alman edebiyat dünyasının kültürlerarası edebiyata bakış açısı

Transkript

alman edebiyat dünyasının kültürlerarası edebiyata bakış açısı
T.C.
SAKARYA ÜNĐVERSĐTESĐ
SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ
ALMAN EDEBĐYAT DÜNYASININ
KÜLTÜRLERARASI EDEBĐYATA BAKIŞ AÇISI
YÜKSEK LĐSANS TEZĐ
Fatih ŞĐMŞEK
Enstitü Anabilim Dalı: Alman Dili ve Edebiyatı
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Binnaz BAYTEKĐN
HAZĐRAN 2009
T.C.
SAKARYA ÜNĐVERSĐTESĐ
SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ
ALMAN EDEBĐYAT DÜNYASININ
KÜLTÜRLERARASI EDEBĐYATA BAKIŞ AÇISI
YÜKSEK LĐSANS TEZĐ
Fatih ŞĐMŞEK
Enstitü Anabilim Dalı: Alman Dili ve Edebiyatı
Bu tez 15/06/2009 tarihinde aşağıdaki jüri tarafından oybirliği ile kabul edilmiştir.
Prof. Dr. Binnaz BAYTEKĐN
Doç. Dr. Muharrem TOSUN
Yrd. Doç. Dr. Nurhan ULUÇ
Jüri Başkanı
Jüri Üyesi
Jüri Üyesi
 Kabul
 Ret
 Düzeltme
 Kabul
 Ret
 Düzeltme
 Kabul
 Ret
 Düzeltme
BEYAN
Bu tezin yazılmasında bilimsel ahlak kurallarına uyulduğunu, başkalarının eserlerinden
yararlanılması durumunda bilimsel normlara uygun olarak atıfta bulunulduğunu,
kullanılan verilerde herhangi bir tahrifat yapılmadığını, tezin herhangi bir kısmının bu
üniversite veya başka bir üniversitedeki başka bir tez çalışması olarak sunulmadığını
beyan ederim.
Okt. Fatih ŞĐMŞEK
15.06.2009
ÖNSÖZ
Alman toplumu, günümüzde çok kültürlü bir yapıya sahip olduğu için, Almanya'da
kültürlerarasılık kavramı önemli bir konuma sahiptir. Bu durum edebiyat alanına da
yansımıştır. Alman Edebiyatı’nda yabancı kökenli, özellikle de Türk kökenli yazarların
varlığının giderek artması, Alman Edebiyatı’nda da kültürlerarasılık kavramı üzerinde
tartışılmasını ve Kültürlerarası Edebiyat kavramının oluşmasını sağlamıştır. Bu
çalışma, Kültürlerarası Edebiyat kavramının Alman Edebiyatı içerisinde oluşumunu ve
konumunu incelemektedir.
Bu çalışmamın hazırlanmasında deneyimlerini ve zamanını benden esirgemeyen
değerli hocalarım Prof. Dr. Binnaz BAYTEKĐN ve Doç. Dr. Muharrem TOSUN’a;
bugünlere gelmemde desteğini benden hiçbir zaman esirgemeyen Ergün ERBAY’a
teşekkürü bir borç bilirim. Yoğun geçen çalışma döneminde bana destek olan eşime ve
oğluma şükranlarımı sunarım.
Okt. Fatih ŞĐMŞEK
15.06.2009
ĐÇĐNDEKĐLER
KISALTMALAR ......................................................................................................... iii
ÖZET............................................................................................................................. iv
SUMMARY ................................................................................................................... v
GĐRĐŞ ............................................................................................................................. 1
BÖLÜM 1: KÜLTÜR VE KÜLTÜRLERARASILIK .............................................. 5
1.1. Kavramlar................................................................................................................. 5
1.1.1. Kültür ............................................................................................................. 6
1.1.1.1. Kültürlerarasılık (Interkulturalität)................................................... 8
1.1.1.2. Çok Kültürlülük (Multikultiralität) ................................................ 10
1.1.1.3. Trans-Kültürlülük (Transkulturalität) ............................................ 10
1.1.2. Yabancılık (Fremdheit)................................................................................ 12
1.1.3. Melezlik (Hybridität) ................................................................................... 15
1.1.4. Üçüncü Alan (Dritter Raum) ....................................................................... 16
1.2. Kimlik Arayışları .................................................................................................. 17
BÖLÜM 2: TÜRKLER’ĐN “ALMANYA’YA GÖÇ” OLGUSU VE GÖÇÜN
EDEBĐYATA YANSIMASI .................................................................. 21
2.1. Göçmenlerin Oluşturduğu Edebiyat: Göçmen Edebiyatı ....................................... 21
2.1.1. Göç Kavramı ............................................................................................... 21
2.1.2. Göçmen Edebiyatı Kavramı ........................................................................ 23
2.2. Türklerin Almanya’ya Göç Süreci ......................................................................... 26
2.2.1. Türkiye ile Almanya Arasında Đmzalanan Đşgücü Anlaşması .................... 27
2.2.2. Göç Sürecinin Getirdiği Sorunlar ................................................................ 28
2.2.3. Göç Sürecinde Çözüm Arayışları ................................................................ 30
2.3. Seslerini Duyurmak Đsteyen Türk Yazarlar............................................................ 30
2.3.1. Almanya’daki Türklerin Yazmaya Başlamaları .......................................... 30
2.3.2. Yapıtlarda Ele Alınan Konular .................................................................... 33
i
BÖLÜM 3: ALMAN EDEBĐYAT DÜNYASININ KÜLTÜRLERARASI
EDEBĐYAT’A BAKIŞ AÇISI ............................................................... 36
3.1. Kültürlerarası Edebiyat Kavramının Açılımı ......................................................... 36
3.2. Kültürlerarası Edebiyatın Önemi ........................................................................... 38
3.2.1. Yabancı Kültürlerin Anlaşılmasında Edebiyatın Rolü ................................. 40
3.2.2. Yazar ve Eserinin Üstlendiği Görevler ......................................................... 41
3.3. Kültürlerarası Edebiyata Dahil Olmak Đçin Belirleyici Olan Etkenler .................. 43
3.4. Kültürlerarası Edebiyatın Alt Kategorisi: Türk-Alman Edebiyatı ......................... 45
BÖLÜM 4: TÜRK – ALMAN EDEBĐYATINDAN ÖRNEKLER ......................... 47
4.1. Kanak Kültürünün Yaratıcısı: Feridun Zaimoğlu .................................................. 47
4.1.1. Hayatı .......................................................................................................... 49
4.1.2. Eserleri ......................................................................................................... 51
4.2. Kanakların Protestosu: Kanak Sprak ..................................................................... 53
4.2.1. Nedir Bu Sözü Edilen Kanak....................................................................... 57
4.2.2. Melezlikle Biçimlenen Kanak Dili .............................................................. 61
4.2.3. Zaimoğlu ve Kanak Sprak Adlı Eserinin Kültürlerarasılığa Etkisi ............. 64
4.3. Türk – Alman Edebiyatı’nın Grand Old Lady’si: Emine Sevgi Özdamar ............. 67
4.3.1. Hayatı ............................................................................................................ 68
4.3.2. Eserleri .......................................................................................................... 69
4.4. Özdamar’ın Yansıttığı Đki Dünya: Die Brücke vom Goldenen Horn .................... 72
4.4.1. Romanın Kültürlerarası Boyutu .................................................................... 72
4.4.2. Roman’da Yer Alan Yabancılaştırma Unsurları ........................................... 76
SONUÇ VE ÖNERĐLER ............................................................................................ 79
KAYNAKÇA ............................................................................................................... 83
ÖZGEÇMĐŞ ................................................................................................................. 88
ii
KISALTMALAR
Alm.
: Almancası
DaF
: Deutsch als Fremdsprache
GIG
: Gesellschaft für Interkulturelle Germanistik
IVG
: Uluslararası Germanistler Birliği
Tr.
: Türkçesi
iii
SAÜ, Sosyal Bilimler Enstitüsü
Yüksek Lisans Tez Özeti
Tezin Başlığı: Alman Edebiyat Dünyasının Kültürlerarası Edebiyata Bakış Açısı
Tezin Yazarı: Fatih ŞĐMŞEK
Danışman: Prof. Dr. Binnaz BAYTEKĐN
Kabul Tarihi: 15.06.2009
Sayfa Sayısı: V (ön kısım) + 88 (tez)
Anabilim Dalı: Alman Dili ve Edebiyatı
Çok kültürlü bir toplum yapısına sahip Almanya’da, yabancı kökenli, özellikle de Türk
kökenli yazarların yaptığı edebi faaliyetlerin nasıl anılacağı, yazarların edebiyatın hangi
kategorisine dahil edileceği yıllardır tartışma konusu oldu ve birçok çalışmada ele alındı.
Bu çalışmanın amacı, Kültürlerarası Edebiyat’ın Almanya’daki mevcut konumunu Türk
yazarlar örneğinde gelişimini tespit etmektir.
Almanya’daki Türk kökenli yazarlar ve eserleri, hem Almanya’da, hem de ülkemizde çoğu
zaman çalışma konusu olmuştur. Fakat ülkemizde yapılan çalışmaların çoğu Göçmen
Edebiyatı odaklıdır. Bu çalışmada, farklı kültürlerle beslenen Kültürlerarası Edebiyat,
ağırlıklı olarak Alman araştırmacıların bakış açısıyla değerlendirilmiştir. Đlk aşama da
kültürlerarasılık, çok kültürlülük, yabancılık, üçüncü alan, melezlik gibi olgular ele
alınarak, edebiyatın kültürlerarası boyutu gösterilmeye çalışılmıştır.
Bu çalışmada Kültürlerarası Edebiyat ele alınırken, Türk kökenli yazar ve eserleri üzerine
odaklanmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda öncelikli olarak Türklerin Almanya’ya göç olgusu
ele alınmıştır. Böylece göçün ilk yıllarında ortaya çıkan problemleri gözler önüne sererek,
Türk kökenli yazarların edebi faaliyetlerine neden başladıkları ve neleri ele aldıkları
açıklanmıştır. Daha sonra Kültürlerarası Edebiyat açılımı yapılarak, çok kültürlü toplum
yapısı içerisindeki kültürel farklılıklardan oluşan sorunların çözümünde üstlendiği rol
gösterilmiştir.
Çalışmanın son kısmında Kültürlerarası Edebiyat’ın bir alt kategorisi olan Türk-Alman
Edebiyatı’ndan Feridun Zaimoğlu’nun Kanak Sprak ve Emine Sevgi Özdamar’ın Die
Brücke vom Goldenen Horn adlı eserleri örnek olarak verilmiştir. Verilen bu örneklerle
Kültürlerarası Edebiyat’ın Almanya’daki konumu, gelişimi ve üstlendiği rollerle ilgili
daha net bir profil çizmiştir.
Anahtar Kelimeler: Kültürlerarası Edebiyat, Kültürlerarasılık, Türk-Alman Edebiyatı,
Feridun Zaimoğlu, Emine Sevgi Özdamar
iv
Sakarya University Institute of Social Science Abstract of Master’s Thesis
Title Of The Thesis: Intercultural Literature from the German Literature World View
Point
Author: Fatih ŞĐMŞEK
Supervisor: Prof. Dr. Binnaz BAYTEKĐN
Date: 15.06.2009
Nu. of Pages: V (pre text) + 88 (main body)
Department: German Language and Literature
It has been argued in some research that how the literal activities of the foreign writers,
especially Turkish writers will be named and how they will be categorized in Germany
that have a intercultural structure. The main goal of this paper is to determine the
development and the place of the intercultural literature in Germany in terms of
Turkish authors.
Turkish oriented writers and their works is a research subject both in Germany and
Turkey. But most of the research in our country is migrant literature oriented.
Intercultural literature fed with different cultures is examined from the point of view of
the German Litterateur. Interculturality, multiculturalisms, foreigner ship, third place,
hybridism is examined to show the intercultural dimension of the literature.
While intercultural literature is researched in this paper, it is tried to focus on the
Turkish oriented and their works. In this content Turkish migration is argued in the
very first place. By the way the problems of the migration are enlightened and it is
understood that why Turkish oriented writers started their literal activities. Then the
role to solve the problem because of the cultural differences has shown in this article.
At the last part of the paper, Kanak Sprak by Feridun Zaimoglu and Die Brücke vom
Goldenen Horn by Emine Sevgi Özdamar of Turkish-German literature examples has
given which is a subcategory of intercultural literature. This examples create a profile
and the and development roles in Germany.
Keywords: Intercultural Literature, Interculturality, Turkish-German Literature,
Feridun Zaimoglu, Emine Sevgi Ozdamar
v
GĐRĐŞ
Çalışmanın Önemi
Her ne kadar Almanya’da yaşayan Türk kökenli yazarlar ve kaleme aldıkları eserler
üzerine, ülkemizde birçok çalışma yapılmış olsa da, yapılan bu çalışmaların daha çok
Göçmen Edebiyatı adı altında toplandığı gözlemlenmektedir. Oysa toplum yapısı
içerisinde birbirinden farklı kültürleri barındıran Avrupa ülkelerinde, özellikle de
Almanya’da yeni bir edebiyat türünün oluştuğu görülmektedir. Kültürlerarası Edebiyat
adını alan bu yeni edebiyat türünün, Türkiye’de yapılan çoğu çalışmalarda, bu isimle
anılmadığı, onun yerine halen Göçmen Edebiyatı olarak kullanılmaya devam ettiği
görülmektedir.
Farklı kültürlerin karşılaştığı toplumlarda, mevcut kültürel farklılıklardan kaynaklanan
sorunların çözümlenememesinin başlıca nedenlerinden biri, çoğu zaman karşı
taraftakine yabancı olarak bakılmasıdır. Toplum içerisinde kültürel sınırların kalktığı
ve her zaman olmasa da zaman zaman yerlerine yeni sınırların çizilmeye çalışıldığı
görülmektedir. Yabancı kültürlerin kaynaşması sürecinde, yabancı olarak nitelendirilen
toplum içerisindeki diğer kültürleri daha yakından tanıyabilmek için onların bakış
açılarına ihtiyaç duyulmaktadır. Yabancı bakış açısını yakalayabilmek için
Kültürlerarası Edebiyat’ın yansıttığı kurgusal dünyadan faydalanılabilir.
Kültürlerarası Edebiyat’ın, geçmişinde yabancılık olan vatandaşların entegrasyonunda
önemli bir görev üstlendiği, göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. Alman toplumunda
yabancı olarak nitelendirilen grubun içerisinde çoğunluğu Türkler oluşturmaktadır. Bu
nedenle Türk kökenli yazarlar ve onların kültürel kimliğinin yansıdığı eserler üzerine
daha fazla odaklanma ihtiyacı duyulmaktadır.
Almanya’da kültürlerarası edebiyatın önem kazandığı bu dönemlerde, Türkiye’de
yapılan çalışmaların daha çok yazar ve eser odaklı olduğu görülmektedir.
Kültürlerarası Edebiyat’ın yeni bir konu olması ve ülkemizde yapılan çalışmalarda
genel anlamda Kültürlerarası Edebiyat’ın tanıtılmasında hala eksikliklerin olması, bu
konu üzerinde durulması gerektiğinin haklılığını ortaya koymaktadır.
1
Türkiye’nin toplum yapısı içerisinde her ne kadar farklı kültürler yaşam alanı bulmuş
olsa da, Türkiye coğrafyasında yaşayan kültürler arasında, Almanya’daki gibi çok
büyük
farklılıklar
görülmemektedir.
Bu
bağlamda Türkiye’de Kültürlerarası
Edebiyat’ın varlığından, var olan çok kültürlü ortamın uzun yüzyıllara dayalı
olmasından dolayı, en azından belirli bir süre daha söz edilemeyeceği söylenebilir.
Yapılan çalışmanın Alman Dili ve Edebiyatı alanında olması nedeniyle, çalışmanın
ağırlıklı olarak Alman Edebiyatı dünyasının bakış açısıyla şekillenmesi sağlanmıştır.
Çalışmanın Amacı
Bu çalışmanın amacı, edebiyatın yeni bir dalı olarak oluşan Kültürlerarası Edebiyat’ın
Almanya’daki oluşum sürecini ve mevcut konumunu, edebiyatın kültürlerarası
boyutunu, çok kültürlü toplum yapısına sahip olan Almanya’da kültürlerarası
farklılıklardan meydana gelen sorunların çözülmesinde edebiyatın, yazarın ve yazar
tarafından kaleme alınan eserin rolünü tespit etmektir.
Çalışmanın Yöntemi
Yapılan bu çalışma dört ana bölümden oluşmaktadır. Çalışmanın ilk bölümünde
Kültürlerarası Edebiyat’ın merkezinde yer alan kültür, kültürlerarasılık, çok
kültürlülük, trans-kültürlülük, yabancılık, melezlik gibi kavramlar incelenmiştir.
Birbirinden farklı olan kültürlerin mevcut olduğu toplumlarda üzerinde çok tartışılan
bu kavramlar, edebiyat bakış açısıyla açıklanmıştır. Bu kavramları açıklarken, ağırlıklı
olarak Alman edebiyat bilimcilerin bu kavramlar üzerinde yaptıkları çalışmalardan
yararlanılmıştır.
Almanya’da yaşayan yabancı kökenli yazarlar, faaliyetlerine başladıkları ilk günden
itibaren, günümüze kadar geçen süreçte hangi tür edebiyata dahil edilecekleri, hangi
ulusal edebiyatın mensubu oldukları konusunda büyük bir kimlik bunalımı
yaşamışlardır. Yaşadıkları bu kimlik bunalımı süresince, bahsi geçen yazarları ve
onların eserlerini tanımlamak için ortaya atılan Konuk Đşçi Edebiyatı, Konuk
Edebiyatı, Yabancılar Edebiyatı gibi kavramlardan bahsedilerek, kültürlerarasılık
kavramının Alman Edebiyatı’nda nasıl gündeme geldiği tespit edilmeye çalışılmıştır.
2
Çalışmanın ikinci bölümünde, Türklerin “Almanya’ya Göç” olgusu ele alınmıştır.
Kültürlerarası Edebiyat’ın üst kavram niteliğini vurgulayabilmek amacıyla, öncelikle
göç ve Göçmen Edebiyatı kavramı açıklanmıştır. Daha sonra Almanya ile Türkiye
arasında imzalanan iş gücü alım anlaşması itibariyle, Türklerin 90’lı yıllara kadar
oradaki göç süreci ele alınarak, süreç esnasında meydana gelen sorunlar ve bunların
çözümü için ne gibi yollara başvurulduğu belirtilmiştir. Göç süreci hakkında elde
edilen bulgular belirtildikten sonra, göçün edebiyata nasıl yansıdığı tespit edilmeye
çalışılmıştır. Bu bağlamda Almanya’da yaşayan Türk kökenli yazarların orada
gerçekleştirdiği ilk edebi faaliyetlerine ve bu faaliyetlerin içerdiği konular ele
alınmıştır.
Önceki bölümlerde Kültürlerarası Edebiyat’ın oluşumunu hazırlayan konular üzerinde
durulduktan sonra, üçüncü bölümde Kültürlerarası Edebiyat, ağırlıklı olarak Alman
edebiyat bilimcilerin bakış açılarıyla açıklanmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda
Kültürlerarası Edebiyat’ın günümüzdeki önemini tespit edebilmek amacıyla da, çok
kültürlü toplumlarda her zaman yaşanan yabancılık olgusunun anlaşılmasında
edebiyatın nasıl bir rolü olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca arka planda, farklı bir kültürün
izlerini taşıyan yazarların bakış açısı göz önünde tutularak, eserlerinde işlenen
kültürlerarasılık olgusunun yabancılığın anlaşılmasında nasıl bir etkisi olduğu
gözlemlenmiştir. Geçmişte yurtdışında faaliyet gösteren Türk yazarları belli bir
kategoriye dahil etmek için gereken ölçütler oluşturulduğu gibi, Kültürlerarası
Edebiyat’a dahil olmak için yazar ve eserin sahip olması gereken ölçütler
oluşturulmuştur.
Almanya’da farklı kökenlerden gelen yazar gruplarının mevcut olması nedeniyle,
Kültürlerarası Edebiyat altında değerlendirilen ve bu grupları temsil eden yeni edebiyat
türleri oluşturulmuştur. Kültürlerarası Edebiyat’ın birer alt kategorisi olarak
değerlendirilen bu yeni edebiyat türleri arasında en yaygın olan Türk – Alman
Edebiyatı’na değinilmiştir.
Son bölümde ise Türk-Alman edebiyatından örnek iki yazar ve onların çok tartışılan
birer eserine yer verilmiştir. Yazar seçiminde bulunurken, Kültürlerarası Edebiyat
açısından eserlerinde farklılık arz eden ve kaleme adlıkları eserlerle popüler olup en
3
çok satanlar listesinde yer alan yazarlar olmasına dikkat edilmiştir. Bu nedenle
çalışmamızda Feridun Zaimoğlu ve Emine Sevgi Özdamar üzerinde durulmuştur.
Zaimoğlu’nun hayatına ve eserlerine kısaca değindikten sonra, Almanya’da
tanınmasını sağlayan Kanak Sprak isimli eseri incelenmiştir. Yazarın ağırlıklı olarak
üzerinde durduğu Kanak kavramının açılımı yapılarak, Kanak kimliği ve dili ele
alınmıştır. Bu bağlamda yazarın kaleme aldığı bu çalışmayla kültürlerarasılığa olan
katkısı tespit edilmeye çalışılmıştır.
Emine Sevgi Özdamar’ın da hayatı ve eserlerine kısaca değindikten sonra, Berlin
Üçlemesi’nin ikinci romanı olarak değerlendirilen “Die Brücke vom Goldenen Horn”
adlı eseri üzerinde durulmuştur. Eser incelemesinde, romanın kültürlerarası boyutu ve
içerisinde yer alan yabancılaştırma unsurları tespit edilmiştir.
4
BÖLÜM 1: KÜLTÜR VE KÜLTÜRLERARASILIK
Kültürlerarası Edebiyat kavramı, özellikle 2000’li yıllardan itibaren Almanya’da
kullanılmaya başlandı. Tabi ki kültürlerarası edebiyatı sadece Almanya ile
sınırlandırmamak gerekir. Çeşitli kültürlerin kesiştiği sınırlar içerisinde, birbirinden
farklı kökenlere sahip yazarların ürettiği eserlerin mevcut olduğu yerlerde,
kültürlerarası edebiyattan söz edilebilir. Ancak kültürlerarası edebiyata geçmeden
önceden, kültürlerarası edebiyatın merkezinde tartışılan kavramları kısaca açıklamak
gerekir.
1.1. Kavramlar
Günümüzde
kültürlerarası
edebiyatın
merkezinde
birçok
kavram
üzerinde
durulmaktadır. Bu kavramlar arasında kültür, kültürlerarasılık (Alm. Interkulturalität),
çok kültürlülük (Alm. Multikulturalität), trans-kültürlülük (Alm. Transkulturalität),
yabancılık (Alm. Fremdheit), melezlik (Alm. Hybridität) ve üçüncü alan (Alm. Dritter
Raum), en çok üzerinde durulan kavramlar arasında yer almaktadır.
Küreselleşme sürecinde insanlar bulundukları olumsuz ortam ve koşullardan daha iyi
bir yaşama kavuşabilmek amacıyla, refahın daha yüksek olduğu ülkelere göç
etmişlerdir. Birbirinden farklı kültürlerin kesiştiği bu noktalarda sosyal bilimciler
birçok araştırma yapmış ve halen yapmaya devam etmektedir.
Farklı
kültürlerin
karşılaşmasının
geçici
bir
süreç
olmadığı
anlaşıldığında,
araştırmacılar da gözlemlediklerini açıklayabilmek amacıyla ya farklı bilimlerde yer
alan mevcut kavramların içeriklerini değiştirmiş ya da yeni kavramlar üretme yoluna
gitmişlerdir. Kullanılan bu yöntem, kültürlerarası edebiyatın merkezinde yer alan
kavramlar için de geçerlidir. Küreselleşme sürecinde göç hareketleriyle gündeme gelen
çok kültürlülük, kültürlerarasılık, melez kültür ve buna benzer kavramlar, modaya
uymak amacıyla ortaya atılan kavramlar değildir. Bu kavramlar oluşan gerçekliğe tepki
göstermek üzere ortaya çıkmışlardır (Blioumi, 2002: 28).
Son yıllarda edebiyat bilim ve kültür bilim çalışmalarının da birbirlerinden ayrıldığı
görülmektedir. Bu bağlamda yeni olarak değerlendirilen kültürlerarasılık, çok
5
kültürlülük, trans-kültürlülük, melez kültür gibi yeni kavramlar edebiyat alanında da
tartışılmaya sunulmuştur (Blumentrath ve diğ., 2007: 7).
Her alanda olduğu gibi, yukarıda bahsi geçen kavramlarda da içerik bakımından
farklılıklar söz konusudur. Görüş ve modellerde nasıl çeşitlilik meydana geliyorsa,
kullanılan kavram ve terminolojilerde de temel farklılıklar meydana gelmektedir.
Bilimsel alandaki iletişimde, içerik bakımından farklılık gösteren kavramlar yüzünden
engellerle karşılaşılmaktadır (Hoffman, 2006: 7). Bu nedenle yukarıda bahsi geçen
kavramların tanımını yaparken, tek bir görüş üzerinde durmamaya özen göstermeye
çalıştım.
1.1.1. Kültür
Kültür kelimesinin etimolojik yapısını incelediğimizde tarım anlamına gelen Latince
‘cultura’ kelimesinden geldiği görülmektedir. Bunun yanında yakın zamanda ruh ve
beden temizliğini kasteden bakım anlamında da kullanılmıştır. Kültür kavramının
bugünkü anlamına kavuşması, ancak 19. yüzyıldan sonrasına denk gelmektedir.
(Blumentrath ve diğ., 2007: 13).
Bir toplumun benliğini oluşturan ve onu diğer toplumlardan ayıran özelliklerin
tamamı, o toplumun kültürüdür. Kültürü tek bir tanımla sınırlandıramayız. Günümüze
kadar kültürün tanımı, birçok bilim adamı tarafından farklı şekillerde tanımlanmaya
çalışılmış ve bu halen de devam etmektedir. Bu nedenle kültür ile ilgili yapılan
tanımlardan sadece birkaçını burada belirtilmiştir.
Alman Edebiyatı uzmanı Helmut Birkhan’a göre “kültür, ortak normların ve adetlerin
tümüdür. Buna o norm ve adetlerin temelinde yatan teoriler ve onların maddi
bileşenleri de dahildir” (Aytaç, 2005: 8). Helmut Birkhan, kültür kavramını toplumun
belirlediği ortak kurallarla ve onların örfleriyle tanımlamaya çalışmış, hatta bunların
oluşmasındaki kaynakları da tanıma dahil etmiştir.
Kültür, insanlar tarafından yerine getirilen bilgi, inanç, ahlak, sanat, adalet, gelenek
gibi normların tamamından oluşmaktadır. Buna göre sosyal çerçeve içerisinde
insanoğlu tarafından üretilen her şeyin kültürün birer yapı taşı olduğu anlaşılmaktadır.
Kültür ile ilgili bir diğer tanımda Umberto Eco tarafından yapılmıştır. Eco’ya göre
6
kültür, temel algı birimlerinden ideolojik sistemlere kadar her alanda içeriğin parçalara
ayrılma yoludur. Eco kültür tanımını yaparken, insanoğlunun yaşamında yer alan her
şeyi, yaptığı tanımın içerisine dahil etmiştir. Eco’ya göre kültür, insanların yaşamında
yer alan her şeyin yine kendileri tarafından sınıflandırma biçimidir. Eco’nun temel algı
birimlerinden kastı, yukarı – aşağı, aydınlık – karanlık gibi kategoriler, iyi – kötü ve
demokratik – demokratik olmayan sınıflandırmalardan ise ideolojik sistemler
kastedilmektedir (Blumentrath ve diğ., 2007: 14).
Michael Hofmann, Kültürlerarası Edebiyat Bilim adlı çalışmasında kültür kavramını
açıklamaya çalışırken Clifford Geertz, Terry Eagleton ve Doris Bachmann-Medick’in
kültür tanımlarına değinmiştir. Geertz, kültürü insanın içerisine bulaştığı anlam ağına
benzetirken; Eagleton belirli bir grubun yaşam tarzını oluşturduğu değer, gelenek,
inanç gibi normların tamamı olarak tanımlar. Medick ise kültürü, yazılanların veya
konuşulanların dışında metinlerin konumu olarak tanımlamaktadır (Hofmann, 2006:
9).
Geertz’in desteklediği kültür tanımını, daha çok semiyotik bir tanım olarak kabul
edilmektedir. Geertz’e göre insan, insanların kendisi tarafından oluşturulan anlam
ağına sıkı sıkıya bağlıdır; kültür de bahsi geçen bu ağdan ibarettir (Blumentrath ve
diğ., 2007, 14).
Öte yandan Hofmann, Clifford Geertz, Terry Eagleton ve Doris Bachmann-Medick’in
yaptığı kültür tanımlarının yanı sıra Herder’in tanımına da yer vermektedir. Herder’e
göre “kültür, bir toplumun sosyal grup olarak kimliklerinin gelişmesi için gerekli tinsel
ve sanatsal eylemlerin tamamıdır” (Hofmann, 2006: 9).
Blumentrath, Herder’in kültür tanımının içerik bakımından modern kültüre uygun
olmadığını dile getirir. Bunu dile getirirken Wolfgang Welsch tarafından Herder’in
kültür tanımına getirilen eleştiriyi göz önünde bulundurur. Welsch, Herder tarafından
yapılan kültür tanımında, kültürün kapalı bir küreye veya otonom bir adaya
benzetildiğini; toplumun mülki ve dilsel yayılımının da onunla eş değer olması
gerektiğini
savunmaktadır.
Oysa
kültür,
sadece
içe
dönük
farklılıklar
göstermemektedir. Dışa dönük, yani diğer kültürlerle birçok bağlantısı olduğunu da
görülmektedir (Blumentrath ve diğ., 2007: 16-17).
7
Tarihte biraz geriye doğru gittiğimizde, farklı toplumların dönem dönem birbirleriyle
kesiştiğini ve bu aşamada aralarında gerçekleşen her türlü alışverişin kendi kültürleri
üzerinde de etkisi olduğu görülmektedir. Bu nedenle Welsch’in Herder tarafından
yapılan kültür tanımına getirdiği eleştiri uygun karşılanmaktadır.
Herhangi bir kültürün diğer kültürlerle etkileşim halinde olduğunu savunan diğer bir
isimde Konrad Köstlin’dir. Köstlin’e göre, günümüzde her kültürün geçmişinde göç
hareketleri ve fikir, nesne ve insan paylaşımı bulunmaktadır. Toplum, kendisini ne
kadar homojen olarak tanımlasa da göç süreciyle oluşan bu durum onları çok kültürlü
yapmaktadır (Köstlin, 2007: 365). Köstlin gibi Hofmann da, toplumların homojen bir
kültüre sahip olmadığını, toplumu oluşturan bireylerin ideolojilerine, cinsiyetlerine,
sosyal yaşantılarına ve benzer kriterlere göre birbirinden farklı kültürel öğeler
taşıyabileceklerini dile getirmektedir (Hofmann, 2006: 10).
Welsch, Köstlin ve Hofmann’ın bahsettiği gibi homojen bir kültürün varlığını bile
düşünemeyiz. Her ne kadar haritalar üzerine sınırlar çizilmiş olsa da, günümüzde farklı
kültürlerin birbirleri ile etkileşim halinde oldukları bir gerçektir.
Farklı toplumların birbirleriyle kesişmeleri ya da günümüzde sıkça rastlanan,
ekonomik koşulları daha ferah olan ülkelere göç eden insanlar beraberlerinde kendi
kültürlerini de getirmektedirler. Đçerisinde farklı kültürleri barındıran toplumlar
üzerinde yapılan araştırmalarda kültürlerarasılık, çok kültürlülük veya transkültürlülük gibi kültür ile bağlantılı yeni kavramların ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Kültürlerarasılık, çok kültürlülük veya trans-kültürlülük kavramları üzerinde birçok
görüş bulunmaktadır. Kimileri bu kavramları eş değer görürken, kimileri bunları ayrı
ayrı sınıflandırmaktadır. Hatta bazı kesimler bir kavramı yok sayarken diğerini ön
plana çıkartmaya çalışmaktadır.
1.1.1.1. Kültürlerarasılık (Interkulturalität)
Kültürlerarasılık, iki veya daha fazla kültür arasındaki ilişkiyi tanımlamaktadır.
Günümüzde kültür ve edebiyat bilim alanlarında yapılan araştırmalarda karşımıza
sıkça çıkan kavramlardan biridir.
8
“Kültürlerarasılık, tek kültür algısının getirdiği sıkışıklıktan kurtulmak için bir
yöntemdir. Bu sayede kültürlerarasılık, modern topluma daha dikkatli ve anlayışlı bir
şekilde yaklaşılır” (Chiellino, 2007: VII). Modern toplumlar üzerinde yapılan her
çalışmanın kültürlerarasılık kavramından bağımsız olması beklenilemez. Bilimsel
alanda yapılan çalışmaların da kültürlerarası boyutları mevcuttur. “Kültürlerarasılık,
farklı kültürlerarası ilişkilerin felsefi ve kültürel görüş ve fikirlerini içeren bir kavram”
(Baytekin, 2006: 80) olarak da tanımlanabilir.
Kültürlerarasılık, iki (veya daha fazla) öznenin karşılaştığı konum üzerinde durur.
Kültürlerarasılığın görüngüsü içerisinde kesin sınırların kaybolduğu ve karşılaşma
sürecinde yenilerinin oluştuğu bir ara mekan (Alm. Zwischenraum) tanımlanmaktadır
(Hofmann,
2006:
12).
Hofmann,
kültürlerarasılığın
ara
mekanlar
üzerinde
yoğunlaştığını dile getirirken, Görling bir adım daha ileri gider ve kültürlerarasılığın
sadece ara mekanlar üzerinde yapılan çalışmalardan ibaret olmadığını belirtir.
Görling’e göre kültürlerarasılık, sadece olası kültürel oluşumlar arasındaki ara
mekanları araştırıp sorgulamakta, diğer yandan kültürlerarası birimleri de tutarsız
sonuçlar olarak algılamakta, yani kültürlerarası olarak içeride de yeni birimler
aramaktadır (Blioumi, 2002: 29).
Günümüzde kültürlerarasılık kavramı, farklı perspektiflerden bakılsa da birçok bilim
dalında yerini almış bulunmaktadır. Gelişen teknolojiye paralel olarak toplumlar
arasındaki sınırların yavaş yavaş ortadan kalkması, iki veya daha fazla toplum arasında
gerçekleşen iktisadi ve kültürel alışverişler, kültürlerarasılık kavramının önemini
arttırmaktadır.
Kültürlerarasılık, son yıllarda özellikle Almanya’da birçok bilimin temelinde merkez
bir kavram olarak yerini almaktadır. Özellikle 80’li yıllardan bu yana edebiyat bilimi
çatısı altında ele alındığında Kültürlerarası Germanistik kapsamında merkezi bir
kavram sayılan ve DaF’ın bir alanı olarak ele alınan kültürlerarasılık kavramı,
günümüzde kültürlerarası edebiyat biliminin de temel konsepti sayılmaktadır
(Esselborn, 2007: 12).
Öte yandan Alman Edebiyatı’nda son yıllarda Alman ve yabancı kökenli yazarların
eserlerinde kültürlerarası imgelere yer vermesi, roman kahramanlarının köken yönüyle
9
çeşitlilik göstermesi, roman içerisinde yer alan olayların, kültürlerarası sürecin
oluşturduğu ara mekanlarda gerçekleşmesi ve bu mekanların sadece Almanya ile sınırlı
kalmaması, edebiyat alanında kültürlerarasılığın önemini daha da arttırmaktadır.
1.1.1.2. Çok Kültürlülük (Multikulturalität)
Kültürlerarasılık kavramının yanında çok kültürlülük kavramına da toplum üzerine
yapılan çalışmalarda sıkça rastlanılmaktadır. Çok kültürlülük, belirli sınırlar içerisinde
iç içe veya yan yana yaşayan ve kültürleri farklılık arz eden bireyler için kullanılan bir
kavramdır.
“Çok kültürlülük gibi kavramlar hem gerçekliğin kültürleştirilmesini, hem de
yabancıyla olan tartışmanın kabullenmesinde vurgulanmaktadır” (Chiellino, 2007:
373). Günümüz modern toplumların homojen bir yapıya sahip olmaması ve sürekli
dışarıya açık olması nedeniyle, kültür kavramı bu toplumları tanımlamaya yeterli
gelmediği için çok kültürlülük kavramı ortaya atılmıştır.
Çok kültürlülük kavramı birçok çevreden kabul görse de, kavramla ilgili eleştirilerde
bulunan araştırmacılar da yok değil. Özellikle bunlardan biri de Welsch’dir. O,
günümüzde sıkça kullanılan, aynı toplumun içerisinde birbirinden farklı kültürlerin
birlikte ve yan yana varlığını sürdürdüğünü, bununla birlikte bu kültürlerden her
birinin kendi içinde kapalılık ve homojenlik oluşturduğunu iddia eden çok kültürlülük
kavramını eleştirmektedir (Blumentrath ve diğ., 2007: 16).
Welsch çok kültürlülük kavramını ne kadar eleştirse de, çok kültürlülük kavramının
günümüzde birçok çevre tarafından kullanıldığı bir gerçektir. Kültür ve edebiyat bilim
çalışmalarında çok kültürlülük kavramına sıkça yer verilmektedir. Hatta son
zamanlarda Almanya ve kendisi gibi çok kültürlü bir ortama sahip olan diğer ülkelerde
çoğunlukla yabancı kökenli yazarların eserlerinde çok kültürlü bir hikayeye yer
vermesi, kültürlerarası edebiyat ve çok kültürlü edebiyat kavramlarının oluşmasına ve
gelişmesine katkıda bulunmaktadır.
1.1.1.3. Trans-Kültürlülük (Transkulturalität)
Kültürlerarasılık ve çok kültürlülük kavramları yanında bir de trans-kültürlülük
kavramı bulunmaktadır. “Trans-kültürlülük iç farklılıkların ve karmaşık olan modern
10
kültürlerin sonucu meydana gelmektedir” (Welsch, 1999). Welsch, trans-kültürlülük
kavramını öne sürerken, bu kavramı “eleştirdiği çok kültürlülük kavramına alternatif
olarak düşünmüştür” (Blumentrath ve diğ., 2007: 16).
Çok kültürlülük kavramını uygun bulmayan Welsch’e göre trans-kültürlülük,
birbirinden farklı veya birbirlerinin tamamen zıttı olan iki kültürün karşılaşmasının
sonucunda aralarındaki sınırların yok olmasıyla oluşmaktadır (Wikipedia, 2009).
Kültürlerarasılığın aksine trans-kültürlülükte ara mekan söz konusu değildir. Her
ikisinde de sınırlar yok olmasına rağmen, kültürlerarasılıkta iki kültürün iç içe geçmesi
sonucu yeni bir sınır çizilmekte, yani ara mekan oluşturulmaktadır.
Esselborn, Welsch’in trans-kültürlülük kavramını ortaya atmasının nedenini sosyal
homojenleşme, etnik temelleşme ve kültürlerarası sınırlardan bahseden Herder’in
klasik kültür kavramına karşılık ve günümüzdeki kültürlerin göç, ekonomik/kültürel
bütünleşme ve bağımlılık nedeniyle melez kültür (Alm. hybride Kulturen) olarak
görülmesine bağlamaktadır (Esselborn, 2007: 13).
Fiili olarak kültürlerimiz, homojenliklerini yitiren, geleneksel sınırlarını aşan ve transkültürel olarak tanımlanan yeni bir şekle girmiştir. Günümüzde kültürel ilişkiler geniş
ölçüde çeşitlilik ve iç içe geçmiş olarak tanımlanmaktadır (Blumentrath ve diğ., 2007:
16-17). Trans-kültürlülüğün oluşumunda kültürler arasındaki sınırların kalkmasıyla
“yeni bir evrensel kültür oluşmamaktadır. Aksine içerisinde trans-kültürel imgeler
taşıyan birey ve topluluklar oluşmaktadır” (Wikipedia, 2009).
Kültürlerarasılık ve trans-kültürlülük kavramlarının aksine çok kültürlülük belirli
sınırlar üzerine kurulu bir kavramdır. Birçok çevre tarafından “kültürlerarasılık
kavramı, çok kültürlülüğü ve trans-kültürlülüğü açıklayan bir üst kavram olarak kabul
edilmektedir” (Blumentrath ve diğ., 2007: 53).
Elimden geldiği kadar açıklamaya çalıştığım kültürlerarasılık, çok kültürlülük ve transkültürlülük kavramlarının ayrılığı konusunda bilimsel çevrelerde her hangi bir
uzlaşmanın olmadığı görülmektedir. Her ne kadar biri diğerinin yerine konulmaya
çalışılsa da, kültürlerarasılık kavramının birçok bilim dalında yer aldığı ve diğer iki
kavramdan daha çok kullanıldığı bir gerçektir.
11
1.1.2. Yabancılık (Fremdheit)
Günümüzde küreselleşme yolunda ilerleyen dünyamızda toplumlar arasındaki
sınırların da yavaş yavaş aşılması ya da kalkmasıyla birlikte, bilinen ile bilinmeyenin,
yani yabancılık kavramının öneminin değer kazandığını görüyoruz.
“Yabancı kültürlerle karşılaşma, bireysel ve toplumsal koşullar sistemi ile şekillenir.
Başkalık ve farklılığın iletişim aracı olan yabancılık ve kültürel ayrıcalık bu nedenle
büyük değerler olarak görülür” (Baytekin, 2006: 80). Đnsanoğlunun bilinmeyenle
karşılaşmasında her zaman yabancılık olgusu mevcuttur. Özellikle de tanımadığı veya
sadece yüzeysel olarak tanıdığı yabancı kültürlerin içlerine daldıkça, kendi kültürüne
yabancı olan olgularla karşılaşacaktır.
Yabancılık kavramına değinirken, yabancı kavramını da tanımlamaya çalışacağım.
“Yabancı kavramı Alman dilinde birbirinden farklı birçok anlamda kullanılmaktadır.
Almancada
kullanılan
yabancı
kavramı
diğer
dillerde
farklı
kelimelerle
karşılanabilmektedir” (Hofmann, 2006: 14). Hofmann yabancı kavramını açıklamaya
çalışırken, üç değişik tanım kullanmıştır.
1- Yabancı, kendi alanı dışında bulunan bir şeydir. Dolayısıyla yabancılık,
deneyimleri bilinen çevrelerden gezi, fetih, kolonileşme veya savaş amacıyla
uzaklaşmakla bağdaşmaktadır. Bu anlamda kullanılan yabancı kavramı, önemli
olan diğer Avrupa dillerinde externum, peregrinum, foreigner ve etranger
olarak kullanılmaktadır.
2- Yabancı, başkasına ait olan bir şeydir. Bu bağlamda bağlı bulunan uyruk da
önemli bir rol oynamaktadır. Latince ve Đngilizce’de bu anlama karşılık gelen
kelimeler sırasıyla alienus ve alien’dir.
3- Yabancı, bilinmeyen türden ve alışılmadık olandır. Burada yabancı,
güvenilmeyen bir şey olarak algılanır. Fransızca ve Đngilizcede bu anlama
karşılık veren kelimeler etrange ve strange’dir (Hofmann, 2006: 15).
Birinci ve üçüncü maddelere değinmeden önce, Hofmann’ın ikinci maddedeki
tanımına, köken açısından somut örnekler vererek, tanımın daha net bir şekilde
anlaşılmasını sağlayalım. Spagetti, salata, pasta, jeans, ketçap, curry, McDonald’s,
12
Coca-Cola, Döner, Kebap, Rakı, Đtalyan ve Çin restoranları, Đngiliz Publar… Bunlar
topluma entegre olmuş yabancı kökene sahip olan birkaç örnek olarak gösterilebilir
(Köstlin, 2007: 366).
Modern toplumlarda, yani büyük şehirlerde yaşayan insanlar için yukarıda saydığımız
örnekler ilk etapta yabancı gelmiyor. Ufak bir çocuk bile büyüme çağında bunlarla o
kadar yakın olmuş ki, bunların kendi kültürünün bir parçası olduğunu düşünüyor.
“Alışıldığı gibi yabancı olan her zaman buradaydı. Bazen mevcudiyetini öyle bir
sürdürüyor ki, kökenini bile algılanamıyor” (Köstlin, 2007: 366). Köken olarak
yabancı sayılan, fakat günümüz modern toplumlarda yabancılığı fark edilemeyecek
hale gelen yukarıdaki somut örnekler, hemen hemen her kültürde yerini almıştır.
Đkinci maddede yapılan tanımı somut örneklerle açıkladıktan sonra üçüncü ve birinci
maddeler üzerinde biraz duralım. Her ne kadar üçüncü maddede yapılan tanım birinci
ile benzerlik taşısa da, farklılıklar içermektedir.
Đlk yapılan tanımda yabancı kavramı daha olumlu koşullar altında, her hangi bir
tereddüt yaşamadan elde edilir. Yabancı ile olan karşılaşma istekli bir şekilde gelişir.
Oysa üçüncü madde de yabancı kavramı tanımlanırken, ortada bir güvenilmezlik,
olağan bir tereddütlük duygusu vardır. Yabancı ile olan karşılaşma istemeden gelişir.
“Bilinmeyen, tanınmayan, güvenilmeyen bir şey yabancı olarak algılandığında ne
olur? Bir kültürün dinamik, yani istikrarlı olabilmesi için yabancının üstlendiği görev
nedir? Yabancılığın dereceleri var mıdır?” (Wende, 2004: 109). Bu sorular,
Hofmann’ın yabancı kavramı ile ilgili yaptığı üçüncü tanımdan yola çıkılarak, bilimsel
çalışmalarda yabancılık ile ilgili sıkça sorulan ve üzerinde durulan sorulardır.
21. yüzyılda yabancılık kavramının anlamı üzerine çalışmalar yapıldıkça, insanlar
kültürel bir meydan okumayla daha çok karşı karşıya kalacaklardır. Đşyerinde,
alışverişte veya ikamet ettikleri yerde farklı kültürlerden gelen ve yabancı olarak
nitelendirilen insanlarla bütünleşeceklerdir (Wende, 2004: 110).
Spagetti, salata, pasta, ketçap, McDonald’s, Coca-Cola, Döner, Kebap… Yukarıda
verdiğim bu somut örnekler, günümüzde yer aldıkları toplumlarla ilk karşılaşmalarında
bilinmeyen olarak algılanmaktaydılar. Hatta bazı kesimler tarafından, farklı bir
13
kültürden geldiği için mevcut üretim koşullarının kendi kültürlerine uygun
olamayacağı
da
göz
önünde
bulundurularak
güvenilmeyen
olarak
da
nitelendirilmişlerdir. Ama bugün bu somut örneklere bilinmeyen veya güvenilmeyen
olarak bakılması söz konusu bile değildir. Dolayısıyla Hofmann’ın birinci ve üçüncü
tanımda ileri sürdüğü olguların verdiğim bu somut örnekler üzerinde her hangi bir
geçerliliği kalmamıştır. Wende’nin de belirttiği gibi, bunlar, günümüz modern
toplumlarla bütünleşmiş, adeta onların birer parçası olmuştur.
Yabancılık üzerine yapılan araştırmalarda kültür her zaman baş aktördür. Kültürleri
bakımından birbirinden farklı olan insanların kültürel bir meydan okumayla karşı
karşıya kalacağını Wende dile getirmişti. Bu nedenle “yabancı örneklerin
anlaşılabilmesi için kültürel arka plan bilgilerin edinilmesi gerekir” (Becker, 2007:
229).
Kültür ve edebiyat bilim çalışmalarını günümüzde paralel olarak yürütmektedir.
Dolayısıyla edebiyat, kendisini okuyuculara güvenilir bir gerçeklik olarak sunduğu için
yabancılık ile ilgili deneyimler üzerinde çalışmalar yürütebilir. Bunu yaparken de
sosyal yaşamdaki farklılıkların şiddete yönelen tartışmalara yol açmaması için
kültürlerarasılık ve yabancılık ile ilgili deneyimlerini deneysel/kurgusal bir şekilde
sunar (Hofmann, 2006: 55-56).
Son zamanlarda, özellikle de Avrupa’daki çok kültürlü toplum yapısına sahip olan
ülkelerin güncel edebi ürünlerinde yabancılık kavramı ilk sırayı almaktadır. Edebiyat,
konu olarak ele aldığı yabancılığı belirli durumlarda güvenilir kılabileceği gibi
tamamen de yabancı olarak tanıtabilir. Bilineni yabancının, yabancıyı da bilinenin
penceresinden aktarabilir. Yabancılığı daha da yabancı tanıtarak bilinen ile yabancılık
arasındaki mesafeyi güçlendirir (Hofmann, 2006: 55).
Kültürlerarası görüngüleri sunan edebi metinlerdeki yabancı kültürlerin tasviri, göç
süreci ile birlikte değişikliğe uğramıştır. Şu ana kadar yabancı dıştan içe doğru
aktarılırmış, şimdi ise içten dışa doğru aktarılmaktadır. Diğer bir değişle yabancı
kendini anlatmaya başlamıştır (Allgaier, 2007: 156).
Allgaier’in bahsettiği bu durum özellikle Almanya’da yazan Türk kökenli yazarlar için
geçerlidir. “Almanca yazan Türk romancıları, yabancılık sorununu daha çok, yabancı
14
açısından dile getirmişlerdir” (Aytaç, 2005: 99). Feridun Zaimoğlu, Emine Sevgi
Özdamar, Güney Dal gibi birçok Türk kökenli yazar, yabancılığı içten dışa, yani
yabancının penceresinden kendi deneyimlerini eserlerinde paylaşmışlardır.
1.1.3. Melezlik (Hybridität)
Melezlik (hibridite), birbirinden farklı en az iki sistemin karışımıyla meydana
gelmektedir. Önceleri tarımsal alanlarda kullanılan melezlik kavramı, günümüzde
sosyal bilimlerde yapılan, özelliklede kültürlerarası boyutu olan çalışmalarda sıkça
kullanılmaya başlanmıştır.
Melezlik kavramının kökeni olan melez (hibrid) kavramı, kökeni farklı olan iki
nesne/sistem/varlığın birleşiminden ibarettir. Melez kavramını daha geniş bir bakış
açısıyla değerlendirmek istersek, “farklı tartışmaları ve teknolojileri birleştiren
geleneksel çizgilerin veya gösterge zincirinin birer karışımıdır” (Hofmann, 2006: 28)
şeklinde açıklama yapmak mümkündür.
Sosyal bilimlerde, özellikle kültür bilim çalışmalarında ele alınan melezlik, 19.
yüzyılda dejenerasyon ve kimlik kaybı anlayışıyla bağdaştırılarak, toplumların
karışımını engellemek amacıyla negatif bir anlam taşımaktaydı. Melezlik kavramı,
80’li yıllardan sonra heterojen konseptler, dil oyunları ve yaşam biçimlerin
çoğunluğunu vurgulamak amacıyla bugünkü pozitif anlamını postmodern ve postyapısalcılık konjonktürüne borçludur (Blumentrath ve diğ., 2007: 53).
Özellikle sömürgecilik sonrasında oluşan modern toplumlarda, birbirinden farklı
kültürlerin yer alması ve bunun günümüzde daha da belirginleşmeye başlamasıyla
birlikte, melezlik kavramının önemini de arttırmaktadır. “Tek bir kültürün aykırılaşan
akımların karışımı ile farklı kültürlerin farklı eğilimlerin karışımından oluşan melezlik,
post-sömürgecilik mevcudiyetinin temel şartıdır” (Hofmann, 2006: 28).
Melezlik, birey profiline ve kolektif benliğe dayanır. Bireysel mevcudiyetten oluşan
karışımları şekillendirerek belirli sınırlar içerisinde birbirinden farklı yaşam
birliklerinin tanımasını teşvik eder. Melezlik, ulusal sınırlar içerisinde birden çok
kültürün bir arada yaşamasını ve birbirleriyle etkileşim halinde olmasını desteklediği
için mono-kültürel anlayışın karşıtıdır (Blioumi, 2002: 31).
15
Melezlik ile şu ana kadar yaptığımız tanımlamalardan yola çıkarsak, melezliğin çok
kültürlülükle eşdeğer bir olgu olduğunu söyleyebilir miyiz? Melez kültürden
bahsederken, yeni bir kültürden mi bahsediyoruz? Her ne kadar melezlik ile çok
kültürlülük birbirlerine eşdeğer birer olgu olarak görülse de, çok kültürlülüğün
içerisinde halen belirli sınırlar çizilmektedir. En azından A kültür veya B kültürden
bahsetmemiz mümkündür. Fakat melezlik olgusuna baktığımızda, var olan sınırlar
kaldırılmakta, hatta yeni sınırlar çizilmektedir. Az önceki örnekte verdiğim gibi ortaya
çıkan ürünün kökenleri A ve B kültürüne dayanmaktadır. Fakat ortaya çıkan ürüne ne
A kültürü diyebiliriz, ne de B kültürü. Adına ancak melez kültür diyebiliriz.
1.1.4. Üçüncü Alan (Dritter Raum)
Farklı kültürlerin karşılaşması ile birlikte ara mekanlar oluşmaktadır. Birbirleriyle
karşılaşan kültürlerin kökenleri ile beslenen bu ara mekan ‘üçüncü alan’ olarak
tanımlanır. Üçüncü alan kavramını dile getiren kişi Homi Bhabha’dır. “Bhabha,
üçüncü alan kavramını geliştirirken kültürel melezlik (Alm. kulturelle Hybridität)
kavramından yola çıkmıştır” (Blumentrath ve diğ., 2007: 24-25).
Günümüzdeki modern toplumların homojen bir yapıya sahip olmadığını, kültür
kavramını açıklarken dile getirdim. Farklı kökenlerden gelen bireylerin topluma
karışmasıyla birlikte meydana gelen kültürel melezlik, modern toplumların göz ardı
edemediği bir gerçektir. Dolayısıyla “üçüncü alan, içerisinde melezliğin bulunduğu bir
alandır” (Hofmann, 2006: 29) diyebiliriz.
Hofmann, üçüncü alan kavramını ele alırken, bireylerin geldiği kültür ile toplumun
oluşturduğu kültür arasındaki nesnel farklılıkların, insanların yaşadığı kültürlerarasılığı
tanımlamakta yetersiz kaldığını, yaşanılan kültürlerarasılığın ancak üçüncü alan ile
tanımlanabileceğini (Hofmann, 2006: 13) dile getirmiştir. Hofmann’ın üçüncü alan
hakkında yaptığı bu tanımlamadan, toplum içerisindeki kültürel farklılıkların üçüncü
alan dediğimiz sınırlar içerisinde melez bir benlik gerçekliğini var ettiğini
söyleyebiliriz.
Pabor’a göre ise (2008: 137) “Homi Bhabha, gündeme getirdiği üçüncü alan olgusu ile
göç alan topluluklar içerisindeki trans-kültürel durum için farklı kültürlerin karşılaştığı
ve karşılıklı olarak birbirlerini etkilediği bir ortam hazırlamaktadır”.
16
Üçüncü alan kavramıyla ilgili yukarıda yer verdiğim görüşlerden hareketle,
Almanya’da yabancı kökenli yazarların büyük bir çoğunluğunu oluşturan Türk kökenli
yazarların eserlerinde işlenen konuların üçüncü alanda gerçekleştiğini söyleyebiliriz.
Bu noktada örnek olarak, eserleri araştırma konusu olan Emine Sevgi Özdamar
verilebilir. 2006 yılında Kiepenheuer – Witsch yayınevi tarafından yayınlanan ‘Sonne
auf halben Weg: Die Berlin - Đstanbul Triologie’ isimli kitabı bunun kanıtıdır. “Emine
Sevgi Özdamar, çocukluğunu yaşadığı ülkenin kültürü ile anadili olan Türkçenin
kalıplarından beslenen bir üçüncü alan oluşturmayı deniyordu” (Kuruyazıcı, 2001: 23).
Şu ana kadar ele aldığım kavramlar, daha önceden de belirttiğim gibi Kültürlerarası
Edebiyat’ın merkezinde tartışılan olgulardır. Bunların her biri Kültürlerarası Edebiyat
olgusunun nasıl oluştuğunu, Kültürlerarası Edebiyat üzerinde yapılan tartışmaların
nasıl şekillendiğine dair net fikirler vermektedir.
1.2. Kimlik Arayışları
Almanya’daki yabancı kökenli yazarlar, yazma faaliyetlerine başladığı tarihten
günümüze kadar, yazdıkları eserler ve kendileri hakkında sürekli tartışmalar olmuştur.
Bu tartışmalar halen de yapılmaktadır. Bu tartışmaların en önemli noktası, bu
yazarların ve kendi eserlerinin hangi kimlik altında sınıflandırılacağı, yani hangi ulusal
edebiyata dahil edileceği üzerinedir.
Yazarın kökeni dahil edileceği ulusal edebiyatın belirleyicisi olabilir mi? Roman
kahramanının Türk, Alman, Rus veya her hangi başka bir ırktan olması o eserin ilgili
ulusal edebiyata ait olduğunu söyleyebilir miyiz? Romanda geçen mekanın
Türkiye’nin her hangi bir yerinde olması, o romanı Türk romanları sınıfına dahil eder
mi? Ya da bir eserin yazıldığı veya yazarın kullandığı dil, onun hangi edebiyattan
olduğunu söyleyebilir mi? Yazarın kökeni üzerine duran sorunun cevabını verebilmek
amacıyla somut örnek vermek gerekirse Almanya’daki Türk kökenli yazarlar, bazı
kesimler tarafından Türk Edebiyatı’nın birer uzantısı olarak görülse de, çoğu
tartışmaların odak noktası, bu eserlerin dili Almanca olması, sınıflandırılacakları
edebiyatın da Alman Edebiyatı olmasından yanadır. Belirttiğim bu tartışma her ne
kadar bunlarla ilgili sınıflandırma için önemli bir etken teşkil etse de, beni ilgilendiren
17
kısım bu yazarların hangi edebi tür ile anıldıkları, yani kendilerine yakıştırılan
kimliklerdir.
Yabancı kökenli yazarları ve ürettikleri eserleri tanımlayabilmesi amacıyla ortaya
atılan ve ilk kavramlardan biri olan ‘Konuk Đşçilerin Edebiyatı’ (Alm. Literatur der
Gastarbeiter), 80’li yılların başında CON-Verlag’ın Güney Rüzgarı Dizisi Konuk Đşçi
Almancası (Alm. Südwind-Gastarbeiterdeutsch) adı altında gündeme getirildi
(Chiellino, 2007: 389). “Südwind Gastarbeiterdeutsch, konuk işçilerin yazdıklarını
kendilerinin ilk kez düzenli olarak yayımlama denemesidir. Dizinin amacı, bu dağınık,
önem verilmeyen ve bastırılan yazını gün ışığına çıkartmaktır” (Kuruyazıcı, 2001: 11).
Konuk Đşçilerin Edebiyatı kavramının gündeme getirildiği bu dönemde, aynı zamanda
kendileri de yabancı kökenli olup da yazdıkları eser dili olarak Almancayı seçen
“Franco Biondi ve Rafik Schami tarafından ‘Acı Çekenlerin Edebiyatı’ (Alm. Literatur
der Betroffenheit) kavramı proje olarak gündeme taşındı” (Chiellino, 2007: 389).
Daha sonraki yıllarda “Harald Weinrich, dışarıdan yapılan Alman Edebiyatı (Alm.
Eine
deutsche
Literatur
von
aussen)
ve
Konuk
Đşçi
Edebiyatı
(Alm.
Gastarbeiterliteratur) kavramlarından” (Chiellino, 2007: 389) bahsedecektir. Aynı
dönemde Konuk Đşçi Edebiyatı’ndan söz eden diğer bir isim de Irmgard Ackerman’dır.
Harald Weinrich ve Imgard Ackerman tarafından gündeme getirilen Konuk Đşçi
Edebiyatı, “devamlı olarak konuk işçi kavramını gündeme taşımak amacıyla
oluşturulmuştur” (Stratthaus, 2005: 28). Daha sonraki yıllarda Konuk Đşçi Edebiyatı
hakkında yapılacak negatif eleştiriler, aşağıda da belirteceğim gibi, bu kavramın
geçerliliğini
kaybetmesine
ve
yerini
Yabancılar
Edebiyatı’na
bırakmasını
sağlayacaktır” (Esselborn, 2007: 19). Konuk Đşçi Edebiyatı ile ilgili yapılan negatif
eleştirilere çalışmamın birinci bölümünde yer verdim.
Harald Weinrich’in önerdiği dışarıdan yapılan Alman Edebiyatı’na tepki olarak
Suleman Taufiq, içeriden yapılan edebiyat (Alm. Eine Literatur von innen) ve Zafer
Şenocak, Köprü Edebiyatı (Alm. Brückenliteratur) kavramından söz eder” (Chiellino,
2007: 389). Yabancı kökenli olup da eserlerini Almanca yazmayı tercih eden Suleman
Taufiq ve Zafer Şenocak, dile getirdikleri bu kavramlar sayesinde, gündemde olan
kimlik tartışmasında söz sahibi olmaya çalışmışlardır.
18
Önceki yıllarda Konuk Đşçi Edebiyatı’ndan söz eden Harald Weinrich, daha sonradan
ikinci bir atılım gerçekleştirerek, yalnız Almanların olmayan edebiyat (Alm. Eine nicht
nur deutsche Literatur) ve Yabancılar Edebiyatı (Alm. Ausländerliteratur) kavramını
gündeme taşır. Daha önceden de olduğu gibi Irmgard Ackerman’da Yabancılar
Edebiyatı’ndan söz edecektir. Ama daha öncesinde Heimke Schierloh, yabancı kökenli
yazarlara
daha
fazla
ilgi
çekebilmek
amacıyla
Göçmen
Edebiyatı
(Alm.
Migrantenliteratur) kavramından bahseder (Chiellino, 2007: 389-390).
Anlaşıldığı gibi 80’li yıllarda yabancı kökenli yazarların ürettikleri bu edebiyat ile
ilgili olarak birçok kavram ortaya atıldı ve geçerliliklerini kısa sürede yitirerek
yerlerini yeni kavramlara bırakmak zorunda kaldı. Sonraki yıllarda bu yazarların
konuk değil de, göçmen olduğunun kabul edilmesiyle birlikte, daha önceden ortaya
atılan ve yukarıda bahsettiğim kavramların tamamının yerine Göçmen Edebiyatı
kavramı kullanılmaya başlandı. Göçmen Edebiyatı kavramı hakkındaki bulgularım,
çalışmamın ikinci bölümünde yer aldığı için, burada bu konu ile ilgili ayrıntılı bilgi
vermeyi gerek görmüyorum.
Göçmen Edebiyatı, her ne kadar günümüzde bazı kesimler tarafından dile getirilmeye
devam edilse de, bahsi geçen yazarların gün geçtikçe Almanya’da sağlam bir konum
elde etmeleri, bunun yanında çeşitli edebiyat ödüllerine de layık görülmeleri, edebiyata
kültürlerarası bir boyut kazandırmaya başlamıştır. Đlk başlarda konuk işçi kavramıyla,
daha sonra yabancılar, köprü, acı çekenler, göç, göçmen gibi birçok isimle anılan bu
yazarların yaptığı edebiyatın, başlangıçtan günümüze kadar oluşan süreçte edebiyatın
kazandığı kültürlerarası boyut, Karl Esselbron’un yaptığı çalışmalarda görülmektedir.
Đlk başlarda farklı ve kayıp olarak algılanan acı çekenlerin bakış açısı, yazarların
kültürler arasında sınırları aşan bir rolün üstlendiği uluslararası veya uluslar ötesi bir
bakış açısıyla yer değiştirdi. Oluşan bu melez edebiyat, hiç kuşkusuz yüksek bir
kültürlerarası potansiyele sahiptir (Becker, 2007: 214).
Bahsi geçen Konuk Đşçilerin Edebiyatı, Acı Çekenlerin Edebiyatı, Dışarıdan Destekli
Alman Edebiyatı, Konuk Đşçi Edebiyatı, Güney Rüzgarı Edebiyatı, Đçeriden Destekli
Edebiyat, Köprü Edebiyatı, Yalnız Almanların Olmayan Edebiyat, Yabancılar
Edebiyatı, Göçmen Edebiyatı gibi kavramların belirttiği mekanlar merkezi olmaktan
19
çok marjinallikleri ile ön plana çıkmaktaydılar. Đlgili edebi olguya yapılan bu
yakıştırmalar, Alman Edebiyatı’nın dışında, kenarında veya ötesinde bulunan
taksonomi mekanına dahil edilmeye çalışılıyordu (Amodeo, 2002: 78).
Đlgili kesimin dahil olduğu edebiyatın konumunu belirlemeye çalışan bu kavramların
yüzeysel kalması, kısa bir zaman içinde mevcut bir kavramın geçerliliğini yitirmesine
ve yerine yenisinin gelmesine neden oluyordu. Oysa edebiyatın konumunu yazarın,
eserlerde kullanılan figürlerin ve mekanların farklılığı değil, eserin yazıldığı dil
belirlemektedir (Chiellino, 2007: 391).
Almanya’da farklı kültürlerden gelen yazarların 60’lı yıllardan beri düştüğü kimlik
bunalımını, yüzeysel de olsa yukarıdaki satırlarda açıklamaya çalıştım. Görülüyor ki,
günümüze kadar işleyen bu süreç içerisinde, bahsi geçen grubun kimliğinin
belirlenmesinde hem akademik camiadan, hem de grubun içerisinden fikirler ortaya
atılmış, kimisi geçici bir süre de olsa birçok kesim tarafından kabul görmüş, kimisi de
sadece anıldığı gibi kalmıştır.
Bunca yıldır Alman toplumunun, kendisini göç alan, melezleşmeye doğru giden bir
toplum olarak görmemesi ve yabancı yazarların kendilerini geçici statüde görmeleri,
kendilerinin her zaman yabancı olarak algılanmasına sebep olmuştur. Almanya, toplum
olarak kendi içlerinde azınlıkta da olsa farklı kültürler barındırdığını, diğer bir ifadeyle
melezleşmiş oldukları hakkındaki gerçeği kabul etmesiyle yabancı olarak görülen
yazarların bu süreçte gelişen problemlere nasıl ışık tutacaklarının farkına varmaya
başlamıştır. Onları birer yabancı değil, geldikleri kültürlerin birer temsilcisi olarak
görmeye başlamışlardır. Farkına vardıkları bu gerçeklik, onların edebiyatta da değişik
alternatifler üretmelerine, yani Kültürlerarası Edebiyat kavramının doğmasına neden
olmuştur.
20
BÖLÜM 2: TÜRKLER’ĐN “ALMANYA’YA GÖÇ” OLGUSU VE
GÖÇÜN EDEBĐYATA YANSIMASI
2.1. Göçmenlerin Oluşturduğu Edebiyat: Göçmen Edebiyatı
2.1.1. Göç Kavramı
Göç, birey veya toplumların siyasal, ekonomik, sosyal veya coğrafi nedenlerden dolayı
bir yerden başka bir yere hareketine denir. Diğer bir ifadeyle göç “bir yerleşim
biriminden, bir siyasi sınırı olan toprak parçasından başka bir birime doğru, fert, grup
veya kitle halinde gerçekleşen bir hareket” (Seyyar, 2008: 154) olarak tanımlanır.
Tarihi incelediğimizde göç kavramı insanoğlunun hayatında her zaman yerini almıştır.
Đnsanoğlu daha elverişli koşullarda hayatını devam ettirebilmek amacıyla bir yerden
başka bir yere göç etmiştir ve halen etmeye devam ediyor.
Geçmişte göçü tetikleyen unsurların başında düşman işgalleri, toplu sürgünler, dini ve
etnik çatışmalar gibi topluluklar arası savaşlar ile kuraklık, kıtlık gibi olumsuz coğrafi
koşullar gelmekteydi. Günümüzde ise göçü tetikleyen en büyük unsur ekonomik
koşullardır. Derinlemesine bir inceleme yaptığımızda göçe sebebiyet veren etkenleri
çekme ve itme etkenleri diye ikiye ayırabiliriz.
Çekme etkenleri bireyin yaşadığı mevcut koşullardan daha iyi koşullara ulaşma
isteğidir. Diğer bir deyişle gönüllü gerçekleştirdiği bir göç şeklidir. Çekme etkenleri 6
maddeden oluşmaktadır. Bunlar;
“Kültürel hayranlık
Macera arzusu
Farklı bir hayat kurma isteği
Güçlü bir devletin mensubu olma
Yurt dışında daha iyi sağlık, konut ve eğitim hizmetleri edinme
Ekonomik avantajlar” (Seyyar, 2008: 154).
21
Đtme etkenleri ise, insanın yaşadığı olumsuz koşullardan daha olumlu koşullara
ulaşmak için gerçekleştirdiği göç türüdür. Anlaşılacağı üzere birey göçü gönüllü değil
de zorunlu gerçekleştirmektedir. Đtme etkenleri 7 maddeden oluşmaktadır. Bunlar;
“Toprağın fakirliği
Düşük ücret
Sınırlı iş imkanları
Kıtlık
Eğitim, sağlık ve diğer imkanlardan mahrum olma
Sınırlı sosyal hareketlilik
Geleneklerden uzaklaşma isteği” (Seyyar, 2008: 154).
Türkiye’den Almanya’ya gerçekleşen işçi göçünün ilk dönemlerini göz önünde
bulundurduğumuzda, giden işçilerin çoğunluğunun göçün itme etkenlerinden
etkilenerek göç ettiğini söyleyebiliriz. Bu etkenler arasında da düşük ücret, sınırlı iş
imkanı, sınırlı sosyal hareketlilik sayılabilir.
Göç sadece bireylerin çeşitli nedenlerden dolayı bir yerden başka bir yere gitmesi
olarak algılanmamalıdır. Bireylerle birlikte düşünceler, fikirler de yer değiştirmektedir,
yani bir nevi göç etmektedir. Günümüz dünyasında her kültürün geçmişinde
düşüncelerin, insanların ve nesnelerin değişimi, yani göçü yer almaktadır (Köstlin,
2007: 365).
Topluluklar arasında düşüncenin göçünden bahsedildiğine göre, göç kavramı sadece
sosyolojik açıdan değil, aynı zamanda felsefi ya da edebi açıdan da incelenebilir. Göç
kavramının edebi açıdan incelenmesinde Hofmann çalışmasında Salman Rüşdi’nin göç
kavramı üzerine getirdiği öneriye yer vermektedir.
Göç, günümüzde en geniş kapsamlı metaforlardan biridir. Yunanca kökenli metafor
kelimesinin anlamı, bir şeyi bir yerden bir yere aktarmaktır. Yani metafor göçün bir
biçimini, düşüncelerin resme göçünü belirtmektedir. Göçmenler (bir yerden bir yere
taşınan insanlar), metaforik varlıklardır ve göçün kendisi metaforik olarak
düşünüldüğünde hepimizin hayatında göç yerini almıştır. Hepimiz sınırları geçiyoruz;
buna göre hepimiz göçmen topluluklarız (Hofmann, 2006: 123).
22
Göç kavramını sosyolojik açıdan değerlendirmediğimizde, dünyadaki bireylerin
tamamının bir şekilde göçten etkilendiğini söyleyebiliriz.
2.1.2. Göçmen Edebiyatı Kavramı
Alman hükümeti ülkesindeki iş gücü açığını kapatmak amacıyla farklı ülkelerle yaptığı
iş gücü alım anlaşması sonucu, birbirinden farklı kültürlere mensup insanlar çalışmak
için Almanya’ya geldiler. Almanya’daki iş gücü açığını kapatmaya çalışan bu işçilerin,
kültürel farklılıklarından dolayı sosyal yaşamlarında sorunlar baş gösterdi. Meydana
gelen bu sorunları paylaşma yahut anlatma yolu olarak da edebiyat tercih edildi.
Kökenleri farklı olan bu insanların yazmaya başlamaları ile birlikte Almanya’da yeni
bir edebi tür doğmaya başladı. Oluşan bu edebi türün dile getirdiklerini polifonik, yani
çok sesli olarak değerlendirebiliriz. Kullanılan dil, 1955’den beri Almanya’ya göç
eden etnik azınlıkların ulusal dillerinden oluşuyordu. Türkler arasında kendi ulusal
dilini tercih edenler Aras Ören, Güney Dal, Aysel Özakın ve Habib Bektaş’tır
(Chiellino, 2007: 54). Burada polifonik olarak kastedilen, yazmaya başlayan yabancı
yazarların birbirinden farklı kültürlerden geldiği, yazarken yazdıkların kendi
kültürlerinden de bir şeyler kattığı, bu nedenle ortaya çıkan yazıların çok kültürlü
olduğudur.
Yabancı kökenli yazarların yazdıkları, hem Almanların hem de kendileri gibi çalışmak
amacıyla Almanya’ya gelen ve yabancı olan diğer işçilerin ilgisini çekiyordu.
Dolayısıyla yazılanların birçoğu daha sonradan Almancaya çevriliyordu. Bu nedenle
“yeni doğan bu edebi türde başlangıç safhasında ağırlıklı olarak çeviriler hakimdi.
Yabancının kullandığı dil hala yabancı bir dildi” (Şölçün, 2007: 136).
Başta işçilerin ikametlerine geçici bakıldığından, doğan yeni edebi türe Konuk Đşçi
Edebiyatı denildi. “Peki bu isim neye göre verildi? Yazarların konuk işçi olmasından
mı, yoksa yazdıkların konuk işçilerin sorunlarını içerdiği için mi? Belki her ikisi de:
Yetmişli yıllarda ilk kez kaleme sarılanlar konuk işçiydi ve göç konusunu işliyorlardı”
(Kuruyazıcı, 2001: 8). Oysa konuk işçi kavramının edebi ürünlerle ilişkilendirilmesi ne
kadar mantıklıydı? Yazan her hangi bir konuk işçinin ileride bir gün çekip gideceğini
düşünmek ne kadar doğru olur? (Stratthaus, 2005: 24). Bu sorular, konuk işçi edebiyatı
kavramının kullanımının ne kadar uygun olup olmadığını düşündürüyor.
23
Stratthaus, konuk işçi kavramının edebi ürünlerle ilişkilendirilmesinin ne kadar doğru
olduğunu sorsa da, Almanya’da, özellikle de 70’li ve 80’li yıllarda, kendilerine konuk
işçi olarak bakılan yabancı kökenli yazarlar için böyle bir kavram kullanıldı.
“Yazarların fiilen konuk işçi olarak nitelendirildiğini edebiyat tarihi göstermektedir.
Almanca yazmalarına rağmen Almanya’da 70’li yıllardan beri Alman ulusal
edebiyatının dışında bir grup oluşturan yazar göçmenler bulunmaktadır” (Stratthaus,
2005: 24).
Aysel Özakın ve Fakir Baykurt gibi siyasi nedenlerden ya da Alev Tekinay gibi eğitim
amacıyla Almanya’ya gelenlerin yazmaya başlamasıyla, yazarların kimliği de
değişmiştir. Seksenlerde konuk işçi edebiyatından söz etmek yanıltıcı olacaktır
(Kuruyazıcı, 2001: 9).
Heimke Schierloh, Almanca yazan yabancı kökenli yazarlara “daha fazla dikkat
çekebilmek için 1984 yılında Göçmen Edebiyatı kavramını kullandı” (Chiellino, 2007:
389). Göçmen Edebiyatı kavramının konuk işçi edebiyatının yerini almasındaki en
belirgin faktörler arasında konuk işçi kavramının uygunsuz bir kavram olması ve
yazarların konuk işçi konumundan çıkması yatmaktadır.
Varlıklarına geçici olarak bakılan işçilerin, ne zaman kalıcı oldukları anlaşıldığında,
kendilerine hiçbir zaman misafir gibi davranılmayan, üstelik neredeyse hiç işçi
olmayan yazarlar için tanımlanan ataerkil ve küstah bir kavramdan ibaret olan Konuk
Đşçi Edebiyatı, zamanla yerini Göçmen Edebiyatı kavramına bıraktı (Hofmann, 2006:
201). Konuk işçi edebiyatı kavramının yerinin göçmen edebiyatı kavramı tarafından
doldurulmasını yorulmayanlardan biri de Blumentrath’tır.
Konuk Đşçi Edebiyatı, özellikle 70’li ve 80’li yıllarda gündemdeydi. Almanya’da
yaşayan birçok yabancı kökenli yazar, yazdıkları metinleri antoloji olarak
yayınlıyorlardı. Yazılanların içeriği, ülkelerini çalışmak için terk eden ve para
kazanmak için Almanya’ya geldikleri için Almanlar tarafından ikinci sınıf muamelesi
gören insanların düşüncelerini ve duygularını taşıyordu. 80’li yılların sonlarına doğru
anlaşıldı ki, konuk dedikleri işçiler kalmaya niyetliydi. Bu bağlamda sadece
yazılanların içeriği değişmedi. Değişen onlar için tanımlanan edebiyatın adıydı.
Küreselleşmenin süreci dahilinde dünyada gerçekleşen göç hareketleri nedeniyle
24
göçmen edebiyatı, konuk işçi edebiyatının yerini almıştır (Blumentrath ve diğ, 2007:
58-59).
Blumentrath, Konuk Đşçi Edebiyatı kavramının geçerliliğini kaybederek yerini göçmen
edebiyatı kavramına bırakmasını, konuk işçi gözüyle bakılan işçilerin 80’lere doğru
kalıcı olduklarının anlaşılmasına bağlamaktadır. Blumentrath ayrıca, edebiyatın adı ile
birlikte ele alınan konuların da değiştiğine değinmektedir. Hofmann’a göre durum
biraz daha farklıdır.
Hofmann, Blumentrath’ın aksine Konuk Đşçi Edebiyatı kavramının hiçbir zaman uygun
bir kavram olmadığını ve küstahça olduğunu, göçmen edebiyatı kavramının daha
yerinde olduğunu belirtmektedir. Ayrıca yazdıkları ile ön plana çıkan yabancı
yazarların çoğunluğunun işçi olmadığını, profesyonel yazar olduğunun da altını
çizmektedir. Yüksel Pazarkaya, Hofmann’ın küstahça olarak nitelendirdiği Konuk Đşçi
Edebiyatı kavramının “kullanılmasının bir önyargıya dayandığını ve bunun temelinde
ikinci sınıf insan düşüncesi yattığını dile getirmektedir” (Kuruyazıcı, 2001: 9).
Göçmen yazarların yazdıklarını Alman ulusal edebiyatın dışında gören konuk işçi
edebiyatının aksine göçmen edebiyatı kavramı, onlara kabul edildikleri toplum
içerisinde yön vermektedir. Daha önceden de olduğu gibi, göçmen edebiyatı
hakkındaki tartışmalar her zaman göçmen işçilerin sorunlarıyla az da olsa
ilgilenmekteydi (Rösch, 2001: 1353). Bu gibi nedenlerden ötürü “göçmen edebiyatı
her zaman için marjinal bir konu” (Esselborn, 2007: 9) olarak gündemde kaldı.
90’lı yıllara gelindiğinde göçmen edebiyatı kavramı bilimsel toplantılarda da yerini
almaya başlamıştır. “Uluslararası Germanistler Birliği (IVG) tarafından Tokyo’da
düzenledikleri kongrede, ilk defa Göçmen Edebiyatı adı atlında bir oturum
düzenlenmiş ve oturum başkanlığını da Irmgard Ackermann üstlenmiştir” (Kuruyazıcı,
2001: 14-15). Daha sonra düzenlenen kongrelerde de Göçmen Edebiyatı’na iyice
ağırlık verilerek, günümüz Alman edebiyatının temel bir bileşeni hale gelir.
Yazarların farklı kültürlerden gelmelerinden dolayı yaşamları, düşünceleri ve eylemleri
kültürlerine göre biçimlenir. Bu nedenle Göçmen Edebiyatı, içerisinde çeşitli etnik
grupları barındıran toplumlardaki yaşamların anlaşılmasına da katkıda bulunmaktadır”
(Rösch, 2001: 1355).
25
Göçmen Edebiyatı, en az iki farklı kültürün bakış açısıyla yazan yazarları
kapsadığından, sadece yabancı kökenli yazarları değil, göç konusunu eserlerinde
inceleyen Alman yazarları da çatısı altında toplamaktadır. Bu bağlamda, yabancılık
kavramını içine alan edebiyat sadece yabancı kökenli
yazarlar tarafından
gerçekleştirilmemektedir. Almanlarda yabancılık kavramını içeren edebi yazılar
yazmaktadır (Stratthaus, 2005: 32).
60’lardan beri yabancı kökenli yazarların yazdıklarına değişik değişik isimler takıldı.
2000’li yıllara kadar bunların içerisinde en hoş karşılananı Göçmen Edebiyatı oldu.
Đçine düşülen bu kimlik arayışına tezimin ilk bölümünde değindim.
Önceleri konuk veya yabancı olarak nitelendirilen yazarlardan pek eser kalmadı.
Günümüzde yazarların birçoğu ya küçüklüğünde Almanya’ya gitmiş ya da orada
doğmuş ve orada yetişmiştir. Yazılan eserlerde göçmenlik kavramı önemli bir rol
üstlenmiş olsa da ikinci ve üçüncü kuşak çocukların göçmenlik hakkında pek
deneyimleri yoktur. Bu nedenle Almanya’da doğup büyüyen yazarları göçmenlik
konusu cezp etmediği için göçmen edebiyatının geçerlilik süresi kısıtlıdır (Blumentrath
ve diğ., 2007: 59).
Çoğu Almancayı anadili gibi kullanıyor ve çoğu Alman vatandaşlığına geçmiş.
Dolayısıyla bazıları Feridun Zaimoğlu gibi kendilerini Alman yazar olarak görebilir ve
Göçmen Edebiyatı kavramını reddedebilirler. Alman edebiyat dünyasında bu görüşü
savunan olduğu gibi, aksini savunanlarda yok değil. “Đlk defa 1992 yılında Sigrid
Weigel göçmen edebiyatı kavramından çıkış yolu aramıştır” (Stratthaus, 2005: 32).
Son dönemlerde, özellikle kendini göçmen olarak görmeyen ve Göçmen Edebiyatı
kategorisinde yer almak istemeyen yazarların da katkısıyla, ortaya yeni türler çıktı:
Transkültürel Edebiyat, Çok Kültürlü Edebiyat, Kültürlerarası Edebiyat… Bu
çalışmanın ana başlığı olan Kültürlerarası Edebiyat ortaya çıkan yeni türlerden en ön
plana çıkmış olanıdır.
2.2. Türklerin Almanya’ya Göç Süreci
2. Dünya Savaşı’nın Alman nüfusu üzerindeki olumsuz etkileriyle birlikte, 1950’li
yıllarda Almanya’da ekonomik alanda meydana gelen dinamik gelişmeler, Alman iş
26
piyasasında büyük bir iş gücü açığının oluşmasına neden oldu. Alman hükümeti oluşan
iş gücü açığını kapatabilmek için işsizlik oranının yüksek olduğu ülkelerle işçi alımı
anlaşması yapma yoluna gitti.
Alman hükümeti ilk olarak 1955 yılında Đtalya, 1960 yılında Yunanistan ve Đspanya,
1961 yılında Türkiye, 1963 yılında Fas, 1964 yılında Portekiz, 1965 yılında Tunus ve
1968 yılında Yugoslavya ile iş gücü alım anlaşması yaparak, Alman iş piyasasına
kontrollü bir şekilde yabancı işçilerin girmesini sağladı.
2.2.1. Türkiye ile Almanya Arasında Đmzalanan Đşgücü Anlaşması
Almanya’daki ekonomik gelişmenin hızlanması ve Almanya’nın doğu – batı olarak
ikiye ayrılması ile birlikte Almanya’nın iş gücü ihtiyacı daha da artı. Bu gelişmeler
neticesinde 31.10.1961 tarihinde Türkiye ile Almanya arasında iş gücü alım anlaşması
imzalandı.
Alman hükümeti, Türkiye Cumhuriyeti ile yaptığı iş gücü alım anlaşmasıyla birlikte,
kendi
iş
piyasasında
hedeflemekteydi.
birçok
sektörde
oluşan
iş
gücü
açığını
kapatmayı
Bu durum Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı uzmanlarınca
yapılan çalışmada da desteklenmektedir. Bu çalışmada, “Almanya’ya giden Türk
işçileri daha çok, endüstri sektöründe, çelik, maden, otomotiv sektöründe ve özellikle
nitelik gerektirmeyen iş alanlarında istihdam edilerek, bu alanlardaki açıkların
kapatıldığı” (Şen ve diğ., 2006) belirtilmektedir.
Almanya’nın iş gücü açığını kapatmak için Türkiye ile yaptığı anlaşma, diğer ülkelerin
anlaşmalarıyla yer yer farklılık göstermekteydi. Almanya’ya çalışmak için giden
Türklerin 2 yıllık oturma müsaadesi hakkına sahip olmaları, oturma müsaadesinin
uzatılamaması, Almanya’da çalışmak için sağlık yönünden elverişli olduğuna dair
sağlık kontrolünden geçirilmesi, aile bireylerinin yanına aldırılamaması gibi maddeler,
Türkiye ile Almanya arasında imzalanan anlaşmanın diğer anlaşmalardan farklılık
gösterdiği maddelerden birkaçıdır. Bu maddelerin bazıları, Avrupa Topluluğu’na üye
olmayan diğer ülkelerle yapılan anlaşma metinlerinde de yer almaktadır. 1964 yılında
iki ülke arasında yapılan görüşmeler neticesinde anlaşmadaki bazı olumsuz maddeler
düzenlenerek, Türk işçilerin en fazla iki yıl oturma müsaadesine sahip olduklarına dair
madde iptal edildi (Yano, 2007: 3).
27
Türkiye ile Almanya arasında imzalanan iş gücü alım anlaşmasından bir iki yıl sonra,
Türkiye’de kötü koşullarda yaşamaya çalışan birçok insan, Almanya’ya gidebilmek
için başvuruda bulunuyorlardı. “1961-1973 yılları arasında Türkiye’de, Almanya’ya
işçi olarak gidebilmek için başvuranların sayısı, o yıllarda Türkiye mercilerinden
Alman hükümetine bildirilen başvuru sayısından dört kat daha fazlaydı” (Yano, 2007:
4). Başvuranların büyük bir çoğunluğunu, daha çok Türkiye’nin gelişmemiş olan
bölgelerinden, kırsal kesimlerden gelen insanlar oluşturmaktaydı.
Anlaşma yapıldığı yıldan itibaren Türkiye’den Almanya’ya işçi olarak gidebilmek için
yapılan başvurular, her geçen yıl katlanarak artmaktaydı. Bunun en büyük nedeni de,
daha önceden oraya giden Türk işçilerin yakınlarını ve akrabalarını çalışmak için
yanlarına çağırmasıydı. “Adeta zincirleme bir göç reaksiyonu oluşmuştu. 1971 yılının
Temmuz ayına gelindiğinde, Almanya’ya işçi olarak gidebilmek için Đstanbul’da ilgili
kurumlara başvuranların sayısı günlük 700 kişiyi buluyordu” (Yano, 2007: 4-5).
2.2.2. Göç Sürecinin Getirdiği Sorunlar
90’lı yıllara kadar Almanya’nın diğer ülkelerden aldığı işçi göçüne geçici bir süreç
olarak bakıldı. Bu durum Almanlar için geçerli olduğu kadar, çalışmak amacıyla
Almanya’ya gelen Türk işçiler içinde geçerliydi. Almanya’ya gelen Türk işçilerin çoğu
ailesini memleketinde bırakıp, kısa sürede biriktirebildiği kadar parayla ülkesine geri
dönmeyi hedefliyordu. Ama hedeflenenin aksine durum beklenilen yönde gelişmedi.
Zaman içerisinde göç olarak bakılan bu süreç, kalıcı ikamete dönüşmeye başladı. Bu
durumun Almanya tarafından uzun süre göz ardı edilmesi, Türkiye Araştırmalar
Merkezi Vakfı uzmanlarınca şu şekilde yorumlanmaktadır:
“Göçün ilk yıllarında, gerek Almanya gerek Türkiye göç sürecini doğru tahmin
edemediler. Her iki tarafın kısa süreli çalışma dönemi olarak gördüğü bu süreç,
zaman içinde kalıcı bir ikamete dönüştü. Batı Almanya’nın göç gerçeğini uzun
süre görmezlikten gelmesi, Almanya’yı bir göç ülkesi olarak kabul etmemesi,
bugün kalıcı toplum haline gelen göçmenlerin sorunlarını içinden çıkılamaz hale
getirirken, uyum politikalarında karşılaşılan zorluklara zemin oluşturdu. Gerek
sosyal, gerek ekonomik alanda, uyumu destekleyecek kapsamlı politikaların
uygulanması yerine, yasal düzenlemelerde belli bir program dahilinde olmayan
değişiklikler yapılması şeklinde bir politika izlendi” (Şen ve diğ., 2006).
28
Görüldüğü gibi Alman hükümeti kendini bir göç ülkesi olarak görmemekte ve bu
durumun geçici olduğunu sanarak ona göre hareket etmektedir. Đlk başlarda gelenleri
alkışlarla karşılayan Alman hükümeti, onların geri döneceği umuduna kapılarak ileriki
dönemlerde ortaya çıkabilecek dil, kültür gibi muhtemel toplumsal sorunların
çözümüne yönelik tedbirler almaya gerek duymadı. Oysaki Almanya’ya giden Türk
işçileri, “çok fazla çalışarak, geçici mevcudiyetlerini zamanla eşit koşullarda aidiyetlik
sağlayan bir adaylık sürecine çevirmişlerdir” (Chiellino, 2007: V).
60’lı ve 70’li yıllarda, Almanya’ya çalışmak için gelen yabancı işçiler için, gündelik
yaşamda onları tanımlayan Konuk Đşçi (Alm. Gastarbeiter) kavramı türedi.
Almanya’ya çalışmak için giden Türklerin ve diğer yabancıların, daha sonradan oraya
yerleşmeye başlamalarıyla birlikte, önceden onları tanımlayan konuk işçi kavramının
artık onları tanımlayamadığı anlaşıldı. Bunun üzerine konuk işçi kavramının yerine,
80’li yıllarda Yabancı (Alm. Ausländer) kavramı kullanılmaya başlandı. Bu bağlamda
Yano (2007:1), “80’li yıllarda kullanılmaya başlanan yabancı kavramının, daha
sonradan çeşitli polemiklere neden olan Yabancılar Dışarı (alm. Ausländer-raus)
sloganının negatif etkisinde kaldığını” belirtmektedir. Konuyla ilgili farklı bir bakış
açısı sağlayan Đsviçreli yazar Max Frisch, konuk işçi ve yabancı kavramlarına bakın
nasıl bir yorum getiriyor.
“Đş gücü istemişlerdi, ama insanlar geldi. Gelenler ülkedeki refahı bozmuyorlardı,
tersine refahın sürdürülebilmesi için gerekliydiler. Ama buradaydılar işte. Konuk
işçi mi bunlar, yoksa yabancı işçi mi? Ben ikincisinden yanayım. Onlar
kendilerinden çıkar sağlamak için hizmet ettiğimiz konuklar değiller ki,
çalışıyorlar, hem de yaban ellerde […] Bundan dolayı suçlayamayız onları. Đş
gücü istenmişti, ama insanlar geldi” (Kuruyazıcı, 2001:3-4).
1973 yılına gelindiğinde Almanya’da iş gücü açığının olduğu birçok sektör artık
doyum noktasına gelmeye başlamıştı ve Alman hükümeti Avrupa Topluluğu’na üye
olan ülkeler haricinde, iş gücü alım anlaşması imzaladığı diğer ülkelerden işçi alımını
durdurdu. “Đşçi alımının durdurulduğu tarihte Almanya’da 910.500 Türk yaşıyordu. Bu
kararın ardından Almanya 1974 baharında ülkesinde çalışan yabancı işçilere, eş ve 18
yaşından küçük çocukları getirme hakkı tanıdı” (Şen ve diğ., 2006).
Devam eden yıllarda aile birleşimleriyle, Türklerle birlikte Almanya’da yaşayan
yabancıların sayısının artması, bir yandan sosyal sorunlara yol açarken, diğer yandan
29
hükümet ve kuruluşlar göçün etkileri üzerine daha fazla düşmeye başlamışlardır. Diğer
yandan aile birleşimi ile gelen aile fertlerinin sosyal yaşama uyum sorunları baş
göstermeye başlamıştır. Bu sorunlar, özellikle çocukların Almanca bilmemeleri,
okullarda
yaşıtlarından
daha düşük
sınıflara dahil
edilmeleri,
eğitimlerinin
aksamalarına ve iki kültür arasında sıkışmalarına neden olacaktır.
2.2.3. Göç Sürecinde Çözüm Arayışları
Alman hükümeti, ülkesindeki yabancı nüfusu azaltabilmek için bir dizi önlemler
almaya çalıştı. Aile birleşimiyle gelen çocukların azami yaşının 18’den 16’ya
indirilmesi, memleketlerine dönmek isteyen yabancılara belirli miktarlarda para
yardımı yapılması, belli koşulları yerine getiren çalışanların emeklilik primlerinde
kolaylıklar sağlanması bu önlemlerden bazılarıdır. Ne yazık ki bu çözüm yolları da
yabancı nüfusun azalmasını sağlamadı. Özellikle Türkiye’de ekonomik ve sosyal
durumun istikrarlı ilerlememesi, dönenlerin uyum sorunları, geri dönüş eğilimini
durdurdu.
90’lı yıllara gelindiğinde Alman hükümeti, göç olgusunu yavaş yavaş dikkate almaya
başladı ve yabancılar için özel bir kanun çıkardı. Bu kanunun en göze çarpan maddesi,
yabancıların Almanya’ya girişlerinde ve Almanya’da ikamet edebilmeleri için oturma
müsaadesine sahip olmaları gerekmektedir. Aile birleşmelerinde, kısa süreli
ikametlerde, öğrenim ve çalışma amaçlı konaklamalarda oturma müsaadesi (Alm.
Aufenthaltserlaubnis) talep edilmeye başlandı.
Günümüze kadar dışarıdan, özellikle Avrupa Birliği’ne üye olmayan ülkelerden gelen
yabancı sayısını en aza indirebilmek için, Alman hükümeti bir dizi önlemler almaya
devam etmiştir. Diğer yandan da yabancıların, özellikle de çocukların Almanya’ya
uyum sağlayabilmesi için birçok metot geliştirip uygulamaya sokmuştur.
2.3. Seslerini Duyurmak Đsteyen Türk Yazarlar
2.3.1. Almanya’daki Türklerin Yazmaya Başlamaları
60’lı ve 70’li yıllarda Almanya, Türklerin bir umut kapısıydı. Anadolu’nun her
köşesinden dilini, örfünü, adetini ve yasalarını bilmedikleri ve aynı zamanda tuhaf
karşıladıkları Almanya’ya bir umutla gelen bu insanlar, arkalarında çocuklarını,
30
eşlerini, annelerini ve babalarını bırakmışlardı. Aslında büyük bir çoğunluğu
mecburiyetten gelmişti, tanımadıkları bu topraklara.
Almanya’daki yeni hayata biraz da olsa alışmaya başlayan Türk işçileri, burada
karşılaştıkları sorunları kendi aralarında paylaşmanın bir yolunu bulmuşlardı. Geride
bıraktıklarının özlemini ve yaşadıkları gurbette karşılarına çıkan sorunları yazmaya
başladılar. Çoğu Türkçe olarak yazılan eserlerin bir kısmı daha sonradan Almanlar
tarafından da okunması için Almancaya çevriliyordu.
Yabancı kökenli yazarların, Almanya’ya gelen yabancı işçilerin karşılaştıkları
sorunların kaleme alınmasını, tarihsel bir gerçekliğin yazınsal bir gerçekliğe
dönüşmesi olarak yorumlayan Oraliş’in izlenimlerine bakalım.
“Birçok yabancı yazarın yaşadıkları sorunları yazıya aktarıp, tarihsel gerçekliği
yazınsal gerçekliğe dönüştürerek, var olanı doğrudan metinlere yansıttılar. Bir
başka deyişle bir türlü yabancı olduğu ülkenin kültürüne sosyo-politik ortamına
uyum sağlayamayan, dışlanan işçilerin yaşam biçimlerine tanıklık edildi. Yazınsal
metinlerle amaç, Almanlara yaşanan sorunları, seslerini duyurabilmek olmuştu”
(Oraliş, 2001: 36).
O dönemde içlerindekini yazdıklarıyla paylaşmaya çalışan yazarların arasında ilk defa
eline kalem alan işçiler olduğu gibi, Almanya ve Türkiye arasında köprü kuran ve daha
önceden Türkiye’de yazarlık yapmış kişilerde vardı. Bu bağlamda Hofmann (2006:
197-198) “aralarında gerçek anlamda işçilerin de bulunmasına rağmen, göçmenlerin
yaşadıkları acı deneyimleri topluma aktaranların en başından beri Aras Ören, Yüksel
Pazarkaya gibi profesyonel yazarların olduğunu” belirtmektedir.
Đster daha önceden profesyonel yazar olsun, isterse kalemi ilk defa eline almış olsun,
Almanlara göre kendi ülkelerine çalışmak için gelen işçilerin edebi faaliyetlerinin
başlangıcı kendi kimlikleri ile özdeşleştirilmektedir. Yazar çoğu zaman işçinin ta
kendisidir (Şölçün, 2007: 136). Alman Edebiyatı’nda yeni doğan ve her şekilde işçilere
bağlanan bu yazın türü 1981 yılında Franko Biondi ve Rafik Schami tarafından Konuk
Đşçi Edebiyatı (Alm. Gastarbeiterliteratur) olarak adlandırılacaktır (Kuruyazıcı, 2001:
8).
Almanya’daki deneyimlerini kağıda döken konuk işçiler arasında Türk yazarlar en
büyük gruplardan birini oluşturmaktaydı. Birçok araştırmacı ve yazarın ilk kuşak
31
olarak adlandırdığı bu yazarlar arasında Yüksel Pazarkaya, Aras Ören ve Güney Dal’ın
dışında Habib Bektaş, Şinasi Dikmen, Fetih Savaşçı, Bekir Yıldız gibi ilk kez işçi
olarak geldikleri bu ülkede yazmaya başlayan yazarlar da vardı.
Đşçi göçünden önce kimya okumak için Almanya’ya gelen ve Germanistik okuyan
Türk - Alman kültürü arasında çok yönlü bir elçi olarak öne çıkan Yüksel Pazarkaya,
adlarına çalıştığı ve konuştuğu göçmen işçiler ile Türk entelektüeli arasındaki ilişkiyi
tanımlamaktadır (Hofmann, 2006: 198). Yüksel Pazarkaya, eserlerini Almanca
yayınlarken “Aras Ören bilinçli bir şekilde Türkçe yazdı, ama yapıtları Almancaya
çevrilerek doğrudan Almanya’da yayınlandı” (Kuruyazıcı, 2001: 18). Almanya’da
Aras Ören denilince “akla ilk gelen Berlin Üçlemesi (Alm. Berlin Trilogie) günümüze
kadar saygınlığını korumuş ve Alman Edebiyat Dünyası’nda önemli bir konuma
sahiptir (Şölçün, 2007; Hofmann, 2006).
Đşçi göçünün ilk yıllarında yazmaya başlayan Türklerin, eserlerinde neden daha çok
Türkçe’yi seçtiklerine dair Yüksel Pazarkaya’nın yorumuna bakalım. “Edebiyat
alanındaki gelişmeler Almanya’daki göç sürecinde yaşanan evreleri izledi. 1961 –
1971 arası geçicilik evresi olarak tanımlanabilir. Bu dönemde Almanya’da yaşayan
Türkler, Almanca bilmiyorlardı, Türkçe tek dilleriydi” (Pazarkaya, 2007).
Yüksel Pazarkaya ve Aras Ören’nin yanı sıra o dönemin önemli yazarlarından olan
Güney Dal, daha çok yabancılık kavramının sınırlarını tanımlamaya çalışmıştır.
Başlangıçta Alman kamuoyuna erişmeyi başaran yazarlar, arabuluculuk işlevini yerine
getirerek, yeni bir edebi kültürün kapılarını açmaya çalışıyorlardı. Yüksel Pazarkaya,
Aras Ören ve Güney Dal, spesifik bir kavram olan yabancılığın sınırlarını her yönüyle
tanımlamaya çalışıyorlardı. Eserleri 70’li yılları şekillendirdi. Güney Dal, bahsi geçen
edebi çalışmaya karşı alaycı tavrını korurken; Aras Ören, hiçbir göçmen yazarın
yapmadığını yaparak, Alman ve Türk toplumunun gerçekliğini dışarıdan ölçecek olan
gerçeğe bağlı dili bulmaya çalışıyordu (Şölçün, 2007: 137).
Yüksel Pazarkaya, Aras Ören, Güney Dal... Kimilerine göre onlar Alman
Edebiyatı’nda yeni bir akımın temelleri atıyorlardı, kimilerine göre onlar Türk
Edebiyatı’nın Almanya’daki temsilcileriydi. Peki herhangi bir ulusal edebiyata dahil
edilmenin kriteri neydi? Vatandaşlık mı, köken mi, yazdığınız dil mi, yoksa
32
yazdıklarınızın içeriği mi? Bu tartışma günümüze değin sürmüştür ve hala
tartışılmaktadır. Bilinen tek bir şey var, onların yazdıkları yabancı topraklarda çalışan
vatandaşlarımızın sesi olmuştur. Yazdıkları eserler, sadece edebiyat alanında değil
diğer disiplinlerde de araştırmalara yön vermiştir. Çoğunluğu profesyonel yazardı ve
yazdıkları dil çoğu zaman Türkçe’ydi.
Acı Çekenlerin Edebiyatı, Konuk Đşçi
Edebiyatı, Yabancılar Edebiyatı, Göçmen Edebiyatı, Kültürlerarası Edebiyat... Bunun
gibi birçok isim ortaya atılmış ve gelecekte de atılmaya devam edecektir. Dahil
edilecekleri edebiyat türleri, onlar için her zaman geçici bir süreç olacaktır.
2.3.2. Yapıtlarda Ele Alınan Konular
Türklerin Almanya’da yazmaya başladıkları ilk dönemlerde, kaleme aldıkları
eserlerinde gurbetteki işçilerin göç sorunları anlatılıyordu. Yazarlar eserlerinde
çektikleri vatan özlemine, karşılaştıkları uyum sorunlarına, huyunu suyunu
bilmedikleri insanlarla bir arada yaşamak zorunda olmalarına, yabancılaşmadan dolayı
içine düştükleri yalnızlıklara yer veriyorlardı. Yazılanların çoğunluğu 70’li yıllarda
işçilerin hayatından yansımalar olduğu için, “daha önceden yazar olsun olmasın Türk
işçiler tarafından ele alınan bu eserler ilk başlarda Acı Çekenlerin Edebiyatı (alm.
Literatur der Betroffenheit)” (Hofmann, 2006: 197) olarak algılandı.
Almanya’daki ilk kuşak Türk yazarların amaçları daha çok gözlemlediklerini diğer
Türk ve yabancı işçilerle, Alman okurlarla paylaşmak, üzerinde yaşadıkları bu yaban
topraklarda kendilerine yabancı gelen her şeyi kaleme almaktı. Buna göre
“Almanya’daki çalışma yaşamının, fabrikadaki ustabaşının, karşılarına dikilen ve bir
türlü akıl erdiremedikleri Alman yasaların, dilini anlamadıkları Alman komşunun
davranışlarının, Almanların uyum beklentilerinin eleştirilmesi yetmişli yılların
konuları arasındaydı” (Kuruyazıcı, 2001: 8).
Gittikleri yer Türk işçilerine tamamen yabancıydı, emrinde çalıştıkları kişilerin çalışma
prensibi kendi ülkelerindekine hiç benzemiyordu, toplumsal yaşantılar tamamen belirli
bir düzen içerisinde işliyordu, muhatap oldukları Almanların kültürleri kendi
kültürleriyle yakından uzaktan ilgili değildi. Onlar Almanların gözünde birer
yabancıydı, Almanlarda onların gözünde. Bu gibi nedenlerden dolayı bir arada hareket
ediyorlar, kendilerini Almanlardan uzaklaştırıyorlar ya da uzaklaşmak zorunda
33
bırakılıyorlar. Bunların hepsi sıla özlemi ile birleşince de eline kalemi alanlar yazıyor,
yazmayanlarda yazılanları okuyordu.
O dönemde yazılanlar, göç ve gurbet temaları ile şekillendiriliyordu. Göç kavramını ve
onun getirdiklerini eserlerinde derinlemesine inceleyen Aras Ören’in daha önceden
Türkçe olarak kaleme aldığı ve daha sonra 1973–1980 yılları arasında Almancaya
çevrilerek yayınlanan ve Berlin Üçlemesi olarak tanınan Was will Niyazi in der
Naunystrasse? (1974), Der Kurze Traum aus Kagithane (1974) ve Die Fremde ist
auch ein Haus (1980) adlı eserleri “Alman Edebiyatı’nda üretici etkisini geliştirmiştir”
(Hofmann, 2006: 197). Aras Ören kaleme aldığı bu eserlerde “Almanya’daki Türk
göçüne ışık tutarak, Berlin/Kreuzberg’de çok kültürlü bir toplum modeli çizmektedir”
(Şölçün, 2007: 145).
O dönemin önemli yazarlarından diğer bir isim olan Bekir Yıldız, 1962 – 1966 yılları
arasında Heidelberg’de çalıştıktan sonra Türkiye’ye döndüğünde, göçmenliğin
kurgusal gerçekliklerini içeren ve Almanya’yı negatif yönüyle resmeden Alman
Ekmeği adlı eserini yayınlamıştır (Şölçün, 2007: 136). Aynı yıllarda çalışmak için
Almanya’ya gelen Fethi Savaşçı ise “geldiği bu yeni ülkedeki gözlem ve yaşantılarını
şiire, öyküye yansıtmıştır” (Pazarkaya, 2007).
Almanya’da ilk edebi etkinliklere başlayan Türkleri izleyen Şölçün’e göre (2007:137)
“bahsi
geçen
dinamik
edebiyat
sürecindeki
değişim
ve
kırılmalar,
göçün
gerçekliğinden gelmektedir. Đlk deneyim ve yaşantılardan gelişen edebi çalışmalar
gösteriyor ki, Almanya’daki Türk edebiyatçıları kendi dönemlerinin vakanüvisleri ve
eleştirmenleri olmuşlardır.” Oysaki Almanya’da yazmaya başlayan Türkler “geldikleri
ülkeye hep yabancı kalmışlar, yabancı gözüyle bakmışlardır. Onlar için göç
kavramından çok gurbet kavramı geçerli olmuştur” (Pazarkaya, 2007).
80’li yıllara gelindiğinde Almanya’daki Türk yazarların ele aldıkları konular da
değişmeye başlamıştı. Özellikle burada doğan ve büyüyen ikinci ve üçüncü kuşaktaki
yazarlar, Alman diline ve edebiyatına karşı diğerlerinden daha farklı ve daha özel bir
ilişki kurmuşlardı (Esselborn, 2007: 19-20).
Almanya’nın kapılarını yabancı işçilere açmasından bu yana, farklı kültürlerden gelen
yazarlar ve onların eserleri ile birlikte Alman Edebiyatı’nda da çok boyutlu bir ortam
34
oluşmuştur. Diğer bir deyişle, son onlarca yıldır Alman Edebiyatı’nda bir çeşitlilik söz
konusudur. Özellikle kültür şokunu, yabancılığı yaşamış, yeni bir kimlik arayışı
içerisinde olan farklı kültürel ve dini değerlere sahip yabancı kökenli yazarlar, Alman
dilinde ve Almanca konuşulan kültürel ortamlarda edebi bir tartışma başlatmışlardır.
Bu edebi tartışma Alman Edebiyatı için yeni vurgular oluşturmaktadır (Ackermann,
2002: 147).
Çoğunluğu burada doğan veya büyüyen ikinci ve üçüncü kuşaktaki genç yazarlar
Almanca yazıyorlardı. “Çeşitli dergilerde yayınlanan ilk eserlerinde ele aldıkları
konular kimlik arayışı, vatansızlık, kararsızlık gibi kendi nesillerini ilgilendiren
sorunlardı” (Şölçün, 2007: 140).
O dönemlerde siyasi nedenlerden dolayı Türkiye’den Almanya’ya gelen Fakir
Baykurt, Aysel Özakın, Emine Sevgi Özdamar gibi yazarlar, eserlerinde göç
kavramının yanında, o dönemlerde Türkiye’deki siyasi hareketliliğe de ayna
tutmuşlardır.
Diğer yandan günlük yaşamda Almanya’da, özellikle 80’li yıllarda
ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, çoğunlukta da Türk düşmanlığı baş göstermeye
başlamıştır. Bu oluşuma karşı Türk yazarların önemli edebi çalışmaları olmuştur
(Şölçün, 2007: 141).
80’li yıllarda Türk yazarların ele aldıkları konular değiştiği gibi, edebi alandaki
üretimlerinde de bir profesyonel eğilim görülmeye başlandığı görülmektedir.
Yazdıklarını derleyip yayınlamak için kendi aralarında yayın evleri bile açmışlardır.
Bu yayınevlerine örnek olarak 1975–1980 yılları arasında Stuttgart’ta, 1980 itibariyle
de Berlin’de faaliyetlerini sürdüren Ararat Verlag, 1982’den beri Frankfurt’ta Dağyeli
Verlag, 1989–1995 yılları arasında Berlin’de, 1995’ten itibaren Münih’te faaliyetlerine
devam eden Babel Verlag gösterilebilir (Chiellino, 2007:463).
Bugün gelinen noktada Türklerin izleri, Almanya’daki yaşamın her köşesinde
görülmektedir. Sanat, sinema, eğitim, edebiyat, tiyatro, spor, çalışma yaşamı, siyaset
gibi alanlarda Almanya’da yaşayan Türkleri görebilirsiniz. Hatta okuldaki ders
kitaplarında bile orada yaşamını sürdüren Türk kökenli edebiyatçıların yazılarını
bulabilirsiniz.
35
BÖLÜM
3:
ALMAN
EDEBĐYAT
DÜNYASININ
KÜLTÜRLERARASI EDEBĐYAT’A BAKIŞ AÇISI
Zaman içerisinde yazarların eserlerinde dile getirdiklerine, farklı bir bakış açısıyla
bakılmaya başlanması, yazarların yabancı olmasından çok, farklı kültürlerin
temsilcileri olarak ön plana çıkmaları ve ara mekanda edindikleri deneyimleri
eserlerine taşımaları, “Kültürlerarası Edebiyat kavramının kullanılmasının haklılığını
göstermektedir” (Hofmann, 2006: 201).
Kültürlerarası Edebiyat nedir? Almanya’da Kültürlerarası Edebiyat kavramını
gündeme taşıyanlar kimlerdi ve böyle bir şeye neden gerek duydular? Kültürlerarası
Edebiyat’a dahil edilecek eser veya yazardan ne gibi kriterler beklenir? Edebiyat ile
kültürlerarasılığın ilişkisi nedir? Yabancı kültürlerin anlaşılmasında edebiyat etkili bir
araç mıdır? Bu süreçte yazar ve eseri ne gibi roller üstlenir? Kültürlerarası Edebiyat
kavramıyla ilk defa yüz yüze gelecek olan biri için, kafasında belirecek bu sorulara
kısa da olsa cevap vermeye çalışacağım.
3.1. Kültürlerarası Edebiyat Kavramının Açılımı
20. yüzyılın son yıllarında, özellikle Avrupa’da refahı yüksek olan ülkelerde, dışarıdan
gelen etkiyle toplum içerisindeki kültürel sınırların giderek zayıflamaya başlamasıyla
birlikte kültürlerarasılık, çok kültürlülük veya trans-kültürlülük kavramlarının
gelişmesine ve bilimsel çalışmalarda sık sık kullanılmaya başlanmasına neden olur.
Önceleri edebiyat ile bağdaşlaştırılmasa da, bu dönemde “içerisinde kültürlerarasılık
olan bir edebiyatın varlığından söz edilebilir olmuştur” (Esselborn, 2007: 19).
O güne kadar Almanya’da edebi alanlarda düzenlenen bilimsel toplantılarda üzerinde
tartışılmaya gerek duyulmayan yabancılık konusu, 1990 yılında Tokyo’da, Yabancıyla
Karşılaşma sloganıyla gerçekleşen 8. Uluslararası Germanistler Kongresi’nde ele
alınmıştır. Almanya’da edebiyat alanında yabancının varlığının kabul edilmesinin
ardından Bernd Thum, 1991 yılında düzenlenecek olan GIG – Kongresi’nde
Kültürlerarası Edebiyat ve Almanya’da çok kültürlü toplum gibi konulara değinecektir.
36
Öte yandan edebiyat içerisinde gün geçtikçe alanını genişleten yabancı kültürlerden
dolayı
Walter
Schmitz,
Alman
Edebiyatı’nın
kültürlerarasılık
boyutunu
canlandırabilmek amacıyla, Germanistik için kültürlerarasılık kavramını öneri olarak
sunar (Esselborn, 2007: 19).
Đlk olarak Thum ve Schmitz’in gündeme taşıdığı edebiyatın kültürlerarasılık boyutu,
zaman içerisinde birçok taraf toplayarak, “kültürlerarası anlaşmazlıklar üzerinde duran
aktif bir edebiyat mevcudiyeti, herkes tarafından kabul görmeye başlamıştır” (Becker,
2007: 1). Becker, Kültürlerarası Edebiyat’ı Göçmen Edebiyatı’na dayandırmaktadır.
Ona göre Kültürlerarası Edebiyat, “önceleri Göçmen Edebiyatı olarak anılan edebiyat
türünün, kültürlerin çeşitliliğinin öne sürülmesi ve bu süreç içerisinde mekansal –
zamansal koordinatların da dikkate alınmasıyla ortaya çıkmıştır” (Becker, 2007: 3).
Kültürlerarası Edebiyat hakkında Becker ile paralel görüşlere sahip olan Chiellino
“Kültürlerarası Edebiyat’ın başlangıcının göçmen azınlıklara dayandığını, farklı
kültürleri kapsayan ve içerisinde birçok dili barındıran edebi bir akımdan söz
edilebileceğini” (Chiellino: 2007: 51-52) dile getirmiştir. Esselborn ise, Kültürlerarası
Edebiyat’tan bahsederken “Kültürlerarası Edebiyat kavramının, Kültürlerarası
Germanistik ve onun edebi nesneler, özellikle de Göçmen Edebiyatı üzerine yapılan
tartışmalar ışığında geliştiğini” (Esselborn, 2007: 10) belirtmiştir.
Peki, Kültürlerarası Edebiyat yazarlarının arka planında her zaman göçmenlik mi
yatar? Ya da göçmenlik konusu daha çok eserlerinde mi geçer? Stratthaus,
“Kültürlerarası Edebiyat kavramının, arka planında göçmenlik olan yazarların edebi
ürünlerine yönelik bir üst kavram olarak kullanıldığını” (Stratthaus, 2005: 24) dile
getirmektedir. O zaman bir Alman yazar olan ve anne babası da birer yazar olan “Sten
Nadolny’nin Selim oder die Gabe isimli eseri, ya da Barbara Frischmuth’un Die
Schrift des Freundes isimli eseri” (Becker, 2007: 1), içeriğinde farklı bir kültürden
bahsettiği için Kültürlerarası Edebiyat’a dahil edilemez mi?
Bir yazarın veya eserin kültürlerarası edebiyata dahil edilirken hangi faktörlerin göz
önünde bulundurulduğuna dair bulgularımı, ileriki sayfalarımda, 3.3. nolu başlık
altında değinmeye çalıştım. Yukarıdaki örnekleri burada vermemin tek sebebi,
Stratthaus’un Kültürlerarası Edebiyat kavramıyla yaptığı kesin ve net açıklamasıdır.
37
Oysa Becker, Esselborn ve Chiellino’nun yukarıda değindiğimiz görüşlerini göz
önünde bulundurduğumuzda, arka planında göçmenlik olmayan yazarların kaleme
aldığı
eserlerinin
Kültürlerarası
Edebiyat
içerisinde
anılamayacağını
belirtmemektedirler.
Esselborn, Kültürlerarası Edebiyat’ı tanımlarken, dikkatleri kültürlerarasılık kavramına
çekmektedir. Ona göre kültürlerarası ve kültürlerarasılık kavramlarıyla, birbirinden
farklı ve birbirine yabancı olan iki veya daha fazla kültür arasında aracı veya kesişme
durumları kastediliyorsa; Kültürlerarası Edebiyat, farklı kültür ve edebiyatların etkisi
altında oluşmakta ve değişim, karışım ve buna benzer olgulara bağlıdır (Esselborn,
2007: 10).
Kültürlerarası edebiyatın temelini oluşturan edebi olgu, geçmişte Almanya’da farklı bir
ad ile anılmış olsa bile, en az iki kültür ortamından etkilenen bakış açısıyla yazarlar
tarafından
yapılan
edebiyatın,
günümüzdeki
adı
Kültürlerarası
Edebiyat’tır.
Kültürlerin sentezi olarak da görülen Kültürlerarası Edebiyat, Esselborn’un da
belirttiği gibi farklı edebiyatların, yani farklı uluslara ait edebiyatların bileşenidir
(Wikipedia, 2007).
Almanya’da Kültürlerarası Edebiyat’ın gündeme taşınması ve kendine sağlam bir
zemin edinmiş olması, farklı kültürlerin bakış açılarıyla şekillenen edebi alanın
tanımlanmasında, önceden kullanılan kavramların yetersizliğinin büyük bir payı
mevcuttur. Kürselleşme ile birlikte, günümüzde toplum içerisinde yer alan yabancılara
karşı şekillenen ve daha duyarlı bir hal alan bakış açısı da, Kültürlerarası Edebiyat’ın
yaygın olduğu kesimler tarafından tanınmasını sağlamıştır.
3.2. Kültürlerarası Edebiyatın Önemi
Gelişmiş ülkelerde toplumların çok kültürlü yapısı, zaman zaman sorunların
oluşmasına, toplum içerisinde yabancı olan kesimin anlaşılmamasına yol açmaktadır.
Okulda, evde, iş yerinde ve daha birçok alanda, kültürel farklılıklardan dolayı oluşan
sorunlara çözümler bulmak amacıyla, en başta devlet yönetimi olmak üzere, devlete
bağlı olan ya da olmayan birçok kamu veya özel kuruluşun çeşitli çalışmaları
mevcuttur.
38
Bahsi geçen sorunların çözülmesinde kullanılan araçlardan biri de edebiyattır.
Edebiyat sayesinde oluşturulan kurgusal dünyalarda, bize yabancı gelen kültürler
içerisinde gezinebiliyor, onların bakış açısıyla olaylara yaklaşabiliyoruz. “Başkalarını
anlamak için, kendimizi onların yerine koymalıyız ki, dünyayı onların gözleriyle
görebilelim. Bahsi geçen bu yetenek, hem edebi algılama, hem de kültürlerarası
algılama açısından merkezi bir öneme sahiptir” (Bredella, 2007: 39). Kültürlerarası
Edebiyat, bahsi geçen bu imkanı bize sunabilen en aktif araçtır.
Kültürlerarası Edebiyat, yakından tanımaya fırsatımız olmadığı ya da fırsatımız olduğu
halde karşımızdakinin bakış açısını yakalayamadığımız için, anlayamadığımız, bize
yabancı
gelen
birçok
şeyi
anlamamızı,
onları
tanımamızı
sağlamaktadır.
“Kültürlerarası Edebiyat, farklı kültürlerin etkisi altında oluştuğundan ve bu farklı
kültürlere bağlı olduğundan, bu edebiyatı tasvir eden özelliklerin de kültürel
çeşitliliğini ve birbirlerine olan bağlarını görebiliyoruz” (Becker, 2007: 201).
Kültürlerarası Edebiyat, çok kültürlü toplumlarda yer alan etnik grupların durumlarıyla
ilgili toplumsal fikir ve algılara da katkıda bulunabilir. Edebi metinlerde sunulan
yabancının bakış açısından hareketle yabancılık deneyimlerini duyarlı hale
getirebiliriz. Ulusal kimlik ve kültürel homojenlik birer sorun olarak gündeme
getirebilir, trans-kültürel yaşam planlamalarını ve kimlikleri ortaya koyabilir,
kültürlerarası yetki ve aktif eğilimler teşvik edebilir ve yeni bir kozmopolit olguya
katkı sağlayabiliriz (Esselborn, 2007: 23).
Şu ana kadar Almanya’da farklı kültürlerin etkisi altında şekillenen ve her dönem
farklı isimlerle anılan edebiyat türü, her dönemde Alman Edebiyatı’nın dışında
tutulduğu için, küçük bir edebiyat olarak varlığını sürdürmüştür. Günümüzde
Kültürlerarası Edebiyat için aynı sözleri kullanamayız. Çünkü Kültürlerarası
Edebiyat’ın Almanya içerisinde şu ana kadar göstermiş olduğu gelişme, küçük bir
edebiyattan söz edilemeyeceğinin en büyük kanıtıdır (Chiellino, 2007: 62). Öte
yandan, diğer modern toplumlarda olduğu gibi Almanların da son zamanlarda önem
verdiği kültürlerarası diyalogun gelişmesinde, Kültürlerarası Edebiyat’ın da katkısı
bulunmaktadır.
39
Almanya’da yeni filizlenen ve gelişimini tamamlama yolunda hızla ilerleyen
Kültürlerarası Edebiyat’ın gelecekteki konumuna değinen Chiellino’ya göre, eski ve
yeni nesil yabancı kültürlerden gelen ve kültür ötesi bir edebiyatı kendi estetik meydan
okumaları olarak algılayan yazarlar, eserlerini Almanca ve diğer dillerde yazacaklardır.
Almanya’da yapılan edebiyat, bahsi geçen bu yazar ve eserler sayesinde 21. yüzyılın
başında dünya edebiyatına giden yolda hazır olacaktır (Chiellino, 2007: 62).
3.2.1. Yabancı Kültürlerin Anlaşılmasında Edebiyatın Rolü
Kültürlerarası Edebiyat’ın önemine değinirken, çok kültürlü toplumlarda meydana
gelen
sorunların
çözümlenmesinde
edebiyatın
da
önemli
bir
araç
olarak
kullanılabilecektir. Her ne kadar yabancı kültürlerin anlaşılmasında edebiyatın rolü
olsa
bile,
yabancı
kültürlerden
gelen
yazarların
eserlerinin
üstlendiği
kültürlerarasındaki aracılık fonksiyonu hafife alınmaktadır. Kültürlerarası diyalogun
arttığı bu dönemde, edebiyatın rolünün belirlenmesi gerekir (Becker, 2007: 3).
Yabancı olarak nitelediğimiz karşı kültüre özgü olan ve bizim kültürümüzde hiçbir
zaman yer almayan olayları anlayabilmek için edebiyatı kullanabiliriz. Çünkü
edebiyat, “bir kültürün fenomenlerini ve süreçlerini yansıtabilecek kabiliyete sahiptir.
Kültürlerarası süreçler, yalnızca motif olarak değil, eleştirel bir yansıtmayla edebiyatta
yerini alacaktır” (Hofmann, 2006: 14). Örneğin bir Alman, bizim kültürümüzde yer
edinmiş
olan
töre
cinayetlerini
algılayabilmek
için
edebiyat
ürünlerinden
faydalanabilir. Verdiğim somut örnekte de görüldüğü gibi, “yabancı kültürlerin
anlaşılmasında edebiyatın çok önemli bir rolü vardır. Okur yabancı kimliklere
bürünerek, varsayımsal olarak yabancıların bakış açısını üstlenmektedir” (Hofmann,
2006: 39).
Becker’a göre (2007: 223) “yabancıların eylem ve düşüncelerini gözler önüne seren
edebiyat,
kendi
kültürümüz
ile
yabancı
kültürler
arasındaki
farkları
da
belirginleştirmektedir”.
Edebiyat, yabancıyı bize tanıtırken yeni bir kimlik oluşturduğunu söylersek yanılmış
oluruz. Çünkü kimlik belirlemeyen edebiyat, yansıtıcı mekanlar oluşturmaktadır.
Gerçekliği başkalarına göstererek, ampirik gerçekliğin yabancı olarak algılandığı
40
kurgusal dünyaları tanıtarak, yabancıyla uygun bir ilişki ortamı ve kültürlerarası
konumu yansıtma imkanı sunar (Hofmann, 2006: 14).
Yabancının anlaşılmasında kullanılan edebiyatın elde ettiği bulgulardan yola çıkılarak,
edebiyatın kültürlerarası bir potansiyele sahip olduğunu dile getirebiliriz. Edebiyat,
kültürel örnekler içermekte ve bunların tanıtılmasında aracı olmaktadır. Diğer bir
ifadeyle, mevcut olan kültürel yabancılık bu sayede ortadan kalkmakta ve kültürel
farklılıkların duyarlı kılınmasında yardımcı olmaktadır (Hofmann, 2006: 55).
Kültürlerarasılığın anlaşılmasında Hofmann gibi edebiyatın rolüne değinen Becker,
eser içerisinde yer alan kurgusal olayları birer resme benzetir. Becker, edebiyatta
“yabancı dünyalara ait resimlerin sunulduğu ve yabancı perspektifleri içeren edebi
metinlerin, kültürlerarası kompetansın gelişmesinde çok önemli bir rol oynadığını”
(Becker, 2007: 3) belirtmektedir. Edebiyat sayesinde yabancı bir kültürün geçmişinden
kesitler alınabilir, onların siyasi ve sosyal ilişkileri hakkında fikirler edinebiliriz.
Ayrıca edebiyatın
“kültürlerarası
duyarlılığın
gelişiminde rol
alması,
onun
kültürlerarası yeterliliğin gelişiminde de önemli bir araç teşkil etmesini” (Becker,
2007: 224) gözler önüne sermektedir.
Edebiyatı bir sismografa benzeten Irmgard Ackerman’a göre de edebiyat, toplumun
kendisinden önce gelişme gösteren diğer toplumsal alanlarda olduğu gibi, yüzeyin
altında hangi hareketlerin ve gelişmelerin olduğunu ve gelecekte ne gibi eğilimlerin
olacağını gösteren bir rol üstlenmektedir (Ackermann, 2002: 147).
Yabancıyla olan karşılaşmamızda, onların yaşamlarını, kültür ve geleneklerini,
dünyaya olan bakış açılarını kavrayabilmek, onları yakından tanımak, kendimizi
onların yerine koyabilmek için gerekli alanlardan biri de edebiyattır. Kültürlerarası
duyarlılığın gelişiminde aktif rol üstlenen bir alandır.
3.2.2. Yazar ve Eserinin Üstlendiği Görevler
Hiç kuşkusuz edebiyatın iki büyük temsilcisi vardır: Biri yazar, diğeri de yazar
tarafından kaleme alınan eseridir. Kültürlerarası Edebiyat’ın yazarı da, aktif olduğu
sınırlar içerisinde çoğu zaman farklı kökenlere sahiptir. Dışarıdan gelen bir bakış
açısıyla gözlemlediklerini eserlerinde yorumlamaktadır. Bu durumda “eserler, yabancı
41
kültürlere ve bu kültürlerin izlenebileceği bakış açısına giriş sağlamaktadır” (Becker,
2007: 223). Diğer bir ifadeyle, Kültürlerarası Edebiyat’ın yazarları tarafından kaleme
alınan eserler, birden fazla kültürün etkisi altında biçimlenir.
“Kültürlerarası Edebiyat’ın temsilcileri olan ve arka planlarında göç olgusu taşıyan
yazarlar, birer kültür aracısıdır” (Stratthaus, 2005: 30-31). Stratthaus, yazarların farklı
kültürler arasında aracılık görevini üstlendiklerini belirtirken, örnek olarak da Türk –
Alman kültürü arasında aracılık rolünü üstlenen yazarlardan biri olan Yüksel
Pazarkaya’yı göstermiştir.
Çok kültürlü toplum yapısı içerisinde oluşan sorunların çözülmesinde ve kültürel
farklılıklara karşı duyarlılığın gelişiminde etken olan Kültürlerarası Edebiyat, bu aktif
rolünü içinde barındırdığı yazar ve onun eserlerine borçludur. “Kültürlerarası sınırların
aşılması sırasında meydana gelen sorunlardan bahseden Kültürlerarası Edebiyat’ın
yazarı, bizzat kendileri kültürel sınırları aştığı için, meydana gelen sorunları da en iyi
kendileri yorumlayacaktır” (Stratthaus, 2005: 158). Farklı bir kültürel arka planı olan
yazarın, yaşadığı kültür şoku ve yabancılık ile ilgili deneyimleri, onun eserlerinde de
yer almaktadır.
Kültürlerarası Edebiyat’ta yazar ve eserinin rolü tanımlanırken, “yazar bir çeşit zaman
tanığı olarak kabul edilir. Yazarın kaleme aldığı metinlerin kurgusal olmasına rağmen,
tarihi ve/veya sosyal bir arka plan sergilediklerinden dolayı birer belge niteliği
taşımaktadır” (Stratthaus, 2005: 110).
Kültürlerarası Edebiyat’ın yazarları, içerisinde yaşadıkları toplum ile o topluma daha
sonradan dahil olan ve bu aşamadan itibaren toplum yapısının şekillenmesinde payı
olan yabancı kültür arasında “gidip geldikleri için melez yazar olarak” (Allgaier ve
diğ., 2007: 158) da görülebilirler. Bahsi geçen yazarların eserlerinde ele aldıkları
“kültürlerarası konuların analizinde iki alan baş göstermektedir: Birincisi, yabancı
kültürlerdeki yaşamları güvenilir gösteren metinler, ikincisi ise farklı kültürlerin bir
arada yaşamasının sorunlarını gözler önüne seren metinlerdir” (Allgaier ve diğ., 2007:
162).
42
3.3. Kültürlerarası Edebiyata Dahil Olmak Đçin Belirleyici Olan Etkenler
Almanya’da, yabancı kökenlere sahip olan yazarların ve eserlerinin sınıflandırılması
hakkında her zaman tartışmalar olmuştur. Çoğu zaman bu tartışmalar sonuçsuz kalmış
veya bu konu hakkında yeni tartışmaların başlamasına eden olmuştur. Benzer durum
Kültürlerarası Edebiyat için de geçerlidir. Kültürlerarası Edebiyat’a dahil edilecek olan
yazarın veya eserin neye göre seçileceği üzerinde çok tartışılmıştır.
Önceleri yazarın kökenine göre sınıflandırmalar yapılıyordu. Buna göre yazar hangi
kökenden geliyorsa, o kökenin ulusal edebiyatına bağlıdır. Ama aynı durum farklı bir
kökenden gelip de eserini Almanca yazan bir yazar için geçerli midir? Örneğin Emine
Sevgi Özdamar, kendisi Türk kökenli olmasına rağmen, eserlerinin dili Almancadır.
Eserlerinde kullandığı üslup, başta Almanya’da olmak üzere dünyanın birçok yerinde
araştırma konusu olmuştur. Eserlerinde hep Türkiye ile Almanya arasında gidip
gelmektedir. Kendisi Almanya’da yaşamakta, eserlerini burada kaleme alıp burada da
yayınlatmaktadır. Buna rağmen “2002’de yapılan Avrupa Yazıyor (Alm. Europa
schreibt) isimli sempozyumda, Emine Sevgi Özdamar yine Türk Edebiyatı’nın
temsilcisi olarak anılıyordu. Bu örnek, bir yazarın kökeni ve dahil edileceği ulusal
edebiyat arasındaki bağlantı üzerinde ne kadar az durulduğuna dair diğer örneklerden
sadece biri” (Stratthaus, 2005: 153).
Yukarıdaki örnekte yazarın bağlı bulunduğu ulusal edebiyat, yazarın kökenine göre
belirtilmiş olsa da, o Almanya’da Kültürlerarası Edebiyat’ın bir temsilcisi olarak
görülmekte, eserleri de Alman Edebiyat’ına dahil edilmektedir. Peki Kültürlerarası
Edebiyat’a dahil edilmek için ne gerekmektedir? Stratthaus, bir yazarı veya metni
Kültürlerarası Edebiyat sınıfına sokarken “ilkin yazarın biyografisini, daha sonra ise
yazdıkları metinlerde kullandıkları konuları temel argüman olarak kabul etmektedir”
(Stratthaus, 2005: 25).
Yazarın biyografisinde en başta göç varsa, yani farklı bir kültürden geliyor ise, o yazar
Kültürlerarası Edebiyat’a dahil edilmektedir. Çünkü bu yazarın sahip olduğu bakış
açısı, onun eserinde kültürel farklılıklardan söz etmesini sağlayacaktır. Kültürlerarası
Edebiyat’a dahil edilen ve eserlerinde göç olgusunu işleyen yazarlardan bazılarının
göçmenlik deneyimi bulunmamaktadır. Biyografi ve malzeme, şu ana kadar
43
Almanya’da bir yazarın ve eserlerinin Kültürlerarası Edebiyat’a dahil olabilmek için
kabul gören en önemli özelliklerdir (Stratthaus, 2005: 36).
Öte yandan “Kültürlerarası Edebiyat’a, sadece arka planlarında göçmenlik olan
yazarların yazdığı metinler dahil edilmemelidir” (Stratthaus, 2005: 248). Alman
kökenli olup da eserlerinde yabancıya yer veren, kültürlerarası farklılıkları ele alan
yazarlarda mevcuttur. Sten Nadolny’nin Selim oder die Gabe ya da Barbara
Frischmuth’un Die Schrift des Freundes isimli eserleri bunlara örnektir. Her iki yazar,
bahsi geçen eserlerinde yabancı karakterler canlandırdığından, kültürlerarası imgelere
yer verdiklerinden, yazarlar değil ama eserleri Kültürlerarası Edebiyat’a dahil
edilmektedir.
Kültürlerarasılık potansiyeli olan her metnin/eserin Kültürlerarası Edebiyat’a dahil
edildiği yukarıda yer verdiğim görüşlerden anlaşılmaktadır. Peki bir metnin/eserin
kültürlerarasılık potansiyeli olduğu nereden anlaşılır. Bu konu hakkında Aglaia
Blioumi bir model geliştirmiştir. Blioumi’nin geliştirdiği bu model, Kültürlerarası
Edebiyat’a dahil edilecek metnin/eserin hangi özelliklere sahip olması gerektiğini bize
göstermektedir.
1. Dinamik bir kültür kavramı
2. Özeleştiri (diğer bir ifadeyle kendi kültürlülüğün yansıması)
3. Melezlik
4. Đkili bakış açısı, yani bakış açılarının değişken yansımaları, diğer bir ifadeyle
çoklu bakış açısı (Alm. doppelte Optik) (Blioumi, 2002: 30).
Yazarın kültürel arka planı ve biyografisi, eserin ise kültürlerarası konulara yer
vermesi, onları Kültürlerarası Edebiyat’a dahil etmektedir. Peki, bir yazarın kültürel
arka planı ve biyografisi ile ne atlatılmak istenir, ya da eserin sahip olması gereken
kültürlerarası potansiyel tam olarak nedir? Bu sorunun cevabını, yukarıda belirtilen
ifadelerden yola çıkarak, aşağıda maddeler halinde belirtebiliriz:
44
“Yabancı mekanlara yapılan zorunlu ya da gönüllü göç, sürgün;
Farklı kültürlerin ara mekanlarında, azınlıkların oluşturduğu mekanlarda ya da
sınır mekanlarda yaşamak;
Küreselleşmenin merkezinde yaşamak, yazarın kültürel arka planını ve
biyografisini kültürlerarasılık kazandırır” (Esselborn, 2007: 11).
Kültürlerarası edebiyatta metnin çözümlenmesi için yazarın kültürel arka planı ve
biyografisi, etnik toplumun sosyal yapısı dikkate alınır. Bunlar Kültürlerarası
Edebiyat’a dahil olan metnin konusunu belirler (Stratthaus, 2005: 107).
3.4. Kültürlerarası Edebiyat’ın Alt Kategorisi: Türk-Alman Edebiyatı
Adından da anlaşılacağı gibi, Almanya’da ya da almanca konuşulan diğer ülkelerde
Türk kökenli olup da Almanca yazan yazarların ve eserlerinin sınıflandırıldığı edebiyat
türüdür. Türk – Alman Edebiyatı, Kültürlerarası Edebiyat’ın bir alt başlığı olarak
incelenmektedir. Gerek Türkiye’de olsun, gerek Almanya’da olsun Türk – Alman
Edebiyatı, bu iki ülkenin ulusal edebiyatlarında ayrı ayrı yerlere sahiptir. Bu edebiyat
türünün bu şekilde anılması, tamamen yazarın kökeni ve eserlerinde kullandığı dilin
almanca olmasından kaynaklanır. Türk – Alman Edebiyatı’nın yanında Arap – Alman
Edebiyatı, Rus – Alman Edebiyatı, Yunan – Alman Edebiyatı, Đtalyan – Alman
Edebiyatı ve daha birçok tür, Kültürlerarası Edebiyat altında incelenmektedir.
Yukarıda yazarların kökenlerine göre saydığım bu edebiyatlar arasında Almanya’da en
çok geçerliliğe sahip olanı Türk – Alman Edebiyatı’dır. 1991 yılında Emine Sevgi
Özdamar’a verilen Ingeborg Bachman ödülü, Türk – Alman Edebiyatı’nın Alman
Edebiyatı içerisinde yerini sağlamlaştırdığına dair sembolik bir işarettir (Hofmann,
2006: 199). Emine Sevgi Özdamar gibi, Türk – Alman Edebiyatı içerisinde yer alan
diğer bazı yazarların da ödülleri mevcuttur. Bunlardan biri de senarist ve yönetmen
olarak Almanya’da yerini sağlamlaştıran ve Türk – Alman Edebiyatı’na dahil edilen
Fatih Akın’dır. Fatih Akın’ın 2005 yılında Berlin Film Festivali’nde Duvara Karşı
isimli filmiyle aldığı Altın Ayı Ödülü, Türk – Alman Edebiyatı’nın Almanya’daki
vazgeçilmez konumunu gözler önüne sermektedir.
45
Türk – Alman Edebiyatı’nın bugün geldiği noktada ise, “karşılaşan kültürler nedeniyle
kültürlerarası diyalogun deney alanına dönüşmüş biçimidir. Türk – Alman Edebiyatı
sayesinde,
Alman
toplumunun
gerçekliğine,
dışarıdan
bir
bakış
açısıyla
bakılabilmektedir” (Hofmann, 2006: 195). Türklerle karşılaşan Almanların, Türkleri
daha yakından tanıyabilmeleri, onları anlayabilmeleri için Türklerin bakış açılarını
edinmeleri gerekir. Bunun en kolay yolu da Türk – Alman Edebiyatı’ndan geçer.
Türk – Alman Edebiyatı, Almanya’da yaşayan Türklerle ilgili toplumsal tartışmalara
eşlik edebilecek ve onlara yön verebilecek düzeydedir. Geçmişten günümüze kadar
Almanya’da yaşayan ve eserlerinde yazı dili olarak Almanca kullanan Türk kökenli
yazarlarımızın tamamı Türk – Alman Edebiyatı çatısı altında yer almaktadır. Bahsi
geçen bu yazarlara ait olan eserlerde, özellikle de son dönemlerde çıkanların
eserlerindeki yansımalar, Almanya’daki tartışmalara yön verebilecek niteliktedir.
Bugün Almanya’da, Türk – Alman Edebiyatı’nda adı altında geçen 170 üzerinde yazar
bulunmaktadır. Bunlar arasında roman yazarı, tiyatro ve/veya film senaryosu yazarı,
şair v.b. yer almaktadır. Günümüzde bunlar arasında en çok tanınanları Emine Sevgi
Özdamar, Feridun Zaimoğlu ve Fatih Akın’dır.
46
BÖLÜM 4: TÜRK – ALMAN EDEBĐYATINDAN ÖRNEKLER
4.1. Kanak Kültürünün Yaratıcısı: Feridun Zaimoğlu
Almanyalı Türklerin Malcom X’i olarak tanınan Feridun Zaimoğlu, Türk – Alman
Edebiyatı’nın önde gelen temsilcilerinden sayılmaktadır. O “Almanya’da yaşayan
Türkler için bir idol, hip hop kültürüyle haşır neşir olanların, kimlik kavgasıyla
takıntılı çevrelerin kült ismi” (Arna, 2005) olarak tanınmaktadır. Zaimoğlu, 1995
yılında toplumun kenarına itilmiş olan 24 Türk genci ile yaptığı söyleşileri Kanak
Sprak isimli eserinde toplamıştır. Kendi tabirleriyle Kanak dili olarak adlandırılan
Almanya’da yaşayan Türk gençlerinin argo içerikli sokak dilini olduğu gibi eserine
aktaran Zaimoğlu, bu çalışmasıyla edebiyat dünyasının gündemine oturarak,
Almanya’daki kültür tartışmalarında yerini almıştır.
Zaimoğlu, “sınırlar üzerinden insanlara atfedilen, deyim yerindeyse beşik kertmesi
kimliklerin ötesinde bir biraradalık olarak nitelendirilen Kanak Attak” (www.kanakattak.de; 1998) oluşumunun kurucuları arasında yer almaktadır. Bu çalışmanın yanında
okuma günleri, röportajlar, film gibi yapmış olduğu diğer faaliyetler sayesinde
Zaimoğlu, alışılmışın dışında bir etki sağlayarak gündeme gelmiştir (Esselborn, 2007:
20).
Birçok Türk kökenli yazar gibi Zaimoğlu’da, eserlerinde yabancılığı içten dışa, diğer
bir deyişle kendi deneyimlerini yabancının penceresinden okurlarıyla paylaşır.
Eserlerinde daha çok Almanya’da doğup büyüyen, iki kültür arasında sıkışıp kalan ve
yaşantılarından dolayı toplumun kenarına itilen Türk gençlerinin hayatlarını
yansıtmaktadır.
Daha önceki Türk kökenli yazarlar gibi Zaimoğlu da göçmenlerden, konuk işçilerden
ve en çok da onların çocuklarından bahsetmektedir. Fakat diğerlerinin aksine kendini
sert bir üslupla ifade ederek, gençlerin başkaldırışlarını, toplum içerisinde
karşılaştıkları olumsuzluklara karşı olan tepkilerini olduğu gibi yansıtmaktadır. O hiç
kimsenin cesaret edemediği, Kanak gibi sokaktan gelen sloganları eserlerinde
işleyebilmektedir. Eserlerinde kullandığı dil ve biçim, kendisinden önceki yazarların
47
eserlerinde kullandığı dil ve biçimleriyle örtüşmemektedir. Zaimoğlu, edebiyatın
evrensel anlayışıyla geleneksel ve modern arasındaki sınıflandırmaların dışında
kalmayı başarmıştır. Toplumsal sorunlarla cebelleşen insanlara uzattığı mikrofonla
sorunları ve yaşam anlayışlarını kendi ses tonlarıyla kaydeden yazar, bu yaklaşımıyla
diğer yazarlardan ayrılmaktadır
(Can, 2007: 72). Eserlerinin işleyiş ve yansıtma
biçimiyle diğer Türk kökenli yazarlardan tamamen ayrılan Zaimoğlu, Almanya’daki
eleştirmenler tarafından nasıl algılandığını şu sözleriyle belirtmektedir:
“Alman eleştirmenler yazdıklarımla ilk karşılaştıklarında resmen şok geçirdiler.
Bu yazar oryantal bir Almanca kullanıyor dediler. Almanca yazıyorum ama
alaturka edebiyat yapıyorum... Gelecekte de yaramaz kitaplar yazacağım. Yaşam
yaramaz çünkü. Uslu kitaplar hayatı anlatmaz, anlatamaz. Vay Almanya'nın
haline. Bu daha başlangıç!.. Türk hamurum olmasaydı ben bu kitapları
yazamazdım” (Can, 2007: 81).
Zaimoğlu edepsiz, küfürlü ve pornografik içerikli kitaplar yazdığı için, Alman basını
tarafından ‘edepsiz edebiyatçı’ olarak anılmaktadır. Gelecekte de yazacağı kitaplarında
edepsizliğinden taviz vermeyeceğini ve yaramaz kitaplar yazmaya devam edeceğini
belirtmektedir. Çünkü ona göre hayatın kendisi yaramaz. Uslu kitapların da hayatı
anlatmadığını, anlatamayacağını savunmaktadır (Arna, 2005).
Çok kültürlülüğü savunan idealistler, toplum içerisinde var olan çirkin söz ve
düşünceleri görmezlikten gelerek uydurmuş oldukları kültürel birleşme masalından
bahsederken, Zaimoğlu direkt ve sert bir üslupla Kanak’ın etnik hayvanat bahçesinin
güvenilmez bir üyesi olarak gündeme getirildiğini belirtmektedir (Wertheimer, 2002:
131). Bu nedenle çok kültürlülük adı altında Almanya’daki Türklere yönelik
asimilasyon çalışmalarına sonuna kadar direnerek, Kanak sözcüğünün anlamının
olumlu yönde değiştirilmesi için çaba sarf etmiştir. Kendisini Almanya’da yaşayan
Türklerin bir temsilci olarak gören Zaimoğlu, yaptığı bu çıkışlar sayesinde, “Alman
politikasındaki çok kültürlülük tartışmalarını ateşlemiştir” (Blumentrath ve diğ., 2007:
72).
Zaimoğlu’nun günümüze kadar kaleme aldığı eserler, edebiyat alanında olduğu gibi
sosyoloji alanında incelenmiş ve incelenmeye devam etmektedir. Her ne kadar kendisi
bir göçmen olsa da, eserlerinde de göçmen Türkler ve onların çocuklarının hayatlarına
eğilse de, o kendini ne göçmen olarak görmüştür, ne de Göçmen Edebiyatı
48
kategorisine dahil edilmek istemiştir. Zaimoğlu kendisinin göçmen yazar olduğunu
kabullenmezken, onun ülkemizde Almanya’daki Türk göçmen yazarlar arasında
algılandığı, “yazar şu anda önemli göçmen yazarlardan biridir” (Karakuş, 2001: 273)
ifadesinden anlaşılmaktadır. Kendisini Alman Edebiyatı’nın temsilcisi olarak görüp
görmediği sorulduğunda da, karşılığında şu cevabı vermektedir: “Bu soru bana sürekli
soruluyor. ‘Yabancı kökenli Sizler Alman Edebiyatı’ndan mısınız? Yoksa ayrı bir
statüde misiniz’ diye. Ben kendimi Alman Edebiyatı’ndan biri olarak görüyorum ve
bunun kavgasını veriyorum” (Tanış ve diğ., 2004). Zaimoğlu, kendisinin bir Alman
vatandaşı olduğunu ve eserleriyle Alman Edebiyatı’nda yer alması gerektiğinin altını
çizmektedir.
4.1.1. Hayatı
Feridun Zaimoğlu, 1964 yılında Bolu’da dünyaya geldi. Daha küçükken ailesiyle
birlikte Almanya’ya göç eden Feridun Zaimoğlu, 1985 yılına kadar Almanya’nın
Berlin ve Münih şehirlerinde yaşadı. Daha sonra Kiel’e taşınan Feridun Zaimoğlu,
halen yaşamını bu şehirde sürdürmektedir.
Okul yıllarının başında hemen hemen her yabancı çocuğun yaşadığı olumsuz
durumları Zaimoğlu’da yaşamıştır. Yeterli dil bilmediği için okulda defalarca gülünç
duruma düşmüş, dışlanmış ve küçük düşürülmüştür. Anımsamak istemediği bu
yıllarda, tıpkı kendisi gibi toplumun alt katmanlarından gelmiş, zirveye yükselmiş ve
geldikleri yeri unutmamış olan ünlü futbolcu Pele ve boksör Muhammed Ali onu çok
etkilemiştir (Can, 2007: 69).
Zaimoğlu, eğitim hayatının başında iken kendisinin tembel bir öğrenci olduğunu kabul
etmektedir. Ama ne zaman ki matematik öğretmeni tarafından kendisinin ne istediği
sorulduğunda, gözlerini açar ve derslerine asılmaya başlar (Spiegel, 2005).
Zaimoğlu’nun öncelikli hedefi Almanca’sını geliştirmektir. Bunun için de bol bol kitap
okur, özellikle de polisiye romanları okumaktan hoşlanır. Alman Edebiyatı’nın büyük
ustaları tarafından yazılan romanları pek tercih etmez. O daha çok dili basit olan
anlaşılır romanları okumayı tercih eder.
Liseyi başarılı bir şekilde dereceyle bitiren Zaimoğlu, Kiel’de tıp fakültesinde
okumaya hak kazanır. Onun doktor olması ailesinin, özellikle de annesinin en büyük
49
isteğidir. Fakat tıp eğitimi alırken doktorluğun ona uygun bir meslek olmadığını ve
yanlış alan seçtiğini anladıktan sonra yan dal olarak Sanat Fakültesi’nde Resim
Bölümü’nde de okumaya başlar. Ailesini hayal kırıklığına da uğratmamak için tıp
eğitimini sürdürmeye devam eder. Tıp öğreniminde dördüncü yarıyıldan sonra yapılan
Physikum sınavını ve Devlet tarafından yapılan (Staatsexamen) iki sınavı da verdikten
sonra, eğitimini devam ettirmemeye karar verir (Spiegel, 2005).
Zaimoğlu, gazeteci, yazar ve senarist olarak tanınır. Bunların dışında Almanya’da Die
Zeit, Die Welt, SPEX ve Frankfurter Rundschau gibi gazete ve dergilerde edebiyat
eleştirileri ve denemeler de yazar.
1998 yılından beri Berlin Üniversitesi (Alm. Freie Universität Berlin), Genel ve
Karşılaştırmalı Edebiyatbilim Bölümü’nde yürütülen ve ünlü yazarları birer dönem
misafir öğretim üyesi statüsünde ağırlayan Samuel-Fischer-Misafir Öğretim Üyesi
programı kapsamında, 2004 yılının bahar döneminde Literatur to go isimli derse
misafir öğretim üyesi olarak katılmıştır. Ayrıca 2007 yılında Tübinger-PoetikDozentur programı kapsamında, Eberhard Karls Tübingen Üniversitesi’nde de
bulunmuştur.
Feridun Zaimoğlu, bugüne kadar yaptığı çalışmalardan dolayı birçok ödül ve desteğe
layık görüldü. Günümüze kadar almış olduğu ödül ve desteklerden bazıları, aşağıda
maddeler halinde belirtilmektedir:
1997 – Civis Medya Ödülü
1998 – Schleswig-Holstein Eyaleti tarafından Senaryo Ödülü
2002 – Friedrich Hebel Ödülü
2003 – Ingeborg Bachman Yarışmasında Jüri Ödülü
2005 – Adelbert-von-Chamisso Ödülü
2005 – Villa Massimo Bursu
2005 – Hugo Ball Ödülü
2006 – Schleswig-Holstein Eyaleti tarafından Sanat Ödülü
50
2007 – Carl-Amery Edebiyat Ödülü
2007 – Grimmelshausen Ödülü
2008 – Corine
Feridun Zaimoğlu yukarıda belirtilen ve 1997 yılında aldığı, Kültürel Çeşitlilik
Đçerisinde Yaşamak – Diğerinin Dikkati (Alm. Leben in kulturellen Vielfalt - Achtung
des Anderen) konulu televizyon programları için verilen Civis Medya Ödülü’nü,
yönetmen olan Thomas Röschner ile birlikte yaptığı, ZDF ve ARTE televizyon
kanalları için hazırlanan Deutschland im Winter – Kanakistan. Eine Rap-Reportage
(Tr. Kış Mevsiminde Almanya – Kanakistan. Rep Röportajı) isimli kısa film için
almıştır (Cheesman, 2002: 185). Feridun Zaimoğlu’nun aldığı diğer ödüllerden
Grimmelshausen, Leyla adlı eserine, 2008 de Corine ödülü de Liebesbrand isimli
eserine verilmiştir. Zaimoğlu, bunların dışında 2005 yılında Almanya’nın kültür elçisi
olarak seçilmiş ve Alman kültürünü Đtalyanlara tanıtmak için bir yıl Đtalya’da
bulunmuştur.
4.1.2. Eserleri
Đlk yazarlık deneyimine 1995 yılında yayınladığı Kanak Sprak ile başlayan Feridun
Zaimoğlu, günümüze kadar roman ve hikayelerden oluşan bir düzineyi geçkin eser
yayımlamıştır. Eserlerinden bazılarının yayınlandığı yıl ve isimleri, sırasıyla aşağıda
maddeler halinde verilmektedir:
1995 – Kanak Sprak: 24 Misstöne vom Rande der Gesellschaft
(Tr. Kanak Sprak: Toplumun Kenarında 24 Ayarsız Ses)
1997 – Abschaum: Die Wahre Geschichte von Ertan Ongun
(Tr. Cüruf: Ertan Ongun’un Gerçek Öyküsü)
1999 – Koppstoff: Kanak Sprak vom Rande der Gesellschaft
(Tr. Kafa Örtüsü: Toplumun Kenarında Kanak Sprak)
2000 – Liebesmale, scharlachrot
2001 – Kopf und Kragen
51
2002 – German Amok
2003 – Leinwand
2004 – Zwölf Gramm Glück
(Tr. On Đki Gram Mutluluk)
2006 – Leyla
2007 – Rom Intensiv
2008 – Liebesbrand
(Tr. Aşk Ateşi)
Zaimoğlu’nun yayımlamış olduğu Kanak Sprak, Koppstoff, Kopf und Kragen, Zwölf
Gramm Glück ve Rom Intensiv adlı eserleri söyleşilerden oluşmuş olup, diğerleri
romandır. Bunların dışında birçok da tiyatro senaryosu yazmıştır.
Feridun Zaimoğlu’nun ilk mektup roman denemesi olan Liebesmale scharlachrot adlı
eseri, Goethe’nin Genç Werther’in Acıları gibi bir eserin yeniden yazılmış halinin
ortaya konulmasıdır (Hofmann, 2006: 200). Zaimoğlu’nun kaleme aldığı bu eserle,
Alman Edebiyatı’na ilk adımını attığı belirtilmektedir (Hofmann, 2006: 228)
Liebesmale scharlachrot adlı eserde, her ikisi de Türk olan Serdar ile Hakan arasında
geçen mektuplaşmalar yer almaktadır. Serdar, peşindeki kadınlardan, özellikle de
Anke’den uzaklaşmak amacıyla Almanya’dan Türkiye’ye gelir. Kiel’de bıraktığı en iyi
arkadaşı Hakan ile mektuplaşarak içinde kopan fırtınaları bastırmaktadır. Ege’nın
küçük bir kasabasında yaşamaya başlayan Serdar, burada da gönlünü güzel bir kadın
olan Rena’ya kaptırır. Fakat Rena’nın bir sevdiği vardır ve onunla kavga ederek
hastanelik olur. Hastanede gözünü açan Serdar, “soğuk vatanı” (Karakuş, 2001: 284)
olarak nitelendirdiği Almanya’ya geri dönmek ister.
Zaimoğlu’nun mektup-roman biçimindeki eserinin başkarakterleri olan Serdar ile
Hakan birbirlerinden değişik, ancak, birbirlerini tamamlayan kişiliklerdir. Birbirlerine
güvenleri
sonsuz
olduğu
için
yaşamlarının
bütün
ayrıntılarını
birbirleriyle
paylaşmaktadırlar. Serdar yaşamayı seven, yaşadığı aşk ilişkilerinden de anlaşılacağı
52
üzere biraz da duygusal bir kişiliğe sahip bir gençtir. Hakan ise daha gerçekçi, Serdar’a
sürekli yaşamın zorluklarını anımsatan biridir (Karakuş, 2001: 284).
Feridun Zaimoğlu’nun 2006 yılında yayınladığı Leyla isimli romanıyla, Alman
toplumunun dikkatini kendisinin ve ailesinin kökenlerinin ait olduğu topraklara
çekmeye çalışmıştır. Kitapta ailenin babanın egemenliği altında olduğu ve kadınların
aile içinde belirli bir konumu olduğu anlatılmaya çalışılmaktadır. Romanın
başkahramanı aynı zamanda romanın ismi olan Leyla’dır. Roman tamamen onun
ağzından anlatılmaktadır. Romanda, Leyla kendi günlük yaşantısından bahsetmektedir.
Ticaretle uğraşan babası, işlerinde hep başarısızlığa uğramaktadır. Erkek kardeşleri
kendi hayatlarını çizerken, kız kardeşleri ise onlar için seçilecek olan eşlerini
beklemektedirler. Leyla ise kendi özgür hayatının peşindedir (Zaimoğlu, 2008).
Anadolu’nun geleneksel aile yapısını gözler önüne seren bu romanda, Türk toplumu
içerisinde kadının rolü yansıtılmaktadır. Zaimoğlu’nun bu romanında, “kürt ve çeçen
kökenli Türklerin birbirinden ayrı dünyalarının üzerinde ve özellikle cinsiyet
farklılıkları üzerinde durulmaktadır” (Blumentrath ve diğ., 2007: 119). Romanın
içerisinde Anadolu kültüründe kadın rolünün ele alınması, bu eserin Almanya’da
dikkatleri üzerine çekmesinin en büyük nedeni olarak görülebilir. Çünkü Almanya’da,
göçmen kadını üzerine yapılacak olan toplumsal tartışmalarda, Kültürlerarası Edebiyat
çatısı altındaki bu gibi çalışmaların yardımının dokunacağı belirtilmektedir (Hofmann,
2006: 237-238).
Zaimoğlu, Leyla isimli romanında Türk aile yapısı içerisinde kadının rolünün yanı sıra,
topraklarımızda mevcut
olan
kültürel
farklılıklardan
ve zenginliklerden
de
bahsetmektedir. Zaimoğlu’nun, Anadolu’nun bu kültürel çeşitliliğinden bahsederken,
“mekansal ve zamansal koordinatlara da dikkat ettiği görülmektedir” (Becker, 2007:
3).
4.2. Kanakların Protestosu: Kanak Sprak
Feridun Zaimoğlu’nun Kiel’e taşınmasının ardından, aynı şehirde müziklerini icra
eden Cartel isimli Türk Müzik Grubu’yla görüşmektedir. Bir gece müzik grubunun
çalıştığı stüdyoda sohbet ederken, içlerinden birinin Almanya’da yaşayan Türklerin
harcadıkları onca emeğe rağmen halen ezildiklerini, kendilerinin Almanlar tarafından
53
görmezlikten gelindiğini söylemesi ve bu konu hakkında saatlerce nutuk dökmesi,
Zaimoğlu’nu çok etkilemiştir. Bu konuşmadan aldığı kıvılcımla ilk eserini yazmaya
başlar (Arna, 2005). Zaimoğlu, 1,5 yıl süren çalışmaların ardından Kanak Sprak- 24
Misstöne vom Rande der Gesellschaft adlı eseriyle piyasaya çıkar.
Feridun Zaimoğlu’nun kaleme aldığı Kanak Sprak adlı ilk eseri, Almanya’da toplumun
dışına itilmiş olan ve kendilerini Kanak olarak gören 24 Türk genci ile yaptığı
söyleşilerden oluşmaktadır. Zaimoğlu’nun bu eseri, onun Almanya’daki kültürel –
toplumsal tartışmalarda söz sahibi olmasını sağlamıştır.
Kanak Sprak, tamamen Alman toplumu için yazılmış bir eserdir. Eserin içinde yer alan
söyleşiler, kurgusal gerçeklik ve yabancıların sunumundan oluşmaktadır (Hofmann,
2006: 229). Söyleşilerde gözlemlenen kurgusal gerçeklik, 70’li yıllardan beri Konuk
Đşçi
Edebiyatı
olarak
tanımlanan
Türk
kökenli
yazarların
eserlerinde
de
gözlemlenmektedir (Blumentrath ve diğ., 2007: 73). Buna rağmen Kanak Sprak,
Zaimoğlu’nun yaptığı sert çıkışlar nedeniyle kendisinden önce Türk kökenli yazarlar
tarafından yazılan eserlerden farklıdır.
Daha önceden de belirttiğim gibi, Zaimoğlu’nun kendisinden önceki Türk kökenli
yazarlardan farkı, üslubunun ve yaptığı çıkışların sert olmasıdır. Kanak Sprak
içerisinde söz sahibi olan gençlerin başkaldırışlarını, içinde yaşadıkları toplumun
geneline karşı olan his ve düşüncelerini tüm çıplaklığıyla eserine yansıtmıştır. Alman
toplumu, Kanak Sprak’ın sert çıkışlarından dolayı kışkırtıcı bir hale bürünen Türk –
Alman Edebiyatı ile yüzleşmek zorunda kalmaktadır. Bu eser sayesinde anlaşılıyor ki,
Almanlarla 2. ve 3. nesil Türk göçmenlerin çocukları arasında anlaşmazlıklar
oluşmadan, bir arada yaşamaları imkansız gibi görünmektedir (Hofmann, 2006: 226).
Kanak Sprak’ta Kanak kimliği üzerinde duran Zaimoğlu, “Bir Kanak olarak
Almanya’da nasıl yaşanır?” sorusunu sormaktadır. Aynı soruyu söyleşi yaptığı, Türk
ve Alman kültürü arasında yetişmiş gençlere yönelterek, onların içerisinde yaşadıkları
topluma karşı olan bakış açılarını okurlarına yansıtmaya çalışmıştır.
Zaimoğlu, kitabının önsözünde eseri için yaptığı söyleşilerden bahsederken, tıpkı bir
dedektif gibi erkeklerin takıldığı mekanlarda iz sürerek, araştırmalar yaptığını ve bu
eserin 1,5 yılı aşkın bir çalışmanın sonucu olarak ortaya çıktığını belirtmektedir
54
(Zaimoğlu, 2007: 18). Zaimoğlu, bu kitabında sadece erkeklere söz vererek onların
bakış
açılarını
eserinde
yansıtmaktadır.
Kadınların
bakış
açısına
ise
hiç
başvurmamaktadır. “Yazar bunu da, kadınların evlerinde kapalı kapılar ardında
oturmak zorunda oldukları gibi, kuşku ile karşılanması gereken bir savla açıklamaya
çalışır” (Karakuş, 2001: 277). Zaimoğlu’nun kuşku ile karşılanması gereken sözleri şu
şekildedir:
“Günlük hayatta Kanak gettoların yer aldığı sahnede, erkekler rol almaktadır.
Buna karşılık kadınlar için, erkeğin dünyasının dışında kalmaları gerektiğine dair
bir anlam bulunmaktadır. Onlar dış dünyadan soyutlanmış bir şekilde ev
hapsindedir. Dolayısıyla ben de dahil tüm yabancılara ulaşılmazdırlar”
(Zaimoğlu, 2007: 15).
Zaimoğlu’nun Koppstoff adlı eserini göz önünde bulundurduğumuzda, kadınların
kapalı kapılar ardında ve ulaşılmaz olduğu görüşünü kendisi çürütmektedir. Çünkü
yazar, bu eserinde Alman toplumunu ve Kanak dünyasını tamamen kadınların bakış
açısıyla okura aktarmaktadır.
Zaimoğlu, Kanak Sprak ile Almanya’da yaşayan ve kendilerini Kanak olarak
nitelendiren, toplumun kenarında hayatlarını devam ettiren Türk gençlerle, toplumun
geri kalanı arasında aracılık görevi üstlenmektedir. Eserinde yansıttığı spesifik
elementleri, bir edebi dil vasıtasıyla aktarmaya çalışmıştır (Hofmann, 2006: 200).
Zaimoğlu’nun kullandığı Kanak, önceki konumundan azat edilmesine rağmen, halen
sorunsal bir argüman olarak karşımıza çıkabilir. Çünkü Kanak modeli tasvir edilirken
Türkler kendilerini küçük düşürülmüş olarak görebilirler, Almanlar da ırkçılıkla ilgili
stereotiplere yenik düşebilirler. Bunlara rağmen Zaimoğlu, haklı olarak özgün bir dil
örneği çizmeye çalışmıştır (Wertheimer, 2002: 132).
Önceleri belli bir yazarın metninden oluşan Kanak Sprak eserinde, toplumun genelinin
gösterdiği ayrımcılığa, adaptasyona ve asimilasyona tepki olarak, zamanla çoğunluğu
ikinci ve üçüncü neslin genç göçmenlerinin oluşturduğu toplu bir harekete dönüştüğü
görülmektedir (Hofmann, 2006: 226).
Zaimoğlu’nun eserine yansıttığı itiraz benzeri çıkışları, azınlıkların özel muamele
görmesi ile ilgili saklı kalan eğilime karşı negatif bir yönelme gösterdiği gibi pozitif
bir yönelme de göstermektedir. Bu sayede, tamamen farklı hareket eden yeni bir model
55
gün yüzüne çıkmaktadır. Ortaya çıkan bu yeni modelde, Kanak nesli içerisinde
yaşayan birey için yeni bir sosyal yaşam başlamaktadır (Wertheimer, 2002: 132).
Zaimoğlu, daha eserinin önsözünde Kanak olgusunun altını çizerek, “burada söz sahibi
olan sadece Kanak’tır” (Zaimoğlu, 2007: 18) demekle, ikinci ve üçüncü nesil göçmen
Türklerin çocuklarından bahsetmiştir. Onun kahramanları olan bu çocuklar,
Almanya’da doğmuş ve orada toplumsallaşma sürecini tamamlamış kişilerden
oluşmaktadır. Bu kuşağın sorunlarını, bir önceki kuşağın sorunlarıyla karşılaştırmamız
uygun değildir. Çünkü karşılaştıkları sorunlar farklıdır. Onlardan bahsederken, onlara
göçmen bile demek doğru değildir. Çünkü onlar kendi özgün koşullarını
oluşturmuşlardır (Karakuş, 2001: 274).
Kanak Sprak içerisinde seslerini duyurma fırsatı yakalayan gençlerin birçoğunun
toplum tarafından dışa itilmiş kişiler olduğunu görüyoruz. Zaimoğlu’nun seçtiği kişiler
arasında
uyuşturucu
satıcısı,
kadın
satıcısı,
sokak
dansçısı,
transseksüel,
fundamentalist, ilticacı gibi negatif örnekler yer almaktadır. Ama bunların ortak yanı
kendilerine olan özgüvenleri ve kimlikleridir (Wertheimer, 2002: 132). Kendilerini
Kanak olarak gören bu gençlerin tamamı, içerisinde bulundukları olumsuz durumu
kabullenerek, yaşadıkları toplum içerisinde düşüncelerini açık ve sert bir şekilde dile
getirmektedirler.
Zaimoğlu’nun ele aldığı bu negatif kişilerin birçoğu, yaşantılarından dolayı
Almanya’da bulunan Türk toplumu tarafından da dışlanmış olan kişilerdir.
“Dolayısıyla söz konusu kişiler çifte dışlanmışlığın ürünüdürler. Alman toplumunun
dışladığı diğer kişilerle neredeyse benzer yaşam biçimini paylaşırlar” (Karakuş, 2001:
275).
Gençlerin dahil olduğu nesil, kendi kimliklerinin peşine düşmüştür. Bu nesil,
içerisinde ritüel ve jestlerin yer aldığı alışılmamış bir geleneğe sahiptir. Bunlara dilsel
jestler de dahildir. Yarı külhanbeyi, yarı argo konuşma biçimini içinde barındıran
Kanak Sprak, iç uzlaşmaya ve dış ayrılmaya hizmet etmektedir. Kanak’ların dili, ait
olma ve özgünlüğün ifade edilmesinde, var olan özel bir statüye ait göstergenin yerini
almıştır (Wertheimer, 2002: 132).
56
“Zaimoğlu, Kanak Sprak ile Almanya’daki Türk kökenli gençlerin konuştuğu dilin
otantik, tahrik edici gücünü betimler” (Can, 2007: 62). Etnik ve kültürel özelliklerinin
büyük bir kısmından yoksun olan bu gençleri, değişime uğramış bir Almancayla
konuşturmaktadır. Zaimoğlu, onları Kanakster olarak adlandırmaktadır.
Kanak Sprak içerisinde yer alan metinleri incelediğimizde, Almanya’da yaşayan Türk
gençlerine toplumsal açıdan sınıf düşürülmesi ve Türk kültüründe yer alan geleneksel
erkek rolünü de sorguladığı gözlemlenmektedir (Hofmann, 2006: 232). Zaimoğlu’nun,
bu eseriyle Alman toplumu içerisinde mevcut olan, fakat göz ardı edilen bir sorunu
gündeme getirmesi bir açıdan iyi olabilir. Ama diğer bir açıdan, insanları yanılgıya
düşürebilir. Yukarıda da belirtildiği gibi seçtiği negatif kişiliklerin, Almanya’da
yaşayan genç Türk neslinin tamamını etkileme olasılığı yüksektir. Ayrıca Türk
kültüründe yer alan geleneksel erkek rolünün Almanlar tarafından yanlış anlaşılmasına
sebebiyet verebilir. Oysa Alman toplumu içerisinde, kariyer sahibi, mesleğinin
zirvesinde, yaşam standartları yüksek, kültürlü ve tahsilli olan birçok Türk kökenli
gençlere ait olumlu örneklerde mevcuttur.
Zaimoğlu bu eserinde, Alman okurlarından, Kanak olarak nitelendirilen gençlerin
duygu dünyasına ve anlayışlarına bürünmesini beklememektedir. “Onun tek isteği,
Alman toplumunun 2. ve 3. nesil göçmen Türk gençlerle ilgili beklentileri üzerinde
düşünmeleridir” (Hofmann, 2006: 230).
Kanak Sprak, yabancılık deneyimleri üzerinde tartışılan sorunları gözler önüne
sermektedir. Bireyler, kendilerine ait bir kimlik oluşturabilmek için, kendilerini
diğerlerinden soyutlamaları gerekir. Bu tutum, yabancının basmakalıp bir şekle
dönüşmesine ve değer kaybetmesine neden olmaktadır. Bu yönleriyle Kanak Sprak,
90’lı yılların popüler Alman Edebiyatı’na benzemektedir. Bu dönemde de geleneksel
norm ve çıkarcılığa karşı benzer üsluplar gözlemlenmiştir (Hofmann, 2006: 233-234).
4.2.1. Nedir Bu Sözü Edilen Kanak?
Afrika kökenli insanları aşağılama amacıyla geçmişte zenci (Alm. Neger) sözcüğü
kullanıldığı gibi, Almanya’da da ilk başlarda Türkleri aşağılama amaçlı olarak Kanak
sözcüğü kullanılmıştır. Günümüzde ise zenci sözcüğü, çoğu çevrelerde negatif
anlamından kurtularak, pozitif bir anlam kazanmasıyla birlikte, Afrika kökenliler
57
arasında bile bu kavramın kullanıldığı görülmektedir. Aynı durum Türk gençleri için
de geçerlidir. Kanak sözcüğü zaman içerisinde negatif anlamından sıyrılmış ve pozitif
bir anlam kazanmıştır. Kanak sözcüğü, Zaimoğlu’nun Kanak Sprak ve daha sonraki
Abschaum ve Koppstoff isimli eserlerinde sıkça karşımıza çıkmaktadır.
Kanak sözcüğün kökeni Yeni Kaldonya’ya dayanmaktadır. Yerli dilinde insan
anlamına gelir. Yakın bir geçmişte Fransızlar tarafından küfür amaçlı kullanılan Kanak
sözcüğü, o dönemlerde ilkel ve kültürsüz insan anlamına gelmektedir (Hofmann, 2006:
226).
Kanak sözcüğünün sözlük anlamını incelediğimizde, aşağıda belirtilen tanımlara
ulaşabiliriz:
1. Poly. Đnsan, Kanaken = Polonya ve güney denizlerde yaşayan yerli halk;
2. Konuşma dilinde ise değeri düşük olan eğitimsiz ve kültürsüz insan demektir;
3. Değeri düşük yabancı işçi anlamına da gelmektedir, özellikle yabancı ülkelerde
yaşayan Türkler için kullanılmaktadır (Tekin, 2007: 8).
Nasıl oldu da Almanya’daki sokaklarda Kanak diye bir kimlik oluştu? Neden halk
arasında Türk gençlerine bu şekilde hitap etme gereği duyuldu? Zaimoğlu, göçmen
Türklere yakıştırılan Kanak kimliğini, Türk konuk işçilerin Almanya'da artık konuk
olmadıklarının anlaşıldığı zamana kadar geri uzandığını belirtmektedir. Böyle bir
kimliğin oluşma sebebine gelince, ikinci ve özellikle üçüncü neslin çocukları,
aileleriyle birlikte evde Türkçe konuşmakta ve Türk kültürüyle yetişmektedirler.
Dışarıda ise Almanca konuşmakta ve Alman kültürü ile yetişmektedirler. Đki farklı
kültürün arasında yaşamak zorunda olan bu gençlerin, her gün kültürel farklılıklarla
yüzleşmek zorunda oldukları yetmezmiş gibi, sadece Almancası zayıf olduğu için
algılama problemi olduğu ileri sürülen çocukların, Sonderschule dedikleri zihinsel
yönden zayıf olanların gittiği özel eğitimli okullara gönderilmesi, yaşadıkları diğer bir
sorundur. Đki kültürün arasında oluşan ara mekanlarda yetişen bu gençlerin dili de,
kültürü de melezleşmeye başlamıştır. Üçüncü nesil Türk gençlerinin çoğunluğunun
konuştuğu melez dil ve melez kültürle şekillenen kişilikleri, Alman toplumunun
gözünde sınıf farklılığı olarak algılanmaya başlanmıştır. Toplum içerisinde Türklerle
58
Almanlar arasında oluşan sınıf farklılığını bahane eden bazı kesimler, Türk gençlerini
küçük düşürmek amacıyla onlara Kanak olarak hitap etmeye başlamışlardır (Zaimoğlu,
2007).
Kanak olgusu içerisinde her hangi bir kültür göremeyebiliriz. Çünkü Kanak kimliği
Türk, Alman, bölgesel, dini, yaş ve cinsiyet etkenlerinden oluşan melez bir kültürün
ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır (Blumentrath ve diğ., 2007: 76-77). Kendilerini
Kanak olarak görenlerin yaşam biçimleri, geleneksel bir Türk, ya da Alman yaşam
biçimine uymamaktadır. Onların konuştukları dilin Almanca ya da Türkçe olduğu
söylenemez. Söz konusu olan Kanak, tamamen melez bir dil ve melez bir yaşam
biçiminden ibarettir.
Günümüzde kullanılan Kanak bir üst kavram niteliği taşımaktadır. Bu durum, özellikle
Almanya’daki Türklerin kültürel potansiyellerinde görülmektedir. Kanak sözcüğünün
pozitif anlamı Zaimoğlu’nun Kanak Sprak isimli eserinde yer alan metinlerde
görülebilir (Blumentrath ve diğ., 2007: 72). Toplum tarafından dışlanan Türk kökenli
göçmen gençler için kullanılan sözcüğün negatif anlamı gitmiş, yerine pozitif bir
anlam gelmiştir (Esselborn, 2007: 20). Zaimoğlu, en başından beri Türkleri küçük
düşürmek için kullanılan Kanak sözcüğünün zaman içerisinde değişime uğradığını
bizlere göstermeye çalışmaktadır. Zaimoğlu’na göre Kanak, “Türklerin 30 yıllık
göçmenlik tarihinde sadece hakaret anlamı taşıyan bir sözcük değil, aynı zamanda 2.
nesil ve özellikle 3. nesil konuk işçi çocukların gururla taşıdığı bir isim, bir etikettir”
(Zaimoğlu, 2007: 9).
“Bir zamanlar Almanların Türkleri aşağılamak için kullandıkları ‘Kanak’ sözcüğü
onun sayesinde mevcut düzene boyun eğmeyen, uyruk pususuna düşmeyen insanları
simgeliyor artık” (Arna, 2005). Zaimoğlu, Kanak sözcüğünü negatif anlamından
kurtarmakla kalmayıp, onu ırkçı tartışmalardan da uzaklaştırmayı başarmıştır
(Blumentrath ve diğ., 2007: 72). Kanak Sprak’ta düşüncelerini ve duygularını açıklama
fırsatı bulan gençlerin, Kanak kimliğini çekinmeden nasıl kullandıkları görülmektedir.
Kanak Sprak içerisinde topluma karşı hissettikleri duygu ve düşüncelerini duyuran iki
gencin Kanak kimliğini nasıl tanımladıkları aşağıda yer almaktadır. Bunlardan ilki olan
59
Akay, 29 yaşındadır ve bitpazarlarında çalışmaktadır. O, Kanak kimliğini aşağıdaki
gibi açıklamaktadır:
“Honey, ich liefer dir den rechten zusammenhang, du willst es wissen, ich geb dir
das verschissene wissen: wir sind hier allesamt nigger, wir haben unser ghetto,
wir schleppen’s überall hin, wir dampfen fremdländisch, unser schweiβ ist nigger,
unsere zinken und unsere fressen und unser eigner stil ist so verdammt nigger,
daβ wir wie blöde an unsrer haut kratzen, und dabei kapieren wir, daβ zum nigger
nicht die olle pechhaut gehört, aber zum nigger gehört ne ganze menge anderssein
und andres leben. Die haben schnon unsre heimat prächtig erfunden. Kanake da,
kanake dort, wo du auch hingerätst, kanake blinkt dir in oberfetten lettern sogar
im traum…” (Zaimoğlu, 2007: 25).
Almanya’da yaşayan genç Türklerin, kendileri için kullanılan Kanak sözcüğünün
Amerika’da yaşayan Afrika kökenli insanlar için kullanılan zenci sözcüğü ile
eşleştirildikleri metinlerden anlaşılmaktadır. Bu nedenle Akay da, zenci sözcüğünün
yardımıyla Kanak kimliğini açıklamaya çalışmaktadır. Bu sayede, içinde yaşadıkları
ortamı daha iyi bir şekilde anlatabilmektedirler. Yaşam biçimlerinin tamamıyla Kanak
ile tanımlandığını belirtir. O, bu kimliğin, diğerleri olarak tanımladığı toplum
tarafından giydirildiğini belirtmektedir.
Kanak kimliğine biraz farklı yaklaşan Ulku, 28 yaşında ve işsizdir. O, Kanak kimliğini
aşağıdaki şekilde yorumlamaktadır:
“kanake, du bist und bleibst’n anderer, du bist und bleibst’n menschenfreund, du
bist und bleibst’n reicheleutehasser, du bist und bleibst’n lebensgewinnler und
klarheitshochrufer, und nur das macht dich zum ollen kanaken mit nem
brandstempel auf der stirn, wo der man heiβt: ich bin und bleib’n hasser eurer
scheiβregeln” (Zaimoğlu, 2007: 135).
Ulku’ye göre Kanak, bir dost canlısıdır. O zenginlerden nefret eder, hayatını bir
şekilde kazanır. Onu Kanak yapan özellikler bunlardır. O, Kanak kimliğinin alnına
damga gibi vurulduğunu belirterek, kendisi tarafından berbat görülen ve toplum
tarafından belirlenen kurallara daima karşı olduğunu ve olacağını dile getirmektedir.
Zaimoğlu, eserindeki Kanak’lardan bahsederken, zaman zaman onlara Kanakster diye
hitap etmektedir. Kendisi, gündeme taşıdığı Kanakster sözcüğüyle edimsel bir kimlik
oluşturduğunu belirtmektedir. Kanak Atak manifestosunu hazırlayan kişiler, Kanak
sözcüğünü etnik kökeninden kopararak, sözcüğü politik bir kategoriye sokmaktadırlar
(Blumentrath ve diğ., 2007: 76).
60
Kanakster, Kanak ve Đngilizce delikanlı anlamına gelen youngster sözcüklerini
birleşiminden oluşmaktadır. Zaimoğlu, oluşturduğu bu yeni sözcükle, her hangi
geleneksel veya kültürel aidiyet aramayan yeni bir kimlik yaratmıştır. Kanakster’ler
birer metropol oyuncularıdır, onlar her şeye rağmen metropollerde inatla hayatta
kalmayı başaranlardır (Wertheimer, 2002: 132). Zaimoğlu’nun ortaya koyduğu
Kanakster otonomisi, kültürler arasında kendi yolunu bulması gereken, melez ve
kültürlerarası bir yapıya sahiptir (Hofmann, 2006: 231).
Kanakların saldırısı, ten rengi saldırısına karşı durmaktadır. Özellikle Türk gençlerde,
‘Yabancı olduğum için kendimle gurur duyuyorum’ ifadesi, ‘Alman olduğum için
kendimle gurur duyuyorum’ ifadesine karşı durmaktadır. Karşılaştırılan bu ifade basit
olduğu için çekici gelebilir. Ama basit olduğu kadar da tehlikeli olabilir (Wertheimer,
2002: 133).
Kanak Sprak içerisinde söz sahibi olan gençlerin söylediklerini göz önünde
bulundurursak, Zaimoğlu’nun Kanak kimliğini kabullenen ya da gururla taşıyan 3.
nesil konuk işçi çocuklardan bahsederken, içinde bulunduğu olumsuz yaşam
koşullarını kabullenmiş negatif kişiliklerden bahsetmektedir. Her ne kadar Zaimoğlu
tarafından Kanak sözcüğünün pozitif bir anlama büründüğü belirtilse de, aynı nesil
içerisinde yaşayan ve düzgün yaşam koşullarına sahip olan, geri kalan Türk gençlerin,
belirli bir kitleye hitap eden bu sözcüğü kabul ettiğine dair her hangi bir iz
görülmemektedir.
4.2.2. Melezlikle Biçimlenen Kanak Dili
Zaimoğlu’nun Kanak Sprak isimli eserinin dil ve biçim yönüyle diğer Türk kökenli
yazarlardan çok farklı olduğu bir gerçektir. Kanak Sprak içerisindeki metinler
incelendiğinde, gramer kurallarının kullanılmadığı ve imla hatalarıyla dolu olduğu
görülecektir. Çünkü Zaimoğlu, söyleşi yaptığı gençlerin konuşmaları esnasında
kullandıkları sözcükleri, bozuk cümle yapılarını olduğu gibi almıştır. Zaimoğlu
bunların dışında, konuşma içerisinde geçen aykırı muhabbetleri, küfürleri, insana
edepsizce gelen tüm kısımları, her hangi bir sansür uygulamadan, tüm çıplaklığıyla
eserine aktarmıştır. Ayrıca Zaimoğlu’nun, eserinde gençlerin argo konuşmalarına yer
vermesi, eserin okur tarafından çözümlenmesini de zorlaştırmaktadır.
61
Zaimoğlu, Kanak olarak nitelendirdiği gençlerin kullandığı bu dili Kanak Dili olarak
tanımlamaktadır. Bugün bu dili birçok Alman yazar ve gençleri kullanmaktadır.
Zaimoğlu, yazın dünyasında yerleşen bu durumu şu şekilde özetlemeye çalışmıştır:
“Kendi anlayışıma göre Alman Kanaksta’sı vardır. Benim eklediğim bu ülkede
yaygınlaştırıldı ve sosyal hatalar için azınlıklar günah keçisi olarak kullanıldı. Bu etnik
nedenlerin alanını ve suçlamaları terk etmek ve sosyal gerçekliğe yöneltmek istiyorum
(Can, 2007: 73-74).
Yaşamlarının önemli bir bölümünü toplum dışında sürdüren bir gurup Türk gencinin
konuşma kesitlerinde yapılan incelemeye göre bu dil, nokta, virgül tanımayan, büyük,
küçük yazını esaslarına uymayan, dilbilgisi dizim özelliklerini kaybetmiş, eylemlerin
ekleri kopuk ya da vurgulu özellikler göstermektedir. Kesinlikle belirtilmek istenen
sözcüklerin kuralsız büyük yazımı, ünlü ve ünsüz seslerin bozukluğu, sert ünsüzleri
barındıran sıfatların seçimi, diğer yabancı dillerden sözcüklerin, "istenildiği yerde
kullanımı" dikkat çekmektedir. Almancanın temel ilkelerini alt üst eden bu dil
karışımının kodlarının olması, dilbilimcileri şaşırtacak düzeydedir (Can, 2007: 79).
Aşağıda Zaimoğlu’nun kitabında yer alan ilk söyleşiden gösterilen örnek, konuşulan
dilin yapısı bakımından yukarıda belirtilen durumları kanıtlamaktadır.
Pop is ne fatale orgie, ein ding ohne höhre weihen, und es macht aus jeder göre
aus’m vorort’n verdammten zappler unda us jedem zappler ne runde null. Es
schafft ne egalität, wo jeder gleich is und keinen feinschliff braucht, nur tausend
träume, billig zu haben, wie’n pfiferling, tausend träume für,n apel-und’n-ei-preis,
tausend-tropfen-schnaps, daβ d uman den zappligen schlotter kriegst. Pop: die
groβe hure babylon (Zaimoğlu, 2007: 19).
Kanak Sprak içerisinde söz sahibi olan Kanakların ana dilini yanlış kullandıklarını
görüyoruz. Kullandıkları kelimeler ve cümlelerin çoğunluğu ne Almanca’da, ne de
Türkçe’de bulunmamaktadır (Wertheimer, 2002: 132). Nasıl ki kendileri ara
mekanlarda oluşan melez kültürlerin birer ürünü olarak karşımıza çıkıyorsalar,
konuştukları dil de yaşadıkları ortamdan etkilenerek melez bir dil olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Zaimoğlu, Alman toplumunda dilsel-edebi kültürlerarasılık açısından bir temsilci
olarak görülebilir. Eserinde kullanılan dil “Almanya’da yaşayan Türk gençlerin
62
konuştuğu dil, memleket lehçeleri ve sokak Almanca’sının bir karışımından” (Becker,
2007: 202) meydana gelmektedir.
Popüler kültür ile bağlantılı olan Kanak dili, toplumun büyük bir kısmı tarafından
görmezden gelinmekte veya dışlanmaktadır. Kanak dili, dışlanma nedeniyle edindiği
deneyimlerden özgüven oluşturabilmek amacıyla toplumun belirli önyargılarını tahrik
edici bir şekilde devralarak, negatif olan farklı stereotipleri benimsemektedir
(Hofmann, 2006: 200).
Kanakların kullandığı dilin orijinal, eğilimci ve enerjik olarak algılanması durumunda,
estetikleşmenin yarattığı etkiye kuşkulu bir bakış açısıyla yaklaşmak mümkün olabilir.
Bu bağlamda, “metne yansıyan haksız eylemlere karşı oluşan protesto ve ifade
biçimleri, alımlama sürecinde büyük bir ihtimalle görmezlikten gelinecektir”
(Hofmann, 2006: 229). Diğer yönden Kanak Sprak içerisinde kullanılan metinlerin
Alman Edebiyatı ve dili üzerindeki etkisi belirgindir. Metinlerin standart Almanca
kurallarından yoksun olmaları, Alman Edebiyatı’nı ve dilini zenginleştirmektedir
(Hofmann, 2006: 230).
Zaimoğlu, Kanak’ların kullandığı sokak jargonunu tercüme etme ve yapılan
konuşmalarda kapsamlı müdahalelerde bulunma ihtiyacı da duymuştur. Yaptığı
uyarlamanın gerçekliği tamamen düzmecedir. Bir yandan Kanak Sprak projesinin
tamamı, öte yandan tipik Kanak yapısı sergilenmektedir (Blumentrath ve diğ., 2007:
72). Öte yandan Kanak Sprak, farklı kaynaklarla beslenen bir sanat dili olarak da
görülebilir. Kanak Sprak, sadece etnik kökene sahip gençlerin kullandığı bir sokak
jargonu olarak görülmemelidir. Aksine tamamen yapay bir dil olarak nitelendirilebilir
(Blumentrath ve diğ., 2007: 73).
Feridun Zaimoğlu gibi yazarların, çok kültürlülük bağlamında gerçekleştirilen olumsuz
politikalara karşı “başvurdukları Kanak dil provokasyonuyla toplum içerisindeki
öğrenme süreçlerinin hızlandırılıp hızlandırılmayacaklarını” (Chiellino, 2007: 60-61)
bekleyip görmek gerekir.
63
4.2.3. Zaimoğlu ve Kanak Sprak Adlı Eserinin Kültürlerarasılığa Etkisi
Kanak Sprak, Türk ve Alman kültürünün etkisinde Almanya’da yetişen, kültürlerarası
ve kültür içi farklılaşmalardan dolayı toplum dışına itilen Türk gençlerinin, hem
Alman toplumuna hem de Almanya’da yaşayan Türk toplumuna karşı tepkilerinin
gösterim biçimi olarak görülebilir. Zaimoğlu, oluşan tepkilerin tamamını gün yüzüne
çıkartmaya çalışmıştır.
Toplum dışına itilen bu gençlerin dile getirdiklerinin kültürlerarasılığa ne gibi etkisi
olabilir? Bu etkinin olumlu ve olumsuz yönleri nelerdir? Zaimoğlu, herkesin
görmezden geldiği, çoğu kişinin iğrenerek baktığı ve ciddiye alınmayan negatif kişilere
söz hakkı tanıyarak, onlarla toplum arasında aracı olmaya çalışmıştır. Ortaya koyduğu
bu çalışma sayesinde, çok kültürlü olan Alman toplumunun göz ardı ettiği bir gerçeği
gün yüzüne çıkarmayı başarmış ve bu gençlerin taleplerini topluma iletebilmiştir.
Kanak Sprak, toplumsal sorunlara ışık tutmuştur. Kitapta işlediği konu ile Almanya’da
var olan toplumsal tartışmalara yön vermeye çalışmış, çok kültürlülük tartışmalarını
ateşlemiştir. Alman toplumunun yıllardır üzerinde durduğu yabancılık olgusu
değişmiştir. Çünkü şu an mevcut olan nesil, kendisinden önceki nesiller gibi, farklı bir
kültürel mekanda yetişip Almanya’ya gelmemiştir. Onlar burada doğmuş ve burada
yetişmişlerdir. Dolayısıyla nesiller farklı olduğu için, meydana gelen sorunlar da
farklıdır. Bu eser, yabancılık deneyimleri üzerinde tartışılan yeni sorunları gözler
önüne sermektedir, diğer bir deyişle yabancılığı farklı bir bakış açısıyla tanıtmaktadır.
Zaimoğlu, bu eserinde tamamen Kanak kimliğinin üzerinde durmaktadır. Eskiden bu
kelimeyi işiten Türkler, hakarete uğradıklarını düşünürken, toplum dışına itilen bu
gençler, bu kimliğin negatif yönlerini dışlayarak gururla taşımaya başlamışlardır. O,
melez kültür sonucu oluşan günümüz Kanak kimliğini ve dilini tanıtmaya
çalışmaktadır. Bu şekilde toplum içerisinde mevcut olan ırkçılık tartışmalarına da son
vermeye çalışmaktadır. Ayrıca, Kanak kimliğine pozitif bir anlam kazandırarak,
toplumsal bir hareket de başlatmıştır. Tüm Kanaklar bir araya gelerek birleşmişler,
seslerini ve icraatlarını hem internet üzerinden (www.kanak-attak.de), hem de
Almanya’nın önemli birkaç şehrinde gerçekleştirmişlerdir.
64
Zaimoğlu, bütün bunları yaparken her hangi bir sansüre başvurmamıştır. Kanak dilini
kullanan gençler küfür etmekten çekinmemektedir. Çünkü onlara göre küfürlü ve
edepsiz konuşmalar, bu dilin bir parçasıdır. Dolayısıyla Zaimoğlu’da, hayatın edepsiz
yönünü yansıtmaktan hiçbir şekilde çekinmemiştir.
Kanak Sprak’ta ele alınan kişilerin neredeyse tamamı negatif kişilerden oluşmaktadır.
Bu kişiler Alman toplumundan dışlandığı gibi, Almanya’daki Türkler tarafından da
dışlanmışlardır. Ama bu gerçeğin Alman toplumunun gözünden kaçması muhtemeldir
ve kitapta oluşan Türk imajı genel olarak algılanabilir. Örneğin Almanlar biraya
düşkün insanlardır. Bunun bu şekilde ifade edilmesi, bütün Almanların biradan
hoşlandığı anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla benzer durum, kitapta örnek olarak
verilen kişiliklerin, Türklerin büyük bir çoğunluğunun böyle bir yaşam biçimine sahip
olduğunu düşündürebilir. Öte yandan kitapta örnek gösterilen negatif kişiler,
Almanlarda da yer almaktadır. Kültürlerarasılık söz konusu olunca, çözülecek sorunlar
karşılıklı olarak ele alınmalıdır. Sadece bir taraf ön plana çıkarılmamalıdır.
Öte yandan Zaimoğlu, neden sadece negatif kişileri ele almaktadır? Almanya’da
yaşayan Türkler arasında gösterilebilecek birçok olumlu örnek de yer almaktadır.
Gerçi yazar kendisi bunun cevabını dile getirmektedir. O, yaşamın kendisinin yaramaz
olduğunu
ve
daima
yaramaz
kitaplar
yazacağını,
uslu
kitapların
yaşamı
anlatamayacağını iddia etmektedir (Arna, 2005).
Kanak Sprak ile ilgili yurtdışında yapılan bazı bilimsel çalışmalarda, kitabın, Türk
kültüründe baskın olan geleneksel erkek rolünü sorguladığı belirtilmektedir (Hofmann,
2006: 232). Oysa Kanak Sprak’ta çizilen erkek rolünün Türk kültüründeki geleneksel
erkek rolü ile benzer yanı yoktur. Zaten Zaimoğlu, kendisiyle yapılan bir röportajında
Türkiye’nin uzmanı olmadığını belirtmektedir (Grossbongardt ve Steinvorth, 2007:
176). Dolayısıyla Türk kültürü hakkında da fazla uzmanlaşmamış olabilir.
Kanak Sprak’ın olumsuz algılanan diğer bir etkisi de, Türk toplumunda kadınların
kapalı kapılar ardında hapsedildiği ve hiçbir yabancıyla iletişim kuramadığı izlenimini
vermesidir. Zaimoğlu, önsözünde kadınlardan bahsederken, onların erkeklerin
dünyasında yerinin olmadığını belirterek şu ifade ile devam eder: “Onlar dış dünyadan
soyutlanmış bir şekilde ev hapsindedir. Dolayısıyla ben de dahil tüm yabancılara
65
ulaşılmazdırlar” (Zaimoğlu, 2007: 15). Bu ifade Alman okurunu tamamen yanılgıya
düşürmektedir. Okurlarda oluşacak ilk izlenim, Türk yaşam biçiminin her alanında
sadece erkeklerin var olduğu ve kadın varlığına rastlanılmayacağıdır. Oysa Türk
toplumunda her alanda kadının var olduğu bir gerçektir. Öte yandan, kendisinin
piyasaya sürdüğü Koppstoff adlı üçüncü eseri, yazarın ilk eserinin önsözünde dile
getirdiği savına kuşkuyla bakmamıza neden olmaktadır. Çünkü bu kitapta, Kanak
dünyasının kadınların bakış açılarıyla anlatımı söz konusudur. Yazar söyleşilerini
tamamen kadınlarla yapmıştır.
Kanak Sprak’ta kullanılan dil ağırdır ve anlaşılması zordur. Kullanılan dilin gramer
kurallarından yoksun olması, cümle yapılarına ve imla kurallarına uyulmaması,
söyleşilerde asıl verilmek istenen mesajın gözden kaçmasına ve okur tarafından
algılanmamasına neden olabilir.
Zaimoğlu, medyada yaptığı her röportajda kendisine göçmenlik, Türkiye veya Türklük
hakkında bir soru sorulduğunda, bunlara yabancı olduğunu her defasında dile
getirerek, “benim Alman olduğum, Alman yazar olduğum açıktır” (Can, 2007: 75)
diye sözünün altını çizmektedir. Kendisiyle Almanya’da yapılan bazı röportajlarda bu
durum net bir şekilde görülmektedir. Örneğin 16.11.2007 tarihinde www.eurozine.com
adresinde yayınlanan bir röportajında, kendisine göçmen olarak bir konu hakkındaki
fikri sorulmuştur. Soruya cevaben “Ben göçmen değilim, ben Almanım” (Nejad, 2007)
diye cevap vermektedir. Zaimoğlu’nun Türkiye’de yaptığı birkaç röportajında ise
kendisinden Türk kökenli Alman olarak bahsettiği de görülmektedir (Arna, 2005;
Tanış ve diğ., 2004).
Kendisini göçmen olarak görmeyen ve her defasında Alman olduğunu iddia eden bir
yazarın ülkemizde halen göçmen yazarlar kategorisinde ele alınması ne kadar doğrudur
tartışılır. Öte yandan bu bakış açısına sahip olan bir yazarın, Almanya’da yaşayan
Türklerin sorunlarını doğru bir şekilde algılayıp, bunu eserlerine yansıtması nasıl olur?
Daha önceden gösterilen örneklerde olduğu gibi, bu tür konularda okur yanılgıya
düşebilir.
Bu çalışmanın birinci bölümünde, kültürlerarasılık kavramını açıklamaya çalışırken,
kültürlerarasılığın, tek kültür algısının getirdiği sıkışıklıktan kurtulmak için geliştirilen
66
bir yöntem olduğunu, bu nedenle iki veya daha fazla kültür arasındaki ilişkiyi
tanımladığını dile getirmiştim. Bunu göz önünde bulundurursak kültürlerarasılık, bir
diğer kültürün sadece olumsuz taraflarını göstermek değildir. Eğer kültürlerarasılık
bağlamında bir kültürün olumsuz taraflarını göstermek istiyorsak, bunu ilişki içerisinde
olduğu diğer kültürün olumsuz taraflarıyla yüzleştirerek yapmalıyız. Aynı durum bir
kültürün olumlu yönlerini gösterirken de geçerlidir.
Zaimoğlu, Kanak Sprak adlı eserinde, kültürlerarası bir bakış açısından çok,
kültürlerarasılığa yabancı, Türk kültürünü alt kültür olarak gören bir yaklaşımı ortaya
koymaktadır. Bu eserin bu kadar başarılı olması, belki de Almanların Türklerde
görmek istedikleri negatif özellikleri ön plana çıkarmasına bağlanabilir. Zaimoğlu,
Alman toplumunun bu gençler üzerinde olumsuz etkilerine fazla yer vermeyerek,
kültürlerarasılığa uygun olmayan ve taraflı olan bir Alman bakış açısı geliştirmiştir.
4.3. Türk – Alman Edebiyatı’nın Grand Old Lady’si: Emine Sevgi Özdamar
Türk kökenli olmasına rağmen Almanya’da yaşayıp Almanca yazan en ünlü kadın
yazarlardan biri de Emine Sevgi Özdamar’dır. Kendisi neredeyse Türk – Alman
Edebiyatı’nın “Grand Old Lady’si olarak nitelendirilebilir” (Blumentrath ve diğ.,
2007: 77). Özdamar’ın 2001 yılında yayınladığı ‘Das Leben ist ein Karawanserei, hat
zwei Türen,
aus einer kam ich rein, aus einer ging ich raus’ isimli romanı ile
Ingeborg-Bachman ödülüne layık görülmüştür. Bu ödülü ilk defa ana dili Almanca
olmayan birinin alması, “Türk – Alman Edebiyatı’nın Alman Edebiyatı içerisinde
yerini sağlamlaştırdığına dair sembolik bir işaret” (Hofmann, 2006: 199) olduğunu
göstermekte ve Özdamar’ın Türk-Alman Edebiyatı’nda çok önemli bir konuma sahip
olduğunu gözler önüne sermektedir. Özdamar’ın eserleri, günümüze kadar birçok
akademisyen tarafından incelenmiştir ve incelenmeye devam etmektedir.
Tıpkı Zaimoğlu gibi Özdamar da eserlerinde yabancılığı içten dışa, diğer bir ifadeyle
eserlerinde yabancının penceresinden yaşamış olduğu deneyimlerine yer vermektedir.
Özdamar, büyüdüğü kültürden aldığı ögeler ile kullandığı Türkçe kalıplarıyla Almanca
olarak yazdığı eserlerinde üçüncü bir alan oluşturmaktadır. Bu nedenle eserleri, üçüncü
alan araştırmalarında her zaman referans kaynağı olmuştur. Türkiye’de siyasi
hareketliliğin aşırı olduğu dönemlerde Almanya’ya giden Özdamar, göç olgusunun
67
dışında, Türkiye’nin o dönemlerde içerisinde olduğu siyasi yaşamı da eserlerine
yansıtmaktadır.
Özdamar, günümüz Alman Edebiyatı’nda kendini en çok gösteren yazarlar arasında
yer almaktadır. Yayınladığı ‘Das Leben ist ein Karawanserei, hat zwei Türen, aus
einer kam ich rein, aus einer ging ich raus’ ve ‘Die Brücke von Goldenen Horn’ adlı
ilk iki romanıyla Alman kamuoyunda büyük bir başarıya imza atmıştır. Yazarın bu
başarısı, romanlarında konuk işçilerden bahsetmesine rağmen, kendisinden önceki
yazarlar gibi onların mağduriyetlerine değinmemesine bağlanmaktadır (Hofmann,
2006: 214).
Emine Sevgi Özdamar, eserlerinde dıştan bir bakış açısıyla Alman toplumundaki kadın
rolünü yansıtarak, Türkiye’deki kadın rolünün içinde olduğu duruma eleştirel bir
biçimde yaklaşmaktadır. Kendine özgü bir anlatım üslubu geliştiren Özdamar,
geliştirdiği bu üslupla Alman toplumunun yaşadığı gerçekliğe dıştan bir bakış açısıyla
yaklaşmaktadır (Hofmann, 2006: 200).
Özdamar’ın yazdığı romanlar Almanya’da çok satan kitaplar arasında yer almıştır.
Romanları birçok dile çevrilmiştir. Bunların arasında Türkçe de yer almaktadır. Fakat
romanları Türkiye’de beklenen ilgiyi görmemiştir. Çünkü romanların Türkçe’ye
çevrilmesi ile birlikte, dili bakımından çevrilen romanlar bütün özelliğini kaybetmiş ve
basitleştirilmiştir.
4.3.1. Hayatı
Emine Sevgi Özdamar, 1946 yılında Malatya’da doğdu. 1965 yılında, daha 19
yaşındayken tek bir kelime Almanca bilmeden Almanya’ya gelen Özdamar, geçici bir
süre için burada bir fabrikada işçi olarak çalışmıştır. Yeteri kadar para biriktirdikten
sonra Türkiye’ye dönerek Đstanbul’da tiyatro eğitimi almıştır.
Yazar, dramaturg, sinema ve tiyatro oyuncusu olarak tanınan Emine Sevgi Özdamar,
birçok roman, hikaye ve tiyatro senaryosu yazmıştır. Türkiye’de ünlü tiyatroculardan
eğitim aldıktan sonra, Türkiye’de ve Almanya’da tiyatrolarda görev almıştır. 1976
yılında Berlin Halk Sahnesi’nde (Alm. Berliner Volksbühne) reji asistanı olarak
çalışmıştır. Daha sonra 1978/79 yıllarında Fransa’da bulunan bir tiyatroda oyuncu
68
olarak yer almıştır. Tiyatro oyunculuğunun yanında Hark Böhm’ün yönettiği Yasemin
ve Doris Dörries’in yönettiği Happy birthday, Türke adlı filmlerde rol aldı. Paris
Vencennes üniversitesinde doktora yapmıştır.
Emine Sevgi Özdamar, yaptığı çalışmalardan dolayı birçok ödül ve destek almıştır.
Günümüze kadar aldığı ödül ve desteklerden bazıları, aşağıda maddeler halinde
belirtilmektedir:
1991 – Ingeborg Bachman Ödülü
1993 – Aachen Şehri tarafından Walter-Hasenclever Ödülü
1995 – Darmstadt Alman Edebiyatı Fonu New-York Bursu
1999 – Adelbert-von- Chamisso Ödülü
2001 – Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti tarafından Sanat Ödülü
2003 – Bergen Enkheim Şehir Yazarlığı Edebiyat Ödülü
2004 – Kleist Ödülü
2009 – Berlin Sanat Ödülü
Yukarıda belirtilen ödüller arasında en önemlisi Ingeborg Bachman ödülüdür. Bu ödül
sadece Almanya’da değil, Almanca konuşulan diğer ülkelerde de önemli bir yer
tutmaktadır. Türk kökenli olup da Almanca yazan yazarlardan sadece Emine Sevgi
Özdamar, Bergen Enkheim Şehir Yazarlığı ve Kleist Ödülleri ile Berlin Sanat
Ödülü’nü almaya layık görülmüştür. Bu bile onun Alman Edebiyatı’ndaki konumunun
ne kadar önemli olduğunu göstermeye yeterlidir.
4.3.2. Eserleri
Eserlerinde tamamen kendi deneyimlerine yer veren Özdamar’ın, Almanca kaleme
aldığı ve daha sonra birçok dile çevrilen eserleri mevcuttur. Özdamar’ın yayımladığı
eserlerden bazıları aşağıda bulunmaktadır:
1982 – Karagöz in Alamania
(Tiyatro oyunu, Tr. Karagöz Almanya’da)
69
1990 – Mutterzunge
(Hikaye, Tr. Anne Dili)
1991 – Keloğlan in Alamania, die Versöhnung von Schwein und Lamm
(Tiyatro oyunu, Tr. Keloğlan Almanya’da)
1992 – Das Leben ist ein Karawanserei, hat zwei Türen, aus einer kam ich
rein, aus einer ging ich raus
(Roman, Tr. Hayat Bir Kervansaray)
1998 – Die Brücke von Goldenen Horn
(Roman, Tr. Haliçli Köprü)
2001 – Der Hof im Spiegel
(Hikaye, Tr. Aynadaki Avlu)
2003 – Seltsame Sterne starren zur Erde
(Roman, Tr. Tuhaf Yıldızlar Dünyaya Bakıyor)
2006 – Sonne auf halben Weg: Die Berlin-Istanbul-Triologie
Emine Sevgi Özdamar’ın yayınlamış olduğu son eseri olan Sonne auf halben Weg: Die
Berlin-Istanbul-Triologie,
sırasıyla
yayınlamış
olduğu
‘Das
Leben
ist
ein
Karawanserei, hat zwei Türen, aus einer kam ich rein, aus einer ging ich raus’, ‘Die
Brücke von Goldenen Horn’ ve ‘Seltsame Sterne starren zur Erde’ adlı eserlerin
birleştirilmiş halidir. Bu eser Berlin-Đstanbul üçlemesi olarak bilinmektedir.
Özdamar’ın eserlerinde dili kullanım şekli, Almanca’nın bilinen cümle modeline ve
semantik yapısına uymamaktadır. Yabancılaştırma ve şok etkisi, okuyucuyu öznel
deneyimlerin içine çekecek olan strateji olarak karşımıza çıkar. Sadece argümanlar
sayesinde ikna edilmemekte, ayrıca heyecanla karşılanmaktadırlar. Dil ve çizdiği
imajlar, anlatımda çoğu zaman önemli bir yer tutmaktadırlar (Ackermann, 2002: 151).
Özdamar, Türkçe’de kullanılan dil kalıplarını, deyişleri, özel adları, atasözlerini
genellikle birebir Almanca’ya çevirmektedir. Bu sayede, Alman okurlarına yabancı
gelen, başka bir dilin kalıplarını içinde barındıran, kendine özgü yeni bir Almanca
oluşmaktadır (Kuruyazıcı, 2001: 266).
70
Türk kültüründen beslenen yazar, kullandığı Türkçe kelime ve cümle yapılarını
Almanca’ya aktararak, Almanca’da yabancılaştırma yapmaktadır. Yazar, bu sayede
eserlerinde üçüncü alan oluşturmayı başarmıştır. Kendisi, eserlerinde üçüncü alan
oluşturan Türk kökenli yazarların en başında sayılmaktadır.
Özdamar’ın, Türkçe ifade, deyim ve atasözlerini yabancılaştırarak romanlarında
Almancaya aktarması, romanlarının diline farklı bir anlam yüklemektedir. Kendisi bu
yöntemle kültürel bariyerleri açıklamaya çalışmaktadır (Ackermann, 2002: 152).
1992 yılında kaleme aldığı ve Emine Sevgi Özdamarı’ın ilk romanı olan Das Leben ist
eine Karawanserei… adlı eserde, Türkiye’de doğup büyüyen bir kızın çocukluğundan
ve gençliğinden bahsedilmektedir. Ben anlatıcının ağzından aktarılan roman, kızın
Almanya’ya göç etmesiyle birlikte sona erer.
Özdamar, bu romanında Almanca gramer kurallarını çoğunlukla dikkate almamıştır.
…aus einer Tür kam ich rein… Görüldüğü gibi, Almanca gramer kurallarına uymayan
bir yapıya, daha romanın başlığında karşımıza çıkmaktadır. Diğer bir ayrıntı ise,
kervansarayın yaşamla eşdeğer tutulmasıdır. Çölde seyahat eden insanların ikamet yeri
olan kervansaraylar, birçok kişinin girip çıktığı geçici ikamet yerlerini yansıtmaktadır
(Blumentrath ve diğ., 2007: 64). Yazar da, yaşamı bir kervan saraya benzetmiş ve bu
motifi romanın başlığında kullanmıştır.
Özdamar’ın Das Leben ist eine Karawanserei… adlı romanı, kendisi için “edebi bir
devrim niteliği” (Ackermann, 2002: 151) taşımaktadır. Masal ve gerçeklerden oluşan
roman, Türkiye’nin doğusu ve batısı arasında mevcut olan kültürel farklılıklardan
bahsetmektedir. Her bir fırsatta günlük yaşamın sadeliğini ön plana çıkartan bir dille
yaşam kesitleriyle doldurulmuş, kafasından Türkçe olarak geçirdiklerini Almanca
yazan bir yazarın uyguladığı geniş kapsamlı bir dilsel deneyden ibarettir. Özdamar,
1998 yılında yayınladığı Die Brücke vom Goldenen Horn adlı ikinci romanıyla,
doğuya özgü anlatım tarzını ve Türkçe parçalarla Alman dilini yabancılaştırabildiğine
dair yeteneğini ispatlamıştır (Şölçün, 2007: 152).
Bahsi geçen iki roman, kültürel farklılıklardan ve Türkiye’nin sosyal ve tarihi
sürecinden bahsetmektedir. Romanların bu özellikleri, onların kültürlerarası roman
olarak nitelendirilmesini sağlamaktadır (Chiellino, 2002: 51).
71
4.4. Özdamar’ın Yansıttığı Đki Dünya: Die Brücke vom Goldenen Horn
Die Brücke vom Goldenen Horn, 60’lı yıllarda aldığı bir kararla ailesinden koparak,
gelecekte alacağı tiyatro eğitimi için para kazanmak amacıyla Almanya'ya çalışmaya
giden bir kızın hikayesini anlatmaktadır. Türkçe’ye Đlknur Özdemir tarafından çevrilen
roman, Türkiye’de Haliçli Köprü ismi altında yayınlanmıştır.
Đki bölümden oluşan roman, ben anlatıcı olan genç kızın ağzından anlatılmaktadır.
Romanın birinci bölümünde, o yıllarda çalışmak için Almanya’ya giden işçilerin,
özellikle de kadın işçilerin başından geçen komik ve trajik olaylar anlatılmaktadır.
Bunun yanında o dönemlere damgasını vuran komünizm, sosyalizm gibi fikir akımları
ve bu akımlarla ateşlenen işçi ve öğrenci hareketlerine de yer verilmiştir. Bunların
tamamı, genç kızın bakışıyla okura aktarılmaktadır. Genç kızın içerisinde olduğu
özgürlük arayışı ve geleneksel Türk tabularını yıkma çabası, onun bu siyasi akımların
içerisinde aktif olarak rol almasını sağlar. Düşüncelerinin bu yönde şekil almasında,
tiyatroya karşı olan tutkusunun da payı vardır.
Romanın ikinci bölümünde Türkiye’ye dönen genç kız, Almanya’da biriktirdiği
parayla burada tiyatro eğitimine başlar. Bunun yanında Almanya’da olduğu gibi,
burada da siyasi hareketliliğin içinde aktif olarak yer alır. Romanın ikinci bölümü,
Türkiye’nin o dönemlerde içerisinde bulunduğu siyasi hareketliliğe geniş yer
vermektedir.
Türkiye’nin
o
dönemlerde
yaşadığı
trajik
olaylar,
olayların
alevlenmesinde aktif rol alan öğrenci liderleri, siyasi liderler, sanat camiasının
tanınmış insanları, kısacası o dönemde yaşanmış ve halen unutulamayan olaylar ve bu
olayların içerisinde rol alan kişilere kısa da olsa değinilmiştir. Roman, ben anlatıcı olan
genç kızın, tekrar Almanya'ya dönmesiyle sona erer.
4.4.1. Romanın Kültürlerarası Boyutu
Emine Sevgi Özdamar, Die Brücke vom Goldenen Horn adlı romanında, geleneksel ve
modern, batı ve doğu yaşam tarzlarını, kültürlerini yüzleştirmektedir. Bunu yaparken
de, bireysel ve toplumsal gerilimleri de romanında yansıtmaya çalışmıştır. Batı ve
doğu yaşam tarzlarını, kültürlerini yüzleştirirken, bunu sadece Türkiye ve Almanya
arasında yapmamaktadır. Özellikle romanın ikinci bölümünde, mensubu olduğu parti
için röportaj yapmak amacıyla çıktığı güney doğu gezisinde, oradaki yaşam koşullarını
72
ve oranın kültürlerini de göstererek, Türkiye’nin doğusu ve batısı arasında da benzer
bir yüzleştirme yapmıştır.
Karmaşık bir yapıya sahip olan Özdamar’ın romanı, kendi içine kapanık yabancı bir
dünyayı yansıtmaktadır. Yabancılık, değişen mekan ve bakış açıları farklı olarak
tekrarlanan süreçlerde algılanmaktadır. Ben anlatıcı, Berlin’e gider ve bir sene sonra
Đstanbul’a geri döner. Ardından tekrar Almanya’ya, oradan Paris’e ve sonra yine
Đstanbul’a döner. Burada da sürekli Avrupa ve Asya kıtası arasında gezinti halindedir
(Becker, 2007: 202-203).
Romandaki ben anlatıcı, Türk ve Alman kültüründen etkilenmektedir. Buna rağmen,
kendisini her iki kültür ile özdeşleştirdiği söylenemez. Roman, ben anlatıcıyı belirli bir
ara mekanda hapsetmemektedir. Ben anlatıcının Fransa’ya yaptığı seyahat, TürkAlman Edebiyatı’nın sadece iki kültürün bir bütünü olarak algılanmaması gerektiğini
göstermektedir. Türk-Alman Edebiyatı, bu örnekte, Türk ve Alman kültürüne bağlı, iki
boyutlu bir edebiyat olmadığı anlaşılmaktadır. Romanda anlatılan mekanlar, belirli
sınırlar içerisinde kalmamaktadır. Bu özellik sayesinde romanın Avrupa, hatta dünya
edebiyatı boyutuna sahip olduğu söylenebilir (Hofmann, 2006: 225).
Romanda ele alınan unsurlar, iki veya daha fazla kültür arasında gerçekleşen gezintiler
değil, daha çok iki kültür arasında kalma durumudur. Öz ve yabancı unsurların bir
birlik içerisinde, ben anlatıcının bireysel algılamasına uygun bir şekilde Türk-Alman
senteziyle resmedildiği görülmektedir (Becker, 2007: 213).
Özdamar, yüzleştirdiği Türk ve Alman yaşam tarzlarıyla ya da oluşturduğu hayali
Türk-Alman senteziyle, romanına kültürlerarası bir boyut kazandırmıştır. Romanında
kullandığı ben anlatıcı, Alman toplumunun üstü kapalı uzlaşma biçimlerini ve
doğallıklarını, dıştan gelen bir bakış açısıyla eleştirel bir biçimde sorgulamaktadır
(Hofmann, 2006: 221).
Ben anlatıcı oluşturduğu resimlerle mekansal süreçleri aktarmaktadır. Kapılı binalar
gibi kapalı alanlardan tutun da, sokak gibi açık ve hareketli alanlara kadar mecazi
mekanlar da yansıtılmaktadır. Sokak memleketine, memleketi otele dönüşmektedir;
diğer bir ifadeyle yabancı olduğu şehir kendi şehrine, kendi şehri yabancı bir şehre
dönüşmektedir (Becker, 2007: 213).
73
Berlin war für mich wie eine Strasse gewesen. Als Kind war ich bis Mitternacht
auf der Strasse geblieben, in Berlin hatte ich meine Strasse wiedergefunden. Von
Berlin war ich in mein Elternhaus zurückgekehrt, aber jetzt war es für mich wie
ein Hotel, ich wollte wieder auf die Strasse (Özdamar, 2008: 193).
Yukarıda verilen örnekte de görüldüğü gibi Özdamar, yabancıyı bilinene, bilineni de
yabancıya dönüştürürken “kültürlerarasında hareket etmekte ve aralarında denge
oluşturmaktadır. Bu durum, üçüncü alan ile ilgili yaklaşımlarla ifade edilmektedir”
(Becker, 2007: 213).
Özdamar’ın romanında oluşturduğu çoklu bakış açısı, yalnızca anlatım yoluyla değil,
aynı zamanda sorunsallaştırılarak da tespit edilmektedir. Roman, melez bireyselliğe
uzanan birbirinden farklı gelişim aşamalarını yansıtmaktadır. Bununla birlikte Alman
kültüründe olduğu gibi Türk kültürünün de farklılıklar içerdiği ve çoklu bir bakış
açısına sahip olduğu gösterilmektedir (Becker, 2007:214).
Romanda ben anlatıcının güneydoğuya yaptığı seyahatte, batıdan farklı bir yaşam
tarzının ve kültürünün resmedilmesi, Türk kültürü içerisinde farklı ve birbirine yabancı
unsurların yer aldığını göstermektedir. Bu şekilde, romanda kültürün yapısal
bütünlüğünden
bahsedilmeyerek,
içerisinde
barındırdığı
çeşitlilik
ön
plana
çıkartılmaya çalışılmıştır.
Özdamar’ın romanında dikkat çeken diğer bir özellik ise romanın adıdır. Yazar,
romanın adı için, romanın ikinci bölümünü oluşturan başlığı vermiştir. “Her şeyden
önce başlık, ben anlatıcının güvendiği dünyaya ait bir unsurdur” (Şölçün, 2002: 97).
Yazarın yabancılığı işlediği bir romanda bu başlığı kullanması mantıklı görülebilir.
Đkinci bölümde köprü motifi, “bir çeşit sınır olduğu, geçmişin unutulmadığı, hatıraların
canlandığı, gerçek ile söylentilerin karıştığı bir mekana benzetilmektedir (Şölçün,
2002: 98).
Özdamar’ın kullandığı köprü motifi, ilk etapta Asya ve Avrupa kıtalarını birleştiren
köprü olduğu algılanabilir. Oysa romanda bahsedilen köprünün, Asya ve Avrupa
kıtalarını birleştiren köprü olmadığı, Avrupa tarafında iki kara parçasını birleştiren
köprü olduğu anlaşılmaktadır. Zaten romanda geçen zaman diliminde günümüzde
mevcut olan köprülerin inşaatına daha başlanılmadığı belirtilir. “… der Brücke vom
74
Goldenen Horn, die die beiden europäischen Teile von Istanbul verbindet” (Özdamar,
2008: 187).
Özdamar, her ne kadar bu romanında kültürlerarasılık bağlamında iki kültürün
olumsuz yanlarına değinmiş olsa da, kitabın ikinci bölümünde Türkiye’nin o
dönemdeki yaşam tarzı ve kültürü içerisinde yer alan olumsuzluklara daha fazla yer
verildiği görülmektedir. Đlk bölümde, siyasi bir gösteri esnasında ben anlatıcının
arkadaşlarından birisinin kafasına cop yemesi veya ben anlatıcının, misafir olarak
gittiği bir Alman evinde sırtının sigara ile yakılması anlatılmaktadır. Đlk bölümde buna
benzer fazla negatif olaylara yer verilmemiştir. Ama ikinci bölümde, siyasi
nedenlerden dolayı polisler tarafından sol görüşlü öğrenci, sanatçı ve işçilere karşı
yapılan işkencelere daha geniş yer verildiği görülmektedir. Bu durum iki kültürün
yüzleştirilmesindeki dengeyi bozmaktadır. Romanda dikkat çeken diğer bir olumsuz
olay ise, Türkiye’nin yıllardır mücadelesini verdiği sözde Ermeni soykırımına da yer
verilmesidir.
Wir schauten von den Eseln auf die Bergen, sie waren nackt. Früher sollen diese
Berge grün gewesen sein, sagte der junge Mann. Es wugs darauf Gemüse und
Obst, als die Armenier hier lebten. Dann hat man hier alle Armenier
abgeschlachtet, und die Berge sind zum nacktem Stein geworden (Özdamar,
2008: 283).
Ben anlatıcı, röportaj amacıyla gittiği güneydoğu seyahatinde rehberine, dağların
neden bu kadar çıplak olduğunu sormaktadır. Bunun üzerine onlara rehberlik eden
genç, burada önceden Ermenilerin yaşadığını ve bu dağlarda sebze ve meyve
yetişdiğini söylemektedir. Daha sonra buradaki Ermenilerin Türkler tarafından
katledilmesiyle, dağlarda artık hiçbir şey yetiştirilmediğini açıklamaktadır. Böyle
hassas bir konunun burada yabancıların bakış açısıyla yer alması, özellikle de bunun
Türk kökenli bir yazar tarafından dile getirilmesi, romanın kurgu olduğu düşünülse
bile, Alman okurunu Türkiye’nin tarihi hakkında yanlış bir şekilde yönlendirmesine
neden olabilir. Özellikle de dünya kamuoyunda konunun güncel olarak tartışıldığı bu
dönemde, insanların fikirlerini olumsuz etkileyebilir. Böyle bir meselenin tartışılması
tarihçilere bırakılmalıdır.
75
4.4.2. Roman’da Yer Alan Yabancılaştırma Unsurları
Romanın en önemli özelliklerinden biri de, yazarın bazı kelime ve mekanları
yabancılaştırmasıdır.
Bazı
kelimeleri
imla
kurallarına
uymadan
ele
aldığı
görülmektedir. Yer yer Almancaya çevirmeden Türkçe kelimeler kullanmakta ya da
Türkçe’de kullanılan deyim ve atasözlerini motomot bir şekilde Almanca'ya
çevirmektedir. Yazarın bu üslubu romandaki anlatımı güçlendirmektedir.
Als die Nacht zu Ende war, kam der Zug in München an. Die Frauen, die ihre
Schuhe seit Tagen ausgezogen hatten, hatten dicke Füsse und schickten die, die
ihre Schue anbehalten hatten, Zigaretten und Schokoladen kaufen. Çikolata –
Çikolata (Özdamar, 2008: 15).
Almanya’ya trenle giden Türk işçileri, gecenin sonunda Münih’e varmışlardır.
Günlerdir yapılan yolculuk nedeniyle ayakları şişen ve ayakkabılarını çıkaran kadınlar,
halen ayağında ayakkabısı olan kadınları sigara ve çikolata almaya göndermektedirler.
Yazar, yukarıda anlatılan olayda daha net bir resim çizmek için çikolata kelimesinin
Türkçesine yer vermiştir.
“Ich lebte mit vielen Frauen in einem Frauenwohnheim, Wonaym sagten wir.
Wir arbeiteten alle in der Radiofrabrik, jede musste bei der Arbeit auf dem
rechten Auge eine Lupe tragen. Auch wenn wir abends zum Wonaym
zurückkamen, schauten wir uns oder die Kartoffel, die wir schälten, mit unserem
rechten Auge” (Özdamar, 2008: 16).
Ben anlatıcı, birçok kadınla birlikte bir kadınlar yurdunda kaldıklarını belirtmektedir.
Bu yurtta kalan kadınların tamamı radyo üretim fabrikasında çalışmaktaydı. Ben
anlatıcı, üretim esnasında kadınların sağ gözlerinde birer büyüteç taşıdıklarını
belirtmektedir. Kullandıkları büyüteçten dolayı çalışırken işlerine hep sağ gözleriyle
odaklanmaları onların mesai saatleri dışında da ağırlıklı olarak sağ gözlerini
kullanmalarına neden olmaktadır. Bahsi geçen büyütecin, “yabancılığın bir çeşit
algılama modeli olarak yansıdığını ve ben anlatıcının kendisine yabancı olanı bu
şekilde anlamaya çalıştığını” (Hofmann, 2006: 216) belirtmektedir.
Eserde yabancılaştırmanın diğer bir göstergesi Almanca’yı kullanım biçimidir. Gerçek
hayatta olduğu gibi, “eserde geçen kişilerin Almanca’nın semantik ve sözdizimsel
yapılarından haberdar olmamalarından dolayı” (Hofmann, 2006: 216), konuşmalarında
kullandıkları yanlış kelime ve cümle yapılarının olduğu gibi esere yansıtıldığı
76
görülmektedir. Örneğin, Almancası Wohnheim olan yurda, kadınlar dillerinin döndüğü
bir şekilde Wonaym demektedirler.
Yukarıda kadınlar yurdu ile verilen örnek, “ben anlatıcı için nirengi noktası
oluşturmaktadır. Burada telaffuz edilen Wonaym kelimesinin spesifik bir anlamı
olduğundan, aslı olan Wohnheim’in eş anlamlısı olarak algılanmamalıdır. Romanın
birinci bölümünde ben anlatıcının da içinde yaşadığı, Türk kadınlarının kapalı yaşam
alanlarını tanımlamaktadır (Becker, 2007: 213).
Türk kadınları tarafından telaffuz edilen Wonaym kelimesi, “kültürlerarası bir kelime
oluşumu”nu (Becker, 2007: 213) nitelendirmektedir. Kültürlerarası bir ortamda oluşan
bu kelimenin daha sonra Wonaymtür (Tr. yurt kapısı), Wonaymsalon (Tr. yurt salonu),
Wonaymzimmer (Tr. yurt odası) ve buna benzer örneklerle karşımıza çıktığını
görüyoruz.
Die ersten Wochen lebten wir zwischen Wonaymtür, Hertietür, Bustür,
Radiolampenfabriktür,
Fabriktoilettentür,
Wonaymzimmertisch
und
Fabrikgrüneisentisch. Nachdem alle Frauen bei Hertie die Sachen, die die
suchten, finden konnten und Brot sagen gelernt hatten, nachdem sie sich den
richtigen Namen ihrer Haltestelle gemerkt hatten – zuerst hatten sie sich als
Namen der Haltestelle ‘Haltestelle’ notiert – machten die Frauen eines Tages den
Fernseher im Wonaymsalon an (Özdamar, 2008: 18).
Wohnheim kelimesinin yanlış kullanılması, ben anlatıcının Almanca’ya tam anlamıyla
vakıf olmamasına da bağlanabilir. Çünkü romanın ilerleyen bölümlerinde Almanca'sını
ilerleten ve Türk işçilere tercümanlık yapan ben anlatıcının, Wohnheim kelimesini
imla kurallarına uygun bir şekilde kullandığını görüyoruz.
… Wenn wir in der Fabrik arbeiteten und Radiolampen herstellten, blieben unsere
Fuβspuren vor dem Wohnheim in ihm. Der Schnee konnte einen umarmen und
Räume schaffen, in denen die Stille sich vergröβern konnte. Jetzt war er weg
(Özdamar, 2008: 80).
Yabancılaştırmanın diğer bir belirtisi de fabrikada formen olarak görevli olan Bay
Schering’in isminin değiştirilmiş olmasıdır. Yazar, Herr Schering olarak kullanılması
gereken kelime yapısını birleştirerek Herrschering ya da Herscher olarak
kullanmaktadır.
“Der Fabrikchef hiess Herr Schering. Sherin sagten die Frauen, Sher sagten sie
auch. Dann klebten sie Herr an Sherr, so hiess er in manchen Frauenmündern
Herschering oder Herscher” (Özdamar, 2008: 16).
77
Özdamar’ın romanı, çok boyutluluğu farklı düzeylerde değiştiren, çok yönlü bir roman
olarak görülmektedir. Roman, ben anlatıcının iç dünyasını mekanlaştırarak, mekanları
ben anlatıcının içten bakış açısıyla yansıtmaktadır (Becker, 2007: 212).
“Wir nannten ihn den zerbrochenen Bahnhof. Das türkische Wort für
zerbrochen bedeutete gleichzeitig auch beleidigt. So hiess er auch der
beleidigte Bahnhof” (Özdamar, 2008: 25).
Kadınların her sabah işe giderken bekledikleri istasyona kırık istasyon dedikleri, ben
anlatıcı tarafından aktarılmaktadır. Ben anlatıcı Türkçedeki kırık kelimesinin asıl
anlamını değil de (Tr. zerbrochen), birine gücenmiş anlamı taşıyan sıfatın almanca
karşılığını (Alm. beleidigte) kullanmaktadır. Ben anlatıcı tarafından kırık istasyon
olarak adlandırılan mekan, “Türk kadınlarının sığındıkları mecazi bir mekan” (Becker,
2007: 213) olarak da algılanabilir.
Diğer yönden kırık kelimesinin Almanca’daki karşılığı olan asıl anlamının yerine,
mecazi anlamının kullanılması, istasyonun ben anlatıcı tarafından kişileştirildiği
varsayılabilir. Yapılan kişileştirme, ben anlatıcının kendisini yabancı çevrede rahat
hissettirecek algılamanın ve tasvir şeklinin varlığını göstermektedir. Öte yandan Emine
Sevgi Özdamar’ın ben anlatıcı vasıtasıyla aklındaki düşünceleri motomot bir şekilde
Almanca’ya çevirmesi, algılanan yabancılık etkisini indirgeyerek benimsemesini
sağlamaktadır (Şölçün, 2002: 96).
Ich legte sie über das Sofa und schaute mir die vielen Falten an: zwischen
Istanbul und Berlin lagen drei Tage und drei Nächte. Die Frau, die meine Mutter
sein sollte, sagte: ‘Mein Kind, warum sitzt du so da, als ob dir deine Schiffe
untergegangen sind? Sprich etwas. Sag uns einen Satz in deutsch’… (Özdamar,
2008: 176). … Manchmal versuchte ich ein Kotelett auszukotzen, aber ich
schaffte es nicht. Mein Vater sagte zu mir: ‘Meine Tochter, du hast dir
wahrscheinlich in Deutschland deinen Kopf erkältet’ (Özdamar, 2008: 230).
Yukarıda da görüldüğü gibi, Özdamar Türkçe’de kişinin üzgün olduğu durumlarda
kullanılan 'Karadeniz'de gemilerin mi battı' ya da kişinin bir olay karşısında olağandışı
bir tepki vermesinde ‘kafayı üşütmek’ deyimlerini motomot bir şekilde Almanca’ya
çevirmektedir. Romanda yer alan bu ve buna benzer yöntemlerin, romana farklı bir
anlam katarak, Alman okurunun ilgisini çekmektedir. Ama ne yazık ki, Türkçe’ye
yapılan çeviri de, romanın edindiği bu özellik yok olmakta ve Türk okurunun gözünde
sade bir roman olarak algılanmaktadır.
78
SONUÇ VE ÖNERĐLER
Almanlar, Almanya’da bulunan Türklerin durumları hakkında yıllardır tartışmalarını
sürdürmektedirler. Bu süreç içerisinde tartışmaların seyri, onlarla ilgili sorunların ve bu
sorunlara getirilen çözüm önerilerinin zaman geçtikçe değiştiği gözlemlenmiştir. Bugün
orada bulunan Türklerin, ister Türk vatandaşı olsun, ister Alman vatandaşlığına geçmiş
olsun, toplum içerisinde Almanların büyük bir çoğunluğu tarafından halen yabancı
olarak algılandığı gözlemlenmektedir.
Almanya’da bulunan Türklerle ilgili yaşanan durum, edebiyat dünyasına da yansımıştır.
Yıllardır Almanya’da yazarlık faaliyetlerini sürdüren Türk kökenli yazarların durumları
ve bulundukları konumları hakkında tartışmalar yapılmış ve yapılmaya devam
etmektedir. Yazarların kendilerini ve onların çalışmalarını bir kategoriye dahil
edebilmek için Konuk Đşçi Edebiyatı, Yabancılar Edebiyatı, Göçmen Edebiyatı gibi
günümüze kadar birçok ismin ortaya atıldığı tespit edilmiştir. Bunların arasında
Göçmen Edebiyatı, son birkaç yıla kadar en çok geçerliği olan kavram olarak karşımıza
çıkmıştır.
Toplum içerisinde yabancılık olgusu ile yüzleşen Almanlar, yabancılık ile ilgili mevcut
olan sorunlarda yabancı kökenli yazarların bu sorunlara ışık tutabileceklerinin farkına
varmışlardır. Artık onlara yabancı gözüyle değil de, daha çok bağlı bulundukları
kültürün birer temsilcisi olarak bakmaya başlamışlardır. Farkına vardıkları bu durum,
onların edebiyatta da farklı bir alternatif üretmelerini sağlamıştır. Bu sayede
Kültürlerarası Edebiyat kavramı doğmuştur.
Yapılan bu çalışma, Kültürlerarası Edebiyat’ın ne olduğu, Almanya’da nasıl oluştuğu,
ne gibi bir öneme ya da konuma sahip olduğunu açıklamaya çalışmıştır. Son
dönemlerde edebiyatta ele alınan kültürlerarasılık, çok kültürlülük, trans-kültürlülük,
yabancılık, melezlik gibi konuların üzerinde durulması, Kültürlerarası Edebiyat’ın
konumunun Alman Edebiyat’ında güçlenmesini sağlamıştır. Bunun sonucunda, Türk
kökenli yazarları ve onların eserleri, özellikle de üçüncü nesil yazarlar ve onların
eserleri, Alman Edebiyatı içerisine dahil edilerek Kültürlerarası Edebiyat çatısı altında
79
ele alınmıştır. Bunda, yabancı kökenli yazarların son zamanlarda Almanya’da önemli
edebiyat ödüllerini almalarının büyük bir payı olduğu gözlemlenmiştir. Alman
Edebiyatı dünyasında mevcut geçerliliğini yavaş yavaş yitirmeye başlayan Göçmen
Edebiyatı’nın, Kültürlerarası Edebiyat’ın alt başlığında ele alındığı tespit edilmiştir.
Alman Edebiyatı’nda bugün gelinen noktada, yeni nesil Türk kökenli yazarların
birçoğunun Almanya’da doğup büyüdüğü, eserlerini Almanca olarak kaleme aldıkları
görülmüştür. Eserlerinde işledikleri konularda, artık göç ile ilgili konulara yer
verilmediği, daha çok Türk ve Alman kültürünün olumlu ya da olumsuz yanlarını, kimi
zaman dışarıdan, kimi zaman içeriden bir bakış açısıyla inceledikleri tespit edilmiştir.
Oluşan bu yeni nesil yazarların Alman toplumu içerisinde yetişmeleri ve eserlerinde
toplum içerisinde mevcut olan durumları ele almaları sebebiyle, Feridun Zaimoğlu ve
Emine Sevgi Özdamar gibi yazarların Alman Edebiyatı dışında tutulamayacağı
anlaşılmıştır. Bu nedenle onlar için oluşturulan Göçmen Edebiyatı kavramının, onların
edebi faaliyetlerini tanımlamakta yetersiz olduğu ve bunun yerine son zamanlarda
Kültürlerarası Edebiyat kavramının kullanıldığı tespit edilmiştir. Kültürlerarası
Edebiyat’ın Almanya’da gösterdiği gelişme, onun küçük bir edebiyat türü olarak
görülemeyeceğini kanıtlamıştır.
Yabancıların yaşam tarzlarının, kültürlerinin, geleneklerinin, dünya görüşlerinin
anlaşılmasında edebiyatın önemli bir rolü mevcuttur. Edebiyat, kültürlerarası
duyarlılığın gelişiminde aktif rol üstlenmiştir. Almanya’daki yabancının anlaşılmasında
edebiyatın araç olarak kullanılabileceği, böylece edebiyatın kültürlerarası bir
potansiyele sahip olduğu tespit edilmiştir. Edebiyat, içerdiği farklı kültürlerin
örneklerini tanıtmaktadır. Kültürlerarası Edebiyatı açıklamaya çalışırken, edebiyat ile
kültürlerarasılığın ilişkisi tespit edilmiş, yabancı kültürlerin anlaşılmasında, edebiyatın
etkili bir araç olup olmadığı sorgulanmıştır. Kültürlerarası Edebiyat’ın, farklı kültürlerin
ve farklı uluslara ait edebiyatların etkisi altında oluştuğu tespit edilmiştir.
Günümüzde Alman toplumu içerisinde yer alan yabancıların yaşam biçimlerini ve
toplum içerisinde gelişen olaylara karşı verdikleri tepkileri algılamak için, Almanların
Kültürlerarası Edebiyat'ı bir aracı olarak kullanmaya başladıkları görülmektedir.
Kültürlerarası Edebiyat sayesinde edindikleri bakış açısıyla, onlarla ilgili toplumsal
80
sorunlara daha iyi sonuç getiren çözümler de üretilmektedir. Kültürlerarası Edebiyat,
bize Almanya’daki yabancının bakış açısını sunarak, dünyayı onların gözlerinden
görmemizi ve böylece toplum içerisinde yabancılıkla ilgili mevcut olan sorunların
çözülmesine yardımcı olmaya çalışmaktadır.
Almanya’da faaliyetlerini sürdüren yabancı kökenli yazarların, etnik köken açısından
farklı uluslardan gelmesi, Türk – Alman Edebiyatı, Rus – Alman Edebiyatı, Đtalyan –
Alman Edebiyatı gibi Kültürlerarası Edebiyat’ın bir alt kategorisi olarak ele alınan yeni
edebiyat türlerinin de doğmasını sağlamıştır. Alman toplumu içerisinde yer alan
yabancıların çoğunluğunu Türklerin oluşturması, Türk – Alman Edebiyatı’nın Alman
Edebiyatı’nda, diğerlerinden daha ön plana çıktığı tespit edilmiştir. Türk – Alman
Edebiyatı’nın Kültürlerarası Edebiyat’ın alt kategorisi olarak görülen diğer edebiyat
türlerinden daha fazla ön plana çıkmasının nedeni, Emine Sevgi Özdamar ve Feridun
Zaimoğlu gibi yazarların önemli edebiyat ödüllerini almalarına da bağlanmıştır.
Türk – Alman Edebiyatı’nın, Almanya’da yaşayan Türklerle ilgili toplumsal
tartışmalara eşlik edebilecek ve onları yönlendirebilecek nitelikte olduğu tespit
edilmiştir. Türk – Alman Edebiyatı’nda yer alan eserlerdeki yansımalar, yeri geldiğinde
toplumsal olaylarla ilgili örnekler içermektedir.
Türk – Alman Edebiyatı içerisinde yer alan ve faaliyetlerini Kültürlerarası Edebiyat
çatısı altında sürdüren yazarların, eserlerinde iki kültürü yüzleştirirken, zaman zaman
dengeyi bulamadıkları gözlemlenmektedir. Eserlerinde bir kültürün olumsuz yönlerini
daha ön plana çıkartmaktadırlar, ya da, tamamen tek kültür üzerine odaklanmaktadırlar.
Bu durum özellikle tarihte yaşandığı ileri sürülen olayların, yaşanıp yaşanmadığı
tarihçiler tarafından kesinleştirilmediği halde, yazarların eserlerinde bunlara sadece
karşı kültürün bakış açısıyla yer verdikleri anlaşılmaktadır. Buna benzer durumların
eserlerde yer alması, Alman okurların Türk kültüründe yer alan unsurlar, ya da Türk
tarihi hakkında yanlış bir düşünceye kapılmalarına neden olabilir. Đki kültür arasında
süren karşılıklı ilişkilerde, olumsuzluğa sebep verecek sonuçların doğmaması için, bu
gibi konularda yazarların daha hassas davranması gerekmektedir.
Yukarıda belirtilen ve olumsuzlukla sonuçlanabilecek olan bu tür unsurların ele alındığı
bazı eserlerin ve bu eserleri kaleme alan yazarların, Alman toplumunda ön plana
81
çıkması ve çok satanlar listesinde yer alması, bizde, Almanların görmek ya da duymak
istediklerini ele alan eserlerin ve yazarların popüler olduğu izlenimini oluşturmaktadır.
Bu gibi olaylar karşısında Türk kamuoyu da daha fazla hassasiyet göstermeye çaba sarf
etmelidir.
Yapılan bu çalışma Türk Edebiyat Bilimi açısından da önemlidir. Çünkü Kültürlerarası
Edebiyat adı altında ele alınan Türk - Alman Edebiyatı içerisinde yer alan yazarların
tamamı Türk kökenli olup, eserlerinde ağırlıklı olarak Türkiye'den ve Almanya'da
yaşayan Türklerden bahsetmektedir. Diğer bir deyişle, kendi kültürümüz Almanya’da
Türk – Alman Edebiyatı’yla tanıtılmaktadır. Bu ve buna benzer çalışmalar,
Türkiye’deki üniversitelerin yabancı dil ile eğitim veren bölümleriyle kısıtlı
kalmamalıdır. Diğer bölümler tarafından da bu konulara daha geniş bir yer ayrılmalıdır.
82
KAYNAKÇA
ACKERMANN, Irmgard (2002), “Mit Einem Visum Für Das Leben. Formen
Weiblichen Schreibens Am Beispiel Dreier Türkischer Autorinnen”, Editör:
Aglaia Blioumi, Migration und Interkulturaliaet in neueren literarischen Texten,
Iudicium Verlag GmbH, Münih, s. 147-157.
ALLGAIER, N., G. Hennen, J. Glembek (2007), “Anders sind wir – anders die anderen:
Interkulturelle Literatur in Deutsch Lehrwerken”, Editör: Irmgard Honnef-Becker,
Dialoge zwischen den Kulturen, Schneider Verlag Hohengehren GmbH,
Baltmannsweiler, s. 156-178.
AMODEO, Immacolata (2002), “Anmerkungen zur Vergabe der Literarischen
Staatsbürgerschaft in der Bundesrepublik Deutschland”, Editör: Aglaia Blioumi,
Migration und Interkulturaliaet in neueren literarischen Texten, Iudicium Verlag
GmbH, Münih, s.78-91.
ARNA, Sibel (2005), “Nasıl Söylesem Beklediğimden Fazla Kazanıyorum”, Hürriyet,
30 Ocak, http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=292558, 12.02.2009.
AYTAÇ, Gürsel (2005), Edebiyat ve Kültür, Hece Yayınları, Ankara.
BAYTEKĐN, Binnaz (2006), Kuramsal ve Uygulamalı Karşılaştırmalı Edebiyat Bilim,
Sakarya Yayıncılık, Sakarya.
BECKER, Irmgard Honnef (2007), “Empathie und Reflexion: Überlegung zur einer
interkulturellen Literaturdidaktik”, Editör: Irmgard Honnef-Becker, Dialoge
zwischen den Kulturen, Schneider Verlag Hohengehren GmbH, Baltmannsweiler,
s. 201-236.
BREDELLA, Lothar (2007), “Grundzüge einer interkulturellen Literaturdidaktik”,
Editör: Irmgard Honnef-Becker, Dialoge zwischen den Kulturen, Schneider
Verlag Hohengehren GmbH, Baltmannsweiler, s. 29-46.
83
BLIOUMI, Aglaia (2002), “Interkulturalitat und Literatur. Interkulturelle Elemente in
Sten Nadolnys Roman ‘Selim oder die Gabe der Rede’”, Editör: Aglaia Blioumi,
Migration und Interkulturaliaet in neueren literarischen Texten, Iudicium Verlag
GmbH, Münih, s. 28-40.
BLUMENTRATH, H., J. Bodenburg, R. Hillman, M. Wagner-Egelhaaf (2007),
Transkulturalitaet. Türkisch-Deutsche Konstellationen in Literatur und Film,
Aschendorff Verlag, Münster.
CAN, Özber (2007), Feridun Zaimoğlu’nun Leinwand (Perde) ve Zwölf Gramm Glück
(Oniki Gram Mutluluk) Aslı Eserlerinde Sözdizimsel ve Anlamsal Öncemeler,
Basılmamış Doktora Tezi, Anadolu Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü.
CHEESMAN, Tom (2002), “Akçam – Zaimoğlu – Kanak Attak: Turkish Lives and
Letters in German”, German Life and Letters, Volume 55, April, pp. 180-195.
CHIELLINO, Carmine (2007), Interkulturelle Literatur in Deutschland, J.B. Metzler,
Stuttgart.
CHIELLINO, Carmine (2002), “Der Interkulturelle Roman”, Editör: Aglaia Blioumi,
Migration und Interkulturaliaet in neueren literarischen Texten, Iudicium Verlag
GmbH, Münih, s. 41-54.
ESSELBORN, Karl (2007), “Interkulturelle Literatur – Entwicklung und Tendenzen”,
Editör: Irmgard Honnef-Becker, Dialoge zwischen den Kulturen, Schneider
Verlag Hohengehren GmbH, Baltmannsweiler, s. 9-28.
GROSSBONGARDT, Anette ve Daniel Steinvorth (2006), “Ein Schub an
Lebensenergie”,
Der
Speigel,
Heft
37,
September,
s.
137.
http://wissen.spiegel.de/wissen/dokument/85/36/dokument.html?titel=%22Ein+Sc
hub+an+Lebensenergie%22&id=48826358&top=SPIEGEL&suchbegriff=t%C3%
BCrkische+einwanderung&quellen=&qcrubrik=natur, 25.03.2009.
HOFMANN, Michael (2006), Interkulturelle Literaturwissenschaft: Eine Einführung,
UTB, Stuttgart.
84
KARAKUŞ, Mahmut (2001), “Sıra Dışı Bir Yazar: Feridun Zaimoğlu”, Editörler:
Mahmut Karakuş – Nilüfer Kuruyazıcı, Gurbeti Vatan Edenler: Almanca Yazan
Almanyalı Türkler, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, s. 273-284.
KÖSTLIN, Konrad (2007), “Kulturen im Prozess der Migration und die Kultur der
Migration”, Editör: Carmine Chiellino, Interkulturelle Literatur in Deutschland,
J.B. Metzler, Stuttgart, s. 365-386.
KURUYAZICI, Nilüfer (2001), “Almanya’da Oluşan Yeni Bir Yazının Tartışılması”,
Editörler: Mahmut Karakuş – Nilüfer Kuruyazıcı, Gurbeti Vatan Edenler:
Almanca Yazan Almanyalı Türkler, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, s. 324.
KURUYAZICI, Nilüfer (2001), “Emine Sevgi Özdamar’ın Son Romanı: Die Brücke
über dem Goldenen Horn”, Editörler: Mahmut Karakuş – Nilüfer Kuruyazıcı,
Gurbeti Vatan Edenler: Almanca Yazan Almanyalı Türkler, T.C. Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankara, s. 265-272.
NEJAD,
Ali
Fathollah
(2007),
Man
mus
mit
den
Hüften
schwingen!,
http://www.eurozine.com/articles/2007-11-16-zaimoglu-de.html, 12.05.2009.
ORALĐŞ, Meral (2001), “Gurbeti Vatan Edenler”, Editörler: Mahmut Karakuş – Nilüfer
Kuruyazıcı, Gurbeti Vatan Edenler: Almanca Yazan Almanyalı Türkler, T.C.
Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, s. 35-50.
ÖZDAMAR, Emine Sevgi (2008), Die Brücke vom Goldenen Horn, 3. Auflage, Verlag
Kiepenheuer & Witsch, Köln.
PABOR, Marija Juric (2008), “Transkulturation und Hybriditaet im Spiegel der
Migration”, Editörler: Gisella Vorderobermeier u. Michaela Wolf, LIT Verlag, s.
127-146.
PAZARKAYA,
Yüksel
(2007),
“Almanyalı
Türklerin
Edebiyatı”,
http://tr.qantara.de/webcom/show_article.php?wc_c=671&wc_id=7&wc_p=1,
14.03.2009
85
RÖSCH, Heidi (2001), “Migrantenliteratur: Entwicklungen und Tendenzen”, Editörler:
Gerhard Helbig, Lutz Gotze, Gert Henrici, Hans Jurgen – Kruman, Deutsch als
Fremdsprache: Ein Internationales Handbuch, de Gruyter, Berlin, s.1353 – 1360.
SEYYAR, Ali (2008), Sosyal Siyaset Terimleri Ansiklopedik Sözlük, Sakarya
Yayıncılık, Sakarya.
SPIEGEL
(2005),
Studienbrecher
Feridun
Zaimoglu,
http://www.spiegel.de/unispiegel/studium/0,1518,341247,00.html, 17.03.2009.
STRATTHAUS, Bernd (2005), Was heisst interkulturelle Literatur, Basılmamış
Doktora Tezi, Duisburg-Essen Üniversitesi.
ŞEN, F., G. Kızılocak, M. Sauer, C. Şentürk (2006), “Avrupa’daki Türk Kadını”,
Türkiye
Đşveren
Sendikaları
Konfederasyonu,
Yayın
No:
276,
http://www.tisk.org.tr/yayinlar.asp?sbj=ic&id=2159, 21.03.2009
ŞÖLÇÜN, Sargut (2007), “Literatur der türkischen Minderheit”, Editör: Carmine
Chiellino, Interkulturelle Literatur in Deutschland, J.B. Metzler, Stuttgart, s. 135152.
ŞÖLÇÜN, Sargut (2002), “Gespielte Naivität und Ernsthafte Sinnlichkeit der
Selbstbegegnung”, Editör: Aglaia Blioumi, Migration und Interkulturaliaet in
neueren literarischen Texten, Iudicium Verlag GmbH, Münih, s. 92-111.
TANIŞ, T., M. Tosun ve E. Sümer (2004), “Alman Sanatında Avrupalı Türk Fırtınası”,
Hürriyet,
21
Şubat,
http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=204326,
12.02.2009.
TEKĐN, Arzu (2007), Feridun Zaimoğlu’nun On Đki Gram Mutluluk (Zwölf Gramm
Glück) ve Murathan Mungan’ın Erkekleri Öyküleri Adlı Eserlerinde Erkek Đmgesi,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
WELSCH, Wolfgang (1999), “Transculturality – the Puzzling Form of Cultures
Today”, Editor: Mike Featherstone and Scott Lash, Spaces of Culture: City,
Nation,
World,
London,
s.
194
-
http://www2.uni-jena.de/welsch/Papers/transcultSociety.html, 20.04.2009
86
213
WENDE, Waltraud (2004), Kültür – Medien – Literatur. Literaturwissenschaft als
Medienkulturwissenschaft, Königshausen – Neumann, Würzburg.
WIKIPEDIA, “Transkulturelle Gesellschaft”
http://de.wikipedia.org/wiki/Transkulturalit%C3%A4t , 20.04.2009
WIKIPEDIA, “Interkulturelle Literatur”,
http://de.wikipedia.org/wiki/Interkulturelle_Literatur, 03.11.2007
WERTHEIMER, Jürgen (2002), “Kanak/Wo/Man Contra Skinhead – Zum Neuen Ton
Jüngerer Autorinnen der Migration”, Editör: Aglaia Blioumi, Migration und
Interkulturaliaet in neueren literarischen Texten, Iudicium Verlag GmbH, Münih,
s. 130-135.
www.kanak-attak.de (1998), Kanak Attak – Ve Đşte O Kadar, www.kanakattak.de/ka/down/pdf/manifest_t.pdf, 27.05.2009
YANO,
Hisashi
(2007),
“Migrationsgeschichte”,
Editör:
Carmine
Chiellino,
Interkulturelle Literatur in Deutschland, J.B. Metzler, Stuttgart, s. 1-17.
ZAĐMOĞLU, Feridun (2008), Leyla, 3. Auflage, Fischer Taschenbuch Verlag,
Frankfurt am Main.
ZAĐMOĞLU, Feridun (2007), Kanak Sprak: 24 Misstöne vom Rande der Gesellschaft,
7. Auflage, Rotbuch Verlag, Berlin.
87
ÖZGEÇMĐŞ
Fatih ŞĐMŞEK, 26.09.1981 tarihinde Almanya’nın Brunsbüttel kentinde doğdu.
Đlkokulu Almanya’da, ortaokul ve liseyi Adapazarı’nda tamamladı. 2001 yılında
Sakarya Üniversitesi Almanca Mütercim Tercümanlık Bölümü’nü kazandı. 2006 yılında
bu bölümden mezun oldu ve aynı yıl Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü’nde Alman Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı’nda yüksek lisans öğrenimine
başladı. Halen aynı anabilim dalında yüksek lisans öğrencisidir. Evli ve bir çocuk
babasıdır.
88

Benzer belgeler