gidenler
Transkript
gidenler
ODA 2 ODA 2015 Yayının Adı: Bosphorous Chronicle “ODA 2015” ekidir. İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu: Özel Amerikan Robert Lisesi / Güler Kamer – T.C. Sorumlu Müdür ve Uyruğu: Güler Kamer – T.C. Yayının Türü: Yerel – Sürekli Yayının Süresi: Aylık Yayının Dili: Türkçe – İngilizce Yayının Konusu: Okul Gazetesi Yönetim Yeri Özel Amerikan Robert Lisesi Kuruçeşme Caddesi No: 87 Arnavutköy / İSTANBUL Tel: (0212) 359 22 22 Basım Yeri Birmat Matbaacılık Ltd. Şti. 100. Yıl Mh. Matbaacılar Sitesi 4. Cd. No: 122 Bağcılar / İstanbul Tel: (0212) 629 05 59 -60 Faks: (0212) 629 01 39 e-posta: [email protected] Danışman Öğretmen Birol Özdemir Editör Yağmur Erhan Sayfa Düzeni Yağmur Erhan Kapak Resmi Aslı Doğa Munzur Yayın Grubu Yağmur Erhan Dolunay Kocabağ Rabia İdil Demirelli Fotoğraflar Tulya Elif Bekişoğlu 3 İÇİNDEKİLER EDİTÖRDEN ..................................................................................................................................... 7 I / OZAN DİKEN ............................................................................................................................... 8 KELEBEK .......................................................................................................................................... 9 YARADILIŞ / YAĞIZ DAĞABAK ............................................................................................... 10 KIRIK / DAMLA ILICALI ............................................................................................................ 11 ÇİM ................................................................................................................................................... 11 ORMANIN İÇİNDE / RABİA İDİL DEMİRELLİ .................................................................... 13 ATEŞ / MİLHAN ŞENGÜN ......................................................................................................... 18 HAVADA UÇAN KARIŞAN BİR ŞEYLER / ALİ BEKTAŞ ............................................... 19 GÖNÜL İŞİ ……………………………………………………………………………………………………… 20 BİR ŞİİRDEN BİR ŞİİRE ............................................................................................................ 21 SAKLI LİDERLİK / RABİA İDİL DEMİRELLİ ...................................................................... 22 MİTİK BÖLÜNME / BAHA AYDIN ......................................................................................... 24 AŞK NEDİR? / MUSTAFA EMİR AKDERE ............................................................................ 25 DİLEK FENERİ ............................................................................................................................. 25 ŞİİRLER I / LAÇİN EDİS ........................................................................................................... 27 DÖNÜŞÜM / BERK TUNÇ ......................................................................................................... 29 TEK KİŞİLİK AŞK / YAĞMUR ERHAN .................................................................................. 31 BENİM BÜTÜN MESELEM KENDİM İLE .......................................................................... 32 6 EKİM 1939 ................................................................................................................................... 34 BU ŞİİR O’NA YAZILDI ............................................................................................................ 36 ÖRDEKLERİN TANRISI / DOLUNAY KOCABAĞ .............................................................. 39 KADINLAR EN GÜZEL ZİFİRDE İZLENİR / ZEYNEP KARABABA ........................... 41 DONDURMA .................................................................................................................................. 42 ÇOCUKTUM .................................................................................................................................. 43 ... / TULYA ELİF BEKİŞOĞLU .............................................................................................. 45 İZAFİYET / DOLUNAY KOCABAĞ ......................................................................................... 48 TRISTAN / CEM TÖRE GÖKÇAM ............................................................................................ 49 İKİ ŞİİRDEN İKİ ÖYKÜYE / MELİSSA AKKOÇ ................................................................. 50 GÜZELLEME / HALİT SUAT SARAÇ ..................................................................................... 55 HİÇ .................................................................................................................................................... 57 BEN ANLAMAM ........................................................................................................................... 57 4 KÂMİLİN IRMAKLARI ............................................................................................................. 58 NAZIM’A NAZİRE / YAĞIZ DAĞABAK ................................................................................. 60 PRUSYA MAVİSİ / VELİ BARIŞ HEYBELİ ............................................................................ 62 6-7 EYLÜL ...................................................................................................................................... 63 CEMAL SÜREYA’NIN BİR ŞİİRİ ÜZERİNE NAZİRE VE ÖYKÜ YAZMA DENEMESİ / SELİN AYDAN MALKOÇ .................................................................................... 65 UUUUUMUUM / MİNA MERİÇ ................................................................................................. 67 GÜLÜMSERKEN FOTOĞRAFIMIZI ÇEK .......................................................................... 70 KOLON / ZEYNEP ÖZKAN ......................................................................................................... 72 ..................................................................... 73 PALYAÇO / RABİA İDİL DEMİRELLİ 30 / DOLUNAY KOCABAĞ .......................................................................................................... 77 HER VEDA CAN YAKAR / LAÇİN EDİS .......................................................................... 79 5 Sonuç dediğimiz şeyler, sadece birer başlangıçtır. Ralph Waldo Emerson 6 EDİTÖRDEN “Binlerce kilometrelik bir yolculuk, ilk adımın atılması ile başlar.” Lao Tzu Hayat, bir insanın karşısına çıkabilecek en uzun ve zorlu yoldur. Her ne kadar sonu görünmezlik derecesinde uzun ve bitmeyecekmiş yanılsamasıyla biz aciz insanları kandırsa da aslında göründüğünden oldukça kısadır. Hayatı anlamlı kılan ve özgürleştiren şey ise, nasıl yaşandığından ziyade ne için yaşandığıdır. Bir amaç uğruna kendini adamış bir bireyin, ona bahşedilen yaşam süresi boyunca köklü bir başkalaşım ve gelişim sürecine dahil olması kaçınılmaz bir sonuçtur. Kişinin bu başkalaşımı geçirmesi ve sonucunda benimsediği profil kadar bireyi o değişim sürecine iten nokta ve kaynaklar, bir başka ifadeyle nirengi ya da çıkış noktaları da yaşamsal birer önem taşır. Bu sayımızda çeşitli kalemlerden “nirengi noktalarımızın” ele alınışını siz okurlarımıza sunduk ve sizlerin de bu edebi yolculuk sonucunda kendi “nirengi noktalarınızı bulabilmenizi” umduk. Unutmayın ki bir yarışı kazandırtan o yarışın nasıl bitirildiği değil, o yarışa nasıl başlandığıdır. Bu basıma eserleri ile katkı vermiş herkese en içten minnet ve teşekkürlerimi sunuyorum. Güzel ve keyifli okumalar, Yağmur Erhan. 7 OZAN DİKEN I Ara sokaklar seni anımsatıyor bana, gülüşünü bazen, Bazen de gözlerini kaçırışını Kayboluyorum adeta karanlığında bir çıkış yolu da aramıyorum. Hoşuma gidiyor bazen. Her yolun yine dönüp dolaşıp gelmesi göğüslerine tam da kalbine yakın yere. Ne de olsa orası en işlek cadde… Tulya Elif Bekişoğlu 8 KELEBEK Pişmanlıklarla dolu ömrünün Yarısını hatalar yaparak kalanını pişman olarak harcayıvermişti Bir kanadı gökkuşağı, bir kanadı gece karası kelebek. Son nefesinde hıçkırıyordu, Burnunu çekemeden öldü. gözlerini kapatan olmadı Sen bir kırılgan, ahşap balıkçı teknesi, Ben iskele üstünde bir garip usturmaça Katlanırım azgın dalgalara Birkaç dakika için yanaşıp ayrılan vapurlara. Hepsi bir kırılgan, ahşap balıkçı teknesinin yanaşacağı günü beklemekten. Sağnaklaşsa da yağmur Otursam bir bankta Ve sen aklımda Ağlasam büsbütün yaşlarımı Karışsa yağmurun ıslağına Kimse bilmese, görmese, duymasa Akıp gitse damlalar ellerimden Dokunuşların gibi adeta Ve sen aklımda Derinden esse bir yel İçimde bir ürperti Düşünsem bir el, senin elin Sıcacık, minnacık, kırılgan ve narin. 9 YAĞIZ DAĞABAK YARADILIŞ Tecavüze uğrayan bir köpek ağlar mı? Üç yaşında bir kızım var, ellerinizden öper Bir otoparkta taksiciyim ben, Gülhane’de Gözlerim dondu, bu yağan kar mı? Neslim tükendi, dağlar hep kelaynak mı? Bizim amcaoğlu da girdi sınava, kazandı Üzerinde yastığım, tüyü yolunmamış bir kazdı Yanaklarım kandı, bu içtiğim konyak mı? Gaz yağına bulandım, fitilim olsa yanar mı? Dedem almış zamanında, üç dönüm arazi vardı Gezen adamdı dedem, geçen sizlere ömür Elim yarıldı, annem öpse yine kanar mı? Tulya Elif Bekişoğlu 10 DAMLA ILICA KIRIK Kırık gözlerle izledim önce Bacaklarını, kollarını, dirseklerini, parmaklarını Tek tek yürüdüm üzerlerinde Kırık bir masada yatarken Gözyaşlarımı akıttım göbek deliğine Mora yatan akşamında uyanır diye Biriktirdim kestaneleri yeşil sepette Üzülme dondurma ben sana Nasıl olsa mor geceler devam edecekmiş Kızılcıklar mevsimi üflerken üzerimize Soğuk dumanları Biz yeriz dondurmamızı, kestanemizi Kırık masalarda Üzülme ÇİM Yazın öksüz kıştan doğduğu gecelerde Pancar kokusu yayılır dağlardan O zaman kıyametsizlik gelir, uyandırır Yapraklar örterken üstümü Gıdıklar beni soğuk atlar Karıncalar saçlarımı örer Ağlak yeşillerin üstünde Sarı saçlarım yıkanır bir kere daha İtirafım var Kırık camları ben yedim anne Yerde duruyorlardı Dayanamadım Ne dersin Birlikte uzanalım mı? 11 Tulya Elif Bekişoğlu 12 RABİA İDİL DEMİRELLİ ORMANIN İÇİNDE Tepenin arkasından bana ‘Fotoğrafımı çektin mi?’ diye bağırıyordu. Cevap vermek yerine dilimi çıkarıp birkaç pozunu daha çekmeye başladım. Artık o da inmeye başlayınca telefonumu arka cebime sokup tepeden aşağı inmesine yardım ettim. Aşağı indiğinde ‘Hadi şimdi seni görelim’ dedi. Cevap vermek yerine çantalarımızı topladığımız ve konakladığımız asıl düz ve alçak alana doğru yürümeye başladım ve Bahattin’in elini sıkıca tuttum. Ormanlık alanda düşmesini istemiyordum çünkü düşerse atacağı çığlıkların dışında ona sürekli yardım etmekten sıkılmıştım. Engebeli yolda işçi çizmeleriyle zar zor yürüyorduk. Aslında ben de ona tutunuyordum yoksa çok rahat düşebilirdim fakat bunu belli etmiyordum. Zaten giydiğim şorttan dolayı bacaklarıma böğürtlen dikenleri batıyordu. Burası böğürtlen zamanı da güzel oluyordu aslında. O sırada Bahattin’e dönüp “Geçen sefer buraya geldiğimizde böğürtlen yiyeceğim diye tişörtünü mahvetmiştin, hatırlıyor musun?’ dedim gülerek. ‘Pişman değilim, yine olsa yine yapardım’ dedi sırıtarak. Karşılıklı gülüşmeye başladık. Yol düzelmişti, elini sıkıca tutmama gerek yoktu. Babam yere serdiğimiz gazetelerin üstüne getirdiğimiz yiyeceklerle pikniği hazırlamaya başlamıştı. Burayı fazlasıyla seviyordum, orman ve doğa bana huzur veriyordu. Aynı etkiyi babamda da Bahattin’de de hissedebiliyordum. Hava güzel olduğunda ve tatilde deniz yerine ormana gitmek istediğimizde buraya gelirdik. Demirköy’den birkaç kilometre içeri ormana doğru giriyorduk ve kocaman ormanın bir parçası oluyorduk. Demirköy Kırklareli’nin köylerinden biriydi. Babam buralı değildi, annem de. Yani bizi buraya bağlayan bir şey yoktu, sadece ormanda gezintiye çıkmak istediğimizde buraya gelirdik. Babamın burayı nasıl bulduğunu bilmiyorum, buranın güzelliklerine hayran olmaktan bunu sormayı unutmuştuk. Kardeşim, Bahattin, buraya bayılıyordu. Evde yapamadığı bütün zıpırlıkları yapıyor, tepelere çıkıyor, zafer fotoğrafları çektiriyor sonra da ‘Abla ben yoruldum’ deyip pansiyona yetişemeden arabada uyuyakalıyordu. Babamın hazırladığı salatayla öğle yemeğini de aradan çıkardık. O sırada babam yandan akan ince derenin kaynağına gidip temiz su içmeyi teklif etti. Bahattin ile ben aynı anda kabul ettik ve babamın gazeteleri toplamasına yardım ettik. Her şeyi çantaya yerleştirdik ve elimize birkaç tane plastik şişe aldık. Aslında susamış falan değildik asıl amaç yukarıya tırmanırken yaşayacaklarımızdı. Çantayı artık üssümüz olmuş patikada gölge bir yere sakladık. Elimizde plastik şişelerle, daha böğürtlenlerini vermemiş çalıların arasında yukarıya tırmanmaya başladık. Babam önde ben arkada taşlara tırmana tırmana yukarıya doğru ilerliyorduk. ‘Tırmanma’ ile ‘yürüme’ arasında gidip geliyorduk çünkü gittiğimiz yol bazen dikleşiyor, bazen yürüme yoluna doğru devam ediyorduk. Düşmeden ve bacaklarımızı çizmeden yürümeye çalışıyorduk o nedenle fazla konuşmuyorduk. Babamdan sürekli ‘Sağdan gidin’, 13 ‘Sola basın’, ‘Beni takip edin’ sözlerini duyuyor, Bahattin de ben de sesimizi çıkarmıyorduk. İkimizde konuşmak yerine etrafı izleyip, hayran kalıyorduk. Babamın derenin kaynağı dediği yere ulaşınca ben etrafta gezmeye başladım. Bahattin peşimden koşarak ‘Ablaaaaaa’ diye bağırmaya başladı. Ormanda sesinin yankılanmasından zevk alıyordu. Onu taklit ederek ‘Efendimmm’ dedim arkamı dönerek. Bana doğru koşuyordu, filmlerdeki ‘büyük buluşma’ sahnesini yapmaya çalışıyordu. Bende ona doğru koşmaya başladım. Ona yaklaşınca onu kandırmak için sağa çekildim, o da sırtımdan belime sarıldı. Belime kadar boyu vardı ama ağırlığı yüzünden ikimiz de yere düştük. Gülmeye başladık karşılıklı, Bahattin ise beni yenmenin mutluluğunu yaşıyordu. Yaşça büyük olduğum için beni farklı konularda yenmeye çalışırdı, güçte, zekilikte ya da çabuklukta. Bense şu an kazanan olmanın zevkini çıkarıyordum, o büyüyene kadar. Ayağa kalkıp babamın yanına gittik çünkü bize sesleniyordu. Suları doldurmuş, aşağı doğru yol almak için bizi çağırıyordu. Yolda yarış halinde olan iki kardeş olarak, dışardan 5 yaşında çocuklar gibi duruyorduk. Onun kazanmasına izin verdim, babama koşarak ‘Biraz önce ablamı devirdim, uzun bir süre benle yarışamaz’ diyerek bana ‘yendim seni’ bakışını attı. ‘Öyle mi sandın?’ diyerek onu gıdıklamaya başlayınca babam araya girdi ‘Anlaşıldı anlaşıldı, kimse kimseyi yenmiyor. Susadıysanız suyunuzu şimdi için, doldurduğumuz suları aşağı ulaşmadan bitirmeye niyetim yok’ diyerek bize suyun kaynağını gösterdi. Su buz gibiydi fakat insanın dişlerini titretmiyordu. Aşağı inerken Bahattin’i iki ya da üç kere düşmekten kurtarıp ona sırıtışımla ‘Ablan olduğum için şükretmelisin’ bakışı attım. Aşağı inmek her zaman daha kolaydı, ben de yolu öğrenmiştim Bahattin de. Babamda bizi kendi halimize bırakmış, önden gidiyordu. Yüksek bir yere geldiğimizde Bahattin’e dönüp ‘Elini ver’ deyip elini tuttum ve aşağı inmesine yardım ettim. O da bir ara cesaretlenip ‘Beni takip et’ diye gülüp böğürtlenlerin arasından önden gitmeye başladı, aldığı tek sonuçsa bacaklarında daha fazla böğürtlen çiziği oldu. Çantalarımızı sakladığımız yerden çıkardık, arabayı bıraktığımız yöne doğru inmeye başladık. Bahattin birkaç kere durup kaplumbağa yakalamaya çalıştı, bense oturup Bahattin’in elini bile süremeyip dışardan izlediği kaplumbağalara baktım. Arabaya varınca ayağımızdan plastik çizmeleri çıkardık, spor ayakkabılarımızı giydik. Bahattin ile anlaşmamız vardı, gelişlerde ben öne otururdum, dönüşlerde ise o. Bu yüzden arkaya geçtim. Babam arabayı çalıştırdı ormanın içinden geçen zikzaklı yolda muhabbet ederek yolu bitirdik. Pansiyona geldiğimizde ben kendimi yatağımın üzerine attım, yorulmuştum. Babam ‘Ben duşa giriyorum’ diye seslenince Bahattin bana dönüp ‘İkinci sen gir abla lütfen lütfen lütfen’ demeye başladı. Lütfenlerin bitmeyeceğini anlayınca ‘Olur ama sonra ödeşiriz’ deyip göz kırptım. Babamdan sonra ben duşa girdim. Islak saçlarda pansiyonda gezinirken yandaki odayı tutan diğer müşteriler geldi. Kaldığımız yer bir köylünün odaları kiraladığı bir evdi aslında. Babam da gelen misafirleri rahatsız etmemek için akşam yemeğini hızlıca hazırladı. Hem onlara selam verip hızlıca yemeği bitirmeye bakarken babam yeni gelen müşterilerle muhabbete daldı. Biz Bahattin ile sofrayı toplayıp odamıza çekildik. Ben kitabımı aldım okumaya başladım. Odada üç yatak vardı, benim, babamın ve 14 Bahattin’in. Babam odaya girdiğinde Bahattin çoktan uyumuştu, bense kitaba dalıp gitmiştim. Babam gelince ‘Senin de uyuma vaktin geldi.’ deyip ışığı söndürdü. Bense içimden ‘Baba ben Bahattin değilim.’ derken ağzımdan ‘İyi geceler’ sözü çıktı, sonrasında da uyuyakaldım. Sabah kalktığımda babam bugün yolda yanımıza alacağımız çantayı hazırlıyordu. Bahattin kalkmış çoktan babama yardım ediyordu. Sonra yanıma gelip: -Madem uyandın, su sesi seni uyandıracak diye merak etmeme gerek yok, dedi. -Dün akşam üşenmeseydin sabah sabah bizi bekletmeyecektin küçük bey. -Neyse, uyandırmak dışında ben temiz tişört bulamadım da ondan duşa giremedim. Sonra dedim ablacığım uyansın, ayarlar bana. Dimi? -Ancak ablan yapsın zaten, diye gülmeye başladım. Kalktım, bavuldan yeni bir tişört çıkarttım. -Zaten bir tane bavul var, bir tişörtü nasıl bulamıyorsun? -Bavul senin eşyalarınla doluydu da ondan, neyse ben duşa giriyorum dedi ve tişörtünü çıkardı. -Dur omzunda bir şey var. -Ne? -Dur, gel bakıyım buraya omzunda siyah bir şey var, deyip omzunu incelemeye başladım. Siyah bir şey vardı, ufacıktı. Yarım dakikalık bir incelemeden sonra bu siyah noktanın bir böcek olduğunu fark ettim. Böceğin dört ayağı vardı, ikisi Bahattin’in omzuna geçmişti ikisi de dışarıda sallanıyordu. Elimi üzerinde gezdirdim, böcek hala orda sıkıca tutunmuş bir şekilde duruyordu. Aklıma gelen şeyin doğru olmaması için dua ediyordum. Babamın yanına gidip ‘Baba hastaneye gitmeliyiz, sanırım Bahattin’i kene ısırmış.’ dedim ve dediğim anda Bahattin şaşkınlıktan hareket edemedi. Babam da şaşırmıştı: -Ne diyorsun, dedi bana yönelerek. -Abla omzumda kene mi var? Nasıl? Bahattin sorularını yağdırmaya başlamıştı. -Baba, kene olabilir. Çıkartmaya çalışma, gidelim hastaneye onlar hallederler, böyle kalması iyi olmaz. -Nasıl iyi olmaz? Abla kene olamaz. Kene mi?! -Neyse hazırlanın o zaman, ben arabayı hazırlıyorum. Babam şaşırmıştı, sesinden belliydi. Fakat Bahattin’in alnından boncuk boncuk terler akıyordu. Odada üzerime bir kot geçirip, tişört giydikten sonra Bahattin’in yanına gidip ‘Ben buradayım, önemli bir şey yok, hastanede çıkartabilirler’ gibi birkaç kelime zırvaladım. Bahattin’den daha kaygılıydım fakat ona belli etmemeye çalışıyordum. Birkaç yıl önce hayatımıza giren kene kavramı benim için sadece bir kavramdı, başıma gelmemişti ve gelmemesi gerekiyordu. Hele ‘Keneden ölen insanlar’ başlıklı haberleri aklıma getirmek istemiyordum. “Abla ne olacak?” diye sordu Bahattin bana. Ağlamaya hazır bir haldeydi, eğer olumsuz bir şey söylersem ağlayacağını biliyordum. Eğer olumlu bir şey söylersem de kendini toparlayabilecek durumda olduğunun da farkındaydım. 15 “Hastaneye gideceğiz, çıkartacaklar ve bitecek. Rahatlasana biraz, bir sorun yok.” deyip sesimi azarlama tonuna ayarlamaya çalıştım. Amacım ona kızmak değil onun kendini toparlamasını sağlamaktı. Babam odaya gelip: -Şimdi pansiyonun sahibiyle konuştum. Buranın keneleri zararlı değilmiş. Hatta onu da dün kene ısırmış, o hastaneye gitmeden çıkartmış. Kafaya takılacak bir şey yok yani. Buna verecek cevabımız yoktu. Bu nedenle arabaya bindik. Bahattin korkudan arkaya benim yanıma bindi. Ona çaktırmadan telefondan ‘Trakya’da kene ısırığı’ adlı haberleri Google’da arayıp, herhangi ciddi bir şey var mı diye bakmaya çalışıyordum. Bahattin’e göstermiyordum fakat o benden daha gergindi. Ben olabilecek bütün kötü ihtimalleri beynimin boş yerlerine saklamaya çalışıyordum. Aklıma getirmek istemeğim düşüncelerin gerçekleşmesi ihtimali bana zarar verirdi. Öyle bir ihtimal olmayacaktı, olamazdı. Zaten Google’da da çok haber çıkmamıştı, zehirli kenelerin daha çok Karadeniz bölgelerinde olduğu yazıyordu. Ama bizi burada kene bulduysa, zehirlisi de bulmuş olabilirdi, şansımız pek yaver gittiği söylenemezdi. Hastaneye vardığımızda Bahattin’in penyesi yıkanmış gibiydi. Her yerinden ter akıyordu. Hastane boştu, hemşireye yaklaştığımız anda ‘Kene mi?’ diye sordu. Galiba sıklıkta karşılaşıyorlardı bu durumlarla. Bahattin’i sedyeye oturttular, bense bir tarafta elini tutuyordum. Bahattin gözlerini kapatmış, arada açıp doktor ne yapıyor diye bakıyordu. Doktor birkaç tane sargı bezini üst üste koydu ve üzerine bol sarı bir krem sıktı. Bahattin’e yaklaştı, omzunu oval hareketlerle ve kremle ovmaya başladı. Sonra sargı bezini kaldırdı ve kene kaybolmuştu. Kenenin çıkarılması bu kadardı. Ya sonra ne oldu? Apar topar İstanbul’a döndük, içimiz rahat değildi. Bahattin’e kan testi yapıldı. Temiz çıktı. Buna rağmen keneden sonra 10 gün boyunca her yorulduğunda ‘Sanırım Kırım Kongo Kanamalı Ateşi geçiriyorum ben’ deyip ailenin yüreğine indirdi. Uzun düşünmelerden sonra kenenin onu tepeye fotoğraf çektirmeye çıktığı zaman ısırdığına karar verdik. Sonundaysa bir şey olmadı. Fakat bundan sonra bir konuda anlaşmıştık. Aramızda yarışmayı bıraktık. Çünkü Bahattin artık büyümüştü. 16 Tulya Elif Bekişoğlu 17 MİLHAN ŞENGÜN ATEŞ Cebe giren paranın yüzde oluşturduğu hınzır ifade gibi Bir sırıtış vardı yüzümde, Anlamsızdı, bilemiyordum hayatın sillesini yemiş bir çocuk Nasıl davranırdı ki? Oysaki sanayide koşan bi çocuktum ben on üçünde, Yorgun büyüdüm mavi tulumların içinde, Her gün dost eliyle tekme tokat küfür, Her geçen gün yerlere kan tükür. Devam ettim, sefer tasım benim yüküm, İnsanlar acıdı hep nedensizce hüküm, Fark etmedi bütün gün zulüm gördüm Mutluydum çünkü doğduğum yerde söndüm Tulya Elif Bekişoğlu 18 ALİ BEKTAŞ HAVADA UÇAN KARIŞAN BİR ŞEYLER Kim sokağın rüzgârına kapılmaz Artık bazı şeyler eski Bazıları da yenidir elbet, Rüzgâr dediğin gelip geçer Bir o yana bir bu yana eser Ama rüzgâr olmasaydı belki, Belki belki küçük bir olasılık Olmayacaktı ademoğlu. Şimdi gel gelelim kum tanesisin Havalanıp duruyorsun Bir orada bir burada İnsanın gözüne giriyorsun Bak bu değişti işte Artık sadece rahatsız etmek için Gözüne giriyorsun İşte bütün çaba bu yani Anlamını bile veremeyeceğin O ufak adam için Aşk penceresinin pervazı Gizli içilen sigara siyahı Güneşe bakmayan saksılarında Homojen dağılmış yaprakları solgun. Nokta nokta adım adım Çekiliyorsun hayat oyununundan Şimdilerde kukuletalı saçlarından Fındık parçaları damlıyor Göz altlarında gençliğin boşluğu Ama bilmiyorsun da bitecek bunlar Mesela bu. Mesela seni sevmem, Tarih bizden büyük ademinkemiği. Yoksa sorun değil ikimizde Evet evet – Negatif. 19 GÖNÜL İŞİ Şehir çocuğu kara tilki gibi Dili varmıyor olur demeye Adını zikre ne gerek Toplarım hepsini bir kertede Bağırmamla bir olur genç diye Kaptan, bakar mısın Hiç buldun mu söyle Bendekinden bir yürek Olmaz dedi kaptan Ceplerine iyi bak dedi Senin gibi bir adam Zimmetlisini düşürmezdi Bilirdim ağzının payını Omzunda ağlamış Şefim demiştim Benden adam olmaz Tahta kapının gözü Kendini duvarda delik sanırmış Birinde- hem de gün tepedeyken henüzİşin düşerse eşyanın gözüne Bil ki inanmayasın sözüne Zira, kapı misafire hırsız demez Hırsıza misafir demediği gibi Ve şimdi gelirsek gönül işine Dalmadan iki sohbet arası Sorarsın umarım bir dahaki sefere Müsait misin , girebilir miyim diye 20 BİR ŞİİRDEN BİR ŞİİRE Ego Son kadeh içilmiş Son söz edilmişti. Bir düşünce sardı hepsini… Bir hatıra, Bir hırs, Bir kıskançlık, Bir yanıltı, Bir kardeşlik, Bir yanlışlık, Bir kin, Bir ümid, Bir şey.. İnsana ait. Özdemir Asaf (Toplu Şiirler, YKY ) Biri (s) i Bir gariplik var Bu olanlarda Bir terslik Bir yoksunluk Bir boğulma Bir hissizlik Bak gözlerin Fraktal lambaları gibi Bir yanıp sönüveriyor. Bir ben bakıyorum Bir ağzın konuşuyor Sen vakitsizce susuveriyorsun. Artık gözlerinden Esirge bu yarımadayı. 21 RABİA İDİL DEMİRELLİ SAKLI LİDERLİK Liderlik vasfı her insanda bulunmayan, başkaları tarafından aranan özelliklerden biridir. Dünyanın gelmiş geçmiş liderlerine baktığımız zaman hepsinin bazı ortak özellikleri vardır, insanları yönlendirebilmesi, çalışkan olması vb. Bu özellikler çoğu zaman toplum tarafından “olumlu” olarak görülmektedir. Hiç kimse bir liderin düzen delisi, kuralcı, dediği dedik biri olduğunu kabul etmek istemez çünkü bu özelliklere sahip bir kişiye topluluklar lider demez, diktatör der. Fakat aslında baktığımızda her lider aynı zamanda bir diktatör değil midir ya da gerektiğinde diktatör olmak zorunda değil midir? Mitlerin çoğu günümüzde hayatımıza girmiş ve biz farkında olmasak bile yaşamın en beklenmedik anlarında sürekli karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki çizgi filmlerde bile mitlerden alıntılar bulunmakta, mit fikri küçük yaşlardaki çocuklara bile sunulmaktadır. Bu mitlerin çoğunun ortak özelliği her zaman, herkesten güçlü ve otoriter bir ‘tanrıların tanrısına’ sahip olmalarıdır. Yunan mitolojisinde ise bu özellikler ve vasıflar Zeus’a aktarılmış, Olimpos’un kontrolü ona verilmiştir. Yunan mitolojisinde Zeus çok büyük bir yer kaplamaktadır, nerdeyse her hikâyede Zeus ya kurtarıcı ya da ceza veren hakim konumunda bulunmaktadır. Bütün tanrılar ondan korkmakta, onun sözüne kimse karşı çıkmamaktadır. Bakıldığı zaman Zeus cesaretinden dolayı hiçbir zaman verdiği cezayı ya da yaptığı zalimliği saklamamıştır, çünkü onu yargılayacak, eleştirebilecek kapasitede zaten birisi yoktur. Ama her şeyin yanı sıra bazılarına göre Zeus Olimpos’u yönetmiş ve sorunları çözmeyi başarmış başarılı bir liderdir. Fakat verdiği zalim cezalardan dolayı onu diktatör olarak gören insan sayısı her zaman çoğunluktadır. Bence Zeus ne bir liderdir, ne bir diktatör çünkü bu iki kavram ne kadar zıt görülse de iç içe geçmiş, birbirinden kopamayacak iki kavramdır. Toplumun lider ve diktatör anlayışı çok farklıdır. Bu nedenle her lider bir diktatördür lafı kimseyi memnun etmez, hatta bazılarının canını sıkar. Herkes liderin iyimser, barışçı ve herkesi mutlu eden biri olmasını ister. Fakat bu imkânsızdır. Çünkü her lider elindeki otoriteyi kaybetmemek için diktatörlük yapar, insanlara yaptığı suçtan daha ağır bir ceza verir ki otoritesi sarsılmasın. Bazı liderler de tam tersi herkesi hoş tutarak lider olmaya çalışır ki çoğunlukla o saltanat çok uzun sürmez. Her iki durumda da bir topluluğu, grubu yöneten kişiye iyi bir lider ya da diktatör demek kişinin kendi iradesine düşer. Toplumlarda bazı diktatörler vardır ki herkesin nefret kustuğu, kin püskürttüğü kişilerdir Kaddafi, Saddam Hüseyin gibi, ki haklılardır da. Bu nefretle anılan liderler diktatörlüğünü açık bir şekilde sürdürmüş, insanlara eziyet etmişlerdir. Fakat bence bu diktatörlerden daha tehlikeli olan kapalı 22 kapılar arkasında dönen, iyi bir lider denilen çoğu kişinin koltuk sevdasından dolayı yaptığı diktatörlüklerin sessiz kalması, kimse tarafından bilinmemesidir. Çünkü her lider, iyi ya da kötü, aksi ya da yumuşak otoritesini korumak için bazı şeylerden vazgeçer, bazı şeyler için savaşır. Bazen bir vatanın kurtuluşu olabilir bu konu, bazen ise bir başkanın seçilişi. Belki Zeus seçilmiş ya da sevilen bir lider değildir fakat onun açıklığı onu koltuğundan edecek kimsenin bulunmamasıdır. Fakat günümüzde kimse Zeus kadar güçlü olmadığı için onun yaptığı gibi zalimlikler açık değil, gizli kapılar arkasından yürütülmektedir. Liderleri suçlamak belki yanlış olabilir. Ama bir liderin diktatör olması ya da olmaması bence asıl önemli şey değildir. Çünkü her lider içinde biraz diktatörlük taşır, bazıları bunu açık bir sofra gibi ortaya sunar Zeus gibi, bazısı da sinsice içinde saklar ve liderliğin hat safhasına erişince ortaya çıkarır. Önemli olan, insanların kendisini yöneten kişi hakkında bilgili ve bilinçli olmasıdır. Çünkü her iyi lider içinde her zaman ortaya çıkabilecek ve kendini korumak için her şeyi yapabilecek bir diktatör taşır. Tulya Elif Bekişoğlu 23 BAHA AYDIN MİTİK BÖLÜNME Kalkın sarhoş sabahların çocukları, kalkın Akdeniz kızlarının gözlerinin Kızılına ev sahibi geceler de kalksın Biz Samael'e tapalım, biz gözlerimizi yumalım Heykellerin altında fidanlar filizlenir mi Çuval çuval çekirdeklerini gören Kenya'lı Latte'sini yudumlarken ağlar mı Hangimiz Cengiz Han'ın soyundanız Hangimiz vaad edilmiş toprakların hacısı İşte bunları merak edelim Koyun gütmeyip domates ekmeyelim Biz Samael'e tapalım, biz gözlerimizi yumalım Yaşadığımız yere Khalkedon desinler En büyük vurgunumuz da Biranın haklı zammı olsun Şarapçının parasını şarapçıya vermeden Geçip giden dershanecilere selam edelim Bir de asansörünü bozan tembel tershaneciye Bizler işçiye dava açan tanrı'nın avukatı Biz Samael'e tapalım, biz gözlerimizi yumalım Ezberinde "insan insanın kurdudur" olanlar Düşman denemeyecek kadar uzak Siz insan sevin, evet evet Çok sevin o insanları siz, para kazanın para harcayın Umarım bir de buzdolabı alırsınız, lazım Biz çamaşırı elde yıkayıp isyan ettiğimizi sanalım Biz Samael'e tapalım, biz gözlerimizi yumalım. Dualar halen mektuba yazılırken İsyanlar hâlâ matbaada basılırken Gözümüzün önünde yarasalar beklerken Biz Samael'e tapalım, ama gözleri siz yumunuz. 24 EMİR AKDERE AŞK NEDİR? Aşk nedir dersen, Bir de aşığına sor. Önce elinin tersiyle çarp ağzının kenarına, Yak onu, yık onun hayallerini Sonra akşam senin dudaklarının sıcaklığını Arzu ederek uyuyakalana sor, Seni gördüğü her an Havayı yaşam için fuzuli görene, Dizleri tutmayıp da desteğe atılana sor Ellerinin dokusunu ellerinde hissedince Zamanı durduramayan aciz insana sor Seni düşünmeden geçen hiçbir saniyesi Yaşanmamış olana sor; Nefesini teninde hissedince O nefesi muhafaza edemeyene sor; Seni düşünerek uyuyana, Seni düşünmekten uyuyamayana sor. DİLEK FENERİ onlarca insan, ellerinde çakmaklar, yakarlar ama rüzgâr mani tabii. belki ilk, belki beşinci denemende yanar altı. ama o zaman başlar asıl iş. bir kere yaktın mı geri dönüşü yok; bu iş sabır işi kardaşım içi dolsun sıcak havayla. 25 sakın yanlış zamanda salma sonra söner, yazık olur parana, emeğine. sabret. bekle. tamam! şimdi sal. iki ihtimal var: düşebilir, uçabilir. kimse senin fenerin için dua etmeyecek, uçsun diye. yalnızsın bu feneri uçurmak için; yalnız olduğunu bil. havalandı ve gidiyor sanki! hayır irtifa kaybediyor, çok uzakta gözüküyor ama elinden bir şey gelmez. üfle istersen, ancak kendini kandırırsın. yine yükselmeye başladı, evet herkes ona bakıyor, emin ol bak etrafına, herkes bakıyor. şimdi yavaş yavaş sürüklenip uzaklaşırken bak demin seyredenlere, şimdi yeni fenerler yanarken seninki unutuldu gitti. sen bile unuttun hatta sönüşü umrunda bile olmadı. çünkü çok meşgûldün öteki yükselen dilek fenerlerini izlerken. 26 LAÇİN EDİS Şiirler I Kara gülün kanlı geçmişi Mağusa yaralı, Ölüm ağlamaklı Yaşlarda gizli yangınlar Vinçlerden sarkan yas tülleri Asfaltta yapış yapış sözler Umut? Kurumuş bir bahar dalı Kar çiçekleri hala üstünde Mıhlanmış koyu kalpleri Sinsi birer kıvılcım gibi beyaz gözlerinde kıyametin Ejderhalar alev püskürüyor Kurbanları kaderlerinde eriyor Hale cisminde verildi ölüm fermanımız Tabut yeşili, parmaklarda istifleniyor Ziftten daimi medcezir Dudaklar mühürlü, silahlar değil Kanlı tüyleriyle beyaz güvercin Çırpınıyor ayakucunda ihanetin Aç kişi limon sıkıyordu onuruna en son Ve fırından namusunu ancak çıkarmıştı Taze taze, dumanı üstünde Boyuna, canlara katık ederek, yiyordu Bir kadeh alın teri aldı mahzeninden Şerefe! diyordu Tebaasında beklettiği revaniyi diliyordu Kapı açıldı Mum devrildi Bir çınar gelmişti, gürledi: "Vi Veri Veniversum Vivus Vici!" 27 GİDENLER Gülmek benden gittiğinde, Bir iki fotoğrafına kiralarım ceplerimi Benim canımdan gülsünler diye Solmaz günün ufuklarına bakar gibi mavi Ve hazin ellerinde düğümler batar gibi Gelmek benden gittiğinde, Kesilemeyen müebbet cezası gibi güvercin sürülerinin Kaderine alev alır sözleştiğim yarınlar Kapanmayan nefes yaraları olur dehlizlerin Bir dalgakıranın beylik direnişinde kar uykusu gibi vuslat ölüm Yaşamak göğsümün ortasında gece tenli bir gündüğüm, Sevmek benden gittiğinde... 28 BERK TUNÇ DÖNÜŞÜM Günlerden bir gün Hamit adında bir ressam, sabah uyandığında kendisini bir gergedan olarak buldu. Bir önceki akşama dair hiçbir şey hatırlayamıyordu. Yataktan zorlukla indikten sonra bir o kadar da zorlanarak kapıdan geçip, tuvaletin yolunu tuttu. Aynaya baktığında bir gergedan görmek onu çok korkuttu. “Allahım bu ne? Neden? Nasıl?” gibi sorular onun aklını bir hayli kurcalıyordu doğal olarak. Gergedan olmanın verdiği ağırlıkla kendisini çok baygın, yorgun ve bir o kadar da bitkin hisseden Hamit, yüzünü yıkamak için toynaklarını kullanmaya çalışmış, ama bu deneme büyük bir hüsranla sonuçlanmıştı. Musluğu bir şekilde açmışsa da bir türlü suyu yakalayıp yüzüne süremiyordu. Hamit o an bunu başaramayacağını anladı ve “Ne yapsam, ne yapsam?” diye düşünmeye başladı. En sonunda küvete girip kafasını suyun altına tutmaya karar verdi. Hamit bu sorunu da çözdüğü için kendisini çok zeki hissetti ve vücudunun gergedan vücudu olmasının beyin fonksiyonlarını etkilemediğine inanmaya başladı. Bu inanca teslis teteslis inancı denir. Çok fazla tutunamadı çünkü canı bir şey çekiyordu ancak ne çektiğini anımsamakta güçlük çekiyordu. “Mutfağa gideyim belki aklıma gelir.” dedi içinden Hamit, ancak istediği şeyi düşünmeye üşenip bulduğu her şeyi yedi. Gergedan olmak onu iyice rahatsız etmeye başlamıştı. Evin duvarları sanki üstüne üstüne geldiğinden kendisini evin dışına attı. Hamit’in aldığı eğitim, insanları oldukları gibi kabul etmeyi, onları dış görünüşlerine göre yargılamamayı öğretmişti. Hamit de sokaktaki insanların kendisini yadırgamayacağını düşünme gafletinde bulundu ve büyük bir özgüvenle adımlarını atmaya devam etti. Sokaktaki insanlar önce bunun ne anlama geldiğini anlamadılar. Hamit’in yürüdüğü kaldırımdaki insanlar Musa peygamberin suyu ortadan ayırdığı gibi sağa sola açılıyor, çocuğu olan insanlar çocuklarını kucaklarına alıp kaçıyorlardı. Bu manzara Hamit’in moralini iyice bozdu. İ nsanlara bir açıklama yapma ihtiyacı doğdu kendisinde. Ağzını açtı ve zarar vermeyeceğini, bunun onun suçu olmadığını anlatmaya çalıştı. Bu çaba her şeyi daha da kötüye götürdü. Ağzından çıkanları kimsenin anlamadığını hissediyor, bu da onun daha da yalnız hissetmesine sebebiyet veriyordu. Sokağa insanlardan tepki almayacağı düşüncesiyle çıkan Hamit, artık can sağlığını düşünüyor, insanların ona zarar verebileceğini düşünüyordu. 29 Hamit evin yolunu hızlı adımlarla yürüyordu. Gün içinde eve yiyecek alma planları olmasına karşın, insanların tutumu onu eve dönmeye zorlamış bu sebeple hiçbir ihtiyacını karşılayamamıştı. Yürürken bir yandan saldırıya uğramaktan korkuyor, bir yandan da eve gidip ne yiyeceğini düşünüyordu. Eve geldiğinde problemi henüz sonlanmamıştı. Toynakları evinin anahtarlarını kavrayamadığından kapıyı açamıyordu. Hamit bütün apartmanla iyi geçindiğinden, komşusunun zilini çalıp kapıyı onun açmasını istemekte bir sorun görmedi. Komşunun kapıyı açmasıyla çığlığı basması bir oldu. Apartman ahalisi Hamit’in oturduğu kata dolmaya başladı. Sopalarla kovalanan Hamit tekrar sokağa çıkmaktan başka çıkar yol bulamadı. Hamit kuytu bir sokak arasına girdi, çöpe atılmış bir yorganı üstüne çekti ve saklanmaya başladı. Havanın kararmasıyla uykusu gelen Hamit, oracıkta uyudu. Sabah uyandığında yaşadıkları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçti. Ellerine baktı. O artık bir gergedan değildi. Çok sevindi ve ressamlığı bıraktı. Tulya Elif Bekişoğlu 30 YAĞMUR ERHAN TEK KİŞİLİK AŞK Bir adam, bir kadını sevdiğinde büyürmüş, derler hep, Yaşamın belki de en can alıcı cilvesidir zaman, İnsana nereden başladığını unutturup, nereye gittiğini hatırlatır hep. Tek amacı kendini ona silahsız teslim eden ile alaydır, onun. O kimsenin sevmediği, yalnızlığı belki de gerektiğinden de fazla seven adam bile, Az da olsa değişmişti zamanla. Bir ay öncesine kadar eline iğne batsa iğnelerin piyasadan toplanmasını isteyecek o adam, Üzmemek için şimdi kadının elinden tutamıyordu. Duygularını saklamanın marifet olduğunu sanan acizlerdendi adam, eskiden. Kadınları, rastgele seçtiğin yepyeni çamaşırlarını eskittiği gibi silip atardı hayatından. Sevgi ve koşulsuz aşk zavallıların işiydi ona göre, Hani o hep en derinden seven ancak hiçbir zaman sevilemeyen insanların işi... Kadın ile bir Cuma akşamı karşılaşmıştı, adam. Sinema çıkışındaki kalabalıkta gözleri, kadınınkiler ile sadece birkaç dakika buluşabilmişti. Önce inkâr etmişti hislerini şiddetle, kendini evde tutmak için bin bir yola başvurmuştu. Ancak o, her Cuma akşamı aynı salonda film izlemeye devam etmişti. Belki de uzaktan sevmek, bu yüzden sevmelerin en güzeliydi. Dokunamadığınız birini yerinizden incitemezdiniz, Karşılık beklemeden sevdiğiniz birinin canını yakamazdınız, Sadece oturup, kendi yok oluşunuzu izlerken çay içebilirdiniz. Platonik aşkın en güzel yanı da buydu işte, Sevmek ancak sizi incitiyor, sizi değiştiriyor, sizi büyütüp başkalaştırıyordu. Sizse tüm bunlara rağmen karşınızdaki kişi, sizin acizliğinize üzülüp de Canı yanmasın diye elinizden geleni yapıyordunuz. 31 BENİM BÜTÜN MESELEM KENDİM İLE Bazen, Tüm bazenlerini avuçları arasına alıp saklamak, Ve yasak bir şey yapmanın verdiği tatlı suçlulukla kendine kuytu bir karanlık arar, insan. Bazen, Herkesin üstüne basıp ezdiği, ancak kimsenin fark etmediği Bir böcek olmayı yeğler, insan olmaktansa, insan. Yorgun ve kırgın sesinin kırıklarını toplarken yarattığı kuytu deliğinde, Keser ellerini sesleri nefretin, Baba acısının, Dost kazığının ve sahte kahkahaların. Sonra yüzü buruşur burnuna gelen ekşi bir koku ile, Yaşlar süzülmeye başlar gözlerinden istemsizce. Zaten son kullanma tarihi geçmiş aşklar hep böyle gizli ve sinsice fark ettirmezler mi kendilerini insana? Kanını görmeye daha fazla dayanamaz insan sonra, Ve sığınır tırnakları ile kazdığı derin kuyulara. Gün ağarırken ölür insan kuyunun ıssız dibinde çömelip beklerken Sonra karanlığın caddelere çöküşü ile yine aydınlanır ve hayat bulur yalnızlığında. Sonra çıkar gizlendiği kuyusundan ve gider kuytu bir sahil köşesine. Alır şarabın en kırmızısından ve yudumlarken kumsalda şehvetini, Doldurur ceplerine “ İşte burası dünya, burası bu kadar” cümlelerini en derin uykusundayken Tanrı. Sonra gün ağarırken usulca döner kuyusuna ve bekleyişi başlar bir sonraki günahı için. Beklerken ise diline dolanmış tek bir cümle: “Benim bütün meselem, kendim ile.” 32 Tulya Elif Bekişoğlu 33 6 EKİM 1939 “Nedendir bilinmez, bir işaret bekler gibi bir haliniz var, hanımefendi.” , dedi adam usulca, Ve kaybetti kendi bir süreliğine kadının gözlerinin maviliğinde. “Oysa elleriniz şahidinizdir yalnızlığınızın zannımca” diye devam etti, daha sonra. Kadın gülümsedi ve özenle masa üzerinde tuttuğu elleri ile adamın soğuk ellerini kavrayarak sordu: “Öyle mi dersiniz, mösyö?” Adam heyecandan donakaldı, yüzü gittikçe kızardı ve gözlerini, kadınınkilerden kaçırdı. “Biraz küçük gibiler, sanki”., diyebildi ancak masanın tozlu yüzeyine bakarak. Gözleri şefkatle doldu kadının ve güldü adamın sorusuna: “Ne için küçükler peki sizce?” Adam derin bir nefes aldı ve cesaretini topladı. “Başka elleri kavrayabilmek için, hanımefendi. “, diyerek baktı kadına tekrardan. “Aslında tüm bunlar, yani sizin bir işaret beklemeniz, narin ve küçük elleriniz, Şu dışarıda yağan yağmur ve ellerim..” “Elleriniz?”, diye tekrarladı kadın meraklı gözler ile adamın karşısında. “Evet, ellerim.”, diye onayladı adam bir fısıltı gibi adeta. “Hepsi bir yapbozun, bireysel birer parçası.” Kadının tedirginliği her halinden belliydi. Devam etmek yerine, kadını izlemeyi tercih etti adam. Onun tedirgin olduğunda ellerini nasıl birbirine dolayıp, sıktığını Gözlerini, onunkilerden kaçırmak adına rastgele etrafta gezindirişlerini izledi derin bir keyif ve durgunlukla. Cama baktıktan sonra kadın ayaklandı ve adama elini uzattı: “Yağmur da iyice fenalaştı. Yasak geçmeden eve dönmeliyim.” Kadının elini sıkarken adam, kadının ince kolu üzerindeki, Davud’un Yıldızı basmalı beyaz bandı her zaman olduğu inceledi. Koşar adımlarla uzaklaşırken kadın ondan, adam yavaşça yerine oturdu. Kalbini aylardır saran keder daha da ağırlaştı birden. “Yere son damla düşmeden geri gelin, hanımefendi.” , diye fısıldadı kadının arkasından. “Bakın diniyor, dinmez denen umut yağmurları tüfeklerin dumanında.” 34 Yutkundu ve radyoda Polonya’nın işgalinin resmileştiği haberi ile irkildi. Gözlerinden yaşlar süzülürken, o yine derin bir nefes aldı. Kadın, artık gözden kaybolmuştu. “Siz son umuda tutunun da geri gelin, hanımefendi.” Tulya Elif Bekişoğlu 35 BU ŞİİR O’NA YAZILDI Sen gidip terk ettiğinden beri beni bu sokakların sonsuz yalnızlığında, Buralar hep senin yokluğunun acısı ile boğulmakta. Güneş’in batışı ve doğuşu bile her gün aynı adeta. Her akşam haberlerde yine maden işçileri grevde, Her yer Mursi’nin geçenlerde medyaya sızan savunması ile çalkalanıyor. İdam kararını veren hakimler öldürüldü, şimdi aileleri sokaklarda çığlık çığlığa. Hep canlar yanıyor bu dünyada. Hele de Sen yokken yanımda, daha bir derinden hissediyorum bu gerçeği sanki. Zulmedenler cezasız kalmaz derler hep, biliyorum, biliyorum da Zulme uğrayanları, geride kalanları kim teselli edecek, söylesene bana. Seçim arabalarının birbirlerine karışan o muntazam besteleri arasında, Yüzü kömür karası olmuş babalarının mezarı başındaki ağıtlarını çocukların, kimler duyacak? Mitinglerde sonu gelmez vaatlerine devam edenler ve onları delicesine alkışa tutanlar mı hep gösterilecek televizyonda Bir kuruş ekmek için sigortasız çalıştırılıp ayağını kaybedenler yerine hep? Bitmiyor cahillik, tükenmiyor ülkemde senden sonra Ata’m, Öfkemiz, kavgamız bitmiyor, her gün onlarca candan yok yere vazgeçiliyor. Söyle, nasıl bir cennet beklemektedir bizi bu sefil hayatlardan sonra? Cebimde hiç param olmadığı için çıkarıp üç kuruş veremediğimiz o teyze ne yiyordur şimdi sırtındaki çocuğuyla? Bir lokmaya muhtaç insana cennetin hangi hurması helaldir, Ata’m? Bir lokmaya muhtaç insan ne isteyebilir ki cennetin alsa bilemeyeceği varlığından? Sen nerelerdesin şimdi ey canım Ata’m? Bu kargaşada sesin çıkmaz mı senin yoksa? Seni alıkoyarlar, düşüncelerini ders kitaplarının yüzeyselliğine, daracık kelime hazneleri ile işlemeye çalışırlar, Ata’m. Ama biz seni hep içimizde, dokunulamayacak kadar derinde, saklı tutarız. 36 İnsanlar ne zalimdir, en çok sen bilirsin. Anlamaz, anlayamazlar senin düşünce ve hallerini. Bilmez, bilemezler senin dilini ve felsefeni. Ama biz senin için haykırırız Ata’m, sulara, biber gazlarına, coplara karşı. “Dinsizdir, imansızdır bunlar!” diye böğürürler yüzümüze çoğu zaman Atam, Ama bilmezler bizdeki yüreği ve yalanın altında yatan soğuk gerçeği. Bizler yanına elbet geliriz bir gün Ata’m, Bakarız o deniz mavisi gözlerinin içine ve, Okuruz seni, yıllardır gerçeğe hasret gözlerimizle. Ve bir gün gelir ki susturulanlar hakim sesler olur, O zaman seni anlar bu millet Ata’m. Senden tek arzu ve temellimiz ise, O gün gelene kadar içini bize saklaman, Ata’m. 37 Tulya Elif Bekişoğlu 38 DOLUNAY KOCABAĞ ÖRDEKLERİN TANRISI Nasıl Allah insanları diğer canlılardan farklı yarattıysa Ördeklerin Tanrısı da ördekleri sahip oldukları zeka ve iradeyle kaderini değiştirebilecek şekilde yarattı. Biz de bu yüzden Ördeklerin Tanrısına dua ettik. Badi o kadar hastaydı ki dua edemeyecek kadar yaralı ve bitkindi. Onun yerine dua etmenin iyi olacağını düşündük. Ördeklerin tanrısı Badi’yi severdi. Badi henüz bir civciv kadar küçüktü onun varlığına inandığında. Bir gece herkes uyurken Ördeklerin tanrısı Badi’yi huzuruna kabul etti ve kutsadı. O geceden sonra Badi hızla büyüdü ve ona tanrısının vadettiği zeka ile insanları sadece yemek ve temizlik ihtiyacı olduğunda dost bilmeye karar verdi. Biz onu öyle de sevdik. Ne de olsa üstünde emeğimiz vardı. Ördeklerin Tanrısı yaşlı ton ton bir Pekin ördeğiydi. Ördeğe kanat verip uçma yetisinden yoksun bırakması onun da Penguenlerin tanrısı gibi biraz tembel olduğunun göstergesidir. Ne yazık ki Ördeklerin tanrısı Gelinciklerin tanrısıyla iyi anlaşamıyordu. Gelinciklerin tanrısı da diğer bütün tanrılar gibi yarattıklarına onların en değerli ve en özel varlık olduklarını söylüyordu. Gelinciklerin inancına göre ördekler günahtılar ve bir işe yaramayan kanatlarıyla dünyaya uğursuzluk saçarlar. Bu yüzden Gelinciklerin Tanrısı ördekleri öldürmesi için onlara izin verdi. Gelincikler zaten öldürmeye alışıktılar. Bu ilahi izin onları çok memnun etti. Gelinciklerin bu memnuniyeti bizim Badi’nin hayatına mal olsa da onların arkasından kötü konuşamazdık. Sonuçta Gelinciklerin Tanrısı bu koskoca evreni onlar için yarattı. Biz ise sadece insanız. Badi’nin cenazesini defnettiğimiz mübarek Çarşamba sabahında güneş adeta ördek sarısıydı. Badi’nin ördeklerin tanrısının yanında olduğunu biliyorduk. Fakat üzülmeden edemiyorduk. Gelinciklerin tanrısı hâlâ bizi tedirgin ediyordu. Sadece o değil, kedilerin, vaşakların hatta dört yapraklı yoncaların tanrısı bile bizim için tehdit oluşturuyordu. İ nekler o hafta sütten kesildiler. Gelinciklerin tanrısına sitem eder gibiydiler. İ neklerin tanrısı yoktur onlar dört yapraklı yoncaların tanrısına inanırlar. Sanırım dört yapraklı yoncaların tanrısı inekleri yoncalar bir işe yarasın diye yarattı. Bir hafta sonra bütün bu tanrılar hakkında bilgi edinmek için camiye gittim. Uzun beyaz sakallı, bol mavi pijamalı amcalar beni geri gönderdiler. Bakkalın yanındaki evin avlusunu dönüştürdükleri, sadece Cuma günleri hizmet veren kütüphaneye gittim. Şanslı günümde olduğumu umuyordum fakat Sineklerin Tanrısı üzerine yazılmış bir kitaptan başka bir şey vermediler elime. Kitabı okumadım çünkü 39 henüz okuma yazma bilmediğimi fark ettim. Allah’ın insanları okuma yazma öğretmeden yaratmış olmasından yakınarak eve döndüm. Badi gittikten sonra eve yeni bir ördek alınmadı. Bana civcivlerle idare etmemi söylediler. Ördeklerin tanrısı civcivleri yanlışlıkla yaratmıştı. İnsanlar yıllarca boş yere düşünüp durdular tavuk mu yumurtadan çıktı yumurta mı tavuktan çıktı diye. Ördeklerin tanrısı ikisini aynı anda yeryüzüne indirdi. Tavuğun görevi yumurtadan çıkacak ördeği büyütmekti. Yumurtadan civciv çıkınca Ördeklerin tanrısı yanlışı düzeltmeye üşendi. Malzemeden çalmayı tercih etti ve kırılan yumurtanın kabuklarından ördeği yarattı. Bir süre yaradan tarafından kaderine terk edilmiş tavuklara acıyarak vakit geçirdim. Var oluşları o kadar anlamsız ve amaçsızdı ki ilgimi bile çekmediler. Eskiden inekler için üzülürdüm. Oysa onların yaratanları onları terk etmemişti. Badi’nin mezarının başına gidip toprağa bağdaş kurdum. Ördeğin ölüsünü gömme fikrinin ne kadar mantıksız olduğunu parmaklarımla ıslak, kumlu toprağı avuçlayıp bırakırken fark ettim. Ölüyü gömmek insan inancının bir parçasıydı. Elimde Badi’nin tüyleri yolunmuş vücuduyla arka sokağa doğru yürürken yalnızca kimsenin beni görmemesini umut ediyordum. Kafasız, sol bacaksız ve tüysüz bedeni, zar zor kaldırdığım kapağın arasından çöp konteynırının içine attım. Düşme sesini bile duymadım. Sanki ceset o anda yok oldu. Tulya Elif Bekişoğlu 40 ZEYNEP KARABABA KADINLAR EN GÜZEL ZİFİRDE İZLENİR Üstümde yırtık bir bir kazak, ter kokan Altımda gıcır, gıcır ve gıcır beyaz bir plastik sandalye Buram buram bok kokuyor, güvercin boku Karaköy’ün en yüksek çatısı Yanımda bağımlılığım, az tuzlu çekirdek En büyük boy, tekelden aldığım Önümde eski çekirdek çöplerine boğulmuş Mor menekşe saksısı, zavallı mahlûkat Çiçek ölmüş, çekirdek bitmiş, ben ayı bekliyorum Randevumuz var ayla, kovboylarınki gibi Çıkıyor bir süre sonra çirkin parlak ay Dakikmiş Hazırlıklıyım, ağaç dalım (silahım) yanımda Gafil avlıyorum onu, beklemediği yerden vuruyorum Piçuv, piçuv ve piçuv Toza dumana karışıyor ay, dağılıyor sim gibi ıslak sokaklara Kusura bakma kutup yıldızı Ben en çok zifiriyi severim Tulya Elif Bekişoğlu 41 DONDURMA Seni anlayabilir miyim bilmiyorum sevgilim Filmlerde yakışıklı adamın ağzından eksik olmayan Ne olduğu belirsiz yeşil çiçek gibisin Akıl sağlımı bozarsın diye korkuyorum Sana bağlanabilir miyim bilmiyorum sevgilim Eskidikçe güzelleşip tadına varan değil de Ekşiyip, ağzımı yamultan şarap gibisin Metabolizmamı bozarsın diye korkuyorum Seni sevebilir miyim bilmiyorum sevgilim En karanlık, en rahat odada uyurken Işığı birden yakan yavşak gibisin Sinir sistemimi bozarsın diye korkuyorum Bir şey bildiğim yok be, sevgilim Aslında bir şeyden eminim Dondurmamı paylaşacağım on kişiden Biri bile değilsin sevgilim. 42 ÇOCUKTUM Çocuktum. Mutluydum. Rüya sanırdım içinden oyuncak çıkan Sütlü çikolatalı yumurtaları Kırmızı ambalajlı Ne çıkacağı belli olmayan Bir küçük defineydi benim için Çikolatayı yemeden kırardım Gizli hediyeme varma arzusuyla Bazen küçük bir adam, bazen bir yapboz parçası Her ne olursa olsun, beni mutlu ederdi Çiçek desenli halımın üstünde saatlerce onunla oynardım Takii, o da yatak altında kaybolan oyuncaklar listeme girene kadar Çocuktum. İnanırdım. Babamı hep kahraman sandım Peleriniydi üstüne büyük gelen Lacivert kareli ceketi Dar omuzlarının üstüne oturturdu beni İkimiz birleşince en güçlü, en süper Dev oluyoruz derdi şarkı söylermiş gibi mırıldanarak Aynı çizgi filmlerdeki gibi, güçlü ama iyi kalpli bir dev İşten eve döndüğünde hep çikolata getirirdi, çilekli olandan Hem güçlü hem çikolata alan bir kahramandı Ta ki, işten atıldığı gün, çikolata alamamanın omuzlarına verdiği yükle Beni omzunda taşıyamayana kadar Çocuktum. Her şeydim. Dünyanın merkeziydim Güzel kadın gibiydim Film afişlerinde ortada duran Ailenin tek çocuğu, ilk göz nuru olan Elinden bebeği, sırtından marka kıyafeti eksik olmayan Önüne gelen kız çocuğuna dil çıkaran bir şımarıktım Herkes benim etrafımda pervane olurdu En güzel, en önemli, en şeker prensestim kendi krallığımda Hiç ağlamayan, yanakları sıkılası bir küçük hanımdım komşulukta Ta ki, mavi battaniyemin altında ağlarken önemsiz olduğumu anladığım güne kadar 43 Çocuktum, ta kilerle büyüdüm Büyüyorum Büyüyeceğim Ta ki vücudumun toprakla buluştuğu güne kadar Tulya Elif Bekişoğlu 44 TULYA ELİF BEKİŞOĞLU ... Bir yay gibi Tellerin üstüne bastırarak Bir sağa bir sola Bazen uzun Bazen kısa, kesik Uzun, bir konçerto bu Sürüklenip Bir iterek Bir çekerek savrulsam da Bir bütün içerisinde devam ediyorum Bağlı notalara geldiğim zaman Şaşırmış bakıyorlar, yayların tele değdiği yere nasıl vazgeçilmez ve sonsuz olduğuna ölçüler ilerledikçe Kaldırmak istemiyorum her este İnce yaylar ve tel arasına giren boşluk Fırtına Kopan kıllar Artık savrulmuyorsun bile Alkışlar da kesildi Kutusuna kaldırdım Ayrı Ayrı Ve bu veda konçertosu 45 DOLUNAY KOCABAĞ SEVDALI KOYUN Bir varmış bir yokmuş. Kurbanlık koyun üç katlı apartmanın üç kapılı bahçesinde ağaca bağlanmış beklermiş. Sevdiğini beklermiş. Sevdiği de minicik bir kızmış. Koskocaman gözleri, yumuk yumuk elleri ve kapkara kıvır kıvır saçlarıyla koyunu andırırmış. Kurbanlık koyun, koyuna benzeyen kızın koyun gibi bakan kardeşi için kesilecekmiş. Kesildikten sonra onu sırat köprüsünden cennete taşıyacakmış. Aksi takdirde Koyun Kızın Koyun Gibi Bakan Kardeşi cehennem kazanlarında kavrulacakmış çünkü koyun bakışlı kız kara kedileri severmiş. Koyun Kız kardeşini sevdiği kadar Kurbanlık Koyun’u da sevmiş. Gündüz kimseler görmeden Koyun ile birlikte şehrin sokaklarında uzun uzun yürüyüşler yaparlarmış. Göl kenarında piknik yaparlarmış, Boğaz turuna çıkarlarmış. Güneş batmadan önce yine kimselere görünmeden üç katlı apartmana geri dönerlermiş. Geceleri ise Koyun Kız üçüncü kattaki penceresinden bahçeye atlar Kurbanlık Koyun’u severmiş. Kulaklarını öper, yünlerini parmaklarıyla usulca tararmış. Koyun da karşılığında bahçeye mis gibi kokular yayarmış. Bir gün geçmiş, iki gün geçmiş, üç gün geçmiş. Gelmez ayın 14’ü olmuş, Kurbanlık Koyun 15’inde kesilecekmiş. O gece güneş battığında ve Ela Lem uykuya daldığında, Koyun Kız yine bahçeye inmiş. Kurbanlık Koyun yerinde duramıyor, bağlı olduğu ağacın etrafında fır dönüyormuş. Koyun Kız: Neyin, var güzel koyun, ne diye deli danalar gibi döner durursun?” diye sormuş. Kurbanlık Koyun: Koyun Kız, beni yarın kesecekler, cesedimi yiyecekler, ahirette üzerime Koyun Bakışlı Kız’ı bindirecekler. Oysa ben o Sırat köprüsünden yalnızca seni cennete taşımak isterim. Kurban olayım bir kara kedi sev de beni senin için kurban etsinler. Koyun Kız, Kurbanlık Koyun’un bu son dileğini yerine getirmek için kara kedi aramaya başlamış, bütün mahalleyi dolaşmış girmediği avlu, bakmadığı çöplük kalmamış. Ne var ki kara benekli kediyi bile bulamamış. Gün doğana kadar sokaklarda dolanmış. Kurbanlık Koyun beklemiş, Koyun Kız’ın kucağında kara kediyle çıkıp gelmesi için sabaha kadar melemiş, eşinmiş, ağaçları kemirmiş, En sonunda Koyun 46 Kız için kurban edilmeyecekse hiç edilmemeyi tercih etmiş, kafasını bahçe duvarına vurup nalları dikmiş. Koyun Kız sabah bahçe kapısından girdiğinde Kurbanlık Koyun’un üzerinde meyva sinekleri uçuşan cesedini bulmuş. Basmış yaygarayı, Ela Lem’i ayağa kaldırmış, koyunun soğumuş bedenine yapışmış, giderek kaybolan mis gibi koyun kokusunu içine çekip tüketmiş. Koku kaybolunca yerden kalkmış, Sevdalı Koyunlar, kara kedileri sevmiş kızlar uğruna kurban edilmesin diye gitmiş bütün kara kedileri boğmuş. Tulya Elif Bekişoğlu 47 DOLUNAY KOCABAĞ İZAFİYET O benim sevdiğimden biraz az, Öbürü ise biraz çok sevebilir Diğerleri benim sevdiğim kadar sevseler Sevgileri tükenir Şunun sevgisi güneş kadar güçlü Bununki ay kadar yakın Onlarınki bi’kilo demirden Şunların ki bi’kilo pamuktan ağır Ötekininki bizim bakkal kadar uzak Dur da etrafına bir bak Kimsin, nerdesin, nedensin... Zaman seni aşıp da gelsin En uzun yoldur Senden başlayıp sana varan En kısa yoldur benden başlayıp sana varan Senden başlayıp da bana varan yoktur 48 CEM TÖRE GÖKÇAM TRISTAN “Bir mantardan daha hafif, on gece hora teptim.”* Bu geminin yanaştığı adadan nefret ediyorum Kalıcı çaresizlikten ve ensest ürünü balıkçılardan da. Bir kargo gemisinde yedi gün kısılı kalarak geldim buraya, Hayatta bir daha asla görmek istemediğim tanıdık yüzlerin adasına. Ahşap teknelerin yanında ıstakoz avcıları konuşuyor, Yıllar önce geride bıraktığım bir muhabbete kaldığı yerden devam ediyorlar. Hiçbir yüzün değişmediği bu adadan nefret ediyorum, Kimsenin günün sonunda kaçamadığı bu adadan. Bir çocuk gelip bana koyunlarını anlatıyor. Koyunların nasıl konuştuğundan bahsediyor ve koyunların ne yediğinden okyanus pusu sahili kaplarken. Uyuyan bir yanardağın altında ve okyanus pusu ile kaplıyken konu asla değişmiyor. Burada herkes bir gün burayı terk ettiğini hayal ediyor Ama o kadar uzaklar ki her şeyden ve herkesten, terk edecekleri yönü bilmiyorlar. Gemilere el sallıyorlar gemiler yanaşırken, Gemilere el sallıyorlar gemiler geri dönerken medeniyete. Gerçekten yalnız olanlar asla bahsetmez yalnızlıktan. Ve burada, “başkası”ndan iki bin beş yüz ve belki biraz daha kilometre uzakta, Pus ve güneş batar ufuk çizgisinde Tristan’ın. *Arthur Rimbaud’nun Le Bateau Ivre’inden. 49 MELİSSA AKKOÇ İKİ ŞİİRDEN İKİ ÖYKÜYE Kaynak Meseli Ağacı derisinden sıyırıyorum. Bir iklim gelgiti içinde gelişiyor günün çıbanı: Kor siyahın bünyesinde çoğalıyor meşin derin deri izi. Bu neşeyle kanı denetleyen yaşlı çocuk umutsuzluğa çiziyor etin eksenini. Coşuyor, ürküyor belki, usulca yayılıyor ateşin, yalımın katsayısında. Soruyor: Güneşin sızdığı çatlakta mı ışık? Başka bir kaynak mı yarımadadan suya doğru başınabuyruk? Bilinmeyen onuruyla karşılaşıyorum keskin anların. Tenha gün gecenin girdabından açılan pencerede patlıyor. Ağrı taşıyorum uslu ve usta, büyüyor, taşıyorum göksel iliğinden kırmızının. Enis BATUR (Seçme Şiirler, YKY ) 50 AĞACIM Ağacı derisinden sıyırıyorum. Dizilerde gördüğüm gibi bıçakla yapmalıyım, bıçaksız çok zor. Ama buraya bıçak sokmak yasak. Ben hiç o dizilerdeki bıçaklardan da görmedim aslında, kullanmayı da bilmem. Annem geliyor, yine bağıracak sanırım. Yaklaşıyor. Kaçsam mı? Kaçacak yerim yok, bekliyorum. Ağaçla uğraşıyorum hâlâ avludaki. Annem geldi yanıma “Yapma” dedi. Sanki başka eğlencem vardı. Sıkılmıştım kadınların arasında. Devam ettim ağacı yolmaya. Sonunda bir parça kabuğunu çıkarabilmiştim. Parmaklarımın sızladığını hissediyorum. Annem elime vurdu. Sustum, içeri girdim, onlarca kadının arasına. Eminim gidebileceğim başka bir yer olsa giderdim. Bıktım bu kadınlığını kaybetmiş kadınlardan. Kadınlık dediğim şey o dizilerde gördüğüm zerafet ise eğer, evet bu kadınlar kadınlığını kaybetmiş olmalı. Burası insanı cinsiyetsizleştiriyor galiba. Aklım ağaçta kaldı, kabuklarını ayırarak resimler yapacaktım o ağacın üzerine. Hepsini planlamıştım, artık o ağacın üzerinde benim yaptığım resim olacak, altında benim adım yazacaktı. Ressamlar görmedikleri şeyleri çizince çok ünlü oluyorlarmış, öyle konuşuyorlardı burada, çok da para kazanıyorlarmış. Ben de denizi çizeceğim o ağaca, bir de kumdan kale yapan çocukları. Çok eğlenceli olduğunu söylüyorlar, bilemiyorum. Babamı da çizmeliyim. Onu da görmedim hiç. Onu çizersem daha da ünlü olurum hem belki. Ama yapamam ki. Annem parmaklarımı koparır o zaman, bir daha hiç çizemem. Aslında eğer bu kadar kolay ise meşhur olmak, ben çok kolay meşhur olabilirim. Görmediğim her şeyi çizeceğim ağacıma. O ağaç artık benim adımla anılacak! Gardiyan geldi, bağırdı: “İçeri girin! Hızlı hızlı! hadi!” Demek avluya çıkma süresi bitmişti, ben zaten içerideydim. Ya ağacım, o bu gece dışarıda mı kalacaktı? Aklımdakileri çizmeliyim, yoksa unuturum. Aslında hiç de güzel resim çizemem. Sabahı beklemeliyim, dışarı çıkmak için diretirsem eğer, beni döverler, yine. Yatağa yattım, uykuya dalıyorum. Elim hâlâ sızlıyor. Kendime moral veriyorum, bu benim ağacıma çizeceğim resme engel olmamalı. Heyecandan uyuyamıyorum, bir yandan da ürküyorum, resmimi çizmeme izin vermezler diye. Işıkları kapadılar, artık uyku saati geldi. Kapının çatlağından karanlık koğuşa giren ışık, yalnızca benim gözümü alıyor. Sanırım birileri benim uyumamı istemiyor. Kim yolluyor peki bu ışığı gözlerime. Işıklar nereden gelir bilmiyorum. Güneş diyorlar, güneşi kim koymuş ki oraya? Ya da su? Su nereden geliyor? Denizden diyorlar yine aynı kişiler. Deniz nereden geliyor peki? Bilmiyorum, hiç görmedim hâlâ. Işık yavaş yavaş azalıyor. Ya da gözüm ışığa alışıyor. Sanırım yine hiçbir sorumun cevabını bulamadan uyuyacağım. Hep böyle oluyor zaten. Gardiyanın bağırtılarıyla uyandım yine. Reklamlar hep yalan mı diye düşünmüyor değilim. Orada bütün çocuklar gülerek kalkıyorlar yataklarından. Neyse, 51 bugün gardiyan bile keyfimi kaçıramaz. Bugün büyük gün. Bugün ünlü olacağım! Avlunun kapısına doğru koşuyorum. Tam çok yaklaşmışken annem bağırıyor yine “Oğlum gel buraya midenden biraz yemek geçsin, sen gelene kadar bu domuzlar hepsini bitirecek!” Yemek istemesem de anneme karşı çıkamıyorum, onun yanına gidiyorum. Ağzıma bir şeyler tıkıyor. Dışarıdan da pat küt sesler çıkıyor. Avluya gitmek istediğimi söylüyorum anneme. Gardiyan duymuş olmalı, bağırıyor yine dışarıdan “Bugün avluya çıkmak yasak!” Dışarıdan gelen sesler beni çok korkutuyor. Şüpheleniyorum. Ya yarın gittiğimde ağacım orada olmazsa? 52 DÜELLO Yenilirsem yenilirim, ne çıkar yenilmekten? Seninle çarpışmak kişiliğimi pekiştirir benim. Ayak bileklerime kadar bu deredeyim işte, Yerin yassı taşları tabanımın altında, Alnımda birleşmekte güneşin raylarından Hışırtıyla geçen kartalların sesleri. Unuttuğum bir bitkinin yaprakları gibi Göğsüme değerse kurşunların, ne çıkar? Bilmem nişancılığı, tabanca kullanmadım; Ama karşıma alıp seni horoz düşürmek de, Seni vuramamak da yüreğimi pekiştirir benim. Ölürsem güzel bir ölü olurum, Saçlarıma yuva kurar bir anda kirpiler, Kar, örtemeye kalkışır gökkuşağını, Ve onurlu, yoksul böceklerin gazetecisi Ben gülümserken resmimi çeker. Ülkü TAMER (Toplu Şiirler, YKY ) Tulya Elif Bekişoğlu 53 BİTTİ Kırıkkale’de 19 yaşındaki E.T dere kenarında ölü bulundu. Göğsünden yedi mermi çıkarıldı. Faili meçhul bu cinayet de kanıt yetersizliğinden rafa kaldırıldı. Kafa derisinde çürükler tespit edildi. Beyinde hasar görülmedi. Beyincik sağlam. Organlar kafatasının içine yerleştirildi kafa derisi dikildi. Göğüs kafesinde yedi kurşun yarası tespit edildi. Göğüs kafesi açıldı. Midede bir adet kurşun tespit edildi. Mideden kurşun çıkarıldı. Akciğerin sağ lobunda üç kurşun tespit edildi. Akciğerdeki kurşunlar çıkarıldı. Dalak’da iki kurşun tespit edildi. Dalak’daki kurşunlar çıkarıldı. Kalp’de bir kurşun tespit edildi. Kalp’deki kurşun çıkarıldı. İncebağırsakta hasar tespit edilmedi. Göğüs kafesi kapandı. Göğüs dikildi. Bitti. Gözlerimin yavaşça kapandığını hissediyorum. Kalbime de kurşunun girdiğini hissettim. Bir silah sesi daha geldi. Sarsıldım, yere düştüm, öleceğimi düşündüm. Tam göğsüme üç kere daha sıktı. Her şey çok hızlı oluyor. Karnıma bir kurşun daha yedim. Karnımın ortasına sıktı. Aşağılık adam tüfeğini doğrulttu. Artık kaçacak bir yerim yok. Bir dere kenarına geldim. Ben koşmaya devam ettim. Namusumu beş paralık ettin diye avazı çıktığı kadar bağırdı. Bağırmaya başladı. Yusuf peşimden koşuyordu. Koşabildiğim kadar hızlı koşuyorum. Evden çıktım, terliklerimi giydim. Bu fırsattan yararlanıp kapıya yöneldim. Uyandığımda yanımda yoktu. Uyandım. Bunu beklemiyordum. Yusuf kafama vurdu elindeki sürahiyle. Ondan uzak durmaya çalıştım. Korkuyla yatağın ucuna oturdum. Hemen kalkıp giyindim. Üstümden kalktı. Çarşafta kan olmadığını gördü. 54 HALİT SUAT SARAÇ GÜZELLEME Hepiniz, O kadar güzelsiniz ki… Bir daha dünyaya gelsem Sizi severdim herhalde Daha önce gelmiş olsam da Sizi severdim muhtemelen. Konuşmak Hiç yakışmıyor ama size Gülümseyin, çekiyorum. Sizi sevmek diyorum, Zarif Bir gülü Sevmek gibidir Gülü seven Dikenine katlanmalıdır elbet. E ama size, O kadar masraf yapıyorum Şu dikenleri de Aldırın artık. İnsanlar, Estetik oluyorlar artık O güzel insanlar O güzel arabalarına binip Daha da güzel oluyorlar. Teknoloji Çok gelişti çağımızda Çayımız da soğumuş, Şunları tazeleyiver delikanlı. Sizi seviyorum. Biliyorsunuz değil mi? Sizi sevmez Olmaz olur muyum canım? Yemek yaparım, şiir yaparım Mutluluk yaparım size Sizi sevmesem Size kıyafet alır mıyım hiç? 55 Size çay koyar mıyım hiç? Sizinle sinemaya gider miyim hiç? Hiç canım. Bunlar hep medyanın uydurması Bugün maç vardı sahi, N’oldu onun sonucu? Ne diyordum? Sizden bahsediyordum Değil mi? Siz bilmezsiniz kim olduğunuzu Etrafa sorun, onlar anlatır Ya da… Boş verin Hiç kimseye hiçbir şey Sormayın en iyisi. Konuşmak Hiç yakışmıyor zira size. Moda insanın Kendine yakışanı giymesidir Köfteciye söyleyin ha, Benim köftem duble olacak. Efendime söyleyim, Şiir yazmak güzeldir. “Güzel” yazmak şiirdir. Güzel Dermişim Ben güzele güzel demezmişim Güzel benim olmadıkça Hepiniz, O kadar güzelsiniz ki… 56 HİÇ Bir süre etrafa bakındım. Selam verdim birine Selam vermedim birine Çıkmaz sokağı gördüm Çıkmaz sokağa girdim Çıkmayan sokağın içindeydim Çıktım çıkmaz sokaktan Sağa baktım Sola baktım Dostlar vardı Fayansların üzerindeki Renkli desenlerdi dostluk. Üzerine bastım geçtim Önüme baktım Kırık kalplerle ve Siyah dalaklarla Dolu yolda yürüdüm Yürüdüm yürüdüm Siktir et dedim Siktir et. BEN ANLAMAM Şimdi şiir defteri dedim ya Anlamı oldu defterin Halbuki şiir de benim Defter de benim 57 KÂMİLİN IRMAKLARI Salyalarından akan Kitaplar var Burun deliklerinde Sayfalarca ağıtlar Bir açarsın ki ağzını Yumdun bi de gözünü Irmaklardan Baudelaire akar İmgesel imgesel Dil bilimciler şifanı Bulamaz Kamil Bana doktor deme ordan Doktor bir dilbilimci Komşu kızı Ayşe Seni anlamaz Kâmil Göz göze geldiğinizde Konuşmaya başlasan Hemen çıkar aradan Mecazi bir ayak Sonra biliyorsun n’olduğunu Kızın gözlerinin maviliğinde Irmaklardan Haşim akar İmgesel imgesel Devrik devrik konuşur Yamuk yumuk yürürsün Topallığının sebebi Bellidir Kamil. Sokakta Ayşe görüp Kanepene oturup Beklersin Irmaklar dersin Ey yüce sizler ki Irmaklar doldurmuş Topallığımın sebebi Varlığımın umudu Ey yüce sizler ki İmgesel imgesel 58 Mecazi bir çift bacağın var Kamil Bir çift mecazi bacak Gerisi laf-ı güzaf. Tulya Elif Bekişoğlu 59 YAĞIZ DAĞABAK NAZIM’A NAZİRE öyle anlar, öyle zamanlar var ki şu hayatta yalnız bize mahsus. üzülmek yalnız bize mahsus mesela, sevmek de öyle. yalnız bize var şu hayatta kaybetmek, ekmek parası için sürünmek de öyle. aşık olmak da hiç olmamış olmayı dilemek de bize mahsus, yalnız bize. peki, biz kimiz? biz herkesiz, herkes onlar biz kimseyiz ne sen anlarsın ne o anlar dünya dönüyor, dönecek kimbilir daha kaç zamanlar ve yaşananlar bir hiç olarak kalmaya devam edecek çünkü unutmak da bize mahsus, hatırlayıp gülümsemek de öyle çünkü biz hiç öğrenmemişiz nasıl doğru dürüst ölüneceğini nasıl yaşamalı, nasıl yaşamamalı hiç öğrenmemişiz ve hiç öğrenemeyeceğiz belki de çünkü delirmek de yalnız bize mahsus uslanmak da öyle herkese ve hiç kimseye yalnız, bize. 60 Tulya Elif Bekişoğlu 61 Barış Heybeli Prusya Mavisi Neden Nijerya? Kazları beslemedik mi yani Otomobil tozları içbükey aynalarımla oynarken Bir adam nasıl tamamen mavi olur Sonsuz yolculukta nefretle dolar Neden yaşarız, neden bir sinek dolanır Başımı sulu şampuanla yıkarken neden ağlarım Neden umursarım, neden severim Saçma. Ben bir tekstil makinesiyim Bayat ekmek, kırık kalem, kaybolan silgim Dolansınlar Yeni Kaledonya’da Endülüs’de ud çalarken terlesinler Ne var yani? Ne var o olduysa? Harflerini yutarken adını unuttum Bugün ben de mutlak değerimdeydim Negatif sayıydım, dışarıdan pozitif görünen Şükür bugün de ufkumuz genişledi Kalplerimiz bir nebze daha ruhsuz Bir tutam daha fazla hırslıyız Biz dünyayı yöneteceğiz Kendimizi yönetemezken İkinci adaya yüzdüm sonra Sen de bir silgi olamazdın İkinci tahtında bir hayalet Sen kendini onun gibi hayal et Onlarca beyin ve gözler Beni izlediler ve unuttular Umrumda değildi. Kantin bir hayvanat bahçesiydi Gereğinden çok papağan Çakallar ve kurtlar giymiş kostümleri Böyle komedyen görülmemiş Kalbi atıyor maskeyi atacağı gün için Ben yerde unutuldum Üzerinde kirli bir ayakkabı izi olan İlgi çekmemiş bir şiir Geri dönüşümüne hazırlanıyor Masada bir tabak üzerinde Aç gözler üzerinde 62 Kıpırdanan eller Sulanan ağızlar Dayanamadım, özür dilerim Çürümüş anılarımın taksidini ödedim Üstü kalsın 6-7 Eylül Eylül başları insan sokakta Eylül başları İsa çarmıhta Taşlar ve toz yağmurum, kan ve kir Ahşap evimdeyim, sokakta bir fakir Durgun güneşin altında mayışırken Ateş kaplıyor tinerli kalpleri Kırık Camlar Sokağı’nda kopan yakarış Susuyorum, ama içimde o Songüneş’in bıkkınlığı Neydi suçum hakim bey, suç muydu kendim olmam Söyleyin bana, siz de mi artık sokaklardasınız Bir sopa daha atayım, bir cam daha kırayım derken Gözünüz bağlı, olanı dürbünlerden izlerken Karşı kıyıdaki düşmanına öz toprakta kıyarken Bir fidan daha solarken, kendi çocuğunu düşünebildin mi Yumruklar artık kapıma dayandı, dua ediyorum Kelimelerim var cebimde, İsa kitabımda Çiçek desenlerim kanla süslenirken Dayanacağım kör kaderime Eylül başları hayatımın sonu Eylül başları İsa çarmıhta 63 Tulya Elif Bekişoğlu 64 SELİN AYDAN MALKOÇ Cemal Süreya’nın Bir Şiiri Üzerine Nazire ve Öykü Yazma Denemesi ADAM Adam şapkasına rastladı sokakta Kimbilir kimin şapkası Adam ne yapıp yapıp hatırladı Bir kadın hatırladı sonuna kadar beyaz Bir kadın açtı pencereyi sonuna kadar Bir kadın kimbilir kimin karısı Adam ne yapıp yapıp hatırladı. Yıldızlar kıyamet gibiydi kaldırımlarda Çünkü biraz evvel yağmur yağmıştı Adam bulut gibiydi, hatırladı Adamın ayaklarının altında Yıldızların yıldız olduğu vardı Adam yıldızlara basa basa yürüdü Çünkü biraz önce yağmur yağmıştı. Cemal Süreya (Toplu Şiirler, YKY ) KADIN (İkinci Kıtaya Nazire) Bulutlar huzur getirdi, asıldılar topraklara Beyaz örtü havayı kapladı Kadın sis gibiydi, hatırladı Beyaz, ve boğucu Kadının ellerinin arasında Bir evren vardı Gezegenler inci tanesi gibi dizilmişti Beyaz, ve çekici 65 ÇÜNKÜ BİRAZ ÖNCE YAĞMUR YAĞMIŞTI Yağmur çiselemeye başladı, gri betonların rengi koyulaştı. Gökyüzüne hâkim olan grilik insanın içini boğuyordu. Ciğerlerine sis dolmuşçasına havaya ihtiyaçtaydı. Halindeki bu durgunluk bir sonuç muydu yoksa havanın suçu muydu? Daha çok deneseydi, daha erken harekete geçseydi acaba neler değişirdi? Normalde tek dayanağı olan ailesinin önünde bile ağlamazken şimdi gözleri yanmaya başlamıştı. Genzinde bir şey takılı kalmış, nefes almasını zorlaştırıyordu. Yaşlar gözlerine doldukça etrafı görememeye başladı. Herkesten hızlı yürüyen, her zaman bir acelesi olan kişiyle, adım atacak nedeni bulamayan sendelemeye başlayan insan aynı mıydı? Yavaşlayıp kendini kıyamet gibi kaldırımların kenarına attı. Duvara dayandı soluk almaya çalıştı. Her zaman olurdu bu kalp ağırları, düzgün nefes alınca geçerdi. Bu sefer geçmedi. Derdi başkaydı. Fani heveslerle arası hiçbir zaman yoktu. Ne en iyiydi ne en kötüydü, arada kalarak hayatını geçirmekten memnundu. Okulu dert etmez, bir çıkar yol bulurdu. Dertlendi, dibe vurdu; ölene kadar kurtulamayacağını sandığı çukurdan bile kurtuldu. İnsanlığın en büyük derdi aşka inanmıyordu, oradan da bir vurgun yedi. Tokat suratına indi, aşktan nefes alamaz oldu. Tamam, dedi bundan sonra daha darbe yemem. Ne kaldı ki altından kalkamayacağım. Her zamanki gibi büyük konuşmuştu. Hayaller en büyük illetmiş, bilemedi. Bu tek isteğinin peşinde koşarken olabilecekleri tahmin edemedi. Hedefe adım adım yaklaştığını sanırken yokuş aşağı yuvarlanmaya başladı. Yine mi mağdurdu, yine mi ezik? Kendisine hiç acımazdı ama bir yanlışlık olmalıydı. Herkes derbederdi de fark ettirmiyor muydu? Yoksa herkese dağıttığı merhameti biraz da kendine mi ayırmalıydı? Duvar kenarını takip ederek, kafasının kaldırmadan yürüdü. Önüne gelen ıslak saçları yüzüne yapıştı. Kendi sesi içinde kaybolmuşken mesaj bildirimi ortamı bozdu. Kulaklılarından gelen neşeli müziği yeni yeni duymaya başladı. Telefonu mont cebinden sertçe çekti. Gelen haberle hızlanmaya başladı. Elini cebine bir attı, tam tahmin ettiği gibiydi. Durdu, ve geriye beş adım attı, kafasını azıcık çevirdi. Kendi pasosuna rastladı sokakta, orada su birikintisinin içinde yüzüyordu. Sevinme üzülme arasında kalmıştı yine. Kafasında buluşmayı farklı planlamıştı. İ nsanlar bir kere olsun ilgi gösterir sanıyordu. Onun da canının yanabileceğinin farkına varacaklarını umuyordu. İstediği destek orada değildi, her şey normalmişçesine bir kadın kapıyı açtı. Selamlamaya çalıştı ama sesi kısılmıştı. Aradığı insana rastlayamadı. Sıcak hava çarptığında üşüdüğünü yeni fark etmişti. Aynaya baktığında ıslak alnına yapışmış saçlarıyla, kirpiklerindeki minik damlacıklarla, kızarmış akan burnuyla yine bir sanat eseriydi. Beklediği insan geldi, gözlerini dikti. Havaya açılmış kolların içine attı kendini, işte orada ‘tık’ etti. Ne oldu diye soranlara, sahte bir gülüşle cevap verdi. Yüzü ıslaktı, çünkü biraz önce yağmur yağmıştı. 66 MİNA MERİÇ UuuUumuUM Zaman, durum, oluş ve nesnelerdeki farklılaşma anlamlıdır. Dengeye oturtulmuş varlıkların koyuldukları kutulardan çıkmaları tek bir A’ya bakar. A güçsüz bir harf olmasına karşın boşlukları doldurur.AZaaamaanaazaaamanaoanauaaanalaaamaaakazaoaradauar. (Efendi’nin kulakları çınlasın. -Beni 27 yaşıma kadar tutsak tutan bir Efendi tanıdım. Serbest kalınca; korkulukların arkasında yatacağımı, yanına al beni diye sayıklayacağımı bilmezdim.-) Harfler herkesin ben olmasını engeller. Başka sesler kullanınca anlamları değişir. AAAAAAAAAAaaaaaaaaaaaaa. Filozofların dilleri götlerine değince anlarlar, güzel görünenin cazibesi yanıltıcıdır: zzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzZZZZZZZZZZZZZZZZZZZZZZz.z.z.z…… Bu genç bir ırmağın dökülme sesidir. Bu ırmak zamandan hızlı ve senden yavaş akar. Bu kadar geç bulmuşken seni, mutsuzum dememi nasıl beklersin? Yatağım rahat değil. Uykum hafif. Duyduğum sesleri duymuyolar. F F F F F F F F F AAAAAAAAAA aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa aaa aaaaaaa aaaaaa a. Sesi kaybettim. Karşıda kendimi görüyorum. Takip ediyorum. Harfleri yan yana getirip anlamlandıramıyorum. Cümlelerimin kısa olması gerekiyor. Her tarafımı fareler sarıyor, devam ediyorum. Su bulanıyor. İniyorum. Gördüğümü sandığım şeyler gerçek mi? mmMmasdlsMMSdmDRREGMSDĞĞĞPFFF. Korkuyorum. Kör karanlık oldu, su kafamdan aşağı akıyor, su hızlandıkça zaman yavaşlıyor. Saniyeler saatler oluyor ve suyun içinde nefes alamıyorum. Bırakıyorum. Dalların oynamasına uyanıyorum fakat onları duyamıyorum. Bir çam ağacı var karşımda, yemyeşil kaplı kahverengi gövdesinin uzağında buluyorum kafamı. Düşünce de anlam da belirgin değildir. Bilinçsiz bir biçimde gizlenmişlerdir. Bilinçli bir biçimde gizlenmişlerdir. Gökyüzündeki gibi. Satürn harflerin manifestosudur. Gökyüzüne aşağıdan bakanların hayatı cehennemdir. İki farklı deneyimin tek deneyim yaşanmasını iyi bilen aklımız bizi O ile tanıştırır. Köle yaşantısı Efendi’nin kedilerini rahatsız etse de beni etmez. Sessiz otları gören ve günden düşen eksen etrafında döner. 666 kez tıklar efendi bu şiiri. 67 Tulya Elif Bekişoğlu 68 BİR ŞİİRDEN BİR ÖYKÜYE XVIII – En acısını sevgilim en acısını Tadayım istedin; En acısı buydu. Birhan Keskin Soğuk Çoruh Nehri’nin soğuk sularında bıraktım kirimi. Arıların peteklerinde fark edemediğim fırsatlar kaldı. Bir ayının yuvasında ise patikada verilen sözler. Bin yüz milyon parlak obje. Uyuduğum gündüzler ve geceler, yardım etmediğim arkadaşlarım. Soğuğun ortasında bir avuç böcekle (İki taraf ta korku dolu, çıt çıksa kaçacaklar ya da birbirlerine saldıracaklar) baş başa kalmış. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş, giderken uzaklara, beni unutma demiş. “Ne unutması, bir haftaya dönüyorsun zaten.” Korktuğumuz şeyler başımıza gelir hep derler ya büyüklerimiz, açma o şom ağzını derler. Yanlış onların o dedikleri. Başkası tarafından incitilmeye o kadar endekslersin ki bazen beynini, sen unutursun sonra fark etmezsin. O şom ağzının yakacağı tek bir baş vardır, o da düşünülmeyen tarafın başıdır. Bencillerin şom ağzı olmaz. Gizem her zaman çekici midir? Bilmemek her zaman iyi mi? Bitmek bilmeyen bu genelleme ihtiyacı niye toplumdaki? İlk defa ile başlayan sorulara duyulan takıntı hakkında ne düşünüyorsun? Ahlâk din ile mi başladı? Polislik yapmak niye mahalledeki teyzelerin en sevdiği uğraş? Mutlu olmak nedir bilmezken neden bu kadar çok isteriz? Çoruh’un tepesine yakın, tarlaların az ötesinde bir dilek ağacı vardır. Dilek ağacına (üzerinden koparttığın) kumaşı bağladığın hâlükârda dileğin gerçek olur diye bir söylenti vardır. Üzerindekini koparmak istemezsen, ama yine de dilek dilemekte ısrarcıysan biraz başkasının dileklerinden koparır ve ağacın herhangi bir yerine bağlarsın. Böylece herkesin birbirinin üzerine basa basa, hiçe sayarak nasıl hayatını devam ettirdiği ve birtakım kuvvetlere, enerjiye isteklerde bulunduğunu görürüz. Bu inançlı insanların, düşünmeden başkalarına yaptıkları bu kötülük dünyayı çürüten nedenlerden biridir. Başkasının adağını kopartıp hiçbir şey olmamışçasına almak ve de o adağın üzerine kendi dileğini yüklemek pistir. Bir sabah, uyanmışız toprak ananın eşsiz manzaraya. Açık havada uyuyup uyandığımız sabahlardan biri bu sabah. Akşamın muazzam sessizliğini güneşin bunaltıcı ışığı almış. Konuşmaya başlamışız her sabah gibi o sabahta, aynı yerde, aynı şekilde. Bu sefer kahvaltıya biraz geç kalmışız, bir sigara fazladan içmek istemişiz. Sigarayı yaktıktan sonra gözlerimi çevirmişim ondan. Duvarda avuç içinden biraz küçük, uzun bacaklı bir örümcek. O örümcek çok kötü bir ölüm tattı. Ellerimizden. İyiydik hani biz? Zararsızdık hani? Sen bir bilsen ki ah, aslında hiçbir şey olmadı, ama bir bilsen. Beni “Git, güzel olacak yolculuk iyi gelir.” Diye yolladığın o yolculukta biriyle tanıştım, sen de tanısan. Seni sevdiğim kadar sevmedim onu fakat seni saatlerce unutabildim sen beni saniyelerce unutamazken. Önümde örümceğin ölüsü, nice ölü böcekler görmüşümdür ben oysaki beni en derinden acıtan bu. Unuttuktan seni, tam altı gün sonra geldin aklıma. 69 70 71 ZEYNEP ÖZKAN KOLON Küçük Prens’i okuduktan sonra onun hakkında Boğaz’ın (ve tabii şu kolonun) karşısında oturup yazı yazacağım hiç aklıma gelmezdi. Herkesin yaklaştığı önyargıyla yaklaşmıştım Küçük Prens’e. “Çocuk kitabı bu” önyargısıyla. Ama öyle değildi. Değilmiş. Bu fotoğrafı çektim ve bu resim kitaptaki “Yıldızlar gözlerden uzak bir çiçek sayesinde güzeller...” cümlesini anımsattı bana. Küçük prensi güzel bir gecede yıldızlara bakarken düşledim. O kafasını yukarı kaldırıp ısrarla bakar yıldızlara, yorulduktan sonra yere uzanmak ister belki. Yanındakinin dikkatini çeker sorar ikinci şahıs “Neden bakıyorsun ısrarla yukarıya” diye. Küçük prens dudağındaki minik kıvrımlı bir gülümseyle şöyle söyler belki “Yukarıda beni mutlu eden şeyler var çünkü”. Oysa Küçük Prens’in bu değerli yıldızları çoğumuz için gökyüzündeki taşlardan başka bir şey değil midir? Şu fotoğrafı çekmeden bir dakika önce geçen yük gemisine ne demeli? Başkası için de bir yük gemisi miydi? Yoksa ayrılan bir sevgili mi, bir iş adamının değerli malları mı taşınıyordu? Şu silik gözüken her ev, ne kadar da anlamsızlar. Oysa kaç aile vardı orda ya da kaç ailesiz yaşamıştı orada. O evlerden kendisininkine bakıp mutlu olanlar var mıdır? Benim için bu taştan başka bir şey ifade etmeyen şu kolona 150 yıl önce kim bakmıştı? Bu sınıfta aşkına veya dostuna sıkıca sarıldığında bu kolonla karşı karşıya gelen kaç kişi vardır? Eğer dostuma sarıldığımda bu kolonla karşılaşmış olsaydım bu sınıfa geldiğimde o kolona bakıp tebessüm ederdim. Küçük Prens’e sordukları gibi sorarlar mıydılar acaba neden bakıyorsun diye? Ben de derdim kolonu seviyorum çünkü. O kolon bizden yaşlı bir kere hatta herkesden yaşlı. Bir öğretmenin ilk sınıf tecrübesine de şahit olmuştur, bir öğrencinin ilk kırık notuna da. Kolona bakmak için çok sebebimiz olabilir aslında. Onun cilası da taşı da anılardır, anılarımızdır. Velhasılıkelâm şu pencereden baktığınızda direkt Boğaz’ın keyfini çıkardınız. Bir kerecik de olsa şu koloncağıza bakmadınız. Kim bilir ona kötü sözler söylemişlerdir manzarayı kesiyor diye. Zavallı kolon. Oysa onlar bilmiyorlardı ki asıl manzara deniz değil o kolondu! Zeynep Özkan 72 RABİA İDİL DEMİRELLİ PALYAÇO Elinde penası, oturmuştu durağa. Beş dakika önce gelmesi gereken tramvayı bekliyordu. Geç kalan tramvaylara alışmıştı, keşke hayatındaki tek sorun geç kalan şu tramvaylar olsaydı. Tramvay geldiğinde bilet parasını ödeyip cam kenarına oturdu. Genelde toplu taşımada kitap okurdu, vakit kaybetmeyi sevmezdi ama İ stiklâl Caddesi’nin tramvayında hiçbir zaman kitap okumamıştı. Tünelden her tramvaya bindiğinde dışarıyı seyrederdi. Cadde hep aynı kalırdı, satıcılar aynı kalırdı, satılan eşyalar bile aynı kalırdı. Değişen tek şey insanlar olurdu. Tramvaya bindiğinde saat altıydı, tam işten çıkış saati. Bazı insanlar işten çıkmış hızlı bir şekilde evlerine gitmeye çalışırlardı, bazıları ise tam tersi işten çıkıp eğlenmek için buraya gelirdi. … Eve vardığında ev arkadaşı evde değildi. Evde kahve bitmişti, yapması gereken ödevleri kahvenin yardımı olmadan yapacaktı. Kahvenin asıl değerini üniversiteye geldiğinde anlamıştı, ilk senesinde uykuya karşı tek silahı kahveydi. İkinci senesinde kahveyi azaltarak uykuyu arttırmıştı. Bu sene ise kahveyi sadece ders çalışırken içiyordu. Zaten yarın çalışması lazımdı, çok fazla parası kalmamıştı. Ailesinden para istemeyi sevmiyordu zaten ailesi onunla fazlasıyla ilgileniyordu. Akşamı normal geçti, ödevlerini yaptı. Ev arkadaşı geldiğinde o çoktan uyumuştu. Sabah çalar saatin sesiyle uyanmaya alışmıştı. Bazen kâbuslarına bile o saatin melodisi giriyordu. Telefonunu kurmayı denemişti ama o da her 5 dakikada bir ötüyordu, bu da onu rahatsız ediyordu. Öğrenciyken yapabilecek fazla iş yoktu. Yarım günlük işlerde çalışmak hem zordu hem de yorucu. O işini bulmuştu, doğum günü partilerinde palyaçoluk yapıyordu. Yaptığı belli başlı animasyonlar ve espriler vardı. Hiç değişmezlerdi ve her zaman çocukları eğlendirmeye yeterdi. Çocukları eğlendirmek en kolay işti onun için. Çocukların hayal güçleri vardı, onları mutlu etmek için çocukluk hayallerini anlatması bile bazen yetiyordu. Palyaçolukla arasındaki tek sorun yüze sürülen saçma boyalardı. Onları çocukken bile sevmemişti, her zaman kuru boyalardan yana olmuştu. Onun yerine maske kullanıyordu, maske de çok rahat değildi ama boyalardan iyiydi. Boyaları yüzüne sürdüğü zaman yüzünden silse bile onlardan bir daha asla kurtulamayacak gibi hissediyordu. Maske iyiydi, maskeyi seviyordu. En azından istediği zaman yüzünden rahatça çıkartıp atabiliyordu. … Yine maskesini takmış, kıyafetlerini giymişti. Elinde pastayla çocukların arasına girdiğinde çocukların yüzünde oluşan ifadeyi seviyordu. Pastayı ortadaki 73 büyük masanın tam ortasına bıraktı, doğum günü çocuğunu da pastayı üflemesi için kucağına aldı. Çocuk sevinçle pastayı üfledi, diğer çocuklar da alkışlamaya başladılar. Sonra doğum günü çocuğunun annesi pastayı aldı, çocukları palyaçonun yanında bırakıp pastayı götürdü. Çocukları etrafına topladı. Her zaman yaptığı esprilerden başladı, kulaklarından bozuk para çıkardı. Çocuklar zevkten dört köşe durumuna gelince balonlarını çıkartıp onlara garip şekiller yapmaya çalıştı. Çocukların eğlenmesi için ilk başta beceriksiz numarası yaptı. O sırada aralarından çok fazla zevk almamış gözüken bir çocuk sordu: - Sen büyük değil misin? - Eveett, ben büyüğüm ama merak etme bu balona şekil verip sana hediye edeceğim. - Büyükler beceriksiz olmaz ki, dedi çocuk. Çocuk haklı değildi ama herkes küçükken öyle zannederdi. Şu anda yapabileceği en iyi şey konuyu değiştirmekti. - Bak şimdi balonunu yapacağım, dedi. Hızlı bir şekilde balona kılıç şekli verdi ve çocuğa hediye etti. Çocuk hiçbir tepki vermeden aldı kılıcı. Sırayla herkese balon yaptı. Kimisine taç, kimisine köpek, kimisine kılıç… Sona geldiğinde çocuklarla tren oynamaya başlayacak sonra onları tren şeklinde yemek bölümüne götürecekti. Yemek bölümünden sonra da fotoğraf çekimi olduğu için onun işi bitmiş olacaktı. - Hadi çocuklar, şimdi sizle bir oyun oynayacağız. Ben dizlerimin üzerine duracağım ve siz de bileklerimden tutacaksınız. Hadi başlayalım, dedi. Tam eğilmişken kılıç yaptığı huysuz çocuk sırtına atladı. Çocuğun ne yapmaya çalıştığını anlamadı. O sırada maskenin suratından düştüğünü hissetti. Bu iyi değildi. Bu çocuklar onun yüzünü görmemeliydi. Yine o huysuz çocuk. Her zaman arada birkaç tane yaramaz, birkaç tane de şımarık olur. Ama bunun gibi bir çocuğa şu ana kadar hiç rastlamamıştı. Çocukların onun yüzünü görmesi iyi olmazdı, hiçbir zaman bir palyaço yüzünü göstermezdi. O sevmediği boyaları yüzüne sürseydi belki şimdi bu duruma düşmeyecekti. Alıp maskeyi geri taksa ne olurdu ki? Çocuklar artık onun yüzünü görmüştü. Şu an yapmak istediği tek şey bir an önce kahve alıp eve gitmekti. Yine o huysuz çocuk konuşmaya başladı: - Sen palyaço falan değilsin. Sen de normal insansın. Madem insansın niye böyle bir iş yapıyorsun? Benim bir abim var aynı sana benziyor ama o palyaço değil. Sen niye palyaçosun? Benim abim okuyor bi kere. Senin gibi çalışamaz o, daha önemli dersleri var onun. Hem ben ve arkadaşlarım onu senden fazla seviyoruz. 74 Çocuğa hiçbir cevap vermedi, belki de haklıydı çocuk. Hem ister haklı olsun ister olmasın onunla uğraşmak zorunda değildi. Sadece maskeyi eline aldı ve yüzüne geri taktı. Bundan sonra maskesinin olması bir şeyi değiştirmezdi çünkü çocuklar zaten yüzünü görmüşlerdi… Yeniden taktığı maskesiyle çocukları yeniden tren yapmaya başladı. Biraz önce neşeyle cıvıldayan, güller açan yüzleri solmuştu. Aslında değişen bir şey yoktu ki, palyaço aynı palyaçoydu. Sadece çocuklar artık onun yüzünü biliyorlardı. Bu muydu onları rahatsız eden? Çocukları eğlendirmek için daha uğraşmadı. Onları tren yapıp yemeğe götürdü. Onlar masaya oturdular. Sanki aralarında sözleşmiş gibi hiç konuşmadılar. Konuşsalardı ne olurdu ki? Şu an tek düşündüğü şey buradan alacağı paraydı. Çocuklar oturmuştu, o da arka odaya gidip üzerini değiştirdi. Kostümü iade etti, parasını aldı. Eve dönerken de en yakın markete uğrayıp bir kutu kahve aldı. 75 Tulya Elif Bekişoğlu 76 DOLUNAY KOCABAĞ 30 Fransa’nın siz turistlerin bilmediği mütevazi sokaklarından birinde bir kadın uyandı. Yatak odasının penceresi Eiffel Kulesi’ne değil, karşı apartmanın yatak odasına bakıyordu. Salon penceresi başka bir apartmanın salonuna, mutfak penceresi ise apartman boşluğuna bakıyordu. Kadın kocasını rahatsız etmemek için yatağından sessizce kalktı ve robdöşambrını giydi. Gürültü de yapsaydı kocası o akşamdan kalma kafayla uyanmazdı ama kadın kocasına şefkat göstermeyi severdi. Çıplak ayaklarına tabanları parçalanmış ev terliklerini giyerken bacak kıllarını tıraş etmesi gerektiğini bir kez daha kendine hatırlattı ve mutfağa doğru süzüldü. Apartman boşluğunda uyuklayan hamile kediler onun ayak seslerini duyar duymaz miyavlamaya başladılar. Kadın bu kedileri severdi ve onları kıskanırdı da. Sekiz senedir evliydi ve hâlâ bir çocukları yoktu, olamıyordu. Kocasının umurunda değil gibiydi ama kadın onun çocuk isteğini bastırmak için bu konuda düşünmediğini, konuşmadığını biliyordu. Bu düşüncelerle tavaya iki yumurta kırdı biraz da margarin ekledi. Güzel bir şeyler düşünmek istiyordu. Apartman boşluğuna baktı. Çocukluğunu geçirdiği evin de apartman boşluğuna bakan bir odası vardı. O evin olduğu mahalle de aynı bu mahalle gibi üzeri çatısız dört duvardı. Kadın çocukluğunu özledi bir an. Her şey ne kadar da siyah beyazdı. Üvey anne kötüydü, Kül kedisi iyiydi. Çocukluğu, aslında çocuklar için yazılmamış olan bu masalları dinlemekle geçmişti. Dört kız kardeşin en küçüğüydü ve eli sıcak sudan soğuk suya girmemişti. Evlenene kadar bir yumurta bile kırmamıştı. Yumurtadan iğrenirdi. Kocası yumurtayı severdi. Bunu öğrendiğinde kadın ona milyonuncu defa hayran olmuştu. Bugün kadın onun için milyonuncu kez yağda yumurta pişirmek istemişti fakat görünüşe göre yumurtada yağ pişiriyordu. Yemek yapmayı asla beceremeyeceğini yıllar önce kabullenmiş olsa da, kocasını lezzetli bir lokma yemekten mahrum bıraktığını düşünüp kendine kızıyordu. Apartman boşluğundaki kediler huzursuz huzursuz dolanıyorlardı. Midelerine taş konmuş gibi yürüyorlardı. Kadın onlara acıdı bir an. Zavallı yavrular soğuktan ve açlıktan öleceklerdi muhtemelen. Kadın bir anlığına sırtında bir sıcak bir esinti hissetti. Saçları yanıyordu. Saçları kalçalarına kadar iniyordu kadının, boyu uzundu ve zayıflıktan kemikleri sayılıyordu. Burnunu kenarları güneş lekeleriyle kaplıydı. Gözleri cezayir menekşesiydi ve kaşları öyle inceydi ki kahverengi olmalarına rağmen yok gibiydiler. Saçlarını yangından kurtarma çabasıyla musluğun altına tutup çekti Ve kendine şaştı ateşten çok korkardı. Saniyeler önce uçları ateş püsküren upuzun saçlarına dokunmuştu. Çığlık atmamıştı Şans eseri başka hiçbir yerine zarar gelmemişti. Bir kaç saniye sonra havada tüy gibi süzülen kül yumaklarına baktı ardından da tavadaki yumurtaya baktı. Yanık kokusu eve yayılmasın diye mutfak kapısını kapadı. Kocası uyanmıştı. Bira fabrikasında sabah vardiyasının başlamasına bir saat kadar vardı. Kafasının sağ tarafı bariz bir şekilde saçtan yoksundu. Saçlarının ne kadar yıprandığını fark etti kadın. Eskiden kendine ne kadar özenirdi. Saçlarını bukle bukle kıvırırdı. Belki de bir zamanlar bu kadar özendiği için bugün uçları bu kadar kırılmış ve yıpranmıştı. Kocası bira fabrikasında vardiya ustasıydı. Kendisi de bir ilkokulda beden 77 eğitimi öğretmeniydi.. Bugün salıydı, bütün derslerinin dolu olduğu gündü. O gün hava yağmurlu olacaktı ve okulda kapalı spor sahası yoktu. Kocası, uykulu bakışlarla mutfağa girdi. Kadın o an kendini çok yalnız hissetti. Sanki ne kedileri vardı ne de kocası vardı mekânda ve zamanda... Pencerenin pervazındaki çiçekleri yeni açan kaktüs bile yok gibiydi. Kocası tek kelime etmedi. Sarıldılar. Kadın kocasının saçlarını okşamasını da bekledi. Hep öyle yapardı. Saçlarından bir tutam alıp parmaklarına sarardı. Adam yanmış yumurtayı tavadan alıp çöpe döktü, buz dolabını açıp iki dilim ekmek ve bira çıkardı. Birayı bardağa dökmeden içti. Bira fabrikasından arakladığı biralardı bunlar. Son sekiz yıldır o kadar çok bira içiyordu ki artık bira onu sarhoş etmiyordu. Dirsekleri diz yapmış lacivert ceketini giydi ve evden çıktı. Kadın bugün doğum günü olduğunu hatırladı. Otuz yaşına girmişti bugün. Ama sanki hiç yirmi dokuz olmamıştı. Otuz bir ise gerçek olamayacak kadar uzaktı. Bu sabah başına gelenleri kimsenin bilmediğini düşünüce, mutfak penceresinin apartman boşluğuna bakmasına sevindi. Tulya Elif Bekişoğlu 78 LAÇİN EDİS HER VEDA CAN YAKAR Çampürü sökülüyor çardaktan ufak ufak, teker teker; gün gölgesinde Toros sisinin, belli etmiyor henüz sıcaklığını. Cibinlikler güneşe bakir ve gecenin anısıyla ıslak. Acı çay yaprakları kavanoz uykusundan sıkılmış. Bir sonraki kurbanı hazır kibrit kutusunun, mutfağın şafağı olmaya. Her veda can yakar ama kalan bir şey kaybetmez güzelliğinden. Bir zaman burada kozalaklardan gayrı ev yoktu kimse için. Tepenin eteğindeki derenin genç sularına tahta bir köprünün gölgesi değmemişti, gülmekten gözleri çekilmiş bir çocuk tahta köprüden düşüp dizini köşedeki kocaman taşa çarpmamıştı ve ağlamamıştı gün ışığını koparmışlar gibi saçlarından. Bir zaman alevi dinmiş bir ihtiyarın delikanlı dumanıyla nefes almamıştı puslu geceler. Böğürtlen dikenlerine kan, ceviz yapraklarına çırpan gelmemişti. Belki de Yılanlıkaya’nın yılanı daha kesmemişti efsaneye. Kızıl taşlı topraklarda ayak izleri eve dönüyor. Dut ağacının tepesinde bir çocuk, altında bir piknik örtüsüyle annesi; dutlar silkeleniyor. Az ötede gördüğü kırık yılan yumurtalarının taze korkusuyla dört titrek el fındık topluyor ve çekirgelerin çığlıkları sıcaktan çıldırmışçasına. Bense derenin görmüş geçirmişliğinde elmalarını yıkıyorum ağacımın, ilk reçelimi yapmak için. Üst katın gıcırdayan lambrileri üzerinde mahzun bir bavul kesiliyor dağ havasından. Her veda can yakar ama hepsi değil çocukluğuna vedanın yaktığı kadar. Bir zaman Toros’un çamları yeni tanışıyordu yabancı ağaçlarla, ölü yahut diri. Bir hayatın inşasında veya bir anaokulu avlusunda. Bir zaman içinden kirpi çıkmış bir kilim üzerinde emekleyerek karpuz yiyordu dünyanın en mutlu çocuğu. Yıldızlar hiç olmadıkları kadar gaz lambalarıyla dışlanmış, hiç olmadıkları kadar parlak ve ailedendiler. Tahta bir sandalyede çiçekli basma elbisesiyle bir kadın hiç olmadığı kadar anneydi. Her veda can yakar ama kimse üzülmez ters çevrilip kışa kapatılan tahta divan kadar. 79 80