kisa sanat tarihi
Transkript
kisa sanat tarihi
DANIŞMAN: PROF.DR. KÜRŞAT DEMİRCİ Hazırlayan: TUĞRUL KURT KISA SANAT TARİHİ Dinler Tarihi açısından, sanat’ın doğuşu, gelişimi ve insanlar için önemine dair bir çalışma KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt İçindekiler: Giriş 1. Sanatın Başlangıcı 2. Antik Çağda sanat 2.1 Mısır’da Sanat 2.2 Mezopotamya’da Sanat 2.3 Girit Adasında Sanat 2.4 Antik Yunan Sanatı 2.5 Etrüsk Sanatı 2.6 Roma Sanatı 2.7 Erken Dönem Hıristiyanlık 2.8 Bizans 3. Ortaçağ’da Sanat 3.1 Romanesk Sanat 3.2 Gotik 3.3 Ortaçağ’da Rönesans’a kadar resim sanatının gelişimi 4. Rönesans 4.1 15. Yüzyılda Rönesans 4.2 16. Yüzyılda Rönesans 5. Barok 6. Rokoko 7. Klasisizm 8. Romantizm 9. Empresyonizm 10.Modern Dönemin Öncüleri – Paul Cezanne, Vincent van Gogh ve Paul Gauguin 11. Sembolizm 12.Art Noveau 13.Fovizm 14. 20. Yüzyıl’da Sanat 14.1 Ekspresyonizm 14.2 Kübizm 14.3 Füturizm 14.4 Abstraksyon 14.5 Dadaizm 14.6 Sürrealizm İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sanat 1 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt Kısa Sanat Tarihi Giriş Sanat insanoğlunun kendini ifade etme ve dünyayı şekillendirmesidir adeta. Bu yüzden Sanat tarihini bilip kavramak aynı zamanda dünya tarihini anlamakta yeni kapılar aralayacaktır. Ancak burada Sanat tarihinden bahsederken diğer tarih yazılımlarında da olduğu gibi Avrupa-Batı eksenli bir perspektiften olayı ele almak zorundayız. İslam toplumlarındaki tasvir yasağı ve bununla birlikte gelişen bir takım – yine Avrupaî bir değimle ‘’alternatif’’ sanatlar- bu çalışmada ele alınmayacaktır. Zaten takdir edilirse İslam dışı toplumlarda ve özellikle Batı toplumunda sanat kavramının bu kadar gelişmesi; ve mimarî, heykel traşcılık, genel olarak tüm plastik sanatlar ve resim sanatı, hatta modern çağda gelişmiş olan performance sanatı, tasvir yasağının başlangıçta sadece bir takım motiflerle sınırlı olması ve git gide tamamen ortadan kalkmasına bağlıdır. Bu ise sanatın başlangıçta dinsel düşünce için salt araç olarak görülmesi, hümanizm, sekülarite gibi düşünce akımlarıyla birlikte ise bu algının tamamen değişime uğrayıp l’ art pour l’ art –sanat için sanat- algısına dönüşmesiyle doğrudan ilintilidir. Batı toplumlarında ( ve bazı Uzak doğu kültürlerinde) sanat algısının değişime uğraması toplumun ekonomik, düşünsel, dini ve algısal bir takım değişimlere uğramasıyla birlikte sürekli bir metamorfoz yaşamıştır. Şüphesiz bu gelişmelerde dinsel düşüncenin değişiminin en merkezî role sahip olduğu görülecektir. Çalışmamızda özellikle bu algısal değişikliklerin yol açtıkları yeni ekollere, sanat evrelerine, bu ekollere -ya da çağlara- mensup olan sanat dehalarına ve en önemli eserlerine yer vermeye çalışacağız. Moderniteye kadar sürdürmeye çalışacağımız bu çalışmada Postmodernite ve günümüz sanat algısına da ipuçları verilecektir. 1. Sanat’ın başlangıcı İnsanlığın var olmasıyla birlikte Sanat eserlerinin de var olduklarını gözlemleyebiliyoruz. Paleolitik dönemden kalma bazı mağara resimleri insanlığın erken çağlarında dahi görsellik arayışına girdiğini kanıtlamaktadır. Ancak bu mağara resimlerinin hangi amaçla yapıldıkları tartışılmakla birlikte, bazıları, parmak ve basit aletlerle boyanmış olan bu duvarların yeni avcılara örneklik ve rehberlik etme amacını taşıdıkları, bazı araştırmacılar ise bu resimlerin daha erken dönemde tapınma işlevini gördüklerine inanmaktadırlar. Neolitik döneme gelindiğinde ise, insanlığın heykelciliğin en primitif hali olarak adlandırabileceğimiz bir çeşit taş oymacılığına başladığını müşahede etmekteyiz. Bu dönemden gelen bir takım Arco diTrento’da bulunan tanrıça heykelleri ve Stonehenge trilithleri gibi mimari yapılar, insanlığın, sanatını tapınma için kullandığını ve sanatın dini hayatta önemli bir rol üslendiğini göstermektedir. Ancak bu eserlerdeki tasvirlerin aşırı abstre olmaları ve yazının henüz icat edilmemiş olması, eserleri yorumlamayı zorlaştırmaktadır. 2. Antik Çağ’da Sanat 2.1 Mısır Mısır antik çağda en görkemli eserlerini veren medeniyetlerden biridir. Verimli topraklarının olması ve kireç taşlarına kolay ulaşabilmesi nedeniyle en görkemli mimari yapıları ortaya koymuştur. Mısır’ da sanatın firavunun hegemonyasını, kudretini ve tanrısallığını vurgulamak, tanrıları tasvir etmek ve ritüel ve dini hayatı kayda geçirmek için kullanıldığını göstermekteyiz. Özellikle Plastik sanatların geliştiği bu dönemde, Firavun ve Tanrıları vasıfları, işlev alanları ve egemenlikleriyle tasvir edebilmek için, inanılmaz boyutlarda yapılan heykellere rastlamaktayız. Neolitik dönemde karşımıza çıkan duvar resimleri, Mısır uygarlığında daha da geliştirilmiş, hiyeroglifler, boyutlu insan ve cisim resimleriyle görkemli bir hale gelmiştir. Mısır sanatında zengin bir 2 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt ikonografyaya rastlanmaktadır, örneğin başında güneşi taşıyan Hathor tanrıçası, doğan güneşin Tanrısı Khepri’ ye ait olan Skarabeus böceği, gibi. Ancak burada şunu belirtmek gerekir ki, Mısır’daki sanat rahiplerin ve firavunun katı denetimi ve kodeksine bağlıydı. Örneğin Tuthmosis III.’e ait olan bir heykel onu firavun emareleri ile birlikte, önden, simetrik ve kudretine yakışır biçimde statik halde gösterir. Mimarisi oldukça meşhur olan Mısır, tanrıların hiyerarşik yapısını göğe doğru sivrilerek gösteren Mastabalar ve daha sonra Piramitler, Obeliskler ve büyük, simetrik yapılı, sütunlarla çevrilmiş tapınaklarıyla, mimariyi çağında en yükseğe götürmüş olan medeniyettir. Theben Nekropolundaki yer altı mezarları ve Piramitlerdeki duvar tasvirleri, sanatın Mısır’da öteki dünyayı tasvir etmek ve ölülerin selametini garanti etmek için kullanıldığını gösterir. Bu mezarların en görkemlilerinden biri şüphesiz II. Ramses’in karısı Nefertari için yapılmış olanıdır. Bu resimlerdeki özellik tek boyutlu olarak çizilmiş olmalarıdır ki bu, her türlü önemli sembolik ve ikonografik önem taşıyan detayı kaçırmamak içindir. İnsan tasvirleri genelde realist olmaktan ziyade şematik ve bazı geleneksel kalıplara uygun biçimde tasarlanmıştır, bu tasvirler şahısların görüntülerini resmetmektense öteki dünyada önemli olan asıl mahiyetlerini anlatmaya çalışır. 2.2. Mezopotamya Sümer ve Asurlular’ın eserleri günümüzde hala mevcuttur ve en az Mısır sanatı kadar göz kamaştırıcıdır. İştar kapısından da görüldüğü üzere hayvan motifleri ki bunların arasında aslan, yaban hayvanlar, boğa ve ejderhalar en tercih edilenleridir, seçilmiştir. Şehirleri adeta antik metropol görünümünde olup, kralları mutlak iktidar sahibi ve saltanatlarını büyük ve ihtişamlı saraylarla ilan etmekteydiler. Bu sarayların girişlerinde, Mısır’daki Sfenks’lere benzer, hayvan gövdesiyle kralın başı birleştirilmiş heykeller bulunmaktadır. Bu heykeller, saltanat sahibini yüceltmek için, güçlü hayvanların unsurlarını taşımaktaydı. Duvar rölyefleri çoğu zaman av sahneleri, tazim sahneleri ve savaş sahnelerini barındırmaktaydı. Mezopotamya sanatında, tıpkı Mısır’da olduğu gibi, rölyeflerdeki resimler hiçbir detayı kaçırmamak adına tek boyutlu olarak çizilmişlerdi. Tanrı tasvirleri, hayvan unsurları ve insan unsurlarını birleştirmekteydi. Mezopotamya mimarisinden söz edildiğinde ilk akla gelen Zigguratlar’ dır. Bunlar yıldızları gözlemleme ve tapınma ritüellerini gerçekleştirmek için yapılmış olan, terası bulunan ve Mastabalara benzeyen tapınak kuleleridirler. Ancak piramitlerin aksine Zigguratların üstü düz olup, dikdörtgen, oval ya da kare platformlar üzerine kurulmuş çeşitleri mevcuttu. Üst kısma kadar uzanan bir rampa ile en ulu tanrı Marduk’un, aynı zamanda baş rahibi olan Kralla görüşmesi sembolik biçimde tasvir edilmekteydi. Buradan aynı zamanda astronomi ve yıldız biliminde temayüz etmiş olan bilim adamları yıldız gözlemlerini gerçekleştirmektelerdi. Antik çağdan bu zamana kadar aktarılmış olan burç tasvirleri Mezopotamya bilim adamlarının verilerini sanatsal biçimde ifade etmelerinin ürünüdür. Bu yıldız resimleri antik çağdan bu yana birçok sanatçının eserinde aynı şekilde aktarılmıştır. Mezopotamya sanat mimarisinden aktarılmış olan bir diğer önemli motif ise, Babil kulesidir. Özellikle kutsal kitapta anılmasıyla birlikte, Babil kulesi Hristiyan kültüründe ve böylece sanatında farklı değişimlere uğramış ve geleneksel olarak insanın ilahi kudret karşısındaki kibrin onun düşüşüne sebep olacağı sembolizmini taşımıştır. Bu antik motifi ortaçağdaki sanat algısıyla ihya edenler arasında Hollandalı ressam Pieter Bruegel (‘’Babil kulesi’’); modern dönemde film sanatıyla yeni bir yoruma tabi tutan bir diğer isim de John Huston (‘’The Bible’’ 1966) olmuştur. 3 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt 2.3. Girit adasında sanat Girit adası sanatı Doğu Akdeniz havrasının tabiatında ortaya çıkmıştır. Girit sanatı özellikle sarayları için meşhurdur. Krallarının en meşhuru olan Minos ve onun şeceresinin mitleri daha sonra Antik yunan kültüründen Roma’ya, oradan da Batı Hristiyan kültürüne nüfuz etmiştir. El sanatı ve işçiliğinde çömlekçi tornasının kullanıldığı Girit’te, deniz motifleriyle süslenmiş zarif vazo ve kaplar yapılmaktaydı. Adalı ve maharetli deniz tüccarları olmaları hasebiyle Giritliler, sanatlarını diğer Akdenizlilere satmışlardır. Tanrı figürlerinde bir çeşit Magna Mater olarak adlandırabileceğimiz bir bereket tanrıçası tasvirine rastlamaktayız. Bu tanrıça Girit kadınlarının geleneksel kıyafeti, ellerinde zaman zaman yılanlar, zaman zaman başaklar, göğüsleri açık ve başında bir kedi olarak canlandırılmaktaydı. Girit sanatında bereketin bir diğer motifi de boğadır. Bu kutsal hayvan çoğu kez kurban işlevini görmek, ritüeller, akrobatik turnuvalarda bulunmakla, birçok sanat eserine motif olmuştur. Girit adasıyla irtibatlandırılan ve Yunan antik mitolojisinden çok daha eski olduğu tahmin edilen Minotaurus miti, bazı Girit rölyeflerinde bulunmaktadır. Bu mit çağları aşmış ve modern çağda dahi birçok sanat eserine motif olmuştur. Örneğin Pablo Picasso kendine has üslubu ile bu miti tekrar yorumlamış (‘’Minotaurus’’, 1936); İspanyol boğa savaşları (Corrida) ile irtibatlandırmış ve hatta Naziler ve Fransisco Franco birliklerinin İspanya iç savaşı esnasında Guernica şehrinde yaptıkları soy kırımı ele alan meşhur resminde (Guernica, 1937) boğayı merkezi bir sembol olarak kullanmıştır. Girit sanatında bir diğer dikkat çeken husus, Motiflerin natüralist biçimde kullanılmasıdır. Bu stil diğer Akdeniz kültürlerinde temayüz etmektedir. Berraklık, canlılık ve renklerin yoğun biçimde kullanılmasının yanı sıra birde, motiflerde dalgalı çizginin tercih edilmesi dikkat çekmektedir. Knossos sarayında bulunulan Kralın tahtında dahi dalgalı kenarlar mevcuttur. 2.4. Antik Yunan Sanatı Antik Yunan’da Plastik sanatlar özellikle önem arz etmekteydi. Doğunun plastik sanatlarında görülen statiklik, durağanlık ve frontal açı erken Yunan plastik sanatında gözlemlenebilir. İlk motiflerden biri genç, atletik ve kaslı bir görünüm arz eden Kuroslardır. Bu heykeller Apollon tanrısına adanır, ya da herhangi bir savaş kahramanına atfedilmekteydi. Erken klasik dönemde Kuros tiplemesinin yerini Epheben motifi almıştır. Daha rahat bir pozisyon ve duruş sergileyen bu genç adam, özellikle Olimpik oyunlar ve atletizm kültünün oluşturduğu bir motiftir. Aynı şekilde Atena’ya adanmış olan ve aristokrat, neşeli, zarif ve güzel kız tipini yansıtan Kore’ler de erken klasik dönemin motiflerindendir. Tüm bu tasvirler, ideal, güzel, asalet dolu bir insan tipini yansıtmaktadırlar. Yunan Felsefesi insanı mahlukâtın en mükemmeline yükseltirken, Yunan sanatı da insanın dış görünümünü buna uyarlamıştır. Klasik dönem plastik sanatında ise durağanlığın ve statik duruşun azaldığını ve hareketli pozların ele alındığını görmekteyiz. Polyklet (yaklaşık MÖ 5.yy), heykellerdeki hareketliliğin ilk ustasıdır ve kendisinden sonra gelenleri geç dönemlere kadar etkilemiştir. ‘’Kanon’’ olarak adlandırdığı teorik sanat metninde, insan vücudunun 4 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt en ideal proporsyonlarını ele almaktadır. Yunan sanatı yıllar geçtikçe insan idealini daha da geliştirmekteydi. Öyle ki sonraları Lysippos (MÖ 4.yy) gibileri heykellerinde küçük bir anı yakalamaya çalışmışlardır. Statiği sağlayabilmek için bu yüzden bu heykellerde bir destek bulunmaktadır. Bu sanatkârların istedikleri, heykelin sadece bir açıdan önemli olması değil, etrafında dönülüp her açıdan enteresan kılınmasıdır. Heykellerin birçoğu kahramanlar, krallar ve ideal insanı resmetmekle birlikte, özellikle Tanrıları ve onlara bağlı olan ikonografyayı resmetmektedirler. Magna Mater’in yerini erkek Tanrı Zeus ile dolduran Yunanlılar, onu ve soyunda gelen diğer tanrıları normal insanlara benzer şekilde tasvir etmişlerdir. Bu tanrılar doğu Mezopotamya dinlerinde olduğu gibi ürkütücü değil, şaşırtıcı biçimde insancıldırlar. Dolayısıyla Yunan ozanları tanrılarının tasavvurlarını şiirlerinde inşa ederken, Yunan sanatçıları da bu tasavvuru görselliğe dökmüşlerdir. Hatta mitolojiyi anlatan bu heykel ve tasvirlerin daha sonraki dinlerde kutsal kitabın gördüğü işlevi gördüklerini söylesek pek de yanlış olmayacaktır. Yunan tanrılarına atfedilen bir takım vasıflar ve mitlerine bağlı olan nesneler onların tanınmasını sağlamaktadır. Öyle ki sonraki Batı sanatında tanrılar motifleriyle birlikte tekrar ve yeniden yorumlanarak ele alınmaktadır. Yunanlıların sanatı insan motifi üzerine kurmaları, sanatlarını adeta konuşturmuş ve sanat eserine bakan kişiyle irtibata geçmesini sağlamıştır. Chaironeia savaşındaki mağlubiyetten sonra (MÖ 338) Yunanlılar Makedon hegemonyası altına girmişlerdir. Helenizm olarak adlandırılan bu evrede, birçok siyasi, ekonomik ve sosyal krizle karşı karşıya kalmışlar, kültürel hayat ve sanat merkezleri Alexandria, Pergamon, Rhodos ve Antiochia gibi Yunanistan dışında kalan merkezlere taşınmıştır. Büyük İskender’den sonra devleti miras alanlar onu kendi aralarında bölüştürmüşler ve aynı zamanda farklı yerlerde birçok Sanat ekolü/akademisi kurmuşlardır. Helenizm’in düşünce ve kültürünü derinden etkileyen Aristoteles’in felsefesi, duyusal algıları insanın kendisini ve çevresini idrak edebilmesinin bir aracı olarak takdim etmişti. Şüphesiz bu kabul kendisini Helenistik sanatta da göstermiştir. Helenistik dönem sanatçıları insan tasvirlerini idealist olmaktan ziyade yüzlerindeki ifadeyi ortaya çıkarmaya çalışmışlardır. Helenist düşüncede hâkim olan insanın özgünlüğüdür. Klasik dönemde sadece özel ve ideal tipler tasvir edilirken, Helenist dönemde her türlü insan ele alınmıştır. Gerçekliğin doğrudan gözlemlenmesi ön plana gelmiştir. Şimdiye kadar yaşlılık, küçük kusurlar gibi vasıflar gizlenirken Helenist dönemde gizlenmeksizin ele alınmıştır. Yunan mimarisi denince ilk akla gelen dorik tapınaklardır. Yunan uygarlığının ilk şehirleri, yöneticilerin oturduğu Akropol denilen yüksek tepelere kurulmuştur. Şehirlerin etrafı kalın ve yüksek surlarla çevrilmiştir. Şehirlerdeki hayat üç önemli mekan çevresinde düzenlenmiştir, sosyal, ekonomik hayatın olduğu Agora (meydan), kutsal mekânı oluşturan tapınaklar ve halkın oyunlarıyla hem eğlendirilip hem de eğitildiği tiyatrolar. Şehrin geneli basit bir görünüm arz etse de, tapınakları ihtişamlıdır. Yunan sanatının esas yapı biçimi, tapınaktır. Tapınak tanrının evi olarak sayılır. Tanrıya ait kutsal eşyaların ve tanrı heykelini korumak üzere yapılmıştır. Bu nedenle ibadet edilecek yer değildir. Tapınak,Megaron ev tipinden geçmiştir. Ortada bir sella ve önünde bir sütun sisteminin üzerine gelen alınlıklı bir eğik çatıdan oluşur. Tapınağın içinde şehrin hâmisi konumunda olan Tanrı veya Tanrıçanın büyük heykeli bulunur. Bazı Yunanların Sicilya adasına göç etmeleriyle birlikte Dorik tapınak türü batı Yunanistan’a kadar yayılmıştır. Yunan tiyatroları ise tamamen profan bir yapı arz etmektedirler. Yunan mimarisi günümüze kadar gelmiş ve Klasisizm stili olarak hala revaç görmektedir. 2.5 Etrüsk sanatı Etrüsk sanatı İber yarımadasında MÖ 8. İle MÖ 3.yüzyıllar arasında meydana gelmiştir. Etrüsk sanatının en büyük ve aynı zamanda Roma sanatına da intikal eden unsuru kemerli yapılarıdır. Bu ve kubbeli Nekropol yapıları belki de onların Anadolu kökenli olmalarından kaynaklanıyor olabilir. Etrüsklerin mahir oldukları bir diğer sanat türü de terakota yapımıdır. İnsan heykellerini ölünün külünü saklamak için yapan Etrüskler, daha sonra tabutlarda kullanılmışlardır. Etrüsklerin stili ise Yunan stiline çok fazla benzer. Ayrıca onlar insan yüzü 5 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt betimlemelerinde güleç ve mutluluk saçan ifadeleri kullanmışlardır. 2.6. Roma sanatı Romalılar Etrüsklerden miras aldıkları kemerli yapıyı hemen her yapıda kullanmışlardır. Bu kemerli yapıların binlercesinin bir diğerine kenetlenmesiyle meşhur aequeductlar oluşmuş ve Roma’nın refahını suları şehrin ve şehir dışına kadar her yere ulaştırmakla yaymıştır. Her ne kadar Roma mimarisi ilk bakışta Yunan mimarisini andırsa da, soyut güzellik ve nispet arayan yunan mimarisine karşılık, Roma mimarisi faydacılık ve anıtsallık gibi özellikleri ile dikkati çeker . Yunan mimarisinin en önemli eseri mabet iken roma mimarisinin en gösterişli eserleri tiyatrolar ve hamamlar olmuştur. Aslında bu farklılık Yunanlılar ve Romalıların farklı şeylere kutsallık atfetmelerinde oluşmuştur: tanrıların yerini, kendisi kutsal olan ve Tanrıların iradesiyle kurulmuş olan Roma şehri almıştır. Roma’daki kentsel ve kültürel hayat adeta bir ritüel ve dini ibadet haline gelmiş ve civitas’ın birlik ve düzenini sağlamış, Roma’yı bir ideal haline getirmiştir. Roma’daki Colosseum ya da diğer ismiyle amphitheatrum flavicum bu kutsallığın zirvesini yansıtmaktadır. Burada yapılan Gladyatör savaşları, at yarışları ve olimpik turnuvalar şehrin insanını bir araya getirecek, adeta bir cemaat şuuru yaratacak ve aynı zamanda Caesar’ın gücüne güç katacaktı. Colosseum’un antik çağda mermer ile kaplı olması da onun ihtişam ve dinselliğini arttırmıştır. Forum Romanum, Yunan kent yapısında karşımıza çıkan tapınak ve meydanın merkezî olmasını yansıtsa da, zamanla buranın işlevi azalmış ve tiyatro ve hamam gibi eğlence mekânları Forum’da toplanan Senatus’yu bastırmaya çalışan Caesar’lar tarafından inşa edilmiştir. Kubbeli yapıların Roma döneminde şah eseri olarak anılanı Pantheon’dur. Kubbenin iç kısmı, oyulmuş dörtgenlerden oluşur ve böylelikle kubbedeki ağırlığı hafifletmiştir. Bu teknik daha sonraları da birçok kubbeli eserde karşımıza çıkmaktadır. Emperyal dönemdeki mimaride pratik kullanımın ve estetik görüntünün dışında, eserlerin güç, ihtişam ve başarıyı anlatmaları hedeflenmişti. Belki de bu yüzden bu eserler sonraki asırlarda emperyalist güce sahip olmayı hedefleyen krallar ve yöneticilerin yaptırdıkları eserlerine örnek olmuşlardır (Hitler’in Berlin rüyası ya da Napolyon’un yapıtları gibi). Roma heykelcilik sanatı Yunan heykelciliğinin büyüsünde kalmış ancak özgünleşememiştir. Ancak Romalıların özgünleştikleri sanat türü portre olmuştur. Burada ise yine estetikten ziyade, atalar kültüne de hizmet edecek şekilde, kişinin konumu, duruşu, yüzündeki ifade idealize edilmiştir. Fakat idealize edilmiş olmakla birlikte bu portre heykeller realist biçimde resm edilmiştir. Heykellerde genel olarak sembolik el hareketleri önem arz etmektedir. Sağ ele pozitif anlam yükleyen Romalı heykeltıraşlar, örneğin Marc Aurel’i atın üstünde gösteren heykelde özellikle el hareketinde titizlik göstermiş ve yanlış anlaşılmaması için ince işçilik göstermişlerdir. 2.7 Erken dönem Hristiyanlık Erken dönem Hristiyanlık Roma döneminde yaşadığı baskıyla baş etmek zorunda kalmıştır. Gizli katakomplarda buluşan ilk Hristiyanlar, Roma yönetimine ifşa olmamak için şifre ve kodlar kullanmak zorunda kalmıştır. Doğal olarak bu şifre ve kodların birçoğu resimlerden 6 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt oluşmaktaydı. Örneğin Zeytin ağacının dalı, Ekmek, Balık ve Bülbül sembolizmi bu dönemde gelişmiş, sonraki Hristiyanlık için de sembol olma işlevlerini sürdürmüşlerdir. Resimsiz bir din olan Yahudilikten neşetmiş olan Hristiyanlık, yayıldığı pagan toplumun resim ve tasvir düşkünlüğünden kopamamış ve bunları Hristiyanlaştırmıştır adeta. Katakompların içindeki duvar resimleri basit olmakla birlikte, anlatımsal ve dramatik bir veçhe taşımaktaydı. Pagan kültüründen alınan ve Hristiyanlığa uyarlanan bir takım sembolizm taşıyıcı motifler bu devirde mevcuttu, örneğin ‘iyi çoban’ motifinin Hristiyanları kurtuluşa götüren İsa’ya yorumlanması gibi. Bu resimlerdeki özellik bunların sadece ve sadece Hristiyan olanlar tarafından anlaşılabilmesi idi. Bu açıdan ilk dönem Hristiyanlıktaki sanatın önemi kendisini işlevselliğinde ve pragmatizminde göstermekteydi. Tıpkı pagan toplumlarda olduğu gibi sanat sanat için değil, tanrı, tanrı mesajı ve tanrı davası için bir araç halindeydi. Hrisityanlik’taki Plastik sanat da ölüler kültüne hizmet etmekteydi. İlk kiliseler –Basilica’larKonstantin devrinde Hristiyanlığın kabul edilmesinden sonra, Romalıların dünyevi meseleler için toplandıkları büyük, Roma mimarisine uygun, uzunlamasına bir dörtgen görünümünde olan, iç kısmının uzun tarafında sütunları bulunan binalar idi. Dolayısıyla yine pagan kültürün sanat anlayışını miras alınmıştı. 2.8. Bizans Doğu Roma İmparatorluğunun sanat anlayışı başkenti Konstantinopolis’ten tüm devlete yayılmaktaydı. Bizans’ın sanat anlayışı çok gelişmiş ve çeşitli unsurları içinde barındırmaktaydı: Batı Roma mirasını ve oryantal sanatı bir araya getirmekteydi. Mimarisine bakıldığında kubbeli, çok kenarlı çatılar, Roma stilinde heykeller, sütunlar ve kemerler görünmekteydi. Bu şekilde binaları sıkıcı olmaktan ziyade her taraftan izlenebilen, ilgi çekici bir veçhe taşımaktaydı. Doğu ve Batı’nın ihtişamını iç kısımlardaki süsleme sanatında gösteren Bizans binaları, ışık ve gölgenin birbirini tamamladığı bir iç görüntüye sahipti. Sütün süslemelerinde Roma unsurlarından ziyade oryantal motiflerin yer almasını doğudan gelen ustalarına borçluydu. Ancak bu ustaların en fazla maharet gösterdikleri mozaik sanatı olmuştur. Motiflerinde dini figürleri kullanan Bizanslı ustalar, İsa Mesih, Melekler ve Havarileri tıpkı birer Bizanslı gibi resmetmişler, İsa’yı Romalı Sezarlar gibi dünya küresi üzerinde oturmuş, dünya hâkimiyeti kurmuş biçimde tasvir etmişlerdir. Mozaiklerde katı biçimde ifade, herhangi özgün tavır ve natüralizmden kaçınan mozaik ustaları, Bizans devleti, dini ve mantalitesini yansıtması için, kıyafet, duruş, renk sembolizmi ve eşya sembolizmi geliştirmişlerdir. Mozaik motiflerinin natüralist olmaması, Taşların ve altının ihtişamı ve bakışların ifadesizliği Bizans devletinin dokunulmazlığını yansıtmak üzere kurgulanmıştır adeta. 3. Ortaçağ’da Sanat Ortaçağın ilk yüzyıllarında istila edilmiş ve baskı altında tutulan geç dönem antik Avrupası yıkılmış, ekonomisi ve ticareti büyük darbeler almıştır. Böyle dönemlerde insanların yüzlerini yabancı kültürlere çevirmeleri doğaldır ve nitekim Avrupalılar gözlerini Kuzey halklarının sanatına ve Arapların sanatına açmışlardır. Bu sebepten dolayı, coğrafi ve komşuluk konumuna bağlı olarak sanatta farklı kültürlerden etkilenme meydana gelmiştir. Birinci yüzyılın sonlarında doğru ise Hristiyan Batı dünyasında, en büyük vasıfları dini gerilim olan, bünye ve içyapılar oluşmuştur. Tarikatların ve Manastırların yaygınlaşması öte yandan büyük şehirlerin kurulması bunun bir 7 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt neticesidir. Sanatçılar hünerlerini göstermek için ücra da kalmış olan manastırlardan büyük katedrallere kadar geniş bir yelpazede alan bulmuşlardır. 3.1 Romanesk Sanat Romanesk sanat üslubu gotik öncesi sanat olarak da adlandırılır. Romanesk sanat, 1066 yılında Normanları'ın İngiltere'yi fethetmesiyle başlayan sanat akımı. İngiltere'de Norman üslubu, Avrupa'da ise Roman üslubu – Romanesk olarak adlandırılır. Tek taş bina olarak tasarlanan kilise ve manastırların duvarları, masif tavanı taşıyabilmesi için kalındı ve pencereleri oldukça küçüktü. Bu yüzden Romanesk yapıları kaba ve nordik bir hava sergilerler. Binalar da tonozlar kullanılmış, ağırlığını taşımak içinse köprü şeklinde kemerler kullanılmış, ama ayakların bu ağırlığı taşıyacak kadar kuvvetli olmaması nedeniyle kemerlere kaburga atılmış ve ortaya çıkan boşluk daha hafif şeylerle doldurulmuştur. Bu kaburgalar sonraları Gotik’te de karşımıza çıkacaktır. Romanesk yapıların bu kadar kaba ve süslemede minimalist olmaları o dönemde ki çetin şartlara ve sürekli tehdit korkusuna dayanmaktadır. Roma basilica’sının konsepti daha da büyütülmüş ve ana binaya yan şeritler eklenmiştir. Romanesk dönemde plastik sanat mimariden kopamamıştır ve mimariyi anlam ve sembolizm açısından destekler mahiyettedir. Lanfranco ve Wilgelmo gibi Sanatçılar heykel sanatında sanatsal gerçekleştirmeye değil daha ziyade anlatılan senaryodaki dramatizm ve ifadeye dikkat etmişlerdir. Romanesk üslubunun önemli eserlerinden birkaçı Tournai Katedrali, Murbach Benediktin Kilisesi ve Saint Trophime Kilisesi dir. Ortaçağ’daki plastik sanat insanı güncel işlerinde, ruhani hayatını yansıtacak biçimde tasarlanmıştır. Genel halk tabakası ya çiftçi ya da zanaatkâr olduğundan dolayı kilise kapılarında realist ve aynı zamanda alegorik mevsim tasvirleri vardır. İtalyan Romanesk sanatının en büyük ustalarından biri Bendetto Antelami’dir. Ancak Buschetto ve Rainaldo’nun eseri olan Pisa dom’u daha ünlüdür. Hem Pisa’da hem de Sicilya’da oluşan eserler, örneğin Monreale Dom’u, oryantal ve Bizans unsurları taşımaktadır. Bir diğer, çeşitli sanat tarzlarını bir arada bulunduran başyapıt da Venedik’teki Markus Dom’udur. 3.2 Gotik Romanesk dönemde Avrupa’daki şehirler iyice serpilmiş ve birer kültür ve güç merkezine dönüşmüşlerdir. Gotik stil Avrupa halkalarının milletler ve devletler olarak bir araya geldikleri bir dönemden 8 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt sonra oluşmuştur. Şehirlerdeki refahın artması, insanlardaki özgüvenin artmasına da neden olmuştur. Bir şehrin hem koruyucusu hem de prestij kaynağı olan Katedraller, Romanesk stilindeki kabalık, sadelik ve pragmatizminden kurtulmuş, Gotik stiliyle ihtişamlı ve görkemli hale gelmiştir. Kuzey Avrupa’da ve özellikle Fransa’nın İle de France bölgesinde bina edilen bu Katedraller, vertikal çizgiden çok horizontal çizgiyi takip etmiş, gözleri yükseklere çevirmiştir. Uzun taşıyıcı sütunlar üzerine statiği sağlaması oldukça güç kubbeler inşa etmek istemişler ancak statiği sağlayabilmek için, bu kubbelerin bir kaç parçaya bölüp kaburgalar eklemişlerdir. Bu yeni kubbe tarzı gotik stilinin en tipik örneklerindendir. Kiliselerin içinde kora bölümüne daha fazla ihtimam gösterilmiş, girişteki kemerler sivrileşmiş ve süslemeler daha detaylı hale gelmiştir. Yüksek tavanlı uzun holleri aydınlatabilmek için uzun pencereler ve cam sanatı kullanılmıştır. Amiens Katedrali‘nde olduğu gibi artık kiliseler karanlık değil, toplumun refahını ve yükselişini simgelemekteydi. Sanatsal anlamda kendilerini geliştiren ustalar, göğe doğru yükselen, sanki yerçekimsiz duvarları olan, yani kutsallığı ve mistisizmi yansıtan kiliseler ve manastırlar inşa etmişlerdir. Katedrallerin en meşhuru ise Lombard Visconti ailesinin prestiji, zenginliğini ve şehir üzerindeki hâkimiyetini sergileyen devasa Milano Katedralidir. 3.3 Ortaçağ’dan Rönesans’a kadar resim sanatının gelişimi 13. yy’ın ortalarında kilise süslemelerinde Bizans mozaiklerin kullanımı gerilemiş bunun yerine ahşap veya duvarın üstüne resim sanatına yer verilmiştir. İlk dönemlerde bu resimler mozaik sanatındaki canlılık ve altın parıltılarını ihtiva etmişse de, Floransalı Cimabue’nin (Cenni de Pelo) bu üslubunu Siena’lı Duccio di Buoninsegna (1255-1319) aşmıştır. Bizans donukluğunu aşmış ve motif ve figürlerine doğal bir ifade vermiştir. Bu dönemin en meşhur ustalarından biri Giotto di Bondone’dir (1266-1337). Bethlehem çocuk katliamı adlı resminde Filistin’de vuku bulmuş olayları bir ortaçağ İtalyan şehrine taşımaktadır. Dönemine göre çok realist biçimde ve olayların dramatiğini yansıtarak boyamaktadır. Giotto’nun tasvir ettiği olaylardaki kişiler normal insan gibidirler, onlara bakan kendisini onların yerine koyabilmektedir. Giotto’nun tarzından farklı olarak, Floransalı Simone Martini eserlerinde motifleri daha mistik ve idealize edilmiştirler. 14. Yüzyılda Floransa ile Siera şehirleri arasında oluşan rekabet, şehir yönetimcilerinin güçlerini pekiştirmek için kullandıkları sanatçıları da etkilemiştir. Bu yüzyıldan itibaren şehirleri yöneten güçlü ailelerin rakiplerine karşı ayakta durabilmeleri, şehir için yaptıkları yatırımları zikretmek ve sakinlerde sempati kazanmak için sanatçıları maddi açıdan teşvik ettiklerini ve sipariş resimler yaptırdıklarını görmekteyiz. Ambrogio Lorenzetti’nin ‘İyi ve kötü iktidar’ adlı resmi bu faaliyetin bir ürünüdür, alegorik ve betimsel unsurlar içermektedir. Lorenzetti sanat tarzıyla Rönesans’ı hazırlayan sanatçılardan biridir. 9 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt 4. Rönesans 14. yüzyıla kadar sanatçılara sipariş verenin kilise olduğunu gördük. Ancak 15. ve 16. Yüzyıllarda büyük bağımsızlığa kavuşan sanatçılar, asillerin ve zengin vatandaşların saraylarında ve binalarında hünerlerini özgün biçimde gösterme alanı bulunmuşlardır. Bu yüzden artık sadece dini motifler değil, profan motifler de ele alınmış, sanatçılar zanaatkâr gibi görülmekten çok, deha ve özgün ruh olarak değerlendirilmişlerdir. Bu dönem aynı zamanda yeni keşiflerin dönemidir, dolayısıyla ticaret, zanaat, işçilik olsun hepsi ilham almıştır. Batı insanı gitgide bilime, akla ve tecrübeye karşı güvenini yakalıyordu. Perspektifin işlevini keşfetmeleriyle birlikte mekân, önemli bir ifade biçimine dönüşmüştür. İnsan vücuduna karşı yeniden ilgi duyulmuş, antik çağ örneğinden istifade edilmiştir. Sanatçılar güzellik ve ahenk arayışına girmişlerdir. Bu çeşitli gelişmelerden dolayı, kendisini ortaçağdan ayırmak için, bu döneme ‘Renaissance’, yani ‘Yeniden doğuş’ adı verilmiştir. Sanattaki bu gelişmelerde büyük ölçüde payı olan aileler, Floransalı Medici ailesi yanı sıra, Urbino’lu Montefeltro, Milano’daki Sforza ve Visconti aileleri, Mantua da Gonzaga ailesi ve Ferrara’daki Este aileleridir. Daha sonraki dönemlerde Papalık müessesi de sipariş vermiştir. 4.1 15. yüzyılda Rönesans Resim sanatının ilk yenileyicilerinden biri Masaccio’dur (1401-1428). Brancacci şapelindeki freskleri ve Floransa’daki Santa Maria del Carmine kilisesindeki freskleri ile meşhurdur. Gotik dönem resim sanatından tamamen kendisini uzaklaştıran Masaccio, figürlerini realist ve doğal biçimde boyamakta, plastisiteye önem vermekte ve bu dönemde henüz yeni bir stil olan ışık-gölge sanatını (Chiaroscuro) kullanmaktadır. 15. yüzyılda sanat alınandaki önemli gelişmelerden biri, linear perspektifin Filippo Brunelescchi tarafından icat edilmesi ve hemen tüm sanatçılar tarafından etkili biçimde kullanılmasıdır. Motif ve figürleri realiteden uzak ve mistik –spirituel bir anlama sahip olduklarından, Ortaçağ’da mekan ve perspektif kavramı ortadan kalkmıştı. Rönesans sanatçılarının mekân ve perspektifi dini resimlerde dahi kullanmaları, artık Rönesans insanının rasyonelliği ve aklını hiçbir alandan esirgemediğini göstermektedir. Okumuş hümanist edebiyatçılar eserlerinde Antik yunan mitleri ve konularına dönüş yapıyorlar, ressamlar da antik yunan motiflerini şehirlerin önemli profan binalarında resmediyorlardı. Bu konuda en meşhur sanatçı şüphesiz Sandro Botticelli’dir. ‘Bahar’ adlı resminde Venüs tanrıçası, güzellik, iyilik, kültür, medeniyet ve son olarak hümanizmi sembolize eden ana figürdür. Flora ve Zephyr figürleri de Antik Yunan’ın Bahar betimlemelerinin birer unsurudur. Resim tamamen zamanın ideallerini ve özlemlerini yansıtmaktadır: Sevgi, güzellik, erdem ve 10 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt hümanizm. Resimdeki akışkanlık ve kumaşlardaki transparanlık sanatsal açıdan bu eseri Avrupa Sanatının gözdelerinden biri haline getirmiştir. Mimaride ise Filippo Brunelleschi (1377-1446) Rönesans dehalarından biridir. Floransa’daki Santa Maria del Flore kilisesini devasa ve yenilikçi bir kubbe ile inşa eden bu sanatçı, ilhamını Roma mimarisinden almıştır. Lorenzo de Medici’nin en büyük projelerinden olan bu bina, Floransa’nın simgesi ve sakinlerinin gururu haline gelmiştir. Brunelleschi kilise mimarisini Roma yapılarına benzetmiş, geometrik berraklığı bozacak hiçbir unsura izin vermemiştir. 4.2 16. Yüzyılda Rönesans Ressamlar linear perspektifi odalarda kullanırken, boyutlu ve perspektife uygun bir kompozisyonu açık havada resmeden Leonardo Da Vinci olmuştur. ‘Virgin of the Rocks’ adlı eserinde bu tekniği kullanmıştır. Leonardo Da Vinci özellikle tabiata önem vermiş ve ressamlığı yanı sıra aynı zamanda bilimle de uğraşmıştır. Anatomi, Botanik, Jeoloji ile uğraşan Da Vinci’nin hedefi, insanı olduğu gibi yani tüm gerçekliği ve plastisitesiyle resmetmekti. Ancak bu deha, sadece figürleri olduğu gibi resmetmekten ziyade, gözlerindeki ifadeyi ve hislerini de yansıtmaya çalışmıştır. Meşhur ‘Mona Lisa’sında kadın figürünün gülümsemesi ağzından çok gözlerinin içinden gelir. Da Vinci’ye kadar hiç kimse Physiognomi sanatıyla bu kadar ilgilenmemişti. En önemli eserlerinden bazıları şunlardır: La Gioconda (Mona Lisa), Son akşam yemeği, Vaftizçi Yahya, Anghiari Savaşı. Leonardo’nun tabiat çalışmaları ve hava perspektifini icat etmesi, Kuzey İtalya ve Fansa sanatını çok fazla etkilemiştir. Burada yetişen ressamlar açık havaya yerleştirilmiş motiflerden oluşan kompozisyonları resmetmişler. Georgione ve Tiziano gibi ustalar renkleri ustaca kullanmışlardır. 11 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt Tiziano ‘Meryem’in miracı’ (1516-1518) adlı resmi Rönesans ressamcılığının en mükemmel resimlerindendir. Renkleri çok yoğun biçimde kullanan Tiziano’ya nerdeyse kiliseden ceza getirmiştir. 16.yy’da çoğu İtalyan asil aileler güçlerini kaybetmişlerdi. Vatikan’ın yani Papa’nın ve zengin Kardinallerin ünlü ressamlara sipariş vermeleri sonucu sanatın merkezi Roma’ya taşınmış bulunuyordu. Papa II. İulius’un özellikle desteklediği ve Vatikan sarayının iç kısmındaki fresk ve süslemeleri emanet ettiği önemli ressam Raffaello Santi’dir. 1483 yılında Urbino’da dünyaya gelen bu deha, uyumlu ve mütevazi karakterini resimlerine de yansıtan bu zât, ışıkgölge sanatını mükemmel biçimde kullanmaktadır. Vatikan’ın Stanza della Segnatura yani önemli evrakların imzalandığı odada bulunan ‘Athena okulu’ adlı çalışması onun en meşhur çalışmalarındandır. Hümanist ve rasyonel düşünceyi adeta dogmatik kilise sarayına taşımış olan Raffaello, Papa II. İulius’un portresini de çizmiştir. Kilise sanatçıların eserlerini eğitim ve öğretim için kullanıyordu. Ancak Stanza’lar anıtsallığı ve harikuladeliğiyle göze çarpmaktadır. Sistina Şapeli’nin freskleriyle görevlendiren ve belki de Da Vinci’yle birlikte gelmiş geçmiş en büyük sanat dehası olan Michelangelo, Raffaelo’nun tam zıddıdır aslında. Dağınık, zaman zaman şizofrenik ve kaçık olarak anlatılan bu deha, eserinde Eski Ahit’in en önemli olaylarını resmetmiştir. 1508-1512 yılları arası çok az bir sayıda yardımcıyla bitirdiği bu eser, Rönesans Hümanizm’inin en çarpıcı eserlerindendir. Michelangelo Buonarroti Eski Ahit figürlerini antik heykeller misali, kaslı ve yapılı vücutlarla resmetmiştir. Her hikâye mimari bir unsur ile ötekinden ayrılmıştır. Figürlerin hareketleri dinamizmin son raddesini sergilemektedir. Michelangelo’nun sanatsal dehası bununla da bitmemiştir. Zira onun asıl yaratıcılığı plastik sanatlarda görülmektedir. Medici ailesinin mezarlarındaki heykeller ona aittir. Michelangelo’nun Plastik sanatındaki en çarpıcı özelliği 12 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt zıtlıklar ile dolu olmasıdır. Bazı eserleri tamamen son detayına kadar işlenmişken, bazıları kaba biçimde öylece bırakılmıştır. Mimarisinde de detay ve sadelik, hareket ve durgunluk, ışık ve gölge gibi birbirine zıt vasıflar bir araya getirilmiştir. Aziz Petrus Basilikası’nın yapımıyla görevlendirilmiş olan Michelangelo, Hristiyanlığın ilk kilisesinin kubbesini tasarlamıştır. Rönesans döneminin diğer önemli ressamları şunlardır: Correggio, Giorgione, Veronese, Almanya’da Albrecht Dürer. Rönesans döneminde kilise ve rasyonellik arasında bağ kurabilme optimizmi, Kopernikus’un bilimsel kazanımları, Yeni Dünya’nın keşfedilmesiyle birlikte yerle bir olmuştur. 16. Yy’ın sonlarına doğru kiliseyi ciddi biçimde eleştiren Martin Luther ve buna bağlı olarak tüm Avrupa’ya sıçrayan Reformist hareket, Vatikan ve dogmalarını gözden düşürmüştü. Tüm bu faktörler insanlarda Roma’nın artık dünyanın merkezi olacağı ve tüm iyi ve erdemli düşüncelerin buradan dünyaya yayılacağı düşüncesini ortadan kaldırmaktaydı. Ayrıca bu dönem ressamları Rönesans hümanizmi ve klasisizminde ortaya çıkan devasa eserlerinin daha ötesine gidilemeyeceği düşüncesine kapılmışlardı. Manyerizm akımı, natüralizm ve insanları realist biçimde resmetmekten daha farklı stillerin var olduğunu göstermekteydi. Manyerizm’de öne çıkan eserler ve sanatçıları başlıca şunladır: Jacopo Pontormo ‘Baltacının Portresi’, Fountainebleu okulu ‘Banyoda Gabrielle d’Estrees ve kızkardeşi’, Tintoretto ‘Son akşam yemeği’, Giuseppe Arcimboldo ‘Vertumnus olarak II. Rudolph, El Greco ‘İsa’nın dirilişi’. Hollanda’daki ressamlık daha farklı bir veçhe arz etmekteydi. Lineer perspektifi benimsemektense algısal perspektifi benimseyen sanatçılar, dünyayı bir perspektife göre düzenlemekten ziyade algılanacak tüm şeyleri algılamak ve resmetmeye çalışıyorlardı. Pieter Bruegel’in ‘Babil kulesi’ adlı eseri, küçük küçük detayları dahi göstermesiyle meşhurdur. Hieronymus Bosch ‘Cehennem’ adlı eserinde adeta sürrealist sanatçıları habercileyecek biçimde korku rüyasını andıran ve detayları esirgemeyen bir cehennem tasviri sunmaktadır. 5. Barok Siyasi anlamda sarsılan Avrupa’da itikat savaşları dünyevi hâkimiyet savaşına dönüşmüştü. Güç dengeleri tamamen değişmekte, eski düzen alt üst olmaktaydı. 1600’tan itibaren 1750 yılına kadar süren bu karışık evre sanata da yansımıştır. 13 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt Ressamlar roma klasisizmine, Rönesans ideallerine özlem duymaktaydılar. Özellikle Raffael’den etkilenen bu sanatçılar, aynı zamanda Tintoretto’nun kompozisyonlardaki dinamizminden etkilenerek dönemi çok farklı biçimlerde yorumlamışlardır. Bu dönemde özellikle Hollanda’da detaylara karşı bir sempati oluşmuştu ve bunun sonucunda Tabiat ressamcılığı ve natürmort ressamcılığı ortaya çıktı. Fransa’daki Baroque tarzı, İtalyan Rönesans’ındaki anıtsal stilden çok detaycı ve karmaşıklıktan sakınan, açık ve net çizgilere sahip bir sanata dönüştü. İtalya’da bu dönemde özellikle Carvaggio çok etkili olmuştur. Işık-gölge sanatını mükemmel biçimde kullanan ve bunu kendi tarzı haline getiren ressam aynı zamanda birçok sanatçıyı etkileyerek Carvaggi’ler okulunun da öncüsü olmuştur. En meşhur eserlerinden biri ‘Bacchus’tur. Ondan etkilenenler George de La Tour ve Gerrit van Honthorst’dur. Bu iki ressamın eserlerinde de ışığın bir noktada özellikle yoğunlaşıp diğer noktaları karanlık bıraktığını görmekteyiz. Motifler güncel hayattan alınmadır ve başroldekiler alelade insanlardır. Bu tür yeni deneyimler farklı sanat ifadelerinin arayışları mahiyetindeydiler ve gelecek nesillerdeki ressamları etkileyecektirler. Fransa’da Kral Louis Absolutizm’in doruk noktasını yaşatmaktaydı ve bir sanat akademisi kurmakla hegemonyasını bu alana da taşımaktaydı. Ayrıca bu akademide (Academie Royale de Peinture et Sculpture) yetişen öğrenciler Versaille sarayını da inşa etmekle görevliydiler. Kral’ın kıyafetinden, müzik zevkine, Versaille sarayına kadar krala ait olan her şey dönemin ‘bon gôut’ unu yani ‘iyi zevk’ini teşkil etmekteydi. Bu baskıya boyun eğmeyen ressamlardan biri Nicolas Poussin’dir. Kral’ın anıtsal resim isteklerini reddederek İtalya’da kalmayı tercih etmiştir. Onun eserlerinde Antik çağın izleri ve filozofik karakter görülmektedir. Poussin klasisizmin öncülerindendir. Son eserlerinde tabiat ressamcılığına merak sardığını ve figürlerini git gide arka plana attığını görmekteyiz. Poussin’in klasisist ve katı formüllere bağlı olan tarzına ve bu tarzı benimseyen sanatçılara ‘Poussinist’ denmektedir. Bu akıma karşı ise Peter Paul Rubens durmaktadır. Onun takipçilerine ise ‘Rubinist’ denilmiştir. Rubens tamamen anti-klasist idi. Kompozisyonda çizgiden ziyade renklendirmeye dikkat etmiş, 14 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt resimlerinde antik dinamizme önem vermiştir. Tarzında zamanın zevkini iyi yakalayan Rubens çok satan zengin ressamlar arasında yerini almıştır. Anthonis van Dyck de etkili Rubinist’lerdendir. Dönemin diğer meşhur sanatçıları başlıca şunlardır: Diego Velazquez ve Bartolome Esteban Murillo, Jan Vermeer. Dikkat çeken sanatçılar arasında Rembrandt (1606-1669) vardır. Rembrandt’ın eserleri zamanının ruhunu yansıtsa da günümüzde dahi çekiciliğini yitirmemiştir. Figürlerinde düşüncelilik, ruhsallık resmi izleyene dokunaklı gelmektedir. Rembrandt adeta modern bir gözlemci, bazen rejisör bazen de bir Kutsal Kitap yorumcusudur. Onun en meşhur eserlerinden biri ‘’Dr. Tulp’un Anatomisi’’, ‘’Öz-resim’’, ‘’Belsazarın misafir yemeği’’, ‘’Gece nöbeti’’dir. Barok döneminde natürmort’ü eserlerinde konu alan ressamlardan bazıları Willem Kalf ve Jan Steen’dir. 6. Rokoko Barok ile Aydınlanma arasındaki geçiş evresidir. 18. yüzyıl artık rasyonelliğin ve pragmatizmin ön plana çıktığı bir dönemdir. Fransa’da Kral Louis’in ölümüyle, idarenin Paris’e taşınması, aristokratların da sosyal hayatı ve bununla birlikte eğlence ve kültürün şehir merkezine taşınmasına sebep olmuştur. Güce karşı olan eğilim yerini güzel, intim ve dekoratif olana bırakmıştır. Bu yüzden Jean Honore Fragonard gibi sanatçıların resimlerinde adeta bir rol paylaşımı mevcuttur. Basit olaylar ve durumlar dekoratif ve cilveli hale getirilmiştir. Bunun yanı sıra birde erotik ve cinsel çağrışımları bulunan figürler ve senaryolar resmedilmeye başlanmıştır. François Boucher’ın ‘Yatan kız’ adlı resmi bu tür resimlere örnektir. Rokoko kısaca ‘güzel görüntü’ olarak da tanımlanabilir. Ancak Rokoko dönemine rastlayan aydınlanma habercileri de vardır. Özellikle İngiltere’de gelişen resim sanatı, William Hogarth, Sir Joshua Reynolds gibileri sayesinde aydınlanmaya uygun biçimde pragmatik, ölçülü ve makul bir veçhe kazanmıştır. Bu dönemde de Thomas Gainsborough gibi ressamlar görülene, algılanana ve hissedilene önem vermişlerdir. 7. Klasisizm 1770 ile 1830 yılları arasındaki bu sanatsal akım, Aydınlanma’nın artık tüm Avrupa’da hâkim düşünce yapısı haline gelmesiyle ortaya çıkmıştır. Ancak bu sefer sanatçılar rasyonelliğin ve akli idrak ile algılananın yanı sıra aynı zamanda akıl tarafından hükmedilen bir sanata özlem duymaktalardı. Bu özlemi birçok kez olduğu gibi antik sanatın eşiğinde giderebilmişlerdi. Bunun başlıca sebeplerinden biri Pompeji ve Herculaneum gibi önemli arkeolojik kazıların yapılmasıydı. Johann Winckelmann’ın ‘Antik çağın sanat tarihi’ adlı eseri bu anlamda önemlidir. Poussin’in açık ve net çizgileri, bir dönem Rubinist hâkimiyetinden sonra, Klasisizm ile birlikte 15 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt tekrar keşfedilmişti. Ancak dini motifler artık işlenmiyordu, zira rasyonellik, sanayi devrimi ve absolutist feodal yapının yıkılışı artık insanlığın temel yargılarını değiştirmişti. Bu yargı değişimi ile birlikte sadece motifler değil aynı zamanda sanatsal bakış açısı değişmişti. Sanatçıların Antik çağ sanatından esinlenmeleri bir tesadüf değildi. Bu resimlerde donukluk vardı ve kullanılan stil öğelerinden dolayı izleyiciyle resim arasında belli bir mesafe mevcuttu. Dolayısıyla bu biçimsellik ve katılık, resimlerin ifadesini daha da güçlendiriyordu. Klasisizm resimleri bu yüzden ‘’pathos ve ethos’’un resimleridirler. Robespierre’in arkadaşı olan Jaques Louis David’in ‘’Horatii yemini’’ adlı eseri, antik Çağ’dan bir sahneyi resmetmektedir. Burada Horatii’nin, yanı Roma halkının, Roma hükümdarına karşı ettikleri yemin gösterilmektedir. Bu eser devrimin eşiğinde olan Fransa için iz bırakan eserlerden olmuştur. 1746 ile 1828 yılları arasında dönemin en meşhur ve anlaşılması güç bir sanatçı yaşamıştır: Francisco de Goya. Goya hem bir Karikatürist hem de bir saray ressamı olmuştur. Karikatürlerle başlayan Goya, ‘’Rasyonalite’nin uyuması canavarlar doğurur’’ adlı çalışmasında bir yandan siyasi bir eleştiride bulunurken, öte yandan uyku fenomenini sonraki Sürrealistlere örnek olacak şekilde ele almıştır. Goya kendisini ‘’Majoistler’’den görmekteydi. Bu tabir dönemin karışık, Napoleon istilası altında acı çeken ve İspanya’nın önemli deniz gücü olarak konumunu kaybettiği İspanya’sında kendisini herhangi bir kısıtlama ve makam sahiplerinin emri altında görmeyen ve düşüncelerini özgürce ifade edenlere has idi. Goya’nın ‘’Giyinik maya’’ ve ‘’Çıplak maya’’ adlı iki resmi bu tabirin resim olmuş halidir adeta. Bir kadının çıplak ve davetçi bir poz ile boyanması o döneme kadar sıkça yapılmış bir şeydi ancak tüm ressamlar bunu dekoratif ve sanatsal hale getirmişler, kumaşı drape şeklinde ayarlamışlar ya da yanına bir natürmort eklemişlerdi. Ancak bu resimde göze çarpan husus Maya’nın davetkâr ve provokatif bakışıyla birlikte onun vücudundan başka ilgi çekici bir şeyin olmamasıdır. Bir diğer resminde Goya Bonaparte istilasına başkaldıran İspanyollara yapılan katliamı ele alır. Resim buğuludur ve hatta bazı yerleri yüzeysel ve kaba bir şekilde boyanmıştır. Modern silahlar güçsüz, çaresiz biçimde duran sivillere doğrultulmuş, ışık da dramatiği yükseltecek biçimde sivillerin üstüne yansımaktadır. Burada Rönesans resimlerinde olduğu gibi bir yerden tanrı inip mazlumları kurtarmaz. Onlar artık modern silahlarla yürütülen savaşı içinde çaresizdirler. Ne yardım eden bir Tanrı ne de mucize vardır. Goya bu eserinde özellikle yeni bir çağın artık geldiğini 16 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt göstermekte ve Klasisizme sırt çevirmektedir. 8. Romantizm 1800 ile 1890 yılları arası olarak tespit edilen bu dönemde, Fransız devriminin hazin sonu, Napoleon Bonaparte’nin işgalleri ve haritanın Viyana Kongresi sonucu tekrar çizilmesiyle insanların şuurlarında da değişiklikler olmuştur. Salt rasyonellik ve akla artık güvenmeyen bu insanlar, ruhun, hayallerin ve duyguların önemini vurgulamışlardır. Pragmatizmin ve rasyonelliğin donukluğu bir kenara bırakılıp kişisel ve bireysel deneyim ve algı ön plana geçmiştir. Dönemin sanatçıları insanlarda eskilere yani Ortaçağ’a olan özlemi ele almışlardır. Zira antik çağ klasisizmi onlara göre fazla idealize ve fazla mesafeli kalmıştı. Ortaçağ insanların kendileriyle barışık bir şekilde yaşadıkları bir evreydi, onlara göre. Caspar David Friedrich’in de vurguladığı gibi sanat artık ‘’içimizdeki sesin dışa vurmasıydı’’. Çeşitli mecazî anlamları tabiata yüklemek bu dönemin ayırt edici özelliklerindendir. Örneğin bir harabe insan hayatının sonluluğunu ifade etmekteydi. Sanatçılar artık kendilerini ‘’Dünya ruhunun bir parçası’’ olarak, tabiatla bir hissediyorlardı. Özellikle siyasi anlamda kısıtlanmış olan Almanya’da tabiat resimleri sınırsızlığı ve hürriyeti simgelemekteydi. Belki de bu yüzden Romantizm akımının ilk ve en güçlü temsilcileri Almanlar olmuştur. Caspar David Friedrich, Karl Friedrich Schinkel ve Carl Spitzweg gibi sanatçılar bunların bir kaçıdır. Fransa’daki Romantizm daha farklı bir veçheye sahipti. Fransız devriminden doğal olarak çok daha fazla etkilenen Fransızlar devrimin ideallerinden vaz geçemiyorlar, ancak savaşın getirdiği acıyı da unutmuyorlardı. Fransız sanatının Romantizm’i tam da burada yatmaktaydı. Theodore Gericault’un ‘’Medusa’nın kayığı’’ adlı resmi, hiç görülmedik dağınık ve dramatik biçimde kaza konusunu işlemekteydi. Bir diğer sanatçı da Eugene Delacroix’dır. Kompozisyonda renklerin daha etkileyici ve tanımlayıcı olduğunu savunan bu ressam, doğu gezilerinde ışık fenomenini daha derinlemesine inceleyebilme fırsatını yakalamıştı. Delacroix, açık hava ressamcılığına teşvik eden ressamların başında gelmekteydi. Motiflerinde de çokça doğu unsurları ve figürleri kullanan Delacroix, Fransız zihninin egzotik ve yabancı şeylere olan özlenimini yansıtmaktaydı. İngiltere’de John Constable ve William Turner Romantizm stilinin öncüleridirler. Eugene Delacroix’ın renk teorisi ile William 17 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt Turner’ın buğulu ve sulu boyayı andıran tekniği ileride gelecek olan Emresyonizm’in ilham kaynaklarından biridir. 1824 yılında John Constable ‘’Samanarabası ‘’ resmini sergilemişti. Bu resimde özellikle Naturalizm’e ve Realizm’e önem vermesi dönemin sanatçılarını şaşırtmıştı. Camille Corot, Theodore Rousseau ve Charles-François Daubigny ‘’Barbizon okulu’’ diye bir sanat ekolü kurmuşlar ve taşrada açık hava ressamcılığına başlamışlardı. Onların istedikleri, Tabiatı tüm doğallığı ile objektif biçimde resmetmekti. Ancak bu çabalarında sonraki Empresyonistler ’de olduğu gibi ışığa ve ışığın şekil verici işlevine yoğunlaşmışlardı. 19. yüzyılda artık sanayi devrimi tamamen hayatları ve sosyal dokuyu değiştirmiş bulunmaktaydı. Bu durumun sanata yansıması ilk kez Natüralist-Realistler sayesinde olmuştur. Bu ressamlar hayalperest Romantiklerden uzaklaşmışlardı. Hayat tüm gerçekliği ve zorluğuyla artık resmedilmeye değerdi. Uzun bir müddet sonra güncel hayat, iş ve uğraşı süje edinen ressamların ilki Jean François Millet olmuştur. Gustave Courbet ve Adolph Menzel gibi sanatçılar da resimlerinde sanayi devriminin insanlar üzerindeki etkisini konu edinmişlerdir. 9. Empresyonizm Empresyonizm, Claude Monet’in ‘’İmpression, soleil levant’’, adlı eseriyle dalga geçen klasik sanat yandaşlarının taktığı bir isimdir aslında. Klasik sanat yandaşları belli bir anı (impression) resimlerinde yakalamaya çalışan ve burada gözün ışığı ve renkleri algılamasına önem veren sanatçıları Empresyonistler olarak yermekteydiler. Zira bunlar kaba bir şekilde boyuyorlar ve renklerin arasındaki nüanslara dikkat etmiyorlardı. Skandal havası oluşturan resimlerin ilki Eduard Manet’e ait idi. Aslında o bir Empresyonist olarak sayılamasa da, onun ‘’Açık havada piknik’’ adlı eseri bir sergide skandal olmuştu. İki normal vatandaş erkeğin arasında oturan çıplak kadın, sanata değer bir motif değildi. Halbuki Manet burada Rönesans’tan beri kullanılan bir motifi ele almıştı. Ancak onun resminde herhangi bir kutsal figür yoktu ve kadının çıplaklığı ve çevresi dünyevileştirilmişti. Fransız vatandaşının erdem ve ahlak görüntüsüne, Paris civarındaki fahişelik gerçeğini anımsattığı için, leke süreceğinden dolayı bu resmi protesto etmişlerdi. Manet resimlerinde kent 18 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt insanının ruhunu da yansıtmaktaydı. ‘’Bar aux FoliesBergeres’’ adlı resminde barda dura bir genç kızı resmetmiş ve yüzüne hiçbir ifade koymamıştı. Resmi seyredene boş gözlerle bakan bu kız büyük şehir insanının kaybolmuşluğunu ve içi boşalmışlığını yansıtmaktadır. Claude Monet, Camille Pissarro, Paul Cezanne, Pierre-Auguste Renoir, Edgar Degas ve Berthe Morisot eserlerini fotoğrafçı Gaspar-Felix Nadar’ın sergisinde sergilemişler ve burada kendi stillerini sanat dünyasına bildirmişlerdi. Empresyonistlerin tarihsel figürleri reddetmeleri, zamanın koyu renk modasını es geçip açık ve iç açıcı renkleri kullanmaları ve resimleri adeta tesadüf fotoğraf çekiminde olduğu gibi anı yakalarcasına ele almaları, dönemin klasik sanatına savaş ilanı gibiydi. Fotoğrafçılığın icat edilmesi de çok önemli bir faktördü. Zira fotoğraf artık realist ve ideal biçimde resmediyordu. Empresyonistler’in istedikleri ise insan gözünün ışığı algılamasında ruhun ve algının oynadığı rolü keşfetmekti. Empresyonistler’İn arasında en etkili olanı Claude Monet’dir. Işığın ustası olarak da tanımlanabilecek olan bu ressam, ‘’Rouen Katedralı’’ çalışmaları, ‘’Nilüfer’’ çalışmaları, ‘’Şemsiyeli Kadın’’, ‘’Gelincik tarlası’’ gibi eserleriyle meşhurdur. Uzun bir yaşam süren Monet kendisini bir motifin çeşitli ışık nüansları altındaki değişimine adamıştı. Diğer Empresyonistlere göre onun fırça darbeleri daha kontrolsüz ve kabadır. Nerdeyse noktaya dönüşen fırça darbeleri ile Pointilistleri, darbelerindeki dinamizm ve kontrolsüzlüğüyle de van Gogh’u etkileyenlerdendir. Fotoğrafçılığın bir diğer etki alanı da Pointilistler’de görülür. George Seurat gibi ressamlar eserlerindeki motifleri adeta piksellere ayırıyormuşçasına ele almaktaydılar ve adının da söylediği gibi fırça darbelerini noktalar şeklinde (le Point) yapıyorlardı. 10. Modern dönemin öncüleri – Paul Cezanne, Vincent van Gogh ve Paul Gauguin Empresyonizm’i benimsedikten sonra, kendi tarzını geliştiren ve sanatsal yorumunu realist akımdan daha da uzaklaştıran bir takım sanatçılar vardır. Bunların başında Paul Cezanne gelir. Her ne kadar o bir empresyonist sayılabilse de, tarzını daha da geliştirmiş ve özellikle modern dönemde karşımıza çıkacak olan Kubist akıma fikir babalığında bulunmuştur. Empresyonistler’in göz ve ışığın temasını ve burada oluşan algıyı resmetmeye çalıştıklarını biliyoruz. Aynı noktadan Cezanne’da hareket etmiştir. Ancak o fırça darbelerini git gide genişleterek zamanla gördüğü renk ve cisimleri birbirine kenetlenmiş yüzeyler olarak ele almıştır. Sonraları Kübistler bu renk yüzeylerini daha keskin hale getirerek dörtgenler (cubus) şeklinde boyamıştırlar. Cezanne’nın çalışmalarında stilini ‘‘soğanlı natürmort’’den, ‘’Chateau –Noir ve SainteVictoire dağı’’na ordan da ‘’Gardanne evleri’’ne kadar geliştirdiğini görmekteyiz. ‘’Gardanne evleri’’ adlı çalışmasında şekil ve ışık algısının 19 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt gelişiminin son raddesini görmekteyiz. Paul Gauguin’de 19. Yüzyılın sonlarına doğru yaşamış bir sanatçıdır. O van Gogh ile birlikte stilinden dolayı genel toplum tarafından anlaşılmayan ve kabul görmeyen ressamlardandı. Paul Gauguin ana vatanı olan Fransa’da yeterince ilham alamayınca Pasifik Deniz’de bulunan Tahiti’ye yerleşmiştir. Burada bulunan primitif kültürün sanat anlayışını ve hayat tarzını incelemiş ve oldukça etkilenmiştir. Resimlerinde Tahiti kadınlarını, doğasını ve hayvanlarını resmeden Gauguin stilinde primitif kültürü andıran unsurlar kullanmıştır. Renkler birbirine geçiş sağlamıyor, büyük yüzeyler üzerinde yoğun ve birbirine zıt olan renkler kullanıyordu. Resimlerindeki kadın figürleri yerel halkın tapındıkları tanrıça heykellerine oldukça benzerlik gösterir. Batı dünyasından ve medeniyetinden gelip primitif hayatı yükseltmesi ve hayranlık duyması onu bu dönemin nadir sanatçılarından biri haline getirmiştir. Gauguin’in resimleri aslında medeniyet insanın aradığı basitliği ve sakinliği yansıtmaktadır. Bu arayış daha sonraları modern dönemde yoğu biçimde ele alınacaktır. Onun ‘’tabiatı çok fazla resmetmeyin, sanat eseri bir abstraksyondan ibarettir’’ sözü, onun renklere ve şekillere yüklediği sembolik ve duygusal anlamı yansıtmaktadır. Gauguin’in en meşhur eserlerinden biri ‘’Arearea’’ adlı çalışmasıdır. Gauguin’i van Gogh ile sürekli sallantıda olan bir arkadaşlık bağı vardı. Birbirine yenilikçi ve eleştirisel olmaları açısından benzeyen bu iki ruh, aynı zamanda sanatsal tutku açısından da benzemekteydi. Van Gogh dindar bir insandı ancak kendi içindeki problemleri halledebilmek için kendisini ressamlığa verdi. Onun ilk başta önemsediği motifler basit insanların hayatıydı. Van Gogh çiftçileri, işçileri ve fakir insanları anlatan bir düzine resim boyadıktan sonra, Sanat akademisine yazıldı. Paris’te Empresyonistlerle ve Japon kakma sanatıyla tanıştı. Buradaki ikameti van Gogh’un dönüm noktası olmuştur. Güney güneşinin yoğunluğundan etkilenen van Gogh, renklerinde git gide daha açık ve iç acıcı olanları tercih etti ve zıt renkleri birbirine yakınlaştırdı. Bu dönemde boyadığı örneğin ‘’öz resim’’ gibi eserlerinde, Pointilistlerin etkisi görülmektedir. Homojen renk yüzeyleri kullanıyor ve nokta darbelerini adeta titreşiyormuş gibi dinamik biçimde tuvale vuruyordu. Arles’de sanatsal yükselişini yaşamış ancak aynı zamanda ruhsal olarak çöküntüye uğramıştı. Burada van Gogh stilinin çarpıcı özelliklerini geliştirmişti: Resmine boyut kazandırmak içn perspektifi değil, Hızlı ve cezbe halinde ki fırça darbeleri ve kontrast renk kombinasyonları kullanıyordu. Renklerinin ışık saçması realist 20 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt boyamadan uzaklaşması anlamına geliyordu ve kendisinden sonra gelen Expressionistleri etkilemişti. Van Gogh tıpkı Cezanne ve Gauguin gibi Sanat’ın gerçekliğin kusursuz yansıması olmaması gerektiği, sanatın bir ifade şekli olduğunu vurgulamaya çalışıyordu. Kendi çağlarında tepkiye maruz kalan bu ressamlar gelecek yıllardaki sanat algısına ışık tutmuşlardır. 11. Sembolizm 1880 ile 1900 yılları arasındadır. Gauguin’in izinden giden Henri Rousseau, James Ensor ve Edvard Munch gibi ressamlar, anlam yüklü idealist-sembolik geleneği takip etmekteydiler. Bu sanatçıların eserlerini stil açısından bir arada toplamak zordur. Ancak hepsine mevcut olan bir unsur vardır: Onlar ışık ve algının teknik olarak incelenmesini iyi bulmuşlar ancak bununla yetinilmemesi gerektiğini resmin bir anlam taşıyıcısı olduğunun Empresyonistler tarafından göz ardı edildiğini düşünmüşlerdi. Örneğin Edvard Munch’un ‘’Çığlık’’ adlı resmi, algı ve ışık-renk ikilisini Empresyonist biçimde verirken aynı zamanda stiliyle, kompozisyon ve renk seçimiyle belli başlı bir duygu ve hissi vermeye çalışır. Ruh dengesi tıpkı van Gogh gibi labil olan Munch, resminde iç dünyasını sembolik biçimde yansıtmayı başarmıştır. 12. Art noveau, Jugendstil ya da Sessesyonsanatı Farklı isimlerle tüm Avrupa’da yankı bulan bu akım Natüralist-tarih ressamcılığına bir tepki olarak gelişmiştir. Sanatçılar artık sanatın herhangi bir amaca hizmet etmemesi gerektiği, kendisinin bir amaç olduğu ve bu yüzden kendi ifade biçimlerinin olması gerektiğini savunmaktaydılar. Bu konuda tıpkı sembolistler gibi düşünene Art noveau’cular aynı düşünceyi savunan bazı diğer sanatçılar gibi koyu ve depresif ifade biçimleri kullanmaktan çok, estetiğe önem vermişlerdi. Onlara göre sanatın sadece sanat için olduğu bir ifade biçimi vardı, o da ornamental çizgiler ve süslemeler idi. Bu yüzden art noveau eserlerinde, ister resim ister mobilya, eşya veya mimari olsun daima bir dalga bir nakış ve ornament bulunur. Gustav Klimt’in ‘’Öpücük’’ adlı eseri Art noveau’nun en mükemmel öreklerindendir. Ressam kendisini resmettiği çiftin plastisitesinde fazla kaybetmeden, onları bir nakışın içerisinde eritmektedir. Art noveau özellikle zarif ve dekoratif olmasından dolayı günümüzde halen çekiciliğini korumaktadır. 13. Fovizm 1905 ile 1915 yılları arasında modern dönemin öncüleri olarak adlandırdığımız ressamların fikirlerini devam ettiren bir grup oluşmuştu. Bu grup, Art noveau’nun 21 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt dekoratifliği ve Sembolistlerin resimlerde ifade ve anlam arayışına aldırmadan, empresyonistlerin savundukları otonom resim tasarımını devam ettirmişler ve modern dönem sanatın yolunu açmışlardır. Henri Matisse, Andre Derain, Maurice de Vlaminck, Raoul Dufy ve Kees van Dongen’den oluşan bu grup birbirine tamamen zıt renkleri kullanmaları ve agresif firça darbelerinden dolayı ‘’Fauves’’ yani ‘’Vahşiler’’ olarak adlandırılmışlardı. Yine Natüralizm’e tepkiliydiler ve resmin kendi içerisinde bir organizma olduğunu, kendi ifade biçimleri olduğunu savunmaktaydılar. Henri Matisse’in ‘’Madame Matisse. Yeşil çizgi’’ olarak adlandırdığı resminde sadece renk karşıtlıklarını kullanarak ve bu karşıtlıklar arasında nüans kurarak bir boyut elde ettiğini görmekteyiz. Onun resimlerinde renk seçiminde dolayı adeta bir ışıldama mevcuttur. Fauvistlerin özelliği resimlerinin gerçeğin iyi bir kopyasının olması değildir. Sembolik bir atıf dış dünya ile resim arasındaki irtibatı sağlayan unsur değildir. Resimler artık kendi kendilerinde vardırlar, ve şekil ile renklerin uyumundan doğan bir ifade biçimine sahiptirler. 14. 20. Yüzyıl’da sanat 20. yüzyıl teknik gelişim, icatlar ve bilim yüzyılıdır. Freud’un piskanalizi, Buhar makinesinin icadı, motor icatları, tabiat bilimlerindeki yeni kazanımlar ve Einstein’ın relativite teorisi modern çağ insanının algısını ve dünyaya bakışını sarsmıştı. Gerçekliğin ne olduğu sorgulanmaya başlamış, geçekliğin duyularla idrak edilenden öteye giden bir şey olduğu düşüncesi hakim olmuştu. Sosyal dokuların değişmesi, kent hayatının gelişmesi, teknik gelişim karşısında her şeyin daha hızlı yaşanması sanatçılarda yeni sanat arayışlarını uyandırmıştı. Örneğin bir otomobille bir tabiattan geçerken tabiat algısı, yavaş ve ağır ağır ilerleyen at arabasında yaşanan algı birbirinden farklıdır. Kent hayatının yalnızlığı, modern insanın kendinden uzaklaşması ve kimlik arayışları, koskoca bir kalabalık arasında kendini kaybetme hissi, sanatçıları resimlerinde betimlemekten çok ifade arayışına sevk etmişti. Van Gogh’un ve Gauguin’ın ifade arayışları buna öncülük etmiştir. Bu dönemdeki ifade ve stil arayışları birbirine nerdeyse paralel ya da eş zamanlı olduğu için ekoller ve sanat türleri arasında kronolojik bir ayrım yapmak zordur. Resme anlam verme konusunda resme bakan kişinin rolü 20. Yüzyılda git gide artmaktadır ve özellikle Abstre ekspresyonizm tarzında önem arz etmiştir. 14.1 Ekspresyonizm Ekspresyonistler tıpkı Empresyonistler gibi çağın yeni donanımlarına karşı sanat algılarını değiştirmeye hazırdılar, ancak bunu empresyonistler kadar pozitif şekilde yapmamışlardır. Onlar daha çok hayatın negatif taraflarına anlam vermeye çalıştılar. İnsanın kalabalıklarda kendisini yalnız hissetmesi, kendi benliğine yabancılaşması ve benlikçilik bu sanatçıların zihnini kurcalamıştır. Hatta onların resimlerindeki fikir ve duygusallık ile çağın insanına bu yenliklerle baş edebilme imkânı vermeye çalıştıklarını da söyleyebiliriz. Bu sanatçılardan bazıları ‘’Köprü’’ adında bir ressamlar topluluğu kurmuşlardır: Ernst Ludwig Kirchner, Erich Heckel, Karl-Schmidt-Rottluff ve Fritz 22 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt Beyl. Manifestolarında gençliğe, iyi bir geleceğe ve hürriyete hizmet etmek istediklerini belirten bu topluluk, dönemin en meşhur eserlerini Wilhelm döneminin katı ve donuk sanatına karşı bir tepki olarak vermiştir. Abstraksyona doğru ilerleyen bu grup, deforme ve aperspektifik motifler, karşıt renkler ve birbirinden kalın bir çizgiyle ayrılmış renk yüzeyleri ile çalışıyordu. Figürleri dönemin Bohem insanının kendisini algılamasını yansıtıyordu: Suretsiz, biçimsiz, benliksiz. Figürler birer klon gibiler. Onlara göre ayrıca primitif sanat yani halkın basit sanat anlayışı ve çocukların sergilediği resmetme tarzı gerçek ve bozulmamış saf sanat idi. Bu da belki de modern ve sanayileşmiş insanın doğaya karşı özleminin ifadesiydi. Bir diğer sanatçı topluluğu Frank Marc, Wassily Kandinsky, Paul Klee, Alexej Jawlensky, Marianne Werefkin, August Macke ve Gabriele Münter’den oluşan ‘’Mavi süvari’’ idi. Bu grup ‘’Köprü’’den daha az organizeydi. Bu topluluğun resimleri ise genelde anlamda daha spirituel ve düşünceli idi. Ancak iki grubu da şu düşünce birleştirmekteydi: Sanat artık görüleni gösteremezdi, zira artık gerçekliğin karmaşıklığı buna izin vermiyordu. Paul Klee’nin de ifade ettiğine göre, Sanat görüleni resmetmek değil, görünür kılmaktı. Onlar ruhta titreşim oluşturacak şeyleri resmetmek istiyorlardı, bundan dolayı da hepsi kendi özgün sanat tarzını geliştirmişti. Örneğin Kandisnky’e göre ruhta titreşime sebep olabilecek olan şey, gerçeklikten tamamen kopmuş olması gerekirdi. Dolayısıyla abstre olması gerekiyordu. 14.2 Kübizm 1907-1925 yılları arasında tespit edilmiştir. Özellikle Paul Cezanne’in cisimleri geniş yüzeylere ayırmasından etkilenmişlerdir. Ekspresyonistler’de olduğu gibi anlam verme aşamasında duygu ve seyircinin rolüne dikkat etmişler ancak bunu da analitik biçimde ele almışlardır. Gerçekliği kavrama aşamasında onlar gerçekliği analitik biçimde dokusuna ayırmaya çalışmışlar, yani şekillere (küp, koni, silindir gibi) parçalayıp tekrar bir araya getirmişlerdir. Bu akımın temsilcileri arasında Georges Braque, Pablo Picasso, Jean Metzinger, Fernand Leger gibi ressamlar vardı. Obje parçalamakla onu çeşitli açılardan birden resm edebiliyorlar ve böylelikle zaman kavramını da işlemiş oluyorlardı. Çoklu perspektif dönemin İtalya’sındaki Futurist sanatında da vardı. Marcel Duchamp’ın eserlerinde kendilerine has bir tabiat yasası vardır. Zira simultan perspektif denilen bu teknikte bir cismin hareket hali tek bir obje üzerinde ve resmin boyandığı o anda hapsedilmekteydi. 23 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt Kübist sanatın en meşhur ressamlarından biri Pablo Picasso’dur. Picasso çok fazla eser vermiş ve plastik sanatlar, keramik gibi diğer branşlarda da becerisini ustaca sergilemiştir. Kendi stilinde git gide abstraksyona doğru ilerlemiştir. İlk dönem eserlerinde çok aşırı derece de bir abstraksyon ve figürlerinde parçalanma görülmez, ancak George Braque ile tanışmasından sonra bu durum değişir. ‘’Les Demoiselles d’Avignon’’ adlı eserinde, kadın vücutları parçalanmış ve abstre olmuş şekilde sunulmuştur. Zira Picasso bu dönemde ifadeyi daha da güçleştirecek sanat unsurları arayışına girmişti. Bu ifadeyi o kendi şahsına Afrika sanatında bulmuştu. ‘’Les Demoiselle d’Avignon’’ adlı eserine bakıldığında yüzlerin Afrikan maskelerini andırdığı görülür. Fakat Picasso asla tamamen abstre olmuş bir tarzı benimsememiştir. O daha çok cisimleri parçalayıp kendi yasalarına göre tekrar bir araya getiriyordu. Picasso’nun kendine has olan stili onu en özgün ressamlardan biri haline getirmiştir. Adeta marka olan bir unsur, boyadığı yüzlerde bir yarının frontal perspektiften diğer yarının ise yan perspektiften ele alınmış olmasıdır (‘’Dora Maar’’). Ayrıca Picasso’ya göre siyasi bir görüşe sahip olup bunu özgürce ifade etmek bir sanatçını gayet tabii bir hakkı idi. Daha önce (bkz. Miken sanatı) bahsettiğimiz gibi ‘’Guernica’’ resmi böyle bir manifestodur. Kübistler özellikle gelecek çağlar için ilham kaynağı olmuşlardır: Cisim ve genelde kompozisyonun parçalara ayrılması Collage, Photomontage ve Assemblage gibi tekniklerin ön ayağı olmuştur. 14.3 Futurizm Fransa’daki Kübizmle paralel şekilde İtalya’da Fütürizm akımı ortaya çıkmıştır. Bu ressamlar tıpkı Kübistler gibi cisimleri parçalarına ayırıyorlardı. Ancak onlar bir cismin yanından hızlı geçildiğinde oluşan algıyı, yani zaman kavramını da resme dâhil etmek istediler. Bu yüzden resimlerinde bazen bir figürün üç veya alt uzvu olabiliyor, ya da hızlı bir kemancının on iki parmağı oluşabiliyordu. Onlar teknik kazanımlara olan hayranlıklarını bu şekilde ifade etmiş oluyorlardı, Tommaso Marinetti’nin 1900 yılında yaptığı bir yorumda olduğu gibi: ‘’ Bir yarış otomobili, bağıran bir araba beygiri,… bunların hepsi Samothrake’li Nike’den çok daha güzeldirler.’’ Fütürist eserlere örnek olarak Umberto Boccioni’nin ‘’Cadde’deki gürültü eve giriyor’’ verilebilir. 14.4 24 Abstraksyon KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt İkinci dünya savaşındaki tecrübelerden sonra, insanların zihni tamamen karışmış ve ekspresyonizmin daha güzel bir dünyayı resmedebilme düşüncesine bir ütopya olarak bakmaya başlamıştı. Bu yüzden gerçeklikten tamamen kopmuş bir sanat algısı belki de dönemin insanlarına cazip gelmişti. Zira artık abstraksyon daha iyi bir dünyanın ütopyasını taşır hale gelmişti. Ancak sanat bu esnada ahenkli, berrak ve tertemiz olmalıydı. Öte yandan da bu sanat güncel hayata nüfuz edebilmeliydi, zira toplumsal yönü bu şekilde sağlanacaktı. Bu yüzden sanatçılar artık sanatlarını resimlerle sınırlandırmıyorlardı, bu yeni sanat algısı mimari ve ürün tasarımına da geçti. Hayat ve sanatın birleşmesini benimseyen ve Hollanda’da 1917 yılında kurulan De Stijl sanatçı topluluğun yanı sıra, birde Almanya’da 1919 yılında Walter Gropius’un öncülüğünde Bauhaus akademisi kuruldu. Bu grupların öncelikli hedefi bütüncül bir sanat anlayışıydı. Bu dönemin en meşhur eserleri Robert Delaunay’in ‘’Daireler Güneş’’ ve Paul Klee’nin ‘’Gemilerini kalkışı’’dır. 14.5 Dadaizm 1916 Zürih ‘’Cabaret Voltaire’’deki bir gösteri ile başlayan bir protestodur. Bir grup genç, absürd şiirler, hareketler ve danslarla savaşın anlamsızlığı içerisinde insanın anlam algısını protesto etmişlerdi. Onlar artık saçmalığın içinde bir anlam arayışındaydılar. Francis Picabia’nın şu cümlesi Dadaizm’i güzel bir şekilde ifade etmekteydi: ‘’İnsan kafasının yuvarlak olması düşüncesinin seyrini değiştirebilmesi içindir’’. Onlar insanın aptallığını ve kendini çok akıllı sanmasını protesto ediyorlardı. ‘’Dada’’ isimlendirilmesinin hala tam olarak nerden geldiği bilinmemekteyse de, anlamsız bir kelimedir. Anlatılana göre Hugo Ball Fransız kelime dağarcığını açıp ilk önüne çıkan kelimeyi ‘’Dada’’ yani ‘’oyuncak at başlıklı sopa’’ almış ve bu akımın ismi haline gelmiştir. Dadaistler sanattan çok anti-sanatı savunmaktaydılar, yani onlar gelmiş geçmiş tüm sanat algılarını kırmak ve yepyeni bir şey 25 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt ortaya koymak istemişlerdi. Marcel Duchamp’ın Ready-mades sergisi buna örnektir: bir idrar taşı ve bir bisikletin ön tekerleğini sergilemekle sanat eseri dediğimiz şeyin onu nerede ve hangi sergide gördüğümüze göre zihnimizde konumlandığını göstermekteydi. O aynı zamanda sanat pazarına ve sanat anlayışına en ciddi eleştiri yapanların ilki olmuştu. Kurt Schwitters’in eserleri Duchamp’ın anti-sanatı kadar sanat dışı olmasa da, Dadaistler gibi o da zaten paramparça olmuş olan şeylerin parçalarını bir araya getirip onlardan yeni bir şeyler yaratmaya çalıştı. Meşhur Collage’lerinde ‘’merz’’ kelimesinin sıkça ve tabi ki herhangi bir anlamı olmaksızın ortaya çıkması onun amblemidir. Photomontage tekniği kullanan bir diğer grup da Hannah Höch, Raoul Hausmann ve John Hartfield gibi sanatçılardan oluşmaktaydı. Ancak Dadaizm’i bu kadar özel yapan şok etkisi zamanla etkisini kaybetmişti. Fransa’daki Dadaizm bu yüzden git gide yerini Sürrealizm’e bırakmıştır. 14.6 Sürrealizm 1924-1945 yılları arasında psikanalizin etkileri sanatta da görüldü. Fransa’daki Dadaistler irrasyonellik ve anlamsızlık prensibini reisime dökmeye başlamışlardır ve bununla ruhun derinliklerini kavramaya çalışmışlardı. Freud’un rüya tabiri yöntemi insanın benliğinin keşfedilmemiş olan büyük oranının rüyalarda tezahür ettiğini savunuyordu. Dolayısıyla insanın hisleri, düşünceleri ve filleri kontrolü dışında cereyan etmekteydi. Andre Beton’un ‘’Ben birbirine tamamen zıt gözüken gerçeklik ve rüyanın bir üst gerçeklikte (sur-realite) çözüldüğüne inanıyorum’’ şeklindeki ifadeleri akıma ismini vermiştir. Yine bir başka realite arayışına girmiş bulunan modern insan, bu sefer tanınmadık yeni gerçekliklerin rüyalarda keşfedilebileceğini düşünüyordu. Sürrealizm’in devasa isimleri İspanyol Joan Miro ile Salvador Dali, Alman Max Ernst, Belçikalı Rene Magritte ve Mexikalı Frida Kahlo’dur. Salvador Dali ve Giorgio de Chirico üst benliğin kontrol ettiği düşünce aşamalarını, realist cisimlerin absürd biçimde bir araya getirilmesi ve tabiata aykırı şekillere sokulmasıyla kırmayı başarıyorlardı. Dali’nin ‘’Hafıza’nın sürekliliği 26 KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt (yumuşak saatler)’’ adlı çalışması buna örnektir. De Chirico ise eserlerine ‘’pittura metafisica’’ yani ‘’metafizik ressamcılık’’ adını isabetli biçimde koymuştu. Dali ise kendini ‘’rüyaların resim boyayan fotoğrafçısı’’ olarak görmekteydi ve bu yüzden illüzyonist sürrealistlerdendi. Rene Magritte yanıltıcı resimleriyle insana gerçeklik neden olduğu gibi de başka türlü değil sorusunu sordurarak farklı bilinç mertebelerine ulaşmaya çalışıyordu. Diğer bir sürrealist – Max Ernst- bilinç mertebelerine ulaşmayı tesadüfe bırakıp Frottage, Grattage ya da Decalcomanie teknikleriyle çalışıyordu. Bu teknikler tesadüfi bir görüntü elde etmeyi ve tıpkı bir bulutun bir hayvana yahut cisme benzetilmesi gibi, zihnin ortaya çıkmış olan bu görüntüyü kendisinin yorumlamasına izin veriyorlardı. ‘’Büyük orman’’ adlı çalışması buna örnek gösterilebilir. Bu teknik aslında psikolojide kullanılan ‘’Rohrschach-testine’’ çok fazla benzemektedir. Bir diğer sürrealist yorumcu Juan Miro’dur. O ilham kaynağını çocuk resimlerinden almaktadır. Ona göre bilinçaltını anlayabilmenin en güzel yolu çocuk zihninin ürettiklerini mercek altına almaktır. Resimlerinde kompozisyon olmasına rağmen, yıldızlar, noktalar ve çizgiler bir hayal dünyasına davetiye çıkarır. Diğer sürrealist resimler bazen ürpertici bazen de karanlık iken, Juan Miro’nun resimleri tıpkı ‘’gök mavisinde altın’’ resminde olduğu gibi neşe ve masumiyet saçmaktadır. Nasyonalsosyalizm’in baskısı ve sanat müdahaleleri altında çalışan bu sanatçılar, siyasi bir protesto yahut bir karşı koyma peşinde değildiler. Aslında onların gerçeklikten üst gerçeklik denilen hayal ve rüyalara kaçmaları onların baskıcı unsurlarla baş edebilmelerini sağlamıştır. Dolaysıyla sürrealizme aslında bir realiteden kaçış olarak bakabiliriz. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonrası İkinci dünya savaşından sonra yine dengeler değişmiş, Amerika özellikle öncü konuma yerleşmişti. 20. Yüzyılın ikinci yarısı Abstre ekspresyonizm, Tachizm, Action Painting, Konkre resim sanatı (Op-art, Colour-Field Painting ve Hard Edge), Realizm ve Aksiyon sanatı, Pop- Art ve Fotorealizm, figüratif resim sanatı gibi türleri barındırmaktadır. Bu sanat türleri günümüz sanatçıları tarafından hala kullanılmaktadır. Biz bu çalışmamızda aslında çağımızın sanat türleri oldukları için bu ifade biçimlerini açıklamadık. Belki de elli yıl sonra bu eserleri eleştirisel bakış açısıyla tekrar yorumlamanın daha isabetli olacağı kanaatindeyiz. Ancak şu bir gerçek ki 19. Yüzyılın ikinci yarısından 20. Yüzyılın ikinci yarısına kadar modern insanın sanat algısı, en azından ifade biçimlerinin yorumlanmasına izin verdiği kadar, pek fazla değişime uğramamıştır. Abstraksyonun son raddesine ulaşmaya çalışan modern insanı ileride neler beklemektedir? 27 KISA SANAT TARİHİ 28 Tuğrul Kurt