Cover Page
Transkript
Cover Page
Zindan ZINDAN Emre Şahin 1 Zindan Copyright © 2016 Emre Şahin All rights reserved. ISBN: ISBN-13: 2 Zindan “İçmeye devam e im, bir şeyler iyileşecek mi diye görmek için. İyileşmedi. Yine de içmeye devam e im. Akşamın erken saatleri boyunca bar sessiz kaldı.” -Straw Men, Micheal Marshall 3 Zindan Zehra 3 saat boyunca evde dolanıp durdum. Gecikmişti, telefonunu açmıyordu. Yoksa asmış mıydı beni? Benimle birlikte kediler de volta atıyordu kuyruklarını bacaklarıma sürerek. 3 kedim var, onlar da gerginliğin farkında. Gündüz vakti gözleri faltaşı gibi açılmış hepsinin, arada bakışıyoruz; tedirgince kuyruklarını titretip voltaya devam ediyorlar. Veteriner’deki kızın biri uğrayacak bugün. Kızın biri derken sular seller gibi aşığım ben buna ama haberi yok tabi. Neredeyse 30 yaşında adamım, çok canım yandı bu işlerden. Bir kere daha bu tuzağa düşecek göz yok artık. Ama aşık olması gerekince de aşık oluyor insan. Aşık olduğumu görüyorum, biliyorum. Ama ses etmiyorum. Zen. Kız gelecek bir iki bişey bırakacak, o kadar. Hatta belki içeri sokmadan ayaküstü yalandan gülüşüp gönderebilirsem ne alâ. On bininci sigaramı söndürdüm, evi on bininci kez havalandırdım, on bininci kez her odaya oda parfümü sıktım. Kediler oda parfümünden rahatsız olup kaçıştılar. Voltama yalnız devam ediyorum. Kızı içeri hiç sokmama gibi bir opsiyonumun olmadığını fark ettim; çünkü kedileri falan sevmek isteyecek. Zaten kedilerimden biri için karaciğer yetmezliği ilacı getiriyor, eve davet etmezsem ayıp olur. Madem ki kaçış yok, saçmasapan sessiz anlar yaşamamak için öylesine bir müzik açtım. Çekmeceden kedilerin iplerini oyuncaklarını falan çıkardım. Lazeri bulamadım. Evde bir yerlerde lazer anahtarlık var biliyorum. Aramaya koyuldum. Lazeri kovalayan üç kedi izleyen iki insan arasında saçmasapan sessiz anlar yaşanması mümkün değil. Kapı çaldı. Kendime son bir kez daha bakıp, derin bir nefes aldım. Herhalde o gelmişti. Daha kapıyı açmadan değiştiğimi hissettim. Kızın kapının arkasında olması kapının diğer tarafındaki beni değiştirmişti. Daha birbirimizi görmemiştik bile. Az önce zincirleme sigara içip volta atan benden eser yoktu. Çocuk gibiydim. Kız uğramayacak olsa bambaşka işler yapıyor olurdum o an; gelmesini beklerken bambaşka bir haldeydim; şimdi kapının arkasında ve her an her şey değişiyor. Belirsizlik. 4 Zindan Kapıyı açtım. Hiçbir şey demeden yanağımdan öptü beni. Bir anda eridim. Kafamdaki binbir türlü tilki bir anda bu yeni olayın şokuyla güzelliğinin zirvesindeki çiçeklere dönüştüler. Beklemiyordum, şaka gibiydi. Vücudumun her bir parçası, ilk kez güneş tutulması gören ilk insanlar gibiydi. Bu ne demekti? Şimdi ne olacaktı? Güneş geri gelecek miydi? Yanlış bir şey mi yapmıştım, yoksa hep en doğruları mı seçmiştim? Ekstazi içinde bir kez daha titredim. Bu sonsuz huzur ve ışık içinde her şeyi bir anda anladım. Babil’in binbir türlü yalanını gördüm; her şeyin adı öpücük oldu. Her şeyin sebebi ve sonucu bu her ne ise buydu. Cennet; şimdi ve buradaydı. Cehennem de buradaydı. Dertlerin, tasaların, depresyonun, faturaların, trafiğin, ailemin, acının da bir önemi yoktu. Öpücükten başka hiç bir şey gerçek değildi. Gözümü açtım, oradaydı, gerçekti. Gerçekten öpmüştü beni. Gülüyordu, gülüyordum, gülüyorduk. Ama olmadı. Bir anda on bininci kez daha savaştım kendimle. Yine kendim kazandı. Kendimi bırakamadım. Korktum. Kaybetmekten korktum. Yine yenildik, yine dünyaya geri döndük. Sanki öpüşmemişiz gibi “İçeri girsene!” dedim. O gülerek girdi. Kapıyı kapattım. Hala korkuyordum. Kapkara soğuk bir korku fırtınası kopuyordu kalbimde. Dayanamıyordum. En son Zehra’nın “Naber?” dediğini duydum arkamdan. Sonra.. Bayılmışım. Ambulans gelmiş, hastaneye gitmişiz. Bir tür kriz. Bir tür hafıza kaybı. Bir süreliğine bir devlet kurumunda gözlem altındaymışım. Kedileri de annem almış, üçüne de çok iyi bakılmış. Geri geleceklermiş, hafızalarım yani. Geliyorlar da. Bir kaç yıl falan oluyor Zehra beni öpeli. Çoğu şeyi geri hatırladım; eski işimi, evimi ve kedilerimi alacak kadar. O kadar da çok değil aslında. Doktorlar ve internet camiası beş on yıl arası bir süre alır diyor. Görüyorsunuz, bu olan bir şeymiş yani. Bir sürü insana durup dururken oluyormuş. Bu kriz bu “kısa” süreli hafıza kaybı, bu her neyse. Her an her yerde olabiliyormuş. Nedenini de bilmiyormuşuz insanoğlu olarak. Benimki Zehra’nın beni öpmesine denk geldi. Zehra işten ayrılmış, İzmir’e ailesinin yanına geri dönmüş. İlk geri hatırladığım şey Zehra beni öptükten sonra yaşadığım o sonsuz ve rahat huzur. İlk hatırladığınız şey babanızın yanağınıza yapıştırdığı mermer gibi bir tokat yerine Zehra’nın öpücüğü olunca daha değişik biri oluyorsunuz. Babamın tokadını da şimdi hatırladım zaten. İyi ki atmış, canım babam. Görüyorsunuz daha rahatım yani. Yavaş yavaş eski Adem’in anıları bana geliyor; ama bu sefer her şey Zehra’nın ışığından geçip tekrar değerlendiriliyor. Hatırlanmaya değer görülürse hatırlanıyor, yoksa boşverilip gidiyor. Eski Adem yazılım mühendisliği okumuş ve yarı zamanlı bir teknik danışmanmış bir firmada. Baya iyi para kazanıyor aslında ama işte taksitler, krediler, 5 danışmanmış bir firmada. Baya iyi para kazanıyor aslında ama işte taksitler, krediler,Zindan araba, kira falan derken bir tonla da borcu var sisteme. Nakit parası hep az. İstanbul trafiğinden çıldıracak derecede nefret ediyor. Uzak bir yerde iş bulması gerekirse tereddüt etmeden civar semte taşınıyor. Son 5 yılda 3 kere taşınmış. Kedileriyle yalnız yaşıyor. Ciddi olan olmayan bir kaç ilişkisi olmuş. Tembel olduğundan, masabaşı işi olduğundan, alkolle ve çeşitli uyuşturucularla birlikte yemek ve abur cubur yemeyi sevdiğinden klasik bir göbeği var. Lakin evinde bir odasında -her taşınma sırasında lanetler etse de- ağırlık çalışma istasyonları, sehpaları, aletleri falan var. Göbeğini falan salladığından değil güçlü olma hissini sevdiğinden vakit buldukça ağırlık çalışıyor. Kendisine hayvan gibi de güçlü diyebiliriz. Kardiyo ile alakası yok. Sigarası falan da var; beş on dakikadan fazla koşabileceğini düşünmüyorum ölmeden. Ben mesela sigarayı bıraktım. Bıraktım derken, yanımda taşıyorum hala ama Adem gibi günde paket paket içmiyorum. En fazla 3 tane. Canım sigara içmek isterse içiyorum. Rahatım, çoğunluklukla da içesim gelmiyor. İçtiğim 3 taneyi de keyiften içiyorum. Adem’in Urfa’da bir büyükçe bir ailesi var. Babası ölmüş. Adem bütün ilişkilerini koparmıştı ailesinden ve annesinden. Yılda bir iki kere zorla gider, kaçabildiği an askerden terhis olmuş gibi mutlu olurdu. Bazı fikirlerinden ötürü sevmezdi annesini. Güçlü fikirlerdi bunlar. Ama yüzlerine karşı ya da telefonda falan kesinlikle saygıda ve sevgide kusur etmezdi. Annesi sitem ettiğinde, gelemeyişine hep birşeylerle bahane bulurdu. Gönlünü de alırdı kadının. Rol yapmayı, başka biri olabilmeyi çok iyi bilirdi. Annesi aradığında telefonu kapatırken hep parasının olup olmadığını sorardı; parası hep olmazdı Adem’in. Aileleri zengindi. Ama Adem asla istemedi onların paralarını. Ben ilişkileri biraz düzelttim. Adem hala içimde. Becerebildiğim kadar düzelttim. Daha sık ve istediğim için ziyaret ediyorum. Ufak meblalarda para tekliflerini de kabul ettim. Bir katkıda bulunabildiği için inanılmaz mutlu oldu annem, ben de nakit ve borç dertlerimi çözmüş oldum. Adem yıllarca her şeye sinirlenip durdu. 28 yaşında aramızdan ayrıldı. 6 Zindan Zehir Cumartesi. Mayıs. Sabah erkenden dışarı çıktım. Önce sahile doğru çıkıp sonra da Kadıköy’e kadar yürüyeceğiz. Kadıköy’den alacağımız şeyler var. Arabaya binip 15 dakikada işlerimi halledebilirim ama yürüyesim var bugün. Tertemiz çiçek ve sabah kokulu hafif nemli havayı içime çektim. Daha saat o kadar erken ki E-5’in gürültüsü ve egzos kokusu henüz başlamamış. Stresi de hissedilmiyor henüz. Ara sokaklardan birine doğru daldım. Sahil şu tarafta olsa gerek. Daha önce geçmediğim yollardan yürümek istiyorum. Bugün öyle de maceracıyız. Dar sokaklarda gördüğüm türlü kediyi sevmek için yürüyüşüme uzun aralar vermekten çekinmedim. Buralarda hiç bir kedi sizden kaçmıyor. Ne güzel. Bir kaç saat böyle yürüdüm. Bakkalın birine girdim sigara almak için. Sigara içesim yok ama bugün belli ki uzun olacak. Ne olur ne olmaz. Cebimde bulunsun. Bakkal oturmuş duvara tutturduğu 37 ekran altus marka bir televizyonda bir şeyler izliyor. Bakkal televizyon izlerken içeri girip de ne izliyormuş diye arkasını dönmeyip bir dört beş saniye dalmayan insan; hayatta her şeyi yapabilir. Arkamı dönüp televizyona bakmamak için bir hayli enerji harcadım. Dönmedim; ama duymak zorunda kaldım. Cumhurbaşkanı ile ilgili yine bir şeyler. Bir muratti, bir çakmak, bir naneli sakız, bir de su aldım. On üç buçuk milyon lira tuttu. Öyle çok yaşlı değilim, işim son teknoloji şeyleri erken öğrenip insanlara satmak, hafızamın büyük bir kısmı kaybettim, ideolojik bir takıntım da yok ama buna alışamadım işte: 13,5 lira değil 13,5 milyon lira tuttu. Para üstünü aldım, çıkarken hayırlı işler dedim. Bütün alışveriş sırasında gözünü televizyonundan hiç ayırmamıştı sanki. Sadece ben en son hayırlı işler deyince kendine gelip bana baktı ve “güle güle” dedi uzaklaşan sırtıma doğru. Sahile vardım. Yürüyen, koşan, kayan, bisiklet süren her yaştan insan. Daha Kadıköy’e çok uzağız bu taraflara semaverlerden mangallara türlü renkli manzaralar da mevcut. Keşke güneş gözlüklerimi alsaydım. Eski Adem ölse bir cumartesi sabahı burada olmazdı. Yürümeyi ya da denizi sevmediğinden değil, kalabalıktan falan yüreği tükenirdi. Bisiklet yolunda mangal yakanlara falan fena takardı mesela. Balık tutanlar olta sallamadan önce bütün yürüme alanını bir iki saniyeliğine işgal ederdi Adem’in sinirleri atardı. Bisiklet yolunda yürüyenlere, yaya tarafında bisiklet sürenlere, hızlı 7 sinirleri atardı. Bisiklet yolunda yürüyenlere, yaya tarafında bisiklet sürenlere, hızlı Zindan yürüyenlere, yavaş yürüyenlere, sürekli bir şey satmaya çalışanlara, ona buna her şeye sinir yapardı. Sonra bunlara sinir yaptığını görüp hayatın tadını çıkaramadığı için de kendine sinirlenirdi. Kendine sinirlendiği için de bir kez daha sinirlenirdi. Böyle güzel havalardan dışarıda olmasa da nefret ederdi. Evine kapanmış sezon sezon dizi izlerken bu güzel havada gidemediği güzel yerler aklının minik bi kısmından çıkmazdı hiç. Benim hiç bir şey umrumda değil. İnsanları olduğu gibi kabul etmediğin sürece Kyoto’da bir Zen tapınağında bile rahatsız edici uyuz bir Japon bulabilirsin. Bir kaç saat daha düşüncelere dalmış bir halde yürümeye devam ettim. Yorulmuş ve acıkmıştım ama keyfim son derece yerindeydi. Sıcaktı, öğleni geçiyordu ve Kadıköy’e yaklaşmıştım. Bir banka oturdum, bir sigara yaktım. Sigarayı böyle günde 3 kereden fazla içmeyince her biri bin sigara gücünde rahatlatıyor. Titredim, keyfim iyice yerine geldi. Adamımı aradım. “Günaydın.. Uyandın mı yerinde misin?” Nefes alış verış sesleri, çeşitli sürtünme sesleri. “Abiiii…. Hee.. Bi saniye” Sessizlik, yürüyüş sesleri. “Abi, akşama doğru geliyim mi abi?” Sinirlendiğimi hissettim ama sallamadım. “En erken ne kaça gelebilirsin?” “Sen nerdesin abi?” “Kadıköy’deyim. Seni bekliyorum şu an. Ne kadar çabuk gelirsen o kadar iyi. Dün söyledim.” Tekrar sessizlik, tekrar yürüme sesleri. “Abi bir saat sonra geliyorum arıycam ben seni.” Telefonu kapattım. Bu bir saat diyorsa iki saatte gelecek demektir. Öldürecek iki saat daha var. Geldiğim yönde bir yerlerdeki tekel bayisine doğru yürümeye başladım. İki tane 5cl’lik absolut aldım. İki tane de efes extra aldım. Bir sürü para verdim. Adem baya içerdi. Alkolikti. İnsanlara tahammül edebilip gerçekten eğlendiği ve açıldığı zamanlar hep içtiği zamanlardı. İyi içerdi. Sadece kendi çakır keyif olduğundan değil; muhattaplarının da içip rahatlaması onu daha da çok mutlu ederdi. Zamanla insanlarla içmekten de sıkıldı. Yalnız içmekten de keyif almayı öğrendi. Evde belgesel falan izleyip kitap okurken de içerdi. Sonra o sıralar kızın birine fena aşık olmuştu sanırım. Kıza bir iki hafta derdini anlatmaya çalıştı ama olmadı. Gerçek alkoliklik de o zamanlar başladı. Sonra Allah’tan tecilini bozdurup askere gitti de karaciğeri süngere dönmeden kurtulduk o girdaptan. Ama tabi bazı alışkanlıklar hiç geçmiyor. Bense aylardır alkol sürmemişimdir ağzıma. Bıraktığımdan falan değil, denk gelmemişti. Şimdi hava güzel, sahildeyim, keyfim yerinde falan: canım çekti. Azıcık kuytu bir yer bulup oturdum. Birinci absolutü tek hamlede mideye indirdim. Soğuk değildi. İçim kavruldu. Garip sesler çıkardım mümkün olabildiğince düşük desibelde tutmaya çalışarak. Sonra biramı açtım, kocaman bir yudum alıp bu sefer de 8 desibelde tutmaya çalışarak. Sonra biramı açtım, kocaman bir yudum alıp bu sefer deZindan keyif sesleri çıkardım. Adem böyle içerdi: bir shot sonra bir bira sonra bir shot sonra bir bira daha. “Bu şekilde” diye anlatmaya başlardı soran olduğunda “Bu şekilde bira iki shot arasında bir onbeş yirmi dakika kadar bir süre geçmesini sağlıyor ki, ideal sarhoşluk için mükemmel bir seri. Hem sadece votka olursa zamanı ayarlayamıyorum, çok çabuk sarhoş olup sızıyorum. Ayrıca yine önemli bir detay; biranın olabilecek en kötü ve acı bira olması lazım. Güzel bira alırsanız çabuk içer yine çabuk sarhoş olursunuz. Bu yüzden; efes extra ideal.” Pratik adamdı Adem, alkolün şişesine, fiyatına, markasına, tadına, rengine takılmazdı. Yüzdesine bakardı sadece. Oran eşit olunca da bir bahane uydurup yine canı ne istiyorsa onu aldırırdı. En çok cini severdi. “En azından” derdi votka yerine cin aldırdığında “Cin’de ardıç, rezene, tarçın, kişniş falan var. Bu bitkiler faydalı bile olabilir. Votkayla alkol oranları aynı, votka yerine Cin alalım bence” derdi. Herkes de bu öneriyi haklı bulup o akşam cin içilmesini onaylardı. Biraz çakır oldum. İkinci shot ve birayı içmek istemedim. Herkesin bir zehri ve bağımlılığı var. Çay, kahve, yeşil çay, ıhlamur, sigara, alkol, hız, şeker, korku, adrenalin, başarı, kafein, esrar, nikotin, kokain, risk, para. Bu saydıklarım ve benzerleri bence aynı kümedeler. Adem’in bağımlılığı alkoldü, en çok onu severdi. Diğer türlü uyuşturucuları yeri gelince ya da bir yerde biri teklif edince denerdi. Ne yaptığını da dozajından çekinmeden görürdü mutlaka. Ama alkolün yeri bambaşkaydı onun için. Alkol ve alka seltzer; kutsal ikili. Ben alkolden nefret ettim. Sebebim binbir türlü zararı olması falan değil. Sevmiyorum sadece. Ama benim de günahlarım var. Sevdiğim başka bir şeyin olduğunu farkettim. Bugün burada olma sebebimiz esrar. Saatime baktım, telefonumu kontrol ettim. Kalktım. Yavaş yavaş buluşma noktasına doğru yürümeye başladım. Buluştuk. Alışverişi yaptık. Torbacıları Adem de sevmezdi ben de sevmiyorum. Nursuz çehreli tekinsiz gençler, türlü türlü tripler, sürekli geç kalmalar, hep “şunu da dener misin” “bak bu da var abi” falan. Çok muhattap olmadan parasını verip gönderdim. Görüyorsunuz, Zehra’dan bu yana bir çok kötü alışkanlığımı bıraktım. Ama bedeli esrar oldu. Olsun. Esrar eskisi gibi mayıştırmıyor krizden sonra. Daha farklı, daha uyanık olmamı sağlıyor. Daha değişik bir şeyler. Ve daha az acı çekiyorum. Söylemeyi unuttum; krizden sonra kafamın neresinde olduğunu bilemediğim bir yerinde bir ağrıya uyandım. Şu anda bir hayli azaldı ve alıştım ağrıya. Ama geçmiyor, geçeceğe de benzemiyor. Esrarın bir hayli faydası oluyor ağrıya. Üstelik binbir türlü başka şifası da var vucüda. Ama kendimi kandıracak değilim faydaları olmasa da içerdim. Adem de içerdi esrarı. Evet alkolikti. Ama gerçek alkolikti Adem. Haftada sadece 2 gün içebiliyordu. Çünkü ertesi günü tamamen iptal oluyordu inek gibi içtiğinden. İş falan yapıp para kazanması gerekiyordu. Ayrıca aptal değildi; karaciğerine kötü davransa da kıymetini bilirdi. Ama ayık da yatamazdı Adem. Bir şeyle uyuşması gerekiyordu uyuyabilmesi için yoksa kafasındaki sirk uyutmazdı onu. Bu sebeplerden ötürü haftanın 5 akşamı cigara içerdi Adem. Zaten iri yarı adam, bilinen her türlü pisliğe toleransı var. Bir hayli ot tüketirdi Adem 9 Zaten iri yarı adam, bilinen her türlü pisliğe toleransı var. Bir hayli ot tüketirdi Adem Zindan sadece uyuyabilmek için. Nakit parasının çoğunu buna harcardı. İstanbul’un türlü yerinde binbir torbacı tanırdı. Hep aynı cigarayı içmezdi değiştirirdi belli periyotlarda. Öyle orda burda anlatmazdı, cigara muhabbetlerine pek girmezdi. Belki duymuşsunuzdur, Istanbul’daki her üç kişiden biri aktif olarak içiciymiş derler. Gerçekten de öyle diyebilirim kişisel tecrübelerime göre. Ama Adem’in derdi kafa olmak ya da muhabbet olsun falan değildi; uyuyabilmekti sadece. Uyku ilacı uyutuyordu ama o da ertesi günü zombi olmanıza sebebiyet verip çalışılmaz yapıyordu. Cigara doğaldı, cigara her yerdeydi, cigara ucuzdu, cigara faydalıydı, cigara ertesi gün daha enerjik yapıyordu, cigara ottu günah bile değildi. Cigara illegaldi. Adem kadar çok ve farklı kişilerle alışveriş yapıp da bir şekilde yakalanmayan biri çok şanslı biri olsa gerek. Bir şekilde sürekli üzerindeydi ve hiç aranmadı ve hiç dikkat çekmedi bile. Eli yüzü düzgün gözlüklü akademik bir tipim var. Belki de ondandır. Ama Adem korkardı. Üzerindeyken içinde fırtınalar kopardı. Ödü bokuna karışırdı polis falan görünce. Çok paranoyaktı elektronik ortamları mümkün olduğunca kullanmaz, hele bu mevzudan açık açık hiç bahsetmezdi. Ben de şu anda farklı sebeplerden ötürü belki de Adem’den daha fazla esrar tüketiyorum. Şimdi bile üzerimde baya var. Bir yakalansam satıcı olarak yargılanırım anında paketlerler. Üstelik terör olayları yüzünden her yer polis dolu. Yoruldum da, eve metroyla dönmeye karar verdim. Adem’deki yakalanma korkusundan bende eser yok. Adem suç işlediğini biliyordu, yakalanırsa ne olacağını gayet iyi biliyordu. Korkması gayet normal. Her alışverişinde korktu ama her seferinde cesur olduğu için evin kapısından çıkabildi, korkmadığı için değil. Ben korkmuyorum. Yakalanırsam yakalanırım. Hapse atılırsam Adem gibi hayatı kaçıracağım bir durum oluşacağını düşünmüyorum. Kaçıracak bir şey yok. Nefes alıp verebiliyor olmak yeterli bir mucize; hapiste onu da yapabilirim. Zaten kötü bir şey yaptığımı da düşünmüyorum, hatta tıbbi olarak buna ihtiyacım da var. Dünyanın yarısında da şu anda legal. Ama bunlar politik olaylar. Politikacıları Adem de sevmezdi ben de sevmem. Hem aptalca hem de uygulanamayan yasalarına diretirsen halkın, polisin ve devletin birbirine olan saygısını yok edersin. Benim de polisin de hiç bir suçu yok. Yazık. Ya da zaten belki de esrarı sallamıyordur polis bilmiyorum. Sonuçta kağıt üzerinde illegal ve Adem korkardı. Ama belki kokain ya da ne bileyim bonzai falan arıyor olsak şimdiye yakalanmıştık. Velhasıl, nasıl her an ölebileceğini bildiğin halde delirmeden günlük hayatının peşine düşebiliyorsan; yakalanmaktan da yakalanmadığın sürece korkup durmanın bir alemi yok. 10 Zindan Zevk Hava aydınlığını yitirmeye yavaştan başladı. Metroya girdim. Her yer insan dolu ama aşırı kalabalık değil. Güvenlik görevlilerini görünce içimdeki Adem esrar yüzünden kokuyor muyum acaba diye korktu. Ben umursamadım. İnsanlara yoğunlaşarak yürümeye devam ettim. Bir sürü kalabalığın akışını bozan tip var. Klasik Türk halkı. Adem dayanamazdı metrolara falan ama kullanmak zorundaydı da. Kulaklıklarını takar, okuyabildiği bir şeylere gömülürdü kimseleri görmemek için. Ben uzun uzun insanları inceliyorum. Üstelik keyfim inanılmaz yerinde, üzerimde bir dolu kaliteli ot var ve birazdan huzur içinde ve yalnız içmek için evimde olacağım. Anne sevgisi gibi bir his bu, yaşamayan bilemez. Kızlar çok güzel. Yanımdan geçtiklerinde parfümleri başımı döndürüyor. Adem kadınlarla ilgili ne yapması gerektiğini tam olarak hiç öğrenemedi. Çok kişiyi sevdi, en azından bir kaç tanesine gerçekten aşık olduğunu ben biliyorum. Ama sevgisi büyüdükçe korkusu da artardı. Ne kadar zeki de olsa eninde sonunda sahiplenme duygusu yüzünden işler karışırdı. Kadınlarla ilgili ne yapılması gerektiğini ben de bilmiyorum. Akışına bırakırsam her şey yoluna girer diye düşündüm ama birincisi tam olarak akışına bırakamıyorsun hiçbir şeyi; ikincisi de bilemiyorum, din adamı gibiler, kuralları falan var ve çok kendilerinden emin ve sert bir havaları var kadınların. Hayatta bu kadar emin ve sert olacak bir şey göremiyorum ben. Tren geldi, bir yere oturdum, her yer kız, hepsi birbirlerinden güzel. Rahatsız oldum, beynim bulandı, kesinlikle düşünmem gereken bazı şeyleri düşünemiyor gibiydim. Baş ağrım da arttı. Akşam bu konu hakkında bir aksiyon almak gerekecek artık. Çıktım metrodan. Bir sigara yakmam gerekti. Bu tamamen alışkanlıktan, keyiften falan değil. Bu şehirde bir toplu taşıma aracından çıktığında lanet olası bir sigara içmen gerekiyor. Keyfim hala yerindeydi ama moralim biraz bozuktu. Güneş batıyordu, maceranın sonuna gelmiştik, öyle çok maceralı bir gün de olmamıştı. Olsun. Bugün Cumartesi. Akşam daha güzel olacak. Eve girdim. Kediler kapıda karşıladı. Mamalarına mama ekledim, sularını tazeledim, kumlarını temizledim. Kedi kadar güzel bir şeyin bu kadar korkunç bir şey sıçmasına hep 11 kumlarını temizledim. Kedi kadar güzel bir şeyin bu kadar korkunç bir şey sıçmasına hep Zindan hayret etmişimdir. Bebeklere de. Hafif ılık bir duş aldım, kurulanırken bilgisayarı açıp bir müzik buldum. Müziği duyunca şenlendim. Ev gözüme dağınık göründü, biraz bi temizlik yaptım müzik eşliğinde kıvırarak. Kediler ayaklarımın altında dolanıyor sürekli. 8 yıldır 3 kedi bakıyoruz Adem’le şu güne kadar birini ezip öldürmememiş olmamız mucize. Müziği falan kapattım. Salonun ortasına, Adem’in 65inç televizyonunun karşısına otrudum. Kediler de bir süre sonra ayin eder gibi etrafıma dizildi. Küçük bir cigara sardım. Sessiz sakin içtim onu. Sigara iyiydi. Bu sefer daha büyük bir cigara sardım. Dinlene dinlene içtim onu da bir taraftan etrafımdaki kedileri severken. Adem televizyonları çok severdi. Alkol mevzusundaki gibi pratik fikirleri vardı televizyon konusunda da. Led, lcd, plazma, oled, smart, internetli, kameralı, ıvır zıvırlı olsun falan. Bunlarla ilgilenmezdi. Alabileceği en büyük ama en ucuz televizyonu alırdı. Cigara malzemelerini ve küllüğü kendimden uzaklaştırdım. Baş ağrım tamamen yok olmuştu. Öğrendiğim meditasyon pozisyonlarından biri aldım. Bir saate yakın bir süre orada oturdum. Sadece gözlemlemeye çalıştım hiç bir şeye karışmadan. Her şeyi olduğu gibi kabul ederek. Olmadı. Her şey başka bir şey oluyor. Düşüncelerim berrak ama daha derinlere yükselemiyorum. Her şeyi olduğu gibi kabul edemiyorum. “O zaman” dedim kendi kendime “Her şeyi olduğu gibi kabul edemediğimi kabul ediyorum; siktir et.” Kalktım televizyonun karşısındaki kanepeye oturdum. Bir miktar daha esrar kırptım, bu sefer sarmadım, bongu hazırladım. Alabildiği kadar doldurdum bir metrelik bongun ağzına. Yavaş yavaş, uzun uzun çekerek yaktım. Duman suyun içinden köpük köpük kaçarak bongun içini kaymak kıvamındaymış gibi tamamen doldurdu usul usul. Durdum, derin bir nefes verdim. Sonra asıldım boğaz parçalayan dumana. Dumanı tutabildiğim kadar içimde tuttum, yavaş yavaş geri verdim. Hafiften öksürdüm. Saat sekiz, her şey çok net. Yarınki mevzudan herhangi bir haz almayı planlıyorsam arınabildiğim kadar arınmış ve rahat olmam gerek. Bugün kızlar kafamı çok karıştırdı. Bu akşam hayvansı tarafımızla yüzleşmemiz sonsuz faydamıza olacak. Ama şimdi oturup porno izleyip otuzbir çekecek değilim. Pratikte işi çözer, enerjileri dengeler. Gelgelelim otuzbir çok sıkıcı ve rezil bir iş ve bugün keyfim yerinde ve param da var ve arada kendini ödüllendirmiyorsan öl daha iyi. Cep telefonumu elime aldım. Whatsapp. İstanbul’da altı adet telefon numarası ile istediğiniz her şeyi anında elde etmeniz mümkün. Şaka yapmıyorum. Her türlü cinsel fantaziniz için gerekli boy kilo yaş ve cinsiyette insana doğru telefon numarasını biliyorsanız ulaşabilirsiniz. Doğru numarayı biliyorsanız istediğiniz uyuşturucuyu ya da illegal maddeyi saat kaç olursa olsun trafiğe göre yarım saat ile iki saat içerisinde elinizde tutuyor olabilirsiniz. Bu numaraların seviyesinde paranız ya da verecek bir şeyiniz olması gerekmez. Sadece numaraları bilmeniz yeter. Cennet, şimdi ve burada. Sizi temin ederim; öyle bir telefon numarası mevcut ki, aradığınızda 15dk içerisinde size hayatın gerçek ve yegane anlamını anlayabileceğiniz bir şekilde anlatabilir. Anlamamakta ısrar ederseniz size başka bir 12 anlayabileceğiniz bir şekilde anlatabilir. Anlamamakta ısrar ederseniz size başka bir Zindan numara verecektir. O numarayı aradığınızda da evinize kırmızı bir hapla gelip sizi sistemden geri dönüşü olmayacak şekilde çıkartabilirler. Tabi bu numaraları öğrenebilmeniz için sonsuz inisiasyondan ve testten geçmeniz gerekir. Çünkü bazı sırlar kapalı kalsa daha iyi. Bazı sırları bildiğinizde size zarar verir. Bazı sırları öğrendiğinizde ne yapacağınız hiç belli olmaz. Hele ki kitlelerin ne yapacağı hiç belli olmaz. O yüzden, bu numaralar size verilmeden önce, binbir testten geçirilirsiniz test edildiğinizin farkında bile olmadan. Neyse. Bizim işimiz bunlar değil. Biz kendimizi arıyoruz, kendi yolumuzu çiziyoruz. Ben basit adamım, acıktığımda yemek yer susadığımda da su içerim. Bugün bize bir güzel bir kadın lazım. Whatsapp. Maria. Saat on gibi bir kız istediğimi yazdım. Hayhay, bu gece özel bir tercihimin olup olmadığını sordu; Türk, Azeri, Rus, Romanya’lı, Ukrayna’lı, Lüblan’lı falan vesair. Her zamanki gibi kendisine güvendiğimi söyledim, sürpriz yapmasını istedim. Gülücük işareti gönderdi. Sonra ben de aynısını gönderdim. Üç dakika sonra saat onda evimde olacağını teyit eden bir mesaj geldi. Telefonu bıraktım. Orospular torbacılar gibi değildir, tam dedikleri zamanda gelirler. Bir buçuk iki saat kadar zamanım var. Evi azıcık daha toparladım. Üstüste bir kaç derin nefes daha cigara aldım. Kediler dumandan rahatsız olup yatak odasına kaçıştılar. Çok mutluydum, bugün cumartesiydi, gece daha yeni başlıyordu, ağrıyı hissetmiyordum, düşüncelerim çok netti, birazdan Allah bilir dünyanın en güzel kadını evime teşrif edecekti. Ev tertemizdi, halılar, koltuklar, masalar bile mutluydu. Duman dağılınca kediler tek tek geri geldi salona. Onların da keyfine diyecek yoktu doğrusu. Duş almak için yerimden kalktım. Banyonun kapısının önünde, iki hamlede üzerimdeki her şeyi çıkardım. Bir yarım saat akan sıcak suyun altında durdum. Kurulandım. Salonda bir tütsü yaktım. Ademin koca 65inç’lik televizyonu herhangi bir tv servisine kayıtlı değildi görüyorsunuz. Direkt olarak köşedeki bilsiyarından 15 metrelik bir HDMI kablosu vasitasıyla görüntü alırdı. Bir de kablosuz klavye ve faresi vardı kanepenin önündeki sehpasında. Köşedeki bilgisayar hep açık oluyordu, çalışacağı zaman köşedeki bilgisayar masasının üzerindeki ekrana görüntüyü verirdi, bir şeyler izleyeceği ya da oynayacağı zaman 65inç televizyona verirdi görüntüyü. 4 milyarlık bir ekran kartı vardı, hala da var. Kutsal emanet. Televizyonu ve bilgisayarı açtım. Youtube’dan bir Bob Marley konser kaydı buldum, sesi orta seviyeye getirdim. İlk notasından itibaren gece boyunca olduğum yerde o tempoya kıvırmam hiç geçmedi. Oturdum cigara içerek beklemeye başladım. Kapı çaldı. Girdi içeri. Sarıldı. Çok cana yakın. Melek gibi güzel. Türkçe biliyor? Türk değil ama. Sarışın. Nadia. Memnun oldum Nadia ben Adem. Cillop gibi kız. Fıldır fıldır gözleri var zekice de birine benziyor. Polonya’lıymış. Salona girdi kedileri görür görmez 13 gözleri var zekice de birine benziyor. Polonya’lıymış. Salona girdi kedileri görür görmez Zindan minik bir sevinç çığlığı attı. Kedilere bayılırım, kedilere bayılan insanlara kedilere bayıldığımın yüz katı bayılırım. Hepsini sevdi tek tek. Hepsinin de isimlerini cinsiyetlerini falan sordu heyecan ve enerji ve gülücükler içinde. Canım benim. Kedilerin üçü de sevdirdi kendini. Oturdu, naber nasılsın falan. Para mevzunu helletik hemen. Bob Marley sahnede 65 inç televizyonda kendinden geçmiş. Hatun da dayanamadı kıvırmaya başladı oturduğu yerden. Güzel, pozitif, enerjik. Bongu gördü. İkram ettim. Bir nefes denerim ama içecek alkol neler var dedi. Herkesin zehri başka. Viski istedi, sadece votka ve cin var dedim. Votka ice tea limonda karar kılındı en sonunda. Oturduk, konuştuk, dans ettik. Kendimizden geçtik. Bob Marley çalmaya devam etti hep. Uyan ve yaşa diye kendinden geçiyordu Marley. Tonla kişisel zehirlerimizden içtik, egolarımız iyice yumuşadı. Kızın da dili açıldı baya. 5 dil biliyormuş. İnanmadım önce. Tek tek konuştu. Türkçesi çoğu milletvekilimizden daha iyiydi, ingilizcesi de benden daha iyiydi. Doğruyu söylediğine kanaat getirdim. Tekstil mühendisliği okuyormuş, öylesine kendi tercihiyle para için bu işi yapıyormuş. Zamanında adamın birini çok sevmiş Varşova’da; bu adam bu güzelim melek kızı üç kere aldatmış. Üçüncüsünde diye anlatıyordu hatun, kafasında kopmuş bişeyler; artık duygusal şeyler hissetmiyormuş. Telefonu çaldı hatunun. Kısaca bişeyler konuştular. Yine bir bomba patlamış İstanbul’da. Arayan ev arkadaşıymış, iyi misin diye kontrol etmek için aramış. Ben de kendi telefonumu kurcaladım. Şu an belirlenen ölü sayısı 18 miş. İkimiz de daldık gittik kısa bir süre. Bob Marley şarkısını bitirdi, kalabalık uzunca bir süre kendinden geçti. Hatun bir anda kendini silkeledi, yeni başlayan şarkıya yavaş yavaş ritim tutmaya ve beni öpmeye başladı. “Sen Türkiye’den gitsene, istesen gidersin vasıflı göçmen olarak niye burda duruyosun hala?” “Nereye gideyim? Hiç bir yere almıyorlar ki bir sürü resmi evrak, kağıt, noter, tercümanlar, yeminler falan..” Kendinden geçercesine kahkaha attı. “Benimle evlen. Ben EU vatandaşı değil miyim? Biraz Polonya’da yaşarız. Sen de EU vatandaşı olduğunda çıkar gideriz istediğimiz yere. Sen işini uzaktan falan da yapabiliyorsun. Hem sizin işler hep ingilizce değil mi? Her yerde oyalanacak bir iş bulabilirsin.” İşveli işveli dans ediyordu. İnanılmaz güzeldi. “Ben EU vatandaşı olduktan sonra nereye gideceğiz?” “Ya Amerika ya da İngiltere. Benim şartım bu. Ben Varşova’da yaşamak istemiyorum. Buralarda da yaşamak istemiyorum. Ama doğru düzgün bir işim olmadığından Amerika ya da İnglitere’ye en azından uzun süreli gidemiyorum. Sen EU vatandaşı olduktan sonra Kaliforniya’da mesela bir yazılım işi bulsan. BUM! Dünyalar bizim olur! Ama seks işine bakarız aşık olmam gerek. Evliyiz diye seks yok öyle sürekli.” 14 Zindan Kahkahalar. Kız Varşova’yı beğenmiyordu. Adem gitmişti Varşova’ya üniversite zamanlarında. Adem olsa anında evlenirdi bu kızla. Adem çok iyi bilirdi bu Türkiye’den kaçma planlarını. Burada bir şeylerin feci şekilde yanlış olduğunu taa 20’li yaşlarına gelmeden görmüştü. Bir kaç senesini bir şeylerin değişebileceği ümidi ile bekleyerek harcadı. Olmadı. Bu sefer de gidebileceği ülkelerin kıstaslarını tam olarak yerine getirmediğini gördü. Belli alt yaş limitleri vardı ya da belli bir yıl alanında çalışmış olmak gerekiyordu vesaire. Bir kaç sene de bu şekilde bekleyerek harcadı. Sonra aşık oldu, depresyona girdi, askere gitti, geldi, hatun yaptı, kediler edindi falan derken; her şeyin kötüye ateşler içinde son hız gittiğini gördüğü halde oyalandı bir şeylerle. Rahatlaştı. Alıştı. Tembeldir de zaten. Ama son zamanlarda geri gelmişti öfkesi. Bir iki başvurusu üzerinden bir yıl falan geçmiş, süreçlerin yarısına gelmişti bile. Nefret ederdi Türkiye’den. Kriz geçirmese giderdi de bir iki yıla kadar. Ben hala buradayım. Dünyanın en güzel ve en güvenli şehirlerinde bile mutlu olacağının garantisi yok. Bunu Adem de bilirdi. En başında aşırı enerjisi ile bir şeyin suyunu çıkarır sonra sıkacak bir şey kalmadığında kaldırır atardı. Çabuk sıkılırdı her şeyden. Ya derdi, “Mesela şimdi Hollanda’ya göçsem, iki yıl sonra her şeyi tüketip yine aynı boşluğa ve bu aynı depresyona düşersem o zaman ne olacak?” Bilmiyorum belki böyle düşündüğü için belki de gerçekten tembel olduğu için Türkiye’den kaçma işini erteledi hep. Ama hep aktif olarak mutsuz oldu. En mutlu anlarında bile bir miktar şüphe ve nefret vardı içinde. Ben hala İstanbul’dayım ve durum ne kadar kötüleşirse kötüleşsin buradan ayrılmayı düşünmüyorum. Hareket ettirilemeyen nesne ile durdurulamaz güçler her gün içimde çarpışıp duracak. Her bir anından da sonsuz zevk alacağım. Tüm bu bilge lafları bir yana bırakırsak, insan özgürlüğü için doğduğu ve yaşadığı topraklar dışında başka nerede savaşacak? Özgürlüğüm için Los Angeles’ta mı, Sidney’de mi, Wellington’da, mı Toronto’da mı savaşmalıyım? Özgürlüğüne bir kez sataşılıyorsa hemen oracıkta sen de savaşmaya başlamalısın. Var olma savaşı, Özgürlük savaşı başka savaşlara benzemez. Doğanın temel kanunlarındandır. Sebebin her ne olursa olsun, dünya görüşün ya da dinin her ne olursa olsun, “banane” deyip kaçtığın zaman zaten esaret altına girmişsin demektir. Özgürlüğünü engelleyen şey, her şey olabilir. Yozlaşmış devlet yapılarından, cahil kitlelere; terörden trafikteki kuralsızlığa, hoşgörüsüzlük, saygısızlık ve sevgisizliğe kadar her şey olabilir. Kısacası; dışarı çıkıp şöyle bir yürüdüğünde mutlu olmuyorsan; özgür değilsin demektir. Nezih bir semtte oturmak gibi bir şeyden bahsetmiyorum. Boğazdaki bilmem kaç milyon dolarlık yalıları içerisinde tutsak kalmış insanlar da var; derme çatma kulubesinde kuş gibi özgür olabilen insanlar da. Kendi içindedir özgürlük, gerçek hakikattir, katıksız var olma zevkidir, bir zindanın dibinde bile bulabileceğin bir şeydir. Özgürlük anlatmaya çalıştığında gerçekliğini yitirir ve konsept olur; gerçek ise… 15 Özgürlük anlatmaya çalıştığında gerçekliğini yitirir ve konsept olur; gerçek ise…Zindan gerçektir, şimdidir, oradadır, deliliktir, yaşamdır, ölümdür. Ya özgürsündür, ya esaret altındasındır, ya savaşıyorsundur ya da ölmüşsündür. Çoğu insan bunun çok iyi farkındadır ama bir şeyleri beklediğini düşünerek kendini kandırır. Görüyorsunuz, O şey geldiğinde; ya özgür olacaktır, ya esareti kabullenecektir, ya savaşacaktır ya da ölecektir. Bu insanlar Araf’tadır. Cehennem’den de rezil bir yerdir. Canavarların en açları ve en acımasızları burada yaşar. Araf’a düşen iyi kalpli insanlar da bir süre sonra hayatta kalabilmek için zalimleşir. Araf’ta kalan ruhlar Araf’ta kaldıkça daha da zalimleşir ve oradan çıkıp Cennet ya da Cehennem’e geçme umutları an ve an tükenir. Bu insanların bekledikleri şey -para, aşk, iş, huzur, evlat, ev, bilgi, haz, cesaret, politik destek, kader, şans, denk- her ne ise asla gelmez. Tek yapmaları gereken özgür olmayı seçmek kadar kolayken; halihazırda esaret altında olduklarını hiç göremeden, dünyada canlı canlı cehennemi yaşayarak ölürler. Sanki savaşıp ne yapacaksın ki diyebilirsiniz. Sadece kaçmayarak bile bir savaşa oldukça aktif bir şekilde katılabilirsiniz. Her savaş kazanılmaz. Ama kendine inanıyorsan savaşın sonucu değil süreci hayatının dansı olacaktır. Kendine inancı zayıf olan zaten ya farkında olmadığı zincirlerin esareti altındadır ya da bir şekilde bir gün esaret altına girecektir. Kendine inancı güçlü olan; esaret altında bile özgürdür ve ölse bile kazanır. Dalmışım. Hatun dans ederken beni dürttü de birden odaya geri döndüm. Adem’in hayaleti hala üzerimde kol geziyor görüyorsunuz. Herkese Adem’in öldüğünü söylüyorum ama aslında her gün her an kendisiyle iç içeyiz. Şimdi; yanımda dünyanın en güzel kadını varken, hiçbir derdim sıkıntım yokken, ağrı bile yokken yine tuzaklara düşürüp “acaba Türkiye’den gitse miydim?”, “Hala gidebilir miyim?” gibi sorular sorup aklımı çeliyor. Bütün varlığımı ve ilgimi Nadia’ya verdim. İlgiyi farkedişini gözlerinde gördüm. Son bir shot aldıktan sonra, ellerimden tutup yatak odasına doğru çekmeye başladı beni. Yatağa yılansı hareketlerle ve sapkın ritimlerle uzanıp yavaş yavaş soyunmaya başladı. Hayır benim zavallı Adem’ciğim. Hiçbir yere gitmiyoruz. 16 Zindan Zemheri Soğuk. Çok soğuk. Termometrenin kırmızı yazısını okumaya çalışıyorum bulunduğum yerden. -34 olduğunu söylüyor. -34 derecenin ne demek olduğunu anlamaya çalışıyorum. -34 bu kadar soğuksa acaba -50 ya da -100 derece ne kadar soğuk. Nöbet yerine geleli daha 20 dakika oldu olmadı ama şu anda -34 derece ile -270 derece arasında bir fark tahayyül edebileceğimi sanmıyorum. İkisi de sonsuz soğuk. Üzerimde yaklaşık kırk kilo kadar ekstra yük var. Kışlık kamuflajın altında biri termal, biri yün, biri de polar olmak üzere üç içlik var. Üzerimde çelik yelek, kafamda çeliş başlık, elimde kocaman ve havanın kendisinden daha da soğuk bir G3 tüfek var. Ayak parmaklarımı hissetmiyorum. 18 saattir bu fırtınada dolanıp durduk dışarıda. Derin nefes alıyorum, içim yanıyor. Bu soğukta kaç tane içlik giydiğinin hiç bir önemi yok; her bir katman içlik soğuğu sadece bir beş dakika kadar geciktiriyor. Soğuk er ya da geç sana ulaşıyor. İçliklerin malzemesinin polar, yün ya da termal olması bir süre sonra hiç farketmiyor; hepsinin adı bir süre sonra sadece soğuk oluyor. Isınmak için olduğum yerde zıplıyorum. Koşuşturuyorum. Nöbet tutmuyor olsam mesela bir yerden bir yere gidiyor olsam aslında üşümeyeceğim. Tipinin ve gecenin korkunç çığlığımsı sessizliği içinde, botum yere her çarptığında altımdaki kar gacır gucur sesler çıkarıyor sonra da gümleyerek etrafımdaki diğer tüm birikmiş karları şöyle bir titretiyor. Yeterince çok nöbet tutmak zorunda kaldığınız bir yerde askerlik yapıyorsanız süreç şu şekilde işliyor: ilk iki üç ay aslında çok da kötü değil. Hayatınızdaki bir çok olayı düşünüp bazı kararlara varabilmenize çok faydası oluyor. Lakin bir süre sonra düşünüp çözülecek bir şey kalmıyor. Ama henüz terhise de yakın değilsiniz. Çünkü terhise yakın olduğunuz zaman da özgürlüğünüze kavuşunca yapacağınız şeylerin hayalleri ile teselli oluyorsunuz. Ortadaki kısım en tehlikeli, en sessiz, en soğuk, en kendine yakın olduğun yer. Üşüdüğüm için sinirleniyorum. Askerliği severim görüyorsunuz. Disiplinli değilim aslında ama disiplinli olma fikri hep hoşuma gitmiştir. Savaş filmlerine bayılırım. Özellikle ikinci dünya savaşı filmlerine. Özellikle de avrupa yapımı ya da almanca olanlarına. Bir ikinci dünya savaşı filmi ingilizce ise ya da amerikan yapısı ise kötüdür. Bunun iki ya da bilemedin üç istisnası var. 17 Zindan Üşüyorum. Ne yapsam da üşüyorum. Ne düşünsem de üşüyorum. Arkamdaki saate dönüp baktım. Sadece 2 dakika geçmiş. Nöbetin bitmesine hala 1 saat 38 dakika var. Delirmek üzereyim. Bir şey yapamıyorum. Çaresizim. Hareket ettirilemeyen bir nesne karşı koyulamayan bir kuvvetle çarpışıyor. Değişmek zorunda kalıyorum. Değişmek hep acıtıyor. Bir taraflardan gök gürültüsü gibi ama çok daha güçlü bir ses patlıyor. Sesin şoku beni soğuğun şokundan biraz olsun çekti. Bu sesleri ilk buraya geldiğimde duydum. Soğuktan ağaçların içindeki su donuyor ve bir an geliyor ve ağacın gövdesi içindeki buz o kadar genleşiyor ki ağaç sonunda dayanamayıp çat diye patlıyor ortadan. Ağaç soğuktan değişmek zorunda kaldı benim gibi. Ağacı da acıtıyor mu acaba değişim? Patladığı zaman? Nöbet bitti. Devamı günde ikişer saat arayla üç nöbet daha tuttum. Her bir nöbet ayrı bir delilik, ayrı bir big-bang. Sonunda o akşam hasta oldum. Ümitsizce doktora görünmeye gittim, ne yapacaktı ki? Sike sike nöbet tutacaktım hasta hasta. Asteğmen tabip oradaymış. Asteğmen nereliymiş dersiniz? Urfa!! Hem de çok cana yakın biri. Hemşeri geyiğini hiç sevmem. Ama bu yeni gelişme altın değerinde olabilir. Biliyorsunuz doktorlar sistemin içinde tanrı gibi varlıklar. Bir doktor seviyesi ya da rütbesi ne olursa olsun “bu insan iş göremez” ya da “bu insan hapse atılmadan uyuşturucu kullanabilir” diyebilme gücüne sahip ki; inanılmaz. Hayret ve saygı içerisinde hep gıpta etmişimdir. Kendimi olabildiğince şirin ve sosyal olmaya zorladım. Urfa’dan falan bahsettik. Nasıl olduysa bir de benim eski ev arkadışımın arabasını bu doktor almış Urfa’da. Yani üniversite zamanlarımda içinde tonla macera yaşadığım araba hemen arkadaymış. Ama acı çekiyordum. Sikimde değildi doktorun arabası falan. Birazdan çıkıp gidecekti kışladan, kimbilir neler yapacaktı özgürce göt herif. Açık açık derdimi anlattım, şak diye 10 günlük bir rapor yazdı. Sabah akşam hastaneye gidip iğne olmalar falan. Nöbet yok, eğitim yok, içtima yok, mıntıka yok, kar temizleme yok, iş yok, hiçbir şey yok. İstediğin kadar uyu, dolan, kitap oku! Sevinçten adama sarılacaktım neredeyse. Her şeyin bir bedeli olduğu gibi, bunun da bir bedeli vardı. Çünkü görüyorsunuz, benim tutmadığım nöbetleri zaten benim kadar çok nöbet tutan silah arkadaşlarımın paylaşması gerekecekti. Bir dönem herkes benden nefret etti. İkincisi, her gün askeri hastaneye iğne vurulmaya gitmem gerekiyordu ki; ben daha önce askeri hastaneye hiç gitmemiştim. Böyle Drakula’nın şatosu gibi baya uzak ve tepe bir yerde kalıyor. Koğuştan oraya ulaşmam karlar içerisinde 1.5 saat sürüyor. Hasta olduğumu da unutmayın. Benim iğne olmaya gittiğim zamanlarda da devasa hastane içerisinde sadece 3 kişi falan oluyor gariptir. Öte yandan iğneleri sevecen yüzlü kızıl saçlı bir hemşire yapıyor. Kız olmasa toplamda 4 saatlik yolu çekip de iğne olmaya gitmem, kendim yaparım. Bütün o karlar içindeki yüksek ateşim eşliğindeki yolculuk, alev kızıl saçlı prensesi, korkunç ve kötü kalpli, insanların kanlarını emen ve saklayan ve sonra onlarla hayal edilemeyecek iğrençlikler yaratan bilimadamı-doktor-nazi-asker-vampirden kurtardığım bir efsaneye dönüşüyordu her seferinde. 18 Zindan Kışlanın kütüphanesindeyim. Bir İskenderiye Kütüphanesi değil tabi ama o karanlık kışta benim için İskenderiye Feneri gibi oldular. Buradaki kitapların neredeyse hepsini en az bir kere okumuşumdur. Elimde şu anda Simyacı var. Dalıp gitmişim. Belki de, gerçeğe en yakın olduğum an o -34 derecede nöbet tuttuğum gecedeydi. Meditasyon yapmaya çalışırken kafanızda binlerce ses bağırır, efendice oturursunuz, seslerin susup tek bir ses olmalarını beklersiniz. O gün -34 derece soğukta nöbette dururken iç seslerimden tek bir tık bile çıkmıyordu. Ya da hepsi tek bir olmuştu sadece “soğuk” diye. Soğuğun Tek’liğine karşı orada ayakta savaşan tek şey; Ben’dim. Bir olanı çaresizce ve korkuyla iki tutmaya çalışıyordum. Belki de bu yüzden acıtıyordu. 19 Zindan Zikir Uyandım. Yüzüstü yatıyorum. Sağ ayağımın hemen yanında bir kedi, popomun tam üzerinde mi yoksa kenarında mı anlayamadığım başka bir kedi var. Üçüncüyü hissedemedim. Bana değen kedilerin ısılarından ve yaslanışlarından hangi kedinin orada olmadığı anladım. Nadia acele acele giyiniyor ve çıkmaya hazırlanıyor. Saat pazar sabahın on biri olmuş. Başım biraz ağrıyor ve zihnim net değil. Yatakta öylece bekledim. Görüş alanıma girdikçe Nadia’yı seyrettim yarı çıplak ordan oraya koşuştururken. Seyrettiğimin de farkındaydı ve ama gözlerini kaçırıyordu. Gelgelelim gözgöze geldiğimizde de saçmasapan gülmekten kendini tutamıyordu. Çok tatlıydı ama gidiyordu işte. Aceleyle geldi başımı okşadı ve son bir kez daha öptü. Kendime dikkat etmeliymişim tamammıymış. Canım benim. Bu güzel pazar gününde geçici değil, daha kalıcı hazlarla ilgileneceğiz. Kalktım duş aldım. Akşam evi bir hayli batırmışız. Ortalığı topladım. Her yerde Nadia’nın parfümünün kokusu var. Kokuyu içime çektikçe göğsüm titriyor. Oturdum bir kaç nefes aldım dumandan. Bir kırk dakika kadar meditasyon yaptım. Ağrı sızı hiçbirşey kalmadı, huzur ve mutlulukla doldum. Her şey yeniden net. Çok küçüğüm. Mahalledeki tarla gibi bir yerde istop mu çanak çömlek mi; içinde top olan bir oyun oyunuyoruz. Tam güneşin batma saatleri. Neden hatırlamıyorum, oyunda Merve isimli bir kız var ve ben sürekli “MERVE”, ”MERVE”, ”MERVE” diye bağırıp duruyorum. Bir süre sonra akşam ezanı okundu ve herkes annesi ya da babası tarafından eve çağırıldı. Ben hala farkında olmadan “meeerve”, “meeerve” diye sayıklıyorum. O günün akşamında evde bir şey fark ettim. Kim olursa olsun birisinin adını ya da bir kelimeyi tekrar tekrar söyleyince isme garip bir şeyler oluyor, anlamsızlaşıyor, kafan karışıyor, saçma sapan bişey oluyor. Bu yeni keşfimin anında müptezeli oldum görüyorsunuz. Ertesi gün sokaktaki diğer çocuklara da anlattım. Hemen anladılar. Hepimiz bir şeyler sayıklıyor öğlen sıcağında kendimizden geçiyorduk. Ah güzel günler. Görüyorsunuz, daha beş altı yaşlarında Urfa’da bir köyde bir dünyadan bihaber bir çocukken bile kendi uyuşturucumuzu, kendi psikotropik maddemizi keşfediyoruz. Şekerden, çikolatadan, coca-coladan, çaydan, kahveden, müzikten, kızlardan, otuzbirden, paradan falan önce; kendi kendimize meditatif bir şeyler yapmayı keşfediyoruz. 20 Zindan Pratik bir sonucu olmayan bilgileri hiç sevmem. Adem gerekli gereksiz yarım yamalak öğrendiği her türlü konudaki entellektüel çöplüğünü insanlara değerli hazineler gibi sunardı. Din, felsefe, yaşam, mistiszm gibi konular üzerine boş boş saatlerce bir sonuca varmayan analizler üzerine analizler; tanımlamamar üzerine tanımlamalar; açıklamalar üzerine açıklamalar., tespitler üzerine tespitler konuşurdu. İnsanlar da yutardı bunu. Hele ki popüler kültüre karşı bir kısım garezlerin de varsa ayakta alkışlanırsın. Sonuç: toplumsal olarak sıfır ilerleme. Kalktım çay demlemek için su ısıtmaya başladım. Kocaman bir parça tereyağı erittim bir tavada. 4 tane yumurtayı sapıkça bir konsantrasyonla çırptım, tuz, karabibier ve pulbiber ekledim. Hafif kahverengileşmeye başlamış çıldırtıcı kokulu tereyağının üzerine döktüm yumurtayı. Biraz piştikten sonra üzerine bir miktar krem peynir ve kaşar peyniri koyup yarım daire sandiviçi olacak şekilde kapattım. Ocağın altını da kapattım. İki dilim ekmeği küçük başka bir ocağın direkt üzerine koyup biraz kıtırlaşmalarını sağladım. Bir tabağa koyup üzerlerine hafif zeytinyağı döktüm. Çay suyu da kaynamaya yakın sesler çıkarıyordu. Demliği temizleyip bir kaşık rize çayı, bir kaşık da bergamotlu çay koydum. Su kaynadı çay demlendi. Bir domates ve bir salatalığı küçük küçük kestim ve tuzladım ve hafif miktarda zeytinyağına maruz bıraktım. Yaptığım bütün her şeyi bir tepsiye yerleştirip salona geldim ve bilgisayar masasının üzerinde yemeye başladım. Şimdi; demek ki bir kelimeyi sakin bir kafayla tekrar edip edip kendi sesini dinlediğin zaman bir şeyler oluyor, evet. Bunda bi sır yok. Bütün dinlerde bir isim ya da dua bir odaya kapanılıp tekrar edilir. İster Allah de, ister Jesus de ister Krişna de, ister Ohm de, ister Esma-ül Hüsna’dan seç, ister yahudiler ne diyorsa onu de, ister Ra de, Rasta de, Osiris de, kendi adını söyle farketmez. Kelimenin anlamının meditasyona girebilmek için pek bir anlamı yok. Peki meditasyon nedir? Bilmiyorum. Ben de başımın ağrısından bulaştım bu işlere. Bir araştırsanız meditasyonun ne olduğunun binbir türlü farklı tanımına ulaşırsınız. Benim kendimce bir kısım teorilerim var; namaz, yoga, dua ve zikir mesela özünde bir türlü meditasyon. Doğru namaz kılabilen olsa kolunu kessen o huşu içerisinde acımaması lazım. Keza sahabeden böyle insanların hikayeleri var. Ve keza şu anda, günümüz çağında bile Hindistan’da, Çin’de ya da Japonya’da bir tür meditatif transta olduğu açıkça görülebilen etraflarına mutluluk saçan gurular ve budistler var. İşin garip tarafı Adem de benden önce yabancı değildi bu bilgilere. Görüyorsunuz Adem’in dini anlamda çok çalkantılı ve kompleks bir yaşamı oldu o 28 senecik dönemde. Bir bebek olarak dünyaya geldi ve sürekli adının Adem olduğunu ve bazı sorumlulukları olduğunu ve annesi halası amcası kardeşleri olduğunu ve hep yanlarında oldukları falan söyleyip durdular. Bir süre sonra Allah diye bir şeyin varlığından bahsetmeye başladılar. Allah her yerdeydi, Allah Adem’i çok seviyordu ve cehennemde sonsuza dek cayır cayır yanmak istemiyorsa Adem de bir an önce Allah’ı çok sevse iyi ederdi; çünkü her an Allah Adem’i öldürebilirdi de. Adem korkuyor ve tam olarak 21 ederdi; çünkü her an Allah Adem’i öldürebilirdi de. Adem korkuyor ve tam olarak Zindan kendisine söyleneni yapıyor; korku içinde sevmeye çalışıyor. Gerçekten sevmiyor, sevmenin ne olduğunu, neyin neden sevilmesi gerektiğini durup düşünemeyecek kadar korkmuş. Sevmeye çalışmaktan, bir türlü gerçekten sevemiyor. Bu o zamanlar zoraki müslüman Adem; üniversite sınavlarına gireceği sırada bir sürü zikirle ilgili kitaplar buluyor bir sahaftan. Bir yandan deneme çözüyor, bir yandan Esmaül Hüsna’dan isimler seçip binlerce kez tekrar ediyor fısıldayarak. 5 vakit namaz kılıyor ve namazlarında ağlıyor falan. Ama ben Adem’in bütün yalanlarını görüyorum bugün. Hayatında üniversiteye giriş sınavı gibi bir krizi hiç yaşamamış ve neredeyse bütün yaşamının bu sınava bağlı olduğu söylenip durmuş son 5 yıldır. Bulduğu ilk umuda sarılıyor. Anlayacağınız üzere zikirler kitaplarda vaadedilen etkilerin hiç birini yaratmıyor ve sınav sonucun Adem İstanbul’da saçmasapan bir üniversitenin bilgisayar mühendisliği bölümüne yerleştiriliyor. Böyle bir seçim yazdığının farkında bile değil. Niye bilmiyorum ama doktor olmak isterdi hep; o yaşlarda “bu insan iş göremez” ya da “bu insan hapse atılmadan uyuşturucu kullanabilir” belgelerinin varlığından bile haberi yoktu. Neyse, gelgelim her şeyin hayırlısı dendi ve konu kapandı. Bir daha zikir falan mevzularına hiç kafa yormadı. Farkında değildi belki ama; ilk kez test edilmişti ve fena kaybetmişti. Neye inanıyorduysa büyük bir kısmını o sınavda kaybetti. Bir de 26 yaşlarındaki, yani üniversite sınavından 9 yıl sonraki Adem’i ele alalım. Artık agnostiğim bile demiyor; militant ateist. Ateist ama çok açık fikirli ve çok yaşam doluymuşçasına ve hiç bir anı kaçırmıyormuşçasına havaları var. O zamanlar ne derin bir depresyonda olduğunu ben şimdi görüyorum. İşyerinde çok yoğun bir proje zamanında meditasyon diye bir olaya merak salıyor; rahatlayabilir miyim acaba umuduyla. Bir kaç hafta ciddi ciddi araştırıyor. Adem’in bu huyunu severim. Bir şeye durup dururken merak salar ve ciddi ciddi araştırır. Fayda sağlacak seviyede öğrenmesi için zaman ve emek harcayacağı bir şey olduğu ortaya çıkarsa da o anda araştırmayı ve merakını keser, başka bir şeye yönelir. Meditasyon’u denediğinde de öyle oldu. Ne hissetmesi ya da ne hissetmemesi gerektiğini bilmiyordu çünkü daha önce o hissi hiç hissetmemişti. Zille, sesle ve çeşitli yöntemlerle meditasyon yapmayı denedi bir kaç hafta. Ama stresi falan azalmadı hiç. Hatta meditasyon da işe yaramadığı için total stresi daha da arttı denilebilir. Sonra o keskin kalemiyle meditasyonu aptalca bir şey olarak sınıflandırdı ve meditasyonla alakalı şeylere de saygı duymama kararı aldı. Dediğim gibi, benim şu anda bu mevzular hakkında vardığım kesin bir kanı yok. Ama şöyle bir olay var; Zehra’nın öpücüğünden sonra baş ağrılarım için meditasyon yapmayı denediğimde iki şeyi keşfettim. Birincisi baş ağrımı hissedilir derece azaltıyordu. İkincisi ve daha da önemli olanı ise; sonsuzda biri şiddetinde bile olsa Zehra’nın öpücüğündeki huzuru yeniden yaşamamı sağladı. Bu benim için bu yönde ilerlemem için yeterliydi. Zamanla yeni teknikler, posizyonlar, anlamlar öğrendim. Esrar’ın meditasyonu kolaylaştırdığını farkettim. Bazı zor pozisyonların önemini ve pozisyonlara ulaşabilmek gerekli egzersiz planlarını öğrendim. Daha lotus 22 pozisyonlara ulaşabilmek gerekli egzersiz planlarını öğrendim. Daha lotus Zindan pozisyonundan bir kaç yıl uzağım bunu görebiliyorum. Adem’in ölmüş beyninden yavaş yavaş yepyeni biri çıktığı gibi, Ademin kaskatı gergin bedeninden de bir çiçek çıkması gerekecek. Neyse, Şimdiki zamana geri dönelim. Bu akşam değişik bir meditasyon yapmaya gideceğiz. Adem daha önce katılmıştı böyle bir meditasyona, biraz heyecanlanmıştı ama kalıcı bir şey hissetmemişti. Sonra boş vermişti. Dediğim gibi benim dini takıntılarım yok; Allah ya da Krişna demek benim için farketmeyecek. Ama heyecanlıyım. Biraz cigara içip gidip ne yapıyorlarsa aynısı yapıp ne olacağını göreceğiz. Kahvaltımın bulaşıklarını yıkadım. Bulaşıklığa dizdim. Bugün, tam ben de bilmiyorum, bir arkadaş davet etti; sufi dergâhı gibi bir yere toplu zikre katılmaya gidiyoruz. 23 Zindan Zerre Efendice bir şeyler giyindim. Çorabın prezentabl olmasına özellikle dikkat ettim. (kendime not: bir tür zikir ortamına girildiğiyle ilgili bir şeyler yazılacak. Fiziksel detaylarlara yeterince yer verildikten sonra istenildiği şekilde saykodelik vizyonlar tasfir edilebilir.) (Yazarın notu: Bu bölüm henüz yazılmadı. Bir sonraki sayfaya geçerek okumaya devam edebilirsiniz. Zindan henüz tamamlanmamış ücretsiz bir roman. Yazılmaya devam ediyor. Eğer Zindan: Bölüm 1’i okuyup beğendiyseniz ve devamını bekleyenlerdenseniz lütfen gönlünüzden ne koparsa destek olun. Bağışınızın miktarına göre benimle iletişime geçebilirsiniz ve sizin adınıza bir bölüm ya da bir karakter ya da istediğiniz bir olay da ekleyebiliriz. Detaylı bilgi: www.zindan.online ) 24 Zindan Zanaat Güneş her sabah daha değişik parlıyor sanki. İnanılmaz iyi hissediyorum. Hafif bir baş ağrım var. Yataktan çıkmadan yirmi dakika kadar meditasyon yaparak ağrıyı bir hayli azaltabildim. Bugün işe gitmek istemiyorum. Aradım. Hasta olduğumu söyledim. Mırın kırın etti her zamanki gibi. İnsan yarı zamanlı çalışıyor olsa bile ve mesela Pazartesi, Salı ve Perşembe günleri işe gelmesi şeklinde anlaşılmışsa ve sonra bu insan lanet bir Perşembe gününde hasta oluyorsa; yapacak bir şey olmadığını söyledim kendisine. Tamam dedi canım lafı mı olurmuş ve geçmiş olsunmuş ve yapabileceği bir şey varsa söylemekten kesinlikle çekinmemeliymişim falan. Hasta değilim görüyorsunuz. Ama bir çalışanın belli bir gün adedinde hastalık izni varsa; hasta olmayan çalışanların sırf hasta olmayışlarını tebrik için bir kaç gün izinleri olabilmeli. Amaan, işe gitmek istemiyorum. Adem böyleydi işte. Sistem içinde çarpar böler bir yerlerden kırpmaya çalışırdı hep. İşe gitmenin direkt olarak sevmediği kötü bir şey olduğunu kabullenemezdi. Ekmek parasıydı, her şeyin bir bedeli olmalıydı, çalışmadan mutluluk olmazdı, yoksa bu oyuncakları ve 65 inç ve 70 inç ve belki kim bilir bir gün 80 inç televizyonları nasıl alacaktı falan. Ama işte hep bir şekilde korka korka kaçabilmek isterdi de işinden. Ne şanslı ki ben işimi seviyorum. Adem de severdi. İşini derken mühendisliğini, danışmanlığını, yeni teknolojilerini nasıl daha fazla ve daha hızlı para kazanabilirizcilere satmak kısmı değil. Bilgisayar programlamayı severdi. İşyerinde hangi seviyeye gelirse gelsin bir şekilde kodlara katkısının olmasını hep sağladı. Canı sıkılınca rastgele bir programlama dili öğrenir tetris yazmaya çalışırdı. Kendisini tatmin edecek seviyede müthiş bir tetris oyununu yazdığı an yeni öğrendiği o programlama diliyle ilgili şeyleri anında unutmaya başlardı. Yazdığı bir oyunu her hangi bir şekilde satmaya çalışmadı bile. Kimse görmedi oyunları, kimse görmedi yaratıcılıklarını. Onun için bir sonuca bir esere varmak önemli değildi. Onun için önemli olan kodu yazma sürecinin kendisiydi, ona haz veren o anlardı. Kimse belli bir final pozisyonu almak için saatlerce dans etmez; önemli ve çılgınca ve güzel olan dansın kendisidir. Kimse son notayı duymak için bir konseri izlemeye gitmez, 25 güzel olan dansın kendisidir. Kimse son notayı duymak için bir konseri izlemeye gitmez, Zindan müziği dinlemek için gidersin. Tanrı bile istese şu anda bütün olayı bitirip herkesi uygun cennet ve cehennemine gönderir, defter kapatılır ve oyun, müzik ve dansların hepsi anında biter; ama en azından anlam veremesek de bize izletiyor. Motosiklet sürenler bilir, güzel olan varmak değil, yolun kendisidir. Adem’in dansı kod yazmaktı. Bu felsefeyi herhangi bir işe uygulayabilirsiniz. Bu felsefeyle işinizi seçerseniz ya da dünyanın en sıkıcı işini yapmak zorunda olsanız bile o işin içindeki dansı görebilmeye kendinizi zorlarsanız; hayattaki bir kısım gereksiz stres kaynaklarından belli bir ölçüde kaçabilirsiniz. Ama asla özgür olamazsınız. Mutlaka hiyeraşiden birisi çıkar gelir ve dünyadaki yapmayı en sevdiğiniz şeyi yapacak olsanız bile onu belli bir sürede ya da belli bir şekilde yapmanızı ister. Bundan kaçış yok. Kaçamadığını gördüğün zaman sabit kalacaksın. Hareket ettirilemeyen bir nesne karşı koyulayaman bir kuvvetle çarpışacak, acı çekecek, değişeceksiniz. Ve sonunda kendi iradenize karşı, Tanrı’nın korkunç lütfu ile birlikte; bilgelik gelecek. O zaman her şey iyi olacak. Ama bilgeliğin gelebilmesi için taa en başından savaşmayı bırakman lazım. Savaşmamaya çalışmak ile savaşmamak çok farklı şeyler. Çünkü savaşmamaya çalışmaya başladığında aslında kendinle ikinci bir cephede daha savaşıyorsun, toplamda daha fazla savaş yaşanıyor. Kendinle savaşmaya bir girdin mi bir anda sonsuz savaşlar içerisinde kaybolursun . Adem her şeyle savaşırdı. O’na ne olduğunu gördük. Kafanız karışıyorsa; savaşmayın, sevişin. 26 Zindan Zındık Torbacının en makbulü kendi arabasıyla gelip eve servis yapan aynı zamanda kendi de müptezel olup muhabbet etmeyi seven torbacıdır. Hafif de kültürlüyse tadından yenmez. Sigarası hep kalitelidir, eliboldur, beraber içilenleri asla hesaba katmaz. Her para verme anında utanır; “Sonra da hallederiz” gibisinden laflar eder. Bir nevi orospu gibidir, uzun vadeli arkadaş olma ya da birbirinizin köklü yaralarını deşme dertleriniz olmadan, kafanız da güzel; hiç bir şeyden korkmadan özgürce enfes muhabbetler çevirirsiniz biribirinizi ciddiye almadığınızda. Bir iki saat birbirinizi kullanır sonra da ayrılırsınız. Torbacı orospuların kralı bizim Melih’tir. Bursa’lıdır. Hafif yarım akıllı gibidir, aptalmış gibi değil de, hiç tamamen orada olmayı seçmiyormuş gibi. Ben bu adamla nasıl tanıştığımı da tam hatırlamıyorum. Kendi hayal ürünüm biri olabileceğine dair kendisiyle ortaklaşa ciddi kaygılarımız var. Üniversite zamanlarımda bir dönem bizim öğrenci evinde tek tük görünmeye başladı. Sonra daha sık görünmeye başladı. Kaynaştık arkadaş olduk. Ama ilk kim onu o eve getirmişti hala bilmiyorum. “Ananı avradını yaa neler dönmüş amına koyayım! Oğlum nedir lan bunlar?” Bi kaç saattir oturuyorduk, tonla duman içtik. Melih’e bizim Urfa’nın Göbeklitepe belgeselini açtım 65 inç 4K televizyonda. Kafamız bir kaç milyardı. “Demedim di oğlum aklını alıcam senin diye? Ha?” “O değil de o tapınakların zemini niye öyle su geçirmezmiş? Bu nasıl bir ayin lan ibnelere bak.” “Bunlar ne içiyorduysa onu satsana lan Melih, ölüm taciri değil misin, zengin olursun amına koyayım.” “Aga bunların ne içtiğini ben biliyorum. Lsd ya da dmt etkisine benzer saykodelik mantardır, ağaçtır, kök mök bulup yiyip içmişler çok bariz belli.” Bizim orospu çok bilge çıktı. “Gizemli bir durum yok diyorsun yani?” “Hayır canım öyle demedim ben. Ne sebebiyle yaptıklarını görebiliyorum ama mesela neden altı su geçirmez ona takıldım. Gizem benim için orada. Kanlı falan bir şey miydi acaba, tekinsiz de bir tepeye benziyor.” 27 Zindan “Belki de balık, kutsal su içinde kutsal kurbağa falan besliyorlardı? Bak 2016 yılında bile hemen yanıbaşında balıklı göl diye bir yer var. Altı su geçirmez insan yapımı şekilli bir yapı. Neden hemen kan falan aklına geliyor ki? Macera yaratasın geliyor kendi kendine.” “Bilmem belki de öyledir.” Kendi görüşünü sallamadığım için biraz kırıldı. “Peki 12000 yıl önceki embesil insanlar diyelim ki saykodelik mantarlar bulup müptezeli oldular. Ne mantarı yerse yesin; sonuçta bir insan bilmediği bir şeyi uyuşturunun etkisi altında diye öğrenemez ki. Biz senle neler içtik hiç bi aydınlanma yaşamadık. Bilmediğimiz yeni bir şeyi öğrenmedik. Bu adamlar ikilik gibi kavramları uyuşturucu etkisi altında nasıl görüp analiz edebilmiş?” “Pozitif halüsünasyon diye bir şey var, belgeselde de değinmişti. Öyle her kişiye olmayan değişik bir tür halüsünasyon türü olabilir. Belki de o zamana kadar farkına varmadığın bir sürü gerçek bilinçaltında birikiyordur ama normal avcı toplayıcı insan gibi hayatına devam ediyorsundur. Yıllar sonra günün birinde yanlışlıkla sihirli mantarı bir yedin; o içinde birikmiş bütün bilgiler kısa bir anlığına da olsa mantıklı geldi.” “Vay arkadaş.” Melih inci üzerine inci saçıyordu. Kafası tam o ilginç yerdeydi. Ben de paket gibi olmuştum ve tam da komplo teorisi falan modumdaydım. Çok fazla şey düşünüyor ve çeşitli kararlar alıyorum. Ama neler düşünüp ne kararlar aldığımın Türkçe’de bir karşılığı yok ya da ben bilmiyorum. İyice rahatlıyorum. Melih de sızmak üzere. Ben de dayanamadım, sızmışım. Adem’in annesi, babası, amcaları, dayıları, abileri, kardeşleri, kuzenleri falan hepsi bir şekilde din adamıdır. Ya ilahiyat profesörüdür, ya müftüdür, ya bir vakıfta din kuran dersi verir ya da o vakfın müdürüdür vesaire. Hepsi en azından imam-hatip lisesi mezunudur. Düzeni bozan Adem oldu, bir Anadolu Lisesi’nde okudu. Dil öğrenme yeteneği vardı, hazırlığı atladı. Görüyorsunuz, aile her ne kadar din adamı dolu olsa da; çocukluğunda Adem’in evinde her türlü zenginlik mevcuttu. Annesinin pazardan aldığı minik bir el tetrisiyle başladı her şey. Sonra Commodore 64, sonra PlayStation’lar, DreamCast’ler, XBox’lar, büyük televizyonlar, küçük televizyonlar, kulaklıklar, hoparlörler, modem ve İnternet. Çocukluğundan itibaren bunların içinde büyüdü. O zamanlar etrafta başka kimsede böyle oyuncaklar yok. Küçücük çocuk, elinde ingilizce sözlük, bilgisayar oyunlarını anlayabilmek için azimle bir dili öğrenmeye çalışıyor. Oynadığı oyunlarda da hep tanrılar, şeytanlar, büyüler, kılıçlar falan. Babası bir görse büyük tantana kopar. Ki zaman zaman koptu da. Bir keresinde Adem bir haftasonu sabahı erkenden kalkmış her zamanki gibi Diablo oynuyor. Bir süre sonra ev halkı da uyanmaya başlıyorlar. Pazar gününün kendisine verdiği yetkiye dayanarak saçma sapan hareketler yapan baba, biraz da oğlu Adem’le vakit geçirmek istiyor. Ama ekrana bakınca bir de görsün; beş köşeli yıldızlar, gözler, üçgenler, satanik imgeler, tekinsiz bir ortam, tekinsiz bir müzik, arkaplanda ne idiğü belirsiz bir fısıldama, uğursuz bi gerginlik 28 ortam, tekinsiz bir müzik, arkaplanda ne idiğü belirsiz bir fısıldama, uğursuz bi gerginlik Zindan var ekranda. İlahiyat profesörü koca adam ama zaten teknolojiye de yabancı. Sırf çocukları istiyor diye alıyor bu ıvır zıvırları. Küçücük yavrusunu, ne işe yaradığı belli olmayan bir aletin karşısında, sabahın köründe, şeytanların sembolleri karşısında buluyor. Deliriyor korkusundan! Adem’e yasaklanıyor bir kaç ay bilgisayar, internet, oyun falan. Adem o günden sonra ekranında ne olduğunu arkasından geçen insanlara göstermeme sanatında usta oldu. Aynı şekilde, doğru bildiği bir şeyin yanlış yapıldığını gördüğünde de; kimseyi uyarma ihtiyacı hisssetmedi. Monitörünü sakladığı gibi, kafasının içindekileri de kendine saklardı. Çünkü gördünüz; tehlikeliydi, gereksiz acılar yaratıyordu. Dinciler böyledir işte. Bir hamlede bir çocuğu böyle farkında olmadan kalıcı olarak zedelerler. Sonra da çocuklarımız var diye insanların öpüşmelerini görmekten rahatsız olurlar. Hep korkudan. Tanrı her yerdedir, her şeyi bilir ve görür. Bütün dinler de aynıdır; hepsi korku doludur. Tanrı’nın sözü Bir’dir. Dinciler aynı sözü çoğaltır durur. Her şey Bir’ken, ulu ve korkunç tavırlarıyla iki derler. Artık üç dememeleri için bir sebepleri kalmamıştır. Her şeyi anlamak ve saymak ve ismini bir yere yazmayı çok severler. Babil’in tuğlalarını dizmeye başlamışlardır bile. Dört, beş, altı, bir milyar, seksen trilyon. Böyle almış makine gibi şehirlerini tuğla tuğla inşa ederken bir süre sonra fark ederler. Bir ile iki arasında, görüyorsunuz, sonsuz adet gerçek sayı vardır. Olsun. Yılmazlar. Zekidirler, çalışkandırlar. Daha keskin bölebilmek için daha keskin bıçaklar yaptırırlar. Bir süre sonra baktılar olmuyor, oturup bir karar alırlar. Bir kısımları yukarıya doğru bölmeye devam edecek, bir kısımları da aşağıya doğru bölmeye devam edecek. Bir kısmı sadece hayvanları böler, bir kısmı insanları böler, bir kısmı tabiatı böler, bir kısmı güzelliği böler. Böldükçe görkemli şehirlerinin artık gözle görülmeyen bir kulesinde bir kat daha yükselir. Ağızlarından salyalar akıtarak Tanrı’yı görmeyi beklerler. Bir süre sonra her grup kendi alanıyla ilgili bölme, sınıflandırma ve isim koyma işlemine öyle dalar ki, aşağıya doğru bölenler yukarıya doğru bölenlerin ne dediğini anlamaz olur. Birbirlerine laf anlatamadıkları için savaşırlar. Kuleleri ve muhteşem şehirleri yitip gider. Tanrı her yerdedir, Babil’de bile. Koca Babil’den Tanrı’yı görebilen bir kişi bile çıkmamıştır. Tanrı her yerdedir, kendi gözünün içinde bile. Kendi gözünü göremezsin. Allah’ın sözü “Oku” idi. Ama sözü çoğaltıp durdular. Bembeyaz bir sayfada kusursuz bir Elif’ti Söz. Peygamber ölür ölmez birbirlerine düştüler. Üçe, beşe, yediye son hızla bölünüyorlardı. Her bölündüklerinde kağıda bir şeyler daha yazdılar. Her şeye bir açıklama, her şeye bir kural getirdiler, kağıda yazdılar. Bilim her yeni bir şey keşfettiğinde, kendi korku süzgeçlerinden geçirip, caiz mi, haram mı, günah mı nedir düşünüp durdular. Sonucunu kağıda yazdılar. Bir süre sonra kağıda o kadar çok şey yazdılar ki, “gerçek islam nedir?” sorusunu sormaları gerekti. Bu sorunun cevabını da kağıda yazmaya çalıştılar ama o kadar çok karalamışlardı ki gerçek islamın ne olduğunu artık göremiyorlardı. Onun yerine, kağıda boş buldukları yerlere bu sefer de gerçek islamın neler olmadığını yazmaya başladılar. Savaşıp dururlar. Bir gün gelecek, ki çok da uzak günler olduğunu sanmıyorum, bir kaç yüzyılı falan kalmıştır; o kağıtta tek bir beyaz 29 uzak günler olduğunu sanmıyorum, bir kaç yüzyılı falan kalmıştır; o kağıtta tek bir beyaz Zindan nokta bile kalmayacak. Adamın birinin kafasına tak edecek ve her şeyi anlayacak. Bembeyaz bir kağıda kusursuz bir elif çizecek. Adına İsa Mesih diyecekler. Hayatta kaldığı sürece insanları mucizevi bir şekilde birleştirip duracak. Ama mümkün olan en kısa sürede yine çarmıha gerecekler onu da. Elindeki o kusursuz Elif’i içeren beyaz kağıdı alıp üzerine yavaş yavaş bir şeyler yazmadan edemeyecekler. Çünkü; anlamıyorlar görüyorsunuz. Bu dinciler hiç anlamıyor. Kafam girdap gibiydi. Soğuk bir su içtim rahatladım. Göbeklitepe belgeseli bitmişti. Melih cep telefonuyla oynuyordu. Youtube’u kapatıp, google’ı açtım. Neden bilmiyorum “son akşam yemeği” diye arattım. Geçenlerde bir reklamda mı bir müzenin afişinde mi ne görmüştüm. Belki de görmemiş, uyduruyorumdur. Melih’i dürttüm: “Bak şimdi bu son akşam yemeği tablosunu biliyosun. Bildiğin her şeyi unut.” “Unuttum. Eee?” “Şimdi biraz sembolik düşünmeye çalışalım. Bu İsa durup duruken çıkıyor ve yepyeni bir tek Tanrı’dan, babasından ve iyilikten ve iyi olmaktan bahsediyor. Ama mucizeleri de var; suyu şaraba çeviriyor, körleri gördürüyor, su üstünde yürümeler falan.” “Tam içip takılmalık adammış.” “Neyse, İsa öyle. Şimdi biz son akşam yemeğine dönelim. Sembolik düşünerek, kafan da güzel, resme istediğin kadar bak ve aklına gelenleri söyle. Bakalım bişey keşfedecek miyiz kendi kendimize.” “Hmmm. Tamam. Tam ekran yap.” Bir süre baktık ikimiz de. Melih garip düşünme sesleri çıkartıyordu. Ben tabloyu görüyordum ama herhangi bir anlam göremiyordum. Evet belli ki bir sürü detay var ama hiç sayıp falan uğraşacak değilim. Düşünüyormuş gibi yaparak Melih’in düşünmesini bekledim. Bir süre sonra anlatmaya başladı. “Moruk şimdi aklıma geleni söyleyeceğim. Sesli düşünücem yani. Öncelikle bunu bakan herkes direkt görüyordur zaten; son akşam yemeği demiş ama yenilen bişey yok. Bütün ekmek parçaları tam; ama bardaklardaki sıvıları herkes belli miktarlarda içmiş görünüyor. Ben olsam adına son yemek değil son içiş, son muhabbet falan derdim. Öyle yemeğin başlarındaymış gibi bir halleri de yok, baya muhabbet ilerlermiş baksana İsa ile sağındaki hariç herkes panik içinde amınakoyayım.” Doğru söylüyordu. İsa ve John hariç diğerlerinin hiç havariymiş gibi bir havası yoktu. Çok içtim, kafam fıldır fıldır dönüyor. Havari ne demek onu bile tam olarak bilmediğimi fark ettim. Ama bu adamların hiçbirinin İsa’nın takipçisiymiş, müridiymiş, hidayet falan bulmuş gibi bir halleri yok. Şimdi yutup’u açıp bir hoca, şeyh falan birinin vidyosunu aratın; ordaki müritlerin tavırları bile havarilerin İsa’ya olan tavrından daha saygılıdır. Havariler belli ki İsa’da bir şey görmüş ama her ne gördüler ise tanrısal bir huşu uyandıran ya da erdiren bir şey değil. Tartışma yaratan bişey. 30 Zindan Melih birden kıkırdamaya başladı. Oturduğu yerden kalkıp televizyonun oraya kadar gitti. Elini televizyona değdirdi. Bana baktı. “Bu filmlerde falan Judas deyip durdukları İsa’ya ihanet eden havari şu mu lan yoksa?” Güldüm. Ben daha önceden ne görülmesi gerektiğini internette okumuştum. Ama Melih kendi keşfetmişti. Bir hayli keyfi yerine geldi. “Evet. Nerden anladın?” Dönüp Judas’ı biraz daha inceledi. “Bak bu ibnenin önünde tuzluk gibi bişey var. Eliyle itip dökmüş mü bişey yapmış. Beyaz toz dökülmüş oraya. Sadece onda var böyle bir olay. Demek ki, Davinci bu şekilde diyor ki; bakın Judas İsa’nın sofrasında olmasına rağmen bir şeyi reddetti. Gerçi ekmeklerden başka yiyecek bişey de göremedim, tuzu neye dökecekti bilmiyorum. Ekmeği ya da şarabı tuzla mı tüketiyordu bu adamlar yani garip.” Bu sefer de ben gülmeye başladım. “Melih lan o Judas’ın döktüğü tuz ya da şeker falan değil de…” Duraksadım. Dönüp gözümün içine baktı. Gözleri parladı. Korkunç bir hata yapmıştım. Ses tonumdan cümleme nasıl devam edeceğimi anlamıştı. Anlamayı geçip, katılmıştı bile. Konuyu her hangi bir yere çekmek istememiştim. Melih’in rastgele saçmalamalarını dinlemek istiyordum sadece. Ama sırf bu lafı ettim diye rastgele saçmalayamayacaktı artık. Neyse, olan olmuştu. Cümleme devam ettim. “… tuz ya da şeker falan değil de; saykodelik bir maddenin varlığını temsil ediyor olmasın?” Geri dönüp bu yeni fikirle birlikte daha da detaylı bir şekilde tabloyu incelemeye başladı. Sesli düşünmüyordu artık. Kıkırdayıp duruyordu. Sesli düşünmesine gerek yoktu; neler düşündüğünü gayet açık bir şekilde görebiliyordum. İsa’nın bütün olayını uyuşturuculara bağlayacak. Nazıra diye bir yerde İsa denen adamın birinin canına tak etmiş bütün o dönemin Roma’sının zulmü. Uyuşturucusu her ne ise artık, bu uyuştucuyu canına tak etmeden önce de; sonra da kullanıyor olabilir. Ama canına tak etmiş ya, uyuşturucusunun da etkisiyle insanlara tıpkı bir deli gibi malından, mülkünden, kendinden geçerek açılmaya başlamış. Mesajı özünde “yapmayın, etmeyin, hepiniz kardeşsiniz, sevin birbirinizi” falan gibi şeyler iken baktı ki çok da siklemiyorlar bu sefer “Beni Babam gönderdi.” diyor soranlara. Dananın kuyruğu da orada kopuyor zaten. Melih’in şu anda yaşayacağı aydınlanma yeni bir şey değil görüyorsunuz. Bu fikir gayet yaygın. Ama bu fikir gerçekten bu kadar basit ve gerçek olsa bile herhangi bir şeyi çözmüyor. Günümüzde İsa’nın sıfır yılında içmiş olabileceğinden binlerce kat daha yoğun ve güçlü saykodelikler var. Günümüzde Hindistan’da su gibi lsd tüketimi var ve biliyorlar ki bir şey içmen aydınlanacağının garantisi değil. Bir başka yerden bir lütuf bir hidayet bir şey gelip seni seçince bu olay oluyor. Bu olay bir kaza geçirdiğinde de 31 hidayet bir şey gelip seni seçince bu olay oluyor. Bu olay bir kaza geçirdiğinde de Zindan olabilir, meditasyon yaparken de olabilir, araba sürerken de olabilir, bir şarkı dinlerken de olabilir, bir mantar yediğinde de olabilir. Haftasonu Amsterdam’da kaç arkadaş grubu Ay’ı parmağı ile ikiye bölüyordur acaba? Ama sonra Mecidiyeköy’deki masabaşı işlerine geri döndüklerinde “Türkiye bok gibi” diye depresyona girerler. Geçici. Ama İsa ve diğer peygamberlere farklı olan her ne idiyse geçmemiş işte. Canları pahasına geçmemiş. Sonuçta Cebrail’in de neye benzediğini bilmiyorsun, üstelik şekilden şekile de girebiliyor. Belki Cebrail araba kazası şekline giriyodur o gün, belki meditasyon, belki yediğin mantar, belki yaşadığın kayıp, belki tuttuğun oruç, belki içtiğin lsd, belki inzivaya çekildiğin mağaradır Cebrail. Ama dediğim gibi işte; yine Tanrı’ya dair hiç bir şey çözülmüyor. Melih tam da bu tarz keşiflerini anlatmaya başladı. Ama bir şeyleri keşfetmenin verdiği hazdan daha çok; biraz sonra bunları daha başka arkadaşlarına anlattığında alacağı hazları düşünüyordu. Akşam Gizem’lere gidecekti mesela; Gizem çok severmiş böyle şeyleri. “Böyle şeyler” nasıl şeylerse artık. Ve Gizem bu “böyle şeyler”’i çok sevdiğini Melih’e nasıl anlattı acaba? Olsun, severim Melih’i yargılamam. Çiçek gibi çocuktur. Ama çiçek kadardır. Birilerinin evinde fotosentez yapar sonra Gizem’lerde falan oksijen verir. Tek başına hayatta kalamaz, bu muhabbetleri yapamıyor olsa sıkıntıdan kurur ölür. Anlatacak ilginç bişeyleri olmadığından Gizem’ler bunu çağırmazsa yine ölür. Kendi sattığı esrar bitkisi gibidir Melih biraz. Görüyorsunuz; esrarın anlatacak çok ilginç bişeyleri olmasa Gizem’ler hele ki illegal ve pahalı olmasına rağmen esrar almaz. Esrarın da güneş ışığını ve topraktaki kalsiyumla fosforu falan Gizem’lerin istediği o çok ilginç şeye dönüştürebilmesi lazım. Yoksa zaten kimse ekmez. Bir hayatta kalma mücadelesi yani. Melih de sürekli hayatta kalma mücadelesi içindedir. Mesela jandarma esrarı topraktan söküp atarsa esrar bitkisi ölür. Melih de her an yakalandım yakalanıcam derdine düşmekten bitki gibi de yeşermiştir zaten. Melih Gizem’leri aşırı sever; esrar satıyor ve ilginç şeyler anlatıyor olmaz ise Gizem’lerin evine gidemez zanneder. “Ulan oğlum sen cigara içelim, fifa oynayalım, komik vidyo falan izleyelim kafasında bir insan değil misin? Başka kimlerle takılıyosun bu kafalarda bakayım?” “Abicim ben nabza göre şerbet veriyorum. Sen beni hep relaks modda gördüğün için yanlış tanımış olabilirsin. Ama bak Göbeklitepe belgeselini izlettin, ne iyi de etmişsin. Ben geyşa gibiyim abicim her türlü muhabbete eşlik ederim.” Sırıtıyordu. “Orospu gibiyim diyosun yani” Kahkaha atmaya başladı. “Eskort gibi diyelim o zaman. Sadece elit beylerle görüşüyorum.” Öksürmeye başladı gülmekten. Ciğerleri bir hayli doluydu. “Hadi tamam git lan evimden ölüm taciri müpzetel seni. Eve polisleri toplayacan zaten bir gün de hayırlısı bakalım.” “Şş öyle deme lan Allah muhafaza. Hadi görüşürüz.” 32 Zindan Zan Düşün Buddha’sın, Nirvana’ya ulaşmışsın. Sonsuz mutluluk içerisindesin. Mutlu olmak için bir yere gitmene, bir şey okumana, bir film falan seyretmene, bir şarkı dinlemene hatta meditasyon yapmana bile gerek olmuyor. Bir anda kafadaki bütün her şeyi silebilmiş ve yeni bir işletim sistemi yüklemişsin kendi ellerinle yazdığın. Kafadaki her şeyi silip başkalarının işletim sistemini kurarsanız; görüyorsunuz, sapık ya da intihar bombacısı falan olursunuz. İnsanlar bunu her gün yapıyor. Sağcı, solcu, liberal, muhafazakar falan filan isimli başkalarının yazdığı işletim sistemlerini kurarlar kafalarına. Mevzu kendi kafaları olunca hiç kaçak yazılım kullanmaz bedelini ödeyerek alırlar işletim sistemlerini. Üzerinde de tonla program çalıştırırlar aynı anda; iş, aşk, para, din, tatil, borçlar, ev, annem, babam, evlatlarım, arabalarım, tanrı, yaşam, ölüm, siyah, beyaz, zaman, ıvır, zıvır isimli bir sürü program. Bütün enerjilerini başka bir yerden bulup kafalarına kurdukları kendi işletim sistemlerinin daha iyi olduğunu anlatmaya çalışıp durarak harcarlar. Hatta uğrunda savaşırlar, ölürler, kederlenirler, kabullenemezler, ağlarlar, gülerler. Ben o işleri bıraktım tamamen. Herkes kendi bilgisayarını övüp duruyor ama markası ya da değeri ne olursa olsun, akşam yalnız kaldıklarında o diğerlerinden çok farklı olan çok ulu bilgisayarlarıyla hepsinin de yaptığı şey aynı; youtube, feysbuk, twitter, komik kedi vidyoları, porno falan. Adem bayılırdı bilgisayarına. Ama öyle hor kullandı ki, o gün Zehra uğradığında artık bir format atması gerekti. Ama kafaya format attığınızda, yani aydınlandığınızda diyelim, hiç bir şey çözülmüyor aslında. Görüyorsunuz ya; bu sefer de yeni bir işletim sistemi bulup kurmak gerekecek. Hangisi? Ya da kendin mi yazacaksın? Nasıl yazacaksın? Bilgisayarı kullanmak ile bilgisayarı inşa etmek çok farklı olaylar. Buddha bir şekilde sırrını çözüp; formattan sonra en ideal Nirvana işletim sistemini yazmış. Formattan sonra ben artık başka birilerinin işletim sistemlerini kullanmak istemedim. Adem o işi yeterince yaptı. Üstelik format atılmış olsa bile, ademin fikirleri bilgisayarın çalışmasına etki edemiyor olsa dahi, bir yerlerde çok net bir şekilde kafamda kayıtlıydı hala. Ben çok düşünmüyorum bu işleri. Ya da az düşünüyorumdur bilmiyorum. Neye göre az ya da çok düşündüğümü bilmiyorum. Belki de bir hayli çok düşünüyorumdur. Tek emin olduğum düşündüğüm. Düşünüyorum işte. 33 Zindan Zaten bir şey aklına geliyorsa ve düşünüyorsan gelmiştir, bitmiştir olay. Bir şeyin aklına gelmemesini düşünemezsin. Direkt gelir. 6 yaşında annen yada babannen ya da birisi, tuvalette pis yerde Allah denmez, düşünülmez falan demişse mesela sıçtın. Her tuvalete girdiğinde, her ıkındığında Allah gelir aklına çaresizce. Nasıl bir çaresizlik anı içerisinde olursan ol, çaresizliğin için hiç bir şey yapmadan sadece dua ediyorsan, kime dua ediyorsan ol; bir puta tapıyorsun demektir. Ama Tanrı, insanın bu durumunun farkındadır tabi ki. Çok basit bir günah. Çocuklar bile her türlü bencil istekleri için dua eder. Tanrı, görüyorsunuz; her yerdedir. (Adem için en çok tuvaletlerde) Her şeyi duyar görür ve bilir. Ve affeder. Tanrı her şeyi affeder. Bir kaç kırmızı çizgisi var, görüyorsunuz. Onun dışındaki şeylere; biraz daha devam etsin de bakarız bakalım der. Sonra hesaplaşırız abi ayağı yapar. Adem bir gün ansızın dua etmeyi bıraktı. Zaten öyle para pul aşk ölüm kalım falan vesair; materyal hiç bir şey istemedi Tanrı’dan. Sağlığı için bile dua etmezdi acılar içinde hastayken. Doğru bir örnek olmadı gerçi; hasta olmaktan büyük keyif alırdı. Sadece “kurtar beni” diye dua ederdi. Çok ederdi. Hala inanıyordu ve hala korkuyordu ve hala namaz falan kılıyordu o zamanlar. Ama ilk dua etmeyi bıraktı. Görüyorsunuz, Tanrı her yerdedir ve her şeyi bilir. Adem’i çok iyi bilir. Ama Adem de Tanrı’nın çok da yabancısı sayılmaz. Duaları kabul olmuyorsa bir bildiği vardır. Kurtarmıyorsa kendi bilir, sürekli istemenin bir manası yok. Adem yine sıkılmış, bir şeylere gıcık olmuş, işinden istifa etmiş. Kendini geliştirdiğini düşünmüyormuş ve sürekli tekrar eden bir süreçmiş gibi şeyler. Başka bir yerden de teklif almış zaten. Ama yeni iş yeri karşıda. Yine taşınmak gerekecek. Zorlu bir taşınma sürecinin ortalarında ve bütün enerjisi tükenmişken, deprem sigortası poliçesi olmadan artık elektrik bağlatılamadığını öğrendiği zaman, Adem çok ama çok önemli bir şeyin farkına vardı; her şeye aşırı seviyede gıcık oluyordu. Öncelikle sırada bekleyen herkes çok gıcık ve çok iticiydi. Sırada ondan ileride ya da geride olmaları hiç farketmeksizin eşit derecede gıcık oluyordu herkese. Sürekli bir şeylerle oyalalanıyormuş gibi yapmalarından. Soran sorularla dolu gergin bakışları farkedilince hemen kaçırılan göz temaslarından. Sıra ilerleyip bir zil çaldığında numaram kaçtı diye kontrol etmelerinden. Ya da kontrol etmemelerinden. Zil duyulduğunda “benim numaramı kontrol etmeme gerek yok, bu yaşlı ama zehir gibi beynimde güvende o numara benim” gibi bir havaya anında bürünebilmelerinden. Herkese ve her hareketlerine gıcık oluyordu. Sıra ilerlemiyordu. Herkesin yapacak başka başka işleri, olacak başka başka yerleri vardı, kendi kendilerine bunu mırın kırın etmeden duramıyorlardı. Sürekli birbirleriyle fısır fısır ne kadar da işlerin yavaş ve baştan savma olduğundan bahsediyorlardı. Bu sıra ne rezaletti? Memurların yüzlerine karşı oflayıp puflayıp duruyorlardı. Adem’in yapacak başka önemli bir işi yoktu, acelesi yoktu, hayatında kötüye giden bir şey yoktu. Basit adamdır, acıkınca yemek yer susayınca da su içer. Elektriğe ihtiyacı var. Çok sever elektriği. Elektrik ekmeğidir Adem’in. Ne olursa olsun, 34 Elektriğe ihtiyacı var. Çok sever elektriği. Elektrik ekmeğidir Adem’in. Ne olursa olsun, Zindan bir kaç saatte evine kalıcı olarak, istediği zaman açıp kapatabileceği elektriği olacak; o anda dünyadaki en kıymetli şeydir Adem için. Bedeli her ne ise ödemeye hazırdır. Bu insanlara hala gıcık oluyor. Bir kaç saattir burada, her birini tanıdıkça, her birine daha özel ve daha derin gıcık olmaya başlıyor. Oflayıp puflayıp negatif enerji yaymaktan başka bir işe yaramıyorlar. Girdap içindeler, çıkamıyorlar. Kendi kendilerine zulüm ediyorlar. Ama Adem hepsinden nefret ediyor. Bir zil daha çaldı. Sıra bir numara daha ilerledi. Ortamın havasındaki nursuzluğu tek rahatlatan şey, işini halledebilip bitirmiş birinin o kapıdan çıkıp gitmesi. Bir saniyelik cenaze gibi bir şey yaşanıyor. Oflayıp puflamalar bir saniyeliğine kesiliyor. Öleceklerini, o elektrik dairesindeki o lanet sıradan çıkıp bir gün gideceklerini bir kez daha hatırlıyorlar. Herkes kendini hayal ediyor kapıdan çıkarken. Kimisi mutlu oluyor; çünkü o gün bütün işleri halletmiş, sadece elektrik kalmış. Kapıdan çıkınca artık özgür. Akşamki maçı kendi evinde izlemeye kimleri davet etsem planlarına dalmış. Bir kısım diğerleri ise kapıdan çıkma fikriyle daha da dehşete düşüyor. Çünkü onlar daha su, doğalgaz, internet falan bağlatacak. Sadece elektrik bağlatmak böyle bir zulümse kim bilir kapıdan çıkınca hangi cehenneme düşecekler. Görüyorsunuz; Cehennem gerçekten de 7 katlıdır ve her insan Cennet’e girmeden önce Cehennem’den geçmek zorundadır. Bu 7 kat aşağıdaki şekildedir: -sahibinden.com -Noter -Muhtar -Su -Elektirik -Doğalgaz -Telefon & İnternet & Televizyon Ama bir problem var. Adem Tanrı’nın Bir’liğine şahit olmuş. Hiç bir şeyden korkmaz, ne olursa olsun oflayıp puflamaz, elektiriğin kıymetini de, mucizesini de, bedelini de, şükrünü de aynı anda bilir. En azından sağlam karakterlidir; yirmi dakika bekleyince mırın kırınla etrafına vesvese yaymaz Şeytan gibi. Sabırlıdır, zekidir, çalışkandır. Ama YA RAB! İnsanları ve tavırlarını gördükçe gıcık olmadan edemiyor. Gıcık olmaktan delirecek. Her kişiye, her harekete, her sese, her renge, her fikre, her Zerre’ye gıcık oluyor. Yıllarca gıcık olamayabilmek için dua etti sadece. Ama kabul olmadı hiç. Tanrı’ya da gıcık oluyor. Görüyorsunuz; hiç yoktan, kapkaranlıktan, vakumdan, bütün o sessizlikten durup dururken GICIKOLMAK gibi bir şeyi var edebiliyorsanız; birilerine ya da bir şeylere fena gıcık olmak tam olarak nedir çok iyi biliyorsunuz demektir. Türlü türlü gıcık olmanın her şiddetini yaşayıp test edip insanların kullanımına onaylamışsınız demektir. 35 olmanın her şiddetini yaşayıp test edip insanların kullanımına onaylamışsınız demektir. Zindan Gıcık olmanın cilt cilt, sonsuz sonsuz kitabını yazmış olmanız lazım. Adem o güne kadar hiç düşünmediği bir şey düşündü. Gözlerindeki bir anlık alevi kimse farketmedi ama oturduğu yerde sıra beklerken korkusundan ölecekti elektrik dairesinde. Anlıyorsunuz ya; Tanrı her yerdeydi. En çok da tuvaletlerdeydi. Tanrı Adem’i kendi suretinde yaratmıştı. Ve Tanrı, Adem’e bizzat gıcık oluyordu herhalde. 36 Zindan Zen Uyandım. Sırtüstü yatıyorum. Alarm çalıyor mu diye dinledim. Çalmıyor, henüz biraz erken. Kedilerin ikisi ayaklarımın ucunda uyuyor. Diğeri ise çift kişilik yatakta eğer evli olsaydım karımın kafasının işgal ediyor olacağı alanın tam ortasında kocaman gerinmiş uyuyor. Saatin kaç olduğunu görmek için birazcık hareket etmem gerekti, ayakucumdaki kediler rahatsız olup insan esneme sesleri çıkartarak esnediler. Saat yatak odasında önümdeki değil de arkamdaki duvarda asılı ve 6:45. Bugün Cuma, bugün işe gitmem gerek. Alarmı da zaten 7’ye kurmuştum. Kendi kendime uyandım ama şimdi bir yatsam 11’e kadar daha uyurum kedilerle. İki şey yüzünden işe hep geç kalıyorum zaten. Saatin arkamdaki duvarda asılı olmasından ve kedilerden. O kadar umarsız uyuyorlar ki özellikle de sabah uyanır uyanmaz bu uyuyuşları ilk gördüğüm şey olunca hep 15 dakika daha uyuyasım geliyor. Mesela evli olsam; ben uyandığımda karım da uyanıp işe gitmek zorunda kalma acısını paylaşacak olsa anında kalkarım yataktan. Ama kediler ben gittiğimde sadece daha da rahat uyuyorlar öğlene kadar. Ani bir kararla yataktan kalktım salona geçtim yere oturdum. Biraz meditasyon yaptım. Ardından kısacık bir duşa girip giyecek bir şeyler seçtim. İşe nasıl gideceğimi düşündüm. Hava çok sıcak. Ya motosikletle gidecektim ya arabayla gidecektim ya da metroyla gidecektim. Adem mümkün olan her yere motosikletiyle gitmek isterdi. Bir şey taşımayacaksa ya da gittiği yerde alkol falan almayacaksa motosikleti ile giderdi. Havanın yağmurlu ya da soğuk ya da sıcak olması farketmezdi onun için. İlla ki motosikleti ile giderdi. Bir sürü kere kaza yaptı ve düştü motordan. Genelde yağmurlu havalarda. Yine de yılmadı. Bir kaç motor hurda etmiştir. Bir kaç ay bir yerleri kırık yatmıştır. Ölümden bu kadar korktuğu halde motosiklet sevgisine böyle sağdık kalabilmesini takdir ediyorum gerçekten. Motosiklet sürmeyi çok seven insan tehlikelidir. Motosiklet hobisi olup arada bir hava şartları ve durumlar müsait olunca geziye çıkan motosiklet severden bahsetmiyorum. Mobilet’ten scooter’a, chopper’ından süperspor’una fark etmeden; marka modeline de fazla takılmadan sadece iki teker üstünde gidip rüzgarı kokuları falan hissetmeyi seven bir gurüh var. İşte bunlar belli etmezler ama korkulur tiplerdir aslında. Sevdim mi bir acayip severler, kızdım mı da bir acayip kızarlar falan. Neyse; hava çok sıcak ve boğucu; hiç öyle motosiklet sürülecek bir hava yok açıkcası. Hem bunun bir de akşam dönüşü var. Benim arabaya rahat rahat 37 hava yok açıkcası. Hem bunun bir de akşam dönüşü var. Benim arabaya rahat rahat Zindan oturup klimayı ve müziğin sesini sonuna kadar açıp öyle gidesim var. Hatta şöyle bir düşündükten sonra sadece bunu bile yapabilirim işe gitmeden. Trafik. Çağımızın vebası denilebilecek bir şey varsa bu kanser değil trafiktir. Hem direkt ölüm sayıları olarak hem de dolaylı olarak. Trafiğin akmamasından, tıkanmasından, bir yere gecikmenizden bahsetmiyorum. Trafiğin akışından bahsediyorum. Toplumun aynasıdır trafik. Psikolojik olarak da trafikte yaşadığın şeyler inanılmaz şeylerdir. Mesela; yolda kaldırımda normal yürürken birisi arkandan gelip senin önüne hafifçe geçse umrunda bile olmaz. Ama trafikte aranıza bir kaç cam girince ne oluyorsa önüne kıran kişinin yüzüne “orospu çocuğu” diye bağırabiliyorsun hiddet içinde. Trafik bütün kişileri anında toplumdaki en dangalak insanın seviyesine indirir. Saatlerce meditasyon yapmış olabilirsin, Hacc’dan geliyor olabilirsin, Hindistan’da aydınlanmış geri evine dönüyor olabilirsin. Havaalanı ev arası yolda ummadığın bir anda birilerine “orospu çocuğu” derken bulursun kendini. Mevzu İstanbul trafiği olduğunda ise iyice çetrefilli bir hal alıyor. Bu şehrin o kadar acımasız ve aptalca bir trafiği var ki; eğer ki çözülürse Türkiye’deki sigara firmaları iflas eder. Arabamı park ettim. Kartımı falan okuttum. İşyerim devasa bir binanın 42’inci katındaki bir masandan ibaret. Banka burası. Bu bina içerisinde neredeyse her şeyi gördüm ama hiç para görmedim. Asansörler önünde sıra var. En güzel kızların olduğu sıraya ben de dahil oldum. Büyükçe bir grup asansör yolculuğumuza başladık. 42’e kadar neredeyse her kata basıldı. Grubumuzda kimse konuşmuyor. Kimse kimseyi tanımıyor. Bunlar daha erken gelenler. Erken gelenler böyledir. Kimse kimseyi tanımaz ya da uzaktan bir projeden falan tanırlar. Kimse konuşmaz, herkes gergin ve mutsuzdur. Bir yarım saat sonra ikinci gelenler asansörleri işgal eder. Bunlar ikili üçlü gruplar halinde olur. Kahvaltıdan falan geri yukarı çıkarlar. Bütün güçleri ile komik bişeyler üretip gülerler. Etrafıma bakındım. Kadınlar daha gergin. Erkekler hala uyuyor ya da sıcaktan terlemişler ve pufluyorlar. Ama kadınlar daha saat sekiz olmasına rağmen şimdiden stresliler. Uykulu bile görünmüyorlar ama starbucks bardaklarına gergin gergin vuruyorlar. Pıt pıt pıt pıt pıt pıt pıt pıt… Ayrıca kadınlar cidden gerçekten sıcak olmasına rağmen erkekler gibi oflayıp puflamıyor. Terli bile değiller. Bir bardak çay aldım ve ilk yarım saat bilgisayarımın karşısında hiç bir şey yapmadan oturdum. Bugün buraya gelmesem de olurdu. Sırf insan yüzü göreyim diye geldim. Bir de gerçekten bu günün Cuma olması sebebiyle bitirmem gereken bazı işlerim var ve evde kediler sandalyeme, masama, üzerime ve klavyeme atlamak sureti ile çalıştırmıyor. Bir sürü iş yaptım. 10:30 gibi bu hızla gidersem bütün yapmam gereken işlerin 13:00 gibi biteceğinin farkına vardım. İşe gelmişken geri gidemezdim, zaten yarı-zamanlı çalıştığım için neden bilmiyorum bana gıcık oluyordu herkes. Bir sigara aldım ve bahçeye çıkmak için asansörün yolunu tuttum. Tam mola verme saatiydi, zaten insan göreyim diye de gelmiştim. 38 Zindan Bahçeye çıktım. Burada bir Starbucks’ımız ve bir sürü masamız falan var. Masalara şöyle bir göz gezdirdim. Sıcak ve nemliydi ve sigara kokuyordu. Bir sürü tanıdığım insan var. Çoğu ile de konuşmak istemediğimi fark ettim. Arkalarda tanıdığım bir sima gördüm; hararetle diğer 3 kişiye bir şeyler anlatıyordu. Cebrail. Adamın adı Cebrail. 29 yaşında. Mardin’li. Boğaziçi Bilgisayar mezunu. Zehir gibi çocuk. Adı Cebrail ama kendisi ateist ve biraz da fazla “sosyal”. Kesin ülke meseleleri anlatıyordur masadakilere. Olsun. Mesela şu diğer masadaki Twitter’da komikli siyasi şeyler paylaşan kızlar gibi değildir en azından Cebrail. Masadaki kızlar masada birbirleri ile konuşurken bile Twitter’da bir başkalarının başbakanla ilgili komikli bir şeylerini paylaşıyorlar. Cebrail hiç bir sikim paylaşmaz ama ilgisiz değildir. Aksiyon adamıdır, alamayacağı bir aksiyon yoksa da konuşmaz. Severim. “Ne anlatıyon lan sabah sabah hararetle?” Tokalaşmak için kalktı. Bir kaç zamandır görüşmemiştik. “Ne anlatıcam abi hep bildiğin aynı şeyler.” Masalarına oturdum. Madaki diğer 3 kişiyi tanımıyordum, biraz daha gençtiler. Cebrail tanıştırdı beni herkese. Kısa bir süre tanışma faslı başka konuları açtı. O konular kapandı. “Ne anlatıyodun sen ben gelmeden önce?” “Basit bişey abi yaa, bi internet sitesi kuralım diyodum.” Hepimiz güldük. “Yani başka ne olabilir zaten.” Dedi masadaki sarışın kız. En çok o güldü. “Nasıl bi siteymiş bu sefer?” “Şimdi, bu sefer sandığın gibi para kazanma mevzusu falan değil abi. Şu az önce geçen patlayan bombayı ve Cumhurbaşkanı’nın dün dediklerini konuşuyoduk. Hemen o anda bir site fikri geldi de aklımıza.” “Vaay Cumhurbaşkanı’na karşı bir site mi lan? İlgilendim anlat bakayım. Tüh bilseydim kahve de alırdım kendime.” “Aaa benim kahvemdem bölüşebiliriz, burda bardak da var fazladan. Sade filtre kahve içer misin?” diye sordu demin tanıştığım sarışın kız. İsmi sanırım Hale ya da Jale idi. Tam duyamamıştım Cebrail bizi tanıştırırken. İlgiliydi, güzeldi. Keşke tam dinleseymişim adını. Kafamda kızın ismini söylemem gereken anların hayallerini hesaplamaya dalıyordum ki elinde bardaklarla kahvesinden isteyip istemediğimin cevabını hala beklediğini farkettim. “Tabi filtre kahve süper olur.” Tek hamlede güzelce dökmeden doldurabildi diğer bardağa. Hoşuma gitti. Kız zaten hoşuma gitmişti. Her yere dökse de bu sefer her yere döktü diye hoşuma gidecekti. Verdi kahveyi. Teşekkür ettim. Adını bilseydim ve adı mesela “Serpil” olsaydı; sırf adını bildiğim için “Teşekkürler Serpiiil” deyip şirinlik edesim vardı. Ama Hale mi Jale mi Serpil mi bilmiyordum. Söyleyemediğim için adı Murat bile olabilirdi bu noktada. Kuru kuru teşekkürler demek zorunda kaldım ve şirinlik edemedim. 39 Zindan “Eee nasıl bi siteymiş devam et.” “Tam site değil de, siteye ihtiyacı doğuran sebepleri anlatmam lazım aslında. Baştan alıcam. Hem fikir de benim aklıma şimdi yeni geldi. Sana da anlattıkça ben de daha iyi anlarım.” “Okey dinliyorum.” “Şimdi Türkiye’de şu anda parti kurmak istersen yapamazsın. İdeolojinin ne olduğu önemli değil. Çok büyük miktarlarda paranın ve çok güçlü bağlantılara sahip dostlarının olması gerekir. Halk demokrasi ile kendi kendini yönettiğini zannederken; güç, parası ve bağlantıları olan elitlerin elinde nesil nesil bölüşülüp durur. Beş parasız bu dünyaya gelip sade bir insan olarak huzur içinde kendi kendinizi yönetebileceğiniz bir pozisyona gelebilmeniz çok zurdur. Hayatınızı çok yakından ilgilendiren tonla yasa çıkarırlar; kendi aralarında para odaklı kararlar alıp parklarınızı, bahçelerinizi ve evlerinizi yıkarlar; AVM’ler ve AVM’lerine gidecek yollar yapmak için. Ne yapıp yapamayacaklarınızı söylemeyi çok severler. Para gördüler mü çekmek için tonla yasaları vardır mesela; maaşınızdan vergi zaten kesilmiştir ama araba alırken arabanın ücretinden daha çok vergi ödersiniz. O arabayı ülkeye getirip satan kişiden de tonla para alırlar. Her şeyden para alırlar; ama sonra paralara neler oluyor görüyorsunuz; Mercedes makam araçlarına dönüşür paralar. İtilip kakılıp durursunuz, zaten 2-3 parti vardır seçecek, onlardan birine oy vermezsen de oyun boşa gider. Bir şekilde senin tam olarak istediğini vaad etmese bile en güçlü görünen, en birlik içinde görünen ve güvenilen partiler çoğunluk oyları alır. Ne olursa olsun oylarımızın bölünmesini hiç sevmeyiz.” “Evet, söylediğin her şeye katılıyorum” “Demek ki; şu anda ülkenin durumu ortada. Cumhurbaşkanı denilen adam görüyorsun ağzını her açtığında insanları bölmekten başka bir iş yapmıyor.” “Evet.” “Ayrıca her türlü muhalefet partisi ya da mekanizması şu anda artık kimse istemese bile bu adamı başımızdan gönderebilecek bir hareket yaratamıyor. Onlar da zaten bir şekilde bu sistemden besleniyorlar bir şekilde.” “Eee?” “Demek ki şu anda devrimren başka bir çıkış yolu yok. Demek ki devrim şart!” Hepimiz yine gülüştük. En çok sarışın kız, ikinci en çok ben güldüm. “Ee ne yapacaksın site kurarak mı devrim yapacaksın?” “Şimdi sana hayalimdeki siteyi anlatayım. Sadece site de değil, mobil uygulamaları falan da lazım olacak. Şimdi siteye Whatsapp gibi cep telefonu numaranla üye oluyorsun. Sadece cep telefonun, adın ve soyadın yeterli üye olabilmek için.” “Eee” “Şimdi site aslında arkadaş sitesi gibi temelinde. Facebook gibi düşün. Arkadaş ekleme çıkarma, takip etme, grup, sayfa açma olayları var. Alışveriş falan kısmı olabilir aynı Facebook gibi.” “Ama farkı?” “Farkı şu olacak; bu dediklerim hep detay şeyler aslında; önemli değil benim için.” “Nasıl yani?” 40 Zindan “Beni sitenin adını Türkiye Zen Cumhuriyeti diye kuracağım.” “Oooooov şimdi anlıyorum biraz” “Türkiye Zen Cumhuriyeti, cep telefonunla üye oluyorsun, sana bir kimlik numarası veriliyor. Profili falan var herkesin. Aynı gerçek Türkiye Cumhuriyeti nasılsa cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, hükümet, partiler, milletvekilleri, valiler, belediye başkanları, muhtarına kadar her pozisyon olacak. Ve bu arkadaşlık sitesi gibi olan sitede bu pozisyonlara internet üzerinde istenilen zamanlarda seçim yapılabilecek.” “Peki senin bu sanal cumhuriyetin pratik hayatımıza ne faydası olacak? Hani oyun olarak bile lanse edilse güzel fikir bu arada. Bir ara bir kaç kişi yapabiliriz hemen. Ama senin amacın belli ki oyun ya da para değil. Ne fayda sağlayacak gerçek hayatımıza senin siten?” “Hiç. Hiç bir pratik faydası yok.” “Nasıl yani?” “Pratik fayda sadece insanlar birbirine şu hareketi yapmaya başlarsa olmaya başlayacak. Dedim ya elinde mobil uygulaması olacak bu sitenin diye. Mesela gerçek hayatta bir iş yapıyorsun; bir şey satacaksın diyelim. Alıcı kişi diyor ki bak ben de Zen Cumhuriyeti vatandaşıyım diyor. Birbirinize cep telefonlarınızdan kimliklerinizi gösteriyosunuz. Adama bir kıyak geçiyosun belki indirim ya da başka bir kolaylık yapmayı seçiyorsun. Ya da diyelim ki gece klübüne girmek istiyorsun; kapıdaki adama gösteriyorsun kimliğini o da sırf Zen Cumhuriyeti vatandaşısın diye seni önden alıyor. Anladın mı, gizli bir mason klübüne üye olmak gibi başlarda; sadece ikimiz de aynı klüpteyiz diye birbirimize işimiz düştüğünde kolaylık yapmayı seçiyoruz azıcık. Üniversitede kütüphanede görevliye bir kitabı geç teslim ettin. Önemsiz bir para cezası var. O görevli de sen de Zen vatandaşı isen sana o cezayı es geçiyor. Sistem gereği birine bir ceza verebilme yetkin olsun ya da birilerinin işlerini kolaylaştırmak ya da zorlaştırmak üzerine politik bir işin var. Trafik polisleri arkadaşlarına camında film var diye ceza kesiyor mudur sizce? Benim bu siteyle amacım herkesi aslında yavaş yavaş gerçekten arkadaş yapmak. Camında film var diye sana ceza yazarken polise Zen’le ilgili bir şeyler mırıldanacaksın. Bir ikinci amacım da; o sitedeki başbakan, milletvekili, vali vesair pozisyonların gerçek dünyada hiç bir amacı olmayacak. Böylece bu devlet büyüğü salaklığının da ne kadar sanal bir şey olduğunu göstermek istiyorum. ” “Dövüş kulübü gibi yaaa” Dedi sarışın kız. Zekiydi de. “Peki şimdi insanlar neden senin sitende arkadaş olmayı seçsin ki? Dövüş klübü gibi evet ama dövüş klübünde elemanların bir olayı vardı onları birleştiren; dövüşmek. Senin sitede niye birleşelim?” “Bir siteye üye olurken hani hiç okumadığın ama legal yaptırımı olan, hemen kabul ediyorum diye işaretlediğin o uzunca yazı var ya?” “Evet” “Benim Türkiye Zen Cumhuriyeti’mde şöyle bir yazı olacak. Hatta yazı bile değil yemin deriz. Sanal da olsa ülke değil miyiz? Nasıl Amerikan vatandaşı olurken yemin ediyorsan aynı şekilde bizim de yeminimiz olacak. Biz yeminimiz için basitçe diyeceğiz ki; “Kardeş, senin evinin önünde ya da geçtiğin yerde, bir felaket bir kaza falan olsa; 41 ki; “Kardeş, senin evinin önünde ya da geçtiğin yerde, bir felaket bir kaza falan olsa;Zindan insanları bu Türk’tür, Kürt’tür, Laz’dır, Alevi’dir, Şia’dır, AKP’lidir, Paralel’dir, Ermeni’dir, Yahudi’dir, İngiliz’dir, Fransız’dır, Suriye’lidir, Arap’tır, Rus’tur, Amerika’lıdır, sevdiğin sevmediğindir, dostundur düşmanındır; ayırt eder misin? Yoksa her ayrımı unutup insanlığını hatırlayıp çılgınca yardım edebilmek için bir şeyler yapasın mı gelir?” Bir kişi bu soruya “yardım ederim” diye cevap veriyorsa, bütün insanların aynı olduğunun farkında ama dünyevi ve fani bazı tatsızlıkların insanları ayırıp kutuplaştırdığını görüyor demektir. Ülkemizin %99’ı bu soruya “yardım ederim” cevabını verir.” “Vaaay o yüzden zen cumhuriyeti diyorsun adına. Şimdi her şeyi net olarak anlıyorum. Peki legal mi acaba böyle bir cumhuriyet diye site kurmak? Almasınlar içeri.” “Abi nasıl alabilirler ki, markafoni’ye falan üye olmaktan ne farkı var? Eğer adına cumhuriyet diyemiyorsak ya da türkiye diyemiyorsak başka bir isim koyabiliriz. Ama site yani sonuçta, alıp sattığımız bir şey yok. Ülkeyi bölmek gibi bir amacımız da yok. Türkiye Futbol Federasyonu diye bir şey kurulabiliyorsa ben de sitenin adına Türkiye Zen Federasyonu derim. Kimse bir şey yapamaz.” “Oğlum senin bu anlattığın şey eğer hayalindeki gibi tutarsa, gerçekten de Cumhurbaşkanı’na karşı en büyük darbe olur. Çünkü adam belli ki bir amaç uğruna özellikle insanları bölüyor. Eğer senin siten ne bileyim asla bir araya gelemeyecek ya da gelse bile birbirinden hep nefret edecek iki kutuptan iki insanın birbirine ufaktan bir yardım etmesini sağlarsan bile; bu inanılmaz bir değişiklik ve kaos etmeni olur uzun vadede. Hatta bakarsınız Zen Cumhuriyeti vatandaşlarınız gerçekten organize olup gerçekten bir siyasi parti kurabilirler birbirlerine yeterince yardım ederlerse.” “Evet! Anladın sen abi beni bak! Demek ki mantıklı bir fikirmiş. Az önce mesela Hale tutmaz deyip geçmişti. Sen gelmesen abi ben de umursamayacaktım fikri bak. Senin anladığını görünce fikre sarılasım geldi.” Hale’ye dalga geçer bir el hareketi yaptı. Hale klasik utanırmış ama utanmazmış da gibi anlamına gelen kız hareketlerinden birini yaptı. Hale. Cebrail’in kafa çalışıyordu. Sarışın kızın adı Hale idi. 42 Zindan Zulüm Uyandım. Dışarısı parlaktı. Öğlene yaklaşmıştı herhalde. Yatakta hiç kedi yoktu. Hangi günde olduğumu hatırlamam çok uzun sürdü. Bugün Cumartesi’ydi. Saat sabahın onuydu. Anında yataktan kalkıp duşa girdim. Tamamen soğuk suyun altına girdim birden. Titremekten belim kırılacaktı ilk başta, neredeyse nefes alamadım soğuktan. Kırk saniye kadar bir süre sonra soğuk suya tamamen alıştım. Daha soğuğu var mı diye musluğu mavi kısma daha da çevirdim. Yoktu en soğuktaydı. Biraz daha soğuk olabilirdi. Biraz daha soğuk olmasını istediğimi hiç hatırlamıyorum. Demek ki hava baya sıcak olacaktı bugün. Mesela zaten geçtiğimiz Mayıs ayı gelmiş geçmiş en sıcak Mayıs ayıymış, geçen okumuştum. Küresel ısınma. Salona geçtim bir hayli tüttürdüm. Yere oturdum 1 saate yakın bir süre meditasyon yaptım. Kediler rahat bırakmadı hiç. Bugün ne yapacağıma karar veremedim. İşim yoktu, kız arkadaşım falan yoktu, ne bileyim veterinere gitmem gerekmiyordu, birinin doğum gününe, kınasına, nikahına, düğününe falan davet edilmemiştim. Ve Cumartesi’ydi. İstediğimi yapabilirdim. Çıkıp boş boş saatlerce yürümek istedim. Ama çok sıcaktı. Saat en azından dörde kadar falan evde vakit öldürmeye karar verdim. Sonra çıkıp yürüyecektim. Kendime muazzam bir kahvaltı hazırladım. İlk başta ne yapacağıma karar veremedim. Madem ki vakit öldürecektim evde, haşlanmış yumurtayla falan geçiştirmeye gerek yoktu. Mutfakta masanın üzerindeki küçük radyoyu açtım. Bilmediğim bir slowrock parça çalıyordu, değiştirmedim. Buzdalobına şöyle bir baktım; hiç bir şey yoktu zaten. Cüzdanımı alıp bakkala indim. Azar azar kaşar peyniri, beyaz peynir, eski kaşar ve cheddar peyniri aldım. Yumurta, süt, un, maydonoz da almam gerekti. Rock müzik eşliğinde muhteşem bir krep hamuru çırptım. Aldığım çeşitli peynirlerle dört tane krep dürüm yaptım, yenilebilecek parçalara kesip bir tabağa koydum bilgisayarımın başına geçtim. Netflix’te herhangi bir belgesel aradım. Gılgamış belgeselini seçtim. Bir yandan sıcak erimiş peynirlere sarılı maydonozlu krepleri götürüyordum. Bir yandan da Gılgamış’ın ölümsüzlüğü arayışını izliyordum. Dolapta bir bardak portakal suyu bile buldum. Bulabildiğim en büyük bardağı alabildiği kadar buzla doldurdum. 200 mililitrelik portakal suyu 700 mililitrelik bardağımı doldurmaya yetti. Bakkaldan içecek 43 mililitrelik portakal suyu 700 mililitrelik bardağımı doldurmaya yetti. Bakkaldan içecek Zindan almayı unutmuştum, dolapta içecek ne var acaba diye bakınca gördüm. Dünyanın en güzel portakal suyuydu. Kafam çok güzeldi. Gılgamış Enkidu’yla güreşiyordu. Belgeseldeki adamın ses tonunda Enkidu! Enkidu! diye bağırdım evin içinde. Balkonda dışarıyı seyrederek yatan en büyük kedim koşarak geldi. “Keşke” dedim kediye “Senin adını Enkidu koysaymışım”. Gılgamış, ben de bu belgeseli şu anda izleyene kadar bilmiyordum, çok zeki ve güçlü bir kralmış. Ama o kadar zeki ve güçlüymüş ki hiç durmuyormuş ve sürekli halkına da zulüm ediyormuş onları da çok çalıştırarak. Tanrılar da Gılgamış’ın bu sinirini stresini alsın diye Gılgamış’a denk Enkidu’yu yaratıyorlar. Gılgamış ve Enkidu arkadaş olup sürekli birbirleri ile güreştiklerinden halk da kurtulmuş oluyor Gılgamış’ın bitmeyen stresinden. Bu kedi görüyorsunuz; benim ilk kedim. Çok zor zamanlarda yanımdaydı ve o olmasa Adem belki de bir kaç kişiyi bıçaklardı günün birinde alakasız bir sebepten. Kedi benim Enkidu’ydu apaçık bir şekilde; depresyonlu depresyonlu dışarda tehlike aramak yerine evde Enkidu’mla oyunlar oynayıp güreşiyorduk resmen. Birilerini öldürmemiş her insanın bir Enkidu’su var sanırım. Karısı, çocuğu, annesi, kardeşi, kedisi, köpeği, kariyeri, sevgilisi, arabası, motosikleti, partisi, takımı, dini falan. Şu tanrılar gerçekten de az değil. Kahvaltımı bitirdim. Saat 1 oldu. Gerçekten çıkıp yürümekten başka bir şey istemiyorum ama çok sıcak. Kedilerle Gılgamış belgeselini izlemeye devam ediyoruz ot içerek. Enkidu fikri çok hoşuma gitti, bir ara Gılgamış destanını da okumak için kendi kendime bir not aldım. Ama bugün değil mesela. Başka zaman. Bugün çıkıp yürümek istiyorum. Şu sıcak acaba saat kaçta geçer acaba diye içten içe hesaplamaktan Gılgamış belgeseline bile odaklanamadığımı fark ettim. Derince bir nefes aldım ottan, ciğerim parçalandı. Dumanı hafif hafif geri verirken gözüm belgesele tekrar ilişti. Gılgamış belgeselde ölümsüzlüğün sırrını elde ettikten sonra; karşısına ordusuyla birlikte çok zorlu bir düşman çıkıyor. Gılgamış bu adamı ve arkasındaki orduları tek başına kendi kılıcıyla keserken öyle şeyler dedi ki; kanım dondu. Rüyalarınızı bir fetih bayrağı altında toplama çabanızı takdir ediyorum. Ama siz, savaşçılar… hala anlamadınız mı? Rüya gören uyandığı zaman… Bütün rüyalar ölür. Bu yüzden, bugün karşınızda beni bulacaksınız. Size, kendim, bizzat acı gerçeği göstereceğim. Şimdi, Uyanın. Televizyonu falan o anda kapattım. Gılgamış’ın neyden bahsettiğini çok iyi bir şekilde anladım. Bunu herkes anlayabilir. Çok zor bir şey yok. Bütün rüyalar rüya gören kişi uyandığı zaman ölür, evet. Ama ben Zehra’nın öpücüğü ile birlikte bambaşka bir 44 kişi uyandığı zaman ölür, evet. Ama ben Zehra’nın öpücüğü ile birlikte bambaşka birZindan türde rüyanın farkına vardım. Gece görülen rüyalardan değil, gündüz görülen rüyalardan. Adem, Melih, Gizem, Nadia gibi isimleri olan rüyalar. “Ölümsüzlüğü bulduysa madem neden öldü?” gibi konuşan bir güruh var az önce belgeselde söylemişti. Gılgamış kimin rüyasından ne kadar uyandı bilmiyorum. Ama pek tabii de ölümsüzlüğü keşfetmiş olabilir. Ölümsüzlük ölmemekten başka bir şey. Saat 13:15. Bütün sıcağa rağmen dışarı çıktım yürümeye başladım. Canım yürümek istiyordu ama sıcaktan da rahatsız olmak istemeyen birinin rüyasına dalmıştım. Öldüm, uyandım. Gılgamış belgeselde orduları yok ederken; içimdeki sıcaktan rahatsız olmak istemeyen şeyi de öldürüp uyandırmıştı. Bu arada dışarı çıkınca da sıcaktan rahatsız olmaya hazır beklerken hiç de öyle bir durum yaşamadığımı fark ettim. Evin klimalı havası içinde pencereyi açıp baktığında o sıcakta durulmaz gibi geliyor evet. Ama dışarıda 5 dakika yürüdüğünde geçiyor sıcak. Şapka diye de bir şey var. Gerçekten ölümsüz bir kralmışsın Gılgamış’çım. Yürüyorum. Evimden çıktım kah ara yollardan kah sahilden Kadıköy’e doğru yürüyorum. Kayboluyorum, geri geliyorum. Tonla insan görüyorum, tonla insanla gözgöze geliyorum. Tonla konuşma duyuyorum. Tonla hayvan görüyorum. Hiç bir karar almıyorum, sadece izleyiciyim. Saatlerce, günlerce yürüyebilirim. Bakmayın siz sabahtan beri sıcak diye kendi kendime mızmızlanıp durduğuma; yürümeye bir başlayınca öyle bacağım falan ağrısa bile durmam. Yürüme meditasyonu diye bir şey var, çok da basit bir şey. Öğrenmeniz on beş dakikanızı almıyor, öğrenince de istediği her mesafeyi sıkılmadan yürüyebilen yepyeni bir insana dönüşüyorsunuz. Sufizm 101. Zaten şuradan şuraya bir 15 dakika yürümekten sıkılıyorsanız; tebrikler. Susmak bilmeyen devasa bir egodan ibaretsiniz. Çünkü, görüyorsunuz, her defasında, tekrar tekrar, göz göre göre; unutuyoruz. Rüya öldüğü zaman, rüya gören uyanır. 45 Zindan Zırva Yürüyorum. Yürümüyorum da aslında. Sadece nefes alıp veriyorum. Yürüyorum ve nefesi alıyorken iç sesimle yavaş yavaş diyorum ki “nefes alıyoruum”. Yürüyorum ve nefesi verirken de yine aynı şekilde “nefes veriyoruum”. Bir süre sonra sağ ayağım ağrımaya başlıyor. Bu noktada çok ilginç bir şey yapıyorum. Mesela “uff daha on dakika yürüdüm şimdiden ayağım ağrıdı” diye kafama takmıyorum öncelikle. Yürüyordum ve nefes alırken “nefes alıyoruum” ve yürüyordum ve nefes verirken “nefes veriyoruum” diyordum ya. Şimdi ayağımın ağrıması ile birlikte şunu yapıyorum. Evet yürüyorum, nefes alıyorum ve “ayağım ağrıyoor” diyorum içimden. Nefes veriyorum ve hala ayağım ağrıyor. Ayağımın ağrımasından kesinlikle kaçmıyorum. Hala “ayağım ağrıyoor” ve hala nefes alıp veriyorum ve hala yürüyorum. Hala ayağım ağrıyor. Keşke daha fazla ağrıyabilse nasıl olur onu merak ettiğimi fark ediyorum. Hala ayağım ağrıyor ama bu kadar ağrıması artık yetmiyor. Hatta, o da ne? Azalıyor mu ağrısı? Ayağım ağrıyor. Nefes alıyorum. Ayağımın ağrımasının azaldığını fark ediyorum. Nefes veriyorum. Sadece nefes aldığımı ve nefes verdiğimi fark ediyorum. Yanımdan çok güzel kızıl saçlı bir kadın geçti. Gülümsedi hatta sanki bana. İçimi bir coşku kapladı. Nefes alıyorum, nefes veriyorum ve kadını gördüğüm için aşırı coşkulu hissediyorum. Bu noktada daha da karmaşık bir şey yapacağım; şimdi hissettiğim bu coşkuya da kapılmamam lazım. Güzel kızı görünce hissetiğim o bütün duyguları, on dakika yürüyünce ayağımın ağrıması ile aynı kategoride değerlendireceğim. İç sesimle güzel kızı görene kadar sakindim; nefes alıyordum ve nefes veriyordum ve yürüyordum. Ama şimdi “coşku hissediyoruum”. Nefes alıyorum ve coşku hissediyorum; nefes veriyorum ve coşku hissediyorum. Coşkuyu hissetmemeye çalışmıyorum. Üzerine gidiyorum; “Kızıl saçlı kadınla ilgili bütün ne hayal kurabiliyorsan düşün o coşkuyu daha da artır!” diyorum. Hiç bir hayal kuramıyor. Nefes alıyorum. Coşku azalıyor. Nefes veriyorum. Coşku geçmiş. Nefes alıyorum, nefes veriyorum ve yürümeye devam ediyorum. Bu bir oyun görüyorsunuz. Sıkılmadan istediğin kadar saatlerce yürüyebilme oyunu. Sıkıldığın an bir kaç kere nefesinle senkronize olarak “sıkılıyoruum” dersen sıkıntı geçer. Ama kızıl saçlı kız örneğinde olduğu gibi; sıkılmadığın ve güzel bir şeyler olduğu zaman da o şeylerin ne duygular yarattığının üzerine gidip nötrleştirmen gerekiyor. Yoksa güzel kızlar geçmiyorsa yürüdüğün yerden; bir süre sonra yürümek istemezsin. Bağımlısı 46 kızlar geçmiyorsa yürüdüğün yerden; bir süre sonra yürümek istemezsin. Bağımlısı Zindan olursun güzel kızların. Çok da bariz bir kural aslında. “Korktuğun başına gelir” denir ya; aynı şey. Erken boşalmaktan korkuyorsan kesin erken boşalırsın; geç boşalmaktan kaçıp duruyorsan da asla istediğin zaman boşalamazsın. Bütün eğlence kendi elinle biter hep. Reddilmekten korkarak birine yanaşırsan çok yakın arkadaş olursunuz en fazla. Kilo almaktan çok fazla korktuğunda obez ya da anoreksik oluyorsun. Sabah toplantıya geç kalıcam kesin diye yatarsan geç kalırsın. Sürekli uyuyamamaktan korktuğun zaman insomiac oluyorsun. Ölümden korkma eyleminin seviye seviye hastalığı var. En ileri durumlarında evinden çıkamıyorsun. Yine de ölüyorsun ama. Olan evine tıkılmanla sana ve keşfedemediğin tonla şeye oluyor. Korkmayınca neler yapabilirsin hayatta; sadece deneyime açık olup davetlere “evet” demen yeterli. Evinden çıkabiliyor olsan bile, hayatta bir çok şey başardığını düşüyor olsan bile, korkmanın seviyesine bağlı olarak; eve gidip “aksiyon” filmi izleyerek bir şeyler hissediyorsan hala korkuyorsun demektir. Korkusuzluğun da sonu yok. Sonsuz korkusuzluğun sonu anında eşsiz bir deneyim ve kesin ölüm olur. Sonsuz korku demişken; Tanrı’dan korkup durduğun sürece asla ve asla Tanrı’yı anlayamazsın. Tanrı’yı anlayabilmek için Tanrı’yı -eğer seviyorsan- sevmeyi de bir noktada bırakman gerekir. Tanrı’ya atıyorum bir şeylerden ötürü kızgınsan; o kızgınlığınla da yüzleşmen gerekiyor. Tanrı’yı merak edip duruyorsan merakı bırakman lazım. Tanrı’nın ne düşündüğünü anlamak istiyorsan; anlamayı da düşünmeyi de bırakman lazım. Herkes Tanrı’nın ne düşündüğünü anlayabilecek kapasitededir diye bir kural yok. Ama din tarihlerini görüyorsunuz; hangi din olursa olsun başımıza ne geldiyse ya birilerinin Tanrı’yı aşırı sevmesinden ya da birilerinin Tanrı’dan aşırı korkmasından gelmiş. Düşünmeyi ya da anlamayı bırakabilmek herkese nasip olmuyor evet; ama sevme ya da korkma bir şeyler öğrenildikçe kolayca aşılabilen duygular. Zaten yepyeni çocuklara ya bir şeyleri çok sevdirterek ya da bir şeylerden çok korkturarak çocukların ayarlarını bozan yine bizleriz. Yürüyorum. Demek ki bu mantıkla yola çıkacak olursak, ölümsüzlüğü bulan Gılgamış bile öldüğüne göre; ölümsüzlüğün sadece tek bir sırrı olabilir: ölmekten korkmayı, ölümü düşünmeyi tamamen bırakman lazım. Gılgamış’ın ölümsüzlük arayışında onca yolculuğundan sonra keşfettiği şey bu olabilir mi? Ölmekten korkmuyorsan; ölmekten gerçekten de ne kadar korkmadığına bağlı olarak; bu dünyada istediğin her şeyi yapabilirsin. Banka ve hayat sigortası reklamlarındaki gibi bir istediğin her şeyi yapabilmekten bahsetmiyorum. Tüketimden bahsetmiyorum. Ölümden bile korkmayan, ölüme bile hevesle “tamam hadi yapalım” diyebilen bir insan; otomatik olarak hiç bir şeyden ölene kadar yılmıyor, sıkılmıyor demektir. Bir şey yapmak istiyorsa hiç bir şeye takılmadan sadece o şey olana kadar yapmaya devam ediyor ve o şey de oluveriyor. Mesela inanılmaz bir elektro-gitar virtüözü mü olmak istiyorsun? Git bir yıl eve kapan, işinden, kız arkadaşından, sosyal yaşantıntan ayrıl. Yaşamana yetecek kadar kredi çek. Ölmekten, sıkılmaktan, şundan, bundan bir şeylerden korkmuyorsan ve gitar çalmak istiyorsan bir yıl içinde dünya çapında ünlü bir gitarist olursun. “Allah gibi 47 çalmak istiyorsan bir yıl içinde dünya çapında ünlü bir gitarist olursun. “Allah gibi Zindan çalıyor” derler. Filmlerdeki gibi dövüşülebilir mi acaba? Bilmem. Ölmekten korkmuyorsan ve hayatın, çoluğun, çocuğun, paranın ıvır zıvırın senin için bir önemi gerçekten yoksa ve bu dovüş sporları hoşuna gidiyorsa git hayatının bir 5-10 yılını herhangi bir dövüş dalına ada bakalım. Bakalım Ip Man gibi dövüşülebiliyor mu gerçekten? Ölümden gerçekten korkmayabilen insanlar varsa ve mesela Çin’de bir yerde bir tapınakta Ip Man gibi; hatta belki de çok daha inanılmaz dövüşebilen insanlar varsa “bakın biz ne güzel hareketler yapabiliyoruz” diye biz normal ölüm korkusu olan ölümlü insanlara şov yaparlar mıydı? Sanmıyorum. Bir insan ölümden korkmayarak bir yola adım atmış ve bu yolun sonucunda neredeyse doğaüstüymüş gibi görünen yeteneklere kavuşmuşsa ve bu yetenekleri mesela hali hazırda acı çekip ölen diğer insanları o ölümden kurtarabilecek yetenekler olsa; sizce bu ermiş insan ölüme karşı gelmeyi tercih eder mi? Ermiş kişinin gözünde ölümü karşı gelinmesi bir şey olarak gördüğünüz için öylesiniz zaten. Siz öyle olduğunuz için o erdi. Birazcık ayağınız ağrıyınca hemen yürümekten sıkıldığınız için yola devam edemiyorsunuz. Ölmekten korkup durduğunuz içip ölüp duruyorsunuz. “Ölümsüzlük mü? Heh, onu o yılana ben geri verdim” dedi Gılgamış. “Bütün bu gördüğün alem zamanın sonuna kadar krallığımın bahçesi olacak. Ve iyi bir kralın görevi olduğu gibi tebaama istedikleri bütün rüyaları sunacağım. Bu yüzden ben, Uruk Kralı, Kahramanların Kralı ve Kralların Kralı Gılgamış, Sana şunun sözünü veriyorum” Sonsuz uzun bir süre boyunca sustu, delirecektim. Hiçbir şey olmamış gibi sözüne binbir sesle fısıldayarak devam etti: “Asla sıkılmayacaksın.” 48