar Konseyi”nin kararıyla yayınlanmıştır.
Bu olgunun bilince çıkarılması şundan dolayı
önemlidir: “Aydınlık” şürekası takındığı tavırlarda
Ermeni kökenli komünistlere karşı da propaganda
yapmaktadır. Bundan dolayı da “Rus”, “Gürcü”, “Azeri” ya da “Ermeni” komünistleri sözkonusu etmektedir.
b) Ermenilere yönelik gerçekleştirilen soykırım
esasta 1915-1916 yıllarını kapsamaktadır ve soykı-
rımın en yoğun yaşandığı bu dönem 1918’e kadar
uzanmaktadır. Soykırımın 1915-1923 yılları arasında
gerçekleştirildiği de kimilerince tespit edilmektedir.
Bu tespit, esasında soykırımın 1915-1916 yıllarında
gerçekleştiği olgusunu dıştalamıyor. Tersine, soykırımın değişik düzeylerde 1923’e kadar sürdüğünü bilince çıkarmak için yapılan bir tespittir bu.
Bu tespiti kullanan “Aydınlık” takımı ise, “soykırım
bir yalandır” tezini kabul ettirme çabası içinde, 19151916 yıllarını tarıtşmanın dışında tutuyor. 1915-1916
yılları sözkonusu edildiği yerlerde ise, başka noktalarda tartışılmaktadır.
c) Sovyet belgeleri olarak kamuoyuna yansıtılan
belgelerde “soykırım” kavramı olmadığı olgusunu da
çarpıtarak: Bakın, bu belgelerde soykırım kavramı bir
kez bile kullanılmıyor, bu da soykırımın yalan olduğunu belgeliyor biçiminde yorumlanarak aktarılıyor.
Mehmet Perinçek “Sovyet Arşivleri, Türkiye’nin tezlerini doğruluyor” başlıklı yazısının sonunda aynen
şunu yazıyor: “Eserlerinde tek bir ‘soykırım’ ifadesine
ise rastlanmamaktadır.”
“Aydınlık” şürekası soykırım kavramının sözkonusu edilen dönemde pek kullanılmadığını gayet iyi bilmektedir. Fakat, işlerine böyle geldiği için, soykırım
kavramının olmadığı olgusunu, resmi devlet tezinin
ispatı için kullanıyorlar. Açıkça sahtekarlık yapıyorlar.
Olgu, kavram olarak soykırım tanımının esasta
İkinci Dünya Savaşı sonrasında kullanıldığı ve Birleşmiş Milletler’in 9 Aralık 1948 tarihinde aldığı kararla
uluslararası düzeyde yaygın hale gelen bir kavram olduğunu gösteriyor.
Soykırım kavramının ilk kez kullanılması, internetteki bilgilere göre 1830’lu yıllara kadar uzanmaktadır. Fakat şu ya da bu konuşmada, yazıda
kullanıldığı belgelenebilse de, İkinci Dünya Savaşı
dönemine kadar pek kullanılmamıştır. Bu kavramın
Raphael Lemkin tarafından 1943’de kullanıldığı ve
BM’nin soykırım bağlamında aldığı kararın da esasta
Lemkin’in 1946’da yaptığı öneri sonucunda alındığı gerçeği ise şimdiye kadar kimse tarafından itiraz
edilmeyen ve dünya çapında kabul gören bir olgudur.
Bunun da ötesinde, Lemkin Ermenilere yönelik
gerçekleştirilen soykırımı çıkış noktası alıp 1933’ten
itibaren uluslararası düzeydeki bir kurum tarafından
bir halkın toptan yok edilmesine karşı karar alınması
için çaba göstermiştir. Yani BM’nin 1948 Aralık ayında aldığı kararın temel çıkış noktası Ermenilere yönelik gerçekleştirilen soykırımdır. İkinci Dünya Savaşı
halkları çatıştırma siyaseti, soykırımın tarihsel bir
olgu, gerçeklik olduğunu ortadan kaldırıyormuş gibi
tavır takınmaktadırlar.
Buna söylenecek tek şey var: Evet, emperyalistler
halkları birbirine karşı kışkırttı ve savaş yürüttü.
Sözkonusu savaş dönemi ve durum Osmanlı/ Türk
devleti tarafından kullanılarak Batı Ermenistan’da
soykırım gerçekleştirildi. Birinci Dünya Savaşı döneminde Osmanlı/ Türk devleti de emperyalist savaşın
doğrudan bir parçasıydı ve Alman emperyalizminin
müttefikiydi. Soykırımın esas sorumlusu ve suçlusu
da Osmanlı/ Türk devletidir. Soykırımda Alman emperyalizmi de doğrudan yer alan bir güçtür, suç ortağıdır. Britanya, Fransa, Rusya gibi emperyalist diğer
güçler de değişik düzeylerde soykırımın sorumluları
ve suçluları arasındadır. Ne emperyalistlerin halkları
çatıştırma siyaseti, ne de Osmanlı İmparatorluğu’nun
sömürgeleştirilmesi siyaseti bu tarihsel gerçeği ortadan kaldırabilir.
g) “Aydınlık” ve Perinçek takımı bu sahtekarlığa
Lenin ve Stalin’i de ortak etmeye çalışıyor. Mehmet
Perinçek “Sovyet Arşivleri, Türkiye’nin tezlerini doğruluyor” başlıklı yazısında Stalin’e atfen şunları yazıyor:
“Sovyet Hükümetinin Halklar Komiseri Stalin,
31 Aralık 1917 günü yayımladığı ‘Türk Ermenistanı
Üzerine’ başlıklı bildrisinde, Batılı emperyalistlerin
‘Türk Ermenistanı’nda oynadıkları oyunları ve Ermenileri nasıl kullandıklarını sergiliyordu.”
Stalin’in sözkonusu tavrını Stalin Eserleri Cilt 4, İnter Yayınları, sayfa 36-37’de okuma imkanımız var.
Bu baskıda sözkonusu tarih “3 Aralık 1917” olarak
yazılmış, doğrusu “31 Aralık 1917”dir.
Stalin sözkonusu yazıda sadece emperyalistlerin
oyunlarını dile getirmiyor. “Türk Ermenistan’ı”nın
kendi kaderini özgürce tayin etmesini de savunmaktadır. “Alman ve Türk iktidar sahiplerinin, emperyalist karakterlerine uygun olarak, işgal edilmiş bölgeleri zorla egemenlikleri altında tutma”k istediklerini
tespit etmekte; Osmanlı/ Türk devletini de emperyalist olarak değerlendirmektedir. Bunun da ötesinde
yazısının girişinde şunları savunmaktadır:
“’Türk Ermenistan’ı denilen yer, herhalde Rusya’nın
‘savaş hukukuna göre’ işgal ettiği tek ülkedir. O ‘cennet köşesi’ ki, Batının şiddetli diplomatik ihtiraslarına ve Doğunun kanlı yönetim egzersizlerine uzun
yıllar konu olmuştur (ve hala olmaktadır). Bir yanda
Ermeni pogromları ve katliamları, diğer yanda yeni
bir katliama kılıf olarak tüm ülkelerin diplomatları-
panorama
döneminde Hitler Almanyası’nın Yahudilere, SintiRomalara yönelik gerçekleştirdiği soykırım, sözkonusu kararın alınmasına kapıyı açmış, Lemkin’in
önerisi temelinde bir kararın alınmasını dayatmıştır
ve karar alınırken de İkinci Dünya Savaşı döneminde faşistler tarafından gerçekleştirilen insanlık suçu
lanetlenmiştir.
d) Soykırım kavramının esasta İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde kullanıldığı gerçeğinin ötesinde,
Ermenilere yönelik gerçekleştirilen imha etme olgusunun soykırım olup olmadığına yönelik bir tartışma
da yoktur. “Aydınlık” şürekası takındığı tavırlarda
sanki o dönem böylesi bir tartışma yürümüş de, SSCB
yetkilileri ya da temsilcileri, gerçekleşenin soykırım
olmadığını savunmuş gibi sorunu aktarmaktadır.
e) Yapılan bir sahtekarlık da Osmanlı egemenliği altında yaşayan Ermenilerle, Rus Çarlığı egemenliğindeki Ermenilerin aynı kefeye konmasıdır. Kuşkusuz
ki genel olarak tartışıldığında Ermenistan ve Ermeni
milleti bir bütün olarak ele alınmalıdır. Doğu ve Batı
Ermenistan’ın parçalanmış bir ülkenin iki bölgesi olduğu açıktır. Ermeni milleti de hangi egemen gücün
baskısı altında olursa olsun bir milleti oluşturmaktadır. Sorun soykırım tartışmasının yürütüldüğü noktada başlamaktadır. Soykırım, Osmanlı egemenliğindeki Batı Ermenistan’da gerçekleştirilmiştir. Bunu
gerçekleştiren de Osmanlı/Türk devletidir. Perinçek
ve takımının tartışmaları esasta Rus Çarlığı egemenliğindeki, daha sonra da Taşnakların yönetimde olduğu Doğu Ermenistan’a yönlendirmeleri, esasta Batı
Ermenistan’daki durumu gözardı etmeye hizmet etmektedir. Özellikle Taşnak yönetimi ve uygulamaları
sözkonusu edilerek yaşanılan barbarlığın suçunu da
Ermenilere yüklemektedirler.
f) “Büyük Sovyet Ansiklopedisi”ne atıfta bulunularak yapılan tespitlerden biri de, “’Ermeni sorununu’
esas olarak, emperyalist ülkelerin halkları çatıştırma politikalarının ürünü olarak değerlendiriyor, bu
konuda en çok suçladığı emperyalist ülke ise Çarlık
Rusyası.” (“Aydınlık” gazetesinden akt. Hürriyet, 20
Haziran 1998) biçimindeki tespittir.
Emperyalist ülkelerin halkları çatıştırma politikasının soykırımda önemli rol oynadığı tarihsel bir olgudur. Sovyetlerin, sadece Türk-Ermeni boğazlaşmasını değil genelde Birinci Dünya Savaşı’nı emperyalist
bir savaş olarak değerlendirdiği de olgudur.
“Aydınlık” şürekası ama bu olguyu Ermenilere
yönelik soykırımı inkar için kullanmaktadır. Sahtekarlıkları da bu noktadadır. Sanki emperyalistlerin
39
panorama
nın ikiyüzlü ‘ricaları’, fakat sonuç: baştan sona kana
bulanmış, aldatılmış ve köleleştirilmiş bir Ermenistan –‘uygar’ güçlerin diplomasi ‘sanat’ının bu ‘alışılmış’ resimlerini kim bilmez?” (Stalin Eserler, cilt 4,
sayfa 36, İnter Yayınları)
Stalin’in tavrı açıktır. Ermenilerin “emperyalist
diplomasi haydutlarına” aldanmış olmasını ortaya
koyduğu gibi Ermenistan’ın baştan sona kana bulandığını da ortaya koymaktadır. Sorunun çözümünün
Ekim Devrimi’ne bağlı olduğu doğru tavrı da Stalin
takınmaktadır. Stalin’in soykırım kavramını kullanmaması da soykırımın olmadığına ispat olarak gösterilmektedir. Stalin, o dönemlerde kullanılan esas
kavramlar olan pogrom ve katliam tanımlarıyla sorunu ortaya koymaktadır. 4 Aralık 1920 tarihli “Yaşasın Sovyet Ermenistan!” başlıklı tavırda da Stalin
yoruma gerek bırakmayacak açıklıkta emperyalist
güç ve kurumların “...Ermenistan’ı katliamlardan ve
fiziksel imhadan kurtaramadı (ve kurtaramazdı da!)”
(age, sayfa 362) tespitini yapmaktadır. Yani Ermenistan ve Ermenilerin pogromlara, katliamlara, fiziksel
imhaya maruz kaldığı görüşü Stalin tarafından tespit
edilmektedir. Stalin’in bu tavrı RKP(B) ve daha sonra
adı SBKP(B) olarak değişen Bolşevik Parti’nin tavrıdır.
Bu noktalara kısaca dikkat çektikten sonra ansiklopedilere bakabiliriz.
Ansiklopedi karşılaştırması
40
“Ermeni sorunu”nun uluslararası bir anlaşmada gündeme gelmesi bağlamında 19 Şubat 1878’de Rusya ile
Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan “Saint
Stefan Anlaşması” ile 1878 yılı Haziran ayında yapılan “Berlin Kongresi” önemlidir.
Soykırım bağlamındaki tartışmada ise belirleyici
olan esasta iki dönem vardır. Birincisi 1895-1896, Abdülhamid dönemi; ikincisi 1915-1918, Birinci Dünya
Savaşı dönemi. 1895’ten 1915’e kadarki dönemde yer
yer katliamlar gerçekleştirilse de, Ermenilere yönelik katliam ve soykırım esas itibariyle bu dönemlerde
gerçekleştirilmiştir.
“Saint Stefan Anlaşması” ile “Berlin Kongresi” bağlamında ortak nokta, “Türkiye’nin Batı
Ermenistan’da reformlar yapma” konusundaki yükümlülüktür. Batı Ermenistan kavramı “Berlin
Kongresi”nde kullanılmamaktadır. “Doğu Vilayetleri” sözkonusu edilmektedir. Bu noktadaki farklılık,
ansiklopedinin 1926’daki baskısında 5(beş) vilayet
olarak dile getirilirken, 1950 baskısında 6(altı) vilayet
sözkonusu edilmektedir.
İki ansiklopedi arasındaki esas farklılık tarihsel
gelişimin ortaya konmasında görülmektedir. 1926
baskısının sorunu ortaya koymasındaki yaklaşım,
Osmanlı/ Türk devletinin 1870 yılına kadar Ermenilere karşı “olumlu yaklaşım” içinde olduğu, Rusya
ve İngiltere’nin işin içine girmesi ve Ermenilerin bu
güçlerden medet umması yönlü tutumun, Osmanlı/
Türk devletinin tavrını tam tersine çevirdiği biçimindedir. Bu tavır gerçekten sözkonusu ansiklopediden
çarpıtılmadan tercüme edilmiş olsa da yanlıştır. Aynı
yazıda ortaya konan “19. yüzyılın ikinci çeyreğinde
hızlı nüfus artışı nedeniyle Kürtler yerleşik hayata
geçiyorlar ve Doğu Anadolu’nun dağlık kısımlarında topraksızlık nedeniyle Ermeni çiftçilerini oradan
sürmeye zorluyor ve topraklarına el koyuyorlardı.
Türk hükümeti, Kürt aşiretleri üzerindeki etkisini
arttırmak için bu sürece göz yumdu ve bu toprakları aşiret reislerinin mülkiyetine verdiler. Yani Doğu
Anadolu’da Kürt feodalitesinin gelişmesini sağladılar. Bu süreçten sonra, Kürtlerle Ermeniler arasında
kanlı kavgalar kan davasına, katliamlara dönüştü.”
biçimindeki tespit de Osmanlı/ Türk devletinin Ermenilere karşı “olumlu” davranmadığını ortaya koymaktadır.
1862 yılında Zeytun’da Ermenilerin devletin baskısına karşı ayaklanması, devletin Aziz Paşa komutanlığında 40.000 askeri Ermenilere saldırtması ve ama
yenilgiye uğraması vb. konular, Batı Ermenistan’ın
Türk egemenliğinin boyunduruğundan kurtuluş hareketinin bir parçası olarak ansiklopedinin 1950 baskısında anlatılmaktadır.
1950 baskısının bu bağlamda temel yaklaşımı, Ermenistan ve Ermenilerin Fars, Osmanlı ve Rus egemenleri arasında uzun tarihi bir dönemde paylaşım
alanı, katliamlar. pogromlar alanı olarak ele alınması
ve bu baskılara karşı Ermeni milletinin zulmün boyunduruğunu kırma, kurtuluş mücadelesi verme biçimindedir.
1950 baskısında Osmanlı/ Türk devletinin “Berlin
Kongresi”nin 61. maddesine uyup uymadığı konusunda şu tespit yapılmaktadır:
“Berlin Kongresi sonrasında Batı Ermenistan’da
hiçbir reform gerçekleştirilmedi. Bunun da ötesinde
Sultan Abdülhamit büyük güçler arasındaki çelişkileri kullanarak Ermenilere karşı baskıyı ve takibatları
yoğunlaştırarak, onları fiziksel olarak yoketmeye kadar vardırdı.” (Alm., sayfa 59-60)
1890’lı yıllar bağlamında 1926 baskısında söyle-
turmaya çalışıyordu. Barışçıl Ermeni nüfus arasında
1895-1896 yıllarında, Sason, Erzurum, Trabzon, Van,
Harput, İstanbul, Maraş ve diğer yerlerde kanbanyosu
gerçekleştirildi. Türk ordusu ve polisi cinsiyet ve yaşlı
ayrımı yapmadan Ermenileri katlediyor, malını-mülkünü talan ediyordu. Yüzbinlerce Ermeni katledildi,
sürgün edildi ya da Türkleştirildi, yüzlerce köy, sakinleriyle birlikte ateş ve kılıçla imha edildi. Abdülhamid’in
kanlı zorbalığı Rusya’nın ilerici çevrelerinde ve tüm
dünyada öfke ve protestolara yol açtı.” (Alm., sayfa 60)
1890’lı yılları bırakıp Birinci Dünya Savaşı dönemine bakarsak ansiklopedinin iki baskısındaki durum
tespitleri şöyledir:
Önce 1926 baskısından.
“Rus Çarı Ermenilere yardım elini uzatır ve 1. Dünya Savaşı’nın kokuları gelmeye başlar. Rusya yöneticileri Ermenilerin bu yönden büyük siyasi önemi olacağı
hesabını yapar. 1913’te Rus diplomatları, örgütleşmiş
Ermeni burjuvazisi ile anlaşma yaparak, Türkiye’den
Doğu illerinde reform yapmalarını talep ettiler.
1914’ün Ocak ayında Türkiye, Almanya’nın desteğinde, uzun tartışmalardan sonra reform anlaşmalarını
imzalamak zorunda kaldı. Bu reformlara göre Ermeniler geniş bir özgürlüğe kavuşuyor, özellikle yönetimde, dilde, askere alınmada ve diğer alanlarda bu reformların büyük ülkelerin kontrolü altında yapılması
gerekiyordu, özellikle Rusya’nın. Rusya’nın bu girişimi,
1. Dünya Savaşı’nın başlaması nedeniyle Ermenilerin
durumunu daha da zorlaştırdı. Oysa ki Ermeniler ‘Büyük Ermenistan’ sloganını unutmamışlardı ve bununla birlikte Türk ordusundan kaçan askerlerden gönüllü
çeteler kurmaya başlamışlardı. Bu çeteler, açıkça Türk
hükümetine karşı eylemlere geçtiler, ancak bir şey elde
edemediler. Bu savaş nedeniyle Ermeni ulusu Doğu
Anadolu’yu terk etmek zorunda kaldı. Bu savaşta 300
bin kişi öldürüldü. 300 bin kişi Mezopotamya yollarında öldü, 200 bin kişi Rusya’ya kaçtı, 400 bin kişi ise
İslam’ı kabul etti.”
Ansiklopedinin 1926 baskısında soykırımın yaşandığı esas dönem hakkında yazılanlar böyledir. Alıntının birinci bölümü, yani 1914’ün Ocak ayında reform
yapma konusunda Osmanlı/ Türk devletinin anlaşmayı imzaladığı doğrudur ve diğer verilerle de uyum
içindedir. Fakat alıntının ikinci bölümünde durum
değişmektedir. Buna göre gönüllü çeteler kurulmuş,
bunlar Türk hükümetine karşı eylemler yapmış ve bunun sonucunda da Ermeni ulusu “Doğu Anadolu’yu
terke etmek zorunda” kalmıştır. Buna göre sonuçta
suçlu olanlar Ermenilerdir, Türk hükümetine karşı
panorama
nenler şöyledir:
“Ve Türkiye Ermenileri için zor günler başlar. Kürtler sürekli olarak Doğu Anadolu’da Ermenileri katletmeye başlar. Özellikle bu kırım 1890’lı yıllarda geniş
çapta oldu. ‘Büyük Ermenistan’ temelini oluşturan
çiftçilerin soykırımından sonra, Ermeni burjuvazisi
şansını büsbütün kaybetti ve silahlı terör eylemlerine
başladı. Aynı zamanda Rusya’nın Transkafkasya (Güney Kafkasya) bölgesinde Hınçak ve Taşnaksütyun
milliyetçi partileri kuruldu. Bu partiler Türkiye’ye
propagandistler ve ajitatörler gönderiyorlardı. Gerilla
grupları oluşturuyorlardı. Bunların esas amacı, başlamış olan hareket nedeniyle, Berlin Kongresi’nde kabul edilmiş olan 61. maddeye büyük ülkelerin dikkatini çekmekti. Fakat bunu hem büyük ülkeler, hem de
Türkiye unutmuştu. Aynı yönde, Batı Avrupa’da bu
partilerin yurt dışı komiteleri de çalışıyordu. 1890’lı
yılların sonunda Hınçak Partisi sahneden çekiliyor
ve Ermenilerin biricik partisi Taşnaksütyun oluyordu. Ermenilerin gerilla hareketine Türk hükümetinin
yanıtı çok sert oldu.”
Bu alıntıda göze çarpanlar arasındaki önemli noktaların başında, Abdülhamit yönetiminin Ermenilere
yönelik katliamlarının dile getirilmemesi ve sadece
“Türk hükümetinin yanıtı sert oldu” tespitiyle sorunun geçiştirilmesi gelmektedir.
İkinci nokta Kürtlerin Ermenileri katlettiği ve
1890’lı yıllarda geniş çapta kırım yaşandığı tespitiyle,
soykırım kavramının Ermeni kökenli çiftçilerin katledilmesi bağlamında kullanılmasıdır. Bu noktada
aslında “Aydınlık” şürekası samimi olsa, Ermenilere
yönelik bir soykırımın 1890’lı yıllarda yaşandığını,
bunun Kürtler tarafından yapıldığını savunması gerekir. Böylesi bir durumda mızrağın sivri ucunun,
devlete dönme olasılığı olduğundan buna sessiz kalmaktadırlar. Ama zulalarında, MHP gibi faşist partilerin kimi savunucularının savunduğu gibi, gerekirse
soykırımı Kürtler yaptı tezinin temeli hazır beklemektedir.
1890’lı yıllar bağlamında 1950 baskısında şunlar
söylenmektedir:
“19. yüzyılın 80’li yıllarının sonunda 90’lı yılların başında siyasi arenaya katılan burjuva-milliyetçi
partileri ‘Hınçak’ ve Taşnaksütyun’ maceracı ve teröristçe çalışmalarıyla Abdülhamit tarafından kanlı
misillemeler yapılmasına gerekçe sundular. Hınçak ve
Taşnaksütyun partilerine karşı mücadele adına, Türk
hükümeti, Ermeni sorununun ‘çözümü’ için Ermenileri tümüyle yok etmeyi içeren kanlı bir program oluş-
41
panorama
42
eylem yapanlardır! Burada hiç bir şekilde ezilen bir
milletin ulusal baskıya karşı mücadele etme demokratik hakkı, haklı yanı sözkonusu edilmemektedir.
Savaşta öldürülen, ölen veya Rusya’ya kaçanlar bağlamında verilen rakamlar ise, bizi bu belgenin çarpıtıldığı konusunda ciddi ciddi düşündürmektedir.
Bu rakamlar “Talat Paşa çetelesi”ne göre ayarlanmış
ve toplam 1.200.000 olduğu söylenen Ermeni nüfusunun toplamıdır. Bu da soykırımda 1.500.000 Ermeninin katledildiği tespitine karşı ileri sürülen bir
rakamdır.
Ansiklopedinin 1950 baskısında ise bu dönem hakkında söylenenler şöyledir:
“Birinci Dünya Savaşı döneminde Ermenistan.
Uluslararası arenada uzun bir diplomatik mücadeleden sonra (1912-1914) Türk hükümeti, 25 Ocak 1914’te
Batı Ermenistan’ın 6 vilayetinde reformlar yapma anlaşmasını imzalamak zorunda kaldığını kabul etti.
Fakat bu reformlar kağıt üzerinde kaldı. Kışkırtılan
birinci emperyalist Dünya Savaşı Ermeni halkına ağır
acı getirdi.
1915-1916 yıllarında Türk hükümeti, müttefiki Almanların koruması altında ve katılımıyla Batı
Ermenistan’ın yerli nüfusunun hemen hemen tümünü
imha etti. Nisan 1915’te Türk hükümeti askeri idarelere, barışçıl Ermeni nüfusun yaşına ve cinsiyetine
bakılmadan yok edilmesi, ya da Arabistan çöllerine
sürülmesi için gizli bir emir verdi. Bütünüyle imha
edilmekten kurtulanlar sadece, kahramanca öz savunmalarını örgütleyen Van ve çevresindekiler oldu.
1915’ten 1916’ya kadar Türkler 1 (bir) milyon civarında Ermeniyi vahşice katletti, bir o kadarı da kitleler
halinde öldükleri Arabistan çöllerine sürgün edildi;
birçoğu mülteci olarak dünyanın değişik ülkelerine
dağıldı. 300 bin üzerinde Ermeni, Rusya’ya kaçarak
katledilmekten kendilerini kurtardılar.” (Alm., sayfa
64-65)
Ansiklopedinin iki versiyonunda Birinci Dünya
Savaşı dönemi bağlamında yapılan tespitlerin farklı
olduğunu söylemeye gerek bile yok. 1950 baskısında
açıkça Ermenilerin imha edildiği ve 1915-1916 yıllarında 1 milyon civarında Ermeninin katledildiği tespit edilmektedir. Bu tespit Sovyetler Birliği kaynaklı
kimi başka kitaplarda yazılanlarla uyum içindedir.
Ansiklopedinin 1950 baskısının arkasında “Tarihsel olgular” olarak Ermenistan tarihi kronolojik olarak ortaya konmaktadır. 1895-1896 yılları karşısında
şunlar yazılıdır: “Sultan Abdülhamid II. Hükümetince Batı Ermenistan’da 300 000’den fazla Ermeninin
imha edilmesi.” (Alm., sayfa 231)
1915-1916 yılları bağlamında yapılan tespit ise şöyledir:
“Türk hükümeti tarafından 1 (bir) milyonun üzerinde Ermeninin imha edilmesi.” (Alm., sayfa 234)
Burada yazılanlarda soykırım kavramı, kavram
olarak kullanılmasa da, anlatılanların kendisi soykırımı ifade etmektedir. Bir kavramın kullanılmamış
olması, Sovyetlerin Ermenilere yönelik barbarlığı yok
saydığı anlamına gelmemektedir.
“Büyük Sovyet Ansiklopedisi”nin bu iki baskısının karşılaştırılmasında, farklı değerlendirmelerin
olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Peki bu durumda,
özellikle de 1926’daki baskısını karşılaştırma imkanımızın olmadığı; “Aydınlık” şürekasının sahtekarlıkta sınır tanımadığı bir durumda, ansiklopedinin
hangi baskısını temel almamız gerekiyor? SSCB’nin
ansiklopediyle ilgili sorumlularının elinde daha fazla bilginin bulunduğu, bu konudaki durumun ortaya
konmasında Türkiye ile ilişkilerin, diplomasinin pek
rol oynamadığı ve bir önceki baskıdan farklı olarak
sorunun tarihsel gerçeklerle uyumlu ortaya konduğu
1950’deki ikinci baskısını temel alma durumundayız.
Sovyetler Birliği kaynaklı kimi başka kitaplarda takınılan tavırlar da “Büyük Sovyet Ansiklopedisi”nin
1950’deki ikinci baskısında ortaya konan görüşlerle
uyum içindedir.
Biz bu kaynakları bırakıp Perinçek ve şürekasının
“Ermeni Belgeleriyle Ermeni Soykırımı Yalanı-2”
başlığı altında yayınladıkları, A. A. Lalayan’ın “Taşnak Partisi’nin karşıdevrimci rolü (1914-1923)” adlı
kitaptan bir alıntı ile yazımızı sonlandıralım. Alıntının yorumunu okurlarımıza bırakıyoruz.
“Çar Hükümeti’nin ve emrindeki Taşnak ajanlarının
faaliyetleri sonucunda, Jön Türk Hükümeti tek tek kıyımlardan, ‘Türkiye’yi Ermenilerden temizleme’ politikasına geçti. Yukarıda bahsettiğimiz hmbapetler örnek
alınırcasına, bu kez Ermeni katliamına girişildi; malları yağmalandı, bütün Ermeniler yasadışı ilan edildi.
Sağ kalanlar, ‘neresi olursa olsun’ diyerek gittiler. Ne
var ki aç, yoksul mülteciler kurtulmayı başaramadı.
Büyük çoğunluğu (1,5 milyondan, yaklaşık 1 milyonu)
ya Türk makamlarınca yok edildi ya da açlıktan, soğuktan, salgın hastalıklardan kırıldı. Çeşitli ülkelere
göç eden 500 binin üzerinde emekçi Türkiye Ermenisi
uzun süre, çoğu bugüne kadar bu acınası mülteci konumundan kurtulamadı.” (age., sayfa 47-48, Kaynak
Yayınları)
24 Ağustos 2010 ✓
Marksizm ve Küçük Burjuva
Terminatörleri
okuyucu mektubu
Serbest Kürsü
✉
Bir okurumuzun yayınlanması talebiyle gönderdiği „Marksizm ve küçük burjuva terminatörleri“ başlıklı
yazıyı yazının uzunluğundan dolayı iki bölüm halinde yayınlıyoruz. Tartıştıkları sorunları önemli bulduğumuz
okurlarımızın gönderdikleri yazıları Serbest Kürsü bölümünde yayınlayacağız. Okurlarımızı Serbest Kürsü bölümünde yürütülecek tartşmalara katılmaya, yazı göndermeye çağırıyoruz. YDİ ÇAĞRI
D
ünya genelinde ve tek tek ülkelerde, sınıf bilinçli
bir işçi hareketinin zayıf olduğu ve işçi hareketi
içerisinde sınıf partinin etkisinin çok yetersiz olduğu
şartlarda, sık sık bunların yerini, sınıf hareketinden
kopuk olan ve bu kopukluğu bir ‘erdem’ derekesine
yükselten siyasi tarikatlar ve kendilerini, ‘eşek sürüsü’ olarak gördükleri işçileri güdecek bir çeşit peygamber olarak gören ‘önderler’ ortaya çıkarlar.
Siyasi tarikatların ve ‘siyasi peygamberlerin’ önde
gelen özelliklerinin en başında, tarihe ve bilimsel
gelişmeye bir ‘Milat’ koymalarıdır. Tarih ve ‘gerçek
bilim’ kendileri ile başlar ve ancak kendi ‘ayetleri’
devam ettirilirse ‘tarihin sonu’ ve ‘dogmatiklik’ engellenebilir. Bunlar için Milattan Önce’nin (M.Ö.) ve
Milattan Sonra’nın (M.S.) başlangıç noktası, kendileri ve ‘günahkarların’ umutla bekledikleri ‘kutsal
kitapları’dır.
Uluslararası ve Türkiye işçi hareketinin tarihinde
bu tür ‘siyasi peygamberlere’, yukarıda da değindiğimiz gibi, özellikle bilinçli bir işçi hareketinin zayıf ve
işçi sınıfının güçlü bir siyasi partisinin bulunmadığı
şartlarda sık sık rastlanmıştır.
Örneğin daha Marksizmin yeni gün yüzüne çıktığı ve daha birçok sosyalist tarikattan biri olarak yaşamını sürdürdüğü 1840-1850’li yıllarda, Marks ve
Engels’in ‘Kutsal Aile’ olarak adlandırdıkları, Bruna Kardeşler, Anarşist teorisyen Proudhon ya da 19.
yüzyılın ikinci yarısında Almanya’da ‘tarih kurucusu’ Eugen Dühring, Rusya’da 1905 Devrimi yenilgisi sonrasında, ‘bilimsel bir Tanrı’ bulmaya yönelen
‘Tanrı Arayıcıları’ … Türkiye’de 12 Eylül 1980 hemen
sonrasında Osmanlı ve Türkiye tarihini yeniden yazma iddiası ile ortaya çıkan, ‘Aydın Üzerine Tezler’in
yazarı Yalçın Küçük gibileri bunlara örnek verilebilinir.
Hemen tüm bu ‘siyasi peygamberlerin’ ortak özelliklerinden birisi de, kendilerinden önceki bilimin
geldiği yeri aşırı derecede küçümsemeleri, hatta yok
saymaları ve kendilerine adadıkları ‘peygamber otoritesini’ tehdit edebilecek bilinçli ve siyasi bir sınıf
hareketinin, en başta da bir SINIF PARTİSİNİN otoritesinin gelişimini en büyük tehlike atfedip ‘kendiliğindenciliğin’, ‘partisizliğin’, ‘bilimsel yasaların’ otoritesine karşı sistematik bir mücadeleye atılmalarıdır.
Uluslararası ve Türkiye işçi sınıfının tüm tarihinin
kanıtladığı bir gerçek vardır: İşçi sınıfının siyasi ve
toplumsal kurtuluşu için ‘mesih’lere değil, tüm entelektüel birikimini, tüm enerji ve yeteneklerini, tutarlı
ve özverili bir biçimde işçi sınıfı hareketinin çıkarlarına tabi kılan ve kendilerini KOLLEKTİF SİYASİ
BİR İRADENİN bir parçası olarak gören ÖNDERLERE ihtiyacı vardır.
Kriz ve sınıf ve sendika hareketinde
yükselme potansiyeli
Bugün Latin Amerika’daki bazı ülkelerde (örneğin
Venezuela, Bolivya gibi) ve Asya’da Nepal gibi ülkelerde, uluslararası işçi sınıfı hareketi yer yer sınıf
bilinçliliği ve sınıf hareketliliği alanlarında –var olan
sistem içerisindeki sınıf haklarını ve sınıf taleplerini savunan- önemli sıçramalar yapmışsa da, ileri
kapitalist-emperyalist ülkeler başta gelmek üzere,
genelde işçi sınıfı hareketi halen siyasi ve bilinçli bir
kitle geliştirmiş durumda değildir.
Fakat sermayenin son 30 yılda işçi sınıfına ve diğer
emekçi sınıflara karşı giriştiği yoğun neoliberal saldı-
43
✉
okuyucu mektubu
rıda daha geriye gidebilecek bir yer kalmadığından ve
2008 sonbaharında tüm emperyalist-kapitalist dünyayı içine alan ve derinden sarsan mali ve ekonomik
kriz sonucunda işçi sınıfı güçlerini yeniden toparlamaya çalışmaktadır.
Ren Kapitalizminin, ‘sosyal Pazar ekonomisinin
anavatanı’ Almanya’da 2. Dünya savaşı sonrasında
şimdiye kadar görülmemiş sıklıkta grevler yaşanmakta, işçi ve sendika hareketi yalnızca büyük özel
tekeller ile değil, devlet ya da yarı-devlet tekelleri ile
de grev aracılığı ile ve geri düzeyde de olsa kitlesel
sınıf mücadelesi deneyimlerini yaşamaktadır. Alman resmi sosyal demokrasisinin tüm yönleri ile ve
açıkça tekelci sermayedarların yanına geçmesi ve işçi
sınıfına karşı yönelen neoliberal saldırının baş planlayıcısı ve örgütleyicisinden birisi olması sonucu geniş işçi ve emekçi kitlelerin gözünde önemli ölçüde
sempatisini yitirmiştir. Tekelci sermayenin kucağına
aşinan oturan Almanya Sosyal Demokrasisi (SPD)
parti içinde de bir krize doğru sürüklenmiş ve sonuç
olarak SPD bölünmüştür. SPD’nin içinden, geleneksel
‘sol’ ve ‘sendikal’ söylemleri kullanarak işçi sınıfı içerisindeki tepkileri yeniden burjuva parlamenter düzene bağlamaya çalışan ‘Sol-Demokratik Sosyalizm
Partisi’ çıkmıştır. Bu parti hem Federal mecliste hem
de birçok eyalet meclisinde kendi grubunu kurmayı
başarmıştır.
Fransa’da burjuvazinin muhafazakar kesimlerinin
genel seçimlerdeki başarısına rağmen, geniş işçi ve
özellikle gençlik kitleleri, sermayenin ve hükümetin
saldırılarına sık sık kitlesel grevlerle ve genel grevle
yanıt vermektedir.
İspanya krizden ve emlak spekülasyonundan en
fazla etkilenen batı Avrupa ülkesinden birisidir. Krizin doğal sonucu olarak, iflaslar, kitlesel işsizlik ve artan sınıf hareketliliği ve eylemleri gündeme gelmiştir.
AB’nin son 10 yılda ‘parlayan yıldızı’ İrlanda da
krizin etkileri yoğun olarak hissedilmiş ve 22 Şubat
2009’da son dönemlerin en büyük kitlesel mitinglerine sahne olmuştur. Aktarılan bilgilere göre başkent
Dublin’de yapılan gösterilere katılanların toplam sayısı 100 bini geçmiştir.
Yunanistan’da bir gencin polis tarafından vahşice
vurulması, günlerce bir çok şehirde kitlesel protestolara ve polisle çatışmalara yol açmıştır.
Ve Türkiye...
44
Türkiye’de düşük kur-yüksek faiz ve yoğun dış borçla
pompalanan ve işgücünün yoğun sömürüsüne daya-
nılarak, 1 Mayıs 2008’de görüldüğü gibi yoğun polis
terör aracı ile korunan düzen yoğun bir biçimde çatırdamaya başlamıştır. Başta inşaat, otomobil ve tekstil
olmak üzere bir çok sınai dalı derin bir krize girmiş,
iflaslar peş peşe gelmeye başlamıştır. Bunun doğal sonucu olarak, işten çıkarmalar kitlesel bir biçim almış,
artık resmi hükümet organlarının bile saklayamayacağı bir düzeye ulaşmıştır. Türk-İş’in verdiği bilgilere
göre yalnızca son birkaç ayda kriz nedeniyle 25 bin
Türk-İş üyesi işçi işten çıkartılmıştır. DİSK’in verilerine göre 2008-2009 arasında işini kaybedenlerin
toplam sayısı 939 bine ve gerçek işsizlik oranı ise %20
,1’ e ulaşmıştır.
Bu durumda, giderek daha fazla sayıda işçi kitlesi
kendiliğinden ve hızla grev eylemlerine girişmekten
ve ‘işini ve aşını’ mücadeleyle savunmaktan başka bir
yol bulamayacaktır. Bugünden grev silahının giderek daha fazla kitlesel olarak kullanılacağının güçlü
işaretleri vardır.
Turkuaz Holding’inde (Sabah-ATV grubu) çalışan
işçiler ilk defa grev silahını kullanmaya başlamışlardır. Sinter Metal işçileri, DESA, Kırıkkale Belediyesi,
Mersin Limanı çalışanları, Procter &Gamler işçileri,
Haber Sen üyesi postacılar vb. vd. sendikal hak direnişleri, çalışma koşullarının iyileştirilmesi için eylemlere, mücadelelere girişmektedir.
Kuşkusuz bu grevler ve direnişler halen oldukça yetersiz, kitlesel gücü küçük ve etkileri geri olan grev ve
mücadelelerdir. Fakat kriz ve büyük boyutlarda kitlesel işzilikle birleşen ağır sömürü koşulları ve ağır çalışma şartları geniş işçi kitlelerini – eğer bir benzetme
yapılabilirse- 1989 Bahar Eylemleri ya da 1995 kitlesel
grev ve direniş dönemlerine doğru gelişmenin güçlü
bir POTANSİYELİNİ taşımaktadır.
İşçi ve sendika hareketinin göreceli güçsüzlüğünün
en büyük sorumluluğunu sendikalar ve en başta da
sendika yönetimleri taşımaktadır. Sürekli olarak özel
ve kamu işverenleri ile kapalı kapılar ardında imzaladıkları toplu iş sözleşmeleri, mücadeleden ve grevden özenle kaçınma siyasetleri ve sendikal haklardan
yoksun bırakılan geniş işçi kitlesini örgütlemede
gösterdikleri isteksizlik ve yeteneksizlikleri ile Türkiye işçi sınıfı 1960 sonrasında en geri sendikalaşma
oranına itilmiştir. Resmi rakamların sendikalaşma
oranlarını bilinçli olarak hayali düzeyde gösteren ve
kendilerinden başka kimseyi inandıramadıkları ve
sendika yöneticilerinin de işkolu barajları nedeniyle
istatistik tahrif oyununa katıldıkları veriler bir yana
bırakılırsa ve işçi sendikalarına ÜYE AİDATI ÖDE-
Sendika yönetimleri ve imtiyazlı uzmanlar
Yöneticisi oldukları sendikaların üyeleri için –birkaç
istisna dışında- bir şey yapmayan sendika yöneticilerinin, sendikanın maddi ve manevi imkanlarını kendi özel çıkarları için kullanmak amacıyla yapmadıkları sahtekarlığın ve hesap üçkağıtçılığının kalmadığı
görülmüştür. Zaten sendika yöneticiliğini SINIF ATLAMADA kaçırılmaması gereken bir FIRSAT olarak
gören ve akla hayale gelemeyecek yüksek maaşları,
sendikaya ait makam arabaları, harcamaları, temsil
hakları vb ile gerçekten de sınıf atlayan sendika yöneticileri, kitabına uydurulmuş, yasal yüksek giderler
elde etmekle de yetinmemişlerdir. Yüksek gelirlerini
hızla artırmanın yolu olarak kanuna, kendi tüzüklerine açıkça aykırı bir biçimde SİSTEMATİK YOLSUZLUKLARA da girişmişlerdir.
Türk-İŞ’e bağlı YOL-İŞ sendikasında, Sağlık-İŞ’te,
TES-İŞ’te ya da Türk-Metal sendikasında ortaya çıkan ve aslında yolsuzluk batağının ancak küçük bir
alanını gösteren haberler sendika yöneticilerinin
hangi yolda olduklarını çok açık belgelemiştir. Örneğin sendika yöneticileri yüksek yönetici maaşlarının yanı sıra bir de resmi ikinci maaş alabilmek için
kendilerini 365 gün Genel Merkez dışında görevde
gösterip her gün için harcırah almışlar, sendika için
ihale ve alımlarda büyük rüşvetleri ceplerine aktarmışlar, sendikanın gelir ve imkanlarını özel işleri için
kullanmışlar, yakın akrabalarına ve sendikada resmi
görevleri sona erdikten sonra maaş almaya devam
etmek için DANIŞMAN olarak kendilerini gösterip
hanedanlığı devam ettirmişler, sendikanın parası ile
EMLAK KRALI haline gelmişlerdir.
Sendika yöneticileri bu tür yolsuzluk ve hanedanlıkları tek başına ve bu kadar uzun zaman, önemli ölçüde sıkıntısız bir biçimde yaptılarsa, bunun en başta
gelen nedenlerinden birisi resmi devlet kurumlarının
ve yargının ‘yaşa ve yaşat’ mantığı ile hareket etmesi
ise, bir diğeri ise sendika yönetimlerinin sendika içerisinde KÜÇÜK, FAKAT PROFESYONEL BİR UZMAN KADROSUNU elinde tutmasıdır.
Sendika yöneticileri, özellikle hukuk danışmanları, özel danışmanlar, eğitim uzmanları, muhasebe
müdürleri, personel müdürleri vb. gibi uzmanlardan
oluşan küçük ve diğer tüm sendika personelinden
AYRICALIKLI BİR KADROYU oluşturarak ve elinde tutarak iktidarlarını sağlamlaştırmaktadırlar.
Bu tür uzmanların ayrıcalıkları çoktur. Maaşları oldukça yüksek, çalışma şartları oldukça esnek
(maraba olarak görülen diğer sendika uzmanları ve
personeli gibi sıkı bir çalışma düzenine ve sıkı bir
çalışma disipline tabii değildirler), bir çok maddi ve
mali avantajlarla, arpalıklarla donatılmış İMTİYAZLI SENDİKA UZMAN KADROSU kendisini bir tür
ATANMIŞ YÖNETİCİ olarak görür ve gösterir. Bunların varlık amacı, seçilmiş üst sendika yönetimlerinin iktidarını korumak ve kollamaktır. Bu amaçla
her türlü bilgi ve birikimlerini döktürürler. İmtiyazlı
uzmanlar yazdıkları mütalalar, araştırmalar, hesaplar
ve yaptıkları eğitimlerle, hem bir yandan sendikanın
tabanının haklarını sağlamaya çalışıyormuş kanısını
uyandırmaya özen gösterirler hem de diğer yandan
özenle her adımlarında, KENDİ sendika yöneticisini,
KENDİ sendika yöneticisinin yolsuzluklarını, KENDİ sendika yöneticisinin toplu iş sözleşmelerdeki satış politikasını daha büyük bir çabayla gizlemeye ve
yapabildikleri ölçüde de olumlu göstermeye gayret
ederler.
Fakat bu tür imtiyazlı sendika kadrosunun esas
bağlılığı genelde tek tek sendika yöneticilerinden çok
SENDİKA BÜROKRASİSİ SİTEMİNE bağlılıktır.
Bunlar için önemli olan imtiyazlarını şu ya da bu sendika ağasının korumasından daha çok, imtiyazlarını
koruyan SİSTEMİN devamlılığıdır. Bu nedenle imtiyazlı sendika uzman kadrosu için ‘giden ağam, gelen
paşam’ dır, seçim kaybeden ve kazanan sendika yöneticisi karşısında tutumlarına yol gösteren ilke ‘kral
öldü, yaşasın kral’dır.
Bu tür imtiyazlı uzman kadroları sağ yönelimli sendikalarda daha çok, sol yönelimli sendikalarda daha
azdır. Fakat imtiyazlı sendika kadrosunun fazlalığı
her şeyden önce sendikanın elinde bulundurduğu gelirin yüksekliği ile doğrudan orantılıdır. Sendikanın
‘sağ’ veya ‘sol’ eğilimliliği ikincil planda gelir.
Sağ eğilimli imtiyazlı uzmanların sayısı daha çok
olsa da ‘sol’ eğilimli imtiyazlı uzmanların, mücadeleci ve sınıf bilinçli işçiler içerisindeki etkisi DAHA
FAZLADIR. Zira mücadeleci, sınıf bilinçli işçiler, ‘sol’
söyleme sahip olan fakat gerçekte sendika bürokrasisinin çıkarlarını daha ustalıkla savunan ‘sol’ imtiyazlı
uzmaların aslında cephenin karşı tarafında olduğunu
kolay kavrayamaz. Hatta sıkça, ‘sol’, yer yer ‘Marksist’
söylemlere sığınan bu tür imtiyazlı uzmanların kendi
safında olduğu inancına kapılır, bunlara sahip çıkar.
İster ‘sağ’ kesimden olsun, isterse de ‘sol’ lafazanlık
yapan imtiyazlı uzmanların maskesini düşürmenin
✉
okuyucu mektubu
YEN işçiler temel alınırsa toplam sendikalı işçi sayısı
849.367 ve gerçek sendikalılaşma oranı % 6,51’dir!!!
45
✉
okuyucu mektubu
Sendika yöneticileri bu tür yolsuzluk
ve hanedanlıkları tek başına ve bu
kadar uzun zaman, önemli ölçüde
sıkıntısız bir biçimde yaptılarsa,
bunun en başta gelen nedenlerinden
birisi resmi devlet kurumlarının ve
yargının ‘yaşa ve yaşat’ mantığı ile
hareket etmesi ise, bir diğeri sendika
yönetimlerinin sendika içerisinde
KÜÇÜK, FAKAT PROFESYONEL
BİR UZMAN KADROSUNU elinde
tutmasıdır.
iki sağlam yolu vardır:
1. Bu tür imtiyazlı uzmanların gerçek dünya görüşlerinin ortaya çıkartılması ve bilimsel bir eleştiriden
geçirilmesi ve
2. Bunların SOMUT, YAŞANAN sınıf ilişkileri ve
sınıf mücadeleleri konusundaki TUTUMLARININ
ortaya konmasıdır.
Bu tür ‘sol’ imtiyazlı uzmanların en çok kafayı
taktığı sorunlardan birisi de “uygarlık” ve “uygarlık
projeleri”dir.
Sınıflı toplumlar ve uygarlık
46
“Uygarlık” tartışmaları insanlığın yazılı tarih döneminden bu yana sürekli olarak var olmuştur.
Daha uygarlığın ilk önemli adımlarının atıldığı eski
Mısır’da, Mezopotamya’da (Sümerler de, Babilliler de
ya da Asurlular da), özellikle de antik Yunanistan’da
uygarlık tartışmaları felsefi, siyasi, ekonomik ve toplumsal açıdan ele alınıp çok yoğun olarak tartışılmıştır. Babil Kralı Hammurabi’nin yasaları (M.Ö. 18. yy),
eski Hint ‘Manu Yasaları’ var olan ‘uygarlığa’ yasal
ve siyasal bir biçim vermenin belgeleri olarak tarihe
geçtiler.
Antik Yunanistan’da önde gelen filozoflardan Plato
ve antik çağın en büyük düşünürü Aristoteles, günümüze kadar etkisini sürdüren büyük eserler verdiler
ve ‘uygarlığın’ gelişiminde önemli rol oynadılar. Bu
yüzden Marx, “pek çok düşünce biçimlerini, toplumsal biçimleri ve doğal biçimleri olduğu gibi değer biçi-
mini” de (K. Marx, Kapital, 1. c. s. 64, Alm. ‘1. Bölüm
Meta ve Para’) ilk araştıran büyük Yunan düşünürü
Aristoteles’e önem verir. Marx, Aristoteles’in çağının
çok ilerisinde bir düşünce perspektifine sahip olmasına vurgu yapar. Tüm ileri görüşlülüğüne ve dahiliğine rağmen Aristoteles’in “uygarlık” anlayışı sınırlı
ve hatta gerici idi. Zira Aristoteles kölelik düzenine
dayanan “uygarlığı” ‘tarihin sonu’ olarak savunuyor
ve bu toplumu tek adaletli düzen olarak görüyordu.
Başka türlü olması mümkün değildi de, ezen sınıfların, köle sahiplerinin sınıf çıkarlarının ve köle sahipleri demokrasisinin sözcüsü idi.
Feodal uygarlık çatırdamaya ve bağrından yeni ve
daha ileri bir uygarlık, kapitalist uygarlık çıkmaya
başladığında yine çağının önde gelen düşünürleri,
örneğin W. Petty, A. Smith ve D. Ricardo, uygarlıkta zenginliğin kaynağının ne olduğunu ve uygarlığın
hangi ekonomik ve siyasal temellerde yükselmesi gerektiğini bilimsel olarak araştırdılar ve çağlarının en
ileri ve en bilimsel analizini yaptılar. Bu üç düşünür,
politik ekonominin ve dolayısıyla toplumsal uygarlığın gelişiminin toplumsal yasalarda aranması gerektiğine dikkat çekerek, yalnızca ilk defa politik ekonomiyi bir bilim dalı haline getirmekle kalmadılar, aynı
zamanda “modern uygarlıkta” zenginliğin kaynağını, emeği ortaya koyarak, bundan sonraki daha ileri
bir uygarlığın dayanacağı gerçek temele de parmak
basmış oldular. Hatta şimdiki burjuva televole ekonomistlerinin zırvalıklarının tersine, uygarlık analizlerinin en önemli unsurunu, uygar toplum içinde
var olan sınıflar, sınıf çıkarları ve sınıf çatışması oluşturuyordu.
Petty, Smith ve Ricardo uygarlık tartışmalarında ve
politik ekonomi alanlarında yaptıkları büyük katkıya
rağmen, uygarlık perspektifleri sınırlı ve yanlıştı. Zira
bunlar için gelişmekte olan burjuva uygarlığı, aklın
ve doğanın yasalarına tamamen uygun olan ve bu anlamda olabilecek tek uygarlık ve –kendilerinin de yer
yer kabul ettiği kısmi eksikliğine rağmen- tek adaletli uygarlıktı. Bu düşünürlerin farklı bir perspektife
sahip olması mümkün değildi, çağlarının objektif
sınırlılığı içerisinde sorunlara yaklaşıyorlardı. En
temel yanlışlıkları ise toplumsal uygarlık ve gelişimi
bağıntısında tarihi bir bakış açısına sahip olamamalarıydı.
“Smith gibi Ricardo da, birbiriyle çelişen sınıf çıkarlarına sahip kapitalist düzeni doğal ve ebedi bir
düzen olarak düşündü.”( “Politik Ekonomi Ders Kitabı, c.1, s. 412, Inter Yayınları, 2. Basım Nisan 1996).
uygarlık projesi olarak sosyalizmi ve komünizmi ön
görmek kadercilik, doktrinercilik yapmak!!”tı. “Ne
adına ve ne amaçla yapılırsa yapılsın, toplumsal gelişmenin, kapitalist toplumun aşılması olan sosyalizme
ve komünizme doğru olacağını savunmak, teolojinin,
dinin öngördüğü kaderci gericiliği savunmak!!”tı.
Peki, Marksist uygarlık perspektifinin yerine ne konulmalıydı?
Bunlara göre gelecek uygarlık perspektifi gibi kaderci ve ikameci sorunlar (!!!) yerine esas dikkatler
günümüzün sorunlarına, güncel sorunlara yönelmeli, işçi sınıfı var olan (burjuva) uygarlık içinde kendini biraz daha iyi ve ileri yaşam ve çalışma koşulları
sorunları ile uğraşmalıydı. İlle de daha ileri bir uygarlık projesi ile uğraşılacaksa bu, proletaryanın somut
sınıf mücadelesinin dışında bir uğraşı olarak akademisyenlere, soyut proje mimarlarına bırakılmalıydı.
Tüm bu bilimsel(!) ve dostane (!) önerilerin ve tavsiyelerin objektif olarak çıkarttığı ve çıkarabileceği
sonuç burjuva reformizmi olmuştu ve her zaman da
burjuva reformizmi olacaktır.
Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi,
emperyalist-kapitalist sistemin ağır neoliberal saldırısı sonrasında, burjuvazinin tunçtan yasa olarak
ilan ettiği sömürü yasalarının çürüklüğü –görmek
istemeyenlerin bile gözüne sokacak kadar- büyük bir
kriz gürültüsü ile ortaya çıkmıştır. Sermaye ve onun
ideologları neoliberalizmin yerine yeni-keynesci ve
devlet müdehaleci ekonomi ve kalkınma stratejilerine
dört elle sarılırken, toplumun giderek artan bir kesimi yaşanan krizin GERÇEK NEDENLERİNİN araştırılmasında yeniden MARKSİZMİ KEŞFETMİŞTİR. Marksizm giderek artan bir hızla ve yaygın bir
biçimde yeniden bilimsel tartışmaların ve toplumsal
çekişmelerin bir aktörü olarak gündeme oturmuştur.
Marksist eserler, özellikle Kapital ve Komünist Manifesto başta gelmek üzere büyük sayılarda yeniden
basılmakta ve yeniden büyük bir okuyucu kitlesi bulabilmektedir.
Bu şartlarda burjuvazinin akıllı (!) ve kurnaz(!) ideologları da yeniden yoğun olarak devreye girmişlerdir. Marksizmi açıkça karşılarına almadan, onu sermaye düzeni için kabul edilebilir ölçüde tanıtmak ve
BURJUVA SOSYALİZMİNİ yaygınlaştırmak amacıyla yoğun bir çabaya girmeye başlamışlardır.
Bu çaba içerisinde olanları Türkiye siyasi hareketinde de görmek mümkündür.
✉
okuyucu mektubu
Bu yüzden büyük burjuva düşünürlerin ortaya koydukları eserler ve perspektifler, burjuva sınıfının çıkarlarına ve kapitalist uygarlığın gelişmesine ve güçlenmesine hizmet ediyordu.
Marx ve Engels, kendinden öceki uygarlığın ve bilimin, en ileri mirasını devir alarak, köklü bir eleştiriden geçirerek ve geliştirerek tüm sosyal bilimlerde çığır açan bir rol oynadılar. “İnsan toplumunun
tarihsel köklerinden kopuk görüş açısının karşısına,
gelişmenin gerçek gidişatının detaylı incelemesine
dayanan tarihsel yöntemi koydular. Toplumun değişmezliği ve hareketsizliği şeklindeki eski egemen
düşüncenin yerine, toplumsal gelişmenin nesnel yasalarını, bir toplum süzeninin yerini bir diğerinin
alması yasalarını ortaya çıkaran uyumlu bir öğretiyi
geçirdiler.”(Politik Ekonomi Ders Kitabı 1. c. s. 417)
Marx ve Engels, toplumsal yasaların bilimsel araştırması ve ortaya konması temelinde, kapitalist toplumdaki uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin ve sınıf mücadelelerinin kapitalizmi çöküşe götüreceğini, egemen
bir sınıf olarak örgütlenen işçi sınıfının proletarya
diktatörlüğünü kurarak yeni bir uygarlığı, komünist
toplumun ilk aşaması olarak sosyalist toplumun inşasına başlaması gerektiğini belirttiler.
Marx ve Engels’in bu yeni UYGARLIK PROJESİ kapitalist düzenin ideologları tarafından büyük bir saldırıyla karşılandı. Bunların içerisinde kimileri açıkça
düşman ilan ettikleri bilimsel sosyalizme, Marksizme
açık ve büyük bir ideolojik saldırı örgütlediler. Gün
geçmiyordu ki, burjuva üniversite kürsülerini ve ünlü
enstitüleri kullanan paralı ideologlar “marksizmi öldüren” yeni bir eser ve araştırma ile ortaya çıkmasınlar!
Diğer başkaları ise daha “ince”, daha “kurnaz” yöntemlere başvuruyorlardı. Marksizm de, burjuvaziye
fazla zararlı olmadıklarını düşündükleri ne varsa kabul ediyorlar ya da kabul etmeye hazır görünüyorlardı,
fakat Marksizmin devrimci özünü, sınıf mücadelesinin belli bir aşamada kaçınılmaz olarak burjuvazinin egemenlik aracı sermaye devletini parçalamaya
ve onun yerine egemen sınıf olarak örgütlenen proletaryanın sınıf diktatörlüğüne götüreceği bilimsel
tezini kabul etmeye yanaşmıyorlardı. Marksizmin
devrimci özünü reddeden kurnaz(!!) burjuva ve küçük burjuvalar, bu tezlerine bilimsel, hatta sosyalist
bir görünüm vermek için büyük bir çaba da sarf ediyorlardı. Bunarla göre, “sınıfların ve sınıf mücadelesinin varlığından despotik, anti demokratik bir sınıf
diktatörlüğü olan proletarya diktatörlüğünü, yani bir
Burjuvaziye yaraşır bir uygarlık analizi ya
47
✉
okuyucu mektubu
da iki terminatörün marksizme saldırıları
48
90’ların ikinci yarısında “uygarlık” tartışmasına katılan iki yazarımızı bu bölümde incelemek istiyoruz:
TARIK AYGÜN ve VOLKAN YARAŞIR.
İki yazarın görüşlerini birlikte ele almak için elimizde ortak yayınladıkları bir eser var: “Siyasal İslam
ve AKP” (Akyüz Yayın Grubu, Birinci Baskı, Aralık
2002).
Söz konusu eserde Tarık Aygün ve Volkan Yaraşır
amaçlarını şöyle tanımlamaktadırlar:
“Asıl amaç din ve devlet ilişkilerini farklı bir açıdan ele almak, yeni siyasal yönelimleri sorgulamak ve
bu yolla ülkemizde yeni başlayan ‘başka bir uygarlık’
projesi ile ilgili tartışmalara katkı yapabilmektir.”(age,
s. 9, altını biz çizdik)
Yazarlar, ‘başka bir uygarlık projesi ile ilgili tartışmalara katkı’larının ne yönde olacağının ilk işaretini
daha “Önsöz” bölümünde şöyle vermektedirler.
“İlk makalede yer alan tartışma büyük oranda, bugünkü uygarlığımızın temel sorununun doğuşunu
hazırlayan ana yönelimleri incelemeye çalışmaktadır.
Uygarlığın krizi ile ona alternatif olduğu öne sürülen ütopyalar arasında ilişki ve bu ütopyaların sonucunda yaratılan dehşet; nazizm, devletçi sosyalizm ve
merkezi otoriteye dayalı dinsel cemaatçilik üçlemesinde tartışmaya açılmıştır.”(age, s. 8, abç)
Burada yalnızca yazarların iddialarını tespit etmek
istiyoruz:
- Bugünkü uygarlığımızın temel sorununun doğuşunu hazırlayan ana yönelimleri,
- Yani, nazizmi, devletçi sosyalizmi ve merkezi oto-
riteye dayalı dinsel cemaatçiliği inceliyorlar.
- Bu üç ana yönelim, hiçbir ayrım yapmadan “yaratılan dehşet” olarak tanımlanıyor.
Burada yazarlar, nazizmin ve merkezi otoriteye
dayalı dinsel cemaatçiliğin yanı sıra ana eğilimlerin
içerisinde saydıkları sosyalizmi DEVELETÇİ sosyalizm şeklinde sınırlayarak, bilimsel sosyalizmi, yani
Marksizmi dışta tuttukları sanılabilir. Fakat yazarlar
bu nokta üzerindeki açıklamalarında hiçbir yanlış
anlayışa yer vermeyecek bir biçimde, esas olarak devletçi, reel sosyalizmi DEĞİL, MARKSİZMİN KENDİSİNİ kastettiklerini açıklıyorlar.
Bu açıklamayı yaparlarken Marksizmi tahrif etmeyi ve onun kendileri tarafından çizilen bir karikatürü
ile savaşmayı yeğliyorlar.
“Uygarlık projemizin bir diğer ayağı ise sosyalizm
modelidir –diyor yazarlar ve devam ediyorlar-. Başlangıçta sosyalizm deneyi de büyük oranda kendini
yoksulların kurtuluşu, insanın sonsuz özgürlüğü
gibi, argümanların eşliğinde ifade etme şansı bulmaktaydı. Ancak bu söylemin devletçi bir mantıkla
yeniden hayat bulmaya çalıştığı sıralarda edindiği
refleksler, büyük oranda bugüne değin gelen önemli
tartışmaların fitilini de ateşledi. Sosyalizm vurgusunun devletçi bir ideolojinin ara argümanlarından biri
haline tarihin hangi süresinde geldiği tartışmalıdır.”
(age. S. 67)
Marksist
sosyalizm
yazarların
iddiasının
tersine,hiçbir zaman burjuva reformistleri, küçük
burjuva ütopik sosyalistleri gibi, “kendini yoksulların kurtuluşu, insanın sonsuz özgürlüğü gibi argümanların eşliğinde ifade etme” şansı aramadı.
Marksist sosyalizm her zaman ve her şekilde modern
toplumun gerçekten tek devrimci işçi sınıfının kurtuluşuna adadı ve bu kurtuluşun yol ve biçimlerini
gösterdi. Proletarya kendini kapitalist sömürüden
sınıf mücadelesi ile kurtuluş mücadelesi yürütürken,
aynı zamanda kapitalist toplum tarafından ezilen
diğer emekçi sınıfların da kapitalist sömürüden ve
baskıdan kurtulmasının yolunu açacağını söyledi ve
yazdı. Hele “İnsanın sonsuz özgürlüğü” gibi burjuva
argümanlara Marksizm değil, onun rakibi burjuva
reformistleri sarıldılar. Marksizmin savunmadığı,
hatta bilinçli olarak sistematik bir biçimde mücadele
yürüttüğü görüşleri Marksizme mal ederek yazarlarımız yel değirmenleri ile mücadele etmeyi yeğliyorlar.
Bir de şu Marksizme atfedilen “devletçi ideoloji” tanımını ele alalım ve yazarlara şunu soralım: Sınıflı bir
toplumda, toplumsal projeleri ne olursa olsun, ütopik
ve “BASKICI” bir model diye adlandırıyorlar. Tüm
burjuva ve küçük burjuva eğilimlerin Marksizmde
kabul edilemez buldukları devrimci özünü Volkan
Yaraşır ve Tarık Aygün yazarlarımız da kabul edilemez ve BASKICI bir sistem olarak değerlendiriyorlar.
Marksizm bu tür “eleştiri” ve “saldırılara” hep uğramıştır ve Marksizm “otoriter” ve “baskıcı” olmaktan
hiç gocunmamıştır. Evet, bilimsel sosyalizm, diğer
adıyla Marksizm sermayenin azınlık diktatörlüğüne
dayanan düzenine karşı, en sert ve en yoğun şiddete
dayalı mücadele araçları ile yürütülmesi gereken sınıf
mücadelesinin hedefinin, SÖMÜRÜCÜ SINIFLARI
En YOĞUN PROLETER OTORİTESİ ve mümkün
olan en BASKICI araçlarla ezmesi gereken bir SINIF
DİKTATÖRLÜĞÜNÜ savunmuştur. Bundan sermaye sahipleri ve onun uşaklarının ürkmesi için sayısız
sebepleri vardır. (Bu tartışma için Lenin’in “Dönek
Kautsky” başlıklı eseri halen güncelliğini bütünüyle
korumaktadır)
Peki işçi sınıfının BASKICI ve OTORİTER sınıf
diktatörlüğünden bu kadar nefret etmesi için Volkan
Yaraşır ve Tarık Aygün’ ün ne gibi nedenleri vardır?
Neden burjuva toplumda yaşanan sermaye otoritesini
ve baskısını ortadan kaldırmanın TEK GERÇEKÇİ
yolu olan, proletaryanın otoritesini ve baskısını örgütleyecek olan proletarya diktatörlüğünü uygarlık
karşıtı bir perspektif olarak göstermeye çalışmaktadırlar?
Bunu biraz daha ilerde açıklamaya çalışacağız.
Şimdi, Volkan Yaraşır’ın ve Tarık Aygün’ ün Marksizme bakışlarını tespit ettikten sonra, Marksizme
karşı yönelen başka iddialarını ele almaya devam
edelim.
Yazarlar, ardından Marx tarafından savunulan ve
“BASKICI” bir model olduğu iddia edilen Proletarya diktatörlüğünü, uygarlık projesi olarak temel alan
Bolşevizmi ve Ekim Devrimini ele alıyorlar.
Marx hakkında yaptıkları değerlendirmeyi mantıki sonucuna götürüyorlar ve Bolşevizm ve Ekim Devrimi hakkında şunları ileri sürüyorlar:
“Daha da kötüsü bu devletçi yönelim, büyük bir özgürlük projesi olarak ortaya çıkan Ekim Devrimi’nin
de kaderi haline gelir. Kuşkusuz Ekim Devrimi tarihsel bağlamda, insanın özgürleşmesi yolunda önemli
bir kırılmanın ilk habercisidir…
Devam edecek...
Ali Osman Başeğmez
Şubat 2009 ✓
✉
okuyucu mektubu
sosyalistlerin, anarşistlerin ya da anarko sendikalistlerin adını ister “üreticiler birliği”, “öz yönetim organı” vb. koyarlarsa koysunlar, eninde sonunda bir
siyasi otoriteyi, yani devleti içermeyen bir tek ideoloji var olmuş mudur ve sınıflı toplum şartlarında var
olabilecek midir? Kelime oyunları ve “devletçi ideoloji” gibi burjuva toplum bilim kavramları ile yazarlar
Marksizmi neden değerlendirmeye çalışmaktadırlar?
Niyetlerinden bağımsız olarak yaptıkları tartışmanın özünden kaçmak ve tartışmayı olmayan sorunlar
üzerine çekip, sorunun özünü örtmeye çalışmak.
Bu çabalarından sora yazarlar meselenin esasına
geliyorlar ve şöyle devam ediyorlar:
“Marx otorite yanlısı bir model öne sürerken, Bakunin liberter bağlamda kalmayı tercih eder. Marx
temel olarak politik eylemi düstur edinen bir stratejiyi önerir ve sonrasında devleti ele geçirmeyi amaçlayan bir programı savunurken ve hepsinden önemlisi merkeze bağlı bir yapı inşa edilmesini isterken,
Bakunin, politik eylemi reddeder, devletin tüm sonuçlarıyla ve yaratacağı tüm kaosa rağmen ortadan
kaldırılmasını ister, Marx’ın merkezci eğilimine karşı
federalizmi önerir. Marx üretim araçlarının toplumsallaşmasını, Bakunin ise işçi denetimini savunur.
Sonuçta ‘devletin sönmesi’ argümanında dile getirilen ve büyük oranda anarşizan bir stratejiyi anımsatan Marksist model oluşturulurken, Proletarya diktatörlüğü gibi BASKICI başka bir modelin devreye
sokulması; o günden miras kalan bir çelişkiyi ve sonu
gelmez bir tartışma sürecini ortaya çıkarır. Devletçi
sosyalist eğilimlerle liberter eğilimin bu çatışması,
Enternasyonal’in gündemini büyük oranda belirler
ve Marksist yönelimli örgütlerin egemen olması sonrasında Enternasyonal, renkliliğine ve tüm anlayışları temsil eden bağımsız kimliğine veda etmek zorunda kalır.”(age.s. 69)
Bu alıntıda da yapılan her tahrifata tavır takınmak
bu yazı çerçevesinde mümkün değildir, aslında gerekli de değildir. Çünkü hayatlarına hiç bir zaman
rakiplerinin görüşlerini tahrif etmeden aktarmayan
kişileri tartışma dürüstlüğüne davet etmenin anlamı
da yoktur. Bu nedenle Marksizmle ilgili Yazarlarımız Volkan Yaraşır ve Tarık Aygün’ün Marksizmde
YANLIŞ buldukları temel noktalara dikkat çekmek
daha önemlidir.
Yazarlarımız, Marksizmi ‘devletçi model’, ‘devletçi
sosyalizm’ diye adlandırıyorlar. Bu ‘devletçi sosyalizmin’ devlet modeli olan PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜNÜ kötülüyorlar ve onu “OTORİTE YANLISI”
49
yaşam temellerini koruma mücadelesi
DENİZLERİ
ÖLDÜRENLER
M
50
eksika körfezinde 21 Nisan’dan bu yana günde
100 bin varil (başlangıçta BP yetkilileri miktarın en fazla 60 bin varil olduğu bilgisini vermişler,
bütün olay boyunca olduğu gibi dünya kamuoyuna
yalan söylemişlerdi) ham petrol denize akıyor.
BP’nin işlettiği Deepwater Horizon adlı platformda, 20 Nisan’da 11 kişinin ölümüne yol açan patlama
meydana gelmiş, iki gün sonra da bu platforma bağlı,
denizin 1500 metre altındaki kuyudan, BP’nin verdiği bilgilere göre suya günde 60 bin varil ham petrol
karışmaya başlamıştı. ABD yönetiminin yaptırdığı
hesaplara göre denize günde karışan ham petrol miktarı 100 bin varil. Bu bugüne kadar dünyanın insan
eliyle yaşadığı en büyük çevre katliamı anlamına geliyor.
BP bir yandan kaynağın üzerini kapamak için bir
dizi girişimde bulunurken, diğer yandan çevre felaketinin boyutlarını küçük göstermek için elinden
geleni yapıyor. Yapılanlardan biri de denize karışan
petrol üzerine atılan bir kimyevi maddeyle ham pet-
rolün katılaşarak su sathına çıkmasının engellenmesi
ve onun çözülerek küçük zerrecikler halinde su altında kalmasının sağlanması. Böylece görüntü kurtarılıyor! Fakat şimdi deniz altında yüzen bu ham petrol
zerreciklerinden oluşan bulutların uzun vadedeki
sonuçlarını kimse tam olarak bilmiyor. BP dünyanın en büyük kimyevi deneylerinden biri için denizi
kobay olarak kullanıyor. Bir dizi bilim insanı çevre
felaketinin boyutlarını olduğundan küçük göstermek
için kullanılan bu yöntemin çevre açısından uzun vadede çok daha büyük zararlara yol açacağından emin.
Bu arada ‘kaza’ konusunda yavaş yavaş ortaya dökülen bilgiler, kazaya uğrayan platformdan petrol çıkaran şirket olan BP için belirleyici olanın azami kar
olduğunu, en kısa zamanda en fazla kar dürtüsünün
söz konusu kazanın gerçek tetikleyicisi olduğunu ortaya koyuyor. Bugünkü teknikle denizin 1500 metre dibinden başlayan bir kuyudan, sabitleştirilmesi
mümkün olmayan bir platform üzerinden günde 100
bin varil ham petrol çıkarılması çılgınlıktır. Çünkü
altında olan BP, acil durumlarda kuyunun ana borusunu kapatması gereken cihazın işletimi ve bakımından kendisinin değil, Transocean şirketinin sorumlu
olduğunu iddia ediyor. Transocean ise, patlamadan
üç gün önce söz konusu cihazı kontrol ettiklerini ve
hiçbir sorunla karşılaşmadıklarını açıklıyor.
BP ve Tronsocean birbirlerini sorumlu tutmaya çalışırken, kaza sırasında deniz dibindeki kuyuyu kapatması gereken cihaz devreye girmediği için Mek-
yaşam temellerini koruma mücadelesi
bugünkü teknikle bunun güvenlikli bir biçimde yapılması imkânsızdır. 22 Haziran’da dünya medyasına yansıyan bir haber bu gerçeği bütün çıplaklığı ile
gösteriyor.
Habere göre, BBC’ye konuşan Tyrone Benton adlı
ve kaza sırasında Deepwater Horizon’da çalışan işçi
sualtında kullanılan robot aygıtlardan sorumluydu.
Benton, patlamadan haftalar önce yaptığı denetleme sırasında kilit önemdeki acil önlem cihazının iki
BP bir yandan kaynağın üzerini kapamak için bir dizi girişimde
bulunurken, diğer yandan çevre felaketinin boyutlarını küçük göstermek
için elinden geleni yapıyor. Yapılanlardan biri de denize karışan petrol
üzerine atılan bir kimyevi maddeyle ham petrolün katılaşarak su
sathına çıkmasının engellenmesi ve onun çözülerek küçük zerrecikler
halinde su altında kalmasının sağlanması. Böylece görüntü kurtarılıyor!
Fakat şimdi deniz altında yüzen bu ham petrol zerreciklerinden oluşan
bulutların uzun vadedeki sonuçlarını kimse tam olarak bilmiyor.
kontrol tankından birinde sızıntı tespit ettiğini söylüyor.
Amirlerinin bu gelişmeyi o zaman BP’ye e-posta ile
bildirdiğini söyleyen Tyrone Benton, platformun sahibi olan Transocean şirketinin de haberdar edildiğini belirtiyor. Benton, sızıntı tespit edilen kontrol tankının tamir edilmeden kapatıldığını ve diğer kontrol
tankıyla faaliyetin devam ettiğini söylüyor. Kontrol
tankının tamir edilebilmesi için platformdaki sondaj
çalışmasının geçici olarak durdurulması gerektiğini
anlatan Tryone Benton, “Bu olasılık BP’ye pahalıya
mal olacaktı” diyor.
Yani kısacası kaza haftalar öncesi geliyorum diyor.
Önlemek için yapılması gereken de belli. Fakat BP
platformda sondaj çalışmasının geçici olarak durdurulmasını gerektiren tamir işini yapmıyor. Neden?
Çünkü bu bir kaç gün petrol çıkarılmaması, bir kaç
on milyon dolar kardan vaz geçmek demek. Öyleyse
devam! Nasıl olsa bir şey olmaz!
BP, nisan ayında Deepwater Horizon’un işletimine
günde yaklaşık yarım milyon dolar harcıyordu. Petrol sızıntısından dolayı büyük eleştiri ve mali baskı
sika Körfezi’ne dev boyutlarda petrol sızmaya devam
ediyor. Kar için batsın bu dünya!
Meksika Körfezi’ndeki petrol sızıntısını durdurma
çabalarının daha büyük bir felaketin zeminini hazırlamasından da korkuluyor. Sızıntıların deniz zeminini zayıflattığı ve bütün yapının çökme riski taşıdığı
ifade ediliyor.
Bu arada tabii bu en kısa zamanda en fazla kar
mantığının BP’yi iflas noktasına sürüklemesi olgusu
da var. 21 Nisandan bu yana BP’nin borsa değeri yarı
yarıya azaldı. Şimdiden diğer büyük petrol devleri leş
kargaları gibi iflasını bekledikleri BP’yi ucuza kapatma hesapları içindeler.
Onların da yaptığı ve yapacağı BP’nin yaptığından
başka bir şey değildir.
Sorun şu veya bu tekelde, şu veya bu tekelin şu veya
bu yöneticisinde değil, bir bütün olarak azami kar
üzerine kurulu emperyalist kapitalist sistemdedir.
Denizlerin de öldürülmemesi için bu sistemin işçi
sınıfı önderliğinde devrimlerle tarihe gömülmesi tek
yol, tek çaredir.
28 Temmuz 2010 ✓
51
1 Eylül Dünya Baris, Günü
Savaşlar Emperyalist
Sistemin Yol Arkadaşlarıdır...
GERÇEK BARIŞ
DEVRİMLE GELECEK!

Benzer belgeler