yeni türküler söyle
Transkript
yeni türküler söyle
Muhterem Okurlar, Türküler, his ve fikir coğrafyamızın temsil kabiliyeti yüksek ezgileridir. Sözleri kimilerine göre basittir; ama samimi ama derunidir. Türkü, Türk’ün adım attığı her yerdedir. Çünkü ismi ile müsemma türkü, Türk’ü en iyi anlatan musikidir. Bir bakarsınız Azerbaycanlı, Kerküklüdür bir bakarsınız Rumelili, Kafkaslıdır… Elimizi ayağımızı yanımızda nasıl taşıyorsak ‘dilimiz’ olan türküleri de öyle taşırız. Ezgilerimiz işçi olup gurbete, asker olup cepheye, yaralanıp hastaneye, cürüm işleyip dama, sevdalanıp dile düşerler. Türküler damadımızın takısı, gelinimizin yüzgörümlüğüdür. Kısaca onlar bizim hayat ve hayal hikâyemizdirler. Her hâlimize denk düşen bir atasözümüz olduğu gibi her hâlimize denk düşen bir türkümüz de vardır. Bu anlamda türkülerin doğum yerleri vardır ama belli bir yurtları yoktur. “Kar mı yağmış şu Harput’un başına” türküsüne kulak kabartmak için Elazığlı, “Şen olasın Ürgüp dumanın gitmez” türküsüne eşlik etmek için de Nevşehirli olmak kayıt ve şartı yoktur. Ve duygu derinliği sağlayan şairlerimize de öyle… Şairlerimizin şiirlerini okurken Osmaniyeli, Kahramanmaraşlı, Yozgatlı olduklarını düşünmeye ne gerek, önemli olan tesirleri! Adnan Binyazar, Mehmet Özbek ve Fatih Kısaparmak’la yapılan röportajların her okurumuzun dikkatini çekeceğine ve bizleri türkülerimize daha bir perçinleyeceğine inanıyoruz. Yazarlarımızın isimleri, isimlerinin çağrışımları buraya sığmayacağından ilkin dergimizin “Bu sayıda” bölümüne bakmanızı sonra da hiçbir yazıyı atlamadan tümünü okumanızı rica ediyoruz. Her bir yazarımızın, türkülerimize bir başka pencere açarak bizleri bazen arındırıp ferahlandırdığını bazen hüznün kıyılarında bütün türkülere el uzattırdığını göreceksiniz. En evveli de bedeli binlerce kez ödenmiş hatırlamanın, anlamanın, inanmanın kolaylığını sezeceksiniz. 43. sayımızın konusu “ev, sokak, mahalle”. Kendi muhitimizde buluşmak dileğiyle Allah’a emanet olunuz. Bizim Külliye NAZIM PAYAM S uphi Saatçi ile dergimizin dosya konusunu konuşuyoruz; “isabetli”, diyor “türkü”ye ve ekliyor: “Ömrümü Kerkük’e adadım, fakat bir Kerkük türküsü kadar etkili olamadım.” Bu söz, bana Aytmatov’un Beyaz Gemi’sindeki Mümin Dede’nin ağzından aktarılan bir hikâyeyi hatırlattı: “Geçmiş zamanların birinde, bir han başka bir hanı tutsak almış. Bu han tutsağına: -Eğer istersen benim kölem olarak yanımda kalır, uzun zaman yaşayabilirsin. İstemezsen, en büyük arzunu yerine getirir, sonra da seni öldürürüm.” demiş. Tutsak Han düşünüp cevap vermiş: -Köle olarak yaşamak istemiyorum, beni öldür daha iyi. Ancak öldürmeden önce, benim vatanımdan herhangi bir çobanı buraya getirtmeni istiyorum. -Ne yapacaksın o çobanı? - Ölmeden önce ondan bir türkü dinlemek istiyorum.” İlk anda serin bir esinti taşıdığı hissi ile sesi- Türkü terbiyemiz, paylaşılamayanı, uyumsuzluğu meclisine kabul etmez, haz verdiğine, kendini yoklama, hatıraları dinleme fırsatı da verir. Bir insandan bir yörenin fotoğrafını çekebiliyor ve bunu en azından genelin bir kısmına aktarabiliyorsa türkü vardır. 3 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Türkünün yaşı yaşımız; yatağı, yatağımız; ağrısı, ağrımız; ezgisi, ezgimiz; dili, dilimiz; daha n’olsun!… ne kulak verdiğimiz türkü, sarıp sarmaladıkça, mevzusuna yüzlerce kitaptan daha tesirli muhabbet aşılamaz mı bize! Dağına, çeşmesine, ovasına, gülüne, güzeline türkü yaktığımız toprağın tasası almaz mı bizi! Gesi Bağları, Çanakkale içinde aynalı çarşı, Seferberlik ve Yemen türkülerini dinlediğimizde, “Akma Tuna akma ben bir dertliyim”i mırıldadığımızda kan akışımız değişiyorsa türkülerin omuzlayıp getirdiği olaylar, olayların ardında bıraktığı sessizlik hâlâ içimizde demektir. Bir toprağın türküsü varsa orası vatan olmuştur, dersem çok mu iri konuşmuş olurum? Türküye meylimiz, yalnızca tarih zemininde kalanları ses anahtarıyla açmasından, olayların acısını, sancısını üstümüze sindirmesinden mi? Hayır. Her çağı yaşama biçimimiz, dünyayı algılayışımız, yunmuş yıkanmış dilimiz onun sesiyle yankılanır. Şunca zamandır evlatlarımıza hayat mirasını türküyle devşirmiş, türküyle devretmişizdir. Babamın türküsü, anamın, dayımın, ağamın türküsü demekteki kastımız onların yaşama serüvenlerine işaretimizdir. Bizi anlamak, bizden bir haber almak isteyen türkümüze kulak versin. Hayatımızı oluşturan notalar türkümüzün icrası içindedir. Türkü terbiyemiz, paylaşılamayanı, uyumsuzluğu meclisine kabul etmez, haz verdiğine, kendini yoklama, hatıraları dinleme fırsatı da verir. Bir insandan bir yörenin fotoğrafını çekebiliyor ve bunu en azından genelin bir kısmına aktarabiliyorsa türkü vardır. Radyoların türkü saatlerinde analarımızın, ablalarımızın “bundan sonraki benim bahtıma” demesi, Ali Akbaş’ın “Kerem et Mükerrem, bir türkü söyle” ricası, Bayram Bilge Tokel’in Nida Tüfekçi öldüğünde “Türküler Nidasız Kaldı” diye hayıflanması, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun türkü dinlediğinde şairliğinden utanması bu paylaşımdan. Ne yasak ne teknoloji ne de modernlik bizi türküden koparır. Vazgeçemeyiz türküden. Çoklarımız, göbek kordonuyla bağlandığı türkünün depreştirmesiyle sesini gürleştirir ve bir anda hareketlenir. Kişi sevdalıysa, sevdaya adaysa “Aşkın odu ciğerimi Yaka geldi yaka gider Garip başım bu sevdayı Çeke geldi çeke gider” söyleyişine nasıl duyarsız kalsın! Terennüm edilen ile hayat ritmini çabucak kaynaştıran türkü, yaşanılanın kalp pınarlarından beslenir. Sosyal ıstırabımızı, iç çekişlerimizi, yılgınlığımızı, yiğidi kuru soğana muhtaç edeni, aşımıza ağı katan zalim feleği, çırpınan Karadeniz’i, yâre dokunmanın şaşkınlığını en berrak yüzüyle ifşa eden türkülerdir. "Bu türkü bana söyleniyor", "bu türkü beni anlatıyor", sahiplenmesiyle onaylanır türkülerimiz. Gerçeğimize imanı onun ruh hâlimizi sarsmasıyla tazeleriz. Türkü, yalan söylemez. Türküye yalanı biz söyletiriz. Onun yalanı insanımızın gerçeğinden kopması veya gerçeğini gizlemesidir. ‘İnandığı gibi yaşamayanlar, yaşadığına inanır’, uyduruk yaşantısından saman alevi gibi uyduruk türküler çıkarır. Sonrası herkesi herkese unutturan, insan sıcaklığından yoksun, sılayı da gurbeti de boşluğa iten renksiz, kokusuz, dipsiz mekanik sözler… Boş söz ağırlığındandır ki haslarımız Karacaoğlan, Emrah, Eşrefoğlu, Kerem Dede, Derviş Himmet benzeri ustaların bestelenmiş güftelerini duygu sofralarında eksik etmez, kendince dokunan sesimize bunların ölçüsüyle ilmek atarlar. Tanpınar, Yunus Emre’yi anlatırken parçadan bütüne yolculuğumuzu şu cümlelerle açar: “Biz sevdiğimiz nispette yalnızızdır. Yalnızlığımız nispetinde kâinatla birleşir, kucaklaşırız.” Divan şairinin gazelini saraydan bey konağına, köy odasına çekip türküleştiren, nice halk ozanının varsağını, ilahisini, koşmasını saray mensubunu imrendirecek gönle sevk eden, sonra içine gömülen bu yalnızlığımızın sesidir. Sesimizin öğüttüğü türkü, sultana da çobana da aynı kederi, aynı sevinci yaşatır. Türkünün yaşı yaşımız; yatağı, yatağımız; ağrısı, ağrımız; ezgisi, ezgimiz; dili, dilimiz; daha n’olsun!… ■ 4 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 ADNAN BİNYAZAR ile halk kültürü üzerine “aydınlanma”, toplumların, kendi kültürlerini, tarihlerini, dillerini ortaya koyma sürecini başlatmıştır. Bizim, Cumhuriyetle başlattığımız kültürel arayışların temelinde bu yatıyor. TANER NAMLI Halk anlatılarının zenginliği hakkında düşüncelerinizi almak istiyorum. Halk anlatılarını görkemli ve etkileyici kılan nedir? Bu duyarlılığı nereden alıyorlar? Örneğin okuma yazması olmayan bir adam nasıl olur da bu kadar etkileyici şeyler anlatabiliyor diye soruyoruz bazen kendimize. Onları söyleten nedir? Halklar düşünsel ve duygusal etkileşimi anlatıyla sürdürürler. Düşünün ki, üç evli bir köyde bile sevgi vardır, nefret vardır, kin vardır, düşmanlık vardır... Bu duygular kendiliğinden doğmaz, halkların yüzlerce, binlerce yıllık duygu birikimlerinin sonucudur. Kimi halklar üç beş yüz, kimileri binlerce sözcükle anlaşabilirler, ama ortada bir “anlaşma” vardır; anlaşmanın olduğu her yerde anlatımsal bir gelişme de söz konusudur. Clive Bell, Uygarlık adlı yapıtında, uygarlığın nice gelişmiş ülkede yozlaştığını, ama en ilkel toplumun yaşayışında izlerini sürdürebileceğini savunur. Halk anlatılarının etkileyiciliği, anlatılanın herkesçe kolayca anlaşılmasından doğar. Örneğin, bir romanı herkesin tam anlaması olanaksızdır. Halk öyküleri ise nerdeyse anlama çabası gerektirmeyecek denli yalındır. Çünkü yüzyıllarca, anlatıla anlatıla artık dilsel öze, yalınlığa Takdim Adnan Binyazar, 7 Mart 1934 tarihinde Diyarbakır’da doğdu. Ancak 14 yaşında başlayabildiği ilköğrenimi çeşitli illerde sürdürdü. Dicle Köy Enstitüsüne girerek eğitimini Gazi Eğitim Enstitüsünde sürdürdü. Türkiye’nin çeşitli öğretmen okullarında, Hacettepe Üniversitesi, Gazi Eğitim Enstitüsü, Devlet Konservatuarı, Basın Yayın Yüksek Okulu gibi birçok eğitim kurumunda ve Türk Tarih Kurumunda, Kültür Bakanlığında, Türk Dil Kurumunda görev yaptı. 1978 yılında Kültür Bakanlığı Tanıtma ve Yayımlar Dairesi Başkanlığına getirildi. 1981 yılında Berlin Eğitim Senatosu'nun çağrısı üzerine Berlin'e gitti, bu dönemde İncila Özhan'la birlikte altı ciltlik Türkçe/Dil ve Okuma Kitabı'nı (1.-2.) yazdı. Adnan Binyazar, Masalını Yitiren Dev adlı anıromanında yoksulluk içinde geçen çocukluk dönemini, Orhan Kemal Roman Armağanı'nı kazanan Ölümün Gölgesi Yok adlı kitabında bir sevda öyküsü anlattı. Eserlerinden bazıları; Ağıt Toplumu, Ay Bazen Mavidir, Ayna, Dede Korkut, Duyguların Anakarası, Halk Anlatıları, Kan Turalı, Masalını Yitiren Dev , On Beş Türk Masalı, Ozanlar/Yazarlar/Kitaplar, Ölümün Gölgesi Yok, Şairin Kedisi, Toplum ve Edebiyat, Yazma Öğretimi Yazma Sanatı, Toplum ve Edebiyat, Kültür ve Eğitim Sorunları, Yazmak Sanatı (Emin Özdemir'le), Cumhuriyet'in 50 Yılında Atatürk Yolunda 40 Yıl, Âşık Veysel, Yazın ve Bilim Dilimiz, (Metin Öztekin'le), Yazılı Anlatım Bilgileri (Emin Özdemir'le), Türk Dilinde 25 Ünlü Eser, Dedem Korkut/Vier attürkische Nomadensagan (Türkçe-Almanca), Yaralı Mahmut’tur. 5 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Geçmişimiz, kişiliğimizin yapı taşlarıyla örülmüştür. Yaşamak, geçmişle yaşadığımız an arasında kurduğumuz duygu köprüsüyle anlam kazanıyor. Türkü bunu gerçekleştirir. ulaşmıştır. Kolay anlaşılırlık duyarlık etkileşimini sağlamada da etkindir. Okuma yazması yoktur, ama konuşması vardır. Halk anlatılarının çoğu da konuşma ürünüdür, iç sesin yazıya dönüşmemiş anlatımıdır. Kişinin duygu derinliğine varması ise, onun yaratıcı gücüyle ilgilidir. Bu güç çok kişide vardır. Yaratıcılığın sanatsallık kazanması, kişinin kendini o işe vermesiyle ilgilidir. Yaratım süreciyle beslenmiş halk birikimleri öylesine etkilidir ki, ortaokul öğrenimini bile tamamlayamamış bir Yaşar Kemal’den dünya çapında bir romancı çıkarır. Duygu gelişimi herkeste vardır. Sanatsallığa ancak duygunun yönlendirilmesiyle varılıyor. Böyle bir alan sağlanamadığı sürece, halkın birikimleri olduğu yerde durur. Ona evrensellik kazandırmak sanatçının işidir. Halk kültürünün sizin hayatınızdaki yerini nasıl yorumluyorsunuz? Halk kültürü bende dinlemeyle başladı. Çocuktum. Öykü anlatanları can kulağıyla dinlerdim. Bizde, nerdeyse şimdi ölmekte olan bir gelenek vardı. Ablalar kardeşlerine, büyükler küçüklere masallar anlatırlardı. Erkekler, askerde ya da iş yaşamında edindikleri deneyimleri, ibret alınacak öykülerle besleyerek evde anlatırlardı. İnsanın gitgide birbirinden koptuğu bir dünyada, ne yazık ki korkunç bir kültürel ilişkisizliğe doğru sürükleniyoruz. Ben, halk kültürüyle beslenmemin izlerini yazarlığımın her aşamasında görebildiğimi sanıyorum. Halk, kendine ait kültür ürünleri yaratmayı bırakmış mıdır, yoksa bu süreklilik dipten bir akıntı olarak devam ediyor mu? Bu soruya bağlı olarak halk anlatılarının modernizmle olan ilişkisini de değerlendirebilir misiniz? Halklar, yaşadıkça, kültürel ürünler de var ola- caktır. Ama üretilen, doğal olarak bin yıl öncekine benzemeyecektir. Hayat, yaşadığımız ortamı kendimize göre biçimleme sürecidir. On bin yıl sonra ne bu dağlar böyle kalacak ne ovalar ne sular... Sizin deyiminizle, “akıntı”yı durduracak bir güç yok. Ama akıntı, akacak yer bulabilecek mi? Ben bir gün, insanlığın- eğer kendisi bir teknik adama dönüştürülmezse- içinde bunalmaya başladığı bu teknik dünyayı yıkmak için kendini başka güçlerle donatacağı kanısındayım. Avrupa sanatı gökten inmedi. İyi bir araştırma yapılırsa, en çağdaş sanatçı sayılan Picasso’nun bile halk birikimlerinin kaynağı olan geleneksel ürünlerden yararlandığı görülecektir. Bu vesileyle şunu da söyleyeyim, “aydınlanma”, toplumların, kendi kültürlerini, tarihlerini, dillerini ortaya koyma sürecini başlatmıştır. Bizim, Cumhuriyetle başlattığımız kültürel arayışların temelinde bu yatıyor. O günden bugüne, yazın, bilim ve çeviri dilimizdeki gelişmeleri göz önüne getirirsek, nereden nereye geldiğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Sözü, halk anlatılarının belki de en etkileyici olanına getirmek istiyorum. Türkü deyince hangi çağrışımlar oluşuyor zihninizde? Türküler ne anlatır size? Sorunun içeriğinde de görüldüğü gibi, türkü çağrışımı yoğun bir sanat dalıdır; ezgiyi, iç düzeni, anlamı içinde barındırır. Türkü, toplumların sevincinin de üzüntüsünün de eleştirisinin de ürünüdür. Anlamsal yapının bütün özelliklerini özünde taşır. Türkü anlamlıdır, ama anlatmaz, duyumsatır. Ben kimi türküleri dinlerken bir anda bütün geçmişimin orta yerinde buluyorum kendimi. Geçmişimiz, kişiliğimizin yapı taşlarıyla örülmüştür. Yaşamak, geçmişle yaşadığımız an arasında kurduğumuz duygu köprüsüyle anlam kazanıyor. Türkü bunu gerçekleştirir. Biri şöyle bir bir mırıldanıversin, ya da TV’de, radyoda duyuverelim; “Ara ver dağlar dağlar ara ver, benim bu selamım götür yâra ver” 6 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 dizesi neler duyumsatmaz bize... Türkülerin edebî değeri hakkında neler düşünüyorsunuz? Halk anlatıları ya da türküler bizi sanatsallıklarıyla, edebiyat değeriyle etkiler. Türkü kimi zaman bizi edebiyatın doruklarına çıkarır. Örneğin, sıradanmış görünen, YENİ TÜRKÜLER SÖYLE Dağlardan akıp gelen, Yürekten kopup gelen, Sevda semâlarında Dalga dalga yükselen Yeni türküler söyle. Çarşamba’yı sel aldı Bir yâr sevdim el aldı Keşke sevmez olaydım Elim koynumda kaldı dizelerindeki yalınlık, yoğun, anlam, iç düzen hangi şiirde vardır! Ya da, Vefâsız yâr üstüne, Nazlı nigâr üstüne, Başımda dönüp duran Efkâr efkâr üstüne Yeni türküler söyle. Yenice yolları bükülür gider Zülüf al gerdana dökülür gider Yiğidin başına bir hâl gelirse Ömrü arkasından sökülür gider dizelerinde geçen “zülfün al gerdana dökülmesi”, “ömrün arkasından sökülüp gitmesi” imgeleri edebiyat sanatının en güzel örneklerinden değil midir? Halk kültürü araştırmalarının yeterli derecede ve nitelikte yapıldığını düşünüyor musunuz? Düşünmüyorum. Halkı düşünmeyen hükümetlerin, halkın birikimlerine önem verip araştırma enstitüleri kuracağına inanmıyorum. Bu iş, devlete bağlı üretimsiz dairelerle ya da birtakım derneklerle yürütüldüğü sürece bir sonuca varılacağına inanmıyorum. Erzurum Üniversitesinde Halk Bilimi Bölümü vardı. Çok kısa sürede bu alana yönelik çok önemli araştırmalar yapılıp yayımlanmıştır. Ben, bu konuda özerk olan kurumlaşmaları savunuyorum. Yalnızca Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu öyle idi, onlar da Kenan Evren döneminde devlet dairesine dönüştürülmüştür. Bu yüzden, bu kurumlarda önemli araştırmalar yapılacağına, şimdi, kim kime yakınsa, onun uydurma çalışmalarını basmakla yetiniyor. Muhabbetle süslenen, Can evime seslenen, Her seher ter ü taze Ümitlerle beslenen Yeni türküler söyle. Kurul gönül köşküne, Yârân dönsün şaşkına, Yanık yürekler için Haydi Allah aşkına Yeni türküler söyle. Göz yaşından süzülen, Ezgilere dizilen, Her esrârı sazımın Bir telinde çözülen Yeni türküler söyle. BESTAMİ YAZGAN Sohbetiniz için teşekkür ediyorum efendim…■ 7 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 HÜM KUŞUMUZ Yine duman almış Palandöken’i Kerem et Mükerrem bir türkü söyle Türküler bağrımda bir gül dikeni Kerem et Mükerrem bir türkü söyle Yükseklerde öten hüma kuşumuz Issız gecelerde can yoldaşımız Sen söylerken göğe değer başımız Kerem et Mükerrem bir türkü söyle Bir şehir bilirim iniş yokuştur Çifte minaresi nakış nakıştır Aşılmaz yolları borandır kıştır Kerem et Mükerrem bir türkü söyle İşimiz yok bizim hasetle, kinle Gam, kasavet dağıt gür nefesinle Yüce endamınla yiğit sesinle Kerem et Mükerrem bir türkü söyle Sen susarsan göğümüzü yas alır Pasinler’i duman alır, pus alır Türkülerle uzun yollar kısalır Kerem et Mükerrem bir türkü söyle Dadaş göğümüze bir velvele sal Ruhu coştur, çürük aklı yele sal Birbirine girsin gerçekle masal Kerem et Mükerrem bir türkü söyle Erenler yoldaşı Mehmet Çarmaşır Bize maveradan haberler taşır O söylerken bize susmak yaraşır Kerem et Mükerrem bir türkü söyle Bir şehir bilirim taşı kehribar Erkeği Köroğlu, kızları Nigâr Ey şahin bakışlı, edası kibar Kerem et Mükerrem bir türkü söyle Kar erisin yaylalara göçülsün Yamaçlarda mor menevşe açılsın Ricâ et Râci’ye o da koşulsun Kerem et Mükerrem bir türkü söyle ALİ AKBAŞ 8 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 TÜRKÜLER NİDA'SIZ KALDI Nida Tüfekçi'nin Aziz Hatırasına Çamlığın başına bir inece duman Gördükçe ağlardı gözü Nida'nın Ziya'nın acısı yüreğinde dağ Nasıl dayanırdı özü Nida'nın Baba oldu türkülerin merdine Acı çekti bir sürmeli derdine Şikayet gelmedi bir gün virdine İlkbahardı kışı, yazı Nida'nın Bir gün Kırşehir'de, bir gün Banaz'da Adım adım gezdi baharda, yazda Bizi üşütmedi karda, ayazda Yandıkça büyüdü közü Nida'nın Türküler Nida'sız onulmaz hasta Halaylar üzgündür, bozlaklar yasta Ankara'da, Kayseri'de, Sivas'ta Hürmetle edilir sözü Nida'nın Yeni Kalem ile yazı yazardı Aslı Akdağ'lıydı, gurbet gezerdi Türküleri duruşundan sezerdi Görünce ışırdı yüzü Nida'nın Bir ömür adadı samaha, bara Sadamızı yaydı dört bir diyara Türküler uğruna düştüğü nâra Çıra oldu yandı sazı Nida'nın Bu ses nerden gelir, kimdir, bilinmez Alır gider bizi gayri gelinmez Yüz asır geçse de yine silinmez Bozok Yaylasından izi Nida'nın BAYRAM BİLGE TOKEL 9 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 NÂMIK AÇIKGÖZ* T ürküler, tabiatları icabı yereldirler; coğrafyasıyla, insanıyla, ezgisiyle, ritmiyle yöreyi yansıtırlar fakat işledikleri konu, yakaladıkları tema ve yansıttıkları duygu evrenseldir. Onları sürekli hâle getiren de, bu büyüdür. Yani, yerel otantizmle evrensel duygu ve insani özellikleri sergilemeleri… Kitle iletişim araçlarının olmadığı, mesafelerin insafsız ve sadece kervanların vicdanına terk edildiği zamanlarda, türküler yörelerinin sınırlarını aşamamışlardır. Her türkünün çığlığı, kendi yöresinde yankılanmış, yüksek dağlar ve uzak mesafe engellerine çarpmıştır. Tekkeler, zaviyeler ve dergâhlarda söylenen ilahiler, ezgiler ve semahlar bu sınırları zorlamışlarsa fakat onlar da “cemaat sınırı”nı pek aşamamışlardır. Türkülerin mesafe sınırını zorlamaları, bugün beğenmediğimiz kahvehaneler vasıtasıyla gerçekleşmiştir. 16. yüzyılın ortasına kadar, sosyalleşme mekânı olarak sadece cami ve tekke ve dergâhların bulunduğu sosyal yapıda, ortak müzik, dinî ve tasavvufi merkezli gelişmiştir. Din dışı müzik, bireysel ve en çok da ortak sosyal alan olarak düğün veya benzeri törenlerde bir İmparatorluğun dört bir yanından ve hatta imparatorluk dışından gelen her ses, bu kahvehanelerde yankı bulmuş ve topluma mal olmuştur. Yöreden gelen söz ve ses, medeniyetin merkezinden yayılmanın getirdiği cazibe ile taşrada daha derin bir etki bırakarak süreklilik kazanmıştır. *Prof. Dr., Muğla Üniv. Fen-Edebiyat Fakültesi 10 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Semai kahveleri, sınıf, dil ve kültür farklarının yaşanmadığı bir merkez olma özelliği de taşır ve bu özelliği ile geniş Osmanlı coğrafyasının müzik sentezinin yapıldığı mekânlardır. “Toplumsal kendiliğindenlik” diyebileceğimiz bir geniş kabul skalasında, imparatorluğun bütün dilleri ve bütün müzikleri icra edilmiştir. gelişme alanı bulmuştur. Tabii, bir de tezkire yazarı Latifî’nin 1546 yılında söylediği gibi, “Karacaoğlan türküleri ırlayan” halk şairlerinin dillerinde ve sazlarında… 1555 yılında ilk kahvehanenin İstanbul’da açılmasıyla, Türk toplumu, meyhaneye alternatif olarak yeni bir sosyalleşme mekânına kavuşmuştur. Meyhanelerin yasak olması sebebiyle, hızlı bir yayılma imkânı bulan kahvehaneler, zaman zaman siyasi otoritenin baskılarıyla karşılaşsalar da, maşerî vicdanda çok çabuk yer etmiştir. İlki Tahtakale’de açılan kahvehaneler, şüphesiz derme çatma idi fakat İstanbul’un diğer semtlerine yayıldıkça, konforu artan ve kullanım amacı genişleyen kahvehaneler, sadece kahve içilen yerler olmaktan çıkmış, bir sosyalleşme mekânı olarak günlük hayatın bir parçası durumuna gelmişlerdir. Bazen meyhanelerde bazen konaklarda ve konak bahçelerinde bazen de eşribe (alkolsüz içecek) dükkânlarında bir araya gelen okur yazarlar, buralarda edebî kültürün gelişmesine de katkıda bulunmuşlardır. Mesela, bugün Saraçhane ile Fatih arasında kalan bölgede, Büyükkaraman Caddesi varmış ve bu caddede Sübûtî mahlaslı bir şairin eşribe dükkânı bulunmaktaymış. Şairler, genellikle bu dükkânda bir araya gelir, yeni söyledikleri gazellerini okuyup tartışırlarmış. Bunu, 16. yüzyıldan kalma, Şuarâ mecma’ı, gazel kânı Karaman’da Sübûtî dükkânı beyitinden öğreniyoruz. Kahvehaneler, İstanbul halkına yeni bir sosyalleşme imkânı sağlarken, mutlaka şairlerin de uğrak yerleri olmuş, meyhane ve eşribe dükkânlarına alternatif olarak bir fonksiyon ifa etmiştir ki, bugüne kadar devam edegelen bir kurum olmuşlardır. İlk zamanlar divan şairlerinin de bir araya geldiği anlaşılan kahvehanelere, 18. ve 19. yüzyıllarda, halk şairlerinin de uğramaya başladıklarını görüyoruz. Böylece, bu mekânlar, şiirde iki gele- 11 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Semai kahveleri, müziğin ve elbette ki türkülerin toplumsallaşmasında, en güçlü damar olarak, sosyal genetiğimizde çok önemli bir yer tutmuştur. neğin kesiştiği nokta olma özelliği taşımaya başlamışlardır. Birisi aydın geleneğine (kalem şairleri), diğeri de halk geleneği ve irfanına dayanan şiir (meydan şairleri) anlayışı, bu mekânlarda, ortak dil ve üslup geliştirmeye başlamışlardır. Gazellerin düz şiir olarak değil de, ezgili okunması, buralarda, müzik geleneğinin de yayılmasına vesile olduğu görülür. Öbür taraftan, halk şiiri geleneğinin de saz eşliğinde icra edilmesi, kahvehanelerin, aynı zamanda birer müzik mahfili olmasını doğurmuştur. İstanbul’un bir medeniyet merkezi ve sembolü olmasının yarattığı cazibe, Anadolu ve Balkanlar’da yaşayan halk şairlerini merkeze çekmiş ve geniş coğrafyanın şiir ve müzik kültürü, kahvehanelerde harmanlanmıştır. “Semai kahveleri” adıyla anılacak olan bu kahvehaneler, sözün ve sesin biriktiği, yeniden işlendiği ve tekrar topluma yayıldığı merkez olma özelliği kazanmışlardır. İmparatorluğun dört bir yanından ve hatta imparatorluk dışından gelen her ses, bu kahvehanelerde yankı bulmuş ve topluma mal olmuştur. Yöreden gelen söz ve ses, medeniyetin merkezinden yayılmanın getirdiği cazibe ile taşrada daha derin bir etki bırakarak süreklilik kazanmıştır. Bununla, “Her türkü İstanbul’a uğramıştır.” demiyoruz; İstanbul’a uğrayan ve yeniden şekillenerek taşraya yayılan şey, müzik kültürüdür. Bundan da en çok nasibini alan gelenek türkü geleneğidir. Bu gelenek ve bu zihniyet hâlâ devam etmekte, radyonun devreye girmesiyle İstanbul ile ortak merkez olma özelliği kazanan Ankara, resmî tavrıyla müzik yaratıcılığında, hiçbir zaman İstanbul’a alternatif olamamıştır. Arabeskten pop müziğe kadar yeni tür müziğin merkezi, hâlâ İstanbul’dur. Bunda, semai kahvelerinin büyük bir rolü vardır. Çünkü semai kahveleri, müziğin ve elbette ki türkülerin toplumsallaşmasında, en güçlü damar olarak, sosyal genetiğimizde çok önemli bir yer tutmuştur. Osman Cemal Kaygılı, “İstanbul’da Semai Kahveleri ve Meydan Şâirleri” adlı küçük çalışmasını, daha da geniş bir şekilde yazabilmiş ve buralarda yaşanan tartışmaları, yeniden şekillenmeleri yazarak bugüne daha da çok bilgi aktarabilmiş olsaydı, belki gelenek yeniden inşa edilirken çok daha sağlam temellere dayanabilecek, belki de ticari amaçlı gazinoların müziği yozlaşma gibi bir olumsuz devreyi hiç yaşamayacaktık. Semai kahveleri, sınıf, dil ve kültür farklarının yaşanmadığı bir merkez olma özelliği de taşır ve bu özelliği ile geniş Osmanlı coğrafyasının müzik sentezinin yapıldığı mekânlardır. “Toplumsal kendiliğindenlik” diyebileceğimiz bir geniş kabul skalasında, imparatorluğun bütün dilleri ve bütün müzikleri icra edilmiştir. Balkanlardan İran’a, Kırım’dan Kuzey Afrika’ya kadar tüm coğrafyanın müzik sesi, semai kahvelerinde yer bulabilmiştir. Başka kültürlerle etkileşime girerek daha da zenginleşen ve doğurganlık özelliği daha da artan müzik geleneği, ritm ve ahenk olarak da zenginleşmiştir. Rumca bir ezginini yanı sıra bir levendin getirdiği Cezayir türküsü; bir Azeri “mugam”ıyla bir zeybek havası, semai kahvelerinde beraberce icra edilerek birbirlerini etkilemişlerdir. Böylece, buralarda, imparatorluğun ses sınırları belirlenmiştir. Bütün bu tespitlerden sonra şunu söyleyebiliriz: Devletin “buyurma” yerine “imkân sağlama” ilkesiyle oluşan semai kahveleri, sivil bir oluşum olma özelliği ile toplumsal bir rahatlama alanı hâline gelmiştir. Müzikoloji açısından ise semai kahveleri, yöresel müzik kültürünün yeniden işlenip zenginleştirildiği mekânlar olmuşlardır. Bu işleme ve zenginleşmeden sonra, medeniyet merkezinin yüklediği cazibe ile başta türküler olmak üzere, popüler müzik, taşraya daha etkili bir şekilde yayılarak ses ve duygu ortaklığı oluşmasına katkıda bulunmuştur. Bu yüzden semai kahvelerine “türkülerin merkez üssü” demek mümkündür.■ 12 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 FIRAT KIZILTUĞ K ısaca “Halk Türküleri” başlığı altında toplanan, Halk musikisi numuneleri, uzmanlar tarafından sınıflandırılırken şu başlıklar altında toplanır: türkü (Türkî-Türk tarzında), varsağı, semai, koşma, nutuk, ilahî, semah, taşlama, kırık hava, ( Azerbaycan’da şikeste), zeybek, bayatı, mani, hoyrat, geraylı, maya, karşılama, divan ( özellikle Urfa divanı ve Kerkük divanı) ve ilh. Halk sazları eşliğinde çalınıp okunan, hatta oynanan halk türküleri, millî makamlarımız ve usullerimizle ölçülerek bestelenmiş, hece vezniyle söylenmiş, besteleri anonim, güftelerinin pek azı bilinen şairlerin şiirlerinden meydana gelmiştir. Bu ürünlerin hemen tamamı, yoğunlaştırılıp özetlenmiş hikâye ve romandır. Bu, araştırılmamış ve üstünde durulmamış bir konudur. “Bizde roman yok” diye geçiştirilen ve edebî yoksunluk gibi görülen ve gösterilen düşünce tamamen yanlıştır. Halk türkülerimizi yaratanlar, efsanelerimizden başlayarak, destanlarımızı, tarihimizi, sosyal hayatımızı, hem de zamanın çok ilerisinde bir tutumla, saz eşliğinde, (kopuz, çeng, çöğür, ıklığ, yatugan, nefesli çalgılar… ) dile getirmişlerdir. Halk şiirinin yedili, sekizli, on birli, on dörtlü hece ölçüleriyle okunan bu türkülerin güfteleri, edebiyat tarihimizin en seçkin örnekleridir. Divanü Lügâti’t-Türk’te, Kaşgarlı Mahmud’un parçalar hâlinde kaydettiği Alper Tunga Sagusu’nun (ağıt) kopuz eşliğinde, bestesiyle okunduğundan eminim. Zamanımızın deyişiyle bu sagu, destani bir türküdür. Rumeli türküleri, halk musikimizin, dolayısıyla halk şiirimizin, kesinlikle yüksek tabaka tarafından söylenmiş ürünleridir. Köçekçelerimiz ve tavşancalarımız da bu gruba girer ki, bunları batının oratoryo ve kantatları ile mukayese etmek hiç de yanlış olmaz. “Yine de kaynadı coştu dağların taşı Akıttım gözümden kan ile yaşı Alınca şişhaneyi seğmenler başı Arpalıktı bize Urumelleri Şimdi mesken oldu servi köyleri” Garp Ocakları Şairleri veya Çöğür Şairleri olarak da nitelendirilen, Osmanlı donanmasındaki leventlerin çöğür eşliğinde söyledikleri türküler/şiirler bilhassa 16 ve 17. yüzyılların en güzel edebî örnekleridir aslında. Bunların ne yazık ki, nağmeleri kaybolmuştur. Armutlu ve Kul Mehmed en tanınmış denizci şairlerimizdir. Fuat Köprülü, Kul Mehmed’i “Saz Şâiri” olarak işlemiştir. 13 “Siyah ebrûleri duruben çatma Gamzen oklarını âşıka atma Sana gönül verdim beni ağlatma Benim gözüm nûru gönlüm sürûru. Öğüttür verdiğim tut benim sözüm Severim demeğe tutmadı yüzüm Ah efendim benim a iki gözüm Benim gözüm nûru gönlüm sürûru” ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Hastayım yalnızım seni yanımda Sanıp da bahtiyar ölmek isterim. Mahmûr u hülyâyım câm-ı lebinden Kanıp da bahtiyar ölmek isterim. Bu şiir, eski nağmesi bilinmediğinden, Lem’i Atlı tarafından nefis bir uşşak şarkı olarak bestelenmiştir. Kayıkçı Kul Mustafa’nın ‘Genç Osman’ şiiri, türkü olarak yediden yetmişe her Türkün bildiği, sevdiği, dinlediği bir türküdür. Makam bakımından da çok orijinaldir. Şiirin tamamı edebiyat antolojilerinde yer alır. IV. Sultan Murad’ın Bağdat seferinin -hadi batı tabiriyle söyleyelim- epopesidir. Edebiyatımızı etkilemesi açısından en güzel örneklerden biridir. “Sultan Murad eydür ben de göreyim Nasıl bir yiğitmiş ben de bileyim Vezirlik isterse üç tuğ vereyim Şehitlere serdâr oldu Genç Osman” Halk türküleri, Türkçeyi, en az iki bin yıldır günümüze taşıyan en önemli kaynaktır. Hatta günümüzde az kullanılan Türkçe kelimeler bile türkülerimizde hayatiyetlerini sürdürmektedir. Mehmet Özbek dostumuzun, henüz göremediğim “Halk Türküleri” ile ilgili sözlüğü, bu konuda ihmal edilmiş büyük bir boşluğu dolduracaktır. Kendisini yürekten kutlarım. Türkülerimizin güftelerinin türleri, aynı zamanda halk edebiyatı edebî türleri olarak değerlendirilmektedir. Hatta klasik şiirimize ve Türk musikisine bile bazı terimler isim olmuştur. Meselâ, semaî, divan, kalenderî, müstezat. Yeni Türk edebiyatı akımı döneminde, Ziya Gökalp, “Türkçülüğün Destanını” halk şiiri tarzında yazmıştır. Dolayısıyla halk Türkülerinin söz varlığını örnek almıştır. “Çocuktum ufacıktım Top oynadım acıktım Yerde buldum bir erik Kaptı bir alageyik Geyik kaçtı ormana Bindim bir akdoğana Doğan yolu şaşırdı Kafdağı’ndan aşırdı…” Bu dönemin en güçlü şairlerinden Rıza Tevfik, klasik edebiyatı ve Fransız edebiyatını çok iyi bilmesine rağmen, şiirlerini halk edebiyatı neşesiyle söylemiştir. Belki de halk türkülerinin edebiyatımızdaki tesiri konusunun en güzel numunelerini Rıza Tevfik vermiştir. Bir olmaz emelin düştüm peşine Vuruldum hüsnünün şen güneşine Güzel gözlerinin aşk ateşine Yanıp da bahtiyar ölmek isterim. Talihin kahrı var her hevesimde Boğulmuş figanlar titrer sesimde O güzel ismini son nefesimde Anıp da bahtiyar ölmek isterim. Necip Fazıl Kısakürek de halk edebiyatı ve halk türkülerinin et tırnak misali ayrı düşünülmesi mümkün olmayan tarzını benimsemiş, bir başka manasıyla hece vezninin ölçüleriyle ihtişamını dile getirmiştir. “Uyan yârim uyan söndü yıldızlar Gün karşı tepeden doğmak üzeredir. Her sabah güneşi seyreden kızlar Mahmur gözlerini oğmak üzeredir” Âşık Veysel bizim de zamanına yetiştiğimiz ve radyo veya plaklarıyla iç içe olduğumuz şahane bir örnektir. Cennetmekân şiirlerini sazı eşliğinde söylüyordu. Sazıyla okuduğu zaman, türkü, antolojilere veya kitaplara yazıldığı zaman halk şiiri olarak vasıflandırılan bu parçalar Türk edebiyatının pırlantalarıdır. Yine o dönemin lirik ve çok yazan şairi Orhan Seyfi Orhon, türkü / halk şiiri tarzının çok güzel örneklerini vermiştir. Şiirlerinin çoğu bestelenmiştir. Bu besteler, formatlarından dolayı şarkıdır. Ama güfte bakımından halk şiiridir. Dolayısı ile de türküdür. Pekâlâ, güçlü bir bağlama sanatkârı istese türkü şeklinde çalıp söyleyebilir. Halk hikâyelerimizde bir Kervankıran hikâyesi vardır. Anadolu’muzda sekiz tane Yıldız türküsü vardır. Erzurum, Sivas, Akdağmadeni, Tokat yöresindekiler en güzelleridir. Dildeste kitabımızda bu Yıldız türkülerinden birini işlemiştim. Eflatun Cem Güney’in de bu konuda çok güzel çalışmaları vardır. Türkülerimiz aynı zamanda birer senaryodur. Eğer açıklanırsa, eskilerin deyimiyle şerh edilirse, ciltler dolusu mevzu çıkar karşımıza. Halk türkülerinin her biri bir tez konusudur. Bu açıdan da değerlendirileceğinden eminim.■ 14 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 A. VAHAP AKBAŞ P ertev Naili Boratav, 1930’lu yılların sonlarında yayımladığı “Eğin Türkülerinin Başlıca Temleri” başlıklı incelemesinde, halk türküleri etrafında gerek halk edebiyatı gerek halk musikisi bakımından araştırmaların epey bir yekûn tuttuğunu ifade ettikten sonra bu anonim ürünlere ait bol malzeme yayımına ve teknik incelemelere mukabil, onların mevzuları, toplumla ilişkileri, sanat ve estetik bakımından kıymetleri, sosyal fonksiyonları üzerine yapılmış araştırma ve incelemelerin hiç mesabesinde kalmasından yakınır. Türküler, yalnızca ilmî araştırma yapanların değil, sanatkâr ve sosyologların da dikkatini çeksin istiyor Boratav. Çünkü ona göre “orijinal edebiyatını, şiirini, müziğini ve genel olarak sanatını arayan bir milletin sanatkârlarının halk edebiyatından alacakları birçok dersler vardır.” (Folklor ve Edebiyat I, İstanbul 1939). Sanatkârın halk edebiyatından, özellikle türkülerden ders alması kayda değer bir tespittir. Peki, geçen bunca zaman içinde gerekli dersler alınmış mıdır? Alındığını, en azından yeterince alındığını söylemenin pek mümkün olmadığını düşünüyorum. Boratav’ın bahsettiği dersleri, Bu tercih türkülerle, daha doğrusu türkülerdeki ruhla entelektüeller arasına mesafe koyarken bazı yeni nesil okumuşların da türkülere yabancılaşmasına sebep oldu. Solcu edebiyatçıların türkü sevdası, denebilir ki yalnızca türkünün kökünün halk içinde olmasından kaynaklandı. Onlar türküyü yalnızca bir propaganda aracı olarak gördüler. 15 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 “memleketçilik” rüzgârıyla kaleme alınmış az sayıdaki eserle ve şiirdeki bazı şeklî çabalarla sınırlı tutmamak kaydıyla tabii. Birer istisna olarak daha sonra destan ve türkülerden beslenerek anlatım sınırlarını belirginleştiren Yaşar Kemal ve bir bakıma türkülerin dillendirdiğini “yeni görüş, söyleyiş ve şekillerle işleyen” Cahit Külebi gibi yazarları, şairleri bir kenara bırakalım. Öyle anlaşılıyor ki Cumhuriyetin birinci, ikinci kuşak edebiyatçıları, bir folklor araştırmacısı olan Boratav’ın beklentilerinden çok halk şiirini horlayan, yeni edebiyatta halkla sanatçı arasında bir mesafe gözeten Nurullah Ataç’ın seçkinci görüşlerine kulak verdiler. Bu tercih türkülerle, daha doğrusu türkülerdeki ruhla entelektüeller arasına mesafe koyarken bazı yeni nesil okumuşların da türkülere yabancılaşmasına sebep oldu. Solcu edebiyatçıların türkü sevdası, denebilir ki yalnızca türkünün kökünün halk içinde olmasından kaynaklandı. Onlar türküyü yalnızca bir propaganda aracı olarak gördüler. Asla içindeki ruhu görmeye yanaşmadılar. Yanaşsalar türküdeki tohumun onların düşündüklerinden farklı köklü bir toplumu, bu toplumun duygu ve düşüncelerini, ifade özelliklerini taşıdığını göreceklerdi. Onun için onca “köy romanı”nı yazanlar, köyün ve köylünün derin ve gerçek sesi olan türkülerden mevzu, dil, anlatım ve benzeri bakımlardan yararlanarak çağdaş eserler çıkaramadılar. Türküdeki ruhu eserlerine taşıyamadılar. Daha çok klâsik musikiye tutkun olan, medeniyetimizin ifadesini en iyi şekilde burada bulduğuna inanan Yahya Kemal bile, türkülerin bizde roman işlevi gördüğünü ifade etmişti. Bu özdeşleştirme, türkü-insan ilişkisinin diriliğiyle, sıcaklığıyla açıklanabilir ancak. Muhtevalarındaki yoğunluktan ve insan üzerindeki tesirinden yola çıkarak, Tanpınar da romanımıza türkülerimizden hareket edilerek varılabileceğini düşünür. Beş Şehir’in Konya’yı anlatan sayfalarında türkülerimizden bahseden güzel bir bölüm var. Konya Lisesi’nde çalışırken, duyduğu İç Anadolu türkülerini anlatır. Dinlediği türkülerin kendisinde uyandırdığı çağrışımlardan, üzerinde bıraktığı tesirden bahseder ve “Anadolu’nun romanını yazmak isteyenler ona mutlaka bu türkülerden gitmelidirler.” der (Beş Şehir, İstanbul,1972). Yahya Kemal de Tanpınar da temleriyle evrensel, dil ve söyleyişleriyle ve taşıdıkları kültürel unsurlarla mahallî, millî olan türkülerin nasıl değerli bir hazine olduğunun bilincindedirler. Türkü-insan ilişkisinin diriliğinden, sıcaklığından söz ettik. Belki edebiyatçının türküden alacağı en büyük ders bu sıcaklığı, diriliği özümseyerek eserine içirmek olacak. Bu ilişkiyi ne güzel açıklıyor Fethi Gemuhluoğlu. Başka vesilelerle aktarmıştım. Buraya da alıyorum: “(Türkülerimizde) İnce, yüce, ulvi, afif taraflarıyla insan var. Hafif, çılgın, şehvetli ve avâre taraflarıyla insan var. Kırılan, küsen, kaçan, dışına kaçmak istedikçe kendi içine büzülen, küçük ilgiler bekleyen yönleriyle insan var.” ( …) Sonra kıskançlıklar var, takipler var, tecessüsler var. Sonra kan gelir. Kan gelir ama türkülerde kanı kanla yunmazlar da onun peşi sıra hemen dostluklar, nefsini feda etmeler, vefalar adak olmalar, cismini nezretmeler 16 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Türkü, bir toplumu bütün unsurlarıyla kabuğunun içine alan bir nar gibidir. Kabuğu kırıldığında içinden kanlı canlı, muhteşem bir dünya çıkar. Edebiyatçı için bu dünya, bu dünyanın ruhu tükenmez kaynaklardan biridir. akın eder. Türkülerde aşklar var. Suretlerde aşk var. Siyretlerde aşk var. Tabiat ana var. Dört unsur var. Toprak, su, ateş ve havaya çıkmış namları. Sonra ilahi nizam var.” Dostluk Üzerine, İstanbul, 1978). Türkülerdeki bunca zenginliği görebilmek ve gösterebilmek gerekir öncelikle… Bu da, edebiyat bağlamında, bilinçli, birikimli, gayretli araştırmacı ve denemecilerin üstlenmesi gereken bir görevdir. Ne yazık ki bu konuda da durum iç açıcı değil. “Şiir, hikâye ve romanlar yetkin kişilerce tahlil ediliyor da türküler neden edilmiyor?” diye sormuşumdur hep kendime. Türküleri yalnızca hikâyeleriyle değil; dil ve anlatım özellikleriyle, estetik değeriyle, içerdiği motiflerle, uyandırdığı çağrışımlarla açıklayan yazılar okumayı ne kadar istiyorum. Mehmet Kaplan’ın, Yunus Emre’nin meşhur şathiyesindeki “Bir sinek bir kartalı kaldırdı vurdu yere / Yalan değil gerçektir bende gördüm tozunu” mısralarından hareketle yazdığı yazıyı hatırlıyorum. Öğrencileri tebessüm ettiren bu mısraların onların gündelik yaşantısından örneklerle yorumlanmasının nasıl ufuk açıcı bir rol oynadığını gördükten sonra benzer yazıların türkülerin ruhuna erişmemizde ne kadar etkili olabileciğini düşünmeye başladım. Yunus’un mısralarını andıran “Manda yuva yapmış söğüt dalına” türküsünün “yöresel kültür, dil, türkünün yapılış amacı” gibi kriterler gözetilerek açıklandığı bir tebliğ metni okumuştum. Açıklamayla başlangıçta absürd görünen olaylar ince bir hicve ve mecaza ağır basan gerçeğe dönüşüveriyor. Öğrencilik yıllarımda, Hüma Kuşu türküsündeki “Sen ağlama kirpiklerin ıslanır” mısraındaki anlam inceliğini, söyleyiş güzelliğini Fethi gemuhluoğlu sayesinde görmüştüm. “Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı” ya da “Yüzünde göz izi var, sana kim baktı yârim” mısralarındaki sadelikle, sanki sıradanlıkla örtülmüş muhteşem inceliği farkedebilecek bilince erişebilmem için de kılavuzlara ihtiyacım olmuştu. Bir internet sitesinde “Minareden at beni, in aşağı tut beni” türküsüyle ilgili yorumlar içimi acıttı. Muhtemelen çoğu genç olan yorumcular türküyü tiye almış, abuk sabuk şeyler söylemişti. Oysa “minareden at”manın, “aşağı inip tut”manın birer mecaz olduğundan yola çıkılsa belki bugün de sıkça karşılaştığımız insanî bir tablo çıkacak ortaya. Gemuhluoğlu “Türkülerde kıskançlıklar var, takipler var, tecessüsler var” demiyor muydu? Kıskanan, öfkelenen, sevgisi öfkesine baskın çıktığı için hemen barışveren sevgilileri anlattığını düşünemez miyiz bu türkünün? Böyle anlayabilseler, belki kendilerinin anlatıldığını düşünecek o gençler. Ayrıca aynı türküdeki “Esvap serdim sicime” sözlerinde ne güzel bir söyleyiş güzelliği var. Ve nasıl capcanlı bir resim canlandırabiliyor gözlerimizin önünde. Yine “Yâr üstüme yâr sevdi / O gidiyor gücüme” mısraları ne kadar arı duru, ne kadar tabiî bir bir dille söylenmiş. Şüphesiz bu örnekler artırılabilir. Uzatmadan şöyle bağlayalım: Türkü, bir toplumu bütün unsurlarıyla kabuğunun içine alan bir nar gibidir. Kabuğu kırıldığında içinden kanlı canlı, muhteşem bir dünya çıkar. Edebiyatçı için bu dünya, bu dünyanın ruhu tükenmez kaynaklardan biridir. Onu keşfetmek ve doğru tanınmasına, anlaşılmasına yardımcı olmak da edebiyatçı için bir sorumluluktur.■ 17 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 M illi kültürümüzün en vazgeçilmez unsurlarından biri, türkülere ve şarkılara dönüşen şiirlerimizdir. Bunu halk ve divan edebiyatı ustalarının dilinden alıp halkın diline ve gönlüne düşüren, onların hayatlarını ve hasretlerini bir roman derinliğine kavuşturan insanlara hayranlığımızla birlikte minnetlerimizi de ifade edelim. Çünkü dilimizin Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar yayılışında bu seslerin ve sözlerin çok büyük etkisi olmuştur. Türküleri ve şarkılarıyla musikimiz hiçbir sınır tanımıyor. Bu bakımdan en önemli kültür taşıyıcılarımız durumundadır. Buna rağmen uzunca bir zaman, Osmanlı’nın son dönemlerinden beri yöneticilerimiz kendi öz musikimizin seslerine ve sözlerine bu milletin yeni nesillerini hasret bırakmışlardır. İlk ve orta öğretim derslerinde nasılsa hep Batı müziğini öğretirler; Türk musikisini gençlerimizin derneklerde ve liseden sonra gidilebilecek konservatuarlarda öğrenebilirler. Bunun ne kadar hazin bir şey olduğunu bilenler bile bir şey yapamaz. Tarih boyunca sevinçlerimizde, acılarımızda, fetihlerimizde, şölenlerimizde ve felâketlerimizde hep onlarla kendimizi ifade etmişizdir. Hem büyük şehirlerimizde, hem de Anadolu ve Rumeli’nin kasabalarında bu türküler söylenir şarkılar meşk edilirdi. O 18 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 İspanya’dan 500 yıl önce Osmanlı topraklarına göç eden Safarat Yahudilerinin müziği gibi Ermeni ve Rum müzisyenleriyle bestecilerinin de Türk musikisi ile ilgileri akıl almaz boyutlardadır. yüzden Yahya Kemal “Şarkılarımız romanlarımızdı” derken, onun bakış açısıyla Anadolu şehirlerini ve kültürlerini değerlendiren A. H. Tanpınar “Anadolu’nun romanları türküleridir” demiştir. Bütün bunlara rağmen, türkülerimizle şarkılarımız üzerine çok az kitap yazılıp yayınlanır maalesef. Şifâhi kültürümüzün en köklü ve en yaygın ürünleri olan folklor ve halk edebiyatı verimleri yalnız Türkler arasında değil, birlikte yaşadığımız Hıristiyan ve Yahudiler de bu nağmelerden etkilenmişlerdir. İspanya’dan 500 yıl önce Osmanlı topraklarına göç eden Safarat Yahudilerinin müziği gibi Ermeni ve Rum müzisyenleriyle bestecilerinin de Türk musikisi ile ilgileri akıl almaz boyutlardadır. Bunların gelişmesine ve icrasına yardımcı olduğu türkülerle şarkılarımız, onların çocuklarında da yaşıyor. Komşularımızla uluslar arası sınırları kaldıracak kadar güçlü bir iletişim aracına sahibiz; bugün Osmanlı tebaası olarak bir geçmişe sahip olan komşularımız bu musikiyi dinliyor. Üstelik bunun hiçbir desteğe de ihtiyacı yoktur. Mehmet Özbek’le Fırat Kızıltuğ gibi icracı olduğu kadar müziğimizle ilgili yazı ve kitaplarıyla da bir müzikolog olduğunu ortaya koyan Bayram Bilge Tokel’in rivayetine göre, Shakespeare’in sanırım musikimizin gücünü çok güzel anlatan şöyle bir sözü var: “Bir milletin türkülerini yapanlar, kanunların yapanlardan daha güçlüdürler.” Bayram Bilge dostumuz, Bağımıza Gazel Düştü (2002) adlı kitabında topladığı müzikle ilgili yazılarında, konulara tarihi ve kültürel bir perspektiften yaklaşır. Klasik Batı Müziği yanında Klasik Türk Müziği ile Türk Halk Müziği’ni de fevkalâde icra edebilen besteci Fırat Kızıltuğ’u da anmalıyız. Dildeste (2002) adlı kitabında meşhur şarkıların hikâyesini anlattığı musikimize nasıl yöneldiğini Bandodan Klasik Müziğe (2002) adlı kitabında hatıralarıyla ortaya koyar. Böyle şahsiyetleri yetiştiren kültür birikiminin büyük kütüphaneleri var. Türkülerimiz folklorun bir bölümü sayılmasından ötürü, müzikologların eserlerinden oluşan çok zengin bir kütüphaneye sahip değildir, o bakımdan önemli. Halkın kültürel zenginliğini yansıtan türkülerimizi halk edebiyatından ayrı inceleyen veya araştırma konusu yapan çok sayıda yazarımız yok maalesef. Mehmet Özbek bunların istisnası bir şahsiyettir. İcracı olduğu kadar müzikolog kimliğiyle de tanınan Mehmet Özbek’in Folklor ve Türkülerimiz (1975) adlı defalarca basılan ve kaynak kitap niteliği taşıyan eserinin ardından, Türkülerin Dili (2009) adlı çok kapsamlı kitabını yayınlaması çok önemli bir hizmet oldu. Has bir sanatçı olduğu kadar titiz bir araştırmacı ve derlemeci olan Mehmet Özbek’in bu ansiklopedik sözlüğü gerçekten çok büyük bir emek mahsulüdür. Kapaktaki şu cümle önemli: “Türkülerimizdeki sırları çözebilmek, o sıcak anlatımların tadına varabilmek, Türk dilinin anlatım gücündeki kudret ve zenginlikle ezginin oluşturduğu âhengi birlikte hissetmek, türkülerimizi derinlemesine anlamak ve kavramak için şarttır.” Bu sırrı anlayan şairimiz, ne zaman bir türkü duysam şairliğimden utanırım diyor. Bunu anlamayan aydınlarımız kadar politikacılarımızla yöneticilerimiz de var. Onların varlığı aslında klasiklerinden habersiz aydınların yabancılığını da ifade eder. Türkülerimizle şarkılarımızın bizi söylediğini yeterince anlayıp ona kulak verebilirsek, gerçekten tarih şuurunu da idrak etmiş oluruz. Bizi biz yapan kültürel değerlerin başında bu güzel sesler geliyor. Evet, büyük şair çok haklı: “Bâki kalan bu kubbede bir hoş seda imiş”…■ 19 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 SUAT BULUT Müziğinizi değiştirirseniz sitenin duvarları yıkılır. Eflatun Yazılı olarak kayda geçirilemeyen, olay, olgu ve problemlerin, Türkü formunda ve müzik eşliğinde, hafızada çok kolay ve en az kayıpla tutulabilmesi, Türkülerin bir müzik olgusu olmasının yanında, kolektif hafıza olmasını da sağlamaktadır. Giriş Müziğin, toplumlar için önemine açık ve net bir vurgu yaptığı açıkça görülen Eflatun’a ait yukarıdaki bu tespitin yerindeliği tartışma götürmez gerçektir. Müziğin elbette ki insan ruhu bakımından ifade ettiği değer hakkında oldukça fazla çalışma ve araştırma yapılmıştır. Müzik bireysel/ psikolojik olarak insanı etkileyen bir olgudur. Ancak sadece bu yönüyle müziği değerlendirmek konuya eksik bir yaklaşım olacaktır. Bu sebeple oldukça önemli bir sosyolojik olgu sayılması gereken müziğin iki yönü ile değerlendirilmesi mecburiyeti söz konusudur. Müziğin, insan ruhu ve iç dünyasında meydan getirmiş olduğu etkiler müspet niteliktedir. Müziğin bireysel etkisinin yanı sıra fiziki yapımız üzerinde de etkili olduğu hususu artık tartışma konusu bile değildir. Müziğin hormonların, DNA yapısının ve özellikle hücre protoplazmasının etkilediği son yapılan bilimsel çalışmalarla tespit edilmiştir. Bu tespitin bizi götürdüğü önemli sonuçlardan birisi ise hiçbir şekilde değişmez denilen DNA’nın müziğin niteliği ve çeşidine göre değişebilmesidir. (Bu değişim bir de bilgi sağlamaktadır.) İnsan ruhu ile fiziksel bedeni arasındaki bağlantı ya da etkileşimi hormonlar sağlamaktadır. İnsan vücudunun hormon 20 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 sağlama mekanizması dikkate alındığında, müziğin insanın iç dünyasındaki etkilerinin hormonsal salgıları harekete geçirdiği ve söz konusu bağlantı sebebiyle insan fiziğinin de bu yönde etkileşime açık olduğu bilinmektedir. Dinlenilen veya icra edilen müziğin etkisi ve önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Müziğin fert üzerinde meydana getirdiği bu ruhsal / fiziksel etkinin önemi daha geniş bir çalışmayı gerekli kılmaktadır. Ancak şurası bir gerçektir ki; günlük ve sıradan bir meşgale olarak değerlendirdiğimiz ve çoğu zaman “ eğlence “ amacıyla dinlediğimiz müziğin oldukça ciddiye alınması gerekmektedir. Ülkemiz özelinde, müziğin durumuna baktığımızda ise, tıpkı eğitim, ekonomi, siyaset ve benzeri pek çok alanda olduğu gibi bu konuda da olumlu ve ciddi şeyler söyleminin zorluğu ortadadır. Müziğin kitleleri nasıl etkilediğini gerek dünyada ve gerekse ülkemizde görmek mümkündür. Bugün dünya genelinde eğlence sektörünün en fazla istismar ettiği olgu müziktir. Oysa Doğu’da bundan yüzyıllar önce, bir başka ifadeyle Batının “Orta Çağ”ında Müslümanların kurmuş oldukları üniversitelerde (medreseler) müzik, matematik, optik ve geometri ile aynı kategoride kabul edilerek (Quadrivium=Dörtlü) bir bilim dalı olarak okutulmuştur. Nitekim bu çalışmaların sonuçlarından bir musiki aleti olan “kanun” Farabi tarafından icat edilmiştir. Doğru olan da zaten müziğin bir bilim olduğudur. Müziğin bir eğlence aracı olarak algılanması ve kullanılması, amacı dışında kullanılan her şey gibi, müziği de gerçek niteliği ve amacından saptırmış ve müzik bu hâliyle insana ve insanlığa vermesi mümkün olan katkı bir yana, tahrip edici bir boyuta taşınmıştır. İşte bu sebepten olsa gerek; “Musiki âlimin ilmini, cahilin cehlini arttırır.” denilmiştir. Müziğin Toplumsal Boyutu Müziğin ortak paydayı kavraması, “duygudaşlık” kavramında kendisini bulur. Bireysel niteliği ağır basan müzik “duygudaşlık” sürecinde kitleler arasında önemli bir asgari müşterek olarak karşımıza çıkar. Müşterek algının bir adım ilerisini teşkil eden duygudaşlık, insanların bir araya gelmesinde ve bu birlikteliğin devam ettirilmesinde önemli bir etken olduğu inkâr edilemez. Aynı müziği dinleyen insanların, aralarında bir yakınlık hissettiği, harcı âlem bir bilgi olmakla beraber, dinlenen müziğin insanın kişiliği, dünyaya bakışı ve algılayışı, ruh dünyası hakkında ciddi bir ölçü ya da veri olduğu unutulmamalıdır. Bu sebeple, müziğin, eğitimde ciddi bir mevki tuttuğu “zevklerin ve renklerin tartışılamayacağı” tezinin tutarlı bir yanının bulunmadığı gözden uzak tutulmamalı. Her türlü seviyesizliğin referansı ve meşrulaştırma gerekçesi olan bu söz popülist amaçlarla kullanılan ve “kitle kültürünü “ zımnen onaylayan bir içeriğe sahiptir. Müzik gündeminin en önemli konularında birisi de “tek sesli” ve “çok sesli” müzik tartışmasıdır. Bu çerçevede “ çok sesli “ müzik lehine bir ağılık taşıyan bu tartışma konusunun en önemli argümanlarında birisi ise, “ çok sesli” müziğin daha çağdaş olduğu yönündeki tutarsız değerlendirmedir. Oysa burada her iki yapıdaki müziğin kendi içinde değerli olduğu ve bu noktada yapılacak bir tercihin, tercih edilemeyen diğer tarzı dışlamamasıdır. Müziğin tek ya da çok sesliliği elbette ki bir algı, anlayış ve kültür meselesidir. Doğulu toplumlarda müziğin, eğitim ve terbiye süreci içinde yer alarak bilim olarak kabulünün, ortak bilinçaltında yer alması ve tek sesli müziğin “telkin” etkisinin çok sesliye göre baskın oluşu bu tarzın tercih edilmesini sağlamıştır. Doğu müziklerinde ve özellikle Türkülerde, söz ile müzik bir aradadır. Tabiatla iç içe olmanın ve kâinatın armonisi ile ahenk sağlamanın amaçlandığı Türkülerde, müzikal açıdan tabii seslerin arandığı çok açık görülmektedir. Türk çalgılarının hemen tamamında (bağlama, kaval, davul, tar gibi) seslerin tabiliği ve mekanik olmayışı dikkat çeker, mesela, Âşık Veysel’in çaldığı bağlama ile Mozart’ın eserlerindeki melodik paralelliği görmemek imkânsızdır. Konumuz, Eflatun’un sözü ile birlikte değerlendirildiğinde, toplumların dinlemiş oldukları müziğin niteliği ile toplumların niteliği hakkında ciddi ipuçları vardır. O h’alde toplumsal bir yapının analizinde, müziğin de, incelenmesi gereken bir araştırma sahası olacağından hareketle, Türk toplumu hakkında, “ Türkülerimizin “ değerlendirilmesi suretiyle önemli sonuçlara ulaşmamız mümkün görünmektedir. 21 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Türk’ü Söyler Türküler Dünyada hiçbir milletinin, kendi adıyla andığı, bir müzik kategorisi bulunmamaktadır. Bir başka ifadeyle, pek çok milletin “halk şarkıları” olsa da bir millet adı olarak Türkü’de olduğu gibi bir adlandırma yoktur. “Türkü”, Türk isminden türetilmiş bir başka isimdir. Yani isimden (Türk), isim (Türkü) türetilmiştir. Bunun anlamı ise, Türklerin, Türkülerini müstakil bir varlık olarak kabul edip isimlendirmişlerdir. Oysa “ halk şarkısı “ tabiri genel ve anonim bir anlamı ifade etmektedir. Bu etimolojik ve filolojik tespit bile, Türk milletinin “Türküsüne” verdiği değeri ve ona yüklediği anlamı ifade ettiği gibi, Türkünün sadece, Türklere has ve ona ait olduğunun da bir göstergesidir. Bir müzik formu olarak Türküler pek çok çalışmaya konu edilmiş, ağız, yöre, tavır, makam gibi teknik boyutuyla incelenmiştir. Bu gerekli çalışmaların yanında yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Türkülerin sosyolojik yönünün ihmal edildiği bir gerçek ve önemli bir eksikliktir. Tarihî süreç içinde Türk tahayyül ve tasavvurunun somutlaşmış biçimleri olan Türküler, Türklerin kadim zamanlardan bu yana taşımakta oldukları dünya görüşü ve algısının günümüze taşımasında önemli bir fonksiyon icra etmişlerdir. Türklerin gerek İslamiyet öncesindeki Şamanist / animistik inançları ve gerekse İslamiyet sonrasında da bu anlayışları devam ederek, eşyalara ve cansız varlıklara ruh izafe etmeleri, hayatı ve evreni algılamalarına da yansımış ve bu yansıma haliyle Türkülerde de kendini bulmuştur. Kâinatın devamlı hareket halinde olduğu, varlıkların karşılıklı etkileşimi Türklerin en önemli kozmolojik inançlarından birisidir. Algı paradigması içinde, kâinatın hiçbir yönü cansız ve statik değil hep dinamik bir etkileşim içindedir. Bu yaklaşımın Türkülerde oldukça fazla örneğine rastlamak mümkündür. Öyle ki, Türkler, türküler vasıtasıyla bazen bir dağla dertleşmiş, bazen engel gördüğü bir akarsuya beddua etmiş, bazen de taşlarla konuşulmuştur. Cansız varlıklara “ruh izafe etme” inancı Şamanist bir gelenek olmakla beraber, İslamiyete de uzak olmayan bir yaklaşımdır ve bu yaklaşım çok önemlidir. Bunun yanı sıra yapılan son bilimsel araştırmalar, -Kuantum Fiziği bağlamında- cansız var- lıkların (ruhları olmasa bile) dinamik olduklarını, etkilenme ve etkileme niteliklerinin bulunduğunu göstermektedir. Türkülerin, Türklerin hayatında bu derece önemli yer tutmasının en önemli sebeplerinden birisi belki de tarihî süreç içinde, sözlü kültür geleneğinin baskın oluşudur. Yazılı olarak kayda geçirilemeyen, olay, olgu ve problemlerin, Türkü formunda ve müzik eşliğinde, hafızada çok kolay ve en az kayıpla tutulabilmesi, Türkülerin bir müzik olgusu olmasının yanında, kolektif hafıza olmasını da sağlamaktadır. Gerçekten de müzikle beraber belirli bir düzen de (şiir formunda ) anlatılan olguların, akılda kalıcılığı daha kolay olmaktadır. Sadece şiir formatında bir eseri aklıda tutmak ile müzik eşliğinde akılda tutmak arasında oldukça fark olduğu bireyse tecrübe ile anlaşılabilecek bir tespittir. Bu perspektif ile Türkülerin sosyolojik olarak incelenmesinin yeterli olarak yapılmadığı yukarıda ifade edilmişti. Türkülere, antik eserler gibi bakmanın ve incelemenin doğru bir tavır olmadığını, Türkiye’de türküler ve daha pek çok şey hakkında yapılan çalışmaların bu nitelikte olduğu ifade edilebilir. Çünkü türküler, güncel ve hayatın içindedirler ve tahminlerin çok ötesinde zengin, tarihî, sosyolojik, psikolojik, kozmolojik, politik, dinî vs. veriler taşımaktadırlar. Modernleşmeyle gelen toplumsal değişimler, türkü üretimini büyük oranda ortadan kaldırmaktadır. Bu tespit her ne kadar anonim türküler için daha fazla gerçeklik payı taşısa da, bestelenmiş olanlar, âşıklık geleneği kapsamındaki türkülerimiz için de bu zorluğu kabul etmek gerekir. Ancak bu “üretim krizinin” kısmen aşılmaya başlanmış olması sevindirici gelişmelerdendir. Türk toplumundaki hızlı şehirleşme elbette ki değişik algı biçimleri oluşturmakta ve bu algı kapsamında yeni ve bireysel çabalarla, türkü formunda değişik nitelikli çalışmalara rastlanmaktadır. Konu bakımından incelendiğinde türkülerin, hayatın her alanına dair yakıldığı, görülür. Aşk, ayrılık, ölüm, hasret gibi konuları içermekle beraber, ekonomik faaliyetler, mizahi ve toplumsal konular gibi hayatın tamamını kuşatan bir muhtevaya da sahiptirler. Bu yönüyle Türkler için “hayatı türküleştirmiş millet” denilebilir. Dolayısıyla, türkülerin sadece duygusal bir temele dayanmayıp, realist bir anlayışla “kendini ifade etme” formu olarak da kullanıldığı görülmektir. ■ 22 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 NECATİ KANTER Ş ehrimizin en renkli en temiz delisiydi Donobet. Temizliği kendi üstüne başına değildi elbet. Bedenine cismine hiç değildi. Sanki aylarca su değmemişti eline yüzüne. Etrafınaydı, şehrine ve şehrinin cadde ve sokaklarınaydı onun temizliği. Çevre dostuydu. Görevini hiç aksatmayan iyi bir temizlik işçisi gibi cadde ve sokaklarda çöp toplar, “akşama pişmiş fasulya… ye ha, ye ha, ye!...” der, bir yandan da küfürler savurur gezerdi. Müslüman kimdir, Hristiyan kimdir, Türk, Ermeni, Süryani nedir bilmez, bilse de ayırım yapmazdı. Ne kilise ne havra ne de cami ilgilendirirdi onu. Ellinde uzun saplı bir süpürge, sırtında çuval, kendi işine bakardı Dono. Bize uymazdı, ne münkir, ne de nankördü Dono Çuval omzunda gezer, alnı açık hürdü Dono H. D. dono O bir divanedir. Divanelerin bir başka yönü de ibnü’l-vakt oluşlarıdır. Onlar için gelecek ve geçmiş yoktur. Anı yaşarlar. Yaratıcı ile bir ve beraberdirler. Aralarında rint olanları da vardır. Kâh odun parçası toplar, kâh arar çuval, çivi, çöp Fahri bir çöpçü olup şehre çok iş gördü Dono 23 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Sıska ve uzun boyluydu. Bakışları sabit, gözleri donuk yeşil… Eğlencelere katılır, düğünleri kaçırmazdı. Çiftetelli oynarken halk bir yandan kahkahalar atar bir yandan da tempo tutardı. Düğünlerin olmazsa olmazı idi. Olur da o gün düğünde bulunmazsa mutlaka birileri gider, bulup getirirdi. Müslümanlara yakınlığı nedeni ile kendisini cuma namazına davet eden birine: “Efendi, efendi!... Senin gibi sakallı, keşiş bir dedem vardı; o da kiliseye davet ederdi beni!... Benim Allah’ım ne kilisede ne de camide… Hadi oğlum, hadi herkes işine yallaa!...” Attı hep minneti omzundaki çuvala Para indinde pul etmez, o ne bonkördü Dono Ağalığın beyliğin ardınca o hiç gam yemezdi Gezdi keyfince, sokaklarda ömür sürdü Dono “Akşama pişti fasulya, ye ha, ye ha” diyerek Bize iç derdimizin zehrini öksürdü Dono Akrabalarının çoğu, İstanbul, Paris, Fransa ve Amerika’da yaşardı. Tehcir Kanunu ile iyice azalan gayrimüslimlerin sayısı kala kala ancak beş altı hane Ermeni, bir o kadar da Süryani... En tanınanı ve en sevileni de Dono ve ailesiydi. O yıl “kara kış”ın dondurucu soğuklarında şehrin cadde ve sokaklarında görünmeyince halk onu özlüyor, “Yahu bu aralar Dono görünmüyor. Öldü möldü mü?” deyip sorup soruşturuyorlardı. Sokaklarda o olmasa da veletler Dono’nun meşhur türküsünü koro hâlinde söylüyorlar, taklidini yapıp kendi aralarında şakalaşıyorlardı. “Akşama pişmiş fasulyaa… ye ha, ye ha yee!...” Kış boyunca çıkmadı Dono. Tek katlı evinin sokağa bakan penceresinin önünde oturur, güzeller güzeli Hayganuş’un saksılara diktiği çiçekleri sular, onlarla sohbet eder, gideni geleni gözler, bazen de odasının camını açar, o meşhur türküsünü mahallenin çocukları ile söylemekle yetinirdi. Böyle geçti bir kış. Mart ayının ortalarıydı. 14 Mart Paskalya Bayramı. Hz. İsa’nın dirilişini dile getiren bir bayram. Günlerden pazardı. Dono’nun ailesi papazın yönetimi altında dinî törenlerini ifa etmeye gittiler. Tabi, Dono evdedir, hastadır ve bir başınadır. Umurunda bile değildir bayram. Her gün bayramdır onun için. Ama ihtiyarlık bükmüştür belini. Pırıl pırıldı hane halkının elbiseleri. Ermeni komşularımız tabi ki o gün neşeliydi. Allah’tan tek dilekleri yağmurun yağması idi. Onun için istavroz çıkarıp dua ediyorlardı. Mahallenin bitirimleri bayramlık elbiseler içinde Hayganuş’u görebilmenin heyecanını yaşamak için pusudalar. Donobet’in yakın akrabası olan Kirkon usta iyi bir duvar ustası. Bizim evin yapımında çalışırken ara sıra sohbet ederdik onunla. O söylemişti: “Paskalya Bayramlarında haşladığımız kızıl yumurtaların kabuklarını kapımızın önüne bırakırız, Yağmur yağar da bu kabukları yağmur suları alır götürürse günahlarımızı da götürmüş olur. Böylece ettiğimiz dualarımız da Mesih Babamız tarafından kabul olur.” Hava bulutluydu ama o gün yağmur yağmadı. Dono’nun küçük oğlu Haygas, elindeki küçük bakır bir tepsi içine itina ile yerleştirilen paskalya çöreklerini ve kızıl yumurtaları Müslüman komşularına kapı kapı dağıtırken çocuğun yürüyüşü bile değişirdi. Havalı mı havalı… Biz Müslümanların Şeker ve Kurban Bayramlarında ikram ettiğimiz tatlıların, şekerlerin ve kurban etlerinin karşılığını ödüyormuş gibi bir rahatlık içinde ve gururlu. Bir torunu vardı Dono’nun. Mahallenin güzeli. Hayganuş’tu adı. On yedisindeydi… Kız Meslek Lisesinde okuyordu. Gözleri mavi, saçları sarı… Fettan… Biraz da fingirdek… O günlerde çok sevilerek söylenen, romanlara, öykülere konu olan bir Harput türküsü gençlerimizin dilinden düşmezdi. Hayganuş eşikten daha adımını atar atmaz gençlerden biri ya da bir çocuk korosu başlardı. 24 Ahçiği yolladım Urum iline Eser bad-ı saba zülfün teline Gel seni götürem İslam iline ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Bu bir aşk öyküsü… Sevda ve ayrılık türküsü... Harput’un Ebu Tahir Mahallesi’nde Dabaklar’ın Mustafa ile Şehroz Mahallesi’nden Ermeni Nişan’ın kızı Ahçik’’in sevdalarını anlatan hazin bir türkü. Harput’un “Şüşnaz” köyünde bir düğünde görmüştü onu Mustafa… Ortalığın bozuk olduğu yıllar... Osmanlı savaşta... Karşısında yedi düvel!... Ülke üzerine kara bulutların çöktüğü, zor zamanların yaşandığı günler… Savaşla birlikte etnik sancılar da başlamıştır. Ermeniler ayakta... Arada din farkı... Üstüne üstlük bir de Ermeni işbirlikçilerin çıkardığı “Yeprad” adlı gazetenin tahrik edici yayın ve baskısı… Ve umudun umutsuzluğa dönüştüğü bir aşk… Mustafa ile güzeller güzeli Ahçik, Harput ulemasının ve Ermeni tebaasının katı tutumu nedeniyle bir türlü kavuşamazlar. Tehcir Kanunu ile yöreyi terk ederken akıtamadığı gözyaşlarının alev damlaları Ahçik’in içini yakar… Çökmüş omuzları ve melül bakışlarıyla kaybetmişliğin yoğun hüznünü, aşkını, sevdiklerini, en kötüsü de daha seveceklerini bırakmış olmanın acısını yaşar. Omzunun üzerinden bakıp sımsıkı kapattığı dudakları arasından kendi kendine konuşur Ahçik: -Neden? Mustafa’nın akıtamadığı gözyaşları bu soruya yine aynı soru ile karşılık verir: -Neden? Bu hazin aşk öyküsü türkü olur, dillerde dolaşır, gönüllere yerleşir. Vardım kiliseye baktım haçına Gönlümü bağladım sırma saçına Gel seni götürem İslam içine Hayganuş cilvelenirdi bu türküyü duyunca. Gözlerini süzer, sarı saçlarını bir kısrak gibi arkaya doğru savurur, ama kimseye de pas vermezdi. Dono’nun uzaktan akrabası olduğu söylenirdi ‘Ahçik’. Ondan mıdır bilinmez, Hayganuş’un yengesi Maran’ın bu türküyü Ermeni ağzı ile söylediği o güzel sesini duyardık bazı geceler. Hâlâ kulağımda onun sesinin yumuşaklığı, sıcaklığı ve yüreğime ılık bir su gibi akışı… Bugün bile ürperiyorum, hüzünlenip anılarda geziniyorum o sesi anımsadıkça. Dinlediğim her müzikte, duyduğum her seste yeniden yaşıyorum o anı... Vardım kiliseye haç suda döner Dinimden dönersem el beni kınar Mustafa bu aşka nice bir yanar Öyle yanık söylerdi ki güzel gelin Maran, kim bilir o da bir zamanlar belki Harputlu bir Gakkoş’u sevmişti. Kürsübaşı gecelerinde, düğünlerde, özel eğlence günlerinde hep bu sevda anlatılır, bu türkü okunurdu. Ahçik’i yolladım Urum eline Eser bad-ı saba zülfün teline Gel seni götürem İslam iline Yine o dumanlı günlerde Tıpkı Erzurum’da yaşanan ve dilden dile dolaşan Erzurum delikanlısı bir Dadaşla sarışın bir Ermeni kızının ferman dinlemeyen, gönüllerde şahlanan sevdalarını anlatan; Türkiye’de, Ermenistan’da ve Türkî Cumhuriyetlerde söylenen, hüzünlü, acıklı, “Erzurum çarşı pazar” dizeleri ile başlayan “Sarı Gelin” türküsü gibi. Ahçik !... Başımı sevdaya salan o Ahçik Aman o Ahçik civan o Ahçik Dono o gün keyifsizdi. “Mart kapıdan baktırır kazma kürek yaktırır.” diye geçirdi içinden. Takır takır vuruyordu dişleri. Büyük gelini Pulo’nun dediğine göre üç ayı geçkin bir süredir konuşmuyormuş… “Oğullarıma haber salın görmek istiyorum.” Günlerce dilinden düşürmemiş oğullarının adlarını. Amerika nereee... Türkiye nere!... Bu isteği yerine getirilmeyince ağzı kilitlenmiş. Dono, dut yemiş bülbül!... Kapının ardındaki uzun saplı süpürgesine baktı, sokakların çerçöpünü düşündü. Acı bir tebessümle gölgelendi ihtiyar yüzü. Boynunu bü- 25 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 küp saatlerce kımıltısız oturdu çıtır çıtır yanıp nar gibi kızaran saç sobanın yanındaki çiçekli minderin üzerinde. Ne dağlardan şehre kadar inen nevruz kokusunu ne de bahçelerde açan badem çiçeklerinin güzelliğini görebilmişti bu yıl. İstemeyerek kafese girmiş kolu kanadı kırık garip bir kuşa benzetti kendini. “Kör olası bu romatizma illeti yok mu?... “Ah çekti Dono, vah çekti, sonra gençlik hayalleri ile baş başa kaldı... Ne yapsındı? Artık yaş da kemale ermiş, iyice takatten düşmüştü. Ama bu bayram gibi günde hiç olmazsa mahallenin sokaklarını, hele hele kapılarının önünü süpürememek onu daha da üzüyor, kahrediyordu. Ayağa kalkacak hâlde değildi ki... Kalkmak için yekindi, olmadı… Ellerini açıp çaresizliğini savarcasına boşlukta salladı. “Gözü çıksın şu ihtiyarlığın da; özlemin de hastalığın da!” diye mırıldandı. Ayağındaki terliği çıkarıp yanı başında mırıl mırıl uyuyan zavallı kediciğin sırtına indirdi. Bayram ayin’inden erken dönmüştü güzel torun Hayganuş. Mahallenin yeniyetmeleri Ahçik türküsünün nakaratı ile karşıladı onu. Başımı sevdaya salan o Ahçik Aman o Ahçik civan o Ahçik hinkaya” köyündeki aile mezarlıklarına götürülürken kızları ve yakınları arkasından ağlayıp gözyaşları döktüler. Acı ağıtları, feryatları, iniltileri, ahları vahları, taaa Gazi Caddesi’nde, hatta “Beşkardeşler”de duyuldu. Ben de gittim Dono’nun cenazesine. Bu gidişim biraz komşuluk hakkı biraz da meraktandı. Uzaktan da olsa papazın duasını, istavroz çıkarışını ve Donobet’in nasıl gömüldüğünü ilgi ile izlerken buruk bir tebessümün ardından nedense onun o meşhur tekerlemesi döküldü dudaklarımın arasından: Akşama pişmiş fasulya, ye ha ye ha ye! Papazın elinde “Kitabı Mukaddes” benim damarlarımda gezinen kâfir şeytan!... Hayganuş geldi aklıma… Hayganuş’un dudaklarındaki gülümseme, hafiften kaşlarını çatarak süzgün tavrıyla nazlanarak fettan bakışları ve iri yeşil gözlerinin önüne dökülen lepiska saçları… Gecenin bir vaktinde evimizin eyvanına çıkıp ay ışığında başımı avuçlarımın arasına alıp Maran Gelin’in o kadife gibi yumuşak sesinden Ahçik türküsünün öyküsüne dalışım, hayaller ülkesinde gezişim… Toprağın bol olsun Dono!... Kaçamak bir bakışın ardından tek katlı kerpiç evlerinin demir kapısına vurdu anahtarı, daha içeri girer girmez sokağa fırladı Hayganuş. Ellerini dizlerine vurdu, saçını başını yoldu, bir yandan da avaz avaz bağırdı. “Ölüooor!... dedem, dedem ölüor!... yetişin!... akrep soktu, akrep soktuuu!... can çekişior!... Ölüoor! Gittiii… Donobet dedem gitti!...” Aradan çok bir zaman geçmemişti ki, sökün etti akrabaları. Bir kızıl kıyamettir, bir velveledir koptu mahallede. Ermenice Türkçe ağıtlar, ağlamalar sızlanmalar!... Dışı gayetle pisti amma, içi ak pakdı onun Şorşor’un çağlayanında temiz gürdü Dono Sebeb-i mevtin acep, yoksa odun kıtlığı mı? Seni işletmelerin kahrı mı öldürdü Dono Caddeler sokaklar çöpten, pislikten geçilmez oldu. Günlerce Dono’yu aradı gözler. Sordular: Hasta mıydı? Dediler öldü, yazık, ah dedik vah dedik Bizi bu kez bırakıp gitti o beybah dedik. Pek karanlıkta kalıp, bağrı yanık öldü yazık Ne akarsu ne de bolca bir ışık gördü Dono O gün akşama doğru kilisede bir cenaze töreni yapıp alelacele eve getirdiler Dono’yu. Bir gün sonra da sabahın erken saatlerinde “Şa- Kahbe dünyada o bir mert idi mürd oldu İnan et, bizlere birdenbire dert oldu Dono* ■ __________ * Şiir, Haydar Duman 26 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 MEHMET NURİ YARDIM H er şeyi bir tarafa bırakıp çocuklarımıza, eskimeyen güzelliklerimizin barınağı halk türkülerimizi işaret etmeli, onları okutmalıyız. Erdemli olmayı, karşı fikre tahammülü, sevgiyi, hürmeti, vefayı öğretmeliyiz. Güzel ülkemizin, Türkiye’mizin muhtelif bölgelerine ait birbirinden nefis türküleri vardır. Büyük milletimin yüksek medeniyetinden damıtılan hikmetli mısralar, yüreklere çöreklenen kasaveti darmadağın eder. Sevgiyi kaybedenlere inat sevdanın evrenine girmek gerek. “Gel ha gönül havalanma / Engin ol gönül engin ol.” Bu iki mısra dahi bütün bir hayat anlayışımızı, felsefemizi, dünya görüşümüzü özetlemeye yeter. ‘Havalanmak’tan niçin geri durmalı, niçin ‘engin ol’malı, neden mütevazı durmalıyız? Muhabbet sahibi olmanın hikmeti nedir? Türküler bilgi dağarcığımızı zenginleştirir, duygularımızı zarifleştirir, âsâbımızı düzeltir, bizi geniş ufuklara doğru çağırır. Masmavi bir gökyüzünde kanatlanırız. Sonra Tatyan havalarını duyarız. Güldesteler gelir: “Yiğit olur doğru söyler hile kalmaz sözüne / Yetmiş iki nur yağıyor sevdiğimiz yüzüne / Der Ömer müptelayım hem gaşınan gözüne / Hazreti Yakub’un oğlu Yusuf-u Kenan gelir.” Anadolu bir türkü tarlasıdır. Uzun havalar da bizimdir, bozlaklar da. Uçsuz bucaksız türküler derlenir memleketimden. Açın bakın kitapları ki yüreğimizdeki yangınları görün: “Uzun olur gemilerin direği / Yanık olur âşıkların yüreği / Ne sen gelin oldun ne ben güveyi” Yüreği yanık olanların gözlerinden sevgi ışır her yana. Onlar yaratılışın manasını kavrayanlardır. Muhabbetin, insanın özü olduğunu bilenlerdir. Halk şairlerini okuyun. Kul Himmet’ten çıkın Emrah’la Erciş’e varın, Köroğlu’ndan başlayın Seyrani’ye gelin, Dadaloğlu’ndan yürüyüp Âşık Veysel’e ulaşın. Karacaoğlan, sevgisini yitirenlere asırlar ötesinden bakın nasıl sesleniyor: “Dinle sana bir nasihat edeyim / Hatırdan gönülden geçici olma / Yiğidin başına bir iş gelirse / Onu yâd ellere açıcı olma / Mecliste ârif ol kelâmı dinle / El iki söylerse sen birin söyle / Elinden geldikçe sen eylik eyle / Hatıra dokunup yıkıcı olma” Türküler, kültürümüzün en canlı, kimliğimizin en belirgin parçalarıdır. Geçmişin yaşanmışlıklarını türkülerde görür, kendimizi âdeta bir aynada seyrederiz. Çünkü neşemizi, hüznümüzü, kederimizi, sevincimizi, acımızı, mutluluğumuzu kısacası bütün duygularımızı bu metinlerde buluruz. Bazen bir aşkı anlatır bazen bir savaşı. Kimi zaman bir ailenin dramını dile getirmişlerdir ya da bir sosyal yarayı... Ama sevdalar, sevgiler ağırlıktadır türkülerde. Temaları ne olursa olsun mutlaka bizim maceramızı dillendirmiştir bu ezgili şiirler. Yüzyıllardan süzülüp günümüze ulaşan bu güzel eserleri dinleyip de coşkuya kapılmayan veya hüzünlenmeyen bir Türk 27 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 düşünebilir misiniz? Türküler genellikle herkesin rahatlıkla anlayabileceği ortak, sade ve doğal dille, hece vezni ile söylenmiş, yazılmıştır. Birçok bölgemizin, pek çok şehrimizin veya beldemizin birbirinden anlamlı ve güzel türküsü vardır. Her geçen gün yeni türküler derlenmekte ve geçmişten günümüze sağlam bir kültür ve folklor köprüsü kurulmaya çalışılmaktadır. Türküler geçmişin izlerini bugüne taşıyan birer hâtıra defteri gibidir. Veya zaman tünelinden günümüze aktarılan birer günlük… Bir milletin seyir defteri de diyebiliriz bu acı tatlı türkülere. Türkülerde sadece aşk-sevda duygularını mı dillendirilir? Ne münasebet! Onlar bizim inancımızın, dünya görüşümüzün, ahlâk anlayışımızın, gelenek göreneklerimizin, kısacası kültür ve medeniyetimizin de birer canlı vesikasıdır. Atalarımızın neye ağlayıp neye güldüğünü anlatırlar bize. Ne zaman hüzünlere kapıldıklarını anlarız yanık bir türküye kulak verince. Türküler isimsiz kahramanların eserleridir genelde. İlk söyleyeni bilinmez çoğu zaman. Bir yöreden, bir bölgeden çıkar ve yayılır. Belki de başka bir yerden akıp gelmiştir kulaktan kulağa. Zaten türküyü kimin ortaya çıkardığına değil, nasıl söylendiğine dikkat edilir önce. Kolay gibi görünür türküler. Sanki herkesin hemen uydurabileceği şiirler sanılır. Biraz dikkatlice bakılırsa bu metinlerdeki incelikler, özellikler, geniş ufuk ve derinlik hemen fark edilebilir. Türküleri anlayabilmek, sevebilmek için çok fazla çaba harcamaya gerek yok aslında. Sadece onları biraz yürek sesimizle dinleyebilirsek daha çok sevecek ve çevremize de sevdirebileceğiz. Aslolan iç dünyamızı, gönül kapımızı türkülere tamamen açabilmek. Türküler bir olay, bir istek ve arzu ile veya bir heyecan üzerine doğarlar. Bu ürünlerin başlangıçta sahipleri bellidir. Ancak zamanla, insanların dilinde dolaşa dolaşa türkünün asıl sahipleri unutulur. Daha sonraki nesiller, türkünün sahibini bilemezler. Türküler artık halkın ortak malı olmuş, anonimleşmiştir. Önceleri mahallî iken zamanla millî bir kimlik sergilemeye başlarlar. Anonimleşmelerinde ve yaygınlaşmalarında göçlerin, savaşların, gurbete çıkanların ve gezgin halk şairlerinin büyük etkisi olduğu inkâr edilemez. Edebiyat araştırmacıları, türkülerin, Türk halk şiirinde kullanılmış en eski türlerden oldukları konusunda ortak bir görüş belirtmektedirler. Kaşgarlı Mahmut’un Divanü Lugati’t-Türk’ünde geçen türkü tarzındaki dörtlükler bu görüşü destekler mahiyettedir. Halk edebiyatımızın en çok sevilen ve yaygınlık kazanan ürünleri olan türkülerin bu kadar benimsenmesinde aşk hikâyelerini özlü biçimde anlatıyor olmaları da önemli bir rol oynar. Köroğlu, Âşık Garip, Kerem, Gevherî, Karacaoğlan, Dertli, Dadaloğlu, Ruhsatî ve Emrah’a ait pek çok şiir zamanla türküleştirilmiş ve unutulmaz müzik parçaları olarak Türk milletinin hafızasında yer etmiştir. Türküler, genelde yedi, sekiz ve on bir hece ile söylenmişler, ancak çok az sayıda da olsa beş ve on beş heceli şiirlere de rastlanır. Şiirdeki kıtalar arasındaki bağlantılar da türküleşen eserlere büyük bir ahenk katmıştır. Öte yandan vezin ve kafiye açısından serbest tarzda söylenmiş türküler de vardır. Türküleri yapılarına, kullanıldıkları yere ve yörelerine göre veya daha farklı şekilde ayıran folklor uzmanları ve edebiyat tarihçileri vardır. Yapılarına göre türküleri sınıflandıran araştırıcılar bent kavuştuklarını göz önünde bulundururlar. Bu tür sınıflama şöyle: Bentleri mani dörtlükleriyle kurulan türküler, bentleri dörtlüklerle kurulan türküler, bentleri üçlüklerle kurulan türküler ve bentleri beyitlerle (ikili) kurulan türküler. Ancak genelde türküler işledikleri konulara göre şöyle sınıflandırılır: Aşk türküleri, çocuk türküleri, derebeyi, eşkıya türküleri, iş türküleri, diyaloga dayananlar, kahramanlık türküleri, merasim (tören) türküleri, mizahî türküler, Oyun türküleri ve Tabiat türküleridir. Türküleri ninniler, aşk türküleri, nişan düğün, gelin ve güvey türküleri, gurbet türküleri, askerlik türküleri, hapishane türküleri, ölüm türküleri (ağıtlar) şeklinde tasnif edenler de bulunuyor. Türküler dar bir alanda değil toplumun değişik kesimlerinde yaygınlık kazanmış ve benimsenmiştir. Askerler, esnaf ve ilim çevreleri arasında olduğu kadar, tekkelere devam eden tasavvuf ehli tarafından da sevilerek söylenmişlerdir. Bu yönleriyle saf ve millî edebiyat ürünleridirler. Bazı türkü sözlerinde ufak tefek farklılıklar olabilir. Bu tabiidir ve şundan kaynaklanmaktadır: Türkler, yüzyıllardan beri seslendirdikleri türküleri, kendi bölgelerine, kendi şivelerine, hatta kültür, mizah vs. anlayışlarına uygun biçime dönüştürmüş ve bu şekilde yaygınlaştırmış, yazıp söylemişlerdir. Dolayısıyla Anadolu’nun bir yöresinde söylenen bir türkünün bazı söz ve nakaratları diğer bölgelerde değişik olarak seslendirilebilir. Onları seviyoruz.■ 28 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 KOÇAKLAMA Hey Köroğlu’m Hey Ayvaz’ım Kanımda kanın dalımda sazın Koynumda muskan alnımda yazın Er meydanında Asyalı reddiyem Bayrak avazlım Hey doratım Doratım hey Suya düşsün aksin Buluta değsin kanadın İz sür iz bırak Asırlar var ki toynağında beratım Hey Köroğlu’m Hey Ayvaz’ım İşmar edin hele bir yol ben de geleyim Nicedir bir öfke kızartır gölgemi Kında koç kılıç Bolu Dağları’nda bileğim Hey kıratım Kıratım hey Kışımda bahar baharda yazım Vursun göğsüme yelin ayazın Uç bir uçtan bir uca Hülyalarıma kon şahbazım Hey yağızım Yağızım hey Solmasın diye bu yerlerin yedi rengi Susmasın diye sözün yiğidi Kuşan gel asrı at bineyim El kim bey kim Ben de bileyim MAHMUT BAHAR 29 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 NAİL TAN  şık sanatının Cumhuriyet dönemindeki genel görünümüne geçmeden önce kısaca kam, baksı, ozan, cırav, akın, çöğür şairi, saz şairi, âşık, halk ozanı, adına ne derseniz deyiniz, pirleri her gün saz çalan Hz. Davud, ataları ilk saz şairi Hun Çuçu ve Oğuzların Bayat Boyu şairi Dede Korkut kabul edilen âşıkların / ozanlarının temel özellikleriyle sanat dünyamızdaki işlevleri / rolleri üzerinde kısaca durmak istiyorum. Âşık ve Âşıklık Milletinin dertlerini, sıkıntılarını; derneklerin, siyasi partilerin, sendikaların emriyle ve onların görüşleri doğrultusunda yaymaya çalışan kişi de gerçek âşık değildir. Âşık, şahsiyetini bulmuş, hürriyetine düşkün insandır. Âşıklık, halk şairliği Tanrı vergisidir. Yüce Tanrı her kula bu lütfü bahşetmez. Âşık yapacağı kişiye “pir” veya “pirler” elinden “bade (dolu)” içirir. Bade içen âşığın dili ve parmakları çözülür; gürül gürül şiir söylemeye, saz çalmaya başlar. Bu sebeple, badeli âşıklara halkımız “Hakk Âşığı” adını takmıştır. Hakk âşıkları genellikle dinî konularda, yiğitlik, kahramanlık konularında ve bade içerken âşık olacağı güzel gösterilmişse, aşkla ilgili konularda şiir söylerler. Bazı halk şairleri de bade içmemiştir. Bunlar usta halk şairlerine çıraklık yaparak yetişmişlerdir. Milletimiz âşığa / halk ozanına bu özellikleri dolayısıyla kutsallık vermiş; onları emre, abdal, kul, dede, ana, baba gibi unvanlara layık görmüştür. Bir Karacaoğlan söylencesine göre; kuraklıktan yakınan Çukurova köylülerinin ricası üzerine, Karacaoğlan sazıyla sözüyle Allah’a seslenmiş ve yağmur yağmıştır. Günümüzde lisede, üniversitede okuyup da âşık olduklarını ileri sürenlere rastlamaktayız. Gördükleri öğrenim sırasında okudukları halk şairlerinin şiirlerine bakarak onlar gibi şiir yazmaya çalışan, nota bilgileri dolayısıyla da kolaylıkla saz çalıp beste yapabilen bu kişiler, gerçek birer halk şairi olmayıp “âşık tarzında şiir yazan aydın şairler”dir. Başka bir deyişle çağdaş edebiyatın şairleridir. “Halktan biriyim, iyi de saz çalıyorum, o hâlde halk şairiyim.” demekle halk şairi / âşık olunmaz. Şunu çok iyi biliniz ki âşıklık çok güç bir sanattır. “Ger- 30 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 çek halk şairinin / âşığının özellikleri nelerdir?” diye sorarsanız şu cevabı veririm: Âşık / halk ozanı, milletinin duygu ve düşüncelerini anında şiirleştiren ve şiirlerini anında ezgiye dökebilen kişidir. Yani doğaçlaması kuvvetli, beste kabiliyeti yüksek bir sanatçıdır. Âşık / halk ozanı, milletinin “gören gözü, düşünen kafası, duyan yüreği, dinleyen kulağı, söyleyen dili”dir. Yani, milletinin sağduyusudur; ortak duygu ve düşüncelerinin derleyici ve yayıcısıdır. Âşık; ailesine, vatanına, milletine candan bağlıdır. Başka milletlerin çıkarları ve ideolojileri doğrultusunda çalıp söyleyenler, gerçek âşık değildir. Âşık / halk ozanı, Cumhuriyet idaresine, Atatürk ilkelerine ve inkılâplarına yürekten bağlı kişidir. Ancak, Cumhuriyet idaresinin getirdiği hürriyet ve huzurun, âşıklık geleneğini sürdürmesine izin verdiğini çok iyi bilir. Diğer rejimlerde âşık da yoktur, âşık sanatı da... Sadece kendilerine halk şairi süsü veren slogan / rejim şairleri vardır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde halk şairleri yetişmesinin sebebi ise halkın nispeten hür bir hava içinde bulunması, orduda halk şairlerine önem verilmesidir. Âşık / halk ozanı için, daima sanatı ön planda gelir. Büyük paraların, apartmanların, otomobillerin onun dünyasında yeri yoktur. Âşık / halk ozanı; iyiliği, sevgiyi, kardeşliği, millî birliği şiirleştiren kişidir. Kötülüğü, nefreti, düşmanlığı, bölücülüğü şiirleştiren kişi, âşık / halk ozanı olamaz. Âşık / halk ozanı, milletinin hem dertlerini hem de sevinçlerini dile getiren kişidir. Milletinin dertlerini sömürerek her şeyi kötü göstermek de her şeyi iyi gösterip hayal dünyasında yaşatmak da âşığın şahsiyetine, sanatına ters düşer. Milletinin dertlerini, sıkıntılarını; derneklerin, siyasi partilerin, sendikaların emriyle ve onların görüşleri doğrultusunda yaymaya çalışan kişi de gerçek âşık değildir. Âşık, şahsiyetini bulmuş, hürriyetine düşkün insandır. Görülüyor ki âşıklık, halk şairliği öyle her kula nasip olmayacak özellikleri gerekli kılmaktadır. Türk milleti, yediden yetmişe şair bir millettir. Beşikte ninniyle başlayan şiire düşkünlüğümüz, ölüm olayından sonra şiirli bir mezar taşıyla noktalanmaktadır. Milletimiz, bugüne kadar yukarıda saydığım özellikleri taşıyan pek çok âşık / halk şairi / ozanı yetiştirmiştir. Bundan sonra da yetiştirecektir. Âşıkların, halk ozanlarının toplumdaki eğitim ve sanat görevleri, işlevleri, Orta Asya’da olduğu gibi Selçuklu ve Osmanlı topraklarında da devam etti. Sadece dinî şiirler söyleyenleri, Türk tekke edebiyatını yarattılar. Ayetlerin, hadislerin anlamlarını şiirle halka anlattılar. Nasihat destanlarıyla güzel ahlakı yaymaya çalıştılar. Ahmet Yesevî’nin hikmetleri; Yunus Emre, Hacı Bektaş Velî, Kaygusuz Abdal, Hatayî, Pîr Sultan Abdal, Kul Nesimî ve Hacı Bayram Velî’yle Anadolu’ya, Balkanlara yayıldı. Çok sayıda Sünnî, Alevî, Bektaşî halk şairi yetişti. Aynı dönemlerde hem dinî hem de din dışı şiirler söyleyen âşıklar / halk ozanları da görüldü. Savaşlarda, ordunun moralini diri tutmak için halk şairlerinden yararlanıldı. Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Âşık Hasan ve Âşık Şenlik gibi kahraman âşıklar yetişti. Rus işgali altındaki Kars’ta Ermeni asıllı Rus Generali, Âşık Şenlik’i bir ordu kadar güçlü ve etkili görmüştü. Âşıkların / halk ozanlarının 16. yüzyıldan itibaren ortaya koydukları çoğu din dışı şiirlerden oluşan bir âşık edebiyatı kolu ortaya çıktı. Âşıklar / halk ozanları, divan edebiyatının karşısında bu iki edebiyat dalında sade Türkçeyle şiirler söylediler. Anonim edebiyat dalında destanlar, halk hikâyeleri anlattılar. Şiirlerini daha etkili, hatırda kalıcı duruma getirmek için kopuz, çöğür, ıklığ, bağlama eşliğinde halka ulaştırdılar. Türküler yaktılar. Böylece; Arapça ve Farsçaya karşı Türkçeyi, divan müziğine karşı halk müziğini, mesnevilere karşı halk hikâyelerini yaratıp yaşattılar. Kahramanlık destanlarımız, onlar sayesinde günümüze ulaştı. Aynı dönemde, âşıklar / halk ozanları sürekli seyahat ettikleri için halkın gazetesi, radyosu, televizyonu da oldular. Cumhuriyet Dönemi Âşık Sanatımız 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Millî Edebiyat dönemine girilmişti. Genç Kalemler’le dilde sadeleşme hareketi hızlanmış, halk şairleri gibi hece vezniyle şiirler yazan şairler (Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul gibi) 31 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 12 Eylül 1980 Harekâtı’na kadar, âşıkların bir bölümü ekmek parası için ideolojik derneklerin ve aşırı uçlardaki partilerin güdümünde hareket ediyorlardı. Âşıklar da diğer sanatçılar, öğrenciler, memurlar gibi sağcı ve solcu diye ikiye bölünmüşlerdi. yetişmişti. Osmanlı döneminde doğmuş, ünlenmiş veya ünlenme yolunda yürüyen âşıklar / halk ozanları vardı. Yusufelili Huzurî (1886-1951), Posoflu Zülalî (1873-1959), Noksanî (1899-1972), Karamanlı Gufrânî (1864-1926), Konyalı Âşık Mehmet (1879-1950), Derdiçok (1871-1936), Cemal Hoca (1884-1957), Yusufelili Zuhurî (1887-1949), Baba Salim (1887-1956), Yorgansız Hakkı (1898-1964), Sıtkı Pervâne (1863-1928), Altunhisarlı Kemalî Baba (1859-1926), Şemsî (1872-1968), Bardızlı Nihanî (1885-1967), Derdimend (1894-1980), Meslekî (1858-1930), Âşık Hüseyin (1884-1950), Zefil Necmi (1870-1933), Hüznî (1879-1936), Kul Sabri (1851-1931), Zaralı Halil (1906-1964), Emsalî (1900-1978), Posoflu Müdamî (1915-1968), Dursun Cevlanî (19001975), Talibî Coşkun (1898-1976), Âşık Veysel (1894-1973), Ali İzzet Özkan (1902-1981), İhsan Ozanoğlu (1907-1981) ve Bayburtlu Hicranî (1906-1970) gibi. Onları, Cumhuriyet döneminde doğmuş, çırakları izledi. Çoğu rahmetli olmuş, sayıları yüzü bulan bu güçlü âşıklardan bir bölümünün adlarını saymakla yetineceğim: Davut Sularî (19251985), Şavşatlı Deryamî (1926-1987), Hasretî (1929-2000), Mihnetî (1929-), Kul Semaî (1931-), Mevlüt İhsanî (1928-), Daimî (1932-1983), Kul Ahmet (1932-1997), Sefil Selimî (1933-2003), İbretî (1920-1976), Müslüm Sümbül (1940-), Hasan Devranî (1928-1993), İlhami Demir (19321987), Ferrahî (1934-1969), Metinî (1930-1996), Hüdaî (1940-2001), Rahmanî (1942-1993), Ruhanî (1931-), Mahzunî Şerif (1943-2002), Nesimî Çimen (1931-1993), Hüseyin Çırakman (1930-), Yaşar Reyhanî (1932-2006), Murat Çobanoğlu (1940-2005), Abdulvahap Kocaman (1934-2005), Şeref Taşlıova (1938-), Halil Karabulut (1926-), Kemalî Bülbül (1928-), Eminî Düştü (1943-), Feymanî (1942-). Bu güçlü âşıkların çırakları, günümüzde ustalarının izinde yürüyorlar. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, sade dil, hece vezni ile vatan-millet-bayrak sevgisi şiirimize hâkim oldu. Türk yenilik şiiri şairleri de (M. Emin Yurdakul gibi) halk şairlerine özendiler. Memleketçi, halkçı şiir anlayışını başlattılar. Hecenin Beş Şairi (Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç, Halit Fahri Ozansoy, Enis Behiç Koryürek, Orhan Seyfi Orhon) hatta Yedi Meşaleciler halk şairlerini örnek aldılar. Behçet Kemal Çağlar, Ankaralı Âşık Ömer mahlasıyla şiirler yazdı. Orhan Şaik Gökyay, Ahmet Kutsi Tecer ve Rıza Tevfik Bölükbaşı gibi bazı şairler de koşmalar yazıp son dörtlükte soyadlarını, adlarını tapşırdılar. Âşıklar / saz şairleri 1931 yılına kadar Türk Ocakları, 1932 yılından sonra da Halkevlerinin itibar ettiği sanatçılar oldular. Halka, şiirleriyle Cumhuriyet’in erdemlerini, Atatürk İnkılâplarını anlattılar. Sivas’ta Ahmet Kutsi Tecer ve Muzaffer Sarısözen’in öncülüğünde 1931 yılı yazında kurulan Halk Şairlerini Koruma Derneği, 5 Kasım 1931 tarihinde başlamak üzere üç gün süren bir Halk Şairleri Bayramı düzenledi. Bu bayram, âşık edebiyatımızda bir dönüm noktası oldu. Âşık Veysel, Talibî Coşkun, Âşık Süleyman bu bayram sayesinde adlarını duyurup üne kavuştular. Bayramın başarısı, sonraki yıllarda birçok ilde bu adla halk şairleri / halk ozanları / âşıklar bayramlarının / şenliklerinin düzenlenmesine yol açtı. Bu bayramlar içinde, 1966 yılından itibaren düzenlenmeye başlayan Konya Âşıklar Bayramı birçok âşığın ünlenmesine yardımcı oldu. Alevî-Bektaşî ozanlar ise Hacı Bektaş’ı anma törenleriyle Alevî-Bektaşî ulularını, erenlerini anma toplantılarında, cemlerde sanatlarını icra fırsatı buldular. Ne yazık ki, âşıklar bayramları 32 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 1970’li yıllar sonrası başlayan sağ-sol bölünmesini, bütünleştiremedi. 1938 Bayburt Halk Şairleri Bayramı, 1964 II. Sivas Halk Şairleri Bayramı, 1979’dan beri aralıklarla düzenlenen Erzurum Âşıklar Şenliği, 1983, 1984 ve 1986 Kayseri Âşıklar Şöleni, 2007 III. Sivas Halk Şairleri Bayramı ile yine 2007 Bursa Türkiye Âşıklar Bayramı bu konudaki en önemli düzenlemelerdir. Katılım rekoru geçen yıl Kars’ta Âşık Çobanoğlu Âşıklar Şöleni’nde 218 âşıkla kırılmıştır. Millî Folklor Enstitüsü / Millî Folklor Araştırma Dairesinde göreve başladığım 1970 ve sonraki yıllarda, 12 Eylül 1980 Harekâtı’na kadar, âşıkların bir bölümü ekmek parası için ideolojik derneklerin ve aşırı uçlardaki partilerin güdümünde hareket ediyorlardı. Âşıklar da diğer sanatçılar, öğrenciler, memurlar gibi sağcı ve solcu diye ikiye bölünmüşlerdi. Bir araya getirme çabalarım hep sonuçsuz kalıyordu. Çünkü bakanlar ve üst düzey yöneticiler de bir görüşü benimseyip bize baskı yapıyorlardı. ‘70’li yıllarda sol görüşlü âşıklarla görüşmemiz âdeta yasaklanmıştı. 19781979 Ecevit Hükümeti döneminde ise tersi oldu. 5-7 Kasım 1979 tarihinde Ankara’da düzenlenen “Türkiye Halk Ozanları Semineri’nde iki grup âşık arasında kavga çıktı. Sorunlarını birlikte görüşüp çözüm bulamadılar. 12 Eylül 1980 Harekâtı’ndan sonra âşıklar ve diğer sanatçılar arasındaki ideolojik kutuplaşma zayıfladı. Millî Güvenlik Konseyi ve bakanlar, genellikle ayrım yapmadan bütün sanatçıları desteklemek istediler. Özel Tiyatrolara Yardım Yönetmeliği çıktı. Sinema ve Müzik Eserleri Kanunu kabul edildi. Telif hakları birlikleri kuruldu. Festivallere maddi destek yönetmeliği yürürlüğe konuldu. SSK Kanununda iki defa değişiklik yapılarak binlerce sanatçının emekli edilmesi sağlandı. Her sanat dalına devlet desteği geldi. Ancak, âşıkların bir federasyon, vakıf veya dernek çatısı altında toplanamamaları, devletten isteklerini küçük, cılız örgütler vasıtasıyla ifade etmeleri, daima sorun yarattı. Hâlâ, eski kırgınlıklar devam etmekteydi. Eminî Düştü, Murtaza Yalçın, Çoban Hüseyin ve Tahir Kutsi Makal’ın âşıkları birleştirme çabaları, aradaki buzları biraz erittiyse de tam başarıya ulaşamadı. Mesut Yılmaz’ın Kültür Bakanlığı döneminde (1986-1987) Konya Âşıklar Bayramı ve Mevlânâ’yı Anma Törenleri Konya Kültür ve Turizm Derneğinden alındı. Yine de âşıklar arasındaki gruplaşma aşılamadı. Aradaki duvar alçaldı, o kadar. 1990 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla âşıklar ve diğer sanatçılar üzerindeki ideolojik baskı zayıfladı. Âşıklar / halk ozanları arasındaki uygarca ilişkiler başladı derken bu kez de âşıklar / halk ozanları ve diğer sanatçılar etnik milliyetçilik ve mezhep-tarikat baskısıyla karşılaştılar. Âşık / halk ozanı yine düşünce silahı olarak kullanılmak istendi. Elbette, her sanatçı gibi âşığın / halk ozanının da bir siyasi görüşü, ideolojik düşüncesi olacaktır. Ancak, bu durumda âşık / halk ozanı sanatını sloganlaştırma, estetik değerlerden, dil zenginliğinden uzaklaşma tehlikesiyle daima karşı karşıya kalacaktır. Sanatını ideolojiye, siyasete kurban eden âşıkların / halk ozanlarının soluğu uzun olmayacak, edebiyat tarihinde ya yerleri bulunmayacak ya da birkaç satırla geçiştirileceklerdir. Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünde Genel Müdür Yardımcılığı yaptığım 1984-1988 yılları ile daha sonraki yıllarda Bakanlıkta Klasik Türk Müziği, Türk Halk Müziği, Tasavvuf Müziği Koro ve Toplulukları kuruldu. İstanbul’da 1975 yılında kurulan İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu ile Devlet Halk Dansları Topluluğu sanatçılarını geçici işçi kadrosundan kurtarıp sanatçı kadrolarına kavuşturduk. Böylece Türk Müziği ve Halk Oyunları Sanatçıları senfoni orkestrası, devlet tiyatroları, devlet opera ve balesi sanatçıları gibi yüksek maaşa kavuştular. Devlet desteği, koruması dışında sadece âşıklarla Karagöz-kukla sanatçıları kalmıştı. Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünün bu atılımından cesaret alarak önce Halk Kültürünü Araştırma Dairesi 1990 yılında Devlet Geleneksel Türk Tiyatrosu Topluluğunun kurulması, 1993 yılında da Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü Devlet Halk Ozanları Topluluğunun kurulması için gerekli Bakanlar Kurulu kararlarının alınmasını sağladı. Ancak, iki müdür kadrosu dışında sanatçı kadrolarının Maliye Bakanlığından alınması konusunda ciddi bir girişimde bulunulmadı. Maliye Bakanlığına yazı göndermekle yetinildi. Çünkü HAGEM’in başına halk 33 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 bilimi dışından yöneticiler getirilmişti. Bakanla birlikte görevden ayrılacaklarını biliyorlardı. Bu iki topluluk, aynı yıllarda Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğüne bağlı olarak kurulsaydı, çoktan faaliyete geçmiş olacaktı. Nitekim 1990 yılında Bakan Namık Kemal Zeybek’in isabetli bir kararı üzerine, Âşık Şeref Taşlıova ile Murat Çobanoğlu Sivas Devlet Türk Halk Müziği Korosuna sanatçı olarak atandılar. Günümüzde TRT’nin 425 sanatçısının Kültür ve Turizm Bakanlığına devri için hazırlık yapılmakta. Kültür ve Turizm Bakanlığının 3000 civarında sanatçısı olacak ama 30 âşığa / halk ozanına, 10 geleneksel tiyatro sanatçısına hiçbir zaman kadro verilmeyecek. Çünkü bu iki gruptaki sanatçılar, sanat güçleri oranında örgütlenemiyorlar. Alevî-Sünnî, sağ-sol ayrımı yapmadan Başbakanın, Bakanın karşısına çıkamıyorlar. Bu açıdan, Kurultay’ın ortak sorunları dile getirici bir sonuca ulaşmasını yürekten temenni ediyorum. Günümüzde Türkiye, AB’ye üye olma konumunda bir ülkedir. Kültür mevzuatının taraması 2006 yılında yapılmış, devlete bağlı bu çok sayıdaki sanat topluluğu, sanat ordusu hemen dikkati çekmiştir. Böyle bir durum, ancak sosyalist ülkelerde vardır. Sanatın, ancak özgür ortamlarda gelişeceği, rekabet ortamının sanatçıların çabalarını artıracağı, çok iyi bilinen sanat ilkeleridir. AB ülkelerinde sanat toplulukları bağımsız hareket ederler. Devlet, vergi indirimi, kültür merkezi yapımı ve pahalı orkestra bale, opera, tiyatro faaliyetleri ve filmler için proje desteği yaparak sanat çalışmalarından ulusun her bireyinin yararlanmasını sağlar. Belediyeler, özel idareler, sivil toplum kuruluşları sanat etkinliklerini düzenlerler. Türkiye’de siyasi kuruluşlar (bakanlık, belediye, parti) bir sanat etkinliği düzenlediklerinde, “parayı veren son sözü söyler”, ilkesi gereği sanatçıları yönlendirmeye çalışırlar. Her siyasal görüşün şarkıcısı, türkücüsü, âşığı ayrılmıştır. Yakın dönemde âşıklarımız, kendilerine para ödeyen bakan, vali, belediye başkanı ve diğer siyasileri övmek için saz ve sözlerini kullanma mecburiyetinde kalmışlar, böylece de âşık sanatı ciddi bir darbe yemiştir. Bugün, bir âşık sahneye çıktığında, halk onun neler söyleyeceğini çok iyi bilmektedir. Oysa âşık, halkın dertlerini, acıla- rını, sevinçlerini dile getirmelidir. Bu işlev kaybolunca, âşık sanatı da ortadan kalkar. Kısacası, artık devlete bağlı bir Halk Ozanları Topluluğu kurulması gereksizdir. AB’ye girmek istiyorsak böyle. Âşık, saz şairi, ozan ne derseniz deyiniz, ancak halkın beyni, yüreği, gözü kulağı, ağzı dili olursa bu sanat yaşar. Türkiye’de âşıklar; halkın dertlerini, duygu ve düşüncelerini ifadeden gittikçe uzaklaşmaktadırlar. Sadece, övgü ve güzelleme veya kaba atışmayla âşık sanatı yaşatılamaz. Beste olmadıkça, söze iyi ezgi döşenmedikçe âşık sanatı ayakta kalamaz. Sazı sözü kuvvetli, halkın dili olmuş âşıklar / halk ozanları (Âşık Veysel, Davut Sularî, Âşık Daimî, Mahzunî Şerif gibi) hiçbir zaman aç kalmaz. Daima biletli müşteri bulur. Günümüzde en çok âşıklar şöleni düzenleyen kuruluşlar, siyasetin kuşattığı belediyelerdir. Âşık, ailesini geçindirmek için mecburen belediye başkanlarının huyuna suyuna göre, sazını sözünü kullanmaktadır. Bu da sanatı zayıflatmaktadır. Bugünkü âşıkların en önemli eksikliği, güzel saz çalmalarına rağmen türkü yakma yeteneklerinin zayıflığıdır. Âşıklar, bu konuya önem vermeli, gerekirse ders almalıdır. Halkın diline düşmüş bir beste, âşığın bir yıllık giderlerini rahatlıkla karşılayacaktır. Âşık Veysel, Âşık Daimî, Davut Sularî ve Mahzunî Şerif’in mirasçıları bile, bugün telif gelirinden pay alıp darlık çekmeden yaşayabilmektedirler. Günümüzde, sanatın en büyük destekçisi âşık kahveleri ancak Kars, Erzurum ve Kayseri’de kaldı. Düğünlerde halk hikâyesi anlatma geleneği bitti. Âşıklar / halk ozanları festival, anma töreni sanatçısı oldular. Özellikle Erzurumlu, Karslı, Çorumlu, Sivaslı âşıklar kolay ulaşım ve ekmek parası dolayısıyla İstanbul, Ankara, İzmir, İzmit, Bursa ve Antalya’ya yerleştiler. Türk milleti, halkı var oldukça âşık sanatı yaşayacaktır. Geçmişte bu sanatın Türk dilini, destanlarını, halk müziğini yaşatma işlevi vardı. Günümüzde de bu sanatın hâlâ bir işlevi vardır. O da halkın, acılarını, sevinçlerini dile getirme işlevidir. Âşık, bu görevini, âşık sanatı bu işlevini yerine getirmezse biliniz ki “âşık sanatı” ölecektir. Çünkü çağdaş şairler ve âşık deyişlerini söyleyen halk müziği icracıları onların yerlerini 34 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 alacaklardır. Musa Eroğlu, Arif Sağ, Zülfü Livaneli gibi… Âşıklara Hitabımdır Sen ki; Selçuklu-Osmanlı yöneticileri, bilginleri, aydınları, memurları, sanatseverleri Arap ve Acemlerin peşine düşüp onların dillerinde şiir yazmaya çalışırken, Arap ve Acem’in edebî türlerini alırken; Türkçe konuştun, Türkçe şiirler söyledin. Atan Dede Korkut’un, Hoca Ahmet Yesevî’nin şiir geleneğini sürdürdün. Türk milletine dilini armağan ettin; 21. yüzyıla girerken bizi anadilimizden yoksun bırakmadın. Sen ki; Selçuklu-Osmanlı yöneticileri, bilginleri, aydınları, memurları, sanatseverleri Arap, Acem müziğinin peşine düşüp şarkı, gazel, kaside söylemeye, kanun, santur, ud, lavta, ney, kudüm çalmaya çalışırken; türküler yaktın, çöğür, bağlama, kaval, ıklığ çaldın. Davul zurnayla neşelendin. 20. yüzyılda, en kalitesiz, en değersiz müzik olan “arabesk”in de tuzağına düşmedin. Konservatuvarların, TRT’nin, Kültür ve Turizm Bakanlığının halk müziği derlemelerinde ilk başvurulan kaynak oldun. Türk milletine öz müziğini de armağan ettin. 21. yüzyıla girerken bizi türkülerimizden yoksun bırakmadın. Sen ki, divan edebiyatı şairleri, İran mesnevilerini tekrarlarken, Türk milletine destanlarını, halk hikâyelerin anlattın. Edebiyatımızın temellerini attın. Sen ki; şiirlerinle, türkülerinle milletimize daima hoşgörüyü, insan ve tabiat sevgisini, vatana, millete, bayrağa bağlılığı, doğruluğu dürüstlüğü, haksızlığa karşı çıkmayı ve hak aramayı öğrettin. Türk milletine atalarından gelen insani değerleri ve güzel ahlakı da armağan ettin. Sen ki; Selçuklu-Osmanlı devlet katında (Sultan Abdülaziz dışında) ve divan şairleri nezdinde daima horlandın. Söylediklerine burun kıvrıldı. Kaba saba köylü, sazı sözü çekilmez insanlar olarak görüldün. Sadece ordu sefere çıktığı zaman, askeri yüreklendirmek amacıyla hatırlandın. Yeniçeri saz şairleri bu sayede biraz itibar gördüler. 21. yüzyıla girerken bu durum ne kadar değişti dersin? Gene sanatçı sıralamasında en sondasın. Yılbaşı, Cumhuriyet davetlerine çağrılmazsın. Ülkemizdeki en kötü müziğin temsillerine, yani arabeskçilere “Devlet Sanatçılığı” unvanı verilir. Sana verilmez. Bütün sanat kuruluşlarına kadro dağıtılır; 1993 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla kurulması öngörülen “Devlet Halk Ozanları Topluluğu”nun kadroları bir türlü çıkmaz. Teselli için söylüyorum. 1990 yılından beri 10 Karagöz ve kukla sanatçı kadrosu da tahsis edilmedi. Onlar da sizin gibi öksüz/yetim sanatçılar... Sizin işiniz kesat dostlar! Çünkü papyon kravatınız yok, smokininiz yok. Viski içmeyi, sol elle yemek yemeyi bilmezsiniz. İngilizce, Fransızca kelimeler kullanıp entel görünemezsiniz. Altınızda cipiniz, markalı otomobiliniz olmadığından gittiğiniz yerde çamurlu ayakkabılarınızla mermerleri, halıları kirletirsiniz. 1998 yılında Veysel’in hatırına Köşk’e çıktınız ama yanınızda diğer sanatçı grupları yoktu. Oysa Veysel, Türk milletinin sanatçısıydı. Sen ki; Türk milletine anadilini, öz müziğini, halk edebiyatını, destanlarını, güzel ahlakını; kısacası, kültürel kimliğinin önemli bir bölümünü armağan ettin, ama sana diğer sanatçılara verilen hakları vermezler. Onların saygınlığına ortak olamazsın. Sen halktan gördüğün sevgi ve saygıyla yetineceksin. Halkın uzattığı kuru ekmeği, pasta niyetine yiyeceksin. Onların değerlerini, acılarını, sevinçlerini söylemeye devam edeceksin. İçinizden bazıları diyecekler ki; âşık / halk ozanı, halkın dertlerini, sıkıntılarını söylediği, devleti tenkit ettiği için sevilmiyor, diğer sanatçılara tanınan haklardan bunun için yararlanamıyor. Yanılıyorsun dostum! Türkiye’de devleti değil tenkit, hakaret eden, bu yüzden hapishanelere düşen sanatçılara, yazarlara bir göz at! Onların gördüğü itibarı, elde ettiği imkânları bir düşün! Bana hak vereceksin! Sen ki; yüzyıllar boyunca sana hor bakanlara, ilgisiz kalanlara aldırmayıp sanatını sürdürdün. Binlerce ciltlik eser ortaya koydun. Gene aynı şeyi yapacaksın! Âşık / halk şairi / ozanı çile adamıdır. Çileni çekeceksin! İçinizden biri; bakan, başbakan olup kaderinizi değiştirecek değil ya? Âşıklar, ozanlar, lütfen sorunlarınızı, hiç kimseden çekinmeden dile getiriniz. Aranızdaki görüş farkını, sorunlarınızı dile getirirken lütfen bir yana bırakınız. Hacı Bektaş Velî’nin dediği gibi; daima bir olun, iri olun, diri olun!■ 35 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 SUPHİ SAATÇİ H alk edebiyatımızın beslediği türkülerin, folklorumuzun en zengin kurumlarından birini oluşturduğu bir gerçektir. Medeniyetimizin üstün yanını sergileyen türküler, sadece özlü söz hazineleri olmakla kalmayıp, musiki sanatının da ulaşılması zor olan bir zirveyi simgeler. Türkülerde dile gelen hikmet ve atasözleri kıvamındaki sözleri ezgi eşliğinde dinlerken, kendimi her zaman bir bilge kişinin karşısında gibi hissederim. Sanki deneyimli birinin öğütlerini dinliyormuşum gibi gelir bana. Uzun zaman bunun sebeplerini araştırdım. Bu türkülerde ne gibi bir sihir veya cazibe var diye, kendi kendime sordum? Yıllar sonra türkülerdeki cazibenin veya sihrin ne olduğunu kavramaya başladım. Türkülerin, aynı kaderi paylaşmış insanların geçmişten gelip geleceğe yönelen akışının terennümü olduğunu anladım. Toplumun yaşadığı maceranın destanı olduğunu hissettim. Türkülerde, doğanın getirdiği karşı konulmaz felaketlerde yaşanan faciaların dile gelişine tanık oldum. Hatta bireysel bir aşk yüzünden kanayan bir kalbin acısını paylaşan toplumun iniltisini duyabildim. Kısacası beşerî duygulara, yaşanan ıstıraplara sahip çıkan toplumun dili olmuş türküler. İçtenliği halktan yana olduğu için de haktan yana olmuştur. Yalınlığı, arılığı, duruluğu, doğallığı ondandır türkülerin. Dili saf ve yapmacıksızdır. Çünkü halk saf ve yapmacıksızdır. Dolambaçlı ve kaypak değildir. Doğrudur, içtendir ve berraktır. Damıtı- Türküleri bu denli özel kılan ve bütün bir toplumu sımsıcak duygularla saran gücünün başında, hiç kuşkusuz ezgilere döşenmiş olan sözleridir. Türkülerin bir toplumu sarmaktaki gücü ve becerisi, içindeki sözlerin toplumun ortak duygu ve düşünceleri ile dünya görüşünü yansıtmasından kaynaklanıyor olmasında aranmalıdır. 36 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 la damıtıla, süzüle süzüle ve durula durula kristal saflığında ve şairlere meydan okurcasına sözün özü hâline gelmiştir. Onun için ne zaman türkülerden söz açılsa, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun şu mısraları gelir aklıma: Şairim Zifir ikaranlıkta gelse şiirin hası Ayak seslerinden tanırım Ne zaman bir köy türküsü duysam Şairliğimden utanırım. Türkülerin gücünü, asaletini ve has şiirlerden bile üstün olan yanını ne kadar güzel anlatmış Eyüboğlu… Türküleri bu denli özel kılan ve bütün bir toplumu sımsıcak duygularla saran gücünün başında, hiç kuşkusuz ezgilere döşenmiş olan sözleridir. Türkülerin bir toplumu sarmaktaki gücü ve becerisi, içindeki sözlerin toplumun ortak duygu ve düşünceleri ile dünya görüşünü yansıtmasından kaynaklanıyor olmasında aranmalıdır. Daha sonra bu sözlerin, aynı toplumun musiki görgüsünü ve anlayışını belirli bir ezgi kalıbı içinde kazandığı kıvamı bulması ile türküler, o toplumunun ortak malı ve millî mirası hâline gelmiştir. Böylece toplumun kimliği ve aynası olmuştur. Coğrafyayı vatana dönüştüren türküler, maddî nitelikteki toprağa anlam, ruh, duygu, inanç, sıcaklık, yaşama sevinci katmıştır. Aynı coğrafya parçası üzerinde yaşayan insanların ortak duyuş, bakış ve inanışlarını perçinleştirmiştir. Coğrafyayla bütünleşen türküler, aynı topluluğu birbirine bir harç gibi tutturmuştur. Ortak hayatın, ortak maceranın ve ortak kaderin ürünü olmuştur türkü. Yaşanan macera, yaşanan tarihin ajandası türkülerdedir daim. Simgeleşen türküler, vatanın nüfus cüzdanı ve kimlik kart gibidir. Vatan onda dillenmiştir gayrı. Bu sebepledir ki türküler, kendi toplumunun kimliğini ifade eder. Coğrafyasının aynası ve zaman zaman haritasıdır türküler. Bu yüzden kimi türküler, her okunuşta belli bir bölgeyi, topluluğu ve halkı çağrıştırır. Ben de kimliğimi türkülerde buldum doğrusu. Söylenen bir türkü beni en kısa, en kestirme yoldan tanıtmıştır Türkiye’ye: Altun hızmav mülayim Seni haktan dileyim Yaz günü Temmuz tabax Sen terle men sileyim Gün gördüm günler gördüm Seni gördüm şad oldum Bu türkü duyulduğu zaman, herkes Kerkük’ü, Türkmeneli’ni ve Irak Türkmenlerini hatırlar; onların yaşadıkları dramları düşünür, çektikleri acıları ve iniltileri duyar. Birkaç kez söyledim ve anlattım. Her zaman yine ifade etmek isterim: Bunca yıl Kerkük’ü, Irak Türkmenlerini anlatmaya ve tanıtmaya çalıştım, ancak itiraf etmeliyim ki bir türkü kadar başarılı olamadım. Bir türkünün verdiği mesaj, uzandığı menzil, sınırların ötesine geçen gücü ile bir anda milyonların kalbine doğru yöneliyor ve yüreklere oturabiliyor. Türkü artık salt duygu ve mesaj olmuştur adeta. Yalan dolan bilmeyen türküler, bazen bir ananın sıcaklığı gibi sarar içimizi. Hüzünle tatlandırır sevincimizi. Bazen bir kor gibi ortaya çıkarır küllenen aşkımızı, yârimizi. Sonra usulce dağıtır efkârımızı… Kısacası; Oğlunun yolunu gözleyen anaya tesellidir türküler… Özlenen sevgili, onun gül yüzü ve sıcak elidir türküler… Uzun yolda arkadaş, gurbette yoldaş, bitmeyen gecelerde sırdaştır türküler… Baharda bülbül, lale ile sümbül yahut güldür türküler… Tarlada başak, bellerde gümüş kemer, ipek kuşaktır türküler… Sevdanın dili, özlenen sevgilidir türküler… Sözleri irfan, gezdiği vatan, yol gösteren insandır türküler… Bebenin beşiği, ananın aşı, dedenin musalla taşıdır türküler… Aşığın avazı, güzelin nazı, aşkın çıkmazı, ananın niyazıdır türküler… Dağların maralı, kalbi yaralı, yerli buralıdır türküler… Göklerde bayrak, ana gibi sımsıcak yüreği apaktır türküler… Astığım bayrak, bastığım toprak, yattığım yataktır türküler… Mehmetçiğin savaşı, yurdumun barışı, toprağımın her bir karışıdır türküler…■ 37 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 MUSTAFA ÖZÇELİK "...insanı müspet ve menfi tüm özellikleriyle tanımanın neredeyse tek imkânıdır türküler. Bu durum, başka hiçbir edebî türde böylesine gerçekçi değildir. Mesela şiir, ele aldığı insanı idealize ederek, tiyatro dramatize ederek, gerçeğin sınırları dışına çıkarabilir." N e zaman bir türkü dinlesem doğal olarak aklıma bende türkü sevgisi uyandıran şu iki yazı ve üç şiir gelir: Zira bunlar, benim türkülerin gizli dünyasına girebilmemde bana imkân sağlayan, yol gösteren, onları sevmemde olumlu etki yapan metinler oldu. Bu yüzden onları da türküler kadar sever ve önemli bulurum. Bu yazılardan ilki, Tanpınar’a ait bir metin. Ama bu, türkülerden bahseden müstakil bir yazı değil. “Beş Şehir”1de Konya ile ilgili bölümde yer alan birkaç paragraflık kısım… Bilindiği gibi Tanpınar,”hayatımın tesadüfleri” dediği beş şehri (Bursa, Erzurum, Ankara, İstanbul ve Konya) anlatır bu kitabında… Yazılış gerekçesini de “onların arkasında kendi insanımızı ve hayatımızı, vatanın manevi çehresi olan kültürümüzü görmek” şeklinde açıklar. Tanpınar, bu şehirleri anlatırken onların mimari yapılarından, çeşitli insan ve tabiat manzaralarından ve musikiden hareket eder. Zira bütün bunlar, Anadolu topraklarında kurduğumuz kültür ve medeniyet yapımızın şifrelerini barındıran eserlerdir. Her biri kendi dilince bir toplumun dünya görüşünü, hayat tarzını, insan ve toplum yapısını anlatmaktadır. Sonuçta, Tanpınar bir Anadolu fotoğrafı çizer bize ve biz o fotoğrafa bakarak Anadolu’yu daha iyi anlama imkânı buluruz. Tanpınar, Konya’yı anlatırken Anadolu’yu tanıma ve anlama imkânlarına bir unsur daha ilave eder. Bu unsur, türkülerimizdir. Konya’da bulunduğu günlerde Konya Hapishanesinin kadınlar koğuşundan yükselen türkü sesleri, onu Anadolu’nun ve Anadolu insanının gerçekleriyle yüz yüze getirir. Şehir, taş toprak gerçekliğinin ötesine geçer. Der ki: “Bu türküleri dinlerken içimde Konya birdenbire canlanır.” Bu canlanmayla Konya’yı hem tarihî geçmişiyle hem de bugünkü hayatıyla kavrama imkânı bulur. Konya, onun için bu manada büyük bir zenginliktir. “Ben Orta Anadolu türkülerini o gurbet, keder, türlü ten yorgunluğu ve iç darlığı dolu acı dert kervanlarını bu şehirde tanıdım.” demekten kendini alamaz. Tanpınar, bütün bunlardan sonra şöyle demekten kendini alamaz: “Anadolu’nun romanını yazmak isteyenler ona mutlaka bu türkülerden gitmelidirler.” Tanpınar’ın bu yorumlarını okuduktan sonra, türküler, bizim için büyük bir daha geniş bir anlam coğrafyasının öznesi, Anadolu’yu tanımanın önemli bir malzemesi hâline gelmektedir. Şüphesiz, türkülerin bize böylesi zengin bir imkânı sunması, onların öncelikle; doğallığıyla, içtenliğiyle ilgilidir. Çünkü türküler hayatın içinden doğarlar. Olayların söze, musikiye dönüşmüş şekilleridir. Başlangıçta onları belki bir kişi söylemiştir ama zamanla anonimleşmişler ve böylece halkın ortak diline, ortak hikâyesine dönüşmüşlerdir. Dahası, hiçbir zaman eskimezler. Zaman içinde yeni söz ve beste imkânlarıyla yaşamaya devam ederler. Onlarda ne söyleyenin sanat endişesi ne dinleyenin estetik haz duyma arzusu vardır. Olanı, olduğu gibi yansıtırlar. Ama yürek diliyle yapılır bu anlatım. Bu yüzden öylesine yalın ve içtendirler. Bu bakımdan duygusallığının yanında aynı zamanda son derece gerçekçi metinler olarak karşımıza çıkarlar. Böyle olduk- 38 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 ları için de hangi toprakta, bölgede, coğrafyada doğmuşlarsa oranın tabiatına, hayat tarzına, yaşanan olaylarına ve olayların kahramanlarına ayna tutarlar. Bu yüzden Tanpınar’a katılmamak mümkün değil. Anadolu’yu ve Anadolu insanını tanımak istiyorsak, onun romanını, şiirini, tiyatrosunu yazacaksak türküler elimizin altında duran en önemli kaynaklardır. 2. Bende türkü sevgisini onulmaz bir sevdaya dönüştüren ikinci yazı ise Fethi Gemuhluoğlu’na aittir. Önce, Türk Yurdu dergisinin Nisan 1959 tarihli 2. sayısında yayımlanan ve daha sonra yazarın “Dostluk Üzerine”2 kitabına da alınan “Türkülere merhaba” başlıklı yazı da türkü güzelliğinde ve içtenliğinde bir metindir. Yazının daha ilk cümleleri, türkülerin bizim için ne anlam ifade etmesi gerektiğini belirten ifadelerdir. “ Türküler bitip tükenirse hatırasız, sevdasız ve yalnız kalırız” diyen yazar, bunun gerekçesini de şöyle açıklar. “Türküler ve şarkılarda halk var. Millet var. İnsan var.” Sözün burasında Tanpınar’ın cümlesini bir daha hatırlamak gerekir. Madem romanın-biz buna şiiri ve tiyatroyu da eklemiştik-konusu insandır öyleyse bu tür eserleri yazabilmek için insanın olduğu bu metinlere ilgi duymamız gerekir. Dahası, bu alıntının başında söylenen ve türküsüz kalmanın “hatırasız, sevdasız ve yalnız kalmak” olduğunu belirten ifade türkülere neden ve nasıl önem vermemiz gerektiğini açıklayan çok vurucu bir tespittir. Zira hatırasız, sevdasız ve yalnız kalmak meselesi insan olma meselemizle doğrudan ilgili konulardır. Bu demektir ki, türküler biz olduğumuz için vardırlar. Başka bir deyişle onlar varsa biz de varız. İnsanla türkü birbirinden ayrılamaz iki kavramdır. Burada “nasıl” meselesini daha iyi anlayabilmek için yazının devamına da bakmalıyız. Yazar, metnin ikinci paragrafında türkülerin çok önemli bir özelliğine daha dikkat çeker. Buna göre türkülerde anlatılan insan, gerçekçi bir portreyle sunulur. Yazar bunu “İnce, yüce, ulvi, afif taraflarıyla insan var. Hafif, çılgın, şefkatli ve avare taraflarıyla insan var.“sözleriyle belirtir. Ama türkülerde sadece bunlar yoktur. Bunu da şöyle açıklar yazar: “Türkülerde ve şarkılarda şiir var, hikmet var, yaşama kuralları var, töreler var, gelenekler var. Ve asıl mühimi yüreğimiz ve gönlümüz var.” Dolayısıyla insanı müspet ve menfi tüm özellikleriyle tanımanın neredeyse tek imkânıdır türküler. Bu durum, başka hiçbir edebî türde böylesine gerçekçi değildir. Mesela şiir, ele aldığı insanı idealize ederek, tiyatro dramatize ederek, gerçeğin sınırları dışına çıkarabilir. Ama türkülerde durum böyle değildir. Biz, nasılsak öyledir türküler... Yalansız, sansürsüz, riyasız… 3. Türküler konusunda beni etkileyen şiirlere gelince… Bunlardan ilki -eminim bu, pek çok kişi için de öyledirBedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Türküler Dolusu”3 başlıklı şiiridir. “Kirazın derisinin altında kiraz Narin içinde nar Benim yüreğimde boylu boyunca Memleketim var” mısralarıyla başlayan bu şiirin de daha başında aynı gerçeğe vurgu yapılır. Türkülerde memleketimiz vardır. Milletimiz vardır. Onlar canımıza, ciğerimize kadar işler. Onların içine insan kokusu sinmiştir. Onlar, şiirin hasıdır. Bu yüzden şöyle der şair: “Ne zaman bir köy türküsü duysam Şairliğimden utanırım Şairim Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm” Peki, nedir, türkülerde şairi, şairliğinden utandıran özellik… Sahiciliği, gerçekçiliği, “memleket ahvalini” olduğu gibi yansıtmalarıdır elbette…”Ana sütü gibi temiz, ana sütü gibi candan” olmaları… Bu yüzden Eyüboğlu’na göre de tarihimizi, hayatımızı, insanımızı tanımak için kitaplardan öte birer imkândır türkülerimiz.. Yine bu yüzden “memleket ahvalini”, onlardan sormak, öğrenmek gerekir. Mesela konu Yemen mi? Şair doğal olarak şöyle diyecektir. “Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen’i Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni Ben türkülerden aldım haberi.” Eyüboğlu da türkülerin anonimliğini onların bir özelliği, güzelliği ve zenginliği olarak görür: “Ah bu türküler, köy türküleri Ne düzeni belli, ne yazanı Altlarında imza yok ama…” İşte bu “ama”dan sonrasında söylediği şu mısra türkülerin asıl gizemini fısıldamaktadır bize! “İçlerinde yürek var.” 4. 39 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Benim içimi bir türkü gibi titreten diğer bir şiir ise Âşık Veysel’in “Türk’üz Türkü Çağırırız” şiiridir. Şair, daha şiirinin başında “Türk” ile “türkü” arasındaki münasebete dikkat çeker. Zira kimi yorumlara göre “Türkü” kelimesi, “Türk” adının sonuna, Arapça ilgi eki olan “i” ekinin getirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla “Türki (Türkü): Türk’le ilgili, Türk’e özgü” anlamına gelmektedir. Elbette başka milletlerin de bizim türkü olarak isimlendirdiğimiz tarza da ürünleri vardır. Ama türkünün Türk’le münasebetinin olduğunu söyleyenler bize meselenin başka bir yönünü de gösteriyorlar. O da şudur: Asırlar boyunca şifahi kültürle beslenmiş bir kavim olan Türkler kendilerini ifade vasıtası olarak türküyü seçmişlerdir. Nitekim Âşık Veysel de bu durumu: Bayramlarda düğünlerde Toplantıda yığınlarda Sıkılınca dar günlerde Türk’üz tünkü çağırırız Yaylalarda yataklarda Odalarda otaklarda Koyun gibi koytaklarda Türk’üz türkü çağırırız, mısralarıyla belirtir. Bu yüzden millet olarak tarih boyunca kendimizi ifade için en elverişli tür olarak seçtiğimiz türkülerimiz acımıza, sevincimize, yaşadıklarımıza ayna tuttukları gibi aynı zamanda bizi millet yapan değerlerin de taşıyıcısı ve ifadesi olan metinlerdir. Türküler, bu yüzden bu yönleriyle de incelenmesi gereken metinlerdir. 5. Okuduğumda bana türküleri hatırlatan bir başka şiir ise Erdem Bayazıt’ın “ Sana, bana, vatanıma, memleketimin insanlarına dair”4 başlıklı şiiridir. Bu şiir Âşık Veysel’inki gibi türkü kavramını doğrudan ele almaz. Fakat metin tamamen türkü duyarlığına yaslanan bir metindir. Bu şiirin türküye yaptığı vurgu daha adından başlar. Ben, sen yani biz, millet olarak hepimiz, vatanımız, memleketimiz, insanlarımız….İşte bütün bunlar bir şiirin de konusudur.. Ama şair, bizi bu manada anlatacak şiirine bir türkü mısraını “Telgrafın tellerini arşınlamalı” mısraını küçük bir değişiklikle girizgâh mısra olarak seçer. “Telgrafın tellerini kurşunlamalı…” Bu bilinçli bir tutumdur. Zira şiir baştan sona bir Anadolu hikâyesidir. Kare kare, sahne sahne bir film gerçek- liğinde bütün bir Anadolu anlatılır. Aşk, hasret, gurbet, ölüm… Tarlada çapa yapan kadınlar, dağlara çıkıp nara atan yiğitler, oğullarını yitirmiş analar, gencecik âşıklar, çıplak ayaklı ırgat çocukları, mahpushanedeki mahkumlar… kısacası bütün bir hayatımız ve insanımız… Şiir, tümüyle onların türkü duyarlığıyla ve diliyle hikâyesidir. ları “Yazlar bilirim, memleketime özgü Yiğit köy delikanlılarının İncir çekirdeği meselelerle birbirlerini kurşunladık- Birinin ölü dudaklarından sızan kan daha kurumadan Üstüne cehennem güneşlerde mor sinekler konup kalkan Diğeri kan-ter içinde yayla yollarında Mavzerinin demirini alnına dayamış Yüreği susuzluktan bunalan İçinden mapushane çeşmeleri akan Ansızın parlayan keklikleri jandarma baskını sanıp Apansız silahına davranan Nice delikanlıların figüranlık yaptığı Yazlar bilirim memleketime özgü” Bu bakımdan bu şiir, sadece bir şiir olarak değil çağdaş formda söylenmiş bir türkü gibi de okunmalıdır. Ve öyle okunursa hem bu şiiri anlamanın hem de bu şiirden hareketle türkülerimize uzanmanın imkânlarını buluruz. Bu imkâna kavuşmak son derece önemli… Zira türküsüz kaldık. Onlar hep vardı ama biz onlardan uzaklaştık. Kimi zaman küçümsediğimiz bile oldu. Oysa onlar, bizim aynı zamanda mazinin konuşan diliyydi. Zira Tanpınar’ın dediği gibi “Mazi daima konuşur ve hem cemiyetlerin hem de şahsiyetlerin mana ve hüviyetini, çekirdekliğini tarihilik denilen şey yapar.” Gemuhluoğlu da bu durumu, hatırasız sevdasız yalnız kalmak şeklinde ifade etmekteydi. Öyleyse hatırasız, sevdasız ve yalnız kalmak istemiyorsak “türkülere merhaba!” demenin ve tarihî şahsiyetimizin mana ve hüviyetine yeniden dönmek istiyorsak insanımızın hayatına bakarken “türkülerle merhaba!” demenin vakti gelmiş demektir.■ ______________ 1. A. Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, Dergâh yayınları, İstanbul, 2001. 2. Fethi Gemuhluoğlu, Dostluk Üzerine, Boğaziçi yayınları, İstanbul, 1978. 3. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Dördü Birden, Varlık yayınları, İstanbul, 1958. 4. Erdem Bayazıt, Sebeb Ey, Edebiyat dergisi yayınları, Ankara, 1973. 40 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Harput musikisi korosu Mektebin bacaları NURETTİN DURMAN Ü ç arkadaştık. Çocukluktan yeni çıkmış delikanlılığa adım atmıştık. Her birimiz bir yerde çalışıyorduk. Cıvıl cıvıl çocuklardık. İkimizin annesi ölmüştü. Diğer arkadaşımızın ise babası yoktu. Buna rağmen rahat, kendine güveni olan, bir o kadar da meraklı idik. Akşam karanlığı basınca çarşıda buluşuyor, geziyor, türkü söylüyorduk. Havalar bir hayli güzel gidiyordu. Mevsim yazdı. Gökyüzünde yıldızlar o biçimdi. Bir müddettir biz, askeri zevatın oturduğu lojmanların önünden başlayarak, Cumhuriyet Caddesi’nden, oturduğumuz Bahçelievler mahallesine doğru giderken türkü çağırmak merakına tutulmuştuk. Tek katlı bahçeli evlerdi. En çok da, “Mektebin bacaları – Ders verir hocaları” türküsünü söyler olmuştuk. Mektebin bacaları (vay lele lele lele) Ders verir hocaları (uy amman can kurban) Kim yârimi sorarsa (vay lele lele lele) Odur birincileri (uy amman can kurban) Niye söylüyorduk bu türküyü, niye hep bu türkü vardı dilimizde? Üçümüz de okuldan kopmuştuk onun için miydi? Peşinden, “Gamzedeler, gamzedeler” mi diyordu Halit arkadaşımız? Gamzedeler gamzedeler Oğul bu gün gam vurur Kibarım gam zedeler Amman aman aman ah Hele zalım sinemi hekkak delmez Hele kurban delerse gamze deler Di gel kara gözleren kurban ben olam Onun sesi daha mı yanıktı? Gökyüzünde yıldızlar, dilimizde türküler. Yürüyüp gidiyorduk. Bir gece, gene böyle, “mektebin bacaları” derken, birkaç polis memuru önümüzü kesip, “durun bakalım” demesinler mi o korkunç sesleriyle. İki arkadaş anında derdest olmuştu. Ben bir koşu sıyrılmaktayım badireden. Arkadaşlar karakola, ben sokak aralarına. Bir iki voltadan sonra yapamıyorum. Olmuyor... Var mı delikanlılığın raconunda arkadaşını yarı yolda bırakmak? Doğru karakola. Kapıdan giriyorum. “Gel bakalım” diyor öfkeli bir şekilde polis amca.”Sen de bunlarla idin ha? Haaa? Seni gidi seni?” Arkadaşlarımın suratları kızarmış vaziyette, kötü birer yağlı boya resim gibi durmakta. Bana da bir hoş geldin yapıyorlar tabi. Bu da yetmiyormuş gibi enselerimizden kıl çekmeye başlıyorlar. Bir acıyor ense kökümüz bir acıyor ki... Neden oluyordu bunlar hiç anlamıyorduk! Sesimiz çirkin miydi? Yoksa güzel türküler mi yoktu repertuarımızda? Neden di bilmiyorduk! İki de bir; “Siz halkı rahatsız edersiniz ha?” deyip, suratımızı, ense kökümüzü kızartıyorlardı. Bingöl’de, ilk sebze halinin oradan Bahçelievler Mahallesi’ne doğru giderken Cumhuriyet Caddesi’nde oluyordu bunlar. Biz mektebi, öksüz ve yetim bir biçimde terk etmiş üç arkadaştık. Suçumuz geceye girerken türkü söylemekti... ■ 41 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 MEHMET ÖZBEK ile türküler üzerine Yenilik daha güzeli yaratmak için tutulan zorluklarla dolu bir yoldur. Yeninin eskiden daha iyi olması gerekir. Zaman zaman her türlü çarpıtmaya yenilik adı verilegelmiştir. O güzelim 'Evlerinin önü boyalı direk' türküsünü birileri çarpıtarak gitarla söylediler. Hani ne kaldı onlardan geriye, işledikleri günahtan başka. TANER NAMLI İstanbul’da okunan gazellerle biçim ve tavır bakımından hiçbir ilgisi olmayan, taa Artukoğulları ve Uzun Hasan’ın Harput’taki saraylarında çalındığı ve Horasan erlerinden miras kaldığı söylenen; ağırhava adı verilen gazeller Harput musikisinin şeref belgeleridir. Türküleri, sadece söylemiş olmak onları yaşatmak anlamına gelmiyor. Siz de bu anlamda, türküleri söylemeden ziyade anlayabilmenin önemli olduğunu söylüyorsunuz. Türküleri nasıl anlamamız gerekiyor ya da yıllar önce hazırladığınız bir halk müziği programınızın adıyla size sormak istiyorum: “Türküler ne der?” bizlere. Öncelikle Türkçenin en güzel en sıcak söylenişiyle, Türk toplumuna mahsus, duyguların erişilmez ölçüde derinleştiği, aşk ve ızdırabın yüksek bir hayal gücüyle sergilendiği şairane bir anlatımla karşılaşırız türkülerimizde. Tabii ki seçmesini bilmiş isek. Türküler bir yönüyle eğlendirici bir özellik taşısa da diğer yönden düşünce, his ve heyecan yüklü şiirlerdir. Bazı şairler (!) bunlara manzume, yani ölçülü biçili sıradan sözler demişlerse de rahmetli Bedri Rahmi Eyüboğlu “Türküler Dolusu” şiirinde: Şairim Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası Ayak seslerinden tanırım Ne zaman bir köy türküsü duysam 42 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Şairliğimden utanırım Şairim Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm… diyerek gereken cevabı vermişti. Türküleri içinde gizli olan yerel, sosyal, psikolojik ve tarihsel sırlarıyla değerlendirerek dinlemek gerekir. Örnek olarak: Çanakkale içinde aynalı çarşı Ana ben gidiyom düşmana karşı… diye başlayan türküde eğer biz düşmanı, sıradan bir savaştaki rakip olarak görürsek türküyü dinlemiş oluruz. Ama oradaki düşmanı, Anadolu üzerinde emperyalist emelleri olan, o zamana kadar eşi görülmemiş ölüm araçlarıyla hiç durmaksızın saldırarak yeri göğü, havayı suyu cehenneme çeviren Batılı güçler olarak algıladığımızda, türküyü anlamış oluruz. Çanakkale Türküsü, düşmanın Türklerle girdiği imtihan meydanından insani dersler alarak mahcup ayrılmasının hikâyesidir. Bu türküyü, olaya ait anekdotlarla değerlendirdiğimizde ortaya koca bir roman çıkar. Şöyle ki, tahta bacağıyla yaralı İngiliz askerini hastaneye taşıma gayreti ile gösterdiği insan sevgisinin, ancak “Mehmetçik”e ait bir erdem olduğunu; okumasız yazmasız köylü delikanlıların zor durumlarda kıvrak zekâlarıyla ne harikalar yaratabildiğini görürüz bu türküde. Adları bilinmeyen binlerce şehidin yasını tutan bu ağıt, bir türkü değil, meçhul askerlere adanan bir anıttır. Yaratıcısı gibi dizelerde konuşanların da adları bilinmiyor. Belli ki uzaklarda can vermiş bir kahramanın şehadetine yanan bir ananın, bir bacının ya da bir eşin duygularıydı bu sözler; belki de geleceği gören bir ermişin “Ooof gençliğim, eyvah!” diye yakınışı idi. Çanakkale Türküsünün dinleyiciye ulaşmamış dizelerinde, içli duyguların, kahreden ıstırabın yalın bir dille anlatıldığını görürüz. Türkünün kahramanı olan, daha bıyıkları terlememiş, ama göğüslerinde dev bir yürek taşıyan gençlerin birer keramet ehli olduklarına inanmamak imkânsızdır. Daha bir saat önce cephe gerisinde tüfek kullanmayı öğrenen, bir saat sonra belki de şehadet şerbetini içecek olan bu gençler, dumanla kaplı Çanakkale tablosuna hüzünle yerleştirilmiş birer melektirler bu türküde. Bir de deyişlerimizde Arapça, Farsça kelime ve tamlamalar vardır ki bunların hem manasını hem de terim olarak arka planlarını bilmeden bu deyişlerin de demek istediğini pek anlayamayız; “Filan ne güzel okudu, ne güzel sesi var.” ya da tersini söyler geçeriz. Mesela Sıtkı Baba’nın şu deyişine bakalım: Nağme nazlı yârin hâk-i payına Benim için yüzün sür kerem eyle Secde kılan kaşlarının yayına Bir dem divanına dur kerem eyle Burada nağme, mektup; nazlı yâr, Hacı Bektaşi Veli; hâk-i pay, ayak tozu toprağı; kerem eylemek, büyüklük göstermek, iyilik etmek; secde kılmak, namazda olduğu gibi yere kapanmak, niyazda bulunmak; kaşlarının yayı, mihrap, pirin bulunduğu yer. Kaş, şekli bakımından tasavvufi şiirde hem cami, mescit vb. yerlerde kıble yönündeki duvarda bulunan ve imamın durduğu girintili yer olan mihrap anlamında kullanılır hem de Arap harfleriyle yazılmış “bismillahirrahmanirrahim” ibaresine benzetilir. Dolayısıyla bunları bilmeden, Sıtkı Baba’nın: “Mektup, benim için bir iyilik yap da Hacı Bektaşi Veli hazretlerinin kapısına git, ayaklarına kapan, yüzünü ayağının tozuna sür, duada bulun ve emirlerini bekle.” demek istediğini anlayamayız. Veya: Kuyudan su çekerler tulumınan Kızı gelin ederler zulumınan... Sevmediği birine gelin giden bir kızın durumu özlü bir şekilde bundan daha güzel nasıl ifade edilebilir! Türkülerimizin ve hatta halk oyunlarımızın modern yorumlamaları, gösterimleri yapılıyor. Bu modern sunumları nasıl değerlendiriyorsunuz? Modernden kastınız “moda olan” ise bunları pek ciddiye almıyorum. Gelip geçici bir heves, 43 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 rüzgâra yazılmış bir hikâye olarak kabul ediyorum. Yok, eğer “yenilik” ise, bence yenilik zaten başlı başına bir amaç değildir. Yenilik daha güzeli yaratmak için tutulan zorluklarla dolu bir yoldur. Yeninin eskiden daha iyi olması gerekir. Zaman zaman her türlü çarpıtmaya yenilik adı verilegelmiştir. O güzelim Evlerinin önü boyalı direk türküsünü birileri çarpıtarak gitarla söylediler. Hani ne kaldı onlardan geriye, işledikleri günahtan başka. Burada esas olan eski olanın nesinden kopmak istediğimizi ve yeni olanın da neyini kabul etmemiz gerektiğini çok iyi bilmemizdir. Müzik sanatında evrenselleşmek istiyorsak, yabancı biçimlerin körü körüne taklit edilmesi ve müzikteki bütün ulusal ögelerin yok edilmesi yolunda değil, müzik sanatının temel unsurları üzerine oturtulmuş ulusal müzik kültürümüzün diğer uluslarla paylaşacağımız derecede geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi yolunda çalışmamız gerekir. Bunu bazı sanatçılarımız, öz çalgılarımız üzerinde takdir edilecek derecede yapmaktadırlar ki bunlar da eskinin geliştirilmiş yeni boyutlar kazandırılmış biçimleridir. Örnek olarak, Erdal Erzincan, Erol Parlak gibi sanatçıların curada yeniden gündeme getirerek geliştirdikleri parmak ve şelpe teknikleri, bunların kullanıldığı müzikler gibi. Halk oyunu olarak değil, ondan mülhem dans sunumu, sahne sanatı olarak “Anadolu Ateşi” topluluğunu beğeniyor ve takdir ediyorum. Bilgi, estetik çaba, ciddiyet ve emek var. Boş bir heves değil. Her yörenin kendine ait türküleri var. Ama bazı türküler bütün Türkiye’ye veya bütün Türklere hitap gücünü kendinde buluyor. Bunu neye bağlıyorsunuz? Anadolu insanının ortak duygu ve düşüncelerini yansıtan türküler yerellikten çıkarak bölgesel hatta ulusal olurlar. Toplumun tümünü derinden ilgilendiren olaylar üzerine yakılmış türküler… Örnek olarak, Havada bulut yok bu ne dumandır türküsü, toplumumuzun bütünü tarafından benimsenmiştir. Bir milleti toptan ilgilendiren bir olay üzerine yakılmış olan bu türkü, Yemen Harbi üzerine ve bu harbe gidenlerin arkasından yakılmış ümitsizliğin çığlığıdır. Sadece Anadolu müziklerini değil Müslüman Türk coğrafyasının türkülerini de derlediniz, incelediniz. Türkülerin Türk dünyasını birbirine bağlamadaki rolü hakkında ne düşünüyorsunuz? Türküler, dil ve anlatım bakımından en yalın ve en sıcak müzik eserleridir. Millî geleneklerimizden edindiğimiz derin bilgi ve birikimi özümseyerek yaratmış olduğumuz türküler, insan varlığının bir ihtiyacı olan sanatın en kolay en yaygın; dolayısıyla en etkili dallarından olan müzik ve edebiyatın ortak ürünüdür. Bu bakımdan Türk dünyasında iletişim ve etkileşimi sağlamada başvurulması gereken en önemli araçtır. Aydın dili zamanla değişime uğrasa bile geniş topluluklara seslenen türkülerdeki halk dili değişime uğramaz. Özellikle Kerkük türkülerine olan alâkanız çok fazla. Bu ilginiz nereden geliyor? Ben Urfalıyım. Araştırmış olanlar bilirler ki Urfa halkı ile Kerkük, Musul halkı arasında hem tarihî hem de sosyal bir bağ vardır. Bu, halk arasında bir efsaneye de bağlanır. Bu efsaneye göre Urfalılar Kerküklülerin dayısıdır. Kerkük’ü görmek isteyenlere eğer oraya gidemiyorlarsa Urfa’yı görmelerini öneririm. Konuşma dilinden halk kültürüne kadar her şeyin bu kadar ortak olduğu bir ilimiz yoktur. Urfa’da Bedesten’e girdiğinizde kendinizi Kerkük’teki Kayser’de (kapalı çarşı) zannedersiniz. Bu ortak kültürle birlikte 1959 yılında Kerkük’te Türkmenlere karşı girişilen hayâsız katliam ve aynı yıllar Bağdat Radyosu’ndan dinlediğim, ezilen bir milletin feryadı olan hoyratlar beni çok etkilemişti. Sanat hayatına başladığımda bu feryatları Türkiye’ye taşıma gayreti içine girdim. Bunu kendime görev edindim. Çok da etkili oldu. 60’lı yılların sonunda ülkemizde Kerkük’ün neresi olduğunu bilmeyenler çoktu. Unutturmuştuk, uyutmuştuk. Onları uyandırdık ne yazık ki şu hoyratı söylemek mecburiyetinde kaldım: 44 O yanmadı Ben yandım o yanmadı Kırk yıl hoyrat çağırdım Ankara oyanmadı (Mehmet Özbek) ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 İstanbul’da okunan gazellerle biçim ve tavır bakımından hiçbir ilgisi olmayan, taa Artukoğulları ve Uzun Hasan’ın Harput’taki saraylarında çalındığı ve Horasan erlerinden miras kaldığı söylenen; ağırhava adı verilen gazeller Harput musikisinin şeref belgeleridir. oyanmadı, anlaşılacağı üzere halk ağzında uyanmadı demektir. Sanatçının görevi toplumu uyarmak, onun duygu ve düşünce dünyasına seslenerek onda güzel hayallerin uyanmasını sağlamak, onu uyarmak, yüreklendirmek, harekete geçirmek değil midir? Harput musikisi, Türk halk müziği içerisinde çok ayrı bir yerde duruyor. Harput musikisi üzerine düşüncelerinizi alabilir miyiz? Mahallî kültürün, millî kültürün bir alt basamağı olduğunu latif ezgileriyle yüzlerce yıldır vurgulayan Harput musikisi, makam fikrine ve fasıl tertibine dayalı bir musikidir. Türk müziğinin kuramını, estetiğini, anonim halk şiirinin mahiyetini ve sırlarını öğrenmek isteyenlere bir lütuftur Harput türküleri. Harput musikisi bir ibadet musikisidir. Harputlu, musikisini icra derken Tanrı huzurundadır sanki vecd hâlindedir sanki. Harput ağzını kusursuz bir şekilde kullanan tam bir Harput beyefendisi olan rahmetli Hafız Osman Öge bu söylediklerimizin simgesidir. Elazığ’ın şu dörtlüğü bende derin hayaller uyandırır: Gülde seni Kokladım gülde seni Gözlerin menevşedir Yanağın gül deseni Sevginin bu kadar zarifi, tasvirin bu kadar güzeli çok etkilemiştir beni. Hele Fransızca olan desen sözcüğü ile yapılan cinas, meçhul sanatçının ustalığını ortaya koyan bir buluştur. Büyük aşkların yaşandığı, bazen hüzünle son bulan sevdaların yarattığı ıstırap, Harput türkülerinde bolca dile getirilmiştir. İstanbul’da okunan gazellerle biçim ve tavır bakımından hiçbir ilgisi olmayan, taa Artukoğul- ları ve Uzun Hasan’ın Harput’taki saraylarında çalındığı ve Horasan erlerinden miras kaldığı söylenen; ağırhava adı verilen gazeller Harput musikisinin şeref belgeleridir. Kayabaşı ya da hoyrat denilen yüksekhavalar ise aşk dolu çılgın gönüllerin içli haykırışlarıdır. Burada kaynayıp coşan müzik kültürünün Azerbaycan, Harput, Urfa ve Kerkük yörelerinde ufak farklarla aynı olduğunu da belirtmeliyim… Her türkünün bir hikâyesi var mıdır? Ne kadar yaygın bir yanlışlıktır bu. Bir de bilgiç bilgiç söylerler: “Her türkünün bir hikâyesi vardır” diye. Eskiler buna galat-ı meşhur derlerdi. Olur mu öyle şey! Bunu, folkloru bilmeyen ve halk müziğini tanımayan insanlar söylerler ancak. Kaşların bismillah veçhin Beytullah Seni öz nurundan yaratmış Allah Sevmişem ben seni terk etmem billâh Aşkın hançeriyle vursalar beni (Sıtkı Baba) Bunun hikâyesi olur mu! Bunlar düşünce ve sezgi mahsulü deyişlerdir. Yalnızca olay türkülerinin hikâyeleri olur. Türkülerin nasıl yakıldığını, nasıl değiştiğini bilmeyenlerin sarf edeceği bir sözlerdir bunlar. Hangi türküler sizi daha çok etkiliyor? Türküleri pek ayırt etmem. Her birini başka açılardan değerlendiririm. Mahallî ve usta ağızla söylenmiş türküler başka, şiiriyeti olan türküler başka, bir olaya dayalı türküler başka yönlerden etkiler beni. Osman’ımın mendili saman sarısı Osman’ımı vurdular gece yarısı Osman’ıma gıyanlar gahpe idi hepisi… 45 Şiiriyet yok, ama tutku ve öfke halk diliyle ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 ancak bu kadar güzel vurgulanabilir. Çok sevdiğim bir zeybek havasıdır… Bir Harput türküsünden iki dize: Lütfü geçsin telgırafın başına Bir tel çeksin Yemen’de gardaşıma… Bu iki dize beni alır götürür ta ki gözlerim doluncaya kadar. Hele usta bir ağızdan dinleyeceğim Rasih’in şu gazeli: ne Süzme çeşmin gelmesin müjgân müjgân üstü- Vurma zahm-ı sineme peykân peykân üstüne… tadına varılmaz bir müzik ziyafetidir. Türkü yorumlamalarını beğendiğiniz birkaç isim arz etseniz… İsim vermemin doğru olmayacağını düşünüyorum. Ayrıca sayarsam derginizin sayfaları yetmez. Bir de duyanlar: “Bunlar da kim?” derler. Ancak mahallî havaları orijinal ağızla söyleyen sanatçıları ve bir de mahallî ağızla değil de eğitilmiş bir üslupla türküyü eğmeden bükmeden adam gibi okuyan sanatçıları çok beğenirim. Devlet Türk Halk Müziği Korosu ve TRT radyoları sanatçıları en çok beğendiğim sanatçılardır. Popüler sanatçılar içinde ise İbrahim Tatlıses. Yeter ki okumak istesin. Türküler üzerine yapılan akademik araştırmaların nitelik ve niceliği hakkında neler düşünüyorsunuz? Yeterli mi sizce? Ne yazık ki yeterli bulamıyorum. Bilineni, üstelik yanlış bilineni tekrardan başka bir şey yapıldığı yok. O kadar çok problem var ki. Daha ciddi bir terminoloji birliğimiz yok. Çalgılarımız evrensel anlamda etüt edilmemiş, çalma tekniklerimizin zenginliği ortaya konulmamış. Türkülerimizin ezgi ve ritm yönünden analizi yapılmamış, yöresel karakteristikler tespit edilmemiş. Türkülerimizin büyük bir bölümünde söz yanlışlıkları var, sanatçılar bunun farkına varmadan okuyorlar. Daha neler neler… TRT’nin, üniversitelerin ve araştırmacıların katkılarını değerlendirebilir misiniz bu anlamda? Güzel sesleriyle ezgilerimizi icra eden birkaç solist dışında TRT’nin türküler üzerinde olumsuz yönde katkılarından söz edebiliriz ancak. Türkü denemeyecek saçma sapan şeyleri repertuvarlarına ‘halk müziği’ diye almışlar. Bir defa bu, halka hakaret; kültürümüze ihanettir. Ben Müzik Dairesi Halk Müziği Müdürlüğünden ayrıldığımda (Haziran 1986) TRT repertuvarında 1750 civarında ezgi vardı. Bugün 6000’e ulaşmış durumda. Bizden sonra Anadolu insanına aniden ilham geldi galiba. Bundan nemalananlar var tabii. Konservatuarların hâli ise yürekler acısı. Türküler üzerine nasıl çalışmalar yapılabilir? Türkülerin sözleri üzerinde dil ve anlatım çalışmaları yapılmalıdır. Belli bir eser alınır, edisyon kritiği yapılır, yanlışlıklar düzeltilir, eksikler tamir edilir ve sonra dil ve anlatım özelliklerini ortaya koyan bir sözlük meydana getirilir. Örnek Olarak Âşık Veyse’lin deyişleri: Veysel’de geçen kelimeler, mecazlar, rumuzlar, motifler ve arka planları… Bunun gibi Elazığ türküleri ele alınabilir: Doğru ve geniş metinler, kelime hazinesi (unutulmuş veya unutulmaya yüz tutmuş yabancı ve yerel sözcükler), kişiler vb… Müzik açısından ise yöre yöre türkülerin dizileri, çatıları, kalıpları, yörenin karakteristik motifleri, ezgilerin metrik yapısı incelenebilir. Bunların bir kısmı makamla ifade edilemese bile çeşnilerle izah edilmelidir. Halk ezgileri özgün oldukları kadar özgürdürler de. Üç dört ses içinde dolaşan, karar sesinde değil de özelliğini taşıdığı bir makamın ya da çeşninin üç, dört veya beşinci derecesinde karar kılan türkülerimiz vardır. Bunlar bir makam özelliği taşımazlarsa da kulakta bir çeşni (basit dörtlü beşliler) etkisi bırakırlar; bunları tasnif etmek gerekir. Hâsılı daha çok işimiz var. Sayın Hocam, hem bizi hem de türkü sevdalılarını bilgilendirdiniz, aydınlattınız. Dergimiz adına çok çok teşekkür ediyoruz. Bunları bir kez daha dile getirme fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.■ 46 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 FATİH KISAPARMAK ile türkü üzerine Sanatçının bilincindeki tasarım, yani alt ve üst bilincindeki taslak, yaşadığı toplumsal çevreden aldığı tesirler ve onun yaratıcılık düzeyi ile doğru orantılı biçimde hayata geçer. KEMAL BATMAZ Zirveyi hak edenler, hayallerini esere dönüştürebilmiş ve üretebilmiş olan insanlardır. Başkalarının ne düşüneceğini çok fazla umursamayan; yani yeteneklerini ve üretkenliklerini, birtakım endişelere boğdurmayan kişilerdir zirveyi hak edenler. Türküler nedir ve duyarlıkları nerden kaynaklanmaktadır? Türküler, manevi coğrafyamızın sınır taşlarıdır. Halkımızın parmak izi ve ortak kimlik belgemizdir. Her biri, sosyal romanıdır insanımızın. Kültürel genetiğimizin şifresidir türküler. Ulusal yaşanmışlığımızın alüvyonlarını taşıdıklarından, fevkalade zengindirler. Duyarlıklarını, işte bu tarihsel ve kültürel serüvenin sahibi duygusal bir halktan almaktadırlar. “Türkü Baba” olarak ünlendiniz. Türkü denince hangi çağrışımlar canlanıyor zihninizde? “Türkî” sözünden gelen ve Türkçe söylenen şiir anlamı taşıyan “türkü” terimi, “Türk” sözcüğüne Arapça “î” ilgi ekinin eklenmesiyle oluşmuştur. “Türk’e özgü” demektir ve halk ağzında -zamanla- “türkü”ye dönüşmüştür. Türkü terimi, ilk kez 15. yüzyılda ve Doğu Türkistan’da kullanılmıştır. Hece vezni ile söylenmiş türkülerin Anadolu’daki ilk örneğine ise, 16. yüzyılda ve “Öksüz Dede” imzasıyla rastlamaktayız. Türküler genellikle toplumu sarsan önemli bir olay ve büyük bir heyecan dalgası sonunda doğarlar. Bu nedenle de, toplumsal romanıdır halkımızın ve parmak izidir. Türkülerin, başlangıçta sahibi bellidir. Ancak zamanla, türkü- 47 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 nün asıl sahibi unutulur ve eser kuşaktan kuşağa aktarılırken anonimleşir. Böylece, farklı coğrafyalara yayılır ve çeşitlemeleri ortaya çıkar. Toraygırov da diyor ki, “Halk türküsüz kalırsa, edebiyatı yetim kalır; güzelliği kaybolur. Güzelliği kaybolursa da, cansız kalır.” Türkülerin çağdaş yorumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu alanda, yozlaştırmayan her yeniliği desteklerim. Bir zamanlar, “gençlik türkü söylemiyor” diye yakınmıyor muyduk? Şimdi gençler, tekrar söyleyeyim yozlaştırmıyorlarsa, dilediklerince türkü söyleyebilmelidir. Halk müziğimizde bir yozlaşma var mı? Denizler dalgalanmadan durulmazmış. Sosyal olaylarda telaşa ve paranoyalara yer yoktur. Varsa yozlaşma, halkın büyük eleğinden ve süzgecinden zaten geçemez. Merak etmeyin. Sizce türkü dinleyicisi kimdir? Türkü dinleyicisi, bu ülkenin sigortası ve omurgasıdır. İstikrarın ve dengenin sahibi, sağduyulu geniş halk kitleleridir. Türkçe olimpiyatları’ndaki türküler hakkında görüşleriniz? Tarihsel önem taşıyan müthiş bir olay ve gerçekten bir büyük organizasyondan söz açıyorsunuz. Halkımıza ve topraklarımıza ait “şey”lerin, adını bile telaffuzda zorlandığımız genç insanlarca bize sunuluyor olması, hem ulusal ve hem de insan kardeşliği ideali nedeniyle evrensel bir değere sahip. Aynı çağda yaşamaktan mutluluk duyduğunuz müzik sanatçıları var mı? Aynı çağda yaşamaktan veya tanışmaktan öte dostum olmalarıyla büyük onur ve kıvanç duyduğum birçok müzik sanatçımız var. Örneğin Barış Manço, Erkan Oğur ve Tuluyhan Uğurlu aklıma ilk gelenler. Çünkü bu kişiler, büyüleyici düzeyde orijinal eserler üretmiştir. Nitekim kopyalar gelip geçmiş, bu çok önemli müzisyenlerin -felsefe terimiyle konuşursak- “idea”ların bizzat kendisini yansıtabilen eserleri şimdiden klasikleşmiştir. Çünkü gerçek sanat, ideaların tasviridir. Bu ise, sanatla felsefenin temel kesişim noktasıdır. Hayatı, insanı, toplumu ve doğayı, kâh sürrealist kâh metafizik ölçülerde anlatır gerçek sanat. Yaşamı sorgular, tahlil eder ve yansıtır. Kalabalık yığınların, yaşam hayhuyu içinde pek de farkına varamadığı, farkına varsa bile etkili bir şekilde ifade edemediği şeyleri aksettirir. Sanatçının bilincindeki tasarım, yani alt ve üst bilincindeki taslak, yaşadığı toplumsal çevreden aldığı tesirler ve onun yaratıcılık düzeyi ile doğru orantılı biçimde hayata geçer. İsimlerini andığım üç değerli müzik sanatçımız, işte bunu başarabildikleri; reyting ya da tiraj kaygısıyla popüler kültürün gereklerine ve beklentilerine uygun olan işler yapmadıkları için önemlidir. Televizyonların dijital afyona, gazetelerin ise büyük boy tabloide dönüştürülmeye çalışıldığı bir süreçte, onurlu ve saygın duruşlarıyla örnek olabilmişlerdir. Kendinizi sorgular, hatta yargılar mısınız? Elbette. Şaşmayan tek terazi vicdandır. İnsanı gerçekten yargılayabilen yargıç da odur. Vicdanını mutlu eden, mutlu olur. Tersinden bakarsak, vicdanını mutsuz eden, mutsuz olur. Hepimiz hata yapabiliriz. Hatanın cezası, onu telafi ettirmektir. Hatanın getirdiği pişmanlık tövbeyi, tövbe ise öğrenmeyi öğretir. Eğitim, öğrenim ve evrim, birbirlerinden ayrılmaz ve kaçınılmaz yükümlülüklerdir. Bilgi, görgü ve deneyimi çok olanın, hata yapma olasılığı azalır. Bilelim ki hayat, önüne koyduklarımızı yansıtan bir aynadır. Korku, endişe, gerginlik ve nefret ise, o aynayı karartan etkenlerin başında yer alır. Hayallerimiz nedir sizce? Hayallerimiz, özgürlüğümüz ve benliğimizdir. Hayal ettiğimiz ve onlara inandığımız kadarını gerçekleştirebiliriz. Gerçekleştirdiklerimiz, inançla ve çabayla düşlediklerimizdir. Beyin ve gönül özgürlüğümüz, kişiliğimizin sınırlarını da çizer aslında. Elbette bu, sınırsızlık olarak anlaşılmamalıdır. Her türlü aşırılıktan, bir başka deyişle anarşizmden arınmış ve hayatın dengelerini keşfetmiş insanların harcı vardır uygarlık anıtında. İnsanlığın meşalesi sayılan kişilere, en azından hayalperest ve ütopyacı gözüyle bakılmıştır tarihte. Oysaki hayallerimizi fısıldayan ses, içimizdeki histir. Zirveyi hak edenler, hayallerini esere dönüştürebilmiş ve üretebilmiş olan insanlardır. Başkalarının ne düşüneceğini çok fazla umursamayan; yani yeteneklerini ve üretkenliklerini, birtakım endişelere boğdurmayan kişilerdir zirveyi hak edenler. Verimli olmakla evrimli olmak el ele büyür, yan yana yürür o kişilerin yaşam serüvenlerinde. 48 Halkla ilişkilerinizi nasıl programlıyorsunuz? Özel bir çaba harcamadım. Olduğum gibi gö- ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 ründüm. Samimi ve doğal davrandım. Tasarlanmış imajların, aslında dışı yaldızlı birer balon olduğuna inandım. Kanaat gibi zenginlik olmadığını savunageldim. Her türlü yozluk ve seviyesizlikten uzak tutmaya çalıştım kendimi. Özel hayat işportacılığı yapan malum medyadan uzak durdum. Saygılı ve ölçülü davranmama rağmen, halk dalkavukluğu da yapmadım. Ucuz popülizmden uzak durdum. Fakat ülkemiz insanlarını gerçekten çok sevdim. Onlara sevgimi gösterirken de dürüsttüm. Bizim halkımız, siz hangi işi yaparsanız yapın, önce sizi sevecek ve benimseyecek, önce sizi... Sanırım Türkiye, sesinden ve bestelerinden önce, Fatih Kısaparmak’ı sevdi ve kabul etti; Onu mazbut aile yaşamıyla kalbine koydu. Çünkü onu kendinden bildi. Gerçekten de öyleydi. Eğer öyle olmasaydı, halk bunu çok geçmeden fark ederdi. Şöhret ve ego arasındaki ilişkiyi nasıl yorumlarsınız? Bu konuya bakarken, benim her fırsatta vurguladığım, gücünü bilmekten öte haddini bilmek formülünü göz ardı etmemeli. Çünkü şöhret, servet ve kudret, ayrıcalık olduğu kadar birer illüzyondur aslında... Oysa insan, kalıcı ve üst değerler uğruna çaba harcamalı. Şöhret yönetimi, risk yönetimi kavramıyla çok yakından bağlantılı. Ben, ne olacağım diye hayaller kurmadan önce, ne olmayacağım diye uzun uzun düşünüp, evvela olmamam gerekenleri belirlemeyi daha doğru bulurum. Elbette, büyük hayaller üretmekten ve onları gerçekleştirecek girişim ve faaliyetlerden de asla uzak durmam. Sürekli bir metafizik gerilim içinde bulunarak, üretkenliğimi ve yürek doğurganlığımı bileğlerim. Paylaşımı son derecede önemserim. Kişisel ve bireysel anlamda beklentisiz çalışırım. Egomu alabildiğince dizginlemeye çalışır ve takım kurabilmenin, ekip olabilmenin vazgeçilmezliğine inanırım. Yaşadığımız sosyal çalkantı, ne zaman durulur sizce? İnsanlar arasındaki sevgi, hoşgörü ve anlayış köprüleri yıkılınca, o hiç istemediğimiz kutuplaşmalar meydana geliyor. Bu anlamda ciddi endişelerim var. Fakat en az o kadar da güçlü ümitler besliyorum. Tekâmül denilen şey, ağır ağır, yavaş yavaş gerçekleşen bir süreç. Sabırlı ve gayretli olmaktan başka çare yok. Oysa el ele ve emel emele olmalarında sayısız yarar bulunan insanlar, yepyeni Rönesansları mayalayacak güce sahiptir. Yeter ki, en geniş ortak paydayı ve en düşük seviyeyi esas alan birtakım medya gölge etmesin. Bir sanatçı olarak “derd”iniz var mı? Olmaz mı? Benim derdim, ülkemizin değerler sistemine bir artı değer daha katabilmek ve halkımızın mayasına karışabilmek. Benim işim destelerle değil, bestelerle. Kültürümüzün kök hücresi saydığım değerlerle yeni bir uygarlık projesi üretilebileceğine inanıyorum. Sanat, hayatla mutlaka kesişmeli. Çünkü insanlar hayatı tercih eder. Mükemmelliği, sadelik ve samimiyette bulmalıyız. Doğallık, sahicilik, dürüstlük ve alçakgönüllülük, vazgeçilmez yol işaretlerimiz olmalı. Hele biz, çatışma ve kriz kültürüyle yetişmiş sancılı bir kuşaktanız. Barışın, hoşgörünün ve uzlaşının değerini iyi biliriz. Bize göre en büyük intikam affetmektir ve iyilik kaçınılmazdır. Bunları gerçekleştirirken de, gökkuşağı misali tüm renkleri kimliğimizde kaynaştırmayı bilmeliyiz. Ortak paydalarımızın ortak faydalarımız olduğunu haykırmalıyız. Sürekli olarak büyük pencereden bakmalı, büyük fotoğrafı ıskalamamalıyız. Söylenmemeli, söylemeliyiz. Yıllardan beri nasıl başarılı kalabildiğinizi anlatır mısınız? Beni halkımın sevgisine layık gören Allah’a, her nefeste şükrediyorum. ‘Tamamen ben yaptım’ diyebileceğim hiçbir şey yok. Yapıtlarımda neyi beğeniyorsanız, onun lütfüyledir ve Anadolu’ma aittir. Beğenmediğiniz ne varsa, benimdir. Siz beni tanımadan önce de ben sizi tanıyor ve çok seviyordum. Anadolu, kilim olmamı istemişti; ben de gidip gönlümü sermiştim. Dünya adlı bu gemide tesadüfen bulunmuyorduk. İster çarkçılık ister kamarotluk, ne yaparsak yapalım, mutlaka bir görevi yerine getirmiş oluyorduk. Size, her şeyin en iyisini verememiş olabilirim. Ama benim verebileceklerimin en iyisini sundum. İnsanlarımızın bize gösterdiği sevgi ve ilgiyi hak etmeliyiz. Şöhret zehirli baldır. Haddimizi bilmek ve tertemiz kalabilmek hem sorumluluğumuz, hem de görevimizdir. Reklam edilmek değil, fark edilmek önemlidir. Biz tereyağı gibiyiz. Başka yağların reklamı yapılsa da, tereyağının reklama ihtiyacı yoktur. Önemli olan, gündemi korumak değil, yeni bir gündem oluşturmaktır. Gerçek sanat eseri nedir sizce? Gerçek sanat eseri ne eskidir ne de yeni. Hem eskidir hem de yeni. O, her mevsimin çiçeği ve zamanüstü olabilendir. Eski olsaydı ölmeye, yeni olsaydı eskimeye mahkûm olurdu.■ 49 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 BAYRAM BİLGE TOKEL* B Elazığ meşk gecelerinden bir görünüm azı şehirlerimizin, tarihin derinliklerinden tevarüs ettikleri ortak kültürel değerleri Anadolu’ya yerleştikten sonraki süreçte işleyip geliştirerek kendilerine has bir kimlik oluşturmak konusunda, diğer şehirlerimize göre daha şanslı olduklarını düşünüyorum. Elazığ bu şehirlerimizden biridir ve onun Harput, Mamurat-ül Aziz, Elaziz, Elazık ve sonunda Elazığ’da karar kılan macerası, bugünkü şehir kimliğini oluşturan nice zenginliklerle doludur. Bu kimliği görünür kılan değerlerin başında şüphesiz Harput’un kadim sakinleri ile onların ruh ve hançeresinde yoğrulup soylu bir vakar içinde söylenerek bugünlere taşınan türküler gelir. Bir şehre asıl kimlik ve kişilik kazandıran bu türküler, bir taraftan şehri kendi özgün renkleriyle boyarken, diğer taraftan da farkında olmadan şehrin anonim rengi ile boyanırlar. Böylece, türkü ortak paydası üzerinden, ancak dışarıdan dikkatlice bakanların görebilecekleri tarzda şehrine benzeyen insanlarla, insanlarına benzeyen şehirler ortaya çıkar. Bana öyle geliyor ki, her Elazığlıda şehrine benzeyen bir şeyler olduğu kadar, şehirde de Elazığlıya benzeyen bir hâl vardır sanki. Bu durum, aynı zamanda Elazığlıları da garip bir biçimde kendiliğinden birbirlerine benzetir. İşte bundan dolayıdır ki, sadece konuşmaları değil, jest ve mi* [email protected] 50 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 mikleri, oturup kalkışları, hatta yürüyüş tarzları bile “Elazizce” olan insanların şehridir Elazığ. Şehir ve insan arasındaki bu hem gizli hem açık ilişkinin farklı bir yönünü, Cahit Külebi şu dizelerle anlatır: Yozgat’ın bir dağ köyündeki evimizin avlusunda yayık yayarken, kadife gibi yumuşak, içli ve hafif titrek sesiyle, benim kendisini dinlediğimden habersiz, kendi kendine o türküyü söylüyordu: Odasına vardım kahve pişirir Kınalı parmaklar fincan devşirir O yâri görenler aklın şaşırır Ya bir mektup yolla ya bir bergüzar Gözlerim üstünde vermem intizar. Savaştepe köprüsünden geçen trenler Sel olur İzmir’e akar İzmir’in denizi kız, kızı deniz Sokakları hem kız, hem deniz kokar İnsan Türküsüne Böyle mi Benzer... Bütün bunların farkına varmam için, Elazığ’ın hemen her biri bir türkü klasiği olan yöresel ezgilerini, mahallî havalarını, lirik, duygulu türkü ve hoyratlarını; kısacası ‘Harput Musikisi’ni ve bu musiki ile yoğrulmuş has bir Elazizliyi yakından tanımam gerekirmiş. O zaman anladım ki, aslında büyük sır, genel anlamda türkü dediğimiz halk şarkılarında gizli; çünkü Elazığ da, diğer bazı şehirlerimiz gibi, türküleri kendilerine, kendileri türkülerine benzeyen insanların şehri. Bir şehrin ve ‘hemşehirli’lerin kendilerine özgü kimlik ve kişilikleri konusunda sağlam ve tutarlı bir fikir edinmek için, o şehrin “köhne” mahallelerinden yükselen kadim türkülerine bakmak gerek: Mezire’den çıkarak ince bir baş ağrısı ile yürüyen genellikle uzun yüzlü, biraz iri burunlu ve hafif kambur bu insanlar, hep “bir şûh-i sitemkâr”ın derdiyle yaşarlar sanki öyle mahzun ve masumdurlar... Çayda çıraların, yüksek minarelerde kandillerin yandığı Elaziz; divane bülbüle niçin feryat ettiğini sormadan edemeyen âşık insanlar diyarıdır hep muhayyilemde. Harput’un başına her kar yağanda ince yüzlü bir Harputlu, Kayabaşı’ndaki Hafo’nun evinde sanki durmadan Necibe’nin güzelliğine tarih düşer gibi gelir nedense… Bâd-ı sabânın güzellerin zülfünü dağıttığı her Harput seherinde, hâlâ, bir Ermeni kızına söylenen o en güzel sevda türküsü “Ahçik” yankılanır Harput’un yüksek konaklarındaki kürsübaşı meclislerinde... “Yozgat Nire, Elazığ Nire…” Ben Elazığ’ı bundan yıllarca önce, daha sonra Diyarbakır yöresine ait olduğunu öğrendiğim bir türkünün aydınlık penceresinden girerek tanıdım. Çocuktum, bir kuşluk vaktiydi ve rahmetli ebem Tesadüf bu ya, avludaki taşın üzerinde her sabahki tahtına kurulmuş “Günaydın” programına gelen istek türküleri yayınlayan ‘pilipis’ marka radyo, biraz sonra, sanki ebemden duymuşçasına aynı türküyü çalmasın mı… Türkünün sözleri hemen hemen aynıydı fakat radyodaki ses ebemden oldukça farklı okuyordu. İlk defa ebemin o ihtiyar sesinden duyduğum için olsa gerek çok etkisinde kaldığım ve unutamadığım bu güzel türküyü günün birinde, fakat bu sefer ebemin söylediğine daha çok benzeyen bir başka varyantını radyodan “Elazığ türküsü” anonsuyla duyduğum gün artık “Elazığ”, bir daha silinmemek üzere zihnime kazınmıştı. Kendi tabiriyle “dünya kurulalı beri” ataları gibi Bozoklu bir Türkmen olarak Yozgat’ın bu dağ köyünde yaşayan ebemin bu türküsü Elazığ’da da söyleniyordu ve demek ki yalnızca Diyarbakır ile Elazığ arasında değil, bu iki şehrimizle Yozgat arasında da bir yakınlık bir akrabalık vardı, olmalıydı. Ama bu Artukoğulları’ndan veya daha öncesinden mi; İlhanlılar, Selçuklular, Osmanlılar ya da daha büyük bir ihtimalle Dulkadirliler döneminden kalma bir akrabalık mı idi, bilmiyorum. Tabii, bütün bunları o gün için anlamam ve yorumlamam elbette mümkün değildi; ta lise yıllarına gelinceye, kadim dostum, kardeşim Palulu Zekeriya Karadayı’yı tanıyıncaya kadar... Elazığ’ın, açılır açılmaz yüzünüze divanların, hoyratların, mayaların, elezberlerin ve koşmaların ılık rüzgârları esen ışıklarla dolu kapısından içeriye bu dostun kılavuzluğunda girdim. İlk defa lise edebiyat kitaplarında karşılaştığımız ve manalarını hiç bir zaman tam olarak anlayamadığımız aruzla yazılmış şiirlere çok benzeyen güfteleri terennüm eden Elazığ havalarını da ilk olarak yine bu dostun, pek de güzel olmayan ama bütün sihrini Ela- 51 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Bir şehre asıl kimlik ve kişilik kazandıran bu türküler, bir taraftan şehri kendi özgün renkleriyle boyarken, diğer taraftan da farkında olmadan şehrin anonim rengi ile boyanırlar. Böylece, türkü ortak paydası üzerinden, ancak dışarıdan dikkatlice bakanların görebilecekleri tarzda şehrine benzeyen insanlarla, insanlarına benzeyen şehirler ortaya çıkar. zığlılık ruhundan ve heyecanından alan sesinden dinlediğimi itiraf etmeliyim. Bırakın Hafız Osman Öge, Sıtkı Demirci gibi eski ustaları, dönemin en popüler mahallî sanatçısı Enver ağabeyin (Demirbağ) bile yorumundan habersiz o türküleri sevmek, herhâlde Harput havalarının sahip olduğu yüksek sanat değerinin gücüyle izah edilebilir. Harputsuz ‘Beş Şehir’ Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’ini ilk okuduğumda, bir Yozgatlı olarak, masum bir mensubiyet duygusu ile, “Bu beş şehirden biri keşke Yozgat olsaydı” dediğimi iyi hatırlıyorum. Fakat doğrusunu söylemek gerekirse Elazığ’ı tanıdıkça, bunu Elazığ’ın sanki daha çok hak ettiğini düşünmeye başladım. Sonraki yıllarda İshak Sunguroğlu’nun “Harput Yollarında” ve Fikret Memişoğlu’nun Harput Âhengi adlı eserleri geçti elime. Bunları zevkle ve istifade ederek okudum fakat Tanpınar’ın Beş Şehir’inden aldığım tadı, hazzı aldığımı söyleyemem. Derken daha sonra Şemsettin Ünlü’nün Yukarışehir ve M.Önal Mengüşoğlu’nun Yerler Mühürlendi adlı romanları ile yine Mengüşoğlu’nun Harput Şehrengizi’ni okuyunca, has bir Yozgatlı olarak Elazığlılar adına demeye çekiniyorum ama Harput adına çok sevindim. Bunlara ilave olarak daha sonra merhum Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu ve Ahmet Kabaklı Hoca’nın şiir ve yazıları, Ali Akbaş’ın Harput Güzellemesi, Tahir Abacı’nın Harput/Elazığ Türküleri adlı denemesi, Salih Turhan’ın yöre türkülerinin notalarını bir araya topladığı derlemesi ve nihayet Savaş Ekici’nin Harput-Elazığ müzik repertuvarı- nı kültürel, sanatsal, teknik ve estetik yönleriyle tahlil ve analiz ettiği Elazığ-Harput Müziği adlı kapsamlı çalışması; kültürü, müziği ve insanıyla bu şehrimizi daha yakından tanımama büyük katkı sağlayan eserler oldu. Fakat bütün bunlara rağmen, doğusunu söylemek gerekirse yine de Beş Şehir yazarının Elazığ’ı yazmamış olmasına hayıflanmaktan kendimi alamadım. Çünkü Tanpınar’ın “mahallî klasik” dediği, Türk halk ve klasik müzik geleneğimizin üst seviyede sentezi olan eserlerin en çarpıcı örneklerini Harput musiki geleneğinde görüyoruz. Sağlam bir Türk ve Müslüman mayası ile yoğrulmuş; Urfa, Diyarbakır, Kerkük musikileriyle de anlamlı ve derin akrabalık ihtiva eden bu yüksek musiki geleneğini eğer Tanpınar yakından tanımış olsaydı, bu birikime kim bilir ne büyük vuzuh, zenginlik ve derinlik kazandırırdı. Fuzuli’nin “Âh eylediğim servi hırâmının içündür/ Kan ağladığım gonca-i handânın içündür” beytiyle başlayan gazeline benzer daha pek çok gazelin Harput musiki fasıllarının ve geleneksel kürsübaşı meclislerinin vazgeçilmez repertuvarı arasında yer aldığından haberdar mıydı, bilmiyorum. Sabah Ezanında Elezber Okunur mu? Ayrıca Elazığ o yıllarda, Diyarbakır’da askerliğini yapan Sadettin Kaynak’ın uzaktan da olsa az çok tanıma imkânı bulduğu ve bir daha da tesirinden kurtulamadığı “Harput Âhengi”nin tüm güzelliği, inceliği ve zenginliği ile yaşandığı yıllardı. Kim bilir belki de Hâfız Osman Öge’nin Bülbülüm Bağ Gezerim, Bu Dere Baştan Başa, Değirmen 52 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Sala Benzer, Kim Büyüttü Böyle Bîperva Seni, Kar mı Yağmış Şu Harput’un Başına, Sinemde Bir Tutuşmuş, Yel Eser Kum Savrulur gibi her biri gerçekten birer türkü klasiği olan eserleri taş plaklara yeni okumaya başladığı yıllardı... Ve merhum Memişoğlu’nun naklettiği şu ilginç anekdot da belki tam o günlerde yaşanmıştı: “...Saray Hatun Camii müezzini Perili Hafız diye maruf Hacı Süleyman, sabah ezanından evvel Naat okurken, cemaatin sağdan soldan camiye geldiği sularda birdenbire Elezber’e geçmiş ve halk manilerinden birini söyleyerek hoyrat okumaya başlamış. Namaza gelmekte olan Büyük Beyzâde Hacı Ali Efendi’ye yaklaşanlar, ‘Perili Hafız’ın bu yaptığı küfürdür’ diye şekvacı olmuşlar. Fakat Beyzâde Hoca, ‘Acele etmeyin, sonunu bekleyelim’ diyerek durup dinlemiş. Müezzinin Elezber denilen yüksek havayı bitirdikten sonra tekrar Naat’a devam ettiğini görünce yanındakilere dönerek, ‘Bu vecd hâlidir, hoş görmek gerekir, vebal değil belki de sevap işlemiş oldu’ diyerek şikâyete hak vermemiş”. Harputlu Hacı Hayri’den Saadettin Kaynak’a O günleri hayal ettikçe, edebî şöhretinin Harput’la sınırlı kalmasına hep hayıflandığım merhum Harputlu Hacı Hayri’nin şiir ve musikideki ustalığını en iyi bilen insanlardan birinin de Sadettin Kaynak olduğu fikri takılır kafama kendiliğinden. Böyle düşünmemi gerektirecek hiçbir müşahhas bilgi ve belgeye sahip olmamakla beraber, Sadettin Kaynak’ın bestelerindeki o bariz ve karakteristik Harput Âhengi’ni, Elazığ hoyratlarının ve Diyarbakır mayalarının yanık nağmelerini hissettikçe istesem de başka türlü düşünemem zaten. Çünkü Klasik Türk Musikisi geleneğine mensup yirminci asırda yetişmiş en büyük bestekârlarımızdan olan Saadettin Kaynak’ın bestelerinde Harput Musikisinin tesiri çok açık hissedilir. Nerdeyse herkesin fark edebileceği kadar bariz olan bu etkinin -bırakın varlıkları tartışılır musiki eleştirmenlerimizi- bugüne kadar ciddi müzik ve sanat çevrelerince dahi fark edilmemiş olmasını nasıl izah etmeli, bilmiyorum. Mukayeseli olanından vazgeçtik, henüz doğrudan bir “musiki edebi- yatı” geleneğimiz dahi olmadığı için bugüne kadar her bestekâr gibi, Kaynak’ın eserlerinin de edebî ve estetik bir tahlilinin yapılmadığını, etkilendiği ve etkilediği kaynakların irdelenmediğini biliyoruz. Gerçi “folklor musıkisi”nden istifade eden bir bestekâr olduğuna işaret edenler olmakla beraber, bugüne kadar Kaynak bestelerinin türkülerimizle ve türkü formuyla olan akrabalığına dair ciddi bir tahlile ben rastlamadım. Oysa Saadettin Kaynak’ın bestelerindeki türkü etkisi, özellikle de Elazığ türkü ve havalarının tesiri öylesine güçlüdür ki, bir kısım bestelerine sanki bazı Elazığ türkülerinin üsluba çekilmiş hâli ya da bir tür varyantı diyebilirsiniz. Mesela radyolarımızda bazen Kaynak’ın bir şarkısı olarak söylenen Bülbülüm Bağ Gezerim adlı eserin anonim bir Elazığ türküsü olduğunu ehli elbet bilir. Elazığ musiki meşklerinde sık sık Kaynak’ın bestelerinin yer almasının sebebi de bu akrabalıktan kaynaklanır elbet. Herkes Kendi Türküsünü Söylesin Zengin tarihi ve kültürel birikimden beslenen köklü musiki geleneğine sahip diğer bazı şehirlerimizde karşılaştığımız bir durum, Elazığ’da en karakteristik şekliyle çıkar karşımıza; o da şudur: Elazığlılar kendi türkülerini söyleyen yadırgı’ları kolay kolay beğenmezler ve onlarda mutlaka bir eksiklik veya yanlışlık bulmak eğilimindedirler genellikle. İlk bakışta kendini beğenmişlik gibi görünen bu yaklaşımı; zengin müzik geleneği olan, belli bir üslup ve tavrın hâkim olduğu güçlü mahallî müziğe sahip hemen her yerde görmek mümkün. Çünkü zaman içinde o yörede, artık oturmuş ve belli standartlara kavuşmuş bir üslup oluştuğu için, taklidî olanı ya da kendilerine, yani otantiğine benzemeyen icrayı hemen dışlarlar. Bunun anlamı, “Benim türküm en çok benim ağzıma yakışır” demektir ki, saygıyla karşılanmalıdır. Bu kısa yazı çerçevesinde belki daha çok işaret etmekle yetindiğimiz o zengin Harput-Elazığ musiki geleneğini günümüze taşıyan geçmiş ses ve saz ustalarını rahmetle anıyor; bu eşsiz güzellikleri bugün hâlâ bizlere yaşatarak bu tür yazıların yazılmasına vesile olan Enver Demirbağ’dan Erkan Oğur’a, Lokman Tasalı’dan Adnan Çilesiz’e, Zülfü Demirtaş’tan Hasan Öztürk’e tüm sanatçı dostları muhabbetle selamlıyorum.■ 53 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 TÜRKÜ BAYRAĞI Bir âşık sazını çalmayagörsün, Hüzünlerin doruğuna çıkarım. Gözlerim hicranla dolmayagörsün, Gözyaşı yerine türkü dökerim. Buram buram türkü kokar nefesim, Allı turnalara yön verir sesim. Türküler nakışım, türküler süsüm; Beşikten mezara türkü yakarım. Türkü bir ummandır, görünmez dibi; Türküdür yurdumun asıl sahibi. Tarihe anamın ak sütü gibi, Türkülerle Türk mührünü çakarım. Bin yıldır çığrılan hoyratlar benim, Maya yârim olur, bozlak yârenim. Elezberde benliğimi görenim, Türküyle çağlardan öte bakarım. Fırat kenarında yüzer bir kayık, Dalgalar oynaşır sineme layık. Değmeyin a dostlar değilim ayık, Bir nağmeden bir nağmeye akarım. Yüreğim türküyle çevrilmiş ada, Aşkın çağrısıyım Çayda Çıra’da. Mumların şavkıyla erip murada, Nazlı yâr bağına türkü ekerim. Türküler mayamdır, türküler özüm; Türküyle parıldar cihanda gözüm. Türküler, sazıma verdiğim sözüm: “Türkü bayrağını arşa dikerim.” YUSUF DURSUN 54 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 ÜMRAL DEVECİ* Bir insanın beklentileri, düşlemeleri ve kurgulamaları ile çelişen gerçeklik, “hüzün”e yol açar. Yani, “hüzün”, birey ile reel olgu arasındaki ilişkiyi sağlayan güçlü bir duygu köprüsü olarak, mutlak bir “insan gerçekliği”dir. İ nsanlar, yaşadıkları duyguları değişik yollarla dışa vururlar. Edebiyat, resim, heykel, mimari ve müzik gibi güzel sanatlar, dışa vurumun, faydacı bir anlayışla en çok sergilendikleri alanlardır. Bunlardan ikisinin, söz ve müziğin birleştiği alan olan türküler, hem kelime olarak hem de ezgi olarak, duyguları daha da zengin ifade etme alanıdır. Ayrıca, türkülerin yüzlerce yıllık geleneksel birikimi ve sosyal psikolojiyi yansıtma özellikleri vardır. Bu yüzden, türkülerdeki ortak zihinsel üretimlerin sırrı çözüldüğünde, toplumsal şifreler de çözülmüş olur Türkülerde, pek çok bireysel ve toplumsal duygu ile beraber “hüzün” de işlenir. İşlenen hüzünlerin bir kısmı ayrılık bir kısmı da ölüm merkezlidir. İster ayrılık ister ölüm merkezli olsun, her hüzün, bireysel ve toplumsal ölçekte bir “arınma” (katharsis/ katarsis)dır. * Yard. Doç. Dr., Muğla Üniv. Fen-Ed. Fak. 55 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Aristoteles, trajediyi işlerken, katarsis’e büyük bir yer verir. Ona göre trajedinin ödevi, “acıma ve korku duygularını uyandırıp ruhu tutkulardan temizlemek”tir. Yani, katarsis’in temelinde “acıma” ve “korku” vardır. Her korku ve her acıma, insanı kendisiyle yüzleştirir ve gerçek anlamda kendisiyle yüzleşebilenleri de olumsuzluktan arındırır. Hüzün, “sevinç ve mutluluk” gibi en güçlü insanî duygulardan biridir ve insan diyalektiğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bir insanın beklentileri, düşlemeleri ve kurgulamaları ile çelişen gerçeklik, “hüzün”e yol açar. Yani, “hüzün”, birey ile reel olgu arasındaki ilişkiyi sağlayan güçlü bir duygu köprüsü olarak, mutlak bir “insan gerçekliği”dir. Her hüzün, suje gerçekliği ile reel gerçeklik arasındaki ilişkinin sorgulanmasına yol açar ve bu sorgulama insan ile “dış olgu”lar arasındaki ilişkiyi yeniden belirlemek üzere “ruhsal arınma”yı sağlar. İnsanlığın karşı karşıya kaldığı ve “hüzün”e yol açan iki “dış olgu” vardır. Birisi ayrılık, diğeri ise ölüm’dür. Ayrılık, geçici bir olgu gibi görünse de, “kapının ardı gurbet” diyen bir kültür için, derin izler bırakabilen bir olgudur ve her ayrılık, yanında hasret/özlem duygusunu da taşır. Ayrılık türkülerinin tamamında, hüznün sevince dönüşme olasılığı da olduğundan, bir iyimserliğin olması da duygu dengesini sağlayıcı bir unsur olarak göze çarpar. Türkülerde, çoğunlukla ana baba ve sevgiliden ayrılık konusu işlenir ve türkü metinleri, içerik olarak, ayrı düşülen kişilerin belirgin insani özelliklerinin yer aldığı metinlerdir. Bunlarda, o kişilerin iyilikleri ve erdemleri dile getirilerek onlarla sözsel ve ezgisel bir özdeşleşme (identification) sağlanır. Sözlerin ve ezginin sağladığı biyo-ritm ve fiziksel etki, türküyü söyleyende bir “arınma” yaratarak “hafifleme” sağlar. Bunun sonucu olarak da ruh sükûnete ererek dinginleşir. Örneğin bir Eğin (Kemaliye) türküsünde, denilerek gurbet-sıla arasındaki duygu ilişkisi, ana baba etrafında gelişir ve gerek sözler gerekse ezgi, hüzün duygusunu yansıtır. Metindeki, “kanadın kırılması, çöl, gurbet eller, ağlamak, mahzun gönül” sözcükleri, bir yandan, kişinin içsel yansımasının göstergeleri olurken öbür yandan da ana babaya ezgisel bir göndermedir. Bu türküyü söyleyen kişi, bu sözcüklerin gerek anlam alanları ve gerekse işlevsel boyutu aracılığıyla hüznünü dile getirmekte ve ruhsal bir arınma yaşamaktadır. “Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun?” dizesiyle başlayan Kayseri türküsü, kıskançlık ve kahır ağırlıklı olmakla beraber, temelinde özlem olması dolayısıyla, özleyen ve özlenen arasındaki duygusal bağın dile getirildiği ve böylece arınma’nın yaşandığı bir türküdür. Hüzün yoğunluklu türkü metin ve ezgilerinin ortaya çıkmasına neden olan bir diğer olgu ise ölüm’dür. Ölüm, geçici bir ayrılık olmayıp mutlak bir ayrılık olduğundan; ayrıca tüm insanların karşılaşacakları kaçınılmaz bir gerçek olduğundan, ölümün yol açtığı hüzün daha derin, daha etkileyici ve daha kalıcıdır. Ölen kişinin ardından söylenen ve genel adı “ağıt” olan türkülerde, onun olumlu ve erdemli yanlarının dile getirilmesi, bir rastlantı değil, bir kurgulamanın sonucudur. Türküyü söyleyen kişi (bilindiği gibi, bunun halk arasındaki terimi “türkü yakmak”tır.), ölenin özelliklerini merkeze alırken iki şeyi göz önünde bulundurur: Birisi ölen kişi, diğeri de dinleyen kişilerdir. Ağıt metinlerinde, ölenin hayattayken yaşadıklarının hatırlatılması, ölen ile sağ kalanlar arasındaki ortaklıklardan hareketle gerçekleştirilen bir özdeşleştirmedir. Bu özdeşleştirme, sağ kalanın da bir gün, mut- 56 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Ağıtlarda egemen olan beşerî özellik merhamet’tir. Doğu uygarlıkları, merhamet uygarlıklarıdırlar. En olumsuz koşullarda bile toplumsal vicdanı rahatlatan bir haslet olan merhamet, temelde bir arınma’dır. lak akıbet olan ölümle karşılaşacağı düşüncesini empoze etmekle beraber, ortak yaşanmışlıkların bir daha yaşanamayacağını duyumsatmasıyla da, insanın kendisini sorgulaması ve olumsuzluklardan arınması düşüncesini doğurur. Ayrıca ağıt metinleri, zaman zaman çaresizliğin, kimi zaman da pişmanlığın ifadesi olarak, insanın kendisiyle yüzleşmesini sağlayarak bir ruh arınma’sına yol açar. Beklenmeyen bir ölüm, örneğin genç ölümleri, beklenti ile gerçek arasında daha yoğunluklu bir gerilime yol açtığı için etkisi daha derin ve kalıcıdır. Bu da daha derin bir arınmaya yol açacak söylemin oluşmasına sebep olur. Hunharca işlenen bir cinayet, toplumsal ahlâka aykırı da olsa aşk yüzünden gerçekleşen bir öldürme, toplumsal vicdanda, derin izler bırakır ve bunlarla ilgili söylenen ağıtlar da, âdeta bir “toplumsal özür dileme” ile toplumsal arınma’yı sağlar. Bazı ağıtlarda, ölümün gerçekleşme şekline dair ifadelere yer verilerek, sanki olay yeniden yaşanır ve yaşatılır. Bununla da, ölenle sağ kalanlar arasında, duygudaşlık sağlanarak “ortak kaderi yaşama” paylaşımı sağlanır ve böylece acıya ortak olunarak bir hafifleme ve arınma sağlanmış olur. Akdağmadeni’nden derlenen “Hastane önünde incir ağacı” türküsünde veya Keskin’den derlenen “Ham meyveyi kopardılar dalından” türküsünde, çaresizliğin verdiği bir söylem egemendir ve bu türküleri yakanlar, çaresizliklerini itiraf ederek bir arınma yaşarlar. Anne beni Kırkpınar’da kestiler Cepkenimi saz dalına astılar Anam babam benden umut kestiler Dalgın uykulardan uyan Ahmedim Yağlı kamalara dayan Ahmedim bendiyle başlayan Afyonkarahisar türküsünde, türküyü yakan kişi, ölüm olayının gerçekleşme sahnesini tasvir ederek, geride kalanlara olayı yeniden yaşatır ve böylece ölümün acı gerçeği ile duyguları yeniden harekete geçirir. Bundaki amaç, tekrar yaşanan ölüm anının ruhlardaki yarattığı arınma’yı sağlamaktır. Pencereden daş geldi Ben sandım Mamoş geldi Uyan Mamoş Mamoş uyan Başımıza ne iş geldi dörtlüğüyle başlayan Elazığ türküsünde, toplumsal ahlaka aykırı da olsa, duygu yoğunluğu aşk olduğu için, yaralanmış bir toplumsal vicdanın acısı dile getirilerek bir arınma sağlanır. Ağıtlarda egemen olan beşerî özellik merhamet’tir. Doğu uygarlıkları, merhamet uygarlıklarıdırlar. En olumsuz koşullarda bile toplumsal vicdanı rahatlatan bir haslet olan merhamet, temelde bir arınma’dır. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Ayrılık ve ölüm, insanda hüzünlenmeye yol açan iki olgudur. İkisi de, metne dönüşürken beraberlerinde hüznü ve merhameti getirirler. Ezginin de katkısıyla, bu tür türküler, söylendiğinde gerek okuyanda ve gerekse dinleyende, kendisiyle, toplumla yüzleşmeye yol açarak olumsuzluklardan arınmayı ve ruhun dinginleşmesini sağlar.■ 57 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 İskân türküleri VE SÖZLÜ TARİH İLİŞKİSİ ÜZERİNE BAZI DÜŞÜNCELER RUHİ ERSOY* Barak Türkmenleri, göçleri, iskânları, çatışmaları ve bu yaşananların toplumsal yaşamlarında bıraktığı izleri anlatan hikâye ve türküleri ile coğrafyadan vatana geçişin ve yurt ile göç edişin Türk kültür tarihi içerisindeki en güzel örneklerinden birini oluşturmuşlardır. B üyük usta Mehmet Özbek, ‘ustalık’ namını, sadece türkü icrasıyla değil; kişiliği, tavrı ve aynı zamanda türküler üzerinde yapmış olduğu ilmî çalışmalarıyla da hak etmiştir. Onun “Türkülerin Dili” adlı büyük çalışmasının arka kapak sayfasında şu ifadeler yer alır: “Türkülerimiz, hakikati olduğu gibi görüp söylemekten çekinmeyen ermişlerin ve cesur kimselerin söylemleridir. Türk insanının düşünen, soran, seven, küsen, gülen, ağlayan kalbinin içi görülür türkülerde. Onlar bizim hayat hikâyelerimizdir. Bizi anlatır asırlardır.”(Özbek 2009) Bu sözler aslında en yalın hâliyle türkünün, Türk’ün her şeyini anlattığını anlamak için yeterlidir belki ama biz bu ifadeleri biraz daha dillendirip ayrıntıları ile izaha çalışacağız. Tıpkı türküler gibi halkın dimağında yer bulmuş, orada tekrar tekrar üretilerek nesillere mal olmuş pek çok halk kültürü malzemesinde Türk toplumunun tarihsel hikâyesini; savaşlarını, coğrafyasını, ekonomisini, acılarını, aşklarını vs. görmek mümkündür. Çünkü söz konusu ürünler “sözlü kültür ortamının” ürünleri olup kültürün doğal akışı içerisinde, üretildikleri-yaratıldıkları toplumla birlikte yaşamış; her hâlleriyle toplumlarına benzemişler ve toplumlarını yansıtmışlardır. Toplumun tarihsel-kültürel yaşanmışlığının ispatı olan bu malzeme, asırların süzgecinden geçmiş bir türkü, bir halk hikâyesi, * Yard. Doç. Dr., Gaziantep Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı Müdürü. 58 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 bir efsane, masal, destan veya destan parçası ya da başka bir sözlü anlatı olabilir. Bir toplumun tarihsel ve kültürel gerçekliğini saptamak, onu anlamak isteyen bir kimse, yalnızca tarihî vesikalardan yola çıkarak amacına ulaşamaz. Tarihî vesikalar uzun yüzyılların üst üste sıkıştırılmış kroki görüntüleri gibidirler; ayrıca bu noktada, yazılı kaynakların arşivlenmediği dönemlerin tarihi ne olacak sorusu da karşımıza çıkmaktadır. Kaldı ki Türk kültürünün-tarihinin yazılı kaynaklarla tanışması, arşivlenmesi geç döneme denk gelmektedir. Kişilerin, resmî, siyasi yapıların ya da büyük savaşların kronolojik sıralanmasının tarihini yazmak, genel anlamda tarih yazıcılığının yalnızca küçük bir parçasıdır. Tarihi zaman akışı içerisinde insanın ve onun ürettiklerinin-tükettiklerinin, yaşam biçiminin, ilişkilerinin, sanatının, estetiğinin varlığı yalnızca resmî arşivlere yansımamıştır. Bütün bunları biz, ancak o toplumun her türlü kültür malzemesini okuyarak kavrayabiliriz. Bu noktada karşımıza “sözlü tarih” kavramı çıkmaktadır ki bu kavram tarihin krokisini çizmektense onun içerisindeki insanın her türlü hikâyesini yakalama iddiasında olan genel yaklaşımın adıdır. “Sözlü tarih insanlar tarafından kurulmuş bir tarih türüdür. Hayatı tarihin içine sokar. Kahramanlarını yalnız liderler arasından değil, çoğunluğu oluşturan ve o ana kadar bilinmeyen insanlar arasından seçer. Toplumsal sınıflar ve nesiller arasındaki bağlantıyı dolayısıyla anlayışı sağlar. Ortak anlamları ortaya çıkararak tarihçiye ve sıradan insanlara bir zamana ve mekâna aidiyet duygusu kazandırabilir. Sözlü tarih, tarihin kabul edilmiş mitlerini ve baskın yargılarını yeniden değerlendirme, tarihin toplumsal anlamını kökten dönüştürme aracıdır. İnsanlara tarihlerini kendi sözleriyle geri verir. Onlara geçmişi verirken geleceği kurmak için de yol gösterir.” (Thompson 1999:18) Tarih ilmi uzun yüzyıllar ağırlıklı olarak egemenin meşrulaştırılması zemininde, merkezî figürlerin etrafında kurgulanıp sunulmuştur. Oysaki bir tarihsel olayı gerçekleştiren aktörlerin sayısı birden fazladır. Ayrıca olaylar farklı toplumsal kesimler tarafından farklı şekillerde algılanır. Sosyal yapı içerisindeki her grup, olaylara kendi penceresinden bakar ve kendi gerçeğini ve haklılığını vurgular. Bizim bu günden bakarak bu algılayış biçimlerinden herhangi birisini önceleyip diğerlerini yok sayma durumumuz olamaz; çünkü tarihsel gerçekliği, olayları bütün yönleriyle öğrenmeden kavramayız. Tarihsel dönemler içerisinde iktidarlar, geçmişi kendi algılayışı ve siyasal hedefleri doğrultusunda takdim edebilirler. Bilgi ve belgeleri, iktidarı merkeze alan bir nevi egemenin tarihini anlatacak biçimde düzenleyebilirler. Siyasal iktidarlar bununla da kalmayıp asayiş kaygısıyla tarihsel olayları ve buna ilişkin belge düzenini kendi yargılarını destekler mahiyette düzenleyebilirler. Tarihin bu tarz kayda geçirildiği ortamlarda söz konusu olayların birinci derecedeki kahramanlarının hâdiselerdeki konumu kayıt altına alınmayabilir. Bu gibi durumlarda farklı toplumsal katmanların ve tarafların edebî eserlerinde ve sözlü kültürlerinde tarihî olayların sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesi olaylarla ilgili alternatif bilgi ve belgelerin bulunması mümkündür. Böylece bu üretimlerden tarihî bir kaynak olarak faydalanmak mümkün hâle gelir. Türk tarihinde söz konusu bu duruma örnek olarak bir kısım Türk boylarının Osmanlı Devleti döneminde Anadolu’da iskân edilişleri verilebilir. Türklerin Türkistan’dan Anadolu’ya göçleri ve Anadolu’da uygulanan iskân politikaları neticesinde muhtelif yer değiştirmeleri söz konusu olmuştur. Bu hâdiseler resmî kayıtlara yönetenin bakış açısıyla geçmiş ve yöneten açısından haklı sebeplerle iskân edilişler çeşitli belgelere kaydedilmiştir. Yönetilen yani halk- reaya bu konuda ne düşünmüş, ne hissetmiş o da sözel bellekler vasıtasıyla sazı ve sözüyle harmanlayıp türkü yakmıştır. İşte bu türkülerin dili iskân politikalarının yönetilen tarafından bakış açısını oluşturmuştur. Söz konusu bu iskân hâdiselerinden kaynaklı icra edilen türler Barak ve Bozlak olarak bilinen türlerin içinde saklı hâdiselerle kendisini göstermektedir. (Mirzaoğlu, 2003) Bunlardan Avşar Bozlağı olarak bilinen Dadaloğlu’nun (Görkem 2005), “Kalktı Göç Eyledi”si en meşhur olanıdır ve “ferman padişahın dağlar bizimdir” diyerek iskânı isyana dönüştüren en büyük nida olmuştur: 59 Kalktı göç eyledi Avşar elleri Ağır ağır giden eller bizimdir Arap atlar yakın eder ırağı Yüce dağdan aşan yollar bizimdir Belimizde kılıcımız kirmani Taşı deler mızrağımın temreni Hakkımızda devlet etmiş fermanı Ferman padişahın dağlar bizimdir ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Dadaloğlu’m bir gün kavga kurulur Öter tüfek davlumbazlar vurulur Nice koç yiğitler yere serilir Ölen ölür kalan sağlar bizimdir Bu türküde, yöneten-yönetilen ilişkisini, yönetilenin resmî uygulamaları algılayış biçimini, tarihsel bir olayın (iskân olayı) akışını, söz konusu coğrafyayı, iskân edilen Türk boyunun adını ve yaşam biçimini bulmamız mümkündür. Toplumun millî şairi, yani toplumun hayat algılayışını, estetik değerlerini temsil eden kişi tarafından dillendirilen bir türkü, aynı zamanda yaşanan olayların ve şartların resmini çekmiştir. Öte yandan bizim de üzerine akademik çalışmalarımızla eğildiğimiz Baraklar örneği dikkat çekicidir. Çeşitli sosyal hâdiseler ve aşklar etrafındaki kısa hikâyeleri, türkülerin haricinde sistematik olarak bir göç’ün, daha sonra iskânın türkülerle anlatılma hâdisesini rahatlıkla vesikalarla mukayese edip yöneten-yönetilen bakış açısını ortaya koyabileceğimiz zincir halkası gibi türkülerin mevcut olduğu bir alandır Barak Türkmen vadisi… Bir Türkmen boyu olarak Türk tarihine ışık tutan pek çok tarihî ve edebî kaynakta karşımıza çıkan Barakların, hem Orta Asya’dan Anadolu’ya göç hikâyelerini hem de kültürel hayatlarını söz konusu kaynaklardan ve yaşayan Barak kültüründen tespit etmek mümkündür. Barak Türkmenleri 15. yüzyılda Orta Asya’dan Horasan’a gelerek burada yaşamaya başlamışlardır. Ancak 16. yüzyıl sonlarında gerek kuraklık gerekse siyasi karışıklıklar nedeniyle Barak Türkmenlerinin huzuru bozulur. Bunun üzerine oymak beyleri toplanır ve Anadolu’ya göç kararı alırlar. Horasan’dan Orta Anadolu’ya uzun ve bir o kadar da yorucu bir göç başlar. Hem göç sırasında karşılaşılan zorluklar hem de daha sonra uygulanan iskân politikaları Barak Türkmenlerinin büyük acılar yaşamalarına sebep olmuş; Baraklar göç süresince kendi aralarında, iskâna tabi tutuldukları bölgelerde de komşu aşiretlerle uzun çatışmalara girişmişlerdir. Baraklar, Oğuz boylarından Bayat boyunun Dulkadirli koluna mensup bir Cerid obasıdır ve 17. yüzyılın sonlarında Horasan’dan başlayan uzun bir göçün ardından Rakka’ya iskâna zorlanmışlardır. Bu dönemden itibaren Barak kelimesi bir Türkmen boyunun ismi ve bu boyla beraber Beydili, Elbeyli Türkmenlerinin yaşadığı bölgenin adı olarak kullanılmıştır. (Ersoy 2003) Daha sonraki dönem içerisinde özellikle Gaziantep’in Nizip ilçesi ile Suriye bölgesindeki oymakların tamamı Barak adını almışlardır. Günümüzde bu adlandırma yöredeki tüm aşiretleri kapsayan bir isme dönüşmüştür ve Gaziantep’in bu bölgesinde yaşayan Oğuz-Türkmen aşiretleri bu genel ad altında anılmaktadır. Gaziantep’in hemen doğusunda Nizip’ten aşağıya Suriye bölgesine kadar uzanan bölgeye de Barak Ovası denilmektedir. Bununla birlikte Barak kelimesi Anadolu’nun pek çok yerinde köy, bucak, ova, dağ ve mahalle adı olarak da kullanılmaktadır. Tarih boyunca yaşadıkları acıları ve sevinçleri kilimlerine, türkülerine, halk hikâyelerine işleyen Türk boyları, Baraklar örmeğinde de aynı refleksi göstermiş ve Baraklar tarihî yolculukları boyunca yaşadıklarını, geride bıraktıkları hatıralarını hâlâ yaşamakta olan zengin bir sözlü anlatı geleneği içinde biriktirmişlerdir. Barakların sözlü geleneğinde yaşayan iskân türküleri ve diğer anlatılarından, Barakların Horasan’dan seksen dört bin çadırla göçe başladıklarını öğreniyoruz. Bu zorlu yolculuğun ve göç boyunca yaşanan acı olayların hatırası Türkmenlerin ozanları tarafından nakış nakış işlenmiş ve Barakların yıllar süren göçleri, bu göç sonrasında zorlandıkları iskân ve iskânlar süresince devam eden aşiret çatışmaları büyük bir canlılıkla günümüze kadar ulaşmıştır. Türk’ün binlerce yıllık göç hikâyesinden kendi payına düşeni Barak Türkmenlerinin millî şairi Dedemoğlu aşağıdaki dizelerle dile getirmiştir: 60 Kalktık Horasan’dan eyledik sökün Düşürdüler bizi tozlu yollara Omuzda parlar uzun şifleler Aşırdılar bizi karlı dağlara Bölük bölük oldu yüklendi göçler Atlandı ihtiyar, yayandı gençler Başımıza geldi gördüğüm düşler Düşürdüler bizi gurbet ellere Gehi konduk gehi göçtük yollarda Bilip bilmediğim gurbet ellerde Âlem dağlarında şu daz çöllerde Bizden sonra bir nam kalsın illere Toplandık aşiret geldik Culab’a ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Seksendörtbin hane gelmez hesaba Deve koyun çoktur insan kalaba Susuz hayvan inileşir göllere Dedemoğlu der ki aşkın bağından Aşırdılar bizi Yozgat dağından Anadolu Sivas şehri sağından Bu hâlimiz destan olsun dillere HAVADİS Burada Türk halk şiirinin estetik yapısını, sembol ve imaj dünyasını görmemizin yanı sıra; Barak Türkmenlerinin tarihsel serüvenlerini de takip edebilmekteyiz. Horasan’dan başlayan göçün Anadolu’da iskâna dönüşmesi ve bunun Barak Türkmen toplumundaki yansımaları, takip edilen coğrafya, kalabalık nüfus ve yaşanan acı olaylar şair Dedemoğlu’nun dilinden bize aktarılmıştır. Görüldüğü üzere bir edebiyat metni, bize ait olduğu toplumun sanat zevkini, estetik algılayışını vermenin ötesinde; o toplumun her anlamdaki yaşanmışlığının da resmini çekmektedir. Tarihi ve tarihî süreç içerisinde insanı anlama kaygısında olan bir araştırmacının bütün kültür unsurlarına birer tarih vesikası gözüyle bakması gerekmektedir. Barak Türkmenleri, göçleri, iskânları, çatışmaları ve bu yaşananların toplumsal yaşamlarında bıraktığı izleri anlatan hikâye ve türküleri ile coğrafyadan vatana geçişin ve yurt ile göç edişin Türk kültür tarihi içerisindeki en güzel örneklerinden birini oluşturmuşlardır. Bu büyük kültür birikimi daha kapsamlı araştırmalarla Türk kültür tarihine ışık tutmaya devam edecektir. Barakların iskân Türkülerinden ve sözlü geleneğinde hareketle yaptığımız geniş anlamda ve kapsayıcı sözlü tarih çalışması kitaplaşma aşamasında olup konuyu her yanıyla izah etme amacı taşımaktadır.■ Kaynakça Görkem, İsmail; Yenibilgiler Işığında Dadaloğlu, E Yayınları, İstanbul 2005. Mirzaoğlu, Gülay; Çukurova Bozlağı, Binboğa Yayınları, Ankara 2003. Thompson, Paul; Geçmişin Sesi (çev. Şehnaz Layıkel), İstanbul.1999. Özbek, Mehmet; Türkülerin Dili, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2009. Ersoy, Ruhi; Baraklı Âşık Mahgül ve Repertuvarı, Hacettepe Ü. Sos.l Bil. Enst. basılmamış doktora tezi, Ank. 2003. 61 postallı bir dağ içinde göç göç olmuş köy garibin gözü yolda ne gelen var, çok giden dere boyu bağ bahçe ayrık otu çoğalır oğullar gurbet elde ne gelen var, çok giden kederli türküler evi yıkılmış duvar, kırık kapı almış yürümüş yalnızlık ne gelen var, çok giden KÖR KUYU uzak ağaç, uzak kuş karanlık içre susuz korkulu düş senelerce yaşanan derin acı kimse geçmez ki buradan çıkrık sesi solgun anı göçüyor eski toprak ile göçüyor bir bir MURAT SOYAK ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 AHMET ULUDAĞ I ğdır Üniversitesine öğretim üyesi olarak geçme işlemlerim düşüncenin ötesine geçip fiiliyata dökülmeye başladığında, bazı dostlar hemen “Iğdır’ın al alması” türküsünün adını andılar. Müzikle amatör olarak ilgilenmeme rağmen bu meşhur türküyü bilmiyordum. Her ne kadar sanat müziği olarak adlandırdığımız geçmişin şehirli müziğiyle ilgilensem de, türküler konusunda da epeyce bilgi sahibiydim ama herkesin hemen telâffuz ediverdiği “Iğdır’ın al alması” ben de bir türlü sese dönüşemiyordu. Türküyü öğrenmeye, hançeremde nağmelerini eylemeye, al almayı bulmaya karar verdim... Öyle ya, türküye, hem de çokça bilinen bir türküye nağme olmuş al elma merak edilmez miydi? İsmail Gaspıralı’nın roman kahramanının Gül Baba’yı araması gibi ben de “al alma”nın peşine düştüm. Iğdır’a daha ulaşmadan başladım “al alma”yı aramaya, allı rüyalar gördüm... Alma mıydı Iğdır’ın dağını taşını kaplamış “al topuklu beyaz kızlar mıydı” fatihlerin torunlarının şimdilerde bölük bölük bölünmüş diyarından gülümseyen, yoksa kınalı parmaklı, al duvaklı bir gelin miydi? Rüyalarımı pek hatırlamam. İzmir-Kars arasındaki derin uykuyla geçen yolculuğumda al almayı mı gördüm, Ağrı Dağı’nı mı gördüm, Arazı mı (Aras Nehri) gördüm, Nahçıvan’dan Laçin üzeri Bakü’ye oradan da Karabağ’a mı gittim, bilmiyorum. Uçak inince artık tamamen uyanmıştım, şimdi yine yolu düşünme zamanıydı, al almayı görme zamanı… Kars Havaalanı’nda, önceden söylendiği gibi, bizi Iğdır’a götürmek için bekleyen yarım otobüsü görünce sevindim. Parasıyla da olsa, ülkemizde de müşteri memnuniyeti adına küçük şeylerin yapılıyor olması kıvandırdı beni. En azından ‘Avrupa’da şöyle’, ‘Amerika’da böyle olurdu’ geçmedi aklımdan. Gece geç yatıp sabah erken kalkmanın tesiri hâlâ devam ediyordu. Bütün uyanık kalma çabama rağmen arada bir gözlerimin kapanmasına engel olamadım. Kars ile Iğdır arasında elma ağacı gördüğümü hatırlamıyorum. Acaba benim dalgınlığımdan istifade edip geçivermişler miydi? Aracımız yolda mola verdi, galiba kırk beş dakikadır yoldaydık. Çadırımsı bir yer içinde masalar var. Yan tarafta da kışlık ve belki de, ayazlı geceler de kullanılan bir bina… Elmalar duruyor kasada… Sarımsı, yeşilimsi, 62 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 beyazımsı renkleriyle golden çeşidi elmalar… Aaaahh, hayallerim… Dağ taş elma ağacı, yer gök al alma değil miydi yoksa?... Yine de Iğdır’a epeyi uzaktayız. Buralar daha Kars sayılır. Nihayetinde yol dediğin nedir ki, ölçülü mesafeler… Iğdır’a ulaştık. İki saat olmuş ya da olmamıştı, yolculuğumuz başlayalı. Eski Devlet Hastanesi’nde indim; burası bazı fakülte ve yüksek okullara tahsis edilmişti. Yeni bir kurum olmanın bütün sıkıntısı hissedilebiliyordu. Öğleden sonra Kültür Merkezi’nde üniversitenin açılış törenine katıldım ayağımın tozuyla. Açılış dersini emekli bir Öğretim Üyesi Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen Hoca verdi, cevizi anlattı. O anlattı ama benim kafamda yine türküler vardı: “Cevizin yaprağı dal arasında”. Melodisini hatırlayamadığım ‘Al alma türküsü’ sanki beni esir almıştı. Acaba “elmanın yaprağı dal arasında” desek olur muydu? Hem bu Kayseri türküsünü çığırmayı da biliyordum. Hoca elmayı mı anlatmalıydı diye düşündüm bir an… Cevizin uzmanına elma anlattırmak doğru olmazdı. Ama olsun, burası Iğdır, al elması var, al almalı türküsü var. Törende Nahçıvan Üniversitesi Müzik Topluluğu güzel bir konser verdi. Araznameli, Karabağnameli, bayatili , Türkiyeli, Azerbaycanlı bir konser… Buralara has tınıları duymak, yorgunluğumu almıştı. Lakin al alma türküsüne bir türlü sıra gelmemişti. İstek mi yapsaydım ne: Iğdır’ın al alması… Iğdır, Divanü Lügat-it-Türk’te Oğuz boylarından birinin adı olarak belirtilmektedir. Eseri yayına hazırlayan Besim Atalay, Iğdır’ın isminin doğrusunun ‘İgdir’ olduğunu ve ‘iğdir’ şeklinde yazılması gerektiğini belirtmektedir. Iğdır’a gelinceye kadar merak etmediğim şeylerden biriydi adı. Iğdır’la ilgili bir serhat şehri olduğu ve Doğu’nun Çukurova’sı olarak adlandırıldığı dışında bir şey bilmiyordum. Ağrı Dağı’nı bütün heybetiyle göğe değmeye ramak kalmış ak pak zirvesiyle görünce büyülendim. Belki Bahaeddin Karakoç’un aksine ilk onu görmedim (Iğdır’a inince ilk onu gördüm; / Yerle gök arasında bir tek düğüm. / Çevresi masmavi, başı bembeyaz, / Mevsimin perçemi takvimde son yaz.) ama gördüğüm anda da büyülendim. Aslında benim gördüğüm Büyük Ağrı Dağı’nın üç zirvesinden en yükseği, Iğdır’a en yakın olanıydı. Küçük Ağrı’yı da görmek için şehrin dışına doğru gitmem gerekti. Serdarbulak Geçidi’yle birbirinden ayrılan iki dağın zirvesinin birlikte görüldüğü ilk anda Büyük Ağrı daha bir ihtişamlı duruyor. Her ikisi de tamamen görünür hâle gelince daha başına ak düşmemiş olan Küçük Ağrı büyüğünün ihtişamını biraz gölgeliyor. Belki de bu bana has bir algı, bilemiyorum… Birden günlerim mutat bir hâl aldı: Okul, misafirhane… Arada ufak tefek şeyler de yok değil, farklılık sayılabilecek. Al almayı aramak da mutatlaştı. Türkünün aslının “Quba’nın al alması” olduğunu söylediler. Genelağa baktım, hakikaten türkü bu şekilde de söyleniyor. Dinlediğimde önceden dinlemiş olduğumu fark ettim, yani bildik bir türküydü. Quba, Azerbaycan’ın bir şehri. Oraya da gitseydim arar gezer miydim al elmaları? Gördüğüm starking benzeri elmalar mı acaba diye düşünüyorum, satıcılarda golden tipi çoğunlukta. Bir arkadaştan rica ettim, bahçelerinden getirdi, starking gibi bir şey. Sıkı sıkı sordum: ‘Bu mu, yerli mi?’ Cevap, her seferinde, ‘fidanı da buralardan’ oldu. Bir de her gün geçtiğim yolumun üzerindeki bir kavşağın orta yerindeki elma heykelciğini inceleyim, dedim. Onda da starking gibi altta dişler var. Kültür Müdürlüğünün broşüründeki elmanın altında dişler yok gibi belli belirsiz. Söylenen o ki, budur Iğdır’ın al elması. Üzerine türkü yakılan al almayı bir gün gelir bulurum, tabii elmalıklar kalırsa geriye… Mutlaka Iğdır’a has bir elma çeşidi vardır, ben bulamasam da; çünkü hemen her ilimizin, ilçemizin mahallî çeşitleri vardır. Kağızman’ın kırmızı beyaz uzun elması gibi… Uzun elmanın da bir türküsü var mı ki? Bütün elmaların türküsü olmasa da türküsü olan yaşayacak, elma ağaçlarının yerine her gün yeni binalar yükselse de: 63 Iğdır’ın al alması Yemeye bal alması Yar gelene galdı balam Yaramın sağalması Iğdır’dan alma aldım Yarımı yola saldım Yarim buradan gideli aybalam Ayva kimi sarardım■ ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 MEHMET YARDIMCI* Y boylarında farklı sözcüklerle ifade edilen türkü kavramının Türk’e özgü anlamına gelen Türkî sözcüğünden türediği görüşü yaygındır. Türkü için yapılan bütün tanımlar da bu ortak noktada birleşmektedir. Türk halkı Orta Asya’daki sosyal yaşamından kaynaklanan müzikten hiç kopmamış, halka halka genişleyip çeşitlenen ve yeni biçimlere bürünen müzik zevki hep varlığını korumuştur. Oyunlarda, düğünlerde, şölenlerde, savaşlarda hep müzik yerini almış, duygu ve düşünceleri kamçılayıcı görev üstlenmiştir. Türk halkının her gittiği yere bu geleneği taşıdığı gerçeği, Anadolu’nun yanı sıra Balkan türkülerinin canlılığında sergilenmektedir. Türkler, İslamiyeti kabulle, sazın ana yapısını bozmadan tür ve sistemlerini geliştirerek sesi, sazı ve ezgisiyle İslamiyete dayalı Türk müziğini oluşturmuşlardır. İslamiyete dayalı Türk müziğinin bünyesinde şiirimiz yeni bir şekle girmiş, ilâhi, ayin, tapuğ, hikmet, münacat, devriye vb. dinî, tasavvufi türler ortaya çıkmıştır. Mevleviler, tasavvuf müziğini kuralcı topluluk müziğinin bir kolu olarak almışlar, Türkçe sözlü âşık müziğine ayinlerde yer vermeyip âşığı tekkelerin dışına itmiş- azının bulunmasından önce her ulusta olduğu gibi Türk ulusunda da oldukça güçlü sözlü edebiyat geleneği vardır. Bu edebiyat geleneğinin ürünleri şölen, yuğ, sığır vb. adlarla anılan törenlerle yaygınlaşmış ve topluma mal olmuştur. Şaman, kam, oyun, baksı, ozan gibi adlarla anılan kişiler ilk edebî türlerin üretici ve uygulayıcılarıdır. İlk şiirleri oluşturup kopuz adı verilen sazı devreye sokarak yarattıkları müzikli söyleyişler türkülerimizin ilk biçimlerini oluşturmuştur. Bu nedenle türküler edebiyatımızın ilk ürünleri sayılmalıdır. Kam, baksı, ozan gibi sanatçılar müzik eşliğinde oyun türküleri ve şiirler okurken konu olarak kimi zaman efsanevi olayları kimi zaman da dinî ve toplumsal konuları dile getirerek ta başında türküleri şekillendirmişlerdir. Şekillenen bu türküler, değişik Türk kavimlerinde aynı şeyi ifade etmek üzere farklı adlarla anılmıştır. Türkü için Azerbaycan’da mahnı, Başkurtlarda halk cırı, Türkmenlerde halk aydımı, Kırgızlarda eldik, Özbeklerde halk koşigi, Uygurlarda nahşa gibi sözcükler kullanılmıştır. Değişik Türk *Yard. Doç. Dr.,Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fak. Türkçe Eğitimi Bölüm Bşk. 64 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 lerdir. Âşıklara Alevi ve Bektaşi tarikatları sahip çıkarak edebiyatımızda deme, nefes, şathiye, duvaz gibi yeni türlerin oluşmasına neden olmuşlardır. Bunların yanı sıra din dışı konulardaki âşık şiiri de güzelleme, taşlama, ağıt koçaklama adları altında şekillenmiştir. Türkü ise topluluk içindeki acıları, sevinçleri, aşkları konu alan ve her çeşit şiir biçimiyle, uzun ya da kırık hava şeklinde söylenen en yaygın halk müziği türü olarak gelişimini sürdürmüştür. Dertlerimize yoldaş, gizli sevdalarımıza sırdaş olan türkülere ilgimiz gençlik hatta çocukluk yıllarımızda başlar. Ne zaman bir köy türküsü duysak içimiz burkulur, nice anılar depreşir yüreğimizde. Anadolu halkı türkülerle yatmış, türkülerle kalkmış, acısı sevdası dillere destan olup dört bir yana yayılmıştır. Anadolu insanı çocuğunu türkülerle büyütür. Anaların beşik ardında ünlediği ninniler, nice özlemleri, nice dilekleri dile getiren nağmesi kendine özgü sazsız türkülerdir. Anadolu’da genç, bağlamasıyla yoldaş olup sevdalarını, gizli sırlarını telin ucundan seslendirir. Yaşamın her aşaması türkülerde en çarpıcı ifadelerle yansır. Acı günlerde ağıt, evlenmelerde kına türküsü, kahramanlık günlerinde koçaklama, yaşamın çeşitli durumlarında gurbet türküsü, iş türküsü, hapishane türküsü olup oyar yürekleri. Kimi zaman esen yelden kimi zaman turnalardan yararlanır sesinin ulaşması için dilediğine. Türküler, halkın yaşam savaşının dile ve tele dökülen yansımasıdır. Halkımız türkülerle ağlamış, türkülerle gülmüş, yüreğini türkülerle dışa vurmuştur. Türküler genellikle bir olay sonucu doğar. Önemli bir olay sonucu duygulanma türküyü yaratır. Cahit Öztelli’nin dediği gibi “Beşikten mezara kadar her türlü günlük yaşantı olayları türkü yakılmasına neden olabilir.”[1] Hızır Paşa’nın Pir Sultan’ı zindana attırması olayı; “Yürü bre Hızır Paşa Senin de çarkın kırılır” türküsünü, 1315 doğumluların Kurtuluş Savaşı’na gidişleri; 1. Cahit Öztelli, Halk Türküleri Evlerinin Önü, 2. bas. İst. 1983, s.13. “Hey onbeşli onbeşli Tokat yolları taşlı” türküsünü, bir ananın bebeğinin çamdan yapılmış bir beşikte yitirmesi olayı; “Bebeğin beşiği çamdan Yuvarlandı düştü damdan” türküsünü, küçük bir çocukla evlendirilen genç kızın olayı; “Sabah olur çocuk gider oyuna Oynar oynar taş doldurur koynuna” türküsünü, Kızılırmak’ta bir gelinin boğulması olayı; “Kızılırmak nettin allı gelini” türküsünü yaratan olaylardandır. Türkünün doğuşuna neden olan olay kimi zaman gerçek ve yaşanan bir olay olduğu gibi kimi zaman da özlem, yurt sevgisi, doğa sevgisi, dinî duygular ve kahramanlık duygularının ön plana çıkması sonucu da olmaktadır. Kimi türküler de halk hikâyelerinden ve âşıklardan halka geçmekte, bir süre sonra türküdeki kişisel izler silinip halkın ortak malı olmaktadır. Âşık Garip, Kerem ile Aslı, İlbeylioğlu gibi halk hikâyelerindeki bazı türküler bunlardandır. Hikâyeleri bilinen pek çok olaylı türkü vardır. Bunlardan; Elazığ türkülerinden Çayda Çıra Yanıyor, Boş beşik, Muğla türkülerinden Ormancı (Çıktım Belen Kahvesine) ve Bodrum Hâkimi, Bitlis türkülerinden Bitlis’te beş minare, Bolu türkülerinden Halimem, Fatsa türkülerinden Hekimoğlu, Ankara türkülerinden Misket, Nazilli türkülerinden Yörük Ali, Malatya türkülerinden Fırat kenarı, Sarı kurdelem, Kastamonu türkülerinden Sepetçioğlu, Sivas türkülerinden Kızılırmak, Silifke türkülerinden Ham çökelek, Muş türkülerinden Havada bulut yok, Tokat türkülerinden Bağa gel bostana gel ve Minarede taş mı olur, Almus türkülerinden Burçak tarlası, İzmir türkülerinden İzmir’in kavakları sadece birkaçıdır. Kimi türküler de başka yörelerde yakıldığı hâlde 65 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 olayla ilgili bir yer adı geçmesi nedeniyle o yöreye bağlanmaktadır. Örneğin, Bursa’nın ufak tefek taşları türküsü Bursa türküsü değildir. Yine Bursa’da yakılan Cezayir türküsü Cezayir’e bağlanmamalıdır. Kastamonu’da yakılan Çanakkale içinde vurdular beni türküsü Çanakkale türküsü olmadığı gibi Zile’de yakılan Hey on beşli on beşli türküsü de Tokat türküsü değildir. Türkünün yakıldığı yer ve o yerdeki olay, olayın hikâyesi önemlidir. Türküyü il bazına bağlamak doğru değildir. Bu günün ilçesi yarının ili olmaktadır. Âşığı bilinen kimi türküler de mahlası okunmayınca anonimleşmektedir. “Fırgatlı fırgatlı ne inilersin Allı turnam sinen parelendi mi” biçiminde başlayan Esirî’ye ait bir deyiş son dörtlük söylenmediği için zamanla âşığın adı unutulmuş ve semah havasında okunan anonim bir türkü olarak halka mal olmuştur. Kimi türküler de okuyucuların bazı sözcüklerin anlamını bilmeyişi nedeniyle değiştirerek okumaları sonucu gerçek anlamını yitirmektedir: larda Sefil Ali kimilerinde Emrah kimilerinde de Karacaoğlan adına kayıtlıdır. Gafil gezme şaşkın bir gün ölürsün dizesiyle başlayan türkü de Kul Himmet Üstadım, Pir Sultan Abdal ve Teslim Abdal adına üç değişik kaynakta görülen türkülerdendir. Kimi türküler de cönklerde Türkü adıyla kayıtlı olup uzun süre söylenmediği için nağmesi unutulduğundan düz bir şiir gibi durmaktadır. Oysa bu türküler kim bilir âşığının ne derdinin ne çilesinin ne sevdasının tercümanı olmuş ne yürekten söylenmiş türkülerdir. Cönklerin tozlu sayfalarında unutulan ve söz yerinde ise nağmelerini arayan türkü sayısı oldukça kabarıktır. Özel arşivimde bulunan Zile kaynaklı Kirampalı Davulcuoğlu Bin Memet tarafından 19. yüzyıl başlarında tutulan bir cönkte 32 adet Zile türküsü bulunmaktadır. Kaynaklarda yer almayan bu türkülerden yer darlığı nedeniyle sadece bazılarının ilk dörtlüklerini kaydediyorum. Türkülerin tümünün orijinal kayıtları arşivimizdedir. 1. Türkü Ben de şu dünyaya geldim geleli Ağır çiftim döner harmanım mı var Azrail de gelmiş can talep eyler Benim vermemeye fermanım mı var ………… Dert ehli olanlar dergâha gelir Elbette arayan dermanın bulur Sadık der ki kimde ne var kim bilir Geşt ü güzâr ettim elde neler var dörtlüğündeki gezme-tozma anlamındaki geşt ü güzar ettim sözü kimilerince çekti gülizar etti biçiminde okunup anlam yitirilmektedir. Kimi türküler de farklı kaynaklarda değişik kişilere mal edilerek okunmaktadır. Bu konuda Halil Atılgan çok önemli saptamalar yapmıştır.[2] Örneğin: 2. Türkü Ben giderim emanetin eyvallah Selvi boylum sen bu elde gal gayrı Terk eyleyip ben bu eli giderim Kara gözlüm kadirimi bil gayrı ………… 3. Türkü Dostum beni niçin zarıncıdırsın Verdiğim ikrardan dönen değilim Senden başkasına meyil vermedim Uçup daldan dala konan değilim ………… El çek tabip el çek yaram üstünden dizesiyle başlayan Tokat türküsü kimi kaynaklarda Emrah kimilerinde de Veli adına kayıtlıdır. 4. Türkü Gönül gurbet ele varma dizesiyle başlayan Gaziantep türküsü kimi kaynak2. Halil Atılgan, Türkülerin İsyanı, 66 Kalktı göç eyledi gönül kervanı Göçtün gönül var inile bir zaman Ayrılıkla geçti ömrüm devrânı Düştün gönül var inile bir zaman ■ ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 LÜTFİ PARLAK A nadolu’nun kaç defa mamur, kaç defa viran olduğu bilinmez ama ölüp de burada yatan, ismi ve mazisi unutulan; komutanların, askerlerin ve milletlerin hadsiz hesapsız olduğu bilinir. Dolayısıyla Türklerin bu toprakları korumak için çektiği bin senelik çileli hayatın da destanlardan taşıp efsanelerle birleştiği kayıtlardan anlaşılır. Yaşanan acıların birinci kütüğünün tarih, ikinci kütüğünün türküler olmasına karşılık eğlenme maksadıyla okunsalar bile insanı derinden etkileyen o besteli nağmelerin, bizim ruh haritamız veya üzerinde hayallerimizin can bulduğu duygusal coğrafyamız olduğu gün gibi aşikârdır. Unutmamak gerekir ki bilincin muhtevasını oluşturan soyutlama kabiliyeti, acılarla somutlaşırken ortaya çıkanların başında ağıtlar gelir. Huzursuz ruh halini anlatan manzum eserlerdeki şikâyetler, insanı hayaller ötesine taşırken duyulan samimi iniltiler de bizim için; Türk’ü söyleyen türkülerin ana maddesini oluşturur. Dolayısıyla karışık bir bölgenin ortasında yer alan ve her zaman emniyetsiz olan Anadolu’nun ufukları karardıkça bir yandan fırtına beklerken diğer yandan yoğunlaşan hislere kulak asmak gerekir. Çünkü duygular, zekâ için kazanılmış bir kabiliyet, alışkanlıklar için başvurulan önemli bir kaynaktır. Bu sebeple zekâ denen o yüksek idrak gücüyle hisleri idare ederken yanık türkülerin ve acıklı manilerin yolu da açılmış olur. Tarih, başımızdan geçenleri yeterince tespit edemediği andan itibaren kalan boşlukları doldurma görevini sanatkârlara bilhassa şairlere bırakır. Dolayısıyla âşıklar ve yosmalar farkından olmasalar da söyledikleri türkülerle bir yandan geçmişte yaşanmış olayların sadık şahitliğini yapmış olurlar, diğer yandan mazideki acıları veya güzellikleri gizli bir lisanla dinleyenlerine hatırlamış olurlar. Her canlının ölümü tadacağı gibi şan ve şöhreti dillere destan olan ülkelerin, beldelerin ve şehirlerin de viran olup el değiştireceği açıktır. Bu gün güçlü olanların yarın kötü duruma düşeceklerini söylemek, elbette kâhinlik değildir. Çünkü büyük milletlerin büyük derdi olur ve onların ekserisi de türkülerde saklanır. Sadece milletlerin mi? Aşk, sevda, gençlik, umut… kısaca beşerî olan her şey mısraların içindeki yerini alır. İşte onlardan biri: “Şebabet gitti elden başımdan gitmiyor sevda Tükendi takat ü tabım, muhabbet bitmiyor hâlâ” Öyle ya! Gençliğin gitmesine karşılık baştaki sevdanın, takatin bitmesine karşılık içteki muhabbetin bitmemesi insanı, şikâyeti ve hasreti bol olan bir yola iter ve dolayısıyla müziğe yönlendirir. Ayrıca müzik; gurbetin, aşkın, sevdanın, özlemin ve nihayet hayatımızın bir parçası olan üzerinde yaşadığımız coğrafyanın oluşturduğu önemli bir neticedir. Harputlu bir şairin yazıp yüksek sesle okuduğu şu dörtlük, söylediklerimizin kısa özeti gibidir: 67 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Yara benden yara benden Yalvarın yara benden Sinemde dağ-ı hicran Sağalmaz yara benden Büyük olmanın bedelinin de büyük olacağı noktasından hareketle imparatorluklar kurmuş bir milletin tarihî maceralarının sonu olmayacaktır elbet. İşte bu efsanevî hayatı türkülerden öğrenen yeni nesil; başından geçenlerle geçmişte yaşananları kıyaslamaktan geri durmayacaktır. Çünkü bir ayağı Kafkaslarda, bir ayağı Yemen’de, bir eli Cezayir’de bir eli Hindistan’da olan bir milletin düşmanları, türküleri kadar çok olacaktır. Bu sebeple geçmişte bir vilayetimiz olan Yemen’le ruhî bağımızı kuran mısralar üzerinde durmak, yaşananları ve çekilen sıkıntıları o acıklı türkülerden çıkarıp okuyucularla paylaşmak istiyorum. Çünkü o günkü hudutlarımızı koca kavuklu hakanlar çizip, çelik bilekli serdarlar korumuş olsalar da zaman içinde ne kadar değişikliklere uğradığını çok iyi biliyoruz. Ancak bu beğenilmeyen sonuca karşılık eski sınırları ilelebet muhafaza eden türkülerimiz yaşadıkça Ortadoğu’nun, Balkanların, Kafkasların… manevî tapusunun bize ait olacağını da unutmak gerekir. Şuna inanmak lazım ki her nimetin, aynı nispette bir külfeti olacaktır. Dolayısıyla büyük bir tarih oluşturan atalarımızın bu uğurda duygusal yönden neler çektiğini türkülerden öğrenmemiz gerekir. Çünkü o korkunç harp yıllarında Yemen’e gidenlerin ve onları uğurlayanların ruhunu kemiren en büyük derdin açlık ve ölüm olduğu açıktır. Bu sıkıntılı günlerde oğlunu, ağabeyini, yavuklusunu… bilinmeyen bir cepheye gönderen insanların moral bulması için türkülere sığınması belki normaldi. Ama okunanların, moral yerine ayrılığın ateşiyle herkesi dağlayıp perişan ettiği de bilinen bir gerçekti. Sesi güzel olanlarla müzik aleti çalabilenlerin bir araya gelmesiyle koparılan fırtına, açlıktan karnı sırtına yapışmış ve maneviyatı altüst olmuş dinleyicilere nasıl keyif verebilirdi ki? Bilinmez ama kimsenin keyif çatmaya ihtiyacı da yoktu galiba. Çocuğunu ölüme gönderenlerin sevinmesi nasıl düşünülebilirdi? Aslında talihinden ve tarihinden şikâyetçi olan askerlerin hiçbir şey dikkatini çekmiyor ve onları daha ziyade savaş ve ölüm ilgilendiriyordu. Onsuz konuşamıyor, onsuz olamıyorlardı. Ama her şeye rağmen hayat devam ediyor ve boynu bükük yetimler gibi oturdukları yerde ağlarken duygularını yanık seslerle anlatmaya çalışıyorlardı. Çünkü böylesi bir ortamda insanı diğer canlılardan ayıran soyutlama gücü, aklın ötesine geçiyor ve her kim olursa; hislerdeki yoğunluk nedeniyle acıklı türkülerin içinde buluyordu kendini. Haliyle mısralar, çok daha iyi anlatıyordu garipliklerini, fakirliklerini ve şikâyetlerini. Yanlış karar vermelerden dolayı talihe ve tarihe duyulan isyanlarını… “Yemen yolu çukurdandır Karavanam bakırdandır Zenginimiz bedel verir Askerimiz fakirdendir” Tarih asla kurumayan bir kaynak olduğu için şartlara göre o, her zaman alçak bir sesle gelecekten söz eder. Ancak söylenenleri duymak, sanıldığı kadar kolay değildir. Çünkü görmek veya duymak, manalandırmak denektir. İnsanın galipken gaddar, mağlupken mazlum olması ve hakkı tanımak yerine tayin etmesi, tecrübelere kulak asmamasındandır. Durum böyle olunca ihtilafın sebebi de sonucu da git gide artacak ve ucu, korkunç savaşlara uzanacaktır. İşte o eksiği ve ardındaki acizliği hatırlatan şair: “Gitme Yemen’e Yemen’e Yemen sıcak dayanaman Kalk borusu çalınca Sen küçüksün uyanaman” diyerek çocuk yaştaki askerlerin şansını yeriyordu. Çünkü insan kaynaklarının azlığı nedeniyle on beş yaşını dolduranlar, silâhaltına alınıp Yemen’e gönderilmişti. Bu sebeple 1915’te Elazığ Sultanîsi tamamen askerî ihtiyaçlara ayrıldığından uzun süre mezun verememiş ve son sınıfa geçenlere rütbe takılıp cephelere sevk edilmişti. İşte zehir gibi insanın içine yayılan; “Hey on beşli on beşli/Tokat yolları taşlı…” türküsüyle ortaya konan hazin tablo buydu. Bu tablonun ağudan tek farkı, ruhları kasıp kavurmasına rağmen bedenlere dokunmamasıydı. Peki, türküleri dolduran kavgalara ve savaşlara sebep olan hatalar nerelerden ve kimlerden kaynaklanıyordu? Puşkin, bu soruyu; “Bütün büyük yanlışların altında gurur 68 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 vardır” diyerek cevaplıyordu. Unutmamak gerekir ki gurur ve cehalet, aynı ağacın meyveleridir. Bu iki özelliğe sahip olan insanlar, maalesef cansız nesnelerden farksızdır. Nasıl ki eşya, kendinde var olan özelliklerden habersizse onlar da kendi duygularından habersizdir. Dolayısıyla düşünmeyi sevmeyen insanlar, olup biteni anlayamıyor ve hata üstüne hata yapıyordu. Haliyle ya savaşı başlatıyorlardı ya da başlayan savaşı kör inada dönüştürüyorlardı. İşte aşağıdaki dörtlük; 1905-1918 arasında yaşanan Yemen Savaşının elem verici şikâyetlerini işaret ediyordu. “Bir gemiye doldurdular İstanbul’a bildirdiler Sallar gemi döver dalga Gül benzimizi soldurdular” Değerler değişip hak kuvvetin ardından gitme mecburiyetinde kaldığı bir dünyada tesadüfler, insanı saadet arabasına bindirebilir. Ancak şansın liyakatten yana olduğu düşünülürse bu arabanın devrilmesi ve büyük acıların yaşaması kuvvetle muhtemeldir. Yemen, bizim için işte öylesine bir sonuçtur. Çünkü herkesi ferah ferah besleyebilecek durumda olan Allah’ın dünyası; bir hükümdara çok, iki hükümdara az bulununca kavgaların ve savaşların önü alınamamıştır. Haliyle aklın sustuğu noktada karar yetkisi duygulara kaldığı için destanlar, ağıtlar türküler… birbirini kovalamıştır. İşte imparatorluk hayaliyle gittiğimiz Yemen’de dört yüz senede verdiğimiz beş yüz bin şehidin acıklı hikâyesini, Memet’in veya Memiş’in üzerinde öldüğü o koca coğrafyanın haritasını eldeki türkülerden çıkarıyoruz. “Tarlada biter kamış Uzar gider, vermez yemiş Şol Yemen’de can verenler Biri Memet, biri Memiş” çöllere uğurladığı eşler için söylediği içli ağıtlar da ateş olup canımıza yapışmıştır. “Mızıka çalındı düğün mü sandın? Al yeşil bayrağı gelin mi sandın? Yemen’e gideni gelir mi sandın? Tez gel ağam tez gel dayanmiram Uyku gaflet basmış uyanamiram Ağam öldüğüne inanamiram” Şunu ilave etmeliyim ki çekilen acıların hatırlatılması, millet olma şuurumuzu bilediği için böylesine türkülerin yaşamasında ve diri tutulmasında yarar vardır. Çünkü bir toplumun ruhu zabt olunmadıkça, maneviyatı kırılmadıkça o milleti elde tutmanın imkânı yoktur. Bu sebeple türküleri sadece sanat ve maharet oyunu, sadece zekâ ve akıl nişanesi olarak görmek yerine toplumsal bilincin uyanışı olarak değerlendirmek gerekir. “Havada bulut yok bu ne dumandır? Mehlede ölüm yok bu ne figandır? Ah o Yemen’dir, gülü çimendir Giden gelmiyor acep nedendir?” Bu demektir ki Ziya Gökalp’in altun dediği umuda kavuşmak için dünyanın öteki ucuna gitmek ve bu uğurda kahır çekmek gerekir. Aksi halde rica ve merhamet dilenmekle ne bir insanın istikbalinin, ne de bir milletin istiklalinin kurtulduğu görülmüştür. Dolayısıyla Yemen’de bir kabile şeyhi olan İmam Yahya’ya yenildik ama Çanakkale’de Kocatepe’de, Sakarya’da… devleri yenme bahtiyarlığına erişip milli mücadeleyi kazandık. Bu uğurda ödediğimiz ağır faturayı da yeni nesil öğrensin diye mısralara emanet ettik. “Kışlanın ardında bir kırık testi Askerin üstüne sam yeli esti Gelinlik tazeler ümidi kesti.” Tarih hiç bir milletin hakkını inkâr etmese de hükümlerin değişmesine sebep olduğu için bir ülkenin saadet telakki ettiği olayı, diğeri için felakete dönüştürmüştür. İşte İngilizlerin yardımıyla Zeydî İmamların kazandığı Yemen Savaşı, kendilerine zafer getirse de bize acıların en büyüğünü yaşatmıştır. Böylece eli kınalı taze gelinlerin uçsuz bucaksız Dikkat edilirse yukarıdaki dörtlük; Yemen Çöllerini kat eden askerlerimizi ve arkalarındaki Anadolu insanını tarif ediyor. Taze güveyilerin bıraktığı taze gelinlerle başı dik erlerin ciğerine saplanan kara hasreti işliyor. Anadolu’nun dışarıdaki Anadolu coğrafyasının muhayyel haritasını çizip Türkü söyleyen türküleri gözler önüne seriyor…■ 69 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 MAHİR ADIBEŞ A nnemin karnındayken dinlemeye başlamışım türküleri. Göğsüne sarılmış meme emerken, üfleyerek saçlarımı düzeltir, inceden kulağıma fısıldarmış ninnileri. “Eledim eledim höllük eledim / Aynalı beşikte bebek beledim…” ya da “Bebek beni del’eyledi / Yaktı yaktı kül eyledi…” Kaç defa ninnileri dinleyerek uyumuşum, kaç defa ağlarken susmuşum, gülmüşüm, kaç defa... Ağaçtan yapılmış beşiğim, sallanırken tıkır tıkır sesler çıkarırdı. Çoğu zaman ninnilere eşlik ederdi. Ben beşiğin tıkırtılarını bile ninni sanırdım. “Elma attım yuvarlandı / Gitti beşiğe dayandı…” dedikleri işte benim küçük tahtımdı. Üç yaşına geldiğimde boyum zor sığıyordu ama ben hâlâ onun içinde yatmak istiyordum. Beşiğin başlığına takılı muskanın altında tahtadan şıkırdakları vardı, sallanırken ahenkli ağaç sesleri şıkır şıkır duyulurdu. Üstündeki uzantısından, iplerden yapılmış renk renk püsküller asılıydı. Dikmeleri, çaprazları, bağlantıları rengârenk boyalı, işlemeli ağaçlardandı. Ömrübillâh, benim diyebildiğim tek şeydi, o güne kadar içinde benden başkası yatmadı! Bir gün, “Sen büyüdün Biz hayatı türkülerden öğrendik, konuşmayı, dili, şiir yazmayı, sohbet etmeyi, yarenliği, şakalaşmayı, eğlenmeyi, hürriyeti öğrendik. Biz türkülerle millet olmayı, bir arada yaşamayı öğrendik. Kol kola girip halay çekerek, tek sesten türkü söyleyerek barışı, kardeşliği, birliği, bir olmayı, sevmeyi, güvenmeyi, vatan kurmayı, vatanı savunmayı öğrendik… 70 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 aslanım!” deyip başkasına verdiler. Kaç gün yer yatağımda uyuyamadım, hırçınlaşıp ağladım. Onsuz ninnilerin de tadı tuzu yoktu. Ninnilerim ağaç beşiğimin gitmesiyle bitti ama hâlâ yalnız kaldığımda mırıldanırım. “Bebeğin beşiği çamdan / Yuvarlandı düştü damdan / Beybabası gelir Şam’dan…” sözlerinde ilk defa “Şam” ismini duydum. Şam, çok uzaklarda ve çok güzel bir şehir, dediler. O gün bu gün Şam aklımdan çıkmadı; acaba babamın orada ne işi vardı?... Çocukluk yıllarım köyde geçti; geceleri tandır başlarında, oturma odalarında sohbet ederken... Düğünlerde oyunlar oynanırdı, türküler söylenirdi, o güzel türkülerimiz... Bazen saz çalan âşıklar uğrardı köyümüze, büyük bir hevesle onları dinlerdik. Soğuk kış gecelerinde samanlıklarda kızlı erkekli gruplar türkülerle halaylar çekerdik, “Kar yağar bardan bardan…” ya da “Yılan inceden öter…” diye karşılıklı atışırken bar oynardık. Derken askerlik çağı geldi. Neriman Altındağ Tüfekçi’nin, “Kışlalar doldu bugün / Doldu boşaldı bugün…” sesi hiç kulaklarımdan gitmiyor. O türküyü ilk defa o gün dinlememiştim elbet ama o gün farkına vardım. Sanki ilk defa dinliyordum!... İçime öylece oturmuştu. Askerlik bitene kadar bu türküyü mırıldandım. Ya sonrası? Orası bir başka! “Yârim gurbet ele gitme / Ya dönülür ya dönülmez…” diye seslendi gözümden sakındığım yeşil gözlüm, adını bile başkalarına söylemeye kıyamadığım. Köyden gelen arkadaşlar haber getirdi: “Sarardım ben sarardım / Senin için sarardım…” sözlerini, kenarlarını işleyip, ismimi iğnesiyle oyaladığı mendile sarıp bana göndermiş. İçim sızlamıştı. Bir ay sonra, kime yazdırdıysa, kimle postaya attırdıysa bilmiyorum ki -bizim orada bunlar gizli yapılır- mektup geldi “Ben ağayım ben paşayım diyenler / Kapıları kitlemişler gel hele…” Beni çağırıyordu, artık dayanamadığını söylüyordu. Ya benim çektiklerim, işte o an gönlüme şöyle düştü: “Ölmeden o yârı görürse gözüm / Koyun kuzu kurban olur o zaman…” Koyun, kuzu gözümde değil, bütün aklım onda kalmıştı, onun bir teli dünyalara değerdi. Ben bu türküleri neden sevdim?... Çayırlarda güreşirken, cirit oynarken, türküler söylenirdi. Kızlar gelin olurken türkülerle evden çıkarılırdı. Hangi millet askere davul zurna ile gi- derdi ki?... Var mı savaşta bizden başka türkülerle eğlenen?... Gördünüz mü oğlunun başında ağlarken bizden başka ağıt yakan? Bizim gibi sevenini gördünüz mü, sevip de derdini türkülerle anlatanını?... Sevdasından dertlenip ölenini duydunuz mu?... Selamını turnalar ya da rüzgârla gönderen; arzuhâlini çiçeklere, kuşlara anlatanını… “Nazlı yârdan bana bir haber geldi Eğer doğru ise büktü belimi Dediler nazlı yari yad eller aldı Kadir mevlam nasip eyle ölümü…” Türkü, Türk’ü anlatır. Her türkünün söylenecek bir sözü, anlatacak bir hikâyesi vardır. Türk’ü tanımak isteyen türküleri araştırsın. Onlar bu milletin tarihini, sosyal yapısını, ekonomisini, sevdasını, edebiyatını anlatır. Türküler yalnız Türk’ündür. Bizleri en iyi onlar anlatır. Ne zaman bir türkü dinlesem, göllere dalan yeşil ördek gibi dalıp giderim. Ne zaman turnaları yükseklerden uçarken görsem türküler gelir aklıma, bir türkü mırıldanırım… Türkü dinlerken dikkatimi dağıtan bir şey olsa hırçınlaşırım, dağılırım. Bu hep böyle olur sebebini düşünmem. Ne yaşadığımı bilmem ama o hayatı yeni baştan yaşadığımı bilirim. O türkünün yazıldığı zaman canlanır, gözümün önünde. O hikâyeleri ben yaşamış gibi olurum. O zaman benim gönlüm güllerin açtığı, bülbüllerin öttüğü bir bahar bahçesine dönüşür. O zaman benim gönlüm sevgililerin dolaştığı bir sabah vakti olur. “Kar mı yağmış şu Harput’un başına / Kurban olam toprağına taşına…” Türkülerin çoğunun ne sebeple, nerede yazıldığı bilinmez. İnsanlarımız onu zamanla dilinde yoğurarak şekillendir. Aynı türküyü oyun oynarken farklı, ağıt yakarken farklı, hasretlik çekerken farklı yorumlar. Türküler ne için yakıldığı sesinden anlaşılır. Türküler bazen uzak diyarlara götürür, bazen toprakla yoğrulur ve bazen de bir çiçeği anlatır. Köy türküleri dağları, yaylaları, geceyi, ayı, yıldızları “Ay akşamdan ışıktır, yaylalar yaylalar…” diye başlar; tabiatla haşir neşir olur. Aşk türküleri, acı, dertli, firaklı, içten, “Ey gül dalı gül dalı / oldum sana sevdalı…” diye 71 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Türküleri şehirliler, burjuvalar, ağalar, zenginler, devletliler yazmadı, zevkle sefayla türküler yazılmadı. Türküleri yüreği yananlar, yürekten sevenler, yürekten sevilenler yazdı. başlar, “Sevdiğime Pişman Ettin…” diye biterler. Bazısı yamaçlardan akan su sesi bazısı kuş ötüşü gibi gelir kulağımıza. Bazısında meşe dallarını okşayarak fısıldayan rüzgârın sesini duyarsınız, bazısında koyun kuzu melemesini, “Bad-ı saba selam söyle o yâre…” Türkülerimizde çoğu zaman yakarış, şikâyet, hâl anlatmak, çaresizlik vardır, “Yaradan var, yaradan var, yeri göğü yardan var…” bazısında ise dua, ya da ağıt… Askerdeki sevgiliye yazılan mektuplara baktınız mı, türküyle başlayıp türküyle biterler. Kimseye açamaz derdini, özlemiştir uzak kalan sevgilisini, “Allı turnam bizim ele varırsan / Şeker söyle kaymak söyle bal söyle…” diyerek göç eden turnalara emanet eder aşk mektubunu. Acı söylemeye, şikâyete sevgili üzülmesin diye yer vermez sözlerinde. Yerine varır mı varmaz mı bilmem ama bu türküler yüz yılların ötesinden bize çıka gelmişse demek ki yerine ulaşmış mektuplar. Gelin edip gönderince kızı kuş konmaz kervan geçmez yerlere, özler geride kalanları, “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar…” diye başlar sözlerine. Özler kızımız anasını, babasını, kardeşini… İşte türküler tarihi böyle yazar. Türkülerde tarih, kopuzun, sazın, bağlamanın tellerinde yazılır. Hafızamıza türkü olarak böyle işlenir. Türkülerimiz; asker türkülerimiz, gurbet türkülerimiz, hele o tadına doyum olmayan sevda türkülerimiz… Hepsi hakkında söylenecek o kadar çok söz ve anlatılacak hikâye var ki… Sevda türküleri, aşk türküleri var bizde. “Gönül ah o gönül…” “sebep vay sebep…” “felek sen felek…” hepsinin ucu Yaradan’a uzanır. İşte suçlu “kader!...” Nazını, serzenişini, aczini Mevla’ya nasıl ulaştırsın? Nasıl şikâyet etsin, nasıl desin ki “ben sana küstüm?” İşte bu kelimelerle şikâyetini dile getirir, “kader” seni kime şikâyet ede’m?... Sonunda çaresizce oturup kaderine razı olur, “Akşam oldu yakamadım gazımı / Kadir Mevlâ’m böyle yazmış yazımı…” Türküler, Türk’ün tarihi kadar eski, Türk’ün varlığı kadar gerçek. Bizimle ötelerden bu yana gelen, kamusumuz, kılavuzumuz, kültürümüz, şiirimiz, edebiyatımız türkülerimiz. Türkülerimiz Yunus dilinden, Yunus’ça söylenen, Yunus gönüllü türkülerimiz. Dupduru bir Türkçeyle, tertemiz, edeple söylenen dilimiz. “Karlı dağlar karanlığın bastı mı / Kahpe felek ayrılığın vakti mi?...” ve “Gitti yârim gurbet elden gelmedi…” derken insanı alıp götürür düşünce dünyasına. Koca dünyada bir varmış bir yokmuş, kime ne. Rüzgâr durur, ekinler boynunu eğer türküleri duyunca denizler bir milim kıpırdamadan dinler sonuna kadar. lu) “Ah bu türküler Türkülerimiz Ana sütü gibi candan Ana sütü gibi temiz…”(Bedri Rahmi Eyüboğ- Türkülerimizde aşk, sevda, özlem, hasretlik, kırılma, gücenme var. Toplum geleneği olarak bunlar bizim rahatça dillendiremediğimiz hâller. Kolay kolay sevdiğimizi söyleyemeyiz, çocuğumuzu büyüklerin yanında kucağımıza alamayız, eşimizin elinden su içemeyiz… Bunları başkasıyla paylaşamayız. Bütün bunları yüreğimizde saklarız. Sonunda da gönül tellerimizin sesi türkü olarak çıkar ortaya, “Bülbül figan eder güllere karşı / O yâr Benim gülüm değil mi…” derken olaya ne kadar da akıllı yaklaşıyor aşk sarhoşu insanımız. Bizim türkülerimiz yaşantımızın bir parçası. 72 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Çoğu zaman öğüt verirken bile kırmamak için yüzüne söylenemez. Bunun için yakınlarına sıkı sıkı tembihler. Hele yeni gelinse bunlar bizim için çok önemli, ağırbaşlı olmalı, hanım hanımcık oturup kalkmalı, görenler maşallah demeli. Daha yaşı genç, bazı hâlleri düşünemez, diye aklından geçer. Büyüklerin yanında hafiflik yapmamalı, saygıyı elden bırakmamalı. Olur ya, gençtir bir ara oyuna dalar da unutur… “Güzeller bezenmiş toya giderler Sizlere emanet yâr oynamasın Ben bülürem reca minnet ederler Yengüllük edip tez oynamasın…” Bu türkü de endişeleri bir söyleme şekli var! Dikkat edilirse söyleyen kırmamak için elinden geldiğince kibar ve karşısındakinin yerine koyuyor kendini “oynamasın” demiyor ama “hafiflik edip tez oynamasın” diyor. Burada söz söyleme bir sanat… Türküleri köylüler, kasabalılar, gurbete gidenler, yüreği yananlar yazdı. Türküleri canını, cananını, yüreğinin yarısını uzaklara gönderenler yazdı. Türküleri acı çekenler yazdı. Türküleri çaresizler yazdı. Şikâyetlerini, özlemlerini, söyleyemediklerini mısralara yüklediler. Türküleri kavuşamayanlar, sevenler, gidip de dönemeyenleri bekleyenler yazdı. Bekleye bekleye gözünün kökü ağaran analar, yatak serip içine girmeyen gelinler, memleketinden uzakta olanlar yazdı. Türküleri çaresizler yazdı… “Oğul bu gün düş de gör hayalda gör Yavrum düş de gör Vala yar kadrini bilmeyen bir kötüye düş de gör…” Türküleri şehirliler, burjuvalar, ağalar, zenginler, devletliler yazmadı, zevkle sefayla türküler yazılmadı. Türküleri yüreği yananlar, yürekten sevenler, yürekten sevilenler yazdı. Bizim türkülerimiz bazen çaresizlik, özlem, hasretlik, bazen de isyan, başkaldırı, meydan okumadır ama hepsi edebiyle söylenir “Oy göresim geldi sevdiğim seni…” ya da “Kahpe felek sana net- tim neyledim…” veya “Benden selam olsun Bolu beyine / Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır…” Ağıt, dua, serzeniş vardır türkülerde, “Sunam sen güzelsin neylersin malı…” Sevdiğine kavuşmanın sözleri yer alır türküde, Emrah’ın koşmasındaki gibi: “Tutam yâr elinden tutam / Çıkam dağlara dağlara…” Bu mısralara özellikle değinmek istedim. İçerisinde derin bir aşkın söylenişini saklar. Tasavvufi bir aşk vardır altında yatan. Yolun ucu varır Mevlâ’ya Mevlâ’ya… Bizim türkülerimiz duvar yazıları gibidir. Bir kere söylendi mi kalır dillerde. Kulaktan kulağa akıp gelir yılların ötesinden. “İpek mendil dane dane / Yudular serdiler güne / Ana Celal’imi yudular / Başucunda döne döne…” Türkülerden öğrendik geçmişimizi, savaşları, askerliği, yaşamayı, ekip biçmeyi, “Ah ne yaman zormuş burçak yolması / Burçak tarlasında gelin olması...” Geçmişten haberleri türkülerden aldık, türkülerle aydınlandık. Âşık Veysel, bize oluşumuzu, birliği anlatır, “Benim sadık yarım kara topraktır…” mısralarında. Biz hayatı türkülerden öğrendik, konuşmayı, dili, şiir yazmayı, sohbet etmeyi, yarenliği, şakalaşmayı, eğlenmeyi, hürriyeti öğrendik. Biz türkülerle millet olmayı, bir arada yaşamayı öğrendik. Kol kola girip halay çekerek, tek sesten türkü söyleyerek barışı, kardeşliği, birliği, bir olmayı, sevmeyi, güvenmeyi, vatan kurmayı, vatanı savunmayı öğrendik… Bazı türkülerimizin bir hikâyesi vardır bazısının birden çok… Türkülerimiz arasında birkaç dilde okunanı hatta birkaç millet tarafından sahipleneni vardır, “Sarı gelin” gibi. Erzurum türküsü olarak bildiğimiz “Sarı gelin” aynı ezgilerle Azerbaycan ve Ermenistan’da da bulursunuz. Oralarda da benzer hikâyeler anlatılır. Bu hikâyelerde aynı tarihî dönem yer alır. Hani derler ya “gönül bu engel tanımaz” diye, bu türküde sınır tanımamış, “Erzurum Çarşı pazar / İçinde bir kız gezer / Ah ninen ölsün / Sarı gelin…” Aşk burada saklanamamış, dillendirilmiş. Sarı kıza kıyar mı âşığın hiç, “nenen ölsün sarı gelin”… Türküler, bütün Türk kültürünün sarıp sarmalanarak korunduğu bir arşivdir. Bazen soğuktur türkülerimiz insanın içini titretir bazen yağmurda ıslatır bazen de bir kuşun kanatlarında alıp götürür... Tabiattaki seslerden ses alır, görünen 73 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 görüntülerden manalar çıkarır, onlara türkü yakar “Kırmızı gül demet demet / Sevda değil bir alâmet…” diye mısralar dizilir. Kelimeleri o kadar güzel yerleştirir ki mısralar arasına dili oradan öğrenirsiniz. Bir yerde “demet demet” bir yerde “bardan bardan” dizilir kelimeler. Siz unutur almazsınız sözlüğe bile ama “Teşi bacaklı gelin…” derken ince bacaklı gelininin bacaklarını “teşi”ye (iğ, kirman) benzetmeyi unutmaz kaynana. Dil araştırması yapılırken henüz teknolojiyle kirletilmemiş ücra köylerde araştırma yapmak gerekir. Sözler oralarda tertemiz türkülerde korunur. Türk milletinin yeryüzünde yıllardır yok olmadan süre gelen sesimiz, gönül telimizdir türküler. Türküler, milletin topyekûn ortaya çıkardığı bir ortak kültürdür. Daha doğrusu milleti bir arada tutan dil harcımızdır. Kabul görmesi, tebessümle karşılanması, sevilmesi ondandır. Türkülerde herkes kendinden bir parça bulur. Yabancı müziklerin bizim milletimizce çalınıp söylenmesine karşı değilim. Sonunda onları da Türkçeleştirip kendi müziğimize benzetmişiz. Yalnız onlarda aynı coşkuyu almamız söz konusu olamaz. Hangi yabancı parça güreşirken, askere giderken, savaşırken bize heyecan verir? Hâlbuki sazın her teline dokunuşta bizim gönül telimizde bir titreme olur. Davulun, zurnanın sesi bizi heyecanlandırır. Gırnatanın sesi hoşumuza gider. Kemençenin sesi kanımızı coşturur, tulumun sesi içimizi kıpır kıpır eder. Türkülerde sözlerin önemi yanında onun çıkış amacına göre söylenmesi de önem arz eder. “Kapıları kapattılar yüzüme / Mahpushane gurbete benzemez…” sözleri söylerken çok keyifli bir söyleme beklenemez ama onlarda da bir adap, bir edep, düstur, sabır olduğu da gözden kaçmaz. Bizim türkü hayatımızda önemli yer tutan savaş türkülerimiz de vardır. Savaşlar türkülerimizde oldukça derin izler bırakmıştır. Türküler, bize o zamanın içinde bulunduğu durumdan haberler verir. Bunların çoğu yolcu etme, bekleyiş, özlem, acı haberler içeren türkülerdir. Günümüzde Türk dünyasında ki vatanları işgal edilen, vatanlarını terk etmek zorunda bırakılan, sürgün edilen, soykırıma uğrayan, bölünmeye zorlanan, şehit düşen, ya da gazi olan Türklerin yaşadıkları acılar adına başkaldıranların yazdıklarına dikkat çekmek is- tedim. Bunlarda, Balkan türküleri; “Tuna nehri akmam diyor / Kenarımı yıkmam diyor…” Kırım türküleri; “Vatanıma hasret oldum ey güzel Kırım…” ya da “Sivastopol önünde yatan gemiler…” Kerkük türküleri; “Ah Kerkük yüz ak Kerkük / Her zaman yüz ak Kerkük / Bilseydim düşmeseydim / Men senden uzak Kerkük…” ya da “Ana baba yurdumuz / Bilmedi kimse kadrimiz / Unudah öz derdimiz / Yanağ Erbil’e Erbil’e…” Edebiyatımızda Yemen türküleri önemli yer tutar, “Ano yemendir gülü çemendir / Giden gelmiyor acep nedendir…” ya da “Mızıka çalındı düğün mü sandın / Al beyaz bayrağı gelin mi sandın / Yemene gideni gelir mi sandın…” Son zamanlarda Karabağ üzerine yakılan türkülere bakılırsa ne savaşlar bitecek ne de onu sebep bilerek bizim türkü yakmamız. “Karabağ’da talan var / Meni derde salan var..” ya da “Anadır arzulara her zaman Karabağ / Danışan dil dodağım tar, keman Karabağ…” Hele Azerbaycan Türklerinin 1914’te yazdığı Ermenilerin yaptığı katliama karşı bir türküleri vardır ki unutulacak gibi değil. Sonunda bütün Türk dünyasına mal olmuştur: “Çırpınırdın Karadeniz / Bakıp Türk’ün bayrağına / Ah ölmeden bir görseydim / Düşebilsem toprağına…” Ve bizim savaş türkülerimiz: “Ordumuz gitti Muş’a dayandı…” ya da “Tıflıdır hastane karşıma karşı / Zalim düşmanların bomba atışı…” ya da “Yandı ciğer canan buna ne çare / Gitti de gelmedi canan buna ne çare…” ya da “Hoş gelişler ola / Mustafa Kemal Paşa…” ve “Seneler seneler kötü seneler / Gide de gelmeye ille bu sene…” diye seferberlik yıllarında yazılan türkülerimiz. Dilerim Mevla’m bir daha bu türküleri bize yazdırtmaz. Ah o türküler, bizim türkülerimiz; toprak kokulu, rüzgâr fısıltılı, yağmur sesli, kar beyazı, gül kokulu, kuş ötüşlü türkülerimiz… Türküler, Türk’ü anlatır, anamızdan emanet, düşmez dilimizden yanık bahtlı türküler; hasret türküleri, gönül telimizi titreten türküler, savaşların izlerini taşıyan, seferberlik türküleri, yol türküleri dinlediğimde dalar giderim uçsuz bucaksız bir âleme… İçimde bir şeyler depreşir de kimseye açamam hâlimi… Türküler hele o sevda türküleri, omuz omuza, kol kola, birliğin, varlığın anlatıldığı türküler… Ben bu türküleri neden sevdim?...■ 74 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 SALİH TURHAN Unkapanı kaynaklı icralar var ki, üç beş sanatçı dışında gerisi yetmiş iki milyonluk Türkiye adına ‘güruh’ diye nitelenecek türden. Sanat, sanatçı, repertuvar, şiir, güfte, form, eser, beste, jest, mimik, kültür, hitabet, üslup, tavır, sahne kıyafeti, genel estetik, mikrofon kullanma vb. konularda gülünecek dahası ağlanacak konumdayız. B ir halk edebiyatı nazım türü olan türkü, halk müziği içerisinde tür, form, biçim, şekil, tema vb. belirleyici özellikleriyle müzik sanatımız, kültürümüz açısından oldukça önemli yer tutmaktadır. Kadim devirlerden beri kam, baskı, âşık ve ozanların değişik Türk coğrafyalarındaki bir kısım beylik ve hanlıklar himayesinde sanatlarını icra eden hanende ve sazende geleneği ile Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren çeşitli yöntemlerle kayıt altına alınan türküler, beraberinde kendi kurumlarını da oluşturdu. Söz konusu bu kurumları, üç ana başlık altında toplayabiliyoruz: 1. Araştırma-Derleme Kurumları a) Resmî Kurumlar Bu başlık altında İstanbul Belediye Konservatuarı, Ankara Devlet Konservatuarı, TRT Kurumu Genel Müdürlüğü, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Mülki İdareleri birinci dereceden ilgili kurumlar olarak değerlendirebiliriz. b) Yarı Resmî Kurumlar Tüzel kişilikleri haiz çeşitli vakıf, dernek, kulüp, çeşitli başlıklarla faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları… c) Özel Şahıslar 75 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Türkü konusuna ilgi duyan her seviyedeki mahallî sanatçı, sanatçı, araştırmacı, derleyici, musikişinas, halk edebiyatçı, halk bilimci… Araştırma Kurumlarına Dair Değerlendirme Türkülerin derlenip toplanmasına ilişkin ilk kapsamlı çalışma 1926 yılında başlamak üzere İstanbul Belediye Konservatuarınca yapılır. Türkülerin ezgi ve metinlerini bir arada tespit etmek için derleme ekipleri oluşturulur, ses kayıt aletleri ile birlikte Türkiye’nin değişik bölgelerinde derleme çalışmaları gerçekleştirilir. Bu ezgiler o zamanın imkânları ile sade şekilde de olsa notaya alınarak yedisi eski Arap alfabesi ile olmak üzere toplam on dört fasikül / kitap hâlinde yayımlanır. Daha sonra, Ankara Devlet Konservatuarınca 1936’dan 1950’li yıllara kadar yapılan derlemeler var ki, bugün orijinal kayıtları Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı Arşivinde olup diğer iki kopyasından biri Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma Eğitim Genel Müdürlüğü Arşivinde, bir nüshası da TRT Kurumu Müzik Dairesi Arşivinde bulunmaktadır. Söz konusu bu arşiv malzemesinin bir kısmı -yaklaşık dört bin sözlü sözsüz ezgilik kısmıgünümüze kadarki dönemde hizmete sunulmuştur. İfade edilen, yaklaşık on bin ezgi ile ilgili rivayetler yıllardan beri dolaşıp duruyor. Derlenen bu malzeme yeterince gün ışığına çıkmadı, çıkartılamadı. Bu rivayetlerin tümü değilse de bir kısmı doğrudur. Şöyle ki; merhum Muzaffer Sarısözen’den sonra Konservatuar Arşivinden çok küçük araştırma istisnaları dışında- istifade edilmediği gibi eldeki malzemenin ne tasnifi yapılmış ne de ileride kullanılmak üzere yeni teknolojik ortamlara aktarılmıştır. Kurum ve şahısların istifadesi noktasında koyu taassubî bir engel söz konusudur. Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma Eğitim Genel Müdürlüğü Arşivinde, Konservatuar kadar olmasa da ona benzer bürokratik ve maddi formalitelerden dolayı ilgililer istifade etmekten imtina ediyorlar. İlk kuruluş yıllarındaki adı Millî Folklor Araştırma Dairesi olan bu kurum da değişik dönemlerde türkü konusunda saha araştırması yapmıştır. Kendi bünyesindeki personelle de malzemeyi hizmete sunmayı beceremediğinden cahilane bir yaklaşımla malzemenin üzerine oturup çocuksu bir hazla iftihar etmektedir. Ama bu kurumun Sayın Nail Tan’ın Genel Müdürlük döneminin (kongre, kurultay, sempozyum, araştırma, yayın vb. çalışmalar ile) verimli geçtiğini belirtmek gerekir. TRT Kurumuna gelince; TRT Kurumu Nida Tüfekçi, Yücel Paşmakçı, Mehmet Özbek ve şu an aynı makamda (Müzik Dairesi Merkez Halk Müziği ve Oyunları Şube Müdürlüğü) bulunan Altan Demirel dönemlerinde bu arşiv malzemesinden nispeten istifade ile bir kısım ezgiler notaya aktarılarak hizmete sunulmuştur. Ayrıca TRT Kurumu da kendi icralarında kullanılmak üzere, resmî araştırma ve derleme çalışmaları yapmıştır. Bazı valilikler kendi illeri ile ilgili özel araştırma derleme çalışmalarına ortam hazırlamaktadırlar. Yarı resmî kurumlar diye nitelendirilen üniversite, vakıf, dernek, kulüp gibi tüzel kişilikleri haiz kurumlarca, kariyer ya da hizmete yönelik araştırma, derleme çalışmalarını nitelik ve nicelikleri tartışılıyor olsa da dikkate almak durumundayız. Özellikle 1932-1952 yılları arasında faaliyet gösteren Halkevlerinin bu anlamda önemli hizmetleri olmuştur. Yukarıda zikredilen resmî ve yarı resmî kurumlara paralel bu işi kendisine şiar edinmiş ya da hobi olarak kendi adına araştırma, derleme yapan, sesli, görüntülü müzik kayıtlarından oluşan ve hatırı sayılır arşivler kuran bir kısım gönüllü insanı da yine bu manada hürmetle anmak gerekiyor. Örnek; Sivaslı Rıfat Kaya, Şanlıurfalı Halil Binbaşıoğlu, Abuzer Akbıyık, Sivaslı Kubilay Dökmetaş, Adıyamanlı Mehmet İmir, genç sanatçı Gürsoy Babaoğlu. Bu bölümde ismini zikredebileceğimiz ve kendi adına özel araştırma-derleme çalışması yapanlardan ilk akla gelenler ise şunlardır: Nida Tüfekçi (merhum), Yücel Paşmakçı, Ahmet Yamacı, Talip Özkan, Mehmet Özbek, Erkan Sürmen, Mansur Kaymak, Nihat Kaya, Muammer Uludemur (merhum), Hamit Çine, Salih Urhan, İhsan Öztürk, Soner Özbilen, Yaşar Doruk, Sabri Uysal, Musa Eroğlu, Rüstem Avcı, Hüseyin Yaltırık, İsmet Egeli, Durmuş Yazıcıoğlu (merhum), Süleyman Şenel, Doğan Kaya, Uğur Kaya, Ahmet Turan Şan, Salih Turhan, Şemsettin Taşbilek, Orhan Gazi Yılmaz, 76 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 TRT ve özel kanallarda son yıllarda yapılan en fazla üç beş TV yarışması hariç hepsi saçma sapan pespaye icralardan ibarettir. Hem nicelik hem nitelik açısından koca Türkiye’yi utandıracak cinstendirler. Hale Gür, Havva Karakaş, İbrahim Can, Sümer Ezgü, Bülent Aslan, Mehmet Öcal, Oktay Öztürk, Tanju Ozan, Murat Karabulut, Süleyman Yıldız. 2. Eğitim Kurumları a) Devlet Konservatuvarları Bugün için Türkiye’de devlet ve vakıf üniversitesi olmak üzere yaklaşık 130 üniversitenin 40’ınına yakınında ya konservatuar ya müzik eğitim fakültesi ya da güzel sanatlar fakültesi mevcut. Hatta bazı üniversitelerde, hem konservatuar hem de müzik eğitim fakültesi var. Bilindiği üzere konservatuarların birinci görevi sanatçı-icracı yetiştirmektir. Genel olarak, aynı statü ve aynı amaç doğrultusunda kurulan Devlet Konservatuarlarının her biri ayrı telden çalıyor. Kadro, sınav yöntemi, müfredat, eğitim-öğretim yöntemi vb. konular da hak getire. Mezunlarının birçoğu ne bir enstrümanı iyi derecede çalabiliyor ne şarkı türkü söyleyebiliyor ne de teorik bilgilerden haberdarlar. Mezun olup da çok iyi durumda olanlar incelendiğinde ise başarının okuldan değil, özel yetenekten kaynaklandığını anlıyoruz. b) Özel Konservatuvarlar Örneğini İstanbul’da Müjdat Gezen Okulu olarak bildiğimiz konservatuarın disiplinli bir kurs olduğunu gıyabi olarak duyuyoruz. Henüz oradan mezun olan bir virtüöze rastlamadık. c) Müzik Eğitimi Fakülteleri Müzik öğretmeni yetiştirmek üzere kurulan bu bölümlerin atası 1926 yılında kurulan “Musiki Muallim Mektebi” bugünkü banisi Gazi Üniversitesi Müzik Eğitim Fakültesidir. Devlet üniversiteleri bünyesinde bulunan bu okullarda istisnaların dışında çoğunlukla Türk müziğinden bîhaber öğretmenlerin yetiştiği belli. Bu iddianın somut göstergesi; liseyi bitiren yüz binlerce genç ne doğru dürüst bir gam yapabiliyor ne İstiklal Marşı’nı düzgün bir sesle okuyor ne de memleketine ait bir türküyü söyleyebiliyor. d) Güzel Sanatlar Fakülteleri İçerisinde fonetik ve plastik sanatları barındıran bu eğitim kurumlarının da henüz ne yaptıkları ülkenin kültür ve sanatına ne gibi müspet neticeleri olduğu anlaşılmış değildir. e) Güzel Sanatlar Liseleri Türkiye’de geç kalınmış bir uygulama olarak yaklaşık on yıl önce kurulan Güzel Sanatlar Liseleri, resim ve müzik dalında eğitim-öğretim yapmaktadır. 2009-2010 döneminden itibaren de sporun da eklenmesi ile üçlü bir statü yüklenmiştir. Ülke genelindeki sayıları 60 civarında bulunan bu okullar, henüz emekleme dönemindedirler. Bunu üniversite özel yetenek sınavlarındaki mezunlarının porte ile portrenin ayrı kavramlar olduğunu bilmeyişlerinden anlıyoruz. Dünyada bir iki ülkede uygulaması olan sanatla sporun aynı çatı altında eğitiminin yapılması nasıl bir sonuç verecek, zamanla göreceğiz. f) Belediye Konservatuarları Türkiye’deki atası Osmanlı dönemine ait olan Darül Elhan ve Cumhuriyet döneminde uzun yıllar İstanbul Belediye Konservatuarı olarak hizmet veren kurum, Türk müziğinin (THM ve TSM) araştırma, derleme, eğitim-öğretim ve icra konularında birçok başarıya imza atmıştır. Özellikle 1976 yılına kadar Türk müziği (THMTSM) sahasında eğitim veren konservatuarların olmayışı yarı zamanlı statüde eğitim veren Belediye Konservatuarlarının doğmasına sebep olmuştur. Bu anlamda Bursa, Samsun, Adana, Kayseri ve tarafımdan kurulan Ankara-Etimesgut, Keçiören, Sincan Belediye Konservatuarlarının mütevazı hizmetlerini bu çerçevede zikretmek gerekir. g) Halk Eğitim Merkezleri İl Millî Eğitim Müdürlüklerine bağlı faaliyet gösteren Halk Eğitim Merkezlerinin çeşitli branşlardaki vermiş olduğu müzik kurslarını eğitim 77 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 adına değerlendirmek mümkün. h) Vakıf, Dernek, Kulüp, Kurum / Kuruluş Bu kurumlar daha ziyade bünyesinde bulundurdukları çeşitli düzeydeki topluluk ve korolarla repertuvar ve konsere yönelik çalışma yaparlar, bunun yanında kısmen de olsa verilen teorik bilgilerle eğitime katkı sağladıkları düşünülebilir. i) Resmî ve Özel Müzik Kursları Millî Eğitim Bakanlığının ilgili yönetmeliğince kurs programı uygulayıp sınavlarını buna göre yapan kurumlar ile tamamen özel müzik kurslarını bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Bu kurslar daha ziyade Güzel Sanatlar Liselerine, çeşitli müzik okullarına ön hazırlık ya da hobi düzeyindeki hizmetlere yöneliktir. Eğitim Kurumlarına Dair Değerlendirme Bu alanda hizmet veren, her seviyedeki resmî, yarı resmî, özel kurum, kuruluş ve özel kişilerin iyi niyetinden şüphe duymak yanlış olur. Ancak, istisnalar hariç birçoğunun amacı ve hedefi belli değil. Amaç ve hedefi belli olmayan hiçbir işin de başarıya ulaşması mümkün değildir. Eğitim konusunda her kurum, her kuruluş, her eğitici belge / diploma verdiği, yetiştirdiği başarılı öğrencileri ile kendi başarı düzeyini ölçebilir. Eğer bunlar yoksa, eğitici, kişilerin zamanını ve parasını boşu boşuna heba etmemelidir. 3. İcra Kurumları Türkü ile ilgili ilk resmî icra kurumu, Muzaffer Sarısözen’in 1941 yılında oluşturduğu “Yurttan Sesler Topluluğu”dur. Ankara Radyosunu müteakiben İstanbul, İzmir ve Erzurum radyoları bünyesindeki topluluklar izlemiştir. Yine TRT Kurumu bünyesinde kaşeli (program başı ücret ödenmesi) olmak üzere Çukurova ve Kars Radyosu bünyelerinde de bir dönem mahallî sanatçılarla programlar üretilmiştir. 1985 yılında, ilki Ankara’da, Mehmet Özbek yönetiminde Kültür ve Turizm Bakanlığı Ankara Devlet Türk Halk Müziği Korosu kuruldu. Devamında Sivas, Şanlıurfa, İstanbul’da Halk Müziği Topluluğu, Ankara ve İzmir’de Türk Dünyası Müzik Topluluğu ile Kırşehir ve Kırıkkale’de diğerlerinden farklı (4B) resmi statülü 15’er kişilik küçük müzik toplulukları kuruldu. Bu topluluklar içerisine dışarıda bu alanda temayüz etmiş sanatçılardan bir kısmı da solist sanatçısı ile dâhil edildi. Bunlar; İzzet Altınmeşe, Belkis Akkale, Musa Eroğlu, Recep Kaymak, Bedri Ayseli, Süreyya Davulcuoğlu, Kâmil Sönmez, Yavuz Top, Canan Başkaya, Şeref Taşlıova, Murat Çobanoğlu (merhum). Bir Başka Müzik Topluluğu; Temeli, Sadi Yaver Ataman tarafından atılan hatta Muzaffer Sarısözen’in Yurttan Sesler Topluluğu’ndan önce kurulan ve daha sonra oğlu Adnan Ataman tarafından devam ettirilen İstanbul Belediye Konservatuarı icra heyetidir. Halk müziği adına önemli hizmetleri olan Kurumun teknik kadrosu bugün çok eksik durumdadır. Bu resmî kurumlara paralel olmak üzere İstanbul, Ankara, İzmir ve diğer birçok şehir ve ilçede Valilik, Belediye, Halk Eğitim Merkezi, Vakıf, Dernek, Kurum, Kuruluş bünyesinde icraya yönelik koro, topluluk, ses, enstrümanların kullanıldığı halk müziği icrasına yönelik faaliyetler söz konusudur. Ayrıca bu alanda kendisini bulunduğu kültür sanat ortamında hoca konumunda gören binlercesi de bu konuda kendi meşrebince icraya yönelik katkı sağlamaktadır. TRT ve özel kanallarda son yıllarda yapılan en fazla üç beş TV yarışması hariç hepsi saçma sapan pespaye icralardan ibarettir. Hem nicelik hem nitelik açısından koca Türkiye’yi utandıracak cinstendirler. İcra Kurumları ve İcraya Dair Değerlendirme TRT Kurumu; merhum Sarısözen’le başlayan “Yurttan Sesler Topluluğu”, kuruluşundan 90’lı yıllara kadar başarılı biçimde misyonunu devam ettirdi denilebilir. O tarihlerden biraz önce devreye girmiş olan özel TV ve radyolar karşısında daha ziyade sunum ve tema konusunda refleks geliştirmediğinden, ayrıca sanatçılarının kurum dışı icralarına izin verilmediğinden dolayı fonksiyonunu yitirdi. Reyting telaşına kapılıp kamu yayıncısı olduğunu unutan her yönden özel radyo, TV ve icralara özenmeye başlandı ve bugünkü noktaya gelindi. 1985 yılında siyasi otoritenin tasarrufu 78 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 doğrultusunda sanat faaliyetlerinin Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde toplanmasına karar verilmiş olmalı ki devlet koroları ve toplulukları şeklinde bu çatı altında yaklaşık 250 sanatçı hâlen icrayı sanat yapmaktadır. Gerek kuruluşunda gerekse daha sonraki yıllarda siyasi ve özel tavassutlarla alınan sanatçıların istisnasız yarısı yetersiz olduğu için geleceği de karanlıktır. Mehmet Özbek yönetimindeki Ankara Devlet Türk Halk Müziği Korosunun ilk on yılını başarılı sayabiliyoruz (1986-1996). Bunun dışında bu koro ve topluluklar sıradan festival, şenliklerle avunmaktadırlar. Tüm bunların yanında Unkapanı kaynaklı icralar var ki, üç beş sanatçı dışında gerisi yetmiş iki milyonluk Türkiye adına ‘güruh’ diye nitelenecek türden. Sanat, sanatçı, repertuvar, şiir, güfte, form, eser, beste, jest, mimik, kültür, hitabet, üslup, tavır, sahne kıyafeti, genel estetik, mikrofon kullanma vb. konularda gülünecek dahası ağlanacak konumdayız. Sanatçı diye takdim edilenlere dair kritik yapacak olursak; “semah” okurken kalçasıyla, elleriyle ritm, alkış tutturan bayan solistler; “Dardayım ben dardayım / Dört duvar arasındayım (Hapishane)” türküsünü hareketli final eseri seçip konuk sanatçıları ile birlikte stüdyo konuklarına göbek attıranlar, kendisini ülkenin bir numaralı sanatçısı sayıp da sıradan konuklarına; “Benim sesim senden daha tiz.” diye diapozon denemeleri ile ses yarışına girenler, sunucunun; “Sigara içiyor musunuz?” sorusuna; “Maalesef, içmiyorum.” diyen sanatçılar! Sunucunun programını sunduğu sanatçının sıradaki türküsünün bir “Tatyan Havası” olduğunu anons ediyor ve okuyacak sanatçıya soruyor; “Sayın ………. şimdi okuyacağınız Tatyan’ın ne demek olduğunu seyircilerimizden merak edenler için açıklar mısınız?” Cevap; “Şimdi okuyacağım türkü bir Tatyan’dır.” İlmi(!) cevabını veren sanatçı… Irak-Türkmen şivesiyle “Kalenin-Kal’anın dibinde bir taş olaydım” yerine; “Kal’anun …….” diyerek, Kerkük türküsü okuduğunu zanneden ya da her Kerkük türküsü arasına mecburmuş gibi vay vay, baba, aha kelimelerinin konmasının gerekliliğini zanneden zavallılar, sahnede derviş selamı verenler, mikrofonu koltuğunun dibine koyanlar, bin voltluk elektrik çarpmış gibi titreyenler, akli dengesini yitirmiş meczuplar gibi duygulu icra adına garip hareketler yapanlar, yirmi, yirmi beş yaşında olup da ‘iki yüz bestesi olduğunu söyleyenler, sahnede, TV’de dört düğme açıp göğsünün kıllarını gösterenler, cehaletini şekille salamaya çalışarak küpe, papyon, top sakal, kot pantolonla halkın huzuruna çıkanlar, halkın saf duygularını suiistimal etmek üzere zoraki hayranlık uyandırmak için koruma, menajer, paralı göstermelik fanatikleri etrafında bulunduranlar, okuduğu şarkının, türkünün ezgi ve temasından haberdar olmayan zavallılar, sözüm ona, yorum adı altında cahilce karakteristik ezgi kalıpları ile oynayanlar, iki kelimeyi bir araya getiremeyip de TV, radyo programı sunan türkücüler kompleksinden ya da yetersizliğinden dolayı kendilerinden daha yeteneksizleri konuk olarak çağırıp ezmeye çalışanlar, hobi seviyesinde birçok insanın düzeyinde olmasına karşın sırf siyasi, ideolojik çevrelerce sahiplenilen bir şekilde yazılı ve görsel iletişim araçları ile kof şöhret konumunda olanlar, normalde sesi olmadığı hâlde teknoloji gölgesine sığınan zavallılar, birilerinin dostu postu (kadınlar için geçerli) konumunda olan zavallılar vb… İşte her şeye rağmen, belirli konularda saygınlığı olan yetmiş iki milyonluk Türkiye’nin müzik kurumları ile ilgili araştırma, eğitim ve icra! Sonuç Dünyada birçok ülkede ölü olan halk müziğine karşın ülkemizde her yönüyle çok zengin ve renkli bir konuma sahip türkü kültürü etrafında oluşmuş kurumlar ve bununla iştigal eden şahıslar oturup düşünmeli ve de refleks geliştirmeli. Konunun esas muhatapları bellidir. Bunlar, topu taca atamazlar. Devletin bütçesinden sağlamış oldukları mali, fiziki, teknik imkânlarla Türkiye’ye yakışır işler, projeler yapmak durumundadırlar. Şayet yapamıyorlarsa bunun adı bilgisizlik ve beceriksizliktir. Devlet, sağladığı imkân nispetinde bu kişi ve kurumlardan hesap sormalıdır. Buna rağmen netice alınamıyorsa her türlü bürokratik ve özel menfaate yönelik gereksiz dirençler bertaraf edilerek, çok daha düzeyli, çok daha ekonomik olacak özel sanat projelerini destekleme yolu denenmelidir. Ülkemizdeki tüm araştırma, eğitim, icra kurumlarına, Azerbaycan’ı, Özbekistan’ı hatta Türkmenistan’ı örnek almalarını öneriyorum.■ 79 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Hicran manifestosu OSMAN KOCA G idiyor Müzeyyen. Şaka değil. Toplamış pılını pırtını. Eşikte bekliyor beni. Göğsü hızla çarpıyor. Şaka olsun için, rüya diyerekten kapıyorum gözlerimi. Siyah, simsiyah kokuyor nefesim. Korkuyorum. Hazır değilim. Ne hazırı! Onsuz yapamam. Bunu o da biliyor. Gitme demek geçiyor içimden. Ayaklarına kapanıp yalvarmak ve boğazımı patlatırcasına seni seviyorum diye haykırmak. Ne ki bi şeyler düğümleniyor içimde. Tepeden tırnağa zangır zangır titriyorum. Gitmelere alışık değilim ben. Hele hele Müzeyyen’siz asla yaşayamam. -Gidiyor musun gerçekten? Dönmeyecek misin bi daha? Katran yüklü gece. Bulutlar ağlamaklı. Ağır havası dehlizin. Genzimi yakan, içimi kasıp kavuran gelgit düşüncelerin tazyiki altında enikonu bunalıyorum. Kapüşonunu geçirip atkısını doluyor boynuna. Sırtımı dönüyorum. Bir bebek gibi, çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorum. Dokunsalar devrilecek kadarım. Duygularım hercai, allak bullak kafam. Giderse, özkıyım kaçınılmaz. Kapıdan çıktı mı nefes almak bana haram. Çok sevdim onu. Ne çok sevdim hem. Dile kolay altı yıldır beraberiz. İlk tanıştığımız gün, dün gibi hatırımda. Yine böylesi yağmurlu bir havada, neon lambalarının titrek ve kesik karaltısında Üsküdar’dan geliyordum. Lodos hırçın mı hırçın. Martılar yatsıya çekilmiş. Sular kabarıp taşmakta. Müzeyyen en arka koltukta, masada duran romanı okuyor. İlk göz ağrısı, göz sağrısı derler. Bir bakışta vurulmuştum. Az uz, öyle böyle değil; aksine fena, müthiş vurulmuştum. Kaynağını bilmesem de içimde sökün eden duyguların tahakkümü altında tuhaf olmuştum. Akça pakça yüzü, çivit gözleri, altuni küt saçları bir bir işlenmişti genlerime. Aşk kokuyordu hava. İçim içim, sırım sırım aşk. Nasıl indiğimi, peşi sıra otobüse neden bindiğimi, evine kadar onu niçin takip ettiğimi bilmeksizin tam iki saati yollarda kat ettim. Aklını pazara çıkaran avare gibi, sersem ve andavalca dolandım durdum. Islandım, sırılsıklam oldum. Çöken avurtlarıma, titreyen bacaklarıma, narçiçeği yanaklarıma aldırış etmeden o gece hep onu düşündüm, rüyama misafir ettim. 80 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Hayaliyle her gece coşuyor ve fakat her sabah gerçeği karşısında süklüm püklüm oluyordum. Nice şiirler, mektuplar buruş buruş oldu heyecandan ıslanan avuçlarımda. Açılamadım bi türlü. Açılamadıkça daha bi büyüdü içimdeki sevgi. Öyle ki haftasına varmadan ulaşılmaz, ulaşılamaz sevgilim oluverdi. -Müzeyyen, lütfen… Lütfen Müzeyyen… Yüreğim kan ağlasa da belli etmeyeceğim. Düştüğümü görsün istemiyorum. Ah Müzeyyen, ne çok sevdim seni ben. Beni bırakıp, terk edip gidersen… -Oğuz, çıkıyorum ben. Çık demesem, çıkma diye inlesem… Ne fayda! İler tutar yanı olmayan çıtkırıldım bir düşün kekremsi tortusunda boğuluyorum Müzeyyen. Anlıyor musun, boğumlanıyorum. Biliyorum birazdan gideceksin ve fakat gölgen beni bekleyecek. Eşiğe sinecek kokun, anıların terk etmeyecek. Olsun git. Ben, sensiz; evet ben, sensiz… Kahretsin, yaşayabilmem… Gidiyor musun Müzeyyen? Bunun şaka olduğunu söyle yalvarırım. Hiçbir şey olmamış gibi, hiçbir şey yaşamamışız gibi böyle sorgusuz-sualsiz gitmeyeceksin di mi? Az-biraz oyalan bari. En azından bi çay içimlik olsun, bekle… Ben de bekleyeyim. Bekleşelim bi çaylık. Bi koşu gidiveririm mutfağa. Ketılı hazırlar, sana o çok sevdiğin adaçayını hazırlarım bi solukta. Sen meraklanma. Yaparım. Hatırlıyor musun? Sinemadan döndüydük. Yorgunduk. Koş Lola Koş’u izlemiş ve Lola’ya inat afacan çocuklar gibi sinemadan eve kadar hiç mola vermeden koşmuştuk. O akşam ne kadar da mutluyduk. Karşılıklı kanepelere uzanıp saatlerce evet saatlerce gözlerimizle konuştuyduk. Eriyorduk. Sevmenin-sevilmenin, sevenle sevilenin aşkına dışın dışın ağlaşıp ne de tatlı hayaller kurduyduk. Ve ben kalktıydım. Sana ada, kendime paşaçayı hazırladıydım. Ve biz sanki aşkı içişir gibi, çaylarımızı içişmenin heyecanıyla nasıl da coşup taşmıştık. Dış kapıya döndü Müzeyyen… Gidecek… Kararlı… Bi veda, kıyacak canıma; zamansız bi rest, darmaduman edecek kırılası kafamı. Gitme Müzeyyen, ne olursun gitme diye bar bar bağıracak kalbim. Ne ki dilim elvermeyecek söylemeye. Hüzünbaz yanlarımı beraberinde götürecek. Ve ben kahrolunmuşluğun iflah tanımaz sınırlarında bir berduş, meczup gibi yana yakıla türküler çığıracağım. -Hadi git Müzeyyen. Belki bi daha bulamayacaksın beni. Belki sıradan bir gazetenin üçüncü sayfa kepazeliğine bulaşık edeceksin beni. Bazı bazı geleceksin başıma. Kah iyicil, kah kötücül anılarımızı sereceksin yatağıma. Güç bela doğrulacağım yerimden. Can havliyle yakaracağım sana. O çok sevdiğimiz dönülmez akşamın ufkunu seyre dalacağız ve ben kan tüküreceğim asfalta. Sen ise bi gidimlik dürtüler içinde beni bi başıma bırakacak ve onatsız hülyalar içinde sırra kadem basacaksın… Öyle mi? Bak işte kayıyor yıldız. Dünya kayıyor ayaklarımdan. Palas pandıras çıkmalıyım dışarı. Uzanmalıyım göğe. Ellerim değmese de gözlerim yapışmalı yakana. Fakat ilenmemeliyim asla. Göğsümü yara yara kanatacağım adını. Seni kalbime gömmenin huzuru içinde uzun, upuzun bi uykuya dalacağım. Şafakla gireceksin ruhuma. Okşayacaksın siluetimi. 81 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 İşte o zaman ben, delişmen yüreğimi yuvasından söküp sana uzatacağım… -Seni sev… Müzeyyen! Ne zor söylemek. İlmek ilmek yaşa, dirhem dirhem konuş… Konuşabilirsen… Yutkunamıyorum, daralıyorum, nefes alamıyorum. Sızlıyor burnumun direkleri, genzim yanıyor, yüreğim kanıyor, gözlerim yaşarıyor. Bak işte nasıl da tir tir titriyorum… Kapıyı yavaşça araladı. Sokak lambasından sızan ışıkla loşlaştı dehliz. İçim bi hoş oldu. Fırtınalar koptu ruhumda. Buğulu gözlerle bakıyorum ardından. Duruyor, hareket ediyor… Kımıldıyor, duruyor… Gidiple gelmek arasında bocalıyor sanki ve ben umut tazeliyorum. Gitmesin için habire dua ediyorum. Gelsin diye yalvar yakar dilim. Yatsı ezanı okunuyor dışarıda. Kutsi bi havayla tütsüleniyor migrene yanık başım. Bi an duraksıyor Müzeyyen. Sırtı inip inip kalkıyor. Başını çeviriyor ağır ağır. Bakacak… Bana bakacak… Ve ben, ateşe maruz kalan buz gibi erim erim eriyeceğim. -Hadi bak Müzeyyen. Gözler asla yalan söylemez… Söyleyemez… Yemin olsun bu kez; kançanağı, buğulu gözlerimi kaçırmayacağım gözlerinden. Pusatsız, duldasız, üryan duygularımı devşireceğim. Kanaviçe gibi örgüleşip küt saçlarına konacağım. -Bu, sende kalsın… Titredi sesi… Elleri de… Kalsındı kalmasına, hem gitmesindi… -Bende kalsın. Titredi sesim... Ellerim de… Baktım, yandım, kahroldum… Ezildikçe ezildim… Üsküdar dönüşü vapurda martılara simit atarkenki fotoğrafımız. Onda mont, bende yağmurluk. Yanaklarımız apal… Sevincimiz apak… Gitti… Beni acılarımla, sancılarımla, ezik halimle bi başıma bırakıp… Çisentili yağmura ağladım alık alık… Karman çormandı düşüncelerim… Bi gün, evet bi gün bu enkazın altında kalacağımı biliyordum. Adım gibi, biliyordum… Ne ki hazırlıksız yakalanmak… Ve sevdiğini bi daha göremeyecek olmanın ayırdına varmak… İşte bu müflis yaşantı, özkıyıma gebedir…■ 82 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 KUKLA VE KİTABE Bu kuklalarda neyin nesi. Solgun Yüzleri. Taşınan ruhları olmalı Sağlam kutular içindeki. Güneşin doğduğunu söylesem inanmazlar ki. Bir papağan bana bakıyor. Kendine söyleneni Söylüyor. İnat içinde. Ellerim bana uzak Çocuklara alkış tutan, umut olan. Şimdi kalbim kanıyor solgun bir resimde Yağmur hafif hafif yağıyor Saçlarımı unutuyorum kan ter içinde. İşte yanıyor titreyen boş odalar Bu kitabeler kurtuluş kapısı olacak Arkasından şiirler yazılacak Siyahın beyazdan ayrıldığı vakit Kuklacı ilk görüldüğü yerde vurulacak. Dilini yutmuş adam. Pişmanlıklar içinde Alnını süslü cama dayamış. Bir harfe takılmış Yalnızlıklar içinde dönüp duruyor. Kukla Ben miyim diyor ipin ucunu kaptıran şeytana Daldığım bu tatlı rüya. Kukla kendisi olmaya kararlıydı Kitabedeki eski yazıları okudukça Az kalmıştı kendine kavuşmaya Masmavi bir gökyüzü altında Görmeseydi tuhaf bir rüya Dünyanın muammasında Islak gölgelere kanmasaydı Kendisi olacaktı. BÜNYAMİN DOĞRUER 83 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 İSMAİL BİNGÖL B ir hüzün meltemi, bir esrik bakış yakaladı akşamla gecenin arasında… Bir ince sızıyla sarsıldı yüreğim... Zamanın ortasında öylesine kalakaldım. Bir efkâra tutulmuş hislerimi, bir türkünün ta derinlere ulaşan, yakan, kavuran sözleri ve yine en az onun kadar tesirli nağmeleri kül etti. Akılla yürek arasında kararsız kalanların büyük tereddüdü, iflah olmaz çelişkileri karşısında âdeta eridim, kendimden geçtim. Takatten düştüm, gözlerim buğulandı, soluğum kesildi, bağrımı sancı istila etti, gövdemi ateş bastı. Serinlemek için boz bulanık akan çaylara atasım geldi kendimi… Yüzyıllar ötesinden esip gelen sitem rüzgârları, nasıl olur da hâlâ gücünü bu kadar korur? Bir türkünün mısraları arasına sıkıştırılmış bu hicran, kavuşamama karşısındaki bu hüzün, bu vurgun yemişlik nasıl olur da bu kadar tesir eder insana? Nedir bunun sırrı, nedir bundaki sihir ve nedir bundaki güç? Dille anlatılması, kelimelere dökülmesi, hikâye edilmesi zor durum… Ancak türkülerle aranız iyiyse ve bu konuda biraz da düşünme zahmetine katlanırsanız, az önceki sorulara bir cevabınız olabilir. Benim cevabım ve buradaki sır ve sihir şu ki; atalar mirası, yüreğin yarası türküler; anlayarak, düşünerek, hissederek dinlendiğinde, dokunanı işte böyle yakıp geçiyor. İşin özeti belki de bu… Kavgamızla inletirken meydanı, sevdamızla ağlatırken duyanı; çınlamış göğümüzde türküler… Bazen isyanlarımıza arka çıkmış, bazen bir su olup dere tepe aşarak, diyardan diyara dolaşmış… Bazen bir gülün yaprağında açmış türküler... Bazen turna kanadında sevgiliye mektup götürmüş, bazen mazlumların elemlerini dile getirmiş, bazen sözleriyle zalimlere cevap olmuş türküler… Bazen bir gelinin ağlayışına eşlik etmiş, bazen bir gelinciğin boynu büküklüğüne… Hani şair Vahap Akbaş da diyor ya “Mızrapla Tel Arasında” adlı şiirinde: Bağlamamın tellerine Üveyikler konar balam Yüreğimiz melül mahzun Türkülerde yunar balam Gönlümüzün mihverinde Sevda filiz verdiğinde Mızrapla tel arasında Gayri zaman donar balam Kara kışın ayazında Dudakta söz buz olanda Bir muhabbet alazında Ah bu şair yanar balam Güzelliği, görkemi, insanlığı çağrıştıran inceliğiyle; asırlardır yurdumuza, toprağımıza, evimize barkımıza mihman olmuş; gâh yüreğimizi ferahlatmış gâh 84 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 bizi birbirimize bağlamış türküler… Gâh ağıt olup acımıza konmuş gâh sevgi olup yüzümüzde parlamış; gâh ayrılanların üzüntüsünü gâh kavuşanların sevincini temsil etmiş türküler… Öleni yiteni, geçip gideni, ağlayanı güleni, daha başka birçok şeyi hatırlatmadan geri durmamış ve bunları; kültür ve zihin coğrafyamıza silinmeyecek bir şekilde kazımış türküler… Ve bütün bunların sesini duymadan, duyurmadan, adına kayıt düşmeden geçip gitmemiş türküler… Sözleri ve nağmeleriyle esip gitmiş Anadolu coğrafyasında bir baştan bir başa… Gece denmemiş, gündüz denmemiş; söylenir olmuş yedi iklim dört köşede… Bazen Ağrı’nın doruklarından ses vermiş, bazen Allahüekber’i mekân tutmuş; orada sonsuza kadar, vatan uğruna can vermenin büyük kıvancıyla yatacak olan ulu şehitlerimizden, bıyıkları henüz yeni terlemiş civanlardan haber getirmiş. Bazen Aras boylarında gezinmiş turna katarlarıyla; bazen çekmiş gitmiş ta Hazar’a ve daha ötelere… Bir mısraı Ardahan’ın payına düşmüş türkünün, bir mısraı Iğdır’a… Bir kıtasıyla serhaddı bekleyen Kars’ın derdini taşımış ırmaklarca, vadilerce doğudan batıya… Bir kıtası; Erzurum’dan Erzincan’a ulaşmış, bir kıtası Bayburt’ta bir güzele kul olmuş, bir kıtası Sivas’ta bir âşığın sazından dökülmüş; sesinden ses, renginden renk, nakışından nakış vermiş duyana, işitene, dilinden anlayana… Mahmur bir geceden kalkmış, özge bir gündüze hayal uçurmuş, bu toprağın sesini duyurmuş, gerçeğini bildirmiş; oradan öteye sevgiliye sitem, sevene dil olmuş türküler… Ve daha nice yerde durmuş, dinlenmiş; nice yeri inletmiş, kaç yüreğe inci dizip kaç yüreğe gözyaşı akıtmış türküler… Nesilden nesile bozulmadan aktarılmak suretiyle, dilimizin sade ve berrak bir hâlde günümüze kadar gelmesinde önemli pay sahibi olan… Erliğimizi, mertliğimizi bütün bir cihana anlatan; kültürümüzün sacayaklarından biri olarak bizleri yüce bir millet olmanın şuuruna vardıran ve bütün bunların gönencini yaşatan türküler… Bazen; yüreğe sığmayıp taşan, akacak yer bulamayan ve dokunduğunda yakan bir büyük isyanı yüklenir gönlümüzün tercümanı türküler… Yıllar yılı kor ateşlerde pişerek sevda çekilen, uğruna bin cefaya tahammül gösterilip, çileden geçilip, her acıya göğüs gerilen sevgili; bütün bunları elinin tersiyle bir yana itip vefasızlık ederek, bir anda çekip gitmiş ve ellerin olmuştur. Âşık için anlatılması ve katlanılması çok zor bir acıdır bu… Ferhat olup; bu hışımla, bu hınçla, bu hüzünle; gürzüyle vurup dağları yarmak ister âşık… Kerem olup; bu acıyla yanmak, kavrulmak, kül olmak ister ki; belki bir kıvılcımı da ona erişsin ve onu da yaksın… Köroğlu gibi; bağrını dağlayan ateşle Çamlıbel’de nara savurmak ister… Ne hazindir ki; verilen sözlerin yerine getirilmesi için, dağları aşıp, yıllarca gurbet elleri mesken tutan âşığın düşündüklerini yapması mümkün değildir. Hem de faydası da yoktur bundan sonra yapacaklarının… Zira ortada; ne sevgili kalmıştır kavilleştiği ne de ünü dört bir yanı tutan sevda… Bütün bunların önem arz etmediği kişilerce, “uğruna ölümlere gidilip gelinen”, uzak bir diyara göçürülmüş ve ellerin olmuştur. Artık olan olmuş ve bu durum ağır bir yük gibi merhametli yüreklere oturmuştur. Ne yazık ki onların da; çaresi imkansız bu dert yüzünden âşığın yüreğinden kopup gelen feryada verecek cevapları yoktur. Ömür çiçeğini sevda yolunda solduran kederli âşık; ıstıraplarını söze ve nağmeye dökerek, bunun hesabını en yakınındakinden bir türkü vasıtasıyla sorar ve yüzyıllar öncesinden bir ayrılığın hikâyesini bizlere ulaştırır. Hem öyle ki söyledikçe zaman ortadan kalkar, mekân o mekân olur ve bu türkü; daha nice bunun gibi kavuşamayanların, yâri başkaları tarafından alınan kişilerin hâline tercüman olur. İşte bir türkü ki… Tertemiz bakışlardan süzülüp yanaklardan aşağı türkü sadeliği ve yürek delici bir nağme eşliğinde inen gözyaşlarıyla; kavuşamamanın, vuslata erememenin resmini ne de güzel çiziyor. Şakir Şener’den alınan Bayburt türküsünde olduğu gibi… Hani diyor ya türküyü yakanlar: Odam kireçtir benim Yüzüm güleçtir benim Soyun da gel yanıma Terim ilaçtır benim Baba ben derviş miyem Kürkümü giymiş miyem Ben sevdim eller aldı Niye ben ölmüş müyem Söylendikçe dillenir, dillendikçe yayılır Anadolu coğrafyasına bu türküler… Atalar mirası gönül yarası türkülerimiz… Ve bilinmelidir ki bu coğrafyayı yurt tutanlar; dilinin ve türkülerinin kadrini bildikçe, daha nice yıllar söylenip dinlenecektir. ■ 85 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 ÖMER FARUK YALDIZKAYA T ürkçe söylenmiş şiir anlamına gelen “Türkü”nün “Türkî” sözcüğünden geldiği görüşü bilim adamları tarafından genel olarak kabul edilmektedir. Yani, “Türk” kelimesine Farsça “-î” ilgi ekinin getirilmesiyle meydana gelmiştir. “Türk’e has” anlamına gelen bu söz, halk ağzında “Türkü” şekline dönüşmüştür. İslamiyet öncesi Türk edebiyatında genel olarak ezgi ile söylenen şiirlerin, başka bir ifade ile türkü ve koşmaların genel adı “yır” olup Divanü Lûgati’t -Türk’te ise bu kelime “ır”[1] şeklinde geçmektedir. Türkü sözüne, bazı Türk boylarında, bugün, aşağıda sayacağımız kelimeler karşılık olarak kullanılmaktadır. Türküye; Azerbaycan Türkleri; mahnı, Başkurt Türkleri; halk yırı, Kazak Türkleri; türki, türik, halık eni, Kırgız Türkleri; eldik ır, türkü, Özbek Türkleri; türki, halk koşiği, Tatar Türkleri; halık cırı, Türkmen Türkleri; halk aydımı, Uygur Türkleri; nahşa, koça nahşisi,[2] Kumuk 1. Divanü Lûgati’t-Türk Dizini “Endeks”, (çev: Besim Atalay), IV. Cilt, 3.bas. TDK yayını, Ankara, 1991. 2. Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü I, Ank., 1991, s. 908-909. Türkleri; yır,[3] Nogay Türkleri; yır,[4] Karaçay – Malkar Türkleri; cır,[5] Irak Türkleri; beste, mahnı, halk türküsü,[6] Gagauz Türkleri türkü,[7] Tuva Türkleri; kojamık,kojañ,[8] Saha (Yakut ) Türkleri; ırıa,[9] Kosova Türkleri; türkü,[10] Bulgaristan Türkleri; türkü,[11] Altay Türkle- 3. Dr. Çetin Pekacar, Kumuk Türkleri Edebiyatı, Türk Dünyası El Kitabı, IV. Cilt, 3.b., Ankara, 1998, s.320. 4. N.A. Baskakova (Red.) Rusşa-Nogayşa Slovar’, Moskova, 1956, s.420 5. Dr. Wilhelm Pröhle (çev. Prof. Dr. Kemal Aytaç), Karaçay Lehçesi Sözlüğü, Kültür Bakanlığı yayını, Ankara, 1991, s.22. 6. Prof. Dr. Gazanfer Paşayev (Aktaran Doç. Dr. Mahir Nakip), Irak Türkmen Folkloru, İstanbul, 1998, s.501. 7. Harun Güngör – Mustafa Argunşah, Gagauz Türkleri, (Tarih - Dil -Folklor ve Halk Edebiyatı), Kültür Bakanlığı yayını, Ankara, 1991, s.53- 45, 108. 8. E.R. Tenişev (Red.), Tıva – Orus Slovar’, Moskova, 1968, s.245. 9. M. Fatih Kirişoğlu, Saha (Yakut) Türkleri Edebiyatı, Türk Dünyası El Kitabı, IV. Cilt, 3.bas., Ankara, 1998, s.501. 10. Prof. Dr. Nimetullah Hafız, Kosova Türk Halk Edebiyatı Metinleri, Priştine, 1985, s.86 – 109. 11. Prof. Dr. Nimetullah Hafız, Bulgaristan Türk Halk Edebiyatı Metinleri – I, Ankara, 1990, s.14. 86 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 ri; kojon,[12] Kırım Tatar Türkleri; cır,[13] Çuvaş Türkleri; yuri,[14] adını vermişlerdir. Türkü terimi, ilk defa XV. yüzyılda Doğu Türkistan’da aruz vezniyle yazılmış ve özel bir ezgi ile söylenmiş şiirler için kullanılmıştır.[15] Bu kitapta esas itibariyle konu edilen türden, yani hece vezni ile söylenmiş türkülerin Anadolu’daki ilk örneğini ise XVI. yüzyılda buluruz. Türkü şekline uygun ve türkü adını taşıyan, sözünü ettiğimiz, bu parça, XVI. yüzyıl halk şairlerinden Öksüz Dede’ye aittir. Çeşitli kaynaklar ve araştırmacılar türküyü bir tür olarak ele aldıklarında çoğu ortak bir noktada birleşen tanımlar yapmışlardır. Yararlı olacağı düşüncesiyle bunlardan bazılarını burada zikretmeyi uygun buluyoruz: Türkçe Sözlük: “Hece ölçüsüyle yazılmış ve halk ezgileriyle bestelenmiş manzume.”[16] Meydan Larousse: “Güfte olarak halk şiirini alan ve halk ezgileriyle beslenmiş şarkı çeşidi.”[17] Edebiyat Lügati: “Çoğu 11 hece ile nazmedilmiş ve umumiyetle Anadolu’da bestelenip söylenilmeğe başlanmış olan milli nağmeli şarkılardır.” [18] Edebiyat Terimleri Kılavuzu: “Türk’e özgü anlamındaki Türkî’den gelmektedir. En çok sekizli, on birli ölçülerle söylenir. Çoğu anonim halk edebiyatında yer alan bu türkülerde aşk, güzellik, tabiat, gençlik ve acıklı konular işlenir.”[19] Fuad Köprülü: “Türklere mahsus bir beste ile söylenen halk şarkılarıdır.” [20] Ahmet Talât Onay: “Türklere mahsus lahin ile söylenen şarkılardır. Şekilden ziyade lahne, 12. Emine Gürsoy – Naskali, Muvaffak Duranlı, Altayca – Türkçe Sözlük, TDK yayını, Ankara, 1999, s.114. 13. Zsuzsa Kakuk, Kırım Tatar Şarkıları, TDK yayını, Ankara, 1993, s.93 14. H. Paasonen, Çuvaş Sözlüğü, TDK yayını, İstanbul, 1950, s.217. 15. Cevdet Kudret, Örneklerle Edebiyat Bilgileri I, İstanbul, 1980, s.295. 16. Türkçe Sözlük, 1. bas., Ankara 1989, s.1504. 17. Meydan Larousse, “2.bas., İstanbul 1990, s.390. 18. Tahir-ül Mevlevî, Edebiyat Lügati, İstanbul 1973, s.176. 19. Edebiyat Terimleri Kılavuzu, İstanbul 1975, s.395. 20. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 4. bas., Ankara 1981 s.246. besteye benzer.”[21] Şemsettin Sami: “En asıl Türklere mahsus lahinde şarkı,” Ahmet Kutsi Tecer: “Varsağı, Türkmani gibi türkü de eski yırlardan yani millî musiki kaynaklarından doğmakla beraber yabancı kültürle karşılaşılan bölgelerde (mesela Irak, Suriye, Mısır gibi) ona verilmiş bir isim olsa gerek,” Türkü, Edmon Soussey’in deyimiyle, “ farklı isimleri olan çok çeşitli mahsullere verilen addır.”[22] Cem Dilçin: “Türkü, türlü ezgilerle söylenen, bir anonim halk şiiri nazım biçimidir. Söyleyeni belli, kişisel halk şiiri biçimleri arasına giren türküler de vardır. Türkü, her iki bölüğe de girebildiğinden halk edebiyatının en zengin alanıdır.”[23] Pertev Naili Boratav: “Düzenleyicisi bilinmeyen, halkın sözlü geleneğinde oluşup gelişen, çağdan çağa ve yerden yere içeriğinde olsun, biçiminde olsun değişikliklerle (zenginleşmelere, bozulmalara, kırpılmalara) uğrayabilen ve her zaman bir ezgiyle söylenen şiirler.” biçiminde tanımlar. Pertev Naili Boratav’ın “Türk Dili Dergisi ”nin “Türk Halk Edebiyatı Özel Sayısı”nda yayımlanan “Halk Şiiri” başlıklı yazısının “Halk Türküleri” bölümünde ise türkü hakkında şu bilgi verilmiştir; “Türkiye’nin sözlü geleneğinde, folklor ezgilerinin her çeşidi için en çok kullanılan terim türküdür. Bölgelerle konulara bağlı özel durumlara, ya da ezginin, sözlerin çeşidine göre, türkü sözcüğü yerine şarkı, deyiş, deme, hava, ağız terimleri kullanılır.”[24] Türküler için Eflatun Cem Güney: “Köroğlu, Kerem, Karacaoğlan, Emrah gibi, belli âşıkların türkü havasına bürünen bazı parçaları bir yana, asıl türkülerin yaşı başı belli değildir. Sahipleri bilinmeyen sözlü halk verimleridir.”[25] görüşünü 21. Ahmet Talât Onay (hzl. Prof. Dr. Cemal Kurnaz), Türk Halk Şiirlerinin Şekil ve Nev’i, Akçağ yayınları, 1.bas., Ankara, 1996, s.63. 22. Hikmet Dizdaroğlu, Halk Şiirinde Türler, Ankara, 1969, s.102. 23. Cem Dilçin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara, 1997, s.289. 24. Dr. Mehmet Yardımcı, Başlangıcından Günümüze Halk Şiiri, Âşık Şiiri, Tekke Şiiri, Ankara, 1998, s.57. 25. Eflatun Cem Güney, Folklor ve Halk Edebiyatı, 87 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 ileri sürmektedir. Mehmet Özbek “Türküler başlangıçta bir olay üzerine yakılırlar. Bu olaylar bütün bir milleti ilgilendirecek kadar büyük nitelikler taşıyabileceği gibi, dar çevrelerde meydana gelen cinsten de olabilir.”[26] demektedir. Cahit Öztelli: “Halkın ortak malı olan bir edebiyat türüdür. Ağızdan ağıza dolaşan, kuşaktan kuşağa aktarılan sözlü edebiyatın en güzeli türkülerdir. Türkü, genel edebiyat türleri içinde bir nazım türüdür. Yani, ölçülü (vezin), uyaklı (kafiye) dizelerle (mısra) meydana gelir. Halk edebiyatı içinde toplumun iç alemini beşikten mezara dek bütün yaşantısını kapsayan, en dikkate değer sanat verisi türkülerdir.”[27] Nihat Sami Banarlı: “Koşma şeklindeki bir manzumenin her dörtlüğünde bir (beşinci) veya bir (beşinci-altıncı) mısra ilavesiyle söylenilen bir halk şiiridir.”[28] Muzaffer Uyguner: “Her mısraı kafiyeli üçer mısralı kıtalar ile yine kafiyeli ve iki beyitten müteşekkil ara nağmeleri olan ve çalınıp söylenen folklorik halk edebiyatı mahsulleridir.”[29] Herbert Jansky’e, göre türkü: “Büyük tarihi hadiseler karşısında halk kitlesinin sevinçlerini veya ümitsizliklerini; büyük şahsiyetler hakkındaki saygılarını veya nefretlerini; gençler arasında geçen hazin aşk hikâyelerini, millî hece veznini ölçü alan ve kalpleri fetheden mısralarla, derin bir muhteva içinde dile getiren edebî, aynı zamanda mûsiki bakımdan ehemmiyete haîz olan bu kendine öz bestelerle söylenen; dar manâsıyla ise tarihi bir vesika mahiyeti gösteren Türk halk şiirinin en eski türlerinden biri.”[30] Dr. Doğan Kaya türküyü şöyle tanımlamaktadır: “Halkın ruh halini, derdini, neşesini, zevkini, dünya görüşünü, inancını, karşılaştığı hadiseleri İstanbul 1971, s.235. 26. Mehmet Özbek, Folklor ve Türkülerimiz, 2.bas., İstanbul, 1983, s.63. 27. Cahit Öztelli, Halk Türküleri, 2.bas., İstanbul,1983, s.11-12 28. Nihat Sami Banarlı, Metinlerle Edebî Bilgiler I, İst., 1950, s.82. 29. Muzaffer Uyguner, Türkü Üzerine, TFA, III (66). 1.1955, s.1042. 30. Herbert Jansky, Türk Halk Şiiri (çev. Abdurrahman GÜZEL), Dünya Edebiyatından Seçmeler, yansıtan; hece ölçüsüyle ve bir veya dört mısralı bentlere çoğu defa bağlantıların getirilmesiyle, söylenen; manzum ve ezgili anonim ürünlere türkü denir.”[31] Alman müzik bilimci Hugo Riemann, halk müziği kapsamına şu ögeleri alır: “1. Ezgi ve sözlerinin yaratıcısı belli olmayanlar, anonim bir yapıda olanlar. 2. Çeşitli nedenlerle oluşan olaylar karşısında halk tarafından benimsenmiş ve halk ezgisi niteliğine bürünmüş ürünler. 3. Halk diliyle oluşmuş, ezgisel ve uyumsal yapısı kolayca anlaşılan, belleğe kolayca yerleşen, bu nedenle, popüler (herkes tarafından benimsenen ve tutulan) bir özellik taşıyan ezgiler.” Fransız halk müziği uzmanı Michell Benet’e göre halk müziği ise, “Halk tarafından benimsenen ve sözlü gelenek biçiminde kulaktan kulağa yayılan ezgilerdir.” İngiliz halk müziği uzmanı Prat’a göre; “Halk müziği, köylü ve halk arasında çıkıp, gelenek haline gelen ezgilerdir.” Yine bir İngiliz araştırmacı olan Bremers’e göre ise halk müziği; “halkın müşterek malı olan, sâde, samimi, düz ve yalın ezgilerdir. Bestecisi olmaz, anonimdir.” Türk halk müziği araştırmacısı ve Türk halk türkülerinin derlenmesinde ilklerden olan Muzaffer Sarısözen ise, halk müziğini şöyle tanımlıyor: “İlk bakışta monoton gibi görünen halk türküleri, araştırdıkça, ezgi ve ritim yönünden renklilik ve çeşitlilik gösteren nefis bir sanat ürünleri olduğu görülür. Dünyada ne kadar doğal ve sosyal olaylar varsa, tümü halk müziğine konu olmuştur. Türk insanının doğumundan ölümüne (beşiktenmezara) tüm yaşamını, acısını, sevincini, duygu ve düşüncesini, yurt sevgisini türkülerimizde görmek mümkündür. Özetle, halk müziğimiz, Türk halkının ortak malı ve milli kültürüdür.” Müzikolog ve halk bilim araştırmacısı Halil Bedii Yönetken, “Türk halk müziği, çok orijinal ve zengin bir müziktir. Modalmetrik yönden olduğu kadar, yapı ve form bakımından da büyük özellik ve güzellik taşımaktadır. Zengin ve çeşitli çalgılara sahiptir. Diğer taraftan, vokal müziğin 31. Dr. Doğan Kaya, Anonim Halk Şiiri, Ankara, 1999, s.132. 88 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 terennüm etmediği konu yok gibidir. En basit konulardan, en yüksek konu ve olaylara kadar her şey, Türk Halk Müziğinin terennüm alanına girmiş bulunmaktadır. Halkımız, bazen; Estergon, Belgrat, Selânik, Budin, Cezayir gibi Türk egemenliğinin sürdüğü ve at üstünde kılıç oynattığı yerler için, bazen; Köroğlu, Genç Osman, Murat Reis ve Gazi Osman Paşa gibi yiğitler üstüne türküler yakmıştır. Gün olmuş, yurdun dağına-taşına, uçan kuşuna, gün olmuş, burcu burcu Anadolu kokan çiçeğine ve nice güzellikler, sevgiler üstüne türküler söylenmiş, bununla da yetinilmemiş, ahlâk, fazilet, felsefe, türkülere konu olmuştur. Görülüyor ki, Türk halkı, muazzam bir sosyal fonksiyona sahip, halk rûhunun ses halinde aynası ve ifâdesi olan bir sanat yaratmıştır.” Türk halk müziği araştırmalarının önde gelen isimlerinden olan araştırmacı Mahmut Râgıp Gazimihal ise, “Kendi halk şarkılarımıza (folk song), genellikle türkü diyoruz. Anadolu’da şarkı adı pek bilinmez ve kullanılmaz. Genellikle, kulaktan kulağa geçmek sûretiyle halk arasında yayılan ve yaşayan türkülerimizin ne düzeni bellidir, ne yakıcısı.” demektedir. Veysel Arseven’in görüşleri şöyledir: “Halk türküleri; koşma, yiğitleme, taşlama, ağıt, ninni, destan gibi halk edebiyatı türlerini işler. Sevgi, özlem, gurbet, ayrılık, doğum, ölüm, askere gidiş, düğün-dernek, yerleşme(iskân), göç, kan dâvası gibi temaları konu alır. İçtenlik, sâdelik, gösterişten arınmışlık, alçak gönüllülük niteliği gösterir ve gerçekçi bir renk ve özellik taşırlar. Hiçbir halk türküsünün sözünde veya bir halk oyunu havasında, yapmacık, iki yüzlülük ve kabalık görülmez. Şakacılık temasını işleyen türkülerin sözlerinde bile, insanı çabucak kavrayan sıcak bir görüntü vardır.”[32] Türküler şiir şekli bakımından genellikle koşmaya benzer. Ancak bu ifade bütün türkülerin koşma şeklinde olduğu anlamında alınmamalıdır. Çünkü bazı türküler mani şeklinde de olabilir. Genel olarak bir türkü iki bölümden meydana gelir. Birinci bölümde bir türkünün asıl sözleri yer alır ve bu bölüme “bend” adı verilir. İkincisi 32. Mustafa Hoşsu, Geleneksel Türk Halk Müziği Nazariyatı, İzmir, 1997, s.4 -7. ise, tekrarlanan kısımlardır ve her bendin sonunda tekrarlanan bu “nakarat” kısımlara da “kavuştak” denir. Öbür halk şiiri türleri gibi, türkünün de en büyük ve önemli ayırıcı özelliği ezgisinde görülmektedir. Koşma ve mani tipindeki bazı şiirler, ezgilerinin değişmesiyle türkü olmaktadırlar. Türkünün ayırıcı özelliği şeklinde değil, ezgi ve bestesindedir. Türkülerin tasnifi Türkülerin tasnifi konusu, Türk halk şiirinde ve müziğinde hâlâ hâlledilmemiş bir problem olarak durmaktadır. Bununla ilgili olarak Ahmet Talât Onay; “Halk şiirlerinde yalnız şekillerine ve nevilere göre yapılacak tasnifler noksan olur. Çünkü, teganniyi de gözden uzak tutmamalıdır.”[33] derken, Petrev Naili Boratav, “Halk türküleri, hem müziği, hem de şiiri alâkadar ettikleri için folklor tetkiklerinde hususi bir yer tutarlar. Onların iki sahaya ait bulunmaları, evvelâ hususi bir metotla incelenmelerini icap ettirir. Halk türküleri üzerinde çalışanlar, halk müziği kadar halk edebiyatını da göz önünde tuttukları takdirde izâhlarında muvaffak olabileceklerdir; aynı müdekkikin her iki sahada vukufu olmadığı takdirde kolektif bir çalışma zarureti hâsıl olacaktı.”[34] diyerek problemin halk biliminin daha çok edebiyat kısmı ile uğraşan bir uzmanın veya sadece halk müziği ile uğraşan bir uzmanın çözebileceğinden daha zor bir iş olduğunu belirtir ve bu noktada edebiyat alanından gelen uzman ve müzik alanından gelen uzmanın ortak bir çalışma yapmaları gerektiğini tavsiye eder. Bugüne kadar; gerek edebiyatçılar gerekse müzikologlar, kimi ortak noktada birleşen türkü tasnifi yapmışlardır. Biz, bu konuyu uzmanlarına bırakıp, Mehmet Özbek’in “Folklor ve Türkülerimiz” adlı eserinde yapmış olduğu tasnifi, bizim derlemiş olduğumuz türküler için de geçerli olduğu için burada aynen vermeyi uygun buluyoruz. Buna göre türküler üç ana başlık altında toplanmaktadır: 33. Onay,8. 34. Petrev Naili Boratav, Halk Türkülerine Dair Folklor ve Edebiyat – 2, 2.bas., 1991, s.337. 89 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 I. Ezgilerine göre, II. Konularına göre, III. Yapılarına göre, Mehmet Özbek yapmış olduğu bu ana tasnifteki grupların her birini kendi içinde alt gruplara ayırarak ve her alt gruba örnekler vererek tasnifini şöyle sürdürür: I. Ezgilerine göre: Ezgide esas olan usul ve ritimdir. Bu bakımdan ezgilerine göre türküleri de ikiye ayırıyoruz: I.1. Usulsüz Olanlar: Bunlara uzun hava diyoruz. Uzun havaların da çeşitleri vardır: Bozlak, Hoyrat, Divan, Koşma, Kayabaşı, Maya, Çukurova, Garip, Kerem, Kesik Kerem, Aydos, Eğin, Müstezat, Türkmani gibi. Bu havalar ayrıca ağızlara göre de ayrılırlar: Urfa Ağzı, Kerkük Ağzı, Erzurum Ağzı, Acem Ağzı vb. I.2. Usullü Olanlar: Genellikle oyun havaları bu gruba girer. Bu ritimli, usulü türkülere Urfa’da “Kırık Hava”, Konya’da “Oturak” adı verilir. Kırık havalar bölgelere göre değişik adlar alırlar: Karadeniz’de “Horon” ve denizci türkülerine “Yalı Havası”, Harput yöresinde “Şıkıltım”, Ege’de “Zeybek”, Ordu, Giresun, Marmara ve Trakya’da “Karşılama”, Erzurum ve Kars yöresinde “Sümmani Ağzı”, Isparta ve Eğridir yöresinde “Dattiri” adı verilir. II. KONULARINA GÖRE: II.1. Lirik Türküler: İnsanî duyguların çok etkili ve coşkun bir şekilde anlatıldığı türküler bu gruba girer. II.1.1. Aşk, sevda türküleri. II.1.2. Gurbet türküleri (Ayrılık, asker, mapushane türküleri). II.1.3. Ağıtlar (ölüm, tabii afetler üzerine). II.1.4. Ninniler. II.2. Satirik Türküler: Kişiyi veya toplumu kınayan, yeren türküler bu gruba girer. II.2.1.Güldürücü türküler (mizahi türküler). II.2.2.Taşlamalar, ilenmeler. II.3. Olay Türküleri: Belli bir olaya dayanan türküler bu gruba girer. II.3.1. Tarihî türküler (destanlar, kahramanlık ve serhat türküleri). II.3.2. Eşkıya türküleri (derebeyi, cinayet türküleri). II.4. Tören ve Mevsim Türküleri: Belirli anlarda, söylenen türküler bu gruba girer. II.4.1. Kına, düğün, esvap giydirme töreni türküleri. II.4.2. İtikat ve mezhep törenleri türküleri. II.5. İş ve Meslek Türküleri: Çeşitli meslek kuruluşları için yakılmış türküler bu gruba girer. II.5.1. Esnaf türküleri. II.6. Pastoral Türküler: Çoban ve kır hayatını anlatan, tabiat güzelliklerini konu edinen türküler bu gruba girer. II.6.1. Tabiat türküleri. II.7. Didaktik Türküler: Dinleyene ders veren, bir şeyler öğreten türküler bu gruba girer. II.7.1. Öğretici türküler. II.8. Oyun Türküleri: II.8.1. Ritmik dans türküleri. II.8.2. Temsilî oyun türküleri. III. Yapılarına göre: III.1. Bentleri mani dörtlüklerden kurulu türküler: Anonim halk edebiyatında en yaygın olan şekildir. Her dörtlüğün kafiye şekli mani gibidir. Hecenin 7, 8’li kalıplarıyla yazılırlar. III.2. Bentleri iki mısralı türküler: Bunlar, bağlantı (kavuştak) mısraların eklenmesi ve bu mısraların sayısına göre de değişik şekillerde bulunur. III.3. Bentleri üç mısralı türküler: Bunlara da bağlantı (kavuştak) mısraları ekler ve bunların sayısına göre değişik şekiller arz ederler. III.4. Bentleri dört mısra olup, bağlantıları (kavuştakları) mısra sayısı olarak değişen türkü şekilleridir. III.5. Bağlantıları her mısradan sonra tekrar edilen türküler. III.6. Bağlantısı başta olan türküler. III.7. Her bentten sonra değişik kalıpta iki bağlantısı olan türküler.■ 90 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Bir süredir yürütmekte olduğum “kitapvitrin” sayfası sizlerden gelen olumlu-olumsuz eleştirilerle sürekli yenilenerek sizlere hitap etmekte. Bize ulaşan kitapların çokluğu ve sayfa sayısının sınırlı olması nedeniyle tüm kitaplara yer verememekteyiz. “Bize Gelenler” alt başlığı altında mümkün mertebe bu kitapların isimlerini de zikredeceğiz. Kitapvitrin köşemizle ilgili olarak her türlü görüş ve düşünceleriniz için e-posta adresimiz [email protected] A. FARUK GÜLER Ş air ve yazar kimliğiyle tanıdığımız ve Türkçeye gösterdiği hassasiyetle gönüllerde taht kuran Yavuz Bülent Bakiler’in Türk Edebiyatı Vakfı tarafından üç kitabı yayınlandı. Türk kültürüne verdiği önem ve milli, manevi değerleri ön plana alan çizgisiyle yıllardır sürdürmekte olduğu sanat yaşamında birbirinden değerli eserlere imza atan Yavuz Bülent Bakiler, “Elçibey” (2.Basım), “Muhsin Başkan” ve “Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır” adlı üç eseriyle karşımızda. Elçibey (Azerbaycan’ın unutulmaz lideri) Yavuz Bülent Bakiler’in bu eseri Azerbaycan Sovyeti’nin son yirmi yılına etki etmiş bir lider ve onun görüşleri ışığında şekillenmiş düşünce- leri anlatması bakımından önemli. Kitapta gerek Elçibey ile yapılan yüz yüze görüşmelere gerek Elçibey üzerine yapılan konuşmalara yer verilmesi esere bir belgesel havası katmakta. Elçibey’in yetişmesinde ve gelişmesinde etkili olan etmenlere de yer verilen kitap, lider portresinin nasıl ortaya çıktığını da göstermekte. Kitabın son bölümünde Eliçibey’in vefatından sonra Türk basınında çıkan yazılara yer verilmekte. Son bölümde yer alan bu yazılar birçok yazı arasından seçilerek bir kısmı buraya nakledilmiş. Bu yazılara nazar edilirse dikkatli bir seçimin yapıldığını görebiliriz. Kitap, Elçibey ve davasını bize tanıtmakta ve anlaşılır kılmakta. Elçibey (Azerbaycan’ın unutulmaz lideri), Yavuz Bülent Bakiler, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2.Baskı, İstanbul, 2009 91 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 Muhsin Başkan Yavuz Bülent Bakiler’in derlediği ikinci kitap olan “Muhsin Başkan” adlı eser, yakın dönem Türk siyasetinin etkin isimlerinden olan Muhsin Yazıcıoğlu’na bir vefa örneği. Kimilerine göre elim bir kaza sonucu, kimilerine göre de bir kurgu sonucu hayatını kaybeden Muhsin Yazıcıoğlu’nun yaşamını bütün yönleriyle anlatması bakımından önemli. Kitapla birlikte Muhsin Yazıcıoğlu’nun mücadelesi ve siyasi vizyonu işlendiği gibi yer yer küçük anekdotlarla kaygıları, umutları da verilmeye çalışılmış. Muhsin Başkan’ın elim helikopter kazası sonucu enkazı arama sırasında yazılan yazıların da yer aldığı kitapta hatıralar ağırlıklı olarak yer almakta. Muhsin Yazıcıoğlu’nun ebediyete uğurlanması sonrası bir saygı duruşu niteliğinde olan eser için Yavuz Bülent Bakiler büyük bir vefa örneği sergilemekte. Muhsin Başkan, Yavuz Bülent Bakiler, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2009 Sekizinci şehir İz Bırakanlar Bir şehrin iç dünyasına girebilmek, onun kültürel değerlerine nüfuz edebilmek ancak ve ancak o şehirde yaşayan insanları tanıma süreciyle gerçekleşebilir. Çünkü şehir, sadece betonarme yapılardan örülmüş bir sistem değildir. Nevval Çizgen, “Kent ve Kültür” adlı kitabında: “Yani kent anlamsız bir yığın değildir. Zaman boyutu üstünde tutunmuş bir organizmadır. Devinimdir. Hareket edebilen veya edemeyen her şeyin ortak devinimidir kent imgesi.” Şehri anlayabilmek, onu yorumlayabilmek için de o şehre damgasını vurmuş, adını kazımış kültür insanlarının ayak izlerini takip etmek gerekmektedir. Bu düşüncelerle yola çıkan Zekeriyya Bican, yazmış olduğu Sekizinci Şehir’in ikinci kitabı olan “İz Bırakanlar” alt başlıklı eserinde Elazığ’la adları özdeş olmuş, şehrin kültürel dokusuna nüfuz etmiş insanlarını anlatmayı, onları yeni nesillere aktarmayı kendisine vazife bilmiş. 211 kişinin biyografilerine yer verildiği çalışmada yazar, isimleri belirlerken hangi kriterleri kıstas aldığına dair bir açıklama yapmamakta. Öznel bir değerlendirme neticesinde kişilerin Azerbaycan yüreğimde bir şahdamardır Eserin ithaf kısmında Karabağ’dan başlayarak Anadolu coğrafyasında devam eden vefat etmiş atalarının ruhlarına bir Fatiha okunmasını belirten yazar 1980 yılından itibaren Azerbaycan’a yaptığı seyahatler sonrası intibalarını kaleme almakta. 25 yıllık bir özlemin vücut bulmuş hali olan eserde Azerbaycan’daki Türklerin acılarını, sevinçlerini, yaşadıkları dramları, çekilen zulümleri Yavuz Bülent’in eşsiz kaleminden okumak mümkün. Satır aralarında Azerbaycan’ın Türkiye’ye olan özlemi, beklentileri, hayal kırıklıklarının yanı sıra sosyalist rejimin kendi üzerlerinde kurduğu baskı ve şiddetin boyutlarını, yaşanan insanlık dramlarını da görmekteyiz. Azerbaycan’ı yüreğindeki bir şah damar kadar yakın gören yazar her Türk gencinin okuması gereken bir Azerbaycan resmi çizmekte. Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır, Yavuz Bülent Bakiler, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2009 92 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 belirlenmesi, Elazığ için yazarın gözüyle bir “İz Bırakanlar” listesi hazırlanmasına sebep olmuş. Ayrıca yer alan bazı isimlerin Elazığ’da ne derece iz bıraktığı da hayli sorgulanabilir nitelikte. Ancak bazı isimlere yer verilmemesi de ayrı bir soru işareti. Elazığ için hazırlanmış böylesi güzel bir kitabın daha titiz araştırmalar sonucunda isim tespiti yapılarak yazılmasını gönül arzu ederdi. Elazığ için “İz Bırakanlar” alt başlığını kullanan yazar, kişi seçimlerinde sadece Elazığ doğumluları değil uzun süre Elazığ’a hizmet etmiş insanları da değerlendirmekte. “Yazardan Birkaç Söz” bahsinde yazar keşke eseriyle ve isimlerin tespitiyle ilgili daha açıklayıcı bilgiler verseydi. Eserin başında “Harput ‘Kale Mahallesi’nde Bir Düğün Alayı” başlıklı hikâye ile başlayan yazar tarihi bir olayı kendi iç dünyasında kurgulayarak yorumlamakta. Prof. Dr. Esma Şimşek’in sunuş yazısında belirttiği üzere şahısların doğum tarihlerine göre bir tasnife gidilmesi Elazığ’ın son yüz yıl içindeki gelişim ve değişimini de göz önüne sermekte. Ancak eserin içinde bu söyleme aykırı bir sıralamanın da söz konusu olduğu görülmekte. Kişiler anlatılırken kuru bir anlatım tercih edilmemesi, şahısların yakın akrabalarının yazılarına yer verilmesi; eserlerden alıntılar yapılması, hatıralara yer verilmesi güzel düşünülmüş. Tarihe tanıklık eden fotoğraflara yer verilmesi ise içeriği zenginleştirmiş. Birtakım eksikliklerine rağmen gelecek nesillere bırakılacak başvuru eser konumunda olan Zekeriyya Bican’ın kaleme aldığı “Sekizinci Şehir İz Bırakanlar”, şehri şehir yapan Elazığ insanını anlatması bakımından güzel bir çalışma. Sekizinci Şehir ‘İz Bırakanlar’, Zekeriyya Bican, Örnek Ofset Matbaacılık, Elazığ 2009, Tel:0424 2121732 Zamansız bahçeler Mustafa Miyasoğlu yalnızca şiir, hikâye ve roman gibi edebiyatın ana türlerinde eser vermiyor; deneme, inceleme ve biyografi gibi öteki türlerde de teklif tenkitlerini ortaya koyuyor. Bu kitaptaki yazılar, ülkemizin temel kültür ve edebiyat meseleleri üzerine kafa yoran bir sanatçının görüşlerini ve tespitlerini bir araya getiriyor. Zamansız Bahçeler, sosyal ve siyasi şartları da dikkate alan kültürel yazılardan oluşuyor. Bu yazılar, geçtiğimiz yüzyılın kültür hayatında herkesi ilgilendirdiği halde yeterli birikim ve sağduyulu bakış açılarıyla ele alınmadığı için, hâlâ vuzuha kavuşamayan hususları yeniden ele almaya çalışıyor. O yüzden de bu kitaptaki görüşlerin, elbette birer tesbit ve teklif olarak, her bakımdan tartışmaya açık ufuk arayışı gibi karşılanması beklenir. Sağlıklı bir kültür ve sanat hayatı oluşturmak yolunda, herkesten çok düşünür ve sanatçılara iş düştüğü ortadadır. Yerli bir bakış açısıyla tutarlı bir zihniyetin oluşması bizim için çok önemli. Zamansız Bahçeler’in yerli bir kültür hayatı oluşmasına katkısı bizi sevindirecektir. Zamansız Bahçeler, Mustafa Miyasoğlu, Konak Yayınları, İstanbul, Eylül 2009 İsteme Adresi: Ticarethane Sok. Merkezefendi Mah. G/55. Sk. No: 6A. Zeytinburnu / İSTANBUL Tel: (0212) 638 18 51 93 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 başka biçimde yargılandığı çok görülmüştür. (…) Şairin varlığı, ancak estetik duyuşla sezilebilir. Bundan ötürü de şair hiçbir zaman tam olarak tanıtılamaz, ona ancak işaret edilebilir.” diyor yazar. Şiir, sıradan insanların yaşantısı dışında yakalanan geniş bir âlemin; Yahya Kemal’in ses diye isimlendirdiği ‘estetik’le birleşmesinden doğar. Şair; bütün insanlardan ayrı bir dil konuşur; çünkü kendine bir keçi yolu bulmuştur o, orada yürümektedir. “Velhasıl, şairlik geniş bir evren ve dolgun bir yaşantı ister. Kılavuzu ise önce kendi gönlüdür şairin... ” Mahatma Gandhi Emre Miyasoğlu tarafından tercüme edilen eser, “silahsız savaşçı”, “taçsız kral” gibi kavramlarla anılan Gandhi’nin farklı kimliği ve kişiliğinin üçüncü şahısların kaleminde yeterince yer bulamamıştır. Bu kitap, onun hayatının kendi kaleminden ele alındığı bir eser olması sebebiyle önemlidir. Emre Miyasoğlu, dünyaca tanınmış bu önemli ismin eserini Türkçeye çevirerek Gandhi ile zaman ve mekan ötesi bir bağ kurmakta. Mahatma Gandhi (Otobiyografi), Çev. Emre Miyasoğlu, Konak Yayınları, İstanbul 2009 Yirmi beş yıla yaklaşan bir zaman diliminde, yazının yanı sıra, değişik dergilerde şiirleri de yayımlanan İsmail Bingöl, uzun bir aradan sonra, şiirlerinin bir bölümünü, “Ay Düşleri” adını verdiği kitapta bir araya getirdi. Ares Yayınları tarafından basılan kitaptaki şiirler; yıllar içerisinde Kırağı, Akademi, Kalem ve Onur, Düşünce ve Sanatta Adım, Çizgi, Ay Vakti Türk Edebiyatı, Dergâh, Lika, Sühan, Mortaka, Beyazdoğu, Tarih Yolunda Erzurum, Erzurum Sevdası, Bizim Külliye, Az Edebiyat, Buruciye gibi değişik dergilerde; edebistan, dergibi, turkedebiyatı, turkuler, sanatalemi. net, ögretmenlersitesi, şiraze gibi edebiyat ve kültür sitelerinde yayımlandı. “Ay Düşleri”; deneme, şehir yazıları, röportaj tarzında yayına hazır başka eserleri de olan Bingöl’ün, daha önce yaşadığı şehirle ilgili olarak yazdığı portre ve denemelerini bir araya getirdiği “Türkülerde Yaşayan Şehir Erzurum” adlı kitabının ardından yayımladığı ikinci kitabı. Ay Düşleri, İsmail Bingöl, Ares Yayınları 2009 _______________________ Bize gelenler Ay düşleri Şair ve yazar İsmail Bingöl, şiirlerini “Ay Düşleri” adlı kitapta topladı. “Şair, çağının kültürünün etkisi altındadır ve zamana bağlıdır. Ancak yine de şairin başka başka çağlarda, başka Mücahit Koca’nın “Ebcedhan”, “Ermiş Sevinci”, “Alaturka Divan” ve “Kılıç ve Kelebek” adlı şiir kitapları ile yazar İmdat Avşar'ın "Çiğdemleri Solan Bozkır" adlı hikâye kitabı elimize ulaşmıştır. Bu kitaplar ile ilgili daha geniş bir değerlendirmeyi bir sonraki sayımızda okuyabilirsiniz. 94 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 NAMIK YUSUF B u sayımızda öncelikle Bestami Yazgan’ın Nar ve Gonca Yayınlarından yeni çıkan dört kitabını tanıtmaya çalışacağız. Yazar ve şair Bestami Yazgan’ın Nar Yayınlarından, Yağmur Kuşları isimli masal ve Gökkuşağı Sevinci isimli şiir kitabı; Gonca Yayınlarından da Hazinenin Şifresi ve Sıcak Ekmek Kokusu isimli hikâye kitapları çıktı. Ayrıca Erdem Yayınları, yazarın Güneşle Ay Duymasın isimli şiir kitabının ikinci baskısını yaptı. 42. sayımızın bir diğer kitabı Ünver Oral’a ait Karagöz’den Hikâyeler: Karagözcü Amca Ünver ORAL, dolu dolu 15 hikâye ve 145 sayfadan oluşan bir kitap yazmış çocuklarımız için. Okudukça Karagöz’ü analım ve Karagöz’ü yaşatalım diye. Kıymetini bilemediğimiz, köklerimizin kendisi olan bir çift kahramanı Karagöz ve Hacivat’ı yaşatmayı görev edinmiş Ünver ORAL. Çocuklarımızın büyük bir zevk ve heyecanla izlediği Karagöz’e yeni oyunlar yazarak sahip çıkıyor. Zamana ve sahiplenmeye çalışanlara karşı. Bizden tek istediği ise onları okumak, okutturmak... Hikâyeler Karagözcü Amca Ünver Oral’dan, okumak çocuklardan… Yanağımızda sonsuz tebessümler vaat ediyor bu okumalar. Nar yayınları çocuklarımızı hiçbir zaman unutmayacak ve unutmadığını da bastığı yeni kitaplarla bize göstermekten de geri durmayacak. Yayınevimizin diğer yayınlarına gelince: Mehmet Nuri Yardım’a ait Yıldızlarla Uyumak romanı, Hasan Latif Sarıyüce’ye ait, Beyaz Kanatlı Kuş romanı ve yayınevinin kendisine ait 40 Hadis (İnsan İlişkileri Üzerine.) Yazgan Bestami; Gökkuşağı Sevinci, Nar Yay. İstanbul. 2009 Yazgan Bestami; Yağmur Kuşları, Nar Yay. İstanbul. 2009 İsteme Adresi: Nar Yayınları Müzik Film ve Reklâmcılık Ltd. Şti. Ankara Cad. Vilayet Han. 10/202 Cağaloğlu İstanbul. Tel: (0212) 5123769 Yazgan Bestami; Hazinenin Şifresi, Gonca Yay. İstanbul. 2009 Yazgan Bestami; Sıcak Ekmek Kokusu, Gonca Yay. İstanbul. 2009 İsteme Adresi: Gonca Yay. Tel:(0216)3184288 Oral Ünver, Karagöz’den Hikâyeler, Nar Yay. İstanbul. 2009 İsteme Adresi: Nar Yayınları Müzik Film ve Reklâmcılık Ltd. Şti. Ankara Cad. Vilayet Han. 10/202 Cağaloğlu İstanbul. Tel: (0212) 5123769 Yardım Mehmet Nuri, Yıldızlarla Uyumak, Nar Yay. İstanbul. 2009 İsteme Adresi: Nar Yayınları Müzik Film ve Reklâmcılık Ltd. Şti. Ankara Cad. Vilayet Han. 10/202 Cağaloğlu İstanbul. Tel: (0212) 5123769 Sarıyüce Hasan Latif, Beyaz Kanatlı Kuş, Nar Yay. İstanbul. 2009 İsteme Adresi: Nar Yayınları Müzik Film ve Reklâmcılık Ltd. Şti. Ankara Cad. Vilayet Han. 10/202 Cağaloğlu İstanbul. Tel: (0212) 5123769 Nar Yayınları, 40 Hadis İnsan İlişkileri Üzerine ( Esprili İllüstrasyon ve Fotoğraflarla), Nar Yay. İstanbul. 2009 İsteme Adresi: Nar Yayınları Müzik Film ve Reklâmcılık Ltd. Şti. Ankara Cad. Vilayet Han. 10/202 Cağaloğlu İstanbul. Tel: (0212) 5123769■ 95 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0 96 ar alık-ocak-şub at 2 0 0 9 - 1 0