kaynakça - Bahçeşehir Üniversitesi

Transkript

kaynakça - Bahçeşehir Üniversitesi
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Ö
ÖN
NSSÖ
ÖZ
Z
2005 Yılının Mart ayında başlayan ve 4 ay
boyunca çok değerli devlet adamlarını Türk halkı ile
buluşturan Siyaset Okulu Projesi Başarıyla tamamlandı.
Bu süre zarfından mesleki anlamda birbirinden çok
farklı alanlarda bulunan bazı katılımcılarımız Hükümet
ve Liderlik Okulunun Düşünce Grubu çatısı altında
buluştular. Gerek kendi kişisel birikimleri gerekse
Siyaset Okulu müddetince almış oldukları bilgileri
birleştirerek siyaset okulunun gerçek amacına yönelik
çalışmalara başladılar. Gerçek hedefi Türkiyenin içinde
bulunduğu durumu ve hali hazırda yaşamakta olduğu
farklı sorunları dile getirip bu sorunlara çözüm üretmek
olan değerli Düşünce grubu üyelerimiz bu çalışmalarını
ilerlettiler ve geliştirdiler.
Neticede yazarlarımız ele aldıkları konuları en
iyi şekilde değerlendirip,sorunları masaya yatırdıktan
sonra bu sorunlara çözüm ürettiler. Yazmış oldukları
makaleler Türkiyenin belli başlı bazı sorunlarına çözüm
üretmekle kalmadı ve bu tarz çalışmaların yapılması
gereğini bir kere daha gözler önüne serdi.
1
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Türkiye’de sadece eleştirinin ön planda olduğu
ve maalesef yapılan eleştirilere fazla çözüm üretilmediği
bu dönemde bu çalışma belli bir ölçüdede olsa
sistematik konusunda topluma ışık tutacaktır.
Yapmış olduğu çalışmalardan dolayı değerli
yazarlarımızı ve Siyaset Okulu projesine yaptıkları
büyük katkılar ve desteklerden ötürü Bahçeşehir
Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Süheyl Batum’a ve
Bahçeşehir Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Sayın
Enver Yücel’e şükranlarımı sunarım.
Bu denli açık fikirli ve bünyesinde farklı
düşünceleri barındıran bir düşünce gurubu ancak bu
denli açık fikirli ve özgürlükçü bir yönetim kadrosuyla
gerçekleşebilirdi.
Burak KÜNTAY
Bahçeşehir Üniversitesi
Hükümet Ve Liderlik Okulu Bşk.
2
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
TTÜ
ÜR
RK
KİİY
YE
E’’D
DE
E
K
SİİY
YA
AS
Sİİ
KE
EN
NTTLLİİLLE
EŞ
ŞE
EM
ME
EM
ME
EN
NİİN
NS
N
NE
ED
DE
EN
NLLE
ER
Rİİ
H
HA
AZZIIR
RLLA
AY
YA
AN
N
D
Ceem
mB
BE
EY
YG
GO
O
Drr.. C
3
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
T
TÜ
ÜR
RK
KİİY
YE
E’’D
DE
E
K
KE
EN
NT
TL
LİİL
LE
EŞŞE
EM
ME
EM
ME
EN
NİİN
N SSİİY
YA
ASSİİ
N
NE
ED
DE
EN
NL
LE
ER
Rİİ
11..G
GİİR
RİİŞŞ
Türkiye’deki kentleşme olgusu, ülkenin toplumsal
ve ekonomik yapısını biçimlendiren temel ögelerden
biridir. Yalnız tarımdaki değişmelerin ve sanayileşmenin
bir sonucu değil, toplumsal değişme sürecinin de bir
göstergesidir. Ayrıca siyasal, toplumsal ve ekonomik
yapı üzerinde kendisine özgü nitelikleri vardır. Ülkenin
kentsellik niteliği 1980’den sonra hızla artmaktadır.
Yalnız bu konuda “belediyelerde” yaşayanların da kentli
sayıldığı ve nüfusu 1000’i aşan yerleşim yerlerinin
belediye kabul edildiği anımsanmalıdır. Öte yandan
Türkiye’nin kentleşme süreci de oldukça hızlıdır. Bir
başka deyişle, kentleşme oranı yüksektir. Kentli nüfus,
özellikle
100.000’den
kalabalık
yerlere
doğru
kaymaktadır. Son yapılan sayıma göre, 1997 yılında,
nüfusun
yarıdan
fazlası
milyonluk
kentlerde
yaşamaktadır (Kongar, 1998:549).
Kırsal alanlardaki yaşam koşullarının elverişsizliğinden
doğan “itici ögeler”, Türkiye’deki kentleşme süreci
açısından çok önemli bir etki sahibi olarak
4
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
gözükmektedir. Tarım kesiminin bugünkü durumu ve bu
kesimde ortaya çıkmış olan değişiklikler, itici ögelerin
ardında yatan temel nedenlerdir:
1. Tarımsal etkinliklerin düşük ekonomik verimliliği,
2. Tarımsal üretimin makineleşmesi,
3. Türkiye’deki
ekilebilir
toprakların
sınırına
ulaşılmış olması,
4. Türkiye’de tarım kesiminin ulusal gelir içindeki
payının küçülmesi ve işgücünün azalması.
Her ne kadar Türkiye’deki kentleşme sürecinin
ardındaki temel ögeler köylerin ve küçük kasabaların
elverişsiz yaşam koşulları, yani “itici ögeler” olarak
görünüyorsa da, kentlerin çekiciliği de göç konusunda
daha önemli bir işleve sahiptir:
1. Kentlerdeki iş olanakları ve yüksek ücretler,
2. Toplumun kültürel değerleri (“İstanbul’un taşı
toprağı altındır”),
3. Büyük kentlerin eğitim ve sağlık konularındaki
olanakları.
Kentleşme, kendisi toplumsal ve ekonomik değişmelerin
bir sonucu olmasına karşın, Türkiye’nin gelecekteki
5
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
siyasal ve toplumsal yapısını biçimlendirecek olaylardan
biridir.
Türkiye’deki kentleşme yalnızca sanayileşme ile
özdeşleştirilemez. Büyük kentlere doğru görülen
korkunç akın, kırsal alanlarda toprak üzerindeki nüfus
baskısı, tarımın makineleşmesi, toprağın çok küçük
parçalara bölünmesi, küçük kasabalardaki düşük gelir
düzeyi ve halkın gittikçe yükselen beklentileri gibi
ögelerin bir sonucudur. Böylece büyük kentlerdeki iş
olanakları, özellikle sanayi kesiminde, dışarıdan gelen
nüfusun çok gerisinde kalmaktadır. Bunun sonucunda,
niteliksiz işçiyi de içinde barındıran hizmet kesimi, ülke
koşullarına göre olağanüstü bir gelişme göstermektedir.
Türkiye’deki kentleşmenin ardında yatan temel ögeler
olarak, sanayileşme ile birlikte, kırsal yaşamın ve
kasabaların sağladığı olanakların yetersizliği de çok
önemli bir yere sahiptir. Kentleşme olgusu, büyük
kentlerde
bir
yığılma
biçiminde
kendisini
göstermektedir. Büyük kentlerdeki yaşam koşulları,
kasaba ve köylere oranla çok üstün görülmekle birlikte
yeterli değildir. Bu nedenle, kentleşme, kentsel
olanakların büyük nüfus kesimlerinin yararına
sunulması sonucunu doğuracak bir yaygınlaşmayı
değil, tam tersine, halkın kentsel merkezlerde birikerek,
6
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
buradaki olanak ve hizmetleri daha da yetersizleştirmesi
sürecini belirlemektedir. Ayrıca kentleşme, ülkenin
çeşitli bölgelerinde de, bu bölgelerin toplumsal ve
ekonomik gelişme düzeylerine göre değişik görünümler
kazanmaktadır. Bu değişik görünümlerin temel niteliği,
bölgeler arası dengesizlikleri pekiştirmektedir. Bölgeler
arası dengesizliklerin artmasıyla birlikte, büyük
kentlerde, kaynaklar ile gereksinmeler arasında görülen
uyumsuzluk da gittikçe büyümektedir. Kaynakların
dağılması yönünden planlı etkinlikler yapılmazsa ve
gerekli önlemler alınmazsa, yakın bir gelecekte, büyük
kentlerdeki yaşam olanakları dayanılmaz bir nitelik
kazanacak ve bölgeler arası dengesizlikler, bütün
toplumu sarsacak bir düzeye erişecektir.
Bir başka terminoloji ile ifade edilirse, Türkiye’deki
kentleşme, devletin ve resmî örgütlerin denetiminde ve
belli kent planlarına göre değil, devletin boş bıraktığı
alanlarda at oynatan yasadışı grupların devlet ve
birbirleri
karşısındaki
göreli
güçlerine
göre
biçimlenmiştir.
Bu süreç sadece fiziksel planlama ve kent hukuku
açısından yasadışı kaçak yapılaşmayı değil, aynı
zamanda toplumsal olarak bir değer yozlaşmasını da
birlikte getirmiştir: Bu bölgelerde esas olan, meşruiyet
7
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
ve yasalar değil, kaba kuvvet ve hemşehrilik ya da
akrabalık ilişkileri gibi dayanışma örüntüleridir (Kongar,
1998:578).
22..TTA
AR
RİİH
HS
SE
ELL G
GE
ELLİİŞ
ŞİİM
M
Osmanlı İmparatorluğu döneminden beri bölgeler
arasındaki dengesizlikler Türk toplumsal yapısının
temel niteliklerinden biri olagelmiştir. İmparatorlukta
gördüğümüz bu dengesiz gelir dağılımı Cumhuriyet
döneminde de egemenliğini sürdürmüştür. Gelir ve
hizmet dağılımındaki dengesizliklerin sonucu olarak
kentleşme süreci de Türkiye’de ayrı bölgelerde son
derece değişik yoğunluklar göstermektedir. Kentsellik
yönünden, bölgeler arasında görülen bu dengesizlik hiç
kuşkusuz, ülkenin dengesiz sanayileşmesinin de bir
sonucudur.
2.1.1950’ler: Demokrat Parti Dönemi
1950-1960 dönemini anlayabilmek için Demokrat
Parti yönetimine son veren 1960 askeri müdahalesine
dek süren “Menderes iktidarının” temel niteliklerini
ortaya koymak gereklidir.
8
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Demokrat Parti yönetiminin sivil ve asker
bürokrasi ile aydınlara karşı olumsuz bir tutum sahibi
olması, gerçek demokratik ilkelere uygun davranışlar
yerine, tek parti dönemine öykünen uygulamalara
yönelmesi, Batı dünyası ile ekonomik ve siyasal
bütünleşmeye kesin inanç beslemesi, kimi Atatürk
devrimlerine karşı olumsuz bir tutum sahibi olması ve
belki de en önemlisi, halkla olan bütünleşmesi şeklinde
özetlenebilecek nitelikleri ekonomik, toplumsal, kültürel
ve siyasal olarak ciddi bir hareketliliğe yol açtı.
Ekonomik açıdan devletin kamu yatırımları
içindeki yeri pek de azaltılmamakla birlikte, “devlet eliyle
özel kesimin desteklenmesi” olayı hızlandırıldı. Böylece
hem “yeni zenginler” yaratılarak, burjuvazinin gelişmesi
hızlandırıldı, hem de sermaye sınıfından Demokrat
Parti’ye destek veren yeni bir taban oluşturuldu. Yüksek
enflasyon ile bu “ekonomik ve sınıfsal hareketlilik”
desteklendi. Böylece, sınıfsal oluşumlar hızlandırıldı.
Toplumsal açıdan, kırsal alanlara makineleşme
sokularak, buradaki nüfusun yatay hareketliliği
özendirildi ve hızlandırıldı; bunun doğal bir sonucu
olarak da kentlere akını sağlanarak, “gecekondu” adı
altında yeni bir fiziksel yerleşim ve “gecekondu halkı”
diye anılan yeni bir toplumsal katman yaratıldı. Bu
9
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
katman, yani gecekondu halkı, bir süre sonra, kendi
içinde de farklılaşarak, işçi, esnaf ve tüccar gibi farklı
sınıflara ayrıştı (Kongar, 1998:151-152).
Bu katman, başlangıçta pek de farkında
olunmadan beşeri tripodun ikinci ayağını ülkenin
tercihen en büyük kentinde, İstanbul’da oluşturmaya
başlamıştı.
2.2.1960’lar: Siyasi Yelpazenin
Detaylanması
1960-1970 yıllarına damga vuran olayların
başlıcaları İnönü Hükümetlerinin sonu, Demirel’in
yükselişi, muhafazakar ve devrimci unsurların merkez
partilerinden ayrışması ve Türk siyasal yaşamında
şiddet eylemlerinin gelişip yaygınlaşmasıdır.
1968 yılı tüm dünya ile birlikte Türkiye’de de
öğrenci eylemlerinin başlangıç yılı oldu. Bu yılın sonuna
doğru üniversite eylemleri siyasal nitelik kazandı;
emperyalizme ve o günkü iktidara karşı gösteriler
başladı.
Öğrencilerin
siyasal
yaşamda
şiddet
kullanılmasının yarattığı kargaşalıktan etkilendiklerinde
hiç kuşku yoktu (Kışlalı, 1974:51-52).
10
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Ekonomik açıdan ise, DPT tarafından 1963 yılından
itibaren uygulamaya konan hemen hemen tüm
Kalkınma Planları amaç olarak Kaba Ulusal Ürün’ün
(GSMH) yılda ortalama %7 dolayında (kimi zaman biraz
yüksek, kimi zaman biraz düşük) arttırılmasını
belirlemiştir. Fakat düzenli olmayan bu yıllık Kaba
Ulusal Ürün artışının ardındaki temel nedenlerden biri,
tarım kesiminin ekonomideki hâlâ devam eden
egemenliğidir (Kongar, 1998:400).
Yurtiçi göç nüfusu, bu yıllarda, büyük kentlerde
genellikle kamu, varsa da özel üretim tesislerinin yakın
civarındaki hemşehri mahallelerine giderek artarak
ilişmeye başladı. Sağlık, zanaat ve cesaret olarak
uygun olanlar, savaş yaralarını sarabilen Batı Avrupa
ülkelerinde boy gösteren sanayinin işgücü ihtiyacını
karşılamak üzere trenlere binip hareket etti. Tripodun
üçüncü ayağı, yine başlangıçta pek farkında olunmadan
kapitalist bir Batı ülkesine atılmıştır.
2.3.1970’ler: Sosyalist Devrim
Arayışları
Çok çeşitli şiddet gruplarının gerçekleştirdiği
eylemler, Silahlı Kuvvetler’in, 12 Mart 1971 günü
çıkarılan muhtıra ile siyasal yaşama bir kez daha el
11
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
koymasına neden oldu.Muhtırayı takip eden süreçte
Batı tipi sınıflı toplumları andıran ve 1973 seçimleri
sonuçlarıyla somut olarak ortaya çıkan toplumsal ve
ekonomik yapı değişmesi, Türk siyasal yaşamında yeni
bir dönemin başladığının ilk belirtisiydi (Özbudun,
1975:193-200).
Ekonomik açıdan bakıldığında bu yıllarda
Türkiye’de birey başına düşen Kaba Yurtiçi Ürün,
OECD ülkelerine göre son derece düşüktü. Örneğin,
1970’li yılların başında Birleşik Amerika’da birey başına
düşen Kaba Yurtiçi Ürün, Türkiye’dekinin 14 katıdır. Öte
yandan, OECD içindeki en geri ülke olan Portekiz’de
bile bu rakam Türkiye’dekinin iki katıdır. Türkiye 1970’li
yıllar itibarıyla ancak, üyesi olduğu OECD örgütü
üyelerinin ortalamasının dokuzda birine erişebilmiştir
(Uluatam, Aysun, 1975:150).
Bu bozuk ekonomik düzeninin yanısıra 1970’lerin
başında hayata geçirilen 1. Boğaz geçişi ve çevreyolu
sistemi de, devrin ortamı içinde İstanbul’un
büyümesindeki plansızlığın, düzensizliğin, çarpıklığın,
yasadışılığın, gecekondulaşmanın ve spekülasyonun
“atılım yaptığı” bir dönüm noktası olmuş (Ekinci,
1992:41), İstanbul özelindeki bu örnek, ülke genelindeki
eğilimleri de ateşleyen bir fünye görevi görmüştür.
12
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
1970’ler, toplumsal ve siyasal çalkantıların
çatışmaya dönüştüğü yakıcı yıllar olarak anılacaktır. Bu
yıllarda artık varoşlaşmaya başlayan gecekondu
mahalleleri artık sosyalist devrimin yeşereceği
kurtarılmış bölgelerdir. Transformasyon (gecekondu)
nüfusunun, kentli burjuvazinin değerlerine mümkün
olduğu kadar düşmanlaştırılması devrimci güçlerin
temel ödevlerinden biri haline gelmiştir. Kaçınılmaz
olarak sanatın pek çok dalında siyasetin derin etkileri
hissedilir olmuştur. Sinema filmlerinde, tiyatro
oyunlarında, zaman zaman abartılı kentli hicivleri,
toplumsal içerikli üretim yapan sanatçının aydın bakış
açısının gerek şartı olarak ortaya çıkmıştır. Teknik ve
sosyal altyapıdan yoksun vadilere yerleşme savaşı
veren transformasyon nüfusunun hatt-ı bâlâda ışıkları
parlayan apartmanlara ve içindekilere karşı yeterince
hınç nedeni vardır artık. Bugün yüksek yüzdelerle kat
karşılığı verilen furya-konduları, Turhan Selçuk’un
fırçasından 3. sayfaya yerleşmiştir.
2.4.1980’ler: “Artık Zenginleri
Sevebiliriz”
Türkiye’nin demokratikleşme ve hukuk devleti
hedeflerinde 25 yıldır en büyük engeli oluşturan “12
13
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Eylül 1980 Darbesi”, sadece insan hakları ve
özgürlüklerde değil, “kent, çevre, kültür ve mimarlık”
alanında da hâlâ sürmekte olan kalıcı tahribatlar
yaratmıştır.
1980 ve bunu takip eden yıllarla birlikte özelikle arsa ve
arazi rantının temel ekonomik tercihler arasında yer
alması, toplumsal hakları her alanda yok saymanın
doğal sonucudur (Mimarlar Odası Bildirgesi, 2005).
1984 yerel seçimlerini de kazandıktan sonra Özal, artık
bir yandan zam politikasını, öte yandan ekonomiyi dışa
açma programını tüm gücü ile uygulamaya koydu
(Gökmen, 1992:123).
Toplumun tüm değer yapısı, “yeni dönemde yeni
insan”, “endüstriyel toplumda en yüce değer paradır,
nasıl kazanırsan kazan” anlayışı içinde “köşe
dönücülüğün yüceltilmesiyle” birlikte, bizzat Özal’ın
konuşma, tutum ve davranışlarıyla ciddi bir değişime
tabi tutuluyordu.
Bu arada tarikatlar da işbirliği yoluyla İslam dini
“siyasallaştırılarak” toplumsal değişmenin önemli bir
ekseni olarak kullanılıyordu (Kongar, 1998:220).
1980-1990 arasındaki bu on uzun yılda, bir
yandan binlerce kişi yaşamından, işinden, aşından,
14
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
evinden, yurdundan ve özgürlüğünden olurken, öbür
yandan binlerce dönüm yeşil alan, doğal ve tarihsel SİT
alanı, kentlerdeki parklar ve ormanlık kıyılar, 1980’den
sonra yürürlüğe giren yasalarla yerli ve yabancı çıkar
gruplarının yağmasına açıldı (Ekinci, 1991:116).
1980 sonrasında Türkiye’nin dünya ekonomisiyle
kurduğu yeni ilişkiler, yeni eklemlenme biçimlerinin
etkilerini birinci derecede hissettirdiği İstanbul,
üretiminin bileşiminde, nüfusunun tuttuğu işlerde ve
toplumsal sınıfların birbirlerine karşı durumlarında
önemli değişimler yaşıyor.
1980-1990 döneminde, İstanbul faal nüfusunun
ekonomik ve sosyal niteliklerinde gözlemlenen
değişimler ve ağır basan eğilimler şöyle özetlenebilir:
o İstanbul’un, hem nüfusa hem de milli gelirin
bölgeler arasında dağılımı açısından payı artıyor.
İstanbul, geleneksel ağırlığını “küreselleşme”
sürecinde de artırıyor.
o İstanbul’da 1980’lerde, nüfusun daha çok bölümü
çalışma yaşamına katılmış durumda. Genel
katılma oranının yükselmesinde haneye gelir
sağlamak için çocuk, kadın, yaşlı nüfustan
çalışma yaşamına katılmanın artmış olmasının,
15
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
legal ve illegal dış göçler sonucu faal nüfusun
artmasının da etkisi var (Sönmez, 1996:73).
“Ekonomide üretim yerine talanın yeğlendiği,
kentleşmede de planlama yerine fırsatçılığa dayalı
politikalar”, kent ve çevre haklarının ihlali ile ancak
yaşama geçebileceğinden, sözkonusu dönemin bu
yöndeki temel işlevi ve karakteri “yağmacılık ve çıkara
dayalı imarcılık için en uygun siyasal ortamı”
oluşturmuştur.
1980 sonrası dönemin sadece rantı temel alan
ve kamu yararını gözetmeyen imar politikalarının
yarattığı kentsel tahribatın başlangıcı da yine Milli
Güvenlik Konseyi tarafından 1982’de yürürlüğe konulan
imar afları ve bunlara dayalı olarak 1984’de çıkartılan
ıslah imar planları yasasıdır.
Bu planlar ile gecekondu ve kaçak yapılar, aynı
arsalarda apartmana dönüştürülerek affedilmekte ve
ruhsata, hatta tapuya bağlanmaktadır. Son zamanlarda
yaygınlaşan kentsel dönüşüm söylemine de öncülük
eden bu bilim dışı talan yasasına göre, düzensiz
apartman yığınlarına dönüştürülen kaçak kent
alanlarında, imar hukukundaki sosyal, kentsel, kültürel
altyapı ve toplumsal gereksinmeler için gerekli
düzenlemelerin yapılması koşulu bile yoktur.
16
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
“Plansızlığı
planlama”
ve
“yasadışılığı
kentleştirme” denilebilecek bu uygulama da 25 yıldır
imar düzeninin temeli haline gelmiş ve
düzensiz,
altyapısız, yeşil alansız, otoparksız, yolları ve açık
alanları yetersiz, kimlik ve mimarlık yoksunu apartman
yığınlarından oluşan 1980 sonrası kentleri yaratılmıştır
(Mimarlar Odası Bildirgesi, 2005).
1980’lerin başındaki “Şimdi bunları nasıl antikomünist yapacağız?” temel sorunu 1980’lerin
ortasında kent çeperlerinde işgal edilmiş arazilerin,
işgalcilerine peşkeş çeken işbitirici yöntemlerin icadı ile
hallolmuştu. Tehlikeli bölgelere gerekli müsekkin zerk
edildiğinden, büyük ölçekli talanın önünde, havaya
uçurulması kolay eski püskü arabalarla dolaşan yarım
avuç
vatanseverden
başkası
kalmamıştı.
Transformasyon nüfusu yine kentlileşememiş ama
kente yerleşmişti. Artık yetkileri arttırılmış yerel
yönetimler üzerinde yeniden fark etmeye başladığı
feodal ağlarla örülmüş yakın kontrole sahipti.
Mitinglerde yorulmadan, grevlerde sürünmeden,
çatışmalarda kırılmadan güce ve hatta varlığa sahip
olmuştu; yaş da zaten kemale ermiş,devrimci bıyıklar
sünnetlenmişti
17
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
2.5.1990’lar: Vakt i Hidayet
Türkiye uzun bir süredir Güneydoğu Anadolu
bölgesinde zaman zaman ülkenin öteki bölge ve
kentlerini de etkileyen bir sıcak çatışma yaşıyor
(Kongar, 1998:295). Bir yabancı gözlemci bu olay için
“Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu en büyük politik
sorun” tanımlamasını kullanıyor (Mango, 1995:48).
Bu olayın boyutları ile ilgili birkaç rakamsal veri:
Toplam 370.000 kişi köyünden ayrılıp kente göçtü.
Bunlardan sadece 11.000’i geri döndü.
İşsizlik oranı %40.
Topraksız köylü oranı %60 (Balbay, 1997).
Bölge halkının %53,4’ü bölgeden göç etmek istiyor.
Daha önce akrabaları başka yerlere göç etmiş
olanların %45’i İstanbul’a, %18,5’i İzmir’e, %12’si
Bursa’ya, %8,5’i Ankara’ya gitmek istiyor (Güllülü, Öner,
Kaçmazoğlu, 1997:16).
Diğer yandan, 12 Eylül yönetiminin “depolitize”
etmek istediği ve bunun için büyük çaba harcadığı
gençlik, Özal döneminde de sürdürülen bilinçli eğitim ve
politikalarıyla,
“kendine
karşı,
toplumsallaştırma
yakınlarına karşı, topluma karşı ve dünyaya karşı hiçbir
18
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
sorumluluk duymayan, tersine onları kendine karşı
sorumlu sayan” bir nitelikte yetiştirilmek istenmiştir. Bu
gençlik, “hiçbir şeyi bilmeye meraklı değildir, bilenleri
önemsemez, bilgiye yalnız kendi çıkarları için ilgi duyar.
Esas olan bencil ve çıkarcı ilgi eksenidir.” Özal’ın
gençlik modelinin en önemli özelliklerinden biri de “elde
etmek istedikleriyle haklı olmak arasında hiçbir ilişki
kurmamak, elde etmek istediklerinde kendini haklı
saymak” olarak ortaya çıkmaktaydı..
(1993)
Çiller,
Demirel’in
Çankaya’ya
çıkmasından sonra, başına geçtiği DYP aracılığı ile
hem Demirel’in hem de Özal’ın mirasçısı biçiminde bir
görünüm sergiledi. Bir yandan “köylü ve muhafazakâr
çevrelerden gelen geleneksel oyları” korumaya, öte
yandan “kentli ve çağdaş çevrelerin yeni oylarını”
arkasına almaya çalıştı (Kongar, 1998:334).
Kamuoyu Körfez Savaşının “savaş ve barış
planlarıyla” ilgilenirken kentlerimiz ve özellikle İstanbul
için de yeni bazı “planlar” yapılıyordu. Savaştan sonra
Türkiye’nin Ortadoğu’da üstlenmeye niyetlendiği “işleve”
yakışır bir imar düzeni için yeni modeller geliştiriliyor,
yasal dayanaklar hazırlanıyordu...
19
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Nedir bu işlev?
Söylenene göre “bir koyup üç -hatta- yirmi
alacağız” (Ekinci, 1992:59).
Türkiye’deki kentleşme, bir ölçüde de olsa,
hükümet uygulamalarının bir sonucudur. Hükümetler,
kalkınma planlarının sanayileşme yolunda önerdiği
önlemleri alarak kentleşmeyi desteklemişlerdir. Ayrıca
1996-2000 yılları arasını kapsayan Yedinci Beş Yıllık
Plan’a kadar, kentleşme kendi içinde bir olumlu olgu
olarak da görülmüştür. Özellikle büyük kentlerin içine
düştüğü kaos, ancak Yedinci Beş Yıllık Plan’da dikkati
çekmiş ve büyük kentlere doğru olan göç eğiliminin
yavaşlatılması gündeme gelmiştir.
Tarımdan sanayiye nüfus kayması, bir ülkede
izlenen sanayileşme siyasetinin kaçınılmaz sonucudur.
Fakat Türkiye’de kentsel alanlardaki kamu hizmetlerinin
ve çeşitli olanaklarının yetersizliği, ana kent planlarının
yapılmamış ya da yapılanların uygulanamamış olması
kentleşmeyi, temel toplumsal sorunlardan biri durumuna
getirmiştir.
Bu sorunlu kentleşmenin ardında yatan temel
öge ise Türkiye’de sanayileşme ile kentleşme arasında
20
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
bir uyum olmamasıdır. Tarihsel olarak büyük kentlerdeki
nüfus, sanayide çalışan nüfustan daha hızlı büyümüştür
(Yücel, 1970:18). Çünkü, kentlere gelen nüfus,
sanayileşme süreci çerçevesinde yaratılan yeni iş
alanlarının çok üstündedir. Bunun sonucu olarak
kentsel nüfusun önemli bir bölümü hizmet kesimine
kayıp bu kesimin beklenmedik ölçüde büyümesine yol
açarken, kentlerdeki gizli ve açık işsiz oranı 2000’li
yıllara girerken de sürekli artmaktadır (Kongar,
1998:559).
1990 larda ,transformasyon nüfusunun aile
reisini, hacca gitmiş,torununu mahallenin İmam Hatip
Lisesine kaydettirmiş,amcaoğlu ile mutlaka farklı
partilerden belediye meclisine girmiş,dayıoğlu ile en
yakın orman arazisini işgal etmiş olarak görüyoruz.Tam
herşey yoluna girmişken,on yılın iki önemli kırılması
yeni binyıla iyice yaklaşmışken Maramara Fayında ve
Milli
Güvenlik
Kurulunda
aniden
gerçekleşivermiştir.Mutlak İktidar gelecek ‘minelyuma’
kalmıştır.
21
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
2.6.2000’ler: İktidar ı Mutlak
21. yüzyılda Türkiye ekonomisinin en önemli
belirleyicisi hiç kuşkusuz dış dünya olacaktır. Dış
yatırımlar ve dış borçlar, Türk ekonomisinde özel girişim
kesiminin gelişmesine destek olmuş ve bu arada,
ekonominin tüm olarak dışa bağımlı bir nitelik
kazanmasına yol açmıştır. Bu bağımlılığın son aşaması,
Avrupa
Birliği
(AB)
ile
bütünleşme
olarak
gözükmektedir. Nitekim, 21. yüzyılın ilk yıllarında
Türkiye’nin attığı en önemli adımlardan biri Avrupa
Birliği’ne aday olmaktır. Hem ekonomiyi rekabete
açmak, hem de Türkiye’yi siyaseten Batı dünyası ile
bütünleştirmek amaçlarını güden bu hareket, 21. yüzyıl
birini
Türkiye’sinin
en
önemli
sorunlarından
vurgulamaktadır: Batı ile bütünleşme ve ekonomik
büyümenin dışa açık olarak sürdürülebilmesi. Sonuç
olarak,
Türk
ekonomisinin,
belli
aşamaları
gerçekleştirmiş olmakla birlikte, henüz sağlam ve
sağlıklı bir yapıya kavuşamadığı ve 21. yüzyılda, büyük
ölçüde dış dünyaya bağımlı bir nitelik taşıyacağı
söylenebilir. Bu arada, 21. yüzyılda ilerlerken, ilginç ve
çelişkili olan nokta, büyük illerin sürekli olarak daha çok
yatırıma
gereksindiğidir.
Çünkü,
büyük
nüfus
baskısından dolayı, bu kentlerdeki yaşam koşulları gün
geçtikçe kötüleşmektedir. Bu kentlerin pek çoğu su,
22
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
elektrik, havagazı, konut ve kanalizasyon gibi temel
hizmetlerden yoksundur. Fakat, yine de bugünkü
dağılımlarına bakıldığı zaman, bunların gelecekteki
büyük
birleşik
kentsel
yapıları
oluşturacağı
anlaşılmaktadır. Bu kentler bütün ötekilerden daha hızlı
büyümektedir. Çünkü, buralara gelen nüfus, daha çok
kamu ve özel kesim yatırımları yapılmasına yol açacak,
bu ise, daha fazla nüfus çekecektir. Böylece iç göç ile
yatırımlar arasında bir kısırdöngü başlayacak ve bunun
sonunda da İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir ve Adana
gibi iller son derece hızla büyüyecektir (Kongar,
1998:558).
Yeni Bin Yılın ilk seneleri,Avrupa Birliği Adaylığının
gereklerini yerine getirmek,ve bu gereklerin istismarının
sağlayacağı
manevra
sahasında,Transformasyon
İktidarının Mutlak Kadrolaşmasını tamamlamakla
geçeceğe benzemektedir.
33..D
DE
EĞ
ĞE
ER
RLLE
EN
ND
DİİR
RM
ME
E
Her toplumun evriminde ortak olan bu şemanın
çerçevesi içinde Türk toplumu, onu ayrı kılan özellikler
gösterir. Bu toplumun iç dinamizmi, bütün tarihi
boyunca, toptan bir dönüşümü bir üretim tarzından
daha gelişmiş bir başka üretim tarzına tam bir geçişi
23
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
engelleyen,
sürekli
tıkanıklıklarla
doludur.
Bu
tıkanıklıkları tahlil etmeye kalkıştığımızda karşımıza
hep,
ülkenin
tarihinde
birbiri
ardısıra
gelen
bürokrasilerin çıktığını görürüz (Yerasimos, 1989:544).
Bu
bürokrasilerin
bir
sonucu
olarak
gecekondulaşma olayı, beraberinde, hem kentsel
toprakların yağmasını, hem kentsel planlamanın rafa
kaldırılmasını, hem de kentsel rantın paylaşımında,
yasadışı örgütlenmelerin (toprak mafyasının) toplumsal
ve ekonomik egemenliğini getirmiştir. Bunun sonunda
da hem yasadışı toprak yağması, hem plansız
kentleşme, Türkiye’de büyük kentlerdeki yaşamı
dayanılmaz bir noktaya getirmiş ve 21. yüzyılın en
önemli gündem maddelerinden birini oluşturmuştur
(Kongar, 1998:151).
Esas olarak “hukuk dışı konut edinme” olayı
biçiminde
görülebilecek
olan
gecekondulaşma,
kendisiyle eşzamanlı ortaya çıkan ve birlikte gelişen iki
başka süreç ile tam bir etkileşime girmiş ve bu nedenle
de “karşı konulmaz bir güç” olarak, içinde bulunduğu
yapıyı etkilemiştir. Gecekondulaşma ile birlikte gelişen
ve hem onu güçlendiren, hem de ondan güç alan iki
süreçten birincisi “kentsel arsa spekülasyonu”
24
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
olgusudur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hızlanan
kentleşme olayı, Türkiye’de kentsel arsa fiyatlarını
birdenbire yukarıya doğru sıçratmıştır.
Bu oluşum sadece, kentlerin “varoşları” diye
nitelenen, “çevre alanlar” açısından değil, kent merkezi
de dahil olmak üzere, tüm kentsel alanlarla ilgili olarak
yaşanan bir süreçtir. Bir başka değişle, yalnız
gecekondu bölgeleri değil, düzenli ve yerleşik nitelik
taşıyan kentsel alanlar da bu baskıdan büyük ölçüde
etkilenmişlerdir.
Gecekondu olgusu ile birlikte gelişen ikinci süreç,
yerel ve merkezi politikada ortaya çıkan yozlaşmadır.
Bu yozlaşma her türlü rantın ve özellikle kentsel rantın,
politikacılar ile ya mafya türü kişiler ya da örgütler veya
üst gelir grupları ile birlikte paylaşılmasının yol açtığı
“yasa dışı” ittifakları ortaya çıkarmıştır. Aslında siyasal
yozlaşma ve ekonominin her alanında, çeşitli
tahsislerden ve fon transferlerinden kaynaklanan
kaydırmacılık, rüşvet ve yolsuzluk, kent arsalarının
yağmasından bağımsız olarak kendi başına bir sorun
olarak gelişmiştir.
Tüm yapıyı bir ahtapot gibi saran bu eğilim,
özellikle 1980’den sonra o denli güç kazanmıştır ki,
içinde bulunduğumuz sistemi tanımlama ve eleştirme
açısından bazı yazarları, halk yönetimi anlamına gelen
25
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
“demokrasi” yerine hırsız yönetimi anlamına gelen
“kleptokrasi” teriminin kullanılmasına yöneltmiştir.
(Aktan, 1992:120)
Kleptokrasi’nin özel bir biçimi olan kent
arsalarının yağmalanması, hem yerel hem de ulusal
düzeydeki politika alanında görülmektedir. Kentsel
alanların
çevrelerindeki
“gecekondu”
alanlarının
yağmalanması, yerel düzeyde politikacı-mafya ilişkisine
dayalı olarak gelişirken, kent merkezlerindeki yağma,
daha üst düzeyde, “parti-holding”, “lider-holding” ve
mafya ilişkileri çerçevesinde gerçekleştirilmiştir.
Burada yer alan yerel düzeydeki “mafya” terimi,
yasadışı iş yapan her türlü kişi ve örgütler için
kullanılmaktadır. Mafya, bu anlamda, kimi zaman kaba
güç kullanan ihaleci “babalar”, kimi zaman ülkücü ya da
devrimci adıyla anılan terör örgütleri, kimi zaman
doğrudan yerel politikacıların hemşehrileri ya da
akrabaları olabilir.
Erder bu konuda şöyle yazmaktadır: “Büyük
kentlerdeki
yerel
yönetimler
üzerinde
yapılan
araştırmalar, yerel yöneticilerin birinci nesil göçmen
olduklarını ve ilgi alanlarının kentsel “alanlardaki iş
piyasasından çok, yasadışı gelişen konut alanları
sorunlarının çözümü noktasında yoğunlaştığını ortaya
çıkarmıştır. Bu durum bir taraftan kente göç eden
26
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
grupların kent içindeki yerel iktidar odaklarına
ulaşabildiklerini, diğer taraftan da yerel yöneticilerin
kentsel alanların yeniden dağılımıyla yakından ilgili
olduklarını göstermektedir.” (Erder,1996:22)
Aslında “kent hukuku dışında gelişen alanlar”
sistemi tam bir “yağma” düzeni çerçevesinde
işlemektedir: Çevre arsaları, kimi zaman doğrudan kaba
güç, kimi zaman yerel siyasal güç, ama her zaman
“mafyasal” ilişkilerle (çünkü pazarlamanın yasal
dayanağı yoktur) kente göç edenlere pazarlanırken,
kent içi arsalar siyasal güç kullanılarak ve doğrudan
imar planlarına ya da inşaat izinlerine müdahale yoluyla
yağmalanmaktadır.
Gecekondulaşma, arsa spekülasyonu ve siyasal
yozlaşma, birbirini destekleyen ve güçlendiren üç süreç
olarak, bugün artık ülkenin genel kentsel dokusunu, bu
doku aracılığıyla da genel yapısını etkiler duruma
gelmiştir.Çünkü bir yandan bu bölgelerde garip ve yoz
değerler sistemine sahip, “yeni kentli” bir nüfus ortaya
çıkarırken, öte yandan, siyasal düzlemde de bu yeni
yağma kültürünün egemen olmaya başlaması, “kent
hukuku dışı oluşan alanlar” sürecinin tüm ülkeye doğru
yayıldığını göstermektedir.
Kentsel bölgelerdeki yaşam koşullarının zorluğu,
bütünüyle, büyük kentlerin çevrelerini sarmış olan
27
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
gecekondulara yansımaktadır. Önceleri yasadışı bir
olgu olan gecekondular, sonradan yasallaşmış ve
büyük kentlerin işlevsel bir parçasını oluşturmuştur.
Gecekondular, böylece kentlerle bütünleşerek, konut
sorununa getirilen hukuk dış bir çözümü belirlemiştir.
Büyük kentlerde yaşayanların çoğunluğu gibi
hizmet kesiminde çalışan gecekondu nüfusu, kentsel
koşullara büyük bir uyum yeteneği göstermiştir. Üstelik,
kentsel halkın eylemli ve etkin bir kesimini
oluşturmaktadır. Geleceğe ilişkin yüksek beklentilere
sahip
olan
gecekondulular,
bu
beklentilerini
gerçekleştirebilmek için büyük bir çaba harcamakta ve
kişisel olarak büyük bir uğraşa girmiş gözükmektedirler.
Üstelik, bu çabalarının sonucunu da almakta, salt
“gecekondu sahibi” olarak kentte belli bir “varlık”
oluşturmuş
bulunmaktadırlar
(Kartal,
1983:202203).Zaman içinde, kent hukuku dışındaki bu
bölgelerdeki nüfus da kendi içinde farklılaşmış ve
tabakalaşma süreci, hem farklı gecekondu bölgeleri
hem de aynı bölge içinde farklı gelir gruplarının birlikte
yaşadığı mahalleler yaratmıştır.
Bütün bu çözümlemeler çerçevesinde, gelecek
için birtakım yargılar verilebilir.
28
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
1. Türkiye’nin bugününün ve geleceğinin önemli
ölçüde gecekondu nüfusu tarafından etkilendiği
ve etkileneceği (...),
2. büyük kentlerin toplumsal ve siyasal patlamalara
gebe olduğu (...).
İster belli önlemler alınsın, isterse alınmasın,
Türkiye’nin yakın gelecekteki yazgısı, kentlerde
çizilecektir. Kentleşmeyi etkilemek ve denetim altına
almak konusunda yapılacak bütün çabalar, olsa olsa
büyük patlamaları önler, fakat kentlerin etkisini hiçbir
biçimde azaltamaz (Kongar, 1998:576-577).
Türkiye’nin nüfusu oldukça genç bir nitelik taşımakta ve
sanayileşme ve kentleşme süreçlerinin etkilerine ek
olarak uygulanan aile planlaması programlarına karşın
artmasını, azalan bir hızla da olsa sürdürmektedir.
Toplumun iş olanakları çalışabilir nüfusun artış
hızına
ayak
uydurabilecek
bir
düzeyde
yükseltilememektedir. Çalışabilir nüfus ile iş olanakları
arasındaki dengesizliğin sonucu, açık ve gizli işsizlik
biçiminde ortaya çıkmaktadır. Bir başka sonuç da
yurtdışına önemli ölçüde işçi göçü olmuştur.
Sanayileşme ve kentleşme süreçlerinin uzun
dönemde okur-yazarlık sorununu çözeceği konusunda
hiç kuşku yoktur. Fakat, çalışma çağına girmiş olan ve
29
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
yüksek göç eğilimlerine sahip olan nüfusun yeterli
ölçüde iş olanakları bulunmaması Türkiye’nin toplumsal
ve ekonomik yapısını büyük değişmelere zorlayacaktır.
Bugünkü düzen, nüfusun artan beklentilerini
karşılayacak olanakları yaratabilirse, toplumsal ve
ekonomik gelişme oldukça sarsıntısız bir biçimde
gerçekleşebilir. Yoksa, Türk toplumu sözü edilen büyük
patlamalara kaçınılmaz şekilde tanık olacaktır.
Kente gelen bu nüfusun “kentlileşememesi”, yani
kentsel değerleri benimseyememesi, bu insanların,
içinde yaşadıkları toplumla bütünleşmek için bir yandan
hemşehrilik bağlarını, bir yandan siyasal partilerin il ve
ilçe teşkilatları gibi yerel örgütlenmelerini, öte yandan
da “tarikatlar ve cemaatler” olarak, “Siyasal İslamı”
kullanmalarını gündeme getirmiştir.
Toplumsal açıdan “köylülükten” çıkmış ama
“kentlileşememiş” olan bu nüfus, bir yandan endüstri
için ucuz işgücü sağlarken, öte yandan, hizmet
sektörünün ve “marjinal sektör” denilen, simitçilik,
ayakkabı boyacılığı gibi işlerin de yaygınlaşmasına yol
açmıştır (Tekeli, Gülöksüz, Okyay, 1976:197-216).
30
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Kültürel açıdan, feodaliteden endüstriyel topluma
geçiş aşamasında “iki arada bir derede kalmış gözüken”
bu nüfus, “arabesk kültür” denilen, akıldan çok duyguya,
kentten çok kasabaya, endüstriyel değerlerden çok
fırsatçılığa dayalı olan ve kendine özgü olan bir kültür
geliştirmiştir.
Bir süre sonra “pop kültür” anlayışı içinde
evrensel ve ulusal etkileşimlere de açılan bu “arabesk
kültür” 21. yüzyılda da hem günlük yaşamda hem de
sanat ve edebiyatta daha uzun süre kendini
hissettirecektir (Kongar, 1998:151-152).
TÜSİAD, yolsuzluk konusuna değindiği bir raporunda
çarpıcı sayılacak üç tanım ortaya koymaktadır:
“yasadışı”: ağır suçlardan küçük ihlallere kadar yasalara
aykırılık,
“etik dışı”: etik kural, ilke ya da değerlere aykırılık,
“uygunsuz”: teamül veya uygulamaya aykırılık.
Yolsuzluk, bu üç başlıktan herhangi biri altında
ele alınabilir. Belirleyici özelliği, kamu makamı, rolü ya
da kaynaklarının özel çıkarlar için (maddi veya diğer)
kötüye kullanılmasıdır (TÜSİAD, OECD, 2003:19).
Bunların ışığında buraya kadar değinilen tüm siyasi
manivelalar, Türk toplumu üzerindeki olumsuz etkileri
de göz önünde bulundurularak, kimi zaman “yasadışı”,
31
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
ama sürekli olarak da “etik dışı” ve “uygunsuz”
biçiminde değerlendirilebilir.
Akgüç’ün şu sözleri gerçeği yeterince özetliyor:
“Küreselleşme olayının gerek ekonomik gerekse
(tüketime dönük, bir örnekleştirici etki yapan) kültürel
ayağı, hem “yükselen beklentileri” hem de “tüketim
toplumu normlarını”, 21. yüzyıl için Türkiye’nin de temel
belirleyicilerinden biri yapıyor. “Gösterişe, makyaja,
şekle, olduğumuzdan farklı görünmeye düşkünlüğümüz
her alanda, her davranışımızda kendini gösteriyor. Özle
uğraşmayıp makyaja, gösterişe yönelik tutumumuz,
hemen her alanda gereken ölçüde başarıya ulaşmamızı
engelliyor. Ekonomik altyapıya, kentlerin altyapısına
hatta kişisel bilgi altyapımıza gereken özeni
göstermiyor, önemi vermiyoruz. Bu nedenle ulaşım,
iletişim olanaklarımız yetersiz; eğitim, sağlık tesislerimiz
yetersiz olarak bile nitelemenin ötesinde az,
kanalizasyon, su dağıtım ağı gibi kentsel altyapımız
yeterlilik bir yana sağlığa dahi zararlı.” (Öztin Akgüç)
(Kongar, 1998:429)
Özetle;Türkiye’nin kentlileşememesi son yarım
asırlık tarihin gizli siyasi tercihi olarak önümüze
çıkmaktadır,1950 lerde Demokrat Parti,1960 ve 1970
lerde Sosyalist Devrimci Güçler,1980 lerde ANAP
32
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
iktidarı
Transformasyon
Nüfusunun
kentlileşememesinden siyasi çıkar ummuşlardır.1990
lardan ötesini büyük olasılıkla,artık Transformasyon
İktidarının, Avrupa Birliği yolundaki siyasi muhalefetsiz
ama müphem yürüyüşünde, Askeri Bürokrasi ve onun
arkasına sığınmaktan başka çaresi kalmamış
,çocuklarını yurtdışına kaçırmış yarım avuç sözde
ulusalcı
aydın
arasındaki
satranç
hamleleri
belirleyecektir.
33
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
K
KA
AY
YN
NA
AK
KÇ
ÇA
A
Aktan, Coşkun Can, 1992, Politik Yozlaşma ve
Kleptokrasi, İstanbul, AFA Yayınları.
Balbay, Mustafa, 1997, “Güneydoğu Gerçeği”,
Cumhuriyet, 4 Şubat, 1998.
Devlet İstatistik Enstitüsü, 1973a, Türkiye’de
Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50 Yılı, Ankara,
D.İ.E.
Ekinci, Oktay, 1991, “Çevremiz” de Demokrasi
Bekliyor, İstanbul, E Yayınları.
1992, İnsan Hakları ve Çevre, İstanbul, Anahtar
Kitaplar Yayınevi.
Erder, Sema, 1996, İstanbul’a Bir Kent Kondu:
Ümraniye, İstanbul, İletişim Yayınları.
Gökmen, Yavuz, 1992, Özal Sendromu, Ankara, Verso
Yayıncılık.
Güllülü, Sabahattin; Öner, Sevil; Kaçmazoğlu, H.
Bayram, 1997, Doğu Anadolu’da Göç Eğilimi, Nedenler
ve Çözümler, Erzurum, Atatürk Üniversitesi FenEdebiyat Fakültesi Yayınları.
Kartal, S. Kemal, 1983, Ekonomik ve Sosyal Yönleriyle
Türkiye’de Kentlileşme, Ankara, Yurt Yayınları.
Kışlalı, A. Taner, 1974, Öğrenci Ayaklanmaları,
Ankara, Bilgi Yayınevi.
34
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Kongar, Emre, 1998, 21. Yüzyılda Türkiye: 2000’li
Yıllarda Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, İstanbul, Remzi
Kitabevi.
Mango, Andrew, 1995, Türkiye’nin Yeni Rolü, (çev.)
Erhan Yükselci, Şükrü Demircan, Ankara, Ümit
Yayınları.
Mimarlar Odası, 2005, 12 Eylül’ün 25. Yılı Bildirgesi,
İstanbul.
Özbudun, Ergun, 1975, Türkiye’de Sosyal Değişme ve
Siyasal Katılma, Ankara, Hukuk Fakültesi Yayınları.
Sönmez, Mustafa, 1996, İstanbul’un İki Yüzü:
1980’den 2000’e Değişim, Ankara, Arkadaş Yayınevi.
Tekeli, İlhan; Gülöksüz, Yiğit; Okyay, Tarık; 1976,
Gecekondulu, Dolmuşlu İşportalı Şehir, İstanbul, Cem
Yayınevi.
Türkiye Sanayicileri ve İşadamları Derneği
(TÜSİAD), Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü
(OECD), 2003, Kamu Hizmetinde Etik: Güncel Konular
ve Uygulama, İstanbul, Lebib Yalkın Yayımları.
Uluatam, Aynur; Aysun, Cengiz, 1975, Dünya
Ekonomisindeki Gelişmeler, Ankara, D.P.T.
Yerasimos, Stefanos, 1989, Azgelişmişlik Sürecinde
Türkiye, Kitap 3: Dünya Savaşından 1971’e, (çev.)
Babür Kuzucu, İstanbul, Belge Yayınları.
35
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Yücel, Asuman, 1970, The Squatter Areas and Their
Employment Problems with Special Reference to the
City of Ankara, Ankara, D.P.T.
Dr.Cem BEYGO
1.KİŞİSEL BİLGİLER
GENEL
Doğum Tarihi : 1966
Doğum Yeri
: İstanbul
Medeni Hali
: Bekar
Yabancı Dil
: İngilizce
Fransızca (Orta derecede)
(Çok
iyi
derecede),
Askerlik Görevi :
Kara
Kuvvetleri
Eğitim
Komutanlığı, Doktrin Ar-Ge Başkanlığı,
Mütercim Tercüman, 1991
EĞİTİM DURUMU
• 2004 Uluslararası Kurs Diploması
Erasmus Üniversitesi, Rotterdam, IHS-Institute
for Housing and Urban Development Studies,
36
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Inner City Development
Economies-10
in
Transitional
• 1993-2001 Doktora Derecesi
İ.T.Ü. Fen Bilimleri Enstitüsü, Şehir ve Bölge
Planlaması Anabilim Dalı,
Şehir Planlama Programı
• 1989-1993 Yüksek Lisans Derecesi
İ.T.Ü. Fen Bilimleri Enstitüsü, Şehir ve Bölge
Planlaması Anabilim Dalı,
Şehir Planlama Programı
• 1989-1990 Lisansüstü Sertifika Programı
İ.Ü. İşletme İktisadi Enstitüsü, İnşaat İşletmeciliği
Sertifika Programı
• 1985-1989 Lisans Derecesi
İ.T.Ü Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü
• 1978-1985 Ortaöğretim Derecesi
İngiliz Erkek Lisesi (Nişantaşı Anadolu Lisesi)
1.
MESLEKİ VE AKADEMİK BİLGİLER
37
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
AKADEMİK POZİSYON
1993 yılından itibaren İstanbul Teknik
Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge
Planlaması Bölümü Şehircilik Ana Bilim Dalı’nda
Araştırma Görevlisi olarak çalışmaktadır.
YAYINLAR VE ÇALIŞMALAR
• Tezler
T-1. “An Analytic Aproach To The Shopping
Centers in Istanbul Metropolitan Area, Case
Study Levent- Etiler District Akmerkez Shopping
Center” Doktora Tezi,
İ.T.Ü Fen Bilimleri Enstitüsü, Şehir Planlama
Programı, Mart 2001.
T-2. “Kent Dışı Alışveriş Merkezleri Üzerine Bir
Araştırma” Y. Lisans Tezi,
İ.T.Ü. Fen Bilimleri Enstitüsü, Şehir Planlama
Programı, Şubat 1993.
• Bildiriler
38
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
B-1.
“Gayrimenkulde
Stratejik
Planlama”,
REMAX
Gayrimenkul
Piyasasında
Yeni
Yaklaşımlar Sempozyumu, İstanbul 2002
B-2. “Türkiye’de Hava Yolculuklarının Artışını
Etkileyen Faktörler”, 8. Ulusal Bölge Bilimi/ Bölge
Planlama Kongresi, İstanbul, 1998
B-3. “Analysis Of Market Areas Of Mega Malls in
Istanbul”,
European
Regional
Science
Association, Viyana, Avusturya, 1998
B-4. “Spatial Distribution of Restaurants in
Istanbul Metropolitan Area, European Regional
Science Association, Roma, İtalya, 1997
B-5. “Recent Developments On Shopping Malls
in Istanbul Metropolitan Area”, Consumer
Services Science, Buchen Insburk, Avusturya,
1996
B-6. “İstanbul 2000 Olimpiyat Oyunları Yerleşme
Ve Düzenleme İlkeleri”,
Türkiye Olimpiyat Sempozyumu, İstanbul, 1994
•
Projeler
P-1. “Ulus Platin Konutları Avan Projesi” 1992,
İstanbul (Çinici Mimarlık, Behruz ÇİNİCİ)
P-2. “Silkar Tatil Köyü Avan Projesi”, 1989,
Antalya (Atölye T, Tuncay ÇAVDAR)
39
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
P-3. “Güvercin Resort Otel Avan Projesi”, 1988,
Bodrum (Kemal İPEK)
• Eğitimler / Kurslar / Seminerler
E-1. Yeni Ekonomi ve Perakendecilik, Alışveriş
Merkezleri ve Perakendeciler Derneği 6. Bölge
Konferansı, 2001, İstanbul.
E-2.
Sürdürülebilir
Ulaşım
Politikaları
Uluslararası Sempozyumu, IUAP, 2001, İstanbul.
E-3. Strategic Planning in the Real Estate
Business -Prof. Daniel Gat-, İTÜ SEM, 2000,
İstanbul.
E-4. Real Estate Finance and Investment
Analysis Seminar, İTÜ SEM, 1999, İstanbul.
E-5. 21. Yüzyılda Perakende Eğitimleri, Alışveriş
Merkezleri ve Perakendeciler Derneği 5. Bölge
Konferansı, 1999, İstanbul.
E-6. Sivil Toplum İçin Kent, Yerel Siyaset ve
Demokrasi Seminerleri, Dünya Yerel Yönetim ve
Demokrasi Akademisi, 1997, İstanbul.
E-7. Turyap Emlak Danışmanlığı Kursu, 1994,
İstanbul.
• Ödüller
40
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Ö-1. İ.T.Ü Taşkışla Kampüsü Ek Binalar
Yarışması, Satınalma, 1997
Ö-2. “Convival Spaces” International Ideas
Competition U.İ.A Mansiyon, Profesyonel
Kategori Bölge II, 1996
• Uygulama Danışmanlıkları
U-1. 1000a Dekorasyon Merkezi, Konsept
Tasarımı, Shop-Mix Tasarımı, 2002, İstanbul
U-2. Baransu Binası, 2001, Yıldız, İstanbul
U-3. Canan Tekstil Alışveriş Merkezi, 2000,
Gaziantep
U-4. Ece Han, 1997, Dikilitaş, İstanbul
U-5. Arayıcı Villası, 1989, Tuzla, İstanbul
• Workshoplar
W-1. “Time and Space – Amasya Case”,
Workshop Çalışması, İTÜ ve University Of
Illinois, 2002, Amasya
W-2. HABİTAT II “İstanbul Case” Workshop
Çalışması, İTÜ, 1996, İstanbul
ARAŞTIRMA PROJELERİ
41
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
A-1. “İstanbul Metropolitan Alanında Kentsel
Gelişim
ve
Dönüşüm
Projelerinde
Kullanılabilecek
Fayda-Maliyet
Analizi
ve
Finansman Modelleri Geliştirilmesine Yönelik
Araştırma Projesi”, İBB-İTÜ UY-GAR Stratejik
Ortaklığı,
Yrd.Doç.Dr.
Özlem
ÖZÇEVİK,
Yrd.Doç.Dr.Elçin TAŞ, Dr. Cem BEYGO, 2002,
İstanbul
A-2.
“İstanbul
Metropolitan
Alanı
Kıyı
Bölgelerinde, İmarlı Gelişmiş Alanların Deprem
Kaynaklı Risk Önceliklerine Göre Tespiti, Doku
Analizi, Güçlendirme Ve Rehabilitasyonuna
Yönelik Araştırma Projesi”, İBB-İTÜ UY-GAR
Stratejik
Ortaklığı,
Doç.Dr.
Necdet
TORUNBALCI, Dr. Cem BEYGO, 2002, İstanbul
JÜRİ ÜYELİĞİ
J-1. Gayrimenkul Sektöründe Girişimcilik Fikirleri
Yarışması, Remax Türkiye, Baybars ALTINTAŞ,
Dr.Cem BEYGO, Prof.Dr.Esin ERGİN, Murat
GOLDSTEIN, Erbil TÖRE, 2002, İstanbul
42
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
S
SİİY
YA
AS
Sİİ P
PA
AR
RTTİİLLE
ER
RİİM
MİİZZD
DE
ED
DE
EM
MO
OK
KR
RA
AS
Sİİ
S
RU
UN
NU
U
SO
OR
V
VE
EP
PA
AR
RTTİİ İİLL B
BA
AŞ
ŞK
KA
AN
NLLIIĞ
ĞII
H
RLLA
AY
YA
AN
N
HA
AZZIIR
O
Orrhhaann K
KE
ESSİİK
KO
OĞ
ĞL
LU
U
43
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
PPA
AR
RT
Tİİ İİL
LB
BA
AŞŞK
KA
AN
NL
LIIĞ
ĞII
11..G
GİİR
RİİŞ
Ş
İnsan doğası gereği çoğulcudur. Diğer deyişle,
bir toplum içinde yaşamaya başladığı andan itibaren
insanlar tek bir görüşün, tek bir düşünüşün peşine
takılmamışlardır. Aksine çeşitlilik esas olmuştur. Bunlar
içinde birinin ağır basması ise hiçbir zaman diğerlerinin
mevcut olmadığı anlamını taşımamıştır.
İnsanoğlu, toplumsal yaşamın düzenlenmiş kuralları
içinde alınan kararlara katılmak, karşı çıkmak,
çıkarlarını korumak amacıyla düşüncesini kabul
ettirmeye çalışmak ve hatta bu süreçte kendisi gibi
düşünenlerin de olmasına yönelik çaba göstermek için
bir dizi roller üstlenmiştir.İnsanın toplumsal yapının
içinde yaşamını sürdürürken, toplumdaki rolünün tam
olarak bilincine varması, uzun bir tarihsel süreçten
sonra gerçekleşmiştir. Bu süreç içinde, hümanist
akımların gelişmesi, evrensel özgürlük kavramlarının
oluşması,
bireyin
ekonomik
bağımsızlığının
gerçekleşmesi gibi bir dizi bireysel ve sosyal
bilinçlenme dönemleri yer almaktadır.
Demokrasi, insanlık tarihinin bugün için
ulaşabildiği son sentezdir. Bu son sentez, sosyal
44
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
yaşamın bütününe, bir arada yaşamanın koşul, kural ve
becerilerine baştan sona bir düzenleme getirmiştir.
Öyle ki demokrasi, bir yandan siyasal yönetim anlayışı
olurken öte yanda bir bütün olarak toplumsal yaşamın
tüm hücrelerine girerek, günlük yaşamın soluk alıp
verme düzenleyicisi durumuna yükselmiştir.
Siyasal yönetim anlayışının bir gereği olarak ve
günlük yaşamın tüm kurumlarıyla birlikte işlevsel ve
sağlıklı olarak işletilebilmesinin aracı kurumlarından biri
de Siyasal Partilerdir. Siyasal partilerimizin demokrasi
anlayışındaki yeri, demokratik yaşamdaki konumları ve
işlevleri ile bu partilerimizin toplumsal yapı içindeki
örgütlenme anlayış ve becerileri, aslında bir yönüyle de
toplumun
kendini
ifade
edebilme
düzeylerini
belirlemektedir. Siyasi parti örgütlenmesinde yer alan
en önemli birimlerden birini de bu çalışmanın ana
temasını oluşturan Parti İl Başkanlığı oluşturmaktadır.
Çalışma bu çerçevede; öncelikle demokrasi kavramı ve
anlayışını incelemekte, daha sonra demokrasinin bir
kurumu olarak Siyasal Partiler konusunu ele almakta
ve son olarak da örgütlenme içinde yer alan temel
unsur olarak İl Başkanlığını yaşamın içinde yerini
bulmuş deneyimlerden yola çıkarak ifade etmeye
yönelik bir akış izlemektedir.
45
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
22.. D
DE
EM
MO
OK
KR
RA
AS
Sİİ V
VE
ES
SİİY
YA
AS
Sİİ
P
R
PA
AR
RTTİİLLE
ER
2.1. Demokrasi
Yunanca kökenden gelen Demokrasi kavramı, öz
olarak halkın yönetimi anlamı taşımaktadır. Kent
yerleşimlerinin yoğunlaşması, bir arada yaşamanın
gerektirdiği yeni yaşam biçimleri ve ortak amaçlar,
kaygılar, değerler etrafında toplanma süreçlerinin
başlaması, bunun sonucunda da kent devletlerinin
oluşması sonucu, bir sistem düzenleyicisi olarak,
demokrasi ortaya çıkmıştır.
İnsanlık tarihi içinde yaşam alanı bulmuş, toplumsal
yaşamı düzenleyici ve toplumsal yönetimi sağlamaya
yönelik birçok sistem bulunmaktadır. Ancak hiçbiri
Demokrasi kadar sevilen, kabul gören, bireyin ve
toplumun gelişmesine katkı sağlayan, adil ve katılımcı
bir yönetim biçimi olmamıştır. Bugün çağdaş dünyanın
ve hemen her alanda kalkınmışlığın temeline
bakıldığında demokrasinin varlığı, demokratik yönetim
biçimlerinin başarıları görülmektedir. Bu nedenle
demokrasi insanoğlu için artık vazgeçilemez bir unsur
halini almıştır.
“Demokrasi günümüzde, azınlıkta olanların haklarına
saygı gösterildiği ve onlara bir gün çoğunluğa
46
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
dönüşebilme yollarının açık tutulduğu özgürlükçü bir
çoğunluk yönetimi biçiminde tanımlanabilir. Demokrasi
tarihi, insanlar arasında toplumsal kökenli eşitsizlikleri
gidermek için verilen savaşımın tarihidir. Demokratik
düşüncenin tarihi de eşitlikçi ve özgürlükçü düşüncenin
evrimini yansıtır. Demokratik düşüncenin evrimi,
insanın akıllı bir yaratık olduğu, kendisi için iyi olanla
kötü olanı ayırt edilebileceği inancın da kaynaklanan,
insana saygıya dayalı, iyimser bir dünya görüşünün
evrimidir.”( 1)
Demokrasi rejiminde, bir ülkede yaşayan, o
ülkenin ortak paylaşımcıları olan, o ülkenin katılımcıları
arasında yer alan bireyler, daha doğru deyimiyle o
ülkenin vatandaşları, elbette ülkenin yönetiminde de
söz sahibidirler. Vatandaşlar ülke yönetimine pratik
olarak seçtikleri temsilcileri aracılığıyla katılırlar.
Fikirleri alınmayan, dert ve istekleri dinlenmeyen
yığınlardan oluşan bir rejime demokrasi adı verilemez.
Demokrasi olgun insanların kavrayabildiği ve sahip
olduğu bir rejimdir. Sağlıklı bir toplum ve sağlıklı bir
aileden geçmektedir.(2) Kendilerini, duygu ve
düşüncelerini, çıkarlarını, kalkınma çabalarını temsil
etmesi için seçtikleri temsilciler ve bu temsilcilerden
oluşan meclisler ise bir anlamda ülkenin yönetim
kadrosunu meydana getirirler.
47
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Ülke yönetim kadrolarının seçimle belirlenmesi,
ülkede yaşayan herkesi bağlayıcı yasaların yapılması,
eşitlik, adalet, özgürlük ve bağımsız yargı unsurlarının
bir araya gelmesi ve düzenli bir biçimde işlemesi,
demokrasinin hem varlığını hem yaşam alanını hem de
düzenleyici zorunluluğunu oluşturmaktadır.
Demokrasinin tüm kurumlarının birlikte, eşgüdüm
içinde ve doğru olarak işletilebilmesinin olmazsa olmazı
ise demokratik bir siyasal sistemin ve buna bağlı
düşünsel ve kültürel yapının var olması ve hatta
yerleşik olmasıdır. Demokratik siyasal sisteme sahip bir
toplumsal yapıda, farklılıklar, farklı anlayış, yaklaşım ve
yönelim içinde olanlar bulunabilirler. Zaten aslolan da
bunların olmasıdır. Bu farklılıkların varlığı, çabaları, ya
da birbirleriyle uzlaşım içinde olmaları sonuç olarak
toplumsal yapı içinde yer alan tüm birey ve kurumların
kalkınmasına yönelik olduğu için, görüş ve karşı görüş
gitgelleri bir anlamda toplumsal yapının nefes alması
anlamına da gelmektedir.
“Demokratik siyasal sistemler, çoğulcu sistemler
olarak da nitelendirilebilir. Çoğulcu sistemlerde tek
doğru yoktur ve dolayısıyla, yasal bir muhalefet ya da
muhalefetler vardır. Çağdaş çoğulcu sistemler,
toplumda çıkarları ve dolayısıyla dünya görüşleri farklı
48
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
kesimlerin bulunmasını doğal sayarlar; bu farklı çıkar
ve dünya görüşlerinin barışçı yollardan savunulmasına,
siyasal iktidarın da bu barışçı savaşım sonunda
oluşmasına olanak verirler.”(3)
Bu durum sağlıklı bir demokratik yapılanmanın
toplumda var olabilmesi için, öncelikle o toplumda
demokrasi anlayışının ciddi anlamda kendini ifade
edebilecek ortamı bulması ve kabul görmesi
gerektiğine de işaret etmektedir.
Kışlalı, demokrasinin temel niteliklerini şu şekilde
bir sınıflandırma ile anlatmaktadır:
“1- Siyasal iktidarın özgür genel seçimlerle
oluşması.
2- Gerektiğinde siyasal iktidarın karar ve
uygulamalarını da denetleyebilen bağımsız yargı.
3-Farklı toplumsal çıkar ve görüşleri temsil eden
siyasal partiler.
4-Farklı toplum kesimlerini temsil eden ve siyasal
katılımı kolaylaştıran dernekler ve sendikalar gibi kitle
örgütleri.
5-Yurttaşların gelişmelerden doğru bilgi edinme
haklarını sağlayacak özgür kitle iletişim araçları.” (4)
49
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Gerek Türkiye’nin ve gerekse demokrasi ile
yönetilen diğer ülkelerin elde ettikleri tarihsel birikimlere
bakıldığında, Kışlalı’nın sıraladığı bu temel niteliklerin
gerçekten de toplumsal yaşamın düzenlenmesinde,
sağlıklı bir biçimde ve süreklilik içinde işletilmesinde
hem vazgeçilemez hem de sistemin niteliğini oluşturan
bütünün parçaları olduğu görülmektedir.
Bugün özgürlükçü demokratik sistemlere sahip
ülkelerde, belirli dönemlerde yapılan seçimlerin en
temel faktör olduğu kabul edilmektedir. Ancak yine
kabul edilmelidir ki demokrasi yalnızca seçimlerden
ibaret bir sistem değildir. Seçim sandığının gerçekten
de ülkenin tüm sorunları için, toplumsal kalkınma ve
demokrasi kültürünün yerleşmesi için tek çare olarak
görülmesi, çağdaş demokrasi anlayışı ve demokratik
yönetim biçimi açısından yeterli kabul edilmemektedir.
Örneğin İran’da da adı Cumhuriyet olan bir yönetim
biçimi ve seçim sandıkları yoluyla halkın iradesine
başvurulması süreci bulunmaktadır ancak tüm bunlar
İran’ın demokrasinin hâkim olduğu bir yaşam ve
yönetim biçimine sahip olduğunu göstermemektedir.
Tüm sistemi bir seçim sandığından ibaret görmek,
her fırsatta halkın önüne seçim sandığını koymak
bugün bir anlam ifade etmemektedir. Demokrasi için,
50
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
demokrasiyi toplumsal yapının bütününe yayabilmek
için, bireysel ve günlük kullanım alanlarına sokabilmek
için, demokratik bir devlet anlayışına sahip olabilmek
için, diğer toplumsal ve siyasal güçlerin de devreye
girmesi, toplumsal dinamikte yer alan tüm kurumların
katılımı ve kamusal görev anlayışının bu kurumlar
tarafından da paylaşılıyor olması gerekmektedir.
Bu anlamda demokrasinin esasını çoğulculuk
oluşturmaktadır.
Çoğulculuk
yalnızca
farklı
düşüncelerin varlığı ve kendini ifade edebilmesi boyutu
ile değil demokratik kurumların sayısal olarak çeşitliliği
ile de ilgilidir.
Batum çoğulculuğu şöyle değerlendirmektedir:
“Çoğulculuğu hep ideolojik çoğulculuk olarak
alırız, yani farklı düşünceler, farklı ideolojiler. Oysa bir
de olayın kurumsal boyutu vardır. Montesquieu’nun da
söylediği gibi, elinde kuvvet bulunduran onu kötüye
kullanmaya meyleder. Kuvvetleri birbirinden ayırmak,
1789’lardan beri sistemin özü olmuştur. Bugün
baktığımızda, nitelik değiştirmiştir ama kurumsal
çoğulculuk, demokrasilerin vazgeçemediği bir sistem
haline gelmiştir. Bu yasama, yürütme ayrılığı olarak
olabilir. Yasama, yürütme bir tarafta yargı bir tarafta
51
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
olabilir. Önemli olan devletin iradesinin farklı farklı
kuruluşlar tarafından dile getirilip, bir ortak irade
etrafında birleşmesidir. Tek elden tek ağızdan
çıkmamasıdır.(5)
İçel de demokrasideki kuvvetler ayrılığı ilkesi ile
konuyu değerlendirmekte ve bu aşamada basının bir
dördüncü kuvvet olarak üstlendiği role işaret
etmektedir:
“Çağdaş özgürlükçü demokrasilerde iktidardaki
çoğunluk partisi veya koalisyon partileri yürütme
gücünü ellerinde tuttukları gibi, parlamentoda
çoğunluğa sahip olmaları nedeniyle yasama gücüne de
egemen durumdadırlar. Hatta bu derecede olmasa
dahi, iktidar partisinin yargılama faaliyetine de etki
yapabileceği gözlenebilmektedir bazı zamanlar. İşte bu
durum, çağdaş demokratik düzenlerde diğer üç
kuvvetten bağımsız dördüncü bir kuvvete ihtiyaç
duyulmasını sağlamıştır ki bu da basındır. Basın
yasama, yürütme ve yargı güçleri karşısında onlardan
bağımsız bir kontrolcü olarak, bir denetleyici olarak
dördüncü gücü oluşturduğu bugün genel kabul
görmektedir.” (6)
52
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Demokrasiye ilişkin bir diğer esası da yönetimin
meşruiyeti oluşturmaktadır. Meşruiyetini yitirmiş bir
yönetimin demokratik çerçeveler içinde ya yeniden
meşruiyet kazanması için gerekli olan süreçleri
işletmesi ya da yerini meşru olana bırakması
gerekmektedir. Yönetime yönelik yönetilenlerin rızası
yoksa burada meşruiyetin sorgulanması başlamaktadır.
Bu nedenle gerçek anlamda siyasal sistemlerin
demokrasiyi hem kullanabilmesi hem de kamuoyunun
kullanımına açabilmesi için, kamuoyunun tepkilerini
öğrenmeye, görmeye ihtiyacı bulunmaktadır. Bu
tepkileri almadan hayata geçirilecek bir siyasal kararın
başarı şansı bulunmamaktadır.
Bu çerçeveden bakıldığında, bir siyasal partinin,
demokratik kurallar içinde ve halkın özgür iradesinin
gerçekten temsil edilebildiği koşullarda, seçimle iş
başına gelmesi, ülke yönetimine Hükümet olarak
oturması ve halktan aldığı yetki ile programını hayata
geçirmesi gerekmektedir.
Özgürlükçü demokrasiler, kamusal çıkarlara ilişkin
tüm sorunların açıkça tartışılmasını toplumsal bir yarar
ve gereklilik olarak görmektedirler. Elbette, toplumun
içindeki tüm fikirler konuşulabilir, tartışılabilir ve
bunlardan sonra en doğru sonuca, en çok yarar
53
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
sağlayanına
yönelik
karara
varmaya
çalışılır.
Kamuoyunda var olan fikirlerin oluşturduğu birikim ise
artık yöneticilerin üzerindeki bir baskı unsurudur.
Elbette devlete hükmedenler, halktan aldıkları
yetkiyle icraat gerçekleştireceklerdir ancak bu
icraatlarında bile hukuka bağlı kalmaları, keyfiyetten
uzak olmaları, tam tarafsızlık, eşitlik ve şeffaflık
ilkelerine bağlı kalmaları gerekmektedir. Zira bu
demokrasinin seçimlerden önce olduğu kadar
seçimlerden sonra da seçilenlerden beklentisidir. Diğer
deyişle bu bir demokratik zorunluluktur.
“Demokraside kurallar ve kurumlar bulunmaktadır.
Bunlar işletilirken, tabandan tavana doğru bir yol
izlenmesi gereklidir. Yönetilenlerin dilek ve talepleri,
beklentileri kurum ve kuruluşlar içinde belli kurallara
uygun; siyasal bir talep olarak idare edenlere hükümete
ulaşması demokratik bir haktır. Bu siyasal talep
hükümetlere ulaşamadığında; nimet ve külfet, eşit ve
adil dağıtılamayacak, halk-yönetilenler ile yönetenler
arasında kopukluklar, hoşnutsuzluklar meydana
gelecektir. İşte bu kopukluğu giderecek, açıklık ilkesi
içinde bir yönetimi düzenleyecek, siyasal kararların
uygulanmasını yapacak bürokrasidir.” (7)
54
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Bu çerçeveden değerlendirildiğinde, demokratik
süreçlerin işletilebilmesindeki en temel faktörlerden
birini de halkın doğrudan yönetime katılma kanallarının
en sağlıklı ve adil biçimde düzenlenmesi, her zaman ve
her koşulda açık tutulması oluşturmaktadır.
2.2.Siyasal Partiler
Bir önceki bölümde de belirtildiği gibi, siyasal
partiler demokrasinin vazgeçilemez unsurlarıdır.
Siyasal yaşamın düzenleyicileri olan partiler sahip
oldukları önem, misyon ve işlevleri ile bir anlamda
toplumsal - siyasal yaşamın en önemli kurumlarından
başında gelmektedirler.
Vatandaşların siyasal yönetim biçimine ve
siyasete katılmalarının en temel aracı olan siyasal
partiler, bir anlamda toplumda var olan düşünce,
beklenti ve değişimlerin de meşru araçlarıdır. Halkın
egemenliğinden söz edebilmek de ancak siyasal
partiler aracılığıyla mümkündür.
“Demokratik toplumlarda, partilerin “örgütlenmiş
siyasi kuvvet” olarak ortaya çıktığı görülmektedir.
Günümüzde, hemen hemen her anayasada yer verilen,
anayasalarda olmaması eksiklik olarak görülen ve
55
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
siyasal hayatın içinde demokrasinin vazgeçilmez
unsurları olarak siyasi partiler büyük bir önem
taşımaktadır. Siyasi partilerin, uzun bir dönem içinde
birçok denemelerden sonra, partilerin örgüt ve kurum
olarak, iç ve dış yapıları ile ideolojik boyutlarının ancak
şekillenebildiği görülmektedir. Kısaca bir tanımlama
yaparsak; siyasi partiler, “bir program çerçevesinde
siyasal kararları etkilemek ve bu amaçla siyasal iktidarı
ele geçirmek üzere örgütlenmiş kuruluşlardır.” (8)
Siyasal katılımın temel işlevi olan, siyasal
yöneticilerin belirlenmesi ve toplumsal isteklerin
gerçekleşmesi için seçim süreçlerinin işletilmesi, sınırlı
bir demokrasinin uygulandığı sistemlerde de mevcuttur
ancak, çağdaş ve gelişmiş demokrasilerde, kişinin
kendisini yönetecekleri ya da kendisine dayatılanları
seçmesi ve bundan sonra da hiçbir şeye karışmaması
anlayışına yer bulunmamaktadır.
“Siyasal katılma, çeşitli toplum kesimlerine temsil
olanağı sağlayarak, toplumda belirli bir dengenin ve
uzlaşmanın oluşumunu kolaylaştırır. Katılım olanakları
değişik bir biçimde arttıkça, toplumdaki güçler
dengesinin siyasete barışçı yollardan yansıması ve
siyasal istikrarın artması doğaldır. Eğer toplumdaki bazı
kesimler yeterli katılma olanaklarına sahip değilseler bir
56
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
katılma bunalımı doğal. O toplum kesimleri kendilerine
güçleri oranında etkin olma fırsatı tanımayan sisteme
karşı çıkarlar. Siyasal katılma, sistemin barışçı
yollardan zaman içinde değişmesine olanak tanırken,
aynı zamanda karşı güçleri sistemle bütünleştirmiş ve
bir anlamda sistemi de güçlendirmiş olur. Siyasal
sistemin ve toplumsal düzenin, değişen koşullara göre
kendilerini yenilemelerine olanak verir.” (9)
Siyasal partiler, demokratik süreçte, siyasal
katılımın doğrudan en temel başvuru kurumudur. Bir
yandan bugünkü siyasal kadroların oluşmasını
sağlarken öte yandan geleceğin siyasal kadrolarının
bünye içindeki partilileşme diğer deyişle eğitim
süreçlerinden de sorumludurlar.
Aslında siyasal partilerin işlevleri her ülke için
farklılık arz edebilir. Bir ülkenin gelişmişlik düzeyi, sahip
olduğu partilerin yapıları, ideolojileri, o partilerin
toplumsal uzlaşmaya katılma oranları, sahip olduğu
anayasal düzenlemeler, ülkenin geleneksel yapısı ve
değerleri, ile nihayet kültürel düzeyi, siyasal partilerin
çalışma ve işlevleri açısından oldukça belirleyicidir.
Tuncay, siyasi partileri nitelemeye yönelik tanım
ve özellikleri incelerken, J.La Palambora ve Weiner’dan
57
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
yaptığı aktarma ile, siyasi partilerde olması gereken ve
günümüzde de geçerliliğini koruyan dört önemli özellik
üzerinde durmaktadır. Bunları ise şöyle sıralamak
mümkündür:
—Siyasi partilerin devamlılığı yöneticilerinin varlığına
bağlı değildir.
—Siyasi partiler hem ülke hem de yerel düzeyde
örgütlenmelidir.
—Siyasi partiler, siyasi iktidara sahip olmak için
kurulmuşlardır.
—Çeşitli anlayış ve görüşler için genel dayanışma
içinde mücadele ederler. (10)
Tuncay, siyasi partilerce, kamuoyu yaratılarak,
halkın desteğinin sürekli hale getirilmesinin esas
olduğunu, en büyük desteğin, seçimlerde verilen oylar
ile sağlandığını, aynı siyasal ideolojiye inanan
insanların tercih ettikleri partilerde buluştuklarını
belirterek şöyle devam etmektedir: (11)
“Siyasi partilerdeki ilk şartı da farklı fikirlerin ortaya
konması yani muhalefet anlayışının doğması ile
mümkün olabilmektedir. Demek ki, gerek parti içi
gerekse partiler arası muhalefetsiz bir demokrasi asla
mümkün değildir. Batı demokrasilerinde en az çoğunluk
kadar, muhalefetin de gerekli ve oldukça önemli bir
58
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
kurum olduğu, demokrasinin ancak bu şekilde
yürütülebildiği belirtilmektedir. Parti içi demokrasinin
işletilmesi,
partilerin
kamuoyunda
işlevlerinin
boyutlarının artıracak; tartışma ve görüşmelerin parti
zemini dışına taşmasını önleyerek, aynı zamana “parti
kimliği” ve disiplinine de katkı sağlayabilecektir.
Örgütlerin en önemli kaynağı insandır. Parti içi
demokrasi olgusu, demokrasinin yaşaması için
oksijendir. Bu oksijen ne kadar bol olursa, demokrasi o
kadar sağlıklı olacaktır.” (12)
Siyasal partilerin işleyişinde ortaya çıkan her tür
tıkanıklık, her tür sorun aynı zamanda siyasal sistemin
işleyişinde de büyük sorunların, tıkanıklıkların ortaya
çıkmasına neden olur.
“Günümüzde seçim sistemleri aracılığıyla istikrar
arayışı öne çıkmış görünmektedir. Oysa siyasal istikrar
yalnızca seçim sistemlerine bağlı değildir. Bir ülkede
siyasal istikrarın, toplumun demokratik birikimiyle,
kurumlaşma, kültür, refah düzeyiyle, ekonomik
gelişmelerdeki dalgalanmalarla, siyasal önderlik
kurumuyla ve nihayet siyasal partilerin yapılanma ve
işleyişleriyle yakında ilişkili olduğu unutulmamalıdır.”
(13)
59
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Siyasi partiler, demokratik yaşamın, çok sesliliğin
ve halkın siyasete katılımının bir aracı olmaları
nedeniyle, en üst düzeyde koruma altına alınmış
kurumlardır. Pek çok ülkede olduğu gibi ülkemizde de
siyasi partiler Anayasa ile güvence altına alınmışlar ve
düzenlenmişlerdir.
Özbudun,
siyasi
partilerin
hukuksal
düzenlenmelerine ilişkin olarak şu görüşleri ifade
etmektedir:
“Siyasi partilerin hukukça düzenlenmesinde iki uç
alternatif, siyasi partileri hiçbir özel düzenlemeye tabi
tutmaksızın dernekler ve benzeri hukuk tüzel kişileri ile
aynı hukuki çerçeve içinde mütalaa etmek ya da onları
anayasa ve özel bir kanunla düzenleyerek kendilerine
özgü bir anayasal statüye bağlamaktır. Aslında siyasi
partilerin Anayasa tarafından düzenlenmesine, onların
demokratik siyasi hayattaki özel önemlerinden
kaynaklanan ve siyasi partilere bu özel önemleriyle
orantılı bir takım anayasal güvenceler sağlama amacını
güden bir düşüncedir. Diğer bir deyimle bazı anayasa
koyucular, siyasi partileri herhangi bir özel hukuk tüzel
kişisinden daha güvenceli bir hukuki statüye
kavuşturmak istedikleri içindir ki onları anayasayla
düzenleme yolunu seçmişlerdir. Siyasi partilerin
60
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
anayasada düzenlenmesi, hemen daima onların özel
bir kanunla da düzenlenmesini gerektirir; çünkü
anayasada bu düzenlemenin bütün ayrıntılarının
belirtilmesi mümkün değildir.”(14)
Siyasal Partilerin anayasal koruma altına alınmış
ve buna bağlı yasalarla düzenlenmiş olması, siyasal
partilerin demokrasi ve demokratik kurumlar sıralaması
içinde sahip olduğu o çok özel konumu göstermesi
açısından elbette önemlidir.
Bununla birlikte Kabasakal, ülkemizde yerleşik
yönetim anlayışının, toplumsal hayatı tüm ayrıntılarıyla
düzenleme eğilimi taşıdığını, her sorunun çözümünü
mutlaka bir yasa maddesinde arama, eğer böyle bir
yasa yoksa bu yasa maddesini hemen koyma
alışkanlığında olduğunu belirterek, toplumda sorunlara
uzlaşmayla çözüm arama yerine, çözümü yasalarda ve
yasa maddelerinde arama alışkanlığının yerleştiğini
vurgulamaktadır. (15)
Kabasakal, partilerin yapısına yönelik olarak da şunları
belirtmektedir:
61
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
“Siyasal bilimciler, partilerin yapısı incelenirken
genellikle şu temel etkenlerin göz önünde tutulması
gerektiğini belirtmektedirler:
1. Liderlerin rolü ve seçilme yöntemi,
2. Örgütte merkeziyetçilik derecesi,
3. Liderlerin örgüt hiyerarşisi içindeki gücü, disiplin
yetkilerinin genişliği, karar almaya ve politika
belirlemeye katılma derecesi,
4. Parti bürokrasisinin denetimi,
5. Parlamento kanadının partinin diğer bölümleriyle
ilişkisi,
6. Üyeliğin temeli ve yaygınlık derecesi.
Bu etmenlere bakarak siyasal parti örgütünde
merkeziyetçilik derecesini inceleyebilirsiniz. Yani Genel
Merkez-Taşra Örgütü ilişkisinin yönünü belirleyici yanıt,
bu etmenlerde, özetle siyasal kültürdedir. Başka bir
deyişle, ülkenin yönetim geleneği, partilerin büyüklüğü,
partilerin parasal ve kadro desteklerinin niteliği,
ideolojiye verilen önem, parti liderliği, partililerle ilgili
yasalar ve partilerin kendi tüzükleri, bu ilişkinin ve
yapının niteliğini belirlemektedir. O yüzden, çeşitli
partilerde ve aynı partinin çeşitli dönemlerinde, merkez
yönetimi ile yerel örgütün ne derece söz sahibi
oldukları incelenirken temel kaynak ve hareket noktası,
62
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
siyasal partilerle ilgili yasalar ve tüzükler olmaktadır.”
(16)
33.. SSİİY
YA
ASSİİ PPA
AR
RT
TİİL
LE
ER
RİİM
MİİZ
ZD
DE
E
D
OR
RU
UN
NU
UV
VE
E
DE
EM
MO
OK
KR
RA
ASSİİ SSO
PPA
AR
RT
Tİİ İİL
LB
BA
AŞŞK
KA
AN
NL
LIIĞ
ĞII
3.1. Siyasi Partilerimizde Demokrasi
Sorunu
Siyasal partiler sistemimizin bugün gerçekten en
temelde üyelik, yapılanma ve örgütlenme olmak üzere,
birçok sorunları çözüm beklemektedir. Bu sorunların
toplumdaki değişime uygun bir yaklaşımla ele alınması
zorunluluğu vardır. Parti içi demokrasinin işleyişinde
hemen
tüm
partiler
düzeyinde
bir
tıkanma
yaşanmaktadır. Çalışmalar katılımcı anlayışa ters bir
çerçevede gerçekleşmekte, böylelikle bir anlamda
demokratik anlayışla da örtüşmeyen bir durum ortaya
çıkmış olmaktadır.
“Çalışmalara katılımcı bir anlayışın egemen kılınması,
böylece
nitelikli
kadroların
siyaset
sürecine
kazandırılması hususları, siyasal sistemin sağlıklı
işleyişi ile yakından ilgilidir. Partilerle toplumun örgütlü
kesimleri arasındaki kanalları tıkayan yasal engellerin
kaldırılması, aktif politik kadrolarla, seçmenler
63
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
arasındaki yabancılaşmanın ortadan kaldırılması halen
kamuoyunun tartışma gündemindedir.” (17)
Siyasi partilerin toplumla iletişim kurabilmeleri,
onların dili, gözü, kulağı olabilmeleri, onların duygu ve
düşünceleri ile beklentilerine cevap vermeleri ile
liderlerin demokratik, anlayış, yöntem ve uygulama
performansı arasında da önemli bir paralellik
bulunaktadır. “Parti içinde kararların alınmasına,
demokratik yönetimin kurulmasına etki edebilecek bir
içyapının oluşumu demokratik işleyiş açısından
önkoşuldur. Ancak bunun için parti yönetim
kademelerinde, bilgi, azim, cesaret, gayret ve
fedakârlığa, yarışma ve iddiaya dayalı bir rekabetin de
bulunması gerekir. Çünkü günümüz dünyasında
siyaset tek başına değil; bir ekiple birlikte
yürütülmektedir”(18)
“Partiler aracılı ile yürütülen siyasi hareketlerin siyasal
sistemdeki tıkanma nedenlerini, öncelikle ideolojilerde
aramamak gerekir. Bunda daha çok parti ideolojilerini
yürüten kişilerin tutum ve davranışları, siyasi partileri
yöneten genel başkanların ve dar bir oligarşik
kadrolarının ikbal ve menfaatleri etkilidir. Doğu
Blok’unda bireylerin “bizim yerimize parti düşünür”
mantığı, statik, yarışmasız, rekabetsiz, bir parti
64
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
içyapısını hâkim kılmıştır. Ülkemizde de “liderlerimiz
nerde biz oradayız” gibi geleneksel siyasi kültürün
etkisi ile yerleşen düşünce kalıpları sistemin
tıkanmasına neden olmaktadır. Bu durum, siyasi kültür
açısından Doğu Bloğundaki oligarşik yapıyı da
hatırlatmakta, üyelerin delegelerin, hatta alt yönetim
kademelerinin de böyle bir parti yapılmasında düşünce
ve yarışma etkinliği bulunmamaktadır. Bu partilerde
özgürce düşündüklerini savunmak, yeni alternatif fikirler
ve görüşler oluşturmak, lidere karşı gelmek anlamına
gelir. Böyle bir yapılanma ve ortaya çıkabilecek eylem,
parti fikirlerine, parti ilkelerine ve parti disiplinine aykırı
kabul edilir. Daha da ilerisi, bunlar partilerden ihraç
istemi ile karşılaşır.” (19)
Tuncay, ülkemizde seçmene yönelik hizmetlerin,
milletvekillerini en çok zaman ayırdıkları işlerin başında
geldiğini, aslında, kamu bürokrasisi içinde bulunan
kişilerle milletvekillerinin bir dizi ilişki içinde olduğuna
değinerek, bu kişilerin de her parti içinde ilişki kurduğu
üyeler, parti yöneticileri ve milletvekilleri olduğunu
söylemektedir. Kamu yönetimi içinde işleyiş ve
uygulama ile ilgili sorunları, talepleri ve beklentileri
bürokratlar ve memurların; parti teşkilatlarına ve
milletvekillerine ilettiğini belirten Tuncay, bu hususlarla
ilgili partilerin tüzüklerinde yer verilen “danışma
65
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
kuralları”nın, il teşkilatları ve genel merkezlerde
çalışmakta; sorunları irdeleyerek raporlar hazırladığını
da vurgulamaktadır. (20 Bununla birlikte Tuncay, daha
sonraki aşamalarda sistemin tıkanmasına yönelik olarak
şu saptamayı yapmaktadır:
“Araştırma kurullarında irdelenerek hazırlanan tebliğler
yerel teşkilatlarca genel merkezlere sunulmaktadır.
Doğal ki bu hususlarda parti içi demokrasinin
geliştirilmesi, yeni fikir ve görüşlerin değerlendirilmesi
isteniyorsa, üst yönetimlerce siyasi parti programlarına
yansıması mümkündür. Aksi halde bu raporların işlevsel
olması mümkün değildir. Siyasi partilerdeki parti içi
demokrasinin işletilmesiyle, bürokrasideki denetimlerin
halkın rızasına uygun geliştirilmesi mümkündür.
Mademki kamu yönetimi içinde bulunan personel ve
bürokratlar halkın bir parçasıdır, bu grupların da siyasi
partiler içinde yasal olarak temsil edilmesi demokratik
gelişmeye olumlu katkıda bulunabilecektir. Türkiye’de
bu sorunların asıl sebebi ne yazık ki kurallar ve
kurumların tahrip olmuş vaziyette bulunmasındandır.
Özellikle iktidarı elde etmek için, demokrasinin
vazgeçilmez unsurları saydığımız siyasi partilerin
bürokratik yapısı ve parti içi demokrasinin işletilmesi,
bürokrasiyi daha da önemlisi demokrasiyi olumsuz
yönde etkilemektedir. Her ne kadar siyasi partilerin
66
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
bağlı olduğu yasalar ve tüzükler vasıtasıyla yönetildiği
öne sürülse de; Türkiye’de partilerin üst kurullarının –
Genel Başkan ve Genel İdare Kurulu- seçilmiş
teşkilatları görevden alması ve genelgeler çerçevesinde
teşkilatların aynen bürokrasi gibi yönetilmesi, aday
belirleme yöntemlerinde seçimlerin yeni atama listeler
bırakılması katı bir hiyerarşiyi ortaya koymaktadır.
Kısacası Türkiye’de hemen hemen hiçbir partide sağlıklı
bir üye kaydının bulunmadığı söylenebilir.” (21)
Batum da Türkiye’de, parlamenter sistemin özüne
de bağlı olarak, monist bir sistem olduğunu, bu monist
sistemin, Türkiye’de partici demokrasinin çok fazla
olmaması
ve
liderlerin
üstün
konumuyla
özdeşleştirildiğinde, çoğulculuğun yerini tek sesliliğe
götürdüğünü, partilerin sistemin tamamına hâkim
olduğunu, partilerde de liderin sisteme hâkim olduğunu
söylemektedir. Batum şöyle devam etmektedir:
“Türkiye’de partiler sistemi, Türkiye’deki siyasal
rejimlerin krizine yol açmaktadır. Siyasal rejimlerin krizi,
hukuk devletiyle pekişmeyince veya hukuk devletiyle
dengelenmeyince, tartışılagelen bir siyasal rejim krizi
oluşmaktadır (22). Türkiye’de temel siyasi sorunların
nedeni, Türkiye’deki siyasal yapılanmadır ve o da
Türkiye’deki partiler sistemidir. Türkiye’deki var olan
67
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
siyasal sistemin içerisindeki çok fazla unsurun yer
almaması olanların da maalesef liderlere bağlı partiler
sistemi olmasıdır. (23)
Türkiye’de maalesef parti örgütlerinin sahip
oldukları anlayış, yapılanma biçimi, buralarda
oluşturulan hâkimiyet ve kadrolaşma ile işleyiş, hem
demokrasimiz adına hem de siyasal partilere yansıyan
demokratik uygulamalarımız adına bir aynadır.
Demokrasinin işleyişine ivme kazandıracak olan Siyasal
Partilerdir. Dolayısıyla öncelikle onların demokratik bir
yapılanmaya sahip olması beklenir. Parti içi
demokrasinin var olabilmesi gerekir ki demokrasi adına
çareler üretilebilsin. Parti içi demokrasinin işleyebilmesi
için de öncelikle, çok güçlü, demokratik ve ideal bir
örgütsel yapıya ihtiyaç duyulmaktadır. Tuncay,
Türkiye’de her ne kadar partilerin içyapıları kurallara
bağlı görülse de, taşra örgütleri ile genel merkez
arasında bağlar kuvvetli değildir. Çünkü taşra
örgütlerinin hükümet kararlarının alındığı merkezlere,
isteklerini
iletemedikleri,
siyasal
kararlara
katılamadıkları görülmektedir” demektedir. ( 24)
Tuncay, Türkiye’deki siyasal partilerde hâkim olan
görünümü
ve
tıkanma
noktalarını
da
şöyle
değerlendirmektedir:
68
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
“Ülkemizde
siyasi
partiler
kurulduktan
sonra
teşkilatlanırken kurucular kurulunun belirlediği Genel
İdare Kurulu veya Merkez Yürütme Kurulu’nun
atamalarıyla il ve ilçe’lerde organlar oluşturmaktadır. Bu
durum bir takım sakıncalara yol açmaktadır. Genel
merkezin tanıdığı isimler gündeme geldiğinde, il ve
ilçelerin oluşumu sırasında kayıtlar belli merkezlerin
blok kayıtları olacağından ve karşı grup gibi algılanacak
kişilerin
kayıtları
daha
başlangıçta
karardan
geçmeyeceğine göre, oluşum süreci içinde hiyerarşik
yapılanma ve merkeziyetçilik gündeme gelecektir. (25)
Lider sultasında, genel başkan ve onun katmaları partiyi
çete gibi ele geçirdiğinden otuz sene sonra aynı kişiler
yani –liyakatli değil, sadakatli kişiler- siyasi partiyi ve
devleti yönetirler. Liderlerin çevresinde genellikle uzman
nitelikli kadrolar bulundurulmaz. Lidere itaat edenler
parti yönetiminde egemendir. Böylece, siyaset parti
yapısı bozulduğundan katılımda daralma olur. Sınırlı
kişiler siyasetle ilgilenir. Bu nedenle iktidara gelen parti
de dar bir kadro ile devleti yönetmektedir. Türkiye’de
partiler liderleriyle özdeşleştirilmişlerdir. Örneğin,
Demirel’ciyim, Özal’cıyım, Ecevit’ciyim vb. gibi. Siyasal
yaşamımız içinde sürekli bir diyalog kopukluğu ve
uzlaşmazlıklar yaşanmış, liderlerin tutumundan veya
kişisel çekişmelerden, yeni partiler doğmuş, yine de
ikinci adamlar ve kadro hareketi bilinci yerleşmemiştir.
69
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Türkiye’de liderlerin partilerini yönettikleri sürece
kıskanç davrandıkları, kendilerinden sonra göreve
gelebilecek “Potansiyel Liderleri” yetiştirme ya da onlara
şans
tanıma
yönünde
gayret
göstermedikleri
görülmektedir. Parti liderinin herhangi bir sebeple
liderlikten ayrılması, ölümü ya da zorda olsa çekilmesi
gibi hallerde, siyasi partilerin yönetim kadrolarının
sürekli eridikleri, oy tabanını yitirdikleri veya
bölündükleri ortak bir kanaat olarak gündeme
gelmektedir. (26)
Türkiye’de tüm partilerde delege seçimlerinin
demokratik ölçüler içinde yapıldığını söyleyebilmemiz
mümkün değildir. Bu durum zaman zaman basın
organlarına da yansımaktadır. Siyasi partilerde en
yoğun şekilde tüzük ihlalleri delege seçimlerinde
yaşanmaktadır. Bu nedenle, delege seçimlerinin sağlıklı
ve demokratik usullerle yapılabilmesinin temini
Kongreler gibi “delege seçimlerinin de hâkim teminatı
altında yani yargı denetiminde” yapılması fevkalade
yararlı olabilir. Oysa siyasi partilerimiz bu uygulamayı
“iç işlerine müdahale” gibi görmektedirler. Hizip-ekipler
bir birlik içine gelerek, delege seçimlerinde üstünlük
kazanmaya çalışırlar. Yönetimi ellerinde tutanlar
delegelerin kendilerini veya kendilerine yakın kişilerin
olması yönünde büyük gayret gösterirler. Bu kişiler,
70
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
delegeleri genellikle “masa başında” belirlerler. Birkaç
sorun çıkacak mahallede sandık kurdurularak
görünüşte bir seçim yapılmak suretiyle; muhalif grubun
önerdiği isimleri de ihtiva eden bir “uzlaşma listesi” ile
delege adaylarını belirlerler. Temsilcisiz ve sahipsiz
mahallelerin delegelerinin tümü yönetim kurullarınca
masa başında yazıldığından, kongre üstünlüğü yönetimi
ellerinde tutanların eline geçmektedir. (27) Muhalif
ekiplerde bir birlik içine girerek, gerçek seçimlerle
delegelerin belirlenmesi için çaba sarf ederler. Yönetim
kurullarının listelerde ve adreslerde hile yaptığı, başka
bölgelerden kaydırılan blok üyelerin bulunduğu,
belirtilen adreslerde delege seçimlerinin yapılmadığını
veya bu üyelerin kendi mahallelerinde oturmadığını
noter aracılığı ile tespite dahi çalışırlar. İşte bu şekilde
delegelerin “masa başı” tabir edilen, adil olmayan
yöntemlerle belirlenmesi ve bu delegelerle İlçe, İl ve
Genel Merkez Yönetim organlarının oluşması, partilerde
sürekli bir hizip-ekip çatışmasına dönüşmektedir. Ortak
rakibin yer ve yön değiştirmesi hizipleri de etkilemekte,
parti içi müdahalede enerji kaybına yol açmakta,
delegelerin boşu boşuna birbirleriyle kötü oldukları,
başkalarının kullanımına alet oldukları ve daha sonra
aynı ekiplerde birleşebildiklerini veya mücadeleden
vazgeçtikleri görülmektedir. Uzun süre “dinamizmini ve
işlevselliği muhafaza edemeyen partide” haksızlığa ve
71
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
vefasızlığa uğrayan demokratik yapılı mücadeleci
kişiler, antidemokratik yöntemleri aşamadıklarından
siyasi partilerini değiştirmeye karar veririler, ya da
“siyasi faaliyetlere karşı ilgisizleşirler”
Sonuç olarak delege seçimlerindeki oyunlar ve
sorunlar bütün partilerde ne yazık ki devam etmektedir.
Parti içi demokraside en başta gelen ve en önemli
sorulardan birisi olan delege seçimleri; partilerin hayati
fonksiyonları sayılan parti organlarını, hatta daha üst
kurullarıyla birlikte genel başkanlarını seçtiğinden son
derece önemlidir. Partiler ve adaylar için son derece
önemli, “parti aday belirleme yöntemleri”nden birisi de;
milletvekilleri ve Belediye Başkanı, İl Genel ve Belediye
Meclisi adaylarının delegeler tarafından seçilmesidir.”
(28)
Tüm bunlar göstermektedir ki ülkemizde yaklaşık
yüzyıl önce başlayan ilk denemeleri ve 82 yıllık bilfiil
uygulamalarına rağmen, demokrasinin kavranması,
yerleşmesi ve uygulanması konusunda halen ciddi
sorunlar bulunmaktadır. Ne var ki vahim olan durum,
demokrasinin en ciddi, en önemli ve temel kurumu olan
siyasal partiler, tüm bu yapı içinde en sorunlu olan
kurumdur. Öyle anlaşılmaktadır ki Batılı anlayış ve
uygulama biçimlerine göre demokrasinin, öncelikle
72
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
partileriçi ve partilerarası demokrasi anlayışının yaşama
geçirilmesi gerekmektedir. Yine görünen o dur ki parti
üst düzey yönetiminin yetki alanlarının olabildiğince
sınırlandırılması,
atılması
gereken
ilk
adımı
oluşturmaktadır. Özellikle seçimler öncesi aday
saptamada üst düzey kadronun sınır tanımayan seçim
yetkisi, milli iradenin sandığa tam olarak yansımasını
önlemekte ve bu durum da demokratik işleyişi
aksatmaktadır.
Altun, haklı bir değerlendirme ile 12 Eylül Askeri
Müdahalesinin parti diktatöryasına yönelik yapılmış
olmasına rağmen, bunun tam tersi bir sonuçla, söz
konusu diktatöryanın artarak yerleştiğinden söz
etmektedir. Altun, “12 Eylülün gerekçesinde lider
diktatöryasından bahsediliyordu. Fakat 12 Eylül öncesi,
İsmet Paşa’ya basın mensupları soru sordukları zaman,
“bu konuyu yetkili kurullarıma götürerek alacağım kararı
daha sonra size arz ederim” diyordu. Bülent Ecevit’e
sorulduğunda, “bu aşamada olanakların, olasılıkların
üzerinde durmak istemiyorum, yakın bir gelecekte bu
konuda kurullarımızı toplayarak görüşlerimizi arz ederiz”
diyordu. Demirel de aynısını yapardı. 12 Eylül’den
sonra ise 12 Eylül’ün gerekçesi olan bu durum
azalmamış daha da artarak devam etmiştir” demektedir.
(29)
73
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Amerikalı yazar Schattschneider, parti içi demokrasi ve
kitlelerle paylaşmaya iyi bir niteleme olması açısından,
aday belirlemenin önemini şu sözlerle vurgulamıştır:
“Aday belirleme süreci, partinin en hayati işi olmuştur.
Aday belirleme sürecinin niteliği, partinin niteliğini tayin
eder. Adayları kim seçebiliyorsa, partinin sahibi de odur.
Dolayısıyla bu süreç, parti-içi iktidar dağılımının
gözlemlenebileceği en iyi noktalardan biridir.” (30)
Deneyimli bir siyasetçi ve bir partinin çok uzun yıllar
süren başkan yardımcılığını yürütmüş olan Mehmet
Keçeciler de tartışılan noktalara ilişkin düşünce ve
deneyimlerini şöyle paylaşmaktadır:
“Bütün Türkiye’de örgütleneceksiniz, örgütlenme
ihtiyacı
duyacaksınız,
kapılarınızı
vatandaşa
açacaksınız ve size müracaat eden insanları da
partinize kaydetme noktasında oldukça serbest hareket
edeceksiniz.
Mademki
siyasi
partiler,
temsili
demokrasinin vasıtasıdırlar, ben de seçme ve seçilme
hakkımı siyasi partiler aracılığı ile kullanacağım.
Vatandaşlara siyasi partilerin kapılarının açık olması
lazımdır. Ama tatbikatta il ve ilçe teşkilatları kurulduktan
sonra, ilçe teşkilatları kongrelerini 400 kişiyle, il
teşkilatları da 600 kişiyle yaparlar. 400 kişiden fazlasını
kaydetmemeye, kendi arkadaşlarından başkasını,
74
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
kendisini seçecek insanlardan başkasını partiye
sokmamaya – bilhassa büyük partilerde – çok dikkat
ederler ve orada büyük sorunlar çıkar. Demek ki siyasi
partiler, iç dinamiklerinde teşkilatlanırken buraya da çok
dikkat etmelidirler. Yani siyasi partilerin üye girişleri açık
olmalıdır,
şeffaf
olmalıdır,
partilere
rahatça
girilebilmelidir. Çünkü mademki ben siyasi hakkımı
kullanacağım, bu siyasi partiyi de tercih etmişim, oraya
üye olabilmeliyim, girebilmeliyim. Müracaatım herhangi
bir şekilde, sudan bahanelerle reddedilmemeli.
Neticede ne oluyor? Bakın, ta İttihat Terakki
Cemiyeti’nden bu yana görünen odur ki siyasi partilerin
kongreleri yapılıyor, bu kongrelerden sonra o partinin
içerisindeki bir kısım insanlar ayrılıyor, başka bir parti
kuruyor. Demokrat Parti bile böyle kuruldu. Yani kongre
yapılıyor, kongrede dediğini, arzu ettiğini alamamak,
parti içi demokrasinin işlememesinden dolayı sıkıntıya
düşmek sebebiyle yeni kurulan siyasi partiler hep ana
partiden ayrılmak, bölünmek şeklinde kurulup geliyor.
Bu ise, bizim demokrasimizin, siyasi partiler açısından
bir noksanıdır ve asıl üzerinde durulması gereken nokta
budur. Siyasi Partiler Kanunu’nu elbette ki yasaklardan
arındırmalıyız ama siyasi partilerimizin iç dinamiğini
mutlaka demokrasi kurallarının işleyebileceği hale
getirmeliyiz. Bu mümkün mü? Mümkün, buna imkân
verebilecek hükümler bugünkü Siyasi Partiler
75
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Kanunumuzda bile var ama onları geliştirmek lazım.
Demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan siyasi partilerin
içerisinde çok antidemokratik olaylar meydana gelir. Bu
meydana gelen olaylar da demokrasi adına yapılır.
Netice itibariyle millet, siyasi partilerin yaptığını tasdik
etmek durumunda kalır. Bu antidemokratik uygulamalar
sonucu çıkan listeleri millet tasdik etmektedir. Efendim
ferden müracaat hakkı yok mu? Teorik olarak var,
bağımsız olarak istediğiniz yerden gidersiniz, aday
olursunuz. Ama benim kanaatim odur ki siyaset ferden
yapılan bir iş değildir. Türkiye’de siyaset ferden yapılan
bir iş olmaktan çıkmıştır. Güneydoğu’daki bazı
bölgelerimiz hariç, bazı küçük yerlerimiz hariç, siyaset
artık bir parti işidir, bir ekip işidir, bir arkadaş grubu
işidir, bir felsefi beraberlik, siyasi inanç beraberliği işidir
ve sonuçta bir siyasi parti işidir. Siyasi partileri kendi iç
bünyelerinde demokratik hale getirmeliyiz. Dikkat
edeceğimiz konu neresi? Bir, teşkilatlanmada mutlaka
siyasi partilerin yöneticileri, mevcut üyelerinin tam
iştirakiyle görev başına gelebilmeli, kongrelere çok
dikkat edilmeli ve siyasi partiler kongrelerden çıkan
yöneticiler tarafından idare edilmeli ve o kongreler
sağlıklı bir tarzda yapılmalı. Bütün üyelerin iradesi
orada
serbestçe
tezahür
edebilmeli.
Aday
belirlemelerinde partiye kayıtlı üyelerin, büyük ölçüde
iradeleri ortaya çıkabilmelidir.” (31)
76
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
3.2. Türkiye’de Parti İl Başkanı Olmak
Türkiye’de demokrasi ve onun kurumlarının
yapılanma ve işleyişte sahip olduğu sorunların ilk
yaşandığı yerlerden biri olduğu kadar, ülkenin içinde
bulunduğu, kültürel, eğitimsel, ekonomik, sosyal ve
coğrafi gerçeklerin düzeyini görme açısından da en
uygun statünün il başkanlığı olduğunu söylemek, bir
abartı olarak kabul edilmemelidir.
Türkiye’de ya da daha özel ve yerleşik siyasal
nitelemesiyle Anadolu’da İl Başkanlığı statüsünden,
özellikle parti tabanında önüne gelen tüm işleri
yapabilecek, kudretli, her kapıyı açabilecek bir
siyasetçinin makamı anlaşılmaktadır. Daha en başta bu
anlayış, bir silsile olarak hem tüm siyasal yapıyı
algılayış biçimini hem de demokrasinin gerçek anlamda
işlemesinin önündeki temel açmazı göstermektedir.
Türkiye’deki siyasal yapılanmanın ve siyasal kültürün
hastalıklı bir hal almasının temelinde, en üst yapı olan
liderlik olduğu kadar en alt yapı olan üyelik ve delegelik
tipi ve sistemi de yatmaktadır.
En üst yapıdaki hastalıklı işleyiş bir önceki
bölümde irdelenmeye çalışılmıştı. Ancak en alt yapı
77
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
olan delegeliğin işleyişi ve bunun ilk düzeyden
muhatabı olan il başkanlığı, işlevleri, önemi ve misyonu
da en az liderlik kadar irdelenmeyi gerektirmektedir.
12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi ile değiştirilen Siyasal
Partiler Yasasının ülkenin aydın kesimini dışarıda
tutmaya özen göstermesi, oluşturulmaya çalışılan
siyasal yapılanmanın daha en baştan yapmacık ve
kurmaca bir yapı olması ve sorunlara sahip olsa da elde
edilmiş siyasal birikimin bir anda silinip atılması, bugün
kangrenleşen yapının nedeni olarak gösterilebilir.
Siyasetteki partileşme ve partilileşme öylesine düzeysiz
hale getirilmiş ve öylesine kişisel çıkarlar anlayışına
dayandırılmıştır ki artık bir toplumsal politikadan,
topyekun kalkınma siyasetine yönelik arayışlardan söz
etmenin olanağı kalmamıştır. Yerini alan yapılanma ve
anlayışı genel çerçeveleri ile şöyle ortaya koymak
mümkündür: Partiye kayıtlı olan üye veya delegenin,
partiye, siyasal düşünceye ya da yaşadığı kente katkı
sağlayacak vasıflara sahip olması aranan, beklenen bir
özellik değildir. Önemli olan, kayıtlı üyenin delege
olmayı bir biçimde başarmasıdır. Delege, il başkanına
kongrede oy vererek onu bu makama getirdikten sonra
artık kendi hayatına ilişkin yaşadığı tüm sorunlarda ve
çevresiyle ilişkilerinde, onu ilk başvuru kaynağı ve bir
tür sorun çözücü olarak görmektedir. Örneğin,
mahallesindeki sorunları çözebilecek ilk mercii olarak
78
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
onu görmekte, işsiz olan kızı ya da oğlunu mutlaka işe
sokmasını beklemekte, talep ettiği iş için oğlu ya da
kızının uygun ya da vasıflı olup olmamasını
önemsememekte, hatta kendi sosyal çevresindeki
kişisel saygınlığı için bile il başkanı ile olan ilişkisini
kullanmaktadır. Delege için, yalnızca seçilmiş olan il
başkanına oy vermiş olması yeterlidir. Dolayısıyla il
başkanı onun her sorununu çözmeli, devletteki her
başvurusunun mutlaka gerçekleşmesini sağlamalıdır.
Bu başvuru çocuğunun geçemeyeceği bir iş için açılan
sınav, polis ya da belediyeye yansımış bir sorun, tapu
dairesindeki bir tıkanma, gelinin ya da kızının tayini,
oğlunun askerlik sorunu, altından kalkamayacak bile
olsa girmek istediği ihale için olabilir. Bu amaçlarla
teklifsiz ve randevusuz bir biçimde il başkanının (eğer
delege ilçede ise bu kez de aynı şekilde aynı beklentiler
ilçe başkanına yönelik olarak) evine gitmek, onu baskı
altına almak, gecenin herhangi bir saatinde, örneğin
sabaha karşı 03’te bile telefonla aramak, delege
açısından
doğal
davranışlar
olarak
kabul
edilebilmektedir.
Durumun bu çerçevede geliştiği
koşullarda, kabul edilmelidir ki il başkanlığı makamı
tamamen partililerin, delegelerin iş takipçiliğini yapmak
için işgal edilmiş bir makam vasfı taşımaktadır. Oysa
demokrasi kültürünün geliştiği bir siyasal yapılanma
içinde, ilçe ya da il başkanı partisinin ideoloji, plan, proje
79
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
ve programını vatandaşa tanıtmakla sorumlu,
bulunduğu yörede yapılması gereken hizmetlerin,
çözüm bekleyen sorunların ya da projelerin parti
yönetimine taşınması ve takibi ile yükümlü bir kişiliktir.
Ancak, Türkiye gibi demokrasi kültürünü bir türlü
yerleştiremeyen bir ülkede maalesef olması gereken bu
sistem işleyememektedir. Devlet dairesinde iş yapma
cesareti olmağı için o devlet dairesine ancak il
başkanıyla beraber gitmek zorunda olduğunu düşünen
partili için bu kadar sorunlu ve bürokrasi ile kuşatılmış
bir ülkede engelleri aşabilecek, bu işsizlik ortamında iş
bulabilecek en yakın güç, doğal olarak il başkanı
olmaktadır.
Bu durum belki İstanbul ve Ankara gibi büyük
kentlerdeki il başkanları için bu kadar vahim boyutlarda
olmasa da Anadolu’nun diğer tüm kentlerindeki il
başkanları için gerçekten de bu boyutlardadır.
Anadolu’da özellikle küçük illerde il başkanının
bulunamaması gibi bir sorun yoktur. İl başkanı parti
binasında, işinde, evinde, kahvede, sinemada, sokakta,
lokantada, meyhanede rahatlıkla bulunabilmektedir.
İş takipçiliği yapmak ve partilinin sorunlarını
çözmek zorunda olan bir il başkanı da doğal olarak sık
sık bürokrasi ile karşı karşıya gelmektedir. Partilisinin
80
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
işini çözmekle yükümlü il başkanı hangi düzeyde olursa
olsun o bürokrata sürekli talepte bulunan, belki de
olmayacak şeyler örneğin partilisinin yakınını şefliğe,
müdürlüğe atamasını isteyen, sürekli bir biçimde
kayırılmayı bekleyen, her talebinin gerçekleşmesi için
her tür baskı aracını gerektiğinde kullanan bir siyasi
kişilik görüntüsü çizmektedir.
İşlerin, atamaların böylesi süreçlerle gerçekleştiği
bir ülkede de ister istemez, liyakat, başarı, deneyim,
beceri, dürüstlük gibi vasıfların bir anlamı kalmamakta,
en önemli makamlar, yalnızca bir siyasetçiye olan
yakınlığı nedeniyle bilgi ve beceriden uzak insanlar
tarafından işgal edilmektedir. Bu da hemen her kurum
ya da kuruluş düzeyinde sorunların aşılamamasına,
gelişmenin gerçekleşmemesine, sağlıklı işleyişin
tıkanıklara gömülmesine neden olmaktadır.
İl başkanı bulunduğu yörede partisinin genel
başkanı ve genel merkezi adına partinin en üst düzey
yöneticisidir. Genel başkan ülke siyaseti ile ilgili bir
takım kararları alıp, sorunları ekibi ile saptayıp, ülke
siyasetine yön verecek çalışmalar yaparken, il başkanı
da o yöredeki siyaseti en ince detaylarına kadar
inceleyip yine ekibi ile birlikte o yöreye hizmet getirmek
için var olan bir işlevsel makamdır. Bu noktada
81
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
muhalefet il başkanlığı ile iktidar il başkanlığı arasında
temel de bir farkın bulunmadığını da belirtmek
gerekmektedir. Muhalefetteki bir partinin il başkanlığını
yapmak ne kadar zor ise iktidarda ki bir partinin il
başkanlığını yapmak ta o derecede zor olmaktadır.
Ancak en büyük sorunun koalisyon hükümetleri
dönemlerinde ortaya çıktığı görülmüştür. Koalisyona
mensup kaç parti var ise o kadar sayıda il başkanı, aktif
işlev görmesi gerekmektedir ki bu çok zor bir durumdur.
Liderlerin üst yapıda anlaşıp uzlaşması ve birlikte
hareket etmesi ile aynı anlaşma, uzlaşma ve eylem
birliğinin o ilde il başkanları düzeyinde gerçekleşmesi
arasında ciddi farklar bulunmaktadır.
Örneğin, yörede görev yapan bir bürokratın
görevden
alınmasını
koalisyona
mensup
il
başkanlarından birinin isteyip diğerinin istemediği
durumda, hem bürokrat hem de görevli olduğu birim
tıkanma yaşamakta, hizmet ya da görevler aksamaya
başlamaktadır.
Bürokratın, koalisyon ortaklarından bir partinin il
başkanına yakın olması, koalisyon ortağı partinin diğer
il başkanı ile aynı yakınlığı kuramaması durumunda, bir
il başkanı tayin ettirmek diğeri yerinde kalmasını
sağlamak için mücadele eder hale gelmektedir. Aynı
82
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
mücadelelerin milletvekilleri ve bakanlar düzeyinde de
yaşanması durumu iyice içinden çıkılmaz hale
getirtmedir. Bu durumda da ne ülkeye ne de o yöreye
sağlıklı hizmetler, projeler, kalkınma hamleleri
getirilememektedir. Bu nedenle istikrarlı ve tek parti
hükümetini, liderler ve milletvekilleri kadar il başkanları
da istemektedir. Bu çalışma çerçevesinde deneyim ve
görüşlerinden yararlanmak için kendisiyle yüzyüze
görüşülen TBMM eski Başkanı, hukukçu, siyaset adamı
Hüsamettin Cindoruk, il başkanlığına yönelik olarak şu
çarpıcı bilgileri vermektedir:
“Türkiye’de
il
başkanının
önemi
devlet
yönetimine katkısı ve gayesinden tanınır. Aslında başka
ülkelerde il başkanları daha çok parti konularını çözen,
partiye görüşlerini bildiren ve partiye etkisi olan
kişilerdir. Biz de bürokrasinin güvencesiz oluşu, zaman
zaman da kararsızlığı il başkanının etkisinin artmasına
neden olmaktadır. İl başkanları bir süre sonra valinin
yerine geçebilmektedir. Diğer deyişle il başkanı iktidar
partisinin il başkanıysa valinin yerine geçer, vali kadar
etkili hale gelir. Belediye başkanının yerine geçer
belediye başkanını yönetir. Kudretli il başkanları,
Türkiye gibi henüz kalkınmasını bitirmemiş bir ülkenin
en önemli otoritesi haline gelirler. Her şey onlardan
sorulur. Bu doğru mudur? Bu yanlıştır ama yanlışlığı
83
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
kadar da pratik değeri de vardır. Bir boşluğu doldurur. İl
başkanının otoritesinin artışı o ilde bürokraside var olan
kararsızlığı, tartışmayı, valilin korkarak yerinden olma
duygusuyla hareket etmesi durumunda, il başkanının
inisiyatifini artırır. Siyasi hayatımızda toplayıp yöneten,
o ili yönlendiren çok il başkanı olmuştur ama bazı il
başkanları da bu çerçevenin içine girmez.
Bir il başkanı partisine ve yöresine büyük yararlar
da sağlayabilir zararlar da. Yapılacak iş nedir?
Yapılacak iş yerel yönetimin güvence altına alınmasıdır.
O yerel yönetimdeki vali, belediye başkanı hatta mahalli
idareciler güvence altına alınmalıdır. Devlet idaresinde
müdür, başmüdür, bölge müdürü gibi görev alacak
kişilerin daha doğru seçilmesi ve görevlerinden rasgele
alınmaması, yükseltmelerin başarı, liyakat, ahlak
kriterlerine göre yapılmasıdır. Ancak bu sağlanırsa il
başkanlarının siyasi çerçeveye çekilmesi mümkün
olur.”(32)Gerçekten de deneyimli siyaset adamı
Cindoruk’un da önemle vurguladığı gibi, tüm bu
sorunlara çözüm olabilecek kısa vadedeki çözüm, hem
yerel yönetimlerin güvence altına alınması hem de il
teşkilatlarında siyasetten bir şeyler kazanmaya yönelik
değil siyasete bir şeyler kazandırabilecek nitelikli,
saygın
ve
dengeli
kişilerin
yer
almasının
sağlanmasıdır.Siyaseti tesadüfen yapan, siyasetten
84
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
kişisel çıkarlar bekleyen, beklediği kıdeme layık
olmadığı halde o kıdeme gelmesini istediği kişi için
Ankara yollarını aşındıran, yeterli niteliklere sahip
olmayan bir iş adamı veya müteahhide ihale alabilmek
için iltimas bekleyen, bakanların zamanların işgal eden,
kalifiye olmayan birinin devlet dairesine alınmasını
sağlamak için milletvekilleri üzerinde baskı kuran il
başkanlarıyla, ne demokrasinin ne siyasetin ne de
ülkenin düzlüğe çıkmasının olanağı bulunmamaktadır.
Devlet dairesinde, aldığı eğitimle ilgisi olmayan
ve konumuyla bağdaşmayan kişilerin işgal ettiği
makamlardan ya da söz de iş adamlarından o il
başkanına yönelik bir takım özel menfaatlerin akışı, bir
tür karşılıklı paslaşma olarak değerlendirilmektedir. Ne
var ki bu tür konumları ellerinde tutan kişilikler,
bulundukları konumları ya da elde ettikleri kolay ve
haksız kazançları yitirmemek adına, hangi parti iktidar
olursa bu kez o partinin il başkanı ile benzer ilişki
biçimine yönelmektedirler. Örneğin, bir devlet
dairesindeki vasıfsız bir çalışan, bir partinin iktidar
olduğu bir dönemde, o partinin il başkanına yakın
durarak şefliği, bir sonraki iktidar döneminde bu kez
yeni iktidar partisinin il başkanına yakın durarak
müdürlük makamını elde edebilmiştir. En acısı da tüm
bunların artık Anadolu’da olağan şeyler haline gelmiş
85
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
olması ve bunu gören nitelikli kişiliklerin de siyasetten
ve bürokrasiden uzaklaşmış olmasıdır. Oysa beklenen
o olmalıdır ki il başkanı hiç değilse, boş olan bir devlet
kadrosunun ya da aksayan bir kadronun, mutlaka vasıflı
ve hizmet üretecek kişi ya da kişilerle doldurulmasını
sağlamak için çalışmasıdır. Şahsı için değil, yöresi,
ülkesi ve milleti için faydalı olabilecek en doğru kişilerin
bir takım kadrolara gelmesini ve bunu yaparken de adil
yöntemleri kullanmasıdır.
Bu adil yöntem tarafsız kurumlar tarafından
gerçekleştirilecek bir sınavın düzenlenmesini teklif
etmek ya da sağlamak şeklinde olabilir.
Örneğin böylesi bir durum, 1999 yılında Eskişehir
Tülomsaş Fabrikaları için 425 kişilik işçi kadrosu açıldığı
zaman 4000 kişinin başvurması sonucu doğrudan
tarafımızdan, tüm parasal ve duygusal baskıların
bertaraf edilerek, ilgili bakandan ÖSYM’nin yapacağı
sınavla, bu kadrolara uygun kişilerin alınması yönündeki
teklif ve bu teklifin kabul görmesi ile gerçekleştirilmiştir.
Bu olay sonrası pek çok partilinin öfkesine muhatap
olunmuş, il başkanı hedef gösterilerek partiden istifalar
gerçekleşmiştir.
86
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Bir parti il başkanı elbette, partiye emek veren
kişilere karşı özel bir hassasiyetle davranmasını
bilmelidir. Ancak bunun dışında bir il başkanı partisini
büyütmek istiyorsa, partililer üzerinde etkili olmak
istiyorsa,
bunu
örnek
davranışlarıyla,
adaleti,
çalışkanlığı, hak ve hukuka olan teslimiyeti ve kendisine
duyulan güven ile başarmak durumundadır.
S
SO
ON
NU
UÇ
Ç
Siyaset ve partiler aynı ideolojiyi, ülküyü, ufku,
amacı taşıyan, kalkınmayı topyekun planyan, idealizme
inanmış kişilerin ortak bilinç ve eylemle yürütebileceği,
iktidar olabilme aracıdır.
Lider kendiliğinden mi ortaya çıkmakta, yoksa
çevre ve koşullar ile ihtiyaçlar mı liderleri
doğurmaktadır. Demokrasinin tam, sağlıklı, katılımcı,
çoğulcu, tüm kurumlarıyla birlikte işlemesinin yolu nasıl
olmalıdır? Demokrasi nasıl tabana yayılabilir? Ne
zaman müdahalelere gerek bırakmadan kendini
koruyabilir ve geliştirebilir. Bu ve daha çoğaltılabilecek
pek çok sorunun cevabı için öncelikle demokrasi
kültürü, demokrasi deneyimi, demokrasi bilinci ve
demokrasi kurumlarının çağdaş ülkelerin sahip olduğu
koşul ve standartlara erişmesi gerekmektedir. Ancak
87
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
daha öncesinde bunların bir ön koşulu da
unutulmamalıdır ki refah toplumu olabilmekten
geçmektedir. Ekonomik gelişme ve refah toplumu
olabilme, eğitilmiş ve eğitim kalitesini sürekli yükselten,
diğer deyişle kalkınmış ve sanayileşmiş bir toplum
olabilmektir esas olan. Bilgili, becerikli, başarılı
erdemleri olan, dürüst ve sözlerine güvenilen kişilerin,
yani
liderde
bulunabilecek
özelliklere
göre
“Yarışabilenlerin” lider olması demokrasinin gereğidir.
Demokrasi
böylece
kitlelere
yönelik
sağlıklı
işleyebilecek, sağlıklı siyasal kararlar, alınabilecek,
böylelikle toplumsal mutluluk, barış ve gelişme
sağlanabilecektir. Bu koşullar, kendiliğinden, çalışmanın
temasını oluşturan il başkanlığı makam ve kişiliğinin de
genel çerçevesini belirlemiş olacaktır. Donanımlı, bilgili,
vizyonu olan, politika üreten, etkili konuşma ve ikna
kabiliyeti olan bir il başkanı, kendisinden üstesinden
gelemeyeceği bir işe yerleştirilmesi için teklifte bulunan
eğitim düzeyi düşük birini kırmadan, bunun neden
olamayacağı yönünde ikna edebilecektir. Yöresindeki
bürokrata saygılı ve destek olan, yerel medya ile doğru,
sağlıklı ve güvene dayalı bilgi akışı içinde iletişim
kurabilen, ekibinde bilimsel yeterliliğe ve vizyona sahip
danışmanlar bulundurabilen, araştırmalar yapan,
projeler üreten, partisi ve partilisi için çalışırken diğer
insanları düşman bellemeyen, topyekûn kalkınmayı
88
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
hedefleyen il başkanları ile ülke demokrasisi ve
kurumları elbette gelişecektir. Ne var ki bugün itibariyle
halen, tabanca ruhsatı vermeyen valinin merkeze
alınmasını, trafik suçu ya da kazası yapınca zabıt tutan
trafik polisinin görevden uzaklaştırılmasını, çocuğuna
fazla ödev veriyor diye öğretmeninin tayinini, selam
vermeyen Milli Eğitim Müdürünün sürgününü isteyen ve
en kötüsü de bunları başarabilen il başkanları ile
Türkiye, maalesef yol alamamış, tıkanmış, demokrasisi
de demokratik kurumları da güdük kalmıştır. Sadece
zenginleşmiş ve imparatorlaşmış il başkanları türemiştir.
89
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
K
KA
AY
YN
NA
AK
KÇ
ÇA
A
(1). Kışlalı, A. T. Siyasal Çatışma ve Uzlaşma, İmge
Kitabevi, Ankara, 1993, s. 201.
(2). Tuncay, Suavi. Parti İçi Demokrasi ve Türkiye,
Gündoğan Yayınları, İkinci Baskı, Ekim 2000, Ankara,
s. 54.
(3). Kışlalı, A. T. s. 200.
(4). Kışlalı, A. T. s. 210.
(5).Batum Süheyl. Türkiye’de Siyasi Yapılanma ve
Temel Siyasi Sorunlar Sempozyumu., Toplumsal
Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı Yayınları, 11-12
Şubat 2000, Ankara. s. 77
(6). İçel, Kayıhan. Devletle Basın Arasındaki Karşılıklı
İlişkiler, Basın ve Basının Karşılaştığı Hukuki Sorunlar
Semineri, Hürriyet Vakfı Eğitim Yayınları. Yayın No:3,
İstanbul 1983. s. 51
(7). Tuncay, Suavi. s. 20.
(8). Tuncay, Suavi. s. 26.
(9). Kışlalı, A. T. s.187.
(10). Tuncay, Suavi. s. 27
(11). Tuncay, Suavi. s. 27
(12). Tuncay, Suavi. s. 52–53.
(13).Tuncer, Erol. Siyasi Partiler ve Demokrasi
Sempozyumu, TESAV-Toplumsal, Ekonomik, Siyasal
Araştırmalar Vakfı, Yayın No: 8, Ankara, 1995. s.III.
90
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
(14). Özbudun, Ergun. Siyasi Partiler ve Demokrasi
Sempozyumu, TESAV-Toplumsal, Ekonomik, Siyasal
Araştırmalar Vakfı, Yayın No: 8, Ankara, 1995. s. 1–2.
(15). Kabasakal, Mehmet. Türkiye’de Siyasal Parti
Örgütlenmesindeki Kısıtlamalar”, Siyasi Partiler ve
Demokrasi
Sempozyumu,
TESAV-Toplumsal,
Ekonomik, Siyasal Araştırmalar Vakfı, Yayın No: 8,
Ankara, 1995. s.132–133.
(16). Kabasakal, Mehmet. s.132–133.
(17). Tuncer, Erol. s. II.
(18). Tuncay, Suavi. s. 19.
(19). Tuncay, Suavi. s. 20.
(20). Tuncay, Suavi. s. 95.
(21). Tuncay, Suavi. s. 96.
(22). Batum Süheyl. s. 78.
(23). Batum Süheyl. s. 88.
(24). Tuncay, Suavi. s. 171.
(25). Tuncay, Suavi. s. 173.
(26). Tuncay, Suavi. s. 186.
(27). Tuncay, Suavi. s. 196.
(28). Tuncay, Suavi. s. 197.
(29).Altun, Ahmet. Siyasi Partiler ve Demokrasi
Sempozyumu. TESEV-Toplumsal Ekonomik Siyasal
Araştırmalar Vakfı Yayınları, Yayın No 8., Ankara, 1995.
s. 86.
(30). Özbudun, Ergun. s. 10.
91
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
(31). Keçeciler, Mehmet. Siyasi Partiler ve Demokrasi
Sempozyumu. TESEV-Toplumsal Ekonomik Siyasal
Araştırmalar Vakfı Yayınları, Yayın No 8. Ankara, 1995.
s. 32.
(32). Cindoruk, Hüsamettin. Kendisiyle 10 Eylül 2005
tarihinde, İstanbul’da yapılan yüzyüze görüşme.
Orhan KESİKOĞLU
01.01.1954 Eskişehir doğumluyum. İlk-Orta-Lise
tahsilimi Eskişehir Yeni Kolejde tamamladım. Anadolu
Üniversitesi Mimarlık-Mühendislik Fakültesi Kimya
Mühendisliği bölümünü bitirdim. Kısa dönem 8 aylık
askerliğimi tamamlayıp, serbest ticaret yapmaya
başladım. 25 yıllık Eskişehir Ticaret Odası üyesi olup,
20 yıldır yetiştiğim şehirde aktif siyasetin içindeyim.
Bulunduğum ve onur duyduğum DYP’nin Delegesi, İlçe
2. Başkanı, İlçe Sekreteri, İl 2. Başkanı, İl Muhasibi,
DTP ’ nin Kurucu İl Başkanı, seçilmiş İl Başkanı
görevlerinde bulundum.
1991 genel seçimlerinde Sn. Hüsamettin Cindoruk ’un
listesinde yer aldım. Ana sıralamadaki yerim seçilmeme
yetmedi.
92
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
1994 senesinde Büyükşehir Belediye Başkanı aday
adayı, 1995-1999 senelerinde milletvekili adayı oldum.
1992-1994 seneleri arasında ESİAD (Eskişehir Sanayici
ve İş Adamları Derneği) Başkanlığı, Eskişehir Spor
Yönetim Kurulu Üyeliği, Sanayici ve İş Adamları
Dernekleri Konsey Başkanlığı görevlerinde bulundum.
1997-2004 seneleri arasında Türkiye Bilardo
Federasyonu As Başkanı olarak görev yaptım.
2000 senesinde İstanbul Mutfak Dostları Derneği üyesi
ve 2002 yılından bugüne kadar Yönetim Kurulu Üyeliği
görevindeyim.
Eskişehir Spor ve Fenerbahçe Spor Klüplerinin kongre
üyesiyim.
2005 Doğru Yol Partisi Olağan Kongresinde Merkez
Karar Kurulu Üyeliğine getirildim.
93
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
K
KİİR
RL
Lİİ SSU
U,, PPE
ET
TR
RO
OL
LV
VE
ET
TÜ
ÜR
RK
KİİY
YE
E
H
HA
AZ
ZIIR
RL
LA
AY
YA
AN
N
M
Muurraatt D
DE
EM
MİİR
RC
Cİİ
94
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Ö
ÖN
NS
SÖ
ÖZZ
Savaşlarda yakıcı malzeme olarak keşfetti
insanlık önceleri onu, sonraları romatizma ve diş
ağrılarını dindirmek amaçlı kullandılar. 1870 yılına
gelindiğinde aydınlatma aracı oldu, artık sokak ve evleri
aydınlatmaya başlamış, içten yanmalı motorun icadı ile
insanlığın değişmez enerji kaynağı oluvermişti.
Kullanıldığı alanlar genişledikçe kendi değerini
arttırmaya ve zor elde edilen bir kaynak olmaya
başlamış, insanlık onunla birlikte rahat bir yaşama
kavuşmuş bazı zamanlarda ölüm, açlık ve sıkıntıyı
görmüştü. Kimi zamanlar savaşlara sebebiyet vermiş ve
bu savaşlarda, onu depolarında taşıyan savaş araçları
ölüm kusmuşlardı. Dünya ekonomisinin önemli bir
unsuru olmuş, kimi ekonomileri şahlandırırken kimi
ekonomilere zor anlar yaşatmıştır. Evet bu madde
Yunanca-Latince’de taş anlıma gelen (petra) ile yağ
anlamına gelen (oleum) sözcüklerinden oluşmuş
petroldür.
Bu çalışmada sizlere, ayrıntılara fazla girmeden
petrolün bulunuşundan sonra geçirdiği dönemler kısaca
anlatılmaya çalışılmış, sıkıcı olmaması ve ana konudan
sapılmaması için gereksiz ayrıntılardan kaçınılmıştır.
95
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Özenle seçilmiş kaynaklardan
zenginleştirilmiştir.
yapılan
alıntılarla
Farklı meslek guruplarına mensup ve farklı
görüşlerdeki kişilere ait makalelerin, bir araya getirildiği
bu güzel çalışmanın gerçekleşebilmesi amaçlı bütün
imkanlarını ve değerli zamanlarını harcayan, başta
Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü, Prof. Dr. Sayın Süheyl
Batum olmak üzere, Bahçeşehir Üniversitesi Hükümet
ve Liderlik Okulu Direktörü, Sayın Burak Küntay ve
ekibine teşekkür eder, ülkemiz geleceğine ışık tutmasını
dilerim.
Murat Demirci
96
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
11..P
PE
ETTR
RO
OLL’’Ü
ÜN
N TTA
AN
NIIM
MII
V
VE
EÖ
ÖZZE
ELLLLİİK
KLLE
ER
Rİİ
Petrol
sözcüğü,
Yunanca-Latince’de
taş
anlamına gelen (petra) ile yağ anlamına gelen (oleum)
sözcüklerinden oluşmuştur. Her dilde aynı anlamı
taşımaz. Petrol deyince, yalnız belirli bir yakıtı [Benzin,
Gazyağı, Dizel(motorin), Motor yağı, Fuel oil] değil,
Doğal halde bulunan ve yeraltından çıkarılan ham petrol
kastedilir. Petrol bir takım hidrokarbonların karışımından
meydana gelmiş olup, muayyen bir kimyevi bileşimi
yoktur. Hidrokarbon denilen ise, karbon ve hidrojenin
uygun bileşimleriyle meydana gelen Metan, Etan,
Propan, Bütan, v.s dır. Ancak bunlarda değişik kimyevi
bileşimlerde olup değişik petrol tiplerini
meydana
getirirler. (örneğin: parafin bazlı, asfalt bazlı,petroller
gibi). [1]
1.1.Petrolün Fiziksel Özellikleri
Petrol sıvı halinde genellikle kahverengi, koyu
yeşil veya siyah renkte olup, yoğunluğu kimyasal
bileşimine ve viskozitesine göre değişir. En hafif olarak
bilinen bir Rus petrolünün özgül ağırlığı (Ö.A.) 0.650
gr/cm3 ve en ağır olarak bilinen bir Meksika petrolünün
(Ö.A) ise 1.080 gr/cm3 dır. Bugün petrol endüstrisinde
97
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
petrolün özgül ağırlığı yerine A.P.I. Grafite derecesi
kullanılır. Petrolün özgül ağırlığı ile A.P.I. Grafite
derecesi arasında ters bir orantı vardır. Grafite
büyüdükçe yoğunluk küçülmekte ve petrolün kalitesi
yükselmektedir. Grafite küçüldükçe yoğunluk artmakta
ve petrolün kalitesi düşmektedir. Petrol genel olarak
sudan hafiftir. Petrolü özgül ağırlığına veya A.P.I.
Grafite derecesine göre 3 gruba ayırmak mümkündür.
Petrol suda erimez; benzin, alkol, eter, aseton içerisinde
erir. Petrol ile su az miktarda karışabilirler. Bilhassa
petrol yataklarında petrol ile suyun kontak halinde
bulunduğu yerlerde su ile petrol belirli oranda karışmış
bir emülsiyon halinde bulunurlar. Petrolün viskozite
değeri çok önemlidir. Çünkü bu değer petrolün özellikle
boru hattı içerisinde akıcılık derecesini gösterir
Viskozite değeri yüksek olan bir petrol boru içerisinden
zor akar, viskozite değeri düşük ise kolay akar. Petrol
esas itibariyle birçok hidrokarbonların karışımından
meydana gelmiştir. Ayrıca az miktarda azot (N), kükürt
(S) ile, eser halinde de olsa metalik elamanlar
mevcuttur. [2]
1.2.Petrolün Oluşumu
Petrol eski deniz diplerine çöken hayvan ve
bitkilerin üzerine tabii olaylarla yer tabakalarının
98
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
yığılması ve meydana gelen bu havasız ortamda uygun,
ısı, basınç altında bakterilerinde yardımı ile teşekkül
eder. Bundan milyonlarca yıl önce mevcut kıtaların
büyük bir kısmı denizlerle kaplıydı. Bugün denizlerde
yaşayan bitkilerin o zaman yaşayan benzerleri, zaman,
zaman öldükçe tabaka tabaka denizin çamurlu dibinde
biriktiler ve bakterilerin etkisi ile çürümeye başladılar.
Bir yandan da bunların üzeri tabaka, tabaka çamur,
kum, alüvyonla örtüldü. İşte tortul kütleler böylece
meydana geldi. Bu tabakaların altında kalan hayvan ve
bitkiler zamanla yağ damlacıkları ve gaz kabarcıkları
haline geldiler. Yine milyonlarca yıl sonra yer
kabuğunun hareket etmesi, kıvrılarak yükselmesi ile
deniz altındaki karalar yükselip kıtaları
meydana
getirdiler. İşte bu hareketler esnasında, basınç altında
kalan petrol, boşluklu ve geçirgen (porous ve
permeable) ortamlara doğru göç etti ve Rezervuar
denilen bir yerde birikti. Petrolün içinde oluştuğu taşlara,
petrolün anataşı adı verilir. En iyi anataşlar olarak; killikalkerli
(marn)
taşlarla,
kalkerler
(kireçtaşı)
bilinmektedir. Petrol hiç bir zaman yer altında petrol
havuzunda birikmez, toplanmaz veya birilerinin dediği
gibi yer altında petrol denizi, petrol okyanusu yoktur. [3]
99
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
1.3.Petrolün Tarihçesi
MÖ 450 yıllarında Heredot, Tunus ve Yunan
adalarındaki petrol sızıntılarından bahseder. İlk
dönemlerde su yalıtımı malzemesi ve savaşlarda yakıcı
malzeme
olarak
kullanılmıştır.
Amerika’daki
kızıldereliler petrolü romatizma, kas ve diş ağrılarını
geçirdiği sebebi ile şifa kaynağı olarak kullanmışlardır.
1745 yılında Fransa'da Pechelbronn'daki Petrollü
kıyılarda ilk petrol kuyusu açılmış, Kral XV. Louis
tarafından M. de la Sorbonniere'ne lisans verilmiş ve bu
kişi dünyanın ilk petrol rafinerisini kurmuştur. 1847
yılında İskoçya'da James Young tarafından petrol
ürünleri işlenmiş, 1860 yıllında Amerikalı John
Rockfeller Standart oil firmasını kurmuş ve petrolü
romatizma ilacı olarak küçük şişelerde satışa
başlamıştır. Romatizma ilacı satışından çok büyük
paralar kazanan Rockfeller, Amerikan petrol sahalarına
el atmaya başlamış ve dev bir tröst olmuştur.
1870 yılına gelindiğinde Amerikalı avukat George
Bissel ile kimya profesörü Benjamin Silliman petrolü
aydınlatma aracı olarak kullanmışlar, Ardından içten
100
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
yanmalı motorun icadı gelmiş ve artık bu kirli ve pis
görünümlü su insanlık için aydınlık geçecek gecelerin
habercisi ve yaşamın değişmez bir unsuru olmuştur.
İngiltere Başbakanı Churchill "Bir damla petrol, Bir
damla kana eşittir" sözü petrolün nedenli değerli bir
madde olduğunu anlamamız açısından çok önem arz
eden bir yaklaşımdır.
Standart oil büyük bir hızla büyümeye başlarken,
karşısında bir rakip belirmiştir. Bu rakip Hollandalı Royal
Dutch şirketidir. Royal Dutch şirketini yöneten İngiliz
Kraliyet Dizbağı Nişanına sahip, Hollanda asıllı Yahudi
bir ailenin çocuğu olan Sir Henry Wilhel Deterding’di,
Maddi yokluklar yüzünden genç yaşta bankacılık
sektöründe çalışan, Deterding daha sonra Royal Ducth
şirketinin başına geçivermiş, İnanılmaz manevralar
yaparak bu şirketi dünyanın en büyük şirketleri arasına
katmıştı.
Royal Dutch ile Standart oil artık karşı karşıya
gelmeye başlarlar ve ilk randevu Çin pazarında
gerçekleşir. Royal Ducth kıvrak bir manevra ile
dünyanın en büyük gemi ve nakliyat şirketi olan Shell
ile ortaklık kurarak, Uzakdoğu ‘da ürettiği petrolü daha
az maliyet ile Avrupa pazarına getirmeyi başarmış ve
artık şirket isim değiştirerek Royal Ducth-Shell ismini
101
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
almıştır. Petrolün tarihçesinde önemli bir noktaya
gelinmiş, diplomasi ve istihbarat bu dönemden sonra
hızla büyümeye başlamıştır. İnsanlığa hizmet eden
Petrol gelişimini hızlandırırken, Dünya üzerindeki
bilhassa Ortadoğu ve Balkanlardaki dengeleri alt üst
edecek
Pulutokrasi (Zenginlerin hakim olduğu idare)
Emperyalizm (Sömürgecilik)
Terörizm (Sürekli ve sistemli şiddet hareketleri ile siyasi
fikrini yayma ve kabul ettirme)
Revolasyon (İhtilal, İnkilap, Ayaklanma)
Oligarşi (Bir zümrenin, birkaç kişinin, küçük bir gurubun
idaresi)
Lağv (Kaldırma, hükümsüz kılma, feshetme)
Gibi kavramlarla birlikte adlandırılmaya başlanacaktır...
1.4.Osmanlı Devleti Ve Petrol
1870 yıllarında Amerikan ve İngiliz şirketlerinin
girişmiş oldukları mücadele Osmanlı topraklarına
sıçramış, Dünya petrol rezervlerinin üçte ikisini elinde
bulunduran Ortadoğu’da ağırlıklı söz sahibi olan
Osmanlı devletini bu acımasız ve kanlı sürece
sürüklemeye başlamıştır artık. Bu süre içerisinde
Galiçya,da petrol bulunması Avrupa Devletlerinin
102
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
iştahını kabartmaya sebep olmuş ve balkan harbi patlak
vermiştir. İngiliz istihbaratı ve diplomasisi sebebi ile
Osmanlı,
Arap
yarımadasındaki
hakimiyetini,de
yitirmeye başlamış ve bu topraklarda bir çok küçük
devletçikler oluşmuştur. [6]
31 Ağustos 1876’da otuz üç yıl devlet idaresini
elinde tutacak, aslında Osmanlının çöküşünü otuz üç yıl
erteleme başarısı göstermiş olan otuz dördüncü
Osmanlı padişahı 2.Abdülhamit tahta çıkmıştır.
2.Abdülhamit döneminde yaşanan olumsuz durumlar ve
1881’de Teselya, 1882’de Mısır topraklarının işgal
edilmesi, padişahın büyük devletlerin Ortadoğu’ya
yönelik politikalarına karşı şüpheci bir tutum
sergilemesine sebep olmuş, Sultan tarafsız politika
yolunu izlemeye dikkat etmiştir. Musul ve Kerkük’te
yaşanan olumsuz durumun petrolden kaynaklandığını
anlayan Sultan 1890 yılında bu bölgeyi Memalik_i
Şahane (Padişah mülkü) olarak ilan eder, bu sürecin
hemen ardından Osmanlı topraklarında milliyetçilik
hareketleri başlar ve petrol sebebi ile Sultana darbe ve
suikast girişiminde bulunulur, İttihat ve terakki yönetimi
döneminde çok büyük bir hata yapılacak, Musul ve
Kerkük bölgelerindeki padişah mülkü bir kanun ile
kaldırılacakdır. Bu karar Osmanlıyı bölgeden ve
petrolden uzak kılacak, Artık petrol tröstleri istedikleri
103
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
gibi cirit atacaklardır. Irak’ın işgali sırasında büyük bir
sorun olarak karşımıza çıkan Musul ve Kerkük
meselelerinde İttihat ve Terakki yönetimin aldığı bu
karar Türkiye Cumhuriyeti Devletinin diplomasisini
kısıtlayan sebepler arasında karşımıza çıkmaktadır.
1.5.Petrolün Dünya Ekonomisindeki
Yeri Ve Geleceği
Dünya,da ve ülkemizde sosyal ve ekonomik
kalkınmanın en ağırlıklı girdisi olan enerjiye, gün
geçtikçe daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Dünya
nüfusunun hızlı artışı ve teknolojinin gelişimi ile birlikte
enerji tüketiminin çoğalması, kullanım alanlarının
yaygınlığı ve arz talep dengesi içinde bu ürüne
bağımlılığı arttırmış ve sonuçta; bu özelliği ile petrol,
yerküre içindeki diğer enerji kaynaklarından ayrılarak
stratejik bir konuma yerleşmiştir. Petrolü sanayi ve
endüstrilerinde kullanmaya başlayan milletler, petrolün
bu stratejik önemi ile petrole dayalı siyasi paylaşım ve
hareket tarzı belirlemişlerdir.
Dünya petrol sektörü 1950 ve 1960 yıllarında
büyük petrol şirketlerinin kontrolü altında geçmiş, 1970’li
yıllarda ise millileşme hız kazanmış ve OPEC (Petrol
ihraç eden ülkeler) etkinliği altındaki yıllar olarak
104
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
gözlenmiştir. Ülke bazında petrol üretimi aşağıdaki
grafikte sunulmuştur.
PETROL ÜRETİCİSİ ÜLKELER (1000 VARİL/GÜN)
9.230
7.995
6.170
3.800
3.500
3.353
3.215
3.205
2.800
73.105
Suudi Arabistan
Meksika
İngiltere
2.710
ABD
venezuella
BAE
RUSYA
Norveç
Dünya Toplam
İran
Çin
[1]
Grafikte yer verilmemiş olan, Nijerya ve Senegal gibi
ülkeler aslında dünya rezervlerinin büyük bir kısmına
sahiptirler yalnız teknoloji eksikliğinden dolayı petrol
çıkaramamakta ve açlık çeken ülkeler arasında yer
105
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
almaktadırlar. Ülkemizde bakıldığı zaman Senegal ve
Nijerya ile aynı kaderi paylaşıyor gibi gözüküyor tek
farkımız açlık sınırında olmamamız bu konuya Türkiye
ve petrol kısmında değinmeye çalışacağım.
Millileşmenin hız kazanacağı yıllara kadar
Ortadoğu petrollerini British Petroleum, Irak Petroleum
Company, Shell, Apoc, Standart Oil of California gibi
yabancı şirketler işletir. 1960 yılının eylül ayında
Bağdat’ta, İran, Irak, Kuveyt, Suudi Arabistan ve
Venezuella tarafından, petrol politikalarının belirlenip
koordine edilmesi amacı ile OPEC (Petrol İhraç Eden
Ülkeler Örgütü) kurulmuş, bu ülkelerin ardından sırayla,
Katar (1961), Endonezya (1962), Libya (1962), Birleşik
Arap Emirlikleri (1967), Cezayir (1969) ve Nijerya
(1971) de birliğe üye olmuşlardır.
Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin
1946 yılında üretimde sahip olduğu %18’lik oran
1978’de %60 ulaşır ve böylece Ortadoğu çağımızın en
büyük enerji kaynağı olan petrolün ana yurdu haline
gelir, Petrol üretiminin kontrolünü eline geçiren Araplar
petrolü siyasi bir enstrüman olarak kullanmaya başlarlar
ve 1972 yılında (Yom Kippur) Savaşı sonrası OPEC,
İsrail’in müttefikleri olarak gördüğü batılı devletlere karşı
ambargo kararı alır. Kasım1973’de 2,5-3 $/Varil olan
106
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
ham petrol fiyatları 1974 yılında 11-12 $/Varil’e yükselir
ve petrol fiyatları bir anda 4 katına çıkar, batılı
Devletlerde yaşamı durma noktasına getirir bu kriz,
1979 yılında İran devrimi sırasında 1979-1980’de ikinci
şok patlak verir. ikinci petrol krizi yaşanmış ve ham
petrol fiyatları 30-35 $/Varil’e yükselmiştir.
1980’lerden sonra petrol getirilerinin inanılmaz
rakamlara ulaşması ile bu bölgede israf yaşam tarzına
dönüşmeye başlamış, bu kötü gidişin farkında olan Kral
Faysal, Mısırlı gazeteci Muhammed Heykel’e gelecek
için şöyle yakınmıştır ‘‘Dedelerimiz deve kullandı,
babalarımız ise araba...Biz ve çocuklarımız uçak
kullanıyoruz...Ancak korkuyorum, eğer bu şekilde
paraları çarçur etmeye devam ederlerse, torunlarımız
develerine geri dönmek zorunda kalacaklardır.’’ [4]
1986 yılında ham petrol fiyatının 10 $/Varil’e
düşmesi ile diğer krizlerin tersine bir petrol şoku
yaşanmıştır. Dünya petrol endüstrisinin yeni bir döneme
girdiği ve dünya ekonomisinde bilgi ve teknolojik
gelişimlerin yaygınlaştığı 1990’lı yıllarda, Sovyetler
Birliği’nin dağılması sonucu kurulan bağımsız Orta Asya
Cumhuriyetlerinde yüksek teknolojiye sahip bir çok
batılı dev şirketlerin arama ve sondaj faaliyetleri içine
girdikleri görülmektedir. 1990 körfez krizi sebebi ile
107
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
dünya petrol endüstrisinde belirsizlik yaşanmıştır. 1998
yılı yüzyılın başından bu yana petrol fiyatları açısından
1986 sonrası yıllık düşüşün en fazla gerçekleştiği
dönem olmuştur. Mart 1999 yılında uzun zamandır
düşük seyreden petrol fiyatının toparlanmasını
sağlamak için OPEC üyesi 10 ülke ve üye olmayan 3
ülke petrol Bakanlarının katıldığı toplantıda, dünya
üretiminin %5’ine eşit olan günde 4 milyon v/g’lük
miktarı kısma kararı almışlar ve mart 1999 sonrası ham
petrol fiyatı istikrarlı bir çıkışa geçmiştir. Fiyatların
dengeli bir çizgide seyretmeye başlamasının ardından
bu seferde Kuzey Amerika ekonomisinin etkisi ve Asya
ekonomilerinin iyileşmeye paralel olarak arz ve talep
dengesi bozulmuş bunun sonucunda stoklar hızla
erimeye başlamış ve fiyat hareketleri üzerinde olumsuz
etki yaratarak 1999 nisan ayı sonrasından itibaren hızla
yükselmeye başlayarak OPEC hedeflediği 2000 yılında
22-28$/Varil seviyesinin üzerine çıkarak 30$/Varil’e
ulaşmıştır ABD’de yaşanan 11 eylül saldırısı sonrası
33$/Varil düzeyine çıkan fiyatlar birden düşüşe geçmiş,
Aralık 2001’de 18$/Varil’e inmiştir.
Siyasi ve ekonomik gelişmelere karşı son derece
hassas olan petrol fiyatları 2002 yılı içerisinde çok inişli
çıkışlı bir dönem geçirmiştir. Aralık 2002 tarihinde
Venezuella’da ulusal petrol şirketi PdVSA işçilerinin de
108
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
katılımı ile yayılan genel grevin etkisi fiyatları yükselişe
geçirmiştir. Dünya rezervlerinin %65’ine sahip
Ortadoğu’da Irak’a yapılması muhtemel askeri
müdahale ile bölgede istikrarsızlığın artacağı ve
Venezuella’daki grevin ocak 2003’tede sürmesi ile
petrol fiyat artışının devam edeceği beklentisi ile
yükselen spot fiyatlarının önüne geçebilmek için OPEC
12 Ocak 2003’te yapılan acil toplantı ile tekrar üretim
kotalarını arttırma kararı almıştır. Mart 2004’de ABD’nin
Irak’a askeri müdahalesi başlamış ve daha önce OPEC
üyesi ülkeler kararlaştırdıkları kotanın üzerine
çıkmışlardır. ABD’nin Irak’ta yavaşta olsa hedefine
ulaşmasının etkisi ile petrol fiyatları düşmeye başlamış,
Düşüşü engellemek amacı ile OPEC üretim kotalarını
düşürme kararı almıştır. Kerkük-Yumurtalık boru hattına
düzenlenen saldırının ardından fiyatlar tekrar yükselişe
geçmiştir. [5]
2005 yılı içinde petrol fiyatları tekrar yükselerek
61$ ulaşmış.Yükselen fiyatlardan yararlanmak isteyen
OPEC, 2005 Haziran ayında 29.95 milyon varil olan
üretimini, Temmuz 2005’de 30.24 milyon varile
çıkartarak Aralık 1979’dan bu yana en yüksek üretim
rakamına ulaşmıştır. OPEC üyelerinden Irak’ ve Birleşik
Arap Emirlikleri üretimini en hızlı arttıran ülkeler
olmuşlardır. Üretimin arttırılmasına rağmen petrol
109
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
fiyatlarının artışı devam etmekte ve Amerikan
petrolünün fiyatının 80$ bulması beklenmektedir.
Petrolün geleceği ile ilgili olarak önümüzdeki 20
yıl içinde “süper-güç” konumuna gelmesi beklenen Çin
ile ABD arasında kıyasıya bir mücadele olacağı ve
ABD’nin Ortadoğu ve Orta Asya’da, başta Fransa olmak
üzere bu bölgeye yatırım yapan, Avrupa ülkeleri ile
çıkarları doğrultusunda çatışmaya girebileceği ve bir
çok ülkenin gelecekte ithal petrole olan bağımlığının
artacak olması, Ortadoğu’nun dışındaki petrol
rezervlerinde petrol arama ve çıkarmanın maliyeti çok
yüksek olduğu düşünüldüğünde Ortadoğu’da kan ve
göz yaşının dinmeyeceği gözüküyor.
Uluslararası Eneri Ajansı (IEA) tahminlerine göre
petrol talebi önümüzdeki 30 yıl boyunca artmaya devam
edecek 2003 yılı için 78 milyon varil/gün olarak
belirlenen dünyanın petrol ihtiyacı, 2030 yılında 120
milyon varil/günü geçeceği, İthalata bağımlılığı en fazla
artacak başta Çin olmak üzere Asya ülkeleri ardından
Avrupa ülkeleri olması bekleniyor. Bu nedenle özellikle
Ortadoğu, Hazar bölgesi ve Kafkasların geniş
rezervlerini elinde tutacak gücün (veya güçlerin) Çin ve
Avrupa’yı da kendine bağlayacağı düşünülüyor.Dünya
nüfusunun %15’ini gelişmiş ülkeler oluşturmakta bu
110
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
ülkeler petrol ve doğalgazın %11’ne sahipler ve %59
petrol ile %74 doğalgaz tüketimleri gerçekleşmekte,
üretim ve tüketimleri arasındaki, uçurum dünyada kaos
ve istikrarsızlığa sebep olmaktadır. Konumuzun dışında
olmakla birlikte yaşam kaynağımız suyun çok büyük bir
azalma olmazsa 30 yıl yeterli olduğu düşünüldüğünde
insanoğlu için yaşam koşullarının ilerideki yıllarda
nedenli zorlu geçeceği bir gerçek, daha öncede
belirtildiği gibi Siyasi ve ekonomik gelişmelere karşı son
derece duyarlı olan petrol globalleşen dünyada,
alternatif bir enerjiye yerini bırakmadığı sürece Dünya
gündemini belirlemeye devam edecek gibi gözüküyor
1.6.Türkiye Cumhuriyeti Devleti Ve
Petrol
Konumuzun son bölümü olan Türkiye
Cumhuriyeti Devleti ve petrol ile ilgili olarak Ülkemizde
petrolün kısa tarihçesine ve petrol politikalarımızın neler
olması gerektiği ile ilgili düşüncelerimi sizlerle
paylaşmak istiyorum.
Ülkemizde petrol ilk kez 18 Yüzyılda Evliya
Çelebi tarafından kaleme alınmıştır. İlk bulgular Trakya
yarımadasında yapılmış, 1930 yılında İktisat Bakanı
111
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Celal Bayar’ın ve Başvekil İsmet İnönü’nün girişimleri ile
bir petrol arama dairesi kurulmuş, bu dairenin başına
Jeoloji mühendisi olan Cevat Taşman getirilmiş 1935
yılında bu daireler birleştirilerek Maden Tetkik Arama
Enstitüsü kurulmuştur.
Maden Tetkik Arama Enstitüsü’nün kurulması ile
petrol arama faaliyetleri hız kazanmış ve 1939 yılında
Kuzey Irak’taki petrol yatakları dikkate alınarak sınıra en
yakın yer olan Nusaybin çevresinde Hermis, Kerbent ve
Basprin kuyuları açılmış, Sondajlarda sadece emarelere
rastlanılmış ve kuyular kapatılmıştır. Daha sonra
Raman bölgesinde arama çalışmaları başlatılmış, O
devrin imkansızlıklarına rağmen Almanya’dan getirilen
sondaj makinesi ile 1941 yılında Raman Dağı
eteklerinde Maymune Boğazı’nda, Raman-1 petrol
arama kuyusu sondajı yapılarak çok az petrole
rastlanılmış yalnız ticari değeri olmadığından terk
edilmiştir. Daha sonraları yine aynı yerde Raman-2,3.4
ve 5 kuyuları açılmış yine emareli olarak terk edilmiştir.
1941 ve 1945 yılları arasındaki savaş ortamında arama
faaliyetleri durmuş, 1945 sonrası Raman Dağı’na
çıkılarak Raman-6 ve 7 sondajları yapılmış yine petrol
emaresine rastlanılmış ve terk edilmiştir. 1945 sonlarına
doğru Raman-8 kuyusunun sondajına başlanılmış ve
1946 yılında Türkiye’nin ilk ticari petrolü ortaya
112
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
çıkmıştır. Ancak günlük olarak sadece 30-40 varil
arasında bir üretim kapasitesine sahip ve gravitesi
(saflığı) çok düşük olan bu petrolün ne yapılacağı
bilinemiyordu, petrolün bulunuşu yapılan masrafa
nazaran çok da anlamlı sayılamadı ve arama
faaliyetlerinin bitirilmesi amaçlı siyasi ve bürokratik
engeller çıkmaya başladı. 1947 yılında MTA genel
müdürü İ.Ruhi Berent’in özverili çalışmaları ile
Amerika’dan getirilen bir sondaj firması ile Raman-8’in
1.5 km uzağında Raman-9 kuyusu açıldı ve başarılı
olundu. Önceleri günlük 150 varil kapasiteli
görünüyordu ama uygulanan kuyu temizleme
operasyonları ile kapasite 2 katına çıkartıldı ve günde
300 varil ham petrol elde edilmeye başlanıp gravite
ölçüm sonuçları 21 olarak belirlendi, artık Türkiye’de
petrol konusunda bir dönüm noktasına gelinmişti. 1954
yılında Raman’ın biraz daha ilerisinde yer alan, Daha
hafif ve kaliteli petrol sahası Garzan keşfedildi ve
çalışmalar başlatıldı. Ancak ortada bir sorun vardı
üretilen petrol ne yapılacaktı? Raman’da çıkartılan
petrol asfalt olması amaçlı yollara dökülüyor ama aktif
çalışan kuyulara pompa indirilip üretime geçilemiyordu.
1954 yılına kadar bulunmuş ve üretime hazır olan petrol
kuyularda bırakıldı. Yapılan araştırmalar sonucunda
Rulf Parson Company şirketi ile anlaşma sağlanıp
Batman’da bir rafineri kuruldu. Bu rafineri günlük 7.000.-
113
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
varil petrol işleme kapasitesine sahip, ağır petrol
işlemek üzere dizayn edilmiş küçük bir rafineri idi. Bu
rafineriye boru hattı ile %70 Raman, %30 Garzan
petrolü karıştırılarak iletiliyordu. Türkiye’nin kendisine ait
petrol üretimi ve bunu işleyecek bir rafinerisi mevcuttu.
İşin artık profesyonel olarak devam ettirilmesi gerekli idi
ve bu amaç doğrultusunda, tarihler 1954 gösterdiğinde
MTA Enstitüsü bünyesindeki petrol dairesinin bütün
varlıklarının devredilmesi suretiyle TPAO Türkiye
Petrolleri Anonim Ortaklığı kurulmuş ve petrol arama
faaliyetlerine hız verilmiştir.1936 ve 1954’den
günümüze kadar 76 adet petrol kuyusu ve 95881 ton
üretim yapılmıştır.[7]
Türkiye’de birçok ülke gibi petrolle ilgili krizler
yaşamıştır bu krizler sırası ile, 1974 yılında petrol
fiyatlarının patlayarak 4 katına çıkması ve aynı
zamanda Kıbrıs Barış Harekatı ile birlikte batılı ülkelerin
üstü örtülü ambargolarına bağlı kalınması sebebi ile
büyük bir krize doğru sürüklenmeye başlamış, Dünya
petrol tasarrufuna giderken Türkiye petrole sübvansiyon
vererek tüketimi arttırmış ve bunun sonucunda dış
ticaret açığı 769 milyon dolardan 2.3 milyar dolara
fırlamıştır. Türkiye o yıl 303 milyon dolarla rekor bir
bütçe açığı vererek bir darboğazın eşiğine gelmiştir.
OPEC üyelerinin petrol fiyatını 1979 ve 1980’de ikinci
114
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
kez %150 oranında arttırması Türkiye’yi yoğun
ekonomik kriz döneminde yakalamış, işsizlik oranı bir
anda %20’lere, enflasyon %63.9’a ulaşmıştır. 1979 ve
1980 petrol krizi, halkı 1974 petrol krizinden daha fazla
etkilemiş ve pek çok temel tüketim maddesinin
karaborsaya düşmesine sebep olmuştur. Hükümet
enflasyonu kontrol altına almak, dış kaynak açığını
kapatmak ve ekonomiyi yeniden işler hale getirmek için
ünlü “24 Ocak Kararlarını” yürürlüğe koymuş. 24 Ocak
kararları ile birlikte TL yüzde 48.6 oranında devalüe
edilmiştir. 24 Ocak kararları ile alınan tedbirler
sonucunda 1978’de 2.3 milyar dolar olan ihracat
1983’te 5.7 milyar dolara çıkmıştır.
Türkiye’nin petrol konusunda neler yapması
gerektiği ile ilgili olarak, öncelikle gelecekteki elli yıl
içinde rezervlerin ortaya çıkarılması ve tüketilmesi
gerekmektedir. Çünkü alternatif enerji kaynakları
üzerinde araştırma ve geliştirme faaliyetleri hız
kazanmıştır. Bir petrol sondajının günlük maliyetinin 18
bin dolar olduğu ve iki yada üç ay arama faaliyetlerinin
devam ettiği, bu zaman sonucunda petrol çıkartılamayıp
kuyunun kapatılma ihtimalini göz önüne getirdiğimiz
zaman petrol araştırmalarının nedenli zor ve masraflı
olduğu
gözükmektedir
bu
sebeple
devletin
özelleştirmeyi hızlandırması, yerli sermayenin katılımı
115
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
ile petrol arama ve sondaj faaliyetlerine devam etmesi
gereklidir. Petrol ve yer altı kaynaklarımızla ilgi olarak
eğitime önem verilmeli, Üniversitelerimizde bölümler
oluşturulmalıdır. Ülke ekonomisine büyük kayıplar
yaşatan kaçak petrolün kesinlikle kontrol altına alınması
gerekli ve özellikle karasularımızdan geçiş yapan
gemiler takip altında tutulmalı kaçak petrol nakline izin
verilmemelidir.
Yukarıda özelleştirmeye hız verilmelidir denilmiş
yalnız sadece arama ve sondaj faaliyetlerinin
özelleştirilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Üzülerek
belirtmekte fayda olduğunu düşündüğüm 4 adet
rafinerisi, bir petrokimya şirketi ve birde deniz
taşımacılığı şirketi olan, yıllık 27.6 milyon ton ham petrol
işleme kapasitesine sahip, 2004 yılında ortaya koyduğu
8.2 milyar dolar katma değerle ülke hazinesine giren
vergilerin yüzde 20’sini karşılayan, Avrupa’nın beşinci
büyük kuruluşu olan TÜPRAŞ’ın özelleştirilmesinin
ülkemiz geleceği için alınmış hatalı bir karar olduğunu
düşünmekteyim. Aslında en acı olan mesele yabancı
sermayeye satılma ihtimalinin yüksek olması çünkü bu
kuruluşu eline geçiren, ülke ekonomisinin büyük bir
kısmını eline geçirecektir. Uluslararası İlişkilerde bir
ülkenin güçlü olabilmesi o ülkenin ekonomik gücüne
bağlıdır Türkiye Cumhuriyetinin en büyük ekonomik
116
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
gücü bu tesislerdir. Daha öncede belirttiğim gibi
TÜPRAŞ’ın satılması yanlış bir karardır, Yabancı
sermayeye satılması ise bu ülkeye ve insanlarına
yapılan en büyük hatadır.
Türkiye, enerji kaynakları son derece zengin olan
ülkelerle sınır durumundadır. Dünya üzerindeki
ispatlanmış petrol rezervleri Türkiye'nin çevresindedir.
petrol rezervi zengini olan Ortadoğu ülkeleri ile enerji
ihtiyacı olan sanayileşmiş batı ülkeleri arasında,
Anadolu yarımadasının en güvenli koridor olduğu
herkes tarafından kabul edilmekte bu da Türkiye'yi 21.
yüzyılın "enerji koridorunun anahtarı" yapmaktadır.
Doğal geçiş kapısı olma özelliğine sahip olması,
ülkemize ekonomik daralmayı aşma fırsatını da
sunmaktadır.
117
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
K
KA
AY
YN
NA
AK
KÇ
ÇA
A
[1] Ali Rıza TANRIVERDİ (TÜPRAŞ) www.pmo.org.tr
[2] Ali Rıza TANRIVERDİ (TÜPRAŞ) www.pmo.org.tr
[3] Ali Rıza TANRIVERDİ (TÜPRAŞ) www.pmo.org.tr
[4] Ömer TURAN
(Medeniyetlerin çatıştığı nokta
Ortadoğu/Acar matbaacılık Aş-09/04/2003-7.Bölüm,
302. Shf)
[5] Didem AKYEL (Garanti Bankası Dergisi)
[6] Erdal ŞİMŞEK (Türkiye’de İstihbaratçılık ve Mit)
[7] Şenol YANMAZ (www.pete.metu.edu.tr/)
118
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
S
SO
OĞ
ĞU
UK
KS
SA
AV
VA
AŞ
ŞS
SO
ON
NR
RA
AS
SII A
AV
VR
RA
AS
SY
YA
A
JJE
Ğİİ V
VE
E TTÜ
ÜR
RK
KİİY
YE
E
EO
OP
PO
OLLİİTTİİĞ
H
HA
AZZIIR
RLLA
AY
YA
AN
N
K
mD
DE
EM
MİİR
RE
ER
R
Kaazzıım
119
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
11..G
GİİR
RİİŞ
Ş
Geride bıraktığımız 20. yüzyıl, pek çok yeni
devletin ortaya çıkışına, aynı coğrafyada farklı devlet
yapılarının kurulmasına; aynı zamanda da köklü
geçmişi bulunan devletlerin de ortadan kaybolmalarına
ve tarihe karışmalarına sahne olmuş çok ilginç bir yüzyıl
olma özelliğini taşımaktadır. İki topyekün savaşı
barındırması ve ortaya çıkardığı sonuçlar, bu yüzyılın
en belirgin özelliğidir.
Dünya üzerinde bulunan tüm hammadde
kaynaklarının paylaşım mücadelesi olarak ortaya çıkan
ilk büyük savaş sonrası 600 yıllık geçmişiyle Osmanlı
İmparatorluğu tarihe karışırken, Alman ve Rus
İmparatorlukları da Osmanlı ile aynı kaderi paylaşmıştır.
İlginç olan nokta ise yıkılan bu imparatorluklar sonrası
Türk, Rus ve Alman milletlerinin kendilerine, yüzyıllardır
süregelen yönetim şekilleri yerine dünyada ilk
örneklerini temsil ettiğini söyleyebileceğimiz yeni
yönetim şekilleri benimsemiş olmalarıdır. Çünkü Rus
milleti Bolşeviklerin önderliğinde sosyalist yaşam tarzını
devlet sistemine dönüştüren ilk millet olmuş, Türk milleti
Batı’nın emperyalist saldırılarına karşı koyarak tüm
İslam dünyasına örnek olacak şekilde laik ve
demokratik bir devlet yapısı benimsemiş, Almanlar ise
120
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
savaşın sonunda kurulmuş olan fakat başarısız bir
Weimar Cumhuriyeti deneyimi sonrasında Hitler’in aşırı
milliyetçi, ırkçı sisteminin kucağına düşmüştür.
İdeolojilerin savaşı olan ikinci topyekün savaş
sonrasında ise dünya, bir uluslararası politika terimi
haline gelen “Soğuk Savaş” ile tanışmıştır. Bu dönemde
Avrupa, dünyayı yönlendiren kutup özelliğini yitirerek
sahneyi Atlantik ötesindeki ABD’ye ve Soğuk Savaş
boyunca hep tehdidi altında kalacağı Sovyetler Birliği’ne
bırakmıştır. Avrupa’nın doğusu tek tek sosyalist
rejimlere teslim olurken NATO şemsiyesi hem Batı
Avrupa’yı hem de Türkiye ve Yunanistan’ı Bolşeviklik
tehlikesine karşı korumayı başarmıştır.
ABD’nin ve Sovyetler Birliği’nin yaklaşık yarım
asır
sürdürdüğü
güç
mücadelesi
Sovyetler’in
dayanamayarak yenilmesi ve son bulmasıyla yerini
“Küreselleşme” adı altında, kurallarını ve işleyişi ABD
önderliğinde serbest piyasa ekonomisinin belirlediği
sürece bırakmıştır. Bu, tüm dünyada mal, para ve bilgi
transferinin önündeki engel ve sınırlamaları kaldırmaya
yönelik bir süreci ifade eden bir kavramdır.
Küreselleşme sürecinin bu güncel anlamıyla ortaya
çıkışı ile birlikte pek çok kavram da yeniden
121
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
tanımlanmak zorunda kalmıştır. Bu kavramların
başlıcalarından biri de “Avrasya” kavramıdır.
Kelimenin kökenine bakıldığında hemen göze
çarpacaktır ki Avrasya, dünyanın en önemli iki
anakarasını ifade eden Avrupa ve Asya’dan türemiş bir
sözcüktür. Ancak günümüzde de devam eden asıl
tartışma Avrasya kavramının bu iki kıtanın kesişimi mi
yoksa birleşimini mi ifade ettiğidir. Bu çalışmanın
başlıca amaçlarından biri de bu kavrama kullanılabilir
bir anlam vermek olacaktır. Bunu yapmadan önce, 20.
yüzyılda ortaya konan ve ileride ele alacağımız
teorilerle gelişme gösteren “jeopolitik” kavramı, değişen
ve değişmeyen unsurlarıyla Avrasya’yı daha iyi
anlamamıza
yönelik
kavramlar
da
açıklığa
kavuşturulacak şekilde ilk bölümde ele alınacaktır.
Tarih boyunca toplumlar ve onları barındıran
devletler, bulundukları coğrafi konuma göre bir dünya
algılaması ortaya koymuşlardır. Bu algılamalar kıtalar,
dağlar, şehirler, devletler gibi çeşitli coğrafi ve toplumsal
oluşumları ifade etmede de kullanılmış; bu oluşumların
boyutları, uzaklığı, coğrafi yapısı gibi özellikleri adlarına
işlemiştir. Örneğin; Yunan mitolojisinde güneşin batışı
anlamına gelen “erep” sözcüğü Yunanistan’a göre
122
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
güneşin batış yönü olan Avrupa kıtasına isim olmuştur. 1
İzlanda, ada devleti ve topraklarının büyük bölümü kar
ve buzla kaplı olması nedeniyle İngilizce’de “Iceland”
olarak ifade edilir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Köklü geçmişi incelendiğinde Türk tarihinden de elde
edeceğimiz örnekler çoktur.
“Türk” kelimesinin tarihte ikinci kez devlet adı
olarak geçtiği Türkiye Cumhuriyeti, yeryüzünde hiç
kimsenin önemini yadsıyamayacağı eşsiz bir toprak
parçası üzerine kuruludur. Bu önemin bilincinde olarak
bu coğrafyayı ele geçirmeye veya elde tutmaya yönelik
pek çok eylem ve düşüncenin ortaya çıkmış olması da
bu toprakların önemini arttırıcı bir başka unsurdur. Bu
önemi anlamak için dünyanın genel haritasına bakmak
en kolay yoldur. Hemen görülecektir ki Türkiye üç
kıtanın kesişim noktası ve siyasal, ekonomik ve kültürel
bakımdan doğu ile batı arasındaki bir köprüdür. Bu
çalışmada bu konumun Avrasya jeopolitiği bakımından
ne anlam ifade ettiği de son bölümde ele alınacaktır.
Jeopolitik, günümüzdeki durum, Avrasya ve
Türkiye kelimelerini zaman ve mekan sınırları çizerek
kaynaştırmayı düşünen bu çalışma, son yıllarda bu
1
“Got to know”, Discovery Channel, Avrupa kelimesinin en olası kökeni
olarak bu sözcüğü göstermektedir.
123
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
konudaki araştırmalara artan ilginin de farkında olarak
onlara bir yenisini daha eklemek amacını da
taşımaktadır.
22.. JJE
EO
OP
PO
OLLİİTTİİK
KK
KA
AV
VR
RA
AM
MII,,
JJE
EO
OR
RİİLLE
ER
RV
VE
EG
GÜ
ÜÇ
Ç
EO
OP
PO
OLLİİTTİİK
K TTE
M
ME
ER
RK
KE
EZZLLE
ER
Rİİ
Son iki yüzyılda değişen koşullar da göz önünde
tutularak büyük gelişme gösteren bu kavramı
tanımlamadan ve onun unsurlarını açıklamadan önce
birbirine bağlı olarak sıkça kullanılan hedef, politika ve
strateji terimlerini açıklamak yararlı olacaktır.
2.1.Hedef, Politika ve Strateji
Bu kavramları uzun soyut cümleler yerine somut
bir örnekle açıklamak daha yararlı olacaktır: Türkiye’nin
Avrupa Birliği üyeliği bir hedef mi, yoksa bir strateji
midir? Bu üç kavram içinde bunu en iyi hangisi ifade
etmektedir?
Osmanlı’nın son üç yüz yılında dünyada ve kendi
içinde meydana gelen politik, ekonomik ve toplumsal
değişimleri ve bu değişimin hayati önemini
kavrayamaması
sonucu
yıkılması,
Türkiye
124
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Cumhuriyeti’ni sıkıntılı günlerin sonucunda kuran
Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki kadro için, bir
daha böyle sonuçlar doğurmayacak bir ulusal hedef
koymayı gerekli kılmıştır. Bu hedefi bizzat Atatürk
“çağdaş uygarlık seviyesi hatta onun üzerine çıkmak”
olarak nitelendirmiştir. Bu ulusal hedefe ulaştıracak
yollar ulusal politikayı ifade eder. Türkiye, çağdaş
uygarlık seviyesinin üstüne çıkmanın yolu olarak yine
Atatürk tarafından ortaya konan “Yurtta barış, dünyada
barış” politikasını benimsemiştir. Bununla dünyaya
verilmek istenen mesaj, dünyada ve dahi Türkiye’de
gelişmenin ve ileriye gitmenin tek koşulu barış içinde bir
dünyada yaşamaktır. Barış içinde bir dünyada Türkiye’yi
çağdaş uygarlık düzeyine ve onun üstüne taşıyacak her
türlü araç da stratejiler olarak ifade edilebilir. İşte
Avrupa Birliği, hedefe varmak yolunda yarar
sağlayacaksa eğer, bu kavramlar içerisinde strateji
olma konumuna uygun düşmektedir.
Kısacası hedef, ulaşılmak istenen yer; politika o
yere varan yol ve strateji de ulaşmak istediğimiz yere
varan bu yolda kullandığımız araçlardır.
125
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
2.2. Jeopolitiğin Tanımı, Unsurları ve
Alt Birimleri
İsveçli coğrafyacı Rudolf Kjellen (1864-1922),
1916 yılında yazdığı “Bir Hayat Şekli Olarak Devlet” adlı
eserinde, yaşayan bir organizmaya benzettiği devletin
beş aktif unsurunu “Sosyopolitik, Ekonopolitik,
Kratopolitik, Demopolitik ve Geopolitik” olarak
adlandırmış ve böylece JEOPOLİTİK terimi doğmuştur. 2
Kjellen, jeopolitiği “devletin coğrafyası ile ilişkisini
inceleyen bir disiplindir” şeklinde tanımlamıştır.
Jeopolitiğin doğuşunu
coğrafyacılar
hazırlamış,
3
geliştirmiştir.
coğrafyacılar, siyasi
siyaset
bilimcileri
Jeopolitik unsurları ve hudutları dikkate alınarak
şu şekilde tanımlanabilir:
“Bir ulusun, uluslar topluluğunun veya bir
bölgenin; kendi coğrafi platformu üzerinde güç
değerlendirmesini yapan, etkisi altında kaldığı o günkü
dünya güç odaklarını, bölgedeki güçleri inceleyen,
2
Servet CÖMERT, “Jeopolitik ve Türkiye’nin Yer Aldığı Yeni Jeopolitik
Ortam”, Jeopolitik Dergisi, http://www.jeopolitik.org/jeo-1/cömert-11.asp
3
Suat İLHAN, “Türklerin Jeopolitiği ve Avrasyacılık”, Bilgi Yayınevi,
İstanbul, Haziran 2005, s: 24
126
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
değerlendiren, hedefleri ve hedeflere ulaşma şart ve
aşamalarını aştıran, belirleyen bir bilimdir.” 4
Kısacası jeopolitik, mekanın kendisini ilgilendiren
politikalar üzerindeki etkisini inceler. Jeopolitik ve
stratejinin unsurları genel olarak mekan, kuvvet ve
zamandır. Ancak jeopolitik değişen ve değişmeyen
olarak ayrılıp anlatılması gereken unsurlar da içerir.
Jeopolitiğin değişmeyen unsurları:
(1)
Ülke veya bölgenin hudutları, dünya
üzerindeki yeri, işgal ettiği alan, coğrafi bütünlük.
(2)
Coğrafi karakteri yani ada, kıta, kenar ve
kıta içi devleti olma durumu.
Değişen unsurlar ise:
(1)
(2)
(3)
(4)
(5)
Sosyo-kültürel değerler
Ekonomik değerler
Politik değerler
Askeri değerler
Zamandır. 5
4
a.g.e., s: 30
Atilla SANDIKLI, “Küreselleşen Dünyada Birlik Oluşturma Stratejisi
ve Egemen Devletler Birliği”, Harp Akademileri Yayını, İstanbul, 2003,
s: 147-148
5
127
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Bütün bunların yanında jeopolitiğin jeostrateji,
jeoekonomi, jeokültür ve astropolitik gibi alt birimleri de
vardır.
Jeostrateji,
coğrafi
unsurları
stratejiler
bağlamında inceleyen ve ortaya sonuçlar koyan bir
bilimdir. Pascal Boniface, Jeopolitik ve Jeostrateji
kavramları arasındaki farkı açıklarken, jeostratejiyi daha
ziyade güvenlik ve savunma konuları ile ilgili
kullanmakta, jeopolitiği ise uluslararası ilişkilerde
tarafların genel yaklaşımlarını ortaya koyan, ilgili
aktörlerin satranç hamlelerini analiz etmeye yarayan bir
sistem yaklaşımı olarak açıklamaktadır. 6
Jeoekonomi, farklı ekonomik konu ve çevrelerin,
bulundukları coğrafyalarla birlikte dikkate alınarak,
ilişkilerinin, jeopolitiğe katkılarının değerlendirildiği bir
alandır. 7 Günümüzde küreselleşmenin de etkisiyle
uluslar arası ilişkilerde ekonomi önemli bir yere sahip
olmuş ve APEC, NAFTA, EFTA, AET gibi uluslararası
politikada etkin olan organizasyonlar kurulmuştur.
Jeokültür ise kültür çevrelerinin bulundukları
coğrafi konum ile birlikte değerlendirilmesini, ilişkilerinin
ve jeopolitiğe etkilerinin araştırılmasını yapar. 1990’lı
6
7
CÖMERT Servet, a.g.e.
İLHAN Suat, a.g.e., s: 41
128
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
yıllarda oluşan jeokültür kavramı Huntington’ın tezi ile
jeopolitik tartışmalara yeni bir boyut kazandırmıştır.
Huntington’a göre dünya dini ve etnik blok oluşum ve
çatışmalarının eşiğinde olduğu bir çağa girmektedir.
Sınırlar artık ulusal devletleri değil kültür bölgelerini
gösterecektir ve politik çatışmalar bu kültürel sınırların
etkisinde olacaktır.
Astropolitik, henüz hayata geçmemiş olmakla
birlikte uzay jeopolitiğini ifade eder.
2.3. Jeopolitik Teoriler
Jeopolitik
genç
ve
gelişimini
henüz
tamamlamamış bir bilim dalı olarak görülebilir. Dr. Erich
Obest, “Jeopolitik iyice öğrenilmeden meşgul olunursa
tehlikeli yolların ve polemiklerin açılmasına neden
olunur. Jeopolitik devletin coğrafi vicdanı olmak ister”
diyerek kaygılarını dile getirme ihtiyacını duymaktadır. 8
Bugüne kadar ortaya konan jeopolitik teoriler iki
savaş arası dönem, II. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş
boyunca önemini ve geçerliliğini korumuştur. Soğuk
Savaş sonrası dönemde ise ilk kez karşılaşılan durum
karşısında
bu durumu ve yeni jeopolitik ortamı
8
CÖMERT Servet, a.g.e.
129
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
açıklamada
bu teorilerin yetersiz kaldıkları
görülmektedir. Ancak değişmez unsur olan coğrafi
temele dayanmaları ve Rusya gibi ülkelerin evrensel
etkinlik gücüne tekrar ulaşmaları söz konusu olursa
tekrar gündeme gelme olasılıkları nedeniyle bilinmesi
gereklidir.
Mevcut
toplanabilir 9:
jeopolitik
teoriler
iki
başlık
altında
(1) Fiziki coğrafyaya dayalı teoriler:
a. Kara Hakimiyet Teorisi
b. Kenar Kuşak Teorisi
(2) Kuvvete Dayalı Teoriler:
a. Deniz Hakimiyet Teorisi
b. Hava Hakimiyet Teorisi
9
İLHAN Suat, a.g.e., S: 35
130
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Kara Hakimiyet Teorisi
İngiliz Jeopolitik ekolün temsilcilerinden olan Sir
Halford Mackinder (1861-1947), dünya coğrafyasını
politik ve dünya egemenliği açısından incelemeye almış
ve 1918 yılında yayınladığı çalışma ile “Kara Hakimiyet
Teorisi”ni açıklamıştır. Teoriye göre Asya, Afrika ve
Avrupa kıtaları bir bütün olarak “Dünya Adası”nı
oluşturur. Batıda Volga Nehri, kuzeyde Buz Denizi,
doğuda Sibirya ve güneyde Himalayalar’la çevrili
bölgeyi
de
“Kalpgah”
(Heartland)
olarak
adlandırmaktadır. Mackinder daha sonra Avrupa
Rusyası’nı da içerecek biçimde görüşünü şöyle açıklar:
“Doğu Avrupa’ya hükmeden Kalpgah’a hükmeder, her
kim Kalpgah’a hükmederse Dünya Adası’na hükmeder,
Dünya
Adası’na
hükmeden
de
dünyaya
hükmedebilecek güce sahiptir.”
Mackinder bunu açıkladığı dönemde, Rusya’nın
bu alana hükmeden tek devlet olduğunu söylemiş ve bu
devletin açık denizlere inmesinin kesinlikle önlenmesi
gerektiğini belirtmiştir. Bu teori Soğuk Savaş boyunca
da geçerli ve önemli kalmıştır.
131
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Kenar Kuşak Teorisi
Amerikan jeopolitik ekolünden Nicholas J.
Spykman tarafından ortaya konan bu teori özellikle
Soğuk Savaş dönemi boyunca yararlanılan en önemli
teorilerden bir teori olmuştur. Spykman 1942 ve 1944
yıllarında yayımlanan eserlerinde, Dünya Adası’na ve
Kalpgah’a hakim olmanın, kaynak ve imkanları daha
geniş kuşağa egemen olmakla mümkün olabileceğini
söylemiştir. Bu kenar kuşak (Rimland); Avrupa, Türkiye,
Irak, İran, Pakistan, Afganistan, Hindistan, Çin, Kore ve
Doğu Sibirya’dır. Bu açıklama ile Soğuk Savaş boyunca
NATO, CENTO ve SEATO gibi oluşumlar; Kore,
Vietnam, Afganistan gibi çatışmalar ve bunların
dayandığı temel görüş açıklığa kavuşmuş olmaktadır.
Spykman aynı coğrafi değerlendirme içerisinde
Mackinder’den farklı olarak dıştan merkeze gelişimi
olanaklı görmüştür.
Deniz Hakimiyeti Teorisi
1840-1914 yılları arasında yaşamış olan ABD’li
Amiral Alfred Mahan, sanayi devrimi sonrası
hammadde ihtiyacının artışı ve buna bağlı olarak
denizcilikte ilerleme kaydedilmesi sonucu dünya
hakimiyetinin esasını denizlere hakimiyette görmüştür.
Mahan’ın 1890’da yayımlanan “Deniz Kuvvetlerinin
132
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Tarihe Etkisi” adlı çalışması ABD, İngiltere, Almanya,
Rusya
ve
Japonya’nın
politikalarında
etkisini
göstermiştir. ABD’nin güvenlik stratejisinin oluşumunda
benimsediği Kenar Kuşak ve Deniz Hakimiyet Teorileri
günümüze kadar aktüelliğini devam ettirmişlerdir.
Hava Hakimiyeti Teorisi
Genellikle havacıların ortaya koydukları bir
teoridir. Hava hakimiyeti, tüm dünyaya hakim olmanın
en önemli koşulu olarak görülmektedir.
Bütün bu anlatılan teorilerin geçerlilikleri, hangi
zamanlarda ve nasıl uygulandıkları incelendiğinde
ortaya çıkacaktır. II. Dünya Savaşı içinde ve savaş
sonrası ortaya çıkan Soğuk Savaş döneminde
uygulanan politikalar üzerinde teorilerin büyük etkisi
olmuştur. İki büyük savaşın da Kara Hakimiyet
Teorisi’nin genel harekat mihveri olan Paris-BerlinVarşova-Moskova hattında cereyan etmiş olması en
belirgin örnektir. 10
Soğuk Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan yeni
durum, bütün bu teoriler yanında güç merkezleri
incelemesinin de yapılmasını gerekli kılmaktadır.
10
a.g.e., S:36
133
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
2.4. Güç Merkezleri
Tarihin her döneminde bulundukları devirlerin
jeopolitik yapılarını şekillendiren güç merkezleri
olmuştur. Soğuk Savaş döneminin güç merkezleri de
ABD ve Sovyetler Birliği’nin önderliğini yaptığı Batı ve
Doğu Blokları etrafında toplanmışlardır. Soğuk Savaş’ın
sona ermesiyle güç merkezleri de jeopolitiğin değişen
ve değişmeyen unsurları çerçevesinde yeniden
tanımlanmaya ve sınıflandırılmaya tabi tutulmaktadır.
Kendi coğrafyası içinde ve dışında sahip olduğu
ve kontrolü altında bulundurduğu jeopolitik güç
kaynaklarını, diğer ülkelere oranla geliştirerek onları,
milli çıkarları yönünden kendi lehine etkileyebilen
devletler veya devletler topluluğu birer güç merkezidir. 11
Güç
merkezlerinin
etkinlik
durumlarını
belirtmekte ölçüt olarak da milli güç unsurları olarak
kabul edilen demografik, coğrafi, ekonomik, politik,
askeri, psiko-sosyal ve teknolojik güçler kullanılabilir. Bu
unsurların etkinlik derecelerine göre güç merkezleri
aşağıdaki gibi sınıflandırılabilir: 12
11
SANDIKLI Atilla, a.g.e., S: 156
Nevzat DENK, 21. Yüzyıla Girerken Türkiye’nin Jeopolitik Durumu ve
Stratejik Öneminin Yeniden Belirlenmesi, Harp Akademileri Basımevi,
12
134
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
(1) Küresel Güç Merkezleri: Şu an için
dünyadaki tek örneği ABD olup, bu tür güç
merkezlerinin ilgi alanı uzay, etki alanı da tüm dünyadır.
(2) Kıtasal Güç Merkezleri: Bütün dünya ilgi
alanı olmasına rağmen küresel anlamda bir etki alanları
olmayıp yer aldıkları kıtada, onun yakın çevresinde ve
varsa deniz aşırı toprakları üzerinde etki yaparlar.
Avrupa Birliği, Çin ve Rusya günümüzün başlıca kıtasal
güç merkezleridir.
(3) Bölgesel Güç Merkezleri: Bu tür güç
merkezlerinin ilgi alanları bulundukları bölge ve bunların
yakın çevresi etki alanları ise tek başına bulundukları
bölgedir. Türkiye, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslarda
bölgesel bir güç merkezidir.
(4) Sınırlı Güç Merkezleri: Kendi varlıklarını
devam ettirebilen ancak uluslararası etkinliği sınırlı olan
devletlerdir.
Tarihin çeşitli devirlerinde dünyanın önemli güç
merkezleri Asya’da, Avrupa’da veya Ortadoğu’da yer
almıştır. Eğer güç merkezleri yer ve el değiştirdiği
zaman teorilerin geçerlilikleri zayıflıyorsa veya tamamen
İstanbul, 2000, S:23-24. Bu kaynaktan aktaran SANDIKLI Atilla, a.g.e.
S: 167-158
135
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
ortadan kalkıyorsa hakim unsuru güç merkezleri olarak
kabul etmek gerekir. Arz politikasının esasları (deyim
yerindeyse teoriler) mevcut ve görülebilen geleceğin
güç odaklarına; bunların coğrafi konumlarına, olanak ve
yeteneklerine, niyet ve amaçlarına göre belirlenebilir. 13
33.. A
AV
VR
RA
AS
SY
YA
AK
KA
AV
VR
RA
AM
MII V
VE
E
G
KO
OR
RTTA
AM
MII
GÜ
ÜN
NC
CE
ELL JJE
EO
OP
PO
OLLİİTTİİK
Ortaya çıkışı ve ortaya atanların kaynağı neresi
olursa olsun, aşağı yukarı tüm teoriler adına Avrasya
adı verilen ve sınırları tartışılmaya devam edilen bir
coğrafyanın egemenliği içindir. Bu bölümde ilk olarak
Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan yeni durumu da göz
önünde tutarak Avrasya’nın coğrafi konumu ve sınırları
ortaya konacaktır. Bu sınırlar içerisinde kendi başına da
jeopolitik önem arz eden bölge ve ülkeler de jeopolitiğin
değişen ve değişmeyen unsurları çerçevesinde bir
sonraki inceleme konusu olacaktır.
3.1. Avrasya Neresidir?
Avrasya kelimesinin köken olarak dünyanın en
önemli iki kıtası olan Avrupa ve Asya’dan türediğini
fakat tam olarak hangi sınırları tarif ettiği konusunda
13
İLHAN Suat, a.g.e.
136
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
görüşlerin farklı olduğunu daha önce de belirtmiştik.
Konunun kimi uzmanlarına göre Avrasya, Avrupa ve
Asya’nın kesişim bölgesini ifade etmektedir. 14Bu
görüşte olan uzmanlar Avrupa ve Asya’nın coğrafi
bakımdan kıtasal bütünlüğünü kabul etmekle birlikte
insanlığın eski çağlardan beri yaşadığı Doğu-Batı
sorununu da göz önünde bulundurarak Avrasya’yı Doğu
ile Batı olarak ikiye ayrılan bu kara parçasının kesişme
noktası olarak görmektedirler.
Her ne kadar Avrupa ile Asya halklarının sosyokültürel farklılıkları önemini koruyarak devam etse de
yapacağımız Avrasya değerlendirmesi iki kıtanın
birleşim coğrafyası üzerinde olacaktır. Bu görüşün
coğrafi temeli Alp-Himalaya dağ sırasının iki kıtayı
birleştirici yönü ve Avrupa ile Asya’yı birbirinden ayırdığı
öne sürülen sınırların (Volga, Boğazlar) bu özelliğinde
yetersiz kalışıdır. Avrasya’nın bir birleşim olma özelliğini
tarihsel ve politik bir nedene bağlamak gerekirse; eski
çağlardan beri iki kıtanın sağlam ekonomik, kültürel,
siyasal ilişkileri neden olarak açıklanabilir.
Avrasya’yı sonuç olarak batı kanadını tüm Kıta
Avrupası’nın, güney kanadını Türkiye, İran, Ortadoğu
14
Örnek olarak bkz. Anıl ÇEÇEN, “Atatürk ve Avrasya”, Cumhuriyet
Kitapları, İstanbul, 1999
137
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
ve Hindistan’ın, kuzey kanadını tüm Rusya
Federasyonu topraklarının ve doğu kanadını ise Çin
Halk Cumhuriyeti ve Güneydoğu Asya’nın oluşturduğu,
(Mackinder’in “Dünya Adası” hariç) yeryüzünün en
geniş
alana
sahip
coğrafi
kavramı
olarak
tanımlayabiliriz.
Şüphesiz ki Avrasya’yı salt bu coğrafi tanımla
açıklamak kavramın tam olarak neyi ifade ettiğini
anlamaya yetmez. Avrasya coğrafyası, tarihin belli başlı
olaylarının yaşandığı, çok çeşitli dilin, dinin, kültürün,
siyasi ve felsefi görüşün yaşama olanağı bulduğu
dünyanın en önemli ve zengin toprak parçasıdır.
3.2. Avrasya’nın Jeopolitik Değişimi
Dünya tarihine bakıldığında 15. yüzyıldan
itibaren belli devletlerin uluslar arası alanda güç
kazandığı, uluslar arası gelişmeleri daha fazla etkileme
gücüne sahip olduğu görülmektedir. 15. yüzyılda
Portekiz, 16. yüzyılda İspanya, 17. yüzyılda Fransa ve
18.-19. yüzyıllarda da İngiltere bu tür güce sahip
devletler olarak karşımıza çıkmaktadır. 15 Görüldüğü
üzere tüm bu devletler Avrasya’nın en batısında yer
15
İlhan UZGEL; Hegemon Güç kutusu; Baskın ORAN (ed.); Türk Dış
Politikası, Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar; cilt
I; 6. Baskı; İstanbul; iletişim Yayınları; 2002; s: 31
138
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
alan ve aynı zamanda deniz gücü imkanına sahip
devletlerdir. 20. yüzyıl ile birlikte pek çok şey değişime
uğradığı gibi bu gelenek de değişmiştir. İki büyük savaş
iki büyük gücün ortaya çıkışına zemin hazırlamış ve
Avrupa yüzyıllardır sürdürdüğü üstünlüğünü İkinci
Dünya Savaşı sonrası yitirmiştir.
Uluslararası politika gündemini yaklaşık 50 yıl
meşgul eden Soğuk Savaş, en önemli etkilerini ve
sonuçlarını şüphesiz ki Avrasya coğrafyası üzerinde
bırakmıştır. Avrupa’dan küresel güç olma özelliğini
devralan ABD ve Sovyetler Birliği Avrasya’da Soğuk
Savaş boyunca sürecek bir üstünlük mücadelesine
girişmişlerdir. ABD’nin tüm gayreti “Kalpgah”ı elinde
bulunduran Sovyetler’in tüm “Dünya Adası”nda
kurabileceği üstünlüğü önlemek ve hatta Kalpgah
egemenliğini kırabilmek üzerine olmuştur. Bunun için
ABD’nin Avrasya’da kullandığı en etkili araç NATO’dur.
Batı Avrupa devletlerinin üyeliği batı kanatta, Türkiye ve
Yunanistan’ın üyeliği de güney kanatta Sovyetler’i
durdurmaya yöneliktir. Bütün bunlara rağmen Sovyetler
önderliğinde sosyalist devletleri temsil eden Varşova
Paktı, Macaristan’a kadar Avrupa’nın doğusunu ele
geçirmeyi başarmıştır 16. Bunun yanında Soğuk Savaş
16
Tito’nun önderliğinde Yugoslavya, sosyalizmi benimsemesine rağmen
Varşova Paktı üyesi olmayıp, her iki blok haricinde Bağlantısızlar
Hareketi içinde yer almıştır.
139
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
döneminin belli başlı sıcak çatışmaları olan Kore,
Vietnam ve Afganistan savaşları da yine Avrasya
coğrafyasında yaşanmıştır.
Sovyetler Birliği coğrafyası içerisinde yaşanan
birtakım rahatsızlıkların krize dönüşmesi ve bunun
aşılamaması nedeniyle dayanamayarak çökmesi, yarım
asır süren güç mücadelesinin galibini ABD
önderliğindeki demokratik blok olarak ilan etmiştir. Bu
olayla birlikte Sovyetler Birliği’ni oluşturan devletler
bağımsızlıklarını kazanmış, Sosyalist rejimi benimseyen
Avrupa ülkelerinde demokrasiye geçiş süreci başlamış,
Berlin duvarı yıkılarak Almanya yeniden birleşmiş ve
ABD de “Yeni Dünya Düzeni” adı verilen tüm fırsat ve
tehdit unsurlarının yeniden tanımlandığı sistemi
uygulamaya koymuştur.
Soğuk Savaş ve sona ermesinde Avrasya’nın
taşıdığı jeopolitik önem kısaca böyle anlatılabilir. Yeni
oluşan jeopolitik durum ise Avrasya’yı oluşturan ve
kendine has özellikler barındıran tüm alanların tek tek
incelenmesiyle açıklanabilir.
3.2.1.Batı ve Orta Avrupa
Üzerinde bulunduğu alan diğer kıtalara oranla
pek büyük olmasa da Avrupa, çok milletli ve çok devletli
140
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
yapıyı her zaman korumuştur. Bu durum Avrupa için bir
zenginlik ifade etmenin yanında kıtada bugüne kadar
yaşanan sorunların temelini de oluşturur. İkinci Dünya
Savaşı ile yıkıma uğramış bir coğrafyada hiçbir devletin
tek başına büyük görünemeyeceğinin anlaşılması,
Avrupa’yı birlik oluşturma düşüncesine sevk etmiştir.
Avrupa Kömür Çelik Topluluğu ile başlayan süreç
bugün gelinen noktada 25 üyeli Avrupa Birliği sonucunu
ortaya çıkarmıştır. Bir zamanlar Batı ile Doğu Bloku
arasındaki sınır olması yanında Avrupalılar için bir
utancı da ifade eden Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılışı
bu birlik düşüncesinin en önemli zaferlerinden biri
olarak görülebilir.
Bugün gelinen noktada İngiltere, Fransa ve
Almanya üç önemli kıtasal güç merkezi özelliğini devam
ettirmektedir. Fransa ve Almanya 1963 Elysée
Anlaşması ile işbirliği temelleri atmış olmasına ve AB
içinde müttefik bir konumda bulunmasına rağmen birlik
içinde tarım başta olmak üzere pek çok konuda
anlaşmazlığa düşebilmektedir. Buna karşın Irak’ta
ABD’nin başlattığı operasyona birlikte karşı çıkmaları ve
İngiltere’nin ABD’nin Avrupa’daki Truva Atı olmasını
engelleme düşünceleri Fransa ve Almanya’yı birbirine
yakın ve muhtaç kılmaktadır. İngiltere ise birliğin ortak
para birimi Euro’yu kullanmamakta ve Kıta Avrupası
141
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
yerine okyanusun öbür tarafına yakın olma geleneğini
devam ettirmektedir.
İspanya, Portekiz, İtalya, Hollanda ve Belçika gibi
ülkeler de yukarıda bahsettiğimiz üç ülke kadar önem
taşımasa da hem Avrupa Birliği hem de NATO
içerisinde dengeler açısından önemli ve bu yönüyle
kendine yarar sağlayan ülkelerdir.
Varşova Paktı’nın dağılmasıyla NATO ve AB için
doğuya doğru ilerlemenin bir engeli kalmamıştır.
Nitekim bu iki oluşum da gelecek planlarını doğu için
kurmaktadırlar. Bu durumun şu ana kadar en çok Orta
ve Doğu Avrupa ülkelerine yaradığı düşünülebilir. Zira
Sosyalist bloğun dağılmasıyla arayış içerisine giren bu
ülkeler için AB ve hatta NATO üyeliği toparlanma
imkanını kısıtlı da olsa sunmuştur.
3.2.2.Balkanlar
Ortadoğu ve Türkiye’nin Avrupa’ya karasal
bağlantı noktası olan Balkanlar, aynı zamanda Avrupa
coğrafyasında İslam ve Hıristiyanlığın buluştuğu, ortak
yaşam imkanı bulduğu alandır. Bunun yanında çok
uluslu yapıda olması tarihin her döneminde Balkanlar’ın
sorunlu bir alan olmasını getirmiştir. Avrupa kıtasının
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gördüğü ilk sıcak
142
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
çatışmalar olan Bosna ve Kosova Savaşları NATO’nun
geç kalan müdahaleleriyle son bulmuş, Soğuk savaş
sonrası NATO’nun varlık sebebi sorgulanır olmuştur.
Bölgenin ağırlıklı olarak Slav ve Ortodoks nüfus
barındırması Rusya’nın lehine görülebilir. Ancak hem
Avrupa Birliği hem de NATO’nun Balkanlardaki etkinliği
ve buraya atfettikleri önem düşünüldüğünde Rusya’nın
Balkanlar üzerinde etkinlik kurma ihtimali zayıf
görünmektedir. 1981’de Yunanistan’ı üyeliğe kabul
eden Avrupa Birliği, bundan sonraki ilk genişleme
harekatı ile eski Varşova Paktı üyeleri Bulgaristan ve
Romanya ve eski Yugoslavya Cumhuriyeti’nin önemli
bir unsuru olan Hırvatistan’ı birliğe dahil etmeyi
düşünmektedir.
Böylece
tam
olarak
ortadan
kaldırılmasa bile sorunların birlik içerisinde çözülmesi
düşünülebilir.
Makedonya ve Arnavutluk ile Yunanistan
arasında yaşanan sorunlar, Kosova’nın belirsiz statüsü
ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlar Balkan
coğrafyasında yaşanan güncel sorunları oluşturur.
Yugoslavya’nın dağılmasıyla bağımsızlığına kavuşan
“Makedonya Cumhuriyeti”nin, kullandığı bu resmi adı
Yunanistan
itirazla
karşılamıştır.
Yunanistan
Makedonya’nın bu ülkeye komşu kendi bölgesinin ismi
ve Makedonya bayrağının Büyük İskender’in krallık
143
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
amblemi olduğunu ileri sürerek Makedonya’yı yayılmacı
amaçlar
gütmekle
suçlamaktadır.
Makedonya’yı
kullandığı bu resmi adıyla tanıyan ilk ülke Türkiye olmuş
ve son başkanlık seçimlerinden sonra ABD yönetimi de
bu devleti resmi adıyla tanıdığını ilan etmiştir. Bu olayla
birlikte Yunanistan’ın ulusal güvenliği tehdit eden ülkeler
sıralamasında her zaman birinci durumda olan
Türkiye’nin yerini Makedonya ve Arnavutluk almıştır.
3.2.3.Ortadoğu
Ortadoğu coğrafi olarak kuzeyinde Anadolu
yarımadası, doğusunda İran, güneyinde Arabistan
yarımadası ve batısında Süveyş Kanalını aşarak
Mısır’la çevrili bir alanı ifade eder. Avrasya’nın güney
kanadını oluşturan bu bölge uluslararası politikanın en
sıcak gelişmelerinin yaşandığı bir bölgedir. Petrol
yatakları, zengin su potansiyeli ve sahip olduğu kültürel
zenginlik Ortadoğu’yu her zaman için küresel güçlerin
ilgi alanı haline getirmiştir. Bu nedenle hem bölge
ülkeleri hem de bölgeye ilgi duyan diğer güçler
sayesinde
Ortadoğu
karmaşanın,
çatışmanın,
belirsizliğin sürekli olduğu bir coğrafyaya tekabül eder.
Ortadoğu politik sistemler bakımından geleneksel
ve modern demokratik sistemlerin birlikte yaşadığı bir
bölgedir. Bölgenin laik ve parlamenter sisteme sahip en
144
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
modern
ülkesi
Türkiye’dir.
İsrail
parlamenter
demokrasiyi kabul etmesine rağmen Yahudiliğin resmi
nitelik kazandığı bir devlet görünümündedir. Son seçim
süreci ile tekrar gündeme gelen Mısır parlamenter
rejimle yönetilmekle beraber Hüsnü Mübarek’in uzun
yıllardır süren devlet başkanlığı ve demokratikleşme
hızının düşük olması eleştiri konusudur. Halkının büyük
bir çoğunluğu Sünni fakat yönetimi elinde tutan grubun
Şii olduğu Suriye’de yeni devlet başkanı Beşhar Esad,
iç ve dış politika açılımlarıyla modernleşme sürecini
devam ettireceği izlenimi vermektedir. Suriye’nin
güneyinde bulunan Ürdün ve Lübnan ise etnik ve dinsel
çeşitlilik sahibi ülkelerdir ve bunun yol açtığı karmaşık
ortam her iki ülke için demokratikleşme adımlarının
yavaş atılmasına neden olmaktadır. Ortadoğu’nun en
güney ucunda bulunan Birleşik Yemen Devleti ise
demokratikleşme yolunda fakat ekonomik ve kültürel
altyapının olmaması nedeniyle zorluk çekmektedir.
Bunun tam tersi durum monarşik yönetimlere sahip
Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt,
Bahreyn ve Umman’da yaşanmaktadır. Bu ülkelerde
demokratik sisteme geçiş, liberalizm ve serbest piyasa
ekonomisine
geçişten
daha
yavaş
şekilde
17
yaşanmaktadır .
17
Benzer yorum için bkz. Tayyar ARI, “Geçmişten Günümüze Ortadoğu;
145
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Terörizm, II. Körfez Harekatı ve Genişletilmiş
Ortadoğu Projesi (GOP)
11 Eylül 2002’de New York Dünya Ticaret
Merkezi ve Pentagon’u hedef alan terörist saldırılar,
ABD için yeni bin yılda öncelikli mağlup edilmesi
gereken düşmanın adını koymuştur: Bu, var oluş
nedenini dine dayandıran ve Batı tipi alt ve üst yapıyı
düşman belleyen terörizmdir. Saldırıların sorumlusu
olarak görülen Suudi petrol ve silah zengini Usame Bin
Ladin’ın Afganistan’da yönetimi elinde bulunduran
Taliban güçleriyle beraber olduğu anlaşılınca ABD’nin
ilk harekat noktası Afganistan olmuş, Taliban yönetimi
devrilerek ülkeyi yeniden yapılandırma süreci başlamış
fakat bu arada Bin Ladin Afganistan’dan sağ salim
kaçmayı başarmıştır. Afganistan’da alınan sonucun
yeterli olmadığını düşünen ABD, aslında ilk körfez
harekatı sırası ve sonrasında yapmayı düşündüğü fakat
cesaret edemediği harekat için ortam ve şartların
oluştuğunu düşünerek ve Saddam Hüseyin’in elinde
bulunduğu söylenen nükleer tehlikeyi de öne sürerek bu
diktatörü ve bölgede ipleri ele geçirmeye yönelik bir
operasyona girişmiştir.
Siyaset, Savaş ve Diplomasi”, Alfa Yayınları, İstanbul, 2004, s: 28-29
146
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Her ne kadar nükleer silahlar ve otoriter bir
yönetim bu harekatın nedeni olarak öne sürülse de asıl
neden, Fransa-Almanya-Rusya üçlüsünün şiddetli
itirazları ile de görüldüğü üzere, bölgenin su ve enerji
kaynakları üzerinde kaybolmaya başlayan ABD
etkinliğinin yeniden sağlanması ve ABD’nin, büyük
pasta payını başta yukarıdaki ülkelere kaptırmamak
istemesidir. Bunu gerçekleştirmeye yönelik projeye
önceki adıyla Büyük, yeni adıyla Genişletilmiş Ortadoğu
Projesi denilmiştir. Cebelitarık Boğazı’ndan Orta
Asya’ya kadar tanımlanan coğrafyada ABD; El-Kaide,
HAMAS, Hizbullah ve benzeri terörist oluşumları yok
etmeyi ve bölge devletlerinde kendi çıkarları ile
çelişmeyecek
düşüncelere
sahip
yönetimlerin
oluşmasını hedeflemektedir. Fakat dünya petrol
rezervlerinin %80’i ve doğalgaz rezervlerinin %50’sini
barındıran, bunun yanında Anadolu ve Mezopotamya
gibi sulak alanların yer aldığı bu coğrafyada önceden de
söylendiği gibi ABD’nin asıl hedefi bu kaynaklar
üzerinde tam denetim kurmak ve ABD’ye karşı birlik
oluşturarak denetim alanlarını genişletmek isteyen
Rusya ve Çin’in önünü kesmektir.
Bugün gelinen noktada Saddam yönetimi
devrilse de Irak’ta istikrar sağlanamamış, ABD bu
ülkede askeri ve ekonomik anlamda yıpranmış ve
147
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
kendini bir çıkmazın içinde bulmuştur. Iraklı şeklinde bir
milletin olmadığı ve İngiltere tarafından Birinci Dünya
Savaşı sonrasında yapay bir Irak devleti oluşturulduğu
Irak’taki etnik ve dinsel grupların Saddam sonrası
eylemleriyle ortaya çıkmış, Kürtler istediklerini aşağı
yukarı elde etmiş fakat her zaman göz ardı edilen ve
zarar gören Türkmenler olmuştur.
Karşı karşıya kaldığımız bu gelişmelerin
devamında ABD’nin zaman zaman dile getirdiği Suriye
veya İran’a bir operasyon olasılığı zayıf ve mantıksız
görünmektedir. Zira ne İran ne de Suriye Irak’a
benzemektedir. Çünkü ikisi de Irak’a nazaran daha
homojen ve özellikle İran köklü geçmişe ve ulus
bilincine sahip bir ülkedir. Suriye önceden bahsedildiği
üzere zaten demokratik bir açılım süreci, şu an gelinen
nokta yetersiz de olsa, yaşamaktadır. İran’da
muhafazakar görüşe sahip Ahmedinecat’ın devlet
başkanı olması ve ilk konuşmalarında nükleer
faaliyetlerin geliştirileceğine yönelik beyanatları göz
korkutsa da ABD’nin ne zaman kurtulacağı belirsiz bir
Irak batağından çıkıp hemen İran’a müdahalesine ne
İran, ne bölge güçleri ve uluslar arası kamuoyu, ne
kendi yurttaşları, ne de ekonomik durumu imkan
verecek şekilde değildir.
148
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Sonuç olarak Ortadoğu her zaman içinde
bulunduğu kaotik özelliğinden uzun bir süre daha
kurtulamayacağı izlenimi vermektedir. Irak’ın toprak
bütünlüğünün korunup korunamayacağı veya ne şekilde
bir değişim yaşanacağı jeopolitik birtakım değişimlere
neden olabilir.
3.2.4. Kafkasya
Adını bölgenin büyük bir bölümünü kaplayan dağ
sırasından alan Kafkasya, Rusya’dan Ortadoğu ve
Anadolu’ya kuzey-güney ekseninde, Orta Asya’dan
Karadeniz’e doğu-batı eksenindeki geçiş yollarının
kesişim noktasıdır. Rusya için Kafkasya’nın anlamı
Ortadoğu enerji kaynaklarına ve Anadolu’nun sulak
topraklarına açılan kapı oluşudur. Öte yandan Hazar
havzasının enerji kaynaklarını Karadeniz veya Anadolu
yoluyla Akdeniz üzerinden Avrupa’ya ulaştıracak olan
yolun başlangıcı yine Kafkasya’dır. Bu kadar büyük
önem arz eden bu bölge iki kesim şeklinde ele alınabilir.
İlk kesim olan kuzey bölümü bugün Rusya Federasyonu
içerisinde yer alan özerk cumhuriyetlerden oluşur ve
Rus kesin egemenliği kendini gösterir. Her ne kadar
Çeçenistan başını ağrıtmaya devam etse de SSCB’nin
dağılmasını bu alanda durdurması Rusya’nın bölgede
yeniden toparlanması ve etkinlik kurması için yararına
olmuştur.
149
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Kafkasların
güney
bölümü
SSCB’den
bağımsızlığını kazanan üç bağımsız devlet olan
Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan’dan oluşur.
Kafkasya’nın kuzeyi ne kadar Rus hakimiyet ve
denetiminde ise güneyi de o kadar küresel, kıtasal ve
Türkiye dahil bölgesel güçlerin ilgisi ve etkisi altındadır.
Güney
Kafkasya’da
dikey
ve
yatay
olarak
belirtilebilecek iki bloklaşma vardır. Dikey blokta Rusya,
Ermenistan ve İran yer almaktadır. Ermenistan’ın ülke
bütünlüğünü koruyan Rusya ile önceden beri sıkı
ilişkileri bulunmaktadır. ABD’nin bölgede söz sahibi
olmasını açıkça istemeyen, ayrıca ülkesindeki Azeriler
yüzünden Azerbaycan’la arası iyi olmayan bir İran’ın da
bu dikey blokta yer alması doğaldır. Yatay blok ise
Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye’den oluşur ve BaküTiflis-Ceyhan hattı ile somutlaştırılmış bir avantaj elde
etmiştir. Azerbaycan, Hazar petrollerini dünyaya
sunması bakımından ABD tarafından önem ve dikkatle
izlenen bir ülkedir. Şu an için Azeri yönetimle önemli bir
sorunu yoktur yalnız bölgede diğer güçlerin Azerbaycan
üzerinde etki kurmasından ve kendi çıkarlarının zarar
görmesinden çekinmektedir. Azerbaycan’ın yaşadığı en
büyük sıkıntı ise ülkenin batı kesimindeki toprakların
önemli bir bölümünün komşusu Ermenistan tarafından
işgal edilmiş olmasıdır. Gürcistan ise son yıllarda moda
haline gelen kadife devrimlerden nasibini almıştır. 15
150
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
yıldır süren Shevardnadze iktidarını ABD desteğiyle
sona erdiren Saakaşvili, Batı’ya yakın bir duruş
sergilemekte ve Gürcistan ülke bütünlüğünün Rusya
tarafından tehdit altında olduğunu öne sürmektedir.
Gürcistan’ın Rusya ile sınır bölgeleri olan Güney
Osetya ve Abhazya iktidar değişikliği sırası ve
sonrasında gerginliklere ve karışıklıklara sahne
olmuştur. Bu durum Gürcü yönetiminin daha çok batı
ekseninde tutum sergileyen bu yatay blokla hareket
etmesini gerekli kılmaktadır.
Kafkasya ve Ortadoğu’ya birlikte bakıldığında iki
bölge için de benzerlikler ortaya konabilir. Her iki bölge
de başta küresel güç ABD olmak üzere AB, Rusya gibi
kıtasal güçlerin ve uluslararası sermaye temsilcilerinin
iştahını kabartan bir enerji potansiyeline sahiptir. Açıkça
söylemek gerekir ki bölge dışı güçlerin bu pastadan
doyurucu pay almaları için bölgede istikrarın
engellenmesi, bölgeye sürekli çözümsüzlük ve
belirsizliğin egemen olması gerekmektedir. Şu an için
her iki bölgede de durum böyledir ve bölge devletleri
yukarıda açıklandığı durum üzerine güç dengesi içinde
yer almaya mecbur bırakılmaktadır.
151
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
3.2.5.Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla kalan mirasın
yeni kurulan devletler arasında adil paylaşımının
sağlanması için ortak paydalarda birleşme ihtiyacından
doğan BDT, Baltık Cumhuriyetleri hariç diğer 12 eski
cumhuriyetten oluşur. 18 BDT ilk olarak 8 Aralık 1991’de
Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya devlet başkanları
tarafından Minsk’te ilan edilmiş, kurucu anlaşması ise
21 Aralık’ta Alma Ata’da imzalanmıştır. 19 Kurumsal
yapının tamamlanması için BDT üyeleri ilk beş yılda beş
temel hedef ortaya koymuşlardır:
ƒ
Ortak para biriminin belirlenmesi
ƒ
Para ve kredi politikalarında işbirliği
ƒ
Ortak değer yargılarını içine sindirmiş ve bu
çerçevede gerekli reform sürecinden geçmiş bir hukuk
sisteminin oluşturulması
ƒ
Ortak dış ticaret prosedürü oluşturmak
suretiyle adım adım Gümrük Birliği’ne gidilmesi
18
Bu 12 cumhuriyet Moldova, Belarus, Ukrayna, Rusya Federasyonu,
Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan, Tacikistan, Türkmenistan,
Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan’dır. Eski Sovyet cumhuriyetleri
olmalarına rağmen Baltık ülkeleri olan Litvanya, Letonya ve Estonya
BDT’ye katılmamışlardır.
19
Erel TELLAL; “Bağımsız Devletler Topluluğu” kutusu; Baskın ORAN
(ed.); a.g.e.; cilt II; s: 543
152
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
ƒ
Yabancı sermaye yatırımcılarına cazibeli
imkanlar sunabilecek şartların yeniden düzenlenmesi 20
BDT ülkelerinin milli çıkarlarının çok taraflı
çıkarlarla çatışması, sonuçta hem SSCB mirasının
paylaşımını hem de yukarıdaki hedeflerle ortaya konan
sağlıklı bir bütünleşme çabasını engellemiştir.
Ekonomik açıdan Moskova’ya bağlılıklarını sürdüren
topluluk üyesi ülkeler zamanla bölgesel çıkarlar
çerçevesinde
alınan
kararlarda
söz
sahibi
olamadıklarını
görünce
BDT’nin
karar
mekanizmalarından
birer
birer
çekilmeye
başlamışlardır.
Son dönemde BDT alanına dış güçlerin gelmesi,
ayrışmayı hızlandırmıştır. 26 Ağustos 2005’te
gerçekleştirilen son zirvede açıkça dile getirilmese de
bir Rus gazetesinin ele geçirdiği bilgilere göre 1 Ocak
2006 tarihine kadar BDT’nin İstatistik Komitesi,
Ekonomi Mahkemesi ve Hukuk Servisi lağvedilecek,
askeri kurumların kadrosu azaltılacak, BDT Askeri
İşbirliği Koordinasyon Karargahı lağvedilip yetkileri BDT
Savunma Bakanları Konseyi’ne devredilecektir. 21
20
Savaş GENÇ. “Bağımsız Devletler Topluluğu’nun Değerlendirilmesi”,
Anar SOMUNCUOĞLU, “BDT’nin Adı Kaldı”, Cumhuriyet Strateji,
Sayı 63, 12 Eylül 2005
21
153
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
3.2.6.Rusya Federasyonu 22
SSCB’nin büyük oranda ekonomik nedenlere
dayanan çöküşü Rusya’nın jeopolitik konumunu
kuşkusuz büyük ölçüde değiştirmiş, Rusya açısından
bazı olumsuz ve olumlu sonuçlar doğurmuştur. Olumlu
sonuçlardan daha fazla görünen olumsuz sonuçlara
bakacak olursak:
ƒ
Rusya, yüzölçümünün %25’ini, nüfusunun
da %50’sini kaybederek 17-18. yüzyılın sınırlarına
dönmüştür.
ƒ
Limanlarının çoğunu kaybederek, yalnız
Karadeniz ve Baltık Denizi aracılığı ile sınırlı bir ölçüde
çıkışa sahip bulunmaktadır.
ƒ
Kazakistan ve Ukrayna gibi bazı zahire
ambarları ile yine önemli kaplıca alanları (Gürcistan ve
Ukrayna) ülke dışında kalmıştır.
ƒ
Rusya daha kuzeye çekilerek Boğazlar ve
Süveyş gibi bazı uluslar arası ulaşım yollarından uzak
kalmıştır.
ƒ
Ülke sınırları yapılanmamış bir şekildedir ve
bir de esklav alanı (Litvanya sınırları içerisinde fakat
Rusya’ya bağlı Kaliningrad şehri) oluşmuştur.
22
Bu bölüm ile ilgili bilgiler için Yaşar ONAY, “Küresel Jeopolitik
Durum ve Rusya Değerlendirmesi” ve Aydın İBRAHİMOV, “Rusya’nın
Jeopolitiği, Gerçekler ve Gelişmeler”, Jeopolitik Dergisi, Sayı 1
154
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
ƒ
Sınırlarında (Abhazya, Güney Osetya gibi)
ve ülke kenarlarında (Çeçenistan) sıcak çatışma
alanları oluşmuştur.
ƒ
Hudutların dışında yaşayan etnik Ruslar,
milli azınlıklara dönüşmüşlerdir.
Kayıpların
sıralanabilir:
olumlu
sonuçları
ise
şöyle
ƒ
Rusya’da
diğer
eski
Sovyet
Cumhuriyetlerine oranla daha kaliteli ve dünya
piyasasında rekabetçi olan doğal kaynaklar kalmıştır.
ƒ
Burada eski SSCB’nin en kuvvetli bilim
potansiyeli toplanmıştır.
ƒ
Karasallığı büyüse de hala Karadeniz
(Novorosiysk) ve Baltık Denizi’ne (St. Petersburg)
çıkışlarını korumaktadır.
ƒ
Rusya komşusu olan tüm gelişmiş ülkelerle
temaslarını korumuştur.
ƒ
Ülke Avrasya içindeki “emsalsiz transit
koridoru konumunu” korumuştur.
Bugün dünyanın bir çok bölgesinde ulus-devlet
olma sürecine yeni başlayan ülkeler mevcuttur. Rusya
da bu adaylardan birisidir ve bugün karşı karşıya kaldığı
sorunların hemen hepsi, gerçek anlamda bir ulus-devlet
olma sürecine yeni başlamasından kaynaklanmaktadır.
155
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Rusya tarihinde ilk kez nüfusunun %80’inden fazlasının
Rus olduğu homojen bir yapıya sahip olmuştur.
Parçalanma sonrası Rus dış politikasına egemen
olan güdüler üç temel kategoride açıklanabilir. Bunlar:
ƒ
Saygınlık: Rusya’nın uluslar arası arenada
yeniden sözü geçen, saygı duyulan hatta korkulan
aktörlerden olma arzusudur.
ƒ
Askeri ve Stratejik Çıkar: Muhtemel
saldırganları caydırmak ve aynı zamanda da, bir
çatışma durumunda kazanmak için gereken olanaklara
sahip olma arzusu
ƒ
Batının bir kenara bırakılması: Özellikle
batıdan istediği maddi yardımın gelmemesi buna
karşılık Macaristan, Polonya ve Batlık ülkelerine yardım
sağlanması Rus halkının büyük çoğunluğunda,
batılıların Rusya’nın güçlenmesini özellikle istemedikleri
şeklinde algılanmıştır.
Rusya Federasyonu için bugün izlenilen yol, yeni
bir devletin zorunlu olarak izlemek zorunda olduğu
politikalar gibidir. Öncelik kendi sınırları içinde mutlak
egemenliğin tesisine verilmiştir. Uluslar arası sistemin
ortağı ve katılımcısı olmaktan çok, bu ortamda nasıl
ayakta kalabilir, kendi güvenliğimi hangi temeller
üzerinde
oluşturabilirim
gibi
kaygılardan
156
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
kaynaklanmaktadır. Buna örnek teşkil edecek şekilde
Rusya, NATO’nun Polonya, Çek Cumhuriyeti ve
Macaristan’ı da içine alacak biçimde genişlemesine
Mayıs 1997’de izin vermiş; “Rusya-NATO Güvenlik
Anlaşması” imzalanarak Rusya’ya NATO faaliyetlerinde
söz hakkı verilmiş fakat veto hakkı verilmemiştir. Bunun
yanında bu anlaşmadan bir ay önce Yeltsin, Beyaz
Rusya ile bayrak, egemenlik, toprak bütünlüğü öğelerini
saklı tutacak biçimde ekonomik, askeri, enerji, ulaştırma
ve dış politika alanlarında sıkı koordinasyon ve işbirliğini
öngören bir birlik anlaşması imzalamıştır. Ayrıca Rusya
yine Mayıs 1997’de Ukrayna ile yapılan anlaşma gereği
Sivastapol’un kontrolü yılda 100 milyon dolar
karşılığında tekrar Rusya’ya geri verilmiş ve böylece
Rusya yeniden Karadeniz’e dönmüştür.
Sovyetler Birliği’nde yasaklanan Jeopolitik
araştırmalar, yeni Rusya’da büyük bir patlama
göstermiştir fakat uygulamalı jeopolitik açısından bir tek
Aleksanr Dugin adı ortaya çıkmaktadır. Aşırı sağ
jeopolitik düşünceleri savunan Dugin’in esas özelliği
Batı karşıtlığıdır. Dugin fikirlerini aldığı Lev Gumilyov’un
Avrasya’da Türk ve Slavları birlikte ana unsur olarak
gören yaklaşımından farklı olarak Avrasya’yı Rus
egemenliğinde “mega alan” gibi görmektedir. Onun
düşüncesine göre bu “yeni imparatorluk”ta etnik ve dine
157
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
dayanan idari birimler kurulmalı; bu birimlere büyük
kültürel, ekonomik ve hukuki özerklikler verilerek siyasi,
stratejik, jeopolitik ve ideoloji egemenliği de sert bir
şekilde sınırlandırılmalıdır. Batı yanlısı jeopolitik ekol ise
bilimsel olmaktan çok köşe yazarlığı düzeyinde
bulunmaktadır. Bu tür yaklaşımlarda öne çıkan nokta
Rusya’nın gelişimi ve geleceğinin ABD-Avrupa-Japonya
üçgeninde görülmesidir. Bununla birlikte Çin, Hindistan
ve “Yeni Sanayileşmiş Ülkeler”e de önem verilmektedir.
Son zamanlarda Rusya’da uzlaşmacı; ılımlıvatansever; yeni milliyetçi-Bolşevikçiliğin, Avrasyalılığın,
Rus milliyetçiliğinin ve Batı taraftarlığının aşırı
uçlarından sakınan jeopolitik gelişme modelinin rağbet
gördüğü söylenmektedir. Kendisinden doğan bu görüş
ile Vladimir Putin, siyasi anlamda daha güçlü bir Rusya
arayışına girecek, ekonomik anlamda liberal reformlara
devam ederek küresel boyutlarda olmasa bile bölgesel
aktör olarak çok daha ciddiye alınacak bir Rusya
yaratmak için çalışacaktır. Nitekim Putin’in şu ana kadar
izlediği politikalar da bu tespiti doğrulamaktadır. Putin,
Çin, Hindistan, İran gibi ülkelerle yakın işbirliği içine
girmiş, ABD ve batı ile olan ilişkilerini ise çok esnek bir
zemin üzerinde sürdürmeye devam etmiş ve
etmektedir.
158
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
3.2.7.Orta Asya
Orta Asya, batısında Hazar Denizi ve İran,
kuzeyinde Rusya, doğusunda Çin ve güneyinde
Hindistan ve Pakistan’la çevrili, Avrasya’nın jeopolitik
bakımdan başka bir önemli bölgesidir. Sınırlarını
çizerken belirtilen bu ülkelerin hemen hepsi belirli bir
nükleer potansiyel sahibidir ve bu Orta Asya’nın
önemini bir kat daha arttırmaktadır.
Orta Asya’da etnik ve kültürel yapı ağırlıklı olarak
(Moğolistan ve Afganlar hariç) Türk ve Müslüman bir
yapıdadır. Sovyetler Birliği döneminde oluşturulmak
istenen kolektif yaşam modelinin ve Rus kültürünün
etkilerinden kurtulma çabaları halen devam etmektedir.
Bunu oluşturma yolunda daha fazla kökten dinci
hareketlerin gelişebilme ihtimali bölge ülkelerini, batı ve
özellikle ABD’yi endişelendirmektedir.
Orta Asya jeopolitiğinde her uluslararası aktör,
aynı amaçlar hedefleyen politika ve stratejiyi
uygulamaktadır. 23 Orta Asya’yı pek çok devlet gibi
Rusya için de önemli kılan faktörler petrol, doğalgaz,
yüksek rezervli doğal kaynaklar ve jeopolitik derinliktir.
Nitekim 1990 sonrası dönemde Rusya Orta Asya ve
23
Dr. Mehmet ATAY, “21. Yüzyıl Başlarında Türkiye ve Orta Asya’nın
Yeni Jeopolitik Konumu”, Jeopolitik Dergisi
159
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Kafkasya’yı “hayat alanı” olarak görmeye devam
etmiştir. Çin’in Orta Asya’da yakın gelecekte
oynayacağı rol açıkça görülmektedir. Kazakistan’dan
batı Çin’e kadar 3000 kilometrelik uzunlukta ve 10
milyar dolarlık boru hattı döşeme kararı ile Pekin, Orta
Asya’nın hammadde kaynakları üzerinde Rusya ve
Amerika’ya rakip olduğunun işaretlerini vermiştir.
Amerikan siyaseti ise esas olarak bölgede bir RusAlman ortaklığına engel olmayı hedeflemekte; ABD bir
yandan Rusya’yı desteklerken özellikle Orta Asya
ülkeleri ile ilgili stratejisinde güvenlik konularında
işbirliğini temel unsur olarak görmektedir. 24Bu üç önemli
güç unsuru yanında Türkiye, İran ve Pakistan gibi
bölgesel güçlerin de Orta Asya’daki stratejik kaynakların
kontrolü üzerinde pasif kalmaktan memnun olmayacağı
açıktır.
3.2.8.Çin
Yaklaşık 150 yıl önceye kadar Çin, tarımsal
verimlilikte, sanayi buluşlarında ve hayat seviyesinde
dünyanın lider devletlerinden biri konumundaydı. Fakat
sonraki dönemde etkisinin azalmasında Afyon Savaşları
sonucu Çin’e itibar kaybettiren İngiltere; Stalin’in Çin’in
özsaygısına duyarsızlığından dolayı Rusya; Çin halkına
24
ATAY Dr. Mehmet, a.g.e.
160
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
geçen yüzyılı kapsayan savaşlarda çok acı çektiren
Japonya ve Asya’daki varlığı ve Japonya’ya desteği ile
Amerika baş aktörler olarak karşımıza çıkmıştır. İngiliz
ve
Rus
imparatorluklarının
tarih
tarafından
cezalandırıldığını düşünen Çin’in bölgesel ve küresel
rolü ABD ve Japonya ile karşılıklı eylemleri sonucunda
belirlenecektir.
1979’da Deng’in devlet başkanı olmasıyla Çin’in
ekonomik gelişme hızında artış yaşanmıştır. Deng,
konuşmalarında demokratik yöntemlerle siyasi istikrara
kavuşulması, devletin ekonomik alandaki denetiminin
zayıflatılması ve tarım ürünleri alım fiyatının
yükseltilmesinin üzerinde durmuştur. Bu gelişme Çin’in
2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olmasıyla
yeni bir ivme kazanmıştır. 2005 yılı itibariyle DTÖ’nün
tekstil kotalarını ve AB’nin silah ambargosunu
kaldırması Çin’in 21. yüzyılın küresel bir gücü olup
olamayacağı tartışmalarını başlatmıştır.
Günümüzde küresel bir güç olabilmenin koşulu
dünyadaki dengeleri değiştirebilecek siyasi, askeri ve
ekonomik potansiyele sahip olabilmektir. Çin’in bu
koşullardan yalnızca askeri potansiyeli ile avantajlı fakat
siyasi ve ekonomik bakımdan sıkıntı içinde bulunduğu
görünmektedir. Çin dünyanın 3. büyük nükleer gücüdür.
Ülkede halen 15 tane nükleer reaktör bulunmakta olup
161
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
10 tane daha inşası söz konusudur. 2050’li yıllarda
Çin’in en büyük nükleer enerji sistemine sahip olması
beklenmektedir. Ayrıca Çin Deniz Kuvvetleri şimdiden
“açık denizde etkin savunma” stratejik doktrinini
benimsemiştir ve gelecek 150 yıl içinde Tayvan Boğazı
ve Güney Çin Denizi’ni kastederek “birinci adalar zinciri
içindeki denizlerin etkin kontrolü” için okyanusa çıkma
kapasitesini elde etmeyi hedeflemektedir.
Çin askeri bakımdan avantajlı bulunmasına
karşın şu anki siyasi ve ekonomik durumu ile küresel bir
güç olma potansiyelinde değildir. Tek parti yönetiminin
ve komünist üretim ve yaşam tarzının devamı dünyanın
geri kalanı tarafından hoş karşılanmayabilir. Ayrıca
ülkenin Doğu Türkistan-Uygur bölgesinde sorunların
devam etmesi, Tayvan sorunun bir türlü çözülememesi,
bölgede kendisini yakından ilgilendiren Tibet ve Keşmir
sorunlarının çözümü için somut politika ve stratejiler
geliştirememesi siyasal dezavantajlarıdır. Bunun
yanında ekonomide her şeyin yolunda gittiğini söylemek
zordur. Çin’in doğal kaynakları kıt ve enerjisi ithaldir.
Önemli bir ekonomik dezavantaj da bölgeler arası gelir
dağılımın adaletsizliği ve 1,3 milyarlık nüfusunun 800
milyonunun açlık sınırında olmasıdır.
Bütün bunlara rağmen, kurulan Şanghay İşbirliği
Örgütü güçlendirilerek ABD’nin bölgedeki etkinliğinin
162
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
kırılması, bunun yanında siyasi ve ekonomik
bozuklukları giderici tedbirler alınması ve uygulanması
durumunda Çin, 21. yüzyılda dengeleri değiştiren bir
küresel güç olarak karşımıza çıkabilir.
3.2.9.Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) 25
Avrasya’da kurulan en önemli uluslararası
örgütlerden olan Şanghay İşbirliği Örgütü 1996 yılında
devletler arasında güvenlik alanında işbirliği çabalarının
gündeme gelmesiyle oluşturulmaya başlanmış ve
1997’de aktif hale gelmiştir. Kurulduğu dönemde
“Şanghay Beşlisi” olarak adlandırılan ve Çin, Rusya,
Kazakistan, Tacikistan ve Kırgızistan’dan oluşan bu
örgüt, Özbekistan’ın da katılımıyla 7 Haziran 2001’de
bugünkü yapısına kavuşmuştur. 23 Nisan 1997’de Boris
Yeltsin ve Jiang Zemin’in Moskova’da imzaladıkları
“Dünyanın Çok Kutuplu Hale Gelmesine İlişkin Ortak
Deklarasyon”, ŞİÖ’nün günümüzde yaptığı çalışmalara
önemli bir kaynak teşkil etmektedir.
Örgüt üyelerinden Rusya Çeçenistan; Çin, Doğu
Türkistan ve diğer Orta Asya ülkeleri ise Fergana Vadisi
merkezli radikal teröre bölgesel önlem alma çabası
25
Bu bölümdeki bilgiler için bkz. Gürol KIRAÇ; “Avrasya’nın
NATO’su: Şanghay İşbirliği Örgütü”; Cumhuriyet Strateji Dergisi; Sayı
38, 31 Mart 2005
163
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
içine girmişlerdir. 11 Eylül saldırıları ve sonrasında
ABD’nin Afganistan merkezli olarak Türkistan
coğrafyasında
askeri
üsler
edinmek
suretiyle
yerleşmesi, Moskova ve Pekin’in beklemedikleri bir
gelişme olarak karşılarına çıkmıştır. Haziran 2002’de
imzalanan deklarasyonla ŞİÖ üyeleri “uluslararası terör,
etnik ayrımcılık ve radikal dinci gruplarla mücadele
etme” kararı almışlardır. Bu özelliğiyle ŞİÖ terörle
mücadeleyi hedef olarak belirleyen ilk uluslararası
örgüttür. ŞİÖ bünyesinde 6-12 Ağustos 2003
tarihlerinde ilk askeri tatbikat gerçekleştirilmiş ve üye
ülke ordularının eşgüdümü konusunda önemli bir adım
atılmıştır.
Rusya ve Çin’in öncülüğündeki ŞİÖ, uluslar
arası alanda yakından takip edilmeye başlanan ve Asya
kıtası ve dünyada önemi gitgide artan bir örgüt haline
gelmiştir. Nitekim, Pakistan, Hindistan ve İran gibi
devletler ŞİÖ’ye katılma isteklerini açık bir şekilde dile
getirmekteyken, Türkiye’nin de bu örgütle ilişkilerinde
açılım yapma girişimleri söz konusudur.
164
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
44.. TTÜ
ÜR
RK
KİİY
YE
E’’N
NİİN
NG
GÜ
ÜN
NC
CE
ELL
JJE
ON
NU
UM
MU
UN
NU
UN
N
EO
OP
PO
OLLİİTTİİK
KK
KO
JJE
EO
OP
PO
OLLİİTTİİK
KU
UN
NS
SU
UR
RLLA
AR
R
Ç
VE
ES
SİİN
ND
DE
E
ÇE
ER
RÇ
ÇE
EV
D
DE
EĞ
ĞE
ER
RLLE
EN
ND
DİİR
RİİLLM
ME
ES
Sİİ
İçinde yaşadığımız dünyada gelişmeler ne yönde
olursa olsun bazı coğrafyalar önemini yitirmeksizin
kendine özgü jeopolitik önemini korurlar. Bu özel
coğrafyalardan olan Avrasya kavramı ve güncel
jeopolitik konumu bir önceki bölümde geniş bir biçimde
ele alınmıştır. Bu bölümde ise Avrasya’nın pek çok
bakımdan kilit noktası ve sahip olduğu değerlerle tüm
Avrasya coğrafyasının vazgeçilmezi olan Türkiye
Cumhuriyeti’nin güncel jeopolitik konumu jeopolitik
biliminin unsurları çerçevesinde ele alınacaktır.
Öncelikle jeopolitiğin unsurlarını tekrar hatırlatmak
gerekirse, bunlar;
İlk bölümde Değişmeyen unsurlar olarak
açıkladığımız ülke sınırları, dünya üzerindeki yeri, işgal
ettiği alan, coğrafi bütünlük ve ülkenin coğrafi karakteri
akla gelmektedir.
165
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Jeopolitiğin değişen unsurları ise, sosyo-kültürel,
ekonomik, askeri, politik değerler ile zamanın
koşullarıdır.
4.1. Değişmeyen Unsurları ile Türkiye
Jeopolitiği
Dünya haritasına şöyle bir bakıldığında
Türkiye’nin bulunduğu hemen göze çarpacaktır ki bu
bile pek çok özel durumunun anlaşılması için yeterli
olacaktır. En geniş şekilde anlatılacak olursa Asya,
Afrika ve Avrupa’nın oluşturduğu birbirine bağlı kara
bloğunun bağlantı noktasında bulunmaktadır. Bu üç
kıtanın arasında bulunan tüm denizlere de kıyısı olan
bir yarımadadır ve hatta bunları birbirine bağlayan
stratejik bağlantı noktalarına egemendir.
Türkiye Cumhuriyeti 1939’da Hatay’ın anavatana
katılmasıyla 779.452 km² yüzölçümüne, 8333 km.lik
sahil ve 2875 km.lik kara uzunluğuna, Anadolu
yarımadasının tümüne sahip bir ülkedir 26. Bu özelliğiyle
İran hariç tüm sınır komşularından daha geniş alana
sahiptir. En uzun sınır komşusu Suriye olup,
26
Sayısal veriler için Türkiye İstatistik Yıllığı, T.C. Başbakanlık Devlet
İstatistik Enstitüsü, Ankara, 1997, s:4-5. Bu kaynaktan aktaran
SANDIKLI Atilla, a.g.e., s: 149
166
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Azerbaycan’ın Nahcivan bölgesiyle sınırı en kısa
olanıdır.
Türkiye Alp-Himalaya dağ uzantısı ekseninde yer
almakta olup bu nedenle yüksek bir görünüm arz
etmektedir. Bu dağ uzantısının Türkiye ayağını kuzeyde
Kuzey Anadolu ve güneyde Toroslar adı ile anılan
sıradağlar oluşturur ve bu dağlar Karadeniz ve Akdeniz
kıyısı boyunca uzanarak denizden iç kesimlere geçişi
zorlaştırır. Ege kıyılarında ise dağların denize dik olarak
uzanışı iç kesimlere geçiş imkanı sunmaktadır.
Dünyanın en önemli ve zengin petrol
rezervlerine sahip Ortadoğu ve Hazar havzasını
Avrupa’ya bağlayan Türkiye’dir. Bu bölgelerdeki petrol
ve doğalgaz Türkiye üzerinden geçen hatlar vasıtasıyla
Avrupa’ya ulaşır. Ayrıca Avrupa Birliği, Rusya ve ABD
gibi güç merkezlerinin Ortadoğu, Akdeniz ve Kafkasya
gibi stratejik noktalara açılan yollarını kontrol eder.
Ayrıca Tuna nehri ile orta ve doğu Avrupa’dan ya da
Karadeniz üzerinden gelen deniz ulaştırma yollarını
İstanbul ve Çanakkale Boğazları aracılığıyla Ege ve
Akdeniz’e bağlar.
Yukarıda anlatılan coğrafi konum büyük bir güç
olması durumunda Türkiye’ye, kuzeydoğuda Kafkasya
üzerinden Orta Asya’ya; güneydoğuda Ortadoğu
167
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
üzerinden Hint Okyanusu’na ve kuzeybatıda Balkanlar
üzerinden Avrupa’ya açılma imkanı vermektedir.
Türkiye, zayıf bir güç olması durumunda bu istikametleri
kullanacak büyük güçlerin etkisi altında kalır. Türkiye
eğer bölgesel bir güce sahip olursa, ki böyledir, büyük
güçler
arasında
denge
politikası
uygulaması
27
muhtemeldir.
4.2.Değişim Gösteren Unsurlarla
Türkiye Jeopolitiği
4.2.1.Sosyo-Kültürel Değerler
Türkiye yetmiş milyon civarındaki nüfusuyla
dünyanın 15., Avrupa’nın Almanya ve Rusya’dan sonra
3. kalabalık ülkesidir. Nüfusun okur-yazarlık oranı
henüz batı dünyası ortalamasının altında olmasına
rağmen yükseliş trendindedir. Avrupa’ya oranla daha
genç bir nüfusa sahip olan Türkiye’de insanların
yarısından fazlası kentlerde yaşamaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti zengin tarih ve kültür
birikiminin bulunduğu bir coğrafya üzerine kurulmuştur.
Anadolu’da kurulan Hitit, Urartu, Lidya, Frigya, İyonya,
Bizans, Selçuklu ve Osmanlı uygarlıklarının mirasına
27
SANDIKLI Atilla, a.g.e., S:149
168
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
sahiptir. Etnik unsurlar öznel ve hissiyata dayanan
“Türk” üst kimliğinde birleştirilmiştir. Resmi dil Türkçe
olarak yaygın şekilde kullanılmakla birlikte ülkenin çeşitli
bölgelerinde Kürtçe, Lazca, Çerkezce gibi dil ve lehçeler
de zengin kültürel yapının gerektirdiği biçimde
konuşulmaktadır.
Türkiye’nin sosyo-kültürel değerleri, üç ilahi din
için de çok önemli bir coğrafya olması bölgede etkinlik
kurmak isteyen devletlerin politika ve stratejilerine temel
teşkil ettiği de olmuştur. Örneğin Yunanistan’ın Megali
İdea politikası eski topraklarında Bizans’ı yeniden
kurmaya yöneliktir. Ayrıca Doğu ve Güneydoğu
Anadolu toprakları İsrail tarafından vaat edilmiş
topraklar olarak görülmekte ve Büyük İsrail’in bir
parçası olarak düşünülmektedir. Türkiye’nin toprak
bütünlüğünü ve yaşama imkanını tehdit eder nitelikteki
bu düşüncelere karşı en büyük kozlarından biri de bahsi
geçen öznel kimliği ve manevi değerleridir. Bunun
korunması ile tüm bu zararlı düşünceler boşa
çıkarılabilir.
4.2.2.Ekonomik Değerler
Türkiye, Dünya Bankası’nın GSMH verilerine
göre çevresinde Rusya’dan sonra ikinci büyük
ekonomidir ve dünyanın da en büyük 20 ekonomisi
169
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
arasındadır. Dünya Bankası’nın sosyal ve ekonomik
göstergelere “Kalkınan Dünyanın Gelişen Devleri”
tanımlamasını yaptığı 10 ülke içerisinde Türkiye de
vardır. Ayrıca Türkiye, Dünya Ticaret Örgütü tarafından
yüksek dış ticaret dinamizmine sahip “tüccar ülkeler”
arasında gösterilmiştir. 28
Osmanlı’dan günümüze miras kalan tarım ve
hayvancılığa dayalı geçim modeli halen büyük oranda
sürdürülmektedir.
Özellikle
1930’lardaki
sanayileşmedeki hızı bir daha yakalanmamış olmakla
birlikte tarıma dayalı sanayileşmenin baskın olduğu
gelişim devam etmektedir. İhracat ve İthalat partnerleri
genellikle bölge ülkeleri ve Avrupa’dır. Önemli ihracat
ürünleri tekstil, gıda, ağaç ürünleri; en önemli ithalat
ürünleri de petrol, doğalgaz ve işlenmiş ürünlerdir.
Türkiye, yer altı kaynakları ve özellikle hidroenerji bakımından enerji potansiyeli zengin bir ülkedir.
Krom, Bor, Neptünyum gibi gelecek teknolojilerinin
ihtiyaç duyduğu madenleri işleyecek endüstrilerin
kurulması ile Türkiye bu kaynakları ham şekliyle
değerinden daha düşük satmaktan kurtulabilir ve
kendisi de faydalanabilir. Türkiye’nin elektrik ihtiyacı
GAP ile büyük oranda karşılanır hale gelmiştir. Ancak
28
a.g.e., S: 151
170
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
özellikle yoğun sanayi ve kentleşmenin yaşandığı
İstanbul ve çevresinin enerji talebinin bir bölümünü
karşılayacak şekilde Bulgaristan gibi bazı bölge
devletlerinden elektrik ve doğalgaz ithalatı söz
konusudur.
İthal ikameci sınaileşme adı verilen yurtiçi üretimi
artırıcı ve dış alımı kısıtlayıcı modelinin 1930’lar ve
1960-80 arası dönemde uygulanması sonrasında,
1970’lerde dünya ekonomisinde başlayan finanssal
serbestleşme eğilimine Türkiye de 24 Ocak 1980’de
aldığı ekonomik kararlarıyla katılmıştır. 29Ayrıca 1995’te
imzalanarak 1996’da yürürlüğe giren Gümrük Birliği
Anlaşması ile Türkiye, tam üye olmadan Gümrük
Birliği’nin getirdiği yükümlülükleri kabul eden ilk ve tek
ülke durumundadır. Ayrıca bulunduğu coğrafi konumun
bir avantajı olarak İslam Konferansı Örgütü Ekonomik
ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi, Karadeniz Ekonomik
İşbirliği Teşkilatı gibi bölgesel kuruluşlarla ekonomik
ilişkiler içerisindedir. 30
29
Ayrıntılı bilgi için bkz. Erinç YELDAN; “Küreselleşme Sürecinde
Türkiye Ekonomisi: Bölüşüm, Birikim ve Büyüme”; İletişim Yayınları;
İstanbul, 2004
30
Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Atilla SANDIKLI, Türkiye’nin Dış
Politikasında Avrupa Birliği ve Alternatifleri, Harp Akademileri Yayını,
İstanbul, 2001
171
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Türkiye ekonomisinin yıllardır Uluslararası Para
Fonu (IMF) ile birlikte yürüttüğü ekonomik istikrar
çabaları olumlu sonuç verir ve yalnız AB ve IMF
ekseninde
politikalar
uygulanmayıp
bölgedeki
gelişmeler de dikkate alınırsa Türkiye’nin daha güçlü ve
bölgesinde etkili bir ekonomik yapıya sahip olması
kaçınılmaz görünmektedir.
4.2.3.Politik Değerler
a. Siyasi Sistem ve İç Politika
“Türkiye Devleti bir cumhuriyettir”. Anayasanın ilk
maddesini oluşturan bu cümle ile Batı dünyasının
emperyalist yönünü mağlup ederek kurulan yeni
devletin Batı’nın üst yapısını kabul ettiği anlatılmaktadır.
İkinci madde ise cumhuriyetin Atatürk’ün koyduğu
çağdaş uygarlık seviyesi yolunda “demokratik, laik ve
sosyal bir hukuk devleti” niteliğinde olduğu
vurgulanmıştır. Bu yönüyle Türkiye mensup bulunduğu
İslam dünyasına örnek teşkil edecek şekilde bir model
kurmuş, yıllardır toplumsal ve siyasal gelişmenin
önündeki engel olan devletin yönetiminde dini kuralların
üstünlüğünü ortadan kaldırmıştır. Ayrıca Türkiye
Cumhuriyeti modern bir toplum olmanın gereği olarak
172
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
dünyada kadınlara siyasal ve toplumsal haklarını resmi
olarak veren ilk devletlerdendir.
Demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak erkler
ayrımı ve sivil yönetimin asker üzerindeki konumu
prensibine
rağmen
cumhuriyet
tarihinin
bazı
dönemlerinde ordunun siyasal iktidarı ele geçirdiği
olmuş fakat olağan durumlara geri dönüş itibariyle
devletin yönetimi tekrar sivillere devredilmiştir.
Türkiye’nin son yıllarda iç politik gündemini en
çok meşgul eden konular irticai ve bölücü nitelikteki
faaliyetler olmuştur. Devletin toprak bütünlüğü ve
siyasal sistemini tehdit edici bu tür eylemler, bazen
yoğunluk ve aktör değişimleri yaşayarak günümüzde de
önemli bir sorun olarak iç politika gündeminde yer
tutmaktadır. Diğer bazı önemli konular ise devlet
yönetiminde merkezileşme, siyasi patronaj, eğitim ve
kentleşmedeki sıkıntılardır.
b.Türk Dış Politikası
24 Temmuz 1923 Lozan Anlaşması ile anlam
kazanan cumhuriyet dönemi Türk Dış Politikası’nın
(TDP) iki temel ilkesi vardır: Bunlar Batıcılık ve
173
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Statükoculuktur. 31Batıcılık, üst yapısını insan hakları,
demokrasi, laiklik gibi değerlerin oluşturduğu alt yapının
ise serbest piyasa ve finanssal serbestleşme düşüncesi
ekseninde gelişen ve “Batı” adı verilen coğrafi anlam
dışı kavramın egemen olduğu bir dış politika anlayışıdır.
Türkiye, bağımsızlığını kazandığı ve cumhuriyeti ilan
ettiği günden günümüze kadar ilişkilerini Batı’yı öncelikli
planda tutacak şekilde kurmuştur. Kendini Batı’nın bir
parçası olarak görmüş ve Batı dünyasının önderliğini
ettiği oluşumlara da büyük ilgi göstermiştir.
Statükoculuk ise iki şekilde anlam ifade
etmektedir: İlki mevcut sınırları, ikincisi de mevcut
dengeleri sürdürmektir. Birincisinde Misak-ı Milli
sınırlarının hemen hepsini sağlayarak bağımsız bir
devlet kurmuş, bunun yanında Lozan’da tam olarak
çözümlenmemiş sorunları da son olarak 1939’da
Hatay’ın Türkiye’ye katılmasıyla halletmiş ve bu sınırları
genişletmeye yönelik bir eyleme girişmemiştir. 32İkinci
olarak ise karşıt görüşe sahip güçler karşısında hep
denge politikasını benimsediği görülmektedir. Özellikle
İkinci Dünya Savaşı’nda İsmet İnönü’nün bu politikayı
31
Ayrıntılı bilgi için bkz. Baskın ORAN (ed.); “Türk Dış Politikası,
Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne, Olgular, Belgeler, Yorumlar”; cilt I-II;
İstanbul; İletişim Yayınları; 2002
32
Hatta Misak-ı Milli içindeki bazı toprakları elde edememeye razı da
olmuştur. Örneğin, Batum, Batı Trakya ve Musul.
174
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
çok iyi ve dikkatle uygulayarak ülkeyi bir sıcak savaş
alanı olmaktan kurtarması büyük bir başarıdır. Soğuk
Savaş boyunca Sovyetler’in boğazlarda üs ve Doğu
Anadolu’daki toprak talepleri nedeniyle ibre Batı
bloğuna doğru kaymıştır. 1990’larda tek küresel güç
olarak ABD’nin ortada kalışı ve Ortadoğu’ya yönelik
stratejileri ile AB’ye üyelik sürecinin hep gündemde
kalması Türkiye’nin Batı ekseninde bir dış politika
izlemesini getirmiştir.
Türkiye’nin bugünkü dış politika gündemi Avrupa
Birliği, onunla paralel süreç izlemeye başlayan Kıbrıs
Sorunu, Türk-Yunan ilişkilerindeki sorunlar, Irak Savaşı
ağırlıklı bir seyir takip etmektedir.
4.2.4.Askeri Değerler ve Ulusal Güvenlik
Kuruluş tarihi M.Ö. 209 olarak gösterilen Türk
Silahlı Kuvvetleri tarihin her döneminde disiplin ve
zaferleriyle dünyanın en güçlü orduları arasında
olmuştur. Soğuk Savaş sırası ve sonrasında Kore,
Somali, Bosna, Kosova ve son olarak da Afganistan’da
göstermiş olduğu üstün hizmetlerden ötürü hem bu
ülkelerin insanları hem de BM ve NATO gözünde
vazgeçilemez bir konumdadır. Askeri teknoloji
bakımından çoğu konuda dışa bağımlı olmasının
175
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
yanında Türk Silahlı Kuvvetleri F 16 C-D uçaklarını, CN235 nakliye uçaklarını, firkateyn ve denizatlılarını
kendisi üretebilmektedir. 33
Komşularının hemen hepsiyle ulusal güvenliği
tehdit edici sorunları olan Türkiye’nin elindeki en büyük
kozu ordusunun caydırıcı yeteneğidir. Kıbrıs ve Kardak
harekatları ve Yunanistan’ın TSK’nın ikinci büyük
ordusu olarak İzmir’de konuşlanan Ege Ordusu’ndan
özellikle çekiniyor olması bu görüşü doğrular niteliktedir.
Dış dünyanın gözünde bu derece saygın bir
konumda bulunan TSK, İç Hizmet Kanunu’nun ilgili
maddelerinin kendisine verdiği yetkiyle yurt çapında
huzur ve barışın sağlanmasına yönelik faaliyetlerini de
başarıyla devam ettirmektedir.
4.2.5.Zaman
Zaman faktörü, içinde bulunulan dönemin
ekonomik, toplumsal ve siyasal alanda geçerli ve
yaygın olan gelişim şeklini ve devletlerin bu durum
karşısında nasıl davranmaları gerektiğini ifade eder.
Ortaya çıktığı zamana (iki savaş arası dönem gibi),
33
SANDIKLI Atilla, “Küreselleşen Dünyada…”, S: 154
176
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
niteliğine (Soğuk Savaş) veya amacına
(Aydınlanma Çağı) isim alabilmektedir.
göre
Bugün dünyanın genelinde yaşanan sürece
“Küreselleşme Süreci” adı verilmektedir. Küreselleşme
olgusu, pek çok farklı şekilde tanımlara sahip olması
yanında kısaca ulusal ekonomilerin dünya piyasalarıyla
eklemlenmesi ve bütün iktisadi karar süreçlerinin
giderek dünya kapitalizminin sermaye birikimine yönelik
dinamikleriyle belirlenmesi 34 olarak ifade edilebilir.
Küreselleşme ile dünyanın her yerinde mal,hizmet ve
sermaye dolaşımının önündeki engellerin kaldırılması
hedeflenmektedir. Bu ekonomik anlamı içermesinin
yanında küreselleşme olgusu; kentleşme ve özel
mülkiyete dayalı seküler bir toplumsal yaşam modelini;
Batı tipi parlamenter rejime sahip, insanın temel hak ve
özgürlüklerine saygılı, ekonomik bir aktör olmaktan
uzak ve yasalarıyla özel sektör rekabetinin denetçisi bir
devlet ve uluslararası politikada ulus-devletlerin baskın
rolünün yerini uluslar üstü kurumlara bıraktığı bir sistem
modelini önermektedir.
Türkiye gibi ekonomik manevra alanı kısıtlı ulusdevletler için küreselleşme bazı handikaplar getirecektir.
Ulusal ekonomilerini küreselleşmenin gereklerine
34
YELDAN Erinç; a.g.e., S: 13
177
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
kayıtsız şartsız teslim etmeleri hazır olmayan ve dar
ölçekteki ekonomik yapılarında sıkıntıya neden olabilir.
Yapılması gereken ise devletlerin küreselleşme
olgusunun getiri ve götürülerini iyi analiz ederek siyasal,
ekonomik ve toplumsal yaşamda bu analizin gereklerine
göre davranmalarıdır. Türkiye’nin şu an için bu analizi
yeterince yapamadığı söylenebilir ancak yapması için
de henüz geç kalmış değildir.
S
SO
ON
NU
UÇ
Ç
Dünya yeni bir yüzyıla ilk kez Avrasya dışında bir
oluşumun süper güç oluşuna şahit olarak girmiştir.
Gelenek olduğu üzere ABD’nin süper güç konumu
yalnızca 20. yüzyıl ile anılırsa Avrasya coğrafyası
doğusu ve batısıyla 21. yüzyılın süper gücünü ya da
güçlerini çıkarmaya yeniden adaydır. Bu güç ya da
güçler devletler olabileceği gibi belki de ilk kez
uluslararası örgüt veya örgütler de olabilir. Bu bakımdan
gelişme trendleri dikkate alındığında Şanghay İşbirliği
Örgütü ile Avrupa Birliği’nin şansı yüksektir. Bu iki
uluslar arası yapı kendilerini belki de birbirlerine karşı
bir güç mücadelesi içinde bulabilirler. Bu durumda
Avrupalı ve Asyalılık kimlikleri yeni bir anlam
kazanacaktır. Bunun yanında Avrasya coğrafyasında
yeni devletler ortaya çıkabilir veya şu an var olan bazı
178
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
devletler başka bir devletle bütünleşmeye gidebilir. Bu
bütünleşmenin temelini eskiden beri var olan ilişkiler
oluşturabilir ve katılım zorla ilhak şeklinde değil barış
içinde sağlanacaktır.
Şu an gelinen nokta, Avrupa’da en uzun süren
birlik ortamını işaret etse de üye devletlerin kendi iç
sorunları ve ekonomik alandaki açmazlar birliği tehdit
eder boyutlara ulaşabilir. Avrupa Birliği’nin sınırlarının
çok kısa zamanda (Baltık ülkeleri hariç) Rusya’ya
dayanma ihtimali yüksekse de birlikten istediğini bir
türlü alamayıp da ayrılmak isteyen devletler ortaya
çıkabilir. Eğer böyle bir ayrılık yaşanırsa bu birden fazla
da olabilir. Bütün bunların yanında birliğin devamını
zorunlu ve yararlı kılacak gelişmeler de yaşanabilir. Şu
an için terörle mücadele böyle bir neden gibi
görülmektedir. Eğer başta belirttiğimiz şekilde ŞİÖ ve
AB, Avrasya’da çıkarları doğrultusunda bir mücadeleye
girişirse Avrupalılık düşüncesi birliği tutan harcı olarak
tepkisel bir biçimde yarar sağlayabilir. Tam tersi ŞİÖ ve
oluşturacağı etki alanı için geçerlidir. Asyalılık
düşüncesi de AB’dekine benzer bir işlev görebilir.
Mevcut ortamda Orta Asya ŞİÖ’ye ve Balkanlar
da AB’ye yakın durmaktadır. Oluşabilecek rakip güçlerin
mücadele alanı ise Kafkasya, Ortadoğu ve Türkiye
179
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
olacaktır. Eğer AB, Türkiye’nin birliğe alınmasını
sağlarsa Kafkasya’ya açılımı daha da kolaylaşacaktır.
Bu ihtimali düşünmeyip yalnız Gürcistan ve
Azerbaycan’la istediğini elde etmeye çalışırsa kuzey ve
güneyden sıkıştırılmış bu ülkeleri zor durumda bırakır
hatta elden çıkmaları riski ile karşı karşıya kalabilir.
Bunun yanında eğer ŞİÖ’ye kabul edilirlerse İran ve
Hindistan çok önemli stratejik açılımlar yapabilirler. İran
Ortadoğu, Hazar ve Orta Asya doğal kaynakları
üçgeninde önemli ve ŞİÖ içinde etkin bir güç unsuru
olabilir.
Türkiye, eğer fırsatları iyi değerlendirirse, hem
AB hem de ŞİÖ’den yarar sağlayabilir. Bulunduğu
jeopolitik konum, küresel güç olmak isteyen hiçbir
unsurun göz ardı edemeyeceği değerdedir. Olası bir
güç mücadelesini bu değerini anlayıp da Türkiye’yi
yanına çekebilen kazanacak, bunu başaramayan veya
görmezden gelen kaybedecektir.
180
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Kazım DEMİRER
KİŞİSEL BİLGİLER
Doğum Yeri
: Afyonkarahisar
Doğum Tarihi
: 28/12/1983
EĞİTİM
2000-2005
İlişkiler Bölümü
: Ege Üniversitesi, Uluslararası
1997-2000
Lisesi
: İzmir Konak Nevvar-Salih İşgören
İŞ DENEYİMİ
11/2003 – 03/2004 İzmir Büyükşehir Belediyesi Dış
İlişkiler Koordinatörlüğü, Stajyer
- Kurumun dış ilişkileri ile ilgili yazışmaların tercüme
edilmesi
181
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
- Kardeş kentlerle ilgili projelere teknik destek
sağlanması
- 4-6 Haziran 2004 İzmir Yerel Gündem 4. STK Fuarı
İnfo Desk görevi
11/2002 – 01/2003 : Opel Türkiye Ltd. Şti., Finans
Koordinatörlüğü, Stajyer
GÖREV ALDIĞI ÇEŞİTLİ ETKİNLİKLER
- 08/2005
Universiade İzmir 2005, Yaz Üniversite
Oyunları FISU Headquarter Akreditasyon Gönüllüsü
- 05/2005
Ege Üniversitesi 4. Uluslararası İlişkiler
Öğrenci Kongresi, Proje Yürütme Kurulu Üyesi
- 06/2004 – 05/2005
Ege Üniversitesi Uluslararası
ilişkiler Topluluğu İnsan Kaynakları Koordinatörü
- 05/2004
Ege Üniversitesi 3. Uluslararası İlişkiler
Öğrenci Kongresi, kayıt masası görevlisi
182
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
- 04/2004
“NATO’s Transformation and the Position
of Turkey” adlı İzmir’de gerçekleştirilen konferansta
proje yürütme kurulu asistanı
183
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
B
BU
UG
GÜ
ÜN
ND
DE
EN
N Y
YA
AR
RIIN
NA
AK
KA
AD
DIIN
N
S
EÇ
ÇÖ
ÖZZÜ
ÜM
MÖ
ÖN
NE
ER
RİİLLE
ER
Rİİ
SO
OR
RU
UN
NLLA
AR
RII V
VE
H
HA
AZZIIR
RLLA
AY
YA
AN
N
M
Naallaann D
DÜ
ÜM
MR
RO
OLL
Meevvhhiibbee N
184
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Ö
ÖZZE
ETT
Temsil gücü olmayan
olmaması olanaksızdır.
kadınların
sorunlarının
Sorunların ana nedeni ise toplumun yarısını
oluşturan kadınların “karar verme” mercilerinde yok
denecek kadar az olmalarından kaynaklan- maktadır.
Toplumsal cinsiyet ayırımcılığı nedeniyle bugün
karşı karşıya
kaldığımız kadın sorunları, gerçekte tüm
toplumun sorunları olup, çözümü de, büyük ölçüde
toplumsal sorunların çözümüdür.
Bu çalışma, başlıca kadın sorunlarından eğitim,
sağlık, şiddet, yaşlılık, siyaset ve ekonomik problemlerle
ilişkili olanlarının bir kesitini alıp, ileriye dönük çözüm
önerilerine katkıda bulunmayı amaçlamaktadır.
185
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Ö
ÖN
NS
SÖ
ÖZZ
Gerçeği arayan ünlü bazı filozofların bile kadına
sıcak bakmadıklarını biliyoruz. Schoponhauer, Kant ve
Nietzche bunlardan yalnızca birkaçıdır…
Erkeklerin kadın cinsine kemikleşmiş bakış açısı
bazı kadınları öyle ürkütmüştür ki, eğitimin bile uzun
vadede
erkek
egemen
değerlerini
kendilerine
benimsetecek
bir
araç
olmasından
çekinip
korkmuşlardır(1). Bu çalışmada ayağımıza bağ olacak
kuşkuları bir yana bırakıp, kadın sorunlarına ve çözüm
önerilerine odaklanacağım. Kadın sorunlarına tarih
boyunca yapılan katkıları, daha çok yarına bakan bir
çalışma hedeflediğimden bu makale kapsamına almadım.
Yoksa, bize kalan her güzel mirasın değerini bilmekte ve
sahip çıkmakta kararlıyım.
En önemlisi, hukuki yaptırımlar olmadan sorunların
çözülemeyeceği gerçeğini çok iyi bilmekteyim. Çözüm
önerilerimde de sık sık hukukun önemini vurgulayacağım.
Bu nedenle kadın sorunları ve hukuk ilişkisinin ayrı bir
makale konusu olarak ele alınması gereğine inanıyorum.
186
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
11..G
GİİR
RİİŞ
Ş
Ülkemiz kadınları Tanzimat’dan beri erkeklerle eşit
haklarla var olma ve çalışma mücadelesi veriyor. Emek
dünyasında 1897 yılından beri ücretli işçi olarak, 1913
yılından beri devlet memuru olarak varlar. Daha kadınlara
daha oy hakkı tanınmadan, 1923 yılında Kadınlar Halk
Fırkası kuruluşu için başvurulmuş(2). Erkek-kadın karışık
tedrisat da kadın öğrencilerin bir eylemi sonucu
başlatılmış. Kadın valimiz de oldu, bakanımız da, hatta
başbakanımız da… Bu kazanımların hepsi önemli ama
asla yeterli değil. Çünkü ne yazık ki hepsi sembolik!
Kadınlarımızın her konuda mağduriyeti devam ediyor.
Amacımız kadın erkek eşitliğini vitrinsel örneklerden
günlük hayatın olağan gerçeklerine dönüştürmektir.
22..K
KA
AD
DIIN
NS
SO
OR
RU
UN
NLLA
AR
RII
2.1.Eğitim
2.1.1.Eğitimde neredeyiz?
Toplumsal cinsiyet uçurumu tablosunda(3), eğitime
erişim sıralaması kadınların ilk, orta ve yüksek öğretimdeki
oranlarına göre hesaplanıyor ve Türkiye 58 ülke içinde
55.sırada, İsveç ise ilk sırada. Türkiye’de hiç eğitim
187
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
almayanların oranı kadınlarda %25.4 iken erkeklerde
%10.7 , erkeklerin %75 i en az ilkokulu bitirmişken
kadınlarda bu oran %60 (4). Okuma yazma bilmeyen her
bir erkeğe karşı dört kadın var. Kız çocuklarının yaşları
ilerledikçe okula devam etme oranları da düşmektedir.15
yaşından büyük kızların %40 ı ailelerinin izin vermeyişi
sebebiyle okulu terk etmektedirler.Zorunlu öğrenimin 8 yıla
çıkması devam oranını yükseltmiştir(5). Okulu terk eden
kızlar ev işleri ve varsa kardeş-lerinin bakımıyla sorumlu
olmakta, kırsal alanlarda yaşıyorlarsa bunlara tarım işçiliği
de eklenmektedir. Tanzimat’da ebelik, öğretmenlik
mesleklerine açılan öğrenim kapıları, bugün kızlar için
çeşitlenmiş görünse de, genelde kadınlara yaraştığı
düşünülen meslekler için eğitim ağırlığı devam etmektedir.
Yani eğitim sistemi genelde söz sahibi olma olasılığı az
kadınlar yetiştirmektedir. Okul kitaplarındaki erkek egemen
bakış da kadınların ikincil cins olarak zihinsel terbiyelerine
hizmet etmektedir.
2.1.2.Eğitim Problemleri Neleri Etkiliyor?
Kadın ve çocuk sağlığını,doğurganlığı, yaşlılık
kalitesini etkiliyor. Kadının aile içinde ve sosyal hayattaki
statüsünü etkiliyor. Kadının karar verme mercilerinde
olmasını etkiliyor. Kadının ve ailesinin ekonomik gücünü
etkiliyor. Toplumun sağlığını, kültürel düzeyini ve
188
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
zenginliğini etkiliyor. Atatürk’ün de arzu ettiği demokratik
topluma dönüşmemizi etkiliyor. Acı ama, eğitimsizlik bizleri
zavallı kılıyor !... Güçlü olan, gücünü eşitlikten, kişisel
gelişimden değil de, ötekinin yani kadının çaresizliğinden,
hatta onu çaresizleştirmekten beslediği sürece bu zavallı
görünüm değişemez.
2.2.Sağlık
2.2.1.Genel Sağlık Sorunları Karşısında Kadın
Gelir getirici işlerde çalışma,yeterli eğitim görme ve
kendi sorunları hakkında karar verme yetkisi sınırlı olan
kadının genel sağlık hizmetlerin den faydalanma şansı çok
azdır. Hatta, yaşam boyu doktor yüzü göremeyen
kadınlarımız vardır. Bunlar, kulaktan dolma bilgiler ve
reçetesiz ilaçlar ile tedavi olmamakta, yalnızca
semptomların hafifletilmesiyle yetinmektedir. Bugün yanlış
ve yetersiz beslenme ile demir eksikliği anemisi kadınlarımızın en önemli sorunlarındandır. Yetişkin kadınlarımızın
%50 sinden çoğu fazla kilolu, %20 si ise obez tanımına
girmektedir.Bu da kalp ve damar hastalıklarını davet
etmektedir.
189
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
2.2.2.Üremeyle İlgili Sağlık Sorunları
Üremeye yönelik sağlık hizmetlerine erişimi
gösteren Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Tablosu(3),
Türkiye’yi 58 ülke arasında 50.sırada, İsveç’ i ise birinci
olarak göstermektedir.
G.Birsel Kadının Adı yok adlı gazete yazısında(6),
bir şirketin 18 ilimizi kapsayan araştırmasında, konuşulan
kadınlardan %65 inin hiç jinekoloğa gitmediğini aktarıyor.
Aslında, Türkiye genelinde yapılan her dört doğumdan
yalnızca biri sağlık kuruluşlarında gerçekleşmektedir.
Bebek ölümlerinde Türkiye’nin
dünya sıralamasının
başlarında yer alması şaşırtmamalıdır. Anne ölümlerinin
önemli sebeplerinden biri de, erken yaşlardaki
gebeliklerdir. Erken evlilikler erken anneliklere yol
açmakta, kadının fizik-sel ve ruhsal açıdan küçük yaşlarda
yıpranmasına ve erkeğe ekonomik açıdan bağlı kalmasına
yol açmaktadır.
2.2.3.Kadınlar Ve Ruh Sağlığı
a.Kadınların Mal Olarak Görülmesi
Bu iki kademede yaygındır. İlkinde evlilikler aileler
tarafından çıkar karşılığında organize edilmektedir.
190
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Dünyanın çok yerinde ve Türkiye’mizde her gün rastlanır.
Yol açtığı psikolojik problemler son dönemde çeşitli sanat
kollarınca ve özellikle sinema tarafından sık sık işlenmiştir.
İkinci
ve en kötü oluşum, kadınların açıkça
pazarlanmasıdır. Bu insanlık ayıbı da dünyada ve
Türkiye’de gizli ve açık sürdürülmektedir.
b.Kadınların Toplumda İkinci Planda Bırakılması
Kadın ve Toplum kitabında(7) ifade edildiği gibi:
kadının kendini ortaya koyamaması, ikinci planda yer
alması, depresyon sorunlarıyla psikiyatri hastanelerine
başvurmasına yol açmaktadır.
Tabii, psikoloğa gidebilenlerin çok az sayıda olduğunu
hepimiz biliyo-ruz. Oysa depresyondaki kadınlar için,
psikolojik destek olmazsa olmaz bir unsurdur.
c.Yaşlılık Sorunları
Dünya Sağlık örgütünün yaşlanma ve sağlık
programına göre, cinsiyet insan sağlığını belirleyen ana
faktörlerden biridir(8).
Kadınlar genellikle erkeklerden fazla yaşamakta,
gelişmiş ülkelerde fazladan ömür süresi 6 ile 10 yıla kadar
çıkmaktadır.Türkiye’de de 2000 yılı verilerine göre 65 yaş
191
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
ve üzeri 3 milyon 800 bin kişi yaşıyor. Bunun 1 milyon 700
binini erkekler, 2 milyon 100 binini ise kadınlar
oluşturmaktadır(9).
Kadınlar nispeten uzun yaşamanın bedelini çeşitli
hastalıklara daha yatkın olarak ödüyorlar.
Daha uzun ama daha sağlıksız bir yaşam sürdürmek,
fakir ve çaresiz olan için yaşamak değil de sürünmek değil
midir?...
Menapozda ,östrojen hormonu kaybı nedeniyle
kadınların osterepoz geliştirme riski 4 kat fazladır. Bu
durumda kemikler daha kolay kırılır. Zamanla zihinsel
aktivitelerde yavaşlama, görme yeteneğinin zayıf-laması,
işitme
kaybının
ortaya
çıkması
olağan
gelişmelerdir.Bunlara yaş-lılığın kadının ruhsal durumuna
getirdiği ek zorlamaları da ekleyebiliriz.Ayrıca yaşlılıkta
nasıl, kim yada kimler tarafından bakılacaklar?
Bu soru en önemli sorulardan biridir.Yönetimlerin
etkin planlama yapmadıkları ve yeterli bütçe kaynağı
ayırmadıkları sürece de çok önemli bir soru olmaya devam
edecektir.
192
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
2.3.Şiddet
Kadına yönelik şiddet dünyanın her yerinde büyük
bir problemdir. Önlenmesi, hiç değilse azaltılması için her
ülkede çalışmalar yapılmaktadır. En önemli iki
özelliğinden ilki
genellikle aile arasında gizli olarak
yaşanması, ikinci özelliği ise bir kerelik uygulama değil
ama su yüzüne çıkmadan defalarca tekrarlanan bir eylem
olmasıdır(10a).
Kadına uygulanan şiddet, çeşitli şekillerde görülebilir(10b):
A-Kadın bedenine fiziksel zarar veren şiddet eylemi,
B-Sözel olarak uygulanan şiddet(Hakaret,özgüven sarsıcı
sözler vb)
C-Psikolojik şiddet(Devamlı kontrol etmek,duygusal
sömürmek)
D-Sosyal şiddet(Yakın çevre ve toplumla olan ilişkileri
sınırlamak)
E-Ekonomik özgürlüğü sınırlayarak uygulanan şiddet,
F-Cinsel şiddet Çoğu zaman yukarıdaki şiddet
şekillerinden birkaçı veya hepsi bir arada uygulanır.
Fakirseniz,
eğitimsizseniz,
yaşlıysanız,
engelliyseniz, farklı kimlik ve kültürlerden geliyorsanız
şiddete maruz kalma riskiniz artar.
193
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
İstanbul’da 1999 yılında sonuçlanmış boşanma
davalarında boşanma nedenlerinin değerlenirilmesi
üzerine yapılan bir araştırmada(11), cana kasıt ve pek
fena muamele üçüncü sırada sebep olarak ortaya
çıkmıştır ki, bu da kaygı verici bir sonuçtur. Yine kadın
üniversite gençliği ve mezunlarına yönelik cinsel saldırı
mağdurları araştırmasında, bu eylemlere yüksek oranda
maruz kalındığı,eylemlerin çoğunlukla tanıdık kişilerce
gerçekleştirildiği ve çok büyük oranda adli makamlara
yansımadığı ortaya konmuştur.(12) Şiddetle baş etme
yolunu bulamayan kadınların bir kısmı, karşı şiddete
başvurup, cezaevine düşebilmekte, diğer bir kısmı da
daha da vahim sonuçlara yol açabilecek şekilde,
içlerindeki öfkeyi çocuklarına yansıtıp, onlara şiddet
uygulayabilmektedir.
2.4.Siyaset Ve kadın
2.4.1.Siyasette Kadınların Bugünü
Toplumsal cinsiyet uçurumu raporunda(3,)politik
güçlendirme sıralaması kadınların karar alıcı yapılardaki
temsil edilme ağırlığını veriyor.Türkiye 58 ülke arasında
53.sıradayken Yeni Zelanda ilk sırada, İzlanda ise ikinci
sırada
194
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Tansu Bele diyor ki “Tarihe baktığımız zaman
kadınlar açısından cinsiyet ayrımının en yoğun olarak
yaşandığı alanın siyasal etkinlikler alanı olduğunu
görürüz”(13). Yine Tansu Bele, kadınların kurdukları
derneklerle siyasal yaşama destek verseler de partilerde
ve parlamentoda yeterince yer alamadıkları-na işaret
ediyor.Ama
bu
kadın
kuruluşlarının
önemini
azaltmaz.Aksine, kadınlara dışında tutuldukları genel
siyasetin dışında, kendi eleştirilerini ve taleplerini dile
getirebilecekleri,sivil
siyasi
aktörler
olarak
aktif
çalışabilecekleri bir alan da açmaktadır(14). Ama
sorunların gerçek çözümünün de siyaset ve hukuk
alanında olduğu hiçbir şekilde gözden kaçırılmamalıdır. İlk
kez 1930 belediyeleler yasası ve 1934 anayasa değişikliği
ile seçme ve seçilme haklarını alan kadınlarımız(5), 1935
yılında 18 kadın milletvekili ile %3.8 oranında temsil
edildiler ve bu oran 1999 seçimlerine kadar aşıla-madı.
1946 ve 91 yılları arasında ise %2 nin altında kaldı.
Son beş milletvekili genel seçimi sonuçlarına göre kadın
milletvekili sayı ve oranları şöyledir(15):
87 seçimi
6 milletvekili
%1,33
91 seçimi
8 milletvekili
%1,78
95 seçimi
13milletvekili
%2,36
99 seçimi
22 milletvekili
%4
02 seçimi
24 milletvekili
%4,36
195
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Kadınların yerel yönetimlerdeki temsil oranı ise %1 bile
değil. Oysa Habitat 2. Küresel eylem planına göre
yerleşim birimleri cinsiyete duyarlı biçimde planlanmalı ve
yönetilmelidir. Kadınların olmadığı bir yerel yönetimden
bunu kim bekleyebilir?...
Siyasette yer alan kadınların da genellikle zaten
siyasetin içinde bulunan ailelerden geldiği, siyaseti de aile
ortamında öğrendiği Ayşe Güneş Ayata’nın bir tespitidir(1).
Politikada yetersiz sayıda temsil edilen kadınlar için, bu
da ayrı bir soruna işaret etmektedir. Çünkü temsil
edebilmek için ünlü olmak, güçlü olmak, siyasi ilişkilere
zaten uzak olmamak şansı arttır-maktadır. Dar gelirli,
eğitimsiz kadın ise yeterli destekten uzak olduğu için
kendi sözünü duyurmakta zorlanmakta, kendi sorunlarının
temsilcisi olama- makta,dolayısı ile demokratik tablo da
aksamaktadır. Kadın Adayları Destekleme Ve Eğitme
derneği (KA-DER) Türkiye çapında örgütlenerek kadınlara
hem aday olabilmeleri için eğitim fırsatı sunmakta, hem de
parti farkı gözetmeksizin seçilebilmeleri için destek
vermektedir. Ancak Ka-Der’e göre sorun sadece kadın
sivil toplum kuruluş-larının çabalarıyla çözülemeyecek
kadar ağırdır.
196
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
2.4.2.Kadınların Siyasette Ağırlıklarının
Artmasının Beklenen Sonuçları
En önemli kazanım siyasete daha geniş bir kitlenin
katılımıyla Türkiye’nin daha demokratik bir yapıya
kavuşması olacaktır. İkinci kazanım toplumun daha
değişime açık, dinamik bir yapıya kavuşması olacaktır.
Kadın ruhundaki bu özelliğe orta doğudaki tutucu ve liberal
güçlerin dinamiğini incelerken Bernard Lewis işaret
etmiştir. Kadın erkek eşitliği ile demokrasinin gücü ve
adaleti gerçeğe dönüştü-rülmelidir
2.5.EKONOMİK PROBLEMLER
2.5.1.Ücretli Ve Ücretsiz Çalışma İle Girişimcilik
Gülse Birsel, Kadınların %69 unun eşinden aldığı
parayla geçindiğini ama bunu yaparken %53 ünün
zorlandığını aktarıyor(6).
Meral Tamer’in deyişiyle yoksul kadın, utancını,
saygı görememesini, umutsuzluğunu, güvensizliğini hane
halkı içinde saklıyor(16).
197
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Türkiye kadınların ekonomik yaşama katılımlarında
58 ülke içinde 22. sırada, sunulan ekonomik fırsatlarda ise
son sırada(3).
Kadınların işgücü arzına katılım oranını Faruk
Selçuk %60 ile dünya ortalamasının altında buluyor.Bu
oranın son 30 yıldır değişmediğine de işaret ediyor(17).
OECD’nin 2005 yılı istihdam raporuna göre: Avrupa
ülkelerinde toplumlar yaşlansa da kadın istihdam oranı
yükselirken, Türkiye’mizde son 15 yıl içinde %33 den
%24’e gerilemiştir(18). Ekonomik krizlerde ilkönce
kadınların işten çıkarıldığını hatırlarsak bu sonuç ne yazık
ki kaçınılmazdır. DİE işgücü anketi verilerine göre çalışan
kadınların çoğu tarım sektöründe ücretsiz aile işçisi
konumundadır.
“Parasal karşılığı olmayan her türlü iş(çocuk ve
yaşlı bakımı, ev işleri vb.)çalışmadan sayılmamış,
kadının
yapması
gereken
yükümlülükler
olarak
görülmüş,önemsizleştirilmiştir’’(5). Ücretli kadınlar ise, ya
nispeten düşük kademe ve ücretli görevlerde istihdam
edilmekte, ya da karar mekanizmalarına yükselmeleri
yavaş ve zorlu olmaktadır. Dünyada genel olarak,
erkeklerin %80 i kadar ücret alan kadınlar için durum
Türkiye’de de farklı değildir. TÜSİAD Kadın Erkek eşitlik
raporuna göre üst düzey yönetici kadınların aynı
198
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
düzeydeki erkeklere göre ücretleri %47 daha azdır.
Sadece kamu sektöründe nispeten bir eşitlik vardır.
Bankacı/sigortacı kadınlar ile bayan öğretmenlerin
meslekteki oranları ile üst düzey yönetici olarak
oranları(19) şöyledir:
Bankacı/sigortacı
Öğretmenler
%43
%44
%4
%7
Devlet istatistik Enstitüsü verilerine göre, evli
kadınların iş gücüne katılımlarının hiç evlenmemiş veya
boşanmış kadınlardan daha düşük oluşu da oldukça
ilginçtir. Bu, kadınların evlilik ve iş hayatı sorumluluklarını
birlikte götürmekte ne kadar zorlandıklarını gösterdiği
kadar, işverenlerin problemsiz çalışan işçi aradıklarının bir
göstergesi de olabilir(5).
Kendi hesabına veya işveren konumunda çalışan
kadınların yarıya yakını ise informal sektörde faaliyet
göstermektedir.İnformal sektörün krizlerden ilk etkilenen
sektör olduğunu da biliyoruz.
DİE 2000 yılı verilerine göre Türkiye’de çalışan
kadınların %1 i bile işveren değildir.
199
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
M.Kurtman’a göre Türkiye’de girişimci kadınların
yarısından azı banka hesabına sahiptir.Gayrimenkul
sahipliği ise %9 dolaylarındadır. Bu da bankalardan
girişimci olarak kredi almanın önünü kesmektedir(20).
2.5.2.Kadınlar Ekonomide eşit Oranlarda Ve
Güçlü Olarak Yer Alırlarsa...
1-Ülke insan kaynaklarının tamamını değerlendirilmiş olur,
2-Nüfus planlanması daha başarılı uygulanabilir,
3-Aileler daha zenginleşir ve çocuklarına daha iyi
olanaklar sunabilir,
4-Ülkenin uluslar arası rekabet gücü ve zenginliği artar,
5-Gelir dağılımındaki adaletsizlik azalır.
6-Demokratik mekanizmalar daha iyi çalışabilir.
7-Kadınlardan alınacak sosyal güvenlik pirimleri ile sosyal
güvenlik kurumlarının gelirleri de artar,
8-İş dünyasındaki kötü pratikler(rüşvet ve yiyicilik)azalır
33..Ö
ÖN
NE
ER
RİİLLE
ER
R
3.1.Eğitim İçin Öneriler
3.1.1.İlk Üç Yaş
Kişiliğin belirlenmesinde ilk üç yaşın baskın bir önemi
bulunmaktadır.
200
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Kız bebeklere oyuncaklarla, çizgi filimlerle, oyunlar
ve ailenin birebir ilişkisi ile pasif olması gerektiği, ikincil
önemde cinsiyet olduğu mesajı verilir. Masallarda bile
genç kız seçmez, beyaz atlı prens kimi seçerse mutluluk
onun hakkıdır. Aslında, günümüz Türkiye sinin
koşullarında, her kız anne babasında, kızlarının hayatla
başa çıkabileceğini görme özlemi vardır. Yeter ki, onlara
hem pratik yani kolayca uygulayabilecekleri, hem de
toplumsal değerleri gözardı etmeyen iletişim ve davranış
modelleri gösterilsin… Bir yandan aileler interaktif
eğitilirken, diğer yandan da TV de, sinemada, tüm kitle
iletişim araçlarında cinsiyet eşitliği vurgulanmalıdır. Oyun
kitaplarındaki
şablonlar
taranarak
yenileriyle
değiştirilmelidir. Okul öncesi eğitim (ana okul)
programlarında da eşitliğe yönelik önlemler alınmalıdır.
3.1.2.Okullarda yeni Düzen
Öğrenim kitapları kadın bakış açısını da
kapsayacak
şekilde yeniden gözden geçirilmelidir.
Örneğin tarih kitaplarına göre dünyayı değiştirenler hep
erkeklerdir. Kadınlar ancak dipnotu olarak veya olumsuz
öykü ve örneklerin kahramanları olarak geçerler. Edebiyat
kitapları da kadın yazar ve şairleri genel olarak görmezden
gelmeyi tercih eder.
201
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Çocuklarımıza ve gençlerimize önyargılardan
arınmış tarih,edebiyat ve sanat kitapları hazırlayarak,
sunmalıyız. Ders kitaplarının iyileştirilmesi yanında,
öğrenim yılı boyunca gerçekleştirilen spor, tiyatro, müzik
vb etkinliklerde kız öğrencilerin mutlaka eşit ağırlıkta yer
alması sağlanmalıdır. Gerek mesleki orta öğrenim,
gerekse yüksek öğrenimde genç kızlarımız toplumsal
beklenti ve şartlanmaların etkisinde kalmaktadırlar.
Böylece nispeten daha az gelir getiren, toplum hayatında
yönetim ağırlığı ve prestiji sınırlı alanlara yönelmektedirler.
Çözüm, kız öğrencilerin beklenti eşiklerini yükseltmek,
eğitim kurumlarının yapılanmasını eşitlikçi olarak yeniden
organize etmek, okul kitaplarını iyileştirerek, okul dönemi
ekonomik destekleri yoğun olarak sağlamaktır.
3.1.3.Kadın Eğitiminin Finansmanı
Kadınlar için öğrenim mücadelesinin bir boyutu da
eğitimlerinin finansmanıdır. Öncelikle devlet bütçesinden
ciddi olanakların yaratılması şarttır. Devlet bütçesinden kız
öğrencilere yönelik eğitim burslarına ve yeni öğrenim
yurtlarına ayrılan parasal kaynaklar arttırılmalıdır. Bu
erkeklerle bir eşitsizliğe asla yol açmaz, aksine var olan
eşitsizliğin giderilmesinde önemli bir basamak olur.
202
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
3.2.Sağlık Sorunu İçin Öneriler
3.2.1.Eğitim Ve Bilinçlendirme Çalışmaları
Gerek okullarda yardımcı dersler koyarak, gerekse
medyada kadın sağlığını koruyucu programların yapımını
özendirerek, bilinçlendirmeyi arttırmak gerekir. Üremeyle
ilgili problemler için de sürekli sağlık taramalarına paralel
seminer
ve
konferanslar
düzenlemeli,
broşürler
hazırlanarak, dağıtılmalıdır.
3.2.2.Koruyucu
Ve
Tedavi
Kurumlarının Yaygınlaştırılması
Edici
Sağlık
Kadınlar için erişimi kolay,başvuru bürokrasisi en
az, masrafları halkın ortalama geliriyle uyumlu sağlık
kurumlarının yaygınlaştırılması şarttır. Her anne adayının
çocuğunu uygun sağlık koşullarında ve doktor gözetiminde
dünyaya getirmesi sağlanmalıdır. Kadınların yaşlılık
problemlerinde uzmanlaşmış sağlık kuruluşları da
açılmalıdır. Tüm bu sağlık hizmetleri sosyal devlet ilkesi
gereği ihtiyacı olanlara ücretsiz ve bölgeler arası fark
gözetilmeksizin götürülmeli ve bütçeden her türlü destek
sağlanmalıdır. Devlet sağlık politikası gereği bu
hizmetlerin kesintisiz sürdürülmesi esastır.
203
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
3.3.Şiddete Karşı Tedbir Önerileri
3.3.1.Eğitim Ve Kültür Programlarıyla Bilinci
Arttırmak
Bir çok kadın insan olarak, kadın olarak, haklarının
bilincinde değildir. Kendisine uygulanan şiddete karşı
koymaması,
sadece
korkudan
veya
ekonomik
çaresizlikten kaynaklanmaz. Hem doğru ve yanlışın
gerçek sınırlarını ayırt etmesine yarayacak bilgiden, hem
de hakkını nasıl arayacağını gösterecek rehberlerden
yoksundur. Okul dışı eğitim kanalları ve medya bu amaçla
kullanılabilir. “Kol kırılır yen içinde kalır” sözünde olduğu
gibi, şiddetin ailenin içinde gizlenmesi mutlaka
önlenmelidir. Farkında olmadan, bilgi sahibi olmadan
hiçbir probleme çözüm bulamayız. Bugün, birçok kadın
şiddetle karşılaştığında, ailenin korunmasına dair kanuna
göre harç, tanık ve rapor gerekmeksizin mahkemeden
tedbir
kararı
çıkartabileceğini
bilmiyor.
Üstelik
mahkemenin bunun için duruşma bile yapmasına gerek
yoktur. Tüm kitle araçları ile bu konuların sıklıkla işlenmesi
gerekiyor. Öyle ki, bilgi düzeyi yükselsin, kuvvetli bir
kamuoyu oluşsun…
204
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
3.3.2.Şiddete
Çıkmak
Maruz
Kalan
Kadınlara
Sahip
a. Önce bu kadınlara güvenli ortamlar sağlamalıyız.
Kadın sığınma evleri gibi örnekleri yaşatmalı ve sayılarını
arttırmalıyız. Unutmayalım ki 1987-89 yıllarında yürütülen
“Dayağa karşı şiddet”kampanyasından sonra açılan ilk iki
kadın sığınağını da yaşatamamıştık.
b. Bu kadınların fiziksel ve ruhsal tedavilerine
yardımcı olmalıyız.
c. Ekonomik güce sahip olmayan mağdurların iş
bulmalarına, iş bulmalarını kolaylaştıracak eğitim
almalarına katkıda bulunmalıyız.
d. Şiddet gören kadınların mahkemelerden tedbir
kararı alabilmeleri, maddi ve manevi zararlarına karşılık
tazminat talep edebilmelerine yardımcı olmalıyız.
Ayrıca yapılan araştırmalarda mağduriyet oranının
yüksekliğine karşı adli makamlara iletme oranının düşük
olması, özellikle adli tıp açısından olayı ispatlama
zorluğunu aşacak çalışmaların(etkin muayene ve delillerin
değerlendirilmesi)önemini ortaya koymaktadır(12)
205
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Bu problemin çözümü için yerel yönetimler, STK’lar
ve medya işbirliği yapmalıdır.
3.3.3.Şiddeti Uygulayanlar Cezasız Kalmamalıdır
Kadına karşı şiddetin konu olduğu bütün davalar
takip edilmeli, kuvvetlinin zayıfı ezmesi, yeterli ceza
almadan kurtulması önlenmelidir. Erkek cinsini hedef
almayan uygar bir kadınlar dayanışması ile şahit
ve delilleri bulmak daha da kolaylaşır. Üstelik izlenen
davalarda yasaların aksayan yerleri tespit edilerek,
hukuksal iyileştirmeler de gerçekçi olarak yapılabilir.
Kadına uygulanan şiddetin cezası da caydırıcı olmalı,
ciddi şekilde ağırlaştırılmalıdır. Cinsel taciz gibi davalar
gizli görülmeli, kadının toplum içindeki itibarı ve gururu
korunmalıdır.
3.3.4.Devletin Şiddete Yönelik Politikasını
Etkilemek
Eğer bu konularda etkili unsurlarla daha yoğun
iletişim kurulabilse, yani yerel yönetimler, akademisyenler,
medya kanalları tek bir amaç için harekete geçebilse,
devletin gerek şiddete karşı politikalar üretmekte daha
aktif olacağını, gerekse bütçeden daha fazla kaynak
aktaracağını umabiliriz.
206
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
3.4.Siyasal Katılım İçin Öneriler
Bunun için özellikle sıradan kadının , “sade
vatandaşın” önü açılmalı-dır. Gerekli olan tüm destek
medya, sendikalar ve STK’ lar kanalıyla sağlanmalı,
yasalar ve yönetmeliklerle hayata geçirilmelidir.
A- Kadınlara küçük yaşlardan başlayarak yönetime
talip olma bilinci verilmelidir. Öğrenci kuruluşlarından
başlayarak, sendikalar,dernekler ve vakıflarda erkek
yönetimin koltuk değneği olmak yerine kendi başına
mücadele vermeleri sağlanmalı,
edinilen bilgi ve
deneyimler paylaşılmalıdır.
B- Siyasi partilerde bugün erkek egemenliği
sürmektedir. Gerek üye olarak katılmak, gerekse parti
içinde yönetim kademelerinde biryerlere yükselmek, erkek
üyelere göre daha zorlu bir mücadeleyi gerektirir.
Öncelikle partiler yasasında kadınları erkeklerin hertürlü
engellemelerinden kurtarıcı düzenlemeler yapmalı, sonra
da kadınların parti yönetimlerinde yeterli dengeyi
sağlamaları için mücadele etmelidir. Demek ki parti
tüzüklerinin eşit katılımı sağlayacak şekilde değişmesi
şarttır.
207
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
C- Parlamentoya daha çok kadın adayın talip
olması sağlanmalıdır.
Adaylar için:
a- Seçim çalışmalarında kadın adaylarca
harcanmak üzere ek finansman kaynakları sağlanmalıdır.
b- Mevcut eşitsiz şartlarda, parlementodaki kadın
varlığı ancak KOTA uygulamasıyla bir dengeye getirilebilir.
Bunu zorunlu kılmak üzere kamuoyu oluşturmalı ve gerekli
yasa değişiklikler yapılmalıdır. Kuzey avrupa ülkelerine
bakıldığında, yasalarla güvenceye alınmış bir pozitif
ayrımcılık politikası olmaksızın sorunu çözmenin olanaksız
olduğu anlaşılır. Bunun başka bir etkili yolunu bulmak da
mümkün değildir. Bir görüşe göre kadınların siyasetin
vitrininde değil ama gerçekten mutfağında olabilmeleri için
sosyolojide kritik temsil eşiği denilen en az üçte bir
oranında temsil edilmeleri gerekiyor(21).
Kotanın, kadının siyasete katılımı için gerekli
olduğunu kabul etmeli ve buna yönelik ciddi baskı
gurupları oluşturmalıdır. Bu eşitlik bilinci için de gereklidir.
208
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
3.5.Ekonomik Güç İçin Öneriler
3.5.1.Toplumsal Roller Yeniden
Düzenlenmelidir.
Toplumda
kadınların
cinsiyetlerinden
dolayı
üzerlerine biçilen roller vardır. Rollerin vurgusu,
sosyoekonomik duruma, kentli köylü oluşa, eğitime göre
değişebilir.Ama kadının ekonomik güçlenmesi için bu
rollerde daha radikal farklılaşmalar olmalıdır.Bu rolleri
belirleyen ana kabul aşağıdadır:
“Kadın çalışmamalıdır. Kadının yeri evidir. Kadın ev
işleriyle uğraşmalı ve çocuk doğurarak büyütmelidir.”
Dr.Warren Farrel “Erkekler Neden Daha Fazla
Kazanıyorlar” kitabında konuyu incelemiş, sorunun aile ya
da çocuk sahibi olmaktan çok ebeveynlerin iş bölümü
konusunda
verdikleri
kararlar
olduğu
sonucuna
varmıştır(22).
209
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
3.5.2.Kadınlara Hukuki Ve Ekonomik Destek
Siyaseti Hayata Geçirilmelidir
3.5.2.1.Ücretsiz Çalışan Kadınlar
Tarım işlerinde, ev işlerinde ücretsiz aile işçisi
olarak çalışan kadınların ailece edinilen menkul ve
gayrimenkullerin tasarrufunda bir oran dahilinde söz sahibi
olmaları sağlanmalıdır.Bu önlem kadınların okuldan alınıp,
küçük yaşlarda bedava emek kaynağı olmalarını ve
eğitimsiz
kalmalarını
da
sınırlayabilir.
Yasal
düzenlemelerle sosyal güvence bir şekilde sağlanmalı,
sigorta zorunluluğu getirilmelidir.
3.5.2.2.Ücret Karşılığı Çalışan Kadınlar
İş koluna göre bazı işlere eleman alırken cinsler
arası eşitlik uygulanmalı, bazı iş kolları için de belirli
oranlarda kota uygulamasına gidilmelidir.Bu uygulamalar
yasalarla güvenceye alınmalıdır. Ücretlendirme ,eğitim ve
terfi konularında kadınlara karşı olumsuz ayırımcılık
yapanlar
izlenmeli
ve
ispatlandığında
derhal
cezalandırılmalı-dır. Cezaların caydırıcı olması esastır.
Türkiye’de, şirketlerdeki ortalama kadın istihdamı
düşük sayılarda olduğu için, kreş vb. zorunluluğu pratiğe
kolay kolay geçemekte, küçük çocuğuna bakmak ve işine
210
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
vakit ayırmak ikilemi arasındaki kadın çalışanların
kariyerleri riske girmektedir. Hamilelik döneminde ve
küçük çocukların bakımında, kadınlara destek olacak
kurumlar(kreş, çocuk yuvası vb) yaygınlaştırılmalıdır.
3.5.2.3.Kadın Girişimciler
Girişimci olmak isteyen kadınlara, eğitim olanakları,
hukuksal ve mali danışmanlık hizmetleriyle, kredi
destekleri sağlanmalıdır.Krediler için istenen teminat ve
her türlü kefalet için de kolaylıklar getirilmelidir.
Gelişmekte olan yörelere uygulanan vergi, harç
indirimleri ve istisnaların benzeri kolaylıklar,
kadın
girişimciler için de uygulanmalıdır
44..S
SO
ON
NU
UÇ
Ç
Yukarıda sorunların bir kesitini ve çözüm önerilerini
sıraladık.Yüzümüzü yarına çevirerek düşünüp, çalışmaya
devam edeceğiz. Yeni bilgi ve görüşlere her zaman açık
olacağız.
Sonuçta
birkaç
şeyin
altını
yeniden
vurgulamakta fayda var:
Tüm kitle iletişim araçlarıyla bu adaletsizliğe karşı
kamuoyu oluşturmak ve toplumsal bilinci yükseltmek için
yayınlar yapılmalıdır.
211
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Kadın ve erkeğin, karar verme mercilerinde dengeli
ağırlıkta yer almamaları durumunda, demokrasinin asla
gerçekleşmeyeceği, toplumun her kesimine anlatılmalıdır.
Kadın sorunları için ciddi politikalar oluşturulmalı, kısa ve
uzun vadeli hedefler belirlenmelidir.
Belirlenen politika ve hedefleri destekleyen
araçlardan kota uygulaması asla ödün verilemeyecek
kadar önemlidir. Gerekli yasalarla desteklenmeyen ve
yeteri kadar bütçe payı almayan planlar sonuçsuz kalmaya
mahkumdur.
Yine ceza yaptırımları caydırıcı olacak kadar ağır
olmalıdır.
Unutmayalım ki milletler kadınlar ve erkeklerin
toplamından oluşur.
En güzelini ve doğrusunu yine Atatürk’ün bir
sözünde buluyoruz
“Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir !”
212
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
K
KA
AY
YN
NA
AK
KÇ
ÇA
A
Ayata,A.G., Aile, Özel Yaşam, Eşitlik ÜçgeniGöğüş,Z.,Kadınlar olmadan Asla, Sabah Yayınları, 1998
Özel dosya-Türkiye’de kadın olmak, CNN-Türk, 11
mart,2005
Uçurumun Dibindeyiz, İnsanca Dergisi,temmuz 2005
sayısı
Bilker, M.A., Türkiye’de Kadın Sağlığı Ve Planlaması,
Dicle Üniversitesi web sitesi
Türkiye’de kadın olmak,Rapor,KESK web sitesi
Birsel G., Kadının Adı Yok,Sabah gazetesi, 26 haziran
2005
Sürekli D., Kadın ve Toplum,Evrim Yayınevi,2002
Women, Aging And Health, WHO internet fact
sheet,Haziran 2000
Nüfusumuz Yaşlanıyor,NTVMSCN internet haber, 21
Ekim 2003
Homeoffice.Uk’nin Domestic Violence Web sitesi
Şiddet ve Kadın,Rapor,KESK web sitesi
İşsever H - Dişçi R., Boşanma Nedenlerinin
Değerlendirilmesi, Adli Tıp Bülteni,Sayı:5/3
Kayı Z.,Yavuz F.,Arıcan N.,Cinsel Saldırı Mağduru
Araştırması, Adli Tıp Bülteni-Sayı:5/3
Bele T.,Kadın Yazın Siyasa, Pencere Yayınları,2001
213
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Esin Ç.,Türkiye’de Kadın Kuruluşları Ve Etkinlik Alanlar
Hacettepe T.H.Bülteni, sayı:2, nisan 2003
Milletvekili Genel Seçimlerinde Kadın Milletvekili SayıOranları belge-net web sitesi
Tamer M., Yoksul Kadın Yoksulluğunu Nasıl Tarif
Ediyor?,Milliyet Gazetesi,25 Haziran 2005
Selçuk F., İstatistiklerde Kadın,Kadınlar.com web sitesi
Tamer M., Kadın İstihdamında Nal Toplamak,Milliyet
Gazetesi, 10 Temmuz 2005
Özkaya M.,Kadınların iş hayatında başarılarını etkileyen
faktörler, Çukurova Üniversitesi, sempozyum bildirisi,eylül
2001
Kurtsan M.,Kadın Girişimcilere Kurumsal Destek,İnsan
Kaynakları.com web sitesi
Kadınlar Nerede ?,Kadın.bianet.org web sitesi
Tekinay A.,Kadınlar Niye Az Kazanıyor?, Capital Dergisi,
Mayıs,05
214
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
TEŞEKKÜR
Bu makalenin yazımı için teşvik eden ve yol gösteren
Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Sayın Prof. Dr. Süheyl
Batum,
Stratejik Araştırmalar Başkanı Sayın Ercan
Çitlioğlu ve Hükümet ve Liderlik okulu Başkanı Sayın
Burak Küntay’a, her türlü idari sorumuzu elbirliği ile en
kısa zamanda cevaplandıran Hükümet ve Liderlik Okulu
İdari İşler ve İletişim Direktörü Sayın Funda Bağdatlı ve
Hükümet ve Liderlik Okulu Mali İşler Direktörü Sayın
İsmail Şakcı’ya , ayrıca bu makalede işlenen Kadın ve
Siyaset konusunda eğitim ve pratik saha çalışmaları
yürüttüğümüz
KA-DER
yöneticilerine
ve
üye
arkadaşlarıma içten teşekkürlerimi sunarım.
Saygılarımla,
Mevhibe Nalan Dümrol
2005-İSTANBUL
215
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Mevhibe Nalan DÜMROL
1958 de Ankara’da doğdu.İstanbul Kadıköy Kız Lisesini
bitirdi.
Genç yaşta katıldığı bankacılık mesleğinden 2.müdür olarak
emekli oldu.
Sigortacılık
dergisinde
sinema
eleştiri
yazıları
yayımlanmıştır.
Aldığı sertifikalar:
•
İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Y.Okulu-Halkla
ilişkiler
•
DC Gardner & CO-Problem Çözme ve Karar
verme
•
Kadıköy Belediyesi-Avrupa Birliği İnsanca Yaşam
Projesi
•
Bahçeşehir Üniversitesi-Hükümet ve Liderlik Okulu
Atatürkçü Düşünce Derneği ve Ka-Der üyesidir.
216
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
TÜRKİYE’DE ÖZELLEŞTİRME VE
YAPISAL UYGULAMALAR
HAZIRLAYAN
Cengiz ERDEM
217
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
11..Ö
ÖZZE
ELLLLE
EŞ
ŞTTİİR
RM
ME
E
Özelleştirmenin ana felsefesi, devletin, asli
görevleri olan adalet ve güvenliğin sağlanması
yolundaki harcamalar ile özel sektör
tarafından
yüklenilemeyecek altyapı yatırımlarına yönelmesi,
ekonominin ise pazar mekanizmaları tarafından
yönlendirilmesidir.
1.1.Özelleştirme Programının Amaçları
Özelleştirme ile devletin ekonomideki sınai ve
ticari aktivitesinin en aza indirilmesi hedeflenirken,
rekabete dayalı piyasa ekonomisinin oluşturulması,
devlet bütçesi üzerindeki KİT finansman yükünün
azaltılması, sermaye piyasasının geliştirilmesi ve atıl
tasarrufların ekonomiye kazandırılması, bu yolla elde
edilecek kaynakların altyapı yatırımlarına kanalize
edilebilmesi mümkün olacaktır.
Özelleştirmenin temel amacı nihai olarak,
devletin ekonomide işletmecilik alanından tümüyle
çekilmesini sağlamaktadır. Öte yandan borsa ve
sermaye piyasalarını geliştirmeden Türkiye’de sağlıklı
bir ekonomik gelişmeden bahsetmek mümkün değildir.
218
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Şirketlerin yalnızca bankacılık sektörüne bağlı olmadan
hisse senedi, tahvil veya bono ihracı yoluyla kaynak
temin edebilmeleri ve bu kaynak maliyeti ile enflasyon
arasında sağlıklı bir ilişkinin olabilmesi için, sermaye
piyasalarının geliştirilmesi gerekir. Sermaye piyasasının
gelişimi ise, tasarrufların daha büyük bir kısmının mali
piyasalara yönlendirilmesi ve bu suretle oluşan fonların
sermaye piyasasına akışına imkân verecek bir
ekonomik yapının oluşturulması ile mümkündür.
Bu
açıdan
değerlendirildiğinde
özelleştirme
uygulamaları ile bir yandan mali piyasalara ve
dolayısıyla sermaye piyasalarına yönelmeyen yerli ve
yabancı tasarrufları bu piyasalara yönlendirerek yeni
kaynaklar yaratılması, diğer yandan da kamu kesiminin
fonlar üzerindeki talebi nedeniyle sıkışan mali piyasa
üzerindeki
olumsuz
baskının
engellenmesi
hedeflenmektedir.
1.2.Özelleştirme Teorisi
Son elli yıldan beri devletler pek çok ülkenin
ekonomik
faaliyetlerinde
daha
büyük
roller
üstlenmişlerdir. Makro ekonomik planlama ve yönetim
üzerinde daha fazla etkiye sahip olmuşlardır. Ayrıca,
kamu sektörü bütçeleri hem mutlak anlamda hem de
219
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
özel sektör faaliyetlerinin hacmi ile ilgili olarak gelişme
göstermişlerdir. Kamu bütçelerindeki bu büyüme refah
programlarında askeri harcamalarda ki hızlı artış ile
kamu alt yapısı ve hizmetlerin alanı ve hacminde çok
büyük bir artış sonucu meydana gelmiştir. Aynı şekilde
az gelişmiş ülkelerde işletmeci bir devlet fikrini
benimseyerek devletin faaliyet hacmini büyütmüşlerdir:
Bu ülkelerde bir taraftan, devletin büyüme ve
kalkınmanın motoru olduğu görüşü ileri sürülürken; bir
taraftan da gerek millileştirilmiş endüstrileri işleterek
gerekse özel firmaların ve piyasaların işleyişine ciddi
şekilde müdahale ederek büyüme hedefine ulaşmaya
çalıştığı görüşü benimsenmiştir. (Devlet kapitalizmi).
Tabii ki, bazı ülkeler gönüllü, fakat daha çok gönülsüz
olarak ideolojik sebeplerle sosyalist ve komünist
ekonomik sistemleri kabul etmişlerdir.
Ekonomide devletin giderek daha aktif bir rol alması
ciddi problemlerin doğmasına yol açmıştır. Gerçekten
kaynakların tahsisinde, düzenlenmesinde serbest
piyasalara daha fazla güven duyulmaya başlanmıştır.
Özellikle, özelleştirmeye ve kamu alt yapısı ve
hizmetlerinin özel tedarikine doğru anlamlı bir hareket
olmuştur. Özelleştirme A.B.D.' de ve İngiltere' de moda
haline gelmiştir. Özelleştirme A.B.D.' de merkezi ve
mahalli idareler seviye-sinde çokça görülmektedir. Yeni
220
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
tahvil ihracına seçmenlerin soğuk bakması ve vergileri
arttırmaya karşı muhalefetin artması, fonların federal
hükümetten transferini azaltmış, merkezi ve mahalli
politikacılar pek çok olayda kamu alt yapısı ve
hizmetlerine mal ve hizmet temininde özel sektöre
dönüş yapmak zorunda bırakılmışlardır. Politikacılar
özel
sektör
tedariklerinin
maliyet
etkinliğini
sağlayabildikleri için, diğer durumlarda faaliyetleri
kolayca özelleştirmişlerdir.
Federal seviyede özelleştirme bir cari yönetim
politikası olmaktadır. Mesela Başkan Reagan, başkanın
İdari Biriminin bir parçası olarak bir Federal Emlak
Tetkik Kurulunu tesis eden, 25 Şubat 1982 tarihli ve
12348 sayılı İdari Kararı onaylamıştır. Bu kurulun görevi
federal devletin sahip olduğu fazla reel değerleri
(varlıkları) özelleştirmektir. Bununla beraber, zaman
içinde idare, özelleştirme politikasının uygulanmasında
yavaş hareket etmiştir.
Yönetimin özelleştirme ile ilgisi de yine, genel olarak
Grace Komisyonu olarak bilinen, Başkanın Maliyet
Kontrolü konusundaki özel sektör araştırma birimince
belirlenmektedir. Bu birim bir özelleştirme raporu
hazırlamış ve bu raporunda gelecek üç yıl içinde
Federal Hükümetin 28,4 milyar dolar tasarrufta
221
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
bulunmayı
öngören
özelleştirme
önerisinde
bulunmuştur. Federal Hukukçularda yine özelleştirme
hareketinde bir rol üstlenmişlerdir. Örneğin, Federal
Hükümet yine, özel sektör tarafından icra edilen 11.000
ticari faaliyeti halen üzerine almış durumdadır. Posta
hizmetlerinde çalışanlar hariç, federal yönetimde görevli
her dört memurdan birisi, bu faaliyetleri yürütmektedir.
Senatör Warren Rudman tarafından sunulan bir kanun
tasarısı Senato' da müzakere edilmektedir. Bu tasarı ile
getirilen bir hükümle, bu gibi federal yönetime ait ticari
faaliyetlerin pek çoğu yasaklanmaktadır. Senatörler ve
Kongre üyeleri, raportörlüğünü Senatör Steve Symms'
in yaptığı "Federal Yönetimin Özelleştirilmesi"
görüşlerini değerlendiren ortak Ekonomik Komite' nin
federal özelleştirme hakkındaki önerilerini müzakere
etmektedirler. Ayrıca, özelleştirilecek spesifik federal
faaliyetler hakkındaki teklifler de dikkate alınmaktadır.
Bakanlığının Conrail' in satılması konusundaki tavsiyesi
Kongre' de kısa bir süre içinde görüşülecektir. Aynı
şekilde, Senatör Steve Symms ve Kongre üyeleri Jack
Kemp kamu konutlarını özelleştirmeyi amaçlayan bir
kanun tasarısı sunmuşlardır.
A.B.D.' deki merkezi ve mahalli idarelere büyük
ölçüde benzeyen şekilde, Başbakan Margaret Thatcher
İngiltere' de geniş kapsamlı bir özelleştirme programını
222
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
süratle ve etkili bir tarzda uygulamaya koymuştur.
Geçen beş yıl içinde M. Thatcher 22 farklı metodu
kullanmak suretiyle bir kaç yüz kamu teşebbüsünü
özelleştirmiştir.
Uluslararası alanda önceleri devlet müdahalesine
taraftar olanlara hakim olan tavırlar bir dereceye kadar
kamu mülkiyetinin ve devlet müdahalesinin en düşük
seviyede kalmasını isteyenlerden etkilenmiştir. Bu
durum Uluslararası Para Fonu ve A.B.D. Uluslararası
Kalkınma Dairesi tarafından desteklenen çalışmalarda
ortaya konmuştur. Ayrıca, Dünya Bankası yayını olan
1984 yılı Dünya Kalkınma Raporunda, az gelişmiş
ülkelerin ekonomik kalkınma problemlerinin serbest
piyasa analizlerine yer verilmiştir.
Ekonomik
kalkınma
konusundaki
akademik
düşüncelerde
ve
uluslar-arası
teşkilatlardaki
davranışlarda meydana gelen değişmeler yanında,
pratik açıdan az gelişmiş ülkelerdeki özelleştirme
uygulamalarını hızlandıran pek çok faktörde ortaya
çıkmıştır. Örneğin;
— IMF istikrar politikaları, pek çok ülke için, gerekli
şartların gerçekleştirilmesine bağlı olarak kamu
harcamalarını azaltıcı baskının meydana gelmesine ve
223
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
keza, etkin kaynak kullanımı ile büyümeyi teşvik edecek
politikaların uygulanmasına imkân vermiştir. Şartların
tüzük olarak özelleştirmeyi gerektirmediği durumlarda
bile, bu politika ekseriya IMF tarafından konulan
sınırlamalarda en mantıki araç olarak kullanılmıştır.
—
Gerek Dünya Bankası ve gerekse Uluslararası
Kalkınma Bankası bazı faaliyetlerin kısmen veya
tamamen özelleştirilmesi imkânlarına daha açık
olmuşlardır. Bu açıklık eğer başka sebep yoksa önemli
uluslararası teşkilatların özelleştirme hareketlerini
ertelememeleri sorununu doğurmuş, bazı durumlarda
da uluslararası teşkilatlar özelleştirmeyi teşvik
etmişlerdir.
— Ekonomik kalkınma için hayati önem arz eden
sektörler
hakkındaki
değişen
kanaatler,
keza
özelleştirme tercihi üzerinde etkisi olmasa dahi bu
konuda düşünmeyi teşvik edici rol oynamıştır. Örneğin,
yurtiçi sanayileri dış rekabete karşı koruyarak döviz
temini üzerine yoğunlaştırılmış politikalar yerine pek çok
az gelişmiş ülke ihracat hacminin artması ve
genişlemesi yoluyla döviz harcamalarını arttırmaya
ağırlık vermeye başlamışlardır. Özelleştirme dahil bu
uygulamalar az gelişmiş ülke ekonomilerini uluslararası
piyasalarda rekabet edebilir hale getirmiştir.
224
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
—
Özelleştirme,
uluslararası
firmaların
etkinliklerinde de değişiklikler meydana getirmiştir.
Uluslararası firmalar az gelişmiş ülkelere yatırım
sermayesinden daha fazla transfer yapmaktadırlar.
Bunlar arasında, teknoloji, yönetim bilgisi, piyasaya giriş
ve girişimci bilgisi yer almaktadır.
— Bazı durumlarda, özelleştirme, özelleştirme
politikalarının devamından başka bir şey değildir. Bu
politikalar ile devlet kamu girişimlerine yatırım yapar.
Bununla birlikte, bu strateji ile prens endüstrileri koruma
düzenle-meleri söz konusu olabilir bu da uygulamadaki
özelleştirme politikalarını olumsuz yönde etkiler.
a.Özelleştirme Ekonomisi
Tam rekabet piyasaları ve piyasa sosyalizminin
ileri sürdüğü teorik modellerde; kamu ve özel mülkiyet
ile elde edilebilen kaynakların tahsisinde statik
ekonomik etkinliğin nasıl olduğu açıklanmaktadır.
Tam rekabet piyasasında tüketiciler kendi faydalarını
maksimize etme çabasındadırlar. Bütçe sınırlamaları
ise bireylerin gelirleri ile mal ve hizmetlerin fiyatları ile
belirlenmektedir. Gelir, fiyatlar ve kaynakların miktarı ile
oluşturulmaktadır. Fiyatlar ise alıcı veya satıcıların
piyasa fiyatları üzerinde kontrolünün olmadığı bir
rekabet piyasasında oluşmaktadır. Bu arada, doğa ve
225
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
teknoloji ekonomide
bulunmaktadır.
kaynak
stoku
ile
sınırlı
Piyasa sosyalizmindeki kaynak dağılım modeli
tam rekabet piyasası modeline benzemektedir. Ancak
bu modelde bir istisna olarak kaynaklar kamusal olup,
fiyatlar teknokratlar tarafından merkezi olarak belirlenir.
Her iki model de kurumsal bir çerçevede ve mekanik bir
şekilde çalışmaktadır. Örneğin her iki modelde de işlem
maliyetinin ve düzenleme maliyetinin sıfır olduğu; tüm
kaynakların tam çalışma seviyesinde bulunduğu ve
kaynakların tamamıyla parasal kaynaklara tahsis
edildiği varsayılır. Ayrıca, aynı nitelik ve nicelikteki
enformasyonun merkezi planlama ile meydana geldiği
varsayılır.
Gerçek dünyada ise, kaynaklardan meydana
gelen gelir ve diğer kaynakların transfer edilebilme gücü
kullanılan kaynakların üzerinde bir etkiye sahiptirler.
Diğer deyişle, özel mülkiyet düzenlemeleri iki yönlü
(neutral) değildir. Haklar sistemi, birey kararlarından
meydana gelen fayda ve maliyetlerin karar sahiplerine
ve diğerlerine nasıl tahsis edileceğini kapsayan
birbirinden farklı organizasyonel düzenlemeler ve fiyat
mekanizması ile belirlenir.
226
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Bir bireye kaynaklardan gelir elde etme ve kullanma
hakkını veren ve gönüllü olarak diğerlerine kaynak
transferi yapmasına yol açan özel mülkiyet haklarının
varlığıdır. Bu haklar ile birey hem ortaya çıkacak
maliyetlerden sorumlu olacak hem de toplam faydaya
sahip olacaktır. Bu nedenle, karar vericiler (servet
sahipleri) tüm fayda ve maliyetleri göz önünde
bulunduracaklardır. Özel mülkiyet hakkı ile birey
kararlarının yaratacağı tüm sonuçları yüklenecek ve
kaynakları en etkin bir şekilde kullanacaktır. Birey bunu
yaparken sıfır düzeyli enformasyon ile işlem maliyetleri
ve mülkiyet haklarının başlangıçtaki dağılımını göz
önünde bulundurmayacaktır.
Bununla birlikte, pratikte, enformasyon ve işlem
maliyeti pozitiftir ve mülkiyet hakları çoğunlukla
azaltılmaktadır. Bu özel bir firmada karar alıcıların ve
idarecilerin kendi faydalarını sağlama fırsatını arama ya
da karları yükseltmek amacıyla çalışmaları anlamına
gelmektedir. Sonuç olarak, özel girişimci davranışı,
firmanın
karını
maksimize
etme
amacından
sapmaktadır ve özel girişimci davranışı bu durumda
teokratiksel idealden sapacaktır. Ancak, firma
kaynaklarını maksimize etme eğilimi devam edecektir.
227
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Mülkiyet haklarının azaltılması ile ilgili bir ekstrem
nokta, kamu mülkiyetidir. Kamu ve özel girişim
arasındaki fark gerçekte kamunun malının "sahipli" mal
olmayışıdır. Çünkü kamuda etkin bir transfer olmaz.
Sadece vergi mükellefleri "kendileri" kamu varlıkları
portföyünü (portfolio of public assets) ya başka bir
hükümet seçerek ya politikacıları bu varlıkları değiştirmeye ikna ederek ya da kamu teşebbüslerinin işleyiş
biçimlerini değiştirerek bu değişikliği yapacaklardır.
Ancak bu tercihler tipik olarak çekici değildir. Çünkü
bunlar vergi mükellefleri üzerine çok büyük maliyetler
yükler.
Sonuç
olarak,
kamu
idarecilerinin
ve
memurlarının işlemlerini kontrol etmede özel sektördeki
emsallerine nazaran daha zayıf kaldıkları söylenebilir.
Ancak, kamu bürokratları, ihtiyatlı davranışta özel
sektördeki duruma göre daha büyük bir fırsata
sahiptirler. Örneğin, bürokratlar kamu sektörü
varlıklarının değerini maksimize etmekten ziyade, kendi
kariyer ve faydalarını arttırma ve personellerinin yerini
değiştirme gibi fırsatlara sahiptirler. Çünkü bürokratların
maaşları statüleri ile sınırlıdır. Ayrıca bürokratlar,
parasal olmayan diğer faydaları ve iş güvenliklerini
arttırmada kaynakları tahsis etme eğilimindedirler. Diğer
deyişle, bürokratlar çalışma yükünü daha hafifletecek
228
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
ve işlerini daha zevkli, çekici hale getirecek politikaları
benimsemektedirler. Örneğin, idaresi daha kolay olan
fiyat politikalarının benimsenmesi ya da fiyat-dışı
araçlarla ürünlerin belirlenmesi, güçlü politikacılara ve
seslerini duyuran özel çıkar gruplarına yakın olma,
ürünlerin arz ve talep koşullarını belirlemede etkin
olmama gibi. Sonuçta, kamu girişimci davranışı talep ve
arz koşullarında daha az hassas olacaktır ve özel
girişime göre daha yüksek maliyetle çalışacaktır.
Özel mülkiyet hakları teorisi en iyi şekilde Adam
Smith' in Milletlerin Zenginliği (Wealth of Nations) adlı
eserinde işlenmiştir. Smith' e göre, "hükümdar ve
tacirden daha çok birbirine benzemez, bağdaşmaz hiç
bir karakter yoktur." Smith, bu durumu gözlemlemiş ve
şunu görmüştür. İnsanlar diğer insanların zenginliğini
kendilerininkinden
çok
daha
fazla
müsrifçe
harcamaktadır. Bu durumda kamu idaresi ihmalci ve
israfçı olmaktadır. Çünkü kamu memurları ticari
gelirlerde direkt bir çıkara sahip değillerdir. Smith,
örneğin
kamu
topraklarının
özel
topraklarla
kıyaslandığın-da ancak % 25' inin verimli olduğunu ileri
sürmüştür. Sonuçta Smith kamu mallarının özel hale
getirilmesini tavsiye etmiştir. Ona göre, eğer bu
yapılırsa, mal sahipleri varlıklarının değerlerini
maksimize etme ve israftan kaçınma eğiliminde
229
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
olacaklardır. Smith şöyle devam etmektedir: "Hükümdar
genellikle kendi egemenliğini daha da büyütecek en iyi
tarım alanlarına sahip olmak isteyecektir. Toprak sahibi
ise, mülkü olan her toprak zerresinden en avantajlı bir
şekilde yararlanacaktır.
Özelleştirme tartışması kapsamında, mülkiyet
hakları teorisi önemli bir yere sahiptir. Eğer bizim
amacımız ekonomik etkinliği arttırmak ve kamu
sektöründeki israfı azaltmak ise, bu durumda piyasa
sosyalizmi reformlarına güvenmemeliyiz. Eğer biz
etkinliği düzeltmek ve kamu sektörü israfını gidermek
istiyorsak özelleştirme politikalarını benimseyerek özel
mülkiyet hakları düzenlemelerini yapmalıyız.
b.Kamu Malları - Dışsallık Problemi
Kamu ve özel mülkiyet arasında tercih yapıldığı
zaman kamu girişimi üzerinde özel girişimin üstünlüğü
olduğu teori tarafından da ileri sürülmektedir. Bu
üstünlüklerden biri dışsallıktır. Yani satıcı ve alıcı
arasındaki işlemde üçüncü bir kişinin (kişilerin) fayda ya
da maliyet yüklenmesidir.
Bu şekildeki dışsallıkların varlığının çok sık tartışılması
kamu
girişimini
haklı
çıkarmaktadır.
Örneğin,
demokratik bir toplumda eğitimin çok geniş bir dışsallığı
olduğu ileri sürülür. Sosyal etkinlik görüşünden
230
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
hareketle, özel girişim eğitiminin dışsal faydasının özel
okullar ve öğrenciler arasındaki işlemlerde dikkate
alınmadığını söyleyemeyiz. Bu yüzden, kamu okullarına
ihtiyaç olduğu çoğunlukla ileri sürülür.
Kamu malları ile ilgili kavram kamu sektöründeki
bazı faaliyetleri yapılması zorunlu faaliyetler olarak
ortaya çıkarmaktadır. Bir kamu malı herkesin
kullanımına arz edilen ve herkesin beğenisine sunulan
bir mal veya hizmettir. Örneğin, radyo istasyonu
dinleyen herkese bedava sunulur. Bir kamu malının
potansiyel kullanıcıları mallar için rekabet halinde
değillerdir. Bu yüzden kamu malının tüm kullanıcıları
"bedavacı" (free riders) olma eğiliminde olup, özel
olarak sağlanan kamu malına ödememe veya az
ödeme isteğindedirler. Sonuçta, kamu malları arzı
konusunda tartışmalar çoğalmaktadır.
Kamu malları ve kamu girişimciliği konusunda
klasik bir örnek, böcekleri yok etmek için ilaçlama
yapılmasıdır. İlaçlanan bölgede yaşayan herkes bunun
maliyetine katılsın ya da katılmasın faydasından
yararlanacaktır. Böylece, bu faaliyet, kamu sektörünün
yapması gereken bir faali-yettir, çünkü kamu malı
özelliği taşımaktadır.
231
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Kamu malları ve dışsallıklar sorununun çözümüne
ilişkin ileri sürülen iddialara baktığımızda, bu malların
kamu girişimini yoksa özel girişim tarafından mı arz
edildiğini anlamamız gerekir. Sözü edilen malların arzı
kamu tarafından yapılıyorsa kullanıcılar ücret ya da
vergi şeklinde ödeme yaparlar. Bir malın arz ve
finansmanı özel ya da kamusal olsun bunlar arasında
önemli bir farklılık vardır. Şayet kamu malı ve
dışsallıklar varsa ve devlet kamu müdahaleciliğini
uygun görüyorsa, mal bu karakterde de olsa finansmanı
yalnızca kamu ya da hem özel hem kamuca
karşılanmış olsa da ürünlerin arzı özel olabilir. Örneğin,
okullar özel olabilir, böcekle mücadele hizmeti "uygun"
bir seviyede özel firmalarca yapılabilir, hatta bu firmalar
bunu yaparken tamamıyla ya da bir kısım
finansmanlarını kamudan karşılaya-bilirler. Kamu
finansmanı ya da kamu-özel finansman ve özel arz,
özel arzın çoğunlukla optimalın altında kalmasıyla
ortaya çıkan sorunlar, dışsallıklar ya da kamu malları
sayesinde giderilebilir.
Burada belirtmeliyiz ki, üzerinde durduğumuz asıl
konu kamu ve özel girişimde arz ve mülkiyettir. Kamu
malları ve dışsallıklarla çevrilmiş konunun finansman
kısmı bu çalışmanın konusu değildir.
232
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
c. Doğal Monopol (Tekel) Problemi
Kamu girişimciliği için diğer ileri sürülen problem
doğal monopol koşullarının varlığıdır. Eğer bir firmanın
ortalama ürün maliyeti, çıktı arttığı halde düzenli olarak
azalıyorsa firma "doğal tekel" haline gelmiş olur. Bu
durumda, şayet piyasaya birden çok firma arz
yapıyorsa, her firma ortalama maliyet seviyesinde
üretim yapmalıdır. Bu durumda her firma, piyasa payını
arttırmak ve ortalama maliyetini azaltmak için fiyat
kırma eğiliminde olacaktır. Ekonomik savaş ise böyle bir
ortamda sağ kalanın olacaktır ve o da doğal monopol
olacaktır.
Her hangi bir monopol durumunda, doğal
monopolist, fiyatları yükseltecek, çıktıları sınırlayacak
ve ekonomik israfa yol açacaktır. Birçok analist doğal
monopollerin varlığının bu sonuçları kapsadığını ileri
sürmektedir. Böyle bir durumda yalnızca kamu
girişimciliğinin çözüm olacağını düşünmek yanlış olur.
Ancak kesin bir çözüm olmasa da, yüksek birim
maliyetlerini azaltacağı ve düşük rekabet koşullarından
meydana gelen israfı önleyeceği söyleyebiliriz.
233
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Ondokuzuncu yüzyıl ekonomist ve filozofu John
Stuart Mill, doğal monopol koşulları altında özel
firmaların israfa yol açan bir rekabete yol açtıklarını
tartışan ilk kişidir. Ona göre, alt yapı yatırımlarını ve
hizmetleri kamu girişimi üstlenmelidir. Ancak Mill' in
analizi itiraz kabul etmez de değildi. Edwin Chadwick
1859' da Mill' in analizini tartışmış ve rekabetin hiç bir
zaman bertaraf edilemeyeceğini ileri sürmüştür. Buna
rağmen doğal monopol koşullarında rekabetin
müşterilere doğru bir hizmet vermede israfa yol açtığını
kabul etmiştir. Chadwick tarafından bu konuda öne
sürülen önemli bir nokta daha vardır. Buna göre,
rekabet bir hizmet alanında tüketici birey yerine hizmet
üzerine yönelmelidir. Kısaca, Chadwick özel firmaların
bu hizmet alanı içinde bazı özel imtiyazlar ve
muafiyetler elde etme çabası ve rekabetinde olduklarını
tartışmıştır.
Harold Demsetz doğal monopol koşullarının
elimine edileceği durumlarda dahi rekabetçi sonuçların
elde edilebileceği şeklindeki Chadwick fikrini yeniden
keşfetmiş ve geliştirmiştir. Ona göre, bir imtiyazın
kolayca elde edilmesiyle ve böylece, tüketici bireyden
ziyade böyle imtiyazların elde edilmesi için yapılan
rekabet ile istenen sonuçlar elde edilebilecektir. Bu
durumda, kamu girişimi ve onun etkinsizliği Demsetz' e
234
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
göre gizlenmiş olacak ve özel bir doğal monopol ile
birlikte ortaya çıkan etkinsizlik ve israflar göz ardı
edilecektir.
Demsetz'in sisteminin anahtarı bir istekler
prosedürü olmasıdır. Serbest rekabetin istenen
sonuçlarının ve özel arzın maliyet etkinlik ile ilgili
istenenlerin elde edilmesinde imtiyaz piyasadaki düşük
fiyatlara uyum sağlayabilen firmalara verilen bir ödül
olmalıdır. Kamu otoriteleri ya da imtiyaza sahip özel
birlikler imtiyazlı bölgede müşteriler için bir pazarlık
acentesi gibi hareket edeceklerdir. Kamu otoritesi
nitelikli ve nicelikli ve düşük fiyatla mal arz eden
firmalara imtiyaz verme arayışında olacaktır. Başarılı bir
şekilde fiyat arttıran imtiyazlı bölgede tüm tüketiciler için
bir kontrasta sahip olacaktır. Böylece, doğal monopol
problemi kamu kaynakları dışında çözüme kavuşmuş
olacaktır. Ancak şunu belirtmeliyiz ki Birleşmiş Milletler'
de çok sık kullanılan doğal monopol problemi
yaklaşımında,
eğer,
rekabetçi
imtiyaz
sistemi
benimsenseydi kamu faydası düzenlemeleri de talep
edilmeyecekti.
Doğal monopol problemi ile ilgili dört nokta
üzerinde durulabilir: (1) Fiyatlar arzın artan maliyeti
üzerinde ya da yönetimsel olarak belirlenmelidir; (2)
235
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Ürünlerin arzı nitelik ve nicelik yönünden uygun
olmalıdır; (3) Üretim maliyetlerin minimize edilmesiyle
yapılması gerekir; (4) Karların üretimi belirli bir çizgide
devam ettirecek yeterli sermayeyi sağlayacak düzeyde
olmalıdır. Demsetz' e göre özel rekabetçi imtiyaz
düzenlemeleri bu özellikleri yaratacak şekilde sonuçlar
meydana getirecektir. Bununla birlikte, Demsetz bu
özelliklerin
kamu
girişimleri
tarafından
gerçekleştirilirken,
özel
girişimcilerce
de
düzenlenebileceğini ileri sürmektedir.
Bir imtiyaz elde etme sisteminde başlıca iki safha
vardır: Bunlar ihale aşaması ve işletme aşamasıdır.
İhale aşaması boyunca, etkin rekabet olabilecek bir
problemi ileri sürer. Örneğin, imtiyazın varlığının son
bulmasında, imtiyaz sahibi sık sık kendi imtiyazını
yeniden gözden geçirecek, yeniden görüşmeler
yapacaktır. Bu durum monopol gücünün ve zayıf
performansın ortaya çıkarılmasında yardımcı olacaktır.
Çünkü rekabetçi güçler imtiyaz düzenlemesiyle ilgili
çalışmazlar.
İmtiyaz elde edilmesinin kritiği firmaların orijinal
imtiyazları kazanma eğiliminin ve iddiaya göre başarısız
görünen bir rekabetçi tehlikenin nedenleri üzerinde
yapılmaktadır.
İmtiyazların
varlığının
potansiyel
236
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
rekabetçiler üzerinde bir avantaj sağlayacağı, zira
imtiyazların varlığının imtiyazla birleşmiş maliyet
koşulları ve talep hakkında çok daha fazla ve çok daha
iyi enformasyon temin edileceği ve potansiyel fiyat
arttırıcıların yanıltılabilme ihtimallerinin olduğu ileri
sürülmektedir ve potansiyel fiyat arttırıcılar intikaller ya
da harekete geçen maliyetler nedeniyle istekten
kaçınacaklardır. Bu faktörlerin imtiyaz sisteminden
potansiyel rekabeti elimine edeceği tartışılmaktadır.
İmtiyaz sisteminin sunulmasında, Fransız su ve atık su
endüstrilerin-den söz etmemiz gerekir. Bu endüstriler
yaşadığımız yüzyılda en başarılı şekilde imtiyaza konu
olmuş endüstrilerdir. Bu endüstrilerde, güçlü ve etkin bir
rekabet vardır. Benzer güçlü rekabet imtiyazları
kullanan diğer sektörlerde de vardır. (Fransa' da).
Örneğin, Holcombe Paris gaz sisteminde böyle
imtiyazların öteden beri var olduğu bilinmektedir.
Fransa' daki su ve atık su endüstrileri için imtiyaz
sisteminin etkinliği sosyalist hükümet döneminde de
devam etti. Hatta bu endüstriler 1981' de pek çok ticari
faaliyette bulunan firma kamu faydası adına
millileştirilirken bu endüstriler millileştirilmedi. Belediye
Başkanları kendi politik parti etkilerini önemsemeksizin
su ve atık su endüstrilerinin millileştirilmelerine karşı
237
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
çıkmışlardır.
Neden
olarak
da
millileştirmenin
hizmetlerin maliyetlerini arttıracağını ileri sürmüşlerdir.
İmtiyazlar için bir kaç teklif veren kişi olduğu durumlarda
dahi, eğer piyasa periyodik bir şekilde rekabetçi ihaleye
açılırsa bu durumda rekabetçi sonuçlar elde edilir.
"Rekabetçi piyasalar (contestable markets)" olarak
adlandırılan yeni teoretiksel alanda yapılan son
araştırmalar iki teklif veren kişinin olması halinde dahi
rekabetçi sonuçlar alınabileceğini göstermektedir. Bu
araştırma eğer piyasalar (bu durumda imtiyaz halinde)
rekabetçi ise normal rekabet piyasaları var olsa dahi,
"doğal monopol-imtiyaz" koşulları altında piyasa disiplini
için rekabet olacağını göstermektedir. Şayet bir imtiyaz
için rekabet edilebilir ise, bu şekilde bir rekabet tarzına
ulaşılacaktır.
Fiyatlandırma konusunda ihale boyunca bazı
problemlerin yaşanacağı ileri sürülmektedir. Örneğin,
eğer imtiyaz hizmetleri azalan maliyetleri de kapsıyorsa,
bu durumda rekabetçi ihalenin meydana gelmesi çok
mümkündür. Ayrıca ihale edenin vereceği fiyat çıktının
marjinal maliyetine eşit olacaktır. Demsetz ihalede hem
fiyat farklılıklarına hem de çift-kısımlı tarifelere izin
verilmesiyle marjinal maliyetlerde sıfır karların ve fiyat
setlerinin elde edilebileceğini ileri sürmektedir. Bununla
birlikte, bu karışıklık ihalede fiyat veren imtiyaz
238
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
kollayanla ilgili daha fazla spesifik bilgi elde edilmesini
gerektirmektedir.
Ayrıca, imtiyazın ihale safhası boyunca meydana
gelen problemler, bir imtiyazın uygulanma safhası
boyunca karşılaşılabileceği problemlerle ilgili olarak
çeşitli şekillerde ifade edilmektedir. İmtiyazlar zamanla
doğru orantılı olarak devam etmektedirler. İmtiyazların
yaygın ve sermaye alt yapılarının imtiyaz sahiplerince
yapıldığı ve işletildiği Fransa' da, imtiyaz 30 yıldan bu
yana devam etmektedir. Özel firmaların yalnızca bir
kamu girişiminin sahip olduğu sermayenin işletilmesi ve
korunmasında bir imtiyaza sahip olduğu durumlarda,
ülkede imtiyazın maksimum müddeti 12 yıldır. Bu
periyot boyunca, belki de talep, maliyet ve teknolojide
önemli
değişiklikler
meydana
gelecek
ve
fiyatlandırmada kompleks bir hal alacaktır. Bu yüzden
imtiyaz ile ilgili olarak bir uzman raporu gerekecektir.
Böylece orijinal fiyatlar layıkıyla değerlendirilebilecek ve
imtiyaz devam ettiği müddetçe kontrol edilecektir.
Ayrıca beklenmedik "şoklar" ile fiyatların düşme ihtimali
göz önünde tutularak anlaşma maddeleri genellikle
yeniden gözden geçirilir. Eğer yeniden değerlendirmeler
sıklıkla yapılıyorsa, imtiyaz ihalesi, rekabetçi piyasa
süreci ile belirlenen fiyatlara dayanarak bu tür
239
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
imtiyazların
karakteristik
özelliği
yararlanmaların olacağı söylenebilir.
olan
haksız
Fiyatlamanın karmaşıklığının nedenleri ve
anlaşma müzakerelerinde yer alan uzun dönemli
imtiyazların nedenleri çeşitli örneklerle açıklanabilir. İlk
imtiyazlar için düşük fiyatlara dayanarak fiyat
verilmiyordu. Ancak, genellikle imtiyaz devam ettiği
müddetçe söz konusu olan maksimum fiyatlar
üzerinden fiyat teklifleri geliyordu. Bu durum para
kısıtlaması dönemi boyunca tüketicilerin, enflasyon
dönemi boyunca da imtiyazların aleyhine işliyordu.
Enflasyon ve deflasyon dönemleri boyunca, söz
konusu
olan
hoşnutsuzluk
birçok
imtiyazdan
vazgeçilmesine ya da imtiyazların hükümet bünyesine
alınmasına yol açmıştır. Buna rağmen bazı durumlarda
imtiyazlar muhafaza edilir ve bu noktada genel fiyat
seviyesindeki değişmelerle beraber durum daha
kompleks hale gelir. Örneğin, Paris' e gaz veren imtiyaz
için hem maksimum bir fiyat belirlenmiştir, hem de firma
için minimum bir kar düzeyi saptanmıştır. Bu
düzenlemeler kent için bazı önemli problemler
yaratmıştır. Çünkü Birinci Dünya Savaşı boyunca gaz
fiyatlarında çok hızlı artışlar olmuştur. Sonuç olarak,
gazın ortalama maliyeti imtiyaz halinde maksimum
240
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
fiyatların iki katı olacaktır. İmtiyaz minimum kar garantisi
sağlanması halinde, kentte imtiyaza verilecek yardımlar
vergi gelirlerinden sağlanacaktır. İlk imtiyazların
yarattığı problemlerin üstesinden gelmede çok fazla
karmaşa yaşanmıştır. Özellikle fiyatların belirlenmesi ve
imtiyaz sahibi tarafından verilen maliyet ve talep
koşullarını gerçeğe yakın yansıtan fiyatlar konusunda
çeşitli karmaşalar olmuştur. Buna rağmen imtiyaz fiyatın
değerlendirilmesi ve imtiyaz boyunca artan maliyetlerin
karmaşıklığı, şayet imtiyaz yeniden görüşmeler
müddetince rekabet edilebilir ise imtiyaz özelliklerini
kaybetmez.
İmtiyazların uygulanma safhası boyunca söz
konusu olan ikinci potansiyel problem imtiyazın
süresinin bitimine yakın meydana gelir. Teşviklerin
varlığı imtiyazın yenilenme şansı olmadığı zaman
firmaların yatırımlarını azaltmalarına yol açar.
Yatırımların yapılması ve devamının sağlanmasında
ortaya çıkan problemlerin üstesinden gelinebilir. Bunun
için, imtiyaz boyunca firmalara yatırımlarını amortize
etme izni verilebilir. Bundan başka imtiyazların
firmaların
performans
kriterlerine
bağlı
olarak
yararlandırılmaları sağlanabilir. Özellikle bu koşul,
firmaların kontrakta bağlı olarak kontrol edilmelerini ve
bunun tüm sorumluluklarını taşımalarını garanti eder.
241
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Ancak yine de imtiyazı sağlayan (devlet) bunun tüm
sorumluluklarını firmaya bırakmayarak, zaman zaman
tüketici adına/lehine kontrollerini yapar.
1.3.Siyasi Bir süreç Olarak
Özelleştirme
Sicilya'da mafyanın ortaya çıkışını inceleyen
Diego Gambetta, açıkça tanımlanmamış mülkiyet
hakları, yargı mekanizmalarının yokluğu gibi Sicilya
mafyasının ortaya çıkmasına neden olan koşulların
halen Rusya'da da bulunduğuna dikkat çekerek,
mülkiyet hakları açısından feodalizm ile sosyalizmi
karşılaştırıyor. Her iki sistemde de sadece sınırlı bir
grup insan mülkiyet haklarına sahiptir ve genellikle, bu
tür haklara sahip olanlar aynı zamanda güç kullanmak
konusunda da tekel durumundadır. Ancak, bu sistemler
sona erdiğinde, güç kullanmak konusundaki tekel,
mülkiyet hakları kadar yaygın bir şekilde dağılmaz. Özel
mülkiyet haklarının tanınması ile birlikte, mülklerin konu
olduğu işlemlerin hacmi da artar. İşlem hacminin
artması ile birlikte, mülkleri kaybetmek veya aldatılmak
korkusu da güçlenir ve mülk sahiplerinin kendilerini ve
mülklerini güvence altına almak yönündeki ihtiyaçları da
artar. Eğer devlet bu korumayı sağlayamazsa, Sicilya
242
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
ve Rusya'da olduğu gibi, mülk sahipleri özel koruma
satın almak yolunu seçecekler ve işsizliğin yoğun
olduğu ülkelerde de her zaman bu tür korumayı
sağlayacak bireyler olacaktır.
Bireyler arasında devletin mülkiyet haklarını açık
ve kesin bir şekilde tanımlayacağı ve gerektiğinde bu
hakları sonuna kadar koruyacağı konusunda yaygın bir
beklenti bulunmaktadır.
Dolayısıyla, özelleştirme sadece mülkiyet
haklarının devri olmayıp, bu mülkiyet haklarının devlet
güvencesi altında rahatça kullanılabildiği bir ortamın
yaratılması ile çok yakından ilgilidir. Böyle bir
güvencenin olmaması, bireyler arasında güvenin
olmadığı bir ortamın yaratılmasından başka bir sonuca
neden olmayacaktır. Bu sebeple, özelleştirmenin,
sonuçlarının neler olacağı bilinmeden yapılacağı göz
önüne alındığında, yeniden yapılanmaya yönelik diğer
reformlar konusundaki öncelik sırası üzerinde gerek
siyasi gerek ekonomik açıdan durulması gerekmektedir.
Özelleştirme, farklı ve muhtemelen çakışan çıkarlara
sahip
bireylerin
rol
oynadığı
bir
ortamda
gerçekleştirilecektir. Bu nedenle, David Stark,
özelleştirme ile ilgili araştırmaların, sosyal gruplar ve bu
grupların piyasa ekonomisine geçişi kolaylaştıracak
243
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
veya zorlaştıracak tutumlarına yönelmesi gerektiğine
dikkat çekmektedir.
Geçiş süreci içinde bireyler, sınırları kesin olarak
tanımlanmamış bir ortamda, komünist rejim zamanında
yerleşmiş
kuralların
değiştirilerek,
yeniden
tanımlanması ve mümkün olduğunca kendi çıkarlarına
uygun bir hale getirilmesine çalışacaklardır.
Bu nedenle, özelleştirme çalışmaları için hangi
yöntem seçilirse seçilsin, yöntem iki şey üzerinde etkili
olacaktır. Birincisi, geçiş sürecinin maliyeti değişecektir.
İkincisi, özelleştirme sonucunda ortaya çıkacak olan
kurumsal yapı, daha sonra kazançların nasıl
dağıtılacağını etkileyecektir.
Doğu Avrupa'daki geçiş sürecinin bir diğer
önemli özelliği, devletin tıpkı komünist rejimlerin
kurulduğu dönemde olduğu gibi, serbest piyasa
ekonomisinin kurulmasında da çok önemli bir rol
üstlenmiş olmasıdır. Dolayısıyla, devlet, yaptırım gücü
olması nedeniyle, bir yandan sosyal grupların
çekişmelerine sahne olacak bir arena haline gelirken,
diğer yandan da geçiş sürecini başlatan, yeni kuralları
koyan, uygulayan ve uygulamayı izleyen bir aktör haline
gelecektir.
244
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Dolayısıyla, devlet kendisine geçiş sürecinin amacına
ters düşen bir rol biçmiş olacaktır. Bir yandan, bireylerin
öncü oldukları bir serbest piyasa ekonomisini kurmayı
hedeflerken, diğer taraftan, bu süreçte başrolü kendisi
oynayacak ve geçişi yönlendirecektir. Devletin
böylesine önemli bir rol üstlenmesi kaçınılmaz
görünmektedir.
Öncelikle, böylesine kapsamlı bir değişimi,
güvenli bir ortamda sağlayabilecek tek güç devlettir.
İkincisi,
devlet,
kamu
kuruluşlarının
sahibi
durumundadır. Yasal malik olarak haklarını bireylere,
özel sektöre devredecektir. Dolayısıyla, bir yandan
haklarını devrederken, diğer yandan, bu devir işlemi
sırasında ve sonrası dönemde oyunun kurallarını
koyacaktır. Geçiş süreci esasen, liberal ademi
merkeziyetçi bir ekonomik yapının, merkezi karar
mekanizmaları ile kurulması sürecidir.
Devlet kendini ekonomik alandan çekse bile,
özelleştirme, piyasaların işleyişi açısından beklentileri
karşılamaktan uzak olabilecektir. Çünkü özel sektör bir
yandan ekonomik güç kazanırken, bunu siyasi güç elde
etmek için kullanarak, devlet eliyle rant elde etmeye
çalışacaktır. Nitekim Doğu Avrupa'da bu yönde bazı
örneklere de rastlanmıştır.
245
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Örneğin, Macaristan'da Fransız, Avusturya ve
İngiliz şeker üreticileri Macar hükümetinden şekerin
fiyatının yükseltilmesini ve ithalata karşı kotalar
uygulanmasını talep etmişlerdir. Keza, Polonya'da da
yeni kurulan TV üreticisi bir özel firma, pazarın
korunmasını ve yeni üreticilerin pazara girişlerinin
sınırlanmasını talep etmiştir.
Bu nedenle, özelleştirme ile birlikte, mülkiyet
haklarının elde edilmesinin, kamu kurumlarının
piyasalardaki tekelci konumlarının da elde edilmesi
olarak
değerlendirildiği
gözlenmektedir.
Hâlbuki
özelleştirmenin en büyük amaçlarından birisi, bu tür
tekelci yapılaşmayı ortadan kaldırmaktır. Nitekim
merkezi planlama sonunda firmaların büyük bir kısmı
kendi sektörlerinde tekel haline gelmişlerdir. Serbest
piyasa ekonomisi ve özelleştirme ile birlikte artan
rekabet ile karşı karşıya kalmışlar ve COMECON’ UN
dağılmasıyla birlikte kaybettikleri pazarların yerine, yeni
pazarlar
bulmakta
çok
büyük
güçlüklerle
karşılaşmışlardır.
Bu halde, bu tür tekeller hala hükümet
müdahalesi ve koruma talep edeceklerdir. Dolayısıyla,
rekabeti arttıracak hükümlere de karşı çıkabileceklerdir.
246
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Hatta piyasalardaki tekelci yapıyı da korumayı
amaçlayacaklardır. Özelleştirme ile mülkiyet yapısı
değiştirilmeyecek, ancak rekabete kapalı, tekelci, fakat
özelleştirilmiş firmaların olduğu bir piyasa ortaya
çıkacaktır. Dolayısıyla, böyle bir yapının önlenmesi
amacıyla da devlet müdahalesi gerekecektir.
Sonuç olarak, verimliliğin arttırılması açısından
özelleştirmenin sonuçları Batı Avrupa'da bile açık
değilken, diğer reformlardan bağımsız olarak izlenen bir
özelleştirme programının kaynak dağılımında verimliliği
sağlamak açısından Doğu Avrupa'da ne kadar etkili
olacağı daha da karışıktır.
Diğer taraftan, özelleştirmeye, orta sınıfın tekrar
yaratılarak, demokratik sistemin ve serbest piyasanın
güçlendirilmesi gibi siyasi bir misyon da yüklenmekle
birlikte, son olarak Arnavutluk'ta da görüldüğü üzere, bu
yöndeki beklentiler henüz gerçekleşmemiştir. Sınırlı da
olsa bir girişimciler sınıfı yaratılmışsa da, komünist
rejimlerden devralınan ekonomik ve siyasi düşüncenin
geçiş ülkelerinin tamamında değiştiğini söylemek için
çok erkendir.
Bir özelleştirme programı, toplum içinde mülkiyet
haklarının dağıtılmasını gerektirmektedir. Böylesine bir
247
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
sonuç ise bazı politikacılar için çok önemli avantajlar
sağlayabilecektir. 1992 yılında Vaclav Klaus'un Çek
Cumhuriyeti'ndeki başarısı buna benzer bir örnektir.
Keza, Rusya'da da özelleştirmeye karşı oluşan güçlü
komünist ve milliyetçi muhalefetin baskısının önüne set
çekilmesinde de 1992–1993 yıllarında işçi ve
yöneticilere önemli tavizler tanınmasının çok büyük bir
etkisi bulunmaktadır.
Özelleştirmenin yapılabilmesi için, gerekli siyasi
desteğe ihtiyaç duyulmaktadır. Dolayısıyla, siyasi
açıdan zamanlamanın sorunlara neden olabileceği
ortaya çıkmıştır. Polonya'da özelleştirme fikri ilk kez
1986 yılında ortaya atılmış ancak, özelleştirme
çalışmaları 1990 yılında başlatılmış ve bu ilk ivmenin
kaybedilmesinin ardından mülkiyetin toplumun geniş
kitlelerine
yayılmasını
sağlayacak
özelleştirme
programları bile toplumun muhalefeti ile karşılaşmıştır.
Polonya'nın yeniden yapılanmasının başarısı, büyük
ölçüde yeni kurulan özel işletmeler ile özelleştirilen
küçük ve orta ölçekli işletmelerden kaynaklanmıştır.
Büyük ölçekli ağır sanayi işletmeleri ise hala devlete
aittir.
Nitekim özelleştirme konusundaki tartışmalar
Slovenya'da süreci yavaşlatırken, Bulgaristan'da
248
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
tamamen durma noktasına getirmiştir. Dolayısıyla,
özelleştirmenin hızı, sürecin en önemli unsurlarından
birisidir ve mükemmelliğinden ya da elde edilecek
gelirlerden daha önemli bir etken haline gelmiştir.
Nitekim bütçe gelirlerini de temel hedef olarak kabul
eden Polonya, Macaristan gibi ülkelerde özelleştirme
gelirleri bütçe gelirlerinin %0,5’ini aşmamıştır.
Dolayısıyla seçim, siyasi güç ve gelir dağılımını
etkileyecek hızlı bir özelleştirme programı ile bir işletme
üzerinde etkili kontrol mekanizmalarının kurulmasını
sağlayacak daha yavaş ancak daha nitelikli bir
özelleştirme programı arasındadır.
Özelleştirmenin Hızı
Özelleştirmenin hızı ve kalitesi arasındaki seçim
sorunu, belki de geçiş sürecinin en önemli gündem
maddelerinden birisidir.
Tartışmaların odağında, hızlı ve kapsamlı ve
genel olarak şok terapi olarak adlandırılan radikal bir
değişim programı ile daha yavaş ve reformların adım
adım gerçekleştirilmesini öngören daha yavaş bir
strateji arasında yapılacak seçim yer almaktadır.
249
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Bu çerçevede, öncelikle Jeffrey Sachs ve Martin Lipton
gibi özelleştirmenin mümkün olan en hızlı, eşit ve mali
açıdan tutarlı bir şekilde yapılmasını savunan
akademisyenler vardır. Diğer yanda ise, Janos Kornai
gibi daha yavaş ve kuralların daha açık bir şekilde
ortaya konulduğu ve istikrarlı bir makro ekonomik alt
yapının kurulmasının ardından daha yavaş bir
özelleştirme
programının
izlenmesini
savunan
akademisyenler de bulunmaktadır.
Sachs ve Lipton, özelleştirmemenin maliyetinin
gün geçtikçe arttığını, bu nedenle, hızlı bir geçişin
yaratacağı maliyetin önümüzdeki dönemde verimsiz
yapıların korunmasından doğan kayıplardan daha
düşük olacağını, ayrıca, özelleştirmenin geciktirilmesi ile
birlikte, siyasi çekişmelerin artacağını ve bunların
özelleştirmeyi
daha
da
geciktireceğini
ileri
sürmektedirler. Ayrıca, mevcut hakların belirsiz olması
ve bunların yönetici, işçi gibi kesimlerce birlikte
kullanılmasının
yarattığı
belirsizlikler
sayesinde
firmaların varlıklarının hızla elden çıkarıldığını ve bu
olumsuzlukların
önlenmesi
amacıyla,
hızlı
bir
özelleştirme programının uygulanması gerektiğini öne
sürmektedirler. Dolayısıyla, bu akademisyenlere göre,
söz konusu gelişmelerin sonucu, sonu hiç gelmeyecek
gibi görünen siyasi tartışmalardır. Ayrıca, bu ülkelerin
250
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
demokratik yapısı göz önüne alındığında, yeni kurulan
demokratik
hükümetlerin
baskılara
karşı
koyamayacakları ve özelleştirme hedefinden taviz
verecekleri belirtilmektedir.
Geçiş süreci açısından bakıldığında, özelleştirme
konusunda kaydedilecek gelişmenin geçiş sürecinin
başarısı ile doğrudan ilgili olacağı ve üretim düşüşünü
önlemek için gerekli olacağı iddia edilmektedir. Nitekim
Polonya'daki ekonomik büyümenin en önemli nedeni
özel ve özelleştirilmiş küçük ve orta ölçekli işletmelerdir.
Devletin serbest piyasa ekonomisine geçişi sağlayacak
tek güç olması, Sachs ve Lipton'un öne sürdükleri en
önemli nedendir. Özelleştirme geciktirildiği sürece
devlet, piyasalardaki konumunu koruyacaktır. Sonuç
olarak geçiş, yıllar alacaktır. Bu kısır döngüyü kırmanın
en iyi ve çabuk yolu hızlı ve kapsamlı bir
özelleştirmedir. Bu tezi savunanlar Bulgaristan’ı örnek
göstermektedir. 1991 yılı başında oldukça başarılı bir
istikrar
ve
liberalizasyon
programı
izleyen
Bulgaristan'da sadece küçük ölçekli işletmeler
özelleştirilmiş, büyük işletmelerin bütçe ve dolayısıyla
para politikaları üzerinde yarattıkları baskı yüzünden
makroekonomik istikrar 1994 yılında büyük ölçüde
bozulmuştur. Siyasi olarak güçlü gruplar, KİT'lerin
varlıklarını özel sektöre aktarmaya başlamışlardır.
251
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Nitekim benzeri gelişmeler diğer bazı ülkelerde de
yaşanmıştır. Diğer uçta ise, daha yavaş bir özelleştirme
programını savunanlar bulunmaktadır. Öncelikle, daha
yavaş bir program teknik nedenlerle zorunlu
görülmektedir. Sermaye piyasalarının yokluğu ve
sermaye birikimin yetersiz olması gibi nedenler bile,
özelleştirmeyi yavaşlatacak unsurlardır. Ayrıca, bu tür
araçların yokluğunun doğal olarak kamu kuruluşlarının
doğru bir şekilde fiyatlandırılmasını engelleyeceği
düşünülmektedir. Bu şekilde yapılan özelleştirmenin,
kamu kuruluşlarını yabancılara peşkeş çekmek olacağı
ileri sürülmektedir. Bu nedenle, her bir kuruluşu tek tek
ele alarak gerçekleştirilecek özelleştirme, bu tür
sorunların önüne geçebilecektir. Ancak, böyle bir
fiyatlandırma yapılsa bile, bu tür kuruluşları alacak
yeterli sermaye bulunmamaktadır.
Siyasi açıdan da yavaş bir program tercih
edilebilecektir. Özelleştirmenin nimetlerinden daha fazla
yararlanacak bir toplumsal kesimi, diğerlerine tercih
etmenin haklı bir gerekçesi olamayacağı için KİT'lerin
her birini ayrı ayrı özelleştirmek, sürecin maliyetini ve
nimetlerini toplumsal kesimler arasında adil olarak
dağıtmanın, kazançları ve sorunları daha geniş bir
katmana yaymanın bir yöntemi haline gelebilecektir.
Dolayısıyla, böyle bir yaklaşım özelleştirme için gerekli
252
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
siyasi desteğin sağlanmasına da yardımcı olacaktır.
Kaldı ki, özelleştirmenin hızı, amaçlara da dikkat
çekmektedir. Örneğin, amaç ne olursa olsun KİT'leri
elden çıkarmak ise, hızlı bir özelleştirme haklı
görülebilir. Ancak, unutulmaması gereken, özelleştirme
ile etkili bir yönetim ve piyasalardan alınan mesajların
doğru bir şekilde değerlendirilebileceği ve kaynakların
da bu fırsatların en iyi şekilde kullanılabileceği yerlere
tahsis edileceği bir sistem kurmaktır.
KİT'lerde mülkiyeti çok geniş bir tabana yaymak,
bu kuruluşlar üzerindeki etkili kontrolü büyük ölçüde
olumsuz olarak etkileyecektir. Dolayısıyla, mülkiyet
haklarının devri yanında, kontrol mekanizmasının da
kurulması gerekmektedir. İşçiler ve yöneticiler de KİT'ler
üzerinde hak iddia ettiklerinden, verimliliğin daha
rasyonel
hale
getirilmesi
yönünde
çaba
harcamamaktadır. Diğer taraftan, halkın tamamının
vergileri ile kurulmuş olan KİT'lerin, sadece işçi ve/veya
yöneticilere verilerek özelleştirilmesinin de, haklı
gerekçesini bulmak çok güç olacaktır. Yeniden
yapılanma yerine, KİT'ler yatırımları azaltacak veya
karşılıklı olarak borçlanarak mevcut durumu devam
ettirmek isteyeceklerdir. Bu açıdan bakıldığında, yavaş
bir özelleştirme piyasalara ve geçiş sürecine bir düzen
getirilmesine yardımcı olacaktır. Dolayısıyla, bu tür bir
253
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
alt yapıyı kurmak, özelleştirmenin ve daha da önemlisi
geçişin zorunlu bir parçası olarak düşünülebilir. Bu
çerçevede, bu yapının kurulmadığı bir ortamda
özelleştirme, KİT'lerin sorunlarının özel sektöre
devredilmesinden başka bir fayda sağlayamayacaktır.
Bu tür bir yapılanmanın kurulması, Batı Avrupa'da yıllar
almıştır. Ancak, devlet müdahalesi aracılığıyla, bu
sürecin daha da hızlandırılması mümkündür. Bu bizi, bu
süreçteki en önemli çelişkilerden birisine getirmektedir.
Devlet kendi etkisini azaltmak için piyasalara müdahale
edecektir. Özelleştirmenin hızı ve kalitesi arasındaki
seçim ve denge sorunu geçiş sürecinin en önemli
gündem maddelerinden birisini oluşturmaktadır.
Doğaldır ki, pek çok yapısal değişimi bir gece içinde
gerçekleştirmek mümkün değildir. Kaldı ki, şok terapi
gibi yöntemlerin siyasi açıdan da maliyeti yüksek
olmaktadır. Geçiş süreci açısından kaydedilecek
gelişme, özelleştirmenin hızına bağlıdır. Ayrıca,
özelleştirme, geçiş sürecindeki üretim düşüşünü sona
erdirmek için de gereklidir.
254
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
22..TTÜ
ÜR
RK
KİİY
YE
E’’ D
DE
EÖ
ÖZZE
ELLLLE
EŞ
ŞTTİİR
RM
ME
EV
VE
E
Y
SA
ALL U
UY
YG
GU
ULLA
AM
MA
ALLA
AR
R
YA
AP
PIIS
2.1.Yasal Çerçeve
Ülkemizde 1983 yılından sonra gündeme gelen
özelleştirme programına yönelik ilk hukuki düzenleme,
1984 yılında çıkarılan ve kamu iktisadi teşebbüsleri ile
bunlara ait tesislere, hisse senedi ihracı yoluyla gerçek
ve tüzel kişilerin ortak edilebilmesine veya bu tesislerin
işletme hakkının belli sürelerle devrine olanak tanıyan
2983 sayılı Kanun’la getirilmiştir.
Daha sonra 1986 yılında çıkarılan 3291 sayılı
Kanun’da,
kamu
kuruluşlarının
özelleştirme
kapsamına
alınması
ve
uygulamaların
yürütülmesine ilişkin esaslar belirlenmiştir. Buna
göre, 233 sayılı KHK’ da adı geçen, tamamı devlete ait
ve kamu iktisadi teşebbüsü statüsünde faaliyet gösteren
kuruluşların
özelleştirme
kapsamına
alınmasına
Bakanlar Kurulu, KİT’lerin müessese, bağlı ortaklık,
işletme ve işletme birimleri ile iştiraklerindeki payların
özelleştirme kapsamına alınmasına da Yüksek
Planlama Kurulu yetkili kılınmıştır. Özelleştirme
programının yürütülmesi konusunda ise, 2983 sayılı
yasa ile oluşturulan ‘Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı
255
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
İdaresi’ görevlendirilmiştir. Bu idare, özelleştirme
programının yanı sıra, toplu konut uygulamalarının
yürütülmesi, Kamu Ortaklığı Fonu’nun yönetimi ve
Çalışanların Tasarruflarını Teşvik Hesabı’nda biriken
paraların nemalandırılması gibi görevler de üstlenmiştir.
3291 sayılı kanunla, özelleştirme uygulamaları
konusundaki karar mercii, “Toplu Konut ve Kamu
Ortaklığı Kurulu” olarak belirlenmiştir.
Nisan 1990’da yürürlüğe giren 412 sayılı KHK ile
Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi, “Kamu
Ortaklığı İdaresi” ve “Toplu Konut İdaresi” adı altında
iki ayrı kuruluş olarak yeniden örgütlendirilmiştir. Kamu
Ortaklığı
İdaresi,
özelleştirme
uygulamalarının
yürütülmesi ve Kamu Ortaklığı Fonu ile Çalışanların
Tasarruflarını Teşvik Hesabı’nın yönetimi konusunda
görevli kılınmıştır.
6 Ocak 1992 tarihinde yürürlüğe giren 473 sayılı
KHK ile de, özelleştirme uygulamaları konusundaki
karar mercii “Kamu Ortaklığı Yüksek Kurulu” olarak
değiştirilmiştir. Bu mevzuat dışında, doğrudan
özelleştirme ile ilgili olmamakla beraber birçok kanun ve
kanun hükmünde kararnamede özelleştirmeye ilişkin
hükümlere
yer
verilmiştir.
Ancak
bütün
bu
düzenlemeler,
bir
takım
genel
esasların
256
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
belirlenmesinden öteye gidememiş, uygulamaların
gerektirdiği ihtiyaca cevap verecek sağlam bir hukuki
altyapı oluşturulamamıştır. Gerek karar verme, gerekse
uygulamalar konusunda getirilen yetki sınırlamaları,
özelleştirme sürecinin uzamasına ve işlemlerin
aksamasına yol açmıştır. Bunun yanı sıra, uygulamalar
esnasında veya daha sonra ortaya çıkabilecek, başta
sosyal problemler olmak üzere muhtemel sorunların
çözümüne yönelik yasal düzenlemelerin (işsizlik
sigortası, anti kartel yasası vb.) mevcut bulunmaması
da özelleştirmenin karşılaştığı en önemli yapısal
sorunlardan biri olmuştur.
Özelleştirme programından beklenen hedeflere
ulaşılmasında karşılaşılan güçlüklerin giderilmesi amacı
ile uygulamalara esas teşkil eden 2983 ve 3291 sayılı
yasalarda çeşitli tarihlerde değişikliğe gidilmiştir. Ancak
bu değişiklikler, zaten dağınık olan mevzuatı daha da
karmaşık hale sokmuştur. Gerek bu karmaşık yapıdan
kaynaklanan
sorunların,
gerekse
özelleştirme
uygulamalarının sonucuna bağlı olarak karşılaşılan
sosyal, ekonomik ve hukuki problemlerin çözümü için
yeni düzenlemeler yapılması kaçınılmaz olmuştur.
Özelleştirmede karşılaşılan sorunların giderilmesi
ve programa hız kazandırılması amacı ile uygulamalar
257
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
konusundaki yasal ve yönetsel yapının değiştirilmesine
yönelik ilk somut adım 1992 yılında atılmıştır. Bu tarihte
başlayan mevzuat değişikliği çalışmaları 1994 yılında
tamamlanmış ve konuya ilişkin ayrıntılı düzenlemeler
içeren bir dizi kararname çıkarılmıştır. 11 Mayıs 1994
tarihinde yürürlüğe giren ve hükümete özelleştirme
uygulamaları konusunda düzenleme yapma yetkisi
veren 3987 sayılı yetki kanununa dayanılarak
çıkarılan 530, 531, 532 ve 533 sayılı kanun
hükmünde kararnameler 6 Haziran 1994, 546 sayılı
kanun hükmünde kararname ise 7 Temmuz 1994
tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe
girmiştir.
Ancak, söz konusu 5 kararnamenin dayanağı olan
3987 sayılı yetki kanunu 7 Temmuz 1994 tarihinde
Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir. Daha
sonra ise, bu kanun çerçevesinde çıkarılan 530, 531,
532, 533 ve 546 sayılı kanun hükmünde kararnamelerin
iptali ve bu konuda yürütmenin durdurulması amacı ile
Anayasa
Mahkemesi’ne
yapılan
başvuru
değerlendirilerek 21 Temmuz 1994 tarihinde karara
bağlanmış ve söz konusu kararnameler iptal edilmiştir.
Anayasa Mahkemesi’nin iptale ilişkin gerekçeli kararı, 5
Ağustos 1994 tarihli Resmi Gazete’nin mükerrer
sayısında yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu iptal
258
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
kararları sonucu, özellikle yapısal açıdan getirilen
değişiklikler nedeniyle doğacak hukuki boşluğa,
Bakanlar Kurulu’nun 31 Temmuz 1994 tarihinde aldığı
prensip kararı ile açıklık getirilmiştir. Konuya ilişkin
olarak 3 Ağustos 1994 tarihinde yayınlanan
Başbakanlık genelgesinde, Anayasa Mahkemesi’nin
gerekçeli iptal kararının Resmi Gazete’de yayımlanarak
yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bu konudaki idari
eylem ve işlemlerin, iptal kararından önceki mevzuat
çerçevesinde yürütülmesi öngörülmüştür. Bu çerçevede
İdare, 5 Ağustos 1994 tarihinden itibaren yeniden Kamu
Ortaklığı İdaresi adı altında ve eski statüsünde
faaliyetlerine devam etmiştir.
Yine aynı tarihten itibaren, özelleştirmeye ilişkin
esasların, üzerinde fikri ve siyasi açıdan uzlaşma
sağlanabilecek bir kanun çerçevesinde yeniden
düzenlenmesi konusunda çalışmalara başlanmıştır.
4046 Sayılı Özelleştirme Kanunu
Bu çalışmalar sonucunda, bütün siyasi partilerin
ve sendikaların önerileri de dikkate alınarak hazırlanan
4046 sayılı Özelleştirme Kanunu, 27 Kasım 1994
tarihinde yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu Kanun ile
259
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
getirilen yeni düzenlemeler, ana başlıklar itibariyle
şöyledir:
*
“Özelleştirme
Yüksek
Kurulu”
oluşturulmuştur.
*
“Özelleştirme
İdaresi
Başkanlığı”
kurulmuştur.
* Özelleştirme uygulamaları sırasında veya
sonrasında işini kaybedenlere, kanunda belirtilen
hükümler çerçevesinde, yasalardan veya toplu iş
sözleşmelerinden doğan tazminatları dışında ek bir iş
kaybı tazminatı ödenmesi öngörülmüştür.
* “Özelleştirme Fonu” oluşturulmuştur.
* Özelleştirmenin kapsamı genişletilmiş, iktisadi
devlet teşekkülleri ile bunlara ait kurum ve payların yanı
sıra, diğer kamu kurum ve kuruluşlarının da
özelleştirilebilmesine imkân tanıyan düzenlemeler
yapılmıştır.
*
Erken
emekliliğin
teşviki
amacıyla,
özelleştirme kapsamına alınan kuruluşlarda Emekli
Sandığı’na tabi personelden hizmet süresi itibariyle
emeklilik hakkı kazananlara, bu hakkı kazandıkları
tarihten itibaren iki ay içinde emekli olmayı istemeleri
halinde ikramiyelerinin %30 fazlası ile ödenmesi hükme
bağlanmıştır.
260
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
*
Özelleştirme
kapsamındaki
kuruluşların,
özelleştirme uygulamaları sonucu kamu payının %15’in
altına düşmesinden veya tasfiyesinden yahut tüzel
kişilikleri sona erecek şekilde kapatılmasından önce
sosyal yardım zammına hak kazanmış olan personele
17.7.1964 tarihli 506 sayılı Kanunun Ek 24 üncü
maddesi gereğince ödenen sosyal yardım zamları,
ödemenin yapılmasını müteakip Sosyal Sigortalar
Kurumu’nun yazılı talebi üzerine İdare tarafından
Özelleştirme Fonundan en çok iki ay içinde adı geçen
kuruma
ödenir.
Özelleştirme
Fonunun
diğer
yükümlülükleri de dikkate alınarak sosyal yardım
zamlarının süresinde Sosyal Sigortalar Kurumu’na
ödenmesinin mümkün olmadığı hallerde sosyal yardım
zamları Hazinece karşılanır.
* Kapsamdaki kuruluşlarda uygulamalar sonucu
kadrosu iptal edilen memur ve sözleşmeli personelin
diğer kamu kurum ve kuruluşlarındaki boş kadro ve
pozisyonlara atanmalarına ilişkin düzenlemeler
getirilmiştir.
* Özelleştirme uygulamalarından elde edilecek
gelirlerin, genel bütçe harcama ve yatırımlarında
kullanılmaması hükme bağlanmıştır.
* Stratejik nitelikteki kuruluşlarda imtiyazlı hisse
bulundurulması öngörülmüştür.
261
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
4046 Sayılı Özelleştirme Kanununda yapılan
değişiklikler
4046 sayılı Kanunun uygulanmasından bugüne
kadar 4105 sayılı Kanun ve 4108 sayılı Kanun ile 4046
sayılı Kanunda bir takım değişiklikler ve düzenlemeler
yapılmıştır. 4046 sayılı Kanun’un özelleştirme
programına alınan kuruluşların özelleştirme yöntemleri,
değer tespiti ve ihale usullerini kapsayan 18 inci
maddesi; Anayasanın 7 inci maddesine aykırılığı
savıyla, 9 Nisan 1997 tarihinde Anayasa Mahkemesi
tarafından iptal edilmiştir. Söz konusu madde, 3.4.1997
tarih ve 4232 sayılı Kanunla Anayasaya uygun olarak
yeniden düzenlenmiş, 8 Nisan 1997 tarihli resmi
gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.
Ayrıca 4046 sayılı Kanunun 10 uncu maddesinde yer
alan bu Kanunun geçici 8inci maddesi gereğince “Kamu
Ortaklığı Fonu’na yapılan aktarmalar hariç Özelleştirme
Fonu’ndan genel bütçeye kaynak aktarılmaz” ibaresi 26
Mayıs 2000 tarihinde yürürlüğe giren 4568 sayılı
Kanunla “Özelleştirme Fonunun nakit fazlası, Hazinenin
iç ve dış ödemelerinde kullanılmak üzere Hazine
262
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
hesaplarına intikal ettirilir” şeklinde değiştirilmiştir.
Geçici 8 inci madde ise yürürlükten kaldırılmıştır.
4971 Sayılı Kanun ile 4046 sayılı Kanunda yapılan
değişiklikler
Özelleştirme çalışmalarının daha hızlandırılması
amacıyla hazırlanan 4971 sayılı “Bazı Kanunlarda ve
Milli Piyango İdaresi Genel Müdürlüğü Kuruluş ve
Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” 15 Ağustos
2003 tarihinde yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Söz
konusu Kanun çerçevesinde 4046 sayılı Kanunda
yapılan değişiklikler ve getirilen yeni düzenlemeler ana
başlıklar itibariyle şöyledir;
* Özelleştirme Yüksek Kurulunun oluşumu ve
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın bağlı bulunduğu
Bakanın
belirlenmesine
yönelik
düzenlemeler
yapılmıştır. Önceden ÖYK üyelerinin hangi bakanlar
olacağı Kanunda yazılı iken, değişiklikle ÖYK üyelerini
belirleme yetkisi Başbakana verilmiştir. Böylelikle makro
özelleştirmelerde sektörle veya konu ile ilgili Bakanın
ÖYK üyesi olabilmesinin yolu açılmıştır.
263
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
* 4046 sayılı Kanunun 7 inci maddesinde yer
alan yasaklara ilişkin olarak çalışanların halka arz
yoluyla
yapılan
özelleştirme
uygulamalarına
katılmaları sağlanmıştır. Önceden, kuruluşlarda
çalışanların hiçbir şekilde halka arza katılmaları
mümkün değilken, değişiklikle yasak sınırı (yönetici
konumunda olanlar) daraltılmıştır.
* Özelleştirme Fonu’nun kullanım alanları ile
değer tespit metotlarının en az ikisinin uygulanması
suretiyle değerleme yapılacağı yolunda düzenleme
yapılmıştır. Ayrıca belirli istekliler arasında kapalı teklif
usulü ile yapılacak ihaleler yeniden düzenlenmiştir.
Önceden, arsa ve atıl işletmelerin değer tespitinde
zorluk yaşanırken, yapılan değişiklikle teknik olarak
rahatlık getirilmiştir.
* Kuruluşlarda çalışan personelin nakline ilişkin
madde yeniden düzenlenerek uygulamada ortaya çıkan
sorunlar giderilmiştir. Bu arada ilave emeklilik
ikramiyesi ödemesi ile ilgili maddede düzenleme
yapılmış ve sosyal yardım zammı ödemelerine ilişkin
madde
yürürlükten
kaldırılmak
suretiyle
uygulamalardaki
problemlerin
giderilmesi
amaçlanmıştır. Önceden, nakle tabi personelin özlük
hakları, makam ve temsil tazminatları, emekli
ikramiyeleri, sosyal yardım zamları, kıdem tazminatları,
264
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
kadro durumlarında yaşanan sorunlar bu madde ile
ortadan kaldırılmıştır.
* Milli Piyango İdaresi Genel Müdürlüğü
tarafından şans oyunlarını planlamak, tertip ve
çekilişini düzenlemek üzere lisans verilmesi suretiyle
özelleştirilmesine yönelik düzenlemeler yapılmıştır. Milli
Piyango İdaresi icracı kurum olmaktan çıkarılarak
düzenleyici kurum haline getirilmiştir. Şans oyunları,
lisans verilmesi suretiyle, özel sektör ve yabancı
sermaye vasıtasıyla, çok daha çeşitli ve güçlü olarak
yapılabilecektir.
* T. Telekomünikasyon A.Ş.’in özelleştirilmesi ile
ilgili strateji belirlenmesi yönünde düzenlemeler
yapılmıştır. Telekom hisselerinin hisse senedine
dönüştürülebilir tahvil yoluyla satışına imkân
verecek düzenleme yapılmıştır.
Ayrıca 4971 sayılı Kanunla, 4046 sayılı Kanun’da
yapılan
diğer
düzenlemeler
ile
özelleştirme
uygulamalarının hızlandırılması yolunda hükümler
getirilmiştir. Özelleştirme uygulamalarının idari ve
hukuki yönden hızlanması için bürokratik işlemleri
basitleştirici ve kolaylaştırıcı düzenlemeler yapılmıştır.
265
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
2.2.1985 – 2005 Dönemi Uygulamaları
a.Özelleştirme Kapsamına Alınan Kuruluşlar
1985 yılından itibaren 243 kuruluştaki kamu
hisseleri, 22 yarım kalmış tesis, 198 taşınmaz, 6 otoyol,
2 boğaz köprüsü, 89 Tesis, 6 Liman, şans oyunları
lisans hakkı ile Araç Muayene İstasyonları özelleştirme
kapsamına alınmıştır. 19 kuruluştaki kamu payı ile 4
taşınmaz daha sonra özelleştirme işlemine tabi
tutulmaksızın kapsamdan çıkarılmak, tasfiye edilmek
veya kapsamda olmayan başka bir kuruluşla
birleştirilerek tüzel kişiliği sona erdirilmek üzere
devredilmiştir. Bunlar arasında yer alan T.
Öğretmenler Bankası Mayıs 1992’de Halk Bankası’na,
Denizcilik Bankası Kasım 1992’de Emlak Bankası’na,
Ardem A.Ş. Ağustos 1999’da Arçelik A.Ş.’ye
devredilmiştir. TÜLOMSAŞ, TÜDEMSAŞ ve TÜVASAŞ,
TCDD’ye iade edilmiştir. Nisan 1987’de özelleştirme
kapsamına alınan Gübre Fabrikaları A.Ş. 1989 yılında
kapsamdan çıkarılmıştır. Yine kapsama alınan Boğaziçi
Hava Taşımacılığı A.Ş. ise tasfiye edilmiştir. TEAŞ’ın
bazı şirketlerinde iştirak payı olan AKTAŞ, NURTEK,
TGT ve SOYTEK Elekt. Sant. Tes. İşl. Ve Tic. A.Ş.,
ETİTAŞ Elekt. Teç. İmal. Tesisat A.Ş., MİTAŞ Madeni
İnş. İşleri A.Ş. ile Kayseri ve Civarı Elekt. T.A.Ş. Mart
266
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
1998’de kapsam ve programdan çıkarılmış, eski
statülerine iade edilmiştir. Eylül 1997’de kapsama
alınan OYAK Sigorta şirketleri Ekim 1998 tarihinde
kapsamdan çıkartılarak eski statülerine iade edilmiştir.
Aralık 2000’de kapsama alınarak hazırlık işlemine tabi
tutulmasına karar verilen Eti Holding A.Ş. Temmuz
2001’de kapsamdan çıkarılarak eski statüsüne iade
edilmiştir. Eylül 2003’de kapsama alınan TİGEM Tarım
İşletmeleri Genel Müdürlüğü Ağustos 2004 tarihinde
kapsamdan çıkarılmıştır. Ayrıca, 14.6.1995 tarihinde
4046 sayılı Kanun çerçevesinde hisseleri özelleştirme
kapsamına alınarak Özelleştirme İdaresi’ne devrilen
Türk Telekom, bu işlemin 28.2.1996 tarihli Anayasa
Mahkemesi kararı ile iptal edilmesi sonucu kapsamdan
çıkarılmıştır. Şirketin özelleştirme çalışmaları 4161
sayılı Kanun çerçevesinde yürütülmektedir. Ayrıca
BASF – Sümerbank Kimya Sanayii A.Ş. ile Güney
Sanayi’ndeki kamu payları, 1993 yılında, daha önce bu
paylara sahip olan Sümer Holding’e, ETAĞ A.Ş. ise
Ağustos 2001’de Turban Turizm A.Ş.’ye devredilmiştir.
Bunun yanı sıra, çeşitli tarihlerde özelleştirme kapsam
ve programına alınan kuruluşlardan 15 iştirak
hissesinin özelleştirme çalışmalarının Sümer Holding
A.Ş. tarafından yapılabilmesi amacıyla, söz konusu 15
kuruluşta bulunan İdare’ye ait azınlık hisseleri,
Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun 12 Mart 2001 tarihli
267
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
kararı ile Sümer Holding A.Ş.’ye devredilmiş, 4
kuruluşun özelleştirme işlemleri tamamlanmıştır.
Yasataş A.Ş. ile MEYBUZ A.Ş.’ye ait İdare hisselerinin
özelleştirme çalışmalarının Et ve Balık Ürünleri A.Ş.
tarafından yapılabilmesi amacıyla, 10 Eylül 2001 tarihli
Özelleştirme Yüksek Kurulu kararı ile Et ve Balık
Ürünleri A.Ş.’ye devredilmiş, Mey buz A.Ş.’in
özelleştirme işlemleri tamamlanmıştır. İGSAŞ İstanbul
Gübre San. A.Ş. ise 15 Nisan 2002’de TÜGSAŞ
Türkiye Gübre San. A.Ş. bünyesinde birleştirilmiş ve
özelleştirilmiştir. 2003 yılında kapsama alınan Manisa
Pamuklu Men. A.Ş. ise Sümer Holding A.Ş.’ye
devredilmiştir.
Bunların dışında 1995 yılında özelleştirme kapsamına
alınan Hamit abat, Kemerköy, Soma-B ve Yeniköy
elektrik santralleri 1997 yılında kapsamdan çıkarılmış
ve Enerji Bakanlığı’na iade edilmiştir. Maliye Bakanlığı
ve Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’ne ait 4 taşınmaz
ise 2000 yılında kapsamdan çıkarılmıştır. Ancak söz
konusu santraller yeniden 2003 yılında yeniden
özelleştirme kapsamına alınmıştır.
Özelleştirme çalışmaları 1985 yılında bazı yarım
kalmış tesislerin özel sektöre devriyle başlamıştır.
268
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Özelleştirme uygulamalarının başlatıldığı 1985 yılından
2005 yılına kadar geçen 20 yıllık sürede kapsama
alınan kuruluşların yarısından fazlası tamamen
özelleştirilmiştir. Bu kuruluşlardan, daha önce
ÇİTOSAN’ın bağlı ortaklığı statüsünde faaliyet gösteren
çimento fabrikaları dışında, bu kuruluşların büyük bir
kısmı varlık veya kamunun azınlık hissesine sahip
olduğu iştiraklerdir. Bugüne kadar, SEK ve YEM
Sanayii, ÇİTOSAN, TESTAŞ ve ORÜS’e bağlı tüm
üretim birimleri tamamen özelleştirilmiş ve devlet bu
alanlarda işletmecilikten çekilmiştir. YEM Sanayii A.Ş.
ve SEK Süt Ürünleri A.Ş.’in Kasım 1997’de, ÇİTOSAN
ve TESTAŞ’ın ise Temmuz 1999’da, tüzel kişilikleri
Ticaret Sicil’den silinmiş, söz konusu şirketler EBK Et
ve Balık Ürünleri A.Ş. bünyesinde birleştirilerek tasfiye
edilmiştir. Bunun yanı sıra, 7 giyim tesisi ve 34
gayrimenkulü özelleştirilen KÖYTEKS Yatırım Holding
A.Ş. de, Aralık 1998 tarihinde Sümer Holding A.Ş.
bünyesinde birleştirilerek tasfiye edilmiştir. Ayrıca
ORÜS Orman Ürünleri A.Ş. bünyesinde bulunan 21
işletmesi özelleştirilmiş, kalan 2 işletme SEKA’ya
devredilerek, kuruluş Mart 2000 tarihinde tasfiye
edilmiştir. Öte yandan, İSDEMİR 31 Ocak 2002
tarihinde imzalanan devir sözleşmesiyle tüm varlıkları
ile birlikte ERDEMİR’e devredilmiş ve tüzel kişiliği sona
ermiştir. ÇELBOR A.Ş.’de bulunan %100 oranındaki
269
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
hisselerin tamamı 31 Mayıs 2002 tarihinde ERDEMİR’e
devredilmiştir. T. Gemi Sanayii A.Ş. ise T. Denizcilik
İşletmeleri A.Ş. bünyesinde birleştirilerek Mayıs 2002’de
tüzel kişiliği sona ermiştir. DİTAŞ Deniz İşletmeciliği
A.Ş.’de bulunan %50.98 oranındaki hisselerin tamamı
21 Kasım 2002 tarihinde TÜPRAŞ’a devredilmiştir.
Turban Turizm A.Ş., T. Zirai Donatım A.Ş. ve
TÜMOSAN Türk Motor Sanayii A.Ş. 7 Şubat 2003
tarihinde SÜMER HOLDİNG A.Ş. bünyesinde
birleştirilerek tüzel kişilikleri sona ermiştir.
KARDEMİR özelleştirmesiyle ilk defa yöre halkı,
sanayici ve çalışanlara bedelsiz devir suretiyle gider
tasarrufuna yönelik bir uygulama yapılmıştır. NETAŞ ve
TOFAŞ’ DA bulunan kamu hisseleri ilk defa uluslararası
piyasalarda halka arz edilmiş, böylece İMKB’nin
yabancı borsalarla entegrasyonunun sağlanmasında bir
adım atılmıştır. 1990’lı yılların başında birçok şirketteki
kamu hisseleri kısıtlı da olsa halka arz edilmiş, hisse
senedinin kurumsallaşması ve sermayenin tabana
yayılmasında bir başlangıç yapılmış, 1998 yılında da T.
İŞ BANKASI’NDAKİ kamu hisseleri ile 2000 yılında
TÜPRAŞ
hisselerinin
büyük
bölümünün
özelleştirilmesiyle yurtiçi ve yurtdışı piyasalarda bugüne
kadar yapılan en büyük halka arz gerçekleştirilmiştir.
270
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
SÜMERBANK,
DENİZBANK,
ETİBANK
ve
ANADOLUBANK’ın özelleştirilmesi ile de kamu
bankalarının özel sektöre devredilmelerine ilişkin ilk
adımlar atılmıştır. DENİZ NAKLİYATI T.A.Ş.’in
özelleştirilmesi, TDİ’nin İzmir Körfez Hattı ile Şehir içi
Yolcu ve Araç Taşımacılığı’nın da devri sonucunda
devlet, deniz taşımacılığından da çekilmeye başlamıştır.
Yine 2000 yılı içerisinde POAŞ’ın % 51 oranındaki
hissesinin blok satış yöntemiyle özelleştirilmesi
sonucunda bugüne kadar yapılan en büyük özelleştirme
uygulaması gerçekleştirilmiş, 2002 yılında ise kalan
kamu hisselerinin İMKB’de satışı sonucunda POAŞ’ DA
bulunan kamu hisselerinin tamamı özelleştirilmiştir.
Ayrıca bu süreç içerisinde devletin, turizm, tekstil ve
hayvancılık sektörlerindeki işletmelerinin yaklaşık % 90’ı
da özelleştirilmiştir.
Halen özelleştirme kapsamında 3, kapsam ve
programda 27 olmak üzere toplam 30 kuruluş
bulunmaktadır. Bu kuruluşların 21 tanesinde %
50’nin üzerinde kamu payı vardır. Söz konusu 3
kuruluşun programa alınması yönündeki çalışmalar
sürdürülmektedir. Bunun yanı sıra, özelleştirme
kapsamında 174 taşınmaz, 87 tesis, 6 liman, 6
otoyol, 2 boğaz köprüsü, şans oyunları lisans hakkı
ile Araç Muayene İstasyonları da yer almaktadır.
271
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
b.Gerçekleştirilen Uygulmalar
Özelleştirme çalışmaları, 1984 yılında kamuya ait
yarım kalmış tesislerin tamamlanması veya yerine yeni
bir tesis kurulması amacı ile özel sektöre devri
uygulamaları ile başlamıştır. 1986 yılından itibaren hız
kazanan ve tamamı kamuya ait veya kamu iştiraki olan
kuruluşlardaki kamu paylarının özelleştirme kapsamına
alınması yoluyla yürütülen program çerçevesinde, İdare
tarafından bugüne kadar 185 kuruluşta hisse senedi
veya varlık satış/devir işlemi yapılmış ve bu
kuruluşlardan 173’ünde hiç kamu payı kalmamıştır.
Blok satış, halka arz, uluslararası arz, İMKB’de satış
veya varlık satışı biçiminde kısmen özelleştirme
işlemi gerçekleştirilen diğer 12 kuruluşta ise halen
kamu payı bulunmaktadır. 1985 yılından bugüne kadar
gerçekleştirilen
özelleştirme
uygulamalarının
toplam tutarı 6,2 milyar YTL (10,4 milyar $)
düzeyindedir.
Bir bölümü vadeli ve döviz cinsinden
gerçekleştirilen bu hisse senedi ve varlık satış
işlemlerinden 31 Aralık 2004 itibariyle 4,5 milyar YTL
(8,6 milyar $) net giriş sağlanmıştır. Yıl bazında
uygulama tutarı ile net giriş tutarı arasındaki fark, vadeli
272
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
işlemlere
ilişkin
kaynaklanmaktadır.
taksit
ödemelerinden
Özelleştirme kapsamındaki kuruluşlardan elde
edilen 0,9 milyar YTL’lik (2,3 milyar $) temettü geliri
ve 4,1 milyar YTL’lik (3,4 milyar $) diğer kaynaklarla
birlikte 1985 – 31 Aralık 2004 dönemi toplam
kaynakları 9,5 milyar YTL (14,3 milyar $) düzeyine
ulaşmaktadır. Aynı dönemde özelleştirme uygulamaları
çerçevesinde 9,2 milyar YTL (13,9 milyar $) tutarında
kullanım
gerçekleştirilmiştir.
Özelleştirme
uygulamalarına ilişkin kullanımların % 98’lik bir
bölümü, kapsamdaki kuruluşlara sermaye iştiraki,
kredi borçları ve personel ödemeleri, özelleştirme
bonoları ve Hazine’ye aktarmaya ilişkin ödenen
tutarlardır.
Özelleştirme uygulamaları sonucunda elde edilen
kaynakların
kullanımı
3
ana
başlık
altında
toplanmaktadır.
Bunlardan ilki özelleştirme kapsamındaki
kuruluşlara yapılan ödemelerdir. 6.1 milyar $ düzeyinde
ve toplam kaynakların %44’ünü kapsayan bu tutar,
kuruluşlara yapılan sermaye iştirakleri, verilen krediler,
273
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
çalışanlara yönelik iş kaybı ve özelleştirme sonrası
tazminatları ile emeklilik primi ödemeleri gibi kullanım
kalemlerinden oluşmaktadır.
İkinci büyük kullanım kalemini ise, aynı tarih
itibariyle 3,6 milyar $ düzeyinde ve toplam kullanımların
% 26’sını kapsayan ve Hazineye ve Hazine bünyesinde
bulunan Kamu Ortaklığı Fonu’na yapılan aktarmalardan
oluşturmaktadır. Bu Fon’un kullanım alanı ise
mevzuatla sadece baraj, otoyol ve içme suları gibi
altyapı tesislerinin finansmanıyla sınırlandırılmıştır. 26
Mayıs 2000 tarihinde yürürlüğe giren 4568 sayılı Kanun
çerçevesinde,
2001
yılından
beri
aktarma
yapılmamıştır.
Üçüncü kullanım kalemi ise, özelleştirme
uygulamaları için çıkarılan bono ve tahvil ödemeleri gibi
tutarlardan oluşmaktadır. Bu ödemelerin toplamı da
yine aynı dönemde 3,9 milyar $ düzeyinde olup, toplam
kullanımların %28’ini kapsamaktadır.
Yukarıda belirtilen üç ana kullanım kalemi
toplamı olan 13,6 milyar $ düzeyindeki tutar, toplam
kullanımların % 98’ini kapsamakta ve özelleştirme
274
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
olgusu var olsa da, olmasa da, devletin bir şekilde
Hazinesinden yapmak zorunda olduğu tutarlardan
oluşmaktadır.
Bu arada özelleştirmeye bağlı olarak yapılan ve
gider-masraf olarak tanımlanabilecek, uygulamalar için
yapılan danışmanlık, ihale ilanları ile reklam ve tanıtım
giderleri ise toplam kullanımların yalnızca % 1’ini
oluşturmaktadır.
c.İhale Veya Satış/Devir Prosedürü Devam
Eden Kuruluşlar
Emek İşhanı, TCDD Mersin Limanı, Hilton Oteli,
TÜGSAŞ,Erdemir,Adapazarı
Şeker
Fabrikası
Aş.,KTHY,Tekel,Erciyes Sosyal Tesisi,Kuşadası Tatil
Köyü,Eti Alüminyum Aş., Samsun Gübre Sanayi
Aş.,Araç Muayene İstasyonları,Sümer Holding Aş.,Türk
Telekomünikasyon Aş.,TÜPRAŞ
275
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Özelleştirme uygulamaları sonucunda elde edilen
kaynakların kullanımına ilişkin dağılım aşağıda
gösterilmiştir.
KULLANIMLAR
ÖZELLEŞTİRME
KAPSAMINDAKİ
KURULUŞLARA
İLİŞKİN
ÖDEMELER
Sermaye İştiraki
(% 30.6)
Kredi Biçiminde
Verilen Borçlar
(% 9.3)
Sosyal Yardım Zammı
Ödemeleri
(% 0.4)
HAZİNE’YE
AKTARMA
(% 24.5)
BORÇ
ÖDEMELERİ
(% 28.4)
Özelleştirme
Bono/Tahvil
Anapara Ödemesi
(% 19.6)
Özelleştirme
Bono/Tahvil Faiz
Ödemesi
(% 7.5)
İş Kaybı Tazminatları
(% 0.5)
Özelleştirme Sonrası
Tazminat Ödemeleri
(% 0.7)
Erken Emeklilik Primi
Ödemeleri
(% 0.3)
Özelleştirme
Gelirinden İlgili
Kuruluşlara Ödemeler
Diğer Borçlar
Faiz, Kur Farkı,
Komisyon ve
Vergi Ödemeleri
(% 1.3)
DİĞER
GİDERLER
(% 3.0)
Denetim
Danışmanlık
(% 0.4)
İhale İlanları
Giderleri
(% 0.4)
Reklâm ve
Tanıtım
Giderleri
(% 0.1)
İMKB’de Hisse
Alımı Giderleri
(% 0.9)
İdari Bütçe’ye
Aktarılan
(% 0.5)
276
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Türk
Telekom
ve
Tüpraş
gibi
büyük
özelleştirmelerin art arda gerçekleştirilmesiyle birlikte,
özelleştirmede 2005 yılı içinde rekor kırılırken,
özelleştirme rakamı 20 milyar dolara gidiyor.
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB) tarafından
bu yıl gerçekleştirilen özelleştirmelerin tutarı 13 milyar
894 milyon doları geçerken, Atatürk Havalimanı ihalesi
ile birlikte özelleştirme toplamı, şimdiden 16,9 milyar
dolara ulaştı.
Eylül sonunda son tekliflerin alınacağı ERDEMİR’
DE özelleştirmenin gerçekleştirilmesi durumunda,
özelleştirme rakamının daha da yukarı çıkması
bekleniyor.
Verilere göre 2005’den bu yana "satış veya
devri" tamamlanan kuruluşların özelleştirme tutarı, 1
milyar 348 milyon doları buldu. Bunlar içinde Ataköy
Turizm, Otelcilik ve Marina, Eti Alüminyum’un satışı,
KTHY’ DE hisse satışı ve Petkim'in halka arzı gibi
özelleştirmeler yer alıyor.
İhalesi
yapılan,
ancak
devri
henüz
gerçekleşmeyen ihaleler ise 12 milyar 546 milyon doları
277
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
bulurken, bunların başında Türk TELEKOM ve Tüpraş
geliyor.
TEKEL'e ait ikiz kuleler ile araç muayene
istasyonları ve Mersin Limanı da devir için sırada
bekliyor.
Bunun
yanında,
Ulaştırma
Bakanlığı'nca
gerçekleştirilen ve 3 milyar doları bulan Atatürk
Havalimanı Terminal İşletmesi'nin 15 yıllığına kiraya
verilmesi ile birlikte, bu yıl yapılan özelleştirmelerin
tutarı (araç muayene istasyonları dahil) 16 milyar 894
milyon doları buluyor.Öte yandan özelleştirmeden elde
edilen gelir, Hazine'ye "gelir" kaydedilerek, özellikle
borç
azaltışında
kullanılıyor.
Bunun
yanında
"özelleştirme giderleri" kapsamında, özelleştirme
programında yer alan KİT'lerin finansman ihtiyacı
karşılanıyor, borç ödemeleri gerçekleştiriliyor
33..S
SO
ON
NU
UÇ
Ç
Son yıllarda özelleştirme konusunda kaydedilen
gelişmeler incelendiğinde, belki de Polonyalı bir
yetkilinin
konuya
ilişkin
olarak
yaptığı
bir
değerlendirmeye
dikkat
çekmek
yararlı
olacaktır:"....piyasaların işlemeye başlamasından önce
278
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
mülkiyet haklarının düzenlenmesi gerekmektedir.
Ancak, bugüne kadar edinilen tecrübe, bunun gerekli
olmakla birlikte hemen hemen imkânsız olduğunu
göstermektedir. Özelleştirme, insanların kendisinden
çok şey bekledikleri sihirli bir sözcük haline
gelmiştir"(Myant, 1993, p.139).
Özelleştirme konusunda süren tartışmalar göz önüne
alındığında, özelleştirmenin ve bunun sonuçlarını
almanın yıllar sürebileceği anlaşılmaktadır. Hatta süreç
içindeki bütün değişkenleri kontrol etmenin güçlüğü göz
önüne alındığında, sonuçların neler olabileceğini tahmin
etmek bile güç görülmektedir.
Kamu sektörünce yapılan sosyal yatırımların ve
hizmetlerin özel sektörce etkin bir şekilde yapılmasının
mümkün olacağına dair önemli teorik destekler söz
konusudur. Mülkiyet haklarının fazla olduğu durumlarla
az olduğu ya da kamusal olduğu durumlar
karşılaştırıldığında en iyi sonuçlar birinciden yana alınır.
Teorik bakış açısından hareketle kamu sosyal yatırım
ve hizmetlerinin özel sektörce karşılanması halinde
daha etkin olacağı sonucuna varılabilir.
Ancak kamu malları ve dışsallık problemleri nedeniyle
kamu girişiminin gerekli olduğunu düşünenlerde az
değildir. Bununla birlikte, çalışmada görüleceği gibi, bu
problemler hizmetlerin bir özel ya da kamu girişimi
tarafından yapılması kararını etkilemez. Bu yüzden, biz
279
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
hala kamu arzı yerine özel girişimi güçlü bir şekilde
destekliyoruz.
Yine de, kamu arzı ile ilgili düzenlemelerde doğal
tekel problemleri söz konusudur. Doğal tekel
problemleri, birçok ekonomist tarafından kabul
edilmemektedir. Ancak bazı durumlarda, özellikle
varlıklarla ilgili olarak yüksek düzeyde ihtisaslaşma ve
önemli yatırımların olması halinde bu problemler söz
konusu olmaktadır. Ancak, doğal tekel problemleri
rekabetçi ihale sistemi ve imtiyazlar için bir rekabet
piyasasının yaratılmasıyla bertaraf edilebilir. Böylece,
hatta bu özel durumlarda dahi teokratiksel bakış
açısından hareketle, kamu arzına karşılık özel arzı
savunabiliriz.
.
280
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
K
KA
AY
YN
NA
AK
KÇ
ÇA
A
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı Yayınları Ankara –
TÜRKİYE 2005
Steve H. Hanke, "The Theory of Privatization", in: Stuart
M. Butler, (Ed). The Privatization Option. A Strategy to
Shrink the Size of Government - Washington D.C. The
Heritage Foundation, 1985. sf.1–14
Dış Ticaret Müsteşarlığı Yayınları Ankara – TÜRKİYE
2005
Cengiz ERDEM
11 Aralık 1975 Bursa'da doğdum.İlk,orta ve liseyi
Bursa'da tamamladım.A.Ü.
> A.Ö.F. Yerel Yönetimler bölümünde
okumaktayım.İngilizce biliyorum.Evli ve
> bir çocuğum var.SAYGILARIMLA Cengiz Erdem
>
> 1993-2002 Yılları arasında inşaat şirketinde yönetici
olarak çalıştım.
>
> 1998-2000 Yılları arasında Bursa Filarmoni derneği
Yönetim kurulunda görev
> yaptım.
>
281
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
> 2002 Yılında Ak Partiye üye oldum.
>
> 2005 Ocak ayında yapılan seçimle AK Parti Bursa İl
Gençlik Kolları Başkan
> Yrd. olarak İl Sekreterliği görevini sürdürmekteyim.
>
> 2003 Yılından itibaren Bursa-Yenişehir Belediyesi
Kültür-Sanat Danışmanı
> olarak çalışmaktayım.
>
> 2005 Yılında Bahçeşehir Üniversitesinin düzenlediği
Siyaset ve Liderlik
> Okulunda eğitim aldım.
282
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
İİD
DE
EA
ALL B
BİİR
R H
HU
UK
KU
UK
KE
EĞ
ĞİİTTİİM
Mİİ
N
OLLM
MA
ALLIID
DIIR
R ??
NA
AS
SIILL O
H
HA
AZZIIR
RLLA
AY
YA
AN
N
G
ÜÇ
ÇB
BA
AŞ
ŞA
AR
RA
AN
N
Güülliizz Ü
283
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Ö
ÖZZE
ETT
Bu makalenin konusu, Türkiye’de var olan hukuk
eğitiminin nasıl geliştirilebileceğine ilişkindir. Hangi
yöntemler izlenirse ve mevcut sistemdeki hangi hatalı
noktalar değiştirilirse başarıya ulaşılacağı örneklerle
anlatılmıştır. Makale çalışmamın amacı, Türkiye’nin en
büyük sorunlarından biri olan eğitimi ele alıp bunu
üniversite düzeyinde hukuk alanı bakımından
inceleyerek ve varolan yanlışlıkları belirterek, durumun
nasıl daha iyiye gidebileceği hakkında öneriler
sunmaktır. Bu sayede gerek politik gerkse sosyal
alanda bir çok kurumun ve düzenin daha iyi işleyeceği
kanısındayım. Makalenin içeriğinde, önce sorunlar ve
bunların yol açtığı aksaklıklar anlatılmakta, daha sonra
bu sorunların nasıl aşılacağı ve yeni yöntemlerin
faydalarının neler olacağı örneklerle belirtilmektedir. Bu
makalede bir hukuk fakültesi öğrencisi olarak bizzat
yaşadığım ve diğer arkadaşlarımızın yaşadığını
gördüğüm zorlukları dile getirdim. Çözüm önerileri de
yine mevcut olan bazı istatistiki bilgiler ışığında
sunulmuştur. Bu araştırmanın sonucunda; öğrenci,
öğretim görevlisi ve halkın duyarlılığını birleştirerek ne
gibi kaynaklar yaratılacağı, eğitim sürecindeki
motivasyonun nasıl sağlanacağı ve şu anki durumdan
nasıl bir duruma geçileceği örneklerle açıklanmıştır
284
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
11..G
GİİR
RİİŞ
Ş
Hukuk, adaleti sağlayan ve içinde bulunduğumuz
ortamı yaşanabilir kılan bir uyuşmazlık çözüm
mekanizmasıdır. Varlığı, hukuk kurallarını içeren
kanunlar sayesinde sağlanır. Bireylerin bunlara uyması
ve uymayanların da cezalandırılması biçiminde bu
varlığını sürdürür. Belli bir devletin idaresi altında
yaşamayı ve kurallarına tabi olmayı zımni bir akitle
kabul etmiş vatandaşlar cephesinden de hukuk biliminin
ne kadar önem teşkil ettiği aşikardır. Dolayısıyla bu
bilimin eğitim yoluyla kuşaklara aktarılması ve bu yolla
toplumun aydınlatılması da kuşkusuz aynı önemi
haizdir. Eğitim sayesinde bilmeyenler öğrenir, bilenler
kendini geliştirir yani kişiler aydınlanır ve bilinçlenir.
Ancak, böyle bir eğitim için gerekli olan kriterler vardır
ve ancak eğitimde belli bir kalite sağlandığı takdirde
toplumsal yarar elde edilebilir.
Hukuk eğitimi, Türkiye’de dört senelik fakülteler
tarafından lise eğitimini tamamlayan ve akabininde
gerçekleştirilen öğrenci seçme sınavı ile yeterli puanı
alan öğrencilere sunulmaktadır. Ülkemizde yüksek
öğrenime hak kazanmak yorucu ve zor bir iş olduğu
gibi, bu okullarda lisans eğitimini sürdürmek de bir o
285
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
kadar emek gerktirir. Öğrenciler derslere devam etmeli
ve düzenli çalışmalı, öğretmenler ise anlattıkları konular
hakkındaki güncel gelişmeleri takip edip, bir takım temel
ve doktrinel bilgilerin yanında bunları da öğrencilere
aktarmalıdır. Ancak bu öneriler bir çerçeve niteliğinde
olup içinde bir çok ayrıntıyı barındırır. Bu ayrıntılar
gözden kaçırıldığı veya önemsenmediği takdirde bu
bütünü etkiler ve ortaya tamlık arzetmeyen bir eğitim
sistemi çıkar ki, belki de en sakıncalı eğitim, hiç
verilmeyenden çok, eksik ve yanlış metodlarla
verilendir. Hataların farkına varılmadığı ve kabul
edilmediği ortamlarda ilerleme kaydedilemez ve netice
itibariyle harcanan emek, zaman, belki de para ve
kaynaklar boşa gitmiş olur. Zaten hukuk eğitiminin
doğasında vardır eleştirel gözle bakmak olaylara ve var
olanı sorgulamak. Bunun devamında ortaya çıkan farklı
görüşlerdir hukuk doktrininin vazgeçilmezleri. Teknolojik
gelişmedir hukuka işlerlik sağlayan, felsefe sayesinde
önlenir at gözlüğüyle olaylara yaklaşmak ve sosyolojik
boyuttur hukukun toplum üzerindeki etkisini inceleyen.
Tekdüze
bir
eğitim
anlayışı;
deneyden,
sunumlardan, araştırmadan uzak bir şekilde bir bilimi
inceleyip aktarma yöntemi, çağlar öncesinde kalmıştır.
Ezberci eğitim, kafa çalıştırmayı ve mevcut bilgileri
kullanma yetisini körelttiği için toplumlara zarar vermiş,
286
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
yoruma dayalı eğitim ise mantık silsilesi geliştirerek
düşünme gücünü olumlu yönde etkilemiş ve ilerlemeye
ışık tutmuştur.
Bu
araştırmanın
ve
sonucunda
sunulan
çözümlerin amacı, halihazırda mevcut olan hukuk
öğrenimimizi öğrencilerin beklenti ve memnuniyeti
doğrultusunda
şekillendirmek
ve
uluslararası
örnekleriyle karşılaştırıp eksik yönlerini tespit etmek ve
bunları telafiye yönelik çözüm önerileri getirmektir.
22..İİD
DE
EA
ALL B
BİİR
RH
HU
UK
KU
UK
KE
EĞ
ĞİİTTİİM
Mİİ
N
NA
AS
SIILL O
OLLM
MA
ALLIID
DIIR
R ??
Hukuk fakültelerimizde beliren en büyük
problemlerden biri, aynı derslikte öğrenim görmek
zorunda olan öğrenci sayısının çokluğudur. Bu,
öğrencinin ders içindeki verimliliğini azalttığı gibi, aynı
zamanda kendini özel hissetmeyen öğrencinin okula
gelmemesi sonucunu da doğurur. Öğrenci kalabalık
yüzünden derse katılma imkanını yakalayamaz,
öğrenciyle iletişim içinde olmayan hocalar da öğrencileri
bireysel olarak tanımadıkları için öğrenci de yokluğunun
farkedilmediğinden de cesaret alarak gelmemeyi bir
alışkanlık haline getirir. Okul yönetimleri de yoklama
zorunluluğu getirmedikleri takdirde bunu bilen öğrenci
287
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
derse katılma zahmetinde bulunmaz. Bu noktada, on
sekiz
yaşından büyük gençlerin bilinçli olmaları
gerektiği doğrudur ancak öğrenciyi adeta okula
gelmemeye teşvik eden bir sistemin de haklılığından
bahsedilemez.
Ortaya çıkan başka bir sorun da, derslere
girilmemesi sonucu dersi takip etmenin tek yolunun
katılım gösteren öğrenciler tarafından tutulmuş ders
notları olmasıdır. Bu ders notlarının hocaların
anlattıklarını içerdiği düşünülse de; hukuk kitapları
okunmadan, kanunlar incelenmeden, derse katılmadan
ve çoğu zaman tanımadığınız birinin tuttuğu ders
notlarıyla sınıf geçmek mümkün olmamaktadır. Öğrenci
çalıştığını düşünmekte ancak yanlış bir yöntem izlediği
için ve belki de yanlış bilgiler öğrendiği için başarıyı
yakalayamamaktadır. Sonuçta, okul hayatı boyunca
yığılan dersler öğrencinin motivasyonunun düşmesine,
bu suretle de neticede okulunun uzamasına ama en
önemlisi hukuk biliminin ürkütücü ve vakıf olunması
son derece zor bir hale gelmesine neden olmaktadır.
Hukuku, zevkine ve bilincine varmadan okuyan mevcut
kitlenin de ileride adalet ve hakkaniyet mevhumlarında
söz sahibi olmaları ise hayli güç gözükmektedir. Okula
gelinmemesinden kaynaklanan eğitim yılının uzaması/
tekrarı tabiki mazur görülemez ancak sadece, dört
288
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
senede okulu bitiremeyen ve çoğunluk olduğu bilinen
kitleyi de suçlamak doğru değildir. Sınavlara çalışan
öğrencilerin de okullarını beş senede bitirdiklerine
sıklıkla rastlanmaktadır.
Öğrencilerin, hukuk derslerinin yanında ilişkili bilim
dalları olan uluslararası ilişkiler, uluslararası ticaret,
ekonomi gibi konulara da ilgi duyabilmeleri mümkün
hatta sevindirici olduğu gibi gereklidir de. Bunun yanı
sıra, demokrasinin çoğulculuk ilkersinin en önemli
göstergelerinden biri olan sivil toplum örgütlerinde
gönüllü çalışma da bir çok Avrupa ülkesinde yaygındır.
Gençlerin de bu kuruluşlarda çalışma hak ve
özgürlükleri mevcuttur. Ancak derslerinin yanında bu tür
aktivitelere yer veren hukuk fakültesi öğrencisinin
okulunu zamanında bitirme şansı gerçekten azdır.
Hukukun mantığında çok yönlü olmak yatar çünkü
hukuk hayatın içinden çıkmış bir bilim dalıdır ve
yaşamımızda da bir çok değişik olayla karşılaşırız. Bir
hukukçunun değişik olayları çözebilmesi için onlar
hakkında bilgi sahibi olması ve bunu takiben görüş
sahibi olması gerekir. Yani, hukuk harici diğer sosyal
bilimleri incelemek ve sosyal faaliyetlerde bulunmak
hukukçu için bir olmazsa olmazdır. Bu da bize gösterir
ki müfredatın ağırlığı veya eğitim süresinin kısalığı bunu
289
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
imkanlı kılmaz ve ancak öğrencinin okulunun
uzamasına yol açar.
Globalleşen
dünyanın
en
büyük
gereksinimlerinden biri de yabancı dil bilmektir. Başta
İngilizce olmak üzere Rusça, Japonca ve İspanyolca
gibi dillerin de önem kazanmasıyla bu dilleri öğrenmek
bir gereklilik halini almıştır ve öğrenmenin en yaygın
yolu da kurslara gitmektir. Kurslar da haftanın bir kaç
günü öğrenciyi haliyle meşgul edecektir. Ayrıca, dil
öğrenimi devamlı tekrar gerektiren bir olaydır. Hukuk
derslerinin yanı sıra dil öğrenimine de zaman
harcanması gerektiği muhakkaktır. Kaldı ki, öğrencinin
bir ya da birden fazla yabancı dil bilmesi ve hatta bu dile
mesleki
düzeyde
vakıf
olması
mezun
olan
gençlerimizden beklenmektedir. Dolayısıyla derslerin
yanında dil eğitimine de hatrı sayılır bir vakit ayırmak
günümüzde bir kaçınılmaz zorunluluk haline gelmiştir.
Özellikle Avrupa Birliği’ne adaylık sürecini yaşadığımız
şu günlerde yabancı dil bilen hukukçuların önemi büyük
olacaktır. Şu anda bile Türkiye bir çok yabancı ülkeyle
ticari ilişkiler içindedir ve yabancı dil bilmek bir avukat
için büyük bir avantaj teşkil eder.
Mevcut durum gösteriyor ki; iş bulmak ve en
önemlisi kendini geliştirmek isteyen gençler; kitap
okumak, kurs ve seminerlere katılmak, dernek, kulüp ve
290
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
vakıflara üye olmak durumundadır. Ancak bu tarz
etkinlikleri yerine getiren öğrencilerin de ders notlarının
düşüklüğü
gözden
kaçmaz,
özellikle
hukuk
fakültelerinde. Yani diğer fakültelerde bu tarz etkinlikler
bölüm dersleriyle birlikte yürütülebilirken bu, hukuk
bölümü için pek de mümkün olmamaktadır. Hukuk
fakülteleri objektif olarak bakıldığında yabancı dil,
S.T.K, kurs ve seminerlere katılmak suretiyle
derslerdeki yetkinliğin arttırılacağı ve derslerin daha iyi
anlaşılacağı bölümlerin başında gelmektedir. Oysa ki
mevcut sistem adeta bunu önlemekte ya da
cezalandırmaktadır. Halbuki bu etkinliklerden uzak
kalan öğrenciler zamanında mezun olsalar bile meslek
hayatında zorlanacaklar, adeta yetersiz birer mezun
olmuş olacaklardır. Bunu farkeden avukat adayı belki
de mesleğinden soğuyacak ve aldığı hukuk eğitimine,
üniversitesine ve hocalarına olan inancını daha
mesleğinin ilk senelerinde yitirecektir.
Hukuk eğitimi müfredatının doluluğu bir çok
sorunun kaynağı olmaktadır. Sene/ dönem başına
ortalama yedi ila on ders düşmektedir. Bu derslerin
kitapları çok kalın olduğu gibi kanun bilgisi, okunması
şart olan makaleler ve yardımcı kaynakları da işin içine
katınca tek bir dersin bile çalışılması son derce
zorlaşırken yediden fazla dersin çalışılması öğrenciye
291
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
ciddi bir külfet yükler. Diğer fakültelerde ders sayılarının
nisbeten daha az olduğu görülmekte ancak hukuk
fakültelerinde senede oniki ders dahi okutulabilmekte ve
bu durum öğrenci açısından güçlük yaratmaktadır. Dört
senede bitirme oranının da az olduğuna bakılırsa belki
de dört seneye indirgenmiş hukuk eğitiminin sağlıklı ve
doğru olmadığı sonucu ortaya çıkar. Ayrıca
unutulmamalıdır ki, hukuk dersleri orta öğretim boyunca
hiç görülmemiş, tamamen mesleki bilgiye dayalı
derslerden ibarettir. Diğer fakültelerde olduğu gibi orta
okul ve lisede okutulan derslerin devamı niteliğinde
değildir. Yani hukuk öğrencisi hukuk dersleriyle ilk kez
üniversiteye girdiği anda tanışır, hem de böylesine
yoğun bir program eşliğinde. Müfredat böyleyken
öğrencinin ne bir kursa devam etmesi ne de bir
hobisinin olması mümkündür. Sosyal bir birey olmakta
ısrar eden öğrenci ise sınavlarda başarılı olmamaya
mahkum bırakılmıştır.
Birçok konuda olduğu gibi, eğitimin bir kolu olan
hukuk eğitiminde de diğer ulusların uygulamalarını
inceleyip, mantıklı ve işlerliği olduğunu düşündüğümüz
yöntemleri Türk eğitim sistemine uyarlayabiliriz. Nasıl ki
hukuk eğitiminde çeşitli hukuk ekollerinden faydalanıyor
ve
hocaların
görüşlerinden
yararlanıyorsak,
kanunlarımızı yabancı ülkelerinkilerden örnek alıyor,
292
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
hatta tercüme yapıyorsak bunu, eğitim metodlarına ve
içeriğine de uygulamak da doğru olacaktır. Ancak
taklitçilikten kaçınmaz ve ülkemizin şartlarını göz
önünde bulundurmassak bu bize yarardan çok zarar
getirecektir. Kaldı ki biz, bir ülkenin eğitim modelini
mutlak surette benimsemek zorunda değiliz ancak,
faydalı gördüğümüz yönlerini
sistemimize adapte
edebiliriz. Bunun yanı sıra artık uluslararası eğitimde
ülkeler arası değişim programları büyük önem
taşımaktadır, bu sistemi uygulamayan üniversitelerimiz
de bu uygulamaya ivedilikle yer vermelidirler.
Common Law adı verilen hukuk sistemi ; Amerika
Birleşik Devletleri, İngiltere, Avustralya gibi ülkelerde
uygulanmaktadır. Amerika’da uygulanan hukuk eğitimi
modelini incelersek görürüz ki ise öncelikle tarih, siyaset
bilimi, sosyoloji başta olmak üzere herhangi bir alanda
lisans derecesi edinmek, ardından da lisansüstü hukuk
okuluna gitmek gerekir. Hukuk okulunun ardından da
baro sınavlarından başarılı olunduğu takdirde avukat
olunabilir. İngiliz sisteminde ise; diğer meslek
öğrenimlerinde de olduğu gibi hukuk fakültesi için de
üniversiteler üç senedir. Ancak bazı üniversitelerin
sunduğu alternatif programlar doğrultusunda yarı
zamanlı olarak veya başka bir ülkede bir sene öğretim
293
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
görmek suretiyle de dört seneye çıkarılması
mümkündür.
Bu örnekler gösterir ki farklı ülkelerde farklı eğitim
metodları izlenmektedir. Farklı olduğu için de doğru
veya yanlış olarak nitelendirmek pek de sağlıklı olmaz.
Rasyonel bir şekilde bu metodları irdelemek, eksilerini
ve
artılarını
değerlendirmek
gerekir.
Bu
değerlendirmeden sonra da, hukuk fakültelerimiz kendi
yapılarına uygun olacak bir kaç değişikliğe gidebilirler.
Türk hukuk eğitimi sistemindeki çarpıklığın belki de
ilk halkasını sınıflarda yoklama yapılmaması, yani
devam zorunluluğunun olmaması teşkil etmektedir.
Buna sunulan sebep, devlet okullarındaki öğrenci
fazlalığı ve dolayısıyla yoklama yapmanın uzun bir vakit
alacağı ve neticede bunun imkansızlığıdır. Peki bu
bakış açısı öğrencinin iyiliğine midir? Okul idaresinin
ihmali ve kayıtsızlığından kaynaklanan bir davranış
sene sonuna gelindiğinde devam edilmeyen derslerden
ötürü derslerin geçilememesi sonucunu getirdiğinde bu
durum en nihayetinde yine öğrencilerimize zarar getirir.
Hukuk kitapları ve metinleri bir kere okunmakla çoğu
zaman bir anlam ifade etmez, bir kaç kez
okunduklarında anlaşılır ve ancak daha da fazla
okunarak ve de özellikle bu konulara vakıf biri
tarafından, ki bu kişi öğrenci için hocalardır,
294
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
anlatıldıklarında kafaya yerleşir ve öğrenci yorum
yapmaya müsait dereceye gelir. Zaten nitelikli bir
hukuk eğitiminden beklenen de iyice özümsenmiş bilgi
vasıtasıyla yorum yapma yeteneğine sahip olmak değil
midir? Ayrıca şunu da belirtmeliyiz ki bir bilgi akılda ilk
öğrenildiği şekilde kalır ve bu bize normal şartlar altında
öğretmenlerimiz
aracılığıyla
anlatılır.
Derslere
girmeyerek konuyu sınıfta öğrenmeyen öğrenci,
kitaptan ya da daha vahimi ders notlarından kendince
yaptığı yorumlardan yola çıkarak konuyu anlamaya
çalışır, kafasına takılan bir soru olduğunda da çoğu
zaman bu cevapsız kalır. Görüldüğü gibi, derse devam
hususundaki bu denetimsizlik öğrenciyi adeta okula
gelmemeye sevketmektedir, bu da öğrencinin
başarısızlığıyla sonuçlanmaktadır.Yoklama almamak,
okul yönetiminin derslere devam etmemeye gösterdiği
zımni bir onayı anlamına gelmektedir.
Öğrencinin yararını en çok düşünmesi gereken
şüphesiz ki eğitim kurumudur. Kişinin en çok kendisini
düşündüğü veya kişiye en çok kendinden fayda olduğu
ve iradesine hakim normal bir bireyin kendi çıkarlarını
gözetmesi gererktiği söylenebilir. Bu da doğrudur.
Ancak bundan daha kuvvetli bir gerçek de; kurumların
kendilerinde var olan yetkiyi kamu yararına kullanmaları
gerktiği, bu yönde de önlem almak ve yaptırım
295
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
uygulamanın da kurumların asli görevlerinden biri
olduğudur. Hukuk fakültelerinin görevi de öğrencilere en
iyi ve kaliteli hukuk eğitimini vermek ve bu eğitimin
öğrenciler tarafından alınıp alınmadığını kontrol
etmektir. Sadece öğretim verildiği takdirde işin eğitim
kısmı unutulmuş olur ancak öğrenim bir bütündür. Bu
fakültelerden mezun olan öğrenciler avukatlık ruhsatı
aldıkları vakit artık vatandaşlara hizmet eder duruma
gelirler. Eksik veya okulda edinilmemiş eğitimin acısı da
müvekkillerden yani eğitim kurumlarına güvenip onların
yetiştirdiği avukatlara iş veren vatandaştan çıkacaktır.
Peki hukuk fakülteleri bu tabloyu önlemek için,
öğrencilerin derslere katılımını sağlamak için ne
yapmalıdır, nasıl bir metod takip etmelidir? Hukuk
fakültelerinde öğrenci sayısının fazla oluşundan
hareketle öğretmenlerin ders saatinde yoklama almaları
mümkün olmamakta olduğundan fakülte bu çok önemli
iş için anfi kapılarında bir personel bulundurarak kimlik
göstermek suretiyle imza toplayarak ve her ders
başlangıcında bunu tekrarlayarak denetimi sağlayabilir.
Böylece bu yük öğretmenlerden alınmış olur ve
öğrenciler de işin ciddiyetini kavrarlar. Rapor edileceğini
bildikleri için de derslere girme oranları artış gösterir.
Ders aralarının kısa ve sınıf mevcudunun kalabalık
olduğu doğrudur ancak yoklamanın yapılması
296
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
zorunluluğu ve önemi düşünüldüğünde ve bu vaktin
dersten alınması yerine bu yöntem daha mantıklı
olacaktır.
İkinci bir yöntem ise yoklama almayarak ancak
dolaylı yoldan öğrenciyi devama teşvik etmektir. Bunun
için, öğretmenler pratik çalışma saatinde, derse katılan
öğrencilere not vererek ya da ders esnasında bir ödev
verip bu ödevi yine derste öğrencilerin katılımıyla
cevaplatarak motivasyonu sağlayabilirler. Ayrıca
habersiz bir şekilde ve her ay yapılacak kısa bir yazılı
suretiyle de hem öğrencilerin derse katılımı artacak
hem de o dersi daha iyi öğrenmeleri sağlanmış
olacaktır. Bu yöntem ile öğrenci vizeden finale kadar
boş oturup, hatta okula bile gitmeyip yalnızca sınav
vakitleri
çalışma
alışkanlığını
zorunlu
olarak
değiştirecektir. Bu da öğrencinin başarısına önemli bir
ivme kazandıracaktır.
Biraz da Türkiye’de hukuk eğitiminin içeriğine
değinirsek, durumun bu hususta da pek iç açıcı
olmadığını görürüz. Hukuk derslerinin kitapları son
derece kalındır ve harfiyen okunmadığı müddetçe
dersleri geçmek mümkün olmamaktadır. Bunun nedeni
derslerin zor olmasından dolayı öğrenilmesi için bir kaç
defa tekrar edilmesi gerekmesidir. Toplamdaki ders
297
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
sayısı kırkı bulurken bunun dört senede okunması
gerçekten çok güç olmaktadır. Diğer fakültelerde hem
ders sayıları hem de ders içerikleri hukuk fakültesine
göre az olmasına rağmen hepsinde dört senelik eğitim
süresi bulunması her ne kadar eşit görünse de aslında
tam bir eşitsizliktir. Bu sürede diğer fakülte öğrencileri
dersleri özümseyerek öğrenirken, hukuk fakültesindeki
öğrencilere iki seçenek düşmektedir. Ya asosyal
öğrenci kimliğine bürünerek kendini sadece derslere
adamak ve sosyal aktivite/ yardım faaliyetlerinden uzak
kalmak ancak, okulu zamanında tamamlamak. Ya da
dış dünyayla bağlarını koparmamak gibi çok doğal bir
yolu seçip beşinci sene de ( hatta altı veya yedi) okulun
yolunu tutmak.
Ayrıca bir önemli nokta da, fakülteler arası ders
içeriği ve sistem farklılıklarıdır. Bütüncül bir eğitim
sistemi olması idealken, kimi üniversitelerde dersler
dönemlik olarak okutulup çan eğrisine göre not
verilmekte, kimi üniversitelerimizde ise dersler senelik
olarak okutulup dersi geçmek için her öğrencinin en az
belirli bir puanı alması gerekmektedir. Sonuçta aynı
eğitimi aldıkları farzedilen öğrecilerin bir kısmı
öğrenimleri süresince
kitapların yarısından sınava
girerken, senelik okuyan öğrenciler tüm kitaptan
sorumlu tutulmaktadır. Eğer bu yöntemlerden biri hukuk
298
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
eğitiminin doğasına daha uygun ise, o zaman fakülte
dekanları topluca o sistemde karar kılmalılardır. Bir
fakültemizde herhangi bir dersten varsayalım ki yirmi
beş puan alan öğrenci, sınıfın ortalaması düşük olduğu
için dersi B notu ile geçerken, kredili sistem olmayan bir
okulda yirmi beş puan ancak F notuna tekabül eder ve
sonuçta öğrenci kalır. Bunun bir eşitsizlik olduğu son
derece açıktır. Ancak madalyonun öteki yüzünde de
diğer taraf için bir eşitsizlik vardır. Elli puan üzeri not
alan öğrencinin geçtiği bir sistem mevcutken diğer
okulun öğrencisi yetmiş puan alarak kalabilmektedir.
Mezuniyet ortalamaları da bu hususlara istinaden
farklılık arzetmekte ancak bu nüansın işverenler
tarafından dikkate alınıp alınmadığı ise merak konusu
olmaktadır. Fakülteler arası farklılıklar aşikardır ancak
yüksek lisans ve iş başvurularında başarılı öğrencilerin
nisbeten düşük not ortalaması ile yarışmaları en
basitinden şekli açıdan adil
değildir, adalet ve
hakkaniyeti temel alan hukuk eğitimi için.
Devlet okulu ve özel okul ayrımı da ayrı bir sorun
teşkil eder. Vakıf hukuk fakülteleri, gerek sınıfların
tenhalığı, gerek öğretim görevlisi ile kurulma imkanı
olan birebir ilişki ve gerekse sosyal aktivitelerin bolluğu
bakımından devlet hukuk fakültelerinden keskin
çizgilerle ayrılır. Devlet okullarında öğrencilerin sınav
299
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
tarihlerini ve notlarını bile öğrenmeleri zorluk teşkil
ederken, öğretim görevlilerinin çoğu zaman yerlerinde
bulunmadıkları da yadsınamaz bir gerçektir. Okulda
personelden görülen muamele, eğer ki muhatap
bulunabilrse, gerçekten yetersiz, araştırma ve sosyal
aktivite imkanları ise son derece sınırlıdır. Öss
sonuçlarıyla yerleşilen üniversitelerdeki tablo bize;
sınavda başarı gösteren kişilerin yüksek puandan ötürü
devlet üniversitelerini seçtiklerini ancak maddi
olanaksızlıklar yüzünden vizyonu genişleyememiş,
hakettiği muameleyi ise haketmediğine inandırılarak
yetişen bir gençliğin ortaya çıktığını göstermektedir.
Diğer tarafta ise devlet üniverisitelerine nisbeten daha
düşük puanla vakıf üniversitelerine girmiş ancak daha
çağdaş bir eğitim, daha hoşgörülü bir idari kadro ve
imkanlarını daha yoğun kullanan bir akademik kadroyla
karşı karşıya kalan bir öğrenci grubu mevcuttur. Burada
bir adaletsizlik olduğu açıktır. İdeal olan, tüm
fakültelerimizin çağdaş ve gelişmiş imkanlara sahip
olmasıdır ancak öncelikle sınavda daha başarılı olmuş,
çalışmaya daha çok önem vermiş öğrencilerin daha
azla yetinmek zorunda bırakılan taraf olması oldukça
düşündürücüdür.
Devlet üniversitelerini geliştirmek, modernleştirmek
adına halihazırda tahsil edilen üniversite harçlarının
300
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
yetersiz olduğu aşikardır. Ancak öğrenci kitlesinin
çoğunluğundan da daha fazla bir harç ödemesi
beklenemez. Gerekli kaynağın öğrencilerden veya
velilerden tahsil edilemediği açıktır. Dolayısıyla;
hayırsever
vatandaşlarımızdan,
holding
yöneticilerimizden, vergi vermeyen futbolcularımızdan,
devleti dolandırdığı mahkeme kararıyla sabit olmuş
kişilerden, çıkarılacak bir yasayla veya kanun
hükmünde kararname ile zorunlu eğitim bursu adı
altında alınacak cüzi miktarlar , üniversitelerin
imkanlarının artmasına şüphesiz ki katkı sağlayacaktır.
Öğrencilere bireysel veya kurumsal anlamda burs
olanakları sunulduğu doğrudur. Ancak bununla öğrenci
ya sadece okul kitaplarını satın alabilir ya da ancak
okul harcını öder. Ama bu yine de öğrenciye kendini
geliştirmek için gerekli yardımı sağlamaz. Bu burslar,
öğrencinin okulunda bilgisayar bulunması, sosyal kollar
kurulması, okul kütüphanesinin geliştirilmesi türünde
imkanları sağlayamaz. Örneğin her bir futbolcumuz bir
öğrencinin harç ücreti kadar miktarı o üniversiteye
yatırsa toplanan meblağayla o okulumuza neler
yapılmaz ki? Bütün sanatçılarımız da verdikleri vergiyle
saptanan kazançlarına bakılarak aynı yöntemi
uygulayabilirler. Böylece hem bu kimseler toplumsal bir
rol üstlenip fayda sağlarlar hem de ülkemiz çok daha
301
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
ileriye gider. Bir kaç yüz milyon ila bir milyar arası bir
miktarı yılda bir kere vermek hiç bir iş adamı, futbolcu
veya ses sanatçımızı etkilemez. Özellikle de vermek
zorunda olduğumuz vergileri düşünürsek. Kaldı ki böyle
bir uygulamanın iyice tanıtımı yapıldığı zaman ve bu
verilen paraların
nelere yarayacağı somut olarak
belirlenip açıklandıktan sonra bu iş için yasa çıkarmaya
bile gerek olmayacağı, gönüllü olarak bunun yapılacağı
kanaatindeyim.
Bu
sayede
belki
de
hukuk
fakültelerimize birer sembolik mahkeme salonu kurulur,
öğrenciler de orada pratik çalışma yaparlar veya
kütüphaneler ulusal ve uluslararası kaynaklara abone
olur böylece hukuk eğitiminin kalitesi arttırlabilir. Bunun
sonucu ise; eğitimde geri kalmamış, diğer fakültelerin
eğitimi ve üniversite yaşamına özenmeyen, bilinçli ve
donanımlı gençlerin yetişmesidir. Bu da daha aydınlık
bir ülke olmamızı sağlar.
Hukuk eğitiminin süresi de öğrenciler için çok
büyük bir problem teşkil etmektedir.
Eğitim süresinin
beş seneye çıkarıldığı varsayımında, eğer dört senede
yine de dersleri tamamalayan bir grup öğrenci olursa,
bir sene boyunca başka bir üniversiteye veya başka bir
bölüme
konuk öğrenci olarak gidebilir ve bu
diplomasına yansıtılabilir . Bu öneri mantıklıdır çünkü
hukuk eğitimi çok yönlüdür. Bir avukatın iletişimi için ve
302
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
özellikle bazı hukuk dalları (kriminoloji) açısından,
psikoloji dersi çok gerekliyken, örneğin hukuk felsefesi
ve
sosyolojisi
alanında
yoğunlaşmak
isteyen
öğrencilerimiz de sosoyolji ve felsefe fakültelerinde
okutulan bir takım dersleri alabilirler. Görüldüğü gibi dört
senede okulu bitiren öğrencilerimiz,
kalan bir
senelerini bu ek dersleri alarak değerlendirebilirler.
Diğer öğrenciler ise beş senede okulu tamamlar ve her
derse gerektiği kadar vakit ayırabilir ve strese girmeden
daha çok zevk alarak, daha bol vakitte konuları
öğrenebilirler.
Eğitim müddeti için söz konusu olabilecek bir
başka seçenek de, dört yıl süren hukuk eğitiminin
üstüne üç sene sürecek bir ihtisaslaşma sürecidir. Ceza
avukatı olmak isteyen ceza dalında, boşanma avukatı
olmak isteyen medeni hukuk dalında vs. ihtisaslarını
yapacak ve böylece, konusunda çok daha bilgili ve
yetkin avukatlarımız olacaktır. Bu ihtisas zorunlu
tutulmasa bile isteyen öğrencilerimize bu imkan
sağlanmalıdır. Bunun neticesinde avukatlık mesleği
tıpkı Avrupa ve A.B.D de olduğu gibi çok saygın bir
meslek ayarına gelecektir. Elbette yedi yıl emek verilmiş
bir fakülte, dört yılda bitirilebilecek olandan daha çok
bilgi sunar öğrenciye. Hatta ikili bir ayrım da yapılabilir
ve bu, eğitimin bütünlüğüne zarar vermez çünkü
303
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
herkesin ancak yetkisi yönünde hareket etmesi
sağlanır. Nasıl tıp fakültelerinde ilk altı seneden sonra
pratisyen hekim olunuyor ve ancak dört yıl ihtisastan
sonra uzmanlaşılıyorsa, hukukta da ilk dört yıl
okunduktan sonra stajyer avukat olunabilmeli ve ancak
bir avukatın yanında çalışmaya hak kazanılmalıdır.
Stajyer, ihtisaslaşmadan önce mahkemelerde çalışıp
uygulamayı görebilir ya da isterse yüksek lisans
programlarına katılabilir ve ondan sonra üç sene daha
fakülte eğitmi görür.
Sosyal etkinlikler; ilkokul çağlarından itibaren
küçük beyinlerin gerek sosyal çevreye gerekse eğitimin
öğretimden ayrılan kısmına adapte olmalarını sağlayan
önemli bir husutur. Orta okul, lise döneminde ise bu
etkinlikler daha büyük rol oynarlar öğrencinin
yaşamında. Spor kolu, müzik kolu, dergicilik kolu,
sosyal yardım kolu bunlardan sadece bazılarıdır. Bu
sayede öğrenciler, belki de üniversitede alacakları
eğitimin de temellerini atarlar. Eğitim sistemimizdeki en
büyük eksikliklerden biri de öğrencilerin kulaktan dolma,
öğrenilmiş değil edinilmiş bilgilerle geleceğe yönelik
kararları vermek zorunda kalmalarıdır. Bunu doğuran
başlıca sebep ise öğrencilerin pratiğe yönelik çalışma
yapmamaları ve bunun sonucunda istediklerini
“düşündükleri” karaları vermeleridir. Yani öğrencilerimiz,
304
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
on sekiz yaşına gelene kadar, staj yapmadıkları için,
meslekleri veya en azından üniversite bölümlerini
inceleyemedikleri bir ortamda yetişirler. Sonuç hiç de içi
açıcı olmamaktadır. Lisede alan seçiminde (tm-ts-fm)
başlayan hatalar, üniversitede yanlış bölüm seçmekle
devam eder ve istenmeyen meslek dallarını icraya
kadar gider. Tablo; yakınan öğrenciler, mutsuz
çalışanlar ve ilerleyemeyen bir ülkeyi işaret eder.
Sosyal etkinlikler tam da burada devreye girer. O güne
kadar bazı konuların dersini görme imkanı bulamayan
öğrenciler bu aktiviteler sayesinde kendilerine yeni
ufuklar açarlar. Neyi yapmaktan zevk aldıklarını görme
fırsatına kavuşurlar ya da yapmaktan zevk aldıklarını
düşündükleri şeyin aslında sıkıcı, zor ve kendilerine
uygun olmadığını görmüş olurlar. Bu da, yıllarca
düzeltilmeyecek bir hatadan geri dönüş imkanı sunar.
Üniversitelerimiz, bize meslek olanağı tanıyan en
önemli eğitim kurumlarıdır. Yaş itibariyle bu kurumlarda
okuyan
öğrenciler de hayata atılmaya uygun
konumdadırlar. Tam bu sırada üniversitede kollar ve
kulüplere katılmaları, onlara dünya görüşlerini
geliştirmek açısından ve de hangi alanlarda yetenekli
olduklarını, neler yapabileceklerini görmeleri açısından
yarar sağlar. Belki de kariyerlerine giden ilk adım olur
bu etkinlik.
305
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Peki
ya
üniversitelerimizin
sosyal
aktivite
bakımından mevcut durumu nedir? Bu hususta, hukuk
fakültelerine geçmeden önce yine devlet ve vakıf
üniversiteleri ayrımı yapmak gerkiyor. Şu bir gerçek ki
sosyal faaliyet ile okulun mali imkanları yakından
ilintilidir. Ancak devlet okullarının da kısıtlı olan
imkanları buna elverişli değildir. Havuz, spor salonu,
tenis ve basket kortu olan bir okuldaki spor aktivitesi ile
olmayan okulu karşılaştıramayız. Ya da yurt dışı
üniversitelerle irtibat içinde olanlarla olmayanları. Ancak
maddi
imkansızlıkla,
üniversitenin
amaçları
doğrultusunda çalışmasını birbirine karıştırmamak
gerekir. Üniversitelerin amacı eğitim vermekse,
aşikardır ki bu yalnız öğretim sunmakla sağlanamaz.
Öğrencilerden belirli alanlarda eğitimli ya da ilgili
olanların önderliğinde kurulacak olan kollar için
başlangıçta gerekli olan şeyler bir derslik ve de bu
etkinliğin okul tarafından duyurulmasıdır. Herkes bilgi ve
becerisini birbiriyle paylaşır ve bu sayede, on sekiz
yirmi iki yaş arası gençler derslerin yanında
meslekleriyle ilgili ya da başka dallara ilişkin yetilerini
geliştirirler. Hukuk eğitimiyle ilgili olmayan faaliyetler de
hiç olmazsa öğrencinin okula olan ilgisini arttırır,
dışarıda geçirecekleri boş vakti okulda değerlendirme
olanağı sunar.Bir taraftan da spor, müzik vs. alanlarda
öğrenciye başarı sağlar.
306
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Hukuk fakültelerinde,
dersler bazında kollar
kurulabileceği gibi, okullarda bulunmayan
seçmeli
derslerle alakalı kolar da kurulabilir. Kriminoloji, çevre
hukuku, “Sermaye Piyasası Hukuku, İnternet hukuku,
Bankacılık hukuku, Dış Ticaret hukuku” [1]gibi. Bu
kolların başında duracak kişiler, araştırma görevlisi olan
asistanlar ve bu konularla ilgili öğrencilerimiz olmalıdır.
Eğer hocaların veya araştırma görevlilerinin katılacak
vakitleri yoksa bu kolların başındaki öğrencilerle iletişim
içerisinde olmaları yeterlidir. Derslerle ilgili uluslararası
gelişmeler takip edilebilir, makaleler okunup tartışılabilir.
Sonuçta, o alanda daha başarılı öğrencilerimiz yetişmiş
olur.
İlk önce okul yönetimi dalları belirterek ya da
öğrencinin insiyatifine bırakarak kollar düzenlemeyi
sağlamalıdır. Bunu gerek panolara asarak, gerekse
internet sitesinde yayınlayarak öğrencilere duyurmalıdır.
İlgilenen öğrenciler yönetimle irtibata geçmeli ve başkan
oldukları takdirde neler yapabileceklerini, planlarını
sunup okuldan bazı taleplerde bulunurlar. Son olarak
da, öğretim yılının başında koridorlara veya bahçeye
standlar kurulması suretiyle ilgili öğrenciler bu kollara
kanalize edilir. Sonuçta ortaya; öğrenci- eğitimci
diyaloğuna dayalı ve hukukun temelinde yer alan
uzlaşma faktörünü içeren bir yapı çıkar. Bunun
307
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
sonucunda oluşacak fayda ise çok yönlüdür. Tabi ki
okul yönetimi bu kol veya kulüpleri devamlı surette
denetlemeli, yardımcı ve yol gösterici olmalıdır.
Öğrencilerin yapabileceği ve hukuk eğitimi için
kanaatimce büyük önem taşıyacak başka bir
düzenleme de, öğrencilerin kendi aralarında mahkeme
kurup, taraflar oluşturup farazi davalara bakmalarıdır.
Bunu gerçekleştirmek için hocalarından yardım
isteyebilirler ve denetçi olan hoca da, öğrencilere
takıldıkları noktalarda yardımcı olur ve onlara yol
gösterir. Öğrenciler de mübaşir, avukat, müvekkil,
hakim, tanık olmak suretiyle okul bitmeden bu tarz bir
deneyim yaşamış olurlar. Bu sayede, kanun inceleme
alışkanlıkları gelişecek, başarılı olmak ,için konuyla ilgili
dersleri daha çok çalışacak ve ileride mesleklerini
icraya yönelik olarak bir deneyim kazanmış olacaklardır.
Tabi ki bütün bunlar öğretim görevlilerinin yardımıyla
gerçekleşebilir.
33..S
SO
ON
NU
UÇ
Ç
Hukuk eğitiminin önemini anlamak gerekli
olduğu kadar hayatidir de. Dünya, eski tarihlerden beri
adalet ve hakkaniyet bütünüyle beraber yaşanılır
kılınmıştır. Eski tarihlerde var olan Hz.Ömer’in adaleti
308
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
ifadesi bile günümüze kadar ulaşabilmiştir. Bu bize,
hakkaniyetin insan hayatındaki yeri ve adaletin
vatandaş için ifade ettiği önemi gösterir.
“Ünlü bilge Kant, tehlike karşısında bir adayı
boşaltmaya karar veren insanların gemiye binip adadan
ayrılmadan önce ivedilikle yerine getirmeleri gereken
ödevin borçluların borçlarını kapatmak ve suçlulara
cezalarını çektirmek olduğunu yazar. Hak yerini
bulmadan ayrılmamalıdır gemi adadan.” [2]
Hukuk; bireyi vatandaş konumuna sokan ve bir
ulusu meşrulaştıran unsurlardan en önemlisidir. Din, dil,
ırk gibi temel unsurlar her ne kadar milletlere ilişkin
vazgeçilmez ve benliği oluşturan etkenlerse de, bu
unsurlar altında yaşamayı mümkün kılan, haklar ve
yetkilerimiz çerçevesinde varolmamızı sağlayan neden
hukuk kuralları, bunun uygulanmasına vesile olan da
hukuk devletidir. Ancak bu devlet sayesindedir ki,
vatandaş kimlikleriyle, bireyler kurulu düzene istinaden
kurallara uyar, talimatları uygular ve hukuka aykırı
davranış sergilediklerinde ise yaptırıma tabi tutulurlar.
Bu da hukukun, adaleti sağlamak suretiyle toplumun
medeni bir yaşama kavuşmasını ve bireyler adına
güvenceyi sağladığının kanıtıdır.
309
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Hukuktan ayrı bir yaşam olmayacağı çok açıktır,
doğduğumuz anda hukuki yükümlülüklere tabi olur,
yaşam boyunca da gerek okullara kayıt olurken, gerek
evlenip boşanırken ve en sonunda da ölüm sebebiyle
hukuki düzenlemelere muhatap oluruz. Dolayısıyla
hukuk; kişileri birinci dereceden etkileyen yaşam
olaylarının oluşum ve gelişiminde en büyük rolü oynar,
kaldı ki onların varlık sebebini teşkil eder. Bu kadar
önemli bir mevhum ancak fakültelerde verilecek bilinçli
bir eğitim anlayışı ile hayat bulacaktır. Bu sayede
öğrencilerimiz doğru yöntemler ve çağdaş bir eğitim
sistemi ışığında bilgi edinip ve bunu özümseyeceklerdir.
Bir ülke için bu kadar hayati nitelik taşıyan bu
konunun öneminin farkına devletler varmalıdır ki,
yöneticiler bunun işlemesi adına projeler geliştirebilsin,
uygulamalara geçsin ve devlet politikası olarak bir
hukuk eğitimi stratejisi geliştirsin.
Hukuk eğitimi, görmesi gereken değeri ancak
devletin bu işi ele almasıyla bulabilir. Hükümetimiz, ilk
olarak devlet üniversitelerini ele almalı ve buralardaki
eksiklikleri saptadıktan sonra gerekli önlemleri alıp seri
bir şekilde uygulamaya geçmelidir. Bunun ayrımında
olan bir devlet bilir ki uygulamanın yolu teoriden, yani
hukukun işlemesi sağlam bir hukuk eğitiminden geçer.
310
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Dolayısıyla bugün A.İ.H.M’ne ödenen tazminatlar da
dahil olmak üzere, yeni gelişen telif hakları meseleleri
gibi hadiseler hukukun ne derece iyi işlediğine bağlıdır.
Bu meseleler halledilmeden, hukukumuz, uluslararası
kanun ve hukuk modelleriyle kıyaslanıp modernize
edilmeden, devletin de gelişmesi mümkün değildir.
Bunun yolu da sağlam ve rasyonel bir eğitimden geçer.
311
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
K
KA
AY
YN
NA
AK
KÇ
ÇA
A
[1] Bayraktar K. , Hukuk Eğitimi Güncelleşme Sürecine
Girmelidir, Güncel
Hukuk, 11 (2004) 7
[2] Serozan R. , Hukuk Öğreniminin Önemi, Artıları ve
Eksileri, Güncel Hukuk,
11 (2004) 12-14
Güliz ÜÇBAŞARAN
1983 yılında İstanbul’da doğdu. Orta ve lise
öğrenimini Üsküdar Amerikan Lisesi’nde tamamladı. Şu
anda Marmara Üniversitesi hukuk fakültesinde öğrenim
görmektedir. İngilizce ve Almanca dillerini bilen Güliz
Üçbaşaran çeşitli hukuk bürolarında stajlar yapmış ve
sivil toplum örgütlerinde gönüllü çalışmalarda
bulunmuştur.
312
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
K
KIIS
SA
ALLTTM
MA
AV
VE
ES
SİİM
MG
GE
ELLE
ER
R
S.T.K
Sivil Toplum Kuruluşu
A.İ.H.M
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
TM
Türkçe - Matematik
TS
Türkçe – Sosyal
FM
Fen - Matematik
313
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
S
SİİY
YA
AS
SE
ETT V
VE
EK
KÜ
ÜLLTTÜ
ÜR
RS
SA
AN
NA
ATT
P
KA
ALLA
AR
RII
PO
OLLİİTTİİK
H
HA
AZZIIR
RLLA
AY
YA
AN
N
A
KA
AN
N
Avv.. H
Hüüllyyaa Ö
ÖZZK
314
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
TTÜ
ÜR
RK
KİİY
YE
E’’N
NİİN
NK
KÜ
ÜLLTTÜ
ÜR
R --S
SA
AN
NA
ATT
P
ALLA
AR
RII V
VE
ES
SiiY
YA
AS
SE
ETT
PO
OLLİİTTİİK
KA
11..G
GİİR
RİİŞ
Ş
Aşağıda yer alan yazıda; Türkiye’nin ,Genel
Kültür Sanat Politikalarına ilişkin konularda hali hazır
durumu ile olması gereken durumu anlatılacaktır.
Öneriler sunulacaktır.
Kültür Ve Sanat kelimeleri bir arada yada ayrı ayrı
kullanılınca, insanların kafasında birbirinden farklı
fikirler oluşmaktadır. Aslına bakılırsa, hemen hemen
hepsi olumlu yaklaşımlardır . Ama ne yazık ki sesleri
cılız da olsa (belki de tepkiden korkulduğu için cılızdır)
olumsuz yaklaşımlar da mevcuttur.
Yaşanılan hayatın ve içinde bulunulan dünyanın ve
ülkenin
gerçekleri ile karşılaştırıldığında, dağ gibi
yığılan (sosyal) sorunlar içinde uğraşılması abesle
iştigal ya da zul gibi geldiği düşünülen yaklaşımlar gibi.
Toplumda kimi kesimler; çocukları yada çevrelerinden
birileri kültürel yada sanatsal herhangi bir faaliyet içine
girdiklerinde “ işin mi yok?” yada “Memlekette ne
sorunlar var bunlarla mı uğraşıyorsun? ” tarzında
sorular yada dudak bükme şeklindeki küçümseyici
ifadelerle insanların içinde var olan şevki bilinçli yada
315
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
bilinçsiz öldürmektedir. Kültür ve sanata yaklaşım
konularında en büyük handikaplardan biri de budur.
Kültür yada sanat faaliyetlerinin, belirli bir standarda
sahip insanların işi olduğu düşünülür. Ne yazık ki bu
husus da , bu konuda yaşanan en büyük sıkıntılardan
biridir.
22..TTÜ
ÜR
RK
KİİY
YE
E ;; K
KÜ
ÜLLTTÜ
ÜR
R V
VE
ES
SA
AN
NA
ATT
Kültür ve Sanat; insan hayatında ne anlama
geliyor?
Varlığı neden gereklidir yada hayatımıza neler
katabilir ?
Bu soruların cevapları aranacaktır.
Hayatın
her
döneminde
,
medeniyetin
başlangıcından beri sanat ve kültür vardır. İlk insana
ilişkin bilgiler bile onun “sanatçı kişiliği” sayesinde
öğrenilmiştir. Şu meşhur “Duvar Resimlerin” de olduğu
gibi…
Sanata değer veren toplumlar , tarih
sahnesinden silinmiş olsalar bile bıraktıkları eserler ile
varlıklarını unutturmamışlardır.M.Ö. 2000 – M.Ö. 600
arasında yaşamış olan Hititler ‘in Kayaları düzleştirerek
316
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
tanrı kabartmaları yaptıkları İvriz ve Yazılıkaya
Kabartmaları,Urartular’ın Patnos ,Kayalıdere Kaleleri,
Efesteki Artemis Tapınağı,İyonya ‘lı Homeros’un İlyeda
ve Odesa’sı ,Felsefe’de Diojen’i,Bergama Krallığı
döneminde yapılan Zeus Tapınağı ,Babilin Asma
Bahçeleri vesaire yada
Etnografya müzelerine
yapılacak birkaç ziyaretle bunu görmek mümkündür.
Ulu Önder ATATÜRK’ÜN ;
“Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından
biri kopmuş demektir” sözlerinde ifadesini bulan ;Bir
toplumun hayat damarlarını neler oluşturabilir.
Sağlık,eğitim,ekonomik
gelişmişlik,sanat,kültürel
değerler vesaire …
Bunlardan biri olmazsa ne olur?
Sağlıklı , eğitimli , parası olan ancak sanat ve
kültürel değerlere sahip olmadığı için kuru, sıradan , sığ
bir hayat yaşayıp manasız bir şekilde gelen ve giden
insan toplulukları kulağa hiç hoş gelmiyor. Kuru,yavan
ve sığ bir hayat yaşamayı kim ister ?
317
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
2.1.Kültür ,Sanat, Siyaset, Politika
Kelimelerinin Anlamları;
Aşağıdaki tanımlamalar Türk Dil Kurumu İnternet
sayfası Güncel Türkçe Sözlükten alınmıştır.
a.Kültür
İsim, Fransızca kökenli, cultura
1-Tarihsel toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan
bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada ,
sonraki nesillere iletmede kullanılan , insanın doğal ve
toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren
araçların bütünü , hars ekin
2-Bir topluma veya halk topluluğuna özgü düşünce ve
sanat eserlerinin tümü
3-Muhakeme, zevk ve eleştirme yeteneklerinin öğrenim
ve yaşantılar yoluyla geliştirilmiş olan biçimi
4-Bireyin kazandığı bilgi
5-Bir meslekte uyulması gereken kuralların tümü
318
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
6-Tarım
İlk tanıma bakarak , kültürün ; değerler ve
araçlar bütünü olduğu sonucuna varabilir, ancak
tanımda dikkat çeken bir husus daha var. O da “
Yaratıcılık “ faktörüdür.Yaratıcılık her insanın sahip
olmadığı çok özel bir yetenek, bir lütuftur.
Tarih boyunca toplumun gelişme süreci içinde
ortaya koyduğu ve o topluma ait maddi ve manevi
değerler. Kültür öncelikle bir topluma aittir bireyin malı
olamaz .Toplum yaşadığı süre içinde bireylerin
kendilerinden , birbirlerinden , yaşadığı çevresel
faktörlerden ve diğer toplumlarla olan alışveriş ve
ilişkilerinden etkilenerek ortaya kendi değerlerini koyar.
Bununla beraber bireylerden oluşan o
toplumda
bireyler yaratıcılıkları ile kültürlerine sürekli katkıda
bulunurlar. Ortaya çıkan bu değerler kendinden sonraki
nesillere somut ve soyut araçlarla aktarılır; yazı, şarkı,
şiir , mimari, el işi, resim, süsleme sanatı , heykel gibi .
“.İnsanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin
ölçüsünü gösteren araçların bütünü..”tanımın bu kısmını
bireyler bilse idi yada ülkeyi yönetmeye talip olan
kesimler muhakkak kültür’e , kültürel değerlere siyaset
politikalarında
,parti
programlarında,yaşam
319
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
felsefelerinde
daha çok yer verirlerdi. Doğal ve
toplumsal çevre üzerinde egemenlik sağlamak hem
toplumlar için hem tek tek bireyler için önemli bir
amaçtır.
Toplum; kendi kültürünü meydana getirirken
kendi öz özellikleri ile meydana getirir. Zaten toplumları
da diğer toplumlardan ayıran kendi öz özellikleridir. Türk
toplumu Orta Asya’dan Hunlar, Göktürkler, Uygurlar gibi
Türk topluluklarının sanata ve kültüre katkısı ile gelip
Anadolu’ya yerleşirken kendi kültürünü getirmenin yanı
sıra geçtiği yerler ve yerleştiği Anadolu topraklarında
kendinden önceki toplumların Hititler Sümerler ; Etiler
gibi kültürlerinden etkilenmiş İslamiyet’in kabulü ile
Anadolu Kültürünü meydana getirmiş ve bu arada
kendi “öz” kültürünün özelliklerini de muhafaza
edebilmiştir. Türk Kültürü
öncesinde
bulunan
imparatorluk mirasını devralmış bir topluluk olarak aynı
zamanda batının Rönesans ile ortaya çıkardığı çağdaş,
yeni ve çeşitli kavramalar ile yoğrulmuştur. Ancak ne
olursa olsun diğer dış faktörlerin etkisinin yanı sıra
sahip olduğu “öz “kültürü korumayı başarmıştır. İçinde
bulunulan dünya düzeninde de geçmişte olduğu gibi
Türk toplumu gibi diğer toplum ve milletleri birbirinden
ayıran en önemli faktör kültürleri olacaktır .
320
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Kültürün önemini anlamak için Samuel P.
HUNTİGTON
Medeniyetler
Çatışması
isimli
çalışmasında yer alan şu cümlelere değinmekte fayda
var.
“Benim tezim bu yeni dünyada mücadelenin esas
kaynağının
öncelikle
ideolojik
ve
ekonomik
olmayacağı…İnsan soyu arasındaki büyük bölünmeler
ve hakim mücadelenin kaynağı KÜLTÜREL olacak“
“… Bir medeniyet ..; insanların kendilerini diğer
türlerden ayırt edici yönünden başka onların sahip
olduğu en yüksek kültürel gruplaşma ve en geniş
kültürel kimlik düzeyidir. Medeniyet hem dil, tarih, din ,
adetler , kurumlar gibi ortak objektif unsurlar aracılığıyla
ve hem de insanların sübjektif olarak kendi kendilerini
teşhis etmeleri suretiyle tanımlanır. ”
Kültürel değerler , gittikçe karmaşık hale gelen
dünyada
insanların aidiyet sorusunu sorarken
verecekleri cevapta etkili olacak faktördür. Huntigton’un
fırtınalar koparan bu çalışmasında da her ne kadar
dönüp dolaşıp “dini” en önemli kültürel faktör olarak
işaret etse de kültürel faktörlerin ayırıştırıcı özelliğinin
vurgulanması açısından önemle üzerinde durulması
gereken bir noktadır.
321
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Bu çalışma , insanlara kültürel değerlerin önemi
ve muhafazası konusunda uyarıcı nitelik taşımalıdır.
(Huntington’un ileri sürdüğü bu tezin ardından
dünyada patlak vermeye başlayan “din terörü“ olarak
adlandırılan ve ne yazık ki batılı ülkeler tarafından terör
kelimesini; kültürel değerlerden birini oluşturan “din”
faktörü ile bir tanımlamalarına sebep vermiştir. Oysa
dünyada yaşanan terörün gerçek sebebi “gelişmiş
toplumlar ile gelişmemiş toplumlar” arasında yaşanan
gerginliğin bir sonucudur. Batı yani Hıristiyan dünyası
tamamı böyle düşünmese de yaşanan terör olaylarını
“İslami Terör”
kelimeleri ile isimlendirmiş her
Müslüman’ı potansiyel terörist olarak algılama eğilimine
girmiştir ve radikal önlemler uygulamaya başlamıştır.)
Atatürk’ün Kültür Tanımı ise şöyledir;
“Kültür ; okumak, anlamak,
görebilmek,
görebildiğinden mana çıkarabilmek , uyanık davranmak,
düşünmek , zekayı terbiye etmektir. ”
Diğer bir kültür tanımı ise ;
“Bir insan cemiyetinin devlet hayatında , fikir
hayatında yani ilimde , içtimaiyatta (isim,Arapça,toplum
322
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
bilimi)ve güzel sanatlarda , iktisadi hayatta yani ziraatta
ticarette, kara, deniz ve hava münakalatcılığına (isim,
Arapça, ulaştırma)yapabildiği şeylerin muhassalasıdır.
(İsim,Arapça, elde edilen sonuç)”
Atatürk milli kültürün yükseltilmesini ve sahip
çıkılmasını istemiş ve “Milletimizin dehasının gelişmesi
ve bu sayede layık olduğu medeniyet seviyesine
ulaşması , şüphesiz ki yüksek meslekler erbabını
yetiştirmekle ve milli kültürümüzü yükseltmekle
mümkündür. ” Demiştir.(Belgelerle Türk Tarihi Dergisi
Kasım 1987 Dr. Müjgan CUMBUR “Atatürk’e göre
Bilim,Kültür,Kitap ve Kütüphane”
Dr. Müjgan CUMBUR bilim adamlarının bu güne kadar
134 kültür tanımından bahsettiğini belirttikten sonra
1-Kültür; üretme, yetiştirme, çoğaltma
2-Kültür; okumuşluktur.
3-Kültür; umumi bilgiye sahip olmaktır.
4-Kültür; sanat ve fikir hareket ve faaliyetidir.
5-Kültür; sosyal akrabalık bağlarını güçlendiren
unsurdur.
Şeklinde bu tanımların beşe indirilebileceğinden
söz ediyor.
323
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Makale için önemli olan tanım ise ; sanat ve fikir
hareket ve faaliyeti şeklinde ifade edilen tanımdır .Şunu
husus açıkça itiraf edilebilir ki bu tanımları birbirlerinden
tamamen ayırmak da oldukça zordur.Kültürün ;sosyal
akrabalık bağlarını güçlendiren unsur şeklindeki tanımı
;toplumda yaşayan bireylerin aralarındaki ilişkinin
nitelendirilmesi açısından önemlidir.
b.Sanat
İsim Arapça kökenli
1-Bir duygunun, tasarının veya güzelliğin anlatımında
kullanılan yöntemlerin tamamı veya bu anlatım
sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılık.
2-Belli bir uygarlığın veya topluluğun anlayış ve zevk
ölçülerine uygun olarak yaratılmış anlatım.
3-Bir şey yapmada gösterilen ustalık
4-Bir meslekte uyulması gereken kuralların tümü
5-Zanaat
324
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Bu tanımlama da ortaya çıkan unsur ise duygu
ve yanında ortaya çıkan üstün yaratıcılık. “Sanatçıları”
diğer bireylerden ayıran en önemli nokta.
Dünyada çok az sayıda insanın sahip olduğu
doğuştan gelen ancak çalışarak geliştirilen çok önemli
bir özellik yaratıcılık. Hayatın her alanında sanat vardır.
”Hukuk güzel bir sanattır” sözü bu durumu teyit
etmektedir.
c.Siyaset
İsim Arapça
1-Politika , siyasa
2-Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı ile ilgili
özel görüş ve anlayış
Devlet işi olan siyasetin tanımında bile sanat
kelimesi kullanılmaktadır.
d.Politika
İsim , İtalyanca politica
1- Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı,
siyaset, siyasa
325
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
2- Yöntem
3- Mecaz bir hedefe varmak için karşısındakilerin
duygularını okşama , zayıf noktalarından veya
aralarındaki uyuşmazlıklardan yararlanma vb. yollarla
işini yürütme
Makalenin başlığını ve dolayısıyla konusunu
oluşturan bu dört kelimeye bir arada bakılırsa
aralarındaki bağ rahatlıkla görebilir.
Kültür; toplumun maddi manevi tüm birikimi, sanat;
duygu , yaratıcılık , politika ve siyaset; sanatı içinde
bulunduran kavramlardır. Yani kimilerinin düşündüğü
gibi şaşırtıcı bir biçimde birbirlerinden pek de kopuk
kavramlar değil, devletin siyasi hayatı ve uygulanan
politikaları ile ilgilenen her bireyin sanat ve kültürel
anlamda da kendini yetiştirmesi ve ilgilenmesi gereğinin
ifadesidir.
2.2. Eğitim
İnsan ve toplumların
en önemli “hayat
damarlarından” biri Eğitimdir. Dolayısıyla toplumların
olmazsa olmazı eğitimdir.
326
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Eğitim Önce aile içinde, aile içinde de , önce
çocuğun sürekli yanında olan yada çalıştığı için kısa
zamanlarda ancak “kaliteli zamanlarda “ çocuğun
yanında olan annenin eğitimi. Ardından Okul çağında
eğitim; bunu da çocuğa direkt veren Öğretmenler
Önce Kadınların yani annelerin eğitim durumları ne
durumda bu konu irdelenecektir. Nedense
dünya
geneline bakıldığında toplumlar ve Türk toplumu da
kızın, kadının , annenin eğitimine pek değer vermez!
Sadece Türk toplumu değil, Dünyada da bir
çok toplum hatta Türk toplumunun kendine medeniyet
konusunda hedef aldığı kimi toplumlarda bile kadının
eğitimi , görgüsü ve bilgisi pek ciddiye alınmaz. Bu
yüzden AB üyelerinden bazılarında yaşayan kadınlar
Türk Kadınından çok sonra medeni haklardan
yararlanma hakkını elde etmemiş midir!
1935 yılında tüm
kadın nüfusunun %90.2 sı;
tüm
erkek nüfusunun %70.7si
okuma yazma
bilmemektedir. 1935 yılındaki bu okur yazar oranları ;
çok büyük bir savaştan çıkılmış , yeni bir devlet
kurulmuş , devlet teşkilatlanmasını gerçek anlamda
tamamlayamamış , ekonominin zayıflığı , yetişmiş
eğitimli gençlerin savaşta ölmesi , yokluk bu ve bunun
gibi sebepler çok kabul edilir olmasa da mazur
327
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
gösterebilir. 1990 yılına gelindiğinde
okuma yazma
bilmeyen kadın ve erkek oranında nispeten bir azalma
görülmüş. Okuma yazma bilmeme oranı; Kadınlarda
%28.0 erkeklerde % 11.2’e inmiştir.
Ancak 2000 yılında Okuma yazma bilmeyenlerin
oranı; kadın nüfusunun %19.4ü erkek nüfusunun %6.1
dir. Millenyum kabul edilen
, bilgi çağı olarak
isimlendirilen 2000li yıllar da Türkiye’de hala kadın
yada erkek okuma yazma bilmeyen insanların varlığı ;
(kadın nüfusunun %20 ye yakını Türkiye’de hala okuma
yazma bilmiyor.)eğitim sisteminin sadece kültür ve
sanat açısından değil sosyal ve ekonomik açıdan da
düşünülmesi ve tartışmaya açılması gerektiğini net bir
şekilde ortaya koymaktadır. Bu sefer mazur
görülebilecek bir bahane bulma konusunda insan
düşündükçe zorluk çekiyor.
2003 yılı itibari ile Türkiye nüfusunun %87 si okur
yazardır.
Aşağıda yer alan Tablo 2 de daha çarpıcı bir
durum ortaya çıkmaktadır.
Bazı ülkeler ile Türkiye’nin okur yazar yetişkin
oranı ve yıllık ortalama nüfus artış hızı; 2003 yılı için
karşılaştırıldığında Türkiye’nin üyesi olmak için çalıştığı
328
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
AB ülkelerinden; Almanya ve İngiltere’nin okur yazar
yetişkin oranı %100 , Süper Güç kabul edilen ve dünya
imparatorluğu kurma çabasında olan ABD’nin okur
yazar oranı %100, Türkiye’ye komşu, soydaşı
Azerbaycan’ın okur yazar oranı %100 (ki toplumda kimi
kesimler
Türkiye’yi
Azerbaycan’dan
gelişmişlik
açısından daha ileri kabul ederler)dür.
Gittikçe dünyanın büyük ekonomik gücü olmaya
başlayan ve kimi ülkeleri korkutan Çin’in okur yazar
oranı %91 . Bir Güney Amerika ülkesi olan
Kolombiya’nın okur yazar oranı %92 , Büyük Orta Doğu
Nüfus
(000.000)
2003
Türkiye
Almanya
ABD
İngiltere
İran
Çin
Kolombiya
Azerbaycan
70.7
82.6
291.0
59.3
66.4
1.288.4
44.4
8.2
Yıllık
ortalama
nüfus
artış
oranı
19902003
(%)
1.8
0.3
1.2
0.2
1.5
1.0
1.8
1.1
Okur Yazar
Yetişkin
Oranı(15>yaş)(%)
2002
87
…
…
…
77
91
92
….
329
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Projesi ile adı daha sık dünya gündemine gelen ve
Türkiye’ye rejim ihraç etme çabası içinde olan İran’ın
okur yazar oranı ise %77dir. (Kaynak World
Development Report,2005)
Okur yazar oranının yüksek hatta %100 olması ,
eğitim seviyesinin artması , sanat ve kültürel faaliyetlere
önem verilmesi; gelişmiş ülkeler arasında yer alma ve
söz sahibi olma açısından dolayısıyla uluslar arası
arenada “BEN DE VARIM” deme açısından ne denli
önemli olduğu herkesçe bilinen bir gerçektir.
”Ben de varım “ diyerek istek ve niyetini ortaya koyma
gücü ve iradesi olmazsa , ”ben varım“ diyenlerin istek
ve niyetlerini uygulamak durumunda kalınır.
a)Okul Öncesi Eğitim
Eğitim aile ile başlar , aile içinde de çocukla en
fazla zaman geçiren anne ile başlar. Çalışan kadınları
göz önüne alırsak babanın da en az anne kadar
çocuğun eğitimi üzerinde etkisi olduğu yadsınamaz artık
güzel bir görev paylaşımı başlamıştır.
Çocuğun; dünyayı ilk kez tanımasında , kendi
dünyasının biçimlenmesinde ilk ve en etkili faktör
annesinin eğitimi, kültürü, görgüsüdür. Bu anlamda
kadınların dolayısıyla annelerin çocuğun kültürel ve
330
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
zihinsel gelişmesinde; vereceği eğitimin son derece
kaliteli , toplum ve dünya gerçeklerine uygun ve doğru
olması gerekmektedir. Annenin, çocuğunu eğitirken
ona sanatı aşılaması kültürel değerlerini aşılaması
çocuğun ileriki yaşlar da , toplum içinde birey olduğunda
ve özellikle toplumsal konularda söz sahibi olduğunda
daha medeni, kendine güvenen , hoşgörülü , sanatı
seven olmasında temel faktör olacaktır. Medeni,
kendine güvenen , hoş görülü ve sanatı seven , bilgili ve
kültürlü bireylerden oluşan bir toplumun kime zararı
olabilir ki?......
Bu özelliklere sahip bireyler toplumda olursa , birey ”
talep etme hakkını” kendinde görür ve “talep etme
hakkını”
kendinde gören birey de “MEDENİ VE
GELİŞMİŞ TOPLUM” olma aşamasını hızlandırır.
Kadının; eğitiminin önemi, çocuğun yetişmesi
konusunda da kendini bir kez daha göstermektedir.
b)Okul çağında Eğitim;
Okul çağındaki çocukların kültürel ve sanatsal
eğitimi konusunda;
devlete yani Milli Eğitim
Bakanlığına dolayısıyla öğretmenlere büyük görevler
düşmektedir. Bütçe her zaman sebep gösterilir de
acaba bu yeterli bir sebep midir.?
331
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Türkiye’de Kaç kişi veya kaç kişinin çocuğu ilk okul
(artık ilk öğretimi ) u bitirdiğinde şiirden, resimden ,
edebiyattan haberdardır?
Kaçı Dünya ve Türk Edebiyatından klasikleri okumuş
veya Dünya veya Türkiye’den başarılı ressamları
tanımıştır.?
Yada Çanakkale Zaferinin kazanıldığı Gelibolu’yu
görmüş yaşananları orada tekrar hissetmiştir.?
Yada piknik ile beraber yapılan müze gezileri neden
eğitimin ileriki yıllarında çocuklar için ders müfredatına
dahil edilip kültür ve sanat ruhu; eğitim alan çocuklarda
canlı tutulmaz.?
Gezilen resim sergileri, izlenen tiyatro eserleri …..bu
örnekler daha da artırılabilir.
Yaratıcılığı ön plana çıkaracak eğitimler verilmeli;
Öncelikle müfredatta olmasa dahi anneler babalar ,
öğretmenler her hafta en az bir kitap şeklinde Türk
yada Yabancı Klasiklerin okutulmasını sağlamalı, ders
müfredatlarına kültürel geziler dahil edilmeli . Bu
gezilerin ardından öğrencilerden - belki önceleri isteğe
bağlı olarak, sınıfları yükseldikçe zorunlu olarak gözlemlerini anlatan yazılar yazmaları istenmeli ki
öğrenci bu gibi kültürel faaliyetler hakkındaki gözlem ve
332
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
düşüncelerini yazarak düşünmeye itilsin
ve
yaratıcılıkları teşvik edilsin.
Milli Eğitim Bakanlığı müfredata “ yıl içinde en az dört
defa tiyatroya gidilecek yada konser izlenecek “ diye
etkinlikler koymalıdır. Sayıları az da olsa (tablo 3,4 )
devlet tiyatroları , belediye tiyatroları , kültür merkezleri
mevcuttur . Eğer kendilerinden talep edilirse
sanatçıların da seve seve daha düşük ücretler
karşılığında hatta bazılarının
sembolik rakamlar
karşılığında bile
eğitim alan öğrencilerin sanatı
görmeleri, yaşamaları, hissetmeleri
için kendilerini
izlemelerini kabul edeceklerdir.
Türkiye’nin sanatsal ve kültürel etkinliklerine
istatistiksel açıdan bakış. (Tablo3,4,5,6)
“Türkiye’de İstatistik Yıllığının kökeni 1897 yılında
Osmanlı
İmparatorluğu
döneminde
yayımlanan
“Mahsus İstatistik-i Umumi” dir. Devlet İstatistik
Enstitüsü tarafından yayınlanan ilk yıllık ise 1928
yılında Osmanlıca hazırlanmıştır”. (Türkiye İstatistik
Yıllığı 2004,Doç.Dr. Ömer DEMİR Enstitü Başkanı)
Üç kıtaya hükmetmiş Büyük bir imparatorluk olan
Osmanlı İmparatorluğu neden “ istatistik” oluşturmak
için 1897 yılını beklemiştir?
333
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
1993 ila 2003 yılları arasında Türkiye’ deki Kültürel ve
Sosyal hayatın ne boyutta olduğuna ışık tutan Devlet
İstatistik Enstitüsünün “Türkiye İstatistik Yıllığı 2004 “
Yıllığında şu çarpıcı rakamlar mevcuttur.
(Kaynak:www.die.gov.tr/yillik/06-Eğitim.pdf)
a.Tiyatrolar
Tablo
2’de
Devlet
Tiyatroları
Genel
Müdürlüğü,Belediye ve Özel Tiyatro Müdürlüklerinden
alınan bilgiler Türkiye’deki tiyatro sayısını , Oynanan
Eser Sayısını ve bunları izleyen seyirci sayısını
göstermektedir.,
Buna göre ; 1998/1999 döneminde tüm nüfusun
sadece 2.792.830 ( iki milyon yedi yüz doksan iki bin
sekiz yüz otuz dokuz) ‘u tiyatro izlemiştir.
2000/2001 döneminde 67.803.927 (altmış yedi milyon
sekiz yüz üç bin dokuz yüz yirmi yedi) olan nüfusun
sadece 2.570.120 (iki milyon beş yüz yetmiş bin yüz
yirmi)’si tiyatro izlemiştir.
1999/2000 Sezonun da izleyici sayısı artmış 2000/01
sezonunda ciddi bir düşüş olmuştur. 2002/2003
334
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
döneminde izleyici sayısı artmış ancak bu rakam 99/00
dönemine dahi ulaşamamıştır.
Bununla birlikte 99/00 sezonunda 108 olan tiyatro sayısı
, 2002/03 sezonunda 97 e düşmüştür. Her geçen gün
daha fazla tiyatro salonu açılması ve seyirci sayısı
artması gerekirken tiyatro salonu sayısı da düşüyor ,
seyirci sayısı da azalıyor. Bunun tek sebebi her zaman
bahane olarak gösterilen
ekonomik
nedenler
olamaz.Acaba , bunun nedeni “kültür “ ve “sanata”
toplumda hak ettiği değeri vermemek olabilir mi?
Sanatçıların üzerine düşeni yaptıkları da oynanan eser
sayısının her sezon daha artması ile görülebilir. Kısa bir
bilgi İngiltere’nin başkenti Londra’da tiyatro sayısı 250
dir.
Tablo 2
98/99
Tiyatro
99/00
2000/01
2001/200
2002/200
2
3
100
108
99
102
97
522
735
630
713
898
2.792.839
3.746.161
2.570.120
2.634.841
2.758.206
sayısı
Oynana
n eser
Sayısı
Seyirci
sayısı
335
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
b.Opera Ve Bale
Tablo 3 de görüleceği üzere yıllara göre
Türkiye’de oynanan eser sayısı , opera ve bale sayısı
ve izleyen seyirci sayısı açısından daha vahim bir
durum olduğu ortadadır.
Opera ve Bale sayısında azalma söz konusudur.
2001/2002 sezonunda seyircilerin sayısında ciddi bir
azalma söz konusudur. Bununla beraber memnuniyet
verici bir şekilde oynanan eser sayısı artmaktadır. Bu
veriler Devlet Opera Ve Balesi Genel Müdürlüğünden
sağlanmıştır.
Tablo 3
98/99
99/00
00/01
01/02
02/03
6
6
6
5
5
80
94
95
98
135
248.413
258.547
207.360
165.154
273.271
Opera
ve Bale
sayısı
Oynanan
eser
Sayısı
Seyirci
sayısı
336
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
c.Müzeler
Anadolu tarihi o kadar eski ve zengin bir tarihtir ki
( bunu ilk okula başladığımızdan beri çok net duyarız)
buna rağmen anlaşılamaz bir şekilde Türkiye’de müze
sayısı en fazla 180 ‘e ulaşmıştır. Zengin bir tarih
olmasaydı müze sayısı kaç olurdu bu konu üzerinde
ciddi ciddi düşünülmesi gereken bir konudur. Bu arada
Fransa ‘da müze sayısı 9.500 , Almanya’da müze sayısı
on binin üzerindedir.
Tablo 4 yıllara göre; müze ziyaretlerine ilişkin verileri
göstermektedir.
1999 yılında 79 olan Arkeoloji müzesi sayısı gelinen
2003 yılında kültürel değerlere sahip çıkılmayışın
sonucu olarak 66 ‘a inmiştir. Ne oldu “zengin Anadolu
Tarihinin” aslında zengin olmadığı mı ortaya çıktı?
2003 yılında ; yaklaşık yetmiş milyon olan nüfusun ,
ortalama sekiz milyonu müzeleri ziyaret etmiştir..Tüm
nüfusunun nerede ise %80-90 ı hiç müzeye gitmemiş .
Bu veriler Anıtlar ve Müzeler genel Müdürlüğünden
sağlanmıştır.
337
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Tablo 4
99
2000
01
02
03
172
177
171
178
180
Etnografya
44
41
41
44
43
Arkeoloji
79
85
76
62
66
Ziyaretçi
5.582.917
6.892.655
8.133.473
7.471.612
8.048.905
Müze
sayısı
Tablo 5’de Yerli ve Yabancı Ziyaretçilerin Müze
ve Müzelere Bağlı Açık Ören Yeri Ziyaretlerine ilişkin
rakamları vermektedir. Yabancı ziyaretçilerin sayısının
bu denli az olmasının sebebi ,yurt dışında etkin bir
tanıtım yapıl(a)mamakta olmasıdır.
Fransa Eski Kültür ve Devlet Bakanı,
Cumhurbaşkanı aday adayı Jack Lang Figen YANIK1005-2005 Sabah
Gazetesi Aktüel Pazar’a verdiği
röportajında
338
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
“Kendinizi Avrupa'ya tanıtamadınız “
”…..AB'nin kültürel hayatında daha aktif olmalısınız.
Türkiye'ye karşı büyük bir cehalet var.” Sözlerini sarf
etmiştir.
Jack Lang ;burada büyük ve çok önemli bir
noktaya dikkat çekiyor. Kabul edin kültür ve sanat sizin
için çok önemli kavramlar değil ve siz bu kavramlara
hiçbir değer vermeden ABne girmeye çalışıyorsunuz
farklı konularda tavizler veriyorsunuz .
Kültür ve sanata değer vermeden ; medeni olmak
,uluslar arası arenada söz sahibi olmak zor ihtimaldir.
Tablo 5’e geri dönersek ;2001 yılında Yabancı
ziyaretçi sayısı; yüksek rakamlara ulaşmışken sadece
iki yıl sonra 2003 yılında yabancı ziyaretçi sayısı
neredeyse bu rakamın yarısında kalmıştır.
İmajda düzeltilmesi gereken bir şeyler mi var?
Terör korkusu ile Türkiye’ye gelen yabancı
ziyaretçi sayısında azalma söz konusu olabilir mi?Ama
aynı terör Newyork’u Londrayı’da vurdu!!!
339
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Bu
veriler
Anıtlar
Müdürlüğünden sağlanmıştır.
ve
Müzeler
Genel
Tablo 5
99
2000
2001
2002
2003
5.623.170
6.175.652
6.658.093
8.949.820
9.155.761
5.254.584
7.282.923
11.313.154
8.319.919
6.609.272
Yerli
Ziyaretçi
sayısı
Yabancı
Ziyaretçi
Sayısı
d.Kitap
Türkiye'de yayımlanan kitap sayısı her yıl biraz
daha artıyor. Bunda , açılan kitap fuarlarının etkisi
yadsınamaz. Toplum okuma alışkanlığını yavaş yavaş
kazanmış. Fakat ulaşılan bu okuma oranı ne kadar
yeterlidir? Türkiye nüfusunun yetmiş milyon olduğu göz
önüne alınırsa aşağıda da görüleceği üzere rakamlar
pek iç açıcı değildir.
“Kültür Bakanlığı tarafından her kitaba verilen ISBN'lere
(Uluslararası
Standart
Kitap
Numarası)
göre,
yayıncıların da sayısında artış var.
340
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
ISBN verilerine göre 2001 yılında yayıncı sayısı 879,
basılan kitap sayısı 13 bin 675 iken
2002'de yayıncı sayısı 1032'ye, kitap sayısı 16 bin
426'ya yükseldi. 2003 yılında ise yayıncı sayısı yaklaşık
yüzde 30 artarak 1331'e ulaşırken, yıl içinde 19 bin 551
adet farklı kitap basıldı. 2003'te 3 bin 600 çeviri, 11 bin
342 edebiyat ve inceleme kitabı basıldı. Türkiye
Yayıncılar Birliği Başkanı Çetin Tüzüner, "Türkiye'de
okuma oranının her geçen gün arttığı bir gerçek. Bu
durum, son derece ümit verici" dedi.(13ocak 2005 tarihli
Radikal Gazetesi)”
“……..Burada tek boyutlu bir ölçüden yola çıkıyorum.
Okumak ve kitap üzerinden. Farklı ülkeleri Türkiye ile
karşılaştıran bazı araştırmalar bizim uygarlığımızın
koordinatlarını
yansıtıyor.
Örneğin, kitaba harcanan para;
Kişi başına, yılda Norveçli 137, Alman 122, Belçikalı
100, Avusturyalı 100, Güney Koreli 39 dolar harcıyor.
Dünya ortalaması 1.3 dolar.
Bir Türk yılda kitaba ortalama 45 cent harcıyor.
Dünya
ortalamasının
altında.
Örneğin, kitap okumak için ayrılan zaman;
Bir Türk’ün ayırdığı zamanın Norveç’li 300 katını,
Amerika’lı 210 katını, İngiliz 87 katını, Japon 86 katını
341
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
ayırıyor. Dünya ortalaması, bizim ayırdığımız zamanın
üç katı.
Örneğin, kişi başına düşen kitap sayısı;
İsrail’de 1169 kişiye bir kitap, Almanya’da 1022 kişiye
bir kitap, Japonya’da 622 kişiye bir kitap düşüyor.
Türkiye’de 10. 600 kişiye bir kitap düşüyor.
Bu düşündürücü rakamlar ….
insanın yüreğini
sızlatıyor. “diyor Hürriyet gazetesinde köşesinde yazan
Yalçın DOĞAN.
İsrail,Almanya,Japonya’nın gelişmişlik düzeyi ve Uluslar
arası politikadaki etkinlikleri ile Türkiye’nin gelişmişlik
düzeyi
ve
uluslar
arası
politikada
etkinliği
karşılaştırılınca İnsanın yüreği nasıl sızlamaz ki …
“UNESCO tarafından yapılan bir araştırmaya göre bir
yılda, ABD'de 51.058 adet, Yunanistan'da 35.000 adet
kitap basılıyor,
Türkiye'de ise bir yılda basılan kitap sayısı sadece
ve sadece 6.101 adettir.
Bir Japon yılda 25 kitap okurken, bir İsveçli yılda 10, bir
Fransız yılda 7 kitap okuyor, Türkiye'de ise bir yılda 6
342
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Türk yalnızca bir kitap okuyor.”
6-Temmuz-2005 Tercüman Gazetesi
Mehmet PAKSU
Bu veriler gerçekten tüyler ürpertici fakat yine de
umutsuz olmamak gerekir.Yeni
kuşakların okuma
isteğini ve ilgisini arttırmak için başta anne babalar
,devlet ,STÖler ve en önemlisi bireyler çaba harcamalı ,
başarısız olunsa da yılmadan devam edilmeli. Çünkü
süre giden dünya düzeni bu konuda bir tembelliği
kaldırabilecek durumda değildir.
Kütüphane konusunda da bir iki rakam vermek
gerekir; AB üyesi ve dünya siyasetini yönlendiren baş
aktörlerden Almanya’da 11.332 adet, Fransa’da 4.000
adet kütüphane bulunmakta , AB üyeliğini kendisine
hedef almış bunca yıllık çalışmaya rağmen kendisi
hakkında “imtiyazlı ortaklık” kelimeleri telaffuz edilen
Türkiye’de Kütüphane sayısı 1435 dir.Bu rakamlar
insanın kafasını kurcalıyor.Kişi,dönüp dolaşıp “bir yerde
bir problem var “; “bunu bulup acil çözüm üretmek
gerekir” diye düşünmekten kendini alamıyor.Küçük bir
not ;
M.Ö. 2000- 1800 lü yıllar arasında kurulan
Asurlular Tüm çivi yazılı eserleri başkentleri Ninova’da
343
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
toplayarak ;ilk kütüphanecilik ve arşivcilik faaliyetlerini
başlatmışlardır.
2.3.Sivil Toplum Örgütleri
Anne baba ,devlet,birey ve Sivil Toplum
Örgütleri;
“Üçüncü sektör ,beşinci güç olarak adlandırılan Sivil
toplum Örgütlerinin dünyada her geçen gün ne kadar
güçlendikleri ortadır.
Yasama , Yürütme, Yargı ve Medyadan sonra Beşinci
güç haline gelmiştir. Devlet ve ekonomi sektörlerinin
yanında üçüncü bir sektör olarak da varlığını
göstermektedir . ”
Sivil Toplum kuruluşları gönüllü çalışma esasını ön
planda tutarak “ toplumun kendisi “ olarak etkinliğini
gösterebilmektedir.
Fethi Güngör’ün “Yıldızı Yeni Parlayan Bir Sektör
:Sivil Toplum Kuruluşları” isimli çalışmasında da
ayrıntıları ile belirttiği gibi STÖler
Avrupa ve
Amerika’dan sonra Türkiye’de de somut bir güç haline
gelmektedirler.
344
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Sivil Toplum Örgütlerinin şu açıdan önemi daha fazla
olmaktadır; Devlet , hükümet, yöneticiler , idare yada
medya elemanları seçimle, atama yada görevli olarak
iş başına gelip; görevleri olan işlerini yaparlar. Günün
politikası gereği vatandaşın yararına olmayabilen,
çıkarlarına ters gelebilen kararlar alabilirler ancak “bir
güç odağı olan bilinçli bireylerden oluşan sivil toplum
örgütleri” halkın içinde olduğu için vatandaşın ve halkın
duyarlılığını ; istek ve şikayetlerini daha net bilir ve
oluşturulacak güçlü baskılar ile her şeyi devletten
beklememek gerekildiğine dair inancı destekler nitelikte,
herhangi bir konuda kamu oyu oluşturup istenilen
kararın alınmasında etkili olabilirler.
Yerel
bazda
sorunları
daha
objektif
görüp
değerlendirme ve sorunların çözümü için gerekli çare ve
yol üretmede etkin olmaktadırlar,var olan veya hali hazır
koşulların iyileştirilmesi için ortak çalışmalar yürütülür.
Bu anlamda gittikçe daha önem , güç ve meşruiyet
kazanan Sivil Toplum Örgütlerine de önemli görevler
düşmektedir. Nedir bunlar ?
Kültür ve sanatın tüm topluma yaygın ve etkili bir
şekilde paylaştırılması açısından çalışmalar yapılabilir.
Hali hazırda çok başarılı çalışmalara imza attıkları da
ortadadır.
345
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Kültürel faaliyetler ve sanatsal çalışmalarda, devlet ile
Sivil Toplum Örgütleri işbirliği yaparak her alanda
olduğu gibi kültür ve sanat alanında da başarılı
çalışmalara imza atabilirler. Ayrıca yapılacak böyle bir
çalışmada yani devlet kurumlarından herhangi biri
örneğin valilik, kaymakamlık; seçimle iş başına gelen
belediye ile Sivil Toplum Örgütlerinin yapacağı ortak bir
çalışma , basının da desteği ile hem çok ses getirir,
hem halk tarafından daha kısa bir zamanda ve daha
etkili bir şekilde özümsenir. Böylelikle kültürel çalışmalar
ve sanatsal faaliyetler , cılız birer ses olmaktan çıkıp
hak ettiği desteği alır.
Sivil Toplum örgütlerinin üzerinde daha fazla çalışması
gereken konulardan biri de yapıcı nitelikteki etkinliklerini
sadece üyeleri arasında değil , toplumun diğer bireyleri
arasında da etkin hale getirmektir.Yapısı gereği yeni
katılımlara açık olması sebebi ile STÖler, diğer
oluşumlardan farklıdır. Etkinliklerine ve oluşturdukları
baskı gruplarına katılımın sınırı; birey bazında yoktur
(istisnalar olabilir) .
Kültür ve sanatın , birey ve toplum hayatında büyük
öneme sahip olduğu , devlet organları ile birlikte üzerine
büyük görevler düşen Sivil Toplum Örgütleri ile
yapılacak ortak çalışmalarla anlatılmalıdır.
346
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Kültür ve Sanat Faaliyetlerini yürüten dernek, vakıf gibi
sivil toplum örgütleri ile bu faaliyetleri yürüten devlet
organları arasında sürekli bir iş birliği, fikir alış verişi
olmalı sivil toplum örgütleri ‘oto kontrol’ yoluyla devletin
bu görevini ve işin kalitesini sürekli takip etmelidir.
2.4.Devletin politikası Kültür ve Turizm
Bakanlığı
Bu bankalığın başına neden bir sanatçı getirilmez?
Yoksa sanatçılar bu bakanlık koltuğuna oturacak kadar
ehil değil mi , gerekli yeteneklere sahip değil mi?
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın görevleri bakanlığın
internet sayfasından alınmıştır.
Kuruluş Amacı
Kültür ve Turizm Bakanlığı 16.4.2003 tarih ve
4848 sayılı kanun ile kurulmuştur. Bu Kanunun amacı;
kültürel değerleri yaşatmak, geliştirmek, yaymak,
tanıtmak, değerlendirmek ve benimsetmek, tarihî ve
kültürel varlıkların tahribini ve yok edilmesini önlemek,
yurdun turizme elverişli bütün imkânlarını ülke
ekonomisine olumlu katkı sağlayacak şekilde
değerlendirmek, turizmin geliştirilmesi, pazarlanması,
teşvik ve desteklenmesi için gerekli önlemleri almak,
kültür ve turizm konularıyla ilgili kamu kurum ve
347
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
kuruluşlarını yönlendirmek ve bu kuruluşlarla işbirliğinde
bulunmak, yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları ve
özel sektör ile iletişimi geliştirmek ve işbirliği yapmak
üzere Kültür ve Turizm Bakanlığının kurulmasına,
teşkilât ve görevlerine ilişkin esasları düzenlemektir.
Görev
Kültür ve Turizm Bakanlığının görevleri şunlardır:
a)Millî, manevî, tarihî, kültürel ve turistik değerleri
araştırmak, geliştirmek, korumak, yaşatmak,
değerlendirmek, yaymak, tanıtmak, benimsetmek ve bu
suretle millî bütünlüğün güçlenmesine ve ekonomik
gelişmeye katkıda bulunmak,
b) Kültür ve turizm konuları ile ilgili kamu kurum ve
kuruluşlarını yönlendirmek, bu kuruluşlarla işbirliğinde
bulunmak, yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları ve
özel sektör ile iletişimi geliştirmek ve işbirliği yapmak,
c) Tarihî ve kültürel varlıkları korumak,
d) Turizmi, millî ekonominin verimli bir sektörü haline
getirmek için yurdun turizme elverişli bütün imkânlarını
değerlendirmek, geliştirmek ve pazarlamak,
348
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
e) Kültür ve turizm alanlarında her türlü yatırım, iletişim
ve gelişim potansiyelini yönlendirmek,
f) Kültür ve turizm yatırımları ile ilgili taşınmazları temin
etmek, gerektiğinde kamulaştırmak, bunların etüt, proje
ve inşaatını yapmak, yaptırmak,
g) Türkiye'nin turistik varlıklarını her alanda tanıtıcı
faaliyetler ile her türlü imkân ve araçlardan faydalanarak
kültür ve turizmle ilgili tanıtma hizmetlerini yürütmek,
h) Kanunlarla verilen diğer görevleri yapmak
Devletin yürüttüğü ; kültür ve sanat politikası
bakımından birkaç öneri sunmak mümkün;
Kültür politikaları , toplumun her kesimini kucaklayıcı
olmalıdır.
Yapılan çalışmalarda ; kültürel ve sanatsal faaliyetlerde
dünyada meydana gelen değişime ve gelişime kapalı
olmadan ,toplumun bir an evvel ama doğru biçimde
özümsemesi için hızlı hareket edilmelidir.
Kültürel değerlere güçlü ve kararlı bir şekilde sahip
çıkılmalı , herhangi bir saldırı olduğunda bilinçli ve etkili
349
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
yöntemlerle sorun çözülmelidir, tepki ve kamu oyu
oluşturulmalıdır.
Oluşturulacak etkili bir politika ile birey , devlet, sanatçı
arasındaki etkileşimler olumlu yönlendirilmeli, birey
yada sanatçıyı devlet küstürmemeli, Sanatın ve
sanatçının arkasında olduğunu , destek verdiğini her
ortamda hissettirmelidir.
Yapılacak uluslar arası kongrelerde (yabancılar
açısından) , ulusal kongre ve seminerlerde (Kültürü
halka vatandaşa daha iyi tanıtmak açısından) ,
konferanslarda , temsil açısından devlet, sanatçılarını
da yanına alarak eserleri ile başarılı çıkışlar
yakalamalıdır , bu çalışmalarda yapılacak karşılıklı fikir
alışverişleri ile kültürel değerler birincil ağızdan
tanıtılmalıdır.
Milli kültürün canlı tutulması; gelişen teknoloji,
globalleşen dünya , iletişim vasıtalarının sınırsız artması
, modern hayatın tüketiciliği karşısında üzerinde önemle
durulması gereken bir noktadır.
“Yurt dışında kendimizi en güçlü silah olan kültür ve
sanatımızla doğru ve etkin tanıtabiliriz.” Bu husus
,kesinlikle unutulmamalıdır.
350
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Eğitim politikaları
ile kültür ve sanat politikalarını
beraber ele alıp ilk öğretimden başlayarak Türkiye ve
dünya kültürleri , tarihi açıdan gelişimleri, hangi
aşamalardan geçtikleri ve sonuçları ile hali hazırda
devam eden gelişmeleri ve muhtemel sonuçları (çok iyi
değerlendirip) yeni kuşaklara öğretilmelidir.
Uluslar arası arenada var olabilmek , kendini kabul
ettirebilmek , tanıtabilmek özellikle de diğer ulusların
halkına, insanlarına anlatabilmek için - bu husus çok
önemli - sanatsal ve kültürel etkinliklerde bulunulması
gerektiği su götürmez bir gerçektir. Bu noktada hem
bireylere (gönüllü elçiler de olabilirler ) hem sivil toplum
örgütlerine hem de yönetim kademesinde bulunan
devlete özellikle de Kültür ve Turizm Bakanlığına çok iş
düşüyor. Projeler hazırlamak, sanatçılardan destek
almak ve bunları en kısa zamanda hayata geçirmek
ciddi, samimi, etkili çalışmalar yapmak gerekmektedir.
Nitekim dikkat edilecek olunursa ; toplumlarda yabancı
milletleri ; yabancı kültürleri halk ve birey bazında
kültür ve sanatları ile tanırlar. Japonları teknoloji de
başarılı olmalarının yanı sıra dansları yemekleri,çay
törenleri; Avusturyalıları valsleri; Fransızları şarapları,
sanata olan düşkünlükleri, Meksikalıları ekonomisi ne
durumda pek bilmese de, dünya politikasında etkinliği
ne? pek ilgilenmese de şapkaları ve siestaları(öğle
351
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
uykusu) ile Hintlileri yerel kıyafetleri , takıları ,dansları
vesaire tanırlar ve bu şekilde örnekler attırılabilir.
Dikkat edilirse bir de Türkleri Batıda resmederken fesli
göstermektedirler,
amaç
burada
Osmanlı
İmparatorluğu’nun devamı olunduğunu ifade etmekten
ziyade Türkiye’nin hala yarı-kapalı bir toplum olduğu ve
kültürel gelişmişliğinin Osmanlı döneminde kaldığını ön
plana çıkarmaya çalışmaktır.
Oysa Kültürel gelişmişlik Osmanlı zamanı ile
kıyaslanamayacak boyutlara ulaşmıştır (dünya genelin
de olduğu gibi) fakat ciddi ve etkili bir kültürel tanıtım
olmadığı için uluslar arası karikatürlerde fesli olarak
resmedilme durumu devam etmektedir
Ş.Kaya SEFEROĞLU’nun
“AET ve Kültür Birliğimiz”
başlıklı yazısında şu saptaması ilgi çekicidir. (Belgelerle
Türk tarihi Dergisi sayı 31 Eylül 1987 )
“Bize duygu milliyetçiliğinden ziyade fikir ve kültür
milliyetçiliği gereklidir…Kültür milliyetçiliğine kendini
aday gören genç ; dilci, tarihçi, etnograf, sosyolog,
demograf, sanat elçisi, politalog ( siyaset bilimcisi) v.b.
diğerleri de branşlarının verdiği yetki ile inançlarının
birleşmesi sonucu bir perspektif oluşturabilmeli. Bu
bakış açıları aynı geniş açı içerisinde birleşerek ortaya
bir takım “doğrular” koyabilmelidir…”
352
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Fikir ve Kültür Milliyetçiliği ile hem halka hem yabancı
ulusların halklarına kendinizi doğru tanıtır hem de
hakkınızda oluşan ‘Olumsuz Önyargıları’ fikir teatisi ve
kültürel etkinlikler ile olumlu yöne çevirebilirsiniz.
Kuru eylemlerden ziyade içeriği dolu, toplumu kavrayıcı,
kucaklayıcı kültür sanat politikalarının yürütülmesi
gerekmektedir. Ezbere sözlerden ziyade özümsenmiş
milliyetçilik gereklidir. Bu milliyetçiliğinde kültür
milliyetçiliği olması yada en azından bunun ön plana
çıkarılması gereklidir.
“…Keza sanat adamları bölücülerden çok daha etkili ve
güçlü silahlara sahiptir….” Ş.Kaya SEFEROĞLU’
Sanat adamlarının ne kadar güçlü bir silaha sahip
olduğu tarihin sayfaları incelenirse çok net bir şekilde
görülecektir.
‘Kültür Milliyetçiliğinin ‘ öneminin ,bir anlamda teyidi
olan Attila İLHAN’IN şu satırlarına göz atmakta fayda
var.
“Sömürgecilik , 3. Dünya Halkının “kişiliğini” derinliğine
hedef alan , geniş bir “beyin yıkama“
kalkışımı
olmaktadır. Sömürgeleşmiş ülke , sömürgeciyi taklit
etmesi
gerektiğine
,
inandırılmak
istenmektedir.(…)Bağımsızlık elde edildiği zaman bile,
özellikle kültür alanında, sömürgecinin taklit edilmesi
353
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
süregelir….” ( ‘Az gelişmişliğin mekanizması’ s.141,142
1974 ) Attila İLHAN ‘Eritme ve Yönetmenin yeni adı:
Küreselleşme 02-11-2001
Kültür alanında sömürülmek , bireylere ve toplumlara
benliklerini unutturmak ; ‘dünya gereklerine’ , ‘zamana
ayak uydurmak’ adı altında şahsiyetini , öz benliğini,
kültürünü
kaybettirmektir. Şahsiyetini, kültürünü
kaybeden birey; rahatlıkla istenilen kıvama getirilebilir.
Böylelikle piyon olup vezirin önünde harcanabilir.
Fikir üretmek ve kültürel değerlere sahip çıkmak , var
olan uluslar arasında kimliğini muhafaza etmek
açısından son derece önemlidir. Toplumda sanatçıların
güç kazanması sayılarının artması, özgür çalışma
ortamlarına sahip olması , daha başarılı ve toplumun
kültür seviyesini daha ötelere götürmesini sağlayacaktır,
her hangi bir dış faktörün saldırısı karşısında toplum
daha sağlam ayakta kalabilecektir, birbirine daha çok
sarılabilecektir.
Sanat yapısı gereği bağımsızdır , özgürdür. Talimata
gelmez, bir sanatçıya asla emir veremezsiniz. Belki
sipariş verebilirsiniz ama sanatçı yine neler
hissediyorsa onu eser haline getirir. Sanat bu anlamda
da diğer kültürel değerler arasında farkını hissettirir.
Bilge Kagan M.732 de Ötüken İlinde hala ayakta duran
Abide ‘de şöyle seslenmektedir.
354
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
“….Ülkemiz ,töremiz var idi…”
Bu kelimelerle Bilge KAĞAN yüzlerce yıl öncesinden
seslenerek “kültürel değerlere sahip çıkılması
gerektiğini” ifade etmiştir. Kültürel değerler arasında örf,
anane, gelenek, töreler de bulunmaktadır. Kendi diline,
örfüne , kültürüne sahip çıkamayan milletler alacakları
basit darbelerde bile ciddi sarsıntılar yaşayabilir.
Ancak “Bu benim kültürümde var “deyip düğünlerde ,
maçlarda
yada asker ocağına evladını
yollama
sırasında silahla güç gösterisinde bulunma eylemi ;
içinde bulunulan zamanda geri kalmış ortadan
kaldırılması gereken bir kültürdür.
”At, Avrat ,Silah “ üçlemesinde Gücü temsil eden
silahın yerini günümüzde BİLGİ almıştır. Bu üçleme de
atın yeri günümüze nasıl uymuyorsa silahın yeri de
günümüze uymamaktadır. Madem bu üçlemeye sahip
çıkılıyor ,”bu benim kültürümdür “ deniliyor GÜCÜ
temsil eden silah her alanda ön plana çıkarılıyor ,
günümüzde silahın temsil ettiği gücün yerini “bilginin”
aldığı da var olan bir gerçek , bilgiyi ön plana çıkarmak
için çalışmalar yapılması gerektiği de gün gibi aşikardır.
355
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
DİL
Kültürel öğeler içindeki yeri tartışmasız olan
“DİL” konusuna gelince ;
Yıllar önce Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ;
“Ülkesini, yüksek İstiklalini korumasını bilen Türk Milleti,
dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
Demiştir.Peki ; günümüzde durum ne?
Günümüzde ,konuşma ve yazma dilinde yabancı dillerin
etkisi ne yazık ki çok fazladır.Markalar,teknolojik
aletlerde kullanılan kelimeler vesaire ..
Dil de yozlaşma, yabancı kelimeleri günlük konuşma
diline tereddütsüz alma, teknoloji ve bilimin gelişmesi
karşısında paralel bir şekilde bu ihtiyacı karşılayacak
kelimelerin üretilememesi ; zaman içinde çelişkili
durumların ortaya çıkmasına sebep olabilir ve bunlar da
topluma ait bireyler arasında kopukluk yaratabilir.
Bireyler kendilerini ifade etme konusunda kısır döngü
içine girebilirler.
Günlük konuşma dilinde kullanılan kelimelerin sayısı dil
zenginliğini ifade etme açısından son derece önemlidir.
Kişi kendisini ifade ederken üç aşağı beş yukarı aynı
kelimeleri kullanırsa ; ifade etmeye çalıştığı duygu ve
düşünceleri ne kadar zengin olursa olsun , kuru bir
şekilde ortaya çıkar. Bu da zengin hislerin,düşüncelerin
356
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
kuru , zayıf bir ifade ile ortaya çıkmasına ve eksik
anlaşılmaya sebep olur.
Merak edilen bir soru da şudur . Neden Türkiye’deki
üniversiteler de “Türk Dili” dersi var? Acaba üniversiteye
gelen yetişkin genç; hala ‘Türkçe’yi’ gerçek anlamı ile
kullanamıyor mu yada ifade etmek istediği düşüncelerini
ifade etmek konusunda, başarısız eğitim politikaları
sebebi ile zorlanıyor mu? Toplam on bir yıl süren eğitim
hayatı boyunca öğrencilere yeterince temel derslerden
biri olan Türk Dili , Dilbilgisi, Edebiyatı dersleri
yeterince verilemiyor mu? Aslına bakılırsa üniversiteler
de Türk Dili derslerinin veriliyor olması acı bir durum.
Üniversite eğitimi aşamasına gelmiş gençliğin dil bilgisi
ve eğitiminin ; ne denli içler acısı bir durumda
olduğunun açık bir göstergesidir.
2.5. Sosyal hayat üzerindeki etkisiengelliler de düşünülmüş mü?(aslına
bakarsanız hayatın hangi alanında
düşünüldüler ki?)
“Sanat , bize geçici ve bireysel olanın ardındaki ,
sonrasız ve evrensel olanı göstererek , hayatın acılarını
hafifletmekte
hatta
onlara
estetik
bir
değer
357
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
kazandırabilmektedir.”
Öyküsü,Will DURAT
Schopenhaur
Felsefenin
Hayatın acıları vardır. Her şekilde bireyin
karşısına çıkabilir. Bu sıkıntılı durumda sadece eğitim ,
para ve sağlıklı olmak ruhsal sağlığın dinginliğe
kavuşması , bireyin karşılaştığı sıkıntılar ve zorluklar da
bunları kolaylıkla atlatmasını sağlamayabilir. Eğitim ,
para ve sağlığın yanında sanat ve kültürel değerlerinde
varlığı; bu sıkıntılı zamanları atlatmakta faydalı
olacaktır.
Mesela Engelliler;
Engelli İnsanların ; toplum hayatı ve sosyal hayata
katılımlarını arttırmak için kültürel ve sosyal hayatın
olduğu yerlerde uygun imkanlar sağlanmış mı?
Çevreye şöyle bir bakınca evet bazı kaldırımlarda ,
alışveriş merkezlerinde uygun imkanlar sağlamak için
birkaç çalışma yapılmış, ancak hali hazırda kültür
merkezlerinin , tiyatroların, konser salon ve alanların ,
müzelerin bir çoğunda (hatta okullarda , üniversitelerde,
devlet kurumlarında , toplu taşıma araçlarında …)
uygun ortamların olmadığı üzülerek tespit edilen bir
durumdur. Daha sayılır , daha yaşanır hayat için
yapılacak birkaç çalışma; kültür ve sanatın asıl
amaçlarından biri olan “ bireyleri bir araya getirmek ve
358
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
kaynaştırmak” durumuna da hizmet edecektir.
Engellileri sosyal hayatın içine almak, yaratıcılıklarından
istifade etmek , yaşam sevinçlerini arttırmak , bilim ve
teknolojinin yanında ( imkanlar dahilinde bir çoğu çok
iyi internet kullanıcısıdır) sosyal ve kültürel faaliyetlere
seyirci , izleyici gibi pasif katılımın yanı sıra oynayan ,
yöneten ,çizen ,yazan olarak aktif katılımı da arttırmak
gerekir, evlerinden odalarından dışarı çıkarmak gerekir.
2.6. Sanat ve kültür ile günümüz
magazin anlayışı arasındaki gerçek
fark;
Türk Dil Kurumu İnternet sayfası Güncel Türkçe
Sözlükte yer alan tanıma göre ;
Magazin:
isim İngilizce magazine < Fransızca
1-Halkın çoğunluğunu ilgilendirecek,çeşitli konulardan
söz eden bol resimli yayın
2-Daha çok eğlence ve spor dünyasında tanınmış
kişilerle ilgili haber ve yorum.
3-Teknoloji ,teknik depo
359
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Bu tanımda dikkat edilmesi gereken husus ,
”tanınmış kişilerle ilgili haber ve yorum “ kısmında ,
tanınmış kişilerin “özel hayatlarına ilişkin” haber ve
yorum olmayışıdır.
Üzülerek görülmektedir ki
medya (Türk ve
Yabancı medya) tanınmış kişilerle ilgili haber ve
yorumları
,
ürettikleri
eserler,
başarıları
,
başarısızlıklarından ziyade özel hayatlarında olan
bitenleri
anlatmak
üzerine
kurgulamaktadırlar,
vermektedirler.
Magazin tanımından da yola çıkılarak , insanların
özel hayatından ziyade bu tanınmış kişilerin spor
camiasından
da olabilir , iş dünyasından
da
olabilir,sanatçılardan da olabilir; gençlere, bireylere
örnek olacak , imrendirecek , başarının yollarını
gösterecek
mesleki hayatlarından bahsedilmesi ,
kimseyi yargılamak gibi bir amaç taşımaksızın bu
insanların yaşamında; gençlere , toplumdaki bireylere
kötü örnek teşkil edecek nitelikte olmayan haber ve
yorumların verilmesi gerekir.
360
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Türk kültürünün kıskanılası zenginliği…
Hali hazırda okumakta olduğunuz makalenin
yazımı sırasında dünyaca ünlü Newsweek Dergisinde
“İstanbul” kapak yapıldı ve muhtemelen her bireyin
göğsünü kabartan şu hususlar yer aldı.
“..Dergi İstanbul'un farklı kültürel yapısına dikkat
çekerken bir yandan da bu farklı özelliği sayesinde
çoktan Batılı olduğunu yazdı. Kentin tam bir yeniden
doğuş yaşadığının altını çizen dergi, dünyanın kesişme
noktasında olan İstanbul'un farklı ezgilerinin çok önemli
bir birleşim yarattığını belirtti,…….. Türk ressam,
yapımcı,modacı, müzisyen ve yazarların tüm dünyada
etkilerinin hissedildiğini kaydetti.. “
Söz konusu yazı Türk kültüründe var olan “hoş görü “
ile
birbirinden farklı güzel çok güzel “renklerin”
ayırıştırıcı yanından ziyade birleştirici ve bütünleyici
özelliğini vurgulamaktadır. Kolay kolay hiçbir toplumun
sahip olmadığı, olsa da bir arada huzur içinde yaşamayı
beceremediği bu
renklerin birbiriyle yoğrulduğu
Türkiye’de
bu kültürel özelliğe sahip çıkılması
gerektiğini hatırlattı.
"….. İstanbul sokaklarının sesini hatırlayın. Avrupa,
Türk, Balkan, Ortadoğu ezgileri; hepsi bir arada farklı
361
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
fakat çok güzel bir armoni oluşturuyor.” “… Şehrin tarihi,
zaten dünyanın şu an bildiğinin yarısını oluşturuyor….”
(www.haberturk.com 23-08-2005)
Saptamalar doğru ve memnuniyet verici belki birkaç
cümle daha eklenebilir.
Bu kadar zengin bir kültür ve tarih birikimine sahip
çıkılması gerekli olduğu gibi eşine az rastlanır bir
durumdur, kıymetini bilmek gerekir. Bu güne kadar bir
arada yaşamayı başaran bu zengin kültüre , toplum
olarak birey olarak daha sıkı sarılır inatla sahip çıkılırsa
bir çok politikacının harcadığı çaba ile
karşılaştırıldığında , verdiği uğraş ile karşılaştırıldığında
daha kesin , uzun vadeli ve net sonuçlar alınır.
2.7.Para (Ekonomik Güç)
Kültür Sanat faaliyetleri
de
diğer hayat
damarlarında olduğu gibi belirli bir bütçeye ihtiyaç
duymaktadır. Kültür ve sanat alanlarına devletin veya
bireylerin bütçelerinden ayırdıkları pay ne kadar az ise
toplum ve bireylerin hoş görü, gelişmişlik, medeniyet ve
görgüleri de ona paralel olarak zayıf olur.
Genel kanı kitap fiyatlarının , tiyatroların , operaların çok
pahalı olduğu daha uygun rakamlara çekilirse daha
fazla talep göreceği yolundadır. Bu kanı ile tezat
oluşturan bir durum vardır. Şöyle ki; eğlence yerlerinde
362
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
harcanan paralar, içki ve tütüne harcanan paralar yada
bireysel silahlanma için harcanan paralar yanında
giyim kuşam ve kozmetik sektörüne harcanan paralara
bakılınca “pahalılık” kavramını tekrar yorumlamak
gereği doğuyor. Alış veriş merkezleri şöyle bir gezilirse ;
insanların çılgınlar gibi alış veriş yaptıkları rahatlıkla
görebilir.
Ama ayda bir kitap okumak üzere , aylık bir kitap
harcaması yapma konusunda yada tiyatroya gidilmesi
söz konusu olunca yukarıdaki yakınmalarla karşılaşılır.
O zaman sorun nerede ?
33..S
SO
ON
NU
UÇ
Ç
Bu güne kadar devletin, bireyin kültür ve sanata
verdiği değer, toplumda kendisini yavaş yavaş
hissettirmektedir.
Hoş görüden uzak , gülümsemeyi bilmeyen , mutsuz bir
topluluk. Tartışma kültürünü bilmeyen sevincini veya
öfkesini belinden çıkardığı silahla gösterip masum
insanların canına kasteden veya bir ömür bakıma
muhtaç hale getiren , trafikte sabırsız ; yeşil ışık
yanmadan kornaya basan, sosyal hayatı maçlara gidip
küfür ederek rahatlamak zanneden onlarca gençliği
olan, sevgisini ifade etmek için şiir yazmak veya çiçek
vermek yerine çatılara veya köprülere çıkıp intihar etme
363
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
tehditleri savuran , konuşma kültürüne sahip
olmadığından dolayı eşiyle yaşadığı ufak bir tartışmada
bile bıçağı alıp çocuğunun boğazına dayayan, kendi
tarih ve kültürünü iyi bilmediği için üzerine bir de
tembelliği ekleyip “Sözde Ermeni Soykırımı” için esaslı
çalışmalar yapmadan ezbere konuşup her Nisan ayında
bu konu gündeme geldiğinde siyasetçisi, medyası ,
insanı ile esip yağan sonra tekrar unutan, yine kendi
kültürüne sahip çıkamayışının sonucu “yoğurdu bulan
bir toplum” olarak yoğurt piyasasında yabancı kökenli
yoğurtlar satılan , sanatçısı ile kavga eden, eğer aslı
varsa sorunu çözmek yerine halka sanatçısını şikayet
eden bir bakanı bulunan , yetkili kurumun üzerine
düşen görevi hakkıyla yerine getirmediği için yaşanan
sosyal veya teknik
gelişmeler karşısında
kısa
zamanda uygun kelimeler üretemediğinden konuşma
ve yazma dilindeki yabancı kelime sayısı her geçen gün
artan , sanatı ve kültürel değerlerini çocuklarına
gençlerine aşılamadıkları için her geçen gün daha
dejenere bir gençliğe sahip olan, televizyonlarda sanat
ve kültür programları yerine insanların kavgalarını
izleyen yüksek bir seyirci kitlesi olan , haksızlığa
uğradığı zaman konuşma , ikna etme , hukuk yoluna
başvurmak yerine farklı yollar arayan bireyleri olan , ”
fast food” kültürüne teslim edilmiş tüketici çocukları
olan , ”akıllıca üret aptalca tüket “ politikasını kusursuz
364
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
uygulayan , yetmiş milyonluk nüfusunun sadece iki
buçuk milyonu tiyatroya gitmiş olan, opera ve baleyi
sadece iki yüz yetmiş beş bin kişinin gördüğü,tarihi ile
her zaman aslanlar gibi övünen ama yetmiş milyonluk
nüfusunun sadece sekiz milyonunun müze gezdiği,
yılda altı kişiye sadece bir kitap düşen insanların
yaşadığı, suç oranının toplumda her geçen gün arttığı ,
globalleşme adı altında “tek kültürlülüğe” doğru alınan
yolun memnuniyet verici olarak görüldüğü , kıskanılası
kültürel zenginliğinin bütünleyiciliği yerine ayırıştırıcı
kabul ediliyor olması bu ve bunlar gibi sonuçlar ….
İnsanın keyfini kaçırıyor.
Kültür ve sanat faaliyetleri toplumun her kesimine
hitap etmeli yerel veya ülkesel bazda izlenen kültür
sanat politikalarında; nüfusun tamamına yayılan ,
etkileyecek , hoşgörü ve beğenisini kazanacak
çalışmalar yapılmalıdır.
Her dönem , her yönetim, iktidar yada anlayışın ürünü
olarak kültür ve sanat konularında da farklı politikalar
izlenmiş olabilir. Kültür ve sanatın hizmet ettiği asıl alan
; temelde toplumda yaşayan bireyleri bir araya getirmek
, medeni ilişkileri arttırmak bu alan olmalıdır ve nitekim
bu duruma örnek hem Türkiye’de hem de dünyada bir
çok etkinlik yapılmaktadır.Büyük zenginlik olan törelere,
365
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
folklora, yöresel tatlara, müziğe, danslara, adet ve
geleneklere
sahip çıkılarak sahip olunan mozaiği
muhafaza etmek ve geliştirmek gerekir.
366
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
K
KA
AY
YN
NA
AK
KÇ
ÇA
A
Huntington . Samuel P. “ Medeniyetler Çatışması”
CUMBUR. . Dr. M. “Belgelerle Türk Tarihi Dergisi”
Kasım 1987 (Atatürk’e G öre Bilim, Kültür, Kitap ve
Kütüphane)
DEMİR . Doç. Dr. Ö.”Türkiye İstatistik Yıllığı”
Sabah Gazetesi Aktüel Pazar 10-05-2005 YANIK .
F.
Radikal Gazetesi 13-01-2005
Hürriyet Gazetesi DOĞAN . Y.
Tercüman Gazetesi 06-07-2005 PAKSU. M.
GÜNGÖR . F. “Yıldızı Yeni Parlayan Bir Sektör:Sivil
Toplum Kuruluşları”
SEFEROĞLU . Ş.Kaya “Belgelerle Türk tarihi
Dergisi “ Eylül 1987 ‘AET ve Kültür Birliğimiz
İLHAN. A. “Az Gelişmişliğin Mekanizması” “Eritme
ve Yönetmenin Yeni Adı: Küreselleşme”
DURAT . W. “Felsefenin Öyküsü” Türkçesi ender
GÜROL
367
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Hülya ÖZKAN
1975 İstanbul doğumludur.
Özel Çavuşoğlu Lisesi 1993 yılı mezunudur.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 2000 yılı
mezunudur.
Halen aşağıda sayılan görevleri yürütmektedir.
İstanbul Barosu ‘Kültür Sanat Komisyonu’ Başkanı,
İstanbul Barosu ‘Bireysel Silahsızlanma Komisyonu’
Başkan Yardımcısı,
KİYAD Yardımlaşma Derneği ‘Kadınlar Kolu’
Sekretaryası,
LODER Derneği Üyesidir.
Halen kendi bürosunda serbest avukat olarak
çalışmaktadır.
368
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
T
TA
AR
RIIM
M SSE
EK
KT
TÖ
ÖR
RÜ
ÜN
NÜ
ÜN
NG
GE
EN
NE
EL
L
D
OR
RU
UN
NL
LA
AR
RII
DU
UR
RU
UM
MU
U,, SSO
V
VE
E
Ç
ÇÖ
ÖZ
ZÜ
ÜM
MÖ
ÖN
NE
ER
RİİL
LE
ER
Rİİ
H
HA
AZ
ZIIR
RL
LA
AY
YA
AN
N
A
Addnnaann A
AY
YD
DIIN
N
369
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
TTA
AR
RIIM
MS
SE
EK
KTTÖ
ÖR
RÜ
ÜN
NÜ
ÜN
NG
GE
EN
NE
ELL
D
UN
NLLA
AR
RII V
VE
E
DU
UR
RU
UM
MU
U,, S
SO
OR
RU
Ç
ÇÖ
ÖZZÜ
ÜM
MÖ
ÖN
NE
ER
RİİLLE
ER
Rİİ
Ö
ÖZZE
ETT
Türkiye sahip olduğu; iklim, toprak, su ve orman
kaynakları ile yaklaşık 67,8 milyonluk bir nüfusun
beslenme ve giyim ihtiyacını karşılayan önemli bir
sektördür. Tarım sektörü, yıllara göre değişmekle
birlikte
2
milyar
$’ın
üzerinde
bir
ihracat
gerçekleştirmektedir.
Gelişmiş ülkeler tarım sektörünü yıllardır
destekleyerek modern üretim yöntemlerini kullanarak
üretim ve verimliliği artırmışlardır. Dünya Ticaret Örgütü
(WTO) tarımsal ürün ticaretinin de serbestleşmesi
yönünde çalışmalar yapmaktadır. Uzun vadede bu
konuda alınacak kararlar gelişmiş ülkelere avantaj
sağlarken
Türkiye
gibi
tarımını
yeterince
destekleyemeyen ülkelerin uluslar arası rekabet
koşullarına uyumu oldukça zor olacaktır. Tarım sektörü
gıda güvenliği ve güvenli gıda açısından çok önemli bir
sektör olmasına karşın yıllardır kaynak yetersizliği ve
ekonomik sorunlar gerekçe gösterilerek gereken
düzeyde desteklenememiştir.
370
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Tarımın karşılaştığı yapısal sorunların başında;
arazilerin küçük ve parçalı olması, kadastro
çalışmasının tamamlanmamış olması ve buna bağlı
mülkiyet sorunları, örgütlenme yetersizliği, eğitim
düzeyinin düşüklüğü, sulama olanağı bulunan arazilerin
sulamaya açılamaması gelmektedir.
Tarımda görülen sorunların çözümü ve sektörde
sürdürülebilir gelişmenin sağlanabilmesi devlet desteği
olmadan mümkün değildir. Özellikle uluslar arası
rekabet şartlarının eşit olmadığı günümüzde sektörün
sorunlarının çözümü hem üreticiler hem de tüketiciler
açısından oldukça önemlidir.
11.. G
GİİR
RİİŞ
Ş
Türkiye’deki tarım sektörü,
nüfus ve genel
ekonomi açısından önemli bir sektör olup özellikle gıda
güvenliği ve artan nüfusun besin ihtiyacının
karşılanabilmesi
açısından
oldukça
önemlidir.
Toplumun fizyolojik ihtiyaçlarının giderilmesi artan
nüfusa paralel olarak tarım sektöründe yaşanacak
gelişmelerle mümkündür.
Türkiye, tarım alanında dünyadaki gelişmeleri ve
Avrupa Birliğine üyelik sürecinde Türk tarımının Ortak
371
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Tarım Politikası (OTP)’na uyumu da göz önünde
tutulduğunda, kaynakların etkin kullanımı ile; ekonomik,
sosyal, çevresel ve uluslararası gelişmeler boyutuyla,
gıda güvenliği ilkesi çerçevesinde, artan nüfusun
dengeli, yeterli, sağlıklı ve ekonomik beslenmesini esas
alacak şekilde, rekabet gücü yüksek, sürdürülebilir bir
tarım sektörünü oluşturacaktır (www.tarim.gov.tr).
Tarım sektörünün genel ekonomi açısından
önemli katkıları bulunmaktadır. Bunlar, nüfus ve işgücü,
üretim ve verim, toplum beslenmesi, sanayi sektörüne
(tarıma dayalı sanayi, tarımsal girdi sanayi), milli gelire
ve dış ticarete katkısıdır (İnan, 2001).
22.. TTA
AR
RIIM
M S
SE
EK
KTTÖ
ÖR
RÜ
ÜN
NÜ
ÜN
N G
GE
EN
NE
ELL
D
DU
UR
RU
UM
MU
U
2.1.
Tarımsal
İşletmeleri
Nüfus
ve
Tarım
1927 yılında 13.6 milyon olan nüfus 2000 yılı
itibariyle 67,8 milyona ulaşmıştır. Aynı şekilde 1927
yılında toplam nüfusun %75,8’i kırsal nüfus iken 2000
yılında bu oran %34’lere kadar gerilemiştir. 2000 yılında
Türkiye’deki tarımsal nüfus 20,3 milyon iken ABD’de 6.1
milyon, AB’de 4,9 milyon gibi çok düşük düzeydedir.
372
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Grafik 1. Yıllara Göre Tarımsal Nüfus (%)
Tarım, nüfusun önemli bir bölümüne işyeri
sağlayan önemli bir sektör durumundadır. Çizelge 1’de
Türkiye’nin ekonomik yönden aktif nüfusun tarım
sektörüne dağılımı gösterilmektedir. Çizelgeye göre
ekonomik yönden aktif nüfus içerisinde tarım
sektöründe çalışanların oranı 1975 yılında %67,27 iken
1990 yılında bu oran %53,66’ya gerilemiştir. 2000 yılı
itibariyle de %48,38 olarak hesaplanmıştır (Grafik 1).
Tarımda ekonomik yönden faal nüfus başına düşen
tarımsal amaçlı arazi miktarları incelendiğinde 1975
yılında 24 dekar iken 2000 yılında 21 dekara gerilediği
görülmektedir.
373
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Tarım Faaliyetinde İstihdam Edilen Nüfus (12 yaş
üzeri)
Toplam Nüfus
İktisaden Faal
1975
1980
1985
1990
2000
40.347.719
44.736.95
50.664.45
56.473.03
67.803.92
7
8
5
7
18.522.32
20.556.78
23.381.89
25.997.14
2
6
3
1
11.104.50
12.118.53
12.547.79
12.576.82
1
3
6
7
10.993.89
12.037.88
12.460.07
12.527.28
9
3
3
4
28. 50
91.137
58.433
65.908
27.941
14.677
19. 465
22.217
21.815
21. 602
67.27
59.95
58.95
53.66
48.38
42
39
44
45
48
24
26
23
22
21
17.383.828
Nüfus
Tarım Kes.
11.694.513
İktisaden Faal
Nüfus
Tarla Ziraatı
Orman. ve
11.650.986
Tomrukçuluk
Balık. ve
Süngercilik
Tarım Kes. Faal
Nüf. İkt. Faal Nüf.
Oranı
1000 dekar Tar.
Amaçlı Alana
Düşen Tar. İkt.
Faal Nüfus (kişi)
Tar. İkt. Faal Nüf.
Düşen Tar. Amaçlı
Alan (dekar)
374
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Türkiye’de toplam 3.076.650 adet tarım işletmesi
bulunmaktadır. Bu işletmelerin de %67,4’ünü hem
bitkisel üretim hem de hayvancılık yapan işletmeler,
%30,2’sini yalnız bitkisel üretim yapan işletmeler,
%2,4’ünü de sadece hayvancılık yapan işletmeler
oluşturmaktadır. İşletmelerin sahip oldukları arazi
büyüklüklerine göre dağılım incelendiğinde arazisi
olmayan işletmelerin oranı %1,7 olup, 20 dekardan
küçük araziye sahip olan işletmelerin oranı % 32,78 ve
20–49 dekar araziye sahip olan işletmelerin oranı
yaklaşık %31’dir. Ayrıca 50–99 dekar arası araziye
sahip işletmelerin oranı % 18,2 olarak hesaplanmıştır.
200 dekarın üzerinde araziye sahip olan işletmelerin
oranı ise %5,71 gibi küçük bir orandır.
Buna göre işletmelerin %93’ünün arazisi 1-9
parçadan oluşmaktadır. 10 parçadan fazla araziye
sahip olan işletmelerin oranı ise %7’dir. 2001 yılı tarım
sayımı sonuçlarına göre işletmelerin sahip olduğu arazi
büyüklüğü ortalama 61 da. olarak belirlenmiştir
(www.die.gov.tr). Gelişmiş ülkeler incelendiğinde 2001
yılı verilerine göre ABD’de ortalama arazi genişliği 1800
da., AB ülkelerinde 174 da., olarak tespit edilmiştir.
375
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Bu verilerden de anlaşılacağı gibi Türkiye’deki
işletme büyüklüğü oldukça küçük ve parçalı bir arazi
yapısına sahiptir.
2001 genel tarım sayımı sonuçlarına göre
Türkiye’deki tarım işletmelerinin %81,34’ü yalnız kendi
arazisini işlemektedir. Kendi arazisi dışında kira,
ortakçılık, yarıcılık vb. şekillerde arazi işleyen işletmeler
ise toplam işletmelerin %3,56’sını oluşturmaktadır.
Kendi arazisi olmayan işletmelerin %51,03’ü de yalnız
kira ile arazi işletmektedirler (www.die.gov.tr).
Türkiye’deki tarım ve orman alanları çizelge 4’te
verilmiştir. 2003 yılı verilerine göre 17,5 milyon ha.
ekilen alan, 5 milyon ha. nadas alanı olmak üzere
yaklaşık 22,5 milyon ha. tarım alanı bulunmaktadır.
2.2. Tarımsal
Durumu
Arazilerin
Sulanma
2001 yılı genel tarım sayımına göre 3 021 189
adet tarım işletmesinin 1 295 339 adedi sulama
yapmakta ve 35 052 264 da. alan sulanmaktadır.
(çizelge 5). Sulama yapan işletmelerin %88,5’i salma
sulama sistemi ile sulama yapmakta, %8,6’sı
376
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
yağmurlama sulama yapmakta ve %2,9’u da damla
sulama sistemini kullanmaktadır.
Türkiye’deki toprak kaynaklarının 27,7 hektarı
(%35,56) işlenebilir tarım arazisidir. Bunun 25,8 milyon
hektarı (93,32) sulanabilir nitelikte olup, ekonomik
olarak sulanabilecek tarım arazisi 8,5 milyon hektar
(%30,69) olarak hesaplanmıştır Günümüze kadar
yapılan yatırımlar ile ekonomik olarak sulanabilecek
nitelikteki arazi varlığının %53,59’u sulamaya
açılabilmiştir (Bilen 1997; Özçelik ve ark. 1999).
Türkiye sahip olduğu sulanabilir arazilerinin
yaklaşık yarısını sulu tarıma açamadığı için her yıl
ekonomik kayba uğramaktadır. Artan nüfusun ihtiyacı
yanında, tarıma dayalı sanayinin ihtiyaç duyduğu
tarımsal ürünlerin karşılanabilmesi için Türkiye’de
sulama seferberliği ilan edilmelidir. Sulama yatırımları
kendini kısa bir süre içerisinde karşılamaktadır. Sulanan
alanlarda gelir artışı ürüne göre değişmekle birlikte 4 ila
10 kat arasında artmaktadır.
377
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
2.3.Bitkisel Üretim
Üretilen ürünler incelendiğinde 2003 yılında 55,7
milyon tarla ürününün üretildiği görülmektedir. Toplam
üretim içerisinde 19 milyon ton ile buğday ilk sırada yer
alırken şekerpancarı 12,6 milyon ton ile ikinci sıradadır .
2001 yılı genel tarım sayımı sonuçlarına göre
Türkiye’deki toplam 668.819.000 da. arazinin yaklaşık
%23 tarla arazisi, %28 koruluk ve orman arazisi, %14’ü
tarıma elverişsiz arazi’den oluşmaktadır
Türkiye’deki bitkisel üretimin; yaklaşık olarak
%17’si tahıllar, %3’ü baklagiller, %27’si endüstri bitkileri,
yağlı tohumlar, yumru bitkiler ve diğerleri dahil olmak
üzere, toplam %47’si tarla ürünleri ile, %29’u meyve,
%16’sı sebze, %8’i diğer yan ürünler ve çiçekçilik olmak
üzere toplam %53’ü bahçe bitkileri ürünlerinden
oluşmaktadır. 1998 yılında 2002 yılına kadar üretilen
tarla ürünleri miktarında azalma gözlenirken, sebze ve
meyve üretiminde artış olmuştur. Tarla ürünleri
içerisinde üretimi en çok azalan ürünler endüstri
bitkileridir. 1998 yılında 23 497 milyon ton olan endüstri
bitkileri üretimi 2002 yılında yaklaşık %24 azalarak 17
777
milyon
tona
gerilemiştir
378
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Tarla Arazisi
14,47%
22,78%
Sebze ve Çiçek Bahçeleri (Örtüaltı
dahil)
Meyve ve Diğer Uzun Ömürlü
0,88% Bitkilerin Kapladığı Alan (Kavaklı ve
Söğütlük dahil)
Nadas
3,87%
7,64%
5,60%
2,91%
21,85%
Tarıma Elverişli Olduğu Halde
Kullanılmayan Arazi
Daimi Çayır ve Otlak Arazisi
Korluluk ve Orman Arazisi (Fundalık
ve Makilik Dahil)
Grafik Arazi Kullanımı (bin dekar) (2001 genel tarım sayımı)
Türkiye’deki buğday ekim alanı yıllara göre
değişmekle birlikte 9 milyon hektarın altına
düşmemektedir. Üretim iklim koşullarına göre
dalgalanmakta, verimin en yüksek olduğu yıl olan 2000
yılında (2234 kg/ha) toplam buğday üretimi 21 milyon
tona kadar yükselmiştir. Pirinç üretiminde de 2003 yılı
itibariyle 65000 hektar alanda üretim yapılmış,
hektardan 3434 kg verim alınarak toplam 223 bin ton
pirinç üretilmiştir.
1998 yılında 1 407 milyon ton olan yağlı tohumlar
üretimi 2002 yılı itibariyle 2 515 milyon tona
yükselmiştir.
379
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Sebze tarımı bitkisel üretim içerisinde birim
alanda yüksek gelir getiren tarım kollarından birisidir.
Türkiye, dünya sebze üretimindeki %3,2’lik payı ve
açıkta ve örtü altında her mevsim sebze yetiştirme
özelliği ile, dünya sebze üreticisi ülkeler arasında ilk
sıralarda yer almaktadır. Zamanla genişleyen sebze
alanları, teknoloji ve bilginin tarıma aktarılması ve
kaliteli tohum kullanımının yaygınlaşması sonucunda
artan verimlilik nedeniyle, son yıllarda sebze üretiminde
büyük artışlar kaydedilmiştir. 1980 yılında 12 milyon ton
olan sebze üretimi, 2003 yılında 23 milyon tonun
üzerine çıkmıştır (www.tarim.gov.tr).
Kurutulmuş meyveler ve ihraç ürünleri fındık,
Antep fıstığı, kayısı, incir ve üzüm dışında aile ihtiyacını
karşılamak amacıyla yapılan taze meyve üretimi, 1937
yılında başlayan bölgesel ve konu bazında uzman
araştırmalar ve işletmelerin kurulması ile ülke düzeyine
yaygınlaşmış, özel sektörün katılımı ile genişleyerek,
ülke meyveciliğinin gelişimine ivme kazandırmıştır.
1950’li yıllarda 452 bin ton olan toplam meyve üretimi,
1970 yılında 2,5 milyon ton, 1994 yılında 11 milyon ton
ve 2003 yılında zeytin dahil olmak üzere 14 milyon ton
olarak gerçekleşmiştir.
380
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Türkiye 2003 yılı DİE verilerine göre yaklaşık
olarak 2,5 milyar $ tarımsal ürün ithalatı yapmaktadır.
Bu ürünlerin değer olarak yarıya yakın bir bölümü yağlı
tohumlar ve ham yağ ithalatı ile pamuktan oluşmaktadır.
Türkiye sadece bu ürünlere ödediği döviz ile sulama
yatırımlarını kısa bir süre içerisinde kademeli olarak
tamamlayabilir. Bu nedenle sulama yatırımlarının
yıllarca yeterince önemsenmemesi anlaşılır gibi değildir.
Çünkü gelişmiş ülkelerin tamamı sulanabilir alanlarının
tamamına yakın bir bölümüne sulama hizmeti götürmüş
ve
su
kaynaklarının
sürdürülebilir
kullanımını
planlamıştır. Başka bir ifadeyle Türkiye’nin kalkınması
sulama yatırımlarına vereceği öneme bağlıdır.
Türkiye’de tahıllardan sonra en çok baklagil
tarımı yapılmaktadır. Bunun en büyük nedeni
toprakların bakliyat tarımı için uygun olmasıdır.
Türkiye’de yıllara göre değişmekle birlikte yaklaşık
olarak 1,2-1,3 milyon hektar kuru fasulye, nohut ve
mercimek tarımına ayrılmaktadır. Toplam tarım
arazilerinin %7’sinde b ürünlerin tarımı yapılmaktadır.
Bakliyat üretimi yaygın olarak Güneydoğu Anadolu,
Orta Anadolu ve Geçit bölgelerinde yapılmaktadır.
1980’li yıllardan önce bakliyat üretiminde kendine yeterli
bir ülke olan Türkiye, günümüzde ithalatçı ülkeler
381
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
arasına girmiş, bu da tüketilen bakliyat miktarında
azalmaya neden olmuştur (Gaytancıoğlu ve ark., 2003).
2003 yılında nohut 630 000 hektar, kuru fasulye
162 000 hektar, yeşil mercimek 62 000 hektar, kırmızı
mercimek 380 000 hektar alanda yetiştirilmiştir.
Birim alandan elde edilen verimler incelendiğinde
2003 yılı rakamlarına göre nohutta 952 kg/ha, kuru
fasulyede 1543 kg/ha., yeşil mercimekte 887 kg/ha., ve
kırmızı mercimekte 1276 kg/ha.’dır.
Türkiye’deki ayçiçeği üretimi ortalama 800 000
ton civarındadır. Soya fasulyesi üretimi 1985 yılında
125 000 ton iken 2003 yılında 85 000 tona gerilemiştir.
Şekerpancarı üretimi ise 1980 yılında 9 380 060 ton
iken 2003 yılında 12.622.934 tona yükselmiştir. Tütün
üretimi 2002 yılı verilerine göre toplam 191 bin hektar
alanda, Ege, Karadeniz, Marmara, Doğu ve Güneydoğu
Anadolu Bölgelerimizde yapılmaktadır. Türkiye’de
ağırlıklı olarak şark tipi tütün üretilmekte, yabancı tütün
üretimini artırmak amacıyla çalışmalar devam
etmektedir. Tütün üretiminin fiyatlara karşı duyarlılığı
ve uygulanan fiyat politikaları nedeniyle üretim alanları
zamanla
genişleyerek
bu
bölgelerde
değerlendirilemeyen tütün stoklarının oluşmasına yol
açmıştır. Bu nedenle, tütün üretim miktarı iç ve dış
382
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
talepler
doğrultusunda
kotalar
sınırlandırılmıştır (www.tarim.gov.tr).
çerçevesinde
Türkiye’de tüketilen bitkisel yağların yaklaşık
%48’ni
ayçiçeği
yağı
teşkil
etmektedir
(www.tarim.gov.tr). Trakya Bölgesinde yoğun olarak
üretilen ayçiçeğinde, 1990 yılında 716 bin hektar olan
ekim alanı, 2003 yılında 545 bin hektara ve 1990 yılında
860 bin ton olan üretim, 2003 yılında 800 ton
seviyelerine düşmüştür.
2.4. Hayvansal Üretim
Türkiye hayvancılık yönünden potansiyeli olan bir
ülkedir. 2001 yılı genel tarım sayımı sonuçlarına göre 3
076 650 tarım işletmesinin 2 074 439 adedi hem bitkisel
üretim hem de hayvansal üretim yaparken, 72 629 adet
işletme sadece hayvancılık yapmaktadır. 2002 yılı
rakamlarına göre Türkiye’deki hayvan sayıları 9,8
milyon sığır, 25,2 milyon koyun olarak belirlenmiştir.
İnek sütü üretimi 2002 yılına göre 7,5 milyon ton, sığır
eti üretimi ise 142, 1 milyon ton olarak gerçekleşmiştir
(Çizelge12, Çizelge 13).
Sığır varlığının genetik seviyesini iyileştirmek ve
miktarını artırmak için, 1987–1996 yılları arasında
damızlık yetiştiricilik amacıyla yaklaşık 292 bin adet
383
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
kültür ırkı gebe düve ithal edilmiştir. Son 10 yıl
içerisinde kültür hayvanı ile kültür melezi sayısında
belirgin bir artış, yerli hayvan sayısında ise düşüş
gözlenmektedir. İthal edilen damızlık düvelerin büyük
çoğunluğu Holstein Friesian’dır. Türkiye’ye giren kültür
ırkı hayvanı nedeniyle son yıllarda ortalama yıllık süt
üretimi ve karkas veriminde artışlar kaydedilmiştir.
Ortalama sığır başına düşen yıllık süt verimi 1800–2000
litre, karkas verimi ise 170–190 kg. olmasına rağmen,
bu verim düzeyleri yetersizdir (www.tarim.gov.tr).
2.5. Tarım
Katkısı
Sektörünün
Milli
Gelire
Türkiye ekonomisi içerisinde tarımın yerine
bakıldığında 1920’li yılların başında gayrisafi milli
hâsıla’nın (GSMH) yaklaşık %45’i tarımdan elde
edilirken, 1960’lı yılların sonlarında bu oran hala
%40’lar düzeyinde seyretmiştir. 1980 yılında tarımın
GSMH içerisindeki payı %25’lere kadar gerilemiş, 1997
yılında
%12,7’e
düşmüştür
(http://tarimsurasi.tarim.gov.tr).
2004 yılı cari fiyatlarıyla toplam 428,9 katrilyon
TL. olan GSMH içerisinde tarımın katkısı önceki yıllara
oranla daha düşerek 48,3 katrilyon TL. ile %11,3’e
gerilemiştir (Çizelge 14). Bu oranın yaklaşık %93’ünü
384
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
çiftçilik ve hayvancılık teşkil ederken, %3,5’ini
ormancılık, geriye kalan %3,5’ini de balıkçılık
oluşturmaktadır.
Gelişmiş ülkelerde tarımın GSMH içerisindeki
payı incelendiğinde ABD ve AB’de sırasıyla %1,7 ve
%1,9 olduğu görülmektedir (www.tarim.gov.tr). Ancak
ABD’de yapılan hayvancılık genellikle büyük ölçekli olup
ölçek ekonomisinin avantajları dikkate alınarak
yapılmaktadır. AB ülkelerinde de yine işletmelerin
hayvan varlığı dikkate alındığında Türkiye ile
kıyaslanması mümkün değildir.
Türkiye
de
yapılan
büyükbaş
hayvan
yetiştiriciliğinin büyük bir bölümü küçük aile işletmeleri
şeklinde olup birkaç hayvanı geçmemektedir. Ayrıca bu
işletmelerden elde edilen süt yine soğuk zincir olmadan
süt işleme tesislerine pazarlanmaktadır. Ancak son
yıllarda hayvancılık ve soğuk zincir konusunda
gelişmeler yaşanmaya başlamıştır. Ancak bu gelişmeler
daha çok Trakya bölgesinde yaşandığından ülke
genelinde oldukça yetersizdir.
385
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
2.6. Tarım Sektörünün Dış Ticaretteki
Payı
Toplam ihracat ve toplam ithalat yıllara göre artış
göstermektedir. 2000 yılında 27,7 milyar $ olan toplam
ihracat 2004 yılı itibariyle 63 milyar $ olmuştur. Tarım ve
ormancılık ürünleri ihracatı da 2000 yılında 1,6 milyar $
iken, 2004 yılında 2,5 milyar $ olmuştur. İthalat
rakamları incelendiğinde 2000 yılında 54 milyar $, 2004
yılında da 97,3 milyar $ olduğu görülmektedir. Tarım
ürünleri ithalatı da artarak 2004 yılında 2,7 milyar $’a
ulaşmıştır.
Türkiye tarım ürünleri ithalatını uygulayacağı
kararlı politikalarla daha aşağı çekebilir. Özellikle yağlı
tohum ve ham yağ, pamuk, bakliyat ve pirinç için
ödenen döviz GAP bölgesinde sulama yatırımlarının
hızlanmasıyla birlikte çözülebilir. Bu ürünler dışında
tropikal ürünler için alım yapılması doğaldır. Ayrıca
turizm sektörünün bu ürünlere ihtiyaç duyduğu göz ardı
edilmemelidir.
Ancak yıllar itibariyle tarımın toplam ihracat ve
toplam ithalat içerisindeki oranı giderek azalmıştır. 2000
yılı toplam ihracatı içerisinde %5,97’lik bir orana sahip
olan tarım 2004 yılında %4,03’e gerilemiştir. Aynı
386
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
şekilde 2000 yılındaki toplam ithalatın %3,9’unu
oluşturan tarım ve ormancılık, 2004 yılında %2,8’e
gerilemiştir.
Tarım ürünleri ihracat ve ithalatının toplam
içerisindeki payı yıllara göre oransal olarak azalıyor
olarak
görünmesine
rağmen
rakamsal
olarak
artmaktadır. Ancak toplam ihracat ve ithalat arttığı için
oransal bir azalma gibi görülmektedir.
33.. S
SO
ON
NU
UÇ
ÇV
VE
EÖ
ÖN
NE
ER
RİİLLE
ER
R
Türkiye nüfusu 2000 yılı nüfus sayımına göre
67,8 milyon kişiye ulaşmıştır. Tarım sektörü her yıl artan
nüfusun beslenme ihtiyacını karşılarken 2003 yılı
verilerine göre 2,1 milyar doları da tarımsal ürün ihraç
etmektedir. İhraç ürünleri, geleneksel olarak ihraç
ettiğimiz; kuru üzüm, incir, fındık, narenciye, sebze vb.
ürünler yanında işlenmiş ürünlerdir.
Türkiye sahip olduğu iklim, toprak ve su varlığı ile
önemli bir tarım potansiyeline sahiptir. Ancak tarımın
önemi hala kavranamamış ve bu sektöre gereken önem
verilmemektedir. Özellikle sulama yatırımları konusunda
yıllardır gösterilen çabalara rağmen halen Türkiye
sulanabilir
arazilerinin
%45’ini
kuru
tarımda
387
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
kullanmaktadır.
Ayrıca
kadastro
çalışmalarının
tamamlanamaması
nedeniyle
halen
mülkiyet
sorunlarının bulunmaktadır. Bunun yanında arazilerin
küçük ve parçalı olması en önemli yapısal sorunlar
arasındadır. Ayrıca gelişmiş ülkelerin hepsinde tarım
kooperatifleri etkin olmasına rağmen Türkiye’de merkezi
yönetimin etkileyebileceği birliklere önem verilmesi
anlaşılamamaktadır. Merkezi yönetim ve yaklaşımların
başarılı olamadığı 1990’lı yıllarda Sovyetler Birliğinin
yıkılmasıyla
görülmesine
rağmen
demokratik
kooperatifler yerine birliklerin savunulması Türk
tarımının geleceği açısından bazı sorunlara neden
olacağı ortadadır.
AB ve ABD gibi gelişmiş ülkelerde tarım sektörü
büyük oranda desteklenmektedir. Gelişmiş ülkelerde
yıllardır desteklenen tarım sektörü modern yöntemlerle
üretim yapabilmektedir. Bu nedenle Dünya Ticaret
Örgütü
küreselleşme
mantığı içerisinde
tarım
sektöründe de korumacılığın kalkması için çaba
göstermektedir.
Bu
durum
yıllardır
yeterince
desteklenmeyen Türk tarımını olumsuz bir şekilde
etkileyeceği ortadadır. Uluslar arası piyasalarda rekabet
edebilmenin ön koşulu maliyetleri minimize edecek
modern yöntemlerin tarımda kullanılması ve ölçek
ekonomisinin
avantajlarından
yararlanma
ile
388
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
mümkündür. Ancak Türkiye’de arazilerin küçük ve
parçalı olduğu dikkate alındığında yaşanabilecek
zorluklar ortadadır. Türkiye’nin bazı bölgelerinde halen
karasabanla tarım yapıldığı göz ardı edilmemelidir.
Bunun yanında 2005 yılında kadastro çalışması
yapılmamış birçok arazi bulunmaktadır.
Türkiye’de tarım sektörünün desteklenmemesinin
en önemli nedeni olarak yıllardır kaynak yetersizliği ve
ülkenin
içinde
bulunduğu
ekonomik
sorunlar
gösterilmiştir. Son yıllarda bankacılık sektörü vb.
yaşanan bazı gelişmeler nedeniyle ülke kaynaklarının
verimli ve adil kullanılamadığı tüm toplum kesimleri
tarafından görülmüştür. Unutulmamalıdır ki tarım
sektöründe yaşanacak sorunlar sadece üreticileri değil
70 milyonluk bir nüfusu ilgilendirecektir.
Türk tarımı ve sorunları basın ve yayın
organlarında yeteri kadar tartışılmamakta veya konuyla
ilgisi olmayan kişi ve uzmanlar bu konuda kamuoyunu
yanlış yönlendirebilmektedir. Bu nedenle tarımın
sorunları ve çözümü konusunda izlenecek yöntemler
kamuoyunda tartışmaya açılmalı ve gereken önlemler
zaman geçirilmeden alınmalıdır. Bu konuda yapılacak
çalışmalar üreticiler kadar toplumun diğer kesimlerini de
389
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
ilgilendirmektedir. Gıda güvenliği ve güvenli gıda
konusu ülkemiz açısından oldukça önemlidir.
Sürdürülebilir bir tarım için modern üretim
yöntemleri uygulanmalıdır. Üretimde organik tarım ve
kontrollü üretim yöntemlerinden yararlanılmalı ve aşırı
girdi kullanımından kaçınılmalıdır. Elde edilen tarımsal
ürünler gelişmiş ülkelerdeki gibi demokratik üretici
kooperatifleri aracılığı ile işlenip pazarlanmalıdır. Ayrıca
tarımsal ürünlerin uluslar arası piyasalarda rekabet
edebilmesi için gelişmiş ülkelerdekine benzer
yöntemlerle desteklenmelidir. Üreticilerin eğitimine
önem verilmeli ve modern alet ve donanım ile kimyasal
ilaç ve gübre kullanımı konusunda uzmanlarla sürekli
işbirliği yapmaları sağlanmalıdır. En önemlisi Türkiye’de
sulama seferberliği başlatılmalı ve bu konuda DSİ’ye
daha fazla kaynak sağlanmalı ve sulama yatırımları
hızlanmalıdır. Unutulmamalıdır ki Türkiye 2003 yılı DİE
verilerine göre 2,5 milyar $ tarımsal ürün ithal
etmektedir. Bu maliyet Türk tarımına aktarıldığı takdirde
birçok yapısal sorun çözülmüş olacak ve yine kendi
kendine yeterli bir ülke durumuna gelebiliriz.
390
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
K
KA
AY
YN
NA
AK
KÇ
ÇA
A
Özçelik,A.,Tanrıvermiş,H.,Gündoğmuş,E.,Turan,A.,“
Türkiye’de
Sulama
İşletmeciliğinin
Geliştirilmesi
Yönünden Şebekelerin Birlik ve Kooperatiflere Devri ile
Su
Fiyatlandırma
Yöntemlerinin
İyileştirilmesi
Olanakları, S.14, TEAE, Ankara, 1999
www.die.gov.tr
www.tarim.gov.tr
Gaytancıoğlu, O., İnan, İ. H., Hurma, H., Demirkol,
C., 2003, “Türkiye’de Bakliyat Üretimindeki Sorunların
Çözümü ve Dışa Bağımlılığı Azaltacak Politikaların
Geliştirilmesi, İstanbul Ticaret Odası, Yayın No: 200330, İstanbul.
İnan,İ.H.,Tarım Ekonomisi ve İşletmeciliği, Tekirdağ
Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü, ISBN:97593281-0-0, İstanbul, 2001
Adnan AYDIN
Doğum Tarihi : 05.09.1981
Doğum Yeri : Çorlu/Tekirdağ
Trakya Ünv.ÇMYO.Muhasebe Bölümü 2000
Anadolu Ünv. İşletme Fakültesi 2002
Trakya Ünv.Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü
Yüksek Lisans 2005
391
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
TTÜ
ÜR
RK
KİİY
YE
E’’D
DE
EK
Kİİ E
EĞ
ĞİİTTİİM
ME
EŞ
ŞİİTTS
SİİZZLLİİĞ
Ğİİ::
G
ELLİİŞ
ŞM
MİİŞ
ŞV
VE
EA
AZZ G
GE
ELLİİŞ
ŞM
MİİŞ
Ş İİK
Kİİ Ö
ÖR
RN
NE
EK
K
GE
İİLLÇ
ÇE
EÜ
ÜZZE
ER
RİİN
ND
DE
EV
VA
AK
KA
AÇ
ÇA
ALLIIŞ
ŞM
MA
AS
SII
H
AZZIIR
RLLA
AY
YA
AN
N
HA
H
Haam
mddiiyyee Y
Yüükksseell U
UĞ
ĞU
UR
RLLU
U
392
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Ö
ÖZZE
ETT
Eğitim globalleşen dünyada ulusların gelişmesi
ve muhasır medeniyet seviyesinde yer alabilmelerini
sağlayan en önemli faktörlerden biridir. Bir ülkenin
gelişmesi, ilerlemesi de eğitim de attığı adımlarla doğru
orantıldır. Özellikle Türkiye gibi büyük nüfuslu ve geniş
coğrafyaya yayılmış ülkelerde tüm yurtta bir eğitim
standardı yakalanması çok zordur. Ancak tüm ülkelenin
kalkınması ve ilerlemesi düşünüldüğünde bölgesel
farklılıkların minimize edilmesi ve özellikle geri kalmış
bölgelerdeki
eğitimin
kalitesinin
artırılması
bir
zorunluluktur.
Bu çalışmada Türkiye’nin geri kalmış bölgelerinden
Güneydoğu Anadolu bölgesi ve Marmara bölgesinden
birer ilçe ve okul seçilmiş ve her iki bölge arasındaki
eğitim seviyesi farklılıkları rakamlar ve sonuçlar ortaya
konmuştur.
Son bölümde ise bu farklılıkların azaltılması ve geri
kalmış bölgelerdeki eğitimin daha iyi seviyelere gelmesi
için yapılması gerekenler,
her iki bölgede de
öğretmenlik yapmış olan araştırmacı tarafından
yorumlanmış ve çözüm önerileri açıkça ortaya
konmuştur.
393
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
11..G
GİİR
RİİŞ
Ş
Ülkelerin kalkınmasının ve gelişmiş ülkeler
arasında yerini almasını nitelikli insan gücüyle mümkün
olabileceği tüm kesimlerin onayladığı bir olgudur. Bir
toplumdaki tam donanımlo insanların çokluğu o ilkenin
ilerlemesinde
ivme
kazandıran
etkenlerin
en
önemlilerinden biridir. Tam donanımlı insan,iyi bir
eğitim almış çağın gereklerine uygun donatılmış ve
bunu
toplumuna
yansıtarak,
eylem
haline
dönüştürülebilen insandır.
Bu tarz insanların artması ülkedeki eğitim
düzeyinin genel olarak artmasına da bağlıdır. Fırsat
eşitliği ve potansiyel değeleri çıkarabilmek de bu artış
için çok önemli faktörlerdir. Çağdaşlıktan ve geri
kalmışlıktan kurtulma çabaları ancak çağdaş eğitim
olanaklarının
tüm
yurttaşlarımıza
eşit
olarak
sunulmasıyla başarılabilir.
Bu araştırmada ülkenin iki ucundan iki ilçe ve bu
ilçelerdeki eğitim verileri incelenmiş,farklılıklar ortaya
konmuş, farklılıkların sebep ve sonuçları incelenmiş ve
oluşan olumsuz çözüm önerileri sunulmuştur.
Öncelikle ilçeler hakkında genel bilgiler (demografik ,
394
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
fiziki vs.) verilmiştir. Kullanılan bilgiler ilçelerin en üst
mülki amirleri olan kaymakamlarla bizzat yapılan
görüşmeler sonunda alınan veriler kullanılmıştır. Aynı
kaynaklar vasıtasıyla alınan eğitimle ilgili verilerdeki
ilginç sonuçlar ortaya çıkarılmış ve bu sonuçların
sebepleri belirtilmiştir.
22..TTÜ
ÜR
RK
KİİY
YE
E’’D
DE
EE
EĞ
ĞİİTTİİM
M
E
EŞ
ŞİİTTS
SİİZZLLİİĞ
Ğİİ
2.1.Örnek İlçelerin Seçimi
Araştırmada düşünen tüm kesimlerin farkında
olduğu, en büyük eğitim seviyesi farklılıklarının olduğu
Türkiye’nin gelişmiş ve az gelişmiş bölgelerinden örnek
ilçeler seçilmiştir. Bu bölgeler ülkenin sanayileşmiş ve
GSHM’ye en büyük katkıyı yapan bölgesi Marmara
bölgesi ve her geçen süre ilerleyen ancak hala
Türkiye’nin en az gelişmiş bölgelerinden olan
Güneydoğu Anadolu bölgesi olarak belirlenmiştir. Bu
bölgelerin seçiminde sonuçların daha etkileyici ve
belirgin olması açısından iki uçtan birer örnek alınmıştır.
Belirtilen bölgelerden seçilen ilçeler de İstanbul’un
Büyükçekmece ilçesi ve Şanlıurfa’nın Viranşehir
ilçeleridir. Bu ilçelerin seçiminde de belirtilen ilçelerdeki
395
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
datalara
araştırmacının
kolaylıklar dikkate alınmıştır
ulaşması
konusundaki
2.2.Örnek İlçeler Hakkında Genel
Bilgiler
YÜZÖLÇÜMÜ
NÜFUS
MERKEZ
B.ÇEKMECE
VİRANŞEHİR
196 km2
1843 km2
41513
121000
NÜFUSU
BELDE
VE 361586
68338
KÖYLER
TOPLAM
403099
189338
Büyükçekmece’de nüfusun , her yerleşim birimine
dağıldığı görülmektedir. Viranşehir’de ise nüfus,
merkezde yoğun, kırsalda seyrektir. Viranşehir’deki bu
dağılım okullaşmayı zorlaşturmakta ve eğitim kalitesini
düşürmektedir.
04-19 YAŞ ARASI NÜFUS
KIZ
50429
31816
ERKEK
52687
34114
TOPLAM
103116
65930
396
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Öğrenim çağındaki nüfus genel
nüfusa oranı
Büyükçekme’de ¼ iken Viranşehir’de 1/3 tür. İlçe
ortalamasındaki dersliğe düşen öğrenci sayısı bazı
kırsalda 15-20 iken merkezde 70-80’lere çıkmaktadır.
2.3 Örnek İlçelerdeki Eğitim
Teşkilatının Yapısı
UNVAN
B.ÇEKMECE VİRANŞEHİR
MÜDÜR
1
1
ŞUBE
MÜDÜRÜ
6
2
ŞEF
2
0
MEMUR
15
2
HİZMETLİ
4
9
TOPLAM
28
14
397
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Milli Eğitim Müdürlüğü Personel Yapısı
Büyükçekmece İlçesi’nde okuma-yazma oranı
%94 olup okulu olmayan yerleşim bulunmamaktadır.
İlçe dahilinde 3 adet özel üniversite bulunmaktadır.
RESMİ: 58 İlköğretim Okulu , 1 Anadolu Lisesi , 8
Genel Lise (Yabancı Dil Ağrılıklı Lise), 2 Çok Programlı
Lise, 3 Meslek Lisesi ,1 Anadolu Meslek Lisesi , 2
Müstakil Anaokulu,
ÖZEL: 11 Özel İlköğretim Okulu , 13 Özel Lise , 16
Özel Anaokulu, 1 Özel Akşam Lisesi , 7 Dershane , 7
Muhtelif Kurs , 19 M.T.S.K. ve 3 Özel Öğrenci Yurdu ile
eğitim faaliyetleri sürdürülmektedir.
Büyükçekme’de bütün ilköğretim okullarında
bilgisayar
laboratuarı
bulunmaktadır.
Viranşehir
İlçesi’nde 6 merkez ilköğretim okulunda toplam 147
bilgisayar bulunmaktadır.
Büyükçekmece’de 3 yüksek öğrenim yurdu ,
Viranşehir’de 58 öğrenci kapasiteli 1 özel erkek öğrenci
yurdu vardır.
Viranşehir ilçesinde okuma yazma oranı
&40 olup 1 Meslek Yüksek Okulu ,1 Anaokulu , 160
398
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
İlköğretim Okulu , 2 Genel Lisesi, 2 Meslek Lisesi ,
M.T.S.K., 1 Y.İ.B.O. bulunmaktadır.
Viranşehir ilçesinde 14 ilköğretim okuluna 129 köyden
2828 öğrenci taşınmaktadır. Büyükçekmece ilçesinde 1
ilköğretim okuluna 40 öğrenci taşınmaktadır.
Başta yönetim kadrosundaki rakamlar işlerin
gidişi hakkında açıkça fikir vermektedir. Personelin
ihtiyaca
cevap
vermesi
çalışmalara
sürat
kazandırmaktadır. Büyükçekmece’de çok sayıda
çalışan varken, Viranşehir’deki tablo bir kişinin üç-beş
işe koşturduğunu gösteriyor. Kapasite fazlası çalışmada
bir insanın başarılı olamayacağı kesindir.
2.4 Özel Okul , Dershane ve Kurslarla
İlgili Bilgiler
KURUM TÜRÜ
KURUM SAYISI
B.ÇEKMECE
ANAOKULU
16
İLKÖĞRETİM
ÖZEL OKUL
ORTAÖĞRETİM
VİRANŞEHİR
0
0
13
0
ÖZEL DERSHANE
7
3
ÖZEL KURS
19
0
TOPLAM
66
3
399
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Özel eğitim kurumlarının sayısı arasındaki
dramatik fark da dikkat çekicidir. Eğitim ortamının en
önemli kurumlarından olan özel eğitim kurumları
Viranşehir’de yok denekcek kadar azdır. Bu ilçenin
ekonomik
yapısının
güçsüzlüğünden
kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla
devletin
sağladı
imkanlar arasındaki farklılıkların yanı sıra bölgeler
arasındaki sosyo-ekonomik farkların doğal sonucu olan
özel eğitim kurumları sayısındaki fark da eğitim
seviyeleri arasındaki farkı açmaktadır.
2.5 Öğretmen Durumu İle İlgili Bilgiler
BRANŞLAR
GÖREV YAPAN ÖĞRETMEN
SAYISI
B.ÇEKMECE VİRANŞEHİR
OKUL ÖNCESİ
86
20
SINIF ÖĞRETMENİ
1157
459
BRANŞ
ÖĞRETMENİ
1419
140
TOPLAM
2662
619
Okul öncesi ve branş öğretmeni sayısındaki
yetersizlik Viranşehir’de (Doğu ve Güneydoğu
400
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Anadolu’da) eğitimin en büyük kaybıdır. Yıllardan beri
bu durum görmezden gelinmiştir. Bu sorunun en kısa
sürede çözümlenmesi ülkemizdeki eğitim farkları
ortadan kaybolmasında büyük bir etken olacaktır.
Burada sadece miktar değil kailte ve tecrübe de öne
çıkmaktadır. Doğu bölgelere genelde tecrübesiz ve
genç öğretmenler yollanmakta öpretmen sayısının eşit
olması durumnda bile bir eşitsizlik yaşanmaktadır. Az
gelişmiş bölgelerde öğretmenler konusundaki problem
sadece kantitatif değil kalitatif olarak da karşımıza
çıkmaktadır.
2.6 Öğrencilerin Durumu İle İlgili
Bilgiler
Okul Derslik ve Öğrenci Sayıları
OKUL TÜRÜ
ANAOKULU
OKUL SAYISI
DERSLİK SAYISI
ÖĞRENCİ SAYISI
B.ÇKMC
V.ŞEHİR
B.ÇKMC
V.ŞEHİR
B.ÇKMC
V.ŞEHİR
2
1
8
7
200
92
127
11
2096
319
ANA SINIFI
İLKÖĞRETİM
58
160
1469
371
81383
27297
ORTAÖĞRETİM
30
6
385
106
15871
2225
TOPLAM
90
167
2180
495
99550
29933
401
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Okullaşma Oranları
B.ÇEKMECE
VİRANŞEHİR
OKUL ÖNCESİ
%48
%2
İLKÖĞRETİM
%99
%30
ORTAÖĞRETİM
%85
%20
okula gidenler
48
52
okula
gitmeyenler
2
okula gidenler
okula gitmeyenler
98
402
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Ekonomik durum bütün ailelerin yaşamlarını
olumsuz
etkilemektedir.
Güneydoğudaki
kız
çocuklarının yapılan çeşitli kampayanlara rağmen çok
az bir kısmı okula kazandırılmaktadır. Kazanılan bu
öğrenciler 8 yıllık ilköğretim süresinde %91 gibi ciddi bir
kayba
uğramaktadır.
Bunların
nedenleri
Güneydoğudaki evlenme yaşının çok düşük olması ve
ailelerin yaşadığı ekonomik olarak yaşadığı zorluklardır.
Ayrıca hızla artan nüfus ve ailelerdeki çocuk sayısı
,ailelerin çocuklarına karşı ilgisizliğini ön plana
çıkarmaktadır. Erkek öğrencilerin %59 kaybının
açıklanması,
okuyan
çocukların
eğitime
inanmamasındandır. OKS ve ÖSS’de genel başarının
çok düşük olması bu güven kaybının nedenlerinden
biridir.
Güneydoğuda branş öğretmeni eksikliği, ikinci
kademede eğitim ve öğretimi etkilemektedir. Bu eksiklik
lise öğreniminde , OKS ve ÖSS sonuclarında kendini
göstermektedir. Eğitimin başladığı birinci sınıflarda
ortalama okumaya başlama dönemi Büyükçekmecede
Kasım-Aralık iken Viranşehirde Mart-Nisan’dır.
Çok çocuklu ailelerdeki ilgisizlik, kalabalık sınıflar
ikili (hatta bazı okullarda üçlü öğretim) öğretmen
403
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
eksikliği , boş geçen dersler , yukarıdaki ve aşağıdaki
tabloyu şekillendirmektedir.
Sınav Kazanan Öğrenci Sayısı
1200
1128
1000
800
600
420
400
200
0
47 5
349
312
149
120
24
0
Fen
lisesi
Anadolu
meslek
lisesi
Büyükçekmece
TOPLAM
Viranşehir
Sınavları Kazanan Öğrenci Sayısı
Fen
Anadolu
Anadolu
DPY ve Toplam
Lisesi
Lisesi
Meslek
Burslu
Lisesi
B.çekmece
47
420
Viranşehir
5
120
349
312
1128
24
149
404
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Türk eğitim sisteminin gerçeklerinden olan
sınavların sonuçlarına baktımığızda da, iki bölge
arasındaki büyük farkı görebiliyoruz. Ve bu sonuç
aradaki farkın daha da açılmasını sağlıyor. Gelişmiş
bölgedeki öğrenciler bir sonraki sınav olan ÖSS sınavı
öncesinde de daha iyi okullarda okuyarak avantajlı
duruma geçiyorlar. Az gelişmiş bölgelerdeki başarı
potansiyeli olan öğrenciler ise eğitim eksikliği ve imkan
yetersizliklerinden tespit edilemeden kaybolmaya
mahkum oluyorlar.
33..TTA
AR
RTTIIŞ
ŞM
MA
A
Yapılan araştırma,inceleme ve çalışmalarda az
gelişmiş bölge olan Viranşehir ilçesinde eğitim-öğrenimi
olumsuz yönde etkileyen faktörleri şu şekilde sıralamak
mümkündür.
1.
İlçede bina ve derslik yetersizliğine bağlı
olarak ilköğretim okulları ve genel liselerde okul ve sınıf
mevcutlarının çok kalabalık olması (semtlere göre
değişmekle birlikte) sınıf mevcutlarının 50-70 arasında
değişmektedir. Bazı okullarda sınıf mevcutları 70’in
üzerindedir.
405
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
2. Eğitim yatırımları için yeterli ödeneğin
ayrılmaması yeni okul ver dersliklerin yapılmasını
olumsuz yönde etkilemektedir.
3.
İlçe merkezinde okul yapımı için uygun ve
yeterli sayıda kamuya ait arsa bulunmaması
nedeniyle yeni okul ve ek derslik yapımında zorluklarla
karşılaşılmaktadır. Şehir imar planında okul yeri olarak
yer alan, şahıslara ait arsaların kamulaştırılması (ilçe
merkezindeki arsa fiyatlarının yüksek olması sebebiyle)
çok pahalıya mal olmakta, yatırım ödeneğinin önemli bir
bölümünün kamulaştırmaya ayrılmasına yol açmaktadır.
4. Görevli öğretmenlerin önemli bir bölümü
hizmet süresini doldurmadan veya doldurur doldurma
başka illere atanmakta, buna bağlı olarak sürekli yeni
mezun ilk atama aday öğretmen(stajyer) atanmaktadır.
Bu
durum
eğitim
öğretimi
olumsuz
yönde
etkilemektedir.
5.
Bazı branşlardaki öğretmen
sürekli devam etmesi sorun oluşturmaktadır.
açığının
6.
Geçici çözüm olarak düşünülen Taşımalı
Eğitim Uygulamasının kalıcı hale gelmiş olması bir
olumsuzluk olarak devam etmektedir.
406
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
7.
İlçenin sosyol kültürel ve ekonomik
yapısına bağlı olarak kız çocuklarının okula
gönderilmesindeki isteksizlik ve okula kaydedilen
çocukların devamsızlık yapmaları. Tarım işçisi olarak
başka il ve yörelere giden ailelerin çocuklarına okula
geç başlamaları eğitim ve öğretimi olumsuz
etkilemektedir.
44..S
SO
ON
NU
UÇ
ÇV
VE
EY
YO
OR
RU
UM
MLLA
AR
R
Eğitim
öğretim
faaliyetleri
esnasında
,
Türkiyemizi Türk kültürünüü teşkil eden Atatürk ilkeleri
ile dil , din , tarih ,sanat , örf ve adetlerimizi , dünya
görüşünü, Milli Birlik ve Beraberlik duygusunu öğretmek
hedeflenmektedir.
İlerleme yolundaki entellektüel sermaye ihtiyacı
konusunda eğitim sürecindeki ana hedefler şunlardır :
Milli Eğitimin genel amaçları ve temel ilkelerine
bağlı bireyler yetiştirmek
Öğrenci merkezli ; öğretmen, öğrenci ve veli
işbirliğini sağlam temellere oturtan, dinleyen, düşünen ,
407
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
tartışan, sorunlar karşısında çözüm yolları üreten
bireyler yetiştirmek
Öğrenmeyi zorunluluk değil , bir ihtiyaç kabul
eden ; öğrenilen bilg ve becerileri davranışa
dönüştürebilen bireyler yetiştirmek.
Hızla değişen dünyanın ihtiyaçlarına cevap
verebilecek, geçmişin sağlam temelleri üzerinde,
geleceğe
güvenle
bakan;
kendinden
emin,
başaramama korkusu yerine başarma hırsıyla dolu,
dürüst, çalışkan, çağdaş,
akılcı, iletişim kurmakta
güçlük çekmeyen, çoşkulu ve istekli bireyler yetiştirmek.
Millet olarak bilgi çağında bilgiye ulaşabilen,
bilgiyi kullanabilen, akılcı ve objektif bireyler yetiştirmek.
Bu hedeflere doğru giderken bölgesel farkların
eğitimde yaratacağı uçurumlar mutlak surette
engellenmelidir. Kalkınma , bölgesel gelişmelere değil,
tüm
ulusun
toptan
gelişmesiyle
sağlanabilir.
Araştırmamızın konusu olan bölgeler arasındaki eğitim
eşitsizliğine temel olan sorunların Türkiye’nin siyasal
hayatındaki çözümleri için önerileri ise şunlardır.
408
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
1. Bölgenin eğitim-öğretim sorunlarının nitelik ve
nicelik olarak net bir şekilde tespit edilmesi ve
çözüm yollarının belirlenmesi için bakanlık ve il
yetkililerince bir master planı hazırlanmalı ,
çalışmalar bu plan doğrultusunda sürdürülmektir.
2. Bölgede eğitim-öğretim alanındaki gelişmenin ve
kalitenin artırılması için özel eğitim kurumlarının
daha fazla açılmasının gerekli olduğu ve özel
öğretimin
teşvik
edilesmi
gerektiği
düşünülmektedir.yasalarda ve diğer mevzuatta
gerekli düzenlemeler yapılarak özel eğitim
kurumu
(özellikle
okullar)
açılması
kolaylaştırılmalıdır. Bu bağlamda ; özel eğitim
kurumlarından belirli bir süre vergi alınmaması
veya çok az alınması, özel okul açmak
isteyenlere teşvik uygulanması, açılanla veya
açılacaklara uzun vadeli ve düşük faizli işletme
kredisi gibi düzenlemelerle gerçekleştirilmesi
sağlanmalıdır.
Bunun
bölgemizde
devlet
okullarında öğrenci sayısının azaltılmasına,
kalitenin
artırılmasına
önemli
katkılarda
bulanacağı değerlendirilmektedir.
409
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
3. Bölgenin sosyal , kültürel , ekonomik ve iklim
şartları bölgemieze atanan öğretmenler için
caziba alanları oluşturacak durumda değildir.
Bölgeye atanan öğretmenlerin bölgede uzun
süre kalmalarını sağlayacak gerekli yasal
düzenlemelerin yapılmasında zorunluluk vardır.
Bölgede görev yapan öğretmenlere emsalleriyle
mukayese edildiğinde dikkat çekici bir maaş
artışı sağlanması , öğretmenlerin bölgede daha
uzun süreli kalmalarını sağlayıcı bir önlem olarak
değerlendirilmektedir. Ayrıca başta küçük
yerleşim birimleri olmak üzere bütün yerleşim
birimlerinde öğretmen lojmanlarının sayılarının
artırılması bir başka önlem olarak düşünülebilir.
Bu ve benzeri önlemler bölgedeki personel
hareketliliğini önemli ölçüde azaltacaktır.
4. Bölgede okula hiç gönderilmeyen veya devamsız
çocuklar arasında kız çocuklarının oranının fazla
olduğu bilinmektedir. Bölgenin sosyal ve kültürel
yapısı göz önüne alınarak makul bir süre sonra
karma okullar haline getirilmek şartıyla sadece
kız öğrencilerinin devam edeceği kız YİBO’su
açılmalıdır.
410
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
5. İlçe merkezlerinde bulunan ilköğretim okulları ile
genel liselerin sınıf mevcutları çok kalabalıktır.
Yine okul ve derslik yapımı için yeterli arsa temin
edilmemektedir.
İlçe
merkezlerinde
arsa
maliyetlerinin çok yüksek olması ilçelere ayrılan
eğitim merkezlerinde arsa maliyetlerinin çok
yüksek olması ilçelere ayrılan eğitim ödeneğinin
önemli bir bölümünün arsa kamulaştırmasına
ayrılmaktadır. İlçe merkezlerinde nüfus artışı ve
göç nedeniyle acilen yeni okul ve ek derslik
yapılması gerekmektedir.
6. Bölgede Sağlık Bakanlığı olarak çok ciddi bir
nüfus planlamasına gidilmelidir.
7. İlçelerin nüfusunun önemli bir bölümünün kırsal
kesimde çok küçük yerleşim birimlerinde
bulunuyor olması nedeniyle sürdürülen ve yıllar
önce ülkemiz genelinde geçici bir çözüm olarak
başlanılan “Taşımalı İlköğretim Uygulaması”ndan
vazgeçilmesini sağlamak üzere halen taşıma
merkezi
olarak
belirlenmiş
okullarımızın
yanlarına kız ve erkek öğrenci pansiyonları
yapılmalıdır.
411
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
8. Halen hizmet veren
kapasitesi artırılmalıdır.
YİBO’ların
pansiyon
9. Eğitim ve öğretim faaliyetleri doğrudan göz
önüne alınarak bölgede özellikler kırsal
kesimlerde yaşayan kadınlarımızın eğitimi,
bölgenin sosyal ve kültürel özellikleri dikkate
alınarak Milli Eğitim Bakanlığı, Tarım Bakanlığı,
Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı , Sağlık
Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı Merkez ve
Taşra Teşkilati yetkililerinin katılımı ile yapılacak
bir plan dahilinde gerçekleştirilmelidir.
10. Öğretmen okulları ve Anadolu Öğretmen Liseleri
yeniden yapılandırılarak yurt satına yayılmalı
yükselen öğretmen kalitesi eğitimin kalitesinin de
yükseltecektir.
“Bende bir yumurta var , sende bir yumurta var.
Eğer,sen bana bir yumurta verirsen, ben de sana bir
yumurta verirsem yine sende bir yumurta bende de bir
yumurta olacak. Şayet sende bir bilgi bende bir bilgi
varsa ben sana bir bilgi versem sen bana bir bilgi
verirsen, sende iki bilgi bende iki bilgi olur”
Konfüçyüs
412
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
K
KA
AY
YN
NA
AK
KÇ
ÇA
A
ALTUNOK H., “BÜYÜKÇEKMECE İLÇESİ BRİFİNG”
,İstanbul, Nisan 2005
ERTURK E. “ADEM ÇELİK İLKÖĞRETİM OKULU
ÖZDEĞERLENDİRME RAPORU”,
İstanbul, Ocak 2005
HAMAZ
M.,
“MİLLİ
EĞİTİM’DE
REFORMU”,İstanbul ,Mart 2004
EĞİTİM
UYANIKOĞLU H., “DOĞU VE GÜNEYDOĞU’NUN
EĞİTİM SORUNLARI”, Şanlıurfa, Haziran 2005
YILMAZ Y., “GÜNEYDOĞU’DA EĞİTİM” Şanlıurfa
,Haziran 2005
“VİRANŞEHİR
KAYMAKAMLIĞI
Viranşehir Kaymakamlığı , Temmuz 2005
RAPORU”,
http//www.sabah.com.tr/2005/07/28/biz101-1.html
413
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
Hamdiye Yüksel UĞURLU
Belediye Başkanı Celal Güllüoğlu kızı ve Meclis-i
Mebusan milletvekili Mahmut Nedim Kürkçüoğlu’nun
torunu olarak 1950 yılında Urfa’da doğan H.Yüksel
UĞURLU, kökleri 2.Meşrutiyete ve AP’ye uzanan
siyaset geleneğine sahip siyaset kültürüyle iç içe bir
aileden gelmektedir.
İlk-orta ve lise eğitimini Urfa’da tamamladı ve daha
sonra Anadolu Ünv. Eğitim Fakültesi’ni bitirdi. 1972
yılında Urfa Siverek’te öğretmenliğe başlayan
UĞURLU, Ağrı da dahil Doğu ve Güneydoğu’da
çalıştıktan sonra İstanbul’da öğretmenliğe devam etti.
20 yıllık öğretmenlik hayatından sonra
Büyükçekmece’nin ilçe olmasıyla Büyükçekmece Halk
Eğitim Merkezi Müdürü oldu. Yurtdışı görevlendirme
sınavını kazanarak bir süre yurtdışında yöneticilik de
yapan Yüksel UĞURLU 1992’de emekli oldu ve ticaretle
hayatına atıldı. 10 yıl boyunca da Sümerbank A.Ş.
Büyükçekmece Bayii’ni başarıyla işletti.
Bugüne kadar çeşitli dernek, vakıf ve sivil toplum
örgütlerinde başkanlık ve yöneticilik yaptı. Çeşitli
mesleki eğitim kurslarına ve sertifika programlarına
katıldı. Sahip olduğu seyahat tutkusuyla Avrupa,
Amerika ve Orta Doğu’da birçok bölgeyi gezdi. Sıkı bir
414
Hükümet & Liderlik Okulu Düşünce Grubu
futbol izleyicisi olan ve spora olan merakı halen süren
UĞURLU torunlarıyla çok sevdiği kayak sporuna büyük
bir keyifle devam etmektedir.
Aile ve okul hayatında aldığı eğitim ve birikimleri önce
memuriyet, sonra ticaret şimdi de siyasette
değerlendirmeyi düşünen Hamdiye Yüksel UĞURLU
evli, 2 çocuk, 3 torun sahibidir.
415

Benzer belgeler