Dergi Eylul-2007

Transkript

Dergi Eylul-2007
ÖV-DER
Tüm Öğrenci Velileri
Dayanışma Derneği
Genel Merkezi
Adına Sahibi
İÇİNDEKİLER
Milli Eğitim Bakanlığı’nın Karnesi...............3
Enver ÖNDER
Bizim Deniz Karşıyaka’da, Onların
Abdullah Çankaya’da...................................4
Yaygın Süreli Yayın
Öğrenci Sağlığı Merkezleri ve
Okul Hekimliği............................................5
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
İsmail GÖKTAŞ
Bir Veliden Mektup Var!...............................6
Yayın Kurulu
Mehmet ERÇEN
Ziya GÜRGÜR
Bahar GÜLER
Jale KİRMAN
Burjuva Demokrasisi Rıza Üretir.................10
Tasarım ve Mizanpaj
H. Emre HAZIR
[email protected]
Küçüklere (?) Bir Masal…..........................15
Ekmek İstiyoruz Ama Gül de!.......................8
Bir Elin Nesi Var?......................................11
Mutluluğun Pedagojisi................................12
Devlet Nedir, Nasıl Olmalı?........................14
12 Eylül’ün 27. Yılı Vesilesiyle...................16
Benim Çocuğun Durumu Nasıl?..................18
Baskı
Mattek Matbaacılık
G.M.K Bulvarı 83/32
Maltepe- Ankara
Tlf: 229 15 02 pbx
Yönetim Yeri ve İletişim Adresi
Yeniankara sok. No: 6
İçcebeci- ANKARA
Tel-Fax: (0312) 362 58 99
E-Mail: [email protected]
Web Sitesi:www.ovder.com
Posta Çeki Hesabı: ÖV-DER/1014256
2 | ÖVDER
Şiirce….....................................................19
Çocuklarımız İçin Seçtiklerimiz..................20
MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞININ KARNESİ
Enver ÖNDER
Bir öğretim yılına daha yoğunlaşmış
sorunlarla giriyoruz. Mili Eğitimin çürümesi her
geçen gün biraz daha artmaktadır.
Özellikle son OKS (Ortaöğretim Kurumları
Sınavı)ve ÖSS (Öğrenci Seçme Sınavı) sınavlarında
alınan sıfırlar, Milli Eğitim Bakanlığının karnesini
gözler önüne serdi. O sıfırlar özünde Milli Eğitim
Bakanlığının notlarıdır.
Şimdiye dek başarıda öncelik daha çok kamu
okullarının elinde idi. Ancak özelleştirmeci anlayış
başarıyı yapaylaştırıp, okul eğitimini dışlayarak özel
okullarla paylaşılır duruma getirdi.
Ayrıca daha önce başarı oranları Anadolu
illerine göre yüksek olan büyük şehirlerde dershane
sayı sı o ku l sayısı nı aşı nca bu kesiml er de
beklenmedik düşüşler görüldü.
Bütün bunlar eğitim hakkının sistematik bir
biçimde yozlaştırılması çabalarının ürünüdür.
Eğitimde deneyimli kadroları darmadağın ederek,
ekip çalışmasını dışlayarak sınavların güvenilirliğine
bile gölge düşürüldü.
Sağlıklı bir sın av uygulaması ve
değerlendirmesi yapamayan bu bakanlık hangi tutarlı
davranışını eğitime dayanak olarak gösterecektir.
MEB yaptığı değerlendirme yanlışının
faturasını bile öğrencilere
çıkarmakta ve itiraz incelemesi için 10 YTL. Para
istemekte duraksamadı.
ÖSS’ de durum daha acı bir gerçeği ortaya
çıkardı: Matematik sorularının yarısından fazlasını
y anı t l ay a n öğ r enci l er i n ora n ı % 28’ di r.
Yani ortaöğretimde sorulan soruların yarısını
d o ğ ru y an ı t l ay am a yan ö ğr enc i geç er not
alamayacağına göre, üniversite sınavına giren
öğrencilerin % 72’ si geçer not alamamış demektir.
İşte bu durum, Milli Eğitim Bakanlığının öğretim
e ğ i t i m d ek i b a ş ar ı s ı zl ı ğı nı n d a be l ges i d i r
Kimi bilim adamlarının bu konuya değgin
önerileri ise tam anlamı ile evlere
şenlik. “Matematik öğrenmek istemeyen öğrenciler
varsa bırakın öğrenmesinler” deniyor. Böyle bir
yaklaşımı anlamak olası değil.
Dört işlemi aşan bir matematik bilgisine
ulaştıramadığınız öğrenciye sistematik düşünmeyi,
güzel konuşmayı nasıl öğreteceksiniz.? Hangi dalda
matematiksiz bilim yaptıracaksınız, nasıl başarılı
kılacaksınız.? Eğer başarılı insan yetiştirmek gibi
amacınız varsa.
Öğretim-eğitimi; sözleşmeli,
ücretli ve vekil öğretmenlerle yürüterek, önce
öğretmenliği meslek olmaktan ve sürekliliği
gerektiren bir görev alanı olmaktan çıkarırsan
gerçekten bir yetişim amacı güttüğüne kimseyi
inandıramazsın.
Sonuç olarak OKS ve ÖSS ile iki yadsınamaz
gerçek ortaya çıkmıştır:Artık sınavlar güvenilirlikten
yoksundur. Bu sınavlarla Milli Eğitim Bakanlığının
sınıfta kaldığı belgelenmiştir.
Öyle görünüyor ki Milli Eğitim Bakanlığının,
aynı sınıfta bir yıl daha okuması bile bir yarar
getirmeyecek.
Parasız,
Bilimsel, Özgür
ve
Demokratik
Eğitim İçin
Umut Sensin!
ÖVDER
3|3
Bizim Deniz Karşıyaka’da, Onların Abdullah Çankaya’da
İnönü ALPAT
Tür ki ye ’ni n son 40 yıl ının bir
bilânçosunu çıkartmaya kalksak, sanırım
yazının başlığı nice tartışmanın,
değerlendirmenin önüne geçecek; ülkenin
haldeki durumunu özetleyecektir. Evet, 40
yılın sonunda olan budur: Bizim Deniz
gencecik yaşında idam edilmiştir. Onların
Abdullah ise Cumhurbaşkanı olmuştur. İşin
doğrusu, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı
olmasını diğer sebepler baki kalmak kaydıyla
sırf bu yüzden hazmedemeyenlerdenim; ama
bunda Abdullah Gül’ün bir dahlinin olduğunu
da düşünmeyenlerdenim.
Abdullah Gül’ün Çankaya’ya
çıkmasından bilinen nedenlerle rahatsız
olanlara, dönüp kendi yarattıkları Türkiye’ye
bakmalarını salık vermekten başka elimizden
bir şey gelmiyor. Deniz’i idam sehpasına
gönderenler, üniversitelerin yeni Denizleri
ortaya çıkarmaması için, Abdullahların önünü
açanlar, hatta hızlansınlar diye arkadan
itekleyenler, Abdullah Gül’ün Çankaya’ya
çıkması nedeniyle dizlerine vuranlardır.
Üniversiteleri, mahalleleri, işyerlerini,
hayatı Deniz’siz bırakırsanız; bütün Denizleri
derdest eder, kimisini darağacına, kimisini
işkence tezgâhına yollarsanız, kimisini yıllarca
hapiste tutarsanız olacağı budur. Bu yüzden,
Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmasında asıl
“ Deniz olun malı” diyenler rahatsızdır.
D i ğ e r l e r i n k i t i m s a h ı n g ö z y a ş l a r ı d ı r.
Bırakalım en fazla imam hatip lisesinin
12 Mart döneminden sonra açıldığı gerçeğini,
12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren’in
“İslamı komünizme karşı panzehir olarak
kullandık” mealindeki sözleri olan biteni
a n l a m a m ı z ı s a ğ l a y a c a k ö n e m d e d i r.
İronik bir durumla karşı karşıyayız.
Han i sorsalar şimdi Cumhurbaşkanlığı
makamında Deniz’i mi isterler Abdullah’ı mı
diye, şimdi dizlerine vuranlara; hiç tereddüt
etmeden ikincisi diye yanıt verecekleri
tartışılmazdır. Bir başka soru ise; Abdullah
Gül’ün ısrarla istediği makamı Deniz’in isteyip
istemeyeceğidir. Deniz, o bütün iktidar
4 | ÖVDER
nimetlerini elinin tersiyle itip, yeni bir devrime
yol alan, Che’ nin arkadaşıdır. Deniz’i
Cumhurbaşkanlığı makamına götürecek kadar
bir alt üst oluş yaşansaydı, hiç kuşkuya yer
yok, Deniz’in denizleri aşıp bir başka ülkeye
geçtiğinin haberlerini yazardı gazeteler.
AKP’ yi birinci parti yapan, soldan
uzaklaşmakta beis görmeyen CHP’yi ikinci ve
miting meydanlarında ip atan MHP’yi üçüncü
sıraya yerleştiren, Deniz’in arkadaşlarının
kurduğu partileri son sıralara iten Türkiye’nin
nasıl oldu da bu hale geldiğini resmeden
tabloda elbette “Deniz olunmalı” diyenlerin
de etkisi bulunmaktadır. Deniz olunmadığı
için çuvaldızı kendimize batırılalım ama kimi
sol aydın, yazar, çizer, gazetecilerin yaptığını
da yapmayalım. Son yarım yüzyılında üç
darbe ve bir o kadar muhtıra görmüş bir
memlekette, solun neden güçsüz düştüğüne
dair tartışmalarda “vurun abalıya” da
demekten imtina edelim. “Hırsızın hiç mi suçu
yok” deme nezaketini ve korumacılığını
gösterelim. En azından solu, sosyalistleri
acımasızca eleştiren aydınların, haldeki
du ru mu n sorumluluğundan kendilerini
kurtarmalarının, adaletsizliğe yol açtığını
görelim, bu çerçevede sorumluluğu ve çözümü
ortaklaştıralım.
Yıldönümünde; 12 Eylül’ün sonuçlarının
kolay telafi edilebileceği askeri darbe
olmadığını, politik sonuçlarının çok ötesinde,
toplumsal bir tramvaya yol açtığını, görelim.
Açıkçası, darbe sonuçlarının yeni yeni kendisini
gösterdiğini fark edelim. Kültürel değişikliklerin
bir iki kuşak sonra açığa çıktığını bilelim.
Bu noktaların farkında olmak, solun
vazifelerini netleştirmesi, popüler ifadeyle;
yol haritasını çizmesini sağlayacaktır ki, bu,
yeniden inandırıcı olmayı önemsemeyi, küçük
başarılardan büyük sonuçlara ulaşmayı değil,
belki de bir süre küçük başarılarla yetinmeyi
gerektirecektir.
12 Eylül’ ün yıldönümünde; nihai
galibiyetin aslında vicdanen ve siyaseten
huzurlu olmaktan geçtiğini hiçbir zaman
unutmadan…
ÖĞRENCİ SAĞLIĞI MERKEZLERİ VE OKUL HEKİMLİĞİ
Dr. Haluk BAŞÇIL
Ülkemizde 50’den fazla işçi çalıştıran işyerlerinin,
çalışanların sağlıklarının korunması ve geliştirilmesi için
işyeri hekimi bulundurması yasal zorunluluktur. Özel
okullarda çalışan sayısının 50’yi geçmesi durumunda özel
okulların bir kısmı yasal zorunluluk gereği olarak işyeri
hekimi bulundurmaktadır. Kamuya bağlı okullarda ise
böylesi bir kadro tanımı bulunmadığı gerekçesiyle işyeri
hekimi dahi çalıştırılmamaktadır. Bazı özel okullarda
yasal zorunluluk gereği bulundurulan işyeri hekimi aynı
zamanda okul hekimliği görevlerini de üstlenmektedir.
Ancak ülkemizde görev tanımı yapılmış okul hekimliği
anlayışı olmadığı gibi buna uygun bir uygulama da yoktur.
I- Avrupa Ülkelerinde Okul Hekimliği
Avrupa ülkelerinde görev tanımı belirlenmiş ve
okul öncesinden liseye kadar tüm okulları kapsayacak
şekilde okul hekimliği bulunmaktadır.Okul Öğrenci Sağlığı
Merkezleri; okul hekimi, okul hemşiresi, sosyal hizmet
uzmanı ve sekreterden oluşmaktadır.
Bu merkezlerin görevi aşağıda özetlenmiştir:
1-Tüm Öğrencilere Hizmet Verecek Şekilde
a. Öğrencilerin fiziksel ve ruhsal sağlık durumu,
kişilik gelişimine bağlı okul uyum zorluklarının
tespiti ve bunların giderilmesine, uygun planların
yapılmasına katkıda bulunmak.
b. Zorunlu aşıların takibini ve uygulamasını yapmak.
c. Öğrencilere yaşam ritmi ( beslenme, uyku, spor,
eğlence vb) üzerine danışmanlık hizmeti vermek.
d. Gerektiği durumlarda her bir öğrenciyle ailesi ile
birlikte veya yalnız olarak görüşmek.
e. Öğretim kadrosu ile işbirliği içinde sağlık
çalışmalarını planlamak ve sürdürmek.
f. Öğrencilerin sağlık sorunları, okul öğretim
durumu, öğretmenlerin çalışma ortam ve
koşullarına ilişkin veriler göz önüne alınarak,
öğretmenlerle işbirliği içinde öncelikli hedeflerin
belirlenmesi amacıyla epidemiolojik verileri
toplanmak.
2-Periyodik Sağlık Kontrolleri ve Psişik - Nörolojik
Gelişime Bağlı Zorlukların Erken Tanısı
Okul hekimi yaptığı sağlık kontrolleri ile
•
Öğrencilere velisi eşliğinde sensoriyel, somatik,
nöro-motor, fonoloji muayeneleri ile öğrencinin
sağlık durumunun belirlenmesi, eğitim için
gerekli olan nöro-motor ve dil gelişim düzeyi
sonuçlarına uygun olarak okuldan beklentilerin
ve ihtiyaçların belirlenmesini,
•
Fizik ve sportif aktivitelere uyum durumunu,
•
Görme, işitme keskinliğinin belirlenmesi ve
•
öğrencinin sınıftaki yerinin buna uygun
belirlenmesini,
Motor zorluk durumu, konuşma güçlüğü olanların
sınıf yerlerinin bu konumlarına uygun olarak
belirlenmesini,
sağlar
Yazılı ve sözlü ifade güçlüğü tanısı, sağlık
sorununa bağlı öğrenme zorluğu tüm okul yaşamı
boyunca süren bir sağlık sorunudur. Bu tip tıbbi
sorunlar küçük yaşta başlar, nedenlerinin araştırılması
ve öğrencinin okula uyumu ve okul başarısı için
öğretmenler, okul hemşiresi, sosyal hizmet uzmanı,
ailesi, okul hekimi, psikolog ve danışmandan oluşan
bir ekip çalışması gereklidir.
3-Sağlık raporu
Öğrencinin tedavi olduğu sağlık kuruluşundan
getirdiği kısmi veya tam olarak spor yapamazlığa
ilişkin sağlık raporu okul hekimine sunulur. Okul
hekimi de öğrencinin sağlık durumuna uygun fizik
aktivite konusunda spor öğretmeni ile iş birliğine
gider.
4-Tehlike Makinelerde İş Yapamaz Raporu
Okul hekimi meslek okullarındaki öğrencilerin
tehlikeli makinelerde çalışıp çalışamayacaklarına
ilişkin rapor düzenler. Her sene eğitim başlangıcında
okul hekimi öğrencinin sağlık durumunu
değerlendirerek raporunu yeniler. Okul hekimi aynı
zamanda öğrencinin seçeceği meslek alanının sağlığı
için uygun olup olmadığına ilişkin ailesine
danışmanlıkta bulunur.
5-Tedavi hizmetlerinin düzenlenmesi
Okul hekimi okula başlayacak olan özürlü veya kronik
hastalığı bulunan bir öğrencinin;
• okulda bulunduğu sürede alması gereken ilaçların
düzenlenmesini,
• okula uyumunda öğretmenleri ve tedavisini takip
eden uzman hekim ve ailesi ile işbirliğine yönelik
bir özel programı
yapar ve takip eder.
6-Bulaşıcı Hastalıklarla Mücadele
Besin zehirlenmeleri ve herhangi bir bulaşıcı hastalık
durumunda okul hekimi anında bilgilendirilir. Okul
hekimi ilgili resmi kuruluşlarla birlikte koruyucu
önlemlerin sağlanmasını düzenler.
ÖVDER
3| 5
BİR VELİDEN MEKTUP VAR!
İzmir’den Bir Veli
7- Tehlikeye Maruz Öğrencilerin Sağlık Gözetimi
• Okul hekimi öğrencilerin ve eğitici kadronun acil bir
sağlık durumunda, fiziksel şiddete maruz kalmalarında,
cinsel istismarlarında müdahalede bulunur.
• Çeşitli risklere maruz kalan öğrencilerin belirlenmesi
ve bunlara ilişkin koruyucu önlemlerin alınmasına
katılır.
• Okulda yaşanan sorunların çözümünde oluşturulan
ekipler içinde yer alır.
8-Sağlık Eğitimi
Öğrencilerde sağlık bilincinin geliştirilmesi ve
sağlıklı yaşam davranışlarının sağlanmasına dönük
eğitim faaliyetlerine katılır. Öğrencilerin fiziksel ve
ruhsal sağlıkları, sağlık ve okulun karşılıklı
etkileşimleri alanlarında okuldaki eğiticileri
bilgilendirme çalışmaları yapar.
9-Sınıfların ve Okulun Sağlık Açısından Kontrolü
Okul hekimi düzenli aralıklarla sınıfların ve ortak
kullanım alanlarının sağlık yönünden kontrollerini
yapar. Çalışma alanlarının ışık, gürültü, ısı, oturma
yerlerinin ergonomikliği, vücut pozisyonlarının vb.
düzeltilmesi geliştirilmesine katkıda bulunur.
II- Ülkemizde ilk ve Orta Öğretimdeki Durum
Türkiye İstatistik Yıllığı 2004’ün verilerine göre
okul öncesi, ilköğretim, genel lise, mesleki ve teknik lise
eğitim kurumlarının sayısı (özellerde dahil) 56.258’dir.
Bu kurumlarda eğitim gören nüfus ise 13.852.429 olup
toplam nüfusumuzun %20’sini oluşturmaktadır.Bu nüfus
kesimine yukarıda belirttiğimiz temel hedefler
doğrultusunda sağlık hizmetlerinin; onların yaşam ortamını
oluşturan okul yerinde, Öğrenci Sağlık Merkezlerinde
götürülmesi ve sağlık haklarının korunup geliştirilmesi
gerektiği açıktır. Sağlıklı bir toplum oluşumunda sağlık
eğitimiyle sağlık bilincinin geliştirilmesinde okul hekimliği
önemli bir işleve sahiptir. Toplumda gelişen şiddet eğilimi,
zararlı alışkanlıklar (tütün, uyuşturucu kullanımı vb),
sağlıklı beslenmeme (yetersiz beslenme ve obezite), kişisel
hijyen, bağışıklama, kişilik gelişimi (okul öncesi kişilik
gelişimi, buluğ çağı sorunları, cinsellik vb) ve fizik
gelişim, sağlık hakkı vb. ve genel sağlık bilgisine sahip
kuşakların yaratılmasında okul hekimliği uygulamasının
hayata geçirilerek Öğrenci Sağlık Merkezlerinin
kurulmasını gerekmektedir.
6 | ÖVDER
Yine okullar açılıyor. Dertlerimiz başlıyor.
Bizim oğlan büyüdü, okula gitme zamanı geldi. Kız
ile aynı okula gitsin istedik. Kızımı daha önce torpille
ve bir miktar bağışla merkezdeki okula yazdırmıştım.
Oğlumu da beraber gitsinler diye, aynı okula
yazdırmak istedim. Ama başıma neler geldi.
O okul bizim bölgede değilmiş, müdür bey
kayıt etmek istemedi. Ben ısrar ettim. Dedim ki,
kapıda birçok servis var, bunlar nereden geliyor.
Bizim mahalleden bile birçok çocuk buraya gelip,
gidiyor. Ben de buraya yazdıracağım.
— Mademki istiyorsun, sen de onlar gibi yaparsın.
— Onlar ne yaptı?
— Bak, onlar yüklü bir bağış yaptı. Sonra gittiler
muhtardan bu bölgede bir yerin adresine taşınmış
gibi ikamet aldılar, ben de kayıtlarını yaptım. Dediğin
doğru , burada okuyanların çoğu dışardan geliyor.Bu
bölgede olsa bile ben hepsinden kayıt parası
alıyorum.
— Hani bakan açıklama yaptı ya, kayıtlarda para
alınmayacak diye.
— Bakan, başbakan, vali ve kaymakam hepsi
açıklama yapar, yazı gönderirler. Ama para
göndermezler. Bu işler lafla değil, para ile dönüyor.
— Devletten para istemiyor musunuz?
- İstetmiyorlar ki, Milli Eğitim Müdürü
toplantılarda, “herkes kendi işini kendisi görsün”
diyor. Daha onlar bizden para istiyor. Neymiş?
Bayramda tören parası. Neymiş? Plaket parası.
Neymiş? Şölen parası. Daha bir de onları besliyoruz.
— Burası devletin okulu, giderlerini devletin
karşılaması gerekmez mi?
- Sen öyle bil. Biz yazılanları değil, yaşadıklarımızı
biliriz.
Okulda hizmetli yok. Üç tane sözleşmeli temizlikçi
tuttuk. Kapıda siz girerken gördünüz, güvenlikçi var
ya, onun da parasını biz veriyoruz. Elektrik, su
paraları da bize yükleniyor.
— Kaç para vermem gerekiyor?
- Valla, bu yıl giderlerimiz daha fazla, okulu badana
yapacağız, yeni teknoloji sınıfı oluşturacağım, odayı
yenileyeceğim ve öğretmenler odasına koltuklar
alacağım. Bunlar şimdiki ihtiyaçlar.
- Hepsi bizim sırtımızdan mı çıkıyor? Ben de kız
için gönderdiğim katkı paylarının nereye gittiğini
merak ediyordum.
- Haa, bu yıl katkı payını artıracağım. Fotokopi
parasını artıracağım.
—Müdür bey. İlköğretim parasız ve zorunlu deniyor.
Siz para toplamakla uğraşıyorsunuz. İşletme müdürü
gibi olmuşsunuz.
— Ne yapalım yani, bırakalım mı? Ben otuz yıldır,
müdürüm. Bu okulu herkesin tercih ettiği bir okul
yaptım. Neyle, bakanlık mı verdi sanıyorsun? Bu
koltuğu bile bir velimiz aldı.
— Bakan özel okullara o kadar kıyak geçiyor. Neden
bu okullara ödenek ayrılmıyor?
İyi ki kitapları bedava dağıtıyorlar.
—Okullara kitap veriliyor. Ama biz kitaplarla
yetinmiyoruz. Bir taraftan dergi alıyoruz, test kitabı
alıyoruz, bir taraftan da yeni müfredat programı
nedeniyle, çalışmaları öğretmenler fotokopi yapıyor
onun parasını ayrıca alıyoruz.
— Kızımdan biliyorum, müdür bey. Burası özel okul
gibi oldu. Servis ücretlerine de zam geldi.
— Şimdi siz kayıt yaptıracak mısınız?
— Ne yapayım? Çocuğumun geleceği için kayıt
yaptıracağım.
— İyi, o zaman kime, yani hangi öğretmene vermek
istersiniz? Çocuğunuzun ilgisi var mı ? Haa, kızın
hangi sınıfta?
— 3/A sınıfında
— Evet, o sınıf iyi, öğretmeni çok çalışkan hiç izin
almaz, rapor kullanmaz, planlı, programlıdır.
— Oğlum da ilgilidir.
- O zaman Hasan Hocaya yazdıralım. Hasan Hoca
burada bir numaradır. Onun öğrencileri sınavlarda
hep başarılıdır. Bu yıl 1. sınıfları okutacak.
- Olur müdür bey, ben de öyle öğretmen istiyorum.
Onun için bu kadar para ve zahmete katlanıyoruz.
— Paraya dayanacaksın. Zaten buraya fakirin çocuğu
gelemez. Bende almam. Onlarla mı uğraşacağım,
para veremez, iyi giydiremez, çocuk aç gelir, buradan
bir şey alamaz . Kendisine bakamaz. Kursa gidemez.
Yani uyum sağlayamaz.
— Demek okullar artık gelire göre ayrıldı. Bizim
oradaki okulun fakirlerin okulu olduğu belli.
Bakımsız. Biz de zaten bu tarafa taşınmayı
düşünüyoruz, oradaki evi satmak istiyoruz. Ama alan
yok hepsi fakir, işi yok çalışmıyorlar.
— Şimdi içerde okul aile birliğinden yöneticiler var.
Oraya git, sana banka hesap numarası verirler,
oraya 1000 YTL yatır, dekontu getir. Ayrıca muhtara
da bir adres göster, belgeyi al gel. Kayıt yapalım.
—Müdür bey, 1000 YTL çok.
- Biz daha fazla alıyoruz. Hasan Hoca için çok değil,
herkes ona vermek istiyor.Bizde ona göre fiyatı
belirliyoruz. Ablası da burada olduğu için az istedim.
— Bunu ne diye yatıracağım?
— Onlar biliyor. Bağış diye yatıracaksın.
- Bağışsa istediğim kadar yatırayım müdür bey .
— Öyle olmaz. 10–50 YTL’ye öğrenci almam buraya.
Kalitesini düşürür. Burası MLO ve kaliteli okuldur.
Bak kalite belgesi de var. Bunun için kimlerle
görüşmedim, kimlere yemek vermedim, bunların
hepsi para.
— Neyse, çocuğum için katlanacağım.
Elbette katlanacaksın. Kim demiş ” eğitim bir haktır”
diye. Eğitim bir fırsattır. İmkânı olan yararlanır.
Herkesi okutmak zorunda değiliz ki.
Eee, ne diyelim. Sadece çocukları değil,
özelleştirmecileri de eğitmek gerek.
Üniversite har(a)çlarına yine zam geliyor!
Üniversiteler bu yılda zamla açılıyor. Adım
adım eğitimi özelleştirenler, har(a)çlara her yıl
olduğu gibi bu yılda zam yaptı. Üniversite
öğrencilerinden bu yıl alınacak har(a)çlara ortalama
yüzde 5'lik zam yapıldı. Resmi Gazete'de
yayımlandıktan sonra yürürlüğe girecek Bakanlar
Kurulu kararına göre, mühendislik fakültelerinin
harcı 317 YTL' den 332 YTL' ye çıkacak. Hukuk,
iktisat, işletme ve siyasal bilgiler fakültelerinin
harcı ise 256'dan 269 YTL' ye yükselecek. İlahiyat,
eğitim bilimleri ve fen-edebiyat fakültelerinin harcı
da 244 YTL olacak. Tıp fakültesinin harcı ise 508
YTL olacak. Üniversite yönetim kurullarına verilen
yüzde 20'lik zam yetkisi de bu rakamlara dahil
edilince öğrencilerin ödemesi gereken har(a)ç
miktarı 600 YTL' nin üzerine çıkabilecek. Bu
rakamlara bir de neredeyse her üniversitede
uygulamaya konulan zorunlu bağış, kimlik parası
gibi haraçlar eklenince daha üniversite kapısındaki
soygunun miktarı artıyor.
ÖVDER3| 7
EKMEK İSTİYORUZ, AMA GÜL DE!
Bahar GÜLER
Masalların, aşk şarkılarının, romanların,
filmlerin… vazgeçilmez ikincil kahramanı kadınların;
cinsiyetçi kültürün hegemonyası altında ve de salgın
bir yabancılaşmanın tam orta yerinde şuursuzca
salındığı ve Türkiye toplumu olarak inanılmaz bir
bellek yitimiyle tarihsizleştiğimiz anda yazılmalıydı
bu yazı. Yazdım ve hatırlatmak istedim kim
olduğumuzu…
Biz kadınız. Tarih boyu, yerkürenin her
yerinde, insanlığa karşı geliştirilen her hareketin,
sömürgeleştirme politikalarının, faşizmin, ırkçılığın,
ulusal baskının, şeriatın… karşısında gelişen her
mücadelede, en kadın haliyle yer alanlarız. Amerikan
emperyalizmine karşı savaşarak ölen Vietnamlı
kadınlarız, Sandino' nun kızlarıyız, Arjantin'in Mayo
Meydanı analarıyız, Güney Afrika'da ırkçılığa meydan
okuyan alınları ak ama simsiyah bacılarız, Filistinli
kadın gerillalarız ve çok uğraşsa da birileri, beyinleri
sömürgeleştirilemeyen Türkiyeli kadınlarız…Bizim
kadınlarımı z, mahallelerde f abrikalarda,
imalathanelerde, bürolarda… insan olmanın
güzelliğini yaşamak adına mücadele edenlerin
arasındaydı. 12 Eylül’ün ardından ve de bugüne
kadar uzun yıllar boyu sayısızca, ülkede biz
ezilenlere karşı estirilen terör ortamında gözaltına
alınanlar, işkencelere maruz kalanlar, gözaltında
tecavüze uğrayanlar, polis baskınlarında katledilenler
arasında yine onlar vardı. Peki onlar çığlık çığlık
söylerken sevdayı, emeği; neden çoğunluk babasının
hep söz dinleyen akıllı-hanım kızı, kocasının
hizmetkarı, gerçeğin yerine kozmetiğin geçtiği
içeriksizleştirilmiş dünyanın hep imrenilen, özenilen
kuklaları… olmayı seçti. Şimdi kara sayfalar
anlatacak bize faili belli gerçekliği…
Ataerkil topluma geçişin ve kadının sosyal
ezilmişliğinin başlangıcı; ev içi hizmetlerin toplumsal
bir iş olmaktan çıkıp, özel bir hizmet haline
dönüştüğü tarihsel döneme denk düşer. Erkeğin
toplumsal olarak ayrıcalıklı bir statüye kavuşması
ve kadınlar için (ama yalnız kadınlar için!) tek
eşlilik döneminin başlaması, mirasın erkek üzerinden
devrediliyor olması ile doğrudan bağlantılıdır. Bu
da aynı zamanda mülkiyet ve sınıfların ortaya
8 | ÖVDER
çıkmasıyla ilintilidir. O tarihsel dönemden bugüne,
kadın “baş hizmetçi” haline dönüştürülmüş ve bu
cinsel baskının nesnel temelini oluşturmuştur.
Kadın, sadece bir köle, serf ya da işçi olarak
bırakılmamıştır. Sabahtan akşama tarlada emek
tüketen erkek köylünün, yeniden kendi emeğini
üretebilmesi için, kadın evde hizmetkâr olarak
kullanılmaya zorlanmıştır. Oysa aynı kadın, tarlada,
erkeğin yanında, emek de tüketmiştir. ( Bir
hatırl atalım. Bugün kadı nl ar vası fsız emek
kullanılmasını gerektiren tekstil, gıda vb. gibi
sektörlerde son derece düşük ücretlerle ve son
derece olumsuz koşullarda çalışmaktadır. Türkiye´de
1 milyonun üzerindeki ücretli kadının yalnızca
303.919´u SSK´ya kayıtlıdır.) Kadın, hiçbir ücret
ödenmeksizin, emekçi erkeğin sömürücü sınıflara
daha ucuza mal olmasını sağlayan bir araç haline
getirilmiştir. Şu bilinmelidir; kadın sorunu yalnızca
feodal üretim ilişkilerinin üst yapıdaki etkisinin
sürüyor olmasından kaynaklanan bir sorun değildir,
aksine kapitalist düzen, kendi özgün yanlarına
karşın, feodal kültürün etkisinden yararlanarak,
kadının ezilen cins konumunu yeniden üretir.
Fabrikadan posası çıkmış bir halde eve gelen işçi
erkek, evde kendisine sadece bir imzayla bağlanmış
hizmetkârın sunmak zorunda olduklarını bilerek
yaşar. Ama ne yaparsak yapalım, erkeğin emeği
gelir, kadının emeği ise ailenin gider hanesine
yazılır. “Ne yapıyorsun ki, akşama kadar yatıyorsun”,
diye küçümsenen ve beş para etmeyen 'ev işi'
sürekli tüketime karşı, hiç bitmeyen yeniden
üretimdir. Sevgi, dayanışma, neslin üretimi,
çocukların yetiştirilmesi, beslenmesi, bakımı,
çamaşırların yıkanması, evin temizlenmesi, maddi
ve manevi duyguların doyurulması, aile bireylerinin
sosyal yaşama hazırlanması... ücretsiz emekçi
tarafından gerçekleştirilir.
Topl u msa l i li şki le r a la nı nd a erkeğ in
belirleyiciliğini esas alan mevcut düzenin ideolojik
kavrayışı, demokrasi mücadelesinin içerisinde de
peşimizi bırakmaz. Erkeklerin, doğdukları andan
itibaren, kadına göre daha farklı yetiştirilmeleri,
ister istemez etkisini hissettirir. Mesela, kadınların
bireysel olarak kurabilecekleri ilişkiler, gidebilecekleri
yerler neredeyse tümüyle belirlenmiştir. Erkekler
ise, kadınlara nazaran daha özgür hareket
edebilmektedir. Oysa ki, tüm toplumsal ilişkiler
alanında olduğu gibi, demokrasi ve özgürlükler
mücadelesinde de kadınların, en olumsuz koşullar
altında bile, kendi kimliklerini, kendi kişiliklerini,
onurlarını koruyabildikleri ve koruma yeteneğine
sahip oldukları defalarca doğrulanmış bir durumdur.
Kadının baş çelişkisi kimlik
sorunudur. Yani kadının özgürleşebilmesi için kendini
tüm yönleriyle tanımlaması (sınıfsal, siyasal, sosyal,
cinsel…) ve kendi gerçekliğiyle buluşması gerekir.
Ne var ki bunun gerçekleşmesi çok zordur. Çünkü
bugüne kadar kadın; düşüncede, duyguda,
davranışta erkeğe-erkekliğe bağımlı olarak
şekillenmiştir. Kendi kimliğine yabancılaşmış kadın,
geleneksel rolünün getirmiş olduğu pasif ve edilgen
konumunu gi zlemek i çin, kendi özgücü ve
özgüveninden yoksunluğunun sonucu, hep erkeğin
gücüne sarılmış ve o gücü kendine dayanak yaparak
kendini güçlü göstermeye çalışmıştır. Bu durum,
hemcinsine yabancılaşmayı da doğurmuştur. Bazen
de kadın, düzenin kendine biçmiş olduğu kimliğin
ve rolün özgürleşmesinin önünde engel olduğunu
kabul lenerek, düzenin erkeğe biçtiği rolün
özgürleşme olduğu yanılsamasına kapılarak, kendi
kimliğinden sıyrılıp erkeğin kimliğine, erkeğin rolüne
özenmiştir. Kendi özgünlüğünü, kendi cinsinin
özelliklerini bir kenara bırakarak, "erkeğe benzeme"
temelinde yeni bir role giren kadın, bu tavrıyla
tam bir erkek karikatürüne döner ve her şeye
yaklaşımı kaba ve düz bir tarza bürünür. Düşünsel
dünyasında yaşadığı ise geriliktir, hantallıktır,
yaratıcılıktan-özgürleşmeden uzaklaşmaktır. Kendi
kimliğinden giderek soğuyan kadın ne kendi
emeğine sahip çıkabilir ne de ülkedeki demokrasi
mücadelesine
katkı
s u n a b i l i r.
Bence sorun özgürleşmeinsanlaşmadır. Özgürleşme, kendine, kendi cinsinin
gücüne inanarak, başarıyı da, gelişimi de kendinde,
kendi cinsinde görmek ve bunu örgütleyebilmek,
bunun araç ve yöntemlerini yaratabilmektir. Kadın,
kendine has birçok güzel özelliğini; sahiplenme
duygusunu, özverisini, cesaretini, üslubunu-hitabını,
duygularının yumuşaklığını-inceliğini..., yaşamın
dokularına katabildiği oranda yaşam daha da
zenginleşecek, güzelleşecektir. Dedimya yukarıda,
kara sayfalar anlatacak faili belli gerçekliği,
özgürleştikçe biz, bembeyaz sayfaların yazarı
olacağız ve “bizi” anlatacağız. Diyeceklerimiz bitmedi
ama bu yazı şöyle bitsin: Biz ekmek de istiyoruz,
gül de! Yalnızca bedensel açlığımızı doyurmak değil,
hayatı tüm güzellikleriyle birlikte yaşamak; ekmek
yiyebileceğimiz ama gül de alabileceğimiz, şarkı
söylemeye, dans etmeye, doyasıya gülmeye ve
sevmeye de zaman ayırabileceğimiz bir dünya
istiyoruz. Sürekli gelişen güç ve onun ideolojik
yansımalarının önünde, onun bir insan ürünü
olduğunu ve insan ürünü olan her şeyin yine insan
tarafından değiştirilebileceğini bilerek, baş eğmeyen
erkeklerimizle omuz omuza yürümek istiyoruz.
Birlikte değiştirebilmek inancıyla ve kadınca bir
merhaba şimdi, yeniden merhaba!
Eğitim parasızmış!
Eğitim-Sen tarafından hazırlanan bir raporda,
devlet okuluna yeni başlayacak çocuğu olan velilerin
yapacağı harcamanın 2 bin 460 YTL' ye kadar
çıkabileceği belirtildi. "Eğitim hakkının, velileri
büyük harcamalara ittiği için artık hak olmaktan
çıkarak, parası olanların yararlandığı fırsat haline
geldiği" belirtilen raporda, çocuğunu devlet okuluna
yazdıracak velilerin, bu yıl yapacağı eğitim
harcamaları şöyle sıralandı:
Kayıt parası 380; katkı parası (1 yıllık) 40;
silgi, tahta, kalem, ampul (1 yıllık) 20; spor parası
(1 yıllık) 30; karne, takdir, teşekkür 10; diploma
15; kaynak kitap, kitaplık, hikaye, roman 75; etüt
ya da kurs (1 yıllık) 360; fotoğraf çekimi 20;
fotokopi ücreti 60; Servis ücreti (yıllık) 660; perde,
masa örtüsü 20; müze, gezi, tiyatro 30; temizlik
parası 20; bayrak, flama 15; paso 15; Giyecek
150; folklor, bayram kostümleri 120; kırtasiye
malzemesi, çanta, suluk 140; kantin, kooperatif
giderleri (1 yıllık) 250, teknik bakım giderleri 30
YTL, toplam 2 bin 460 YTL.
ÖVDER3| 9
BURJUVA DEMOKRASİSİ RIZA ÜRETİR
Mehmet Ali YAZICI
Burjuvazinin, insanlık için en ideal yönetim
şekli olarak ileri sürdüğü ve savunduğu demokrasi,
bilindiği gibi burjuva demokrasisidir. Fransa’da
ortaya çıkmış ve burjuvazinin sınıf egemenliğinin
aracı olarak oturtulduktan sonra yaygınlaştırılmıştır.
Uygulanma biçimi, temsil sistemine dayanır. Bu
sistemin özü; bireyleri, azami olarak siyasetin
dışında tutarak toplumu apolitikleştirmekten başka
bir şey değildir. İnsanların aktif politika içinde
olmaları istenmez. Egemen sınıflara göre politik
insan tehlikeli insandır. Söz, yetki ve karar hakkını
kullanmak ister. Sürekli sorgulayan ve hesap soran
kitleleri yönetmek zorlaşır. Bundan dolayı, kitleler
siyasetin genellikle dışında tutulur ve dört beş yılda
bir yapılan seçimlerle toplumun kendi yöneticilerini
seçme özgürlüğüne sahip olduğu imajı verilir.
Burjuvaziye göre en güzel yönetim biçimi budur ve
başka bir modeli denemeye gerek yoktur. Bu, sözde
özgürlüğün işlevsel olmadığı artık anlaşılmıştır.
Burjuva demokrasisinin geçerli olduğu ülkelerde
siyaset çok kârlı bir sektör halini almıştır. Sermaye
birikimi yaratmanın ciddi bir aracı durumuna
getirilmiştir. Parasal olarak karşılığı, örneğin
milletvekili seçildikten sonra alınması düşünülen
büyük ihale ve yatırımlara, rüşvete, kara paraya
vb. dönüşmüştür. Parası olmayan milletvekili
seçilemez ve toplumsal kesimler içerisinde temsil
ve seçilme hep zengin kesimler arasından olur. Bu
nedenle “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”
ibaresi safsatadan başka bir şey değildir. Ya da
büyük sermaye kesimleri, temsilcilerini, kendileriyle
işbirliğine giren diğer sınıfların içerisinden atarlar.
Bir tür yetkilendirme işlemidir bu ve bu işin
finansmanını da kendileri yaparlar.
Ülkemizden örnek verecek olursak, bugün
TBMM üyelerinin bir dökümü yapıldığında, halkı
temsil ettiği iddia edilen milletvekillerinin neredeyse
tamamı, orta ve üst sınıflardan gelmektedir. İşadamı,
sivil ve askeri bürokrasiden gelenler ağırlıktadır.
Bunların seçim finansmanını ayarlayan da güçlü
sermaye tekelleridir. Cumhuriyet tarihi boyunca (
buna CHP’nin tek parti dönemi de dahil), çalışanların,
işçi ve emekçilerin Mecliste temsil oranı %3’ü
geçmemiştir. Bazı dönemler, kimi partiler tarafından
göstermelik olarak denense de, ön seçim ya da
aday adayı seçimi diye bir süreç, siyaset kültüründe
kabul görmemiştir. Parti tabanlarının bu konuda
hiçbir yetkisi bulunmamaktadır. Genel başkanlar ya
da parti merkezleri atamaları yapmışlardır. “Seçilecek
olanların atanması” gibi tuhaf bir durum yaşanır
hemen hemen her seçim döneminde.
10 | ÖVDER
Bu ve benzeri nedenlerden dolayı bugün
dünyada temsili demokrasi ömrünü tamamlamak
üzeredir ve doğrudan demokrasi arayışları kitleler
için cazip bir durum haline gelmiştir. Bunda,
teknolojinin ve kitle iletişim araçlarının gelişmişliğinin
de büyük bir etkisi vardır. Kitlelerde, uzaktan ve
iletişim araçlarıyla da olsa merkezlere müdahale
etme talepleri gelişmektedir.
Demokrasi, son tahlilde bir devlet biçimidir.
Devlet ise bir sınıflı toplum gerçekliğidir ve egemen
olan sınıfın yönetme aygıtıdır. Burjuva demokrasisi
demek, bir başka açıdan burjuva devleti demektir.
Burjuva demokrasisi en ideal noktasına temsili
demokrasiyle ulaşmıştır ve içinde bulunduğumuz
dönemde temsili demokrasi, dolayısıyla burjuva
devlet kriz içerisindedir. Seçme-seçilme hakkının
olması, pratikte ise insanların kendi iradeleri
doğrultusunda bu haklarının istedikleri gibi
kullanamamaları, bu sistemin “özgürlükçü bir
yönetim biçimi” olduğu tezini de sorgular hale
getirmiştir. Sorun, bunun yerine koyulacak olan
“doğrudan demokrasi”nin nasıl olacağı ve hangi
a ra ç l a rl a g e r çe k l e ş t i r i l e ce ğ i n o k t a s ı n d a
düğümlenmektedir.
Son yıllarda yapılan tartışmalarda ortaya
çıkan sonuçlardan biri de, düşüncenin kontrol altına
alınmasında despotik ve militarist rejimlerden daha
çok, sözde özgürlükçü ve halka dayalı yönetimlere
ihtiyaç olduğu gerçeğidir. Genel görüntü, medya,
basın-yayın ve kanaat önderleri aracılığıyla “her
şeyin”
konuşulduğu ama hiçbir şeyin
ko nu şu lmadığı dır. Bu radaki amaç sadece,
gelişmelerden ve yaşananlardan rahatsızlık duyan
kesimlere bir rahatlık vermek ve tansiyonu
düşürmektir.
Burjuva demokratik toplum, maniplasyon,
yanıltma gibi yöntemlere dayalı olarak rıza üretmede
çok başarılı bir toplum modelidir. Aynen seçim
dönemlerindeki temsil olayında olduğu gibi, kitlelerin
bilinci, organize alışkanlıkları ve kanaatleri, bilerek
ve isteyerek, en akılcı yollardan maniple edilir. Bu,
demokratik toplum için son derece önemlidir.
Egemenler bunun propagandasını sistemli olarak,
aydınlara ve önde gelen entelektüellere yaptırırlar
ve kitleleri politikadan yalıtmaya çalışırlar. Örneğin
bugün ülkemizdeki burjuva medya ve televizyonlarda
‘kanaat önderleri’ olarak ortaya çıkarılanların , bu
toplumsal rızanın oluşması için kullanılan birer araç
oldukları ve bu görevi severek, isteyerek üstlendikleri
ve yerine getirdikleri açık bir biçimde görülmektedir.
BİR ELİN NESİ VAR ?
Jale KİRMAN
Hatta bu tartışmalara katılmanın ve insanlara yalan
söylemenin, ahlâksızlık da olsa maddi anlamda bir
karşılı ğı da vardı r. Bu model, ‘razı etme
mühendisliği’nin işini rahat bir biçimde yapma ve
kitleleri buna ikna etme serbestliğidir. Bilindiği gibi,
“ikna etmek”, kitleleri herhangi bir konuda kandırma
anlamına da gelir.
Burjuva demokrasisi ile yönetilen demokratik
toplumlarda demokrasi adına yapılan şudur:
‘Çoğunluk elini eteğini gerçeklerden çekmeli, bir
hayal alemine dalmalıdır. Fukaralara zenginlik
hayalleri, baskı altında tutulanlara özgürlük masalları,
üstelik güçsüz olup, yenik düşmüş bulunanlara zafer
hayalleri satılmalıdır.’ (N. Chomsky)
İçinden geçtiğimiz süreçte, çarpık bir burjuva
demokrasisine sahip olan ülkemizde, yaşananları
bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Yukarıdan
aşağı geliştirilen çarpık demokrasi denemesi rıza
üretmeye ve kitleleri telkin etmeye çalışıyor. Ancak,
sistemin sakatlığı rıza biçimlerine de yansıyor.
Bundan dolayı, örneğin, “ulusalcı güçler”, “kızıl elma
ittifakı” gibi bir araya gelişler bizleri fazla
şaşırtmamalıdır. Bu tür kümelenişler ve bir araya
gelişler, yukarıdan aşağıya geliştirilmeye çalışılan
çarpık burjuva demokrasisinin resmi rıza üretme
biçimlerinden başka bir şey değildir. Sürekli
dillendirilen “sağcılık”, “solculuk” kalmadı, “bütün
toplum bir arada duruyor” tezi bunların başında
gelmektedir.
“Toplumsal rıza üretme” sisteminin işlevini
yerine getirebilmesi için yığınla iş yapılmaktadır.
Kültürden sanata, edebiyattan spora bir çok alanda
işlevsel bir mekanizma kurulmuş durumdadır.
Kitlelerin köşelerine çekilmeleri ve sessiz kalmaları
için her türlü araç (baskı araçları da dahil)
kullanılmaktadır. Chomsky, bu iş görmeyi şu şekilde
ifade ediyor: “Hedeflerinden biri salaklar ve
cah il l erd ir. Bu n l ar di lekl eri n de t ut u lma lı ,
anlayabilecekleri kadar basitleştirilmiş martavallarla
uyutulmalıdır… izole edilmelidir. En ideali, bunların
her birini ve tek başına olmak üzere TV ekranının
karşısına oturtmak, spor müsabakalarını, Brezilya
dizilerini seyrettirmektir. Organize olmalarına izin
verilmemelidir. Bir araya gelirlerse nelere sahip
olabileceklerini düşünmeye fırsatları olmamalıdır.”
Toplumsal rızayı kabul etmeyen ve telkinlere
kanmayanlara ise neler yapıldığı, özellikle bizim
gibi yeni-sömürge ülkelerde çok net bir şekilde
bilinmektedir.
Aldım kalemi elime. Parmaklarım başladı
anlatmaya. Merak ettim ne anlatacaklarını.
Anlattıklarını dökmeye başlayınca satırlara; hatırladım
hikâyeyi. Daha önce bizzat kendilerinden dinlemiştim.
Tanık olduğunuz ya da tanık olmadığımız bütün insan
hikâyeleri gibi o kadar gerçekti ki hikâyeleri, ben
sözü daha fazla uzatmadan bıraktım kalemi onlara,
onlar başladılar anlatmaya.
Biz bütün parmakların ayrı düştüğü,
birbirlerine kelepçelenmiş iki eldik. Serçe parmak
başladı anlatmaya. En küçükleri oydu çocukluk işte
içlerinde en heyecanlı olandı. Dünyayı olduğu gibi
gören, ne görüyorsa onu söyleyen yalansız, dolansızdı.
Parmak ucundan görse de dünyayı “anne bak kral
çıplak” diye bağıran da ilk oydu. “Önceleri dünya
sadece benim parmak ucundan dönüyor zannederdim.
Bilmezdim benden başka parmak olduğunu, başka
eller olduğunu. Yıldızlar hep uzak gelirdi. Hiç
kavuşmayacak kadar uzak. Ellerimize takılan o
kelepçeleri kırmaksa, o yıldızlar kadar uzaktı.
Umutsuz türküler söylerdim hep, bu parmak hiç
çalmayacak sanırdım umut kapısını.” Ta ki… Küçük
parmağın söyleyecekleri daha bitmemişti ki orta
parmak atladı söze. En ortadaydı o ama ortada
kalanlardan değildi. Herkesin iki yol sunduğunda
bile, başka bir yolu, üçüncü bir yolu bulan, en puslu
havada bile yolunu en iyi görendi. Orta yolcu derlerdi
kimileri ona, orta yolcuydu ama ortada kalanlardan
değildi. O tam ortadaydı. Hepsine eşit uzaklıktaydı.
Aslında bu buluşmanın en önemli parçasıydı.
İçlerinden en uzunu oydu ve bir el olacakları günü
bekliyordu. Görüyordu her şeyi. Biliyordu bir gün
bütün parmakların birleşip bir el olacağını. İşte o
günü bekliyordu. Sonra da sonrasını orta parmak
anlattı. “Sen bir parmaksın sadece dokunduklarını
hissedebilirsin ve dokunarak yaratırsın. Ama ben
görüyordum. Başka parmaklar başka eller
görüyordum. Başka ellerle buluşamayalım diye nasıl
kelepçelendiğimizi görüyordum. Gördüklerimi
bağırıyordum her gün işitmeyen kulaklara. Sesimi
duyan olmuyordu önceleri. İlk, yanımdaki parmaklar
duydu söylediklerimi. Ama onlar bizden başka
pa r m a kl a r y ok, bi z de n b aş ka e l l e r y o k
zannediyorlardı.” Hepsinin hayatlarına tanık oluyordu
orta parmak ve şunu biliyordu; ne zamanki bütün
parmaklar birleşip bir el olur, bu eller kavuşup her
biri sıkılı bir yumruk olur, işte o zaman uzanabilirlerdi
yıldızlara. İşte o zaman yıldızları tutabilirlerdi
ÖVDER 3
| 11
MUTLULUĞUN PEDAGOJİSİ
Faruk ADIGÜZEL
kenetlenmiş yumruklarıyla. Bir el, bir el daha
gökyüzünde ne kadar yıldız varsa tutabilirlerdi.
Yayılı rd ı bu yıldızlar bütün bir dünyaya,
yayılabilirlerdi o zaman başka hayatlara. Bir el
olmanın verdiği umutla kırabilirlerdi kelepçeleri
özgürleşebilirlerdi. Parmaklar sadece bir parmak
olmaktan çıkıp bir el olduklarını anladıklarında her
şey daha güzel olabilirdi. Artık yalnız değildi orta
parmak. Başka bir parmak, sonra bir başkası bir bir
atlıyordu söze. “Toprağı ekmeye, demiri dövmeye,
sabanı tutmaya makineyi işlemeye yarayan bu eller
güzel olanı insandan yana olanı neden yaratmasın?
Yaratılan bu güzellikleri bu eller neden bölüşmesin?”
Sadece kendileri için çalışsınlar, sadece kendileri
için üretsinler istiyordu onları kelepçeleyenler.
Kavuşmasın diye kelepçelenmişti hepsi ayrı ayrı.
Üzerindeki nasırlardan tanıyorlardı birbirlerini. Kan
bulaşmıştı ellerine. Oysa kan vardı ötekilerin ellerinde.
Atılan bombaların altında can veren, sıkılan kurşunda
can veren minicik bedenlerinin kanları vardı ellerinin
üzerinde. Tanırlardı bu yüzden dost ellerini. Bilmezdi
bu kan emiciler gökyüzünde ne kadar çok yıldız
olduğunu ve bu yıldızları tutacak ne kadar çok yumruk
olduğunu. Bir parmak sanırdı onları. “Hadi bir el
olsunlar bir elin nesi var” demişti içlerinden biri.
Ama onlar bir el değillerdi artık. Dünyanın her yerinde
yıldızlara uzanan onlarca rengârenk ellerdi artık onlar.
Ve aynı türküyü söylüyorlardı:
“Görüyorsun işte küçük adamları
Köhnemiş silahlarıyla saldıran sana
Kimi tutsak düşmüş kendi dünyasına
Kimisi düpedüz halk düşmanı
Diren öyleyse, diren, yılma
Yürüt daha bir inatla kavganı
Yıkılma sakın geçerken günler
Yaralayarak gençliğini
Onurlu, güzel geleceklerin
Biziz habercileri düşün ki
Ve halkın bağrında bir inci gibi
Büyüyüp gelişmektedir zafer.”
O kadar içten anlatıyorlardı ki parmaklarım,
bana fazla da söyleyecek bir şey kalmamıştı.
Demiştim ya bütün insan hikâyeleri gibi o kadar
gerçekti ki hikâyeleri bıraktım kalemi onlara ve
anlattılar hikâyeyi baştan sona.
12 | ÖVDER
“Mutsuzluk kötülüğün
nedenlerini anlamayanlara
çıkar yolu göremeyenlere
mücadele yeteneğinden
yoksun olanlara özgüdür.”
Hiç düşündün mü yaşamın anlamı nedir?
Bu soru yüzyıllardır sorulur durur ve bir türlü
ikna edici yanıt alınamaz. Bu zor bir sorudur
aslında. Yanıtı da dünyaya nasıl baktığına,
yaşamdan ne beklediğine göre değişir.
“Hayatın anlamı nedir?” sorusunun altını
farklı bir biçimde doldurmak mümkün olsa
da, genel bir cevap verilebilir: Hayatın anlamı
mut lu olmakt ır. İnsan mu tlu olmadan
yaşadığında yaşamının anlamı kaybolur.
Diyeceksin ki peki mutluluk nedir? İşte
sorun burada başlar. İnsanların gerçek
mutluluk düşleriyle, sahte mutluluklar üreten
yaşantısı birbirine karışır. Mutluluk göreceli
bir kavram olduğundan gerçek mutluluk ile
sahte olanını çoğu zaman ayrılmaz. Bize
öğretilmiş mutluluk anlarını bütün hayat
sürecine yayıp “mutluyuz” deriz. Gerçek
mutluluğu bilmeden yaptığımız bu kıyaslama,
aslında sadece bizden daha olumsuz şartlarda
yaşayanlara
göre
yapılmış
bir
değerlendirmedir.
İnsan doğası gereği toplumsal bir
varlıktır ve bir toplum içinde yaşar. Mutlu
insan için mutlu toplum, mutlu bir dünya
gereklidir. Ama toplum uzlaşmaz sınıflara
bölünmüşse, insanlar çıkarları uğuruna
birbirlerini potansiyel düşman olarak görüyorsa
ortak mutluluk mümkün olamaz. Bu nedenle
çoğu kez bir kesimin mutluluğu diğerlerinin
m ut su z luğ u an lamın a gelir . Şöy le de
denebilir:Hayatı ortak olarak anlamlı kılmak
mümkün olmaz.Hayatın anlamları çarpışır.
Bireysel olarak mutlu olmak olanaklıdır ama
başkasının mutsuzluğuna gözünü kapamak
ve mutsuz olana kendi mutluluğun için
saldırmak şartıyla. Tabi mutluluk derken
kapitalist sistemin vaat ettiği kadarını
k as t edi yo ru m . B u mu t lu lu k ek si k bir
mutluluktur. Toplumu yöneten zengin azınlık
için mutluluk olanağının daha fazla, yönetilen
çoğunluk içinse çok az olduğunu ikimiz de
biliyoruz.
Toplum içindeki sınıf çelişkisini ortadan
kaldıramadığımız sürece ortak bir mutluluk
tablosu çizemediğimizden, sınıflara ve
bireylerin yaşam tarzına göre mutluluk tanımı
yapmak zorunda kalıyoruz. Yani mutluluk
olanaklarla koşullandırılmıştır. Olanakların ne
kadar çoksa o kadar mutlu olursun bu
düzende. Bireysel mutlulukların rekabet etmek
ve birbirini yenmek zorunda kalmadığı bir
dünyayı düşünebilirsek ortak bir mutluluktan
bahsedebiliriz. Mutluluğu da daha kolay
tanımlayabiliriz. İşte o zaman hayatın anlamı
nedir sorusuna ortak bir cevap verebiliriz.
Ha y at ı n a n l a m ı h e r k es i n m u t l u
olmasıdır. Birisinin mutluluğunun ön koşulu
diğerinin mutlu olmasına endekslenmiştir. Bu
durumda bu gün böylesi bir dünyadan çok
uzaktayız. Onun için hayatın anlamını bulma
arayışının kendisi aslında başlı başına bir
anlamsızlıktır. Hayatı anlamlı hale getirmekte
de zorlanıyoruz. O yüzden mutlu insandan
değil mutlu anlardan söz ediyor, daha çok da
mutsuz insanı konuşuyoruz. Çünkü insanların
çoğunluğu mutsuzdur bu dünyada.
Bu insanlar özgür değiller. Kendilerini
gerçekleştiremiyorlar. Yabancılaşmanın
mutsuzlaştırıcı etkisinden kurtulamıyorlar,
kurtulamıyoruz. Bizim düşlediğimiz dünyada
mutsuzluk anları olacaktır ama mutlu insanın
mutsuzluk anlarıdır o anlar. Şimdi ise tersi
bu durum var. Mutsuz insanın mutluluk anları
olabiliyor. Bu yüzden de ben sevincin saadetle
şekillenmiş bir yaşamın başı ve sonu olduğunu
ileri sürüyorum. Sevincin yaşam amacımız
olduğunu söylediğimizde salt haz almaya
önem veren ‘yosma’ neşelerini kastetmiyoruz.
Bilmeyenler öğretimizden anlamayanlar ya
da kötü niyetli yanlış anlayanlar böyle
algılıyorlar.
Mutluluğun ne olduğunu ararken,
mutluluk üzerine yazmak ve söz söylemek
oldukça zor. İkiye bölünmüş bir hayatın
üretemediği ortak mutluluktan bir mutluluk
yazısı da doğal olarak türemez. O nedenle bu
da hayatın mutsuzluğunu ifade eden bir yazı
olmanın ötesine geçmiyor. Ama aynı zamanda
insanlığın mutluluk arayışının da bir parçası
olarak yaşamlarımızın çelişkileri ve onun
içerisindeki arayışlar da gelecekteki mutlu
günlerin şimdiden işaret fişeği olarak
görülmelidir. İnsanlığa yalnızca bireysel
kurtuluş masallarının anlatıldığı, daha çok
tükettikçe insanlaşacağı yalanlarının söylendiği,
marka ve imaja dönüşmüş bir hayata meydan
okumak yalnızca bizim sahip olduğumuz
sıradan yaşam deneylerinin sunduğu acı,
hüzün ve sevinçlerle mümkün olabilir.
Dayanışma dediğimiz, mutluluğun en sihirli
sözcüğünün anlamı da bütün bu sahici
duyguların paylaşılmasından geçer. Geleceğin
mutluluğu bugün yaşadığımız bu mutluluk
arayışında gizlidir…Her şeye rağmen bizler
birer mutluluk üreticisi olarak mutluluk
arayışımızı sürdürmeye devam edeceğiz.Çünkü
“kimi zaman umutsuzluktur gemileri yaktıran,
kimi zaman da yakılan gemilerdir umudu
yaratan”.
Bütün insanlığın kurtuluşu inancında
olanla ra , kuca k dolusu kara nfi ll er…
Efendiyi yaratan kölenin
kendisidir, köle özgür
olduğunda artık köle
olmayacaktır ve
dolayısıyla da efendi de
ortadan kalkacaktır.
Kölenin özgürlüğü
efendiyi tutsak etmez,
ikisini de yok eder.
Kaygusuz Abdal
ÖVDER |3
13
DEVLET NEDİR, NASIL OLMALI?
İsmail GÖKTAŞ
İnsanlık tarihi mücadeleler tarihidir. Bu
mücadeleler insanlığın gelişimine ve de geliştirdiği
yanlarına göre boyutluluk ve çeşitlilik göstermiştir.İlkel
dönemlerde mücadele daha çok doğayla idi.İnsanlar
birlikte avladığı avlarını paylaşırlardı, vahşi hayvanlara
karşı savunmalarını birlikte yaparlardı.Herkes eşit
konumdaydı.Yıllar süren evrimleşme, beyinlerin gelişmesi
ile farklı koşullarda ve farklı gelişimler sonucu üretim
araçları da gelişmeye ve çeşitlenmeye başladı.Yerleşik
düzene geçilmeye başlanmasıyla birlikte insanlar arası
(veya kabileler arası) ilişkiler ve de çelişkiler
(mücadeleler) de başladı. Bu savaşların sonucunda “esirler”
elde edildi ve esirler “köle” olarak kullanıldı.Bundan
dolayı da çalışan “köle” ve çalıştıran “köle sahipleri”
oluştu.Başka kabilelere karşı savunma güçleri(asker) ve
kölelerin üzerinde köle sahiplerinin “haklarını”
belirleyen(satma, öldürme vb.) yazılı metinler (bugünkü
kanunlar) , uyulmadığı zaman uygulanacak cezayı
belirleyen yazılı metinler (hukuk) ve cezayı verecek
olanlar (yargıçlar) belirlendi.Yani ilkel bir devlet (KÖLECİ
DEVLET) oluşmuş oldu.Yine insanlığın ve kültürlerinin
gelişmesi sonucu, yönetenler yönetemez hale gelince,
yönetilenler de eskisi gibi yönetilmek istemeyince ,
çalışanların (kölelerin) haklarının da biraz iyileştirildiği
yeni sistemler kuruldu.Bu sistemler kolay kurulmadı tabi,
devrimlerle oldu.Köleci sistemden Feodal sisteme (ağalık
sistemine) geçildi. Devletlerin adları da o sistem yapıları
ile birlikte anılır oldu. (KÖLECİ SİSTEM, FEODAL
SİSTEM, KAPITALİST SİSTEM) Feodal sistemden de
günümüzdeki kapitalist sisteme geçilmiş oldu.Köleci
sistemde nasıl “KÖLE SAHİPLERİ İLE KÖLELER”
varsa ve devlet köle sahiplerini koruyorsa, Feodal sistemde
de “FEODAL BEYLERLE(AĞALAR) TOPRAĞA VE
AĞAYA BAĞLI IRGATLAR”(MARABALAR) vardı ve
FEODAL DE (PADİŞAHLIK) ağaları koruyordu ve
onların yanında yer alıyordu.(ÖRNEK: Doğu ve
Güneydoğu bölgemizde FEODALİZMİN etkisi olduğu
için orada AĞALAR VE AŞİRETLER etkindir. Kanun
v e h u k u k t an ço k A Ğ A L A R- Ş I H L A RI N s ö zü
geçmektedir.Seçimlerde bugünkü sistemi savunan partiler
onlarla hareket etmektedirler.KAPİTALİST SİSTEMDE
(bu günkü sistem) ise KAPİTAL SAHİPLERİ (SERMAYE
S A H İ P L E R İ : B A N K A , FA B R İ K A , T O P R A K
SAHİPLERİ,BÜYÜK TÜCCARLAR) ile çalışanlar
vardır.Günümüzdeki kapitalist devletin ve sistemin bazı
14 | ÖVDER
demokratik yanları olmakla birlikte esas olarak
çalışanlardan, işsizlerden, çocuklardan yana olmadığı
uy gulama ve hizmetler inden anlaşılmaktadır.
DEVLET NASIL OLMALI?
Yukarıdaki anlatımda devletin doğuşunu ve
günümüze gelişini kısaca anlatmaya çalıştım.Çalışan
emekçi sınıflar açısından da eskiye göre daha iyi koşulların
da olduğu bugünkü sistem ve devlete geçişler kolay
olmamıştır ve emekçi sınıfların mücadelesi sonucu
gerçekleşmiştir. Günümüzde de NASIL BİR SİSTEM VE
NASIL BİR DEVLET istiyorsak onun için mücadele
etmeliyiz. Bizim gibi olanlarla (İşçi, işsiz, kamu çalışanı,
küçük çiftçi, küçük esnaf vb.) birlikte dayanışma içerisinde
mücadele etmeliyiz.
DEVLET, tüm vatandaşlarının eğitimini
(ilköğretim, orta öğretim ,üniversite…) ücretsiz
karşılamalıdır.Çünkü eğitim bir insan ve vatandaşlık
hakkıdır. Karşılamıyorsa görevini yapmıyordur.DEVLET,
tüm vatandaşlarının devletin sağlık kuruluşlarından
ücretsiz yararlanmasını sağlamalıdır.Yapmıyorsa T.C..
vatandaşının sağlığını düşünmüyor demektir. DEVLET,
tüm vatandaşlarına barınacağı bir konut vermelidir. Eğer
v erm iyo r sa T.C . v atand aşlar ın ı so kağa atıy or
demektir.DEVLET, tüm vatandaşlarına insanca
yaşayabilecekleri gelir sağlayan bir iş vermelidir veya
olanağı sunmalıdır.Yoksa T.C. Devleti vatandaşlarının
açlıktan, yoksulluktan, acı çekerek ölmesine ya da
bataklığa sürüklenmesine (uyuşturucu, hırsızlık, fahişelik,
kumar vb) göz yumuyor demektir.DEVLET, çiftçisine,
hayvancısına, balıkçısına, sanatçısına, KOSGEB’lerine
daha üretken olabilmeleri için destek vermelidir.
DEVLET,(Yönetenler,hükümetler) kendi ülkesi ile ilgili
kararları kendi meclisi ile, kendi sendika ve demokratik
kitle örgütleriyle görüşerek, tartışarak almalıdır. Yoksa
şu an bir çok alanda olduğu gibi ülkemizin nasıl
yönetileceğine karışırlar ve bağımsızlığımız tehlikeye
girer. DEVLET, tüm vatandaşlarımızın siyasi, etnik,
kültürel, dini inançlarını özgürce yaşamasının ortamını
hazırlar, güvenceye bağlar, kardeşlik ve bir arada yaşama
kültürünün gelişmesini teşvik eder.Yapmıyorsa bölücülük
ve kışkırtmacılık yapmış olur.
BEN BÖYLE BİR DEVLET İSTİYORUM. SİZLER
NE DÜŞÜNÜYORSUNUZ?
KÜÇÜKLERE (?) BİR MASAL...
Necmettin TAPINÇ
Çok uzaklarda olmasına karşın, beş adım kadar
yakın olan, hatta bir çoğumuzun içinde yaşadığı, dağları,
tepeleri, ovaları, tertemiz berrak sularıyla şirin mi şirin
bir köy varmış. Köyde karlar erimiş, otlar bitmiş, çiçekler
açmış, aylar süren kıştan, evde geçen tatilden sonra artık
işler güçler başlamış. Mesleği çobanlık olan köyün en
yakışıklısı, en güçlüsü, en akıllısı, en yanık seslisi, en
güzel kaval çalanı… çoban Ahmet, almış sürüsünü
götürmüş yemyeşil dağ eteklerine. Ahmet ağzı olup da
konuşamayan koyunlarını çok severmiş. Koyunlar da
Ahmet’i çok sever sayarmış. Nerede yeşillik varsa, nerede
karınları doyarsa, Ahmet usanmadan, yorulmadan onları
oraya götürürmüş. Koyunlar en çok da Ahmet’in kavalını
severmiş. O kaval çalmaya başladı mı, adeta dünya durur,
onu dinlerlermiş.Ahmet uzun bir aradan sonra baharın
ilk kavalını çalmış, çaldıkça çalmış, uzattıkça uzatmış,
en dertli, en yanık ezgilerini kavalının ucundan döktürmüş.
Koyunlar kavalın sesiyle mest olmuş, hatta bazıları, bilerek
kırık cam parçalarına basıp kanatmışlar kendilerini.
O sırada, dağın arkasındaki mağarada, bir ayı
ailesi kış uykusundan yeni yeni uyanıyormuş. Ayı baba
biraz güç toplayıp mağarasının önündeki kayayı kenara
itmiş; günün ışığı, baharın kokusu, kuş cıvıltıları ve bir
de uzaklardan geldiği anlaşılan bir kavalın sesi, mağaraya
doluvermiş. Ayı havayı koklayıp, derin bir nefes içine
çektikten, güzelce esneyip gerindikten sonra, vermiş
kulağını kaval sesine. Oturup dayamış sırtını mağaranın
duvarına ve bir de efkarlı bir cigara tüttürüp derin derin
çekmiş içine. Çocukluğunun geçtiği ormanlar, annesi ve
kardeşleri gelmiş aklına. Annesini hep insanlara
benzetirmiş küçükken. Ayının daldığı hayalleri, karısının,
o tiz bağırtısı bölmüş. Karısı ona kızarak bağırmış: “Sana
kaç defa dedim aç karna sigara içme diye! Neredeyse
açlıktan gebereceğiz sen oturmuş keyif sigarası içiyorsun,
hem açken keyif mi olurmuş, aç ayı oynamaz diye bir söz
var duymadın mı! Kimin sözü bilmem ama bence çok
doğru!”. Ayı, hayran olduğu karısının yüzüne
gülümseyerek bakıp şöyle demiş: “ama karıcım baksana
şu sesin güzelliğine, seni de etkilemiyor mu?” Dişi ayı:
“geri zekalı seni, sen beni ruhsuz mu zannettin, tabi ki
etkiliyor beni ama, sadece midemi etkiliyor. Daha önceki
tecrübelerimden biliyorum; o ses nereden geliyorsa orada
bir sürü koyun var demektir. Çabuk git birkaç koyun getir
de yiyelim, açlıktan öleceğiz yoksa hayatım.”
Karısından çok korkan ayı hemen kalkmış, sesin
geldiği yöne doğru yol alırken bir yandan da kendince
kavala eşlik etmek için hırıltılar çıkarıp yürümüş. Ayı sese
iyice yaklaşmış ve artık Ahmet de ayının hırıltısını
duymaya başlamış. Ahmet kaval çalmayı kesmiş,
sopasından başka silahı olmayan Ahmet, sopasının en
kavranır yerinden tutarak koyunlara şöyle demiş:
“Birazdan ayı gelecek ama merak etmeyin. Benim ne
kadar güçlü olduğumu, daha önce kurtlarla kavgalarımdan
siz de biliyorsunuz. Şayet zor bir durumda kalırsam,
koçlar beni boynuz darbeleriyle desteklesin.” Ahmet
sözlerini tam bitirmişken, ayı arkasında belirmiş bile.
Ahmet tekrar koyunlara dönerek; “ben size söylemiştim
ayı gelecek diye, siz bana güvenin” demiş. Ahmet sopasını
iyice kavrayıp cesaretle ayının üstüne yürümüş. Ayı, iki
ayağı üstüne kalkınca dev bir canavara dönüşmüş adeta
ve o da Ahmet’in üstüne yürümeye başlamış. Bir pençesiyle
Ahmet’in sopasını indirirken, bir pençesiyle kafasını
yarmış, yumruklarla, ısırıklarla, pençelerle Ahmet’i kan
revan içinde bırakmış. Boğuşma sırasında Ahmet koçları
ne kadar çağırdıysa da, koçlar korkularından sadece
olayı seyretmekle kalmış. Ahmet’i duymazlıktan gelip
kendi aralarında; “ ulen bu ne canavarmış, Ahmet ağabeyi
öldürecek vallaha. Vay beee, yazık, gitti Ahmet ağabey.”
demişler. Ayı, et yığınına dönmüş Ahmet’i oracığa
bırakarak, tekrar iki ayağının üstüne dikilmiş ve koyunların
içinden en irilerini seçmek için onlara şöyle bir göz
gezdirmiş. Koyunlar korka korka ayıya bakıp kendi
aralarında şöyle konuşuyorlarmış: “ Ne kadar güçlü değil
mi? Bize çobanlık eder mi sence?” “etse iyi olur, ne kadar
güçlü baksana, hangi kurt bize saldırmaya cesaret edebilir
ki artık”, “Ahmet abinin hakkını yemeyelim, o da bizi
kurtlardan çok kurtardı, iyi adamdı meeeeeee.”
Ayı iki tane koçu gözüne kestirip, almış omzuna
ve mağarasına doğru yol almış. Ayıdan korkan koçlar
başlamışlar yalvarmaya: “Abi affet bizi, vallahi Ahmet’in
sürüsüne katıldığımıza bin pişmanız. Ne olur bırak bizi.
Hem o sürüde daha iyileri de var. Kıvırcık Cumali, Kara
Rıza, Tiftik İsmail, Şişko Süleyman, sonra abi dikkat
ettiysen orada tüylerini hiç kesmeyen biri daha vardı;
hippi Kenan… Onları al, onu al, o Ahmet abinin en sevdiği
koçtu zaten.”
Ayı bu sözlerin hiç birine aldırmamış, Ahmet’in
kavalının sesini taklit edip, bozuk bir ıslık çalarak yoluna
devam etmiş. Aynı günün akşamı ayı tekrar gelip bir iki
koç daha almış, bu ertesi gün de devam etmiş.
Koyunların, iki ayağı üstüne kalkınca insan sanıp
kendilerine çobanlık edeceğini sandıkları ayı, her gün
gelip kendilerinden birer, ikişer götürmüş. Koyunlar: “O
da çok yiyip şişmanlamasaydı” demişler, götürülen her
koyun için. Sonra içlerinden kara sakallı bir keçi:
“arkadaşlar, zayıfız diye sevinmeyin, sıra bize de gelecek
elbet. Hepimiz şu dünyada birer fani yolcuyuz. Ecel gelmiş
cihane, ayı saldırısı bahane. Arkamdan gelirseniz, sizi
alabildiğine geniş, yemyeşil ovalara, kayaları tuzlu
dağlara, suyu berrak çaylara götüreceğim. Bir koyun
daha ne ister ki.” Demiş.
Koyunlar, öyle bir yerin varlığını yokluğunu
sorgulamaksızın düşmüşler keçinin peşine. Yolda açlıktan
ölenler, hasta düşenler olmuş. Sonra kurtlar tarafından
kıstırılmışlar, ne Ahmet abileri varmış onları koruyacak,
ne de korkup boyun eğdikleri ayı. Koyunların bir kısmını
ÖVDER | 3
15
12 Eylül’ün 27. Yılı Vesilesiyle…
kurtlar almış, bir kısmı, melemeyi bırakıp ulumaya
başlamış. Koyunlar, artık birbirlerinden korkar olmuş.
Ama kara sakallı keçinin bahsettiği yerin hayali hiç
silinmemiş kafalarından, bu yüzden açlıktan ölümlere,
hastalıklara, saldırılara , korkulara… katlanmaya devam
etmişler.
İşleri güçleriyle meşgul köylüler, artık Ahmet’i
ve sürüsünü merak etmişler ve aramaya koyulmuşlar.
Sonunda bulmuşlar Ahmet’i. Ahmet günlerce orada aç,
susuz, kan içinde ölüme direnmiş. Köylüler Ahmet’i alıp
köye götürmüş, yaralarını temizleyip, merhemlemişler
ama ayı pençesinin bıraktığı izler, vücudundan hiç
silinmemiş. Ahmet, ayıyı bu yaptıklarından ötürü
öldürmeye karar vermiş ama, köylüler Ahmet’e, ayı da
olsa öldürmenin suç olduğunu, bunun yerine ayıyı
yakalayıp köy meydanında yargıladıktan sonra, hayvanat
bahçesine kapatmanın daha iyi olacağını söylemişler.
Ahmet düşüncesinden vazgeçmemiş ama ayıyı da öldürmek
için bulamamış.
Ahmet artık evlenmiş çoluk çocuğa karışmış.
Çobanlığa hevesli köyün gençleri, Ahmet abilerinin
yanına sık sık uğrar, ondan kendilerine çobanlık
deneyimlerini, kurtlarla ve ayıyla nasıl mücadele ettiğini
anlatmasını isterlermiş. Ahmet de bunları zevkle anlatırmış.
Gel zaman git zaman Ahmet yaşlanmış, saçı sakalı
ağarmış, kulakları ağır işitir olmuş artık. Gene gençler
uğramışlar Ahmet amcalarının yanına, hal hatır sormaya:
“Nasılsın Ahmet amca?”
“Ayı mı dedin? Ayı çok kötü bir hayvan!”
“N a s ı l s ı n d i ye s o rd u k A h m et a m ca ”
“ O ne zalimdi o, hiç sorma. Beni öyle evire çevire
dövdü ki, yerlerde süründürdü, öldüğümü sandı
da bıraktı beni.”
“Bir görelim halini hatırını soralım dedik Ahmet
amca”
“Yaaa, ya, imkansız değil mi ayıyla başa çıkmak.
Bakın şu halime; topallıyorsam sebebi o ayıdır.
O ne zalimdi o”
İhtiyarlık hali, kim ne sorarsa sorsun, ne söylerse
söylesin, Ahmet ayıyı anlar ve ayıyı anlatır olmuş. Köyde
gençleri bir korku sarmış, kimi evine kapanmış, kimi
köyünden kaçmış, kimi artık tek gezip sürü gibi
görünmemeye çalışmış… Bu masal da burada bitmiş.
Korkuyla biten bu masalın sonu, korkuyla
başlayacak bir masalın girişidir aslında. Yazılacak olan
bu masal, cesaretle gelişip, mutlu sonla biterse, gelecekte
çocuklara okutulacak en güzel masal olacaktır.
16 | ÖVDER
Dünyanın “yedinci” harikası, Eylülog ve
centilmen Mustafa Kamil Zorti, 12 Eylül’ün 27. yılı
m ünasebet iyle, Marmaris’teki Çaml ıhemşin
Özkaradeniz Pide ve Lahmacun Salonu’nun çekme
katında bir 27. yıl nutku verdi…Mustafa Kamil
Zorti’nin “12 Eylül’ün 27. Yıl Nutku” aynen şöyle:
“Türk milleti! Huzur, istikrar, sevinçli bir
telaş ve sulh harbine başladığımızın 27.senesindeyiz.
Bugün 12 eylülün 27. senesini kazasız belasız ikmal
ettiği en büyük bir bayramdır.Kutlu olsun netekim!
Efendiler 27 sene evvel bugün, memleketin uçuruma
baş aşağı gitmekten men edildiği gündür. Bu böyle
olmasaydı, belki de memleket şimdi uçurumun
dibinde bitap ve pejmürde yatıyor ve akbabalar
tarafından gagalanıyor olacaktı.Zira bu hainane
emelin gerçekleştirilebilmesi içün her türlü hazırlık
yapılmış, memleketin bütün dershanelerine girilmiş,
kapı ve pencereleri kırılmıştı. 12 Eylül’ün ertesinde
yapılan seri operasyonlar neticesinde ortaya
çıkarılanlar bunun en güzel bir kanıtıdır. Bu
operasyonlarda, 3 bin 344 adet uzun namlulu tüfek,
172 adet çitlembik borusu ve mühimmatı, 265 adet
aküyle çalışan tabanca, 2 bin 175 adet otomatik
tabanca, 28 adet çeşitli örgütlere ait otomatik çamaşır
makinesi, çok sayıda kirli çamaşır, örgüt dokümanı,
sahte paso, şebeke ve kimliklere muhafaza ile define
haritaları ele geçirilmiş, memleketi bölme ve kızıl
ihtilal hazırlığı boşa çıkarılmıştır.
12 Eylül sayesindedir ki, kardeş kavgasına
son verilebilmiş; birbirlerini vura vura tükenip geriye
sadece 3 çift kalan ikiz kardeşler muhafazaya alınmış
ve bunların yeniden çoğalmaları sağlanmıştır. …….
Efendiler Türkiye’de 50 yılı aşkın bir süredir
demokrasi rejimi vardır. Devletin temel yapısı
“hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” inancı üzerine
bina edilmiştir.Amma hatırlayınız ki, memleketimiz
deprem kuşağı üzerindedir. Ve maalesef binalarımız
da depreme karşı dayanıksızdır. Depremi gördü mü
yıkılır. Gönül ister ki böyle olmasın, lakin mukadderat
işte.
Türk milleti çalışkandır,Türk milleti zekidir,
Türk milleti gamsızdır. Türk Silahlı Kuvvetleri, 12
Eylül’den 8 ay evvel bir uyarı mektubu vermiş, bu
mektup üç sene sonra Güzin Abla’nın çekmecesinden
açılmamış olarak çıkmıştır. Bu sebeple idareye el
koymak kaçınılmaz olmuştur. Şarkısını da yaptılar
netekim. ‘Erken kalkmak mecburen, darbe yapmak
mecburen,mecburiyetten’ diye. Dikkat ederseniz o
grup da 3 kişi, 12 Eylül idaresi de 5 kişi…
Aziz Türk Milleti 12 Eylül ile birlikte ekonomi
alanında büyük işler başarıldı. Arz ve talep yasaları
yeniden düzenlendi. Hep direnmiş olan talep, askeri
idare devrinde esnetildi. Ankaragücü birinci lige
alındı.Her sahada müsrifliğe son verildi. Tasarruf
aşılandı. Bunun tabii bir neticesi olarak insan
haklarından da bir miktar tasarruf etmek icap etti.
Sevgili müşteriler,garsonlar,hamurkarlar
dinleyin.Dinle şimdi…Nasıl ki bir baba oğlunu
evlatlıktan reddedebilir; işte öyle,devlet baba da 12
Eylülden sonra bazı oğullarını vatandaşlıktan tard
etmek durumunda kaldı. Fakat bunlar yine de vatansız
kalmadılar. Netekim, küçük bir okyanus adası olan,
öyle ihbar olunan Haymatlos’ a yerleştiler. Biz
maalesef bu adayı haritada bugün bile bulabilmiş
değiliz.
Efendiler hukuk sahasına da el atıldı. Davalara
hız verildi. Öyle ki, saatte 140 kilometre hızla bakılan
davalar oldu. Yavaş giden davalar da oldu, olmadı
değil.Mühim olan adaletin er ya da geç tecelli etmesi
ve hainlerin kafalarının kopartılmasıdır. 10 sene gibi
kısa bir müddette bütün bir memleket demir ağlarla
örüldü. Ankara DGM ve İstanbul DGM arasına demir
yolu döşendi. Anayurdun bütün DGM’leri birbiriyle
alakalandırıldı.İstiklal mahkemeleri hortlatılmak
istendi, lakin lüzum kalmadı.
Bunlarla da iktifa edilmedi, yetinilmedi.
Müzikte reformlar yapıldı.Halk müziğinin yüce Türk
milletine yakışmayan, kırık hava, bozuk düzen ve
hoyrat gibi türküleri lağvedildi. Ayak vermek şarta
bağlandı. Aşıkların neticede uzlaşmak şartı ile
atışmalarına göz yumuldu. Örovizyon’da ileri
dereceler elde edildi. Hevy Metalciler çökertildi.
Aziz Türk Milleti daha fazla
uzatmayacam.Memleketin yine uçurumun yanına
sürüklenirse sakın ola ki unutma, muhtaç olduğun
kudr et bakkal daki kutu kol ada mev cu tt ur.
Ne mutlu 12 Eylülcüyüm diyene!
(Mustafa Kamil Zorti, Netekim, Papirus Yayınları)
ÖVDER3
| 17
BENİM ÇOCUĞUN DURUMU NASIL?
Sevtap EMİR
Hani olurda bir gün okul bahçesinde veya öğretmenler
odasında bir veli size yaklaşıp “Ben şu sınıftan bilmem kimin
velisiyim; benim çocuğun durumu nasıl?” veya “Anlamadık
çok iyi bir öğretmeni vardı gitti; Çocuk çok üzüldü, siz de
gidecek misiniz?”diye sorarsa ve soruya muhatabı ise bir
‘ücretli’ öğretmen arkadaşımız ise vay haline! Öğretmenimiz
içinde dolaşıp durduğu ve çıkmayı başaramadığı soru
odalarından bir duvara daha toslamış bulur kendini. Kendini
biraz olsun çocuklara bakarak avuttuğu bu labirentin içinde
“benim çocuğun durumu nasıl” türlü sorulara yakalanıverir
birdenbire hem de hiç hazırlıksız. Sonra bir film şeridi gibi şu
iç sesler geçer aklından:
-Hay Allah! Ne demeli ki şimdi bu veliye?
-Hangi sorusundan başlamalı cevaplamaya?
-Ya doğru şıkkı işaretleyemezsem?
-Peki, bu yapılandırmacı yaklaşımın nesiydi?
-Öğrenci mi, öğretmen mi merkezdeydi?
-Pavlov, Freud, Wundt ve diğerlerinin bununla ilgili
araştırmaları nasıldı?
-Pardon çocuğunuzun hangi dönemde olduğunu biliyor
musunuz?”
Kısa duraksamadan sonra öğretmen mağrur cevap
verir:
-Henüz yeni geldim; zamanla inşallah… Der söze
başlar. Arkadaşımızın velisine verebileceği tek bilgi aslında o
okula yeni gelmiş olduğu bilgisidir. Ancak sonrası için çaresiz
diğer sorulara cevap veremez.
Oysa her an yerine bir başkasının gelebileceğini ve
okuldan gönderilmek zorunda kalabileceğini bilir. ÖSYM’nin
her yıl bir kere önüne koyduğu KPSS’ ye ait optik formu
doldurmasını bilir. Bilir, atama zamanı geldiğinde yeterli kadro
açılmadığını ya da hiç kadro açılmadığı için herhangi bir okulda
tüm sosyal haklardan mahrum kölece koşullarda emek
sömürüsüne nasıl maruz kaldığını bilir. Buna ilave bir dahaki
sınavda daha iyi bir puan alabilmenin stratejilerini düşünmesini
bilir. Arkadaşımız fazla daldığını fark eder ve hemen bu
durumdan kurtulduğunda “Ne oluyor buna, bu da öğretmen
mi? İki lafı bir araya getiremiyor?” diyen gözlerle
karşılaşmamak için gecikmiştir.
Öğretmen, “Hele I. sınavlarını olsunlar” der, “Henüz
çocuklarla birbirlerini çok iyi tanıyamadıklarını birkaç
çalışmadan sonra kendilerine daha iyi değerlendirmeler
yapabileceğini” der ve olay yerinde bir ince sızı kalır. Veli
çıkar, yürür gider, aklında hala çocuğum, canım, içim, derdim,
gülüm, biricik oğlum, biricik kızım… Öğretmen çıkar, yürür
gider, koridorda gözlerinde gülücükleriyle çocuklara…
Ancak bir anlık duygu bombardımanından sonra
18 | ÖVDER
öğretmen arkadaşım o korkunç veli görüşmesinden kendini
sıyırır ve geri dönüp veliyi çağırır ve ona şunları söyler:
-Bizler eğitim sisteminde “ek ders karşılığı” ile
çalışan öğretmenleriz. Aslına bakarsınız bizlere eğitim
camiasında “ücretli öğretmen” ya da kısaca “ücretli” de
denmektedir. Her eğitim-öğretim yılında gerekli olan öğretmen
ihtiyacı istihdam edilmediği için farklı farklı konumlarda
çalıştırılmaktayız. Yani her birimiz öğretmen ihtiyacının var
olduğunun birer kanıtıyız aslında. Her birimiz değişik adlar
altında Milli Eğitim Bakanlığı’nın gerçekte ihtiyacı olan
öğretmen ihtiyacını karşılamaktayız. Ailelerimizin büyük
umutlarla okuttuğu bizler, aslında öğretmeniz ama maalesef
öğretmen haklarından mahrum bırakılarak birçok sorunla
boğuşarak “Geleceği(nizi)mizi” yetiştirmeye çalışıyoruz. Bu
uygulama sandığınız kadar da eski değil özellikle 2000 yılında
daha da net bir şekilde uygulanmaya başlandı. Hatta 2001 yılı
kriziyle ve hemen ardından gelen IMF Stand-by antlaşmalarının
yapıldığı ve Kamu’yu yeniden inşa etmek için Dünya Bankası
kredilerin alındığı ‘’Kamu Personel Reformu’’ çalışmalarının
bir sonucu. Kamu Personel Reformunun amacıysa memurun
sözleşmeli statüye geçirilmesidir. Böylece iş güvencesinden
yoksun her an işini kaybetme korkusuyla yaşayan insanlar
ortaya çıkarmak.
Bil ki eğitim ‘süreklilik’ gerektiren bir iştir ve
Anayasa’da da bu özelliği vurgulanmıştır. Ancak bizler her
türlü olumsuz koşula rağmen “evlatları(mı)nızı.” yetiştirmeye
çalışıyoruz. Ancak tüm bu olumsuzluklara rağmen işsiz ve iş
güvencesiz öğretmenler olarak ortak örgütlenme ve mücadele
yürüteceğiz; sen de bu örgütlenmenin en dinamik saç
ayağısınız.”
Öğretmen arkadaşımız birden bire kendisini daha
mutlu hissetmiştir; çünkü velisine kırbaç izlerini göstermemeyi
başarmıştır. Ancak öyle ki, bizler bu kırbaç izlerinden utanan
kişiler olmamalıyız. Aksine görmeyen gözlere resim, duymayan
kulaklara ses olmalıyız; çünkü tüm devrimlerin ilk ayağını
ören öğretmenler olmuştur. Her ne yaşarsak yaşayalım bu
meşaleyi her zaman taşımalıyız ve eğer ki eğitimde uygulanan
bu revasızlığa dur demek istiyorsak öğrenci velilerimizi bu
durumdan haberdar edip bu ayağı da bizler örmeliyiz. Eğer
bizler bu ayağı öremezsek yaptığımız tüm çalışmalar “ipe un
serpmekten” öteye gitmeyecektir.
Eğitim Sen, İzmir 1. No'lu Sendika, İşsiz ve İş
güvencesiz Öğretmenler Komisyonu
E-posta: [email protected]
Web sitesi:
http://kadrosuzogretmenlerdayanismaplatformu.tr.gg
ŞİİRCE...
19 Aralık
tarihin çarkını çevirmek için ileri
yaşama sevdalı
bir grup çocuktuk
kendimi bildim bileli.
düşler ülkesinde
çelik çomak oynanmaz
demişti
hücrede
gençten birileri
dinlemedik
uyduk şeytanın sözüne
ve tükürünce zulmün yüzüne
kırdılar çemberimizi
topaçlarımız özgürce
dönmedi bir daha
ve kurşunladılar
düşler ülkesinin semalarında
mavi gözlü
uçurtmalarımızı.
zulmün çemberinden
geçerken bedenlerimiz
kan kesti tarih
utandı
doğan günü karşılayan
daldaki kuşlar
ve sırrı henüz çözülemeyen
kesif bir duman
kuşattı bizi
dağladı ciğerlerimizi
tam otuz üç yerden
kırıldı karanfiller
ve güneşe yolculuk
başladı
ilk bombanın
düştüğü hücreden.
ve sen ey tarih
çevir yapraklarını
bir 19 Aralık sabahına
şafakla gelen
bir halkın zaferi değil
utancıydı
yetmiş milyonun.
gökyüzü kızarırken
bir nokta kadar bile
kızarmadı yüzleriniz
işte bir ders daha
acı bize kaldı
utanç sizlere.
ve öldüysek
alev kanatlı
şahinler gibi,
karanlığın yüzünü
çevirmek için güneşe
ateş dansları
çoğaltsın diyedir bizi.
daha gün
o gün değil
bekle ey tarih
tüm suskunluğun
ve susamışlığınla bekle
kanla yazılan sayfalar
diriltecek
yerde sürünenlerimizi
ve unutmayacak
altın çağın
kızıl yürekli çocukları
toprakta tohum olan
isimlerimizi…
Mehmet Ali Yazıcı
Tecridin insanlık suçu olduğunu haykıran güzel insanları bizlere bir kez daha hatırlatan
bu şiir, Mehmet Ali Yazıcı arkadaşımızın Sen Hiç Ağlamazdın (2007) isimli şiir kitabından
alınmıştır. Kitabı temin etmek ve Mehmet Ali arkadaşımızın diğer dizeleriyle buluşmak
isteyenler Öv-der Genel Merkezi aracılığıyla kitaba ulaşabilir.
ÖVDER3
| 19
ÇOCUKLARIMIZ İÇİN SEÇTİKLERİMİZ…
Şeker Portakalı
Jose Mauro de Vasconcelos
Brezilyalı ünlü yazar Jose Mauro de Vasconcelos,
1920'de Rio de Janerio yakınlarında, Bangu'da doğdu.
Çok yoksul olan ailesi, onu Natal kasabasındaki
amcasının yanına yolladı. Orada dokuz yaşındayken
Potengi Irmağında yüzmeyi öğrendi ve hep günün
birinde yüzme şampiyonu olmanın hayalini kurdu. Liseyi
Natal'de bitirdikten sonra iki yıl tıp öğrenimi gördü.
Öğrenimini yarıda bırakıp yeni hayaller peşinde Rio de
Janerio’ya döndü. İlk işi, hafif siklet boks antrenörlüğü
oldu. Yaşamı boyunca çeşitli işlerde çalıştı, bu onun
yazarlığına büyük katkılar sağladı. İlk kitabı 'Yaban
Muzu' 1940'ta yayımlandı. 1945'te yayımlanan 'Beyaz
Toprak' adlı romanı çok beğenildi. Daha sonra 'Evden
Uzakta' (1949), 'Sular Çekilince' (1931), 'Kırmızı Arara'
(1953) ve 'Ateş Çizgisi' (1955) romanlarını yazdı.
'Kayığım Rosinha' (1961) ile ününün doruğuna çıktı.
En ünlü kitabı 'Şeker Portakalı' (1968) on iki günde
yazılmıştı. 'Ama onu yirmi yıldan fazla yüreğimde
taşıdım,' der yazar. Bu kitaptaki küçük Zeze'nin
serüvenleri 'Güneşi Uyandıralım' (1974) ve 'Delifişek'
(1963) adlı romanlarında sürer. Bu ünlü yazar 1988'de
öldü.
Güneşe Vurgun Çocuk
İhmal AMCA
İhmal Amcanın bu masallardaki diline ediniz.
Ben, O'nun sözcüklerinin dizilişinde akide şekeri
tadı buluyorum. O ne tatlı dil..."İhmal Amca", bu
masallarında şiir söylüyor tatlı tatlı...Bilirsiniz ya,
akide şekeri çiğnenmez, dişler arasında ezilmez,
emile emile yenilir. Siz de "İhmal Amca"nın bu
tatlı masallarını eme eme okuyun çocuklar.
Aziz NESİN

Benzer belgeler