uğur dündar - Robert Kolej

Transkript

uğur dündar - Robert Kolej
HABERLER
köprü
Mayıs 2015
1
Bosphorus Chronicle’ın Ekidir.
UĞUR
DÜNDAR
CİNSİYET
FARKINDALIĞI
İLE
RÖPORTAJ
“EDEPLİ BEBEKLER”İN
AİLELERİYLE RÖPORTAJLAR
Orhan Pamuk
32 Yıl Sonra
Okulunda
HABERLER
2
Adam Olma İnsan Ol
Her gün gazete manşetleri ve ana haber bültenleri gözümüze
sokarcasına dünyanın dört bir yanında yaşanan binlerce sorunu bize aktarıyor.
Bu haberlerin ardı arkası bir türlü kesilmiyor, biz her ne kadar olanlardan
bihaber olarak normal yaşantımıza devam ediyor olsak da her gün onlarca
çocuk aç uyuyor, binlerce insan bir doğal felakete kurban gidiyor, aileler trafik
kazalarında yok oluyor. Biz tüm bu haberleri duyuyor ve izliyoruz. Okuduğumuz
gazeteyi katlayıp bir köşeye koyduğumuzda ya da bir tuşla o haber kanalından
bir eğlence programına geçtiğimizde tüm bildiklerimizi bir anda unutuyoruz.
Günlük yaşantımızda da sık sık yüz yüze geldiğimiz ve yok saymayı alışkanlık
haline getirdiğimiz en önemli olaylardan biri de cinsiyet ayrımcılığı. Cinsel
tercihleri ne olursa olsun her insan hayatı boyunca birçok skez bu ayrımcılıkla
hayatındaki yansımaları sayesinde tanışıyor; fakat hiç kimse bu duruma “Dur!”
deme cesaretini öncelikle kendinde görmediğinden biz bu sorunla dünyanın
varoluşundan beri nasıl yaşadıysak aynı şekilde yaşamaya devam ediyoruz. Bu
döngü devam ettiği sürece de bu sorunları çokça manşetlerde görecek, beş dakika
sonra hayatımıza geri dönecek ve sonra aynı sorunlarla biz karşılaşınca sesimizi
duyuramamanın verdiği acı ile daha da derinlere kendimizi hapsedeceğiz,
yalnızlığımıza sığınacağız.
Günümüz dünyasının en belirgin sorunu kadın-erkek eşitsizliği. Dünya
nüfusunun yarısını kadınlar oluştursa da kadınlar ataerkil toplumlar içerisinde
yetiştirilmemizden kaynaklanan binlerce haksızlığa uğruyorlar. Kadınlar için her
insanın doğuştan sahip olduğu ve karar hakkının da sadece kendi elinde olması
gereken haklarına kavuşup kavuşamamak, bir erkeğin iki dudağının arasından
çıkacak karara bağlı. Şu an dünyada altmış iki milyon kız çocuğu her ne kadar
okumak istese de hayallerine kavuşamıyor. Erkek kardeşleri dışarıda oyun
oynarken onlar annelerine ev işlerinde yardım ediyor, bir evin sorumluluğunu
üstleniyorlar. Daha kendileri çocukken anne oluyorlar. Kocalarının gözlerindeki
değerlerini ise her ne kadar çocuğun cinsiyetinin biyolojik olarak babaya
bağlı olmuş olduğu kanıtlansa da doğurdukları bebeğin kız ya da erkek oluşu
belirliyor. Eğer erkek bir bebek dünyaya getirirse o evdeki günlerini bir sonraki
doğuma kadar garantilemiş oluyor, bir süreliğine aileye erkek bir evlat vermiş
olmanın getirdiği onurla şiddete maruz kalmıyorlar. Buna karşın bir kız bebek
dünyaya getirdiyse yeni doğmuş bebeği ile birlikte hor görülüyor, zulme maruz
kalıyor ve de eşinin bir başka kadınla gözlerinin önünde beraber olmasına sesini
çıkaramıyor. Sesini çıkaranlar ise ya şiddetle sindiriliyor ya da gazetelerde her
gün okuduğumuz üçüncü sayfa haberlerinden birine konu olarak hayata veda
ediyorlar.
Kadınların hemen hemen hepsi bu durumdan rahatsız; fakat neredeyse
hiçbiri bu sorunlar ileriki nesillerde tekrar tekrar yaşanmasın diye çocuklarını buna
göre eğitmiyorlar. Çocuk doğduğu andan itibaren yapılan ilk yanlış kızlara pembe,
erkeklere mavi giydirme alışkanlığımız. Bir erkek bebeğe pembe giydirildiğinde
bunu çok büyük bir problem haline getiriyoruz. Oysa eskiden beri kızlara mavi,
erkeklere pembe giydirilmiş olsaydı biz bunun doğru olduğuna inanacaktık. Bu
renk sınıflamasından sonra çocuk büyüdükçe oyuncak olarak kızlara bebekler,
Köprü
erkeklere ise silahlar seçiliyor. Farkında
Melisa Oğuz
olmadan ebeveynler çocuklarına ilerideki
rollerini daha onların aklı bu gibi durumlara
ermezken empoze ediyorlar. Kız çocukları
belli bir yaşa gelince onlardan ev işlerinde
bazı sorumluluklar üstlenmeleri isteniyor. Buradaki amaç ileride onları hayata
hazırlamak olsa da aynı şeyleri anneler erkek çocuklarını öğretmiyorlar. Evin kızı
sofrayı hazırlarken ya da dikiş dikerken, evin oğlu babasıyla oturup televizyon
izliyor. Zaman içerisinde aile kız çocuğun her yaptığını ince ince takip ederken,
erkek çocuklarına daha esnek kurallar koymaya başlıyor. Toplum geneline
bakıldığında evin genç kızının bir sevgilisi olduğunda, bu durumdan aile
haberdar olmuyor. Ailenin haberi olursa da bu duruma derhal müdahale ediliyor.
Oysa genç erkeklerin sevgilisi olduğunda bu durum onur verici bir şey olarak
dillendiriliyor. Aileler bu noktada oğullarının kız arkadaşlarının başka bir ailenin
kızı olduğunu göz ardı ediyorlar. Çocuklar toplumdaki cinsiyet ayrımını, eşitsizliği
küçük yaşlardan toplumun en temel taşı olan ailede yaşıyorlar.
Toplumda her ne kadar bu konuya duyarlı insanlar olsa da, yetiştirilme
tarzımızdan kaynaklı olarak günlük hayatlarımızda bazı kalıplaşmış kelimeleri
kullanarak kadın ile erkek arasındaki uçurumun biraz daha büyümesine neden
oluyoruz. Aileler kızlarından bahsederken sık sık “Kızın mı var derdin var.” ya da
“Kızını dövmeyen dizini döver.” gibi atasözlerini kullanıyorlar. Burada belirtmek
istenen düşünce temelinde kötülük içermese de hepimizin bilinçaltına bu
tür kalıplar işleniyor. Bir marangozdan, bir taksiciden hatta bir mühendisten
bahsettiğimizde aklımıza çoğunlukla ilk gelen erkekler olurken; bir hemşireden
ya da bir çocuk bakıcısından bahsettiğimizde aklımıza ilk kadınlar geliyor. Bir
kadın genelde erkeklerin yaptığı bir işi yapmaya kalkıştığında “Elinin hamuru ile
erkek işine karışma.” tepkisi ile karşılaşıyor.
Dünyadaki pek çok ülke gibi biz de gelişmekte olduğumuzu iddia
ediyor, yaşadığımız sorunları kolaya kaçarak yok sayıyoruz. Oysa ekonomimizin
ne kadar geliştiğinden bahsederken hiç kendimize sormuyoruz ‘Neden bizim iki
elin parmaklarını geçmeyecek kadar az kadın CEO’muz var?’ diye. Sormak işimize
gelmiyor, çünkü çözümün kolay olmadığını biliyoruz. İnsanoğlu hep kolay ve kısa
vadede sonuca ulaşılabilir sorunlara odaklanıyor. Oysa hiç kimse fark etmiyor ki
bir işe koyduğun zaman ve emek arttıkça başarıdan aldığın haz da artacaktır.
Dünyada Girl Rising gibi büyük kampanyalar yapılarak insanların
dikkatleri bu konuya çekilmek isteniyor. Hiç kimse çözümün hemen
gerçekleşmesini beklemiyor. Dünya üzerindeki her bir bireyi ilgilendiren bu
sorunun çözümü için kökten bir değişikliğe ihtiyaç var. Değişimin ilk basamağı
da farkındalık yaratmak. Toplum yapısını zamanla değiştirmek ancak eğitimle
mümkün olabilir. Robert Kolej ailesi olarak biz de kadın-erkek ayrımcılığı
konusunda farkındalık yaratmak adına bir cinsiyet haftası düzenledik. Toplumun
yarınlarını yetiştiren öğretmenlerden ve geleceğin yetişkinleri, ebeveynleri olacak
öğrencilerden oluşan bir toplulukta dahi koşulsuz inanılan pek çok düşünce,
farkında olmadan kullanılan pek çok kavram var. Tüm bu kavramları ortadan
kaldırmak, eşit bir toplum yaratmak için önce bilinçli bireyler yetiştirmek gerekli.
Bir çocuk parkında gözlem yapıldığında çocukların cinsiyet fark
etmeksizin kardeşçe oynadıkları görülür. Bebekler ve küçük yaştaki çocuklar
daha tüm bu kadın-erkek sınıflandırmaları ile bire bir yüz yüze gelmedikleri için
önyargısız yaklaşırlar birbirlerine karşı. İlkokul sıralarında bir kız çocuğu ile bir
erkek çocuğu yan yana oturur, biri düştüğünde diğeri tereddütsüz yardım elini
uzatır. Oysa zamanla kız çocukları ile erkek çocuklarının arasına görünmez; ama
yıkılması çok güç bir duvar örülür. En yakın arkadaşı bir kız olan gencin artık
arkadaş çevresini çoğunlukla erkekler oluşturur hale gelir. Ebeveynler çocuklarını
‘adam etme’ telaşından onlara insan olmayı öğretmeyi unuturlar. Fakat yarının
anne ve babaları, kadın ve erkeğin farklı özelliklere sahip eşit insanlar olduğu
bilinciyle yetişirse zamanla tüm duvarlar yıkılabilir, tüm tabular kırılabilir, tüm
inançlar değişebilir.
Mayıs 2015
HABERLER
HABERLER
3
Cinsiyet Farkındalığı Haftası
3
Nil Özervarlı
Robert Kolej olarak toplumumuzun büyük bir sorunu olan
cinsiyet ayrımcılığına dikkat çekmek ve bunun üzerine çalışmak istedik. Bu
konuyla ilgili olan öğretmen ve öğrenciler toplanıp bir komite oluşturduk ve
neler yapabileceğimiz hakkında tartıştık. Tartışma sonucunda birçok güzel
etkinlik fikri ortaya çıktığı için bir hafta belirleyip bu hafta içerisinde çeşitli
etkinlikler yapmaya karar verdik. Bu sene 27-30 Nisan arasında düzenlenen Cinsiyet Farkındalığı Haftası’nda;
-Tüm hafta boyunca Marble Hall’da dilimizde bulunan ayrımcı söylemler ile
ilgili bir fotoğraf sergisi düzenlendi. Öğrenciler, öğretmenler ve çalışanlar bu
söylemlerin yazılı olduğu posterleri ellerinde tutarak çektirdiği fotoğraflar
sergilendi.
-Tüm hafta boyunca yemekhanedeki peçeteliklerin üzerine komite
tarafından hazırlanan cinsiyet farkındalık yaratacak sorular iliştirildi.
Bu sayede öğrencilerin yemek esnasında bu konu hakkında tartışmaları
sağlandı.
-Tüm hafta boyunca Marble Hall’daki masaların üzerine kağıtlar ve iki
kutu bırakıldı. Kutulardan birine öğrenciler merak ettikleri, bilmedikleri sorularını kağıtlara yazıp attılar. Bu sorular komite tarafından değerlendirildi. Diğer kutuya ise
öğrenciler cinsiyet hakkında yaşadığı sorunları veya başlarından geçen bir olayı yazıp paylaştılar.
-Tüm hafta boyunca günlük duyurularda “Bunları biliyor musunuz?” köşesi yer aldı. Buraya komite tarafından her gün cinsel ayrımcılık hakkında bir soru veya olgu
yazıldı.
-Kütüphanede Cara Keyman tarafından seçilen cinsiyet ile kitaplar için bir köşe oluşturuldu. Yanına beyaz tahta konuldu, sorusu olan öğrenciler oraya yazarak paylaştılar.
-Pazartesi günü okul sonrasında MMR’larda isteyen öğrencilerle “Girl Rising” isimli belgesel izlenildi.
-Çarşamba günü cinsiyet ayrımcılığına dikkat çekmek isteyen öğrenciler, öğretmenler ve çalışanlar parlak renklerde kıyafetler giydiler. Bu kişiler ilk teneffüs toplanıp
toplu fotoğraf çektirdiler.
-Çarşamba günü okul sonrası Woods 310’de toplanılarak bir forum oluşturuldu. Bu forumda öğrenciler cinsiyetleri hakkında yaşadığı problemleri ya da başlarından
geçen ilginç bir olayı paylaştılar.
-Çarşamba günü öğle teneffüsünde Mr. Welch konuyla ilgilinen öğrencilerle buluşup Çeşitlilik Kulübü açma konusunda beyin fırtınası yaptılar.
-4 Mayıs Pazatesi günü bayrak töreninde komitenin hafta boyunca yapılan etkinlikleri tanıtma amaçlı çektiği belgeseli sundular.
-Nil Mutluer isimli akademisyen okula gelerek cinsel ayrımcılık üzerine bir konuşma yaptı.
-Tüm yapılan bu etkinliklerle öğrencilerin cinsiyet ayrımcılığı hakkında dikkatini çekmek, öğrencilere günlük hayatta fark etmeden ne kadar çok ayrımcı sözler ve
davranışlarda bulunduğumuzu göstermek, toplumda gerçekleşen cinsiyet kaynaklı sorunlara kayıtsız kalmamak ve bu sorunlar hakkında tartışma oluşturmak istedik. Biliyoruz ki tüm sorunları çözemesek de bir yerden başlamamız gerekiyor!
Fotoğraflar: Tulya Elif Bekişoğlu
Mayıs 2015
Köprü
Köprü2015
Mayıs
HABERLER
4
Dünya Kadınlar Günü
Tulya Elif
Bekişoğlu
8 Mart 1857’de işçi kadınların gerçekleştirdiği mitingde 129 kadının ölmesiyle, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü olarak tarihe geçmiştir. O zamandan bu zamana, 8
Mart’ın bize anımsattıkları değişti. 8 Mart bizim için hüzünlü bir mücadele halinde. Erkeklerin sorumlu, koruyucu ve canavar; kadınların ise saf ve tahrik edici olmak üzere
sterotipleştirildiği bir toplumda yaşıyoruz. “Hadi göster …..’ni dayına” diyerek oğlanlarımızı, “düzgün otur, bacağını kapat” diyerek kızlarımızı yetiştiriyoruz. Ama tüm
bunlar kabul edilebilir, neden mi? Çünkü namus koruyoruz(!) Peki ya bu korunmaya çalışılan ve kaybedilince toplum tarafından dışlandığımız namus nedir?
Göçebe toplum anlayışı bittiğinde ve yerleşik yaşama geçildiği zaman uyanan ‘miras’ hissi, kadını kimin döllediğinin bilinmesi ihtiyacına sebep oldu ve kanun,
kural anlamına gelen namos kelimesinden, namus kelimesi türedi. Günümüze gelene dek o kadar değişti ki kimse namus nedir bilemiyor. Herkes kendi namusunu
yaratıyor, herkes kendi yargılarına göre başkalarının namusuyla ilgileniyor.
Alttaki tüm fotoğraflar kurgudur fakat
hepsi gerçeklerin bir yansımasıdır.
Günümüz toplumunda, büyük
bir kesim tarafından kadınlar cinsel tehlike
olarak görülmektedir. Kadına çocuk
doğurmadan önce ve çocuk doğurduktan
sonra cinsellik hakkı tanınmaz. En
önemlisi de kadına 50 yaşından sonra
değer verilir, bunun sebebi ise kadının
menopoz dönemine girmesi ve artık cinsel
bir tehlike yaratmayacak olmasıdır.
Günümüz
dünyasında
kelimelerin anlamlarını değiştirmeyi çok
sever olduk. Kaşar, motor, yollu, patlak,
götürmek, vermek; hepsi buna birer
örnek. Ama anlamını değiştirdiğimiz bir
diğer kelime ise feminizm. Günümüz
dünyasında feminizm, kadını savunmak
ve korumak, kadını yüceltmek, erkeği
suçlamak anlamına gelir oldu. Ama
feminizm aslında “cinsiyet eşitliği” fikridir.
Feminizm sadece tecavüze uğrayıp
öldürülen kadını değil, cinsel seçimi ‘farklı’ olan veya
“yumuşak” davranan erkeği de savunur. Feminizm sadece
erkeklere cinsellik özgürlüğü verip, onlar ‘milli’ olmanın
yarışı içerisindeyken, sırf cinsellik yasağı yüzünden kızları,
kadınları kapılar arkasına kapatanın karşısındadır. İşte
bu yüzden #HeForShe (kadın için erkek) ve aynı zaman
da #SheForHe (erkek için kadın) çünkü biz birbirimizin
yanında olmadıkça, ayrılmaya devam edeceğiz.
Ben sadece kadınların gününü kutlamıyorum. Cinsiyet
ayrımcılığına karşı olan, cinsiyet eşitliğine inanan
herkesin gününü kutluyorum.
*Bu yazıyı yazarken Nil Mutluer’in seminerinde
tuttuğum notlardan faydalandım. Kendisine
teşekkür ediyorum.
Köprü
Mayıs 2015
HABERLER
5
Küçük Kantin, Büyük Yürek: Aysun Kayacan
Küçük Kantin’de her gün
gördüğümüz ablanın adını bile kaçımız
biliyoruz? Aysun Abla’nın asıl işinin
muhasebecilik olduğunu, ama hiçbir
zaman işini yapmayıp öğretmenlik
yaparak yıllarını geçirdiğini bilmiyoruz.
Babasına duyduğu sonsuz sevgiyi
görmüyoruz. Evinde bir oğlu olduğunu
daha önce düşünmemiştik belki.
Aysun Abla’yla bütün ilişkimizin
para üstü beklerken (farkında olarak
ya da olmayarak) hızlanması için
rahatsız edici bakışlar atmak olması,
kendimizi günlük hayat tempomuzun
içinde kaybettiğimizin, bazı değerleri
unuttuğumuzun en büyük örneği.
Aysun Kayacan, küçükken
arkadaşları evcilik oynayıp bir aile
kurarken bile, o ailenin çocuklarını
eğitmeyi kendine görev edinmişti.
Biraz büyüyünce, İşletme okumak
istediğine karar verdi. İstediği
üniversiteye puanı yetmeyince ise,
Muhasebecilik okudu. Üniversiteden
beri çeşitli mesleklerle uğraşmış olsa
da hiç bir zaman muhasebeci olmadı.
Bir sene yedek öğretmenlik yaptı,
beş sene Türkiye Korunmaya Muhtaç
Çocuklar Vakfı’nda çalıştı. Öğretmenlik
Fakültesi’nde okumamış olmasına
rağmen, öğrencilerine bir şeyler kattığını
hissettiğinde ve öğrencilerinin ona olan
sevgi ve saygısını gördüğünde,
hayatta bir şeyi yeterince istersek,
önümüzde hiçbir engelin
dayanamayacağını öğrendiğini
söylüyor. Şu anda Robert Koleji’nde
çalıştığı için çok gururlu ve mutlu
olmakla beraber, her gün genç
öğrencileri görmenin onu ayrıca
mutlu ettiğini belirtiyor. Kantindeki
işi bittiğinde, eve gidiyor, oğluna ve
eşine yemek hazırlıyor, daha sonra
ise geriye kalan zamanında da bir
ikinci sınıf öğrencisine derslerinde
yardımcı oluyor.
Ona sabahları uyandığında
ilk ne düşündüğünü sorduğumda,
bana her sabah ilk işinin Allah’a
şükretmek olduğunu söyledi
çünkü Aysun Abla bir sabah işe
giderken ufak bir hafıza kaybı
yaşamış. Hayatının 20 dakikalık bir
bölümünü hatırlamıyor. Kendine
geldiğinde 15 dakika boyunca ne
olduğunu anlamaya çalıştığını ve
başaramadığını ise çok net hatırlıyor.
O aradaki karanlık ve bilinmezlik,
Aysun Abla’yı çok derinden etkilemiş.
Yıllar sonra, hala, her sabah
uyandığında önce şükrediyor, sonra
da böyle korkunç bir karanlığın
kimseye nasip olmamasını diliyor.
Hayatın kıymetini bu
Mayıs 2015
kadar iyi kavramış bir insan olarak,
Aysun Abla da, “Kaç yaşında olmak
isterdin?” denildiğinde yaşından
son derece mutlu olduğunu, ancak
çocukluk yıllarına dönmenin hiç
de fena olmayacağını söylüyor.
Kendinden çok sevdiği babasının
o zamanlar hayatta olduğunu da
ekliyor. Annesiyle paylaşamadığı bir
çok şeyi babasıyla paylaşırmış. Liseyi
bitirdiğinde ilk patronu babasıymış.
Yaşıtlarımın birçoğu babasından
korkanken Aysun Abla’nın en iyi
arkadaşı babasıymış.
İlk sevgilisiyle, sevgili
olmalarına olanak veren de yine
annesi değil, babasıymış. Bu
genç, mektup yazmak için Aysun
Abla’nın babasından izin almaya
gittiğinde, babası ona işyerinin
adresini vermiş çünkü annenin
mektupları okumadan ileteceğini
pek inanmıyormuş. Mektuplar hep
açılmadan, okunmadan gelirmiş.
Babacığı, 13 yıl önce
vefat etmiş. Aysun Abla onu çok çok
sevdiğini, hiçbir erkeğin onun yerini
tutamayacağını da ayrıca belirtti.
Aysun Abla’nın biz
dersteyken ne yaptığını biliyor
musunuz? O da ders çalışıyor. Hem
de bir arkadaşına iyilik yapmak
Köprü
Özsu
Rişvanoğlu
için. Zaten ikinci bir üniversiteyi açıktan
okuma planları olan Aysun Abla,
arkadaşından böyle bir teklif, böyle
bir istek gelince, hemen kabul etmiş.
Sakarya Üniversitesi’yle çalışan İşkur
için İş ve Meslek Danışmanı sınavlarına
girmeye başlamış. En çok korktuğu iki
sınavdan geçip kendine güvendiği bir
sınavdan 69.09 ile kalan Aysun Abla
bu okulda bizimle en kolay empati
kurabilen yetişkinlerden. AP’lerimizden
iki gün önce, 2 Mayıs’ta Aysun Abla’nın
da sınavı var. Akşam eve gittiğinde 11.
sınıftaki oğlunun yanında çalışıp hem
ona arkadaşlık ediyor, hem de derslerinde
yardımcı oluyor. Aynı zamanda da
okumanın yaşının olmadığını, insanın
her yaşta kendini geliştirebileceğini
kanıtlamış oluyor. Bu sınavı da geçtiğinde
Aysun Abla’nın Sakarya Üniversitesi’nden
sertifika alacak.
6
HABERLER
Uğur Dündar ile Röportaj
Başarı öykülerini severim. Çünkü satır
aralarında yaşamımıza dokunabilecek
bir sürprizle karşılaşabileceğimizi
bilirim. Her başarı öyküsünde de
“olmazsa olmaz” olan şeyleri görürüm:
Güçlü bir hayal, tutku ve sonsuz
alınteri… Başarı öyküsü okumak güzel
ya, bizzat bu öyküyü birinci kişinin
ağzından dinlemenin ve dostlarla
paylaşmanın güzelliğini ve heyecanını
da yaşamak istedim. Öğretim yılının
başında okul gazetemiz “Köprü”yle ilgili
bir düşüncem vardı: Herkes tarafından
tanınan, sevilen, başarılı; duruşuyla,
tavrıyla biz gençlere örnek olabilecek
bir kişiyi tanıma ve tanıtma. Hal böyle
olunca tek bir isim geldi aklıma: Yazılı
ve görsel basının duayenlerinden Uğur
Dündar… Uğur Dündar’ın hepimiz için
iyi bir rol model olduğunu düşündüm.
Mümkün olabilir mi olamaz mıyı bir
kenara bıraktım ve kendisiyle iletişime
geçtim. Teklifime hemen olumlu yanıt
verdi. Elbette sevincimi anlatmam
mümkün değil. Sayın Uğur Dündar’la
yaptığım bu sıcak, samimi söyleşiyi
sizlerle paylaşmak istiyorum.
BARIŞ CAN ÜNAL: Yediden yetmişe
hemen herkesin yakından tanıdığı ve
sevdiği çok başarılı bir araştırmacı,
gazeteci ve televizyoncusunuz. Siz
yaptığınız işi nasıl tanımlarsınız?
Önceliğiniz var mı? Gazeteci,
televizyoncu ya da her ikisi de mi?
UĞUR DÜNDAR: Ben kendimi televizyon
gazetecisi olarak tanımlıyorum. Bir
adım daha atarsak soruşturmacı
televizyon gazeteciliğini Türk
televizyonculuk tarihinde ilk kez
başlatan kişiyim. Son yıllarda Sözcü
gazetesinde köşe yazarlığı da yapmaya
başladım. Ayrıca bu işimi de çok
sevdim. Artık siz bana televizyoncuköşe yazarı diyebilirsiniz.
BARIŞ CAN: İstanbul’da doğmuşsunuz.
Fatih’te. Babanız emniyet teşkilatında
saygı duyulan, sevilen bir polis
memuruymuş. Babanızın mesleği
gereği değişik yerlerde yaşamışsınız.
Bunların kişiliğinizin biçimlenmesine
katkıları neler oldu?
UĞUR DÜNDAR: Her erkek çocuk gibi
ben de babamın çok etkisinde kaldım.
Can Yücel”in şiirindeki gibi ben babamı
çok sevdim. O benim rol modelimdi.
Çünkü çok dürüsttü, okurdu, edebiyata
ilgisi büyüktü, yasalara bağlıydı,
iktidarın değil, yasaların ve halkın
polisiydi, cesurdu, gözü pekti. “Scotland
Yard” dan gelen uzmanların verdiği
kursu başarıyla bitirip Yüksek Dedektif
sertikası almıştı. Ama iktidarın polisi
olmadığı için çok acılar çekmişti.
BARIŞ CAN: Babanızın görevi gereği
uzun yıllar Çanakkale’de yaşamışsınız.
Çanakkale sevginiz bu yıllarla ilgili
sanırım. Annem Çanakkale Geyikli’de
öğretmenlik yapmış bir dönem. Bu
nedenle bizim için de özel bir yerdir
Çanakkale. Özellikle Bozcaada.
Çanakkale sizin için ne ifade ediyor?
UĞUR DÜNDAR: Çanakkale benim için
eşsiz bir kahramanlık destanını ifade
ediyor. Bu öylesine muhteşem bir
destan ki, tarihin seyrini değiştirmişti.
Ayrıca orada yaşadığım 18 Mart Deniz
Zaferi kutlamalarını hiç unutamıyorum.
Bu nedenle yıllar sonra Arena ekibiyle
Çanakkale Şehitleri Abidesi’ne gittik.
Ne yazık ki çocukluğumda temeli
atılan bu abidenin aradan geçen onca
yıla rağmen bitirilememiş olduğunu
şaşkınlıkla gördüm. Sonra kampanya
başlattık, sürekli haberler yaptık ve
Çanakkale Abidesi’nin bitirilmesini
sağladık.
BARIŞ CAN: Vefa Lisesi mezunusunuz.
İstanbul Üniversitesi İletişim
Fakültesinden mezun oldunuz.
Çocukluğunuzda böyle bir isteğiniz var
mıydı? “Ben gazeteci olcağım” gibi.
Nasıl karar verdiniz?
UĞUR DÜNDAR: Haberlerini okuduğum
gazetecilerden etkilenerek gazeteci
olmaya karar vermiştim ve bilinçli
bir seçimle üniversitede gazetecilik
Köprü
okudum. Örnek aldığım hocalarımdan
biri, dönemin Milliyet Gazetesi genel
yayın yönetmeni, basın şehidi Abdi
İpekçi idi. Abdi Bey bir gün bana “Uğur,
bu sınıftan üç gazeteci çıkacaksa
bunlardan biri mutlaka sen olacaksın.”
demişti.
BARIŞ CAN: Aileniz bu kararınızı nasıl
karşıladı?
UĞUR DÜNDAR: Ailem çocuklarının
tercihine saygılı, demokrat yapıda
diyebileceğim bir aileydi. Tek dilekleri
bizlerin okuyup ülkeye ve tüm insalığa
yararlı bireyler olarak yetişmemizdi.
Sadece babam, yedek subaylığımı
bitirip geldiğimde “Oğlum ne olursan
ol, ama sakın polis olma.” demişti.
Daha önce de belirttiğim gibi sayısız
takdirnâme kazanmış olmasına karşın
dönemin iktidarının büyük haksızlığına
uğramıştı.
BARIŞ CAN: Meslek seçimi konusunda
bizlere neler söylemek istersiniz? Bu
tercihlerin yaşama etkileri neler size
göre? Hangi etkenleri göz önünde
tutulmalıyız?
UĞUR DÜNDAR: Ben bilgece konuşmayı
hiç sevmem. Gençlere de “şöyle
yapın, böyle yapın” diye öğütler veren
yaşlılardan hoşlanmam. Sadece şunu
söylemek isterim: Gençler geleceği
bilemezler. Ama kendilerini geleceğe
götüren adımları temiz atmak ve
arkalarında kirli bir iz bırakmamak
zorunda olduklarını hatırlatırım. Zira
gençlik yıllarında yapılan yanlış bir
davranışın veya işin izi, yıllar sonra
çok önemli bir konuma geldiklerinde
karşılarına ödenemeyecek bir fatura
Mayıs 2015
Barış Can
Ünal
olarak çıkarılabilir. Yetenekleri ve
ilgileri onları nereye çağırıyorsa
o istikamette yürüsünler. Bir de
kalıcı başarıların çalışmadan elde
edilemeyeceğini hiç unutmasınlar.
BARIŞ CAN: Pek çoğumuz için,
yakından takip ettiğimiz örnek
aldığımız kişilerdensiniz..
Düşüncelerinizle, duruşunuzla, mesleki
başarınızla… Geçmişte siz kimleri
örnek alırdınız? Kişisel ya da mesleki
anlamda biçimlenmenizde kimlerin
etkileri var?
UĞUR DÜNDAR: Kendi alanlarında
evrensel çapta başarılı olan ve karakteri
erozyona uğramamış herkesi örnek
alırım. Kimseyi kıskanmam, dedikodu
yapmam, ayak oyunları bilmem ama
gıpta ederim. Onlar gibi olmaya
çalışırım. Çıtayı hep yüksek tutarım.
Yerel değil evrensel başarı ölçeğini
benimserim.
BARIŞ CAN: TRT’nin radyo prodüktör
adaylarını seçmek için yaptığı
sınava 1000 kişi katılmış. Ancak
30 kişi alınacakmış. Sınav sonunda
üçüncülüğü kazanmışsınız.
Beklediğiniz bir başarı mıydı bu?
UĞUR DÜNDAR: Yazılı sınavı
büyük başarıyla atlatmıştım. Ama
sonuçlardan emin değildim Zira torpil
yapılmasından, hak etmeyenlerin
önümüze geçmelerinden endişe
ediyordum. Ama ne büyük şans
ki, TRT tarihinde ilk ve son kez
sınav kağıtlarımız TRT’de değil
de üniversitede, bağımsız bilim
adamlarınca değerlendirildi.
Dolayısıyla korktuğum olmadı ve sınavı
üçüncülükle kazandım. Mülakatım
da aynı başarı çizgisiyle devam etti.
Sonuçta radyo prodüktörlüğü kursuna
katılma hakkını elde ettim. Zira o
tarihte (1970) ülkemizde henüz
profesyonel televizyon yayıncılığı
başlamamıştı. Televizyonun ne
olduğunu bilmiyorduk.
BARIŞ CAN: Televizyon yapımcısı olarak
çalışmışsınız. Resmî Gazete yazarı
olmuşsunuz. İngiltere’de BBC’nin
“Televizyonda Yapım-Yönetim” eğitimi
HABERLER
kursuna katılmışsınız. TRT’de spor
muhabiri olarak başlamış yolculuğunuz.
Spor muhabirliği sizin seçiminiz miydi?
Fenerbahçe tutkunuzun payı var mı
bunda?
UĞUR DÜNDAR: Radyo prodüktörlüğü
kursuna devam ederken Ankara’dan
geldiler. Televizyon yayınlarının
başlayacağını ve içimizden istekli
olanların Ankara’daki televizyon
prodüktörlüğü (yapımcı) kursuna
katılabileceğini söylediler. Ben böylece
başkente gittim. İngiltere’den BBC’den
gelen hocaların verdiği bir aylık
kursu başarıyla bitirdiğim için onların
isteğiyle büyük kurs için Londra’ya
BBC merkezine gönderildim. Oradan
yönetmen, yapımcı, röportajcı ve
sunucu olabileceğimi belirten bir
sertifikayla yurda döndüm.
Yönetmen olacakken beni spor servisine
verdiler. Ekrana çıkmaya hiç hevesli
olmamama rağmen ekrana çıkardılar.
Başarılı olunca da ekranda bıraktılar.
Ama spor yayınlarında da yönetmen,
yapımcı, sunucu ve röportajcı olarak
çalışma imkanını buldum. Bunun
Fenerbahçeli oluşumla bir ilgisi yok.
Babam Fenerbahçeli olduğu için ben de
Fenerbahçe”yi sevdim.
BARIŞ CAN: TRT’de yapımcı,
yönetmen ve sunucu olarak değişik
televizyon programlarına imza
atmışsınız. Türkiye’de araştırmacı
televizyon gazeteciliğini
başlatan kişisiniz.“Araştırmacı
televizyon gazeteciliği”ni siz nasıl
tanımlıyorsunuz? Farklı yanı ne? Sizin
aklınıza nasıl geldi?
UĞUR DÜNDAR: Bir alanda başarılı
olmak için diğerlerinin yapamadığını
yapmak ve onlardan farklı bir çizgiyi
yaratmak gerekir. Ben İngiltere’ye ve
ABD’ye gittiğimde gezip dolaşmak
ve alış veriş yapmak yerine bol bol
televizyon programları izler, bazılarının
ekipleriyle staj olanakları yaratırdım.
Bunlardan biri de ABD’de büyük ilgiyle
izlenen soruşturmacı televizyon
gazeteciliği programı “60 Minutes” di.
TRT’de çalışırken bir benzerini yapmak
mümkün değildi çünkü sansür vardı.
Özel televizyonlar başlayınca ben
de Show TV’ye geçtim ve dostum
Prof. Haluk Şahin’le Türkiye’nin ilk
soruşturmacı televizyon gazeteciliği
programı olan Arena’yı hayata geçirdik.
BARIŞ CAN: İstanbul Üniversitesi
ve Marmara Üniversitesi’nde
“Televizyon Programcılığı” derslerinde
lisansüstü hocalığınız var. Sevdiniz mi
öğretmenliği?
UĞUR DÜNDAR: Ben onu öğretmenlik
olarak değil, “tesadüfen o gençlerden
çok önce dünyaya gelmiş bir
büyüklerinin birikim ve deneyimlerini
öğrencilerle paylaşması” şeklinde
değerlendiriyorum. Bana “Hocam”
dediklerinde de hem hoşlanıyor
hem de çok mahcup oluyorum. Daha
sonraları onların başarılı çalışmalarını
gördüğümde de gurur duyuyorum.
BARIŞ CAN: Bir de sinema filminiz var.
İşte Hayat…1975 yılında… Bir Atıf
Yılmaz filmi. Çok değerli oyuncular
var filmde. Hülya Koçyiğit, Adile Naşit,
İhsan Yüce, Şevket Altuğ… gibi. Bazı
film ve dizilerde de konuk oyuncu
olmuşsunuz. Ben “Dersimiz Atatürk”ü
hatırlıyorum sözgelimi. Orada bir
rolünüz vardı. Sevdiniz mi oyunculuğu,
sinemayı? Neler söylemek istersiniz?
UĞUR DÜNDAR: Ben oyuncu
olmadım. Yani sanal bir karakteri
canlandırmadım. TRT’den sansür
ve siyasi nedenlerle ayrılmak
zorunda kaldığım bir dönemde
BBC’deki hocamın tavsiyesini yerine
getirdim. Zira o bana, boş bir zaman
bulduğumda, mutlaka bir tiyatro ve
film yönetmeninin yanında çalışarak
pratik yapmamı önermişti. Ben
de o filmi merhum Atıf Yılmaz”ın
yanındaki staj günlerim olarak
değerlendiriyordum. Filmin adı olan
İŞTE HAYAT, yaptığım bir programın
adıydı ve filmde yine gerçek Uğur
Dündar’ı canlandırıyordum. Birçok
teklif gelmesine rağmen işte bu
7
nedenle ikinci bir film yapmadım.
BARIŞ CAN: Çok farklı deneyimleriniz
var. Oyunculuk, öğretmenlik…
Değişiklikleri seven bir insan mısınız?
Ya da risk almayı sever misiniz?
UĞUR DÜNDAR: Yooo… Tam tersine
ben başak burcu insanıyım. Bir adım
atarken bin defa düşünürüm. Ayrıca
mükemmeliyetçi bir yapım var.
Bilmediğim bir işe asla girişmem. Ama
ülkemizin koşulları ne yazık ki bazen
insanı aklının ucundan geçen şeyleri
yapmak zorunda bırakıyor. Haaa başarı
için, haber için risk almak gerekiyorsa
tabii ki alırım. Örneğin teröristlerin
kaçırdığı bir feribota (Avrasya) eğer bir
gazeteci helikopterden atlayacaksa o
gazeteci ben olmak isterim.
BARIŞ CAN: Yaşamınızda “dönüm
noktaları” ya da “kırılma noktaları var
mı?
UĞUR DÜNDAR: Var, hem de çok var.
Ölümle karşı karşıya geldiğim birçok
an var. Bunları uzun uzun anlatmak
yerine Nedim Şener’in hayatımı
anlattığı “İşte Hayatım” ve benim
kaleme aldığım “İyi Uykular Sayın
Seyirciler” kitaplarımı okumanızı
öneririm.
BARIŞ CAN: Mesleki başarınızın
sırrı nedir ,dersem neler söylemek
istersiniz? Gazeteci olmak isteyen
arkadaşlarımıza neleri önerirsiniz? Bazı
yeteneklere ya da ilgilere sahip olmak
gerekli mi sizce bu meslekte?
UĞUR DÜNDAR: Daha önce de
söyledim. Başarı tesadüfen
sağlanamaz. Sağlansa bile kalıcı
olamaz. Kalıcı başarı ve ün için
çok çalışmak gerekir. Bizim
mesleğimizde başarının yüzde 80’i
üretim enerjimizden kaynaklanır.
Yani eğer üretim enerjiniz yoksa, çok
çalışmıyorsanız, yetenekli olmanız
hiçbir anlam ifade etmez. Ayrıca
sürekli okumak ve dünyada olup
bitenleri gözlemek de günümüzde
başarının olmazsa olmazlarıdır.
BARIŞ CAN: İşinizi çok severek
yaptığınız çok belli. Peki, yaptığınız
iş sizi mutlu ediyor mu? Size neler
kazandırdığını düşünüyorsunuz?
UĞUR DÜNDAR: Kuşkusuz işimi çok
seviyorum. Eğer dünyaya bin kez
gelmek mümkün olsa, ben tümünde
bugünkü Uğur Dündar olmak isterim.
Mayıs 2015
Köprü
8
Biz cerrahlara benzeriz. Onlar bir
neşter darbesiyle sağlığımıza zarar
veren oluşumları bedenimizden söküp
atar. Bizler de toplumsal yaralara
neşter atıyor ve kamuoyu oluşturarak
çözüme zemin hazırlıyoruz. Ayrıca
halkın gerçekleri öğrenme hakkına
hizmet etmek; her türlü tehdit, tehlike,
karalama ve iftiraya rağmen, bana onur
ve mutluluk veriyor.
BARIŞ CAN: Sıradan bir gün sizin için
nasıl geçer? Neler yaparsınız?
UĞUR DÜNDAR: Çok çalışarak, zaman
bulduğumda spor yaparak ve aileme
zaman ayırarak.
BARIŞ CAN: Bu kadar çok sevildiğinizi,
güven duyulduğunuzu bilmek nasıl bir
duygu?
UĞUR DÜNDAR: Büyük sorumluluk.
BARIŞ CAN: Mutlaka acı tatlı pek çok
anınız vardır. Geriye dönüp baktığınızda
keşke yapsaydım ya da yapmasaydım
dediğiniz şeyler var mı?
UĞUR DÜNDAR: Uluslar arası
HABERLER
saygın kurumların ödüllerini Türk
televizyonculuk tarihinde ilk kez
ülkemize getirdik. Reyting rekorları
kırdık. Öyle yayınlar yaptık ki bakanlar
istifa etmek zorunda kaldı, kurumlar
deprem yaşadı. O yayın gecelerinde
yollarda trafik kalmadı. Sonuçta
vicdanen büyük rahatlık içindeyim.
Yaptığım tüm haberlerin altına yeniden
imzamı atar, duvara yatak resmi
yapıp karşısına geçerek mışıl mışıl
uyuyabilirim. Çünkü kimseye iftira
atmadım, ilkelerimden sapmadım,
yalan haber yapmadım, tetikçiliğin,
yalakalığın semtine uğramadım,
her şeyi halkın haber alma hakkına
duyduğum saygı nedeniyle yaptım.
Ölçüm daima evrensel meslek ilkeleri
oldu.
BARIŞ CAN: Artık İzmir’de yaşıyorsunuz
siz de. Ve bir İzmirli olarak –bütün
İzmirliler gibi de İzmir sevdalısı olarakbundan çok büyük mutluluk duydum
ben. İzmir’de yaşama kararı nasıl
ortaya çıktı? İzmirli olmakla ilgili sizin
ilk duygu ve düşünceleriniz neler?
UĞUR DÜNDAR: İzmir’i çok seviyorum.
Çünkü çağdaşlığın yaşam biçimi
olarak benimsendiği, Cumhuriyet’e ve
Atatürk devrimlerine gönülden bağlı
insanların ağırlıklı olarak yaşadığı
demokrat bir kent. Üstelik İstanbul
gibi yağmalanmamış. İnsan ömrünü
yollarda ve stres içinde tüketmiyor.
Huzur dolu İzmir. Ama çok şey
borçlu olduğum İstanbul’dan da çok
uzaklaşmış değilim.
yetiştirmiş, köklü ve çağdaş eğitim
kurumlarına daha sıkı sıkıya
sarılmamız ve onların değerini
bilmemiz gerekiyor.
BARIŞ CAN: Son olarak, bir haberci
olarak Türkiye’deki bir çok yeniliği
bizzat yaşadınız. Bizim de, “Köprü”
gazetesi olararak üzerinde kafa
yorduğumuz yenilikler, özellikle
eğitim sisteminde olan yenilikler ve
ayrıca genel olarak diğer değişiklikler
hakkında ne düşünüyorsunuz?
UĞUR DÜNDAR: Eğitim sistemindeki
değişiklikler beni ürkütüyor. Ortaçağ
karanlığına doğru götürmek istiyorlar
eğitim sistemini. O nedenle orta
öğrenim için İstanbul’da Robert
Kolej, İzmir’de Amerikan Koleji gibi
gelenekleri olan, büyük değerler
Türk televizyonculuk tarihinde
çığır açmış, tartışmasız Türkiye’nin
yetiştirdiği en önemli değerlerden
biri olan Uğur Dündar’ı tanımış
olmak elbette çok onur vericiydi.
“Köprü”de, siz değerli dostlarımla
paylaşmak da. Söyleşi sonrası, Sayın
Uğur Dündar’ın yanından ayrılırken
hep şunu düşündüm: İyi ki varsınız
Sayın Uğur Dündar… İyi ki sizi
tanımışım… Yaşamım boyunca
özenle saklayacağımı bildiğim bu
görüşmeye olanak verdiğiniz için
sonsuz teşekkürler…
BARIŞ CAN: Çok samimi, çok içten
bir söyleşi oldu. Gazetemize konuk
olduğunuz, bize zaman ayırdığınız
için kendim ve arkadaşlarım adına çok
teşekkür ederim.
UĞUR DÜNDAR: Ben teşekkür ederim.
Kitap Kurtları İçin İdeal Bir Mekan
İdil Kara
Kitap okumayı, kitapları incelemeyi seviyorum, diyorsanız burası sizin için bir cennet! Şehrin merkezinde olup aynı zamanda
gürültüsüyle sizi boğmayacak ve sıcacık kahvesiyle içinden çıkmak istemeyeceğiniz bir yerden bahsediyorum. İşte bu bahsettiğim yer
altı yedi ay önce açılan Minoa.
Beşiktaş’tan çıkıp Akaretler yokuşunun sonunda sağ tarafta olan Minoa’yı bulmak pek de zor değil. Kitapçının dışına baktığınızda pek ilginizi çekmeyebilir,
normal bir kafe gibi gözükebilir, ama içeriye adımınızı attığınızda büyüleneceğinizden eminim. Girdiğiniz anda etrafınızı kitaplar saracak ve hepsini teker teker incelemek
isteyeceksiniz. Kitaplar sanki size “Gel, beni oku, saatlerce burada kal.” diye sesleniyor. Işıklandırması, ahşap kitaplıkları ve dekoruyla sizi kendinizi evinizdeymiş gibi hissettirebilirecek bir yer burası.
Minoa’nın avantajlarından biri her yerde bulamayacağınız dekorasyon, mimari, sanat, yemek, moda, çizgi roman kitaplarına rahatlıkla erişebilecek olmanızdır.
Türk ve yabancı birçok yazarın klasiklerinden tutun, yeni çıkmış kitaplara kadar her türden kitap var. Eğer istediğiniz
kitabı bulamazsanız da çalışanlarından yardım istemeniz yeter. Hemen depolarından alıp getiriyorlar.Eğer depolarında
da yoksa istediğiniz kitabı sizin için kısa bir sürede temin edebiliyorlar. Kısacası buradan istediğinizi bulmadan çıkmak
gibi bir durum pek mümkün değil.
Eğer kitap aşığı da değilseniz, size hem içeride hem dışarıda bekleyen şirin bir kafesi var. Genellikle kafe
kısmı, bilgisayarlarını alıp çalışmaya gelen insanlar veya yeni aldığı kitabın sevinciyle hemen okumaya koyulmuş
insanlarla dolu oluyor. Sokağın gürültüsünün olmadığı bu kafede ders çalışabilir, arkadaşlarınızla sohbet edebilir veya
kitap okuyabilirsiniz. Tercih sizin.
Benim size tek tavsiyem en kısa zamanda bu kitapçıya gidip göz atmanız olacaktır. Pişman olmayacağınıza
eminim!
Fotoğraflar: İdil Kara
Köprü
Mayıs 2015
HABERLER
9
Bir Gençlik Filminden Daha Fazlası:
Açlık Oyunları Alaycı Kuş Bölüm 1
Alaycı Kuş’un ilk bölümü vizyona girdiğinde, filmi ‘gençlik filmi’ olarak tanımlayan ve bu yüzden filmi izlemekten kaçınan
Simay
büyük bir seyirci kitlesi vardı. Kimisi serinin daha önceki filmlerini aşk odaklı bulmuş, kimi filmin olgun düzeye henüz erişemediğinden
Yazıcıoğlu
yakınmıştı. Görünüşe göre, geçtiğimiz ay çıkan serinin son filmi bu tür iddia ve ön yargılara meydan okur nitelikte. Açlık Oyunları
serisine yapıştırılan ‘gençlere yönelik aşk macerası’ etiketinin artık çok da geçerli olmadığı serinin üçüncü filmiyle kanıtlanmaktadır.
Ağırlıklı olarak işlenen temaya bakıldığında savaşı ve insanlar üzerindeki etkilerini görülmektedir. Orijinal kitabından uyarlandığı sayfa
sayısının kısıtlı olması, başkent ve Mıntıkalar arasındaki asıl savaşa kadar ilerleyen sürecin ayrıntılarıyla seyirciye sunulmasını kolaylaştırıyor. Film, seyirciyi aniden savaş
gerçeği ile karşılaştırmak yerine savaşı meydana getiren sorunların gelişme sürecine aydınlık getirerek geçiş filmi görevini başarıyla tamamlıyor. Bazı eleştirmenler her
ne kadar geçiş filmini gereksiz bulup Alaycı Kuş’u tek bir bölümle bitirilmesi gerektiğini düşünse de, Bölüm Bir’in yeri Alaycı Kuş’taki asıl mesajın verilmesi adına hayli
önemli.
Bölüm Bir’in çoğunluğu savaşın arkasında saklanan acıları ve nedenleri gün yüzüne çıkarılması üzerine kuruludur. Kahraman Katniss’i üzmek amacıyla Başkent
tarafından bombalanan hastane, içinde yüzlerce yaralı masum sivil insanları barındırmaktadır. Savaşla alakası bile olmayan sivil insanlar bu derme çatma hastane içinde
toplanmış, şifa umuduyla birbirlerine yardım etmeye çalışmaktadır. Katniss bunu görünce fazlasıyla etkilenmiş olacak ki en iyi propaganda cümlelerini o hastanenin
bombalanmasına ve onlarca masum insanın ölmesine tanık olduktan sonra söyler ve onun bu sözleri baskı altındaki yüzlerce insana umut kaynağı olup ayaklanmayı
beraberinde getirir. Haksızlık, baskı ve bunlara karşı oluşan umudun türlü detaylarla desteklendiği Alaycı Kuş’ta şüphesiz ki popüler bir aşk hikayesinden daha fazlası
seyirciye sunulmaktadır.
Savaş kavramının Alaycı Kuş’ta ele alınan yönleri durumu seyircilere çok da yabancı gelmemektedir. Savaşın Dünyanın farklı yerlerinde her an yaşanıyor olması
gerçeği ve haberlerde de sıkça yer etmesi savaşın aslında çok uzaklarda olmadığına işaret niteliğindedir. Güncel hayattaki savaş ile geleceği anlatan bir filmdeki savaşın
nedenleri yönünden muhakkak ki farklılık gösterecektir ama mühim olan savaşın insanlara hissettirdikleri ve verdiği yıkımdır. Ortadoğu’da, Uzak Doğu’da, Afrika’da olsun
sürekli savaş halinde de görüldüğü üzere binlerce masum can; hastanedeki masum yaralılar gibi hayatını kaybetmektedir. İnsanlar birbirine fikir çatışmaları nedeniyle
eziyet etmekte, birbirlerine zarar vermektedir. Alaycı Kuş’un ‘iyi kahramanı’ baskı altındaki tarafı temsil ettiğinden savaş gerçeğini bir de bu taraftan gözlemle fırsatı
seyirciye verilmektedir. Seyirci’nin duygularına ve etiklerine hitap eden sarsıcı sahneler seyirciyi savaş etikleri hakkında bir kez daha düşünmeye sevk eder niteliktedir.
Filmin görsel olarak zengin kaliteye sahip olması da savaş sahnelerinin seyirci tarafından daha derinden yaşanmasını ve seyirciye savaş teması hakkında güncel haberleri
sorgulatmasını kolaylaştırmaktadır. Seyirci kitlesinin genel olarak genç-yetişkin kesim olduğu düşünülürse savaşta arka planda kalan acılarının sergilenmesi gençlere
savaş teması hakkında farkındalık yaratarak savaş etiklerinin sorgulanmasına ortam hazırlamaktadır. İkinci yarıda görülen aşk teması daha derinden işlenen ve filmin
çoğunluğuna hükmeden savaş temasına kıyasla azınlıkta ve daha önemsizdir.
İşlenen konular ve temalar “Açlık Oyunları” serisinin üçüncü filmini diğerlerinden farklı kılmış, savaş teması ağırlıklı olarak işlenmiştir. Savaşın ağırlıklı olarak
işlenmesi hem seyirci kitlesine yeni bir bakış açısı sağlamış hem de serinin önceki filmlerine ithaf edilen olumsuz eleştirilerin artık geçerli olmadığını kanıtlamıştr.
MOLİERE’İN “CİMRİ” ADLI OYUNU
ROBERT KOLEJ SAHNESİNDEYDİ
Hande Akat
Türkçe tiyatro kulübü öğrencileri, 25, 26 ve 27 Mart tarihlerinde ülkemizde ve dünyada en çok sahnelenen oyunlar arasında yer alan Moliere’in ‘Cimri’ adlı
oyununu başarılı bir performansla sahneye taşıdı.
17. yüzyıldan günümüz dünyasına uzanan bir köprü olan bu oyun, yüzyıllardır değişmeyen bir ilişki biçimi üzerine kurulmuş bir karakter komedisidir. Oyun,
Harpagon 'un içinde bulunduğu trajikomik çıkmaz üzerine kurulmuştur. Harpagon’un para ile kurduğu ilişki, onun yaşamının odak noktasıdır ve para uğruna her şeyden,
tüm değerlerinden hatta kendinden bile vazgeçmeye hazırdır ve bu durum, çevresinde bulunan herkesi bu çıkmazın çemberine dahil eder.
Oyunculuğuyla izleyicileri etkileyen Halil Suat Saraç, yansıtması oldukça güç olan Harpagon rolünü, oyundaki diğer oyuncular gibi büyük bir başarıyla sahneye
taşıdı. Bu rolü yansıtmanın en güç tarafı, yaşlı bir adamın tüm duygu değişimlerini etkileyici biçimde izleyiciye hissettirebilmekti ancak bunu uzun soluklu çalışmaları
sonucunda çok iyi bir biçimde yansıtmayı başardı.
Fotoğraflar: Tulya Elif Bekişoğlu
Mayıs 2015
Köprü
10
HABERLER
Dolunay Kocabağ ile Röportaj
Geçtiğimiz haftalarda lise
9 ve 10. sınıfların töreninde THP ofisi
öğrenciler arasında en fazla THP saatini
dolduran kişileri açıklamıştı. Lise 10’lar
arasından en fazla THP hizmetini yerine
getiren Dolunay Kocabağ’a ödülü
Güler Hanım ve Mr. Jones tarafından
taktim edilmişti. Biz de Köprü olarak
gündelik yaşamından toplum için
ayıracak zamanı bulabilen ve bu görevi
liderlik kademesinde de yürütebilen
bu arkadaşımız ile söyleşi yaptık.
Öğrenciler arasında gündeme gelebilen
THP’lerin amaçları hakkında cevaplar
bulabileceğiniz bu röportajı öncelikle
bu dönemlerde THP’ye başlayacak
olan Lise 9’ların fikir edinebilmesi için
okumasını tavsiye ederim.
Köprü: Öncelikle bu yoğun haftada bu
röportaja vakit ayırdığın için teşekkür
ederim.
Dolunay Kocabağ: Ben teşekkür ederim.
Umarım, sorularına verdiğim cevaplar
faydalı olur.
Köprü:Dolunay, öncelikle bize yaptığın
THP’leri anlatabilir misin?
D. Kocabağ: Aslında daha önceden
yaptığım bir şeydi. Daha önce yedinci
ve sekizinci sınıfta yapmıştım.
Engellilerle çalışan Düşler Akademisi
adlı bir kuruluş var. Burada öğrencilere
resim müzik gibi dersler veriliyor.
Burada gönüllüydüm. 9. Sınıfta hiç
denenmemiş olan Türkan Sabancı
Görme Engelliler Okulu THP’sini
gerçekleştirdik. Bunun liderliğini
üstlendim. Daha sonra üzerimde
etkisi büyük olan ve belki de
kariyerimi şekillendirebileceğini
düşündüğüm IZEV THP’de Zihinsel
Engellilerle çalışma olanağı buldum.
Geçtiğimiz yaz Yenişakran’da çocuk
yuvalarında kalan minnoşlarla bir
proje yaptık vs. Kısaca farklı yaşamları
gözlemleyebileceğim, farklı içeriği
olan projeler yapmaya çalışıyorum. Ne
kadar farklı hayatlar görürsek ve farklı
zorluklarla kaşılaşırsak o kadar evrensel
olabileceğimizi düşünüyorum. Çabuk
sıkılan bir insan olduğumu da tırnak
içinde belirtmek isterim.
Köprü: Peki bu kadar zamanını gerek
yaz ayında gerekse sene içinde
ayırabildin. Özellikle sene içinde
yaptığın THP’lere zaman ayırırken bir
sıkıntı çektin mi?
D. Kocabağ: Belli bir etkinliğe zaman
ayırdığında başka şeylere ayırdığın
zamandan ödün vermen gerekiyor. Ben
seçim yapmada çok sıkıntı yaşamadım
çünkü THP okul için yaptığımız pek
çok lüzumsuz şeyin yanında yapmak
istediğim şeydi. Ama şikayet etmeden
geçmeyeyim: özellikle hafta içi
yaptığım THP ya da bahar tatilinde
yaptığım THP’ler nedeniyle çok yoğun
oluyorum, uykum var, beynim eriyor,
zaten işlerimi yetiştirememe korkum
rüyalarımda bile peşimi bırakmadı
hiçbir zaman. Bir çoğumuz bu duruma
alışkınız. THP olsun kulüpler olsun,
ödevi saymıyorum bile. Öte yandan
yoğun olmanın bana fayda sağladığına
da inanıyorum, insan zaman kısıtlaması
olunca bir çok şeyi halledebilmek
için yaratıcı ve pratik çözümler
geliştirebiliyor. Çok yoruluyoruz
ama pek çoğumuz bu yoğunluğu,
yapacak bir şey bulamadığımızda
hissedeceğimiz sıkıntıya tercih ederiz.
Köprü: THP liderlerinin THP kadar
eğitmenlerle de ilgilenmesi
gerekiyor. Şimdiye kadar yaptığın
THP’lerin öğrencilere hangi özellikleri
kazandırdığını gözlemledin?
D. Kocabağ: Ben daha çok engelliler
adın ayapılan projelerde liderlik
yaptığım için bu konuda ilgili
görüşümü bildireyim. Hem zihinsel
engelilerle hem görme engellilerle
yürüttüğüm projede eğitmen
arkadaşlarımın engelli bir insana
öğretmek gibi bir deneyimi olmamıştı.
Bu noktada eğitmen olarak çok büyük
işler başardığımızı söyleyemeceğim
fakat benim gözlemlediğim kadarıyla
zaman geçtikçe arkadaşlarımın
engelli bir insanla sohbet ederken
ve belli bir konuyu ele alırken
gerçekten karşısındaki kişinin anlama
düzeyini ve engellerin getirdiği
sınırları kavradıklarını ve kelimelerini
karşılarındaki öğrencinin anlayabileceği
şekilde seçme çabası içinde olduklarını
gördüm. Ayrıca aramızda geçen
muhabbete bakarak, günlük hayatta
engelliler için hayatı zorlaştıran
faktörleri daha kolay saptadığımızı da
söyleyebilirim. Ama bence en önemlisi
engelli bireyi ve farklılıkları yakından
tanımak gibi bir deneyimi yaşamaları.
Çünkü hepimiz günlük hayatlarımızı
kolaylaştırmak uğruna bir bizlerle ilgisi
olmayan insanları birey olarak değil
Köprü
de konsept olarak görmeye alışmışız:”
görme engelliler”, “yoksul ve eğitimsiz
kesim”, “futbol takımındakiler”.vs.
Zaten THP’lerin en önemli tarafı da
bizi, bizlere soyut görünen hayatlara
ve bireylere yaklaştırması. Bu konuda
saatlerce konuşabilirim. O yüzden
susuyorum.
Köprü: Yaptığın projelerde ilgini
çeken ve özellikle belirtmek istediğin,
eğitmenler için tavsiyelerin var mı?
D. Kocabağ: Hımm, öncelikle
eşcinselliğin günah olmadığını,
sevginin sınırlarının yaşla, cinsiyetle
çizilemeyeceğini bir haftada çocuklara
kabul ettirme hayalinden vazgeçsinler.
Bu denendi ve başarısız oldu. Gerçekten
çocukların sahip oldukları batıl iannçlar,
dinledikleri müzikler, özendikleri
ünlüler vs., pek çoğumuzun alay ettiği,
cebren ve hile ile kınadığı şahsiyetler,
inançlar. Bunları mümkün oldukça
doğal karşılamak çocuklar ile iletişim
kurmayı kolaylaştırıyor. Yani “Ben de
Serdar Ortaç’ı çok severim, Hande
Yener’e bayılırım.” demek zorunda
değiliz, sadece tatlı bir tebessümle
onaylamak yerinde olur. Misyonerlik
görevini yaparken ise konuyu havadan
sudanmış gibi açıp, gerekçelerimizi
açıklayarak, üç harflilerin var
olmadığını kabul ettirme şeklinde
yürüebiliriz. Bir diğer önerim, beraber
çalıştıkları bireyleri ve ortamdaki
sorunları mümkün olduğunca
gözlemlemeye çalışsınlar, eğitmenler
kendi aralarında konuşmak yerine
insanların arasına karışmayı tercih
etsinler. THP’lerden en verimli şekilde
yararlanabilmek için bu çok önemli.
Bir de ortamda pozitif ruh halini
korumaları da hem deneyimlerinden
zevk almaları hem de katılımcı bireyler
için daha yararlı olmalarını beraberinde
getirecektir, o yüzden 15 tane çocuğa
“cup song” öğretmeden önce bir-iki
adet ucuz çikolatalı gofret yemelerini
öneriyorum.
Köprü: Projelerinde başına gelen ilginç
veya anlatılmaya değer anın var mı?
D. Kocabağ: Zihinsel engellilerle
yaptığımız proje için gittiğimiz
okulda yoga dersi veriliyordu. Derste
çocukların hareketlerine yardım
etmek için arada dolanırken, hiç yoga
yapmadığımı duyan yoga eğitmeni
Mayıs 2015
Alp Altunyurt
bana bir minder verdi ben de kibarlık
olsun diye kabul ettim, etmez olaydım.
Her türlü bedensel aktivitede olduğu
gibi yogada da nefes nefese kaldım. Bir
de hareketleri yanlış yapıp duruyorum.
Eğitmen gülümsüyor, bir şey demiyor
ama Down’s sendromlu arkadaşlarımın
gelip hareketlerimi düzeltme çabasına
hayran kaldım. Yoga gerçekten
göründüğü kadar kolay değil.
Köprü: Gerek liderlik yaptığın gerekse
eğitmen olarak katıldığın THP’lerde
öğrenciler arasında bir süre sonra
THP’ye duyulan heyecanın azaldığını
hissettin mi?
D. Kocabağ: Elbette, bu başıma geldi.
Büyük bir hevesle kafamızda “çocuklara
şunu da yaptırırız, bunu da öğretiriz.”
diye kurguladığımız etkinlikler
çoğunlukla hayal ettiğimiz gibi
gitmiyor. Bizim üzerinde durduğumuz
konu ilgilerini çekmediğinde küçük
yaştaki çocukların motivasyonu
kayboluyor ve bu eğitmen olarak bizim
motivasyonumuzu da etkiliyor. Bir
THP’ye başlarken en büyük korkum
yapacağım projenin benim için bir
işe dönüşme olasılığı. Liderliğinse
getirdiği eğitmen arkadaşlarımı motive
emek gibi bir sorumluluk var. Bu bazen
imkansız gibi görünse de başkalarını
motive etmek adına sizin önce
kendinizi motive etmeniz gerek. Bu da
mütemadiyen istekli olma, pozitif ruh
halini koruma demek, yani iyi bir şey.
Köprü: THP’lerde seni en çok zorlayan
ne oldu?
D. Kocabağ: İnsanları tanımak,
çocukların isimlerini öğrenmek.
Sanırım bu biraz da bana özgü
bir sorun. Görme ile ilgili sıkıntım
olduğundan yüzleri tanımakla ilgili
ciddi sıkıntı yaşıyorum, özellikle
hareket halinde olduğumuz bir
aktivite yapıyorsak ki RKANEP tarzı
projelerde bu söz konusu, bir yerlere
takılmamak için uğraşırken, yüzleri
tanımak için oldukça çaba sarf ettiğimi
söylemeliyim. Dediğim gibi fazlasıyla
kişisel sorunlar...
Köprü: Okulumuzun adı altında THP
yapmanın artılarını veya eksilerini
gözlemleyebildin mi? Örneğin
öğrencilerin Robert Lisesi’nden
HABERLER
geldiğinizi duyunca size karşı merakı
arttı mı?
D.Kocabağ: Gittiğim pek çok THP’de
çocukların büyük bir kısmı Robert
Kolej’in adını bile duymamıştı ki
bu başlangıçta iyi bir şey. Bizim
yaşadığımız hayatın, sahip olduğumuz
lüksün onların gerçeklerine bu kadar
uzak olduğunu fark etseler, çocuklarla
yakınlık kurmamızın daha zor olacağı
kanısındayım. Pek çok çocuk ve veliler
televizyon dizilerinde sıkça görülen
zengin ve bencil kolej öğrencisi kalıbına
aşina, ben kendi küçüklüğümden
biliyorum. Bu nedenle başlangıçta
okul hakkında detaylı konuşmalardan
kaçınıyorum. Öte yandan başarma isteği
olan azimli çocukları bilgilendirmek
önemli. Doktor, mühendis olmak
istiyorlarsa iyi bir liseyi kazanmak
için çalışmaları gerektiğini anlatmak
olanakları sınırlı olan pek çok okulda
arka plana atılan bir amaç, bu nedenle
Robert Kolej gibi iyi olanakları olan
bir okul olduğunu bilmeleri ve bunu
kendine bir hedef olarak belirlemeleri,
sonunda pek çoğu Robert Kolej’de
okumayacak olsa bile akademik
olarak onları muhakkak daha iyi bir
yere taşıyacaktır. Robert Kolej’in bana
sağladığı avantaj ise bir kere THP diye
bir olanağın olması ve bu THP’lerin
okul tanıtımı amaçlı değil(!) gerçekten
ihtiyacı olanlara yardım etmek ve
öğrencileri bilinçlendirip sorumluluk
aşılamak amacıyla yapıyor olması. Bu
arada buradan THP ofisine saygı ve
şükranlarımı yolluyorum.
Köprü: Eğitim hayatından sonra
THP’lere başka adlar üzerinde, örneğin
sosyal sorumluluk projelerinde veya
kuruluşlarında aktif üyelikle devam
ettirmeyi düşünüyor musun?
11
D. Kocabağ: Gönüllü proje yapmak
söylemeliyim ki benim için bir
alışkanlık oldu. Alışkanlıklardan
vazgeçmenin zor olduğu düşünülürse,
devam edeceğim. Bunu bireysel
olarak da devam ettirebilirim, bir
sosyal sorumluluk projesi adına da
gerçekleştirebilirim. Kuruluşların
sağladığı daha geniş kitlelere ulaşmak
ve bir proje tasarladığımda bunu
hayata geçirmek gibi bir olanak var,
eğer sosyal sorumluluk projelerini
reklam amaçlı değil de gerçekten
topluma hizmet etmek amaçlı yapan
bir kuruluşla çalışma olanağım olursa.
Ne yazık ki dernek, vakıf, ssp adı altında
kâr etmeye çalışan bir dolu kuruluş
var. Önemli olan niyet, ben bir kuruluş
için de çalışsam, tek başıma gidip bir
yerde gönüllü eğitmenlik de yapsam,
bunu bencilce sebeplerden dolayı
yapacağım.
Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku
“Böyle olmasını istemezdim ama hep olurdu. Dünyanın bütün
Kızılderilileri yenilir, Spartaküs kaybeder, gün batarken sararır, kuşlar döner,
Sadri Alışık denilen hergele her filminde ağlardı. O ağladıkça ben de ağlardım.
Nedenini bilmez ağlardım. Ağladıkça Sadri’ye kıl kapar gıcık olurdum. Üçüncü
şahıs olarak kalışına, hep gidici kadınları sevisine, bu gidiciliklerin bir mecburiyet
gibi durusuna, Sadri’nin bu mecburiyetlere giden kişinin özgürlüğü olarak bakıp,
ona ihanet etmemek için kendine ihanet edişine.” diye bir alıntı ile karşılaşırsınız
kitabın arka kapağında. İlhami Algör’ün bu kısa romanı, sayfa sayısının
aksine içinde öyle derin bir anlam taşır ki kitabı elinize aldığınızda bir solukta
bitirmemeniz imkânsızdır.
Kitapta anlatıcının Müzeyyen adındaki bir kadınla olan ilişkisi ele alınır.
Müzeyyen kocası trafik kazasında ölünce küçük kızıyla yalnız başına kalmıştır.
O, talihsiz olduğu kadar akıllı da bir kadındır. Bir gün anlatıcı ile tanışırlar,
kahramanımız Müzeyyen’e âşık olur ve evlenirler. Kahramanımız Müzeyyen’den o
kadar etkilenir ki Müzeyyen gibi kadınların kendisini uzun süre taşıyamayacağını
göremez. Her ne kadar Müzeyyen “Aynadaki kadın benim zıttım, ben ne kadar
ev haliysem o, o kadar sokak. Ben sokulgan isem, o başını alan giden. Ben
gündüzüm, o gece… Çapkın, güçlü, özgür.” dese de o kendi hayal dünyasında
yaşamaktadır ve o hayal dünyasını sayfalara dökmeye çalışmakta, hayatının
hikâyesini yazmaktadır. Onun hikâyesi karşısında hoşnutsuz olan Müzeyyen’e
“Fakat Müzeyyen, bu derin bir tutku.” diyerek karşılık veren kahramanımıza
Müzeyyen’in cevabı çok serttir. “Evet, biraz sapık ve tek taraflı bir tutku” diyen
Müzeyyen arkasını dönüp gider. Müzeyyen’e olan bağlığı, sevgisi gerçekler ile
arasında sıkı bir duvar ördüğünden kahramanımız Müzeyyen’in aslında hiç ona
ait olmadığını anlayamaz.
İlhami Algör hayatın olmazsa olmazlarından ‘bir eksiklik var’
duygusunu, akıldaki ve yürekteki boşluğunu okuyucuya bazen kahramanın
kendi iç sesiyle bazen de nesnelerle konuşmasıyla başarılı bir şekilde aktarmıştır.
Müzeyyen’e âşık olma gafleti ise eski Türk filmlerinin aşk mağduru, ağlak erkeği
Sadri Alışık’a ve Kürk Mantolu Madonna’daki Raif Bey’in yaşadıklarına benzerdir.
Kitapta ruhen yorgun ve yalnız bir adam tasvir eden Algör, aynı zamanda
toplumdaki kalıplaşmış kadın figürünün aksine Müzeyyen’e öyle sıfatlar
yüklemiştir ki hikâyeyi bu kadar çarpıcı yapan etkenlerden biri de bu olmuştur.
“Bizim de buralarda kadınlarımız, icabında, ayıp, yasak, günah üçgeninde
sıkıştırılmış vaziyetteydiler ama, Müzeyyen bu üçgeni yırtmış, yırtarken kendi
kendine bir şeytan üçgeni yaratmış, arada bir, üçgenin kuyuya benzeyen
Köprü: Peki onuncu sınıftan sonra
bir THP daha yapmayı düşünüyor
musun, yoksa aynı THP’lere devam mı
edeceksin?
D. Kocabağ: Şu ana kadar yaptığım
projelere devam etmeyi düşünüyorum.
Tabii ki ilgimi çeken, bana yararlı
olabileceğine ve benim katkı
sağlayabileceğime inandığım THP’lere
zaman ayırmak isterim.
Köprü: Yaptığımız röportaj ve verdiğin
bilgiler için teşekkür ederiz. Umarım
bu bilgiler THP’lere katılacaklar için
hem öğretici hem de teşvik edici
olmuştur.
D. Kocabağ: Ben de yaptığım
yorumların ve verdiğim bilgilerin
yerinde olduğunu umut ediyorum. Söz
sende Alp!
Melisa Oğuz
ağzından geyik bakışıyla bakıp duruyordu.”.
İlhami Algör bu
romanı ile aslında bir bakıma toplumdaki güç dengelerinin yerini değiştirmiştir.
Kadın hem güçsüz ama aynı zamanda duygusal olarak tanımlanırken bu romanda
kadın güçlü ve baskın karakter konumuna geçmiştir. Erkek ise güçlü, özellikle
de duygusal olarak yıkılmaz kale özelliğini yitirerek acı çeken, mutsuz olan kişi
olmuştur. Bu bağlamda kitabın belki de bu kadar beğenilmesinde etkili olan bir
faktörde erkeklerin iç dünyalarında yaşadıklarının anlatıldığı nadir kitaplardan biri
olmasıdır.
Diğer yandan 12 Aralık’ta gösterime giren, başrollerini Erdal Beşikçioğlu
ve Sezin Akbaşoğulları’nın oynadığı film her ne kadar kitap ile aynı adı taşısa
bile kurgusu kitaptan tamamen farklıdır. Kitapta kahramanın Müzeyyen ile
tanışmasından tutun birbirlerini son görüşlerine kadar her şey farklı bir düzen
içerisinde ilerler. Tabii ki bir edebiyat ürününün beyaz perdeye aktarılması için
değişiklikler yapılması gerekmektedir; fakat unutulmamalıdır ki o filmin başlangıç
noktası kitabın orijinalidir. Filmde bariz bir aşk acısı teması işlenmiştir, oysa
kitabın dikkat çektiği konu içsel yalnızlık ve hüzündür. Ayrıca filmde daha büyük
bir kitlenin dikkatini çekmek adına kullanılan bazı teknikler romanı özel kılan
kısımların yalınlaşmasını, anlamını yitirmesini sağlamıştır.
Hem kitabı okumuş hem de filmi izlemiş biri olarak şunu söyleyebilirim
ki kitap herkesin okuması gereken muazzam kurgulanmış bir eserdir. Film ise belki
de kitapla karşılaştırılmasa çok da
fena sayılmayacak bir yapımdır. Ama
bir eserden kurgulanmış filmlerde
düşünülmesi gereken önemli nokta
filmin ne kadar dikkat çektiği, izleyiciyi
etkilediği, ağlattığı, gelir getirdiği
midir? Yoksa kitaba sadık kalarak
yazarın oluşturmuş olduğu atmosferi
sinemaya olabildiğince aktarıp
orijinalliği korumak mıdır? Ben ikinci
düşünceden yanayım. Sizin fikirlerinizi
bekliyorum.
Not: Kitaba okul kütüphanemizden
ulaşabilirsiniz. İlhami Algör’ün iki farklı
romanın derlendiği “Müzeyyen ve Nezahat”
kitabı kütüphanemizde mevcuttur.
“Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku Filmi Izle.” Film Izle, Full Izle, Filmi Full Izle, Direk Film Izle, Dizi Izle, Türkçe
Dublaj Izle, Sinema Izle, 2014 Filmleri Izle. N.p., n.d. Web. 03 May 2015.
“Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku.” Idefix.com. N.p., n.d. Web. 03 May 2015.
Mayıs 2015
Köprü
12
HABERLER
Edepli Bebekler
Günümüzün çoğu zamanını okulda geçirir, anne ve
babalarımızdan daha çok öğretmenlerimizi görürüz.
Onlar hakkında pek çok şeyi önemser ve takip
ederiz. Bizim için en sevdikleri filmlerden yaptıkları
sporlara, giyim tarzlarından aile yaşantılarına kadar
her konu önem taşır. İşte biz de Türk Dili ve Edebiyatı
zümresinden yeni anne-baba olmuş, çiçeği
burnunda öğretmenlerimizle buluştuk ve onların
nasıl birer ebeveyn oldukları üzerine konuştuk.
Sinan Tümtürk
Melisa Oğuz: Ahmet Asaf adına nasıl
karar verdiniz? İsim bulma aşamasında
sevdiğiniz bir öğrencinizin etkisi oldu mu?
Sinan Tümtürk: Asaf, eskiden beri çok sevdiğim
bir isimdi. Aslında eşimle tek isim düşünüyorduk
ama Ahmet Asaf ismi de kulağa hoş geliyor diye
düşünüp böyle olmasına karar verdik. Kızımızın
ismi Dilara’da ise daha önceden adı Dilara olan
öğrencilerimizin etkisi büyük oldu. Eşimin de
benim de Dilara ismiyle ilgili iyi anılarımızın
olması bu isme karar vermemizi sağladı.
Melisa Oğuz: Ondan sonra öğretmenliğe
bakış açınızda değişimler oldu mu?
Olduysa
ne
gibi
değişimler
oldu?
Sinan Tümtürk: Genel olarak “baba” olma
düşüncesi ilk başta çok tuhaf geliyor insana.
Size birinin baba diyecek olması sizin artık
sorumluluklar alan bir yetişkin olduğunuz
anlamına geliyor çünkü. Bu gerçeği kabul etmek
ister istemez zaman alıyor. “Baba” olduktan
sonra öğretmenliğe değil ama yaşama karşı
bakış açımda ve hayattan beklentilerimde gözle
görülür farklılıklar olduğunu söyleyebilirim.
Melisa Oğuz: Bebeğinizle ilgili en ilginç anınız nedir?
Sinan Tümtürk: Henüz bir anımız olacak
kadar çok şey yaşamadık maalesef :)
Melisa Oğuz: Dilara kardeşini alışma sürecinde hiç
kıskandımı?Kıskandıysanegibiproblemleryaşadınız?
Sinan Tümtürk: Kesinlikle “kardeş “fikrine alışmak
onun için çok zor oldu. Aslında halasının etkisiyle
bir kız kardeşi olmasını çok istiyordu. Erkek kardeşi
olacağını öğrenince oldukça ciddi hayal kırıklığı
yaşadı. Bir gün Dilara ile konuştuk ve ona “Bir kız
kardeşi olsaydı sahip olduğu her şeyi onunla ortak
kullanmak zorunda kalacağını, şimdi erkek kardeşi
olduğu için kıyafetlerini ve özel eşyalarını onunla
paylaşmak zorunda kalmayacağını söyledim.”
Tahmin ettiğimden çok daha fazla işe yaradı bu
konuşma. Bununla birlikte özellikle annesini
Ahmet Asaf’tan çok fazla kıskanıyor. Geçenlerde
“Sen Ahmet Asaf’ı benden daha çok sev, ben zaten
yakında bu evden gideceğim!” diyerek annesine
küçük çapta tehdit yollu bir uyarıda da bulunmuş :)
Melisa Oğuz: İkinci kez baba olmak nasıl bir duygu?
Sinan Tümtürk: Ben daha tecrübeli olacağımı
düşünüyordum, hiç de öyle olmadı. İlk
defa baba oluyormuşçasına her şeyi yeni
baştan öğreniyor ve tecrübe ediyor gibiyim.
Melisa Oğuz: Baba olarak mı yoksa öğretmen
olarak mı daha kuralcı bir tutum sergiliyorsunuz?
Sinan Tümtürk: Genel olarak çok kuralcı bir insan
değilimdir. Bununla birlikte bazı alışkanlıkların
kazanılması için hem öğrencilerimin hem de
çocuklarımın nerede durmaları gerektiğini yeri
geldikçe hatırlatırım. Çünkü en iyi eğitim zamanında
ve yeri geldiğinde yapılandır, diye düşünüyorum.
Özgül Akgül Cinkara
Melisa Oğuz: Bade adına nasıl karar
verdiniz?
İsim
bulma
aşamasında
sevdiğiniz bir öğrencinizin etkisi oldu mu?
Özgül Akgül: Birkaç arkadaşım Çin takvimine
(!) göre bebeğimizin erkek olacağını iddia ettiği
için eşimle erkek ismi düşünüyorduk. Bir akşam,
henüz ultrason görüntülerinde bebeğimizin
cinsiyeti belli değildi, “Bade nasıl bir isim? Kızımız
olursa Bade ismini mi koysak?” diye düşündüm.
Eşim gelince bu düşüncemi onunla paylaştım.
Büyük bir şaşkınlıkla karşıladı söylediklerimi.
Ben, bunların onun tarafından kabul görmediğini
düşünürken anladım ki o da aynı saatlerde benimle
benzer düşüncelerdeymiş: Bade nasıl bir isim?
O gün bebeğimizin adını koyduk 😄 Bu anıyı ilk birkaç ay kimseyle paylaşmadık ama üç arkadaşım
“Kızınıza Bade adı çok yakışır.” “Bade güzel bir isim!”
gibi yorumlar yaptı. Kısacası kızım adıyla geldi.
Bu telapatik yolla “Bade”ye karar vermeseydik
“Naz”a yoğunlaşırdım; Pınarnaz’dan ilhamla 😄
Melisa Oğuz: Ondan sonra öğretmenliğe
bakış açınızda değişimler oldu mu?
Olduysa
ne
gibi
değişimler
oldu?
Özgül Akgül: Öğretmenliğe bakışımda herhangi
Köprü
Melisa Oğuz
bir değişiklik olmadı. Öğrencilerime karşı yapıcı bir
tutum içindeydim; öyle olmaya da devam ediyorum.
Melisa Oğuz: Anne olmak nasıl bir duygu?
Özgül Akgül: Pek çok annenin söylediği gibi annelik
“tarifsiz” bir duygu. Onunla büyümek, yaşama daha
farklı ve umutlu bakabilmek güzel olan, sanırım.
Emek ve sevginin daha anlamlı hale geldiği, insanın
kendini tanıyabileceği olgunluk için başka bir vesile...
Melisa Oğuz: Bebeğinizle ilgili en ilginç anınız nedir?
Özgül Akgül: Bade’yle her an çok güzel ve özel, beni
her an şaşırtabiliyor ama ilk aklıma gelen temizlik
girişimi... Birkaç ay önce Bade’yle yerde oynarken
halıdaki tüycükleri avucuma toplayıp salondan
çıktım. Döndüğümde kızım benim yaptığım gibi
halıdan bir şeyler alıp bana uzattı! O günden beri
de her gün sıklıkla “eeğ eeğ” diyerek hayali ya da
gerçek yerden bir şeyler toplayıp bize veriyor 😄
Melisa Oğuz: Anne olarak mı yoksa öğretmen
olarak mı daha kuralcı bir tutum sergiliyorsunuz?
Özgül Akgül: Herhangi biri için “daha” ayrımını
yapamıyorum. Bade’yle şu anki iletişimimizde belirli
kurallarım var, bunlardan vazgeçmiyorum, her
ne kadar annem tarafından “katı” bulunsam da...
Örneğin, almaması gereken eşyaları artık öğrendi,
her ne kadar istikrarlı olup olmadığımı deneme
girişimlerinde bulunsa da. Yokluğumdan faydalanıp
yasakları deldiği de oluyor tabii 😄. Öğretmenliğimde de okulun kuralları ya da bireysel kurallarım önemli
benim için. Kurallar şartlara ya da isteklere bağlı
olarak değişip dönüşebilir zaman içinde ancak son
hâli, uyulması gereken bütün, esastır bence ve daha
sistemli bir işleyiş için kurallara uymak gerekir.
Emre Erkorkmaz
Melisa Oğuz: Elif Feride adına nasıl
karar verdiniz? İsim bulma aşamasında
sevdiğiniz bir öğrencinizin etkisi oldu mu?
Emre Erkorkmaz: Feride ismini eşim önerdi,
ben de çok güzel buldum. Çalıkuşu romanının
başkahramanıdır Feride ve Kozyatağı’nda
yaşar. Elif Feride de Kozyatağı’nda doğdu.
Elif’i de bir aile büyüğümüz önerdi. Bizim de
hoşumuza gidince ismi tamamlanmış oldu.
Mayıs 2015
HABERLER
Melisa Oğuz: Ondan sonra öğretmenliğe
bakış açınızda değişimler oldu mu?
Olduysa
ne
gibi
değişimler
oldu?
Emre Erkorkmaz: Öğrencilerin aynı zamanda
birilerinin kızı ya da oğlu olduğunu ve annebabalarının gözünde ne kadar değerli olduklarını
hep düşünürüm, fakat artık bir evlat sahibi
olunca bunu daha iyi anladım diyebilirim.
Melisa Oğuz: Bebeğinizle ilgili en ilginç anınız nedir?
Emre Erkorkmaz: Her hareketi, her çıkardığı ses, her
bakışı bizim için çok değerli anılar. İnsan gerçekten
her anını kaydetmek istiyor. Küçük bir şey ama
kucağıma aldığımda kimi zaman gazının çıkması
veya uyuması için sırtını pışpışlarken bir süre
sonra onun da bana aynı şeyi o küçücük elleri ile
yaptığını fark etmek ilginç ve çok sevimli gelmişti.
istediğim yazar. Yıllar sonra, Robert Kolej’de “Ege”
adında tanıdığım ve çok sevdiğim bir kız öğrencimin
de oldu. O zaman kendisine de söylemiştim.
Erkek ya da kız fark etmez, bir çocuğum olursa adı
mutlaka Ege olmalı diye. Müge’nin Ege ile olan ses
uyumu da kararımı etkileyen nedenlerden oldu tabi.
Melisa Oğuz: Ondan sonra öğretmenliğe
bakış açınızda değişimler oldu mu?
Olduysa
ne
gibi
değişimler
oldu?
Müge Gümüş: Bir oğlum olacağını öğrendiğimde
çok şaşırmıştım. Kız veya erkek gibi bir şey de
düşlememiştim ama yine de şaşkındım işte.
Çok klasik olacak ama doğruluğu kesindir. Ali Ege’den
sonra hayata bakış açım değişti. Aslında bu soruyu
tam olarak da öğrencilerime sormak gerekir ancak bir
yorum yapmam istenirse, çok sevdiğim öğretmenlik
mesleğimde “gönül gözüm” açıldı diyebilirim.
Melisa Oğuz: Baba olmak nasıl bir duygu?
Emre Erkorkmaz: Bir anlam patlaması. O günden
sonra kimliğinizin en önemli parçası oluyor.
Yaşam başka bir anlam kazanıyor. Feride için her
şeyi daha güzel, daha iyi, daha sağlıklı yapmak
hayatın gayesine dönüşüyor. Ayrıca anlıyorsunuz ki
büyümek çok emek istiyor, çocuk büyütmek de öyle.
O zaman sizin çocuğunuz için ne anlama geldiğinizi
fark ediyorsunuz. Bu da müthiş bir duygu.
Melisa Oğuz: Baba olarak mı yoksa öğretmen
olarak mı daha kuralcı bir tutum sergiliyorsunuz?
Emre Erkorkmaz: Feride henüz bir yaşında. Açıkçası
kuralları şimdilik o belirliyor. İleride bir uzlaşmaya
varırız umarım. Baba ve öğretmen olarak “kuralcı”
olmaktan ziyade kızım ve öğrencilerim için iyi bir
kılavuz olmayı isterim. Sergilediğim tutum her
zaman onların iyiye ve güzele ulaşması için şekillenir.
Müge Gümüş
Melisa Oğuz: Ali Ege adına nasıl karar
verdiniz?
İsim
bulma
aşamasında
sevdiğiniz bir öğrencinizin etkisi oldu mu?
Müge Gümüş: Ali, sevgili eşimin adı:) aynı zamanda
da ikimizin de dedelerinin adı. Bir bakıma üçüncü
kuşaktan“Ali”oluyor kendisi. Ege ise benim öğrencilik
yıllarından çok sevdiğim bir isim. Lise yıllığımda
bile, bir gün oğlum olurda adını Ege koymak
Melisa Oğuz: Bebeğinizle ilgili en ilginç anınız nedir?
Müge Gümüş: Mucizevi doğum anı. Doğar doğmaz
çığlık çığlığa ağlayan Ali Ege, bütün ameliyathaneyi
inletmişti. Doktor, oğlumu alelacele bir örtüye
sarıp yıkamadan yanıma verdi. Yanağı yanağıma
değince ona, hamileliğimde konuştuğum ses
tonumla “Hoş geldin oğlum” dedim. “Ne çok
bekledik, biz seni, ne çok özledik...” aniden sustu.
Doktor, bunun üzerine “Çıkarmayalım hemen
ameliyathaneden, biraz daha kalsın annesinin
yanında” dedi. Bunun, bütün hamileliğim boyunca
oğlumun karnımda edebiyat dersi dinlemesinin
tatlı bir yan etkisi olduğunu düşünüyorum :)
Melisa Oğuz: Anne olmak nasıl bir duygu?
Müge Gümüş: Anne olunca gücüne güç katılıyormuş
insanın derlerdi de inanmazdım. Gerçekten de
öyleymiş. Gece boyu uykusuz kalıp sabah okula
geldiğimde eskisinden bile daha enerji dolu
hissediyorum artık. Evet, ben de itiraf ediyorum:
Bütün anneler aslında birer süper kahraman.
Melisa Oğuz: Anne olarak mı yoksa öğretmen
olarak mı daha kuralcı bir tutum sergiliyorsunuz?
Mayıs 2015
Köprü
13
Müge Gümüş: Sanırım anne olarak. Çünkü
öğretmenlik mesleğimde annelikte olduğumdan
daha tecrübeliyim. Tecrübe kazandıkça bu
kuralların daha çok esneyeceğini düşünüyorum.
Serya Kayapınar
Melisa Oğuz: Burak adına nasıl karar
verdiniz?
İsim
bulma
aşamasında
sevdiğiniz bir öğrencinizin etkisi oldu mu?
Serya Kayapınar: İsim koyma süreci bizim için
açıkçası sürekli aklımızı meşgul eder bir hal
almıştı. Bir ara Burak doğmadan önce her gün
isim konusunu konuşur olmuştuk eşimle. Tam
karar verememiştik. Ben eskiden beri bu ismi
beğenirdim. Eşim de bu isme olumlu bakınca
ikimizin de ortak kararıyla Burak ismini koyduk.
Melisa Oğuz: Bebeğinizle ilgili en ilginç anınız nedir?
Serya Kayapınar: Burak’la ilgili en ilginç
anım, o doğmadan çok öncesinde gerçekleşti.
Eşim rüyasında bir gün oğlumuzun olacağını
gördüğünü bir sabah bana anlatmıştı. Hatta
saç ve göz rengine kadar tüm ayrıntısıyla.
Gerçekten de onun tarif ettiği gibi bir bebek oldu.
Melisa Oğuz: Anne olmak nasıl bir duygu?
Serya Kayapınar: Burak aramıza katıldıktan
sonra yaşamımız da bambaşka oldu haliyle. Şu
an 10 aylık. Onun yaşamımızın odak noktası
olmasıyla her şey yeniden biçimlendi. Elbette
annelik –babalık çok güzel, çok özel duygular…
Evimizin neşe kaynağı oldu Burak. Onunla
geçirdiğimiz zamanlar çok keyifli ve özel. İş
sonrası eve döndüğümde beni görünce
sevinmesi, sevinç çığlıkları atması, özlemesi,
oynadığımız oyunlar, söylediğimiz şarkılar,
park gezintileri vs. hepsi çok keyifli anlar
Melisa Oğuz: Sizce öğretmen olmak ve
anne olmak arasında nasıl bir ilişki var?
Sizin için bu iki kavram ne ifade ediyor?
Serya Kayapınar: Aslında annelik de öğretmenlik
gibi tecrübeyle gelişiyor. Her ikisinin benzeşen
ve ayrılan tarafları var. Anneliğin getirdiği
sorumluluklar da elbette büyük. Bunu layıkıyla
yerine getirmek ister her bilinçli anne. Bebeğinin
mutluluğunu, sağlığını ve geleceğini gözeterek
yetiştirmek ister, bunun için çabalar. Öğretmen de
öğrencileri için en iyisi olsun ister ve bunun için emek
verir. Bu bakımdan yakın tarafları var birbiriyle.
14
HABERLER
Yaşar Kemal: İsyankar ve Umut Dolu
“Bu yazıdaki alıntılar Yaşar Kemal’in vefatının ardından çeşitli sanatçıların söylediklerinden derlenmiştir.”
Özsu
Rişvanoğlu
“Cannes film festivalindeyiz, bir kahvenin
terasında oturuyoruz. Önümüz ana cadde, ötesi
kumsal ve deniz. Caddeden iki yana yıkıla yıkıla,
sarı sakallı, yırtık ceketli, gözleri baygın baygın
bakan bir Fransız berduşu geliyor, bize yaklaşıyor
ve para istiyor. Sabah sabah öyle bir alkol
kokusu geliyor ki adamdan anlatamam. Masada
kalabalığız, gazeteci arkadaşlarımız var. Yaşar
Abi adama cömert bir bahşiş veriyor, adam mersi
diyor; bu sırada bir arkadaş sarhoşa Fransızca “Bu
mösyöyü tanıyor musun?” diye soruyor, sonra
ekliyor: “Yaşar Kemal.” Ben içimden amma da soru
ha diyorum, sokakta yatıp kalkan adam nerden
tanısın Yaşar Kemal’i? Sarhoş ileri geri sallanarak
gözlerini kısıyor, Yaşar Abi’ye bakıyor bakıyor,
sonra ağzından şu kelimeler dökülüyor “Memed le
bandit” Yani “Eşkıya Memed” Ağzımız açık kalıyor.”
-Zülfü Livaneli
Fotoğraf: alternatifkarma.com
“Dostlar; Bu akşam Sevilla’da konser. Programda Mozart, Debussy ve kendi eserim. Ama bütün bu sesler arası Yaşar Kemal’e “şükran” dolaşacaktır salonun akustiğinde.
Dünyanın bir yerinde bir müzisyen , okumuştur onun kitaplarını, yazıyı anlamıştır belki, doğayı, insanı, toplumu.
Türk halkını.
Evet “şükran”...
Ve müziğinde de ısrarla onu arar.
Bazı yazarlar kuşkusuz büyük yazardır. Hatta dahi sanatçılardır. Ama bazı sanatçılar onun da ötesindedirler.
Onlar “gökyüzü”dürler.
Onlar başlı başına bir “memleket”dirler.
Nazım gibi.
Yaşar Kemal gibi.
Mozart ve Debussy gibi...
Savaş meydanında iki ordu arası bir ceylan bir o yana bir bu yana koşmaya başlar ya hani binlerce asker seyreder bu tuhaf ceylanı yanlışlıkla oraya dalmış. Yanlışlıkla? O
savaş, o ordular yanlış olmasın sakın? Ceylan koşuyor hala. Kemal’in romanları ölümsüzdür.”
-Fazıl Say
“Bütün zamanların en önemli edebiyatçılarından biri olarak ölümsüzleşti. En yakın arkadaşları arasında hep ressamlar vardı. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Abidin Dino, Avni
Arbaş gibi isimlerle arkadaşlık etti. Renkleri seviyordu, doğanın bin bir bahçesine, rengine yüzünü dayamış biriydi. Bütün hayatı maviydi, mavi rengi çok seviyordu.
Çukurova’nın sarı sıcağını maviyle buluşturup, yeşili elde ediyordu. Yani bir cennet yaratıyordu. Sanatla, renklerle bu kadar iç içe olması hem örnek bir yaklaşımdı
hem de çok önemliydi. Bütün canlılarla konuşurdu, onlara kulak verirdi ki zaten romanlarındaki tasvirlerinde bunu daha iyi anlayabiliriz. Beni en etkileyen öğüdü,
‘Büyüdükçe küçülün’ demesiydi. Binlerce insan uğurladı, ama sessiz bir şekilde, saygı içerisinde beklediler. Şatafat istememesi onun vasiyetiydi. Kendinin de, bir
başkasının da ululaştırılmasını istemezdi. Ama o hepimizin kahramanı oldu. Onun hayatından bize kalan en önemli şey, ‘iyi insan olmak’ olmalıdır. Yaşar Baba’nın
namuslu ömrünü, bizler de geçirmeye çalışmalı ve iyi insanlar olmalıyız.”
-Ahmet Güneştekin
“Bir müzisyen olarak bana çok ilham vermiş bir yazardır. Onun kaynağı kendidir, kendinden gelen bir menba gibidir. Yalnız edebiyat değil, müzikle de çok ilgiliydi. Geniş
bir folklor bilgisi vardı. Normların içine giremeyecek, olağanüstü bir insandı. Büyük ağaç resimleri yapıyordu, resmi de çok seviyordu. Zannediyorum ki bir insanda böyle
bir artistik yetenek olursa bu kendini müzikte de, resimde de, diğer sanat dallarında da ortaya çıkarır. Hemen hemen tüm konserlerime gelirdi. Bu da bana büyük bir
motivasyon oluyordu.”
-İdil Biret
Köprü
Mayıs 2015
HABERLER
Toplum Şiir Hakkında Ne Düşünüyor?
Beş farklı kişiyle yapılmış, kişilerin şiir
hakkında neler düşündüğü ve neler
hissettiğini konu alan bir röportaj.
Röportajı yaparken birçok insan şiir
hakkında bir şey düşünmediklerini
söylemiş ve görüş belirtmemiştir. Fakat
toplumda şiirle ilgilenen bir kitle de
mevcuttur, bize yardım ettikleri için
tüm katılanlara teşekkür ederiz. Bu
röportaj tamamen yabancı insanlarla,
rastgele bir şekilde yapılmıştır.
K: Hangi türde şiirler okumayı
seversiniz?
A: Hepsini severim özellikle vatan
şiirlerini aşkla ilgili şiirleri severim.
K: En sevdiğiniz şair kimdir?
A: En çok sevdiğim şair Nazım Hikmet.
K: Ezberinizde bir şiiri var mı nazım
hikmetin.
A: Çok vardı, çok. Fakat şuan da hiçbirini
hatırlamıyorum. İstersen sana kendi
şiirimi okuyayım.
K: Olur, çok güzel olur.
A: Hani insanlar bazen kendilerini çok
yükseklerde hissederler, bazen de çok
karamsardırlar; işte bende böyle bir
zamanımda bir şiir yazdım.
Bazen ufukta bulutlarda bir
Bazen derinliklerinde yerin
Oyalanıp gidiyorum içinde enginliklerin
Sular damlalarla baş almış
Çağlayan yaşlarımla taşmış
Bir ben miyim bu dünyada şaşmış
Neymiş ki Ayhan ha yaşamış, ha
yaşamamış
K: Çok güzeldi. Çok güzel yazmışsınız!
A: Beğendiniz mi?
K: Çok beğendim, çok teşekkürler, çok
sağ olun.
*
K: Hangi türde şiirler okumayı daha çok
seversiniz?
B: İnsanın ruh haline göre hangi şiiri
okumak. Mesela diyelim karamsar bir
gününüzdesiniz ya da duygusal bir
çöküntü içindesiniz, o duygularınıza
hitap eden bir şiir okumak belki size bir
şeyler ifade eder. Ama mesela mutlu
bir gününüzdesiniz, aşk şiiri okursunuz.
Yani o gününüzle alakalı, şuan da hangi
ruh halindeysem o şiiri okurum.
K: Favori şiiriniz var mı?
B: Ya favori diye bir şey yok, her şairden
etkilenebilirim.
K: Peki, çok teşekkürler!
*
K: Ezberinizde olan bir şiir, varsa
okumak ister misiniz?
C: Var tabi, okuyayım mı?
K: Çok iyi olur.
O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
bahçesinde ebruli
hanımeli
açan bir ev.
K: Çok teşekkürler, peki daha çok hangi
ruh hallerindeyken şiir okursunuz?
C: Her an için, yani öyle karamsar
olduğumda veya mutlu olduğumda
değil, her an için.
K: Peki çok teşekkürler!
*
K: Şiir okumayı sever misiniz, yoksa
aranız yok mudur?
400 Kelebek 1 Dünya
D: Şiir okumayı çok severim.
K: Mesela, sevdiğiniz şair veya şiirlere
örnek verebilir misiniz?
D: Ben ağırlıklı olarak ikinci yeni akımı
şairlerini okuyorum, örnek olarak;
Cemal Süreyya, Edip Cansever, Turgut
Uyar benim sevdiği şairler.
K: Peki, bu şairlerin şiirlerinden
sevdiğiniz bir tanesini söyleyebilir
misiniz?
D: Cemal Süreyya’nın bir şiiri var, iki
mısradan oluşuyor: “Hayat kısa/Kuşlar
uçuyor” En sevdiğim şiir bu.
K: Bu şiiri sevmenizin bir nedeni var mı?
D: Hayat aslında kısa, günlük
hayatımızdaki telaşlar içinde,
koşuşturmalar içinde; çeşitli kendimize
dert ettiğimiz şeyleri abartıp
büyütüyoruz ve kendimizi gereksiz
yere hırpalıyoruz, bunaltıyoruz,
yoruyoruz. Bu şiir bana hayatın kısa
olduğunu, her anın tadını çıkarmamız
gerektiğini, gerekli gereksiz şeylere
üzülmememiz gerektiğini hatırlatıyor.
Aslında bir başucu şiiri olabilir ya da iş
yerinde, çalışma masamızın karşısına
koyabileceğimiz bir şiir. Her anın tadını
çıkar, hayatın kısa olduğunu unutma,
gibi.
K: Teşekkür ederim, peki ne zaman şiir
okursunuz?
D: Ağırlıklı olarak akşam, gece. Ruh
halim biraz, hani mutsuz zamanlarda,
kendimi mutsuz ve yalnız hissettiğim
zamanlarda daha ağırlıklı şiir okurum.
Aslında her zaman okurum ama
mutsuz hissettiğim zamanlarda
mutlaka şiir okurum. Geceleri bir
15
Sezin Esen
kahvenin ya da çayın yanında şiir çok
güzel gider.
K: Peki çok teşekkürler!
*
K: Sever misiniz şiir okumayı?
E: Şiir okumayı, çok da sevmiyorum
galiba artık. Yani eskiden severdim
ama şu anda kitap okumayı tercih
ediyorum çünkü şiir galiba biraz beni
boğuyor; yani onun duygusallığı fazla
geliyor galiba. Ama eskiden mesela
Nazım Hikmet’i falan çok severdim;
o Piraye’ye yazdığı şiirler, işte vatan
için yazılan şiirler, onlar gerçekten
beni çok etkilerdi, çok severdim ya da
gene de işte bu Orhan Veli’nin falan
hani o döneme ait şeyler olduğu için,
hani kelimelerde ya da şu anda öyle
bir duygu yoğunluğu da yok herhalde
çok güzel anlatmış. Onları falan da
seviyordum ama şu anda hani bana,
“Şiir okur musun?” dersen, “Al bu
kitabı, bu şiir kitabı çok güzel,” falan;
şöyle bir sayfaları çevirip bırakırım
herhalde. Yani o kadar böyle şiiri
okuyacak galiba sabrım da yok mu
diyeyim artık…
K: Hani eskiden, daha gençken, aşk
şiirleri falan mı okurdunuz?
E: Özdemir Asaf, onun hala böyle
şiirlerini seviyorum ama yani özellikle
bir şiir kitabı yok. Öyle söyleyeyim
aslında, şiir sevmiyorum değil de,
özellikle bir şiir kitabı alıp okumayı
tercih etmiyorum, evet böyle daha
yerinde oldu.
K: Peki çok teşekkürler!
Zeynep
Okulumuzun her yerini kaplayan mavi kumaş kelebekler sizinde dikkatinizi çekmiş olabilir. Dolabınız üstünde, Gould
Karababa
merdivenlerinde her yerde rastlayabileceğiniz mavi kelebeklerin nerden geldiğini veya ne işe yaradığını merak ediyorsanız, cevap size çok
yakın; Sage binasında bulunan sanat bölümünden Ms. Pierson. Ama daha yakın bir cevap istiyorsanız bu yazıda size yardımcı olabilir.
Tasha Lewis 23 yaşında genç bir artist. Lewis, üniversiteden mezun olduktan sonra, dünyayı istediği kadar gezemediği için sanatının dünyada yayılmasını
istemekteydi. Bu yüzden daha önceden yapmış olduğu bir projede kullandığı mavi kelebekleri kullanarak yeni bir proje yapmaya karar verdi. Dünyayı gezecek bu
kelebeklerin, hem insanları sanat yoluyla birleştirmesini hem de bu yolla sanatın evrensel olduğunu göstermeyi amaçladı. Ayrıca bu kelebekler bulundukları yere ayrı
bir güzellikte katıyordu. “Cyanotype” denilen bir işlemle mavi yaptığı kelebeklerin sayısını 200’e çıkardı ve Temmuz 2012’de memleketi olan Indianapolis’e ilk durak
olarak gönderdi. İlk olarak tüm Amerika’yı, daha sonra da dünyayı gezmeye başlayan kelebeklerin sayısı gün geçtikçe arttı ve Ekim 2014’te Tasha Lewis’in Ms. Pierson’a
ulaşması ve kelebeklerin bir sonraki durağının Robert Kolej olması için ikna etmesiyle, yaklaşık 400 mavi kelebek Robert Kolej’e vardı.
Ms. Pierson kelebekler okula vardığında Studio Art öğrencileriyle bu kelebekleri paylaştı ve okulun farklı yerlerinde kelebeklerin fotoğrafları çekildi; Gould
binasının önündeki merdivenler (bir Robert Kolej klasiği), Plato, Köprü vb… Daha sonra da çekilen bu fotoğraflar diğer bütün ülkelerde yapıldığı gibi Tasha Lewis’in
hazırladığı tumblr sayfasına yüklendi (swarmtheworld.tumblr.com) Fotoğraf çekimi sırasında yakaladığım Studio Art öğrencilerine “Swar the World” projesi hakkında
ne düşündüklerini sorduğumda, Polen Güzelocak (L10) ve Ekin Gülen (L10) “Eğlenceli,” cevabını vererek beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Tulya Bekişoğlu’nun (L10)
cevabı ise diğerlerinden biraz daha derindi. Ona bu proje hakkında ne hissettiğini sorduğumda, “Bütün dünyayı kapsayan bir projenin içinde olmak beni çok etkiledi.
Siz kelebeklerin fotoğrafını çekerken dünyanın başka bir yerinde başka biri de aynı kelebeklerin fotoğrafını çekiyor ve aynı anda bu fotoğrafları yayınlıyoruz. Bence bu
insanları da birbirine bağlayan bir proje.” Tulya’nın bu cevabından sonra cevaplarını değiştirmek isteyen Ekin ve Polen ise “Çektiğimiz fotoğraflar sosyal medyada olduğu
için bu onları ölümsüz yapıyor ve dünyanın her yerinden insanlar çektiğimiz fotoğrafları görüyor,” cevabını verdi. Tasha Lewis’in bütün dünyayı birbirine kenetlemek için
başlattığı projenin ana kahramanları mavi kelebeklerin Robert Kolej’den sonraki durağı Moskova. Dünyadaki çoğu ülkeye gitmiş olan bu kelebekler, insanların ilgisini çekti
ve proje daha da hızlandı. Eğer bu proje sizinde ilginizi çektiyse Tasha Lewis’in kendi sitesine (www.tashalewis.info) veya projenin özel sitesini (www.swarmtheworld.com)
ziyaret edebilirsiniz.
Mayıs 2015
Köprü
16
HABERLER
Booo-zaaa
Özsu
Rişvanoğlu
Altı yıl beklendi. Sonunda çıktı. Kafamda Bir Tuhaflık, beklendiğine değdi.
Orhan Pamuk romanında ana karakterde hep bir olmamışlık vardır. Yetersizdir, yeterince Batılılaşamamış, umutsuz, saf bir
aşıktır. Son kitabında da aynı motifi görüyoruz. Ana karakter Mevlut, masum, pasif, temiz kalpli, dindar bir sokak satıcısı; bozacıyoğurtçu. Mevlut’un babasına göre, Atatürk sokak satıcılarının şehrin bülbülleri olduklarını söylermiş. Kitap boyunca Mevlut’un garson arkadaşları “Lokantacıyım,”
deyip mesleklerinden utanırken, Mevlut göğsünü gere gere “Booo-zaaaa, bozacı geeeldi.”
diye Beyoğlu’nun Taksim’in bütün sokaklarını gezmektedir.
“İstanbul’a göçün panoramik, epik olmaya çalışan ciddi bir hikâyesi.” diye özetliyor
kitabını Pamuk. “Tarihin çocuksu yanı ile çocukluğun tarihsel yanı”.
Diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitapta da çaresiz ve sıradan bir karakterin, günlük
yaşamını anlatıyor yazar. Hepimizin yaşadığı birçok şeyi, hiçbirimizin göremediği şekilde
anlatıyor.
“(Çorba kaynarken oluşan) fokurtunun çıkardığı sesin değişmesini izlemeyi
sever, tencerenin içindeki fokur fokur hareketin, gitmeye başladığı Atatürk Erkek
Lisesi’ndeki coğrafya dersinde anlatılan gezegenlerin dönüşünün tıpatıp aynısı olduğunu
gözlemler, sonra kendisinin de alemde bu küçük parçacıklar gibi dönüp durduğunu
düşünürdü.”Çorbanın fokurdamasından yola çıkıp evrendeki yerini düşünen bu bozacı biz
Robert’lilerden bile daha akıllı.
“İyi bir eğitim, zenginle fakirin farkını ortadan kaldırır!”
“Rivayete göre ‘gecekondu’ kelimesini tarihte ilk kullanan, bir gecede on iki evin duvarını
yükseltip içine girilecek hale koyan Erzincanlı bir duvar ustasıydı…”
Mevlut bir gecekonduda yaşıyor. Bir kıza aşık. Kızı tanımıyor. Bir düğünde kızla bakışmışlar
ve kızı sokakta görse uzaktan tanımayacağını ancak o güzel gözlerini yakından görürse
tanıyacağını kendi itiraf ediyor. Kitabın ilk bölümü Kız Kaçırmak Zor İş’te ise bu işte bir
terslik olduğu ortaya çıkıyor.
Mevlut’un babası, “Zengin dediklerin bizden önce İstanbul’a gelip bizden önce
kazanmışlar. Aradaki fark bu kadardır.” diyor. Pamuk, Anadolu’dan İstanbul’a göçe ne kadar
büyük, kararlı adımlarla başlanıp sonra çeşit çeşit sorunlarla karşılaşılmasını anlatıyor.
Kitapta yapılmış bir yenilik ise, çok seslilik. Karakterler gerektiğinde söz alıp kendi bakış açılarından olayı anlatıyorlar. Benim Adım Kırmızı’da da bir çok seslilik
vardı ancak bu sefer daha düzenli, daha net ve daha kolay anlaşılır bir şekilde kullanılmış bu teknik.
Romanda siyaset yine belirgin bir tema. Her karakter belirgin bir şekilde ya sağcı ya solcu. Birbirlerini faşo veya Kürt diye tanımlayan karakterler de mevcut. 6-7 Eylül,
askeri darbeler ve Madımak Katliamı
olay örgüsünün içinde kayboluyor.
Pamuk ufak bir detay ile Masumiyet
Müzesi’ne gönderme yapıyor.
Masumiyet Müzesi romanında
Füsun karakteri Taşkışla’da üniversite
sınavına girmişti, Kafamda Bir
Tuhaflık’ta ise Mevlut’un kızı aynı
yerde sınava giriyor.
Pamuk’un en net
romanı denilebilir. Gizem yok, üstü
kapalılık yok, bunlar İstanbul’un
gecekondularının içinde yaşayan
insanlar, bunlar onların yaşadıkları,
bu da Türkiye’nin tarihi diye veriliyor
okura. 1960’lardan günümüze kadar
Türkiye tarihini, fark ettirmeden, bir
olay örgüsü altına saklayarak vermesi
romanın en iyi öğelerinden.
Köprü
Mayıs 2015
HABERLER
Bir Gün Orhan Pamuk İle*
17
Adil İzci**
Fotokopi henüz yoktu ülkemizde dedim ya, ah bir o olsaydı eksiğimiz...
Bilgisayar da yoktu... İnternet de... Mobil telefonlar da...
Sabit telefonlar deseniz, diyelim ki var evinizde, er vakitte yazılsanız bile, sıranız ancak o günün gecesinde gelirdi. O da gelirse...
Ne kalıyor geriye? Mektup... Güzelim mektup...
Biz de uzunca yaz tatillerinde onunla (nadiren de kartpostalla) idare ediyorduk.
En sık yazan, MD’ydi.
Dört dörtlük öğrencilerimden biri... Notları ya dokuz ya on...
Yanı sıra espriye, karikatüre, gülmeceye de bayılıyor. Köpeklerden fena halde korktuğumu duyduğundan beri, “Lö Muhlis” adında özel bir dergi yayımlar oldu. Tek okuru
/ izleri benim. Peki neden “Lö Muhlis”? O yılların Gırgır dergisinde adı aynı bir bölüm olduğundan, oradaki “Muhlis Bey” de köpeklerden fena halde korktuğundan! Öyle
yaratıcı bir adam ki, “Ayın Kitapları”na kadar (yoksa “Bu Ay Neler Okuyalım?” mıydı o listenin adı?) yok yok dergisinde. Son sayfalarda da elbet futbol ve “ebedi dostluk - ezeli
rekabet”... Sözgelimi o nefis kafa golünü “ağlara takan” Tanju değil, benim! (Hani hayatımda bir kez olsun kafa golü atsam! Ne gezer o beceri bende!)
Yaz rehaveti falan da bilmiyor adam. Tersine daha “dolu dolu” yayımlıyor dergiyi.
Neler yapıyor? Kimleri görüyor? Hangi kitapları okuyor? İzlenimleri neler? Bunları bir bir yazıyor mektubuna, sonuna da özel dergisi “Lö Muhlis”in -hem de numaralı- yeni
sayısını ekliyor.
Ne keyifle okuyorum hepsini! Sanki sınıfta, öğrencilerimin arasındayım!
“Bilmukabele” olarak ben de mektuplar yazıyorum.
Ben de neler yapıyor ediyorum, neler okuyorum falan... Baba evinden birtakım notlar... Asma altı notları...
Ama Orhan Pamuk’un “Sessiz Ev” romanından ona değil de İS’ye verdiğim yanıtta söz ettiğimi pek iyi anımsıyorum. Üstelik altı sayfa dolusu! Kimbilir ne inciler sıraladım o
mektupta!
Kültür ve Edebiyat Kolunun tatil sonundaki sanıyorum ilk toplantısında da belli oluyor: Bayağı bir okuyan ve beğenen var romanı.
Ne yapalım ne yapalım? Bir toplantımızda ele alalım! O arada bir öneri daha geliyor: Yazarı da konuk edebilir miyiz?
Telefon numarasını nereden bulduğumuzu unuttum gitti, fakat Orhan Pamuk’un azıcık olsun nazlanmadığı belleğimde.
Kalabalık bir kolduk ama o gün öbür kollardan katılanlarla rekor kırdık diyebilirim. Hazırız, Arnavutköy kapısından verilecek “Konuğunuz geldi” haberini bekliyoruz,
bekliyoruz ama Orhan Pamuk bir türlü gelmiyor. En sonunda, bir güvenlik görevlisi, “İki saattir kampüste kendi kendine gezinen bir adam var, o olabilir mi?” diyor.
Bir grup apar topar kampüse dağılıyoruz; kısa bir iz sürmeden sonra da “Maze” dolaylarında görüyoruz, evet, o!
Herhangi bir mezun gibi... O derece sade...
Toplantıyı yönetecek öğrencimiz, “Nasıl bir yöntem izleyelim?” diye soruyor.
“Önce ben sizleri dinleyeyim” diyor sayın yazar.
Hepimizi birer birer dinliyor. Yapıt iyi olunca sözün sonu kolay kolay gelmez ki...
En son ben bir iki söz ediyorum. Ne der acaba bu yargılarıma: Öldürülen lise öğrencisi kız ile öldüren delikanlı birer simge olabilir mi? Hem siyasal bağlamları hem de
aydınlık, iyilik... / karanlık, kötülük... kavramları üzerinden?
Simge mi? Yok efendim, ne simgesi? Neyse ne onlar... Yani oldukları gibi...
Doğru anımsıyorsam, simgelere falan yüz vermeyen bir yazar olduğunu özellikle belirtiyor.
Sonra, dinlediklerini esas alarak romanını anlatıyor.
Hani zaman zaman gündeme gelen klasik bir konu vardır: Yazarın (ya da ozanın) öngördükleri ile okurların algıladıkları...
Nitekim aynılıklar, benzerlikler de var, farklılıklar da... Hangisi ağır basıyor derseniz, farklılıklar, ama kimse bir hayal kırıklığı, bir rahatsızlık duymuyor bu durumdan, tersine
söz bittiği halde yerinden kalkmak istemiyor: O “aura”nın dağılmasına gönlümüz razı değil...
Bizler gibi Orhan Pamuk da gayet memnun bu durumdan...
Ev telefonu vardı zaten elimizde, bir de Ada telefonunu yazdırıyor yolcu ederken. Nerede olursa kolayca bulalım diye...
Fakaaat, bir daha konuk etmemiz kısmet olmuyor:
1990’lı yılların yine bir yaz tatilinde, “Yeni Hayat”ı okuyorum; ııh, yaygın bir okur sözcüğüyle “sarmıyor” efendim. Belleğimde kalan, hepi topu bir tutam üslup parıltısı...
Bir ders yılında, “Benim Adım Kırmızı” güdümlü okuma kitabımız oluyor. Sınıf olarak, ancak ellinci sayfaya kadar gidebiliyor, sonra... orada bırakıyoruz.
Bir zaman sonraki ders yılında da “Beyaz Kale” güdümlü okuma kitabımız... Sonuna kadar gidiyoruz bu kez, ama yine bir haz duymadığımı nasıl gizleyeyim?
Ya Nobel Ödülünden sonra okuduğum “Babamın Bavulu”? Yok, buna herhangi bir söz edemem. Üstüne üstlük, her kitaplıkta bulunması gereken değerde bir yapıt
diyebilirim.
“Benim Adım Kırmızı”ya da, “Beyaz Kale”ye de bayılan öğrencilerim az olmadı ama. Üstelik beğeni ve birikimlerine son derece inandığım öğrencilerimdendi bunlar. Uzun
uzun dil döktülerse de yok, bir türlü sevemedim bu iki romanı. Pes ettiler mi? Olası mı? “Bir de bunları deneyin bakalım!” diyerek okumadığım iki romanını armağan ettiler.
(Yok, eziyet etmek gibi kötü bir niyetleri olamaz! Olsaydı yüzlerinden hemencek anlardım zaten!)
Bunca zaman oldu, okudum mu peki? Sevgili öğrencilerimin hatırı, kırk yıl da değil, ömür boyudur ya, henüz (!) oku(ya!)madım.
Belli mi olur ama: Umut dünyası bu, bir gün bir deli cesareti geliverir de üzerime, indiririm raflardan!
Bakarsınız telef olmadan okur bitirir, sonra da bir müjde vereyim... derim.
Herhalde, “Bi dakika hocam bi dakika” diye duraklar o öğrencilerimden doktor olanı (öteki yıllardır uzak ellerde, gayrı döner mi dönmez mi, orasını bilemem), “önce tahtaya
bir vurayım da...”
* “ÖRTMENİM” adıyla yazmakta olduğum öğrencilik ve RC’de öğretmenlik anılarımdan bir yazı… Üstadı 1984’te mi, yoksa 1985’te mi konuk ettiğimiz, ne yazık ki
belleğimde değil!
**Adil İzci, 1980-2010 yılları arasında Robert Kolej’de Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak görev yapmıştır. Mayıs 2015
Köprü
18
HABERLER
10. Kültür ve Edebiyat Sempozyumu:
Orhan Pamuk 32 Yıl Sonra Okulunda
Özsu
Rişvanoğlu
18 Nisan, Robert Kolej için oldukça deli dolu, oldukça gurur verici ve oldukça yorucu bir
gündü. 18 Nisan Cumartesi günü Türk Dili ve Edebiyatı Bölümün düzenlediği geleneksel “Kültür ve
Edebiyat Sempozyumu”nun onuncusu “Orhan Pamuk Romancılığı” başlığı altında gerçekleştirildi.
Biz görevli öğrenciler ve öğretmenlerimiz, sabah 7 ile 8 arasında okula varmıştık bile. Önce kutular
taşındı, kartlıklar dizildi, dosyalar, listeler, programlar ayarlandı, iletişim ağları kuruldu, Anthony
Jones’un konuşması Türkçe’ye çevrildi.
Sempozyumda Orhan Pamuk’un saat 14’teki konuşmasından önce iki oturum daha
vardı. Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Nükhet Esen’in yönettiği otrumların ilkinde yine Boğaziçi
Üniversitesi’nden Doç. DR. Özlem Öğüt ve Sabancı Üniversitesi’nden Öğretim görevlisi Engin Kılıç,
ikinci oturumda ise Sabancı Üniversite’sinden Prof. Dr. Sibel Irzık ve Sakarya Üniveristesi’nden Prof.
Dr. Besim Dellaloğlu; “Orhan Pamuk Romancılığı” üzerine konuşmalar yaptı. Her biri, Pamuk’un
birer kitabını hem analiz etti hem de kitap hakkında kişisel düşüncelerini söyledi.
Sabah oturumundan beni en çok etkileyen Prof. Dr. Besim Dellaloğlu’nun, Masumiyet
Müzesi yorumları oldu. Orhan Pamuk konuşmasında bir hayatı eşyalarla müzeleştirme fikrinin asıl fikir olduğunu, önce müze için uygun binayı bulup düzenlemeleri
yaptığını, sonra kitabı kurguladığını, karakterleri yarattığını söyledi. Masumiyet Müzesi sadece kitap olsaydı bile, Türk edebiyatının en başarılı eserlerinden sayılırdı ancak
Dellaloğlu’nun da dediği gibi bir kitabın müzeleştirilmesi dünyada daha önceden yapılmamış bir şey. Besim Bey, Masumiyet Müzesi’nin bir milat olacağını, birkaç yüzyıl
sonra müzecilik tarihinden bahsederken ‘Masumiyet Müzesi’nden önce’ ve ‘Masumiyet Müzesi’nden sonra’ olarak iki dönemden bahsedileceğini öngörüyor.
Orhan Pamuk okula girdiğinde önce biz görevli öğrenciler tarafından karşılandı, daha sonra Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünün ofisine çıktı. Ofisteki bütün
Türkçe öğretmenleri yıllardır gerçekleştirmek istedikleri Orhan Pamuk’la
buluşmayı, yıllar sonra da olsa gerçekleştirebildikleri için çok mutlu ve
gururluydular. Sade ve şekersiz filtre kahvesini içerken Türk Dili ve Edebiyatı
bölüm başkanı Mehmet Uysal’la 1983 yılındaki karşılaşmalarından
bahsettiler. Mehmet Uysal’ın dediğine göre, ilk romanı Cevdet Bey
ve Oğulları yayınlandıktan sonra o dönemdeki Türk Dili ve Edebiyatı
öğretmenlerinden Adil İzci’nin danışmanlığını yaptığı Çağrı Kulübü
öğrencilerinden Natali Medina’nın girişimleri ile Orhan Bey okula davet
edilmiş. Daha sonra bu ilk buluşma hakkında konultuğumuz Mehmet
Uysal:“Hafızam beni yanıltmıyorsa Wood’s Hall’da deniz tarafındaki
sınıflardan birinde öğrencilerle buluşmuştu. Sene 1983 veya 84 olabilir. Bu
durumda 31, 32 yıl sonra Robert Kolej’e gelmiş oldu.” dedi.
Ofiste 11. sınıfların Sessiz Ev çalışmaları Orhan Bey’e sunuldu.
Oldukça gururlanıp duygulandığını söyleyebiliriz. Özellikle ev maketi
ve mücevher kutusu, fotoğraf çekiminde bile en ön sırada yer aldılar.
Mehmet Bey “Bölümümüzü ziyaret ettiğinde bizimle sohbetinde,
Orhan Pamuk sınıfı olarak hazırlanan G412 sınıfının kapısına plaketinin
çakılması sırasında Orhan Pamuk’un heyecanına tanık oldum.” diyor. Ayrıca Serdem Sakar (RC’17), Orhan Pamuk kendi adını verildiği sınıfının fotoğrafını çekerken onun
bir fotoğrafını çekmeyi başardı. Yenilenmiş Kütüphanemizi de ziyaret eden Orhan
Pamuk, buradaki eserleri ve özellikle süreli yayınları dikkatle inceleyip bizlere
beneğisini dile getirdi. Kütüphane turu sırasında orada bulunan birkaç şanslı
arkadaşımız, Orhan Pamuk’a kitaplarını imzalatma ve kendisiyle fotoğraf çektirme
şansını da yakalamış oldular.
Orhan Pamuk konuşmasında önce Robert Akademi’deki yıllarından
bahsetti. Bir lise öğrencisinin okuması gereken kitaplar sorulduğunda Albert
Camus’den Yabancı’yı hiç düşünmeden söyledi. Tolstoy’dan da kısa bir roman
okunabileceğini, Türk edebiyatındansa Sabahattin Ali, Sait Faik, Ömer Seyfettin
gibi büyük ustaların okunmasını, bazılarınınsa (örneğin Oğuz Atay) 22 yaşlarında
okunmasının daha uygun olacağını söyledi. Kendi kitaplarından Sessiz Ev’in ve
Beyaz Kale’nin lise seviyesine en uygun olacağını, Yeni Hayat’ın ve Kar’ın biraz daha
ağır olduğunu, birkaç yıl sonra okunursa daha çok şey ifade edeceğini belirtti.
Yine bir soruya cevap olarak Kafamda Bir Tuhaflık’ın diğer bütün romanlarından
çok daha hızlı sattığını belirtti. Yayınlandığı 2014 Aralık ayından beri çeyrek
milyon satmış olmasının Orhan Pamuk’u hem çok şaşırttığını hem de oldukça
sevindirdiğini belirtelim.
Sempozyumun bitiminde bizler Nobel Ödüllü değerli bir yazarı yakından tanıma
Fotoğraflar: Serdem Sakar
fırsatını yakalerken, konuşmasının en başında “Kendimi evimde hissediyorum. “diyen Orhan Pamuk da geçmiş günleri bir kez daha anımsadı.
Öncelikle bu unutulmaz günü düzenleyip yazar ve akademisyenleri bizimle buluşturan Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne ve organizasyonda emeği geçen herkese tekrar çok
teşekkür ederiz.
Köprü
Mayıs 2015
HABERLER
19
İçimizden Biri, Orhan Pamuk
Hiç yazar olmayı düşündünüz mü? Sizce kimler yazar olabilir? Ben size söyleyeyim şu an bu satırları okuyan her biriniz,
Melisa Oğuz
birer yazar adayısınız. Hem de Nobel ödülüne layık görülen bir yazar adayı… Yüzünüzde hafif bir tebessümle bana inanmadığınızı
görür gibiyim; ama o da içimizden biriydi ve o yaptı, hem de en iyi şekilde. Orhan Pamuk da bir Robert Kolej mezunu ve kendisini
bu hafta sonu 10.’su gerçekleştirilen Kültür Edebiyat Sempozyumu’nda konuk ettik. Bizimle Robert Kolej’deki anılarından tutun romanlarını yazarken nelere dikkat
ettiğine kadar pek çok konu içeren keyifli bir söyleşi yaptı.
Öncelikle size biraz onun da bizimle aynı sıralarda otururken yaşadıklarından bahsetmek istiyorum. 1952’de doğan Orhan Pamuk, çocukluğunu Nişantaşı’nda
varlıklı bir ailenin çocuğu olarak geçirmiş. Ortaokul ve lise öğrenimi ise Robert Kolej’de tamamlamış. Kendisi Robert Kolej anılarından çokça gülerek bahsediyor. Ona
göre lise yılları genellikle dalga geçerek geçmiş. Lisedeyken boş zamanlarını yoğun bir şekilde resim yaparak geçiren Orhan Pamuk’un en büyük hayali ise bir gün ressam
olmakmış. Bir gün edebiyat öğretmeni Behçet Kemal Çağlar sınıfa girmiş ve onlara “Bir hikâye yazın.” demiş. Ertesi derse geldiğinde ise yazdıkları hikâyeleri teker teker
okumalarını istemiş. Bu durum karşısında epey şaşıran ve mahcup olan Orhan Pamuk, ne yapsın eli mecbur yazdığı hikâyeyi utana sıkıla tüm sınıfın karşısında okumuş.
Hikâyesi bittikten sonra öğretmeni Behçet Kemal Çağlar, “Gördünüz mü? Çok gerçekçi ayrıntılar!” diyerek Orhan Pamuk’a farkında olmayarak ilk edebi teşvik ve övgü
içeren sözleri bahşetmiş. İşte Orhan Pamuk, o gün edebiyatın gücünün herkese söyleyemediğimiz mahcubiyetimizle ortaya çıktığını anlamış. Bir dönem medyanın sıkça
manşetlerinde yer verdiği sözlere de açıklık getiren Orhan Pamuk, Robert Kolej’de hiçbir şey öğrenmediğini belirttiği röportajı ile Robert Kolej’i ve buradaki edebiyat
öğretmenlerini hedef göstermediğini, asıl amacının Türkiye’deki edebiyat dersi müfredatının eksikliklerini ortaya koymak olduğunun altını çizdi. Ona derslerde işledikleri
Divan Edebiyatı konuları çok ağır gelirmiş ve lisede böyle bir eğitim verilmesinin fazla olduğunu düşünüyor. Robert Kolej’den bahsederken laf dönüp dolaşıp Behçet
Kemal Çağlar’a geldiğinde, Behçet Bey’in ona edebiyatın bir zevk olduğunu gösteren hoca olduğunu söylüyor.
Söz lisede işlenen edebiyat konularına ve okutulan kitaplara gelince, Orhan Pamuk her lise öğrencisinin Refik Halit, Ahmet Rasim, Yaşar Kemal, Sabahattin
Ali, Ömer Seyfettin, Nazım Hikmet ve Aziz Nesin gibi önemli Türk yazarların en az bir yapıtı ile tanışmış olması gerektiğini söyledi. Lise öğrencilerine Albert Camus’un
Yabancı ve Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway gibi kitaplarının okutulmasının öğrencilerin o dönemde içlerinde yaşadıkları çalkantılı dünyanın sadece onlara özgü olmadığını
göstermek adına önemli olduğunu vurgulayan Pamuk, böyle kitaplar sayesinde toplum baskısının birey üzerinde yarattığı izlerin bariz bir şekilde azalacağını düşünüyor.
Robert Kolej’den mezun olan Orhan Pamuk, her ne kadar ressam olmak istese de dedesi ve babasının mühendis olmasından dolayı kendi seçimlerini yaşayamamış. Dedesi
ve babası elinin çizime yatkın olmasını da göz önünde bulundurarak ona mimarlık mesleğini uygun görmüşler ve ressam olma hayallerini geride bırakarak İstanbul Teknik
Üniversitesi’nde mimarlık eğitimi almaya başlamış. Fakat bu durum ancak üç yıl böyle devam etmiş. İstanbul Teknik Üniversitesi’ni bırakarak İstanbul Üniversitesi’nde
gazetecilik bölümü okumaya başlamış; ancak bu mesleği de hiçbir zaman yapmamış. Yirmi üç yaşından sonra kendini romancı olmaya adayan Orhan Pamuk, romancılık
serüvenine 1982’de ilk eseri Cevdet Bey ve Oğulları’nın basılması ile başlamış.
“Yaşar Kemal ‘Her yazarın bir Çukurovası vardır.’ der. Peki, sizin Çukurova’nız neresi?” sorusu üzerine kendi Çukurova’sının İstanbul olduğunu söyleyen Orhan
Pamuk, her yazarın belirli bir bölgeyi değiştirerek kendisine hayali bir ülke yarattığını söyledi. Kitaplarını yazarken araştırma yapmaya önem veren Orhan Pamuk, aralık
ayında yayımlanan son kitabı Kafamda Bir Tuhaflık’ın en çok araştırma içeren yapıtı olduğunu belirtti. Kitabın başkahramanı Mevlut ve onun tuhaflığından yola çıkarak,
kendisinin ve pek çok yazarın kafalarında susmak bilmeyen birer radyo kanalı taşıdıklarını ve sesleri takip ederek sözcüklere hükmettiklerini belirtti. Ona göre herkes,
gençken bu sesi daima yanlarında taşır. Zaman içerisinde kimilerimiz bu sesleri en korunaklı kutulara sıkıştırıp kalbimizin derin sularında yok olmaya mahkûm ederiz.
Kimilerimiz ise bu sesin cazibesine aldanır ve kendimizi dış dünyadan soyutlayarak o sesle baş başa yaşarız. İşte biz bu insanları deli olarak tanımlarız. Yazarlar ise, bu sesi
ölene dek daima korurlar ve gerçek dünya ile bu sesi birleştirerek eserlerine yön verirler. Orhan Pamuk bu sesi kaybetmenin bir yaşlanma belirtisi olduğunu söylüyor. “Sizce
yazarlar hep yalnız kişiler midir?” diye gelen bir soruya yanıt olarak Orhan Pamuk, yalnızlığın herkese göre değişen bir kavram olduğunu, insanın büyük bir kalabalık içinde
de yalnız kalabileceğini söyledi. Her yazarın yalnız olmadığını; fakat her yazarın hayatında düşüncelerine de çokça yer veren çok iyi bir gözlemci olduğunu belirtti.
Öğrenciler arasından gelen bazı sorular üzerine, edebiyatın çok zevkli bir uğraş olduğunu ve yazarlığın onu çok mutlu ettiğini söyleyen Orhan Pamuk’un ileride
yazar olmak isteyenlere verdiği en önemli tavsiye ise yazma fikirlerini kendilerinden tam emin olmadan ve yapmak istediklerini deneyip de yapabildiklerini görmeden
kimse ile paylaşmamaları yönünde oldu. Edebiyatın gün geçtikçe önem kazandığını; fakat Türk romancılığının dünyada iyi bir yer edinmesinin kolay olmadığını ve yıllar
alacağını söyledi. Türkiye’de yazara ve ortaya koyduğu yapıta gerekli önem verilmediğinden bahseden Orhan Pamuk, edebiyatla uğraşarak Türkiye şartlarında karın
doyurmanın neredeyse imkânsız olduğunu belirtti. Orhan Pamuk’un şansı ise ailesinin maddi imkânlarını kullanarak istediği mesleği yapabilme fırsatıymış.
Yani demem o ki o yaptıysa biz de yapabiliriz. O da bizimle aynı yollardan geçti, her gün o da arkadaşları ile sohbet etti, öğretmenlerini çekiştirdi, baharın
gelmesi ile kendini kampüsteki çimlerin üzerine attı, aynı sıralarda ders gördü, yanlış seçimler yaptı ve o seçimlerinin sonuçlarını yaşadı; ama inandı ve kalbinin sesini
dinledi. O ses bir gün onu dünyanın pek çok yerinde bilinen, kitapları takip edilen ve Nobel Ödülü’nü kazanmaya layık bir yazar yaptı. Yeter ki inanın ve kalbinizin sesini
dinleyin... Son olarak bize vakit ayırdığı ve bu keyifli söyleşi sayesinde bize kattıkları için Robert Kolej ailemizin bir ferdi olan Orhan Pamuk’a da yürekten gelen, küçük bir
tebessüm ile teşekkür etmeyi unutmayın!
Mayıs 2015
Köprü
HABERLER
20
Geleneksel Robert’e Modern Kütüphane
Geçen senenin sonlarına
doğru kütüphanenin yenileneceği
hakkında söylentiler okulda dolaşmaya
başlamıştı. Sonradan öğrendik
ki bu söylentiler asılsız değilmiş.
Yazın kütüphanenin yenilenmesine
başlanacaktı. Buna başlamadan
önce okul yönetimi tarafından bize
bir anket gönderildi ve bazı şeylerin
nasıl değişmesini istediğimiz
soruldu. Sonuçta kütüphane herkesin
kütüphanesiydi ve bizim fikirlerimizin
de alınmasından daha doğal bir şey
yoktu. Anketler tamamlandıktan
ve okul tatile girdikten sonra bizim
beklediğimizden çok daha uzun
süren tadilata başlandı. Öyle ki biz
okula geldiğimizde bu tadilat devam
ediyordu. Zaman içinde okulda çeşitli
efsaneler oluşmaya başladı bu tadilatın
ne zaman biteceğiyle ilgili. Bazıları
bu hafta bitecek diyordu, bazıları bu
ay, bazıları ise sene sonu… Şükür ki
tadilat birinci yarıyıl sona ermeden
bitti ve kütüphanemize finallerimiz
başlamadan kavuştuk.
En başından beri herkesin
kafasında tek bir soru işareti vardı: Bu
tadilat neden yapıldı? Kütüphaneyi
modernleştirmek ve öğrencilere daha
fazla çalışacak yer açmak için. Ama
kütüphanenin asıl amacı öğrencilere
çalışma ortamı sunmak mıdır ki?
Yoksa birbirinden değerli kitaplara ev
sahipliği yapmak mı? Biraz tartışmaya
açık bir konu diyeceğim ama değil
aslında. Kütüphaneler kitaplar içindir.
Bize yer açmak için eski ve kullanışsız
diye düşünülen kitaplar atıldıysa
gerçekten çok yazık. O kitapların yerini
hiçbir e-book dolduramaz çünkü.
Okulumuzdaki çoğu şey
gibi kütüphane algısı ve tasarımında
da 21. yüzyıl ilkelerine uygun
gidilmiş. Kütüphanenin içine
girince sanki Robert’te olduğunu
unutuyor ve kendini farklı bir yerde
sanıyorsunuz. Bu çok değişik bir
his. Bunun yerine kütüphanemiz
tarihi bir şekilde orjinaline sadık
tasarlansaydı nasıl olurdu acaba?
İçine girildiğinde okulun 150 yıllık
ruhunu hissedebileceğin, kendini
dış dünyadan soyutlayıp eskilere
dönebileceğin bir kütüphane… Belki
pek kullanışlı olmazdı ama okula daha
çok yakışabilirdi. Yine de nasıl olacağını
tam kestiremediğimiz için kesin bir şey
söylemek zor.
Peki neler değişti
kütüphanemizde? Daha girişte
sağa saparak kafamızı cam duvara
çarptığımız an buranın artık bambaşka
bir yer olduğunu fark ediyoruz.
Eskisinden çok uzak, hem tasarım
hem de kullanılan malzeme olarak
farklılaştırılmış bir kütüphane çıkıyor
karşımıza. Daha verimli bir çalışma
ortamı yaratmak için bir çok farklı
tip masa ve sandalye kullanılmış,
yer sıkıntısı çekilmemesi ve eski
haline kıyasla daha fazla öğrenci
barındırabilmesi için de sayıları oldukça
arttırılmış. Büyük çalışma masalarını
gözünüz bir yerden ısırabilir, bunlar
eski kitaplıklarımızın raflarından
yapılma. Girişte aynı zamanda yeni
kütüphanemize nostaljik bir hava katan
ahşap küçük bir masa ve bir sallanan
sandalye bulunmakta. Kütüphanede
ilerlemeye devam ettikçe sağ tarafta
okulun ön yüzünü oluşturan duvarların
yerine yine cam paneller yapıldığını
görüyoruz. Sınıfça kütüphane turuna
gittiğimizde edindiğimiz bilgiye
göre bahar aylarına doğru dışarıda
kalan açık bölüme de masa sandalye
konulması ve burada da bir çalışma
ortamı yaratılması ihtimali yüksek.
Eğer böyle bir imkan sağlanabilirse
kütüphanenin barındırabileceği öğrenci
sayısı daha da artabilir ve okulun
Editörler
Alara Gebeş
Mert Düşünceli
Özlem Lal Tüzman
Tasarım Editörü
Tulya Elif Bekişoğlu
Yazarlar
Ali Yagiz Ayla
Alp Altunyurt
Asli Doga Munzur
Ece Kantemir
Idil Kara
Melisa Oguz
Nil Ozervarli
manzarasına tepeden bakan, hem
açık hava hem de Plato’dan çok daha
yakın ve merkezi bir çalışma ortamı
öğrencilerin motivasyonunda olumlu
bir etki yaratabilir. Burada karşılaşılan
tek sorun, balkon sütunlarının güvenli
denilebilecek bir alan yaratacak
seviyeden daha kısa olması ve binamız
çok eski olduğu için bu soruna kolay
bir çözüm bulunamaması. Yine devam
edince gördüğümüz camla kapatılan
toplantı odaları ve arkadaki iki sınıf,
eski kütüphanede yapılan sınıf içi
projelerde tek bir sınıf olmasından
kaynaklanan yer sıkıntısını gidermekte.
Arkadaki iki sınıfta da eski ahşap
sandalyelerin kullanıldığını görüyoruz.
Kütüphanede ilk katta işimiz bittiğinde
arka kapıyı çıkış olarak kullanamamak
bizi üzüyor ve girişe doğru yöneliyoruz.
Değişen tek şey
oturduğumuz sandalyeler değil,
konulan yeni kurallar da bu
yenilenmenin bir parçası. Üst kat
burada devreye giriyor. Bütün
masaların yanyana olduğu ve hepsinin
alt kata baktığı, iletişimin minimuma
indirildiği bu katta konuşmak
tamamen yasak. Eskiden burada
bulunan cam kapaklı dolaplar ve
okulun küçük müzesi yerine bu kat da
kitaplıklarla çevrilmiş. Eskiden alt katta
olan kitapların çoğu üst kata aktarılmış.
Bu kattaki herhangi bir kapıyı giriş
veya çıkış olarak kullanamıyoruz, ve
yine alt kattaki girişimize dönüyoruz.
Fotoğraf: Tulya Elif Bekişoğlu
Ozsu Risvanoglu
Zeynep Karababa
Tulya Elif Bekisoglu
Baris Can Unal
Sezin Esen
Adil İzci
Hande Akat
Simay Yazıcıoğlu
İmtiyaz Sahibi
Özel Amerikan Robert
Lisesi
Yönetim
Güler Kamer
Özel Amerikan Robert
Lisesi Kuruçeşme
Sorumlu Müdür
Caddesi No. 87
Güler Kamer
Arnavutköy/İstanbul
Yayının Konusu: Okul Tel: +90 (212) 359
Gazetesi
22 22
Yayının Dili: Türkçe
Yayının Türü: Yerel,
Süreli
Sorumlu Öğretmenler Yayının Süresi: Aylık
Melek Giray İnce
Serya Kayapınar
Köprü
Mayıs 2015
Ali Yağız
Ayla
Ece
Kantemir
Ertesi gün, uyuyamadığımız için kahve
alıyoruz, ilk ders olan sınavımıza
çalışmak üzere kütüphaneye doğru
gidiyoruz; fakat içeri giremiyoruz:
yiyecek ve içecekle kütüphaneye
girmek bu yıl tamamen yasak!
Kütüphane görevlilerinin de ricası
yeni kütüphanemizde izin verilen ses
yüksekliğine ve diğer kurallara dikkat
ederek okulumuzda yeni bir kütüphane
kültürü oluşturmak.
Yeni kütüphane, Robert
Kolej’de yapılan yenilikler arasında
belki de dizüstü bilgisayar programı
dışında en çok ses getireni. Sonuçta kaç
yıllık Robert kütüphanesi eskisinden
çok farklı hale geldi. Bu değişim ne
kadar gerekliydi, tartışılır; iyi mi oldu
kötü mü oldu, o da tartışılır. Her ne
kadar bazı beğenilmeyen yanları
olsa da kimse yeni koltukların ve
düzenin öğrenciye sağladığı rahatlığı
inkar edemez. Kütüphanenin tüm
okul tarafından ne kadar sevildiğini
ilerleyen zamanlarda daha iyi
anlayacağız.

Benzer belgeler