hersey senınle guzel

Transkript

hersey senınle guzel
Yazılışının ilk tartışmasına girerek kaynağı ve akışına, coşturan
duygularını kattı. Kapıldığım bu akışın sonuna geldiğimde, bütün akış
boyunca ruhundan yükselen sesinin kulaklarımda yankılandığını gördüm
ve akışın döküldüğü aşkın bahçesinde çiçeklerle süslenmiş ışık saçan resmi
duruyordu gözlerimin önünde. Henüz tarifi yapılamamış bu resim, Mazlum
Tekman’ın resmiydi. İçinde yaşadığı özün anlatıldığı bu kitabın, aynı özün
ruh kardeşlerine ithaf edildiğini buyuruyordu. Buyruğuna uymak sizce
yeterli mi?...
Basıldığı Yer: Roj Matbaası
Basıldığı Tarih: Eylül 2005
Suskunluğumun içinde her biri bir yerden bağrışan sesler birbirine çarpıp kulaklarımı
götürdüğü halde, dilimden tek bir sözcük bile dökülmeye cesaret edemiyordu. Bir yanım
buz tabakasının altında donarken, bir yanım da alevler içinde yanıyordu. Çıkarmaya
çalıştığım bütün sesler, neden boğazımda takılı kalmıştı? Hala ezemediğim, içimdeki itirafı
zor ürkeklik miydi buna sebep olan? Yoksa onun gözlerine cesaretle bakmaya utanan, başı
öne eğik eziklik miydi? Belki de ilk defa altına girmeye çalıştığım böyle bir yükün ağırlığını
kaldıramamanın korkusuydu. Ama ne olursa olsun, bu korkunun duygularımı
parçalamasına izin vermeyecek, sarsıntının suskunluğunda boğulmayı kabul
etmeyecektim. Zor duyulur birkaç sözcük bile olsa, mutlaka söylenmeliydi.
Duymaz diye düşünüp çıkardığım seslere kulak misafiri olmuş olacak ki, benim de
anlamaya vakıf olamadığım anlaşılmaz bakışlarla bana bakıyordu. Bakışlarında beni
yargılamak ister gibi bir hali vardı. Ama anlayamıyordum bir türlü; suçum neydi ki?
Kendisine uzun süredir herhangi bir şaka da yapmamıştım. Üzerime diktiği delici
gözlerinde herhangi bir şaka belirtisi de görülmüyordu. Peki nedir böyle ürküten bakışlarla
bakması diye kaygı içerisinde düşündüğüm bir anda, sesini fazla yükseltmeden, çok sakin
bir hava içerisinde, fısıldar gibi konuşmaya başladı:
‘Pek de iyi yazılmamış sayılı sayfalara beni sığdırabileceğini mi sandın? Abartmadan,
ama küçültmeden de olduğu gibi bütün gerçeğimi anlatan koca bir romanın anlatımı bile
beni anlatmaya yeterli gelir mi? Hiç saklamaya gerek duymadan, samimice, basitlik ve
küçüklüklerimi sebepleriyle birlikte, öfke ve kızgınlıklarımı, kırıldığım ve kırılabileceğim
bütün yanlarımı, ağır yükün altında bezdiren tırmanışlar esnasında kan ter içinde kalarak
ölesiye bastıran yorgunlukların el ve bacaklarımı nasıl titrettiğini, bunun bende yarattığı
iyi-kötü bütün ruh hallerini, ama kopmaz bağlarla bağlandığım değerleri, inanıp
bağlandığım bu değerler uğruna her zorluğa isteyerek katlanışımı, bana inanılmaz
derecede güç veren ve her an beni kendine doğru çeken büyük hayallerimi ve bitmesini hiç
istemediğim, beni yaşama daha sıkı bağlayan coşku ve sevinçlerimi birkaç cümlede
toplamadan, tane tane anlatıp, sonlandırmaya bir roman bile yeterli gelir mi sandın?’
Sararıp donmuş halim karşısında acıma duygusuna kapılmış olacak ki, bu sefer daha
sevecen bir edaya bürünerek güven veren bir ses tonuyla yumuşakça sordu:
‘Ne o kemikleri çürümüş bir cenazeyi andıran halin? Seni şaşırtıp ürküten bir şey mi
söyledim yoksa? Oysa sadece bir hatırlatmada bulunmak istedim.’
Üzerime buz gibi soğuk bir su dökülmüştü sanki, donuyor gibi tir tir titriyordum.
Ağzımın suları çekilmiş, kurumuş dudaklarım çatlamıştı. Döndüğü kadar zor duyulur kısık
bir sesle şu cümleler döküldü dilimden:
‘Bütün gerçeğinle seni anlatabilen sayılı sayfalara sığdırma cesaretim ve amacım
olmadı hiçbir zaman. Buna gücüm de yetmez zaten. Yapmak istediğim, sadece senden
biraz bahsetmek ve yürekten anmaktı.’
Kafamdan bin bir şeyin geçip bir anda her şeyin donarak görüntüsünü yüz hatlarıma
indirdiği perişan halimin, gözlerimi de yavaş yavaş kararttığını görünce, dudaklarının
etrafına ferahlatan bir tebessüm kondurup geçmişte bıraktığı yakın günlerin anılarına
dalmaya başladı.
...
Kesildikten sonra soyulup iyice temizlenmiş balta sapını andıran meşe ağacıyla, etrafı
kapkara olmuş büyük kazanın içinde kaynayan çorbayı durmadan karıştırıyordu Tekoşer.
Gür ateşin üstünde fokur fokur kaynayan kazanın içindeki mercimek tanelerini daha
pişmeden bir bir parçalamak ister gibi bir hırsla karıştırıyordu. Ayaklarının birçok
arkadaşından daha yükseğe kaldırdığı uzun boyu nedeniyle, kendisi için çok alçak gelen
ocağın üstünde duran baca duvarının engeline takılıyordu kafası. Kaynayan çorbayı
görebilmek için, karıştırırken ikide bir kafasını yarım metre indirmek zorundaydı. Başını
sık sık kaynayan çorba kazanının üstüne getirdiğinden, çorbadan yükselen buhar ve
alevlerle birlikte gökyüzüne doğru uçup yükselen dumandan gözü kızarmış, esmer yüzü
daha da kararmıştı. Her seferinde indirip kaldırırken, başını baca duvarına vurduğundan,
kimsenin duyamayacağı kısık bir sesle okkalı küfürler savuruyor, kendisine doğru akıp
gelen öfke selini içine akıtıyordu. Bazen öylesine tahammülsüz oluyordu ki, kendisinin de
hiç istemediği kırgınlıklara yol açıyordu. Anlamakta güçlük çektiği birbirine zıt ruh
hallerinin aynı anda varoluşu, kendisinde sürekli heyecan dalgalarına yol açıyordu. Öfke
nöbetine tutulduğunu sanıp yaklaşmaya cesaret edemediğiniz bir anda, kendisine özgü
şaka tufanını başlatıp ortalığı kalabalığa boğduğunu görürdünüz.
Bugün, bütün günlerden daha fazla heyecanlıydı. Kimden geldiği belli olmayan fısıltılı,
ama çok heyecanlandıran bilgiler alıp başını götürmüştü. Herkes kendisi ile ilgili olan
bilginin peşinde koşuyordu. Kendisi hakkında bilgi alan arkadaşlar, daha fazla
heyecanlıydılar. Resmi aktarım yapılmadığından, edindikleri bilginin doğru olup
olmadığını bir türlü netleştiremiyorlardı. Hangisi doğru, hangisi yanlış belli değildi. Üst
üste binen heyecan dalgaları, gittikçe yoğunlaşıyor, nabızlar daha hızlı atmaya başlıyordu.
Normal zamanlarda hiç etkisi olmayan küçük bir espri bile böylesi anlarda herkesi
güldürebilmekteydi. İşte tam da bu esnada Tekoşer’in içten tiz sesi mutfağın kapısından
süzülüp dışarıda yankılandı:
‘Botan yolcularına çorba, Dersim yolcularına çorba, bizim tesislerde çorbalara para
yok.’
Dışarıdan Tekoşer’in sesini duyan Kamuran, koşarak mutfak kapısının önüne geldi.
Yüreği kıpır kıpırdı, heyecandan gözleri ışıldıyordu. Yüzünden hiç eksilmeyen gülücük
kuşlarından biri inip biri kalkıyordu. Üstünde duran taşkın coşkusallık gömleğinin üstüne
bir tane daha giymek ister gibiydi; sevinçten dolup taşıyordu. Bir kelebek kadar hafifti ve
durdurulamaz rehvan bir atın hızında koşmaya hazırdı. Her an uçup gitmeye hazır olan bu
ruhun sırrını kendisi de çözememişti. Onun durgunlaşıp moralinin bozulduğunu kimse
görmemişti. Kolay kolay sinirlenip kırgınlıklara yol açmazdı. Yaşamda dert edilen birçok
soruna hiç görmemiş gibi gülüp geçerdi. Moral bozuculuğun çengeline kafasını hiç
takmazdı. Kaygısız, bay gamsız, bay dert bilmez edasındaydı hep. Tahammül deryası,
yıkılmaz, sağlam bir sabır duvarı gibiydi. Sabır taşlarını bile çatlatan bu ruhun, Kürdün
hangi özelliğine ait olduğunu da bilmiyordu. Resmi eğitim ortamlarında, askeri kanun
denilen kaldırma sistemi olmasa, hiç kalkıp konuşmaz, belki de buna hiç gerek duymazdı.
Ama resmi havanın dışına çıktığı anda da, kendisini kimse tutamazdı. Şuradan bir şaka,
şuradan bir espri, buradan bir takılma bulup getirirdi. Herkese yakınlaşmanın bir
yöntemini bulmakta ustaydı. Bunu çok içten, güven verici ve samimi yaptığından,
rahatlıkla başarabiliyordu. Onda herkesin sevgilisi olmanın yolları çok açıktı. Ruhu
kandırmayı bilmeyen, kirlenmemiş bir çocuğun saflığıyla büyüdüğünden, bilinmeyen farklı
yüzleri indirmemişti yüzünün üstüne. Tertemiz bir suyun berraklığında ilerlediğinden,
herkesin içesi gelirdi. Ruhu güneşin sıcaklığıyla uyanmış, bilinci güneşin ışığıyla
aydınlanmıştı. Bunun farkındaydı artık.
Mutfağın kapısında birkaç saniye bekleyip her iki eliyle, birbirine bakan, kırmızı
toprakla sıvanmış kapı duvarına tutunmuştu. Başını Tekoşer’den yana eğip gülümsüyordu.
Tekoşer, ‘Bizim tesislerde çorbalara para yok.’ sözü üzerine Kamuran’dan gelecek tepkiye
çoktan hazırlanmıştı sanki. ‘Geçen seferki gibi su gölünün içinde tane tane duran
çözülmemiş çorba ise hiç reklamını yapmaya kalkışma, çünkü bununla düşmanı bile
kandıramazsın.’ diyen Kamuran’a, Tekoşer dilinin ucunda hazır duran cevabını
beklemeden çıkarıverdi. Belini saran benekli, ipek kadar yumuşak, ince şutiğini göstererek,
‘Bu kazanın içinde kaynayan bütün çorbayı buna vurdum aslanım, buna çorba değil şutik
ezmesi de diyebilirsin, Gel kendin gör. Hepsi un ufak, atomlarına kadar parçalanmamış tek
bir tane bulursan, hakkımda her türlü öneriyi yapabilirsin. Gerçek enerji, atomlarına kadar
parçalanıp çözüldükten sonra pişirilmiş bu çorbamın içindedir. Bununla düşmana da çağrı
yapmaya hazırlanıyorum, göreceksin büyük yankı yaratacak.’
Kamuran, Tekoşer’i daha da alevlendirmek için sordu: ‘Yani senden dökülen terden hiç
kurumamış bu şutike vurduğun mercimekle mi düşmanı kandıracaksın? Ya kimsenin
dayanamadığı terinin kokusunu alıp çorbaya gelmekten vazgeçerse ne diyeceksin?’
‘Bu şutiki yeşil sabunumun köpüğünden kaç defa geçirdiğimi biliyor musun? Hem de
fokur fokur kaynayan suyun eşliğinde. Üstelik benim mercimeğim, onlarınki gibi pis
kokulu gaz ateşiyle değil, kutsal meşe ağaçlarının gür ateşiyle pişirilmiştir. Hem
onlarınkinden daha sıcak, hem de üç dolu tabak vaat ediyorum. Buna dayanmaları
mümkün mü?’
‘O zaman bir tabak dolduruver hele, önce tadına bakalım, sonra da kararı verelim.’
‘Bak sen bile dayanamadın.’
Tam da bu esnada dışarıda kar topu savaşını başlatan Gelhat, Serhat Ağrı, Serhat Siirt,
Serhat Başkale, Serhat Çele, Mazlum Tekman, Haki, Renas, Zınar, Rubar, Canfeda ve daha
birçok arkadaşın tiz tiz yükselen sesleri karşı kayada yankılanarak gelip Kamuran’ın
kulağını doldurdu. Kamuran’ı kim durdurabilirdi ki artık? Tekoşer heyecanla peşinden
bağırdı:
‘Dur hele önce çorbayı indirelim, beni niye bırakıp gidiyorsun, bensiz olur mu bu
savaş?’
Kamuran aceleyle Tekoşer’e yardım ederek çorbayı indirip dışarı fırladı. Tekoşer de
kazanın kapağını kapatıp hızla attı kendini dışarı.
Taş gibi sıkıp sıkıp birbirlerine fırlattıkları kartopu oyunu yerini kar kavgasına
bırakmıştı. Sağdan soldan, aşağıdan yukarıdan birbirlerinin üzerine yağdırdıkları kar
gülleleri kabarıp taşan kavga hırslarını bastırmaya yetmeyince, çok yaşayıp gördükleri
meydan muharebesine giriyorlardı. Birbirini tutup karın içine gömüyor, düşüp iyice
batmayanların üstüne avuç avuç kar topluyorlardı. Avuçlarla hırsını alamayan kimi
arkadaşlar, bu sefer ellerine birer kürek geçirip, bir ölüyü gömer gibi düşen arkadaşlarının
üstüne kürek kürek kar atıyorlardı. Karın altından yükselen bağırma ve çığlıklara hiç
aldırmıyorlardı. Çünkü her an aynı akıbetin kendilerini de beklediğini biliyorlardı.
Kan-ter içinde kalarak yorgunluktan adeta bitip tükenene dek oyun devam ediyordu.
Bir metre yüksekliğindeki karın içinde iyice halden düşüp sırılsıklam olduktan sonra,
herkes oyunu bıraktığında, kimileri elbiselerini kurutmak için hızla mangalarda yanan
sobaların yanına koşar, kimileri de buna ihtiyaç duymaz, mutfakta ya da kamelyada kalıp
bol esprili türlü türlü sohbetlere kaptırırlardı kendilerini. Alevleri, büyük kazanların
arkasından süzülüp baca deliğinden göğe uçan kalın meşe ağaçlarıyla sürekli yanan
mutfağın ateşi ve kamelyanın ortasında kurulu köy camilerinin sobalarına rahmet okutan,
iyi yanınca araba motorlarına benzer sesler çıkaran o koca soba, bu tür sohbetler için
biçilmiş kaftandı. Kimse yaşamı çekilmez hale getiren kara aldırış etmiyor, hatta
oynadıkları kar oyunlarıyla, karı bir coşku kaynağı haline getiriyorlardı.
Her yıl Kasım ayının sonlarında, ama beklenmedik bir günde aniden yağıp bazen bir
adamın boyunu geçene dek yükselen kara alışkındılar. Hiç alışmayan, alışmak istemeyen
yoldaşlar da vardı. Her yıl tekrar tekrar gökyüzünden beyaz bir örtü gibi Kandil’in en alt
eteklerine kadar inip bir türlü kalkmak bilmeyen bu doğa çılgınlığı, birlikte yıllarca yaşayıp
yüreğinin derinliklerine yerleştirdiğiniz birçok can yoldaşınızı da alıp götürmüştür. O an
üstünüzde korkunç bir kabus çökmüş, yüreğiniz burkulmuştur. Bunun karşısında elinizkolunuz bağlıdır. Üstünüze çöken kabusu kaldırıp sizi o an rahatlatacak bir şey
bulamazsınız. Bir çare bulamadan bir o yana, bir bu yana delicesine dönüp dolaşırsınız.
Karşınızda sizi yok etmeyi planlayan, düşünüp konuşan canlı bir düşmanınızı da
göremezsiniz. O nedenle ödeyeceğiniz vefa borcu, alınacak intikamınız da olmaz o an.
Göklerin kardeşi heybetli Büyük Kandil düşman olamaz elbette. Kürdün yeniden
doğuşu ve yaratılışına çekinmesiz kucak açan, diri, ayakta duran Kürdü bağrına basıp onu
büyük kötülüklerden korumak isteyen de kendisiydi çünkü. Ama bazen gazaba geldiğinde,
bağrına bastığı, korumasına muhtaç yavrusunu bile tanımaz olur, tümden acımasızlaşırdı.
Gazabın külahı beyaz bulut kütlesi tepesine indiğinde, deliye döner, çıldırırdı adeta.
Kapıldığı öfke selinden, herkes kendini korumak zorundaydı. Tutulduğu öfke nöbetleri, bir
haftadan az sürmezdi. Öfke krizindeyken, alıp verdiği buz gibi soğuk ve şiddetle kalkıp inen
nefesine kimse kapılmamalıydı. Kuduran tanrısal boğalar gibi, önüne düşen her şeyi alıp
götürür, tuz buz ederdi. Öfkesi dindiğinde, takatsiz bir ihtiyar gibi durgunlaşır, sevecen,
uysal bir çocuğun sakinliğine bürünerek herkesi etrafında toplamayı başarırdı. Onun
kucağında yer edinip yaşamayı göze alanlar, onun iyi kötü her özelliğini biliyor, bildikleri
zararlı huyları, hırçınlıkları ve deliliklerinden çekinmiyorlardı. Hatta onun deliliklerine
kendi deliliklerini de katarak sırılsıklam olup akıl başa gelene dek onunla kucak kucağa
oyuna tutuluyorlardı. İşte bugün de, öyle bir gündü.
Bugünün, bütün günlerden apayrı bir neşesi vardı. Özgür insan Başkan Apo, Kürt
halkını ve PKK’yi bundan böyle serbest bıraktığını söylemiş ve ona göre pozisyon
almalarını istemişti. Bu mesajdan sonra örgüt, halk, komutan, savaşçı, kısacası herkes
buna göre konum almaya başlıyordu. Yeni konuma göre başlayan hazırlıkların getirdiği
hareketlilik gittikçe hızlanıyor, bunun manasıyla ilgili toplu ya da ikişer, üçer kişilik
tartışmalar sürüp gidiyordu. Yakın duran ABD’nin Irak’a saldırı ihtimali, bunun böyle
olmasında başta gelen etkenlerden biriydi. O nedenle hazırlıkların hızla tamamlanması bir
zorunluluk oluyordu. Zorunlulukların doğurduğu hareketliliğe herkes çok sevinmişti.
Yeni hareketlilik dönemi, geçen üç yılın durgunluğunu ortadan kaldırıp herkeste büyük
dönüşüm ve heyecanlar yaratacaktı. Bunun düşüncesi bile, büyük sabırsızlıklara yol
açıyordu. Zaten bir süredir, yeni dönemin görevleriyle ilgili düzenlemeler başlamıştı. Art
arda göreve giden arkadaşlar, gelip içtimanın karşısına geçiyor, son veda konuşmalarını
yapıyorlardı. Bu aynı zamanda herkesi veda konuşmasını hazırlamaya sevk ediyordu.
Sabırsızlığını gizleyemeyen Welat’ın, böyle bir veda konuşması sonrasında, ‘Bana ne zaman
sıra gelecek?’ sözüne karşılık bir arkadaş, ‘Seni alkışlayacak kimse kalmadığında, işte o
zaman sana sıra gelecek!’ deyince, o da inanmış gibi yaparak, ‘Doğru söylüyorsun vallahi.
Ama beni alkışlayacak kimse kalmasa da, bu çok ses çıkaran ellerim başkasına olduğu gibi,
bana da yeter.’ demekten kendini alıkoyamadı. Asıl büyük düzenlemenin okunma vakti
gelip çatmıştı.
‘Akşam yemeğinden sonra, saat beşte herkes kamelyada hazır olsun.’ dendiğinde,
heyecan doruğa yükselmişti. Uzun boylu, kır saçlı komutan Sedat’ın okumaya başladığı
düzenleme listesine herkes pür dikkat kesilmişti. Botan, Dersim, Amed, Amanos
eyaletlerine dağılımı yapılmış isimler, tane tane söyleyen dilden döküldüğünde, isim
sahipleri, daha önce duyumunu fısıltılarla alıp emin olamadıkları yeni yerlerinin
kesinleşmesinden kaynaklanan büyük heyecan dalgasına kapılıp gidiyorlardı.
Botan’ın beyaz sayfasına dökülen Mazlum kelimesi gelip kendisinin kulağına
dayandığında, her an gülümsemeye hazır kan kırmızı yüzü sevinçle etrafa gülücükler
dağıttı. Yüzünde yeşeren pembemsi kırmızı gülleri saklayamamıştı bir türlü, saklamak da
istemiyordu artık. Adeta kazanda kaynatılıp bir daha soğumamak üzere damarlarına
şırınga edilmiş kanının bu kadar hızlı dolaşımına kendisi de hakim olamıyordu. Onu
durmadan bu kadar hızlı, hareket halinde tutan şey neydi? Bunun üzerinde pek durduğu
yoktu, hatta hiç aldırış da etmiyordu.
Düzenleme toplantısından sonra, kampın 1 km aşağısına düşen barajdan ağaç
dallarına bağlana bağlana taşınan elektrik, her zamanki gibi soğuk ve karanlık şakasını
yapmıştı. Sıkılmadan tekrarladığı bir oyundu bu. Belki de sık sık yukarı çıkıp indiğinden
sıkıldığı için yapıyordu bunu. Adeta, ‘Siz beni bu kadar yorarsanız, ben de böyle büyük kar
dağlarının altında donduran soğuğun karanlık gecelerine terk ederim sizi.’ diyordu. Bunun,
kıtlık içerisinde modernliğin kötü cilvelerinden başka bir şey olmadığını bilmeyen yoktu.
Sürekli naz yapmaya alışkın, isteksiz parlayan ilkel kapitalizmin şımarık kızına kim aldırış
edecekti? Atadan kalma kültürün getirdiği eritilmiş yağlar üstünde hemen oluşuveren ışık
baloncuğu, onun indirdiği koyu kara perdeciği bir anda alıp götürmüştü. Dışardan gelen
soğuk esintiyle, bir o yana bir bu yana gönülsüz sallanan baloncuktan yayılıp kamelyanın
dört köşesine ulaşan sarı ışık demetleri, yerinde hiç durmayan koca gölgeleri duvara
yapıştırıp duruyordu.
Işıl ışıl parlayan gözleriyle karşısında duran arkadaşının yüzünü aydınlatıyordu Felat.
Gerillaya daha yeni adım atıyor gibiydi. Çocuk gibi, bir o yana bir bu yana dönüp
dolaşmaktan kendini alıkoyamıyordu. Sevincinden, taşkın ruhunun denizinde yüzen
gemiye binip hızla ulaşmak istiyordu Dersim’in enginliklerine.
Kireçleri pul pul olup dökülmeye başlayan çamurla sıvalı duvarın önünde kimseye
çaktırmak istemeden gidip gelen Tekoşer, Kuzey yolcularının sevincine bir türlü
katamıyordu kendini. Sanki onun yüreğinden bazı parçaları koparıp görünmeyen yerlere
atmışlardı. Duvarın önünde gidip gelirken, her an sönmek üzere olan çıra ışığının
kocamanlaştırdığı gölgesi de, kendisiyle birlikte gidip geliyordu. O bir kez daha Güney’de
kalacaktı; düzenlemesi Karox alanına yapılmıştı. Bu,onun kabul edebileceği bir şey değildi.
Güney’de gerillacılığın yapılamadığına ve yapılamayacağına ikna olmuştu kendi kendine.
İçine, kürek kürek kızgın közler dökülmüştü. Gidip görmek istediği Kuzey dağlarının
özlemi, onu yakıp yakıp küle çeviriyordu adeta. Zorluklar içerisinde şekillenip birbirine
sımsıkı bağlanan yoldaşlık bağlarına, kendinden çözülmez bir düğüm daha atmak
istiyordu.
Kendisinin henüz fark etmediği ve kendisine de daha söylenmemiş yakalandığı kalın
bağırsak kanseri hastalığı da, onu bundan alıkoyamayacaktı. Kanını kurutup kendisini
yiyip bitirmek istercesine saldıran hiçbir hastalığına aldırış ettiği yoktu. Deliliğin gömleğini
giyip ortalığa atılmak, avazı çıktığı kadar bağırmak istiyordu. Ama bunu da yapamıyordu.
Yapabileceği tek şey, bir avcı gibi bütün duyargalarını harekete geçirip keskin bir nişancı
edasıyla, sessizce pusuda beklemek, avını gördüğü anda da, attığı ilk kurşunla alnından
vurup yere sermek olacaktı. Zaman hızla ilerlemeye devam ediyordu; durmadan dönen
tekerleğini frenleyecek herhangi bir alet de bulunmamıştı henüz.
...
Bitmek bilmeyen gecenin üstündeki karanlık zırhını delip geçen sabah şafağı, herkesi
olağandışı bir hareketliliğin içine sokmuştu. Uzun yolun yolcuları, kahvaltıdan sonra,
sırayla kampta kalan arkadaşlarıyla vedalaşıp bir süre daha yoğunlaşmak üzere, kalacakları
kampa doğru tek sıra halinde yola koyuldular. Uyumu yakalama yeteneğinden uzak,
dağınık ve birbirine karşıt duran yerdeki insan topluluklarını kıskandırırcasına biraraya
gelen sayısız yıldız topluluklarının eşsiz uyumuyla, yüksek çatısını süsleyip parıltılar içinde
bıraktığı ayazlı gecenin soğuğunda, kristal taneciklerine dönüşüp sertleşen karda yürürken,
elleriyle gözlerinin üstünde bir avuç gölge toplamak zorunda kalıyorlardı. Güneşten baş
aşağı hızla inip kar taneciklerine çarpan ışık dalgaları, gözleri kamaştırıp göz kapaklarını
koruduğu yuvanın üstüne indirmek durumunda bırakıyordu. Fal taşı gibi açıp önündeki
meşe ağacına sabitleştirdiği yuvarlak açık kahverengi gözlerinin arasından inip kırmızı
dudaklarının üstünde duran sevimli küçük palamut balığının kafası gibi güvenle duran
burun deliklerinden hızlı hızlı gidip gelen derin nefesi, burun deliklerinin yan çerçevelerini
oluşturan et halkacıklarını bir kaldırıp bir indiriyordu.
Sol elmacık kemiğinin altını oyup geçen merminin bıraktığı silinmez izden ötürü, hiç
kesmediği seyrek siyah sakallarını, o güne değin büyük işler görmüş kocaman elleriyle
sıvazlarken, telaşsız, sakin bakan gözlerinin ışıklarını kesik kesik Mazlum’un üstüne
boşaltıyordu Şahin. Mazlum’un bu denli kendinden vazgeçip ulaşılmaz derinliklere
daldığını, biraraya geldiklerinden bu yana görmemişti. Biraraya gelmelerinin üstünden
uzun zamanlar da geçmiş değildi henüz. Ama aralarında şaşılacak derecede kuşkudan
uzak, güven veren kuvvetli bağlar oluşmuştu. Karşılıklı içtenlik, çıkarsızlık, birbirinin
gözlerine çekinmeden, gülümseyerek, yalansız ve samimice bakabilmeleri, aralarındaki
güven bağlarını sökülmemecesine perçinlemişti. Aşırı bencilleştirilmiş, birbirini tüketmeye
dayalı züppelik dünyasının çoktan dışına çıkmışlardı. Modern uygarlığın kötülüklerinden
uzaklaşıp çirkinliklerinden arınmışlardı. Kendilerini gizleyen, yabanlaştırıcı, yalanlı
maskeleri yüzlerinin üstüne indirmeye hiç ihtiyaç duymuyorlardı. Birbirini olduğu gibi ve
eşiti olarak görmeyen kibirli gözleri çıkarıp atmışlardı. Korkulan sahte tanrıların hiçbirini
tanımıyorlardı. Başlarını döndürecek sarhoş edici mülkleri yoktu. Küçük insanları
kandıran aldatıcı etiketlere itibar etmiyor, etiketlerin altında tahrip olmuş insani
duyguların yerine geçen hastalıklı şişkinliklere de saygı duymuyorlardı.
Parlak güneşin ısıtan ışınları altında yeşil doğanın, binbir bitki bahçesinden gelen
güzel kokuların karıştığı, dirilten tertemiz havayı soluyorlardı ciğerlerine. Büyük davanın
mimarı ve hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan sadık inananların yarattığı kültür mirasının
eseri olduklarını biliyorlardı ve güçlerini de oradan alıyorlardı. Işık saçan bilge insanların
erdemli özüne inanıyorlardı. Basit de olsa, ilkel insanın doğallığına yakın durmaktan hiç
sıkılmıyorlardı. Çünkü eşit insanların en doğal özgürlüğünü tercih ediyorlardı ve çok
doğaldılar. Bu doğallık onları çok kısa sürede birbirine olağanüstü yakınlaştırırdı. O
nedenle birbirlerini tanımaları için uzun zamanlara gereksinim duymazlardı.
Sessizce hayallerinin otobüsüne binip o an dönmek istemediği uzaklara giden
Mazlum’un üstüne indirdiği gözlerini kaldırmak istemiyordu Şahin. Yeni tanımasına
rağmen, içtenlikle her şeyini paylaşıp şüphe duymayacak kadar güven duyduğu Mazlum’un
yüzeyden pek fark edilmeyen bir derinliğe sahip olduğunu yeni fark ediyordu. Her ne
olursa olsun düşünüp hayalini kurduğu şeyi bu kadar yoğunluklu ve kendini katarak
yaşayabilen birini, ilk bakışta normal görünse bile, yine de normalin çok ötesinde görmek
gerektiğini anlıyordu. Geniş alnının üstünde toplanan sayısız ter kabarcıklarının anlattığı
şeyi fark etmiş gibiydi.
Mazlum’un uyanık halde girdiği tatlı rüyasına karışmak istemiyordu Şahin. Ama on
dakikalığına verdikleri molayı daha fazla uzatamazlardı. Mazlum’un içine girdiği dünyanın
kapağını, kıyamadığı halde açıp Mazlum’u içinden hemen çıkarmak ve görev yerine doğru
hızla harekete geçmek zorundaydılar. Şahin, Mazlum’un sakin yüzüne doğru başını çevirip
istemeye istemeye, ‘Mazlum heval’ demek üzere dudaklarını tam titretmeye başladığı an
Mazlum, sevdiği en tatlı ve en güzel görüntülerin seyrine daha yeni yeni dalmaya
başlıyordu.
...
Amed’e, Dersim’e ve Botan’a gitmek üzere hazırlanıp yoğunlaştırılmış grupların tümü
kamelyada hazır bulunuyordu. Unutulmayacak sazlı türkülü muhteşem bir veda gecesi
düzenlenmişti. Ülkenin dört bir tarafına ulaşmak üzere uzun yolculuğa hazırlanan o büyük
efsanenin yılmayan asi savaşçılarını görüntüleyip tarihe anılarından canlı bir not bırakmak
için iyi model bir kamera da eksik edilmemişti.
Çocukça saflığın berrak suyuyla arındırılmış, tertemiz ruhun doğallığında büyüyen,
küçücük yüreğine büyük sevgileri yerleştirip bu sevincin selinden içi içine sığmayan,
hilesiz, olağanüstü içtenlikli, ışıldayan bir çift kara gözün üstüne düştüğü yuvarlak esmer
yüzün sürekli canlı duran gülücük çiçeklerini hiç esirgemeden herkese cömertçe
dağıtabilen genç Ferhat, kameranın karşısına geçtiğinde, büyük bir heyecan dalgasına
kapılmış, kameraya bakarak yaptığı veda konuşmasını zor bela bitirebilmişti.
Ezilmiş mazlum halkın bütün masumiyet izlerini üstünde taşıyan, bıyıkları daha yeni
terlemiş genç Şervan, tarihe kalıcı kılmak istediği kısa söylevini hiçbir kazaya uğramadan
başarı ile vermişti.
Bilincinin sarayında kendisine geniş bir yer açıp iç gözlerinin ışıklarını, saz eşliğinde
türkü söylemeye hazırlanan komutan Mahir’in üstüne tam getirmeye başladığı an Şahin’in
gür, davudi sesi kulaklarını zonklattı. Mazlum kulaklarını doldurup, iç gözlerinin önüne
kısa süreliğine indirdiği hayal perdesini yırtıp atan Şahin’in zamansız gür sesinden
irkildiğini belli etmemek için, hiç bozuntuya vermeden, ‘Kalkalım mı heval?’ dediği anda
bile, kendisine doğru gelen Zınar hala gülümsemeye devam ediyordu.
Hafızasının derinliklerine yerleşip ruhunu nakışlayan bu güzel fotoğraf karelerinin
gözlerinin önünde böylesine capcanlı belirmesine şaşırmaya başlamıştı. Onlara dönüp bir
ses etse, sesini hemen duyup cevap verirler gibi geliyordu kendisine. Onlardan ayrılalı
daha çok kısa bir süre olmasına rağmen, onları nasıl da bu kadar dayanılmaz özlediğini
yeni yeni fark ediyordu. Bu yoğun duygu atmosferinden daha tam sıyrılmadığını anlamış
gibi sordu Hasan:
‘Bizden habersiz, gizlene gizlene nerelere gidiyordun böyle heval Mazlum?’
Hassas heyecanının yukarı çıkartarak yüzünün üstüne hemen indirdiği ince kan
kırmızı perdeyi fazla gizleyemiyordu. Ama sorunun karşılığını da bulmakta hiç
gecikmeden, ‘Heval Hasan zaman zaman bu tür yolculuklara çıkmayı severim ben.
Kimseye çaktırmadan çekip gitmek, vazgeçemediğim bir alışkanlığımdır.’ dedi. Hasan da
hafiften gülerek: ‘O zaman bu meteliksiz yoldaşına bindiğin otobüste bir yer ayırmayı
unutma. Ama ön koltuklardan olsa daha iyi olur. Biletin faturası da sana ait, unutma.’
Mazlum da hemen alaya benzer bir tebessümle gözlerinden aşağıya doğru
dudaklarının etrafındaki gülücük kuşlarından bazılarını havalandırarak ‘Olur olur, kemerli
bir koltuk ayarlarım sana. Hele önce bu görevden dönelim, sonrasının zorluğu mu olur
canım’ deyip elinde bir süre tuttuğu portatif kleşini omzuna aldı. Elindeki uzun namlulu
Karnas silahını omzuna alıp öne düşen Şahin’i Mazlum, Mazlum’u da Hasan takip edip
ilerlemeye başladılar.
Yemyeşil ormanlığın içinde kendini pek belli ettirmeden, kıvrıla kıvrıla uzayıp giden
patikayı bırakmadan, yüksek meşe ağaçlarının gölgeleri altında sessizce kayıp sık
ormanlığın gözlerden uzaklaştırıp kayıplara karıştıran derinliklerine daldılar. Ormanın
doğal ahengi içerisinde yükselen seslerin dışında herhangi bir ses duyulmuyordu. İnsan
kalabalıklarının sağır eden kulak tırmalayıcı gürültülerinden çok uzaktaydılar. Başını göğe
doğru kaldırmış gururlu yüksek dağlar, kadrini bilene bereket pompalayan derin vadiler,
doğal, özgür oynaşmalara kucak açmış sık ormanlıklar kendileriyle başbaşa olmanın tadını
çıkarıyorlardı.
Her birinin kendine özgü bir bakışı, kendine özgü konuştuğu bir dili vardı. Tek biri bile
bir diğerine benzemiyordu. Her birinin kendisine ait bir farkı, kendisini diğerinden ayıran
bir tonu, eşsiz bir rengi vardı. Ama hiçbirinin güzelliği, diğerinin güzelliğini gölgede
bırakmıyordu. Kendinde gücü bulan hiçbiri, ‘Benim değerim senin değerinden, benim
önemim senin öneminden daha fazladır.’ demiyordu. Çıkan bütün farklı seslerine, zıtlık ve
benzersizliklerine rağmen, hiçbiri diğerini reddetmiyordu. Birbirlerini ne kadar ilgiyle
dinleyip anladıklarını, hiç dışlamadan saygı içerisinde birbirlerini nasıl kabul edip
varsaydıklarını, hayranlık uyandıran bir uyum içerisinde ne kadar da güzel ve zengin
yaşadıklarını, kendilerini akıllı sananları çatlatırcasına gösteriyorlardı.
Haziran ayı, tırmandığı sağlam merdivenin orta basamaklarını aşıp daha üst
basamaklara tırmandıkça, ateşte dövülmüş derisini üstüne geçiren sıcak hava da, yukardan
aşağıya doğru hızla inip onu tümden kucağına almaya çalışıyordu. Ama özüyle aşka
tutulmuş bahar da, her an gözyaşlarını dökmeye hazır, heyecanlı titreyişler içerisinde,
aşkını kaybetmek istemeyen narin bir kız gibi boynuna dolanıp duruyordu. Bütün
hilebazlıklara başvurup ucuna taktığı kızgın çengeliyle kendine doğru sürüklemeye çalışan
yaza karşılık, bahar da cezbeden güzelliğiyle sarhoş edip yanında tutmaya çalışıyordu
ikircikli Haziran’ı. İki çılgın sevgiliyle başı büyük derde giren çaresizleri oynuyordu
Haziran. Bir o yana, bir bu yana bakıyordu sürekli. Ama Haziran yazın çengeline takılıp
tümden gitmeden, baharla son birkaç kez daha olmanın kurnazlıklarını da iyi biliyordu ve
şimdi aşkla, şevkle çılgın güzelin, yani baharın kollarında yuvarlanıp duruyordu. Bahar
aşkının deli çocuğu, vadinin derinliklerine indikçe coşkulanıyor, coşkunluğun ağzına
getirdiğini yüksek sesle, yırtınırcasına söyleyerek bütün vadiyi kulakları sağır eden
gürültüler içerisinde bırakıyordu. Kontrolünü kaybeden sarhoşlar gibi önüne bakmadan
sallanıp gidiyor, ürküntü veren yükseklerden atlamanın tadını çıkarıyordu. Yokuş aşağı
şiddetle kayarken, önünde duran taşlara, sallanmayı bilmeyen kayalara aldırmıyor, onlarla
alay ediyordu. Kendisine karışıldığında da öfkeden kudurup köpürüyor, ağzına doldurduğu
kuyruklu küfürleri savuruyordu. Aşırı heyecana geldiğinde kendine hakim olmayı
başaramıyor, yüzünün üstüne sabun köpüğüne benzer milyonlarca kar beyaz köpük
torbacığını çıkarmadan sakinleşmeyi becermiyordu.
Çırav eteklerindeki kayalıkların altından fışkırıp gelen Kızıldere (Ruye Sor) koluyla
birleştiğinde hırçınlaşan Basret deresinin, her bahardaki hali böyleydi. Yazın ortalarına
doğru çırılçıplak soyunur, derinliğindeki küçücük çakılları bile her bakana saydırmak
istercesine, berraklaşırdı. Yüzeyinde derinliğini yakınlaştıran mercekler tutuyordu sanki.
Sakinleşip kendine gelmek için dinlenmeye çekildiğinde, hiçbir şekilde rahatsız edilmek
istemiyordu. Büyük çemberdeki yatağının içinde yorgunluğunu atmanın tadındayken,
üstüne düşecek ufacık bir cisme bile tahammül etmiyordu. Düştüğünde de cismi hemen
yutuyor, öfkesinden küçükten büyüğe doğru yuvarlak dalgacıklar oluşturup ağlamaklı bir
sesle çemberini dövmeye başlıyordu. Böylece ne kadar kırılgan ve hassas olduğunu
gösteriyordu.
Sayısız destanlara, büyük efsanelere konu olan Gabar’ın bedeninde bir şah damarı gibi
inerken, etrafında kendisini hiç yalnız bırakmayan binlerce yaşam şehircikleri kurmuştu.
Hayat verdiği bütün canlıların üstünde de aynı hassasiyetle duruyor, derinden sevgisiyle
onların üstüne titremediği tek bir anı dahi olmuyordu. Kenarında dal dal olup uzun ince
yükselen söğüt ağaçlarının, kuzeyden gelen serin esintinin heyecanıyla nazlı nazlı
sallanışını gördükçe hayranlığını gizlemeye gerek duymuyordu.
Şişman gövdesinin üzerinde dalları her yana doğru uzayıp giden asırlık koca çınarın
nazik yapraklarına alttan ayna tutmaktan hiç yorulmuyordu. Çınarın hemen bitişiğinde
rasgele üst üste atılmış dikenli teller gibi birbirine sıkı dolanan böğürtlen dalları dere
boyunca köye doğru çıktıkça büyüyüp kelebekler için yeşil bir ormana dönüşüyordu.
Derenin etrafında sonu gelmez şakalaşmalara dalıp, durmadan birbirini kovalayan kırmızı
ve beyaz benekli iki kelebek iyice yorulup halden düştüklerinde, ürkmeden böğürtlen
dallarının üstüne konmaya başlıyorlardı. Dinlenmelerinin üstünden daha bir saniye bile
geçmeden, bütün yorgunluklarından sıyrılıp, tekrar tekrar birbirlerini kovalayıp
kaçışıyorlardı. Uzun süre suyun kenarındaki otların arkasına saklanıp kimselere
görünmeden berrak suyun aynasında gizli gizli kendi güzelliklerini seyreden sarı ve yeşil
renkli iki kelebek daha koşarak gelip kendilerine katılıyor, yaptıklarının aynısını yapmaya
başlıyorlardı.
Kelebekler cenneti böğürtlen ormanlığının üstüne çıkıp durgun gözlerle kelebeklerin
yaramazlıklarını seyreder gibi sakin duran bahçe duvarı, kayıp düşmesini önlediği harap
bahçenin derdindeydi sadece. Bahçenin içinde kıvrandığı dayanılmaz acıların aynısını
kendisi de yaşıyordu. Gözlerinin önünde ateşe atılıp cayır cayır yakılan biricik yavrusunun
acısıyla saçını başını yolan, deliler gibi kendini toz-toprağa batırıp ağlamaktan gözyaşlarını
tüketen çaresiz bir ananın halini andırıyordu harap bahçe. Onun da başına aynı akıbet
gelmişti çünkü.
Bedeninin üzerine bırakılan su kanalının üstünde kendisine sahiplik eden fidan boylu
yavrusunun nasıl zalimce düşürüldüğüne tanık olmuştu. O günden bugüne, o anın verdiği
dehşetten kurtulmuş değildi. Sağ kalmayı başaran yavrularının tümünü de acımasızca
elinden alıp götürmüşlerdi. Oysa o, yıllarca yavrularını kendi ak sütüyle emzirmiş, sevgiyle
besleyip büyüterek olgunluk çağına getirmişti. Yavrular da, analarının kadrini bilirlerdi.
Yorulup dinlenmeden, utanıp sıkılmadan başını yıkar, saçlarını tararlardı. Ekmeğini
yedikleri nur elini öpüp öpüp başlarının üstüne koyarlardı. Ama şimdi hiçbirisi yoktu.
Gözlerinin önünde paramparça edilmiş yüreklerin resimleri durdukça, nasıl feryad-ı
figan olmasındı? Nasıl yanıp küllere dönmesindi? Nasıl ağlayıp sızlamasındı? Ağlaya
ağlaya kurutmuştu gözyaşlarını. Toz toprağa, çamurlara batırıp kaybetmişti güzelliğini.
Göğsüne vurup ‘Yaşayan bir ölüyüm, yaşamak istemiyorum.’ diyordu. Ama ölüme inat, son
umudunu da hiç yitirmeden hep ayakta tutmaya çalışırdı. Diri tuttuğu umudun büyülü
gözleriyle sürekli sağına soluna bakar dururdu. Candan bağrına basmak istediği birilerinin
yolunu gözlediğini her halinden belli ederdi.
Kendi renginden şalvarlar giymiş, ayaklarında mekapları bulunan silahlı yiğitlerin
kendinden emin, gururlu ve başı dik gelişlerini gördüğünde, çocukça heyecanlara kapılıp
bütün takatsizliğine rağmen, büyük bir gayretle ayağa kalkmaya çalışırdı. Ayağa kalkmayı
başaramadığını görünce, her tarafı sessiz çığlıklara boğardı. Sessiz çığlıklarını duyup
kendisine doğru gelen silahlı yiğitlere, güçlükle kaldırabildiği eliyle sürekli bakıp durduğu
bedeninin üstündeki altın sarısı kayısıları gösterirdi ve avuçları çatlamış, arka kısmı damar
damar olmuş elini indirmeden yarın, öbür gün tam bollaşıp olgunlaşacak art arda dizili
elma, şeftali, armut bahçelerini gösterirdi. Hiç yorulmadan aynı şekilde yarın, öbür gün
cennetten hayatın güzel suyuyla dolup taşacak baldan tatlı çeşit çeşit incir türlerini,
tutundukları incecik dallarını öldüresiye yoran binlerce taneli koca koca büyüyen kırmızı
damarlı sarı narları ve daha kuş yumurtası büyüklüğündeki hesapsız tutmuş erik ağaçlarını
gösterirdi. Ve daha binlerce türünü göstermek gayretiyle elini yavaş yavaş götürüp getirirdi
ta ki eli düşene dek.
Kabuklarını çatlatan şiş göbeğinin üstünde heybetli bir dağ gibi yükselip etrafına
yayılan ceviz ağacının dallarında üç sevimli sincap şirin çocukların saklambacını
oynuyordu. Ama onlar saklambaç oyununun sadece çocuklara özgü bir oyun olduğunu
kabul etmiyor ve aile boyu katılıyorlardı bu oyuna. Anne, baba, çocuk her biri bir yerden
başlardı oynamaya. Küçük bacaksız yeni yeni öğreniyordu cambazlığı. O nedenle ona hem
babası, hem de anası eşlik ediyordu. Küçük bacaksız yeni tüylenip gürbüzleşmiş kuyruğunu
sırtına alarak dalın ucuna vardığında anasının yüreği ağzına gelirdi. Her an düşüp ölebilir
korkusu onda kabuslar yaratırdı. Ama yavrucak korku nedir bilmeden, dalın tam ince
ucunda kuyruğunu omzuna alıp iki küçük ayağının üstünde oturduğunda sevinçle
minnacık ellerini babasına sallamaya başlıyor, habire burnunu kaşıyarak babasının
kendisine bakmasını istiyordu. Babası da oğlunun delikanlılık çağındaki coşkusal
ayaklanışını gururla izliyor, üstünden gözlerini ayırmadan kendisine sevgiyle
gülümsüyordu.
Babasının kendisine gösterdiği ilginin sevinciyle tam da hoplayıp zıplamak istediği bir
anda, cevizin altına doğru üç silahlı adam gelmeye başlıyordu. Afacan yavru, cevizin
altından kendisine doğru uçup gelen sesleri duyduğu an, hemen aşağıya bakmaya başladı.
Cevizin altına doğru üç silahlı adamın geldiğini görünce heyecana gelip gözleri hafif
karardı ve aniden arka ayağı tutunduğu yerden kaymaya başladı.
Oğlunun yuvarlanmaya başladığını gören annesi dehşete kapılıp avazı çıktığı kadar
bağırmak istedi. O an babası donup aklını yitirmek üzereydi. Yaşamın baharında ailenin
üstüne çökecek beklenmedik bir acıya katlanamazlardı. Hayat dolu kahkahaların yerini,
yürek yakan feryatlar alsa, yaşayıp ayakta kalabilecek güçleri kalır mıydı hiç? Ailenin
üstüne çökecek acıyı havada asılı tutan iplerin tümden kopmaya başladığı an, küçük
yavrunun kararan gözlerinin önünde bu sefer bir umut ışığı çakmaya başladı. Yavru iki
eliyle incecik dala sıkıca tutunup boşlukta kalan ayaklarını yukarı çekmeye çalışıyordu ve
sonunda başarıp hızla annesine doğru koştu. Babası da şok ve sevincin birbirine karıştığı
duygularla yukardan kendilerine doğru hızla gelmeye başladı. Hayata dönme sevinciyle
daha birbirleriyle kucaklaşmadan, anne önde, yavru ortada, baba da arkada ardarda dizilip
içte labirentleri andıran yuva deliğine doğru koşmaya başladılar. Ama yuva deliğine
girmeye gerek duymadılar.
Çünkü silahlı adamların onlara zarar verebilecek hiçbir niyetleri yoktu ve kendilerini,
düşünemedikleri kadar seviyorlardı. Birbirine yakın, ortak yanları bile vardı. Silahlı
adamlar onlar gibi sadece özgürlüğün ve doğal yaşamın sevdalısı değillerdi. Aynı zamanda
özgür sevda ve doğallığın yılmayan savaşçılarıydılar. O nedenle onlara nasıl kıysınlardı?
Her üç silahlı adam gelip kendilerine karışmadan geçtikten sonra anladılar silahlı
adamların kendilerine kardeş ve doğallıklarının koruyucusu olduklarını. Önceden
anlamadıkları için kendilerine lanet okuyorlardı.
Her üç silahlı adam gidip kaynağın başında durdular. Önceden etrafı kontrol etmeyi de
ihmal etmemişlerdi. Tekrar tekrar etrafı kontrol etmeye çalıştılar. Ortalık tehlikeli
unsurlardan uzaktı, rahatlatan bir sakinlik hakim sürüyordu. Kollarına taktıkları
silahlarını indirip özenle su kaynağının duvarına dayadılar. Sırtlarına vurdukları
çantalarını indirip su kenarındaki yeşil çimenliğin üstüne bıraktılar. İçlerinde orta boylu,
tıknaz olanı hiç beklemeden hemen kolları sıvayıp cennet gözünün derinlerinden fışkırıp
gelen gerçek hayatın suyuna ibadet eder gibi eğildi. Avuçlarını batırıp batırıp
dolduruyordu. Tümünü avuçlarında toplamak istediği buz gibi suyu, alev alev yanıp
terlemiş yüzünün üstüne defalarca indirdi. Yüzünün ateşini söndüren buzdan soğuk hayat
suyu, yüzünün üstünde beklemeden şelalecikler biçiminde boncuk boncuk inip tekrar suda
kaybolup gidiyordu. Diğerleri de, serinleyip ferahlayan orta boylu tıknaz adamın
yaptıklarının aynısını yaptılar.
Fena yanılmış olan sevimli sincapcıklar, sadece mahcup mahcup onları izlemekle
yetiniyorlardı.
Şahin ile Hasan yüzlerindeki ateşi söndürmenin serin tadına doyamıyorlardı.
Enselerinden yükselen alevlere ohlar-vohlar içinde durmadan soğuk su püskürtüyorlardı.
Onlar kaz yavruları gibi su oyunundayken, Mazlum, üstünde gerilla çayını demleyecekleri
küçük ateş ocağını kurmuş, korkutan gri duman bulutunun üstünde yükselmediği ateşini
de yakmıştı. Beklemeden Hasan’ın çantasındaki siyah poşete sarılı, isle kaplı kapkara
minik çaydanlığı çıkarıp içine su doldurmuştu. Çaydanlığı, gürleştirdiği ateşin üstüne
koyduktan sonra, kışkırtan bakışlarıyla kendisini ısrarla çağıran dut ağacına yönelmekten
kendini alıkoyamamıştı. Dut, bereketinin şafağındaydı. Nimetinden faydalanmak
isteyenlere cömertliğinin bütün kapılarını ardına kadar açık tutmuştu. Sevgili annesinin
kollarında sallanan şeker tadındaki süt beyazı dutlar, gelenin üstüne çekinmeden atlama
yarışına giriyorlardı. Yere atlayıp, üst üste binen dutlar, kendiliğinden Mazlum’un eline
geliyorlardı. Mazlum tane tane yemeyi bırakmış, avuç avuç indiriyordu mide
torbacıklarına. Çok sevdiği şeylerdi bunlar. Sevdiği şeylerin yerde çürümesine gönlü hiçbir
zaman razı gelmezdi. Yerde tek bir tane dahi kalmamalıydı. Tümü toplanıp faydalı hale
getirilmeliydi. Bunlar kurutulduğunda Manisa’nın çekirdeksizleri bile yanlarında hallerine
ağlamaya başlardı. En iyi pekmezin de bunlardan yapıldığını unutmuyordu. Saymaya
başlarsa bitiremezdi faydalarını, ama faydalanabildiği sadece yedikleriydi. Mide
torbacıkları sinirlenip, ‘Yeter, bizde yer kalmadı.’ diye haykırmaya başladıklarında, onu da
bırakmak durumundaydı artık. Ama öyle kolay kolay da vazgeçemiyordu. Avuçlarını
doldurup kaynağın dinmeyen gözünde kutsanmaya çalışan arkadaşlarına da götürdü.
Mazlum’un avuçları dut dolu, kendilerine doğru neşeyle geldiğini gören Şahin, mahcup
bir edayla hemen kalkıp Mazlum’a doğru yürüdü. Hasan da geriden Şahin’i takip etti.
Şahin, Mazlum’un avuçlarına boşalttığı dutları alırken, ‘Ne gerek duydun heval? Kendimiz
geliyorduk şimdi.’ Deyince, Mazlum Şahin’in üstündeki mahcubiyet elbiselerini yırtıp atan
sözünü çıkarıverdi ağzından:
‘Bunlar kutsal suyun tadıyla tatlandırılmıştır heval. Hem ben onları toplamadım, onlar
atıldılar avuçlarımın içine. Onlar ellerimin güvenine koşmuşken, benim onları yerde üst
üste yığılı halde bırakıp çürümeye terk etmem doğru olur mu? Getirdiğim bu kadarcığına
bile nasıl sevindiklerini görmüyor musun? Bak analarının çok yükseklerde tutup önlerine
indirdiği parlak yeşil perdeciklere bile aldırmadan, açıkta bize nasıl da el sallıyorlar.
Onların bize dönük çağrısı böyledir. Bu güzel varlıkların çağrısına aldırmazlık, iyi olmayan
şeylere işarettir.’
Şahin, arkadaşının söylediklerine hayranlığını gizlemiyordu. Arkadaşının her şeye bu
denli ilgili ve kutsallık derecesinde yaklaşması, onu büyülüyordu. Bu, Mazlum’un sık sık
yaptığı esprilerden değildi. Bu, onun her geçen gün daha fazla açığa çıkan yönüydü.
Gözlerini, gözlerinden ayıramıyordu bir türlü. Ne kadar da çekinmeden, cesaretle
bakabiliyordu gözlerinin içine. Gözlerinin içine baktıkça, içindeki gerçek insanı görüyordu
ve daha fazla tanımaya başlıyordu. Mazlum’un gözlerinden, kendisinin gözlerine akan
kıvılcımların zeka ve sevgiden geldiğini biliyordu. Kalbi fokur fokur kaynayan,
mikroplardan arınmış temiz kanı pompalıyordu damarlarına. Kaynayıp köpürdüğü halde
taşmayan bu asil kanın, kendi kanına da karışmasını istiyordu Şahin. Mazlum ile Şahin bir
süre öylece birbirine bakıp durdular.
Hasan biraz şaşırmış gibiydi, ama bu durgun bakışmanın altındaki duygunun ne
olduğunu biliyordu. Çünkü o duygunun akan suyunda, kendisi de yüzüyordu. Mazlum
sessiz durgunluğun anlattıklarını bıçak gibi keserek sürdürdü.
‘Bu tatlı varlıkların seslerini hala duymadın mı heval Şahin? Kulağında bir sorun mu
var yoksa?’ dediğinde, Şahin hemen kendine geldi. Mazlum’un son sözündeki tebessümle
anlatımı anlamıştı, ama altında kalmayı da gurur meselesi yapmıştı. Altında kalmamanın
her yolu onun için de açıktı ve beklemeden çıkarıverdi dilinin altındakini, ‘Senin gibi her
ağacın, her taşın, her suyun geciktiren seslerine kulak kabartsam, bende kulak mı kalır?’
deyip sürdürmeye çalıştı.
Hasan, Şahin’in sözünü heyecanla keserek daha fazla keyiflenmek için ince atışmayı
alevlendirmeye çalışıyordu.
‘Vallahi de kalmaz, billahi da kalmaz. Her kokuyu da almaya çalışsan burun da gider.’
Şahin’e bakıp sürdürdü, ‘En iyisi heval Şahin, sen kulağının bidonunu sadece bir sesle
doldur. Anlaşılmaz binbir vızıltıyla doldurursan kulağını, kulağın kulak olmaktan çıkar.
Düşün bir kulağın daracık tüpünde binbir ses birbirine karışmaya başlıyor. Bunların
kimyasal reaksiyonlara girmesi halinde, kulağın hangi parçacıklara bölüneceğini hiç
hesaba kattın mı? Onu da bırak, her beyin hücresinin uyumsuz, sadece cızırtı çıkaran bir
sesle uğraşır durumda bırakılması, beyin paşanın başına hangi felaketleri getirir biliyor
musun? Kulağını tek bir sese kıble tut, diğer sesleri unut. Sana tavsiyem budur.’ deyip
bitirdi sözlerini.
Şahin keyifle onayladı; ‘Sen tanrının kelamından konuştun heval Hasan, doğru sözünle
bin yaşa.’ deyip sürdürdü. ‘Öyle ya, kulağımın dar odasında her bir sesin yuvasına yer
yoktur heval Mazlum. Kulağımın meydanında binlercesinin değil, sadece iki sesin hafif bir
kapışması bile beni katilliğe götürür. Sabırlı bir adamım biliyorsun, ama sabrımın da bir
sınırı var. Şimdi de, o tatlı dediğin varlıkların sesine değil, keskin dişlerimin alışık olduğu
etlerine gidiyorum.’ dedi. Mazlum’u alt ettiğini düşünüp bunun keyifli rahatlığını
yaşıyordu. Gülmemek için kendini zor tutuyordu.
Mazlum, Şahin’in elini tutmuş, onun şirin gözlerinin içine bakıyordu. Gözündeki ışığın
uyanık kulağına söylüyordu şimdi, ‘Şahin yoldaşım, sen 16. yüzyıldaki baltaları andıran bu
korkunç dişlerinle değil, her varlığın içindeki canlılığı, ruhu, duygu ve aklı gören bu ışık
hazinesi biricik gözlerinle bakmayı öğrenirsen, biliyor musun hangi muhteşem dostlukları
kazanacağını, o zaman kutsal kitaplardaki melekler bile seni aramaya başlar. Neyse
beklemeden koş git o varlıklara. Ama önce dişlerini değil, gözünün içindeki parlaklığı
göster onlara’ deyip itekledi Şahin’i.
Hasan, kıs kıs gülmeye devam ediyordu. Şahin bu sefer de başa çıkamamıştı. Dut
ağacına doğru ilerlerken Mazlum’a döndü.
‘Bak Mazlum, bunun altında kalmayacağım, görürsün...’
Şahin daha sözünü bitirmeden Mazlum, Hasan’a dönmüştü, ‘Sen ne duruyorsun dört
bela!’ deyip Hasan’ı da Şahin’e doğru iteledi, ‘Haydi koşun ve erken gelin, çay kaynamak
üzere.’
Hasan, ‘Heval Mazlum sen Şahin arkadaşla çok sevdiğin tatlı varlıklara git, ben
hazırlarım yemeği.’ deyince, Mazlum kızıyor numarası yaparak, ‘Bak Doktor sinirimin
tellerine basıyorsun, sonra fena olur ha! Hem o sevdiklerime bile karnım toktur şu an.
Şahin’i yalnız bırakma, ama erken gelin.’
Hasan’ın diyeceği bir şey kalmamıştı; mecburen Şahin’in ardısıra gitmeye başladı.
Hasan ile Şahin dut ağacının altında kaz yürüyüşü biçiminde, dutun kalın gövdesi
etrafında başlarını kaldırmadan gidip geliyorlardı. Elleri bir aşağı, bir yukarı inip kalktıkça,
çenelerinin hareketi de daha fazla hız kazanıyordu.
Mazlum, ateşin üstünde kaynayan suyun kapağını dövdüğü çaydanlığın haykırışlarına
aldırmadan, pet şişesine koydukları yağlı domuz kavurmasını çıkarıp, küçük alüminyum
tepsiye boşaltıyordu. Fokurdayan suyu ateşin üstünden indirip yerine kavurmayı bıraktı.
Kavurmanın altındaki yağlar hemen cızırdamaya başladı. Kısa bir süre dinlenen suyun
üstündeki kapağı kaldırıp, avucuna doldurduğu kaçak demi çaydanlığın içine boşalttı.
Daha çaydanlığın kapağını kapatmadan çay, kokusunu etrafa yaymaya başladı. Hiçbir
modern kentin evinde ya da etrafı betonla kaplı bahçesinde duyulmayan bir kokuydu bu.
Oralarda demlenen çaylar, etrafa bu denli nefis kokular yayıp göndermiyorlardı.
Kavurmanın cızırtılarına Mazlum’un kaşığı da karışmıştı. Kavurma da davetkar kokusunu
göndermeye başlıyordu sağa sola. On dakika sonra her şey hazırdı. Gerillanın nadir
bulduğu, ama o anda varolan kızarmış ekmekler ve bardaklar kavurmanın etrafında
yerlerini almışlardı. Çaydan da, namlusundan güzel güzel nefesini alıp vermeye devam
ediyordu.
Mazlum ayağa kalkıp gelmeyi unutmuş arkadaşlarını çağırmaya başladı. Her iki
arkadaş, daha önce Mazlum’un yaptığı gibi avuçlarını doldurup Mazlum’a doğru gelmeye
başladı. Mazlum’un yanına vardıklarında Mazlum, beklemeden sordu ‘Gözlerinizle bakınca
daha iyi fark ettiniz değil mi?’
Şahin, ‘Ben gözlerimle değil, dişlerimle gördüm işlerini, dişle dokunmak ve
parçalamak daha güzel oluyor.’ dedi. Mazlum kavurmayı göstererek, ‘En iyisi soğumadan,
dişlerinizle buna bakın.’ deyip arkadaşlarını sofraya oturttu. Hasan, yan yana getirip
dizdiği bardakları doldurmak istedi. Şahin çaydanlığı kapmaya davrandı. Ama Mazlum
erken davranıp Hasan’ın parmakları arasında daha çıngırdamaya devam eden bardakların
üstüne çaydanlığı getirip boşaltmaya başladı. Bardakların dibini döven tavşan kanı, hızla
bardakların üstüne doğru yükselmeye başlıyordu. Mazlum sol kenarında gri taşın üstünde
duran şekeri alıp Şahin’e uzattı. Şahin önce kendisinin atmasını istedi, fazla ısrara gerek
yoktu. Komando kumaşından yapılmış küçük torbanın içindeki şekerden, meşe ağacından
kopardığı etrafı tırtırlı yeşil yaprakla iki kaşık kadar şeker alıp, bardağın içine boşalttı.
Mazlum torbayı, Şahin’in eline verdikten sonra kopardığı küçük bir dal parçasıyla çayını
karıştırdı. Hasan, Şahin’in elinden şeker torbasını almamaya hala ısrar ediyordu. Şahin de,
önce Hasan’ın şeker alması için ısrarından vazgeçmiyordu. Çaresiz Hasan da, Mazlum’u
tekrar etti, çayını en son karıştıran Şahin’di.
Onlar öğle yemeğinin keyfine dalmışken, durmadan cıvıldayan bir kuş sürüsü
üzerlerinden geçip dut ağacına konmaya başladı. Üzerinde anlaşamadıkları bir düşüncenin
sinir edici tartışmasına girmişlerdi sanki. Biri diğerini dinlemiyor, her kafadan apayrı bir
ses çıkıyordu. Bundan hiçbir sıkıntı da duymuyorlardı. Hatta kendilerini bu şekilde ifade
etmekten de zevk duyuyorlardı. İnsanlara en güzel seslerin birlikteliği, en güçlü
birlikteliklerin sesleri böyledir demek istiyorlardı. Zıtlığın inanılmaz uyumunu göstermede
ustaydılar. Bağırdıkça kaynaşan, tartıştıkça anlaşan bu varlıkların duygu ve akıldan yoksun
olduğunu söyleyen kimdi acaba? Kendini akıllı sanan bir deli mi yoksa? Bu üç doğal
insanın uyumu da onlarınki ile özdeş değil miydi? Çünkü kuşlardan hiçbiri onlardan
korkmamıştı. Belki de onları, kendilerinden ayrılmaz doğal bir parça biliyorlardı.
Üzerlerinden geçip dut ağacına konduklarında çıkardıkları gürültü, onları görmenin
sevincinden kaynaklanıyordu. İlk karşılaşmanın heyecanı, çığlık çığlığa bağrışmalara yol
açmıştı. Şimdi de bir sessizlik, tıkırtısız bir sakinlik içerisindelerdi. Gözlerindeki doyumu,
yüreklerine kadar indirdikleri belliydi. İçlerinden uçmak gelmiyordu. Doğal adamlar kalkıp
gitmeden, onlar da hafif kanatlarıyla, minnacık gövdelerini kaldırmayacaklardı havaya.
Mazlum, kaynağın sakinleşmeyen gözünde elini yıkıyordu, Hasan çaydanlığı poşete sarıp
çantasına yerleştiriyordu, Şahin çantasının ağız kısmındaki halkalı düğümünü sıkıyordu.
Kısa sürede hazırlık işlemleri sona ermişti. Bir süre daha dinlenip hareket edeceklerdi.
Fakat Şahin’in dinlenmeye niyeti yoktu. Son günlerde her şeye merak salmış Mazlum’a
ilgisini çekecek bir şeyler gösterecekti. Şahin sessizce Mazlum’a yanaştı, Mazlum’a
göstereceği şeyin yürek paralayıcı olacağını biliyordu, hüzünlü bir çocuğun edasındaydı.
Göstermek istemediği halde, göstermek zorunda hissediyordu olanları.
‘Duymak istemediğimiz, duymaya yüreğimizin dayanamayacağı şeyleri bile belleğimize
kazımak zorundayız. Geçmişini genlerinde taşımayan, belleği boş, her şeyi kolay ve çabuk
unutan insan toplulukları, her türlü laneti üzerlerine çekmeye müstahaktır. Böylelerinin
duygulu insanlar olduğundan bile şüphe etmek gerekir. Kolay unutanlar, uğrunda
ölecekleri şeylere sahip olamazlar, sevgileri de sahte olur. Diktikleri umut fidanlarının
hiçbiri yeşermez, yeşerip büyüse bile meyvesi olmaz. Ben Halepçe’nin, akıllı modern
insanın gazabına uğramış sokaklarında dolaştım, kahrından çatlamaya başlayan o
duvarların kenarında kendi kardeşleriyle birlikte sahipsiz, yapayalnız, bir daha
uyanmamak üzere yatan o minnacık cansız bedenleri kendi ellerimle kaldırdım. Defalarca
kucaklayıp canımdan bir parça vermek istedim onlara. Göz bebeklerimden bana bakan
bembeyaz kesilmiş yanaklarının üstüne düşen her damlacıkla, bir hayatın yeniden geri
gelmesini istedim. Hala da giden hayatlara ne verebilirim diye düşünüp duruyorum. Giden
bütün hayatların bize anlatmak istediği neydi? Gözlerinin son şafağı sönmeden önce ne
istiyorlardı bizden’ diye söylenip duruyordu kendi kendine. Yüreğinde açılan yaralar hala
kapanmamıştı. O günleri hatırladıkça yarası tekrar açılıp kanamaya başlıyordu. Dolan göz
bebeklerini fark ettirmeden kalın parmaklarıyla hafifçe sildi.
Mazlum’un gözleri, ısıtan gözlerinin üstüne gelmeden, dudaklarını usulca
kıpırdatmaya başladı. Parmaklarıyla göstererek, ‘Mazlum heval gel birlikte bu harabelerin
içine dalalım biraz. Merakını uyandıran bazı şeyleri göreceğinden eminim. Belki de
göstereceklerim senin de bildiklerindir. Ama olsun bir de ben göstermek istiyorum.’ dedi.
Mazlum’un heyecanı yüzünden okunuyordu. Kolunu tutan arkadaşının peşinden
gitmekten kendini alıkoyamadı. Hasan yemek yedikleri yerden uzaklaşmadan yarı bulutlu,
yarı güneşli havada hafif gölgelik yapan bir taşın kenarına kendini boylu boyunca
uzatıverdi.
Şahin önde, Mazlum arkada yanıp düşmüş ağaçların arasından geçerek üst üste
durmayı zor başaran bir duvarın önüne geldiler. Duvarın kuzeye düşen tarafı içe doğru
tümden yıkılmıştı. Usta ellerle işlenmiş taşlar üst üste yığılıp kalmıştı. Antik bir kentin son
kalıntıları arasında bir gezintiye çıkmış gibiydiler. İlgi dolu, meraklı gözlerle bakıyorlardı
ağaçları parçalanıp düşen damlara. Toz, toprak ve ağır taşlar arasında sıkışıp kalmış
sütunların daha ilk düşüşlerinden kesilmeyen acıklı iniltiler yankılanıyordu kulaklarında.
Zamanın yıkıcılığına inat, düşmemeye yeminli, kızıla çalan beyaz duvarın önüne
geldiklerinde, Şahin Mazlum’un koluna hafifçe dokunup göstermek istediklerini anlatmaya
başladı.
‘Sana, Halepçe’nin küçük kardeşinden kalan izleri göstermek istedim.’ dedi. Sesinin
titrekliğine yansıyan duygularını gizleme ihtiyacı duymuyordu. Kendisi Güney’den gelen
bir Kürt’tü, Soran bölgesindendi. Halepçe’nin dehşetinden kalan canlı görüntüler
hafızasından halen silinmemişti ve hiçbir zaman da silinmeyecekti. Silindiği andan itibaren
yaşamının bir anlamı da kalmayacaktı. Halepçe ve onun diğer kardeşlerinden benzer sesler
gelmeye devam ettikçe, onun bundan farklı bir yaşamı da olmayacaktı. Kulaklarında
çınlayan yakarışların önüne koyduğu zorunlu yaşam buydu. Bu herkes için de geçerliydi,
ama ne yazık ki, herkes aynı zorunluluğu duymuyordu. O da yalnızca kendisiyle aynı
zorunluluğun farkında olan arkadaşlarıyla paylaşabilirdi bunu. Aynı zorunluluğun farkında
olan arkadaşlarının dışında kendisini, kimsenin anlayabileceğine de inanmıyordu. O
nedenle Halepçe’nin küçük kardeşi hakkında bildiği bütün ayrıntıları anlatmak istiyordu
arkadaşına.
Mazlum’un bütün bunları bilmesi mümkün değildi, bilse bile kendisi kadar ayrıntılı
bilmiyordu. Çünkü kendisine bu köyde yaşanan her şeyi yakından bilen candan arkadaşı
Feqe anlatmıştı. O da bunları, zamanın karanlık odasında unutulmaya bırakmadan
arkadaşına aktarmak istiyordu. Bu onun zorunlu bir göreviydi. Böylece geçmişten gelen
hafızanın zincirine eklenen halkalar sürüp gitmiş olacaktı. Hafıza duvarının üstüne
eklediği her yeni taş, geleceğinin mirası oluyordu. Onun için geçmişin hafızasından örülü
sağlam duvarın taşları eksilmemeliydi. Hafıza duvarından düşüp kaybolan her taş,
toplumun gerçek tehlikesiydi. Bu duvar yıkılmaya başladığı an, toplumun kendisi de
yıkılıp, kaybolmakla yüz yüze gelirdi. Toplum bu duvara tutunmadan yürüyemezdi.
Toplumun tutunarak yürüdüğü bu duvara harç olmak, o topluma ait her bireyin göreviydi.
Yapılacak şey belliydi, üst üste örülmüş sağlam duvarın üstüne yeni bir taş eklemek, ya da
kaymak üzere olan bir taşı önlemek ve ona gereken harcı taşımaktı.
Şahin, yaptığının bu olduğuna inanıyordu. ‘Yaptığım her şey değil, ama küçük de olsa
bir şeydir.’ diyordu. Sahip olduğu bu dürtüyle, bildiği ne varsa arkadaşına anlatmak
istiyordu. Arkadaşı da, can kulağıyla dinlemeye başlamıştı. Şahin’in ne söyleyeceğini
önceden tahmin edebilmişti ve anlatacaklarını aşağı yukarı biliyordu. Fakat daha ayrıntılı
olanına ulaşmak, onun için de önemliydi.
Kızıla çalan beyaz duvarın önünde kısa bir süre sessizce beklemişlerdi. Söylediği ilk
sözlerden sonra dili tutulmuşa dönmüştü. Ama yine de döndürmeye çalışıyordu dilini.
Ağzından çıkardığı ilk sözleri geriden takip eden diğer sözler gelmeyince heyecandan
yutkunmaya başlamıştı. Mazlum, arkadaşının hızlı hızlı yutkunuşlarını, boğazındaki
düğümün hızlı kalkıp inmesinden anlamıştı. Sebeplerini bildiğinden, sabrın suskun taşını
dövüyordu. Arkadaşının dudakları arasından uçup gelen sözleri, kulaklarına aldığı gibi,
ondan başlayan sessizliği de dinliyordu. Bakışlarını bir süre kızıla çalan beyaz duvara asılı
bırakan Şahin kendine gelince, Mazlum’a sordu:
‘Bu izleri hatırlıyor musun?’
Mazlum, tetikte hazır bekleyen kulaklarının parmakçığına hafifçe basarak, ‘Bu izlerin
yabancısı sayılmam.’ dedi. Şahin, ‘Gel biraz daha ilerleyelim, canlı görüntülerin anlatıldığı
yere’ dedi. Yükselen otların arasında kaybolmakla yüz yüze gelen, taş ve topraktan yapılmış
evlerin yıkıntılarına basmadan ilerliyorlardı. Yakılıp yıkılan, damları çöküp dağılan evlerin
arasından geçerken, yüreklerinin ortasına keskin bıçaklar iniyordu. Bu yıkıntıların tarihi,
hala onların üstünde alıp veriyordu nefesini. Alıp verdikleri nefesle, bu tarihin nefesi de
gidip geliyordu. O tarih onların içinde, onlar da o tarihin içindeydiler. Birbirlerinden
kopup aralarına başka tarihler girmemişti. O tarih onları bir yere, onlar da o tarihi bir yere
götürüyorlardı. Köyün kuzeyine düşen tarafına gelip öne bakan beden kısmı dışında
tümden yıkılmış bir evin karşısında durdular. Şahin, Mazlum’un etraftan koparamadığı
gözlerinin üstüne çevirdi gözlerini.
Gülümsemeye çalıştı, ama başaramadı. O an için bunu başarması da, mümkün değildi.
Durdukları evin önünde geniş bir meydan vardı. Köy düğünlerinin büyük bir kısmı burada
yapılırdı, bir nevi düğün meydanıydı. Kentlerin kapalı düğün salonlarına benzeyen sıkıcı
yanları yoktu. Bu meydanın düğünleri için özel davetiyelere, caf caflı sözlerin yazılıp
resimlerin işlendiği nakışlı kartlara da gerek yoktu. Kendini mesleğine adamış esmer tenli
zurnacı, çağrının aşkından zurnanın ucunu dudaklarının arasına alıp yanaklarını
şişirdiğinde, davulun gümbürdeyen sesi, köyün karşısına düşen kayalarda yankılanmaya
başlardı. Bu çağrıya hiç kimse dayanmazdı. Göz açıp kapayıncaya kadar düğün meydanı
muhteşem bir karnaval alanına dönerdi.
Genç, yaşlı, çocuk, kadın, erkek, yediden yetmişe herkes kendi geleneksel renkleriyle
bezenip düğün meydanında buluşurdu. Şahlanan davul zurna önünde uzayıp giden bir
kordon biçiminde, el ele tutuşan genç kızlar ve erkeklerin ayakları altında meydan
sarsılmaya başlardı. Giydikleri rengarenk elbiseleriyle gençliklerinin üzerindeki güzelliği
fark ettirmeye çalışan genç kızlar, baharın esen ılık rüzgarıyla gidip gelen gül yaprakları
gibi heyecanla sallanırken, bıyıkları yeni terlemiş, fidan boylu, yakışıklı genç erkekler,
damarlarında akan tatlı kanın ateşiyle coşkuya gelip sağlam bacakların kuvvet verdiği
ayaklarla meydanın toprağını kaygısızca dövüyorlardı. Örf ve adetlerin haram kıldığı
utangaç bakışmalara bile, kenardan özgürlüğün küçük kapısı açılırdı. Ana ve babalar, kendi
elleriyle besleyip büyüttükleri, bu hiçbir şeye değişilmez varlıklarının sevinciyle göklere
uçarlardı. Bugün de çocuklar, büyüklerinin onlara aldığı hediyelerle dünyalara sahip
oluyorlardı. Meydanda toplanan büyüklerinin arasında, bir sağında, bir solunda
koşuşturup duruyor, yaramazlıklarının tadını çıkarıyorlardı. Düğün şenliği sona erdiğinde,
yine meydan kendilerine kalırdı. Bu geniş meydanda, istedikleri her oyunu gönüllerince
oynayabiliyorlardı. Kimsenin onlara ses çıkardığı da yoktu. Bu meydan, gün boyu onların
yükselen neşeli sesleriyle şenleniyordu.
Ama şimdi bunların hiçbirinden eser yoktu. Meydanın yüzü, sevgili çocuklarını
kaybedeli beri bir daha gülmemişti. Kendi kaderine küsmüş, ama razı olmayan bir acizliğin
içinde kıvranıyor, kendini yiyip bitiriyordu. Karanlık gecelerin yalnızlığında hüzünlü öten
baykuşun sesine kulak kabartmaktan bıkıp usanmıştı artık.
Şahin, arada bir ayakta kalma mecalini daha yitirmeyen duvara, bir de hasret kaldığı
çocuklarını arayan meydana bakıyordu. Kafasından geçenlerin tümünü Mazlum’a
söylemek istiyordu. Fakat o an gerek duymadı. Ayaktaki duvar ile çalı çırpı yığınının
altında kalan meydanın sürüklediği düşüncelerden sıyrıldıktan sonra tekrar ilerlemeye
başladı.
Mazlum da ses çıkarmadan, arkasından onu izliyordu. Çıkaracağı lüzumu olmayan
seslerle büyünün bozulmasını istemiyordu. Bu onun kendisiyle birlikte sürekli taşıdığı iyi
bir meziyetiydi. Bundan vazgeçtiği yoktu. Bu suskun dinleyiciliğiyle görüp duyduğu her
şeyi sakince beyninin hazinesine götürüyordu. Çevresinde olup biten her şeyin manasını
kendine çeken suskun dinleme yatağına çekildiğinde, dolup taşan halinden eser kalmazdı.
Uzun zamanlar bu yatağın sakinliğine gömülür, kimseye fark ettirmeden içindeki manayı
ruhunun derinliğine taşırdı. Açıklanmamış sırların özüne erme mücadelesinde attığı her
adımın hesaplanmış bir ölçüsü vardı. Bu da yanındakinin kendisini dikkate alıp sevgi ile
saymasına neden olurdu.
Şahin, meydanın sol köşesinde, bir adam boyunda yükseltilmiş, bütün zamanlara
dayanıklı kalın duvarın önüne gelip duvarın üstüne rahat çıkabilecekleri uygun bir yer
aradı. Kısa süren bir göz gezdirmeden sonra, birkaç adım ötedeki duvara yanaşarak duvar
çıkıntılarını destek yapıp yukarı çıktı. Çıktığı duvarın üstünde hafifçe eğilip duvarın
dibindeki arkadaşının elinden tuttu. Mazlum’un tırmanırken yardıma ihtiyaç duymayan
ısrarına aldırmadı. Arkadaşının elinden tuttuğu gibi bir çekişte yukarı fırlattı. Mazlum
arkadaşının bileklerinde saklı duran gücün güven dolu havasına hayran kaldı. Doğrulup
sağlam pozisyona geldiğinde Şahin’in yüzüne ilgiyle bakarak, ‘Söylemek istediğini, söyle
artık’ der gibi bir ifadeye kavuşturdu yüzünü. Şahin, arkadaşının yüzünden bu ifadeyi
kolaylıkla okudu. Ve elini nazikçe sırtına dayayarak tane tane, fısıldar gibi anlatmaya
başladı.
‘Senin gibi ilk defa, Feqe ile çıkmıştık bu duvarın üstüne’ dedi. Henüz tam gerilmemiş
ses tellerinin titrekliğine hakim olamıyordu. Gelen heyecan dalgalarından bastığı notaların
üstünde pek tutunmadan, erkenden kaymaya başlıyordu ses tonları. ‘Senin gibi bu alana
ben de yeni gelmiştim. Alanın özelliklerini ince ayrıntılarına kadar kendisinden
öğrenirdim. Geçmişte alanda olup biten her şey hakkında beni inanılmaz bir istekle
bilgilendirirdi. Onunla aramızda özel bağlar oluşmuştu sanki. Birbirimizden çok uzaklarda
doğup büyümemize rağmen, yaşadıklarımız ve gördüklerimizin birbirinden çok farklı
yanları yoktu. Yaşadıklarımız, gördüklerimiz üç aşağı beş yukarı hemen hemen aynıydı.
Ortak yaşadıklarımız hem Güney’in, hem de Kuzey’in arasındaki farkı ortadan kaldırmıştı.
Ben büyük Halepçe’nin canlı tanığıysam, o da küçük kardeşinin tanığıydı işte. Bu alana
geldikten sonra gerillacılık yaşamımız hep birlikte geçti. Birbirimizden uzun zamanlar hiç
kopmadık. Kısa süren görevlerin dışında hep beraberdik. Namluların ucunda dehşet dolu
ölüm anlarını birlikte yaşadık. Ölümümüzün sessizliğine yatan sayısız hain pusuları aynı
anda atlattık. Zaferli anlarımızın görülmemiş coşkularını birlikte yaşadık.’ dedi.
Duygu seline kapılıp gidiyordu Şahin. Mazlum hemen mani olmaya çalışarak sormak
istediği soruyu sormadan duramadı. ‘Heval Şahin, bahsettiğin Feqe arkadaş hangi alanda,
nerede şu an?’ diye sorunca, Şahin başını öne eğdi. Şu an Feqe’nin bulunduğu yeri
anlatmak istemediği her halinden belliydi. Orayı anlatmaya dili varmıyordu, ama
arkadaşının sorduğu soruyu da karşılıksız bırakamazdı.
‘Büyük geri çekilme döneminde, Güney’e geçmeden önce bir gece yürüyüşünde
birlikteydik. O benim önümde, ben onun arkasında yürüyordum. O gece aç karnına
yürüdüğümüz sekiz saatlik bir gece yürüyüşünün sonuna yaklaşıyorduk. Yorgunluktan
bitkin düşmüştük, dizlerimizdeki son derman kırıntıları da tükenmeye başlıyordu artık.
İnsanın gündüz haliyle altına bakmaya cesaret edemeyeceği yüksek bir uçurumun
üstünden geçiyorduk. Benden iki üç adım önde yürüyen Feqe, gözlerimin önünde aniden
uçurumdan yuvarlanmaya başladı. Yuvarlanırken yükselen tiz sesi, kulaklarımın perdesini
yırtmaya başlamıştı adeta. Kulaklarımda yankılanan bu sesin dışında, hiçbir şeyi duymaz
olmuştum. Aniden kulaklarımda çınlanan sesiyle, sesim bir olmuştu. Nasıl bir çığlık
attığımın farkında değildim o an. Daha tümden gözlerimin önünden kaybolmadan, üstüne
atlamak istedim, ama elim yetişemiyordu. Aşağıdan birileri, ayağından tutup hızla kendine
doğru çekiyordu sanki. O aşağıya doğru sürüklendikçe, benden yükselen çığlıkların
kontrolü de kaybolmaya başlıyordu. Serinkanlılığımı yitirmemek için, kendimle
boğuştukça boğuşuyordum. Anlayamadığım bir şeyler boğazımı öldüresiye sıkmaya
başlıyordu. Bir anda etrafımda toplanan bütün arkadaşların, Feqe’yi bırakıp beni
tuttuklarını gördüm. Bu Feqe’den umudunu kesip beni kurtarmak istedikleri için miydi,
yoksa beni kontrolün kelepçelerine takıp asıl Feqe’yi kurtarmak istedikleri için miydi,
bilemiyordum artık. Her şey çok ani olmuştu, beklenmedik bir duruma karşı nasıl
davranılacağına dair tecrübelerimiz çoktu.’
Şahin o anı, tekrar yaşıyormuş gibi anlatmayı sürdürürken, Mazlum’un gözlerinin
önünde bu anlatımın görüntüleri yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Habur’un deli suyu
gözlerinin önünde belirince, yuvasında rahat duramayan kalbi göğüs kafesini bir tokmak
gibi şiddetle dövmeye başlamıştı. Habur suyu, baharın aşkına gelmişti, bahar aşkının
kudurganlığı başına vurunca, sakinliğini hepten yitirmişti. Sarhoş tayların sakinliğe gelmez
hızında akıyordu. Coşkun akışın aldırmaz havasıyla, ürküten ıslıklar çalıyordu. Kendine
yanaşmak isteyene hışımla deli dalgalar gönderiyordu. Gururu incinir diye kendisinin
üstünden kimsenin geçmesine razı gelmiyordu. Kendisine sevdalı, eş ve dost olanı bile
tanımaya gelmiyordu.
Dar günün gerçek yoldaşı Nemrut, ‘Ülkemin kalbine, kendi damarlarımdan kan
vermeye gidiyorum.’ demişti. Karşı duran bütün ret yanıtlarına aldırmaz olmuş,
ısrarından, inadından vazgeçmeye gelmemişti. Sonunda ülkesinin kalbinden gelen can
damara ulaştığında gözlerine bile inanamaz olmuştu. O an neşesinden kadehler doldurup
cömertçe arkadaşlarına ikram etmişti. ‘Ülkemin kalbi Botan’ın şah damarına
dokunuyorum işte’ deyip avucuna aldığı hırçın suyun damlalarını, sevinçle sağa sola
sıçratmıştı. Yıllarca görmeye hasret kaldığı Habur’un, kendisini tanımazlıktan geleceğini
beklemiyordu. Ona karşı saf inancın suyuyla doluydu. ‘Bir bakışıp konuşsak hemen
anlaşabiliriz.’ diyordu. Yeri olsa içine kaygısızca atlayıp bir o yana, bir bu yana gidip
gelmek istiyordu. Ateşler içinde yanarken, serin kucağını kulaçlamanın doyumsuzluğunda
eriyip eriyip yeniden kendine gelmek istiyordu. Sonsuz zamanların sevdasına kapılmış, ‘Bir
kez bile olsa kem bakan gözleri çıkarıp atmak gerekir. Işığını kaybetmiş, kara bakan,
renkten yoksun şaş gözler hiç varolmasın.’ diyordu. Şaş bakan gözlerin varlığından şüphe
mi vardı yoksa?
Nemrut, gülen gözlerle Habur’a bakmanın tadındayken, ‘Benim sana şaş bakan
gözlerim hiçbir zaman olmadı Habur. Habur’un üstünden ayaklarının önüne gelen
köprüye, sırat bile olsa, hiç kaygım olmaz.’ diyordu. Kendisini karşıya taşımak için,
ayaklarının altına serilen köprüyü adımlarken, aynı geçen diğer arkadaşlarıyla olduğu gibi,
köprünün kendisiyle de şakalaştığını sanmıştı. Adımını attıkça bir beşik gibi sallanıp
duruyordu. İp inceliğindeki salıncak köprüyü yarıladığında, bunun bir şaka olmadığını
anlamıştı artık. Ona arkasını dönen köprü, ‘Seni buraya kadar taşıdığım yeter’ diyordu.
Sırat’ın yol vermezliğine özenip örgülerini onun ince tellerine bağlamıştı. Sırtına keskin
bıçaklar takıp basan yiğidin ayaklarını havaya itiyordu. Nemrut, Habur’un sevdalı eş ve
dost niyetinden uzak, kem bakan gözlerine bakmak istemedi. Ruhunu kötü cinlere
kaptırmıştı Habur, kendinde değildi, içine karışan kötü ruhlar, üstünde durmadan sallanan
iri gövdeye kollarını uzatıp, kendine doğru çekiyordu. Nemrut, Habur’un gazaba gelen
yüzüne baktıkça, donmaya başlıyordu. Üstünü kaplayan çözülmez don kalıplarının altında
girdiği öfke krizinden çıkamadan ince ince titremeye başladı. Güvenin arkasına kurulan
tuzağa katlanamaz olmuştu. Boynuna dolanıp suyun kucağına çeken görünmez kollar,
direnme takatini yiyip bitirmeye çalışıyordu. Kararan gözlerinin kirpiklerini üst üste
indirmemek için var gücüyle direndi. Yukarıdan bir halat, onu yukarıya çekip suyun içine
atmakla uğraşıyordu.
Sonunda denge kayboldu, ayağını bastığı yer ters dönüp, gövdesini deli akan suyun
içine attı. Bir minare gibi bükülmeden devrilip suyun kucağına düşerken, son sözünü
unutmadı: ‘Küçük kalbimi, ülkemin büyük kalbine gömün.’ dedi.
Kendini kaybetmiş deli su, düşen yiğidin kulaç atmasına fırsat vermiyordu, onu yutup
gözlerden kaybetmek istiyordu. Nemrut’un asma köprüden suya yuvarlanışını gören
arkadaşları, eli kolu bağlı, çaresiz izlemekten başka hiçbir şey yapamıyorlardı. Kurtarmaya
kalkışsalar, üstüne yeni canlar vereceklerdi. Bir şey yapamamanın dayanılmaz acısı içinde
bağrışıp duruyorlardı. Umutla davranıp bir şeyler yapmanın çabası da sonuçsuz kalmıştı.
Kim azdırmıştı Habur’u, kendiliğinden mi böyleydi, anlamak bile istemiyorlardı. Habur,
onlara beklemedikleri kötü bir oyun oynamıştı. Daha ilk selamın heyecanındayken,
bellerini bükmeye çalışmıştı. Buna katlanmaya gelebilirler miydi? Bir daha Habur’u
affetmek gelir miydi içlerinden? Kendilerinden gelen affedilmezliğin hesabını da
yapıyorlardı elbette. Habur’u yargıladıkları kadar, kendilerini de yargılamayı ihmal
etmediler.
Bu, her şeyin ilki olmadığı gibi, her şeyin sonu da değildi. Umuda yolculuğun
adımlarını, daha da güçlendireceklerdi. Yere sağlam ve sarsılmaz basmanın hesabından
kalan yetmez yanları, bir kez daha gözden geçirmeyi unutmayacaklardı. Nemrut’un
beyinlerde çaktığı kıvılcımın sönmesine asla izin vermeyeceklerdi. Özgür kalbini, ülkenin
büyük kalbine gömüp umudunu sonsuza dek yeşertmeyi bileceklerdi. Verdikleri, vicdan ve
namus sözüydü bu.
Burun deliklerinin normalin dışında hızlı hızlı açılıp kapandığını gören Şahin,
anlatımını yavaşlattı. Mazlum’un yeniden konuya dönmesini bekliyordu. Çünkü
anlattıkları, Mazlum içindi. Bir iki saniye Mazlum’un konudan ayrıldığını görünce,
yavaşlatmak durumunda kalmıştı, yoksa söyledikleri hava boşluğunda kaybolup gidecekti.
Mazlum, Şahin’in anlatımını yavaşlatıp gözlerini tümden onun üzerine kaydırdığını
görünce, bunun niçin olduğunu fark etmişti. Fark ettikten sonra, hemen konuya
dönmüştü. Mahcubiyetini gizlemeye çalışmadan, Şahin’i tekrar can kulağıyla dinlemeye
başladı. Şahin, Mazlum’un yeniden söylediklerine odaklandığını anlayınca tekrar kaldığı
yerden devam etti:
‘Tecrübeli arkadaşlar, önce beni sakinleştirdiler. O an sakinleştirilmezsem, kendimi
Feqe’nin üstüne atıp kendimle birlikte Feqe’yi de uçurumdan aşağı götürecektim. Böylece
varsa, Feqe’nin kurtarılma ihtimalini de ortadan kaldırmış olacaktım. Sakinleştirildiğimde
Feqe’nin tam uçurumun kenarında kevot ağacına tutunduğunu gördüm. Uçurumun bitişik
çizgisinde, sert kayanın çatlaklarını dolduran toprağın içine kök salan Kevot ağacına her iki
eliyle sıkıca sarılmıştı. Aşağıya sarkan ayaklarından birini, kayanın küçük bir çıkıntısına
dayandırmış, birini de uçurumun boşluğunda asılı bırakmıştı. Aynı şey bir adım ilerde, ya
da geride yaşansa, Feqe hiçbir engele takılmadan uçurumun dibinde bulacaktı kendini.
Verilmiş sadaka mı diyelim, tam ağacın üstüne yuvarlanmıştı işte. O mu ağaca kolunu,
ağaç mı ona dalını uzatmış, o bilinmez artık. Nihayetinde dala tutunması, herkesin ortak
sevincine dönüşmüştü. Koluna takılı silahını bırakmamış, çantası da sırtında duruyordu.
Sekiz saatlik gece yürüyüşünün bıraktığı ağır yorgunluk olmasa, kendini yukarı çekip tek
başına oradan çıkarabilecekti belki. Bir iki defa denemeye de kalkıştı. Bunun tehlikeli
olduğunu gören arkadaşlar, onu uyarıp bundan vazgeçirdiler. O da arkadaşların
söylediklerinden başka bir çare bulamadı.
Sonunda şutikle bağlanan bir arkadaş, yavaşça Feqe’ye doğru bırakıldı. Feqe’ye ulaşan
arkadaş, önce Feqe’nin silahını kolundan çekip aldı. Kevot ağacının yukarıya doğru uzanan
dalına taktı, çantasını da dikkatlice sırtından söküp, yavaşça yukarı aldı. Bir ayağını ağacın
gökyüzüne doğru uzanan gövdesine, birini de yerden soluna doğru uzanan orta kalınlıktaki
dalın gövdesine dayadı. Hafifçe Feqe’nin üzerine eğilerek her iki eliyle kuvvetlice kollarına
sarıldı. Feqe de, kendisine uzanan yoldaşlığın güçlü kollarına güvenle sarılarak yukarı
tırmanmaya çalıştı. Yukarı çeken güçlü kollar, onu yukarı çektikçe, o da gelmezlik etmedi.
Vücudunun yarısı ağaç dallarının arasına çekilince, yüksekliğin korku şeytanlarıyla
boğuşan ruhu üstün gelmeye başladı. Ağaç dalına tutunup tümden doğrulduğunda, ağacın
incecik, pul pul dala tutunmuş yeşil yaprakları bile sıraya dizilip sevinçten yüzünü
okşamaya başladı. Feqe, kayanın üstünde bir şerit gibi uzayıp giden takip ettiğimiz
patikaya çıktığında, herkes derinden rahat bir nefes almıştı.
Arkadaşlar etrafında toplanıp aramıza yeniden dönüşünü kutluyordu. Feqe, bir gerilla
değildi, ama bazen bir gerillanın yapamadığını, bir gerilladan daha fazla yapan biriydi.
Hem gece, hem de gündüz bir gerilladan daha aktif çalışabilecek avantajlara sahipti. Bir
milis evini, ailesini bırakmadan da, istediğinde 24 saatini dahi halkının davasına
adayabilir. ‘Bunun önünde duracak bir engelin varlığını bilmiyorum.’ diyordu.
Okumuşluğu yarım yamalak, ilkokul dönemini geçmiş değildi, okumuşluğa pek eğilim
gösterdiği de yoktu. Şehrin bol kazançlarına kendini alıştırmamıştı. Çobanlığı, hileliğin
bulaşmadığı dünyanın en doğal, kutsal mesleği biliyordu. Kimseye bir zararı dokunmadan
güttüğü o canlı varlıkları doyurup beslemenin dışında, uzun zamanlara dayanan hesapları
olmazdı. Kendisiyle birlikte akan zamanın hızını, onu geçmesin diye kendi eliyle kesmiş
gibiydi. Onun dışında, gerçekleşen zamanın hızlı akışına pek aldırış etmezdi. Onun
dünyasında büyük buz dağları, hızla eriyip ılık su göllerine, akan nehirler biriktiği yerde
donup buz dağlarına dönüşmezdi. Sabrını, her gün üstünde oturup kavalını çaldığı
taşlardan almıştı. Kültürünün hüzünlü sesi kavalını dudaklarının arasına alıp üflediğinde,
köyünün saf, duygulu, güzel kızları gelip karşısında oturur, aşklarına çalan yanık namelere
dalıp giderlerdi. Duygulu bakışlar altında, iyi bir şey yapmanın mutluluğuna erişince, doğal
ruh dinginliğine ulaşır, aklını kötü şeylerle meşgul etmeye gelmezdi. Başkası hakkında
kötü bir söz söylemeyi, büyük bir günah sayardı. Bu türden kötü huyları affedilmez bulur,
tanrı gazabının kendilerini tez elden bulmasını dilerdi.
Üstünde yaşadığı toprağın bereketine inanır, dağlarının heybetine güvenirdi. Güven
duyduğu yüce dağlardan özgürlüğün çocukları köylerine inince, ‘Ayaklarının altına
ruhumu sermek istedim’ diyordu. Kısa sürede, her şeyini gerillayla paylaşmaya karar
vermişti. O günden bugüne, gerillanın yapabileceği her şeyi yapmaktan geri durmamıştı.
Sadece gecesini değil, gündüzünü de katmıştı inancının yoluna. Türk ordusunun köy yakıp
yıkma operasyonlarının ucu köylerine ulaştığı gün, kendisi de köyün içindeydi. Köyün
içinde Türk ordusu tarafından aranan isimlerin başında geliyordu. Askerler köyün içine
girince eşi Ayşe, yakalanır diye büyük bir korku içerisinde beklemeden koşup kendisine
haber vermişti. O da, haberi alır almaz birkaç dakika içerisinde kendini köyün dışına atıp
sağlam bir yerde saklanmıştı.
Saklandığı yerden köyü rahatlıkla görebiliyordu, köyde olup-biten her şeye gözleriyle
tanık olabiliyordu. Gözleriyle tanık olduğu o vahşetten sonra, artık evi ve ailesiyle birlikte
yaşamaktan vazgeçti. Gerillaya ayak uydurmada hiçbir sorunu yoktu, geçmişte sahip
olduğu yaşam biçimi, onu doğal bir gerilla haline getiriyordu. Kolundaki silahını, kolundan
indirmeye gelmezdi. Aileden edindiği terbiye ile oturaklı, olgun bir kişiliği vardı. Gerillada
bu yanını daha da geliştirdi, uyumunda kusursuzdu. Sürekli çalışır, yorulmak nedir
bilmezdi, bir iş çıktığında kimseyi beklemez, herkesten önce davranırdı. Saflığı, doğallığı
herkeste hayranlık uyandırırdı, fazla konuşmayı seven biri değildi, çok önemli değilse,
hatasından ötürü kimseyi yargılamaya kalkışmazdı. En kötü hallerinde, sinir krizlerine
tutulup hiddetinden kimsenin kendisine yanaşamayacağı anlarda bile, sahip olduğu sabrın
gücünü ayağa kaldırır, yüzünü miskin bir çocuğun masumiyetine büründürürdü. Yüzünü
buruşturup can sıkan tantanalardan çalmak, onun için utanç vericiydi. Kırgınlığa götüren
davranışları, büyük ayıplardan sayardı. Arkadaşlarının kadrini bilir, değerlerini yüksek
tutardı, onlara karşı güleç yüzünün çizgilerini kaybetmeye götürmez, bakışlarından inen
sevgi bağlarına yenilerini eklerdi. Bunun karşılığı, kendisini tanıyan arkadaşlarında
uyanan derin saygıydı.
Her gerillanın hayalinde parlayan eşsiz Gabar’ı avucunun içi gibi bilirdi. En küçük
ayrıntıları dahi şaşırmayan, sürekli bir öncüydü. Ben Güney’den geldikten sonra,
birbirimizden hiç ayrılmadık. Son ayrılışımız Güney’e gidişiydi. Gitmek gelmiyordu
içinden, ama uzun süre kararlara itiraz etmeyi de uygun görmüyordu, gitmek
durumundaydı. Maxmur’a yerleşip, orada sürdürecekti ülkeye hizmetini. Onun için, uzun
süre ayrı kaldığı ailesi de çağrılmıştı.
Nihayetinde onu Güney’e yolcu etmek üzere birbirimizden ayrıldık. Ayrıldığımızda,
içimi yakan bir şeylerin varlığını kısa sürede hissetmeye başlamıştım. Bir boşluğa düşmüş
gibiydim, onsuz yapamayacağı çok değerli bir varlığını kaybeden bir çocuğa dönmüştüm
adeta. Bunu arkadaşlara fark ettirmemeye çalışmıştım. Ama daha ilk günden itibaren etki
altında kalan ruh halimdeki değişimi fark etmişlerdi.
Kendimi birkaç günde toparlamaya çalıştım, duygularımı kontrol altına almamın
üstünden daha bir hafta geçmemişti ki, hiçbir zaman alışmak istemediğimiz o acı haber
geldi. Haftanin’den Metina’ya geçerken, tank pususuna düşmüşlerdi. Arkadaşların büyük
kısmı sağ kurtulmayı başarmışlardı. Ama onunla birlikte Bahoz ve Çekdar arkadaş da
ölümsüzler kervanına katılmışlardı.’ Şahin bu sözleri söylerken, boğazı düğümlenmeye
başlamıştı.
Mazlum, arkadaşının nasıl içten ve duygusal bir ruha sahip olduğunu biliyordu. O an
utanmasın diye yüzüne bakmamaya çalışıyordu. Kendisi de, ondan pek farklı değildi. Fakat
bunu yansıtmak istemiyordu. Şahin, birkaç nefes alıp verene dek konuşamadı. Kendini
kapıldığı o duygu atmosferinden kurtarmaya çalışıyordu. Kendine gelince Mazlum’a sordu,
‘Sen asker bir adamın, hele hele devrimci bir askerin bu kadar duygusal olmaması
gerektiğini söyleyeceksin değil mi?’
Mazlum, ‘Ben duygusu olmayan bir devrimci askerin yeterli, hatta sağlıklı bir yoldaş
dahi olabileceğini düşünmüyorum. Ama bir şartla, duygunun düşünceyi bağlayan sıkı bir
kelepçeye dönüşmemesi gerekir. Duygu düşüncenin önünü açıp onu kışkırttığı oranda
doğrudur. Düşünce de büyüdüğünde arkasında kalan duyguyu unutmaya terk etmemelidir.
İkisi birbirinden koparılırsa, felakete davetiye çıkarılır. İkisinin bir denge içerisinde
beslenip büyümesi, büyüyüp yürümesi şarttır. İlan edilmiş düşünce krallığı adına,
toplumun hangi haksızlıklar ve acımasızlıklarla yüz yüze bırakıldığına tanık değil miyiz?
İnsanın bilimsellik adına ulaştığı yüksek akıl gücü, tamamen çıkara bulaştırılmıştır. Çıkara
bulaştırıldığı oranda da duygudan uzak düşmeye başlamıştır. Sonuçta çıkara göre
ayarlanmış; soğuk, adeta donmuş insan ilişkilerini meydana getirmiştir ki, bu da toplumu
anlamlı olmaktan çıkarmaya götürmüştür. Hakikaten duygusuz insan düşünülebilir mi?
Kaldı ki, yalnızca düşünen ve yaşayan varlıkların değil, bütün canlı varlıkların, bitkilerin
bile duygulu olduğu söylenir. Cansız maddeler içerisinde dahi varsayılan duygunun,
tartışma konusu yapıldığını unutmamak gerekir. Duygunun tartışmazlığı ortadayken, buna
rağmen insanın, dolayısıyla toplumun duygudan, vicdandan, daha da ötesi olması gereken
ahlaktan yoksun bırakılmak istenmesi, toplumun sonunu getirir. Böyle bir şeyin
başarılması mümkün mü, bunu düşünmek bile istemiyorum. Düşünce yargıladığında
duygunun hak verme şartı, duygu hoş görüp, kabul ettiğinde düşüncenin de sorgulama
şartı her zaman aranmalıdır. Başkan Apo’nun bu dengeyi kurmak için nasıl bir çaba
içerisinde olduğu hiçbir suretle görmezden gelinemez.
Daha iyi bir örnek de var önümüzde’ deyip sürdürdü konuşmasını; ‘İngilizlerin hep
akılla hareket ettikleri, pek duygulu bir millet olmadıkları söylenir. Aynı İngilizlerin,
neredeyse bütün dünyayı kendi çıkarları uğruna nasıl kullanmak istediğini ve büyük bir
kısmını acımasızca kullandığını gözlerimizle görüyoruz. Bir canavar gibi bütün dünya
insanlığını yutmak istemektedirler adeta. Sayısız milleti bölüp parçalamaya, birbirine
kırdırtıp zalimce yok etmeye götürdükleri halde, en ufak bir vicdan sızlamasını
duymamaktadırlar. İnsanların her türlü hakkı elinden alınmış, dili, düşüncesi, geçmişten
gelen rengi inkar edilip hem de çıkarılan kanunlarla yok sayılmış, hakkını arayan,
özgürlüğünden yana insanlar sorgusuz, sualsiz vurulmuş, işkencelere alınmış, açlıktan,
hastalıktan ölüp gitmiş, eğitimsizlikten cahil kalmış, günlerce, hatta yıllarca büyük acılar
içinde kıvranıp ağlamış umurlarında mı? Çıkarları elverdiği sürece bütün bunları planlayıp
uygulamaya sokmakta en ufak bir tereddüt duymazlar. Çıkarları gerektirdiyse, duyguya,
duygusallığa yer kalmamış demektir, hatta duygulu varlığı kopyalama yöntemleriyle
yaratmaya bile kalkışmaktadırlar. Bunun bir anlamı da şudur, ‘İstediğim zaman yaratır,
istediğim zaman da yok ederim. Nazarımda insanların, bir teknikten hiçbir farkı yoktur,
yaratılan bir varlık olduğuna göre, her türlü kullanılmaya da müsaittir. Bunun günahı,
ayıbı da olmaz’ demeye getirmektedirler.
Doğanın başına getirilenler, insan toplumunun başına getirilenlerden de beterdir.
Doğanın nüfuz edilmedik yeri bırakılmamıştır. Doğa, eski doğa değildir. Doğanın doğa
olmaktan çıkarıldığını söylemeyen yoktur. Her gün doğanın kalbinden kaç damarın
söküldüğü bilinmez. Akıllı çıkar, doğayı insan toplumuna karşı bir canavara dönüştürmek
üzeredir. Doğa kendini kaybedip çıldırırsa, insan toplumu diye bir şey kalmaz. Duygudan
yabancılaşmış çıkarın aklı, bunu tarihin hiçbir döneminde görülmeyen, her zamankinden
daha yakın bir tehlike haline getirmiştir. Bugünkü insan toplumu doğa felaketleri
karşısında çaresiz olan ilk insan toplumundan daha fazla tehlike, dolayısıyla tehdit
altındadır. Bir doğa felaketi karşısında çok güçsüz olan o ilkel insan toplumunun bile
tümden yok olmayla yüz yüze geldiği görülmemiştir. Ama doğa karşısında bu kadar
güçlenen ve doğayı hizaya getirip istediği biçime sokabileceğini iddia eden bugünkü akıllı
insan toplumu, bu defa doğanın felaketiyle bir karşılaşmayagelsin, o zaman gör sen o akıllı,
güçlü insanın halini. Ters dönüp, ayakları başının üstüne çıktığında, duygulu düşünme
lüzumu de kalmayacaktır artık.
Neresinden bakarsak bakalım, bugünkü insanlık toplumu büyük tehlikelerle kuşatılmış
durumdadır. Tarihin hiçbir döneminde görülmemiş risklerle karşı karşıya gelmiştir. Bu
denli yakınlaşan risklere karşı ne İngilizlerin duyguyu horlayan aklı, ne de onun türdeşleri
olan Amerika ya da Avrupa herhangi bir tedbir alma ihtiyacını duymamaktadır. Tersine
sahip oldukları bilim-tekniğin muazzam gücüyle daha da kontrolsüz ilerlemenin bencil
hesabını yapmaktadırlar.
Sınırsız gücün sahibi devlet de bunun emrinde dört dörtlük amadedir. Duygusuz devlet
akıllı çıkar, akıllı devlet duygusuz çıkar bozulmaz bir işbirliği içerisinde, doğa ve
toplumdaki yaşam kaynaklarını hepten tüketene dek yüklenmektedir. Doğa ve toplumu
yıkıma götüren bu canavarlığın önünde engel olarak duran her girişim, aynı canavarlığın
hışmına uğramaktadır.
Söz konusu canavarlığı barajlamaya çalışan hareketlerin çoğu, daha ilk soluklarında
nefessiz kalmaktan kurtulamadılar. Eşsiz buluşların sahibi memur bilimcinin ve kör
inancın sahibi tarikatçının da buna çare olmadığını gördük. Bunların sunduğu reçetelerin
hiçbiri derde deva olmamıştır.
Biri gerçeği parça parça edip tanınmaz hale getirirken, biri de karanlığa doğru
sürüklemiştir. Geriye ne kaldı o zaman? Bu canavarlığın zaptı hiç mi mümkün olmayacak?
Bu sorunun cevabından çok uzak olmadığımızı söylersek abartıya kaçmış olur muyuz
acaba? Küçümseyen gözlerle bakılırsa, abartılı gelir, ama özünün derinliğine inilirse,
abartılı olmadığı görülür. Hiç kuşkusuz barajlama hareketleri her zaman varlığını
koruyacaktır. Zaptını gerçekleştirmeye çalışan girişimlerin sonu da gelmeyecektir. Burada
önemli olan eksikli olmaktan kurtulmaktır. Bilimsellik adına her şeyi ruhsuzlaştıran kaba
deterministin yöntem hatasına düşmemek, kör inancın kuyusuna düşen duygunun
bataklığında boğulmamak verilen cevabın can damarlarından birini teşkil eder.
Maddi gerçeklerden hareketle her şeyi birbiriyle bağlantılı, akışkan ve değişimci gören
düşünme biçimi esastır. Bu düşünce sisteminde tek renk değil, ana renklerle birlikte
sonsuz sayıda renk tonları vardır. Birbirlerine zorunlu ihtiyaçları dolayısıyla bağımlılıkları
kadar sınırsız özgürlükleriyle de eşsiz güzeldirler.
Anlamsız geçen tek bir gün dahi yoktur. Bütün tarihi bir anda bulur, bir an bütün
tarihin değerini taşır. Tarihin bugünde, bugünün tarihin başlangıcında saklı olduğunu
söyler. Doğa, tarih ve topluma aydın gözlerle, dinamik ve canlı bakar. Koca bir toplumu
bireyde çözer, bireyi bir ulus kadar değerli görür. Uygarlığın en gaddar gücü devleti,
özgürce büyümesi gereken bireyi küçültmenin sebebi sayar.
Yanıltan devletli yalan düzenini ilk günden itibaren değerlendirir. Acımasız komplo ve
hilelerle uyguladığı büyük haksızlıklardan beslenen versiyonlarını, bununla bağlantılı ve
daha da vahşileşmiş sonuçları sayar. En çok inandığı doğruların arkasındaki yanlışı
mutlaka arar. Geçmişten bugüne, etrafında olup biten her şeyi şüphenin süzgecinden
geçirir. Kutsal bilinip dokunulmaz, yıkılmaz tabuların kalın duvarlarını kuşkunun
balyozuyla parçalar.
Hep güzel dünyalara doğru akan arayışın nehrinde yüzdürür gemisini. Kendini büyük
savaşımlarla yaratan çıkarsız aşkların özgürlüğüne, özgürleşen güzel aşkların büyüklüğüne
güvenir. Kölenin sevgisine metelik vermez. Emek, özgürlük ve aşkın bağlarını sağlam
kurar. Toplumla sağlam bağlar kurmuş, özgür emeğin yaratıcılığından şaşmaz. Yüksek
aklın gözüyle doğaya, derin duygunun gözüyle topluma bakar. Aynı şekilde aklın gücüyle
toplumu, büyüyen, her tarafa açılan duygunun gözüyle de doğayı görür. Düşündükçe
hisseden, hissettikçe düşünen bir bütünlüktür bu. Onu yok etmek üzere yöneltilen
dayanılmaz acıların içinde kendini yeniden yeniden yaratacak kadar büyüyüp güçlenen bu
duygu ve düşünce bütünlüğüne verilecek başka bir örnek var mıdır tarihte?
Umutsuzluk içerisinde tükenişin eşiğine gelmiş insanlar toplumuna umut olmak,
onları uçurumun kenarından çevirip yeniden yaşama bağlamak, zengin yaşamın büyük
coşkusu içerisinde onları ilerletip umut ettikleri güzel özgür dünyalarının kurtuluş
sınırlarına getirmek, hiçbir zaman bırakmadığı ve bırakmayacağı eşsiz bir özelliğidir.
Doğaya dost, sınıfsız, sınırsız bir dünyanın hayalini hep canlı tutar, insanlara vermeyi
en güzel erdem bilir. Bencilliği, tedavisi zor bir hastalık, bireyci çıkarı da bu hastalığı
azdıran zehir sayar. Her şeye insani gözle bakar. Gerçek, dürüst, yakın ve samimi dostluğa
en yüksek değeri biçer. Arkadaşsız bir yaşamın varlığını tanımaz.
Tarihteki peygamberlerin, filozofların, yüce özgürlükçü ideallerin peşinde koşan
önderlerin, gerçeğin yoluna baş koymuş bilim ustalarının, erdemin yüksek katında yürüyen
bilgelerin, her türlü dünya malına göz kapatmış nefsin yılmayan savaşçıları, dervişlerin
arkadaşlığını yapmaktan gurur duyar. Hepsiyle çok yakın, sağlam ve canlı bağlar kurup
divanında toplamayı başarır. Tarihin akıcı diyalogunda onlardan yarım kalan yanlara
dikkatleri çekerken, onların gerçek özlemlerine ne kadar yaklaştığını heyecanla gösterir.
Tanrıçalık katından indirilip kaybedilen yaşamın doğurgan gücü kadını bulup yeniden
yüceltirken, onunla tekrar başlayacak yalandan uzak, baskısız ve korkusuz özgür yaşamın
engelsiz yolunu açar. Sevgisine muhtaç ve her türlü tehlikelerle karşı karşıya olan
insanlarını, büyük bir şefkatle yüreğinin içine alır, onları yüreğinin derinliklerinde
saklayarak, yok edici saldırıların hedefi olmaktan çıkarır. Yüreğinin koruması altında,
onları bütün insanlığa mal olacak büyük çıkışa hazırlar. Onların yolunu beyninden akan
tükenmez enerjinin gücüyle aydınlatır.
Uygarlığın duygusuz akıllı çıkar tanrılarının asıl korkusu da, bu tür işleyen bir beyin ve
yüreğin varlığıdır. Özde eksiksiz ve çok sağlam kurulmuş beyin ve yüreğin bu eşsiz
yapılanmasından korktukları için, üstüne betondan kalın duvarlar ördüler. Önüne demir
parmaklıklar diktiler. Ama ne soğuk betondan kalın duvarlar, ne de demirden
parmaklıklar, birbirini kusursuz bütünleyen bu beyin ve yüreği hapsetmeye yetmedi.
Tersine yürek daha da açılıp genişledi, beyin daha da büyüyüp erişilmez yükseklere ulaştı.’
Bu sözlerinden sonra biraz soluklanmaya çalıştı. Şahin sessize onu dinlemeye devam
ediyordu. Bitirmesini istemiyordu. Arkadaşının dilinden dökülen akıl dolu ve samimi
sözlerine öylesine kendini kaptırmıştı ki, bu yüzden kendisinin anlatmaya çalıştığı şeyi bir
kenarda unutmaya terk etmişti neredeyse. Tanıdığından bu ana dek, Mazlum'un pek
konuşkan biri olmadığını sanmıştı. Böyle düşünmesinin haklı yanları da vardı. Çünkü
Mazlum, çok gerekli görmediği sürece edilen lafların arasına atılmazdı. Neşeli ortamların
sürükleyen ilgi odağıydı, ama ateşli tartışmaların davetsiz konuğu olmayı tercih eden
değildi. Karşısındakini dinlemekten sıkıntı duymazdı. Hep önde tuttuğu bu yanından
vazgeçmeye gelmezdi. Gereğini gördüğünde ise sözünü ihmale bırakmazdı. Şimdi de
gereğine inandığı için anlatıyordu. Mazlum’un bakışları altında bıraktığı yerden devam
etti:
‘Sonsuz dünyalara açılan bu yüreğin, ulaşılmaz yükseklere çıkan bu beynin
yarattıklarından herkes etkilenmiştir. Bizler sadece etkilenmekle kalmadık. Aynı ortak
duygunun sahipleri olan ben de, sen de bundan yaratıldık, benim senin gibi, on binlercesi,
yüz binlercesi, hatta milyonlarcası bu yaratımın dolaysız ürünleri olmaktadır. Hepimiz bu
düşünce ve duygu bütünlüğünden doğduk. Bunun inkara gelir yanı var mıdır? O zaman
bizim bundan çıkaracağımız sonuç çok açıktır değil mi?’ dedi Şahin.
Arkadaşının bağladığı son sözüyle, ne söylemek istediğini gayet iyi anlamıştı. ‘Seninle
aynı fikirdeyim.’ dedi.
‘Farklı düşündüğüm olsa çekinmem. Sorduğum soruyla belki de bunu dile getirmek
istedim. Aynı doğruya geliyoruz, ortak duyuşumuz bizi aynı yere getirir. Yoldaşımızı
içimize almadan, onun üstünde titremeden, onun hayalini beslediği dünyanın kuruluşuna
götüren düşünceyi de yakalayamayız. Hem duygumuz, hem de düşüncemiz birbirini
bütünlemek durumundadır. Biri ayağa kaldırır, diğeri de süratlandırır, ileri götürür. Tek
başına biriyle yürümek sakıncalıdır, hatta tehlikelidir. Fakat her ikisi birlikte yürürse dahi,
bazen biri diğerinin önüne geçebilir. Bunu da çok fazla yadırgamamak lazım.
Her şeyiyle bir paylaşım içerisinde olduğumuz bir yoldaşımızı kaybettiğimizde elbette
duygulanırız. Etkisinde kalışımız bazen uzun zamanları da alabilir. Bunun doğallığı
yadsınmamalıdır. Bana sorarsan, böyle bir durumda hissiz kalan bir devrimciden şüphe
ettiğimi söylerim. Kuşkusuz her şey duygulanımla sınırlı tutulamaz. Duygulanımın ifade
ettikleri ve sonrasında kişiye kazandıracağı manevi, ahlaki ve düşünsel değerler önemlidir.
Sadece kişiye de değil, kişinin içinde yer aldığı hareketin kendisine kazandırır.
Hareketimizin bu seviyeye ulaşmasında bu gerçeğin rolü temeldir. Bu temelin üstünde,
onun manevi gücüyle bugünlere geldik. Görmezden gelmek, inkara kalkışmak affedilemez.
Şehitlik kavramına, hiçbir hareket, hareketimiz kadar eğilmedi. Şehit yoldaşa bağlılığın ilk
aşaması hissedilenlerdir. Bağlılığın gereği de, ardından yapılanlardır. Hissedilmezse,
duygulanım olmazsa, gereği de yapılmaz. Ama gereği yapılmaz ise, o zaman duygulanımın
yaşandığı da söylenmez. Başlangıcımızın bütün örnekleri böyledir. İlkin tepeden tırnağa
sarsılarak hissedildi. Ardından da hepimizin tanık olduğu böylesine büyük şeyler yapıldı.
Eğer, şehit yoldaşımın yaşayan ifadesiysem, o zaman onu hiçbir zaman unutmaya
gelemem, her fırsatta onu anmam ve bütün çalışmalarıma ondan aldığım gücü katmam,
sırtımda borç bıraktığı ağır bir yüktür. Bu da yetmez. Onun özlemlerine giden yolda
cesaretle ve hızlı koşmazsam, üstüme her türlü laneti çekmeye hak kazanmış olurum. Bu
duyguyu sürekli yaşayan biri olmaktan da gurur duyarım. Feqe, sevgimin içinde büyük bir
yer tutardı, onun bedenen gitmesiyle yeri boşalmadı. Aksine kapladığı yerin sınırları daha
da genişledi. Yokluğunda onu daha iyi anlamaya çalıştım. Attığı adımların devamını
getirme zorunluluğundan hiçbir zaman düşmedim. Omzuma bıraktığı yükün altından
kaçmayı, bağlandığım değerlerden kopmak, ahlaki sınırların dışına çıkmak olarak anladım.
Birlikte yaşadıklarımız kolay unutulmaya gelmez. Bu toprağın üstünde yaşamanın tadını
birlikte aldık. Bizi kucağına alan bu dağlar her türlü kötülüklerden korurken, aramıza fark
koymadı. Henüz tamamlanmamış ondan kesilen yaşamın yarım kalmaması lazım. Kesilen
yerde eklenen güçlü bir bağ olmanın sözünden çıkmadan yürüyeceğiz. Kesilen yerde
eklenen güçlü bir bağ olmanın sözünden çıkmadan yürüyeceğiz.
Şu an seninle olduğu gibi, her fırsatta Feqe'yle de bitmesini istemediğim uzun
sohbetlere dalardık. Onun dilinden dökülen doğal sözlerinin hiçbirini kaçırmazdım. İndiği
gibi hafızamda oturan sözlerine geniş bir yer açardım. O da bunu bildiğinden, inen hiçbir
sözünün önünde engel durmazdı. Şu an sana anlatmak istediğim şeyi de, durduğumuz bu
duvarın üstünde kendisi anlatıyordu bana. Köyünde yaşadıklarının benzerine burada da
tanık olmuştu. O gün acil bir görevi yapmak üzere gelmişti bu köye. Köyde kendisine bağlı
çalışan arkadaşlarının önüne de yeni görevler koymayı tasarlamıştı. Türk ordu güçlerinin
püskürttüğü ateşin alevleri, bu köyü de sarmadan bir takım tedbirin hazırlığını yapmıştı.
Ama daha köye ulaşmadan köyden göğe doğru yükselen gri duman bulutuna gözleri
iliştiğinde, geç kaldığının farkına varmıştı. Köye yaklaştıkça göğü yırtan feryatlar kulağında
yankılanmaya başlıyordu. Türk ordusunun askerleri köyden çıktığında arkalarında insan
olanın soyuna reva göremeyeceği bir manzara bırakmışlardı. İnsan soyunun kendilerinden
uzak vicdanını da yakmışlardı.
Güneşin, gökteki gri bulutları kızıla boyadığı sabahın şafak vaktinde askerler, önce
etrafını sardıkları köye üç koldan giriş yapmışlardı. Yabancı bildikleri askere doğru
havlayıp koşan köpekler üstlerine yağan mermilerle bir anda cansız düşmüşlerdi toprağın
üstüne. Sabahın seher vaktinde annelerinin arasına karışıp sevinçle meleyen kuzular,
ağızlarına yeni aldıkları anne sütüne daha duyamadan, vakitsiz kopan gürültünün şokuna
girmişlerdi. Anneleriyle birlikte köyün sokaklarına, sokaklardan köyün dışına doğru
kaçışırken, canlarından fışkıran kanın çamuruna gömülüyorlardı. Baharın heyecanındaki
sığırlar, daha sağılmamış memeleri süt dolu koca inekler, arkalarına yavrularını alıp köyün
dışındaki ormanlıklara doğru delice can havliyle koşarken, birbiri ardına düşmeye
başlıyorlardı. Dört mevsim, sahibinin yükünü kaldıran katırlar, yeşil çimenlikler üstünde
acıyla yuvarlanıyorlardı.
Emir yüksek yerdendi, taa Ankara'dan... Önceden üstünde düşünmüş, tartışmış ve
planlamışlardı. Hiçbir şeye acımayacaklardı. Önlerine koydukları her şeyi kaldırmaktan
çekinmeyeceklerdi. Direnç gösteren her canlı, derhal yok edilecekti. İbretlik alemin
manzarasını en iyisinden kendileri çizecekti. Bu sadece bir köy için değil, içinde namuslu
Kürdün yaşadığı her köy için geçerliydi.
Bahar sabahının şirin uykusundan irkilerek uyanan küçük çocuklar, korku içerisinde
annelerinin eteklerine yapışmışlardı. Kendilerinden çalınan sabahın tatlı uykusuna aldırış
etmiyorlardı. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Uyku diye bir şeyi hatırlamıyorlardı artık.
Keyifli anlarına, sevinçlerine ayak basılmıştı. O sabah hep birlikte köyün geniş meydanına
dalıp doyasıya oynayamayacaklardı. Köyün etrafındaki çimenliklerde birbirini
kovalamayacak, saklambaç oynarken, bir orman kadar yükselmiş ceviz ve dut ağaçlarının
arkasında saklanamayacaklardı. Ilık rüzgarın esintisinden narin narin sallanıp duran
çiçeklerin arasına karışıp koklamayacak, deste deste koparıp anne ve babalarına
getiremeyeceklerdi. Renkli elbiselerini giyip baharın coşkulu bayramını göremeyeceklerdi.
Gruplar halinde ev ev dolaşıp minnacık ellerine geçirdikleri poşetlere renkli şekerler
dolduramayacaklardı. Küçücük, ama tertemiz ve çok güzel hayallerine neden kıymışlardı?
Çocuğun hayaline de kıyar mıydı insan? Bir türlü anlamıyorlardı.
Kapının önünde gümbürdeyen potinlerin sesini duydukları an, bir kez daha
annelerinin yüreğinde saklanmak istemişlerdi. Onları koruyacak bundan daha iyi bir
sığınak bulamıyorlardı. Alnını koyu yeşil kuşakla bağlamış, kısa kollu komando elbiselerine
sarılı bir direk uzunluğunda yüksek ve iri yapılı yüzünü isle kapkara siyaha boyamış o
korkunç asker, dizlerine kadar çıkan altı tırtırlı siyah potiniyle tahta kapıyı bir tekmede
indirdiğinde, Newroz ürpertiden havaya fırlamıştı. Parçalanan kapının karşısına düşen
salonda korku içerisinde olanları bekleyen annesinin yüreği dahi, onu saklamaya
yetmemişti.
Ellerindeki silahların namlularını kendilerine doğrultan askerlerin yüzü, ürküntü
uyandıran yılanın soğukluğundaydı. Ömür boyu hatırlayacağı bu yüzleri sevmeye asla
yanaşmayacaktı.
Askerler yüksek gürültülerle içeri dalınca, babası daha tam giyinmeden, üstündeki
benekli pijamayla salonun sol tarafına düşen odadan çıkıp hemen yanlarına geldi.
Askerlerin her biri bir yerden konuşuyor, her biri ayrı ayrı küfürler savuruyordu.
Yüzlerinde acıma duygusundan eser kalmamıştı. İnsani duyguların tümünden
arınmışlardı. Avının peşine düşüp parçalamaya çalışan yırtıcı bir hayvanın saldırganlığına
bürünmüştü her biri.
Davul kafalı, patlak gözlü, şiş dudaklı asker; ‘Hain Kürtler, Ermeni uşağı teröristler,
hepinizin kökünü kazımalı.’ dediğinde, Newroz'un babası Salih, bu seferki saldırının her
zamankinden çok farklı olduğunu anlamakta gecikmemişti. Derin kaygısından gelen bir
korku içini yavaş yavaş sarmaya başlıyordu. Çocuklarının, eşinin, akrabalarının, bütün
köylülerinin başına gelecekleri düşündükçe, tir tir titremeye başlıyor, alnından soğuk ter
damlacıkları dökülüyordu.
Annesinin kucağında titreyerek bekleyen Newroz'un sapsarı kesilen yüzüne bakınca
donup kalıyor, nefes alıp vermekte güçlük çekiyordu. Patlak gözlü, şiş dudaklı asker yüksek
sesle, ‘Derhal dışarı!’dedi.
Salih titrek bir sesle, ‘Kurban giyinmeme izin verin.’ dediğinde gözünü kan bürüyen
asker, sağ tarafından omzuna hiddetle bir dipçik indirdi.
Babası, boylu boyunca salonun içinde yere serilince Newroz'un, kulak perdelerini
yırtan çığlığı koptu. Babalarının geldiği yan odada yataklarının üstünde birbirine sarılan
Newroz'un küçükleri de hüngür hüngür ağlamaya başlamışlardı.
Anneleri Meryem, ani refleksiyle çocukların ağladığı odaya koşunca, iki asker arkadan
hemen koluna yapışıp kapıdan dışarı çıkardılar. Anne Meryem'in bağırışlarına kimse engel
olamıyordu; kolundan ve saçından tutup döve döve geniş meydana sürükleyen askerler
bile. Bütün yakarışlarına rağmen, anne Meryem bir daha içeri giremedi. Ardından biricik
Newroz'unu da fırlatmışlardı dışarı. Newroz saçı başı dağılmış, toz-toprak içinde
sürüklenip dövülürken, halden düşmüş annesinin yanıbaşında bekliyordu hemen.
Hıçkırıkları, annesinin hıçkırıklarına karışıp geniş meydana yayılıyordu.
Baba Salih, potinlerin altında ezilmeye aldırış etmeden içerde ağlayan üç çocuğunu
almak için yalvarıyordu.
‘Çocukları dışarı çıkarmama müsaade edin, ondan sonra beni istediğiniz kadar dövün,
hatta öldürün. Bana değil, çocuklara acıyın.’ diyordu.
Patlak gözlü asker, ‘Biz acıyalım, siz de teröriste büyütün öyle mi? Ne güzel!’, dişlerini
birbirine sürterek devam ederek ‘Merhametin bu kadarı da fazladan gelir size, ben
kökünüzün altına kibrit suyunu dökmekten bahsediyorum ulan! Daha anlamadın mı? Sen,
inandığın allahına yalvar bakalım, o gelip sizi kurtarır mı?’ deyip karnının üstünde
zıplamaya başladı. Yoruluncaya kadar durmak bilmedi. Patlak gözlüden işaret alan iki
asker, kemiklerine inen darbelerin altında ezilen Salih'i sürükleyip dışarı çıkardılar. Salih
gitmemekte direndikçe, başına, gözüne darbeler inmeye devam ediyordu. Omzunun
üstünde sallanan dipçikler bir inip bir kalkıyordu. Kaburga kemiğine, karın boşluğuna
yediği tekmeler tümden nefesini kesiyordu. Yüzü, gözü kanlar içinde kalmasına rağmen,
arkasına bakmaktan vazgeçmiyordu. Acı diye bir şey duymuyordu. Ruhunu, çocuklarının
yanında bırakmıştı. Bir yandan da belki de evi arayıp çıkarlar diye kendi kendini teskin
etmeye de çalışıyordu.
Hasan, Dilan ve Mizgin'in birbirine sarılı ağlayıp çaresiz beklediği odaya giren askerler,
önce babalarının askıdaki ceketini aldılar ellerine. Ceketin bütün ceplerini yokladılar,
ceplerdeki üç beş kuruşu da ceplerine indirdiler. Biricik annelerinin dolabın üstünde duran
küçük sandığını kırıp içine daldılar. Babalarına nişanlandığı mutlu gününde parmağına
geçirdiği altın yüzüğünü, gelin gelirken boynuna taktığı yuvarlak reşadi altınlarını küçük
sandıktan çıkarıp ceplerine attılar. Bunun dışında aradıkları başka bir ganimet
bulamadılar. Ceplerine sokacakları ganimet kalmayınca, rasgele odanın içini birbirine
katmaya başladılar. Ellerine ne geldiyse alıp yere vurdular, kırdılar, döktüler.
Hala birbirlerine sıkıca sarılı vaziyette ağlayıp duran üç minik, bu vahşi canavarların
yaptıklarına bir şey diyemiyorlardı. Her üç minik, bu vahşilerin yaptıkları karşısında şok
olmuş, küçücük yürekleri burkulmuştu. Koruyucu melek anneleri niye gelip onları
kucağına basmıyor, onları yüreğinde saklamıyordu? Babaları neden gelip onları bu
vahşilerin pençesinden kurtarmıyordu? Anne ve babalarını o kadar çağırdıkları halde
neden bir türlü cevaba gelmiyorlardı? Niçin kendilerini yapayalnız bırakıp, gitmişlerdi?
Kendilerini sevmekten vaz mı geçmişlerdi yoksa? İnsan yavrularından o kadar erken
kopabilir mi? Şu anda kalkıp korkunç bakan bu kötü gözlü askerlerin arasından kaçsalar,
gidip çok özledikleri anne ve babalarının kollarına atılsalar, bu askerler öldürür müydü
onları? Askerler onların ne kadar küçük, tertemiz ve her türlü kötülükten uzak olduğunu
görmüyor muydu? Onların da böyle küçük ve sevdikleri kardeşleri yok muydu? Onlar da
bir zamanlar kendileri gibi küçücük değil miydi? Annelerinin zararsız, sevimli bebekleri
olmadılar mı hiç? Kim onları gaddarlaştırdı böyle? Onların ruhuna kötülük tohumlarını
kim ekti? İçlerinde bu zararsız masum miniklere bakınca, kendini hatırlayan tek biri de
yok mudur? Çocukluklarından çıkalı beri neyle doldurulmuşlardı? Gözlerinin perdelerine
hangi renkler çekilmişti? Nasıl bakıyorlardı? Baktıklarında neyi görüyorlardı?
Şartlanmışlığın kızgın ateşinde dövüldükten sonra dondurulan bu soğuk, ürkütücü
varlıklar nasıl yaratılmıştı? Bunu yaratan, vicdan bağını neye dayandırdı? Bağını
dayandırdığı tanrının hangi kitabını karıştırdı? Karıştırdığı kitabın içinde neler yazılıydı?
Yazılmış olanın içinde hangi kısmını rehber aldı? Odanın içinde soru soruyu kovalıyor,
cevabını beklemeden uçuşup gidiyorlardı.
Pembe yanaklı Mizgin, gözlerini pis küfürler savuran korkunç askerin üstünden
ayıramıyordu. Onun her hareketini donuk gözlerinin takibi altında tutuyordu. Kendilerine
bir kötülük yapmasın diye, daha kanatlanmamış diğer yavru kuşları da titreyen incecik
kollarının altında tutuyordu. Yırtıcı pençe kendilerine doğru uzandığında, üçü birlikte
ürpertiyle gözlerini kıstı. O an ışıldayan gözlerini hiç açmak istemediler: Kanatlanıp başka
bir dünyaya uçmak istediler. Uçmak için tüylenmemiş kanatlarını defalarca çırpıp
durdular, ama bir türlü uçamadılar. Mavi gökyüzünün altında havalanıp özgür uçan
kuşlara ulaşamadılar. Kendilerine doğru uzanan yırtıcı pençe, odanın içinde dağınık duran
yorganı havaya kaldırıp, yüzlerine fırlattı. Her üç minik, yorganın altında büzülüp birbirine
yapıştılar. Hıçkırıkları ağır yorganın altına gömülmüştü, annelerini çağıran nazik, ince
sesleri korkunç adamların küfürlü kabalığında boğuldu.
Kendini kaybetmiş bu adamların ruhu çoktan bozulmuştu. Fıldır fıldır dönen gözleri
kan çanağıydı. Yüzlerindeki perde zehir yaprağıydı. Dilleri küfür torbasının ipliğine
bağlıydı. Kanla doldurdukları soy kırmanın kuyusundan içmişlerdi. Köksüz birer berduş,
zilzurna sarhoştular. Evin içinde birbirine katmadıkları yer bırakmadılar. Ellerine
geçirdikleri her şeyi kırıp unufak ettiler. Pirinç, un, mercimek torbalarını yırtıp sağa sola
döktüler, dağıttılar. Buldukları naylon kapları getirip üst üste biriktirdiler. Duvarları
süsleyen göz nuru el örmesi nakışlı perdeleri çekip yerlere attılar. Kışın soğuk gecelerinde
altındakini sımsıcak tutan yünden yapılmış geniş yorganları kalın döşeklerin üstüne
getirdiler. Tereyağı dolu küplerle birlikte, şehirden binbir güçlükle getirdikleri yağ
tenekelerini patlattılar ve ardından gaz dolu bir bidonu hayırsız ellerine aldılar. Evin bir
ucundan, diğer ucuna akıtarak gezdirdiler. Kapıdan son çıkan, patlak gözlü, şiş dudaklı
olanıydı. Gelip kapının ağzında durdu. Köyün geniş meydanında asker çemberinin içinde
sıraya dizilmiş, kendisine bakan geniş kalabalığa dikti gözlerini. Şiş dudaklarını dört köşe
açıp kişnemeli kişnemeli sırıtmaya başladı. Ayı pençelerini andıran parmaklarını
gömleğinin cebine götürdü. Cebinden uzun Marlboro paketini çıkardı. İçinden bir sigara
çıkarıp şiş dudaklarının arasına aldı ve diğer cebinden de çakmağı aldı. Eline aldığı
çakmağı çakıp ağzındaki sigarının ucunu tutuşturdu. Ağzında topladığı sigara dumanını
üfürüp havaya uçurdu. Ardından eline küçük beyaz bir kağıt aldı. Çakmağı kağıdın altına
tuttu. Çakınca kağıt hemen alevlendi. Alevlendirdiği kağıdı eğilerek yavaşça solunda
döktüğü gazın üstüne bıraktı. Bıraktığı anda kapıdan dışarıya fırladı. Fırlamasıyla salonun
tutuşması bir oldu. Salonun tutuşmasıyla kısa bir anda bütün evi alevler sardı. Çektirilen
bu ızdıraba dayanamayan kalabalık içinden, ağlamayla birlikte bağırışlar da yükselince,
asker çemberi daha da daralttı.
Bu cehennem ateşinin içinde çocuklarının diri diri yakılışını izleyen baba Salih'in
kafası bir anda dönmeye başladı. O güne kadar uyanmamış bütün duyguları ayağa kalktı.
Tepeden tırnağa çatlamanın eşiğine geldi. Hala yerinde duran beynine kan sıçradı ve
sonunda çıldırdı. Gözleri artık ne asker, ne de üstüne doğrulan soğuk namluları hiç
görmedi. Etrafını çemberleyen askerin içinden ayağa kalkıp içeri doğru rüzgar gibi uçmaya
başladı. İçeri doğru koşarken, avazı çıktığı kadar bağırdı. Boğazını yırtan sesi, köyün
karşısına düşen en yüksek kayalarda yankılandı. Sesinden yamaçların suskun duran taşları
yuvarlandı. Kendini yılın bereketine hazırlayan toprak sallandı. Baba Salih başını kaldırıp
bütün buyrukları ayağının altına almıştı. Yüksek yerden çıkartılan gizli yasaları hiçe
saymış, sahiplerinin yüzüne tükürmüştü. Evi saran cehennem ateşine aldırmadan içeri
doğru kapı eşiğini aşacağı an, kendisine doğrulan namlular arkadan namertçe çalışmaya
başladı. Büyük bir gürültü içerisinde yüzlerce ateş parçası sırtının üstüne indi. Herkesin
gözleri önünde Salih'in bedeni sırtından delik deşik edildi. Onu yere indiren, göğsünün
önündeki büyük ateş topu değil, arkadan sırtına inen küçücük ateş çekirdekleriydi. Atmaya
çalıştığı adımın arkasını getiremedi. Kızgın alevler elbiselerinden tutup içine çekti.
Kökünden koparılmış dalsız bir çınar gibi, göğsünün üstüne düştü. Alevler üstüne çıkıp
onu yutmaya başladı. Son bir kez yavru kuşlara doğru elini uzatmak istedi. Uzattığı eli
yarıda kesildi, başaramamıştı. İşte o zaman yandı, yanıp küllere döndü.
Daha açılıp serpilmemiş her üç tomurcuk ateş çemberinin içinde çığlık çığlığa ayağa
kalktılar. Önde Mızgin, ortada Dilan, arkada Hasan kol kola tutup pencereye doğru
koştular. Ama gül dalından ince bacaklar onları götüremedi, götürmeye güç yetiremedi.
Boğduran kara dumandan binlerce el boğazlarına uzandı. Boğazlarını sıkan elleri
göremediler. Bu elleri görmek için gözlerini açamadılar, Kızıl aydınlık gözlerinde kayboldu.
Kara duman, ağızlarından ciğerlerine üflüyordu. Nefesleri boğazlarında kaldı. Harlanan
alev onlara dilini uzatıyordu. Alevin uzanan dili başlarına kondu. Önce Mizgin'in kızıl
saçları tutuştu, ardından renkli giysilerinin üstüne atıldı ateş. Giysilerinin üstünde
kaygısızca oynadı. Giysiler kavrulup nazik bedenine yapıştı. Dilan kolunu Mizgin'in elinden
koparmadı. Hasan Dilan'ın elinden çekilmedi. Ak sütün temizliğinden üç yürek,
ayrılmazlığın sonsuzluğuna uçuyorlardı. Yangınlar ortasında el ele, göz göze, yürek yüreğe
olmanın resmini çizdiler beyaz sayfalara. Sıkışan kızgın alevler, pencereden dışarı
kaçıyordu. Yükselen yalımlar ahşap tavanı yalıyordu. Sütunlar çatırdamaya başlıyordu.
Kendini tutamayan ağaçlar, ardarda kor ateşin ortasına düşüyordu. Kor ateşin ortasında
sallanan duvar kahrından çatlıyordu. Olup biten her şeyin tanığı suskun dam, toprağını
boşaltıp katlanamadığı bu eziyetten kurtulmaya çalışıyordu. Damların üstünde oynaşarak
yükselen duman, köyün üzerinde kara bulutlar oluşturuyordu.
Anne Meryem, kendisinden kopan canların başına gelenleri göremiyordu artık.
Gördüklerine dayanmaya gücü yetmemiş, orta yerde yığılıp kalmıştı. Ölülere dönmüştü. O
dünyadan çıkıp başka dünyalara göçmüştü. Onu kendine getirmek için baş ucunda oturup
uğraşanlara cevap veremez olmuştu.
Aynı zulmün ateşinde malının, evinin yakılışına isyan etmeyen kızıl sakallı yetmişlik
dede Sofi Ahmet, gözlerinin önünde insanoğlunun vicdan kitabına sığmayacak olanlara
katlanamaz olmuştu. Binlerce kez kendini yerin dibine batırıp tekrar yüzeye çıkarmıştı.
Kirlenmiş vicdanlara lanetler okumuştu. Derviş ruhu sayısız kere buz gibi soğuk suların
altına girmiş, yeniden yeniden içine düşen kızgın közlerden bütün tenini yırtmak istemişti.
Unutulmamış tarihin izlerini taşıyan yüzündeki derin çizgiler, tümden çatlamanın eşiğine
gelmişti. Ariflerin temiz suyunda yıkanmış, hiçbir kirli elin uzanamayacağı göğsünden
aşağıya inen uzun kızıl sakalından utanmaya başlamıştı. Bundan böyle hiçbir şeyi sineye
çekemezdi. Göz göre göre yapılan bu haksızlığın kılıcı altında boynunu bükmeyecek,
bilgeliğini hiçbir korkuya esir düşürmeyecekti. Ruhunun sabır taşları yerinden fırlamaya
başlamıştı. İçinde saklı duran ateşli isyanın bayrağını havaya kaldırıp yenilmeyeceğinden
emin babayiğit bir pehlivan gibi meydana atıldı. Geniş meydan, bilgeliğinden akan gür
sesiyle inledi.
‘Uyguladığınız bu zulüm, insanlığın hangi kitabına sığar? Bu gaddarlığın hakkını
nereden, kimlerden aldınız? Diri diri yaktığınız bu masum yavruların hangi kötülüğü
dokundu size? Daha ölmemiş insanlığın vicdanını yakarak nerelere ulaşmaya
çalışıyorsunuz? Sizi buna taşıyan vazgeçilmez amaçlarınız nedir? Hangi insafa, hangi
ahlaka, hangi vicdana sığdırıyorsunuz bu zalimliği? Bizi yakarak, bizi öldürerek, kendinizi
de yakıp öldürdüğünüzün farkında mısınız? Kardeş dediğiniz insanlara, bundan başka reva
gördüğünüz bir şey yok mu? Neden bu haksızlık? Neden bu zalimlik?’ dediğinde, meydanın
altı üstüne geldi. Kalabalığın içine ateş düşmüştü.
Çemberde duran askerler, kalabalığın içine karıştı. Önüne geleni devirdiler. Kadın,
erkek, çocuk, yaşlı hiçbirinin içinde ayırım gözetilmedi. Cesur ihtiyara ulaşmışlardı. Her
yetişen asker, kafasına, koluna, kaburgalarına gelişi güzel darbesini indirmeye başlamıştı.
Sonradan meydanın ortasına getirip bir çuval gibi yere yığdılar. Herkesin gözleri önünde
on-on beş asker etrafını tutup ellerine geçirdikleri kalın sopalarla karnına, sırtına, kol ve
bacaklarına durmadan vurmaya başladılar. Yüzü gözü kanlar içinde tanınmaz hale geldi.
Uzun kızıl sakalları kan çamuruna bulandı. Yeşil gözüyle sürekli kalabalığı tarayan uzun
bacaklı, başıyla işaret ettiğinde askerler geri çekildi. Asırlık çınar cansız bir ceset gibi
meydanın ortasında hareket etmeden yatıyordu.
Üstüne dökülen kandan gözlerini açamıyordu, kırılıp kanlar içinde kalan gür sakalının
altındaki çenesini kıpırdatamıyordu. Yapılan bütün zulümlere inat ayağa kalkmak istese,
bacakları tutmazdı. Ruhundaki teslim alınamazlığın işaretini kaldırmak istese, kolları
yükselmezdi. Hakkın ve adaletin dinmeyen gür sesinden konuşmak istese, dili dönmezdi.
Boğazından yalnızca zor duyulur boğuk bir hırıltı yükseliyordu.
Yapılan zulmün mahkum ortağı esmer tenli adam, orta yerde serilen bilge ihtiyara
bakınca başını önüne eğdi. Yüzündeki kırışıklıklar bir aşağı bir yukarı durmadan gidip
geliyordu. Bilge ihtiyarın yüzüne bir türlü bakamıyordu. Baktığında, baştan aşağı içini bir
titreme sarıyordu. Başını önüne eğerek titreyişini, titrerken renkten düşüşünü gizlemeye
çalışıyordu. Bakmaya çalıştığı bu yüzden korkuyor muydu? Yoksa utancından mı böyle
yapıyordu? Ruhunda, anlam veremediği büyük çalkantılar yaşanıyordu. Bir şeyler, sürekli
ruhunu kemiriyordu. Her an benliğini yok etmeye götürüyordu. Yaşadığı tek anı dahi,
rahat geçmiş değildi. Aradığı huzuru bir türlü bulamıyordu. Her geçen gün, biraz daha
bitmez sıkıntıların bataklığına gömülüyordu. Evinde, gittiği tarlasında, soyunun katilleriyle
birlikte çıktığı insan avında, onu gölge gibi sürekli takip eden bir şeylerin varlığını
hissediyordu. Bu gölgeler, her gece rüyalarına giriyordu. Yediği yemeğin tadını bozuyor,
içtiği suyun içinde zehir oluyordu. Vücudunda, anlaşılmaz yaralar oluşturuyor,
midesinden, bağırsaklarından çıkmayan ağrılara dönüşüyordu. İliklerine düşen sızı
oluyordu. Eşiyle, çocuklarıyla, bütün akranlarıyla duymak istediği sevincin önüne
geçiyordu. Her gün benliğini yutan tereddüt, korku ve kaygının girdabından bir türlü
kurtulamıyordu.
Bilge ihtiyarın dağılmış yüzüne her baktığında, binlerce soru kafasına hücum etmeye
başlıyordu. Yıllarca düşünse bulamayacağı şeyleri, bu nur yüzün üstünden yükselen
kıvılcımlar aklına getiriyordu. Damarlarında akan kanın kirlendiğini düşünmeye
başlıyordu. Namusuna uzanan ellere rehberlik ettiğini daha derinden hissedip fark
ediyordu. Kendi renginden insanları yok eden, soyunu kırmaya çalışan bu katillerin elinde,
beş paralık bir değere sahip olmadığını şimdiye kadar yaşadıklarından çıkarmaya
çalışıyordu. Dilini tam anlamadığı, yabancısı olduğu, kendisiyle her gün alay eden bu
insanların içinde ne arıyordu? Onlara, onlardan daha fazla hizmet ederek neyi elde
ediyordu? Kendi renginden, kendi dilinden sıcak insanların içinde başını
kaldıramamasının bütün sebebi bu değil miydi? Hiçbir tarafa tutunamayan, dikişleri
çürümüş bir yamaydı. Ucuz satılan değersiz bir orospudan farkı yoktu. Derenin bir ucunda
bir ayağı, diğer ucunda bir ayağı, nasıl yaşayabilirdi? Ama bundan kurtulmanın yolu, çaresi
var mıydı? Bundan kurtulmaya çalışsa, kendisinin, ailesinin başına hangi felaketler
gelecekti? Hiçbir felakete uğramadan, bundan kurtulmak mümkün müydü? Soru soruyu
iteklediğinde kafası iyice karışıyor, çaresizliğe düşüp içinden çıkamadığında, gözlerinden
yaşlar akmaya başlıyordu. Başını önüne eğerek gözlerinden dökülen yaşları gizlemeye
çalışıyor, siyah pos bıyıklarının üstüne kadar inen damlaları sildikten sonra geri kalanlarını
da içine akıtıyordu. Dövülüp sövülen, yakılıp öldürülen bu köylülerin öfkeli bakışları
altında, başını kaldırmaya gücü yetmiyordu.
Köylülerin, askerlerden daha fazla, ona öfkeyle bakmasının sebebini şimdi daha iyi
anlıyordu. Çünkü köylüler onu, yedi babasından bu yana iyi tanıyorlardı. Zamanında bu
köylülerin ekmeğini az yememişti. Bir türlü yüzüne bakamadığı yerde yatan bilge ihtiyarın,
uzun kış gecelerinin koyu sohbetlerinde kendisine ettiği nasihatleri, şu an bir bir
hatırlamaya başlıyordu. Büyük meyve bahçesinde ihtiyarın elinden aldığı olgun meyvenin
görüntüleri, tekrar tekrar gözlerinin önüne geliyordu. Gözlerinin önünde beliren olgun
meyveler, bir anda yerini, gözüne doğru uzanan ihtiyarın kalın, uzun parmaklarına
dönüşüyordu. Parmaklar, onun gözünü çıkarmaya geliyordu sanki. Gözlerini açsa mı,
kapalı mı tutsa iyiydi, bilmiyordu. Bir ölüp bir diriliyordu. Kaç defa ölüp, kaç defa
dirildiğini hesap edemiyordu artık.
Ondan beş adım ötede ikide bir, kendisine bakan çukur gözlü, çelimsiz Hurşit, onun bu
halinden memnun değildi. İçinden, gidip arkadaşını dürtmek geliyordu, onu dürtüp
sallasa, kendisine gelir sanıyordu. Yıkılmak üzere olan arkadaşı, neden böyleydi,
anlayamıyordu. Kendilerine verdikleri silahı, birlikte almışlardı. Ellerine silah
aldıklarından bu yana, bir sürü olaya karışmışlardı. Birlikte çok iş yapmışlardı ve
birbirlerini iyi tanıyorlardı. Birbirlerini tanıdıkları günden bugüne arkadaşını böyle
görmemişti. Hurşit bu duyguların içine daldıkça huysuzlanmaya başlıyordu. Arkadaşını
düşününce huysuzlanmaya başladığını fark ettiğinde, ‘Bana ne’ havasından bir el sallayıp
arkadaşından on adım daha uzaklaşmaya başladı. Havaya diktiği karga burnundan
arkadaşını anlamak istemediği anlaşılıyordu. Arkadaşını aklına getiren kafasındaki kedileri
bir bir kovalamaya başlıyordu. Arkadaşından yana atan duygularını kökten sökmeye
çalışıyordu. ‘Sanki onu düşünürsem, bana bir faydası mı dokunur?’ diye kendi kendine
söylenmeye başladı. Uzun bacaklı, yeşil gözlü üst teğmene doğru on adım daha ilerledi. On
beş metre gerisinde hazır vaziyette bekledi. Perişan köylülerin kendi üzerine inen öfkeli
bakışlarına aldırış etmiyordu. Onlardan çekindiği yoktu. Arkasında her şeye kadir kudretli
bir gücün durduğunu düşünüyordu. Arkasında kudretli güç durdukça kılına bile zarar
gelmeyecekti. Canını bu gücün zırhlı kafesinde saklı tutmaya çalışıyordu. Dışarı fırlamak
üzere olan kemiklerini, onların elbiseleriyle örtüyor, altındaki ayıplarını bu paçavraların
içine gömüyordu. İçine kurt girmiş doymaz karnını, onların ekmeğiyle dolduruyordu, daha
ne isteyebilirdi? Kimden çekinebilirdi? Bundan daha büyük bir mutluluk olabilir miydi? Bu
mutlulukla, uzun bacaklının gözüne girmeye çalışıyordu. Arkasında, önünde pervane gibi
dönüp dolaşıyor, bir dediğini iki etmiyor, kendisine her söyleneni aniden yerine
getiriyordu. Ellerine verdikleri çakmakla bazı evleri tutuşturduğunda sevincinden havaya
uçmuştu. Damların üstünden göğe doğru alevler yükseldiğinde mazhar olduğu görevi
başarmanın rahatlığına erişmişti. Yaptıkları, koca devletin takdirini görecekti. Büyük
devletin takdiri, çoluk çocuğunu kurtaracak, ömür boyu hiçbir yaşam derdine
girmeyecekti. Öldüğünde bile ay yıldızlı bayrağa sarıp mükafatlı göndereceklerdi mezara.
‘Belki de hiçbir fare ve yılanın giremeyeceği mermerden yaparlar mezarımı.’ diyordu
kendi kendine. ‘Ah keşke üstünde beni unutmadıklarını, her zaman hatırımı bildiklerini
gösteren bir de mozole yapsalar!’ demeyi eklemekten de geri kalmıyordu. Ölümünün
sonrasını bile hesaplayacak kadar büyük düşünüyor, ölümle sonlanan büyük ulaşılmaz
hayallerinin içine gömülüp gidiyordu. Sığındığı bu güçlü kudretin yanında bir karınca
kadar değerinin olmadığını, insan soyundan koparılıp eşek soyuna bağlandığını ve sadece
bir eşek gibi kullanıldığını fark edecek olsa, arkadaşı gibi yaşayan bir ölü olduğundan
kuşkulanmaya başlayacak, ölü ruhun içinde kaybolmuş diri öğeler ayağa kalkacaktı. Ama
bu duygular kendisinde bulunmuyordu. Onu rahatsız edecek, ölü benliğinin kalın
kabuklarını kırıp altındaki diri öğeleri uyandıracak hiçbir şey kendisine yanaşmıyordu.
Damarlarında akan insan kanı değildi, her türlü mikrobun karıştığı, pis kokan kanalın kirli
suyuydu sanki. Her hücresinde, kalkmaya gelmez kalıcı mikroplar oturmuştu. Benliğini
saran mikroplar ruhunu uyuşturup sessiz ölüme kardeş kılmıştı. İçinde kendisinin
duyabileceği bir sesi yoktu. İçindeki sesin damarları kökten koparılmıştı. Gözenekleri
dıştan gelebilecek bütün ışık zerreciklerine sonsuza dek kapanmıştı. Çıkardığı ses
kendisine ait değildi. Efendisinin söylediği neyse, tekrarladığı da oydu. Efendisinin
arkasında sallanan sopasına kuyruk sallamaktan sevinç duyuyordu. Amirinin hoşuna
gitmeyecek hiçbir davranışta bulunmuyordu. Bugüne kadar amirine ters gelen bir duruma
da girmemişti. Hangi hallerde amirinin üstüne kıyametler getirdiğini iyi biliyordu. Amiri
öfke krizlerine tutulup üzerine hışımla geldiğinde, kuyruklarını bacaklarının arasına alıp
mızıldamaya başlayan korkak bir köpeğin uysallığına bürünür, eti soyulmuş kemik ellerini,
önden bacaklarının üstüne indirirdi. Karnını kaldırıp indiren nefesini, hızlanmaya
başlayan nabız atışlarını dahi, amirinin eline bırakıverirdi hemen. Kendi kendine, ‘Amirim
değil mi? İster döver, ister söver. Her amirin koşulsuz saygı görmeye hakkı vardır.’
diyordu.
Pörsük paytak Hurşit'in bu değişmez huyu, onu tanıyan her komutanın malumuydu.
Yeniçerilerin soyundan türeme Balkan dönmesi uzun bacaklı da, Hurşit'in bu huyundan
beklediğinden fazlasıyla fayda görüyordu. Tek bakışıyla Hurşit'i istediği her kalıba
sokabiliyordu. Uzun bacaklı, Hurşit'in üstüne sert bir bakış indirdiğinde, Hurşit'in koyu
yeşil potur pantolonunun içindeki çarpık bacakları titremeye başlıyordu. Üstüne inen sert
bakışları yumuşatmak için yere çakılan bir direk gibi hemen hazırola geçip dik durmaya
başlıyordu. Böyle yaparak kendini kabul ettirdiğini düşünüyordu. Şimdi de uzun
bacaklının sert bakışlarını üzerine çekmeden, on beş adım uzun bacaklının gerisinde
teprenmeden, hazır vaziyette bekliyordu.
Hurşid'in önünde, uzun bacakların yükseğe kaldırdığı somurtkan, ablak yüzlü
üsteğmen yüzünü ekşiterek kıpık yeşil gözleriyle bir etrafında yan yana dizili kalabalığı, bir
yarı ölü yerde yatan ihtiyarı tarıyordu. Kalabalığın içinden ağır ağır yükselen mırıltılar, acı
iniltiler keyfini kaçırmışa benziyordu. Durduğu yerden, meydanın ortasına doğru adım
adım ilerlemeye başladı. Yürürken başını önüne eğmiş, attığı adımları sayar gibiydi. Her
adım başında elini cebine sokuyor, cebindeki elini yumruk haline getirip tekrar dışarı
çıkartıyordu. Kalabalığın burnunun dibine kadar sokulup onlara bakmadan yeniden geri
dönüyordu. Geri gelip durduğu yerde aniden başını kaldırıp kıpık yeşil gözlerini
kalabalığın üstüne indiriyordu. Kalabalığın üstüne indirirken bir türlü açılamayan
gözlerini, son haddine kadar açmaya zorluyordu. Yarı yarıya açılan gözlerini bir sağa, bir
sola, bir aşağı, bir yukarı durmadan gezdiriyor, kadın, erkek, yaşlı, çocuk herkesi iyiden
iyiye süzüyordu. Bazen karşısındakileri ürpertiye sokmak için döndürdüğü gözlerinin yeşil
yuvarlağını kaybettirip, yerine daha kabuk tutmamış kırmızı damarlı ördek yumurtasını
andıran beyaz yuvarlağı getiriyordu. Bunu, az sonra söyleyeceği sözlerin tesiri için
yapıyordu. Tesiri olmayan sözün, karanlıkta görünmeden uçup giden kuştan farkı yoktu.
‘Bugüne kadar devletin sözü, kılığı bozuk bu insanların üstünde neden tesir
bırakmamıştı? Koca devlet insanlara benzemeyen bu yaratıkların üstünde bir tesir
yaratamayacak kadar güçten mi düştü yoksa? Bu mevzu-i bahis olacak bir şey olamaz.’ diye
kendi kendisiyle konuşuyor, edeceği lafları bir bir aklından geçirip her bir lafın ağırlığını
yeniden yeniden tartmaktan kendini alamıyordu.
Son adımını yerde serili kızıl sakallı ihtiyarın başucunda bitirdi. Sesini duyurabileceği
şahane yer burasıydı. Devrilmiş koca ihtiyarın başucunda söyleyeceği her sözün bırakacağı
etkiyi enine boyuna hesap etmişti. Sağ elini havaya kaldırıp, yandan serçe bacağının üstüne
indiriyordu. Alt kirpiklerinin altında alkol müptelalığından şişmiş baloncukları daha da
şişirmeye çalışıyordu. Arada bir ağzını kapatıp içindeki havayla tombul yanaklarını davul
gibi şişiriyor, iyice sıkışıp gözleri kızarınca, içinde topladığı havayı tekrar dışarı
boşaltıyordu. Bir ayağıyla iri cüssesini havada tutarken, bir ayağıyla da ileri geri boşluğu
dövüyordu. Bazen ileri geri sallandırdığı ayağına hız veriyor, arkadan ihtiyarın başına
çarpınca, ihtiyarın başı yerinden oynuyordu. Sonunda bedenindeki hareketlerin tümünü
durdurmaya başladı. Düşünüp karnında bıraktığı sözlerini dişlerine sürterek, dudaklarının
arasından çıkarmaya başladı.
‘Ulan sinekler, teröriste ekmek vermeyin diye kaç defa ikaz ettik sizi? Sabrımızın da bir
sonu vardır demedik mi? Aklınız kıçınızda mı sizin? Kabak kafalılar, o haydutların sizi
kurtaracağını mı beklediniz?’ dedi. Sesinin sert, gür çıkmasına büyük bir itina
gösteriyordu. Hırsla tırmalarcasına elini yuvarlak çenesine götürüp yüzeyi kan torbasına
dönene dek çenesini buruşturuyordu. Sonra elini çenesinden indirip yumruk haline
getiriyor, içinden baş parmağını havaya dikerek, karşısındakileri ezen sözlerine başlıyordu.
‘İpsiz, sapsız hainler kime güveniyorsunuz? O yavşak Avrupalıya mı? Hepinizi
çırılçıplak soyup etinizin son parçası sopalara yapışana dek sizi dayaktan geçirirsem, bana
kim engel olur? Hepinizin gözleri önünde bütün karılarınız ve kızlarınızı soyup...’
askerlerini göstererek, ‘...teker teker şu koçlarımı üstüne geçirirsem, kim bana ne diyecek?
Elimden ırzınızı kim kurtaracak? Kimse var mı? İstersem son ferdinize kadar teker teker
kurşuna dizer, bu ormanlarda kurda kuşa yem ederim. Kimsenin haberi de olmaz. Ne
Avrupalı, ne Amerikalı kimse 'Niye yaptın?' da demez. İstersem, Allah da olsa beni bundan
alıkoyamaz. Yırtılsanız, çatlasanız dahi sesiniz şu ağaçları geçmez. O canınızı bile Allah
değil, ancak ben bağışlayabilirim. İnsan haklarıymış, minsan haklarıymış, hepsi bir
kandırmaca. Buna kas kafalı geri zekalılardan başka kim inanabilir? Akılsızlara,
beyinsizlere kim ne söylese hemen inanmaya başlarlar. Kim nereye sürmek isterse, hemen
oraya giderler. O Allah bellediğiniz adam, peygamber dediğiniz Apo bile sizi kandırmaktan
başka ne yapıyor? Siz bu ahırlarda sürünürken, bu ahırların pis kokusunu sıkılmadan
ciğerlerinize çekerken, o adam, geniş, bahçeli ve havuzlu evlerde, villalarda keyif üstüne
keyif çatıyor. Her gün altına gıcır gıcır yeni mersedesler alıyor, sofrasından bir kuş sütü
eksik. Dış mihraklar, Avrupalı, Amerikalı sırtınıza binmek için, ona her şeyi veriyor. O da,
sizi istediği gibi kullanıyor. Bölünmez vatanımıza ve devletimize karşı kışkırttıkça
kışkırtıyor. Ulan dangalak kafalılar, aklınız ne zaman başınıza gelecek?’ dediği anda, kızıl
sakallı dede, arkasında anlaşılmaz homurtular çıkarmaya başladı.
Ezilmiş ellerini hareket ettirip önüne bırakmaya çalıştı. Elleri, üstüne bıraktığı
topraktan güç almaya başlıyordu. Ellerine dayanıp bütün gayretini acıdan sızlayan
bacaklarına verdi. Bir kez daha gücünü toplayıp, ayağa kalkmak istedi. Yanı başında duran
uzun bacaklının söyledikleri ruhuna dokunmuştu. Uzun bacaklının dudaklarının arasından
uçup gelen sözlerin, kulak deliklerinden ruhunun üstüne inmesine bir türlü engel
olamamıştı. Kulaklarının deliğinden inen sözler, içinde birer kızgın köze dönüşmüştü.
Ruhu tekrar alevlenmiş, bedenini ayağa kaldırıyordu. Ahlaksızlığın kirli suyundan fırlayıp
gelen sözlere tahammül gösteremez olmuştu artık. ‘Zehirli suyun dibinden gelen sözlere
tahammül göstermektense, bin defa ölmeyi yeğlerim.’ demişti kendi kendine.
Kızıl sakallı ihtiyarın bu vakitsiz uğraşı, uzun bacaklının yaptığı konuşmanın ahengini
bozmuştu. Konuşması yarıda kesilen uzun bacaklı, bir anda patlamaya başlamıştı.
İhtiyarın bu ısrarlı uğraşı onu çıldırtmaya yetmişti. Hiç beklemeden yabani bir kedi gibi
inanılmaz bir gayretle ayağa kalmaya çalışan ihtiyarın üzerine atladı. İhtiyarı tekrar
şiddetle sırt üstü yere devirdi. Karnının üstüne çıkıp oynamaya başladı. Karnına,
kaburgalarına, başına, bacaklarına, neresi denk geldiyse öfkeyle vurmaya başladı. İhtiyarın
ayaklar altındaki kemikleri çatlarken, ahları dışında sesi duyulmuyordu. Uzun bacaklının
ağız torbasının içine doldurduğu kaşmer küfürleri, ayaklarının altından kesik kesik
yükselen ıhları da boğmaya başlıyordu. İhtiyarın üstünde şiddetle tepinmekten
yorulduğunda, potinlerini ihtiyarın üstünden kaldırıp birkaç adım geri çekildi. Askere
doğru elini uzatarak yanına dört asker çağırdı. Kep ve potin arasında sıkışmış dört asker,
hemen yanında hazır oldu. Bindiği hiddetin atından daha inmeyen uzun bacaklı, küfür
torbası ağzını henüz kapatmış değildi. Yanında hazır bekleyen askere bakmadan küfür
yükünün altındaki çenesini durmadan şakırdatmayı sürdürüyordu. Ağza alınmayacak
küfürler eşliğinde gözlerini ihtiyara dikerek, ‘Bu yaşınla ölü numarası yaparak beni
kandıracağını mı sanıyorsun? Beni kandırmaya çalışmanın ne demek olduğunu sana
gösteririm ben. Ulan gözlerini, bu ellerimle oymazsam, bu at kuyruğu sakallarını kendi
elimle yolmazsam’ diyerek askere buyruğunu verdi. ‘Alın bunu, götürüp Korkmaz’a teslim
edin. Bunların başından ne pisliklerin çıktığını ben bilirim.’ deyip askerleri yanından
uzaklaştırdı.
Askerler, bilge ihtiyar Sofi Ehmed'i yatalak haliyle, karga-tulumba kolundan,
bacağından tutup kalabalığın içinden dışarı çıkardılar. Kızıl sakallı ihtiyar, sıra halinde
bekleyen köylülerinin arasından çıkarılıp götürülünce, kalabalıktan acı iniltiler,
bağrışmalar, haykırışlar yeniden yükselmeye başladı.
Rahatsız eden bu vaziyet, uzun bacaklıyı daha fazla sıkıntıya sokuyor, aklını başından
alıyordu. Köylüye yaptıklarının beklediği tesiri yapmadığını görünce, bütün nefretini
sinirlerinde topluyordu. Tepesinde toplanan sinirler, aklının üstüne çıktığında
kudurganlaşıp gözü dönmeye başlıyordu. Boğazı yırtılırcasına bağırmaya başladı:
‘Ulan hayvanlar, gebertmemi mi istiyorsunuz?’ deyip kalabalığın üstüne üstüne
yürüdü. Kalabalığın üstüne yürüyen uzun bacaklının küfürleriyle evleri yutan alevlerin
çatırtıları birbirine karışıyordu.
Köyün her yanından göğe doğru uçan dumanlar, köyün üstünde koyu gri dumandan
oluşan bir bulut dağını oluşturmuştu. Yıllarca ıssızlığa alışmışmış köyün batı yakasına
düşen kenar evi de, ıssızlığından uzaklaşmaya başlamıştı. Bir bölümünü saran alevler, onu
da yeni yeni kucağına almaya başlıyordu. Kollarıyla her tarafını sarmak için, pek acelesi
yok gibiydi, bir bölümünü iyice yalamadan, diğer bölümlerine geçmek istemiyordu. Evin
altına düşen kaynaktan da çekindiği yoktu. Kimsenin kaynaktan üstüne su boşaltacağını
beklemiyordu. Kaygısızca, rahat, istediği tempoda oynayabilir, ilerlemek istediği yere
kadar ilerleyebilirdi. Beyaz kesme taştan yapılma sağlam bina edilmiş ev de, kaderine razı
gelmeye başlamıştı. Kendini alevlerin kucağından kurtarmak için, herhangi bir gayret
göstermiyordu. Gayretkeşliğini tümden bir kenarda bırakmıştı.
Her gün üstüne konan kuşlardan, etrafında sallanan ağaçlardan da küsmeye
başlamıştı. Her zaman yorulmadan, sıkılmadan baktığı gökyüzünün berraklığından da yüz
çevirmişti. Yüzünü gri duman bulutunun altında örtmekten başka yaptığı bir şey yoktu.
Daha düne kadar burada topladığı köyün bütün neşesini unutmaya başlamıştı. Avlusuna
taşıdığı o muhteşem düğün gününde, yakışıklı genç erkeklere sevinçle, heyecanla cilve
yapan nazlı kızların, güzel genç kızlara acemice kur yapmaya çalışan genç erkeklerin
hiçbirini hatırlamıyordu. Minik çocukların sevinç dolu kıkırdılarını bile duymak
istemiyordu artık. Bugün çatısı altında olanlara tanık olduktan sonra, ayakta durmanın
anlamdan düştüğünü biliyordu. Kahrından çatlamak üzereydi. Onu sarmaya başlayan
alevlerin içinde yanıp küle dönmek, kavrulup yoklara karışmak istiyordu.
Yan odayı sarmaya başlayan alevlerin daha ulaşamadığı dış kapının eşiğinde
bekliyordu Xezal. Karakış gecelerinin sert esen, dondurucu soğuk rüzgarının altında
üstüne buzdan soğuk su dökülmüş gibi tir tir titriyordu. Elinde siyah yünden ördükleri
kalın uzun bir ip tutuyordu. Bir tavşan gibi ürkekçe sağına soluna bakıyor, yan odada
havaya kalkan kızgın alevlerin ulaşmaya çalıştığı eşikten uzaklaşmaya başlıyordu.
Ayaklarında ayakkabıları yoktu, yalın ayak gezdiğinin farkında değildi. Ayak tabanlarına
batan dikenleri hissetmiyordu. Çıkarken avlunun dışında ayak parmaklarını kesen cam
parçasına aldırış etmemişti. Yürürken arkasında kan izleri bırakıyordu. Avlunun dışındaki
koca dut ağacı onu kendine doğru çekiyordu. Arkasında kan izleri bırakan ayakları onu
yaşlı dut ağacının altına götürüyordu. Kan ağlayan ayakları, onu dut ağacının altına kadar
taşıyabildi.
Hala elektrik şokuyla sarsılmış gibi titriyordu. Geçirdiği sarsıntıdan dolayı ayakta
durma takatinden yoksun düşmüştü. Daha fazla ayakta durmayı beceremezdi. Bir o yana,
bir bu yana sallanıyordu. Ağacın kalın gövdesinin dibinde duran siyah taşın üstünde
hafifçe oturmaya başladı. Mosmor olmuş yüzünü avuçlarının arasına aldı. Gözlerinden
inen yaşlar, avuçlarının arasından alacalı fistanının üstüne dökülüyordu. Göreneğe uygun
dikilmiş, belinden aşağı kıvrımlı alacalı fistanını gelin gelirken geçirmişti bedeninin
üstüne. İlk defa bu fistanının içinde güzelliğinin farkına varmıştı. Bu fistanın içindeyken, o
sevinçli gününde, etrafında heyecanla dönüp dolanan bütün genç kızlar, kendisine
hayranlıkla bakmışlardı. Coşku veren alacalı fistanının üstüne, kısacık bir zaman sonra göz
yaşlarının boşalacağını hiç hayaline getirmemişti. Sevdasına bu kadar erken kıyılacağını
asla beklemiyordu.
İlkbaharın, ilk geliniydi. İlkbaharda gelin gelişinin baharını yaşamasına izin
vermemişlerdi. İlkbaharda, daha gelinliğinin ilkbaharındayken vurmuşlardı onu. Bahara
yeni açılmış nazlı bir körpeydi, nazikti, kırılgandı, incinmeye gelmezdi. Ama bakmadılar
nazikliğine, kırılganlığına.
O kabuslu sabahın köründe ateş kusan namluların dehşetiyle, kapılarında patlayan
potinlerin sesiyle uyanmışlardı. Şirin uykusunu geçirdiği odalarına, korkunç kılıklı askerler
doluşmuştu. Evin bütün erkeklerini, kadınlarını ve çocuklarını tekme tokat dışarı
çıkarmışlardı. Sesi zor duyulur, kamburlu, derisi kemiğine yapışmış, ömrünün son
günlerini sayan buruşuk yüzlü ihtiyar nineyi de götürmüşlerdi.
Sevdasının kaynağı haşin ruhlu yiğidi, İbrahim'i de koparmışlardı ondan. O da,
burnunun ucunda filizlenen bahar çiçeğinin kokusuna doyamadan kayıp gitmişti. Güneşe
yeni açılan gençlik baharının üstüne çöken karabasanı kaldırmaya, onun gücü de
yetmemişti. Köy meydanına doğru iteklenirken, sırtına ve omuzlarına inen dipçiklerin
altında defalarca arkasına bakmıştı. Geride bıraktığı yavru ceylanını kendine çekmek için,
arkasında havada bıraktığı elini bir türlü indirememişti. Yavru ceylan genç Xezal, minik bir
serçe gibi kafese kısılmıştı. Dar odada çakal sürüsünün ortasına yapayalnız düştüğünü
görünce, çaresiz bir o köşeye, bir bu köşeye sıçramaya başlamıştı. Sayısız kez yalvardı,
yakardı, leş kargaları kudurganca üstüne çullandılar.
Kolundan, saçından tutup yere serdiler. Gözünün yaşına bakmadılar. Biçare çırpınınca
elmacık kemiklerinin üstüne ateşten şamarlar indirdiler. Kulak zarlarını patlatıp, beyninin
içini zonklattılar. Küçücük burnundan, incecik dudaklarından çizgiler halinde çenesinden
aşağıya doğru akan masum kana acımadılar. Üstüne, dayanılmaz baskının ağır duvarları
yıkılmıştı. Körpe bedeni baskının ağır duvarları altında sıkışıp kalmıştı. Bağırışları,
çığlıkları mavi gökyüzünün perdelerini yırtmış ama hiç kimse o ince, tiz sesini duymamıştı.
İnandığı hayır meleklerinin hiçbiri de koşamamıştı imdadına.
O güne değin ettiği bütün dualar beyhudeye gitmişti ve şimdi koca dut ağacının altında
eski renginden uzak, mosmor kesilen yüzünü utancından avuçlarının içinde saklıyordu.
Kurumaya yüz tutmuş gözlerinden boşalan yaşlar, kınalı ellerinin arasından inip alacalı
fistanını ıslatıyordu. Yüreği burkulmuş, kolu kanadı kırılmıştı. Ruhunun baharında
filizlenen sevincini yitirmişti.
Dudaklarının üstünde gururla havaya bakan küçücük kalkık burnu aşağıya doğru
bükülmüş, yerin dibine batmıştı. Dudaklarının üstünde, uçmaya hazırlanan sevimli minik
yavru bir kuş gibi, yüzüne şirinlik katmıyordu artık.
Gururu kırılmış, onurunu kaybetmişti. Yeniden insanların arasına çıkmaya takati
kalmamıştı. Bundan böyle hiç kimsenin yüzüne cesaretle bakamazdı. Bütün bu olanlardan
sonra aralarına çıkmak istediği insanlar, kendisine hangi gözle bakacaklardı? Köyünün
genç kızları biraraya toplandıklarında, kendisinden nasıl bahsedeceklerdi? Ya dedikodu
müptelası kocakarılar onu doladıkları dillerinden ne zaman düşüreceklerdi? Namusun
koruyucu bekçisi erkeklerin yargılayan bakışlarından nasıl korunabilecekti? Yeni doğmuş
çocukların ellerine verdikleri şereften düşmüş kirli resmini bir daha ellerinden nasıl
çıkarabilecekti? Burnunun dibinde filizlenen narin çiçeği olan İbrahim'i, onu eskisi gibi
koklayabilir miydi? Hiçbir şey olmamış gibi, eskisi kadar kendisini sevebilir miydi?
Kaynanası, kayın babası, kayınları, onu bu rüsva haliyle kabul edebilirler miydi? Kırılgan,
nazik ruhunda açılan derin yaralara derman basmaya kim yanaşabilirdi? Sabırla yeni
baharlara açılmanın azmini vermeye kim gelebilirdi? Ruhunda dirayetin tohumlarını ekip
ayağa kaldırmaya gelen bir meleği var mıydı? Hayallerine bağladığı umutlarının sağlam
ipini düşürdüğü yerden, kim tekrar eline verebilirdi?
Avuçlarının altına gömdüğü dudaklarının arasından ‘Hayır, hayır!’ sesleri
yükseliyordu.
‘O helal ak sütüyle beni büyüten kurban olduğum annem, babam, biricik eşim,
kaynanam, bütün köylüm, herkes ve bütün dünya beni sevgiyle kucağına almaya çağırsa
da, yanaşmaya yüreğim razı gelmez. Kırılıp un ufak olan yüreğimin camlarını hiç kimsenin
onarmaya gücü yetmez. Soyumu kıran kök düşmanımın kirlettiği bedenimle
yaşamaktansa, kirli bedenimin köleliğinden kurtulan arınmış, tertemiz ruhumla toprağın
derinliklerindeki atalarımın, soyumun kutsal ruhuna kavuşmayı yeğlerim.’ dedi kendi
kendine. Gururla hayat süremeyeceği zalim dünyadan elini eteğini sonsuza dek çekme
kararını vermişti.
Yanlarında olamadığı köylülerinin başına nelerin geldiğini bilmiyor, bilmek de
istemiyordu. Her şeye rağmen, yeniden hayata tutunmaya çalışan kader ortaklarını
düşünmüyor, onları yeniden yaşama bağlayan esine de sahip olmak istemiyordu. Bundan
sonra aklına gelebilecek her şeyi dondurmaya başladı. Yüzünü örten kınalı ellerini,
yüzünden aşağıya indirdi. Titreyen sol elini dizlerinin üstüne bıraktı. Sonra kaldırıp
üstünde oturduğu siyah taşa dayadı. Sağ yanına bıraktığı siyah yünden örme ipi, sağ eliyle
kavradı. Altındaki taşa dayadığı eliyle, titreyen dizlerine güç vermeye çalıştı. Kalkmakta
güçlük çekiyordu. Nefesini tutup zorlukla ayağa kalkmayı başardı. Ayağa kalktığında
hafifçe ağacın gövdesine doğru sendeledi. Ağacın gövdesine tutunarak ayakta durmaya
çalıştı.
Ilık rüzgarın savurduğu siyah saçları, yüzünü örtüyordu. Etrafı görmeye engel olan
saçlarını, sol eliyle yana taradı. Açığa çıkan yüz hatlarının üstüne şaşkınlığın dondurucu
ifadesi konmuştu. Usulca başını yukarı doğru kaldırdı. Yuvalarında durgun bekleyen siyah
gözleri, gördüğü en yakın dala takıldı. Siyah kalın ipi omzuna doladı. Elini kalın ağaç
gövdesinin ortasındaki çıkıntıya uzattı. Kanlı yalın ayağını, gövdeye yapışık düğümün
üstüne bıraktı. Nefes nefese yukarı doğru zorlukla tırmanmaya başlıyordu. Ağaca
tırmanmaya alışkındı. Ama bu sefer tırmanırken zorlanıyordu. Ruhundan, bedeninden
yaralıydı çünkü. Yana doğru uzayıp giden kalınca dalın üstüne varınca durdu. Düşmemeye
gayret gösteriyordu. Bir eliyle kafasının üstündeki ince dala tutunarak hafifçe eğilmeye
başladı. Boşta bıraktığı elini, yavaşça üstünde durduğu dalın üzerine bıraktı. Dalın üstünde
oturmayı başarınca, bir eliyle destek tuttuğu ince dalı bıraktı.
Şiddetle bıraktığı ince uzun dal, kafasının üstünde bir süre gidip geldi. Omzuna
doladığı siyah ipi, omzundan indirdi. Elinde birbirine dolanık duran ipi özenle açmaya
başladı. Kalın siyah bir yılanı andıran ipi daldan aşağıya sarkıttı. Ucunu elinde tuttuğu
uzun kısmını hafifçe eğilerek dalın altına indirdiği eliyle dala dolamaya başladı. Elini dalın
etrafında götürüp getirirken, ipi dala iyice sarmanın dışında bir şey düşünmüyordu.
Sardıktan sonra elinde kalan ucunu aşağıya sarkıttığı kısma sıkıca bağlamaya çalıştı.
Düğüm üstüne düğüm attı. Atacak düğüm kalmayınca, aşağıya sarkıttığı kısmı yukarı
çekmeye başladı. Buğday rengi esmer alnından ter damlacıkları boşalıyordu. Alnından
dökülen ter damlacıklarına aldırış etmeden boynuna rahat takıp sıkabileceği bir halka
yaptı. Yaptığı halkanın çözülmemesi için iyice sağlamlaştırdı. Sonunda her şey hazır hale
gelmişti. Uzun süre taşıdığı ağır yükün altından kurtulmuş gibiydi. Derin bir nefes almaya
çalıştı. Ama yine de kalbi bir tokmak gibi hızla vurmaya başlıyordu nazik göğüs kafesine.
Son defa bindiği ağaç dallarının parlak yaprakları arasında, güneşin parlattığı masmavi
gökyüzüne bakmak istedi. Başından geçen o kabuslu, korkunç saatlerden sonra, ilk defa
bakmak istiyordu gökyüzüne. Dut ağacının rüzgarda sallanan parlak yaprakları arasından
bakıp,görmek istediği parlak mavi gökyüzünü göremedi. Mavi gökyüzünün üstüne, köyden
yükselen kara bulut perdeleri çekilmişti. İşte o an yüreğinin sağlam kalan son damarı da
kopmaya başladı. Yırtılmış kanlı dudakları yana doğru büzülmeye başladı. Simsiyah gözleri
yuvalarında saklanmaya çalışıyordu. Siyah gözlerin arkasında saklanmaya çalıştığı
kirpiklerin arasından morarmış yanaklarının üstüne yaşlar boşalıp geldi. Göz yaşlarını
kınalı parmaklarıyla da silmek istemedi. Yeniden başlayan sessiz hıçkırıklarına engel
olamamıştı. Her şeyi, ama her şeyi bitirmenin sırasıydı artık.
Son defa bakmaya çalıştığı gökyüzünü örten kara perdeleri bir daha görmek
istemiyordu. Özenle hazırladığı halkayı her iki eliyle yavaşça başından geçirip boynuna
taktı. İlmeği sıkıştırmak için ellerini boynunun üstüne uzattı. O gün, ağaç dalına konan
minik kuşların hiçbiri ötmüyordu. Nazlı gelinin yaptıklarına engel olmak ister gibi,
başlarını ondan yana aşağıya doğru uzatmışlardı. Nazlı gelinin anlayacağı türden konuşan
dilleri, imdada koşan güçlü kolları olsa da engelleyebilseler. Ama çaresiz bakıp
hüzünlenmenin dışında ellerinden bir şey gelmiyordu. Onların hüzünlü bakışları altındaki
nazlı gelin, boynundaki ilmeği sıkıştırmakla uğraşıyordu. Tamamlanmayan bir şey yoktu.
Son defa derin bir nefes aldı. Sonsuza dek gözlerini kapatıp boylu boyunca kendini
boşluğa bıraktı. Esen ılık rüzgarda titreşen alacalı fistanı, boşlukta sallanan kanlar içindeki
ayağa uzanıp hürmetle öpmek istiyordu. Yaralı köy, bir de ilkbaharın eli kınalı nazlı gelini
yavru ceylan Xezal'ından olmuştu. Harlanan alevler, evleri içindekilerle birlikte yutup
götürüyordu. Damlar bir bir çökmeye başlıyordu. Yanık ve duman kokusu her tarafa
sinmişti. Köyün üstünde dumandan kara bulutlar oluşmuştu. Mavi gözlü sarı bir kedi,
yanan evlerin arasında kaçışıp duruyordu.
Öfkeden kuduran uzun bacaklı, biri genç, ikisi orta yaşlı üç kişiyi kalabalığın önünde
meydanın ortasına çıkarmış, askerler onları sıra dayağına çekiyorlardı. Kalabalıktan
yükselen ah sesleri, iniltiler, homurtular bir türlü kesilmiyordu. Üç kişinin üstünde süren
dayak faslı son bulduğunda, uzun bacaklı, korkunç askerlerin geri çekilmesini emretti.
Askerler cansız kıldıkları bedenleri meydanın ortasında bırakıp geri çekildiler. Gözü
dönmüş uzun bacaklı, kaldığı yerden sürdürdü konuşmasını:
‘Ulan soyu bozuk yaratıklar, iyiliğin size yaradığı yok. Taş kafanızın içine, aklın gireceği
kuşkulu. Kalın kafanıza birer kurşun yedirmediğime dua edin siz. Daha fazla sabrımı
taşırmayın. Tümden merhametimi yitirmek istemiyorum. Son bir yaşam fırsatı tanıyorum
size. Gerisini siz düşünün. Yirmi dört saat içerisinde bir kedi bile görmek istemiyorum bu
köyde. Derhal bu köyü boşaltmaya başlayın. Hangi cehennemin dibine gidiyorsanız gidin.
O beni ırgalamaz. Yarın bu saatte tekrar buraya döndüğümde karşılaşacağım hiç kimseye
acımam. Gözünün yaşına bakmam, anında gebertirim, ona göre!’
kendi anlattıkları karşısında Şahin'in boğazı düğümlenmişti. Elini seyrek sakalının
altında büzülen dudaklarının üstüne bırakmıştı. Mazlum'un tüyleri birer mızrak gibi
yerinden fırlamak üzereydi. Gözlerini Şahin'in bakışlarından kaçırmaya çalışıyordu.
Şahin'in dili zorlukla dönüyordu;
‘Feqe; ‘Köye vardığımda artık yapabileceğim bir şey yoktu.’ diyordu. Seninle şu an bu
duvarın üstünde oturduğumuz gibi olanları anlatırken, anasını, babasını kaybetmiş bir
çocuk gibiydi. ‘Bunu yapanlardan en şiddetli biçimde hesabını sormadan, yaşamımın her
anı haramdır.’ diyordu. Son anına kadar da sözüne uygun yaşadı. Sözünün eri olmayı
başarabildi.’ diyerek anlatacaklarını sonlandırdı Şahin.
Rahat bir nefes almaya çalıştı. Cebinden çıkardığı tütün tabakasını önce Mazlum'a
uzattı. Mazlum elini, kendisine tütün tabakasını uzattığı eline dokundurarak önce
kendisinin sarmasını istedi. Şahin elini geri çekerek tütün tabakasının kapağını yavaşça
açtı. Tabakanın içindeki desteden ince ak bir sigara yaprağını kopardı. İnce kağıdını
dudaklarının arasına alıp sararmış dişleriyle uçlarını hafifçe kesti. Dişleriyle kesti uçları,
diliyle ıslattıktan sonra dudaklarından indirip parmaklarının arasına aldı. İçine,
girebileceği kadar tütün doldurdu. İçindeki tütünün rahat sarılması için kalın
parmaklarıyla düzeltmeye çalıştı. Sonra ince kağıdı tütünün etrafına yuvarladı.
Parmaklarının arasında bir süre yuvarlayarak kalınca sardığı sigarayı dudaklarına götürdü.
Cebindeki muhtar çakmağını çıkarmadan tabakayı Mazlum'a verdi. Mazlum da aynı
şekilde kalınca bir sigara sarıp dudaklarının arasına aldı.
Güney’den, arkadaşı ve adaşı Mazlum Tekman’dan hediye getirdiği çakmağı cebinden
çıkardı. Bir süre bakıp arkadaşını hatırlamaya çalıştı. Sonra çakmağın çakıp üstünde
oynaşan küçük alevi sigaranın ucuna tutuşturdu. Başlarının üstünde oluşan açık gri duman
halkacıkları açılıp gökyüzüne doğru süzülüyordu. Mazlum Güney’deyken bırakmıştı
sigarayı. ‘İlk sigaramın dumanını Botan'ın sınırını geçince tüttüreceğim.’ demişti. Şimdi de
bu dumanın devamını tüttürüyordu. İçine çektiği dumanın tüm nikotini ciğerlerine
yapışmadan bırakmıyordu.
Şahin son yudumunu çekiyordu. Ateşi parmaklarının arasına kadar inen sigarayı
parmaklarının ucuna getirip üstünde oturdukları duvarın gri taşına yapıştırdı. Taşta
söndürdüğü arkası nikotinden sararmış ucu, hala kendisinden gelen seslerin kulaklarında
çınladığı önündeki meydanın yeşil sık otlarının arasına fırlattı. Arkasından Mazlum'un
fırlatışı geldi. Şahin geniş meydana ve sonra etrafında yakılıp yıkılan evlere baktıkça aklına
Halepçe geliyordu. Halepçe'yi düşündükçe, gözlerinin önünde büyük küçük yüzlerce,
binlerce Halepçe beliriyordu. ‘O korkunç günler insanlarının üstünde çökük durdukça,
nasıl rahat yaşamayı düşünebilirim?’ diyordu. Henüz söylemek istediği birkaç sözü daha
vardı Şahin'in.
‘Bu insanların yaşadıklarından bir an dahi koparsam, yaşamımın anlamı kaybolmaya
başlar. Damarlarımızda taşıdığımız kanın kaynağı onlardır çünkü. Onlar damarlarımızı
şahlandırırken, bizden bekledikleri çok şey vardı.
İpte sallanan baharın eli kınalı nazlı gelini Xezal'ın resmi gözlerimin önünde durdukça
ağzımdaki ekmeğim boğazımdan nasıl geçebilir? Koca çınar bilge ihtiyarı, kim bilir hangi
uçurumlardan attılar, hangi kuytuluklarda kaybettiler? O minik yavruların cayır cayır
yanan saçlarını gözlerimin önünden nasıl silebilirim? Yurdundan, yuvalarından sürülen o
insanların başına daha sonra neler geldi?
Hiçbir zaman alışamayacakları uzak diyarlara, koca kentlere sürüldüler. Koca kentler
değer bilmez ve utanmaz bir yosma gibi onlara dişlerini göstererek pis pis sırıtmaktan,
onlarla alay etmekten başka ne yapabilir? Onlara, yok olmanın yolunu göstermekten başka
hiçbir şey yapmaya gelmez. Elinde tuttuğu yurtlarına olan hasretin hançerini, her gün
defalarca yüreklerine saplamaktan zevk duyar. Onları açlığın, sefaletin, öldürücü
hastalıkların pençesinde kıvrandırırken, utanç duymaya gelmez. Annelerinden,
babalarından aldıkları dili söylemeye rıza göstermez. Yüzlerine çirkinleştirici yabancıyı
gösteren renk yutucu boyaları sürerek kendilerini tanımaz hale getirmek ister. Yani
düşünebileceğin kadir bilmezliğin her türden örneği var bu manzarada ve bunun
karşısında payımız nedir diye hep durup düşünürüm. Onların ekmeğini az yemedik, bunu
helal kılmak bize düşmüştür artık.’ deyip bitirdi.
Mazlum, ‘Bu insanlar haramzadeleri, asla affetmeye gelmez. Bu da boynumuza takılan
borcumuzun zincirini hatırlatır bize. Bunu bir kez dahi hatırdan düşürdüğümüz an, bir
haramzadeden farkımız yok demektir.’ deyip Şahin'i destekledi.
Şahin, elini Mazlum'un güçlü omuzlarına bırakıp ayağa kalkmaya başladı. Dizlerine
hafif bir uyuşukluğun bastığını hissetti. Yukardan aşağıya doğru birkaç defa ayaklarını
salladı. Kalın parmaklarıyla da, birkaç saniye dizlerini ovuşturmaya çalıştı. Doğrulup
başını gökyüzüne doğru kaldırdı. Güneyden kuzeye doğru hızlı hızlı bulut kütleleri
geliyordu. Güneşten yeşil örtünün üstüne kesik kesik inen ışık demetlerini biçip
götürüyordu. Gözün uzağı görmesini zorlaştıran ağır kurşuni bir hava indiriyordu.
Uçan bulutlardan gözünü indirmeyen Şahin, ‘Bu yıl Gabar meyvelerinin yaz göreceği
yok galiba.’ dedi.
‘Bana da öyle geliyor.’ diye karşılık verdi Mazlum. O da Şahin gibi ayağa kalkmış,
güneyden gelen koyu kül rengi bulutları seyrediyordu.
Şahin daha fazla beklemeden, ‘Bir an önce gitsek iyi olur herhalde.’ deyince Mazlum
da, ‘Geçen her an aleyhimize işleyecek gibi görünüyor.’ dedi. Beklemeden geniş meydanı
boydan boya örten sık otların arasına atladılar. Anılarını yaşadıkları yakılmış evin
duvarları önünden geçip Hasan’ın bulunduğu yere geldiler.
Hasan, uzandığı taşın kenarında daldığı şirin uykusundan hala kesilmiş değildi. Şahin
gelip mışıl mışıl uyuyan Hasan’ın başucunda durdu. O kadar güzel yatıyordu ki, uykunun
güzel perileri yüzünün üstüne tatlı bir tebessüm kondurmuştu. Kaç gündür böyle rahat
uyuyamamıştı. Bu aralar görevler o kadar sık kendisini buluyordu ki, yorgunluktan halsiz
düştüğü halde, bir türlü iyi bir uyku çekme fırsatını bulamamıştı. Uykunun güzel perileri
tam da onu deliksiz uykunun döşeğine çekmişken, uzun süredir fırsatını kolladığı bu şirin
anına kıymak istemiyordu Şahin. İçinden tatlı uykusuna kıymak gelmese de, uyandırmak
zorundaydı.
Gür sesine ruha işleyen bir müziğin tınısı gibi ince nazik bir ahenk katarak, ‘Heval
Hasan!’ diye uyku perilerinin döşeğine gömülmüş kulağına çağrıda bulundu. Hasan hiç
uyumamış gibi aniden havaya fırladı.
Şahin bağırarak ‘Rojbaş.’ dedi.
Hasan, ‘Rojbaş, rojbaş da, bunca zamandır nerelere takıldınız? Az daha sizi aramaya
çıkıyordum.’
‘Vay seni beşi dörde satan seni, rüyanın yorganına sarılan o perinin atıyla mı
çıkacaktın bizi aramaya.’
‘Ya Allahtan kork, topu topu yarım saat bile olmadı. O da zaten yatmadım, sadece biraz
uzandım.’
‘Ha öyle mi, onun için mi gözlerin böyle kızardı?’
‘Nedir öyle gözlerimdeki zaafı bile bana karşı kullanıyorsun. Uzandım, bu arada biraz
da gözlerim ısındı, bunda ne sorun var? Kaldı ki, gözlerimin çok hassas olduğunu
biliyorsun, biraz ısınınca hemen kızardığını da. Bunda benim suçum ne?’
‘Ohooo, suçlarını saymaya kalkışırsam, burada bir mahkeme kurmamız lazım. Neyse
heval Hasan bırakalım bunları, acele toparlan da gidelim hemen.’
‘Hazırım heval, bende sorun yok. Çaydanlığı ve götüremeyeceğimiz diğer küçük şeyleri
de gördüğün şu taşın altına koydum. Yeniden bir çay demlemeye yetecek kadar kuru çay ile
şekerimiz var.’
‘O zaman görev dönüşümüzün ilk çayını burada yudumluyoruz, bu harika. Onu ben
demleyip ikram edeceğim size.’
Deriye Miştaxe'ye doğru yola koyuldular. Köyün üstünde bulunduğu toprağın
derinliklerinden fışkırıp coşkun bir şekilde Hiltanis vadisine akan Basret suyu, arkalarında
kalıyordu. Miştaxe’ye doğru, yıllardır sahipsiz ve bakımsız kalan meyve bahçelerinin
arasından tırmanışa geçerken, olgunlaşma yolunda kimseye fark ettirmeden sabırla
ilerleyen, o yıl hesapsız tutmuş türlü türlü meyvelere takılıyordu Mazlum'un gözleri. Bir
tarafta elma, bir tarafta kayısı, bir tarafta şeftali, bir tarafta erik, bir tarafta incir, bir tarafta
üzüm, bir tarafta nar, bir tarafta armut. Bu yıl bu kadar tutmuş meyve ağaçlarının dalları,
onların altında dayanabilecek miydi? Bütün bakımsızlığına rağmen, bereketinden
düşmeyen bu bahçelere bir de sahiplik eden olsa, kim bilir kaça katlanırdı bereketi?
Zamanında her yıl, bunların sahibini nasıl da sevindirdiğini düşünüyordu Mazlum.
‘Yıllarca bunlarla yaşamaya alışmış insanlar, bunlarla hayatlarını sürdürmekten zorla
mahrum bırakılınca, kim bilir hangi acıların parçalayıcı pençesine düştüler? Cennet bütün
nimetleriyle birlikte gelip buraya konmuş ve o insanlar sahip olmaya güçlerinin yetmediği
cennetlerinden kovulmuşlar. Onları, cehennemin dayanılmaz ızdıraplarına konuk
ederlerken, gözlerinin yaşına bakmamışlar.’ diyordu.
Gabar, kendisinin üstünde titreyen insanlardan yoksun kalabilir mi? Buna katlanmaya
sabrı elverebilir mi? Emeğin kumaşından dokunmuş o insanlar, elleriyle, tırnaklarıyla
Gabar'ı karış karış işlemişler. Sert kayaların üstüne avuçlarıyla bereket toprağını çekip
hayranlık uyandıran sayısız tarlalar sermişler. Ve bütün bunlar, abartısız birer gerçek. Kör
olmayan gözlerin gelip görmesini davet eder.
Tırmanış yukarı doğru çıktıkça, önlerine, meyveleri altında dalları eğilmeye başlayan
geniş badem bahçeleri çıkıyordu. Badem bahçeleri köyün etrafını çevreleyen bağ
bahçelerin sınırını teşkil ediyordu. Uzun bir hat şeklinde sıra sıra dizilen badem
ağaçlarının altına düşen patikaya girmişlerdi. Badem bahçesinin etrafında bir sur kadar
sağlam, büyük siyah taşlardan ördükleri uzun duvarın kenarında patika zirveye doğru
kıvrılıp gidiyordu.
Yine yolun bilen öncüsü Şahin'di. Onun arkasında Mazlum, Mazlum'un arkasında da
Hasan ilerliyordu. Onları zirveye doğru taşıyan patika, badem bahçesini aşınca, uzun
zamandır baltanın girmediği meşe ağaçlarından oluşan sık ormanlığa dalıyordu. İlk meşe
ağacı aşılıp ormanlığa girildiğinde, kurumaya yüz tutmuş yarım boy yüksekliğindeki sık
otların arasından, yerlere yapışık ağaç dallarından takımlar halinde kana susamış
sivrisineklerin hücumu başlıyordu. Ormanlığın bu küçük zebanilerinden korunmaya,
ellerin pataklamaları yeterli gelmiyordu. Saf dışı bırakılan birinin yerini, on tanesi
alıyordu. Buldukları çıplak derinin üstüne konup en nazik yerden etrafı siyah hortumla
çevrili ince iğneyi ustaca kanın içine gönderirlerdi. Yürüyüşün hızlı temposu bile onlardan
kurtulmaya yetmiyordu.
Hasan, ormanlığın bu arsız saldırgan bekçilerine, ‘Benim sihirli bir çözümüm var.’
dediğinde Şahin hemen sordu.
‘Nedir bu sihirli çözümün? Bul da kurtulalım.’
‘Hep sivrisineklerden kurtulmanın yolu, bataklığı kurutmaktan geçer derler. Ben de
peşimizi bırakmayan bu illetlerden kurtulmanın yolu, ormanı yakmaktan geçer diyorum.
Ayrıca bir sigara içmekten bile daha kolaydır.’
Şahin lafını ağzından alarak, ‘Bin yaşa, hatta bin bir yaşa Hasan. Sen halkımızın daha
keşfedemediği gerçek bir mucitsin.’
Mazlum, ‘Böylesine insani bir buluşun mucidiyle tanışmaktan kıvanç duyarım. Hele
onunla arkadaş olmak gurur verici.’
‘Ne o, beğenmediniz mi buluşumu? Sizin yeni fikirlere açık olmadığınızı zaten
biliyordum.’
Mazlum, ‘Daha tadılmamış bu yeni fikirlerini çiğneyecek dişimiz yok ki, midemiz
hazmedebilsin.’ dediğinde Şahin de, ‘Benim cevabım budur.’ dedi.
Şahin'in altından geçtiği ağacın kuytuluğunda üç köşeli başını havaya kaldıran
engereğe takıldı Hasan’ın gözü. Eline bir taş geçirmeye davranıp ‘Durun arkadaşlar büyük
tehlikedesiniz.’ dedi.
Şahin, ‘Karışma gördüm.’ dedi.
Mazlum, ‘Heval Hasan, doğamızın canlılarından ne istiyorsun Allah aşkına. Sana bir
kötülükleri mi dokundu yoksa?’
Hasan, eline taş almaktan vazgeçip ‘Aman tanrım, etrafımın çevrecilerle sarıldığını
bilmiyordum.’ dedi.
‘Demek ki, mucidimizin tanrısı kendisine doğruları söylemiyor, yoksa çoktan fark
ederdi.’
‘Benim tanrıma laf dokunduramazsınız arkadaş. Sen söyle heval Mazlum, tanrıya laf
dokundurulur mu?’
‘Kusura bakma heval Hasan. Galiba tanrın biraz hasta, baksana midesi ekşimiş, eski
bulantılarının girdabında boğuluyor, üstümüze kusmak üzere.’
Hasan, içi su dolmaya başlayan koyu gri bulutlara bakarak ‘Buna bakıp içiniz kararırsa,
yarını düşünemezsiniz tabii ki. Tanrım şu an diyor ki, buna bakıp aldanma, bunun
arkasındaki yarını düşün.’
‘Önümüzde bana engel olan bu yol olmasa, sana hep yalan söyleyen o dişleri çürümüş
tanrının başına öylesine bir taş fırlatırdım ki, olan aklı da başından uçup giderdi. Belki de o
zaman herkes onun derdinden biraz rahat ederdi.’
Hasan, öfkelenmiş bir edaya bürünüp sesini yükselterek, ‘Benim tanrıma böyle
hakaretlerde bulunamazsınız. O hoş görülüdür, ama hakaretleri affetmeye gelmez. Çabuk
ondan af dileyin, sizi pişmanlık yasasından faydalandırsın.’ sözleri üzerine ormanın
içinden yukarı doğru kahkahayla yol almaya devam ettiler.
...
Yer yer patikayı kapatan dikenli çalıları aşmak yıpratıcı bir uğraşı gerektiriyordu.
Bacaklar, yapışmaya hazır dikenlerden kurtulduğunda, kollar takılı kalmaya başlıyordu.
Kollar kurtulduğunda, bu sefer de parmaklara batmaya geliyorlardı. Ön açıldığında,
arkadan tutup geriye çekiyorlardı. Yürüyüşü çekilmez kılan, önlerine çıkan ormanlığın bu
türden sivri silahlarıydı. Dikenli çalılar aşıldığında bir tarafını yaralamayan, elini ayağını,
yüzünü gözünü kanatmayan yoktu.
Hasan, ‘Sinir bozucu bu şeylerden ormanı kurtarmadıkça, ormanın hiçbir güzelliği
olmaz. Bir çakışta halledelim diyorum, bizimkiler de olmaz diyor. En kolay kestirme yoldan
gidelim diyorum, bizimkiler yanaşmıyor. Bu dünyada iyiliğe yer kalmadı. Vay mağrur
iyiliğimin başına gelenler vay!’ deyip yeniden takılmalarına başladı.
Mazlum, ‘Heval Hasan, söylediklerinde haksız olduğuna dair kuşkum yok. Bana bu
iyiliğini göndermene vesile olan bu alçak dikenin parmağımdan fışkırttığı kanın acısına
nasıl ortak olduğuna da şahidim. Ama yine de eksik bıraktığın bir yan var. Bu küçücük
dikenin bıraktığı kendinden büyük acının içindeki saklı sevgiyi ara desem, ne diyeceksin?
O tür davransan, eminim aklına sakıncalı kestirme yollar gelmez.’
‘Madem ki öyle, o zaman dikenleriniz bol olsun!’
Şahin, ‘Biz güllerimizi toplamaya çıkarken, batacak dikenlerin hesabını da yaptık
hevalım. Başı dertten kurtulmayan iyiliğini mendiline sarıp cebine koysan, kim bilir nasıl
sevinir gariban.’
‘Paşa gönlünüz bilir, başınız dert gördüğünde sakın imdada çağıralım demeyin, çünkü
çığlığınız yalnızca havada asılı kalır.’
İlerlemeye devam ettiler. Mazlum, yürürken parmağına batan dikeni Hasan’dan
saklamaya çalışarak çıkarmakla uğraşıyordu. Derine battığından, kesik tırnaklarla
gömüldüğü etin içinden çıkarılamıyordu. Yürüyüşün temposunu yavaşlatmasın diye
uğraşmaktan vazgeçti.
Bahar sularının sel olup içinden aktığı küçük vadiye daldıkları an, yabani çam ağacının
altında uykuya çekilmiş kızıla çalan toprak renginde iri bir yaban domuzu yerinden fırlayıp
can telaşıyla önlerinde koşmaya başladı. Kalkınca, ağaçların arasından çıkardığı ani
gürültünün heyecanı bastırıldıktan sonra Hasan, sesli sesli hayıflanmasını dile getirmeye
başladı.
‘Görüyor musun şu domuzu. Şişlerimizi sırtına bindirip nasıl da kaçıyor? Kaçıyorsan
kaç da bari şişlerimizi götürme hayırsız hınzır. Bana rastladığın an, bu an olmayacaktı da,
görürdün sen gününü. Şişlerimin ucuna takıp kızgın közlerin üstünde dansa kaldırırdım
etini.’
Şahin tekrar yetişti lafına. ‘Domuzların bedduasına uğrayan dişlerinle mi
çiğneyecektin?’
Hasan altta kalmayarak ‘Bilmeyen de ağzında bedduadan kurtulan bir dişinin kaldığını
sanacak. Hani dinime küfreden Müslüman olsa diyorlar ya, işte öyle. Bak bir süre sonra
heval Mazlum bile, bize bakıp rahat rahat gülemeyecek.’ deyip ucu Mazlum'a kaydırınca,
Mazlum da hemen kusurdan arındırdığı cevabını dudaklarının arasından çıkararak,
‘Devrimin son gününde tertemiz fırçalayıp parlattığım bu sapasağlam dişlerimle, kıskanan
bakışlarının altında ağzındaki rahmetlilere üzülmeyi de ihmal etmeden kasıla kasıla
gülmezsem, bana her istediğini söyleyebilirsin.’ dedi. Hasan’ın ‘Buna inanmak
istemediğimi düşünme.’ demesi ardından patikayı kovalamayı sürdürdüler.
İzledikleri patika yukarı doğru çıktıkça, hızlarını daha da kesen asi ve sert bir yokuş
önlerine çıkmaya başlıyordu. Hızlı adım atmaya imkan tanımıyordu. Ayaklar, altına taş
bağlanmış gibi kalkmakta güçlük çekiyordu. Baldırların üstünden geçen damarlar şişip
çatlamak istiyordu. Dizler betonlaşıp üstündeki ağırlığı taşıyamaz oluyordu. Ciğerler
şişiyor, kesilen nefesi bırakmak istemiyordu. Kuruyan boğaz, dudakların üstünde toplanan
suyu alıp içine çekiyordu. Derinin üstünde açılan görünmez delikler, kanın içindeki tuzlu
suyu çıkarıp vücudun üstüne boşaltıyordu. Alından aşağıya doğru boşalan ter, gözlerin
açılmasını engelliyordu. Hararetlenen kanın içinden süzülüp gelen tuzlu sudan, vücudun
ıslanmadık tek bir yeri kalmıyordu. Islanıp ete yapışan giysileri, yapıştığı yerden ayrılmaya
gelmiyordu. Ayrılmak istese, ona tuzlu suyu verip kendine çeken deri bırakmıyordu. Her
birkaç adımda oturmadan ayakta dinlenip nefes almaya kalkışsalar, geç kalıp yakınlaşan
yağmura tutulurlardı. Tabanlarına kuvvet verip adımlarına hız katsalar, dizleri taş kesilip,
ayaklar yere çakılacaktı. Tuttukları temponun üstüne çıkmak bir türlü, altına düşmek ise
başka bir türlüydü. Düşürmeden aynı tempoda yürümek en iyi olanıydı. Uçan perilerin
pabuçlarını ayaklarına geçirmiş değillerdi. Bedenlerine, kuş bedeninin hafifliğini katıp
kanatlandırmanın büyüsüne de sahip değillerdi. Önlerinde bütün harbiliğiyle duran asi
sert yokuşu, yalnızca bir insanın sahip olabileceği özelliklere sahip ayaklarıyla aşmak
mecburiyetindeydiler. Dik yokuşun, üzerlerine çöktürdüğü ağırlığın altında ilerlerken, bir
insanın duyabileceği bütün sızıları duyuyorlardı.
Pes etmemek, sızılarına yenilmemek, onları normal insanların dışına çıkarıp aralarına
belirgin bir fark koyuyordu. Hep zirveye doğru taşıyan o tarifsiz duyguydu onları farklı
kılan. Onun için de aradıkları her şeyi bulabiliyorlardı. Aradıkları güç, sabır, inat, coşku,
azim, sevgi, kısacası her şeyi, onun içinden çıkarıyorlardı. En yüksek zirvelere inatla
tırmanmak, basan yorgunlukların altında çöküntüye girmemek, çöküntünün ezdirici
ağırlığı altında yılgınlığa düşmemek, geride bıraktıkları dik yokuşun üstüne, ‘İşte seni de
aştım’ dercesine, durdukları yerden ayaklarıyla bir taş yuvarlamak, zirvelerin tam
tepesinde ellerini gururla, neşe içinde gökyüzüne sallamak, altlarında uçan kartalları daha
yüksekten izlemek ve bütün bunların içinde kendi gücünün farkına varmak,
vazgeçemedikleri zevklerinin içinde yer alırdı.
Yorucu tırmanışın son kısmına dayanıyorlardı. Seyrekleşen meşe ağaçlarının
arasından Mazlum arkasına baktı. Aştıkları mesafe gözlerinin önüne açıldığında, kabına
sığmamaya başlıyordu.
‘Elimde son icattan bir makine olsa da, bu anı yukardan aşağıya ebediyen ölümsüz
kılabilsem.’
Arkasında etrafı açık kül rengi, ortası kızıla çalan yüksek kayalar, yukardan aşağıya
bakınca ürküntü uyandıran, kafa döndüren derin uçurumlar bırakmıştı. Çok aşağılarda
bıraktıkları köyden, yüksek kavak ağaçlarının dışında bir iz seçilmiyordu. Çırav ve
Basret'ten gelip Şikefte İsiva’nın üstünde birleşerek büyüyen Ruye Sor, derin vadinin
içinde Dicle'ye doğru coşkun akıp giderken, gözle zor seçilen küçük bir kanal gibi
geliyordu. Etrafında birbirine yapışık ve ardarda dizili, Dicle'ye kadar boydan boya uzayıp
giden meyve bahçeleri, kenarını süslüyordu. Göklere doğru gururla başını kaldırmış
yüksek tepeler, yeşil örtünün altında kalmış derin vadiler, birbirini takip ederek uzayıp
giden sırtı keskin bıçak sıra dağlar, açık gözlerle bakabileni rüyalar alemine sürüklüyordu.
Tam zirveye ayak basacakları an, sol taraflarına düşen karşı kayalıklarda telaştan uzak
otlayan sürüye takıldı Hasan’ın gözleri. Heyecanla ‘Bakın, bakın.’ deyip arkadaşlarının
dikkatlerini sürünün üstüne çekti. Bir çobanın kendisini yönetmesine ihtiyaç duymadan,
kendi kendini yönetmeyi başarabilen bu yaban keçisi sürüsü, tehlikeden uzak, nerede
konumlanıp nerede doyasıya otlanabileceğini iyi buluyordu.
‘Arkadaşlar bunlara dokunmayın, bunlar benim asi keçilerim. Devrimden sonra onlara
istedikleri gibi rahat edecekleri harika bir ağıl yapacağım. Yemyeşil otların bir boy
yükseldiği geniş çayırlar açıp onları boydan boya hapsetmeden özgürce içine salacağım.
Karakış günleri geldiğinde kendi ellerimle yemlerini önlerine vereceğim. Her baharda sürü
sürü doğan küçücük sevimli oğlaklarını kendi ellerimle emzireceğim, hatta anne sütünün
yetmediği küçüklere bu ellerimle mama hazırlayacağım, hiçbirini kesip öldürmeyeceğim.
Tadımlık dahi olsa, bir kez bile yemeyeceğim. Onlara zarar vermeden besleyip
büyüteceğim. Doya doya sevip okşayacağım. Yalnızca onların artan sütünden tulum tulum
peynir yapacağım.
Hasan’ın bu sözleri üzerine gülümseyen Şahin, cebinden çıkardığı ıslak mendiliyle
alnından seyrek sakalının içine boşalan terini silerken, yeniden Hasan’a takılmadan
edemedi.
‘Her zirveye çıkışımızda samimiyetinden kuşku duymadığım bu türden numunelik
düşünceler yeniliklere açık o taze beynine hücum edip geliyorsa, o zaman seni zirvelerin
başından indirmememiz lazım. Zirvelerin başında hep zirvedeki düşünceler gelip seni
buluyor. Böyle giderse devrimimiz tezlerine uygun, doğanın gerçek dostu ve doğadaki
canlıları korumaya kendini hasretmiş yetişkin bir devrimciyi bulur. Devrimimizin bu yeni
kazanımını şimdiden alkışlıyor ve bu tür örneklerin çoğalmasını diliyoruz.’
Hasan hemen söylediklerinin üstüne atladı.
‘Beni daha iyi tanımadığınızı biliyordum zaten. Bana hep dış tarafımla baktınız, bir de
içimi açıp baksaydınız, o vakit görürdünüz içimde nelerin saklı olduğunu. Yoldaşınızın içini
içinize almadan sadece dış tarafıyla onu görüp yargılamaya kalkışırsanız, onu birçok
yerinden sakat bırakırsınız, haberiniz olsun.
Mazlum bunun bir şakanın ötesine geçtiğini, duymak isteyen kulaklara gerçeğin bir
sitemini çaldığını biliyordu. Bu nedenle de kendini ona şimdiye kadar olduğundan daha
fazla yakın hissediyordu. Aynısını Şahin de iyi anlıyor, ona hak da veriyordu. Ama yine de
sitemin havasına girmekten kaçınarak muzipliğini sürdürdü.
‘Heval Hasan, içten yargılama dediğin şeyi aynen paylaşıyorum, ama sana bir de küçük
bir tavsiyem var.’
‘O zaman söyle de değerlendirelim tavsiyeni.’
‘Besleyip korumayla ilgili olan düşüncenin tümü kusursuz. Fakat düşüncenin başında,
sonradan gelişecek ihmallere sebebiyet verecek bir hata var. Tavsiyem, o doğal güzellere
ilişkin düşünceni kendine bağımlı, uysal ve evcil kılan yanlardan arındırmandır. Çünkü
benimdir deyip evcilleştirmeye kalkarsan, bir gün birileri gelip onları kesmeye de
başlayacak. O zaman her şey yeniden başa dönmüş olur. En iyisi onları, kendi doğalarıyla
baş başa bırak. Onlar kendilerini yönetmesini bizden daha iyi bilir.’
‘O zaman yeniden düşünelim diyorsun öyle mi?’
‘Şüphesiz.’
‘Madem öyle diyorsun, o zaman bu sefer doğruluk senden yana davransın. Yeni bir
zirveyi tırmandığımızda onu da düşünelim.’
‘O zaman biz de ortak oluruz.’
Bu esnada zirvenin üstündeki düzlüğe ulaşmışlardı bile ve burada adımlarına hız
katarak yollarına devam ettiler. Baharın yeni kucakladığı zirvenin düzlüğünü, meşe
ağaçlarından uzak duran yabani armut ve alıç ağaçları süslüyordu. Aralarına fark koyup
birbirlerine mesafeli duran bu ağaçlar, olgunlaşan meyvelerine tatlı sular bıraktıklarında,
gelen geçene sapsarı meyvelerini, ta uzaklardan gösterip iştahla onları kendilerine doğru
koşturuyorlardı. Sonbaharın serinliğinde bu diyara uğrayan misafirlerine cömertçe
meyvelerini sunmanın yarışından hiç kopmuyorlardı. Alıç ağaçlarının arasından kıvrılıp
giden patikayı bırakmadan hızla yol almaya devam ediyorlardı.
Daha boy atmaya devam eden yeşil otların arasından sert kamburunu sırtında taşıyan
iri bir kaplumbağa, gelenlerin önünde patikanın üstüne doğru ağır ağır ilerlemeye
çalışıyordu. Tükenmeyen o derya gibi sabrıyla saatlerce küçücük bir taşı dönmenin
uğraşından bıkıp usanmıyordu. Küçük bir çukurun üstüne geldiğinde önce derin derin
çukurun dibini yokluyor, yuvarlak gözlerini her çakılın üstünde meraktan yoksun
duygularla dolaştırıyordu. Bir yumruğun yerleşemeyeceği o küçücük çukuru yoklarken,
kendisi de onun içinde neyi aradığını bilmiyor, boş gözlerle bakıp durdukça aradığını
sandığı şeyi de unutmaya başlıyordu. Küçük çukurun öbür tarafına bakınca, önüne
aşılamaz okyanuslar çıkıyor, öbür tarafa geçme istemini kararsızlığının çuvalına atıp
yeniden başını önüne eğiyor, ‘Sanki öbür tarafa geçmesem, dünya mı yıkılır?’ diyerek kendi
kendini avutmaya çalışıyordu. Başını çukurdan yana çevirip taze bir ot filizinin önüne
getiriyor, tadı güzel ot filizinin kokusunu, kemikten yoksun et yığını içindeki ciğerlerine
çekiyor, nazik ot filizini ağzına alıp almamanın hesabını uzun uzadıya yapmaya
koyuluyordu. Defalarca burnunu ince gövdesine dayayıp kokusunu iyice öğrenmeye
çalışıyor, tam ağzına almaya çalışacakken, yarıda bırakıyordu.
Onun derdinden filiz, kendi kendini yemeye başlıyor, çatlamanın eşiğine gelip,
‘Yiyorsan ye, yemiyorsan defol, çek git başımdan.’ demeye başlıyordu neredeyse. Filizin
ayarından çıkmaya başladığını görünce, inat olsun diye son bir defa kokusuna bakıyor,
kafasını geri çekip, ‘Ben bu kokuyu beğenmedim, bundan daha güzel tadı olan ot mu yok?’
deyip yemekten vazgeçiyordu. Önünde çalı çırpıdan, taştan çukurdan bir engelin olmadığı
düzlükte sağlam deri sarması ayaklarını altına alıp yavaş yavaş patikaya doğru ilerliyordu.
Patikada hızla yol alanlar gibi, acelesi yoktu. Ama önlerine çıkıp onlara bir şey
söylemek ister gibiydi. Kaygısızca söylemek istediği şey neydi? Gelip sadece onlara bir
merhaba mı vermek istiyordu? Herkes gibi merak içerisinde onları görmenin aşkına mı
tutulmuştu? Yoksa kendilerinin henüz fark etmediği önlerinde duran bir tehlikeye mi
işaret etmek istiyordu?
Şahin hızla onu geçince, kendisini fark etmek istemiyor gibiydi. Mazlum tam karşısına
geldiğinde, ona sevecen gözlerle bakmış, geçince de arkasından birkaç defa kendisine bakıp
tatlı tatlı gülümsemişti. O da kendisine tatlı tatlı bakan Mazlum'u daha gördüğü ilk anda
sevmeye başlamış, ona söylemek istediklerini tam da söylemeye başlayacağı anda elinden
kaçırmıştı. Dilinin bir türlü dönemediğine inanamıyordu. Bütün ömrü boyunca ilk defa
kızgınlığın ateşi ruhuna giriyordu. İlk defa kaygılanıyor, ruhu daralmaya başlıyordu.
Yüzlerce yıl süren ömrü boyunca ilk defa unutamayacağı bir anı yaşamak, uzun ömrünün
tecrübelerine ilk defa harekete geçen sezgilerini de katarak karşısındakini bundan
faydalandırmak istiyordu. Ama tam da bu anı yakalamaya başladığını sandığı vakit, her şey
elinden kaçıp gitmişti. Hayıflanıyor, kendini yerden yere vuruyordu ve elinden gelen hiçbir
şey de yoktu.
Yükünün ağırlığı altında yürüyemez hale gelen koyu gri bulut, kanatlarını yere indirip
olanca ağırlığıyla dağlara çökmeye başlıyordu. Buz gibi soğuk su tanecikleriyle yüklenen
çılgın rüzgar, önüne kattığı her şeyi alıp götürüyordu. Mitolojik dünyanın acımasız tanrıları
gazabın külahını başlarına takıp yeniden yeryüzüne inmişlerdi sanki. Güneşin sıcaklığıyla
uyanan kucağı ışık dolu bugünün üstüne kara bir gün getirmiş, bu kara günde saklı
tuttukları bütün fırtınaları zincirlerinden koparmışlardı. Meydana saldıkları korkunç
canavarlarıyla insanlara çoktan unuttukları bir kıyamet gününü göstermek ister gibiydiler.
Esen rüzgarın şiddetinden yerlere yapışan ince dallar başlarını kaldıramıyorlardı. Suyu
çekilmiş, kurumaya yüz tutan yaşlı ağaçlar, zayıflayan bedenlerini ayakta tutamıyorlardı.
Gün boyu daldan dala konup neşeyle cıvıldayan rengarenk kuşlar neşelerini
kaybediyorlardı. Alışık olmadıkları suskunluğa bürünüp kayıplara karışıyorlardı. Nazik
filizlerin sırtında karnını şişiren çekirge sürüleri sıçramaktan vazgeçiyor, yapraklarına
bindikleri otların üstünden atlayıp saklanacakları yer arıyorlardı. Kilometrelerce tünel
kazıp hiç durmadan doldurasıya içine erzak çeken karıncalar, uğraşlarına son veriyor,
sakin bir günün gelmesini beklemek üzere, yuvalarına çekiliyorlardı.
Mazlum, Şahin’in adımlarını takip ediyordu. Şahin’in bıraktığı dalları elleriyle tutup
yumuşatarak kendine çekiyordu. Bir dal bırakıldığında ardından yenisi geliyordu. Şahin
eline dallar geldikçe, ‘Hangisine dikkat edin, hangisine dikkat etmeyin.’ demekten
yorulmaya başlıyordu. O bazen söylemeyi unutsa da, Mazlum dalın yüzüne doğru ne
zaman fırlayacağını biliyordu. Bir tekrar, diğer tekrarı getiriyordu. Tekrarlar, alışkanlığa
dönüşüyordu. Alışkanlık hakimiyetin güveniyle birleşiyordu. Güven, daha rahat
yaklaşmaya götürüyordu.
Rahat karşılama, uçup gelen bir dalın yüze yapışmasına kapı aralıyordu. Şahin köküne
sağlam bağlanmış lastik gibi esnek bir dalı eliyle itekledi. İteklediği dalı geçene dek elinde
tuttu. ‘Dalı bırakıyorum.’ demeyi aklına getiremedi. Karanlık Mazlum’un dalı
karşılamasına imkan vermedi. Son sınıra kadar gerilip gelen dal, bir kamçı gibi kan kırmızı
yanaklarına yapıştı. Kulaklarına kadar yüz derisinin içine gömülmüştü. Bir anda gözlerinde
kıvılcımlar çakmıştı. Acısı, iliklerine işlemişti. Bütün sinirler yüzünde toplanmıştı. Nefesi
gidip gelmiyordu. Son hücresine kadar kasılmıştı. Elleri yüzünün imdadına koştu.
Parmakları yüzünün acısıyla birleşti. Bir süre yerinde durup elini yüzünün üstünden
kaldırmadı. Gözleri kapanmıştı. Duyduğu acıdan ses çıkarmayı ayıp sayıyordu. ‘Böyle
küçük bir şeyden bağırıp çağırırsam, daha büyüğüne nasıl dayanırım?’ diyordu kendi
kendine. Gururu ayaktaydı, içine işleyen acısını duymazlıktan geliyordu. Acısını
hafifletmek için elleri yüzünü okşuyordu. Birkaç saniye yerinde kıpırdamadan durduğunu
gören Hasan, ‘Ne oldu heval?’ diye sordu. Mazlum hemen kendine geldi, yüzüyle
birleştirdiği ellerini indirdi. Önüne bakıp yüzünde kamçı olan dala elini uzattı. Hasan’ı
uyarıp geçtiğinde dalı yumuşatarak bıraktı.
Hasan, dalın Mazlum’un yüzüne çarptığını anlamıştı ve o acının, gururunun elinde
parçalanıp hafiflediğini de biliyordu. Bu gururun bayağı bir gurur olmadığı, asaletin saf
kanından gelen bir duygu olduğundan da kuşku duymuyordu.
Şahin ara vermeden ilerliyordu. Nefes nefese Mazlum, arkasından düşmüyordu. Bu
zifiri karanlıkta birbirine dolanmış, geçit vermeyen sık ağaçların arasında zikzaklar çizen
inişli çıkışlı dar patikayı Şahin’in nasıl kaybetmediğine şaşırıyordu. Yılları alan bir uzun
süre kullanılmamışlığın sonucu olarak kimi yerlerde bunun bir patika olup olmadığı dahi
anlaşılmıyordu. İçindekini her an kaybetmeye götüren bir labirenti andırıyordu. Gözün
açılamadığı, açılsa bile göremediği bu labirentin sonunu getirmek, her yiğidin harcı değildi.
Görmeden içinde ilerlediği bu labirentin iplerini hislerine bağlamıştı Şahin. Ayağa kalkmış
hislerinin gözüyle tutunmuştu bu ipe. Ve bu ip şaşırtmaya götürmeden, labirentin sonunu
getiriyordu ayaklarının önüne.
Nihayet sonu gelmeye başlamıştı. Hasan alnından dökülen ter damlacıklarının farkına
yeni varıyordu. Şahin rahat bir nefes alıp ‘Oh be! Bu şeytan mezarlığını da aştık.’ deyince,
Hasan, Şahin’in söyleyeceğini önceden bekliyormuş gibi, ‘Sen daha neler neleri aşarsın,
daha cadı mezarları bekliyor seni. Senin geleceğini haber alırlarsa eminim o dişleri çengel
çengel cadıların hiçbiri mezarında kalmaz.’ dedi. Mazlum, Hasan’ın önceki halini
düşününce kendini tutamadı.
Mazlum katıla katıla gülerken, ‘İntikamını aldın ha!’ deyince Şahin, mahsustan
bağırıyormuş gibi sesini daha da kalınlaştırarak ‘Gene mi başladın heval Hasan? Ne zaman
bırakacaksın elinde tuttuğun o şeytanın burnunu?’
‘Niye öfkeleniyorsun yoldaşım, o burnunu elimden çıkarmıyor, benim günahım ne?
Hem bu kadar yorulmuşken, kim kaldırmak ister onun ağırlığını?’
Bu sözleriyle Şahin’i daha da kışkırtmak istedi. Ama Şahin’in vakit kaybetmeye niyeti
yoktu.
‘Parmaklarının arasına alacağım şeytanının kulağını sonraya bırakalım.’ deyip
adımlarına yeniden hız kattı.
Kedi kulaklarına benzer sorgucularını rüzgarın getireceği sesleri, kepçe tutan baykuşun
kavalımsı notasız böp sesleri vadinin başlayan sessizliğine hüzünlü bir melodi gibi işledi.
Sesinde göklere bir yalvarış vardı sanki. ‘Bu gecelik bu kadarı yeter, ne olur acı bize’
dercesine bir yalvarıştı bu. Baykuşun sesi Şahin’in kulağına her çaldığında yüreği
burkuluyordu. Hayat zincirine eklenen acı halkaları bir bir gözlerinin önüne getiriyordu.
Ait olduğu varlığının trajedisinden yükselen seslerle yüklenmişti bu ses. Bu vadileri
bırakmaya mecbur kalan halkının sesini yankılandırıyordu kulaklarında. Bu ses kulak
memelerini her aştığında keskin bir bıçağa dönüşüp yüreğinin üstüne iniyordu. O da
yapayalnız, bir başınaydı. Melül melül bakınıp duruyordu. Her güneşin batışından sonra
hüzünden söyleyen gecenin ozanıydı. Ve bütün yırtıcılığını, kanatlarının arasında
saklıyordu. Şahin, baykuşun sesi kulaklarında kaybolana dek etkisinden çıkmadan yürüdü.
Bıktıran zikzakları çoktan aştığını fark edememişti.
Bu devrimciliğin yaşayışı ne acayip şeydi? Bir günde birbirine zıt kaç duyguyu
yaşadığını kendisi de bilmiyordu. Hangisini aklında tutmayı başarabilirdi ki? Aklında
tuttuğunun hangisini anlatabilirdi ki? Anlattığında da hangisinin hakkını verebilirdi ki? Ne
sen sor, ne de ben anlatayım. Her şey olduğu gibi kalsın; saf, doğal, tertemiz. Anlatmaya
kalksan, her şeyden bir eksiğini bırakırsın; belki de en önemlisini. Her şeyi anlattığını
sandığın anda, bir bakarsın anlattığın bir şey yok. Bir de anladığını düşündüğün şeyin
param parça olup, tanınmaz hale gedikten sonra ortalığa döküldüğünü görürsün. Gel de bu
sefer dökülenleri toplamaya kalkış. Hangisine gücün yetebilir ki? Gücün yetse bile, ömrün
yetmeye gelmez. Çatlamadan ruhunda bütün zıtlıkları nasıl birarada taşıdığına bir türlü
akıl erdiremiyordu. Üstelik bütün zıtlıkları hissedebildiği halde ve belki de tam da
çatlamaya başlayacağın an, çatlamadan yürüyebilmektir devrimcilik. Hem de yorulmadan
koşar adımlarla ufuklara uzanmaktı devrimcilik.
Şahin bütün bu düşüncelerle hızını arttırmaya çalışıyordu. Mazlum ayak temposunu
ona uyduruyordu. Yüzündeki acı kaybolmuş, ayakları hafiflemişti. Rüzgar yüzüne
üflüyordu ve alnındaki ter kurumaya başlamıştı. Hisleri daha iyi gören gözlere kavuşuyor
ve son sürat koşası geliyordu. Yukardan aşağıya yassı bir yuvarlak çizen çenesine
götürüyordu parmaklarını. Parmaklarını çenesinin üstündeki küçük oyuğa götürdüğünde,
yüzüne hoş bir tebessüm konmaya başlıyordu. Aşağıya doğru küçük bir kanalcık götüren
çenesindeki bu oyuğa her parmak bastığında, babasının resmi gözlerinin önünde
beliriyordu. Küçüklüğünde babasının çenesinde duran aynı oyukla, ne kadar da çok
oynamıştı. Babasının, küçük parmakları arasında ‘Bırrr’ deyip salladığı çenesi ellerinin
arasından daha yeni kaçmış gibiydi ve küçük elleri koca çeneyi bir türlü tutamıyordu. Koyu
kahverengi gözleri, sonu gelmez uzaklara dalıyordu. Bir duygu, diğer bir duyguyu
kovalıyordu. Daha aşacak ne çok şey vardı? Uzaklara giden dikensiz yollar, yerden
kaldırılmıştı. Dikeni olmayan hiçbir yol, uzaklara uğramıyordu. Her adım başında batmaya
hazır dikenler bulunurdu. Bu dikenlerin üstünde yürümekten başka çare yoktu. Hem de
çıplak ayakla tabanları kanatmadan yürümek, beceri ister, ustalık gerektirirdi. Ustalık da
bu yolun kendisinden geçerdi. Bu yoldan geçmeden, kim söyleyebilirdi ki usta olunur diye?
Usta adam dikenli yoldan geçmeyi başaran adamdır. Attığı her adımın onu ustalaşmaya
götürdüğünü düşünüyordu. Ayaklarındaki hafifliği buna yoruyordu.
Hasan’dan ses seda yoktu. Bedeni, duygularını rahat bırakmıştı. Biten zikzaklar, geride
bırakılan geçit vermeyen ağaçlar, kesilen yağmur ona keyif vermeye başlamıştı. Bu halde
saatlerce yürüse, sıkıntıya gelmezdi. Önüne çıkan aksiliklere büyük alerjisi vardı. Aksilikler
ağır basınca, içten içe okkalı küfürler savururdu. Neşeli bir anın gelmesini dört gözle
beklemeye koyulurdu. Alerjisinin yükselip sıkıntısının başına vurduğu anlarda bile,
neşenin iplerini elinden bırakmazdı. Kırmızı topraktan oluşan seyrek ağaçlı dik yokuşun
altından geçen patika, yukardan aşağıya, vadiye inen sırtı aştıktan sonra, çamur deryasının
altında kaybolmaya başlıyordu. Yukardan aşağıya gelen su kanallarının altını oyup düşen
yağmur suyunun yumuşattığı toprak uçurumunun üstüne bütün şiddetiyle şimşekler de
düşmeye başlayınca, toprak olduğu gibi çöküp, aşağıya doğru inmişti. Taş, ağaç, önünde
bulduğu ne varsa alıp getirmişti. Hislerinin gözüyle yol alan Şahin, önünde bir çamur
deryasının olduğunu göremedi. Hislerinin gözü, suyla dolup patlayan toprağın heyelanına
kendini ayarlamış değildi. Bir heyelanı önceden görecek kadar açılamamıştı. Çamur
deryasına birkaç adım girdikten sonra fark etti. Patikanın çamur deryasının altında
kaybolduğunu biliyordu. Geri dönüp içine girdiği çamur deryasından çıkmaya çalıştı.
Geri dönmeye başlayınca arkasından kopmayan Mazlum, ‘Ne oldu heval, bir şey mi
var?’ diye sordu. Mazlum sorunca Hasan heyecanlanmaya başladı. Hain bir pusu mu diye
anlamaya çalıştı.
Şahin, ‘Nereden başlayıp nereye sürüklendiği belli olmayan bir heyelan var önümüzde.’
deyince, Hasan’ın heyecanı yatışmaya koyuldu. Şahin’in yanına sokulup meseleyi daha iyi
anlamak istedi.
Mazlum ‘Geçmemiz zor olur mu?’ diye sorunca Şahin, ‘Geçebiliriz, geçebiliriz, ama
geçişimiz pek kolay olmaz. Sorun patikayı tekrar ne zaman bulacağımızdır. Patikadan
saparsak, yeniden bulana kadar gereğinden fazla zamanımız gider. Bu tür heyelanların
huyu, bildiğinizden de kötüdür. Tam bir çamur bataklığı olur ve önünüze atılır.’
Şahin sözlerini bitirdikten sonra bir kez daha hisleriyle patikanın geçebileceği
güzergahı tahmin etmeye çalıştı. Daha önce buradan gelip geçerken kafasına takılan bütün
ayrıntıları hatırlamaya çalıştı. Hatırında kalabilecek birçok ayrıntı, çamur bataklığının
altında kaldığından, doğru kestirmekte zorlanıyordu. Kafasını yapabildiği kadar üstünde
yormaya çalıştı. Hislerinin oluşturduğu görüntü yavaş yavaş kafasında şekillenmeye
başlıyordu. Kendini bu görüntüye inandırmaya çalıştı. Ne olursa olsun geçmemek için bir
neden yoktu.
Mazlum, bu küçük zorluğu aşmaya çoktan hazırlanmıştı. Adapte olmanın önündeki
engellerin tümünü ortadan kaldırmıştı. Önüne çıkacak her zorluğun bir sınav olduğunu,
aşılacak her sınavın bedenine ve ruhuna eklediği bir güç olduğunu söylüyordu. Önüne
gelecek her güçlüğü aşmaktan yana bir kaygısı yoktu. Zorluk karşısında içine girilecek
tereddüdü, güç kıran unsur olarak görüyordu.
Hasan’ın keyfi kaçmaya başlamıştı. ‘Her şey yolunda ne de güzel gidiyordu. Bu gece
birileri önlerine engel koymak, her adım başında aksilik çıkarmak için özel bir gayretin
içine mi girmişlerdi? Peşlerini bir türlü bırakmamanın sebebi ne olabilirdi? Böyle yapmaya
neden gerek duyuyorlardı? Birilerinin beddualarına mı maruz kalıyoruz? Kutsal caminin
önünde kimin kedisini öldürdük ki, bedduaya uğrayalım? Dinine yandığım aksilikler!
Pürüzsüz göklerin lanetli parazitleri! Çıkarın çıkarın, siz aksilikler çıkarmaya bakın! Siz
çıkardıkça, biz de üstünden atlamaya devam edeceğiz. Yıldırmaya gelen yumruklarınızdan
kaçacağımızı mı sandınız? Bizi o türden korkaklardan mı bildiniz? Sizi hıngıllı taşlar sizi!
Sizi, kulağı kötülüğe kapak sizi!’ Hasan bütün bunları hiç ses çıkarmadan içinden
söylüyordu.
Şahin, silahını sol eline alıp çamurun içine daldı. Mazlum da peşini bırakmadı. Hasan,
bunun dışında başka bir yol görmedi. Birkaç adım attıktan sonra, dişlerine kadar içine
gömüldü. Ayakkabıları vıcık vıcık çamuru yutmaya başlamıştı. Sinirleri tepesine üşüşmeye
başlıyordu. Dilinin ucundan çıkan kuyruklu küfrün önünü tutamıyordu. Çamurun içine
gömülü ucu sivri bir taşa ayakları takılınca, kendini ayakta tutmayı başaramadı. Yokuşa
bakan sağ yanı üzerinde çamurun içine devrildi. Tümden çamura gömülmemek için, sağ
elini kendine destek yaptı. Sağ eli, omuzlara kadar batağa battı. Sağ yanını da tam
kurtarmayı başaramamıştı. Dişlerinin arasında sıkıştırıp durduğu okkalıyı sesinin
yükselmesinden bir kaygı duymadan serbestçe, rahat edercesine dışarı bıraktı.
Mazlum sesini duyar duymaz, hemen imdadına koştu. Önce onun havada tuttuğu
silahını elinden aldı, sonra elini sağ eline verip onu gömüldüğü çamurun içinden yukarı
çekmeye başladı. Şahin de yardıma koşmaya gelince Mazlum, ‘Heval gerek kalmadı, biz
seni takip ediyoruz.’ dedi. Şahin zor kaldırıp indirdiği adımlarını yeniden sürdürdü. Hasan
bu an içerisinde bir muziplik yapmanın havasından tamamen düşmüştü. Oralı olmak bile
istemiyordu. Dikkatini daha da toplamak zorundaydı. Çamurdan yarım adam olmuştu.
Yeni bir takılıp düşme, tam adam haline getirirdi. Mazlum, silahını elinden almıştı. Boş
kollarını yana doğru havada kendine destek yapıp dengesini sağlamaya çalışıyordu. Bütün
ısrarlarına rağmen, Mazlum silahını ona vermiyordu. Israr etmekten vazgeçmişti. Kendi
kendine ‘Beceriksiz adam’ deyince Mazlum’un yüreğine dokunuyor, içinden ona daha fazla
yardım etmek geliyordu. Mazlum, onun bu tür hallerde zorlandığını biliyordu. Onu
kendisiyle baş başa bırakmak, yoldaş olmanın ahlakına aykırıydı. ‘Yoldaşını koruma
duygularıyla yüklü olmayan bir devrimci, devrimciliğinden şüpheye düşmelidir.
Arkadaşının yardımına koşmaktan aciz düşen devrimci, çok şeyini yitiren
devrimcidir.’ diye düşünüyordu Mazlum.
Şahin dizlerine kadar içine gömüldüğü çamuru düşünmüyordu. Patikanın takip ettiği
güzergahın dışında, ilgilendiği bir şey yoktu. Hislerinin, onu doğru götürdüğünden kuşku
duymuyordu. Mazlum onun çamuru nasıl yardığına şaşırmıştı. Ayak bileklerine takılı
önden bıçak kadar keskin demirler mi vardı? Önüne kattığı çamuru bana mısın demeden
kesip götüren bu ayaklar, ne türden ayaklardı? Kolay anlaşılır gelmiyordu ve o ayaklardaki
enerji olduğu gibi arkadan gelen ayaklara akıyordu. Mazlum ona baktıkça ayaklarının
üstüne çöken ağırlığı unutmaya başlıyordu. Sanki kendi ayaklarının üstünde değil de, onun
ayaklarının üstünde yürüyormuş gibi geliyordu kendisine. Yorgunluktan düşmek üzere
olduğu halde ona baktıkça yorgunluktan eser kalmıyordu kendisinde. ‘Arkadaşından güç
almak bundan başka ne olabilir?’ diyordu kendi kendisine. ‘Benden yaşça büyük olduğu
halde böyle yürüdüğüne göre, benim bundan çıkaracağım sonuç çok daha fazlasını
yapmam gerektiğidir. O bedenindeki yorgunluğu, ayaklarındaki ağırlığı bir kenara
bırakmışken, benim bu türden şeyleri aklımın ucuna bile getirmem, bana doğru akıttığı
ilhama karşı saygıdan düşmek olur.’ diye düşünmekten de geri durmuyordu. Çamur
çemberi, aralarındaki bağı kuvvetlendirmenin çemberi oluveriyordu. Bağı kuvvetlendiren
düğümlerin üstüne, çözülmez yeni düğümler ekliyordu. Öyle bir çamur ki, içine daldıkları
andan itibaren yeniden yeniden yoğrulmaya başlıyorlardı. Çamur, onları yoğuran hamura
dönüşüyordu. İçine tam da gömülmüşken, bir kez daha bunun farkına varıyorlardı.
Birbirine el değdirmeden öndeki ortadakini, ortadaki arkadakini çekiyordu. Birbirini
çekerken biri diğerini, diğeri öbürünü düşünüyordu. Birbirlerini düşünürken de,
kendilerini unutmaya başlıyorlardı ve ayaklarının altında dövülen çamurun arkaya doğru
nasıl kayıp gittiğini fark edemiyorlardı.
Şahin kaya gibi yerinde sapa sağlam ve heybetli duran büyük taşın altına geldiğinde,
gözlerine inanamadı. Kendisine her şeyden fazla lazım olduğu anda o taş bir kez daha
koşup yardımına gelmişti. ‘Bu taşlar içimizdeki sesi duyar, neyle karşı karşıya olduğumuzu
görür gibidirler. Bunların duyarsız varlıklar olduğunu kim söylediyse, o halt etmiştir. Sen
ona bakmayı bilirsen, o da bakmaya başlar’ deyip taşın altına vardı. Elini taşın yere bakan
göbeğine yapışık havada duran çıkıntıya uzattı. Yerinde durup rahat nefes almaya çalıştı.
Onun aldığı nefesi Mazlum verir gibiydi. Bir soluk, diğer soluğu tamamlıyordu. Hasan de
bekliyordu. Mazlum, Şahin’e ‘Yoruldun mu?’ diye sorunca,
‘Ne yorulması heval, biz yoldan çıkmadık ki, yorulalım’ diyerek Mazlum’u da sevincine
davet ediyordu. Onun duygularıyla birleşen Mazlum, ‘Ciddi misin sen, nasıl biliyorsun?’
deyince Şahin taşı göstererek, ‘Bak senin bu taşın söylüyor. Patikanın ayaklarımızın altında
olduğunu bildiriyor. Şu an o patikanın üstünde konuşuyoruz birbirimizle.’ dedi.
Hasan beklemeden araya girdi:
‘Ya öyle mi? Ne de yol gösteren şirin dilli şeymiş bu! O Allahsız, bana hiç de öyle
davranmıyor. Kaybettiğiniz yolu gösteriyor size, ama ben doğru yolumda yürürken
ayaklarıma da çengelini takıyor. Beni bu çamurun içine o devirdi.’
Şahin, ‘Demek ki beğenmediği bir tarafın var, sen o tarafı ara yoldaş.’ dedi.
Kıs kıs gülen Mazlum, atışmaya karışmak istemiyordu. Atışmanın suyuyla doyasıya
yüzünü yıkamak istiyordu.
Hasan; ‘Bak hele, hala da o beni beğenmiyormuş, onun altına bir kalıp sokup havada
oynatmazsam, bana da Hasan demesinler.’
‘Sakın havada oynayan o parçalanmışlardan kafanı korumayı unutma. Onlar
parçalanırsa, parçalatmaya da gelirler, haberin olsun!’deyip atışmayı yarıda keserek
sözlerine devam etti Mazlum, ‘Çamuru aşmamıza çok kalmadı herhalde? Tabanlara biraz
daha kuvvet verirsek, o da aşılmış olur.’
Hasan, Mazlum’dan silahını almaya çalıştı. Bütün ısrarlarına rağmen, Mazlum
vermeyince yine vazgeçmek zorunda kaldı. Şahin, çamurun altından patikanın geçebileceği
hattı bırakmadı. Mazlum, onu takip etti. Hasan Mazlum’un ardına düştü. Taşı geçtikten
sonra suyun, toprağın içinden çekilip aşağılara indiğini gördüler. Güzel bir şeydi bu.
Batmadan suyu çekilmiş ıslak toprağın üstünde yürüyorlardı. Yumuşak toprağın üstünde
yürümek önce hoşlarına gidiyordu, ama yürüdükçe ıslak toprak, tabanlarına zamk gibi
yapışmaya başlıyordu. Her bir ayağın üstüne kilolarca ağırlık düşüyordu. Bu ağırlığın
altında ayakları kaldırmak mümkün olmuyordu. Her adımda bir ayaklarına yapışan
çamurumsu yapışkan toprağı, ayaklarından sökmek zorunda kalıyorlardı. Hangi ayağın
yapışkanı, hangi ayakla sökülecekti? Eğilip elle sökmek, daha da zor geliyordu. Aştıkları,
içinde bol suyun olduğu çamura rahmet okuyorlardı. Katı çamur, ayağı da kaskatı
kesiyordu.
Zaman, ellerinden kayıp gidiyordu. Ne yapsalar, durduramıyorlardı geçen zamanı.
Adımlar kalkmak bilmiyordu. Yapışkan toprak, tabanlara değil, sinirlere yapışıyordu.
Sinirleri birbirine dolayıp sıkmak için elinden ne geliyorsa yapmaktan geri durmuyordu.
Ayak bileklerine kelepçe takıp ağaçların derinlere inen köklerine bağlıyordu.
Hasan gene ayarından çıkmıştı. Kendi içinde söylemediğini bırakmıyordu. Mazlum,
çöken yorgunluğun ağırlığını yeni yeni hissetmeye başlıyordu. Göz kapakları açık durmayı
başaramıyordu. Ağır basan uyku, bütün güzelliğiyle gözlerinin önüne düşüyordu. Kapanık
düşen göz kapakları, sabaha kadar kalkmak istemiyordu. Esneyince, ağzı kulaklarına kadar
açılıyordu. Deliksiz bir uyku çekmeyi o kadar istiyordu ki, bıraksalar sabaha kadar
yerinden kalkmadan derin uykuya dalardı. Uykunun tatlı perileri yumuşacık yatakları
getirip ayaklarının önünde seriyordu. O tatlı periler kimseye görünmeden kulaklarına
fısıldayıp, ‘Ne duruyorsun öyle ayakta, girsene bu sıcacık yorganın altına!’ diyorlardı.
Apansız kendini içine atası geliyordu. Uyku perileri gözlerinin önünde durmuş, ‘Bu fırsatı
kaçırırsan, sana bir daha döşek yorgan yok.’ diyorlardı. Döşeğin baş ucundaki yastığın
üstünde duran kuş tüyünden sıcak yorganın baş köşesini kaldırıp onu içine davet
ediyorlardı. Tam da, ‘Bu fırsatı değerlendirsem mi?’ diyeceği anda irkilmeye başladı. Göz
kapakları aniden açılıverdi. Kendi kendine, ‘Sen ne yapıyorsun? Aklın başında mı senin,
nerede ve hangi görevle karşı karşıya olduğunu görmüyor musun? Seni kendine çeken
rehavetin, baştan çıkaran uykunun kollarına mı atılacaksın? Bu kadar dayanıksız, zayıf biri
misin sen? Zaman kaybetmeden, derhal topla kendini. Böyle yapmaya hakkın yok senin’
deyip kendini toparlamaya başladı. Tekrar yere çömeldi. Ellerini, tabanlarına yapışan
çamura uzattı. Parmaklarını birbirine bitiştirip bükülmez bir sertliğe getirdi. Kürekleme iç
kenardan içine batırdı. Kestiği parçayı yere attı. Sağdan soldan, önden arkadan tekrar
tekrar elini indirip kaldırdı. Şahin’in bitkinliği, yüzüne vurmuştu. Tabanlarına yapışan
çamurdan daha kötü gözüne yapışan uykuyu sökemiyordu. Avuçlarıyla gözünü
ovamıyordu. Ellerini yumruk haline getirip gözüne sokuyordu. Göz kapakları sertleşmişti.
Hisleri, ayağa kalkmak istemiyordu. Onlar da kendini koyuvermişti. Ne yapıyordu? Onlar
da bir keleklik mi yapmak istiyorlardı? Onların da mı aklı başından gitmişti? Sırası mıydı
bunların şimdi? Yumruğunu daha da sıkarak gözüne götürüyordu. ‘Bana daha fazla engel
çıkarırsanız, ikinizi de yere indiririm.’ diyordu gözlerine. Taş kesilen ayağını
kaldıramıyordu. Kaldırsa da indirmek istemiyordu. Ayak damarları çatlamak istercesine
şişmeye başlamıştı. Ne kadar çekmek istese de, arkasından gelmiyordu ayakları.
Yapışkan çamur bırakmamakta direndikçe, o da aşmak için var gücüyle, ayaklarına
yükleniyordu. ‘Değil çamur, önüme dikilen zift batağı da olsan, aşmadan, tuttuğum yakanı
bırakmam senin’ diyordu. Gecenin kara bulut dağları ağır ağır yeniden hareketlenmeye
başladı. Çakan şimşekler, gece karanlığını kızıl ışıklarla doldurup bir anda gündüze
çeviriyordu. Sönüp yeniden yeniden yanıyordu. Vadiler, onun korkunç sesiyle doluyordu.
Sakin kayalar, onun gürültüleriyle homurdanmaya başlıyordu. Bu Hasan’ın hiç hoşuna
gitmemişti. Sesini yükselterek, ‘Bu İsmail, gene yırtınmaya başladı.’ dedi.
Şahin, ‘O zaman ayakları daha hızlı kaldırıp indirelim.’ dediğinde Hasan ‘Xopane,
kalkmıyor ki indirelim.’ diye cevap verdi.
Mazlum bütün gayretini ayaklarına verdi. Yeni yağmur onlara ulaşmadan, hızla
buradan çıkmalıydılar. Çakan yeni bir şimşek sonrasında gelen yeni bir heyelanın altından
hiçbiri sağ kurtulamazdı. Nereye gittiler, nereye kayboldular, kimse de bilemezdi. Gayretin
kudreti, Şahin’i patikanın üstüne getirdi. Patika, ayaklarının altındaydı. Büyük bir badireyi
aşmanın rahatlığına erişiyordu. Bu sefer patikayı arama zahmetinden kurtulmuştu.
Gayretin meyvesini, Mazlum da almaya başlamıştı. Bu meyveyi arkadan yetişen Hasan’la
da paylaşmaya başladı. Hasan, Mazlum’dan silahını aldı. Mazlum, bu sefer vermezlik
etmedi, çünkü artık Hasan’ın içine devrildiği o çamur deryası arkada kalmıştı.
Ardışık yürüyüş, yeniden hız almaya başladı. Gelen yağmurun, kendilerini
yakalamasını istemiyorlardı. Yağmur ise onlardan daha hızlı koşuyordu. Atını dört nala
kaldırmış, onları yakalamaya yeminli bir süvarinin hızıyla geliyordu. Yetişen ilk damlalar
sırtlarını vurmaya başlayınca, yapacakları bir şey kalmamıştı. Bir dert bitiyor, yerini yenisi
alıyordu. Yeni gelen dertle baş etmenin tek çaresi, daha hızlı, daha hızlı yürümekti.
Hasan’a boydan boya yapışan çamurlar sökülüp aşağıya inmeye başlıyordu. Yağmur,
elbiselerini yıkamaya başladığı halde, duyduğu hiçbir memnuniyet yoktu. Bu lanetli gece,
her şeyi berbat ediyordu. Yolunda doğru düzgün yürüyen bir şey yoktu. Her şey bir kaldır
indir, kaldır bindirlikti. Kalkan biri, oturan diğeriydi. Yağmur, dalga dalga geliyordu.
Bardaktan boşalırcasına yere iniyordu. Taneleri, öncekinden daha da iriydi. Her taraf,
sular altında kalıyordu. Şimşekler vurdukça, musluklar daha da açılıyordu. Gecenin bütün
gezginleri, yeniden deliklere saklanmıştı. Yapraklar dalından koparcasına, aşağıya doğru
dökülüyordu. Düzlüklerde geniş göletler oluşuyordu. Göletlerin içine çakılan iri damlar,
suyun üstünde baloncuklar oluşturuyordu. Şişen baloncuklar birbirine çarpıp patlamaya
başlıyorlardı. Yağmuru dalga dalga getiren rüzgar, büyük ağaçları kökünden koparmak
istiyordu. Yerinden kalkmak istemeyen ağaçlar, çığlık çığlığa bağırmaya başlıyordu. Altı
oyulan taşlar yerinde duramıyor, üst sırtlardan aşağıya doğru vadinin derinliğine
yuvarlanıyordu. Zavallı narin otlar, büklüm büklüm olmuş, yeniden köklerinin altına
kaçmak istiyordu. Yuvaları suyun altında kalan böcekler, boğulmaktan kurtulmanın
savaşını veriyordu. Her gece şafağın gelmesini dört gözle bekleyip güneşe doyasıya
gülümsemek isteyen güllerin nazik, kırılgan yaprakları acıyla dalından kopup düştükleri
çamurlu suyun altında ezilmeye başlıyordu. Şimşeklerin gürleyişi altında toprak dibinden
sarsılarak zelzele şoklarına giriyordu. Görünmeyen ejderha, binlerce canın soluğunda, yeni
bahara açılan umuda ayak basıyordu.
Mazlum, su gölünün altında yürüdüğünü hissediyordu. Rüzgar, ağzına, burnuna,
gözüne yağmur dolduruyordu. Nefesini tutup bırakacağı anı kolluyordu. Ciğerlerinin
şişmesine mani olamıyordu. Her eğilip doğruluşta düşmek isteyen silahını, kolunda
tutmayı zor başarıyordu. Adım adım yürümek, bir türlü yol aldırmıyordu. Ayaklarını, suya
yüzgeç yapmak istiyordu. Yüzgeçlerin hızından giyinmek istiyordu. Şahin gibi hislerini
ayağa kaldırmaya çalışıyordu. Bedenini, hislerinin atına bindirmeye başlıyordu. ‘Bundan
sonra o da taşımayı öğrensin.’ diyordu kendi kendisine. Hisler, bedenini taşımaya
alışıyordu. Bedeninin üstüne çöken ağırlığı unutmaya çalışıyor ve daha zor olanına
kilitleniyordu. Gözünün keskin bıçağını, kendisine hücum eden caydırıcılığın karnına
dikiyordu.
Kızıl kıyametin şeytanları, Şahin’in başına üşüşmüştü. Karanlığın içinde parmaklarını
çıkarıp çıkarıp gözüne sokuyorlardı. Kulaklarında anlaşılmaz, ürperten sesler
bağırıyorlardı. Yerin bütün ağırlığını kaldırıp sırtının üstüne bırakıyorlardı. Ellerini
nefesinin üstüne bırakıp onu boğmak istiyorlardı. Önüne geçit vermeyen bentler
kuruyorlardı. Ayaklarının altında, dipten yoksun kuyular kazıyorlardı. Sinirlerine basıp
yere indiriyorlardı. Her düştüğünde, kalkmayı zor başarıyordu. Gücünün yetmemeye
başladığını görüyordu. Kendini bin parçaya bölüp yeniden birleştirmeye çalışıyordu.
Tükenen gücünün son zerreciklerini toplayıp başının üstüne çıkarıyordu. ‘Sen bana pes
ettiremezsin.’ dercesine inatla adımlarına hız katıyordu.
Hasan’ın takati tükenmenin eşiğine gelmişti. Dizlerindeki son derman da bitmek
üzereydi. Ayakları, buyruklarına cevap veremiyordu. Sadece Mazlum’un arkasından
sürüklendiğini biliyordu.
Yağmur, daha da şiddetleniyordu. Şimşekler, zirvelerin üstüne peş peşe iniyordu. Su
göletleri, şimşeklerin kızıl ışığıyla aydınlanıyordu. Şahin, Mazlum’dan yana kaygı
duymuyordu. Mazlum, gözünü arkasından çevirmiyordu. Hasan, Mazlum’un peşini
bırakmak istemiyordu. Gece bitmek bilmiyordu, köprüsünü sonsuzlara bağlamıştı. Zaman
ise hızından ödün vermeye gelmiyordu. Kimsenin derdine kulak astığı yoktu. Onu bildiği
yoldan ilerlemekten, kimse alıkoyamıyordu. Kendisinin önünde engel duracak kudret
tanımıyordu. Her döngüyü dönecek ayaklara sahipti. Her yükseğe uçacak kanatları vardı.
İlerlerken, bürünmediği kılık yoktu. Yürürken, girip içinden çıkmadığı delik yoktu.
Yolundan çevrilmeye gelmezdi. Önüne çıkan duvarları delip geçmeyi, kurulan yüksek, uzun
setleri atlamayı, eğlencesi sayardı. Görünmeyen bir zerreciğe girecek kadar küçülür, bütün
bir evreni içine alacak kadar büyürdü. Bazen kaplumbağanın ağırlığında, bazen devinimi
fark edilmeyen bir taşın durgunluğunda yürürdü. Bazen de ışığın kanatlarına bindiğinde
hızına hiç kimse ulaşmazdı. Yaz, kışı önüne aldığı bir top gibi tekmeler, o koca yılları
sevimli bir yavru gibi kucağına alıp yorulmadan getirirdi. Gündüzü gecenin üstüne getirip
geceyi şafağa doğru yürütürdü. Adımlar, gecenin içindeki zamanla yarışıyordu. Gece,
adımların önünde karanlıktan sonu gelmez köprüler kuruyordu. Adımlar ise gündüzü,
gecenin üstüne getirmeye çalışan zamanı bırakmak istemiyordu. Gece, ağırlığını bastığı
adımları durdurmak istiyordu. Zaman ise, adımlardan kurtulmaya çalışıyordu. Gecenin yol
aldırmayan karanlığına çakılmak, şafağın zamanına yenilmekti. Yenilmemek, şafaktan
önce menzile ulaşmaktı.
Mazlum, Hasan’a, ‘Heval biraz daha hızlan.’ diyordu. Hasan ise, ‘Ayaklarım cevap
vermiyor heval.’ diyordu. Mazlum, tekrar onun silahını almaya çalışıyor fakat o
vermemekte direniyordu. Mazlum’un her ‘Geç kalıyoruz heval’ sözüne karşılık Hasan, ‘Bu
uzun gecenin sabah göreceği yok.’ diyordu.
‘Sabahtan önce ulaşmalıyız, geceyi yarıda bırakmalıyız. İlk noktamızda içeceğimiz
sabah çayını unutma.’
‘Bu gece bitmez diyorum, ama bu zaman bize yeter mi?’
‘Zaman, onunla ayağa kalkıp yürüyenlere tatlı meyvelerini sunar, kalkıp yürümeyi
bilmeyenlere ise karanlık tuzaklar kurar.’
‘Hak veriyorum.’
Hasan, bu tartışmanın ardından daha büyük bir gayretle hızını arttırmaya çalışıyordu.
Şahin, dizlerindeki derman taneciklerini biraraya toplayıp tabanlarına kuvvet
veriyordu. Ayaklarının altında parçalanan su, yanlara doğru havaya uçuyordu. Adım başı
kendini kaybettirmek isteyen patika, ayaklarının altından kurtulamıyordu. Korkmadan
kendisiyle yarışmaya kalkan bu gözüpek delikanlılara sevinen zaman, onları görmezden
gelip yarı yolda bırakmaya kıyamıyordu. Onlar, ne kadar hızla yol almak isteseler, o da o
kadar onlardan yana dönüyordu.
Hasan, Mazlum’un arkasında sürüklense de, bitkinliğine aldırmamaya başlıyordu.
Yağmursa, dinmek bir yana, kendini daha yeni yeni göstermeye hazırlıyordu. Orman,
sayısız tonda güzel sesler çıkaran dilini yutmuştu. Üstüne boşalan yağmurun çıkardığı ağır
hışırtının altında boğuluyor ve gümleyen şimşeklerin üstüne bıraktığı korkudan titriyordu.
Mazlum, gayreti elden bırakmıyordu. Hasan ona yetişmeye çalışıyordu. Şahin, hızını
düşürmek istemiyordu. Suyun altında kalan patika, ayaklarının altında ezilip geri
çekiliyordu. Yağmur, yerini doluya bırakıyordu. Bulutlar yere fişek hızında iri buz
taneciklerini fırlatıyordu.
Şahin ne kadar uğraşsa da, başını koruyamıyordu. Mazlum, başına taş yediğini
düşünüyordu. Hasan, kafasının kırıldığını zannediyordu. Başlarının üstüne şiddetle çarpan
buz tanecikleri, aynı şiddetle sekip sağa sola vınlıyordu. Kefiyeler, başlarını korumaya
yetmiyordu. Eller başın üstüne bırakıldığında, gelen şiddetli darbelerin altında tekrar geri
kaçmak zorunda kalıyordu. Bir değil, on tane birlikte geliyordu. Düşecek yer bulmak için,
birbirleriyle kavga ediyorlardı. Yüzün üstüne düştüğünde, gözlerde kıvılcımlar çakıyordu.
Burunların tam ucuna çakıldığında, nefesler kesiliyordu. Eller imdada koşmak istese de,
yapacağı pek bir şey yoktu. Yüzler korunsun diye başlar eğildiğinde, enseler yemeğe
başlıyordu. Kafatasının tam ortası ise, bu taşlar için bulunmaz bir hedef haline geliyordu.
Kafaların üstüne öldüresiye grup grup düştükçe, balyoz etkisi yapıp sarsıntı yaratıyordu.
Kefiyelerin altında saklanmayı yeterli bulmayan kulaklar, etrafını çemberledikleri deliklere
kaçmak istiyordu. Yağmurdan kaçıp doluya tutuldu sözü, burada kendine kanıt bulmaya
çalışır gibi oluyordu. Ama daha yağmurdan kaçamadan doluya tutulduklarını görünce,
çaresiz başını öne eğmek zorunda kalıp yerini yağmurdan kaçamadan doluya tutuldular
sözüne bırakıyordu. Dolu, yerini yağmura bırakmak istemiyordu. ‘Bütün geceyi sen aldın,
birazını da ben alsam, dünya mı yıkılır?’ diyordu. Gece boyu bekleyip yakaladığı bu fırsatın
tadını çıkarmak istiyordu.
İntikam alırcasına öylesine hırslı düşüyordu ki, altında kalan hiçbir canlının başını
kaldırmasına izin vermiyordu. Onun altında yol almak, mümkün olmaktan çıkıyordu. Yol
alınmak istense, yüz adım gidilmezdi. Sığınılacak yer bulunsa, zaman sabır etmezdi. Birinci
yol, tercih edilecek gibi değildi. Kısa bir süreliğine de olsa, zamana el sallamak
durumundaydılar.
Mazlum söylemeye yanaşmıyordu. Şahin aklından geçirse de, söylemek istemiyordu.
Hasan, söyleyip söylememe arasında mekik dokuyordu. Başına vuran iri taneler, daha da
büyüyordu, darbelerin altında sarsılıp sarsılıp tutunmaya çalışıyordu. Kafatasının altında
başlayan çalkantı, dayanılmaz oluyordu. Beyninin üstüne kan boşalmak üzereydi.
Gözlerinin, yeni kararmaya başladığını düşünüyordu. ‘Söyleyip söylemesem mi, bıktırıcı
olmaya başlıyordu. Sen de bir karar ver be adam, ölmeni mi bekliyorsun.’ dediği an,
kafasının sol üst köşesine şiddetle gelen hepsinden iri, kocaman bir buz tanesi çarptı.
Sesini yükselterek, ‘Ay!’ diye bağırınca, Mazlum ona bakarak, ‘Ne oldu heval?’ dedi.
Hasan yüksek sesle sesini Mazlum’a ulaştırmaya çalışarak ‘Yoldaş sığınalım bir tarafa,
biz deli değiliz ya!’ dediğinde, Mazlum artık bir şey diyemez oldu.
‘Kendimi düşünmüyor olabilirim, fakat arkadaşımı düşünmek zorundayım.’ deyip
Şahin’e bağırdı. Şahin, Mazlum’un ne diyeceğini anlamış gibi bir cevap vermeye ihtiyaç
görmeden, önünde bulduğu kalın gövdeli, dalları yanlara doğru uzanmış büyük meşe
ağacının altına sığındı. Sığındıktan sonra, Mazlum’a cevap vermeye çalıştı.
‘Bir şey mi diyecektin heval Mazlum?’ dediğinde, ‘Ben de bir ağacın altına sığınalım
diyecektim.’ deyip soluk almaya çalıştı.
Hasan da ulaşıp gövdenin doğal bir sığınağı andıran eğiminin altına girdi. Tüketmek
istercesine nefesini hızla alıp vermeye başladı. Hafif yan eğilip elini gövdeye dayadı.
Düşmemek için kendini zor tutuyordu. Bir süre sesini çıkarmadan öylece bekledi.
Kafasındaki zıngırtıların sesi kısılmış değildi. Gözlerini bir süre kapalı tuttu. Bıçak
darbelerinin altından yara bere içinde zor bela kurtulmuş gibi bir hali vardı. Sadece kafası
değil, her tarafı sızlıyordu.
Yola çıktıklarından bu yana Mazlum onun böylesi bir suskunluğuna alışmamıştı. Bu
tür duraklama anlarında, mutlaka söyleyeceği bir şeyleri vardı. Suskunluğu seven biri
değildi. İçinden çıkmaya hazırlamış sözünü, çevresinden esirgemeye gelmezdi.
Dudaklarının üstüne gelmiş olanı söyleyivermezse, rahat etmiş olmazdı. Şimdi ise gözlerini
kapatmış, gövdenin altında sessiz sedasız bekliyordu. Bir can çekişme sahnesinden
farksızdı. Mazlum onun bu halini görünce, kendi sızılarını unutmaya başladı. Sessizce
ondan yana bir adım daha attı ve elini omuzlarının üstüne koydu. Yüzüne bakmaya
çalışıyordu. Ama bir karartıdan başka gözlerine ilişen bir şey yoktu. Hafifçe kulaklarına
eğildi, yüreğinin içinden getirdiği o sımsıcak sesini kulaklarına üfledi fısıltıyla ‘Nasılsın?’
dedi. Hasan, mucizelerden yaralarına derman sürülmüş gibi aniden kendine gelerek ‘Fena
değilim, hatta iyiyim.’ dedi. Mazlum, Hasan’ın sesinden yükselen bitkinlikten, pek de iyi
olmadığını biliyordu. Sadece kendisine güzel bir karşılık olsun diye söylüyordu. Kendisini
hala bırakmadığının da işaretiydi. O da, Mazlum’a fısıltıyla, ‘Sen nasılsın?’ dedi.
Mazlum beklemeden aynı fısıltıyla, ‘En az senin kadar kendimdeyim.’ diyerek sıcak bir
kucaklayışın ifadesiyle omuzlarını sıktı. Şahin de onlardan yana başını çevirerek ‘Nasıl
gidiyor?’ diye sordu.
Mazlum, ‘Beklediğimizden de iyi.’ diye cevap verdi. Hasan’dan ses çıkmayınca, ‘Heval
Hasan, senden ne haber? Bu sefer duyulmuyordu sesin.’ diye ona da sordu.
‘Kusura bakma heval, bu sefer boğazımda kaldı, ne ettiysem çıkaramadım.’
‘Hadi hadi yorulduğunu saklama.’
‘Olabilir, ama hala ayaktayım, en az o kadar daha gidebilirim.’
Hasan’ın bu sözü üzerine Şahin sevinmişti.
‘İyi o zaman. Bizde pek bir sorun yok. Umarım bize rahat vermeyen bu gök taşları
çabuk yorulur.’ diyerek o illet gök cisimlerinin ormanda çıkarttığı gürültüye kulak kabarttı.
Orman, taşa tabi tutulmuş gibiydi. Günah işleyen birinin taşlara tabi tutularak, recim
edilmesi sahnesi oynanıyordu sanki. Orman avaz avaz, ‘Ben ne günah işledim?’ diye
bağırıyordu. Şahin, bunun uzun sürmeyeceğini biliyordu. Ne kadar erken kesilirse, o kadar
iyiydi. Uzun sürdükçe, sabırsızlanmaya başlıyordu. Her bir dakikası, gözlerinin önünde
saati geçiyordu. Erken durmayı bilmezse, vurup geçmeyi kafasına koyuyordu. Nihayet
dinmeye başlıyordu. Ormanın çıkardığı gürültü, yavaş yavaş kesilmek üzereydi. Kesilen
gürültü, kendisini rahatlatmıştı. Yağmur da kesilmişe benziyordu. Hafif bir çiselemeden
başka yağmur diye bir şey yoktu.
‘Şahin, yorgunluktan ayaklarının üzerinde durmayı zor başaran arkadaşlarına bir türlü
kalkmaktan bahsedemiyordu. Mazlum, ondan ses çıkmadığını görünce, Hasan’a bakmaya
çalıştı. Birbirinin yüzünü seçemiyorlardı. Fakat söylenmek istenen şeyi herkes anlıyordu.
Mazlum, Hasan’a ‘Nasılsın?’ diye sorduğunda, Hasan hemen doğrulup ‘Gidebiliriz.’ dedi.
Mazlum, Şahin’e dönerek, ‘Gitmeyelim mi?’ dedi.
‘Siz bilirsiniz.’
Toparlanıp bıraktıkları yerden, ardarda patikayı yeniden çiğnemeye başladılar.
Ayaklarının altındaki su yarılıp yanlara dağılıyordu. Ağaçlar, önlerinden çekilip ardarda
kenara diziliyorlardı. Patikanın üstünde önceden ayaklara takılmaya hazırlanmış köstekler,
sağa-sola kaçışıyordu. Karanlıkta görmeye çalışan gözler, daha da açılmaya başlıyordu.
Şahin bir süreliğine kendilerini bırakıp giden zamanı yakalamak istiyordu. Mazlum’un
hız arttırma kaygısı yoktu. Hasan da birkaç dakikalığına dinlendikleri yerde kuvvetin
şerbetinden birkaç yudum içmeyi başarmıştı. Zaman, arkadan onlara elini uzatmazlık
edemiyordu. Bu deli dolu, inatçı delikanlıları sevmeye başlamıştı. Onlara uyuşuk aptallara
davrandığı gibi davranamazdı. Dar patika arkaya itildikçe önden genişlemeye başlıyor,
açılıp düzgün bir yol halini alıyordu. Bundan daha güzel, daha sevindirici bir şey olamazdı.
Yol açılmaya başladıkça, köye yakınlaştıklarının işaretini veriyordu. Hasan’ın bu işaretten
bir kuşkusu kalmamıştı. Mazlum anlamak için fazla düşünmeye gerek duymamıştı. Şahin,
köyden ne kadar mesafelik uzakta olduğunu biliyordu.
Çiseleyen yağmur, önceki huyunu bırakmak istemiyordu. Yerini doluya bırakırken, bu
kısım dinlenmek istemişti. ‘Bu kadar dinlenmek yeter.’ diyordu. Göklerin ilahi emri buydu.
Bu emre itaat etmek, onun da hoşuna gidiyordu. Gümleyen şimşekler işaret verdi ve o
yerinde duramadı. Bulutların altındaki boşlukta yer kalmadı. Boşluk, yağmur taneleriyle
doldu. Taşıdığı yükün ağırlığına dayanamadı ve olduğu gibi yere indi. Boşluk diye bir şey
kalmamıştı. Yağmur, boşluğu yerle bir yapmıştı.
Dikkatini yola verip bütün gücünü ayaklarında birleştiren Mazlum, üstüne boşalan
suya aldırış etmeden yürüyordu. Aldırış edebileceği neyi kalmıştı ki, ıslanmadık bir tarafını
mı korumaya çalışacaktı? Ayaklarındaki ayakkabılarını mı sudan uzak tutabilecekti, ya da
bir tarafı kuru kalsın diye şalvarını mı, üstündeki yelek veya yeleğin altındaki gömleğini
mi? Yoksa gözbebeği gibi baktığı kolundaki Rus yapımı kleşini mi kuruyacaktı? Ya da
şarjörlerinin içinde birkaç merminin ıslanmamış olabileceğini mi düşünecekti? Bir de
bombalarını mı? O türden duyabileceği kaygıların tümü, çoktan kaybolmaya başlamıştı. Ne
kendisi, ne de üstündekilerin hiçbiri bugüne dek böylesine suyun altında kalıp tepeden
tırnağa bütün gözeneklerine kadar yıkanmamıştı. Saatlerdir vücudunun üstünde taşıdığı
suyun ağırlığına da aldırış ettiği yoktu. Yağmur, üstten onu vurduğu gibi, o da ayaklarını
suyun içine sert vurup geçiyordu.
Hasan, kendisiyle kıyasıya bir kavganın içerisine girmişti. Bedenine hükmetmeye
başlamış yorgunluk, onu tutup olduğu gibi yere vurmak istiyordu. O ise, yorgunluğa yenik
düşüp yük olmamak için, son kırıntılarına kadar gücünü kullanarak direnmeye çalışıyordu.
Ayaklarının önünde genişleyen yoldan köyün yakın olduğu işaretini aldığı için, kendini
bırakmaya vermiyordu. Yağmur, çamur, yorgunluk, bitkinlik, hiçbiri Şahin’in aklında
yoktu. Köye yakınlaştıkça, bütün dikkatlerini ayağa kaldırıyordu. Hislerini uyandırıp koşan
bir at gibi önüne sürüyordu. Varsa bir pusunun, nerede olabileceğini düşünmeye
çalışıyordu. Köyün bütün resmini, gözlerinin önüne getiriyordu. Arazisinin pusuya uygun
yerlerini hatırlayıp iyice gözden geçiriyordu. Düşündüğü yerlerde varsa bir pusu, bunu
nasıl atlatacaklarını ve geri çekilecekleri güzergahları aklından geçiriyordu. Sağlam duran
üzüm bağının duvarına bitişik büyük taşın önüne geldiğinde durdu.
Mazlum, Şahin’in bir şeyler düşündüğünü anlayıp hemen ona yetişti. Hasan da geç
kalmadı. Taşın önünde sessizce birbirine yanaşıp yere çömeldiler. Şahin sakince, ‘Heval
köye girmeye başlıyoruz artık. Bundan sonra dikkatimizi daha fazla arttırmalıyız.
Düşünülmüş bir komplo, her an arkamızdan bizi vurmaya gelebilir. Bu tür şeylere zemin
bırakmamalıyız. Pusunun olabileceği yerlere geldiğimizde, sizinle işaretleşiriz. Pusu
anında, herkes ne yapacağını biliyor zaten. Elden geldiğince, birbirimizden kopmamaya
çalışacağız. Şayet kopmak durumunda kaldıysak, buluşacağımız yer, ilk dinlendiğimiz
nokta olsun. Buna ilişkin düşündüğünüz farklı bir şey var mı?’
Mazlum, ‘Ben de öyle olsun derim.’ dedi. Hasan da ‘Katılıyorum.’ diye ekledi.
‘Diyeceğimiz başka bir şey olmadığına göre, o zaman kalkabiliriz.’
Yavaşça ayağa kalktılar. Üzerlerine boşalan yağmura kulak astıkları yoktu. Üzüm
bağını çevreleyen yüksek duvarın önüne geçtiler. Duvara bitişik olarak dikkatle ilerlemeye
çalıştılar. Silahlarını kollarından indirip ellerine almışlardı. Ağzına önceden mermiyi
sürdüklerinden, mekanizmayı yeniden çekmeye gerek duymuyorlardı.
Adımlarını aceleye getirmiyorlardı. Yavaş yavaş, sakince ilerliyorlardı. Duyularını,
yağmurun çıkardığı seslerden kurtarmaya çalışıyorlardı. Dikkatler, yağmurun çıkardığı
seslerin dışındaki seslere yoğunlaşmıştı. Kulaklar, doğal gelmeyen küçücük bir çatırtıyı bile
duyabilecek hassasiyete ulaşmıştı.
Kendilerine siper yapıp kenarında yürüdükleri duvar arkada kalmış, yirmi otuz
adımdan sonra, önlerine ustaca yapılıp yükseltilmiş yeni bir duvar gelmişti. Çepeçevre
sardığı tarlayı, sadık bir bekçi gibi gözetleyip koruyan duvar, bir güven abidesi olarak
yerinde sapasağlam duruyordu. Etrafını sardığı tarlayı emniyet altında tuttuğu gibi,
kenarında yürüyenleri de emniyet içinde tutuyordu. O duvar da geriye düşünce, ona benzer
bir yenisi önlerine gelmişti. Bu duvarlar birbirini takip ederek köyün içine kadar uzayıp
gidiyordu. Aynı ölçüye vurulup tek elden çıkmışçasına birbirine benziyorlardı.
Şahin, son duvarın köye bakan ucuna yakınlaştıkça dikkatini daha da arttırmaya
başlıyordu. Duvarın bitişine az kala yavaşlamış ve kendisine yetişen Mazlum’dan
çömelmesini istemişti. Mazlum, dediğini yapmış, onun ardından Mazlum’un birkaç adım
arkasında duran Hasan da yere çömelmişti. Şahin durdukları yerde beklemelerini söyleyip
eğilerek duvarın ucuna doğru gitmiş, duvarın yukarı doğru düz bir hat çizdiği köşeye varıp
tekrar çömelmişti. Yağmur sesinin dışındaki bütün sesleri duymaya çalışıyordu. Nefesini
daha kontrollü alıp veriyordu.
Ne kadar dinlediyse de, kulaklarına çalınan bir ses yoktu. Vücudunu duvarın önünde
bekleterek başını köşeden dışarı uzatıp yukarı bakmaya çalıştı. Bir şey olmadığına emin
olduktan sonra geri dönüp Mazlum’un yanına gelerek ‘Gidelim’ deyip yeniden ilerlemeye
başladı.
Bir süre yürüdükten sonra büyük dut ağacının altına varmışlardı. Şahin tekrar
yerlerinde beklemelerini söyleyip öne doğru ilerlemiş ve kısa süren düzlüğü aşarak
kendisini köyün dışındaki, üst duvarları yıkılmış ilk eve yetiştirmişti. Üst kısımları içe
doğru yıkılmış duvarın dibinde bir süre beklemiş ve gelebilecek sesleri duymaya çalışmıştı.
Başına vurup alnından aşağıya doğru süzülerek gözüne giren suyu eliyle silerek evin
etrafındaki düzlükte gözünü gezdirmeye başlamıştı. Gözüyle düzlüğü göremese de, bunun
nasıl bir düzlük olduğunu biliyordu. Köye karşıdan bakan küçük sırtın düzlüğüydü. Sırtın
üstünde bekleyen yarı yıkılmış bu evden bakılınca bütün köy görünürdü. Kulaklarını son
kertesine kadar açarak evin etrafında yavaşça gezinmeye başladı. Köyden yana başını
çevirip bir şeyler olup olmadığını anlamaya çalıştı. Yağan yağmurun ve köyün içinden
aşağıya doğru gürül gürül akan suyun sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Etrafta
dikkati çeken hiçbir belirti sezilmiyordu.
Şahin, geri dönüp dut ağacının altına gelmişti. ‘Dikkat çeken bir şey gözükmüyor.’
dedikten sonra hep birlikte dut ağacının altından çıkmış, yıkılan evin yanına gelip sessizce
çömelmişlerdi.
Şahin, görülmeyen kollarıyla köyü tarif ediyor, sağa sola sallanan kollarını
söyledikleriyle desteklemeye çalışıyordu. Karanlıktaki bu tarifinden, arkadaşlarının
kafasında pek sağlam bir resmin oluşmayacağını bilse de, tarifin faydasına inanarak
söylüyordu. Sesini pek yükseltmeden, sakince konuşmaya başlamıştı.
‘Köyün içinden gelen ve sesini duyduğumuz bu küçük derenin etrafı bahçelerle
çevrilidir. Bahçeler, köyün içine kadar uzanır. Bahçeler, aklınıza gelebilecek her türlü
meyve ağacıyla doludur. Bu ağaçlar, birbirine yakın ve sıktır. Derenin kenarları, çengel
dikenli böğürtlenlerle örülmüştür. Karşıdan karşıya her yerden geçmeye yol vermez.
Aşağılara inildikçe ağaçlar daha da sıklaşır. Aşağıdaki bahçelerin her iki etrafı da çok sık
bir ormanlıktır. Herhangi bir tehlike anında bu ormanlığa ulaşmayı başarırsak oluşan
tehlikeyi ortadan kaldırmış olacağız. Şu an tarafımıza düşen aşağıdaki ormanlığa ulaşmak
ilk hedefimiz olmalıdır. Kendimizi bu ormanlığa attıysak, birbirimizi ilk anda bulamasak
da, kararlaştırdığımız noktada buluşmamak için bir sebep kalmaz. Köy evlerinin
yoğunlaştığı yer, karşımızda bulunan Çırav’ın eteklerindeki hafif düzlüklerdir.
Yamaçlarında kalan evler de vardır. En sonuncusu da, duvarlarının dibinde oturduğumuz
bu evdir. Gideceğimiz yer de, hemen karşımıza düşmektedir. Etrafı ağaçlarla çevrili irili
ufaklı kayalıklardan oluşur orası. Kayalar, köy evlerine kadar ulaşır. O kayalıkların altında
bir sürü mağara vardır. Aşağıya düşen son mağara da, gideceğimiz mağaradır. Eğer
getirilmişse, erzakın oraya saklanmış olması lazım. Bu köy de, diğer köyler gibi çoktan
boşaltılmıştır. Civarda bulunan tek tük sahipleri tarafından çok nadir yapılan ziyaretlerin
dışında kolay kolay kimse buralara uğramaz. Tek tük yapılan ziyaretler de, son bir iki yılda
başladı. O da, ateşkesten sonra yumuşayan havanın sayesinde oldu. Buradan kendimizi
aşağıya bırakıp bahçelerin arasından karşı yakaya gideceğiz. Küçük derenin üstünden geçit
veren birkaç yer biliyorum. Geçit veren yerleri bulamazsak suya vurup geçeceğiz. Nasılsa
ıslanma gibi bir sorunumuz da yok. Söyleyeceklerim bu kadar, varsa bir fikriniz söyleyin.
Siz de söyleyin, faydalı olur.
Mazlum, ‘Diyeceğim bir şey yok. Buraya ilk defa geldiğimi biliyorsunuz. Tanımadığım,
bilmediğim bir yer hakkında fikir beyan etmem uygun gelmez diye düşünüyorum. Bana
düşen, sizi dikkatle takip etmektir.’ dedi.
Hasan, ‘Benim de diyecek bir şeyim yok.’ diyerek Mazlum’a katıldı.
Şahin, ‘İsterseniz etrafı biraz daha dinleyelim. Daha emin olmamız için iyi olur.’
deyince her ikisi de Şahin’in bu fikrini onayladılar.
Konuşmaları bittikten sonra duvarın dibinde çömelerek ses çıkarmadan yirmi
dakikadan fazla bir süre etrafı dinlemeye çalıştılar. Gözlerinin önüne çıkan herhangi bir
görüntü, kulaklarına gelen herhangi bir ses yoktu.
Bekledikleri süreyi yeterli bulan Şahin, hafifçe ayağa kalkıp ‘Görünürde normal
gelmeyen bir belirti yok.’ dedi.
Hasan da, ‘Bu kıyamette farklı bir şeyin olabileceğini sanmıyorum.’ deyip ayağa
kalkmıştı. Mazlum ise hiçbir şey söylemeye gerek duymadan ayağa kalkmıştı. Buralarda
kendisinden deneyimli olan arkadaşlarının tecrübelerine güveniyordu.
Şahin, ‘Gene de dikkatli olmaya çalışalım.’ diyerek sırttan aşağıya doğru adım atmaya
başladı. Aşağıya doğru giden dik yokuşun üstüne geldiğinde Mazlum’a dönerek, ‘Dik
yokuştur, dikkatli inelim’ diyerek aşağıya inen patikadan inişe geçmiş, Mazlum da, Hasan’ı
uyardıktan sonra onun arkasından kendini bırakmaya başlamıştı.
İndikleri dik yokuşta tutunup yürümek fazladan bir çaba gerektiriyordu. Ayaklarını
yan çevirip kenarlarına tutunarak iniyorlardı. Şahin, bu işin ustası olmuştu. Çok kaygan
olmasına karşın Mazlum’un da bir sorunu yoktu. Kendilerini tam aşağıya bırakıyorlardı ki,
Mazlum’un arkasından gelen Hasan, kaygan zemine daha fazla tutunmayı başaramayıp
hızını yeni almaya başlayan bir silindir gibi yuvarlanmaya başlamıştı. Mazlum, hemen
arkasından gelen gürültüye doğru dönüp sıkıca pozisyon almıştı. Hasan’ın düşeceğini
önceden tahmin etmiş gibiydi. Yuvarlanan Hasan’ın şiddetle çarpıp kendisini aşağıya
götürmemesi için sıkıca otlara tutunup Hasan’a set olmaya çalışıyordu. Hasan gelip,
doğrudan ona takılmıştı. Mazlum’un koluna tutunan Hasan, pis bir küfür savurmamak için
kendini zor tutuyordu. Mazlum onu ayağa kaldırıp tutunmasına yardım etmişti. Hasan
ayağa kalkıp tutunmayı başarınca Mazlum elini bırakıp dikkatlice kendisini aşağıya
bırakmaya devam etti. Şahin aşağıda onları bekliyordu. Mazlum da indikten sonra
beklemeye başladı. Hasan yeni bir yuvarlanışı yaşamadan inmeyi başarmıştı.
Şahin, büyük ceviz ağacının altından etrafı yüksek kavak ağaçlarıyla çevrili bahçeye
doğru yönelmişti. Mazlum’un arkasından düşmeyen Hasan ise, halen yuvarlandığında
gerilen sinirlerini yatıştırmaya çalışıyordu.
Yıllardır bakımdan yoksun bahçeyi ortasında yararak geçiyorlardı. Ortasından
yardıkları bir bahçenin sınırlarına geldiklerinde, önlerine ona benzer yeni bir bahçe
geliyordu. Bahçeler boydan boya sık otlarla kaplanmıştı. Bakımsızlıktan ne hale
geldiklerini, gelen-geçene göstermek istiyorlardı zavallı bahçeler. ‘Bize bakılmadığı halde,
her yıl o kadar meyve veriyoruz ki, kim yiyecek bunları?’ diyorlardı adeta. Üzüm, incir,
kayısı, şeftali, armut, elma, ayva, ceviz, ne istenirse bulunurdu bu bahçelerde.
Suyun kenarına gelip karşı tarafa geçecek yer aramaya başlamışlardı. Küçük dere,
etrafını çevreleyen sık ağaçların arasında kaybolmuştu. Birbirine çok yakın ve iç içe duran
ağaçların arasında yayılan böğürtlen dalları, karşı tarafa geçmeye yol vermiyordu. Şahin,
daha önce kullandığı yolu kullanmak istemiyordu. Karşı tarafa geçmek isterken, bunu
arkadaşlarına fark ettirmiyordu. Sonunda geçişe yol verecek diğer yerler kadar sık olmayan
bir yer bulmuşlardı. Yana doğru uzayıp giden söğüt dalına tutunup birbirine sıkı sıkıya
dolanmış böğürtlen dallarının üstünden yüksek çınar ağacının altına atlamışlardı.
Kulakları sağır eden dere suyu ve yağmurun sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Dallar,
yapraklar, otlar sadece yağmurun sesini çalıyordu. Buna razı gelmeyen dere, sesini
yağmurun çıkardığı sesin üstüne kapatmak istiyordu. Önce Şahin suyun içine girdi.
Ardından Mazlum atladı, Hasan de arkalarındaydı. Şiddetli gelen su, dizlerinin üstüne
çıkıyordu. Karşı kenara geçip suyun içinde yukarı doğru yürümeye başlamışlardı.
Önlerine gelen ceviz ağacının altında durmuşlardı. Başlarının üstüne inen cevizin
esnek dalından tutup suyun içinden çıkmış, ceviz ağacının altından geçip bitişiğindeki erik
dallarının arasına girmişlerdi. Dalların arasında zikzaklar çizip önlerine çıkan büyük
bahçenin içine girmişlerdi. Bahçenin sağ kenarına yönelip ağaçlara bitişik gelen yerde
dikkatle yürümeye başlamışlardı. Bahçenin sınırında, göklere yükselen kavak ağaçlarına
ulaştıklarında, yönlerini yukarıya doğru çevirmişlerdi.
Yağmur, dinmek bir yana bulutları daha da sıkıştırmaya devam ediyordu. Sıkışan
bulutlar da gözeneklerini ardına kadar açıyordu.
Beşinci bahçeyi de geride bırakmışlardı ve artık son bahçeyi de yavaş adımlarla
aşıyorlardı. Bahçenin sınırlarının dışına çıktıklarında, gövdesi kalın yüksek bir meşe
ağacının altında çömelmişlerdi.
Şahin, onlardan yana başını çevirip kulaklarına fısıldayarak konuştu.
‘Bahsettiğim kayalıklar hemen üstümüze düşüyor. Takip edeceğimiz kayalık,
üstümüzdeki ilk kayalık hattı. Onun üstünde de birbirine benzer bir sürü kayalık daha var.
Bu kayalıklar düz bir çizgi halinde köye kadar ulaşıyor. Kayalıklara fazla yakınlaşmadan bu
ağaçların arasından yana doğru dikkatlice uzanacağız. Gideceğimiz mağaranın önünde
büyük bir meşe ağacı var. Meşe ağacının aşağısında da dut ve ceviz ağaçları. Yukardan
ceviz ağaçlarının altına doğru bir su kanalı geliyor. Onlar, mağarayı bulmamıza yardım
edecekler. Gidelim mi?’
Şahin sözlerini bitirdikten sonra ayağa kalktı, Hasan da ‘Gidelim’ dedikten sonra ayağa
kalktı. Mazlum zaten ayaktaydı.
Şahin, bir yılanın toprak üzerinde sessizce kayışını andıran bir hareketle sakince
ilerlemeye başladı. Yürürken, aynı zamanda varsa bir tehlikenin nereden gelebileceğini
enine boyuna düşünmeye çalışıyordu.
Hasan, bu kıyamette düşmandan gelebilecek bir tehlikenin varlığına pek ihtimal
vermiyordu. İçten içe tarif edemediği bir rahatlık, ruhunu sarmaya geliyordu. Bu karanlık
gecede vahşi doğayla yürüttükleri kavgayı kazandıklarını düşünüyordu. Kendi kendine,
‘Üstümüze indirdiği yumrukların altında ezilmeden, onunla nasıl baş ettiğimizi gösterdik.’
diyordu. ‘Bizi yıldıramadığını gösterdik’ derken, sabaha kadar rahatça uzanıp güzel bir
uyku çekeceği mağarayı gözlerinin önüne getiriyordu.
Şahin’i takip eden Mazlum, dikkati elden bırakmıyordu.
Üstünde bodur palamut ağaçlarının olduğu tümseğin yamacına gelip durmuş, birkaç
saniye bekleyip eğilerek tümseğin üstüne çıkmışlardı. Ağaçların arkasında çömelerek etrafı
gözetlemeye başladılar. Mağara, yandan karşılarına düşüyordu. Mağara durdukları yerden
gündüz gözüyle açık seçik görülürdü. Fakat o an için gözlerin ışığı, karanlık perdeyi yırtıp
mağaraya ulaşamıyordu. Mağaranın çevresinde ses, ışık veya buna benzer bir belirtinin
olması durumunda fark etmemeleri için hiçbir neden yoktu. Yağmurun kesilmeyen sesi de,
böyle bir belirtinin fark edilmesine engel olamazdı. Baktıkça, göze gelen bir şey yoktu.
Kulağı uyaran yabancı bir ses de gelmiyordu.
Şahin yavaşça Mazlum’a yanaşarak kulaklarına eğilip ‘Birbirimizden kopmadan biraz
mesafeli gidelim.’ dedi. Ayağa tam kalkmadan eğilerek kendini tümsekten aşağı bırakmaya
başladı. Mazlum da eğilerek gidiyordu. Hasan’ı sıkan herhangi bir kaygısı yoktu. Mesafeli
bir şekilde ceviz ağaçlarının altına kadar yürüdüler.
Şahin, ulaştığı ilk ceviz ağacının altında durdu. Mazlum da, sessizce geldi. Hasan da
ulaşınca, Şahin, ‘Siz birkaç dakika bekleyin, ben beş on adım öne çıkıp tekrar dönerim.’
dedi. Mazlum sözlerinin bitmesiyle birlikte ağacın altından öne doğru çıkıp karanlıkta
kayboldu. Mazlum, yüzünü ondan yana çevirmiyordu. Rüzgarla sallanıp dalından kopan
ham bir ceviz, yüksekten bir taş gibi ağacın altına düşünce, Hasan aniden gövdenin
arkasına uçtu. Mazlum da çömelmişti. Ne olduğunu anlamaya çalıştılar. Altında oldukları
ceviz ağacının yükseğinden düşen bir ceviz olabileceğini düşününce rahatlamışlardı. Esen
bir rüzgarda, dalına tutunmaya başaramayan kabuk bağlayıp sertleşmemiş nazik cevizler,
tıpış tıpış yere düşüyordu.
Şahin, yukarıdan gelen su kanalının kenarında duran dut ağacının altındaydı. Çevreyi
dinledikçe, doğa seslerinin dışında hiçbir ses duyamıyordu, aksi giden bir şey yoktu.
Kanalın üst yamacında duran ceviz ağacının altına yöneldi. Ceviz ağacının altında da,
duyduğu sesler aynıydı. Çok fazla beklemeye lüzum yoktu. Tekrar geri dönmeye başladı.
Mazlum, gelen ayak seslerini yakınında duyunca, Şahin olduğunu anlamıştı. Şahin,
‘Aynı mesafeyle gidelim.’ dedi. Su kanalının üstüne gelip yukarı doğru eğilerek çıkmaya
başladılar. Mağaranın aşağısına düşen yüksek palamut ağaçlarının altında çömelip
sessizliğe gömüldüler. Bir süre etrafı dinledikten sonra Şahin, ‘Burada bekleyin, beş-on
dakika sonra tekrar dönerim.’ deyip eğilerek yukarı doğru sessizce tırmanışa geçti. Her beş
on adımda bir oturup etrafı dinlemeye çalışıyordu. Fark ettiği bir şey olmayınca, tekrar
kalkıp tırmanmaya devam ediyordu. Kayanın dibinden mağaraya giden patikanın
kenarındaki bodur ağaçların altına geldiğinde, yeniden oturup etrafa dikkatlice kulak
kesildi. Dinledikçe, her şeyin yolunda gittiği izlenimini ediniyordu. İyice emin olmak için
patikanın üstüne çıkıp sağa doğru yavaş yavaş yürüdü. Kayalığın üstüne çıkmaya yol veren
aralığın önüne geldiğinde, birkaç saniye daha bekledi. Yüzünü yukarı çevirip aralıktan
kayanın üstüne çıktı. Kayanın üstündeki çalının kenarında oturup başını köye doğru
çevirdi. Gözlerini, göremediği Çırav’ın zirvelerine doğru uzattı ve yukarılara bakmaya
çalıştı. Kulaklarını, dört bir yandan gelen seslere karşı açtı. Aşağısında, zaten arkadaşları
bulunuyordu. Yine yalnızca yağmurun, rüzgarın, küçük küçük kanalların üstüne döküldüğü
derenin sesi vardı. Her şey iyi gidiyor gibiydi. Birazcık rahatlamaya başlamıştı. Fazla
zaman kaybetmeden, çıktığı aralıktan aşağıya indi. Patikanın üstüne gelip mağaraya doğru
yavaşça yürüyüşünü sürdürdü. Hala dikkati elden bırakmıyordu. Mağaraya beş on adım
kala tekrar durdu. Ayakta, kollarının üzerine kadar inen palamut ağacının dalına tutunarak
etrafa göz gezdiriyordu. Doğal seslerin dışında hiçbir ses yoktu. Mağaranın önüne doğru
yürüdü. Önünde durup, mağaranın içindeki sesleri duymaya çalıştı. Kulaklarında çınlayan,
hep aynı seslerdi. Etrafta, sorun yaratacak hiçbir şey gözükmüyordu.
Hasan’ın söylediği doğru çıkıyordu. Kendisinin de bu türden tahminleri vardı. Ama
pek emin değildi. Yavaşça mağaranın içine adım attı. Mağaranın arkasına doğru
ilerledikçe, gözlerinin önündeki beyazlık daha da belirginleşmeye başladı. Beyazlığa
ulaşmadan durup biraz düşündü. Beyazlığa ulaştığı gibi, hemen kurcalamaya
çalışmamalıydı. Kendi kendine, ‘Tehlikenin tümden bittiği söylenemez.’ diyordu.
Mazlum’un, mayınlardan iyi anladığını biliyordu. Kendisinin de, mayınlardan yana
tecrübesi vardı, fakat Mazlum ondan daha eğitimli olduğundan, bu tür işleri ona
bırakmalıydı. Beyazlığın üstüne gidip durdu. Hafifçe çömelerek, sadece el değdirmekle
yetindi. Dokunduğu, bekledikleri şeyin ta kendisiydi. Elinin altındaki, un torbalarından
başka bir şey değildi. Hem de bembeyaz un torbaları. Sevinci, mağaranın sınırlarına
sığmıyordu. Mağara, büyüyen sevincine dar geliyordu.
Aylarca bir tek ekmeğin dahi yüzünü göremeyen arkadaşlarını hatırlamaya çalıştı.
Gabar’da bir avuç un, altın değerindeydi. Birkaç ekmek için günlerce yol yürünürdü.
Günlerce yürünerek sırt üstünde getirilen unlar, birkaç öğünün ötesine geçmezdi. Bir
zamanlar ekmeğin olduğunu, hatta ondan yediklerini hatırlayan arkadaşlar da vardı. Ama
geçmişte kalan bir düş gibi pek hatırlayamayanlar da vardı. Bin bir güçlük ve eziyetle
getirilen un, sadece bir zamanlar ekmek diye bir şeyin de varolduğunu hatırlatmaya
yetiyordu. Yedikleri, doğanın hazır nimetlerinden başka bir şey değildi. Çoğunun ağzında
diş diye bir şey kalmamıştı. Bunlar, böyle nasıl yapabiliyorlar, anlamak hiç kolay
gelmiyordu. Bazen, anlamakta kendilerinin de zorlandıkları oluyordu. Gabar’da bir
ekmeğin değeri çok fazlaydı ama olmadığı için de arkadaşlarda hiçbir rahatsızlık
oluşmuyordu.
Un ambarlarının kenarında yaşayanlar bunu bilmezler. Belki de onlar, ekmeğin arta
kalanını çöplere atıyorlardır. Hatta ‘Kurudur, serttir.’ diye hiç yemedikleri oluyordur. Gelin
görün ki, burada böyle değildir işte. Her bir ekmeğin içinde, sayısız yiğidin anlatılmaya
gelmez emeği, alın teri vardır. Kan ter içinde kalınmadan bir ekmeğin elde edilişi mümkün
olmaz. Burada midenizin ekmeği hatırlamadığına pek şaşırmazsınız. Arada bir bulduysanız
şayet, keyfinize diyecek yoktur. Midenizin yabancı olduğu bu tür şeylerden mahrum
olduğunuz gerçek, ama insandan yana doyuran duygunun her türlüsüne tanıksınız. Bunu
fark ettiğiniz an, müptelası olmaya başlarsınız. Horlanmış, başını kaldırmasına müsaade
edilmemiş bütün güzelliklerin, bunun içinde saklı olduğunu görürsünüz. Sizi bundan
vazgeçmeye çağırana karşı canınızı dişinize takıp canla başla karşı koyduğunuzu
görürsünüz. Karşı koymaya başladığınız andan itibaren de, ait olmak istediğiniz güzelliğin
içinde eridiğinizi, ondan bir parçanın ta kendisi olmaya başladığınızı görürsünüz.
Önündeki torbalara baktıkça, arkadaşlarından yana güzel duyguların içinde kaybolmaktan
kendini alamıyordu. Daha şimdiden sırtladığı önündeki unu, arkadaşların bulunduğu
noktaya götürmüş gibiydi. Kan ter içinde sırtlayıp götürdüğü unu, noktanın önündeyken
kendisini fark eden yoldaşları, ona doğru sevinçle koşup yardımına geldiklerini, onun ağır
yükünü sırtından alıp götürdüklerini görüyordu. Önündeki unun, kamptan uzaklığı neydi
ki, diğerlerine göre önündeki un, kampın içinde sayılırdı. Hem de diğerlerinden çok çok
daha fazla, dopdolu dört koca torba. Henüz saymamıştı, belki de daha fazlaydı. ‘Kim bilir
götürdüğümüzde, ne kadar sevinirler’ diye düşünürken, içi içine sığmıyordu.
Kendi kendine, ‘Daha fazla ne bekliyorum?’ deyip gerisin geriye mağaradan çıkmaya
başladı. Kendini, meşe ve palamut ağaçlarının arasından aşağıya bıraktı. Gündüzün
aydınlık gözüyle yürüyordu sanki. Arkadaşlarının altında oturduğu ağaçlar, onu kendine
doğru çekiyordu, yönünü hiç şaşırmıyordu.
Mazlum, Şahin’in geldiğini fark edince rahatlayarak ayağa kalkmıştı. Şahin, bu sefer
çömelmeye gerek duymuyordu. Ulaşır ulaşmaz, ‘Görünürde bir tehlike yok.’ demişti.
Hasan, söylediğinin doğru çıktığına sevinerek, ‘Önceden de söylemedim mi?’ diye
karşılık verdi. Mazlum, ‘Mağaraya da baktın mı?’ diye sorunca tehlikeye dönük kaygıdan
kurtulan Şahin, heyecan dolu sesiyle, ‘Sadece bakmak mı? Mağaranın arkasını da
tekmeledim, asıl baktığım şeyi tahmin edin.’
Hasan ‘Nedir?’ diye sorunca Şahin, ‘Ne mi dedin? Mağaramız, un ambarına dönmüş
yoldaşım.’
Hasan, Şahin’in bu sözleri üzerine, sevinç çığlığıyla sesini yükselterek, ‘Gerçekten mi?’
diyerek teyit ettirmekten kendini alamamıştı.
Şahin, ‘Ne o, şaka mı sandın? Gidelim kendin gözlerinle gör.’
‘O zaman ne duruyoruz, gidelim hemen. Boş yere, adamın o kadar günahını da aldık.
Ayıp oldu doğrusu. Halbuki beklediğimizden de dürüstmüş adam.’
‘Peki gidelim.’
Sevincin de verdiği kısmi rahatlamayla mağaraya doğru yukarı çıkmaya başladılar.
Mazlum ise, daha şimdiden arkadaşları kadar bir rahatlamayı yaşayamıyordu.
Tehlikenin gözle görülemeyişini aldatıcı buluyordu. Asıl tehlikenin gözle görülemeyen
perdenin arkasında olabileceği düşüncesini hislerinden koparamıyordu. Daha göreve
gönderilirken, kendilerine söylenenleri aklından bir türlü çıkaramıyordu. Ama
arkadaşlarına da bir anda, ‘Niye böyle rahatlamaya geliyorsunuz?’ diyemiyordu.
Kendisinden başlayan, güvensizliğe işaret bir davranışın içerisine bu koşullarda girmeyi,
sakıncalı ve yanlış görüyordu. Arkadaşlarını, rahatlamanın kollarına hemen atılmamaya
nasıl ikna etmeliydi? Mağaranın önüne kadar bu düşünceleri taşıyarak gelmişti.
Hasan, Şahin’in arkasından atlayarak mağaraya girdi. Mağaranın arkasından karanlığı
yırtıp gözüne gelen beyazlığı görünce, kendisini perişan eden üstündeki ağır yorgunluğu
aniden unutuverdi. Şahin’in önüne geçip beyazlığa doğru koşarcasına yürüdü. Un
çuvallarının üzerine varınca heyecanını gizleme ihtiyacını görmedi. Ellerinin altındaki
beyaz torbaları ellemeye çalışarak, ‘Ambarlarımız un doldu yoldaşlar, beyaz undan ekmekli
günler başlıyor.’ deyince, Şahin, ani bir refleksle, ‘Sakın ellemeye kalkışma!’ diye uyardı.
Şahin’in bağırırcasına yaptığı uyarıya, ilk anda anlam veremedi. Şaşkınlıkla, ‘Ne oldu,
bir şey mi var?’ deyince Şahin, ‘Daha kontrol etmedik, kontrol etmeden dokunmamız
doğru olmaz.’ diye karşılık verdi.
Hasan, güvensizlikten yana duyguyu iğnelemeye çalışarak, ‘Ya, demek hala şüphen
var? Öyleyse, tamam ellemeyelim.’ dedi.
‘Henüz adamın dürüst olup olmadığını bilmiyoruz. Bunun altında bir mayının
olmadığına dair garantiyi kim verebilir? Böyle bir garanti olmadığına göre, o zaman
emniyetli davranmak zorundayız. Heval Mazlum, mayınlardan bizden daha iyi anlar. Onun
kontrol etmesinde fayda var diye düşünüyorum.’
Şahin’in bu sözleri üzerine Mazlum, ‘Olur, kontrol edelim. Kontrol, daha emin olmaya
götürür bizi. Adamın dürüstlüğünü görmeden, hatta o dürüstlüğü sınamadan duyacağımız
güven, lehimize işlemez.’
Mazlum sözlerini bitirirken, torbalara doğru yaklaşmaya başlamıştı bile. Mazlum’un
un çuvallarına yanaştığını gören Şahin, ‘İsterseniz kontrolünü biraz dinlendikten sonra
yapalım.’
Kontrolünü yapmadan rahat edemeyeceğini düşünen Mazlum, ‘Sorun olmaz, araya
zaman koymadan hemen yapmamız daha uygun düşer gibime geliyor.’
Mazlum sözlerini bitirdikten sonra çuvalların üstüne çömeldi.
Ağzına kadar dolu bir su bidonunun altından açılan delikten dökülür gibi damlalar
dökülen su içindeki gömleğinin kollarını, elini yana doğru uzatarak kıvırmaya başladı.
Arkaya doğru gömleğin kolları kıvrılıp sıkışınca, içinden bardak bardak su boşaldı.
Omuzlarına kadar gömleğinin kollarını çektikten sonra, ‘Bana yakın durmazsanız, daha iyi
olur.’ deyip elini yavaşça torbaların üstünde gezdirmeye başladı.
Şahin Mazlum’dan uzaklaşmış, mağaranın ağzında duruyordu.
Hemen yanıbaşında sırtını kayaya dayayıp oturmayı yeğleyen Hasan ise, düşüncelere
dalıyordu. ‘Allahın bu kıyametinde bu kadar unu sırtlayıp nasıl gidebiliriz? Bizde adım
atacak takat mı kaldı? Hem bu kadar unu dışarı çıkardığımız an, heba olmaktan nasıl
kurtarabiliriz? Sonra bize deli adını takmazlar mı? Kaba düşünceli olduğumuzu
söylemezler mi? Koşullara göre davranmak diye bir şey var, ona göre niye davranmadınız
demezler mi? O zaman, bunların hiçbirini hak etmedik deme şansımız da olmaz. Hani bir
çuval inciri berbat etti derler ya, o tür davranırsak sadece bir değil, dört, belki de beş çuvalı
berbat etmiş oluruz. Hem de bu güzelim beyaz undan. Buna hakkımız da yok.’ diye kendi
kendine söylenip duruyordu.
Kara kara düşünmekte Şahin’in de, Hasan’dan geri kalır bir yanı yoktu. Düşündükçe,
içinden çıkamıyordu. Hala kulaklarında, aldığı direktifin yankısı vardı. Gözleri kör eden bu
karanlığın içinde, hem de bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında sırtlayıp
götürmeye kalkışsalar, sırtlarında götürdükleri un, hamurdan başka bir şey olmazdı.
Çıkarıp bir yerlerde saklamaya kalkışsalar, üzerine atacakları bir şeyleri yoktu. Neyin altına
sokabilirlerdi ki, sabaha kadar burada kalıp, yağmurun dinmesini bekleseler, aldıkları
direktifi hiçe saymış olacaklardı. Bir yolunu nasıl bulmalıydı? Kendisinin de dahil,
arkadaşlarının üzerindeki bitirip tüketen ağır yorgunluğu görmezlikten gelmeden, bir
yolunu bulmanın imkanı var mıydı? Ne kadar da düşünse, içinden çıkmak kolay
gelmiyordu.
Mazlum, bütün dikkatini, kontrol ettiği çuvalların üstüne toplamıştı. Beyniyle,
çuvalların arasında gezdirdiği parmakları arasında, hassasiyetin yüksek köprüsünü
kurmuştu. Üstte duran ilk iki çuvalı kontrol ettikten sonra, arkadaşlarından yardım
istemeye gerek duymadan çuvallarını kollarının arasına alarak yerinden kaldırıp sol yanına
indirdi. Hassasiyetin elektronlarını ucuna indirdiği parmaklarını, diğer çuvalların arasında
gezdirirken, hiç acele etmiyordu. Parmaklarını, sabrın ağır yürüyen tekerleklerine
bindirmişti. Kafasına hücum etmek üzere bekleyen düşüncelerin hiçbiri, yanaşma
cesaretini gösteremiyordu. Kör karanlık, hislerinin gözünü kapatmayı başaramıyordu.
Algılarının kulağına, vaktinde uyarmanın çanlarını takmıştı. Nefesi, hız demeye
korkuyordu. Göğüs kafesini vuran kalbinin dövüşçüleri, bir süre dinlenmeye çekilmişti.
Kontrolü yapıp yerlerini değiştirdikten sonra, mağaranın ağzında bekleyen arkadaşlarına
gelebileceklerini söyledi. Dört değil, üst üste duran beş çuval vardı önünde. Biri de, el
değmemiş, ağzına kadar dolu toz şekerdi.
Hasan’dan sonra Şahin de yanına gelince, ‘Bir aksilik yok, sağlam çıktı’ dedi. Hasan,
beklediği fırsatı kaptığı gibi Şahin’e dönerek, ‘İki gözüm rahatladın mı şimdi? Hala da
adama duyacağın bir şüphenin yeri var mı?
Şahin, içine girdiği coşkunun ses tonuyla, ‘Tamam tamam. Kulaklarımızı yeme, küçük
fırsatların ustası, bur sefer de seni haklı çıkmış sayalım.’
Mazlum, ‘Dört çuval una ilave, bir de şeker var.’ deyince daha da keyiflendiler. Fakat
keyiflerini kaçıran şey de, hemen önlerinde oturuvermeye başlıyordu. Bundan sonrasını
nasıl yapmalıydılar? Kafasına gelen düşüncelerden kurtulamayan Şahin, sırtını kayaya
dayayıp sessizce oturdu. Şahin oturunca, Mazlum da ayakta beklemek istemedi. Hasan da
oturmazlık edemedi. Oturup sessizce bir süre öylece beklediler.
Şahin ulaşmak istediği karara bir türlü ulaşamıyordu. Kendisine daha önce de böyle
olmuş mu diye hatırlamaya çalışıyordu. Bekledikleri tehlike, yakınlarda görünmüyordu.
Peki ya, aldıkları direktifi nereye koyacaklardı? ‘Ne denli doğru düşünsen de, ters gelen bir
şey kalır.’ deyip içindeki sesi susturmaya çalışıyordu.
Hasan kafasında bulduğu çareye kendini çoktan inandırmıştı. Buna ikna olmamak için
bir sebep görmüyordu. ‘Adam dürüst olmasa, bunca şeyi zahmet edip getirir miydi? Dürüst
olduğuna göre, olmadık yerde kendiliğinden bir tehlike neden doğsundu ki? Elimizin altına
gelmişken, bütün bu değeri yağmurun altına verip heba etmenin deliliğine mi girelim?
Sırtlamaya kalkışsak, on adım öteye gidecek takat mı var bizde? Haddinden fazla
kaygılanarak kaybetmenin kuyruğuna takılmaktan başka yaptığımız nedir? Sabah ola,
hayrola diye bir şey var’ deyip içinden çıkıveriyordu.
Mazlum, bundan sonra yapılacaklara ilişkin arkadaşlarının düşüncelerini öğrenmek
isteyerek, ‘Ne yapalım?’ diye sordu.
Şahin, ‘Ben de onu düşünüyordum, ama henüz bir netliğe ulaşamadım.’ dedi.
Hasan, ‘Bana sorarsanız, yapacaklarımızın netliği konusunda bir sorun yok.’ diyerek
bu konuda hiçbir endişe taşımadığını göstermişti.
Sıkıntısı, sesine yansıyan Şahin, ‘Bu netlikten önce, bir sigara içelim hele. Tütününü
kurtaran var mı? Benimki, suyun içinde yüzüyor.’
Tütünü yeni aklına gelen Mazlum, elini cebine alıp tütününü çıkardı. Daha elini küçük
torbanın içine koymadan, tütününün ne hale geldiğini anladı, ama yine de bir umut
parmaklarını torbanın içine daldırdı. Kuru tütün yerine, birbirine yapışıp topak haline
gelen tütün hamuru geldi parmaklarına. Hasan’ın bez torbacığı da elindeydi. Dayanılmaz
bir istek haline gelen sigara içmeyi, o geceliğine unutmak zorundaydılar. Kuru tütün olsa
da, çakmakları ateş vermezdi. Mazlum, ‘Maalesef bende sadece tütün hamuru var.’ deyince
elinden torbasını indirmeyen Hasan, ‘Bendeki de farklı değil.’ dedi. Şahin, mecbur içindeki
sigara içme isteğini bastırarak, ‘İçmediğimizi az mı gördük sanki, bu gece de onlardan biri
olsun, dünya yıkılmaz ya!’ deyip, ‘Hasan heval, netlik dediğin şey nedir? Söyle, biz de
paylaşalım onu, iyi olmaz mı?’ diye sordu.
Hasan, ‘Tartışmamızın faydalı olacağına, ben de inanıyorum.’ diyerek dilinin
ucundakini çıkarıverdi. ‘İlkin kaygımızı götüren şey, bu işin içinde farklı bir niyetin de
olabileceğine dairdi.’ Şahin hemen araya girerek ‘Bu niyet, tümden ortadan kalktı mı
sence?’ diye sordu.
Hasan, ‘Ben de, onu söylemeye çalışıyordum zaten. Bu aşamadan sonra böyle bir
niyetin olabileceğine, pek ihtimal vermiyorum. Çünkü böyle bir niyet olsa, bu kadar unu,
ayrıca üstüne bir torba şeker de ekleyerek getirme ihtiyacını duymazlardı. Üstelik kaç
günden beri getirdikleri de belli değil. Bunun için, günlerce nöbet tutacak değiller ya.
Getirdikleri günde de, bizim geleceğimizi nereden bilsinler? Böyle bir şeyin de olduğunu
farz edelim, o zaman adamın bizi beklemiş olması gerekmez miydi? Bizim onu, onun da
bizi beklediği bir günde, böyle bir niyetin olma ihtimali yüksektir elbette. Önümüzde, buna
benzer bir şey de yok. Adam fedakarlık yaparak getirip bırakmış, ardından da çekip gitmiş.
Kendisi, bizim ne zaman gelip alacağımızı da belirleyecek değil ya. Sözün kısası, bununla
ilintili kafamda dolaşan bir kuşku yok. Varsayarak kaygı duyduğumuz böyle bir niyet,
dolayısıyla bir tehlike olmadığına göre, geceyi burada geçirip yağmurun dinmesini
beklememiz uygun düşen tek yoldur diye düşünüyorum. Çünkü böyle bir yağmurda
bırakalım dört, hatta beş çuvalı, bir kiloyu dahi dışarı çıkaramayız. Çıkardığımız an,
götüreceğimiz şey, daha mağaranın önündeyken kendisi olmaktan çıkar. Herhalde böyle
bir şeyi, aklımızdan geçirecek kadar düşünceden yoksun olamayız.’ dedi.
Hasan’ın bu sözleri üzerine Şahin tekrar araya girerek, ‘Peki, gelmek üzereyken, hem
de uyarıcı bir şekilde bizzat karargah komutanının söylediklerine ne diyeceğiz?’
‘Onlar böyle bir yağmurun yağacağını biliyorlar mıydı? Kendisi oradayken, burada
nelerin yaşandığını nereden bilsin? Kaldı ki onlar, bir arkadaşı nereye, hangi göreve
gönderirlerse göndersinler, her zaman alışılagelen uyarılarını yapmaktan geri durmazlar.
Bizim bu uyarıları kalıp olarak alma gibi bir zorunluluğumuz yok ki. Onlar orada o
koşullara göre düşünürler; biz de burada bu koşullara göre düşünmek zorundayız. Ayrıca
kendimizi, bu kadar iradeden yoksun, çaresiz bırakmamızın anlamı da yok. İradeyle
inisiyatif diye bize kazandırılmış değerlerimiz var. Onu gösterip uygulamayı bilelim,
halledilmeyecek bir sorunumuz olmaz.’
‘Doğrusu, senden çok farklı düşündüğümü söyleyemem. Ama uyarılar konusuna dikkat
etmezlik olmaz. Onlar uyarı yaparken, iş olsun diye yapmıyorlar. Çünkü, bir sorunun
çıkması halinde ilk elden hesabı verecek olan da, onlardır. Sadece hesap verme meselesi de
değil, göreve gidenler kendi yoldaşlarıdır ve o yoldaşlarından da kendileri sorumludur.
Doğal olarak kaygısı, hatta fazlasından da kaygısı olacaktır. Bu tür bir kaygıya sahip
olmayanların da olduğu kesindir. Biz de her zaman hem bunlara, hem de bunların
sorumluluğuna, açık açık söylememiş olsak da şüpheyle yaklaştık. Kuşkuyla yaklaştığımız
böyleleri vardır diye kalkıp tümünü aynı kefeye de koyamayız. Yapılan her uyarıyı aynı
kefede ele alırsak, henüz doğmamış birçok soruna, kendi ellerimizle kapıyı aralamış oluruz.
Uyarılara basit yaklaşıp istediğimiz hale sokma gibi bir hakkı kendimizde göremeyiz. Kimi
uyarılar var ki, kulağımızdan hiç düşürmeye getiremeyeceğimiz bir küpe olmak zorunda.
İnat ve inisiyatif gösterme fikrini paylaşıyorum. Kulağımıza takılı küpenin çınlayan sesini
duymazdan gelmeden, bu inisiyatifi nasıl gösterelim diye düşünüp duruyorum. Kaygısını
duyduğumuz tehlikeye işaret eden herhangi bir izi ben de görmüyorum. Durup dururken
verdiğimiz bu kadar emeği de, suyun içine atamayız. Geceyi de burada mı geçirsek?’
‘Geceyi burada geçirmemek için bir sebep kaldı mı?’
Hasan’ın bu sözleri üzerine, bizzat karargah komutanının söylediklerini yeniden
hatırlatma gereğini duyan Mazlum, ‘Ali arkadaşın söylediğini yalnızca bir uyarı olarak ele
alırsak, yanlışa davetiye çıkarmış oluruz. Söylediği bir uyarı değil, kesin bir talimattı.
‘Keşfinizi yaptıktan sonra gidin bakın. İstediklerimiz gelmişse, alabileceğiniz kadar alın,
alamadıklarınızı da uygun bir yerlere saklayıp, hızla oradan ayrılın.’ demişti. Şu an hem bir
yerlere saklama, hem de sırtımıza alıp götürme gibi bir imkanımız yok. Fakat geceyi
buranın dışında, daha güvenlikli bir yerde geçirme imkanından da yoksun değiliz. Hızla
ayrılıp gidelim demiyorum. Ama kendimizi, bu mağaranın içine hapsetmeye de
kalkışmayalım. Bunun, doğacak bir sürü sakıncası var. Görünürde bir tehlike de
olmayabilir. Kendimizi buna kaptırarak yorgunluğumuzun ağır etkisi altında düşünürsek,
çok sağlıklı gelmeyebilir. Koşullar ne olursa olsun, kural olarak en güvenlikli yeri seçmek
tercihimiz olmak durumunda. Böyle davranırsak, talimatın gereğinden de düşmemiş
oluruz.’ diyerek şimdiye kadar Şahin ile Hasan arasında geçen tartışmaya girdi.
Hasan, Mazlum’un daha sözlerine başlarken, ne düşündüğünü anlamıştı. Kendisi, bir
tehlikenin varlığına ilişkin ruhuna hücum edebilecek kaygılardan uzaktı. Mazlum’un ise
neden bu kadar rahat davranmadığını anlamaya çalışıyor, ama anlamakta zorluk
çekiyordu. Mazlum’un duyduğu kaygının çok gerekli olduğunu düşünmüyordu. Pek
lüzumu olmayan böyle bir kaygıya dayanarak oturdukları yerden kalkıp bu kıyamette
başka bir yere gitmeyi hiç istemiyordu. Bunu düşünmek bile, kendisine bir kabus gibi
geliyordu. Boşu boşuna oturdukları yerden kalkıp başka bir yere gitmenin ne anlamı vardı?
Buranın dışında, uzak bir yerde kendilerini yağmurdan koruyacak bir yeri nerede ve nasıl
bulabileceklerdi?
Suyun içinden çıkmış vücudunu saran elbiselerinden, tenine dayanılmaz bir soğuk
girmeye başlıyordu. Soğuktan titrediğini Mazlum da anlıyordu. Soğuktan titreyen sesiyle,
Mazlum’u ikna etmenin bir yolunu nasıl bulmalıydı?
‘İnan heval Mazlum, tümden yersizdir demiyorum ama, gereğinden fazla bir kaygı bizi
daha fazla yormaktan başka bir fayda getirmez. Bize talimat veren arkadaşların kendileri
de bu koşulları yaşasa, şu an yaptığımızın aynısını yapacaklarından kuşku duymuyorum.
Bunu kendilerine söylediğimizde de, sadece anlayışla karşılarlar. Anlamak istememe gibi
bir tavırları olmayacaktır. Biz de, bir şeyleri birbirinden çıkarma olgunluğuna eriştik artık.
Nerede, nasıl davranmamız gerektiğine dair fazla sıkıntı çekmiyoruz. Buna benzer
durumlar yaşadığımız günleri az mı gördük? Daha yeni buralara geldiğiniz için doğal
olarak kaygılarınız, sıkıntılarınız bizimkinden farklı olur. Buna anlam da veriyorum. Çünkü
aynısını, biz de yaşadık. Bunun böyle olduğunu kendiniz de göreceksiniz, o zaman buna
nasıl alışmaya başladığınızı da fark edemeyeceksiniz. Alışmaya başladıktan sonra, gerisi
kolaydır. Pek sorun çıkmaz. Bir itekleyiverdin mi, kendiliğinden gitmeye başlar. Şahin
heval bunu daha da iyi bilir.’
Sırtını kayaya dayayıp oturduğu yerde uykuya dalmamak için kendisiyle kavga eden
Şahin, Hasan’ın kendisine söz bıraktığını duyunca, irkilir gibi doğrularak, ‘Doğrusunu
söylemek gerekirse, heval Mazlum kaygılarında haksız değil. Senin söylediklerin de yabana
atılmaz. Mantıktan uzak değildir demek istiyorum. Başka türlü nasıl davranalım diye ne
kadar düşündüysem, söylediklerinden farklı aklıma gelen bir şey olmadı. Çok duyarsız
olmadığımı da herkes bilir. Bugüne dek, küçük keyfiyetlere tenezzül etmedim. Başta benim
de kaygısından kendimi kurtaramadığım, tehlikeyi çağrıştıran en ufak bir iz olsa,
duracağımız bir dakikanın bile sakıncası kuşkusuzdu. Bizi burada tutan zorunlu sebepler
olmasa, işimizi bitirdiğimiz gibi geri dönecektik. O zaman fazladan duracağımız bir anın
dahi anlamı olmazdı.’
Şahin’in de bu sözleri üzerine Mazlum, yapacağı fazla bir şeyin kalmadığını anlamıştı
artık. Kendini bir düşünceye ikna edenleri, başka bir şeye ikna etmenin ne kadar zor
olduğunu biliyordu. Daha fazla ısrar etmeyi, boşa gidecek bir çaba olarak görüyordu.
Aşırıya kaçan bir ısrarın, kendisi hakkında iyi bir izlenim yaratmayacağını da
düşünüyordu. Şahsi bir kaygı ve korkudan bunu yapmadığını, o zaman nasıl
anlatabilecekti? Arkadaşlarının, kendisinden deneyimli ve tecrübeli olduklarından kuşku
duymuyordu. Hatta bunu kendisine, söz arasında hatırlatmaktan da geri durmuyorlardı.
Ama bu tecrübenin onlarda aşırı bir güven oluşturduğunu, aşırı güvenin de büyük ölçüde
kaygıları öldürdüğünü görüyordu. Daha önce de davrandıkları gibi davranmaktan
çekinmemek, kendilerinin de önleyemediği bir alışkanlık olmuştu. Alışkanlık bir kene gibi
yakalarına yapışmış, onları bırakmak istemiyordu. Alışkanlığı, yapıştığı yakadan
kurtarmak ise, dünyanın en zor işiydi. Bir anda öldürmeyen, ama adım adım ölüme
yakınlaştıran bu tatlımsı hastalığın kolay kolay tedavi olmaya gelmediğini biliyordu. Kendi
kendine, ‘Alışkanlık, bir işi tam başaracağın sırada, pusuda gizlice bekleyip arkadan kelleni
koparmaya gelen bir hainden farksızdır. Boynunun üstünde kılıcını sallayan, her an
vurmaya hazır, görünmeyen bir cellat gibidir. Zamanla hassasiyetimi öldürecek bu
düşmanımdan kendimi koruyabilecek miyim?’ demekten de kendini alamıyordu.
Arkadaşlarının yüzüne bakıp görmek istiyordu. Karanlık, gözlerinin ışıklarını daha
açılmadan söndürüyordu. Kendini, onların yerine koymaya çalışıyordu. Onları anlamazlık
etmiyordu. Kendi kendine ‘Onlara, kendimden daha fazla güven duyduğumdan eminim,
sevgimi de anlatmaya hiç gerek görmüyorum. Kendileri de benden yana aynı duyguları
taşırlar. Sorun, aralık bırakılan kapının nasıl kapatılabileceğidir.’ deyip düşünmeye devam
ediyordu.
Uykusu başına vurmaya başlayan Hasan, Şahin’in söylediklerinden sonra sessizliğe
düşen Mazlum’un ikna olmaya doğru gittiğini düşünerek, ‘İkna olma doruğuna götüren
yolun son işaretini de ben göstereyim.’ dercesine, ‘Heval Mazlum, yerinde olsam
tasalanmaya hiç gerek duymam. Adım gibi biliyorum ki, sorun teşkil edecek bir şey çıkmaz.
Yağmur diner, sabah erkenden kalkmayı bilirsek, işimizi bitirdikten sonra gecikmeden
çekip gideriz.
‘Sizden farklı bir şey dememe gerek yok sanıyorum. Ne için tasalandığımı da
anladığınızı düşünüyorum. Kendimi sizden farklı düşürecek bir konuma götürmem.
Deneyimleriniz, size böyle davranmanın aykırı olmadığını söylüyorsa, bana düşen de tabi
olmayı bilmektir. Bu tür meseleler de ayrı düşünüyor olmamız, bizi farklı davranmaya
götürmez. Sorun ne olursa olsun, birlikte davranmayı başarmak, her zaman esas aldığım
bir özellik oldu. Kendimi, bizde bir kültür olmaya başlayan bu özelliğin dışında tutacak
değilim.’
Şahin, Mazlum’un yumuşadığını, ama daha ikna olmadığını biliyordu. Söylediği
sözlerin, saygı duymayı bilen bir zekadan geldiğini anlamakta zorlanmıyordu. Birlikte
göreve çıktıklarından bu yana gösterdiği davranış olgunluğuna hayran kalmıştı.
İçtenliğinden tereddüt etmiyordu. Birbirini tanımaya başladıkları andan itibaren, bütün
samimiyetiyle ne kadar da kaynaşmayı başarabilen biriydi. Yorulmak nedir bilmeyen, içi
sevgi ateşiyle dolu bu adanmış delikanlı ruhu kıskanmamak elde miydi? Duyarlılığı,
kendini sorumlu görmeyi bilen o asil duygudan geliyordu. Kendi kendine ‘Koşullar
elveriyor olsa, onun karşısında duyarlı olduğu şeyi yapmanın dışında bir şey yapıyor
olmazdık.’ diyordu. Aldığı her nefesi onunla paylaşma, ruhunu onun ruhuna katma
isteğiyle seslendi Mazlum’a.
‘Heval Mazlum, biraz uyuyup dinlensek iyi olmaz mı?’
‘Bundan başka yapacağımız bir şey olmadığına göre, olmaz demem tabii ki.’
‘O halde yatacak daha iyi bir köşe bulalım.’
Şahin sözlerini bitirir bitirmez ayağa kalktı. Mazlum’dan sonra, uyuklamaya başlayan
Hasan da ayağa kalktı. Şahin ellerini kendine destek yaparak sola doğru adım adım
ilerledi. Önüne çıkan yukardan aşağıya doğru düzenli kesilmiş kaya parçasına elini
dayadığında, bunun mağaranın arka soluna açılan bölümün kapı duvarı olduğunu fark etti.
Ayağını eşikten içeri atıp birkaç adım gezdiğinde, içinde gezdiği yerin duvarları sıvalı güzel
bir odadan farklı olmadığını anladı. İçine girdiği odadan çıkıp arkadaşlarının yanına
gelince çok güzel bir oda bulduğunu söyledi.
Hasan ‘O zaman ne bekliyoruz?’ deyince, ardarda, el yordamıyla odaya doğru adım
adım yürüdüler. Şahin’den sonra Hasan girdi. Mazlum, bu bölümü oturdukları yerden
daha güvenli buldu, ama yine de rahatlayamıyordu.
Şahin oturunca, ‘Heval Mazlum, gel seni aramıza alalım, nasıl sobaya döndüğümüzü
görürsün.’
‘Araya heval Hasan girsin, onun benden daha fazla ihtiyacı vardır.’
‘Yoldaşım orayı sen kazandın, ben hakkımdan fazlasını almam.’
Hasan bu sözleriyle daha yatmaya başlamadan havayı hafifçe ısıtmaya çalışıyordu.
Mazlum ne ettiyse, kenarda yatmayı kabul ettiremedi. Bir yandan Şahin, bir yandan
Hasan, onu araya alıp sabaha kadar daha sıcak tutmak istiyorlardı. Kendileri gibi, onun bu
koşullara daha uyum gösteremediğini düşünüyorlardı. Koşullara alışıp dayanıklı hale
gelene dek, kendisine karşı duyarlı davranmalıydılar. Derisi kalınlaşıp onu sıcak tutan bir
örtü haline gelmedikçe, onu yalnız başına soğukların insafına bırakamazlardı. Gerekirse
kollarını, ona yorgan yapabilmeliydiler. Üstüne örtmek istedikleri kolları, koruyucu melek
sevgili ananın şefkat suyuyla yıkanmış sıcak yorgan gibiydi. Koşullar karşısında tam
olgunlaşmayana dek, onu bildiği gibi davranmasına terk edemezlerdi.
Mazlum, arkadaşlarının kendisini araya alarak daha sıcak tutmak istediklerini
biliyordu. İçinden, ‘Hasan’ın buna benden daha fazla ihtiyacı var.’ diyordu. Bünyesinin,
Şahin ve Hasan’ınki gibi yıpranmamış ve daha sağlam olduğunu düşünüyordu. Kendini,
bundan çok daha zor koşullara göre hazırlamıştı. Bu geceyi, daha zor koşulları aşmada
sadece deneyim veren bir basamak olarak görüyordu. Öncesinde de yaşadığı zorlu günleri,
bundan farklı değerlendirmemişti.
Kendi kendine ‘Devrimcilik, en zor olanla başa çıkmak değilse nedir? Bir devrimci, hele
hele Apocu bir devrimci, en zor olanı ayaklarının altında çiğnemeden kendi gücünden
şüpheye düşmelidir. Güç, en zor olanın tepesinde kurulan bayraktır. Aklım ve yüreğimle,
zor olanın tepesinde özgürlüğümün rüzgarıyla sallanan irademin bayrağını dikmedikçe,
kendime güç sahibiyim diyebilir miyim?’ demeyi de unutmuyordu.
İstemeye istemeye Şahin ve Hasan’ın arasına girmek zorunluluğundan kendini
kurtaramamıştı. Sırtüstü uzanıp gözlerini, mağaranın göremediği tavanına dikmişti. Ona
sırtını verip habire sıkıştırmaya başlayan arkadaşlarının arasında kısılıp kaldığından
hareket edemiyordu. Ona sırtını veren Hasan’ın titremeye başladığını sarsıntısından
anlıyordu. Hasan, titremeye devam ettikçe, Mazlum’un ruhuna tarif edemediği bir sıkıntı
giriyordu. Sonunda dayanamayıp ‘Heval Hasan yerimizi değiştirelim’ deyince, Hasan,
ısıtmaya çalıştığı havadan düşmemiş gibi, ‘Ne o, terledin mi yoksa?’ dedi. Mazlum, aynı
havayla, ‘Hem de nasıl?’ diye karşılık verince Hasan, ‘Elbiselerinden vücuduna dökülen
yağmur suyu, seni yanıltmaya başlamış demek ki.’ dedi.
Mazlum, ‘Bu kadar da kolay yanılmaya gelmem, hele bir araya gir, kendin gözlerinle
gör.’ deyince Hasan bu sefer ciddileşerek, ‘Yoldaş bırak da biraz uyuyalım.’ diye karşılık
verdi. Mazlum, bu defa ısrarından vazgeçmeye gelmiyordu. ‘Ben kalkıyorum, araya
girmezsen uzanıp yattığımı göremezsin.’ diyerek aradan çıktı. Daha fazla ısrara karşı
koyamayan Hasan, ‘Belanı cinler bile görmesin. Şimdi rahatladın mı?’ deyip Mazlum’un
kalktığı yere geçti. Mazlum, ‘Bundan daha iyi nasıl rahat olabilirim?’ deyip Hasan’ın yerine
geçti. Hasan’ın yaptığı gibi, aynı şekilde ona sırtını dayayıp sıkıştırdı. Hasan’ı sıcak tutmak
için sırtıyla sıktıkça, vücudunun ısısı, onun vücuduyla birleşiyordu.
Hasan buna direnmişti ama pek memnun kaldığı da söylenemezdi. Birbirini korumak
için dayatmada bulunmadıkça, başarılı olamıyorlardı. Birbirini korumanın dayatmasında
bulunmadan da rahat edemiyorlardı. Şahin, onu kendine çekip götüren tatlı uykuya
dalmamak için kendisiyle kavga etmeye gerek duymadı. Kucağına atladığı gibi, yumuşayıp
içinde erimeye başladı. Vücudunun altındaki soğuk kaya, yumuşak süngerin sıcaklığına
bürünmüştü. Sırtını kayanın üstünden çevirip Mazlum’un sırtına sıkıca dayayan Hasan,
sırtından teninin içine hoş bir sıcaklığın girmeye başladığını hissetti. Vücudu, sert taşlarla
dövülmüş gibiydi. Üstüne ağrının çökmediği bir tarafı yoktu. Altındaki soğuk kayanın
sertliği ile vücudunun sertliği arasındaki farkı ayırt edemiyordu. Sertleşen vücut, kayanın
sertliğini hissetmeye gelmiyordu. Sırtından etine giren sıcaklıktan başka hissettiği bir şey
yoktu. Aklını kurcalayacak bir şeyleri düşünmenin zamanı değildi. Açılmak istemeyen göz
kapakları çoktan birbirine yapışmıştı. Mazlum sırtını Hasan’a dayayıp başını yüzünün sol
yanını kapatacak şekilde elinin üstüne bırakmıştı.
Göz kapakları kapanmak bilmiyordu. Karanlığın içine diktiği gözlerinin önüne,
aydınlıkta beliren görüntüler geliyordu. Gözlerinin önünde konuşan görüntüler, usulca
kulaklarına fısıldayıp içine sıkıntılar bırakıyordu. İçine yavaş yavaş dalmaya başlayan
sıkıntıları içinden çıkarıp atamıyordu. Onu sıkıntılarından kurtarsın diye içine bütün iyi
niyetlerini bırakıyordu. İçeri dalmaya başlar başlamaz, sıkıntının ekşi yüzüyle karşılaşan
niyetler, korkudan titreyip gerisin geri kaçıp gidiyorlardı. Arkadaşları, içlerine iyi
niyetlerini ondan daha başarılı bırakmışlardı.
İçlerine oturmaya başlayan iyi niyetin barış melekleri, onlara rahat olmalarını, hiçbir
şeyin olmayacağını söylemişti. Peki, kendisine neden böyle söylemiyorlardı? ‘Onlarınki
iyiliğin melekleri de, benimkiler kötülüğün şeytanları mıdır yoksa? Her ikisi de farklı
yüzler takınan kardeş melekler değil midir bunlar? Kötülüğün şeytanı, iyiliğin meleğine,
iyiliğin meleği de kötülüğün şeytanına nasıl da dönüşüp dururlar sürekli?’ diyordu.
Bir melek ilk anın sıkıntısı, bir melek de son anın sıkıntısıydı. İyiliğin meleği, bazen
‘Rahat ol, bir şey olmaz’ deyip yatırır, sonra da, büyük felaketin sıkıntısını getirirdi. Adı
şeytan da olsa, ilk sıkıntının meleği de, kafanın içine şiddetli tokmağını vururdu. ‘Ama
büyük sıkıntının önüne geçmeyi ben başarabilirim’ diyordu. İlk anın kötü şeytanı, son anın
iyi meleği olurdu. İlk anın iyi meleği de, son anın kötü şeytanı. Bunları zamanında gerçek
yüzleriyle fark etmek, herkes için neden olmaz olan bir şeydi? Yoksa bunlar, her zaman
gerçek yüzleriyle kendini göstermekten korkan melekler miydi? Bunların doğru zamanda,
doğru konuştukları görülemez miydi? İyi görünen kötü, kötü görünenin de iyi maskesine
büründüğü an, görünmeye en yatkın oldukları an değil midir? Bu anda yapabileceğin en
doğru şey, gerçek yüzün üstündeki maskeyi kaldırmak ve bakabilmeyi başarmaktan başka
nedir?
Düşündükçe, içindeki sıkıntı artmaya başlıyordu. Arkadaşlarının içine yerleşen iyilik
melekleriyle, kendini kandırmaya gelemiyordu. Ama bir gecelik de olsa bu iyilik
meleklerinin konuğu olmaktan başka bir yol da bulamıyordu. İçindeki sıkıntıyı
arkadaşlarına yansıtmamak için, elinden ne geliyorsa yapmaya çalışıyordu. İçindeki
sıkıntıyı yansıtarak arkadaşlarını rahatsız etme hakkını kendinde görmüyordu. Birbirlerine
karşı, yüreklerine yerleşen kutsal ananın sevgisinden şüpheye düşmüyordu. Bu sevgiyi
zedeleyen en ufak bir davranışta bulunmayı, affedilmez buluyordu. Hatalar olsa bile hoş
görüyle karşılamayı, bu sevginin gereği sayıyordu. Aralarında bir nehir gibi akıp giden bu
sevgi suyuna atılarak rahatlamaya çalışıyordu. Kendisinden bir farkı olmayan arkadaşları
gibi, gözlerine uyku getirmek istiyordu. Ama kapatmaya çalıştığı gözlerini kapatmayı
başaramıyordu.
Sudan yeni çıkmış giysilerinin içinden tüm vücuduna zemherinin soğuğu düşüyordu.
Vücudunu yalayan dayanılmaz soğuk, kemiklerinin içine kadar işlemeye başlıyordu. Üst
üste sakince oturmayı başaramayan dişleri şakırdayıp birbirini parçalamaya çalışıyordu.
Vücudu, elektrik şoklarının altındaymış gibi sarsılıyordu. Zangır zangır titrediğini, ilk defa
fark etmişti. Daha önce, niye böyle titremediğine şaşırmadan edemiyordu. İlk defa, suya
gömülü giysilerin içinde yatmak zorunda kaldığından mı böyleydi? Anlamaya çalışıyordu.
Bünyesinin, bunun daha ağır olanını da kaldırabilecek güçte olduğunu düşünüyordu. Onu
titreten bu türden soğuklara dayanamayacak adam olmadığını biliyordu. Zor olana
dayanmak, kolay olmayanı başarmak yolunda karşılaştığı bu türden şeyleri, hayatının
deneyimlerine kattığı bir kazanım sayıyordu. Bu da, o kazanımlardan bir tanesiydi sadece.
Kupkuru ve sımsıcak giysilerinin içinde yatmak, herkes için aynı şeydi. Ama buz kesilen
suyun içinde yatmanın ne demek olduğunu anlamak gerekirdi.
Etini bıçak gibi kesen soğuğun içinde gözlerini kapatabilmek, az şey değildi.
Arkadaşları, bunu çoktan başarmışlardı. Kefiyeleri suydu, yelekleri, gömlekleri suydu,
şalvarları, çorapları, ayakkabıları suydu... Üzerlerinde sudan olmayan bir şey yoktu. Ama
yine de, deliksiz tatlı uykunun sıcaklığına dalmayı başarmışlardı. Başlarının altındaki
silahları, onlara yastık olmuştu. Gözlerini, bir süre kapalı tutmaya çalıştı. Nefesi, titreyerek
gidip geliyordu. Hasan’ın sırtından sırtına akan sıcaklığı hissetmeye çalıştı. Vücudunun her
köşesine kan taşıyan damarlarını, gelen sıcaklığa açtı. Damarlar, aldığı sıcaklığı bütün
vücuda göndermeye başladı. Üstündeki ağır yorgunluğu, yeni hisseder gibiydi. İçinden
uyuyup dinlenmek geldiğini yeni anladı. Bir süre kapalı tuttuğu gözlerini yeniden açtı.
Üstüne gelmeye başlayan güzel uykuyu kovmamalıydı. Korkutup kaçırtmamalıydı.
Kendisine açtığı sıcak kucağını reddetmemeliydi. Ama, onun sıcak kucağına atılırken,
uyanık bırakacağı hislerini yitirmemeli, uykunun kollarına atılıp teslim olmalarına izin
vermemeliydi. Sırtıyla Hasan’ın sırtını daha da sıkıştırmaya çalıştı.
Kaygılarının ayakta kalmasını emrederek göz kapaklarını üst üste bırakmaya başladı.
Kapanan göz kapakları, bu defa açılmak istemedi. Karşılıklı özlem dolu iki sevgili kardeş
gibi birbirine sıkıca sarıldılar.
Saman kılçıkları, elbiselerinden dökülen suyun üstünde yüzmeye başlıyordu. Bir
zamanlar dikdörtgen kesilen bu kaya odasının samanlık olarak kullanıldığı, suyun üstünde
yüzen saman kılçıklarından anlaşılıyordu. Sahibinin zamanında çekip götüremediği
samanın kalan kısmını, yıllarca karınca kervanları taşımıştı dışarıya. Köşelerde,
çıkıntılarda gizlenip kalan birkaç kılçığı da, taşımaktan yorulmayacaklardı. Onlar, birkaç
delikten ibaret olan kendi dünyalarının yorulmayan işçileriydi. Koca evrenin, yorulabilen
işçilerine karıştıkları yoktu. Yardıma koşmadıkları gibi, desteklerine de ihtiyaç
duymuyorlardı. Herkes kendi işini yapsın, kendi işinin yorgunluğunu görsün
havasındaydılar. Her zaman dışardan içeriye, engelsiz, sağlam bir yol hattını yapmışlardı.
Bir engelle karşılaşmadan üstünden yıllarca saman taşıdıkları yolu onarım derdinden de
muaftılar. Sadece gündüz değil, gece de kullanmaktan vazgeçmedikleri bir yoldu. O gece
ise, dışarıda başlayıp giden yollarına su basmıştı. Suyun üstünde yüzdürecek gemileri de
yoktu. O gece, suyun çekilmesini beklemek zorundaydılar. Tıpkı mağarada onlar gibi yük
taşımaya gelen o gece misafirlerinin, suyun çekilmesini bekledikleri gibi.
Uyku meleklerinin sıcak kolları, vücudunu yalayan keskin soğuğu hissettirmiyordu
Şahin’e. Hasan, suyun içinde olduğunu, altında, üstünde soğuk ve sert bir kayadan başka
bir şeyin olmadığını çoktan unutmuştu. Mazlum da, etini bıçak gibi kesen soğuğa, nasıl
olduğunu anlayamadan kendisini alıştırmayı başarmıştı. Hasan’ın ‘Zamanla nasıl alışmaya
başladığını, kendin de anlamayacaksın.’ dediği şeyin kendisi miydi doğrulanan?
Fakat şimdi bunu düşünüp yargısını verecek zaman değildi.
Zor duyulur soluklarının sesinden başka, kendilerinden yükselen bir ses yoktu. Burun
deliklerinden çektikleri havayı, içlerinde ısıtarak dışarı veriyorlardı. Verdikleri
nefeslerinden yükselen sıcak buhar kabarcıkları, havada uçuşup mağaranın tavanlarına
yapışıyordu.
Gecenin yarısından fazlası arkaya yuvarlanmıştı. Şafağın gelmesini bekleyen kısmı,
durmadan önüne bakıp ilerliyordu. Gök baba ile yer ana, gece boyu sere serpe oynadıkları
aşk sahnesinden yorulmuş gibiydiler. Karşılıklı kollarını bellerine dolayıp birbirlerine son
öpücüklerini gönderiyorlardı. Kendilerini, uzun bir ayrılığın son vedasına hazırlıyorlardı.
Dökülen damlacıklar, başlayacak ayrılık hasretinin gözyaşlarından başka bir şey değildi.
Sevinç ve burukluk, iç içe yaşanıyordu. Çılgınlıkları başlarından uçmuş, uysal iki kuzucuğa
dönüşmüştü. Kolları birbirinden kesilince, elleri havadan inmeyi bilmedi. Uzaklaştıkça,
arkaya dönüp birbirlerine el sallıyorlardı.
Kesilen bulut parçalarının arasından, parıldayan yıldızlar yüzlerini göstermeye
başlıyordu ve vedalaşan bulutlar durup kederlenmek istemiyordu. Sevdalısından hızla
uzaklaşıp, kaybolmak istiyordu. Çünkü yüzüne baktıkça, içi parçalanıyordu. Üstüne,
dayanılmaz acılar hücum ediyordu. Bundan bir an önce kurtulmak, görünmezliğin
kucağına atılmak istiyordu. Ve gökyüzünde yıldızların sevinç bayramı başladı. Yüzlerce,
binlerce, milyonlarcası çıkmıştı gökyüzünün meydanına. Baştan başa kurdukları şehirlerin,
gök ışıklarını yakmışlardı. Parıldayan yıldızlar, gökyüzünün yüreğini sevinçle
dolduruyordu. Aklı başına geldiğinde, yüreği böyle sevinçle doluyordu işte. Ve göklerin
gerçek sevinci, bütün dikkatleri kendine çeken yıldızların büyük kraliçesi Seher Yıldızı da
geliyordu. Büyük şenlik, onun gelmesini bekliyordu zaten. Şenliğin son dansını, öldürten
cazibesiyle tek başına oynayacaktı. Ve bütün yıldızlar, onun dansını izlemeye dalarken,
gölgesinde kaybolup gideceklerdi.
Alacakaranlık, yerini sabah güneşinin aydınlığına bırakmaya hazırlanıyordu. Gece
şenliğinin yorulan yıldızları, bir bir ışıklarını söndürmeye başlıyorlardı. Gece boyu
karanlıkta dövülen yapraklar, kendilerini silkeleyip, bedenlerinin üzerinde aralıklı dizilen
incecik kılçıkların kanalcıklarında kalan son damlaları, yere dökmeye başlıyorlardı.
Korkuyla geçirdikleri gecenin, yarım kalan uykusundan uyanan sevimli kuşlar, yuvalarının
önüne gelip, pırıl pırıl gökyüzünün kanatları altında kendilerine kucak açan yemyeşil
cennetlerine koşmaya hazırlanıyorlardı. Yağmurun şamarları altında boyunları bükülen
rengarenk çiçekler, kendilerine gülümsemeye gelen güneşe, bütün gece acımasızca nasıl
ezdirildiklerini anlatabilmenin heyecanını yaşıyorlardı.
Awal, kendisini görmeye gelecek bir şafağı daha, suskunlukla bekliyordu. Virane olalı
beri, kaç koca yıl oldu, sesini duyan olmadı. Kendisini, kollarının arasında tutan anası
Çırav da küskündü. ‘Beni kollarının arasında bağlı ve çaresiz tutarak soysuzun sopsuzun
ayaklarının altında neden çiğnettin?’ der gibiydi.
Çırav, Awal’ın neden dilsizlere döndüğünü, dilsizliğinin altında hangi dilden
söylediğini biliyordu. Çünkü, onun yaşadıklarına, gördüklerine tanık olan kendisinden
başkası değildi. Onlarca yıldan bu yana, Awal’ın yaşadığı acı günlerin tek tanığı kendisiydi.
Onu, çok uzun yıllar sahipsizliğe zorlamışlardı. Sahiplerini vurup çok uzak diyarlara,
sürgünlere yollamışlardı. Yıllar sonra da, kalan bütün sahiplerinden etmişlerdi onu. O
günden bugüne, kendi içine çekildi. İçinde yanıp kavruldu, ama bir defa dahi olsun sesini
çıkardığını gören olmadı.
Çırav, delirten suskunluğuna katlanmayı öğrenmişti. Omuzlarından indirdiği kollarını,
sımsıkı beline dolamıştı. Eteklerinde oturtup onun konuşmaya başlayacağı bir günü sabırla
bekliyordu. ‘Sen suskunluktan yorulup çatlamadıkça ben de sana kollarımı sarıp
eteklerimde oturtmaktan yorulmayacağım.’ diyordu.
...
Tan yerinde, önündeki karanlıkları paramparça edip dağıtan güneş, kıpkırmızı bir ateş
topu gibi başını kaldırıp kızıl ışıklarını Çırav’ın tepesine kondurduğunda, Çırav dehşete
kapıldı. Omuzlarının üstünde yüzlerce, binlerce asker dizilmişti. Yüzlercesi, Awal’ı saran
kollarına basıp aşağıya iniyordu. Zirvenin tam üstünde ağır makineliler, katuşalar, yüz
yirmilik havanlar kurulmuştu. Etrafı siyah bir şeritle çevrili büyük beyaz teleskopun
üstündeki gözcü, gözünü teleskopun arka merceklerinden ayırmıyordu. Vadinin içindeki
incecik bir ot taneciğini bile avuçlarının içindeymiş gibi görüyordu.
Kor bir ateş parçası gibi yükselen güneşin ilk kızıl ışıklarını kondurduğu zirvenin arka
yüzünde kurulmuş çadırında oturan binbaşı, parmaklarının arasındaki sigarasına son
yudumunu vurup söndürdükten sonra dışarı çıktı. Kısa kesilmiş, ağarmaya yüz tutan
saçlarını tombul parmaklarıyla düzelterek yürüyordu. Parmaklarını, saçlarının üstünden
indirdikten sonra, sinek kaydı tıraşlı yüzünü sıvazlıyordu. Etrafında dik duran askerlere fır
dönen gözleriyle, kaşlarının altından kaçamaklı bakışlar fırlatıyordu. Tombul gövdesinin
üstünde durduğu yüksek ayakları, kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle yürüyordu.
Askerlerin önünden geçerken, yüreklerine heybetinden korku salmak için yüzüne ciddi ve
sert bir ifade bırakıyordu. Binbaşının kendisine doğru geldiğini gören gözcü, teleskopu
bırakarak ayaklarını birleştirip kazık gibi yere çakılıyordu. Binbaşı kendilerini geçtikten
sonra biraz rahatlayan askerler, içlerinden kuyruklu küfürler savuruyordu. Binbaşının
bunları duymak istediği yoktu, istese de duyacak kulaklara sahip değildi.
Kızıl ışık demetleri zirveyle buluştuğunda, Çırav’ın zirvesinden aşağıya doğru iki kol
biçiminde köyü saran yüksek sırtlardan, yüzlerce asker inişe geçmişti. Ulaştıkları her
stratejik yeri tutmayı unutmamışlardı. Arkalarında, güçlü savunma hatlarını
oluşturmuşlardı. İzci ve gözcülerin içinde yer aldığı ilk kollar, mağaranın üstündeki
kayalıklara ulaşmışlardı. Ulaştıkları yerleri, dikkatlice arayıp tarıyorlardı. Hedefe
yakınlaştıklarını biliyorlardı. Nereden geldiği belli olmayan bir mermi, her an kendilerini
bulabilirdi.
Ta Adapazarı’ndan buralara kadar gelen yakışıklı gözcü asker, uzaktan yakından
gördüğü her kıpırtıya, gözlerinin önüne getirdiği dürbünü dikiyordu. Evde onu çok seven
bir anası ve onun yolunu dört gözle bekleyen bir de güzel sevgilisi vardı. Ağabeyleriyle
kurdukları işi düşündükçe, kendisini bekleyen parlak geleceğin hayaline dalıyordu. Kız
kardeşi Ebru, bu yıl liseyi bitirecekti. Daha liseyi bitirmeden, üniversite sınavı
hazırlıklarına başlamıştı. ‘Ebru güzel kızdı, akıllıydı, bir de üniversiteyi kazanabilse
tamamdır.’ diyordu. ‘Bu vatan haini teröristlerden bu sefer de yakayı sıyırabilirsek, bir ay
sonra evdeyiz.’ diyordu.
Çıktığı operasyonun, son operasyon olması umuduyla doluydu. Daha önce de, bu
türden operasyonlara kaç defa katıldığını hatırlayamıyordu artık. İçinde olduğu birlik, özel
eğitilip yetiştirilmiş özel operasyon birliğiydi. Bu operasyona katılan askerlerin tümü de,
bu özel birliklere ait askerlerdi. Aralarında, özel birliklere ait olmayan asker yoktu. Siirt’in
Komando Tugayı’nda, kendilerinin özel bir statüleri vardı. Kritik ve işin hızlı bitirilmesi
gereken bu türden operasyonlara sürekli kendileri katılırdı. Bu gece buradaysa, başka bir
gece daha değişik bir yerde olabilirdi. Çıktıkları her operasyon, çatışmayla biten
operasyonlar değildi. Bazı operasyonlarda temasın hiç yaşanmadığı da oluyordu.
‘Sesimi duy Allahım. Bu operasyon da, o operasyonlardan biri olsun. Bu sefer de
sevdiklerimden alıkoma beni’ deyip kendini teskin etmeye çalışıyordu. Çıktığı buna benzer
her operasyonda, bir türlü sevdiklerini aklından çıkarmıyor, onlardan bir an dahi
kopamıyordu. Çıktığı operasyonlarda, üstüne ölümün kabusları çöktüğünde, sevdikleri
kendisiyle konuşup, onu kurtarmaya geliyorlardı sanki. ‘Kefeni bu defa da yırtmayı
başarırsan, bitti sayılır anacığım.’ diyordu. Kayalardan inen her çatlak, gözlerinin önüne
gelen her gedik yüreğini ağzına getiriyordu. Önüne çıkan her çalının arkasında, biri varmış
gibi geliyordu kendisine. Her adımını, üstüne çevrili namlunun altında atıyordu sanki. ‘Ya
önden değil de, arkadan gelirse. O ateş çekirdeği gelip, tam ensemin üstüne konarsa ne
olur? Bu arkadaki orospu çocuğu mu koruyacak beni? Yoksa beni herkesin önüne verirken,
kendisi en arkada, ta o tepenin başında çadırının içinde ayak ayak üstüne atıp, kahve ve
sigarasını keyfince içen o pezevenk mi?’ diyordu.
Attığı her adımda, bir önüne, bir de arkasına bakıyordu. Kalbi, göğüs kafesini
patlatmak üzereydi. Nefesinin kesildiğini sanıyordu. Gözleri, şaşkın şaşkın bakıyordu.
Nereye, hangi tarafa bakacağını bilmiyordu. Bacakları tir tir titriyordu. Ensesinden aşağıya
soğuk terler dökülüyordu. Kayışını boynuna taktığı M-16 silahını elleriyle zor bela
kavrıyordu. Dürbününün kayışını da boynundan çıkarmıyordu. Çıkarırsa, ikisini de aniden
yere düşürecekti. Dudaklarını üst üste indirmeyi başaramıyordu. Kendi içinde tanrısına
yüzlerce, binlerce dua okuyordu. Adım atıyordu, ama bacakları onu götürmek istemiyordu.
Kendini arkada bırakıp esmer yüzlü Karslı Orhan’ın öne geçmesini istiyordu. Bu öncü
kolun içindeki teğmen, herkesin arkasındaydı. ‘Kendimi öne verirsem, arkayı kim
getirecek? Bu korkaklara güven mi olur?’ diyordu. Kendisini, kimsenin sevmediğini
biliyordu. Herkes onu, ‘Konya’nın çingenesi’ diye tanıyordu. Lakabı, Arsız Çingene’ye
çıkarılmıştı. Simsiyah yüzünden öfke eksik olmuyordu. Ağzı, küfür torbasıydı. Ona, yalan
kumkuması diyenler de vardı. Yapmadığını da, yapmış gibi göstermekten haz duyuyordu.
Operasyon dönüşlerinden sonra, arkadaşlarının arasında hep kendini en öndeymiş gibi
gösteriyordu. Önü, arkadan yürüterek ilerlediğini kimseye söylemiyordu. Mağaranın
üstündeki son kayalığa ulaşmışlardı. Son kayalığın üstüne düşen bir önceki kayalığın dibini
tarıyorlardı.
Etrafındaki incecik gri bulut tabakasını parçalara bölüp mor, koyu kızıl ve eflatun
renginden muhteşem bir resim çizen güneşin gönderdiği kızıl ışıklar, zirvenin arka yüzünü
okşamaya devam ediyordu. Kendini mağaranın içine kapatan gecenin karanlığı, çıkmak
istemiyordu. Hasan, uykuya daha demin dalmış gibiydi. Onun sıcak kollarına, yeni yeni
sokulmaya çalışıyordu.
Mağaranın altında bulunduğu kayanın üstündeki çalıların önünde çömelen yakışıklı
gözcü, gözlerinin önüne dürbününü getirerek aşağıları inceden inceye tarıyordu. Karşıdaki
sırttan inen askerler de kendilerini aşağıya doğru bırakmaya başlamıştı. Öncü kolları,
köyün karşı yamacından köyün altına doğru iniyorlardı. Köyün altından yukarıya doğru,
arada geniş bir boşluk bırakmışlardı. Küçük dere suyunun içinden geçtiği o boşluğu, şu an
doldurmayı düşünmüyorlardı. Köyün altındaki aşağı vadide birleştikten sonra, avcı kolları
biçiminde aşağıdan yukarıya doğru vadinin tümünü önlerine alarak çıkmaya
başlayacaklardı. Gözcünün önünde yürüyen iri yarı, esmer yüzlü Karslı Orhan, mağaranın
sağına düşen kayalığın aralığından aşağıya doğru kendini bırakıyordu. Arkasında onlarca
asker de onu takip ediyordu. Soldan sağa uzunlamasına bütün kayalıkların üstünü
tutmuşlardı. Mevzilenip sabitleştikleri her yerde, birer ağır makineli silah yerleştirmişlerdi.
Ağır silahların yanında, lav silahları ve bomba atarlar da bulundurulmuştu.
Gece karanlığının üstüne çöktüğü mağaranın sessizliği bozulmuyordu. Şahin, uçarak
kaybolup giden bulutların ardından, yağmurun kesildiğini fark etmemişti. Bulutların
kaçmasından sonra, yıldızların başlattığı muhteşem ışık şenliğinin seyrine dalmaktan da
geri kalmıştı. Açıldıkça genişleyip pırıl pırıl gökyüzünün, güneşin ışıkları içinde
enginliklere indirdiği masmavi kanatlarından da haberdar olmamıştı. Uykunun iyi ve güzel
melekleri, hala da gerçek yüzlerini göstermeye yanaşmıyorlardı.
Elindeki G-3 silahını ani reflekslerle ikide bir soluna, önüne doğrultan Karslı Orhan,
mağaraya giden patikayı bırakmadan, yavaş adımlarla herkesin önünde yürümeye devam
ediyordu. Hedef noktasına çok yakınlaştığını biliyordu. Tarif edilen kayanın altındaki
patikanın üstündeydi. Beklediği mağara, her an önüne çıkabilirdi. Ellerinin, bacaklarının
titreyişine hakim olamıyordu. Çenesi, yerinden çıkmak istiyordu. Dişleri, birbirini yemeye
başlamıştı. Dolap gibi dönen kafasını durdurmayı başaramıyordu. Her zaman keskin
bakan gözleri gittikçe kararıyordu. Nişanlısı Hanife, gözlerinin önünden çıkmıyordu.
Terhis olduktan hemen sonra, davullu zurnalı, güzel ve unutulmayacak bir düğün
yapacaklardı. Düğün salonlarını tutacak kadar paraları yoktu. Olsun, davullu zurnalı da
muhteşemdi. Hem isteyen herkes gelip izleyebilecekti. O zaman ne kadar güzel bir düğün
alayı kurduklarını, daha fazla insan görecekti. Kendisiyle gelini ve herkesin alkışları
arasında nasıl dansa kaldırıldıklarını görüyordu. Bütün alkışlar, onların sevinçli kıvrak
sallanışlarına çalıyordu. Birbirinin etrafında gülerek bir o, bir gelin nasıl da yorulmadan
dönüp dolanıyorlardı. Ne görülmemiş, ne unutulmayacak büyük bir sevinçti o. Ama her
şey, o an alıp verdiği son nefesinde donup kalıyordu. Dizlerinin çözülüşüne mani
olamıyordu. Her tarafının buz tuttuğunu sanıyordu. İçinden, tek bir adım dahi atmak
gelmiyordu. Ama adımını atmazlık da edemiyordu. Adımını durdurup, ‘Ben
gidemiyorum.’ dediği an, ensesine arkadan onları itekleyen o Arsız Çingenesuratlının
kurşunu gelecekti. O soysuz, bunu bütün askerin gözleri önünde çekinmeden yapacaktı.
Bununla da, öne yürümek istemeyen askere ibret olan şeyden nasıl çekinmediğini gösterip
herkesin yüreğine daha büyük bir korku salacaktı.
Yüreği ağzında yürüyen Karslı Orhan, mağaradan on adım ileride duran bodur
palamut ağaçlarının önüne geldiğinde çömeldi. Arkasındaki yakışıklı gözcü çömeldikten
sonra, dürbününü gözlerinin önüne indirdi. Karslı Orhan, sağına-soluna ve arkasına da
baktı. Üstündeki bütün kayalıkların tutulduğunu biliyordu. Arkasında onlarca, hatta
yüzlerce asker vardı. Onlara bakıp, cesaret almak istedi. Ama bir türlü cesaret onlardan
kopup kendisine doğru gelemiyordu. Hiçbirinin kendisinden bir farkı yoktu. Sadece arkada
oldukları için, içlerinde ondan daha fazla rahatlık duyuyorlardı, hepsi o kadar.
Çırav’ın doruğundaki binbaşı, sigarası ağzında, gözlerini vadiye bakan teleskopun arka
merceğine dikmişti. Askerin, hedef noktasına ulaşmaya başladığını görünce, dişlerini
birbirine sıktı. Ağzındaki sigaranın kırmızı filtresi, dişlerinin arasında ezilmişti.
Dudaklarının arasındaki yeni yaktığı sigarayı yere attı. Arkadaki kurmay yüzbaşı,
binbaşının gördüğü bir şeylere heyecanlandığını fark etti. Binbaşı bir süre izledikten sonra,
başını yukarı kaldırıp geri çekildi. Ruhundan yana gelen bir heyecan yokmuş gibi, rahat
davranmaya çalışıyordu. Bu operasyonu da başarılı götüremezse, prestijinin yok olacağını
düşünüyordu. Kaç askere mal olursa olsun, mutlaka başarılı bitirmek zorundaydı.
Kendisinin vereceği zayiatın bir önemi yoktu. Önemli olan ‘Terörist’in, sağ ya da ölü ele
geçirilmesiydi. ‘Ya bu vatan hainleri gelmekten vazgeçmişlerse?’ diye düşünmek bile
istemiyordu, çünkü onların geldiklerini görmemişlerdi. ‘Bu lanet yağmur bırakmak
istemedi ki!’ deyip duruyordu. Binbaşı geri çekilince teleskopun arka merceğine bu sefer de
kurmay yüzbaşı indirdi gözlerini. Askerin, tarif edilen hedefe yakınlaştığını görünce gözleri
fal taşı gibi açılmıştı. Binbaşı, muhaberecisinin hazır tuttuğu büyük cihazın önündeydi.
Çingene suratlı teğmen, cebinde tuttuğu cihazdan binbaşının sesini duyunca, cihazı hemen
cebinden çıkarıp mandala basarak dinlemede olduğunu söyledi.
Binbaşı, ‘Gözümüz üstünüzde! Büyük ihtimalle gelmişlerdir. Haydi aslanım, göreyim
sizi. Dikkatli olun ve başarın.’
‘Anlaşıldı, tamam komutanım.’
Teğmen, konuşması bitince cihazı tekrar cebine koydu. Hedef noktasına yakınlaştığını
o da biliyordu. Karslı Orhan, çömeldiği yerde daha fazla durmaya cesaret edemedi. Arkada
duran Çingene Suratlı’nın gözü üzerindeydi. Aralarında sadece on beş asker vardı. Kalkıp
hedef noktasına doğru ilerlemekten başka çare bulamadı. Hedef noktasına giden patikanın
üstündeydi. Ama tam olarak nerede olduğunu bilmiyordu. Çıplak ayakla dikenlere basar
gibi yürüyordu. Kayanın ortasından içe doğru başlayan eğimi fark etmesiyle, yere
çömelmesi bir oldu. Bunun, beklediği kabuslu mağara olduğundan kuşku duymuyordu.
Bütün göstergeler bunun, o mağara olduğuna işaret ediyordu. Karslı Orhan’ın ani çöküşü,
bütün parmakları tetiklerin üstüne getirmişti. Çingene suratlı da dahil, hiçbirisi heyecanını
gizlemiyordu. Kendinden yola çıkan herkes, yanındakinin içinden o an nelerin geçtiğini
biliyordu.
Bu heyecanlı bekleyiş sürdükçe, ruhlarında felaketli bir yıkım meydana getiriyordu.
Korku, ellerini boğazlarına koyup sıkmaya gerek duymuyordu. Boylu boyunca gidip
boğazlarında düğümleniyordu. Karınlarına korkunç sancılar bırakıyordu. Başlarını
döndürüp gözlerinin kararmasına yol açıyordu. Vatanı, bayrağı, devleti, milleti, şeref
merefi ne varsa, her şeyi bir anda unutturuveriyordu. Tanrıyı, anayı, babayı, kardeşi, bacıyı
imdada koşmaya çağırtıyordu. O anda hatırlayıp yanlarında olmayı hayal ettikleri
sevgilinin elinden suyu çekilip çatlamaya başlayan dudaklarının üstüne bir bardak soğuk
su dökmek istiyorlardı. Peki onlar, kendilerini bu vatan borcunu ödemeye davullu zurnalı
gönderirken, nelerle karşılaşacaklarını, başlarına nelerin geleceğini biliyorlar mıydı?
Korkunun ruhlarında bıraktığı bir daha tedavi olmaya gelmez yaraları iyileştirecek
dermanı bulabilecekler miydi? Şerefli devlet, bölünmez vatan onlara bu dermanı vermeye
yanaşmak isteyebilecek miydi? Belleklerine kazılan unutulamayacakları, bir daha
çıkarmaya gücü yetebilecek miydi? Onlar, korkunun ne tür bir şey olduğunu biliyorlar
mıydı? Hayatlarında hiç korkuları yaşamışlar mıydı onlar? Elbette onlar, bunun ne tür
dehşet saçan kırk ayaklı bir canavar olduğunu; ruhu, yüreği, beyni, hatta canı nasıl
paramparça edip yerlere döktüğünü hissedemeyecek kadar korkusuz ve cesurdular. Ateş
düştüğü yeri yakardı, onların çok uzağında olduğu yeri değil. Çok uzağında olup hiç de
hissetmedikleri halde, ‘O ateşte biz yandık.’ diyenler, sadece büyük bir yalanı, hem de
kuyruğu dışarıda sallanıp herkesin gördüğü bir yalanı söylemiş olurlardı.
Heyecandan tırnaklarına kadar bütün vücutları sızlayan, soğuk terler döken ve elleri
tetikte bekleyen askerler, Karslı Orhan’ın bir an önce kalkıp mağarayı kontrol etmesini
istiyorlardı. Belki de, hiç istemedikleri halde, istediklerini sanıyorlardı. Tek dilekleri,
mağaranın içinde kimsenin olmamasıydı. Sanki içinde, ‘Terörist’ olsa, hatta öldürseler de,
kendilerine bir faydası mı dokunacaktı? Tek istedikleri, delirten heyecanlı dakikaların
üzerlerine indirdikleri kabustan bir an önce kurtulmaktı. Evet evet istedikleri sadece
buydu. Ama önce Orhan’ın kalkıp kontrol etmeye başlamasını sabırsızlıkla bekliyorlardı.
Orhan da, arkasında duran herkesin, bunu istediğini biliyordu. Çünkü bir şey olsa, önce
onlara değil, kendisine olacaktı. Sabırsız istekleri de bir yana, bunu yapmak zorundaydı.
Yapmaktan cayarsa, başına ne geleceği malumdu.
Çaresiz bir biçimde kalkıp mağaranın tam önüne geldi. Çömelip önce bir süre
mağaranın içindeki sesleri dinlemeye çalıştı. Nefesini tutup kulaklarına gelecek sesleri
olduğu gibi almak istedi. Mağaranın içinden kulaklarına küçücük bir çatırtı bile
gelmiyordu. Derin bir nefes alıp, rahatlamak istedi. Nerdeee! Rahatlamak şurada dursun,
kabus daha da büyümeye başlıyordu. ‘Ya tek başına bu karanlığın içine gir ve kontrol
et.’deseler diye düşününce aklı duracak gibi oluyordu.
Kendi aralarında işaretleşip lav silahını istediler. Önce lavla vurup ardından
bombalamayı düşünüyorlardı. Çingene Suratlı’nın isteği de böyleydi. Simsiyah potinli
ayaklar, mağaranın önünde gidip gelmeye başladı. Potinlerden yükselen sesler, küçük
tıkırtılar biçiminde mağaranın içine dalıyordu.
Mazlum, uykusundan irkilerek uyandı. Önce bunun bir rüya olup olmadığını anlamaya
çalıştı. Dikkatle dinledikçe, bunun ne olabileceğini anlamaya başlıyordu. Bunun rüyaya
benzer hiçbir tarafı yoktu. Ne rüyası? Duyduklarını bir rüya olarak görecek kadar kendini
unutmuş olamazdı. Hayır hayır, aklı tamamen başındaydı. Duyduklarının, hissettiklerinin
tümünü eksiksiz algılayıp yargılayabilecek durumdaydı. Duyduğu sesler, gerçek seslerdi ve
ayak seslerinden başka bir şey değildi. Hem de mağaranın o yanına, bu yanına koşarak
gidip gelen ayak sesleri. Ayak seslerinin içinde, kendini pek belli etmek istemeyen kısık ve
ürkek sesler de vardı. Dikkatle ve heyecan içerisinde süren bir uğraşın sesi olduğu
anlaşılıyordu. Bu sesin peşinde koştuğu bir şey vardı. O şey de gelip mağaranın içine
girdiğine göre, anlaşılmayacak hiçbir şey yoktu.
Kendi içi yanarak, ‘Kendi ellerimizle yaptık bunu. Dürüstlüğüne inandığımız ihanetin
hançerine sırtımızı kendi ellerimizle açtık. Ey bozulmuş yürek, satılmış duygu, göz göre
göre kendini bize inandırmayı nasıl da başarabildin? Kuşkudan uzak dürüstlüğümüz,
saflığımız mı yumuşak geldi sana? Başkasının eline verdiği ucu zehirli hançerini sırtımızda
bilemeyi, hangi zamanlardan beri öğrenegeldin? Bilincimizin göğsüne değil, inancımızın
sırtına hançerini bindirirken, vicdanını hangi kahpeliğin kuyusuna indirmeyi başarabildin?
Söyle kör bilinç, felçli beyin, irin deryasına batırılmış ruh, kendi soyunun evcil kekliği
olmayı ne zamandan beri karar kıldın? Öttüğün sahte sesinle, içinde olduğun kafese, kendi
türünün özgür varlıklarını da çağırırken, hiç mi utanmaya gelmedin? Kendini beş paralığın
orospuluğuna yatıralı beri, kaç asır gelip geçti haberin var mı? Sırtımızdan indirdiğin kan
bardağını tutup içerken, hangi lanetin batağına battığını fark etmedin mi? Söyle,
iğrençliğin pus suyuna batırılmış çirkin yüz, neye benzediği belli olmayan şekilsiz cüce, ne
zamandan sonra bir damla anlamaya geleceksin? İçine girdiğin kutsal meşe ağacının etini
yiye yiye, bu defa da devirebileceğini mi sandın?’ deyip bütün dünya sesini duyacak kadar
haykırmak istiyordu. Ama çıkaracağı en ufak bir ses, mağaradan çıkaracağı son sesi
olacaktı. Bundan şüphesi yoktu. Başını, Hasan’ın kulağına eğip, dudaklarını hafifçe
kıpırdatarak sessizce fısıldayarak kaldırmaya çalıştı.
‘Heval Hasan, heval Hasan!’
‘Ne var, ne oldu?’
Mazlum, tekrar fısıltıyla ona sessiz durmasını söyledi. Hasan şaşkınlığını üstünden
atmaya çalışırken, Mazlum bu sefer de Şahin’in kulağına eğildi. Aynı fısıltıyla tek çağırışta
uyanan Şahin de, ne olduğunu sorunca, ona da sessiz olmasını söyleyerek dışardan gelen
sesleri, fısıltıyla, zor duyulur kısık bir sesle anlattı. Şahin ses çıkarmadan, aniden kendini
toparlayıverdi. Hasan da ayaktaydı.
Şahin, eline karnasını alıp öne geçerek kendisini yavaşça takip etmelerini istedi.
Mazlum elinde tuttuğu kleşiyle onu takip ediyordu. Hasan, sessiz bir hayalet gibi arkadan
onları izliyordu. Mağaranın içindeki dört köşe düzenli açılmış bir odayı andıran bölümden
çıkarak sakince mağaranın dışarıya bakan köşesinin ucuna gelip çömeldiler. Mağaranın
önünde gidip gelen askerin ayaklarını, kendi gözleriyle görüyorlardı artık. Mağaranın içi,
daha karanlık durmaya devam ediyordu. Ama dışarısı epeyce ağarmıştı. Mağaranın içine
doğru birkaç adım atıp dikkatli gözlerle bakılmazsa, mağaranın arkası görülemezdi.
Gözlerinin önünde duran her şey gerçekti. Şakaya gelir hiçbir yan yoktu. Olup bitenleri
kendi gözleriyle görüyorlardı.
Hesapları alt üst olmuştu. Yola çıktıklarından beri her şey ters gitmeye ant içmişti.
Ters davranmaya götürmek için karşılaştıkları her şey, onlarla savaşmaya başlamıştı. Yer,
gök, yağmur, çamur, karanlık, yorgunluk, hatta iyi niyetleri bile onları yanlışa götürmek
için çalışmıştı.
Yeni yeni hatasının farkına varan Şahin’in içinden kendini lime lime etmek geliyordu.
‘Bunca yıldan sonra, biriktirdiğin bütün tecrübelerine rağmen, bu hataya sen de mi
düşeceksin Şahin? Kendinden bu kadar geçmiş olamazsın sen. Kendini unutacak,
kaybedecek kadar aklın başından çıkmış olmamalıydı. Bize kurulan namertliğin karanlık
tuzağını şirin kılacak kadar iknacı söyleyen içimdeki hangi sese kulak verdim ben? Sözüm,
tuzağa ve tuzağı kuranlara değil, içimde kendini bu tuzağa kendini kapak yaparak tuzağı
gözlerimin önünden silen o kör duyguyadır. Bu kör gözleriyle bile, bana oyun oynamaya
kalkışan bu duygunun gözlerini, daha önceden neden açmayı başaramadım? Açılamayan o
muydu, yoksa açamayan ben miydim? Bunu şu an düşünmeye bile vaktim kalmadı artık.’
deyip mahcup bir edayla Mazlum’un gözlerine bakmaya çalıştı.
Ama bir türlü bakamadı. Çünkü Mazlum’un gözleri, öylesine çok şey anlatıyordu ki,
bakıp dayanmaya güç gerekti. Hasan’ın üzerine kovalarla buzdan soğuk su dökülmüş
gibiydi. ‘Her şey, kandırmak üzere aşkla bana sarılan o duygunun içinden çıktı. O beni
çağırdı ve ben de güle oynaya arkasından gitmezlik etmedim. Sadece gitmekle kalsam o da
iyi. Arkadaşlarımı da, dayata dayata arkasından gelmeye zorladım.
Kulaklarıma üflerken, içimi ne kadar da ısıtabiliyordu. Isısıyla, donan yumuşak
karnımdaki buzları eritirken, nasıl da sahiciliği oynayabiliyordu. Onun oyununa kendimi
kaptırmayacak kadar ağır olmadığımı da, benden iyi biliyordu. Beni avuçlarının içine
alırken, hafifliğime de şaşırmış olsa gerek. ‘Benim onu aldatmama lüzum yok, o zaten
aldanmıştır.’ sözünü duyamayacak kadar sağır kesilmişim demek ki. Dürüstlüğün hangi
kitabını karıştırmıştım ki, dürüstlüğün izahını ballandıra ballandıra yapmaya kalkıştım?
Boğazımıza dayanan dürüstlüğün keskin bıçağını göremeyecek kadar kör olan o gözleri,
yıllarca taşımanın ağırlığına katlanmaktan neden bıkıp usanmadım? Dürüstlüğün
arkasındaki namertliği suçlamak neye yarar? Bize tuzağın kuyusunu kazan o yüreğin
suratına tükürmek neyi çözer? Anasını, avradını da sövesim gelir, ama ne fayda? Sen
yaptıklarına, ettiklerine dön be adam! Bunun yolunu açan, küçüklük, zayıflık neredeydi?
Onu bul, bulmaya vaktin varsa tabii! Ve şimdi, buna vakit bile buluyor değilsin işte’ deyip,
gözlerini Mazlum’dan kaçırmaya çalıştı. Hataları arayıp, bulmak bir saniye bile almıyordu.
Her şey bir anda gözlerinin önüne gelip geçiyordu. Ölüm gelip mağaranın kapısına
dayanmıştı. ‘Sana kaçış yolu kalmadı.’ diyordu. Her şey o kadar soğuk, o kadar acımasız ve
öylesine gaddardı ki, tarif edilmeye gelmezdi.
Her şey, buraya kadar mıydı? Bütün hayaller, bütün umutlar, bu kapkaranlık
mağaranın içinde mi son bulacaktı? Geride bıraktıkları o sevgili yoldaşlarını bir daha
göremeyecekler miydi? Analar, babalar onlardan gelen bir ölüm haberini daha mı
duyacaktı? Peki ya onların acısına, kim katlanırdı o zaman? Yüreklerinin üstüne düşecek
ateşi, kim söndürebilecekti? Bıçak bıçak kesilip tuz basılan yaralarına, kim derman
bulacaktı? Ağıtları, feryatları kim dindirecekti? Peki ya, ‘Ayıptır.’ gözyaşlarını diye dışa
vermeyip içe akıtarak kendini paralayanları kim durduracaktı? Her şey o kadar hızlı
hatırlanır oldu ki, onlarla başa çıkmak, onlara yetişmek ve avuçlarında tutup bırakmamak,
dünyanın en zor şeyi oluveriyordu. Hayatları boyunca yaşadıkları olaylar, uykuya yatmış
derin anılar, çocukluktan bu yana yaşanan acı tatlı bütün günler, geride bıraktıkları
yoldaşlar, kendilerini her türlü beladan koruyarak sevgiyle büyütenler, bir şimşek gibi
kafalarında çakıyor, gözlerinin önünde canlanıp bir film şeridi gibi geçmeye başlıyordu.
O güne dek farkında olmadan, yaşayıp gördükleri ne kadar da çok şey vardı. Böylesine
candan sevip sevildiklerini, hiçbir zaman bu denli canlı fark etmemişlerdi. Işık hızıyla
düşünüp tepeden-tırnağa nasıl da ayaklandıklarını görünce hayretler içerisinde
kalıyorlardı. Her şey öylesine ayaktaydı ki, şaşırıp kalmamak elde değildi. Bu
ayaklanmanın dışında kalan tek bir hücre, ama tek bir hücre bile yoktu. Bilinç baştan başa,
ruh baştan başa, yürek baştan başa ayaklanmaya kesilmişti. Ve ayaklanmış her şey,
kopmamacasına sımsıkı umuda bağlanmıştı.
Büyük umut onlara çağrıda bulunurken, ‘Sizde bu ruh, bu yürek olduktan sonra, içinde
olup da söndüremeyeceğiniz hangi ateş olabilir ki? Arkasına kapatıldığınız hangi kapı
açılmayabilir ki? İçine atıldığınız hangi karanlık aydınlanmayabilir ki?’ diyordu. Bu ruhun
asıl kaynağı, onlara kucağını açıp ‘Gücünüz, bu ateşin arkasında yatıyor, gelin uyandırıp
alın onu.’ diyordu. Bu tükenmeyen gerçek kaynak, onların gözlerinin önünde güneş gibi
parlayarak, ‘Benden öğrendiğiniz ve bundan sonra da öğreneceğiniz budur. Yaşama hakkı
başka türlü olamaz, ateşte yürümeyi bilmeyenler, yaşama hakkını da elde etmeyi
başaramazlar ve sizin önünüzde başarmaktan başka hiçbir yol, ama hiçbir yol yok. Siz buna
mahkumsunuz, bunun mahkumu olduğunuzu bilin ve başarın.’ diyordu.
Bu, güneşin beyinlerinde, ruhlarında, yüreklerinde yankılandırdığı asıl çağrıydı.
Kulaklarında bu çağrının yankısı dururken, var mı öyle kurbanlık koyun gibi boynunu
ölümün keskin bıçağı altına yatırmak? Keskin gözlerini, korkunun karnına dikip
parçalamaya başlıyorlardı. Ölümün kendini gösteren yüzüne teslim olmak, bu tuzağı
hazırlayan lanetli ruhun ortağı olmak demekti. ‘Bükemediğim lanetli elini öpmeye
hazırım.’ demekti.
Bunu akla getirmek bile kanı dondurmaya yeterdi. Satılmış onurun kaputunu giymek,
puştluğun ayaklarına dolanmış oyunda kıvırmak, Apocu yiğitlerin işi olamazdı. Önemli
olan, canı kurtarmak da değil, yakışır olan davranışı göstermekti. O mağaranın içinde
kalleşliğin getirdiği ölümü sessizce bekleyerek kabullenmek ile ‘Gelin beni sağ teslim alın.’
demek arasında, hiçbir fark görmüyorlardı. Önlerinde iki kalın çizgiden başka hiçbir şey
yoktu.
Birinci seçenek ölü ya da diri teslimiyetin lanetli kollarına atılmaktı. İkinci seçenek de,
gözünü kırpmadan vurup çıkmak ve sonu ne olursa olsun yakışır davranışın sahibi olmaktı.
Lanetliliğin, namertliğin suratına bir kez daha tükürülecekti ve her şey vurup çıkmaya
bırakmıştı yerini.
Mazlum’un tüyleri diken diken, gözleri çakmak çakmaktı. Ömründe ilk defa bu kadar
ayaklandığını görüyordu. Adeta kanatlanmıştı. İsterse uçmasının önünde hiçbir kuvvet,
engel duramazdı. Ruhunda yanan büyük ateşi hissediyordu. ‘Ruhumda alev alev yanan bu
ateşin farkına ilk defa vardım.’ diyordu. Bu ateşin neleri yaktığını ve neleri dirilttiğini bir o
biliyordu. Ateş, gerçek gücün özüydü. Biraraya toplanıp patlayarak açığa çıkmadıkça,
sırrına erişilmezdi. İçinde, bu ateşin yandığını hissedenler korkusuzdu. Bu ateşin aleviyle
korkularını bir bir yakmayanlar, cesaretin keskin kılıcını ellerine alıp kahramanlığın
cengine atılamazlardı. Mazlum, elindeki kılıcın keskinliğine bakıp büyüleniyordu.
Hasan’ın kafasına birbirine zıt binlerce düşünce, binlerce soru birlikte hücum
ediyordu. Kafasında oluşan bu karmaşadan kurtulmaya çalışıyordu.
Şahin, kor ateşi gibi yanan gözlerine dışarıya dikmişti. Her tarafının kılıç keskinliğinde
bilendiğini görüyordu. Gözlerini, mağaranın önünde gidip gelen askerlerin ayaklarına
dikmişti. Mağaranın önünde gidip gelen askerlerin hareket biçimlerini anlamaya
çalışıyordu.
...
Karslı Orhan, mağaranın sağ kenarında bekliyordu. Yanında Japonlara benzeyen çekik
gözlü onbaşı da vardı. Yüzü benekli onbaşı, Kırgız Türklerindendi. Elindeki lav silahını
hazırlamaya çalışıyordu. Yakışıklı gözcü, mağaranın sol kenarındaydı. Etraflarında
çömelmiş ve ayakta elleri tetikte bekleyen bir sürü asker vardı. İçlerini kemiren o duyguya
engel olamıyorlardı. Her yanlarının karıncalandığını görüyorlardı. Ruhlarında, karıncalar
yuva yapmış gibiydi. Sessiz bekleyişin, bir an önce bitmesini istiyorlardı. Sessiz bekleyiş
sürdükçe, içleri içlerini yemeğe başlıyordu.
Bu yiyip bitiren dayanılmaz korkunun nasıl bir şey olduğunu, Ankara’daki,
İstanbul’daki, Antalya’daki beyler ve hanımlar, keyif u-sefanın kahkahalı oyununda zil
takıp oynamak varken, neden anlamak istesindi ki? Sahilde, bir deniz kenarında, ya da lüks
bir otelin bahçesinde havuz başında oturup mavi gök yüzünün şemsiyesi altında sessizce
viskisini yudumlamak varken, o korku denilen şey, niye akıllarına gelebilsindi ki? Bol
göbek kıvırtmalı, renkli gecelerin şenliğinde baştan çıkartan eğlencenin tadında
kaybolmuşken, o korku dedikleri şeyi akla getirmek, delilik değil de nedir? Varsın korku,
başkalarının olsun, onların neyine? Yüksek seviyeli devlet beyefendilerinin ve de
hanımefendilerinin balolarında ve resepsiyonlarında, bu tür bir şeyi akla getirmek ve
bahsini yapmak yakışır mıydı? Onların yerine fakir Mehmet yaşıyor ya, yetmez mi? Herkes
aynı şeyi yaşarsa, o zaman vatanın, devletin ve milletin meselelerini kim düşünecek?
Düşünüp tartışmak için kimse kalmasın mı yani? Böyle bir saçmalık, hatta aptallık olabilir
mi?
Sessiz bekleyişin içerisindeki hedefe yakın her askerin kafasından aynı şey geçiyordu.
Tiril tiril titrerken, birbirlerinin yüzüne baktıklarında, hep aynı ifadeyi görüyorlardı.
‘Eşek Mehmet, senin görevin nöbet beklemektir. Onlara doğru hücum edecek korkuyu
tutup kendi ruhuna, yüreğine depolamak. Yağmurda, çamurda, karda, kışta durmadan
koşuşturmaktır. İsterlerse, onlar yataklarına donsuz bile girerler.Ama sen potinini bile
çıkarmazsın, güzelim gece uykuları haramdır sana, onlar elde edecekleri kazancı,
ailelerinin istikbalini, çocuklarının parlak geleceğini düşünürler. Sen ise, istemediğin halde
mazlum milletin çocuklarını öldürmeye, onların geleceğini ellerinden almaya zorlanmışsın.
Öldürüp geleceklerini ellerinden almazsan, öldürülen sen olursun. Gözünün yaşına hiç
bakmazlar Mehmet. Onlar seni, göğsünü nereden geleceği belli olmayan kör kurşunlara
siper yapasın diye gönderdi. Anlamadın mı daha? Ve o kör kurşunlardan biri gelip göğsünü
bulduğunda, ananın dışında yananın olmaz, haberin olsun Mehmedim. Sana kalan tek şey,
o da olursa, birkaç memurun gelip katıldığı göstermelik bir tören. Senin yerine, ailenin
herhangi bir ferdine tabii ki, en akılsız olanına ‘Şeref madalyası’ dedikleri, on gün sonra
paslanıveren demirden bir pulcuğu takmaktır. Bunun dışında seni tutmaya hazırlanmış
unutulmuşluktan başka, hiçbir şeyin kalmaz. Anladın mı? Her gün korkudan ölen aslan
Mehmedim.’ diyorlardı.
‘Sen tiril tiril titreten korkunun çığlığında yırtın, onlar sana Mehmet’in aslan kükreyişi
desinler. Ne büyük yalan, ne büyük suratsızlık. Oysa bunların hepsi de, ‘Eşek Mehmet’in
sırtına daha iyi binmek içindir.’ demekten de geri kalmıyorlardı. Böyle düşünüp söyleyen
Mehmet, ‘Terörist’i elinden kaçırmamak için de her şeyi yapmaya çalışıyordu. Çözülen
dizlerine, titreyen ellerine rağmen, yapmaya çalışıyordu. Çünkü, yapmak zorundaydı. O
bitmeyen, daha ölmeden öldürten bekleyişin sebebi de, yapmak zorunda olduğu bu şeyin
kendisiydi.
Yıllar gelip saniyelerin içine girmişti. Saniyeler, geçmek bilmiyordu. Geçmek bilmeyen
bu saniyelerin içinde neler yoktu ki? Bazıları için bir saniye, bir nefes alış-verişi kadar
kısaydı. Bazıları için, daha adımını atamadan bitebilen bir şeydi. Bazıları için daha bir
sözünü söyleyemeden sona ermeye başlıyordu. Bazıları için de, göz açıp kapayıncaya
kadardı. ‘Yahu kardeşim sen, saniyenin uzunluğundan mı bahsettin?’ diye gülüp geçenler
de vardı. ‘Allah allah saniyenin uzunluğu diye bir şey mi vardı? Hayret. Saniye dediğin ne
ki, alt tarafı bir saniye. Daha saniye kelimesi ağızdan çıkmadan bitiveren bir şey. Ne gerek
var bu kadar abartmaya, adam mı kandırıyorsun sen, yoksa aptal mı sandın bizi?’ diyenler
de az değildir. Ama o saniyenin içinde olan asker ve askerin içinde olduğu saniye, bir
saniyeydi işte.
Ama bir saniye; yaşanmış bütün zamanları, bütün duyguları ve söylenmiş bütün sözleri
içine alabilen, fakat bütün bunların bir köşesini bile dolduramadığı öyle bir saniye. Bu
saniyede yaşayamayanlar, bu saniyenin ne olduğunu asla anlayamazlardı.
Çingene Suratlı teğmenin on adım önünde durup gözünü mağaranın ağzından
ayırmayan tıknaz şiş gözlü uzman çavuş, askerin yüzündeki bu donmuş ifadeye bakmak
istemiyordu. Yüzlerine bakınca kendi kendine, ‘Bunları yalnız başına bıraksan, her biri
nerede olduğu belli olmayan birer deliğe kaçar.’ diyordu. Üstündeki heyecanı kovmaya
çalışarak onlardan daha rahat davrandığını göstermek istiyordu. Kendisinde korku diye bir
şeyin olmadığını söylüyordu.
Çingene Suratlı da dahil, etrafındaki bütün askerlerden daha deneyimli olduğunu
herkes biliyordu. Her ay aldığı maaş, cebini şişiriyordu. Maddi açıdan yana sorunu yoktu.
Kaç defa devletin takdirine nail olduğunu kendisi de bilmiyordu. Kimi operasyonlarda, en
çetin muharebelerin koordinesinde görev almıştı. ‘Gözümü budaktan sakınmadığımı
bilmeyen yoktu. Benim gibileri olmazsa, hiçbir harekatın başarısı olmaz.’ diyordu.
Yanında, korkudan kaç askerin altına ettiğini az görmemişti. ‘Bu ödlek ibnelerle hiçbir
savaşın kazanılamayacağını’ söylüyordu. ‘Terörist bunların içine düşse, tek biri kurşun
atmayı bilmez. Gel ondan sonra, teker teker saklandıkları taşların altında ara onları.
Bunlar yüreklerini anacıklarının evinde unutmuş.’ diyordu. Askerler, Çingene Suratlı’dan,
hatta binbaşıdan da daha fazla ondan korkuyorlardı. Tek başına kaldığında, bütün yetkiyi
eline alıp istediğini yapmaktan çekinmeyen biriydi. Gözü döndüğünde, anasını, babasını
bile tanımaya gelmiyordu. Zaten küçükken, anasız babasız sokaklarda büyümüştü. Karnını
doyurmak için, başvurmadığı yol kalmamıştı. Yıllar yılı itilip kakıldığından, gördüğü
herkesten nefret ediyordu. Sevgi mi? O tür şeylerle hiç tanıştığı olmamıştı. Yabancısı
olduğu bu türden şeylere ihtiyaç duyduğunu da sanmıyordu. ‘Bu tür yalan dolan
kandırmaca şeyler, karın mı doyurur sanki?’ diye düşünüyordu. İçinden, kafasını bozanı
aniden öldürmek geliyordu. Öldürmek, pamuktan üstüne basan bir el gibi ruhunu
okşuyordu. İyileşmez yaralarına bulunmaz derman oluyordu. Çocukluğundan beri
bıçaklarıyla karnını deştiği kişileri anlatınca sevinçten dört köşe oluyordu. Üstüne bir de
hırıltılı kahkaha atınca, ağzı kulaklarına kadar yırtılıyordu. Öne çıkıp dudaklarına batan
köpek dişlerini gösterince korkudan kimse yüzüne bakamıyordu. Meteliksiz, ipsiz sapsız
biriyken, askere gelince, hayatı boyunca tam da aradığı yeri bulmuştu. Askerlik ocağı,
kendisinin yıllarca arayıp da bulamadığı eşsiz bir yerdi. Bu ocak kendisi için, biçilmiş
kaftandı. Her şeyiyle istediği gibiydi. ‘Parası, yemesi, içmesi bol, vurması, kırması sınırsız...
Kendisi için, bundan daha iyi bir yer mi olurdu? Canın kadın mı istedi? Bundan fazlası ne?
İstediğini al götür, kaçır, öldür. Sana engel koyan mı var? Sevmediğin bir adam mı var?
Vur, öldür. Sana yapma diyen mi olur? Bu ocağın en büyük ve en güzel ikramiyesi de
istediğin gibi yapabilmendir zaten.’ diyordu.
Adana’nın yakıcı güneşi altında kızara kızara büyüyen uzman çavuş, Kürt olan babasını
hatırlamadığı halde, ondan nefret ediyordu. Babasını bırakıp kaçtıktan sonra, hangi
bataklığa düştüğü belli olmayan Adanalı Türk anasını da, gördüğü anda, lime lime etmek
istiyordu. Hayatının her anında bu duygular, onun peşinden gidiyordu. Etrafındaki ödlek
askerlere de aynı duygunun gözüyle bakıyordu. Yakışıklı gözcü onu her gördüğünde
huylanmaya başlıyordu. Onun gözünde, kendisini yiyen bir şeylerin varlığını görüyordu.
Köpeksi korkunç suratı, iğne gibi, ruhuna batıyordu. Onunla her yemek saatinde karşı
karşıya geldiğinde midesi bulanıyordu. Onunla yemeğe oturmak bir işkenceydi. Çoğu kez
onun karşısındayken, yemeğini yemeden masadan kalkıp gitmişti. Onunla karşılaşmamak
için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Operasyonlara katılan çoğu asker, ‘Terörist’in
kurşunuyla değil, onun kurşunuyla gitmişti. Kendisini tanıyan her asker, onun bu
caniliğini biliyordu. Kimsenin de, kendisine ses çıkardığı yoktu. En üstte duran komutan
bile, onun bu caniliğine alkış tutuyordu. Zaten kendisi de, en üstteki komutanın kirli eliydi.
En üstteki komutan kendi caniliğini onun eliyle gerçekleştirirdi. Böyle olunca, ona ses
çıkarmaya kim cesaret edebilirdi? Ses etmeye kalkışanın gözünü anında çıkarırlardı.
Böyleleri olmasa, bu orduyu yürütmek kolay mıydı? Bu ordunun ‘demirden disiplin’i,
onların gölgesinde dövülürdü. Onların saçtığı dehşet olmasa, kumdan yapılmış, ayakta
durması şüpheli bir kaleden farkı olmazdı. Köpek dişli korkunç surat, bu ‘demir disiplin’in
öz temsiliydi. Bu disiplin, o ve onun gibileriyle vardı. Onlar yoksa, disiplin de yoktu.
Disiplin yoksa, ordu yoktu, operasyon yoktu, dolayısıyla başarı da yoktu. Yok olan bir
şeyin, yürüdüğü de görülemezdi. O açıdan onlar, ordunun gerçek ruhuydu. Ordunun ruhu
da onlardı ve o ruh da, şu an arkadan yakışıklı gözcüyü, gözlerinin takibi altında tutuyordu.
Yakışıklı gözcü, onun gözlerini üstünde hissettikçe, mağaranın içinde olduğunu
düşündüğü ‘Terörist’lerden mi, yoksa arkasındaki korkunç suratlıdan mı daha fazla
korkuyordu, karıştırmıştı. İkisi de bir korkuydu, ama ağır basan hangisiydi bilmiyordu.
Bildiği tek şey, ondan nefret ettiğiydi. Gözlerinin bir an dahi onu görmek istemediğiydi.
‘Türk ordusu, bu tip allahın cezası pisliklerden ne zaman kurtulacak? Bu beş para etmez
pezevenklerden olmasa, ordu yürüyemez mi yani?’ deyip sövmeye başlıyordu. Sessiz
bekleyiş, adeta üstüne çöken bir karabasan olmuştu. Ne yapsa, ne etse altından
çıkamıyordu. Üstüne tonlarca kurşun ağırlığı binmişti sanki. Yılların içine girdiği bu
saniyeler, neden gitmek bilmiyordu? Onlar gitmezse, dakikalar nasıl gelirdi? Dakikalar
gelmezse, saatler nasıl geçerdi? Geçmezdi tabii ki, hiçbiri de geçmezdi. Saniyeler taş olup
yere çakılmıştı. Taş gelip dizlerine, yüreklerine, ruhlarına oturmuştu. Her şey kaskatıydı.
Sert ve acımasız, ağır ve hareketsizdi. Geçmiyordu işte, geçmiyordu, geçmiyordu,
geçmiyordu...
Yüzü benek benek çekik gözlü onbaşı, titreyen elleriyle lav silahını kavramaya
çalışıyordu. Yakışıklı gözcü, lav silahını tutmaya çalışan titrek ellerine yapıştırmıştı
gözlerini. Sabırsızlığı dilini, dişlerinin arasında sıkıştırmıştı. Karslı Orhan nefesini tutup ne
olursa olsun bu anın bitmesini istiyordu. Ölmeden ölmek istemiyordu artık. Yüzü benekli
çekik gözlüye bakarak, ‘Ne olur, bitir bu anı, dayanma gücüm kalmadı.’ der gibiydi.
Mağaranın karanlığında gözlerini onbaşıya diken Mazlum, ruhunu içeren ateşin
aleviyle korkularını bir bir yere serip üstüne cesaretin zırhını geçirerek dimdik ayakta,
bilenmiş kılıcıyla cengin meydanına atılmak üzereydi. Beklediği tek şey, uçarcasına bu
meydana atılmanın ufacık işaretiydi. Şahin keskin gözlerini dışarı dikip bu işareti vermeye
hazırlanıyordu. Dudaklarını Mazlum’un kulaklarına götürüp içlerine nasıl dalıp
çıkacaklarını anlatıyordu. Mazlum, ne yapacağını kusursuz anlamıştı. Şahin, dudaklarını
Hasan’ın kulağından kaldırdığında, Hasan ‘Tamam anladım.’ demişti. Şahin, elindeki
karnasının emniyetini sessizce açıp silahının namlusunu, lav silahını omuzlarına
kaldırmaya çalışan onbaşının kafasına doğrulttu. Sırası onbaşından sonra gelecek sağ ve
sol kenarda görünen askerleri düşündü. Sağ gözünü usulca nişangahın üstüne bıraktı. Sol
gözünü kapatıp açık bıraktığı sağ gözüyle, gez, göz ve arpacığı bir yaptı. Onbaşı, arpacığın
aynasında poz veriyordu. Arpacık, alnının üstüne konmuştu. Şahin, derinden son bir nefes
aldı. Aldığı nefesi getirip yarıda kesti. Mazlum pür dikkat kesilerek kulağını mağaradaki
gümleyişin yankısına açmıştı. Hasan’ın nefesi hızlanmaya başlamıştı. Çekik gözlü onbaşı,
lav borusunu omuzlarının üzerine bırakmıştı. Karslı Orhan, elini kulağına götürmüştü.
Yakışıklı gözcünün parmakları kulaklarında sıkışmıştı.
Şahin, yarıda kestiği nefesini bırakmıyordu. Hislerini, gözlerini ve arpacığı, onbaşının
alnının tam ortasında dondurmuştu. Parmaklarını üstüne bıraktığı tetiği, yavaşça geriye
çekip boşluğu aldı. Hisleri, gözleri, nefesi ‘Tam zamanıdır.’ deyip parmağının ucuyla son
defa tetiği sıkıştırdı. Geriye doğru bir anda çekilen tetik, etrafa dehşet saçtı. Onbaşı, ‘Ay!’
bile diyemeden, boylu boyunca yere devrildi. Karslı Orhan, elini kulaklarından silahına
doğru indiriyordu ki, karnasın namlusundan gelen kurşun, göğsünü deldi geçti. Yakışıklı
gözcü geriye dönüp ancak üç adım kaçabildi. Gelen kurşun, omurga kemiğinin tam üstüne
düşmüştü. Omurga kemiğinin parçacıkları, göğsünde açılan boşluktan fırladı gitti. Yalnızca
yakışıklı gözcü, ‘Of anam!’ diyebilmişti. Mağaranın etrafındaki askerlerin her biri, bir
tarafa kaçtı. Namluların ucunu nereye doğrulttuklarını kendileri de bilmiyordu. Kendini
bir taşın arkasına atıp gözünü mağaradan ayırmadan aralıksız tarayan uçman çavuş, tek
başına kalmıştı. Tek başına kalınca zıvanadan çıkıp ana avrat düz gidiyordu. Şahin, düşen
onbaşının cesedi üstünden atlayarak, mağaranın önündeki patikayı aştıktan sonra, yokuş
aşağı uçarak indi. Şahin dışarı uçarken, Mazlum onu savunma ateşinin altında tutuyordu.
Uzman çavuş, başını kaldıramadığından, attığı kurşunlar havayı gelişigüzel delip
geçiyordu.
Şahin aşağı uçtuktan sonra, kulak perdelerini yırtan patlama sesleri arasında Mazlum
da fırlamaya başladı. Mazlum tam patikayı aşıp aşağı doğru uçacağı sırada, başını kaldıran
uzman çavuşun doğrulttuğu namludan gelen kurşunlar sırtından, belinden, bacağından
yakaladı onu. Hasan bir anda, Mazlum’u savunmasız bırakmıştı. Mazlum’un üstüne gelen
kurşunlara engel koyamamıştı. Bu ani tutukluluk kendisinden miydi, silahından mıydı? O
da şaşırmaya başlamıştı. Uzman çavuşun dikkatleri Mazlum’un üstünde toplanmışken,
Hasan da şimşek hızıyla aşağı fırlayıverdi. Hasan, uzman çavuşun gözünde bir anda
görünüp kaybolmuştu.
Uzman çavuş bağırarak, ‘Kaldırın başınızı vurdum vurdum!’ deyip sağa sola kaçarak
namlularını nereye doğrulttukları belli olmayan askerlere cesaret vermek istedi. Mazlum,
hafifçe sarsıldığını hissetmişti. İçinden, tarif edemediği bir sıcaklık gelip geçmişti. Ateş
çekirdekleri, omurga kemiğiyle birleşmeye gelen sol kaburga kemiklerinin üstüne
düşmüştü. Bel boşluğundan girip bağırsaklarını parçalayarak dışarı fırlamıştı. Sol bacağın
yumuşak etini delip sağ ayağın şalvarından dışarı çıkmıştı. Sendeleyip tam düşeceği
esnada, kendini ayakta tutmayı başarmıştı. Ne patlama sesleri, ne de bedenini delip geçen
kurşunlar hızını kesmeye yetmemişti. Hiçbir şey olmamış gibi, sağa doğru yokuş aşağı hızla
koşuyordu. Uzman çavuş çıldırarak bağırıyordu. ‘Vurdum! Hain teröristleri vurdum.
Kaldırın başınızı, kaçmalarına izin vermeyin!’ diyordu. Başını kaldıran askerler, aşağı
doğru her tarafı kurşun yağmuru atında bıraktılar. Mağaranın üstündeki kayalıklarda
konumlanan askerlerin namluları da, aşağı doğru ateş kusuyordu. Gözünü teleskopun arka
merceğinden kaldıran binbaşı, gözcüye, ‘Bütün vadiyi takip altında tutmayı bırakma.’ deyip
hazır bekleyen büyük cihazın üstüne koştu. Çingene Suratlı teğmen başını kaldırıp
cebindeki cihazı eline alarak kendisiyle irtibat kuran binbaşıya karşılık veriyordu.
‘Mağaranın içinden çıkıp aşağı doğru kaçtılar komutanım.’ deyince binbaşı hiddetlenerek,
‘Kaçmalarına izin vermeyin, kaçmalarına izin vermeyin! Ne demek oluyor kaçtılar? Ölü ya
da diri, onları sizden istiyorum. Onlarsız karşıma çıkmaya kalkışmayın, anlaşıldı mı?’ deyip
kesin buyruğu verince teğmen, ‘Anlaşıldı komutanım! Peşlerindeyiz.’ diyerek cihazı
yeniden cebine koydu. Binbaşı, karşı sırttan inen öncü kolun komutanıyla konuşuyordu.
‘Önlerini çevirip aşağı vadiye kaymalarına izin vermeyin.’
Talimatı aldıktan hemen sonra, onlar da önden çevirme yapmaya girişti. Suyun karşı
tarafına geçen Şahin, karşı sırttan inen kolun önden çevirmeye çalıştığını görünce,
bahçelerin içinden yamaca doğru koşarak dikkatlerini üstüne çekmeye çalıştı. Mazlum
bahçelerin dış duvarını geçtikten sonra, aşağıya doğru hızla koşmaya devam ediyordu.
Ateşin bütün yoğunluğu, onun üzerine kaymıştı. Hasan direkt aşağıya doğru indikten
sonra dereye ulaşıp dere içinde saklana saklana köye doğru yukarı çıkıyordu. Önünde
askerin bulunduğu bir yer yoktu. Bütün dikkatler aşağıya dönük olduğundan, kimse onun
gittiği yönü tahmin etmiyordu. Şahin, sırttan inen askerin dikkatini üstüne çekip
arkasından sürüklemeyi başarmıştı. Asker kendisini geçmeden, Mazlum ile Hasan’ın
önünü çeviremeyecekti. Hala Mazlum ile Hasan’ın aynı istikamette gittiğini düşünüyordu.
Mazlum ile Hasan’ın birbirinden kopup ayrı istikametlerde yön aldığını bilmiyordu.
Mazlum’un yaralı olduğunu bilmiyordu. Yaralanma ya da başka bir şeyin olabileceğini,
aklına bile getirmek istemiyordu. Önden çevrilip kuşatılmazlarsa, o sık ormanlığa
ulaştıktan sonra, bütün ordu da gelse, onların üzerinde hakimiyet kuramazdı. Böyle bir
kuşatmanın gerçekleşmemesi için, bütün gücünü sarf ederek askerin dikkatini üstüne
çekip arkasından sürüklemeye devam ediyordu. Önünde indirme de yapsalar içine girdiği
sık ormanlık, üstünde hakimiyet kurmalarına mani oluyordu.
Hasan, Mazlum’un yaralandığını görmüş gibiydi. Ama, tam emin olamıyordu. Kurşun
yağmuru altındayken, hafif sendelediğini görmüştü. Fakat kendisinden, yaralandığına dair
herhangi bir şey duymamıştı. Kendi kendine, ‘Herhalde sağ kurtuldu. Evet evet, sağ
kurtuldu, küçük bir yaralanma olsa da, pek etkili olmasa gerek.’ deyip kendini onun
yaralanmadığına inandırmaya çalışıyordu.
Mazlum ise bahçelerin etrafındaki sık ağaçların arasına dalmıştı. Bedeninden oluk oluk
kan akıyordu. Parçalanan bağırsakları, dışarı çıkmaya başlıyordu. Aşağı sarkmaması için,
elini üstünde tutup sıkmaya çalışıyordu. Oraya kadar elini üstünden kaldırmadan
gelebilmişti. Kendisini kovalayan askerlerin, uzakta olmadığını biliyordu. Yüzlercesi,
peşinden koşuyordu. Kendisinden akan kanın durmasını önleyemiyordu. Yoğun kan kaybı,
gözlerini karartıyordu. Başının döndüğünü hissedince, sağa sola sertçe silkeleyip kendine
gelmeye çalışıyordu. ‘Sen öyle kolay düşecek adam mısın? Dayanmayı bilemezsen, arkanda
koşan bu çakal sürüsünün nasıl sevineceğini biliyor musun? Düşmanını sevindirecek adam
olmadığını ve asla olmayacağını göster onlara!’ deyip kendini ayakta tutmaya çalışıyordu.
Peşinden koşan askerler kendisine daha ulaşmadan, akan kanı durdurmak istedi. Girdiği
ağacın altında diz üstü çöküp raxtını üstünde tutan palaskasını hızla açmaya başladı. Elini
yeleğinin sağ yanındaki cebe uzatıp içinden jilet keskinliğindeki bıçağını çıkardı. Bıçağı
açıp raxtın üstünde durduğu beline sarılı şutiğinden uzun bir parça kopardı. Kopardığı
şutik parçasıyla bacağındaki yarayı sarıp sıkıca bağladı. Bacağını bağladıktan sonra
belindeki şutiği hızla açıp bağırsakların içinden dışarı çıktığı geniş açılmış yaranın üstüne
getirerek aynı hızla sarıp bağlamaya başladı. Başına sarılı ıslak kefiyesini de başından
çıkarıp şutiğin üstüne iyice sardıktan sonra, omuzlarına asılı raxtının kayışını da kısaltıp,
palaskasını hemen üstüne kapatarak bir çırpıda ayağa kalktı. Kleşini eline alıp sıkıca
kavrayarak sık ağaçların arasından aşağıya doğru son sürat adımlarına hız kattı.
Mazlum’un altından çıktığı ağacın altına gelen bir asker, arkadan gelen Çingene
Suratlı’ya bağırarak, ‘Komutanım komutanım buraya bakın!’ deyip teğmenin oraya
gelmesini istedi. Teğmen koşarak onun bulunduğu yere geldi. Ağacın altındaki kan
birikintisini görünce, gözlerine inanamadı. ‘Bu kadar kan kaybeden bir adam, nasıl da
böyle yürüyebiliyor? Hepimiz peşine düştüğümüz halde yakalayamıyoruz onu. Bununki
canın dışında başka bir şey mi?’ deyip nasıl hayretlere düştüğünü gizlemeye gerek
duymadı. ‘Bu yedi canlı vatan haini, daha fazla uzağa gidemez.’ deyip cebindeki telsizini
eline aldı. Bahçelerin yukarı yamacından gelen kol komutanına aşağıya doğru
hızlanmalarını, çok yakında bir yerde olabileceğini söyleyip elindeki cihazı yeniden cebine
koydu.
Mazlum, yukarı yamaçtan da askerin kendisine doğru kayarak geldiğini görünce, var
gücüyle hızını arttırmaya başladı. Bedeninin delik deşik oluşuna aldırış etmemeye
çalışıyordu. Bedeninden beynine doğru çıkacak bütün acıları dondurup yerinde bırakmıştı
adeta. Acı diye bir şeyi, aklının ucuna bile getirmek istemiyordu. Koşarak kendisine doğru
gelen askerin yakınlaştığını görünce, çevik bir hareketle yıkılıp birbirinin üstüne yığılmış
bahçe duvarının arkasına atladı. Atladığı taşın arkasında çömelip üst üste yığılmış taşları
kendisine siper yaptı. Parmaklarını tetiğe götürüp, gözünü nişangahın üstüne bıraktı.
Yakınlaşan asker, namlunun hedefine tam girdiği anda, parmağını hırsla tetiğe yapıştırdı.
Ecelini koşar adımlarla almaya gelen asker, bahçenin ortasında boylu boyunca devrildi.
Devrilen askerin arkasından gelen askerleri de doğrulttuğu namlunun ateşi altında
bırakınca, her birisi çil yavrusu gibi bir tarafa kaçıştı. Onlar paniğe düşüp sağa sola
kaçışınca, yarım boy ayağa kalkıp eğilerek gittiği yöne doğru, yeniden hızını arttırdı. Kanı,
hala sıcaktı ve akmaya devam ediyordu. Arkasında kan izi bırakmaya engel olamıyordu.
Askerin kan izlerini takip ederek ona doğru geldiğini biliyordu.
Zirvenin başındaki binbaşı, teleskopla, bahçelerin içindeki askerin aşağıya doğru
koşuşturmasını izliyordu. Teleskopla, yaşanan panik ve kaçışmayı yanlarındaymış gibi
görmüştü. Cihazın başına gidip Çingene Suratlı’nın karşısındaymış gibi, ‘Ne oldu
kıstıramadınız mı hala?’ diye sorunca, Çingene Suratlı teğmen, ‘Peşindeyiz komutanım,
bizden iki yüz metre ötede. Yaraladık onu, kıstırmak üzereyiz.’ diye karşılık verdi. Binbaşı
küplere biniyordu. Kendi içinde onlara söylenmedik şey bırakmıyordu.
‘Hepiniz kurşuna dizilmesi gereken korkaklarsınız.’ diyordu. Prestijinin tükenmeye
başladığını, yok olduğunu görüyordu. Ağustos’ta başlayacak yeni terfilendirme döneminde
rütbesinin yükselmeyeceğini düşündükçe, aklını kaçıracak gibi oluyordu. Bağırarak,
‘Beceriksiz lanet herifler, avuçlarınızın içine girmiş bir iki haini bile avuçlarınızda tutmayı
başaramadınız.’ deyip onlara yeniden mesafeyi sordu. Çingene Suratlı, ‘İki yüz metre.’ diye
yeniden tekrarladı. Binbaşı mesafeyi öğrendikten sonra, havancıların hazır olmasını istedi.
Önce Dadaş’a emretti, ardından ‘Leylak, Zalim, Levent, Panter ve Yıldırım’ diye çağrı
yaparak yerlerinde bir süre beklemelerini istedi. ‘Size destek gönderiyorum.’ deyip
havancıyla işaretleşti. Havancı, mesafeyi iyice ayarladı. Askerin bulunduğu yerden iki yüz
metre ileriyi de hesap ettikten sonra, bizzat binbaşıdan aldığı komutla haşvelerini takıp
hazırladığı roketi, mesafenin ölçüsüne göre sabitleştirdiği havan borusunun içine bıraktı.
Binbaşı ve orada bulunan bütün askerler, parmaklarını kulaklarına sıkıştırmışlardı. Büyük
bir gürültüyle fırlayıp vadiye doğru inen yüz yirmilik havanlar, Mazlum’un yirmi metre
önüne düşüyordu. Mazlum, atılan birkaç havandan sonra üzerinden vınlayıp gelen yeni
havanların, hangi mesafede düşeceğini kestirmekte zorlanmıyordu. Önünden, sol
tarafından dereye kadar ardarda ve metre metre gelip yere çakılan havan roketlerine karşı
tedbirini almakta gecikmedi. Önünden sol tarafa doğru düşen havanların, kendisine daha
fazla zaman kazandırdığını düşünüp bahçelerin üstüne düşen sağ yamaçtaki sık ormanlığa
yöneldi.
...
Hasan, içinden geçtiği köyü arkasında bırakmıştı. Çırav’ın yamaçlarına tırmanıyordu.
Tırmanırken kulağını, vadinin içinden gelen çatışma sesinden koparmıyordu. Zirveden
aşağıya doğru inen her iki sırtın üstünde konumlanan askerleri, çıplak gözlerle izliyordu.
Askerin önceden zirvede konumlanıp yağmur dindikten sonra bu sırtlardan indiğini
anlamak için, pek düşünmeye gerek duymuyordu artık. Sırtın indiği her iki yamaçtan da
karşılıklı sesler gelmişti kulağına. Bundan, her iki arkadaşının sağ olduğunu ve halen de
çatıştığını çıkarıyordu. O sık ormanlığa ulaştıktan sonra, her ikisinin de buluşma noktasına
geleceğinden kuşku duymak istemiyordu. ‘Demek ki şimdiye kadar kimseye bir şey olmadı.
O zaman bundan sonra da olmaz.’ deyip kendini rahatlatmaya çalışıyordu.
Mazlum’un, tarama ateşinin altındaki sendeleyişini gözlerinin önüne getirmek
istemiyordu. ‘Herhalde, o zaman da bir şey olmadı. Sadece bana öyle gelmiş olabilir.’
diyordu. Islak kefiyesini başından çıkarıp sağ omuzlarından sol koltuk altına doğru
bağlamaya çalıştı. Nefes alıp vermekte zorlanıyordu. Çırav’ın üstünden yüzünü göstermeye
başlayan güneş, başına vuruyordu. Dudakları kuramaya başlamıştı. Alnından dökülen teri
sildikten sonra, yeniden tırmanışa devam etti.
Şahin dikkatlerini üstüne çektiği askerleri, arkasında sürüklemeye devam ediyordu.
Elindeki karnasıyla, uzaktan tek tek atışlarla suikastler yapmaya çalışıyordu. Gece
geldikleri yolun aşağısına düşen sık ormanlığa ulaşmayı başarmıştı. Bu ormanlığın
içerisinde askerin kendisi üzerinde kolay kolay hakimiyet kuramayacağını biliyordu. Hiçbir
şey yapmadan, sadece bir taşın altında veya çalılıkların arasında dahi saklansa, üç gün
arasalar bulamazlardı kendisini. Arkasından gelen askerler, ormanlığın içine girmeye
cesaret edemiyorlardı. Sesler tek silahtan geldiği halde, kaç kişi olduklarından emin
değillerdi. ‘Belki birden, hatta üç dörtten de daha fazladır, belki de bizi tuzağa çekmek için
tek kişi gösteriyorlar kendilerini.’ diyorlardı. Tek kişi olduğunu görseler dahi, tek kişi
olabileceğine inanmak istemiyorlardı. Şahin arkasından sürüklediği askerlerden çok,
Mazlum ile Hasan’ı düşünüyordu. Onların da bir an önce gelip kendisinin içine girdiği bu
ormanlığa ulaşmalarını istiyordu. Karşıdaki ormanlık da az şey değildi. Ama bunun
avantajları daha fazlaydı.
‘Deriye Miştaxe sırtlarına da indirme yapabilirler mi?’ diye tahmin yürütüyordu.
Yaparlarsa, buna karşı kullanacağı hattı, şimdiden kafasında tasarlamaya başlıyordu. Öyle
olmazsa arkasından gelen askerleri oyalamaya devam edip önündeki vadinin suyunu
geçerek Deriye Miştaxe’den inen sırtların yamaçlarına verecekti kendini. Oradan da yamaç
yamaç sağa doğru kayıp Mazlum ile Hasan’ın sürdürdüğü çatışmanın gidişatını takip
edecekti.
Mazlum, düşen havanları kendine fırsat yapıp bahçelerin üstündeki yamaca ulaşmayı
başarmıştı. O da ‘Hasan ile Şahin sağ kurtulabildiler mi acaba?’ diye düşünmeden
edemiyordu. Hasan, o anda onu savunma ateşi altında tutmadı diye, ona da kızmıyordu.
‘En dürüst, en temiz insanlarda bile beklenmedik zamanlarda küçük takıntılar, tereddütler
olabilir.’ diye düşünüyordu. Tek derdi, sağ kurtulmuş olmalarıydı.
İlk defa kendini kontrol etmeye başlıyordu. Kan içinde kalmadık bir tarafı yoktu.
Baştan başa kan kızıla boyandığını daha yeni fark ediyordu. Omurga kemiğine bitişik
belinin üstündeki kaburga kemiklerinin parçacıkları, üstüne şutik ile kefiyesini bağladığı
geniş açılmış yaranın içinden dışarı çıkmıştı. Bunu, beline sardığı kefiyesine yapışık duran
kemik parçacığından anladı. Ne kadar sarılırsa sarılsın, akan kan durmak bilmiyordu. Bu
halde kim durdurabilirdi ki? Yaraların üstüne ağırlık geldikçe, habire açılıveriyordu. Bu
ana kadar, bir saniye bile durup dinlenmemişti. Yaralarının sızısı artıkça, kan kırmızı yüzü
de gerilmeye başlıyordu. Susuzluktan kurumuş dudakları ve boğazı çatlamanın eşiğine
gelmişti. Hayatının hiçbir döneminde bu kadar susadığını hatırlamıyordu. Yutkunup
yutkunup ağzında oluşturduğu tükürükle boğazını ıslatmaya çalışıyordu. Boğazında kanla
karışık oluşan bir damlacık tükürükle, o dayanılmaz susuzluk giderilebilir miydi? Fışkırıp
gelen buz gibi kaynağın sularından içmezse, bu çatlatan susuzluğun giderilemeyeceğini
biliyordu. Ama şu anda o kaynaklardan birinin başında da olsa, bir yudumdan fazlasını
içemezdi. Kendisi de bunun farkındaydı. Parçalanmış bedeni, açık duran yaraları buna
imkan vermezdi. Yine de, ‘Bir damlacık olsa da, boğazımı ıslatabilsem.’ diyordu. Toprak,
dün akşamdan beri yağan yağmurun tümünü yutmuştu. Yapraklara, ot taneciklerine
tutunan damlacıkları da düşürüp içine çekmişti.
Yükselen güneş, artık yakıcı olmaya başlıyordu. Yakıcı güneşe görünmemek için,
gölgelerin altında saklana saklana ilerliyordu. Kendisine kolay ulaşamayacakları,
saklanmaya elverişli bir yer bulmaya çalışıyordu. Ama arkasında bıraktığı kan izleri, bir
yere saklanıp kalmayı imkansız kılıyordu. ‘Geceyi üstüme getirmeyi başarırsam, gerisi pek
zor olmaz.’ diyordu. Adımlarının yavaşladığını biliyordu. Bütün gücünü kullandığı halde,
daha fazlasını yapamıyordu. Kararan gözlerini açık tutmak için, elinden gelen her şeyi
yapıyordu. Ardarda patlayan havanların sesi, kesilmeye başlamıştı. Atılan havanlar
durduktan sonra, askerin yeniden peşine düşeceğini biliyordu. Onlar daha ulaşmadan, en
uygun yere ulaşmaya çalışıyordu.
Askerler, havanların düştüğü yerleri boydan boya önlerine alıp didik didik arayarak
geliyorlardı. Bahçelerin üstündeki yamaçtan dereye kadar avcı kolu biçiminde
ilerliyorlardı. Çingene Suratlı teğmen, yamaca doğru çıkıp giden kan izini sürüyordu.
Dudaklarına köpek dişleri batık uzman çavuş, teğmenin önünde yürüyordu. Teğmen kan
izinin yamaca doğru yukarı çıktığına baktıkça delilere dönüyordu. Böylesine kan kaybeden
birinin hala yürüdüğüne inanmak istemiyordu. Üstelik yokuşa vurup çıkıyordu. Üstüne
yağmur gibi yağan kurşunlar, göklerden inip etrafında dehşet saçan havanlar, durmadan
peşinde koşan yüzlerce askerin hiçbiri, kendisini durdurmaya neden yetmiyordu?
Düşündükçe, aklı duracak gibi oluyordu. ‘Hepimiz tek bir adamla başa çıkamayacak kadar
aciz düştük, ya kendisine hiç ulaşamazsak ne olur? Binbaşıya, yaralı bir haini elimizden
kaçırdık mı diyeceğiz? O zaman rütbemi söküp ayaklarının altında çiğnemeye kalkarsa,
beni mahvolmaktan kim kurtarabilir?’ diyordu. Önünden giden askerlerin, ayaklarına
batan iğnelere basar gibi yürüdüğünü görünce küfür ederek bağırmaya başladı. Bağırıp
küfürler savurmazsa, askerlerin yürüyemeyeceğini biliyordu. Sığırtmacın eline aldığı
sopasıyla önündeki naxırı kovalar gibi, o da önündeki askeri kovalamak zorundaydı. Zorla
kovalamaya çalışmazsa, bu ineklerin hiçbiri yürümezdi. Hatta dört ayaklı inekleri
kovalamanın, bu iki ayaklı ineklerden çok daha kolay olduğunu söylüyordu. Önündeki
uzman çavuşun dışında, güvendiği tek bir asker yoktu. Cebindeki cihazı çıkarıp Leylak’a
çağrı yaptı. Leylak, ‘Dinlemedeyim.’ diye karşılık verince, onlara hızla yamacın üstündeki
tepeye ulaşmalarını söyledi. Kan izlerinin üstünde olduklarını söyleyerek ‘Terörist’in
yakında bir yerde olabileceğini bildirdi.
Mazlum, tepenin altındaki kayalığın üstüne çıkmayı başarmıştı. Sık çalılıkların
arasında kan revan içinde yürüyerek birbirine yakın ve ardarda dizili yüksek taşlara
ulaşmaya çalışıyordu. Kayalığın üstündeki çalılıkların arasında yürürken, aşağıdan
bıraktığı kan izlerini takip ederek kendisine doğru gelen askerleri görebiliyordu.
Hasan tırmandıkça, önündeki yokuş sarplaşmaya başlıyordu. Alnından göz çukurunun
üstüne boşalan ter, gözünü yakıyordu. Nefes alıp vermekte güçlük çekiyordu. Balon gibi
şişen ciğeri, nefes alıp vermeye yetmiyordu. Boğazı kurumuş, dudaklarının üstünde ince
beyaz tuz kabukları oluşmuştu. Yanan gözleriyle, taşların üstündeki çukurluklarda kalan su
birikintilerini arıyordu. Açlığı, başına vurmaya başlıyordu. Dünden beri boşalan karnı,
içine bir şeyler atmanın dayanılmaz isteğini duyuyordu. Taşlaşan ayakları, arkasından
gitmek istemiyordu. Sarp yokuş, onu dört ayak üzerinde tırmanmaya zorluyordu. Ellerini
de kendine ayak yapmasa, tırmanamayacağını biliyordu. Sağ ve sol tarafında bulunan
sırtlarda, yukarıdan aşağıya doğru iki yüz metre mesafeyle mevzilenmiş askerler de, onu
böyle tırmanmaya mecbur kılıyordu. Dikkatsizce basıp ayaklarının altından kalkan bir taş
yuvarlanmaya başlarsa, kendisini aralarına alan bu sırtlarda mevzilenmiş bütün askerlerin
dikkatleri üzerine kayacaktı. Bu, dünden bu yana yapmış olduğu ikinci büyük hata olacaktı.
Bunun farkında olmak için, fazla düşünmeye de gerek duymuyordu. Bu sarp yokuşta, hem
de tam araya alınmışken kendisini fark ederlerse, şüphesiz ki, bir daha kurtulmayı
başarmak sadece bir mucize olurdu.
Tırmanıp her on adımda bir dinlenmeye çalışırken, gözlerini mucize eseri
kurtuldukları mağaranın olduğu yere dikiyordu. Durduğu yerden, mağaranın üstündeki
kayalığı kolaylıkla görebiliyordu. Oralar asker kaynıyordu. ‘Birkaç insan için, bu kadar
askeri hareketlendirip böyle bir yere yığmaktan çekinmiyorlarsa, o zaman dünyanın bütün
askeri kendilerine yetmez.’ diyordu.
Kulağına gelen yoğun silah sesleri, çatışmanın sık ormanlığın içine kadar uzandığını
gösteriyordu. Silah seslerinin geldiği yer orasıydı. Orası ise bütün ordu da gelse, bir kişinin
üstünde bile hakimiyet kuramayacağı yerdi. ‘Evet evet, hakimiyet kuramazlar, çünkü bizim
önceden ulaşmayı planladığımız ilk yer de orasıydı. Mazlum da, Şahin de kendilerini oraya
ulaştırdığına göre, o zaman sorun bitmiş demektir. Buluşma noktasında
kucaklaşacağımızdan şüphe duymuyorum.’ dediği an, Mazlum’un sendeleyişi gözlerinin
önüne geliyordu. ‘O sendeleyiş, bedenine işleyen bir kurşunun sendeleyişi miydi acaba?
Hakikaten olabilir miydi öyle bir şey? Yo yo, olamaz. Gözlerim, beni yanıltmış olabilir. Bir
yanılsama, evet, evet bir yanılsama. İnsanı yanıltan sanılar her zaman olabilir. İnsanın
gözlerinin önüne beklenmedik yerde acayip görüntüler de gelebilir. Cin gibi aniden
gözlerinin önünde belirip kaybolan bu görüntüler, bazen insana gerçekmiş gibi gelir ve
insan buna inanmamakta epey zorlanır. Onun iç yüzünü çözecek kadar ileri bir kafa
yapısına sahip değilse, inanmaktan başka çaresi kalmaz. Bu da onun, kendisini
kandırmasının başlangıcı olur. Ne kadar uzun süre inanmaya devam ederse, o kadar uzun
süre kendini de kandırmaya devam eder. Oysa inandığı şey, sadece bir yanılsama, bir hayal
ürününden ibarettir. Niye ben de, hayal görmüş olamaz mıyım yani?’ diye kendi kendisiyle
konuşup gözlerinin önünde gerçekleşen o sendeleyişin bir yanılsama olabileceğine dair
kendini ikna etmeye çalışıyordu. Ama hemen ardından aklına gelen diğer soru, kafasını
ağrıtmaya başlıyordu. ‘Peki onun, Şahin’i savunma ateşi altında tuttuğu gibi, ben de onu
savunma ateşi altında tutsaydım, gözlerimin önünde o sendeleyiş gerçekleşebilir miydi?
Peki Şahin, neden sendeleyip durmadı? O an parmaklarım, tetiğe neden basmadı?
Parmaklarımın tetiğe değmesini engelleyen, içimde itiraf edemediğim o lanet korku
muydu? İçimde soğuk bir yılan gibi ayağa kalkıp parmağımı tetiğin üstünde dondururken,
onu içimdeki ateşle eritmeyi, cesaretimin yumruğuyla devirmeyi neden başaramadım?
Kulaklarıma fısıldayıp ‘Daha gençsin, yazıktır, kendini kolay kolay harcama, bırak
kurtulmana yardım edeyim.’ derken, söyledikleri çok mu hoşuma gitti? Onun
söylediklerine aldanacak kadar akıldan mı düştüm? Aklıma yön verip, ‘Seni kurtarmak
istiyorum’ derken, sahiden beni kurtardı mı, yoksa ‘Seni kurtarıyorum’ derken, asıl o
zaman mı öldürdü beni? Ve eğer o an, gözlerimin önünde gerçekleşen yanılsamanın
ötesinde bir şey ise, yani gerçekten gözlerimin önünde Mazlum vurulmuş ise ve bu
gözlerimle bir daha onu görecek olamazsam, ayaklarımın üstünde gezerek yaşıyor gibi
görünsem dahi, kendimi yaşayan biri kabul edebilir miyim? Hani benim tutunacak
dalımdı, her yuvarlanışımda çabucak bana uzanan eldi? Eğer kendi gözlerimle bu dalın
kırılışını ses çıkarmadan izlediysem, bu elin kesilişine utanmadan bakmışsam, o zaman
bana hangi yakışır ad takılmalı? Kendi dalının kesilişine seyirci kalan yeni sıfatıma, hangi
müspet ad verilmeli? Yeni sıfatımın soy ismi, sadece kendini seven, sadece kendini
düşünen mi olacak? Bana zarar gelmesin diye, kendi dalının kırılışına seyirci kalacak kadar
kendine hayran mı diyecekler bundan böyle? Halbuki, bu kavgaya daha ilk adımımı
attığımda şöyle dediğimi hatırlıyorum: ‘Kendi adıma değil, Önderim, halkım adına inançla
her şeyi paylaştığımız aynı yolun yolcusu yoldaşlarım adına öleceğim’ demiştim. Onlar
adına ölümü göğüsleyecek kadar, onları sevdiğimi söylemiştim. Şu an ise bu sevginin yüz
değiştirdiğini, başka yüze büründüğünü görüyorum. Bütün bunlar, gerçek mi acaba?
Gözlerimin önüne gelip beni yemeye çalışan bütün bu anlaşılmaz acayip şeylerin hepsi de
bir yanılsama olmasın sakın. Belki de hepsi benim uydurmam, evet, evet benim
uydurmam’ deyip aklına gelen şeylere bir türlü inanmak gelmiyordu içinden. ‘İnanmak
istemediğim şeylere, kendimi niye bu kadar inandırmak zorunda bırakıyorum ki? Ben de,
anlayamadım.’ diyordu.
Açlık, susuzluk, öldüren yorgunluk, korku, heyecan, yaşama azmi, arkadaşlarına bir an
önce kavuşma istemi, karmaşık düşünceler, birbirini bastıran duygular, her şey iç içe
girmiş, her şey üst üste binip onu kendinden bıkmaya götürüyordu. O da, ‘Beni benden
bıktıramazsınız.’ dercesine, dört ayak üzerinde, nefesiyle ciğerini şişirip el ve ayaklarına
bütün kuvvetini vererek dik yokuşu tırmanmaya devam ediyordu. Sağ yanına düşen sırtta
mevzilenip tüm dikkatlerini vadiye vermiş askerlerin, tam hizasında bulunuyordu. Kendini
belli edecek küçücük bir harekette bulunmak, dikkatlerini çekmeye yeterdi. Öne eğdiği
başını kaldıramazdı. Bükük duran boynu tutulmuş, üstüne büyük bir ağırlık çökmüştü.
Başını, ellerinin arasına alarak tırmanıyordu. Yukarıya doğru bakınca, gözünü kaşının
üstüne çıkarmak ister gibi yapıyordu. Gözünü, kaşının altından yukarı kaldırırken, alnı
kırış kırış oluyordu. Yükselen güneş, başını, boynunu, sırtını yakmaya başlıyordu. Çalıların
ve taşların olmadığı yerde sürünmek zorunda kalıyordu. Üstündeki elbiselerin sırt tarafı
kurumaya başlamıştı. Alt tarafı ise çamur içerisindeydi. Başını kaldırmadan, gözünü
önünde bulunan yukarı kayalara dikerek, ‘O kayaların altına ulaşmayı başarabilirsem
tamam.’ diyor, ‘Ondan sonrası kolay olur.’ diye düşünüyordu.
Bu arada Şahin ise, arkasındaki askerleri sürüklemeye halen devam ediyordu. Bazen
uzaktan gerçekleştirdiği suikastlarla arkasından gelenlerin başını kaldırmalarına fırsat
vermiyordu. O ateşi kesip hızla koşmaya başlayınca, sıra peşinden koşan askerlere
geliyordu. Hep birlikte, vadiyi kurşun yağmuru altında bırakıyorlardı.
Şahin, içinde koştuğu bu araziyi avucunun içi gibi biliyordu. En küçük ayrıntısına
kadar, gözlerinden kaçan hiçbir yeri yoktu. Bu arazide, arkasından sürüklediği askeri
istediği yöne çekebilir, hızlı, kıvrak manevralarla onu şaşkınlığa düşürebilirdi. Şu an
arkasından koşturduğu askerin tek şansı, arkadaşlarından kopup yalnız başına kalmış
olmasıydı. ‘Bu askeri, sadece bu araziye çekmek için neler vermezdim neler? Yanımda
birkaç arkadaşım daha olsa, aslan maskesini takmış bu kedilere, anacıklarına
kendilerinden iyi haberini gönderemeyecekleri unutulmaz anları nasıl yaşatacağımı ben
bilirdim.’ diyordu.
Beklenmeyen, şok edici darbeler indirip aniden kaybolmaya elverişli böylesi yerlere
kolay kolay girdikleri olmazdı. Ellerini kollarını sallayarak girmeleri mümkün olmayan
böyle yerlere girdikleri anda, verecekleri büyük kayıpları önceden hesaba dahil etmek
zorundaydılar.
Bir kişinin peşine verdikleri şu anda, böyle bir hesabı yapmamışlardı. Bir nokta
operasyonuyla çok az kişiye yönelik en profesyonel kuvvetlerini kullanarak hızla vurup işi
bitirdikten sonra çıkıp gidecekleri bir planla gelmişlerdi. Bu plan da şu an parçalanıp
dağılmak üzereydi. Yaptıkları hesap tutmuyordu. Hem küçük, hem de avuçlarının içinde
saydıkları bu nokta, önlerinde açılan geniş bir arazi olmaya başlıyordu. Açılıp genişleyen
böyle bir arazinin üzerinde hakimiyet kuramayacaklarını, tersine inisiyatif kaybedip
arazinin hakimiyeti altına girmeye başladıklarını, bilemedikleri bu arazinin ayrıntılarında
kaybolmak ve parçalanmakla yüz yüze geldiklerini görüyorlardı.
İkide bir kendini uzaktan onlara gösterip önlerinde koşan, suikastlar yapıp aniden
kaybolan kişinin de tek olup olmadığından emin değillerdi. Peşini bırakmadıkları kişinin
arkasında koştukça bir tuzağa çekildiklerini düşünmeye başlıyorlardı. Şahin, onları
arkasından sürüklemekten vazgeçmeye gelmiyordu. Kendini onlardan kaybedip sessizliğe
gömüldüğü an, bütün güçleriyle Mazlum ile Hasan’a yöneleceklerdi. Bu yüzden,
arkadaşlarının üstünde yoğunlaşacak bu saldırı gücünü dağıtmaktan başka düşündüğü bir
şey yoktu. Bütün gayesi bunu başarabilmekti. Bunu başaramayıp aklına bile getirmek
istemediği o sonuçla karşı karşıya geldiği taktirde, kendini nasıl affedebilecekti? ‘Böyle bir
şeyi düşünmek dahi mümkün mü?’ diyordu. Mazlum ile Hasan’ın olduğunu düşündüğü
yere karşıdan bakan sırta hızla ulaşmaya çalışıyordu. Ulaşmaya çalıştığı sık ormanlıklı
sırtın, Mazlum ile Hasan’ın çatıştığı yerden uzak olduğunu biliyordu. Ama o sırttan başka,
onları gören daha iyi bir yer de yoktu. Uzak da olsa, en iyi yer orasıydı. Stratejik hakimiyet
bakımından da uygunluğu, başka bir yerle kıyaslanamazdı. Hem kapalı, sık ağaçlı, hem de
kayalıklı, irili ufaklı yoğun taşlı bir yerdi. Hava saldırısına karşı en korunaklı yer olması
itibariyle de, tercih edilip ulaşılması gereken bir yerdi. Arkasındaki askeri oraya kadar
sürüklemeyi başarabilirse, düşündüğünü büyük ölçüde gerçekleştirmiş olacaktı. Orası,
karşıdaki askerin dikkatlerini dağıtmaya da uygun gelirdi.
Arkasından gelen kurşun yağmurunun kesildiğini görünce, yeniden uygun bir yer
bulup bir iki mermi atmak istedi. Arkasından başlatılan kurşun yağmurunun hedeften
yoksun, rasgele olduğunu kendi gözleriyle görüyordu. Sıktığı bir kurşunla, binlerce
merminin boşta kalmasına sebep oluyordu. Bunun altındaki mantık ile duygunun ne
olduğunu iyi biliyordu. Bu mantık ile duyguyu yıpratabildiği kadar yıpratmak, istediği
tarafa yöneltip gücünü kontrollü kullanmasına fırsat vermemek ve gücünü kontrolünden
çıkarıp sonuçsuz yere harcamaya götürmek, o anda düşünülen iyi yöntem oluyordu.
Çingene Suratlı teğmen, kan izinin üzerinde yukarı doğru çıkmaya devam ediyordu.
Önünde, köpek dişli uzman çavuş vardı. Onun önünde de beş asker, avcı kolu biçiminde
ellerindeki silahların namlularını öne vererek korkulu gözlerle sağa sola bakarak
çıkıyorlardı.
Baştan başa kızıl kana boyanmış Mazlum, kayalığın üstündeki çalıların arasında, avını
bekleyen hassas bir avcı gibi, aşağıdan yukarıya doğru bıraktığı kan izlerini takip ederek
gelen kayalığın altındaki askerlere bakıyordu. Kendisinden, iki yüz metre ötede yamacın
üstündeki sırta hızla çıkmaya çalışan askerleri görünce, sakince yere çömeldi. Ses
çıkarmamaya büyük gayret göstererek yavaşça çalının arkasındaki taşa ulaşmaya çalıştı.
Kendine siper yaptığı taşın arkasından, hem yamaca çıkan askerleri, hem de aşağıdan
kayalığın altına doğru kan izlerini takip ederek gelen bir avcı kolunu görebiliyordu. Taşın
arkasında iyice konum almaya çalıştı.
Bedeninden beynine gelen bütün sızılarını bir kenara bırakmıştı. Sanki delik deşik
olan, oluk oluk dışarıya kan akıtan kendi bedeni değilmiş gibi davranıyordu. Ruhu,
bedeninin sızılarına ortak olmaya gelmiyordu. Bas bas bağırıp çağıran o sızılara kulak
astığı yoktu. Bir kez dahi dinlemeyi, lüzumsuz görüyordu. ‘Her anı altın değerinde olan,
kaçarsa bir daha bulunmaz o güzelim zamanı, bu sesleri dinlemekle geçirmek akıl karı
mıdır?’ diyordu. Dinlemeyi lüzumsuz gördüğü bu seslere kulak kapatarak kendisini çağıran
o ilahi kutsallığındaki seslerin arkasında yürümeye başlıyordu.
‘Bedendeki azapların altından kalkamayan bir ruh nasıl yükselebilir? Ulaşılmaz
yüksekliklere çıkıp her şey kanatlarının altındaymış gibi en yukardan bakmayı
başarmadan, o büyüklükleri nasıl görebilir?’ diyordu. Ruhu bedenindeki sızıları değil, daha
büyük binlerce, milyonlarca bedendeki sızıları hissediyordu. Ruhunu, bedenindeki acılara
yenik düşürecek o bayağılıkları çoktan aşmıştı. İçindeki gücünü ayaklarının altında ezmeye
çalışan zayıflıklarını bir bir yere sermiş, zayıflıklarının altındaki gücünü mertlik meydanına
çıkarıp dimdik ayağa kaldırmıştı. Ayakta olan bayağılıklar, küçüklükler değil, ayağa kalkıp
yükselen büyüklüklerdi. Dönen başını, ruhunun kuvvetli kollarıyla durdurmuştu.
Gözlerindeki karartı perdesini yırtıp atan beyninin delici gözleriyle bakıyordu.
Avcı kolu gelen askerler kayalığın tam altına ulaşmışlardı. Kayalığın bittiği uçtan
yukarı çıkmayı düşünüyorlardı. Yamaçtan yukarı tırmanan askerler, ayaklarına hız
katmaya çalışıyorlardı. Komutanları, yavaş ilerlemeye çalışan askerlere duyulmamış pis
küfürler savuruyordu.
Mazlum, gelen her iki kolun üstünden gözünü ayırmamaya dikkat ediyordu. Belindeki
raxtına bağlı bombasını kılıfından çıkarıp elinde tutuyordu. Gelen her iki grubu aynı anda
vurmanın enine boyuna hesabını yapıyordu. Işık hızıyla düşünüp ‘En iyi vuruş biçimi
hangisidir?’ diye bulmaya çalışıyordu. Sonunda bulduğu vuruş biçimine ikna olmayı
başarmıştı. Bulduğundan daha iyi bir vuruş biçimi bulmak olanak dışıydı. Sonuç getirip
kendisine zaman kazandıracak en iyi vuruş biçimi bulduğu biçimdi. Vurduğu anda, kısa
süreliğine de olsa onları geri püskürtecekti. Bulunduğu yerden uzaklaşsa da, askerin tekrar
aynı yerden çıkması beklenemezdi. Her an, ateşin üzerlerine yağdırılacağı bir yerden
çıkmaları için, akıldan pay almamış olmaları gerekirdi. İnsan oldukları pek şüphe
götürmediğine göre, o zaman onların da insanlarınkine benzer bir akla sahip olmaları
lazım gelirdi. Olduğuna kuşku duyulmayan insanınkine benzer o akla dayanarak aynı
yerden çıkamayacakları açıktı. Bu da, kazanılmış altın değerindeki zaman demekti.
Buna dayanarak daha yapılacak çok şey vardı. Durduğu yerde, pozisyonunu iyice
sağlamlaştırdı. Arkasındaki kayalığın üstünde duran, birbirine yakın yüksek taşlara baktı.
Baktığı taşlar, kendisine pek uzak gelmiyordu. Ve gözlerini, ardından yamaçtan çıkan
askerlere dikti. Çıktıkları yerde arkasına atlayacakları uygun taşlar bulunmuyordu. Zaman
zaman kaybolup görünmelerine neden olan seyrek ağaçlar vardı. Ağaçlar onları, üzerlerine
yağacak kurşunlardan korumaya yetmezdi. Kayalığın altındaki askerlerden bir bölümü,
kayanın tam dibinden sola doğru kayarak alttan çevirme yapmak istiyorlardı.
Çingene Suratlı ile köpek dişlinin içinde olduğu avcı kolu da, kayalığın altındaki küçük
bir tarlayı andıran düzlükten kayalığın sağ ucuna doğru geliyordu.
Mazlum keskin gözleriyle bir kez daha yamacı görüp alta baktı. Kanlar içinde kalan sol
elindeki kleşini taşa dayadı. Sağ elinde tuttuğu bombasını sol eline aldı. Bombayı, mandalı
parmaklarının altına gelecek şekilde elinde sıkıca kavramıştı.
Bombayı tetiklemeye hazır hale getirmek için, fünyenin kapsülüne batmaya can atan
gergin yayın içindeki iğneyi boşa salmak üzere, parmağını yuvarlak çelik halkanın içine
geçirdi. Bombayı sol elinde sıkarak parmağını içine geçirdiği çelik halkayı kendine doğru
çekip bir çırpıda çıkarıverdi. Bombanın ilk emniyeti kaldırılmıştı. Sol elinde tuttuğu
bombayı, mandalını bırakmadan sağ eline verdi. Sağ elinde sıkılı duran bomba, atılmayı
bekliyordu.
Son defa yamaca baktı. Yamacı tırmanan asker, gözlerinin önündeydi. Ardından
gözünü kuşbakışı, kayalığın altına indirdi. Önünü yukarı veren asker, kayalığın
bitişiğindeki tarlayı andıran düzlüğün içindeydi. Her ikisine aynı anda ulaşmayı düşündü.
Gözleri şahin bakışının keskinliğindeydi. Her iki avın üstüne aynı anda atlamak, her iki
avı aynı anda düşürmek, tek gayesiydi. Kendi içinde, ‘Bir Apocu’yu kolay kolay
kuşatabileceğinizi sandınız öyle mi?’ dedi.
Ve parmağını mandalın üstünden yavaşça kaldırdı. Mandal zıplayıp eteğine düştü.
Boşalan yay, iğneyi kapsülün üstüne indirdi. Tetiklenen bomba, hala elinde sıkıca durmaya
devam ediyordu. ‘Her şey ayarında olmalı, zamanında işlemeli.’ diyordu. Acelesi yok
gibiydi. Elinde tetiklediği bombanın üstünden bir saniyelik zamanın geçmesine fırsat verdi
ve ‘Tam zamanıdır.’ deyip elinde sıkı tuttuğu bombayı kayalığın altındaki düzlüğe, askerin
tam ortasına fırlatıverdi.
Aşağıya fırlattığı bomba daha düşmeye devam ederken, şimşek hızıyla elini taşa
dayadığı kleşine atıp namluyu yamaca doğrultarak, yukarı doğru tırmanan askere nişan
aldı. Bombanın aşağıya düşüp patlamasıyla, parmağın tetiğe basıp namlunun yamaçtaki
askere ateş kusması bir oldu. Uzman çavuşun önüne düşen bombanın gümlemesiyle, ateş
altında kalan yamaçtaki askerin şok içerisinde can havliyle geriye kaçışı aynı anı buldu.
Çığlıklar ve rasgele atılan kurşun sesleri birbirine karışmaya başlamıştı. Askerin
üstüne çöken o panik havasını dağıtmayı kim başarabilirdi ki artık? O güne kadar büyük
işler başardığına inanan ordunun göz bebeği köpek dişli uzman çavuş, paramparça olmuş
cansız bedenini yerden kaldırıp yeniden büyük işlere girişmeyi bir daha başaramazdı
maalesef!
Uzman çavuşun hemen yanıbaşında cansız yatan her iki zavallı şapkasızla kimsenin
ilgilendiği yoktu. Uzman çavuşun gerisinde duran kanlar içindeki Çingene Suratlı teğmen,
kopardığı çığlıkların içinde boğuluyordu. ‘Of anam, ölüyorum, kaldırın beni buradan.’
deyip panik içerisinde sağa sola kaçışan askerleri imdada çağırıyordu. Ona uzaktan bakıp
korkudan titreyen askerler, üstüne gelmeye cesaret edemiyorlardı. Başlarına yeni bir
bombanın inmesini istemeyen şoke olmuş zavallıları saklandıkları yerlerden çıkarmak
basit bir iş değildi.
Yamaçtan yukarı çıkmaya çalışırken, ani ateşin altında kalıp gerisin geri aşağıya kaçan
kolun komutanı durduğu yerden kıpırdamadan bombanın düşüp dehşet yarattığı yere
bakıyordu. Gördüklerine inanmak istemiyordu. Oraya kadar gelip o ölü ve yaralıları
kaldırmaya cesareti var mıydı, onu da bilemiyordu. Onu düşünmeden önce, zirvedeki
binbaşıya haber vermesi en iyi olanıydı.
Mutlaka başarıyı bekleyen binbaşı duyduklarına inanamadı. Olacak şey miydi bu?
Duymak istediği haber bu muydu? ‘Ordunun şerefini, haysiyetini peş paralık yaptınız
alçaklar! Gebermenin sırası mıydı şu an? Oraya gelip hepinizi kurşuna dizersem, tekinizi
sağ bırakmazsam bana, ‘Bunu niye yaptın?’ diyen mi olacak? Ananızdan doğduğunuza
pişman etmezsem sizi, karnı şişik boz eşeğin adını taksınlar bana.’ diyordu.
Bütün bunları, yaralı bir ‘Terörist’in yaptığını söylediklerinde çıldırmaya başlamıştı.
Bağırıp çağırarak küfür ederken, sesini alçaltmaya lüzum görmüyordu. Gözleri,
yuvalarından fırlayacak gibi dönüyordu. Yeni bir destek almadan, bu işin bitmeyeceğini
anlamıştı. Merkeze çağrı yapıp önündeki haritada numarayla işaretlendirilmiş,
kendilerinin bulunduğu yere kartalların havalandırılmasını istedi. Ardından Şahin’in
arkasında sürüklenen kolun komutanına, derhal yeni olay yerine ulaşmalarını emretti.
Mazlum yaptığı hamlenin başarısını görünce heyecanı doruğa çıktı. Adeta sevinçten
uçmak istiyordu. Ağrısı sızısı aklının ucuna dahi gelmiyordu. Üzerine bire bin geliyorlardı.
Ama yine de, kendisiyle baş etmeye güçleri yetmiyordu. Üstüne binlerce, milyonlarca
kurşun yağdırılıyordu. Ama tek birinin bile hedefini bulduğu yoktu.
O korku yaratan heybetli kudretin içindeki hava, batırılan bir iğnenin sivri ucuyla
sönmeye başlıyordu. Devrilen, içi boş bir gergedanın maketidir diye, kişnemenin pazarında
alay konusu olmaktan kurtulamıyorlardı. O kahramanlık edasıyla er meydanına atılmış
baloncuklar, bugün bir iğnenin sivri ucuyla nasıl söndürülüp ayağa düşürüldüklerini, yarın
çocuklarına da anlatmadan edemeyeceklerdi. Çocukları onlarla alay edip dururken, onlar
da ‘Biz bunu, daha o günden biliyorduk.’ diyeceklerdi. Bir kişi, ama tek bir kişi kendilerinin
ne kadar cesaretli olduklarını, göstermeye yetmişti. Ve zorlamalı şişirme cesaretle er
meydanında dövüşün olamayacağını, daha ilk günden anlamışlardı. Cesaretlerini nizamiye
kapılarında unuttuklarını, taşa toprağa kanları yapışınca fark etmişlerdi. Ne acı, ne felaket,
ne korku yaşadıklarını bir tek kendileri biliyordu.
Bir kişinin bakışından binlercesinin nasıl paniğe düştüğünü, gördükleri herkese
anlatacaklardı. Yıllar da geçse, görüp karşılaştıkları herkese, ‘Sakın Kürtlerin hassas
damarlarına basmaya kalkışmayın. Onlar ölü de görünse, sizi kanatmadan durmazlar.
Onlara yapılanları, mezarda da olsalar unutmazlar. Sakın ola anlatmadı, duymadık,
unutalım demeyin. Onların nasıl parçalayan pençelere sahip olduklarını kendi gözlerimizle
gördük. Uysal birer çocuk gibi görünmelerine bakmayın, binlerce kişinin ortasında tek kişi
bile olsa ayağa kalktıklarında, etrafını kuşatanları nasıl titrettiklerini, şu gözlerimizle
gördük. Onları zapt etmeye kalkışmayın, çünkü zapt olan kendiniz olursunuz. Onları inkar
edip kendinize ait malınızmış gibi görmeyin. Size ait malınızmış gibi davrananları, onlar da
kendilerinden saymıyor. Size ait malınızmış gibi davrananlara bakıp onları da öyle
görmeye kalkışırsanız, kısa zamanda yanılıp ne kadar aptal olduğunuzu erkenden görmüş
olursunuz. Bir an önce, ama bir an önce bu zırvalıklarınızdan, saçmalıklarınızdan
vazgeçmeye gelin.’ diyeceklerdi.
Mazlum yaptığı hamlenin ne kadar etkili olduğunu kopan çığlıklar, yükselen ‘Of
anam’lı, ‘Babam’lı bağırışlar ve rasgele sağa sola sıkılan mermilerden anlıyordu. Yere
serdikleriyle birlikte tam bir panik havasını yaratmayı başarmıştı.
Oluşan panik havası, kendisine kazandırılan zaman oluyordu. Oluşturduğu panik
havasından faydalanıp durduğu taşın arkasından kalkarak çalıların arasından hızla
önündeki kayalığın üstünde duran taşlara ulaşmaya çalıştı. Koşar adımlarla yürüyordu.
Koşarken, yaralarını kapatan beline sarılı kefiyesi, aşağıya doğru sarkıyordu. Kefiye şutıkle
birlikte, yaraların üstünden aşağıya inince, açılan yaradan bağırsaklar yeniden dışarı
çıkıyordu. Bir süre dışarı çıkmaya başlayan bağırsakları, sol eliyle karnına doğru iterek
dışarı dökülmelerini engellemeye çalıştı.
Bu halde yürüyüp yüksek taşlara ulaşmanın zor olduğunu anlayınca, palamut ağacının
önündeki taşın arkasına girip yere çömeldi. Raxtı kefiyeyle birlikte aşağıya indiren
palaskayı açıp şutık ile kefiyeyi yeniden yukarı kaldırdı. Palaskayı yeniden kapatmadan
elini, kefiyeye yapışmış bağırsak parçasına attı. Bağırsak parçası parmaklarının
üstündeydi. Bakıp üstünde fazla düşünmeden, taşa doğru fırlattı. Elinden uçup giden
bağırsak parçası taşa yapıştı. Palaskasını kapatıp yeniden ayağa kalktı. Sağ eline silahını
alıp eğilerek hızla önündeki yüksek taşlara ulaşmaya çalıştı.
Birbirine karışıp yükselen çığlık ve kurşun sesleri, henüz kesilmiş değildi. Onlarda
yaratmayı başardığı panik havasını üzerlerinden atmaları için, zamana ve daha büyük bir
desteğe ihtiyaçları vardı. Yüksek taşlara doğru koşarken hissettiği, kendi sızıları değildi.
‘Buna benzer etkili bir darbe daha tepelerine nasıl indirebilirim?’ diye düşünüyordu.
İçine düştükleri bu panik havasını atlattıktan sonra, yeniden peşine düşeceklerini
biliyordu. ‘Bu panik havasından kurtulmadan, bu taşlara ulaşmayı başarsam, üstüme kolay
kolay varamazlar.’ diye düşünüyordu. Kayalığın üstündeki o yüksek ve birbirine yakın
duran taşlar hem savunmaya, hem de çatışmaya imkan veren, hakim birer mevziydiler.
Alttan yukarıya doğru, üzerinde hakimiyet kurmaları mümkün değildi. Üstten de
gelirlerse, istedikleri tarzda hakimiyet kurmaları zordu. Önden de gelmeye kalkışırlarsa,
çatışmak için bulunmaz bir yerdi. Arka tarafının nasıl olduğunu, henüz görmediği için
bilmiyordu. Arkadan geçit veren bir yeri olsa, eğer yeniden üstüne gelirlerse bir süre
çatıştıktan sonra, yol veren o geçitlerden birinden aşağı ormanlığın içine dalmayı
düşünüyordu.
‘O ormanlığın içinde üstüme geceyi de getirmeyi başardıysam, üzerime bütün ordu
gelsin, dert etmem.’ diye düşünerek yürümeye devam ediyordu. Nefes nefese, kan ter
içinde ilk taşın arkasına ulaşmayı başardığında, hedefinin yarısını gerçekleştirdiğini
düşündü. Durduğu yerden arkasına bakıp askerin peşinde olup olmadığını anlamaya
çalıştı.
Yağan kurşunlar, yükselen çığlıklar hala kesilmemişti. O anda kendisiyle ilgilenen,
peşinde koşup yorulan hiç kimse yoktu. Herkes kendisinin can derdine düşmüştü. Böyle
olduğunu anlayınca, hiç durmadan taşların arasından öne doğru ilerlemeye başladı.
Kenarından geçtiği her taşın etrafını keskin gözlerle inceliyordu. Bazı yerlerde taşlar üst
üste yığılmış, geçit vermek istemiyordu. Birbirine yapışmış gibi duran yüksek taşların
arasından geçmek kolay değildi. Baktığı her taşın altında doğal bir sığınak vardı.
Durmadan arka tarafa ulaşmaya çalıştı. Arka tarafa ulaştığında önünde geçit vermeyen
yüksek uçurumları gördü. Uçurumlardan aşağı inmeyi başarmak için, kanatlı olmak
gerekirdi. Düşünebileceği en kötü ihtimal, karşısına çıkmıştı. ‘Sırası mıydı şimdi,
beklenmedik bu lanet engelin?’ diyordu.
Beklenmedik yerden çıkan bu engelin yarattığı sinir bozucu şeyle fazla uğraşmadan,
yeniden geldiği yere dönmeye başladı. Geri dönerken durmadan aşağıya yukarıya bakıp
geçit veren bir yer aramaya çalıştı. Ama gözlerine hiç öyle bir yer gözükmüyordu. Üstünde
de, altında da geçit vermeyen kayalıklar vardı. Bulunduğu yer yüksek taşlarla doldurulmuş
geniş bir koridora benziyordu. Taşların kenarında boy veren seyrek ağaçlar da, bu koridoru
doldurmakla uğraşıyordu.
Geri dönüp, aşağıdan gelirken ulaştığı ilk taşın arkasına vardığında, vadiyi dolduran o
korkunç homurtu kulağında yankılandı. Bu gürültünün, gelen kobraların sesi olduğunu
anlamakta gecikmemişti. O anda bulunduğu yerden çıkıp başka bir yere gitmesi, daha
büyük bir sakınca doğururdu. Çıktığı anda kendini, saldırının açık hedefi haline getirecekti
Bulunduğu yerde mevzilenmekten daha uygun bir yer bulamazdı. Hem kendini savunmak,
hem de çatışabilmek için en ideal yer, bulunduğu yerdi. Gelen kobraların saldırısından
korunmak üzere, doğal sığınak gibi duran herhangi bir taşın altına girmesi yeterliydi.
Çırav'ın üstünden vadiye giren iki kobranın, bulunduğu yöne doğru hışımla
geldiklerini görünce, şimşek hızıyla kendini korunmaya uygun en yakın taşın altına attı.
Birbirini takip ederek gelen kobralar, gösterilen noktaya yöneliyordu. Askerleri geçtikten
sonra, havadan yere dehşet saçmaya başladılar.
Böğürmeleri, çıldıran tanrısal boğaların sesine benziyordu. Fiziki ağırlıklarına
aldırmadan, hafif bir kuştan daha kıvrak dönüşler gerçekleştiriyorlardı. Pervanelerinin
savurduğu rüzgarla sallanıp yere kadar bükülen meşe ve palamut ağaçlarını kökünden
koparmak istiyordu. İncecik nazik yapraklar, dalında tutunamaz oluyordu. Kurumaya yüz
tutan incecik otlar parçalanıp o acayip metalin üfürdüğü rüzgarla savruluyordu. Altında
titreyen toprağa tutunmayı zor başaran taşlar, yerinden sökülüp uçarcasına vadiye kaçmak
istiyordu. Hedef olarak gösterilen yamacın üstünde durup karış karış toprağı, ağacı, taşı
şiddetle döverek parçalamaya çalışıyorlardı.
Günün yorulmayan işçileri karıncalar işlerini bırakıp can derdiyle yuvalarına
kaçmışlardı. Yuvaları başlarına yıkılmasın diye hep birlikte dua ayinlerini düzenliyorlardı.
Birbirine sıkı sıkıya sarılıyor, yuvaları sallanmaya başlayınca el ele tutuşup zikreder gibi
birbirlerinin etrafında dolanmaya başlıyorlardı. Sinekler, çekirgeler, böcekler bilinmedik
yerlere saklanmışlardı. Yılanlar, akrepler bile şok içerisinde, taşların altındaki deliklerine
kaçmışlardı. Yaz, kış yerinde durmayı bilmeyen fareler, labirent gibi açtıkları deliklerinde
zıplayarak gidip gelmiyorlardı. Vadiden sevimli kuşları, kayaların aşık bülbülleri, şafağın
tek ve tok söyleyen sözü kadar şirin gözlü keklikleri vadiyi bırakıp çoktan uzaklara
uçmuşlardı.
Hasan, yarı ölü halde kayanın altına ulaşmıştı ki, birbirini takip ederek gelen iki kobra
üstünden geçerek vadiye dalmıştı. Kendisini görmeden geçen kobraların vadiye daldığını
görünce, bunun Mazlum ya da Şahin'e dönük olduğunu anlamıştı. Önce ‘Acaba
kuşatılmışlar mı?’ diye düşündü. Sonra ormanlığı aklına getirip, ‘Hayır, hayır.’ diyerek,
‘Onlar bu ormanlıkta kuşatılacak en son kişiler olabilirler ancak.’ diyordu. Onların
kuşatılıp darbelenebileceğine, düşüncelerinin içinde katiyen yer vermek istemiyordu.
Şahin bir savaş kurduydu. Öyle kolay düşecek adam mıydı? Mazlum babayiğit,
onurundan taviz vermeyen delikanlı adamdı. Eğer ayağa kaldırırsa, o kıvrak zekasıyla, ele
avuca sığmaya gelmeyen biriydi. Buna kendi gözleriyle tanık olmuştu. O ormanlığın içinde
hiçbirine de bir şeyin olmayacağına adı gibi emindi. ‘Kendi hakkımda olsa söz
söyleyebilirdim, ama kendileriyle yaşayarak tanıdığım bu yoldaşlarım hakkında, hiçbir
kaygı duymadan söyleyebilirim ki, kesinlikle onlara bir şey olmaz. Yarın sabahki çayı
birlikte yudumladığımızda, bunu kendilerine ifade etmekten de çekinmeyeceğim.’ diyordu
kendi kendine.
Durduğu kayanın altında bir süre dinlenerek gözlerini vadiye dikip takip etmeye çalıştı.
Önünde, iki yüz metre aşağıda mevzilenen askerler de ayağa kalkıp kobraların vurduğu
yeri izliyorlardı. Kobralar geldikten sonra coşkuya gelen askerler, bütün dikkatlerini
kobraların arkasından vadiye göndermişlerdi. Sağın solun takibi akıllarından uçup gitmeye
başlamıştı.
Hasan, ‘Bundan iyi fırsat olmaz.’ diye düşünerek kayanın dibinde çömelerek sağ elini
silahına verip sol elini kendine destek yaparak askerlerin üstünden kaz yürüyüşü biçiminde
dikkatle yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Bu bastıran açlık, susuzluk, tüketen yorgunluk,
bitkinlik olmasa, her şey yolunda gidiyordu. Gelen kobralar bile, kendisine sadece kolaylık
sağlamışlardı. Bu uçan makinenin aynı şekilde arkadaşlarına da kolaylık sağlayacağından
şüphe etmiyordu.
‘Bu makinenin bir sürü fasa fisosundan bahsedilir, ama hepsi de palavra. Neredeyse,
her bakımdan gelişmiş bir adamdan daha nitelikli olduğunu söyleyecekler. Bıraksan,
‘Yerde konuşan adamı duyuyor.’ diyecekler, dinlesen ‘Delik delik adam arıyor.’ diye kabul
ettirecekler. Bari havada uçan, yerde kaçan, eli ayağı düzgün, gözü kulağı açık, demirden
akıllı insan, hem de en üstün akla sahip insan deseydiler! Kendi gözlerimizle görüp
tanımasak bu safsataya biz de inanmadan edemezdik herhalde. Ne kadar da ahmakmış bu
adamlar. Başlarındaki ahmaklığın dar külahını çıkarmadan, dünyanın parasını sarf
ettikleri bu makinenin böylesi dağlarda, bir işe yaramayacağını anlamayacaklar galiba. Biz
ellerindeyken bir şey yapamadılar, şimdi havada adam adam aramanın peşine düşen bu
gürültü çıkaran demir parçasıyla mı bir şey yapacaklarını sanıyorlar? Anlatsan, çocukların
bile gülesi gelir buna.’
‘Gelirken ürkütücü gürültü çıkardığına dair dediğimiz bir şey yok. Ama bunun, işimize
yarayan tarafları da yok değil. Daha uzaktayken sesini duyduğumuz an içine gireceğimiz
delik kendiliğinden önümüze gelir. Ondan sonra hedeflediği yeri, canı vurmak istediği
kadar vursun. Vurduğu esnalarda tüten sigaralarımızın ağzımızda üfür üfür olduğu da az
görülmemiştir yani.’ diyordu.
Altındaki vadiye dalgın askerlerin hizasını geçtikten bir süre sonra, yağan yağmurun
şelale yapıp kayadan indirdiği önündeki alt kayalığın çukurlarında biriken küçük su
göletlerini görünce, sevinçten farkında olmadan yerinden sıçradı. Fark edilme gibi bir
korkusu kalmamıştı. Kendini, askerin dikkatsiz bakan gözlerinin önünden tümüyle
kaybettirmeyi başarmıştı.
Uçarcasına su göletlerinin üstüne vardı. Bir iki defa sağına soluna baktıktan sonra,
suyun üzerine çömelip silahını sağ dizinin kenarına bıraktı. Her iki elini önden kendine
destek yapıp başını suya doğru eğerek dudaklarını suyun içine batırdı. Dudaklarıyla
birlikte burnunun yarısını da batırmadan edememişti. Boğazının kıkırdaklı hortumundan
karnına su taşırken, boğazın suya bakan dış düğümleri, açılıp gerilen bir yay gibi her
yudumda çenenin altından boğazın alt çukurluğuna doğru gidip gelmeye başlıyordu. Boş
karnını, içine çektiği suyla şişirmeden başını kaldırmadı. Fırsatını bulmuşken, ölesiye
tadını çıkarmıştı. Başını kaldırıp dizlerinin üzerine çökerken, elini şişen karnının üstünden
götürüp getirmeye başladı. Guruldayan karnının hafifçe sancılandığını hissetti.
‘Ama olsun susuzluktan bin kat daha iyi ya.’ deyip ayağa kalktı. İstediği yere ulaşıp
aradığı suyu da doya doya içmişken, önünde bir engelin kalmadığını düşünüyordu.
Bundan böyle yapması gereken tek şey, önünde kalan çok az kısmı da dikkat çekmeden
ilerleyebilmekti. Onları aşmayı başarmıştı. Fakat bu, tamamen tehlikeden uzaklaştığı
manasına gelmiyordu. Bunu da başarırsa, Basret'in yerin derinliğinden fışkıran o buz gibi
su kaynağı üzerinde soluğu almayı düşünüyordu. ‘Belki de arkadaşlarım benden önce
ulaşırlar oraya.’ deyip temposunu arttırdı.
...
Şahin dün, gece karanlığında zor bela aştıkları suyu, pek bir güçlük çekmeden aştıktan
sonra, vadinin karşı yakasına geçip bayırdan yavaş yavaş yukarı çıkarak Awal köyünden
gelen vadiyle birleşen üst uca doğru yol alıyordu. Dün gece geldiği patikanın çok yukarıda
kaldığını biliyordu. Ama yolu düşündüğü yoktu. Yoldaşları ateşin içindeyken, elini kolunu
sallayıp yola mı düşmeliydi? Bu, yoldaşlığın hangi kitabına sığardı? Bunu kaldıracak
vicdana sahip miydi? Akıbetlerini dahi öğrenmeye gerek duymadan yoldaşlarını arkada
bırakıp gidecek kadar yoldaş dediği o canlara karşı sevgiden düşmüş müydü? Onları
kendinden çok daha fazla sevdiğini unutmuş muydu? ‘Hayır, hayır asla! Onları bir an dahi
unutmak, kendimi unutmaktır, onlara gelecek ilk merminin önüne kendimi atmadığım an,
ne kadar kırıldığımı göreceğim andır.’ diyordu.
Askerlerin, peşini bırakıp kobraların vurduğu yere yöneldiğini görünce, bunun iyiye
işaret olmadığını düşünmüştü. ‘Bütün güç onların üzerine mi yığılacak, kobralar onun için
mi geldi?’ deyip adımlarına hız katmaya başladı.
Onların üzerine yığılan gücü sabote etmenin bir yolunu bulmaya çalışacaktı şüphesiz.
Ama o kobraların ne kadar tehlikeli canavarlar olduğunu da biliyordu. Hedefi bulduğu
anda kaçırmayan özelliklere sahipti. Havada dakikalarca durduğu yerden teprenmeden
sabit ya da hareket halindeki bir hedefe, tam isabet vurabiliyordu. Yukardan hedefe
dokunacak kadar inebiliyordu. Tek çare ondan aniden saklanabilmek, bilmediği bir yere
girmeyi başarmaktı. Bu başarılırsa, ondan sonrası sorun olmaz. Fakat o çekip gittikten
sonra, arkasından yapacakları hamle, daha da tehlikeli gelişebilir. Buna karşı koyacak güç,
yetenek ve taktik olmazsa işler zora da girebilir. Başa çıkmak, sanıldığı kadar kolay
gelmeyebilir. Onun için ne kadar hızlansa o kadar yeridir diye düşünüyordu.
Şahin'in peşini bırakıp emir verilen yere yönelen askerlerin öncü kolları dereye
ulaşmışlardı. Yamacın üstüne yukardan, top top cehennemin ateşi düşmüş gibiydi.
Durmadan cehennem ateşi püskürten kobralar, yorulmak nedir bilmiyordu. Biri vurmayı
durdurunca, yerini hemen diğeri alıyordu. Pilotun bulunduğu sağ mahal üzerinde hızlı
dönüşler yapıp kendini bir noktaya sabitleştirdiğinde ortalığı toz dumana katıyordu.
İstediği şekilde arkadan, önden, sağdan, soldan her tarafa aynı anda etkili vuruşlar
gerçekleştirebiliyordu.
Fakat o andaki tercihi, hakim olduğu sağ yanıydı. Sağ mahalde bulunan pilot da,
vurduğu noktayı açık gözlerle takip edebiliyordu. Ama alçalıp yakından bakmak istediği
hedefi, bir türlü gözlerinin önünde bulamıyordu. Aradığı hedefin, gözlerinin önünde
olmaması umurunda mıydı? Gösterilen noktayı vurmak bile, kendisine yeterli geliyordu.
Vururken sevinçten yırtılmaya başlıyordu. Dudaklarını yana doğru yırttığında, kulaklarını
ağzıyla yutacak gibi oluyordu. Her vuruşlu dönüşlerden sonra, çıldırasıya wawlar çekip
havadan aşağıdaki askerin ruhuna moral aşılamaya çalışıyordu.
Kobralar böğürdükten sonra kendine gelen askerler, korkudan saklandıkları yerlerden
nihayet başlarını çıkarmaya başlamışlardı. Başlarının üstünde pervane döndürüldükçe
korkularını yenebilen askerler, bu üstün kuvvetin kanatları altından çıkmak istemiyorlardı.
Bu büyülü kuvvetin böğürüşü, ruhlarını okşayıp yukardan estirdiği rüzgarı ile dayanılmaz
kokan terlerini sildikçe, kendilerine karşı hiç kimse savaşmaya cesaret edemezdi.
‘Bu koruyucu kanatların altından bize yan bakıp savaş ıslıklarını çalan adam, daha
anasının karnından doğmadı.’ diyorlardı. Adeta yıkılmaya gelmez bu üstün cesaretle ölü ve
yaralıları kaldırırken, kimileri göğsünü gere gere nasıl er meydanında dönüp dolaştığını,
üstündeki kanatlı kaybolup gitmeden önce göstermek istiyordu. Kanatlı kaybolup gittikten
sonraki hallerini, akıllarının kenarından dahi geçirmek istemiyorlardı. ‘Aman olmasın
böyle bir şey! Bu şekilde bizden iyi savaşan olmaz, üstelik komutanlarımız da bunun
farkında.’ diyorlardı.
Askerlerin şu an kendine gelen vaziyetine bakan yüzbaşı, bundan sonraki hamleyi nasıl
yapacağını düşünmeye başlamıştı. Karşı taraftan gelip dereyi geçen askerler de,
kendilerine ulaşmak üzereydi. Kobraların gelişinden sonra askerin moralize olduğunu
düşünüyordu. Yakalamaya başladıkları bu moralle, kendilerine destek gelen yeni kalabalık
gücü birleştirip askerleri zaman geçirmeden daha süratli bir şekilde nasıl harekete
geçirebileceğini baştan aşağıya hesap etmeye çalışıyordu. Ele geçirecekleri tek kişi, yalnızca
tek kişi dahi yeterli geliyordu. Yoksa bunca zayiattan sonra, ellerinde hiçbir şey olmadan
üste sunacakları raporda hangi cevabı verebileceklerdi? Tek kişi bile olsa, ellerinde
gösterge olan bir sonucun olmasıydı önemli olan. Bu sonuç alınmadan, katiyen buradan
gidilemezdi.
Binbaşıdan aldığı emir, demirden daha sertti. Bu sertlik, harfiyen uygulanacaktı.
Bunun başka bir çaresi olamazdı. Onun için bu defa arkada durmak yoktu. En önde de
kendisi olacaktı. Kesin sonuç için böyle yapması şarttı. Yüzbaşı kafasında oluşturduğu
planın ayrıntılı hesaplarına dalmışken, daha sonra gelen bir Skorsky, cenazeleri kaldırıyor,
diğer iki kanatlı canavar da, havadan aşağıya ateş yağdırmaya devam ediyordu.
Düz hatlar çizdiğinde, taşı parçalıyor, toprağı kazıyordu. Ara vermeyen doçkaların
sesinden, kayalar zıngırdamaya başlıyordu. Her bir roket fırlattığında, vadi gürültüye
boğuluyordu. Mazlum'un altında bulunduğu yüksek taşın üstünden geçip etrafını doçka ve
roketle dövdüğünde, Mazlum, altındaki zeminin bile çatlamak üzere olduğunu
hissediyordu. O anda bu cani aletin kendisinin üzerinde bir etkisi, bedenine verdiği bir
zararı yoktu. Ancak ne kadar etkili vurduğu, yarattığı sarsıntıdan anlaşılıyordu.
Asıl düşündüğü şey, bu da değil, bundan sonrasının nasıl gelişebileceğiydi. Mühim
olan da buydu. Bu sefer hangi yöntemle üzerine gelmeyi düşünüyorlardı. Bu yaralı haliyle
kendini, onlardan tümden kaybettirmeyi başarmadığı müddetçe, peşini bırakmayacakları,
dolayısıyla ısrarla üstüne gelecekleri açıktı. ‘Çakal sürüsünün, leş kargalarının önlerine
düşen et parçasını bırakıp gittiği nerede görülmüştür?’ diyordu. Üzerine gelirlerse, nasıl bir
karşı koyuşu gerçekleştirilebilecekti? Bu dar koridordan, bu taşların arasından çıkmaya
fırsat bulabilecek miydi peki? Ya bulamazsa, ya böyle bir imkan hiç ama hiç olmazsa, o
zaman ne olacaktı?..
Aklına gelebilecek bütün ihtimalleri düşünmeye başlıyordu. Düşündükçe iki ihtimalin
dışında önüne çıkan başka bir seçeneğin doğmadığını görüyordu. Kurtulup arkadaşlarına
ulaşmayı başarmak ilk hedefiydi. Peki ya o da olmazsa? Kendi kendine, ‘Buna da önceden
hazırlıklı geldim. Göğsümü gere gere, hem de tereddütsüz. Hemen ardından da, ama
bunun etkili biçimi benim seçimim, benim tercihimle olacaktı. Bu tercihi bir kez daha
yapma şansına sahip olabilecek miyim acaba, bilemediğim ve çok ağrıma giden de bu işte.’
diyordu kendi kendine.
Yaraları soğumaya başlayınca, yükselen ağrıları dayanılmaz boyutlara ulaşıyordu.
Durduğu yerde geniş kan birikintileri oluşmuştu. Girdiği taşın altında vücudu kasılınca,
daha yoğun kan kaybetmeye başlamış, vücudunun ne kadar güçten düştüğünü, elini
kaldırmaya çalışırken fark etmişti. Kanla birlikte bedenindeki kuvvetin de yere aktığına
inanmak istemiyordu. Bu beden ki, kaybettiği kandan, hem de bükülmeyen iradeyi aşarak
titremeye başlıyordu.
Vücudu ateşin içinden buzların içine, buzların içinden ateşin içine sokulur gibi
oluyordu. Yerde biriken kanına bakınca, kendisinin istediği bir yerde ve daha büyük bir
pahayla dökülmediğine hayıflanıyordu.
Sonra kendi kendine, ‘Ne fark eder, sonuçta suladığım aynı toprak değil mi? Hangi
tarafı, hangi karışı olursa olsun sulanmasıydı önemli olan. Ve itiraf etmeliyim ki,
bedenimden üstüne akan kızıl kanımı görmediğim bu ana kadar, seni böylesine sevdiğimi
bilmiyordum.’ diyordu.
Yaralarıyla uğraşmaya lüzum görmüyordu. Hem uğraşsa da, bir faydasının olacağını
sanmıyordu. Yaralarının yükselen ağrılarından çok, bitirip tüketen bu susuzluğa nasıl
dayanabileceğini anlayamıyordu. Hayatı boyunca böyle susuzluğa düşmemişti. Ağzına,
boğazına avuç avuç tuz konulmuş gibiydi. Nefesi, sanki nefes borularından değil, sert bir
kayanın deliğinden gidip geliyordu. Gidip gelirken, çıkardığı sert hışırtı, boğazının sadece
birkaç yudum suyla da yumuşamaya gelmeyeceğini biliyordu.
Başının üstünden gidip gelen gaddar kanatlının sesi kesilince, bedeninden beynine
gelen bütün acılarını unutmaya başladı. Öldürüp bitiren o susuzluk aklından uçup gitti.
Kaybolan sesin vadiden de koptuğuna emin olunca, başını taşın altından çıkardı. Kendini
dışarıya çıkarırken, büyük bir işkence tezgahının içindeymiş gibi zorlanıyordu. Elleri,
ayakları istediği cevabı vermeye gelmiyordu, ne kadar ağırlaştığını yeni anlamaya
başlıyordu. Ne yapsa, ne etse ağırlaşan bedenini hafifletemiyordu.
Nasıl yeniden uyandırmaya, yeniden ayağa kaldırmaya çalışsaydı bilemiyordu. Taşa
tutunarak ayağa kalkmaya çalıştı ama daha kalkmadan kendini yerde buldu. Yeniden
denemekten geri durmadı. Taşı tırmalamaya başlıyordu. Parmak uçlarını zamk gibi taşa
yapıştırarak tutunmaya çalışıyordu. Sonunda ayağa kalkmayı güçlükle başarabilmişti.
Sendeleye sendeleye öne doğru yürüdü. Taşlara tutunmadan yürümeyeceğini anlamıştı. Sol
eliyle kenarında yürüdüğü taşlara tutunurken, sağ elinde de göz bebeği silahını tutuyordu.
Önünü görebileceği yere gelince, tutunduğu taşın arkasında kasıla kasıla çömeldi.
Başını taşın arkasından öne doğru vererek dikkatle baktığında, gözlerinin önündeki
her şey, bütün çıplaklığıyla gerçekti. Takılan en küçük ayrıntı dahi, yalan söylemeye
gelmiyordu. Onlarca asker gözlerinin önünde yamaca tırmanıp üstündeki sırta çıkmaya
başlıyordu. ‘Kim bilir bunlardan daha kaçı diğer tarafları sarmaya gidiyor?’ diye düşündü.
Çömeldiği yerden yeniden kalkmaya çalıştı. Düşmemeye dikkat ederek arkaya doğru
yöneldi. Aşağıya bakan çatlamış taşların yanına gelince durdu. Yan yana duran çatlak
taşların aralığından birkaç adım aşağıya indi. Bir bent gibi önünde duran kaya parçasına
göğsünü dayayıp aşağılara baktı. Ne düşündüyse de, gözlerinin önünde gerçekleşen oydu.
Her taraf asker kaynıyordu. Yüzlerce asker kayalığın altından arkaya sarkıyordu. Aşağı
ormanlıklara kadar önemli gördükleri her noktayı tutacakları belliydi. Alttan kayalıkların
etrafını saran kolun aşağısında birkaç çember daha vardı. Uçurumların altını bile tutmayı
ihmal etmeyeceklerdi. Yukarıda da aynısının gerçekleşmeye başladığından kuşku yoktu.
Yamacı bunun için tırmanmışlardı. Önden kendisine doğru kaç kolun geleceği henüz belli
değildi. Arka arkaya kaç çember atacaklarını kim bilebilirdi? Kaçışa yer verecek küçük bir
delik dahi bırakmak istemedikleri kesindi. Kuşatıp ezmeyi, imha edip silmeyi
hedefledikleri gün gibi ortadaydı.
Böyle olduğunu anlamak için, fazla düşünmeye de gerek yoktu. Üstüne bir gece değil,
on gece de gelse bu yaralı haliyle etrafına attıkları çemberi aşmak kolay değildi artık. Hep
düşündüğü birinci ihtimal yavaş yavaş gözlerinin önünde kaybolmaya başlıyordu. İstemese
de üstüne çekmeye çalıştığı geceyi, kafasından silip atıyordu. Çırılçıplak soyunup önüne
dikilen gerçeğe, ‘Sen gerçek değilsin, seni sen olarak kabul etmek istemiyorum, seni sen
olarak tanımıyorum. Defol, gözlerimin önünden kaybol!’ diyemiyordu.
Bunu bütün soğukluğuyla görüp kabul edemeyecek kadar kendinden geçmemişti.
Kendisini dört gözle bekleyen nihai sona, daha güçlü hazırlanmaktan başka bir çarenin
kalmadığına ikna olmaya başlıyordu.
‘Namertlik, buna göğüs germekten kaçmaktır işte. Gerçek gelip seni kıskıvrak
yakaladığında, eğer onun karşısında durup göğsünü gere gere karşılık vermezsen, senden
daha namert adam yok demektir. Namertliğin gerçek günü bugündür, başka günü olamaz.
Beni dört tarafımdan kuşatabilirler, ellerini tam boğazımın üstüne de koyabilirler, ama
ruhumu kuşatmalarına asla fırsat tanımayacağım. ‘Apoculuk kuşatılmayan
ruhtur.’dememişler mi? Ruhu kuşatılan gerçek bir Apocu'ya bugüne dek kim rastladı? Ne
dar kafeste, işkence tezgahlarının altında, ne savaş meydanında, cehennemi ateş
çemberinin içinde, ne de yaşam diye sunulan sahte yalanın yumuşak kollarında ruhlarının
kuşatıldığını kim gördü? Sadece kuşatılamayan o ruhu Apoculuktan bilirim.’ diyordu.
Dıştan gelen sızıntılara açık, kuşatılabilen ruhu Apoculuktan saymıyordu.
Ruhunun ateşinden kalkan dev alevler, göklere doğru uçuyordu. Beynindeki sabırsız
zaman, ışığın hızından ayaklarına pabuçlar takıyordu. Göğsünü dayadığı kaya parçasından
kopardığında, onu dinlemeye gelmeyen ayakları arkasından sürükleniyordu. O candan
sadık dostu kleşi, ellerine sımsıkı yapışmıştı. Tırnaklarını sert çelikten çengel yapıp hafif
eğimli taşın üstüne çıktığında derin bir nefes aldı. Üstünde beklediği taşın baş ucunda
yükselen ağacın arasından önünü görmeye çalıştı.
Bıraktığı kan izlerini takip ederek gelen askerler, gözlerinin önünde hilal şekli mevzi
almaya çalışıyorlardı. Onlarcası, yüzlercesi birbirini takip ederek aynı şeyi yapıyorlardı.
Bu hummalı sessiz uğraşın ardından kopacak kıyamette çizilecek unutulmaz resmin
çerçevesini yerleştiriyorlardı. Yerleştirmeye çalıştıkları çerçevenin içine sadece istedikleri
tonlar mı düşecekti? Buna karar vermeye, verdikleri kararı geçerli kılmaya, duygudan
kopmuş fiziki kuvvetleri yetebilecek miydi?
Bu savın yalnızca kendilerinden yana söylemeyeceği, doğacak resimden sonra
anlaşılacaktı.
Bir de yerleştirecekleri o çerçevenin içine Apocu ruhun eşsiz renginden hayranlık
uyandıran destansı tonlar işlenecekti. Bu tonlar gittikçe resmin bütününü kaplayacak,
çizmeye çalıştıkları şekli gölgede bırakacaktı. O vakit, resmin etrafını saran çerçeve
çatlayacak, gölgede sönük kalan, büzülmüş, çirkin çizgiler tam dökülmek isterken, utancın
ibreti diye havada asılı kalacaktı.
Mazlum keskin gözlerini ağacın yaprakları arasından askerlerin yaptıklarına dikmiş,
çizeceği o benzersiz resmin ayrıntılarına dalmıştı. Gözlerini askerlerin üstünden
ayırmazken, onların ne yapacaklarından ziyade, kendisinin ne yapacağını düşünüyordu.
Sol yanından kulağına dostça bir ses fısıldar gibi oldu. Başını çevirip bakınca, tam
aradığı mevziyi gördü. Başını eğip dizlerini üstünde beklediği taşa yapıştırdı. Ellerini
önüne bırakarak, görünmeden mevziye uzanmaya başladı. Sağ elindeki kleşini üstünden
geçtiği taşlara değdirmeden ilerliyordu. Mevzi onu aceleyle kendisine doğru çekiyordu.
Dizleri taşa yapışıp gitmek istemiyordu. ‘Bende derman kalmadı.’ deyip ayak diretiyordu.
O ise nefesine bile vakit bırakmadan, kanayan dizlerini arkasından taşıyordu. Dayandığı
elleri kardeş ellerdi. Kendisine dayanan sağlam yüreği, orta yerde bırakmaya niyet
etmezdi.
Arkada kalan taşlar kızıl kana boyanıyordu. Kızıl kanla nakışlanan suskun taşlar,
güneşe hüzünle bakıyordu.
Kendisini çağıran dost mevziye ulaştığında, sert hışırtıyla gidip gelen nefesine artık
vakit bırakabilirdi.
Kalın mevzi, bedeninin önünde çelik kadar sert bir zırh kaldırıyordu. Solundaki yüksek
taşın altında açılan geniş oyuk, kendisine kucak açıyordu. Gözlerini geniş oyuğun karnına
dikince, ‘Sana ihtiyacım kalmadı.’ deyip başını öne çeviriyordu. Vakit bulan nefesi, serbest
gidip geliyordu. O hayat nefesinden can alan kırgın dizleri, ayağa kalkmak istiyordu. Her
zor günün desteği kardeş ellerini, kalın mevzinin bedenine yapıştırıp başını mevzinin
üstüne kaldırdığında gözleri kusursuz gördü.
Bakışlarının altında mevzi alan askerler, önlerinde kaldırdıkları siperlerin arkasına
saklanıyordu. Mertçe vuruşabilmenin en iyi mekanı, o an seçtiği yerdi. Konumunu
sağlamlaştırmaya çalıştı. Aldığı pozisyona söyleyecek hiçbir söz yoktu.
O unutulmaz günün tanığı olan canlı cansız her şey, son defa sessizliği bozacak olan
tetiğe dokunuşun sabırsızlığındaydı.
Verdiği son dersten sonra, askerin tedbirsiz üzerine gelemeyeceğini biliyordu. Askerin
her hareketinde, arttırılan tedbiri gözlemliyordu. Bütün sessizlik, arttırılan bu tedbirle
geçiyordu.
Hala tümden tükenmeyen var gücüyle elindeki kleşini sıkarken, yavaş yavaş siperlerin
arkasında gözlerinden kaybolmaya çalışan askere bakmıyordu sadece. Derin derin
bakarken, askerlerin çok çok ötesini görüyordu. Bütün hayatı bir anda belleğindeki film
şeridine takılıp gözlerinin önünden geçiyordu.
Son haftaya girerken, okul günü ne zaman gelir diye içine giren heyecan onu yiyip
bitirmeye başlamıştı. Başlayacak önlüklü, kitaplı, defterli günleri, kendine doğru iple
çekiyordu. Okulda o kadar çok çocuk vardı ki, onlarla dünyanın bütün oyunlarını bile
oynasa bitiremezdi. Okuma yazma dedikleri o sihirli şeyi de öğrenince, büyük adam
olmaya başlayacaktı. Abisi Metin de öyle yapmıştı. Daha şimdiden, bir sürü arkadaşı vardı.
Okulda büyük adam olmaya başladığını, kendi gözleriyle görüyordu.
Büyük adam olmaya başlayacağı gün geldiğinde, içi içine sığamamıştı. O sabah, sevgili
anası Hanım’ın elleri arasında yıkanırken, incinme diye bir şey hissetmemişti. Sünger
yumuşaklığındaki keseyle keselenip pırıl pırıl olduğunda, kan kırmızı tombul yanaklarını
baba Fehim'in dudaklarından kurtaramamıştı. Ana Hanım, üstüne geçirdiği önlüğünü
iliklerken, ‘Herkesin parmakla göstereceği ciğerimden bir parça, güzel kuzum büyük adam
olacak.’ diyordu.
Büyük adam olmak, onun da hoşuna gidiyordu. Henüz bu büyük adamın ne olduğunu
pek bilmiyordu. Ama, her şeyi yapabilen koca bir şey olduğundan emindi. Kıpır kıpır
yüreğiyle minik sağ eli baba Fehim'in elinde, küçüklerin kalabalık ordusuna katılmaya
gidiyordu. Kendisinden başka, o ilk günün heyecanını hiç kimse anlayamazdı. Anadilinden
farklı bir dille öğrettikleri abece'yi, kısa sürede söküvermişti.
Bu ilk günün heyecanı, beş yılın ardından son günün heyecanıyla noktalandığında,
kendisine öğretilenlerin, kendisinin ait olduğu gerçeği anlatmadığını görmüş, o küçücük
yaşına rağmen, anasının babasının rengine yabancı, ruhuna diken gibi batan şeylere pek
ısınamamıştı. Gerçekmiş gibi uydurulan şeylerin hiçbiri, ruhunu sarmamıştı. İnkarın kökü
üzerinde yeşertilen yalanların kabulüne yanaşmıyordu.
Orta öğretime başladığında, şüphe duyduğu yalanları çözmesine yardım edecek yeni
okulun doğruyu gösteren kapıları açılıyordu önünde. Bu yeni okulda sadece küçükler ve
gençler yer almıyordu. Kadın erkek, küçük büyük, yediden yetmişe herkes yer alıyordu.
Yeni okulun arkadaşlıkları, heyecanı bambaşkaydı. Her günü, bir bayram havasında
geçiyordu. Girmeye başlayan herkes, derin uykudan daha yeni uyanmış gibiydi. Kendini bu
okulda tanımaya gelen insanlar, deliler gibi coşmaya başlıyorlardı. Yabancılaşmanın
getirdiği yalnızlıktan kurtulup birbirine ait olmanın büyük duygusuna erişiyorlardı. İyilik
kötülük, güzellik çirkinlik, eğrilik doğruluk bu okulun laboratuarında ayrışıyordu.
Çoğunluğun boynundaki kölelik zincirleri, özgürlüğün balyozuyla parçalanıyordu. Herkesi
kendisine sarılmaya davet eden gerçekler, koca yalanın ipliğini gören gözlerin pazarına
çıkarılıyordu. Ölen ruhlar dirilip ayağa kalkıyordu. Başkaldırı ruhu, yürekleri bir bir
fethetmeye başlıyordu. O büyük serhıldanın deli coşan dalgaları, her gün yeni bir kıyıyı
vuruyordu. O güne dek küçük görülen insanlar, serhıldan denizine daldıkları andan
itibaren, hızla büyümeye başlıyorlardı. Kendilerini fark etmeye başlayan anaların güzel
oğul ve kızları, gözlerini özgürlüğün heybetli dağlarına dikiyorlardı. Dağların doruklarında
silah kuşanıp başlayan yeni yaşama dört elle sarıldıklarında, tanrısal kutsallığın yüksek
katına ulaşıyorlardı.
Çok sevdiği ağabeyi Metin de, halkının gerillası olup bu yüksek kata ulaşmıştı.
Herkesin imrendiği büyük adam, daha da ötesi, güzel insan olmak buydu işte. Devletin
küçük okulunda insanlar büyüyüp güzelleşseydi, Metin bu küçük okulu elinin tersiyle itip
gider miydi devrimin o büyük okuluna? Küçük okulun öğrenciye verdikleri ile devrim
okulunun verdikleri arasında, dünyalar kadar fark vardı. Küçük okul, hayat gerçeğini ters
yüz ederek bol yalanlı soyutlamalarla, insanı ait olduğu gerçekten koparıp güttüğü amacın
kölesi kılarken, devrimin büyük okulu, insanı hayatın can alıcı gerçeğiyle karşı karşıya
getirip özgürlük ateşinde dövüle dövüle büyümenin yolunu gösteriyordu.
O da, sevgili ağabeyi Metin gibi bu yola girmek, ilk sıralarda bu kavgaya katılmak
istiyordu. Ama daha küçük olan yaşı, Metin'in çıktığı ilk sıralara çıkmaya imkan
vermiyordu. Daha uzun süre, devrim okulunun alt kademelerinde yürümekten başka bir
yolu yoktu. Bunun manası, bir yandan küçük okula devam ederken, diğer yandan büyük
okulun öğretici kitaplarını okumayı sürdürmekti.
Günler hızla birbirini kovalıyor, yıllar çabucak geçmeye başlıyordu. Dağın özgürlük
sesiyle, köyde ve kentte ayağa kalkan halkın gür sesi birbirine karışmıştı. Her şey alt üst
olmuş, o güne dek görülmemiş değişimler yaşanıyordu. Umut, zaferin çengeline takılmış,
zafer gerçekleşecek umudun kapısına dayanmıştı. Yüreklerde, devrimin gümleyen davulu
çalınıyordu.
Altta tutulanlara nefes aldırmayan zalim devlet, temelinden sarsılıyor, her geçen gün
değişik bir tarafı çatırdamaya başlıyordu. Devletin gaddar sahipleri, panik içerisinde dibe
kadar satılmayı göze alarak bu çöküşü durduracak binbir çeşit çarenin peşine düşüyorlardı.
Dertleri, devletin çöküşünü durdurmak değil, devletin kendilerine olanaklı kıldığı büyük
çıkarları kurtarmaktı. Bunun için, ABD'sinden Avrupa’sına, İsrail'inden kadar
çevrelerindeki
bütün
güçlere
peşkeş
çekmedikleri
değer
bırakmıyorlardı.
Gerçekleştirecekleri ve dünyada benzeri görülmemiş kıyıma destek çıksınlar diye, devletle
bütün saydıkları bölünmez milletin şerefini, namusunu beş paralık etmekten
çekinmiyorlardı. Zincirlerinden kopmuş bir çılgınlığın dünya çapındaki rezil oyununu
oynamaktan en ufak bir utanç bile duymuyorlardı.
Aldıkları destekle, her tarafta karanlık terör odaklarını kuruyorlardı. Diyarbakır'da
Vedat Aydın, Batman'da Sıdık Tan, başlattıkları karanlık terör hareketinin ilk
kurbanlarıydı. İnsan kitabındaki hiçbir kuralı tanımayan karanlık terör hareketiyle uzun
süreye yayacakları diğer katliam türlerinden çok daha etkili, dereceli katliam planını
yürürlüğe sokuyorlardı. Ekonomi, siyaset, yargı, medya bunun emrinde hazır hale
getiriliyordu.
‘Hizbullahçı’ dedikleri dini maskeli tetikçiler, öne sürdükleri faal piyonlardı. Anaların
dökülen göz yaşlarına acımadan, evlatlarını bir bir vurmaya başlıyorlardı.
Bir Newroz akşamında binlerce ateş topu, Cizre'nin üstüne düşüyordu. Ardından,
hafızalardan hiç silinmeyecek delik deşik edilmiş cesetlerle dolan Şırnak geliyordu. Aradan
pek fazla bir zaman geçmeden güzel Lice, dünya alemin gözleri önünde yakılıp yıkılarak
viraneye çevriliyordu.
Takip edegelen onlarca kentin binlerce çocuğu, bir daha analarının, babalarının
yüzünü göremez oluyorlardı.
Köyler ‘Terör yataklarıdır.’ denilerek görülmemiş vahşet türleriyle bir bir ortadan
kaldırılıyor, köylerden hayatta kalmayı başaran insanlar, zorla ve perişan bir halde
yabancısı oldukları uzak kentlere sürülerek her türlü hastalığın, onur kıran bir ekmeğe
muhtaç olacak kadar açlığın pençesine terk ediliyorlardı.
Halkının davasına gönül bağlayan iş adamları kaçırılarak vücutları parça parça
ediliyor, temsilcisi oldukları halkının dertlerini sormaya gelen milletvekilleri, çarşı
ortasında herkesin gözleri önünde katillerin kurşunlarına hedef oluyorlardı.
Kürdün adına bir iki söz söylemeye çalışan gazete binaları bombalanıyor, yalan
bombardımanının altında, her şeyi göze alarak doğru bir haber peşinde koşan gazeteciler,
kaçırıldıktan sonra ya kendilerinden bir daha haber alınamıyor, ya da bulunduklarında
parçalanmış, kanlar içindeki cesetleriyle karşılaşılıyordu.
Yurdunun sevgisinden kopmayan genç, ihtiyar, kadın, erkek binlerce insan, işkence
tezgahlarından geçirilerek hapishanelere dolduruluyordu.
Uygarlığın karanlık mezarındaki ağır uykusundan ilk defa uyanan yüzlerce kadına,
kaçırıldıktan sonra hayvanca tecavüz ediliyor, tanınmaz hale getirilmiş cansız bedenleri,
tenha köşelere atılıyordu. Bundan yeniden hayata dönmeyi başaranlar ise, ömür boyu bir
daha kendilerine gelemiyor, insanların arasına başları dik çıkmaya güçleri yetmiyordu.
İnsanlar ne gece, ne de gündüz hayatını yaşayamaz olmuşlardı. Her an, yanıbaşlarında
gerçekleşecek bir ölüm haberini duymaya alıştırılıyorlardı. Kendileri başta olmak üzere,
ansızın gelecek ölümün, bu defa kimi seçeceğini ise hiç kimse bilemiyordu. Yaşamın her
anı terörize edilerek zehirlenmiş, yüzlerin sevinçle gülümsemesine imkan bırakılmamıştı.
Yalnızlaştırılan kentlerin sokaklarına, korku sindirilmişti. Yaşamın sevinci neşeli
çocuklar, eskiden bu sokaklarda oynadıkları oyunları unutmaya başlamışlardı.
Ana Hanım, ciğerinden bir parça sevgili oğlunu, başına bir şey gelir diye kucağından
ayırmak istemiyordu. Her sabah evden çıktığında, yüreğine binbir korku hücum ediyor,
tekrar eve dönene dek bir an dahi rahat etmeyi bilmiyordu.
Geçmişte kucağında tutmayı başardığı o küçücük çocuk gitmiş, yerine dolgun
yanaklarının etleri yüz kemiklerinin üstüne oturmuş, damarlarında asiliğin deli kanı
dolaşan pırıl pırıl bir genç gelmişti. Ve eskiden olduğu gibi bu genç delikanlıyı, kucağında
tutmayı başaramıyor, baba Fehim'in nasihatları da artık kar etmiyordu.
Sevgili ana ve babanın kaygıları, haksız yere değildi. Bunu o da biliyordu. Seçtiği yol,
tehlikelerle doluydu. Bu yolda, kolay yürünemeyeceği kesindi. Her an düşmek, bir daha o
ana ve babanın yüzünü görmemek de vardı. Ama ucundaki tehlike ne olursa olsun,
doğruluğuna inanılan yola girmekten vazgeçmek, düşünülecek şey değildi. Hem bu yola
girmeye çoktan karar verilmişti. Küçük duygular anlamlı da olsa, inanılan büyük yola
girmekten alıkonulmaya yetmezdi.
Ağabeyi Metin gideli beri, kendisini bu yola bağlayan o kadar çok şey öğrenmişti ki,
bundan ömür boyu asla kopmaz bir noktaya geliyordu. Biraraya toplanmış tarihin bütün
acımasızlıklarına ve buna maruz kalan halkının büyük acılarına yakından tanık olmuştu.
Tanık olmakla da sınırlı kalmamıştı. Sorgulara alınıp işkence tezgahlarından
geçirildiğinde, bu acılara gencecik bedeniyle ortak olmuştu.
Batman'ın sokaklarında her gün gözlerine takılan görüntüler, hafızasına
sökülmemecesine yerleşiyordu. Gündüzün ortasında gözlerinin önünde vurulup düşenler,
bir saat öncesine kadar her şeyi paylaştıkları halde, bir daha göremeyeceği can ciğer
arkadaşlar, unutulmaya gelecek gibi değildi. Vurulup düşenler, gözlerden kaybolup
gidenler çoğaldıkça, omuzlarının üstüne düşen yükün ağırlaştığını hissediyordu. Ağırlaşan
bu yükü indirip orta yerde bırakmak ise, asla aklına gelmiyordu.
Girmeye karar verdiği yolun, düz bir çizgide, engelsiz gitmediğini, kendisinin de içinde
olduğu zıt kutupların boğuşmasından anlıyordu. Bugün alt katta görünen yarın üst kata,
üst katta görünen ise her an alt kata düşebiliyordu.
Ama işleyen kanunu tanıyıp farkına varmıştı. Yaşama gücünde olan büyük idealin
ölümsüz ruhu, üstüne gelen darbelerin altında kaç defa düşerse düşsün, sonunda ulaşmak
istediği yere varacağı şüphesizdi.
Daha dün ayağa kalkmış milyonların bayramı bitmiş değildi. Kıyımların düşürdüğü
korku, doğacak yeni bayramların coşkusuna sinmeyecekti. Hiçbir korku, sonsuz ömre
sahip değildi. Karanlıkta ruhların üzerine salınmış, ışık verildiğinde kaçıp saklanacak yer
arayan bir yarasaydı korku. Görünüşte öldürecek gibi gelen yenilmez bir canavardı. Ama
bıçak ucunun karnına değmesiyle sönüvermesi bir olan ince zarlı kara bir şişkinlikten
başka neydi ki? Her zaman sahibine fayda getiren, üstün kuvvetteki sihirli değnek de
değildi. Çoğu zaman, sahibini yerin dibine gömmeye hazır, elinden kazması düşmeyen bir
mezarcıydı. Bıraktığı karanlık örtünün altında, her zaman karşıtını mayalandırırdı.
Onun için korku, özgürlüğü çağıran halkların bayramına sonsuza dek sinemezdi.
Büyük dönüşüm dönemlerinin yıpratıcı boğuşmasında, kısa süreli suskunluklar her zaman
vardı. Bu, korku egemenliğine boyun eğiş manasına gelmezdi. Bugün kentlerin
sokaklarında gezinen korku, yarın sevinçle yürüyen büyük coşkunun ayakları altında
ezilmekten kurtulamazdı.
Bütün bunları kendisine söyleyen, yaşayıp gördükleriydi. Kavgaya başlayan sosyal
olgunun, bu kavgada ne tür iniş çıkışlara girebileceğini doğru tahmin etmekten uzak
değildi. Bugün hakim kılınmak istenen korkunun altında, yarın patlayacak büyük bir
öfkenin kuluçkaya yattığını biliyordu. O büyük patlamanın gerçekleşeceği günü, şimdiden
görür gibiydi. Gelecek o büyük günün heyecanından koptuğu yoktu. Damarlarında dolaşan
deli kanı, bunun ateşiyle kaynıyordu.
Anasının, babasının üzüntüsüne yol açsa da, yerinde durduğu yoktu. Önüne çıkan
hiçbir olaydan, çekinmeye gelmiyordu. Tekel caddesinin arka sokağında devlet yaratması
katil Hizbullahçılarla girdiği bıçaklı sopalı kanlı kavgadan daha yeni çıkmıştı. Batman
Lisesi’nde geçirdiği son yılının her günü bir olaydı adeta.
Son olay, Newroz bayramının önceki günüydü. O yıl Newroz bayramının ilk ateşini
yakmayı, çok önceden tasarlamıştı. Herkesinkinden farklı, sıradışı bir kutlamayla
başlangıç yapacaktı. Bu kutlamayla vereceğe mesajı da az düşünmemişti. Son güne kadar,
planına dair en yakın arkadaşına dahi hiçbir sır dışarıya sızdırmamıştı.
Öğle sonrasındaki dersin ilk teneffüsüydü. Tıklım tıklım dolan okul bahçesinde, havaya
toprak atılsa yere düşmezdi. Son günde haberdar ettiği arkadaşlarına işaret vererek kitap
ve defterlerini eline aldı. Çıkıp okulun bahçesine yöneldiğinde, onu takip eden arkadaşları
peşinden ayrılmıyordu. Kendisini çevreleyen genç kalabalığın arasından ilerlerken, kimse
ne yapacağını bilmiyordu.
Atatürk büstünün sürekli baktığı meydanın orta yerine gelip yüzünü, onun
teprenmeden hep aynı yere bakan gözlerine çevirdi. Gözlerini, yıllar yılı sabitleştirdiği
yerden ayırmayan cansız Atatürk, önünden geçen öğrencilere her zaman hatırda canlı
tutup unutmamalarını istediği bir şeyleri anlatmaya çalışıyordu.
Ama bu defa, başkasına bir şeyleri anlatacak olan kendisi değildi. Başkası, kendine bir
şeyleri anlatmış olacaktı. O başkası da, tam karşısında durmuş gözlerini onun cansız
gözlerine dikerek kendisine, ‘Muhayyel Kürdistan burada meftundur.’ sözünü hatırlatmaya
çalışıyordu. Onun beton altında olduğunu sandığı Kürdistan'ın, ‘Nasıl dipdiri ayakta
olduğunu görmek ister misin?’ dercesine, elindeki bir kitaptan üç dört sayfa koparıp,
çaktığı çakmağı altına tuttu.
Küçük alev, yaprakları iştahla yemeğe başladığında, herkesin duyabileceği yüksek bir
sesle, ‘Arkadaşlar Newrozunuz kutlu olsun!’ diyerek bütün dikkatlerin üstüne toplanmasını
sağladı. Alevler, elindeki yaprakları daha tümden yemeden yere bıraktı. Kitap iyice
tutuşunca, elindeki diğer kitapları da üstüne attı. Ardından defter ve kalemlerini de bıraktı.
Bununla da yetinmedi, boynundaki kravatı da çıkarıp attı. Kravatın arkasından da, lacivert
ceketi geldi. Kendisini takip eden arkadaşları, pek beklemeye gelmeden aynı şeyi
tekrarladılar. Kendilerini şaşkın gözlerle izleyen gençler de, sonunda dayanamayıp
heyecana gelmişlerdi. Okulun geniş kapısından sınıflara dalıp ellerindeki kitap, kalem ve
defterlerle birlikte hızla dışarı koşuyorlardı. Her yetişen genç, ellerindekini beklemeden
ateşin üstüne boşaltıyordu.
Herkes, kendilerine ait bir tutam alevin o ateşin içinden yükselmesini istiyordu.
Alevler gürleşip yükseldikçe, içeri doğru koşuşturmaca daha da artmaya başlıyordu.
Öğretmenler, öğrencilerin bu koşuşturmasından ve okul bahçesinde yanan ateşin etrafında
toplanmış gençlerin çıkardığı gürültülerden şaşkına dönmüşlerdi.
Gençler el ele tutuşup ateşin etrafında geniş bir halay çemberini oluşturmuşlardı.
Newroz'la ilgili hep birlikte yüksek sesle söyledikleri şarkılar bahçe duvarlarını aşıp kentin
sokaklarına doğru yayılıyordu. Kutlama, akşamın ateşli halaylı şenliklerine saatler kala
başlamıştı.
Okul düzenine, resmiyetine ait her şey, bir anda uçup gitmişti. Ne öğretmenlerin, ne de
okul bahçesinin orta yerinde halay çeken gençlere dik dik bakan cansız gözlerin, düzeni
korumaya güçleri yetmiyordu. Düşünülen hedefe ulaşılmıştı. O güne dek her resmi
düzenin yönlendirdiği bir şeyleri bellemek zorunda bırakılan öğrenciler, bu defa resmi
düzen sahiplerine kendileri bir şeyler öğretiyordu. Hem de, resmiyetin bütün korkularını
yırtan özgürlüğün o tadı bambaşka dilinden.
Devletin karınlarını doyurduğu, kendilerine Hizbullahçı diyen köksüz güruh,
yaşananlar karşısında içlerinde ufalıp büzülerek bahçe duvarının uzak köşesine
sinmişlerdi. Ortalıkta seslerini çıkarmaya cesaret verecek kimseyi bulamıyorlardı. Çaresiz
kalan genç beyin yıkayıcıları, panik içerisinde telefonlara sarılıp polis dedikleri gözü
dönmüş düzen bekçilerini çağırıyorlardı. Analarının kurtlanan bozuk sütüyle beslenmiş
öğrencilerin çağırdığı eli kanlı polis takımı geldiğinde, darmadağın olmuş okul düzeninden
başka görülen bir şey yoktu.
Tasarlayarak düzen bozan faillerin hiçbiri, ortalıkta görünmüyordu. Onlara
katılmaktan kendilerini alıkoyamayan diğer düzen bozucuların tümü de kayıplara
karışmıştı. Bir değil, on değil, yüzlercesi yapmıştı bunu. Ama görünürde, bunlardan hiçbiri
yoktu. Tümü de akşamdan başlayıp yarın da sürecek olan ve bir türlü önleyemedikleri
değişmez o üç renge bürünmüş büyük bayramın kalabalıklarına karışarak kışkırtıcılık
yapacak, habire düzen bozacaklardı.
Onları şimdiden arayıp bulmaya çalışmak, boşuna bir çabadan başka bir şey değildi.
Herkesi düzen bozmaya teşvik eden asi devlet hainini bulmak ise ellerinden gelmiyordu
artık.
O, zulmün üfürüğüyle ruhların üzerinde şişirilen korkunun karnını deşerek çevresinde
kendisini bilen çatal yürekli gençlerin ellerine, korkuyu korkutan birer kıvılcım
tutuşturmayı başarmıştı.
Bu şekilde çoktan çürümeye başlamış incecik bağlarla bağlı olduğu okul hayatına da
son noktayı koymuş oluyordu. Son nokta, yepyeni bir başlangıcın ilk noktası oluyordu.
Yıllardır özlenen yola tümden girişin önü açık hale geliyordu. Yoluna engel koyacak bir şey
kalmamıştı artık. Kendisini geriye çağıran hiçbir sesi duymuyordu. Beyni, ruhu, bedeni,
lafın kısası kendisinde bitebilecek her şeyi, birleşen yek bir sesle, ‘Nasıl istersen öyle olur.
Yolun ardına kadar açık olsun.’ diyordu.
Dünyanın en güçlü silah tekniğiyle donanmış, namı bilinen ordunun yüz binlerle
gerçekleştirdiği operasyonlara karşı, bir an dahi direnişten düşmeyen yiğit özgürlükçülerin
yüksekten gelen çağrısı kulaklarında yankılanıyordu. Dağların dorukları kendisine,
‘Yiğitliğini konuşturmanın zamanıdır.’ diyordu. Çoktandır ruhunu bağladığı özgürlüğün o
yüksek mekanına, hayat dolu genç bedenini de bir an önce taşımaya hazırlanıyordu.
Aynı kararın andıyla tek yumruk olan arkadaşları da kendisi gibi, önlerine dikilecek
bütün engelleri önceden yıkarak hazırlanmışlardı. Ama kendisini kaygılandıran küçük bir
mesele, yakasını bir türlü bırakmaya gelmiyordu.
Birlikte gitmeye karar kıldıkları arkadaş grubunun içerisinde en küçük olanı Şervan'dı.
Şervan, kendilerinin göz bebeğiydi, yüreklerinden bir parça biliyorlardı. ‘Bu küçük yaşta
başına bir şey gelse, kendini kim affedebilir?’ diyorlardı. O yaşta, kaldıramayacağı
ağırlıkların altına girsin istemiyorlardı.
Ama bunları ona anlatmak o kadar kolay mıydı? Bunları kendisine anlattıkları an ikna
olmak bir yana, kıyametleri koparacağından şüphe etmiyorlardı. Ondan habersiz bir iş
yapmaya kalkıştıklarında, bozulmasına kimse dayanamazdı. Küçük büyük önüne verdikleri
her işe severek koşardı. İçine girmekten çekindiği bir olay yoktu. Polisin, halkının yanında
saf tutan gençliğe karşı besleyip kullandığı Hizbullahçı gruplarla girdikleri kavgalarda, her
defasında öne atılmaktan kendini alıkoyamıyordu.
Tehlikesi ne olursa olsun, gittikleri her yerde kendisi de vardı. Peşlerinden ayrıldığı
yoktu. Kendilerine o kadar bağlanıp alışmıştı ki, ‘Bir süre ayrı davranmak zorundayız.’
deseler, hüngür hüngür ağlamaktan çekinmeyecekti. İstemediğini kabule asla yanaşmayan
bu ufak tefek şirin küçükten yakayı sıyırmak pek de kolay gelmiyordu. Bu defa yapmayı
düşündükleri şey, daha önce yaptıklarının çok çok ötesine geçiyordu. Gidişi olan, dönüşü
olmayan, ağırlığı zor kaldırılır bir şeydi. Bu ağırlığı kaldırmaya, herkesin gücü yetmezdi.
Gücü yetmeyenin bu ağırlı kaldırmaya çalışması, daha kötü sonuçları getirebilirdi. O
sebeple, ruhlarından bir parça saydıkları Şervan'ı, bu küçücük yaşıyla kaldıramayacağı o
ağır yükün altına almaya vicdanları razı gelmezdi. Daha zamanı gelmeden onu, devrimin
kızgın ateşine sokmaya kıyamıyorlardı. Eli ayağı sağlam tutmaya başladıktan sonra gelsin
istiyorlardı.
Ama bunu kendisine söyleyerek ikna edemeyeceklerini de biliyorlardı. Bu küçük taşkın
genci, hemen farkına varamayacağı inandırıcı bir yolla anlatmaktan başka bir çare
bulunmuyordu. Gönderilecek görevin hakkından gelemeyecek kadar küçük olduğu halde,
Amed'de gerçekleşecek olan öğrenciler komitesinin toplantısına temsilci olarak
gönderilecekti. Gönderildiğinde, heyecanı yüzünden okunuyordu.
Bunun kendisine yapılmış kötü bir şaka olduğunu, Amed'e gittikten sonra anlamıştı.
Kandırılmış olmanın kızgınlığıyla geri döndüğünde, kendisini daha kötü bir şakanın
beklediğini bilmiyordu. Bu vicdansızların kendisini tek başına yapayalnız bırakıp
gittiklerine bir türlü inanamıyordu. Ne yapsa, ne etse onları affetmeye gelmiyordu.
‘Birbirinden asla kopmayan gerçek arkadaşlar birbirine karşı böyle kötü oyunları olabilir
mi?’ diyordu.
Anasını kaybetmiş, küçücük bir çocuğa benziyordu. Gözünde, bütün Batman boşalmış
gibiydi. Etrafında yalnızlığını giderecek hiç kimseyi göremiyordu. Çalışkan tombul elleri iş
yapamaz olmuştu. Gözünün önünde olup biten her şey manasını yitirmiş, bomboş, soğuk
ve itici şeylere dönüşmüştü. Yediği yemeğin bile tadı kaybolmaya başlamıştı. Her oturup
kalkışında, ‘Bunu bana neden yaptılar?’ demeden edemiyordu. ‘Henüz ufak olduğumu
bahane ediyorlarsa, onlardan daha iyi nasıl yaptığımı kendi gözleriyle görecekler.’ diyordu.
Şervan'ı, böyle bir yolla atlatmak zorunda kalmaları, herkesten daha fazla kendisini
üzüyordu.
Daha sonra YNK savaşında ruhunu halkına emanet bırakıp parlayan yıldızların arasına
karışan Rodi’yle, çok samimiydiler. Serhat eyaletinde ölümsüzler kervanına katılan Med'le
de, aralarında su sızmıyordu. Daha ilk yılında KDP'nin pususunda ismini ölmezlerin
kitabına yazdıran bayan arkadaşı Cudi'yle de, ilişkileri kusursuzdu. Medya'yla da, benzer
şekildeydi. Ama Şervan, hepsinden daha fazla, kendisine yakın duruyordu. Amed'e
gönderdiklerinde de, bu sebeple kendisi onunla konuşmuştu.
Haftanin'e geldiklerinde, yokluğunu daha fazla hissetmeye başlamıştı. ‘Kendimizden
bu şekilde koparacak kadar duygusal davranmakla, ona da kötülük etmiş olmadık mı?’ diye
sormadan duramıyordu. Kendilerinin yokluğuna, onun da dayanamayacağını biliyordu.
Bildiği o inatçı Şervan'ın peşlerini bırakmayacağından emindi.
Ama kısa bir süre sonra onunla Kandil'de karşılaştığında, şaşırtan tarzda kendilerini
bir gölge gibi bu kadar yakından takip edeceğini hiç beklemiyordu. Buraya kadar aynı
yolda takipten düşmemeyi başardığına göre, bundan sonra da son nefes gelene dek
takipten düşmeyeceği kesindi. Bunu, adı gibi biliyordu.
Hayalinin ilk büyük gerçekleşmesi olan gerilla macerasına Haftanin'den sonra,
Şervan'la karşılaştıkları yer olan Kandil'de devam ediyordu. Kürdün kara günü 15
Şubat'tan sonra geçirdiği şokların ardıllarını, Kandil'de yaşıyordu. Gerilladaki ilk romantik
heyecanları, yaşadığı şokların ardından yerini daha gerçekçi bakmaya bırakmıştı. Hiçbir
şey, dıştan bakıldığı gibi değildi. İçine boydan boya girilmeden, en küçük meseleler bile
anlaşılmaya gelmezdi.
Namuslu, temiz bütün yüreklerin aynı anda attığı yerden, silahların susturulması emri
gelmişti. 15 yıldır susmayan silahların sesleri altında yürüyen devrim gemisi, yeniden yön
değiştirecekti. Açılan yeni yola göre yönün değişimi, her bakımdan yenilenmeyi gerekli
kılıyordu. Tepeden tırnağa yenilenme olmadan, yeni yola girilemeyeceği söyleniyordu.
Ustalıkla gerçekleştirilmesi gereken yenilenme ise, sakin bir durağı gerektiriyordu.
Hafızalara kazınan bu tarihi durağın adı da Kandil olmuştu. Kandil'de neler neler
yoktu ki? Umuttan düşüp her şeyin bittiğini söyleyenlerden tutalım, daha bir kurşun bile
sıkmadan, geçmişin savaşla yaratılan değerlerine saldırıp sahte ‘Barışçı’ kesilenlere,
ısıtılmış aç güdülerinin etrafında sefil bir hayat kurmak isteyen, beyinleri bulanmış, ruh
bozukluğunun girdabından çıkmayan gözleri kör, terbiye nedir bilmeyen yoz yaşam
arayışçılarından tutalım, özünde düşmanı olduğu yoldaşının kanı üzerinde karın şişirmiş,
‘Fırsat bu fırsattır’ deyip, her şeyi ele geçirmek isteyen bencilliğin hastalığıyla kudurmuş,
kendini pazarlamaya hazır mirasyedicilerin kurmaya başladıkları çete gruplarına kadar,
saymakla bitirilemeyecek bu ve buna benzer bir sürü o tarihi yenilenmenin pasaklı
döküntüleri ve açılan yeni yolun lanetli bozucuları vardı.
Çetin savaş yıllarında kırılan iradelerini gizlemek için, oluşan yeni iradeyi kırmaya
çalışan namertlerin sayısı da az değildi. İşin tuhaflığı, yüzlerine lanetin tükürüğü yapışmış
bu nankörlerin hiçbirinin, bozarken yeni yolun büyük yaratıcısı, umudun kaynağı özgür
insanı da dillerinden düşürmemesiydi. Hakikatin dışa vurduğu görülmemiş yüzsüzlük
buydu işte.
Bütün olup bitenlerden pek bir şey anlamayan, anlasa da yüzsüzlüğün suratında
yumruğu patlatma kuvvetini gösteremeyen suskun dillere dönmüş, sadece temiz
yürekleriyle orta yerde durup seyretmekle yetinen, ama hallerinden de memnun olmayan o
büyük çoğunluğun meselesi vardı ki, başlayan yenilenmenin ağır sancılarından birini de
onlar oluşturuyordu.
Bir de bu durakta kendilerine ait bir yaşamı olmayan, bütün hücrelerini, omuzlarına
ağır bir görev olarak yüklenmiş olan tarihi yenilenmenin başarılması için ayağa kaldıran,
gecesini gündüzüne katarak yaşadıkları her anı yorulmasız çalışma olarak belleyen,
beklenmedik bir kazaya uğramamak için sırat köprüsünden geçercesine duyarlı ve
yaptıkları işin farkında olan, bozucuların yüzlerini bir kez dahi görmek istemedikleri
imanın gücüyle bilenmiş, asla pes etmeye gelmeyen Apocu havariler vardı. Ve onların
etrafında da, derin bir göl gibi durgun duran Apocu ruhun ocağında dövülmüş, sahte
gösterişlere tenezzül etmekten uzak, günü geldiğinde er meydanına çıkmaya hazır gerçek
yiğitler vardı. Onlar Apocu ruhu ayaklandırmaya başladıkları an, önlerine engel diye çıkan
hiçbir şeyin onları durdurma gücünü gösteremeyeceğini iyi biliyorlardı. Bu, sahip oldukları
bütün kuvvetlerden üstün, gerçek bir kuvvetti. Yıllardır Kürdistan coğrafyasının her
köşesinde sürdürülen silahlı savaş durdurulmuştu. Ama Kandil durağında, benzeri
görülmemiş yeni bir savaş sürüyordu. Kanın akmadığı, delik deşik olmuş bedenlerin yere
serilmediği, fakat daha da zorlu geçen bir beyin ve ruh savaşıydı bu.
Devletin gücünü ellerinde tutan uygarlığın son sahipleri, bu savaşa bizzat kendilerinin
hazırlayıp içe saldıkları hastalıklı ruh ve zihin yapılarıyla katılıyorlardı. Dıştan içe doğru
bunun kışkırtılmasına kuvvet veren bütün kanalları açık hale getirmişlerdi. Silahlı savaş
türüyle gerçekleştiremedikleri zaferi, bununla gerçekleştirmeyi hedefliyorlardı.
Başaracaklarına dair, umutları büyüktü. Kısacık bir ömür biçiyorlardı. ‘Zorla birarada
tutulan, bilinçten yoksun, geri bir köylü kütlesinden başka bir şey değildir. Siyasetten
anlamaz, dar, duygusal ve bir anda karşılıklı zıtlaşmaya gelen sinirli yapılardır. Sıkıştırılıp
tahrik edildiklerinde, birbirini yemeden duramazlar.’ diyorlardı.
Önderlerinden kopuk birarada durabileceklerine ihtimal vermiyorlardı. Dıştaki
kuşatmayla birlikte, içteki zihin ve ruh zehirlenmesiyle boğuntunun başarılacağından,
kuşku duymuyorlardı. Bunun için hem içte, hem de dışta bütün ayarlamaları mükemmel
yaptıklarını düşünüyorlardı.
Ama hesapta yanlış yaptıkları bir şey vardı. O da, karşılarında olanın bilinçten yoksun,
geri bir köylü kütlesinin olmadığıydı. Karşılarında olan, yıllardır sürdürdükleri
mücadeleyle kendilerine gelip bilinç kazanan, birbirine kenetlenmiş, asla dağılmaya
gelmez Apocu ruhla yapılanmış, sağlamlaşmış bir kütleydi.
Onlar için yenilenme, her zaman sancılıydı. Elbette son yenilenme de, geçmişteki
bütün yenilenmelerden daha da sancılı geçiyordu. Zaten zorlanmadan, kolayca üstesinden
geldikleri hiçbir şey yoktu. Geçmişin bütün yenilenmeleri, sadece bir veya birkaç halka
yönelikti. Onların başarısına, bir devlet kurmak hariç, herkes tanık olmuştu. Ama son
yenilenme, bütün insanlığa doğruydu. Sınır diye bilinen her şeyi ortadan kaldırıyorlardı.
Bunun da, öyle kolay yoldan başarılamayacağı kesindi. İlk doğumdan sonra gerçekleşecek
diğer tüm doğumların, daha da sancılı geçeceği, doğası gereğiydi.
Onlar, bunun farkındaydılar. Gerçekleştirdikleri doğuşların ağır sancılarına, çoktan
alışmışlardı. Kendilerini, acılarından yaratmayı biliyorlardı. Gerçek güçleri de buradan
geliyordu. Her acı, onları daha da dayanıklı kılmaya götürüyordu. Tam da, ‘Parçalandılar,
dağılıp gittiler. Hiç bir şeyleri kalmadı, kalanlar da tükenmek üzereler.’ dendiği vakit, en
zor yerden inanılmaz çıkışlar yapıyorlardı. Son olanı da dağılıp yok olacaklarından büyük
umuda geldikleri zamanda gerçekleşiyordu.
İnsanoğlunun arkasında bıraktığı bütün zamanların hiçbir kesitinde, benzeri
görülmemiş geniş bir komplo çemberinin içinde boydan boya kurdukları oyun ağlarından
kimsenin kurtulabileceğini, akıllarının kenarından bile geçirmezken, ummadıkları yerde ve
beklemedikleri biçimde gerçekleşiyordu yeni çıkış. Kurulan oyun düzenlerinin sahipleri
sıkıştırdıkça, çıkış daha hızlı ve daha güçlü gerçekleşmeye tahrik oluyordu.
Son büyük patlama da, her taraftan başlayan sıkıştırmanın yüksek tahriki ardından
geliyordu. Bu, doğayla birlikte bütün insanlığı kapsayan Apoculuğun büyük zihin ve ruh
patlamasıydı. Cellatların etrafını çevrelediği, denizler ortasındaki o daracık yer derya gibi
açılıp derinleşmenin yeri haline getiriliyordu. İki adımın dahi atılamadığı o boğucu yerde,
ilk insandan son insana ulaşan uzun yolun yolculuğu başarılıyordu. Dayatılan kahredici
ölümün tam göbeğinden, umutla dolu yeni bir yaşam gün yüzüne çıkarılıyordu.
Açık veya gizli, binbir maskeye bürünmüş oyun tezgahçılarının beklemediği de buydu.
‘Öldürdük’ dedikleri yerde diriliyorlardı; hem de, yaşama ideallerini daha da büyüterek.
Sıkıştırıp boğma çabalarının tümü, aleyhlerinde tersi sonuçlar veriyordu.
Gün, içten ve dıştan gelen sancılara mahkum olmadan, kendini yenileyerek ayağa
kalkmaya başlayan Apoculuğun günüydü. İnançlı Apocu havariler, zor olanın ilk kısmını
atlatmayı başarmış, devam eden yenilenme işine, dört elle sarılmışlardı. Onların göz
bebekleri Apocu yiğitler, bir kez daha er meydanına çıkmaya hazırlanıyorlardı.
Yenilenmenin döküntüleri, lanetlenmiş, pasaklı bozucular, kirlenmiş, hastalıklı beyin
ve ruhlarıyla bir bir meydandan silinip gözlerden kayboluyor, kendilerini efendilerinin
kucağında buluyorlardı. Yenilenme hareketi adımlarına hız kattıkça, kendilerini geçmişin
başa bela hastalıklarından kurtaramayan ve bu hastalıklı yapılarıyla da, düşmanının direkt
ya da dolaylı kullanılan ajanı haline gelen bu türdeki tortular, daha da dökülmeye devam
edecekti.
Bütün bunlar Kandil durağında nefes nefese, en şiddetli haliyle yaşanıyordu. İçinde yer
almayanlar ve yakından ilgili olmayanlar, burada nelerin yaşandığını asla anlayamazlardı.
Geçmiş ile geleceğin bu duraktaki zorlu ve tehlikeli boğuşmasında, hangi sancıların
çekildiğini ve bunun sonucunda nelerin kazanılıp nelerin kaybedildiğini, yaşayanlar
bilebilirdi ancak.
Bu dönemeci yaşayanların içinde kendisi de vardı. Olup biten her şeye açık gözlerle
tanık oluyor, önceleri pek anlam veremediğinden ardarda şoklara uğruyordu. Hiç farkında
olmadan gözlerinin önünde gerçekleşen savaş, beyninde ve ruhunda kızışmaya başlıyordu.
İçinde kızgınlaşan bu savaşta kaç defa ölüp kaç defa dirildiğini saymaya gelemiyordu artık.
Beyni ışıklarla dolup ruhu tamamen ayaklandığında, bir daha ölmemek üzere gerçekleşen
dirilişin farkına varıyordu. Bu başardığı ilk sınavdı, başarılacak diğer sınavların esasının bu
sınav olduğundan kuşkusu kalmamıştı.
Benliğini ayaklandıran, Apocu ruhun kendisiydi. Bunun, yüreğine yerleşmiş her
şeyden daha değerli bir hazine olduğunu biliyordu. Buna sahip olmak, dünyalara sahip
olmaktı. Gerçek insana ait her şey, bu ruhun içinde vardı. Özgürlük mü, sevgi mi, güzellik
mi, umut mu, cesaret mi, aradığı her şey, onun içinden kendisine bakıyordu. Bu ruha sahip
olmamak, küçücük kalmak ve hep aşağılardan seyretmek demekti. Kendi gözleriyle
gördüğü gibi düşüp bir daha kalkmamaktı. En kötüsünden düşüp kalkmamak ve sonunda
yoklara karışmak, bu ruha sahip olmamaktan ileri geliyordu.
Kendi ülkesindeki bütün ölmüşlerin yeniden dirilişleri bu ruhun sayesinde
gerçekleşmişti. Bütün alçalışları, onunla yükselişe geçmişti. O görünmez hale gelen
küçüklükler, onunla büyümüştü. Kendisi de onunla büyümüştü ve daha da
büyüyeceğinden emindi. Bu büyüklük, daha küçücükken kafasında tasarladığı bütün
büyüklüklerin çok çok ötesine geçiyordu. Büyüten bu ruhtan yoksun yaşamayı, bu dünyada
her şeyini kaybetmeyi kabullenmek sayıyordu. Bu ruh, kaybetmeyi asla kabullenmeye
gelmezdi. Kazanmak varken kaybetmeyi kabullenmek, zihinsel ve ruhsal sefaletin, hatta
rezaletin kendisiydi, çirkinlikti. Çirkinliği kabullenmek ise, kendini insandan saymamaktı.
Dünyanın en güzel insanı, bu ruhun içindeki insandı. Ölürken bile, yaşamın güzelliğini
unutmayan insandı. Çünkü o, ölüme ait değildi. Yaşamın bedenine ekilmiş, sökülmeyen bir
tohumdu. Zorluğun en ağır geldiği anlarda bile, kendi kendine, ‘Bu üstün kudrete sahip
olmak kadar güzel bir şey olamaz.’ diyordu. Zorluğu aşmanın kuvvetini, bu kudretten
alıyordu. Üstün gelmenin mucizeleri, onun içinde gizliydi. Bu ruhla düşmek diye bir şeyin
olacağını varsaymıyordu.
‘Olsa da eğer, bedenin düşüşü bile, ruhun daha da yükselişini getirir.’ diyordu.
Kendini, bunun içinde fark etmeye başlıyordu. Kendini fark ettikçe, etrafını daha iyi gören
sağlam gözlere kavuşuyordu. Yanlış ile doğrunun ayırdına varmıştı artık. Kabul edilecek ile
reddedilecek olanın ne olduğunu biliyordu. Kafasında sağlam doğruların oturmaya
başladığına inanıyordu. Kendisine yön verecek olan da inandığı bu doğrulardan başka bir
şey olamazdı.
Basit hesaplarla kafasını karıştırmayacak, küçük bireysel hedeflere tenezzül bile
etmeyecekti. Bireysel duyguların tatmini yolunda, basit hedeflerle kendini küçültenlerden
nefret ediyordu. Küçük hedeflerin etrafında acayip davranışlara girip ucubeleşenlerden
hiçbir hayrın gelmeyeceğini adı gibi biliyordu. Böylelerinin akıbeti, en kötü tarafından hep
aynı olurdu. Sonunda kendilerini buldukları yer, düşmüşlüğün yutan batağıydı.
Apoculuğun kutsal ruhuyla büyümenin dışındaki bütün tercihleri, sadece küçülmenin
yolu olarak görüyordu. ‘Bu kutsal ruhla ayaklanmış, kendine ait olmanın ötesine geçen,
herkesin imrenerek baktığı özgür bir insan olmaktan daha büyük, Başkan Apo'nun yiğit bir
militanı olmaktan daha gurur verici bir şey olamaz.’ diyordu.
Önceden kafasına hücum eden tereddütler kaybolmaya başlamıştı. İlgiyi dağıtan
parazitlere kulak astığı yoktu. Aldatıcı toz pembe hülyalarla da meşgul olmuyordu.
Kendisine doğru gelecek yaman günlerin sert dövüşüne hazırlanıyordu.
Ve o gün gelip çattığında, arkadan kendisini geriye çekecek olan bütün ipleri
koparmaya başlıyordu. Işıl ışıl parlayan gözleri, inandığı doğruların güveniyle doluydu. Bu
güven kaynağında yüzmeyi sürdürdükçe, üstün geleceğinden şüphe etmiyordu. Ayaklarını
yere sağlam basıp, geleceğe umut götüren mert bir savaşçının selamını çakıyordu.
Asırlarca Kürdün yaralı sırtından indirilmeyen o keskin bıçak, bir kez daha Kürdün
ayaktaki özgürlük umudunu biçmeye geliyordu. Tek kişi dahi kalmayana dek, yurdun
özgür varlıklarını kesip parçalamadan rahat etmeyi bilmiyorlardı. Elbette sadece kendileri
için yapmıyorlardı. Karınlarını biraz daha şişirmek karşılığında, halkının katilleri için
yapıyorlardı. Hem de kendilerine, ‘Yurtseverler Birliği’ dedikleri halde. Halbuki
kendilerine ‘Yurt Düşmanları Birliği’ deseydiler, çok daha yakışır olurdu.
Öteden beri, hayırsız bir rolün sahibi olagelmişlerdi. Kirli ellerini, o büyük komplonun
içine de karıştırmışlardı ve bir daha da geri çekmeye gelemiyorlardı. Son ferdi de yok
edene dek, yapacaklardı bunu. Önceleri gizli kapıların arkasında saklanarak yaptıklarını,
bu defa açıktan yapmaya başlıyorlardı. Özgürlük hareketinin kentlerdeki kurumlarını, bir
bir yıkmaya, dağıtmaya girişmişlerdi. Bu kurumlarda kendilerine hiçbir zarar vermeden,
halkı için çalışanların peşine düşerek, tutabildiklerini zindan dedikleri betondan kör
odalara kapattılar, tutamadıklarını da, izleri kaybolana dek şehirlerden sürmeye başladılar.
Karadağ'da ellerine geçirdikleri, daha saflara yeni ayak basmış gencecik 14 özge canı,
en ufak bir vicdan sızlaması duymadan üzerlerine yağdırdıkları kurşunların hedefine
tuttular. Bununla da yetinmediler. Doğu ucundan batı ucuna kadar büyük Kandil'in
Soran’a bakan ön eteklerinde, geniş bir kuşatma çemberini oluşturdular. Arka tarafını da,
kendilerine efendi seçtikleri Acemler’e bıraktılar ve her geçen gün, durmadan çemberi
daraltmaya başladılar. Kandil dağını, özgürlük umudunun bedeninden akacak kanla, kızıla
boyanan kan dağına çevirmek istiyorlardı.
Efendileri, ‘Kandil, Kürdün asırlarca bağladığı umudunun sonsuza dek söndürüldüğü
son dağ olsun.’ diyorlardı. Kendileri de, ‘Emriniz olur.’ deyip beş kuruş karşılığında, buna
çoktan yatmaya razı gelmişlerdi. Hani, bu umudu söndürebileceklerine de, az
inanmamışlardı. Çünkü zayıflamış ve dağılmak üzere olduklarını düşünüyorlardı. Bir-iki
sarsıcı darbeyle, sonlarını getireceklerinden kuşku duymuyorlardı.
Ellerinde, Türklerin verdiği kullanılmamış yepyeni silahlar vardı. Namluları Kandil'e
çevrili bu silahlar tetiklenmeye hazır ve her an patlamak üzereydi.
Yaptıkları bütün bu kötülüklere rağmen, Kandil'in en yüksek yerinden kendilerine,
yürekten kardeşlik mesajları iniyordu. ‘Kürt katillerinin oyunlarına alet olduğunuz yeter.
Bari bundan sonra bunu yapmayın.’ telkini yapılıyordu. ‘Halkımıza, birbirini parçalayıp
yok etmeyi değil, birliğin sonucunda özgürlüğü sunmalıyız. Kardeşçe el ele verip, dünya
zalimlerine minnet etmeden, halkımızın karşısına başı dik ve onurla çıkmak varken,
birbirimizi kırıp dağıtarak dünya alemin bizimle alay etmesine sebep olmanın anlamı ne?’
diyorlardı.
Sonunda da vazgeçilmezse, yaptıkları hesabın tutmayacağını, ısrar etmeye devam
ettikleri taktirde, sonucun kendileri için pahalıya mal olacağını bildirmeyi de bir
sorumluluk sayıyorlardı.
Ama onlar, samimiyetle ve candan gelen bu çağrıları, ‘Kendilerini sadece dağılmaktan
kurtulmanın çabası’na yorarak hiç dinleme gereğini bilme duymadılar. Ve açıktan savaş
ilan ederek üzerlerine hışımla gitmeye başladılar.
Buna karşı elbette Apocu hareketin de, kendini savunma hakkı doğardı. Boyunlarının
üstüne inen keskin bıçağa, ‘Bu boyun kurbanın olsun, nasıl istersen, buyur istediğin gibi
kes.’ diyemezlerdi. Nasıl karşılık vermek gerekiyorsa, öyle vermek zorundaydılar.
28 Eylül akşamı geldiğinde, onların anladığı dilden konuşmaya hazırdılar. Apocu
yiğitler, o gece dimdik ayakta bekliyordu. Bütün tali, küçük meseleleri bir kenara
itmişlerdi. Üzerlerinde Apoculuğun fetheden atılganlık ruhu vardı sadece. Bu ruhu
bedenlerinde er meydanına indireceklerdi o gece.
Doğu ucundan Batı ucuna kadar uzun kuşatma şeridine karşı, aynı uzunlukta sağlam
bir savunma hattını kurmuşlardı. Bütün kuşatma şeridinin üstüne, bir yıldırım gibi aynı
anda düşeceklerdi. Gece saat sıfır birin ilk saniyesi bastığında, uzun kuşatma şeridinin
üstüne şimşekler bir anda çakmaya başlıyordu. Doçkalar, BKC’ler, havanlar, kleşler,
bombalar öfkeyle hep aynı anda konuşuyordu. O gecenin dehşet gürültüleri, Kandil'in
kayalarında yankılanıyordu.
İnançtan yoksun, birkaç kuruş karşılığında zorlamalı kurulan kuşatma çemberi
dayanabilir miydi buna? Daha ilk patlayışta, kuşatma çemberi parçalanıp dağılmaya
başlıyordu. Neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Şok içerisinde, arkalarına bakmadan
kaçıyorlardı.
Zaten Apocuların, onları öldürme gibi niyetleri de yoktu. Israrla direnip kendilerini
kurşunların hedefi haline getirenlerin ölümüne mani olamamaları, kendilerinden kaynaklı
bir şey değildi. Bir kısmını sembolik esir alma dışında, tutabildiklerini dahi hemen
salıveriyorlardı.
Buna ‘Kardeş kavgası’ adını takanlar da vardı. Oysa bunun, ‘Kardeş kavgası’na
benzeyen hiçbir yanı yoktu. Kardeşler aynı canın, aynı kanın ve aynı ruhun ürünü olarak
yaşama gözlerini açmış farklı güzellikteki varlıklardı. Bu varlıklar, kendilerini birbirinde
bulurlardı, biri olmazsa, diğeri de tek başına yaşamın güzelliğine anlam vermeye gelmezdi.
Biri açsa, diğeri tok yaşamayı düşünmezdi. Biri hastaysa, diğeri asla kendini rahat
hissetmezdi. Biri zayıfsa, diğeri kendini kuvvet sahibi görmezdi. Biri baskı altına alınıp
köleleştirilmişse, diğeri kendini özgür saymazdı. Kardeşliğin hukuku bunun üzerine
kuruluydu. Onların bellediği ahlak, böyle işleyip böyle giderdi. Onlar, birbirinden
koparılmış halde yaşamayı bilmezlerdi. Bütün hayatları boyunca, hep birbirlerine doğru
akarlardı. Yaşamın yok ediciliklerine karşı el ele verip birlikte direnişe geçerlerdi. Birlikte
düşünür, birlikte yaparlardı; birlikte oturur, birlikte yerlerdi.
Çünkü onlar, aynı candan gelen, biri olmazsa diğeri de olmaya gelmez, farklı
güzellikteki varlıklardı. Aralarında anlaşamadıkları bir mesele mi çıktı? Büyütmeden
hemen oturup konuşur ve hallederlerdi. Eğer böyle değilse, anlaşmazlıklar onları biraraya
gelmemek üzere birbirinden koparmaya götürdüyse, o zaman kardeşlik bozulmaya başlar,
kardeşlik hukuku diye bir şey de ortada kalmazdı.
Öyleyse Kandil'deki kavgaya da, ‘Kardeşlik kavgası’ denemezdi. Çünkü Kandil'e hücum
eden kardeş, kardeşini çoktan satmaya başlamıştı. Satmakla da yetindiği yoktu. Onu satır
satır doğrayıp kellesini halkının katiline sunmaya geliyordu. Kardeşliğin böylesi,
insanoğlunun hangi kitabında yazılıydı? Hayvan türünün kitabında bile, böylesi görülmüş
müydü?
Hep söylenegelen kekliğin bile, kardeşini bilerek tuzağa çekmediği bilinirdi. O keklik
dahi, düşmanının kafesinde öterken, kardeşini tuzağa çektiğinin farkında değildi. Belki de,
özgür kardeşini çok özlediğinden yapıyordu bunu. ‘Ne olur, gel beni de bu kafesten çıkar, al
yanına götür.’ demek istiyordu.
Ama Kandil'deki kardeşini, katili için satır satır doğramaya giden kardeş, ne yaptığının
farkındaydı. O, bu geleneği ta dört bin yıldan önce bilerek devralıp bugüne kadar getirmeyi
başarmıştı. Ve geçmiştekinden, çok daha ustalıklı götürüyordu bunu.
Elbette bu, kardeşle aralarında çıkan bir anlaşmazlıktan ileri gelmiyordu. Bağlı olduğu
efendileri, öyle istedikleri için yapıyordu, hem de ne yaptığını bilerek. Efendilerinin,
kendisine pek güvenmediğini de biliyordu. Hatta gözlerinin içine baka baka kendisine,
‘Siyasi fahişe’ bile diyorlardı. Yakıştırılan ‘siyasi fahişe’liğin dahi az geldiği doğruydu.
Herkesin nazarında böyle olduğunu bildiği halde, yaptıklarından vazgeçmeye gelemiyordu.
Çünkü bu, onun vazgeçemeyeceği mesleğiydi. Efendilerinin sofrasındaki artıklara,
korkunç alıştırılmıştı. Kirli kapların dibini, her gün yalamadan dayanamazdı. Yeter ki
efendileri istesin, günde soytarılığın on taklasını atmaya hazır haldeydi bu kardeş.
Kendisine, ‘Kardeşini kıtır kıtır doğramaya koş!’ dendiğinde, hiç tereddüde gelmezdi.
Kandil'deki kardeşini doğramaya gönderdiklerinde de, hiç tereddüde girmemiş, hatta kısa
sürede bunu başaracağını söylemişti.
Apocu'ların, böyle birini kardeşten sayması mümkün müydü? Halkının katili ve kardeş
düşmanı böyle birine, yaptığı hesabın yanlışlığını göstermek, onların boyun borcu olmuştu
ve zamanı geldiğinde de bu borcu ödemekten hiç çekinmemişlerdi. Yaptıkları, ‘Kardeş
kavgası’ değildi. ‘Kardeş’ maskesiyle boyunlarını kesmeye gelen o düşman elin içindeki
keskin satırı çıkarıp sert taşa çalmak ve kara yüzlerine bir kez daha lanetin tükürüğünü
yapıştırmaktı.
Apocular o gece, hamleyi mükemmel yapmışlardı. Üstüne bastıkları gibi, kuşatma
duvarı çökmeye başlamıştı. Kaçmalarına imkan veren kapılar, ardına kadar açık
bırakılmıştı. Zorunlu kalmadıkça, öldürmeme emri kesindi. Kardeş diye bilinen, zorla alet
edilmiş biçare peşmergeler, satılmışlığa kurban gitsin istemiyorlardı.
Her şey, planladıkları gibi başarıyla yürüyordu. İsteseler, tarihi Süleymaniye şehrine
kadar onları kovalayıp peşlerinden gidebilir ve her şeyi ellerinden alabilirlerdi. Ama buna,
hiç lüzum görmediler. Öyle bir amaçları da yoktu. Akılları başına gelsin diye biraz geriye
itilmeleri, kendileri için yeterli geliyordu. Bütün bunların başarılması, sadece birkaç günü
alan kısacık bir zamana sığdırılmıştı.
Fakat akıllarını başlarına toplamak yerine, yeni bir kuşatmayla ikinci defa da aynı şeyi
denemek istemişlerdi. Ama cevabın daha sert olanıyla karşılaştıklarını görünce,
yaptıklarına pişman hale gelmişlerdi. Yaptıkları hesap, rüzgara kapılmıştı. Ödedikleri
bedelin altından, kalkmaya gelemiyorlardı. Alınlarının üstüne, bir kez daha düşen kara
lekeyi sökmeleri, ellerinden gelmezdi artık.
Apocuların en zayıf anlarında bile, öyle kolay yenilir yutulur cinsten olmadıklarını
yeniden fark etmeye başlıyorlardı. Apocular için bu savaş, geçmişte yaşadıkları diğer
savaşların yanında, birkaç yudum su içmek gibi olmuştu. Zaten buna, savaş dedikleri de
yoktu. Sadece bir geri itme hamlesiydi. Bunu başarmak da, pek zor gelmemişti.
Bütün yoldaşları yeniden kendine getiren bu başarıda, kendisinin de emeği vardı.
İkinci sınavı da başarıyla geçmişti. Yüreğinin bir tarafı, sevincin yeni baharına açılmıştı,
ama bir tarafı da, kızgın közlerin üstüne düşmüş, kavrulmaya başlıyordu. Yanıbaşında
düşerken, son defa kendisine umut dolu gözlerle bakan can yoldaşlarını düşünüyordu.
Buna benzer, daha nice yoldaşlar geliyordu aklına. Onların bakışları altında ezilir gibi
oluyordu.
Hayatları boyunca söylemek istedikleri her şeyi, o son bakışta söylüyorlardı. O son
bakış kendisine, ‘Al bütün güzel hayallerim sende kalsın, bütün umutlarımı sana emanet
ediyorum. Bak, ideallerim seni ta uzaklardan çağırıyor. Elinle onları yakalayana dek, son
sürat koşmaya başla. Bir an dahi durduğunu duyarsam, her türden laneti üstüne
yağdırırım, bilmiş ol. Bir de, benden yoldaşlara selam söyle. Benim yerime herkesi teker
teker kucakla ve gül yanaklarından öp onları.’ diyordu.
Bu sözler, sadece hatırlansın diye söylenmiş sözler değildi. Her an, yerine getirmek
zorunda olduğu kesin emirlerdi. Buna ibadet edercesine itaat etmeyi, boynunun ağır borcu
sayıyordu. Bu emrin sadık bir eri olmak, insan olmanın en büyük şerefiydi. Şeref, asla leke
sürülmeye gelmezdi. Son nefesine kadar, ardından düşmeyeceği andı buydu. Buna göre
kendini daha da sık dokumak, şart olmaya başlıyordu.
Çokça yorulup ter dökeceği yeni eğitim devresine, gerilla macerasına ilk adımı attığı
günün heyecanıyla geliyordu. Eğitim devresinde geçirdiği her gün, beynine
unutmazlıkların tohumlarını ekiyordu. Çatlatan zorlukları kadar, güzel anılarıyla da
unutulmazlıklarla doluydu. Hele o devrenin son günü var ya, başaranlar için gerçek bir
sevinç bayramıydı.
Apocuların yetiştirildiği bu ocakta başlayacak ikinci maratona da hazır halde
duruyordu. Bu maratonun sonunda, bundan böyle başarıyla koşabileceğine dair oluşan
kanaat kendisine bildirildiğinde sevinçten havalara uçmuştu.
Kandil, metrelerce yağan karın altına gömülmüştü. Gecenin mavi gökyüzünde
parlayan melekleri, dondurucu soğuğa ses etmeye gelmiyorlardı. Martın yumuşak güneşi,
yapraksız ağaçların batı ucundaki beyaz örtünün üstünde uzanmış gölgeleri yırtmaya
başlıyordu. ‘Merhaba’ diyen güneşin gözlerinden içine ışık çeken kar tanecikleri, göz
kamaştıran kristallere dönüşüyordu.
Görev alanlarına gidecek yoldaşlar, gruplar halinde bir bir ayrılmaya başlıyordu. Karlı
Kandil, o günlerde kucağında sevinç ile hüznün inanılmaz boğuşmasına tanık oluyordu.
Hepsinden zor olanı da, son veda töreniydi. Geniş, dümdüz kar meydanında dört beş çizgi
halinde sıraya dizilen yeşil üniformalı yoldaşlarla, bir daha görüşemeyebileceklerinin
hesabını da yaparak kucaklaşıyorlardı. Düğüm düğüm olan boğazlardan güçlükle dile gelen
son telaffuz hafif tonda dokunaklı söylüyor, yüreğin ılık suyuyla ıslanmış gözler birbirine
bakmakta hayli zorlanıyordu. Kucaklaştığı son yoldaşın kendisine bakan gözleri, her şeyi
anlatmaya yetmişti.
Ayaklarının altında ezilen Kandil karı geride kalıyordu. Sırtına yüklediği yüzlerce
yoldaşın umuduyla, Botan'ın baharına yürüyordu.
Habur'a kadar her şey kusursuzdu. Ama Botan baharının sınırlarından içeriye
adımlarını tam atmaya başladıkları an, Habur'un lanetli salıncak köprüsü, kendisinden
beklenmeyen o alçaklığı yapmıştı.
Bütün gözlerin önünde oluşan o sahne, kızgın şişlere dönüşüp yüreklerin üstüne
iniyordu. Gerçekleştireceği hayallerinin peşinden koşarak gelen yiğit Nemrut, bütün
gözlerin önünde azgın suya kapılıyordu. Kahredici olan ise, hiç kimsenin elinden bir şeyin
gelememesiydi. Her şey göz göre göre gerçekleşiyordu ve kimse de bir şey yapamıyordu.
Buna kim dayanabilirdi?
Boğazından tiz bir hışırtı çıkaran nefesi, hızlı hızlı gidip geliyordu. Geride bıraktığı
arkadaşlarının içinden, daha o an çıkmış gibiydi. Hayatında yaşadığı her şeyi, bu kadar
canlı hatırlayabildiğine bir türlü inanamıyordu. Bütün hayatı, belleğinde saklı tuttuğu film
şeridine takılıp bir saniyede gözlerinin önünden geçivermişti, hem de defalarca
tekrarlanarak...
Buna akıl erdirmek imkansız geliyordu. Bir saniyede dolaştığı ömrünün gezisiyle de
yetinmiyordu. Aynı hızla, umudunun büyük bahçesine de uçuyordu. Peşinden koştuğu,
hem de gerçekleşebilir hayallerinin bu kadar güzel olduğunu ilk defa fark ediyordu.
Daha yaşanmamış, ama bir gün mutlaka yaşanacak olan o harikulade hayallerin tarifi
imkansız geliyordu. Öncesinden yapılmış hiçbir benzetme, gerçeğini anlatmaya yetmezdi.
Oradaki eşsiz güzellikler, kutsal kitapların cennetlerinde bile yoktu. Hakkında iyi
söylenmiş bütün sözlerin az geldiği parlak güneşin berraklaştırdığı mavi gökyüzünün
altında, kirlerinden arınmış ve rengarenk bir dünyaydı o. İnsanı insan olmaktan alıkoyan
baskılar yoktu bu dünyada. Herkes birbirinin ruhunda vardı. Ama hiç kimsenin, birbirinin
ruhuna dokunduğu yoktu. İnsanlar hem eşit, hem de özgür yaşardı. Sevenler, birbirinin
gözüne ürkmeden, korkusuz bakarlardı. Biri kendini, diğerinde keşfederdi. Kimse
birbirinden koparmayı değil, herkes birbirine vermeyi düşünürdü.
Önceleri can havliyle köşe bucak kaçan hayvanlar bile, onlarla dost olmaya gelirdi.
Yaprakları göklerde öpüşen koca ağaçlar, gölgelerini yeşil çimenler üzerine onlar için
seriyordu. Kaynağından patlayıp gelen serin sular, onlara doğru akardı. Başı sonu olmayan
tarlalar onlar için berekete yatardı. Cennetin meyvesiyle aşka gelen bağ bahçe, onlara
gönül düşerdi.
Çiçek bahçelerinin içinde neşeyle cıvıldayan kuş yürekli çocuklar, bekleyen yarınlara
hep birlikte koşardı.
Yeşil dünyayı yakan ateşler çoktan söndürülmüştü. İnsanı öldüren duygu, yoklara
karışmıştı.
Geleceğe götüren sevgi nehrine, herkes birlikte atılırdı. El ele tutuşanlar, bitmez aşkın
dünyasına dalardı.
Bir insan, yaşayan bir dünya olarak görülürdü. Bu insan, yaşayan bir dünya, hatta bir
evren olarak görülürdü. Bu insana bakmak, dünyayı, evreni anlamaya yeterdi. O hem
geçmiş, hem gelecek, hem de o günün kendisiydi. Onun renk verdiği dünya, yaşanmaya
değerdi.
Yalansız, tertemiz, sade duygular ve anlam yüklü gerçekler, sadece o dünyada vardı.
O dünya, karanlık bilmez, ışıklı bir dünyaydı. O dünyada hayat güzeldi, insan güzeldi
ve her şey güzelliğin de ötesinde buluşurdu.
Bunu tarif etmeye kalkmak ise olanaksız gelirdi. Ulaşılmaz gibi gelen bu dünya,
önceden inanan insanın kafasında bir yıldız olup hep parlamaya başlardı. Ayağa kaldıran
bir esin kaynağı olur, insanı peşinden koştururdu. Peşinden koşan insan, ona yakınlaştıkça
o hep biraz daha uzaklara kaçardı. Peşinden koşturduğu insanı bazen taşa toprağa çalar,
çamurlara batırırdı. Bazen derin bulanık sularda yüzdürür, bazen de kızgın ateşlerin
üstünde yürütürdü. Bazen nefessiz bırakan karanlık, dar tünellerden geçirir, bazen de
önüne aşılması zor, öldürten sarp yollar çıkarırdı ve bazen de şaha kalkan beyaz bir ata
bindirir, kendi sonsuzluğuna doğru koştururdu.
O, hem insanın baş belası, hem de onun aşk dünyasıydı. Hem çekilen işkencenin
sebebi, hem de bu işkenceye dayanmanın kuvvetiydi. Peşinden koşturdukça dövdürür,
dövdürdükçe sevdirirdi kendini. Hem yarın yakalanacakmış gibi yakınlaşır, hem de yedi
dünyanın ötesine geçecek kadar uzaklaşırdı. O uzaklaşıp gittikçe, peşinden koşan insan da,
hep onu yakalamaya çalışırdı. Yakalamadıysa eğer, bir şeyini yitirdiği olmazdı. Güzel olan
peşinden koşmaktı, hatta uğrunda ölmek bile. Çünkü peşinden koşarken attığı her adım,
bir yükseğe çıkıştı. Erişilmez yüksekten gelecek ölüm ise, ölümsüzlük dünyasına dalıştı. Ve
bu da, yeni ve güzel bir hayata yapılan başlangıçtı.
Başlayan yeni hayata milyonların akışı ise, bunun ardından gerçekleşecekti. Milyonlar
çoğaldıkça, uzağa kaçan o dünya yakınlara gelecek, hayal olmaktan çıkıp gerçeğe
dönüşecekti.
O hızla çalışan beynin, kaç kat yükseldiğini kim hesap edebilirdi ki? Bütün bir yaşam,
karşılaştığı her şeyiyle gelip bir saniyeye nasıl yerleşebiliyordu? Aynı saniyede, sınırsız
umut dünyasında o hızla nasıl dolaşabiliyordu? Bu, insan varlığının iradesi dışında
duyduğu yaşama isteğinden mi ileri geliyordu? Varsa böyle bir isteği, hem de iradesiyle
normal hayatta da, bu hızla yaşama gelemez miydi? Gelemiyorsa eğer, sebebi neydi?
Engelleyen mi vardı? Engelleyen kimdi o zaman? Bu engelin yaratıcısı da, insanın kendisi
miydi yoksa?
Buna aklı yatıyordu işte. Böyle olmasa her insan, belki de bir peygamber, bir evliya, bir
dahi olmaya koşardı. O zaman dahilere, peygamberlere ihtiyaç kalmaz, insanoğlunun
bütün yükü onların omzuna düşmezdi. İnsanoğlu kaldıramadığı yüküyle onların yükünü
ağırlaştırmazdı. Demek ki, bu ağır yükün altında sadece karşıtları değil, yandaşları da
eziyordu onları.
Daha önce, bu denli derinlikli bir anlama ulaştığını hatırlamıyordu. Önünde
mevzilenen askerlerin hareketini takip altında tutan koyu kahverengi gözleri, pırıl pırıl
parlıyordu.
Sınırsız anlam dünyasının gezisine çıkmıştı. İlk defa, yaşadığını hissediyordu.
Hissettikleriyle bütünleştiğini görüyordu. Onlardan bir parçaydı. Bundan hiç şüphe
etmiyordu. Yükselişinin farkındaydı. Bununla, yaşamının ilk ve en büyük ödülüne
kavuştuğunu düşünüyordu. Peşinde koştuğu yaşamın aşkıyla cayır cayır ateşler içinde
yanarken, coşkuya gelmek nedir biliyordu artık. Etrafı ateş çemberiyle çevrili, bedeni ise
paramparçaydı. Kanlı bedenini yapıştırdığı çelik sertliğindeki kalın mevzinin üstünden,
askerin hareketine çakılan gözleri kırpmaya gelmiyordu.
Ama güneşin yüzünden, gözünden dökülen sıcaklık, başını yakmaya başlıyordu. Tiz bir
hışırtı çıkaran nefesi, boğazından zor gidip geliyordu. Öldürüp bitiren susuzluk, habire
dudaklarını çatlatıyordu. Dudaklarının üstünde kabuklaşıp çatlaklara yapışan kızıl kan,
sökülmeye gelmiyordu. Parçalanmış bedeninden yukarı kalkan dayanılmaz sızılar, beynine
vuruyordu. Kararan gözlerini uyanık tutmak için var gücünü sarf etmeye çalışıyordu.
Beklediği vaziyette, daha fazla kalamayacağını biliyordu. Bedeni, ruhuna ayak
uydurmaktan yorulmaya başlıyordu. Dizlerinin üstüne, koca kayalar çökmüştü sanki.
Dağlar, taşlar, ağaçlar etrafında pervane gibi dönüyordu. Ne kadar durdurmaya çalışsa da
bir türlü başaramıyordu. Güneşin ışınlarıyla ısınıp ağırlaşan nemli hava, ağzının,
burnunun üstüne konan ıslak süngere dönüşüyor, boğazına yavaşça inerek, boğmaya
çalışıyordu. Boynuna değirmen taşları asılmış gibiydi. Durduğu yerde yığılmamak için
kendini zor tutuyordu. O haliyle bu kadar ayakta tutunmayı başarmak, mucize gibi
geliyordu. Her bedenin, bir dayanma sınırı vardı ve o sınırı aşmak pek kolay gelmiyordu.
Bu sınırın aşılamayacağını, kendisi de biliyordu. Ama o sınırın son çizgisine kadar,
koşmadan durulamazdı. Bedeninde son derman zerreciği kalana dek, bunu yapmaya
çalışıyordu.
Aşkına geldiği yaşamın peşinden durmadan koşan ruhu, parçalanmış bedeninin
sızılarından yükselen sesleri dinlemeye gelmiyordu. Geçmişten ve gelecekten on yıllar,
kendisine ait o saniyenin içinde dolaşmaya devam ediyordu. Tam denizler ortasındaki dört
duvar arasına sıkıştırılmak istenen, ama hiçbir zaman o duvarların çevrelediği iki adımlık
mekana sığmayan o büyük umut dünyasıyla, tekrar buluşma yolculuğuna düştüğü an,
üstüne doğru rasgele kurşun yağmuru başladı.
Çöken ağır sessizlik bozulmuştu. Yüksek kayalar, dehşetin gürültüsüyle
yankılanıyordu. Taş toprak zıngırdamaya başlıyordu. Öfkeyle gelip taşların sert bedenine
çarpan kurşunlar, parçalanarak sağa sola fırlıyordu. Parçalanan nazik ağaç dalları, deşilen
yapraklarıyla birlikte havada uçuşuyordu. Ağır makineliler, bomba atarlar, roket atarlar,
G-3'ler, havanlar, lav silahları hep aynı anda ateş kusuyordu. Kopan kıyametin gürültüleri
altında dayanamayan vadi, boğulmaya başlıyordu.
Serseri sarhoş kurşunların gelişinden, rasgele attıkları anlaşılıyordu. Arkasından alev
püskürterek uçup gelen roketlerin hiçbiri bulunduğu yere uğramıyordu. Yüksek taşlı
koridorun, sol tarafını parçalamaya gidiyorlardı. Sağ tarafta, otuz kırk metre aşağısında
bulunan yüksek taşların çatlakları arasına düşen seksen ikilik havanın, kendisine ettiği bir
tesir yoktu. Daha yerini tespit etmedikleri, rasgele, ama yoğun yaptıkları atışlardan
anlaşılıyordu.
Sessizliği bozan ilk kurşundan sonra, kendine siper yaptığı mevzinin arkasında oturup
mevzilerin geliş yönüne ve ateş yoğunluğuna bakarak, bundan sonra üzerine gelirken,
izleyecekleri hareket biçimini kestirmeye çalışıyordu.
Bedeninden yükselip beynini şiddetle vurmaya gelen sızıları hissetmeye gelmiyordu.
Son nefesine kadar, onlarla vuruşmaktan çekinmeyecekti. Arkasında oturduğu mevziye
mermilerin seyrek gelişi, ateşin geldiği yere bakmaya fırsat tanıyordu. Uzattığı yaralı
ayağını altına çekip, önünü mevziye çevirdi. Sağ elini bitişiğindeki taşın ucuna dayayıp
başını yavaşça sağ tarafa uzatarak önünü görmeye çalıştı.
Ateş ederlerken, öndeki hilal çemberin arkasında mevzilenen bir kısım askerin başını
kaldırdığını görüyordu. Önce, bunların neden böyle davrandığını anlamaya çalıştı. Ateş
ettikleri yerden, kendilerine bir karşılığın gelmeyeceğini düşündüklerinden böyle
yapmadıkları kesindi. Bile bile görüntü vermelerinin sebebi, güvende oldukları yerden
imha etmek istedikleri hedefin yerini tespit etmek istemeleriydi. Durdukları yerden,
hedefin bulunduğu noktayı tespit etmek, işlerini fazlasıyla kolaylaştıracaktı. Görüntü
vermekle de yetinmiyorlardı. Bağırıp çağırıyor, insanın damarlarını çatlatan pis küfürler
savuruyorlardı. Mide bulandıran köpüklü ağızlarından tükürükle birlikte havaya fırlayan
küfürleri karşısında dayanmak, üstüne yağan kurşun yağmuruna dayanmaktan daha
zordu.
Zor da gelse, tahrik döken dillerine tamamen kulağını kapatarak onları dikkatle
izlemeye çalıştı. Bu yöntemle daha fazla sürdüremeyecekleri, takip ettiği hareketlerinden
çıkarıyordu. Yavaş yavaş ateşi kesmeye başlıyorlardı.
Ateş tümden kesildikten sonra, her tarafa derin bir sessizlik çöktü. Vızıltı çıkaran bir
sineğin dahi görüldüğü yoktu. Yüreği ağzındaki minik kuşlar, çoktan dilsizlere dönmüştü.
İnsan ayarından düşmüşlerin edepsiz dilinden söyleyen, hilal çemberindeki bozuk diller de
suskunluğa oturmuştu.
Çöken sessizliğin arkasından neyin geleceğini düşünürken, başını kaldıran askerlerin
içinden çiğ bir sesin yükseldiğini duydu.
‘Ağır yaralı olduğunu biliyoruz, kurtuluşun yok artık. Gel, devletin şefkatli kollarına
sığın, daha fazla karşı koymaya çalışma. Karşı koymayı bırakıp gelirsen, söz veriyoruz sana
hiçbir kötülük yapılmayacak. Devletimiz seni, yeniden topluma kazandırmak, her gün
senin için ağlayıp sızlayan ailene kavuşturmak istiyor. Böyle inat ederek ailene de, vatanına
da kötülük yaptığını unutma. Bu devlet senin de devletin. Devlete karşı gelerek ne elde
edeceksin? Oysa karşı geldiğin devlet, seni kurtarmak için, her türlü fedakarlığı
yapmaktadır. Bak, Mehmetçik sana sevgi dolu kucağını açıyor, haydi daha fazla inat ederek
uzatma. Geldiğin taktirde, sana tek bir soru sormadan, derhal hastaneye kaldıracağımıza
söz veriyoruz. Bu, devletin sana verdiği şeref sözüdür.’
Bu şekilde yükselen amacı malum çağrının kuyrukluları havada oynaşırken, dört asker
ardarda mevzilerinden çıkıp yüksek taşlı koridora doğru giden kan izlerinin takibine
başlıyordu.
Kan izini sürerken, ses çıkartmaktan da çekinmiyorlardı. Yükselen çağrıyla birlikte
mevzilerinden çıkıp açıktan gelen askerlerin, hangi gayeyle geldikleri anlaşılmıştı. Avlamak
istedikleri balığa, yem olarak sunuldukları açıktı. Ölüm tehdidi altında yem olarak öne
sürüldükleri doğruydu, ama durdurulmamaları halinde, kan izini takip ederek yanına
kadar sokulmaya çalışacaklardı.
Bu anda, süratle bir tercih yapmak zorundaydı. Yarı yolda durdurmalı mıydı, yoksa
yanına kadar sokulduktan sonra mı müdahale etmeliydi? İkisinin arasında bir tercih
kaçınılmazdı. Yanına yaklaşmalarına fırsat verdiği taktirde, bu taş labirentinin içinde
yakındayken onları kontrol atına almak mümkün olmayabilirdi. Kan izini takip ederek
gelecekleri kesindi. Ama uzak mesafeden önlü arkalı, sağlı sollu birbirini kollamadan
gelmeyecekleri de belliydi. Bu halde, onlara indireceği etkili darbeye denk getirilmeleri
zorlaşırdı.
Hatta darbe almadan, kendilerinin istedikleri sonuç da doğabilirdi. Bu tercihi
düşündükçe, dezavantajları çoğalıyordu. Dezavantajlarının çoğaldığı biçimi seçmek,
yapacağı kötü bir hata gibi geliyordu. O halde ikinci tercih, daha isabetli bir karar
oluyordu. Sıkacağı ilk kurşundan sonra, yerinin tespit olacağını biliyordu.
Ama olsun bir kişiyi bile düşürmek, az şey değildi. Böylece eli silah tuttuğu sürece
onları kendisiyle uğraştırarak yorup bunaltmaya da devam edecekti. Bir kişiye karşı, bin
kişinin acizliğini ne kadar gösterebilirse, o kadar iyiydi. Hızla aldığı kararı, hiçbir
tereddüde bulaştırmadan hemen uygulamayı düşündü. Bekleyecek zamanı yoktu. Bir
saniyenin bile değeri paha biçilmezdi. Kısacık bir zaman kaybı her şeyi, düşündüğünün
tersine çevirebilirdi.
Kendini toparlamaya çalıştı. Kollarına, bacaklarına büyülü bir kuvvetin aktığını
hissediyordu. ‘Kollarımda, bacaklarımda bu kuvvet durmaya devam ettikçe, bin parçaya da
bölünsem, önlerinde serildiğimi, kendi gözleriyle asla göremeyecekler.’ diyordu.
Sağ elini ucuna dayadığı taşın aralığına girdiğinde, rahat bir nefes almaya çalıştı.
Mezvilerinden çıkıp açıktan kan izinin takibine düşen askerleri rahatlıkla izleyebiliyordu.
Önüne düşen dalların ve sık yaprakların engeli nedeniyle, gelen askerleri gördüğü gibi, ateş
edilen mevzileri göremiyordu. Ancak mevzilerin bulunduğu hattı, tümden gözden
kaybetmiş değildi. Yem olarak öne sürülen askerler gelip otuz metre mesafeyle önünden
geçeceklerdi.
Kendisini kafese çağıran ayarı iyice bozulmuş çiğ ses, hala hava boşluğunda
yükselmeye devam ediyordu. Hava boşluğunda yırtılıp giden bu sese aldırmadan,
askerlerin iyice yakınlaşmasını bekledi.
Pozisyonunda kusur yoktu. Parmağı, tetiğin üstündeydi. Nişangahın deliğinden baktığı
önde yürüyen askerin üzerinden gözünü ayırmıyordu. Beklediği mesafeye tam geldiği an,
öfkeli parmağı hırsla tetiğin üstüne oturdu. ‘Of anam!’ diye bağırarak devrilen öndeki
askere bakma gereğini duymadan, yeniden ısınmaya başlayan namluyu, devrilenin
arkasından gelen diğerlerinin üzerine kaydırdı. Onların üstünden kaldırır kaldırmaz,
süratle tam göremediği mevzi hattına doğrulttu. Mevzilerin içindeki her bir askerin dazlak
kafası, ürpertiyle saklanacak yer aradı.
Şarjör boşalana dek, parmağını tetiğin üstünden kaldırmadı. Boşalan şarjörü
değiştirmeye çalıştığı sırada, fırsat dazlak kafalıların eline geçti. Bir anda arkasındaki taşlar
kıvılcımların içinde kaldı. Binlerce mermi, aynı anda üstüne yağıyordu. Kulağının
kenarından vınlayıp geçen ilk mermiden sonra, başını arkasında olduğu taşın altına
indirdi. Üstüne boşalan kurşunlar, başını kaldırmasına fırsat vermiyordu. Etrafındaki
taşlar, toz duman içinde kaybolmaya başlıyordu. Yerinden kopan taş parçaları, kanatlanıp
havalara uçuşuyordu. Ardarda patlamaya başlayan havan ve roketler, zelzele yaratıyordu.
Peşpeşe gümleyen lavlar, yeşil yapraklı can ağaçları alevler içinde bırakıyordu. Gözleri kör
eden gri sis bulutları yere çökmeye başlıyordu. Havadan, bedenini yakan ateşli küller
yağıyordu.
Arkasında saklandığı taşlar, kendisini korumaya yetmiyordu. Daha kullanılacak
fırsatlar önünde durdukça, kendisini korumaya yetmeyen bir yerde çakılıp kalmayı,
kalkma ferasetini göstermemeyi, pes etmeyi kabullenmek olarak görüyordu. Güçlükle
açabildiği gözlerini, daha önce kendisini saklamaya çağıran oyuğun karnına dikti.
Ama son çare bile olsa, oranın pek emin gelmediğini hemen fark etti. En iyi olanı,
aşağılara doğru sarkmayı başarmaktı. Düşündüğünü beklemeye getirmeden, üstünde
durduğu taşın aralığından arkaya doğru inişe geçti. Üstüne şiddetle fırlayıp gelen taş
parçalarından, kendini koruma gereğini görmüyordu. Düşündüğü yere, koşarcasına
ulaşmak istiyordu.
Ama taş kesilen bacaklar yürümek bilmiyordu. Yerlere akan kanının içinde, kuvvetinin
ne kadar döküldüğünü şimdi daha iyi fark ediyordu. Her şeye rağmen pes etmek,
düşünülen şey olamazdı. Bedende bir damlacık derman kalana dek, inadına yürünecekti.
Taşlara tutunarak el yordamıyla yürüyordu.
Cehennem ateşinin döküldüğü yer, yavaş yavaş arkada kalıyordu. Kenarında yürüdüğü
taşın dönemecine tam ulaşacağı sırada, yerin dibini sarsan yıldırım gürültüsüyle bir havan
arkasına düştü. Havanın patlamasıyla, yerinden uçup tekrar düşmesi bir oldu. Göz bebeği
kleşi elinden fırlayıp önündeki taşın dibine düşmüştü.
Bir süre yüzü koyun öylece yerde yattı. Elini destek yapıp başını kaldırmaya çalışırken,
henüz kendinde değildi. Başını kaç defa kaldırdıysa, tekrar kalktığı yere düştü. Ne
olduğunu anlamaya çalışıyordu.
İçinde olduğu bir çocuk oyunu mu, yoksa bir savaş mıydı, pek çözemiyordu. Ama
yaşadığının, bir rüya olmadığından şüphesi yoktu. Bir anda, nefessiz kalmıştı. İçi, kasılıp
çatlamak istemişti. O ateşli basınç, kendisini şiddetle itip parçalamak mı, yoksa içine çekip
yutmak mı istemişti, bilemiyordu. Bildiği tek şey, kulağında yankılanan o dehşet
patlamanın hala da devam ediyor olmasıydı.
Ağzından, burnundan dökülen kanlar, gözlerinin önündeki toprağı suluyordu.
Gözlerini sabitleştirdiği kanın, kendisinde yarattığı çağrışımları hatırlayınca irkilir gibi
oldu. ‘Beni düşürdükleri gerçek mi yani? Andımı ayağa düşürecek kadar kendimden
geçmiş olabilir miyim acaba?’ deyip kendine gelmeye başlıyordu.
Gözlerinin önündeki sis perdesini dağıtmaya çalışarak ayağa kalkmak istedi. Ama
toprağa bastıkça, ellerinin tutmadığını gördü. Gözleri, sol kolundan aşağıya doğru
parmaklarının arasına inerek toprağa karışan kızıl kana ilişince, ellerinin neden kendisini
kaldırmaya gelmediğini daha iyi anladı.
Omuzdan dirseğe kadar sol kolunun arka tarafı, şarapnel parçalarıyla yırtılmıştı.
Kafatasının arka tarafından başlayarak aşağıya doğru omuzlarında ve sırtında açılan
yarıklardan kan fışkırıyordu. Omuz ve kol kemikleri, birbirinden kopmuş gibiydi.
Takatini ellerine verip başını kaldırmaya çalıştıkça, yüzü tekrar kalktığı yere
yapışıyordu. Ellerinin, kendisini kaldırmaya gelemediğine ikna olamıyordu. ‘Bu eller, beni
yerde bırakacak eller olamaz.’ diyordu. Yanlara doğru uzattığı ellerini açıp kapamaya
çalıştı. Ne kadar denediyse de, sol elin beş kardeşi uyanmak istemedi. Beyninden inen
buyruğu duyamıyorlardı çünkü.
Aynı şekilde sağ elin beş kardeşini de denemeye çalıştı. Bunlar cevap vermeye hazır
bekliyorlardı. Aldıkları ilk buyrukta, inip kalkmaya başladılar. Kardeş ellerin vaziyetini pek
iyi anlamıştı. Bir süre onları, kendileriyle baş başa bırakmaya çalıştı.
Kanını yutan toprağa diktiği gözlerini kapatıp kalbinden gelen sesleri dinlemeye
koyuldu. Kalbini dinledikçe, dirildiğini hissediyordu. Ondan duyduğu sesler, ayağa
kaldıran büyüleyici seslerdi. Kulağını, hayatın şafağından gelen bu sesten ayırmak
istemiyordu. Dinledikçe, tadı daha da doyumsuz hale geliyordu. Başını kaldırıp gözünü
açsa, bir anda uçacak gibi oluyordu. Daha başını kaldırıp, gözlerini açmadan, nasıl da güzel
yürüdüğünü görüyordu. ‘Düşündüklerimin hiçbiri hayal değil. Başarabilirim,
başarabilirim!’ deyip azimle kalkmaya çalıştı.
Düşündüğü gerçekti. Sonunda, bedeninin yarısını doğrultmayı başardı. Şimdi de sıra,
tümden ayağa kalkıp yürümekteydi. Oturduğu yerde, önce elinden uçup giden silahına göz
gezdirdi. Silahı gözlerinin önündeki taşın dibinde, ellerine atılmak için bekliyordu.
Sürüklene sürüklene silahına ulaşmaya çalıştı. Silahına ulaşır ulaşmaz namlusundan tutup
dipçiğinin üstünde oturttu. Beklemeden namlusunu iyice kavradığı silahına dayanarak
yavaş yavaş ayağa kalktı. Tam ayakta duracağı anda düşecek gibi oldu. Dipçiği sağlam yere
dayanmış silahı ile arkasındaki taşa tutunup düşüşünü önledi. Bu defa da, ayakta
durduğunu görünce, içini sözlerle anlatamayacağı büyük bir sevinç kaplamıştı.
O anda ayakta yürümenin tadı bambaşka geliyordu. Bir adım bile olsa, dünyalara
değerdi. Her adım, yılların koşusuna benzerdi. Silahını koluna takıp er meydanına yeniden
giren savaşçının gururuyla adım atıyordu. Düşe kalka, kendini parçalayarak yürüyordu.
Ama attığı her adımın tadını çıkara çıkara gidiyordu. Her defasında, dayandığı taşlar
yürümesine kolaylık sağlıyordu.
Sonunda, istediği yere gelmeyi başarmıştı. Kayanın altında mevzilenen askerlere
görünmemeye dikkat ederek önündeki yüksek taşı da aşmaya çalıştı. Geniş vadinin karşı
yamacına bakan benekli gri taşı geçmesi için birkaç adım atması yeterli gelmişti.
Arkasına vardığı büyük taşa yaslı duran ve yüzü doğu güneşine dönük kar beyazı, şeffaf
bir mermer taş vardı. Taşın önünde, uçları sararmaya başlayan otlarla kaplı birkaç adımlık
küçük bir düzlük bulunuyordu. Şeffaf taşın kuzeydoğusunda, küçük düzlüğe duvar olan
büyük bir taş yükseliyordu. Aradığı en güzel yer burasıydı. Şeffaf taşa değmemeye
çalışarak, iki adım daha attı. Yüksek taşın dibinde oturup kleşini omzundan indirdi. Kleşin
namlusundan tutup dipçiğini yere yapıştırdı. Namlusunu sıkıca kavradığı kleşinin
desteğinde sırtını taşa dayayarak, yavaş yavaş yere çökmeye başladı. Kleşini, sırtını
dayadığı taşa yasladıktan sonra, bacaklarını hafifçe önüne doğru uzattı. Aldığı nefesle,
bütün havayı bir anda solumak istiyordu.
Derin derin, karşıdaki sırtların seyrine daldı. Gözlerini en yüksek sırtın zirvesinden
aşağıya, vadiye doğru yavaş yavaş indirdi. Hiçbir ayrıntısını gözden kaçırmadığı karşı
ormanlığın içinde, kanatlı bir yürüyüş gerçekleştiriyordu. Bir uçtan diğer uca, ağaç ağaç,
taş taş inceleyerek dolaşıyordu. Gözlerine takılan ne varsa, belleğinin hazinesine
dolduruyordu. Belleğinin hazinesine aldığı her şeyi eriterek yudum yudum bal tadında
ruhuna içiriyordu.
Her bakışın içinde, bitmeyen bir hayat vardı. Bu an, zamanın alnına çakılan bir resim
olsun ve hiçbir vakit gözlerden kaybolmasın istiyordu. Bakışında canlanan hayatın bütün
güzel renklerini sonsuza dek yaşatmaya çalışıyordu.
Ağırlaşan göz kapaklarını, birbirinin üstüne indirmemek için var gücüyle direniyordu.
Vakit gelmediği sürece, gözlerindeki ışığın sönme ısrarına olur demeyecekti.
İçinde fırtınalar kopuyordu. ‘Uzun zamanın yolculuğunda taşımak için sırtıma özlem
vurdum. 'Neden bu kadar erken?' diye haklı olarak yargılayacaklarını biliyorum. Çünkü
ayrılışın son sözünde, sevinçleri yaşatmanın resmini gösterdim yoldaşlara. Ama gelin
görün ki, hayatın cilvesi farklı olanını gösterdi. Boynumda daha ödenmemiş bir borç
dururken, bin parçaya bölünmeden nasıl katlanabilirim buna? İçimde kopan fırtınaya
kapılmamak elde midir?’ diyordu.
Hayat dolu gözlerini sonsuzluğun yüreğine dikip denizler ortasındaki dört duvar
arasında oturan büyük umut dünyası, yüce özgür insanın huzuruna çıkmaya gidiyordu.
Bütün engelleri paramparça ederek huzura çıkmaya başladığında, nefesi boğazında kalıyor,
yüreği duracak gibi oluyordu. Söylese, sesinin duyulacağından emin gibiydi.
İçten, yumuşak, ama titrek bir sesle, ‘Özür diliyorum, son sözlerimdir Başkanım.’
diyordu. İlk sözden sonra boğazı düğümlenmişti. Boğazındaki düğümü çözmek için
yutkunmaya çalışıyordu. Boğazındaki düğümü çözünce, kaldığı yerden sözlerine tekrar
devam etti.
‘İsminizi duyduğum günden bugüne, sizi görme arzusundan daha büyük bir arzum
olmadı. Bunun için, nasıl da yanıp tutuştuğumu sözlerle anlatamam. Altın ayarında da
olsa, dilime dolanan hiçbir kelimenin, bunu anlatmaya yeterli geleceğini sanmıyorum.
Ama sizi yakından görmenin kemaline eremeyen ağır bedenimin suçlarına, ruhum asla
ortak gelmedi. Gün gün, içimde yaktığınız ateşin aleviyle, yıkandı ruhum.
Engelli mesafeler, ulaşılmaz uzaklıklar ruhumun sizi duymasına mani değildi.
Sesinizi duymak istediğim her an, alıp verdiğim nefesimden bile daha yakın geldiğini
gördüm. Çünkü yüreğimin derinliklerine kök salmıştı. Kendimi, kadir bilmez unutmanın
gafletine her kaptırışımda, yüreğimin kulaklarıma nasıl bağırdığına şahit oldum. İçimde
zapt olmaya gelmez sizi görme arzusunun ateşiyle her yanıp tutuştuğumda, yüreğim
gözlerimin önüne yüzümü ışıklarla ödüllendiren o muhteşem perdeyi kaldırırdı. O
perdede, istediğim zaman sizi görme özgürlüğüne sahiptim.
Bu özgürlüğü benden almaya gelen hiçbir kudreti tanımaz olmuştum. Böylece özgür
gerçekleşen o sessiz diyalog kurulurdu. Söylediğim hiçbir sözün, karnımdan dışarı
çıkmasına fırsat vermedim. Çünkü içimde yankılanan her kelimeyi, duyduğunuza
inandım.
Daha hayattayken, kuracağı yaşam dünyasının umudundan kopmuş, kaderine razı
kör inançlı bir müridin kapıldığı zikirlerde hissettikleriyle bir benzerliği yoktu bunun.
Öncesinden hatırlayamadığım yaşama dair gerçek hayallerimi bile, özgürce kurulan bu
diyalogun içinde buldum. İçimde, sizden gelen o kutsal özün varlığını hissettikçe
hayallerimin peşinden koşmaktan yorulmayacaktım.
Hep aradığım kayıp kendimi sizde bulurdum. Varlığı şaibeli olmayan özüne ait bir
insan olduğumu, bununla fark ettim. Belki de kendini fark edenlerin içinde bir
damlaydım sadece. Ama size baktıkça, milyonları, milyonlara baktıkça kendimi
görüyordum.
Hani içtikleri insan kanıyla şiş göbekleri patlayan puşt Zeus'lar, alevleri gökyüzünü
yalayan umudumuzun ateşini söndürmek için kıyametten günler getirip etrafınızda deli
dalgalı denizler kurmuşlardı? Hani gözlerimiz, bir daha sizi görmesin diye alıp betondan
ördükleri kalın duvarların içine almışlardı? Hani bedeninizi bedenimizden koparınca,
çektiğimiz acıların içinde boğulup gideceğimizi sanmışlardı?
Ama şimdi de gelip açsınlar yüreğimizi ve iyi baksınlar ki, neyi başardıklarını
görsünler. Etrafınızdaki beton duvarlar bile, cana gelip yüreğinizin aşkıyla narin
çiçekler doğurdular. Yüreğimizin aşkına sunulan o çiçeklere, kim mani olabildi? Buna,
‘Acımızın içinde aşkımızın yeniden doğuşu’ dedik. Yeniden yaratılışımız ise, bu aşkın
içinden geliyordu. Bir yürek, bütün aşklarda, bütün aşklar bir yürekte uyanıyordu.
Umudumuzun ateşi, içinde yakıldığımız ateşten daha gür yanıyordu. Beynimiz ışık,
yüreğimiz aşk dolu kazanacağımız dünyaya götürüyorduk. Korkularımız, ayaklarımızın
altına dökülmüştü. El ele tutuşup, en güzelinden söyleyen şarkılar tutturmuştuk.
Gözlerimiz sonsuzluğa bakıyor, sevgimiz sınırların ötesine geçiyordu. Gösterdiğiniz
pencereden sevgiyle bakmayı öğrenince, her şeyin renk değiştirdiğini gördük. Sonsuz
renk bahçesinde, yeni güzellikler keşfediyordu ruhumuz. Çirkin olan ne varsa, güzelliğin
önünde eriyip gidiyordu. Sizinle güzelleşen dünya, her şeye can katıyordu. Yüzünüz
insana ayna, özünüz bitmeyen hayat oluyordu. O büyük insan seli, bu hayatın içinde var
olmaya gelirdi.
Ne kalın duvarlı kör hücreler, ne de üstünüzden ayrılmayan dondurulmuş soğuk
gözler, ne aşılmaz derin deryalar, ne de etrafınızda patlatılan koca yalanlar, yüreğimize
coşturarak akıttığınız hayatın öz suyunu durdurmaya yetmedi. Sunduğunuz hayatın öz
suyundan içerek aşka gelen arkanızdaki o güzel insanların varlığında eriyen biri
olmaktan, daha gurur verici bir şey olamaz.
Başkanım, öz varlığım içinde eridikçe ruhunuza yakınlaştığımı; ruhunuza
yakınlaştıkça özgürleştiğimi görüyorum. Özgürlüğümün doruğunda bekleyen güzelliğin
çocuğu olan arınmış sevgi, heyecanla bana el sallarken, yerimde nasıl durabilirim? Ona
doğru koşmadıkça, basit hazlarla sarhoş düşen kine batmış duyguların canavarlaşarak
beni yemeğe geleceğini biliyorum. Size doğru uçarak yüceliğe gelen ruhumda, bu
canavarın tırnaklarıyla parçalanmayı hazmedecek sefilliğe yer yoktur. Duygu
yüceliğiyle size bakmayı öğrendikçe, ruhum bedenimin zulmünden kurtulmayı başardı.
Şu an, saflığından kuşku duymadığım yüksek kata çıkan ilahi bir ruhla bakıyor
gözlerim size. Bugüne dek, sizi ne kadar iyi anladığım sorgulanmaya değerdir. Belki de
kendime göre, sadece isteyebileceğim kadarını anladım. Ama anlamına erdiğim kadarını
sergileyerek yaşamaktan hiç çekinmedim.
Genç bedenimin erken düşüşüne mani olamamakla, sizde ne türden bir üzüntü
yarattığım hissinden yoksun değilim. Binlerce özür bile dilesem, yine de affedilmeye
yeterli gelmeyeceğini biliyorum. Sizi, eksik anlamaktan olabilir ki, böyle bir erken düşüş
yoktu benim de hesabımda. Her zaman kendisine saygımı çeken büyük komutanın, ‘Biz,
bundan böyle zafer kazanıp düşen Egit’ler değil, zafer kazanıp yaşayan Egitler istiyoruz’
sözü de hiç aklımdan çıkmadı, düşmedi. Bu söz, ruhunuzdan yoldaşın diline gelen samimi
bir çağrıydı. Kavganın gerçeğinde bunu parlatmak da bize düşerdi. Öyle de düşünmeye
çalıştım.
Kimseye hissettirmeden, hem de kıskançlıkla kafamın her köşesini,
gerçekleştireceğim hayallerle doldurdum. Hani başarabilecek güce de erişmiştim. Bunun
bende biten kısmının yarıda kesilmesi, beni de derinden yaraladı. Yaramın sızısını bir
nebze hafifleten, yaşayan takipçilerin eksilmeden daha büyük bir umutla gelmeye devam
edecekleridir. Düşmekle peşinden koştuğumuz umudun bayrağına, en ufak bir leke
sürdürmediğimi bilmelerini isterim. Kaldığım yerde umudun bayrağını ruhumun
kanatlarına takıp kirli ellerin uzanamayacağı erişilmez yükseklere kaldıracağım.
Onların, bu bayrağı tertemiz devralıp nasıl koştuklarını şimdiden görüyorum. Tıpkı
benden önce bedenleri yere düşen. yüce ruhlu şehitlerin ışıklı gözleriyle şu an bizi
gördükleri gibi. Kendini öcüleştirerek korkutmaya çalışan zavallı ölüm, bu gerçeğin
içinde hiçbir vakit barınmaz.
Bedenleri yere düştükten sonra ölümsüzleşerek yaşayan ardıllarının önünde sürekli
parlayan ışığa dönüşenler, bunu sayısız kez gösterdi. Mazlumların, Kemallerin öldüğünü
kim gördü? Yüzbinlerin ruhunda geleceğe yürüyen kendileri değil mi? Onlar, hakikate
dayanan özgürce yaşamanın şifresini çözerek ölümü öldürdüler. Bunun adına da,
‘Yaşamı, uğrunda ölecek kadar sevmek.’ dediler. Öyle güzelleşip öyle yücelere çıktılar.
Elinde özgürlük aşkının bayrağı, tanrıçalık tahtından bakıyor bize Zilan ve
gözlerinden ışık damlaları dökülüyor yüzümüze.
Her biri, umutlara yerleşen aydınlık bir dünyadır. Birbirine eklenmiş ışık halkaları
halinde, onur ve şerefle o dünyaya koşmanın yolunu gösterirler arkadan gelenlere.
Özgür yaşamın şah damarında atacağım bu son adımların yerini de, onlar gösterdi
bana. Gösterdikleri yere, şanımıza yakışır adım atmanın sevinci sarmış tüm benliğimi.
Böylece, parlayarak yol gösteren bu kutsal varlıkların rengiyle süslenmiş olacağım.
Başkanım, gönderdiğiniz ışık dalgalarının beni de içine alarak bir ışık taneciğine
dönüştürdüğünü görüyorum. Işığın gömleğiyle sarılan ruhumun, bu bedenin azaplı
gölgelerinden eşsiz bir coşkuyla nasıl da sıyrıldığını bir görseniz. En ağır sancılar,
çekilmesi zor acılar bile, doğacak güneşli güzel günlerin aynasını getirir gözlerimin
önüne. Bu aynanın derinliğine kaptırdıkça kendimi, dal budak salmış koca tarihin
başlangıcına uçarak yeşeren ilk yaprağına konduğumu fark eder, orada alınıp verilmiş
bütün nefesleri soluğumda toplayıp bir anda geleceğin bağrına indiğimi görürüm.
Kendimle ürkmeden karşılaşır, trajedinin doruğundaki acılarımı tanımaya başlarım.
Ve bu acıların içinde çiçeklenen sevinçler, bir bir beni kucaklamaya gelir. Yüreğim
dalınca sevincin şenliğine, bedendeki sızılar utanır, toprağın derinliğine kaçar. Üzerime
çöken, o büyük ağırlıklar ağlayarak dağılır, yoklara karışmaya başlar. ‘Nedir bunun
sırrı?’ diye soranı olsa, ‘Sadece yaşayanların bileceği bir şeydir.’ derim.
Bu gerçeğin manasına kendim de ermiş miyim, hala da tam biliyor değilim. Ama
farkına varmışım ki, sizinle hayatın her anı, kuvvetle umuda bağlanmış, en güzelinden
yaşanan büyük bir duygu dünyasıdır.
Sizinle yaşam aşkına düşen biri, alevlerin içinde cayır cayır yanıp küle dönerken bile,
külünün içinden yeniden güzelleşerek çıkar. Son hücresine kadar paramparça olurken
bile, dağılan her parçası tohuma dönüşür, yeni bir başlangıcın yüreğine konar.
Dondurucu soğukların altında zangır zangır titrerken bile, kaynayan saf kan olur ve
hayatın damarlarına akmaya başlar. Zorluğun ağırlığı altında beden kırılırken bile,
yaşam şevki oluverir, coşkun bir nehir gibi akışa geçer. Ve yıktıran üzüntülerin bağrına
sevinçlerin özünü doldururken görür kendini. Öylesine bir şey ki, bu aşka can vermek bile
eksik gelir insana. Sevinciyle göklere uçmak kadar, her türden zor derdine katlanmak da
güzeldir. Ey, bu özgür aşkın yüce yaratanı, güzel kılmadığın bir şey var mı bu hayatın
içinde?
Ben, olmadığını gördüm. O sebeple dedim ki:
‘Her şey seninle güzel!..’
Söylediği son söz, yüreğinde defalarca yankılandı. Dilinden dökülen her cümlenin,
hafif esen rüzgarın titrettiği yapraklara, etrafındaki taşlara ve altındaki toprağa işlediğini
hissediyordu. Derin bir nefes alıp kendisiyle barışan bütün duygularını serbest bıraktı.
Yüzünü iyice ısıtmaya başlayan güneşe kısık gözlerle bakıp gülümsemeye çalıştı. Kızıl kanla
boyanmış parmaklarını, yavaşça otların arasından indirip ıslak toprağa kondurdu.
Geçen gece durmadan yağan yağmuru içine çekerek yumuşayan toprak, parmaklarının
ucundan içine ferahlatıcı bir serinlik gönderdi. ‘Şu an hiç kimse nasıl yaşadığımı
bilmiyorsa bile, yaşadıklarımın gerçek tanığı bu taşlar, bu ağaçlar ve bu toprak, bir gün
dillenip benim yerime herkese nasıl yaşadığımı mutlaka anlatacaklardır.’ deyip yüzünü
sağındaki büyük taşa yaslanmış kar beyazı şeffaf taşa çevirdi.
Beyaz taş, gözlerinin önünde tarihin kalbine oturmaya hazır altın çerçeveli ak bir
sayfaya dönüşüyordu. Üstüne neyi işlerse, yüzlerce yıl uzağa yorulmadan taşıyacaktı.
Bedenindeki sızılara aldırmadan, yüreğinin özgür sesini uzak geleceğe götürmeye
hazırlanmış beyaz taştan yana usulca kaymaya başladı.
Göğsünü, güneşin bütün ışıklarını kendine çeken beyaz taşın göğsüyle karşı karşıya
getirdiğinde, o anın öncesi ve sonrasına ait sevgiden yana ne kadar güzel duyguları varsa,
tümünü toplayıp yüreğinde yankılanmaya devam eden o son sözle birleştirdi.
Kutsal bir mabedin önündeymiş gibi, tepeden tırnağa saygı kesilerek duruyordu. Bütün
gece yağmur suyuyla yıkanmış, pırıl pırıl parlayan beyaz taş, bakışlarının altında usta bir
ressamın fırçalarından dökülecek renkleri almaya hazır bir tuval gibi duruyordu.
Karşısında beklediği tuvalin üstüne işleyeceği resmin ölçülerini iyice hesap ettikten
sonra, sağ elini yavaş yavaş, ama görkemle havaya kaldırdı. Güneşin ışıkları, ilkin açılan
beş kardeşin gölge resmini kondurdu tuvale. Bir süre avucunu güneşin ışıklarıyla
yıkadıktan sonra, aynı yavaşlıkta içine ışık doldurduğu avucunu kapatıp aşağıya doğru
indirmeye başladı. İndirdiği elini, usulca koynuna götürüp avucunda topladığı ışık
damlalarının tümünü tam kalbinin üstüne boşalttı. Bıraktığı her ışık damlacığı, kalbinin
damarlarına pompaladığı kana karıştı.
Elini, kalbinde bir süre beklettikten sonra, göğüs kafesinin etrafında parmakları kızıl
kanın içinde kaybolana dek gezdirmeye başladı. Bu sefer de kanıyla birlikte, bütün sıcak
duyguları dökülüyordu avucunun içine. Koynundaki elini, yüreğinin kafesinden
koparırcasına çıkardığında, kan boyalı parmağı, usta ressamın elindeki samur fırçası gibi
tuvale rengini içirmeye hazırdı.
İlkin o asil saf kanın rengiyle, bütün gerçeğinin başlangıç ifadesi olan ‘H’ harfini işledi
yüreğinin beyaz taşına. Kan boyalı parmağı bir bedeninde, bir beyaz taşın göğsünde
dolaştıkça, aşk dolu yüreğinin son sesi, şeklini tamamlamaya koşuyordu.
O sesin unutulmaz resmini çizerken, parmağının titreyişlerine hakim olamıyordu. Ama
bu titreyişler, çizdiği resmin ölçülerini zedelemiyor, aksine her titreyiş, çizgilerine o anın
heyecanını da katarak çizilen resmi daha da canlı ve güzel kılmaya götürüyordu.
Ve sonunda resim tamamlanmıştı.
Çizilen benzersiz resmin adı ise, ‘Her şey seninle güzel!’ olmuştu.
Sonra kurumaya yüz tutan altın sarısı bir ot taneciğini alıp ilk harfin baş ucuna koydu.
Ardından, taşın yanıbaşında yeni filizlenmeye başlayan küçük menengiç (kizwan) dalından
yemyeşil nazik bir yaprak koparıp çizdiği son harfin bitişiğine yerleştirdi.
Çizdiği resmin son karesini de bitirdiğinde, adeta mutluluğun doruğundaki bütün
sevinçli çocukların heyecanını getirip ruhunda toplamıştı. Resmine bakmanın tadına
doyamıyordu. ‘Hiç kimse nasıl yaşadığımı bilmiyorsa da, bu resim her şeyi anlatmaya
yeterli gelir.’ diyordu.
Tam da bu esnada, kıyametler koparan silah sesleri kesilmişti. Silahlar suskunluğa
gömülünce, kendisini ölü ya da sağ ele geçirmek için harekete geçeceklerini biliyordu. Hem
onlara bu fırsatı vermemek, hem de kızıl kanıyla nakışlayıp tarihe bir kitabe olarak
bırakmak istediği taşa zarar getirmemek için konumunu değiştirmek zorundaydı.
İçi rahatlamıştı, yapmak isteğini başarmıştı. Gönül rahatlığı içerisinde silahını kapıp
ayağa kalkmaya çalıştı. Ama ayağa kalkmakta, güçlük çekiyordu. İlk hamleyi
başaramamıştı. Eli ayağı tutmayı unutmuş gibiydi. İkincisini, üçüncüsünü, dördüncüsünü
de denedi. Sonunda çabası, ısrarlı isteğine karşılık verdi. Ayakta durmayı başarmıştı. Sağ
elinde silahı, tekrar geldiği yerden geriye ilk adımını atmaya başladı. Arkasında bıraktığı
hazinesinin farkındaydı.
Üzerine gelen insanlık vicdanından nasibini almamış katiller sürüsü tarafından
görülmesini istemiyordu. Uğrunda can verdiği güzel insanlarının eline, bozulmamış bir
yazıt olarak geçsin ve sonsuza dek korunsun istiyordu.
Yüksek taşların arasındaki ilk dönemece ulaştığında, daha fazla yürüme takatinin
kalmadığını gördü. Hem, arkasında bıraktığı paha biçilmez hazinesinden yeterince
uzaklaştığını da biliyordu. O nedenle, fazladan yürümenin gereği de yoktu zaten.
Gözlerinin önüne düşen karanlık perde, bir türlü kalkmak bilmiyordu. Gözleri
karardıkça, etrafındaki taşlar gittikçe hızlanıyor, pervane gibi dönmeye başlıyordu.
Gösterdiği bütün dirence rağmen, daha fazla ayakta durmayı başaramayacağını anlayınca,
önünde beklediği taşa tutunarak dikkatle yere oturdu.
Bedeninden aralıksız akan kan, bütün gücünü alıp götürmüştü. Kendisini yok etmeye
gelen askerlerin dışında, onu kendisinden alıkoymak için, sayısız güç üzerine hücum
ediyordu. Kendisinden geçmemek için, inanılmaz bir boğuşmanın içine dalıyordu. Ne
olursa olsun, kendini bırakmak istemiyordu.
Tam da bu esnada, bıraktığı kan izlerini takip ederek üzerine gelen askerlerin
anlaşılmaz sesleri ulaştı kulağına. Durmadan etrafında hızla dolanan taşların
döngüsünden, seslerin geliş yönünü bir türlü tespit edemedi. Her an, kendisine hangi
yönden ulaşacaklarını kestirmekte güçlük çekiyordu. Ne yaptıysa, onlara karşı son hamleyi
yapmanın pozisyonuna girmeyi başaramıyordu.
O nedenle daha kendisine ulaşıp, sağ ya da ölü ele geçirmeden, son, ama en büyük
sınavını da başarıyla vermeliydi. Araya zaman bırakmadan, çöktüğü yerde göz bebeği
kleşinin namlusunu, önden omzuna dayadı.
Geride bıraktığı bütün anılar, bir kez daha film şeridi gibi gözlerinin önünden
geçiyordu. Bütün sevgileri, geleceğe dair sınırsız hayalleri gelip o anın duygusunda
toplanıyordu. Büyük yüreği, ‘Tam da kanıtlamanın zamanıdır.’ diye düşündü.
Sağ elini, beline takılı raxtına götürüp kılıfındaki bombasını çıkardı. Kaldırıp
gözlerinin önüne dikti. Sol elinin, bombayı sıkıca kavramaya gelmediğini biliyordu.
İçinden geçirildiği çelikten uçları dışarı çıktıktan sonra, fünyenin yuvarlağına doğru
bükülen emniyet telini, dişleriyle düzeltti. Sağ elinde tuttuğu bombayı sıkıca kavrayıp
dişlerini geçirdiği emniyet halkasını şiddetle kendine doğru çekti. Aradan zaman
geçirmeden, götürüp tam kalbinin üstüne koydu.
Son kez başını kaldırıp gözlerini kınından ilk defa çıkarılmış keskin bir kılıç gibi
parlayan mavi gökyüzünün derinliğine çaktı. Sonsuz gökyüzünün mavi parlaklığını, ilk
defa bu kadar güzel fark ediyordu. Son damarına kadar gözlerini açıp, hiç kısmadan
bakışını, yüce güneşin parlak yüzüne kondurdu.
Ruhunun, güneşe ulaştığından kuşku duymuyordu. Ve, ‘Güneşle bütünleşen ruhum,
halkımın olduktan sonra, bedenimin önemi ne ki?’ deyip kalbinin üstündeki bombanın son
emniyet mandalının yerinden fırlamasına yol verdi.
Yüreğinin her bir parçasını, ülkesinin dört bir yanına doğru fırlatan bombanın sesi,
önce vadiyi doldurdu. Ardından sert kayaların bedeninde yankılanıp zirvelerin üstüne
çıktı. Gökyüzünün boşluğuna karışıp sonsuzluğa yayıldı.
O an, güneş yarıya kadar yüzünün üstüne siyah bir perde indirdi. Buna kimisi, ‘Güneş
tutulmasıdır.’ kimisi de, ‘Güneşin acı hüznüdür.’ dedi. Hüznün siyahlarını giyen güneşin
arkasında binlerce yıldız, aralarına katılan yeni parlak yıldızla kucaklaşmaya başlıyordu.
...
Bombanın patlamasıyla, korku içerisinde sağa sola kaçışan askerler, daha sonra
bombanın patladığı yere geldiklerinde, etrafa dağılmış bedenin parçalarından başka
gördükleri bir şey yoktu.
Zapt etmek istedikleri yiğit, ellerinden uçup gitmişti. Onu ele geçirmenin, köpekçe
zevkini hiçbir vakit tadamayacaklardı. Kendisinden arta kalan silahı da, kullanılamaz
haldeydi.
İstediğini bulamayan uzun ince karga burnu aşağıya dökülmüş sarı saçlı yüzbaşı, Çırav
zirvesinin başında sabırsızlık içerisinde, dişleri birbirini yiyen binbaşıya telsizle, ‘Teröristin
etrafa dağılmış parçalarının dışında, geriye kalan bir şey yok.’ diyordu.
Sarı saçlı, gerçekleştirdiği eylemle halkının yüreğine oturan yiğidin yaptıkları
karşısında dehşete düşmüştü. Ona karşı, içinde önleyemediği bir saygının uyanmaya
başladığını görüyordu. Yiğidin arkasında bıraktığı hiçbir şeye karışmadan, bir an önce
çekip gitmek istiyordu.
Ama zirvedeki binbaşı, ‘Terörist’ öldürdüğünün kanıtı olsun diye, yiğitten arta kalan en
ufak parçanın bile torbalara konularak getirilmesini emrediyordu. Sonunda emrin gereği
yapıldı. Buldukları en ufak parçaya kadar alıp torbalara koydular ve olay yerinden hızla
çekilip gitmeye başladılar.
...
Hasan, çemberden kurtulmayı başarınca, beklemeden önceki gün mola verip
dinlendikleri Basret köyündeki buluşma noktasına gelmişti. Akşama kadar arkadaşlarının
gelmediğini görünce, daha fazla beklemenin bir yarar getirmeyeceğini düşünerek
karargahın bulunduğu esas noktaya doğru hızla yola koyulmuştu.
Son patlamanın ardından askerin aniden geri çekilmesi, Şahin'i acı kaygıların içine
sürüklemişti. Tabanlarına kuvvet verip hızla sakinleşen olay yerine doğru koşmaya
başlamıştı.
Ağır bir sessizliğe gömülen olay yerine geldiğinde, bedeninde ter içinde kalmadık yer
yoktu. Zor alıp verdiği nefesini tüketmiş, kalan kısmı da tükenmek üzereydi. Kan izlerini
gördüğünde, nabız atışları son sürat hızlanmıştı. Yerinde durmak istemeyen kalbi, göğüs
kafesini patlatırcasına dövüyordu. Art arda kafasında çakan sorular, birbirini yemenin
savaşına girmişti. Başa çıkmakta güç getiremediği karmaşık duygular, benliğini
parçalamakla uğraşıyordu.
Kan izlerini takip ederken, attığı her adımın başında, aklına gelen o soruyu ve o soruya
hemen karşılık gelen hayırsız cevabı kafasından söküp atmaya çalışıyordu. Takibini
bırakmadığı kan izlerinin sonuna geldiğinde, birbirini kovalayan kafasındaki o uğursuz
soru ve cevapların, ne kadar acımasız yalancılar olduğunu kanıtlamak ve gerçekle alakası
olmayan sahteliklerini, ayaklarının altında çiğneyip sonsuza dek yok etmek istiyordu.
Patlamanın gerçekleştiği yere geldiğinde, gözleri etrafa dağılan toplanamaz
parçacıklara ilişince, yüreği kökünden kopmuş gibi oldu.
O an, sımsıkı kapattığı gözlerinin, bir daha açılmasını istemiyordu. ‘Önüme ışık serip
beni buraya kadar getiren bu gözler kör olaydı da görmüş olmayaydım bunları.’ diyordu.
Bağrına, kendisini yargılamaya gelen, uçları sivri mızraklar saplanıyordu. Bedeninden
eksilen bir şey yoktu. Ama ruhu, paramparçaydı.
‘Sonucun böyle olmasında tek suçlu benim.’ diyordu kendi kendine. Ruhunda
felaketler yaratan, etrafa saçılmış izlerin neye işaret olduğunu biliyordu. Haklı çıkan
kendisi değildi. Kafasına acımadan vuran o soruydu. Mecbur gözlerini açıp kafasındaki
bütün soru işaretlerini netleştirmeliydi.
Ciğerinden koparılıp gözlerinin önünde vurulmuş çocuklarına yanan şefkat dolu bir
ananın ruhsallığına bürünmüştü. Gözlerinin önündeki izler, bir yoldaşının gerçekleştirdiği
o büyük eylemi anlatıyordu.
Ama hangi yoldaşının, bunu gerçekleştirdiğini daha bilmiyordu. Bunu öğrenmeden,
oradan ayrılmayı aklının ucuna bile getirmiyordu. Kanayan yüreğinin acısıyla, etrafı didik
didik ettikten sonra, otlara yapışıp kurumuş kesik çizgiler halinde kayanın ucuna doğru
giden kan izini sürmeye devam etti. Kan izinin uzayıp gittiği yerden, bir insanın dışında
gidip gelen olmamıştı.
Bunun tek bir insanın ayak izlerine ait olduğunu, otların tek şerit halinde birbirinden
ayrılıp yana yatışından anlıyordu. Güneşe bakan kanla nakışlanmış şeffaf beyaz taşın
üzerine varınca gördükleri, onu bir değil, on değil, yüzlerce kez öldürdü.
Taşa, hem de kızıl kanla yazılanlar, ‘Her şey seninle güzel!’ diyordu. İlk harfin baş
ucuna sarı rengini temsil eden kurumuş bir ot taneciği yerleştirilmiş, son harfin bitişiğine
de yeşil rengini temsil eden küçük bir menengiç (kızwan) yaprağı kondurulmuştu. Her
şeyin mükemmel anlatımı, bundan başka bir şey olamazdı.
Bununla, gerçek bir Apocu’nun son anında bile nasıl olduğunu gösteriyordu. Tarihe
armağan olarak bırakılan bu eserin, Mazlum'a ait olduğundan kuşku duymuyordu. Çünkü
aralarında Türkçe okur yazarlığı olan sadece Mazlum'du.
Hasan da, kendisi gibi Güney Kürtlerindendi. Ama, dört parçaya bölünmüş ülkenin
Suriye işgali altındaki Küçük Güney Kürtlerinden. O nedenle bu eşsiz eserin, Mazlum'u
anlattığı kesindi.
Yoldaş ruhunun nakışlı olduğu armağanın önünde oturup el sürerek, defalarca öpmeye
başladı. Göz bebeklerinden dökülen yaşlara, bu defa engel olmak istemiyordu.
Vaktin epey geciktiğini fark edince, kalkıp gitmek zorunda olduğunu düşündü. Etraftan
bir demet çiçek toplayarak, getirip yoldaşının armağan bıraktığı paha biçilmez eserinin
üzerine bıraktı. Elinden gelse bu armağanı, o anda sırtlayıp götürecekti. Fakat bunu
gerçekleştirecek hiçbir imkana sahip değildi.
Yoldaşının omuzlarına bıraktığı yükün altında yorulmadan, son nefesini verene dek
koşacağına dair şeref andını yineledikten sonra, bir kez daha o büyük ruhun önünde
secdeye oturup sahip olduğu imana bir kuvvet daha ekleyerek ayağa kalktı. Üstüne çöken o
büyük ağırlığın altında atıyordu adımlarını.
...
Hasan’ın akıbetini öğrenmeden ya da onu bulup götürmeden, kendilerini bekleyen
yere gitmeyi, aklının kenarına dahi getirmiyordu. Üzerine gecenin karanlığı çöktüğü halde,
aramaktan vazgeçmiyordu. Sabah şafağı söktüğünde, hala da aramaya devam ediyordu.
Yeniden akşam karanlığı çökene dek, bütün gününü Hasan’ı aramakla geçirdi. Hasan’ın
gidebileceğine ihtimal verdiği her noktayı, bıkmadan, usanmadan didik didik aradı. Söken
yeni şafağa kadar da, aramayı sürdürmekten başka yaptığı bir şey yoktu.
Yoldaşlarının kaybı, açlık, susuzluk, yorgunluk ve uykusuzluk onu bitirip tüketmişti.
Kendisi, Hasan’ı aramaktan yılmazken, Hasan de yoldaşlara haber vermiş, arkadaşları onu
aramaya çıkmışlardı.
Yoldaşları, onu yüksek meşe ağacının altında düşmüş halde bulduklarında, çoktan
kendisinden geçtiğinin farkında değildi. Onu kendine getirmeyi başaramadıklarından,
sırtlayarak götürmekten başka bir çare bulamamışlardı.
Onu sırtlayıp götüren yoldaşları, daha onlar gelmeden başlarından nelerin geçtiğini iyi
biliyorlardı. Düşmanın cihaz konuşmaları, meseleyi anlamalarına yetmişti.
Her biri, parçalanmış ülkenin bir parçasından olan üç yoldaştan birinin eksildiğini
duyunca, hak olan intikam andı vazifeyi getirdi. Sadece anılmakla kalmadı. Adına eylemler
de yapıldı ve bu böylece sürüp gidiyordu; daha ne zamana kadar sürüp gideceği belli
olmadan...
Bawer Botan
12.26.2004
HPG YAYINLARI - 2005

Benzer belgeler