Tam Metin - Msy Dergi

Transkript

Tam Metin - Msy Dergi
İÇİNDEKİLER
BU SAYIDA…………………………………………………….II
Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Devlet…………………………1
Hürol Çankaya
Res Private-Res Publica İlişkisi Üzerinden
Cumhuriyetçi Düşüncenin Evrimi………………………………47
Ahmet Özalp
Yoav Peled’in Etno-Cumhuriyetçilik Kavramı Üzerine………...71
Diren Çakmak
1920 Ruhu Nedir?......................................................................123
Nuray E. Keskin
Savaş Halinden Düzenli Yapıya Geçiş Yılı Olarak 1923………159
Recep Aydın
Meclis Tutanakları Üzerinden 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu
Tartışmaları……………………………………………………189
M. Burcu Bayrak
Mısır Modernleşmesinin Tarihsel Kökenleri: Mehmet Ali Paşa
Dönemi Üzerine Bir İnceleme…………………………………219
Özge Özkoç
Abstracts………………………………………………………251
Özgeçmişler…………………………………………………...259
I
BU SAYIDA
Bugünün tarihi itibarıyla, Cumhuriyet’in “birikimi”,
“bilançosu”, “kazanımları” gibi ifadelerin yerini tarihimizle
“hesaplaşma”, tarihimizle “yüzleşme” vb. aldı. Bu ifadelerden
kastedilen tarih nedir, hangi zaman dilimidir? “Tarih, sondan bir
önceki şeyler” (Siegfried Kracauer) ise, tarihsel süreç bir bütün
olarak bu zaman diliminin kapsamındadır. O halde,
hesaplaşılırken, yüzleşilirken Osmanlı’dan Cumhuriyet’e (belki
Anadolu Beylikleri ve Selçuklular ve daha öncesine) uzanan bütün
bir tarih ile mi, yoksa sadece Cumhuriyet Türkiyesi ile mi
hesaplaşılacak, yüzleşilecek? Türkiye’nin “cumhuriyet rejimi”
düz-çizgisel bir tarihsel sürece ve tanımına sahip olmadığı da
dikkate alınarak; ve bununla ilişkili olarak, hangi olay, kurum, kişi,
zaman dilimi vb. bu muhasebeye dahildir? Aslında bu soruların
cevapları belli. Yeni dünya düzeni, ulus devletlere karşı giriştiği
mücadelede yeni tarih okumaları geliştiriyor. Bu süreçte “resmi
tarih” olarak ifadelendirilen klasik tarihyazımına karşı aslında
“yeni resmi tarih” inşa ediliyor. Buna göre, “yeni hafıza
mekânları” yaratılıp, “yeni resmi tarih anlayışı” geliştiriliyor.
Şöyle ki, en basitinden, herhangi bir etnik-dinsel-mezhepsel
simgelere atıf yapmayan; bununla içkin olarak, 29 Ekim
örneğinde,
“hususi düşüncesi ve akidesi ne olursa olsun her vatandaşın
beraberce bayram ettikleri ulusal gün” (TBMM. ZC, D. 5, C.
3. 1935)
olarak tanımlanan ve ulusal ölçekte toplumsal mutabakatın
inşasını sağlamaya yönelik olan “resmi, laik-ulusal” bayramlar ve
törenler;1 yerlerini, bu alıntıdaki beklentileri karşılamayan ve fakat
devletin “yeni bürokratik seçkinler”inin yüksek katılım ve
teşvikleri ile “yarı resmi ve dinsel-mezhepsel” simgeleri yüksek
törenlere bırakıyor. “Laik hafıza mekânları”nın yerine “dinselII. Abdülhamit rejimine karşı ilan edilen, II. Meşrutiyet rejiminin “iyd-i milli”sinin, “10
Temmuz Hürriyet Bayramı” olarak “Abide-i Hürriyet Meydanı”nda kutlanmaya
başlandığını da dipnot olarak örnekleyelim. (Düstur, II. Tertip, C. 1, 1329/1913)
İmparatorluğun dört bir yanına yayılan hürriyet meydanları da bu hürriyetçi algının
mekânsal karşılığıdır.
1
II
mezhepsel hafıza mekânları” inşa ediliyor, seküler kamusal alanlar
dinselleşiyor. Cumhuriyetçiliğin temel düsturu “fikri hür, vicdanı
hür, irfanı hür nesiller” beklentisi yerini “dindar nesiller”
beklentisine bırakıyor. Bu ortamda siyaset felsefesi açısından,
cumhuriyetçiliğin temel düsturu olan “erdem” konusu da kendine
yer bulamıyor.
Tarihyazımında, “tashih” diye ortaya çıkan “yeni resmi
tarihyazımı” da aslında tarihi “tahrif” ediyor. Yapısöküm yöntemi
de kullanılarak, “karşıtlık ilişkisi” üzerinden, zaman-mekân ve
özneler teryüz ediliyor. 19 Mayıs 1919’da Samsun”a çıkan
Mustafa Kemal Paşa’nın yerine yine onun yakın silah arkadaşı
Kâzım Karabekir Paşa “19 Nisan 1919’da Trabzon”a çıkartılarak,
yer-zaman-özne üzerinden “yeni resmi tarihyazımı”, “yeni
hegemonik söylem” ve “yeni tarihsel başlangıçlar” inşa ediliyor.
Bu inşada “seçilmiş travmalar” sürekli kullanılıyor. Aslında sorun,
bugüne/şimdiye dair ihtiyaçların tarihyazımına yansımasını ifade
eden “şimdicilik” ile doğrudan ilişkili.
Şimdicilik üzerinden yürütülen tarihle hesaplaşma, tarihle
yüzleşme türünden ifadelerle içkin olarak güncel siyasal yapının
da içi de boşaltılıp, tarih araçsallaştırılıyor ve “yeni siyasal iktidar
bloku”nun egemenliğini sürdürmesinde meşruiyet sağlıyor. Tarih
okuması, olgu, dil ve yaklaşım açıdan anakronikleşiyor. Temel
koordinatları “muhafazakârlık” olan bu “yeni tarihyazımı” ve
“yeni hegemonik söylem”, tarihle hesaplaşma, tarihle yüzleşme
adı altında, ikiyüz yıllık Türk devrim sürecinin bütün ilerici
katkılarını yok sayıyor, tarihsel-toplumsal birikimi, hafızayı
mankurtlaştırıyor. Taner Timur’un ifadeleriye,
“ ‘geçmişle hesaplaşma’ kampanyası, sınıfsal ve ideolojik
dayanakları itibarıyla karşı-devrimci bir potansiyel taşıyor ve
oklar da, doğrudan ‘laik cumhuriyet’ hedefine yönelmiş
bulunuyor” (Cumhuriyet, 18.03.2012).
Bununla ilişkili olarak, Cumhuriyet devrimi, “devletçiseçkinci”,
“toplumsal
mühendislikçi”
vb.
ithamlarla
tanımlanırken, “yeni muhafazakâr devletçi-seçkinci” sınıfsal yapı,
III
“yeni muhafazakâr toplumsal mühendislikçi”lik gözden kaçıyor ya
da görmezden geliniyor.
Biz, bu sayımızda, bahsedilen problemleri aşmayı
amaçladık. Bunu, “yeni resmi tarih yazımı”ndan farklı olarak,
tarihle hesaplaşma, yüzleşme türünden, olgusal, dilsel ve
yaklaşımsal anakronikliğe düşmeden yapmaya; tarihi, siyasetin
hizmetinde araçsallaştırmadan okumaya gayret ettik. Dosya
konusunu zenginleştirecek makalelerin de katkısı ile; teorik
düzeyde cumhuriyetçiliğin kavram havuzuna dair makalelere yer
verdik; pratik düzeyde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
kuruluşunun ilk on yılının genel bir bilimsel “döküm”ünü çıkarmaya
ve “bilanço”sunu yapmaya çalıştık.
Dergimizin bu sayısında, yazarlarımızın kendi ifadeleri
ile;
Hürol Çankaya, “Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Devlet”
başlıklı makalesinde, “devletin modern biçimiyle yeni bedenine
alışma sürecindeki egemenlik ve kurucu iktidar kavramlarının
kurdukları denklemin istisna haliyle bozulup bozulmadığını ele
almaktadır.”
Ahmet Özalp, “Res Prıvate-Res Publıca İlişkisi Üzerinden
Cumhuriyetçi Düşüncenin Evrimi” başlıklı makalesinde, “politik
alanın dışında tutulan oikosun kimi zaman hanenin duvarlarının
arkasına hapsolan kimi zaman hanenin duvarları dışına taşan
sınırları üzerinden cumhuriyeti cumhuriyet yapan belirleyicileri
açıklamak; amiyaneliğin tuzağına düşmüş res publicayı bütünlüklü
bir şekilde anlamayı amaçlamaktadır.”
Diren Çakmak’ın “Yoav Peled’in Etno-Cumhuriyetçilik
Kavramı Üzerine” başlıklı makalesinde,
“Peled’in siyasal
düşüncesine yer verilmekte, İsrail yurttaşlık tarihini anlamaya
rehberlik eden bir tipoloji olarak Peled’in çok katmanlı yurttaşlık
tipolojisi açıklanmakta, tipoloji bağlamında etno-cumhuriyetçilik
kavramsallaştırmasının içeriği ele alınmakta ve Peled’in gözünden
etno-cumhuriyetçiliğin tarihsel sosyolojik değerlendirmesine yer
verilmektedir.”
IV
Nuray E. Keskin, “1920 Ruhu Nedir?” başlıklı
makalesinde, “tarihselliği içinde “1920 ruhu nedir?” sorusuna
yanıt aramakta” ve “bu tarihsel koşullarda, BMM’nin ilk gününden
1921 Anayasası’na uzanan sürecin izini sürmektedir.”
Recep Aydın’ın, “Savaş Halinden Düzenli Yapıya Geçiş Yılı
Olarak 1923” başlıklı makalesinde, “1923 yılının “geçiş” yılı olma
özelliğine değinildikten sonra yıl içinde, siyasal iktidarın tesisine
dönük olaylar incelenecektir. Sonrasında yeni Anayasa ile
kurulacak olan idari yapının ilk aşamaları olarak görülebilecek
olan yönetsel düzenlemeler üzerinde durulacaktır.”
M. Burcu Bayrak “Meclis Tutanakları Üzerinden 1924
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu Tartışmaları” başlıklı makalesinde,
“Anayasanın oluşturulması esnasında yapılan tartışmaları
göstermeyi amaçlamaktadır.”
Özge Özkoç’un, “Mısır Modernleşmesinin Tarihsel
Kökenleri: Mehmet Ali Paşa Dönemi Üzerine Bir İnceleme”
başlıklı makalesinde “1952’den sonra kurulan otoriter siyasal
rejimlerin tarihsel izdüşümünün Mehmet Ali Paşa’ya sadakat
ilkesine dayalı Osmanlı-Mısır eliti olarak adlandırabilecek bir
yönetici kliğin etrafında şekillenen modernleşme ve merkezileşme
hamlesiyle kurulan siyasal yapıda bulunduğu iddia edilmektedir.”
Sonraki sayılarda buluşmak dileğiyle…
Prof. Dr. Cenk Reyhan
Yazarlara Duyuru: Önümüzdeki sayı
makalelere ayrılmıştır.
V
“Güncel Hayata Dair”
VI
GÜZEL SANATLARIN BİR DALI OLARAK DEVLET
Sir Thomas More: Şeytanı yakalamak için kanunları mı çiğneyelim?
Kendi güvenliğim uğruna Şeytanı da kanunların korumasına alıyorum.
Hürol Çankaya
Özet
Devletin yasadışı faaliyetleri ya da hukuk devleti ilkesinin ihlal
edilmesi, devlet teorisinde ve kamu hukukunda en çok tartışılan
konulardan biridir. Hem devlet aklı kavramı hem de istisna hali
kavramı bu tartışmaların odak noktasında bulunmaktadır.
Hukuki sınırları belirsiz hale getiren sorun ise, yasal veya yasal
olmayan bazı devlet faaliyetlerinin özellikle bu iki kavrama
dayanmasıdır. Modern devletin şiddet tekeli üzerine inşa
edilmesi ve egemenlik ilkesi, kurucu iktidar kavramını sürekli
gündemde tutmaktadır. Modern devletin, istisna hali içinde ya
da dışında, hukuku denklemin dışına koyması hususunda kurucu
iktidarın rolü araştırmamızın rotasını çizmiştir. Bu çalışmada,
anayasal bir düzende hukukun temel referans noktası olan
kurucu iktidar kavramının, devletin yasadışı eylemlerinin de
dayanağı olup olmadığı ele alınmaktadır. Anayasa ile kurucu
iktidar arasındaki ilişkinin niteliği ve siyasi kriz dönemlerinde
devletin “kuruluş anı”nı norm olarak kabul etmesi bu çerçevede
değerlendirilmektedir.
Anahtar Sözcükler: Modern Devlet, Kurucu İktidar, Devlet Aklı,
İstisna Hali, Hukuk Devleti.

Robert Bolt, A Man For All Seasons: A Play in Two Acts.
Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi,
Kamu Yönetimi Bölümü.

1
GİRİŞ
Thomas De Quincey, “Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak
Cinayet” adlı eserinde, cinayetlere karşı ironik olduğu kadar
estetik mesafesini de koruyarak birçok ahlaki sorunun üstünü
kazımaktadır. Derinleşen bu kazı, bizi vicdani meselelerle
yüzleşmeye çağırmakta ve belki de alev alan utancımızla
karanlığımızı aydınlatmaya çalışmaktadır.1
Rönesans döneminde yaşayan birçok kişi gibi Machiavelli
de devleti bir “sanat eseri” gibi hayal ederek kavramıştır.2
Devletin “güzelliği”nden ziyade doğruluğu ile ilgilenen Hegel’e
göre, devlet bir sanat eseri değildir. Devletin varlığı rastlantı ve
yanılgı alanındadır. Devleti düşünürken, herhangi bir devlet
üzerinde durmadan sadece devlet fikrine odaklanmamız gerekir.3
Devleti estetik kaygılardan uzaklaştıran Hegel, ahlaki
yükümlülüğü de devletin ödevlerinden çıkarmakta ve devletin
kendini koruma ödevini belirgin kılmaktadır. Devletin kusurları
dahi onun ilahi güzelliğini zedeleyemeyecektir.
“Devlet aklı” tekniği de bu büyülü “sanat”a dâhil
edilmektedir. Devlet aklı kavramı, keyfiliğe ve şiddete yönelik bir
çağrışım yapsa da, eskiden devlet yönetme sanatına özgü bir
rasyonalite olarak kabul edilmekteydi.4 Hukuku deforme eden bir
teorinin, sanat eseri olarak görülmek istenen devlete ne tür bir
güzellik katacağı ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, bu
eserin inşa sürecinin, yani kuruluş anının da hukuki açıdan benzer
bir kazıya ihtiyacı vardır.
Thomas De Quincey, Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet, (Çev. İsmet
Birkan), İletişim Yayınları, İstanbul, 2011.
2
Bkz. Victoria Kahn, "Machiavelli’s afterlife and reputation to the eighteenth
century", The Cambridge Companion to Machiavelli, (Ed. John M. Najemy),
Cambridge University Press, Cambridge, 2010, s. 239-255.
3
G.W.F. Hegel, Philosophy of Right, (Çev. S.W. Dyde), Batoche Books,
Kitchener, 2001, s. 198.
4
Michel Foucault, Özne ve İktidar, (Çev.Işık Ergüden - Osman Akınhay),
Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2000, s. 45.
1
2
Kamu gücünün görünmez bir alanda sınırlarını bilmek pek
mümkün görünmediği için, derin sularda yüzdüğü düşünülen bir
devlet yapısı, çözülmeyen bir cinayete benzemektedir. Modern
devletin hayaleti olarak beliren bu kötü karakter, her tür hikâye
için cazip görünmektedir. Bir anti-kahraman gibi, suçlarından
geride iz bırakmayan bu gizemli yapı, belki de siyasi iktidarın
doğal sınırlarına karşılık gelmektedir. Hayal edilen odur ki,
derinlerde şiddetle hukukun zoraki birlikteliğine gerek yoktur.
Yasa zincirinden bağını koparmış bir şiddet, devlete yeniden akıl
vermektedir.
Batı Avrupa tarihi açısından egemenliğin nasıl icra edildiği
ya da devletin meşruiyetini nereden aldığı tartışmasının takip
ettiği rotanın beş yoldan ya da duraktan geçmesi mümkündür:
1-“Kralın İki Bedeni” kurgusu. 2-Egemenin hem ilahi gücü hem
de halkı temsil ederek görünmezliğini görünür kılması. 3Egemenin karar verme ve hukuku askıya alma niteliği.
4Devletin şiddet tekeli. 5- Devletin biyopolitika aracılığıyla
bireylerin hayatları üzerinde hâkimiyet kurması.5
Bu çalışmanın kapsamı, devletin modern biçimiyle yeni
bedenine alışma sürecindeki egemenlik ve kurucu iktidar
kavramlarının kurdukları denklemin istisna haliyle bozulup
bozulmadığıdır. Devletin, istisna hali içinde ya da dışında,
hukuku denklemin dışına koymasında kurucu iktidarın rolü odak
noktamız olacaktır. Yanıt aramaya çalıştığımız soru ise şudur:
Devletin hukuki sınırlar içinde veya dışında gösterdiği herhangi
bir refleksin kaynağı “kuruluş anı” mıdır?
Kurucu iktidar kavramının bize sunduğu ve fiili olarak
kabullenilmesi beklenen paradoks, hukuk ve siyasetin bir araya
geldiği egemenlik zeminini sarmaktadır: Hukuki olan, hukuk dışı
olandan türemiştir. Kurucu iktidarın fasit dairesi bu noktadan
başlamaktadır. Devletin hukuk dışına çıkıp çıkamayacağı ya da
hangi koşulda yasayı çiğneyebileceğine dair sorular, baştan devlet
Saime Tuğrul, Canım Sana Feda-Yeni Zamanların Kutsallık Biçimleri,
İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, s. 75.
5
3
aklı tarafından olumlu yanıtlanmakta ve kamu gücünün sınırları,
hukuken belirsiz bir çerçeve içinde emanet durmakta ve modern
devlet, kendi gücünü tanımlamamaktadır. Kurucu iktidar kavramı
üzerinden açık bırakılan bu kapı, aslında hukukun gölgelendiği
bir tartışma alanına açılmaktadır.
HUKUKUN YANLIŞ TERCÜMESİ: DEVLET, YASA VE
YASADIŞI
Birinci Dünya Savaşı’nın, arkasında kapkara ve acımasız
bir şiddet damgası bıraktığını belirten Hobsbawm, 1914 yılını
milat olarak kaydetmektedir. 1914, tarihi bir dönüm noktası
haline gelmiştir; çünkü daha önce benzeri görülmeyen yeni bir
kümelenmeye insan gücü sağlanmaya başlanmıştır. Buna göre,
hükümetlerin resmen üstlenmeye henüz hazır olmadıkları kirli
işleri yapan, yarı resmi nitelikte ya da faaliyetlerine göz yumulan
vurucu güçler ortaya çıkmaya başlamıştır. 1914 senesi, uygarlığın
barbarlığa doğru gerilemesi anlamında bir kırılma noktasıdır.6
Mutlakiyetçi geleneğin değil, ama demokratik-devrimci
geleneğin ürünü olarak görülen modern istisna halinin kökü ise
1789 sonrası Fransa’ya uzanmaktadır. Ancak istisna halinin asıl
yaygınlık kazandığı dönem Birinci Dünya Savaşı ve sonrasıdır.
İki dünya savaşı sırasında ve arasında hüküm süren istisna hali,
demokratik rejimlerdeki dönüşümün simgesidir. Geçici ve
denetlenebilir bir yetkinin kullanımı demokratik anayasalarla
bağdaşsa bile, sistematik ve düzenli bir kullanım demokrasiyi
aşındırmaktadır. Agamben’e göre, Birinci Dünya Savaşı ve onu
izleyen yıllar, istisna hali mekanizmalarının yetkinleştirildiği bir
zaman dilimi olmuştur. İstisna hali uygulamalarının laboratuvarı
olan bu dönem, istisna halinin yürütme gücü üstünde belirlenen
temel niteliklerinin kalıcı bir yönetim anlayışına dönüşmesi
eğilimine de tanıklık etmiştir.7
Eric Hobsbawm, Tarih Üzerine, (Çev. Osman Akınhay), Bilim ve Sanat
Yayınları, Ankara, 1999, s. 389-390.
7
Giorgio Agamben, Olağanüstü Hal, (Çev. Kemal Atakay), Varlık Yayınları,
İstanbul, 2008, s. 12-15.
6
4
Devletlerin ulusal güvenliğe yönelik tehditlere karşılık
talep ettiği ihtiyari güçlerdeki artışa dikkat çeken Arditi, bu
durumun her türden ayrımı bulanıklaştırdığını düşünmektedir.
Yasa koyma ile uygulamanın birbirine bulaşması, yürütmenin
yasaların gözetilmesinden feragat edebileceği ve güvenlik adına
istendiği zaman yasaların fiilen değişebileceği anlamına
gelmektedir. Bu kuşkusuz yeni bir şey değildir ama kaygı
vericidir. “Her ne gerekiyorsa yapma” hakkı, siyaset algısını
değiştirmekte ve otoriter popülizmle özdeşleştirmektedir.8
Kant, “Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme” adlı
eserinde, kamu hukukunun aşkın formülünü dile getirir: “Başka
insanların haklarıyla ilgili olan ve dayandığı düsturlar aleniyetle
uzlaşmayan bütün eylemler adalete aykırıdır.”9 Bu ilke sadece
ahlaki bakımdan bir zorunluluk değil, insan haklarıyla ilgisi
bakımından da hukuki bir ilkedir. Tabi olanların bilmediği gizli
bir yasa, ancak despotluğu meşrulaştırmaya yarar. Başarı
kazanması için gizli tutulması gereken ve izlenen amacı yok
etmeden açığa çıkamayacak bir düstur, herkesi tehdit eden bir
adaletsizliktir.10
Zizek, Kant’ın aynı eserinde yer alan bir muğlâklığa dikkat
çeker. Kant’ın eserinin İkinci Ek’i “Ebedi Barışın Gizli
Maddesi” başlığını taşımaktadır. Kant, kamu hukukuna dair bir
sözleşmede gizli bir madde bulunmasının nesnel bakımdan bir
çelişki taşıdığını kabul etmektedir. Ancak öznel nedenlerle
istisnaya bir kapı aralanmıştır bile.12
11
Modern devletin teorik çerçevesine sığmayan yasadışı
devlet faaliyetlerinin gündeme gelmesi daha çok hukuk devleti
tartışmalarında karşımıza çıkmaktadır. Kamu gücünün hukuki
Benjamin Arditi, Liberalizmin Kıyılarında Siyaset, (Çev. Emine Ayhan),
Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s. 97-99.
9
Immanuel Kant, Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme, (Çev. Yavuz
Abadan - Seha L. Meray), AÜSBF Yayınları, Ankara, 1960, s. 50.
10
a.k., s. 50.
11
Slavoj Zizek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, (Çev. Erkal Ünal), Metis
Yayınları, İstanbul, 2011, s. 32.
12
Kant, a.g.k., s.36.
8
5
sınırlar içinde kullanılması kabulü üzerine kurulu olan bir çerçeve
bulanık hale geldikçe, yasal ve yasal olmayan alan üzerindeki
sınır çizgisi silinmektedir. Yasadışı faaliyetler çoğunlukla ülke
içinde şiddet kullanılmasıyla gün ışığına çıksa da, devletlerin
güçleri oranında bu tür faaliyetler uluslararası siyasetin bir
parçası olmaktadır.13
Tesadüf sonucunda ortaya çıkan herhangi yasadışı bir
faaliyet, iki tür hukuki refleksle karşılanmaktadır: Kamu
görevlilerinin kişisel suçu ya da nadir olarak devletin
sorumluluğu üstlenmesi. Faaliyetin arkasındaki siyasi akıl, devlet
sırrı ve milli güvenlik hattı üzerinden “yasal” bir zemine
sürüklenmekte veya parlamento kararlarının çatısı altında
kaybolmaktadır. Hukuki sınırlardaki bu taşkınlık yargıya havale
edildiğinde, devletin anayasal sınırları tekrar görünür
kılınmaktadır. Ancak bu med-cezir, hukuki pozitivizmin güvenli
limanını açığa almakta ve devletin tüm faaliyetlerinin yasal
çizgide yürümediğini göstermektedir. Yasama ve özellikle
yürütme fonksiyonu, anayasal gölgelerinin ötesinde kalmaktadır.
Yargı fonksiyonu bu bölgeye uzansa bile artık ortada hukuki bir
özne yoktur. Elbette bütün bu saptamalar, hukuk devletinin
kendini gösterdiği bir anayasal düzende yapılabilir.14
Devletin kendine özgü bütünsel ve sürekli bir varlığı
olduğuna dair bir anlamlandırma yapmadan, devlet aklı kavramı
üzerine düşünmek kolay değildir. Bu varlığı korumak için her
türlü yola başvurma, herhangi bir sınırlama olmadan karar alma
ve uygulama imkânı olarak devlet aklı kavramının, Hobbes
tarafından çizilen modern devletin kuramsal çerçevesi olmadan
değerlendirilmesi de mümkün görünmemektedir.15
Ayşegül Sabuktay, Devletin Yasal Olmayan Faaliyetleri, Metis Yayınları,
İstanbul, 2010, s. 24-26.
14
a.k., s. 31.
15
Ozan Erözden, “Makyavelizm, Hikmet-i Hükümet ve Modern Devlet”,
Machiavelli, Makyavelizm ve Modernite, (Haz. Cemal Bâli Akal), Dost
Kitabevi Yayınları, Ankara, 2012, s. 70.
13
6
YENİ POLİTİK
EGEMENLİK
KURGU:
MODERN
DEVLET
VE
Devlet ideolojisinin esası, iktidarın iki unsurunun bir araya
getirilmesidir: Güç ilkesi ve onun kullanım biçimi. Mairet’ye
göre, egemenlik meselesi sadece bir kavram mücadelesinin
kaynağı değildir. Egemenlik, iktidarın ilkesi ve kullanımının
buluştuğu bir ortamdır. Bu ortam iktidarın kutsal olanla
bağlantısının alt üst olduğu bir zemine dayanmaktadır. Bir güçle
diğeri arasında gidip gelen Orta Çağ, modern devletin sunduğu
çözümü, yani aynı birlik içinde iktidar ile onun kullanım
biçiminin çakıştırılmasını bulamamıştır .16
Egemenliğe dair sorun, siyasi iktidar öznesinin, yani
hukuken ya da fiilen gücü kullananın kim olduğunu bilme
sorunudur. Egemenlik, bir soyut güç olarak devleti, siyasi gücü
kullanandan ayırmıştır.17 Mairet’nin ifadesiyle, modern devletin
kurucu efsanesi budur.18
İktidar ilişkisi, iktidarın kaynağı19 ( İlke-Yasa) ile
uygulama20 (Kılıç) arasında kurulmuştur. Meşru olduğu inancıyla
desteklenen iktidarın uygulamalarına rıza gösterilmektedir; aksi
halde halk, kaba güçle karşı karşıya demektir. Modern devlete
kadar Yasa ve Kılıç arasındaki ilişki dışsallık içerir biçimde
gerçekleşmiştir. İktidar ilişkisinin kaynağına, toplumu veya
yöneticiyi aşan bir aşkınlık atfedilmiştir ve bu da kutsallığı
beraberinde getirmiştir. Geleneksel olarak kurucu atalarda ya da
semavi yaratıcıda tahayyül edilen kural kaynağı ile toplumun
kendisinde veya yöneticilerde cisimleşen uygulama arasına bir
duvar çekilmiş ve Yasa ile Kılıç ayrı ve bir araya gelemeyecek
mekânlara yerleştirilmiştir. Bu duvarı kaldıran ve kuralın kaynağı
Gérard Mairet, “Padovalı Marsilius’dan Louis XIV’e Laik Devletin
Doğuşu”, (Çev. Cemal Bâli Akal), Devlet Kuramı, (Der. Cemal Bâli Akal),
Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2000, s. 219.
17
Cemal Bali Akal, İktidarın Üç Yüzü, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 1998,
s. 70-73.
18
Mairet, a.g.k., s. 237.
19
Auctoritas.
20
Potestas.
16
7
ile uygulamasını tek elde toplayan ilk siyasi yapı modern
devlettir. Modern devlet teorisinde Yasa ile Kılıcın aynı yerde bir
araya gelmesini ve birleşmesini sağlayan kavram ise
egemenliktir.21
Hukuku belirleyen bir kavram olarak egemenlik, hükümdar
üzerine inşa edilirken, teolojik anlayışla bağı kopmamıştır.
Egemenliğin, her şeyin üstünde ve her şeye gücü yeten
hükümdara devredilmesiyle birlikte sekülerlik sağlanmıştır.
Tanrı’nın gözünün kulları üzerinde olması gibi hükümdarın gözü
de artık tebaasının üzerindedir.22 Zamanla egemenliğin
nesnelleşmesi, kişinin değil ama yasanın hükmüne yönelik bir
yönetimi belirgin hale getirmiş ve “hukuku hakikat değil otorite
belirler” formülü ortaya çıkmıştır. Metafizik temeller üzerine
kurulu hukuk düzeninden uzaklaşılmış ve hükümdarın buyruğu
hukuki geçerlilik için yeterli sayılmıştır. Bu halde yeniçağın
başındaki devlet, bir yasama devletidir. Toplumun yasalarla
biçimlendirilmesi
ve
kuralları
yürütecek
kurumların
oluşturulması ile birlikte eski hukuk kaldırılmıştır. Gelenekten bu
kopuş, ancak kendi yeni yasalarını geçerli kılacak bir hükümdar
iradesi ile sağlanabilmiştir. Yurttaş yasalara boyun eğmek
zorundadır ve egemenin gözü yasalar biçiminde yurttaşlarını
gözetmektedir. Bu tür bir hükümdarlık tekniği, yeniçağın
egemeninin de hareket alanını daraltmaya başlamıştır. Egemenin
koyduğu yasalar, egemenliği nesnelleştirmekte ve yasayla
hükmeden ister istemez yasaya bağlanmak zorunda
kalmaktadır.23
Bodin’in 16. yüzyılda tanımladığı şekliyle klasik
egemenlik, herhangi üstün bir otoriteye bağlı olmadan kural
koyabilme ve konulan kuralları değiştirme veya ortadan
kaldırabilme yetkisidir. Bu içeriğiyle egemenlik, ortaçağ Avrupa
siyasi düşüncesinden kopmaktadır. Ortaçağ Avrupa siyasi
düşüncesinde temel yasaları yapma yetkisi Tanrı’dadır ve bu
Erözden, a.g.m., s. 68.
Michael Stolleis, Yasanın Gözü, (Çev. Arif Çağlar), Kitap Yayınevi,
İstanbul, 2010, s. 27.
23
a.k., s. 35-36.
21
22
8
yetki, gökler imparatorluğu açısından kutsal düzeni tanımlamak
yoluyla kullanılmaktadır. Kutsal düzende ölümlülerin herhangi
bir tasarruf yetkisi bulunmamaktadır. Yine Tanrı’nın kurduğu
yeryüzü imparatorluğunda ise auctoritas (Yasa) kilisenin,
potestas (Kılıç) ise soyluların elindedir. Bu nedenle yöneticiler,
yasaları uygulamaktan öteye geçemeyen birer görevlidirler.
Egemenlik kavramı, mevcut yapıyı sarsmış ve modern devlet
tarihte ilk defa kutsal olan ve kutsal olmayan alana aynı kurumu,
yani devleti yerleştirmiştir.24 Yasa ve Kılıç aynı elde birleşmiş ve
bu mutlu son modern devleti daha önce görülmemiş biçimde
muktedir bir iktidar odağı haline getirmiştir.
16. yüzyılda şekillenmeye başlayan modern devletin ayırt
edici niteliklerine bakıldığında, Orta Çağ’da “devlet” var mıydı
sorunu başka bir tartışma konusu olmakla birlikte,25 öne çıkan
unsurlar şu şekilde sıralanabilir: Şiddet araçlarının tekel denetimi,
toprak, egemenlik, anayasallık, yetki/meşruiyet, kişisel olmayan
iktidar, bürokrasi, yurttaşlık.26 Weber, devletin tanımında şiddet
araçları üzerindeki devlet denetimine önem vermektedir. Modern
devlet, diğer siyasal birlikler gibi, sosyolojik olarak ancak
kendine özgü somut araçları açısından tanımlanabilir; o da
fiziksel güç ve şiddet kullanımıdır. Bu çerçevede en bilinen
devlet tanımlarından birini yapmıştır: “Devlet, belirli bir toprak
üzerinde fiziksel şiddetin meşru kullanımını tekelinde bulunduran
insan topluluğudur”. Devlet, şiddet kullanma “hakkı”nın tek
kaynağıdır.27
Tilly, modern devlet sürecinde şiddet araçlarının
denetlenmesi, yönetilmesi ve tekelleştirilmesi eğiliminde yer alan
bir tezada dikkat çekmektedir: Dünyanın pek çok bölgesinde
devlet sahasında meydana gelen şiddet ve devletten uzak sivil
yaşamdaki şiddet dışılık arasındaki ölçüsüzlük. Bu tezadın
yaratılmasında başı Avrupa devletleri çekmiştir. Sivil halkı şiddet
Erözden, a.g.m., s.69.
Bkz. Mairet, a.g.k., s. 215-242.
26
Christopher Pierson, Modern Devlet, (Çev. Dilek Hattatoğlu), Çiviyazıları
Yayınevi, İstanbul, 2000, s. 24.
27
Max Weber, Sosyoloji Yazıları, (Çev. Taha Parla), Hürriyet Vakfı Yayınları,
İstanbul, 1993, s. 80.
24
25
9
araçlarından arındırırken, kendileri korkutucu boyutta zor araçları
inşa etmişlerdir. Devlet lehine dengenin değişmesi, devletin
silahlı görevlilerinin silahsız sivillere karşı koymasının normal
görünmesini sağlamıştır. Weber’in devlete dair görüşü bu
noktada anlam kazanmaya başlamıştır.28
Elias’a göre, şiddet araçlarını tekeline alan devletin bu
icadı muğlak bir yeniliktir. Bir yandan ülke içinde barış
sağlanmıştır; ama diğer yandan devlet tarafından denetlenen barış
süreci, uluslararası ilişkilerde geçerli değildir. Özü şiddet olan
savaş, hem devletlerin şiddet tekellerini hem de uyruklarının
şiddet içermeyen medeni koşullarını sürekli tehdit etmektedir. 29
Keane’e göre Elias şunu söylemek istemektedir: Şiddet
araçlarının bir azınlığın elinde kalmasının getirdiği güç, başka
devletlere ve onların halklarına karşı savaşmak için kullanılacağı
için, savaş ya da savaş söylentisi, uygarlaşma sürecinin her yerde
hazır bulunan koşullarıdır. Şiddet tekelinin kontrolü nedeniyle
devletler, yaşamı tehdit eden bu gücü kendi uyruklarına da
yöneltebilirler. Merkezinde yoğunlaşmış silahlı güçlerin yer
aldığı modern devlet, bir tahakküm aygıtı olarak işlemektedir.30
Modern devleti kendiliğinden gelişmiş bir yapı olmaktan
ziyade suni bir yapı olarak gören Poggi, bu görüşünü inşa edilmiş
bir çerçeve olarak devlet kurma konusundaki modern düşünceye
dayandırmaktadır. Modern devlet, yani bu “suni” gerçeklik, bir
kez “kurulduktan” sonra bir devlet olarak sürekli bir amaca ya da
işleve yönelik faaliyet göstermektedir. Sadece ortaya çıkış süreci
için değil, gelecekteki varlığı için de bir gerekçe oluşturan bir
mekanizmadır.31 “Devlet kurma” düşüncesini de sorgulayan
yazar, “kurma” faaliyetinin öznesi olan ve kendilerini coğrafya,
dil, etnik yapı veya kültürel açıdan farklı gören insanların, sadece
bu farklılığa yönelik siyasi güvence aradıklarını ifade etmektedir.
Charles Tilly, Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu, (Çev. Kudret
Emiroğlu), İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2001, s. 125-127.
29
Aktaran John Keane, Şiddetin Uzun Yüzyılı, (Çev. Bülent Peker), Dost
Kitabevi Yayınları, Ankara, 1998, s. 32-33.
30
a.k., s. 34.
31
Gianfranco Poggi, Modern Devletin Gelişimi, (Çev. Şule Kut – Binnaz
Toprak), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2001, s. 117.
28
10
Farklı tarihsel olayların belli bir tasarıyı gerçekleştirmek için bir
araya geldikleri gibi bir anlam içeren “devlet kurma”
benzetmesine kuşkuyla yaklaşmak gerekir.32
İktidarın kalıcı olabilmesi için onay görmesi gerektiği; aksi
halde şiddet dalgası içinde kaybolup gideceği olgusu, Bodin’den
Kelsen’e kadar birçok hukuk kuramcısını harekete geçirmiştir. Bu
konu üzerine düşünen yazarların cevapları birbirinden farklı olsa
da “referans” fikri öne çıkmaktadır. İnsanlar, iktidarı ancak
parçası oldukları bir anlamı referans aldığında kabul
etmektedirler. İktidar, kendi oyununu ancak meşruiyet sahnesi
üzerinde sergileyebilecektir. Modern devletin icadında bir hukuk
tekniği olarak iktidara “hakkı”nın teslim edilmesi, zaman içinde
ölümsüzlüğün el değiştirmesini beraberinde getirmiştir.
Egemenlik, asla ölmeyen kraldan, geçmişten geleceğe uzanan
hayali bir köprü gibi inşa edilen ve sürekli kendini yenileyen
millete geçmiştir.33 Diğer bütün iktidarlara boyun eğdiren bir
egemenlik, tek bir iktidar kaynağı yaratarak ve sürekli kendisine
gönderme yaparak var olmaktadır. Doğaüstü bir manzara çizen bu
egemenlik tablosu, ister istemez totaliter bir figürü de içinde
saklamaktadır. Ölümsüz ve her şeye muktedir bir egemenlik,
yasal alana geldiğinde devlet aracılığıyla kamu gücü olarak
günlük hayata yerleşmekte ve varlığını hissettirmektedir. İktidar
ve otorite ayrımının Batı’daki uzun tarihi, bu iki kavramın
modern devletin içinde erimesiyle sona ermiştir.34
Anayasa kuramının temellerinin atılmasıyla, halk kendisini
herkesin kararıyla kabul edilmiş “yasa”lar aracılığıyla yönetmek
istemiş ve egemenlik kuramında merkezi hale gelmiştir. Artık
topluma bekçilik edecek ne Tanrı ne de hükümdar vardır. Kendi
kendisinin egemeni olan halk, uyumayan ve hiçbir şeyi gözden
kaçırmayan bekçi olarak “yasa”yı işaret etmektedir. Tanrı’dan
hükümdara ve oradan da yasaya doğru ilerleyen rota, bu kez
Schmitt’in ünlü teşhisini ortaya çıkarmaktadır: Modern devlet
32
a.k., s. 120.
Alain Supiot, Homo Juridicus, (Çev. Bige Açımuz Ünal), Dost Kitabevi
Yayınları, Ankara, 2008, s. 157.
34
a.k., s. 167.
33
11
öğretisinin
tüm
kavramları
“sekülerleşmiş
teolojik
kavramlar”dır.35 Yasa, yeni hükümdar olarak millete kol kanat
germiş ve “yasa”nın egemenliği ile gece gündüz gözetimde olan
hukuk, ulus devlet olgusunun birleştirici unsuru olarak da
karşımıza çıkmıştır.36
Yasa üzerindeki bu mistik sis, 19. yüzyılla birlikte
dağılmaya başlamış ve toplumu yönlendirmenin modern bir aracı
olarak hayal kırıklığına yol açmıştır. Topluma verilen bu siyasi
emrin konusunun herhangi bir şey olabildiği ve gelinen aşamada
yasanın içeriğinin boşaltıldığı fark edilmiştir. Bunun nedeni ise
özellikle büyüyen sosyal sorunların çözümüne yasanın mesafeli
kalmasıdır. “Yasa” körleşmiş ve artık ikna gücünden
uzaklaşmıştır. Stolleis’e göre, bu eşikten 20. yüzyılın karanlığına
geçilmiştir.37 Yasanın egemenliği değil araçsallığı ön plana
çıkmış ve “her zaman haklı” olduğunu iddia eden bir devlet
aygıtının da yasaya bu haliyle ihtiyacı kalmamıştır. “Devletin
gözü” ülke üzerinde gezinirken, yasasız bir Leviathan hayal
ürünü müdür bilinmez; ama Stolleis’ın deyimiyle Tanrı’ya
benzemekle gayri insani olmak meselesi birbirine tehlikeli
biçimde yakındır.38
Arendt’e göre, egemenliğe ve hükümdarların kutsal
haklarına dair yeni kuramlar olmasına rağmen, hükümdar varis
değil zorla tahta geçendir. Laiklik ve yeni dünyevi alanın Kilise
vesayetinden kurtulması, kaçınılmaz biçimde yeni bir otoritenin
nasıl kurulacağı sorununu doğurmuştur. Mutlakiyet, otorite
sorununu yeni bir kuruluşun devrimci yollarına başvurmadan
çözmek istemiştir. Sorun, verili bir düşünce çerçevesinde
giderilmişti ama bu çerçevede de yönetimin meşruiyeti, bu
dünyadan olmayan bir kaynakla ilişkilendirilmiştir. Bir otoritenin
dini yaptırım olmadan düşünülemez bir hale gelmesi mutlakiyetin
dünyevi doğası gereğidir. Devrimler, geçmiş zamanın ruhuna
bulaşmamış yeni bir otorite tesis etmeyi amaçladıklarında, eski
35
Stolleis, a.g.k., s. 37.
a.k., s. 44-47.
37
a.k., s. 53.
38
a.k., s. 54
36
12
sorunu görünür kılmaktan başka bir şey yapmamışlardır. Bu
sorun ise, hukuk ve iktidar meselesi olmaktan ziyade,
yürürlükteki mevzuata geçerlilik sunacak bir hukuk kaynağı
sorunudur; dolayısıyla iktidarın meşru kaynağına dairdir.39
Kralın iki bedeni kurgusu ile egemen, görünmez iktidarını
görünür kılmaktadır. “Tanrı’nın saltanatı vardır ama yönetmez”
formülü, Tanrı egemen olsa da, hükümet etme işini varlığında
cismanileştiği Oğlu’na bırakmaktadır. İktidarın tek kişide
toplandığı monarşi, kendini Tek Tanrı-Tek Kral denkliği
üzerinden kurmaktadır.40 Tanrısal görünmezlik modeli tersine
çevrilmiş gibidir. Yeni egemenlik biçiminde görünür iktidar,
kendisini görünmez kılmaya çalışmaktadır.
Meinecke açısından devlet tarih dışıdır.41 Bu siyasi yapının
zamana ve çevre koşullarına göre değişmeyen, hep aynı kalan bir
özü vardır: Devlet aklı. Devletin diğer toplumsal
örgütlenmelerden farklı bir yönü vardır. Dini yapılar dâhil, tüm
toplumsal örgütlenmeler var oluşlarını üstün bir ilkeye
dayandırmaktadır ve herkesin o ilkeyi gözetmesi şarttır. Oysa
devlet, iktidarı ve toplumsallığı bir araya getirirken hukukun da
koruyucusudur. Elbette devlet de üstün bir ilkenin varlığına
ihtiyaç duymaktadır. Ancak paradoks burada ortaya çıkmaktadır
ki, hukuku ve dayandığı üstün ilkeyi çiğnemeden devlet var
olamaz.42
Hannah Arendt, Devrim Üzerine, (Çev. Onur Eylül Kara), İletişim Yayınları,
İstanbul, 2012, s. 212-213.
40
Tuğrul, a.g.k., s. 79.
41
Meinecke’nin bu yaklaşımında modern devleti, diğer devletlerden
ayrıştırmak gerekmektedir. Modern devlet, farklı bir kurgu üzerinden
yükselmektedir. Devletin tarih dışı bir kategori olarak ele alınması üzerinde bir
uzlaşı yoktur. Ayrıca devlet, yöneten/yönetilen ayrımı üzerine kurulu tüm
siyasi yapıların ortak adı olarak kabul edilse bile, modern devletin diğer devlet
tanımlarından ayrı bir konuma yerleştirilmesinde fayda vardır. Modern devlet,
Batı Avrupa coğrafyasında 14. ve 17. yüzyıllarda temeli atılan kendine özgü
bir siyasi tipi olmakla birlikte, 19. ve 20. yüzyıllarda küresel yaygınlık
kazanmıştır. Modern devleti, tarihte kendisinden önce yer almış diğer siyasi
örgütlenmelerden ayıran en önemli nokta, daha önce de belirtildiği gibi iktidar
ve meşruiyet kurgusuna getirdiği yeni biçimdir. Bkz. Erözden a.g.m., s. 66.
42
Erözden, a.g.m., s. 66.
39
13
MODERN DEVLETİN HİKMETİ
“Bir devlet, yıkılmaması için nasıl kurulmuş olmalıdır?”43
sorusu, sadece kuruluş anının mimarisini değil, aynı zamanda
devletin sürekliliğine dair kaygıları da içermektedir. Devlet aklı
ya da hikmet-i hükümet, en yaygın kullanılan biçimde, devletin
güvenliğini sağlamak, varlığını korumak amacıyla olağan
koşullar altında geçerli olan hukuk kurallarını çiğnemenin haklı
görülmesi anlamına gelmektedir. Kavramı ilk kullanan kişi olan
Botero, devleti bir insan topluluğu üzerinde istikrarlı bir yönetim,
hikmet-i hükümeti ise böyle bir yönetim kurma, devam ettirme ve
genişletme yollarının bilgisi şeklinde tanımlamaktadır.44
Kavramın modern tarihini ele alan Meinecke ise, devlet
aklını devletlerin bir numaralı hareket yasası olarak
değerlendirmektedir. Yazara göre, devletin zirvesinde iktidar
hırsıyla ahlaki sorumluluk arasında, Kratos ve Ethos arasında
kurulan köprü olan devlet aklı, devlet yöneticisine devletin
varlığını ve gücünü korumak için ne yapması gerektiğini söyler.
Devletin zirvesine çıkan, devletin gücünü koruma adına
gerektiğinde etik ilkeleri ve hukuk kurallarını ihlal edebilmelidir.
Ancak yönetilen siyasi birimin devamlılığı adalet, hakkaniyet gibi
ilkelerin hayata geçirilmesini de gerektirebilir. Bu durumda
devlet aklı, ilkeleri üstün tutmaktır. Kısacası devlet aklı, bazen
adil olmayı bazen de hukuku çiğnemeyi gerektirebilir. Önemli
olan bunları iktidar hırsından sıyrılmış biçimde doğru zamanda
doğru sırayla yapabilmektir.45 Foucault açısından devlet aklı
ilahi, doğal ya da insani yasalara göre bir yönetim sanatı değildir.
Dünyanın genel düzenine saygı göstermesi gerekmemektedir.
Kısaca devletin gücüne uygun olarak yönetmektir.46
Yöneticiler, devletin varlığının ve çıkarlarının kendi
varlıklarından üstün olduğunu düşündükleri sürece her şey
yolunda gidebilir. Devletin kendi varlığını güvence altına almak
Macit Gökberk, “Hegel’in Devlet Felsefesi”, İstanbul Üniversitesi Felsefe
Arkivi Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 2-3, 1946, s. 99.
44
Erözden, a.g.m., s. 63-64.
45
Aktaran Erözden, a.g.m., s. 64
46
Foucault, a.g.k., s. 47.
43
14
için çıkardığı yasalar zaten yöneticiler tarafından aynen
uygulanmalıdır. Mesele yönetilenlerin arasındaki bazı insanların
devletin varlığına katılmayı reddetmesidir.47 O halde ne zaman
yasalara uyulmayacaktır? Diğer bir seçenek olarak da yasal hat
üzerinden devletin göstereceği “olağanüstü” refleksin ne tür bir
boyuta ulaşacağı sorusu akla gelmektedir.
Devlet aklı kavramı, devletin kendine ait bir varlığı olduğu
düşüncesine dayanmaktadır. Dolayısıyla, devlet aklı için
kurumsallaşmış siyasi iktidarı süreklilik unsurunu da içerir
şekilde kavrayan bir bakış açısı gerekmektedir. Bu da bizi
modern devlet kavramına geri götürür. Modern devlet teorisinin
omurgası olan saf egemenlik kavramı devlet aklıyla
örtüşmektedir.48
Devlet sırrı, devletin kendini düşmanlarından koruması
ihtiyacının ötesinde politik kültüre bağlanmaktadır. Ancak
Neocleous, politik kültüre dair iddiaların gerçeğin üzerini
örttüğünü düşünmektedir. Buna göre, gizlilik perdesiyle örtülen
şey, devletin özünden başka bir şey değildir. Weber de benzer
şekilde, devlette gizlilik eğiliminin ulusal kültürle ilgisinin çok az
olduğunu belirtmiş ve devlet iktidarının maddi doğasını işaret
etmiştir.49 Devlet aklı doktrini, siyasal bilginin kamuoyu
tartışmasıyla değil, egemen ve onun önde gelen memurları
tarafından geliştirildiğini savunmaktadır. Gizlilik, yönetimin ve
merkeziliğin kaçınılmaz bir özelliğidir.50
Devlet aklı, geleneksel yapıdan modern devlet
örgütlenmesine geçişte daha farklı bir rol oynamaktadır.
Modernlik ile devlet aklı arasındaki bağ burada daha
netleşmektedir. Devlet aklının referans olduğu ve yaygın itibar
gördüğü 17. yüzyılın özellikle ikinci yarısı, bireysel hukuki
konumların kamu yararı gerekçesiyle sınırlanmasını veya
Erözden, a.g.m., s. 80
a.k., s. 65-66.
49
Mark Neocleous, Devleti Tahayyül Etmek, (Çev. Akın Sarı), Nota Bene
Yayınları, Ankara, 2014, s. 110.
50
a.k., s. 111.
47
48
15
kaldırılmasını meşrulaştıracak
döneme karşılık gelmektedir.51
nedenlerin
geliştirildiği
bir
Devlet aklı doktrininin çıkış noktası, hukuki kurallarla devlet
yönetiminin somut gerekleri arasındaki çatışmanın çözümü
meselesidir. Devlete bir yarar sağlayacaksa hükümdar hukuktan
sapabilir mi? Daha açık bir deyişle devlet hukuk dışına çıkabilir
mi? Devlet aklı, bu sorulara olumlu yanıt vermekte ve sınırı
hükümdarın çizeceğini belirtmektedir. Bu durumda hukukun
karşısında bir kutsal çıkarılmaktadır. Kutsanan modern devlet ya
da Leviathan, yeryüzü tanrısına dönüştükçe, onu kutsallığından
arındıracak arayışların başlaması da aynı döneme denk
gelmektedir. Elbette modern devletin bu özelliklerinin tasfiyesi
yönünde epey yol kat edilse de kesin ve etkili bir sonuç alındığı
söylemek mümkün değildir. Modern devletin ilerleyen
dönemlerinde doğrudan bir gönderme yapılmasa da devlet aklı
kavramı bir gölge olarak varlığını sürdürmüştür. Devlet
felsefesinin devlet aklı tarafından yazılması, yurttaşların hakları
ile devletin çıkarları arasındaki çatışmada tereddüde son vermekte
ve hiyerarşiyi baştan çizmektedir.52 Egemenlik çerçevesinde
devletin asli çıkarlarının mutlak önceliği ve bunun devamında
kullanılacak araçların seçiminde ya da sınırında hukuk
kurallarının devre dışı bırakılması, büyük bir kir tortusunu hukuk
düzenine miras bırakmıştır.
KENDİNİ TANIMLAYAN MUTEBER NESNE: KURUCU
İKTİDAR
Anayasa tarihi, eğer bir an kurgusal olmadığı düşünülürse,
“halkın iradesinin doğası gereği sürekli değiştiği şeklinde
okunabilir. Bu irade üzerine dikilen bir yapının aslında bataklığa
kurulu olduğu görülmüştür. Ulus-devletin çöküşünü engelleyen
şey, milli iradenin yönlendirilmesindeki büyük kolaylıktır.”
Mithat Sancar, “Devlet Aklı” Kıskacında Hukuk Devleti, İletişim Yayınları,
İstanbul, 2000, s. 17-18.
52
a.k., s. 20-25.
51
16
Arendt’in yerleştirdiği bu çerçeveye göre, ne zaman biri
diktatörlüğün ihtişamını üstlenmeye kalksa, bu tablo bir kez daha
karşımıza çıkmaktadır. Ulusal liderler içinde Napoléon
Bonaparte, şunu ilan eden ilk kişiydi: “Ben kurucu iktidarım”.53
Kurucu iktidar kavramına hukuki perspektiften bakmaya
çalışmak zor bir husustur. Anayasallaşmaya direnen ya da
anayasa dışında kalan bir kavramın içine saklanmış olan güç,
normlar hiyerarşisine eklenmeyi reddetmektedir. Hukuk dışı bir
iktidarın hukuku düzenlemesi, süreci baştan paradoksal hale
getirmektedir.54 Negri açısından egemenlik ve kurucu iktidar
kavramları tezat içinde bir araya gelmektedirler. Kurucu iktidarın
her şeyden önce tanımı egemenlik kavramına yapılan göndermeyi
dışarıda bırakmaktadır.55 Egemen, kurucu iktidarı geçersiz
kılandır.
Amerikan Devrimi, yeni siyasi toplum için otorite kaynağı
haline gelecek olan şeyin, “ölümsüz yasa koyucu” ve dünya ötesi
herhangi bir kaynaktan ziyade kuruluş eyleminin kendisi
olduğunu fark etmiştir. Arendt, bu noktada bir hususun altını
çizmektedir: Binlerce yıldır efsanelerin konusu olan kuruluş,
aslında ilk kez, yaşayan herkesin tanık olacağı şekilde gün ışığına
çıkmıştır. Kuruluş eyleminde kendini gösteren başlangıç
sorununu çözmeye yönelik çabalar ise Antikite’nin siyasi irfanına
ve özellikle de Roma tarihine yönelmiştir.56
Kant’a göre, milletin haklarını ihlal eden bir tiranın tahttan
indirilmesinde bir kötülük yoktur şüphesiz. Ancak tebaanın,
kendi haklarını bu şekilde elde etmeye çalışmasında da bir
haksızlık vardır. Mücadele başarısızlığa uğradığında, halkın,
karşılaşacağı şiddetli cezalardan adaletsizlik gerekçesiyle şikâyet
etmesi mümkün değildir. Halk ayaklanması başarılı olursa, bu
53
Arendt, a.g.k., s. 217.
Antonio Negri, Insurgencies: Constituent Power and the Modern State,
(İngilizceye Çev. Maurizia Boscagli), The University of Minnesota Press,
Minneapolis, 1999, s. 1-2.
55
a.k., s. 22.
56
Arendt, a.g.k., s. 274-277.
54
17
kez hükümdar tekrar tahta çıkmak için bir ayaklanma başlatamaz.
Zaten hükümdarın kendisi de artık tebaa durumuna düşmüştür.57
Zizek, Kant’ın işaret ettiği bu noktayı isyanın statüsüne
geri dönüşlü olarak karar verilmesi şeklinde değerlendirmektedir.
Yani başarılı olan bir isyan, yasal bir düzen kurarsa, kendi
yasadışı kökenlerini ontolojik boşluğa itmektedir. Bu durumda
iktidar, kendini geri dönüşlü bir şekilde temellendirme
paradoksuna girmektedir. Devlet iktidarının kökenindeki “kurucu
suç” üzerine düşünen Kant, belki de bu eylemi gerçekleştiği
sırada görmek istememektedir.58
Yeni bir anayasa yapma iktidarı olarak tanımlanan asli
kurucu iktidar, pozitivizm ekseninde hukuk dışı bir nitelik
göstermekte ve fiili bir sorun olarak değerlendirilmektedir. Ancak
aynı meseleye doğal hukuk çerçevesinden bakan yazarlar, asli
kurucu iktidarın hukuki olduğunu vurgulamakta; aksi halde
sadece güce dayanarak var olan bir kurucu iktidarın meşru
olmayacağı görüşünü ileri sürmektedirler. Bu durumda, asli
kurucu iktidarın hukukiliği, adalete uygun olup olmadığı
açısından ele alınmaktadır. Yine asli kurucu iktidarın sınırlı bir
güç olup olmadığı tartışmasına dair yaklaşımlar benzer biçimde
meseleye bakılan perspektife göre farklılık göstermektedir.59
Asli kurucu iktidar kavramı, Fransız Devrimi döneminde
ortaya çıktığı siyasi koşulların izini taşımakta ve anayasa koyucu,
sınırsız bir güç olarak tanımlanmaktadır. Kuruculuk kavramı,
siyasal bir güç ile hukuksal olan anayasa terimi arasında bağlantı
sağlamaktadır. Kuruluş, siyaset ile hukukun, egemenlik kavramı
üzerinde karşılaştığı bir kamu hukuku yaratma anı olarak
nitelendirilmektedir. Hukuk dışı ile hukukun buluştuğu an, hukuk
oluşturma sürecini anlatmaktadır.60
57
Kant, a.g.k., s. 50-51.
Zizek, a.g.k., s. 57-59.
59
Bkz. Kemal Gözler, Kurucu İktidar, Ekin Kitabevi Yayınları, Bursa, 1998, s.
24 vd.
60
Öykü Didem Aydın, “Biz, Halk: “Egemenliğin Sahibi”, Yetkin Yayınları,
Ankara, 2011, s. 313.
58
18
Şiddet, hukukun karşısına yeni hukuk yaratma tehdidiyle
çıktığında, devlet kendini bir sis tabakası içinde bulmaktadır.
Şiddetin hukuk kurucu özelliği, devletin temelinde yer
almaktadır. Köklerinin bilincinde olan pozitif hukuk, hukuku
kuran ve koruyan şiddetin kesişme noktasıdır. Şiddetin birinci
işlevi hukuku kurmaysa, ikinci işlevi hukuku korumadır.
Yurttaşın yasalara tabi kılınması ikinci işlevde belirmektedir.61
Benjamin’e göre, bir hukuki sözleşmenin ihlal edilmesinde
taraflardan biri zor kullanma hakkını kazanır. Ancak sözleşmenin
sadece sonucu değil, kaynağı da güce karşılık gelir. Hukuk kuran
şiddet, sözleşmede doğrudan yer almamaktadır; fakat sözleşmeyi
güvence altına alan iktidar da şiddetten doğduğu için sözleşmede
temsil edilmektedir.62
Benjamin’in perspektifinden yasayı doğuran şiddet “mitik
şiddet”tir. Her hukuk sisteminin kendi kendisini meşrulaştırma
süreci de mitik bir süreçtir. Önceden var olan bir hukuki temel,
yeni yasayı güvence altına alamaz ya da onu reddedip geçersiz
kılamaz. Kurucu edim, o anda ne haklı ne de haksızdır veya ne
yasal ne de yasadışıdır. Bu suskunluk onu mistik bir hale getirir.
Her devletin kuruluş aşamasında ortaya çıkan bir meşruiyet anı
vardır. Bir meşruiyet varmış gibi yapılan bu an, haklılaştırmanın
geriye dönük yapıldığını gizlemektedir. Başarılı bir devlet, geriye
bakınca kendi şiddetinin anlamlı ve zorunlu görülecek şekilde
okunmasını sağlayacak bir yorum modeli üretmek ister. Devleti
kuran edim, kendini geleceğe fırlatarak gelecek kuşaklara emanet
etmek ister. Direk’e göre, bu performans bumerang etkisiyle
şimdiyi meşrulaştırmak üzerine kuruludur. Kurucu şiddetin
başarılı performansı, şiddetin mümkün olduğunca görünmez hale
getirilmesine bağlıdır. Meşrulaştırma mitinin sorgulanıp
sorgulanmayacağı ya da mutlu sonlanıp sonlanmayacağı sorusu
geleceğe aittir.63
Walter Benjamin, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, (Çev. Ece Göztepe),
Şiddetin Eleştirisi Üzerine, (Haz. Aykut Çelebi), Metis Yayınları, İstanbul,
2010, s. 26.
62
a.k., s. 30.
63
a.k., s. 131-132.
61
19
Kurucu iktidar geleneğinde hukuk, toplumsalı siyasal
iktidar içinde eritmektedir. Tamamen egemen iradeye yönelik bir
bağımlılık,
hukuku
totalitarizmin
bir
aracına
dönüştürebilmektedir.
Toplumun
bütünleştirilmesi
ve
düzenlenmesi için siyasi iktidarın gücüne kazandırılan zorunluluk
meşrulaştırılmaktadır. Bu durumda hukuk bir adalet, eşitlik ve
özgürlük sorunu olmaktan çıkmakta ve bir hiyerarşi, birlik ve
bütünlük sorunu haline gelmektedir. Hukuk, baştan itibaren
eşitsiz ve tek taraflı bir seyir izlemektedir. Kurucu hukuk, siyasi
iktidarın toplum üzerindeki itaat egemenliğini gizleyen bir
konuma sürüklenmektedir. Hukukun üstünlüğü ise hukuku
belirleyen siyasi iktidarın ve onun ideolojisinin üstünlüğü
anlamına gelmektedir. Dolayısıyla hukuk, siyasi iktidar
tarafından yorumlanan, uygulanan ve gerekirse siyasi iktidarın
çıkarlarına göre değiştirilebilen bir zemine yerleşmektedir.64
Kurucu iktidar kısır döngüsü, yönetimi ve hukuk düzenini
anayasal kılmak için bir araya gelenlerin anayasal olmaması
noktasından başlamaktadır. Anayasa girişimi için hiçbir
otoritenin olmaması, yasamadaki bu kısır döngüyü görünür hale
getirmektedir. Aslında benzer bir manzara yasa yapımında
görünmez; çünkü tüm yasaların kendi otoritelerini, cisimleştirilen
üst norm üzerinden türettiklerini varsaymaktayız. Hem Fransız
hem de Amerikan Devrimi aktörleri mutlakiyete duyulan ihtiyaç
anını belirginleştiren bu tür bir sorunla karşı karşıya
kalmışlardır.65
Kuruluş anında bulunan yetkilendirme
sorunu, kurucu iktidarın kendisini zamanda bölerek hem ileri hem
de geriye doğru esnemesine yol açmaktadır. Direk’in deyimiyle
imza, imza atanı icat etmekte ve aslında imza atan, imza atma
yetkisini kendisine ancak imzasının sonuna geldiğinde
verebilmektedir. 66
Hukuk kurucu ve hukuk koruyucu şiddet arasındaki
mesafeyi yöneten kanunlar, hukuku koruyan şiddetin, hukuk
Meltem Dikmen Caniklioğlu, Anayasal Devlette Meşruiyet, Yetkin
Yayınları, Ankara, 2010, s. 215-218.
65
Arendt, a.g.k., s. 247.
66
Zeynep Direk, “Yasanın Kaynağı Üstüne”, Başkalık Deneyimi, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul, 2005, s. 130-131.
64
20
kurucu şiddeti görünmez kılmasına neden olmaktadırlar. Modern
devletin karşısına çıkan bir şiddet hareketinin bastırılması
hukukun askıya alınmasına dayandığı anda, hukuk kurucu
şiddetin gölgesi ortaya çıkmaktadır. Ancak bu aynı zamanda
onun gücünü kaybetmesinin de başlangıcı olabilmektedir.67
Egemen, yasa dışı olarak yasayı yapar ve dışarıda kalan
konumunu koruyarak bir düzen oluşturur. Bu anlamda egemen,
yasa koyarak önünde durduğu eşikten içeri girmekte ve bunu
yaparken de istisna halini yasal alana taşımaktadır.68
YASANIN GİZLİ YAŞAMI: İSTİSNA HALİ
Kamu hukuku ile siyaset arasında sınırları belirsiz bir alan
olarak görülen istisna hali, hukuk kuramcıları tarafından genelde
fiili bir sorun olarak değerlendirilmiştir. Tanım güçlüğü,
kavramın necessitas non habet legem (zorunluluğun yasası
yoktur) ilkesi çerçevesinde ele alınmasını beraberinde
getirmiştir.69 İstisna hali, yasal ve siyasal alanın kesişme
noktasındaki muğlak ve değişken sınıra denk gelmektedir. Hukuk
ile siyasetin bu tartışmalı noktası, kamu hukuku ve siyasal olgu
arasında dengesizlik yaratmaktadır.70
Hükümdarın yaşayan yasa olması, onun yasanın
yükümlülüğü altında olmadığı ve yasanın yaşamının onda
bütünsel bir yasasızlıkla örtüştüğü anlamına gelebilir.
Hükümdarın yasayla özdeşleştirilmesi, hükümdarın yasasızlığını
ve bununla beraber onun hukuk düzeniyle temel bağını
yerleştirmeye yönelik ilk girişimdir. Bu girişim, istisna halinin
yasanın dışı ile içi arasında belirlediği bağın özgün biçimini ve
Agamben açısından modern egemenlik kuramının ilk örneğini
67
Benjamin, a.g.m., s. 41.
Tuğrul, a.g.k., s. 101.
69
Agamben, a.g.k., s. 7.
70
Giorgio Agamben, “Olağanüstü Hal”, (Çev. Ferit Burak Aydar), Şiddetin
Eleştirisi Üzerine, (Haz. Aykut Çelebi), Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s.
165.
68
21
oluşturmaktadır. Yasanın gizli ve daha gerçek yaşamı, istisnai
halin kendisidir.71
Schmitt’e göre, istisna hali, egemenliğin hukuki tanımına
son derece uygundur. İstisna hali hakkında verilen karar,
“kelimenin tam anlamıyla bir karar”dır. Olağan durumda geçerli
olan bir hukuk kuralı mutlak bir istisnayı içeremez. Bu nedenle
gerçek bir istisna halinin var olup olmadığına dair bir karara
temel oluşturamaz. Egemenliğin tanımı için geliştirilen soyut
şemanın geçerli kabul edilip edilmemesinin teorik veya pratik
açıdan bir farkı bulunmamaktadır. Burada tartışılan sadece somut
uygulamadır; yani bir anlaşmazlık durumunda devletin çıkarının
ve kamu düzeninin ne olduğuna kimin karar vereceğidir. Mevzu
hukukta öngörülmeyen bir hal olarak istisna hali, son derece
tehlikeli ve devletin varlığını tehdit eden bir durum şeklinde
tanımlanabilir ama gerçeğe uygun tarif edilemez. Ancak bu
durum egemenliğin öznesine ilişkin soruyu güncel kılar. İstisna
halinin ne zaman söz konusu olduğunun kesin olarak belirlenmesi
veya bu tür bir durumda nelerin ortaya çıkabileceğinin içerik
açısından tek tek sayılması mümkün değildir. Acil durumun
bertaraf edilmesi için içeriğin sınırlandırılmaması gerekmektedir.
Dolayısıyla istisna halinde, hukuk devletine uygun bir yetkiye yer
yoktur. Anayasa, istisna halinde kimin müdahaleye yetkili
olduğunu belirtebilir ki yapabileceği de en fazla budur. Bu eylem
denetime tabi değilse ve farklı organlar arasında
paylaştırılmamışsa egemenin kim olduğu kesin biçimde ortaya
çıkar. Egemen, hem bir istisna halinin olup olmadığına hem de
bunu bertaraf etmek için ne yapılması gerektiğine karar verendir.
Egemen, olağan durumda geçerli olan hukuk düzeninin dışında
olmakla birlikte yine de bu düzene aittir; çünkü anayasanın
askıya alınmasına karar vermeye yetkilidir. Bundan sonrası, yani
istisna halinin ortadan kaldırılıp kaldırılmayacağı artık hukuksal
bir sorun değildir.72
71
Agamben, a.g.k., s. 94-95.
Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat, (Çev.Emre Zeybekoğlu), Dost Kitabevi
Yayınları, Ankara, 2002, s. 13-15.
72
22
Schmitt’in sürekli yakındığı Weimar Cumhuriyeti içinde
istisna haline karar verecek bir otoritenin yokluğu, Nazi rejiminin
bizzat kendisini istisna hali olarak tarih sahnesine itmiştir.73
Weimar Anayasası’nın temel hak ve özgürlükleri koruyan
maddelerini askıya alan 1933 tarihli Halkın ve Devletin
Korunması Kararnamesi, Üçüncü Reich’ı on iki yıl süren bir
istisna hali dönemi haline getirmişti. Nazi Almanyası’ndaki bu
tabloyu hatırlatan Agamben, kasıtlı biçimde istisna hali
yaratılmasının modern devletlerin en önemli önlemlerinden biri
olduğunu belirtmektedir.74
Weimar Anayasası, liberal demokratik düzeni hedeflemiş
olsa da, Almanya’da bu tür bir politik zemin mevcut değildi.
Düzenleyici bir devlet iktidarının genişliğine dair düşünsel
gerekçeyi, bu bölgeye “istisna hali” olarak inşa eden Schmitt,
hukuki sınırları da kaldırmış oldu. İstisna halinin hukuki kapsamı
ve süresi gibi sorunlu konular tartışma alanından çıkarılmıştır.
Önemli olan devletin “karar” vermesidir; bu nedenle siyasi bir
karar alanı olarak ilan edilen istisna hali hukuki değerlendirmeye
kapatılmıştır.75
Schmitt’in yaklaşımında, istisna haline dair yetkiler
tanımlansa bile, egemenliğe dair sorun ortadan kalkmamaktadır.
Günlük hayatın sıradan sorunları ile meşgul olan hukuk, pratikte
egemenlik kavramına ilgi duymamaktadır. Hukuk açısından
normal olan, tanımlanabilir olandır; bunun dışında kalan her şey
“rahatsız edici” bir şekle bürünecektir. Hukuk, istisna halini ise
daha da şaşkınlıkla karşılayacaktır; çünkü her sıra dışı yetki veya
acil durum tedbiri istisna hali sayılmaz. İstisna halinden
bahsedebilmemiz için prensip olarak sınırsız yetkinin söz konusu
olması gerekir. Bu durumda mevcut hukuk düzeninin tümüyle
askıya alınması karşımıza çıkar. Yani hukuk geri adım atarken,
devlet baki kalacaktır. İstisna hali, kaostan farklı bir şey olduğu
için, hukuk düzeni değil ama hukuki anlamda bir düzen hâlâ
Dikmen Caniklioğlu, a.g.k., s. 192.
Agamben, a.g.m., s. 166.
75
Mehmet Tevfik Özcan, Modern Toplum ve Hukuk Devleti, 12 Levha
Yayınları, İstanbul, 2008, s.241-242.
73
74
23
mevcuttur. Devletin varlığı, hukuki normun geçerliliği karşısında
tartışmasız üstünlüğünü kanıtlamaktadır. Karar, kendini tüm
normatif bağlardan kurtarır ve gerçek anlamda mutlak hale gelir.
Kısaca, istisna halinde devlet kendini koruma hakkına dayanarak
hukuku rafa kaldırmaktadır.76 Schmitt açısından tüm mesele,
yasallık perdesinin düzenin düşmanları tarafından taktik bir araç
olarak kullanılmasıdır. Hukuk düzeninin de yasallık ilkesine
bundan daha fazla değer vermesi anlamsızdır.77
Agamben, istisna halinin yarattığı basınca Roma
Hukuku’ndaki iustitium kavramını örnek vermektedir. Bu
kavram, Roma Senatosu’nun devletin güvenliğini sağlamak adına
aldığı bir önlem olarak olağanüstü halin ilanına karşılık
gelmektedir. Dilbilgisi açısından kavram, yasanın durma
noktasını ifade etmektedir. Buna göre, hukuki bir boşluk alanı,
yani ius’tan mahrum alan yaratılmaktadır. Güneşin durması kadar
olağanüstü bu durum, yasal kurum olarak olağanüstü halin
paradoksal statüsünü ortaya çıkarmaktadır. Aslında hukuki
boşluk terimi yanıltıcı olacaktır; çünkü mevcut yorumlar, bu
yapıyı ya tüm yasal kurumların ilga edildiği bir kuralsızlık ya da
yasayla gerçeğin buluştuğu bir alan olarak kavramaktadırlar. O
halde Agamben, şu soruyu sormaktadır: Iustitium sırasında
işlenen edimlerin niteliği nedir? Burada yasama, yürütme ve ihlal
arasındaki geleneksel ayrım aşılmaktadır. Yasalar ne
uygulanmakta ne de ihlal edilmektedir. Bu bir “yasayı icra
etmeme” sürecidir. İstisna hali, bir diktatörlük değil, yasaların
olmadığı bir alandır. Yazara göre, Nazi rejimini nitelendiren ve
bu kadar tehlikeli bir modele dönüştüren şey, bir yandan Weimar
Anayasası’nın varlığını sürdürmesine izin vermesi, diğer yandan
genelleşmiş bir istisna halinin desteği ile bununla yan yana var
olan ikincil ve yasal açıdan resmileştirilmemiş bir yapıyı
çoğaltmasıdır.78
Olağanüstü bir devlet rejiminde hukukun siyasal işleyişini
daha farklı tasvir eden Poulantzas, olağanüstü devleti niteleyen
76
Schmitt, a.g.k., s. 19.
Sancar, a.g.k., s. 94.
78
Agamben, a.g.m., s. 168-171.
77
24
şeyin kuralların çiğnenmesi olmadığını, ama devletin kendi
işleyiş “kuralları”nı koyması olduğunu belirtmektedir. Hukuk
kurallarının işlemediği noktada keyfiliğe sürüklenen yönetim,
iktidar bloku içinde güçler dengesinin yeniden düzenlenmesi
açısından siyasi kriz anında hareket serbestisi kazanmaktadır.79
Hukuki sınırların görünmez olması, devletin müdahale sahasını
da genişletmektedir. Mevcut hareketli çerçeve içinde her şey, bu
silik hukuki dokunun yüzeyine temas edebilmektedir.
Belirleyici olan nokta ise, teknik olarak yasanın gücü
kavramının yasaya değil, ama yürütme gücünün yapacağı hukuki
düzenlemelere gönderme yapmasıdır. Biçimsel olarak yasa
olmayan kararnameler “yasanın gücü”ne sahip olurlar. Bu
anlamda istisna hali, yasama ve yürütme gücünün birbirine
karışmasından çok, yasanın gücünün yasadan soyutlanmasıdır.
İstisna hali, yasanın yürürlükte olduğu ama uygulanmadığı; diğer
yandan yasa değeri olmayan kararların yasa “gücü”nü edindikleri
bir yasa halini tanımlamaktadır. Yasasızlık alanında sürüklenen
bu kavram, mistik bir hale bürünmekte ve kendi yasasızlığını
bünyesine katmaya çalışan bir kurmacaya dönüşmektedir.80
Agamben’e göre, yazılı hukukun karşısına yazılı olmayan
yasalar koyan Antigone’nin iradesi burada tersine çevrilmekte ve
kurulu düzenin savunusu adına geçerli kılınmaktadır. Fiil ile
hukukun ayırt edilemez hale geldiği belirsiz bir bölgeye
vardığımızda, zorunluluğu tanımlamaya yönelik her girişimin
başarısız olmasına neden olan açmaz ortaya çıkmaktadır. Hukuk
düzeninin yok olma tehdidi altında olduğu ileri sürülüyorsa,
mevcut düzenin korunması gerektiği üzerinde görüş birliği
olmalıdır. Hukuki kurumların ortadan kaldırılmasını ve yeni
ihtiyaçlara bağlı olarak yeni normların geçerli olmasını ilan
edenlerin de mevcut düzenin yıkılması konusunda yine görüş
birliği içinde olması beklenmektedir. Her iki durumda da ahlaki
ve siyasi bir değerlendirme yapılacaktır. Zorunluluğun hakkında
Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, (Çev. Ahmet İnsel), İletişim
Yayınları, İstanbul, 2004, s. 375.
80
Agamben, a.g.k., s. 54-55.
79
25
karar verdiği şey de aslında fiili ve hukuki konumu açısından
belirlenemez durumdadır.81
Derrida’nın ifadesiyle, hukuku, hukukun içinden tehdit
eden şiddet kullanma hakkına sahip olan devleti, suç tedirgin
etmemektedir. Mafya veya uyuşturucu trafiği gibi büyük ölçekte
bir suç organizasyonu olsa bile, nihayetinde tikel çıkarlar için
ihlal edilmektedir yasa. Devletin asıl korktuğu şey kurucu
şiddettir. Hukuk ilişkilerini meşrulaştırmaya veya dönüştürmeye
muktedir bir şiddet, kendisini hukuk kurmaya hakkı olan bir
şiddet biçiminde sunmaya başlamaktadır. Hukuku tehdit eden şey
zaten hukuka, yani hukukun kaynağına aittir. 82 Hukukun askıya
alınma anı, hukukun içinde hukuk-olmayanın göstergesi olarak
aslında hukukun da tarihidir. Hukukun kuruluşunun boşlukta asılı
kaldığı an, verilecek hiçbir hesabın olmadığı andır.83
Hukuk düzeni çerçevesi içinde norm ve karar karşı karşıya
gelmektedir. Bir süre hukuki değerlendirmenin erişim alanında
kalan karar, çerçevenin dışına çıkarak normu imha etmektedir.
Egemen, “normal” bir durum yaratmalıdır ki, bu durumun
gerçekten sürdürülüp sürdürülmeyeceğine “karar” verilsin. Devlet
egemenliğinin özü, onun “hukuken zor kullanma” değil ama
“karar verme” tekelinde yatar. Karar, hukuki normdan ayrılır ve
işin en ilginç yanı otorite, karar vermek için haklı olmak
gerekmediğini kanıtlar.84 Kamu hukukunun sınırları burada sona
erer ve artık biz, bilinmeyen topraklara açılırız.
81
a.k., s. 41-44.
Jacques Derrida, “Yasanın Gücü: Otoritenin Mistik Temeli”, (Çev. Zeynep
Direk), Şiddetin Eleştirisi Üzerine, (Haz. Aykut Çelebi), Metis Yayınları,
İstanbul, 2010, s. 93.
83
Derrida, a.g.m., s. 95.
84
Schmitt, a.g.k., s. 20.
82
26
SCHMİTT TUZAĞI
Schmitt, fiili en üstün güç ile hukuki en üstün güç
arasındaki ilişkiyi egemenlik kavramının temel sorunu olarak
işaret eder. Normal durum hiçbir şeyi ispatlamaz; ama istisna
halinde alınan kararlar belirleyicidir. Schmitt’in ünlü formülü
burada karşımıza çıkar: İstisnai hale karar veren egemendir. Yasa
askıya alınsa bile hukuk düzenine yapılan gönderme, hukukun
istisna sayesinde yaşamaya devam ettiği görüntüsünü yaratır.
Yasa ile kendini sınırlamayarak karar veren egemen, devletin
varlığının tehdit altında olup olmadığına da karar verendir.
Aslında yasa, özünde bir güç kullanımı olduğu için, “yasanın
gücü” askıya alındığında, yani sıfır noktasında boş bir alan
belirmektedir. Paradoksal olarak yasama gücü gerçekte
yürütmenin gücünün içine yerleşmekte ya da yasadan daha üstün
“karar”lar alınabilmektedir. İstisna halinin hukuk dışı niteliğini
hukuk içine alma kararını veren egemen merci, bu kez hukuksal
boşluğu dolduran kurucu iktidar gücünün gölgesine
çekilmektedir. Bu perspektif içinde devleti korumak için
gerçekleştirilen eylemlerin hukuki sonuçlarını belirlemek
güçleşmektedir. Şiddeti yok etme vaadi, şiddeti yeniden
kurmaktadır. Modern iktidarlar, koruyucu şiddetlerini
göstermeden daha derin ve gizli yollarla düzeni devam
ettirmektedirler. Söz konusu yöntem, kime hesap vereceği
belirsiz bir iktidarı ortaya çıkarmaktadır.85
Bloch’un yaklaşımına göre, tüm bu manzarayı, anayasal
devletin kendi edimleri, yani keyfiliğe karşı yazılı kurumsal
öfkesi nedeniyle zor duruma düştüğü anlardan biri olarak
seyredebiliriz. Devletin hukuken yarattığı bu vakumlu alan,
pozitif hukukun bir egemenlik tekniği olduğu düşüncesine
dayanmaktadır. İşin ilginç yanı, bu hukukun kurumsal tekniği de
Machiavelli tarafından tasarlanmıştır. Faşizm ise mevcut tekniği
en uç noktaya taşıyarak, pozitif hukuku sadece iktidar temelinden
ele almıştır. Pozitif hukukun öne çıkarıldığı ya da terk edildiği bir
iktidar muhasebesinde, “boş hukuki alan” istisna hali ya da
diktatörlük dönemlerinde görünür olmuş ve Schmitt’in en bilinen
85
Tuğrul, a.g.k., s. 96-99.
27
mitten arındırma sahasına ulaşılmıştır. Bloch’a göre bu, kanlı bir
kurnazlıktır; çünkü Medusa gibi sadistçe bizi baştan çıkaran ve
taşlaştıran Schmitt, faşist farsa meşruiyet kazandırmak uğruna
liberal hukuk fetişini ve romantik devlet teolojisini yok
etmektedir.86Aslında biz bu hukuki kasisi “Schmitt tuzağı” olarak
değerlendirebiliriz. Pozitif hukuka olan yaygın güvensizlikle
beslenen bu tuzak, hukuka olan derin kuşkuculuğu zıddına
dönüştürmüştür. Yasaların güçlülerin emrinde olduğuna dair
inancı kullanan bu görüş, yasayı koyan güç sahiplerinin açık bir
diktatörlük biçiminde iktidara gelmelerine olanak sağlamaktadır.
Agamben’e göre, Schmitt’in egemenlik kuramı,
Benjamin’in şiddet eleştirisine yanıt olarak okunmalıdır.
Benjamin açısından ezilenlerin tarihi, olağanüstü halin bir istisna
değil kural olduğunu göstermektedir. İstisna halinin norm haline
gelmesi, Schmitt’in ona biçtiği görevin de artık yerine
getirilemediğini ortaya çıkarmaktadır. Yasal düzenin işlemesi,
uygulanması geçici olarak askıya alınan normu uygulanabilir
kılmayı amaçlayan istisna haline dayanmaktadır. Ancak istisna,
kural haline geldiğinde, bu düzen işleyemez ve Schmitt’in kuramı
da yerle bir olur. Artık kural ile kural olmayanı ayırt
edemediğimiz bir istisna hali içinde yaşamaya başlarız. İstisna
halini yasaya bağlayan kurgusal bağ yok olur ve saf şiddetin
egemen olduğu bir kuralsızlık alanı ortaya çıkar.87 Bu durumda
istisna hali, normatif bir boşluğa karşılık vermemekte; aksine
normun varlığını kurtarmak adına hukuk düzeninde kurmaca bir
boşluk açılması anlamına gelmektedir. İstisna hali, uygulamayı
olanaklı kılmak için normu uygulamadan ayırır ve hukuka bir
yasasızlık bölgesi sokar. Bu hukuki gerilim bölgesi, norm ve
uygulama arasındaki karşıtlığın en çok açığa çıktığı alandır.88
Ernst Bloch, “Marksizm ve Hukuk” , (Çev. Serhat Öztopbaş), Defter, Sayı:
40, Yaz 2000, s. 120-121.
87
Agamben, a.g.m., s. 172-173.
88
Agamben, a.g.k., s. 52.
86
28
DEVLETİN İKİ BEDENİ
Fraenkel, “ikili devlet” kavramıyla devlet içinde iki ayrı
hat çizer: Devletin kanunlarda ifadesini bulan yasal düzeni, yani
Normatif Devlet (hukuk devleti) ve yürütme gücünün yasal
denetime tabi olmayan keyfi uygulamalarına sahne olan ya da
şiddete başvurduğu İmtiyaz Devleti. İmtiyaz Devleti bir
diktatörlük olarak hareket etmektedir. Nasyonal sosyalizmi
imtiyaz mantığı üzerinden okumak kolaydır; çünkü Nazi
rejiminin en önemli özelliği imtiyaz uygulaması altında hukukun
egemenliğine son vermesidir. Ancak orada hukuk devleti de
varlığını sürdürmüştür. Yazara göre, kapitalist sistemin yasal
temelleri korunmuş ve hukukun üstünlüğü özel mülkiyet
ilişkilerinin hukuki çerçevesi olmaya devam etmiştir. Özel
hukukun rasyonelliği korunduğu sürece sermaye, keyfi bir
iktidarı kabul edecek ve diğer irrasyonelliğe kendini
uyarlayacaktır. İkili devlet, bu zemin üzerinde yükselmektedir ve
hukuk devleti ile imtiyaz devletinin koşut varlığına
dayanmaktadır.89
Neocleous ise, ikili devlet görüşünün liberal demokrasi için
de geçerli olduğunu düşünmektedir. Hukuk devletinin arka
planında daima gizli bir çekince bulunmaktadır: Siyasi çıkarın
gözetilmesi. Hukukun egemenliği ile imtiyaz arasında tehlikeli
bir gerilim bulunmaktadır. İmtiyaz Devleti ile Normatif Devlet
karşılıklı bağımlılık içinde bir bütün oluşturlar. Fraenkel’ göre,
imtiyaz yetkisinden vazgeçilmesi, hukuk devleti içinde bile söz
konusu değildir.90 Hukukun egemenliği ile imtiyaz, “normal
siyaset” ile “istisnai siyaset” ya da “olağan düzen” ile “olağanüstü
hal” arasındaki gerilimi kontrol altında tutar. İstisnai boyut
diktatörlüğe uzanmaya çalışırken, liberalizm hukukun
üstünlüğünde ısrar ederek devlet aklıyla arasına mesafe koymaya
çalışır. Bu mesafe kapandığında, yani istisna halinde, imtiyaz
devletinin tüm olanaklarından yararlandığını liberal devlet de fark
etmiştir. Düzenin restorasyonu için kullanılan araçlar ve anayasal
Aktaran Mark Neocleous, Güvenliğin Eleştirisi, (Çev. Tonguç Ok), Nota
Bene Yayınları, Ankara, 2014, s. 58.
90
a.k., s. 59.
89
29
sınırların ihlali, “istisna hali”nin koşulları olarak imtiyazın haklı
gösterildiği bir savaş alanı açmıştır.91
Schmitt, liberal devletin olağanüstü durumları görmezden
geldiği ve istisna hali hakkında karar alamayıp, sadece
tartışmakla yetindiğini düşünmektedir. Ancak Neocleous’a göre,
bu görüş gerçekçi bir nitelik taşımamakta ve hatta liberalizmin
doğru kavranmasını engellemektedir. Zira olağanüstü yetkilerin
meşrulaştırılması ve anayasal temele oturtulması, liberalizmin
modern devlete bir armağanıdır. Yakın tarihin herhangi bir kesiti
bile, insanlığın önemli bir bölümünün olağanüstü hal yönetimi
altında yaşadığını göstermektedir.92 Hükümetler, faaliyetlerinin
hukuk dışı bir yürütme gücü olarak görünmesindense, yasallık
örtüsü altında kalmasını tercih ederler. Ayrıca istisna hali adı
altında hayata geçirilen herhangi bir uygulamanın yasal mı yoksa
yasa dışı mı olduğu tartışılırken, bu durumun siyasi zorunluluk
dünyasının sınırları içinde kaldığı hatırlanmalıdır. Soylu bir
retorik karşımıza çıksa da, hukukun askıya alınmasından ziyade,
hukuk
aracılığıyla
meşrulaştırılan
önlemler
gündeme
taşınmaktadır.93 Kaldı ki istisna hali tablosu, egemenlerin
kararlarının
denetlenmediği
anlamına
gelmemekte
ve
uygulamalar, yargı kararlarıyla hukuki olarak arınmaktadır. Aksi
yönde bir anayasanın normlar hiyerarşisinin zirvesine tırmanma
şansı yoktur.
KURULUŞ
DEVLETİ
ANININ
GÖLGESİ
ALTINDA
HUKUK
Almanya’da gecikmiş bir burjuva devrimi girişimi olarak
1848-49 hareketinin yenilgiye uğraması, burjuvazinin topluma
yön verme iradesini kırmıştır. Siyasal egemenliği ele geçirme
imkânını kaybeden Alman burjuvazisi, çare olarak devletin
iktidar araçlarını hukukla bağlamayı görmüştür. Hukuk devleti
91
a.k., s. 59.
a.k.,, s. 88.
93
a.k.,, s. 104.
92
30
kavramı, Alman burjuvazisinin elinde aşağıdan bir dönüşüm
gerçekleştirememiş olmanın yarattığı engelle birlikte, iktidarı
hukuk yardımıyla kontrol etmeyi sağlayan bir araç işlevine
dönüşmüştür. Bu nedenle hukuk devleti anlayışı otoriter devletle
bağını tam anlamıyla kesememiştir. Hukuk devleti kavramı,
otoriterlik ve bürokratizmin unsurlarını içererek şekillenmiştir ki
bu da devlet dışı alanlardan çok devletle bağlantılı kalmak
demektir.94
Hukuk devletinin en yıkıcı çelişkileri arasında,
mükemmeliyetçiliğinin sonuçlarından biri olarak devletin kendi
ilkelerini çiğnediği zamanı bile kurala bağlamasını sayabiliriz.
Hukuk devleti iktidarın ellerini bağlamak amacıyla ortaya çıkmış
olduğu halde, kurallara uygun biçimde onları yeniden
çözmüştür.95
Schmitt, şekli bir hukuk devletinin her türlü siyasi rejimin
ideolojisi çerçevesinde kullanılabileceğini iddia etmiştir. Bu
doğrultuda nasyonal sosyalist devlet de hukuk devleti sıfatına
sahip olabilir; çünkü Nazi rejiminde yasalar kesinlikle geçerli,
yargıçlar bağımsız ve bireylerin haklarına dair koruma vardır.
Güçlü bir devlet, liberal zayıf bir devlete oranla hukuk devletinin
şekli unsurlarını daha iyi karşılar. Ancak Schmitt’in öne sürdüğü
biçimde, şekli bir hukuk devletinin her türlü içerikle bir arada
olabileceğine dair kuramsal yaklaşım, Nazi rejiminin
uygulamaları ile kısa sürede uyumsuzluk göstermiştir. Etkin bir
yönetim adına yasaları yapan devletin kendi yasalarına uyması
kendi çıkarınaysa, Nazi rejimi bu çizgiden çok uzaklaşmıştır.
Nazi rejiminin hukuki güvenliğin temel şartlarına uymamasının
nedeni, hukuki şeklin getirdiği tüm sınırları ihlal ederek kanunilik
ilkesinin getirdiği asgari güvenceyi ortadan kaldırmaktır.
Dolayısıyla egemen sınıf çıkarlarına dayanan otoriter bir yönetim
kısa sürede inşa edilmiştir. Başta Neumann olmak üzere, birçok
Mithat Sancar, “Anayasal Demokrasi: Demokrasinin Sınırı Mı Güvencesi
Mi?”, Demokrasi ve Yargı, (Ed. Ozan Ergül), Türkiye Barolar Birliği
Yayınları, Ankara, 2005, s. 54-55.
95
Miguel Abensour, Devlete Karşı Demokrasi, (Çev. Zeynep Gambetti-Nami
Başer), Epos Yayınları, Ankara, 2002, s. 151.
94
31
yazarın hukuk devletinin şekli özelliklerine anlam yüklemesinin
öne çıkan gerekçesi budur.96
Hukuk devleti ile devlet aklı arasında bir çatışma
bulunmadığını savunanlara göre, hukuk devleti öncelikle bir
devletin varlığını ön şart haline getirir. Bu tür bir devletin
anayasası da, devletin varlık ve bekasına dayandığı ölçüde anlam
kazanmaktadır. Her anayasa temelini bir devletin varlığında
bulmaktadır. Devlet ve anayasa birbirine muhtaçtır. Anayasa,
devleti yok etmek için değil, örgütlemek için vardır. Kendi
örgütlediği bir devletin bekasını göz ardı eden bir anayasa, kendi
varlığını da tehlikeye atar. O halde kendini korumak istiyorsa
önce devleti güvence altına almalıdır. Sancar’ın deyimiyle
“devlet aklı” ile “hukuk devleti” arasındaki bu izdivaç, klasik
devlet aklı doktrininden farklı bir yapının ortaya çıktığına dair bir
savunmadır. Bu birlikteliğin hukuk devletinin niteliklerini
ortadan kaldırmadığını düşünenler, artık belli bir form içinde ve
ilkelere dayanan bir devlet aklının belirleyici olduğunu öne
sürmektedirler. Yani bu formül “hukuk devleti aklı”dır. Hukuk
devletinin anayasası, devlet aklının içeriğini de belirlemektedir.
Ancak devlet aklı, hukuk devletinin meşruiyet çerçevesi dışında
kalan uygulamaların yine referansı olmaktadır. Devletin bekası
için alınacak hukuki ya da hukuk dışı tedbirler, düzenle sorunu
olanları hedeflemektedir. Amaç ise hukuk devletini korumaktır97.
Kısaca hukuk devleti, meşruiyet kaynağı olarak gösterdiği
niteliklerini korumak için, o niteliklerini askıya alabilecektir.
Hukuk devleti tarihi, devlet aklı doktrinini gizli ya da
açık olarak içermektedir. Muhalefetin güçsüz ve sistemin
kendinden emin olduğu dönemlerde hukuk devleti bir adım öne
çıkmakta ve devlet aklı geride kalmaktadır. Sistemi tedirgin
edecek boyutta bir muhalefet belirdiği ya da “kriz” olgusunun
yaşandığı dönemlerde ise devlet aklı farklı yöntemlerle devreye
girmektedir. Sancar, bu yöntemleri üç grupta özetlemektedir. Bir
kısmı yasallık çerçevesinde hukuk devletinin maddi içeriğinde
yer alan temel hak ve özgürlükleri değişik ölçülerde etkisiz ya da
96
97
Berke Özenç, Hukuk Devleti, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, s. 241-245.
Sancar, a.g.k., 55-57.
32
geçersiz kılma amacını taşımaktadır. Olağan dönemlerde bile
kamu düzeni, milli güvenlik, genel asayiş, kamu yararı ve benzeri
kavramlarla kamu özgürlüklerinin sınırlanması söz konusu
olmaktadır. Yargı güvencesindeki gerileme ve insan haklarından
uzaklaşılmasından kaynaklanan meşruiyet boşluğu devlet aklı ile
doldurulmak istenmektedir.98
Devlet aklı yöntemlerinin ikinci grubunda, yasallık
sınırının muğlaklaştığı ya da aşıldığı uygulamalar öne
çıkmaktadır. Olağanüstü hal, sıkıyönetim ve savaş halini de
kapsayacak bir şekilde “olağanüstü rejimler”, temel hak ve
özgürlüklerin sınırlanmasını, askıya alınmasını ve yürütme
organının yetkilerinin norm koymayı da içerek biçimde
genişlemesini beraberinde getirmektedir. Ancak bu tür önlemlerin
anayasalarda yer alması nedeniyle yine de geniş anlamda bir
yasallık çerçevesi karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca bunlara ilave
olarak yargı denetiminin gevşetilmesi, hatta kimi zaman
kaldırılması söz konusu olabilmektedir.99
Üçüncü grupta yer alan yöntemlerde ise artık geriye ne
yasallık ne de insan hakları kalmaktadır. Burada salt “devlet aklı”
egemendir. Devletin resmi kuvvetlerinin yaptığı “yasadışı”
uygulamalar ile devlete bağlı olan fakat yasal statüsü ve resmi
kaydı olmayan faaliyetler devreye girmektedir. Hukuk devletine
ait bütün ilkeler bu kör noktada imha edilmektedir.100
Burjuva egemenliği, “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” adına
kurulmuş olmasına rağmen, bu tür değerler, bir tahakküm
sistemini meşrulaştırmaya elverişli değillerdir. Sancar’a göre,
burjuva devletinin, her kriz karşısında öncelikle kendi meşruluk
temeline saldırmasının asıl nedenlerinden biri de budur. Sözü
edilen değerler tahakkümün meşrulaştırılmasına değil, ancak
çözülmesine yardımcı olurlar. Tahakkümü gizleme işlevine
yaradıkları sürece bunlardan vazgeçilmesi anlamsızdır.101 Ancak
98
a.k., 57-58.
a.k., s.58.
100
a.k., s.59.
101
a.k., s. 63-64.
99
33
tahakküm çıplak bir güç olarak insanların karşısına çıktığında ve
egemenle yüz yüze kaldığımızda bu değerler sadece tehdit haline
gelirler. Egemenin onları kendi meşruluğu için sırtında taşımasına
gerek kalmamıştır ve hukuk devletinin dekoru kaldırılacaktır.
VE YASA HALKI TERK EDİYOR: TEMEL NORM
Hukuka aykırı bir devlet faaliyeti, ne zaman devlet
görevlisinin sadece kendisini sorumlu kılacaktır? Ya da bu
faaliyet ne zaman devleti bağlayacaktır? Devletin hukuka aykırı
faaliyetinin olamayacağını savunan bir kuram, sorumluluk
çerçevesine sadece kamu görevlisini özne olarak kurar ve devleti
hesap verilebilir yargılama alanından kaçırır. Bu tür bir kuram,
köklerini Roma Hukukuna uzatmakta ve mandatum ilkesine
dayanmaktadır. Egemenlik hakkı imperium, hukuk dışı bir alan
olarak görüldüğünden, Roma’da kavramsal bir sorumluluk alanı
gelişmemiştir. Roma Devleti ile görevlileri arasında bir vekâlet
ilişkisi olduğu kabul edilmekteydi. Bu durumda vekilin hukuka
aykırı faaliyetleri salt onun sorumluluğunu doğurmaktaydı.
Hukuka aykırı davranan memur, devleti değil kendisini temsil
etmektedir. Devlet, bu formülle kusur ve hatadan muaf tutulmuş
ve sorumluluk felsefesi özel hukuk alanında inşa edilmiştir.
Monarşik devlet anlayışında da hükümdar ve devlet özdeş
kılındığından, memurun kusuru hükümdar iradesinin uzağına
sürülmüştür.102
Modern devleti anlamak, doğal hukukla pozitif hukuk
arasındaki kesin ayrılığı anlamaktır bir bakıma.103 Ulus-devletin
meşruiyet argümanı olarak egemenlik kavramını temellendiren
doğal hukuk, aynı zamanda geleneksel doğal hukuk anlayışının
dinsel temalarını da “toplum sözleşmesi” kuramıyla ortadan
kaldırmıştır. Devlet ile toplumu ayıran bu anlamda doğal
hukuktur. Ancak kapitalizmin hukuki güvenlik ve kesinlik
Cüneyt Ozansoy, “Devletin Bekasından Hukukun Bakiyesine”, Birikim,
Sayı: 119, Mart 1999, s. 53.
103
Akal, a.g.k., s. 94.
102
34
talebine yanıt veremeyen doğal hukuk yerine yeni bir hukuk
kuramına ihtiyaç duyulmuştur. İstikrar ve güçlü devlet beklentisi,
hukuki pozitivizmin kuramsal desteğiyle karşılanmıştır. Hukuki
pozitivizm ise devlet ve hukuku özdeşleştirerek toplumu yine
dışarıda bırakmıştır.104
Hukuki pozitivizm,
politik iradeyi etkin hale
getirmektedir. Hukuk devletinin etik kaygılardan kurtulması,
hukuki pozitivizmin politik eğilimini de yürütmenin
güçlendirilmesi yönüne kaydırmıştır. Farklı dünya görüşleri ile
parçalanan çoğulcu topluma ve bu parçalanmanın ürünü olan
siyasi partiler ile parlamentoya karşı duyulan güvensizlik burada
öne çıkmaktadır.105
Kelsen, devleti “hukuk devleti” olarak meşrulaştırma
çabasının bir doğal hukuk önyargısı olduğunu düşünmektedir.
Her devlet, bir hukuk düzeni olduğu için zaten zorunlu olarak
hukuk devletidir. Bu durum siyasi bir değer içermemektedir.
Demokrasi ve hukuk güvenliği taleplerini karşılayan devletlerin
hukuk devleti olarak değerlendirilmesi, sadece bu tür zorlayıcı
düzenlerin gerçek hukuki düzenler olarak görüleceği varsayımına
yol açar. Tutarlı bir hukuki pozitivizm ise, devlet gibi hukuku da
bir insani davranış zorlayıcı düzeni olarak tanımlar ve bu tanım
düzenin ahlak ya da adalet değerine dair bir şey içermez. Devlethukuk ikilemi özdeşlik üzerinden aşıldığı için, devletin hukuk
dışında farklı bir düzlemde anlaşılması mümkün değildir.106
Devleti pozitivizmin rayına yerleştiren Kelsen’in
teşhisinde, devletin hukuka aykırı davranma olanağı
bulunmamaktadır. Devlet ve hukuk özdeşleştiği için, devlet
normatif bir tasarım haline gelmektedir. Devlet, hukukun asli
Bkz. Jale Karakaş, M. Hardt ve A. Negri’nin Görüşlerinden Hareketle
Günümüzdeki Devlet ve Hukuk Anlayışına Eleştirel Bir Bakış, Yayımlanmamış
Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2009.
105
Bünyamin Bezci, Carl Schmitt’in Politik Felsefesi, Paradigma Yayıncılık,
İstanbul, 2006, s. 26-27.
106
Hans Kelsen, “Saf Hukuk Kuramı: Devlet ve Hukuk Özdeşliği”, (Çev.
Cemal Bâli Akal), Devlet Kuramı, (Der. Cemal Bâli Akal), Dost Kitabevi
Yayınları, Ankara, 2000, s. 456.
104
35
sahibi olduğu için sorunun çözümü de basitleşmekte ve devlet
kavramı Tanrı kavramıyla karşılaştırılmaktadır. Devletin hukuka
aykırı davranması, Tanrı’nın günah işlemesi kadar imkânsızdır.
Bu nedenle hukuka aykırı bir faaliyet, devlet iradesinin dışında
kalmaktadır. Devlet ve kamu gücü tartışılmaz ya da sorgulanamaz
bir konuma taşınmaktadır.107 Kelsen, hukuk düzeninin oluşum
anına gönderme yapmaktadır. Herhangi bir kurucu iktidar,
kuramsal olarak her zaman anayasal normlardan kaçınabilir.108
Bodin’den Austin’e kadar uzanan yolda egemenlik
kavramının hukukun inceleme alanı dışına çıkarılması, yeni
durağında Kelsen’in de “temel norm” kavramının başlangıcı
olacaktır. Yetkin’e göre temel norm, her tür fili güce meşruluk
tanımakta ve zorba yönetimlerle toplumcu yönetimleri aynı
çerçeveye almaktadır. Bir diktatörün iradesi temel normu
oluşturduğu zaman, bütün hukuk sisteminin geçerliliği bu
iradeden kaynaklanmaktadır. Aslında Kelsen açısından devlet
gücünün sınırlandırılması da bizi doğrudan ilgilendirecek bir
konu değildir. Bu, politik bir sorundur ve hukuk-devlet özdeşliği,
sınırlandırmayı anlamsız kılmaktadır.109
Hukuku yaratan egemen gücün hukukla sınırlı
olamayacağı düşüncesi, hukuku sadece devletin zor kullanarak
düzenlemek istediği alanların hukuki kalıbını hazırlamakla
görevlendirmektedir. Devlete bu düzenlemeyi sağladığı için, var
olan bir hukuk normu açısından önemli olan yetkili organlarca
çıkarılması ve biçimsel koşullara uygunluğudur. Bir devlet iradesi
olarak “kutsal kanun”, herhangi bir toplumsal değere yaslanmasa
bile, bir hukuk normu her türlü emri sindirebilecek bir anlama
kavuşmuştur. Hukuki pozitivizm,
devlet gücünü elinde
bulunduranların hukuki emirlerinin adalete uygun olup olmadığı
ile ilgilenmeye tenezzül etmemektedir. Güçlenen bir devlet için
107
Ozansoy, a.g.m., s. 54.
Philippe Braud, “Devlet: Hukuki Öğretinin İkilemleri”, (Çev. Gülçin
Balamir Coşkun), Devlet Kuramı, (Der. Cemal Bâli Akal), Dost Kitabevi
Yayınları, Ankara, 2000, s. 376.
109
Çetin Yetkin, Kaba Kuvvet Felsefesi, Toplum Yayınevi, Ankara, 1969, s.
111-112.
108
36
adalet veya özgürlük gibi kavramlara ihtiyaç kalmamaktadır.110
Norm kültü, usulca yerini devlet kültüne bırakmaktadır.111
Kelsen’in hukuk düzenini kendisiyle temellendirmesi,
Chevallier’in ifadesiyle bir varsayıma dayanmaktadır. Farklı
yerlerde ortaya çıkan ve devletin aracılığından kısmen kurtulan
hukuk normları, devleti çevreler ve devlete kısa devre yaptırır.112
Hukuk düzeninin kapıları kendi üzerine kilitlemesi, hukuki çıkışı
da kapamaktadır. Kelsen’in politik olanı hukuki çerçeveye
yerleştirmesi, hukuki pozitivizmi Devlet’i olmayan bir devlet
teorisi haline getirmektedir. Otorite sahibi olan egemeni yok
sayan Kelsen, “temel normu” da bu alandan uzak tutmaktadır.
Kendi yetkisini yine bir norma bağlı olarak alan otorite, temel
normu
belirleyememektedir.
Schmitt’in
penceresinden
bakıldığında, Kelsen’in kurduğu bu yapı, egemenin otoritesine ve
istisna haline mekân bırakmamaktadır. Temel norm tarafından
belirlenen bir hukuki düzen olarak devlet, hukuki düzenin
yaratıcısı ya da kaynağı değildir.113 “Karar”, hukuki
pozitivistlerin “burada hukuk sona erer” dedikleri yerde hukukun
sona ermediğini göstermiştir.114
Herhangi bir norm ve gerçeklik arasında görülebilecek
gerilim, devlet ve hukuk arasında daha da artmaktadır. Norm
“hukuk”, gerçeklik olan “devlet”e karşılık gelmemektedir; çünkü
hukukun idesi de devlet idesi ile özdeş değildir. Devlet amaçları
yanında hukuk, somut bir devlet amacıyla çatışabilecek bir ideye,
hukuk güvenliğine ya da adalete daha yakındır. Devlet, adaleti ve
hukuk güvenliğini amaçları arasına alsa da, bunları “devlet
aklı”na feda etmeye hazırdır.115
110
a.k., s. 92-93.
Jacques Chevallier, Hukuk Devleti, (Çev. Ertuğrul Cenk Gürcan), İmaj
Yayınevi, Ankara, 2010, s. 37.
112
a.k., s. 47-48.
113
Bezci, a.g.k., s. 99-100.
114
a.k., s. 102.
115
Gustav Radbruch, “Hukuk Devleti”, (Çev. Hayrettin Ökçesiz), Hukuk
Devleti, (Haz. Hayrettin Ökçesiz), Afa Yayınları, İstanbul, 1998, s. 14.
111
37
Hukukun pozitif hukuktan ibaret kabul edilmesi ve diğer
tüm toplumsal kurallardan üstün tutulması, hukuk devleti
kavramını egemen gücü sınırlayan bir içerikten yoksun
bırakmaktadır. Egemen güce “pozitif hukukla sınırlısın”
denilmesi, pozitif hukuku değiştirme olanağına sahip bir güce
“kendi kendinle sınırlısın” demek anlamına gelir ki bu da çok
tutarlı bir ifade değildir. Eğer egemen gücü değiştiremeyeceği
kurallara tabi kılarsanız, o zaman egemenliğin de bir anlamı
olmayacaktır. Hukuki pozitivizm, bu noktada kendisiyle
çelişmeden yanıt vermekte zorlanmaktadır.116
Neumann, modern devletin kurucu unsurları olarak
egemenlik ve hukuk devletini gösterirken bir uzlaşmazlığın da
altını çizmektedir. En yüksek düzeyde kudret ile en yüksek
düzeyde hak talebinin bir araya gelmesi kolay bağdaşabilir bir
husus değildir. Egemenlik genişledikçe, hukuk devletine yer
kalmamaktadır. Bu nedenle egemenlik ve hukuk ya da iktidar ve
özgürlük ilişkisinin rayına oturması için hukukun hem irrasyonel
düzenlemelerden hem de normsuz iradeden kurtarılması
gerekmektedir.117
SONUÇ
Santi Romano’ya göre, “zorunluluğun yasası olmasa da,
bildik başka bir deyişin belirttiği gibi, zorunluluk yasa yapar; bu
da onun gerçek bir hukuk kaynağı oluşturduğu anlamına gelir…
ve en üstün derecede hukuki kurumun, yani devletin kökenini ve
meşruluğunu ve genel olarak anayasal düzenini, bu kurum fiili bir
süreç olarak, sözgelimi devrim yoluyla kurulduğunda,
zorunlulukta aramak gerekir. Belirli bir rejimin başlangıç anında
gerçekleşen şey, olağanüstü bir yolla ve daha hafiflemiş
niteliklerle de olsa, rejim kendi temel kurumlarını
biçimlendirdikten ve düzenledikten sonra bile yinelenebilir.” 118
Erözden, a.g.m., s. 72.
William E. Scheuerman, Between the Norm and the Exception, The MIT
Press, Cambridge, 1994, s. 134.
118
Aktaran, Agamben, a.g.k., s. 40-41.
116
117
38
Görüldüğü üzere zorunluluktan doğan yasa, zorunluluk
gerekçesiyle askıya alınabilmektedir. Zorunluluk her durumda
hukuku belirlemektedir. Devletin istisna hali çerçevesinde hukuki
bir refleksi ya da devlet aklı parantezindeki hukuk dışı herhangi
eylemi referansını hukuk düzeninin kuruluş anından, yani başka
bir zorunluluktan almaktadır. Dolayısıyla rejimin kuruluş anında
gerçekleşen uygulamalar, rejim oturduktan sonra da
tekrarlanabilir. Kuruluş anı, devletin hafızasıdır ve hukuk düzeni
içinde veya dışında kendini hatırlatma ihtimali yüksektir.
Hukukun kuruluşundaki şiddet, hukukun korunmasındaki
şiddeti sarmakta ve bağını hiç koparmamaktadır.119 Kurucu
iktidarın temelindeki hukuk dışılık veya fiili durum kurulu
iktidarın her anında saklıdır. Kurucu vaadin kendini sürekli
tekrarlama ritüeli hukuku çürütmektedir. Yasanın dışında ve
içinde kalan şiddet ayrı ayrı tarif edilirken aslında sınır
çizilmektedir. Devlet, düşmanının portresini çizerken kendi
gücünü resme yansıtmaktadır. Bu resim, hukuken gücü
tanımlamamakta; sadece icat etmekle yetinmektedir. Kamu
düzenine yönelik bir tehdit halinde kamu gücünü tanımlamaktan
kaçınma, ihlali yasanın içine yerleştirmektedir. Hukuk kurucu ve
hukuk koruyucu şiddet arasındaki ayrım ortadan kaldırılmaktadır.
Herhangi bir hukuki çerçeveden yoksun bir şiddetin
hüküm sürdüğü yasasızlık bölgesinde Benjamin, devlet
iktidarının istisna hali yoluyla yasasızlığı bünyesine katma
girişimini açığa çıkarmakta ve hukuku, “yasanın gücü” biçiminde
askıya alarak koruduğunu öne süren bir hukuk kurmacasıyla karşı
karşıya olduğumuzu göstermek istemektedir. Şiddeti her
defasında yeniden hukuki bir bağlama yerleştirmek isteyen
Schmitt’e karşı Benjamin, şiddete hukukun dışında bir varlık
vermeye çalışmıştır.120
İstisna halinin ve kurtarıcının her dönemin egemeni olarak
sunulması, anayasal sistemleri düşman algısı üzerinden sürekli
teyakkuz halinde patolojik yapılar olarak görmektir. Bu hat
119
120
Derrida, a.g.m., s. 98.
Agamben, a.g.k., s. 81-82.
39
üzerinden egemenlik, mevcut hukuku devre dışı bırakarak, oluşan
hukuk dışı süreçte kendi iktidarını yerleştirmektir.121
Hukuk düzeninin ve tabii ki devletin geçerliliğinin temeli
meselesi askıda bırakılmaktadır. Normlar hiyerarşisinde basamak
basamak yukarı doğru tırmanarak manzaraya baktığımızda,
pozitif norm olarak anayasayı temellendiren şeyin ne olduğu
sorusunun yanıtı bizi her durumda hukuk dışı bir alana götürür.
Kurucu iktidar ya da siyasi irade görünür olduğunda, karar
alanına varmış oluruz. Hukukun kendi geçerliliğini
belirleyemediği kırılgan yapısı burada belirmektedir.122
İstisna halinin hukuk sisteminin dışında kurulması ise
farklı bir siyasi rejimin kapı aralığıdır. Hukuk dışı alanda
yaratılan sığınaklar, saf bir güç ilişkisinin siyasi zeminidir.
Schmitt’in tüm çabası, bu alanı hukuki düzene entegre etmek ve
siyaseti bu alanda kurmaktır. İstisna hali, asli kurucu iktidarın
sürekliliğine dair bir pratik üzerine kendini inşa etmeye
başlamaktadır.
Mahkemeler, istisna halinin hukuki işleyiş koşullarını
kesinleştirirken, anomiye karşı çıkmak yerine anomiyi hukuk
düzeninin içine yerleştirebilmektedirler. Saf şiddeti hukuki bir
bağlamda okuma gayreti kararlara yansımaktadır. Birkaç hamle
sonrasının hukuki boşluğa ya da daha doğru bir deyişle hukukun
nüfuz etmediği bir alana açıldığı görülebilmektedir.123
Asli kurucu iktidar, temel felsefesi çerçevesinde, yeni bir
anayasa yapma iktidarı olarak değil ama halkın yeni bir anayasa
yapma iktidarı şeklinde düşünülmelidir. Asli kurucu iktidar,
hukuk dışı kabul edilse bile, hukuk dışı biçimde bir anayasa
Dikmen Caniklioğlu, a.g.k., s. 191-192.
Chevallier, a.g.k., s. 43-44.
123
11 Eylül sürecinde ABD Yüksek Mahkemesi, yürütme gücünün hukuk
düzeni dışında hareket edemeyeceğinin altını çizse de, konunun hukuk devleti
çerçevesi içinde tutulmadığı bazı kararlardan anlaşılmaktadır. Yürütme gücüne
hukukun dışında geniş bir manevra alanı tanınmaktadır. Bkz. Jean-Claude
Paye, Hukuk Devletinin Sonu, (Çev. G. Demet Lüküslü), İmge Kitabevi
Yayınları, Ankara, 2009, s. 46 vd.
121
122
40
yapan her türlü egemen gücün bu tanımın içinde tutulmaması
gerekir.124 Asli kurucu iktidar kavramı, “yeni bir devlet kursa da
kurmasa da, eski anayasal düzeni kökten değiştiren ve/veya
yepyeni bir anayasa yapan halk iktidarı” olarak yeni bir tanım
çizgisine çekilebilir.125 Hukuk düzenine indirgenen kurucu
iktidar, kurulu iktidar kavramıyla da birleşmelidir.126
Hukuk devletinin kuramsal temeli, saf egemenlik
teorisinin kısmen geçersiz hale getirilmesine dayanmaktadır.
Modern devletin hukuk devleti olabilmesi için, devlet tarafından
devletin uyması için konulan kuralların yanına ya da daha doğru
bir ifade ile üzerine evrensel hukuk ilkelerinin ve temel hak ve
özgürlüklerin eklenmesi gerekmektedir. Modern devletin ilk
kurgusu devlet aklı doktrinine dayanmaktadır.127 Saf egemenlik
kuramının törpülenmesi, hukuk devletine dönüşüm için ilk
basamaktır. Modern devletin devlet aklının gölgesinden
sıyrılması ve milli egemenliğin dışında kalan ilkelerden de ışık
alması kolay gerçekleştirilecek bir hamle değildir. Devlet
iktidarının dili hukuktur.128 Bu dilin belirsiz bir hale gelmesi,
gücün devlet tarafından otoriter biçimde hayata geçirilmesi
anlamına da gelmektedir.
Abensour’un deyimiyle, tarihsel ve toplumsal düzeyinde
modern devlet, “ancien régime”in izlerini yara gibi gizlemekte,
ama işleyişini de örtülü olarak bunun sayesinde devam
ettirmektedir.129 Zaten hukuki zemini kendi güvenliği adına yok
eden bir kamu gücü, artık çıplak bir güç olarak karşımıza
çıkmaktadır. Devlet, siyasi krizlerinde “kuruluş anı”nı referans
aldığında, kurucu iktidarın geçici olduğu fikri anayasa teorisinde
kalmaktadır. Anayasa teorisi, kurucu iktidarı benzersizlik
atfetmektedir ve kurucu iktidarın mutlak niteliği de belirgin bir
Asli kurucu iktidarın halk dışında başka bir yerde aranmasının kuram
açısından değerlendirilmesi için bkz. Aydın, a.g.k., s. 321 vd.
125
Aydın, a.g.k., s. 323.
126
Negri, a.g.k., s. 3.
127
Erözden, a.g.m., s. 73
128
Scheuerman, a.g.k., s. 144.
129
Abensour, a.g.k., s. 68.
124
41
şekilde bu benzersizlikten gelmektedir. Ancak kurucu iktidar ve
anayasa arasında kesintisiz bir ilişki tesis edilmiştir.
Anayasa hukukunun “büyük patlama”sı olarak sadece
başlangıcı ya da sıfır noktasını ifade eden kurucu iktidar, ya bir
hatıraya yaslanarak ya da bir hatıra üreterek kendi sürekliliğini
sağlamaktadır.130 Bu şekilde anayasal yörüngeye oturan kurucu
iktidar, hem hukuk sistemine içkin olmakta hem de anayasal
dinamizmin harekete geçmesinin koşullarını belirlemektedir.
İktidarı ikiye bölerek aslında kendi anayasallığını da bloke
etmektedir. Geçmişin referansı ile geleceğin şekillendirilmesi
hususunda “sınırsız” olanaklara sahip bir iktidarın hukuki
eşiğinin ve sonsuzluğa uzanma eğiliminin yeniden tartışılması
gerekmektedir.
130
Negri, a.g.k., s. 321.
42
KAYNAKÇA
Abensour, Miguel, Devlete Karşı Demokrasi, (Çev. Zeynep GambettiNami Başer), Epos Yayınları, Ankara, 2002.
Agamben, Giorgio, Olağanüstü Hal, (Çev. Kemal Atakay), Varlık
Yayınları, 2008, İstanbul.
Agamben, Giorgio, “Olağanüstü Hal”, (Çev. Ferit Burak Aydar),
Şiddetin Eleştirisi Üzerine, (Haz. Aykut Çelebi), Metis Yayınları,
İstanbul, 2010, s. 165-174.
Akal, Cemal Bali, İktidarın Üç Yüzü, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara,
1998.
Arditi, Benjamin, Liberalizmin Kıyılarında Siyaset, (Çev. Emine
Ayhan), Metis Yayınları, İstanbul, 2010.
Arendt Hannah, Devrim Üzerine, (Çev. Onur Eylül Kara), İletişim
Yayınları, İstanbul, 2012.
Aydın, Öykü Didem, “Biz, Halk: “Egemenliğin Sahibi”, Yetkin
Yayınları, Ankara, 2011.
Benjamin, Walter, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, (Çev. Ece Göztepe),
Şiddetin Eleştirisi Üzerine, (Haz. Aykut Çelebi), Metis Yayınları,
İstanbul, 2010, s. 19-42.
Bezci, Bünyamin, Carl Schmitt’in Politik Felsefesi, Paradigma
Yayıncılık, İstanbul, 2006.
Bloch, Ernst, “Marksizm ve Hukuk”, (Çev. Serhat Öztopbaş), Defter,
Sayı: 40, Yaz 2000, s. 119-144.
Braud, Philippe, “Devlet: Hukuki Öğretinin İkilemleri”, (Çev. Gülçin
Balamir Coşkun), Devlet Kuramı, (Der. Cemal Bâli Akal), Dost
Kitabevi Yayınları, Ankara, 2000, s. 359-376.
Chevallier, Jacques. Hukuk Devleti, (Çev. Ertuğrul Cenk Gürcan), İmaj
Yayınevi, Ankara, 2010.
De Quincey, Thomas, Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet, (Çev.
İsmet Birkan), İletişim Yayınları, İstanbul, 2011.
43
Derrida, Jacques, “Yasanın Gücü: Otoritenin Mistik Temeli”, (Çev.
Zeynep Direk), Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Hazırlayan: Aykut
Çelebi, Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s. 43-133.
Dikmen, Caniklioğlu Meltem, Anayasal Devlette Meşruiyet, Yetkin
Yayınları, Ankara, 2010.
Direk, Zeynep, “Yasanın Kaynağı Üstüne”, Başkalık Deneyimi, Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul, 2005, s. 106-137.
Erözden, Ozan, “Makyavelizm, Hikmet-i Hükümet ve Modern Devlet”,
Machiavelli, Makyavelizm ve Modernite, (Haz. Cemal Bâli Akal),
Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2012, s. 63-80.
Gökberk, Macit, “Hegel’in Devlet Felsefesi”, İstanbul Üniversitesi
Felsefe Arkivi Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 2-3, 1946, s. 99-129.
Gözler, Kemal, Kurucu İktidar, Ekin Kitabevi Yayınları, Bursa, 1998.
Hegel, G.W.F., Philosophy of Right, (İngilizceye Çev. S.W. Dyde),
Batoche Books, Kitchener, 2001.
Hobsbawm, Eric, Tarih Üzerine, (Çev. Osman Akınhay), Bilim ve
Sanat Yayınları, Ankara, 1999.
Kahn, Victoria, “Machiavelli’s afterlife and reputation to the eighteenth
century”, The Cambridge Companion to Machiavelli, (Ed. John M.
Najemy), Cambridge University Press, Cambridge, 2010, s. 239255.
Kant, Immanuel, Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme, (Çev. Yavuz
Abadan - Seha L. Meray), AÜSBF Yayınları, Ankara, 1960.
Karakaş, Jale, M. Hardt ve A. Negri’nin Görüşlerinden Hareketle
Günümüzdeki Devlet ve Hukuk Anlayışına Eleştirel Bir Bakış,
Yayımlanmamış Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2009.
Keane, John, Şiddetin Uzun Yüzyılı, (Çev. Bülent Peker), Dost Kitabevi
Yayınları, 1998, Ankara.
44
Kelsen, Hans, “Saf Hukuk Kuramı: Devlet ve Hukuk Özdeşliği”, (Çev.
Cemal Bâli Akal), Devlet Kuramı, (Der. Cemal Bâli Akal), Dost
Kitabevi Yayınları, Ankara, 2000, s. 425-456.
Mairet, Gérard, “Padovalı Marsilius’dan Louis XIV’e Laik Devletin
Doğuşu”, (Çev. Cemal Bâli Akal), Devlet Kuramı, (Der. Cemal Bâli
Akal), Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2000, s. 215-242.
Negri, Antonio, Insurgencies: Constituent Power and the Modern State,
(İngilizceye Çev. Maurizia Boscagli), The University of Minnesota
Press, Minneapolis, 1999.
Neocleous, Mark, Devleti Tahayyül Etmek, (Çev. Akın Sarı), Nota
Bene Yayınları, Ankara, 2014.
Neocleous, Mark, Güvenliğin Eleştirisi, (Çev. Tonguç Ok), Nota Bene
Yayınları, Ankara, 2014.
Ozansoy, Cüneyt, “Devletin Bekasından Hukukun Bakiyesine”,
Birikim, Sayı:119, Mart 1999, s. 48-56.
Özcan, Mehmet Tevfik, Modern Toplum ve Hukuk Devleti, 12 Levha
Yayınları, İstanbul, 2008.
Özenç, Berke, Hukuk Devleti, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014.
Paye Jean-Claude, Hukuk Devletinin Sonu, (Çev. G. Demet Lüküslü),
İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2009.
Pierson, Christopher, Modern Devlet, (Çev. Dilek Hattatoğlu),
Çiviyazıları, İstanbul, 2000.
Poggi, Gianfranco, Modern Devletin Gelişimi, (Çev. Şule Kut – Binnaz
Toprak), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2001.
Poulantza,s Nicos, Faşizm ve Diktatörlük, (Çev. Ahmet İnsel), İletişim
Yayınları, İstanbul, 2004.
Radbruch, Gustav, “Hukuk Devleti”, (Çev. Hayrettin Ökçesiz), Hukuk
Devleti, (Haz. Hayrettin Ökçesiz), Afa Yayınları, İstanbul, 1998, s.
11- 16.
45
Sabuktay, Ayşegül, Devletin Yasal Olmayan Faaliyetleri, Metis
Yayınları, İstanbul, 2010.
Sancar, Mithat, “Devlet Aklı” Kıskacında Hukuk Devleti, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2000.
Sancar, Mithat, “Anayasal Demokrasi: Demokrasinin Sınırı Mı
Güvencesi Mi?”, Demokrasi ve Yargı, (Der.). Ozan Ergül), Türkiye
Barolar Birliği Yayınları, Ankara, 2005, s. 44-57.
Scheuerman, William E., Between the Norm and the Exception, The
MIT Press, Cambridge, 1994.
Schmitt, Carl, Siyasi İlahiyat, (Çev. Emre Zeybekoğlu), Dost Kitabevi
Yayınları, Ankara, 2002.
Stolleis, Michael, Yasanın Gözü, (Çev. Arif Çağlar), Kitap Yayınevi,
İstanbul, 2010.
Supiot, Alain, Homo Juridicus, (Çev. Bige Açımuz Ünal), Dost
Kitabevi Yayınları, Ankara, 2008.
Tilly, Charles, Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu, (Çev.
Kudret Emiroğlu), İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2001.
Tuğrul, Saime, Canım Sana Feda-Yeni Zamanların Kutsallık Biçimleri,
İletişim Yayınları, İstanbul, 2014.
Weber, Max, Sosyoloji Yazıları, (Çev. Taha Parla), Hürriyet Vakfı
Yayınları, İstanbul, 1993.
Yetkin, Çetin, Kaba Kuvvet Felsefesi, Toplum Yayınevi, Ankara, 1969.
Zizek, Slavoj, Ahir Zamanlarda Yaşarken, (Çev. Erkal Ünal), Metis
Yayınları, İstanbul, 2011.
46
RES PRIVATE-RES PUBLICA İLİŞKİSİ
ÜZERİNDEN CUMHURİYETÇİ DÜŞÜNCENİN EVRİMİ
Ahmet Özalp
Özet
Cumhuriyet, dar anlamıyla soya dayalı olmayan, siyasal iktidarın
halkın iradesiyle meşruluk kazandığı yönetim biçimini ifade
etmektedir. Bu dar tanım, cumhuriyetin demokrasiyle ilişkili
olarak değerlendirilmesine neden olmakta; anti-demokratik
cumhuriyet
rejimleri
yüzünden
günlük
dilde
değersizleştirilmesine, muğlak bir hal almasına yol açmaktadır.
Oysa cumhuriyet, geniş anlamda özellikle Aristo’nun iyi yaşamın
ancak politik bir topluluk içerisinde gerçekleşebileceği tezine
dayanan, res private/özel alan- res publica/kamusal alan ilişkisi
üzerinden yurttaşlık, erdem, yasa, özgürlük, politik katılım, ortak
iyi gibi ilkelerin tartışıldığı ve zamanın ruhuna göre yorumlandığı,
cumhuriyetçilik adı verilen felsefi ve politik bir geleneğe
yaslanmaktadır. Günümüzde cumhuriyetçi düşünürler, liberal
düşüncenin soyut, atomize birey ve negatif özgürlük anlayışının
yurttaşı res privatenin sınırları içerisine hapsettiğini, res
publicanın gerektirdiği ortak iyi anlayışından ve kamusal
yaşamdan uzaklaştırdığı tezini ileri sürmektedirler.
Anahtar Kelimeler: Res Publica, Res Private, İyi Yaşam, Politika,
Yurttaşlık.

Doç. Dr., Hitit Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Siyaset
Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü.
47
GİRİŞ
Modern bilim, inceleme konusu her neyse onu ortaya
çıkaran nedenleri ve onu o yapan belirleyicileri, bir yöntem
dahilinde verileri ayıklayarak ve teorik düzeyde zihinsel inşa
sürecinden geçirip ilişkilendirerek açıklama işidir. Sosyal bilimin
de amacı, bizatihi kendisi aynı zamanda özne boyutu taşıyan
insanın iradesi ve eyleminin ürünü olarak ortaya çıkan, onun
bilinçli müdahalesine maruz kalan her şeyin arkasında yatan
belirleyicilikleri açıklamak olmalıdır. Yorumsamacılar, toplumsal
olanın öznel değerlere, anlamlara, sembol ve simgelere sahip
olmasından dolayı sosyal bilimlerde nedensel açıklama yerine
anlama çabasını ikame etseler de; bilim, doğal-toplumsal
ikiliğinden bağımsız olarak fiziksel ve toplumsal dış dünyayı
olgular üzerinden açıklamak, onu dağınık bir yığın olmaktan
kurtararak anlamlı bir bütün haline getirmek durumundadır.
Bilimsel bilginin, kutsal, astrolojik, geleneksel ya da deneyimsel
bilgiden farkı hem olgusal hem kuramsal olmasıdır.1
Ele aldığımız cumhuriyet kavramına bu çerçevede
yaklaşmayıp, dar anlamıyla sadece tanım olarak ya da olgular
düzeyinde yaklaştığımızda, siyasal iktidarın kaynağının Tanrı’ya
dayandırılmadığı ve soya dayalı bir hanedanın elinde olmadığı,
monarşi karşıtı her devlet yapısına cumhuriyet denilmesinden
kaynaklanan bir muğlaklığa, belirsizliğe kavramı teslim etmiş
oluruz. Bu tanıma göre, günümüzde diktatörlüklerden tek parti
yönetimlerine, otoriter yönetimlerden liberal demokratik
yönetimlere kadar çok farklı siyasal yapılar cumhuriyet adını
taşıyabilmektedirler. Bu nedenle, günlük hayatta Irak, Suriye,
İran gibi ülkeler baz alınarak cumhuriyet hakkında bir yargıya
varılabilmekte; kimi zaman yaygın bir kullanıma sahip olan
demokrasi ile cumhuriyet birbirine karıştırılmakta, demokratik
Cangızbay’a göre, “her bilimin nihai amacı açıklamak, yani nesnesini nesne
ve o nesne yapan belirleyicilikleri (determinizmleri) ortaya çıkarmaktır.” Kadir
Cangızbay, Sosyolojiler Değil, Sosyoloji, Öteki, Ankara, 1997, s. 7. Popper da
“bize açıklanması gerekiyor gibi gelen her şeye ilişkin açıklamalar bulmak,
bilimin amacıdır” demektedir. R. Karl Popper, “Bilimin Amacı”, Sağduyu
Filozofu Popper, (Der. Cemal Güzel), Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara,
1998, s. 221.
1
48
açıdan ileri olan İngiltere, Norveç, Belçika gibi ülkelerin
monarşileriyle kıyaslama yapılarak cumhuriyet kavramı
değersizleştirilebilmektedir. Kavram söylemlere malzeme
edilerek içi boşal(tıl)makta, cumhuriyet, “halkın kendi kendini
yönetmesi” gibi anlamlı bir karşılığı olmayan tanıma
indirgenmekte ya da tören ve ritüellerden ibaret katı askeri ve
bürokratik vesayetin hakim olduğu oligarşik bir yapı gibi
sunulmaktadır. Oysa Ateş’in belirttiği gibi, yasallık/biçimsellik
ölçütüyle monarşik bir devlet demokratik bir işleyişe sahip
olabileceği gibi, yönetim biçimi cumhuriyet olan bir devlet
demokratik bir işleyişe sahip olmayabilmektedir.2
Burada muğlaklığı giderebilmek konusunda bilim yardıma
yetişmektedir; açıklama ve anlama çabası/işi devreye girdiğinde
cumhuriyetin, salt biçimsel bir yönetim tarzı olmaktan çıkarak,
Batı monarşilerinin gelişmiş demokrasilerini de borçlu oldukları
bir kavrama dönüştüğü apaçık anlaşılmaktadır. Kuramsal
boyutuyla cumhuriyet, Batı’da Ortaçağ kent devletlerinde
feodalitenin bir alternatifi olarak beliren, Avrupa’da hem liberal
hem de demokratik düşüncenin önünü açan, teorik olarak kökeni
Platon’un “Devlet”ine ve Aristo’nun “Politeia”sına dayanan,
Çiçero ve Machiavelli ile devam eden, Amerikan ve Fransız
Devrimleri’ne ilham vermiş bir düşünce geleneğinin ürünüdür.
Bu düşünce geleneği, res publica-res private ilişkisi üzerinden
yurttaşlık, öz-yönetim, kamusal alan, karma anayasa, özgürlük,
erdem gibi temel siyaset konularının tarihsel koşullara göre
yeniden
yorumlanmasıyla
oluşmuştur.
Günümüz
Batı
monarşilerinin demokratik içeriğini mümkün kılan da,
monarşinin kaçınılmaz olarak tekin çıkarına yöneleceğini
varsayan res publica anlayışının bir sonucudur.3 Cumhuriyet,
Bruni, Guiccardini gibi Floransalı düşünürlerin demokrasi
kavramını bilmemelerinden değil, demokrasiyi poliste siyasal
Toktamış Ateş, Cumhuriyet ve Laiklik, Sarmal Yayınları, İstanbul, 1995, s.
11.
3
Paine’den akt. Ahmet Özalp, Homo Politicusun Ontolojisi, Hitit Kitap,
Ankara, 2009, s. 40.
2
49
çatışmaların kaynağı olarak görmelerinden ötürü bilinçli olarak
tercih ettikleri bir kavramdır.4
Çalışmanın konusunu res publica-res private arasındaki
ilişkinin
tarihsel
evrimi
oluşturmaktadır.
Konunun
sınırlanabilmesi açısından belirli dönemlere ilişkin başat
özellikler üzerinden res private-res publica çözümlemelerine yer
verilmiştir. Bu iki alanın varlığı olmaksızın cumhuriyetçi gelenek
olamayacağı gibi, bir cumhuriyetin içeriğini de bu iki alan
arasındaki gerilim ilişki belirlemektedir.
KAVRAMIN KÖKENLERİ: RES PUBLICA YA DA RES
PRIVATE OLMAYAN
Fransızca “république” kelimesinin Latince “res publica”
dan geçtiği ve res publica’nın res/şey ile publica/kamusal
kelimelerinden müteşekkil olup kamusal şeyler anlamına
geldiğini belirtmek gerekli ama yeterli değildir. Kamusal kelimesi
ortak kullanılan alanları, devlet mallarını, aleniyeti, tanınırlığı
içeren anlamlara sahip olduğundan sıfat olarak kullanıldığında
yanlış anlaşılabilmektedir. Türkiye’de de bir dönem kamusal alan
tartışmaları, kamusal kelimesinin bu anlamları yüzünden siyasal
bağlamda Habermas’ın tartışmaya açtığı kamusal alandan saparak
çok farklı mecralara kaymıştır. Politik bir kamusal alan, hem
kamusal sıfatının taşıdığı bütün anlamlara göndermede bulunan
hem de bu anlamların hiç birine indirgenemeyecek bir
kavramsallaştırmadır. Bu kavramsallaştırma, Habermas’ta da
Arendt’te de, eşit ve özgür yurttaşların tahakkümden
arın(dırıl)mış bir alanda ortak sorunlarla ilgili karar almak ya da
karar alma süreçlerini etkilemek amacıyla politik iletişim kurmak
için bir araya geldikleri özerk bir alanı varsaymaktadır.5
Zagorin Perez, “Republicanisms”, British Journal for the History of
Philosophy 11(4), 2003.
5
Bkz. Jurgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, (Çev. Tanıl Bora
ve Mithat Sancar), İletişim Yayınları, İstanbul, 1997; Hannah Arendt, İnsanlık
Durumu, (Çev. Bahadır Sina Şener), İletişim Yayınları, İstanbul, 2006.
4
50
Antik dünyada Çiçero, Platon ve Aristo’dan etkilenen bir
Roma düşünürü olarak “res publica” yı kullandığında “publicus”
u, bir yanıyla o dönemde sınırları belirgin bir şekilde çizilebilen
res privatus dışında kalan mekanların ve hayatın yönetimi, diğer
yanıyla ortak mekan ve kalabalıktan farklı olarak ortak çıkar
etrafında, hukuk bağıyla birbirine bağlanmış eşit yurttaşlardan
oluşan bir politik topluluğu ifade etmekteydi.6 Çiçero’da politik
topluluk devletle eşitlendiğinden, özel olmayan şeylerin yönetimi
ayrıdır ve bu yönetim ortak çıkarla temellendirildiğinde ancak, iyi
bir yönetimden söz edilebilir: “res publica res populi”. Çiçero,
polisteki gibi sadece politik bağla sınırlı tutmayıp hukuksal bir
bağla da yurttaşları topluluk haline getirmektedir. Çiçero,
hukuksallığı ekleyerek politik bağın belirleyici olduğu Antik
Yunan’dan farklılaşmıştır. Bu farklılaşma, polisin çatışmacı
demokratik deneyimlerinden ötürü çoğunluğa karşı duyulan
güvensizlikten ve Roma’nın her konuyu felsefi olarak tartışmak
yerine
pragmatik
ilkelere
bağlama
özelliğinden
kaynaklanmaktadır. Ancak Roma bir kent-devleti olarak
cumhuriyetin çekirdeği olduğu sürece, Held’in belirttiği gibi,
polisin dilini kullanmayı sürdürmekle kalmayıp Romalı
düşünürler, düşünsel açıdan bir cumhuriyetçi geleneği
oluşturacak şekilde Platon’un “Devlet”i ile Aristo’nun
“Politeia”sıyla bir süreklilik göstermektedirler.
Bu geleneğin önemli ilkelerinden ilki, Aristo’nun
yönetimleri sınıflandırmada iyi yönetimlerin koşulu olarak
gördüğü yasalılık ilkesinin amaçladığı ortak çıkardır.7 Aristo’da
önemli olan tekin, azınlığın ya da çoğunluğun yönetici
olmasından öte tümelin çıkarını gözeten yasaya göre
Mehmet Ali Ağaoğulları vd., Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal
Düşünceler, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s. 182-183.
7
Aristo, “..Yasa’nın egemen olmasını isteyen, başka hiçbir şeyin değil, yalnız
Tanrı’nın ve Zeka’nın egemen olmasını istiyor demektir; bir insanın
egemenliğini isteyense, bir vahşi insanı işin içine sokmaktadır; çünkü
insanların tutkuları bir vahşi hayvan gibidir ve güçlü duygular yöneticileri ve
insanların en iyilerini bile yoldan çıkarır. Yasada tutkuları olmayan zekayı
bulursunuz…bir kimsenin kendi çıkarları ve kendi duyguları söz konusu
olunca doğru yargı vermesi olanaksızdır” demektedir. Aristoteles, Politika,
(Çev. Mete Tunçay), Remzi Kitabevi, İstanbul, 2000.
6
51
yönetmeleridir. Bu nedenle ortak çıkarı amaçlayan tekin yönetimi
monarşi, azlığın yönetimi olan aristokrasi ve bütün topluluğun
iyiliğini gözeten çoğunluğun yönetimi politiea/siyasal yönetim
yasalı iyi yönetimlerdir. Bunlara karşılık, tikel çıkara yönelen
tekin yönetimi olan tiranlık, azınlığın yönetimi olan oligarşi,
çoğunluğun yönetimi olan demokrasi iyi yönetimlerden sapma
gösteren yozlaşmış yasasız kötü yönetimler içerisindedirler.
Demokrasinin kötü yönetimler içerisinde görülmesinin nedeni
çoğunluğun yasasız yönetiminde demagogların vasat yurttaşları
yönlendirmeleridir. Demagoglar nedeniyle demos birçok kişiden
oluşan tek bir kişi/yönetici gibi olur ve farklı olana karşı
despotlaşır; kendisinin hoşuna gidenleri yücelterek mutlak erke
ulaşmayı amaçlar 8 .
Benzer kaygılar, Aristo’dan önce, onun hocalığını yapan
Platon’da da bulunmaktadır. Platon, bilgiyi para karşılığı
satmakla suçladığı sofistlerin toplumda zenginlik ve güç elde
etmek adına halkı retorik yoluyla kandırdıklarını ileri
sürmektedir. Platon, bir şeyi üretmeden “zorbaca elde etme
sanatı”nın içerisinde değerlendirdiği avcılığın bir çeşidi olan
“oltayla balık tutma” işi ile sofistlerin “her şeyin hoşa giden
tarafını gösterme” işi arasında paralellik kurmakta, onların
konuşma sanatını polisin yurttaşlara özgü olan ve polise adanmış
politik iletişimin dışında tutmaktadır.9 Çözüm noktasında ise
Aristo, ölçülülük ve dengeyi ön plana çıkarırken Platon mutlak
birlik ve uyumu ön plana çıkarmıştır.
Çiçero, kendisinden önce gelen bu filozofların görüşleri
ışığında ama Roma’nın tarihsel koşullarında Aristo’nun yaptığı
yönetim sınıflandırmasını aynen alarak cumhuriyetçi geleneğin
diğer bir önemli ilkesi olan karma bir yönetim/karma anayasa
modelini geliştirmiştir. Monarşik ilkeyi konsüller, aristokratik
ilkeyi Senato ve demokratik ilkeyi halk meclisleri ile tribünler
cisimleştirmektedirler. Polybos’un da Roma için “karma
anayasa” modelini geliştirdiğini belirtmeliyiz. Ama hem
8
Aristoteles, a.g.k., 81.
Platon, Devlet, (Çev. Selahattin Eyuboğlu, M. Ali Cimcoz), Remzi Kitabevi,
İstanbul, 1975, s. 278-286.
9
52
Çiçero’nun karma yönetim olmazsa, tercihinin krallık olacağını
belirtmesi ve ileride imparatorluğa ideolojik zemin hazırlayan
princeps/birinci yurttaş düşüncesi, Polybos’un çoğunluğun
yasasız yönetimi için “oklokrasi/ayaktakımı iktidarı” tabirini
kullanmış olması cumhuriyetçi geleneğin iktidarın tek elde
toplanmasına karşı duyduğu endişenin çoğunluğun iktidarı
açısından da geçerli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.10
Ortak çıkar etrafında, hem politik hem de hukuksal bir
bağla birleştirilmiş yurttaşlar, aynı zamanda kendileri de bu
bütünle aidiyetlik ilişkisi içerisinde tanımlanmaktadırlar.
Cumhuriyetçi Arendt’in idealize ettiği politik topluluk, yurttaşlar
için sadece içinde yaşamın gerçekleştiği yer olmayıp Aristo’nun
belirttiği gibi yurttaşların kendilerini var edebildikleri iyi yaşamın
gerçekleştirildiği yerdir. Yurttaşın topluluktan ayrı var olabileceği
düşünülemez olduğundan sürgün cezası olan ostrakismos en ağır
cezalardan birisi olarak yer almaktaydı.11 Bunun nedeni,
“demos”u ya da “public”i yurttaş kalabalığından ya da kitleden
farklı kılan politik eylem ve iletişimin varlığıydı. Politik iletişim
ya da ondan ayrı olarak düşünülemeyecek olan politik eylem,
yurttaşa özgüydü. Arendt’in “İnsanlık Durumu”nu çözümlemek
için kullandığı “vita activa”nın en önemli etkinliği olarak polisin
sürekliliğini sağlayan, yurttaşın eşitleriyle ortak bir dünyayı
paylaştığı kamusal alanı oluşturan ve yurttaşın polis için
sergilediği fedakarlığın somutlaştığı etkinliktir, eylem. Kamusal
alanı inşa eden iletişim/eylem, hane içerisinde yurttaşın efendi
sıfatıyla kadınlar, köleler ve çocuklarla kurduğu iletişimden ve
üyelerinin yönetici karşısında ancak itaat eden bir tebadan ibaret
olduğu topluluklarda gerçekleşen konuşmadan farklıdır. Çünkü
poliste eşit yurttaşlar arasında gerçekleşen iletişim, yurttaşın karar
alma süreçlerinden başlayarak polisle ilgili her türlü işle
ilgilenmesini ifade ettiği için sonuçlar doğuran politik bir
konuşma biçimidir.12
Ağaoğulları, a.g.k.,174.
I. Moses Finley, Antik ve Modern Demokrasi, (Çev. Deniz Türker), Ayraç
Yayınları, Ankara, 2003, s. 99.
12
Arendt, a.g.k., 54-77.
10
11
53
Yurttaşın yurttaşlığı, antik dünyada sınırları belirgin ama
modern dönemlerde belirsizleşen iki ayrı alandan birisi olan özel
alanda sahip olduğu konumdan kaynaklanmaktaydı. Özel alanın
sınırlarını çizen hane (oikos) dışında kamusal alanın eşit bir üyesi
olan yurttaş, bedensel ihtiyaçların kadınlar ve köleler tarafından
karşılandığı zorunluluk alanı hanede, hanenin efendisi/dominusu
konumundaydı. Dolayısıyla polis, politik eşitliğin, kadınlar ve
köleler aleyhine kurulan yapısal bir eşitsizlikle mümkün
olabildiği bir yerdi. Platon ve Aristo, yurttaşların zorunluluktan
muaf olmaktan kaynaklanan boş zamanlarının theoria ve politika
ile harcanması halinde polis açısından anlamlı ve değerli
olacağını belirtmişlerdir.
Bu bağlamda, res publicanın diğer bir unsuru devreye
girmektedir: erdem. Bedensel yaşamın zorunluluklarından muaf
tutulan yurttaş, o halde zamanını zorunluluk alanı olan hanede her
türden gelip geçici, anlık bireysel ihtiyaçlarını karşılamakla heba
etmemelidir. Polis, yurttaşın kendini özgür bir şekilde var
edebildiği “iyi yaşam”ın gerçekleştiği yer olduğuna göre yurttaşın
iyi yaşamı mümkün kılan politikaya zamanını harcaması
gerekirdi. Politika, bu iyi yaşamı gerçekleştirmek adına
yurttaşların karar alma süreçlerine katılmaları, birbirleriyle politik
iletişim kurarak sorunlara çözüm aramaları işiydi ve yurttaşlık,
gerektiğinde kendilerini yurttaş olarak var kılan polis için canları
da dahil olmak üzere özel alanın onlara sundukları her şeyi feda
edebilmeleri anlamına gelmekteydi.13 Erdemli olmak politik
topluluğun yararına kişisel çıkarlardan, zevklerden, aşırılıklardan
feragat etmeyi ve kendini bütüne feda etmeyi içermekteydi.
Yurttaşın ölçülülüğü, fedakarlığı, cesareti, kahramanlığı bu
kavram içerisinde değerlendirilmektedir. Antik Yunan polisi ile
Roma citesinde, Held’in belirttiği gibi, en azından Roma’nın
cumhuriyetçi yapısını sürdürdüğü dönemde kamusal yaşam,
yurttaşlık, özgürlük aynı şeyleri ifade etmekteydi.14
Bkz. Aristoteles, a.g.k.; Giovanni Sartori, Demokrasi Teorisine Geri Dönüş,
(Çev. Tunçer Karamustafaoğlu ve Mehmet Turhan ), Yetkin Yayınları,
Ankara, 1996.
14
David Held, Models of Democracy,California, Stanford University Press,
1996.
13
54
ORTAÇAĞ VE GEÇ ORTAÇAĞ: RES PUBLİCANIN
KAYBOLUŞU VE YENİDEN DOĞUŞU
Politik bir topluluk olarak kentin kayboluşu ve
Hıristiyanlığın toplumu hiyerarşik bir yapı olarak meşrulaştırması
yurttaşlık anlayışını ortadan kaldırmıştır. Arendt’e göre St
Augustin yurttaşlığın ne anlama geldiğini bilen belki son kişidir.
Vita activa, ondan sonra politik anlamını kaybederek her türden
dünyevi işle ilgilenmeyi ifade eder hale gelmiştir. Oysa
Aquinom’lu Thomas, “zoon politikon”u Latinceye çevirirken
“animal socialis” terimini kullandığında, Arendt’e göre,
sosyal/socialis kelimesi “bir amacı gerçekleştirmek üzere bir
araya gelen insanları” nitelemeyi sürdürmekteydi.15
Bununla birlikte St. Augustin’in Platon’dan devraldığı
ikiliği Yeryüzü Devleti/Tanrı Devleti olarak Hıristiyanlığa
uyarlamasıyla politik bir topluluk tasarımının yerini yeryüzündeki
devletlere bir model oluşturabilecek ama fani, günahkar yeryüzü
hayatında gerçekleşmesi zor olduğu için soyut sayılabilecek Tanrı
Devleti’ne aidiyetle tanımlanan bir “inananlar topluluğu” kurgusu
almıştır.16 Kilise Akal’ın belirttiği gibi, Tanrı tarafından yaratılan
evreni nitelemek amacıyla kullanılan Universitas’ı Kilise kendisi
için de kullanmaktaydı. Universitas, kendisini oluşturan üyelerin
fiziksel varlığından ayrı soyut bir bütün/beden/corpus aracılığıyla
kavranabilmekteydi. Kilise, bu temsil iddiasından hareketle
dünyevi otorite üzerinde hak iddiasında bulunduğunda aforoz
yetkisi başta olmak üzere elindeki araçları kullanarak ve
engizisyona başvurarak bilgi ve inanç tekelini korumaya
çalışmıştır.17
Ortaçağ, Hıristiyanlıkla meşrulaştırılan dikey hiyerarşinin
siyasal ve toplumsal alanı içermesi nedeniyle, res private-res
15
Arendt, a.g.k., 58, 59.
Abensour Miguel, Devlete Karşı Demokrasi: Marx ve Makyavelli Uğrağı,
(Çev. Z. Gambetti, N.Başar), Epos, İstanbul, 2002.
17
Corpus Eclessiae Mysticum, sekülerleşme sürecinde Corpus Republicae
Mysticum’a dönüşerek modern siyasal-hukuksal kavramsallaştırmanın yolunu
açmıştır. Bkz. Cemal Bali Akal, Sivil Toplumun Tanrısı, Engin Yayınları,
İstanbul, 1995, s. 88.
16
55
publica ayrımının anlamsızlaştığı bir ortam yaratmıştır.
İnananların soyut birliğini temsil etme iddiasındaki Kilise,
Ortaçağ’ın soyluların üstünlüğüne dayalı toplumsal piramidini
göksel hiyerarşinin yeryüzündeki uzantısı saymakta, kişilerin
toplumsal konumlarını tanrısal bir iradenin ürünü olarak kadere
bağlamakta, insanlara papazlara uymaları halinde fani, günahkar
dünyada katlandıkları eziyetlerden kurtulacakları öte dünyayı
vaat etmekteydi. Diğer taraftan, feodal üretim tarzı ve ona göre
şekillenen feodal ilişkiler, toprak sahibi senyör ile toprak
üzerinde yaşayan ve toprağa bağlı köylü arasında hem toprak hem
kişiler üzerinden tabiiyet zinciri oluşturmuştur. Bu zincir
içerisinde köylüler, bırakın yurttaşlıktan söz etmeyi yarı özgür
statüde serflere dönüşmüşlerdir.18
Dolayısıyla, Ortaçağ’da egemenlik ilişkilerinin odağına
yerleştirilen aile babası/pater familias hiçbir zaman kendi
hanesinin/oikosunun efendisi olan yurttaşla aynı statüde olmadığı
gibi, hane kamu alanına dahil olacakları bir zemin değildir.
Habermas, özerk bir burjuva kamusunun ortaya çıkış sürecini
analiz ederken Ortaçağ’da, aile reisi tarafından evde kullanılan
iktidarın ikincil bir nitelik taşıdığını, özel ve kamusal ayrımının
feodal yetkilere ve ilişkilere göre anlam kazandığını
belirtmektedir. Common ile particular kelimeleri, publicus ile
privatus’a tekabül etmekle birlikte, common/umumi kelimesi
ortaklaşa kullanılan yerleri(çeşme, pazaryeri vs.), bunun
karşısında yer alan hususi kelimesi ise feodal düzen çerçevesinde
istisnai haklarla yani bağışıklık ve imtiyazlarla donanmış olanla
ilişkiliydi. Geç Ortaçağ’da feodal toplum bakımından sosyolojik
anlamda, kurumsal ölçütlerle ayırt edilebilecek, özel alandan
ayrışmış bir alan olarak res publicustan söz etmek mümkün
değildir. Yine ne antik dönemin oikosu anlamında ne de modern
dönemin haklarla güvence altına alınan özel alan anlamında bir
alandan da bahsedilebilir. Geç Ortaçağ’da da kamusallık iktidar
alanında kralın şahsında temsil edilmekteydi. Bu temsili kamu,
kendini bir alan olarak değil, bir statü olarak ortaya koymaktadır.
Çünkü toprak sahibinin statüsü, toprağa göre şekillenen kamusalBkz. Marc Block, Feodal Toplum,(Çev. M. Ali Kılıçbay), Gece Yayınları,
İstanbul,1995.
18
56
özel ölçütleri karşısında tarafsızdır. Ama bu tarafsızlık, toprak
sahibinin statüsünü aynı zamanda kendisini daha yüksek bir erkin
cisimleşmesi olarak sergilemesinden ötürü bu ayrımların üzerinde
yer almasındandır. Değersiz olan bir şey temsil edilemez. Toprak
sahibi soylu ancak, değerli olan toplumsal var oluşu temsile
ehildir. Soyluların kullandıkları unvanlar, taşıdıkları işaretler,
kılık-kıyafetler,
jestler, konuşmalar soyluya özgü olarak
kodlanmışlardır.19
Arendt’in vita activa kavramsallaştırması içerisinde
Ortaçağ’da pater familiasın hanesinde kullandığı iktidar,
soylunun iktidarının uzantısıdır. Bu tersinden şöyle de okunabilir:
Soylu, toprağının ve toprağı üzerindeki hanelerin, hanedeki
insanların üzerinde, pater familiasın otoritesini kullanmaktaydı.
Arendt’in belirttiği üzere, feodal toplumda din alanı dışında kalan
seküler alan Antikite’nin özel alanı ile benzerlik gösterdiğinden
bir kamu alanı mevcut değildi20. Mumford’un deyimiyle Ortaçağ
kenti, cennetin aynası olacak bir Hıristiyan kenti, Münster’deki
gibi Katolik Kilisesine karşı çıkan rahiplerin, Fransisken ve
Dominiken tarikatların düşlerine ve çabalarına karşın Kilise’nin
direnci yüzünden, “Hıristiyanopolisin silik bir sureti” nden öteye
geçemedi.21
19
Habermas, a.g.k., s. 57-72.
Arendt, a.g.k., 72. Pater familias’tan (aile babası/aile başkanı) hareketle
aileyi devletin kaynağına yerleştiren ve pater familiasın otoritesini tıpkı
soylularınki gibi Tanrı’ya dayandıran Bodin, pater familiasları özgür yurttaşlar
kabul ederek, tebalar üzerinde işleyen tiranlık benzeri yönetimlerden farklı
olarak gayrişahsi egemen erki düşünmenin yolunu açmıştır. Bu aynı zamanda
siyasal erkin, ailelere ortak olan şeylerin yönetilmesi ile sınırlandırılması, pater
familiasın hane içerisindeki otoritesine müdahale etme hakkının olmaması
anlamına gelmekteydi. Ailelere ortak olan şeyler, ortak kullanılan meydanlar,
parklar, kamu binaları, tapınaklar, pazaryerleri ile gelenekler, yasalar benzer
şeylerdir. Bodin, pater familaslar topluluğu ve ortak olan şeyler için res
publicadan türettiği republique sözcüğünü kullanmakla kamusal olan ve
kamusal çıkarları gözeten egemen devlet düşüncesine geçişi sağlamaktadır.
Bkz. Ağaoğulları vd., a.g.k., s. 404-410.
21
Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent: Kökenleri, Geçirdiği Dönüşümler ve
Geleceği, (Çev. Gürol Koca, Tamer Tosun), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2007,
s. 399.
20
57
Bu durum, Geç Ortaçağ’da kentlerin psikoposluk
merkezleri olmaktan çıkarak ticaretin canlanmaya başladığı,
dünyevi işlerin önem kazandığı yerleşimlere dönüşmesiyle
değişmeye
başladı.
Ticaretin
canlanmasıyla
birlikte
Hıristiyanlığın büyük günahlar kategorisinde değerlendirdiği
zenginlik, israf, gösteriş, kibir vb. özellikler marifet haline geldi.
Kentler Rönesansla birlikte tipik din eksenli yerleşimler olmaktan
çıkarak kent-soylu yeni ve güçlü bir sınıfın önceliklerine göre
dünyevi biçimde yeniden inşa edildiler. Kentsel mekanın surları,
kenti feodal dünyadan yalnızca fiziksel olarak ayırmakla
kalmayıp ekonomik, politik, toplumsal, yönetsel, sanatsal bir
bütünlük olarak da kopuşu göstermekteydi. Kamu binaları,
meydanlar, saraylar, heykeller, sokaklar, evler mimari açıdan bu
yeni dönemi sergilemekteydiler. Kent, eski ile yeni arasında bir
köprü ve “kolektif bir bellek” oluştururken geçmiş (Antikite)
yeniden canlanmaya başlamıştır. Bu yenidünyada soylular ve din
adamları da ancak yurttaşlar gibi kentin bir parçası olarak kent
yaşamına katılabilmekteydiler. Başlangıçta yurttaşlığın loncalara
üyelikle sınırlı olması nedeniyle oligarşik bir yapı sergilese de
feodal iktidar ağı dışında topluluk üyelerinin eşitliğine ve
dayanışma bağlarına dayanan özerk bir yönetim düşüncesi,
kentleri özgürlük alanı yapmıştır. Kente gelen serf ya da köle bir
süre sonra yurttaş olamasa da en azından lorda tabi bir serf değil,
özgür bir bireydir.22
Pocock Arendt’in vita activa kavramından esinlenerek
özellikle Kuzey İtalya’da 13. yüzyıldan itibaren başlayan, politik
yaşamın canlandığı bu çağı, “vivere civil” kavramsallaştırmasıyla
açıklamaktadır. Ortaçağ, Arendt’in vita activa-vita contemplativa
ikiliğinden dünyevi yaşamı üreten etkinlikleri içeren vita
activanın yerini tefekküre dönüşmüş felsefi etkinlik olan vita
contemplativanın üstün olduğu bir dönemdi. Kentler, vita
activanın yeniden önem kazanmaya başladığı bir ortam
Bkz. Mumford, a.k.; Benevolo Leonardo, Avrupa Tarihinde Kentler (Çev.
Nur Nirmen), Afa, İstanbul, 1995; Pirenne ve Leca’dan akt. Özalp
Ahmet,"Vita Contemplativa ile Vita Activa Çerçevesinde Kent-Felsefe
İlişkisi", II. Uluslararası Felsefe Kongresi: Şehir ve Felsefe, 11-13 Ekim 2012,
Uludağ Üniversitesi, Bursa.
22
58
sunmaktaydı. Kentler için özgürlük, feodal yapının keyfi
iktidarından korunma ve politika aracılığıyla ortak işlere katılma
anlamına kavuşmuştur. Ortak işler hakkında karar almak yeniden
yurttaşların işi haline gelmişti. Machiavelli, Rönesans’ın bir
düşünürü olarak Kilise’ye karşı politika alanının özerkliğini ileri
sürmüş, din dışı bir ahlak anlayışı geliştirmiş, dünyada düzen
kurma işini insanların irade ve eylemlerine bırakmıştı.
Abensour’un “Makyavel uğrağı” adını verdiği bu dönem, Ortaçağ
zihniyetine kıyasla, insanı sabitlendiği sonsuz hiyerarşik
düzenden çıkararak akıl ve eylem ürünü bir dünyanın öznesi
yapmakla bizatihi devrimcidir. Dünya, bundan böyle dünyevi bir
tikelliğin ve olumsallığın içerisinde şekillenecektir. Tarihselliği
reddeden evrensel monarşiye karşı tarihselliği yücelten res
publica önem kazanmıştır. Res publicanın tarihselliğinin, yani
yurttaş eylemlerinin ürünü olduğunun kabulü, olumsallığının da
kabulüdür. Res publicanın kırılganlığı, onu ayakta tutmak için
erdem/virtu ve ihtiyat/prudence ilkelerinin neden bu kadar önemli
olduğunu açıklamaktadır. Skinner’in belirttiği üzere, her ne kadar
Prens’de farklı, Söylevler’de farklı görünse de erdem ve ihtiyat
ilkeleri her iki çalışmasında da yer almakta; Prens’te prens için
öngördüğü erdem ve ihtiyat, Söylevler’de kent yurttaşları için
karşımıza çıkmaktadır.23
Prense iktidarı elde etmenin ve onu korumanın yollarını
öğütleyen Machiavelli’nin melek mi, yoksa şeytan mı olduğu
tartışması bir yana iktidar alanını dünyevileştiren Machiavelli,
Söylevler’de geçmişteki cumhuriyetçi Roma kentini incelemiştir.
Machiavelli’ye göre, bir kentin özgür olabilmesinin tek bir
kişinin ya da grubun keyfi yönetiminden bağımsız olarak özerk
bir şekilde örgütlenmesine bağlıdır. Ayrıca bu kentin
özgürlüğünü sürdürebilmesi yurttaşların virtuya sahip olmalarıdır.
Kentin başarısı ve ortak çıkarı için bireysel çıkarı kenara
bırakabilmeyi gerektiren yurtseverlik olarak tanımladığı virtu,
yurttaşların politikaya ilgisini kaybederek her türden virtuoso
etkinliği için tembelleşme eğilimine girmeleriyle ya da kamu
gücüne sahip yurttaşların kamusal iyilik kaygınsı bir kenara
Quentin Skinner, Machiavelli, (Çev. Cemal Atilla), Altın Kitaplar, İstanbul,
2002.
23
59
bırakarak kendi bireysel hırslarını ve sorunlarını ön plana
almalarıyla yozlaşabilir. Bu nedenle ihtiyatlı olunmalıdır.24
Machiavelli’nin tedbir olarak önerdiği şeylerden ilki, pragmatik
bir yaklaşımla sıradan ve basit insanları yücelten ve öte dünyaya
yönelten Hıristiyanlığın yeniden yorumlanmasıdır. İkincisi
kurucu babalar tarafından yerleştirilen bir karma anayasayla
yasaların zorlayıcılığına başvurmaktadır. Saf anayasal rejimlermonarşi, aristokrasi ve demokrasi- doğaları itibariyle
istikrarsızdırlar ve aşırılıklarının törpülenmeleri gerekir25. Burada
Aristo ile örtüşen Machiavelli, hiziplerden birisi karma anayasayı
ortadan kaldıracak şekilde yönetimi ele geçirip tiranlaşmadığı
sürece çatışmayı onaylamaktadır. Bu yanıyla Machiavelli,
cumhuriyetçi kuramın asli unsurlarından olan “denge”yi sağlama
yolunda çaba harcayan bir düşünür olarak, yurttaş katılımını özyönetimin, zaferin ve bağımsızlığın şartı olarak gören “korumacı
cumhuriyetçiliği”n fikir babası olmuştur. Machiavellici iktidar
kavramı çokluğun hayatının bir ürünü olarak her zaman
cumhuriyetçidir; her zaman çatışmalı demokratik toplum tabanına
yaslanmaktadır. İktidar, dönemin Kopernikçi devriminin
mantığına uygun olarak, karşı güçlerin ortaya çıkışı ve etkileşimi
aracılığıyla örgütlenmekte, kuruluş süreçlerine eklemlenen çoğul
çatışmalar aracılığıyla biçimlenmektedir.26
Sürecin devamında sözleşmecilerin doğal hukuk
anlayışını dünyevileştirdikleri sözleşme kuramları aracılığıyla
siyasal iktidarın kaynağına yurttaşların iradelerini yerleştirmeleri
önemlidir. Hobbes, Rousseau, Locke farklı şekillerde doğa
durumu tasarlamış olmakla birlikte hepsinin bu ortak özelliği
yanında doğa durumunda eşitlik, özgürlük, rasyonellik, mülkiyet
ilkelerinin var olması ve siyasal toplumun bu ilkelere göre
tasarlanması feodal yapının temellerini sarsmıştır. İnsanların soya
ve statüye göre sınıflandırıldığı ve bunun Tanrısallıkla
meşrulaştırıldığı Ortaçağ’a karşı eşitlik ilkesi soyluların
ayrıcalıklarını, özgürlük ilkesi onların bireylerin yaşamlarına
24
Skinner, a.k., 79-85.
Skinner, a.k., 94-96.
26
Michael Hardt ve Antonio Negri, İmparatorluk, (Çev. Abdullah Yılmaz),
İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2003.
25
60
yönelik keyfi müdahalelerini, kardeşlik ilkesi soyluların
üstünlüğüne son veren yeni bir aidiyetlik ilişkisini getirmekteydi.
MODERN ZAMANLAR: RES PRİVATENİN ÖZERK BİR
ALAN OLARAK ORTAYA ÇIKIŞI VE ELEŞTİRİLER
Modern zamanlarda önemli dönüşümler yaşanmıştır. Bu
dönüşümlerin biri, toplumdan ayrışmış, profesyonel çalışanlardan
oluşan bir bürokrasiye sahip devlet aygıtının oluşmasıdır. Finley,
diğer mesleklerde yaşanan profesyonelleşme olgusunun
politikada da yaşandığını ve meslekten politikacıların işi haline
geldiğini söylemektedir. Bu durumda demagogların işlevi de,
yeni teknolojileri kullanan medyanın eline geçmiştir. Finley’e
göre medya, hem yeni değerler yaratma ve pekiştirme gücü hem
de yarattığı entelektüel pasiflik nedeniyle önemlidir.27 Bu
şartlarda
ikinci
önemli
dönüşüm,
siyasal
iktidarın
kurumsallaşmasından ötürü özgürlüğün negatif özgürlük
boyutunun ortaya çıkmasıdır. Bu özgürlük anlayışıyla, res private
hak ve özgürlüklerle tanımlanan bireysel bir alan olarak
karşımıza çıkmaktadır. Constant’ın belirttiği gibi, modernlerin
özgürlüğü eskilerin özgürlüğünden farklı olarak katılımla
özdeşleşmiş bir özgürlük olmayıp siyasal iktidarın sınırlanması
ve bireyin eylemlerinde dış engellemelerle karşılaşmaması
anlamına gelmektedir. Özellikle Locke, kurgusal doğa
durumundan mülkiyet (özel mülkiyetin yanı sıra yaşam ve
özgürlük hakkını da içerecek şekilde), rasyonellik, mübadele
ilkelerini türetmiş, bireylerin sözleşmeyle oluşturdukları devlete
bu ilkeleri koruma görevi vermiştir. Devletin meşruluğu doğa
durumunda var olan bu hak ve özgürlükleri korumasına bağlıdır.
Dolayısıyla özgürlük, başta özel mülkiyet olmak üzere temel hak
ve özgürlüklerin korunması, sınırlı devlet, rasyonel tercih ve
bireysel sorumluluk ilkelerini içeren bir özel alana yaslanan
negatif özgürlük anlayışını ortaya çıkarmıştır. Antik Yunan’da ve
Roma’da mahrumiyet/privation alanı olarak görülen ve ayrı
Moses I. Finley, Antik ve Modern Demokrasi, (Çev. Deniz Türker), Ayraç
Yayınları, Ankara, 2003, s. 47-50.
27
61
kurallarla (nomoi) düzenlenen oikos, bundan böyle bireysel
yaşam alanı olarak mahremiyet alanına; üretim yeri olarak ise
bütün bir pazar “oikosnomoi” ye tabi bir alana dönüşecektir. Bu
durum, A. Smith’de kişisel çıkarı peşinde koşan insan
varsayımına dayanan “homo economicus”u merkezi özne olarak
öne çıkarmaktadır. Bu yeni öznenin önceliği, politik katılım
olmak zorunda değildir.
Bununla birlikte, politik alanda iktidarın tek elde
toplanmasına
yönelik
cumhuriyetçi
kaygının
sürdüğü
görülmektedir. Öyle ki Amerikan Kurucu Babaları The
Federalist’te yazdıkları yazılarda uzun bir süre tartıştıktan sonra
cumhuriyetçi geleneğin etkisiyle yeni devletin yönetim biçimini
cumhuriyet olarak benimsemişlerdir. Çünkü bireylerin tek başına
rasyonel karar alabilen varlıklar olmalarına karşın bir hizip ya da
çıkar grubu içerisinde ortama uyma eğilimine girdiklerini
düşünmekteydiler. Öyle ki demokrasi doğrudan kendi kendini
yönetme düşüncesi çağrıştırdığı için korkulması gereken bir
şeydi.28 Federalistlerin demokrasi ile ilgili endişelerden birisi
ölçek sorunuyla ilgili olmakla birlikte diğeri tamamıyla Platon ve
Aristo’nun demokrasi eleştirilerine uygun olarak hizipler ve
demagoglarla ilgiliydi. Ortak çıkarı gözeten erdemli yöneticileri
seçecek bir sistemi kağıt üzerinde bırakmamak adına gücün tek
elde toplanmasını önlemek amacıyla temsil ve kuvvetler ayrılığı
ilkesini, Çiçero ve Polybos’un çağdaş uyarlaması olacak şekilde
kontrol-denge sistemi içerisinde Anayasa’ya yerleştirmişlerdir.
Fransız Devrimi’nde de Rousseau’nun etkisinde kalan
Sieyes, “Tiers Etats Nedir” isimli bildirisinde üçüncü tabakayı,
ulusun asıl temsilcisi sayarak ilk iki tabakada yer alan soyluların
ve ruhban sınıfının ayrıcalıklarını eleştirmiş, onları ulusun eşit bir
üyesi olmaya davet etmiştir. Ancak ulus iradesi söz konusu
olduğunda, tıpkı Rousseau’nun soyut “genel irade”sini halkın
basit kalabalığının temsil edemeyeceği gibi, Sieyes’te de, pasif
Andrew Hacker, Siyaset Biliminin Temelleri: Amerikan Sistemi, (Çev.
Ahmet Ulvi Türkbağ), Der Yayınları, İstanbul, 2000, s. 119.
28
62
yurttaşlar seçme ve seçilme hakkı, servet ve cinsiyet kısıtlarına
bağlanarak pasif yurttaş-aktif yurttaş ayrımı getirilmiştir.29
Liberal düşünce ile cumhuriyetçilik arasında var olan
tartışma, yapısal bir çelişkiden kaynaklanmayıp daha ziyade res
private/res publica ya da negatif özgürlük ile res publicanın inşası
ve sürekliliği için gerekli katılım/pozitif özgürlük geriliminde
hangisine öncelik verilmesi gerektiğine dair bir tartışmadır.
Liberal ilkelere dayalı ekonomik, toplumsal ve politik anlayışa
karşı, özellikle günümüzde communitarian/toplulukçu eleştiriler
yükselmeye başlamıştır. Sandel, Walzer, Mac Intrye, Taylor gibi
toplulukçu/communiterian düşünürlerin eleştirilerini, katılımı
yücelten Arendt, Barber gibi toplulukçu cumhuriyetçi
düşünürlerin eleştirileri tamamlamaktadır.30 Bu eleştiriler aslında
res privatenin res publicayı-bireysel çıkarların ortak çıkarıanlamsız kılacak kadar önemsenmesine, oikosun mantığının
politik alanı belirlemesine, politikayı politikacıların tekeline
bırakan kayıtsızlığa, bağsız, köksüz, soyut birey tasarımına
yöneliktir.
Eleştirenlerin başında gelen çağdaş cumhuriyetçi düşünür
Arendt, öncelikle emeğin yüceltilmesine karşı çıkmaktadır.
Ancak Arendt’in emek etkinliğine karşı çıkması, vita activayı
oluşturan etkinlikler içerisinde anlık, üretildiği anda tüketilen
nesneler üreten, bedensel ihtiyaçların karşılanmasıyla sınırlı
etkinlik olmasındandır. Arendt’e göre modern dünyada emeğin
yükselmesi, dünyanın üretim ve tüketim döngüsüne tabi kılınması
ve nesneleştirilmesi demektir. Animal laboransa yaklaşan insan
sadece bedensel gereksinimlerini karşılamakla kalmayıp boş
zamanını da bedensel zevkleri peşinde tüketimle harcayacaktır.
Oysa kamu alanı özel olandan ayrı herkes için ortak olan,
insanların içerisinde bilinebilir ve görülebilir hale geldikleri,
birbirleriyle bağ kurdukları alanı oluşturmaktadır31 Arendt,
“totalitarizmin kaynağını, eşit yurttaşların ortak sorunlar
Konu için bkz. Mehmet Ali Ağaoğulları vd., a.g.k.
Andre Berten vd. (Edit.), Liberaller ve Cemaatçiler, (Haz. Zeynep Özlem
Üskül Engin), Dost Kitabevi, Ankara, 2006.
31
Arendt, a.g.k., 160, 203, 94-96.
29
30
63
hakkında politik eylem(ve iletişim)de bulundukları kamusal
alanın ortadan kalkmasına bağlamaktadır. Çünkü özgür politik bir
toplumda kamusal alanın boşalması despotik bir gücün bu alanı
doldurması anlamına gelmektedir.32 Bu nedenle iyi yaşam,
Aristo’nun belirttiği gibi politik bir topluluk içerisinde politikayla
gerçekleştirilen bir yaşamdır.
Bu bağlamda, toplulukçular liberalizmin soyut birey ve
hak tasarımına karşı bireyin içinde doğduğu ve yaşadığı somut
toplulukları öne çıkarmaktadırlar. Liberalizmin metodolojik
bireyciliği tek somut gerçeklik olarak bireyi kabul etmekte, aile,
devlet, ulus vs. toplumsal bütün varlıkları bireyden ayrı bir
varlığa sahip olmayan kolektiviteler olarak görmektedir.
Toplulukçulara göre bu birey, toplumsal belirlenmişliklerinden
arındırılmış atomistik bir birey tasarımıdır. Özellikle Sandel,
Kant’ın otonom bireyini de Rawls’ın prosedürel adalet anlayışını
da aşkın özne ve köksüz ben olarak nitelemekte, bireylerin
tercihlerine yön veren toplumsal arka plana dikkat çekmektedir33.
Kant özne olarak “kendi”nin toplumsal olarak tanımlanmış
bağlardan ve rollerden önce geldiğini, kendi kararını verdiğini
(otodeterminasyon/selfdeterminasyon), ancak bu şekilde özgür
olabileceğini söylemekle aslında “kendi” nin toplumsal
uygulamalara sıkıştırıldığını varsaymaktadır. Toplulukçular için
toplumsal bağlar, birey için bir engel olmayıp toplumsal kimliğin
bir parçasıdırlar. Öznenin kararı bu toplumsal rollerin ve bağların
içerisinde gerçekleşmektedir.34 Taylor da tüm toplumsal rollerin
eleştiriye tabi tutulmasını özyıkıcı bir faaliyet ve liberal özgürlük
tanımını “içinde hiçbir şeyin yapılamaya ve hiçbir şeyin
sayılmaya değmeyeceği bir boşluk” olarak kabul etmektedir.
Fuat Keyman ve Banu Turnaoğlu, “Neo Roma ve Neo Atina
Cumhuriyetçiliği: Cumhuriyetçilik, Demokratikleşme ve Türkiye”, Doğu-Batı,
Güz 2009, Y. 11, S. 47, s. 52.
33
Michael Sandel, “Usuli Cumhuriyet ve Yükümsüz Ben” (Çev. Eylem
Özkaya), Ed. Berten vd., Liberaller ve Cemaatçiler, Dost Kitabevi, Ankara,
2006, s. 214-15.
34
Carl K. Y. Shaw, “Civic Republicanizm and Democratic Politics-Michael
Sandel and Contemporary Theories of Political Community”, Euramerica,
Vol. 40, No. 4, December 2010, s. 931.
32
64
Gerçek özgürlük yerleştirilmiş bir özgürlüktür35. Bu özgürlüğün
politik yansıması, topluluk içinde iyi yaşam gerçekleşebileceği ve
topluluğun ortak iyiliği üzerine temellenmiş politik eylemin
gerekliliğidir.
Liberal
perspektiften
bakıldığında
toplulukçu
yaklaşımların da kendi eleştirilerinin tuzağına düşebildikleri
görülebilmektedir. Liberalizmin ortak iyisi ya da iyi yaşam
anlayışı yok değildir. Liberalizm ortak iyinin, kişisel iyilerin bir
türevi olarak gerçekleşebileceğini varsaymaktadır. Ayrıca
toplulukçu anlayış, “topluluk” etrafında bir düşünce geliştirmekle
bireysellikleri
ortadan
kaldıracak
şekilde
topluluğu
soyutlayabilmektedir. Toplulukçu yaklaşım, ancak negatif
özgürlükler üzerine temellendirildiğinde birey-topluluk dengesi
kurulabilmektedir. Batı’da bu tartışmanın tarafları liberalcemaatçi olarak değil, bireyci liberaller ile toplulukçu liberaller
arasında yürüdüğünü ısrarla vurgulamak gerekmektedir. Aksi
halde Batı dışı kültürlerde birey rahatlıkla topluluğun amaçlarına
feda edilmektedir.
Liberal-toplulukçu
gerilimi
Pettit
tarafından
“tahakkümsüzlük projesi olarak cumhuriyet” düşüncesiyle
aşılmaya çalışılmıştır. Petit, liberal ya da toplulukçu bir
cumhuriyetten değil, bizatihi liberalizm ve toplulukçuluk dışında
üçüncü bir yol önerisi olarak cumhuriyetçilik düşüncesinden söz
etmektedir. Pettit’e göre, bireylerin tercihlerinin önünde dış
engellemelerin olmaması gerçek anlamda özgürlük için yeterli
değildir. Çünkü fiili olarak tercihlere hiçbir müdahalenin
olmadığı durumlarda da tahakküm var olabilir. Köle-efendi
diyalektiğinden hareketle Roma ve Geç Ortaçağ kent
devletlerinden, Machiavelli, Harrington, Mill gibi düşünürlerden
örnekler veren Pettit, bir failin başkası üzerinde özel olarak keyfi
temelde bir müdahale gücüne sahip olması durumunda tahakküm
ilişkisi kurulduğunu ileri sürmektedir. Aslında Pettit, hukukun
üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, çoğulculuk ilkelerini içeren,
katılımı ve konuşmayı güvence altına alan bir anayasaya dayalı
Will Kymlicka, “Yükümsüz Özne”, (Çev. Zeynep Özlem vd.) Ed.Berten
vd., Liberaller ve Cemaatçiler, Dost Kitabevi, Ankara, 2006, s. 226.
35
65
toplulukçu bir ideal geliştirmektedir.36 Temsilci-temsil edilentemsil ilişkisi koptuğunda, politikacıların aldıkları kararlar, bu
kararlardan etkilenen yurttaşların belirleme alanı dışına
çıkmaktadır. Bu durum tahakküm altında bulunan bireylerin
kayıtsızlığıyla birleştiğinde ya da çoğunluğun onayı kararlar için
yeterli kabul edildiğinde, alınan kararların önemi ölçüsünde
meşruiyet sorunu derinleşmektedir. Cumhuriyetçi eleştiriler,
aslında bu kopukluğu gidermeye ve meşruiyet eksikliğini ortadan
kaldırmaya yöneliktir.
SONUÇ
Görüldüğü üzere cumhuriyet, sadece biçimsel yönetimlere
bakılarak anlaşılabilecek bir kavram değildir. Farklı tarihsel
dönemlerde içeriği ona yüklenene anlama ve iktidar
mücadelelerine göre değişmekle birlikte ortak çıkar, yurttaşlık,
erdem, eşitlik, katılım ilkeleri etrafında şekillenen bir politik
bütünü ifade etmektedir. Konunun genişliği nedeniyle res privateres publica ilişkisinin tarihsel evriminin izlendiği bu çalışmada
amaç, politik alanın dışında tutulan oikosun kimi zaman hanenin
duvarlarının arkasına hapsolan kimi zaman hanenin duvarları
dışına taşan sınırları üzerinden cumhuriyeti cumhuriyet yapan
belirleyicileri açıklamak; amiyaneliğin tuzağına düşmüş res
publicayı bütünlüklü bir şekilde anlamaktı. Bu açıklama ve
anlama çabasının sonucunda, eşit yurttaşların sahip oldukları
haklar ve bu haklar temelinde sergiledikleri politik eylemlilikleri
ile kurulan bir politik topluluğun alternatifinin, bir biçimde
tabiyet ilişkilerinin geçerli olduğu topluluklar olduğu açıkça
ortaya çıkmaktadır.
Bir diğer konu modern çağda haklar setiyle tanımlanmış
bir res private ile yurttaşların politik varlığını ifade eden res
publica arasındaki gerilimdir. Yurttaşın kendi varlığını ancak
Philip Pettit, Cumhuriyetçilik: Bir Özgürlük ve Yönetim Teorisi, (Çev.
Abdullah Yılmaz) Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1998, s. 49-80.
36
66
politik bir toplulukta gerçekleştirebileceği ön kabulü, yurttaşın
topluluğun bir parçası olarak topluluk için fedakarlık yapmasını
gerektirmektedir. Cumhuriyetçi yurttaşlık düşüncesi, modern
dünyada sadece hanenin sınırları içerisinde kadın ve kölelere
özgü emek etkinliğinden söz edilemeyeceğini, bireysel hak ve
özgürlüklerin öncelikle res privateye ait olduğunu, dolayısıyla
katılımın bir zorunluluk ya da erdem olarak görülemeyeceğini
ileri süren liberal perspektiften eleştirilmektedir. Buna karşılık
cumhuriyetçiliğin çıkış noktası, Aristo’nun yaşamın değil, iyi
yaşamın amaçlanması gerektiği ve bunun da birer “zoon
politikon” olan yurttaşların politik eylemiyle, yine politik bir
topluluk içerisinde gerçekleşebileceği tezidir. Bu politik topluluk,
yurttaşların iradelerinin üzerinde herhangi bir tahakkümün
olmamasını,
iktidarın
herhangi
bir
şekilde
tekelde
toplanmamasını zorunlu kılar. Bu kaygı, sadece tekin tiranlığına,
azlığın oligarşisine yönelik olmayıp çoğunluğun iktidarına da
yöneliktir. Antik dönemde oikosun sınırlarının kesin ve
keskinliği, res privatenin mahrumiyet alanı oluşu, İtalyan kent
devletlerinde res publicanın oligarşik yapı sergilemesi res
publicayı farklı düşünme tarzlarını engellemez. Bu ilkelerin
günümüz
küresel
kapitalist
dünyasında
nasıl
gerçekleştirilebileceğinin,
yeni
koşullara
nasıl
uyarlanabileceğinin tartışılması önemlidir. Küresel kapitalist bir
dünyada res privatenin zorunluluklarıyla iş gören bir politik
alanın, insanlık için ortak bir alan, res publica inşa edebilmesi
olanaklı gözükmüyor.
67
KAYNAKÇA
Abensour, Miguel, Devlete Karşı Demokrasi: Marx ve Makyavelli
Uğrağı, (Çev. Nami Başer, Zeynep Gambetti), Epos Yayınları,
İstanbul, 2002.
Ağaoğulları, Mehmet Ali (Ed.), Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da
Siyasal Düşünceler, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011.
Akal, Cemal Bali, Sivil Toplumun Tanrısı, Engin Yayınları, İstanbul,
1995.
Arendt, Hannah, İnsanlık Durumu, (Çev. Bahadır Sina Şener), İletişim
Yayınları, İstanbul, 2006.
Aristoteles, Politika, (Çev. Mete Tunçay), Remzi Kitabevi, İstanbul,
2000.
Ateş, Toktamış, Cumhuriyet ve Laiklik, Sarmal Yayınları, İstanbul,
1995.
Benevolo, Leonardo, Avrupa Tarihinde Kentler, (Çev. Nur Nirmen ),
Afa Yayınları, İstanbul,1995.
Berten, Andre vd. (Edit.), Liberaller ve Cemaatçiler, (Haz. Zeynep
Özlem Üskül Engin), Dost Kitabevi, Ankara, 2006.
Bloch, Marc, Feodal Toplum,(Çev. Mehmet Ali Kılıçbay), Gece
Yayınları, İstanbul,1995.
Cangızbay, Kadir, Sosyolojiler Değil, Sosyoloji, Öteki Yayınları,
Ankara, 1997.
Finley, Moses I., Antik ve Modern Demokrasi (Çev. Deniz Türker),
Ayraç Yayınları, Ankara, 2003.
Habermas, Jurgen, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü (Çev. Tanıl Bora
ve Mithat Sancar), İletişim Yayınları, İstanbul, 1997.
Hacker, Andrew, Siyaset Biliminin Temelleri: Amerikan Sistemi (Çev.
Ahmet Ulvi Türkbağ), Der. Yayınları İstanbul, 2000.
68
Hardt, Michael ve Negri, Antonio, İmparatorluk, (Çev. Abdullah
Yılmaz), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2003.
Held, David, Models of Democracy, California: Stanford University
Press, 1996.
Keane, John, Sivil Toplum ve Devlet: Avrupa’da Yeni Yaklaşımlar
(Çev. Levent Köker vd.), Yedikıta Yayınları, Ankara, 2004.
Keyman, Fuat ve Banu Turnaoğlu, “Neo Roma ve Neo Atina
Cumhuriyetçiliği: Cumhuriyetçilik, Demokratikleşme ve Türkiye”,
Doğu-Batı, Güz 2009, Y.11, S.47, s. 37-64.
Kymlicka Will, “Yükümsüz Özne”, (Çev. Zeynep Özlem vd.) Ed.
Berten vd., Liberaller ve Cemaatçiler, Dost Kitabevi, Ankara,
2006, s. 225-234.
Locke, John, Sivil Toplumda Devlet, (Çev. Hale Akman, Serdar Taşçı),
Metropol Yayınları, 2002.
Mardin, Şerif, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İletişim, İstanbul, 1998.
Montesquıeu, Kanunların Ruhu Üzerine I ve II, (Çev. Fehmi Baldaş ),
Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 1998.
Mouffe, Chantal, Demokratik Paradoks, (Çev. A.Cevdet Aşkın), Epos
Yayınları, Ankara, 2000.
Mumford Lewis, Tarih Boyunca Kent: Kökenleri, Geçirdiği
Dönüşümler ve Geleceği, (Çev. Gürol Koca, Tamer Tosun),
Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2007.
Özalp, Ahmet, Homo Politicusun Ontolojisi, Hitit Kitap, Çorum, 2009.
Özalp, Ahmet,"Vita Contemplativa ile Vita Activa Çerçevesinde KentFelsefe İlişkisi", II. Uluslararası Felsefe Kongresi: Şehir ve
Felsefe, 11-13 Ekim 2012, Uludağ Üniversitesi, Bursa.
Pettit, Philip, Cumhuriyetçilik: Bir Özgürlük ve Yönetim Teorisi, (Çev.
Abdullah Yılmaz), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1998.
Platon, Devlet, (Çev. Selahattin Eyuboğlu, M. Ali Cimcoz), Remzi
Kitabevi, İstanbul, 1975.
69
Pocock J. G. A., The Machievellian Moment: Florentine Political
Theory and The Atlantic
Republican Tradition, Princeton
University Press, New Jersey, 1975.
Popper, R. Karl, “Bilimin Amacı”, Sağduyu Filozofu Popper, (Der.
Cemal Güzel), Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1998.
Rousseau, J. Jacques, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı,( Çev.
R. Nuri İleri ), Say Yayınları, İstanbul, 1995.
Rousseau, J. Jacques, Toplum Sözleşmesi, (Çev. Vedat Günyol), Adam
Yayınları, İstanbul, 1994.
Sandel, Michael, “Usuli Cumhuriyet ve Yükümsüz Ben” (Çev. Eylem
Özkaya), Ed. Berten vd., Liberaller ve Cemaatçiler, Dost Kitabevi,
Ankara, 2006, s. 209-224.
Sartori, Giovanni, Demokrasi Teorisine Geri Dönüş (Çev. Tunçer
Karamustafaoğlu- Mehmet Turhan) Yetkin Yayınları, Ankara,
1996.
Shaw Carl K.Y, “Civic Republicanizm and Democratic PoliticsMichael Sandel and Contemporary Theories of Political
Community”, Euramerica, Vol.40, No. 4, December 2010.
Skinner, Quentin, Machiavelli (Çev. Cemal Atilla), Altın Kitaplar,
İstanbul, 2002.
Ed.
White, “The Ends of Republicanism”,
EarlyRepublic, 30, Summer 2010.
Journal
of
the
Zagorin Perez, “Republicanisms”, British Journal fort he History of
Philosophy 11(4), 2003.
70
YOAV PELED’İN ETNO-CUMHURİYETÇİLİK
KAVRAMI ÜZERİNE
Smadar Elhanan’ın (1984-1997) anısına...
Diren Çakmak
Özet
Çalışmada, Yoav Peled’in etno-cumhuriyetçilik kavramı
incelenmektedir. Peled’in siyasal düşüncesine yer verilmekte,
İsrail yurttaşlık tarihini anlamaya rehberlik eden bir tipoloji
olarak Peled’in çok katmanlı yurttaşlık tipolojisi açıklanmakta,
tipoloji bağlamında etno-cumhuriyetçilik kavramsallaştırmasının
içeriği ele alınmakta ve Peled’in gözünden etno-cumhuriyetçiliğin
tarihsel sosyolojik değerlendirmesine yer verilmektedir.
Çalışmada belge tarama ve içerik çözümleme araştırma
yöntemleri
kullanılmaktadır.
Liberal,
etnik-milliyetçi,
cumhuriyetçi ilkelerden müteşekkil Peled’in çok katmanlı
yurttaşlık tipolojisinin açıklanması, siyonizm, post-siyonizm ve
neo-siyonizm tartışmalarına temas etmeyi gerektirdiğinden,
çalışma siyonizm çerçevesinde yürütülen tartışmaları
içermektedir. Çalışmanın önemi, Türkiye’deki siyaset bilimi
literatüründe Peled’in etno-cumhuriyetçilik kavramı üzerine
yapılan ilk akademik araştırma olmasıdır.
Anahtar Sözcükler: Etno-Cumhuriyetçilik, Yurttaşlık, EtnikMilliyetçilik, Siyonizm, Post-Siyonizm.

Yrd. Doç. Dr., Hitit Üniversitesi, Hitit Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler
Fakültesi, İktisat Bölümü. [email protected]
71
GİRİŞ
Yoav Peled1 etno-cumhuriyetçilik kavramını İsrail siyaset
bilimi literatürüne 1992’de yazdığı makaleyle kazandırmıştır.
Peled İsrail’in kurulduğu 1948’den itibaren İsrail yurttaşlık
tarihini anlamak için üç katmanlı bir tipoloji önermiş; İsrail
yurttaşlığının, liberalizm ilkesi, etnik-milliyetçilik ilkesi ve
cumhuriyetçilik ilkesi olmak üzere üç bileşeni olduğunu öne
sürmüş; İsrail yurttaşlığına, liberal ilkenin evrensellik ve insan
haklarına saygı yaklaşımını, etnik-milliyetçi ilkenin Yahudi
özgülüğü ve Musevi dininden olmanın ayrıcalığını ve
cumhuriyetçi ilkenin siyonizmin meşruiyetini kattığını iddia
etmiştir. İsrail Devleti’nin kurucu düşüncesinin etnocumhuriyetçilikte ifadesini bulan Mamlakhtiyut (işçi siyonizmi
cumhuriyetçiliği) düşüncesi olduğunu, neo-liberal iktisat
politikalarının uygulanmasıyla, İsrail yurttaşlığını oluşturan üç
ilkeden cumhuriyetçi ilkenin geri plana düştüğünü ve liberal
ilkenin öne çıktığını, bunun sonucu olarak etno-cumhuriyetçi
politikaların tasfiye sürecine girdiğini öne süren Peled, İsrail
kurucu düşüncesinin yeni tanımının yapılması gerektiğini
düşünür.
Peled’in etno-cumhuriyetçilik kavramsallaştırması yaptığı
1992’deki makalesinden önce, İsrail’deki Doğu Yahudilerinin
(Mizrahi) iktisadi, siyasi ve toplumsal sistemdeki ötekiyi
oluşturduğunu iddia ettiği 1990’daki makalesinde İsrail
yurttaşlığının hiyerarşik yapısına dair erken çözümlemelere yer
verdiğini görmek mümkündür.2 Ancak bu, etno-cumhuriyetçilik
kavramının içeriğini açıkladığı ilk yıl olan 1992’yi esas almayı
yanlış
kılmamaktadır.
Peled’in
kavramsallaştırmasının
Tel Aviv Üniversitesi G.H.Gordon Toplum Bilimleri Fakültesi Siyaset Bilimi
Bölümü (Tel Aviv-İsrail) öğretim üyesi Prof. Dr. Yoav Peled’e etnocumhuriyetçilik kavramını anlamama yardım ettiği ve bana zaman ayırdığı için
teşekkür ederim.
2
Yoav Peled, “Ethnic Exclusionism in the Periphery: The Case of Oriental
Jews in Israel’s Development Towns”, Ethnic and Racial Studies, sayı: 3/3,
1990, s. 345-367.
1
72
Smooha’nın3 etnik demokrasiyi ve Yiftachel’in4 etnokrasiyi
kavramsallaştırdığı zamana denk düşmesi ise tesadüf değildir.
Filistin sorununun çözümüne yönelik başlatılan Oslo Barış
Süreci’nin mimarlarından Shimon Peres’in “The New Middle
East” kitabının 1993’te yayımlandığı akla gelirse5, İsrail iç ve dış
siyasetini bir arada okumak ve Yeni İsrail hayali kurmak
bakımından, Peled’in Peres’le benzerliği olduğunu da söylemek
mümkündür. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve SSCB’nin
çözülmesiyle, Rusya’dan bir milyona yakın Yahudi’nin İsrail’e
göçmesi, 1980’lerin ortasında ilk dalga ve 1990’ların başında
ikinci dalga olarak Etiyopya’dan Yahudi göçü, 1987-1993
yıllarında Birinci İntifada’nın yaşanması, 1994’te Filistin Özerk
Yönetimi’nin kurulması ve 22. Arap devleti olarak bağımsızlığa
hazırlanması,6 İsrail toplumunun % 20’sini oluşturan İsrail
yurttaşı Arapların kendilerini Filistin Arap ulusunun parçası
saymaya başlamaları, Beyaz Yahudi olarak nitelendirilebilecek
Batı Yahudilerinin (Aşkenazi) küresel ekonomiyle bütünleşmeleri
Sammy Smooha, “Minority Status in an Ethnic Democracy: The Status of
Arab Minority in Israel”, Ethnic and Racial Studies, sayı: 13/3, 1990, s. 389413. Smooha “etnik demokrasi” kavramını ilk kez 1990’da kullanmış olmakla
birlikte, etnik demokrasi kuramsallaştırmasının olgun haline 1997 yılındaki
makalesiyle ulaşmıştır. Sammy Smooha, “Ethnic Democracy: Israel as an
Archetype”, Israel Studies, sayı: 2/2, 1997, s. 198-241.
4
Oren Yiftachel, “Israeli Society and Jewish-Palestinian Reconciliation:
Ethnocracy and Its Territorial Contradictions”, Middle East Journal, sayı:
51/4, 1997, s. 505-519. Yiftachel, 1992’de etnik demokrasi üzerine makale
yazmış, süreç içinde “etnokrasi” kavramsallaştırması yapmaya koyulmuştur.
Oren Yiftachel, “The Concept of Ethnic Democracy and Its Applicability Case
of Israel,” Ethnic and Racial Studies, sayı: 15/1, 1992, s. 125-136.
5
Shimon Peres, The New Middle East, Henry Holt, New York,1993. Peres,
İsrail’in 9. cumhurbaşkanlığını yapmıştır. Oslo Barış görüşmelerinde, İsrail
dışişleri bakanıdır. Cumhurbaşkanlığı görevi sonrasında, 1996’da kurduğu
“The Peres Center for Peace” isimli sivil toplum örgütü aracılığıyla, İsrail
yurttaşı Yahudiler ve Araplar arasında iletişimi güçlendirmeye dönük
faaliyetlere imza atmıştır. İşçi siyonizmi hareketi içinde yetişmiş bir siyasetçi
olan Peres, İsrailli Arap ve Yahudi çocuklara dönük projelerle “Yeni İsrail”
hayaline hizmet etmektedir.
6
Dünyada 22 Arap devleti vardır. Arap devletleri, Fas, Tunus, Cezayir,
Komor, Cibuti, Yemen, Irak, Suriye,Mısır, Sudan, Lübnan, Libya, Ürdün,
Moritanya, Suudi Arabistan, Somali, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE),
Umman, Katar, Kuveyt, Bahreyn ve Filistin’dir. Dünyadaki tek Yahudi
devleti İsrail’dir.
3
73
ve liberalleşmeleri, Kara Yahudi nitelendirilebilecek, Araplarla
kültürel benzerlikler taşıyan Doğu Yahudilerinin (Mizrahi)
radikalleşmeleri ve etnik-dinsel milliyetçiliğin taraftarı haline
gelmeleri, Peled’in kavramsallaştırmasının tarihi arka planını
oluşturmaktadır.
Etno-cumhuriyetçilik kavramsallaştırması Peled’e aittir.
Bununla beraber, politik ekonomi çözümlemelerinin gerektirdiği
durumlarda Peled’in Shafir ile ortak çalışmaları olması nedeniyle,
üç katmanlı İsrail yurttaşlık tipolojisi, Peled’e ve Shafir’e birlikte
mal edilmektedir. Bu yanlışlığın sebebi, Peled ve Shafir’in
2002’de birlikte yazdığı “İsrailli Olmak” başlıklı kitap dışındaki
literatürü görmezden gelmektir.7 Halbuki 1992’den 2002’ye
kadar Peled’in hem tek başına hem de başka yazarlarla hem de
Shafir ile pek çok çalışması vardır ve bu çalışmalarında da İsrail
çok katmanlı yurttaşlık tipolojisinin asıl sahibinin Peled olduğunu
tespit etmek mümkündür.8 Shafir’in tek yaptığı çalışmalara
bakıldığında9da çok katmanlı yurttaşlık tipolojisinin sahibinin
Peled olduğunu görmek mümkündür.
Peled’in etno-cumhuriyetçilik kavramsallaştırması, İsrail
siyasal yaşamını açıklamada önemli bir kuramsal araç olarak
kendini göstermektedir. Oslo Barış Süreci mimarlarından
Rabin’in 1995’te Yahudi milliyetçisi Mizrahi tarafından
öldürülmesi, 2000-2005 yıllarında İkinci İntifada’nın yaşanması,
Filistin sorununun çözümsüzlüğünün İslamcı hareketleri
radikalleştirmesi, Güneydoğu Asya ve Afrika’dan İsrail’e misafir
işçi gelmesinin İsrailli Araplar tarafından Araplara alternatif ucuz
7
Gershon Shafir & Yoav Peled, Being Israeli: The Dynamics of Multiple
Citizenship, Cambridge University Press, Cambridge, 2002.
8
Gershon Shafir & Yoav Peled, “Introduction: The Socioeconomic
Liberalization of Israel”, The New Israel: Peacemaking & Liberalization, (ed.
G. Shafir & Y. Peled), Westview, Boulder, 2000, s. 1-13. Gershon Shafir &
Yoav Peled, “Peace and Profits: The Globalization of Israeli Business and the
Peace Process”, (ed. G. Shafir & Y. Peled), Westview, Boulder, 2000, s. 243264.
9
Gershon Shafir, Land, Labor and the Origins of the Israeli-Palestine
Conflict:1882-1914,Cambridge University Press, Cambridge, 1989. Gershon
Shafir, “Israeli Society: A Counterview”, Israel Studies, sayı: 1/2, 1996, s.
189-213.
74
işgücü oluşturulduğu biçiminde yorumlanması, İsrail toplumsal
yaşamında Yahudilik ve Musevilik kimliğinin kesişen öğeleri
üzerinden tartışmalar, İkinci İntifada sonrası etnik-dinsel
milliyetçiliğin yükselmesi, İsrail siyasetinde evrensellik ve
özgülük, liberalizm ve devletçilik, yurttaşlık ve kandaşlık
geriliminin gündemden düşmemesi, siyasal ve toplumsal
liberalizm çerçevesinde anlamlandırılabilecek post-siyonizm
sürecine girildiği sanılmaktayken, etnik-dinsel (Yahudi-Musevi)
milliyetçilik çerçevesinde anlamlandırılabilecek neo-siyonizmin
güçlenmesi, Peled’in İsrail yurttaşlık tipolojisinin ve bu tipoloji
çerçevesinde tanımladığı etno-cumhuriyetçiliğin rehberliğinin
İsrail siyasal ve toplumsal yaşamını anlamlandırmada
vazgeçilmez olduğunu göstermektedir.
Çalışma üç bölümden oluşacaktır. Birinci bölümde
Peled’in siyasal düşüncesine yer verilecek, ikinci bölümde etnocumhuriyetçilik kavramı açıklanacak ve üçüncü bölümde etnocumhuriyetçiliğin
Peled
gözünden
tarihsel
sosyolojik
değerlendirmesine yer verilecektir. Çalışmada belge tarama ve
içerik çözümleme araştırma yöntemleri kullanılacaktır. İbranice
terimler zaruret arz etmedikçe kullanılmayacak, anlam kayması
endişesinin doğabileceği hallerde İbranice terime yer verilecektir.
Çalışmada, Filistin sorunu, İsrail’in sınırlarının belirli olmaması,
Filistin Özerk Yönetimi’nin geleceği, Filistin bağımsızlık
hareketi içindeki bölünmeler gibi güncel polemiklere alet
edilebilecek konulara ilişkin değerlendirme yapmaktan
kaçınılacak,
etno-cumhuriyetçiliğin
anlaşılmasını
gölgeleyebilecek tartışmaların öne çıkması engellenebilmiş
olacaktır. Bununla beraber, kavramın açıklanması tarihi ve güncel
olaylardan bağımsız olamayacağından, polemik yaratabilecek
konulara girilmesi durumunda, İsrail tarihinden örneklere yer
verilirken, İsrail resmi tarihçiliğinin, yeni tarihçiler ekolünün ve
Filistinli Arap tarih yazıcılığının kullandığı terimler bir arada
kullanılacak ve çalışma dilinin yansızlaştırılmasına gayret
edilecektir. Çalışmada “koloniyalizm” yerine “sömürgecilik” ve
“homojen” yerine “türdeş” kullanılabilecek, İbranice’den
Türkçe’ye tercümede “İş Partisi” olarak anılması gereken
Haavoda, Türkçe siyaset bilimi yazınındaki yaygın kullanıma
sadık kalınarak “İşçi Partisi” olarak anılacaktır. “İşçi siyonizmi
75
cumhuriyetçiliği” yerine Latinize edildiğinde “Mamlakhtiyut”
sözcüğüne karşılık gelen ve “memleketçilik” biçiminde tercüme
edilebilecek “Mamlakhtiyut” sözcüğü kullanılacaktır. Latinize
edilen İbranice sözcüklerin kullanımı halinde, ilk kullanımda
açıklama parantez içinde verilecek ve sözcüğün tekrar
kullanımında parantezli kullanım yoluna gidilmeyecektir.
Çalışmanın önemi, Peled’in etno-cumhuriyetçilik kavramını
Türkçe siyaset bilimi yazınına kazandıran ilk çalışma olmasıdır.
PELED’İN SİYASAL DÜŞÜNCESİ
Peled kendini neo-Marksist olarak nitelendirmektedir.
Çalışmalarında Marksist teoriye liberal açılım uygulayan bir
yaklaşım tespit etmek mümkündür. İsrail resmi tarih yazıcılığına
şüpheyle bakan Peled’in yeni tarihçiler ekolü iddialarını doğru
saymaya eğilimli olduğu söylenebilir. “Değişim, yeni ve
gelecekçilik” sözcüklerinin Peled düşüncesinde önemli ağırlığı
olduğunu kaydetmek gerekir.10
Peled’in babasının İsrail ordusu generallerinden, 19481949 Arap-İsrail savaşında çarpışan ve 1967 savaşından iki yıl
sonra ordudan ayrılmayı seçen Matti Peled (1923-1995)
olduğunu, Peled’in siyasi düşüncesinin şekillenmesinde 19841988 yıllarında İsrail Meclisi’nde (Knesset) milletvekilliği yapan,
İsrail’in 1948 topraklarına geri çekilmesi gerektiğine dair
görüşleriyle tanınan Matti Peled’in etkisinin yadsınamaz
İsrail siyasal yaşamında “çocuklar” ve “gelecek” vurgusu merkez
sol,“baba” ve “geçmiş” vurgusu merkez sağ siyaset dilinde hakimdir. Postsiyonistler gelecek vurgusu, neo-siyonistler geçmiş vurgusu yaptıklarından,
post-siyonistler “solcu” sayılmakta ve neo-siyonistler “sağcı” sayılmaktadır.
Peled, sol siyaset diline sahiptir. “Post-siyonizm” kavramının resmi doğum
tarihi 13 Eylül 1993’tür. Bu tarih, İsrail adına dönemin başbakanı, işçi
siyonizmi hareketinden yetişmiş Rabin (1922-1995), Filistin Kurtuluş Örgütü
adına örgütün başkanı, sosyalist-milliyetçi Filistin Arap bağımsızlık hareketine
mensup Arafat (1929-2004) arasında, 1993-2001 yıllarında Amerika Birleşik
Devletleri (ABD) başkanlığı yapan Demokrat Partili Bill Clinton nezaretinde,
Washington’da Birinci Oslo Barış Antlaşması’nın imzalandığı tarihtir. Zira 13
Eylül 1993 “Yeni İsrail” kavramının resmi doğum günüdür.
10
76
olduğunu kaydetmek gerekir. Yoav Peled’in annesinin İsrail
Bağımsızlık Bildirgesi imzacılarından Abraham Katznelson’ın
(1888-1956) kızı olduğu hatırlandığında, onun iç oryantalizmin
mağduru olmadığı çıkarımını yapmak doğru olur. Barış eylemcisi
Miko Peled’in ağabeyi ve Internet sanatçısı olarak tanınan ve
Gazze’deki Arapların yoksulluklarına dair ilginç görsel
çalışmalar hazırlayan Horit Herman Peled’in eşi olmasının
Peled’in siyasi duruşunun şekillenmesinde etkili olup olmadığını
tespit etmek mümkün değilse de, onun, Marksist teoriye liberal
açılım uygulayan bir yaklaşıma sahip olmasıyla, Horit Herman
Peled’in kültürel Marksistler Walter Benjamin ve Fredric
Jameson izleyicisi olması arasında ilinti kurmak olasıdır.
Yurttaşlığın bireyin devlet karşısındaki konumlanışını
tarif eden statü olduğu, siyasal topluluğa üyelik ve üyesi olunan
siyasal topluluğun kaderini belirlemeye katılımı içerdiği akla
gelirse, yurttaşlık tartışmalarının eşitlik ve farklılık ekseninde
seyir etmesinin kaçınılmaz bir durum olduğunu söylemek doğru
olur. Nitekim Peled, insanlık için, medeni hakların 18. yüzyıl,
siyasi hakların 19. yüzyıl, toplumsal hakların 20. yüzyıl kazanımı
olmasından hareketle;11 kültürel hakların12 veya kimlik
haklarının13 21. yüzyıl yurttaşlık haklarına eklenmesini olağan
karşılar. Ulus-devlet yurttaşlık anlayışının sonlandığı iddiasına
itibar eden Peled,14 İsrail yurttaşlık tarihini anlamak için üç
katmanlı tipolojisini kurgularken ve buna bağlı olarak etnocumhuriyetçi yurttaşlık politikalarını açıklarken; evrensellik ve
özgülük, liberalizm ve devletçilik, kandaşlık ve yurttaşlık
ikilemini aşmaya çalışır. İsrail siyasi, iktisadi, toplumsal
Marshall insanlığın gelişimine göre, ilave haklar kuşağının kazanım olarak
ortaya çıktığını düşünerek sınıflandırma yapar. Thomas H. Marshall,
“Citizenship and Social Class”, Class Citizenship and Social Development,
(ed. T. H. Marshall), Greenwood, Westport, 1973, s. 65-122.
12
Bryan S.Turner, kültürel hakların yeni kuşak haklardan olduğunu düşünür.
Bryan S. Turner, Citizenship: Critical Concepts, Routledge, London,1994.
13
Engin F. Işın ve Patricia K. Wood, kimlik haklarının 21. yüzyıl haklarından
olduğu iddia eder. Engin F. Işın & Patricia K. Wood, Citizenship and Identity,
Sage Publications, London, 1999.
14
Yoav Peled, “Towards a Post-Citizenship Society? A Report From the
Front”, Citizenship Studies, sayı: 11/1, 2007, s. 96.
11
77
yaşamındaki zıtlıklar dışındaki gri alanları anlamlandırmayı
amaçlar.15
Sınıf mücadelesinin yerini 21. yüzyılda sınıf ilişkili
mücadelelere bıraktığı görüşündeki Peled, dinsel, mezhepsel,
etnik veya toplumsal cinsiyete dayalı çatışmaların sınıf ilişkili
mücadeleler olduğunu düşünmektedir.16 Peled’e göre, Marksist
yaklaşım çerçevesinde 21. yüzyılda klasik işçi sınıfı veya burjuva
sınıfı aramak anlamsızdır ve bir biçimde ötekileştirilen kimliğe
sahip insanların mücadelelerini sınıf ilişkili mücadeleler olarak
görmemek yanlıştır.17 Peled sınıf ilişkili mücadeleleri sadece
iktisadi açıdan ele almaz. Mücadeleleri, siyasi ve kültürel ilişkiler
çerçevesinde de ele almayı doğru bulur. Örneğin, heteroseksüel
kimliğe sahip olmayanların İsrail’de dışlanmalarını iktisadi,
siyasi ve toplumsal açıdan ve bu üç açıya eş göndermelerde
bulunarak incelemek gerektiğini düşünür.
Etno-cumhuriyetçilik kavramı; yeni yurttaşlık önerisi
olarak kavramsallaştırılan, farklılaştırılmış yurttaşlık,18 radikal
demokratik yurttaşlık,19 esnek yurttaşlık,20 ulus aşkın yurttaşlık,21
post-ulusal yurttaşlık,22 çok kültürlü yurttaşlık,23 ekolojik
Gershon Shafir & Yoav Peled, Being….,2002, s. 33.
Yoav Peled,“Towards a Definition of Jewish Nationalism in ısrael? The
Enigma of Shas”,Ethnic and Racial Studies, sayı: 21/4, 1998,s.705.
17
Yoav Peled, “Towards…”,1998,s.707.
18
Iris Marion Young, Polity and Group Difference: A Critique of the Ideal of
Universal Citizenship”, Ethics, sayı:99/2,1989, s. 250-274.
19
Chantal Mouffe, “Democratic Citizenship and the Political Community”,
Dimensions
of
Radical
Democracy,(ed.Chantal
Mouffe),Verso,London,1992,s.225-239.
20
Aihwa Ong, “On the Edge of Empires: Flexible Citizenship among Chinese
Diaspora, Positions, sayı:1/3,1993,s.745-778.
21
Rainer Bauböck, Transnational Citizenship:Membership Rights in
International Migration,Edward Elgar, Alershot,1994.
22
Yasemin Nuhoğlu Soysal, Limits of Citizenship:Migrants and Postnational
Membership in Europe, University of Chicago Press, Chicago,1994.
23
Will Kymlicka, Multicultural Citizenship: A Liberal Theory of Minority
Rights, Clarendon Press, Oxford,1995.
15
16
78
yurttaşlık,24 anayasal yurttaşlık,25 küresel yurttaşlık,26 ulussuz
yurttaşlık,27 diasporik yurttaşlık,28 post-kozmopolitan yurttaşlık29
gibi önerilerle birlikte değerlendirildiğinde; etno-cumhuriyetçi
yurttaşlık politikalarının 20. yüzyıla ait olduğunu tespit etmek
mümkündür. Etno-cumhuriyetçilikle işçi siyonizmi eşleştirmesi
yapan Peled, liberal-cumhuriyetçilik ile post-siyonizmi eşleştirir.
İsrail Devleti kurucu düşüncesinin, devlet-yurttaş ilişkilerinin
eşitlik ilkesine göre yeniden tanımlanarak değiştirilmesi amacına
yönelik işçi siyonizmini eleştiren Peled, liberal siyonizmi ve
revizyonist siyonizmi, işçi siyonizmi gibi 20. yüzyıla ait ideoloji
sayar.30 Peled’in siyonizm eleştirisinin Pappe,31 Khalidi,32
Masalha33 gibi araştırmacıların eleştirisinden farklı olduğunu
belirtmek gerekir.
Bart van Steenbergen,“Towards a Global Ecological Citizen”, The Condition
of Citizenship,(ed.B.v.Steenbergen), Sage Publications,London,1994,s.141152.
25
Jürgen Habermas,“Citizenship and National Identity”,The Condition of
Citizenship,(ed.B.v.Steenbergen),Sage Publications, London,1994,s.20-35.
26
Richard Falk,“The Making of Global Citizenship”,The Condition of
Citizenship,(ed.B.v. Steenbergen),Sage Publications, London,1994,s.127-140.
27
Saskia Sassen, Losing Control? Sovereignty in an Age of Globalization,
1995 Columbia University Leonard Hastings Schoff Memorial Lectures,
Columbia University Press,New York,1996.
28
Michel S.Laguerre, Diasporic Citizenship: Haitian Americans in
Transnational America, St. Martin’s Press,New York,1998.
29
Andrew Dobson, Citizenship and Environment, Oxford University Press,
New York,2003.
30
Dünya Siyonist Örgütü’nün kurucusu (örgüt kuruluş tarihi 1897) Theoder
Herzl (1860-1904) liberal siyonizm kuramcısıdır. 1948’de kurulan İsrail
Devleti’nin ilk devlet başkanı Chaim Azriel Weizmann(1874-1952) liberal
siyonisttir. İsrail Devleti’nin ilk başbakanı David Ben-Gurion (1886-1973) işçi
siyonistidir. Klasik siyonizm içindeki üçüncü siyonizm, Zeev Jabotinsky’nin
(1880-1940) kuramcısı olduğu revizyonist siyonizmdir.
31
Ilan Pappe, The Making of Arab-Israel Conflict:1947-1951, I. B. Tauris,
London, 1992.
32
Rashid Khalidi, “The Palestinians and 1948: The Underlying Causes of
Failure”, The War For Palestine: Rewriting the History of 1948, (ed. E. Rogan
& A. Shlaim), Cambridge University Press, Cambridge, 2001, s. 12-36.
33
Nur Masalha, “New History, Post-Zionism and Neo-Colonialism: A Critique
of the Israeli New Historians”, Holy Land Studies, sayı: 10/1, 2011, s. 1-53.
24
79
Ram’ın34
post-siyonizm
yaklaşımlarına
dair
sınıflandırması esas alınırsa, Peled’i Foucaultcu post-modernist
yaklaşım olarak post-siyonizm temsilcilerinden saymak
isabetlidir. Her ne kadar Peled yaklaşımının Morris’in35 postsiyonizm yaklaşımıyla benzer olduğunu düşünmekteyse de;
ötekilik, çok kültürlülük, farklılık vurgusu yapması, postmilliyetçiliği bir özgürleşme olarak görmesi, siyonizmi tek
tipleştirme amacını güttüğü iddiasıyla eleştirmesi, siyonizmi
kimlikleri bastırmakla itham etmesi, İsrail’deki mevcut devletyurttaş ilişkilerinin yapı sökümüne uğratılmasının zorunlu
olduğuna işaret etmesi, siyonizmin bilgi ve güç ağının
çözülmesini demokratikleşme sayması ve inkar edildiğini iddia
ettiği kimliklerin seslerini yükseltmesini normalleşme olarak
görmesi bakımından Peled’i, Silberstein36 ile benzer siyonizm
eleştirisine sahip kabul etmek doğru olur.
Foucaultcu post-modernist yaklaşım olarak postsiyonizmin Yeni İsrail projesi, her halkın öz-yönetimi olmasını
esas alan, kimliklere dayalı koalisyon olarak toplumken;
Habermasçı post-modernist yaklaşım olarak post-siyonizmin,
kimlikçiliği kabileler toplamı yaratması bakımından tasvip
etmediğini ve bu nedenle post-modernist yaklaşım olarak postsiyonizmin Foucaultcu ve Habermasçı olarak ikiye ayrılması
gerektiğini düşünen Ram’ın, Habermasçı post-modernist
yaklaşım olarak post-siyonizmin temsilcisi olarak Shafir’i
gösterdiği37 dikkate alınırsa,Foucaultcu post-modernist yaklaşım
olarak post-siyonizm temsilcileri içinde Peled’i saymak sorunlu
gözükmekteyse de; Peled ve Shafir’i ortak çalışma yapmaya iten
başlıca düşünsel ortaklığın, ikisinin, İsrail siyasal, iktisadi,
toplumsal hayatında diaspora ve anayurt, zayıflık ve güçlülük,
pasif ve aktif Yahudi, holokost ve kahramanlık türünden ikilikleri
reddetmesi olduğu akla gelirse; Shafir’i ve Peled’i post-modernist
34
Uri Ram, Israeli Nationalism:Social Conflicts and the Politics of
Knowledge, Routledge, New York, 2011.
35
Benny Morris, Birth of Palestinian Refugee Problem:1947-1948, Cambridge
University Press, Cambridge,1987.
36
Laurence J. Silberstein, The Postzionism Debate: Knowledge and Power in
Israeli Culture, Routledge, New York, 1999.
37
Uri Ram, Israeli…., 2011, s. 91.
80
yaklaşım olarak post-siyonizm altında birlikte saymanın, Shafir’i
Habermasçı post-modernist yaklaşım olarak post-siyonist ve
Peled’i Foucaultcu post-modernist yaklaşım olarak post-siyonist
kabul etmenin yanlış olmayacağı öne sürülebilir. Zaten hem
Shafir hem Peled, İsrail’e göç etmeyen diaspora üyelerinin zayıf
ve pasif Yahudi olduğuna, İsrail’i dünyadaki tüm Yahudiler için
anayurt devleti olarak kurmakla özveri örneği veren İsrail kurucu
babalarının kahramanlığının yadsınamayacağına dair kabulleri
bakımından resmi tarihçiliğe eleştirel bakmaktadır.38
Peled’in Foucault, Gramsci ve Bloch’tan etkilendiğini
görmek mümkündür. Anti-pozitivisttir. Marks’ı Kantçı
yorumlamayı pozitivizm tuzağına düşmek olarak kabul eder.
Peled’e göre, ekonomi toplumsal ilişkilerin bir yönüdür,
toplumsal ilişkilerin tüm çelişkilerini içerir. Altyapı ve üstyapı
ilişkisini karşılıklılık zemininde ele alır. Gerçekliğin çelişkili
olduğu görüşünü savunan Peled, Kantçı düşünce geleneğini
düzenlilikleri açıklamak derdinde olmakla itham eder ve
kuramdan beklenilenin gerçekliğin karmaşık ilişki ve süreçlerini
göstermek olduğunu söyler. Peled’e göre gerçeklik tamamen
düzensiz bir doğaya sahip kabul edilmez ancak Peled,
düzenliliğin gerçekliğe içkin çelişkinin aldığı biçim olduğu
görüşündedir. Tarihsel sürecin açık uçlu olduğunu savunur.
Peled’e göre, değişim kaçınılmazdır ancak değişimin geleceği
çelişkilidir ve çok sayıda olasılık taşır.
Peled işlevselciliği eleştirir.39 İsrail siyasal ve toplumsal
tarihini işlevcilik rehberliğinde okumayı sorunlu bulur.
Eisenstadt,40 Horowitz & Lissak41 gibi işlevselci sosyologlar
siyasal ve toplumsal sistemde tıkanmaları yüklenme olarak
görmektedirler, bu ise değişimi açıklayamamaktadır.42 Batıda
Gershon Shafir & Yoav Peled, Being…., 2002, s. 26.
Gershon Shafir & Yoav Peled, Being…., 2002, s. 23.
40
Shmuel N. Eisenstadt, Israeli Society, Weidenfeld & Nicolson,
London,1968. Shmuel N. Eisenstadt, The Transformation of Israeli Society,
Weidenfeld & Nicolson, London,1985.
41
Dan Horowitz & Moshe Lissak, Trouble in Utopia: The Overburdened
Polity of Israel, Suny Press, Albany, 1989.
42
Gershon Shafir & Yoav Peled, Being…., 2002, s. 27.
38
39
81
1960’ların başında terk edilen işlevselciliğin, İsrail sosyoloji
yazınında, 1980’lerin ortasına kadar hakim olmasını eleştiren
Peled; geleneksel ve modern ayrımına dayalı, işçi siyonizminin
görüşünü meşrulaştırmaya hizmet eden, modernizmin taşıyıcısı
olarak gördüğü işlevselciliğin, Yishuv (İsrail’in kuruluşu
öncesinde Filistin’deki Yahudi topluluğu) ve Mamlakhtiyut
politikaları döneminde Aşkenazi hegemonyasını meşrulaştırdığı
görüşündedir.43 İşçi siyonizmi hareketi mensuplarının hizmet
seçkinleri sayılmasının müsebbibi gördüğü işlevselcilerin
analizlerini tartışan Peled; Aşkenazilerin ABD, Kanada, İngiltere
yerine Filistin’e gelmeyi seçerek fedakarlıkta bulundukları, bu
fedakarlıklarını sahip oldukları yüksek idealle açıklamalarına izin
veren işlevselciliğe sert eleştiriler yöneltir. Eisenstadt’ın
Aşkenazileri hacı (olim) saymasını ve diğer Yahudileri göçmen
kabul etmesini (Filistin’e göç dışında seçenekleri olmadığı için)
yurttaş hiyerarşisini pekiştiren tespit olarak nitelendirir.44
İşlevselcileri; İsrail siyasi, iktisadi ve toplumsal yapısının
merkezindeki Aşkenazilerin çıkarlarını yarı-merkez ve çevre
aleyhine çoklaştırma kaygısıyla bilgi üretmekle itham eder ve
işlevselciliğin 1977 genel seçimlerindeki İşçi Partisi hezimetini
açıklayamadığını öne sürer.45 Peled’e göre, işlevselcilerin
beklentilerinin aksine, Mizrahilerin İsrail doğumlu ikinci
kuşağına Aşkenazi asimilasyon girişimi işe yaramamıştır.46
İşlevselciliği Filistin sorununu dış politika konusu görmesi
bakımından da eleştiren, İsrail’i sınırları belirli devletmiş gibi
kabul etmesi açısından gerçek tabloyu okumaktan uzak sayan
Peled; işlevselci sosyologları Birleşmiş Milletler(BM) tarafından
İsrail’in tanınmış sınırlarıyla, İsrail’in kendinin saydığı toprağın
(Eretz Yisrael) örtüşmediğini ihmal etmekle ve koloniyalizmi
meşrulaştırmak ile eleştirir.47
Gershon Shafir & Yoav Peled, Being…., 2002, s. 28.
Yoav Peled, “Towards…”, 1998, s. 713.
45
Gershon Shafir & Yoav Peled, Being….,2002, s. 29.
46
Yoav Peled, “Towards…”, 1998, s. 708.
47
Yoav Peled, “Profits or Glory? The Twenty-Eight Elul of Arik Sharon”, New
Left Review, sayı: 29, 2004, s. 49.
43
44
82
Peled’in
İsrail’deki
asker-sivil
ilişkilerine
dair
görüşlerinin48 Levy’nin görüşüyle benzerlik arz ettiği
söylenebilir.49 Peled, Levy gibi neo-liberal iktisat politikalarının
uygulanmasıyla, Aşkenazilerin girişimcilik pozisyonunu askeri
pozisyona tercih etmeye başladıkları kanaatindedir. Peled’in
fordist kapitalizmden post-fordist kapitalizme geçiş ve buna bağlı
olarak üretimcilikten tüketimciliğe doğru bir dönüşüm olduğuna
ve ulusal ekonominin yerini küresel ekonomi paradigmasına
bıraktığına
dair tespitlerini, yeni istihdam biçimlerinin
görülmesini bu çerçevede anlamlandırmasını Jessop’ın50 aynı
bağlamdaki görüşleriyle paralel saymak olasıdır. Peled, teori ve
pratik arasında ayrımı reddeder. Teori pratikten daha soyut değil
ve pratik de teoriden daha somut değildir. Peled’e göre, teorinin
kendisi bir pratiktir. Pratik de aslında bir teoridir. Peled için siyasi
bir sorun aynı zamanda felsefi bir sorun veya iktisadi bir sorun
veya tarihi bir sorun veya hepsi birden olabilmektedir. Peled’in
bilimsel bilgi üretme üslubunda dikkat çekici özelliği, ampirik
öğeleri teorik çözümleme içine yerleştirmesidir. Nitekim Peled’in
etno-cumhuriyetçilik kavramının bileşenlerini tespit etmek,
kavramın bileşenlerini tarihsel olaylara gönderme yapmaksızın
soyutlamak olanaksızdır. Öyle ki, etno-cumhuriyetçilik kavram
kümesi elemanlarının tanım sınırlarını görmek oldukça güçtür.
Her elemanın açıklanması yansımalı bir açıklama olmakta,
kavramın ana bileşenlerini açıklamaya dair çaba sistematik
olmaktan uzaklaşmayı zorunlu kılmaktadır.
Peled’e göre yurttaşlık varoluş biçimidir. Yurttaşlık
tarihsel olarak çözümlenmesi gereken bir kavramdır. İsrail
yurttaşlığını anlamak için, liberal ilke, etnik-milliyetçi ilke,
cumhuriyetçi ilke arasındaki ilişkileri tahlil etmek gerekir.
Böylece çelişkilerin hareketini izlemek mümkün olabilecektir.
İlkeler arasındaki ilişkileri Peled, değişken ve açık uçlu
varsaydığından; siyasi, iktisadi ve toplumsal ilişkiler arasına
Yoav Peled, “Profits…, 2004, s. 63.
Yagil Levy, “Social Convertibility and Militarism: Evolution of the
Development of Military-Society Relations in Israel in the Early 2000s”,
Journal of Political and Military Sociology, sayı: 31/1, 2003, s. 71-96.
50
Bob Jessop, The Future of Capitalist State, Polity Press, New York, 2003.
48
49
83
kesin sınırlar çizerek, toplumsal tabakalaşmayı anlamak
olanaksızdır. Peled’in ezber bozucu tespitleri vardır. Örneğin
Peled’e göre, işçi siyonist hareketi aristokratik bir harekettir.
Hareketin iktisadi liberalizmi reddetmiş olması sosyalizm
nitelendirmesi için yeterli değildir. İşçi siyonist hareketi sosyal
demokrat bir hareket değildir, sağ harekettir. Kavramları
etimolojik kökleriyle değerlendirme alışkanlığına sahip Peled’in
tarihsel süreç içinde kavramların içeriğinin nasıl değiştiğini
göstermesi, üslubunda belirgin özellik olarak öne çıkmaktadır.
Örnek vermek gerekirse, Histadrut’un İbranice örgüt anlamına
gelip sonra sendika anlamını kazanmasını vurgulaması
gösterilebilir. Peled, toplumun tarih üstü diyalektik yasalar içinde
devindiğine dair görüşleri reddeder. Bir kavramın tarihsel
koşullarından kopartılarak her yerde ve her zaman aynı anlama
gelmeyeceğini düşünür.
Peled, yurttaşlığın ayrıcalık sayıldığı günlerin geride
kaldığı görüşündedir.51 Peled, toplumsal cinsiyet tercihi
bakımından ayrımcılığa maruz kalan gruplar için özel temsil
hakkı, farklı dinden gruplar için çok kültürlülük hakkı, varlığı
korunması gereken yerli halklar için öz-yönetim hakkı gibi
hakların tanınmasına sıcak bakar. Eşitliğin aynılık olarak
algılanmasına itiraz eder, farklı toplulukların farklı
zamansallıkları olabileceğini öne sürer, tek zamansallığın herkese
dayatılmasını yanlış bulur ve liberal yurttaşlık anlayışının
biçimsel bir eşitlik önerdiği iddiasındadır.52 Peled’in ortaklıkçı
demokrasiyi
benimsediği
düşünülebilir.
Shapiro’nun53
Mizrahilerin farklılıklarının Aşkenaziler tarafından silinmeye
çalışıldığına dair görüşüne sahip çıkan Peled, yaşam tarzı
farklılıkların ortadan kaldırılmasını insan onuruyla bağdaşmaz
bulur. Yahudi yerleşimcilerin 1882’den itibaren, Filistinli
Yoav Peled, “Towards a Post-Citizenship Society? A Report From the
Front”, Citizenship Studies,sayı: 11/1, 2007, s. 96.
52
Yoav Peled, “The Viability of Ethnic Democracy: Jewish Citizens in InterWar Poland and Palestinian Citizens in Israel”, Ethnic and Racial Studies,
sayı: 34/1, 2011, s. 97.
53
Yonathan Shapiro,“Political Sociology in Israel: A Critcal Review”, Politics
and Society in Israel: Studies in Israel Society, cilt: 3, (ed. E. Krausz),
Transaction, New Brunswick,1985, s. 6-16.
51
84
Araplara etnik temizlik yaptığını düşünür.54 Neo-siyonizmin
etnik-milliyetçiliğe dayalı yaklaşımını İsrail için siyasal
istikrarsızlık unsuru sayar. Post-siyonist olarak tanınan yeni
tarihçi ekolüne mensup Morris’in Masalha tarafından neosiyonist sayılması yönündeki iddiasını55 reddeden, Pappe’yi nonsiyonist kabul eden; Shafir, Ophir, Azoulay, Ram gibi isimleri
post-siyonist sayan Peled; etno-cumhuriyetçi politikalara dayalı
toplumsal mühendisliğin sonuçlarından arınmanın kolay olmadığı
kanaatindedir. Azoulay & Ophir’in İsrail’deki ötekilik ve çok
kültürlülük söylemini56 post-siyonizme indirgeyen yaklaşımını
sınırlı bulduğu söylenebilir. Post-siyonist İsrail Devleti’nin, Peled
düşüncesinde, Liebman & Yehiya’nın vizyonsuz devlet57 dediği
liberal devlete karşılık geldiğini de söylemek doğru değildir.
Bunu, Peled’in, Tilley’in kitabına ilişkin değerlendirmelerinden
çıkarsamak mümkündür.58
Peled, kurucuların İsrail’in tıpkı ABD veya Kanada gibi
göçmen devlet özelliği taşımaktan öteye geçmeyeceği gerçeğini
reddetmekle, suyun akış yönünü değiştirdiklerini düşünmekte,
İsrail Devleti’nin kurulması öncesinde Doğu Yahudilerinin Arap
çoğunluğun olduğu topraklarda mutlu yaşadıklarını öne sürmekte,
Yahudiler ile Arapların birbirlerinden nefret etmeleri nedenini
Aşkenazi seçkinciliğiyle açıklamaktadır.59 Peled, Araplarla iç içe
yüzyıllardır yaşamış olan Doğu Yahudilerinin 1948-1949 Savaşı
sonrasında İsrail’e göç ettiklerinde, Arapça konuştuklarından,
İsrail’de kendilerini dilsiz bulduklarını, Arap kültürüne benzediği
Yoav Peled, “The Viability…., 2011, s. 92.
Nur Masalha, “New History…, 2011, s. 30.
56
Ariella Azoulay&Adi Ophir, “One Hundred Years of Zionism: Fifty Years
of a Jewish State”, Tikkun, sayı: 13/2, 1998, s. 68-71.
57
Charles S. Liebmann & E. Don Yehiya, Civil Religion in Israel: Traditional
Judaism and Political Culture in the Jewish State, University of California
State, Berkeley, 1983.
58
Virginia Tilley, The One-State Solution: A Breakthrough for Peace in the
Israeli-Palestinian Deadlock, Manchester University Press, Manchester, 2005.
Yoav Peled, “Zionist Realities: Debating Israel-Palestine”, New Left Review,
sayı: 38, 2006, s. 21-36.
59
Yoav Peled, “Ethnic Democracy and the Legal Construction of Citizenship:
Arab Citizens of Jewish State”, American Political Science Review, sayı: 86/2,
1992, s. 432-443.
54
55
85
için kültürlerini yaşamaktan alıkonulduklarını düşünmektedir.
İnsanlar arası eşitliği tıpkı Tourainne gibi herkesin farklı olabilme
eşitliği
olarak
gören60
ve
eşitliğin
aynılaştırmayla
sağlanamayacağını savunan Peled’in tikelciliğinin evrenselliği
reddeden bir zeminde belirmediğine, özgülük ve evrenselliğin
dinamik ilişki içinde olduğu görüşünü öne sürdüğüne dikkat
çekmek gerekir.
Peled, özgürlük ve eşitlik arasında bir tercih yapılmasını
yanlış bulur. Onun eşitlik ve özgürlük ilişkisine dair görüşünün
Mouffe’un
görüşüne
benzediği
söylenebilir.61
Yahudi
milliyetçiliğinin Filistinli Arap karşıtlığı üzerinden yükseldiğini
kabul etmekle birlikte, bunun değişebileceğini düşünen Peled’e
göre, milliyetçiliğin her türü toplumsal barışı bozucu etkiye
sahiptir. İsrail edebiyatında öne çıkan romanlar ve şiirler
üzerinden söylem analizi yaparak, devletin kurulduğu ilk
yıllardan itibaren şoven milliyetçiliğe dayalı üslubun olduğunu
düşünen,62 etno-cumhuriyetçi politikaları ortak iyi tanımlaması
bağlamında tek grubu ayrıcalıklı kılması bakımından eleştiren
Peled,
yurttaşlığın
milliyetçilik
ideolojisi
tarafından
sömürgeleştirilmesine son verilmesi gerektiğini savunmaktadır.63
Kendisi gibi akademisyen kız kardeşinin (Nurit PeledElhanan) çocuğunun (Smadar Elhanan) bir Arap milliyetçisi
tarafından gerçekleştirilen intihar bombası eyleminde (4 Eylül
1997-Kudüs) ölmesi üzerine, kız kardeşiyle birlikte, Smadar’ın
cenaze törenine Filistin Kurtuluş Örgütü temsilcilerini çağırıp,
İsrail Devleti politikalarını kınayan bir konuşma yapan Peled’in
konuşmasında kardeşliğin kandaşlığa dayandırılmasına karşı sert
duruş sergilemesi, Filistinli Arapların kendi kaderini tayin etme
haklarının olduğuna dikkat çekmesi, İsrail toplumunun 1/5’ini
Alain Touraine, “Can We Live Together, Equal and Different?”, European
Journal of Social Theory, sayı: 1/2, 1998, s. 165-178.
61
Chantal Mouffe, “Liberal Socialism and Pluralism: Which Citizenship?”,
Principled Positions: Postmodernism and the Rediscovery of Value, (ed. J.
Squires), Lawrence & Wishart, London, 1993, s. 69-84.
62
Horit Herman Peled & Yoav Peled, “Post-Post Zionism? Confronting the
Death of Two-State Solution, New Left Review, sayı: 67, 2011, s. 97-118.
63
Yoav Peled, “The Viability…., 2011, s. 95.
60
86
oluşturan İsrail yurttaşı Araplarla Yahudilerin tek devlet çatısı
altında eşit yurttaşlığa dayalı yaşamalarının imkânsız olmadığına
işaret etmesi, Peled’in milliyetçilik algısını göstermesi
bakımından kaydetmeye değerdir. İsrail toplumundaki Arap ve
Yahudi kutuplaşmasına nesnel bakabildiği gibi Beyaz Yahudi ve
Kara Yahudi kutuplaşmasına kendisi Beyaz Yahudi olmasına
rağmen nesnel bakması, babası İsrail’in kuruluşunda görev yapan
general olmasına rağmen militarist dünya görüşüne sahip
olmaması, hem anasoyu hem babasoyu olarak içinde yetiştiği
geniş ailenin İsrail kurucularından olmasına rağmen İsrail’in
kuruluşunun Filistinli Araplar için “Nakba” (büyük felaket)
olarak anılmasını anlamaya çalışması itibariyle, Peled ezber
bozucu bir duruşa sahip siyaset bilimcidir. Filistin’den ayrılmak
zorunda kalan Arapların ve ölmüşlerse mirasçılarının tazminat
talepleri olabileceğini dillendirmekten çekinmeyen, İsrail’in buna
hazırlıklı olması gerektiğini savunan cesur bir İsrailli aydın olarak
Peled’in düşündüğünü uygulayan, uyguladığını düşünen bir
siyaset bilimci olduğunu söylemek doğru olur.
Son tahlilde, Peled’in hayatının büyük bir kısmı 20.
yüzyılda geçmiş olsa da, Peled’in devlet-yurttaş ilişkilerine bakışı
ve demokrasi yaklaşımı itibariyle, 21. yüzyıl siyaset
bilimcilerinden sayılması isabetli gözükmektedir.
1. PELED’İN ETNO-CUMHURİYETÇİLİK
KAVRAMSALLAŞTIRMASI
Peled’e göre, İsrail yurttaşlığı üç katmanlıdır. Her katmanı
bir ilkeyle eşleştiren Peled’in önerdiği tipolojide, her bireyin
ve/veya yurttaşın kimliğine göre İsrail Devleti ile ilişkisi
belirlenir. Liberal ilke, etnik-milliyetçi ilke ve cumhuriyetçi ilke,
İsrail toplumunda her bireyin ve/veya yurttaşın devletle kurduğu
ilişkinin adıdır64. Bu bağlamda, ilk olarak, Peled’in yurttaşlık
tipolojisini açıklamak, daha sonra etno-cumhuriyetçilik
kavramsallaştırmasını ele almak isabetli olacaktır.
64
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 432.
87
Peled’e göre, liberal ilkenin özünü, bireycilik, evrensellik,
kanun önünde eşitlik oluşturur.65 Devlet karşısında her bireyin
eşit hak ve ödevlerinin olduğu; devletin cinsiyet, din, mezhep,
etnisite, sınıf gibi kimliklere kör kabul edildiği; toplumda
bireylerin birbirine yabancılık düzeyinde kayıtsız kaldığı liberal
yurttaşlıktan mülhem Peled’in yurttaşlık tipolojisindeki liberal
ilke, İsrail yurttaşlığına sahip Arapların İsrail Devleti ile
ilişkisinde kendini gösterir. Peled, İsrail yurttaşı olmayan
Filistinli Araplarla İsrail yurttaşı Araplar arasındaki ayrımın İsrail
yurttaşlığı liberal ilkesiyle sağlandığını öne sürer.66 Medeni,
siyasi, toplumsal hakların tanındığı İsrail yurttaşı Arapların,
Filistin Özerk Yönetimi’ne tabi yaşayan Araplara nazaran insan
haklarından istifade etmek bakımından üstün konumda olması ve
uluslararası toplumda İsrail’in liberal demokratik bir rejime sahip
ülkeymiş gibi görünmesini liberal ilkeye bağlayan Peled, İsrail
siyasetini anlamak için İsrail yurttaşlığının sadece liberal ilkesine
bakmayı yanıltıcı bulmaktadır. Shafir ile çalışmasında İsrail
yurttaşlığı evrimini sömürgecilik (koloniyalizm), etnikmilliyetçilik ve demokrasi üçlüsü üzerinden okuyan Peled67, işçi
siyonizmini sömürgeci-yerleşimci bir hareket olarak görür. İsrail
siyasal yaşamında yerleşimci demekten kaçınarak işçi
siyonizminin kullanılmasını, sömürgeciliği gizleme olarak
yorumlayan Peled’in, İsrail Yüksek Mahkeme başkanlığı (19952006) yapan ve liberal siyonist olduğu bilinen İsrailli hukukçu
akademisyen Barak’ın Yahudilik ve Musevilik ayrımını
benimsediği söylenebilir. Siyonizm ile Yahudi dini hukukunun
(halacha) aynı sanılmasına itiraz eden Peled, işçi siyonizminin
seküler, etnik-milliyetçi bir hareket olduğunu savunur ve İsrail
yurttaşlığı liberal ilkesinin uzun yıllar geri planda kaldığını
düşünür. Liberal ilkenin öne çıkması ile post-siyonizm süreci
arasında paralel zamansallık olmasına işaret eden Peled, İsrail
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 436.
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 432.
67
Gershon Shafir & Yoav Peled, Being…. 2002, s. 2.
65
66
88
Devlet örgütlenmesindeki siyonizmsizleşme ile İsrail yurttaşlığı
içindeki liberal ilkenin öne çıkmasını ilişkili ele alır.68
İsrail yurttaşlığının evrimini haklar, ödevler, ayrıcalıkların
haklara dönüşmesi veya hakların ayrıcalık olarak sunulması
çerçevesinde okuyan Peled, İsrail’in aldığı her yeni göç
dalgasıyla, İsrail’e göç eden Yahudilerin İsrail toplumuyla
bütünleşmesinde yeni kurumların icat edildiğini, dolayısıyla İsrail
yurttaşlığını oluşturan ilkelerin bir diğeriyle dinamik ilişkisi
olduğunu düşünür. Rusya’dan göçen Yahudilerin İsrail yurttaşlığı
liberal ilkesinin öne çıkmasında katkıları olduğunun altını çizen
Peled’e göre, İsrail yurttaşlığı liberal ilkesi hem faydacı
liberalizm hem sözleşmeci liberalizm bakış açılarının her
ikisinden özellikler ihtiva eder.69 Yurtseverliğin vergi ödeme ve
kanuna uyma biçimindeki iki ödev üzerinden işlemesini esas alan
İsrail yurttaşlığı liberal ilkesini, belirli ve kutsallaştırılmış bir
ahlak anlayışının yurttaşlara dayatılmamasını güvenceye almanın
aracı sayar.70
Peled, İsrail yurttaşlığı liberal ilkesinin, İsrail yurttaşı
Arapları ilgilendiren konularda, devletin yasama ve yürütme
organında çoğunluğa dayalı tek taraflı kararlar alması hallerinde,
alınan kararların yargı yoluyla bozulmasına imkân tanıdığı
görüşündedir. Yahudi kapsayıcılığındaki Arapların nefes
almasının bu ilkeyle mümkün olduğu kanaatindedir. Liberal
ilkenin İsrail yurttaşı Arapları hem toplum içindeki diğer
yurttaşların müdahalesinden hem devlet müdahalesinden
koruduğu iddiasında bulunan Peled, İsrail yurttaşlığında liberal
ilkenin geri plana düştüğü oranda, İsrailli Arapların eşit yurttaşlık
uygulamalarının uzağına düştüklerini savunur. İsrail’de toprakta
devlet mülkiyeti olması bakımından İsrail iktisadi liberalizmini
sorunlu bulan Peled, İsrail yurttaşlığı liberal ilkesine dayanan
İsrail Yüksek Mahkemesi kararlarında İsrail yurttaşı davacı
Arapların etnik körlükten muzdarip oldukları örnekleri dikkate
Yoav Peled, “The Rise and Fall of Liberal Nationalism”,
The
Contradictions of Israeli Citizenship: Land, Religion, State, (ed. G. B. Porat &
B. S. Turner), Routledge, London, 2011, s. 278-292.
69
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 433.
70
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 432.
68
89
almak gerektiğine de işaret eder.71 İsrail yurttaşlığı liberal ilkesini
yansızlığı esas almakla örtülü ayrımcılığa hizmet etmek
bakımından eleştiren Peled’e göre, yurttaşlığın sadece araç
olduğunu vurgulamak ve kendinden menkul değeri olduğunu
düşünmek arasındaki olasılıkları ihmal etmek yanlıştır. İsrailli
Araplara yurttaşlığın araç olduğu vurgusuyla yaklaşmak, İsrailli
Yahudilere yurttaşlığın kendinden menkul değeri olduğunu
düşündürtmek, Peled’e göre, İsrail Devleti’nin aşamadığı ikilem
olarak kendini gösterir. İsrail yurttaşlığı liberal ilkesinin İsrail
Devleti’ne tarafsız olma sorumluluğunu yüklediğini ancak İsrail
siyasi, iktisadi, toplumsal tarihi incelendiğinde tarafsızlığın
sağlanamadığına dair çok örnek verilebileceğini düşünen Peled’e
göre, insan toplumsal bir varlıktır, insanın ait olduğu kültür
topluluğundan ve kimliğinden arındırılmış düşünülmesi
adaletsizlik yaratabilir. Bu bağlamda, Peled’in, komüniteryanların
liberalizme yönelttiği eleştirileri benimsediği iddia edilebilir.72
Etnik-milliyetçiliği kabilecilik sayan Peled’e göre, İsrail
yurttaşlığında etnik-milliyetçi ilke İsrail yurttaşlığına sahip
Yahudilerin İsrail Devleti ile ilişkisinde kendini gösterir. Peled,
ilkenin hâkim etnik grup dışında kalanları ötekileştirdiğinin altını
çizer. İsrail siyasi, iktisadi ve toplumsal yaşamında, merkezdeki
Aşkenaziler ile yarı-merkezdeki Mizrahileri, Yahudilik ortak
paydasında bütün olarak tutan ilkenin etnik-milliyetçilik
olduğunu düşünen Peled, azınlıktaki Arapların Yahudilerden
ayrıştırılmasının İsrail yurttaşlığının bu ilkesiyle mümkün
olduğunu savunur. İsrail yurttaşlığı etnik-milliyetçi ilkesinin
dinsel milliyetçiliği kapsadığı görüşündeki Peled, Yahudi etnikmilliyetçiliğini Yahudi-Musevi bir sentez olarak görmekte ve
tarihsel süreç içinde Yahudilik veya Musevilik unsurundan
birinin ağır bastığını ve kimi dönemlerde ikisinin dengede
birliktelik kurduğunu iddia eder. Yahudilik ile Musevilik arasında
ayrım yapmaktan kaçınarak dinci Musevileri Yahudi bütünü
içinde tutma kaygısıyla, seküler yaşam hilafına taviz vermekle
İsrail kurucularını eleştiren Peled, Yahudilerin büyük
çoğunluğunun seküler olmasına rağmen marjinal nüfusa sahip
71
72
Yoav Peled, “Towards…, 2007, s. 98.
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 433.
90
dinci Musevilerin çalışmaksızın ibadet ederek yaşamalarını ve
ibadet etmeleri karşılığında devlet tarafından gelirle
ödüllendirilmelerini ve askerlik yapmamalarını yani hiçbir vergi
ödemeksizin vergi verenlerin hakkına sahip olmalarını seküler
anlayışla çelişik bulur, Yahudiliğin Musevilikten beslenerek
yaşayacağı yönündeki yanlış varsayımın değişmesi gerektiğini
düşünür. Peled, İsrail yurttaşı olup, ABD veya Kanada’da
yaşayan İsraillilerin çocuklarının Hıristiyanlığı seçmesini İsrail
Devleti’nin mücadele etmesi gereken bir sorun olarak görülmesi
ve bu mücadele için bütçede kaynak ayrılması gibi politikaları 21.
yüzyıl değerleriyle bağdaşmaz bulur.73
İsrail yurttaşlığının üçüncü ilkesinin cumhuriyetçi ilke
olduğunu düşünen Peled’e göre, ilkenin esasını bireyin ortak
iyiye katılımı oluşturur. Bireyin üyesi olduğu siyasi topluluğun
kabul ettiği ortak iyinin korunmasına ve yüceltilmesine katkıda
bulunmayı şeref saymasının cumhuriyetçi ilkeye içkin olduğunu
düşünen Peled’e göre, İsrail yurttaşlığının cumhuriyetçi ilkesi,
evrenselliğe değil, özgülüğe dayanır. İsrail yurttaşlığının
cumhuriyetçilik ilkesinin devletçiliği içerdiği fikrindeki Peled,
devletçilik yerine korporatizmi kullanmayı tercih eder. Neoliberal iktisat politikalarının uygulanmasıyla İsrail yurttaşlığı
cumhuriyetçi ilkesinin erimeye başladığını savunan Peled; İsrail
yurttaşlık tarihinde, Mizrahi karşısında Aşkenazi, kadın
karşısında erkek, dinci karşısında sekülerin üstünlüğünü
cumhuriyetçi ilke ile açıklar. Küreselleşmenin altlık-üstlük
ilişkisini kırdığına işaret eden Peled; İsrail toplumunda,
Aşkenazi,erkek ve seküler olmanın erdemli yurttaş olmakla
eşleştirildiği dönemin geride kaldığına dair güçlü eğilim gözler.
Cumhuriyetçi ilkenin İsrail yurttaşlığına aristokratik bakışı
kattığını düşünen Peled, İsrail’de askerliğin ödev olmasını bu
ilkeyle açıklar. 2007’de İsrailli Araplara yönelik uygulanan
gönüllü askerlik pilot projesini, Arapların isteksizliğiyle
başarısızlığa uğramasına rağmen, olumlu gelişme gören Peled,74
özgürlükçü cumhuriyetçilik ve otoriter-kamucu cumhuriyetçilik
Yoav Peled, “Restoring Ethnic Democracy: The Or Commision and
Palestinian Citizenship in Israel”, Citizenship Studies, sayı: 9/1, 2005, s. 96.
74
Yoav Peled, “The Viability…., 2011, s. 94.
73
91
ayrımında özgürlükçü cumhuriyetçilikten yana tarafını seçer.
Amerikan ve Fransız tipi cumhuriyetçilik ikiliğinde, Peled’in
ilkinin demokrasi kalitesinin yüksek olduğunu düşündüğü
çıkarımı yapılabilir. Peled cumhuriyetçiliğini tahakkümsüzlük
olarak özgürlük vurgusu içeren Pettit cumhuriyetçiliğine75 benzer
saymak doğru gözükür.
İsrail yurttaşlığında cumhuriyetçi ilkenin otoriter-kamucu
cumhuriyetçilik olduğunu savunan, İsrail siyasi kültüründeki
bürokratik vesayetçilik refleksinin kaynağını cumhuriyetçi ilkeyle
açıklayan Peled, İsrail’de sekülerizmi besleyen ilkenin
cumhuriyetçi ilke olduğunu düşünür. 1977 genel seçimlerine
kadar bu ilkenin İsrail yurttaşlığı içinde güçlü bir ilke olduğunu
iddia eder. Bölünmez kamu anlayışıyla otoriter-kamucu
cumhuriyetçiliğin sivil toplumun gelişmesine izin vermediğini
savunur. Yurttaşın bütünün bölünmez parçası olması gururunun
cumhuriyetçi ilkeyle yaşandığını söyler. Aşkenazi seçkinciliğinin
kaynağını cumhuriyetçi ilke ile açıklayan Peled; aydınlanmış
kamu idealinin cumhuriyetçi ilkede anlamını bulduğu
kanaatindedir. Bilimin rehberliğinin yüceltilmesi, uygarlaştırma,
sanatsever yurttaşlar yetiştirme, zihnen ve bedenen sağlıklı
nesillere emanet edilecek ülkü, türdeş toplum yaratma kaygılarına
sahip İsrail kurucu babalarının bağımsızlık bildirgesi
hazırlamalarını, İsrail Devleti’nin kuruluşunu Siyonist Devrim
olarak nitelendirmelerini, Fransız Devrimi’ne öykünme olarak
gören Peled, Aşkenazilerin hem Mizrahilere hem de Filistinli
Araplara Batılı olmayı öğretme arzusunu cumhuriyetçi ilke
çerçevesinde yorumlar.
İki katmanlı yurttaşlığa Batı ülkelerinde rastlandığı
görüşündeki Peled’e göre, İsrail yurttaşlığı üç katmanlı olması
bakımından özgündür. Peled’e göre, örneğin ABD yurttaşlığında
cumhuriyetçi ve liberal ilkeden oluşan ikili bir yapı vardır.
Nitekim Peled’in bu tespiti Smith’in ABD yurttaşlığına dair
75
Philippe Pettit, Repuclicanism: A Theory of Freedom and Government,
Oxford University Press, Oxford,1997.
92
tespiti ile örtüşmektedir76. Peled, her ülkenin kendi tarihsel
koşullarına bağlı olarak, yurttaşlığının farklı ilke bileşimlerinden
oluştuğunu öne sürmektedir. Her ülke bünyesinde bulundurduğu
nüfusun demografik yapısına göre, uluslaşma ve devletleşme
süreçlerinin bir diğerine göre ardıl veya öncel veya eş zamanlı
olmasına bağlı olarak, yurttaşlığı oluşturan ilkelerin farklı
bileşimlerine rastlanacağı ve buna bağlı olarak farklı yurttaşlık
politikalarının görülebileceği görüşündeki Peled, yurttaşlık
evriminde tarihin akışı içinde bir ilkenin diğer ilkenin önüne
geçmesi veya gerisinde kalması veya yeni sentez oluşturmasının
dikkate alınması gerektiğini düşünmektedir. İsrail yurttaşlığı
ilkeleri üzerinden örnek vermek gerekirse, liberal ve etnikmilliyetçi
ilkelerin
bileşiminden
liberal
milliyetçilik
politikalarının çıkması veya cumhuriyetçi ve etnik-milliyetçi
ilkelerin bileşiminden etno-cumhuriyetçi politikaların çıkması
birer olasılıktır. Zaten Peled’e göre, İsrail yurttaşlık tarihinde
uzun yıllarca etno-cumhuriyetçi politikaların etkili olmasını
İsrail’in kuruluşu öncesi siyasi, iktisadi ve toplumsal yapı
çerçevesinde anlamlandırmak gerekir ve etno-cumhuriyetçi
politikaların tasfiyesinde de siyasi, iktisadi ve toplumsal
kırılmalar belirleyicilik arz eder.77
Peled’e göre, yurttaşlığın evrimine dair isabetli
değerlendirme
yapabilmek
için
kurumsal
değişimlere
odaklanmak gerekmektedir. Peled; standartları, değerleri, açık
veya örtük rutin tutumları, davranış örüntülerini, uygulamaları,
gelenekleri
ve
bunlardaki
değişimi
izleyerek
İsrail
yurttaşlığındaki üç ilkeyi tespit ettiğini belirtmektedir. Teori ve
pratiğin iç içe olduğu varsayımıyla çözümleme yapma
eğilimindeki Peled’e göre, insan haklarını kabul etmiş olmak,
devleti biçimsel olarak dahi demokratik kılmaz. Kabulü somut
göstergelerde arayan Peled, insan haklarını ilkesel olarak kabul
etmiş olmanın rejim için demokratik sıfatını kullanmaya yeter
ölçü olmadığını, uygulamalara bakmak gerektiğini düşünür.78
76
Rogers M. Smith, Civic Ideals: Conflicting Visions of Citizenship in US
History, Yale University Press, New Haven, 1997.
77
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 436.
78
Yoav Peled, “Towards…, 2007, s. 96.
93
Örneğin herhangi bir ülkede medeni hakların kullanabildiğini
söyleyebilmek için o ülkedeki her yurttaşın yargıya
başvurabilmesinin önünün açık olması, sosyal hakların
kullanılabildiği iddiasında bulunabilmek için de eğitim
olanaklarıyla toplumdaki dikey hareketliliğin sağlanması
gerektiğini öne sürer. Peled, Marshall gibi hakların kurumlarla
anlamlı olduğu görüşündedir.79 Marshall’ın hakların evrimine
ilişkin doğrusal, tersinmez seyir izlediği yönündeki fikrini80
yanlış bulmaktaysa da, yurttaşlık tipolojisini oluştururken
Peled’in Marshall’dan feyiz aldığı iddia edilebilir. Peled,
Marshall gibi hakların bir diğeriyle rekabet veya çatışma içinde
olabileceğini öne sürmektedir.81
İsrail yurttaşlığındaki liberal ilkenin devlet ve İsrailli Arap
yurttaşı karşı karşıya yerleştirdiğini, etnik-milliyetçi ilkenin
İsrailli Yahudi yurttaşı devletle özdeş kıldığını, cumhuriyetçi
ilkenin bir topluluğu (Aşkenazi, erkek, seküler) devletin gerçek
sahibi kabul ettiğini düşünen Peled’in tespitine itibar edilir ise;
İsrail yurttaşlığı liberal ilkesiyle Filistin Özerk Yönetimi’ne tabi
Arapların, etnik-milliyetçi ilkeyle İsrail yurttaşı Arapların,
cumhuriyetçi ilkeyle de Aşkenazi-erkek-seküler olmayanların
dışlandıklarını söylemek mümkündür. Öyle ki, İsrail yurttaşlığı
etnik-milliyetçi ilkesi soyutlandığında, İsrail yurttaşlığı sahibi
Araplarla Yahudiler arasında değil, İsrail yurttaşı Yahudiler ile
İsrail yurttaşlığına sahip olmayan Yahudiler arasında kardeşlik
olduğu çıkarımı yapılabilir. İsrail yurttaşlığı cumhuriyetçi ilkesi
soyutlanır ise, Aşkenazileri İsrail’in aydınlık yüzü, Mizrahileri
İsrail’in karanlık yüzü saymak mümkün olur.Yurttaş
hiyerarşisinde, en ayrıcalıklı olanlar Aşkenazileri olarak kendini
gösterir. Peled’in amacı imtiyazsız ancak farklılıklarını koruyan
bireylerden müteşekkil çoğulcu bir toplumun gerekliliğini ortaya
çıkarmak ve toplumda hiçbir bireyin veya grubun bir diğeri
üzerinde tahakküm kurmadığı yeni bir yaşamın inşa edilmesinin
mümkün olduğunu göstermektir. Bu amacına yönelik, Peled;
Yoav Peled, “The Evolution of Israeli Citizenship: An Overview,
Citizenship Studies, sayı: 12/3, 2008, s. 336.
80
Thomas H. Marshall, “Citizenship…, 1973, s. 65-122.
81
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 434.
79
94
cumhuriyetçi ilkeyle etnik-milliyetçi ilke sentezinden olumsuz
anlam yüklediği etno-cumhuriyetçilik tanımını çıkartır.82
Dil, din, tarih birliğini öne çıkartan etnik-milliyetçi
ilkeyle, otoriter-kamuculuk ve sekülerizm olmak üzere iki öğeyi
öne çıkartan cumhuriyetçi ilkenin sentezi olarak etnocumhuriyetçilik, içeride ve dışarıda bırakma bakımından uyumlu
olmayan iki ilkenin bir araya getirilmesinin ifadesi bir kavramdır.
1967 Savaşı’yla İsrail’in elde ettiği topraklarda yaşayan, İsrail
yurttaşı olmayan Araplar, İsrail yurttaşı Yahudiler ile Yahudileri
koruyan İsrail ordusu mensupları arasındaki karışık ilişkiyi ve
anti-siyonist dinci Museviler ile Aşkenaziler, Aşkenaziler ile
Mizrahiler arasındaki ilişkilerle, 1991 sonrası Rusya’dan göçen
Yahudilerle İsrail doğumlu Yahudiler arasındaki ilişkileri
çözümleme kabiliyeti yüksek kuramsal araç olarak Peled
tarafından kavramsallaştırılan etno-cumhuriyetçilik, İsrail’in uzun
yıllar boyunca izlediği yurttaşlık politikasının adıdır.83
Etno-cumhuriyetçilik ile Mamlakhtiyut arasında özdeşlik
ilişkisi olduğunu kabul eden Peled’e göre, çoğunluktaki etnik
grubun varlığı ve bu grupta yer alan ayrıcalıklı daha dar grubun
çıkarlarına hizmet eden mevzuatın uygulanması, devlet
örgütlenmesinin ayrıcalıklı grubun çıkarlarını artırmaya hizmet
edecek biçimde kurgulanması, siyonizmin gerçekleştirilmesine
kendini adayan nesillerin yetiştirilmesi, siyonist olmanın erdemli
olmakla eşdeğer sayılması, bir Yahudi’nin diğer Yahudi’den
kendini sorumlu sayması, devletin varlığı ve korunmasının
bireysel çıkarların çok üstünde tutulması, kamusal alanın hâkim
etnik gruba ait değerlerle sembolleştirilerek düzenlenmesi, etnocumhuriyetçi
yurttaşlık
politikasına
dair verilebilecek
84
örneklerdendir. Kamucu iktisat siyasasının öne çıkartıldığı etnocumhuriyetçiliğin sosyalizmle ve sol cumhuriyetçilikle
eşleştirilemeyeceğini belirten Peled’e göre işçi siyonizmi
cumhuriyetçiliği sağcılıktır.85 Zira Peled, Mamlakhtiyut
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 435.
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 434.
84
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 435.
85
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 435.
82
83
95
politikalarında, devletin korunmasının yüceltildiğine dikkat
çeker. İşçi çıkarları yerine yerleşimci-sömürgeciliği öne alması
bakımından, işçi siyonizminin sağcı hareket olduğunu öne süren
Peled, etno-cumhuriyetçiliğin Filistinli Araplara sefalet
getirdiğini düşünür.86 Peled’e göre, Arapların bir kısmı İsrail’in
kuruluşuyla kendilerini topraklarında azınlık olarak bulurken, bir
kısmı mülteci statüsünde bulmuşlardır. İşçi siyonizminin eşitlik
anlayışının, değil Araplarla Yahudiler arasında eşitlik tesis etmek,
Aşkenaziler ve diğer Yahudiler arasında dahi eşitlik tesis
etmediğini vurgulayan Peled, etno-cumhuriyetçiliğin refahta
ortaklık düsturunun refahtan alınacak payları hiyerarşik olarak
paylaşmak anlamına geldiğini belirtir.87 Etno-cumhuriyetçi
politikalar siyasi, iktisadi ve toplumsal yaşamda hiyerarşi
meydana getirmiştir. En imtiyazlılar Aşkenaziler olmuş,
Aşkenazilerin altında Mizrahiler, Mizrahilerin altında Etiyopyalı
Yahudiler (Beta Israel), Etiyopyalı Yahudilerin altında İsrail
yurttaşı Araplar ve İsrail yurttaşı Arapların altında yurttaşlığa
sahip olmayan Güneydoğu Asya’dan ve Afrika’dan İsrail’e
çalışmaya giden göçmen işçiler biçiminde katmanlaşma meydana
gelmiş, her katman içindeki birey ve/veya yurttaş devletle olan
ilişkisini ait olduğu katmana dair devletin izlediği pozitif veya
negatif ayrımcılık politikasına göre yürütmek durumunda
kalmıştır.
Etno-cumhuriyetçiliğin; Batılı, modern, seküler ve
kültürlü olmayı erdemlilik ölçüsü olarak sunduğu iddiasındaki
Peled; bilimde ve sanatta gelişmişlikle Batı arasında kurulan
ilişkinin etno-cumhuriyetçi vurgulardan en önemlisi olduğu
görüşündedir. İddiasına delil olarak, SSCB’nin çözülmesi
sonrasında Rusya’dan göç eden Yahudilerin Aşkenazilerle
bütünleşmesinin Arap coğrafyasından gelen Yahudilerin
bütünleşmesi gibi zor olmadığını göstermekte, destekçisi azalan
etno-cumhuriyetçiliğin
bazı
politikalardaki
kalıntılarına
rastlanmaya devam ettiğini söylemektedir. İsrail gündelik
yaşamından fark edilebileceği üzere, Aşkenazi olmayan
Yahudilere yönelik ayrımcılık bitmiş değildir. Etiyopya’dan göç
86
87
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 435.
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 437.
96
eden siyah derili Yahudilerin Yahudi olup olmadığına ilişkin
tartışmanın
yapılmasını
etno-cumhuriyetçi
toplum
mühendisliğinin izi olarak görmek mümkündür. Bu noktada,
İsrail’de kan merkezlerine siyah Yahudi kan bağışının kabul
edilmediği, edilenlerin hastalıklı olması gibi sağlık gerekçesine
dayanarak kullanıma sunulmadığı ve kan isteklilerinin siyah
Yahudi kanı istemedikleri türünden İsrail basınındaki üçüncü
sayfa haberlerin hatırlanması isabetli olur. Bu örnek, kandaşlık ve
yurttaşlık geriliminden öte, kandaşlık kümesi içindeki hiyerarşiye
işaret etmesi bakımından önemlidir.
Peled, etno-cumhuriyetçi politikalarda güvenlikçiliğin
önemli olduğunu vurgulamaktadır.88 Peled, askerlik ödevini
yerine getirmekle sosyal güvenlik sisteminden faydalanmak
arasında doğrudan ilişkinin olmasını, etno-cumhuriyetçi
politikaların varlığını koruduğu biçiminde açıklamaktadır. Dinci
Museviler hariç, her Yahudi yurttaşın kadın veya erkek asker
olması zorunluluğu olması ve yurt savunması için her zaman
tetikte beklemesi gerekliliği algısının mevcudiyetini etnocumhuriyetçiliğin kalıntısı olarak gören Peled, İsrail ordusunun
toplumun en itibarlı kurumlarının başında sayılmasını etnocumhuriyetçilikten kalan militarist ruh göstergesi olarak
yorumlamaktadır. Eğitim ve öğretimin
tek merkezden
örgütlenmesi ve üniversite öncesi eğitim ve öğretimde kullanılan
ders kitaplarının devlet tarafından incelemeye tabi tutulması ve
bu kitaplarda İsrail’in etrafı düşmanlarla çevrili, her an yok olma
tehlikesiyle karşı karşıya bir ülke olduğu bilincini yerleştirmeye
dönük üslubun korunmasını, İsrail yurttaşlığı liberal ilkesiyle
bağdaşmaz bulan Peled, İsrail bürokrasisinde merkeziyetçiliğin
devam etmesini vesayetçilik olarak saymakta ve vesayetçiliği
demokratikleşmeyle çelişik görmektedir. Peled, İsrail’in
demokratikleşememesi nedeninin etno-cumhuriyetçi uygulama
kalıntıları olduğu fikrindedir. Etno-cumhuriyetçilikte devlet
algısının çerçeve değil, bir ruh ve bir bilinç olduğuna işaret eden
Peled, bireyin bütünün parçası olmakla kendini değerli ve önemli
saydığını, neo-liberal iktisat politikaları ile bunun değişmeye
başladığını düşünmektedir. Etno-cumhuriyetçiliğin demokrasi
88
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 436.
97
yaklaşımının biçimsel olduğu görüşündeki Peled, çok
kültürlülüğü dışlayan, türdeş bir kültür dayatmasında bulunan,
Yahudi’nin kendini devletle özdeş gördüğü bilinci besleyen etnocumhuriyetçiliği
İsrail’in
belirlenmiş
sınırlara
sahip
olamamasından, Filistin sorununun çözülememesine,
İsrail
siyasi, iktisadi ve toplumsal sisteminde görülen neredeyse tüm
sorunların yaratıcısı olduğunu iddia etmektedir.89
Peled neo-liberal iktisat politikaların uygulanmasından
kaynaklı yoksullaşmanın arttığını göz önünde bulundurmakla
birlikte, devletin yurttaşlarla ayrı ilkelere dayalı ilişki kurmasını
bozucu sonuçlar yaratması bakımından neo-liberal iktisat
politikalarının önceden kestirilemeyen sonuçlarını görmeyi
önemser. Yoksullaşan Mizrahiler ile Arapların ortak çıkarları
olduğunu görmelerini önemli bir olasılık olarak dışlamayan
Peled, siyonizmsizleşme sürecini İsrail toplumunun 4/5’ini
oluşturan Yahudiler ile 1/5’ini oluşturan Araplar ve hatta
Dürzilerin ve Bedevilerin bir arada barış içinde yaşayacakları bir
geleceği hazırlaması bakımından değerli bulur. Peled’e göre,
1977 genel seçimlerinde İşçi Partisi’nin İsrail kurulduğundan
itibaren ilk defa başarısız olması ve iktidarı Likud Partisi’ne
bırakmasıyla yara alan etno-cumhuriyetçilik, 1984-1988 dönemi
İşçi Partisi-Likud Partisi milli mutabakat hükümetinin devletçiliği
tasfiye etmesiyle irtifa kaybetmişse de, devlet politikalarından
silinmemiştir. Kibbutzların bulunduğu arazilerin büyük alışveriş
merkezlerine tahsis edilmesini etno-cumhuriyetçi politikaların
iflasının somut örneği olarak gösteren Peled, 21. yüzyıldan
umutludur. İsrail Yüksek Mahkemesi’ni İsrail yurttaşlığı liberal
ilkesinin garantörü kabul eden, 1984 ve 1988 İsrail genel
seçimlerini etno-cumhuriyetçilik politikalarını anlamanın
laboratuarı olarak gören Peled, etno-cumhuriyetçi politikaların
irtifa kaybetmesiyle etnik-dinsel milliyetçi politikaların
güçlenmesini kaygıyla izlemekle birlikte, çoğullaşmanın, yavaş
gerçekleşse de durdurulamayacağı kanısındadır. Bu bağlamda,
1984 ve 1988 seçimlerine dair Peled’in yaklaşımını açıklamak
isabetli olur.
Yoav Peled, “Restoring Ethnic Democracy: The Or Commision and
Palestinian Citizenship in Israel”, Citizenship Studies, sayı: 9/1, 2005, s. 92.
89
98
1984 seçimlerinde, İsrail yurttaşı Arap ve Yahudi
milletvekili adaylar, Peled’in babasının başını çektiği Barış
İlericileri Listesi’nde bir araya gelmişlerdir.90 Liste İsrail Merkezi
Seçim Komisyonu’na sunulmuştur. Barış İlericileri, İsrail’i meşru
devlet saymakla birlikte, İsrail’in 1967’de ele geçirdiği
topraklarda işgalci olduğunu savunmuşlardır. Knesset’te yer
almaları halinde, İsrailli Arap yurttaşlara yönelik olduğunu iddia
ettikleri ayrımcılık içeren yasaların yürürlükten kaldırılacağını
vaat etmişlerdir. 1984 seçimlerini ilginç kılan Barış İlericileri
olduğu kadar Yahudi ırkçı-milliyetçiliğini açıkça savunan parti
olarak Kach’ın seçimlerde aday göstermesidir. Kach, İsrail
yurttaşlığına sahip veya değil tüm Arapların Filistin coğrafyasının
dışına sürülmesi vaadinde bulunmuştur. İki listeyi inceleyen İsrail
Merkezi Seçim Komisyonu, hem Barış İlericileri Listesi’ni hem
de Kach’ın listesini reddetmiştir. İlk listeyi İsrail’in varlığını
tartışmalı kıldığı, ikincisini Kach’ın İsrail Bağımsızlık
Bildirgesi’ndeki değerlere sahip çıkmadığı kanaatinin oluşması
nedeniyle reddeden İsrail Merkezi Seçim Komisyonu, Peled’e
göre, iki aşırı uç saydığı eğilimi seçim yarışının dışında
bırakmıştır.91 İki grup, kararı mahkemeye taşımıştır. İsrail
Yüksek Mahkemesi ikisinin listesinin seçime katılmaya hakkı
olduğunu, İsrail Merkezi Seçim Komisyonu’nun listeleri içerik
bakımından incelemesinin İsrail Temel Yasası’nda değişiklikle
mümkün olacağını ilan etmiştir. Zira 1985’de İsrail Meclisi,
Mahkeme’nin önerdiği yasa değişikliğini yapmıştır.92 İsrail
Devleti’nin varlığını ve Yahudilerin devleti olduğunu inkar eden
ve İsrail Devleti’nin demokratik karakterini hiç sayan ve ırkçılık
yapan adayların İsrail seçimlerinde aday olamayacakları hüküm
altına alınmıştır. Peled, 1985 değişikliğini, İsrail’in hem bir
Yahudi devleti hem de demokratik devlet olma özelliğini birlikte
korumayı esas alması bakımından yanlış bulmakta ve bu
değişikliği etno-cumhuriyetçi bir karar saymaktadır.93 Çünkü
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 437.
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 438.
92
Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 337.
93
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 438.
90
91
99
Peled’e göre, İsrail, Yahudi devleti olmak ve demokratik bir
devlet olmak arasında seçim yapmalıdır.94
1988’de Barış İlericileri ve Kach, listelerini İsrail Merkezi
Seçim Komisyonu’na yeniden sunmuştur. Komisyon iki listeyi de
reddetmiştir. Konu İsrail Yüksek Mahkemesi’ne taşınmış, Barış
İlericileri Listesi’nin seçimlere girmesi, Kach’ın ise ırkçılık
yaptığı için seçim yarışı dışında tutulması hükmolunmuştur.
Mahkeme’nin kararını Peled, etno-cumhuriyetçi politikaların
irtifa kaybetmesi olarak değerlendirmektedir.95 Mizrahileri temsil
eden Shas Partisi’nin 2000’lerden itibaren yükselişini İsrail
demokrasisi için bir tehdit olarak gören Peled,96 İkinci İntifada’ya
(2000) katılan İsrail yurttaşı Arapların ölüm ve yaralanma ile
karşı karşıya kalmaları üzerine ölüm ve yaralamadan sorumlu
olanları araştırmak için Knesset’te araştırma komisyonunun
kurulmasını önemli bulur.97 Öte yandan, Peled’e göre, İsrail
toplumu içindeki Arap-Yahudi kutuplaşması Arap milliyetçiliği
ile Yahudi milliyetçiliğinin bir diğerini ötekileştirmesi nedeniyle
yakın zamanda son bulacak gözükmemektedir.98 Bu bağlamda,
Peled, her ne kadar 1992’de İsrail Temel Yasası’nın “İnsan
Onuru ve Özgürlük” ile “Çalışma Özgürlüğü” yasalarını
güvence altına almasını eşit yurttaşlık anlayışı çerçevesinde
kazanım saymaktaysa da,99 İsrail toplumunda Arapların yanı sıra
Dürzilerin ve Bedevilerin de negatif ayrımcılığa maruz kaldığı
düşüncesindedir.100 Navot ile yazdığı makalede özel mülkiyet
hakkının korunması ile bireysel özerklik ilişkisini vurgulayan
Peled101, İsrail yurttaşı Arapların özel mülkiyet hak ihlallerine
dair İsrail Yüksek Mahkemesi’ne yaptığı başvuruları,
Mahkeme’nin bazı hallerde özel mülkiyet hakkının korunması
Doron Navot & Yoav Peled, “Towards a Constitutional Counter-Revolution
in Israel”, Constellations, sayı: 16/3, 2009, s. 442.
95
Yoav Peled, “Profits.., 2004, s. 52.
96
Yoav Peled, “Towards…, 1998, s. 714.
97
Yoav Peled,“Restoring.., 2005, s. 95.
98
Yoav Peled, “The Evolution.., 2008, s. 342.
99
Yoav Peled, “Profits.., 2004, s. 52.
100
Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 344.
101
Doron Navot & Yoav Peled, “Towards…, 2009, s. 435.
94
100
hilafına kararlarla sonuçlandırmasını etno-cumhuriyetçiliğin
zayıfladığı ancak silinmediği biçiminde yorumlamaktadır.102
İlginç olan, Etiyopya ve Latin Amerika’dan İsrail’e göç
etmiş Yahudilerin kendi eğlence mekanlarını açmalarını, Akdeniz
Yahudi mutfağı ve Orta Asya Yahudileri mutfağı türünden
dünyanın farklı coğrafyalarından Yahudilerin farklı yaşam
biçimlerini İsrail’e taşımalarını Peled’in özgürleşme sayması,
etno-cumhuriyetçiliğin
zayıflaması
göstergesi
olarak
yorumlamasıdır. 2011 yazında Tel Aviv’de gerçekleştirilen çadır
eylemlerini, İsrail siyasetinde güvenlikçi politikaların son
bulması, refah içinde yaşama kaygılarının öne çıkması
bakımından alkışlayan Peled, Musevi dinince yasak
yiyeceklerden örneğin domuz etinin satışındaki sınırlamaların
kaldırılmasından, evlenme ve boşanma halinde dini yasa dışında
medeni yasadan faydalanma seçeneğinin doğmasına, işyerleri ve
alışveriş merkezlerinin Musevi dinince kutsal sayılan cumartesi
açık olmaya başlamasından Musevi kutsal kitabı okuma
kurslarının devlet tarafından desteklenmesine itirazların
yükselmesine, İsrail toplumunun geleceğine dair iyimser olmak
için çok neden sıralamakta, etno-cumhuriyetçiliğin silineceğine
dair ümit taşımaktadır.103 İsrail’e yönelik terörün denetimi
gerekçesiyle 2003’de geçici yürürlüğe konulan Arap ailelerin
birleşmelerinin engellenmesi türünden mevzuat düzenlemelerinin
kalıcı hale gelmesini kaygılandırıcı bulan Peled,104 etnik-dinsel
milliyetçiliğin güçlenmeye başlamasını, etno-cumhuriyetçiliğin
tasfiyesinin beklenmeyen sonucu saymaktadır.105
Son tahlilde, Peled, İsrail kurulduğunda, İsrail’in kurucu
babalarının önünde, sosyalist devlet, liberal demokratik devlet,
etnik cumhuriyet ve dinci (Musevici-Halakhic) bir devlet olmak
üzere dört seçeneğin olduğunu ve kurucu babaların etnik
cumhuriyeti seçtiklerini ancak dönemin uluslararası sisteminde
meşruiyet kazanmak için İsrail’in kendini liberal demokratik bir
Doron Navot & Yoav Peled, “Towards…, 2009, s. 442.
Yoav Peled, “Civil Society in Israel”, Palestine-Israel Journal, sayı: 12/1,
2005, s. 23.
104
Yoav Peled, “Towards…, 2007, s. 99.
105
Yoav Peled, “Towards…, 2007, s. 98.
102
103
101
devlet olarak sunduğunu ve buna somut delil kazandırmak için
BM tarafından tanınan İsrail sınırları içinde kalmış olan Filistinli
Araplara yurttaşlık verildiğini belirtmekte;106 İsrail yurttaşlığının
liberal ilke, etnik-milliyetçi ilke ve cumhuriyetçi ilke olmak üzere
katmanlı, hiyerarşik yapısının olmasını tarihsel koşulların
gerekliliğiyle anlamlandırmakta, Yahudilere yurt sağlamak
pahasına kendi topraklarında azınlıklaşan, mültecileşen Arapların
maruz kalmış olduğu kötülüğün müsebbibi olarak etnocumhuriyetçiliği göstermektedir.
2. ETNO-CUMHURİYETÇİLİĞİN PELED GÖZÜNDEN
TARİHSEL SOSYOLOJİSİ
Peled’e göre, İsrail’in kuruluşundan itibaren birbiri ile
çelişen iki zorunluluk İsrail yurttaşlığının evriminde etkili
olmuştur. Bunlardan birincisi, sömürgeci-yerleşimciliğin dışlayıcı
zorunluluğu ve ulus inşası, ikincisi ise demokratik devlet
oluşumunun evrensel zorunluluğudur.107
Yishuv’un etno-cumhuriyetçi bir topluluk olduğunu
belirten Peled, Yishuv’un ortak iyilik amacının, siyonizmin
gerçekleştirilmesi olduğunu savunur.108 Siyonist yerleşimcilerin
Filistin’e göç ettiklerinde taşıdıkları öncülük ruhunun
(Chalutziyut) dayandığı iki gerekçeden birinin Yahudilerin
Filistin’de sahip olduklarını düşündükleri tarihi haklar ve
diğerinin dünyadaki Yahudilerin tamamını kurtarmak için
Yahudilere güvenli yurt sağlamak olduğunu söyleyen Peled’e
göre, Yishuv üyesi olma erdeminin gereklilikleri fiziksel emek
sarf etmek, tarımsal yerleşimcilik, askeri savunmadır.109 Peled,
etno-cumhuriyetçi bir topluluk olarak Yishuv’un üyesi olmanın
Filistinli Arapları dışlamak ve Yahudi yerleşimciler içinde
Aşkenazilerin öncü ruhunun yüksekliğini kabul etmek demek
olduğunu söyler. 1948’de İsrail’in kurulmasıyla, Yishuv
Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 337.
Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 335.
108
Yoav Peled, “The Viability…., 2011, s. 93.
109
Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 335.
106
107
102
üyeliğinin İsrail yurttaşlığına dönüştürüldüğünü belirten Peled,
Yishuv ile devletleşme sonrasındaki Mamlakhtiyut arasında
süreklilik görmektedir.110 Yishuv üyeliğinin kutsallaştırılmış
ahlaki değerlerinin Mamlakhtiyut’a aktarıldığını düşünen Peled,
devletli döneme geçişle, kısmi çıkarın yerine genel çıkarın, yarıgönüllülüğün yerine bağlayıcı ödevin geçtiğini, Yahudi ulusunun
egemenliğinin yabancı egemenliğiyle yer değiştirdiğini
belirtmekte;111 1882-1948 sürecini, etno-cumhuriyetçi topluluğun
etno-cumhuriyetçi ulusa yerini bırakması olarak okumaktadır.
Peled’e göre, etno-cumhuriyetçi ulus üyeleri, siyonizme katkı
sundukları oranda siyasi, iktisadi, toplumsal yaşamda değerli
sayılma hakkını haiz olmuşlardır.112
İsrail toplumundaki tabakalaşmanın tarihini 1882 yılından
başlatan Peled’e göre, Birinci Aliya (1882-1903) döneminde,
Yahudi
yerleşimciler
Filistinli
Arapları
işgücünde
kullanmışlardır. Araplara yönelik dışlayıcılığın İkinci Aliya’da
(1904-1914) başladığını belirten Peled, Avrupa’dan gelen Yahudi
yerleşimcilerin tarımda çalışma tecrübelerinin olmaması
nedeniyle, Filistin’de Yahudi çiftçilerin Avrupalı Yahudiler
yerine Arapların işgücünden istifade etmelerinin İkinci Aliya
döneminde değiştiği görüşündedir.113 Peled’e göre, İkinci Aliya
döneminde
yeni
yerleşimcilik
stratejisi
uygulamaya
114
konulmuştur .
Bunun,
Yahudi
öncü
ruhu
olarak
nitelendirilebileceğini düşünen Peled, bir kurucu mit olarak
Chalutziyut’un Yishuv’da medeni din işlevi gördüğü
kanaatindedir.115
Birinci
Aliya döneminde
plantasyon
sömürgeciliğinin denendiğini, bunun başarısız olması nedeniyle,
İkinci Aliya’da Avrupa sömürgeciliğinin geç kalmış biçimi
olarak türdeş yerleşimciliğin tercih edildiğini düşünen Peled,işçi
siyonist hareketinin rehberliğindeki bu yerleşimcilik stratejisinin
Araplardan ayrı Yahudi iktisadi alanı yaratmayı amaçladığını
belirtmektedir. Türdeş yerleşimciliğin üretim faktörlerinde
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 434.
Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 336.
112
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 435.
113
Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 336.
114
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 434.
115
Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 336.
110
111
103
Yahudi etnik kimliğinin belirleyiciliğini esas almaya dayandığını
savunan Peled; türdeş yerleşimciliği, işgücü olarak Yahudilerden
istifade edilmesi, sermayenin Yahudilere aidiyetinin korunması,
arazilerin Yahudilere ait kılınması, girişimciliğin korporatist
kurumlarla ifası olarak tanımlamaktadır. Kibbutzların,
Moshavların, Histadrut’un (1920’de kurulan işçi sendikası),
Histadrut’a bağlı tarım, sanayi, inşaat, ulaşım ve finans
kuruluşlarının siyonizmin gerçekleştirilmesi bakımından hem
işlevsel hem sembolik değere sahip olmasını etnocumhuriyetçilik ile açıklayan Peled, Histadrut’un Yahudi işçiler
için sosyal güvenlik örgütü olmaktan öte manevi anlam
taşıdığının, Histadrut’un etno-cumhuriyetçi topluluğun devletsiz
ve devletli dönemdeki iktisadi faaliyetlerini düzenleyen asli
kurum olduğunun altını çizmektedir.116 Histadrut’un işçi
siyonizminin sadece iktisadi alandaki hegemonyasının değil,
siyasi ve toplumsal alandaki hegemonyasının sembolü olduğuna
işaret eden Peled;117 Aşkenazilerin, iktisadi ve toplumsal
yaşamdaki merkezdeki konumlarını, işçi siyonist hareketindeki
ve
Histadrut’taki
hegemonyaları
ile
ilişkili
değerlendirmektedir.118
Dünya Siyonist Örgütü’nün (WZO) bir organı olarak
Yahudi Ulusal Fonu’nun (JNF) yerleşimci-sömürgecilik
hareketinin başarıya ulaşmasında etkisini vurgulayan Peled,
İsrail’in kurucu babalarının Aşkenaziler olarak İsrail resmi
tarihinde kabul edilmesini ve buna bağlı olarak Aşkenaziler
dışındaki Yahudi toplulukların devlet inşa sürecine katkılarının
inkarını yanlış bulmaktadır. Peled, Birleşik Krallık hâkimiyeti
devam ederken Kibbutzların ve Moshavların güvenliğini
sağlayan, Filistin’in Yahudi toprağı haline getirilmesi için
mücadele eden düzensiz askeri birliklerde (Hagana) Aşkenaziler
dışındaki Yahudilerin olduğuna işaret etmekte, İsrail resmi
tarihçiliğinin Aşkenazi bakışının ürünü olduğunu öne
sürmektedir. Aşkenazilerden önce Filistin’de yaşayan Yahudiler
ve Aşkenazilerle aynı zamanda Filistin topraklarına göçen
Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 337.
Yoav Peled, “Civil Society…, 2005, s. 21.
118
Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 337.
116
117
104
Yemenli Yahudilerin İsrail’in kuruluşuna katkılarını ortaya
çıkarması bakımından yeni tarihçi ekolü araştırmalarına itibar
eden Peled; Aşkenazilerin, Dünya Siyonist Örgütü’ndeki hâkim
konumlarını Filistin’in Yahudileştirilmesinde öncü ruha sahip tek
grup olarak kabul edilmeye ve devlet inşası sonrasındaki süreçte
ayrıcalıklı konumlarını sürdürmeye tahvil etmek suretiyle,
İsrail’in gerçek sahipleri olarak kendilerini sunmalarını
eleştirmektedir.119 İdealist işçi ve doğal işçi biçiminde Yishuv
dönemi Aşkenazi ayrımını reddetmekte, Aşkenazilerin İsrail’in
aydınlanmış aklı olarak kendilerini sunmalarına karşı çıkmakta,
Aşkenazilerin bu yaklaşımının kaynağını etno-cumhuriyetçilikle
açıklamaktadır.120
1948-1949 Arap-İsrail Savaşı sonrasında Filistin’e göçen
Asya ve Kuzey Afrika Yahudilerinin geldikleri coğrafyanın
Aşkenaziler tarafından ilkelliğin beslendiği coğrafya olarak
sunulmasının yanlış olduğunu savunan Peled, Mizrahilerin
Doğulu oldukları için Aşkenaziler tarafından aşağılanmalarının,
Aşkenazi hegemonyasında yaşamaya mecbur kılınmalarının tarihi
bir ayıp olduğunu iddia etmektedir. Peled, Aşkenazilerin
kendilerini aydınlanmış ve bilimin rehberliğinde hareket etmeyi
bilen Batılılar olarak Mizrahileri aydınlatmaktan sorumlu
hissetmelerini, Mizrahileri kendilerine benzetmeyi amaç
saymalarını Said’in kullandığı anlamda iç oryantalizm121 olarak
nitelendirmekte, aydınlanmış bir kamu ve aydınlanmış kamuda
aydınlanma ışığını elinde tutan aktif yurttaşlar olarak
Aşkenazilerin
diğer
Yahudiler
üzerinde
kendilerini
konumlandırmalarını
seçkincilik
saymakta
ve
Doğu
Yahudilerinin
Batı
Yahudilerince
kültürel
soykırıma
uğratıldıklarını düşünmektedir. Kent planlamasından mimariye,
çiçeklendirmeden ağaçlandırmaya, Aşkenazilerin İsrail’i Avrupa
yapma gayretinin izlerini Tel Aviv’deki binalarda, müzelerde,
parklarda ve bahçelerde görme imkânının olduğunu düşünen
Peled, opera ve bale gösterimlerinden festivallere Avrupa
kültürünü Aşkenazilerin İsrail’de yeniden kurgulamalarının,
Yoav Peled, “Towards…”, 1998, s. 713.
Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 337.
121
Edward Said, Culture and Imperialism,Random House, New York,1994.
119
120
105
nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan Mizrahileri ötekileştirdiği
görüşündedir. Araplardan ayrıcalıklı olmaları bakımından
Mizrahilerin bir müddet ötekileştirilmeye tahammül ettiklerini
savunan Peled, Aşkenazilerin izlediği etno-cumhuriyetçi
politikaların başarısızlığa uğramasını şaşırtıcı bulmaz.
Etno-cumhuriyetçi politikaların başarısızlığına delili
olarak 1977 genel seçimlerini bir kırılma olarak gösteren Peled,
Mizrahilerin seçmen oyunun Likud Partisi’ne kaymasıyla, İsrail
siyasetinde 1977 yılı sonrasında etno-cumhuriyetçiliğin gerileme
sürecine girdiğini savunur. Peled’e göre, aynı dönemde, neoliberal iktisat politikalarının etkisiyle, Aşkenaziler otoriterkamucu cumhuriyetçiliği sorgulamaya başlamışlar ve iktisadi
hegemonyalarını korumayı, siyasi ve toplumsal hegemonyalarını
korumaya yeğlemişlerdir. Aşkenaziler liberalleşmişler, buna bağlı
olarak Mamlakhtiyut düşüncesinin erimesi hızlanmıştır.122
Neo-liberal iktisat politikalarının uygulanmasıyla, İsrail
iktisadi yaşamında görülmeye başlayan ulus aşırı faaliyetler
yürüten şirket yöneticilerinin kimliğine ve yüksek rakamlarla
ihracat yapan şirket sahipliğine veya ortaklığına bakıldığında,
Aşkenazi kimliğinin görüleceği iddiasında bulunan Peled, işçi
siyonizmi liderlerinin, onların çocuklarının devletçilikten
faydalandıklarını, neo-liberalleşme sürecinde faydalanma
hiyerarşisinin değişmeyerek, işçi siyonizmi liderlerinin
torunlarının iktisadi liberalizmden fayda sağladıklarını
belirtmektedir. Peled’in tespitine itibar edilirse, İsrail siyasi,
iktisadi ve toplumsal yaşamında, Aşkenaziler dışındaki
Yahudilerin ancak Aşkenazilerin boşalttığı pozisyonları
doldurabildiklerini söylemek mümkündür. Örneğin İsrail yurttaşı
Aşkenazi akademisyenlerin İsrail dışında yaşamayı seçmeleri,
üniversite kadrolarını boşaltmalarıyla Mizrahiler akademide yer
almaya başlamışlardır. İsrail yurttaşı Arapların ise, Mizrahilerden
geriye kalan pozisyonları doldurabildiklerini belirtmek gerekir.
Peled,
etno-cumhuriyetçilik
kavramsallaştırması
yaparken,etno-cumhuriyetçiliğin kendi içinde tutarlı bir kavram
122
Yoav Peled, “Profits…, 2004, s. 50.
106
olduğu iddiasında değildir. Şöyle ki, Peled’e göre, etnocumhuriyetçilik, bir yandan İsrail yurttaşı olan ve olmayan
Arapları dışlamakta ve Yahudileri dindar veya seküler tek bir
kandaş grup saymakta, aynı zamanda Yahudiler içinde de
cumhuriyetçi erdeme sahip olmak bakımından bir hiyerarşi
emretmekte, seküler olan ve olmayan arasında ülkenin sahipliği
açısından kademelendirme yapmaktadır. Araplarla Yahudiler
arasındaki ayrımı ve Yahudilerle Yahudiler arasında ayrımı
birleştiren etno-cumhuriyetçilik, dışlayıcı ve içerici özellikleri
birlikte göstermektedir. Yurttaş olsun veya olmasın Araplara
karşı Mizrahileri Yahudi bütünü içinde hissettiren ancak
Aşkenaziler nezdinde Mizrahilerin dışlanmasını sağlayan
politikaların müsebbibi olarak Peled tarafından eleştirilen etnocumhuriyetçilik, Filistin’in Yahudi vatanı kılınmasına hizmet
etmekle birlikte, Batı kültüründen nasibini almadığı kabul edilen
Mizrahilerin siyonizimin dayattığı modernizm altında
ötekileştirilmelerine imkân vermiştir.
Peled,
etno-cumhuriyetçi
politikaların
zemin
kaybetmesiyle, çoğulculuğun yaygınlaşmasını ve özel sektörün
kamu
sektörü
karşısında
hızlı
yükselişini
ilişkili
değerlendirmektedir.
Neo-liberal
iktisat
politikalarının
uygulanması sonrasında sınıfsal çözümleme yapmanın kimlik
siyasetini dışlayarak mümkün olmadığına dikkat çeken Peled,
tarihin doğrusal çizgi üzerinde aktığı biçimindeki tarihsel
yaklaşımla, İsrail siyasetinin sunduğu olasılıkları görmeye imkân
olmadığı kanaatindedir. Peled, Shafir ile derlediği “Yeni İsrail”
kitabının girişinde,123 hiyerarşik-bürokratik kamu iktisadi
kuruluşlarının lokomotiflik yaptığı, müdahaleciliğe ve üretim
yanlısı kalkınmacılığa dayalı iktisat politikalarının terk edildiğini;
yerine yüksek teknoloji ürünleri tasarlayan, üreten, pazarlayan
özel sektörün liderliğinde, emek piyasasının kolektif
düzenlenmesinin geride bırakılarak tekil sözleşmelere dayalı yeni
istihdam biçimlerinin geçtiğini, tüketim yanlısı politikaların kabul
edildiğini belirtmektedir. İsrail’de özelleştirme politikalarını ele
Gershon Shafir&Yoav Peled, “Introduction: The Socioeconomic
Liberalization of Israel”, The New Israel: Peacemaking & Liberalization, (ed.
G. Shafir & Y. Peled), Westview, Boulder, 2000, s. 1-13.
123
107
alan makaleyi birlikte yazan Shafir ve Peled, Avrupa modeli
refah devleti anlayışının yerini Amerikan modeli liberal devlet
anlayışına bıraktığını iddia etmektedir.124 Peled; sermaye, emek,
piyasa ve devlet ilişkilerinin yeniden tanımlandığını görmeksizin
etno-cumhuriyetçi
politikaların
zemin
kaybetmesinin
anlamlandırılamayacağı fikrindedir. Gelir dağılımı eşitsizliğinin
artan hızla artmasından kaynaklı, siyasetin yeni ittifak seçenekleri
sunduğunu düşünmektedir. Barber’ın kullandığı “McWorld
versus Jihad” ifadesini125 Ram gibi126 yorumlayan Peled; İsrail
örneği üzerinden, küreselleşme ve yerelleşmeyi birbiri içine
girmiş ve birbirini tamamlayan süreç olarak görmektedir.127
Peled, İsrail yurttaşlığını oluşturan üç ilkeden cumhuriyetçi
ilkenin geri plana düşmesiyle, İsrail siyasi yaşamında postsiyonizm ve neo-siyonizm arasında rekabet öngörmektedir.128
Peled’in öngörüsünün Ram’ın öngörüsüyle paralel olduğu
söylenebilir.129 20. yüzyıl işçi siyonizminin ve liberal siyonizmin
21. yüzyılda post-siyonizme evrilirken, 20. yüzyıl revizyonist
siyonizminin 21. yüzyılda neo-siyonizme evrildiğini; postsiyonizmin ve neo-siyonizmin Yeni İsrail hayalinin birbirinin tam
zıddı olduğunu Peled düşüncesinden çıkarsamak mümkündür.130
Gershon Shafir & Yoav Peled, “Peace and Profits: The Globalization of
Israeli Business and the Peace Process”, (ed. G. Shafir & Y. Peled),Westview,
Boulder, 2000, s. 252-256.
125
Benjamin R.Barber, Jihad vs. McWorld: How Globalism and Tribalism are
Shaping the World, Times Book, New York, 1995.
126
Uri Ram, “The Promise Land of Business Opportunities: Liberal PostZionism in the Glocal Age”, The New Israel: Peacemaking &
Liberalization,(ed. G. Shafir &Y. Peled), Westview, Boulder, 2000, s. 217240.
127
Yoav Peled, “Profits…, 2004, s. 57.
128
Yoav Peled, “Profits…, 2004, s. 59.
129
Uri Ram, The Globalization of Israel: McWorld in Tel Aviv, Jihad in
Jerusalem, Routledge, New York, 2007.
130
İsrail toplumu bugün iki kutba ayrılmıştır: Post-siyonizm ve neo-siyonizm
ekseni. İsrail’de bugün neo-siyonizm güçlüdür. Neo-siyonizm İsrail tarihini
Kral/Peygamber Davut’tan (MÖ.1000’i esas alır) başlatırken, post-siyonizm
İsrail tarihini David Ben-Gurion’dan (1948’i esas alır) başlatır. Neo-siyonizm
Musevilere vaat edildiğine inanılan kutsal topraklarda hakim Büyük İsrail
hayal ederek, irredentist politikaları olumlarken; post-siyonizm uluslararası
toplumun tanıdığı, meşru siyasal sınırlara sahip İsrail hayal ederek, irredentist
politikaları reddeder. Neo-siyonizm kutsal kitabın emrettiği kurallara dayalı bir
124
108
Peled, kamu finansmanı ve ayrıcalıklı emek bileşimi
olarak nitelendirdiği Mamlakhtiyut iktisat politikalarının yarattığı
güvenlikçi ve devletçi İsrail imgesinin artık çözüldüğünü,
militarist ruhun özel girişimcilik ruhunun yüceliğine yerini
bıraktığını belirtmekte, İsrail sermayesinin küresel sermayeyi
İsrail’e çekmek için Filistin sorununun çözümünden yana tavır
aldığının altını çizmekte, Aşkenazilerin liberal politikaları
desteklediğini ve İsrail yurttaşlığının liberal ilkesinin öne
çıkartılması talebinin İsrail sermayesinin talebi olduğuna işaret
etmektedir. Bir bakıma Peled, post-siyonizmin erken zaferini ilan
etmektedir. İş dünyasının çıkarlarının ne etnik-milliyetçilik ne
otoriter-kamucu cumhuriyetçilik ile örtüştüğünü,iş dünyasının
seküler ve liberal demokratik Yeni İsrail istediğini öne süren
Peled, devletin her yurttaşla eşit ilişki kurduğu Yeni İsrail
hayalinin iş dünyasının çıkarları dikkate alındığında imkânsız
olmadığını dile getirmeye çalışmaktadır.131
Mamlakhtiyut iktisat politikalarının otoriterliği beslediğini
öne süren Peled, 1977’de Likud’un iktidara gelmesine kadar olan
süreçte İsrail’in siyasi, iktisadi ve toplumsal örgütlenmesinde
belirleyici olan sadakat ödemelerinin tamamen tasfiye
edilmeyişini etno-cumhuriyetçi politika kalıntısı olarak
yorumlamaktadır. Shalev’in savunduğu üzere, sadakat ödemeleri
meşruiyetini etno-cumhuriyetçi ulusun bütünlük idealinden
devlet örgütlenmesi talep ederken; post-siyonizm seküler, eşit yurttaşlığa
dayalı devlet örgütlenmesi talep eder. Neo-siyonizm muhafazakarlığın, postsiyonizm liberalliğin İsrail’in geleceğini belirlemesinden yanadır. Neosiyonizm dinsel milliyetçiliği yüceltirken, laik milliyetçiliği dinsellik içinde
eritirken; post-siyonizm post-milliyetçi duruşu imler. Neo-siyonizm düşük
gelirli, düşük öğrenim düzeyine sahip kalabalık nüfusta, özellikle Mizrahilerde
karşılık bulurken; post-siyonizm yüksek gelirli, yüksek öğrenim düzeyine
sahip Aşkenazilerde karşılık bulur. Aşkenazilerin sayısı Mizrahilere göre az
olduğundan, neo-siyonizmin güçlü olması normaldir. Anti-siyonist OrtodoksMuseviler neo-siyonizme, anti-siyonist Araplar post-siyonizme kendilerini
yakın bulurlar. Neo-siyonizm merkez sağdan ultra-sağa uzanan yelpazedeki
İsraillileri ve post-siyonizm,merkez soldan ultra-sola uzanan yelpazedeki
İsraillileri temsil eder, demek doğru olur.
131
Yoav Peled, “Profits…,2004, s. 55.
109
almaktadır.132 Sadece Yahudilerin faydalandığı bu ödemelerin
Batı Avrupa refah devleti uygulamalarında rastlanmayan
sembolik değeri olduğunun altını çizen Peled, yaşayan Holokost
mağdurlarına Almanya’nın yaptığı ödemeler gibi yurtsuz
Filistinli Araplara ödeme yapmayı düşünmedikçe İsrail’in
demokratik devlet sayılamayacağını savunmaktadır. İsrail’e
göçen Yahudilere yapılan ödemeleri, Filistinli Arapların varlık
mücadelelerini terör olarak nitelendirip terörden zarar gören
Yahudilere tazminat olarak yapılan gelir aktarımlarını, İsrail’de
askerlik görevini yapanların sosyal güvenlik sisteminden istifade
hakkı olmasını, etno-cumhuriyetçi politika örnekleri olarak sunan
Peled, kaynakların dağılımında adalet sağlanmadığı müddetçe,
İsrail’de özgürlüğün varlığı iddiasında bulunulamayacağını
savunmaktadır. Dönüş Yasası (1950), Yurttaşlık Yasası (1952)
başta olmak üzere yürürlükteki bazı mevzuatın etno-cumhuriyetçi
politikaların kalıntısı olduğunu düşünen Peled, etnocumhuriyetçiliğin
silinmesinin
zaman
alacağı
fikrini
133
taşımaktadır.
İsrail Devleti’nin toprak politikasının tarihi Filistin
topraklarını Arapsızlaştırma üzerine kurulu olduğunu öne süren
Peled, Filistinli Arapların Yahudiler tarafından azınlık hale
getirildiklerini,
Dönüş
Yasası’ndan
Arapların
faydalanamadıklarını, İsrail topraklarının % 93’ü devlet mülkü
sayılarak Arapların mülk sahibi olmalarının engellendiğini
belirtmektedir.134 Peled, İsrail’in yazılı bir anayasasının
olmamasının gerekçesini İsrail’in kurucularının pragmatizmi ile
açıklamakta, 1980’lerin ortalarından itibaren yargı organının
yasama ve yürütme organlarından bağımsız hareket etmeye
başladığını belirtmekte, bunu İsrail’deki siyasal rejimin
normalleşmesi olarak görmektedir.135 1980’lerin ortasından
itibaren İsrail Yüksek Mahkemesi’nin yurttaşlığın liberal
ilkesinin öne çıkmasını sağlayan kararlara imza attığına dikkat
132
Michael Shalev, Labor and Political Economy in Israel, Oxford University
Press,Oxford,1992.
133
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 435.
134
Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 339.
135
Yoav Peled, “Towards…, 2007, s. 99.
110
çeken Peled, yargı kararlarının liberalleşmeye etkisini inkar
etmemekle birlikte, eğilimin Yüksek Mahkeme başkan ve
üyelerinin kim olduğuna göre değişebilmesi nedeniyle, yargı
organının yasama ve yürütme nezdinde bağımsızlık
sergilemesinin tek başına İsrail’i özgür ve demokratik bir ülke
kılmadığı görüşündedir.136
Peled, İsrail’e göç eden Yahudilere, İsrail Devleti
tarafından, barınma yardımı, vergi indirimi, İbranice kurs
ücretlerinin karşılanması, toplumla bütünleşmeyi sağlayacak
nakit ödemeler türünden gelir aktarımı yapıldığına dikkat
çekmekte;137 İsrail’in Holokost mağdurlarına Almanya’nın
yaptığı ödemelere ek ödeme yapması, Holokost mağdurlarını
koruyan ve koruduğunu belgeleyen dünyanın farklı yerlerindeki
insanlara nakit ödeme yapmayı sorumluluk sayması, dinci
Musevilere (Haredim) bütçede pay ayırması, Musevi din okulu
(Yeshiva) öğrencilerine ödemelerde bulunması, Yeshiva için
hizmet eden Yahudilere esnek çalışma saatleri ve kısmi zaman
çalışıp tam ücret alma türünden kolaylıklar sunması, dinci
Musevilerin anti-siyonist olmaları nedeniyle askerlik görevinden
muaf olup sosyal güvenlik sisteminden azami oranda
faydalanmalarını sağlaması, İsrail ordusunun yüksek teknolojili
silahlara sahip olmasına ve bunun az insan kaynağı
gerektirmesine rağmen, asker-yurttaş uygulamasından geri adım
atmaması, İsrail dışında yaşayan İsrail yurttaşlarını askerlik
ödevini yerine getirmemeleri halinde yurttaşlıktan tek maddede
düzenleme yaparak çıkarabilmesi, dinci Musevi kadınların
askerlik ödevinden muaf tutulmakla birlikte, toplumun
çoğunluğunu oluşturan seküler Yahudi kadınların askerlikten
muafiyetinin sıkı düzenlemelere tabi tutulması ve fiilen askerlik
ödevini yapamayacak kadınların askerlik ödevini kamu
kurumunda hizmet vermek suretiyle yerine getirmesini şart
koşması, üniversite öncesi okullarla İsrail ordusunun ortak
projelerde çalışmalarına ilişkin destek mekanizmaları işletmesi ve
bu projelere önemli oranda kaynak aktarımı yapması, çocuk
Yoav Peled, “Profits…, 2004, s. 56.
Yoav Peled, “Zionist Realities: Debating Israel-Palestine”, New Left
Review,sayı: 38, 2006, s. 21-36.
136
137
111
sayısının fazlalığıyla orantılı Yahudilere ödemede bulunması,
teröre maruz kalmış olan Yahudilerin çocuklarının eğitim
masraflarını karşılaması ve refah içinde yaşamalarını temin eden
bütçe kalemleri oluşturması gibi Yahudilik ve/veya Musevilik
kimliğinin ayrıcalıklı kimlik olduğunu, Yahudi bütünü üyesi
olmanın avantaj getirdiğini toplum hafızasına kazıyan
uygulamaların, İsrail’in Yahudi devleti olduğunu ortaya
koyduğunu belirtmekte; Yahudilerin sadakat ödemelerinden
faydalanmaktan vazgeçmeye razı olmamaları halinde, eşit
yurttaşlığın tesisinin mümkün olmadığını düşünmektedir.138
Peled,
etno-cumhuriyetçilik
politikalarına
dair
dönemleştirme yaparken, etno-cumhuriyetçi politikalara ilk
muhalefetin Araplardan geldiğini savunmaktadır.139 1965 genel
seçimlerine katılmak için Al-Ard (Toprak) hareketinin hazırlamış
olduğu “Sosyalist Liste” adıyla İsrail Merkezi Seçim
Komisyonu’na sunulan listenin, 1965’e kadar İsrail seçimlerinde
İşçi Partisi veya İsrail Komünist Partisi’ni destekleyen İsrail
yurttaşı Arapların milli cephe oluşturduklarının delili
sayılabileceğini öne süren Peled, İsrail Merkezi Seçim
Komisyonu’nun listeyi reddetmesini, listeyi oluşturan Al-Ard’ı
İsrail Devleti’ni ortadan kaldırma amacında ve hukuka aykırı
kurulmuş örgüt olmakla itham etmesini İsrail yurttaşlık tarihinin
evriminde talihsiz bir olay olarak nitelendirmektedir.
Komisyon’un red gerekçesini İsrail Yüksek Mahkemesi’ne
taşıyan Al-Ard grubunun başvurusunu değerlendiren dönemin
yargıçları, İsrail Merkezi Seçim Komisyonu’nun gücünü aldığı
mevzuatta içeriğe ilişkin inceleme yapamayacağını belirtmişlerse
de, Komisyon’a sunulan listelerdeki aday yaşlarının doğru veya
imzalarının eksik olup olmadığının denetlenmesinin ötesine
geçilip ideolojik görüş tespitini yanlış bulmuşlarsa da, Peled’e
göre, yargıçlar arasında görüş ayrılıklarının olduğu, muğlak
ifadelerle dolu, Sosyalist Liste’nin seçime girmemesini onaylayan
kararı Mahkeme ilan etmiştir. Zira Peled 1965’den 1984’e kadar
138
139
Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 339.
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 436.
112
İsrail siyasi hayatında Arap partisine rastlanmayışını bu karara
bağlamaktadır.140
İsrail yurttaşı Arapların 1965 sonrasında kendilerini
Filistin ulusunun parçası görmeye başladıklarını düşünen Peled,
1967 Altı Gün Savaşını İsrailli Arapları İsrail Devleti’nden
kopartmada bir dönüm noktası saymaktadır.141 Peled’e göre,
etno-cumhuriyetçi politikalara muhalefet Araplardan sonra
Mizrahilerden gelmiştir. 1967’de ele geçirilen topraklara (Filistin
Özerk Yönetimi’ne göre işgal edilmiş topraklar) Mizrahilerin
yerleştirilmesi ve Mizrahilerle yurttaş olmayan Arapların bir
diğerini öteki sayarak yaşaması her iki tarafta etnik-milliyetçiliği
beslemiş; 1973 Savaşı sonrasında ise, iktisadi göstergelerin
kötüleşmesi İşçi Partisi hegemonyası sonunu hazırlamış, kamu
iktisadi kuruluşların özelleştirileceğini taahhüt eden, YahudiMusevi kimliği hassasiyetine sahip Likud Partisi, 1977 genel
seçimlerinde Mizrahilerin oyunu almış ve İşçi Partisi başarısız
olmuştur.142 1985’deki istikrar paketinin üç rakamlı enflasyonu
düşürmeyi başardığının altını çizen Peled’e göre,İsrail’in 1990
sonrasında iktisadi göstergelerinin iyileşmesi ve İsrail’de kişi
başına düşen gelirin Avrupa Birliği (AB) üyesi Akdeniz
ülkelerinden yüksek seviyede seyretmesi, İsrail piyasasının
küresel piyasayla bütünleşmesi, hiyerarşik yurttaşlık yaklaşımının
sürdürülemeyeceğinin anlaşılmasına hizmet etmiştir.143
Bu bağlamda, Peled’in İsrail’in 1948-1966 dönemini
askeri yönetimin mevcudiyeti nedeniyle, Lustick’in tanımladığı
anlamda denetim rejimi,144 1966-1992 dönemini etnik demokrasi
olarak Smooha’nın isimlendirmesiyle anmakla birlikte145 etnik
demokrasinin içeriğini Yiftachel’in kullandığı etnokrasi
Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 437.
Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 338.
142
Yoav Peled, “Profits…, 2004, s. 55.
143
Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 341.
144
Ian Lustick, “Stability in Deeply Divided Societies: Consociationalism
versus Control”, World Politics, sayı: 31/3, 1979, s. 325-344.
145
Sammy Smooha, “Ethnic Democracy: Israel as an Archetype”, Israel
Studies, sayı: 2/2, 1997, s. 198-241.
140
141
113
kavramından146 unsurlar ihtiva etmek üzere kullandığını yani
etnik
demokrasiyi,
Smooha’nın
ve
Yiftachel’ın
kavramsallaştırmalarının sentezi olarak anlamlandırmak suretiyle
1966-1992 dönemini etnik demokrasi olarak nitelendirdiğini,
1992-2000 dönemini liberal demokrasiye eğilim dönemi kabul
ettiğini, 1992 sonrasında etno-cumhuriyetçi politikaların
zayıfladığının anlaşılarak her yurttaşın İsrail Devleti ile eşit
ilişkisinin olduğu Yeni İsrail’in inşası hayalinin kurulmaya
başladığını ve post-siyonizmin güçlendiğini ancak İkinci İntifada
sonrasında neo-siyonizmin güçlendiğini, 2000-2009 döneminde
etnik demokrasi ve liberal demokrasi seçenekleri arasında
rekabetin yaşandığı, 2009’daki Gazze saldırısı sonrasında etnik
demokrasinin liberal demokrasiye nazaran İsrail toplumunda
destekçi sayısını artırmasına paralel İsrail demokrasisinde
istikrarsızlaşmanın
başladığı
görüşüne
sahip
olmakla
birlikte,liberal demokrasinin zenginleştirilmiş biçimi olarak
gördüğü ortaklıkçı demokrasinin seçenek olduğuna dair iyimser
yaklaşımını koruduğunu ve post-siyonizmle neo-siyonizm
rekabetinde İsrail’in post-siyonist devlet olarak yeniden
yapılandırılacağına dair oldukça ümitli olduğunu söylemek
mümkündür.
Son tahlilde, Peled, Mamlakhtiyut’u yeniden diriltmeye
dönük Shapira,147 Bareli,148 Kedar149 gibi araştırmacıların İsrail
cumhuriyetçiliği üzerine çalışmalarını dikkate almakla birlikte,
yeni cumhuriyetçi tasarımın Mamlakhtiyut’u davet etmemesi,
yeni
cumhuriyetçiliğin
özgürlükçü
olması
gerektiğini
düşünmektedir. İsrail Devleti’nin yurttaşlarıyla ilişkisini liberalcumhuriyetçi senteze göre kurgulamasından yana olan Peled’in
Oren Yiftachel, “Ethnocracy: The Politics of Judaizing Israel/Palestine”,
Constellations, sayı: 6/3, 1999, s. 364-390.
147
Anita Shapira, “Ben-Gurion and the Bible: The Forging of an Historical
Narrative?”, Middle Eastern Studies, sayı: 33/4, 1997, s. 645-674.
148
Avi Bareli, “Mamlakhtiyut, Capitalism and Socialism During the 1950s in
Israel, Journal of Israeli History: Politcs, Society, Culture, sayı: 26/2, 2007, s.
201-227.
149
Nir Kedar, “Jewish Republicanism”, Journal of Israeli History: Politics,
Society, Culture, sayı: 26/2, 2007, s. 179-199.
146
114
etno-cumhuriyetçiliğin 20. yüzyılda bırakılmasını hayal ettiği
söylenebilir.
SONUÇ
Peled’in 1992’de İsrail siyaset bilimi literatürüne
kazandırdığı etno-cumhuriyetçilik kavramı, Filistin’e ilk Yahudi
göçünün başladığı 1882’den İsrail’in kurulduğu 1948’e kadar
Yishuv’a anlam veren öz olmuş, İsrail’in kurulmasıyla Yishuv
üyeliğinin değerleri Mamlakhtiyut’a aktarılmış ve böylece İşçi
Partisi’nin 1977’deki genel seçim başarısızlığına kadar
belirleyiciliğini korumuştur. Peled’e göre, İsrail yurttaşlığını
meydana getiren liberalizm ilkesi, etnik-milliyetçilik ilkesi ve
cumhuriyetçilik ilkesi olmak üzere üç ilkeden cumhuriyetçilik ve
etnik-milliyetçilik ilkesinin hem diğeri ile rekabeti hem kesişmesi
olasılıklarını içinde barındıran bir yurttaşlık politikası olarak
etno-cumhuriyetçiliğin sonunu hazırlayan neo-liberal iktisat
politikalarının uygulanması olmuştur. Etno-cumhuriyetçilik uzun
yıllar siyasi, iktisadi ve toplumsal yaşamda etkisini sürdürmüş,
2000’lerin başından itibaren etkisini kaybetmiş ancak tam olarak
silinmemiştir.
Eşitlik ve özgürlük arasında tercih yapmayı reddeden
Peled, İsrail yurttaşlığı liberal ilkesinin öne çıkmasını
alkışlamakta ve yeni yurttaşlık tanımının yapılmasını elzem
görmektedir. Her ne kadar 2000’lerin başında gözlenen İsrail’de
etnik-dinsel milliyetçiliğin yükselişini sorun olarak saymaktaysa
da, Peled geleceğe dair karamsar değildir. Peled’e göre, insanları
disipline etmeye ve farklılıklarını yok saymaya aday hiçbir
politikanın 21. yüzyılda varlık şansı yoktur. Bu bakımdan, Peled
İsrail yurttaşlığını oluşturan üç ilkeden liberal ilkenin kaptanlığını
örtük olarak benimser gözükmektedir. Öte yandan, Peled klasik
liberalizme itibar etmemektedir. Her türlü kimliğe kör bireydevlet
ilişkisinin
küreselleşme
sürecindeki
ihtiyaçları
karşılayamayacağı
görüşündedir.
Peled,
liberalizmin
zenginleştirilmiş biçimi olarak gördüğü çok kültürlülüğün
toplumun takdirine bırakılarak değil devlet tarafından resmi
115
olarak tanındığı model olarak ortaklıkçı demokrasiden yana duruş
sergilemektedir. Nitekim Peled’in göçmen devletlerdeki devletbirey-grup ilişkilerinin İsrail’de benimsenmesini önermesi,
ortaklıkçı demokrasiyi desteklenesi bir seçenek saydığının
delilidir.
Aydınlanmış Batı ve onun temsilcisi Aşkenazi ile
karanlıklar içindeki Doğu ve onun temsilcisi Mizrahi biçimindeki
ayrımda Aşkenazilerin Mizrahiler üzerinde doğal üstünlük
iddiasında olmalarını, İsrail Devleti’ndeki azınlık Arapların
ayrımcılığa muhatap kalmalarını, Ortadoğu Arap ülkeleri mülteci
kamplarında yaşamaya mahkum edilmiş Filistinli Arapların
maruz kaldıkları kötü yaşam koşullarını ve ayrıca özel
girişimciliğin benimsenmesi güçlüklerini, kamu girişimciliğine
sembolik anlamlar yüklemek gibi tutum ve düşüncelerin
dolaşımda olmasını, bürokratik vesayetçi bir davranış
manzumesinde ısrarlı devletçi ve otoriter zihniyetin İsrail kamu
yönetiminden tamamen silinememesini, farklı cinsel tercihlere
sahip insanların dışlanmalarını, militarist ruhun varlığını
korumayı sürdürmesini ve bunun gibi siyasi, iktisadi, toplumsal
yaşama dair pek çok sorunu etno-cumhuriyetçi politikalar veya
politika kalıntılarıyla açıklayan Peled, Mamlakhtiyut’un
zayıflamasını olumlu bir gelişme saymaktadır. İsrailli Yahudiler
arasında bireyselliğin keşfini alkışlamakta ve geleceğe dair
iyimser tutumla İsrail siyasetinde barışçıl olasılıkların ortaya
çıkacağını öngörmektedir.
116
KAYNAKÇA
Azoulay, Ariella & Ophir Adi, “One Hundred Years of Zionism: Fifty
Years of a Jewish State”, Tikkun, sayı: 13/2, 1998, s. 68-71.
Barber, Benjamin R., Jihad vs.McWorld: How Globalism and
Tribalism are Shaping the World, Times Book, New York, 1995.
Bareli, Avi, “Mamlakhtiyut, Capitalism and Socialism During the
1950s in Israel, Journal of Israeli History: Politcs, Society,
Culture, sayı: 26/2, 2007, s. 201-227.
Bauböck, Rainer,Transnational Citizenship:Membership Rights in
International Migration, Edward Elgar, Alershot, 1994.
Dobson, Andrew, Citizenship and Environment, Oxford University
Press, New York, 2003.
Eisenstadt, Shmuel N., Israeli Society, Weidenfeld & Nicolson,
London, 1968.
Eisenstadt, Shmuel N., The Transformation of Israeli Society,
Weidenfeld& Nicolson, London,1985.
Falk, Richard, “The Making of Global Citizenship”, The Condition of
Citizenship, (ed. B. v. Steenbergen), Sage Publications, London,
1994, s. 127-140.
Habermas, Jürgen, “Citizenship and National Identity”,The Condition
of Citizenship, (ed. B. v. Steenbergen), Sage Publications, London,
1994, s. 20-35.
Horowitz, Dan & Lissak, Moshe, Trouble in Utopia:The Overburdened
Polity of Israel, Suny Press, Albany, 1989.
Işın, Engin F. & Wood, Patricia K., Citizenship and Identity, Sage
Publications, London, 1999.
Jessop, Bob, The Future of Capitalist State, Polity Press, New York,
2003.
Kedar, Nir, “Jewish Republicanism”, Journal of Israeli History:
Politics, Society, Culture, sayı: 26/2, 2007, s. 179-199.
117
Khalidi, Rashid, “The Palestinians and 1948: The Underlying Causes
of Failure”, The War For Palestine: Rewriting the History of 1948,
(ed. E. Rogan & A. Shlaim),Cambridge University Press,
Cambridge, 2001, s. 12-36.
Kymlicka, Will, Multicultural Citizenship: A Liberal Theory of
Minority Rights, Clarendon Press, Oxford, 1995.
Laguerre, Michel S., Diasporic Citizenship: Haitian Americans in
Transnational America, St. Martin’s Press, New York, 1998.
Levy, Yagil,“Social Convertibility and Militarism: Evolution of the
Development of Military-Society Relations in Israel in the Early
2000s”, Journal of Political and Military Sociology, sayı: 31/1,
2003, s. 71-96.
Liebmann, Charles S. &Yehiya, E. Don, Civil Religion in Israel:
Traditional Judaism and Political Culture in the Jewish State,
University of California State, Berkeley, 1983.
Lustick, Ian, “Stability in Deeply Divided Societies: Consociationalism
versus Control”, World Politics, sayı: 31/3, 1979, s. 325-344.
Marshall, Thomas H., “Citizenship and Social Class”, Class,
Citizenship and Social Development, (ed. T. H. Marshall),
Greenwood, Westport, 1973, s. 65-122.
Masalha, Nur, “New History, Post-Zionism and Neo-Colonialism: A
Critique of the Israeli New Historians”, Holy Land Studies, sayı:
10/1, 2011, s. 1-53.
Morris, Benny, Birth of Palestinian Refugee Problem:1947-1948,
Cambridge University Press, Cambridge, 1987.
Mouffe, Chantal, “Democratic Citizenship and the Political
Community”, Dimensions of Radical Democracy, (ed. Chantal
Mouffe), Verso, London, 1992, s. 225-239.
Mouffe, Chantal, “Liberal Socialism and Pluralism: Which
Citizenship?”, Principled Positions: Postmodernism and the
Rediscovery of Value, (ed. J. Squires), Lawrence & Wishart,
London, 1993, s. 69-84.
118
Navot, Doron & Peled Yoav, “Towards a Constitutional CounterRevolution in Israel”, Constellations, sayı:16/3, 2009, s. 429-444.
Ong, Aihwa, “On the Edge of Empires: Flexible Citizenship among
Chinese Diaspora, Positions, sayı: 1/ 3, 1993, s. 745-778.
Pappe, Ilan, The Making of Arab-Israel Conflict:1947-1951, I. B.
Tauris, London, 1992.
Peled, Yoav, “Ethnic Exclusionism in the Periphery: The Case of
Oriental Jews in Israel’s Development Towns”, Ethnic and Racial
Studies, sayı: 3/3, 1990, s. 345-367.
Peled, Yoav, “Ethnic Democracy and the Legal Construction of
Citizenship: Arab Citizens of Jewish State”, American Political
Science Review, sayı: 86/2, 1992, s. 432-443.
Peled, Yoav, “Towards a Definition of Jewish Nationalism in ısrael?
The Enigma of Shas”, Ethnic and Racial Studies, sayı: 21/4, 1998,
s. 703-727.
Peled, Yoav, “Profits or Glory? The Twenty-Eight Elul of Arik
Sharon”, New Left Review, sayı: 29, 2004, s. 47-70.
Peled, Yoav,“Restoring Ethnic Democracy: The Or Commision and
Palestinian Citizenship in Israel”, Citizenship Studies, sayı: 9/1,
2005, s. 89-105.
Peled, Yoav, “Civil Society in Israel”, Palestine-Israel Journal, sayı:
12/1, 2005, s. 20-25.
Peled, Yoav, “Zionist Realities:Debating Israel-Palestine”, New Left
Review, sayı: 38, 2006, s. 21-36.
Peled, Yoav, “Towards a Post-Citizenship Society? A Report From the
Front”, Citizenship Studies, sayı: 11/1, 2007, s. 95-104
Peled, Yoav, “The Evolution of Israeli Citizenship: An Overview,
Citizenship Studies, sayı:12/3, 2008, s. 335-345.
Peled, Yoav, “The Viability of Ethnic Democracy: Jewish Citizens in
Inter-War Poland and Palestinian Citizens in Israel”, Ethnic and
Racial Studies, sayı: 34/1, 2011, s. 83-102.
119
Peled, Yoav, “The Rise and Fall of Liberal Nationalism”, The
Contradictions of Israeli Citizenship: Land, Religion, State, (ed. G.
B. Porat & B. S. Turner), Routledge, London, 2011, s. 278-292.
Peled, Horit Herman & Peled, Yoav, “Post-Post Zionism? Confronting
the Death of Two-State Solution, New Left Review, sayı: 67, 2011,
s. 97-118.
Peres Shimon, The New Middle East, Henry Holt, New York, 1993.
Pettit, Philippe, Repuclicanism: A Theory of Freedom and Government,
Oxford University Press, Oxford, 1997.
Ram, Uri, “The Promise Land of Business Opportunities: Liberal PostZionism in the Glocal Age”, The New Israel: Peacemaking &
Liberalization, (ed. G. Shafir& Y. Peled), Westview, Boulder,
2000, s. 217-240.
Ram, Uri, The Globalization of Israel: McWorld in Tel Aviv, Jihad in
Jerusalem, Routledge, New York, 2007.
Ram, Uri, Israeli Nationalism: Social Conflicts and the Politics of
Knowledge, Routledge, New York, 2011.
Said, Edward, Culture and Imperialism, Random House, New York,
1994.
Sassen, Saskia, Losing Control? Sovereignty in an Age of
Globalization, 1995 Columbia University Leonard Hastings Schoff
Memorial Lectures, Columbia University Press, New York, 1996.
Shafir, Gershon, Land, Labor and the Origins of the Israeli-Palestine
Conflict:1882-1914,Cambridge University Press, Cambridge,
1989.
Shafir, Gershon, “Israeli Society: A Counterview”, Israel Studies, sayı:
1/2, 1996, s.189-213.
Shafir, Gershon & Peled, Yoav, “Introduction: The Socioeconomic
Liberalization of Israel”, The New Israel: Peacemaking&
Liberalization, (ed. G. Shafir & Y. Peled), Westview, Boulder,
2000, s. 1-13.
120
Shafir, Gershon & Peled, Yoav,“Peace and Profits: The Globalization
of Israeli Business and the Peace Process”, (ed. G. Shafir & Y.
Peled), Westview, Boulder, 2000, s. 243-264.
Shafir, Gershon & Peled, Yoav, Being Israeli: The Dynamics of
Multiple Citizenship,Cambridge University Press,Cambridge,
2002.
Shalev, Michael, Labor and Political Economy in Israel, Oxford
University Press, Oxford, 1992.
Shapira, Anita,“Ben-Gurion and the Bible: The Forging of an Historical
Narrative?”, Middle Eastern Studies, sayı: 33/4, 1997, s. 645-674.
Shapiro, Yonathan, “Political Sociology in Israel: A Critcal Review”,
Politics and Society in Israel: Studies in Israel Society, cilt:3, (ed.
E. Krausz), Transaction, New Brunswick, 1985, s. 6-16.
Smooha, Sammy, “Minority Status in an Ethnic Democracy: The Status
of Arab Minority in Israel”, Ethnic and Racial Studies, sayı: 13/3,
1990, s. 389-413.
Smooha, Sammy, “Ethnic Democracy: Israel as an Archetype”, Israel
Studies, sayı: 2/2, 1997, s. 198-241.
Silberstein, Laurence J., The Postzionism Debate: Knowledge and
Power in Israeli Culture, Routledge, New York,1999.
Smith, Rogers M., Civic Ideals: Conflicting Visions of Citizenship in
US History, Yale University Press, New Haven, 1997.
Soysal, Yasemin Nuhoğlu, Limits of Citizenship: Migrants and
Postnational Membership in Europe, University of Chicago Press,
Chicago,1994.
Steenbergen, Bart van, “Towards a Global Ecological Citizen”, The
Condition of Citizenship, (ed. B. v.
Steenbergen), Sage
Publications, London, 1994, s. 141-152.
Tilley, Virginia, The One-State Solution: A Breakthrough for Peace in
the Israeli-Palestinian Deadlock, Manchester University Press,
Manchester, 2005.
121
Touraine, Alain, “Can We Live Together, Equal and
Different?”,European Journal of Social Theory, sayı: 1/2,1998, s.
165-178.
Turner, Bryan S., Citizenship: Critical Concepts, Routledge, London,
1994.
Yiftachel, Oren, “The Concept of Ethnic Democracy and Its
Applicability Case of Israel,” Ethnic and Racial Studies, sayı:
15/1, 1992, s. 125-136.
Yiftachel, Oren, “Israeli Society and Jewish-Palestinian Reconciliation:
Ethnocracy and Its Territorial Contradictions”, Middle East
Journal, sayı: 51/4, 1997, s. 505-519.
Yiftachel, Oren, “Ethnocracy: The Politics of Judaizing
Israel/Palestine”, Constellations, sayı: 6/3, 1999, s. 364-390.
Young, Iris Marion, Polity and Group Difference: A Critique of the
Ideal of Universal Citizenship”, Ethics, sayı: 99/2, 1989, s. 250274.
122
1920 RUHU NEDİR?
Nuray E. Keskin*
Özet
Son yıllarda resmi açıklamalarda ve yanı sıra medyada sıkça
rastladığımız bir söylem var: “1920 ruhuna dönmek.” Elinizdeki
makale, bu söylemden hareketle 1920’li yılların başına
gitmekte ve tarihselliği içinde “1920 ruhu nedir?” sorusuna
yanıt aramaktadır. Biten bir imparatorlukla, ortaya çıkan bir
ulus-devlet arasında, yakın tarihimizin en köklü oluşları ve
olguları görülür. Makale bu tarihsel koşullarda, BMM’nin ilk
gününden 1921 Anayasası’na uzanan sürecin izini sürmektedir.
23 Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi, 1922 sonuna
kadar ulusal kurtuluş savaşını-milli mücadeleyi yönetmiştir. Bu
süreçte bütün düşünce ve yegâne görev “Türkiye halkını
emperyalizmin zulmünden kurtarmak”tır. Döneme rengini ve
ruhunu veren temel dinamik de budur.
Anahtar Sözcükler: Emperyalizm, Bağımsızlık, Milli Mücadele,
Türkiye Halkı, 1920 Ruhu.
Doç. Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi,
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü. [email protected]
*
123
“Türkiye Büyük Millet Meclisi… Türkiye
halkını, emperyalizm ve kapitalizm tahakküm
ve
zulmünden
kurtararak
irade
ve
hakimiyetinin sahibi kılmakla gayesine vasıl
olacağı kanaatindedir… halkın öteden beri
maruz bulunduğu sefalet sebeplerini yeni
vesait ve teşkilat ile kaldırarak yerine refah ve
saadet ikame etmeyi başlıca hedefi addeder.”
Büyük Millet Meclisinin Beyannamesi,
21 Ekim 1920.
Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde Recep Tayyip
Erdoğan’ın Kürt sorununun çözümüne dair açıklamalarında
ağırlık verdiği tema “1920 Ruhu” oldu. Seçilip görevi
devraldıktan sonra da çeşitli açıklamalarında “1920 ruhuna
dönmek ya da “1920 ruhu ile yeni Türkiye’yi kurmak” söylemi
yerini korudu. Erdoğan, 12. Cumhurbaşkanı olarak TBMM Genel
Kurulu’nda ant içtikten sonra gerçekleştirdiği ziyarette Anıtkabir
özel defterine şu satırları yazdı: “Halkoyuyla seçilmiş ilk
Cumhurbaşkanının göreve başladığı bugün, Türkiye’nin
küllerinden doğduğu, yeni Türkiye’nin inşa ve imar sürecinin güç
kazandığı bir gündür. Hiç kuşkunuz olmasın ki bugün, 23 Nisan
1920’de ilk adımlarını attığınız büyük Türkiye ruhunun, özünün,
hayal ve ideallerinin dirildiği gündür.” Aynı dönemde çeşitli
gazetelerde de 1920 Ruhu’nu irdeleyen yazıların yayımlandığı
görülmektedir.1
Elinizdeki çalışma, “tarihselliği içinde 1920 ruhu nedir?”
sorusuna yanıt aramaktadır. 1920 ruhu, bir demokrasi ve hoşgörü
ruhu mudur? Yoksa tarihsel koşulların biçimlendirdiği bir iktidar
arayışı mı söz konusudur? 1920’de herkes tarafından paylaşılan
bir “ruh”un mevcudiyetinden söz edilebilir mi? Bu makale,
Konuyu ele alan kimi gazete yazılarına örnek olarak: Kurtuluş Tayiz, “Yeni
Türkiye ve 1920 Ruhu”, Akşam, 17 Kasım 2013; Sevag Beşiktaşlıyan, Halil
Berktay’la Söyleşi: “1920 Ruhu Neydi?”, Agos, 8 Şubat 2014; Bülent
Erandaç, “23 Nisan 1920 Ruhu Canlandı”, Takvim, 29 Ağustos 2014; Levent
Köker, “Yeni Türkiye ve 1920 Ruhu”, Zaman, 4 Eylül 2014; Emre Can
Dağlıoğlu, Erik-Jan Zürcher’le Söyleşi: “Yeni Türkiye ve 1920 Ruhu”, Agos,
26 Eylül 2014; Şükrü Hanioğlu, “1920 Ruhu”, Sabah, 28 Eylül 2014.
1
124
Büyük Millet Meclisi’nin açılışı, BMM içinden icra organı olarak
hükümetin oluşumu, Halkçılık Programı ve bu programdan doğan
1921 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanunu aşamalarını izleyerek
“1920 gerçeği”ni anlamaya-açıklamaya çalışmaktadır. Bugün
Türkiye’de siyasetçilerin 1920 ruhundan ne anladıklarının
incelenmesi ise makale kapsamı dışında bırakılmıştır.
İMPARATORLUKLA ULUS-DEVLET ARASINDA
Biten bir imparatorlukla, ortaya çıkan bir ulus-devlet
arasında, yakın tarihimizin en köklü oluşları ve olguları görülür.
Türkiye yakın tarihinin bu ilginç manzarası dünyanın içine girdiği
yeni bir çağın koşulları içinde ayrı boyutlar kazanmıştır. Bu
dönem kapitalist dünyanın devrimlerle sarsıldığı bir dönemdir;
bir devrim çağıdır. 1917 Ekim İhtilali’nin bunalımları içinde,
Çarlık Rusya tarihten silinmiş, yerini Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetleri Birliği’ne bırakmıştır. Bu rejim Doğu’yu temsil
etmektedir. Marksist-Leninist yeni bir dünya karşısında Batı’yı ve
Batı uygarlığını temsil ettiklerini savaş galipleri kendiliklerinden
öne sürmektedirler. Mağluplar ise, sanki o zamanın üçüncü
dünyası olmuşlardır. Afganistan, Hindistan, Mısır, İrlanda vb.
ülkelerde devrimci dönemler yaşanmaktadır. Türkiye’nin 1920’de
içinde bulunduğu tablo, bu boyutlar içinde ele alınmalıdır.
Türkiye’ye baktığımızda; Osmanlı toprakları üzerinde üç
iktidar odağı, bir başka deyişle üç farklı karar mekanizması
bulunmaktadır: İstanbul, Anadolu ve işgal idaresi. Bir yanda,
Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan ne varsa, İstanbul Hükümeti
olarak saklı tutulmak ve devam ettirilmek istenmiştir. İstanbul
Hükümeti, Sevr diktacıları olan galip devletlerin çizdikleri ülke
sınırları içinde, elde edebileceği değişikliklerle kalmaya ve
yaşamaya mahkum edilmiştir ve buna razıdır. Öte yanda
Müdafaai Hukuk örgütlenmesi vardır. Bu Milli Kurtuluş
Hareketi’dir ve İstanbul Hükümeti’nin 16 Mart 1920’den
(İstanbul’un işgal tarihi) başlayarak, yaptığı tüm anlaşmaların
reddi ve yok sayılacağı ilkesine, amacının önüne çıkan iç ve dış
125
tüm engellerle savaş kararlılığına dayanarak gelişmiştir.2 19191922 yılları arasında, Osmanlı adını taşıyan bir devletin var olup
olmadığı kesinlikle tartışılabilir.3 İstanbul’un oluşturduğu siyasal
iktidarın coğrafya bakımından, ülkenin neresine kadar etkin
olduğunu kestirmek zordur. İstanbul’da 11 Kasım 1918-4 Kasım
1922 tarihleri arasında on hükümet görev yapmıştır.4 Bu iktidarın,
1922 yılına kadarki gelişmesi, işgalci devletler ve Anadolu ile
kurduğu ilişkilere dayanır. 1922 yılında ise tarih sahnesinden
silinmiştir. Üçüncü iktidar odağı emperyalist güçlerdir. İşgal
kararları, kararların uygulanması, İtilaf Devletleri’nin birbirleriyle
ilişkileri, İtilaf Devletleri ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkiler
işgal sürecinin yönetim mekanizmasını ortaya koymaktadır.5
Osmanlı yönetimine el koymak, Osmanlı toprakları üzerinde
emeller besleyen üç İtilaf Devleti arasında tehlikeli ve her an
patlamaya hazır bir konudur. Bu nedenle, yönetime el koyma
işlemlerinin kendi aralarında uyuşarak ve anlaşarak yapılması için
bir mekanizma oluşturulmuştur: İtilaf Devletleri Fevkalade
Komiserliği. Osmanlı yönetimine el koyma süreci, fevkalade
(yüksek) komiserlerin düzenli toplantılarıyla yönetilmiştir. İşgalci
devletlerin yüksek komiserleri, İstanbul Hükümetleri’nin karar
sürecinde etkili olan temel dinamiktir. Yüksek komiserlerin
yanında işgal yönetiminin bir parçası olarak İtilâf Devletlerinin
ordu kumandanları bulunmaktadır.
Mücadelenin bir başka boyutunu ise, Anadolu’daki diğer
iktidar odakları oluşturmaktadır. Bunların bir kısmı,
Anadolu’daki bağımsızlık mücadelesini, kuvayı milliye
mücadelesini kendi önderliği altında birleştirmek isteyen
güçlerdir. Anadolu sınırları içinde Çerkez Ethem, dışında ise
Enver Paşa bu güçlere örnek gösterilebilir. İkinci unsur, sosyalist
Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt II, Mütareke Dönemi,
İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 30.
3
Tunaya, 1918-1922 yılları arasını bir iktidar boşluğu (interregnum) olarak
adlandırır. Türkiye’de Siyasal Partiler, s. 33.
4
Açıklamalı Yönetim Zamandizini 1919-1928, Ed. Nuray Ertürk Keskin,
Ankara Üniversitesi, SBF-KAYAUM Yayını, Ankara, 2012.
5
İşgal yönetimi karar, uygulama, kurumlaşma boyutlarıyla şu çalışmada
incelenmiştir: Açıklamalı Yönetim Zamandizini 1919-1928, Ed. Nuray Ertürk
Keskin, Ankara Üniversitesi SBF-KAYAUM Yayını, Ankara, 2012.
2
126
veya Sovyetler Birliği yanlısı bir kuruluşun mümkün olduğunu
düşünen kişilerin oluşturduğu iktidar odağıdır. Gizli Türkiye
Komünist Fırkası, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası ve Yeşilordu
Cemiyeti bu odağın bir parçasıdır. Üçüncü unsur, Büyük Millet
Meclisi Hükümeti’ne karşı özerklik talebinde bulunan Kürt
aşiretleridir. Büyük Millet Meclisi Hükümeti, kendisi dışındaki
bütün bu iktidar odaklarına karşı mücadelesinde önceliği
bağımsızlık mücadelesinin tek elden yönetilmesine vermiştir.
1919-1922 döneminin canlılığı, bu taraflar arasındaki
çatışmalardan doğmuştur. 1920 yılının ruhu da bu koşullar içinde
ele alınmalıdır.
Milli mücadele 1920 yılında kendi basınını oluşturmuştur.
Heyeti Temsiliye’nin sözcülüğünü yapmak ve milli iradeyi hakim
kılmak amacıyla Ankara’da 10 Ocak’tan itibaren Hakimiyeti
Milliye Gazetesi yayımlanmaya başlamıştır.6 Mustafa Kemal
Paşa’nın gözetiminde, 4 küçük sayfa olarak haftada iki gün
yayımlanan gazete 6 Şubat 1921’de kendi adına bir matbaa
kurduktan sonra günlük olarak yayımlanacaktır. Mustafa Kemal
Paşa ve arkadaşlarının -BMM açıldıktan sonra milli hükümetinhareket hattı, fikirleri ve yönelimi Hakimiyeti Milliye aracılığıyla
halka ulaştırılmıştır. İlk sayıda “Kürdistan’ın Ahvali” başlığı
altında Türk-Kürt birliği vurgulanmış; Gürcistan, Azerbaycan,
Trabzon sahilleri, Adana ve çevresi, Arabistan, Irak, Amerikaİngiltere ilişkileri, Ermenistan, İzmir ve çevresi üzerine
değerlendirmeler yapılmıştır. Yine ilk sayıda Hakimiyeti
Milliye'nin çıkış nedeni şöyle anlatılmaktadır:7
Bugünden itibaren yayımlanan ve sütunlarında bütün Anadolu ile
onu alakadar eden muhitlerin ahval ve hadiselerini ihtiva edecek
olan gazetemize bu ismi tesadüf olarak vermedik. Gazetemizin ismi
aynı zamanda takip edeceği mücadele yolunun da nevidir. Şu halde
diyebiliriz ki, Hakimiyeti Milliye'nin mesleği milletin hakimiyetini
müdafaa olacaktır… Hakimiyeti Milliye üç büyük dayanak tanır:
Zeka, irfan, hamiyet… Bunlar haricinde hiçbir şeye dayanamaz.
Milletin hakimiyeti ne sermayelerin, ne içi boş siyasetlerin, ne
Daha önce Eylül 1919’da Sivas Kongresi’nde Sivas’ta haftada iki kez İrade-i
Milliye Gazetesi’nin yayınlanmasına karar verilmişti.
7
Hakimiyeti Milliye, 10 Ocak 1920.
6
127
kinlere, ne menfaatlere, ikbal ve geleceklere yönelik geçici
heveslerin oyuncağı olamaz. Millet yaşamaya, hür ve bağımsız
yaşamaya, yaşadıkça da mesut ve olgun bir ilerleme unsuru olmaya
muhtaçtır. Hakimiyetini bunun için kullanacaktır. Gazetemizin de
gayesi bu milletin ihtiyacıdır.
BÜYÜK MİLLET MECLİSİ
Bu dört yıllık (1919-1922) dönemin belirleyici karar odağı
Müdafaai Hukuk hareketi, bu hareket içinden doğarak gelişen
Heyeti Temsiliye ve 23 Nisan 1920’den itibaren BMM’dir. Yeni
devletin kurucu unsurları Amasya toplantı karar ve genelgeleri,
Erzurum Kongresi kararları, Sivas Kongresi karar ve
nizamnamesi ile Misakı Milli gibi dört aşamada titizlikle çizilerek
oluşturulmuştur. Söz konusu dört aşamada da tam bağımsızlık ve
anti-emperyalizm egemendir. Mondros Ateşkes Anlaşmasını
izleyen günlerde yurdun çeşitli yörelerinde kurtuluşu amaçlayan
dernekler kurulmuş, kongreler toplanmıştır. Sivas Kongresi,
bölgesel örgütleri Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti
altında bir araya getirmiştir. Cemiyet, 23 Nisan 1920’de Büyük
Millet Meclisi açılıncaya kadar, Anadolu hareketini yönetecek,
cemiyetin karar organı Heyeti Temsiliye geçici bir hükümet gibi
çalışacaktır.
Osmanlı Mebusan Meclisi, İngilizlerin parlamentoyu
basarak mebuslardan bazılarını tutuklamaları ve Malta’ya
sürmeleri sonucunda, meclisin 18 Mart 1920 tarihli oturumunda
“meclis çalışmalarının durdurulması ve toplantıların ertelenmesi”
kararının alınması ile son bulmuştur. İstanbul’un işgalinden üç
gün sonra, 19 Mart 1920’de Heyeti Temsiliye adına Mustafa
Kemal Paşa imzasıyla yayımlanan tebliğle, ulusun işlerini
yürütmek ve denetlemek üzere olağanüstü yetkili bir meclisin
Ankara’da toplanmasını sağlama kararı duyurulur. Vilayetlere,
müstakil mutasarrıflıklara ve kolordu komutanlarına gönderilen
tebliğde; dağılmış olan mebuslardan Ankara’ya gelebileceklerin
bu meclise katılmalarının zorunlu görüldüğü bildirilmiş, tebliğ
ekinde verilen yönerge gereğince seçimlerin yapılması
istenmiştir. Seçimde, sancaklar (bugünkü iller) seçim bölgesi
128
olacak, her sancaktan beş üye seçilecektir. Her sancakta,
kazalardan (ilçe) gelecek ikinci seçmenlerle sancak merkezinden
seçilecek ikinci seçmenlerden ve sancak idare ve belediye
meclisleriyle Müdafaai Hukuk idare heyetlerinden; vilayetlerde,
vilayet heyeti merkeziyelerinden ve vilayet idare heyeti ile vilayet
merkezlerindeki belediye meclisinden ve vilayet merkezi ile
merkez ilçesi ve merkeze bağlı ilçelerin ikinci seçmenlerinden
oluşmuş bir kurul tarafından aynı günde aynı oturumda seçim
yapılacaktı. BMM üyeliğine, her parti, topluluk ve dernekçe aday
gösterilebileceği gibi, her kişinin de bağımsız adaylığını istediği
yerden koymaya hakkı vardı. Seçimlere her yerin en büyük mülki
memuru başkanlık edecek ve seçimin doğru yapılmasından
sorumlu olacaktı. Seçimlere Müslüman olmayanlar katılmayacak,
oy vermek için vergi yükümlüsü olup olmama koşulu
aranmayacaktı. Seçimde yaş kaydı aranmamış, 30 yaşından
küçük onbir kişi milletvekili seçilmiştir. Seçimlerin en geç 15 gün
içinde, çoğunluğun Ankara’da bulunmasını sağlayacak şekilde
tamamlanması kabul edilmiş ve işlemler ilgili makamlarca bu
şekilde yürütülmüştür. Buna göre 66 seçim çevresinden 349
milletvekili seçilmiş, İstanbul Mebusan Meclisi’nden (Malta’dan
gelenler dahil) gelen 88 milletvekili ile sayı 437’ye ulaşmıştır.
Ancak 34 milletvekili Meclise katılmadan istifa etmiştir. Meclisi
Mebusan’dan katılan mebuslarla birlikte 404 kişiden oluşan ilk
BMM üyelerinden 49’u mülki idare amiridir (kaymakam, vali,
mutasarrıf, nahiye müdürü).8 Bununla birlikte mebus seçilenler
arasında eytam müdürü, muallim, bölük kumandanı, bidayet reisi,
ceza reisi, nüfus müdürü, mektupçu, evkaf müdürü, yüzbaşı,
binbaşı, kadı, müftü, vb. memurlar ile meclisi umumi azası,
belediye reisi gibi görevliler de bulunmaktadır. Birinci Büyük
Millet Meclisi üyelerinin 129’u toprak sahibi-tüccar, 53’ü din
adamı, 5’i aşiret reisidir.
Osmanlı Mebusan Meclisi Başkanı Celaleddin Arif Bey,
Yunus Nadi, Dr. Adnan, Hüsrev ve Cami beylerle Halide Edip
Hanım, Rıza Nur, Yusuf Kemal, Abdullah Azmi, Hoca Vehbi 2
Nisan günü Ankara İstasyon’'nda Mustafa Kemal Paşa ve
Atatürk ve İdare, Türk İdare Dergisi, Cumhuriyetimizin 60’ıncı Yıldönümü
Özel Sayısı, Yıl 55, Sayı 362, Ekim 1983, s. 114-116.
8
129
kalabalık bir topluluk tarafından karşılanmıştır.9 Heyeti
Temsiliye’nin son tebliği 22 Nisan günü yayımlanmıştır:
“Allah’ın yardımıyla Nisanın 23’üncü Cuma günü Büyük Millet
Meclisi açılarak çalışmaya başlayacağından o günden sonra bütün
mülki ve askeri makamların ve bütün ulusun başvuracağı en yüce
kat adı geçen Meclis olacaktır.”10 Ankara’da “olağanüstü
yetkilere sahip” (salahiyet-i fevkaladeyi haiz) kurucu nitelikli
Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920 Cuma günü, saat 13.45’te
toplanmıştır. İstanbul mebusanından bir kısım üyeler bu meclise
katılmıştır; daha sonra Malta’dan gelenler de katılacaktır. Açılış
toplantısına 115 mebus yetişebilmiştir. Hazır bulunan en yaşlı
üye 1845 doğumlu Sinop milletvekili Şerif Bey’dir. BMM Şerif
Bey’in nutku ile açılmıştır: “İstanbul işgal edildi ve Halifelik
makamı ile hükümetin bağımsızlığı alındı. Buna boyun eğmek,
yabancı esirliğini kabul etmek demektir. Tam bir bağımsızlık ile
yaşamak azminde olan, ezeli olarak hür ve bağımsız milletimiz,
esirliği şiddetle reddederek bu meclisi meydana getirmiştir.” Bu
konuşmadan sonra Ankara mebusu Mustafa Kemal Paşa meclisin
hangi azadan teşekkül edeceğine dair bir beyanat vermiştir.
Ardından Mazbataları Tetkik Encümeni (seçim tutanaklarını
inceleme komisyonu) ile muvakkat katip seçimi yapılmıştır.
Meclisin ilk oturumu-ilk celsesi 45 dakika sürmüş, toplantı
14.30’da sona ermiştir. BMM’nin açılmasıyla Türk kurtuluş
savaşı yeni bir aşamaya girmiştir.
Heyeti Umumiye’nin ilk kararı BMM’nin Sureti
Teşekkülü Hakkındadır: “Büyük Millet Meclisi’nin bu kere
intihap edilen azalarla İstanbul Meclisi Mebusanı’ndan iltihak
eden azalardan müteşekkil bulunmasına karar verildi.” Anadolu
ihtilalinin meclisi, 1 sayılı kararı ile varlığını hukukileştirmiş, 5
sayılı kararıyla da kendi içinden bir yürütme organı çıkarmıştır.11
Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, 2. Baskı, Türkiye Yayınevi, İstanbul,
1969, s. 566.
10
Nutuk, Cilt I, TTK Yayınları, Ankara, 1984.
11
Büyük Millet Meclisi’nin Sureti Teşekkülü Hakkında Heyeti Umumiye
Kararı, Karar No.1, 23.4.1920. “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bu kere
intihap edilen azalarla İstanbul Meclisi Mebusanı’ndan iltihak eden azalardan
müteşekkil bulunmasına karar verildi.” Kuvvei İcraiye Teşkiline Dair Heyeti
9
130
Bu noktadan itibaren başlayan Osmanlı kurumlarını tasfiye
süreci, milli mücadelenin yürütülmesi ile eşzamanlı olarak,
BMM’nin kabul ettiği 338 kanun ve aldığı 389 kararla yeni bir
devlet ve hükümet kurulması ile sonuçlanmıştır.12
Ankara mebusu Mustafa Kemal Paşa 24 Nisan’da
BMM’de bir konuşma yapmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın nutku,
mütarekeden meclisin açılmasına kadar geçen zaman zarfında
cereyan eden siyasi ahval hakkındadır. Konuşma üç bölümden
oluşmaktadır: “1) Mütarekeden Erzurum Kongresi’ne kadar
geçen zaman zarfındaki ahvale dair, 2) Erzurum Kongresi’nden
16 Mart tarihine kadar yani İstanbul’un düşmanlar tarafından
işgal edildiği güne kadar, 3) 16 Mart'tan bu dakikaya kadar olan
ahvale dair.” Mustafa Kemal Paşa, bu konuşmanın ardından
hükümet teşkilatı hakkında bir teklif sunmuştur:
Efendiler! Bütün maddi, manevi mesuliyeti Heyeti Temsiliye namı
altında bulunan heyet üzerine almış ve 16 Mart 1336 tarihinden bu
dakikaya kadar bütün acı safhalara, manzaralara karşı ifayı vazifeyi
fevkalade bir vazife bilmiştir; bu mesuliyet çok ağırdır. O heyeti
artık bu ağır yükün altında bırakmayınız, bu dakikadan itibaren
teklif ediyorum, derhal mukadderatı memleketi deruhte buyurunuz.
Bundan ictinab etmeye lüzum yoktur. Bu vazife o kadar mühim,
içinde bulunduğumuz zaman o kadar tarihidir ki, bu koca mesuliyeti
içinizde üç-beş kişiye tahmil etmekle iktifa edemeyiz. Bütün bu
meclis, bütün manasıyla mesul olmak lazım gelir. Millet bizi ancak
bunun için gönderdi, bizi buraya beş kişinin eline milleti terk edelim
diye göndermemiştir.
Umumiye Kararı, Karar No 5, 25.4.1920. 29 Nisan tarihli oturumda Meclisi
Ali'nin adı "Büyük Millet Meclisi" olarak kabul edilmiştir.
12
Rıdvan Akın, TBMM Devleti (1920-1923), Birinci Meclis Döneminde Devlet
Erkleri ve İdare, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 25.
131
Mustafa Kemal Paşa tarafından BMM’ye sunulan ve kısa
bir tartışmadan sonra kabul olunan teklif şu ilkelerden
oluşmaktadır:
1) Hükümet kurmak zorunludur.
2) Geçici olduğu bildirilerek bir hükümet başkanı tanımak ya da
bir padişah vekili ortaya çıkarmak uygun değildir.
3) Meclis’te yoğunlaşan ulusal iradenin, yurt alınyazısına
doğrudan doğruya el koymasını kabul etmek temel ilkedir.
Büyük Millet Meclisi’nin üstünde bir güç yoktur.
4) Büyük Millet Meclisi yasama ve yürütme yetkilerini kendinde
toplamıştır.
5) Meclis’ten seçilecek ve vekil olarak görevlendirilecek bir
kurul hükümet işlerine bakar. Meclis başkanı bu kurulun da
başkanıdır.
6) Not: Padişah ve halife, baskı ve zordan kurtulduğu zaman,
Meclis’in düzenleyeceği yasal ilkeler içinde durumunu alır.
Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta bu ilkelere göre kurulan
bir hükümetin niteliğinin kolaylıkla anlaşılabileceğini
belirtmektedir: “Böyle bir hükümet, ulusal egemenlik temeline
dayanan halk hükümetidir. Cumhuriyet’tir. Böyle bir hükümetin
kuruluşunda ilke, kuvvetler birliği kuramıdır.” Mustafa Kemal
Paşa, aynı gün TBMM reisi seçilmiştir. Erzurum mebusu
Celalettin Arif Bey Reisi Sani (ikinci başkan), Çelebi Abdülhalim
Efendi Birinci Reis Vekili seçilmiştir.
Büyük Millet Meclisi, yönetsel gücünü ulusal ve yerel
kongre iktidarlarının merkezileşmesi ile oluşan bir devrim meclisi
olmasından almaktadır. Yönetim usulüne de yansıyan niteliksel
özellikleri itibariyle kuvvetler birliği esasını benimsemiş bir
Meclis Hükümeti (Konvansiyon Meclisi)’dir.13 Devrimci
durumun, iktidarı öncelikle Meclis’te tek elde toplama ihtiyacı
yarattığı ve kuvvetler birliği ilkesinin de bu çerçevede
benimsendiğini söylemek doğru olur. Tam bir Konvansiyon
13
Akın, a.g.k., s. 217-222.
132
Meclisi ve hatta Konvansiyon Meclislerinin en uzunu olarak
görev yapan Büyük Millet Meclisi,14 karar alıcı olması nedeniyle
yasama üstünlüğü ilkesinin benimsendiği; yasama, yürütme ve
yargı yetkisini tek elde toplayan bir Meclis olmuştur. Büyük
Millet Meclisi’nde kararlar, kabul edilen Kanunlar ve Heyeti
Umumiye Kararları aracılığıyla alınmıştır. Bu dönemde, Heyeti
Umumiye Kararları, Meclis’in gücünün bir yansıması olarak
kanunlar kadar önemli bir rol üstlenmiştir.15 23 Nisan 1920-31
Aralık 1920 tarihleri arasında BMM’de kabul edilen kanun sayısı
81; Heyeti Umumiye kararı sayısı 82’dir. BMM, Osmanlı Meclisi
Mebusan içtüzüğünün değiştirilerek uygulanmasına karar
vermiştir.
MUVAKKAT İCRA ENCÜMENİ [GEÇİCİ YÜRÜTME
KURULU]
BMM’nin üçüncü gününde Bir Muvakkat İcra Heyeti
teşkiline dair takrir verilmiştir. Erzurum mebusu Celaleddin Arif
Bey tarafından verilen önerge gereğince iki encümen
kurulacaktır: “Bunlardan biri (Layiha Encümeni) Meclisin
muamelatını tanzim, Heyeti İcraiyesini teşkil ve heyeti icraiye ile
meclisin münasebatını tayin edecektir. Bu onbeş azadan
mürekkep olacaktır. Diğer encümen (İcra Encümeni) ise beş-altı
zattan müteşekkildir.” Bu konuda verilen ikinci takrir “intihab
edilecek icra vekillerinin muvakkat olmasına ve intihabı katinin
teşkilatı idariye programının kabulünden sonra yapılmasına
dair”dir. Takrir, Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey ve arkadaşları
tarafından verilmiştir. Önergenin ardından söz alan Bursa mebusu
Muhittin Baha Bey şunları söylemiştir:
… Beyefendiler pek ala biliyorsunuz ki bizim Hükümetimiz
Osmanlı hükümetidir. Bizim hükümetimizi idare eden makamı celili
hilafet ve saltanattır. Binaenaleyh bir hükümet teşkil ediyor değiliz.
Bizim heyetimiz heyeti milliyedir, bir araya gelmemiz bir hükümet
Tarık Zafer Tunaya, Siyasal Kurumlar ve Anayasa Hukuku, İstanbul, 1975,
s. 393.
15
Fatma Eda Çelik, 1921-1922 Çalışması, Açıklamalı Yönetim Zamandizini.
14
133
teşkili için değil, hukuku payimal edilen (ayaklar altına alınan) bir
hükümetin resikarında bulunan hükümdarı ve halifesi esir edilen bir
hükümetin hukuku mağsubesini müdafaa ve istirdad etmek içindir.
Binaenaleyh burada bir hükümet teşkili mevzubahs olamaz, hukuku
gasbedilen millet efradı hukukunu müdafaa ve istirdad için yine
millet sıfatıyla icrai faaliyet edecektir. Bu itibarla bir hükümet teşkili
teklifini bir hükümet-i muvakkateye isim vermek teklifini muvafık
bulmuyorum.
Heyeti Umumiye 5 numaralı kararıyla (kuvvei icraiye
teşkili hakkında karar) yürütme gücünü oluşturmuştur. İcra
Encümeni şu üyelerden oluşmaktadır: Cami Bey, Bekir Sami
Bey, İsmet Bey (Erkanı Harbiye Reisi olduğu için), Hamdullah
Suphi, Hakkı Behiç, Mustafa Kemal Paşa (Reis). İlk Meclis
Hükümeti’nin çekirdeği Muvakkat İcra Encümeni’dir. Mustafa
Kemal Paşa konunun önemine ilişkin bir konuşma yapmıştır:
…müstacalen, basit ve "muvakkat encümen" deyiniz, "heyeti idare"
deyiniz, her ne derseniz deyiniz, içinizden birkaç kişi ayrılsın ve
bütün vatanın her bir köşesinden vukubulmakta olan müracaatlara
verilecek cevaplar tevakkuf halindedir, bunları çıkarsın ve icap
edenleri Heyeti Umumiyeye arzetsin, mukarreratı asliye ve esasiyeyi
buradan istihsal etsin ve teferruada ait olan şeyleri de yapıversin ve
bu suretle makine durmuş olmasın ve sonra Vekiller Heyeti, İcra
Heyeti buna verilecek şekil, bendeniz de Celaleddin Arif Beyin
fikrindeyim, daha amik bir surette tetkik olunmalı ve oraya intihab
olunacak zevat temasla kendileri anlaşabilirler.
Celalettin Arif Bey, BMM’nin 1 Mayıs 1920 tarihli
oturumunda icra encümeninin ortaya çıkış sürecini şu sözlerle
anlatmıştır: “... evvel emirde devleti bir an evvel temşiyet
ettirebilmek ve yüzüstü kalan işleri yürütebilmek için Heyeti
İcraiye meselesini, birinci mesele olmak üzere kabul eyledik ve
onun hakkında da birkaç maddeden ibaret bir kanun layihası
tanzim ettik... bu layihayı hazırlarken bu konuya ilişkin verilmiş
olan takrirleri de nazarı itibara aldık.”
134
İCRA VEKİLLERİ HEYETİ
BMM'nin 3 numaralı kanunu İcra Vekillerinin Sureti
İntihabına Dair Kanun 2 Mayıs 1920 tarihinde kabul edilmiştir.
Dört maddelik bu kanunla kurulan hükümete İcra Vekilleri
Heyeti, başkanına da İcra Vekilleri Heyeti Reisi adı verilmiştir.
İlk İcra Vekilleri Heyeti 11 vekaletten (bakanlıktan)
oluşmaktaydı: Şeriye ve Evkaf, Sıhhiye ve Muaveneti İçtimaiye,
İktisat (Ticaret, Sanayi, Ziraat, Orman ve Maadin), Maarif,
Adliye ve Mezahib, Maliye ve Rüsumat-Defteri Hakani, Nafıa,
Dahiliye (Emniyeti Umumiye, Posta ve Telgraf), Müdafaai
Milliye, Hariciye, Erkanı Harbiyeyi Umumiye. İcra vekilleri,
BMM içinden BMM’nin salt çoğunluğu ile seçilecekti. Her vekil,
görevli olduğu işlerin yürütülmesinde ilgili encümenin görüşünü
alabilecekti. İcra vekilleri arasında çıkacak uyuşmazlıkları BMM
çözecekti. İcra Vekilleri Heyeti, Genelkurmay işlerini de
yürütecekti. Yasa kabul edildikten sonraki gün icra vekili
seçimleri yapılmıştır. Oylamaya 137 mebus katılmıştır. İcra
Vekilleri Heyeti Reisliği’ne Mustafa Kemal Paşa seçilmiştir. İlk
BMM Hükümeti (İcra Vekilleri Heyeti) 24 Ocak 1921 tarihine
kadar görev yapmıştır.
İcra Vekilleri Heyeti, Hükümet (Bakanlar Kurulu)
niteliğindedir. Reisi, Başbakan statüsündedir. Meclis Başkanı ise
devlet başkanı statüsündedir. BMM Reisi ile Hükümet Reisi
farklı görev ve işlevlere sahiptir. Mustafa Kemal Paşa, 24 Nisan
tarihinde BMM Reisi seçilmiştir; bu görevi 29 Ekim 1923’e
kadar devam edecektir. 3 Mayıs tarihinde İcra Vekilleri Reisi
seçilmiştir; bu görevi 24 Ocak 1921’de sona erecektir. Bu tarihten
sonra BMM Reisliği ile İcra Vekilleri Heyeti Reisliği aynı kişide
birleşemeyecektir. Cumhuriyetin ilanına dek BMM’de beş icra
vekilleri heyeti görev yapmıştır.
BMM, Osmanlı’da 19. yüzyılda ortaya çıkan bakanlık
örgütlenmesi için kullanılan “nezaret” sözcüğü yerine “vekalet”i;
bakan için kullanılan “nazır” sözcüğü yerine de “vekil”i
getirmiştir. Terimlerdeki bu değişikliğin nedeni Hakimiyeti
135
Milliye gazetesinin 9 Kasım 1920 tarihli başyazısında şöyle
açıklanmaktadır:16
… Ankara’da teşekkül etmiş olan millet hükümetinin şubeleri tesis
edilirken, İstanbul’da ‘nezaret’ tabir edilen makamlara burada
‘vekalet’ denmişti. Bu vekaletin buradaki manası, milletin ve onun
temsilcisi olan Millet Meclisi’nin vekaletidir. Fransızca karşılığı
‘senterm’ değil ‘manda’dır. Halbuki İstanbul hep hülya içinde bu
vekaletleri, nezaretlerin vekaletleri zannediyor ve galiba en ziyade
kendisini aldatan şey de bu oluyor. Halbuki iki mana arasındaki fark,
doğu ile batı kadar uzaktır!
İcra Vekilleri Heyeti ilk toplantısını Mustafa Kemal Paşa
başkanlığında 5 Mayıs’ta yapmıştır.17 Mustafa Kemal Paşa,
Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti Heyeti
Temsiliyesi ile İcra Vekilleri Heyeti arasında devir teslim
yapmıştır. Bu ilk toplantıda emperyalizme karşı kimlerle işbirliği
yapılacağı tartışılmış; Hariciye Vekili Bekir Sami Bey ile İktisat
Vekili Yusuf Kemal Bey’ler Sovyet Rusya ile görüşmelere
memur edilmiştir.
İcra Vekilleri Heyeti’nin programı BMM’ye 9 Mayıs’ta
sunulmuş ve Rıza Nur Bey tarafından okunmuştur.18 Programda
Hükümet'in emperyalistleri Misakı Milli'ye saygılı kılmak, birlik
ve asayişi sağlamak, Kuvayı Milliye'yi düzene sokmak,
ekonomiyi kuvvetli kılmak için çalışacağı belirtilmektedir:
Milletin maruz bulunduğu ahkamı fevkaladeden dolayı nazari,
karışık ve uzun süren mesai ve muamelata mahal olmadığı malumu
alileridir. Meclisi alileri namına işe başlamış olan Heyeti
İcraiyemizin deruhde ettiği mesai vatanın selameti, Hilafet ve
saltanatın istiklal ve masuniyeti, milletimizin pür şanıu şeref bir
tarihi zafer ve temeddüne istinad eden beka ve mevcudiyeti gayei
ulviyesine matuftur. Bu itibarla deruhde ettiğimiz vazifeyi, bu
gayemizin istihsaline kadar milletin vahdet ve tesanüdüne güvenerek
atıldığımız bir cidal diye kabul ediyoruz.
“İstanbul Zihniyeti”, Hakimiyeti Milliye, 9 Kasım 1920.
Yusuf Kemal Tengirşek, Vatan Hizmetinde, İstanbul, 1967, s. 140.
18
TBMM ZC, Cilt I, s. 241-245.
16
17
136
Mustafa Kemal Paşa, düşman ilerlemesi karşısında ne gibi
tedbirler alındığını soran önerge üzerine 3 Temmuz 1920 günü
BMM’nin gizli oturumunda bir konuşma yapmıştır. Batı’da 15003500 kişinin 100 kilometrelik cepheyi savunamadığını, gerilla
savaşı verildiğini söylemiştir. Bolşevik olmayacaklarını, ancak
Bolşeviklerle birlik olunacağını anlatan Mustafa Kemal Paşa,
silah ve cephane olmadığı için genel seferberlik ilan
edemediklerini, Türkiye’de milletlerin kendi kaderlerini tayin
sorunu olmadığını, çünkü Türk, Kürt, Laz, Çerkez gibi İslam
milletlerinin gönüllü bir birlik içinde bulunduğunu söylemiştir.19
HALKÇILIK PROGRAMI: MESLEKİ TEMSİL – ADEMİ
MERKEZİYET – GENEL MÜFETTİŞLİK
Mustafa Kemal Paşa, 13 Eylül’de BMM’ye Heyeti
Vekile’nin siyasi, toplumsal, idari, askeri konulardaki görüşlerini
özetleyen ve idare teşkilatı hakkındaki kararlarını içeren bir
program -Halkçılık Programı- sunmuştur.20 Program, Hükümet’in
Beyannamesi olarak Meclis’in 18 Eylül 1920 tarihli toplantısında
okunmuş; bu esas çerçevesinde gereken kanun tasarılarının da
hazırlanmakta olduğu belirtilmiştir. Maliye Vekili Ferit Bey,
BMM’ye sunulan metnin “hükümetin izleyeceği esasları gösteren
siyasi program” niteliğinde olduğunu belirtmiştir:
Efendim şimdiye kadar azayi kiram tarafından teşkilat hakkında
bilhassa ahalinin hukukunu tevsi etmek suretiyle, bazı teşkilat
lüzumu hakkında efkar dermeyan edilmiş ve hükümetin bu hususta
ne gibi fikirlerde bulunduğu sual edilmiştir. Hükümet programını
Heyeti Aliyenize yalnız muhtıra olmak üzere arz ediyor. Riyaseti
Celile’den yazılmış tezkerede bildirildiği veçhile hükümet buna ait
mütealatı muhtasırca beyan ediyor. Tabi, bu kanun değildir. Bu
kadar muhtasar bir kanun olamaz. Çünkü içinde teşkilata ait hukuku
esasiyeye müteallik kısımlar vardır. İdarei umumiyeyi vilayata,
idarei hususiyeyi vilayata, nevahiye ait kısımlar vardır ki, bunların
19
TBMM ZC, Gizli Oturum, Cilt I, s. 52.
TBMM ZC, Cilt IV; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler; Zeki
Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, Açıklamalı Kronoloji, TBMM’den Sakarya
Savaşı’na, (23 Nisan 1920 – 22 Ağustos 1921), TTK Yayını, Ankara, 1995.
20
137
her birisi başlı başına mutavvel bir kanun olmak lazım gelir.
Bunların her birisi hakkında lazım gelen kanunları da her daire
vekili bilhassa hazırlamaktadır. Heyeti Aliyenize gayet yakın bir
zamanda takdim edilecektir. Bu, hükümetin bu gibi hususatta ne gibi
esasat takip ettiğini göstermek üzere bir programdan ibarettir…
Hükümetin siyasi programı mahiyetindedir.
Programın Bolşevizm cereyanının eseri olduğunu iddia
eden Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, halkın ruhunu inceleme
bakımından eksik bulduğu Hükümet’in din konusuna önem
vermesini ve dine ilişkin kimi eklemeler yapmasını istemiştir.
Maliye Vekili Ferit Bey “bu, Bolşevik programı değildir”
sözleriyle Ali Şükrü Bey’e itiraz etmiş; Burdur mebusu İsmail
Suphi Bey “Din kanunu ilahidir; din hakkında kanun yapılmaz”
demiştir. Ali Şükrü Bey, Hükümet’in bu programı hangi
gerekçeyle hazırladığını şöyle açıklamaktadır:
… Bugün düşüncemiz ve yegane vazifemiz memleketi kurtarmaktır
ve bunun için cephede lazım gelen müdafaatı yapacak ve memleketi
kurtaracak bir ordumuz vardır. Fakat askerimiz firar ediyor. Açık
görüşelim, memleketin muhtelif mahallerinde isyanlar çıkıyor. Daha
açık söylüyorum. Memleketin birçok yerlerinde halk bize karşı pek
de lazım geldiği kadar merbut bulunmuyor. Binaenaleyh
Hükümet’in programı bu gibi esasatı düşünüyor ve bunu ortaya
atıyor. Fakat bu program halkın ruhunu tetkik noktai nazarından
noksandır.
Program, “maksat ve meslek” – “mevaddı esasiye” –
“idare” başlıklarını taşıyan üç bölüm ve otuz bir maddeden
oluşmaktadır. İlk Teşkilatı Esasiye Kanunu bu programdan
çıkmıştır. 18 Eylül tarihli oturumda her encümenden seçilen üçer
üyeyle özel bir komisyon (encümeni mahsus) oluşturulmuş ve
program ilgili komisyona sevk edilmiştir. Komisyon, programın
“esasiye ve idare” başlıklı bölümlerini Teşkilatı Esasiye Kanunu
Layihası adıyla BMM’ye sunmuş ve tasarının görüşmelerine 18
Kasım’da başlanmıştır. Encümeni Mahsus Mazbata Muharriri
İsmail Suphi Bey (Soysallı) uzun bir konuşma yapmış; ardından
encümen mazbatası okunmuştur. “Ben diyemem ki biz hiçbir
taraftan mülhem olmadık; belki Şark’ta, Rusya’da patlayan
138
inkılabın bizim üzerimizde tesiri olmuştur” diyen İsmail Suphi
Bey’in konuşmasından bir bölüm şöyledir:21
… bu an memleketimiz tarihinde, tarihi idari ve siyasimizde hiç
şüphesiz fevkalade bir andır… Biliyorsunuz ki bu memleketin
öteden beri bir hastalığı vardır. Bu hastalık sui idare hastalığıdır.
Bizde sui idare hastalığı muhtelif eşkal tahtında görünmüştür.
Biliyorsunuz ki sui idareye çaresaz olmak ve bünyei devlete arız
olan vehin ve inhitatı izale etmek için tanzimatı hayriyeye kanunu ve
Gülhane hattı humayunu neşredilmiştir. Bugün aradan yarım asır
geçtikten sonra biz bunu memleketin sui idare hastalığına çaresaz
olacak bir deva mahiyetinde göremiyoruz. Yani o zaman da teşhiste
hata edilmiş, derdin ilacı çareleri bulunmamıştır. Tanzimatı takip
eden devri Hamidi dahi bidayette Tanzimatın eserini takiben,
tanzimatın memlekete verdiği atalet kaidesi mucibince idarenin
hareketini takip edememiş, memleketi Avrupalılaştırmak esasına
doğru götürmek istemiştir. Fakat biliyorsunuz ki hükümdarın amali
şahsiyesi, memlekette 93’te ilan edilen Meşrutiyet ve kanunu esasiyi
akim bırakarak, memleketin sui idare hastalığını esaslı surette tedavi
edememiştir. Gerek Tanzimat devri olsun gerek devri Hamidi olsun
bize yalnız Avrupa’yı getirmek istemiştir. Fakat nasıl Avrupayı
getirmiştir? Eşkali zahirisini taklit ile… Binaenaleyh memleketin
bünyei esasisini tetkik ile hastalığa hakikaten ilaç vermemiştir… bu
memlekette hakiki idare, halkın ihtiyacatına muvafık idare
vazedilmemiştir. Binaenaleyh meşrutiyet istihsal edilmiştir. Fakat
meşrutiyetin istihsali dahi biliyorsunuz ki sui idare hastalığına
çaresaz olamamıştır… Hakimiyet bila kaydü şart milletindir
maddesini bu kürsü üzerinde okumaktan fevkalede iftihar
duyuyorum ve diyebilirim ki hayatımın en kıymetli anı bu andır.
Çünkü bu maddeye muadil zavallı millet bu kadar kan akıttığı halde
daha böyle bir satır yazı hiçbir yerde görmemiştir.
Encümen, “Meclis bir fırka değildir; mecliste fikir
akımları vardır” gerekçesiyle BMM adına bir program yapmanın
doğru olmayacağı kanısına varmıştır. Bu nedenle Hükümet’in
program adıyla sunduğu metni, Encümen BMM’ye kanun
şeklinde götürmüştür. Programın “maksat ve meslek” başlıklı ilk
bölümünün, BMM’nin mukaddes gayelerini gösterdiği için, bir
beyanname şeklinde yayınlanması uygun görülmüştür. Dört
maddeden oluşan ilk bölüm, “Büyük Millet Meclisi'nin
Beyannamesi” adıyla Heyeti Umumiye’de oylanmış ve
yayımlanmasına karar verilmiştir. “Esasi ve idari” başlıklı ikinci
21
TBMM ZC, Cilt V, 18 Kasım 1920, s. 363-368.
139
bölüm, Teşkilatı Esasiye Kanunu Layihası’dır. Bu bölümde
hükümetçe teklif edilen maddelerde kimi değişiklikler
yapılmıştır. Bunlardan ilki seçimlerde “mesleki temsil” usulünün
getirilmiş olmasıdır. Hem BMM hem vilayet meclisi seçimlerinde
mesleki temsil usulü kabul edilmiştir. İkincisi Encümen, BMM
Reisliği ile İcra Vekilleri Reisliğini aynı kişide birleştiren
maddeyi değiştirmiştir. Altı aylık uygulamanın çeşitli sorunlar
ortaya çıkardığı belirtilmiş; Heyeti Vekile’nin Millet Meclisi
karşısındaki sorumluluklarını daha iyi belirleyebilmek amacıyla
BMM Reisliği ile İcra Vekilleri Reisliği’nin ayrılmasına karar
verilmiştir.
Aynı gün BMM, Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun (Halkçılık
Programı) “maksat ve meslek” başlıklı ilk bölümünü bir bildiri
olarak yayımlamıştır: "Meclisin görevi, Türk halkının ulusal
sınırlar içinde hayat ve geleceğini sağlamak, halkı emperyalizmin
ve kapitalizmin zulmünden kurtarmaktır. Halkın sefalet sebepleri,
yeni araçlarla kaldırılacaktır; toprak, eğitim, adalet, maliye,
iktisat, evkaf ve diğer alanlarda halkın ihtiyacına göre yenilikler
yapılacaktır.”
140
Büyük Millet Meclisi’nin Beyannamesi22
Emperyalist Devletlerin, Devlet ve milletimizin hayatına açıkça kastetmeleri
neticesinde müdafaai meşrua için toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, şimdiye
kadar muhtelif vesilelerle sarahaten veya zımnen ilan ettiği maksat ve meslekini bir
kere daha bütün cihana arz için şu beyannameyi neşr eylemeye lüzum görmüştür.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, milli hudutları dahilinde hayat ve istiklalini temin ve
hilafet ve saltanat makamını tahlis ahdiyle teşekkül etmiştir. Binaenaleyh hayat ve
istiklalini, yegane ve mukaddes emel bildiği Türkiye halkını, emperyalizm ve
kapitalizm tahakküm ve zulmünden kurtararak irade ve hakimiyetinin sahibi kılmakla
gayesine vasıl olacağı kanaatindedir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin hayat ve istiklaline suikast eden emperyalist ve
kapitalist düşmanların tecavüzatına karşı müdafaa ve bu maksada münafii hareket
edenleri tedip azmiyle müesses bir orduya sahiptir. Emir ve kumanda salahiyeti Büyük
Millet Meclisi’nin şahsiyeti maneviyesindedir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, halkın ötedenberi maruz bulunduğu sefalet sebeplerini
yeni vesait ve teşkilat ile kaldırarak yerine refah ve saadet ikame etmeyi başlıca hedefi
addeder. Binaenaleyh toprak, maarif, adliye, maliye, iktisat ve evkaf işlerinde ve diğer
mesailde, içtimai uhuvvet ve teavünü hakim kılarak, halkın ihtiyacatına göre teceddüdat
ve tesisatı vücuda getirmeye çalışacaktır. Bunun için de siyasi ve içtimai umdelerini
milletin ruhundan almak ve tatbikatta milletin temayülat ve anahatını gözetmek
fikrindedir.
Binaenaleyh Türkiye Büyük Millet Meclisi, memleketin idari, iktisadi, içtimai umum
ihtiyacatına müteallik ahkamı peyderpey tetkik ve kanun şeklinde tatbik mevkine vaz
eylemeye başlamıştır. Veminalahüttevfik.
Mete Tunçay, bu programın kaynağını, Sovyet
rüzgârlarının etkisiyle gittikçe güçlenen Halk Zümresi’nin
(Zümre, 1920 yaz sonlarında örgütlenmiştir) siyasi programından
aldığını ileri sürmektedir.23 Nitekim 3 Eylül 1920’de hazırlanan
Halk Zümresi Siyasi Programı, 8 Eylül 1920’de “Anadolu’da
Yeni Gün” gazetesinde yayımlanmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın,
Halkçılık Programı’nı ilan etmesinin nedeni, Halk Zümresi’nin
bazı ilkelerini hükümet programı haline getirerek bu grubu
zayıflatmak ve zümrenin üyelerini kendi yanına çekmek isteğine
dayandırılmaktadır. Halk Zümresi’nin Beyannamesi, Karahisarı
Şarki mebusu Mesut Bey’in 18 Eylül görüşmelerinde verdiği
takrirde de dile getirilmiştir. Program, muhafazakâr çevrelerde
tepkiyle karşılanacak, cumhuriyetin kabulü gibi yorumlanarak
TBMM ZC, Cilt V, 18 Kasım 1920, s. 369-372. (Beyanname, 21 Ekim 1920
tarihlidir).
23
Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar –I (1908-1925), Bilgi Yayınevi,
İstanbul 1978, s. 90; TBMM ZC, Cilt V, 18 Eylül 1920, s. 184.
22
141
Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti Erzurum Merkez
Heyeti’nin kendisini dağıtarak “Muhafazai Mukaddesat” adında
bir dernek kurulmasına sebep olacaktır.
MESLEKİ TEMSİL
Halkçılık Programı’nın seçim usulü, encümeni mahsusta
“mesleki temsil” olarak değiştirilmiştir. Mevcut seçim sistemi iki
dereceliydi. Bunun yetersizliğini görenler tek dereceli, yani
doğrudan doğruya ve genel oy seçimleri istiyorlardı. Hükümet
programında genel oy-nispi temsil sistemi kabul edilmişti.
Encümen, seçim usulüne ilişkin iki maddeyi şu şekilde
değiştirmiştir: “Mad-4: Büyük Millet Meclisi vilayetler halkınca
meslekler erbabı temsil edilmek üzere doğrudan doğruya
müntehap azadan mürekkeptir. Mad-13: Vilayet meclisleri
meslekler temsil edilmek üzere vilayetler halkınca müntehap
azadan mürekkeptir. Encümen mazbatasında mesleki temsil
usulüne nasıl karar verildiği şöyle açıklanmaktadır:
Şimdiye kadar bu memlekette teşekkül eden meclisler, daima
güzideler sınıfından teşkil etmiş meclislerdir. Halktan kimse
gelemiyordu. Binaenaleyh bidayeti emirde encümen temsili
meslekiyi intihabatta esas olarak kabul etmeye karar vermiştir.
Hükümet bize gönderdiği programda da temsili nispiyi kabul
ediyordu. Encümen düşündü: Ne şekil intihap kabul edelim? Alelade
doğrudan doğruya bir dereceli intihap mı yapalım, yoksa temsili
meslekiyi mi kabul edelim? Biliyorsunuz efendiler, bir dereceli
intihapta, akalliyetin ekseriyete tahakkümü ihtimali pek çoktur.
Çünkü nihayet ekseriyetle intihap edileceğine göre bir liva halkının
adedi nüfusuna nazaran, cüzi bir ekseriyetle o vilayet namına bir
mebus gelmesi ve burada vekil olarak bulunması ihtimali pek
varittir. Halbuki bu doğru bir şey değildir. En doğru olanı; halkı,
hayatı ameliyede olduğu gibi, mümkün olduğu kadar hayatı
umumiyeye muvafık surette Meclis’e nakletmektir. O halde hayatı
ameliyede de halka bakıyoruz, nelerle meşguldür?
Mesleki temsil usulü, 24 Ekim tarihli Hakimiyeti Milliye
gazetesinin başyazısında ele alınmıştır. Gazete bu usulün esasını,
“memleket işlerinde hakiki, milli ve bilhassa salim bir tarzda
142
emek düsturunu hakim kılmaktan ibaret olan sosyalizm, yani
komünizm” olarak açıklamaktadır:
Büyük Millet Meclisi'nde geçende hükümet tarafından verilmiş olan
icraat programını inceleyen encümeni mahsus, geçen hafta zarfında
Türkiya'nın geleceği bakımından pek büyük bir ehemmiyet taşıyan
bir karar aldı. Hükümeti halka vermek isteyen ve bu hususta
hükümetle müttefik bulunan encümen, bunun selametle tatbikini
ancak bir şart ile, seçimlerin azami bir selamet ve sıhhatle salim ve
doğru olabileceği hakkında, bir zamandan beri müdafaa edilmekte
olan görüşe iştirak etmiş, yani seçimlerde mesleki temsil esasını
koymuştur... Bugün mevcut olan seçimler iki dereceli idi. Bunun
eskiliğini, geriliğini, yetersizliğini görenler bir dereceli, yani
doğrudan doğruya ve genel oy seçimleri istiyorlardı. Fakat bizde ne
seçimlerin azami surette salim olmasını temin eden kanunlar ve
nizamlar, ne toplumsal şartlar ne de mesleki teşkilat mevcut olduğu
için bu usulün faydasızlığı anlaşılmakta gecikilmedi ve mesleki
temsil fikri bundan doğdu… Mesleki temsil demek, başlı başına
yeryüzünde mevcut olan hükümet ve idare tarzlarından ayrı, yeni bir
usul tesisi demek değildir. Bilakis bu, gayesi Türkiye’de mesleki
teşkilatı süratle vücuda getirmekten ibaret ve belki de geçici bir
tedbirdir. Esası, memleket işlerinde hakiki, milli ve bilhassa salim
bir tarzda “emek” düsturunu hakim kılmaktan ibaret olan sosyalizm,
yani komünizmdir.
Mesleki temsilin taraftarı olanlar, bunu ortaya atarak aylardan beri
müdafaa etmiş bulunanlar, meseleyi şu suretle koyuyorlar.
Memlekette her şeyden evvel emeği hakim kılmak, zararlı
mücadeleleri ve bilhassa bürokrasi tahakkümünden ibaret olan
hükümet kuvvetini ortadan kaldırarak, bütün kudret ve salahiyeti
halkın çalışan kısmına vermek lazımdır. Ancak emek erbabı, yeni
tabiriyle emekçiler, bugün tamamen şekillenmemiş bir halde
bulundukları ve kendilerine verilen bu hukuk ve salahiyetleri,
bilhassa Bolşeviklere alışık olmamaları ve genel hizmetler
meselelerinde cahil bulunmaları hasebiyle iyi kullanamayacakları
için, bunların, işleri muntazam bir surette ele almalarını temin etmek
üzere, seçimlerin esasını, emek meslekleri arasındaki teşkilata ve bu
meslekler arasında tabi olarak mevcut olan dayanışmanın fiili bir
etkeni olacak tarzda tesir icra edecek hale getirilmesine dayandırmak
lazımdır. Böyle hareket edildiği takdirde sosyalizm kaderinin bütün
esaslarının, memlekette kolaylıkla ve verimli bir surette tatbiki
mümkün olacaktır. Aksi takdirde halk seçim işlerinin karışıklıklarına
vakıf olmadığı için, genel oy usulü hiçbir şeyi temin etmedikten
başka, belki de yeni bir unsur kararsız kalmış ve karışmış
olabilecektir.
143
Mesleki temsil usulü Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun
yasalaşma sürecinde metinden çıkarılmış ve yasanın son halinde
yer almamıştır.
ADEMİ MERKEZİYETÇİ İDARE
Henüz BMM açılmadan önce, 21 Şubat 1920 tarihli
Hakimiyeti Milliye gazetesinde “Asrın Prensipleri” başlıklı yazıda
ulusal birliğin ademi merkeziyetçi idare sistemiyle sağlanacağı
vurgulanmaktaydı:
… Bizim de milli vaziyetimiz sınırımızla belirlenmiş bir milliyettir.
Mütareke sınırı, kabul ettiğimiz milliyet prensiplerinin çizdiği
sınırdır. Bunun dahilinde yaşayan insanları, ırkları ve kavimleri ne
olursa olsun millettaşımız sayıyoruz. Aynı zamanda Osmanlı
memleketlerinin her tarafı için faydalı gördüğümüz ademi
merkeziyetçi idareyi destekleyerek, her kavmin kendi muhitinde
gelişme imkanını da temin etmiş oluyoruz. Asrımız prensipleri
olarak bizim anladığımız milliyet esası budur. Biz hiçbir milleti
ırkımız içinde boğmak istemediğimiz gibi, ırktaşımız menfaatına
ayrı bir ırka mensup vatandaşlarımızı da rencide etmeyi kabul
edemeyiz. Şimdiye kadar haricin telkinleri eseri olarak bize hıyanet
etmiş olan Hıristiyan vatandaşlarımızdan bir kısmını da aynı
prensiplerimiz himaye edebilir. Fakat onlardan da aynı iyi niyeti ve
milli prensiplerde aynı ölçülülüğü ve hakşinaslığı görmek
hakkımızdır.
Bu tarihte, henüz Osmanlı devleti devam ettiğinden,
Teşkilatı Esasiye Kanunu değiştirilmesi zorunlu temel hükümleri
öngörmekle yetinmiştir.24 Merkeziyetçilik ilkesinin sınırlı, ademi
merkeziyetçilik ilkesinin asli ve genel olduğu 23 maddelik
Anayasa metninin 14 maddesi doğrudan illerin yönetimini
düzenlemektedir.
Teşkilatı Esasiye Kanunu Layihası’nda “küçük bölgeli il
sistemi” esas alınmış, Osmanlı döneminden kalan “eyalet
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e taşra yönetiminin dönüşümü şu kaynakta
incelenmektedir: Nizam Önen, Cenk Reyhan, Mülkten Ülkeye: Türkiye’de
Taşra İdaresinin Dönüşümü (1839-1929), İletişim, İstanbul, 2011.
24
144
kademesi” kaldırılmıştır.25 Böylece dört kademeden oluşan
yönetsel bölünüş, üç kademeye indirilmiştir. Bu süreçte, bir üst
kademede vilayete bağlı olan (mülhak) livaların, bağlı oldukları
vilayetle ilişkileri kesilmiş ve bunlar doğrudan merkeze
bağlanarak (müstakil liva) il statüsünde örgütlenmişlerdir. Aynı
dönemde bazı kazaların da müstakil liva/il yapılmasıyla birlikte
sistem, büyük bölge esasından -15 vilayetli sistemden küçük
bölge esasına dayanan - 74 vilayetli yeni bir yapıya
kavuşturulmuştur. Vilayet sözcük olarak korunmuş, ama eyalet
anlamına gelen içeriği ortadan kalkmış ve yeni sistemde
liva/sancak büyüklüğündeki yerleşmelere verilen ad olmuştur.
Vilayetlerin sayısı artarken, sınırları küçülmüştür. Bu, mekansal
ölçek ve kademelenme bakımından Fransa modelinin
kavramlarıyla province sisteminin terki ve departement
sisteminin kurulmasıdır. Bir başka deyişle eyalet (bölge) esası
terk edilerek, il esası benimsenmiştir. Bununla birlikte tasarı,
illerin üzerinde ‘umumi müfettişlik’ adıyla yeni bir örgütlenme
getirmiştir.
Teşkilatı Esasiye Kanunu Layihası, illere yerel işler
bakımından tüzel kişilik ve özerklik vermekte, merkezi yönetimin
devletin egemenlik haklarından kaynaklanan bazı temel yetkileri
dışında kalan bütün alanları il meclislerinin yönetimine
bırakmaktadır.26 BMM’nin vekili ve temsilcisi olarak tanımlanan
valiler, il meclislerinden ayrı tutulmuştur. “Vali yalnızca devletin
genel görevleri ile yerel görevler arasında çatışma meydana
gelmesi durumunda müdahale eder” denilmekle birlikte, bu
müdahalenin kapsamına ilişkin bir açıklama da getirilmemiştir.
BMM Hükümeti tarafından atanacak olan vali ilde yalnızca genel
devlet işlerinden sorumludur; vakıflar, eğitim, sağlık, ekonomi,
tarım, bayındırlık ve sosyal yardım gibi alanların yönetimi vilayet
meclislerine bırakılmıştır. 1913 tarihli İl Özel İdaresi Kanunu’nda
vilayetlerde icra yetkisi valiye bırakılmışken, 1921
Bu değişikliğe ilişkin detaylı bilgiye şu kaynaktan erişilebilir: Nuray Ertürk
Keskin, Türkiye’de Devletin Toprak Üzerinde Örgütlenmesi, Tan Kitabevi,
Ankara, 2009, s. 272-317.
26
Şeref Gözübüyük, Suna Kili, Türk Anayasa Metinleri (1839-1980), Ankara
Üniversitesi, SBF Yayını, Ankara, 1982, s. 94-96.
25
145
Anayasası’nda valilerin bu görevi ellerinden alınmış olmaktadır.
Anayasa iller için “görevler ayrılığı” ilkesinden söz etmemekle
birlikte, merkezi yönetim ile il yönetimi arasında görev ayırımı
yapmıştır:
1921 Anayasası, 11. md: “Vilayet mahalli umurda manevi şahsiyeti
ve muhtariyeti haizdir. Harici ve dahili siyaset, şer’i, adli ve askeri
umur, beynelmilel iktisadi münasebat ve hükümetin umumi tekalifi ile
menafii birden ziyade vilayata şamil hususat müstesna olmak üzere
Büyük Millet Meclisi’nce vaz edilecek kavanin mucibince Evkaf,
Medaris, Maarif, Sıhhiye, İktisat, Ziraat, Nafıa ve Muaveneti
İçtimaiye işlerinin tanzim ve idaresi vilayet şuralarının salahiyeti
dahilindedir.”
İl halkınca iki yıllık süre için seçilen vilayet meclislerinin
kendi üyeleri arasından bir başkan ve bir idare heyeti seçmesi
öngörülmüştür. Vilayet meclislerinin kararlarını yürütme yetkisi
bu heyete aittir. Tasarının il dışında anayasal güvence altına
aldığı ikinci yerel yönetim birimi nahiye (bucak) tüzelkişiliğidir.
Nahiye müdürleri, nahiye meclisleri tarafından seçilmektedir. Her
iki hüküme de 1924 Anayasası’nda yer verilmeyecektir.
Küçük bölgeli il esasında örgütlenmeyle; 1) Toprak
üzerindeki örgütlenme sıkılaştırılmış; eyalet ölçekli yönetim
kademesini kontrol edebilen ‘en büyük’ egemenlerin iktisadi
gücü kırılmıştır, 2) Etnik ve dinsel azınlıkların iktisadi gücü,
toprak ve ticari çıkarlar lehine denetim altına alınmış; yerel
hareketler bastırılmıştır, 3) Tüzel kişilik, özel bütçe ve il yerel
meclisleri üzerinden yönetsel kararlar alabilme ve uygulayabilme
yetkisi elde eden yerel egemenlerin desteği sağlanmış; yerel
iktidar odakları ile meclis hükümeti arasındaki ağlar
pekiştirilmiştir. Bir başka deyişle, BMM yönetimi toprak
üzerindeki kuruluşunu yerele güç vererek gerçekleştirmiş, vilayet
şuraları üzerinden iktidar yeni aktörlere devredilmiştir. Örneğin
Bitlis vilayetine bağlı Genç (Bingöl) livası, burada yaşayan 12
aşiretin bağlılığını sağlamak amacıyla müstakil liva yapılmıştır.
Genç livasının kaldırılarak, kaza yapılmasına ilişkin 1921 tarihli
146
tasarı, “halkı [aşiretleri] hükümetten soğutur” endişesiyle
reddedilecektir.27
Yerel yönetim, asayiş ve devletin genel idaresine ilişkin
kimi konularda yetkili kılınan ilçelerde tüzel kişiliği olmayan ilçe
meclisleri kurulmasına karar verilmiştir. Seçimle oluşturulacak
bu meclislere, ilin köylerle ilgili işlerini kolaylaştırmak üzere köy
bütçelerini incelemek, köylere rehberlik etmek, köyler arasındaki
yolları yapmak, bataklıkları kurutmak için köyler arasında aracı
olmak gibi görevler verilmiştir. İlçenin yönetimi BMM hükümeti
tarafından atanan ve valinin emri altında görev yapan kaymakama
bırakılmıştır.
İl dışında anayasal güvence altına alınmış ikinci yerel
yönetim birimi bucak tüzelkişiliğidir. Bucağın bir meclisi, bir
idare heyeti ve bir de müdürü bulunmaktadır. Bucak meclisi,
bucak halkınca doğrudan doğruya seçilen üyelerden oluşmakta,
idare heyeti ile müdür ise bucak meclisi içinden seçilmektedir.
Teşkilatı Esasiye Kanunu tasarısının görüşülmesi sırasında, bucak
müdürünün, hiç değilse il idare kurulunun belirleyeceği ya da vali
veya kaymakamın göstereceği adaylar arasından seçilmesi
önerildiğinde, komisyon sözcüsü “vali, kaymakam namzed
göstersin demek, halk işini başkalarının vesayetiyle, delaletiyle
görsün demektir. Efendiler, şimdiye kadar memleketi delaletle,
vesayetle güya idare ettiniz. Bundan sonra da halka bırakınız…
Eğer bu memleket kendi köylerini kendi de idare edemeyecek
vaziyette ise sizin de burada toplanmaya salahiyetiniz yoktur”
diyerek karşı çıkmıştır.28 Bucak meclisi ile idare heyeti iktisadi,
mali ve adli yetkilere sahip kılınmıştır.
Tasarının 20 Kasım’daki görüşmelerinde Dr. Abidin Bey
şunları söylemiştir: “Emekçilere yurdu yönetme hakkı
vermezsek, tarih bizi telin edecektir. Millet bu hakkı tüfekle mi,
TBMM ZC, Devre 1, Cilt 10, İ.6, 28.4.1337/1921, s. 127-129; Nuray Ertürk
Keskin, Türkiye’de Devletin Toprak Üzerinde Örgütlenmesi, Tan Kitabevi,
Ankara, 2009, s. 272-317.
28
Yıldızhan Yayla, Anayasalarımızda Yönetim İlkeleri: Tevsi-i Mezuniyet ve
Tefriki Vezaif, İÜ SBF Yayını, İstanbul, 1982, s. 127. 1913 tarihli geçici
kanunda nahiye idaresine ilişkin bir hüküm yer almamaktadır.
27
147
zorla mı, ne ile olursa alır.” 29 Kasım tarihli görüşmelerinde
Antalya mebusu Halil İbrahim Bey, yasanın amacını “halkçılığın
ciheti tatbikiyesine geçmek ve umuru idareyi halkın eline
vermek” olduğunu belirtmekte, ancak halkın böyle bir ihtiyacının
bulunmadığını düşünmektedir. Halil İbrahim Bey’in sözleri,
ademi merkeziyetçi idare arayışının Bolşevizm rüzgarını kesme
amacıyla şekillendiğini düşündürmektedir:
Şüphesiz milletin istiklal ve hakimiyetini temin için teşekkül eden
bu Meclis bundan başka bir şey düşünemezdi. Binaenaleyh şu fikrin
mecliste müzakeresinden fikren mütelezziz ve milletin namına da
müteşekkirim. Zaten komünistlikten gelen ve sel halini alan şu
cereyanın önüne durmaktan ise, etrafa setler yaparak müsmir
(faydalı) bir hale getirmek bittabi daha evladır. Gerçi hepimiz
isteriz ki bu umuru idare halkın eline verilsin ve bendeniz de buna
iştirak taraftarıyım. Çünkü kendim de demokrat bir aileye
mensubum. Mamafih bu fikrin lehinde olmakla beraber şüphesiz
bazı fikrime dokunan noktaları izah etmek isterim… Millet
halkçılıktan ziyade hakkını istiyor… Halkın bir müracaatı olduğu
zaman işi görülmelidir… Her kime ve her ne olursa olsun bir ihtiyaç
hissetmeden verilecek olursa heder olur. Mesela saat ihtiyacını
hissetmeyen bir kimseye altından ve en birinci bir saat verirsek emin
olunuz ya kıracaktır ya da kaybedecektir. Çünkü o ihtiyacı
hissetmemiştir.
Dönemin ademi merkeziyetçi idare anlayışı, “halka doğru
gitmek”, “yurdu yönetme hakkını emekçilere vermek”, “her
kavme kendi muhitinde gelişme imkanı vermek”, “hükümetlerin
halkın eline geçmesi”, “idareyi halka teslim etmek” gibi farklı
tanımlarla karşımıza çıkmaktadır. Meclis görüşmelerinde
Soysallıoğlu İsmail Suphi Bey bu düzenlemeyi “halkın idaresini
mahalline bırakmak” şeklinde değerlendirmiş ve “kötü
memurların elinde perişan olmaktansa, halkın kendi kendisini
yönetmesinin daha iyi olacağını” ileri sürmüştür. Anayasa’nın
ademi merkeziyetçi yönetim anlayışı iki açıdan dikkat çekicidir:
Birincisi bu düzenleme “feodal, imparatorlukçu ve hilafetçi yerel
egemenler dünyasına getirilmiştir.”29 Nitekim Birinci Büyük
Millet Meclisi’nin 129’u toprak sahibi-tüccar, 53’ü din adamı, 5’i
aşiret reisi olan 187 üyesi yerel toplumsal güç yapısı hakkında
Birgül A. Güler, Yerel Yönetimler: Liberal Açıklamalara Eleştirel Yaklaşım,
TODAİE, Ankara, 1998, s. 155.
29
148
bilgi vermektedir. Samet Ağaoğlu’nun BMM’nin yapısına ilişkin
betimlemesi dikkat çekicidir: “Üçyüz altmıştan fazla üyesi
bulunan Meclise hakim kuvvetli din ve taassup rüzgarı altında,
müftü ve müderris, aşağı yukarı altmış sarıklının teşkil ettiği
heybetli manzara Meclisin küçük salonunu adeta bir medrese
haline sokarken, orduları başında hem asker hem mebus
generaller, aşiret reisi, milli çeteler kumandanları, bir zamanlar
yolları haraca kesmiş şöhretli ağalar, efeler, bir başka köşeyi
doldururken, polis komiserleri, telgraf memurları, zabıt katipleri
gibi milli bir felaket gününde yalnız cesaretine güvenerek Büyük
Meclise seçilmeyi kabul etmiş insanlar, kuvvetli başlar etrafında
her an kavgaya hazır gruplar teşkil ederken…herkesi
sürüklemeye muktedir adamların meydana getirdikleri karışık ve
değişik cereyanlar meclisi durmadan galeyan ve heyecan içinde
tutarken..”30 İkinci olarak Nisan 1920 – Mayıs 1921 tarihleri
arasındaki zaman diliminde BMM’nin doğrudan Bolşevizm
rüzgarlarından etkilendiği bilinmektedir.31 Nitekim bu dönemde
Mustafa Kemal, sosyalizm akımının meclis içindeki uzantısı Halk
Zümresi’nin etkisini kırmak için BMM gündemine halkçılık
programını getirmiştir.32 Ademi merkeziyetçi bir anayasanın
kabul edilmesi, Birinci Meclis içindeki güç dengesinin etkisinde
gerçekleşmiştir.
Teşkilatı Esasiye Kanunu Tasarısı BMM’de görüşülmeye
devam ederken, 15 Kasım’da Hozat’ta bazı Kürt aşiretleri bir
toplantı yaparak Ankara’dan özerklik talep etmişlerdir. Ekim
ayının ilk günlerinde Koçgiri aşiretinden Alişir’in Kemah
köylerini basmasıyla baş gösteren isyan devam etmektedir.
Özellikle 1921 yılının Mart ayı başından itibaren bölgede isyan
ve bastırma hareketleri yoğunlaşacaktır. Merkez Ordusu’nun
kumandanlığına getirilen Nurettin Paşa, isyanı bastırmadaki
sertliği ve isyan bölgesindeki köyleri harabeye çevirmesi
Samet Ağaoğlu, Kuvayı Milliye Ruhu, (Üçüncü Bası), Ağaoğlu Yayınevi,
İstanbul, 1964, s. 106-107; 210.
31
Akın, a.g.k., s. 53-59.
32
TBMM ZC, Cilt 3, İ. 67, 18.9.1336/1920, s. 179-181; Bülent Tanör, Kurtuluş
(1918-1923), Yenigün Haber Ajansı, İstanbul 1997, s. 10; Erdoğan Teziç,
Siyasal Partiler, Partilerin Hukuki Rejimi ve Türkiye’de Partiler, Gerçek
Yayınevi, İstanbul, 1976, s. 226-228; Akın, a.g.k., s. 54.
30
149
nedeniyle sert eleştirilere uğrayacak, TBMM’de seçilen bir kurul
bölgede inceleme yapacak, isyan Haziran 1921’de bastırılmakla
birlikte Nurettin Paşa da görevden alınacaktır.
Yerel egemenleri ve yerel hareketleri denetim altına
alabilmek için, 1921 Anayasası’nda bir gözetim mekanizması
öngörülmüş ve umumi müfettişlik sistemi getirilmiştir.
Anayasa’ya göre umumi müfettişlikler, illerin “iktisadi ve
toplumsal ilişkileri itibariyle” birleştirilmesiyle oluşturulacaktır.33
Amaç güvenliğin sağlanması, aynı bölge içinde yer alan illerin
ortak işlerine uyum getirilmesi ve genel idare ile yerel
yönetimlerin faaliyetlerinin sürekli denetlenmesidir. Umumi
müfettişlere verilen denetim yetkisinin niteliği ve sınırları ise
Anayasa metninde ayrıca tanımlanmamıştır.
UMUMİ MÜFETTİŞLİK SİSTEMİ
1921 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun BMM’deki
yasalaşma süreci, umumi müfettişlik kurumunun taşra
örgütlenmesini tamamlayan bir ‘merkezileşme mekanizması’ ya
da bir başka deyişle ‘genel gözetim kurumu’ olarak
düşünüldüğünü göstermektedir. Anayasa görüşmelerinde,
komisyon sözcüsü (Karesi mebusu) Vehbi Bey, ülkede umumi
müfettişlikler kurulmasının amacını, “merkezi yönetim ve yerel
yönetimin birbirine temas etmemesi dolayısıyla ortaya çıkan
boşluğu
doldurmak”
isteğiyle
açıklamıştır.
Umumi
müfettişliklerin idari bir kademe oluşturmadıklarını belirten
Vehbi Bey, bu mekanizmanın kendilerine verilen geniş yetkilere
karşılık, “şiddetli bir teftişe tabi tutulmaları gereken” yerel
meclisler için getirildiğini söylemiştir. Vehbi Bey’e göre umumi
müfettişler, yalnızca teftişle değil, memleketin birliğini
korumakla görevlendirilmiştir:34
TBMM ZC, Devre 1, Cilt 7, İ.1, 20.1.1337/1921.
Vehbi Bey, 10 Mayıs 1921 tarihinde kurulan Müdafaai Hukuk Birinci
Grubu’nun İdare Heyeti’nde yer almaktadır. TBMM ZC, Devre 1, Cilt 7, İ:134,
17.1.1921, s. 292-299.
33
34
150
…biliyorsunuz ki idarei hususiyei vilayat bahsinde vilayetlere geniş
salahiyetler verdik ve şimdiye kadar olduğu gibi rüesayi memurini
mülkiye eğer idarei hususiyei eskisi gibi idare edecek olursa, bittabi
memleket istifade edemez. Binaenaleyh şuralar [yerel meclisler] kendi
vaziyetlerinde müstakil kalsınlar dedik ve o esası kabul ettik. O
esasatı, o salahiyeti tevsi etmek [genişletmek] ve fakat icraatta teftişi
teşdit etmek [sağlamlaştırma] usulünü kabul ettiğimiz içindir ki,
Müfettişi Umumilikleri kabul ettik. Yani vasi [geniş] bir salahiyet,
sıkı bir teftiş… İşte bu esas dahilinde Müfettişi Umumilikler ihdas
edilmiştir…Müfettişi Umumiler, yalnız teftişle değil, belki
memleketin heyeti umumiyesinde vahdeti [birliği] muhafaza ile
mükelleftir ve asıl gaye de budur. Mahallerinin bu idareyi tatbikte
suistimal etmemelerini temindir.
Anayasa tasarısına ilişkin Hususi Komisyon Raporu’nun
“mucip gerekçeler” bölümünde, umumi müfettişlik sisteminin
geniş bir ademi merkeziyet ile yönetilen memleket topraklarını
merkeze sıkı bir şekilde bağlayacağına ve böylece yönetim
mekanizmasının düzgün bir biçimde işleyeceğine dikkat
çekilmiştir. Komisyon raportörü İsmail Suphi (Soysallıoğlu) de
umumi müfettişlik kurumunun memleketin birliğini korumak için
gerekli olduğunu söylemiştir. Suphi Bey, müfettişlerin hem
merkezi hükümet ile il arasında sıkı bir bağ kuracaklarını hem de
ilin yerel yetkilerini aşıp aşmadığını denetleyeceklerini dile
getirmiştir:35
Efendiler, …memleketin birliğini muhafaza için bir şey düşündük.
Yani hükümet düşünmüş, biz de düşündük. İktisadi, coğrafi
münasebetleri itibariyle memleketi bazı kısımlara ayırarak buralara
birer müfettiş göndereceğiz. Yani mesela Aydın, Kayseri iklim
itibariyle, coğrafi vaziyeti itibariyle birer mıntıka teşkil edebilirler.
Buraya bir müfettiş tayin edeceğiz. Konya, Ankara mesela yayla
mıntıka olmak itibariyle buraya bir müfettiş göndereceğiz. Komisyon
düşündü efendiler, bu müfettişlerin yanlarına vilayetlerde bulunan
memurları vereceğiz. Mesela bir vilayet merkezinde bulunan maarif
müdürü artık vilayette bulunmayacaktır. Müfettişin yanında
bulunacaktır ve müfettişin teftiş sahası içinde bu vilayetin maarif
işlerini teftiş edeceğiz… Müfettiş, hem merkezi hükümet ile vilayet
arasında sıkı bir bağ kuracak hem de vilayetin mahalli salahiyetlerini
aşıp aşmadıklarına bakacaktır. Eğer mahalli meclisler kendi
Soysallıoğlu İsmail Suphi’nin 18 Kasım 1920 tarihli TBMM görüşmelerinde
yapmış olduğu konuşma. A.k., s. 87.
35
151
salahiyetlerini aşmışlarsa yahut aydınlatılmaya muhtaç iseler, bunlara
bakacaktır.
BMM görüşmelerinde, umumi müfettişlerin atanma
usulleri de tartışmaya neden olmuştur. İkinci Grup’un
önderlerinden Erzurum mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey, umumi
müfettişlerin doğrudan doğruya ihtiyari olarak birleşen iller
tarafından seçilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Buna karşılık
Vehbi Bey, iller tarafından seçilen umumi müfettişlerin
merkezden gelen talimatlara uymayabileceğini ve bunun da
sakıncalı durumlar yaratacağını söylemiştir. Vehbi Bey, icra
memurları olan umumi müfettişlerin Bakanlar Kurulu’nca
atanmalarının mantıksal bir zorunluluk olduğunu dile getirmiştir.
1921 Anayasası ademi merkeziyetin asli ve genel,
merkeziyet ilkesinin ise sınırlı ve istisnai olduğu bir modele
dayanmaktadır.36 Yalnızca üç yıl uygulamada kalacak olan bu
belge, kuruluş yıllarının iktisadi ve toplumsal gerilimlerinin
ürünü olarak doğmuştur. Teşkilatı Esasiye’nin şekillenmesi,
kapitalizm-feodalizm geriliminin yanı sıra, iktidarın sınıf
yapısının toprak üzerindeki örgütlenmeyi nasıl etkilediğini
göstermektedir. TBMM, ayrılıkçı feodal unsurları bastırmak ve
kendi yönetimini kurmak için, il esasını benimseyerek, toprak
üzerindeki örgütlenmeyi sıkılaştırmıştır. Ancak yerel egemenlerin
gücü, illerin yönetiminde ademi merkezileşmeyi getirmiştir. Bu
nedenle il yerel yönetimlerine yönetsel karar alabilme ve
uygulayabilme yetkisi verilmiş, seçime dayalı organlardan oluşan
bir tüzel kişilik tanınmış ve bu yönetimler kamu hizmetlerinin
görülmesi bakımından genel yetkili kılınmıştır. Ayrıca il halkınca
iki yıllık süre için seçilen Vilayet Şurası’nın, kendi üyeleri
arasından seçtiği bir başkan tarafından yönetilmesi
öngörülmüştür. Nitekim Mustafa Kemal de Birinci Meclis’te
İkinci Grup’un kuruluşunu anlatırken, muhalefet düşüncesinin
esas kaynağını, devletin Teşkilatı Esasiye Kanunu’na göre
örgütlenmesi düşüncesinin oluşturduğunu söyleyecektir.37
Yönetenler cephesindeki gerilimin ürünü olarak ortaya çıkan
36
Yayla, a.g.k., s. 130.
Nutuk, Cilt II, s. 633-634; Ahmet Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet:
İkinci Grup, İletişim Yayınları, İstanbul 1994, s. 17.
37
152
ademi merkeziyetçi yapının ‘sakıncaları’, umumi müfettişlik
sistemi ile giderilmeye çalışılmıştır.38 Anayasa’da merkezi
yönetimin yerel yönetimler üzerindeki denetimi umumi
müfettişliklere bırakılmıştır. Bu durum Vehbi Bey tarafından
Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun görüşmelerinde şu şekilde dile
getirilmiştir:
Biz vaz ettiğimiz esasatı bu memlekette tarsin için Müfettişi
Umumiler bulundurmaya mecburuz. Tesadüme meydan bırakmamak
ve daimi bir kontrol altında bulundurmak ihtiyacındayız. Bu ihtiyacı
temin için Müfettişi Umumilikler bulundurmak mecburiyetindeyiz.
Buradan, merkezden rasgele müfettiş göndermek kabil değildir. Böyle
mıntıkavi teşkilat yapıp, oraları nezareti mütamadiye altında
bulundurmak için bu şimdiki teşkilatı meydana getirmek pek zaruri ve
lazımdır.
1924 Anayasası’nda umumi müfettişliklerle ilgili bir
hükme yer verilmeyecektir. Ancak, anayasal bir dayanağı
bulunmamasına karşın, 1927 yılında kabul edilen Umumi
Müfettişlik Teşkiline Dair 1164 sayılı Yasa ile umumi
müfettişlikler kurulmaya başlanacaktır.
ANAYASANIN ANLAMI
20 Ocak 1921 tarihinde Teşkilâtı Esasiye Kanunu kabul
edilerek Türkiye Devleti ilan edilmiş ve bu devletin, Kanunun
kabulüyle birlikte anayasal statüye sahip hale getirilmiş Büyük
Millet Meclisi tarafından idare edileceği hükme bağlanmıştır.
Büyük Millet Meclisi’ne anayasal statü kazandırılması hem
Büyük Millet Meclisi’nin İstanbul Hükümeti ve İtilâf Devletleri
tarafından tanınmasını hem de fiili işleyişin yasal güvence altına
Umumi müfettişlikleri konu alan çalışmasında Cemil Koçak da, müfettişlik
sistemini “mahalli idarelere tanınan yetkilere karşılık, merkezkaç siyasi/idari
eğilimlere karşı merkezin yeniden kurmaya çalıştığı denetime yönelik
girişimler” olarak değerlendirmektedir. Koçak’a göre, bu düzenleme merkezin,
denetim dışına çıkabileceği endişesiyle, taşra üzerindeki denetimini yeniden
kurma ya da artırma çabası olarak yorumlanmalıdır. Dolayısıyla, bu girişime
karşı ortaya çıkan tepki de anlamlıdır. Cemil Koçak, Umumi Müfettişlikler;
1927-1952, İletişim Yayınları, İstanbul 2003, s. 41.
38
153
alınmasını sağlama amacı taşımıştır. Teşkilâtı Esasiye Kanunu ile
esasları belirlenen yönetimin tek yetkili organı ise Büyük Millet
Meclisi’dir.39
Milli mücadeleyi yöneten TBMM içinde iktisadi, siyasal
ve yönetsel konulardaki görüşlerden, kişisel anlaşmazlıklara
kadar uzanan çok sayıda değişik nedene dayanan bir iktidar
mücadelesi yaşandığı bilinmektedir. Amaç ulusal birliği
sağlamak olmasına rağmen, Birinci TBMM’nin yapısı sıkı bir
merkeziyetçiliğe yönelinmeyeceğini göstermiştir. Mebuslar
arasında ‘ademi merkeziyet’i ve ‘hür teşebbüs’ü savunanların
sayısı az değildir. Üstelik Anadolu kurtuluş hareketi, büyük
toprak sahipleri ile dış sömürülme bağlarını koparıp, yerli
kaynakları işletmek isteyen ticari sermayenin işbirliğine
dayanmaktadır. Milli mücadelenin bitimine kadar sürdürülen,
“Halife Sultan”a bağlılık düşüncesi de bu dengesiz koalisyonun
zorunlu sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Anayasa da bu ortamda
hazırlanmış ve kabul edilmiştir. 1921 Anayasası, BMM’de kabul
edildiği 20 Ocak 1921’den 1924 Anayasası’nın kabul edildiği 24
Nisan 1924 tarihine kadar üç yıl üç ay yürürlükte kalmıştır.
1924 Anayasası ise, devletin temel yapısının belirlendiği
ve kuruluşun gerçekleştirildiği bir döneme aittir. Kurtuluş Savaşı
ve Cumhuriyetin kurulması aşamalarını tamamlayan yeni rejimin,
iktisadi, siyasi ve yönetsel bakımdan merkezileşmesi zorunludur.
İktisadi ve toplumsal dengesizliklerin aşılması, cumhuriyet
ideolojisinin ülke geneline yayılması, reformların hayata
geçirilmesi kendi beceri ve imkanlarıyla baş başa bırakılan yerel
yönetimlerle değil, ancak merkezileşme ile sağlanabilecektir.
Toplumda iktisadi ve idari denetim mekanizmalarını kurabilme
arzusu, merkeziyetçiliği bir ana ilke biçiminde egemen kılmıştır.
Başlıca yönetsel düzenlemeleri de (Köy Kanunu -1924, Umumi
Müfettişlikler Kanunu -1927, Vilayet İdaresi Kanunu -1929,
Belediye Kanunu -1930) bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Cumhuriyet rejiminin, yeni bir devlet düzeni kurmaya yönelirken
güvenceli bir zemine sahip olma arzusu, öncelikle yönetsel
Bülent Tanör, Kurtuluş Kuruluş, Cumhuriyet Kitapları, 8. Baskı, Ankara,
2007, s. 118.
39
154
kontrolün sistemleştirilmesine yol açmış, bu gelişme devletin
iktisadi
kontrolü
(ulusal
pazarın
bütünleştirilmesi)
gerçekleştirebilmesine elverişli bir ortam hazırlamıştır.
Ekonomide ve yönetimde merkezi karar ve kontrol düzeni, özel
kesimin (büyük toprak ve ticaret sermayesi çevrelerinin) rızası
dışında oluşmuş bir şey değildir. Temel amaç kapitalizmin
yaygınlaşmasıdır. Bu yıllarda merkezileşme sermaye kesimince
akılcı denetim sağlayan bir düzen olarak kabul edilmiştir. İktisadi
politikalar ile yapılmak istenen ne ise, yönetsel süreçler de buna
koşut olarak işletilmiştir. Böylece yeni “iktisadi durumun” içinde
varlığını sürdürebileceği siyasal-yönetsel koşullar yaratılmıştır.
SONUÇ YERİNE
1920, saltanat ve hilafetin sürdüğü, ulus-devlet ve
vatandaşlık kavramının belirmediği, henüz Cumhuriyet’in de
olmadığı bir “mücadele” dönemidir. Bu nedenle 1920 ruhunda
tarihsel koşulların biçimlendirdiği bir iktidar arayışı söz
konusudur. Bu süreçte bütün düşünce ve yegane görev “Türkiye
halkını emperyalizmin zulmünden kurtarmak”tır. Döneme rengini
ve ruhunu veren temel dinamik de budur. Büyük Millet Meclisi
Hükümeti, kendisi dışındaki bütün iktidar odaklarına karşı
mücadelesinde önceliği bağımsızlık mücadelesinin tek elden
yönetilmesine vermiştir. Eğer 1920 ruhundan söz edilecekse, bu
ruh Türkiye halkının bağımsızlık için birlikte mücadelesini
anlatır.
TBMM’nin ilk yılını anlayabilmek için anti-emperyalizm,
anti-kapitalizm, tam bağımsızlık, halka doğru gitmek, mesleki
temsil, Türk-Kürt birliği, Türkiye halkı, genel yetkili yerel şuralar
ve umumi müfettişlik gibi yıla damga vuran tüm olguları analize
katmak gerekir. Ancak böyle bir analiz, 1920 gerçeği ile güncel
politik söylemler arasındaki benzerlik ve farklılıkların ortaya
konulmasını mümkün kılabilir.
155
KAYNAKLAR
Açıklamalı Yönetim Zamandizini 1919-1928, Ed. Nuray Ertürk Keskin,
Ankara Üniversitesi, SBF-KAYAUM Yayını, Ankara, 2012.
Akın, Rıdvan, TBMM Devleti (1920-1923), Birinci Meclis Döneminde
Devlet Erkleri ve İdare, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001.
Atatürk ve İdare, Türk İdare Dergisi, Cumhuriyetimizin 60’ıncı
Yıldönümü Özel Sayısı, Yıl 55, Sayı 362, Ekim 1983.
Demirel, Ahmet, Birinci Meclis’te Muhalefet: İkinci Grup, İletişim
Yayınları, İstanbul, 1994.
Gözübüyük, Şeref, Suna Kili, Türk Anayasa Metinleri (1839-1980),
Ankara Üniversitesi, SBF Yayını, Ankara, 1982.
Güler, Birgül A. , Yerel Yönetimler: Liberal Açıklamalara Eleştirel
Yaklaşım, TODAİE, Ankara, 1998.
Karabekir, Kazım, İstiklal Harbimiz, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1969.
Keskin, Nuray Ertürk, Türkiye’de Devletin
Örgütlenmesi, Tan Kitabevi, Ankara, 2009.
Toprak
Üzerinde
Nutuk, Cilt I, TTK Yayınları, Ankara, 1984.
Önen, Nizam; Cenk Reyhan, Mülkten Ülkeye: Türkiye’de Taşra
İdaresinin Dönüşümü (1839-1929), İletişim, İstanbul, 2011.
Sarıhan, Zeki, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, Açıklamalı Kronoloji,
TBMM’den Sakarya Savaşı’na, (23 Nisan 1920 – 22 Ağustos
1921), TTK Yayınları, Ankara, 1995.
Tanör, Bülent, Kurtuluş (1918-1923), Yenigün Haber Ajansı, İstanbul,
1997.
Tanör, Bülent, Kurtuluş Kuruluş, Cumhuriyet Kitapları, Ankara, 2007.
Tengirşek, Yusuf Kemal, Vatan Hizmetinde, İstanbul, 1967.
Teziç, Erdoğan, Siyasal Partiler, Partilerin Hukuki Rejimi ve
Türkiye’de Partiler, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1976.
156
Tunaya, Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt II, Mütareke
Dönemi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003.
Tunaya, Tarık Zafer, Siyasal Kurumlar ve Anayasa Hukuku, İstanbul,
1975.
Tunçay, Mete, Türkiye’de Sol Akımlar –I (1908-1925), Bilgi Yayınevi,
İstanbul, 1978.
Yayla, Yıldızhan, Anayasalarımızda Yönetim İlkeleri: Tevsi-i
Mezuniyet ve Tefriki Vezaif, İÜ SBF Yayını, İstanbul, 1982.
Tutanak Dergileri
TBMM Zabıt Ceridesi, I. Cilt (23 Nisan 1920-21 Mayıs 1920)
TBMM Zabıt Ceridesi, II. Cilt (22 Mayıs 1920-28 Temmuz 1920)
TBMM Zabıt Ceridesi, III. Cilt (31 Temmuz 1920-6 Eylül 1920)
TBMM Zabıt Ceridesi, IV. Cilt (8 Eylül 1920-6 Ekim 1920)
TBMM Zabıt Ceridesi, V. Cilt (9 Ekim 1920-20 Kasım 1920)
TBMM Zabıt Ceridesi, VI. Cilt (22 Kasım 1920-23 Aralık 1920)
TBMM Zabıt Ceridesi, VII. Cilt (25 Aralık 1920-30 Ocak 1921)
TBMM Gizli Celse Zabıtları, I. Cilt (24 Nisan 1920-21 Şubat 1921)
Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi, (12 Ocak 1920-18 Mart 1920)
Meclisi Ayan Zabıt Ceridesi, (12 Ocak 1920-5 Nisan 1920)
Hakimiyeti Milliye Gazetesi.
Düstur, Tertip 3, Cilt 1.
157
158
SAVAŞ HALİNDEN DÜZENLİ YAPIYA GEÇİŞ
YILI OLARAK 1923
Recep Aydın**
Özet
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu inceleyen araştırmacılar
genellikle 1920’li yılları bir bütün olarak ele almaktadır. Oysa
bu yıllar homojen bir bütün oluşturmaz. 1920’li yıllar iki alt
dönem halinde incelenebilir. İlk alt dönem (kabaca 1920-1923)
savaşın henüz bitmediği yıllardan oluşur. Bu alt dönemin
sonunda, genel seçimler ve Lozan Antlaşması’yla siyasal ortam
istikrarlı bir hale kavuşturulacaktır. İkinci alt dönem (1924 yılı
ve sonrası) ise istikrarlı bir siyasal ortamda ortaya çıkan yeni
Anayasa ve kurumsal düzenlemelerle nitelenebilir. 1923 her iki
alt dönemden de özellikler barındırmaktadır. 1923 yılının ilk
yarısında, Meclis’in temel derdi savaş ve Antlaşmadır.
Seçimlerden ve Antlaşmadan sonraysa Meclis idari, mali ve adli
düzenlemeler yapmaya koyulacaktır. Çalışma 1923 yılını bu iki
alt dönem arasındaki geçiş süreci olarak ve özellikle geçişin
yönetsel boyutlarıyla incelemektedir.
Anahtar Kelimeler: Cumhuriyet’in Kuruluşu, Mülki Yönetim,
Mali Yönetim/Bütçe, Yüksek Mahkemeler, 1920’li Yıllar.

Bu çalışma Açıklamalı Yönetim Zamandizini: 1919-1929 adlı araştırmada
elde edilen verilere dayanılarak hazırlanmıştır. İlgili araştırma için bkz. Nuray
Ertürk Keskin (Editör), Açıklamalı Yönetim Zamandizini: 1919-1929, Ankara
Üniversitesi SBF, Kamu Yönetimi Araştırma ve Uygulama Merkezi, Yayın
No: 8, Cilt: 1-2, Ankara, 2012.
Bu çalışma süresince değerli yardımlarını esirgemeyen Dr. Araş. Gör. Esra Dik
ve Araş. Gör. Levent Demirelli’ye teşekkür etmek bir borçtur.
**
Arş. Gör. Ankara Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü.
159
GİRİŞ
Cumhuriyet tarihi incelemelerinde 1920’li yıllar (hatta
bazen 1930’lu yıllara uzanarak) Cumhuriyetin kuruluş yılları
olarak anılır. Türkiye’de ekonomik, toplumsal ve siyasal hayatın
gelişimi üzerine odaklanan disipliner çalışmaların dönemsel
kategorizasyonunda da 1920’li yılların kuruluş yılları olarak
adlandırıldığı söylenebilir. Oysa 1920’li yıllar kendi içerisinde
homojen bir özellik sergilememektedir. Aksine her yıl bir sonraki
yıldan kendini ayrıştırabilecek bir yapıdadır. Bu özellik, dönemi
kendi içerisinde alt dönemler ve tarihsel uğraklar ekseninde
incelemeye olanak tanımaktadır. Çalışma da bu bağlamda 1920’li
yılları ikiye ayırmakta, iki temel dönem arasındaki geçiş yılını,
yani 1923’ü kendine odak edinmektedir.
1920’li yılları “kuruluş yılları” olarak anmaya dönük
yaklaşım yerinde olmakla beraber bu yıllara daha yakından
bakıldığında başka bir dönemlendirme gereksinimi ortaya
çıkmaktadır. Bu dönemlendirme, kendi içerisinde de birbirine
benzemeyen ve özellikle yönetim bilimleri/kamu yönetimi1 veya
idare tarihi gibi alanlarda çalışanlar için, farklı araç setleriyle
incelenmesi gerekli olan alt dönemlere ayrılmalıdır. 1923’e
kadarki dönem savaş halinin devam ettiği “olağanüstü” bir
dönemken 1924 ve sonrası idari ve siyasi reformların yapıldığı ve
Kamu Yönetimi-Yönetim Bilimleri ayrımı çalışma alanımızdaki basit bir
isimlendirme farklılığından çok temel bir epistemolojik farklılaşmaya denk
düşer. Kamu yönetimi adlandırması daha çok kamunun örgütlenmesini esas
alır ve örgütlenmeyle ilgili problemleri çözmeye çalışır, yönetim bilimleri ise
bunu içermekle beraber yönetim olgusunun kendisini de inceleme nesnesi
kabul eder. Böylece sadece var olan somut örgütlenme anlamındaki idareyi
değil başlı başına bir inceleme nesnesi olarak idareyi, yönetme işini ve
toplumdaki yönetsel ilişkileri incelemeyi hedefler. Düşünce gelenekleri olarak
da iki yaklaşımın farklı kaynaklardan beslendiğini söylemek gerekir. Yönetim
bilimi/bilimleri Kara Avrupası geleneğine dayanmaktayken kamu yönetimi
daha ziyade Anglo-Sakson geleneğine yakın bir anlamlandırma çerçevesidir.
Konuyla ilgili olarak bkz. Birgül Ayman Güler, “Yönetim Düşünü Ne
Genişlikte Bir Çalışma Alanıdır?”
(http://80.251.40.59/politics.ankara.edu.tr/bguler/pdf/yondusunu.pdf,
14.03.2014).
1
160
büyük ölçüde istikrarlıdır. 1923 yılı da bu olağanüstü dönemden
görece düzenli bir yapıya geçiş yılıdır.
Çalışmanın temel odağı geçiş yılı olarak nitelenen
1923’tür.1923 öncesinin savaş hali kısmen devam etmektedir.
“Konvansiyonel sistem” varlığını bir süre daha koruyacaktır.
Farklı siyasal görüşlerin mücadelesi sürecektir. Ama yılın ikinci
yarısında bir seçim yapılacak ve yeni bir Meclis oluşacak,
başkent belirlenecek ve rejimin adı konulacaktır. Savaş hali ve
yıkılan devletin devamlılığını sağlama ya da yeni bir rejim kurma
savaşımından, kazanılmış bir savaş sonrası düzenli ve istikrarlı
bir siyasal rejim yaratılmasına geçiştir. Aşağıda 1923 yılının
“geçiş” yılı olma özelliğine değinildikten sonra yıl içinde, siyasal
iktidarın tesisine dönük olaylar incelenecektir. Sonrasında yeni
Anayasa ile kurulacak olan idari yapının ilk aşamaları olarak
görülebilecek olan yönetsel düzenlemeler üzerinde durulacaktır.
GEÇİŞ YILI OLARAK 1923
Bütün olarak ele alınan 1920’li yıllara daha ayrıntılı
bakıldığında bu yılların iki alt dönemden oluştuğu görülecektir.
Kabaca 1923 yılına kadarki dönem savaş haliyle nitelenebilir.
Kurtuluş Savaşı’nın örgütlendiği bu dönemde, önce Kongrelerin
sonrasında Meclis’in temel faaliyetleri savaşla ilgili konularda
yoğunlaşmaktadır. Bu alt dönemin bir özelliği de ayrı ayrı iki
Meclis’in var olduğu diğer deyişle “ülke topraklarında” ve
uluslararası alanda tek elden bir temsiliyetin bulunmadığı bir
dönem olmasıdır. Bu dönemde yönetsel yapının yeniden ele
alınması gereği, sıkça bir zorunluluk olarak dile getirilse de, bu
mümkün olmamıştır. Hatta 1921 Anayasası yönetsel yenilikler ve
önemli yeni düzenlemeler içermesine rağmen, bu yenilikler tam
olarak uygulanmamıştır.
1924 yılı ve sonrası ise ilk dönemden niteliksel
farklılaşmaktadır. Bu dönem, Anayasa’nın ayrıntılı
düzenlendiği, ilk düzenli bütçenin yapıldığı ve kurumsal
düzenli bir yapıya geçişin örgütlendiği bir süreç
161
olarak
olarak
olarak
olma
özelliğindedir. 1924 sonrası savaşın bittiği ve siyasal ortamın
görece daha uygun olduğu dönemdir. Bu yıllarda Anayasa
değişikliğiyle beraber çok sayıda kurumsal düzenlemeye
gidilecek, hepsi yasalaşmış olmasa da yönetsel yapı yeniden
düzenlenecektir. Merkeziyet - ademi merkeziyet tartışmaları
açısından bakıldığında dahi örgütlenme usulü için ciddi bir
kopuştan söz edilebilir.2
İki alt-dönem arasında, genel seçimlerle Meclis içi
muhalefetin “tasfiyesi”nden 1924 Anayasası’na kadar olan
dönemi geçiş yılı olarak nitelemek mümkündür. Bu yıl, özellikle
yönetsel örgütlenmeyle ilgili tartışmalar açısından hem önceki
dönemin izlerini hem de sonraki dönemin işaretlerini
taşımaktadır. Yönetsel yapılanma açısından bakıldığında 1923
yılı, devletin, yeniden düzenlenmesi için gereken siyasal ortamın
ancak sağlandığı yıl olarak karşımıza çıkmaktadır. 1923, siyasal
iktidarın Meclis içi muhalefeti büyük ölçüde tasfiye ettiği ve
Meclis içindeki gruplaşmanın ortadan kalktığı, aynı zamanda
iktidarın uluslararası alanda ülkenin tek temsilcisi olarak
tanındığı yıldır. Lozan Antlaşması savaş ihtimalini de ortadan
kaldırmıştır. Her iki gelişme de yönetimin yeniden
düzenlenmesinin önkoşuludur: Bu gelişmeler yönetimi yeniden
yapılandıracak güçlü bir iktidar ile gerekli ulusal ve uluslararası
siyasal ortamı sağlamıştır.
1923 yılının kabaca ilk yarısı, savaş ortamının etkisinin
hissedildiği bir dönem olarak karşımıza çıkar. Lozan
görüşmelerinde sonuca yaklaşılması, yapılan genel seçim ve
sonrasında imzalanan Lozan Antlaşması bahsedilen, 1920’li
yılların ilk alt döneminin bitişini ifade eder. Ağustos’ta toplanan
yeni Meclis ve onun faaliyetleri de ikinci alt dönemin başlangıcı
olarak görülebilir. Bu bağlamda 1923’ün kabaca ilk yarısı siyasal
düzenin kuruluşu ve iktidarın konumunu güvence altına alması
sürecinin son aşamaları olarak görülebilir. 1923 genel seçimleri
ve Lozan Antlaşması’nın yanında, İstanbul’daki “muhalefet”in
Bkz. Yayla, Anayasalarımızda Yönetim İlkeleri Tevsi-i Mezuniyet ve Tefrik-i
Vezaif, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi, Yayın No: 56,
İstanbul, 1982.
2
162
bastırılması ve iç güvenlikle ilgili gelişmeler bu bağlamda
değerlendirilebilir. 1923’ün ikinci yarısı ise savaşın sona
ermesiyle, yönetsel olarak düzenli/sürekli3 yapıya geçişin ilk
aşamasını oluşmaktadır. Ankara’nın başkent yapılması ve
Cumhuriyet’in ilanından mali, idari ve adli örgütlenmeye kadar
genişçe bir kapsamda yapılan düzenlemeler de 1924 Anayasası ve
sonrasında kurulacak sürekli yapının ilk işaretleridir.
SİYASİ MERKEZİLEŞME:
ORTADAN
KALKMASI
SAĞLAMLAŞTIRILMASI
SAVAŞ
VE
OLASILIĞININ
İKTİDARIN
1923’e kadar olan dönemin temel özelliği, bu yıllara bir
savaşın eşlik etmesidir. Savaşın karargâhı konumundaki yapı
diğer deyişle savaşı yöneten ve yürüten siyasal organ 1920’ye
kadar Heyeti Temsiliye sonrasında ise TBMM olmuştur. TBMM
1921 Anayasası’nı düzenlemiş ve bahsettiğimiz savaş hali
1920’den sonra bir meclis ve bir anayasa ile yürümüştür. Meclis
faaliyetleri ve Meclis içerisinde cereyan eden tartışmalar ise
dönemin ruhunu yansıtmaktadır. İlber Ortaylı’nın işaret ettiği
üzere Meclis, farklı siyasal görüşlerin, aralarındaki katı
farklılıklara rağmen, bağımsızlık için bir araya gelip ortak bir
faaliyet yürütmesiyle nitelenebilir.4 Ortaylı tarafından bir çeşit
“konvansiyonel sistem” olarak anılan bu yapıda, tüm erkler tek
çatıda toplanmış haldedir. Bu yapı 1923’e kadar varlığını
koruyacak ve sonrasında yerini “yeni” bir Meclis ve Anayasa ile
yeni bir döneme ve akla bırakacaktır.
Bu cümlede süreklilik kelimesi özel bir anlam taşımaktadır. Çalışmanın temel
odağı olan 1923 yılında, devletin örgütlenmesi ile ilgili temel tartışmalarda
önemli bir ağırlığa sahip olan nitelik “geçicilik”tir. Adli organların
örgütlenmesinden bütçenin yapılmasına kadar tüm tartışmalarda istikrarlı bir
yapı kurulana kadar “muvakkat” olarak yapılacaklar konu edilmektedir.
Böylece hem geçici çözüm yolları denenmekte hem de süreklilik ve istikrar
arayışı vurgulanmaktadır.
4
İlber Ortaylı, Türkiye’nin Yakın Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012, s.
26-28, 56.
3
163
1923 yılı iki kısma ayrılabilir. Genel seçim kararının
alındığı ve Lozan Antlaşması’nın imzalandığı ilk kısım, savaş
halinin sonu ve siyasal iktidarın güçlenmesine sahne olmuştur.
Yukarıda anıldığı şekliyle konvansiyonel sistemin sona ermesi ile
uluslararası alanda tanınma ve savaş ihtimalinin sonunu getiren
bu dönemi, yönetsel, adli ve mali (nihayetinde de yeni bir
Anayasa ile olgunlaşacak olan) değişikliklerin yapılacağı ikinci
dönem takip edecektir. Yönetsel dönüşümün yapılması için
gerekli siyasal ortam ancak genel seçimler ve Lozan Antlaşması
ile sağlanmış olacaktır. Bu iki gelişmeyi iç güvenliğin sağlanması
ile İstanbul’daki muhalif isimlerin etkisizleştirilmesi takip
edecektir.5
LOZAN ANTLAŞMASI VE 1923 GENEL SEÇİMİ
1923 yılının siyasal kuruluş olarak nitelenmesini sağlayan
iki temel gelişme bulunmaktadır. Bunlardan ilki genel seçimlere
gidilerek TBMM içindeki muhalefetin, siyasal iktidar tarafından
genel seçim sonrası tasfiyesi, diğeri uluslararası tanınmayı getiren
ve savaş ihtimalini sona erdiren Lozan Antlaşması’dır.6
1923 yılında Birinci Meclis’te tartışılan temel konunun
Lozan Antlaşması olduğu söylenebilir. Lozan Antlaşması sadece
bir bağımsızlık metni değil, siyasal rejimin ve düzenli bir devlet
teşkilatının kurulmasının da önkoşuludur. Bu durum daha
başından 1921 Anayasası’na yansımıştır. Anayasa’ya geçici
madde olarak konulan hüküm şöyledir:7
İşbu kanun tarihi neşrinden itibaren meri olur. Ancak elyevm münakit
Büyük Millet Meclisi 5 Eylül 1336 tarihli nisabı müzakere kanununun
birinci maddesinde gösterildiği üzere gayesinin husulüne kadar
Çalışma yönetsel kısma odaklandığından bu tartışmalara ayrıntılı olarak
girilmeyecektir.
6
Genel seçimlerin yapılması ancak barışın tesis edilmesi şartına bağlanmış
olsa da Lozan Antlaşması genel seçim kararından daha sonra imzalanacaktır.
Birbirleriyle ilişkili olan bu iki olay da siyasal iktidarın tüm kontrolü ele
almasının ilk işaretleri olarak görülebilir.
7
http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa21.htm (17.02.2014).
5
164
müstemirren müçtemi bulunacağı cihetle işbu Teşkilatı Esasiye
Kanunundaki 4 üncü, 5 inci, 6 ncı maddeler gayenin husulüne elyevm
mevcut Büyük Millet Meclisi adedi mürettebinin sülüsanı ekseriyetle
[üçte iki] karar verildiği takdirde ancak yeni intihabdan itibaren
meriyül icra olacaktır.
Geçici maddede bahsedilen Nisabı Müzakere Kanunu’nun
ilk maddesi vatanın işgalden kurtuluşuna kadar Meclis’in sürekli
olarak toplanacağını ifade etmektedir.8 Anayasa’da yer alan
geçici maddeyle beraber düşünüldüğünde kurtuluşun belgesi
olarak imzalanacak antlaşmaya kadar seçimle ilgili maddeler
uygulanmayacaktır. Bu aynı zamanda yukarıda savaş dönemi
olarak da nitelediğimiz dönemin temel özelliğinin hukuksal bir
ifadesidir.
Lozan görüşmeleri 1922 sonlarında başlamış ancak 1923
Şubatı’nda kesintiye uğramıştır. Temel konuların büyük ölçüde
görüşüldüğü ama karara bağlanmadığı İsmet Paşa’nın TBMM’de
gizli
oturumda
yaptığı
bilgilendirme
konuşmasından
9
anlaşılmaktadır. İkinci görüşmeler karşılıklı verilen notalarla 23
Nisan 1923’te başlayacak ve 1923 Temmuzu’nda antlaşmayla
tamamlanmış olacaktır.10 Böylece savaş ihtimali ortadan
kalkacaktır.
Birinci Meclis, farklı görüş ve geleneklerden gelen, savaş
döneminde direnişi örgütlemek ve işgalden kurtulmak amacında
olan bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Yazında Birinci
Meclis içinde temel iki grubun varlığından söz edilmekle beraber
bu iki grubun içinde yer alan düşünsel farklılıkların net bir tasviri
yapılamamaktadır. Mustafa Kemal taraftarları görece daha
homojenken diğer grup içinde Ortaylı’nın deyişiyle “her tür sol
fikir sahibi hatta Sovyetler’e sempati duyanlar”dan liberallere
kadar farklılaşan bir yelpazenin varlığından söz etmek
18 Numaralı “Nisâb-ı Müzâkere ve Sâireye Dâir Kânun”, Ceridei Resmiye,
21.02.1337 [1921]/3.
9
TBMM GCZ, D: 1, C: 27, İ: 196.
10
Baskın Oran vd., Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular,
Belgeler, Yorumlar, C: 1 (1919-1980), İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s.
220.
8
165
mümkündür. 11 1923 yılı Nisan ayına gelene kadar Meclis
içindeki “iki grubun” arasındaki çekişmenin arttığı ve Ali Şükrü
Bey’in öldürülmesiyle iyice sertleştiğini belirtmek gerekir.12
Hoca Şükrü Bey’in risalesi gibi başka olaylarla birlikte Meclis
içindeki gruplar arasında gerginlikler devam edecektir. Böyle bir
ortamda seçime gidilmesi her iki taraf için de makul gelmiş
olacak ki seçime gidilmesi için getirilen teklif oybirliğiyle
(ekseriyetle değil ittifakla) kabul edilmiştir.13 Daha sonra,
Anayasa değişikliği “aşılarak” bunun yerine Heyeti Umumiye
Kararı14 alınacak ve bu yolla seçim yapılmasına karar
verilecektir.
Lozan Antlaşması bağımsızlığı simgelerken, yapılan genel
seçim yeni dönemin işaretçisidir. Seçim sonrasında oluşan Meclis
ilkinin aksine, daha çok iç düzen arayışı ve örgütlenmeyle meşgul
olmuştur. Geçici (muvakkat) yüksek mahkemelerin yerine
düzenli ve süreklilerin kurulması, düzenli işleyen bir İcra
Vekilleri Heyeti’nin tesisi gibi konular ancak Lozan
Antlaşması’dan sonra gündeme gelebilmiştir. Sonrasında
Cumhuriyet’e geçiş kamu düzeninin ve iç güvenliğin tesis edilme
çabaları, İstiklal Mahkemeleri ile “muhalefetin” üzerine gidilmesi
ve ortak bir iktidardan yavaş yavaş Mustafa Kemal Paşa’nın daha
etkin ve tek olduğu bir düzene geçilmesi de Lozan’la ve İkinci
Meclis döneminde mümkün olacaktır.15
Ortaylı, a.g.k., s. 26. Bu tartışmayı içeren iki çalışma için bkz. Sezgin, Türk
Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu, Birey ve Toplum Yayınları, Ankara,
1984; Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet: İkinci Grup, İletişim
Yayınları, Ankara, Nisan 1995.
12
Bu durum Ali Şükrü Bey’in ölümünün Meclis’te tartışıldığı (2 Nisan 1923
günlü) oturumda da görülebilmektedir, TBMM ZC, D: 1, C: 28, İ: 16.
13
TBMM ZC, D: 1, C: 28, İ: 15 (s. 284).
14
369 sayılı karar, Düstur, Tertip: 3, C: 4, s.15.
15
Recep Aydın, “1923: Savaşın Sonu ve Yeni Rejimin İlanı: Cumhuriyet”,
(Ed. Nuray Ertürk Keskin) Açıklamalı Yönetim Zamandizini: 1919-1929,
Ankara Üniversitesi SBF, Kamu Yönetimi Araştırma ve Uygulama Merkezi,
Yayın No: 8, Cilt: 2, Ankara, 2012, s. 1346.
11
166
İÇ GÜVENLİĞİN SAĞLANMASI
MUHALEFETİ”NE “MÜDAHALE”
VE
“İSTANBUL
Seçim sonrasında kurulan Meclis’in, birisi iç güvenliği
sağlamak diğeriyse düzenli idari bir yapıyı tesis etmek olmak
üzere, göze çarpan iki temel uğraşı bulunmaktadır. İç güvenlik
konusunda iki temel olay dikkat çekmektedir. Bunlardan ilki
1923 yılının başlarında sıkça karşılaşılan yol kesme ve eşkıyalık
olaylarıyla, diğeri ise hilafetle ve İstanbul’daki muhaliflerle
ilgilidir.
1923’te savaş yıllarından kalan küçük silahlı gruplar ve
çeteciliğin yanında eşkıyalık da ülke genelinde yaygındır.16
Bunun yanında daha öncesinin silahlı grupları da bu çerçevede
değerlendirilmektedir. Konuyla ilgili yasal düzenleme çalışmaları
1923’ün Ocak ayında17 başlamış ancak düzenleme İzalei Şekavet
Kanunu adıyla 18 Ekim 1923’te son bulmuştur. Yasanın
çıkmasına yakın Aydın livasıyla Ödemiş kazasının ve Denizli ile
Burdur livaları ile Afyon Karahisar’ın, Dinar, Çivril, Sandıklı ve
Isparta’nın Eğridir ve Uluborlu kazalarında sıkıyönetim(örfi
idare) ilan edilmiştir.18 Hem yasa hem de örfi idare
uygulamalarının etkisiyle ülkedeki merkezi ordu dışındaki silahlı
kuvvetler ve çetecilik, özellikle Ege bölgesi için geçerli olmak
üzere, ortadan kalkmıştır.
Güvenliğin ve normalleşmenin sağlandığının ipuçlarını
seferberliğin sona ermesinde de görebilmekteyiz. Güvenlik
bağlamında Şekavet Kanunu ve uygulamalarının yanında ülke
güvenliğiyle ilgili olan seferberlik emri de Ekim 1923’te
kaldırılacaktır. Böylece 1914’te ilan edilmiş olan seferberlik 31
Ekim günü kabul edilen yasayla 1 Kasım’dan itibaren geçerli
olmak üzere son bulacaktır.19
Hatta bir milletvekilinin eşyalarının taşındığı bir kafile eşkıya saldırısına
uğramıştır.
17
Hakimiyeti Milliye, 15.01.1923, s. 3.
18
Aydın, a.g.m., s. 1383. Örfi idare uygulamalarının kısmen başarılı olduğu da
söylenmektedir. Hakimiyeti Milliye, 4.10.1923, s. 1.
19
Aydın, a.g.m., s. 1383.
16
167
İç ve dış güvenlikten başka siyasal rejimin kurulması
sürecinde sesi daha da duyulur olan İstanbul muhalefeti, iktidar
için tehdit olarak algılanmıştır denebilir. Başkentin Ankara
olması ve Cumhuriyet ile İstanbul basınından gelen eleştiriler
yoğunlaşmıştır. “Ağa Han olayı”yla beraber İstanbul basını ve
muhalefetiyle ilgili bir karar verme niyetine girildiği görülecektir.
Özetle, Hindistan’da güçlü olan İngiliz yanlısı bir cemaatin
liderinin İsmet Paşa’ya yazdığı mektup, Paşa’ya ulaşmadan önce
İstanbul basınında yayımlanmıştır. Hilafet’in durumunun
kesinleştirilmesini talep etmekte olan mektup, Tanin, İkdam,
Tevhidi Efkar gibi gazetelerde çıkınca konu Meclis’e yansımıştır.
İsmet Paşa’nın TBMM’deki konuşmasında konunun bir İngiliz
propagandası olduğu söylenmiş ve bu gibi durumların derhal ve
herkesin göreceği şekilde bastırılması gerektiği, böylece tekrar
propaganda
yapılmasına
müsaade
edilmemiş
olacağı
20
vurgulanmıştır. Tartışmalardan sonra İsmet Paşa’nın İstanbul’da
bir İstiklal Mahkemesi kurulması yönündeki önerisi kabul
edilecek ve önceden beri uygulanan bu usule bir kez daha
başvurulacaktır.
5 Aralık 1923’te gazetelerde yayımlanan mektuplar için 8
Aralık’ta İstiklal Mahkemesi kurulmasına karar verilmiştir.
Süreç, önce Mahkeme’nin üyeleri belirlenmesi, üyelerin derhal
çalışmaya başlayarak bazı tutuklamalar önermesi ve mahkemenin
görevlerinin belirlenmesi şeklindedir.21 Hüseyin Cahid, Ahmed
Cevdet, Velid, Hayri Muhiddin, Ömer İzzeddin Beyler vatana
ihanet ve devletin dış ve iç güvenliğini bozmak suçuyla itham
edilmişlerdir.22 Mahkeme 5 Şubat 1924’e kadar çalışmış ve bu
süreçte çok sayıda gazeteci yargılanmıştır. 17 kişinin vatana
ihanetten yargılandığı davaların sonucunda İstanbul basınından
muhalif isimlere beşer yıllık hapis cezası verilmiş ama
uygulanmamıştır. 23 İktidar böylece İstanbul muhalefetini
Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, C: I-II, 1920-1927, Dokuz Eylül
Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları No: 1,
İzmir, 1988, s. 224 vd.; TBMM GCZ, D: 2, C: 4, İ: 64.
21
TBMM ZC, D: 2, C: 4, İ: 67.
22
Aybars, a.g.k., s. 228.
23
Mahkeme sonucunda gazetecilerin beraatine karar verilecek, İstanbul Barosu
Başkanı Lütfi Bey 5 yıllık bir ceza alacaktır. Gazetecilerle Mustafa Kemal
20
168
zayıflatmış olacaktır. Dolayısıyla hem silahlı kuvvetlerin hem de
kısmen İstanbul muhalefetinin “bastırılması” yoluyla iktidar,
kendine rakip odakları en azından geçiş dönemi olarak
adlandırdığımız dönem için ortadan kaldırmış olmaktadır.
YÖNETSEL
DOĞRU
MERKEZİLEŞME:
1924
ANAYASASI
Seçimler tamamlanıp iç güvenlik ve uluslararası tehditler
ortadan kalkınca devlet örgütlenmesini düzenlemek için uygun
bir siyasal ortam sağlanmış oldu. Böylece, rejimin adının
konması ve hükümet biçimi gibi konuların tartışılması mümkün
hale geldi.
Anayasa değişikliğiyle saf Meclis hükümeti sisteminden
uzaklaşılacaktır. 1923 Anayasa değişikliğiyle, özellikle hükümet
ve Cumhurbaşkanı’nın güçlendirilmesiyle, parlamenter sisteme,
görece yakın bir yapı kurulacaktır. Buna devlet örgütlenmesinde
değişim de eklenecek, idari ve adli örgütlenme gibi temel
alanların düzenlenmesine girişilecek ve Anayasa hazırlıkları
başlayacaktır. Yönetsel yapılanmada temel dönüşüm, büyük
ölçüde, Anayasa hazırlanırken tasarlanacak bu nedenle 1924 yılı
ve sonrasında gerçekleşecektir. Geçiş yılı olarak andığımız
1923’te ise merkezi ve yerel yönetimlerle, mali idare ve bütçe ile
adli yönetime dönük düzenlemeler yapılacaktır. Bu alanlardaki
düzenleme çabalarının temel olarak düzenli ve sürekli bir
yönetim yetisinin kazanılmasına dönük olduğu söylenebilir.
Aşağıda bu alanlarda yapılan düzenlemeler incelenecektir.
Yönetsel açıdan bakıldığında 1923’e kadar olan dönem,
Osmanlı’dan kalan yapının korunduğu görülür. 1921
Anayasası’na kadar esas olarak eski Anayasa varlığını devam
ettirmektedir. 1924 Anayasası kabul edildikten sonra dahi bu
durum kısmen devam edecektir. 1923’e kadar temel olarak üç
daha sonra 1924 Şubatı’nda bizzat görüşecektir. Bu müdahale Hilafet’in
kaldırılmasını da mümkün kılacaktır.
169
örgütlenme “usulü” dikkat çekmişse de üçü de tam olarak
uygulanamamıştır. Bunlardan ilki vilayet şuralarıdır. 1921
Anayasası’nda vilayet şuraları ismen anılsa da doğrudan
kurulmamış, 1924 Anayasası’nda ise bu yapıdan vazgeçilmiştir.
Diğer önemli usul ise Nevahi Kanunu tasarısında somutlaşan
nahiye şuralarıyla ilgilidir. Osmanlı’dan beri (siyasal ve yönetsel
olarak) istikrarlı bir yapının kurulmasının araçları her zaman
devlet örgütlenmesinde aranmıştır. 1920’li yılların hemen başında
da Nevahi Kanunu tasarısı bu işlevi üstlenmiş ama
tamamlanmamış; alanın düzenlenmesi önce 1924 Anayasası’na
bırakılmış, nihayetindeyse Osmanlı’dan kalma 1913 tarihli
muvakkat kanun uzunca bir süre daha kullanılmaya devam
edilmiştir.24 Son olarak 1921 Anayasası’nda yer alan Umumi
Müfettişlik kurumunu anmak gerekir. Bu kurum Anayasa’da yer
almakla beraber ancak 1927’de uygulama bulabilecektir.25 1923
yılında da İstanbul’da kurulması öngörülen bir umumi müfettişlik
bulunmaktadır. İstanbul’un işgali sona erince İstanbul’un idare
şeklinin tartışıldığı, bu tartışmalarda İstanbul’da Şehremaneti ile
Vilayet arasındaki ilişkiyi düzenleyecek bir makam olarak
Umumi Müfettişlik öngörüldüğü anlaşılmaktadır.26
Bu kanunun dilinin sadeleştirilmesi, yeniden düzenlenmesi ve kanunda
başkaca değişiklikler yapılmasına rağmen Kanun neredeyse günümüze kadar
varlığını korumuştur. Nevahi Kanunu tasarı olarak kalmakla beraber kamu
örgütlenmesinde yeni bir örgütlenme tarzı öngörmektedir. 1921 Anayasası,
1924 Anayasası’na göre yerel birimlere daha fazla yetki ve özerklik
vermektedir. Nahiye TBMM’deki tartışmalardan anlaşıldığı üzere temel
yönetim birimi olarak anılmakta ve halk iktidarının kuruluşu olarak
kodlanmaktadır. 1924 Anayasası ile kurulan yapı ise nahiyeleri adeta mülki bir
birim olarak örgütlemektedir. Nevahi Kanunu ile ilgili bu tartışmalar için bkz.
Rıdvan Akın, “1920’ler Anadolu’sunda Yerel Demokrasi Girişimi: İdare-i
Kurâ ve Nevahi Kanunu Layihası”, Toplumsal Tarih, Cilt: 6, Sayı 32, Ağustos
1996, s. 31-41.
25
1921 Anayasası’na umumi müfettişliklerin eklenmesi ve sonrasındaki
uygulamalar ile ilgili tartışmalar için bkz. Cemil Koçak, Umûmî Müfettişlikler
(1927-1952), İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 34 vd.
26
“İstanbul’a müfettişi umumi”, Hakimiyeti Milliye, 17.10.1923, s. 3.
24
170
BAŞKENTİN BELİRLENMESİ VE CUMHURİYET’İN
İLANI
Lozan Antlaşması’ndan sonra kurulan yeni Meclis 11
Ağustos’ta açılacaktır. 1924 yılının başlarına kadar temel
alanlarda düzenlemeye gidilmiştir. İdari örgütlenme büyük
ölçüde 1924 yılında çıkacak olan Anayasa’ya bırakılacak ama
düzenlemelerin bir kısmına 1923 yılında başlanacaktır. İkinci
dönemin başlangıcından itibaren düzenli bir işleyişin sağlanmaya
çalışıldığı görülecektir. İlk dönemin aksine bir Meclis grubu
olarak Halk Fırkası’nın ortaya çıktığını ve yapılacak
düzenlemelerin öncesinde grup içerisinde görüşüldüğünü akılda
tutmak gerekir. Bu yöntem Meclis’e gelen tasarı ve tekliflerin
büyük ölçüde çalışılmış ve hatta bir grup mebusça zaten kabul
edilmiş olduğunu gösterecektir. Bundan başka Meclis’in işleyişi
ve içtüzükle ilgili birinci dönemde ortaya çıkan sıkıntıların da
aşıldığı görülecektir.
Başkentin belirlenmesi sürecinde TBMM’ye yansıyan çok
fazla tartışma yoktur. Dahası Mustafa Kemal başkentin Ankara
olması yönünde ilk demeçlerini yılın başında vermektedir.27 Buna
rağmen bu süreç ertelenecek ve Meclis yeniden toplandığında,
gazetelerde Ankara’nın başkent yapılacağı haberleri tekrar yer
almaya başlayacaktır.28 Başkentin belirlenmesi Ekim ayına
kalmış ve İstanbul’dan yabancı askeri birliklerin çekilmesinin
hemen ardından Ankara başkent yapılmıştır. 6 Ekim 1920’de
İstanbul temsilen teslim alınmıştır. Ankara’nın başkent olması
yönündeki öneri ise 10 Ekim tarihlidir. Bu tarihler İstanbul ve
Ankara arasında bir çeşit çekişme olduğu düşüncesini
doğurmaktadır. Gerçekten de başkentin belirlenmesinin Meclis’e
yansımaları da bu paralelde olmuş, Meclis’te İstanbul’un başkent
yapılmayarak cezalandırıldığı yönünde itirazlar duyulmuştur.
Nihayetinde de Ankara, itirazlar nedeniyle, oyçokluğuyla başkent
olacaktır. Kanun layihası olarak Meclis’e gelen düzenleme
Atatürk’ün Bütün Eserleri, C: 14 (1922-1923), Kaynak Yayınları, 2004, s.
275 vd.
28
“Ankara merkez”, Hakimiyeti Milliye, 08.08.1923, s. 1.
27
171
Meclis’ten yeni Anayasa yapıldıktan sonra Anayasa’ya “ithal”
edilecek şekilde Heyeti Umumiye Kararı29 biçiminde çıkacaktır.
Meclis’te uzunca tartışılmamakla beraber önem taşıyan bir
diğer değişiklik “rejim” değişikliğidir. Yılın başlarında
meşrutiyet olarak anılan siyasal rejim 1923 yılı sonlarına doğru
Cumhuriyet olarak anılmaya başlayacaktır. Bu konuda doğrudan
Mustafa Kemal’in ağzından ilk bilgiler Eylül ayında haber olacak
ve bir yabancı basın mensubuna bu konuda bir demeç
verilecektir. Düzenleme metninin de Mustafa Kemal tarafından
yazıldığı bilinmektedir.30 Meclis’e gelen düzenleme aynı gün
içinde kabul edilecektir.31 Böylece “şekl-i hükümet” cumhuriyet
olmuştur. Mebuslar arasından ve bir dönemlik seçilmesi
öngörülen Reisicumhur devletin başı olarak Anayasa’da
sayılmaktadır. Anayasa değişikliğiyle, Başbakan’ı seçme yetkisi
de Reisicumhur’a verilmiştir. İcra Vekilleri Heyeti’nin
belirlenmesi usulü değişiklikle eski yapıdan farklılaşmıştır. Buna
göre Başbakan’ın diğer vekilleri (bakanları) Meclis üyeleri
arasından belirlemesinden sonra, Reisicumhur Vekiller Heyeti’ni
Meclis’in tasvibine sunacaktır.
Anayasa’da yapılan değişiklik, saf Meclis Hükümeti
sisteminden bir kopuşu da temsil eder.32 Cumhurbaşkanlığı’nın
kuruluşu Meclis Hükümeti anlayışından uzaklaşmadır.
Cumhurbaşkanı’nın kazandığı, hükümetin kuruluş usulündeki
rolü ve gerekirse Meclis’e başkanlık etmesi gibi yeni özellikler,
Anayasa değişikliğini 1921’in saf Meclis Hükümeti sisteminden
1924 Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’na geçişi sağlayan bir “intikal
kanunu” olarak nitelemeyi mümkün kılmaktadır.33 1924
Anayasası’nda öngörülen yapıda da Cumhurbaşkanı’nın konumu
Karar No: 27, Düstur, Tertip: 3, C: 5, s. 381.
Hamza
Eroğlu,
“Türkiye
Cumhuriyeti’nin
İlanı”,
http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-16/turkiye-cumhuriyetinin-ilani
(28.03.2014).
31
364 sayılı “Teşkilatı Esasiye Kanununun Bazı Mevaddının Tadiline Dair
Kanun”, TBMM ZC, D: 2, C: 3, İ: 43.
32
Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul, 2007, s. 284.
33
a.k., s. 284, 285.
29
30
172
benzer özellikler barındırmaktadır. Ayrıca Cumhurbaşkanı ve
hükümet 1923’teki Anayasa değişikliğine benzer bir biçimde
Meclis’ten görece “koparılmıştır”. “…İcra Vekilleri Heyeti’nin
kurulmasını meclise ait bir yetki olmaktan çıkarıp cumhurbaşkanı
ve başvekile ait bir yetki haline getirmekle, 1923’ten beri netleşen
parlamenter sisteme kayış çizgisi”34 sürmüştür.
MALİ DÜZEN ARAYIŞI: GEÇİCİ TAHSİSATLAR VE
DÜZENLİ BÜTÇE TALEBİ
1923 yılı içerisinde düzenli yapıya geçiş çabasının ilk
yansımaları bütçe tartışmalarında bulunabilir. 1923 yılına kadar
yapılan “mali düzenlemeler” bütçe niteliği göstermezler.
Genellikle Meclis’in kurumlara verdiği “harcama yetkisi”
düzenlemelerinden ibaret gibi görülen avans kanunları formunda
olan bu yetkiler kurumların harcamalarını da göstermemektedir.
1339 senesi (1923) içinde kimi mebuslar tarafından düzenli bütçe
yapılması talep edilse de düzenli bütçeye geçilmesi mümkün
olmamış, bu nedenle seçim sonrasında Meclis açılana kadar
kurumlara avans olarak tahsisat verilmesiyle sorun kısmen
aşılmıştır. Düzenli bütçenin yapılması ancak 1924 yılında
mümkün olacaktır.
311 sayılı Birinci Avans Kanunu 28 Şubat 1923’te
çıkarılmıştır ve üç aylık olmak üzere “hidematı umumiyei
Devlete” sarf olunmak üzere ve maaş olarak yapılacak ödemeleri
de içeren bir miktarı harcama yetkisi biçiminde vermektedir. 15
Nisan’da, seçim kararı da alınmışken Meclis’in çalışamayacağı
göz önünde bulundurularak üç aylık bir avans kanunu (önceki
avans kanununa “zamimeten”) daha çıkarılacaktır (331 sayılı
Kanun).
Bunlardan başka İkinci Meclis döneminde de altı aylık bir
tahsisat kanunu “son defa” olmak üzere çıkarılacaktır.
Mebuslardan, en azından geçici bütçe kanunları yapılması
34
a.k., s. 304.
173
yönünden talepler gelecektir. Avans kanunlarından sonra
kurumlara yetmeyen gelirler nedeniyle kurum temelli
düzenlemeler çıkacaktır. Sonrasında Cumhuriyet’in ilanıyla
Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı’nın gelirleri düzenlenmek
durumunda kalınacaktır. Ayrıca yeni kurulan Mübadele İmar ve
İskan Vekaleti’nin de gelirleri düzenlenmiştir. Böylece küçük
harcama yetkileri de katılırsa bütçe yerine toplamda 24 adet
düzenleme yapılmak durumunda kalınmıştır.35
1923 yılındaki ilk avans kanunundan sonuncusuna kadar
geçici olmayan bir bütçenin hazırlanması gerektiği
vurgulanmaktadır. Son tahsisat kanununda da benzer şikâyetler
tekrarlanmıştır. İlgili “komisyon” (Muvazanei Maliye Encümeni)
mazbatasında aslında bir bütçe yapmak gerektiği, ama bunun
1924’te yapılmasının daha uygun olacağı, bu nedenle kalan
zamanı içerecek bir avans kanunun yapılmak zorunda kalındığını
ifade edilecektir. Mazbata muharriri Ali Cenani Bey, dört yıldır
çok sayıda avans kanunu çıkarıldığını, bunun mali açıdan
sakıncalarının yanında, senede bir defa yapılıp bitecek bir işin
bazen defalarca Meclis’i ve bürokrasiyi oyalamasının fazladan bir
kırtasiyecilik yarattığını ve mesai çaldığını dile getirecektir.36
Düzenli bütçenin yapılması ancak 1924 yılına kalacak, mali
yapının netleşmesi ve kurumların harcamaları ancak bu yolla
tespit edilmiş olacaktır.
YEREL VE MÜLKİ ÖRGÜTLENMEDE DÖNÜŞÜMÜN
BAŞLANGICI
Lozan Antlaşması’ndan sonra idari yapının yeniden
örgütlenmesi mümkün hale gelmiştir. Eski rejimden kalan yapılar
mevcudiyetini korurken yeni Anayasa da gündeme gelmiş, 1923
yılının örgütlenme tartışmaları bu iki koşul arasına sıkışmıştır.
35
36
Aydın, a.g.m. s. 1368-1373’teki tablolardan yararlanılmıştır.
TBMM ZC, D: 1, C: 28, İ: 25.
174
1923 yılı mülki örgütlenme anlayışı ya da uygulamaları
yönüyle, İkinci Meclis öncesi ve sonrası olarak, ikiye ayrılabilir.
Osmanlı’dan kalma mülki örgütlenme, savaş döneminde ve
sonrasında da etkisini sürdürmüştür. 1924 Anayasası’na kadar
mülki birimler açısından takip edilebilecek mülki örgütlenme
anlayışı 1923 yılında dönüşecektir.
Osmanlı’dan kalma vilayet sistemi Cumhuriyet’in kuruluş
aşamasında da etkilidir. İkinci Meclis kurulana kadar asıl
birimlerin vilayetler olduğu, onun dışında ona koşut olarak
düzenlenen ama daha küçük ölçekli olan müstakil liva
uygulamalarının devam ettiğini söylemek mümkündür.
Toplumsal ve ekonomik olarak daha gelişmiş ama vilayetlere
bağlı livaların mebuslarından, yıl içerisinde müstakil liva
uygulaması talepleri TBMM’de dillendirilmiş, bu çerçevede
özellikle Birinci Meclis döneminde bazı talepler yerine
getirilmiştir.37
İkinci Meclis döneminde bu konuyla ilgili açık bir tavır
alınarak müstakil liva uygulamasına son verileceği beyan
edilmektedir. Ekim ayında Ergani’nin müstakil bir liva haline
getirilmesi yönünde bir teklif verilecek, ilgili Encümen bu teklifi
“şayanı müzakere” bulmayacak ama bir gerekçe de
bildirmeyecektir.38 Ancak teklif sahibi mebusun ısrarı sonucunda
da kurulacak olan yeni yapıda zaten tüm livaların müstakil
olacağı ve bu nedenle bu konunun tartışılmasına gerek
duyulmadığı ifade edilecektir. Mebuslar bunun üzerine ikna
olacaklarsa da sonradan benzer bir soru tekrar sorulacaktır.
Ergani mebusu Kazım Efendi ve Mersin mebusları Niyazi ve
Besim Beyler kendi livalarının müstakilen idare edilmemesindeki
keyfiyeti soru önergesi olarak sunacaklardır. Üç soruya da aynı
oturumda ve beraberce yanıt verilecek ve yeni müstakil liva
oluşturmanın şimdilik düşünülmediği anlaşılacak; mevcut
Örneğin 1923 yılı Ocak ayında Çatalca livası müstakil liva halini alacaktır,
aynı yılın Nisan ayında da müstakil bir Akşehir livası kurulması talep
edilecektir. Aynı konu Dersim ve Siverek için de gündeme gelecek ve iki
livanın da müstakilen idaresi yönünde bir İcra Vekilleri Heyeti kararı
çıkacaktır. Aydın, a.g.m., s. 1399.
38
TBMM ZC, D: 2, C: 2, İ: 36, 39.
37
175
uygulamaların
ettirilecektir.39
hepsi
yeni
düzenlemeye
kadar
devam
Tartışmalardan yeni bir mülki örgütlenme düzenlemesinin
zorunlu hale geldiği çıkarılabilir. Özellikle savaş sonrasında yeni
toplumsal ve ekonomik koşullar gereği mülki taksimatın işlevsiz
kaldığı dönem içinde dile getirilmektedir. Halihazırda bir
düzenlemenin yapılmakta olduğu ve Dahiliye Vekaleti’nce
hazırlıkların devam ettiği söylenecektir.40 Müstakil ve mülhak
liva karışıklığının ortadan kalkması ancak 1924 yılında alınan bir
TBMM Heyeti Umumiye kararıyla mümkün olacaktır. 8
Mart1924 günlü içtimada alınan 82 numaralı kararla Beyoğlu ve
Üsküdar dışındaki mülhak livaların müstakilen idaresi
sağlanacaktır. Böylece mülhak olan sekiz livanın vilayetleriyle
bağlantısı kesilmiş olacaktır.41
Uzunca süre tartışılan (ama bir türlü tamamlanamayan)
diğer bir düzenleme “İdarei Kura ve Nevahi” tasarısıdır. Nevahi
Kanunu olarak anılan tasarı 1921 yılından beri dönem dönem
tartışılmakta ama bir türlü bitirilememektedir. 1923 yılında da
benzer şekilde tasarının tamamlanması gereken çok az kısmı
kalmasına rağmen yılın başında ve sonunda olmak üzere iki
dönemde tartışılacak ama layihanın yasalaşması mümkün
olmayacaktır.
Konunun 1923’te ilk gündeme gelişi nahiye şuralarının
yargısal yetkileriyle ilgilidir. Bu bağlamda şuraların yargısal
yetkilerinin Anayasal olarak bulunduğu ama bunun doğrudan
kendileri
tarafından
kullanılmasının zorunlu
olmadığı
tartışılmıştır. Tezlerden biri meslekten gelme hâkimlerin dahi
kararları yanlış olabilirken yetkin olmayan insanların kararlarının
adil olamayacağıdır. Karşıt görüş ise insanların taşrada
sorunlarını ağa ya da ileri gelenlere taşıdıklarını, “nevahiye
salâhiyeti kazaiye [yargılama yetkisi] vermekle aynı zamanda
TBMM ZC, D: 2, C: 2, İ: 64.
TBMM ZC, D: 2, C: 2, İ: 64.
41
Nuray Ertürk Keskin, Türkiye’de Devletin Toprak Üzerinde Örgütlenmesi,
Tan Kitabevi, Ankara, 2009, s. 289 vd.
39
40
176
halkın, şunun, bunun elinden gayriresmî tesirattan kurtulmasını”
sağlayacağını savunmuştur.42 Yargı yetkisinin verilmesi
konusunda karar kılınacak ama Nevahi Kanunu tartışmaları
kesilecektir. Daha sonraki bir içtimada konu tekrar gündeme
gelecek olsa da usul/içtüzük gereği görülemeyecektir.43 Nisan
ayında seçim kararı alınınca da Meclis tekrar toplanıp konuyu ele
alana kadar uzunca bir süre geçecek, ancak yılın sonlarına doğru
Nevahi Kanunu tekrar gündeme getirilebilecektir. Ekim ayındaki
içtimalarda Nevahi tasarısında görüşülmeyen çok az madde
kaldığı, 280 maddeden 190 tanesinin görüşüldüğü, geriye sadece
mali konular ve tapu meselelerinin kaldığı söylenerek bir an önce
görüşülmesi talep edilecektir.44 Buna rağmen tasarı bir türlü
görüşülemeyecektir.
20 Ekim’de Meclis gündemine gelen bir layihada Nevahi
Kanunu’nun bazı illerde uygulanması önerilmektedir. Bir çeşit
pilot bölge uygulaması anlamına gelecek “Nevahi Kanununun
bâzı mahallerde tecrübeten tatbiki hakkında lâyihai kanuniye”
Dahiliye Encümeni’ne gönderilmiştir. Bu layihanın, Nevahi
tasarısının kabul edildikten sonra, deneme amaçlı dar bir bölgede
uygulanmasını öngördüğü düşünülebilir. Yıl içerisinde son kez 22
Kasım’da bir an önce görüşülmesi talebiyle gündeme gelecek
olan Nevahi Kanunu 1923’te yasalaşamayacaktır.
Nevahi Kanunu tartışmalarında Tunalı Hilmi Bey’in
Meclis’e yansıyan itirazı ilginçtir. Tunalı Hilmi Bey kanun
görüşmelerinde bir çeşit ölçek tartışması yürüterek eğer bu alan
düzenlenecekse
önce
köyden
başlanması
gerektiğini
vurgulayacaktır. Köy Kanunu yapılması gerektiğini vurgulayan
Tunalı Hilmi, köyün ve muhtarın durumunu netleştirmeden
nahiyenin düzenlenemeyeceğini, nahiyelerin de nihayetinde
köylerden oluşacağını belirtmektedir. Bu itiraz, değerlendirilmesi
gereken bir itiraz olarak görünse de Meclis’te pek itibar
edilmeyen bir öneri olarak kalacaktır. Buna rağmen Nahiye
Kanunu tasarısı tamamlanamadan önce Köy Kanunu
İlgili tartışma için bkz. TBMM ZC, D: 1, C: 27, İ: 174.
TBMM ZC, D: 1, C: 28, İ: 9.
44
TBMM ZC, D: 2, C: 2, İ: 32.
42
43
177
çıkarılacaktır. Tunalı Hilmi Bey Köy Kanunu tartışmalarında en
fazla söz alan mebus olacak ve 1924 yılında Köy Kanunu
tartışmalarındaki en önemli isimlerden birisi ve konunun en
heyecanlı savunucusu olacaktır:45
Kanunun bir an önce çıkması için elinden geleni yapan Tunalı Hilmi
Bey, Kanun kabul edildikten sonra ‘Sekiz milyon Türk köylüsü
namına söylüyorum: Yaşasın Türkiye Büyük Meclisi!..’ diye
bağırmaktan kendini alıkoyamamıştır. Hatta Köy Kanunu’ndan bir
ay sonra kabul edilen Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun kabulünün
ardından dahi ‘Bütün muvafakkiyetinize rağmen gene yaşasın Köy
Kanunu!’ diyerek konuya dair sevincinin hala sıcak olduğunu
göstermiştir.
Bu dönemde 1930’lu yıllara kadar sarkacak olan belediye
yasasının ilk hazırlıklarını da görmek mümkündür. Nevahi
Kanunu çıkarılamadan belli aralıklarla belediye layihalarının
haber yapıldıkları, dönem dönem tasarılar hazırlandığı ama
bunların yasalaşamadığı görülmektedir. Bu çerçevede 1924
yılının hemen başında konuyla ilgili bir düzenleme yapıldığı
haber olacak,46 16 Şubat’ta Ankara Şehremaneti yasası ile,
belediyelerle ilgili düzenleme yapılana kadar, İstanbul ve
Ankara’da yerel hizmetlerin örgütlendirilmesi amaçlanacaktır.
1924 yılında siyasetçilerin yerel yönetim tasarılarının köy,
kasaba, şehir ve büyük şehir olarak dörtlü bir ölçeklendirme
içerdiği anlaşılmaktadır. Köy Kanunu tartışmalarında Genel
Kurul’a “köy, kasaba, şehir ve büyük şehir kanunları namıyla
dört belediye kanunu”nun sunulacağı belirtilmektedir. “Bu
çerçevede öncelikle en küçük birim olarak köy düzenlenmektedir.
İlk kanunun, idarenin en küçük birimi olan köyün
düzenlenmesine dair çıkarılmasının nedeni aşağıdan yukarıya,
küçükten büyüğe, özelden genele gidilmesinin tercih
edilmesinden kaynaklanmaktadır.47 Bunların dışında diğer
ölçekler için de tasarılar olduğu anlaşılmaktadır. Gerçekten de
M. Burcu Bayrak, “1924: Rejimin Güvence Altına Alınması ve Anayasal
Kuruluş”, Açıklamalı Yönetim Zamandizini: 1919-1929, (Ed. Nuray Ertürk
Keskin), Ankara Üniversitesi SBF, Kamu Yönetimi Araştırma ve Uygulama
Merkezi, Yayın No: 8, Cilt: 2, Ankara, 2012, s. 1557.
46
Hakimiyeti Milliye, 04.01.1924.
47
Bayrak, a.g.m., s. 1559.
45
178
1924 yılından belediye yasasının çıkacağı 1930 yılına dek farklı
layihaların (en azından) basında yer aldığı görülmektedir. Buna
rağmen düzenlemelerin yapılması 1930’lara kalacaktır.48
YÜKSEK MAHKEMELERİ SÜREKLİ HALE GETİRME
ÇABASI
1923 yılının bir diğer önemli yasama konusu da yüksek
mahkemelerin düzenli hale getirilmesine dönük düzenlemelerdir.
Seçimden sonra Meclis’te yürütülen tartışmalarda adli yapıda bir
düzenleme talebi olduğu öne çıkmaktadır.
TBMM, Meclis hükümeti sistemi gereği adli konularda da
en üst mercidir. Yılın ilk yarısında özellikle hıyaneti vataniye,
idam kararları, men-i müskirat uygulamaları ve kimi adi suçlarda
“yargı işlevi”ni yerine getirmiştir; Meclis’te neredeyse 1923
yılında çıkarılan yasa sayısı kadar yargısal karar alınmıştır. Yıl
içerisinde mebuslardan, Meclis’in yargılama yapmasına dönük
eleştiriler gelmiştir. Eleştiriler, konunun uzmanları tarafından ele
alınamaması, tarafların dinlenememesi ve karar vermenin
Meclisin asıl işlevini yavaşlattığı, Meclisin siyasal bir meclis
olmasına rağmen adli kararlarla uğraşmak zorunda kalmasına
dönük itirazlarda yoğunlaşmaktadır.
Yıl içerisinde İstiklal Mahkemeleri, Danıştay’ın
bulunmaması, yüksek mahkemelerin geçici olarak ve savaş gereği
farklı vilayetlerde kurulmuş olması gibi pek çok konu hakkında
düzenleme yapılması talep edilecektir. Bu alanda bugünkü
Yargıtay’a (Heyeti Temyiziye) ve Sayıştay’a (Divan-ı
Hazırlanan belediye layihalarının/tasarılarının Meclis’te görüşüleceği ile
ilgili birkaç haber örneği için 16.06.1925, 16.02.1926, 01.05.1926 günlü
Hakimiyeti Milliye nüshalarına bakılabilir. Ayrıca bkz. “Aslı Yılmaz, 1926:
Devrimin Toplumsal - Ekonomik İlişkilerinin Hukuki Kuruluşu ve Yönetsel
Omurgası”, s. 1929 vd.
48
179
Muhasebat) denk gelen iki yüksek mahkeme düzenlenecektir.49
Danıştay’ın düzenlenmesi ve çalışır hale gelmesi ise 1924’e,
diğer deyişle yeni Anayasa’ya kalacaktır.
Heyeti Temyiziye önerisi Ekim ayında Meclis’e
getirilecektir. Daha öncesinde savaş şartları gereği Sivas’ta
kurulan geçici mahkeme (Muvakkat Heyeti Temyiziye) savaşın
da bitmesiyle düzenli bir hale getirilmek istenmektedir. 8 Kasım
tarihli Muvazenei Maliye Encümeni mazbatasında Heyet’in
Eskişehir’e nakli öngörülmekteyken, 4 Kasım tarihli Adliye
Encümeni mazbatasında geçici Heyeti Temyiziye yerine
Konya’da kurulacak bir Temyiz Mahkemesi önerilmiştir.50
TBMM’deki tartışmalar neredeyse doğrudan Mahkeme’nin
kurulacak olduğu vilayete odaklanmıştır denebilir.51
Bir diğer tartışma da savaş dönemindeki Mahkeme
üyelerinin bir kısmının “güvenilir olmamaları”yla ilgilidir.
Zamanın hükümeti aleyhinde çalışmış bir kişinin bu mahkemede
savcı olduğunu ifade eden Mazhar Müfid Bey, böyle isimlerin
olabileceğini bu nedenle mahkeme üyelerinin yeniden seçilmesi
gerektiğini ve böyle kişilerin görevden alınmasını hükümetten
talep edecektir.
Görüşmelerin
sonunda
layihalar
birleştirilecek,
Mahkeme’nin kurulacağı yer olarak ulaşımın kolaylığı ve gelen
davaların yoğun olduğu İstanbul ve İzmir ve diğer seçeneklere
göre daha yakın olması nedenleriyle de Eskişehir’de karar
Sayıştay’ın yüksek mahkeme olarak görülüp görülemeyeceği yönündeki
tartışmalar bu başlıklandırma içinde ihmal edilmiş, Sayıştay da yüksek
mahkeme sayılarak incelenmiştir.
50
TBMM ZC, D: 2, C: 3, İ: 52.
51
Sivas mebusları Mahkeme’nin orada kalması gerektiğini savunmuş, örneğin
Sivas mebusu Rahmi Bey “Büyük Millet Meclisinin Sivas için verdiği bir
şerefi bugünkü Hükümet”in kaldırmak istediğini bu nedenle de Hükümeti
protesto ettiği söylemiştir. Encümenlerin görüşleri ise ulaşım şartları ve
mahkemelerin iş yoğunluğu çerçevesinde Eskişehir veya Konya’da kurulması
üzerinde odaklanmıştır. Adliye Vekili konunun bir vilayetten çok “menafii
umumiyei millet” meselesi olduğunu ifade edecektir. Bir davanın geç
sonuçlanması ya da sonucunun geç ulaştırılması durumunda adaletin temin
edilemeyeceğini belirtmiştir.
49
180
kılınacaktır. 371 sayılı “Heyeti Temyiziye Merkezinin Eskişehir'e
Nakline ve Teşkilâtının Tevsiine Dair Kanun” ismiyle
yayımlanacak düzenlemeyle Sivas’ta bulunan Muvakkat Heyeti
Temyiziye, Eskişehir’e “Mahkemei Temyiz” adıyla taşınmış
olacaktır. Mahkeme’ye bir de sulh hukuk dairesi ilave edilecek
böylece “Mahkemei temyiz; şer'iye, hukuk, ceza, istida ve sulh
hukuk dairelerinden mürekkep” bulunacaktır.
Düzenlenen diğer yüksek mahkeme ise Divan-ı
Muhasebat’tır.52 TBMM’nin mali olarak denetlenmesi ve genel
mali denetim, 1923 yılının sonlarına kadar TBMM içinde bir
Encümen/Komisyon tarafından gerçekleştirilecektir. Bunun
yanında düzenli bir yapının kurulmasına kadar, denetim bazen
İstanbul ve Ankara’daki daireler eliyle bazense gönderilen
denetleyicilerle denetim yapılmıştır.
Savaş sonrası dönemde, İstanbul’da kalan Divan-ı
Muhasebat murakıplarından Faik Bey’in Divan mührüyle beraber
Ankara’ya geçmesi ve yine Faik Bey’in Divan-ı Muhasebat’ta tek
başına memur edilmesiyle “Ankara’daki Sayıştay bir Murakıp,
bir mühürle” çalışmaya başlayacaktır.53 1920 yılı “bütçesinde” de
İstanbul’daki diğer kurumlar için yapıldığı gibi Divan-ı
Muhasebat için de bir ödenek ayrılmış ama İstanbul’daki
başkanlık da çalışmaya devam ettiğinden Ankara’daki Sayıştay
için bir başkan seçilmemiş, Sayıştay’ın varlığı bir iskelet kadro
olarak kalmış ve bu ödenek kullanılmamıştır. 1921 ve 1922
yıllarındaysa herhangi bir ödenek ayrılmamıştır.54
1922 yılında Avans Kanunu’na madde eklenmiş ve
“Meclis içinden bir komisyon seçilmesi ve Sayıştay kurulana
kadar bütçe denetiminin komisyon tarafından yürütülmesi
öngörülmüştür.” Murakebe Heyeti adı verilen bu yapı, Devlet
gelirlerinin toplanması ve giderlerinin saptanması hakkında
Meclis’e her üç ayda bir rapor vermekle görevlendirilmiş; bütçe
Divan-ı Muhasebat’ın düzenlenmesi yukarıda değinilen mali
merkezileşmeyle beraber yürüyen bir süreç olarak görülmelidir.
53
Gürhan; Altun, “Cumhuriyetimizin Birinci Yılında Sayıştay”, Sayıştay
Dergisi, S: 30, 1998, s. 95.
54
a.k., s. 96.
52
181
denetimi görevini üstlenmiştir.55 22 Şubat 1922’de kurulan
Murakebe Heyeti 16 Nisan 1923’te seçimlerin yenilenmesine
karar verilene kadar varlığını sürdürmüş, 29 Nisan 1923’te alınan
bir kararla yine 1920’deki haline56 diğer deyişle İstanbul ve
Ankara olmak üzere iki daireden oluşan biçimine dönmüştür.
Seçimler tamamlandıktan sonra Divan-ı Muhasebat yine
gündeme gelmiştir. 27 Ağustos tarihli tasarıda başkanı TBMM
tarafından seçilmiş olan bir yapı öngörülerek, erkleri elinde
bulunduran TBMM ile Divan-ı Muhasebat’ın ilişkisinin (çoğu
ülkede var olan Parlamento dışından denetim uygulamasının
aksine) kesilmemesi önerilmiştir. 24 Eylül günlü içtimada
yürütülen tartışmalardaki ilk itiraz bu düzenlemenin
uygulanamayacağına dönüktür. İtirazda denetimi yapabilecek
olan taşra teşkilatının bulunmadığı hatırlatılmış buna rağmen en
azından merkezi idarede bu yapının kurulmasında karar
kılınmıştır.57
Uzunca bir süre kurulması talep edilmiş olan Divan-ı
Muhasebat’ın kuruluş tartışmaları çok uzun sürmemiş ve asıl
odak üye seçim usulü olmuştur. Öncelikle Divan-ı Muhasebat
“heyeti”nin TBMM tarafından seçilmesine karar verilmiştir.
Divan-ı Muhasebat’ın TBMM adına denetim yapacağı ve bu
nedenle merkezinin TBMM tarafından oluşturulması konusunda
anlaşılmıştır. Bu husustaki tartışma, üyelerin TBMM
“harici”nden olmasıyla sınırlı kalmıştır. Mebuslar içinden uygun
liyakatta olanların aday olabileceği ama mebusluktan istifa
etmeleri gerektiğinde uzlaşılmış ve ilgili madde “… rüesa ve
azalar erbabı ihtisas meyanından Meclis Heyeti Umumiyesince
reyi hafi ve ekseriyeti mutlakayla hariçten intihabolunur.”
biçiminde düzenlenmiştir (m. 2). Divan-ı Muhasebat başkan ve
üyelerinin azlini “Meclisi Millinin ekseriyetince tasdik” şartına
bağlanmıştır. Kanun bu haliyle ve 374 sayısıyla yayımlanmıştır.58
Ahmed Akgündüz, Arşiv Belgeleri Işığında Sayıştay Tarihi, Sayıştay Yayın
İşleri Müdürlüğü, Ankara, 1997, s. 141 vd.
56
Gürkan; Altun, a.g.m., s. 97.
57
TBMM ZC, D: 2, C: 4, İ: 57.
58
"Dîvân-ı Muhâsebâtın Sûret-i İntihâbına Dâir Kânun", Ceridei Resmiye,
06.12.1339 [1923]/46.
55
182
Sayıştay “Büyük Millet Meclisine merbut varidat ve
masarifatı Devleti onun namına” denetimle sorumlu tutulan (m.
1) bir Divan olarak örgütlenmiştir. Üyelerin seçimi 3 Aralık
günlü içtimada tartışılmış, yeni düzenleme gereği üyelerin baştan
seçilmesi gerektiğinde karar kılınmıştır. Seçim usulü
belirlenmemiş olduğundan Muvazenei Maliye ile Kavanini
Maliye Encümenleri (Komisyonları) ile Maliye Vekili’nden
oluşacak ortak bir Heyet’in kurularak adayları bu Heyet’in
belirlemesine karar verilecektir. Belirleme sürecinde Reisievvel
ve reisisaniler için iki kat aday, (daha sonra belirlenecek olan)
diğer üyeler içinse dört kat adayın, kısa mesleki tecrübe ve
özgeçmişleriyle beraber belirlenmesi kararlaştırılacaktır.59 Bu
usulle belirlenen adaylar 12 Aralık günlü toplantıda
seçileceklerdir.60 1920’lerde ya da seçim döneminde hükümetçe
tesis edilen Divanı Muhasebat’ı düzenli bir yargı organı olarak
görmek pek mümkün değildir. Kasım 1923’ten itibaren kurulan
yapı hem yasal dayanak hem de kuruluşu itibariyle düzenli bir
organın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu düzenlemeyle kurulan
yapı 1924 Anayasası’nda da büyük ölçüde korunacak ve
Anayasa’da yerini bulacaktır. Kurumun ülke genelinde çalışması
ancak 1924 ve sonrasında mümkün olacaktır. Buna rağmen
merkezi yapıda bir mali denetim organı olarak “Sayıştay”ın
kurulması 1920’ler boyu izlenebilecek merkezileşmenin mali
idare ve denetim için ilk aşamasıdır.
SONUÇ
Kurtuluş Savaşı’ndan 1930’lara kadar olan süreçte siyasal
ve yönetsel merkezileşme eş zamanlı olarak ilerlemiştir. Savaş
halinin sürdüğü ve henüz Lozan barışına imza atılmadan önceki
dönem adına düzenli bir idarenin ve istikrarlı bir siyasal iktidarın
TBMM ZC, D: 2, C: 4, İ: 65.
Reisievvel olarak 170 oyun 134’ünü alan Fuad Bey seçilmiştir.
Reisisanilikler için ise 169 oy kullanılmış ve Salih Vahid Bey 133, Faik Bey
119, Remzi Bey 87 oy alarak Reisisani seçilmişlerdir. Diğer üyelerin de
belirlenmesiyle Divan-ı Muhasebat kurulmuş olacaktır. TBMM ZC, D: 2, C: 4,
İ: 66.
59
60
183
tam olarak kurulabildiğini söylemek oldukça zordur. Tersinden
söylenirse siyasal iktidarın güçlenerek çıkacağı genel seçim ile
uluslararası alanda tanınmayı tam haliyle getiren ve yeni bir savaş
ihtimalini ortadan kaldıran Lozan Antlaşması, siyasal ve yönetsel
olarak düzgün işleyen bir yapının kurulmasını mümkün
kılacaktır.
Genel seçim sonrasında kurulan yapıda hem bir siyasal
özne olarak Halk Fırkası Grubu egemen olmuş hem de bir önceki
Meclis içindeki muhalif gruplar etkisizleştirilmiştir. Bundan
sonrası için iç güvenliğin sağlanmasına yönelinmiş, özellikle
Ege’deki silahlı gruplar ortadan kaldırılmıştır. Ek olarak İstanbul
merkezli muhalifler ve gazeteciler siyasal iktidar tarafından
İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış ve (en azından 1923 yılı için)
etkisizleşmişlerdir. 1923 yılında düzenli bir örgütlenmesi ve
işleyişi olmayan yönetsel yapı kurumsallaşmaya doğru yönelmiş,
en azından Anayasa yapılana kadar bu yolda adımlar atılmaya
başlanmıştır. Bu çerçevede mülki örgütlenmeyle ilgili tavır
netleşmiş ve alanın düzenlenmesi 1924 Anayasası’na
bırakılmıştır. Nevahi Kanunu’ndan “vazgeçilmeye” başlanmış,
onun yerine köy ve belediyelerin düzenlenmesi çalışmaları
gündeme gelmiştir (Bu çalışmalar da yine 1924 yılına
sarkacaktır). Adli örgütlenme açısından yüksek mahkemeler
olarak andığımız Divan-ı Muhasebat (Sayıştay) ve Heyeti
Temyiziye (Yargıtay) baştan kurulmuş ve düzenli işler hale
getirilmeye çalışılmıştır. Şurayı Devlet (Danıştay), yıl içinde
sıkça dile getirilmesine rağmen yeni Anayasa’nın yapılışına kadar
bekletilmiştir. Mali açıdan bakıldığında vergi yasalarıyla ilgili
düzenlemelerin
yanında
bütçelerin
geçici
olmaktan
uzaklaştırılması yönünde bir çaba görülecektir. Bunun için
mebuslardan gelen önerilerin haklı olduğu vurgulanmış ama 1923
mali yılı için ayrıntılı bir bütçe hazırlanamamıştır. Bütçenin
hazırlanması 1924 yılına kalacaktır.
Bahsettiğimiz düzenlemelerin neredeyse hepsi süreç
itibariyle 1924 yılında “tekemmül” edecektir. Hem savaşın sonu
ve barış dönemine geçiş hem de düzenli bir yönetsel aygıtın
kurulması, büyük ölçüde 1924 yılında Anayasa’nın kabulüyle
gerçekleşecek ve Anayasa tarafından öngörülen yapı uzun süre
184
varlığını koruyacaktır. Bu nedenle düzenli yapının kurulduğu ve
işlediği dönemi Anayasa’nın kabulüyle başlatmak uygun
görünmektedir. 1923 yılı ise bu bağlama oturtularak
incelenmelidir.
1923, bir geçiş yılı olarak nitelendiğinde, siyasal olayların
gölgesinde kalan yönetsel örgütlenmeyle ilgili bilgiler yeni bir
anlam kazanmaktadır. 1923 yılında yapılan tüm yönetsel
düzenlemeler savaş hali ve asıl amacı savaşı kazanmak olan
yapının örgütlenmesinden, düzenli ve istikrarlı olarak işleyen bir
yapıya geçişin izlerini taşır. Yönetimin yeniden düzenlenmesi
ancak siyasal olarak güvenli hale getirilmiş bir ortamın varlığıyla
mümkündür. Hem Lozan hem de genel seçimler, yönetsel
düzenlemeleri yapabilecek bir siyasal iktidarın ortaya çıkmasının
önkoşulu olmuştur. Bu nedenle 1923 yılı siyasal kuruluş yılı
olarak nitelenebilir. Siyasal “kuruluş” gerçekleştikten sonra
iktidar yönetsel düzenlemeleri yapabilme yetisini kazanmış ve
hemen ikinci yasama dönemiyle beraber başta Anayasa
çalışmaları olmak üzere tüm alanın düzenlenmesine
geçilebilmiştir. 1923 yılı bu nedenle savaş döneminden düzenli
yapıya geçişin gerçekleştiği yıldır.
185
KAYNAKLAR
Akın, Rıdvan, “1920’ler Anadolu’sunda Yerel Demokrasi Girişimi:
İdare-i Kurâ ve Nevahi Kanunu Layihası”, Toplumsal Tarih, Cilt:
6, Sayı: 32, Ağustos 1996, s. 31-41.
Akgündüz, Ahmed, Arşiv Belgeleri Işığında Sayıştay Tarihi, Sayıştay
Yayın İşleri Müdürlüğü, Ankara, 1997.
Aybars, Ergün, İstiklal Mahkemeleri, C: I-II, 1920-1927, Dokuz Eylül
Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü
Yayınları No: 1, İzmir, 1988.
Aydın, Recep, “1923: Savaşın Sonu ve Yeni Rejimin İlanı:
Cumhuriyet”, Açıklamalı Yönetim Zamandizini: 1919-1929, (Ed.
Nuray Ertürk Keskin), Ankara Üniversitesi SBF, Kamu Yönetimi
Araştırma ve Uygulama Merkezi, Yayın No: 8, Cilt: 2, Ankara,
2012, s. 1327-2541.
Bayrak, M. Burcu, “1924: Rejimin Güvence Altına Alınması ve
Anayasal Kuruluş”, Açıklamalı Yönetim Zamandizini: 19191929, (Ed. Nuray Ertürk Keskin), Ankara Üniversitesi SBF,
Kamu Yönetimi Araştırma ve Uygulama Merkezi, Yayın No: 8,
Cilt: 2, Ankara, 2012, s. 1541-1737.
Demirel, Ahmet, Birinci Mecliste Muhalefet: İkinci Grup, İletişim
Yayınları, İstanbul, 1995.
Eroğlu,
Hamza,
“Türkiye
Cumhuriyeti’nin
İlanı”,
http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-16/turkiye-cumhuriyetininilani (28.03.2014).
Gürhan, H. Hüseyin; Altun Muhsin, “Cumhuriyetimizin Birinci Yılında
Sayıştay”, Sayıştay Dergisi S: 30, 1998, s. 94-120.
http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa21.htm (17.02.2014).
Kaynak Yayınları, Atatürk’ün Bütün Eserleri, C: 14 (1922-1923),
Kaynak Yayınları, İstanbul, 2004.
Keskin, Nuray Ertürk (Editör), Açıklamalı Yönetim Zamandizini: 19191929, Ankara Üniversitesi SBF, Kamu Yönetimi Araştırma ve
Uygulama Merkezi, Yayın No: 8, Cilt: 1-2, Ankara, 2012.
186
Keskin, Nuray Ertürk, Türkiye’de Devletin
Örgütlenmesi, Tan Kitabevi, Ankara, 2009.
Toprak
Üzerinde
Koçak, Cemil, Umûmî Müfettişlikler (1927-1952), İletişim, İstanbul,
2003.
Oran, Baskın vd., Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne
Olgular, Belgeler, Yorumlar, C: 1 (1919-1980), İletişim
Yayınları, İstanbul, 2002.
Ortaylı, İlber, Türkiye’nin Yakın Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul,
2012.
Sezgin, Ömür, Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu, Birey ve
Toplum Yayınları, Ankara, 1984.
Tanör, Bülent, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul, 2007.
Yılmaz, Aslı, “1926: Devrimin Toplumsal - Ekonomik İlişkilerinin
Hukuki Kuruluşu ve Yönetsel Omurgası”, Açıklamalı Yönetim
Zamandizini: 1919-1929, (Ed. Nuray Ertürk Keskin), Ankara
Üniversitesi SBF, Kamu Yönetimi Araştırma ve Uygulama
Merkezi, Yayın No: 8, Cilt: 2, Ankara, 2012, s. 1737-1909.
Yararlanılan Diğer Kaynaklar
Ceridei Resmiye
Düstur, Tertip 3, C. 3-5.
Hakimiyeti Milliye Gazetesi, No: 701-1007.
TBMM Gizli Celse Zabıtları (TBMM GCZ), (Dönem I-II), Cilt: III-IV,
TBMM Zabıt Ceridesi (TBMM ZC), I. Dönem, Cilt: XXVI-XXIX; II.
Dönem, Cilt: I-IV.
187
188
MECLİS TUTANAKLARI ÜZERİNDEN 1924 TEŞKİLAT-I
ESASİYE KANUNU TARTIŞMALARI
M. Burcu Bayrak
Özet
Anayasa, kanun, deklarasyon ve manifesto gibi metinler
incelenirken, genellikle bunların içerikleri, sebep ve sonuçları
tartışılmakta ve değerlendirilmekte; buna karşın bu metinlerin
hazırlık sürecinde yapılan tartışmalar göz ardı edilmektedir. Bu
tartışmalar tüm tabloyu görmek ve belli bir dönemin tarihsel
koşullarını anlamak için en önemli göstergelerden biridir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Anayasası olan 1924 Teşkilat-ı
Esasiye Kanunu da aynı yaklaşımla ele alınmıştır. Anayasanın
içeriği ve sonuçları hakkında çok sayıda çalışma olmasına
rağmen, Anayasa maddelerinin Meclis görüşmeleri ile ilgili
yapılan tartışmalara yer veren çalışma sayısı oldukça azdır. Bu
çalışma, bu boşluğu doldurmayı ve Anayasanın oluşturulması
esnasında yapılan tartışmaları göstermeyi amaçlamaktadır. Bu
tartışmaları görmek için, Kanuni Esasi Encümeni tarafından
hazırlanan Anayasa taslağı ve maddeler hakkında yapılan
görüşmeler incelenmiştir. Bu tartışmalar ve konuşmalar, o
dönemin şartlarını anlamada bütünsel bir bakış açısı
sağlamaktadır.
Anahtar Sözcükler: 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, Kanuni
Esasi Encümeni, Meclis, rejim değişikliği, anayasal kuruluş.

Arş. Gör. Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve
Kamu Yönetimi Bölümü. Bu makale, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi Kamu Yönetimi Araştırmaları Merkezi (KAYAUM) yönetiminde
hazırlanan Türk İdare Tarihi (TİDATA) Açıklamalı Yönetim Zamandizini
1919-1928 Araştırmasında yer alan “1924: Rejimin Güvence Altına Alınması
ve Anayasal Kuruluş” başlıklı makaleden türetilerek hazırlanmıştır. M. Burcu
Bayrak, “1924: Rejimin Güvence Altına Alınması ve Anayasal Kuruluş”
Açıklamalı Yönetim Zamandizini 1919-1928, TİDATA, AÜ SBF KAYAUM
No: 8, Cilt: II, Ankara, 2012, s. 1541-1735.
189
GİRİŞ
1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu üzerine bilgilerin büyük
bir kısmı; Kanunun karşılaştırmalı olarak incelenmesi, yapısı,
özellikleri ve devletin örgütlenme biçimine ilişkin maddelerinin
yorumlanması şeklindedir. Bu çalışma, farklı bir yol
benimseyerek, Anayasa yapım sürecinin tüm evrelerini birincil
kaynak olan Meclis tutanakları, dönemin diliyle zabıt cerideleri,
üzerinden incelemeyi amaçlamaktadır. Bu bakımdan çalışmanın
birinci aşamasında Meclisteki müzakerelere yer verilecektir.
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, Büyük Millet Meclisi’nde, Mart ve
Nisan ayı boyunca tartışılmıştır. Çalışmada, görüşmelerin
yapıldığı her bir içtima (oturum) için ayrı bir başlık açılmış ve
tartışmaların ana ekseni belirlenmeye çalışılmıştır.
Çalışmanın ikinci aşamasında, Anayasanın biçimsel
özelliklerine ve Anayasada gerçekleştirilen değişikliklere yer
verilmiştir.1 Aşağıda önce Anayasa yapım sürecinin niteliği
tartışması yürütülerek Meclisin kuruculuğu tartışmasına yer
verilecek,
ardından
yukarıda bahsi
geçen bölümler
ayrıntılandırılmaya çalışılacaktır.
TEŞKİLAT-I
ESASİYE
KANUNU’NUN
OLUŞUM
AŞAMASI VE KURUCU MECLİS TARTIŞMASI
1924 Anayasası ile ilgili Meclis Tutanakları okunduğu
zaman, göze çarpan ilk nokta Meclise konuyla ilgili bir kanun
teklifi gelmemesidir.2 Bu durum yeni bir Anayasa hazırlama
gerekliliğinin, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanından sonra
doğal olarak görüldüğü şeklinde yorumlanabilir. Nitekim 1921
Anayasasının yürürlükte olduğu 29 Ekim 1923’te kabul edilen
‘Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Bazı Maddelerinin Tevzian
Tadiline Dair 364 sayılı Kanun’ ile ilgili olarak yaptığı
Bu maddeler ve değişiklikler tablolaştırılarak Ek-1’de sunulmuştur.
Tahsin Bekir Balta, Önsöz, 1924 Anayasası Hakkındaki Meclis Görüşmeleri
içinde, Şeref Gözübüyük ve Zekai Sezgin, AÜ/SBF İdari İlimler Enstitüsü
Yayını, Yayın No: 3, Ankara, 1957, s. XI.
1
2
190
konuşmada Yunus Nadi Bey (Menteşe), “…İkinci Türkiye Büyük
Millet Meclisi; şimdi bir kısmını teklif ettiğimiz ve kısmı diğerini
peyder pey nazarı tasvibinize arz edeceğimiz ikmalat ve tadilat ile
bu kurduğumuz esası takviye ve ila edecektir…”3 diyerek
“kurulan esasa” yani Cumhuriyete dikkat çekmiş, yapılan ve
yapılacak değişikliklerin doğallığına vurgu yapmıştır. Buna ek
olarak “Encümen bu hazırlığı, Anayasa önerisi, tartışma ve
kabulünü düzenleyen bir hüküm olmamasından da yararlanıp
kendiliğinden yapabilmiştir.”4
1924 Anayasasının Encümen’den gelen haline ve
maddelerin tartışılmasına geçilmeden önce değinilmesi gereken
konu Anayasayı hazırlayan Meclisin “Kurucu Meclis” niteliği
taşıyıp taşımadığıdır. Bilindiği üzere 23 Nisan 1920’de göreve
başlayan Birinci Büyük Millet Meclisi, rejimin değiştirilmesinin
önünde herhangi bir engel olmaması için “olağanüstü yetkili bir
Meclis” sıfatıyla toplanmıştır. Mustafa Kemal Paşa, Meclis’i
neden “kurucu” değil de “olağanüstü yetkili” şeklinde ifade
ettiğini şöyle anlatmaktadır:5
“…Ben ilk yaptığım karalamada ‘Kurucu Meclis’ deyimini
kullanmıştım. Amacım da toplanacak meclise devletin yönetim
biçimini değiştirme yetkisi verilmesini ilk anda sağlamaktı. Ancak
bu terimin kullanılmasındaki amacı gereği gibi açıklayamadığım için
ya da açıklamak istemediğim için, halkın alışkın olmadığı bir
terimdir diye, Erzurum ve Sivas’tan uyarıldım. Bunun üzerine
‘olağanüstü yetkili bir meclis’ demekle yetindim.”
Dolayısıyla Meclisin açılışını takiben 20 Ocak 1921’de
kabul edilen 1921 Anayasasının, bu “olağanüstü yetkili” denilen
“kurucu” niteliğe sahip Meclis tarafından yapıldığı konusunda
kuşku yoktur. Meclis, 1 Kasım 1922’de saltanatın
kaldırılmasından sonra kuruculuğunu gizleme durumundan
tamamen kurtulmuştur. 1 Nisan 1923’te seçim kararı alınmasının6
ardından İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi 11 Ağustos
TBMM ZC, C. 3, D. 2, İ. 43, s. 90.
Murat Sevinç, Anayasa Yazıları, İmaj Yayınevi, Ankara, 2011, s. 10.
5
Atatürk, Nutuk, s. 349.
6
TBMM ZC, C. 28, D. 1, İ. 15, s.294.
3
4
191
1923’te7 görüşmelere başlamıştır. 1924 Anayasasını hazırlayan
ve kabul eden İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi de, Birinci
Meclis gibi, 1921 Anayasasına göre hareket etmektedir ve 1921
Anayasasında Meclisi kısıtlayıcı bir madde bulunmamaktadır.8 29
Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla kabul edilen “Teşkilat-ı
Esasiye Kanunu’nun Bazı Maddelerinin Tevzian Tadiline Dair
364 sayılı Kanun” da konuyla ilgili hüküm getirmemektedir. 9
Sonuç olarak denilebilir ki saltanatın kaldırılması,
Cumhuriyet’in ilanı ve hilafetin ilgasıyla kendisinden daha üstün
bir güç bırakmayan Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1924
Anayasasının kabulüne kadar “kurucu meclis” niteliğini
sürdürmüştür. Hem Birinci hem İkinci Meclis döneminde bu
niteliğini sınırlayan tek bir istisna bulunmaktadır; o da 11 Mart
1924 tarihinde kabul edilen 83 sayılı “Teşkilat-ı Esasiye
Kanunu’nun Ekseriyeti Mutlakanın Sülüsan Ekseriyetiyle Kabul
Edilmesine Dair Heyet-i Umumiye Kararı”dır.10 Bu karar ile
Anayasanın kabul şartlarını belirleyen Meclis, Anayasaya diğer
kanunlardan farklı bir yer vererek hem üstünlüğüne vurgu yapmış
hem de “olağanüstü” olan yetkisini sınırlamıştır.
KANUNİ ESASİ ENCÜMENİ VE HAZIRLANAN TASARI
Yunus Nadi Bey (Menteşe) Başkanlığındaki Kanuni Esasi
Encümeni11 tüm tasarıyı tamamlayıp, 9 Mart 1924’te Meclis’e
sunmuştur.12 Tasarı, Kanuni Esasi Encümeni sözcüsü Celal Nuri
Bey’in (Gelibolu) yaptığı konuşma ile açıklanmıştır.
TBMM ZC, C. 1, D. 2, İ.1.
TBMM ZC, C. 7, D. 1, İ. 1, s. 321-339.
9
TBMM ZC, C. 3, D. 2, İ. 43, S. 89-98.
10
Düstur, Tertip 3, Cilt: 5, s. 677.
11
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu hazırlayan Encümen’in Reisi Yunus Nadi Bey
(Menteşe), Mazbata Muharriri Celal Nuri Bey (Gelibolu), Katibi Feridun Fikri
Bey (Dersim) idi. Azaları ise Ali Rıza Bey (Kırşehir), İlyas Sami Bey (Muş),
Avni Bey (Bozok), Ebubekir Hazım Bey (Niğde), Refet Bey (Bursa), İbrahim
Süreyya Bey (İzmit), Mahmut Bey (Siirt), Faik Bey (Ordu) ve Ahmet Süreyya
Bey (Karesi) oluşturmaktaydı.
12
TBMM ZC, C. 7, D. 2, İ. 7, s. 213-223.
7
8
192
Konuşmasına “Muhterem rüfeka huzuruâlinize Teşkilât-ı Esasiye
Kanunu’nun lâyihasını getirmiş olmakla inkılâbın kemale gelmiş
olduğunu zannediyorum”13 diyerek başlayan Celal Nuri Bey
(Gelibolu), Anayasayı hazırlarken dikkate aldıkları noktaları ve
hangi esaslara dayandıklarını açıklayan bir konuşma yapmıştır.
Bu konuşmada bahsedilmesi gereken iki husus bulunmaktadır.
Bunlardan ilki tasarı hazırlanırken göz önünde bulundurulan
ilkeler; ikincisi ise tasarı hazırlanırken hangi Anayasalardan
yararlanıldığıdır. Doğası gereği devletin düzenlenişini belirleyen
Anayasanın bunu nasıl yaptığı da yine Celal Nuri Bey’in
(Gelibolu) konuşmasından anlaşılabilmektedir.
Meclise sunulan tasarıda Celal Nuri Bey (Gelibolu), tasarı
hazırlanırken bazı ilkelerin gözetildiğini belirterek “Bu
umdelerden birincisi,
milletimiz
umdesidir”14
diyerek
milliyetçilik ilkesini övmüştür. İkinci olarak gözetilen ilke ise
kuvvetler birliğidir. Bunu “Bundan sonra Tevhidi kuva
nazariyesine son derecede itina edilmiştir. Çünkü bu heyeti
doğuran, bu cumhuriyeti vücuda getiren tevhidi kuva esasıdır”15
sözleriyle açıklayan Celal Nuri Bey (Gelibolu), bu iki maddeden
önce ise kısaca anayasallaşma sürecinden bahsederek,
gelinebilecek son noktanın Cumhuriyet olduğunu vurgulamış,
Cumhuriyet’ten
asla
vazgeçilemeyeceğini
belirtmiştir.16
Konuşmanın bütününde ise halkçılığa verilen önem belirtilerek,
kuvvetler birliği ilkesi dahi “Tevhidi kuvadan anladığımız şudur:
Hakkı hâkimiyet, hakkı saltanat doğrudan doğruya millete
aittir”17 biçiminde tanımlanmıştır. Son olarak bütün konuşmada
göze çarpan özellik Anayasanın inkılâpçı doğasıdır. “Teklifi
kanunimizin membaı doğrudan doğruya millî inkılâptır. Yani bu
inkılâp olmamış olsaydı buradaki mevaddı tertib etmekte yet-i
kudretimiz olmayacaktı”18 diyen Celal Nuri Bey (Gelibolu) bunu
açıkça ortaya koymuştur.
13
A.k., s. 224.
A.k., s. 225.
15
A.k., s. 225.
16
A.k., s. 224.
17
A.k., s. 224.
18
A.k,. s. 227.
14
193
Bu konuşmadan kolayca anlaşılabilecek bir diğer husus da
hangi Anayasalardan neden yararlandıkları ya da neden
yararlanmadıklarıdır. İlk olarak Anayasa yapımında iki usul
olduğunu belirten Celal Nuri Bey (Gelibolu), birinin Fransa’ya
özgü olan parça parça kanun yapmak olduğunu; ikincisinin de
kendilerinin benimsediği tek bir Anayasa çıkarmak olduğunu
söylemiştir.19 Taslak hazırlanırken dikkate alınan Anayasaları ve
dikkate alınmayanların neden alınmadıklarını Celal Nuri Bey’in
(Gelibolu) aşağıdaki sözlerinden takip etmek mümkündür:20
“…Vazaîfin ne suretle cereyan edeceğine dair birtakım ahkâm
koymak iktiza ediyordu. Bu ahkâmda telkiye ilmiyeyi de nazarı
dikkate aldık, cumhuri ve meşruti devletlerin kavanini esasiyesinden
başlıcalarını nazarı dikkate aldık. Bunlardan, bu usullerin iptida
tatbik edildiği Fransa kavaninini gözden geçirdik. Ve Fransa
kavanininden alınmış hayli ahkâmımız vardır ve sonra yepyeni
kavanini esasiyeyi de nazarı dikkatten dûr tutmadık. Meselâ
bunların arasında, Lehistan Cumhuriyetinin yeni ve cumhuri
Kanunu Esasisini de çok karıştırdık… Bizim yaklaşmadığımız
Cumhuriyet şekli Amerika'dır. Çünkü Amerika'da kuvvei icraiye,
kuvvei teşriîye ayrı ayrı intihabolunur ve biri diğerini hemen
hemen tanımaz. O usulü, tabiî biz burada kabul edemedik…
Bundan başka nazarı dikkate alınabilecek İsviçre kanunu esasisi
kalır. İsviçre'de şeklî devlet hiçbir devletin şekline benzemez.
Bunun için bu kanundan istifade etmedik…”
O halde Amerika, kuvvetler ayrılığına göre yönetildiği ve
türlü devletlerden meydana geldiği için uygun bulunmamış;
İsviçre’yle ise kendine özgü olduğu için arada benzerlik
kurulamamıştır. Bunun yanı sıra Fransa’dan bazı hükümler
alındığı ve Lehistan’a kuvvetler birliği esasına dayandığı için
yakınlık duyulduğu anlaşılmaktadır. Celal Nuri Bey’in (Gelibolu)
“…iddia edebiliriz ki bu kanunların hiçbirinden harfiyen bir
madde alınmış değildir. Teklifi kanunimizin hukuku âmmeye
taallûk eden bahsi,
iddia edebiliriz ki yepyenidir”21
açıklamasından hareketle diyebiliriz ki tasarı hazırlanırken çeşitli
Anayasalar incelenmiş; ama hiçbirinden doğrudan alıntı
yapılmamıştır.
19
A.k., s. 225.
A.k., s, 227-228.
21
A.k., s, 227.
20
194
Devletin düzenlenişi açısından bakıldığında ise kuvvetler
birliğinin benimsenmesi, Meclisin üstünlüğünün tanındığını
göstermektedir. Yasama doğrudan, yürütme dolaylı olarak Meclis
tarafından yerine getirilirken; yargı ise her ne kadar Teşkilat-ı
Esasiye Kanunu’nun 8. maddesi “Hakkı kaza, millet adına, usulü
ve kanunu dairesinde müstakil mahakim tarafından istimal
olunur” dese de Kanun’un “ Türkiye Büyük Millet Meclisi,
milletin yegane ve hakiki mümessili olup millet namına hakkı
hakimiyeti istimal eder” diyen 4. maddesinin gölgesinde
kalmaktadır.
Tüm temsil hakkını TBMM’ye veren 4. maddenin yanı
sıra, yürütmeye dair “Meclis, icra salahiyetini kendi tarafından
müntehap Reisicumhur ve onun tayin edeceği bir İcra Vekilleri
Heyeti marifetiyle istimal eder. Meclis, Hükümeti her vakit
murakabe ve ıskat edebilir” diyen 7. maddeyi kabul ederek
yürütmenin ‘Meclis tarafından seçilecek bir Cumhurbaşkanı ve
onun seçeceği Bakanlar Kurulu eliyle’ sürdürüleceğini söylese de
maddenin sonunda ‘Meclis, Hükümeti her zaman denetleyebilir
ve düşürebilir’ diyerek yürütmenin de Meclise bağlı olduğunu
açıkça ifade etmektedir. Dolayısıyla devletin temel işlevlerinin
hepsi TBMM tarafından yerine getirilmektedir. Meclisin sahip
olduğu bu üstünlüğün nasıl kurulduğunu anlayabilmek, Teşkilat-ı
Esasiye Kanunu’nun özünü kavrayabilmek ve maddelerin kabulü
sırasında nasıl tartışmalar yaşandığını görebilmek adına Meclis
görüşmeleri özetlenmiştir.
9
MART
1924’TEKİ
GÖRÜŞMELERİ22
TEŞKİLAT-I
ESASİYE
Celal Nuri Bey (Gelibolu) tasarıyı Meclise sunduktan ve
konuşmasını bitirdikten sonra ilk sözü Abidin Bey (Manisa)
almıştır. Kurucu Meclis, kuvvetler birliği, seçim dönemi, Bakan
Yardımcıları’nın ne anlama geldiği, Meclisin Cumhurbaşkanı
tarafından fesholabilmesi, Cumhurbaşkanı seçilebilme koşulları,
22
TBMM ZC, C. 7, D. 2, İ. 7.
195
veto hakkı, Cumhurbaşkanı’nın Başkomutan oluşu gibi konularda
görüşlerini açıklayan Abidin Bey, tasarının Encümen’e iadesini
teklif etmiştir. İlyas Sami Bey’in (Muş) maddelere geçilmesini
isteyen teklifinin ardından, Musa Kazım Efendi’nin (Konya)
tümü üzerinden maddelerin de tartışılabileceğini söylemesinin
ardından, tasarının Encümen’e iadesi teklifi reddedilmiştir.
Söz alan Refet Bey (Bursa) Kurucu Meclis tartışmasına
değinmiş, Avrupa’daki birçok ülkede ve Amerika’da iki Meclis
olduğuna vurgu yaparak, Cumhuriyetin ikinci bir Meclise ihtiyacı
olduğunu belirtmiştir. İkinci Meclis denilince akla ayanlardan
kurulmuş bir Senato geldiği için kötü bir intiba bıraktığını; ama
kastettiğinin örneğin İl Genel Meclisi tarafından seçilmiş
senatörler gibi daha demokratik yollarla oluşturulacak bir Meclis
olduğunu eklemiştir. Sonrasında söz alan Tunalı Hilmi Bey
(Zonguldak) ise konudan uzaklaşarak, tasarıda yer alan Arapça ve
Farsça kelimelere dikkat çekmiş ve “Bu kanunun devlet şeklinin
Cumhuriyet olduğuna dair olan maddesinin değiştirilmesi,
başkalaştırılması hiçbir suretle teklif bile edilemez” maddesi için
Encümen’i kutladıktan sonra, bu maddeye “Türkiye Cumhuriyeti
bir Halk Hükümeti’dir” ifadesinin eklenmesini istemiştir. Son
olarak da, Anayasanın Cumhuriyet'in son aşaması olarak
değerlendirilmesinin yanlış olacağını belirten Tunalı Hilmi Bey,
bu düşüncenin gelişmeye ve evrime ters düştüğünü belirtmiştir.
Reşit Ağa (Malatya) ise yeni Anayasanın saltanat ve eski
usullerden kurtulmak için yapıldığını; ama bu etkilerden
kurtulmadığını söyleyerek Cumhurbaşkanı’nın Meclis dışından
seçilmesine karşı çıkmıştır. “Kanunun vazifedar kıldığı
mahkemenin kararı lahik olmadan hakimler cezaen mesul
veyahut şahsi hürriyetlerinden mahrum edilemezler” maddesinin
çıkarılmasını isteyen Reşit Ağa, bu maddenin bütün hakimler,
hakimlik sıfatına sahip oluncaya kadar da kabul edilmemesini
istemiştir.
Mahmut Esat Bey de (İzmir) “Reisicumhur, intihabettiği
kabinenin reyini alarak Meclis’i feshedebilir” maddesinin ulusal
egemenliğe büyük darbe olacağını söyleyerek fesih ve veto
maddelerinin çıkarılmasını istedikten sonra, söz alan Feridun
196
Fikri Bey (Dersim) yanlışları düzeltmenin yolunun ne veto hakkı
ne de İkinci Meclis olduğunu söylemiştir. Çıkış yolu olarak
muntazam bir Danıştay, kuvvetli bir İçtüzük ve Yüksek İktisat
Meclisi kurulmalı diyen Feridun Fikri Bey de vetoyu kabul
etmenin ulusal egemenlik ilkesine gölge düşüreceğini
eklemiştir.23
Sözlerine,
söyleyeceklerinin
Mustafa
Kemal’in
kişiliğinden bağımsız olarak değerlendirilmesini isteyerek
başlayan Halis Turgut Bey (Sivas), söz konusu olanın ulusun
gelecekteki kaderi olduğunu ve Cumhurbaşkanı’nın Meclisi
yenileme yetkisini anlayamadığını söyleyerek; seçim süresi ile
ilgili olarak da iki yılın çok az olduğunu, Encümen’in dört yıllık
önerisine katıldığını eklemiştir. İl Genel Meclisleri’nin yetkisiz
olduklarını, gereken yetkinin kanunla verilmesinin daha doğru
olduğunu söyledikten sonra son olarak Anayasa değişikliği için
üçte iki çoğunluğun sağlanmasının gerektiğini vurgulamıştır.
Bunun üzerine Hasan Fehmi Efendi (Kastamonu) tüm mebusların
üçte ikisinin mi yoksa oturumdaki mebusların üçte ikisinin mi
kastedildiğini sorunca, Encümen sözcüsü Celal Nuri Bey
(Gelibolu), hükmün bundan sonraki değişiklikler için olduğunu
ve şimdi uygulanmaması gerektiğini söylemiştir. Konuyla ilgili
söz alan İlyas Sami Bey (Muş) bunun daha önce görüşüldüğünü
ve üçte iki çoğunluğun reddedildiğini belirtmiştir. Reddedilenin,
üçte iki çoğunluğun sağlanması için Mebuslara fazla izin
verilmemesi konusu olduğunu belirten Necati Bey’den (Bursa)
sonra Süleyman Sırrı Bey (Bozok), Mebusların gitmemesini ve
kanunun çıkartılması için biraz sabırlı olmalarını istemiştir. Ragıp
Cumhurbaşkanı’nın fesih ve veto yetkisi Grup Toplantıları’nda da
tartışmalara yol açmıştır. Yunus Nadi Bey’in yazdığı Anadolu’da Yenigün
adlı gazetede 24 Mart 1924’te yayımlanan ‘Hakimiyet-i Milliye’ye İlk Darbe’
adını taşıyan makale, Anayasa tartışmaları sırasında Meclis tarafından
Cumhurbaşkanı’na fesih ve veto hakkının tanınmamasını eleştirmektedir.
Konu 27 Mart günü Grup Toplantısı’nda gündeme gelmiş; ama bir sonraki
toplantıda ele alınmasına karar verilmiştir. 29 Mart’taki toplantıda uzun süren
tartışmalar sırasında Yunus Nadi Bey makaleyi hangi duygu ve düşüncelerle
yazdığını açıklamış, Fırka da kendisini samimi bulmuş ve müzakereyi kafi
görmüştür. CHP Grup Toplantısı Tutanakları 1923-1924, Yay. Haz. Yücel
Demirel ve Osman Zeki Konur, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul,
2002, s. 113-612.
23
197
Bey (Kütahya) ise “üçte iki çoğunluk meselesini karara
bağlayalım, sonra kanunu çıkarmakta zorlanırız” diyerek
tartışmanın devam etmesini sağlamıştır.
Recep Bey (Kütahya), ister mebusların tümünün üçte iki
çoğunluğu ister oturumda bulunanların üçte iki çoğunluğu olsun
her halükarda bunun karşısında olduğunu, bu durumun azınlığın
çoğunluğa üstünlüğü ile sonuçlanacağını belirterek; adil olanın
kararların yarıdan bir fazla ile alınması olduğunu söylemiştir.
Bunun üzerine Abdullah Azmi Efendi (Eskişehir), asıl adil olanın
üçte iki çoğunluk olduğunu, daha önce Anayasa üçte iki çoğunluk
ile değişebilir diyen Meclisin, Anayasayı yarıdan bir fazla oy ile
kabul ederse akıl ve mantıktan uzaklaşacağını iddia etmiştir.
Müzakerenin kafi görülmesinden önce son sözü alan İhsan Hamit
Bey (Ergani) ise değişiklik isteğinde üçte iki çoğunluk
aranacağını, bunun bu Anayasayı da kapsayıp kapsamadığını
tartışmak gerektiğini belirtmiştir.
Sonuç olarak, oturumların yarıdan bir çokla yapılmasını,
sonra da üçte iki çoğunlukla oylanmasını isteyen önerge
reddedilmiş; yarıdan bir çokla açılan oturumda bulunanların üçte
iki çoğunluğuyla karar alınması kabul edilmiştir.24 Anayasa
tartışmalarının başladığı ilk günün son konusu Anayasa’nın kabul
çoğunluğu olmuştur. Burada, konunun anlaşılmasında yaşanan bir
zorluktan bahsetmekte yarar vardır. “Teşkilat-ı Esasiye
Kanunu’nun Ekseriyeti Mutlakanın Sülüsan Ekseriyetiyle Kabul
Edilmesine Dair Heyet-i Umumiye Kararı” adı ile 11 Mart 1924
tarih ve 83 sayı ile kabul edilen Heyet-i Umumiye Kararı’nın
altında, bunun hem müzakere hem de karar için aranan çoğunluk
olduğu yazmaktadır.25 Oysaki Meclis görüşmelerinde kararın
sadece kabul için alındığı görülmektedir. “Dolayısıyla doğru olan
kararın metni değil başlığı”26dır.
TBMM ZC, C. 7, D. 2, İ. 7, s. 251-252.
Düstur, Tertip 3, Cilt: 5, s. 677.
26
Sevinç, a.g.e., s. 11.
24
25
198
16
MART
1924’TEKİ
GÖRÜŞMELERİ27
TEŞKİLAT-I
ESASİYE
Sözlerine; seçimin yenilenmesi, veto hakkı, İkinci Meclis
gibi önemli konular üzerinde durulduğunu söyleyerek başlayan
Ragıp Bey (Kütahya), kendisinin temel olarak bunlara karşı
olmadığını, ama daha zamanlarının gelmediğinin de farkında
olduğunu belirterek, maddeler görüşülürken tartışılmalarını
önererek maddelere geçilmesini teklif etmiştir. Sonrasında söz
alan Saraçoğlu Şükrü Bey (İzmir), “kuvvetlerin ayrılması,
kuvvetlerin bölünmesi hatta kuvvetlerin birleştirilmesi diye bir
şey yoktur, tek bir kuvvet vardır, tek bir millet vardır” diyerek
başladığı konuşmasında neden veto, fesih, seçimin yenilenmesi
ve İkinci Meclis önerilerine karşı olduğunu açıklamış ve
sonrasında müzakere kafi görülerek maddelere geçilmiştir.
Maddeler görüşülmeye başlandıktan sonra ilk 10 madde
tartışmasız kabul edilmiştir. “Otuz yaşını bitiren her Türk mebus
seçilme yetkisine sahiptir” denilen 11. maddede kadınların
seçilme hakkı olmadığı belirtilerek “her Türk”, “her erkek Türk”
olarak değiştirilerek; kimlerin Mebus seçilemeyecekleri ile ilgili
12. maddeye de “Türkçe okuma-yazma bilmeyenler” ibaresi
eklendikten sonra kabul edilmiştir.
Meclisin seçim dönemiyle ilgili iki, üç ve dört yılı
öngören teklifler verilmiştir. Dört yıllık tekliflerin İkinci Meclisi
kapsamaması gerektiği yönünde de teklifler gelmiştir. Sonuç
olarak iki yıllık seçim dönemini dört yıla çıkaran 13. madde
oylama sonucunda, İkinci Meclisin de seçim döneminin dört yıl
olarak belirlenmesinden sonra kabul edilmiştir. Meclisin Kasım
başında toplanacağına ve altı aydan fazla tatil yapamayacağına
dair olan 14. maddeden sonra sadece Mebusların ve Hükümetin
kanun teklifinde bulunabileceklerine dair 15. madde de kabul
edilmiştir.
16. madde Mebusluk Andı, 17. madde ise Mebusların
dokunulmazlığı ile ilgilidirler. Yasama dokunulmazlığı istemeyen
27
TBMM ZC, C. 7, D. 2, İ. 13.
199
Mebuslar ile isteyenler arasında geçen tartışmadan sonra birinci
fıkra, ‘Mebusların Meclis içindeki oy ve görüşlerinden ve
bunların Meclis dışında dile getirilmesinden sorumlu olmadıkları’
şeklinde değiştirilerek madde kabul edilmiştir.
23
MART
1924’TEKİ
28
GÖRÜŞMELERİ
TEŞKİLAT-I
ESASİYE
Müzakere 18. madde ile başlamış; Mebusların maaşlarına
dair olan bu madde hemen; Cumhurbaşkanı’nın ve Meclisin beşte
birinin Meclis tatildeyken toplantıya çağırabileceğine dair 19.
madde bir süre tartışıldıktan sonra, Meclis Başkanı’nın da Meclisi
toplantıya çağırabileceği hükmü eklenerek kabul edilmiştir.
Meclis görüşmelerinin yayınlanmasına; görüşmelerin, soru ve
gensoruların İçtüzük’e uygun yapılacağına dair 20. 21. ve 22.
maddelerin
kabulünden
sonra
Mebusların
memurluk
yapamayacaklarına dair olan 23. maddeye geçilmiştir. Maddede
Bakan ve Bakan Yardımcıları’nın hariç tutulması tartışma
yaratmış, sonuç olarak onlar da çıkarılarak Mebusların memurluk
yapamayacakları kabul edilmiştir.
Başkanlık Divan seçimi ile ilgili 24. maddenin
kabulünden sonra, maddelere geçilmeden önce tartışmalara konu
olan Meclisin ve Cumhurbaşkanı’nın Hükümetten karar alması
koşuluyla seçimi yenileme kararı verebileceğiyle ilgili 25.
maddeye geçilmiştir. Uzun süren bir müzakereden sonra ertesi
gün oya sunulan madde reddedilerek tasarıdan çıkarılmıştır.29
28
29
TBMM ZC, C. 7, D. 2, İ. 19.
TBMM ZC, C. 7, D. 2, İ. 20.
200
30
MART
1924’TEKİ
GÖRÜŞMELERİ30
TEŞKİLAT-I
ESASİYE
Daha önce oya sunulan 25. madde reddedildiği için
seçimin yenilenmesinden sonra Meclisin ne zaman başlayacağı
ile ilgili olan 26. madde, bir önceki maddede Meclisin de seçimi
yenileme hakkı ortadan kalktığı için, Meclisin yarıdan bir
fazlasıyla seçim isteyebilme hakkının eklenmesiyle 25. madde
olarak kabul edilmiştir.
Meclisin görevleriyle ilgili 26. madde de yürütmeye dair
bazı işlerin Hükümetin görevi olduğuna dair çıkan tartışmalardan
sonra kabul edilmiştir. Mebuslukla ilgili 27., 28. ve 29.
maddelerin kabulünün ardından Meclis zabıtasını Meclis
Başkanı’nın emrine veren 30. madde de tartışma olmadan kabul
edilmiştir.
Cumhurbaşkanı’nın görev süresiyle ilgili 31. madde
tasarıda 7 yıl olarak teklif edilmiştir. Tartışmalardan ve 4, 9 ve
hatta 10 yıl tekliflerinden sonra 4 yıllık süre kabul edilmiştir.
Cumhurbaşkanı’nın görev ve sorumluluklarına dair 32-39
arasındaki maddeler içinde daha önce tartışılan tek madde
Cumhurbaşkanı’nın veto hakkına dair olan 35. madde idi. Bu
madde Meclis görüşmeleri sırasında Anayasa ve bütçe kanunları
hariç tutularak kabul edilmiştir.
6
NİSAN
1924’TEKİ
GÖRÜŞMELERİ31
TEŞKİLAT-I
ESASİYE
Bir önceki müzakerede okunan ama çoğunluk olmadığı
için görüşülemeyen; Başkomutanlığı, Cumhurbaşkanı’na veren
40. madde uzun tartışmalara yol açmıştır. Bir taraf konunun
Mustafa Kemal Paşa’dan bağımsız olarak düşünülmesi
gerektiğini ve daha sonra gelecek olan Cumhurbaşkanlarının sivil
olabilecekleri de düşünülerek hareket edilmesini isterken; diğer
30
31
TBMM ZC, C. 8, D. 2, İ. 24.
TBMM ZC, C. 8, D. 2, İ. 30.
201
taraf ise siyaset dışı olması nedeniyle görevin Cumhurbaşkanı’na
verilmesini savunmuştur. Tartışma, Meclisin bu gücü elinde
bulundurması gerektiği gibi savunularla uzayınca Kanuni Esasi
Encümeni Reisi Yunus Nadi Bey (Menteşe, bunun Mustafa
Kemal Paşa ile ilgili bir madde olmadığını, farklı politik
görüşlerin bulunduğu Meclisin Başkomutan seçmekte
zorlanacağının düşünüldüğünü, maddenin savaş zamanında
Hükümetin
önereceği
Başkomutanı
Cumhurbaşkanı’nın
onaylaması olarak algılanması gerektiğini söylemiştir. Bir
anlaşmaya varılamayınca, Meclis Reisi vaktin geç olduğunu
belirtmiş ve 40. maddenin tartışılması ertesi güne kalmıştır.
7
NİSAN
1924’TEKİ
GÖRÜŞMELERİ32
TEŞKİLAT-I
ESASİYE
Bu tarihte de bir önceki gün olduğu gibi sadece 40.
maddenin tartışılması yapılmıştır ve Teşkilat-ı Esasiye
Kanunu’nun görüşülmesine devam edilmeyerek diğer konulara
geçilmiştir. Tartışmalardan sonra bu meselenin Mustafa Kemal
Paşa, Fevzi Paşa ve İsmet Paşa’nın görüşleri alınmadan bir
sonuca varamayacağı belirtilmiştir. Görüşme sırasında, bu
isimlerden Mecliste bulunan tek kişi İsmet Paşa’dır. Söz alan
İsmet Paşa “Reisicumhur yarın birgün asker olmayabilir, bu da
sorun yaratır, sorumluluk Meclis'te olsun, atamasını Reisicumhur
yapsın”33 yönünde görüş bildirmiştir. Bu yönde bir takrir oya
sunulmuş; ama kabul edilmemiştir. Sonuç olarak madde
değiştirilerek Meclis’in kişiliğinde bulunan Başkomutanlığı
barışta Genelkurmay Başkanı’nın, savaşta Bakanlar Kurulunca
seçilip Cumhurbaşkanınca onaylanacak bir Başkomutanın
yönetmesi kabul edilmiştir.
32
33
TBMM ZC, C. 8, D. 2, İ. 31.
TBMM ZC, C. 8, D. 2, İ. 31, s. 380-382.
202
13
NİSAN
1924’TEKİ
GÖRÜŞMELERİ34
TEŞKİLAT-I
ESASİYE
Bu tarihteki müzakere, Cumhurbaşkanı’nın “ancak vatana
ihanet (hainlik)” suçundan Meclise karşı sorumlu olacağı ile ilgili
41. madde ile başlamıştır. Görüşmeler sırasında “ancak” kısmı
çıkarılmış, bu yine de maddenin kabulü için yeterli olmamıştır.
Rüştü Paşa’nın (Erzurum) teklifi üzerine madde Encümen’e geri
gönderilmiştir.
Cumhurbaşkanı’nın Mebuslar hariç yaşlı ve hastaların
cezalarını affedebileceğine dair 42. madde ile Cumhurbaşkanı’nın
tahsisatına dair 43. madde tartışılmaksızın kabul edilmişlerdir. 44.
madde ise Başbakan’ın atanıp, Cumhurbaşkanınca onaylanıp,
Meclise bildirilmesi ile ilgilidir. Cumhurbaşkanı’nın Meclise
bildirmesinin yetmeyeceği, güvenoyuna gerek olduğunu savunan
taraf ile bildirmenin yeterli olacağını savunanlar arasında çıkan
tartışmanın ardından; Recep Bey’in (Kütahya) Hükümetin
Meclisten güvenoyu almasını isteyen önergesi kabul edilmiştir.
İcra Vekilleri Heyeti ile ilgili 45., 46. ve 47. maddeler
görüşülmeksizin kabul edilirken; Bakanlıkların ve Bakan
Yardımcılarının sayısının kanunla belirleneceğine dair olan 48.
madde de “Bakan Yardımcıları (Vekalet Muavinlikleri)” tabiri
çıkarıldıktan sonra kabul edilmiştir. İcra Vekilleri Heyeti ile ilgili
49. ve 50. maddelerin kabulünün ardından Şurayı Devlet ile ilgili
51. madde de kabul edilmiştir.
20
NİSAN
1924’TEKİ
35
GÖRÜŞMELERİ
TEŞKİLAT-I
ESASİYE
Görüşmelerin
başında,
Encümen’e
iade
edilen
Cumhurbaşkanı’nın sorumsuzluğuna dair olan 41. madde
Encümen’den gelmiş ve kabul edilmiştir. Encümen’den gelen
maddenin önceki halinden pek de farklı olmadığı
34
35
TBMM ZC, C. 8\1, D. 2, İ. 36.
TBMM ZC, C. 8\1, D. 2, İ. 42.
203
görülmektedir.36 Tüzüklerle ilgili 52. madde, mahkemelerle ilgili
53. madde, hakimlerin bağımsızlığıyla ilgili 54. madde,
hakimlerin durumları ile ilgili 55., 56., 57. ve mahkemelerle ilgili
58., 59. ve 60. maddeler de kabul edildikten sonra Divanı Ali’ye
dair 61-67 arasındaki maddeler de pek tartışma olmaksızın kabul
edilmişlerdir.
Türklerin Hukuku Ammesi’ne dair olan 68-88 arasındaki
maddeler küçük değişikliklerle kabul edildikten sonra Vilayet
İdaresi ile ilgili 89., 90. ve 91. maddeler, memurlara dair 92., 93.
ve 94. maddeler ile Umuru Maliye ile ilgili 95-101 arasındaki
maddelerin ardından da son başlık olan Teşkilat-ı Esasiye
Kanunu’na Ait Zavabıt altında 102-105 arasındaki maddeler
kabul edilerek ve bir geçici madde37 eklenerek Anayasa
maddelerinin görüşülmesi son bulmuştur.
Anayasa oya sunulduğunda, hemen hemen oybirliğiyle,
491 sayılı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu olarak kabul edilmiştir.
Böylece 9 Mart 1924 tarihinde başlayan Anayasa görüşmeleri, 20
Nisan 1924’te Anayasanın kabul edilmesiyle tamamlanmıştır.
Görüşme özetlerinden de anlaşılacağı üzere, bazı
maddeler hiçbir tartışma yaşanmaksızın kabul edilirken bazı
maddeler ise uzun ve yoğun tartışmalara hatta münakaşalara konu
olmuştur. Bunların başında Anayasanın kabul çoğunluğu,
Cumhurbaşkanı’nın veto ve fesih hakkı, Meclisin seçim dönemi,
Bakan Yardımcıları, Meclisin ve Cumhurbaşkanı’nın seçimi
Encümen’e iade edilen 41. Madde: Reisi cumhur, ancak hiyaneti vataniye
halinde Türkiye Büyük Millet Meclisine karşı mesuldür. TBMM ZC, C.8\1, D.
2, İ. 36, s. 611.
Kabul edilen 41. Madde: — Reisi cumhur hiyaneti vataniye halinde Büyük
Millet Meclisine karşı mesuldür. Reisicumhurun ısdar edeceği bilcümle
mukarrerattan mütevellit mesuliyet 39ncu madde mucibince mezkûr
mukarreratı imza eden Başvekil ve Vekili aidine racidir. Reisicumhurun
hususatı şahsiyesinden dolayı mesuliyeti lâzım geldikte işbu Teşkilâtı Esasiye
Kanununun masuniyeti teşriiyeye taallûk eden 17’nci maddesi mucibince
hareket edilir. TBMM ZC, C. 8\1, D.2, İ. 42, s. 895.
37
Geçici madde: Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne intihabedilen ve edilecek
olan bilumum mensubini askeriyenin tabi olacakları şerait hakkında 19
Kanunuevvel 1339 tarihli kanun ahkamı bakidir.
36
204
yenileme kararı alabilmesi, Hükümetin görev ve sorumlulukları,
Cumhurbaşkanı’nın görev ve sorumlulukları, Cumhurbaşkanının
görev süresi, Başkomutanlığın Cumhurbaşkanı’na verilip
verilmeyeceği, Hükümetin güvenoyu alması gibi başlıklar
gelmektedir. Tartışmalar ve anlaşmazlıklar nedeniyle bazen
karşılıklı atışmalar yaşanmış, bazen Meclis Reisi müdahalede
bulunmak durumunda kalmış, bazen de oturumlara ara verilmiş
ya da oturumlar sonlandırılmıştır.
Cumhuriyeti ilan eden kadronun oluşturduğu İkinci
Meclis, Kanuni Esasi Encümeni’nin titizlikle hazırladığını
belirttiği tasarıyı, aynı titizlikle irdelemiş ve sorgulamıştır.
Birkaç bağımsız isim dışında herkesin Halk Fırkası mensubu
olduğu bir Meclisin homojen bir yapıya sahip olduğu yönünde bir
algı bulunmaktadır. Gerek 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun
gerekse o dönemde yapılan diğer kanunların görüşmeleri,
Meclis’teki muhalif grupların varlığına ve Meclis’in
heterojenliğine
işaret
etmektedir.
Buna
ek
olarak
Cumhurbaşkanlığı makamı ile ilgili tartışmaların oldukça çok
olduğu göze çarpmaktadır.
Tartışmaların Mustafa Kemal
Paşa’nın kişiliğinden bağımsız olarak ele alınması vurgusu sık sık
yinelenmiş, Meclis’in üstünlüğü ilkesini korumak adına oldukça
hassas davranılmıştır. Sonuç olarak,
Kanunu Esasi
Encümeni’nden gelen tasarı olduğu kabul edilmemiş, maddelerin
bazıları uzun tartışmalara konu olarak geliştirilmiş ya da
değiştirilmiştir. Bu sürecin sonunda ortaya çıkan metin, aşağıda
değerlendirilmeye çalışılmıştır.
TEŞKİLAT-I ESASİYE
ÖZELLİKLERİ
KANUNU’NUN
BİÇİMSEL
1924 Anayasası Ahkâm-ı Esasiye (Esas Hükümler),
Vazifei Teşriiye (Yasama Görevi), Vazifei İcraiye (Yürütme
Görevi), Kuvvei Kazaiye (Yargı Erki), Türklerin Hukuku
Âmmesi (Türklerin Kamu Hakları) ve Mevaddı Müteferrika
(Çeşitli Hükümler) olmak üzere altı bölümden oluşmaktır.
Kanunu Esasi Encümeni’nce 108 madde ve bir geçici (muvakkat)
205
madde şeklinde teklif edilen Teşkilat’ı Esasiye Kanunu, 105
madde ve bir geçici madde olarak kabul edilmiştir.
Birinci Fasıl olan Esas Hükümler sekiz maddeden
oluşmaktadır. Bu maddeler devlet, egemenlik hakkı ve devletin
organları ile ilgilidirler. “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir”
diyen ilk madde Anayasanın 102. maddesi ile güvence altına
alınmış, “tadil ve tağyiri hiçbir suretle teklif dahi edilemez”
denilerek değiştirme ve başkalaştırma yapılmasının önü tamamen
kapatılmıştır. Devletin dini, dili ve başkenti belirtilmiş; hakimiyet
kayıtsız şartsız millete; temsil ve egemenlik hakkı ile yasama ve
yürütme erki Türkiye Büyük Millet Meclisine verilmiştir. TBMM
yasamayı doğrudan, yürütmeyi de kendi içinden seçtiği bir
Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanının tayin ettiği Bakanlar
Kurulu eliyle kullanır. Fakat Meclis, Hükümeti her zaman
denetleyebilir ve düşürebilir diyerek Meclisin üstünlüğüne de
vurgu yapılmıştır. Yargı hakkı ise bağımsız mahkemelere
verilmiştir.
Yasama Görevi başlığını taşıyan İkinci Fasıl, 9’dan 30’a
kadar olan 22 maddeyi kapsamaktadır. Yasama organı olan
Türkiye Büyük Millet Meclisinin ve Meclisi meydana getiren
Milletvekillerinin görev ve yetkilerinin belirlendiği bu fasılda
Meclis Hükümeti sisteminin ön plana çıktığı görülmektedir.
Üçüncü Fasıl, Yürütme Görevi adı ile 31. ve 52. maddeler
arasında yer almaktadır. İlk 13 madde Cumhurbaşkanı ile
ilgilidir. Cumhurbaşkanı siyaseten sorumsuz ve Meclis karşısında
etkisiz bir konumdadır. Danıştay’a (Şurayı Devlet) dair 51.
madde haricindekiler ise Bakanlar Kurulu ve Bakanların görev ve
sorumluluklarıyla ilgilidirler. Bu fasılda, diğerlerinden farklı
olarak, Meclisin üstünlüğü anlayışının biraz daha geri planda
olduğu görülmektedir. Hükümet 44. maddeye göre;
Cumhurbaşkanının Meclis üyeleri arasından bir Başbakan
seçmesi, Başbakanın da Meclis üyeleri arasından Bakanları
belirlemesi ve Cumhurbaşkanının onayına sunması ile
kurulmaktadır. Her ne kadar bir hafta içinde hükümet programı
açıklanmalı ve güvenoyu talep etmeli ise de yürütmenin başı olan
206
Hükümetin kurulması Meclisten bağımsız bir iştir. Başka bir
deyişle Meclisin yetkisi dışındadır.
Yargı Erki ile ilgili olan Dördüncü Fasıl, 53’ten 67’ye
kadarki 15 maddeden oluşmaktadır. Bu faslın ilk sekiz maddesi
mahkeme ve yargıçlar; sonraki yedi maddesi ise Yücedivan
(Divan-ı Ali) ile ilgilidir. Anayasanın 8. maddesinde yargı hakkı
bağımsız mahkemelere verilmiştir. Dördüncü fasılda ilk göze
çarpan, 54. maddede hakimlerin de bağımsız olduğunu
yazmasıdır; fakat hem bu konuyla ilgili bir açıklamanın yokluğu
hem de olağanüstü yetkili mahkemelerin önünü kapatacak bir
hükmün olmaması bu bağımsızlığa şüphe ile yaklaşılmasına
neden olmaktadır. Diğer bir husus da idari davalara bakacak olan
Danıştay’ın, Yargı Erki başlığı altında değil bir önceki Fasıl olan
Yürütme Görevi altında düzenlenmiş olmasıdır. Bu iki durum
yürütmenin yargı karşısında güçlendirilmek istemesi olarak
yorumlanabilir.
Beşinci Fasıl, Türklerin Hukuku Âmmesi (Türklerin
Kamu Hakları) adı ile 21 madde şeklinde düzenlenmiştir. Genel
olarak kişi hak ve hürriyetleri bakımından zengin, sosyal haklar
bakımından ise zayıftır denilebilir. Ne kamu açısından bir
dayanışma ortamı ne de devletin sosyal görev ve
sorumluluklarına dair bir çatı yaratılmıştır.
Son Fasıl olan Mevaddı Müteferrika (Çeşitli Hükümler);
Vilâyat (İl), Memurin (Memurlar), Umuru Maliye (Maliye İşleri)
ve Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na Ait Zavabıt (Anayasanın
Dayanakları) başlıkları altında toplam 17 maddeden
oluşmaktadır. Anayasanın Dayanakları kısmında; Anayasada
değişiklik yapılmasının şartlara bağlanması, devlet şeklinin
Cumhuriyet olduğuna dair maddenin değiştirilmesinin ve
başkalaştırılmasının teklif dahi edilememesi, hiçbir kanunun
Anayasaya aykırı olamayacağının belirtilmesi Anayasanın
üstünlüğü ilkesinin benimsendiğini göstermektedir. 104. madde
ile hem Kanunu Esasi’yi hem de 1921 Teşkilat-ı Esasiye
Kanunu’nu kaldıran 1924 Anayasası, artık tek başına
yürürlüktedir. Metnin bütününe bakıldığında, Anayasanın
207
Türkiye Büyük Millet Meclisinden daha büyük bir güç tanımadığı
söylenebilir.
1924 TEŞKİLAT-I ESASİYE KANUNU’NDA YAPILAN
DEĞİŞİKLİKLER
491 Sayılı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, 27 Mayıs 1960
Askeri Müdahalesi’ne kadar yürürlükte kalmıştır. 10 Ocak 1945
tarihli 4695 sayılı Kanun’la38, yapılan değişikliklerle birlikte,
daha kolay anlaşılması için Türkçeleştirilmiştir. 1950 seçiminde
iktidar olan Demokrat Parti, Türkçeleştirilen metni 24 Aralık
1952 tarihli 5997 sayılı Kanun’la39 yürürlükten kaldırmış; tekrar
20 Nisan 1924 tarihli 491 sayılı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu,
yapılan değişikliklerle birlikte, yürürlüğe koymuştur.
1924 Anayasası 36 yıl boyunca yürürlükte kalmış; bu süre
zarfında esas bakımından kabul edilen beş kanun40 ile 15
maddesi, toplamda 21 değişikliğe uğramıştır. Değişiklikleri
sıralayacak olursak:
 1924 Anayasasının ikinci maddesi iki önemli değişikliğe
uğramıştır. Bunlardan birincisi 1928’de Devletin dininin
İslam olduğunu belirten cümlenin, maddeden çıkarılmasıdır.
Bu değişiklik laikliğin Anayasaya girmesi adına atılmış ilk
adımdır. İkinci değişiklik ise 1937’de CHP’nin altı okunun
maddede sayılması olmuştur. İlkelerden birinin laiklik
olması, Anayasaya kabulünden 13 yıl sonra laik olma
özelliği kazandırmıştır.
Düstur, Tertip 3, Cilt: 26, s. 170.
Düstur, Tertip 3, Cilt: 34, s. 13.
40
Bu beş kanun şunlardır:
1222 sayılı ve 10.04.1928 tarihli kanun.
1893 sayılı ve 10.12.1931 tarihli kanun.
2599 sayılı ve 05.12.1934 tarihli kanun.
3115 sayılı ve 05.02.1937 tarihli kanun.
3272 sayılı ve 29.11.1937 tarihli kanun.
38
39
208
 İlk başta seçme hakkını 18 yaşını bitiren erkeklere veren
10. madde değiştirilerek, 1934’te bu hakkı 22 yaşını bitiren
kadın ve erkeklere tanımıştır. Aynı şekilde Milletvekili
seçilme hakkını 30 yaşını bitiren erkeklere veren 11. madde
de yine 1934’te bu hakkı 30 yaşını bitiren kadın ve erkeklere
vermiştir.
 Milletvekillerinin yeminlerini düzenleyen 16. madde
1928’de değişikliğe uğramış, yeminin “vallahi” ile biten sonu
“namusum üzerine söz veririm” olarak değiştirilmiştir.
 Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin görev ve yetkilerini
sayan 26. maddedeki “ahkamı şer’iyenin tenfizi” ibaresi,
1928 değişikliği ile tıpkı ikinci maddeden Devletin dininin
İslam olduğu ibaresinin çıkarılması gibi Anayasadan
çıkarılmıştır. Şer’i hükümlerin uygulanmasının artık Meclisin
görevleri arasında yer almaması da laiklik isteğini destekler
mahiyettedir.
 1928 değişikliği tıpkı Milletvekillerinin yeminlerinde
olduğu gibi Cumhurbaşkanı yeminini düzenleyen 38.
maddenin sonundaki yer alan “vallahi” sözcüğünü de
“namusum üzerine söz veririm” olarak değiştirmiştir.
 Başbakanın, Cumhurbaşkanı tarafından; Bakanların da
Başbakan tarafından seçilip hepsinin Cumhurbaşkanınca
onanacağına dair 44. madde, Bakanların görev ve
sorumluluklarının özel kanunla belirleneceğine dair 47.
madde, Bakanların yerine yine Bakanlar Kurulu’ndan birinin
bakabileceğine dair 49. madde ve Bakanlardan birinin
Yücedivan’a (Divanı Ali) gönderilmesi durumunda
Bakanlıktan da düşeceğine dair 50. maddelere 1937’deki
3115 sayılı Kanun ile “siyasi müsteşarlar” eklenmiş, yine
1937’deki 3272 sayılı Kanun ile “siyasi müsteşarlar”ın hepsi
çıkarılmış, maddeler ilk hallerine dönmüşlerdir.
209
 Bakanlıkların adedi kanunla belirlenir diyen 48. madde ise
yine 1937’deki ikinci değişiklik olan 3272 sayılı kanunla
Bakanlıkların kuruluşunu özel kanuna bağlamıştır.
 Bakanları, Danıştay (Şurayı Devlet) ve Yargıtay (Temyiz
Mahkemesi)
başkanları ile üyelerini, son olarak da
Cumhuriyet
Başsavcısını
(Cumhuriyet
Başmüddeiumumisini) görevlerinden doğacak işlerden
yargılamak için bir Yücedivan (Divanı Ali) kurulacağına
ilişkin olan 61. maddeye de 1937’deki ilk değişiklik ile
“siyasi müsteşarlar” dahil edilmiş, 1937’deki ikinci
değişiklik ile de çıkartılıp, tıpkı diğerlerinde olduğu gibi,
madde eski haline çevrilmiştir.
 Kamulaştırmayla ilgili olan 74. maddeye, 1937’deki ilk
değişiklik ile “çiftçiyi toprak sahibi yapmak ve ormanları
Devlet tarafından idare etmek için istimlâk olunacak arazi ve
ormanların istimlâk bedelleri ve bu bedellerin tediyesi sureti
mahsus kanunlarla tâyin olunur” fıkrası eklenerek toprak
reformunun önü açılmıştır.
 İnanç özgürlüklerinin sayıldığı 75. maddenin ilk halinde
kimsenin mensup olduğu “din, mezhep, tarikat ve felsefi
içtihadından dolayı” kınanamayacağı yazmaktadır. 1937’deki
ilk değişiklik “tarikat”ı bu sıralamadan çıkarmış; maddenin
sonundaki “…her türlü ayinler serbesttir” ise “her türlü dini
ayinler yapılması serbesttir” olarak değiştirilmiştir.
 1924 Anayasasında yapılan son değişiklik
Meclise sunulması ile ilgilidir. İlk halinde
iptidasında” yani Kasım başında sunulacağı
1931 değişikliğiyle “mali yıl başından en az
takdim edilir” olarak değiştirilmiştir.
ise bütçenin
“Teşrinisani
yazmaktadır;
üç ay evvel
Anayasada yapılan değişikliklere bakıldığında, en önemli
iki başlığın laiklik ve toprak reformunun önünün açılması adına
atılan adımlar olduğu görülmektedir. Bunların yanı sıra kadınlara
da seçme-seçilme hakkı verilmesi büyük bir ilerlemedir; ancak
210
seçme yaşının 18’den 22’ye çıkarılması bir gerileme olarak
değerlendirilebilir.
DEĞERLENDİRME
1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması ile rejimin
değişeceği yönünde verilen sinyaller, 29 Ekim 1923’te
Cumhuriyet’in ilanı ile kesinleşmiştir. Böylece devletin yönetim
şekli belirlenmiş, sıra yeni devlet düzeninin kurulmasına
gelmiştir. Bunun birincil şartı da devletin görev ve yetkilerinin
belirlenmesi yani Anayasanın yapılmasıdır.
1924 yılı pek çok olayın ve gelişmenin yaşandığı bir
dönemdir. Bir Anayasa metnini içinde bulunulan ekonomik,
siyasal, sosyal ve kültürel öğelerden kopuk, salt hukuksal açıdan
değerlendirmek yanlış olacaktır. 1924’ün olaylarına ve
Anayasanın yapıldığı koşullara bakıldığında, bu tespit daha da
anlamlı olmaktadır. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu saltanatın ve
hilafetin gölgesinden kurtulmaya çalışan, Cumhuriyeti kutsayan,
egemenliği tamamıyla halka veren, Meclis üstünlüğünü
tanımasına karşın Meclis Hükümeti olmayan; ama tam olarak
Parlamenter sistem de diyemeyeceğimiz41, askeri otoriteden
kopmaya çalışan, zamanına göre oldukça demokratik olan bir
ulus devlet yaratma projesidir. Elbette ki eksiklikleri,
olumsuzlukları ve hukuki açıdan boşlukları vardır; ama
oluşturulduğu dönem ve koşullar göz önüne alındığında çok
değerli bir metin olduğu açıktır.
Meclis tutanakları okunduğunda da hem Kanuni Esasi
Encümeni’nde hazırlanan tasarının hem de maddelerin
Bülent Tanör “1924 Anayasası’nın meclis hükümeti ile parlamenter rejim
arasında bir karma sistem getirdiği”ni söylemektedir. Bülent Tanör, OsmanlıTürk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1998,
s. 305. Cem Eroğul da karma sistem olarak adlandırmasa da parlamenter
sisteme yakın olmasına rağmen meclis hükümeti deneyiminin etkisinden
bahsetmiştir. Cem Eroğul, Anatüzeye Giriş, İmaj Yayınları, Ankara, 1996, s.
218-219.
41
211
görüşülmesi
sırasında
yapılan
tartışmaların
üstünkörü
geçiştirilmediği; incelikli ve titizlikle yapıldığı görülmektedir.
Amaç, ne olursa olsun bir Anayasa çıkarmak değil; Meclis
üstünlüğü ilkesinden taviz vermeden mümkün olduğunca
demokratik bir sonuç elde etmektir. Meclis içinde farklı siyasi
görüşlerin ve grupların varlığı, farklı demokrasi anlayışlarına
sahip olduğu için de hararetli tartışmalar yaşanmıştır. Bu da tek
bir Fırka çatısı altında birleşmiş olan Meclisin homojen bir bütün
olarak değerlendirilemeyeceğini göstermektedir.
Kuşkusuz ki Anayasanın yürürlükte kaldığı 36 yıl ve bu
yıllardaki uygulama yöntemleri çok değerli bir çalışma
konusudur. Eleştiriler, Anayasanın içeriğinden çok Tek Parti
döneminin gittikçe otoriterleşen yapısı ve bu yapının Anayasa’yı
kullanma biçimleri üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu çalışmada ise
Anayasa’nın kabul edildiği 1924 yılının olanakları dahilinde;
nasıl bir ortamda, hangi tartışmalar ekseninde, ne tür bir metin
oluşturulduğu anlamaya çalışılmıştır.
212
Ek-1: DEĞİŞİKLİKLER
1924 Anayasası42
Md 2-Türkiye Devletinin dini,
dinî İslamdır: Resmi dili
Türkçedir, makarrı Ankara
şehridir.
İlk Değişiklik
Md 2-Türkiye Devletinin resmi
dili Türkçedir; makarrı Ankara
şehridir.43
Md 10- On sekiz yaşını ikmal
eden her erkek Türk mebusan
intihabına iştirak etmek hakkını
haizdir.
Md 11-Otuz yaşını ikmal eden
her erkek Türk, mebus intihap
edilmek selâhiyetini haizdir.
Md
16-Mebuslar
Meclise
iltihak ettiklerinde şu şekilde
tahlif olunurlar:
Vatan ve Milletin saadet ve
selametine ve milletin bilâ
kaydu
şart
hakimiyetine
mugayir bir gaye takip
etmiyeceğime ve Cumhuriyet
esaslarına
sadakatten
ayrılmıyacağıma “Vallahi”.
Md 10-Yirmi iki yaşını bitiren
kadın, erkek her Türk mebus
seçmek hakkını haizdir.45
Md 26-Büyük Millet Meclisi
ahkâmı
şer’iyenin
tenfizi,
kavaninin vaz’ı tâdili, tefsiri,
fesih ve ilgası, Devletlerle
mukavele, muahede ve sulh
akti harp ilânı muvazenei
umumiyei maliye ve Devletin
umum hesabı kati kanunlarının
tetkik ve tasdiki, meskûkât
darbı, inhisar ve malî taahhüdü
mutazammın mukavelât ve
imtiyazatın tasdik ve feshi,
umumi ve hususi af ilânı,
cezaların tahfif veya tahvili,
tahkikat
ve
mücazatı
kanuniyenin
tecili,
mahkemelerden sâdır olup
İkinci Değişiklik
Md 2-Türkiye Devleti
Cumhuriyetçi, Milliyetçi,
Halkçı, Devletçi, Lâik ve
İnkılâpçıdır. Resmi dili
Türkçedir. Makarrı Ankara
şehridir.44
Md 11-Otuz yaşını bitiren
kadın, erkek her Türk mebus
seçilebilir.46
Md
16-Mebuslar
Meclise
iltihak ettiklerinde şu şekilde
tahlif olunurlar.
Vatan ve milletin saadet ve
selâmetine
ve
milletin
bilâkayduşart
hakimiyetine
mugayir bir gaye takip
etmiyeceğime ve Cumhuriyet
esaslarına
sadakatten
ayrılmıyacağıma
namusum
üzerine söz veririm.47
Md 26-Büyük Millet Meclisi
kavaninin vazı, tâdili, tefsiri,
fesih ve ilgası, Devletlerle
mukavele, muahede ve sulh
akti harp ilânı muvazenei
umumiyei maliye ve Devletin
umum hesabı kati kanunlarının
tetkik ve tasdiki, meskûkât
darbı, inhisar ve malî taahhüdü
mutazammın mukavelât ve
imtiyazatın tasdik ve feshi,
umumi ve hususi af ilânı,
cezaların tahfif ve tahvili,
tahkikat
ve
mücazatı
kanuniyenin
tecili,
mahkemelerden sâdır olup
katiyet kesbetmiş olan idam
Düstur, Tertip 3, Cilt: 5, s. 576 (491 sayılı ve 20.4.1340 tarihli kanun).
Düstur, Tertip 3, Cilt: 9,s. 142 (1222 sayılı ve 10.4.1928 tarihli kanun).
44
Düstur, Tertip 3, Cilt: 18, s. 307 (3115 sayılı ve 5.2.1937 tarihli kanun).
45
Düstur, Tertip 3, Cilt: 16, s. 36 (2599 sayılı ve 5.12.1934 tarihli kanun).
46
A.k.
47
Düstur, Tertip 3, Cilt: 9,s. 142 (1222 sayılı ve 10.4.1928 tarihli kanun).
42
43
213
katiyet kesbetmiş olan idam
hükümlerinin infazı gibi vezaifi
bizzat kendi ifa eder.
Md 38-Reisicumhur intihabı
akabinde ve Meclis huzurunda
şu suretle yemin eder:
Reisicumhur
sıfatı
ile
Cumhuriyetin kanunlarına ve
hâkimiyeti milliye esaslarına
riayet ve bunları müdafaa, Türk
Milletinin saadetine sadıkane
ve bütün kuvvetimle sarfı
mesai, Türk Devletine teveccüh
edecek her tehlikeyi kemâli
şiddetle men Türkiye’nin şan
ve şerefini vikaye ve ilâya ve
deruhde
ettiğim
vazifenin
icabatına hasrınefs etmekten
ayrılmayacağıma “Vallahi”.
Md 44-Başvekil, Reisicumhur
canibinden ve Meclis azası
meyanından tayin olunur. Sair
vekiller Başvekil tarafından,
Meclis azası arasından intihap
olunarak heyeti umumiyesi
Reisicumhurun
tasdiki
ile
Meclise arzolunur. Meclis
müctemi değilse arz keyfiyeti
Meclisin içtimaına talik olunur.
Hükümet hattı hareket ve siyasi
noktai nazarını azami bir hafta
zarfında Meclise bildirir ve
itimat talep eder.
Md 47-Vekillerin vazife ve
mesuliyetleri kanunu mahsus
ile tâyin olunur.
Md 48-Vekâletlerin adedi
kanunla tâyin olunur.
Md
49-Mezun
veyahut
herhangi bir sebeple mazur
hükümlerinin infazı gibi vezaifi
bizzat kendi ifa eder.48
Md 38-Reisicumhur, intihabı
akabinde ve Meclis huzurunda
şu suretle yemin eder:
Reisicumhur
sıfatı
ile
Cumhuriyetin kanunlarına ve
hâkimiyeti milliye esaslarına
riayet ve bunları müdafaa, Türk
Milletinin saadetine sadıkane
ve bütün kuvvetimle sarfı
mesai, Türk Devletine teveccüh
edecek her tehlikeyi kemâli
şiddetle men Türkiye’nin şan
ve şerefini vikaye ve ilâya ve
deruhde
ettiğim
vazifenin
icabatına hasrınefs etmekten
ayrılmayacağıma
namusum
üzerine söz veririm.49
Md 44-Başvekil, Reisicumhur
canibinden ve Meclis azası
meyanından tayin olunur. Sair
vekiller Başvekil tarafından,
Meclis azası arasından intihap
olunarak heyeti umumiyesi
Reisicumhurun
tasdiki
ile
Meclise arzolunur.
Meclis müctemi değilse arz
keyfiyeti Meclisin içtimaına
talik olunur. Hükümet hattı
hareket ve siyasi noktai
nazarını azami bir hafta
zarfında Meclise bildirir ve
itimat talep eder.
Siyasi müsteşarları Başvekil,
Meclis azası arasından seçerek
Reisicumhurun tasdikine arz
eder.50
Md 47-Vekillerin ve siyasi
müsteşarların
vazife
mesuliyetleri mahsus kanunla
52
tâyin olunur.
Md 48-Vekâletlerin teşkili
tarzı, mahsus kanuna tâbidir.54
Md 49- Mezun ve herhangi bir
sebeple mazur olan bir Vekile
48
Md
44-Başvekil,
Reisicumhur canibinden ve
Meclis azası meyanından
tayin olunur.
Sair vekiller Başvekil
tarafından, Meclis azası
arasından intihap olunarak
heyeti
umumiyesi
Reisicumhurun tasdiki ile
Meclise arzolunur.
Meclis müctemi değilse arz
keyfiyeti
Meclisin
içtimaına talik olunur.
Hükümet hattı hareket ve
siyasi
noktai
nazarını
azami bir hafta zarfında
Meclise bildirir ve itimat
talep eder.51
Md 47-Vekillerin vazife ve
mesuliyetleri
kanunu
mahsus ile tâyin olunur.53
Md 49- Mezun ve herhangi
bir sebeple mazur olan bir
A.k.
A.k.
50
Düstur, Tertip 3, Cilt: 18, s. 307 (3115 sayılı ve 5.2.1937 tarihli kanun).
51
Düstur, Tertip 3, Cilt: 19, s. 38 (3272 sayılı ve 29.11.1937 tarihli kanun).
52
Düstur, Tertip 3, Cilt: 18, s. 307 (3115 sayılı ve 5.2.1937 tarihli kanun).
53
Düstur, Tertip 3, Cilt: 19, s. 38 (3272 sayılı ve 29.11.1937 tarihli kanun).
54
A.k.
49
214
olan bir Vekile İcra Vekilleri
Heyeti azasından bir diğeri
muvakkaten niyabet
eder.
Ancak bir Vekil bir Vekâletten
fazlasına niyabet edemez.
Md 50-Türkiye Büyük Millet
Meclisince İcra Vekillerinden
birinin Divanı Âliye sevkine
dair verilen karar Vekaletten
sukutunu dahi mutazammındır.
Md 61-Vazifelerinden münbais
hususatta İcra Vekilleriyle
Şûrayı Devlet ve Mahkemei
Temyiz rüesa ve azasını ve
Başmüddeiumumiyi muhakeme
etmek üzere bir (Divanı Âli)
teşkil edilir.
Md 74-Menafii umumiye için
lüzumu
usulen
tahakkuk
etmedikçe ve kanunu mahsus
mucibince değer pahası peşin
verilmedikçe hiçbir kimsenin
malı istimval ve mülkü istimlâk
olunamaz.
Fevkalâde
ahvalde
kanun
mucibince tahmil olunacak
nakdî, aynî ve sayü amele
müteallik
mükellefiyetler
müstesna olmak üzere hiçbir
kimse hiçbir fedakârlığa icbar
edilemez.
Md 75-Hiçbir kimse mensup
olduğu din, mezhep, tarikat ve
İcra Vekilleri Heyeti azasından
bir
diğeri
veya
siyasi
müsteşarlardan
biri
muvakkaten niyabet
eder.
Ancak bir Vekil veya bir siyasi
müşteşar
bir
Vekâletten
fazlasına niyabet edemez.
Siyasi
müsteşarın
vekile
niyabeti halinde kararnamesi
Meclise arz olunur.55
Md 50-İcra Vekillerinden veya
siyasi müsteşarlardan birinin
Divanı Âliye sevkine dair
Türkiye
Büyük
Millet
Meclisince
verilen
karar
Vekalet veya müsteşarlıktan
sukutu dahi mutazammındır.57
Md 61-Vazifelerinden münbais
hususatta İcra Vekilleri ile
siyasi müsteşarları ve Şûrayı
Devlet ve Temyiz Mahkemesi
rüesası
ve
azasını
ve
Cumhuriyet
Başmüddeiumumisini
muhakeme etmek üzere bir
(Divanı Âli) teşkil edilir.59
Md 74-Umumi menfaatler için
lüzumu,
usulüne
göre
anlaşılmadıkça ve mahsus
kanunları mucibince değer
pahası peşin verilmedikçe
hiçbir kimsenin malı istimval
ve mülkü istimlâk olunamaz.
Çiftçiyi toprak sahibi yapmak
ve ormanları Devlet tarafından
idare etmek için istimlâk
bedelleri ve bu bedellerin
tediyesi
sureti,
mahsus
kanunlarla tâyin olunur.
Fevkalâde hallerde kanuna göre
tahmil olunacak para ve mal ve
çalışmaya dair mükellefiyetler
müstesna olmak üzere hiçbir
kimse
hiçbir
fedakârlık
yapmaya zorlanamaz.61
Md 75-Hiçbir kimse mensup
olduğu felsefî içtihat, din ve
Vekile
İcra
Vekilleri
Heyeti azasından bir diğeri
muvakkaten niyabet eder.
Ancak bir Vekil bir
Vekâletten
fazlasına
niyabet edemez.56
Md 50-İcra Vekillerinden
birinin
Divanı
Âliye
sevkine
dair
Türkiye
Büyük Millet Meclisince
verilen karar Vekaletten
sukutu
dahi
mutazammındır.58
Md
61-Vazifelerinden
münbais hususatta İcra
Vekilleri ile Şûrayı Devlet
ve Temyiz Mahkemesi
rüesa ve azasını ve
Cumhuriyet
Başmüddeiumumisini
muhakeme etmek üzere bir
(Divanı Âli) teşkil edilir.60
Düstur, Tertip 3, Cilt: 18, s. 307 (3115 sayılı ve 5.2.1937 tarihli kanun).
Düstur, Tertip 3, Cilt: 19, s. 38 (3272 sayılı ve 29.11.1937 tarihli kanun).
57
Düstur, Tertip 3, Cilt: 18, s. 307 (3115 sayılı ve 5.2.1937 tarihli kanun).
58
Düstur, Tertip 3, Cilt: 19, s. 38 (3272 sayılı ve 29.11.1937 tarihli kanun).
59
Düstur, Tertip 3, Cilt: 18, s. 307 (3115 sayılı ve 5.2.1937 tarihli kanun).
60
Düstur, Tertip 3, Cilt: 19, s. 38 (3272 sayılı ve 29.11.1937 tarihli kanun).
61
Düstur, Tertip 3, Cilt: 18, s. 307 (3115 sayılı ve 5.2.1937 tarihli kanun).
55
56
215
felsefî içtihadından dolayı
muaheze edilemez. Asayiş,
âdabı muaşereti umumiye ve
kavanine mugayir olmamak
üzere
her
türlü
âyinler
serbesttir.
Md 95- Muvazenei Umumiye
Kanunu müteallik olduğu senei
maliyenin duhulünde mevkii
icraya
konulabilmek
için
lâyihası ve merbutu bütçeler ve
cetveller nihayet Teşrinisani
iptidasında Meclise takdim
olunur.
62
63
mezhepten dolayı muaheze
edilemez. Asayiş ve umumi
muaşeret âdabına ve kanunlar
hükümlerine
aykırı
bulunmamak üzere her türlü
dinî
âyinler
yapılması
serbesttir.62
Md 95- Muvazenei Umumiye
Kanunu lâyihası ve buna bağlı
bütçeler cetveller ile mülhak
bütçeler Meclise malî yıl
başından en az üç ay evvel
takdim olunur.63
A.k.
Düstur, Tertip 3, Cilt: 13, s. 13 (1893 sayılı ve 10.12.1931 tarihli kanun).
216
KAYNAKÇA
Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2009.
Balta,Tahsin Bekir, Önsöz, 1924 Anayasası Hakkındaki Meclis
Görüşmeleri içinde, Şeref Gözübüyük ve Zekai Sezgin, AÜ/SBF
İdari İlimler Enstitüsü Yayını, Yayın No:3, Ankara, 1957, s. XIXII.
Bayrak, M. Burcu, 1924: Rejimin Güvence Altına Alınması ve Anayasal
Kuruluş, Açıklamalı Yönetim Zamandizini 1919-1928 içinde,
TİDATA, AÜ SBF KAYAUM No:8, Cilt: II, Ankara, 2012, s.
1541-1735.
CHP Grup Toplantısı Tutanakları 1923-1924, (Yay. Haz. Yücel
Demirel ve Osman Zeki Konur), İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, İstanbul, 2002.
Eroğul, Cem, Anatüzeye Giriş, İmaj Yayıncılık, Ankara, 1996.
Goloğlu, Mahmut, Devrimler ve Tepkileri (1924-1930), Goloğlu
Yayınları, Ankara, 1972.
Gözübüyük, Şeref ve Zekai Sezgin, 1924 Anayasası Hakkındaki Meclis
Görüşmeleri, AÜ/SBF İdari İlimler Enstitüsü Yayını, Yayın No: 3,
Ankara, 1957.
Gözübüyük, Şeref ve Suna Kili, Türk Anayasa Metinleri 1939-1980,
AÜ/SBF Yayınları, Yayın No:486, Ankara, 1982.
Parla, Taha, Türkiye’de Anayasalar, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991.
Sevinç, Murat, Anayasa Yazıları, İmaj Yayınevi, Ankara, 2011.
Tanör, Bülent, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980), Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul, 1998.
217
RESMİ BELGELER
TBMM Tutanak Dergisi (Zabıt Ceridesi).
TBMM Gizli Celse Zabıtları.
Düstur, Tertip 3, Cilt: 5.
Düstur, Tertip 3, Cilt: 6.
Düstur, Tertip 3, Cilt: 9.
Düstur, Tertip 3, Cilt: 13.
Düstur, Tertip 3, Cilt: 18.
Düstur, Tertip 3, Cilt: 19.
Düstur, Tertip 3, Cilt: 26.
Düstur, Tertip 3, Cilt: 34.
218
MISIR MODERNLEŞMESİNİN TARİHSEL
KÖKENLERİ: MEHMET ALİ PAŞA DÖNEMİ ÜZERİNE
BİR İNCELEME
Özge Özkoç
Özet
Mısır’da Kavalalı hanedanının 1952 Hür Subaylar darbesiyle
tasfiye edilmesinden günümüze kadar, siyasal alanın güçlü bir
devlet başkanlığı etrafındaki küçük bir yönetici kliğin
egemenliğinde şekillendiğini ve otoriter bir yapı sergilediğini
söylemek mümkündür. Bu çalışma, siyasal alandaki
otoriteryenizmin tarihsel kökenlerinin Mısır modernleşmesinde
yattığı savından hareket etmektedir. Mehmet Ali Paşa
döneminde ekonomi, askeriye, sivil bürokrasi ve eğitim alanında
gerçekleştirilen reformlarla Mısır’da merkezi ve sürekli bir
iktidarın oluşumuna yön verildiği görülmektedir. Bu reformlarla
piramidin en tepesinde Mehmet Ali Paşa’nın bulunduğu ve
Osmanlı-Mısır elitinin yönetim kademelerini tuttuğu merkezi bir
iktidar yapısının oluşturulabilmesi amacıyla atılmıştır. Merkezi
iktidarın en önemli özelliklerinden biri ise, yöneten Osmanlı-Mısır
eliti ile yönetilen Mısırlılar arasındaki katı bir ayrıma dayanıyor
olmasıdır. Dolayısıyla, Mısır’daki modern “devlet”in doğasının
önemli belirleyenlerinden biri bu söz konusu ayrımdır. Farklı
siyasal ve ekonomik stratejilerle de olsa da, bu katı ayrımın Mısır
siyasal hayatındaki yansımalarını 1952’den sonra da görmek
mümkündür. Bu bağlamda, Mehmet Ali Paşa döneminde ortaya
çıkan iktidar yapılanması, 20. yüzyıl Mısırı’na önemli bir yönetim
“aklı” ve “stratejisi” miras bırakmıştır.
Anahtar Kelimeler: Mehmet Ali Paşa, Mısır modernleşmesi,
Merkezileşme, Osmanlı-Mısır eliti, Mısır ordusu.

Arş. Gör. Dr. Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler
Bölümü. ([email protected], [email protected])
219
GİRİŞ
2010 yılının sonundan itibaren Arap dünyasında ivme
kazanan ve birçok ülkede etkisini gösteren halk hareketleri,
Ortadoğu’yu sosyal bilimcilerin gündemine oturttu. Kısa sürede
çeşitli perspektiflerden konuyu ele alan bir literatür oluştu. Arap
ayaklanmalarının araştırmacıların ve akademisyenlerin ilgisini
çektiği Türkiye’de, 2010’dan bu yana en yakından izlenen
ülkelerden biri Mısır oldu. 25 Ocak 2011 “Mısır Devrimi”nin
sonrasında önce ordunun yönetime el koyduğu bir geçiş süreci,
ardından da Müslüman Kardeşler hareketinin siyasi yasağının
kalkmasıyla kurulan Adalet ve Özgürlük Partisi’nin ilk
demokratik seçimlerden zaferle çıktığı kısa süreli tek parti iktidarı
yaşandı. 3 Temmuz 2013’te ise, Müslüman Kardeşler karşıtı halk
hareketinin de etkisiyle General Abdülfettah Sisi liderliğinde
gerçekleştirilen darbe, ilerleyen süreçte Sisi’nin devlet başkanı
seçilmesiyle “meşrulaştı.”
1952’de Kavalalı hanedanının ülkedeki iktidarına son
veren Hür Subaylar darbesi sonrasında, Cemal Abdül Nasır’dan
Sisi’ye kadar iktidara gelen politik figürlerin farklı ekonomi
politikalarıyla da olsa siyasal alanı popülist otoriteryenizm
temelinde şekillendirdiklerini söylemek mümkündür.1 Nasır
döneminden itibaren Mısır’da kurulan siyasal rejimin temel
dinamiğini, güçlü bir devlet başkanlığının etrafında örgütlenen
küçük bir yönetici kliğin ekonomiden bürokrasiye devletin bütün
kademelerini kontrol ettiği ve siyasal alanın tek bir yasal parti
tarafından baskı altına alındığı otoriter bir yapı oluşturdu. Elbette
1970’lerde devletçi ekonomi politikaların terk edilmesiyle
uygulamaya koyulan infitahla (ekonomik dışa açılma) beraber,
siyasal alanda da ağır aksak işleyen ve Hüsnü Mübarek
döneminin sonuna kadar devam eden seçim sistemiyle birlikte
kısmi bir demokratikleşme süreci yaşandı. Fakat, farklı muhalif
unsurların ve İslami hareketlerin yasaklandığı, tek parti rejiminin
siyasal alanı massettiği ve daha da önemlisi sınıfsal yapısı zaman
Raymond Hinnebusch, “Authoritarian Persistence, Democratization Theory,
and the Middle East: An Overview and Critique,” Democratization, Cilt: 13,
Sayı: 3, 2006, s. 373-395.
1
220
zaman değişse de küçük bir yönetici elitin varlığının devam ettiği
yapıda büyük bir değişiklik ortaya çıkmadı.
1952’den 2010’a olan kadar süreçte, Mısır ordusu siyasal
ve ekonomik alanda önemli bir role sahipti. 1952 Hür Subaylar
darbesinin ardından Nasır tarafından siyasal ve ekonomik alanın
dizaynında öne çıka(rıla)n kurum ordu olmuştu.2 1970’lerin
sonuna kadar, İsrail’le devam eden savaş durumu da ordunun
meşruiyetini sorgulanamaz hale getirmişti. Ordu, İsrail’le olan
çatışmanın ortadan kalkmasının ardından, ekonomik alandaki
yatırımları aracılığıyla Mısır siyasetinin önemli öznelerinden biri
olmaya devam etti. Bu anlamda, Nasır’dan Sisi’ye kadar –kısa
süreli Muhammed Mursi yönetimi hariç- Mısır devlet
başkanlarının tümünün Mısır ordusunun içinden çıkmış olmaları
şaşırtıcı değildir.
Bu çalışma, Mısır siyasal alanının neden küçük bir sivilasker yönetici elit tarafından massedilebildiği sorusundan ilhamla
kaleme alındı. Bu yapının, 19. yüzyıldaki Mısır modernleşme ve
merkezileşme
deneyiminin
niteliğiyle
açıklanabileceği
varsayımıyla yola çıkıldı. Askeri, sivil, ekonomik ve eğitim
alanlarında etkisi görülen modernleşme hamlesiyle Mısır’da
merkezi bir iktidar kurmayı başaran Mehmet Ali Paşa döneminde
ortaya çıkan “modern devlet”in 20. yüzyıl Mısır siyasal
rejimlerinin anlaşılmasında önemli bir role sahip olduğu
düşüncesinden hareket edildi. Dolayısıyla, bu çalışmada,
1952’den sonra kurulan otoriter siyasal rejimlerin tarihsel
izdüşümünün Mehmet Ali Paşa’ya sadakat ilkesine dayalı
Osmanlı-Mısır eliti olarak adlandırabilecek bir yönetici kliğin
etrafında şekillenen modernleşme ve merkezileşme hamlesiyle
kurulan siyasal yapıda bulunduğu iddia edilmektedir. Bu yüzden
de, 20. yüzyılın ikinci yarısındaki Mısır siyasal rejimlerine
rengini veren Mısır modernleşmesinin ve merkezileşmesinin
doğasını ele almak gerekmektedir.
1980’lerden Arap isyanlarına kadarki dönemde Mısır ordusunun siyasal ve
ekonomik alandaki rolünü ele alan bir çalışma için bkz.: Zeinab Abul-Magd,
“The Egyptian Military in Politics and the Economy: Recent History and
Current Transition Status, CMI Insight, Sayı: 2, 2013, s. 1-5.
2
221
Mehmet Ali Paşa’nın İstanbul’a karşı eyaletteki
egemenliğini koruyabilmek için ekonomiden askeriyeye,
askeriyeden bürokrasiye, bürokrasiden eğitime kadar geniş bir
yelpazede etkileri görülen reform hareketi Mısır’da merkezi ve
sürekli bir siyasal iktidarın oluşmasına yol açtı. Bu yapının
merkezinde ise, Toledano’nun Mısır yönetiminin 19. yüzyılın ilk
yarısındaki niteliğini betimlemek için kullandığı Osmanlı-Mısır
eliti yer almaktaydı.3 Toledano, Mehmet Ali Paşa döneminde
sivil ve askeri bürokrasideki en önemli mevkilerin Türkçe
konuşan Osmanlı-Mısır elitinin egemenliğinde olduğunu ve
ilerleyen süreçte de bu yönetici kliğin etkinliğinin devam ettiğini
dile getirmektedir. Gerçekten de, 1952’ye dek Osmanlı-Mısır
elitinin kültürel, ekonomik ve sınıfsal yapısının değişerek de olsa
Kavalalı hanedanı idaresinin önemli unsurlarından biri olduğu
söylenebilir. Bu yönetici elit, 19. yüzyılın son çeyreğiyle birlikte
giderek Mısırlılaştıysa da katı bir yöneten-yönetilen ayrımının
baki kaldığı bir siyasal akıl miras bırakmıştır.
Bunun yanı sıra, bu çalışma, 20. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren rejimin “bekçiliği”ni üstlenen Mısır ordusunun siyasal
alandaki hegemonik konumunu Mehmet Ali Paşa döneminde
kurulan düzenli ordudan tevarüs ettiği düşüncesinden ilham
almaktadır. Dolayısıyla, günümüz Mısır siyasal yapısının belli
tarihsel sürekliliklerle açıklanabileceği iddia edilmektedir. Bu
açıdan, Mısır modernleşmesinin nirengi noktası olan Mehmet Ali
Paşa dönemindeki merkezi iktidarın oluşturulma mantığına,
ekonomi, askeriye, bürokrasi ve eğitim alanlarında uygulamaya
koyulan reformlara ve bu reformların temel aktörü olan OsmanlıMısır elitine odaklanılacaktır.
3
Ehud R. Toledano, State and Society in Mid-Nineteenth-Century Egypt,
Cambridge, Cambridge University Press, 1990, s. 16-21.
222
1. TARIM, TİCARET VE SANAYİ: MEHMET ALİ
PAŞA’NIN TEKEL EKONOMİSİ
19. yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu’nun
Kavala’dan tahsis edilen ücretli askerlerle birlikte Fransızlara
karşı savaşmak üzere Mısır’a gelen Mehmet Ali Paşa, işgal
sonlandıktan sonra doğan otorite boşluğundan yararlanarak Mısır
valiliğini ele geçirdi.
Osmanlı dünyası içerisinde hareket
serbestisi yakalayan Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’daki iktidarı,
1805 yılında III. Selim tarafından valiliğe atanmasıyla başladı.
Mehmet Ali Paşa, Mısır valisi olduktan sonra önce rakiplerini
tasfiye etti; ardından ekonomiden askeriyeye ve askeriyeden sivil
bürokrasiye kadar etkileri geniş bir alanda hissedilecek kapsamlı
bir reform hareketi başlattı. Mehmet Ali Paşa’nın reformlarının
temelini, Osmanlı modernleşmesine de itici gücünü veren askeri
modernleşme ve düzenli bir ordu kurabilme çabası
oluşturmaktaydı. Düzenli bir ordu kurma girişimin altında ise,
siyasal hedefler yatmaktaydı. Paşa, İstanbul’a karşı Mısır’daki
iktidarını koruyabilmek için, doğrudan kendisine bağlı düzenli bir
orduya ihtiyaç duymaktaydı. Benzer şekilde, bürokrasideki
yenilikçi adımlar, Eski Rejim’den farklı olarak, dolaylı
yönetimden doğrudan yönetime geçilmesini gerçekleştirmek için
atıldı. Merkezi bir siyasal iktidarın ortaya çıkışı, bu dönemin en
önemli özelliklerinden biriydi. Nitekim, Mısır, İstanbul merkezli
Osmanlı modernleşmesinin bir benzerinin zaman zaman daha
erken atılan adımlarla ortaya çıktığı, yeni ve kesintisiz bir siyasal
iktidarın yaratılabildiği ender Arap eyaletlerinden biri oldu. Bu
açıdan, Paşa’nın Mısır’daki iktidar yapılanmasında bir kırılma
yaratarak yeni bir düzen inşa ettiği ve bu anlamda da “modern
Mısır’ın kurucusu” olduğunu söylemek mümkündür.4
4
Henry Dodwell, The Founder of Modern Egypt, Cambridge, Cambridge
University Press, 1931; Khaled Fahmy, Paşanın Adamları: Kavalalı Mehmed
Ali Paşa, Ordu ve Modern Mısır, (Çev. Deniz Zarakolu), İstanbul, İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010, s. 12-14 ve Charles Issawi, Egypt in
Revolution: An Economic Analysis, Oxford, Oxford University Press, 1963, s.
21.
223
Mehmet Ali Paşa’nın orduda modernizasyona girişmeden
önce, mevcut yönetimin bel kemiğini oluşturan mültezimleri5
tasfiye ederek, vergi sisteminde ve toprak mülkiyeti rejiminde
radikal bir değişikliğe gitmesi gerekiyordu. Çünkü, vergilerin
doğrudan toplanması ve toprağın sıkı bir kontrol altına alınarak
tarımsal üretimin arttırılması, askeri reformlar için ihtiyaç
duyulan gelirin doğrudan merkeze akması anlamına gelecekti.
Mehmet Ali Paşa, işe vergi sistemini değiştirerek başladı.
1812 ilâ 1814 yılları arasında, iltizam sistemi uygulamasına son
verildi.6 Fellahlar,7 artık vergilerini mültezimlere değil, doğrudan
Kahire’deki merkezi otorite tarafından atanan memurlara
ödeyeceklerdi. Böylece, Paşa, iltizam sisteminin temelini
oluşturan aracıları, dolayısıyla ileride kendisine rakip olabilecek
mültezimleri tasfiye etmiş oldu.8
İltizam sistemi kaldırıldıktan sonra, toprak mülkiyetinde
önemli değişim yaratacak bir adım daha atıldı. Mehmet Ali Paşa,
tarımsal üretimin yapılmadığı arazileri kendisinin ve yakınlarının
mülkiyetine geçirdi.9 Bu girişimden önce, Mısır’daki topraklar
hukuki olarak Padişah’a aitti. Şimdi ise, Paşa, arazileri kendisine
ve yakınlarına tahsis ederek toprak mülkiyetinde radikal bir
değişiklik yaratmış oluyordu.10 Böylelikle, 19. yüzyılda Mısır
19. yüzyıla kadar Mısır, her yıl Osmanlı Hazinesi’ne belli bir miktar vergi
göndermekle yükümlü salyaneli bir eyalet olarak yönetildi. İltizam sisteminin
temel alındığı bu salyaneli eyalette, İstanbul vergi toplama işini mültezimlere
havale etmişti. İltizam sistemi, özel bir şahsın devlete ait herhangi bir vergi
gelirini toplamayı, devlete önceden belirli bir bedel ödemek suretiyle üzerine
alması anlamına gelmekteydi. Mehmet Genç, “İltizam,” İslam Ansiklopedisi,
C. 22, İstanbul, Türkiye Diyanet Vakfı, 2000, s. 154-158.
6
Gabriel Baer, A History of Landownership in Modern Egypt, 1800-1950,
London: Oxford University Press, 1962, s. 3-4.
7
Fellah, Mısır’da geçimini çiftçilik yaparak sağlayan Araplar için
kullanılmaktadır.
8
Albert Hourani, (1995), “Osmanlı Reformu ve Eşraf Politikaları,”
Ortadoğu’da Modernleşme, (Ed. William R. Polk ve Richard L. Chambers),
İstanbul, İnsan Yayınları, 1995, s. 81.
9
Charles Issawi, Egypt at Mid-Century: An Economic Survey, Oxford: Oxford
University Press, 1954, s. 21.
10
Toprakta özel mülkiyet hakkı her ne kadar 1858 yılındaki Arazi
Kanunnamesi’yle İmparatorluğun tamamında yasallaşacak olsa da, Paşa’nın
5
224
siyasal hayatına damgasını vuracak olan büyük toprak sahipliği
ortaya çıktı.
Mehmet Ali Paşa, iltizam sisteminin ilgasıyla eş zamanlı
olarak, tarımsal üretimi arttırmaya yönelik bir girişimde bulundu
ve yeni sulama kanalları inşa ettirdi.11 Yeni sulama kanallarının
inşa edilmesiyle birlikte, kışın dahi suya ihtiyaç duyan tarım
ürünlerinin üretim miktarında artış yaşandı. Ayrıca, yeni alanlar
tarıma açıldı. Böylece, eskiden tarım yapılamayan alanlardan da
ürün elde edilmeye başladı. Sulama sisteminin geliştirilmesine
paralel olarak, tarımsal üretimi arttırmak için bir diğer yola daha
başvuruldu. Fellahlar sıkı bir disiplin altına alındı.12 Eskiden,
fellah istediği ürünü ekmekte serbestti ve yılda neredeyse 150
gün çalışırdı. Sulama sisteminin yetersizliğinden dolayı, yılın geri
kalanında toprak sel sularının altında kalır ve fellah da zanaatçilik
ile meşgul olarak gelirini arttırır, dilerse de boş otururdu. Artık,
yeni yönetim, fellahın hangi ürünü, ne zaman ekeceğini
belirliyordu. Pamuk ve şeker kamışı gibi yeni, emek-yoğun
ürünler ekmek zorunda bırakılan fellah, yılın neredeyse 250 günü
çalışır hale gelmişti.13 Bunun yanı sıra, fellah ürününü sabit
fiyattan merkezi otoriteye satmak zorundaydı. Dolayısıyla,
Mehmet Ali Paşa, tarımsal üretimi arttırmak amacıyla, fellahları
disipline ederek, üretim sürecinin kendisini doğrudan belirlemeye
çalışıyordu. 1816 yılına gelindiğinde, neredeyse Mısır’ın tüm
tarımsal üretimini kontrol altına almıştı.
Fellahların köylerinden ayrılmaları, tarımsal üretimi ve
üretimden elde edilen geliri sekteye uğratacağından yaşadıkları ve
üretim yaptıkları mekanları terk etmeleri yasaklanmıştı. Fellahın
köyüne bağlanması, fiili olarak 1820’lerde gerçekleştiyse de, söz
konusu durumun hukuki bir zemin kazanması zaman aldı.
Mehmet Ali Paşa, 1830 yılında “Kanun al-Filaha” (Fellahlar
Kanunu) adlı yasayı yürürlüğe soktu. Bu yasa, fellahları
söz konusu girişimi Mısır’da de facto olarak özel mülkiyetin yaygınlaşmasına
yol açtı.
11
Issawi, Egypt in Revolution…, s. 22.
12
Afaf Lutfi al-Sayyid Marsot, Mısır Tarihi: Arapların Fethinden Bugüne,
(Çev. Gül Çağalı Güven), İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010, s. 59.
13
a.k.
225
doğdukları yere hapsetmekte ve köylerinden dışarı çıkmak için
muhtardan izin almalarını zorunlu kılmaktaydı. Söz konusu
yasada, fellahların tarımsal ürüne zarar vermeleri durumunda
cezalandırılacakları dile getirilmekteydi. Ayrıca, yine yasada,
tarımsal üretimi sekteye uğratmanın dışında, hırsızlık, cinayet,
ayaklanma çıkarmak gibi suçların da cezalandırılacağı
belirtilmekteydi.14 Yasanın üretime zarar gelmesini engellemek
gibi bir amacı olmakla birlikte, bunu aşan bir gayesi de vardı.
Egemenin yasalarından birini ihlale cüret eden kişinin
cezalandırılması, siyasal iktidarın mikro alanlarda kendisini var
etmesinin önemli bir yoluydu.15 Dolayısıyla, tarımda reforma
gidilerek bir yandan ülkenin gelirleri arttırılırken, bir yandan da
ülkedeki modernleşmenin ruhuna uygun biçimde yeni bir
disipline edici iktidar mekanizması geliştiriliyordu.
Issawi’nin tanımlamasıyla, Paşa, tarımsal üretimi sıkı bir
denetim altına alarak “tekel ekonomisi” oluşturmayı başarmıştı:
Tacirlerin fellahlardan doğrudan ürün almasını yasaklayarak,
üreticiden sabit fiyattan kendisinin aldığı ürünlerin uluslararası
piyasalara ihracatını da tekelinde tutuyordu.16 Böylece, muazzam
bir gelir elde edilebiliyordu. Tekel ekonomisi, Mehmet Ali
Paşa’yı Mısır ekonomisindeki en önemli figür haline getirdiği
gibi, artı değerin tek bir kişinin elinde toplanmasına da yol
açıyordu. Bu açıdan, Mehmet Ali Paşa döneminde üretim süreci
merkezileştirilerek, “modern” ve “kompleks” bir ekonomik yapı
yaratıldığının altını çizmek gerekmektedir.
Söz konusu süreçte, pamuk tarım reformunun en önemli
üretim maddelerinden biri haline geldi ve zamanla Mısır’ın en
önemli gelir kaynağı oldu.17 Yukarıda da değinildiği gibi, yeni
14
Joel Beinin, Workers and Peasants in the Modern Middle East, Cambridge,
Cambridge University Press, 2001, s. 24-27.
15
Timothy Mitchell, Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi, (Çev. Zeynep Altok),
İstanbul, İletişim Yayınları, 2001, s. 77.
16
Charles Issawi, “Egypt Since 1800: A Study in Lop-Sided Development,”
The Journal of Economic History, Cilt: 21, Sayı: 1, 1961, s. 5.
17
Pamuk üretiminin Mısır ekonomisindeki rolünü ayrıntılı olarak ele alan bir
çalışma için bkz.: Roger Owen, Cotton and Egyptian Economy, Oxford,
Oxford University Press, 1969.
226
sulama kanallarıyla birlikte, kışın dahi suya ihtiyaç duyan
ürünlerin üretiminde önemli miktarda bir artış yaşanmıştı. Bu
durum, pamuk üretimine de yansıdı. Özellikle, 1820’lerden
itibaren pamuk üretiminde büyük bir artış meydana geldi. 1820
ilâ 1835 yılları arasında pamuk üretimi neredeyse iki yüz kat
kadar arttı.18 Bunun yanı sıra, 1821 yılından itibaren uzun lifli
pamuk19 üretimine geçilmesi, Mısır ekonomisinde “devrim”
yaratacak bir etkide bulundu.20 Uzun lifli pamuk, İngiliz tekstil
sanayiinin ihtiyaç duyduğu temel hammadde olduğundan,
İngiltere’nin talebiyle karşılaştı. Pamuğun Avrupa piyasasında
alıcı bulması, Mısır’ın muazzam bir gelir elde etmesine neden
olduğu gibi, ülkenin uluslararası kapitalizme eklemlenmesinin de
yolunu açtı.
Vergi sisteminde, toprak mülkiyetinde ve tarımsal üretim
alanındaki bu önemli değişiklikler, Mısır ekonomisinin etkin bir
şekilde yeniden yapılanmasına neden oldu. Daha önce de
değinildiği gibi, tarımsal üretimin denetim altına alınmasıyla elde
edilen ekonomik gelir, Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’daki iktidarını
sağlamlaştırmasına olanak tanıdı. Ayrıca, tarım ve ticaretten elde
edilen gelir sayesinde diğer alanlarda reformlar hayata
geçirebildi. Böylece, üretimin Kahire’den denetlenir hale gelmesi,
diğer alanlarda da Mehmet Ali Paşa’yı ülkedeki en önemli otorite
haline getirdi.
Mısır’da bir yandan vergi sisteminde ve toprak mülkiyeti
rejiminde değişikliğe gidilirken, bir yandan da fabrikalar inşa
edilerek sanayileşme hamlesi başlatıldı. Mehmet Ali Paşa’nın,
her ne kadar iptidai özellikler taşıyor olsa da, endüstriyel üretim
gerçekleştirerek Mısır ekonomisini canlandırma girişimi İslam
toplumlarındaki ilk ve en önemli sanayileşme hamlesiydi. Bu
sanayileşme politikası çerçevesinde, ilk olarak 1816 yılında bir
tekstil fabrikası kurulduysa da ancak 1820’lerden itibaren pamuk
18
Jean Lacouture, ve Simonne Lacouture, Egypt in Transition, London,
Methuen&Co. Ltd., 1958, s. 56.
19
Uzun lifli pamuk, tekstil sanayiinde ince mamullerin yapımında
kullanılmaktaydı.
20
Şevket Pamuk, 100 Soruda Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi: 1500-1914,
İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1999, s. 41.
227
üretiminde ortaya çıkan patlamaya paralel bir biçimde,
fabrikalardaki üretimde artış yaşandı. Bununla birlikte, Mısır
pazarında alıcı bulan ucuz İngiliz malları, tekstil sanayiini zora
sokmaktaydı. Avrupa’dan ve özellikle İngiltere’den ülkeye gelen
ucuz tekstil malları, yerli mallardan çok daha fazla alıcı
bulmaktaydı. Bu yüzden, Mehmet Ali Paşa, daha önce de
değinilen tekel sistemine benzer şekilde, gelişmekte olan tekstil
sanayiini korumak ve ekonomik açıdan gelişmiş ülkelerle rekabet
edebilmek için ithal mallardan alınan vergi oranını arttırarak,
yüksek gümrük duvarlarına dayanan korumacı bir dış ticaret
sistemi oluşturdu.21 Böylelikle, yabancı malların, özellikle de
İngiliz ürünlerinin Mısır piyasasına düşük fiyattan girmeleri
engellenebilecekti. Gerçekten de, bu korumacı politika önemli
sonuçlar verdi. Zamanla, Mısır tekstil ürünleri yerel piyasayı ele
geçirdiği gibi, Suriye, Sudan ve Anadolu’ya dahi ihraç edilmeye
başladı.22 Bu durum, ülkenin gelirinde büyük bir artışa yol açtı.
Ekonomik alandaki bu önemli atılım dikkat çekici olmakla
beraber, Mısır’da kurulan fabrikaların önemli bir kısmının büyük
bir sanayileşme hamlesi başlatmaktan çok, temelde oluşturulması
planlanan disiplinli ordunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere
tasarlandığının altını çizmek gerekmektedir.23 Örneğin,
fabrikalarda, diğer tekstil mamûllerinin üretiminin yanı sıra, esas
olarak, orduda istihdam edilen askerlerin üniforma ihtiyacını
karşılamak için üretim yapılmaktaydı.
Benzer şekilde, ordunun silah ihtiyacını karşılamak ve
dışa olan bağımlılığını azaltmak için zamanla Kahire’de ve
İskenderiye’de silah fabrikaları kuruldu.24 İlk aşamada, söz
21
Issawi, Egypt in Revolution…, s. 22.
Afaf Lutfi al-Sayyid Marsot, Egypt in the Reign of Muhammad Ali,
Cambridge, Cambridge University Press, 1984, s. 171.
23
Bernard D. Weinryb, “Industrial Development of the Near East,” The
Quarterly Journal of Economics, Cilt: 61, Sayı: 3, 1947, s. 476 ve Charles
Issawi, “De-Industralization and Re-Industralization in the Middle East since
1800,” International Journal of Middle East Studies, Cilt: 12, Sayı: 4, 1980, s.
471.
24
Mısır’ın 19. yüzyıldaki silah sanayiini ele alan ayrıntılı bir çalışma için bkz.:
John Dunn, “Egypt’s Nineteenth-Century Armaments Industry,” The Journal
of Military History, Cilt: 61, Sayı: 2, 1997, s. 231-254.
22
228
konusu fabrikalardaki üretimi örgütlemek için yabancı
uzmanlardan yararlanıldı. Üretimi gerçekleştirenler ise, ülkenin
ucuz işgücünü oluşturan Mısırlı fellahlardı. Dolayısıyla, Mehmet
Ali Paşa, hem orduda, hem de tarımsal ve endüstriyel üretimde
ülkedeki alt tabakayı istihdam ederek, hemen hemen her alanda
yönetici küçük bir zümre ve yönetilen halk “yığınları” ayrımını
sürekli olarak yeniden yaratıyordu.
Zamanla, söz konusu yöntemde bir değişikliğe gidildi.
Batı tarzı silah yapım tekniklerinin ülkeye getirilmesi amacıyla,
1820’lerin ikinci yarısında Fransa’ya ve 1830’larda ise
İngiltere’ye öğrenciler gönderilmeye başlandı. Böylece, yurt
dışında eğitim alarak ülkelerine dönen yerli uzmanlar aracılığıyla,
yabancı uzmanlara ihtiyaç duyulmadan, Avrupa etkisinden azade
bir üretim gerçekleştirilebildi. Gerçekten de, Mehmet Ali
Paşa’nın askeri teçhizat üretimine ilişkin bu çabası, kısa zamanda
sonuç verdi.25 1820’lerin ikinci yarısından itibaren silah
yapımında seri üretime geçildi. Bu başarıyı, 1820’lerin
sonlarından itibaren, yerli bir donanma inşa edilmesi çabası
izledi. Nitekim, söz konusu çaba, 1832 yılında sonuç verdi ve
Mısır’ın ilk donanması kuruldu. Bu çerçevede, Mehmet Ali
Paşa’nın Osmanlı coğrafyasında askeri-endüstriyel kompleks
kurmayı başaran ilk ve tek vali olduğunu söylemek mümkündür.
Aslında, tarımsal üretimi ve ekonomiyi Kahire’den
denetlemeye girişen ilk kişi Mehmet Ali Paşa değildi; ama,
başarıya ulaşan ve bunu en azından 1840 yılına kadar sürekli hale
getiren kendisi oldu. Paşa’yı seleflerinden ayıran en temel
özelliği, bu süreci sürekli kılmayı başarmasıydı. Dolayısıyla, 19.
yüzyılda Mehmet Ali Paşa’yla birlikte iktidar ilk defa kesintisiz
ve tek tip bir tarzda işlemeye başladı.26 İktidarın sürekliliği,
üretimin merkezileşmesinden besleniyordu. Ayrıca, artık üretilen
ve mübadele edilenden pay almaktan ibaret bir yöntem
uygulanmıyor, üretim sürecine de dahil olunuyordu. Siyasal
iktidar, “ülkenin üretici güçleri” olarak tasavvur edilen unsurların
her birini ayrı ayrı ve kesintisiz bir şekilde denetleyerek, disipline
25
26
John Dunn, Khedive Ismail’s Army, New York, Routledge, 2005, s. 10.
Mitchell, a.g.k., s. 78-79.
229
ve koordine edip bunları arttırmaya çalışıyordu.27 Dolayısıyla,
Paşa, kendinden önceki Osmanlı valilerinin deneyip de
başaramadıklarının, yani Mısır vilayetinin ekonomisini düzene
koyarak onun potansiyel zenginliklerini harekete geçirmenin
üstesinden gelmişti.28
2. ASKERİ MODERNLEŞME
19. yüzyılın başında itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun
Rumeli’den başlayarak, Anadolu’ya ve Arap dünyasının bir
kısmına uzanacak merkezileşme çabası Mısır’da sonuç
vermemişti. İstanbul, bu merkeziyetçi strateji nedeniyle, zaman
zaman Paşa’nın Mısır’daki iktidarını tehdit eder politik
manevralarda bulundu.29 Bunun üzerine, Paşa, İstanbul’a karşı
Mısır’daki iktidarını muhafaza edebilmek için disiplinli ve
düzenli bir ordu kurma yönünde bir adım attı.
Düzenli bir ordu ancak eyaletin tamamında zorunlu
askerlik uygulamasının başlatılmasıyla mümkün olabilirdi. Fakat,
Mısırlıların askere alınması, tarımsal üretimin sekteye uğraması
riskini taşıyordu. Dolayısıyla, ilk aşamada, tarımsal üretimin
sekteye uğramaması için orduda Mısırlı fellahlar yerine,
Sudanlıların istihdam edilebilmesi için 1820 yılında Sudan’a bir
sefer düzenlendi. Fakat, bu seferin istenen sonucu vermemesi
27
a.k.
Fahmy, a.g.k., s. 11.
29
Örneğin, III. Selim 1806 yılında, Selanik valisi Musa Paşa ile Mehmet Ali
Paşa’nın yer değiştirmelerini emreden bir fermanla Musa Paşa’yı Mısır’a
göndermişti. Musa Paşa’yı Mısır’a getiren Kaptan-ı Derya, III. Selim’in
fermanını Mehmet Ali Paşa’ya iletmekle görevlendirilmişti. Oysa, Mehmet Ali
Paşa, eyalette farklı politik figürlerin desteğini arkasına alarak, Padişah’ın bu
talebine karşı direnebilmeyi başardı. III. Selim’in girişimi başarısızlıkla
sonuçlandı. Khaled Fahmy, “The Era of Muhammad Ali Pasha,” The
Cambridge History of Egypt, Vol. 2: Modern Egypt, from 1517 to the End of
the Twentieth Century, (Ed. M. W. Dally), Cambridge, Cambridge University
Press, 1998, s. 145 ve Muhammed H. Kutluoğlu, The Egyptian Question
(1831-1841), İstanbul, Eren Yayıncılık, 1998, s. 37.
28
230
üzerine, 1821’den itibaren Paşa, zorunlu askerlik uygulamasını
başlattı.
Zorunlu askerlik uygulamasıyla eş zamanlı olarak, belli
başlı şehirlerin yakınlarına kışlalar ve eğitim kampları inşa
edildi.30 Fellahlar kışlalara kapatılarak, talimden geçirilecek ve
profesyonel askerlere dönüştürülecekti.31 Bunun yanı sıra,
fellahları eğitecek subayların yetiştirilebileceği askeri okullar
açıldı ki bu okulların ilki, 1821’de Asvan’da eğitim vermeye
başladı.
Ordunun modernleştirilmesi, Mısır’da milliyetçiliğin
canlandırılmasına yönelik bir amaçtan ziyade, İstanbul’a karşı
Mısır ve çevresinde bölgesel nüfuz alanı oluşturulmasına hizmet
etmesi için tasarlanmıştı. Örneğin, dönemin Fransız ulusal
ordusunun aksine Paşa’nın yeni ordusu etnik açıdan bölünmüş
durumdaydı: Arapça konuşan fellahlar zorunlu askerlik görevini
yerine getirirken, fellahların komutanlarını Türkçe konuşan
Osmanlı-Mısır
eliti
oluşturmaktaydı.32
Aslında,
Mısır
ordusundaki bu “etnik” bölünme, genel olarak Orta Doğu
toplumlarının askeri örgütlenme biçiminin devamı niteliğindeydi.
Örneğin, bu coğrafyada, Abbasilerden sonraki bütün devletleri
yabancı askeri elit kurmuştu.33 Genellikle de, bu askeri elit
göçebe Türklerden ve Çerkezlerden oluşuyordu. Yönetici elitlerin
hükmettikleri insanlarla hiçbir etnik, kültürel ve dil bağları
bulunmuyordu. Katı bir yöneten-yönetilen ayrımına dayanan
30
Mitchell, a.g.k., s. 80-81.
Zorunlu askerlik uygulaması, zamanla kırsal kesimde ayaklanmaların ortaya
çıkmasına yol açtı. Merkezden gönderilen subaylara karşı 1823’te Aşağı
Mısır’da, 1824’te de Yukarı Mısır’da geniş katılımlı ayaklanmalar patlak
verdi. Fakat, ayaklanmalar merkezi otorite tarafından bastırıldı. Buna rağmen,
fellahlar köylerinden kaçarak ya da zaman zaman kendi kendilerini
sakatlayarak zorunlu askerlik uygulamasından kurtulmaya çalıştılar. Ancak,
söz konusu uygulamadan taviz verilmeden, fellahların orduda istihdamına
devam edildi. Fahmy, Paşanın…, s. 98.
32
Toledano, a.g.k., s. 16.
33
Orta Doğu’daki devletlerin askeri ve idari açıdan geleneksel olarak nasıl
örgütlendiklerini ele alan bir eser için bkz.: Ira M. Lapidus, İslam Toplumları
Tarihi, Cilt. I: Hazreti Muhammed’den 19. Yüzyıla, (Çev.Yasin Aktay),
İstanbul, İletişim, 2002, s. 76-116, 207-225.
31
231
böyle bir sistemle, geniş halk kitlelerinin egemenin iktidarına
başkaldırması engellenmeye çalışılıyordu.
Söz konusu etnik ayrışma, Mehmet Ali Paşa dönemindeki
iktidar yapılanmasının ve bu yapının kilit unsuru olan askeriyenin
de karakteristik özelliklerinden biriydi. Örneğin, orduda görev
yapan Mısırlı fellahların yüzbaşılıktan yukarıya terfi etmeleri
kesinlikle yasaktı.34 Yukarıda da değinildiği gibi, Mısırlıların
ordunun üst kademelerinde görev almaları yasaklanarak,
egemenin otoritesine meydan okuyacak olası kitlesel
ayaklanmaların ordu içerisinden destek bulmalarının önüne
geçilmesi hedefleniyordu.35
Üst kademede görev alan Osmanlı-Mısır elitine dahil
olabilmek için, Türk olmak, yani Türkçe konuşmak, istisnalar
olmakla birlikte çoğunlukla müslüman olmak ve Anadolu,
İstanbul, Arnavutluk veya Osmanlı dünyasının diğer
bölgelerinden gelmek, bu kişi bir savaş esiri olarak yakalanmış
olsa bile, yeterliydi.36 Mehmet Ali Paşa, ordudaki bu etnik
ayrışmayı şöyle açıklıyordu:
“İngilizler Hindistan’da ne yapıyorsa ben de aynısını Mısır’da
yapıyorum. İngiltere, Hindistan’da Hintlilerin askerlik yaptığı,
İngilizlerin yönettiği bir orduya sahip. Ben de Türklerin yönettiği,
Arapların askerlik görevini ifa ettiği bir orduya sahibim. Türkler daha
iyi subay olurlar. Çünkü, Türkler yönetmeye muktedir olduklarının
Khaled Fahmy, “Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın ‘Nizam-ı Cedid’ Ordusunda
Çıkan İsyan,” (Ed. Jane Hathaway), Osmanlı İmparatorluğu’nda İsyan ve
Ayaklanma, İstanbul, Alkım, 2007, s. 205-206.
35
Yine de ordu içindeki bu etnik ayrışmanın zamanla önemli bir gerilim
unsuru haline geldiğinin altını çizmek gerekmektedir. Nitekim, 1881-1882
yıllarında ortaya çıkan milliyetçi tonu baskın Arabi Paşa liderliğindeki
hareketin temel hedeflerinden birisi, Mısır ordusundaki yöneten Osmanlı-Mısır
eliti ve hizmet eden Mısırlılar ayrımına dayanan “kast sistemi”ni kırmaya
çalışmak olacaktır. Bu konuyla ilgili ayrıntılı bir çalışma için bkz.: Juan R. I.
Cole, Colonialism and Revolution in the Middle East: Social and Cultural
Origins of Egypt’s ‘Urabi Movement, Cairo, The American University in Cairo
Press, 1999.
36
Fahmy, Paşanın…, s. 241.
34
232
farkındadırlar. Araplar ise, Türklerin kendilerinden
olduklarını bilirler.”37
daha iyi
Mehmet Ali Paşa’nın ordusundaki söz konusu etnik
bölünme, kendisinin temel amacının düzenli ordu aracılığıyla bir
Mısır ulusu yaratmak olmadığına ilişkin önemli bir veri
sunmaktadır. Temelde, bu sistemin iki temel saiki olduğunu
söylemek mümkündür. Birincisi, söz konusu sistem Osmanlı
coğrafyasının her tarafındaki elitleri cezbetmeyi ve bu elitlerin
gelip Mehmet Ali Paşa yönetiminde yer almalarını sağlamayı
amaçlıyordu. İkincisi ve daha da önemlisi, Arapça konuşan
kitlelerin Mehmet Ali Paşa’nın iktidarına meydan okuyacak
potansiyele sahip olmalarını engelliyordu.38
Sonuç olarak, modern ordu, temelde iktidarın
merkezileştirilmesi için tasarlanmıştı. Çünkü, siyasal iktidarın
herhangi bir meydan okumayla karşılaşmaması için, şiddet
tekelinin çeşitli araçlarla merkezi otoritenin denetimine alınmış
olması gerekiyordu. Modern ulus-devlette ordunun en temel
özelliklerinden biri, askerlerin milliyetçi ideolojiyi benimsemiş
olmalarıydı. Oysa, Mısır’daki ordu, Mısır milliyetçiliği temelinde
şekillenmiş ulusal bir ordu niteliği taşımaktan çok, dini
çağrışımları olan ve Osmanlı sınırıyla tampon oluşturması
düşünülen Suriye’yi kapsayacak bölgesel nüfuz alanının tesisinde
önemli bir işlev görecek özelliklere sahipti. Nitekim, ordunun
resmi ismi Cihadiye-i Mısriyye’ydi (Mısır’ın Cihatçıları).39 Bu
anlamda, bir ulus tahayyülüne değil, İslamiyet’teki cihat
anlayışına vurgu yapılmaktaydı. Mısır ordusunun temel
belirleyeni, İslami öğreti temelinde şekillenmiş cihat anlayışı ve
egemene sadakatti.
aktaran: Khaled Fahmy, “The Nation and its Deserters: Conscription in
Mehmed Ali’s Egypt,” International Review of Social History, Cilt: 43, Sayı:
3, 1998, s. 423.
38
Fahmy, “The Era…,” s. 155.
39
Fahmy, Paşanın…, s. 261.
37
233
3. SİVİL BÜROKRASİNİN DOĞUŞU
Askeri modernleşmeyi, sivil bürokrasinin doğuşu takip
etti. Mısır’daki bürokratik modernleşme, temelde iki ihtiyacın
sonucu olarak ortaya çıktı. Birincisi, kurulan düzenli ordu
bürokratik modernleşmenin önünü açmıştı.40 Çünkü, artık, Mısır
ordusu yaklaşık yüz otuz bin kişiden oluşuyordu ve bu büyük
kitlenin yönetilmesi sorunu ortaya çıkmıştı. Söz konusu durum
da, Mısır tarihinde daha önce benzeri görülmemiş merkezi bir
yönetimin kurulmasını ve fellahların sıkı bir denetim altına
alınması örneğinde de görüldüğü gibi egemenin halkın yaşamına
geçmişle kıyaslanmayacak bir şekilde müdahale etmesini gerekli
kılıyordu. Dolayısıyla, ordudaki ve diğer alanlardaki dönüşümü
destekleyecek bir merkezi yönetimin oluşturulması gerekiyordu.
İkinci olarak, Mehmet Ali Paşa’nın iktidarını sağlamlaştırma
hedefi, ancak merkezi bir bürokrasinin oluşturulmasıyla mümkün
olabilirdi. Dolayısıyla, merkez Kahire’den taşrayı, yani Aşağı ve
Yukarı Mısır’ı denetleyebilecek bir idari yapının oluşturulması
ihtiyacı doğmuştu.
Bu dönemde kurumsallaşan bürokrasi, hem merkezde,
yani Kahire’de yeni bir yapılanmayı, hem de taşrada sıkı bir
örgütlenmeyi gerektiriyordu. Dolayısıyla, bir yandan oluşturulan
divanlar yoluyla Mehmet Ali Paşa’nın Kahire’deki iktidarını
sağlamlaştıracak adımlar atılırken, bir yandan da merkezden
eyaletlere atanan memurlar aracılığıyla, Paşa’nın taşradaki
egemenliği güvence altına alınmaya çalışılıyordu. Merkezdeki ve
eyaletlerdeki yönetim, katı bir merkeziyetçiliğe dayanıyordu.
Bürokratik yapının en tepesinde de Mehmet Ali Paşa’nın kendisi
bulunuyordu. Ülke yönetiminde Paşa’ya yardımda bulunmak
üzere, birtakım kurullar oluşturulduysa da, askeri, ekonomik ve
idari alanlardaki bütün önemli kararlar kendisi tarafından
alınmaktaydı.
Mehmet Ali Paşa’ya, üyeleri kendisi tarafından seçilen
organlar ülke yönetiminde yardımcı olmaktaydılar. Paşa, istediği
zaman bu organlarda yer alan kişileri görevden alabiliyor ya da
40
a.g.k., s. 175.
234
herhangi başka bir idari göreve atayabiliyordu. Ayrıca, söz
konusu yapılar, temelde danışma kurulları olarak işleyecek
şekilde oluşturulmuşlardı. Son sözü söyleyen her zaman Mehmet
Ali Paşa’ydı.
Bu yapılardan en önemlisi, Hıdiv Divanı (Divanü’l Hıdiv)
idi. Hıdiv Divanı’nda adli ve idari konular ele alınırdı. Ayrıca, bu
divan memurların maaşlarının ödenmesinden ve eyaletlerde
uygulanacak hükümlerin yürürlüğe girmesinden sorumluydu.41
Dolayısıyla, Hıdiv Divanı, temelde ülkenin içişlerini yürütmekle
yetkilendirilmişti. Merkezi idarenin bir diğer temel organı ise,
Valilik Kurulu (Divanü’l Maiya al-Saniya)’ydu.42 Üyelerini
Mehmet Ali Paşa’nın saray çevresinin oluşturduğu bu kurul,
başmuavinin başkanlığında, başmütercim, haznedar, kethüda,
mühürdar ve silahdarın katılımıyla, askeri ve sivil konuların
görüşülmesi amacıyla düzenli olarak toplanırdı. Ayrıca, diğer
kurumlarla olan iletişimi de bu kurul sağlamaktaydı. Diğer idari
organlardan malumat toplayarak, Paşa’yı ülkenin idari, ekonomik
ve askeri meseleleri konusunda bilgilendirirdi.
Mehmet Ali Paşa’ya ülke yönetiminde yardımcı olmakla
görevli diğer kurumlar ise, askeri meselelerin ele alındığı Savaş
Divanı (Divanü’l Cihadiyye) ve yabancı ülkelerle yapılan ticarete
ilişkin konuların tartışıldığı Mısır Ticaret Divanı (Divanü’l
Ticariyye Mısriyye)’ydı.43 Özel olarak, askeri ve ekonomik
meselelerin ele alındığı danışma kurullarının ihdas edilmiş
olması, Mehmet Ali Paşa yönetiminin modern ordu ve ekonomi
odaklı temel karakteristiğini göstermesi açısından hayli
önemlidir. Çünkü, en önemli hedef, düzenli ve disiplinli bir
orduya sahip olmak ve buna bağlı olarak gelir getiren bir
ekonomik sistem aracılığıyla ordunun gereksinimlerini finanse
edebilmekti. Bu çerçevede, her iki alanı da denetleyebilecek ve
Sevda Özkaya-Özer, Osmanlı İdaresinde Mısır (1839-1882)
(Yayımlanmamış Doktora Tezi), Elazığ, Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, 2007, s. 89.
42
F. Robert Hunter, Egypt Under the Khedives, 1805-1879: from Household
Government to Modern Bureaucracy, Cairo, The American University of
Cairo Press, 1999, s. 20.
43
Özkaya-Özer, a.g.k., s. 89.
41
235
istikrarlı hale getirebilecek danışma kurullarının varlığı oldukça
işlevseldi. Fakat, yine de bu iki divanın da Paşa’nın kararlarını
değiştirme yetkisi olmadığının altını çizmek gerekmektedir.
Merkezi yönetim taşrada oluşturulacak etkin bir idari
örgütlenme aracılığıyla, Kahire’den Aşağı ve Yukarı Mısır’daki
köylere kadar uzanacaktı. Bu amaçla, 1826 yılında, ülke, on
dördü Aşağı Mısır’da, onu da Yukarı Mısır’da olmak üzere yirmi
dört eyalete bölündü. Her bir eyalet de bölgelere, bucaklara ve
köylere ayrıldı. Her eyalete, doğrudan Mehmet Ali Paşa’ya bağlı
“müdür” adı verilen bir eyalet yöneticisi atanıyordu.44 Bunlar,
merkezden gönderilen emirleri, sorumlu oldukları eyaletlerde
uygulamakla yükümlüydüler. Müdürler, özellikle, güvenliğin
sağlanmasından, vergilerin düzenli olarak toplanmasından,
tarımsal üretimin denetlenmesinden ve asker alımlarının
aksamamasından sorumluydular. Söz konusu yapının tarım
reformuyla ve zorunlu askerlik uygulamasıyla doğrudan ilişkisi
bulunmaktaydı. Çünkü, eyaletlerin kontrolüne tarımsal üretimin
sekteye uğramasının önüne geçilmesi gerektiği fikri ilham
veriyordu. Bunun yanı sıra, eyaletlerdeki yöneticiler fellahların
askere alınmasından da sorumlu olacakları için, düzenli ordunun
oluşturulmasına giden yolda önemli bir görev üstleneceklerdi.
Mısır’daki merkezi örgütlenme, Osmanlı yönetiminden
devşirilerek oluşturulan “hane halkı”na dayanmaktaydı.45
Padişah’ın hane halkı mensupları eyaletlere gittiklerinde, kendi
hane halklarını oluştururlar ve bu yapı aracılığıyla ilgili eyaleti
yönetirlerdi. Osmanlı yönetiminden ilhamla oluşturulan hane
halkının Mısır’daki temelini ise, Kavalalı ailesi çevresinde
örgütlenen Osmanlı-Mısır eliti oluşturmaktaydı.
Hane halkına dayanan yönetim yapısında yer alan yönetici
zümre, esas olarak üç gruptan oluşmaktaydı: Mehmet Ali
Paşa’yla kan bağı bulunanlar, Paşa’nın ailesine evlilik yoluyla
dahil olanlar ve Paşa’yla yakınlık kurarak Osmanlı coğrafyasının
44
Hunter, a.g.k., s. 19.
Jane Hathaway, “The Military Household in Ottoman Egypt,” International
Journal of Middle East Studies, Cilt: 27, Sayı: 1, 1995, s. 39-52.
45
236
çeşitli bölgelerinden ve Avrupa’dan Mısır’a gelip yönetimde yer
alanlar.46 Askeri ve sivil yönetimde en önemli görevlere
getirilenler, genellikle, Mehmet Ali Paşa’nın oğulları gibi ilk
gruba mensup olanlardı. Mehmet Ali Paşa, Mısır’daki önemli
görevleri kendi ailesinden isimlere emanet ederek, egemene
sadakat üzerinden bir yönetim anlayışı geliştirmişti. Merkezi
yönetimin temelinde aile fertlerinin yer alması, önemli bir
uygulama olarak uzun yıllar varlığını sürdürdü. Örneğin, Mehmet
Ali Paşa, oğlu İbrahim Paşa’yı henüz on altı yaşındayken Kahire
Kalesi’nin yöneticisi olarak atamıştı.47 Kale’nin yönetimini
İbrahim Paşa’ya verilmiş olması, Mehmet Ali Paşa’nın iktidarını
simgeleyen yapının ancak aile fertlerinden biri aracılığıyla
korunabileceği fikrinden doğmuştu. Aynı şekilde, eyaletin kalbi
olan Kahire’nin yönetimi Vali’nin torunu Abbas Paşa’ya
bırakılmıştı.48
Diğer yandan, Mehmet Ali Paşa, ordudaki olası isyanları
engellemek amacıyla, askeri alandaki önemli görevleri de oğulları
arasında paylaştırmıştı.49 Paşa’nın en küçük oğlu Sait Paşa
donanmaya komuta ederken, diğer oğlu Tosun Paşa Vahabileri
bastırmak üzere gönderilen ordunun komutanı olarak göreve
getirilmişti. İbrahim Paşa, 1831-1833 yılları arasında Suriye
seferinin komutasını yürüttü.
Bu yakın aile fertlerinin yanı sıra, zamanla, Mehmet Ali
Paşa’nın kuzenleri ve yeğenleri de askeri ve sivil yönetimde
önemli görevlere getirildiler. Örneğin, yeğeni Muhammet Şerif’e
önce Yukarı Mısır’ın yöneticiliği, ardından başmuavinlik görevi
verilmiş; Suriye ele geçirildikten sonra ise, Muhammed Şerif,
Suriye’nin yöneticiliğini üstlenmişti.50 Paşa, Kavala’dan gelen
diğer iki yeğeni, İbrahim ve Ahmet Yağan kardeşleri de zaman
Reuven Aharoni, The Pasha’s Bedouin: Tribes and State in the Egypt of
Mehemet Ali, 1805-1848, London, Routledge, 2007, s. 137.
47
Khaled Fahmy, Mehmed Ali: From Ottoman Governor to Ruler of Egypt,
Oxford, Oneworld, 2009, s. 40.
48
P. J. Vatikiotis, The Modern History of Egypt, London, Weidenfeld and
Nicolson, 1969, s. 66.
49
a.k.
50
Fahmy, Mehmed…, s. 41.
46
237
zaman ordunun önemli mevkilerinde görevlendirmişti.51 Evlilik
yoluyla aileye katılan damatlara da sivil ve askeri bürokraside
önemli görevler verildi.52 Mehmet Ali Paşa’nın kızı Tevhide
Hanım’la evli olan Muharrem Bey, donanma komutanlığını
üstlenmişti; Zeynep Hanım’la evli Yusuf Kamil içişlerinden,
Nazlı Hanım’ın eşi Muhammet Bey ise, İskenderiye’nin
yönetiminden sorumluydu.
Zamanla, Avrupa’dan veya İmparatorluğun farklı
coğrafyalarından gelerek, Mehmet Ali Paşa’nın yönetiminde yer
almayı talep eden önemli isimler de Mısır yönetiminde söz sahibi
oldular. Yönetimdeki eğitimli bürokrat eksikliği ancak bu şekilde
giderilebilecekti. Yönetimde yer alacak kişinin müslüman olup
olmaması önemli değildi. Aksine, yetenekli ve eğitimli
gayrimüslimlerin ülke yönetiminde önemli mevkilerde görev
yapmaları, Mısır’da 19. yüzyıl boyunca devam eden bir gelenek
oldu. Örneğin, bir Ermeni olan Boğos Bey, Mehmet Ali Paşa’nın
danışmanlığını ve baştercümanlık görevini yürütüyordu ve dış
ticaretten de sorumluydu. Diğer yandan, Paşa’nın özel
hekimliğini de yürüten Antoine-Barthêlemy Clot, Mısır’da tıp
okullarının açılmasında ve etkin bir sağlık sisteminin
kurulmasında öncü isimlerden biri olmuştu.53 Mehmet Ali
Paşa’nın Kethüdalığını yürüten Muhammet Lazoğlu, Hazine’den
sorumlu Muhammet Bey, danışmanlığını yapan Sami Bey ve
mali işlerle ilgilenen Bakı Bey gibi önemli isimler, Osmanlı’nın
farklı coğrafyalarından Mısır’a gelerek Paşa’nın hizmetine giren
kişilerdi.54
Kavalalı ailesinin de içinde yer aldığı Osmanlı-Mısır eliti
sadece önemli mevkileri elde tutmakla kalmıyor, zamanla
Mısır’da özel mülkiyetin gelişmesine bağlı olarak, toprak edinip
ekonomik açıdan da zenginleşiyordu. 1820’lerden itibaren, ülke
51
Hunter, a.g.k., s. 25.
Marsot, Egypt…, s. 78.
53
Gilbert Sinouê, Kavalalı Mehmet Ali Paşa: Son Firavun, (Çev. Ali Cevat
Akkoyunlu), İstanbul, Doğan Kitap, 2004, s. 174-175.
54
Lesley Lababidi, “Muhammad Ali and Modernization,” (Ed. Aleya Serour),
Writing Egypt: History, Literature, and Culture, Cairo, The American
University in Cairo, 2012, s. 78-79.
52
238
topraklarının bir kısmı ilk olarak aile üyelerine hibe edilmeye
başlandı. İlerleyen dönemlerde, bu durum, sadece Paşa’nın
ailesiyle de sınırlı kalmayacak, Mısır’da yönetici zümreye dahil
olanların büyük bir kısmını kapsar hale gelecekti. Buna yol açan
temel neden ise, Paşa’nın oluşturduğu tekel sisteminin yara
almasına bağlı olarak ortaya çıkan eyalet gelirlerindeki büyük
düşüştü. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1838 yılında İngiltere’yle
imzaladığı ve serbest ticaret ilkesinin güvence altına alındığı
Balta Limanı Sözleşmesi’nin 1841’de Mısır’da da geçerlik
kazanmasıyla, ekonomik tekel sistemi büyük bir darbe aldı.
Mehmet Ali Paşa’nın gelir getiren tekel sistemi işlevsiz hale
gelince, Mısır’daki toprakların büyük bir kısmı Kavalalı ailesi ve
yönetimde yer alan elitler arasında paylaştırıldı. Böylece,
Osmanlı-Mısır eliti ülke topraklarının büyük bir kısmında
mülkiyet edindi.
Yukarıda ele alınan bürokratik yapının iki temel özelliği
bulunmaktaydı. Birincisi, Mısır’ın yönetici elitlerini oluşturan
Mehmet Ali Paşa’nın hane halkına mensup isimler askeri ve sivil
mevkilerde sürekli olarak görev yapmıyorlar, rotasyona tabi
tutuluyorlardı. Yani, yönetici zümreye mensup bir kişinin sürekli
aynı görevde bulunmasına izin verilmiyordu. Örneğin, bir dönem
İskenderiye’nin yöneticiliğini yürüten kişi, daha sonra donanma
komutanlığına getirilebiliyordu. Dolayısıyla, hiç kimse herhangi
bir idari görevde kalıcı olamıyordu. Bu açıdan, yukarıda verilen
örneklerin belirli dönemlerle sınırlı olduğunun altı çizilmelidir.
Bu uygulama, iktidarın muhafazası için önemli bir işleve sahipti.
Çünkü, hiç kimse uzun yıllar aynı görevde kalamadığı için
herhangi bir nüfuz alanı da oluşturamıyor ve egemenin otoritesine
başkaldıramıyordu. İkinci özellik, askeri bürokraside olduğu gibi,
Türkçe konuşan elitler ile Arapça konuşan kitleler arasındaki katı
ayrımdı.55 Mısırlı Araplar, askeriyede olduğu gibi sivil
bürokraside de sadece alt kademedeki görevlerde istihdam
ediliyorlardı. Mehmet Ali Paşa’nın hane halkına mensup
Osmanlı-Mısır eliti ise, çok küçük bir azınlık olmasına rağmen,
F. Robert Hunter, “State-Society Relations in Nineteenth-Century Egypt:
The Years of Transition,” Middle Eastern Studies, Cilt: 36, Sayı: 3, 2000, s.
146.
55
239
Kavalalı ailesiyle birlikte Mısır’ın en zengin ve en etkin sınıfını
oluşturuyordu. Toledano, Osmanlı-Mısır elitine mensup yönetici
zümrenin eşleri ve çocuklarıyla birlikte on bin civarında bir
nüfusa sahip olduğunu belirtmektedir.56
Türkçe konuşan elitler ve Arapça konuşan kitleler
arasındaki katı ayrım, bürokratik yazışma diline de yansımıştı.
Mehmet Ali Paşa’nın teşvikiyle, bürokratik yazışmaların Arapça
değil, Türkçe yapılması şeklinde bir teamül oluşturulmaya
çalışıldı. Fakat, söz konusu uygulama, alt kademelerdeki Türkçe
bilmeyen Mısırlıların bazı yazışmaları Arapça olarak kaleme
almalarından dolayı sekteye uğrayabiliyordu. Paşa, bu durumu
engelleyebilmek için, 1836 yılında bütün yazışmaların Türkçeye
çevrilmesi gerektiğini belirten bir emirname yayımladı.57 Bu
tarihten 1860’lara kadar Türkçe, Mısır’da resmi yazışma dili
olmaya devam etti.
Sonuç olarak, Mehmet Ali Paşa’nın en önemli icraatından
birisi, eski yönetimin yerini alan merkezi bir bürokrasi
oluşturmasıydı. Mehmet Ali Paşa’nın ölümünün ardından
Mısır’da fabrikalar kapandı, tarımsal üretimde düşüş yaşandı,
ordudaki asker sayısı oldukça azaldıysa da oluşturduğu
bürokratik yapı ilerleyen dönemlerde modern devletle eş anlamlı
hale geldi.58
Ehud R. Toledano, “Social and Economic Change in the ‘Long Nineteenth
Century’,” (Ed. M. W. Daly), The Cambridge History of Modern Egypt, Vol.
2: Modern Egypt, From 1517 to the end of the Twentieth Century, Cambridge,
Cambridge University Press, 2008, s. 263.
57
Toledano, State…, s. 158 ve Hunter, “State…,” s. 156.
58
Hunter, Egypt…, s. 17.
56
240
4. EĞİTİM “REFORMU”
Mehmet Ali Paşa döneminde modernleşme yönünde adım
atılan alanlardan bir diğeri, eğitimdi. Diğer alanlardaki
modernleşme hamlesi, ancak, reform sürecini sırtlayabilecek
eğitimli bir kitlenin desteğiyle başarılı olabilirdi. Eğitime önem
verilmesinin temel nedeni, Avrupa tarzı eğitim anlayışını Mısır’a
yerleştirerek hem askeri ve sivil bürokrasideki eğitimli yönetici
eksikliğini giderebilmek, hem de Batılı eğitimden geçen uzmanlar
aracılığıyla sanayileşme hamlesini
gerçekleştirebilmekti.
Dolayısıyla, eğitim alanındaki reformlar, özellikle ordudaki
deneyimli komutan ve sivil bürokrasideki yetkin bürokrat
ihtiyacından
ve
fabrikalardaki
personel
eksikliğinden
kaynaklanıyordu.
Yukarıda değinilen amacın gerçekleştirilebilmesi için
temelde iki yöntem benimsendi. İlk olarak, Avrupa tarzı eğitim
sistemini Mısır’a yerleştirmek amacıyla, 1809 yılından itibaren
Avrupa’ya öğrenciler gönderilmeye başlandı.59 Böylelikle, yurt
dışında eğitim gören uzmanlar, Mısır’a döndüklerinde yerel
elitleri eğitecek eğitim kurumlarının oluşumuna öncülük
yapacakları gibi, söz konusu kurumlarda eğitmenlik görevini de
üstleneceklerdi. Mısır’daki reformlar temelde Fransız modelinden
esinlenmekle birlikte, öğrencilerin eğitim için ilk gönderildikleri
ülke, İtalya’ydı. Asıl olarak 1818’den itibaren İngiltere’ye ve
Fransa’ya öğrenciler gönderilmeye başlandı. Bu süreç,
1820’lerden itibaren hız kazandı. İlk etapta, teknik eleman
yetiştirilmesi için planlanan yurt dışı eğitim faaliyetleri,
entelektüel alanda bir canlanmanın yaşanmasına da yol açtı. Yurt
dışına gönderilenlerin çok azı Mısırlıydı. Paşa’nın yönetim
geleneğine paralel şekilde, genellikle Osmanlı coğrafyasının
farklı yerlerinden veya Kavala’dan gelenlerin yurt dışına
gönderilen heyetlerde yer almalarına özen gösterildi.60 İkincisi,
59
J. Heyworth-Dunne, History of Education in Modern Egypt, London,
Luzac&Co., 1938, s. 105.
60
Alain Silvera, “The First Egyptian Student Mission to France under
Muhammad Ali,” (Ed. Elie Kedourie ve Sylvia G. Haim), Modern Egypt:
Studies in Politics and Society, London, Frank Cass and Company Limited.,
1980, s. 8.
241
Batılı tarzda okulların açılmasıydı. Çünkü, Mehmet Ali Paşa’dan
önce, hemen hemen bütün Osmanlı coğrafyasında olduğu gibi,
Mısır’da da modern anlamda eğitim veren hiçbir kurum
bulunmuyordu. Bu açıdan, ihtiyaç duyulan teknik eleman temini,
ancak yeni okulların kurulmasıyla sağlanabilirdi.
1820’lerden itibaren Mısır’da yeni eğitim kurumları birer
birer ortaya çıkmaya başladı.61 Düzenli ordu için ihtiyaç duyulan
askeri okul, yabancı uzmanların desteğiyle, daha önce de
belirtildiği gibi, 1821 yılında Asvan’da açıldı. Mısır’da kurulan
ilk eğitim kurumlarının askeri okullar olması, eğitim reformunun,
öncelikle düzenli ordunun oluşturulması düşüncesi sonucunda
ortaya çıktığını göstermektedir. Nitekim, askeri alanda faaliyet
göstersin göstermesin bütün eğitim kurumları Savaş Bakanlığı’na
bağlı olacaktı.
1821’de açılan Askeri Okul’u, 1825 yılında Kasr elAyn’da açılan Harp Okulu izledi. Genellikle, Türk, Çerkez,
Gürcü, Kürt kökenlilerin oluşturduğu öğrenciler, söz konusu
okullarda hem askerlik alanında, hem de aritmetik, geometri ve
yabancı diller gibi konularda eğitim alıyorlardı. Bu okullardaki
eğitimden, neredeyse hiçbir Mısırlı yararlanamıyordu. Sivil ve
askeri bürokrasideki yöneten Osmanlı-Mısır eliti ve yönetilen
Mısırlılar ayrımı, kendisi eğitim alanında da göstermekteydi.
Dolayısıyla, eğitim reformu kitleleri dönüştürmek gibi bir saikle
değil,
mevcut
yönetici
eliti
desteklemek
için
gerçekleştirilmekteydi.
Askeri okulların kurulmasını, askeri hastaneyle birlikte bir
tıp okulunun açılması izledi.62 Mehmet Ali Paşa’nın özel hekimi
Clot Bey öncülüğünde, 1827 yılında Kahire’nin kuzeyinde Ebu
Zabel Askeri Hastanesi inşa edildi. Hastane, zamanla, Tıp Okulu
olarak da faaliyet göstermeye başladı. Söz konusu Askeri Hastane
ve Tıp Okulu, ordudaki askerlerin sağlık kontrollerinin
yapılabilmesi için tasarlanmıştı. Böylelikle, salgın hastalıklar
61
62
Heyworth-Dunne, a.g.k., s. 118).
Fahmy, Paşanın…, s. 206.
242
nedeniyle asker sayısında bir azalma yaşanması tehlikesinin de
önüne geçilebilecekti.
1820’lerdeki bu gelişmelerden sonra, 1830’larda silah
fabrikalarındaki üretimi örgütleyecek ve denetleyecek uzmanların
yetiştirilmesi için mühendislik okulları, sivil bürokratların
eğitilmesi amacıyla yabancı diller okulu, tarımsal üretimin
arttırılabilmesi saikiyle ziraat okulları başta olmak üzere, çeşitli
eğitim kurumları faaliyet göstermeye başladılar.
Dönemin en önemli gelişmelerinden bir diğeri de,
Mısır’da matbaanın kullanılmaya başlamasıydı.
Matbaanın
ülkeye girişiyle birlikte, entelektüel hayatta bir canlanma yaşandı.
Matbaanın ülkeye girişi, Batılı fikirlerin eğitimli kitleye
ulaştırılması açısından büyük önem taşıyordu. 1822 yılında,
Bulak’ta kurulan basımevinde, ilk olarak askeri alandaki kitaplar
basıldı.63 Bunu çeşitli sözlüklerin basılması takip etti. Bütün
bunların yanı sıra, 1828 yılında, Mısır’ın ilk resmi gazetesi olan
Vekayi-i Mısriye’nin basılmaya başlaması, çok önemli bir
gelişmeydi.64 Vekayi-i Mısriye’de, merkezde alınan kararlar,
talimatnameler ve yürürlüğe giren yasalar yayımlanıyordu. Bu
sayede, idareciler, söz konusu idari kararlar hakkında genel bilgi
sahibi olabiliyorlardı. Dolayısıyla, resmi gazete, asıl olarak askeri
ve sivil bürokrasiyi Mehmet Ali Paşa’nın faaliyetlerinden
haberdar edebilmek için tasarlanmıştı. Söz konusu dönemde,
okuma-yazma oranın düşüklüğü göz önünde bulundurulduğunda,
Vakayi-i Mısriyye’nin halkı bilgilendirmek gibi bir amaçla ortaya
çıkmadığı söylenebilir.
Yukarıda değinilen eğitim reformları çerçevesinde,
Mısır’da yeni bir yapılanmaya doğru önemli adımlar atıldığı
söylenebilir. Buna rağmen, Mehmet Ali Paşa’nın eğitim
alanındaki yeniliklerinin tamamen kendi çevresinde yer alacak
Bulak’taki basımevinin işlevi hakkında bir çalışma için bkz.: Richard N.
Verdery, “The Publications of the Bulaq Press under Muhammad Ali of
Egypt,” Journal of American Oriental Society, Cilt: 91, Sayı: 1, 1971.
64
Nesimi Yazıcı,
“Vakayi-i Mısriyye Üzerine Birkaç Söz,” Ankara
Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı: 2,
1990, s. 270-271.
63
243
eğitimli bir elit grubu yaratmak için tasarlandığının altını çizmek
gerekmektedir.65 Bu yüzden de, Paşa’nın girişimi, topluma nüfuz
eden ve onu dönüştürerek bilinçli bir yurttaş yaratmayı
hedefleyen modern eğitim anlayışından tamamen uzaktı. Bu
dönemde Mısırlı Arapların siyaset sahnesinin hiçbir alanında
varlık gösteremediklerini yeniden vurgulamak gerekmektedir.
Dolayısıyla eğitim reformu da, Osmanlı-Mısır elitinin ekonomik,
toplumsal ve kültürel ayrıcalıklarının garanti altına alınması
amacıyla gerçekleştirilmiş gözükmektedir.
Sonuç
olarak,
modernleşme
çabasının
önemli
unsurlarından birini Osmanlı-Mısır elitinin taşıyıcılığını
üstlendiği merkezileşme süreci oluşturmaktadır. Ekonomik
alandaki zenginleşmeden zemin bulan, askeri ve sivil bürokraside
varlığını gösteren ve kültürel olarak Osmanlı dünyasına ait bu
yönetici klik, Mısır modernleşmesinin ve merkezileşmesinin
ruhuna damgasını vurmuştur.
SONUÇ
Mehmet Ali Paşa’nın merkezi bir iktidar oluşturarak
uygulamaya koyduğu kapsamlı reformlar sayesinde, Mısır’da
modern devletin oluşum sürecini başlattığını söylemek
mümkündür. Fakat, yukarıdan dayatılan reformların bir ulus
yaratmaktan çok, egemenin otoritesinin tesis edilmesine ve
iktidarın süreklilik arz etmesine odaklandığının altını ısrarla
çizmek gerekmektedir. 19. yüzyılın başındaki Mısır modernleşme
sürecine, Kavalalı hanedanına dayalı merkezi bir iktidar
oluşturma
niyeti
yön
vermiş
görünmektedir.
Mısır
modernleşmesinin düzenli ve disiplinli bir ordu oluşturmaya
odaklı doğası da şiddet tekelinin egemenin yetkesi altına alındığı
yeni bir düzenin inşa edildiğine ilişkin önemli bir veri
sunmaktadır.
Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da başlattığı modernleşme
deneyiminin en temel karakteristiklerinden biri, Abbasilerden
itibaren Arap toplumlarının siyasal örgütlenme biçimine rengini
65
Sinouê, a.g.k., 168.
244
veren, etnik açıdan Türk ve Çerkezlerden oluşan küçük bir
yönetici kliğin geniş bir kitleyi yönettiği iktidar yapısının bir
benzerinin Mısır’da kurulmuş olmasıdır. Küçük bir yönetici
kliğin varlığına dayanan ekonomik ve siyasal bir strateji etrafında
şekillenen iktidar yapılanmasının, Mısır’daki modern devletin
doğasına damgasını vurduğu görülmektedir. Bu yönetici klik,
Osmanlı coğrafyasının farklı bölgelerinden gelenlerin ve Kavalalı
hanedanı mensuplarının yer aldığı Osmanlı siyasal ve kültürel
hayatının bir parçası olan Osmanlı-Mısır elitinden oluşmaktadır.
Ekonomiden, askeriyeye, sivil bürokrasiye ve eğitim alanına
kadar geniş bir yelpazede gerçekleştirilen reform hareketi,
Kavalalı ailesinin çekirdekte yer aldığı Mısırlı kitleleri yöneten
Osmanlı-Mısır elitinin varlığını ve otoritesini sağlamlaştırmak
için gerçekleştirilmiştir. Kahire merkezli oluşturulan ekonomik
bir yapıyla zenginleşen ve toprak sahibi olan Osmanlı-Mısır
elitinin, askeri alandaki ve sivil bürokrasideki baskın rolü eğitim
alanında gerçekleştirilen reformlarla da desteklenmiştir.
Ekonomik, askeri, bürokratik alanlardaki modernleşme adımları,
piramidin en tepesinde Mehmet Ali Paşa’nın bulunduğu ve
Osmanlı-Mısır elitinin yönetim kademelerini tuttuğu merkezi bir
iktidar yapısının oluşturulması amacıyla atılmıştır. Mehmet Ali
Paşa, Mısır’da uzun, sürekli ve kesintisiz bir iktidar mekanizması
inşa eden “reformist” olmuştur.
Mısır modernleşmesinin kökenlerinin ele alınması,
Mısır’da Ocak 2011’de başlayan ayaklanmalar sonrasında
yaşanan gelişmelerin tarihsel bağlarının ortaya konması açısından
önem taşımaktadır. Bu noktada altı çizilmesi gereken nokta,
Mehmet Ali Paşa döneminde oluşturulan iktidar yapılanmasının
20. yüzyıl Mısırı’na önemli bir yönetim “aklı”, “strateji”si miras
bırakmış olduğudur. Bu süreklilik, kitlelerin küçük bir yönetici
elit tarafından baskı altına alındığı otoriteryenizmin
kaynaklarından biri olarak da görülebilir.
Yöneten Osmanlı-Mısır eliti ile yönetilen Mısırlılar
arasındaki katı ayrımın, farklı siyasal stratejilerle de olsa,
Mısır’da bağımsızlık sonrası süreçte kurulan rejimlere önemli bir
miras bıraktığını söylemek mümkündür. Nasır, Mısır halkının ilk
Mısırlı devlet başkanı olarak “kutsanmış” da olsa, ordunun baskın
245
bir role sahip olduğu küçük bir klik eliyle bu sefer farklı bir tür
modernleşme hamlesi başlatmıştır. Bu askeriye kökenli kliğin
zamanla ekonomik alanı massederek ve siyasal alanda otoriter bir
rejim inşa ederek, etnik niteliği farklılaşan katı bir yönetenyönetilen ayrımını tarihsel bir “hafıza”yla yeniden ürettiği
söylenebilir. Bu yapı içerik değiştirmekle birlikte, Nasır
döneminden 2011 “devrimi”ne dek varlığını sürdürmüştür.
2011’deki ayaklanmaların geniş çaplı sosyo-ekonomik nedenleri
olmakla birlikte, devrimin Mısırlılar nezdinde bu katı
ayrımın/kutuplaşmanın yol açtığı bir “haysiyet” mücadelesi
olduğunu da görmek gerekir.
Mısır devriminden sonraki bütün kritik aşamalarda
ordunun siyaset sahnesinde yer alması da aynı şekilde Mısır
modernleşmesinin askeriye merkezli doğasının tarihsel
sürekliliğinin sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Elbette ki,
zaman içerisinde Mısır ordusunun 19. yüzyıldaki etnik ayrışmaya
dayalı yapısında önemli değişiklikler gerçekleşmiştir. Fakat, ordu
içeriği, niteliği ve yapısı değişmiş olmasına rağmen Mısır siyasal
alanının en önemli aktörlerinden biri olmaya devam etmektedir.
Nitekim, Mısır devriminin hemen ertesinde ordu eliyle bir geçiş
sürecinin yaşanması, ardından Müslüman Kardeşler hareketinin
tasfiye edilmesi sürecinde ordunun yeniden siyaset sahnesindeki
yerini alması, siyasal, ekonomik, toplumsal alanın ve hatta
rejimin en önemli öznelerinden birinin Mısır ordusu olduğunu bir
kez daha göstermiştir. Mısır ordusu, tam da otoriter yapının
göbeğinde yer alması nedeniyle, ilk kez demokratik bir seçimle
iktidara gelen İslami hareketin tasfiyesinin ardından doğan iktidar
boşluğunu doldurabilme kudretine nail olmuştur. Çünkü, siyasal
örgütlenmenin zayıf ve sivil toplum örgütlerinin cılız bırakıldığı
Mısır’da, henüz ordudan başka iktidarı sırtlayacak etkin bir
siyasal
öznenin
varlığından
söz
etmek
mümkün
görünmemektedir. Mısır ordusunun siyasal alandaki ağırlığı ve
varlığı tarihsel süreklilik içerisinde okunduğunda, General
Sisi’nin devrimin “bekçiliği”ne soyunabilme kabiliyeti ve
kapasitesini
doğru
anlamlandırabilmek
mümkün
hale
gelmektedir.
246
KAYNAKÇA
Abul-Magd, Zeinab, “The Egyptian Military in Politics and the
Economy: Recent History and Current Transition Status, CMI
Insight, Sayı: 2, 2013, s. 1-5.
Aharoni, Reuven, The Pasha’s Bedouin: Tribes and State in the Egypt
of Mehemet Ali, 1805-1848, London: Routledge, 2007.
Baer, Gabriel, A History of Landownership in Modern Egypt, 18001950, London, Oxford University Press, 1962.
Beinin, Joel, Workers and Peasants in the Modern Middle East,
Cambridge, Cambridge University Press, 2001.
Bellin, Eva, “Robutness of Authoritarianism in the Middle East:
Exceptionalism in Comparative Perspective,” Comparative
Politics, Cilt: 36, Sayı: 2, 2004, s. 139-157.
Cole, Juan R. I., Colonialism and Revolution in the Middle East: Social
and Cultural Origins of Egypt’s ‘Urabi Movement, Cairo, The
American University in Cairo Press, 1999.
Dodwell, Henry, The Founder of Modern Egypt, Cambridge,
Cambridge University Press, 1931.
Dunn, John, “Egypt’s Nineteenth-Century Armaments Industry,” The
Journal of Military History, Cilt: 61, Sayı: 2, 1997, s. 231-254.
Dunn, John, Khedive Ismail’s Army, New York, Routledge, 2005.
Fahmy, Khaled, “The Era of Muhammad Ali Pasha,” (Ed. M. W.
Dally), The Cambridge History of Egypt, Vol. 2: Modern Egypt,
from 1517 to the End of the Twentieth Century, Cambridge,
Cambridge University Press, 1998, s. 139-180.
Fahmy, Khaled, “The Nation and its Deserters: Conscription in
Mehmed Ali’s Egypt,” International Review of Social History,
Cilt: 43, Sayı: 3, 1998, s. 421-436.
Fahmy, Khaled, “Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın ‘Nizam-ı Cedid’
Ordusunda Çıkan İsyan,” (Ed. Jane Hathaway), Osmanlı
247
İmparatorluğu’nda İsyan ve Ayaklanma, İstanbul, Alkım, 2007, s.
201-215.
Fahmy, Khaled, Mehmed Ali: From Ottoman Governor to Ruler of
Egypt, Oxford, Oneworld, 2009.
Fahmy, Khaled, Paşanın Adamları: Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Ordu
ve Modern Mısır, (Çev. Deniz Zarakolu), İstanbul, İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, 2010.
Genç, Mehmet, “İltizam,” İslam Ansiklopedisi, C. 22, İstanbul, Türkiye
Diyanet Vakfı, 2000, s. 154-158.
Hathaway, Jane, “The Military Household in Ottoman Egypt,”
International Journal of Middle East Studies, Cilt: 27, Sayı: 1,
1995, s. 39-52.
Heyworth-Dunne, J., History of Education in Modern Egypt, London,
Luzac&Co., 1938.
Hinnebusch, Raymond A., “Authoritarian Persistence, Democratization
Theory, and the Middle East: An Overview and Critique,”
Democratization, Cilt: 13, Sayı: 3, 2006, s. 373-395.
Hourani, Albert, “Osmanlı Reformu ve Eşraf Politikaları,” (Ed.
William R. Polk ve Richard L. Chambers), Ortadoğu’da
Modernleşme, İstanbul, İnsan Yayınları, 1995, s. 61-101.
Hunter, F. Robert, Egypt Under the Khedives, 1805-1879: from
Household Government to Modern Bureaucracy, Cairo, The
American University of Cairo Press, 1999.
Hunter, F. Robert, “State-Society Relations in Nineteenth-Century
Egypt: The Years of Transition,” Middle Eastern Studies, Cilt: 36,
Sayı: 3, 2000, s. 145-159.
Issawi, Charles, Egypt at Mid-Century: An Economic Survey, Oxford,
Oxford University Press, 1954.
Issawi, Charles, “Egypt Since 1800: A Study in Lop-Sided
Development,” The Journal of Economic History, Cilt: 21, Sayı: 1,
1961, s. 2-25.
248
Issawi, Charles, Egypt in Revolution: An Economic Analysis, Oxford,
Oxford University Press, 1963.
Issawi, Charles, “De-Industralization and Re-Industralization in the
Middle East since 1800,” International Journal of Middle East
Studies, Cilt: 12, Sayı: 4, 1980, s. 469-479.
Kutluoğlu, Muhammed H., The Egyptian Question (1831-1841),
İstanbul, Eren Yayıncılık 1998.
Lababidi, Lesley, “Muhammad Ali and Modernization,” (Ed. Aleya
Serour), Writing Egypt: History, Literature, and Culture, Cairo,
The American University in Cairo, 2012, s. 83-93.
Lacouture, Jean ve Simonne Lacouture, Egypt in Transition, London,
Methuen&Co. Ltd., 1958.
Lapidus, Ira M., İslam Toplumları Tarihi, Cilt. I: Hazreti
Muhammed’den 19. Yüzyıla, (Çev.Yasin Aktay), İstanbul, İletişim,
2002.
Marsot, Afaf Lutfi al-Sayyid, Egypt in the Reign of Muhammad Ali,
Cambridge, Cambridge University Press, 1984.
Marsot, Afaf Lutfi al-Sayyid, Mısır Tarihi: Arapların Fethinden
Bugüne, (Çev. Gül Çağalı Güven), İstanbul, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 2010.
Mitchell, Timothy, Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi, (Çev. Zeynep Altok),
İstanbul İletişim Yayınları, 2001.
Owen, Roger, Cotton and Egyptian Economy, Oxford, Oxford
University Press, 1969.
Pamuk, Şevket, 100 Soruda Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi: 15001914, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1999.
Özkaya-Özer, Sevda, Osmanlı İdaresinde Mısır (1839-1882),
(Yayımlanmamış Doktora Tezi), Elazığ: Fırat Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2007.
Salzman, Philip, “The Middle East’s Tribal DNA,” Middle East
Quarterly, Cilt: 15, Sayı: 1, 2008, s. 23-33.
249
Sharabi, Hisham, Neopatriarchy: A Theory of Distorted Change in
Arab Society, New York, Oxford University Press, 1988.
Silvera, Alain, “The First Egyptian Student Mission to France under
Muhammad Ali,” (Ed. Elie Kedourie ve Sylvia G. Haim), Modern
Egypt: Studies in Politics and Society, London, Frank Cass and
Company Limited., 1980, 1-23.
Sinouê, Gilbert, Kavalalı Mehmet Ali Paşa: Son Firavun, (Çev. Ali
Cevat Akkoyunlu), İstanbul Doğan Kitap, 2004.
Toledano, Ehud R., State and Society in Mid-Nineteenth-Century
Egypt, Cambridge, Cambridge University Press, 1990.
Toledano, Ehud R., “Social and Economic Change in the ‘Long
Nineteenth Century’,” (Ed. M. W. Daly), The Cambridge History
of Modern Egypt, Vol. 2: Modern Egypt, From 1517 to the end of
the Twentieth Century, Cambridge, Cambridge University Press,
2008, s. 252-285.
Vatikiotis, P. J., The Modern History of Egypt, London, Weidenfeld
and Nicolson, 1969.
Verdery, Richard N. “The Publications of the Bulaq Press under
Muhammad Ali of Egypt,” Journal of American Oriental Society,
Cilt: 91, Sayı: 1, 1971, s. 129-132.
Weinryb, Bernard D., “Industrial Development of the Near East,” The
Quarterly Journal of Economics, Cilt: 61, Sayı: 3, 1947, s. 471499.
Yazıcı, Nesimi, “Vakayi-i Mısriyye Üzerine Birkaç Söz,” Ankara
Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi
Dergisi, Sayı: 2, 1990, s. 267-278.
250
ABSTRACTS
STATE CONSIDERED AS ONE OF THE FINE ARTS
Hürol Çankaya
Illegal activities of government or violation of the rule of law
principle are among the mostly discussed issues in state theory
and public law. The concepts of both the reason of state and
the state of exception are the focal points in these
discussions. The problem which obscures the legal boundaries
is the fact that some legal and illegal state activities are based
on these two concepts. The foundation of modern state on
violence monopoly and the principle of national sovereignty
keep the concept of constituent power on the agenda
constantly. The role of constituent power is the main route of
our research in terms of modern state’s placing law out of the
balance within or outside the state of exception. This study
analyzes whether the concept of constituent power being the
fundamental reference point of law on a constitutional order is
the basis of illegal activities of state or not. The quality of the
relationship between the constitution and constituent power
and the acceptation of "foundation moment" as a norm during
political crisis periods by the state are assessed within this
framework.
Keywords: Modern State, Constituent Power, Reason Of
State, State Of Exception, Rule Of Law.
251
THE EVOLUATION OF REPUBLICAN THOUGHT IN
THE CONTEXT OF RELATIONSHIP BETWEEN RES
PRIVATE AND RES PUBLICA
Ahmet Özalp
The republic, in its narrow sense, represents a form of political
regime not based on the paternalistic; it refers its legitimacy
form of political power by the will of the people. This narrow
definition of the republic causes the evaluation of its in
relation with democracy and because of anti-democratic
republic regimes, in the daily life and language the
devaluation that leads to an ambiguous state that it receives.
However, the republic, in a broad sense, particularly realized
by Aristotle's thesis of good life but politically within a
community, based on the res private/private sphere and res
publica / public life through the relationship between
citizenship, virtue, law, liberty, political participation, the
common good of the principles discussed and interpreted by
the spirit of the time, called republicanism rests on the
philosophical and political tradition. Today republican
thinkers claim that evaluation of un-encumbered, atomistic
individual and the concept of negative freedom in liberal
philosophy isoleted citizens from res publica and restrict them
into the borders of res private.
Key Concepts: Res Publica, Res Private, Good Life, Politics,
Citizenship.
252
ON YOAV PELED’S
REPUBLICANISM
CONCEPT OF THE ETHNODiren Çakmak
In the study,Yoav Peled’s concept of the ethno-republicanism
is analyzed. Peled’s political thought is presented, Peled’s
multi-layer typology of citizenship as a typology guiding to
understand the history of Israel citizenship is explained, the
content of conceptualization of the ethno-republicanism is
examined in the context of this typology and the historical
sociological evaluation of the ethno-republicanism from the
point of Peled is elaborated. In the study, document scanning
and content analysis are used as research methods. Because of
the fact that the explanation of Peled’s multi-layer typology of
citizenship composed of liberal,ethnic-national, republican
principles requires to touch upon the discussions on
zionism,post-zionism and neo-zionism, the study includes the
discussions made under the zionism. The significance of the
study is that it is the first academic research on Peled’s concept
of the ethno-republicanism in the political science literature in
Turkish.
Keywords: Ethno-Republicanism,
Nationalism,Zionism,Post-Zionism.
253
Citizenship,
Ethnic-
WHAT IS THE SPIRIT OF 1920?
Nuray E. Keskin
“Return to the spirit of 1920” is a common discourse that we
have been come across in Turkey in the last few years. This
article aims to clarify the meaning of “the spirit of 1920” in a
historical perspective. The most drastic cases of Turkish
history is seen between a completed empire and the emergence
of a nation-state. This article follows up the extending process
from the first day of Grand National Assembly of Turkey to
the 1921 Constitution. The Parliament opened on 23 April
1920 directed the national liberation-war till the end of 1922.
To rescue the people of Turkey from the oppression of
imperialism was the unique task in this process. That is the
basic dynamic that gives spirit to the 1920.
Keywords: Imperialism, Independency, National Struggle,
People Of Turkey, The Spirit Of 1920.
254
THE YEAR 1923 AS A TRANSITION FROM THE
STATE OF WAR TO THE STABILITY
Recep Aydın
The scholars who study the foundation of Turkish Republic
usually consider 1920s as a totality. However, the decade do
not constitute a homogeneous totality. 1920s can be analysed
in two distinct sub-periods. The first one (1920-1923 roughly)
consists of the time period in which the war had not yet came
to an end. At the end of this sub-period -through general
elections and treaty of Lausanne- stable political atmosphere
was to be attained. The second one (1924 and the following
years) can be characterized by the new Constitution (1924)
and institutional regulations taking place in a politically stable
atmosphere. The year 1923 embodies in itself features of both
of the two sub-periods. The main subject of Parliament in the
first half of 1923 had been the war and the Treaty. After the
elections and the Treaty, the Parliament was to set about fiscal,
administrative and juridical regulations. This paper discusses
the year 1923 as a transition period between these two subperiods and focuses especially on the administrative
dimensions of the transition.
Keywords: Foundation Of Turkish Republic, Provincial
Government, Fiscal Administration/Budget, High Courts,
1920s
255
DEBATES ON CONSTITUTION OF TURKISH
REPUBLIC (1924) THROUGH PARLIAMENTARY
PROCEEDINGS
M. Burcu Bayrak
When examining a text, such as constitutions, laws,
declarations, manifests etc., generally the final text, its
contents, its causes and results are discussed and evaluated but
the debates during the preparation process are ignored. The
debates are one of the most important indicators to see the
whole picture and to understand the historical conditions of
the certain period. The first Constitution of Turkish Republic
(1924) is handled to same approach. There are lots of studies
about the content and the results of the Constitution, but there
is few study on the debates in the Turkish Parliament about the
articles. This study aims to fill the mentioned blank and tries
to show profound discussion about the Constitution. To see
these discussions, the Constitution draft prepared by the
Council and the debates about the articles in the Parliament
are analyzed. These discussions and speeches provide us a
holistic view to understand the conditions of those times.
Keywords: Constitution Of Turkish Republic (1924),
Council, Parliament, Change Of Regime, Constitutional
Establishment.
256
THE
HISTORICAL
ROOTS
OF EGYPTIAN
MODERNIZATION: AN ANALYSIS ON THE
MEHMED ALİ PASHA ERA
Özge Özkoç
It can be said that, from the Kavalalı dynasty purged with Free
Officers’ coup in 1952 till now, Egypt's political arena has
been shaped by the hegemony of ruling elite gathered around
powerful leadership and displays an authoritarian
characteristic. This article claims that this authoritarianism's
historical roots lies with the modernization process of Egypt.
It can be seen that the reformation movement of the economy,
military, bureaucracy and education system during the
Mehmed Ali Pasha has led constitution of a central and
perpetual political power. These reforms aimed to create the
political power pyramid which the top owned by Mehmed Ali
Pasha and the lower stairs of administration hold by the
Ottoman-Egyptian elite. One of the most important aspects of
this centralized political power is the rigid gap between the
ruling Ottoman-Egyptian elite and the people who ruled by
them. Therefore, the most important indicator of the modern
'state' of Egypt is above mentioned gap. It can be observed that
this gap manifests itself, even in different political and
economic strategies, in the political life of Egypt after 1952.
In this context, the constitution of the political power in
Mehmed Ali Pasha era has left an important legacy of mind
set/wisdom and strategy of rule.
Keywords: Mehmed Ali Pasha, Egyptian Modernization,
Centralization, Ottoman-Egyptian Elite, Egyptian Military.
257
258
ÖZGEÇMİŞLER
HÜROL ÇANKAYA
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 1996 yılında
mezun oldu. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Kamu Hukuku Anabilim Dalı’nda yüksek lisans ve doktora
eğitimini tamamladı. Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi
ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü öğretim
üyesidir.
e-posta: [email protected]
AHMET ÖZALP
1974 tarihinde Adıyaman’da doğdu. Gazi Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Kamu Yönetimi
bölümünden 1997 yılında mezun oldu. Aynı yıl, Ankara
Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Ana Bilim
Dalı’nda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı. Prof. Dr.
M.Ali AĞAOĞULLARI’nın danışmanlığında “Hayek ve
Refah Devleti Eleştirileri” teziyle yüksek lisansını
tamamladıktan sonra aynı kürsüde (Siyaset Bilimi), aynı
danışmanla (Prof. Dr. M. Ali Ağaoğulları) “Kamu Alanı
Söylemleri: Evrenselci Cumhuriyet Tartışması” başlıklı
teziyle 2005’te doktorasını aldı. 2011 yılında siyasal
düşünceler alanında doçentliğe hak kazanan ÖZALP, 2000
yılından itibaren Hitit Üniversitesi’nde araştırma görevliliği,
öğretim görevliliği, öğretim üyeliği görevlerinde çalışmış
olup şu an Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölüm
Başkanlığını ve Hitit Üniversitesi Senato üyeliğini
sürdürmektedir. Türkiye Felsefe Kurumu üyesi olan yazar,
ERASMUS çerçevesinde Polonya’da Sczctein(2) ve
Przemsly’de ders ve seminerler vermiş, yurt dışı projelerde
görev almıştır.
259
DİREN ÇAKMAK
1977’de Adana’da doğmuştur. Ortaokul ve liseyi TEV Özel
Tarsus Lisesi’nde okumuştur. Lisans öğrenimini Marmara
Üniversitesi İİBF Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
(İng.) Bölümü’nde, yüksek lisans ve doktora öğrenimini
Ankara Üniversitesi SBE Siyaset Bilimi dalında yapmıştır.
Tanzimat sonrası Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye
Cumhuriyeti dönemi siyasal ve toplumsal hayat ve kurumları
ile İsrail siyasal hayatı ve kurumları başlıca çalışma
alanlarıdır. Makale ve bildirilerinin yanı sıra, yayımlanmış
dört kitabı vardır.2008’den bu yana Hitit Üniversitesi İİBF
İktisat Bölümü akademik kadrosunda yardımcı doçent olarak
görev yapmaktadır.
NURAY E. KESKİN
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu
Yönetimi bölümünden 1997 yılında mezun oldu. Yüksek
lisans ve doktorasını Ankara Üniversitesi Yönetim Bilimleri
Anabilim Dalı’nda tamamladı. Eylül 2012’de Kamu
Yönetimi alanında doçent unvanı aldı. Halen Ondokuz Mayıs
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde öğretim
üyesidir. Devlet reformu, kamu politikaları, yerel yönetimler
ve
idare
tarihi
konularında
çalışmaları
bulunmaktadır. Özgeçmişine ilişkin detaylı bilgiye ve
bilimsel çalışmalarına şu adresten ulaşılabilir:
https://personel.omu.edu.tr/tr/nekeskin
260
RECEP AYDIN
1985 Samsun doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi-Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (SBKY)
bölümünden mezun oldu. Aynı bölümün Yönetim Bilimleri
kürsüsünde
bütünleşik
doktora
programında,
tez
aşamasındadır. 2009’da Hitit Üniversitesi SBKY bölümünde
araştırma görevlisi olarak çalışmaya başlamış olup 2010’dan
bu yana Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde
(35. madde ile) görevlidir. Devlet ve bürokrasi kuramları,
idare tarihi, Türkiye kamu yönetiminin dönüşümü ile
ilgilenmektedir.
e-posta: [email protected]
M. BURCU BAYRAK
Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde tamamladı. Aynı bölümde
yüksek lisans programına başladıktan sonra Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve
Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Yönetim Bilimleri Bütünleşik
Doktora Programı’na geçti. Halen aynı anabilim dalında
bütünleşik doktora öğrencisi ve araştırma görevlisidir. Tarım
politikaları, köy-kent örgütlenmesi, yönetim düşünü ve
yönetim sosyolojisi konularında çalışmaktadır.
ÖZGE ÖZKOÇ
2004 yılında Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek
lisans çalışması, “Suriye Baas Partisi: Kökenleri, Dönüşümü,
İzlediği İç ve Dış Politika” adıyla yayımlandı. Doktora
çalışmasını
Ankara
Üniversitesi
Sosyal
Bilimler
Enstitüsü’nde tamamladı. Halen Siyasal Bilgiler Fakültesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktor araştırma görevlisi
olarak çalışmakta ve Arap Dünyası, Modern Ortadoğu Tarihi,
Osmanlı Tarihi ve Modernleşme Kuramları konularındaki
çalışmalarını sürdürmektedir.
261
262

Benzer belgeler