İran`ın Karanlık Gerçeği

Transkript

İran`ın Karanlık Gerçeği
İnsanı insan yapan düşünebilmesi, düşündüğünü ifade edebilmesi ve düşüncelerinin gereklerini yerine getirebilmesidir.
Özgür düşünce ortamı olmadan çağdaş uygarlık düzeyine ulaşılamaz. Özgürce düşünmemiz, düşüncelerimizi ifade etmemiz engelleniyorsa, bu engelleri aşmasını bilmeliyiz; çünkü uygar toplumlar özgürce düşünebilen, düşündüklerini rahatça ifade edebilen
insanların ellerinde yükselebilir. Düşünen insan neyin yanlış, neyin doğru olduğunu bilir ve eleştirir. Düşünen insan konuşmaktan
korkmaz, korkmamalı.
En karanlık zamanlarda dahi yönünü aydınlığa çevirebilmiş bir milletimiz var. Bizler Kurtuluş Savaşı’nda yedi düvele baş eğdirmiş
Mustafa Kemal’in çocuklarıyız. Bu nedenle cumhuriyetin, özgürlüğün kıymetini biliyoruz ve bu değerleri korumak için üzerimize
düşen sorumlulukları yerine getirmeye devam edeceğiz. Özgür düşünceye, düşündüğünü söylemeye engel olunabilir mi? Engel
olanların, toplumlarını ne hale getirdiklerini görmek için tarih kitaplarına bakmak yeterlidir.
Kulüp Öğrencileri
Vakanüvis
ODTÜ GV Özel Lisesi Atatürkçü Düşünce ve Tarih Kulübü Gazetesi
Sayı: 3
Ocak 2013
İran’ın Karanlık Gerçeği
Bir millet ki resim yapmaz, bir
millet ki heykel yapmaz, bir millet ki tekniğin gerektirdiği şeyleri
yapmaz, itiraf etmeli ki o milletin
ilerleme yolunda yeri yoktur.
DÜNYA
TÜRK
HALKININ ATASINA DUYDUĞU
SEVGİYİ BİR KEZ DAHA
GÖRDÜ
10 Kasım günü Ankara’ da toplanıp
Anıtkabir’e sel gibi akan yarım milyondan fazla insan atasına saygısını
gösterdi. İzmir’de tam 2 bin 400 kişiyle
gerçekleşen Atatürk portresi fikri
gerçekleşti. Kadıköy’de binlerce kişi
Caddebostan Sahili’nde yaşlısı genci
hep birlikte el ele tutuşup 6.5 kilometrelik ATATÜRK’e saygı zinciri oluşturdu.
İnsanlar ATA’NIN hayata veda ettiği
Dolmabahçe Sarayı’ na akın etti.
Vatandaşların ziyareti saatlerce sürdü.
Rüzgar sörfü yapan pek çok genç yelkenleri suya bırakıp, denizde sörf tahtası
üzerinde saygı duruşunda bulundular.
Halkımız büyük bir katılımla yurdun her
yerinde ATATÜRK’e sevgi ve saygısını
gösterdi. Saat 09.05’te Türkiye’de hayat
bir dakikalığına da olsa durdu. Bu tüm
düşmanlara, ülkemizi bölmek isteyenlere, ATATÜRK’ü itibarsızlaştırmaya
çalışan itibarsızlara, onun düşüncelerini
yozlaştırmaya çalışanlara en büyük
cevaptı. Halkımız ATATÜRK’e olan sevgi ve saygının hiç bitmeyeceğini bir kez
daha gösterdi. ATATÜRK’ü unutturmaya çalışanların tepesine 10 KASIM
günü, halkın sillesi bir kez daha indi.
Çağatay
TIRPANCI
1979 senesinde anayasal monarşiden şeriat benzeri bir İslam cumhuriyetine dönüştü İran. Muhammed Rıza
Pehlevi iktidarı kaybederken, yerine Ayetullah Humeyni liderliğinde dinci gruplar geldi. İran artık dönüşü çok
zor olan bir yola girerek rejim değişikliğine gitmişti. Başlarda ülkenin yönetimi cumhuriyet tarzı bir yönetim
olacakmış gibi dururken, zamanla Şii düşüncelerin hakim olduğu bir diktatörlük rejiminin temelleri atılıyordu.
İktidar olma ve şeriatla yönetilen bir ülke düşüncesi mollalar tarafından eskiden beri gelen bir istekti.
Mollalar tarihte bir defa şah rejimine karşı ayaklanma çıkartmışlar, fakat Tebriz’den gelen Sattar Han ve
Bagir Han komutasındaki ordu, Tahran’ı ele geçirdikten sonra şeriat yanlısı mollalar yargılanmış, Şeyh
Fazullah Nuri idam edilmiş ve şeriatçılar böylece bastırılmışlardı. Bu baskı şiddetli bir şekilde Rıza Şah
döneminde de sürmüştü. Rıza Şah döneminde Amerikan ve İngiliz yetkililerin desteği ile “SAVAK” adında bir
istihbarat teşkilatı kurulmuş ve bu teşkilat büyük oranda şah karşıtı yapılanmaları durdurmak için kullanılmıştı.
Bununla birlikte Rıza Şah, Ak Devrim adında bir reform paketi oluşturdu. Bu pakette toprak reformu, kadınlara oy
hakkı tanınması ve devlet işletmelerinin belirli oranlarda satılması gibi düzenlemeler yer almıştı. Bunun sonucu olarak
tarıma dayalı ekonomi devre dışı bırakılıyor, kapitalist sistem kuruluyordu. Kapitalizmin oluşması için “bazargan” adı
verilen ve geleneksel olarak İran’ın siyasal, toplumsal yaşamında büyük önem taşıyan küçük ve orta sınıf esnafın sistem
dışı bırakılması, zenginlerin ise sanayiye yatırım yapması hedefleniyordu.
(devamı 2. sayfada)
Merg ber Şah
Arkadaşımız Melis Naz Taheri, 28 yaşına kadar İran’da yaşamış olan annesi Peri Naz Taheri ile İran Karşı Devrimi
hakkında bir röportaj yaptı.
* İran karşı devrimi öncesinde yaşamınız nasıldı?
Birçok açıdan güzel bir yaşamımız vardı. Ekonomik anlamda sorunlarımız yoktu. Bu anlamda da zayıf bir ülke değildik
zaten. Ülkemiz kendine yetebiliyor, halkının aç kalmamasını sağlayabiliyordu. İnsanlarımızda bilgili ve çağdaşlardı.
Genç nesil ülkesinde olup bitenlerin farkındaydı. Toplum siyasetle ilgilenmediği sürece devlet açısından hiç bir sorun
yoktu. Benim abim Tahran’da tıp öğrencisiydi. O dönemde Şah karşıtı kitaplar okumuştu. Abim o dönemde Tahran’da
yurtta kalıyordu. Oda arkadaşı o dönemdeki İran İstihbarat Teşkilatına abimin siyasi kitaplar okuduğunu iletmiş. Abim
kısa bir süreliğine siyasi suç işlediği gerekçesiyle hapis yatmak zorunda kaldı. Daha sonra eğitimine devam etti ve şimdi
Amerika’da yaşıyor. Kısaca yaşamımız bazı sorunlar dışında iyiydi.
* İran’da şahlık rejiminin yıkılmasının nedenleri sizce nelerdir?
Şahın ülkesine karşı dürüst olmaması temel nedenlerden birisi. Ülkesinin gelirlerini
boşa harcayan bir devlet yöneticisini kim ister ki? Ülkenin kazandığı parayı, Pehlevi
ailesi gereksiz istekleri için harcıyordu. Ayrıca Şah ülke gelirlerini emperyalist ülkelerin yararı için de harcıyordu. Bu sebeple halkının gözünde yavaş yavaş değeri de
düşmeye başlamıştı. Ancak Şahlık rejiminin son yıllarında artık Şah kendisini dünya
lideri olarak nitelendirmeye başlamıştı. Bu sebeple emperyalist ülkelere boyun
eğmemeye karar vermişti. Bu da rejimin yıkılmasının diğer bir sebebi.
* İran karşı devrimi sürecinde neler yaşadınız?
Ülke genelinde iç savaş vardı. Şahın askerleri ve şah muhalifleri arasında yaşanan bir
savaş. Korku içinde geleceğimizden emin olmadan yaşıyorduk. Okullarımız yaşanan
olaylardan dolayı beş ay tatil edilmişti. Üniversitelerde buna dahildi. Şah gidecek mi, kalacak mı, giderse kim gelecek
diye düşünüp duruyorduk. Tabi; ben o zaman küçüktüm, ilkokuldaydım. Yaşıtlarımızla olan biten herşeyin neredeyse
farkındaydık. Ama elimizden gelen tek şey eylemlere katılıp “Merg ber Şah” (Kahrolsun Şah) diye bağırmaktı. Çoluk ,
çocuk, ailecek eylemlere katılıyor, ülkemizin geleceği için orada bulunmamız gerektiğine inanıyorduk.
(devamı 2. sayfada)
Atarlı Ülkenin Giderli Başkanı: Hugo Chavez
“Bazı insanlar duşta şarkı söylüyorlar, hem de yarım saat boyunca. Hayır sevgili halkım, üç dakika yeter de artar bile. Ben zaman tuttum, üç dakika ve kokmuyorum.” Ben kim miyim? Ben
Venezuela’nın sempatik , karizmatik ve moda deyişle “atarlı” devlet başkanı Hugo
Chavez’im...
(devamı 3. sayfada)
Alman Nazi İstihbarat Örgütü Abwehr’de “WESTMİNSTER” Kod Adlı “AJAN 7124” Kimdi?
(cevabı 4. sayfada)
Atatürkçü Düşünce ve Tarih Kulübü
SAYFA 2
SAYFA 3
Gizli Servisler: KGB
Merg ber Şah
* 1984’de Taberi’nin TV’den yaptığı konuşma sizi nasıl etkiledi?
Bu sebeple Taberi televizyona çıkıp 1984’ teki konuşmayı gerçekleştirdi. Taberi
kendi fikrinin yanlış olduğunu en doğru rejimin Humeyni rejimi olduğunu söyleTaberi ülkeyi tekrar biraraya getirip ilerletebileceğimizi düşünüyordu. di. Tabi ki bu konuşma işkencelerin bir sonucuydu. Taberi’ye yapılan işkencelerin
Halkımızın bir kısmı ben ve ailem de dahil ona inanıyorduk. Humeyni reji- izleri televizyondan bile belli oluyordu. Daha sonra Ehsan Taberi’den uzun süre
mi halkın Taberi’ye olan inancını kullanarak Taberi ile birlik olmak istediğini haber alınamadı. Daha sonra öldüğünü öğrendik.
açıklamıştı. Birlikten ziyade amaç Taberi’nin başkanı olduğu Tudeh Partisi’ ni
ortadan kaldırmaktı. Çünkü Humeyni rejimi ona karşı olan bütün siyasi par- * İran’dan ayrılma süreciniz nasıl oldu? tileri ortadan kaldırmıştı. Tek rakibi de güçlü Tudeh partisiydi. Böylece birlik olmaya karar verdiler. Taberi’de yeni gelen Humeyni rejimine şans verdi. Böy- Eşimle İran’da tanıştım. O dönemde ben İran’da üniversite öğrencisiydim.
lece Taberi ve Humeyni birlik oldular. Ancak yeni rejimin kendisine uygun Eşim de Türkiye’ de yaşıyordu. Eğitimini tamamlamıştı. Ailesini görmek üzere
olmadığını fark eden Taberi ve halk, Humeyni rejimine karşı gelmeye başladı. İran’a geldiğinde tanıştık. Ben üniversiteyi bitirdikten sonra da evlendik. Ben de
Maalesef bu da Ehsan Taberi’nin sonu oldu. Hapise atıldı ve işkence gördü.
bu sebeple Türkiye’ye yerleştim. Eğitimimin geri kalanını da burada tamamladım.
İran’ın Karanlık Gerçeği
Atatürkçü Düşünce ve Tarih Kulübü
* İran- Irak Savaşı’ nın İran’da yaşananlarla ilgisi var mıdır? Varsa açıklar
mısınız?
19. yüzyıldan bu yana ulema (mollalar) halk üzerinde etkindi. Ulemanın
yüzyıllardır etkin olmasının başlıca nedeni; yönetim mekanizmalarından ayrı
kalmayı başarmış olmasıydı. Her zaman halk ile iç içe olmuşlardı. Merkezi
bir şekilde değil, ülkenin tüm şehirlerinde ve köylerinde yaşıyorlardı. Halkın
bir sorunu olunca yardımcı oluyorlardı. Yaptığı reformlarla halkın tepkisini
çeken ve ABD‘li yetkililerle fazla içli dışlı olan şahın bu tutumu mollaların iktidar olma isteğini iyice kabarttı. Eskiden beri iktidar olma isteği olan mollalar da
halk üzerindeki bu etkisini çok iyi bir şekilde kullanarak rejime bir başkaldırıda
bulundular.
İslam Karşı Devrimi’nin öncüsü olacak olan Humeyni, 1962-63’te şahın
toprak reformu programı çerçevesinde bazı dinsel vakıfların mülklerine el
konulmasında ve kadınlara bazı yeni haklar tanınmasında muhalefet ettiği için
tutukandı. Bunun üzerine İran’ da çok büyük ayaklanmalar oldu. Halk şaha
karşı çok büyük isyandaydı.
1960’larda sürgüne gönderilen Humeyni önce Türkiye’de daha sonra Irak’ta
kaldı. 1978’de Saddam Hüseyin, Humeyni’yi Irak’tan kovunca ABD’nin
tekelinden çekinen Fransa ona sahip çıktı. Humeyni devrimden önce Paris’te
kaldı. Şaha karşı ayaklanmalar mücadele edilemez hale gelmişti. Şah Şubat
1979’da ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Humeyni, 1 Şubat 1979’da İran’ a döndü
ve görkemli bir şekilde karşılandı. 16 ay süren fiilî ayaklanmanın ardından
şahlık rejimi yıkılmıştı.
Devrimin dinsel önderi ilan edilen Humeyni dört gün sonra bir hükümet atadı
ve 1 Mart’ta Kum’a yerleşti. 1979 Aralık’ta anayasa referandumu yapıldı. Buna
göre; ya şahlık rejimi devam edecekti ya da İslam Cumhuriyeti kurulacaktı.
Halk şah yönetiminden bıktığı için bu siyasi manevraya aldandı ve referandum
sonucunda çoğunluk İslam cumhuriyetine geçilmesi yönünde oy kullandı.
Humeyni İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra ömür boyu siyasi
ve dini önder seçildi.
Humeyni rejiminin ilk adımı siyasi intikam almaya girişmek oldu. Ülke içindeki muhalefet güçleri de bastırıldı, üyeleri sistemli bir biçimde ya tutuklandı ya
da öldürüldü. Kadınların başlarını kapamaları zorunlu kılındı. Batı müziği ve
alkol yasaklandı ve şeriat yasalarında belirtilen cezalar uygulamaya konuldu.
Ülkede hükümet politikasının belirlenmesini büyük ölçüde içtihat yetkisine sahip mollalar üstlendi.
Yurt dışında eğitim alan İranlılar ve komünistler ise İslam Devrimi’nin ardından, adında
olduğu gibi “cumhuriyet”in geleceği yanılgısına
düştüler. Böylece İran’ın solcu kesimleri bile İslam
Devrimi’nin yerleşmesi sürecine seyirci kaldı. Onlar
cumhuriyetin gelmesini beklerken anayasa şeriata
göre düzenlendi ve halk, özellikle kadınlar yeni sosyal düzene uymaya zorlandılar.
Yaşanan bu çalkantılı süreçten sonra ortaya bugünkü İran çıktı. Çok olağanüstü
bir gelişme olmadığı sürece İran’da bir rejim değişikliği olacak gibi
durmuyor; fakat Arap Baharı adı altında Amerikan karşıtı devlet başkanlarının
indirildiği şu dönemlerde, ülkenin başında Ahmedinejad gibi Amerikan karşıtı
bir lider varken acaba bir sürpriz olur mu, bilinmez. Belki Suriye’de olduğu gibi
İran’ da da sokak çatışmalarıyla başlayan süreç rejim değişikliğine kadar gidebilir.
İbrahim Yağmur Uzunırmak
Tabi ki vardı. Humeyni iktidara geçince bütün komşu ülkelere devrimi ihraç
edeceğini yani komşu ülkelere rejimini
benimseteceğini söyledi. Bu da Irak’ta
ki Şiilerin Saddam’a cephe almasına sebep oldu. Saddam’da İran’da yaşayan
Arapların Humeyni’ye cephe almasını
sağladı. Bununla da yetinmeyen Saddam,
Şah’la imzaladığı Setolarab (Şattül Arab)
Antlaşması’nı kameraların gözü önünde
yırttı. Setolarab nehri (Fırat ve Dicle
nehirlerinin birleşmesiyle oluşmuştur)
yıllardır İran’a aitti. Saddam, antlaşmayı yırtma sebebinin ise bu antlaşmanın bir
öneminin olmadığını, muhatabının artık Şah değil Humeyni olduğunu belirtti.
Setolarab nehrinin ise Irak’a ait olduğunu söyledi. Böylece sekiz yıl süren anlamsız
bir savaş da başlamış oldu. Binlerce gencin boşu boşuna ölmesine sebep olan bir
savaş.
* Türkiye’nin yaşadığı siyasal toplumsal süreci gözlemliyor olmalısınız. 1979
öncesi İran’da yaşananlar ile bugün Türkiye’de yaşananlar arasında
benzerlikler nelerdir?
Çok fazla benzerlik var. Örneğin İslami faaliyet yapan grup sayısının artışı. Şah
rejiminin son yıllarında bu tip grup sayıları artmaya başladı. Şimdi Türkiye’de de
aynı şey geçerli. İslami faaliyet içerisinde olan grup sayısı son on yıl içerisinde çok
fazla arttı. Bir diğer benzerlik de türban konusu. Şahlık rejiminin sonlarına doğru
türbanlı kadın sayısı çok fazla artmıştı. Türkiye’ de de türbanlı kadın sayısı birkaç
yıl içerisinde artış gösterdi. Şahlık rejiminin son yıllarında milli değerler yerini
dini değerlere bıraktı. Milli değerlere gösterilmesi gereken önem, dini değerlere
gösterilmeye başlanmıştı. Her iki değer de önemli ve önemini yitirmemeli. Ancak
yerinde ve zamanında olmak koşuluyla. Türkiye’de son birkaç yıldır maalesef
milli değerlere verilmesi gereken değer verilmiyor.
* İran ile Türk toplum yapısı, kültürü arasında benzerlikler var mıdır?
Evet var, hatta Türkiye’ye adaptasyon yaşamada sıkıntı çekmememin temel sebebi
de bu. Yemekler, gelenek ve görenekler hepsi çok benzer. İran’da da Türkiye’de
olduğu gibi aile bağları çok güçlü. Uzun yıllar boyu komşu ülkeler olmamız, kültürlerimizin benzer olmasına da sebep olmuştur.
* Kendinizi Türkiye’de nasıl hissediyorsunuz?
Kendimi Türkiye’de mutlu ve huzurlu hissediyorum. Çocuklarım, ailem burada mutlu ve huzurlu.
Ancak ülkemi de özlüyorum. Sonuçta vatanım. Her
yaz İran’a gidip ailemle hasret gideriyoruz. Kısacası
Türkiye’de keyfim yerinde ancak İran’ı da düşünmeden
yaşayamıyorum.
Kulüp Günlüğü
Biz Tarih Kulüp’ü olarak 27 Eylül’de Anadolu Medeniyetleri
müzesini, 11 Ekim’de Tabiat Tarihi Müzesini ziyaret ettik. 22 Kasım
Tarihinde ise okul olarak Çanakkale 1915 filmini izledik. 23 Kasım’da
ise öğretmenlerimiz, 12. Sınıflar ve okul meclisimiz Ulu Önderimiz’i
ziyaret ettiler.
KGB, yani Komitet Gossudarrstvennoi Bezopastnosti (Sovyet Gizli Haber Alma Teşkilatı). Bir ulusal savunma ajansı olup bir
çok ülkede de faaliyet göstermektedir. Asıl kuruluş amacı: Yabancı ülkelerden istihbarat toplamak ve kendi ülkesinin güvenlik açıklarını kapatmaktır. Hükümet için önemli bilgiler KGB tarafından arşivlerde saklanır ve sızdırılması önlenir. KGB bir
askeri birlik gibi hükümet yasa ve koşullarıyla Rus ordusuna paralel olarak oluşturulmuştur. 1983’te dünyanın en etkili gizli
servisi olarak Time dergisinde tanıtılmış, legal ve illegal olarak hedef ülkeler üzerinde bilgi topladığı ve operasyonlar yaptığı
belirtilmiştir. Toplanan bilgiler Sovyet Konsolosluğu veya Elçiliği’nde bir araya getirilir ve orada arşivlenir. KGB zaman zaman
politik, ekonomik, askeri ve stratejik konularda diğer gizli servislerle iş birliği yapmıştır. KGB bütün operasyonlarını ajanlar
aracılığıyla gerçekleştirmiş ve çift yaşam (live double) prensibiyle yürütmüştür.
KGB Sovyetler Birliği’nin merkezi otoritesinin güçlü tutulmasında büyük katkıda bulunmuştur. Joseph
Stalin zamanında Sovyetlerin iç güvenliğini sağlamak amacıyla Sovyetler çatısı altında bulunan farklı
etnik kökenli milletleri, Rusya’nın farklı bölgelerine sürerek din, dil ve tarih bakımından o milletlerin
milli benliklerini asimile etmekte KGB başrolü oynamıştır. Bu yöntemle farklı etnik kökenli milletlerin iç
karışıklık çıkarması engellenmiş, Rusya’nın merkezi otoritesi korunmuştur. KGB 6 Kasım 1991’de resmen KGB’nin Amblemi
kaldırılmış olmasına rağmen, günümüzde FSB ve SVR adları altında aktif olarak görevini sürdürmektedir. Beyaz Rusya’daki gizli servisin adı halen KGB’ dir. Günümüzde dünyayı sarsacak bir çok olayın
içinde var olduğu söylentileri yayılmış olsa da KGB personeli dışında bu bilgiye erişen kişiler yoktur. İlginç bir not olarak;
Marilyn Monroe’nun soğuk savaş döneminde KGB ile iş birliği yaptığı söylenmektedir. Günümüzde Rusya’nın Devlet Başkanı
Stalin
Vladmir Putin eski bir KGB ajanıdır.
Mehmet KÖKSAL
Mustafa Kaan OKUMUŞOĞLU
Atarlı Ülkenin Giderli Başkanı: Hugo Chavez
“Bazı insanlar duşta şarkı söylüyolar, hem de yarım saat boyunca. Hayır sevgili halkım, üç dakika yeter de artar bile. Ben zaman tuttum, üç dakika, ve
kokmuyorum. Eğer banyoda geriye yaslanarak yatıp bol köpüklü banyonuzda adına ne diyorlar, “jakuzi”yi açacaksanız; söyleyin bana, bu nasıl bir komünizm?
Zaman jakuzi zamanı değildir.” Bu sözler, 1999’da ilk göreve geldiğinden beri politikayla birazcık ilgilenen herkesin adını duyduğu; Venezuela’nın sempatik,
karizmatik ve moda deyişle “atarlı” devlet başkanı Hugo Chavez’e ait. Twitter hesabında kendini “sosyalist, antiemperyalist” olarak tanıtan Chavez, bu kimliğinin
sonucu olarak ülkede yürüttüğü “21. Yüzyıl Sosyalizmi” politikası ve dünyadaki en büyük emperyalist güç olan Amerika’nın yaptığı her şeye karşı çıkması, bu
ülkeyi sürekli eleştirmesi ile hem ülke çapında hem de dünya çapında çok büyük sempati ve hayranlık kazandı. Gerek başkan olmadan önce yaptıklarıyla, gerek
devlet başkanı olduktan sonra yaptıkları ve söyledikleriyle günümüz dünya siyasetinde çok önemli bir sima Hugo Chavez. 28 Temmuz 1958’de öğretmen bir
anne babanın 6 çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Ebeveynlerinin geliri öğretmen olmalarına rağmen düşüktü; bu yüzden küçükken zaman zaman tarlalarda çalıştı. 17 yaşında başkent Carakas’taki askeri akademiye girdi. Eğitim yıllarında, Güney Amerika’nın efsanevi devrimcisi Simon Bolivar’ı kendine örnek
alarak “Bolivaryanizm” adını verdiği milliyetçi-sol bir politik görüş benimsedi. 17 yıllık askeri kariyeri boyunca orduda pek çok görevde bulundu. Bu sürede
kendisinin benimsediği “Bolivaryanizm”e sıcak bakan kişilerle birlikte ordu içinde Bolivarcı Devrimci Hareket-200 (MBR-200) adlı gizli bir topluluk yarattı.
Başarısız bir darbe girişimi de var Chavez’in. 1989 yılında başkanlığa seçilen Carlos Perez’in ülkeyi ekonomik açıdan ABD ve IMF’ye bağımlı kılacak neoliberal
para politikalarına tepki göstermekte gecikmedi. Darbe girişimi başarısız oldu; teslim oldu ve hemen hapse atıldı. 1994’te göreve gelen yeni başkan Rafael Caldera,
Hugo Chavez ile diğer üst düzey MBR-200 yöneticilerini serbest bıraktı ama Caldera kendisine karşı da bir darbe girişiminde bulunabileceğini düşünerek Chavez’i
ordudan ihraç ettirdi.
1997’de “Beşinci Cumhuriyet Hareketi” adıyla kendi partisini kuran Chavez, 1998’deki seçimlerde oyların %56,2’sini alarak kazandı. Kendisine oy verenlerin çoğu
ülkenin dar gelirli kesimiydi. Seçim sonrası yaptığı balkon konuşmasında “Venezuela’nın dirilişi başlamıştır ve artık kimse bunu durduramaz.” diyerek gelecek
yıllarda ülkede radikal değişiklikler yapacağının ilk sinyallerini verdi.
Başkanlığı boyunca birçok icraatı oldu Chavez’in. Göreve geldikten kısa süre sonra başkana ait limuzini
ıskartaya çıkardı, başkanlık maaşı olarak aldığı aylık 1200 doların tamamını bir burs fonuna bağışladı,
hükümete ait pek çok uçağı sattı. “Plan Bolivar 2000” adlı bir sosyal kalkınma planı hazırladı. 2000 yılında
başlayan ikinci başkanlık döneminde bir diğer komünist ülke olan Küba’ya günlük 80 bin varil petrol
verilmesi karşılığında 30 bin doktor istihdam etti.
Chavez Amerikan hükümetine karşı ilk eleştirisinde de bu dönemde bulundu. Amerikan askerlerinin
bombalı saldırılarında ölen Afgan çocuklarının resimlerini göstererek “Bu çocuklar Usame bin Ladin’in
veya herhangi başka bir kişinin terör faaliyetlerinden dolayı suçlanamaz, cezalandırılamaz.” dedi, Amerikan hükümetini “masumların katliamını durdurmaya” çağırdı ve “teröre, terörle karşı konulamayacağını”
söyledi. Daha önce 1992’de kendisi bir darbe yapmaya çalışan Hugo Chavez tam 20 yıl sonra bu kez de
kendisi bir darbe girişimine maruz kalmıştı. Başkanlık sarayı basılarak Chavez tutuklandı. Ancak hem
halkın yeni başkan Carmona’yı istememesi hem de ordudaki Chavez yanlısı komutanların uğraşlarıyla darbe
hükümeti iki gün içinde düştü ve Hugo Chavez 14 Nisan
2002’de görevinin başına döndü.
Aşağıda yer alan örnekler Chavez’in ilginç kişiliğini gözler önüne sermekte;
- Chavez göreve gelene kadar ‘Venezuela Cumhuriyeti’ olan ülke adı, Chavez’in idolü olan Simon Bolivar’ın
anısına “Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti” olarak değiştirildi.
- 2006 yılında ülke bayrağında ufak değişikliklere gitti. Armada sağa doğru koşan atın yerine ‘sola’ koşan bir at
konuldu ve İspanya İmparatorluğu’na karşı gelen 7 eyaleti temsil eden 7 yıldıza Guyana’ya ithafen sekizinci bir
yıldız eklendi.
- “Emperyalistlerle aynı saat diliminde olamaz benim ülkem” diyerek ABD’yle aynı saat diliminde bulunan ülkesinin uluslararası zaman dilimini 30 dakika geri aldırmıştır. Bu uygulamayla birlikte Venezuela dünya üzerinde
resmi saati GMT -4.30 olan tek ülkedir.
- Kendisi, Brezilya başkanı Lula da Silva ve Paraguay başkanı Fernando Lugo’nun ardından Arjantin başbakanı
Christine Kirchner’e de yakın zamanda kanser teşhisi konması üzerine “Ben sadece kendi düşüncelerimi sizinle paylaşmak istiyorum. Sizce tüm bunlardan sorumlu ülke, Güney Amerika’yı kontrolü altına almak isteyen ABD olamaz mı?” demiştir.
- BM’deki bir konuşmasında, kendisinden bir gün önce aynı binada konuşma yapan ABD Başkanı George Bush’u kast ederek “Şeytan dün buradaydı.” demiştir.
Denizhan AKPINAR
Atatürkçü Düşünce ve Tarih Kulübü
SAYFA 4
Coco Chanel
Sıradışı bir modacı, sıradışı bir insan, ünlü Fransız modacı. 1883 yılında Fransa’da dünyaya geldi. Gerçek adı Gabrielle Bonheur Chanel’ dir. Babası onu bir yetimhaneye bırakmış. Babasının kendisini almak için hiçbir zaman dönmeyeceğini anlayan Chanel, 18 yaşına
bastığında yetimhaneden çıkıp bir terzi dükkanında çalışmaya başlamış. Bu arada şarkıcılık da yapan Chanel, söylediği bir şarkıdan dolayı
“Coco” lakabını almış. Sahneye çıktığı bir akşam, varlıklı bir adam olan Etienne Balsan ile tanışmış ve onun aracılığıyla Paris sosyetesine
girmiş. İlk önce basit şapka tasarımlarıyla atıldığı moda dünyasına yıllar sonra Holywood’un ünlü aktrislerinin şapka tasarımcısı olarak
damgasını vurmuş.
Birinci Dünya Savaşı’nda kocaları savaşa giden kadınlar, tek başlarına ayakta durmayı öğrenmek
zorunda kaldılar. Chanel, özgürlük arayışı içine giren kadınları erkeklere bağımlı kılan ruhsal
tembellikten kurtarmak istiyordu. O, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ‘’kadın bağımsızlık
hareketi’’nin en güçlü figürü oldu. Coco Chanel tasarladığı kadın giysilerinde sadelik ve rahatlığa
önem vermiş, küçük dükkanından herkese hitap edecek giyim tarzı sunmuştu. Sürekli çalışanlarla birlikte olması onun
ilham kaynağıymış. Örneğin tamircinin gömleğinden, kanal kazan bir işçinin boynuna attığı atkıdan, bir garson kızın
gömleğinin manşetleri bile onun için ilham kaynağıydı.
Chanel, moda dünyasında yaptığı devrimlerin yanında özel hayatıyla da dikkat çeken birisi. Evli bir düke aşık olan ve dük karısından boşanıp kendisiyle evlenmediği
için intihara kalkışan Chanel, makası tam karnına saplayacakken aynada kendisini görüyor ve başlıyor saçlarını kesmeye. Bir gün ata binerken uzun, kabarık
elbisesini sinirlenerek ortadan ikiye kesti ve böylece ilk kez kadınların pantolon giymesi fikrini ortaya attı. Yaşadığı dönemde yalnızca hayat kadınlarına özgü olan
kırmızı ruj sürdü. Etrafındaki erkekler ne kadar onu yönettiklerini düşünseler de, onların toplumdaki baskınlığına karşı açtığı savaşını yine onları kullanarak
kazandı. Bu kadar üne sahip olmasına rağmen pek mutlu olmadığı bilinen Chanel’in “Sahip olduklarım yerine düzgün bir kocam olmasını isterdim” demesi bunu
kanıtlıyor.
İlk defilesi ayın beşinde yapıldı ve ertesi gün basından büyük ilgi gördü. Bu yüzden uğurlu rakamı beş olarak kaldı ve her defilesi hâlâ ayın beşinde yapılıyor.
Giderek ünlenen Chanel, parfüm ve kozmetik işine girdi. Bugün hâlâ çok ünlü olan “Chanel No.5” parfümünün adı da, uğurlu rakamından geliyormuş.1930’lu
yıllarda Atatürk, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üniformalarını Coco Chanel’e tasarlattı. Türk Silahlı kuvvetleri 1980’e kadar onun imzasını taşıyan üniformalar giymiştir.
İsmi “Time: Yüzyılın En Önemli 100 Kişisi” listesinde de geçen tek moda tasarımcısıdır. 20. yüzyılın önemli moda tasarımcılarından olan Coco Chanel’in 2011
yılında Alman Nazi istihbarat örgütü Abwehr’de “Westminster” kod adlı “Ajan 7124” olarak kayıtlı olduğu ortaya çıkarılmıştır. 1971 yılında, 30 yıldır yaşadığı
Paris’in Ritz Carlton otelindeki odasında ölmüş. Ölmeden önce son sözlerinden birisinin ise şu olduğu anlatılır: ”Evet çok zenginim ve milyonlara sahibim. Ama
o kadar yalnızım ki.”
Deniz BIÇAKCI
Bir Dünya Dolusu Sinema
Tarih 29 Aralık 1895, Lumiere Kardeşler’in “La Ciotat Garı’na Trenin Varışı”nı anlatan filmi ilk kez Paris’te seyirciye sunuldu.
Rivayetlere göre bu ilk gösterimde trenin kendilerine doğru geldiğini gören seyircilerin paniğe kapıldıkları hatta ön sırada
oturanların ya kaçtığı ya da iskemlelerin altlarına saklandıkları söylenir. Gerçek ya da değil işte bu ilk gösterim kitleleri
kendine hayran bırakacak dünyanın en büyük sektörlerinden biri olan sinemanın doğuşu olarak kabul görmektedir. Bu ilk
gösterimden sonra dünya adeta bir film setine dönmüştü. Fransız yönetmenlerin günlük hayattan karelerle ilgilendiği bu
dönemde, Amerikalı yönetmen Edwin S. Porter filminde bir öykü anlatmayı denedi ve “Life of an American Fireman” filmi ile
sinemanın anlatma gücünü gösterdi. Sinemanın bu kadar çok ilgi çekmesiyle birlikte ilk stüdyo imparatorluklarının kurulması
da fazla gecikmedi. Carl Leammle (Universal) ve Adolph Zukor (Paramount) gibi isimler Amerikan film sanayisinde egemenlik sağlayabilmek için harekete geçtiler, bu şirketler Hollywood’da kocaman binalara yerleşerek bügünkü Hollywood’un
temellerini de attılar.
I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesine geldiğimizde ise Avrupa estetik açıdan Amerikan sinemasından daha öndeydi diyebiliriz. İtalyan klasik epik filmleri, Fransız
dönem filmleri, Alman sanat anlayışı... Savaş sonrasında Amerikan sinema sanayisinde de çok büyük bir hareketlenme başlamıştı; Griffith dönemin en çok izlenen
filmi “Birth of a Nation”ı seyirciye sundu. Yetenekli ve yaratıcı bir yapımcı olan Thomas H. Ince döneme yeni bir tür olan “western”i kazandırdı. Sinema 1920’li
yıllara geçerken tam anlamıyla kitleleri kendine çeken bir eğlence sanayisi haline gelmişti.
Sinemanın etkisini daha da arttırmak için yeni bir şeyler gerekiyordu ve bu gelişme 1920’li yılların başında görüntü ve sesin birleşmesiyle gerçekleşti. Bu dönemde
kısa “slapstick” (fiziksel komedi) tarzı filmler Amerikan sinemasına damgasını vurdu. II. Dünya Savaşı başlamadan önce bir çok Avrupalı başarılı yapımcı ve
yönetmen şöhret, zenginlik ve sosyal istikrar vaadleri ile Hollywood’a geldi ve yeni gelen bu yönetmenler Hollywood sinemasına zerafet ve yenilik kattı, bu da
klasik Hollywood üslubunun yavaş yavaş şekil almasını sağladı.
Avrupa, Nazi Almanyası’yla mücadele ederken Amerika’ da büyük bir krizin pençesindeydi. Bu durumun da etkisiyle sosyal açıdan duyarlı filmler ikinci plana
itilmiş, komedi ve müzikal gibi gerçek hayattan uzaklaştırıcı türler popülerleşmişti. Fakat bu dönemde bir diğer göz ardı edilemeyecek olan gerçek, seyircilerin
çoğunlukla kadın olmasıydı. Yapımcılar da bu durumu kâra dönüştürmek için acıklı film olarak tabir edilen bir dizi kadın filmi yaptı. Bu yıllarda beyaz perdeye
yansıyan bir diğer tür ise animasyonlardı. Walt Disney, yapımcılığını yaptığı bir çok başarılı animasyon ile bu türe öncülük eden bir Hollywood devi oldu. 1940
kuşağına geldiğimizde Hollywood “günahkarlar şehri” olarak ün salmıştı ve filmlerde işlenen konularda kilise önderlerini öfkelendirmişti. Buna bağlı olarak resmi
sansürden korkan stüdyolar Will Hays önderliğinde bir büro kurdular ve “yapılmayacaklar ve dikkat edilecekler listesi” oluşturdular. Bu yasalar bütün Hollywood
camiasında yaklaşık 30 yıl boyunca geçerliliğini korumayı başardı.
Savaş sonrası Hollywood’unda yapılan filmler bol miktarda dans, silahlı çatışmalar ve gerilim unsurları içeriyordu.
Avrupalı sinemacılar Nazi baskısından kaçarak ABD’ye sığınmışlar, dışavurumcu ve dramatik tarzlarınıda beraberlerinde getirmişlerdi. Sinemanın mutlak egemenliğini tehdit eden bir unsur ortaya çıkmıştı “televizyon”. Bu tehdit altında
stüdyolar filmlerine çok daha büyük bütçeler ayırdılar şaşalı dekorlar kullandılar. Amerikan sinemasına o dönemde
damgasını vuran türlerse western, dram, gerilim, müzikal, tarihi filmler ve romantik komedilerdi.
Dilhan AKKAYA
Bu gazete ODTÜ GV Özel Lisesi Atatürkçü Düşünce ve Tarih Kulübü tarafından basıma hazırlanmıştır.
Kulüp danışman öğretmeni: Elif ÖZEN.
Gazete Editörleri: Kaan OKUMUŞOĞLU, Mehmet KÖKSAL, Denizhan AKPINAR
Kulüp Öğrencileri: A. Kutay ERÖZDEN, Alihan ALTUNIŞIK , Arda SÜMER, Batuhan Mert ALTUN, Başak SEKBAN, Bora DEMİRER, Çağatay TIRPANCI, Deniz BIÇAKCI,
Dilhan AKKAYA, Emre BAĞCI, Levent YAZER, Melis Naz TAHERİ, Melis KORKUT, Mert Can POLAT, M. Kerem ŞENOL, Umut ÖZASLAN, Yağmur UZUNIRMAK.
Katkılarından dolayı öğretmenimiz Süleyman KEÇECİ’ye teşekkür ederiz.

Benzer belgeler

EKREM BİÇEROĞLU

EKREM BİÇEROĞLU alarak “Bolivaryanizm” adını verdiği milliyetçi-sol bir politik görüş benimsedi. 17 yıllık askeri kariyeri boyunca orduda pek çok görevde bulundu. Bu sürede kendisinin benimsediği “Bolivaryanizm”e ...

Detaylı