yeni türküler söyle

Transkript

yeni türküler söyle
Muhterem Okurlar,
Türküler, his ve fikir coğrafyamızın temsil kabiliyeti yüksek
ezgileridir. Sözleri kimilerine göre basittir; ama samimi ama derunidir. Türkü, Türk’ün adım attığı her yerdedir. Çünkü ismi ile
müsemma türkü, Türk’ü en iyi anlatan musikidir. Bir bakarsınız
Azerbaycanlı, Kerküklüdür bir bakarsınız Rumelili, Kafkaslıdır…
Elimizi ayağımızı yanımızda nasıl taşıyorsak ‘dilimiz’ olan
türküleri de öyle taşırız. Ezgilerimiz işçi olup gurbete, asker olup
cepheye, yaralanıp hastaneye, cürüm işleyip dama, sevdalanıp
dile düşerler. Türküler damadımızın takısı, gelinimizin yüzgörümlüğüdür. Kısaca onlar bizim hayat ve hayal hikâyemizdirler.
Her hâlimize denk düşen bir atasözümüz olduğu gibi
her hâlimize denk düşen bir türkümüz de vardır. Bu anlamda
türkülerin doğum yerleri vardır ama belli bir yurtları yoktur. “Kar
mı yağmış şu Harput’un başına” türküsüne kulak kabartmak için
Elazığlı, “Şen olasın Ürgüp dumanın gitmez” türküsüne eşlik etmek için de Nevşehirli olmak kayıt ve şartı yoktur.
Ve duygu derinliği sağlayan şairlerimize de öyle… Şairlerimizin şiirlerini okurken Osmaniyeli, Kahramanmaraşlı, Yozgatlı olduklarını düşünmeye ne gerek, önemli olan tesirleri!
Adnan Binyazar, Mehmet Özbek ve Fatih Kısaparmak’la yapılan röportajların her okurumuzun dikkatini çekeceğine ve bizleri türkülerimize daha bir perçinleyeceğine inanıyoruz.
Yazarlarımızın isimleri, isimlerinin çağrışımları buraya sığmayacağından ilkin dergimizin “Bu sayıda” bölümüne bakmanızı sonra da hiçbir yazıyı atlamadan tümünü okumanızı rica
ediyoruz.
Her bir yazarımızın, türkülerimize bir başka pencere açarak
bizleri bazen arındırıp ferahlandırdığını bazen hüznün kıyılarında bütün türkülere el uzattırdığını göreceksiniz. En evveli de bedeli binlerce kez ödenmiş hatırlamanın, anlamanın, inanmanın
kolaylığını sezeceksiniz.
43. sayımızın konusu “ev, sokak, mahalle”.
Kendi muhitimizde buluşmak dileğiyle Allah’a emanet olunuz.
Bizim Külliye
NAZIM PAYAM
S
uphi Saatçi ile dergimizin dosya
konusunu konuşuyoruz; “isabetli”, diyor “türkü”ye ve ekliyor:
“Ömrümü Kerkük’e adadım, fakat
bir Kerkük türküsü kadar etkili olamadım.”
Bu söz, bana Aytmatov’un Beyaz Gemi’sindeki Mümin Dede’nin
ağzından aktarılan bir hikâyeyi hatırlattı:
“Geçmiş zamanların birinde, bir han başka
bir hanı tutsak almış. Bu han tutsağına:
-Eğer istersen benim kölem olarak yanımda
kalır, uzun zaman yaşayabilirsin. İstemezsen, en
büyük arzunu yerine getirir, sonra da seni öldürürüm.” demiş.
Tutsak Han düşünüp cevap vermiş:
-Köle olarak yaşamak istemiyorum, beni öldür daha iyi. Ancak öldürmeden önce, benim vatanımdan herhangi bir çobanı buraya getirtmeni
istiyorum.
-Ne yapacaksın o çobanı?
- Ölmeden önce ondan bir türkü dinlemek
istiyorum.”
İlk anda serin bir esinti taşıdığı hissi ile sesi-
Türkü terbiyemiz,
paylaşılamayanı,
uyumsuzluğu
meclisine kabul
etmez, haz verdiğine,
kendini yoklama,
hatıraları dinleme
fırsatı da verir. Bir
insandan bir yörenin
fotoğrafını çekebiliyor
ve bunu en azından
genelin bir kısmına
aktarabiliyorsa türkü
vardır.
3
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Türkünün yaşı yaşımız; yatağı, yatağımız; ağrısı, ağrımız;
ezgisi, ezgimiz; dili, dilimiz; daha n’olsun!…
ne kulak verdiğimiz türkü, sarıp sarmaladıkça,
mevzusuna yüzlerce kitaptan daha tesirli muhabbet aşılamaz mı bize! Dağına, çeşmesine, ovasına, gülüne, güzeline türkü yaktığımız toprağın
tasası almaz mı bizi! Gesi Bağları, Çanakkale
içinde aynalı çarşı, Seferberlik ve Yemen türkülerini dinlediğimizde, “Akma Tuna akma ben bir
dertliyim”i mırıldadığımızda kan akışımız değişiyorsa türkülerin omuzlayıp getirdiği olaylar,
olayların ardında bıraktığı sessizlik hâlâ içimizde
demektir. Bir toprağın türküsü varsa orası vatan
olmuştur, dersem çok mu iri konuşmuş olurum?
Türküye meylimiz, yalnızca tarih zemininde
kalanları ses anahtarıyla açmasından, olayların
acısını, sancısını üstümüze sindirmesinden mi?
Hayır. Her çağı yaşama biçimimiz, dünyayı algılayışımız, yunmuş yıkanmış dilimiz onun sesiyle yankılanır. Şunca zamandır evlatlarımıza
hayat mirasını türküyle devşirmiş, türküyle devretmişizdir. Babamın türküsü, anamın, dayımın,
ağamın türküsü demekteki kastımız onların yaşama serüvenlerine işaretimizdir. Bizi anlamak,
bizden bir haber almak isteyen türkümüze kulak
versin.
Hayatımızı oluşturan notalar türkümüzün
icrası içindedir. Türkü terbiyemiz, paylaşılamayanı, uyumsuzluğu meclisine kabul etmez, haz
verdiğine, kendini yoklama, hatıraları dinleme
fırsatı da verir. Bir insandan bir yörenin fotoğrafını çekebiliyor ve bunu en azından genelin bir
kısmına aktarabiliyorsa türkü vardır. Radyoların
türkü saatlerinde analarımızın, ablalarımızın
“bundan sonraki benim bahtıma” demesi, Ali
Akbaş’ın “Kerem et Mükerrem, bir türkü söyle”
ricası, Bayram Bilge Tokel’in Nida Tüfekçi öldüğünde “Türküler Nidasız Kaldı” diye hayıflanması, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun türkü dinlediğinde şairliğinden utanması bu paylaşımdan.
Ne yasak ne teknoloji ne de modernlik bizi
türküden koparır. Vazgeçemeyiz türküden. Çoklarımız, göbek kordonuyla bağlandığı türkünün
depreştirmesiyle sesini gürleştirir ve bir anda hareketlenir. Kişi sevdalıysa, sevdaya adaysa
“Aşkın odu ciğerimi
Yaka geldi yaka gider
Garip başım bu sevdayı
Çeke geldi çeke gider”
söyleyişine nasıl duyarsız kalsın! Terennüm
edilen ile hayat ritmini çabucak kaynaştıran
türkü, yaşanılanın kalp pınarlarından beslenir.
Sosyal ıstırabımızı, iç çekişlerimizi, yılgınlığımızı, yiğidi kuru soğana muhtaç edeni, aşımıza
ağı katan zalim feleği, çırpınan Karadeniz’i, yâre
dokunmanın şaşkınlığını en berrak yüzüyle ifşa
eden türkülerdir. "Bu türkü bana söyleniyor",
"bu türkü beni anlatıyor", sahiplenmesiyle onaylanır türkülerimiz. Gerçeğimize imanı onun ruh
hâlimizi sarsmasıyla tazeleriz.
Türkü, yalan söylemez. Türküye yalanı biz
söyletiriz. Onun yalanı insanımızın gerçeğinden
kopması veya gerçeğini gizlemesidir. ‘İnandığı
gibi yaşamayanlar, yaşadığına inanır’, uyduruk
yaşantısından saman alevi gibi uyduruk türküler
çıkarır. Sonrası herkesi herkese unutturan, insan
sıcaklığından yoksun, sılayı da gurbeti de boşluğa iten renksiz, kokusuz, dipsiz mekanik sözler… Boş söz ağırlığındandır ki haslarımız Karacaoğlan, Emrah, Eşrefoğlu, Kerem Dede, Derviş
Himmet benzeri ustaların bestelenmiş güftelerini duygu sofralarında eksik etmez, kendince dokunan sesimize bunların ölçüsüyle ilmek atarlar.
Tanpınar, Yunus Emre’yi anlatırken parçadan
bütüne yolculuğumuzu şu cümlelerle açar: “Biz
sevdiğimiz nispette yalnızızdır. Yalnızlığımız
nispetinde kâinatla birleşir, kucaklaşırız.”
Divan şairinin gazelini saraydan bey konağına, köy odasına çekip türküleştiren, nice halk
ozanının varsağını, ilahisini, koşmasını saray
mensubunu imrendirecek gönle sevk eden, sonra
içine gömülen bu yalnızlığımızın sesidir. Sesimizin öğüttüğü türkü, sultana da çobana da aynı
kederi, aynı sevinci yaşatır.
Türkünün yaşı yaşımız; yatağı, yatağımız;
ağrısı, ağrımız; ezgisi, ezgimiz; dili, dilimiz;
daha n’olsun!… ■
4
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
ADNAN BİNYAZAR
ile halk kültürü üzerine
“aydınlanma”, toplumların, kendi kültürlerini,
tarihlerini, dillerini ortaya koyma sürecini
başlatmıştır. Bizim, Cumhuriyetle
başlattığımız kültürel arayışların temelinde
bu yatıyor.
TANER NAMLI
Halk anlatılarının zenginliği hakkında düşüncelerinizi almak istiyorum. Halk anlatılarını
görkemli ve etkileyici kılan nedir? Bu duyarlılığı nereden alıyorlar? Örneğin okuma yazması
olmayan bir adam nasıl olur da bu kadar etkileyici şeyler anlatabiliyor diye soruyoruz bazen
kendimize. Onları söyleten nedir?
Halklar düşünsel ve duygusal etkileşimi anlatıyla sürdürürler. Düşünün ki, üç evli bir köyde
bile sevgi vardır, nefret vardır, kin vardır, düşmanlık vardır... Bu duygular kendiliğinden doğmaz, halkların yüzlerce, binlerce yıllık duygu birikimlerinin sonucudur. Kimi halklar üç beş yüz,
kimileri binlerce sözcükle anlaşabilirler, ama ortada bir “anlaşma” vardır; anlaşmanın olduğu her
yerde anlatımsal bir gelişme de söz konusudur.
Clive Bell, Uygarlık adlı yapıtında, uygarlığın
nice gelişmiş ülkede yozlaştığını, ama en ilkel
toplumun yaşayışında izlerini sürdürebileceğini
savunur.
Halk anlatılarının etkileyiciliği, anlatılanın
herkesçe kolayca anlaşılmasından doğar. Örneğin, bir romanı herkesin tam anlaması olanaksızdır. Halk öyküleri ise nerdeyse anlama çabası
gerektirmeyecek denli yalındır. Çünkü yüzyıllarca, anlatıla anlatıla artık dilsel öze, yalınlığa
Takdim
Adnan Binyazar, 7 Mart 1934 tarihinde Diyarbakır’da
doğdu. Ancak 14 yaşında başlayabildiği ilköğrenimi çeşitli illerde sürdürdü. Dicle Köy Enstitüsüne girerek eğitimini Gazi Eğitim Enstitüsünde sürdürdü. Türkiye’nin çeşitli
öğretmen okullarında, Hacettepe Üniversitesi, Gazi Eğitim Enstitüsü, Devlet Konservatuarı, Basın Yayın Yüksek
Okulu gibi birçok eğitim kurumunda ve Türk Tarih Kurumunda, Kültür Bakanlığında, Türk Dil Kurumunda görev
yaptı. 1978 yılında Kültür Bakanlığı Tanıtma ve Yayımlar
Dairesi Başkanlığına getirildi. 1981 yılında Berlin Eğitim
Senatosu'nun çağrısı üzerine Berlin'e gitti, bu dönemde
İncila Özhan'la birlikte altı ciltlik Türkçe/Dil ve Okuma
Kitabı'nı (1.-2.) yazdı.
Adnan Binyazar, Masalını Yitiren Dev adlı anıromanında yoksulluk içinde geçen çocukluk dönemini, Orhan Kemal Roman Armağanı'nı kazanan Ölümün Gölgesi
Yok adlı kitabında bir sevda öyküsü anlattı.
Eserlerinden bazıları; Ağıt Toplumu, Ay Bazen Mavidir,
Ayna, Dede Korkut, Duyguların Anakarası, Halk Anlatıları, Kan Turalı, Masalını Yitiren Dev , On Beş Türk Masalı, Ozanlar/Yazarlar/Kitaplar, Ölümün Gölgesi Yok, Şairin
Kedisi, Toplum ve Edebiyat, Yazma Öğretimi Yazma Sanatı,
Toplum ve Edebiyat, Kültür ve Eğitim Sorunları, Yazmak
Sanatı (Emin Özdemir'le), Cumhuriyet'in 50 Yılında Atatürk
Yolunda 40 Yıl, Âşık Veysel, Yazın ve Bilim Dilimiz, (Metin
Öztekin'le), Yazılı Anlatım Bilgileri (Emin Özdemir'le), Türk
Dilinde 25 Ünlü Eser, Dedem Korkut/Vier attürkische Nomadensagan (Türkçe-Almanca), Yaralı Mahmut’tur.
5
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Geçmişimiz, kişiliğimizin yapı taşlarıyla örülmüştür.
Yaşamak, geçmişle yaşadığımız an arasında
kurduğumuz duygu köprüsüyle anlam kazanıyor. Türkü
bunu gerçekleştirir.
ulaşmıştır.
Kolay anlaşılırlık duyarlık etkileşimini sağlamada da etkindir. Okuma yazması yoktur, ama
konuşması vardır. Halk anlatılarının çoğu da konuşma ürünüdür, iç sesin yazıya dönüşmemiş anlatımıdır.
Kişinin duygu derinliğine varması ise, onun
yaratıcı gücüyle ilgilidir. Bu güç çok kişide vardır. Yaratıcılığın sanatsallık kazanması, kişinin
kendini o işe vermesiyle ilgilidir. Yaratım süreciyle beslenmiş halk birikimleri öylesine etkilidir ki,
ortaokul öğrenimini bile tamamlayamamış bir Yaşar Kemal’den dünya çapında bir romancı çıkarır.
Duygu gelişimi herkeste vardır. Sanatsallığa ancak
duygunun yönlendirilmesiyle varılıyor. Böyle bir
alan sağlanamadığı sürece, halkın birikimleri olduğu yerde durur. Ona evrensellik kazandırmak
sanatçının işidir.
Halk kültürünün sizin hayatınızdaki yerini
nasıl yorumluyorsunuz?
Halk kültürü bende dinlemeyle başladı. Çocuktum. Öykü anlatanları can kulağıyla dinlerdim.
Bizde, nerdeyse şimdi ölmekte olan bir gelenek
vardı. Ablalar kardeşlerine, büyükler küçüklere
masallar anlatırlardı. Erkekler, askerde ya da iş
yaşamında edindikleri deneyimleri, ibret alınacak
öykülerle besleyerek evde anlatırlardı. İnsanın gitgide birbirinden koptuğu bir dünyada, ne yazık ki
korkunç bir kültürel ilişkisizliğe doğru sürükleniyoruz. Ben, halk kültürüyle beslenmemin izlerini
yazarlığımın her aşamasında görebildiğimi sanıyorum.
Halk, kendine ait kültür ürünleri yaratmayı bırakmış mıdır, yoksa bu süreklilik dipten bir
akıntı olarak devam ediyor mu? Bu soruya bağlı
olarak halk anlatılarının modernizmle olan ilişkisini de değerlendirebilir misiniz?
Halklar, yaşadıkça, kültürel ürünler de var ola-
caktır. Ama üretilen, doğal olarak bin yıl öncekine
benzemeyecektir. Hayat, yaşadığımız ortamı kendimize göre biçimleme sürecidir. On bin yıl sonra ne bu dağlar böyle kalacak ne ovalar ne sular...
Sizin deyiminizle, “akıntı”yı durduracak bir güç
yok. Ama akıntı, akacak yer bulabilecek mi? Ben
bir gün, insanlığın- eğer kendisi bir teknik adama
dönüştürülmezse- içinde bunalmaya başladığı bu
teknik dünyayı yıkmak için kendini başka güçlerle
donatacağı kanısındayım.
Avrupa sanatı gökten inmedi. İyi bir araştırma
yapılırsa, en çağdaş sanatçı sayılan Picasso’nun
bile halk birikimlerinin kaynağı olan geleneksel
ürünlerden yararlandığı görülecektir. Bu vesileyle şunu da söyleyeyim, “aydınlanma”, toplumların, kendi kültürlerini, tarihlerini, dillerini ortaya
koyma sürecini başlatmıştır. Bizim, Cumhuriyetle
başlattığımız kültürel arayışların temelinde bu yatıyor. O günden bugüne, yazın, bilim ve çeviri dilimizdeki gelişmeleri göz önüne getirirsek, nereden
nereye geldiğimiz daha iyi anlaşılacaktır.
Sözü, halk anlatılarının belki de en etkileyici
olanına getirmek istiyorum. Türkü deyince hangi çağrışımlar oluşuyor zihninizde? Türküler ne
anlatır size?
Sorunun içeriğinde de görüldüğü gibi, türkü
çağrışımı yoğun bir sanat dalıdır; ezgiyi, iç düzeni,
anlamı içinde barındırır. Türkü, toplumların sevincinin de üzüntüsünün de eleştirisinin de ürünüdür.
Anlamsal yapının bütün özelliklerini özünde taşır.
Türkü anlamlıdır, ama anlatmaz, duyumsatır. Ben
kimi türküleri dinlerken bir anda bütün geçmişimin orta yerinde buluyorum kendimi. Geçmişimiz,
kişiliğimizin yapı taşlarıyla örülmüştür. Yaşamak,
geçmişle yaşadığımız an arasında kurduğumuz
duygu köprüsüyle anlam kazanıyor. Türkü bunu
gerçekleştirir. Biri şöyle bir bir mırıldanıversin, ya
da TV’de, radyoda duyuverelim; “Ara ver dağlar
dağlar ara ver, benim bu selamım götür yâra ver”
6
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
dizesi neler duyumsatmaz bize...
Türkülerin edebî değeri hakkında neler düşünüyorsunuz?
Halk anlatıları ya da türküler bizi sanatsallıklarıyla, edebiyat değeriyle etkiler. Türkü kimi zaman
bizi edebiyatın doruklarına çıkarır. Örneğin, sıradanmış görünen,
YENİ TÜRKÜLER
SÖYLE
Dağlardan akıp gelen,
Yürekten kopup gelen,
Sevda semâlarında
Dalga dalga yükselen
Yeni türküler söyle.
Çarşamba’yı sel aldı
Bir yâr sevdim el aldı
Keşke sevmez olaydım
Elim koynumda kaldı
dizelerindeki yalınlık, yoğun, anlam, iç düzen
hangi şiirde vardır! Ya da,
Vefâsız yâr üstüne,
Nazlı nigâr üstüne,
Başımda dönüp duran
Efkâr efkâr üstüne
Yeni türküler söyle.
Yenice yolları bükülür gider
Zülüf al gerdana dökülür gider
Yiğidin başına bir hâl gelirse
Ömrü arkasından sökülür gider
dizelerinde geçen “zülfün al gerdana dökülmesi”,
“ömrün arkasından sökülüp gitmesi” imgeleri edebiyat sanatının en güzel örneklerinden değil midir?
Halk kültürü araştırmalarının yeterli derecede ve nitelikte yapıldığını düşünüyor musunuz?
Düşünmüyorum. Halkı düşünmeyen hükümetlerin, halkın birikimlerine önem verip araştırma
enstitüleri kuracağına inanmıyorum. Bu iş, devlete
bağlı üretimsiz dairelerle ya da birtakım derneklerle yürütüldüğü sürece bir sonuca varılacağına
inanmıyorum. Erzurum Üniversitesinde Halk Bilimi Bölümü vardı. Çok kısa sürede bu alana yönelik
çok önemli araştırmalar yapılıp yayımlanmıştır.
Ben, bu konuda özerk olan kurumlaşmaları savunuyorum. Yalnızca Türk Dil Kurumu ile Türk
Tarih Kurumu öyle idi, onlar da Kenan Evren döneminde devlet dairesine dönüştürülmüştür. Bu
yüzden, bu kurumlarda önemli araştırmalar yapılacağına, şimdi, kim kime yakınsa, onun uydurma
çalışmalarını basmakla yetiniyor.
Muhabbetle süslenen,
Can evime seslenen,
Her seher ter ü taze
Ümitlerle beslenen
Yeni türküler söyle.
Kurul gönül köşküne,
Yârân dönsün şaşkına,
Yanık yürekler için
Haydi Allah aşkına
Yeni türküler söyle.
Göz yaşından süzülen,
Ezgilere dizilen,
Her esrârı sazımın
Bir telinde çözülen
Yeni türküler söyle.
BESTAMİ YAZGAN
Sohbetiniz için teşekkür ediyorum efendim…■
7
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
HÜMÂ KUŞUMUZ
Yine duman almış Palandöken’i
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle
Türküler bağrımda bir gül dikeni
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle
Yükseklerde öten hüma kuşumuz
Issız gecelerde can yoldaşımız
Sen söylerken göğe değer başımız
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle
Bir şehir bilirim iniş yokuştur
Çifte minaresi nakış nakıştır
Aşılmaz yolları borandır kıştır
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle
İşimiz yok bizim hasetle, kinle
Gam, kasavet dağıt gür nefesinle
Yüce endamınla yiğit sesinle
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle
Sen susarsan göğümüzü yas alır
Pasinler’i duman alır, pus alır
Türkülerle uzun yollar kısalır
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle
Dadaş göğümüze bir velvele sal
Ruhu coştur, çürük aklı yele sal
Birbirine girsin gerçekle masal
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle
Erenler yoldaşı Mehmet Çarmaşır
Bize maveradan haberler taşır
O söylerken bize susmak yaraşır
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle
Bir şehir bilirim taşı kehribar
Erkeği Köroğlu, kızları Nigâr
Ey şahin bakışlı, edası kibar
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle
Kar erisin yaylalara göçülsün
Yamaçlarda mor menevşe açılsın
Ricâ et Râci’ye o da koşulsun
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle
ALİ AKBAŞ
8
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
TÜRKÜLER NİDA'SIZ KALDI
Nida Tüfekçi'nin Aziz Hatırasına
Çamlığın başına bir inece duman
Gördükçe ağlardı gözü Nida'nın
Ziya'nın acısı yüreğinde dağ
Nasıl dayanırdı özü Nida'nın
Baba oldu türkülerin merdine
Acı çekti bir sürmeli derdine
Şikayet gelmedi bir gün virdine
İlkbahardı kışı, yazı Nida'nın
Bir gün Kırşehir'de, bir gün Banaz'da
Adım adım gezdi baharda, yazda
Bizi üşütmedi karda, ayazda
Yandıkça büyüdü közü Nida'nın
Türküler Nida'sız onulmaz hasta
Halaylar üzgündür, bozlaklar yasta
Ankara'da, Kayseri'de, Sivas'ta
Hürmetle edilir sözü Nida'nın
Yeni Kalem ile yazı yazardı
Aslı Akdağ'lıydı, gurbet gezerdi
Türküleri duruşundan sezerdi
Görünce ışırdı yüzü Nida'nın
Bir ömür adadı samaha, bara
Sadamızı yaydı dört bir diyara
Türküler uğruna düştüğü nâra
Çıra oldu yandı sazı Nida'nın
Bu ses nerden gelir, kimdir, bilinmez
Alır gider bizi gayri gelinmez
Yüz asır geçse de yine silinmez
Bozok Yaylasından izi Nida'nın
BAYRAM BİLGE TOKEL
9
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
NÂMIK AÇIKGÖZ*
T
ürküler, tabiatları icabı yereldirler; coğrafyasıyla, insanıyla, ezgisiyle, ritmiyle
yöreyi yansıtırlar fakat işledikleri konu, yakaladıkları tema ve yansıttıkları duygu evrenseldir.
Onları sürekli hâle getiren de, bu büyüdür. Yani,
yerel otantizmle evrensel duygu ve insani özellikleri sergilemeleri…
Kitle iletişim araçlarının olmadığı, mesafelerin insafsız ve sadece kervanların vicdanına terk
edildiği zamanlarda, türküler yörelerinin sınırlarını aşamamışlardır. Her türkünün çığlığı, kendi
yöresinde yankılanmış, yüksek dağlar ve uzak
mesafe engellerine çarpmıştır. Tekkeler, zaviyeler ve dergâhlarda söylenen ilahiler, ezgiler ve
semahlar bu sınırları zorlamışlarsa fakat onlar da
“cemaat sınırı”nı pek aşamamışlardır.
Türkülerin mesafe sınırını zorlamaları, bugün beğenmediğimiz kahvehaneler vasıtasıyla
gerçekleşmiştir. 16. yüzyılın ortasına kadar, sosyalleşme mekânı olarak sadece cami ve tekke ve
dergâhların bulunduğu sosyal yapıda, ortak müzik, dinî ve tasavvufi merkezli gelişmiştir. Din
dışı müzik, bireysel ve en çok da ortak sosyal
alan olarak düğün veya benzeri törenlerde bir
İmparatorluğun
dört bir yanından ve
hatta imparatorluk
dışından gelen
her ses, bu
kahvehanelerde
yankı bulmuş
ve topluma mal
olmuştur. Yöreden
gelen söz ve
ses, medeniyetin
merkezinden
yayılmanın getirdiği
cazibe ile taşrada
daha derin bir etki
bırakarak süreklilik
kazanmıştır.
*Prof. Dr., Muğla Üniv. Fen-Edebiyat Fakültesi
10
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Semai kahveleri,
sınıf, dil ve
kültür farklarının
yaşanmadığı bir
merkez olma özelliği
de taşır ve bu özelliği
ile geniş Osmanlı
coğrafyasının müzik
sentezinin yapıldığı
mekânlardır.
“Toplumsal
kendiliğindenlik”
diyebileceğimiz
bir geniş kabul
skalasında,
imparatorluğun
bütün dilleri ve
bütün müzikleri icra
edilmiştir.
gelişme alanı bulmuştur. Tabii, bir de
tezkire yazarı Latifî’nin 1546 yılında
söylediği gibi, “Karacaoğlan türküleri
ırlayan” halk şairlerinin dillerinde ve
sazlarında…
1555 yılında ilk kahvehanenin
İstanbul’da açılmasıyla, Türk toplumu,
meyhaneye alternatif olarak yeni bir
sosyalleşme mekânına kavuşmuştur.
Meyhanelerin yasak olması sebebiyle,
hızlı bir yayılma imkânı bulan kahvehaneler, zaman zaman siyasi otoritenin
baskılarıyla karşılaşsalar da, maşerî
vicdanda çok çabuk yer etmiştir. İlki
Tahtakale’de açılan kahvehaneler, şüphesiz derme çatma idi fakat İstanbul’un
diğer semtlerine yayıldıkça, konforu
artan ve kullanım amacı genişleyen kahvehaneler, sadece kahve içilen yerler olmaktan çıkmış,
bir sosyalleşme mekânı olarak günlük hayatın bir
parçası durumuna gelmişlerdir.
Bazen meyhanelerde bazen konaklarda ve konak bahçelerinde bazen de eşribe (alkolsüz içecek) dükkânlarında bir araya gelen okur yazarlar,
buralarda edebî kültürün gelişmesine de katkıda
bulunmuşlardır. Mesela, bugün Saraçhane ile Fatih arasında kalan bölgede, Büyükkaraman Caddesi varmış ve bu caddede Sübûtî mahlaslı bir
şairin eşribe dükkânı bulunmaktaymış. Şairler,
genellikle bu dükkânda bir araya gelir, yeni söyledikleri gazellerini okuyup tartışırlarmış. Bunu,
16. yüzyıldan kalma,
Şuarâ mecma’ı, gazel kânı
Karaman’da Sübûtî dükkânı
beyitinden öğreniyoruz.
Kahvehaneler, İstanbul halkına yeni bir sosyalleşme imkânı sağlarken, mutlaka şairlerin de uğrak yerleri olmuş, meyhane ve eşribe
dükkânlarına alternatif olarak bir fonksiyon ifa
etmiştir ki, bugüne kadar devam edegelen bir kurum olmuşlardır.
İlk zamanlar divan şairlerinin de bir araya geldiği anlaşılan kahvehanelere, 18. ve 19. yüzyıllarda, halk şairlerinin de uğramaya başladıklarını
görüyoruz. Böylece, bu mekânlar, şiirde iki gele-
11
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Semai kahveleri, müziğin ve elbette ki türkülerin
toplumsallaşmasında, en güçlü damar olarak, sosyal
genetiğimizde çok önemli bir yer tutmuştur.
neğin kesiştiği nokta olma özelliği taşımaya başlamışlardır. Birisi aydın geleneğine (kalem şairleri), diğeri de halk geleneği ve irfanına dayanan
şiir (meydan şairleri) anlayışı, bu mekânlarda,
ortak dil ve üslup geliştirmeye başlamışlardır.
Gazellerin düz şiir olarak değil de, ezgili okunması, buralarda, müzik geleneğinin de yayılmasına vesile olduğu görülür. Öbür taraftan, halk şiiri
geleneğinin de saz eşliğinde icra edilmesi, kahvehanelerin, aynı zamanda birer müzik mahfili
olmasını doğurmuştur.
İstanbul’un bir medeniyet merkezi ve sembolü olmasının yarattığı cazibe, Anadolu ve
Balkanlar’da yaşayan halk şairlerini merkeze çekmiş ve geniş coğrafyanın şiir ve müzik kültürü,
kahvehanelerde harmanlanmıştır. “Semai kahveleri” adıyla anılacak olan bu kahvehaneler, sözün
ve sesin biriktiği, yeniden işlendiği ve tekrar topluma yayıldığı merkez olma özelliği kazanmışlardır. İmparatorluğun dört bir yanından ve hatta
imparatorluk dışından gelen her ses, bu kahvehanelerde yankı bulmuş ve topluma mal olmuştur.
Yöreden gelen söz ve ses, medeniyetin merkezinden yayılmanın getirdiği cazibe ile taşrada daha
derin bir etki bırakarak süreklilik kazanmıştır.
Bununla, “Her türkü İstanbul’a uğramıştır.” demiyoruz; İstanbul’a uğrayan ve yeniden şekillenerek
taşraya yayılan şey, müzik kültürüdür. Bundan da
en çok nasibini alan gelenek türkü geleneğidir. Bu
gelenek ve bu zihniyet hâlâ devam etmekte, radyonun devreye girmesiyle İstanbul ile ortak merkez olma özelliği kazanan Ankara, resmî tavrıyla
müzik yaratıcılığında, hiçbir zaman İstanbul’a alternatif olamamıştır. Arabeskten pop müziğe kadar yeni tür müziğin merkezi, hâlâ İstanbul’dur.
Bunda, semai kahvelerinin büyük bir rolü vardır.
Çünkü semai kahveleri, müziğin ve elbette ki
türkülerin toplumsallaşmasında, en güçlü damar
olarak, sosyal genetiğimizde çok önemli bir yer
tutmuştur. Osman Cemal Kaygılı, “İstanbul’da
Semai Kahveleri ve Meydan Şâirleri” adlı küçük
çalışmasını, daha da geniş bir şekilde yazabilmiş
ve buralarda yaşanan tartışmaları, yeniden şekillenmeleri yazarak bugüne daha da çok bilgi aktarabilmiş olsaydı, belki gelenek yeniden inşa edilirken çok daha sağlam temellere dayanabilecek,
belki de ticari amaçlı gazinoların müziği yozlaşma gibi bir olumsuz devreyi hiç yaşamayacaktık.
Semai kahveleri, sınıf, dil ve kültür farklarının yaşanmadığı bir merkez olma özelliği de
taşır ve bu özelliği ile geniş Osmanlı coğrafyasının müzik sentezinin yapıldığı mekânlardır.
“Toplumsal kendiliğindenlik” diyebileceğimiz
bir geniş kabul skalasında, imparatorluğun bütün
dilleri ve bütün müzikleri icra edilmiştir. Balkanlardan İran’a, Kırım’dan Kuzey Afrika’ya kadar
tüm coğrafyanın müzik sesi, semai kahvelerinde
yer bulabilmiştir. Başka kültürlerle etkileşime girerek daha da zenginleşen ve doğurganlık özelliği daha da artan müzik geleneği, ritm ve ahenk
olarak da zenginleşmiştir. Rumca bir ezginini
yanı sıra bir levendin getirdiği Cezayir türküsü;
bir Azeri “mugam”ıyla bir zeybek havası, semai
kahvelerinde beraberce icra edilerek birbirlerini
etkilemişlerdir. Böylece, buralarda, imparatorluğun ses sınırları belirlenmiştir.
Bütün bu tespitlerden sonra şunu söyleyebiliriz: Devletin “buyurma” yerine “imkân sağlama”
ilkesiyle oluşan semai kahveleri, sivil bir oluşum
olma özelliği ile toplumsal bir rahatlama alanı
hâline gelmiştir. Müzikoloji açısından ise semai
kahveleri, yöresel müzik kültürünün yeniden işlenip zenginleştirildiği mekânlar olmuşlardır. Bu
işleme ve zenginleşmeden sonra, medeniyet merkezinin yüklediği cazibe ile başta türküler olmak
üzere, popüler müzik, taşraya daha etkili bir şekilde yayılarak ses ve duygu ortaklığı oluşmasına
katkıda bulunmuştur. Bu yüzden semai kahvelerine “türkülerin merkez üssü” demek mümkündür.■
12
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
FIRAT KIZILTUĞ
K
ısaca “Halk Türküleri” başlığı altında toplanan, Halk musikisi numuneleri, uzmanlar
tarafından sınıflandırılırken şu başlıklar altında toplanır: türkü (Türkî-Türk tarzında), varsağı, semai,
koşma, nutuk, ilahî, semah, taşlama, kırık hava, (
Azerbaycan’da şikeste), zeybek, bayatı, mani, hoyrat, geraylı, maya, karşılama, divan ( özellikle Urfa
divanı ve Kerkük divanı) ve ilh.
Halk sazları eşliğinde çalınıp okunan, hatta oynanan halk türküleri, millî makamlarımız ve usullerimizle ölçülerek bestelenmiş, hece vezniyle söylenmiş, besteleri anonim, güftelerinin pek azı bilinen
şairlerin şiirlerinden meydana gelmiştir. Bu ürünlerin
hemen tamamı, yoğunlaştırılıp özetlenmiş hikâye ve
romandır. Bu, araştırılmamış ve üstünde durulmamış
bir konudur. “Bizde roman yok” diye geçiştirilen ve
edebî yoksunluk gibi görülen ve gösterilen düşünce
tamamen yanlıştır. Halk türkülerimizi yaratanlar, efsanelerimizden başlayarak, destanlarımızı, tarihimizi, sosyal hayatımızı, hem de zamanın çok ilerisinde
bir tutumla, saz eşliğinde, (kopuz, çeng, çöğür, ıklığ,
yatugan, nefesli çalgılar… ) dile getirmişlerdir. Halk
şiirinin yedili, sekizli, on birli, on dörtlü hece ölçüleriyle okunan bu türkülerin güfteleri, edebiyat tarihimizin en seçkin örnekleridir.
Divanü Lügâti’t-Türk’te, Kaşgarlı Mahmud’un
parçalar hâlinde kaydettiği Alper Tunga Sagusu’nun
(ağıt) kopuz eşliğinde, bestesiyle okunduğundan
eminim. Zamanımızın deyişiyle bu sagu, destani bir
türküdür.
Rumeli türküleri, halk musikimizin, dolayısıyla
halk şiirimizin, kesinlikle yüksek tabaka tarafından
söylenmiş ürünleridir. Köçekçelerimiz ve tavşancalarımız da bu gruba girer ki, bunları batının oratoryo ve
kantatları ile mukayese etmek hiç de yanlış olmaz.
“Yine de kaynadı coştu dağların taşı
Akıttım gözümden kan ile yaşı
Alınca şişhaneyi seğmenler başı
Arpalıktı bize Urumelleri
Şimdi mesken oldu servi köyleri”
Garp Ocakları Şairleri veya Çöğür Şairleri olarak da nitelendirilen, Osmanlı donanmasındaki leventlerin çöğür eşliğinde söyledikleri türküler/şiirler
bilhassa 16 ve 17. yüzyılların en güzel edebî örnekleridir aslında. Bunların ne yazık ki, nağmeleri kaybolmuştur.
Armutlu ve Kul Mehmed en tanınmış denizci
şairlerimizdir. Fuat Köprülü, Kul Mehmed’i “Saz
Şâiri” olarak işlemiştir.
13
“Siyah ebrûleri duruben çatma
Gamzen oklarını âşıka atma
Sana gönül verdim beni ağlatma
Benim gözüm nûru gönlüm sürûru.
Öğüttür verdiğim tut benim sözüm
Severim demeğe tutmadı yüzüm
Ah efendim benim a iki gözüm
Benim gözüm nûru gönlüm sürûru”
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Hastayım yalnızım seni yanımda
Sanıp da bahtiyar ölmek isterim.
Mahmûr u hülyâyım câm-ı lebinden
Kanıp da bahtiyar ölmek isterim.
Bu şiir, eski nağmesi bilinmediğinden, Lem’i Atlı
tarafından nefis bir uşşak şarkı olarak bestelenmiştir.
Kayıkçı Kul Mustafa’nın ‘Genç Osman’ şiiri, türkü olarak yediden yetmişe her Türkün bildiği, sevdiği, dinlediği bir türküdür. Makam bakımından da çok
orijinaldir. Şiirin tamamı edebiyat antolojilerinde yer
alır. IV. Sultan Murad’ın Bağdat seferinin -hadi batı
tabiriyle söyleyelim- epopesidir. Edebiyatımızı etkilemesi açısından en güzel örneklerden biridir.
“Sultan Murad eydür ben de göreyim
Nasıl bir yiğitmiş ben de bileyim
Vezirlik isterse üç tuğ vereyim
Şehitlere serdâr oldu Genç Osman”
Halk türküleri, Türkçeyi, en az iki bin yıldır günümüze taşıyan en önemli kaynaktır. Hatta günümüzde
az kullanılan Türkçe kelimeler bile türkülerimizde
hayatiyetlerini sürdürmektedir.
Mehmet Özbek dostumuzun, henüz göremediğim
“Halk Türküleri” ile ilgili sözlüğü, bu konuda ihmal
edilmiş büyük bir boşluğu dolduracaktır. Kendisini
yürekten kutlarım.
Türkülerimizin güftelerinin türleri, aynı zamanda
halk edebiyatı edebî türleri olarak değerlendirilmektedir. Hatta klasik şiirimize ve Türk musikisine bile
bazı terimler isim olmuştur. Meselâ, semaî, divan,
kalenderî, müstezat.
Yeni Türk edebiyatı akımı döneminde, Ziya Gökalp, “Türkçülüğün Destanını” halk şiiri tarzında
yazmıştır. Dolayısıyla halk Türkülerinin söz varlığını
örnek almıştır.
“Çocuktum ufacıktım
Top oynadım acıktım
Yerde buldum bir erik
Kaptı bir alageyik
Geyik kaçtı ormana
Bindim bir akdoğana
Doğan yolu şaşırdı
Kafdağı’ndan aşırdı…”
Bu dönemin en güçlü şairlerinden Rıza Tevfik,
klasik edebiyatı ve Fransız edebiyatını çok iyi bilmesine rağmen, şiirlerini halk edebiyatı neşesiyle söylemiştir. Belki de halk türkülerinin edebiyatımızdaki
tesiri konusunun en güzel numunelerini Rıza Tevfik
vermiştir.
Bir olmaz emelin düştüm peşine
Vuruldum hüsnünün şen güneşine
Güzel gözlerinin aşk ateşine
Yanıp da bahtiyar ölmek isterim.
Talihin kahrı var her hevesimde
Boğulmuş figanlar titrer sesimde
O güzel ismini son nefesimde
Anıp da bahtiyar ölmek isterim.
Necip Fazıl Kısakürek de halk edebiyatı ve halk
türkülerinin et tırnak misali ayrı düşünülmesi mümkün olmayan tarzını benimsemiş, bir başka manasıyla
hece vezninin ölçüleriyle ihtişamını dile getirmiştir.
“Uyan yârim uyan söndü yıldızlar
Gün karşı tepeden doğmak üzeredir.
Her sabah güneşi seyreden kızlar
Mahmur gözlerini oğmak üzeredir”
Âşık Veysel bizim de zamanına yetiştiğimiz ve
radyo veya plaklarıyla iç içe olduğumuz şahane bir
örnektir. Cennetmekân şiirlerini sazı eşliğinde söylüyordu. Sazıyla okuduğu zaman, türkü, antolojilere
veya kitaplara yazıldığı zaman halk şiiri olarak vasıflandırılan bu parçalar Türk edebiyatının pırlantalarıdır.
Yine o dönemin lirik ve çok yazan şairi Orhan
Seyfi Orhon, türkü / halk şiiri tarzının çok güzel örneklerini vermiştir. Şiirlerinin çoğu bestelenmiştir.
Bu besteler, formatlarından dolayı şarkıdır. Ama güfte bakımından halk şiiridir. Dolayısı ile de türküdür.
Pekâlâ, güçlü bir bağlama sanatkârı istese türkü şeklinde çalıp söyleyebilir.
Halk hikâyelerimizde bir Kervankıran hikâyesi
vardır. Anadolu’muzda sekiz tane Yıldız türküsü
vardır. Erzurum, Sivas, Akdağmadeni, Tokat yöresindekiler en güzelleridir. Dildeste kitabımızda bu
Yıldız türkülerinden birini işlemiştim. Eflatun Cem
Güney’in de bu konuda çok güzel çalışmaları vardır.
Türkülerimiz aynı zamanda birer senaryodur.
Eğer açıklanırsa, eskilerin deyimiyle şerh edilirse,
ciltler dolusu mevzu çıkar karşımıza. Halk türkülerinin her biri bir tez konusudur. Bu açıdan da değerlendirileceğinden eminim.■
14
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
A. VAHAP AKBAŞ
P
ertev Naili Boratav, 1930’lu yılların sonlarında yayımladığı “Eğin Türkülerinin
Başlıca Temleri” başlıklı incelemesinde, halk
türküleri etrafında gerek halk edebiyatı gerek
halk musikisi bakımından araştırmaların epey
bir yekûn tuttuğunu ifade ettikten sonra bu
anonim ürünlere ait bol malzeme yayımına ve
teknik incelemelere mukabil, onların mevzuları,
toplumla ilişkileri, sanat ve estetik bakımından
kıymetleri, sosyal fonksiyonları üzerine yapılmış araştırma ve incelemelerin hiç mesabesinde
kalmasından yakınır.
Türküler, yalnızca ilmî araştırma yapanların değil, sanatkâr ve sosyologların da dikkatini
çeksin istiyor Boratav. Çünkü ona göre “orijinal
edebiyatını, şiirini, müziğini ve genel olarak sanatını arayan bir milletin sanatkârlarının halk
edebiyatından alacakları birçok dersler vardır.”
(Folklor ve Edebiyat I, İstanbul 1939).
Sanatkârın halk edebiyatından, özellikle türkülerden ders alması kayda değer bir tespittir.
Peki, geçen bunca zaman içinde gerekli dersler
alınmış mıdır? Alındığını, en azından yeterince
alındığını söylemenin pek mümkün olmadığını
düşünüyorum. Boratav’ın bahsettiği dersleri,
Bu tercih türkülerle,
daha doğrusu
türkülerdeki ruhla
entelektüeller arasına
mesafe koyarken bazı
yeni nesil okumuşların
da türkülere
yabancılaşmasına
sebep oldu. Solcu
edebiyatçıların türkü
sevdası, denebilir
ki yalnızca türkünün
kökünün halk
içinde olmasından
kaynaklandı. Onlar
türküyü yalnızca bir
propaganda aracı
olarak gördüler.
15
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
“memleketçilik” rüzgârıyla
kaleme alınmış az sayıdaki
eserle ve şiirdeki bazı şeklî
çabalarla sınırlı tutmamak
kaydıyla tabii. Birer istisna
olarak daha sonra destan
ve türkülerden beslenerek
anlatım sınırlarını belirginleştiren Yaşar Kemal ve bir
bakıma türkülerin dillendirdiğini “yeni görüş, söyleyiş ve şekillerle işleyen”
Cahit Külebi gibi yazarları, şairleri bir kenara bırakalım. Öyle anlaşılıyor ki
Cumhuriyetin birinci, ikinci kuşak edebiyatçıları, bir
folklor araştırmacısı olan
Boratav’ın beklentilerinden
çok halk şiirini horlayan,
yeni edebiyatta halkla sanatçı arasında bir mesafe
gözeten Nurullah Ataç’ın seçkinci görüşlerine kulak verdiler.
Bu tercih türkülerle, daha doğrusu türkülerdeki ruhla entelektüeller arasına mesafe koyarken
bazı yeni nesil okumuşların da türkülere yabancılaşmasına sebep oldu. Solcu edebiyatçıların türkü
sevdası, denebilir ki yalnızca türkünün kökünün
halk içinde olmasından kaynaklandı. Onlar türküyü yalnızca bir propaganda aracı olarak gördüler.
Asla içindeki ruhu görmeye yanaşmadılar. Yanaşsalar türküdeki tohumun onların düşündüklerinden farklı köklü bir toplumu, bu toplumun duygu
ve düşüncelerini, ifade özelliklerini taşıdığını göreceklerdi. Onun için onca “köy romanı”nı yazanlar, köyün ve köylünün derin ve gerçek sesi olan
türkülerden mevzu, dil, anlatım ve benzeri bakımlardan yararlanarak çağdaş eserler çıkaramadılar.
Türküdeki ruhu eserlerine taşıyamadılar.
Daha çok klâsik musikiye tutkun olan, medeniyetimizin ifadesini en iyi şekilde burada bulduğuna inanan Yahya Kemal bile, türkülerin bizde
roman işlevi gördüğünü
ifade etmişti. Bu özdeşleştirme, türkü-insan ilişkisinin diriliğiyle, sıcaklığıyla
açıklanabilir ancak.
Muhtevalarındaki yoğunluktan ve insan üzerindeki tesirinden yola çıkarak, Tanpınar da romanımıza türkülerimizden hareket
edilerek varılabileceğini düşünür. Beş Şehir’in Konya’yı
anlatan sayfalarında türkülerimizden bahseden güzel bir bölüm var. Konya
Lisesi’nde çalışırken, duyduğu İç Anadolu türkülerini
anlatır. Dinlediği türkülerin kendisinde uyandırdığı
çağrışımlardan, üzerinde
bıraktığı tesirden bahseder
ve “Anadolu’nun romanını
yazmak isteyenler ona mutlaka bu türkülerden
gitmelidirler.” der (Beş Şehir, İstanbul,1972).
Yahya Kemal de Tanpınar da temleriyle evrensel, dil ve söyleyişleriyle ve taşıdıkları kültürel
unsurlarla mahallî, millî olan türkülerin nasıl değerli bir hazine olduğunun bilincindedirler.
Türkü-insan ilişkisinin diriliğinden, sıcaklığından söz ettik. Belki edebiyatçının türküden
alacağı en büyük ders bu sıcaklığı, diriliği özümseyerek eserine içirmek olacak. Bu ilişkiyi ne güzel açıklıyor Fethi Gemuhluoğlu. Başka vesilelerle aktarmıştım. Buraya da alıyorum: “(Türkülerimizde) İnce, yüce, ulvi, afif taraflarıyla insan var.
Hafif, çılgın, şehvetli ve avâre taraflarıyla insan
var. Kırılan, küsen, kaçan, dışına kaçmak istedikçe kendi içine büzülen, küçük ilgiler bekleyen
yönleriyle insan var.” ( …) Sonra kıskançlıklar
var, takipler var, tecessüsler var. Sonra kan gelir.
Kan gelir ama türkülerde kanı kanla yunmazlar
da onun peşi sıra hemen dostluklar, nefsini feda
etmeler, vefalar adak olmalar, cismini nezretmeler
16
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Türkü, bir toplumu bütün unsurlarıyla kabuğunun içine
alan bir nar gibidir. Kabuğu kırıldığında içinden kanlı
canlı, muhteşem bir dünya çıkar. Edebiyatçı için bu
dünya, bu dünyanın ruhu tükenmez kaynaklardan biridir.
akın eder. Türkülerde aşklar var. Suretlerde aşk
var. Siyretlerde aşk var. Tabiat ana var. Dört unsur var. Toprak, su, ateş ve havaya çıkmış namları.
Sonra ilahi nizam var.” Dostluk Üzerine, İstanbul, 1978).
Türkülerdeki bunca zenginliği görebilmek ve
gösterebilmek gerekir öncelikle… Bu da, edebiyat
bağlamında, bilinçli, birikimli, gayretli araştırmacı
ve denemecilerin üstlenmesi gereken bir görevdir.
Ne yazık ki bu konuda da durum iç açıcı değil.
“Şiir, hikâye ve romanlar yetkin kişilerce tahlil ediliyor da türküler neden edilmiyor?” diye
sormuşumdur hep kendime. Türküleri yalnızca
hikâyeleriyle değil; dil ve anlatım özellikleriyle,
estetik değeriyle, içerdiği motiflerle, uyandırdığı
çağrışımlarla açıklayan yazılar okumayı ne kadar
istiyorum. Mehmet Kaplan’ın, Yunus Emre’nin
meşhur şathiyesindeki “Bir sinek bir kartalı
kaldırdı vurdu yere / Yalan değil gerçektir bende
gördüm tozunu” mısralarından hareketle yazdığı
yazıyı hatırlıyorum. Öğrencileri tebessüm ettiren
bu mısraların onların gündelik yaşantısından
örneklerle yorumlanmasının nasıl ufuk açıcı bir
rol oynadığını gördükten sonra benzer yazıların
türkülerin ruhuna erişmemizde ne kadar etkili
olabileciğini düşünmeye başladım.
Yunus’un mısralarını andıran “Manda yuva
yapmış söğüt dalına” türküsünün “yöresel kültür,
dil, türkünün yapılış amacı” gibi kriterler gözetilerek açıklandığı bir tebliğ metni okumuştum.
Açıklamayla başlangıçta absürd görünen olaylar ince bir hicve ve mecaza ağır basan gerçeğe
dönüşüveriyor.
Öğrencilik
yıllarımda,
Hüma
Kuşu
türküsündeki “Sen ağlama kirpiklerin ıslanır”
mısraındaki anlam inceliğini, söyleyiş güzelliğini
Fethi gemuhluoğlu sayesinde görmüştüm. “Ölüm
Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı” ya da “Yüzünde
göz izi var, sana kim baktı yârim” mısralarındaki
sadelikle, sanki sıradanlıkla örtülmüş muhteşem
inceliği farkedebilecek bilince erişebilmem için
de kılavuzlara ihtiyacım olmuştu.
Bir internet sitesinde “Minareden at beni, in
aşağı tut beni” türküsüyle ilgili yorumlar içimi
acıttı. Muhtemelen çoğu genç olan yorumcular
türküyü tiye almış, abuk sabuk şeyler söylemişti.
Oysa “minareden at”manın, “aşağı inip tut”manın
birer mecaz olduğundan yola çıkılsa belki bugün
de sıkça karşılaştığımız insanî bir tablo çıkacak
ortaya. Gemuhluoğlu “Türkülerde kıskançlıklar
var, takipler var, tecessüsler var” demiyor muydu? Kıskanan, öfkelenen, sevgisi öfkesine baskın
çıktığı için hemen barışveren sevgilileri anlattığını
düşünemez miyiz bu türkünün? Böyle anlayabilseler, belki kendilerinin anlatıldığını düşünecek
o gençler. Ayrıca aynı türküdeki “Esvap serdim
sicime” sözlerinde ne güzel bir söyleyiş güzelliği
var. Ve nasıl capcanlı bir resim canlandırabiliyor
gözlerimizin önünde. Yine “Yâr üstüme yâr sevdi
/ O gidiyor gücüme” mısraları ne kadar arı duru,
ne kadar tabiî bir bir dille söylenmiş.
Şüphesiz bu örnekler artırılabilir. Uzatmadan şöyle bağlayalım: Türkü, bir toplumu
bütün unsurlarıyla kabuğunun içine alan bir nar
gibidir. Kabuğu kırıldığında içinden kanlı canlı,
muhteşem bir dünya çıkar. Edebiyatçı için bu
dünya, bu dünyanın ruhu tükenmez kaynaklardan biridir. Onu keşfetmek ve doğru tanınmasına,
anlaşılmasına yardımcı olmak da edebiyatçı için
bir sorumluluktur.■
17
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
M
illi kültürümüzün
en vazgeçilmez unsurlarından biri, türkülere
ve şarkılara dönüşen şiirlerimizdir. Bunu halk ve divan
edebiyatı ustalarının dilinden alıp
halkın diline ve gönlüne düşüren, onların
hayatlarını ve hasretlerini bir roman derinliğine kavuşturan insanlara hayranlığımızla birlikte minnetlerimizi de ifade edelim. Çünkü dilimizin Adriyatik’ten
Çin Seddi’ne kadar yayılışında bu seslerin ve sözlerin
çok büyük etkisi olmuştur.
Türküleri ve şarkılarıyla musikimiz hiçbir sınır
tanımıyor. Bu bakımdan en önemli kültür taşıyıcılarımız durumundadır. Buna rağmen uzunca bir zaman,
Osmanlı’nın son dönemlerinden beri yöneticilerimiz
kendi öz musikimizin seslerine ve sözlerine bu milletin yeni nesillerini hasret bırakmışlardır. İlk ve orta
öğretim derslerinde nasılsa hep Batı müziğini öğretirler; Türk musikisini gençlerimizin derneklerde ve liseden sonra gidilebilecek konservatuarlarda öğrenebilirler. Bunun ne kadar hazin bir şey olduğunu bilenler
bile bir şey yapamaz.
Tarih boyunca sevinçlerimizde, acılarımızda, fetihlerimizde, şölenlerimizde ve felâketlerimizde hep
onlarla kendimizi ifade etmişizdir. Hem büyük şehirlerimizde, hem de Anadolu ve Rumeli’nin kasabalarında bu türküler söylenir şarkılar meşk edilirdi. O
18
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
İspanya’dan 500 yıl önce Osmanlı topraklarına göç
eden Safarat Yahudilerinin müziği gibi Ermeni ve Rum
müzisyenleriyle bestecilerinin de Türk musikisi ile ilgileri
akıl almaz boyutlardadır.
yüzden Yahya Kemal “Şarkılarımız romanlarımızdı” derken, onun bakış açısıyla Anadolu
şehirlerini ve kültürlerini değerlendiren A. H.
Tanpınar “Anadolu’nun romanları türküleridir”
demiştir.
Bütün bunlara rağmen, türkülerimizle şarkılarımız üzerine çok az kitap yazılıp yayınlanır
maalesef. Şifâhi kültürümüzün en köklü ve en
yaygın ürünleri olan folklor ve halk edebiyatı
verimleri yalnız Türkler arasında değil, birlikte yaşadığımız Hıristiyan ve Yahudiler de bu
nağmelerden etkilenmişlerdir. İspanya’dan 500
yıl önce Osmanlı topraklarına göç eden Safarat
Yahudilerinin müziği gibi Ermeni ve Rum müzisyenleriyle bestecilerinin de Türk musikisi ile
ilgileri akıl almaz boyutlardadır. Bunların gelişmesine ve icrasına yardımcı olduğu türkülerle
şarkılarımız, onların çocuklarında da yaşıyor.
Komşularımızla uluslar arası sınırları kaldıracak kadar güçlü bir iletişim aracına sahibiz;
bugün Osmanlı tebaası olarak bir geçmişe sahip
olan komşularımız bu musikiyi dinliyor. Üstelik
bunun hiçbir desteğe de ihtiyacı yoktur.
Mehmet Özbek’le Fırat Kızıltuğ gibi icracı olduğu kadar müziğimizle ilgili yazı ve kitaplarıyla da bir müzikolog olduğunu ortaya
koyan Bayram Bilge Tokel’in rivayetine göre,
Shakespeare’in sanırım musikimizin gücünü
çok güzel anlatan şöyle bir sözü var: “Bir milletin türkülerini yapanlar, kanunların yapanlardan daha güçlüdürler.”
Bayram Bilge dostumuz, Bağımıza Gazel
Düştü (2002) adlı kitabında topladığı müzikle ilgili yazılarında, konulara tarihi ve kültürel
bir perspektiften yaklaşır. Klasik Batı Müziği yanında Klasik Türk Müziği ile Türk Halk
Müziği’ni de fevkalâde icra edebilen besteci Fırat Kızıltuğ’u da anmalıyız. Dildeste (2002) adlı
kitabında meşhur şarkıların hikâyesini anlattığı
musikimize nasıl yöneldiğini Bandodan Klasik
Müziğe (2002) adlı kitabında hatıralarıyla ortaya koyar. Böyle şahsiyetleri yetiştiren kültür birikiminin büyük kütüphaneleri var.
Türkülerimiz folklorun bir bölümü sayılmasından ötürü, müzikologların eserlerinden oluşan çok zengin bir kütüphaneye sahip değildir, o
bakımdan önemli. Halkın kültürel zenginliğini
yansıtan türkülerimizi halk edebiyatından ayrı
inceleyen veya araştırma konusu yapan çok sayıda yazarımız yok maalesef. Mehmet Özbek
bunların istisnası bir şahsiyettir.
İcracı olduğu kadar müzikolog kimliğiyle de
tanınan Mehmet Özbek’in Folklor ve Türkülerimiz (1975) adlı defalarca basılan ve kaynak kitap
niteliği taşıyan eserinin ardından, Türkülerin
Dili (2009) adlı çok kapsamlı kitabını yayınlaması çok önemli bir hizmet oldu. Has bir sanatçı
olduğu kadar titiz bir araştırmacı ve derlemeci
olan Mehmet Özbek’in bu ansiklopedik sözlüğü gerçekten çok büyük bir emek mahsulüdür.
Kapaktaki şu cümle önemli: “Türkülerimizdeki
sırları çözebilmek, o sıcak anlatımların tadına varabilmek, Türk dilinin anlatım gücündeki
kudret ve zenginlikle ezginin oluşturduğu âhengi
birlikte hissetmek, türkülerimizi derinlemesine
anlamak ve kavramak için şarttır.”
Bu sırrı anlayan şairimiz, ne zaman bir türkü
duysam şairliğimden utanırım diyor. Bunu anlamayan aydınlarımız kadar politikacılarımızla
yöneticilerimiz de var. Onların varlığı aslında
klasiklerinden habersiz aydınların yabancılığını
da ifade eder. Türkülerimizle şarkılarımızın bizi
söylediğini yeterince anlayıp ona kulak verebilirsek, gerçekten tarih şuurunu da idrak etmiş
oluruz. Bizi biz yapan kültürel değerlerin başında bu güzel sesler geliyor.
Evet, büyük şair çok haklı: “Bâki kalan bu
kubbede bir hoş seda imiş”…■
19
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
SUAT BULUT
Müziğinizi değiştirirseniz sitenin duvarları yıkılır.
Eflatun
Yazılı olarak kayda
geçirilemeyen,
olay, olgu ve
problemlerin,
Türkü formunda
ve müzik
eşliğinde,
hafızada çok kolay
ve en az kayıpla
tutulabilmesi,
Türkülerin bir
müzik olgusu
olmasının
yanında, kolektif
hafıza olmasını da
sağlamaktadır.
Giriş
Müziğin, toplumlar için önemine açık ve net bir
vurgu yaptığı açıkça görülen Eflatun’a ait yukarıdaki
bu tespitin yerindeliği tartışma götürmez gerçektir.
Müziğin elbette ki insan ruhu bakımından ifade ettiği değer hakkında oldukça fazla çalışma ve araştırma
yapılmıştır. Müzik bireysel/ psikolojik olarak insanı
etkileyen bir olgudur. Ancak sadece bu yönüyle müziği değerlendirmek konuya eksik bir yaklaşım olacaktır. Bu sebeple oldukça önemli bir sosyolojik olgu
sayılması gereken müziğin iki yönü ile değerlendirilmesi mecburiyeti söz konusudur.
Müziğin, insan ruhu ve iç dünyasında meydan
getirmiş olduğu etkiler müspet niteliktedir. Müziğin
bireysel etkisinin yanı sıra fiziki yapımız üzerinde de
etkili olduğu hususu artık tartışma konusu bile değildir. Müziğin hormonların, DNA yapısının ve özellikle hücre protoplazmasının etkilediği son yapılan
bilimsel çalışmalarla tespit edilmiştir.
Bu tespitin bizi götürdüğü önemli sonuçlardan
birisi ise hiçbir şekilde değişmez denilen DNA’nın
müziğin niteliği ve çeşidine göre değişebilmesidir.
(Bu değişim bir de bilgi sağlamaktadır.) İnsan ruhu
ile fiziksel bedeni arasındaki bağlantı ya da etkileşimi
hormonlar sağlamaktadır. İnsan vücudunun hormon
20
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
sağlama mekanizması dikkate alındığında, müziğin insanın iç dünyasındaki etkilerinin hormonsal
salgıları harekete geçirdiği ve söz konusu bağlantı
sebebiyle insan fiziğinin de bu yönde etkileşime
açık olduğu bilinmektedir. Dinlenilen veya icra
edilen müziğin etkisi ve önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Müziğin fert üzerinde meydana getirdiği bu
ruhsal / fiziksel etkinin önemi daha geniş bir çalışmayı gerekli kılmaktadır. Ancak şurası bir gerçektir ki; günlük ve sıradan bir meşgale olarak değerlendirdiğimiz ve çoğu zaman “ eğlence “ amacıyla
dinlediğimiz müziğin oldukça ciddiye alınması
gerekmektedir.
Ülkemiz özelinde, müziğin durumuna baktığımızda ise, tıpkı eğitim, ekonomi, siyaset ve benzeri pek çok alanda olduğu gibi bu konuda da olumlu
ve ciddi şeyler söyleminin zorluğu ortadadır. Müziğin kitleleri nasıl etkilediğini gerek dünyada ve
gerekse ülkemizde görmek mümkündür. Bugün
dünya genelinde eğlence sektörünün en fazla istismar ettiği olgu müziktir.
Oysa Doğu’da bundan yüzyıllar önce, bir başka
ifadeyle Batının “Orta Çağ”ında Müslümanların
kurmuş oldukları üniversitelerde (medreseler) müzik, matematik, optik ve geometri ile aynı kategoride kabul edilerek (Quadrivium=Dörtlü) bir bilim
dalı olarak okutulmuştur. Nitekim bu çalışmaların
sonuçlarından bir musiki aleti olan “kanun” Farabi
tarafından icat edilmiştir.
Doğru olan da zaten müziğin bir bilim olduğudur. Müziğin bir eğlence aracı olarak algılanması ve kullanılması, amacı dışında kullanılan her
şey gibi, müziği de gerçek niteliği ve amacından
saptırmış ve müzik bu hâliyle insana ve insanlığa
vermesi mümkün olan katkı bir yana, tahrip edici
bir boyuta taşınmıştır. İşte bu sebepten olsa gerek;
“Musiki âlimin ilmini, cahilin cehlini arttırır.” denilmiştir. Müziğin Toplumsal Boyutu
Müziğin ortak paydayı kavraması, “duygudaşlık” kavramında kendisini bulur. Bireysel niteliği
ağır basan müzik “duygudaşlık” sürecinde kitleler
arasında önemli bir asgari müşterek olarak karşımıza çıkar. Müşterek algının bir adım ilerisini
teşkil eden duygudaşlık, insanların bir araya gelmesinde ve bu birlikteliğin devam ettirilmesinde
önemli bir etken olduğu inkâr edilemez. Aynı müziği dinleyen insanların, aralarında bir yakınlık
hissettiği, harcı âlem bir bilgi olmakla beraber,
dinlenen müziğin insanın kişiliği, dünyaya bakışı
ve algılayışı, ruh dünyası hakkında ciddi bir ölçü
ya da veri olduğu unutulmamalıdır.
Bu sebeple, müziğin, eğitimde ciddi bir mevki
tuttuğu “zevklerin ve renklerin tartışılamayacağı” tezinin tutarlı bir yanının bulunmadığı gözden
uzak tutulmamalı. Her türlü seviyesizliğin referansı ve meşrulaştırma gerekçesi olan bu söz popülist
amaçlarla kullanılan ve “kitle kültürünü “ zımnen
onaylayan bir içeriğe sahiptir.
Müzik gündeminin en önemli konularında birisi de “tek sesli” ve “çok sesli” müzik tartışmasıdır.
Bu çerçevede “ çok sesli “ müzik lehine bir ağılık
taşıyan bu tartışma konusunun en önemli argümanlarında birisi ise, “ çok sesli” müziğin daha çağdaş
olduğu yönündeki tutarsız değerlendirmedir. Oysa
burada her iki yapıdaki müziğin kendi içinde değerli olduğu ve bu noktada yapılacak bir tercihin,
tercih edilemeyen diğer tarzı dışlamamasıdır.
Müziğin tek ya da çok sesliliği elbette ki bir
algı, anlayış ve kültür meselesidir. Doğulu toplumlarda müziğin, eğitim ve terbiye süreci içinde yer
alarak bilim olarak kabulünün, ortak bilinçaltında
yer alması ve tek sesli müziğin “telkin” etkisinin
çok sesliye göre baskın oluşu bu tarzın tercih edilmesini sağlamıştır.
Doğu müziklerinde ve özellikle Türkülerde,
söz ile müzik bir aradadır. Tabiatla iç içe olmanın
ve kâinatın armonisi ile ahenk sağlamanın amaçlandığı Türkülerde, müzikal açıdan tabii seslerin
arandığı çok açık görülmektedir. Türk çalgılarının hemen tamamında (bağlama, kaval, davul, tar
gibi) seslerin tabiliği ve mekanik olmayışı dikkat
çeker, mesela, Âşık Veysel’in çaldığı bağlama ile
Mozart’ın eserlerindeki melodik paralelliği görmemek imkânsızdır. Konumuz, Eflatun’un sözü ile birlikte değerlendirildiğinde, toplumların dinlemiş oldukları
müziğin niteliği ile toplumların niteliği hakkında
ciddi ipuçları vardır. O h’alde toplumsal bir yapının analizinde, müziğin de, incelenmesi gereken
bir araştırma sahası olacağından hareketle, Türk
toplumu hakkında, “ Türkülerimizin “ değerlendirilmesi suretiyle önemli sonuçlara ulaşmamız
mümkün görünmektedir.
21
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Türk’ü Söyler Türküler
Dünyada hiçbir milletinin, kendi adıyla andığı,
bir müzik kategorisi bulunmamaktadır. Bir başka
ifadeyle, pek çok milletin “halk şarkıları” olsa da
bir millet adı olarak Türkü’de olduğu gibi bir adlandırma yoktur. “Türkü”, Türk isminden türetilmiş bir başka isimdir. Yani isimden (Türk), isim
(Türkü) türetilmiştir. Bunun anlamı ise, Türklerin,
Türkülerini müstakil bir varlık olarak kabul edip
isimlendirmişlerdir. Oysa “ halk şarkısı “ tabiri
genel ve anonim bir anlamı ifade etmektedir. Bu
etimolojik ve filolojik tespit bile, Türk milletinin
“Türküsüne” verdiği değeri ve ona yüklediği anlamı ifade ettiği gibi, Türkünün sadece, Türklere
has ve ona ait olduğunun da bir göstergesidir.
Bir müzik formu olarak Türküler pek çok çalışmaya konu edilmiş, ağız, yöre, tavır, makam gibi
teknik boyutuyla incelenmiştir. Bu gerekli çalışmaların yanında yukarıda da ifade ettiğimiz gibi,
Türkülerin sosyolojik yönünün ihmal edildiği bir
gerçek ve önemli bir eksikliktir.
Tarihî süreç içinde Türk tahayyül ve tasavvurunun somutlaşmış biçimleri olan Türküler,
Türklerin kadim zamanlardan bu yana taşımakta
oldukları dünya görüşü ve algısının günümüze taşımasında önemli bir fonksiyon icra etmişlerdir.
Türklerin gerek İslamiyet öncesindeki Şamanist
/ animistik inançları ve gerekse İslamiyet sonrasında da bu anlayışları devam ederek, eşyalara
ve cansız varlıklara ruh izafe etmeleri, hayatı ve
evreni algılamalarına da yansımış ve bu yansıma
haliyle Türkülerde de kendini bulmuştur. Kâinatın
devamlı hareket halinde olduğu, varlıkların karşılıklı etkileşimi Türklerin en önemli kozmolojik
inançlarından birisidir.
Algı paradigması içinde, kâinatın hiçbir yönü
cansız ve statik değil hep dinamik bir etkileşim
içindedir. Bu yaklaşımın Türkülerde oldukça fazla
örneğine rastlamak mümkündür.
Öyle ki, Türkler, türküler vasıtasıyla bazen bir
dağla dertleşmiş, bazen engel gördüğü bir akarsuya beddua etmiş, bazen de taşlarla konuşulmuştur.
Cansız varlıklara “ruh izafe etme” inancı Şamanist bir gelenek olmakla beraber, İslamiyete de
uzak olmayan bir yaklaşımdır ve bu yaklaşım çok
önemlidir.
Bunun yanı sıra yapılan son bilimsel araştırmalar, -Kuantum Fiziği bağlamında- cansız var-
lıkların (ruhları olmasa bile) dinamik olduklarını,
etkilenme ve etkileme niteliklerinin bulunduğunu
göstermektedir. Türkülerin, Türklerin hayatında
bu derece önemli yer tutmasının en önemli sebeplerinden birisi belki de tarihî süreç içinde, sözlü
kültür geleneğinin baskın oluşudur.
Yazılı olarak kayda geçirilemeyen, olay, olgu ve
problemlerin, Türkü formunda ve müzik eşliğinde,
hafızada çok kolay ve en az kayıpla tutulabilmesi,
Türkülerin bir müzik olgusu olmasının yanında,
kolektif hafıza olmasını da sağlamaktadır. Gerçekten de müzikle beraber belirli bir düzen de (şiir
formunda ) anlatılan olguların, akılda kalıcılığı
daha kolay olmaktadır. Sadece şiir formatında bir
eseri aklıda tutmak ile müzik eşliğinde akılda tutmak arasında oldukça fark olduğu bireyse tecrübe
ile anlaşılabilecek bir tespittir. Bu perspektif ile
Türkülerin sosyolojik olarak incelenmesinin yeterli olarak yapılmadığı yukarıda ifade edilmişti.
Türkülere, antik eserler gibi bakmanın ve incelemenin doğru bir tavır olmadığını, Türkiye’de
türküler ve daha pek çok şey hakkında yapılan
çalışmaların bu nitelikte olduğu ifade edilebilir.
Çünkü türküler, güncel ve hayatın içindedirler ve
tahminlerin çok ötesinde zengin, tarihî, sosyolojik, psikolojik, kozmolojik, politik, dinî vs. veriler
taşımaktadırlar. Modernleşmeyle gelen toplumsal
değişimler, türkü üretimini büyük oranda ortadan
kaldırmaktadır. Bu tespit her ne kadar anonim
türküler için daha fazla gerçeklik payı taşısa da,
bestelenmiş olanlar, âşıklık geleneği kapsamındaki türkülerimiz için de bu zorluğu kabul etmek gerekir. Ancak bu “üretim krizinin” kısmen aşılmaya başlanmış olması sevindirici gelişmelerdendir.
Türk toplumundaki hızlı şehirleşme elbette ki değişik algı biçimleri oluşturmakta ve bu algı kapsamında yeni ve bireysel çabalarla, türkü formunda
değişik nitelikli çalışmalara rastlanmaktadır.
Konu bakımından incelendiğinde türkülerin,
hayatın her alanına dair yakıldığı, görülür. Aşk, ayrılık, ölüm, hasret gibi konuları içermekle beraber,
ekonomik faaliyetler, mizahi ve toplumsal konular
gibi hayatın tamamını kuşatan bir muhtevaya da
sahiptirler. Bu yönüyle Türkler için “hayatı türküleştirmiş millet” denilebilir. Dolayısıyla, türkülerin sadece duygusal bir temele dayanmayıp, realist
bir anlayışla “kendini ifade etme” formu olarak da
kullanıldığı görülmektir. ■
22
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
NECATİ KANTER
Ş
ehrimizin en renkli en temiz delisiydi Donobet. Temizliği kendi üstüne başına değildi elbet. Bedenine cismine hiç değildi. Sanki
aylarca su değmemişti eline yüzüne. Etrafınaydı, şehrine ve şehrinin cadde ve sokaklarınaydı
onun temizliği. Çevre dostuydu. Görevini hiç
aksatmayan iyi bir temizlik işçisi gibi cadde ve
sokaklarda çöp toplar, “akşama pişmiş fasulya…
ye ha, ye ha, ye!...” der, bir yandan da küfürler
savurur gezerdi.
Müslüman kimdir, Hristiyan kimdir, Türk,
Ermeni, Süryani nedir bilmez, bilse de ayırım
yapmazdı. Ne kilise ne havra ne de cami ilgilendirirdi onu. Ellinde uzun saplı bir süpürge, sırtında çuval, kendi işine bakardı Dono.
Bize uymazdı, ne münkir, ne de nankördü Dono
Çuval omzunda gezer, alnı açık hürdü Dono
H. D.
dono
O bir divanedir. Divanelerin
bir başka yönü de ibnü’l-vakt
oluşlarıdır. Onlar için gelecek
ve geçmiş yoktur. Anı yaşarlar.
Yaratıcı ile bir ve beraberdirler.
Aralarında rint olanları da vardır.
Kâh odun parçası toplar, kâh arar çuval, çivi,
çöp
Fahri bir çöpçü olup şehre çok iş gördü
Dono
23
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Sıska ve uzun boyluydu. Bakışları sabit, gözleri donuk yeşil… Eğlencelere katılır, düğünleri
kaçırmazdı. Çiftetelli oynarken halk bir yandan
kahkahalar atar bir yandan da tempo tutardı. Düğünlerin olmazsa olmazı idi. Olur da o gün düğünde bulunmazsa mutlaka birileri gider, bulup
getirirdi.
Müslümanlara yakınlığı nedeni ile kendisini
cuma namazına davet eden birine:
“Efendi, efendi!... Senin gibi sakallı, keşiş bir
dedem vardı; o da kiliseye davet ederdi beni!...
Benim Allah’ım ne kilisede ne de camide… Hadi
oğlum, hadi herkes işine yallaa!...”
Attı hep minneti omzundaki çuvala
Para indinde pul etmez, o ne bonkördü Dono
Ağalığın beyliğin ardınca o hiç gam yemezdi
Gezdi keyfince, sokaklarda ömür sürdü Dono
“Akşama pişti fasulya, ye ha, ye ha” diyerek
Bize iç derdimizin zehrini öksürdü Dono
Akrabalarının çoğu, İstanbul, Paris, Fransa ve
Amerika’da yaşardı. Tehcir Kanunu ile iyice azalan gayrimüslimlerin sayısı kala kala ancak beş
altı hane Ermeni, bir o kadar da Süryani... En tanınanı ve en sevileni de Dono ve ailesiydi.
O yıl “kara kış”ın dondurucu soğuklarında
şehrin cadde ve sokaklarında görünmeyince halk
onu özlüyor, “Yahu bu aralar Dono görünmüyor.
Öldü möldü mü?” deyip sorup soruşturuyorlardı.
Sokaklarda o olmasa da veletler Dono’nun meşhur türküsünü koro hâlinde söylüyorlar, taklidini
yapıp kendi aralarında şakalaşıyorlardı.
“Akşama pişmiş fasulyaa… ye ha, ye ha
yee!...”
Kış boyunca çıkmadı Dono.
Tek katlı evinin sokağa bakan penceresinin
önünde oturur, güzeller güzeli Hayganuş’un saksılara diktiği çiçekleri sular, onlarla sohbet eder,
gideni geleni gözler, bazen de odasının camını
açar, o meşhur türküsünü mahallenin çocukları
ile söylemekle yetinirdi.
Böyle geçti bir kış.
Mart ayının ortalarıydı. 14 Mart Paskalya
Bayramı. Hz. İsa’nın dirilişini dile getiren bir
bayram. Günlerden pazardı. Dono’nun ailesi papazın yönetimi altında dinî törenlerini ifa etmeye
gittiler. Tabi, Dono evdedir, hastadır ve bir başınadır. Umurunda bile değildir bayram. Her gün
bayramdır onun için. Ama ihtiyarlık bükmüştür
belini.
Pırıl pırıldı hane halkının elbiseleri.
Ermeni komşularımız tabi ki o gün neşeliydi.
Allah’tan tek dilekleri yağmurun yağması idi.
Onun için istavroz çıkarıp dua ediyorlardı. Mahallenin bitirimleri bayramlık elbiseler içinde
Hayganuş’u görebilmenin heyecanını yaşamak
için pusudalar.
Donobet’in yakın akrabası olan Kirkon usta
iyi bir duvar ustası. Bizim evin yapımında çalışırken ara sıra sohbet ederdik onunla. O söylemişti:
“Paskalya Bayramlarında haşladığımız kızıl yumurtaların kabuklarını kapımızın önüne bırakırız, Yağmur yağar da bu kabukları yağmur suları
alır götürürse günahlarımızı da götürmüş olur.
Böylece ettiğimiz dualarımız da Mesih Babamız
tarafından kabul olur.”
Hava bulutluydu ama o gün yağmur yağmadı.
Dono’nun küçük oğlu Haygas, elindeki küçük
bakır bir tepsi içine itina ile yerleştirilen paskalya
çöreklerini ve kızıl yumurtaları Müslüman komşularına kapı kapı dağıtırken çocuğun yürüyüşü
bile değişirdi. Havalı mı havalı… Biz Müslümanların Şeker ve Kurban Bayramlarında ikram ettiğimiz tatlıların, şekerlerin ve kurban etlerinin
karşılığını ödüyormuş gibi bir rahatlık içinde ve
gururlu.
Bir torunu vardı Dono’nun. Mahallenin güzeli.
Hayganuş’tu adı. On yedisindeydi… Kız Meslek
Lisesinde okuyordu. Gözleri mavi, saçları sarı…
Fettan… Biraz da fingirdek…
O günlerde çok sevilerek söylenen, romanlara,
öykülere konu olan bir Harput türküsü gençlerimizin dilinden düşmezdi. Hayganuş eşikten daha
adımını atar atmaz gençlerden biri ya da bir çocuk korosu başlardı.
24
Ahçiği yolladım Urum iline
Eser bad-ı saba zülfün teline
Gel seni götürem İslam iline
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Bu bir aşk öyküsü… Sevda ve ayrılık türküsü...
Harput’un
Ebu
Tahir
Mahallesi’nde
Dabaklar’ın Mustafa ile Şehroz Mahallesi’nden
Ermeni Nişan’ın kızı Ahçik’’in sevdalarını anlatan hazin bir türkü.
Harput’un “Şüşnaz” köyünde bir düğünde
görmüştü onu Mustafa…
Ortalığın bozuk olduğu yıllar...
Osmanlı savaşta...
Karşısında yedi düvel!...
Ülke üzerine kara bulutların çöktüğü, zor zamanların yaşandığı günler…
Savaşla birlikte etnik sancılar da başlamıştır.
Ermeniler ayakta...
Arada din farkı...
Üstüne üstlük bir de Ermeni işbirlikçilerin çıkardığı “Yeprad” adlı gazetenin tahrik edici yayın ve baskısı…
Ve umudun umutsuzluğa dönüştüğü bir aşk…
Mustafa ile güzeller güzeli Ahçik, Harput ulemasının ve Ermeni tebaasının katı tutumu nedeniyle bir türlü kavuşamazlar. Tehcir Kanunu ile
yöreyi terk ederken akıtamadığı gözyaşlarının
alev damlaları Ahçik’in içini yakar… Çökmüş
omuzları ve melül bakışlarıyla kaybetmişliğin
yoğun hüznünü, aşkını, sevdiklerini, en kötüsü
de daha seveceklerini bırakmış olmanın acısını
yaşar.
Omzunun üzerinden bakıp sımsıkı kapattığı
dudakları arasından kendi kendine konuşur Ahçik:
-Neden?
Mustafa’nın akıtamadığı gözyaşları bu soruya
yine aynı soru ile karşılık verir:
-Neden?
Bu hazin aşk öyküsü türkü olur, dillerde dolaşır, gönüllere yerleşir.
Vardım kiliseye baktım haçına
Gönlümü bağladım sırma saçına
Gel seni götürem İslam içine
Hayganuş cilvelenirdi bu türküyü duyunca.
Gözlerini süzer, sarı saçlarını bir kısrak gibi arkaya doğru savurur, ama kimseye de pas vermezdi.
Dono’nun uzaktan akrabası olduğu söylenirdi ‘Ahçik’. Ondan mıdır bilinmez, Hayganuş’un
yengesi Maran’ın bu türküyü Ermeni ağzı ile söylediği o güzel sesini duyardık bazı geceler. Hâlâ
kulağımda onun sesinin yumuşaklığı, sıcaklığı
ve yüreğime ılık bir su gibi akışı… Bugün bile
ürperiyorum, hüzünlenip anılarda geziniyorum o
sesi anımsadıkça. Dinlediğim her müzikte, duyduğum her seste yeniden yaşıyorum o anı...
Vardım kiliseye haç suda döner
Dinimden dönersem el beni kınar
Mustafa bu aşka nice bir yanar
Öyle yanık söylerdi ki güzel gelin Maran,
kim bilir o da bir zamanlar belki Harputlu bir
Gakkoş’u sevmişti. Kürsübaşı gecelerinde, düğünlerde, özel eğlence günlerinde hep bu sevda
anlatılır, bu türkü okunurdu.
Ahçik’i yolladım Urum eline
Eser bad-ı saba zülfün teline
Gel seni götürem İslam iline
Yine o dumanlı günlerde Tıpkı Erzurum’da
yaşanan ve dilden dile dolaşan Erzurum delikanlısı bir Dadaşla sarışın bir Ermeni kızının ferman
dinlemeyen, gönüllerde şahlanan sevdalarını anlatan; Türkiye’de, Ermenistan’da ve Türkî Cumhuriyetlerde söylenen, hüzünlü, acıklı, “Erzurum
çarşı pazar” dizeleri ile başlayan “Sarı Gelin”
türküsü gibi.
Ahçik !...
Başımı sevdaya salan o Ahçik
Aman o Ahçik civan o Ahçik
Dono o gün keyifsizdi. “Mart kapıdan baktırır
kazma kürek yaktırır.” diye geçirdi içinden. Takır
takır vuruyordu dişleri. Büyük gelini Pulo’nun
dediğine göre üç ayı geçkin bir süredir konuşmuyormuş… “Oğullarıma haber salın görmek istiyorum.” Günlerce dilinden düşürmemiş oğullarının adlarını. Amerika nereee... Türkiye nere!...
Bu isteği yerine getirilmeyince ağzı kilitlenmiş.
Dono, dut yemiş bülbül!...
Kapının ardındaki uzun saplı süpürgesine
baktı, sokakların çerçöpünü düşündü. Acı bir tebessümle gölgelendi ihtiyar yüzü. Boynunu bü-
25
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
küp saatlerce kımıltısız oturdu çıtır çıtır yanıp
nar gibi kızaran saç sobanın yanındaki çiçekli
minderin üzerinde. Ne dağlardan şehre kadar
inen nevruz kokusunu ne de bahçelerde açan badem çiçeklerinin güzelliğini görebilmişti bu yıl.
İstemeyerek kafese girmiş kolu kanadı kırık garip bir kuşa benzetti kendini. “Kör olası bu romatizma illeti yok mu?... “Ah çekti Dono, vah
çekti, sonra gençlik hayalleri ile baş başa kaldı...
Ne yapsındı? Artık yaş da kemale ermiş, iyice takatten düşmüştü. Ama bu bayram gibi günde hiç
olmazsa mahallenin sokaklarını, hele hele kapılarının önünü süpürememek onu daha da üzüyor,
kahrediyordu. Ayağa kalkacak hâlde değildi ki...
Kalkmak için yekindi, olmadı… Ellerini açıp çaresizliğini savarcasına boşlukta salladı. “Gözü
çıksın şu ihtiyarlığın da; özlemin de hastalığın
da!” diye mırıldandı. Ayağındaki terliği çıkarıp
yanı başında mırıl mırıl uyuyan zavallı kediciğin
sırtına indirdi.
Bayram ayin’inden erken dönmüştü güzel torun Hayganuş.
Mahallenin yeniyetmeleri Ahçik türküsünün
nakaratı ile karşıladı onu.
Başımı sevdaya salan o Ahçik
Aman o Ahçik civan o Ahçik
hinkaya” köyündeki aile mezarlıklarına götürülürken kızları ve yakınları arkasından ağlayıp
gözyaşları döktüler. Acı ağıtları, feryatları, iniltileri, ahları vahları, taaa Gazi Caddesi’nde, hatta
“Beşkardeşler”de duyuldu.
Ben de gittim Dono’nun cenazesine. Bu gidişim biraz komşuluk hakkı biraz da meraktandı.
Uzaktan da olsa papazın duasını, istavroz çıkarışını ve Donobet’in nasıl gömüldüğünü ilgi ile
izlerken buruk bir tebessümün ardından nedense
onun o meşhur tekerlemesi döküldü dudaklarımın
arasından:
Akşama pişmiş fasulya, ye ha ye ha ye!
Papazın elinde “Kitabı Mukaddes” benim damarlarımda gezinen kâfir şeytan!...
Hayganuş geldi aklıma… Hayganuş’un dudaklarındaki gülümseme, hafiften kaşlarını çatarak
süzgün tavrıyla nazlanarak fettan bakışları ve iri
yeşil gözlerinin önüne dökülen lepiska saçları…
Gecenin bir vaktinde evimizin eyvanına çıkıp ay
ışığında başımı avuçlarımın arasına alıp Maran
Gelin’in o kadife gibi yumuşak sesinden Ahçik
türküsünün öyküsüne dalışım, hayaller ülkesinde
gezişim…
Toprağın bol olsun Dono!...
Kaçamak bir bakışın ardından tek katlı kerpiç evlerinin demir kapısına vurdu anahtarı, daha
içeri girer girmez sokağa fırladı Hayganuş. Ellerini dizlerine vurdu, saçını başını yoldu, bir yandan da avaz avaz bağırdı.
“Ölüooor!... dedem, dedem ölüor!... yetişin!...
akrep soktu, akrep soktuuu!... can çekişior!... Ölüoor! Gittiii… Donobet dedem gitti!...”
Aradan çok bir zaman geçmemişti ki, sökün
etti akrabaları. Bir kızıl kıyamettir, bir velveledir
koptu mahallede. Ermenice Türkçe ağıtlar, ağlamalar sızlanmalar!...
Dışı gayetle pisti amma, içi ak pakdı onun
Şorşor’un çağlayanında temiz gürdü Dono
Sebeb-i mevtin acep, yoksa odun kıtlığı mı?
Seni işletmelerin kahrı mı öldürdü Dono
Caddeler sokaklar çöpten, pislikten geçilmez
oldu. Günlerce Dono’yu aradı gözler.
Sordular:
Hasta mıydı?
Dediler öldü, yazık, ah dedik vah dedik
Bizi bu kez bırakıp gitti o beybah dedik.
Pek karanlıkta kalıp, bağrı yanık öldü yazık
Ne akarsu ne de bolca bir ışık gördü Dono
O gün akşama doğru kilisede bir cenaze töreni yapıp alelacele eve getirdiler Dono’yu. Bir
gün sonra da sabahın erken saatlerinde “Şa-
Kahbe dünyada o bir mert idi mürd oldu
İnan et, bizlere birdenbire dert oldu Dono* ■
__________
* Şiir, Haydar Duman
26
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
MEHMET NURİ YARDIM
H
er şeyi bir tarafa bırakıp çocuklarımıza, eskimeyen güzelliklerimizin barınağı halk türkülerimizi işaret etmeli, onları okutmalıyız. Erdemli
olmayı, karşı fikre tahammülü, sevgiyi, hürmeti, vefayı öğretmeliyiz. Güzel ülkemizin, Türkiye’mizin
muhtelif bölgelerine ait birbirinden nefis türküleri
vardır. Büyük milletimin yüksek medeniyetinden
damıtılan hikmetli mısralar, yüreklere çöreklenen
kasaveti darmadağın eder. Sevgiyi kaybedenlere
inat sevdanın evrenine girmek gerek. “Gel ha gönül
havalanma / Engin ol gönül engin ol.” Bu iki mısra
dahi bütün bir hayat anlayışımızı, felsefemizi, dünya görüşümüzü özetlemeye yeter. ‘Havalanmak’tan
niçin geri durmalı, niçin ‘engin ol’malı, neden mütevazı durmalıyız? Muhabbet sahibi olmanın hikmeti
nedir?
Türküler bilgi dağarcığımızı zenginleştirir, duygularımızı zarifleştirir, âsâbımızı düzeltir, bizi geniş
ufuklara doğru çağırır. Masmavi bir gökyüzünde
kanatlanırız. Sonra Tatyan havalarını duyarız. Güldesteler gelir: “Yiğit olur doğru söyler hile kalmaz
sözüne / Yetmiş iki nur yağıyor sevdiğimiz yüzüne /
Der Ömer müptelayım hem gaşınan gözüne / Hazreti
Yakub’un oğlu Yusuf-u Kenan gelir.”
Anadolu bir türkü tarlasıdır. Uzun havalar da
bizimdir, bozlaklar da. Uçsuz bucaksız türküler derlenir memleketimden. Açın bakın kitapları ki yüreğimizdeki yangınları görün: “Uzun olur gemilerin
direği / Yanık olur âşıkların yüreği / Ne sen gelin
oldun ne ben güveyi” Yüreği yanık olanların gözlerinden sevgi ışır her yana. Onlar yaratılışın manasını
kavrayanlardır. Muhabbetin, insanın özü olduğunu
bilenlerdir.
Halk şairlerini okuyun. Kul Himmet’ten çıkın Emrah’la Erciş’e varın, Köroğlu’ndan başlayın
Seyrani’ye gelin, Dadaloğlu’ndan yürüyüp Âşık
Veysel’e ulaşın. Karacaoğlan, sevgisini yitirenlere
asırlar ötesinden bakın nasıl sesleniyor: “Dinle sana
bir nasihat edeyim / Hatırdan gönülden geçici olma
/ Yiğidin başına bir iş gelirse / Onu yâd ellere açıcı
olma / Mecliste ârif ol kelâmı dinle / El iki söylerse
sen birin söyle / Elinden geldikçe sen eylik eyle / Hatıra dokunup yıkıcı olma”
Türküler, kültürümüzün en canlı, kimliğimizin
en belirgin parçalarıdır. Geçmişin yaşanmışlıklarını
türkülerde görür, kendimizi âdeta bir aynada seyrederiz. Çünkü neşemizi, hüznümüzü, kederimizi,
sevincimizi, acımızı, mutluluğumuzu kısacası bütün duygularımızı bu metinlerde buluruz. Bazen bir
aşkı anlatır bazen bir savaşı. Kimi zaman bir ailenin
dramını dile getirmişlerdir ya da bir sosyal yarayı...
Ama sevdalar, sevgiler ağırlıktadır türkülerde. Temaları ne olursa olsun mutlaka bizim maceramızı
dillendirmiştir bu ezgili şiirler. Yüzyıllardan süzülüp günümüze ulaşan bu güzel eserleri dinleyip de
coşkuya kapılmayan veya hüzünlenmeyen bir Türk
27
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
düşünebilir misiniz? Türküler genellikle herkesin
rahatlıkla anlayabileceği ortak, sade ve doğal dille,
hece vezni ile söylenmiş, yazılmıştır.
Birçok bölgemizin, pek çok şehrimizin veya beldemizin birbirinden anlamlı ve güzel türküsü vardır.
Her geçen gün yeni türküler derlenmekte ve geçmişten günümüze sağlam bir kültür ve folklor köprüsü
kurulmaya çalışılmaktadır. Türküler geçmişin izlerini bugüne taşıyan birer hâtıra defteri gibidir. Veya
zaman tünelinden günümüze aktarılan birer günlük… Bir milletin seyir defteri de diyebiliriz bu acı
tatlı türkülere.
Türkülerde sadece aşk-sevda duygularını mı dillendirilir? Ne münasebet! Onlar bizim inancımızın,
dünya görüşümüzün, ahlâk anlayışımızın, gelenek
göreneklerimizin, kısacası kültür ve medeniyetimizin de birer canlı vesikasıdır. Atalarımızın neye
ağlayıp neye güldüğünü anlatırlar bize. Ne zaman
hüzünlere kapıldıklarını anlarız yanık bir türküye
kulak verince.
Türküler isimsiz kahramanların eserleridir genelde. İlk söyleyeni bilinmez çoğu zaman. Bir yöreden,
bir bölgeden çıkar ve yayılır. Belki de başka bir yerden akıp gelmiştir kulaktan kulağa. Zaten türküyü
kimin ortaya çıkardığına değil, nasıl söylendiğine
dikkat edilir önce. Kolay gibi görünür türküler. Sanki herkesin hemen uydurabileceği şiirler sanılır. Biraz
dikkatlice bakılırsa bu metinlerdeki incelikler, özellikler, geniş ufuk ve derinlik hemen fark edilebilir.
Türküleri anlayabilmek, sevebilmek için çok fazla
çaba harcamaya gerek yok aslında. Sadece onları biraz yürek sesimizle dinleyebilirsek daha çok sevecek
ve çevremize de sevdirebileceğiz. Aslolan iç dünyamızı, gönül kapımızı türkülere tamamen açabilmek.
Türküler bir olay, bir istek ve arzu ile veya bir
heyecan üzerine doğarlar. Bu ürünlerin başlangıçta
sahipleri bellidir. Ancak zamanla, insanların dilinde
dolaşa dolaşa türkünün asıl sahipleri unutulur. Daha
sonraki nesiller, türkünün sahibini bilemezler. Türküler artık halkın ortak malı olmuş, anonimleşmiştir.
Önceleri mahallî iken zamanla millî bir kimlik sergilemeye başlarlar. Anonimleşmelerinde ve yaygınlaşmalarında göçlerin, savaşların, gurbete çıkanların
ve gezgin halk şairlerinin büyük etkisi olduğu inkâr
edilemez.
Edebiyat araştırmacıları, türkülerin, Türk halk
şiirinde kullanılmış en eski türlerden oldukları konusunda ortak bir görüş belirtmektedirler. Kaşgarlı
Mahmut’un Divanü Lugati’t-Türk’ünde geçen türkü
tarzındaki dörtlükler bu görüşü destekler mahiyettedir.
Halk edebiyatımızın en çok sevilen ve yaygınlık
kazanan ürünleri olan türkülerin bu kadar benimsenmesinde aşk hikâyelerini özlü biçimde anlatıyor olmaları da önemli bir rol oynar. Köroğlu, Âşık Garip,
Kerem, Gevherî, Karacaoğlan, Dertli, Dadaloğlu,
Ruhsatî ve Emrah’a ait pek çok şiir zamanla türküleştirilmiş ve unutulmaz müzik parçaları olarak Türk
milletinin hafızasında yer etmiştir.
Türküler, genelde yedi, sekiz ve on bir hece ile
söylenmişler, ancak çok az sayıda da olsa beş ve on
beş heceli şiirlere de rastlanır. Şiirdeki kıtalar arasındaki bağlantılar da türküleşen eserlere büyük bir
ahenk katmıştır. Öte yandan vezin ve kafiye açısından serbest tarzda söylenmiş türküler de vardır.
Türküleri yapılarına, kullanıldıkları yere ve yörelerine göre veya daha farklı şekilde ayıran folklor uzmanları ve edebiyat tarihçileri vardır. Yapılarına göre
türküleri sınıflandıran araştırıcılar bent kavuştuklarını göz önünde bulundururlar. Bu tür sınıflama şöyle:
Bentleri mani dörtlükleriyle kurulan türküler, bentleri dörtlüklerle kurulan türküler, bentleri üçlüklerle
kurulan türküler ve bentleri beyitlerle (ikili) kurulan
türküler. Ancak genelde türküler işledikleri konulara
göre şöyle sınıflandırılır: Aşk türküleri, çocuk türküleri, derebeyi, eşkıya türküleri, iş türküleri, diyaloga
dayananlar, kahramanlık türküleri, merasim (tören)
türküleri, mizahî türküler, Oyun türküleri ve Tabiat
türküleridir. Türküleri ninniler, aşk türküleri, nişan
düğün, gelin ve güvey türküleri, gurbet türküleri, askerlik türküleri, hapishane türküleri, ölüm türküleri
(ağıtlar) şeklinde tasnif edenler de bulunuyor.
Türküler dar bir alanda değil toplumun değişik
kesimlerinde yaygınlık kazanmış ve benimsenmiştir. Askerler, esnaf ve ilim çevreleri arasında olduğu
kadar, tekkelere devam eden tasavvuf ehli tarafından da sevilerek söylenmişlerdir. Bu yönleriyle saf
ve millî edebiyat ürünleridirler.
Bazı türkü sözlerinde ufak tefek farklılıklar olabilir. Bu tabiidir ve şundan kaynaklanmaktadır:
Türkler, yüzyıllardan beri seslendirdikleri türküleri, kendi bölgelerine, kendi şivelerine, hatta kültür,
mizah vs. anlayışlarına uygun biçime dönüştürmüş
ve bu şekilde yaygınlaştırmış, yazıp söylemişlerdir.
Dolayısıyla Anadolu’nun bir yöresinde söylenen bir
türkünün bazı söz ve nakaratları diğer bölgelerde değişik olarak seslendirilebilir.
Onları seviyoruz.■
28
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
KOÇAKLAMA
Hey Köroğlu’m
Hey Ayvaz’ım
Kanımda kanın dalımda sazın
Koynumda muskan alnımda yazın
Er meydanında Asyalı reddiyem
Bayrak avazlım
Hey doratım
Doratım hey
Suya düşsün aksin
Buluta değsin kanadın
İz sür iz bırak
Asırlar var ki toynağında beratım
Hey Köroğlu’m
Hey Ayvaz’ım
İşmar edin hele bir yol ben de geleyim
Nicedir bir öfke kızartır gölgemi
Kında koç kılıç
Bolu Dağları’nda bileğim
Hey kıratım
Kıratım hey
Kışımda bahar baharda yazım
Vursun göğsüme yelin ayazın
Uç bir uçtan bir uca
Hülyalarıma kon şahbazım
Hey yağızım
Yağızım hey
Solmasın diye bu yerlerin yedi rengi
Susmasın diye sözün yiğidi
Kuşan gel asrı at bineyim
El kim bey kim
Ben de bileyim
MAHMUT BAHAR
29
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
NAİL TAN
Â
şık sanatının Cumhuriyet dönemindeki
genel görünümüne geçmeden önce kısaca
kam, baksı, ozan, cırav, akın, çöğür şairi, saz şairi,
âşık, halk ozanı, adına ne derseniz deyiniz, pirleri her gün saz çalan Hz. Davud, ataları ilk saz şairi Hun Çuçu ve Oğuzların Bayat Boyu şairi Dede
Korkut kabul edilen âşıkların / ozanlarının temel
özellikleriyle sanat dünyamızdaki işlevleri / rolleri
üzerinde kısaca durmak istiyorum.
Âşık ve Âşıklık
Milletinin dertlerini, sıkıntılarını;
derneklerin, siyasi partilerin,
sendikaların emriyle ve onların
görüşleri doğrultusunda yaymaya
çalışan kişi de gerçek âşık
değildir. Âşık, şahsiyetini bulmuş,
hürriyetine düşkün insandır.
Âşıklık, halk şairliği Tanrı vergisidir. Yüce Tanrı her kula bu lütfü bahşetmez. Âşık yapacağı kişiye
“pir” veya “pirler” elinden “bade (dolu)” içirir. Bade
içen âşığın dili ve parmakları çözülür; gürül gürül
şiir söylemeye, saz çalmaya başlar. Bu sebeple, badeli âşıklara halkımız “Hakk Âşığı” adını takmıştır.
Hakk âşıkları genellikle dinî konularda, yiğitlik,
kahramanlık konularında ve bade içerken âşık olacağı güzel gösterilmişse, aşkla ilgili konularda şiir
söylerler. Bazı halk şairleri de bade içmemiştir. Bunlar usta halk şairlerine çıraklık yaparak yetişmişlerdir. Milletimiz âşığa / halk ozanına bu özellikleri
dolayısıyla kutsallık vermiş; onları emre, abdal, kul,
dede, ana, baba gibi unvanlara layık görmüştür. Bir
Karacaoğlan söylencesine göre; kuraklıktan yakınan Çukurova köylülerinin ricası üzerine, Karacaoğlan sazıyla sözüyle Allah’a seslenmiş ve yağmur
yağmıştır. Günümüzde lisede, üniversitede okuyup
da âşık olduklarını ileri sürenlere rastlamaktayız.
Gördükleri öğrenim sırasında okudukları halk şairlerinin şiirlerine bakarak onlar gibi şiir yazmaya çalışan, nota bilgileri dolayısıyla da kolaylıkla saz çalıp beste yapabilen bu kişiler, gerçek birer halk şairi
olmayıp “âşık tarzında şiir yazan aydın şairler”dir.
Başka bir deyişle çağdaş edebiyatın şairleridir.
“Halktan biriyim, iyi de saz çalıyorum, o hâlde halk
şairiyim.” demekle halk şairi / âşık olunmaz. Şunu
çok iyi biliniz ki âşıklık çok güç bir sanattır. “Ger-
30
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
çek halk şairinin / âşığının özellikleri nelerdir?”
diye sorarsanız şu cevabı veririm:
Âşık / halk ozanı, milletinin duygu ve düşüncelerini anında şiirleştiren ve şiirlerini anında
ezgiye dökebilen kişidir. Yani doğaçlaması kuvvetli, beste kabiliyeti yüksek bir sanatçıdır.
Âşık / halk ozanı, milletinin “gören gözü,
düşünen kafası, duyan yüreği, dinleyen kulağı,
söyleyen dili”dir. Yani, milletinin sağduyusudur;
ortak duygu ve düşüncelerinin derleyici ve yayıcısıdır. Âşık; ailesine, vatanına, milletine candan
bağlıdır. Başka milletlerin çıkarları ve ideolojileri doğrultusunda çalıp söyleyenler, gerçek âşık
değildir.
Âşık / halk ozanı, Cumhuriyet idaresine, Atatürk ilkelerine ve inkılâplarına yürekten bağlı
kişidir. Ancak, Cumhuriyet idaresinin getirdiği
hürriyet ve huzurun, âşıklık geleneğini sürdürmesine izin verdiğini çok iyi bilir. Diğer rejimlerde âşık da yoktur, âşık sanatı da... Sadece kendilerine halk şairi süsü veren slogan / rejim şairleri
vardır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde halk
şairleri yetişmesinin sebebi ise halkın nispeten
hür bir hava içinde bulunması, orduda halk şairlerine önem verilmesidir.
Âşık / halk ozanı için, daima sanatı ön planda
gelir. Büyük paraların, apartmanların, otomobillerin onun dünyasında yeri yoktur.
Âşık / halk ozanı; iyiliği, sevgiyi, kardeşliği,
millî birliği şiirleştiren kişidir. Kötülüğü, nefreti, düşmanlığı, bölücülüğü şiirleştiren kişi, âşık /
halk ozanı olamaz.
Âşık / halk ozanı, milletinin hem dertlerini
hem de sevinçlerini dile getiren kişidir. Milletinin dertlerini sömürerek her şeyi kötü göstermek
de her şeyi iyi gösterip hayal dünyasında yaşatmak da âşığın şahsiyetine, sanatına ters düşer.
Milletinin dertlerini, sıkıntılarını; derneklerin,
siyasi partilerin, sendikaların emriyle ve onların
görüşleri doğrultusunda yaymaya çalışan kişi de
gerçek âşık değildir. Âşık, şahsiyetini bulmuş,
hürriyetine düşkün insandır.
Görülüyor ki âşıklık, halk şairliği öyle her
kula nasip olmayacak özellikleri gerekli kılmaktadır. Türk milleti, yediden yetmişe şair bir
millettir. Beşikte ninniyle başlayan şiire düşkünlüğümüz, ölüm olayından sonra şiirli bir mezar
taşıyla noktalanmaktadır. Milletimiz, bugüne
kadar yukarıda saydığım özellikleri taşıyan pek
çok âşık / halk şairi / ozanı yetiştirmiştir. Bundan
sonra da yetiştirecektir.
Âşıkların, halk ozanlarının toplumdaki eğitim ve sanat görevleri, işlevleri, Orta Asya’da olduğu gibi Selçuklu ve Osmanlı topraklarında da
devam etti. Sadece dinî şiirler söyleyenleri, Türk
tekke edebiyatını yarattılar. Ayetlerin, hadislerin
anlamlarını şiirle halka anlattılar. Nasihat destanlarıyla güzel ahlakı yaymaya çalıştılar. Ahmet
Yesevî’nin hikmetleri; Yunus Emre, Hacı Bektaş
Velî, Kaygusuz Abdal, Hatayî, Pîr Sultan Abdal,
Kul Nesimî ve Hacı Bayram Velî’yle Anadolu’ya,
Balkanlara yayıldı. Çok sayıda Sünnî, Alevî,
Bektaşî halk şairi yetişti.
Aynı dönemlerde hem dinî hem de din dışı şiirler söyleyen âşıklar / halk ozanları da görüldü.
Savaşlarda, ordunun moralini diri tutmak için
halk şairlerinden yararlanıldı. Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Âşık Hasan ve Âşık Şenlik gibi kahraman âşıklar yetişti. Rus işgali altındaki Kars’ta
Ermeni asıllı Rus Generali, Âşık Şenlik’i bir
ordu kadar güçlü ve etkili görmüştü. Âşıkların
/ halk ozanlarının 16. yüzyıldan itibaren ortaya
koydukları çoğu din dışı şiirlerden oluşan bir âşık
edebiyatı kolu ortaya çıktı.
Âşıklar / halk ozanları, divan edebiyatının
karşısında bu iki edebiyat dalında sade Türkçeyle
şiirler söylediler. Anonim edebiyat dalında destanlar, halk hikâyeleri anlattılar. Şiirlerini daha
etkili, hatırda kalıcı duruma getirmek için kopuz,
çöğür, ıklığ, bağlama eşliğinde halka ulaştırdılar.
Türküler yaktılar. Böylece; Arapça ve Farsçaya
karşı Türkçeyi, divan müziğine karşı halk müziğini, mesnevilere karşı halk hikâyelerini yaratıp
yaşattılar. Kahramanlık destanlarımız, onlar sayesinde günümüze ulaştı. Aynı dönemde, âşıklar
/ halk ozanları sürekli seyahat ettikleri için halkın gazetesi, radyosu, televizyonu da oldular.
Cumhuriyet Dönemi Âşık Sanatımız
1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Millî Edebiyat dönemine girilmişti. Genç
Kalemler’le dilde sadeleşme hareketi hızlanmış,
halk şairleri gibi hece vezniyle şiirler yazan şairler (Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul gibi)
31
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
12 Eylül 1980 Harekâtı’na kadar, âşıkların bir bölümü
ekmek parası için ideolojik derneklerin ve aşırı uçlardaki
partilerin güdümünde hareket ediyorlardı. Âşıklar da diğer
sanatçılar, öğrenciler, memurlar gibi sağcı ve solcu diye
ikiye bölünmüşlerdi.
yetişmişti. Osmanlı döneminde doğmuş, ünlenmiş veya ünlenme yolunda yürüyen âşıklar / halk
ozanları vardı. Yusufelili Huzurî (1886-1951),
Posoflu Zülalî (1873-1959), Noksanî (1899-1972),
Karamanlı Gufrânî (1864-1926), Konyalı Âşık
Mehmet (1879-1950), Derdiçok (1871-1936),
Cemal Hoca (1884-1957), Yusufelili Zuhurî
(1887-1949), Baba Salim (1887-1956), Yorgansız
Hakkı (1898-1964), Sıtkı Pervâne (1863-1928),
Altunhisarlı Kemalî Baba (1859-1926), Şemsî
(1872-1968), Bardızlı Nihanî (1885-1967), Derdimend (1894-1980), Meslekî (1858-1930), Âşık
Hüseyin (1884-1950), Zefil Necmi (1870-1933),
Hüznî (1879-1936), Kul Sabri (1851-1931), Zaralı Halil (1906-1964), Emsalî (1900-1978), Posoflu Müdamî (1915-1968), Dursun Cevlanî (19001975), Talibî Coşkun (1898-1976), Âşık Veysel
(1894-1973), Ali İzzet Özkan (1902-1981), İhsan Ozanoğlu (1907-1981) ve Bayburtlu Hicranî
(1906-1970) gibi.
Onları, Cumhuriyet döneminde doğmuş, çırakları izledi. Çoğu rahmetli olmuş, sayıları yüzü
bulan bu güçlü âşıklardan bir bölümünün adlarını saymakla yetineceğim: Davut Sularî (19251985), Şavşatlı Deryamî (1926-1987), Hasretî
(1929-2000), Mihnetî (1929-), Kul Semaî (1931-),
Mevlüt İhsanî (1928-), Daimî (1932-1983), Kul
Ahmet (1932-1997), Sefil Selimî (1933-2003),
İbretî (1920-1976), Müslüm Sümbül (1940-), Hasan Devranî (1928-1993), İlhami Demir (19321987), Ferrahî (1934-1969), Metinî (1930-1996),
Hüdaî (1940-2001), Rahmanî (1942-1993), Ruhanî
(1931-), Mahzunî Şerif (1943-2002), Nesimî Çimen (1931-1993), Hüseyin Çırakman (1930-),
Yaşar Reyhanî (1932-2006), Murat Çobanoğlu
(1940-2005), Abdulvahap Kocaman (1934-2005),
Şeref Taşlıova (1938-), Halil Karabulut (1926-),
Kemalî Bülbül (1928-), Eminî Düştü (1943-),
Feymanî (1942-). Bu güçlü âşıkların çırakları,
günümüzde ustalarının izinde yürüyorlar.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, sade dil, hece
vezni ile vatan-millet-bayrak sevgisi şiirimize
hâkim oldu. Türk yenilik şiiri şairleri de (M.
Emin Yurdakul gibi) halk şairlerine özendiler.
Memleketçi, halkçı şiir anlayışını başlattılar.
Hecenin Beş Şairi (Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç, Halit Fahri Ozansoy, Enis Behiç
Koryürek, Orhan Seyfi Orhon) hatta Yedi Meşaleciler halk şairlerini örnek aldılar. Behçet Kemal
Çağlar, Ankaralı Âşık Ömer mahlasıyla şiirler
yazdı. Orhan Şaik Gökyay, Ahmet Kutsi Tecer ve
Rıza Tevfik Bölükbaşı gibi bazı şairler de koşmalar yazıp son dörtlükte soyadlarını, adlarını
tapşırdılar.
Âşıklar / saz şairleri 1931 yılına kadar Türk
Ocakları, 1932 yılından sonra da Halkevlerinin
itibar ettiği sanatçılar oldular. Halka, şiirleriyle
Cumhuriyet’in erdemlerini, Atatürk İnkılâplarını
anlattılar. Sivas’ta Ahmet Kutsi Tecer ve Muzaffer Sarısözen’in öncülüğünde 1931 yılı yazında
kurulan Halk Şairlerini Koruma Derneği, 5 Kasım 1931 tarihinde başlamak üzere üç gün süren
bir Halk Şairleri Bayramı düzenledi. Bu bayram,
âşık edebiyatımızda bir dönüm noktası oldu.
Âşık Veysel, Talibî Coşkun, Âşık Süleyman bu
bayram sayesinde adlarını duyurup üne kavuştular. Bayramın başarısı, sonraki yıllarda birçok
ilde bu adla halk şairleri / halk ozanları / âşıklar
bayramlarının / şenliklerinin düzenlenmesine yol
açtı. Bu bayramlar içinde, 1966 yılından itibaren
düzenlenmeye başlayan Konya Âşıklar Bayramı birçok âşığın ünlenmesine yardımcı oldu.
Alevî-Bektaşî ozanlar ise Hacı Bektaş’ı anma
törenleriyle Alevî-Bektaşî ulularını, erenlerini
anma toplantılarında, cemlerde sanatlarını icra
fırsatı buldular. Ne yazık ki, âşıklar bayramları
32
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
1970’li yıllar sonrası başlayan sağ-sol bölünmesini, bütünleştiremedi. 1938 Bayburt Halk Şairleri
Bayramı, 1964 II. Sivas Halk Şairleri Bayramı,
1979’dan beri aralıklarla düzenlenen Erzurum
Âşıklar Şenliği, 1983, 1984 ve 1986 Kayseri
Âşıklar Şöleni, 2007 III. Sivas Halk Şairleri Bayramı ile yine 2007 Bursa Türkiye Âşıklar Bayramı bu konudaki en önemli düzenlemelerdir.
Katılım rekoru geçen yıl Kars’ta Âşık Çobanoğlu
Âşıklar Şöleni’nde 218 âşıkla kırılmıştır.
Millî Folklor Enstitüsü / Millî Folklor Araştırma Dairesinde göreve başladığım 1970 ve sonraki yıllarda, 12 Eylül 1980 Harekâtı’na kadar,
âşıkların bir bölümü ekmek parası için ideolojik
derneklerin ve aşırı uçlardaki partilerin güdümünde hareket ediyorlardı. Âşıklar da diğer sanatçılar, öğrenciler, memurlar gibi sağcı ve solcu
diye ikiye bölünmüşlerdi. Bir araya getirme çabalarım hep sonuçsuz kalıyordu. Çünkü bakanlar
ve üst düzey yöneticiler de bir görüşü benimseyip
bize baskı yapıyorlardı. ‘70’li yıllarda sol görüşlü
âşıklarla görüşmemiz âdeta yasaklanmıştı. 19781979 Ecevit Hükümeti döneminde ise tersi oldu.
5-7 Kasım 1979 tarihinde Ankara’da düzenlenen
“Türkiye Halk Ozanları Semineri’nde iki grup
âşık arasında kavga çıktı. Sorunlarını birlikte
görüşüp çözüm bulamadılar.
12 Eylül 1980 Harekâtı’ndan sonra âşıklar ve
diğer sanatçılar arasındaki ideolojik kutuplaşma
zayıfladı. Millî Güvenlik Konseyi ve bakanlar,
genellikle ayrım yapmadan bütün sanatçıları
desteklemek istediler. Özel Tiyatrolara Yardım
Yönetmeliği çıktı. Sinema ve Müzik Eserleri Kanunu kabul edildi. Telif hakları birlikleri kuruldu.
Festivallere maddi destek yönetmeliği yürürlüğe
konuldu. SSK Kanununda iki defa değişiklik yapılarak binlerce sanatçının emekli edilmesi sağlandı. Her sanat dalına devlet desteği geldi. Ancak, âşıkların bir federasyon, vakıf veya dernek
çatısı altında toplanamamaları, devletten isteklerini küçük, cılız örgütler vasıtasıyla ifade etmeleri, daima sorun yarattı. Hâlâ, eski kırgınlıklar
devam etmekteydi. Eminî Düştü, Murtaza Yalçın,
Çoban Hüseyin ve Tahir Kutsi Makal’ın âşıkları
birleştirme çabaları, aradaki buzları biraz erittiyse de tam başarıya ulaşamadı. Mesut Yılmaz’ın
Kültür Bakanlığı döneminde (1986-1987) Konya
Âşıklar Bayramı ve Mevlânâ’yı Anma Törenleri Konya Kültür ve Turizm Derneğinden alındı.
Yine de âşıklar arasındaki gruplaşma aşılamadı.
Aradaki duvar alçaldı, o kadar.
1990 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla âşıklar ve diğer sanatçılar üzerindeki ideolojik
baskı zayıfladı. Âşıklar / halk ozanları arasındaki
uygarca ilişkiler başladı derken bu kez de âşıklar
/ halk ozanları ve diğer sanatçılar etnik milliyetçilik ve mezhep-tarikat baskısıyla karşılaştılar.
Âşık / halk ozanı yine düşünce silahı olarak kullanılmak istendi. Elbette, her sanatçı gibi âşığın
/ halk ozanının da bir siyasi görüşü, ideolojik
düşüncesi olacaktır. Ancak, bu durumda âşık /
halk ozanı sanatını sloganlaştırma, estetik değerlerden, dil zenginliğinden uzaklaşma tehlikesiyle
daima karşı karşıya kalacaktır. Sanatını ideolojiye, siyasete kurban eden âşıkların / halk ozanlarının soluğu uzun olmayacak, edebiyat tarihinde
ya yerleri bulunmayacak ya da birkaç satırla geçiştirileceklerdir.
Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünde Genel
Müdür Yardımcılığı yaptığım 1984-1988 yılları
ile daha sonraki yıllarda Bakanlıkta Klasik Türk
Müziği, Türk Halk Müziği, Tasavvuf Müziği
Koro ve Toplulukları kuruldu. İstanbul’da 1975
yılında kurulan İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu ile Devlet Halk Dansları Topluluğu
sanatçılarını geçici işçi kadrosundan kurtarıp
sanatçı kadrolarına kavuşturduk. Böylece Türk
Müziği ve Halk Oyunları Sanatçıları senfoni orkestrası, devlet tiyatroları, devlet opera ve balesi
sanatçıları gibi yüksek maaşa kavuştular. Devlet desteği, koruması dışında sadece âşıklarla
Karagöz-kukla sanatçıları kalmıştı. Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünün bu atılımından cesaret
alarak önce Halk Kültürünü Araştırma Dairesi
1990 yılında Devlet Geleneksel Türk Tiyatrosu
Topluluğunun kurulması, 1993 yılında da Halk
Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü Devlet Halk Ozanları Topluluğunun
kurulması için gerekli Bakanlar Kurulu kararlarının alınmasını sağladı. Ancak, iki müdür kadrosu dışında sanatçı kadrolarının Maliye Bakanlığından alınması konusunda ciddi bir girişimde
bulunulmadı. Maliye Bakanlığına yazı göndermekle yetinildi. Çünkü HAGEM’in başına halk
33
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
bilimi dışından yöneticiler getirilmişti. Bakanla
birlikte görevden ayrılacaklarını biliyorlardı. Bu
iki topluluk, aynı yıllarda Güzel Sanatlar Genel
Müdürlüğüne bağlı olarak kurulsaydı, çoktan
faaliyete geçmiş olacaktı. Nitekim 1990 yılında
Bakan Namık Kemal Zeybek’in isabetli bir kararı üzerine, Âşık Şeref Taşlıova ile Murat Çobanoğlu Sivas Devlet Türk Halk Müziği Korosuna
sanatçı olarak atandılar. Günümüzde TRT’nin
425 sanatçısının Kültür ve Turizm Bakanlığına
devri için hazırlık yapılmakta. Kültür ve Turizm
Bakanlığının 3000 civarında sanatçısı olacak
ama 30 âşığa / halk ozanına, 10 geleneksel tiyatro sanatçısına hiçbir zaman kadro verilmeyecek.
Çünkü bu iki gruptaki sanatçılar, sanat güçleri
oranında örgütlenemiyorlar. Alevî-Sünnî, sağ-sol
ayrımı yapmadan Başbakanın, Bakanın karşısına
çıkamıyorlar. Bu açıdan, Kurultay’ın ortak sorunları dile getirici bir sonuca ulaşmasını yürekten temenni ediyorum.
Günümüzde Türkiye, AB’ye üye olma konumunda bir ülkedir. Kültür mevzuatının taraması
2006 yılında yapılmış, devlete bağlı bu çok sayıdaki sanat topluluğu, sanat ordusu hemen dikkati
çekmiştir. Böyle bir durum, ancak sosyalist ülkelerde vardır. Sanatın, ancak özgür ortamlarda
gelişeceği, rekabet ortamının sanatçıların çabalarını artıracağı, çok iyi bilinen sanat ilkeleridir.
AB ülkelerinde sanat toplulukları bağımsız hareket ederler. Devlet, vergi indirimi, kültür merkezi yapımı ve pahalı orkestra bale, opera, tiyatro
faaliyetleri ve filmler için proje desteği yaparak
sanat çalışmalarından ulusun her bireyinin yararlanmasını sağlar. Belediyeler, özel idareler, sivil
toplum kuruluşları sanat etkinliklerini düzenlerler. Türkiye’de siyasi kuruluşlar (bakanlık, belediye, parti) bir sanat etkinliği düzenlediklerinde, “parayı veren son sözü söyler”, ilkesi gereği
sanatçıları yönlendirmeye çalışırlar. Her siyasal
görüşün şarkıcısı, türkücüsü, âşığı ayrılmıştır.
Yakın dönemde âşıklarımız, kendilerine para
ödeyen bakan, vali, belediye başkanı ve diğer
siyasileri övmek için saz ve sözlerini kullanma
mecburiyetinde kalmışlar, böylece de âşık sanatı
ciddi bir darbe yemiştir. Bugün, bir âşık sahneye
çıktığında, halk onun neler söyleyeceğini çok iyi
bilmektedir. Oysa âşık, halkın dertlerini, acıla-
rını, sevinçlerini dile getirmelidir. Bu işlev kaybolunca, âşık sanatı da ortadan kalkar. Kısacası,
artık devlete bağlı bir Halk Ozanları Topluluğu
kurulması gereksizdir. AB’ye girmek istiyorsak
böyle.
Âşık, saz şairi, ozan ne derseniz deyiniz, ancak halkın beyni, yüreği, gözü kulağı, ağzı dili
olursa bu sanat yaşar. Türkiye’de âşıklar; halkın
dertlerini, duygu ve düşüncelerini ifadeden gittikçe uzaklaşmaktadırlar. Sadece, övgü ve güzelleme veya kaba atışmayla âşık sanatı yaşatılamaz.
Beste olmadıkça, söze iyi ezgi döşenmedikçe âşık
sanatı ayakta kalamaz. Sazı sözü kuvvetli, halkın
dili olmuş âşıklar / halk ozanları (Âşık Veysel,
Davut Sularî, Âşık Daimî, Mahzunî Şerif gibi)
hiçbir zaman aç kalmaz. Daima biletli müşteri
bulur. Günümüzde en çok âşıklar şöleni düzenleyen kuruluşlar, siyasetin kuşattığı belediyelerdir.
Âşık, ailesini geçindirmek için mecburen belediye başkanlarının huyuna suyuna göre, sazını
sözünü kullanmaktadır. Bu da sanatı zayıflatmaktadır. Bugünkü âşıkların en önemli eksikliği, güzel saz çalmalarına rağmen türkü yakma
yeteneklerinin zayıflığıdır. Âşıklar, bu konuya
önem vermeli, gerekirse ders almalıdır. Halkın
diline düşmüş bir beste, âşığın bir yıllık giderlerini rahatlıkla karşılayacaktır. Âşık Veysel, Âşık
Daimî, Davut Sularî ve Mahzunî Şerif’in mirasçıları bile, bugün telif gelirinden pay alıp darlık
çekmeden yaşayabilmektedirler.
Günümüzde, sanatın en büyük destekçisi âşık
kahveleri ancak Kars, Erzurum ve Kayseri’de
kaldı. Düğünlerde halk hikâyesi anlatma geleneği
bitti. Âşıklar / halk ozanları festival, anma töreni sanatçısı oldular. Özellikle Erzurumlu, Karslı,
Çorumlu, Sivaslı âşıklar kolay ulaşım ve ekmek
parası dolayısıyla İstanbul, Ankara, İzmir, İzmit,
Bursa ve Antalya’ya yerleştiler.
Türk milleti, halkı var oldukça âşık sanatı
yaşayacaktır. Geçmişte bu sanatın Türk dilini,
destanlarını, halk müziğini yaşatma işlevi vardı.
Günümüzde de bu sanatın hâlâ bir işlevi vardır.
O da halkın, acılarını, sevinçlerini dile getirme
işlevidir. Âşık, bu görevini, âşık sanatı bu işlevini yerine getirmezse biliniz ki “âşık sanatı” ölecektir. Çünkü çağdaş şairler ve âşık deyişlerini
söyleyen halk müziği icracıları onların yerlerini
34
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
alacaklardır. Musa Eroğlu, Arif Sağ, Zülfü Livaneli gibi…
Âşıklara Hitabımdır
Sen ki; Selçuklu-Osmanlı yöneticileri, bilginleri, aydınları, memurları, sanatseverleri Arap
ve Acemlerin peşine düşüp onların dillerinde
şiir yazmaya çalışırken, Arap ve Acem’in edebî
türlerini alırken; Türkçe konuştun, Türkçe şiirler söyledin. Atan Dede Korkut’un, Hoca Ahmet
Yesevî’nin şiir geleneğini sürdürdün. Türk milletine dilini armağan ettin; 21. yüzyıla girerken
bizi anadilimizden yoksun bırakmadın.
Sen ki; Selçuklu-Osmanlı yöneticileri, bilginleri, aydınları, memurları, sanatseverleri Arap,
Acem müziğinin peşine düşüp şarkı, gazel, kaside söylemeye, kanun, santur, ud, lavta, ney, kudüm çalmaya çalışırken; türküler yaktın, çöğür,
bağlama, kaval, ıklığ çaldın. Davul zurnayla neşelendin. 20. yüzyılda, en kalitesiz, en değersiz
müzik olan “arabesk”in de tuzağına düşmedin.
Konservatuvarların, TRT’nin, Kültür ve Turizm
Bakanlığının halk müziği derlemelerinde ilk başvurulan kaynak oldun. Türk milletine öz müziğini de armağan ettin. 21. yüzyıla girerken bizi
türkülerimizden yoksun bırakmadın.
Sen ki, divan edebiyatı şairleri, İran mesnevilerini tekrarlarken, Türk milletine destanlarını,
halk hikâyelerin anlattın. Edebiyatımızın temellerini attın.
Sen ki; şiirlerinle, türkülerinle milletimize daima hoşgörüyü, insan ve tabiat sevgisini, vatana,
millete, bayrağa bağlılığı, doğruluğu dürüstlüğü,
haksızlığa karşı çıkmayı ve hak aramayı öğrettin.
Türk milletine atalarından gelen insani değerleri
ve güzel ahlakı da armağan ettin.
Sen ki; Selçuklu-Osmanlı devlet katında (Sultan Abdülaziz dışında) ve divan şairleri nezdinde
daima horlandın. Söylediklerine burun kıvrıldı.
Kaba saba köylü, sazı sözü çekilmez insanlar olarak görüldün. Sadece ordu sefere çıktığı zaman,
askeri yüreklendirmek amacıyla hatırlandın. Yeniçeri saz şairleri bu sayede biraz itibar gördüler.
21. yüzyıla girerken bu durum ne kadar değişti
dersin? Gene sanatçı sıralamasında en sondasın.
Yılbaşı, Cumhuriyet davetlerine çağrılmazsın.
Ülkemizdeki en kötü müziğin temsillerine, yani
arabeskçilere “Devlet Sanatçılığı” unvanı verilir.
Sana verilmez. Bütün sanat kuruluşlarına kadro
dağıtılır; 1993 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla kurulması öngörülen “Devlet Halk Ozanları
Topluluğu”nun kadroları bir türlü çıkmaz. Teselli
için söylüyorum. 1990 yılından beri 10 Karagöz
ve kukla sanatçı kadrosu da tahsis edilmedi. Onlar da sizin gibi öksüz/yetim sanatçılar...
Sizin işiniz kesat dostlar! Çünkü papyon kravatınız yok, smokininiz yok. Viski içmeyi, sol
elle yemek yemeyi bilmezsiniz. İngilizce, Fransızca kelimeler kullanıp entel görünemezsiniz.
Altınızda cipiniz, markalı otomobiliniz olmadığından gittiğiniz yerde çamurlu ayakkabılarınızla mermerleri, halıları kirletirsiniz. 1998 yılında
Veysel’in hatırına Köşk’e çıktınız ama yanınızda
diğer sanatçı grupları yoktu. Oysa Veysel, Türk
milletinin sanatçısıydı.
Sen ki; Türk milletine anadilini, öz müziğini,
halk edebiyatını, destanlarını, güzel ahlakını; kısacası, kültürel kimliğinin önemli bir bölümünü
armağan ettin, ama sana diğer sanatçılara verilen hakları vermezler. Onların saygınlığına ortak
olamazsın. Sen halktan gördüğün sevgi ve saygıyla yetineceksin. Halkın uzattığı kuru ekmeği,
pasta niyetine yiyeceksin. Onların değerlerini,
acılarını, sevinçlerini söylemeye devam edeceksin. İçinizden bazıları diyecekler ki; âşık / halk
ozanı, halkın dertlerini, sıkıntılarını söylediği,
devleti tenkit ettiği için sevilmiyor, diğer sanatçılara tanınan haklardan bunun için yararlanamıyor. Yanılıyorsun dostum! Türkiye’de devleti değil tenkit, hakaret eden, bu yüzden hapishanelere
düşen sanatçılara, yazarlara bir göz at! Onların
gördüğü itibarı, elde ettiği imkânları bir düşün!
Bana hak vereceksin!
Sen ki; yüzyıllar boyunca sana hor bakanlara,
ilgisiz kalanlara aldırmayıp sanatını sürdürdün.
Binlerce ciltlik eser ortaya koydun. Gene aynı
şeyi yapacaksın! Âşık / halk şairi / ozanı çile adamıdır. Çileni çekeceksin! İçinizden biri; bakan,
başbakan olup kaderinizi değiştirecek değil ya?
Âşıklar, ozanlar, lütfen sorunlarınızı, hiç
kimseden çekinmeden dile getiriniz. Aranızdaki
görüş farkını, sorunlarınızı dile getirirken lütfen
bir yana bırakınız. Hacı Bektaş Velî’nin dediği
gibi; daima bir olun, iri olun, diri olun!■
35
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
SUPHİ SAATÇİ
H
alk edebiyatımızın beslediği türkülerin,
folklorumuzun en zengin kurumlarından
birini oluşturduğu bir gerçektir. Medeniyetimizin
üstün yanını sergileyen türküler, sadece özlü söz
hazineleri olmakla kalmayıp, musiki sanatının da
ulaşılması zor olan bir zirveyi simgeler.
Türkülerde dile gelen hikmet ve atasözleri kıvamındaki sözleri ezgi eşliğinde dinlerken, kendimi
her zaman bir bilge kişinin karşısında gibi hissederim. Sanki deneyimli birinin öğütlerini dinliyormuşum gibi gelir bana. Uzun zaman bunun sebeplerini
araştırdım. Bu türkülerde ne gibi bir sihir veya cazibe var diye, kendi kendime sordum? Yıllar sonra türkülerdeki cazibenin veya sihrin ne olduğunu
kavramaya başladım.
Türkülerin, aynı kaderi paylaşmış insanların
geçmişten gelip geleceğe yönelen akışının terennümü olduğunu anladım. Toplumun yaşadığı maceranın destanı olduğunu hissettim. Türkülerde, doğanın getirdiği karşı konulmaz felaketlerde yaşanan
faciaların dile gelişine tanık oldum. Hatta bireysel
bir aşk yüzünden kanayan bir kalbin acısını paylaşan toplumun iniltisini duyabildim. Kısacası beşerî
duygulara, yaşanan ıstıraplara sahip çıkan toplumun dili olmuş türküler. İçtenliği halktan yana olduğu için de haktan yana olmuştur.
Yalınlığı, arılığı, duruluğu, doğallığı ondandır türkülerin. Dili saf ve yapmacıksızdır. Çünkü
halk saf ve yapmacıksızdır. Dolambaçlı ve kaypak
değildir. Doğrudur, içtendir ve berraktır. Damıtı-
Türküleri bu denli
özel kılan ve bütün
bir toplumu sımsıcak
duygularla saran
gücünün başında,
hiç kuşkusuz
ezgilere döşenmiş
olan sözleridir.
Türkülerin bir
toplumu sarmaktaki
gücü ve becerisi,
içindeki sözlerin
toplumun ortak duygu
ve düşünceleri ile
dünya görüşünü
yansıtmasından
kaynaklanıyor
olmasında
aranmalıdır.
36
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
la damıtıla, süzüle süzüle ve durula durula kristal
saflığında ve şairlere meydan okurcasına sözün özü
hâline gelmiştir. Onun için ne zaman türkülerden
söz açılsa, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun şu mısraları
gelir aklıma:
Şairim
Zifir ikaranlıkta gelse şiirin hası
Ayak seslerinden tanırım
Ne zaman bir köy türküsü duysam
Şairliğimden utanırım.
Türkülerin gücünü, asaletini ve has şiirlerden
bile üstün olan yanını ne kadar güzel anlatmış
Eyüboğlu… Türküleri bu denli özel kılan ve bütün bir toplumu sımsıcak duygularla saran gücünün
başında, hiç kuşkusuz ezgilere döşenmiş olan sözleridir. Türkülerin bir toplumu sarmaktaki gücü ve
becerisi, içindeki sözlerin toplumun ortak duygu
ve düşünceleri ile dünya görüşünü yansıtmasından
kaynaklanıyor olmasında aranmalıdır. Daha sonra
bu sözlerin, aynı toplumun musiki görgüsünü ve
anlayışını belirli bir ezgi kalıbı içinde kazandığı kıvamı bulması ile türküler, o toplumunun ortak malı
ve millî mirası hâline gelmiştir. Böylece toplumun
kimliği ve aynası olmuştur.
Coğrafyayı vatana dönüştüren türküler, maddî
nitelikteki toprağa anlam, ruh, duygu, inanç, sıcaklık, yaşama sevinci katmıştır. Aynı coğrafya parçası
üzerinde yaşayan insanların ortak duyuş, bakış ve
inanışlarını perçinleştirmiştir. Coğrafyayla bütünleşen türküler, aynı topluluğu birbirine bir harç gibi
tutturmuştur. Ortak hayatın, ortak maceranın ve ortak kaderin ürünü olmuştur türkü. Yaşanan macera,
yaşanan tarihin ajandası türkülerdedir daim. Simgeleşen türküler, vatanın nüfus cüzdanı ve kimlik
kart gibidir. Vatan onda dillenmiştir gayrı.
Bu sebepledir ki türküler, kendi toplumunun
kimliğini ifade eder. Coğrafyasının aynası ve zaman zaman haritasıdır türküler. Bu yüzden kimi
türküler, her okunuşta belli bir bölgeyi, topluluğu
ve halkı çağrıştırır.
Ben de kimliğimi türkülerde buldum doğrusu.
Söylenen bir türkü beni en kısa, en kestirme yoldan
tanıtmıştır Türkiye’ye:
Altun hızmav mülayim
Seni haktan dileyim
Yaz günü Temmuz tabax
Sen terle men sileyim
Gün gördüm günler gördüm
Seni gördüm şad oldum
Bu türkü duyulduğu zaman, herkes Kerkük’ü,
Türkmeneli’ni ve Irak Türkmenlerini hatırlar; onların yaşadıkları dramları düşünür, çektikleri acıları
ve iniltileri duyar. Birkaç kez söyledim ve anlattım. Her zaman yine ifade etmek isterim: Bunca yıl
Kerkük’ü, Irak Türkmenlerini anlatmaya ve tanıtmaya çalıştım, ancak itiraf etmeliyim ki bir türkü
kadar başarılı olamadım.
Bir türkünün verdiği mesaj, uzandığı menzil, sınırların ötesine geçen gücü ile bir anda milyonların
kalbine doğru yöneliyor ve yüreklere oturabiliyor.
Türkü artık salt duygu ve mesaj olmuştur adeta.
Yalan dolan bilmeyen türküler, bazen bir ananın sıcaklığı gibi sarar içimizi. Hüzünle tatlandırır sevincimizi. Bazen bir kor gibi ortaya çıkarır
küllenen aşkımızı, yârimizi. Sonra usulce dağıtır
efkârımızı…
Kısacası;
Oğlunun yolunu gözleyen anaya tesellidir türküler…
Özlenen sevgili, onun gül yüzü ve sıcak elidir
türküler…
Uzun yolda arkadaş, gurbette yoldaş, bitmeyen
gecelerde sırdaştır türküler…
Baharda bülbül, lale ile sümbül yahut güldür
türküler…
Tarlada başak, bellerde gümüş kemer, ipek kuşaktır türküler…
Sevdanın dili, özlenen sevgilidir türküler…
Sözleri irfan, gezdiği vatan, yol gösteren insandır türküler…
Bebenin beşiği, ananın aşı, dedenin musalla taşıdır türküler…
Aşığın avazı, güzelin nazı, aşkın çıkmazı, ananın niyazıdır türküler…
Dağların maralı, kalbi yaralı, yerli buralıdır türküler…
Göklerde bayrak, ana gibi sımsıcak yüreği
apaktır türküler…
Astığım bayrak, bastığım toprak, yattığım yataktır türküler…
Mehmetçiğin savaşı, yurdumun barışı, toprağımın her bir karışıdır türküler…■
37
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
MUSTAFA ÖZÇELİK
"...insanı müspet
ve menfi tüm
özellikleriyle
tanımanın
neredeyse
tek imkânıdır
türküler. Bu
durum, başka
hiçbir edebî
türde böylesine
gerçekçi
değildir.
Mesela şiir,
ele aldığı
insanı idealize
ederek, tiyatro
dramatize
ederek,
gerçeğin
sınırları dışına
çıkarabilir."
N
e zaman bir türkü dinlesem doğal olarak aklıma bende türkü
sevgisi uyandıran şu iki yazı ve üç şiir gelir: Zira bunlar, benim türkülerin gizli dünyasına girebilmemde bana imkân sağlayan,
yol gösteren, onları sevmemde olumlu etki yapan metinler oldu. Bu
yüzden onları da türküler kadar sever ve önemli bulurum.
Bu yazılardan ilki, Tanpınar’a ait bir metin. Ama bu, türkülerden bahseden müstakil bir yazı değil. “Beş Şehir”1de Konya ile
ilgili bölümde yer alan birkaç paragraflık kısım… Bilindiği gibi
Tanpınar,”hayatımın tesadüfleri” dediği beş şehri (Bursa, Erzurum,
Ankara, İstanbul ve Konya) anlatır bu kitabında… Yazılış gerekçesini de “onların arkasında kendi insanımızı ve hayatımızı, vatanın manevi çehresi olan kültürümüzü görmek” şeklinde açıklar.
Tanpınar, bu şehirleri anlatırken onların mimari yapılarından, çeşitli insan ve tabiat manzaralarından ve musikiden hareket eder. Zira
bütün bunlar, Anadolu topraklarında kurduğumuz kültür ve medeniyet yapımızın şifrelerini barındıran eserlerdir. Her biri kendi dilince
bir toplumun dünya görüşünü, hayat tarzını, insan ve toplum yapısını
anlatmaktadır. Sonuçta, Tanpınar bir Anadolu fotoğrafı çizer bize ve
biz o fotoğrafa bakarak Anadolu’yu daha iyi anlama imkânı buluruz.
Tanpınar, Konya’yı anlatırken Anadolu’yu tanıma ve anlama
imkânlarına bir unsur daha ilave eder. Bu unsur, türkülerimizdir.
Konya’da bulunduğu günlerde Konya Hapishanesinin kadınlar koğuşundan yükselen türkü sesleri, onu Anadolu’nun ve Anadolu insanının gerçekleriyle yüz yüze getirir. Şehir, taş toprak gerçekliğinin
ötesine geçer. Der ki: “Bu türküleri dinlerken içimde Konya birdenbire canlanır.” Bu canlanmayla Konya’yı hem tarihî geçmişiyle hem de
bugünkü hayatıyla kavrama imkânı bulur. Konya, onun için bu manada büyük bir zenginliktir. “Ben Orta Anadolu türkülerini o gurbet,
keder, türlü ten yorgunluğu ve iç darlığı dolu acı dert kervanlarını bu
şehirde tanıdım.” demekten kendini alamaz. Tanpınar, bütün bunlardan sonra şöyle demekten kendini alamaz: “Anadolu’nun romanını
yazmak isteyenler ona mutlaka bu türkülerden gitmelidirler.”
Tanpınar’ın bu yorumlarını okuduktan sonra, türküler, bizim için
büyük bir daha geniş bir anlam coğrafyasının öznesi, Anadolu’yu tanımanın önemli bir malzemesi hâline gelmektedir. Şüphesiz, türkülerin bize böylesi zengin bir imkânı sunması, onların öncelikle; doğallığıyla, içtenliğiyle ilgilidir. Çünkü türküler hayatın içinden doğarlar.
Olayların söze, musikiye dönüşmüş şekilleridir. Başlangıçta onları
belki bir kişi söylemiştir ama zamanla anonimleşmişler ve böylece
halkın ortak diline, ortak hikâyesine dönüşmüşlerdir. Dahası, hiçbir zaman eskimezler. Zaman içinde yeni söz ve beste imkânlarıyla
yaşamaya devam ederler. Onlarda ne söyleyenin sanat endişesi ne
dinleyenin estetik haz duyma arzusu vardır. Olanı, olduğu gibi yansıtırlar. Ama yürek diliyle yapılır bu anlatım. Bu yüzden öylesine yalın
ve içtendirler. Bu bakımdan duygusallığının yanında aynı zamanda
son derece gerçekçi metinler olarak karşımıza çıkarlar. Böyle olduk-
38
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
ları için de hangi toprakta, bölgede, coğrafyada doğmuşlarsa oranın tabiatına, hayat tarzına, yaşanan olaylarına
ve olayların kahramanlarına ayna tutarlar. Bu yüzden
Tanpınar’a katılmamak mümkün değil. Anadolu’yu ve
Anadolu insanını tanımak istiyorsak, onun romanını,
şiirini, tiyatrosunu yazacaksak türküler elimizin altında
duran en önemli kaynaklardır.
2.
Bende türkü sevgisini onulmaz bir sevdaya dönüştüren ikinci yazı ise Fethi Gemuhluoğlu’na aittir. Önce,
Türk Yurdu dergisinin Nisan 1959 tarihli 2. sayısında yayımlanan ve daha sonra yazarın “Dostluk Üzerine”2 kitabına da alınan “Türkülere merhaba” başlıklı yazı da türkü güzelliğinde ve içtenliğinde bir metindir. Yazının daha
ilk cümleleri, türkülerin bizim için ne anlam ifade etmesi
gerektiğini belirten ifadelerdir. “ Türküler bitip tükenirse
hatırasız, sevdasız ve yalnız kalırız” diyen yazar, bunun
gerekçesini de şöyle açıklar. “Türküler ve şarkılarda halk
var. Millet var. İnsan var.”
Sözün burasında Tanpınar’ın cümlesini bir daha
hatırlamak gerekir. Madem romanın-biz buna şiiri ve
tiyatroyu da eklemiştik-konusu insandır öyleyse bu tür
eserleri yazabilmek için insanın olduğu bu metinlere ilgi
duymamız gerekir. Dahası, bu alıntının başında söylenen
ve türküsüz kalmanın “hatırasız, sevdasız ve yalnız kalmak” olduğunu belirten ifade türkülere neden ve nasıl
önem vermemiz gerektiğini açıklayan çok vurucu bir tespittir. Zira hatırasız, sevdasız ve yalnız kalmak meselesi
insan olma meselemizle doğrudan ilgili konulardır. Bu
demektir ki, türküler biz olduğumuz için vardırlar. Başka
bir deyişle onlar varsa biz de varız. İnsanla türkü birbirinden ayrılamaz iki kavramdır.
Burada “nasıl” meselesini daha iyi anlayabilmek için
yazının devamına da bakmalıyız. Yazar, metnin ikinci paragrafında türkülerin çok önemli bir özelliğine daha dikkat çeker. Buna göre türkülerde anlatılan insan, gerçekçi
bir portreyle sunulur. Yazar bunu “İnce, yüce, ulvi, afif taraflarıyla insan var. Hafif, çılgın, şefkatli ve avare taraflarıyla insan var.“sözleriyle belirtir. Ama türkülerde sadece
bunlar yoktur. Bunu da şöyle açıklar yazar: “Türkülerde
ve şarkılarda şiir var, hikmet var, yaşama kuralları var,
töreler var, gelenekler var. Ve asıl mühimi yüreğimiz ve
gönlümüz var.” Dolayısıyla insanı müspet ve menfi tüm
özellikleriyle tanımanın neredeyse tek imkânıdır türküler.
Bu durum, başka hiçbir edebî türde böylesine gerçekçi
değildir. Mesela şiir, ele aldığı insanı idealize ederek, tiyatro dramatize ederek, gerçeğin sınırları dışına çıkarabilir. Ama türkülerde durum böyle değildir. Biz, nasılsak
öyledir türküler... Yalansız, sansürsüz, riyasız…
3.
Türküler konusunda beni etkileyen şiirlere gelince…
Bunlardan ilki -eminim bu, pek çok kişi için de öyledirBedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Türküler Dolusu”3 başlıklı
şiiridir.
“Kirazın derisinin altında kiraz
Narin içinde nar
Benim yüreğimde boylu boyunca
Memleketim var”
mısralarıyla başlayan bu şiirin de daha başında aynı
gerçeğe vurgu yapılır. Türkülerde memleketimiz vardır.
Milletimiz vardır. Onlar canımıza, ciğerimize kadar işler.
Onların içine insan kokusu sinmiştir. Onlar, şiirin hasıdır.
Bu yüzden şöyle der şair:
“Ne zaman bir köy türküsü duysam
Şairliğimden utanırım
Şairim
Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum
Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim
Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm”
Peki, nedir, türkülerde şairi, şairliğinden utandıran
özellik… Sahiciliği, gerçekçiliği, “memleket ahvalini” olduğu gibi yansıtmalarıdır elbette…”Ana sütü gibi
temiz, ana sütü gibi candan” olmaları… Bu yüzden
Eyüboğlu’na göre de tarihimizi, hayatımızı, insanımızı
tanımak için kitaplardan öte birer imkândır türkülerimiz..
Yine bu yüzden “memleket ahvalini”, onlardan sormak,
öğrenmek gerekir. Mesela konu Yemen mi? Şair doğal
olarak şöyle diyecektir.
“Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen’i
Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni
Ben türkülerden aldım haberi.”
Eyüboğlu da türkülerin anonimliğini onların bir özelliği, güzelliği ve zenginliği olarak görür:
“Ah bu türküler, köy türküleri
Ne düzeni belli, ne yazanı
Altlarında imza yok ama…”
İşte bu “ama”dan sonrasında söylediği şu mısra türkülerin asıl gizemini fısıldamaktadır bize!
“İçlerinde yürek var.”
4.
39
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Benim içimi bir türkü gibi titreten diğer bir şiir ise
Âşık Veysel’in “Türk’üz Türkü Çağırırız” şiiridir. Şair,
daha şiirinin başında “Türk” ile “türkü” arasındaki münasebete dikkat çeker. Zira kimi yorumlara göre “Türkü”
kelimesi, “Türk” adının sonuna, Arapça ilgi eki olan “i”
ekinin getirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla “Türki
(Türkü): Türk’le ilgili, Türk’e özgü” anlamına gelmektedir.
Elbette başka milletlerin de bizim türkü olarak isimlendirdiğimiz tarza da ürünleri vardır. Ama türkünün
Türk’le münasebetinin olduğunu söyleyenler bize meselenin başka bir yönünü de gösteriyorlar. O da şudur:
Asırlar boyunca şifahi kültürle beslenmiş bir kavim olan
Türkler kendilerini ifade vasıtası olarak türküyü seçmişlerdir. Nitekim Âşık Veysel de bu durumu:
Bayramlarda düğünlerde
Toplantıda yığınlarda
Sıkılınca dar günlerde
Türk’üz tünkü çağırırız
Yaylalarda yataklarda
Odalarda otaklarda
Koyun gibi koytaklarda
Türk’üz türkü çağırırız,
mısralarıyla belirtir. Bu yüzden millet olarak tarih boyunca kendimizi ifade için en elverişli tür olarak seçtiğimiz
türkülerimiz acımıza, sevincimize, yaşadıklarımıza ayna
tuttukları gibi aynı zamanda bizi millet yapan değerlerin
de taşıyıcısı ve ifadesi olan metinlerdir. Türküler, bu yüzden bu yönleriyle de incelenmesi gereken metinlerdir.
5.
Okuduğumda bana türküleri hatırlatan bir başka şiir
ise Erdem Bayazıt’ın “ Sana, bana, vatanıma, memleketimin insanlarına dair”4 başlıklı şiiridir. Bu şiir Âşık
Veysel’inki gibi türkü kavramını doğrudan ele almaz.
Fakat metin tamamen türkü duyarlığına yaslanan bir metindir.
Bu şiirin türküye yaptığı vurgu daha adından başlar. Ben, sen yani biz, millet olarak hepimiz, vatanımız,
memleketimiz, insanlarımız….İşte bütün bunlar bir şiirin
de konusudur.. Ama şair, bizi bu manada anlatacak şiirine bir türkü mısraını “Telgrafın tellerini arşınlamalı” mısraını küçük bir değişiklikle girizgâh mısra olarak seçer.
“Telgrafın tellerini kurşunlamalı…”
Bu bilinçli bir tutumdur. Zira şiir baştan sona bir Anadolu hikâyesidir. Kare kare, sahne sahne bir film gerçek-
liğinde bütün bir Anadolu anlatılır. Aşk, hasret, gurbet,
ölüm… Tarlada çapa yapan kadınlar, dağlara çıkıp nara
atan yiğitler, oğullarını yitirmiş analar, gencecik âşıklar,
çıplak ayaklı ırgat çocukları, mahpushanedeki mahkumlar… kısacası bütün bir hayatımız ve insanımız… Şiir,
tümüyle onların türkü duyarlığıyla ve diliyle hikâyesidir.
ları
“Yazlar bilirim, memleketime özgü
Yiğit köy delikanlılarının
İncir çekirdeği meselelerle birbirlerini kurşunladık-
Birinin ölü dudaklarından sızan kan daha kurumadan
Üstüne cehennem güneşlerde mor sinekler konup
kalkan
Diğeri kan-ter içinde yayla yollarında
Mavzerinin demirini alnına dayamış
Yüreği susuzluktan bunalan
İçinden mapushane çeşmeleri akan
Ansızın parlayan keklikleri jandarma baskını sanıp
Apansız silahına davranan
Nice delikanlıların figüranlık yaptığı
Yazlar bilirim memleketime özgü”
Bu bakımdan bu şiir, sadece bir şiir olarak değil çağdaş formda söylenmiş bir türkü gibi de okunmalıdır. Ve
öyle okunursa hem bu şiiri anlamanın hem de bu şiirden
hareketle türkülerimize uzanmanın imkânlarını buluruz.
Bu imkâna kavuşmak son derece önemli… Zira türküsüz kaldık. Onlar hep vardı ama biz onlardan uzaklaştık. Kimi zaman küçümsediğimiz bile oldu. Oysa onlar,
bizim aynı zamanda mazinin konuşan diliyydi. Zira
Tanpınar’ın dediği gibi “Mazi daima konuşur ve hem
cemiyetlerin hem de şahsiyetlerin mana ve hüviyetini,
çekirdekliğini tarihilik denilen şey yapar.” Gemuhluoğlu
da bu durumu, hatırasız sevdasız yalnız kalmak şeklinde
ifade etmekteydi. Öyleyse hatırasız, sevdasız ve yalnız
kalmak istemiyorsak “türkülere merhaba!” demenin ve
tarihî şahsiyetimizin mana ve hüviyetine yeniden dönmek istiyorsak insanımızın hayatına bakarken “türkülerle merhaba!” demenin vakti gelmiş demektir.■
______________
1. A. Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, Dergâh yayınları, İstanbul, 2001.
2. Fethi Gemuhluoğlu, Dostluk Üzerine, Boğaziçi yayınları, İstanbul, 1978.
3. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Dördü Birden, Varlık yayınları,
İstanbul, 1958.
4. Erdem Bayazıt, Sebeb Ey, Edebiyat dergisi yayınları,
Ankara, 1973.
40
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Harput musikisi korosu
Mektebin bacaları
NURETTİN DURMAN
Ü
ç arkadaştık. Çocukluktan yeni çıkmış delikanlılığa adım atmıştık. Her birimiz bir
yerde çalışıyorduk. Cıvıl cıvıl çocuklardık. İkimizin
annesi ölmüştü. Diğer arkadaşımızın ise babası yoktu. Buna rağmen rahat, kendine güveni olan, bir o kadar da meraklı idik. Akşam karanlığı basınca çarşıda
buluşuyor, geziyor, türkü söylüyorduk. Havalar bir
hayli güzel gidiyordu. Mevsim yazdı. Gökyüzünde
yıldızlar o biçimdi. Bir müddettir biz, askeri zevatın
oturduğu lojmanların önünden başlayarak, Cumhuriyet Caddesi’nden, oturduğumuz Bahçelievler mahallesine doğru giderken türkü çağırmak merakına
tutulmuştuk. Tek katlı bahçeli evlerdi. En çok da,
“Mektebin bacaları – Ders verir hocaları” türküsünü
söyler olmuştuk.
Mektebin bacaları (vay lele lele lele)
Ders verir hocaları (uy amman can kurban)
Kim yârimi sorarsa (vay lele lele lele)
Odur birincileri (uy amman can kurban)
Niye söylüyorduk bu türküyü, niye hep bu türkü
vardı dilimizde? Üçümüz de okuldan kopmuştuk
onun için miydi? Peşinden, “Gamzedeler, gamzedeler” mi diyordu Halit arkadaşımız?
Gamzedeler gamzedeler
Oğul bu gün gam vurur
Kibarım gam zedeler
Amman aman aman ah
Hele zalım sinemi hekkak delmez
Hele kurban delerse gamze deler
Di gel kara gözleren kurban ben olam
Onun sesi daha mı yanıktı? Gökyüzünde yıldızlar, dilimizde türküler. Yürüyüp gidiyorduk.
Bir gece, gene böyle, “mektebin bacaları” derken,
birkaç polis memuru önümüzü kesip, “durun bakalım” demesinler mi o korkunç sesleriyle. İki arkadaş
anında derdest olmuştu. Ben bir koşu sıyrılmaktayım
badireden. Arkadaşlar karakola, ben sokak aralarına.
Bir iki voltadan sonra yapamıyorum. Olmuyor...
Var mı delikanlılığın raconunda arkadaşını yarı
yolda bırakmak? Doğru karakola. Kapıdan giriyorum. “Gel bakalım” diyor öfkeli bir şekilde polis amca.”Sen de bunlarla idin ha? Haaa? Seni gidi
seni?”
Arkadaşlarımın suratları kızarmış vaziyette, kötü
birer yağlı boya resim gibi durmakta. Bana da bir hoş
geldin yapıyorlar tabi. Bu da yetmiyormuş gibi enselerimizden kıl çekmeye başlıyorlar. Bir acıyor ense
kökümüz bir acıyor ki... Neden oluyordu bunlar hiç
anlamıyorduk! Sesimiz çirkin miydi? Yoksa güzel
türküler mi yoktu repertuarımızda? Neden di bilmiyorduk! İki de bir; “Siz halkı rahatsız edersiniz ha?”
deyip, suratımızı, ense kökümüzü kızartıyorlardı.
Bingöl’de, ilk sebze halinin oradan Bahçelievler Mahallesi’ne doğru giderken Cumhuriyet
Caddesi’nde oluyordu bunlar. Biz mektebi, öksüz ve
yetim bir biçimde terk etmiş üç arkadaştık. Suçumuz
geceye girerken türkü söylemekti... ■
41
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
MEHMET ÖZBEK
ile türküler üzerine
Yenilik daha güzeli yaratmak için tutulan zorluklarla
dolu bir yoldur. Yeninin eskiden daha iyi olması
gerekir. Zaman zaman her türlü çarpıtmaya
yenilik adı verilegelmiştir. O güzelim 'Evlerinin
önü boyalı direk' türküsünü birileri çarpıtarak
gitarla söylediler. Hani ne kaldı onlardan
geriye, işledikleri günahtan başka.
TANER NAMLI
İstanbul’da okunan
gazellerle biçim ve
tavır bakımından
hiçbir ilgisi olmayan,
taa Artukoğulları
ve Uzun Hasan’ın
Harput’taki
saraylarında
çalındığı ve Horasan
erlerinden miras
kaldığı söylenen;
ağırhava adı verilen
gazeller Harput
musikisinin şeref
belgeleridir.
Türküleri, sadece söylemiş olmak onları yaşatmak anlamına gelmiyor. Siz de bu anlamda,
türküleri söylemeden ziyade anlayabilmenin
önemli olduğunu söylüyorsunuz. Türküleri nasıl anlamamız gerekiyor ya da yıllar önce hazırladığınız bir halk müziği programınızın adıyla
size sormak istiyorum: “Türküler ne der?” bizlere.
Öncelikle Türkçenin en güzel en sıcak söylenişiyle, Türk toplumuna mahsus, duyguların
erişilmez ölçüde derinleştiği, aşk ve ızdırabın
yüksek bir hayal gücüyle sergilendiği şairane
bir anlatımla karşılaşırız türkülerimizde. Tabii ki
seçmesini bilmiş isek.
Türküler bir yönüyle eğlendirici bir özellik
taşısa da diğer yönden düşünce, his ve heyecan
yüklü şiirlerdir. Bazı şairler (!) bunlara manzume, yani ölçülü biçili sıradan sözler demişlerse
de rahmetli Bedri Rahmi Eyüboğlu “Türküler
Dolusu” şiirinde:
Şairim
Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası
Ayak seslerinden tanırım
Ne zaman bir köy türküsü duysam
42
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Şairliğimden utanırım
Şairim
Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum
Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim
Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm…
diyerek gereken cevabı vermişti.
Türküleri içinde gizli olan yerel, sosyal, psikolojik ve tarihsel sırlarıyla değerlendirerek dinlemek gerekir.
Örnek olarak:
Çanakkale içinde aynalı çarşı
Ana ben gidiyom düşmana karşı…
diye başlayan türküde eğer biz düşmanı, sıradan bir savaştaki rakip olarak görürsek türküyü
dinlemiş oluruz. Ama oradaki düşmanı, Anadolu
üzerinde emperyalist emelleri olan, o zamana kadar eşi görülmemiş ölüm araçlarıyla hiç durmaksızın saldırarak yeri göğü, havayı suyu cehenneme çeviren Batılı güçler olarak algıladığımızda,
türküyü anlamış oluruz.
Çanakkale Türküsü, düşmanın Türklerle girdiği imtihan meydanından insani dersler alarak
mahcup ayrılmasının hikâyesidir. Bu türküyü,
olaya ait anekdotlarla değerlendirdiğimizde ortaya koca bir roman çıkar. Şöyle ki, tahta bacağıyla yaralı İngiliz askerini hastaneye taşıma
gayreti ile gösterdiği insan sevgisinin, ancak
“Mehmetçik”e ait bir erdem olduğunu; okumasız yazmasız köylü delikanlıların zor durumlarda
kıvrak zekâlarıyla ne harikalar yaratabildiğini
görürüz bu türküde.
Adları bilinmeyen binlerce şehidin yasını
tutan bu ağıt, bir türkü değil, meçhul askerlere
adanan bir anıttır. Yaratıcısı gibi dizelerde konuşanların da adları bilinmiyor. Belli ki uzaklarda
can vermiş bir kahramanın şehadetine yanan bir
ananın, bir bacının ya da bir eşin duygularıydı bu
sözler; belki de geleceği gören bir ermişin “Ooof
gençliğim, eyvah!” diye yakınışı idi.
Çanakkale Türküsünün dinleyiciye ulaşmamış dizelerinde, içli duyguların, kahreden ıstırabın yalın bir dille anlatıldığını görürüz. Türkünün kahramanı olan, daha bıyıkları terlememiş,
ama göğüslerinde dev bir yürek taşıyan gençlerin birer keramet ehli olduklarına inanmamak
imkânsızdır. Daha bir saat önce cephe gerisinde
tüfek kullanmayı öğrenen, bir saat sonra belki de
şehadet şerbetini içecek olan bu gençler, dumanla kaplı Çanakkale tablosuna hüzünle yerleştirilmiş birer melektirler bu türküde.
Bir de deyişlerimizde Arapça, Farsça kelime
ve tamlamalar vardır ki bunların hem manasını
hem de terim olarak arka planlarını bilmeden bu
deyişlerin de demek istediğini pek anlayamayız;
“Filan ne güzel okudu, ne güzel sesi var.” ya da
tersini söyler geçeriz. Mesela Sıtkı Baba’nın şu
deyişine bakalım:
Nağme nazlı yârin hâk-i payına
Benim için yüzün sür kerem eyle
Secde kılan kaşlarının yayına
Bir dem divanına dur kerem eyle
Burada nağme, mektup; nazlı yâr, Hacı Bektaşi Veli; hâk-i pay, ayak tozu toprağı; kerem eylemek, büyüklük göstermek, iyilik etmek; secde
kılmak, namazda olduğu gibi yere kapanmak, niyazda bulunmak; kaşlarının yayı, mihrap, pirin
bulunduğu yer. Kaş, şekli bakımından tasavvufi
şiirde hem cami, mescit vb. yerlerde kıble yönündeki duvarda bulunan ve imamın durduğu girintili yer olan mihrap anlamında kullanılır hem de
Arap harfleriyle yazılmış “bismillahirrahmanirrahim” ibaresine benzetilir. Dolayısıyla bunları
bilmeden, Sıtkı Baba’nın: “Mektup, benim için
bir iyilik yap da Hacı Bektaşi Veli hazretlerinin
kapısına git, ayaklarına kapan, yüzünü ayağının
tozuna sür, duada bulun ve emirlerini bekle.” demek istediğini anlayamayız.
Veya:
Kuyudan su çekerler tulumınan
Kızı gelin ederler zulumınan...
Sevmediği birine gelin giden bir kızın durumu özlü bir şekilde bundan daha güzel nasıl ifade edilebilir!
Türkülerimizin ve hatta halk oyunlarımızın
modern yorumlamaları, gösterimleri yapılıyor.
Bu modern sunumları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Modernden kastınız “moda olan” ise bunları
pek ciddiye almıyorum. Gelip geçici bir heves,
43
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
rüzgâra yazılmış bir hikâye olarak kabul ediyorum. Yok, eğer “yenilik” ise, bence yenilik zaten başlı başına bir amaç değildir. Yenilik daha
güzeli yaratmak için tutulan zorluklarla dolu bir
yoldur. Yeninin eskiden daha iyi olması gerekir.
Zaman zaman her türlü çarpıtmaya yenilik adı
verilegelmiştir. O güzelim Evlerinin önü boyalı
direk türküsünü birileri çarpıtarak gitarla söylediler. Hani ne kaldı onlardan geriye, işledikleri
günahtan başka. Burada esas olan eski olanın
nesinden kopmak istediğimizi ve yeni olanın da
neyini kabul etmemiz gerektiğini çok iyi bilmemizdir.
Müzik sanatında evrenselleşmek istiyorsak,
yabancı biçimlerin körü körüne taklit edilmesi
ve müzikteki bütün ulusal ögelerin yok edilmesi
yolunda değil, müzik sanatının temel unsurları
üzerine oturtulmuş ulusal müzik kültürümüzün
diğer uluslarla paylaşacağımız derecede geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi yolunda çalışmamız
gerekir. Bunu bazı sanatçılarımız, öz çalgılarımız üzerinde takdir edilecek derecede yapmaktadırlar ki bunlar da eskinin geliştirilmiş yeni
boyutlar kazandırılmış biçimleridir. Örnek olarak, Erdal Erzincan, Erol Parlak gibi sanatçıların
curada yeniden gündeme getirerek geliştirdikleri
parmak ve şelpe teknikleri, bunların kullanıldığı
müzikler gibi.
Halk oyunu olarak değil, ondan mülhem dans
sunumu, sahne sanatı olarak “Anadolu Ateşi”
topluluğunu beğeniyor ve takdir ediyorum. Bilgi, estetik çaba, ciddiyet ve emek var. Boş bir
heves değil.
Her yörenin kendine ait türküleri var. Ama
bazı türküler bütün Türkiye’ye veya bütün
Türklere hitap gücünü kendinde buluyor. Bunu
neye bağlıyorsunuz?
Anadolu insanının ortak duygu ve düşüncelerini yansıtan türküler yerellikten çıkarak bölgesel
hatta ulusal olurlar. Toplumun tümünü derinden
ilgilendiren olaylar üzerine yakılmış türküler…
Örnek olarak, Havada bulut yok bu ne dumandır türküsü, toplumumuzun bütünü tarafından
benimsenmiştir. Bir milleti toptan ilgilendiren
bir olay üzerine yakılmış olan bu türkü, Yemen
Harbi üzerine ve bu harbe gidenlerin arkasından
yakılmış ümitsizliğin çığlığıdır.
Sadece Anadolu müziklerini değil Müslüman Türk coğrafyasının türkülerini de derlediniz, incelediniz. Türkülerin Türk dünyasını
birbirine bağlamadaki rolü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türküler, dil ve anlatım bakımından en yalın ve en sıcak müzik eserleridir. Millî geleneklerimizden edindiğimiz derin bilgi ve birikimi
özümseyerek yaratmış olduğumuz türküler, insan varlığının bir ihtiyacı olan sanatın en kolay
en yaygın; dolayısıyla en etkili dallarından olan
müzik ve edebiyatın ortak ürünüdür. Bu bakımdan Türk dünyasında iletişim ve etkileşimi sağlamada başvurulması gereken en önemli araçtır.
Aydın dili zamanla değişime uğrasa bile geniş
topluluklara seslenen türkülerdeki halk dili değişime uğramaz.
Özellikle Kerkük türkülerine olan alâkanız
çok fazla. Bu ilginiz nereden geliyor?
Ben Urfalıyım. Araştırmış olanlar bilirler
ki Urfa halkı ile Kerkük, Musul halkı arasında
hem tarihî hem de sosyal bir bağ vardır. Bu, halk
arasında bir efsaneye de bağlanır. Bu efsaneye
göre Urfalılar Kerküklülerin dayısıdır. Kerkük’ü
görmek isteyenlere eğer oraya gidemiyorlarsa
Urfa’yı görmelerini öneririm. Konuşma dilinden halk kültürüne kadar her şeyin bu kadar ortak olduğu bir ilimiz yoktur. Urfa’da Bedesten’e
girdiğinizde kendinizi Kerkük’teki Kayser’de
(kapalı çarşı) zannedersiniz. Bu ortak kültürle birlikte 1959 yılında Kerkük’te Türkmenlere
karşı girişilen hayâsız katliam ve aynı yıllar Bağdat Radyosu’ndan dinlediğim, ezilen bir milletin
feryadı olan hoyratlar beni çok etkilemişti. Sanat
hayatına başladığımda bu feryatları Türkiye’ye
taşıma gayreti içine girdim. Bunu kendime görev edindim. Çok da etkili oldu. 60’lı yılların
sonunda ülkemizde Kerkük’ün neresi olduğunu
bilmeyenler çoktu. Unutturmuştuk, uyutmuştuk.
Onları uyandırdık ne yazık ki şu hoyratı söylemek mecburiyetinde kaldım:
44
O yanmadı
Ben yandım o yanmadı
Kırk yıl hoyrat çağırdım
Ankara oyanmadı (Mehmet Özbek)
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
İstanbul’da okunan gazellerle biçim ve tavır bakımından
hiçbir ilgisi olmayan, taa Artukoğulları ve Uzun Hasan’ın
Harput’taki saraylarında çalındığı ve Horasan erlerinden
miras kaldığı söylenen; ağırhava adı verilen gazeller Harput
musikisinin şeref belgeleridir.
oyanmadı, anlaşılacağı üzere halk ağzında uyanmadı demektir. Sanatçının görevi toplumu uyarmak, onun duygu ve düşünce dünyasına seslenerek onda güzel hayallerin uyanmasını sağlamak,
onu uyarmak, yüreklendirmek, harekete geçirmek değil midir?
Harput musikisi, Türk halk müziği içerisinde çok ayrı bir yerde duruyor. Harput musikisi
üzerine düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Mahallî kültürün, millî kültürün bir alt basamağı olduğunu latif ezgileriyle yüzlerce yıldır
vurgulayan Harput musikisi, makam fikrine ve
fasıl tertibine dayalı bir musikidir. Türk müziğinin kuramını, estetiğini, anonim halk şiirinin
mahiyetini ve sırlarını öğrenmek isteyenlere bir
lütuftur Harput türküleri.
Harput musikisi bir ibadet musikisidir. Harputlu, musikisini icra derken Tanrı huzurundadır
sanki vecd hâlindedir sanki. Harput ağzını kusursuz bir şekilde kullanan tam bir Harput beyefendisi olan rahmetli Hafız Osman Öge bu söylediklerimizin simgesidir. Elazığ’ın şu dörtlüğü bende
derin hayaller uyandırır:
Gülde seni
Kokladım gülde seni
Gözlerin menevşedir
Yanağın gül deseni
Sevginin bu kadar zarifi, tasvirin bu kadar
güzeli çok etkilemiştir beni. Hele Fransızca olan
desen sözcüğü ile yapılan cinas, meçhul sanatçının ustalığını ortaya koyan bir buluştur.
Büyük aşkların yaşandığı, bazen hüzünle son
bulan sevdaların yarattığı ıstırap, Harput türkülerinde bolca dile getirilmiştir.
İstanbul’da okunan gazellerle biçim ve tavır
bakımından hiçbir ilgisi olmayan, taa Artukoğul-
ları ve Uzun Hasan’ın Harput’taki saraylarında
çalındığı ve Horasan erlerinden miras kaldığı
söylenen; ağırhava adı verilen gazeller Harput
musikisinin şeref belgeleridir. Kayabaşı ya da
hoyrat denilen yüksekhavalar ise aşk dolu çılgın
gönüllerin içli haykırışlarıdır. Burada kaynayıp
coşan müzik kültürünün Azerbaycan, Harput,
Urfa ve Kerkük yörelerinde ufak farklarla aynı
olduğunu da belirtmeliyim…
Her türkünün bir hikâyesi var mıdır?
Ne kadar yaygın bir yanlışlıktır bu. Bir de bilgiç bilgiç söylerler: “Her türkünün bir hikâyesi
vardır” diye. Eskiler buna galat-ı meşhur derlerdi. Olur mu öyle şey! Bunu, folkloru bilmeyen
ve halk müziğini tanımayan insanlar söylerler
ancak.
Kaşların bismillah veçhin Beytullah
Seni öz nurundan yaratmış Allah
Sevmişem ben seni terk etmem billâh
Aşkın hançeriyle vursalar beni (Sıtkı Baba)
Bunun hikâyesi olur mu! Bunlar düşünce ve
sezgi mahsulü deyişlerdir. Yalnızca olay türkülerinin hikâyeleri olur. Türkülerin nasıl yakıldığını, nasıl değiştiğini bilmeyenlerin sarf edeceği
bir sözlerdir bunlar.
Hangi türküler sizi daha çok etkiliyor?
Türküleri pek ayırt etmem. Her birini başka
açılardan değerlendiririm. Mahallî ve usta ağızla
söylenmiş türküler başka, şiiriyeti olan türküler
başka, bir olaya dayalı türküler başka yönlerden
etkiler beni.
Osman’ımın mendili saman sarısı
Osman’ımı vurdular gece yarısı
Osman’ıma gıyanlar gahpe idi hepisi…
45
Şiiriyet yok, ama tutku ve öfke halk diliyle
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
ancak bu kadar güzel vurgulanabilir. Çok sevdiğim bir zeybek havasıdır…
Bir Harput türküsünden iki dize:
Lütfü geçsin telgırafın başına
Bir tel çeksin Yemen’de gardaşıma…
Bu iki dize beni alır götürür ta ki gözlerim
doluncaya kadar.
Hele usta bir ağızdan dinleyeceğim Rasih’in
şu gazeli:
ne
Süzme çeşmin gelmesin müjgân müjgân üstü-
Vurma zahm-ı sineme peykân peykân üstüne…
tadına varılmaz bir müzik ziyafetidir.
Türkü yorumlamalarını beğendiğiniz birkaç
isim arz etseniz…
İsim vermemin doğru olmayacağını düşünüyorum. Ayrıca sayarsam derginizin sayfaları yetmez. Bir de duyanlar: “Bunlar da kim?” derler.
Ancak mahallî havaları orijinal ağızla söyleyen
sanatçıları ve bir de mahallî ağızla değil de eğitilmiş bir üslupla türküyü eğmeden bükmeden
adam gibi okuyan sanatçıları çok beğenirim.
Devlet Türk Halk Müziği Korosu ve TRT radyoları sanatçıları en çok beğendiğim sanatçılardır. Popüler sanatçılar içinde ise İbrahim
Tatlıses. Yeter ki okumak istesin.
Türküler üzerine yapılan akademik araştırmaların nitelik ve niceliği hakkında neler
düşünüyorsunuz? Yeterli mi sizce?
Ne yazık ki yeterli bulamıyorum. Bilineni, üstelik yanlış bilineni tekrardan başka bir
şey yapıldığı yok. O kadar çok problem var
ki. Daha ciddi bir terminoloji birliğimiz yok.
Çalgılarımız evrensel anlamda etüt edilmemiş, çalma tekniklerimizin zenginliği ortaya
konulmamış. Türkülerimizin ezgi ve ritm yönünden analizi yapılmamış, yöresel karakteristikler tespit edilmemiş. Türkülerimizin büyük
bir bölümünde söz yanlışlıkları var, sanatçılar
bunun farkına varmadan okuyorlar. Daha neler
neler…
TRT’nin, üniversitelerin ve araştırmacıların
katkılarını değerlendirebilir misiniz bu anlamda?
Güzel sesleriyle ezgilerimizi icra eden birkaç
solist dışında TRT’nin türküler üzerinde olumsuz
yönde katkılarından söz edebiliriz ancak. Türkü
denemeyecek saçma sapan şeyleri repertuvarlarına ‘halk müziği’ diye almışlar. Bir defa bu,
halka hakaret; kültürümüze ihanettir. Ben Müzik
Dairesi Halk Müziği Müdürlüğünden ayrıldığımda (Haziran 1986) TRT repertuvarında 1750
civarında ezgi vardı. Bugün 6000’e ulaşmış durumda. Bizden sonra Anadolu insanına aniden ilham geldi galiba. Bundan nemalananlar var tabii.
Konservatuarların hâli ise yürekler acısı.
Türküler üzerine nasıl çalışmalar yapılabilir?
Türkülerin sözleri üzerinde dil ve anlatım
çalışmaları yapılmalıdır. Belli bir eser alınır,
edisyon kritiği yapılır, yanlışlıklar düzeltilir,
eksikler tamir edilir ve sonra dil ve anlatım
özelliklerini ortaya koyan bir sözlük meydana
getirilir. Örnek Olarak Âşık Veyse’lin deyişleri: Veysel’de geçen kelimeler, mecazlar, rumuzlar, motifler ve arka planları… Bunun gibi
Elazığ türküleri ele alınabilir: Doğru ve geniş
metinler, kelime hazinesi (unutulmuş veya
unutulmaya yüz tutmuş yabancı ve yerel sözcükler), kişiler vb…
Müzik açısından ise yöre yöre türkülerin dizileri, çatıları, kalıpları, yörenin karakteristik
motifleri, ezgilerin metrik yapısı incelenebilir.
Bunların bir kısmı makamla ifade edilemese
bile çeşnilerle izah edilmelidir. Halk ezgileri özgün oldukları kadar özgürdürler de. Üç
dört ses içinde dolaşan, karar sesinde değil de
özelliğini taşıdığı bir makamın ya da çeşninin
üç, dört veya beşinci derecesinde karar kılan
türkülerimiz vardır. Bunlar bir makam özelliği
taşımazlarsa da kulakta bir çeşni (basit dörtlü
beşliler) etkisi bırakırlar; bunları tasnif etmek
gerekir. Hâsılı daha çok işimiz var.
Sayın Hocam, hem bizi hem de türkü sevdalılarını bilgilendirdiniz, aydınlattınız. Dergimiz adına çok çok teşekkür ediyoruz.
Bunları bir kez daha dile getirme fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.■
46
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
FATİH KISAPARMAK
ile türkü üzerine
Sanatçının bilincindeki tasarım, yani alt ve
üst bilincindeki taslak, yaşadığı toplumsal
çevreden aldığı tesirler ve onun yaratıcılık
düzeyi ile doğru orantılı biçimde hayata
geçer.
KEMAL BATMAZ
Zirveyi hak edenler,
hayallerini esere
dönüştürebilmiş
ve üretebilmiş
olan insanlardır.
Başkalarının ne
düşüneceğini çok
fazla umursamayan;
yani yeteneklerini
ve üretkenliklerini,
birtakım endişelere
boğdurmayan
kişilerdir zirveyi hak
edenler.
Türküler nedir ve duyarlıkları nerden kaynaklanmaktadır?
Türküler, manevi coğrafyamızın sınır taşlarıdır.
Halkımızın parmak izi ve ortak kimlik belgemizdir.
Her biri, sosyal romanıdır insanımızın. Kültürel
genetiğimizin şifresidir türküler. Ulusal yaşanmışlığımızın alüvyonlarını taşıdıklarından, fevkalade
zengindirler. Duyarlıklarını, işte bu tarihsel ve kültürel serüvenin sahibi duygusal bir halktan almaktadırlar.
“Türkü Baba” olarak ünlendiniz. Türkü denince hangi çağrışımlar canlanıyor zihninizde?
“Türkî” sözünden gelen ve Türkçe söylenen şiir
anlamı taşıyan “türkü” terimi, “Türk” sözcüğüne
Arapça “î” ilgi ekinin eklenmesiyle oluşmuştur.
“Türk’e özgü” demektir ve halk ağzında -zamanla- “türkü”ye dönüşmüştür. Türkü terimi, ilk kez
15. yüzyılda ve Doğu Türkistan’da kullanılmıştır.
Hece vezni ile söylenmiş türkülerin Anadolu’daki
ilk örneğine ise, 16. yüzyılda ve “Öksüz Dede” imzasıyla rastlamaktayız. Türküler genellikle toplumu
sarsan önemli bir olay ve büyük bir heyecan dalgası sonunda doğarlar. Bu nedenle de, toplumsal
romanıdır halkımızın ve parmak izidir. Türkülerin,
başlangıçta sahibi bellidir. Ancak zamanla, türkü-
47
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
nün asıl sahibi unutulur ve eser kuşaktan kuşağa
aktarılırken anonimleşir. Böylece, farklı coğrafyalara yayılır ve çeşitlemeleri ortaya çıkar. Toraygırov
da diyor ki, “Halk türküsüz kalırsa, edebiyatı yetim
kalır; güzelliği kaybolur. Güzelliği kaybolursa da,
cansız kalır.”
Türkülerin çağdaş yorumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu alanda, yozlaştırmayan her yeniliği desteklerim. Bir zamanlar, “gençlik türkü söylemiyor” diye
yakınmıyor muyduk? Şimdi gençler, tekrar söyleyeyim yozlaştırmıyorlarsa, dilediklerince türkü söyleyebilmelidir.
Halk müziğimizde bir yozlaşma var mı?
Denizler dalgalanmadan durulmazmış. Sosyal
olaylarda telaşa ve paranoyalara yer yoktur. Varsa
yozlaşma, halkın büyük eleğinden ve süzgecinden
zaten geçemez. Merak etmeyin.
Sizce türkü dinleyicisi kimdir?
Türkü dinleyicisi, bu ülkenin sigortası ve omurgasıdır. İstikrarın ve dengenin sahibi, sağduyulu geniş halk kitleleridir.
Türkçe olimpiyatları’ndaki türküler hakkında
görüşleriniz?
Tarihsel önem taşıyan müthiş bir olay ve gerçekten bir büyük organizasyondan söz açıyorsunuz.
Halkımıza ve topraklarımıza ait “şey”lerin, adını
bile telaffuzda zorlandığımız genç insanlarca bize
sunuluyor olması, hem ulusal ve hem de insan kardeşliği ideali nedeniyle evrensel bir değere sahip.
Aynı çağda yaşamaktan mutluluk duyduğunuz
müzik sanatçıları var mı?
Aynı çağda yaşamaktan veya tanışmaktan öte
dostum olmalarıyla büyük onur ve kıvanç duyduğum birçok müzik sanatçımız var. Örneğin Barış
Manço, Erkan Oğur ve Tuluyhan Uğurlu aklıma ilk
gelenler. Çünkü bu kişiler, büyüleyici düzeyde orijinal eserler üretmiştir. Nitekim kopyalar gelip geçmiş, bu çok önemli müzisyenlerin -felsefe terimiyle
konuşursak- “idea”ların bizzat kendisini yansıtabilen eserleri şimdiden klasikleşmiştir. Çünkü gerçek
sanat, ideaların tasviridir. Bu ise, sanatla felsefenin
temel kesişim noktasıdır. Hayatı, insanı, toplumu ve
doğayı, kâh sürrealist kâh metafizik ölçülerde anlatır
gerçek sanat. Yaşamı sorgular, tahlil eder ve yansıtır. Kalabalık yığınların, yaşam hayhuyu içinde pek
de farkına varamadığı, farkına varsa bile etkili bir
şekilde ifade edemediği şeyleri aksettirir. Sanatçının bilincindeki tasarım, yani alt ve üst bilincindeki
taslak, yaşadığı toplumsal çevreden aldığı tesirler
ve onun yaratıcılık düzeyi ile doğru orantılı biçimde
hayata geçer. İsimlerini andığım üç değerli müzik
sanatçımız, işte bunu başarabildikleri; reyting ya da
tiraj kaygısıyla popüler kültürün gereklerine ve beklentilerine uygun olan işler yapmadıkları için önemlidir. Televizyonların dijital afyona, gazetelerin ise
büyük boy tabloide dönüştürülmeye çalışıldığı bir
süreçte, onurlu ve saygın duruşlarıyla örnek olabilmişlerdir.
Kendinizi sorgular, hatta yargılar mısınız?
Elbette. Şaşmayan tek terazi vicdandır. İnsanı
gerçekten yargılayabilen yargıç da odur. Vicdanını
mutlu eden, mutlu olur. Tersinden bakarsak, vicdanını mutsuz eden, mutsuz olur. Hepimiz hata yapabiliriz. Hatanın cezası, onu telafi ettirmektir. Hatanın getirdiği pişmanlık tövbeyi, tövbe ise öğrenmeyi öğretir. Eğitim, öğrenim ve evrim, birbirlerinden
ayrılmaz ve kaçınılmaz yükümlülüklerdir. Bilgi,
görgü ve deneyimi çok olanın, hata yapma olasılığı
azalır. Bilelim ki hayat, önüne koyduklarımızı yansıtan bir aynadır. Korku, endişe, gerginlik ve nefret
ise, o aynayı karartan etkenlerin başında yer alır.
Hayallerimiz nedir sizce?
Hayallerimiz, özgürlüğümüz ve benliğimizdir.
Hayal ettiğimiz ve onlara inandığımız kadarını gerçekleştirebiliriz. Gerçekleştirdiklerimiz, inançla ve
çabayla düşlediklerimizdir. Beyin ve gönül özgürlüğümüz, kişiliğimizin sınırlarını da çizer aslında.
Elbette bu, sınırsızlık olarak anlaşılmamalıdır. Her
türlü aşırılıktan, bir başka deyişle anarşizmden
arınmış ve hayatın dengelerini keşfetmiş insanların
harcı vardır uygarlık anıtında. İnsanlığın meşalesi
sayılan kişilere, en azından hayalperest ve ütopyacı gözüyle bakılmıştır tarihte. Oysaki hayallerimizi
fısıldayan ses, içimizdeki histir. Zirveyi hak edenler, hayallerini esere dönüştürebilmiş ve üretebilmiş
olan insanlardır. Başkalarının ne düşüneceğini çok
fazla umursamayan; yani yeteneklerini ve üretkenliklerini, birtakım endişelere boğdurmayan kişilerdir zirveyi hak edenler. Verimli olmakla evrimli olmak el ele büyür, yan yana yürür o kişilerin yaşam
serüvenlerinde.
48
Halkla ilişkilerinizi nasıl programlıyorsunuz?
Özel bir çaba harcamadım. Olduğum gibi gö-
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
ründüm. Samimi ve doğal davrandım. Tasarlanmış
imajların, aslında dışı yaldızlı birer balon olduğuna
inandım. Kanaat gibi zenginlik olmadığını savunageldim. Her türlü yozluk ve seviyesizlikten uzak
tutmaya çalıştım kendimi. Özel hayat işportacılığı
yapan malum medyadan uzak durdum. Saygılı ve
ölçülü davranmama rağmen, halk dalkavukluğu da
yapmadım. Ucuz popülizmden uzak durdum. Fakat
ülkemiz insanlarını gerçekten çok sevdim. Onlara
sevgimi gösterirken de dürüsttüm. Bizim halkımız,
siz hangi işi yaparsanız yapın, önce sizi sevecek ve
benimseyecek, önce sizi... Sanırım Türkiye, sesinden ve bestelerinden önce, Fatih Kısaparmak’ı sevdi ve kabul etti; Onu mazbut aile yaşamıyla kalbine
koydu. Çünkü onu kendinden bildi. Gerçekten de
öyleydi. Eğer öyle olmasaydı, halk bunu çok geçmeden fark ederdi.
Şöhret ve ego arasındaki ilişkiyi nasıl yorumlarsınız?
Bu konuya bakarken, benim her fırsatta vurguladığım, gücünü bilmekten öte haddini bilmek
formülünü göz ardı etmemeli. Çünkü şöhret, servet
ve kudret, ayrıcalık olduğu kadar birer illüzyondur
aslında... Oysa insan, kalıcı ve üst değerler uğruna
çaba harcamalı. Şöhret yönetimi, risk yönetimi kavramıyla çok yakından bağlantılı. Ben, ne olacağım
diye hayaller kurmadan önce, ne olmayacağım diye
uzun uzun düşünüp, evvela olmamam gerekenleri
belirlemeyi daha doğru bulurum. Elbette, büyük hayaller üretmekten ve onları gerçekleştirecek girişim
ve faaliyetlerden de asla uzak durmam. Sürekli bir
metafizik gerilim içinde bulunarak, üretkenliğimi
ve yürek doğurganlığımı bileğlerim. Paylaşımı son
derecede önemserim. Kişisel ve bireysel anlamda
beklentisiz çalışırım. Egomu alabildiğince dizginlemeye çalışır ve takım kurabilmenin, ekip olabilmenin vazgeçilmezliğine inanırım.
Yaşadığımız sosyal çalkantı, ne zaman durulur
sizce?
İnsanlar arasındaki sevgi, hoşgörü ve anlayış
köprüleri yıkılınca, o hiç istemediğimiz kutuplaşmalar meydana geliyor. Bu anlamda ciddi endişelerim var. Fakat en az o kadar da güçlü ümitler
besliyorum. Tekâmül denilen şey, ağır ağır, yavaş
yavaş gerçekleşen bir süreç. Sabırlı ve gayretli olmaktan başka çare yok. Oysa el ele ve emel emele
olmalarında sayısız yarar bulunan insanlar, yepyeni
Rönesansları mayalayacak güce sahiptir. Yeter ki,
en geniş ortak paydayı ve en düşük seviyeyi esas
alan birtakım medya gölge etmesin.
Bir sanatçı olarak “derd”iniz var mı?
Olmaz mı? Benim derdim, ülkemizin değerler
sistemine bir artı değer daha katabilmek ve halkımızın mayasına karışabilmek. Benim işim destelerle değil, bestelerle. Kültürümüzün kök hücresi
saydığım değerlerle yeni bir uygarlık projesi üretilebileceğine inanıyorum. Sanat, hayatla mutlaka
kesişmeli. Çünkü insanlar hayatı tercih eder. Mükemmelliği, sadelik ve samimiyette bulmalıyız. Doğallık, sahicilik, dürüstlük ve alçakgönüllülük, vazgeçilmez yol işaretlerimiz olmalı. Hele biz, çatışma
ve kriz kültürüyle yetişmiş sancılı bir kuşaktanız.
Barışın, hoşgörünün ve uzlaşının değerini iyi biliriz.
Bize göre en büyük intikam affetmektir ve iyilik kaçınılmazdır. Bunları gerçekleştirirken de, gökkuşağı misali tüm renkleri kimliğimizde kaynaştırmayı
bilmeliyiz. Ortak paydalarımızın ortak faydalarımız
olduğunu haykırmalıyız. Sürekli olarak büyük pencereden bakmalı, büyük fotoğrafı ıskalamamalıyız.
Söylenmemeli, söylemeliyiz.
Yıllardan beri nasıl başarılı kalabildiğinizi anlatır mısınız?
Beni halkımın sevgisine layık gören Allah’a,
her nefeste şükrediyorum. ‘Tamamen ben yaptım’
diyebileceğim hiçbir şey yok. Yapıtlarımda neyi beğeniyorsanız, onun lütfüyledir ve Anadolu’ma aittir.
Beğenmediğiniz ne varsa, benimdir. Siz beni tanımadan önce de ben sizi tanıyor ve çok seviyordum.
Anadolu, kilim olmamı istemişti; ben de gidip gönlümü sermiştim. Dünya adlı bu gemide tesadüfen
bulunmuyorduk. İster çarkçılık ister kamarotluk, ne
yaparsak yapalım, mutlaka bir görevi yerine getirmiş oluyorduk. Size, her şeyin en iyisini verememiş
olabilirim. Ama benim verebileceklerimin en iyisini
sundum. İnsanlarımızın bize gösterdiği sevgi ve ilgiyi hak etmeliyiz. Şöhret zehirli baldır. Haddimizi
bilmek ve tertemiz kalabilmek hem sorumluluğumuz, hem de görevimizdir. Reklam edilmek değil,
fark edilmek önemlidir. Biz tereyağı gibiyiz. Başka
yağların reklamı yapılsa da, tereyağının reklama ihtiyacı yoktur. Önemli olan, gündemi korumak değil,
yeni bir gündem oluşturmaktır.
Gerçek sanat eseri nedir sizce?
Gerçek sanat eseri ne eskidir ne de yeni. Hem
eskidir hem de yeni. O, her mevsimin çiçeği ve zamanüstü olabilendir. Eski olsaydı ölmeye, yeni olsaydı eskimeye mahkûm olurdu.■
49
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
BAYRAM BİLGE TOKEL*
B
Elazığ meşk gecelerinden bir görünüm
azı şehirlerimizin, tarihin derinliklerinden
tevarüs ettikleri ortak kültürel değerleri
Anadolu’ya yerleştikten sonraki süreçte işleyip
geliştirerek kendilerine has bir kimlik oluşturmak
konusunda, diğer şehirlerimize göre daha şanslı
olduklarını düşünüyorum.
Elazığ bu şehirlerimizden biridir ve onun Harput, Mamurat-ül Aziz, Elaziz, Elazık ve sonunda
Elazığ’da karar kılan macerası, bugünkü şehir
kimliğini oluşturan nice zenginliklerle doludur. Bu
kimliği görünür kılan değerlerin başında şüphesiz
Harput’un kadim sakinleri ile onların ruh ve hançeresinde yoğrulup soylu bir vakar içinde söylenerek bugünlere taşınan türküler gelir. Bir şehre asıl
kimlik ve kişilik kazandıran bu türküler, bir taraftan şehri kendi özgün renkleriyle boyarken,
diğer taraftan da farkında olmadan şehrin anonim rengi ile boyanırlar. Böylece, türkü ortak
paydası üzerinden, ancak dışarıdan dikkatlice
bakanların görebilecekleri tarzda şehrine benzeyen insanlarla, insanlarına benzeyen şehirler
ortaya çıkar.
Bana öyle geliyor ki, her Elazığlıda şehrine
benzeyen bir şeyler olduğu kadar, şehirde de Elazığlıya benzeyen bir hâl vardır sanki. Bu durum,
aynı zamanda Elazığlıları da garip bir biçimde
kendiliğinden birbirlerine benzetir. İşte bundan
dolayıdır ki, sadece konuşmaları değil, jest ve mi* [email protected]
50
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
mikleri, oturup kalkışları, hatta yürüyüş tarzları
bile “Elazizce” olan insanların şehridir Elazığ.
Şehir ve insan arasındaki bu hem gizli hem açık
ilişkinin farklı bir yönünü, Cahit Külebi şu dizelerle anlatır:
Yozgat’ın bir dağ köyündeki evimizin avlusunda
yayık yayarken, kadife gibi yumuşak, içli ve hafif
titrek sesiyle, benim kendisini dinlediğimden habersiz, kendi kendine o türküyü söylüyordu:
Odasına vardım kahve pişirir
Kınalı parmaklar fincan devşirir
O yâri görenler aklın şaşırır
Ya bir mektup yolla ya bir bergüzar
Gözlerim üstünde vermem intizar.
Savaştepe köprüsünden geçen trenler
Sel olur İzmir’e akar
İzmir’in denizi kız, kızı deniz
Sokakları hem kız, hem deniz kokar
İnsan Türküsüne Böyle mi Benzer...
Bütün bunların farkına varmam için, Elazığ’ın
hemen her biri bir türkü klasiği olan yöresel ezgilerini, mahallî havalarını, lirik, duygulu türkü
ve hoyratlarını; kısacası ‘Harput Musikisi’ni ve bu
musiki ile yoğrulmuş has bir Elazizliyi yakından
tanımam gerekirmiş. O zaman anladım ki, aslında büyük sır, genel anlamda türkü dediğimiz halk
şarkılarında gizli; çünkü Elazığ da, diğer bazı şehirlerimiz gibi, türküleri kendilerine, kendileri türkülerine benzeyen insanların şehri. Bir şehrin ve
‘hemşehirli’lerin kendilerine özgü kimlik ve kişilikleri konusunda sağlam ve tutarlı bir fikir edinmek için, o şehrin “köhne” mahallelerinden yükselen kadim türkülerine bakmak gerek:
Mezire’den çıkarak ince bir baş ağrısı ile yürüyen genellikle uzun yüzlü, biraz iri burunlu ve hafif kambur bu insanlar, hep “bir şûh-i sitemkâr”ın
derdiyle yaşarlar sanki öyle mahzun ve masumdurlar... Çayda çıraların, yüksek minarelerde kandillerin yandığı Elaziz; divane bülbüle niçin feryat
ettiğini sormadan edemeyen âşık insanlar diyarıdır hep muhayyilemde. Harput’un başına her kar
yağanda ince yüzlü bir Harputlu, Kayabaşı’ndaki
Hafo’nun evinde sanki durmadan Necibe’nin güzelliğine tarih düşer gibi gelir nedense… Bâd-ı
sabânın güzellerin zülfünü dağıttığı her Harput
seherinde, hâlâ, bir Ermeni kızına söylenen o en
güzel sevda türküsü “Ahçik” yankılanır Harput’un
yüksek konaklarındaki kürsübaşı meclislerinde...
“Yozgat Nire, Elazığ Nire…”
Ben Elazığ’ı bundan yıllarca önce, daha sonra
Diyarbakır yöresine ait olduğunu öğrendiğim bir
türkünün aydınlık penceresinden girerek tanıdım.
Çocuktum, bir kuşluk vaktiydi ve rahmetli ebem
Tesadüf bu ya, avludaki taşın üzerinde her sabahki tahtına kurulmuş “Günaydın” programına
gelen istek türküleri yayınlayan ‘pilipis’ marka
radyo, biraz sonra, sanki ebemden duymuşçasına
aynı türküyü çalmasın mı… Türkünün sözleri hemen hemen aynıydı fakat radyodaki ses ebemden
oldukça farklı okuyordu. İlk defa ebemin o ihtiyar
sesinden duyduğum için olsa gerek çok etkisinde
kaldığım ve unutamadığım bu güzel türküyü günün birinde, fakat bu sefer ebemin söylediğine
daha çok benzeyen bir başka varyantını radyodan
“Elazığ türküsü” anonsuyla duyduğum gün artık
“Elazığ”, bir daha silinmemek üzere zihnime kazınmıştı. Kendi tabiriyle “dünya kurulalı beri” ataları gibi Bozoklu bir Türkmen olarak Yozgat’ın bu
dağ köyünde yaşayan ebemin bu türküsü Elazığ’da
da söyleniyordu ve demek ki yalnızca Diyarbakır
ile Elazığ arasında değil, bu iki şehrimizle Yozgat arasında da bir yakınlık bir akrabalık vardı,
olmalıydı. Ama bu Artukoğulları’ndan veya daha
öncesinden mi; İlhanlılar, Selçuklular, Osmanlılar
ya da daha büyük bir ihtimalle Dulkadirliler döneminden kalma bir akrabalık mı idi, bilmiyorum.
Tabii, bütün bunları o gün için anlamam ve
yorumlamam elbette mümkün değildi; ta lise yıllarına gelinceye, kadim dostum, kardeşim Palulu Zekeriya Karadayı’yı tanıyıncaya kadar...
Elazığ’ın, açılır açılmaz yüzünüze divanların,
hoyratların, mayaların, elezberlerin ve koşmaların
ılık rüzgârları esen ışıklarla dolu kapısından içeriye bu dostun kılavuzluğunda girdim. İlk defa lise
edebiyat kitaplarında karşılaştığımız ve manalarını
hiç bir zaman tam olarak anlayamadığımız aruzla
yazılmış şiirlere çok benzeyen güfteleri terennüm
eden Elazığ havalarını da ilk olarak yine bu dostun, pek de güzel olmayan ama bütün sihrini Ela-
51
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Bir şehre asıl kimlik ve kişilik kazandıran bu türküler, bir
taraftan şehri kendi özgün renkleriyle boyarken, diğer
taraftan da farkında olmadan şehrin anonim rengi ile
boyanırlar. Böylece, türkü ortak paydası üzerinden, ancak
dışarıdan dikkatlice bakanların görebilecekleri tarzda
şehrine benzeyen insanlarla, insanlarına benzeyen şehirler
ortaya çıkar.
zığlılık ruhundan ve heyecanından alan sesinden
dinlediğimi itiraf etmeliyim. Bırakın Hafız Osman
Öge, Sıtkı Demirci gibi eski ustaları, dönemin en
popüler mahallî sanatçısı Enver ağabeyin (Demirbağ) bile yorumundan habersiz o türküleri sevmek,
herhâlde Harput havalarının sahip olduğu yüksek
sanat değerinin gücüyle izah edilebilir.
Harputsuz ‘Beş Şehir’
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’ini ilk
okuduğumda, bir Yozgatlı olarak, masum bir
mensubiyet duygusu ile, “Bu beş şehirden biri
keşke Yozgat olsaydı” dediğimi iyi hatırlıyorum.
Fakat doğrusunu söylemek gerekirse Elazığ’ı tanıdıkça, bunu Elazığ’ın sanki daha çok hak ettiğini düşünmeye başladım. Sonraki yıllarda İshak
Sunguroğlu’nun “Harput Yollarında” ve Fikret
Memişoğlu’nun Harput Âhengi adlı eserleri geçti
elime. Bunları zevkle ve istifade ederek okudum
fakat Tanpınar’ın Beş Şehir’inden aldığım tadı,
hazzı aldığımı söyleyemem. Derken daha sonra Şemsettin Ünlü’nün Yukarışehir ve M.Önal
Mengüşoğlu’nun Yerler Mühürlendi adlı romanları ile yine Mengüşoğlu’nun Harput Şehrengizi’ni
okuyunca, has bir Yozgatlı olarak Elazığlılar adına
demeye çekiniyorum ama Harput adına çok sevindim.
Bunlara ilave olarak daha sonra merhum Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu ve Ahmet Kabaklı
Hoca’nın şiir ve yazıları, Ali Akbaş’ın Harput Güzellemesi, Tahir Abacı’nın Harput/Elazığ Türküleri adlı denemesi, Salih Turhan’ın yöre türkülerinin
notalarını bir araya topladığı derlemesi ve nihayet
Savaş Ekici’nin Harput-Elazığ müzik repertuvarı-
nı kültürel, sanatsal, teknik ve estetik yönleriyle
tahlil ve analiz ettiği Elazığ-Harput Müziği adlı
kapsamlı çalışması; kültürü, müziği ve insanıyla
bu şehrimizi daha yakından tanımama büyük katkı
sağlayan eserler oldu.
Fakat bütün bunlara rağmen, doğusunu söylemek gerekirse yine de Beş Şehir yazarının Elazığ’ı
yazmamış olmasına hayıflanmaktan kendimi alamadım. Çünkü Tanpınar’ın “mahallî klasik” dediği, Türk halk ve klasik müzik geleneğimizin üst
seviyede sentezi olan eserlerin en çarpıcı örneklerini Harput musiki geleneğinde görüyoruz. Sağlam bir Türk ve Müslüman mayası ile yoğrulmuş;
Urfa, Diyarbakır, Kerkük musikileriyle de anlamlı
ve derin akrabalık ihtiva eden bu yüksek musiki
geleneğini eğer Tanpınar yakından tanımış olsaydı, bu birikime kim bilir ne büyük vuzuh, zenginlik ve derinlik kazandırırdı. Fuzuli’nin “Âh
eylediğim servi hırâmının içündür/ Kan ağladığım
gonca-i handânın içündür” beytiyle başlayan gazeline benzer daha pek çok gazelin Harput musiki
fasıllarının ve geleneksel kürsübaşı meclislerinin
vazgeçilmez repertuvarı arasında yer aldığından
haberdar mıydı, bilmiyorum.
Sabah Ezanında Elezber Okunur
mu?
Ayrıca Elazığ o yıllarda, Diyarbakır’da askerliğini yapan Sadettin Kaynak’ın uzaktan da olsa
az çok tanıma imkânı bulduğu ve bir daha da tesirinden kurtulamadığı “Harput Âhengi”nin tüm güzelliği, inceliği ve zenginliği ile yaşandığı yıllardı.
Kim bilir belki de Hâfız Osman Öge’nin Bülbülüm
Bağ Gezerim, Bu Dere Baştan Başa, Değirmen
52
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Sala Benzer, Kim Büyüttü Böyle Bîperva Seni, Kar
mı Yağmış Şu Harput’un Başına, Sinemde Bir Tutuşmuş, Yel Eser Kum Savrulur gibi her biri gerçekten birer türkü klasiği olan eserleri taş plaklara yeni okumaya başladığı yıllardı... Ve merhum
Memişoğlu’nun naklettiği şu ilginç anekdot da
belki tam o günlerde yaşanmıştı:
“...Saray Hatun Camii müezzini Perili Hafız
diye maruf Hacı Süleyman, sabah ezanından evvel
Naat okurken, cemaatin sağdan soldan camiye geldiği sularda birdenbire Elezber’e geçmiş ve halk
manilerinden birini söyleyerek hoyrat okumaya
başlamış. Namaza gelmekte olan Büyük Beyzâde
Hacı Ali Efendi’ye yaklaşanlar, ‘Perili Hafız’ın
bu yaptığı küfürdür’ diye şekvacı olmuşlar. Fakat
Beyzâde Hoca, ‘Acele etmeyin, sonunu bekleyelim’ diyerek durup dinlemiş. Müezzinin Elezber
denilen yüksek havayı bitirdikten sonra tekrar
Naat’a devam ettiğini görünce yanındakilere dönerek, ‘Bu vecd hâlidir, hoş görmek gerekir, vebal
değil belki de sevap işlemiş oldu’ diyerek şikâyete
hak vermemiş”.
Harputlu Hacı Hayri’den Saadettin
Kaynak’a
O günleri hayal ettikçe, edebî şöhretinin
Harput’la sınırlı kalmasına hep hayıflandığım
merhum Harputlu Hacı Hayri’nin şiir ve musikideki ustalığını en iyi bilen insanlardan birinin de
Sadettin Kaynak olduğu fikri takılır kafama kendiliğinden. Böyle düşünmemi gerektirecek hiçbir
müşahhas bilgi ve belgeye sahip olmamakla beraber, Sadettin Kaynak’ın bestelerindeki o bariz ve
karakteristik Harput Âhengi’ni, Elazığ hoyratlarının ve Diyarbakır mayalarının yanık nağmelerini
hissettikçe istesem de başka türlü düşünemem zaten.
Çünkü Klasik Türk Musikisi geleneğine mensup yirminci asırda yetişmiş en büyük
bestekârlarımızdan olan Saadettin Kaynak’ın bestelerinde Harput Musikisinin tesiri çok açık hissedilir. Nerdeyse herkesin fark edebileceği kadar bariz olan bu etkinin -bırakın varlıkları tartışılır musiki eleştirmenlerimizi- bugüne kadar ciddi müzik
ve sanat çevrelerince dahi fark edilmemiş olmasını
nasıl izah etmeli, bilmiyorum. Mukayeseli olanından vazgeçtik, henüz doğrudan bir “musiki edebi-
yatı” geleneğimiz dahi olmadığı için bugüne kadar
her bestekâr gibi, Kaynak’ın eserlerinin de edebî
ve estetik bir tahlilinin yapılmadığını, etkilendiği
ve etkilediği kaynakların irdelenmediğini biliyoruz. Gerçi “folklor musıkisi”nden istifade eden bir
bestekâr olduğuna işaret edenler olmakla beraber,
bugüne kadar Kaynak bestelerinin türkülerimizle
ve türkü formuyla olan akrabalığına dair ciddi bir
tahlile ben rastlamadım. Oysa Saadettin Kaynak’ın
bestelerindeki türkü etkisi, özellikle de Elazığ türkü ve havalarının tesiri öylesine güçlüdür ki, bir
kısım bestelerine sanki bazı Elazığ türkülerinin
üsluba çekilmiş hâli ya da bir tür varyantı diyebilirsiniz. Mesela radyolarımızda bazen Kaynak’ın
bir şarkısı olarak söylenen Bülbülüm Bağ Gezerim
adlı eserin anonim bir Elazığ türküsü olduğunu
ehli elbet bilir. Elazığ musiki meşklerinde sık sık
Kaynak’ın bestelerinin yer almasının sebebi de bu
akrabalıktan kaynaklanır elbet.
Herkes Kendi Türküsünü Söylesin
Zengin tarihi ve kültürel birikimden beslenen
köklü musiki geleneğine sahip diğer bazı şehirlerimizde karşılaştığımız bir durum, Elazığ’da en
karakteristik şekliyle çıkar karşımıza; o da şudur:
Elazığlılar kendi türkülerini söyleyen yadırgı’ları
kolay kolay beğenmezler ve onlarda mutlaka bir
eksiklik veya yanlışlık bulmak eğilimindedirler
genellikle. İlk bakışta kendini beğenmişlik gibi
görünen bu yaklaşımı; zengin müzik geleneği
olan, belli bir üslup ve tavrın hâkim olduğu güçlü mahallî müziğe sahip hemen her yerde görmek
mümkün. Çünkü zaman içinde o yörede, artık
oturmuş ve belli standartlara kavuşmuş bir üslup
oluştuğu için, taklidî olanı ya da kendilerine, yani
otantiğine benzemeyen icrayı hemen dışlarlar. Bunun anlamı, “Benim türküm en çok benim ağzıma
yakışır” demektir ki, saygıyla karşılanmalıdır.
Bu kısa yazı çerçevesinde belki daha çok işaret
etmekle yetindiğimiz o zengin Harput-Elazığ musiki geleneğini günümüze taşıyan geçmiş ses ve
saz ustalarını rahmetle anıyor; bu eşsiz güzellikleri bugün hâlâ bizlere yaşatarak bu tür yazıların
yazılmasına vesile olan Enver Demirbağ’dan Erkan Oğur’a, Lokman Tasalı’dan Adnan Çilesiz’e,
Zülfü Demirtaş’tan Hasan Öztürk’e tüm sanatçı
dostları muhabbetle selamlıyorum.■
53
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
TÜRKÜ BAYRAĞI
Bir âşık sazını çalmayagörsün,
Hüzünlerin doruğuna çıkarım.
Gözlerim hicranla dolmayagörsün,
Gözyaşı yerine türkü dökerim.
Buram buram türkü kokar nefesim,
Allı turnalara yön verir sesim.
Türküler nakışım, türküler süsüm;
Beşikten mezara türkü yakarım.
Türkü bir ummandır, görünmez dibi;
Türküdür yurdumun asıl sahibi.
Tarihe anamın ak sütü gibi,
Türkülerle Türk mührünü çakarım.
Bin yıldır çığrılan hoyratlar benim,
Maya yârim olur, bozlak yârenim.
Elezberde benliğimi görenim,
Türküyle çağlardan öte bakarım.
Fırat kenarında yüzer bir kayık,
Dalgalar oynaşır sineme layık.
Değmeyin a dostlar değilim ayık,
Bir nağmeden bir nağmeye akarım.
Yüreğim türküyle çevrilmiş ada,
Aşkın çağrısıyım Çayda Çıra’da.
Mumların şavkıyla erip murada,
Nazlı yâr bağına türkü ekerim.
Türküler mayamdır, türküler özüm;
Türküyle parıldar cihanda gözüm.
Türküler, sazıma verdiğim sözüm:
“Türkü bayrağını arşa dikerim.”
YUSUF DURSUN
54
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
ÜMRAL DEVECİ*
Bir insanın
beklentileri,
düşlemeleri ve
kurgulamaları ile
çelişen gerçeklik,
“hüzün”e yol açar.
Yani, “hüzün”,
birey ile reel
olgu arasındaki
ilişkiyi sağlayan
güçlü bir duygu
köprüsü olarak,
mutlak bir “insan
gerçekliği”dir.
İ
nsanlar, yaşadıkları duyguları değişik yollarla dışa vururlar. Edebiyat, resim, heykel,
mimari ve müzik gibi güzel sanatlar, dışa vurumun, faydacı bir anlayışla en çok sergilendikleri
alanlardır. Bunlardan ikisinin, söz ve müziğin
birleştiği alan olan türküler, hem kelime olarak
hem de ezgi olarak, duyguları daha da zengin
ifade etme alanıdır. Ayrıca, türkülerin yüzlerce
yıllık geleneksel birikimi ve sosyal psikolojiyi
yansıtma özellikleri vardır. Bu yüzden, türkülerdeki ortak zihinsel üretimlerin sırrı çözüldüğünde, toplumsal şifreler de çözülmüş olur
Türkülerde, pek çok bireysel ve toplumsal duygu ile beraber “hüzün” de işlenir. İşlenen hüzünlerin bir kısmı ayrılık bir kısmı da
ölüm merkezlidir. İster ayrılık ister ölüm merkezli olsun, her hüzün, bireysel ve toplumsal
ölçekte bir “arınma” (katharsis/ katarsis)dır.
* Yard. Doç. Dr., Muğla Üniv. Fen-Ed. Fak.
55
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Aristoteles, trajediyi işlerken, katarsis’e
büyük bir yer verir. Ona göre trajedinin ödevi, “acıma ve korku duygularını uyandırıp ruhu tutkulardan temizlemek”tir.
Yani,
katarsis’in temelinde “acıma” ve “korku”
vardır. Her korku ve her acıma, insanı kendisiyle yüzleştirir ve gerçek anlamda kendisiyle yüzleşebilenleri de olumsuzluktan arındırır.
Hüzün, “sevinç ve mutluluk” gibi en güçlü insanî duygulardan biridir ve insan diyalektiğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bir insanın
beklentileri, düşlemeleri ve kurgulamaları ile
çelişen gerçeklik, “hüzün”e yol açar. Yani,
“hüzün”, birey ile reel olgu arasındaki ilişkiyi
sağlayan güçlü bir duygu köprüsü olarak, mutlak bir “insan gerçekliği”dir. Her hüzün, suje
gerçekliği ile reel gerçeklik arasındaki ilişkinin sorgulanmasına yol açar ve bu sorgulama
insan ile “dış olgu”lar arasındaki ilişkiyi yeniden belirlemek üzere “ruhsal arınma”yı sağlar.
İnsanlığın karşı karşıya kaldığı ve “hüzün”e
yol açan iki “dış olgu” vardır. Birisi ayrılık, diğeri ise ölüm’dür. Ayrılık, geçici bir olgu gibi
görünse de, “kapının ardı gurbet” diyen bir
kültür için, derin izler bırakabilen bir olgudur
ve her ayrılık, yanında hasret/özlem duygusunu da taşır. Ayrılık türkülerinin tamamında,
hüznün sevince dönüşme olasılığı da olduğundan, bir iyimserliğin olması da duygu dengesini sağlayıcı bir unsur olarak göze çarpar.
Türkülerde, çoğunlukla ana baba ve sevgiliden ayrılık konusu işlenir ve türkü metinleri, içerik olarak, ayrı düşülen kişilerin belirgin insani
özelliklerinin yer aldığı metinlerdir. Bunlarda,
o kişilerin iyilikleri ve erdemleri dile getirilerek
onlarla sözsel ve ezgisel bir özdeşleşme (identification) sağlanır. Sözlerin ve ezginin sağladığı
biyo-ritm ve fiziksel etki, türküyü söyleyende bir
“arınma” yaratarak “hafifleme” sağlar. Bunun sonucu olarak da ruh sükûnete ererek dinginleşir.
Örneğin bir Eğin (Kemaliye) türküsünde,
denilerek gurbet-sıla arasındaki duygu ilişkisi,
ana baba etrafında gelişir ve gerek sözler gerekse
ezgi, hüzün duygusunu yansıtır. Metindeki, “kanadın kırılması, çöl, gurbet eller, ağlamak, mahzun gönül” sözcükleri, bir yandan, kişinin içsel
yansımasının göstergeleri olurken öbür yandan da
ana babaya ezgisel bir göndermedir. Bu türküyü
söyleyen kişi, bu sözcüklerin gerek anlam alanları ve gerekse işlevsel boyutu aracılığıyla hüznünü
dile getirmekte ve ruhsal bir arınma yaşamaktadır.
“Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun?” dizesiyle başlayan Kayseri türküsü, kıskançlık
ve kahır ağırlıklı olmakla beraber, temelinde özlem olması dolayısıyla, özleyen ve özlenen arasındaki duygusal bağın dile getirildiği
ve böylece arınma’nın yaşandığı bir türküdür.
Hüzün yoğunluklu türkü metin ve ezgilerinin ortaya çıkmasına neden olan bir diğer
olgu ise ölüm’dür. Ölüm, geçici bir ayrılık olmayıp mutlak bir ayrılık olduğundan; ayrıca
tüm insanların karşılaşacakları kaçınılmaz bir
gerçek olduğundan, ölümün yol açtığı hüzün
daha derin, daha etkileyici ve daha kalıcıdır.
Ölen kişinin ardından söylenen ve genel adı
“ağıt” olan türkülerde, onun olumlu ve erdemli
yanlarının dile getirilmesi, bir rastlantı değil, bir
kurgulamanın sonucudur. Türküyü söyleyen kişi
(bilindiği gibi, bunun halk arasındaki terimi “türkü
yakmak”tır.), ölenin özelliklerini merkeze alırken
iki şeyi göz önünde bulundurur: Birisi ölen kişi,
diğeri de dinleyen kişilerdir. Ağıt metinlerinde,
ölenin hayattayken yaşadıklarının hatırlatılması,
ölen ile sağ kalanlar arasındaki ortaklıklardan
hareketle gerçekleştirilen bir özdeşleştirmedir.
Bu özdeşleştirme, sağ kalanın da bir gün, mut-
56
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Ağıtlarda egemen olan beşerî özellik merhamet’tir. Doğu
uygarlıkları, merhamet uygarlıklarıdırlar. En olumsuz
koşullarda bile toplumsal vicdanı rahatlatan bir haslet
olan merhamet, temelde bir arınma’dır.
lak akıbet olan ölümle karşılaşacağı düşüncesini
empoze etmekle beraber, ortak yaşanmışlıkların
bir daha yaşanamayacağını duyumsatmasıyla da,
insanın kendisini sorgulaması ve olumsuzluklardan arınması düşüncesini doğurur. Ayrıca ağıt
metinleri, zaman zaman çaresizliğin, kimi zaman
da pişmanlığın ifadesi olarak, insanın kendisiyle
yüzleşmesini sağlayarak bir ruh arınma’sına yol
açar. Beklenmeyen bir ölüm, örneğin genç ölümleri, beklenti ile gerçek arasında daha yoğunluklu bir gerilime yol açtığı için etkisi daha derin ve
kalıcıdır. Bu da daha derin bir arınmaya yol açacak söylemin oluşmasına sebep olur. Hunharca
işlenen bir cinayet, toplumsal ahlâka aykırı da
olsa aşk yüzünden gerçekleşen bir öldürme, toplumsal vicdanda, derin izler bırakır ve bunlarla
ilgili söylenen ağıtlar da, âdeta bir “toplumsal
özür dileme” ile toplumsal arınma’yı sağlar.
Bazı ağıtlarda, ölümün gerçekleşme şekline dair ifadelere yer verilerek, sanki olay
yeniden yaşanır ve yaşatılır. Bununla da,
ölenle sağ kalanlar arasında, duygudaşlık
sağlanarak “ortak kaderi yaşama” paylaşımı sağlanır ve böylece acıya ortak olunarak bir hafifleme ve arınma sağlanmış olur.
Akdağmadeni’nden derlenen “Hastane önünde incir ağacı” türküsünde veya Keskin’den
derlenen “Ham meyveyi kopardılar dalından” türküsünde, çaresizliğin verdiği bir söylem egemendir ve bu türküleri yakanlar, çaresizliklerini itiraf ederek bir arınma yaşarlar.
Anne beni Kırkpınar’da kestiler
Cepkenimi saz dalına astılar
Anam babam benden umut kestiler
Dalgın uykulardan uyan Ahmedim
Yağlı kamalara dayan Ahmedim
bendiyle başlayan Afyonkarahisar türküsünde, türküyü yakan kişi, ölüm olayının gerçekleşme sahnesini tasvir ederek, geride kalanlara olayı yeniden yaşatır ve böylece ölümün
acı gerçeği ile duyguları yeniden harekete geçirir. Bundaki amaç, tekrar yaşanan ölüm anının ruhlardaki yarattığı arınma’yı sağlamaktır.
Pencereden daş geldi
Ben sandım Mamoş geldi
Uyan Mamoş Mamoş uyan
Başımıza ne iş geldi
dörtlüğüyle başlayan Elazığ türküsünde, toplumsal ahlaka aykırı da olsa, duygu yoğunluğu
aşk olduğu için, yaralanmış bir toplumsal vicdanın acısı dile getirilerek bir arınma sağlanır.
Ağıtlarda egemen olan beşerî özellik merhamet’tir. Doğu uygarlıkları, merhamet uygarlıklarıdırlar. En olumsuz koşullarda bile toplumsal vicdanı rahatlatan bir haslet olan merhamet, temelde bir arınma’dır.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Ayrılık
ve ölüm, insanda hüzünlenmeye yol açan iki
olgudur. İkisi de, metne dönüşürken beraberlerinde hüznü ve merhameti getirirler. Ezginin de
katkısıyla, bu tür türküler, söylendiğinde gerek
okuyanda ve gerekse dinleyende, kendisiyle,
toplumla yüzleşmeye yol açarak olumsuzluklardan arınmayı ve ruhun dinginleşmesini sağlar.■
57
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
İskân türküleri
VE SÖZLÜ TARİH İLİŞKİSİ
ÜZERİNE BAZI DÜŞÜNCELER
RUHİ ERSOY*
Barak Türkmenleri,
göçleri, iskânları,
çatışmaları ve
bu yaşananların
toplumsal
yaşamlarında
bıraktığı izleri
anlatan hikâye
ve türküleri ile
coğrafyadan
vatana geçişin
ve yurt ile göç
edişin Türk kültür
tarihi içerisindeki
en güzel
örneklerinden birini
oluşturmuşlardır.
B
üyük usta Mehmet Özbek, ‘ustalık’ namını, sadece türkü icrasıyla değil; kişiliği, tavrı ve aynı
zamanda türküler üzerinde yapmış olduğu ilmî çalışmalarıyla da hak etmiştir. Onun “Türkülerin Dili” adlı büyük
çalışmasının arka kapak sayfasında şu ifadeler yer alır:
“Türkülerimiz, hakikati olduğu gibi görüp söylemekten
çekinmeyen ermişlerin ve cesur kimselerin söylemleridir.
Türk insanının düşünen, soran, seven, küsen, gülen, ağlayan kalbinin içi görülür türkülerde. Onlar bizim hayat
hikâyelerimizdir. Bizi anlatır asırlardır.”(Özbek 2009)
Bu sözler aslında en yalın hâliyle türkünün, Türk’ün her
şeyini anlattığını anlamak için yeterlidir belki ama biz bu
ifadeleri biraz daha dillendirip ayrıntıları ile izaha çalışacağız.
Tıpkı türküler gibi halkın dimağında yer bulmuş,
orada tekrar tekrar üretilerek nesillere mal olmuş pek
çok halk kültürü malzemesinde Türk toplumunun tarihsel hikâyesini; savaşlarını, coğrafyasını, ekonomisini,
acılarını, aşklarını vs. görmek mümkündür. Çünkü söz
konusu ürünler “sözlü kültür ortamının” ürünleri olup
kültürün doğal akışı içerisinde, üretildikleri-yaratıldıkları
toplumla birlikte yaşamış; her hâlleriyle toplumlarına
benzemişler ve toplumlarını yansıtmışlardır. Toplumun
tarihsel-kültürel yaşanmışlığının ispatı olan bu malzeme,
asırların süzgecinden geçmiş bir türkü, bir halk hikâyesi,
* Yard. Doç. Dr., Gaziantep Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi, Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı Müdürü.
58
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
bir efsane, masal, destan veya destan parçası ya da
başka bir sözlü anlatı olabilir.
Bir toplumun tarihsel ve kültürel gerçekliğini
saptamak, onu anlamak isteyen bir kimse, yalnızca
tarihî vesikalardan yola çıkarak amacına ulaşamaz.
Tarihî vesikalar uzun yüzyılların üst üste sıkıştırılmış
kroki görüntüleri gibidirler; ayrıca bu noktada, yazılı
kaynakların arşivlenmediği dönemlerin tarihi ne olacak sorusu da karşımıza çıkmaktadır. Kaldı ki Türk
kültürünün-tarihinin yazılı kaynaklarla tanışması, arşivlenmesi geç döneme denk gelmektedir.
Kişilerin, resmî, siyasi yapıların ya da büyük savaşların kronolojik sıralanmasının tarihini yazmak,
genel anlamda tarih yazıcılığının yalnızca küçük bir
parçasıdır. Tarihi zaman akışı içerisinde insanın ve
onun ürettiklerinin-tükettiklerinin, yaşam biçiminin, ilişkilerinin, sanatının, estetiğinin varlığı yalnızca resmî arşivlere yansımamıştır. Bütün bunları biz,
ancak o toplumun her türlü kültür malzemesini okuyarak kavrayabiliriz. Bu noktada karşımıza “sözlü
tarih” kavramı çıkmaktadır ki bu kavram tarihin krokisini çizmektense onun içerisindeki insanın her türlü
hikâyesini yakalama iddiasında olan genel yaklaşımın
adıdır. “Sözlü tarih insanlar tarafından kurulmuş bir
tarih türüdür. Hayatı tarihin içine sokar. Kahramanlarını yalnız liderler arasından değil, çoğunluğu oluşturan ve o ana kadar bilinmeyen insanlar arasından
seçer. Toplumsal sınıflar ve nesiller arasındaki bağlantıyı dolayısıyla anlayışı sağlar. Ortak anlamları
ortaya çıkararak tarihçiye ve sıradan insanlara bir
zamana ve mekâna aidiyet duygusu kazandırabilir.
Sözlü tarih, tarihin kabul edilmiş mitlerini ve baskın
yargılarını yeniden değerlendirme, tarihin toplumsal anlamını kökten dönüştürme aracıdır. İnsanlara
tarihlerini kendi sözleriyle geri verir. Onlara geçmişi verirken geleceği kurmak için de yol gösterir.”
(Thompson 1999:18)
Tarih ilmi uzun yüzyıllar ağırlıklı olarak egemenin meşrulaştırılması zemininde, merkezî figürlerin
etrafında kurgulanıp sunulmuştur. Oysaki bir tarihsel
olayı gerçekleştiren aktörlerin sayısı birden fazladır.
Ayrıca olaylar farklı toplumsal kesimler tarafından
farklı şekillerde algılanır. Sosyal yapı içerisindeki her
grup, olaylara kendi penceresinden bakar ve kendi
gerçeğini ve haklılığını vurgular. Bizim bu günden
bakarak bu algılayış biçimlerinden herhangi birisini
önceleyip diğerlerini yok sayma durumumuz olamaz;
çünkü tarihsel gerçekliği, olayları bütün yönleriyle
öğrenmeden kavramayız.
Tarihsel dönemler içerisinde iktidarlar, geçmişi
kendi algılayışı ve siyasal hedefleri doğrultusunda
takdim edebilirler. Bilgi ve belgeleri, iktidarı merkeze
alan bir nevi egemenin tarihini anlatacak biçimde düzenleyebilirler. Siyasal iktidarlar bununla da kalmayıp
asayiş kaygısıyla tarihsel olayları ve buna ilişkin belge
düzenini kendi yargılarını destekler mahiyette düzenleyebilirler. Tarihin bu tarz kayda geçirildiği ortamlarda söz konusu olayların birinci derecedeki kahramanlarının hâdiselerdeki konumu kayıt altına alınmayabilir. Bu gibi durumlarda farklı toplumsal katmanların
ve tarafların edebî eserlerinde ve sözlü kültürlerinde
tarihî olayların sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesi
olaylarla ilgili alternatif bilgi ve belgelerin bulunması
mümkündür. Böylece bu üretimlerden tarihî bir kaynak olarak faydalanmak mümkün hâle gelir.
Türk tarihinde söz konusu bu duruma örnek olarak bir kısım Türk boylarının Osmanlı Devleti döneminde Anadolu’da iskân edilişleri verilebilir. Türklerin Türkistan’dan Anadolu’ya göçleri ve Anadolu’da
uygulanan iskân politikaları neticesinde muhtelif yer
değiştirmeleri söz konusu olmuştur. Bu hâdiseler
resmî kayıtlara yönetenin bakış açısıyla geçmiş ve yöneten açısından haklı sebeplerle iskân edilişler çeşitli
belgelere kaydedilmiştir. Yönetilen yani halk- reaya
bu konuda ne düşünmüş, ne hissetmiş o da sözel bellekler vasıtasıyla sazı ve sözüyle harmanlayıp türkü
yakmıştır. İşte bu türkülerin dili iskân politikalarının
yönetilen tarafından bakış açısını oluşturmuştur.
Söz konusu bu iskân hâdiselerinden kaynaklı icra
edilen türler Barak ve Bozlak olarak bilinen türlerin içinde saklı hâdiselerle kendisini göstermektedir.
(Mirzaoğlu, 2003) Bunlardan Avşar Bozlağı olarak
bilinen Dadaloğlu’nun (Görkem 2005), “Kalktı Göç
Eyledi”si en meşhur olanıdır ve “ferman padişahın
dağlar bizimdir” diyerek iskânı isyana dönüştüren en
büyük nida olmuştur:
59
Kalktı göç eyledi Avşar elleri
Ağır ağır giden eller bizimdir
Arap atlar yakın eder ırağı
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir
Belimizde kılıcımız kirmani
Taşı deler mızrağımın temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Dadaloğlu’m bir gün kavga kurulur
Öter tüfek davlumbazlar vurulur
Nice koç yiğitler yere serilir
Ölen ölür kalan sağlar bizimdir
Bu türküde, yöneten-yönetilen ilişkisini, yönetilenin resmî uygulamaları algılayış biçimini, tarihsel bir
olayın (iskân olayı) akışını, söz konusu coğrafyayı,
iskân edilen Türk boyunun adını ve yaşam biçimini
bulmamız mümkündür. Toplumun millî şairi, yani
toplumun hayat algılayışını, estetik değerlerini temsil eden kişi tarafından dillendirilen bir türkü, aynı
zamanda yaşanan olayların ve şartların resmini çekmiştir.
Öte yandan bizim de üzerine akademik çalışmalarımızla eğildiğimiz Baraklar örneği dikkat çekicidir. Çeşitli sosyal hâdiseler ve aşklar etrafındaki
kısa hikâyeleri, türkülerin haricinde sistematik olarak bir göç’ün, daha sonra iskânın türkülerle anlatılma hâdisesini rahatlıkla vesikalarla mukayese edip
yöneten-yönetilen bakış açısını ortaya koyabileceğimiz zincir halkası gibi türkülerin mevcut olduğu bir
alandır Barak Türkmen vadisi…
Bir Türkmen boyu olarak Türk tarihine ışık tutan pek çok tarihî ve edebî kaynakta karşımıza çıkan Barakların, hem Orta Asya’dan Anadolu’ya göç
hikâyelerini hem de kültürel hayatlarını söz konusu
kaynaklardan ve yaşayan Barak kültüründen tespit
etmek mümkündür. Barak Türkmenleri 15. yüzyılda
Orta Asya’dan Horasan’a gelerek burada yaşamaya
başlamışlardır. Ancak 16. yüzyıl sonlarında gerek
kuraklık gerekse siyasi karışıklıklar nedeniyle Barak
Türkmenlerinin huzuru bozulur. Bunun üzerine oymak beyleri toplanır ve Anadolu’ya göç kararı alırlar.
Horasan’dan Orta Anadolu’ya uzun ve bir o kadar da
yorucu bir göç başlar. Hem göç sırasında karşılaşılan
zorluklar hem de daha sonra uygulanan iskân politikaları Barak Türkmenlerinin büyük acılar yaşamalarına sebep olmuş; Baraklar göç süresince kendi aralarında, iskâna tabi tutuldukları bölgelerde de komşu
aşiretlerle uzun çatışmalara girişmişlerdir. Baraklar,
Oğuz boylarından Bayat boyunun Dulkadirli koluna
mensup bir Cerid obasıdır ve 17. yüzyılın sonlarında Horasan’dan başlayan uzun bir göçün ardından
Rakka’ya iskâna zorlanmışlardır. Bu dönemden itibaren Barak kelimesi bir Türkmen boyunun ismi ve bu
boyla beraber Beydili, Elbeyli Türkmenlerinin yaşadığı bölgenin adı olarak kullanılmıştır. (Ersoy 2003)
Daha sonraki dönem içerisinde özellikle
Gaziantep’in Nizip ilçesi ile Suriye bölgesindeki oymakların tamamı Barak adını almışlardır. Günümüzde bu adlandırma yöredeki tüm aşiretleri kapsayan
bir isme dönüşmüştür ve Gaziantep’in bu bölgesinde yaşayan Oğuz-Türkmen aşiretleri bu genel ad altında anılmaktadır. Gaziantep’in hemen doğusunda
Nizip’ten aşağıya Suriye bölgesine kadar uzanan bölgeye de Barak Ovası denilmektedir. Bununla birlikte
Barak kelimesi Anadolu’nun pek çok yerinde köy,
bucak, ova, dağ ve mahalle adı olarak da kullanılmaktadır.
Tarih boyunca yaşadıkları acıları ve sevinçleri kilimlerine, türkülerine, halk hikâyelerine işleyen Türk
boyları, Baraklar örmeğinde de aynı refleksi göstermiş ve Baraklar tarihî yolculukları boyunca yaşadıklarını, geride bıraktıkları hatıralarını hâlâ yaşamakta
olan zengin bir sözlü anlatı geleneği içinde biriktirmişlerdir.
Barakların sözlü geleneğinde yaşayan iskân türküleri ve diğer anlatılarından, Barakların Horasan’dan
seksen dört bin çadırla göçe başladıklarını öğreniyoruz. Bu zorlu yolculuğun ve göç boyunca yaşanan acı
olayların hatırası Türkmenlerin ozanları tarafından
nakış nakış işlenmiş ve Barakların yıllar süren göçleri, bu göç sonrasında zorlandıkları iskân ve iskânlar
süresince devam eden aşiret çatışmaları büyük bir
canlılıkla günümüze kadar ulaşmıştır. Türk’ün binlerce yıllık göç hikâyesinden kendi payına düşeni Barak
Türkmenlerinin millî şairi Dedemoğlu aşağıdaki dizelerle dile getirmiştir:
60
Kalktık Horasan’dan eyledik sökün
Düşürdüler bizi tozlu yollara
Omuzda parlar uzun şifleler
Aşırdılar bizi karlı dağlara
Bölük bölük oldu yüklendi göçler
Atlandı ihtiyar, yayandı gençler
Başımıza geldi gördüğüm düşler
Düşürdüler bizi gurbet ellere
Gehi konduk gehi göçtük yollarda
Bilip bilmediğim gurbet ellerde
Âlem dağlarında şu daz çöllerde
Bizden sonra bir nam kalsın illere
Toplandık aşiret geldik Culab’a
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Seksendörtbin hane gelmez hesaba
Deve koyun çoktur insan kalaba
Susuz hayvan inileşir göllere
Dedemoğlu der ki aşkın bağından
Aşırdılar bizi Yozgat dağından
Anadolu Sivas şehri sağından
Bu hâlimiz destan olsun dillere
HAVADİS
Burada Türk halk şiirinin estetik yapısını, sembol
ve imaj dünyasını görmemizin yanı sıra; Barak Türkmenlerinin tarihsel serüvenlerini de takip edebilmekteyiz. Horasan’dan başlayan göçün Anadolu’da iskâna
dönüşmesi ve bunun Barak Türkmen toplumundaki
yansımaları, takip edilen coğrafya, kalabalık nüfus ve
yaşanan acı olaylar şair Dedemoğlu’nun dilinden bize
aktarılmıştır. Görüldüğü üzere bir edebiyat metni,
bize ait olduğu toplumun sanat zevkini, estetik algılayışını vermenin ötesinde; o toplumun her anlamdaki yaşanmışlığının da resmini çekmektedir. Tarihi ve
tarihî süreç içerisinde insanı anlama kaygısında olan
bir araştırmacının bütün kültür unsurlarına birer tarih
vesikası gözüyle bakması gerekmektedir.
Barak Türkmenleri, göçleri, iskânları, çatışmaları
ve bu yaşananların toplumsal yaşamlarında bıraktığı
izleri anlatan hikâye ve türküleri ile coğrafyadan vatana geçişin ve yurt ile göç edişin Türk kültür tarihi
içerisindeki en güzel örneklerinden birini oluşturmuşlardır. Bu büyük kültür birikimi daha kapsamlı araştırmalarla Türk kültür tarihine ışık tutmaya devam
edecektir. Barakların iskân Türkülerinden ve sözlü
geleneğinde hareketle yaptığımız geniş anlamda ve
kapsayıcı sözlü tarih çalışması kitaplaşma aşamasında olup konuyu her yanıyla izah etme amacı taşımaktadır.■
Kaynakça
Görkem, İsmail; Yenibilgiler Işığında Dadaloğlu,
E Yayınları, İstanbul 2005.
Mirzaoğlu, Gülay; Çukurova Bozlağı, Binboğa
Yayınları, Ankara 2003.
Thompson, Paul; Geçmişin Sesi (çev. Şehnaz Layıkel), İstanbul.1999.
Özbek, Mehmet; Türkülerin Dili, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2009.
Ersoy, Ruhi; Baraklı Âşık Mahgül ve Repertuvarı,
Hacettepe Ü. Sos.l Bil. Enst. basılmamış doktora tezi,
Ank. 2003.
61
postallı bir dağ içinde
göç göç olmuş köy
garibin gözü yolda
ne gelen var, çok giden
dere boyu bağ bahçe
ayrık otu çoğalır
oğullar gurbet elde
ne gelen var, çok giden
kederli türküler evi
yıkılmış duvar, kırık kapı
almış yürümüş yalnızlık
ne gelen var, çok giden
KÖR KUYU
uzak ağaç, uzak kuş
karanlık içre susuz
korkulu düş senelerce
yaşanan derin acı
kimse geçmez ki buradan
çıkrık sesi solgun anı
göçüyor eski toprak ile
göçüyor bir bir
MURAT SOYAK
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
AHMET ULUDAĞ
I
ğdır Üniversitesine öğretim üyesi olarak
geçme işlemlerim düşüncenin ötesine geçip
fiiliyata dökülmeye başladığında, bazı dostlar hemen “Iğdır’ın al alması” türküsünün adını andılar. Müzikle amatör olarak ilgilenmeme rağmen
bu meşhur türküyü bilmiyordum. Her ne kadar
sanat müziği olarak adlandırdığımız geçmişin
şehirli müziğiyle ilgilensem de, türküler konusunda da epeyce bilgi sahibiydim ama herkesin
hemen telâffuz ediverdiği “Iğdır’ın al alması”
ben de bir türlü sese dönüşemiyordu. Türküyü
öğrenmeye, hançeremde nağmelerini eylemeye, al almayı bulmaya karar verdim... Öyle ya,
türküye, hem de çokça bilinen bir türküye nağme olmuş al elma merak edilmez miydi? İsmail
Gaspıralı’nın roman kahramanının Gül Baba’yı
araması gibi ben de “al alma”nın peşine düştüm.
Iğdır’a daha ulaşmadan başladım “al alma”yı aramaya, allı rüyalar gördüm... Alma mıydı Iğdır’ın
dağını taşını kaplamış “al topuklu beyaz kızlar
mıydı” fatihlerin torunlarının şimdilerde bölük
bölük bölünmüş diyarından gülümseyen, yoksa
kınalı parmaklı, al duvaklı bir gelin miydi? Rüyalarımı pek hatırlamam. İzmir-Kars arasındaki
derin uykuyla geçen yolculuğumda al almayı
mı gördüm, Ağrı Dağı’nı mı gördüm, Arazı mı
(Aras Nehri) gördüm, Nahçıvan’dan Laçin üzeri
Bakü’ye oradan da Karabağ’a mı gittim, bilmiyorum. Uçak inince artık tamamen uyanmıştım,
şimdi yine yolu düşünme zamanıydı, al almayı
görme zamanı…
Kars Havaalanı’nda, önceden söylendiği gibi,
bizi Iğdır’a götürmek için bekleyen yarım otobüsü görünce sevindim. Parasıyla da olsa, ülkemizde de müşteri memnuniyeti adına küçük şeylerin
yapılıyor olması kıvandırdı beni. En azından
‘Avrupa’da şöyle’, ‘Amerika’da böyle olurdu’
geçmedi aklımdan. Gece geç yatıp sabah erken
kalkmanın tesiri hâlâ devam ediyordu. Bütün
uyanık kalma çabama rağmen arada bir gözlerimin kapanmasına engel olamadım. Kars ile Iğdır
arasında elma ağacı gördüğümü hatırlamıyorum.
Acaba benim dalgınlığımdan istifade edip geçivermişler miydi? Aracımız yolda mola verdi, galiba kırk beş dakikadır yoldaydık. Çadırımsı bir
yer içinde masalar var. Yan tarafta da kışlık ve
belki de, ayazlı geceler de kullanılan bir bina…
Elmalar duruyor kasada… Sarımsı, yeşilimsi,
62
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
beyazımsı renkleriyle golden çeşidi elmalar…
Aaaahh, hayallerim… Dağ taş elma ağacı, yer
gök al alma değil miydi yoksa?... Yine de Iğdır’a
epeyi uzaktayız. Buralar daha Kars sayılır.
Nihayetinde yol dediğin nedir ki, ölçülü mesafeler… Iğdır’a ulaştık. İki saat olmuş ya da
olmamıştı, yolculuğumuz başlayalı. Eski Devlet Hastanesi’nde indim; burası bazı fakülte ve
yüksek okullara tahsis edilmişti. Yeni bir kurum
olmanın bütün sıkıntısı hissedilebiliyordu. Öğleden sonra Kültür Merkezi’nde üniversitenin
açılış törenine katıldım ayağımın tozuyla. Açılış dersini emekli bir Öğretim Üyesi Prof. Dr.
Seyit Mehmet Şen Hoca verdi, cevizi anlattı. O
anlattı ama benim kafamda yine türküler vardı: “Cevizin yaprağı dal arasında”. Melodisini
hatırlayamadığım ‘Al alma türküsü’ sanki beni
esir almıştı. Acaba “elmanın yaprağı dal arasında” desek olur muydu? Hem bu Kayseri türküsünü çığırmayı da biliyordum. Hoca elmayı mı
anlatmalıydı diye düşündüm bir an… Cevizin
uzmanına elma anlattırmak doğru olmazdı. Ama
olsun, burası Iğdır, al elması var, al almalı türküsü var. Törende Nahçıvan Üniversitesi Müzik
Topluluğu güzel bir konser verdi. Araznameli,
Karabağnameli, bayatili , Türkiyeli, Azerbaycanlı bir konser… Buralara has tınıları duymak,
yorgunluğumu almıştı. Lakin al alma türküsüne
bir türlü sıra gelmemişti. İstek mi yapsaydım ne:
Iğdır’ın al alması…
Iğdır, Divanü Lügat-it-Türk’te Oğuz boylarından birinin adı olarak belirtilmektedir. Eseri
yayına hazırlayan Besim Atalay, Iğdır’ın isminin
doğrusunun ‘İgdir’ olduğunu ve ‘iğdir’ şeklinde yazılması gerektiğini belirtmektedir. Iğdır’a
gelinceye kadar merak etmediğim şeylerden biriydi adı. Iğdır’la ilgili bir serhat şehri olduğu
ve Doğu’nun Çukurova’sı olarak adlandırıldığı
dışında bir şey bilmiyordum. Ağrı Dağı’nı bütün
heybetiyle göğe değmeye ramak kalmış ak pak
zirvesiyle görünce büyülendim. Belki Bahaeddin
Karakoç’un aksine ilk onu görmedim (Iğdır’a
inince ilk onu gördüm; / Yerle gök arasında bir
tek düğüm. / Çevresi masmavi, başı bembeyaz,
/ Mevsimin perçemi takvimde son yaz.) ama
gördüğüm anda da büyülendim. Aslında benim
gördüğüm Büyük Ağrı Dağı’nın üç zirvesinden
en yükseği, Iğdır’a en yakın olanıydı. Küçük
Ağrı’yı da görmek için şehrin dışına doğru gitmem gerekti. Serdarbulak Geçidi’yle birbirinden
ayrılan iki dağın zirvesinin birlikte görüldüğü ilk
anda Büyük Ağrı daha bir ihtişamlı duruyor. Her
ikisi de tamamen görünür hâle gelince daha başına ak düşmemiş olan Küçük Ağrı büyüğünün
ihtişamını biraz gölgeliyor. Belki de bu bana has
bir algı, bilemiyorum…
Birden günlerim mutat bir hâl aldı: Okul,
misafirhane… Arada ufak tefek şeyler de yok
değil, farklılık sayılabilecek. Al almayı aramak
da mutatlaştı. Türkünün aslının “Quba’nın al
alması” olduğunu söylediler. Genelağa baktım,
hakikaten türkü bu şekilde de söyleniyor. Dinlediğimde önceden dinlemiş olduğumu fark ettim,
yani bildik bir türküydü. Quba, Azerbaycan’ın
bir şehri. Oraya da gitseydim arar gezer miydim
al elmaları? Gördüğüm starking benzeri elmalar
mı acaba diye düşünüyorum, satıcılarda golden
tipi çoğunlukta. Bir arkadaştan rica ettim, bahçelerinden getirdi, starking gibi bir şey. Sıkı sıkı
sordum: ‘Bu mu, yerli mi?’ Cevap, her seferinde,
‘fidanı da buralardan’ oldu. Bir de her gün geçtiğim yolumun üzerindeki bir kavşağın orta yerindeki elma heykelciğini inceleyim, dedim. Onda
da starking gibi altta dişler var. Kültür Müdürlüğünün broşüründeki elmanın altında dişler yok
gibi belli belirsiz. Söylenen o ki, budur Iğdır’ın
al elması. Üzerine türkü yakılan al almayı bir gün
gelir bulurum, tabii elmalıklar kalırsa geriye…
Mutlaka Iğdır’a has bir elma çeşidi vardır,
ben bulamasam da; çünkü hemen her ilimizin,
ilçemizin mahallî çeşitleri vardır. Kağızman’ın
kırmızı beyaz uzun elması gibi… Uzun elmanın
da bir türküsü var mı ki? Bütün elmaların türküsü olmasa da türküsü olan yaşayacak, elma ağaçlarının yerine her gün yeni binalar yükselse de:
63
Iğdır’ın al alması
Yemeye bal alması
Yar gelene galdı balam
Yaramın sağalması
Iğdır’dan alma aldım
Yarımı yola saldım
Yarim buradan gideli aybalam
Ayva kimi sarardım■
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
MEHMET YARDIMCI*
Y
boylarında farklı sözcüklerle ifade edilen türkü
kavramının Türk’e özgü anlamına gelen Türkî sözcüğünden türediği görüşü yaygındır. Türkü için
yapılan bütün tanımlar da bu ortak noktada birleşmektedir.
Türk halkı Orta Asya’daki sosyal yaşamından
kaynaklanan müzikten hiç kopmamış, halka halka
genişleyip çeşitlenen ve yeni biçimlere bürünen
müzik zevki hep varlığını korumuştur. Oyunlarda,
düğünlerde, şölenlerde, savaşlarda hep müzik yerini almış, duygu ve düşünceleri kamçılayıcı görev
üstlenmiştir. Türk halkının her gittiği yere bu geleneği taşıdığı gerçeği, Anadolu’nun yanı sıra Balkan
türkülerinin canlılığında sergilenmektedir.
Türkler, İslamiyeti kabulle, sazın ana yapısını bozmadan tür ve sistemlerini geliştirerek sesi,
sazı ve ezgisiyle İslamiyete dayalı Türk müziğini
oluşturmuşlardır. İslamiyete dayalı Türk müziğinin bünyesinde şiirimiz yeni bir şekle girmiş, ilâhi,
ayin, tapuğ, hikmet, münacat, devriye vb. dinî, tasavvufi türler ortaya çıkmıştır. Mevleviler, tasavvuf müziğini kuralcı topluluk müziğinin bir kolu
olarak almışlar, Türkçe sözlü âşık müziğine ayinlerde yer vermeyip âşığı tekkelerin dışına itmiş-
azının bulunmasından önce her ulusta olduğu gibi Türk ulusunda da oldukça güçlü
sözlü edebiyat geleneği vardır. Bu edebiyat geleneğinin ürünleri şölen, yuğ, sığır vb. adlarla anılan
törenlerle yaygınlaşmış ve topluma mal olmuştur.
Şaman, kam, oyun, baksı, ozan gibi adlarla anılan
kişiler ilk edebî türlerin üretici ve uygulayıcılarıdır.
İlk şiirleri oluşturup kopuz adı verilen sazı devreye sokarak yarattıkları müzikli söyleyişler türkülerimizin ilk biçimlerini oluşturmuştur. Bu nedenle
türküler edebiyatımızın ilk ürünleri sayılmalıdır.
Kam, baksı, ozan gibi sanatçılar müzik eşliğinde oyun türküleri ve şiirler okurken konu olarak
kimi zaman efsanevi olayları kimi zaman da dinî
ve toplumsal konuları dile getirerek ta başında türküleri şekillendirmişlerdir.
Şekillenen bu türküler, değişik Türk kavimlerinde aynı şeyi ifade etmek üzere farklı adlarla
anılmıştır. Türkü için Azerbaycan’da mahnı, Başkurtlarda halk cırı, Türkmenlerde halk aydımı, Kırgızlarda eldik, Özbeklerde halk koşigi, Uygurlarda
nahşa gibi sözcükler kullanılmıştır. Değişik Türk
*Yard. Doç. Dr.,Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim
Fak. Türkçe Eğitimi Bölüm Bşk.
64
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
lerdir. Âşıklara Alevi ve Bektaşi tarikatları sahip
çıkarak edebiyatımızda deme, nefes, şathiye, duvaz
gibi yeni türlerin oluşmasına neden olmuşlardır.
Bunların yanı sıra din dışı konulardaki âşık şiiri de
güzelleme, taşlama, ağıt koçaklama adları altında
şekillenmiştir. Türkü ise topluluk içindeki acıları,
sevinçleri, aşkları konu alan ve her çeşit şiir biçimiyle, uzun ya da kırık hava şeklinde söylenen en
yaygın halk müziği türü olarak gelişimini sürdürmüştür.
Dertlerimize yoldaş, gizli sevdalarımıza sırdaş
olan türkülere ilgimiz gençlik hatta çocukluk yıllarımızda başlar. Ne zaman bir köy türküsü duysak
içimiz burkulur, nice anılar depreşir yüreğimizde.
Anadolu halkı türkülerle yatmış, türkülerle kalkmış, acısı sevdası dillere destan olup dört bir yana
yayılmıştır. Anadolu insanı çocuğunu türkülerle
büyütür. Anaların beşik ardında ünlediği ninniler,
nice özlemleri, nice dilekleri dile getiren nağmesi
kendine özgü sazsız türkülerdir.
Anadolu’da genç, bağlamasıyla yoldaş olup
sevdalarını, gizli sırlarını telin ucundan seslendirir.
Yaşamın her aşaması türkülerde en çarpıcı ifadelerle yansır.
Acı günlerde ağıt, evlenmelerde kına türküsü,
kahramanlık günlerinde koçaklama, yaşamın çeşitli durumlarında gurbet türküsü, iş türküsü, hapishane türküsü olup oyar yürekleri. Kimi zaman esen
yelden kimi zaman turnalardan yararlanır sesinin
ulaşması için dilediğine. Türküler, halkın yaşam
savaşının dile ve tele dökülen yansımasıdır. Halkımız türkülerle ağlamış, türkülerle gülmüş, yüreğini
türkülerle dışa vurmuştur.
Türküler genellikle bir olay sonucu doğar.
Önemli bir olay sonucu duygulanma türküyü yaratır.
Cahit Öztelli’nin dediği gibi “Beşikten mezara kadar her türlü günlük yaşantı olayları türkü
yakılmasına neden olabilir.”[1] Hızır Paşa’nın Pir
Sultan’ı zindana attırması olayı;
“Yürü bre Hızır Paşa
Senin de çarkın kırılır”
türküsünü, 1315 doğumluların Kurtuluş Savaşı’na
gidişleri;
1. Cahit Öztelli, Halk Türküleri Evlerinin Önü, 2. bas.
İst. 1983, s.13.
“Hey onbeşli onbeşli
Tokat yolları taşlı”
türküsünü, bir ananın bebeğinin çamdan yapılmış
bir beşikte yitirmesi olayı;
“Bebeğin beşiği çamdan
Yuvarlandı düştü damdan”
türküsünü, küçük bir çocukla evlendirilen genç kızın olayı;
“Sabah olur çocuk gider oyuna
Oynar oynar taş doldurur koynuna”
türküsünü, Kızılırmak’ta bir gelinin boğulması olayı;
“Kızılırmak nettin allı gelini”
türküsünü yaratan olaylardandır.
Türkünün doğuşuna neden olan olay kimi zaman gerçek ve yaşanan bir olay olduğu gibi kimi
zaman da özlem, yurt sevgisi, doğa sevgisi, dinî
duygular ve kahramanlık duygularının ön plana
çıkması sonucu da olmaktadır. Kimi türküler de
halk hikâyelerinden ve âşıklardan halka geçmekte,
bir süre sonra türküdeki kişisel izler silinip halkın
ortak malı olmaktadır. Âşık Garip, Kerem ile Aslı,
İlbeylioğlu gibi halk hikâyelerindeki bazı türküler
bunlardandır.
Hikâyeleri bilinen pek çok olaylı türkü vardır.
Bunlardan; Elazığ türkülerinden Çayda Çıra Yanıyor, Boş beşik, Muğla türkülerinden Ormancı (Çıktım Belen Kahvesine) ve Bodrum Hâkimi, Bitlis
türkülerinden Bitlis’te beş minare, Bolu türkülerinden Halimem, Fatsa türkülerinden Hekimoğlu,
Ankara türkülerinden Misket, Nazilli türkülerinden
Yörük Ali, Malatya türkülerinden Fırat kenarı, Sarı
kurdelem, Kastamonu türkülerinden Sepetçioğlu,
Sivas türkülerinden Kızılırmak, Silifke türkülerinden Ham çökelek, Muş türkülerinden Havada bulut
yok, Tokat türkülerinden Bağa gel bostana gel ve
Minarede taş mı olur, Almus türkülerinden Burçak
tarlası, İzmir türkülerinden İzmir’in kavakları sadece birkaçıdır.
Kimi türküler de başka yörelerde yakıldığı hâlde
65
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
olayla ilgili bir yer adı geçmesi nedeniyle o yöreye
bağlanmaktadır. Örneğin, Bursa’nın ufak tefek taşları türküsü Bursa türküsü değildir. Yine Bursa’da
yakılan Cezayir türküsü Cezayir’e bağlanmamalıdır. Kastamonu’da yakılan Çanakkale içinde vurdular beni türküsü Çanakkale türküsü olmadığı gibi
Zile’de yakılan Hey on beşli on beşli türküsü de
Tokat türküsü değildir. Türkünün yakıldığı yer ve o
yerdeki olay, olayın hikâyesi önemlidir.
Türküyü il bazına bağlamak doğru değildir. Bu
günün ilçesi yarının ili olmaktadır.
Âşığı bilinen kimi türküler de mahlası okunmayınca anonimleşmektedir.
“Fırgatlı fırgatlı ne inilersin
Allı turnam sinen parelendi mi”
biçiminde başlayan Esirî’ye ait bir deyiş son dörtlük söylenmediği için zamanla âşığın adı unutulmuş ve semah havasında okunan anonim bir türkü
olarak halka mal olmuştur.
Kimi türküler de okuyucuların bazı sözcüklerin
anlamını bilmeyişi nedeniyle değiştirerek okumaları sonucu gerçek anlamını yitirmektedir:
larda Sefil Ali kimilerinde Emrah kimilerinde de
Karacaoğlan adına kayıtlıdır.
Gafil gezme şaşkın bir gün ölürsün dizesiyle
başlayan türkü de Kul Himmet Üstadım, Pir Sultan
Abdal ve Teslim Abdal adına üç değişik kaynakta
görülen türkülerdendir.
Kimi türküler de cönklerde Türkü adıyla kayıtlı
olup uzun süre söylenmediği için nağmesi unutulduğundan düz bir şiir gibi durmaktadır. Oysa bu
türküler kim bilir âşığının ne derdinin ne çilesinin
ne sevdasının tercümanı olmuş ne yürekten söylenmiş türkülerdir.
Cönklerin tozlu sayfalarında unutulan ve söz
yerinde ise nağmelerini arayan türkü sayısı oldukça kabarıktır. Özel arşivimde bulunan Zile kaynaklı
Kirampalı Davulcuoğlu Bin Memet tarafından 19.
yüzyıl başlarında tutulan bir cönkte 32 adet Zile
türküsü bulunmaktadır. Kaynaklarda yer almayan
bu türkülerden yer darlığı nedeniyle sadece bazılarının ilk dörtlüklerini kaydediyorum. Türkülerin
tümünün orijinal kayıtları arşivimizdedir.
1. Türkü
Ben de şu dünyaya geldim geleli
Ağır çiftim döner harmanım mı var
Azrail de gelmiş can talep eyler
Benim vermemeye fermanım mı var
…………
Dert ehli olanlar dergâha gelir
Elbette arayan dermanın bulur
Sadık der ki kimde ne var kim bilir
Geşt ü güzâr ettim elde neler var
dörtlüğündeki gezme-tozma anlamındaki geşt ü
güzar ettim sözü kimilerince çekti gülizar etti biçiminde okunup anlam yitirilmektedir.
Kimi türküler de farklı kaynaklarda değişik kişilere mal edilerek okunmaktadır. Bu konuda Halil
Atılgan çok önemli saptamalar yapmıştır.[2] Örneğin:
2. Türkü
Ben giderim emanetin eyvallah
Selvi boylum sen bu elde gal gayrı
Terk eyleyip ben bu eli giderim
Kara gözlüm kadirimi bil gayrı
…………
3. Türkü
Dostum beni niçin zarıncıdırsın
Verdiğim ikrardan dönen değilim
Senden başkasına meyil vermedim
Uçup daldan dala konan değilim
…………
El çek tabip el çek yaram üstünden
dizesiyle başlayan Tokat türküsü kimi kaynaklarda
Emrah kimilerinde de Veli adına kayıtlıdır.
4. Türkü
Gönül gurbet ele varma
dizesiyle başlayan Gaziantep türküsü kimi kaynak2. Halil Atılgan, Türkülerin İsyanı,
66
Kalktı göç eyledi gönül kervanı
Göçtün gönül var inile bir zaman
Ayrılıkla geçti ömrüm devrânı
Düştün gönül var inile bir zaman ■
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
LÜTFİ PARLAK
A
nadolu’nun kaç defa mamur, kaç defa viran olduğu bilinmez ama ölüp de burada
yatan, ismi ve mazisi unutulan; komutanların, askerlerin ve milletlerin hadsiz hesapsız olduğu bilinir. Dolayısıyla Türklerin bu toprakları korumak
için çektiği bin senelik çileli hayatın da destanlardan taşıp efsanelerle birleştiği kayıtlardan anlaşılır.
Yaşanan acıların birinci kütüğünün tarih, ikinci kütüğünün türküler olmasına karşılık eğlenme maksadıyla okunsalar bile insanı derinden etkileyen o
besteli nağmelerin, bizim ruh haritamız veya üzerinde hayallerimizin can bulduğu duygusal coğrafyamız olduğu gün gibi aşikârdır.
Unutmamak gerekir ki bilincin muhtevasını
oluşturan soyutlama kabiliyeti, acılarla somutlaşırken ortaya çıkanların başında ağıtlar gelir.
Huzursuz ruh halini anlatan manzum eserlerdeki
şikâyetler, insanı hayaller ötesine taşırken duyulan
samimi iniltiler de bizim için; Türk’ü söyleyen türkülerin ana maddesini oluşturur. Dolayısıyla karışık bir bölgenin ortasında yer alan ve her zaman
emniyetsiz olan Anadolu’nun ufukları karardıkça
bir yandan fırtına beklerken diğer yandan yoğunlaşan hislere kulak asmak gerekir. Çünkü duygular,
zekâ için kazanılmış bir kabiliyet, alışkanlıklar için
başvurulan önemli bir kaynaktır. Bu sebeple zekâ
denen o yüksek idrak gücüyle hisleri idare ederken
yanık türkülerin ve acıklı manilerin yolu da açılmış
olur.
Tarih, başımızdan geçenleri yeterince tespit
edemediği andan itibaren kalan boşlukları doldurma görevini sanatkârlara bilhassa şairlere bırakır.
Dolayısıyla âşıklar ve yosmalar farkından olmasalar da söyledikleri türkülerle bir yandan geçmişte
yaşanmış olayların sadık şahitliğini yapmış olurlar,
diğer yandan mazideki acıları veya güzellikleri gizli bir lisanla dinleyenlerine hatırlamış olurlar.
Her canlının ölümü tadacağı gibi şan ve şöhreti
dillere destan olan ülkelerin, beldelerin ve şehirlerin de viran olup el değiştireceği açıktır. Bu gün
güçlü olanların yarın kötü duruma düşeceklerini
söylemek, elbette kâhinlik değildir. Çünkü büyük
milletlerin büyük derdi olur ve onların ekserisi de
türkülerde saklanır. Sadece milletlerin mi? Aşk,
sevda, gençlik, umut… kısaca beşerî olan her şey
mısraların içindeki yerini alır. İşte onlardan biri:
“Şebabet gitti elden başımdan gitmiyor sevda
Tükendi takat ü tabım, muhabbet bitmiyor
hâlâ”
Öyle ya! Gençliğin gitmesine karşılık baştaki
sevdanın, takatin bitmesine karşılık içteki muhabbetin bitmemesi insanı, şikâyeti ve hasreti bol olan
bir yola iter ve dolayısıyla müziğe yönlendirir. Ayrıca müzik; gurbetin, aşkın, sevdanın, özlemin ve
nihayet hayatımızın bir parçası olan üzerinde yaşadığımız coğrafyanın oluşturduğu önemli bir neticedir. Harputlu bir şairin yazıp yüksek sesle okuduğu
şu dörtlük, söylediklerimizin kısa özeti gibidir:
67
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Yara benden yara benden
Yalvarın yara benden
Sinemde dağ-ı hicran
Sağalmaz yara benden
Büyük olmanın bedelinin de büyük olacağı noktasından hareketle imparatorluklar kurmuş bir milletin tarihî maceralarının sonu olmayacaktır elbet.
İşte bu efsanevî hayatı türkülerden öğrenen yeni
nesil; başından geçenlerle geçmişte yaşananları kıyaslamaktan geri durmayacaktır. Çünkü bir ayağı
Kafkaslarda, bir ayağı Yemen’de, bir eli Cezayir’de
bir eli Hindistan’da olan bir milletin düşmanları,
türküleri kadar çok olacaktır. Bu sebeple geçmişte
bir vilayetimiz olan Yemen’le ruhî bağımızı kuran
mısralar üzerinde durmak, yaşananları ve çekilen
sıkıntıları o acıklı türkülerden çıkarıp okuyucularla
paylaşmak istiyorum. Çünkü o günkü hudutlarımızı
koca kavuklu hakanlar çizip, çelik bilekli serdarlar
korumuş olsalar da zaman içinde ne kadar değişikliklere uğradığını çok iyi biliyoruz. Ancak bu beğenilmeyen sonuca karşılık eski sınırları ilelebet muhafaza eden türkülerimiz yaşadıkça Ortadoğu’nun,
Balkanların, Kafkasların… manevî tapusunun bize
ait olacağını da unutmak gerekir.
Şuna inanmak lazım ki her nimetin, aynı nispette bir külfeti olacaktır. Dolayısıyla büyük bir tarih
oluşturan atalarımızın bu uğurda duygusal yönden
neler çektiğini türkülerden öğrenmemiz gerekir.
Çünkü o korkunç harp yıllarında Yemen’e gidenlerin ve onları uğurlayanların ruhunu kemiren en büyük derdin açlık ve ölüm olduğu açıktır. Bu sıkıntılı
günlerde oğlunu, ağabeyini, yavuklusunu… bilinmeyen bir cepheye gönderen insanların moral bulması için türkülere sığınması belki normaldi. Ama
okunanların, moral yerine ayrılığın ateşiyle herkesi
dağlayıp perişan ettiği de bilinen bir gerçekti. Sesi
güzel olanlarla müzik aleti çalabilenlerin bir araya
gelmesiyle koparılan fırtına, açlıktan karnı sırtına
yapışmış ve maneviyatı altüst olmuş dinleyicilere
nasıl keyif verebilirdi ki? Bilinmez ama kimsenin
keyif çatmaya ihtiyacı da yoktu galiba. Çocuğunu
ölüme gönderenlerin sevinmesi nasıl düşünülebilirdi?
Aslında talihinden ve tarihinden şikâyetçi olan
askerlerin hiçbir şey dikkatini çekmiyor ve onları
daha ziyade savaş ve ölüm ilgilendiriyordu. Onsuz
konuşamıyor, onsuz olamıyorlardı. Ama her şeye
rağmen hayat devam ediyor ve boynu bükük yetimler gibi oturdukları yerde ağlarken duygularını yanık seslerle anlatmaya çalışıyorlardı. Çünkü
böylesi bir ortamda insanı diğer canlılardan ayıran
soyutlama gücü, aklın ötesine geçiyor ve her kim
olursa; hislerdeki yoğunluk nedeniyle acıklı türkülerin içinde buluyordu kendini. Haliyle mısralar,
çok daha iyi anlatıyordu garipliklerini, fakirliklerini ve şikâyetlerini. Yanlış karar vermelerden dolayı
talihe ve tarihe duyulan isyanlarını…
“Yemen yolu çukurdandır
Karavanam bakırdandır
Zenginimiz bedel verir
Askerimiz fakirdendir”
Tarih asla kurumayan bir kaynak olduğu için
şartlara göre o, her zaman alçak bir sesle gelecekten söz eder. Ancak söylenenleri duymak, sanıldığı
kadar kolay değildir. Çünkü görmek veya duymak,
manalandırmak denektir. İnsanın galipken gaddar,
mağlupken mazlum olması ve hakkı tanımak yerine tayin etmesi, tecrübelere kulak asmamasındandır. Durum böyle olunca ihtilafın sebebi de sonucu
da git gide artacak ve ucu, korkunç savaşlara uzanacaktır. İşte o eksiği ve ardındaki acizliği hatırlatan şair:
“Gitme Yemen’e Yemen’e
Yemen sıcak dayanaman
Kalk borusu çalınca
Sen küçüksün uyanaman” diyerek çocuk yaştaki askerlerin şansını yeriyordu. Çünkü insan kaynaklarının azlığı nedeniyle on beş yaşını dolduranlar, silâhaltına alınıp Yemen’e gönderilmişti. Bu
sebeple 1915’te Elazığ Sultanîsi tamamen askerî
ihtiyaçlara ayrıldığından uzun süre mezun verememiş ve son sınıfa geçenlere rütbe takılıp cephelere
sevk edilmişti. İşte zehir gibi insanın içine yayılan;
“Hey on beşli on beşli/Tokat yolları taşlı…” türküsüyle ortaya konan hazin tablo buydu. Bu tablonun ağudan tek farkı, ruhları kasıp kavurmasına
rağmen bedenlere dokunmamasıydı. Peki, türküleri
dolduran kavgalara ve savaşlara sebep olan hatalar
nerelerden ve kimlerden kaynaklanıyordu? Puşkin,
bu soruyu; “Bütün büyük yanlışların altında gurur
68
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
vardır” diyerek cevaplıyordu.
Unutmamak gerekir ki gurur ve cehalet, aynı
ağacın meyveleridir. Bu iki özelliğe sahip olan
insanlar, maalesef cansız nesnelerden farksızdır.
Nasıl ki eşya, kendinde var olan özelliklerden habersizse onlar da kendi duygularından habersizdir.
Dolayısıyla düşünmeyi sevmeyen insanlar, olup
biteni anlayamıyor ve hata üstüne hata yapıyordu.
Haliyle ya savaşı başlatıyorlardı ya da başlayan
savaşı kör inada dönüştürüyorlardı. İşte aşağıdaki
dörtlük; 1905-1918 arasında yaşanan Yemen Savaşının elem verici şikâyetlerini işaret ediyordu.
“Bir gemiye doldurdular
İstanbul’a bildirdiler
Sallar gemi döver dalga
Gül benzimizi soldurdular”
Değerler değişip hak kuvvetin ardından gitme
mecburiyetinde kaldığı bir dünyada tesadüfler,
insanı saadet arabasına bindirebilir. Ancak şansın
liyakatten yana olduğu düşünülürse bu arabanın
devrilmesi ve büyük acıların yaşaması kuvvetle
muhtemeldir. Yemen, bizim için işte öylesine bir
sonuçtur. Çünkü herkesi ferah ferah besleyebilecek durumda olan Allah’ın dünyası; bir hükümdara
çok, iki hükümdara az bulununca kavgaların ve savaşların önü alınamamıştır. Haliyle aklın sustuğu
noktada karar yetkisi duygulara kaldığı için destanlar, ağıtlar türküler… birbirini kovalamıştır. İşte
imparatorluk hayaliyle gittiğimiz Yemen’de dört
yüz senede verdiğimiz beş yüz bin şehidin acıklı
hikâyesini, Memet’in veya Memiş’in üzerinde öldüğü o koca coğrafyanın haritasını eldeki türkülerden çıkarıyoruz.
“Tarlada biter kamış
Uzar gider, vermez yemiş
Şol Yemen’de can verenler
Biri Memet, biri Memiş”
çöllere uğurladığı eşler için söylediği içli ağıtlar da
ateş olup canımıza yapışmıştır.
“Mızıka çalındı düğün mü sandın?
Al yeşil bayrağı gelin mi sandın?
Yemen’e gideni gelir mi sandın?
Tez gel ağam tez gel dayanmiram
Uyku gaflet basmış uyanamiram
Ağam öldüğüne inanamiram”
Şunu ilave etmeliyim ki çekilen acıların hatırlatılması, millet olma şuurumuzu bilediği için
böylesine türkülerin yaşamasında ve diri tutulmasında yarar vardır. Çünkü bir toplumun ruhu zabt
olunmadıkça, maneviyatı kırılmadıkça o milleti
elde tutmanın imkânı yoktur. Bu sebeple türküleri
sadece sanat ve maharet oyunu, sadece zekâ ve akıl
nişanesi olarak görmek yerine toplumsal bilincin
uyanışı olarak değerlendirmek gerekir.
“Havada bulut yok bu ne dumandır?
Mehlede ölüm yok bu ne figandır?
Ah o Yemen’dir, gülü çimendir
Giden gelmiyor acep nedendir?”
Bu demektir ki Ziya Gökalp’in altun dediği umuda kavuşmak için dünyanın öteki ucuna gitmek ve
bu uğurda kahır çekmek gerekir. Aksi halde rica ve
merhamet dilenmekle ne bir insanın istikbalinin, ne
de bir milletin istiklalinin kurtulduğu görülmüştür.
Dolayısıyla Yemen’de bir kabile şeyhi olan İmam
Yahya’ya yenildik ama Çanakkale’de Kocatepe’de,
Sakarya’da… devleri yenme bahtiyarlığına erişip
milli mücadeleyi kazandık. Bu uğurda ödediğimiz
ağır faturayı da yeni nesil öğrensin diye mısralara
emanet ettik.
“Kışlanın ardında bir kırık testi
Askerin üstüne sam yeli esti
Gelinlik tazeler ümidi kesti.”
Tarih hiç bir milletin hakkını inkâr etmese de
hükümlerin değişmesine sebep olduğu için bir ülkenin saadet telakki ettiği olayı, diğeri için felakete
dönüştürmüştür. İşte İngilizlerin yardımıyla Zeydî
İmamların kazandığı Yemen Savaşı, kendilerine zafer getirse de bize acıların en büyüğünü yaşatmıştır. Böylece eli kınalı taze gelinlerin uçsuz bucaksız
Dikkat edilirse yukarıdaki dörtlük; Yemen Çöllerini kat eden askerlerimizi ve arkalarındaki Anadolu insanını tarif ediyor. Taze güveyilerin bıraktığı taze gelinlerle başı dik erlerin ciğerine saplanan
kara hasreti işliyor. Anadolu’nun dışarıdaki Anadolu coğrafyasının muhayyel haritasını çizip Türkü
söyleyen türküleri gözler önüne seriyor…■
69
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
MAHİR ADIBEŞ
A
nnemin karnındayken dinlemeye başlamışım türküleri. Göğsüne sarılmış
meme emerken, üfleyerek saçlarımı düzeltir,
inceden kulağıma fısıldarmış ninnileri. “Eledim eledim höllük eledim / Aynalı beşikte bebek
beledim…” ya da “Bebek beni del’eyledi / Yaktı
yaktı kül eyledi…” Kaç defa ninnileri dinleyerek
uyumuşum, kaç defa ağlarken susmuşum, gülmüşüm, kaç defa...
Ağaçtan yapılmış beşiğim, sallanırken tıkır tıkır sesler çıkarırdı. Çoğu zaman ninnilere
eşlik ederdi. Ben beşiğin tıkırtılarını bile ninni
sanırdım. “Elma attım yuvarlandı / Gitti beşiğe
dayandı…” dedikleri işte benim küçük tahtımdı.
Üç yaşına geldiğimde boyum zor sığıyordu ama
ben hâlâ onun içinde yatmak istiyordum. Beşiğin
başlığına takılı muskanın altında tahtadan şıkırdakları vardı, sallanırken ahenkli ağaç sesleri
şıkır şıkır duyulurdu. Üstündeki uzantısından,
iplerden yapılmış renk renk püsküller asılıydı.
Dikmeleri, çaprazları, bağlantıları rengârenk
boyalı, işlemeli ağaçlardandı. Ömrübillâh, benim diyebildiğim tek şeydi, o güne kadar içinde
benden başkası yatmadı! Bir gün, “Sen büyüdün
Biz hayatı türkülerden
öğrendik, konuşmayı,
dili, şiir yazmayı, sohbet
etmeyi, yarenliği,
şakalaşmayı, eğlenmeyi,
hürriyeti öğrendik. Biz
türkülerle millet olmayı,
bir arada yaşamayı
öğrendik. Kol kola girip
halay çekerek, tek
sesten türkü söyleyerek
barışı, kardeşliği,
birliği, bir olmayı,
sevmeyi, güvenmeyi,
vatan kurmayı, vatanı
savunmayı öğrendik…
70
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
aslanım!” deyip başkasına verdiler. Kaç gün yer
yatağımda uyuyamadım, hırçınlaşıp ağladım.
Onsuz ninnilerin de tadı tuzu yoktu. Ninnilerim
ağaç beşiğimin gitmesiyle bitti ama hâlâ yalnız
kaldığımda mırıldanırım. “Bebeğin beşiği çamdan / Yuvarlandı düştü damdan / Beybabası gelir Şam’dan…” sözlerinde ilk defa “Şam” ismini
duydum. Şam, çok uzaklarda ve çok güzel bir şehir, dediler. O gün bu gün Şam aklımdan çıkmadı; acaba babamın orada ne işi vardı?...
Çocukluk yıllarım köyde geçti; geceleri tandır
başlarında, oturma odalarında sohbet ederken...
Düğünlerde oyunlar oynanırdı, türküler söylenirdi, o güzel türkülerimiz... Bazen saz çalan âşıklar
uğrardı köyümüze, büyük bir hevesle onları dinlerdik. Soğuk kış gecelerinde samanlıklarda kızlı
erkekli gruplar türkülerle halaylar çekerdik, “Kar
yağar bardan bardan…” ya da “Yılan inceden
öter…” diye karşılıklı atışırken bar oynardık.
Derken askerlik çağı geldi. Neriman Altındağ
Tüfekçi’nin, “Kışlalar doldu bugün / Doldu boşaldı bugün…” sesi hiç kulaklarımdan gitmiyor.
O türküyü ilk defa o gün dinlememiştim elbet
ama o gün farkına vardım. Sanki ilk defa dinliyordum!... İçime öylece oturmuştu. Askerlik bitene kadar bu türküyü mırıldandım. Ya sonrası?
Orası bir başka! “Yârim gurbet ele gitme / Ya dönülür ya dönülmez…” diye seslendi gözümden
sakındığım yeşil gözlüm, adını bile başkalarına
söylemeye kıyamadığım. Köyden gelen arkadaşlar haber getirdi: “Sarardım ben sarardım / Senin
için sarardım…” sözlerini, kenarlarını işleyip,
ismimi iğnesiyle oyaladığı mendile sarıp bana
göndermiş. İçim sızlamıştı. Bir ay sonra, kime
yazdırdıysa, kimle postaya attırdıysa bilmiyorum
ki -bizim orada bunlar gizli yapılır- mektup geldi “Ben ağayım ben paşayım diyenler / Kapıları
kitlemişler gel hele…” Beni çağırıyordu, artık dayanamadığını söylüyordu. Ya benim çektiklerim,
işte o an gönlüme şöyle düştü: “Ölmeden o yârı
görürse gözüm / Koyun kuzu kurban olur o zaman…” Koyun, kuzu gözümde değil, bütün aklım
onda kalmıştı, onun bir teli dünyalara değerdi.
Ben bu türküleri neden sevdim?...
Çayırlarda güreşirken, cirit oynarken, türküler
söylenirdi. Kızlar gelin olurken türkülerle evden
çıkarılırdı. Hangi millet askere davul zurna ile gi-
derdi ki?... Var mı savaşta bizden başka türkülerle
eğlenen?... Gördünüz mü oğlunun başında ağlarken bizden başka ağıt yakan? Bizim gibi sevenini
gördünüz mü, sevip de derdini türkülerle anlatanını?... Sevdasından dertlenip ölenini duydunuz
mu?... Selamını turnalar ya da rüzgârla gönderen;
arzuhâlini çiçeklere, kuşlara anlatanını…
“Nazlı yârdan bana bir haber geldi
Eğer doğru ise büktü belimi
Dediler nazlı yari yad eller aldı
Kadir mevlam nasip eyle ölümü…”
Türkü, Türk’ü anlatır. Her türkünün söylenecek bir sözü, anlatacak bir hikâyesi vardır. Türk’ü
tanımak isteyen türküleri araştırsın. Onlar bu
milletin tarihini, sosyal yapısını, ekonomisini,
sevdasını, edebiyatını anlatır. Türküler yalnız
Türk’ündür. Bizleri en iyi onlar anlatır.
Ne zaman bir türkü dinlesem, göllere dalan
yeşil ördek gibi dalıp giderim. Ne zaman turnaları yükseklerden uçarken görsem türküler gelir
aklıma, bir türkü mırıldanırım… Türkü dinlerken dikkatimi dağıtan bir şey olsa hırçınlaşırım,
dağılırım. Bu hep böyle olur sebebini düşünmem.
Ne yaşadığımı bilmem ama o hayatı yeni baştan
yaşadığımı bilirim. O türkünün yazıldığı zaman
canlanır, gözümün önünde. O hikâyeleri ben yaşamış gibi olurum. O zaman benim gönlüm güllerin açtığı, bülbüllerin öttüğü bir bahar bahçesine dönüşür. O zaman benim gönlüm sevgililerin
dolaştığı bir sabah vakti olur. “Kar mı yağmış şu
Harput’un başına / Kurban olam toprağına taşına…”
Türkülerin çoğunun ne sebeple, nerede yazıldığı bilinmez. İnsanlarımız onu zamanla dilinde
yoğurarak şekillendir. Aynı türküyü oyun oynarken farklı, ağıt yakarken farklı, hasretlik çekerken farklı yorumlar. Türküler ne için yakıldığı
sesinden anlaşılır. Türküler bazen uzak diyarlara
götürür, bazen toprakla yoğrulur ve bazen de bir
çiçeği anlatır. Köy türküleri dağları, yaylaları,
geceyi, ayı, yıldızları “Ay akşamdan ışıktır, yaylalar yaylalar…” diye başlar; tabiatla haşir neşir
olur. Aşk türküleri, acı, dertli, firaklı, içten, “Ey
gül dalı gül dalı / oldum sana sevdalı…” diye
71
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Türküleri şehirliler, burjuvalar, ağalar, zenginler,
devletliler yazmadı, zevkle sefayla türküler yazılmadı.
Türküleri yüreği yananlar, yürekten sevenler, yürekten
sevilenler yazdı.
başlar, “Sevdiğime Pişman Ettin…” diye biterler.
Bazısı yamaçlardan akan su sesi bazısı kuş ötüşü
gibi gelir kulağımıza. Bazısında meşe dallarını
okşayarak fısıldayan rüzgârın sesini duyarsınız,
bazısında koyun kuzu melemesini, “Bad-ı saba
selam söyle o yâre…” Türkülerimizde çoğu zaman yakarış, şikâyet, hâl anlatmak, çaresizlik
vardır, “Yaradan var, yaradan var, yeri göğü yardan var…” bazısında ise dua, ya da ağıt…
Askerdeki sevgiliye yazılan mektuplara baktınız mı, türküyle başlayıp türküyle biterler. Kimseye açamaz derdini, özlemiştir uzak kalan sevgilisini, “Allı turnam bizim ele varırsan / Şeker
söyle kaymak söyle bal söyle…” diyerek göç eden
turnalara emanet eder aşk mektubunu. Acı söylemeye, şikâyete sevgili üzülmesin diye yer vermez
sözlerinde. Yerine varır mı varmaz mı bilmem
ama bu türküler yüz yılların ötesinden bize çıka
gelmişse demek ki yerine ulaşmış mektuplar.
Gelin edip gönderince kızı kuş konmaz kervan geçmez yerlere, özler geride kalanları, “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar…” diye başlar
sözlerine. Özler kızımız anasını, babasını, kardeşini… İşte türküler tarihi böyle yazar. Türkülerde
tarih, kopuzun, sazın, bağlamanın tellerinde yazılır. Hafızamıza türkü olarak böyle işlenir.
Türkülerimiz; asker türkülerimiz, gurbet türkülerimiz, hele o tadına doyum olmayan sevda
türkülerimiz… Hepsi hakkında söylenecek o kadar çok söz ve anlatılacak hikâye var ki… Sevda türküleri, aşk türküleri var bizde. “Gönül ah
o gönül…” “sebep vay sebep…” “felek sen felek…” hepsinin ucu Yaradan’a uzanır. İşte suçlu
“kader!...” Nazını, serzenişini, aczini Mevla’ya
nasıl ulaştırsın? Nasıl şikâyet etsin, nasıl desin ki
“ben sana küstüm?” İşte bu kelimelerle şikâyetini
dile getirir, “kader” seni kime şikâyet ede’m?...
Sonunda çaresizce oturup kaderine razı olur,
“Akşam oldu yakamadım gazımı / Kadir Mevlâ’m
böyle yazmış yazımı…”
Türküler, Türk’ün tarihi kadar eski, Türk’ün
varlığı kadar gerçek. Bizimle ötelerden bu yana
gelen, kamusumuz, kılavuzumuz, kültürümüz,
şiirimiz, edebiyatımız türkülerimiz. Türkülerimiz Yunus dilinden, Yunus’ça söylenen, Yunus
gönüllü türkülerimiz. Dupduru bir Türkçeyle,
tertemiz, edeple söylenen dilimiz. “Karlı dağlar
karanlığın bastı mı / Kahpe felek ayrılığın vakti
mi?...” ve “Gitti yârim gurbet elden gelmedi…”
derken insanı alıp götürür düşünce dünyasına.
Koca dünyada bir varmış bir yokmuş, kime ne.
Rüzgâr durur, ekinler boynunu eğer türküleri
duyunca denizler bir milim kıpırdamadan dinler
sonuna kadar.
lu)
“Ah bu türküler
Türkülerimiz
Ana sütü gibi candan
Ana sütü gibi temiz…”(Bedri Rahmi Eyüboğ-
Türkülerimizde aşk, sevda, özlem, hasretlik,
kırılma, gücenme var. Toplum geleneği olarak
bunlar bizim rahatça dillendiremediğimiz hâller.
Kolay kolay sevdiğimizi söyleyemeyiz, çocuğumuzu büyüklerin yanında kucağımıza alamayız,
eşimizin elinden su içemeyiz… Bunları başkasıyla paylaşamayız. Bütün bunları yüreğimizde
saklarız. Sonunda da gönül tellerimizin sesi türkü olarak çıkar ortaya, “Bülbül figan eder güllere karşı / O yâr Benim gülüm değil mi…” derken
olaya ne kadar da akıllı yaklaşıyor aşk sarhoşu
insanımız.
Bizim türkülerimiz yaşantımızın bir parçası.
72
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Çoğu zaman öğüt verirken bile kırmamak için
yüzüne söylenemez. Bunun için yakınlarına sıkı
sıkı tembihler. Hele yeni gelinse bunlar bizim için
çok önemli, ağırbaşlı olmalı, hanım hanımcık
oturup kalkmalı, görenler maşallah demeli. Daha
yaşı genç, bazı hâlleri düşünemez, diye aklından
geçer. Büyüklerin yanında hafiflik yapmamalı,
saygıyı elden bırakmamalı. Olur ya, gençtir bir
ara oyuna dalar da unutur…
“Güzeller bezenmiş toya giderler
Sizlere emanet yâr oynamasın
Ben bülürem reca minnet ederler
Yengüllük edip tez oynamasın…”
Bu türkü de endişeleri bir söyleme şekli var!
Dikkat edilirse söyleyen kırmamak için elinden
geldiğince kibar ve karşısındakinin yerine koyuyor kendini “oynamasın” demiyor ama “hafiflik
edip tez oynamasın” diyor. Burada söz söyleme
bir sanat…
Türküleri köylüler, kasabalılar, gurbete gidenler, yüreği yananlar yazdı. Türküleri canını,
cananını, yüreğinin yarısını uzaklara gönderenler yazdı. Türküleri acı çekenler yazdı. Türküleri
çaresizler yazdı. Şikâyetlerini, özlemlerini, söyleyemediklerini mısralara yüklediler. Türküleri
kavuşamayanlar, sevenler, gidip de dönemeyenleri bekleyenler yazdı. Bekleye bekleye gözünün
kökü ağaran analar, yatak serip içine girmeyen
gelinler, memleketinden uzakta olanlar yazdı.
Türküleri çaresizler yazdı…
“Oğul bu gün düş de gör hayalda gör
Yavrum düş de gör
Vala yar kadrini bilmeyen bir kötüye düş de
gör…”
Türküleri şehirliler, burjuvalar, ağalar, zenginler, devletliler yazmadı, zevkle sefayla türküler yazılmadı. Türküleri yüreği yananlar, yürekten sevenler, yürekten sevilenler yazdı. Bizim
türkülerimiz bazen çaresizlik, özlem, hasretlik,
bazen de isyan, başkaldırı, meydan okumadır
ama hepsi edebiyle söylenir “Oy göresim geldi
sevdiğim seni…” ya da “Kahpe felek sana net-
tim neyledim…” veya “Benden selam olsun Bolu
beyine / Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır…” Ağıt,
dua, serzeniş vardır türkülerde, “Sunam sen güzelsin neylersin malı…” Sevdiğine kavuşmanın
sözleri yer alır türküde, Emrah’ın koşmasındaki
gibi: “Tutam yâr elinden tutam / Çıkam dağlara
dağlara…” Bu mısralara özellikle değinmek istedim. İçerisinde derin bir aşkın söylenişini saklar.
Tasavvufi bir aşk vardır altında yatan. Yolun ucu
varır Mevlâ’ya Mevlâ’ya…
Bizim türkülerimiz duvar yazıları gibidir. Bir
kere söylendi mi kalır dillerde. Kulaktan kulağa
akıp gelir yılların ötesinden. “İpek mendil dane
dane / Yudular serdiler güne / Ana Celal’imi yudular / Başucunda döne döne…” Türkülerden
öğrendik geçmişimizi, savaşları, askerliği, yaşamayı, ekip biçmeyi, “Ah ne yaman zormuş burçak yolması / Burçak tarlasında gelin olması...”
Geçmişten haberleri türkülerden aldık, türkülerle
aydınlandık. Âşık Veysel, bize oluşumuzu, birliği anlatır, “Benim sadık yarım kara topraktır…”
mısralarında. Biz hayatı türkülerden öğrendik,
konuşmayı, dili, şiir yazmayı, sohbet etmeyi, yarenliği, şakalaşmayı, eğlenmeyi, hürriyeti öğrendik. Biz türkülerle millet olmayı, bir arada yaşamayı öğrendik. Kol kola girip halay çekerek, tek
sesten türkü söyleyerek barışı, kardeşliği, birliği,
bir olmayı, sevmeyi, güvenmeyi, vatan kurmayı,
vatanı savunmayı öğrendik…
Bazı türkülerimizin bir hikâyesi vardır bazısının birden çok… Türkülerimiz arasında birkaç
dilde okunanı hatta birkaç millet tarafından sahipleneni vardır, “Sarı gelin” gibi. Erzurum türküsü
olarak bildiğimiz “Sarı gelin” aynı ezgilerle Azerbaycan ve Ermenistan’da da bulursunuz. Oralarda
da benzer hikâyeler anlatılır. Bu hikâyelerde aynı
tarihî dönem yer alır. Hani derler ya “gönül bu
engel tanımaz” diye, bu türküde sınır tanımamış,
“Erzurum Çarşı pazar / İçinde bir kız gezer / Ah
ninen ölsün / Sarı gelin…” Aşk burada saklanamamış, dillendirilmiş. Sarı kıza kıyar mı âşığın
hiç, “nenen ölsün sarı gelin”…
Türküler, bütün Türk kültürünün sarıp sarmalanarak korunduğu bir arşivdir. Bazen soğuktur
türkülerimiz insanın içini titretir bazen yağmurda ıslatır bazen de bir kuşun kanatlarında alıp
götürür... Tabiattaki seslerden ses alır, görünen
73
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
görüntülerden manalar çıkarır, onlara türkü yakar “Kırmızı gül demet demet / Sevda değil bir
alâmet…” diye mısralar dizilir. Kelimeleri o kadar güzel yerleştirir ki mısralar arasına dili oradan
öğrenirsiniz. Bir yerde “demet demet” bir yerde
“bardan bardan” dizilir kelimeler. Siz unutur almazsınız sözlüğe bile ama “Teşi bacaklı gelin…”
derken ince bacaklı gelininin bacaklarını “teşi”ye
(iğ, kirman) benzetmeyi unutmaz kaynana. Dil
araştırması yapılırken henüz teknolojiyle kirletilmemiş ücra köylerde araştırma yapmak gerekir.
Sözler oralarda tertemiz türkülerde korunur. Türk
milletinin yeryüzünde yıllardır yok olmadan süre
gelen sesimiz, gönül telimizdir türküler. Türküler, milletin topyekûn ortaya çıkardığı bir ortak
kültürdür. Daha doğrusu milleti bir arada tutan
dil harcımızdır. Kabul görmesi, tebessümle karşılanması, sevilmesi ondandır. Türkülerde herkes
kendinden bir parça bulur.
Yabancı müziklerin bizim milletimizce çalınıp söylenmesine karşı değilim. Sonunda onları
da Türkçeleştirip kendi müziğimize benzetmişiz.
Yalnız onlarda aynı coşkuyu almamız söz konusu
olamaz. Hangi yabancı parça güreşirken, askere
giderken, savaşırken bize heyecan verir? Hâlbuki
sazın her teline dokunuşta bizim gönül telimizde bir titreme olur. Davulun, zurnanın sesi bizi
heyecanlandırır. Gırnatanın sesi hoşumuza gider.
Kemençenin sesi kanımızı coşturur, tulumun sesi
içimizi kıpır kıpır eder. Türkülerde sözlerin önemi yanında onun çıkış amacına göre söylenmesi
de önem arz eder. “Kapıları kapattılar yüzüme /
Mahpushane gurbete benzemez…” sözleri söylerken çok keyifli bir söyleme beklenemez ama onlarda da bir adap, bir edep, düstur, sabır olduğu da
gözden kaçmaz.
Bizim türkü hayatımızda önemli yer tutan savaş türkülerimiz de vardır. Savaşlar türkülerimizde oldukça derin izler bırakmıştır. Türküler, bize
o zamanın içinde bulunduğu durumdan haberler
verir. Bunların çoğu yolcu etme, bekleyiş, özlem,
acı haberler içeren türkülerdir. Günümüzde Türk
dünyasında ki vatanları işgal edilen, vatanlarını
terk etmek zorunda bırakılan, sürgün edilen, soykırıma uğrayan, bölünmeye zorlanan, şehit düşen,
ya da gazi olan Türklerin yaşadıkları acılar adına
başkaldıranların yazdıklarına dikkat çekmek is-
tedim. Bunlarda, Balkan türküleri; “Tuna nehri
akmam diyor / Kenarımı yıkmam diyor…” Kırım
türküleri; “Vatanıma hasret oldum ey güzel Kırım…” ya da “Sivastopol önünde yatan gemiler…”
Kerkük türküleri; “Ah Kerkük yüz ak Kerkük / Her
zaman yüz ak Kerkük / Bilseydim düşmeseydim /
Men senden uzak Kerkük…” ya da “Ana baba yurdumuz / Bilmedi kimse kadrimiz / Unudah öz derdimiz / Yanağ Erbil’e Erbil’e…” Edebiyatımızda
Yemen türküleri önemli yer tutar, “Ano yemendir
gülü çemendir / Giden gelmiyor acep nedendir…”
ya da “Mızıka çalındı düğün mü sandın / Al beyaz bayrağı gelin mi sandın / Yemene gideni gelir
mi sandın…” Son zamanlarda Karabağ üzerine
yakılan türkülere bakılırsa ne savaşlar bitecek
ne de onu sebep bilerek bizim türkü yakmamız.
“Karabağ’da talan var / Meni derde salan var..”
ya da “Anadır arzulara her zaman Karabağ / Danışan dil dodağım tar, keman Karabağ…” Hele
Azerbaycan Türklerinin 1914’te yazdığı Ermenilerin yaptığı katliama karşı bir türküleri vardır
ki unutulacak gibi değil. Sonunda bütün Türk
dünyasına mal olmuştur: “Çırpınırdın Karadeniz / Bakıp Türk’ün bayrağına / Ah ölmeden bir
görseydim / Düşebilsem toprağına…” Ve bizim
savaş türkülerimiz: “Ordumuz gitti Muş’a dayandı…” ya da “Tıflıdır hastane karşıma karşı /
Zalim düşmanların bomba atışı…” ya da “Yandı ciğer canan buna ne çare / Gitti de gelmedi
canan buna ne çare…” ya da “Hoş gelişler ola
/ Mustafa Kemal Paşa…” ve “Seneler seneler
kötü seneler / Gide de gelmeye ille bu sene…”
diye seferberlik yıllarında yazılan türkülerimiz.
Dilerim Mevla’m bir daha bu türküleri bize yazdırtmaz.
Ah o türküler, bizim türkülerimiz; toprak kokulu, rüzgâr fısıltılı, yağmur sesli, kar beyazı,
gül kokulu, kuş ötüşlü türkülerimiz… Türküler,
Türk’ü anlatır, anamızdan emanet, düşmez dilimizden yanık bahtlı türküler; hasret türküleri,
gönül telimizi titreten türküler, savaşların izlerini
taşıyan, seferberlik türküleri, yol türküleri dinlediğimde dalar giderim uçsuz bucaksız bir âleme…
İçimde bir şeyler depreşir de kimseye açamam
hâlimi… Türküler hele o sevda türküleri, omuz
omuza, kol kola, birliğin, varlığın anlatıldığı türküler… Ben bu türküleri neden sevdim?...■
74
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
SALİH TURHAN
Unkapanı kaynaklı
icralar var ki, üç beş
sanatçı dışında gerisi
yetmiş iki milyonluk
Türkiye adına ‘güruh’
diye nitelenecek
türden. Sanat, sanatçı,
repertuvar, şiir, güfte,
form, eser, beste,
jest, mimik, kültür,
hitabet, üslup, tavır,
sahne kıyafeti, genel
estetik, mikrofon
kullanma vb.
konularda gülünecek
dahası ağlanacak
konumdayız.
B
ir halk edebiyatı nazım türü olan türkü,
halk müziği içerisinde tür, form, biçim,
şekil, tema vb. belirleyici özellikleriyle müzik
sanatımız, kültürümüz açısından oldukça önemli
yer tutmaktadır. Kadim devirlerden beri kam, baskı,
âşık ve ozanların değişik Türk coğrafyalarındaki
bir kısım beylik ve hanlıklar himayesinde
sanatlarını icra eden hanende ve sazende geleneği
ile Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren çeşitli
yöntemlerle kayıt altına alınan türküler, beraberinde
kendi kurumlarını da oluşturdu.
Söz konusu bu kurumları, üç ana başlık altında
toplayabiliyoruz:
1. Araştırma-Derleme Kurumları
a) Resmî Kurumlar
Bu başlık altında İstanbul Belediye
Konservatuarı, Ankara Devlet Konservatuarı,
TRT Kurumu Genel Müdürlüğü, Kültür ve Turizm
Bakanlığı, Mülki İdareleri birinci dereceden ilgili
kurumlar olarak değerlendirebiliriz.
b) Yarı Resmî Kurumlar
Tüzel kişilikleri haiz çeşitli vakıf, dernek, kulüp,
çeşitli başlıklarla faaliyet gösteren sivil toplum
kuruluşları…
c) Özel Şahıslar
75
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Türkü konusuna ilgi duyan her seviyedeki
mahallî sanatçı, sanatçı, araştırmacı, derleyici,
musikişinas, halk edebiyatçı, halk bilimci…
Araştırma
Kurumlarına
Dair
Değerlendirme
Türkülerin derlenip toplanmasına ilişkin ilk
kapsamlı çalışma 1926 yılında başlamak üzere
İstanbul Belediye Konservatuarınca yapılır.
Türkülerin ezgi ve metinlerini bir arada tespit
etmek için derleme ekipleri oluşturulur, ses kayıt
aletleri ile birlikte Türkiye’nin değişik bölgelerinde
derleme çalışmaları gerçekleştirilir. Bu ezgiler o
zamanın imkânları ile sade şekilde de olsa notaya
alınarak yedisi eski Arap alfabesi ile olmak üzere
toplam on dört fasikül / kitap hâlinde yayımlanır.
Daha sonra, Ankara Devlet Konservatuarınca
1936’dan 1950’li yıllara kadar yapılan derlemeler
var ki, bugün orijinal kayıtları Hacettepe
Üniversitesi Devlet Konservatuarı Arşivinde
olup diğer iki kopyasından biri Kültür ve Turizm
Bakanlığı Araştırma Eğitim Genel Müdürlüğü
Arşivinde, bir nüshası da TRT Kurumu Müzik
Dairesi Arşivinde bulunmaktadır.
Söz konusu bu arşiv malzemesinin bir kısmı
-yaklaşık dört bin sözlü sözsüz ezgilik kısmıgünümüze kadarki dönemde hizmete sunulmuştur.
İfade edilen, yaklaşık on bin ezgi ile ilgili
rivayetler yıllardan beri dolaşıp duruyor. Derlenen
bu malzeme yeterince gün ışığına çıkmadı,
çıkartılamadı.
Bu rivayetlerin tümü değilse de bir kısmı
doğrudur. Şöyle ki; merhum Muzaffer Sarısözen’den
sonra Konservatuar Arşivinden çok küçük
araştırma istisnaları dışında- istifade edilmediği
gibi eldeki malzemenin ne tasnifi yapılmış ne de
ileride kullanılmak üzere yeni teknolojik ortamlara
aktarılmıştır. Kurum ve şahısların istifadesi
noktasında koyu taassubî bir engel söz konusudur.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma Eğitim
Genel Müdürlüğü Arşivinde, Konservatuar
kadar olmasa da ona benzer bürokratik ve maddi
formalitelerden dolayı ilgililer istifade etmekten
imtina ediyorlar.
İlk kuruluş yıllarındaki adı Millî Folklor
Araştırma Dairesi olan bu kurum da değişik
dönemlerde türkü konusunda saha araştırması
yapmıştır. Kendi bünyesindeki personelle de
malzemeyi hizmete sunmayı beceremediğinden
cahilane bir yaklaşımla malzemenin üzerine
oturup çocuksu bir hazla iftihar etmektedir. Ama
bu kurumun Sayın Nail Tan’ın Genel Müdürlük
döneminin (kongre, kurultay, sempozyum,
araştırma, yayın vb. çalışmalar ile) verimli geçtiğini
belirtmek gerekir.
TRT Kurumuna gelince; TRT Kurumu Nida
Tüfekçi, Yücel Paşmakçı, Mehmet Özbek ve şu an
aynı makamda (Müzik Dairesi Merkez Halk Müziği
ve Oyunları Şube Müdürlüğü) bulunan Altan
Demirel dönemlerinde bu arşiv malzemesinden
nispeten istifade ile bir kısım ezgiler notaya
aktarılarak hizmete sunulmuştur.
Ayrıca TRT Kurumu da kendi icralarında
kullanılmak üzere, resmî araştırma ve derleme
çalışmaları yapmıştır. Bazı valilikler kendi illeri ile
ilgili özel araştırma derleme çalışmalarına ortam
hazırlamaktadırlar.
Yarı resmî kurumlar diye nitelendirilen
üniversite, vakıf, dernek, kulüp gibi tüzel
kişilikleri haiz kurumlarca, kariyer ya da hizmete
yönelik araştırma, derleme çalışmalarını nitelik
ve nicelikleri tartışılıyor olsa da dikkate almak
durumundayız. Özellikle 1932-1952 yılları arasında
faaliyet gösteren Halkevlerinin bu anlamda önemli
hizmetleri olmuştur.
Yukarıda zikredilen resmî ve yarı resmî
kurumlara paralel bu işi kendisine şiar edinmiş ya da
hobi olarak kendi adına araştırma, derleme yapan,
sesli, görüntülü müzik kayıtlarından oluşan ve
hatırı sayılır arşivler kuran bir kısım gönüllü insanı
da yine bu manada hürmetle anmak gerekiyor.
Örnek; Sivaslı Rıfat Kaya, Şanlıurfalı Halil
Binbaşıoğlu, Abuzer Akbıyık, Sivaslı Kubilay
Dökmetaş, Adıyamanlı Mehmet İmir, genç sanatçı
Gürsoy Babaoğlu.
Bu bölümde ismini zikredebileceğimiz ve kendi
adına özel araştırma-derleme çalışması yapanlardan
ilk akla gelenler ise şunlardır: Nida Tüfekçi
(merhum), Yücel Paşmakçı, Ahmet Yamacı, Talip
Özkan, Mehmet Özbek, Erkan Sürmen, Mansur
Kaymak, Nihat Kaya, Muammer Uludemur
(merhum), Hamit Çine, Salih Urhan, İhsan Öztürk,
Soner Özbilen, Yaşar Doruk, Sabri Uysal, Musa
Eroğlu, Rüstem Avcı, Hüseyin Yaltırık, İsmet Egeli,
Durmuş Yazıcıoğlu (merhum), Süleyman Şenel,
Doğan Kaya, Uğur Kaya, Ahmet Turan Şan, Salih
Turhan, Şemsettin Taşbilek, Orhan Gazi Yılmaz,
76
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
TRT ve özel kanallarda son yıllarda yapılan en fazla üç
beş TV yarışması hariç hepsi saçma sapan pespaye
icralardan ibarettir. Hem nicelik hem nitelik açısından
koca Türkiye’yi utandıracak cinstendirler.
Hale Gür, Havva Karakaş, İbrahim Can, Sümer
Ezgü, Bülent Aslan, Mehmet Öcal, Oktay Öztürk,
Tanju Ozan, Murat Karabulut, Süleyman Yıldız.
2. Eğitim Kurumları
a) Devlet Konservatuvarları
Bugün için Türkiye’de devlet ve vakıf
üniversitesi olmak üzere yaklaşık 130 üniversitenin
40’ınına yakınında ya konservatuar ya müzik eğitim
fakültesi ya da güzel sanatlar fakültesi mevcut.
Hatta bazı üniversitelerde, hem konservatuar hem
de müzik eğitim fakültesi var.
Bilindiği üzere konservatuarların birinci görevi
sanatçı-icracı yetiştirmektir.
Genel olarak, aynı statü ve aynı amaç
doğrultusunda kurulan Devlet Konservatuarlarının
her biri ayrı telden çalıyor. Kadro, sınav yöntemi,
müfredat, eğitim-öğretim yöntemi vb. konular da
hak getire. Mezunlarının birçoğu ne bir enstrümanı
iyi derecede çalabiliyor ne şarkı türkü söyleyebiliyor
ne de teorik bilgilerden haberdarlar. Mezun olup da
çok iyi durumda olanlar incelendiğinde ise başarının
okuldan değil, özel yetenekten kaynaklandığını
anlıyoruz.
b) Özel Konservatuvarlar
Örneğini İstanbul’da Müjdat Gezen Okulu
olarak bildiğimiz konservatuarın disiplinli bir kurs
olduğunu gıyabi olarak duyuyoruz. Henüz oradan
mezun olan bir virtüöze rastlamadık.
c) Müzik Eğitimi Fakülteleri
Müzik öğretmeni yetiştirmek üzere kurulan
bu bölümlerin atası 1926 yılında kurulan “Musiki
Muallim Mektebi” bugünkü banisi Gazi Üniversitesi
Müzik Eğitim Fakültesidir.
Devlet üniversiteleri bünyesinde bulunan bu
okullarda istisnaların dışında çoğunlukla Türk
müziğinden bîhaber öğretmenlerin yetiştiği belli.
Bu iddianın somut göstergesi; liseyi bitiren yüz
binlerce genç ne doğru dürüst bir gam yapabiliyor
ne İstiklal Marşı’nı düzgün bir sesle okuyor ne de
memleketine ait bir türküyü söyleyebiliyor.
d) Güzel Sanatlar Fakülteleri
İçerisinde fonetik ve plastik sanatları barındıran
bu eğitim kurumlarının da henüz ne yaptıkları
ülkenin kültür ve sanatına ne gibi müspet neticeleri
olduğu anlaşılmış değildir.
e) Güzel Sanatlar Liseleri
Türkiye’de geç kalınmış bir uygulama olarak
yaklaşık on yıl önce kurulan Güzel Sanatlar Liseleri,
resim ve müzik dalında eğitim-öğretim yapmaktadır.
2009-2010 döneminden itibaren de sporun da
eklenmesi ile üçlü bir statü yüklenmiştir.
Ülke genelindeki sayıları 60 civarında bulunan
bu okullar, henüz emekleme dönemindedirler.
Bunu üniversite özel yetenek sınavlarındaki
mezunlarının porte ile portrenin ayrı kavramlar
olduğunu bilmeyişlerinden anlıyoruz.
Dünyada bir iki ülkede uygulaması olan sanatla
sporun aynı çatı altında eğitiminin yapılması nasıl
bir sonuç verecek, zamanla göreceğiz.
f) Belediye Konservatuarları
Türkiye’deki atası Osmanlı dönemine ait olan
Darül Elhan ve Cumhuriyet döneminde uzun
yıllar İstanbul Belediye Konservatuarı olarak
hizmet veren kurum, Türk müziğinin (THM ve
TSM) araştırma, derleme, eğitim-öğretim ve icra
konularında birçok başarıya imza atmıştır.
Özellikle 1976 yılına kadar Türk müziği (THMTSM) sahasında eğitim veren konservatuarların
olmayışı yarı zamanlı statüde eğitim veren Belediye
Konservatuarlarının doğmasına sebep olmuştur.
Bu anlamda Bursa, Samsun, Adana, Kayseri ve
tarafımdan kurulan Ankara-Etimesgut, Keçiören,
Sincan Belediye Konservatuarlarının mütevazı
hizmetlerini bu çerçevede zikretmek gerekir.
g) Halk Eğitim Merkezleri
İl Millî Eğitim Müdürlüklerine bağlı faaliyet
gösteren Halk Eğitim Merkezlerinin çeşitli
branşlardaki vermiş olduğu müzik kurslarını eğitim
77
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
adına değerlendirmek mümkün.
h) Vakıf, Dernek, Kulüp, Kurum / Kuruluş
Bu kurumlar daha ziyade bünyesinde
bulundurdukları çeşitli düzeydeki topluluk ve
korolarla repertuvar ve konsere yönelik çalışma
yaparlar, bunun yanında kısmen de olsa verilen
teorik bilgilerle eğitime katkı sağladıkları
düşünülebilir.
i) Resmî ve Özel Müzik Kursları
Millî Eğitim Bakanlığının ilgili yönetmeliğince
kurs programı uygulayıp sınavlarını buna göre
yapan kurumlar ile tamamen özel müzik kurslarını
bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.
Bu kurslar daha ziyade Güzel Sanatlar
Liselerine, çeşitli müzik okullarına ön hazırlık ya
da hobi düzeyindeki hizmetlere yöneliktir.
Eğitim Kurumlarına Dair Değerlendirme
Bu alanda hizmet veren, her seviyedeki resmî,
yarı resmî, özel kurum, kuruluş ve özel kişilerin
iyi niyetinden şüphe duymak yanlış olur. Ancak,
istisnalar hariç birçoğunun amacı ve hedefi belli
değil. Amaç ve hedefi belli olmayan hiçbir işin de
başarıya ulaşması mümkün değildir.
Eğitim konusunda her kurum, her kuruluş, her
eğitici belge / diploma verdiği, yetiştirdiği başarılı
öğrencileri ile kendi başarı düzeyini ölçebilir. Eğer
bunlar yoksa, eğitici, kişilerin zamanını ve parasını
boşu boşuna heba etmemelidir.
3. İcra Kurumları
Türkü ile ilgili ilk resmî icra kurumu, Muzaffer
Sarısözen’in 1941 yılında oluşturduğu “Yurttan
Sesler Topluluğu”dur. Ankara Radyosunu
müteakiben İstanbul, İzmir ve Erzurum radyoları
bünyesindeki topluluklar izlemiştir.
Yine TRT Kurumu bünyesinde kaşeli (program
başı ücret ödenmesi) olmak üzere Çukurova ve
Kars Radyosu bünyelerinde de bir dönem mahallî
sanatçılarla programlar üretilmiştir.
1985 yılında, ilki Ankara’da, Mehmet Özbek
yönetiminde Kültür ve Turizm Bakanlığı Ankara
Devlet Türk Halk Müziği Korosu kuruldu.
Devamında Sivas, Şanlıurfa, İstanbul’da Halk
Müziği Topluluğu, Ankara ve İzmir’de Türk
Dünyası Müzik Topluluğu ile Kırşehir ve
Kırıkkale’de diğerlerinden farklı (4B) resmi statülü
15’er kişilik küçük müzik toplulukları kuruldu.
Bu topluluklar içerisine dışarıda bu alanda
temayüz etmiş sanatçılardan bir kısmı da solist
sanatçısı ile dâhil edildi. Bunlar; İzzet Altınmeşe,
Belkis Akkale, Musa Eroğlu, Recep Kaymak, Bedri
Ayseli, Süreyya Davulcuoğlu, Kâmil Sönmez,
Yavuz Top, Canan Başkaya, Şeref Taşlıova, Murat
Çobanoğlu (merhum).
Bir Başka Müzik Topluluğu;
Temeli, Sadi Yaver Ataman tarafından atılan
hatta Muzaffer Sarısözen’in Yurttan Sesler
Topluluğu’ndan önce kurulan ve daha sonra oğlu
Adnan Ataman tarafından devam ettirilen İstanbul
Belediye Konservatuarı icra heyetidir.
Halk müziği adına önemli hizmetleri olan
Kurumun teknik kadrosu bugün çok eksik
durumdadır. Bu resmî kurumlara paralel olmak
üzere İstanbul, Ankara, İzmir ve diğer birçok şehir
ve ilçede Valilik, Belediye, Halk Eğitim Merkezi,
Vakıf, Dernek, Kurum, Kuruluş bünyesinde
icraya yönelik koro, topluluk, ses, enstrümanların
kullanıldığı halk müziği icrasına yönelik faaliyetler
söz konusudur.
Ayrıca bu alanda kendisini bulunduğu kültür
sanat ortamında hoca konumunda gören binlercesi
de bu konuda kendi meşrebince icraya yönelik
katkı sağlamaktadır.
TRT ve özel kanallarda son yıllarda yapılan
en fazla üç beş TV yarışması hariç hepsi saçma
sapan pespaye icralardan ibarettir. Hem nicelik
hem nitelik açısından koca Türkiye’yi utandıracak
cinstendirler.
İcra
Kurumları
ve
İcraya
Dair
Değerlendirme
TRT Kurumu; merhum Sarısözen’le başlayan
“Yurttan Sesler Topluluğu”, kuruluşundan 90’lı
yıllara kadar başarılı biçimde misyonunu devam
ettirdi denilebilir. O tarihlerden biraz önce devreye
girmiş olan özel TV ve radyolar karşısında
daha ziyade sunum ve tema konusunda refleks
geliştirmediğinden, ayrıca sanatçılarının kurum dışı
icralarına izin verilmediğinden dolayı fonksiyonunu
yitirdi. Reyting telaşına kapılıp kamu yayıncısı
olduğunu unutan her yönden özel radyo, TV ve
icralara özenmeye başlandı ve bugünkü noktaya
gelindi.
1985 yılında siyasi otoritenin tasarrufu
78
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
doğrultusunda sanat faaliyetlerinin Kültür ve Turizm
Bakanlığı bünyesinde toplanmasına karar verilmiş
olmalı ki devlet koroları ve toplulukları şeklinde bu
çatı altında yaklaşık 250 sanatçı hâlen icrayı sanat
yapmaktadır. Gerek kuruluşunda gerekse daha
sonraki yıllarda siyasi ve özel tavassutlarla alınan
sanatçıların istisnasız yarısı yetersiz olduğu için
geleceği de karanlıktır.
Mehmet Özbek yönetimindeki Ankara Devlet
Türk Halk Müziği Korosunun ilk on yılını başarılı
sayabiliyoruz (1986-1996). Bunun dışında bu
koro ve topluluklar sıradan festival, şenliklerle
avunmaktadırlar.
Tüm bunların yanında Unkapanı kaynaklı
icralar var ki, üç beş sanatçı dışında gerisi yetmiş iki
milyonluk Türkiye adına ‘güruh’ diye nitelenecek
türden. Sanat, sanatçı, repertuvar, şiir, güfte, form,
eser, beste, jest, mimik, kültür, hitabet, üslup, tavır,
sahne kıyafeti, genel estetik, mikrofon kullanma
vb. konularda gülünecek dahası ağlanacak
konumdayız.
Sanatçı diye takdim edilenlere dair kritik yapacak
olursak; “semah” okurken kalçasıyla, elleriyle
ritm, alkış tutturan bayan solistler; “Dardayım ben
dardayım / Dört duvar arasındayım (Hapishane)”
türküsünü hareketli final eseri seçip konuk
sanatçıları ile birlikte stüdyo konuklarına göbek
attıranlar, kendisini ülkenin bir numaralı sanatçısı
sayıp da sıradan konuklarına; “Benim sesim senden
daha tiz.” diye diapozon denemeleri ile ses yarışına
girenler, sunucunun; “Sigara içiyor musunuz?”
sorusuna; “Maalesef, içmiyorum.” diyen sanatçılar!
Sunucunun programını sunduğu sanatçının sıradaki
türküsünün bir “Tatyan Havası” olduğunu anons
ediyor ve okuyacak sanatçıya soruyor; “Sayın
………. şimdi okuyacağınız Tatyan’ın ne demek
olduğunu seyircilerimizden merak edenler için
açıklar mısınız?” Cevap; “Şimdi okuyacağım türkü
bir Tatyan’dır.” İlmi(!) cevabını veren sanatçı…
Irak-Türkmen şivesiyle “Kalenin-Kal’anın dibinde
bir taş olaydım” yerine; “Kal’anun …….” diyerek,
Kerkük türküsü okuduğunu zanneden ya da her
Kerkük türküsü arasına mecburmuş gibi vay vay,
baba, aha kelimelerinin konmasının gerekliliğini
zanneden zavallılar, sahnede derviş selamı verenler,
mikrofonu koltuğunun dibine koyanlar, bin voltluk
elektrik çarpmış gibi titreyenler, akli dengesini
yitirmiş meczuplar gibi duygulu icra adına garip
hareketler yapanlar, yirmi, yirmi beş yaşında
olup da ‘iki yüz bestesi olduğunu söyleyenler,
sahnede, TV’de dört düğme açıp göğsünün kıllarını
gösterenler, cehaletini şekille salamaya çalışarak
küpe, papyon, top sakal, kot pantolonla halkın
huzuruna çıkanlar, halkın saf duygularını suiistimal
etmek üzere zoraki hayranlık uyandırmak için
koruma, menajer, paralı göstermelik fanatikleri
etrafında bulunduranlar, okuduğu şarkının, türkünün
ezgi ve temasından haberdar olmayan zavallılar,
sözüm ona, yorum adı altında cahilce karakteristik
ezgi kalıpları ile oynayanlar, iki kelimeyi bir
araya getiremeyip de TV, radyo programı sunan
türkücüler kompleksinden ya da yetersizliğinden
dolayı kendilerinden daha yeteneksizleri konuk
olarak çağırıp ezmeye çalışanlar, hobi seviyesinde
birçok insanın düzeyinde olmasına karşın sırf
siyasi, ideolojik çevrelerce sahiplenilen bir şekilde
yazılı ve görsel iletişim araçları ile kof şöhret
konumunda olanlar, normalde sesi olmadığı hâlde
teknoloji gölgesine sığınan zavallılar, birilerinin
dostu postu (kadınlar için geçerli) konumunda
olan zavallılar vb… İşte her şeye rağmen, belirli
konularda saygınlığı olan yetmiş iki milyonluk
Türkiye’nin müzik kurumları ile ilgili araştırma,
eğitim ve icra!
Sonuç
Dünyada birçok ülkede ölü olan halk müziğine
karşın ülkemizde her yönüyle çok zengin ve renkli
bir konuma sahip türkü kültürü etrafında oluşmuş
kurumlar ve bununla iştigal eden şahıslar oturup
düşünmeli ve de refleks geliştirmeli.
Konunun esas muhatapları bellidir. Bunlar,
topu taca atamazlar. Devletin bütçesinden sağlamış
oldukları mali, fiziki, teknik imkânlarla Türkiye’ye
yakışır işler, projeler yapmak durumundadırlar.
Şayet yapamıyorlarsa bunun adı bilgisizlik ve
beceriksizliktir.
Devlet, sağladığı imkân nispetinde bu kişi ve
kurumlardan hesap sormalıdır. Buna rağmen netice
alınamıyorsa her türlü bürokratik ve özel menfaate
yönelik gereksiz dirençler bertaraf edilerek, çok
daha düzeyli, çok daha ekonomik olacak özel sanat
projelerini destekleme yolu denenmelidir.
Ülkemizdeki tüm araştırma, eğitim, icra
kurumlarına, Azerbaycan’ı, Özbekistan’ı hatta
Türkmenistan’ı örnek almalarını öneriyorum.■
79
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Hicran manifestosu
OSMAN KOCA
G
idiyor Müzeyyen. Şaka değil. Toplamış pılını pırtını. Eşikte bekliyor beni. Göğsü hızla
çarpıyor. Şaka olsun için, rüya diyerekten kapıyorum gözlerimi. Siyah, simsiyah kokuyor nefesim. Korkuyorum. Hazır değilim. Ne hazırı! Onsuz yapamam. Bunu o da biliyor. Gitme
demek geçiyor içimden. Ayaklarına kapanıp yalvarmak ve boğazımı patlatırcasına seni seviyorum
diye haykırmak. Ne ki bi şeyler düğümleniyor içimde. Tepeden tırnağa zangır zangır titriyorum.
Gitmelere alışık değilim ben. Hele hele Müzeyyen’siz asla yaşayamam.
-Gidiyor musun gerçekten? Dönmeyecek misin bi daha?
Katran yüklü gece. Bulutlar ağlamaklı. Ağır havası dehlizin. Genzimi yakan, içimi kasıp kavuran gelgit düşüncelerin tazyiki altında enikonu bunalıyorum. Kapüşonunu geçirip atkısını doluyor
boynuna. Sırtımı dönüyorum. Bir bebek gibi, çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorum. Dokunsalar devrilecek kadarım. Duygularım hercai, allak bullak kafam. Giderse, özkıyım kaçınılmaz. Kapıdan çıktı mı nefes almak bana haram.
Çok sevdim onu. Ne çok sevdim hem. Dile kolay altı yıldır beraberiz. İlk tanıştığımız gün, dün
gibi hatırımda. Yine böylesi yağmurlu bir havada, neon lambalarının titrek ve kesik karaltısında
Üsküdar’dan geliyordum. Lodos hırçın mı hırçın. Martılar yatsıya çekilmiş. Sular kabarıp taşmakta. Müzeyyen en arka koltukta, masada duran romanı okuyor. İlk göz ağrısı, göz sağrısı derler.
Bir bakışta vurulmuştum. Az uz, öyle böyle değil; aksine fena, müthiş vurulmuştum. Kaynağını
bilmesem de içimde sökün eden duyguların tahakkümü altında tuhaf olmuştum. Akça pakça yüzü,
çivit gözleri, altuni küt saçları bir bir işlenmişti genlerime.
Aşk kokuyordu hava. İçim içim, sırım sırım aşk.
Nasıl indiğimi, peşi sıra otobüse neden bindiğimi, evine kadar onu niçin takip ettiğimi bilmeksizin tam iki saati yollarda kat ettim. Aklını pazara çıkaran avare gibi, sersem ve andavalca dolandım durdum. Islandım, sırılsıklam oldum. Çöken avurtlarıma, titreyen bacaklarıma, narçiçeği
yanaklarıma aldırış etmeden o gece hep onu düşündüm, rüyama misafir ettim.
80
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Hayaliyle her gece coşuyor ve fakat her sabah gerçeği karşısında süklüm püklüm oluyordum.
Nice şiirler, mektuplar buruş buruş oldu heyecandan ıslanan avuçlarımda. Açılamadım bi türlü.
Açılamadıkça daha bi büyüdü içimdeki sevgi. Öyle ki haftasına varmadan ulaşılmaz, ulaşılamaz
sevgilim oluverdi.
-Müzeyyen, lütfen… Lütfen Müzeyyen…
Yüreğim kan ağlasa da belli etmeyeceğim. Düştüğümü görsün istemiyorum. Ah Müzeyyen, ne
çok sevdim seni ben. Beni bırakıp, terk edip gidersen…
-Oğuz, çıkıyorum ben.
Çık demesem, çıkma diye inlesem… Ne fayda!
İler tutar yanı olmayan çıtkırıldım bir düşün kekremsi tortusunda boğuluyorum Müzeyyen.
Anlıyor musun, boğumlanıyorum. Biliyorum birazdan gideceksin ve fakat gölgen beni bekleyecek.
Eşiğe sinecek kokun, anıların terk etmeyecek.
Olsun git.
Ben, sensiz; evet ben, sensiz…
Kahretsin, yaşayabilmem…
Gidiyor musun Müzeyyen? Bunun şaka olduğunu söyle yalvarırım. Hiçbir şey olmamış gibi,
hiçbir şey yaşamamışız gibi böyle sorgusuz-sualsiz gitmeyeceksin di mi? Az-biraz oyalan bari. En
azından bi çay içimlik olsun, bekle… Ben de bekleyeyim. Bekleşelim bi çaylık. Bi koşu gidiveririm mutfağa. Ketılı hazırlar, sana o çok sevdiğin adaçayını hazırlarım bi solukta. Sen meraklanma.
Yaparım.
Hatırlıyor musun? Sinemadan döndüydük. Yorgunduk. Koş Lola Koş’u izlemiş ve Lola’ya inat
afacan çocuklar gibi sinemadan eve kadar hiç mola vermeden koşmuştuk. O akşam ne kadar da
mutluyduk. Karşılıklı kanepelere uzanıp saatlerce evet saatlerce gözlerimizle konuştuyduk. Eriyorduk. Sevmenin-sevilmenin, sevenle sevilenin aşkına dışın dışın ağlaşıp ne de tatlı hayaller kurduyduk. Ve ben kalktıydım. Sana ada, kendime paşaçayı hazırladıydım. Ve biz sanki aşkı içişir gibi,
çaylarımızı içişmenin heyecanıyla nasıl da coşup taşmıştık.
Dış kapıya döndü Müzeyyen… Gidecek… Kararlı…
Bi veda, kıyacak canıma; zamansız bi rest, darmaduman edecek kırılası kafamı.
Gitme Müzeyyen, ne olursun gitme diye bar bar bağıracak kalbim. Ne ki dilim elvermeyecek
söylemeye. Hüzünbaz yanlarımı beraberinde götürecek. Ve ben kahrolunmuşluğun iflah tanımaz
sınırlarında bir berduş, meczup gibi yana yakıla türküler çığıracağım.
-Hadi git Müzeyyen.
Belki bi daha bulamayacaksın beni. Belki sıradan bir gazetenin üçüncü sayfa kepazeliğine bulaşık edeceksin beni. Bazı bazı geleceksin başıma. Kah iyicil, kah kötücül anılarımızı sereceksin
yatağıma. Güç bela doğrulacağım yerimden. Can havliyle yakaracağım sana. O çok sevdiğimiz
dönülmez akşamın ufkunu seyre dalacağız ve ben kan tüküreceğim asfalta. Sen ise bi gidimlik
dürtüler içinde beni bi başıma bırakacak ve onatsız hülyalar içinde sırra kadem basacaksın…
Öyle mi?
Bak işte kayıyor yıldız. Dünya kayıyor ayaklarımdan. Palas pandıras çıkmalıyım dışarı. Uzanmalıyım göğe. Ellerim değmese de gözlerim yapışmalı yakana. Fakat ilenmemeliyim asla. Göğsümü yara yara kanatacağım adını. Seni kalbime gömmenin huzuru içinde uzun, upuzun bi uykuya
dalacağım. Şafakla gireceksin ruhuma. Okşayacaksın siluetimi.
81
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
İşte o zaman ben, delişmen yüreğimi yuvasından söküp sana uzatacağım…
-Seni sev… Müzeyyen!
Ne zor söylemek. İlmek ilmek yaşa, dirhem dirhem konuş… Konuşabilirsen…
Yutkunamıyorum, daralıyorum, nefes alamıyorum. Sızlıyor burnumun direkleri, genzim yanıyor, yüreğim kanıyor, gözlerim yaşarıyor. Bak işte nasıl da tir tir titriyorum…
Kapıyı yavaşça araladı. Sokak lambasından sızan ışıkla loşlaştı dehliz. İçim bi hoş oldu. Fırtınalar koptu ruhumda. Buğulu gözlerle bakıyorum ardından.
Duruyor, hareket ediyor… Kımıldıyor, duruyor…
Gidiple gelmek arasında bocalıyor sanki ve ben umut tazeliyorum.
Gitmesin için habire dua ediyorum.
Gelsin diye yalvar yakar dilim.
Yatsı ezanı okunuyor dışarıda. Kutsi bi havayla tütsüleniyor migrene yanık başım. Bi an duraksıyor Müzeyyen. Sırtı inip inip kalkıyor. Başını çeviriyor ağır ağır.
Bakacak… Bana bakacak…
Ve ben, ateşe maruz kalan buz gibi erim erim eriyeceğim.
-Hadi bak Müzeyyen.
Gözler asla yalan söylemez…
Söyleyemez…
Yemin olsun bu kez; kançanağı, buğulu gözlerimi kaçırmayacağım gözlerinden.
Pusatsız, duldasız, üryan duygularımı devşireceğim.
Kanaviçe gibi örgüleşip küt saçlarına konacağım.
-Bu, sende kalsın…
Titredi sesi… Elleri de…
Kalsındı kalmasına, hem gitmesindi…
-Bende kalsın.
Titredi sesim... Ellerim de…
Baktım, yandım, kahroldum… Ezildikçe ezildim…
Üsküdar dönüşü vapurda martılara simit atarkenki fotoğrafımız.
Onda mont, bende yağmurluk.
Yanaklarımız apal…
Sevincimiz apak…
Gitti…
Beni acılarımla, sancılarımla, ezik halimle bi başıma bırakıp…
Çisentili yağmura ağladım alık alık…
Karman çormandı düşüncelerim…
Bi gün, evet bi gün bu enkazın altında kalacağımı biliyordum.
Adım gibi, biliyordum…
Ne ki hazırlıksız yakalanmak…
Ve sevdiğini bi daha göremeyecek olmanın ayırdına varmak…
İşte bu müflis yaşantı, özkıyıma gebedir…■
82
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
KUKLA VE KİTABE
Bu kuklalarda neyin nesi. Solgun
Yüzleri. Taşınan ruhları olmalı
Sağlam kutular içindeki.
Güneşin doğduğunu söylesem inanmazlar ki.
Bir papağan bana bakıyor. Kendine söyleneni
Söylüyor. İnat içinde. Ellerim bana uzak
Çocuklara alkış tutan, umut olan.
Şimdi kalbim kanıyor solgun bir resimde
Yağmur hafif hafif yağıyor
Saçlarımı unutuyorum kan ter içinde.
İşte yanıyor titreyen boş odalar
Bu kitabeler kurtuluş kapısı olacak
Arkasından şiirler yazılacak
Siyahın beyazdan ayrıldığı vakit
Kuklacı ilk görüldüğü yerde vurulacak.
Dilini yutmuş adam. Pişmanlıklar içinde
Alnını süslü cama dayamış. Bir harfe takılmış
Yalnızlıklar içinde dönüp duruyor. Kukla
Ben miyim diyor ipin ucunu kaptıran şeytana
Daldığım bu tatlı rüya.
Kukla kendisi olmaya kararlıydı
Kitabedeki eski yazıları okudukça
Az kalmıştı kendine kavuşmaya
Masmavi bir gökyüzü altında
Görmeseydi tuhaf bir rüya
Dünyanın muammasında
Islak gölgelere kanmasaydı
Kendisi olacaktı.
BÜNYAMİN DOĞRUER
83
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
İSMAİL BİNGÖL
B
ir hüzün meltemi, bir esrik bakış yakaladı
akşamla gecenin arasında… Bir ince sızıyla
sarsıldı yüreğim... Zamanın ortasında öylesine kalakaldım. Bir efkâra tutulmuş hislerimi, bir türkünün ta
derinlere ulaşan, yakan, kavuran sözleri ve yine en az
onun kadar tesirli nağmeleri kül etti.
Akılla yürek arasında kararsız kalanların büyük
tereddüdü, iflah olmaz çelişkileri karşısında âdeta eridim, kendimden geçtim. Takatten düştüm, gözlerim
buğulandı, soluğum kesildi, bağrımı sancı istila etti,
gövdemi ateş bastı. Serinlemek için boz bulanık akan
çaylara atasım geldi kendimi… Yüzyıllar ötesinden
esip gelen sitem rüzgârları, nasıl olur da hâlâ gücünü
bu kadar korur? Bir türkünün mısraları arasına sıkıştırılmış bu hicran, kavuşamama karşısındaki bu hüzün,
bu vurgun yemişlik nasıl olur da bu kadar tesir eder
insana? Nedir bunun sırrı, nedir bundaki sihir ve nedir bundaki güç? Dille anlatılması, kelimelere dökülmesi, hikâye edilmesi zor durum…
Ancak türkülerle aranız iyiyse ve bu konuda biraz
da düşünme zahmetine katlanırsanız, az önceki sorulara bir cevabınız olabilir. Benim cevabım ve buradaki sır ve sihir şu ki; atalar mirası, yüreğin yarası
türküler; anlayarak, düşünerek, hissederek dinlendiğinde, dokunanı işte böyle yakıp geçiyor. İşin özeti
belki de bu…
Kavgamızla inletirken meydanı, sevdamızla ağlatırken duyanı; çınlamış göğümüzde türküler… Bazen
isyanlarımıza arka çıkmış, bazen bir su olup dere tepe
aşarak, diyardan diyara dolaşmış… Bazen bir gülün
yaprağında açmış türküler... Bazen turna kanadında
sevgiliye mektup götürmüş, bazen mazlumların elemlerini dile getirmiş, bazen sözleriyle zalimlere cevap
olmuş türküler… Bazen bir gelinin ağlayışına eşlik
etmiş, bazen bir gelinciğin boynu büküklüğüne…
Hani şair Vahap Akbaş da diyor ya “Mızrapla Tel
Arasında” adlı şiirinde:
Bağlamamın tellerine
Üveyikler konar balam
Yüreğimiz melül mahzun
Türkülerde yunar balam
Gönlümüzün mihverinde
Sevda filiz verdiğinde
Mızrapla tel arasında
Gayri zaman donar balam
Kara kışın ayazında
Dudakta söz buz olanda
Bir muhabbet alazında
Ah bu şair yanar balam
Güzelliği, görkemi, insanlığı çağrıştıran inceliğiyle; asırlardır yurdumuza, toprağımıza, evimize barkımıza mihman olmuş; gâh yüreğimizi ferahlatmış gâh
84
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
bizi birbirimize bağlamış türküler… Gâh ağıt olup
acımıza konmuş gâh sevgi olup yüzümüzde parlamış;
gâh ayrılanların üzüntüsünü gâh kavuşanların sevincini temsil etmiş türküler… Öleni yiteni, geçip gideni,
ağlayanı güleni, daha başka birçok şeyi hatırlatmadan
geri durmamış ve bunları; kültür ve zihin coğrafyamıza silinmeyecek bir şekilde kazımış türküler… Ve
bütün bunların sesini duymadan, duyurmadan, adına
kayıt düşmeden geçip gitmemiş türküler…
Sözleri ve nağmeleriyle esip gitmiş Anadolu coğrafyasında bir baştan bir başa… Gece denmemiş,
gündüz denmemiş; söylenir olmuş yedi iklim dört
köşede… Bazen Ağrı’nın doruklarından ses vermiş,
bazen Allahüekber’i mekân tutmuş; orada sonsuza
kadar, vatan uğruna can vermenin büyük kıvancıyla yatacak olan ulu şehitlerimizden, bıyıkları henüz
yeni terlemiş civanlardan haber getirmiş. Bazen Aras
boylarında gezinmiş turna katarlarıyla; bazen çekmiş
gitmiş ta Hazar’a ve daha ötelere…
Bir mısraı Ardahan’ın payına düşmüş türkünün,
bir mısraı Iğdır’a… Bir kıtasıyla serhaddı bekleyen
Kars’ın derdini taşımış ırmaklarca, vadilerce doğudan batıya… Bir kıtası; Erzurum’dan Erzincan’a
ulaşmış, bir kıtası Bayburt’ta bir güzele kul olmuş,
bir kıtası Sivas’ta bir âşığın sazından dökülmüş; sesinden ses, renginden renk, nakışından nakış vermiş
duyana, işitene, dilinden anlayana… Mahmur bir geceden kalkmış, özge bir gündüze hayal uçurmuş, bu
toprağın sesini duyurmuş, gerçeğini bildirmiş; oradan
öteye sevgiliye sitem, sevene dil olmuş türküler… Ve
daha nice yerde durmuş, dinlenmiş; nice yeri inletmiş, kaç yüreğe inci dizip kaç yüreğe gözyaşı akıtmış
türküler…
Nesilden nesile bozulmadan aktarılmak suretiyle,
dilimizin sade ve berrak bir hâlde günümüze kadar
gelmesinde önemli pay sahibi olan… Erliğimizi,
mertliğimizi bütün bir cihana anlatan; kültürümüzün
sacayaklarından biri olarak bizleri yüce bir millet olmanın şuuruna vardıran ve bütün bunların gönencini
yaşatan türküler…
Bazen; yüreğe sığmayıp taşan, akacak yer bulamayan ve dokunduğunda yakan bir büyük isyanı
yüklenir gönlümüzün tercümanı türküler… Yıllar
yılı kor ateşlerde pişerek sevda çekilen, uğruna bin
cefaya tahammül gösterilip, çileden geçilip, her acıya
göğüs gerilen sevgili; bütün bunları elinin tersiyle bir
yana itip vefasızlık ederek, bir anda çekip gitmiş ve
ellerin olmuştur.
Âşık için anlatılması ve katlanılması çok zor bir
acıdır bu… Ferhat olup; bu hışımla, bu hınçla, bu
hüzünle; gürzüyle vurup dağları yarmak ister âşık…
Kerem olup; bu acıyla yanmak, kavrulmak, kül olmak ister ki; belki bir kıvılcımı da ona erişsin ve onu
da yaksın… Köroğlu gibi; bağrını dağlayan ateşle
Çamlıbel’de nara savurmak ister…
Ne hazindir ki; verilen sözlerin yerine getirilmesi
için, dağları aşıp, yıllarca gurbet elleri mesken tutan
âşığın düşündüklerini yapması mümkün değildir.
Hem de faydası da yoktur bundan sonra yapacaklarının… Zira ortada; ne sevgili kalmıştır kavilleştiği
ne de ünü dört bir yanı tutan sevda… Bütün bunların
önem arz etmediği kişilerce, “uğruna ölümlere gidilip gelinen”, uzak bir diyara göçürülmüş ve ellerin
olmuştur. Artık olan olmuş ve bu durum ağır bir yük
gibi merhametli yüreklere oturmuştur. Ne yazık ki
onların da; çaresi imkansız bu dert yüzünden âşığın
yüreğinden kopup gelen feryada verecek cevapları
yoktur.
Ömür çiçeğini sevda yolunda solduran kederli
âşık; ıstıraplarını söze ve nağmeye dökerek, bunun
hesabını en yakınındakinden bir türkü vasıtasıyla
sorar ve yüzyıllar öncesinden bir ayrılığın hikâyesini
bizlere ulaştırır. Hem öyle ki söyledikçe zaman ortadan kalkar, mekân o mekân olur ve bu türkü; daha
nice bunun gibi kavuşamayanların, yâri başkaları tarafından alınan kişilerin hâline tercüman olur.
İşte bir türkü ki… Tertemiz bakışlardan süzülüp
yanaklardan aşağı türkü sadeliği ve yürek delici bir
nağme eşliğinde inen gözyaşlarıyla; kavuşamamanın, vuslata erememenin resmini ne de güzel çiziyor.
Şakir Şener’den alınan Bayburt türküsünde olduğu
gibi… Hani diyor ya türküyü yakanlar:
Odam kireçtir benim
Yüzüm güleçtir benim
Soyun da gel yanıma
Terim ilaçtır benim
Baba ben derviş miyem
Kürkümü giymiş miyem
Ben sevdim eller aldı
Niye ben ölmüş müyem
Söylendikçe dillenir, dillendikçe yayılır Anadolu
coğrafyasına bu türküler… Atalar mirası gönül yarası
türkülerimiz… Ve bilinmelidir ki bu coğrafyayı yurt
tutanlar; dilinin ve türkülerinin kadrini bildikçe, daha
nice yıllar söylenip dinlenecektir. ■
85
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
ÖMER FARUK YALDIZKAYA
T
ürkçe söylenmiş şiir anlamına gelen
“Türkü”nün “Türkî” sözcüğünden geldiği
görüşü bilim adamları tarafından genel olarak kabul edilmektedir. Yani, “Türk” kelimesine Farsça
“-î” ilgi ekinin getirilmesiyle meydana gelmiştir.
“Türk’e has” anlamına gelen bu söz, halk ağzında
“Türkü” şekline dönüşmüştür.
İslamiyet öncesi Türk edebiyatında genel olarak ezgi ile söylenen şiirlerin, başka bir ifade ile
türkü ve koşmaların genel adı “yır” olup Divanü
Lûgati’t -Türk’te ise bu kelime “ır”[1] şeklinde
geçmektedir. Türkü sözüne, bazı Türk boylarında, bugün, aşağıda sayacağımız kelimeler karşılık
olarak kullanılmaktadır.
Türküye; Azerbaycan Türkleri; mahnı, Başkurt Türkleri; halk yırı, Kazak Türkleri; türki,
türik, halık eni, Kırgız Türkleri; eldik ır, türkü,
Özbek Türkleri; türki, halk koşiği, Tatar Türkleri; halık cırı, Türkmen Türkleri; halk aydımı,
Uygur Türkleri; nahşa, koça nahşisi,[2] Kumuk
1. Divanü Lûgati’t-Türk Dizini “Endeks”, (çev: Besim
Atalay), IV. Cilt, 3.bas. TDK yayını, Ankara, 1991.
2. Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü I, Ank., 1991,
s. 908-909.
Türkleri; yır,[3] Nogay Türkleri; yır,[4] Karaçay
– Malkar Türkleri; cır,[5] Irak Türkleri; beste,
mahnı, halk türküsü,[6] Gagauz Türkleri türkü,[7]
Tuva Türkleri; kojamık,kojañ,[8] Saha (Yakut )
Türkleri; ırıa,[9] Kosova Türkleri; türkü,[10]
Bulgaristan Türkleri; türkü,[11] Altay Türkle-
3. Dr. Çetin Pekacar, Kumuk Türkleri Edebiyatı, Türk
Dünyası El Kitabı, IV. Cilt, 3.b., Ankara, 1998, s.320.
4. N.A. Baskakova (Red.) Rusşa-Nogayşa Slovar’,
Moskova, 1956, s.420
5. Dr. Wilhelm Pröhle (çev. Prof. Dr. Kemal Aytaç),
Karaçay Lehçesi Sözlüğü, Kültür Bakanlığı yayını,
Ankara, 1991, s.22.
6. Prof. Dr. Gazanfer Paşayev (Aktaran Doç. Dr. Mahir
Nakip), Irak Türkmen Folkloru, İstanbul, 1998, s.501.
7. Harun Güngör – Mustafa Argunşah, Gagauz Türkleri,
(Tarih - Dil -Folklor ve Halk Edebiyatı), Kültür Bakanlığı
yayını, Ankara, 1991, s.53- 45, 108.
8. E.R. Tenişev (Red.), Tıva – Orus Slovar’, Moskova,
1968, s.245.
9. M. Fatih Kirişoğlu, Saha (Yakut) Türkleri Edebiyatı,
Türk Dünyası El Kitabı, IV. Cilt, 3.bas., Ankara, 1998,
s.501.
10. Prof. Dr. Nimetullah Hafız, Kosova Türk Halk
Edebiyatı Metinleri, Priştine, 1985, s.86 – 109.
11. Prof. Dr. Nimetullah Hafız, Bulgaristan Türk Halk
Edebiyatı Metinleri – I, Ankara, 1990, s.14.
86
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
ri; kojon,[12] Kırım Tatar Türkleri; cır,[13] Çuvaş
Türkleri; yuri,[14] adını vermişlerdir.
Türkü terimi, ilk defa XV. yüzyılda Doğu
Türkistan’da aruz vezniyle yazılmış ve özel bir
ezgi ile söylenmiş şiirler için kullanılmıştır.[15] Bu
kitapta esas itibariyle konu edilen türden, yani
hece vezni ile söylenmiş türkülerin Anadolu’daki
ilk örneğini ise XVI. yüzyılda buluruz. Türkü
şekline uygun ve türkü adını taşıyan, sözünü ettiğimiz, bu parça, XVI. yüzyıl halk şairlerinden
Öksüz Dede’ye aittir.
Çeşitli kaynaklar ve araştırmacılar türküyü bir
tür olarak ele aldıklarında çoğu ortak bir noktada
birleşen tanımlar yapmışlardır. Yararlı olacağı düşüncesiyle bunlardan bazılarını burada zikretmeyi
uygun buluyoruz:
Türkçe Sözlük: “Hece ölçüsüyle yazılmış ve
halk ezgileriyle bestelenmiş manzume.”[16]
Meydan Larousse: “Güfte olarak halk şiirini
alan ve halk ezgileriyle beslenmiş şarkı çeşidi.”[17]
Edebiyat Lügati: “Çoğu 11 hece ile nazmedilmiş ve umumiyetle Anadolu’da bestelenip söylenilmeğe başlanmış olan milli nağmeli şarkılardır.”
[18]
Edebiyat Terimleri Kılavuzu: “Türk’e özgü
anlamındaki Türkî’den gelmektedir. En çok sekizli, on birli ölçülerle söylenir. Çoğu anonim halk
edebiyatında yer alan bu türkülerde aşk, güzellik,
tabiat, gençlik ve acıklı konular işlenir.”[19]
Fuad Köprülü: “Türklere mahsus bir beste ile
söylenen halk şarkılarıdır.” [20]
Ahmet Talât Onay: “Türklere mahsus lahin
ile söylenen şarkılardır. Şekilden ziyade lahne,
12. Emine Gürsoy – Naskali, Muvaffak Duranlı, Altayca –
Türkçe Sözlük, TDK yayını, Ankara, 1999, s.114.
13. Zsuzsa Kakuk, Kırım Tatar Şarkıları, TDK yayını,
Ankara, 1993, s.93
14. H. Paasonen, Çuvaş Sözlüğü, TDK yayını, İstanbul,
1950, s.217.
15. Cevdet Kudret, Örneklerle Edebiyat Bilgileri I,
İstanbul, 1980, s.295.
16. Türkçe Sözlük, 1. bas., Ankara 1989, s.1504.
17. Meydan Larousse, “2.bas., İstanbul 1990, s.390.
18. Tahir-ül Mevlevî, Edebiyat Lügati, İstanbul 1973,
s.176.
19. Edebiyat Terimleri Kılavuzu, İstanbul 1975, s.395.
20. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 4.
bas., Ankara 1981 s.246.
besteye benzer.”[21]
Şemsettin Sami: “En asıl Türklere mahsus lahinde şarkı,”
Ahmet Kutsi Tecer: “Varsağı, Türkmani gibi
türkü de eski yırlardan yani millî musiki kaynaklarından doğmakla beraber yabancı kültürle karşılaşılan bölgelerde (mesela Irak, Suriye, Mısır
gibi) ona verilmiş bir isim olsa gerek,”
Türkü, Edmon Soussey’in deyimiyle, “ farklı isimleri olan çok çeşitli mahsullere verilen
addır.”[22]
Cem Dilçin: “Türkü, türlü ezgilerle söylenen,
bir anonim halk şiiri nazım biçimidir. Söyleyeni
belli, kişisel halk şiiri biçimleri arasına giren türküler de vardır. Türkü, her iki bölüğe de girebildiğinden halk edebiyatının en zengin alanıdır.”[23]
Pertev Naili Boratav: “Düzenleyicisi bilinmeyen, halkın sözlü geleneğinde oluşup gelişen,
çağdan çağa ve yerden yere içeriğinde olsun,
biçiminde olsun değişikliklerle (zenginleşmelere,
bozulmalara, kırpılmalara) uğrayabilen ve her
zaman bir ezgiyle söylenen şiirler.” biçiminde tanımlar.
Pertev Naili Boratav’ın “Türk Dili Dergisi ”nin
“Türk Halk Edebiyatı Özel Sayısı”nda yayımlanan “Halk Şiiri” başlıklı yazısının “Halk Türküleri” bölümünde ise türkü hakkında şu bilgi verilmiştir; “Türkiye’nin sözlü geleneğinde, folklor
ezgilerinin her çeşidi için en çok kullanılan terim
türküdür. Bölgelerle konulara bağlı özel durumlara, ya da ezginin, sözlerin çeşidine göre, türkü
sözcüğü yerine şarkı, deyiş, deme, hava, ağız terimleri kullanılır.”[24]
Türküler için Eflatun Cem Güney: “Köroğlu,
Kerem, Karacaoğlan, Emrah gibi, belli âşıkların
türkü havasına bürünen bazı parçaları bir yana,
asıl türkülerin yaşı başı belli değildir. Sahipleri
bilinmeyen sözlü halk verimleridir.”[25] görüşünü
21. Ahmet Talât Onay (hzl. Prof. Dr. Cemal Kurnaz), Türk
Halk Şiirlerinin Şekil ve Nev’i, Akçağ yayınları, 1.bas.,
Ankara, 1996, s.63.
22. Hikmet Dizdaroğlu, Halk Şiirinde Türler, Ankara,
1969, s.102.
23. Cem Dilçin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara,
1997, s.289.
24. Dr. Mehmet Yardımcı, Başlangıcından Günümüze Halk
Şiiri, Âşık Şiiri, Tekke Şiiri, Ankara, 1998, s.57.
25. Eflatun Cem Güney, Folklor ve Halk Edebiyatı,
87
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
ileri sürmektedir.
Mehmet Özbek “Türküler başlangıçta bir
olay üzerine yakılırlar. Bu olaylar bütün bir milleti ilgilendirecek kadar büyük nitelikler taşıyabileceği gibi, dar çevrelerde meydana gelen cinsten
de olabilir.”[26] demektedir.
Cahit Öztelli: “Halkın ortak malı olan bir
edebiyat türüdür. Ağızdan ağıza dolaşan, kuşaktan kuşağa aktarılan sözlü edebiyatın en güzeli
türkülerdir. Türkü, genel edebiyat türleri içinde
bir nazım türüdür. Yani, ölçülü (vezin), uyaklı (kafiye) dizelerle (mısra) meydana gelir. Halk edebiyatı içinde toplumun iç alemini beşikten mezara
dek bütün yaşantısını kapsayan, en dikkate değer
sanat verisi türkülerdir.”[27]
Nihat Sami Banarlı: “Koşma şeklindeki bir
manzumenin her dörtlüğünde bir (beşinci) veya
bir (beşinci-altıncı) mısra ilavesiyle söylenilen bir
halk şiiridir.”[28]
Muzaffer Uyguner: “Her mısraı kafiyeli üçer
mısralı kıtalar ile yine kafiyeli ve iki beyitten müteşekkil ara nağmeleri olan ve çalınıp söylenen
folklorik halk edebiyatı mahsulleridir.”[29]
Herbert Jansky’e, göre türkü: “Büyük tarihi
hadiseler karşısında halk kitlesinin sevinçlerini
veya ümitsizliklerini; büyük şahsiyetler hakkındaki saygılarını veya nefretlerini; gençler arasında
geçen hazin aşk hikâyelerini, millî hece veznini
ölçü alan ve kalpleri fetheden mısralarla, derin bir
muhteva içinde dile getiren edebî, aynı zamanda
mûsiki bakımdan ehemmiyete haîz olan bu kendine öz bestelerle söylenen; dar manâsıyla ise tarihi
bir vesika mahiyeti gösteren Türk halk şiirinin en
eski türlerinden biri.”[30]
Dr. Doğan Kaya türküyü şöyle tanımlamaktadır: “Halkın ruh halini, derdini, neşesini, zevkini,
dünya görüşünü, inancını, karşılaştığı hadiseleri
İstanbul 1971, s.235.
26. Mehmet Özbek, Folklor ve Türkülerimiz, 2.bas.,
İstanbul, 1983, s.63.
27. Cahit Öztelli, Halk Türküleri, 2.bas., İstanbul,1983,
s.11-12
28. Nihat Sami Banarlı, Metinlerle Edebî Bilgiler I, İst.,
1950, s.82.
29. Muzaffer Uyguner, Türkü Üzerine, TFA, III (66).
1.1955, s.1042.
30. Herbert Jansky, Türk Halk Şiiri (çev. Abdurrahman
GÜZEL), Dünya Edebiyatından Seçmeler,
yansıtan; hece ölçüsüyle ve bir veya dört mısralı bentlere çoğu defa bağlantıların getirilmesiyle,
söylenen; manzum ve ezgili anonim ürünlere türkü denir.”[31]
Alman müzik bilimci Hugo Riemann, halk
müziği kapsamına şu ögeleri alır:
“1. Ezgi ve sözlerinin yaratıcısı belli olmayanlar, anonim bir yapıda olanlar.
2. Çeşitli nedenlerle oluşan olaylar karşısında halk tarafından benimsenmiş ve halk ezgisi niteliğine bürünmüş ürünler.
3. Halk diliyle oluşmuş, ezgisel ve uyumsal yapısı kolayca anlaşılan, belleğe kolayca yerleşen,
bu nedenle, popüler (herkes tarafından benimsenen ve tutulan) bir özellik taşıyan ezgiler.”
Fransız halk müziği uzmanı Michell Benet’e
göre halk müziği ise, “Halk tarafından benimsenen ve sözlü gelenek biçiminde kulaktan kulağa
yayılan ezgilerdir.”
İngiliz halk müziği uzmanı Prat’a göre; “Halk
müziği, köylü ve halk arasında çıkıp, gelenek haline gelen ezgilerdir.” Yine bir İngiliz araştırmacı
olan Bremers’e göre ise halk müziği; “halkın müşterek malı olan, sâde, samimi, düz ve yalın ezgilerdir. Bestecisi olmaz, anonimdir.”
Türk halk müziği araştırmacısı ve Türk halk
türkülerinin derlenmesinde ilklerden olan Muzaffer Sarısözen ise, halk müziğini şöyle tanımlıyor:
“İlk bakışta monoton gibi görünen halk türküleri, araştırdıkça, ezgi ve ritim yönünden renklilik
ve çeşitlilik gösteren nefis bir sanat ürünleri olduğu görülür. Dünyada ne kadar doğal ve sosyal
olaylar varsa, tümü halk müziğine konu olmuştur.
Türk insanının doğumundan ölümüne (beşiktenmezara) tüm yaşamını, acısını, sevincini, duygu ve
düşüncesini, yurt sevgisini türkülerimizde görmek
mümkündür. Özetle, halk müziğimiz, Türk halkının ortak malı ve milli kültürüdür.”
Müzikolog ve halk bilim araştırmacısı Halil
Bedii Yönetken, “Türk halk müziği, çok orijinal
ve zengin bir müziktir. Modalmetrik yönden olduğu kadar, yapı ve form bakımından da büyük
özellik ve güzellik taşımaktadır. Zengin ve çeşitli
çalgılara sahiptir. Diğer taraftan, vokal müziğin
31. Dr. Doğan Kaya, Anonim Halk Şiiri, Ankara, 1999,
s.132.
88
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
terennüm etmediği konu yok gibidir. En basit konulardan, en yüksek konu ve olaylara kadar her
şey, Türk Halk Müziğinin terennüm alanına girmiş
bulunmaktadır. Halkımız, bazen; Estergon, Belgrat, Selânik, Budin, Cezayir gibi Türk egemenliğinin sürdüğü ve at üstünde kılıç oynattığı yerler
için, bazen; Köroğlu, Genç Osman, Murat Reis
ve Gazi Osman Paşa gibi yiğitler üstüne türküler
yakmıştır. Gün olmuş, yurdun dağına-taşına, uçan
kuşuna, gün olmuş, burcu burcu Anadolu kokan
çiçeğine ve nice güzellikler, sevgiler üstüne türküler söylenmiş, bununla da yetinilmemiş, ahlâk,
fazilet, felsefe, türkülere konu olmuştur. Görülüyor ki, Türk halkı, muazzam bir sosyal fonksiyona
sahip, halk rûhunun ses halinde aynası ve ifâdesi
olan bir sanat yaratmıştır.”
Türk halk müziği araştırmalarının önde gelen
isimlerinden olan araştırmacı Mahmut Râgıp
Gazimihal ise, “Kendi halk şarkılarımıza (folk
song), genellikle türkü diyoruz. Anadolu’da şarkı
adı pek bilinmez ve kullanılmaz. Genellikle, kulaktan kulağa geçmek sûretiyle halk arasında yayılan
ve yaşayan türkülerimizin ne düzeni bellidir, ne
yakıcısı.” demektedir.
Veysel Arseven’in görüşleri şöyledir: “Halk
türküleri; koşma, yiğitleme, taşlama, ağıt, ninni,
destan gibi halk edebiyatı türlerini işler. Sevgi,
özlem, gurbet, ayrılık, doğum, ölüm, askere gidiş,
düğün-dernek, yerleşme(iskân), göç, kan dâvası
gibi temaları konu alır. İçtenlik, sâdelik, gösterişten arınmışlık, alçak gönüllülük niteliği gösterir
ve gerçekçi bir renk ve özellik taşırlar. Hiçbir halk
türküsünün sözünde veya bir halk oyunu havasında, yapmacık, iki yüzlülük ve kabalık görülmez.
Şakacılık temasını işleyen türkülerin sözlerinde
bile, insanı çabucak kavrayan sıcak bir görüntü
vardır.”[32]
Türküler şiir şekli bakımından genellikle koşmaya benzer. Ancak bu ifade bütün türkülerin
koşma şeklinde olduğu anlamında alınmamalıdır.
Çünkü bazı türküler mani şeklinde de olabilir.
Genel olarak bir türkü iki bölümden meydana
gelir. Birinci bölümde bir türkünün asıl sözleri
yer alır ve bu bölüme “bend” adı verilir. İkincisi
32. Mustafa Hoşsu, Geleneksel Türk Halk Müziği
Nazariyatı, İzmir, 1997, s.4 -7.
ise, tekrarlanan kısımlardır ve her bendin sonunda
tekrarlanan bu “nakarat” kısımlara da “kavuştak” denir. Öbür halk şiiri türleri gibi, türkünün
de en büyük ve önemli ayırıcı özelliği ezgisinde
görülmektedir.
Koşma ve mani tipindeki bazı şiirler, ezgilerinin değişmesiyle türkü olmaktadırlar. Türkünün
ayırıcı özelliği şeklinde değil, ezgi ve bestesindedir.
Türkülerin tasnifi
Türkülerin tasnifi konusu, Türk halk şiirinde ve
müziğinde hâlâ hâlledilmemiş bir problem olarak
durmaktadır. Bununla ilgili olarak Ahmet Talât
Onay; “Halk şiirlerinde yalnız şekillerine ve nevilere göre yapılacak tasnifler noksan olur. Çünkü,
teganniyi de gözden uzak tutmamalıdır.”[33] derken, Petrev Naili Boratav, “Halk türküleri, hem
müziği, hem de şiiri alâkadar ettikleri için folklor
tetkiklerinde hususi bir yer tutarlar. Onların iki
sahaya ait bulunmaları, evvelâ hususi bir metotla
incelenmelerini icap ettirir. Halk türküleri üzerinde çalışanlar, halk müziği kadar halk edebiyatını da göz önünde tuttukları takdirde izâhlarında
muvaffak olabileceklerdir; aynı müdekkikin her
iki sahada vukufu olmadığı takdirde kolektif bir
çalışma zarureti hâsıl olacaktı.”[34] diyerek problemin halk biliminin daha çok edebiyat kısmı ile
uğraşan bir uzmanın veya sadece halk müziği ile
uğraşan bir uzmanın çözebileceğinden daha zor
bir iş olduğunu belirtir ve bu noktada edebiyat
alanından gelen uzman ve müzik alanından gelen
uzmanın ortak bir çalışma yapmaları gerektiğini
tavsiye eder.
Bugüne kadar; gerek edebiyatçılar gerekse
müzikologlar, kimi ortak noktada birleşen türkü
tasnifi yapmışlardır. Biz, bu konuyu uzmanlarına
bırakıp, Mehmet Özbek’in “Folklor ve Türkülerimiz” adlı eserinde yapmış olduğu tasnifi, bizim
derlemiş olduğumuz türküler için de geçerli olduğu için burada aynen vermeyi uygun buluyoruz.
Buna göre türküler üç ana başlık altında toplanmaktadır:
33. Onay,8.
34. Petrev Naili Boratav, Halk Türkülerine Dair Folklor
ve Edebiyat – 2, 2.bas., 1991, s.337.
89
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
I.
Ezgilerine göre,
II.
Konularına göre,
III.
Yapılarına göre,
Mehmet Özbek yapmış olduğu bu ana tasnifteki grupların her birini kendi içinde alt gruplara
ayırarak ve her alt gruba örnekler vererek tasnifini
şöyle sürdürür:
I. Ezgilerine göre:
Ezgide esas olan usul ve ritimdir. Bu bakımdan
ezgilerine göre türküleri de ikiye ayırıyoruz:
I.1. Usulsüz Olanlar:
Bunlara uzun hava diyoruz. Uzun havaların da
çeşitleri vardır: Bozlak, Hoyrat, Divan, Koşma,
Kayabaşı, Maya, Çukurova, Garip, Kerem, Kesik Kerem, Aydos, Eğin, Müstezat, Türkmani gibi.
Bu havalar ayrıca ağızlara göre de ayrılırlar: Urfa
Ağzı, Kerkük Ağzı, Erzurum Ağzı, Acem Ağzı vb.
I.2. Usullü Olanlar:
Genellikle oyun havaları bu gruba girer. Bu
ritimli, usulü türkülere Urfa’da “Kırık Hava”,
Konya’da “Oturak” adı verilir. Kırık havalar bölgelere göre değişik adlar alırlar: Karadeniz’de
“Horon” ve denizci türkülerine “Yalı Havası”,
Harput yöresinde “Şıkıltım”, Ege’de “Zeybek”,
Ordu, Giresun, Marmara ve Trakya’da “Karşılama”, Erzurum ve Kars yöresinde “Sümmani Ağzı”,
Isparta ve Eğridir yöresinde “Dattiri” adı verilir.
II. KONULARINA GÖRE:
II.1. Lirik Türküler:
İnsanî duyguların çok etkili ve coşkun bir şekilde anlatıldığı türküler bu gruba girer.
II.1.1. Aşk, sevda türküleri.
II.1.2. Gurbet türküleri (Ayrılık, asker, mapushane türküleri).
II.1.3. Ağıtlar (ölüm, tabii afetler üzerine).
II.1.4. Ninniler.
II.2. Satirik Türküler:
Kişiyi veya toplumu kınayan, yeren türküler
bu gruba girer.
II.2.1.Güldürücü türküler (mizahi türküler).
II.2.2.Taşlamalar, ilenmeler.
II.3. Olay Türküleri:
Belli bir olaya dayanan türküler bu gruba girer.
II.3.1. Tarihî türküler (destanlar, kahramanlık
ve serhat türküleri).
II.3.2. Eşkıya türküleri (derebeyi, cinayet türküleri).
II.4. Tören ve Mevsim Türküleri:
Belirli anlarda, söylenen türküler bu gruba girer.
II.4.1. Kına, düğün, esvap giydirme töreni türküleri.
II.4.2. İtikat ve mezhep törenleri türküleri.
II.5. İş ve Meslek Türküleri:
Çeşitli meslek kuruluşları için yakılmış türküler bu gruba girer.
II.5.1. Esnaf türküleri.
II.6. Pastoral Türküler:
Çoban ve kır hayatını anlatan, tabiat güzelliklerini konu edinen türküler bu gruba girer.
II.6.1. Tabiat türküleri.
II.7. Didaktik Türküler:
Dinleyene ders veren, bir şeyler öğreten türküler bu gruba girer.
II.7.1. Öğretici türküler.
II.8. Oyun Türküleri:
II.8.1. Ritmik dans türküleri.
II.8.2. Temsilî oyun türküleri.
III. Yapılarına göre:
III.1. Bentleri mani dörtlüklerden kurulu
türküler:
Anonim halk edebiyatında en yaygın olan
şekildir. Her dörtlüğün kafiye şekli mani gibidir.
Hecenin 7, 8’li kalıplarıyla yazılırlar.
III.2. Bentleri iki mısralı türküler:
Bunlar, bağlantı (kavuştak) mısraların eklenmesi ve bu mısraların sayısına göre de değişik şekillerde bulunur.
III.3. Bentleri üç mısralı türküler:
Bunlara da bağlantı (kavuştak) mısraları ekler
ve bunların sayısına göre değişik şekiller arz ederler.
III.4. Bentleri dört mısra olup, bağlantıları
(kavuştakları) mısra sayısı olarak değişen türkü
şekilleridir.
III.5. Bağlantıları her mısradan sonra tekrar
edilen türküler.
III.6. Bağlantısı başta olan türküler.
III.7. Her bentten sonra değişik kalıpta iki bağlantısı olan türküler.■
90
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Bir süredir yürütmekte olduğum
“kitapvitrin” sayfası sizlerden
gelen olumlu-olumsuz eleştirilerle sürekli yenilenerek sizlere
hitap etmekte. Bize ulaşan
kitapların çokluğu ve sayfa sayısının sınırlı olması nedeniyle
tüm kitaplara yer verememekteyiz. “Bize Gelenler” alt başlığı
altında mümkün mertebe bu
kitapların isimlerini de zikredeceğiz. Kitapvitrin köşemizle
ilgili olarak her türlü görüş ve
düşünceleriniz için e-posta adresimiz [email protected]
A. FARUK GÜLER
Ş
air ve yazar kimliğiyle tanıdığımız ve
Türkçeye gösterdiği hassasiyetle gönüllerde taht kuran Yavuz Bülent Bakiler’in Türk
Edebiyatı Vakfı tarafından üç kitabı yayınlandı.
Türk kültürüne verdiği önem ve milli, manevi
değerleri ön plana alan çizgisiyle yıllardır sürdürmekte olduğu sanat yaşamında birbirinden
değerli eserlere imza atan Yavuz Bülent Bakiler, “Elçibey” (2.Basım), “Muhsin Başkan” ve
“Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır” adlı
üç eseriyle karşımızda.
Elçibey (Azerbaycan’ın unutulmaz
lideri)
Yavuz Bülent Bakiler’in bu eseri Azerbaycan
Sovyeti’nin son yirmi yılına etki etmiş bir lider
ve onun görüşleri ışığında şekillenmiş düşünce-
leri anlatması bakımından önemli. Kitapta gerek
Elçibey ile yapılan yüz yüze görüşmelere gerek
Elçibey üzerine yapılan konuşmalara yer verilmesi esere bir belgesel havası katmakta.
Elçibey’in yetişmesinde ve gelişmesinde etkili olan etmenlere de yer verilen kitap,
lider portresinin nasıl ortaya çıktığını da göstermekte. Kitabın son bölümünde Eliçibey’in
vefatından sonra Türk basınında çıkan yazılara
yer verilmekte. Son bölümde yer alan bu yazılar
birçok yazı arasından seçilerek bir kısmı buraya
nakledilmiş. Bu yazılara nazar edilirse dikkatli bir
seçimin yapıldığını görebiliriz. Kitap, Elçibey ve
davasını bize tanıtmakta ve anlaşılır kılmakta.
Elçibey (Azerbaycan’ın unutulmaz lideri), Yavuz Bülent Bakiler, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2.Baskı, İstanbul, 2009
91
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
Muhsin Başkan
Yavuz Bülent Bakiler’in derlediği ikinci kitap
olan “Muhsin Başkan” adlı eser, yakın dönem
Türk siyasetinin etkin isimlerinden olan Muhsin
Yazıcıoğlu’na bir vefa örneği. Kimilerine göre
elim bir kaza sonucu, kimilerine göre de bir kurgu
sonucu hayatını kaybeden Muhsin Yazıcıoğlu’nun
yaşamını bütün yönleriyle anlatması bakımından
önemli. Kitapla birlikte Muhsin Yazıcıoğlu’nun
mücadelesi ve siyasi vizyonu işlendiği gibi yer
yer küçük anekdotlarla kaygıları, umutları da verilmeye çalışılmış. Muhsin Başkan’ın elim helikopter kazası sonucu enkazı arama sırasında yazılan yazıların da yer aldığı kitapta hatıralar ağırlıklı olarak yer almakta. Muhsin Yazıcıoğlu’nun
ebediyete uğurlanması sonrası bir saygı duruşu
niteliğinde olan eser için Yavuz Bülent Bakiler
büyük bir vefa örneği sergilemekte.
Muhsin Başkan, Yavuz Bülent Bakiler, Türk
Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2009
Sekizinci şehir
İz Bırakanlar
Bir şehrin iç dünyasına girebilmek, onun kültürel değerlerine nüfuz edebilmek ancak ve ancak
o şehirde yaşayan insanları tanıma süreciyle gerçekleşebilir. Çünkü şehir, sadece betonarme yapılardan örülmüş bir sistem değildir. Nevval Çizgen,
“Kent ve Kültür” adlı kitabında: “Yani kent anlamsız bir yığın değildir. Zaman boyutu üstünde
tutunmuş bir organizmadır. Devinimdir. Hareket
edebilen veya edemeyen her şeyin ortak devinimidir kent imgesi.” Şehri anlayabilmek, onu yorumlayabilmek için de o şehre damgasını vurmuş,
adını kazımış kültür insanlarının ayak izlerini takip etmek gerekmektedir. Bu düşüncelerle yola
çıkan Zekeriyya Bican, yazmış olduğu Sekizinci
Şehir’in ikinci kitabı olan “İz Bırakanlar” alt başlıklı eserinde Elazığ’la adları özdeş olmuş, şehrin
kültürel dokusuna nüfuz etmiş insanlarını anlatmayı, onları yeni nesillere aktarmayı kendisine
vazife bilmiş.
211 kişinin biyografilerine yer verildiği çalışmada yazar, isimleri belirlerken hangi kriterleri kıstas aldığına dair bir açıklama yapmamakta. Öznel bir değerlendirme neticesinde kişilerin
Azerbaycan yüreğimde bir
şahdamardır
Eserin ithaf kısmında Karabağ’dan başlayarak
Anadolu coğrafyasında devam eden vefat etmiş
atalarının ruhlarına bir Fatiha okunmasını belirten
yazar 1980 yılından itibaren Azerbaycan’a yaptığı
seyahatler sonrası intibalarını kaleme almakta. 25
yıllık bir özlemin vücut bulmuş hali olan eserde
Azerbaycan’daki Türklerin acılarını, sevinçlerini, yaşadıkları dramları, çekilen zulümleri Yavuz
Bülent’in eşsiz kaleminden okumak mümkün.
Satır aralarında Azerbaycan’ın Türkiye’ye olan
özlemi, beklentileri, hayal kırıklıklarının yanı sıra
sosyalist rejimin kendi üzerlerinde kurduğu baskı
ve şiddetin boyutlarını, yaşanan insanlık dramlarını da görmekteyiz. Azerbaycan’ı yüreğindeki
bir şah damar kadar yakın gören yazar her Türk
gencinin okuması gereken bir Azerbaycan resmi
çizmekte.
Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır,
Yavuz Bülent Bakiler, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2009
92
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
belirlenmesi, Elazığ için yazarın gözüyle bir “İz
Bırakanlar” listesi hazırlanmasına sebep olmuş.
Ayrıca yer alan bazı isimlerin Elazığ’da ne derece
iz bıraktığı da hayli sorgulanabilir nitelikte. Ancak
bazı isimlere yer verilmemesi de ayrı bir soru işareti. Elazığ için hazırlanmış böylesi güzel bir kitabın daha titiz araştırmalar sonucunda isim tespiti
yapılarak yazılmasını gönül arzu ederdi. Elazığ
için “İz Bırakanlar” alt başlığını kullanan yazar,
kişi seçimlerinde sadece Elazığ doğumluları değil uzun süre Elazığ’a hizmet etmiş insanları da
değerlendirmekte. “Yazardan Birkaç Söz” bahsinde yazar keşke eseriyle ve isimlerin tespitiyle ilgili daha açıklayıcı bilgiler verseydi.
Eserin başında “Harput ‘Kale Mahallesi’nde
Bir Düğün Alayı” başlıklı hikâye ile başlayan yazar tarihi bir olayı kendi iç dünyasında
kurgulayarak yorumlamakta. Prof. Dr. Esma
Şimşek’in sunuş yazısında belirttiği üzere şahısların doğum tarihlerine göre bir tasnife gidilmesi Elazığ’ın son yüz yıl içindeki gelişim ve
değişimini de göz önüne sermekte. Ancak eserin
içinde bu söyleme aykırı bir sıralamanın da söz
konusu olduğu görülmekte. Kişiler anlatılırken
kuru bir anlatım tercih edilmemesi, şahısların
yakın akrabalarının yazılarına yer verilmesi;
eserlerden alıntılar yapılması, hatıralara yer verilmesi güzel düşünülmüş. Tarihe tanıklık eden
fotoğraflara yer verilmesi ise içeriği zenginleştirmiş.
Birtakım eksikliklerine rağmen gelecek nesillere bırakılacak başvuru eser konumunda olan
Zekeriyya Bican’ın kaleme aldığı “Sekizinci Şehir
İz Bırakanlar”, şehri şehir yapan Elazığ insanını
anlatması bakımından güzel bir çalışma.
Sekizinci Şehir ‘İz Bırakanlar’, Zekeriyya
Bican, Örnek Ofset Matbaacılık, Elazığ 2009,
Tel:0424 2121732
Zamansız bahçeler
Mustafa Miyasoğlu yalnızca şiir, hikâye ve roman
gibi edebiyatın ana türlerinde eser vermiyor; deneme, inceleme ve biyografi gibi öteki türlerde de teklif
tenkitlerini ortaya koyuyor. Bu kitaptaki yazılar, ülkemizin temel kültür ve edebiyat meseleleri üzerine
kafa yoran bir sanatçının görüşlerini ve tespitlerini bir
araya getiriyor.
Zamansız Bahçeler, sosyal ve siyasi şartları da
dikkate alan kültürel yazılardan oluşuyor. Bu yazılar,
geçtiğimiz yüzyılın kültür hayatında herkesi ilgilendirdiği halde yeterli birikim ve sağduyulu bakış açılarıyla ele alınmadığı için, hâlâ vuzuha kavuşamayan
hususları yeniden ele almaya çalışıyor. O yüzden de
bu kitaptaki görüşlerin, elbette birer tesbit ve teklif
olarak, her bakımdan tartışmaya açık ufuk arayışı gibi
karşılanması beklenir.
Sağlıklı bir kültür ve sanat hayatı oluşturmak
yolunda, herkesten çok düşünür ve sanatçılara iş
düştüğü ortadadır. Yerli bir bakış açısıyla tutarlı bir
zihniyetin oluşması bizim için çok önemli. Zamansız
Bahçeler’in yerli bir kültür hayatı oluşmasına katkısı
bizi sevindirecektir.
Zamansız Bahçeler, Mustafa Miyasoğlu, Konak
Yayınları, İstanbul, Eylül 2009
İsteme Adresi: Ticarethane Sok. Merkezefendi
Mah. G/55. Sk. No: 6A. Zeytinburnu / İSTANBUL
Tel: (0212) 638 18 51
93
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
başka biçimde yargılandığı çok gö­rülmüştür.
(…) Şairin var­lığı, ancak estetik duyuşla sezilebilir. Bundan ötü­rü de şair hiçbir zaman tam
olarak tanıtılamaz, ona ancak işaret edilebilir.”
diyor yazar.
Şiir, sıradan insanların yaşantısı dışında yakalanan geniş bir âlemin; Yahya Kemal’in ses
diye isimlendirdiği ‘estetik’le birleşmesinden
doğar. Şair; bütün insanlardan ayrı bir dil konuşur; çünkü kendine bir keçi yolu bulmuştur o,
orada yürümektedir. “Velhasıl, şairlik geniş bir
evren ve dolgun bir yaşantı ister. Kılavuzu ise
önce kendi gönlüdür şairin... ”
Mahatma Gandhi
Emre Miyasoğlu tarafından tercüme edilen eser,
“silahsız savaşçı”, “taçsız kral” gibi kavramlarla anılan Gandhi’nin farklı kimliği ve kişiliğinin
üçüncü şahısların kaleminde yeterince yer bulamamıştır. Bu kitap, onun hayatının kendi kaleminden
ele alındığı bir eser olması sebebiyle önemlidir.
Emre Miyasoğlu, dünyaca tanınmış bu önemli ismin
eserini Türkçeye çevirerek Gandhi ile zaman ve mekan ötesi bir bağ kurmakta.
Mahatma Gandhi (Otobiyografi), Çev. Emre Miyasoğlu, Konak Yayınları, İstanbul 2009
Yirmi beş yıla yaklaşan bir zaman diliminde, yazının yanı sıra, değişik dergilerde şiirleri
de yayımlanan İsmail Bingöl, uzun bir aradan
sonra, şiirlerinin bir bölümünü, “Ay Düşleri”
adını verdiği kitapta bir araya getirdi. Ares
Yayınları tarafından basılan kitaptaki şiirler; yıllar içerisinde Kırağı, Akademi, Kalem
ve Onur, Düşünce ve Sanatta Adım, Çizgi, Ay
Vakti Türk Edebiyatı, Dergâh, Lika, Sühan,
Mortaka, Beyazdoğu, Tarih Yolunda Erzurum,
Erzurum Sevdası, Bizim Külliye, Az Edebiyat,
Buruciye gibi değişik dergilerde; edebistan,
dergibi, turkedebiyatı, turkuler, sanatalemi.
net, ögretmenlersitesi, şiraze gibi edebiyat ve
kültür sitelerinde yayımlandı.
“Ay Düşleri”; deneme, şehir yazıları, röportaj tarzında yayına hazır başka eserleri de olan
Bingöl’ün, daha önce yaşadığı şehirle ilgili
olarak yazdığı portre ve denemelerini bir araya
getirdiği “Türkülerde Yaşayan Şehir Erzurum”
adlı kitabının ardından yayımladığı ikinci kitabı.
Ay Düşleri, İsmail Bingöl, Ares Yayınları
2009
_______________________
Bize gelenler
Ay düşleri
Şair ve yazar İsmail Bingöl, şiirlerini “Ay
Düşleri” adlı kitapta topladı. “Şair, çağının kültürünün etkisi altındadır ve zamana bağlıdır. Ancak yine de şairin baş­ka başka çağlarda, başka
Mücahit Koca’nın “Ebcedhan”, “Ermiş
Sevinci”, “Alaturka Divan” ve “Kılıç ve
Kelebek” adlı şiir kitapları ile yazar İmdat
Avşar'ın "Çiğdemleri Solan Bozkır" adlı hikâye
kitabı elimize ulaşmıştır. Bu kitaplar ile ilgili daha
geniş bir değerlendirmeyi bir sonraki sayımızda
okuyabilirsiniz.
94
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
NAMIK YUSUF
B
u sayımızda öncelikle Bestami Yazgan’ın
Nar ve Gonca Yayınlarından yeni çıkan dört
kitabını tanıtmaya çalışacağız.
Yazar ve şair Bestami Yazgan’ın Nar Yayınlarından, Yağmur Kuşları isimli masal ve Gökkuşağı
Sevinci isimli şiir kitabı; Gonca Yayınlarından da
Hazinenin Şifresi ve Sıcak Ekmek Kokusu isimli
hikâye kitapları çıktı. Ayrıca Erdem Yayınları, yazarın Güneşle Ay Duymasın isimli şiir kitabının ikinci
baskısını yaptı.
42. sayımızın bir diğer kitabı Ünver Oral’a ait
Karagöz’den Hikâyeler:
Karagözcü Amca Ünver ORAL, dolu dolu 15
hikâye ve 145 sayfadan oluşan bir kitap yazmış çocuklarımız için. Okudukça Karagöz’ü analım ve
Karagöz’ü yaşatalım diye.
Kıymetini bilemediğimiz, köklerimizin kendisi
olan bir çift kahramanı Karagöz ve Hacivat’ı yaşatmayı görev edinmiş Ünver ORAL. Çocuklarımızın
büyük bir zevk ve heyecanla izlediği Karagöz’e yeni
oyunlar yazarak sahip çıkıyor. Zamana ve sahiplenmeye çalışanlara karşı. Bizden tek istediği ise onları
okumak, okutturmak...
Hikâyeler Karagözcü Amca Ünver Oral’dan, okumak çocuklardan… Yanağımızda sonsuz tebessümler
vaat ediyor bu okumalar.
Nar yayınları çocuklarımızı hiçbir zaman unutmayacak ve unutmadığını da bastığı yeni kitaplarla
bize göstermekten de geri durmayacak.
Yayınevimizin diğer yayınlarına gelince:
Mehmet Nuri Yardım’a ait Yıldızlarla Uyumak romanı,
Hasan Latif Sarıyüce’ye ait, Beyaz Kanatlı Kuş
romanı ve yayınevinin kendisine ait 40 Hadis (İnsan
İlişkileri Üzerine.)
Yazgan Bestami; Gökkuşağı Sevinci, Nar Yay.
İstanbul. 2009
Yazgan Bestami; Yağmur Kuşları, Nar Yay. İstanbul. 2009
İsteme Adresi: Nar Yayınları Müzik Film ve
Reklâmcılık Ltd. Şti. Ankara Cad. Vilayet Han.
10/202 Cağaloğlu İstanbul. Tel: (0212) 5123769
Yazgan Bestami; Hazinenin Şifresi, Gonca
Yay. İstanbul. 2009
Yazgan Bestami; Sıcak Ekmek Kokusu, Gonca
Yay. İstanbul. 2009
İsteme Adresi: Gonca Yay. Tel:(0216)3184288
Oral Ünver, Karagöz’den Hikâyeler, Nar Yay.
İstanbul. 2009
İsteme Adresi: Nar Yayınları Müzik Film ve
Reklâmcılık Ltd. Şti. Ankara Cad. Vilayet Han.
10/202 Cağaloğlu İstanbul. Tel: (0212) 5123769
Yardım Mehmet Nuri, Yıldızlarla Uyumak,
Nar Yay. İstanbul. 2009
İsteme Adresi: Nar Yayınları Müzik Film ve
Reklâmcılık Ltd. Şti. Ankara Cad. Vilayet Han.
10/202 Cağaloğlu İstanbul. Tel: (0212) 5123769
Sarıyüce Hasan Latif, Beyaz Kanatlı Kuş, Nar
Yay. İstanbul. 2009
İsteme Adresi: Nar Yayınları Müzik Film ve
Reklâmcılık Ltd. Şti. Ankara Cad. Vilayet Han.
10/202 Cağaloğlu İstanbul. Tel: (0212) 5123769
Nar Yayınları, 40 Hadis İnsan İlişkileri Üzerine ( Esprili İllüstrasyon ve Fotoğraflarla), Nar Yay.
İstanbul. 2009
İsteme Adresi: Nar Yayınları Müzik Film ve
Reklâmcılık Ltd. Şti. Ankara Cad. Vilayet Han.
10/202 Cağaloğlu İstanbul. Tel: (0212) 5123769■
95
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0
96
ar alık-ocak-şub at
2 0 0 9 - 1 0

Benzer belgeler