kentsel yerleşmeler
Transkript
kentsel yerleşmeler
Cihan Altun KENTSEL YERLEŞMELER 2000’li yılların başlarından itibaren dünya nüfusunun yarıdan fazlası artık kentlerde yaşıyor. Dünya kentsel nüfus oranı, %52’dir (BM’nin 2011 Dünya Kentleşme Beklentileri’ne göre). 3,6 milyarı aşan sayıdaki insan kentlerde yaşıyor. Dünya kentsel nüfus oranı, yıllar itibariyle de artmaktadır. Aralarında önemli farklar olmasına rağmen gelişmiş, gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerde kentsel nüfus oranı yükseliyor. Kentsel nüfus yüzdeleri, ABD (%82) ve Kanada (%81), Batı Avrupa (%80), Japonya (%91) ve Avustralya (%89) gibi gelişmiş kapitalist ekonomilerle, Güney Kore (%83) ve Singapur(%100) gibi hızla büyüyen ekonomilerde daha yüksektir. Kentsel bir Dünya Dünya’da, özellikle gelişmiş kapitalist ekonomilerde kentsel nüfus yüzdelerinin yüksek oranları, herkesi günlük yaşamda kentsel ilişkilere bağımlı yapmıştır. Kentsel bir dünyada yaşıyoruz ve gelişmiş kapitalist ekonomiler, neredeyse tümüyle yaşamın kentsel yönüne kenetlenmiştir. Kentsel olmayan alanlar da bilgi, finansal kapasite, sosyal bağlar, sosyal hizmetler, politik söylemler ve tutumlar ile popüler kültürün davranışsal dışavurumları gibi yaşam kaynakları ile kentsel alanlara güçlü bir biçimde bağımlı hale gelmiştir. Kentsel bir Türkiye Türkiye nüfusunun %77.3’ü kentsel alanlarda yaşıyor. Kentsel nüfus, 58.5 milyona ulaştı. Kentsel nüfusun 35.5 milyonu 16 büyükşehir belediyesi alanı içinde toplanmıştır (toplam nüfustaki payı %47). Türkiye kentleşme düzeyi açısından önemli bir büyüklüğe ulaşmıştır. Nüfus daha çok büyük kentlerde/kentsel bölgelerde yaşama eğilimindedir (2012 yılı sonu itibariyle ADNKS). Başlıca Şehir Tanımları Şehir, Farsça büyük kent, belde anlamına gelmektedir (Hasol 1998: 428). "Türkistan Maveraünnehir gibi bölgelerde yaşayan (Türk boyları) bir İran boyu olan Soğdlar (ya da Soğdaklar) ile yakınlık kurmuşlar, onları Türkleştirirken kendileri de kentleşmişlerdir. Başta kent ve şehir sözcükleri olmak üzere, yerleşik hayata ilişkin kimi kavramların Türkçeye Farsça'dan geçmiş olmasının nedeni bu yakınlıktır. Kentin Arapçası "Medine"dir. Türkler ise ona "balık" demişlerdir. Bu kelimenin çamur anlamına gelen balçık ile yakınlığı vardı. Bir yerleşmeyle ilk kez karşılaşan ve buradaki evlerin, savunma yapılarının kerpiçten yapılmış olduğunu gören göçebe Türkler, yerleşik hayatı bu yapı gereciyle özdeşleştirmiş, dolayısıyla da onu çağrıştıran bir adı benimsemiş olmalıdırlar" (Alsaç 1993: 12-13). Her dilin şehir anlamını karşılayan kendi kelimesi vardır. City (İngilizce), Citta (İtalyanca), Cite (Fransızca), Cuidad (İspanyolca), Stad (Almanca) şehri ifade eden kelimelerden birkaçıdır. Bütün bunlar Latince yurttaşlık veya yurttaşların oluşturduğu birlik anlamına gelen civitas'tan türemiştir. İngilizcede kullanılan Urban ile bunun Fransızca karşılığı olan urbain daha çok sosyolojik içerikli olup, niteleme sıfatı olarak kullanılmaktadır (Keleş 1997). Şehrin ne demek olduğunu hemen herkes bilir. Ancak şehir tanımı yapmak o kadar kolay değildir. Güçlükler, bir yandan şehirlerin şekil, boyut, görünüm ve fonksiyonları bakımından büyük farklılık göstermesinden, diğer yandan eskiden şehre özgü olan bazı özelliklerin kırsal alanlarda da yaygınlaşmasından kaynaklanmaktadır (Whynne-Hammond 1985: 213- 214). 1 Cihan Altun Ayrıca "şehir kavramım dar kapsamında değil, zamana ve mekâna bağlı olarak ele almak zorunludur. Her ülkenin gelişmişlik düzeyi, nüfusu, geleneksel tavırları ve bu konuya bakış açıları farklıdır" (Özçağlar 2000: 76). Ancak şehirleri kırsal alanlardan ayıran bir takım özellikler de yok değildir. Bu özellikler fiziki, ekonomik ve sosyal niteliklidir. Şehirlerin çoğu birbirine yakın, sıkışmış bina ve caddelere, yüksek nüfus yoğunluklarına ve tarım dışı fonksiyonlara sahiptirler. Şehirleri ayıran bir diğer ölçüt ise beşeri özelliklerdir. Birbirine yakın çevrelerde güçlü olmayan sosyal temasa sahip insanların çokluğu ve farklılığı, bireysel anonimlik, meslekî ve coğrafî hareketlilik, sosyal kararsızlık, karmaşık sınıf yapıları, insan sağlığı ve yaşama tarzında büyük değişiklikler ise beşerî özelliklere örnek verilebilir. Şehir konusunda uluslararası nitelikte kabul edilmiş bir tanım yoktur. Her ülke kendi tanımını yapmıştır. Bazı ülkeler idari sınırları ölçüt olarak kullanırken, bazıları nüfus ölçütünü, bazıları ise şehirsel fonksiyonları ölçüt olarak kullanmışlardır. "Ayrıca Afrika'da Avrupalıların kurduğu yerleşmelere şehir denilmesi dikkat çekicidir" (WhynneHammond 1985:213-214). İdari sınırlar dünya ölçüsünde en fazla kullanılan ölçüttür (Çezik 1982:4). Bu ölçüte göre şehir, belirli idari sınırlar içinde kalan, özel idari yapıya sahip yerleşmelerdir (Ertürk 1995:45). Ölçüt ülkemizde TÜİK (DİE) tarafından kullanılmaktadır. Buna göre, il ve ilçe merkezleri şehir, bucak merkezleri ve köyler kırsal alan olarak kabul edilmektedir. İdarî ölçüt veri toplamada kolaylık sağlaması bakımından önemlidir. Nüfus, idari sınırlardan sonra en fazla kullanılan ölçüttür. Nüfus ölçütünü iki şekilde kullanmak mümkündür. Bunlardan biri nüfus miktarı, diğeri ise nüfus yoğunluğudur. Ancak her iki ölçütün kullanılması da fiziksel bir sınırın tespitini gerekli kılmaktadır. Nüfus miktarı ölçütü kullanıldığı zaman idari sınırlar esas alınmakta, "İdari sınırlar ise kentin fonksiyonel sınırları ile çakışmamaktadır" (Çezik 1982:4). Nüfus miktarı Ölçütünde esas, belirli nüfus miktarının üzerinde nüfusa sahip yerleşmelerin şehir, bunun altında kalan yerleşmelerin ise köy kabul edilmesidir. Belirlenen değer değişen koşullara bağlı olarak, ülkeden ülkeye farklılık göstermektedir. Danimarka, İsveç ve Finlandiya'da şehir, nüfusu en az 250 kişi olan yerleşmelerdir. Kanada ve Venezüella'da bu değer 1000, Arjantin ve Portekiz'de 2000, ABD'de 2500, Hindistan'da ise 5000 kişi kadardır. Nüfus miktarı konusunda ülkemizde kullanılan değerler arasında da farklılıklar söz konusudur. Örnek olarak 17 Mart 1924 Tarih 442 Sayılı Köy Kanunu nüfusu 2000'den az olan yerleşmeleri köy, 200020000 arasında kalan yerleşmeleri kasaba, 20000'den fazla yerleşmeleri ise şehir olarak kabul etmektedir. Aynı şekilde 1930 Tarih 1580 Sayılı eski Belediye Yasası'nda nüfusu 2000'i aşan yerleşmelerde belediye kurulabileceği belirtilmiş, böylece köy-şehir ayrımı yapılmıştır (Ertürk 1995: 45). Ancak 24 Aralık 2004 tarihinde yürürlüğe giren 5272 Sayılı yeni Belediye Kanununun 4. maddesinde nüfusu 5000 ve üzerindeki yerleşmelerde belediye örgütünün kurulacağı belirtilmektedir. 2 Cihan Altun Şehir-köy ayrımı için kanunlarımız gibi, bilim adamlarımız arasında da benimsenmiş bir nüfus miktarı mevcut değildir. Örnek olarak, Darkot, Selen ve Louis 3000 nüfus ölçütünü esas almışken, Tunçdilek ve Tümertekin başlangıçta (1958) 5000 kıstasını, Tümertekin daha sonra (1965) 10000 kıstasını esas almıştır. 10000 kıstasını esas alanlar arasında Reuter (1946) ve Keleş (1962) de vardır. Ancak uzun süredir kullanılan 10000 nüfus miktarının bugünkü şartlarda yeterli olmadığı konusu Çezik (1982) ve Özçağlar (2000) tarafından ortaya konulmuştur. Çezik'in, DPT için yaptığı "Kent Eşiği Araştırması (Türkiye İçin Kent Tanımı)" adlı çalışmada vardığı sonuçlardan biri de 20000 ve 50000 nüfus sınırlarının ülkemiz için kent ayrımında kullanılması zorunluluğudur. "50000 nüfus eşiğinin objektif şartlarda daha gerçekçi oluşuna karşılık, sübjektif şartlarda, yani Türkiye'nin kendine özgü, daha küçük yerleşme birimlerine dayalı fizikî yapısı dikkate alındığında 20000 nüfusun kent alt nüfus eşiği olarak belirlenmesi daha uygun görülmektedir" (Çezik 1982:136). Özçağlar (2000), konunun mekânsal boyutu kadar, zamansal boyutuna da dikkat çekmektedir. Buna göre Türkiye'nin nüfusu devamlı artış halinde olduğundan şehir-köy ayrımında esas alınacak nüfus miktarının sabit tutulması hiç de doğru değildir. 1923-1950 yılları arasında bir yerleşmenin şehirsel özellikler kazanmaya başladığı nüfus miktarının alt sınırı (köy-şehir sınırı) 3000-5000 iken, 1950-1970 döneminde bu değer 10000'e yükselmiş, 19702000 döneminde ise 20000'i bulmuş, hatta 30000'e yaklaşmıştır (Özçağlar 2000:76-77). Şehir ayrımında kullanılan ölçütlerden biri de, nüfus yoğunluğudur. Wilcox, "Şehirsel Toplum (The Urban Community)" adlı eserinde, nüfus yoğunluğu 100 mil2'den az olan yerleşmeleri kırsal, 100 ile 1000 mil2 arasında olan yerleşmeleri köy, mil2'ye 1000'den fazla nüfus yoğunluğuna sahip yerleşmeleri ise şehirsel olarak tanımlamıştır. Mark Jefferson ise "Büyük Şehirler (Great Cities)" adlı eserinde mil2'ye l0000'den fazla nüfus yoğunluğuna sahip yerleşmeleri şehir olarak tanımlamaktadır (aktaran Taylor 1951:175). Ülkemizde kullanılmayan bu ölçütün eksik yönleri yok değildir. Bunlardan biri nüfus yoğunluğunun şehrin sosyal özellikleri ile birlikte düşünülmemesidir. Diğeri ise nüfus sayımları insanların gece evde bulunması esasına göre yapıldığından, şehri şehir yapan ticaret ve sanayi alanlarının boş olarak düşünülmesi ve şehir sayılmamasıdır (Wirth 1951:49). Şehir tanımında kullanılan kıstaslardan biri de fonksiyonlardır. Fonksiyon ölçütü kır ve şehir yerleşmeleri ayrımında kullanılan en isabetli ölçüttür. Nüfus miktarının kullanılması pratik olmakla birlikte, şehir-köy ayrımında kullanılması en uygun olan ölçüt fonksiyon ölçütüdür. "Bu durum, coğrafyacıyı köy ve şehir kategorilerinin ayrılmasında yerleşme noktaları nüfusunun ekonomik fonksiyonlara dayanılması düşüncesine daha da yaklaştırır. Ancak böyle bir ayrıma teşebbüs edilince, ne kadar büyük güçlüklerle karşılaşılacağı hemen ortaya çıkmaktadır. Ekonomik fonksiyon ölçütü yerleşmelerin nüfus miktarından ayrı olarak ele alınınca, memleketin bütün yerleşme noktalarını birer birer elden geçirilip hangilerinin köy, hangilerinin şehir olduğunu tespit etmek gerekir ki buna hiç bir istatistik kaynağı imkân vermez" (Darkot 1967: 4). Ancak bu durum nüfus miktarının bu ayrımda göz ardı edilmesi anlamına gelmemektedir. "Aslında şehirsel fonksiyonların var oluşu ve çeşitliliği ile yerleşmelerdeki nüfus miktarları arasında yakın bir ilişki söz konusudur. Bu ilişki ana çizgileriyle şehirsel fonksiyonların gelişebilmesi için gerekli nüfusun alt miktarına da yansır. Yerleşmelerin kır ve şehir olarak ayrımında fonksiyonlar ile yerleşmenin nüfusunun birlikte ele alınması gerekir" (Tümertekin 1973:42-43). 3 Cihan Altun Fonksiyon ölçütünde tarım dışı faaliyetler esas alınır. Ancak tarım dışı faaliyet yüzdesinin ne olması gerektiği, tarım dışı faaliyetin sanayi ve hizmet sektörleri arasında ne şekilde paylaştırılacağı, ayrıca tarım dışı faaliyet hacminin hangi kıstaslara dayalı olarak tespit edileceği konularında ülkeler arasında farklılıklar bulunmaktadır. Tarım dışı faaliyetin hacmi konusunda ülkeler arasında kabul edilmiş bir sınır yoktur. Gelişmişlik derecesine bağlı olarak bazı ülkeler % 50'nin üzerinde sanayi faaliyetine sahip yerleşmeleri şehir kabul ederken, bazı ülkelerde bu değer % 80 kadardır. Tarım dışı faaliyet hacmi kadar, bu hacmin istihdam rakamları, katma değer, üretim miktarı veya üretim değeri ile mi ifade edileceği konusunda da farklılıklar bulunmaktadır (Çezik1982:6). Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de daha kolay elde edilmesine bağlı olarak, istihdam ölçütü esas alınmaktadır. Buna göre şehir, "Yerleşme biriminde yaşayanlar içinde faal nüfusun tamamı yahut büyük kısmı, hiç değilse yarıdan fazlası, geçimini topraktan sağlıyorsa o yerleşme [yeri] kırsal bir yerleşme, meselâ bir köydür. Eğer tarım faal nüfusun geçim kaynakları arasında yer tutmuyorsa yahut hiç değilse yarıdan az bir oranda kalıyorsa, [yani] geçim daha ziyade endüstri, ticaret, serbest meslek ve hizmetlerden sağlanıyorsa, yerleşme noktası kentsel bir yerleşme, şehir veya kasabadır" (Darkot 1967:4). Farklı şehir tanımlarının ortaya çıkışında, şehrin çok sayıda bilim dalının (tarih, ekonomi, mimarlık, siyaset ve sosyoloji gibi) inceleme alanına girmesi ile de ilgisi vardır. Bu bilim dalları konuyu değişik açıdan ele almakta, sonuçta farklı tanımlar ortaya çıkmaktadır. Çok sayıda bilim dalı şehirle ilgilenmesine karşılık, burada bunlardan sadece ikisi, sosyoloji ve coğrafya bilim dallarının, şehre bakış açıları ve şehir tanımları üzerinde durulacaktır. Sosyolojik kent tanımlarında hareket noktasını köy ve kent toplulukları arasındaki farklılıklar oluşturmaktadır. Daha doğrusu, sosyologlar "Kent denilen sosyal grubu köy topluluğunun karşıtı olarak görmüşler ve bu anlamda tanımlamışlardır" (Bal 1999: 19). Büyük Alman sosyoloğu Toennies, insan topluluklarını iki gruba ayırarak incelemiştir. Bunlardan biri cemaatler, diğeri ise cemiyetlerdir. Cemaatler, ırk, etnik köken ve kültür bakımından farklılaşmamış bireylerden meydana gelmektedir. Bireyler arasında ilişkiler samimîdir. Oysa cemiyetlerde farklılaşma söz konusudur. Bireyler arası ilişkiler yüzeysel ve menfaatlerle ilişkilidir ve hür iradeye dayanmaktadır. Böylece şehirler cemiyet hayatının, köyler ise cemaat hayatının yaşandığı yerlerdir (Yörükân 1968: 9). Yine sosyolojik olarak şehir, nispî olarak geniş, yoğun ve sosyal olarak ayrı cinsten (heterojen) bireylerin sürekli yerleşme yeridir (Wirth 1951: 40). Sosyolojik olarak şehri tanımlayan en güzel ifade 19. yüzyıl felsefecilerinden Thoreau'ya aittir. Yazara göre şehir "Milyonlarca insanın hep birlikte yalnız olduğu yerlerdir" (aktaran Ponting 2000: 275). Yani şehir, yabancıların tanınmadığı yerleşme veya yabancıların dünyasıdır. Coğrafyacının konuya bakış açısı farklıdır. Coğrafyacı şehri bir bütün olarak ele almakta ve incelemektedir (Tolun-Denker 1976: 2). Ayrıca coğrafyacı, şehir yerleşmesini, insan yapımı yaşama alanı olarak algılar. Boyut ve yönetim ölçütü gerçek şehri tanımlayamaz. Fonksiyon ve form şehir tanımının esasını oluşturur. "Kırsallığın karşıtı olan şehir, toprakla ilişkisi olmayan ve birbiriyle yakından ilişkili faaliyetlerin (kültür, ticaret, sanayi, yönetim ve ikamet ile ilgili faaliyetler) sınırları belli bir alanda toplandığı yerleşmelerdir" (Dickinson 1964:10). 4 Cihan Altun Ancak şehir ile ilgili tanımlarda birden fazla ölçütün esas alınmasına dikkat edilmelidir. Bu bağlamda şehir, belirli büyüklükte, toplu yerleşme şekline sahip, şehirsel yaşam şeklinin oluştuğu, dolayısıyla çeşitli kısımları arasında farklılıkların olduğu ve çevresinin merkezi konumunda bir yerleşme olarak tanımlanabilir (Göney 1984: 13). Aynı şekilde şehri, "Tarımsal olmayan üretimin yapıldığı ve tüm üretimin denetlendiği, dağıtımın kontrol edildiği, belirli teknolojinin beraberinde getirdiği büyüklük, yoğunluk, farklılaşma ve bütünleşme düzeylerine varmış yerleşme türü" (Aktüre 1975:101) şeklinde tanımlamak da mümkündür. Bütün bu açıklamalar dikkate alındığında şehirlerin aşağıdaki özelliklere sahip oldukları görülür. Bu özellikleri çoğaltmak da mümkündür: Şehir, miktarı zamana ve mekâna göre değişebilen bir sınırın üzerinde nüfusa sahiptir. Birbirleriyle ilişkileri yüzeysel olan, farklı amaç ve statüde bireyler bir arada yaşamak zorundadır. Faal nüfusun büyük kısmı tarım dışı faaliyetlere yönelmekte, dolayısıyla çeşitli fonksiyonlar ve farklı coğrafi görünümler ortaya çıkmaktadır. Bir takım sosyal kolaylıkların toplandığı bu nedenle birçok yeniliğin yapıldığı ve çevreye yayıldığı yerleşmelerdir. Farklı kural ve kurumlara sahip, çevresiyle etkileşim halinde ve çevresine çeşitli hizmetler sunan merkezi ve toplu yerleşmelerdir. Başlıca şehir tanımlarından sonra şehir ile köy yerleşmeleri arasında kalan kasaba kavramını açıklığa kavuşturmak ihtiyacı vardır. Konu fonksiyonel açıdan incelenebileceği gibi sadece nüfus miktarım dikkate alarak bir ayrım yapmak da mümkündür. Kasabalarda (town veya market town) "tek fonksiyonun hâkim olması hali" söz konusudur (Tümertekin 1965:12). Başka bir anlatımla kasabalarda şehirsel fonksiyonlardan sadece bir tanesi gelişmekte, buna ikinci bir fonksiyonun eklenmesi durumunda şehirler ortaya çıkmaktadır (TolunDenker 1970). Ticaret (pazar) ve oturma alanları kasabalarda bulunan işlevler olmasına karşın, şehirlerde birden fazla fonksiyon ön plana çıkmaktadır. Bunlar genel olarak ticaret, sanayi, oturma, sağlık, eğitim ve benzeri işlevlerdir. Fonksiyonel özellikleri dikkate alınmadan yapılan tanıma göre ise kasaba; "Nüfusu 20000 ve altında belediye örgütlü yerleşmelerdir" (Özçağlar 1997: 8). KENTSEL COĞRAFYANIN ALANI Şehir coğrafyası şehirlerle ilgilidir. Başka bir anlatımla şehir olarak tanımlanan yerlerin coğrafyasıdır. Nasıl ki coğrafya insanın evi olan yeryüzünde yerler arasında değişen çeşitli özelliklerin tasvir ve yorumunu yaparsa, şehir coğrafyası da şehirsel yerleşmelerin tasviri ve yorumlanması ile ilgilidir. Şehir coğrafyası genel bağlam içinde yerel değişkenlik ile ilgilidir. Bu ifadenin anlamı şudur: Şehir coğrafyası yerlerin (şehir ve kasabaların) farklılığını ve şehir içinde veya şehirler arasında mevcut düzenlilikleri insan ve çevre arasındaki mekânsal ilişkiler bakımından anlamaya çalışır. Buradaki çevre hem fizikî çevre, inşa edilmiş çevre (evler, fabrikalar, bürolar, okullar, yol ve köprüler), ekonomik çevre (ekonomik kurumlar, ekonomik yapı ve ekonomik hayatın düzenlenmesi gibi) ve hem de sosyal çevre (davranış normları, sosyal tavırlar, insanlar arası ilişkileri belirleyen kültürel ve siyasî değerler gibi) anlamına gelmektedir (Knox 1994). 5 Cihan Altun Beşeri coğrafyanın yakın zamanlı gelişen bir parçası olan şehir coğrafyası Pattison (1964) sınıflandırmasına göre sadece yer bilimleri geleneği ile ilgisi yoktur. [Kuşkusuz bu durum yer bilimleri geleneğinin saf fizikî süreçlerle ilgili olması, insanı hesaba katmaması ile ilgilidir. Yoksa şehirler havada asılı değildir]. Şehir coğrafyası, düzenler (veya kalıplar), lokasyonlar ve mekânsal etkileşim nedeniyle mekânsal gelenek ile ilgilidir. Arazi, bölgeselleşme ve yerlerin esas karakteri ile ilgilendiğinden alan incelemeleri geleneği ile ilişki içindedir. Yine insan çevre geleneği, şehir coğrafyasında insan şehirsel çevre etkileşimi şeklinde ortaya çıkmaktadır (Herbert ve Thomas 1982). Şehir coğrafyası şehirsel hayat ve şehirsel çevrenin tüm elemanları ile ilgilidir. Bu elemanlar ise daha çok beşeri niteliklidir. O şehirsel coğrafî görünümün mekânsal ve alansal yönlerini ele almaktadır. Bu durum şehrin çevresini ihmal ettiği anlamına gelmemektedir. Çünkü şehirsel olmayan alanlar da onunla karşılıklı ilişki içinde, bütünün bir parçası durumundadır. Bu açıdan bakıldığında şehir çevresiyle birlikte işlevsel bir bölge meydana getirir. Bu işlevsel bölgenin merkezi de şehirdir. Kuşkusuz şehirsel coğrafî görünüm aniden ortaya çıkmış değildir. Bu durumda zamanın önemi ortaya çıkar. Böylece bugünkü düzenin açıklanmasında tarihi coğrafyanın önemi kendiliğinden ortaya çıkar. Şehir coğrafyası kendi metotlarını kullanarak, şehrin işleyişini, buna bağlı olarak şehirsel sorunları, potansiyel gelişme alanları ve yönlerini tahmin eder. Böylece gerek bilgi toplama gerekse uygulama aşamasında şehir planlaması çalışmalarına katkıda bulunur. 6 Cihan Altun Coğrafyacılar dünyanın hem fiziki hem de beşeri çevresini araştırmakta; insanlığın nasıl değiştiğini ve doğal görünümü, atmosferi, suları, toprağı nasıl değiştirdiğini ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. Fiziki coğrafyacılar, yeryüzü şekillerini, uzun süreli hava durumu eğilimlerini ve paternlerini, bitki ve hayvanların doğa ve insan etkisiyle değiştirilmiş mekânsal dağılımlarını araştırırken; beşeri coğrafyacılar, insan ve faaliyetlerinin coğrafi mekândaki lokasyonlarına odaklanmıştır. Lokasyonel odaklanma, insan topluluklarının ekonomik faaliyetlerine ve davranışlarına, sosyal ve kültürel özelliklerine; yerler veya mekânlar (bölgeler) üzerinde dışa vurulmuş olarak politik ve güç ilişkilerine ilişkindir. Beşeri coğrafyanın bir alt alanı olan kentsel coğrafya, kentleri/ kentsel alanları inceler. Kentsel coğrafyacılar, araştırmalarında iki temel yaklaşım sergiler: 1)Kentsel/metropoliten alanlar arası yaklaşım: Bölgesel, ulusal veya küresel düzeyde bir kent sistemi veya kent grupları arasındaki ilişkiler üzerinde durmak, 2)Kentsel/metropoliten alan içi yaklaşım: Kentsel/metropoliten alan içinde insanların, faaliyetlerin ve kurumların lokasyonel iç düzenine dikkat çekmek. Kentsel coğrafya, dünyanın farklı bölgelerindeki kentlerin (Rus kentleri, Arap kentleri gibi) veya belirli konusal sorunların (yoksulluk, etnisite gibi) araştırılmasıyla da ilgilenir. KENTSEL COĞRAFYANIN KÖKENİ ve GELİŞİMİ Coğrafyacılar yirminci yüzyıl başlarında daha çok fiziki coğrafya, özellikle jeomorfoloji konularıyla, sınırlı sayıdaki coğrafyacı, beşeri coğrafya konularından tarım ve kaynak çıkarımı ile uğraşıyordu. Kentsel coğrafya, bu yüzyılın ilk yarısında kademeli şekilde ortaya çıkmış olsa da az sayıdaki akademisyen bu alanla ilgili çeşitli temel kavramlar geliştirmiştir. 1940’ların sonlarında Harris ve Ullman tarafından okutulmaya başlanan ilk derslere kadar kentsel coğrafya dersleri okutulmuyordu. 20. yüzyılın ikinci yarısı, coğrafyada bir alt alan olarak kent coğrafyasının gelişimine tanık olunmuştur. 21. yüzyılın başında kent coğrafyacıları, Coğrafi Bilgi Bilimi teknik alanında ve en fazla üyeye sahip coğrafyacı birliği olan AAG’nin içinde önemli bir kitle oluşturmaktadır. COĞRAFİ GELENEKLERİN KENTSEL COĞRAFYADAKİ İZDÜŞÜMLERİ VE ETKİLERİ Coğrafyanın Dört Geleneği: 19001970 7 Cihan Altun 1. Fiziki Gelenek Çok sayıda coğrafyacı, 20. yüzyıl başında yeryüzünün fiziki çevresi (özellikle yeryüzü şekilleri ve iklim) ile ilgileniyordu. Kentsel coğrafya az sayıda araştırma yapılan bir alt alandı. Kent coğrafyası, 1960 ve 1970’lerde coğrafyanın iyi gelişen bir alanı olarak ortaya çıkana kadar böyle devam etti. Kentlerin fiziki çevresi ilgi çekiyordu ve coğrafyacılar sel, çamur akması, kasırga gibi doğal afetler üzerine yoğunlaşmıştı. Dikkate değer bir araştırma konusu, kent merkezinde kırsal kent çevresinden daha yüksek sıcaklıkların kaydedilmesiyle ortaya çıkan şimdilerde yerel hava durumu tahminlerinde yaygın şekilde kullanılan kent içindeki ısı adaları üzerineydi (kent klimatolojisi) Fiziki gelenek, beşeri coğrafyacılar tarafından ihmal edildi. 2. İnsan – Çevre Geleneği Coğrafyada temeli Aristo’ya kadar inen ve çevresel determinizm diye bilinen kavram, insan uygarlığının gelişimini fiziki çevrenin özellikle de iklimin belirlediği ve denetlediği düşüncesini içerir. Çevresel determinizm, genelde ilkel insanların görülmesine rağmen uygarlıkların tropikal iklimlerde değil, orta enlemlerde değişken iklimlere sahip bölgelerde ortaya çıktığını ileri sürmüştü. Bu yaklaşıma göre doğa, insan faaliyetleri için sınırları ve olasılıkları belirler. Ancak insan davranışı, belirli bir yaşam tarzları yaratan kültürel geleneklerle dışa vurulur. Kentsel coğrafyada insan-çevre geleneği, kentlerin bulundukları yerlerle ilgilenmiştir. Açık deniz gemileri için derin liman yerleri, dağ sıralarındaki geçit yerleri, mineral ve kaynak çıkarımı için madencilik yerleri gibi. Doğal koşulların kalabalık nüfus merkezlerinin gelişiminde ana kontrol elemanı olduğunu ileri süren Tower (1905) veya dağlık bir çevrenin kentsel gelişime engel olduğunu iddia eden Semple’ın (1911) düşünceleri, bu yaklaşımdan türemiştir. 3. Bölgesel Gelenek 1920’lerden 1960’lara kadar hüküm sürmüş olan ve kentsel coğrafyanın üçüncü büyük geleneği durumundaki bölgesel yaklaşımda araştırmalar, tek bir kente odaklanmıştı. Araştırmalar, analitik olmaktan çok, betimsel ve genellikle tarihsel perspektifliydi; kentin nasıl büyüğü ve geliştiğine vurgu yapıyordu. Kentin bütün önemli fiziki ve beşeri özellikleri ortaya konuluyordu. Bölgesel yaklaşım, bir çok kente özel coğrafya çalışmalarının birikmesine neden olmuş (Platt 1928; Johnson 1936; Harris 1941; Dickinson 1947) ; kentsel coğrafyanın sosyal bilimlerin ana akımından uzun süre uzak kalmasına da yol açmıştır. 4. Mekansal Gelenek Kentsel coğrafyada 1950’lerden itibaren bölgesel geleneğin aşamalı biçimde yerine mekânsal yaklaşım geçmiştir. Mekânsal analiz; teoriler, hipotezler, sayısal yöntemler ve matematik modeller geliştirmeyi içermektedir (sayısal devrim). Nicel araştırmaları yürütme konusunda kentsel coğrafyacılara yardım eden temel bir etmen de 1960’lardan itibaren araştırma üniversitelerinde bilgisayarların kullanılması olmuştu. 8 Cihan Altun Bilgisayarlar, istatistiksel algoritmayı kopyalamayı kolaylaştırdı ve coğrafyacıların büyük hacimli veri setlerini kullanabilmesini etkinleştirdi. 1960’ların sonlarına doğru bugünkülere göre kötü kalitede olmasına rağmen bilgisayarla harita ve grafikler yapabilme mümkün hale geldi. 1954’te Bölge Bilim Derneği’ni kuran ekonomist Walter Isard kentsel coğrafyanın gelişiminde önemli rol oynadı ve o dönemin genel ekonomik modellerinin içine mekânsal analizi eklemeye çalıştı. Bu topluluğun gelişmesi ve yayılması, ekonomist, coğrafyacı ve nicel araştırma yapma eğilimindeki diğer bilim insanlarından oluşması, kentsel coğrafyacılar arasında kuvvetli bir istatistiksel araştırma ilgisi uyandırdı. Bölge Bilim Derneği, kentsel coğrafya alt disiplinini etkilemeye devam etmektedir. Mekânsal analizde en fazla ilgi, kentlerin nerede yer aldığına ilişkin olarak lokasyon teorisine toplanmıştır. Şehir Coğrafyasında Etkili Olan Başlıca Akımlar Şehir coğrafyasında bugüne kadar farklı akımlar söz konusu olmuştur. Bunları; Morfolojik akım, Fonksiyonel akım, Kuruluş gelişme akımı ve Kültürel-genetik akım şeklinde dört alt gruba ayırarak irdelemek mümkündür. Morfolojik Akım Morfolojik yaklaşım, şehir coğrafyası çalışmalarında bir akımı temsil etmiştir. Morfoloji veya fizyonomi şekil veya biçim anlamına gelmektedir. Kavram, coğrafyada özellikle yerleşme coğrafyasında, yerleşmelerin şekilsel bileşenleri olarak tanımlanmaktadır. Yerleşmenin şekil özellikleri ise, onun ana unsuru olan konutların arazi (yerleşim alanı/sit alanı) üzerindeki dağılım düzeniyle ilişkilidir. Smailes, kavramı şehir morfolojisi olarak ele almış, "Urban Landscape" veya "Townscape" (şehirsel coğrafî görünüm) olarak nitelemiştir. Buna göre "Townscape", şehrin fiziksel formu, alan ve binaların yerleşme alanı üzerindeki düzeni olarak tanımlanabilir. Başka bir anlatımla "Townscape'in" üç önemli bileşeni bulunmaktadır: Bunlar, cadde ve sokak planı veya düzeni, binaların mimarî stil ve tasarımı ve arazi kullanımıdır. Bütün bu bileşenlere bağlı olarak şehirler, morfolojik olarak, altı grupta incelenmektedir. Bunları lineer (çizgisel), ışınsal (radyal), konsantrik, semer, yay ve muhtelif biçimli şehirler olarak sıralamak mümkündür. Fakat zamanla değişik bilim dalları tarafından farklı anlamlarda kullanılan "Townscape", şehir coğrafyasında yukarıda verilen anlama ek olarak "tamamen öznel şehir imajı" anlamı da kazanmıştır. Bu konuda son zamanlarda yapılan başlıca çalışmalar daha çok şehirsel alanların şekil ve tasarımında mimar, planlamacı ve yöneticilerin rolü üzerine yoğunlaşmaktadır. Fonksiyonel Akım Fonksiyonel akımın iki yönü vardır. Bunlardan biri şehrin çevresi için merkezi yer olarak rolü, yani şehrin çevresiyle fonksiyonel etkileşimi, diğeri ise şehir içi fonksiyon alanlarının belirlenmesi ve bunların dağılışının nedenleriyle birlikte ortaya konulmasıdır. 9 Cihan Altun Kuruluş Gelişme Akımı Kuruluş gelişim akımı, şehirsel gelişimi, şehirsel alanların büyüme aşamalarına göre incelemektedir. Bir yerleşmenin kuruluş ve gelişimi yapılırken o yerleşmede ve çevresinde geçen tarihî olayların anlatımından çok, çeşitli kaynaklardan istifade edilerek onun geçmiş devirlerdeki coğrafyası ortaya konulmaya çalışılmalıdır. Gelişim aşamaları belirlenirken öncelikle şehrin fizikî büyüme eğilimleri ve eldeki veriler (bunlar kartografik veya yazılı olabilir) dikkate alınmalıdır. 20. yüzyılın ilk yıllarında Alman coğrafyacılar arasında güçlenmiş olan akıma göre Morfolojik ve fonksiyonel çalışmalar, kuruluş ve gelişim sürecinde incelenmediği, takdirde, yüzeysel kalır. Çünkü morfoloji ve fonksiyon zaman bağlı olarak gelişme göstermektedir. Kültürel Genetik Akım Kültürel genetik akım, bir kültürel alan veya bölgenin elemanları olarak kavranabilen şehirlere yönelmektedir. Kültür, şehirleri etkilemektedir. Bu etki şehrin düzeninde ve bütün özellikleri üzerinde görülmektedir. Şehirler farklı kültürel bölgelerde yer almakta, bu bölgenin insanları tarafından iskân edilmekte ve o kültürel bölgeye ait şehirsel özellikler kazanmaktadırlar. Özetle, bütün şehirler bulundukları farklı bölgelerin kültürlerini ifade ederler. Bu bağlamda İslam şehrinden bahsedilebileceği gibi, Hindistan şehri veya Endonezya şehrinden de söz etmek mümkündür. Şehir Coğrafyasında Modern Yaklaşımlar Şehir coğrafyasında etkili olan akımlarda 1950 yılından sonra önemli değişiklikler olmuştur. Zaten Hall bu konuyu iki başlık altında incelemektedir. Bunlar erken yaklaşımlar (sit ve situasyonun incelenmesi; morfolojik yaklaşım) ve modern yaklaşımlardır. Erken çalışmalar, günümüze kadar ulaşan morfolojik yaklaşım hariç, daha çok çevreci deterministik ve bölgesel bakış açısı ile ele alınmıştır. Bunlar tanımsal olan çalışmalardır. Modern yaklaşımlar, pozitivist yaklaşım, davranışsal ve hümanistik yaklaşım ile yapısalcı yaklaşımdır. Pozitivist (olgucu) Yaklaşım Pozitivist (olgucu) yaklaşım, bilimsel yöntemi kullanmaktadır. Pozitivist bilim felsefesine göre bilgi duyu organları, gözlem ve deneyimle elde edilir. Sezgi, ilham ve metafizik kaynaklı bilgi doğru değildir. Sadece gözlemlenen ve algılanabilen şeylerin varlığı doğrulanabilmektedir. Pozitivist yaklaşım, kanunlar bulmaya yöneliktir, dolayısıyla nometetik yaklaşımı kullanır. Verilerde kanun ve düzenlilikler vardır felsefesi ki mantıksal pozitivizm olarak anılır, pozitivist yaklaşımın esasını oluşturur. İnsanın ekonomik olduğu dünyada, davranışları evrensel kanunlarla belirlenebilir ve önemli benzerlikler gösterir. Yaklaşımda evrensel kanunlar ve bunların neden olduğu gözlemlenebilir kalıplar ortaya konulmakta ve bunlar sayılar, istatistiki tasvirler, istatistiksel güdümleme, hipotez testleri ve modeller kullanılarak açıklanmaktadır. Pozitivist yaklaşım kendi arasında ikiye ayrılmaktadır. Bunlar ekolojik ve neo-klasik yaklaşımdır. 10 Cihan Altun Ekolojik Yaklaşım Ekolojik yaklaşımda insan davranışı ekolojik ilkeler tarafından belirlenmektedir. Darwin" den etkilenmiş bu yaklaşımda esas olan, yaşam ağı olarak adlandırılan süreçte bütün organizmalar karşılıklı bağımlılık ilişkisi kurmaktadır. Yaşam ağında aynı yerde yaşamak zorunda olan canlılar (bitki ve hayvan türleri) birbirleriyle mücadele ve yarışmaya girerek hâkimiyet ilkesine göre yer seçerler. Benzer süreç insan yerleşmelerinde de işler ve sanayi ve ticaret kentsel mekâna hâkim olur. Yine fazla gelire sahip en güçlü grup mekânda en avantajlı yeri, örnek olarak en iyi oturma alanını, elde eder. Bu yaklaşımı seçen şehir coğrafyacıları, kökeni 1920'lere varan Şikago sosyoloji ekolunu benimsemişlerdir. Bunların daha çok tanımsal olmaları ve şehirlerde artan problemlere çözüm üretememeleri, diğer yaklaşımların, özellikle 1970'li yıllardan sonra, ön plana çıkmasına neden olmuştur. Neo-Klasik Yaklaşım Neo-klasik yaklaşımın esası şudur: İnsan akılcıdır. Dolayısıyla davranışları tahmin edilebilir. Ekonomik insan (Homo econimicus) para ve zaman açısından maliyeti en az, yine aynı açıdan kârı en yüksek düzeye çıkarmak için çalışmaktadır. Bu tür davranış, en yüksek kâr davranışı olarak tanımlanabilir. Merkezi yerler teorisi ve Thünen modeli neo-klâsik yaklaşımla ele alınmışlardır. Davranışsal Yaklaşım Davranışsal yaklaşım 1970'li yıllarda ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşım şehirsel çevrede insanların faaliyetleri, karar verme süreci ve çevrelerine verdikleri anlamların çalışılmasıdır. Yani insan davranışlarında değer yargıları, amaçlar ve güdülerin önemine vurgu yapılmaktadır. Şehirdeki faaliyetler ve arazi kullanımı, bilgi eksikliği içinde alınan kararların sonucudur. Ancak bu yaklaşım da bu tür davranışlarda yasa benzeri birtakım genellemelerinin ortaya çıkarılması ile ilgilenmektedir. Bu nedenle bu yaklaşımı pozitivist yaklaşımın bir uzantısı olarak kabul etmek mümkündür. Hümanistik Yaklaşım Hümanistik yaklaşım farklı bir filozofik geçmişten gelmektedir. Bu yaklaşıma göre bilimsel coğrafya insan deneyiminin tamamını açıklayamaz. Hümanistik coğrafya yorumlayıcı anlamaya yöneliktir. Bunlar bireyler ve gruplar ile yer ve coğrafî görünümler arasında derin, öznel ve çok karmaşık olan ilişkileri anlamaya çalışırlar. İnsan, duygu ve düşünceleri ile karmaşık bir varlıktır. İnsanların davranışlarındaki derin anlamlar ortaya çıkarılmalıdır. 1950 ve 60larda ortaya çıkan bu yaklaşım, konusu insan olan bilimlerle ilişkili teknikleri kullanarak insan çevre arasındaki ilişkileri anlamaya çalışmaktadır. Ancak onların şehir coğrafyasına olan etkileri sınırlı olmuştur. Çünkü çoğu hümanistik çalışma kırsal ve endüstri öncesi toplumlarla ilgilidir. Şehir coğrafyasında bu tür bir yaklaşım daha çok monoton ve ruhsuz modern şehirsel görünümlere eleştiri nedeniyle ortaya çıkmıştır. 11 Cihan Altun Yapısalcı Yaklaşım Yapısalcı yaklaşımın esası Karl Marx'ın yorumlanmasına dayanmaktadır. Marx'a göre, tarih boyunca farklı üretim şekilleri (köleci, feodal ve kapitalist) ortaya çıkmıştır. Bu üretim şekillerine bağlı olarak ekonomik ve sosyal üst yapı arasında belirli yapısal ilişkiler yaşanmaktadır. Ekonomik temeldeki değişim sosyal üst yapıyı belirlemekte ve kontrol etmektedir. Toplumsal sorunların temel kaynağı, bir sermaye birikim süreci olan kapitalist üretim ilişkilerinde yatmaktadır. Bu durum, şehirsel eşitsizliklerin temel nedenidir. Kapitalizmde varlık ve yokluğun birlikteliği söz konusudur. Kentsel yoksulluk, çevre kentleşme, yerinden edilme süreci (soylulaştırma), toplu alışveriş merkezleri, kapalı toplumlar kapitalizmin mekâna yansımasından başka bir şey değildir. Bütün bunlar şehri soyut, kâr arayışlarının en yüksek boyuta çıktığı bir alan olarak görmekte ve değişim değerini merkeze koymaktadır. Oysa marksist yaklaşımda şehir, yaşam mekânı olarak görülmekte kullanım değeri ön plana çıkarılmaktadır. Örnek olarak Harvey (2002) bir makalesinde, yörekentleşme (çevre kentleşme) konusunda şunları söyler: Birincisi yörekentleşme etkin olarak üretilmektedir, çünkü ürünlere talebin sürmesini sağlar ve sermaye birikimini kolaylaştırır. Kapitalizm farklı beyaz yakalılar grubu üretmiştir. Bunlar rekabetçi ve iyelikçi bireycilik dünya görüşüne sahiptirler. Bu grubun üyeleri yörekentsel olarak adlandırılacak bir tüketim biçiminin üretimi için özellikle uygundurlar. Harvey'in (2003) "Sosyal Adalet ve Şehir" adlı eseri bu yaklaşımı ele alan önemli bir çalışmadır. Postmodernist Yaklaşım Postmodernizm ,Coğrafyada postmodernizme giriş, Michael Dear (1988) ve Edward Soja’nın (1989) yazdıklarının ardından olmuştur ve postmodernizmin kavramları, sosyal teori üzerine yapılan tartışmalardan kaynaklanan bir farkındalıkla gelişme göstermiştir. Postmodernizm, farklılıkları övmekte; modern bilimi, akılcılığı ve geneli anlamayı kabul etmemektedir. Postmodernizm, kategorileri, çok sayıdaki ve değişik yorumu, aslında basit bir tanımı bile reddetmektedir. Postmodern düşünce, modern ve bilimsel olanın karşıtıdır. Postmodernizmin Özellikleri • Postmodern düşünce, sosyal olarak marjinalleşmiş insanları görmezden gelen ve kötüye kullanan bir güç sistemi olan modern topluma ilişkin politik bir bakış açısına sahiptir. • Postmodernizm, baskıların bitmesini, ırkçılık ve cinsiyet ayrımcılığı gibi güç ilişkilerine dayalı olarak modernizmin güçleri tarafından yaratılmış kısıtlamaların ortadan kaldırılmasını istemektedir. • Bireyler yaşam gidişlerinin ve kent yaşamıyla ilişkilerinin diğer insanlarla aynı olmamasının bir sonucu olarak çeşitli kentsel deneyimlere sahiptir. • Kentsel coğrafyacıların çoğu, postmodern düşünceyi çeşitlilik ve eşitsizlik ekseninde kenti anlamaya yönelik farklı bir bakış açısı olarak kabul eder. • Kent coğrafyacılarının büyük çoğunluğu postmodernizme yakın durmakla birlikte araştırmalarında ve eğitimde ona sahip çıkmamaktadır. 12 Cihan Altun Kentsel Coğrafyada Yeni Eğilimler ve İnceleme Konuları Kentsel coğrafya alanına katkı sağlayan beş temel eğilim: 1. Kentleşme ve küresel kentler 2. Feminist kentsel coğrafya 3. Kentsel kültürel coğrafya 4. Kentsel tarihsel coğrafya 5. Kentsel coğrafyada lokasyon analizi Kentleşme ve küresel kentler Kentleşme tüm dünyada yükseliş eğilimindedir. Kentleşme, en basit anlamıyla toplam nüfus içinde kentlerde yaşayan nüfusun oranının artmasıdır. Kentleşme, ülkelerin tarımdan sanayi ve sanayi sonrası ekonomilere değişim geçirdiği bir süreçtir. Bir ülkenin kentleşme yüzdesi, o ülkenin ekonomik düzeyinin bir ölçüm yöntemi olarak kullanılmaktadır. Teknolojik olarak daha ileri toplumlar daha fazla kentsel nüfusa sahiptir. 1800 yılından beri nüfus dağınık bir kırsal yerleşme örüntüsünden kentsel alanlarda çok sayıda insanın toplandığı bir örüntüye doğru hareket halindedir. 1800’de dünya nüfusunun %4’ü kentsel alanlarda yaşarken 2011’de %52’ye yükselmiş, 2050’de %67 olması beklenmektedir. Küresel kentler ve mega kentler ilgi odağındadır. Artan sayıda coğrafyacı, kapitalist dünya genelinde fonksiyonları yayılan kentler olarak küresel kentleri karşılaştırmalı bir mantık içinde araştırmaktadır. Küresel kent fonksiyonları, sermaye transferi ve birikimi, yönetim ve şirket denetimi, bilgi ve iletişim faaliyetleri, turizm ve kültürel aktiviteleri içermektedir. Dünya çapında etkiye sahip ve kapitalist dünyayı daha fazla ilgilendiren küresel kentler, mega kentlerden ayrılır. Mega kentlerin hepsinin küresel kent olması gerekmez. Tokyo küresel bir mega kent iken; Kalküta ve Jakarta böyle değildir. Dünyada mega kentlerin, özellikle gelişmekte olan ülkelerdekilerin sayısı hızla artıyor. Bu kentler araştırılmayı ve sorunlarının çözülmesini bekliyor. Dünyadaki mega kentlerin sayısı 2011’de 23 iken (4’ü hariç hepsi gelişmekte olan dünyada); 2025’te 37’ye yükselecek. Feminist Kentsel Coğrafya Toplumsal cinsiyet ve feminist teori, coğrafya araştırmalarına 1970’lerin sonlarında girmiştir. 1980’lerden sonra feminist coğrafyaya olan ilgi artmıştır. Kentsel süreçler ve günlük yaşama ilişkin feminist araştırmalar çoğalmıştır. Feminist kentsel coğrafyacılar, analitik bir kategori olarak toplumsal cinsiyetin önemini savunmalarına karşın, şimdi eşitsizliğin farklı yapılarının ve ilişkilerinin mekânsal olarak somut bir düzeyde nasıl oluştuğunu, kadınların kentlerdeki deneyim çeşitliliğini araştırmaktadır. 13 Cihan Altun Kentsel coğrafyanın pek çok model ve kavramı, erkek bakış açısına sahip önermelere dayanmaktadır. O nedenle feminist kent coğrafyacıları geleneksel kavramları sorgulamakta ve daha toplumsal cinsiyet içerikli yapmaya çalışmaktadır. Kentsel Kültürel Coğrafya Tarz, tüketim ve ideolojinin rolüne, kültürün etkisine ilişkin vurgusuyla hümanistik ve sosyal coğrafya ile bağlantılı hale gelen kültürel coğrafya 1980’lerde faaliyet alanını genişletti. Kentsel kültürel coğrafya, son zamanlarda kitlesel ve niş tüketimle ilişkili olarak kentsel toplumda kültürün satışına ilişkin vurguyla ortaya çıktı. Yeni kültürel coğrafyanın yapısı ve konuları (ekonomik coğrafyadan politik coğrafyaya, kentsel coğrafyadan bölgesel coğrafyaya, feminist coğrafyadan Marksist coğrafyaya kadar) beşeri coğrafyanın tamamına ilham veriyor. Kırsal temelli geleneksel kültürel coğrafya, nesiller boyu aktarılmış dünyevi ilişkilere vurgu yaparken; yeni kentsel kültürel coğrafya, yere ve mekân boyunca yerlerde ortaya çıkmış kültürü anlamaya odaklanmıştır. Urban Geography dergisinde, perakendecilik (bölgesel AVM) kültürü, ırkçılık ve etnisite kültürü, şirket kültürü, kamu mekânlarına karşı özel mekânlar ve popüler kültür gibi konularda çok sayıda kentsel kültürel coğrafya makalesi yayınlandı. Kentsel Tarihsel Coğrafya Kentsel coğrafyasının eski ve aktif bir geleneği, kentsel tarihsel coğrafyadır. Kentsel coğrafyacılar, modern kentsel çevre, değişen arazi kullanımı ve hızlı teknolojik değişimlerin kentsel yaşam tarzları üzerindeki etkisiyle ilgilenmektedir. Kentsel tarihsel coğrafyacılar, kentsel geçmişi (antik veya yakın geçmişi) anlamayla ilgilidir. Kentsel tarihsel analizler, eski dönemlerin coğrafyalarıyla sınırlı kalmamaktadır. Yeni teknolojiler, yeni sosyal tavırlar ve normlar, politik ve yasal değişikliklerin tümü, kentsel görünümü ve kentsel yaşam tarzlarını değiştirmektedir. Kentsel alanlar, ekonomik olarak yeniden yapılandırılmakta, göç akışlarıyla değiştirilmekte ve bilgi teknolojilerinden etkilenmektedir. Kentler sürekli değişmektedir ve çağdaş kentsel tarihsel coğrafyacılar bununla daha fazla ilgilenmektedir. Kentsel tarihi coğrafyanın iki temel yaklaşımı: 1) Bir kenti veya kent grubunu, zamanda bir yerde araştırmak (örneğin 1923’te Ankara). Belirli bir zamanda, belirli bir yerin ayrıntılı incelenmesiyle yerel alanların coğrafyasında bir anlayış geliştirmeye katkı sağlar. 2) Bir kent veya kent grubunu belirli bir zamansal dönem boyunca incelemek (örneğin Cumhuriyet’in ilanından (1923) günümüze (2013) Ankara kentinin gelişimi). Zaman boyunca meydana gelen önemli coğrafi değişikliklerin genelleştirilmiş bir algılama biçimini sunar. 14 Cihan Altun Kentsel Coğrafyada Lokasyon Analizi 1960’larda gelişme gösteren mekânsal analizin odağındaki lokasyon analizi, çağdaş coğrafyada önemli bir rol oynamayı sürdürmektedir. Lokasyon analizi, kentsel coğrafyanın dağılışsal bir bakışı olmuştur. Yeni coğrafyacılar nesnelerin geometrisi incelenmekte, dağılış paternlerinin rastlantısal mı olduğu; yoksa belirli bir düzen, tekrar ve öngörülebilirlik gösterip göstermediğini ortaya çıkarmaktadır. Olayların nerede olduğu kadar niçin orada olduğu da coğrafyanın esas ilgi alanına girmektedir. Lokasyon analizi şu unsurlarla ilgilidir: Düğümler (Bir kent gibi nokta olarak düşünülmüş yerler) Ağlar (Bir yol sistemi gibi düğümler arasındaki bağlantılar) Hareketler (Bir grup kentsel alan arasındaki havayolu yolcu hacimleri gibi düğümlerle ilgili ağlar üzerindeki akışlar) Hiyerarşiler (Nüfus büyüklüğüne göre kentlerin büyükten küçüğe dizilişi gibi düğümlerin ve ağların sıralı düzeni) Yüzeyler, şeklinde coğrafi mekânın soyutlanması. (Bir kent içinde nüfus dağılımının görünümü gibi üç boyutlu temsiller) Lokasyon analizi, kent içinde ve kentler arasında kentsel coğrafyaya ilişkin soyut düşünce biçimi geliştirir. Soyut düşünce, genelleştirmelere yardımcı olur. Bazı temel soyut mekânsal kavramlar, günlük yaşantımızda kullanılır: 15 Cihan Altun KENTLERİN KÖKENLERİ ve GELİŞİMİ KENT NEDİR? Tarihsel olarak kentler, nüfus büyüklüğü, doğrudan tarımı içermeyen faaliyet yapıları, politik, ekonomik ve sosyal güç merkezleri olarak konumları ile diğer yerleşme biçimlerinden ayrılmıştı. Yerleşik toplumlarda kent denilen yerleşmelerinin temel işlevleri, kırsal alanlarda yürütülen faaliyetlerin düzenlenmesi, artı ürün yaratılması, ticaret ve imalat yoluyla bunun değerlendirilmesi, insanların çeşitli mal ve hizmet ihtiyaçlarının karşılanması ve hizmet akışının düzgün işlemesiydi. Buna göre, yönetim, güvenlik, ticaret, endüstri, ulaştırma, sağlık, eğitim ve kültürle ilgili faaliyetler, kentin asıl işlevlerini (kentsel fonksiyonlar) oluşturur. Kentsel fonksiyonlar, kırlardan farklı bir yaşam tarzı ve mekân organizasyonu demektir. Yeni bir yaşam tarzı, kentlerin görünümlerini, nüfuslarını, yerleşme içindeki farklı faaliyet ve faydalanma alanlarını değiştirirken; kente bağımlı hizmet bölgeleri ortaya çıkarmış ve kentleri bir ağ içinde birbirine bağlamıştır. Kentsel Yerleşmelerin Başlıca Nitelikleri Kentsel yerleşmeleri kırsal yerleşmelerden farklı kılan özellikler, ekonomik, toplumsal ve fizikseldir: Tarım dışı faaliyetlerde çalışma Çok sayıda insanın toplanması ve yüksek nüfus yoğunluğu Mesleki uzmanlaşma Üst düzeyde mesleksel ve mekânsal hareketlilik Sosyal katmanlaşma, karmaşık sınıf ve gelir yapısı Birbirine benzemeyen (heterojen) yaşam tarzları Toplumsal ilişkilerde farklılaşma ve dayanıksızlık formal ilişkiler Yerleşmenin fiziksel görünümünde farklılaşma: binalarda çok katlılık, kentsel arazi kullanımı • Kentler, varlıkları için anahtar rol oynayan ve insan etkileşiminin çeşitli alanlarında merkeziliği ifade eden sosyal fonksiyonlara sahiptir. • Kentler gelişmeye sosyal işlevlerin tüm biçimleriyle damgasını vurur ve bu işlevlerin yapısı ile ilişkili olarak istikrar ve değişime tanıklık ederler. • Temelde tarım, ticari kapitalizm, sanayi gibi çeşitli ekonomik sistemlerde kentlerin gelişiminde değişimin temel lokomotifi, ekonomiktir. • Gittikçe büyüyen ölçeklerde merkezileşmiş güce sahip ve politik rejimlerin farklı tipleri için başkentler olarak hizmet vermiş olan kentler, çok önemli politik ve kültürel değişimlere neden olmuştur. • Kentler köklü kültürel değişimlerin oyuncusu olarak da hizmet etmiştir. 16 Cihan Altun Kentlerin Ortaya Çıkışının Ön Koşulları: Uygarlık Kentler, yeni bir olgudur. En eskileri günümüzden yaklaşık 6000 yıl geriye gitmektedir ve küresel olarak 300 yıl öncesine kadar yaygın değildi. Kentler, tarımsal alanlarda ortaya çıkmıştır ve ancak insanların başlattığı ve benimsediği tarım sonrasında gelişmiştir. Kentlerin ortaya çıkışında, tarımın benimsenmesinden daha öte bir şeye gereksinim duyulmuştur. Bir çok tarımsal bölgede (Kuzey Amerika ve Amazonlardaki kızıl derili kültürlerinde) kentler gelişmemiştir. Kentlerin ortaya çıkışı için en önemli ön koşul, bir uygarlığın varlığıdır. Uygarlık, resmi kurumları olan ve merkezi bir otoritenin denetimi altında, birbirine bağlı bir toplulukta yabancıları örgütleyen karmaşık sosyo-kültürel bir organizasyondur. Kent ve uygarlık Latince aynı kökten gelmektedir ve bunlar arasındaki ilişki tarihsel olarak kanıt oluşturmaktadır. Kentler, uygarlıktan bağımsız olarak var olmamıştı. Birkaç yüz kadar yerleşmeyi kurma kapasitesi veya kendi gıdasını üretemeyen birkaç bin insan, bir uygarlığın özellikleri arasında sayılabilecek organizasyon, düzen ve karmaşık yapıya gereksinim duymuştu. Diğer taraftan farklı büyüklüklerde olmasına karşın dünya tarihinde uygarlıkların çoğu kentleri geliştirmişti. Örneğin eski Mısır uygarlığının belgeleri, küçük Mısır kentlerinin olduğuna işaret etmektedir. Montezuma döneminde Aztek imparatorluğu, muazzam Tenochtitlán merkez kentini yaratmıştı. Kentlerin çoğu, uygarlığın en üst düzeyde izlerinin görüldüğü odak noktaları haline gelmişti. Kentlerin Ortaya Çıkışının Ön Koşulları: Bir uygarlığın varlığına ek olarak kent kurmak için diğer üç ön koşul: Uygun ekolojik ortam, teknoloji ve sosyal güç. Ekolojik ortam: Kentler gıdaya ihtiyaç duydukları için nispeten verimli, soğuğun büyük bir sorun olmadığı subtropikal bölgelerde; bir akarsu kıyısında, sabit bir su kaynağı yakınında ve kolay işlenebilen toprakların bulunduğu alanlarda gelişme göstermiştir. Kentler, başka fiziksel özelliklere yakınlıktan da faydalanmıştır: Bir nehir ve liman gibi ulaşıma elverişli doğal özellikler, Metal yapımına elverişli bazı maden yatakları, Yapı malzemeleri ve yükselti gibi askeri savunma özellikleri. Teknoloji: Tarımsal ve tarımsal olmayan bazı gelişmiş alanlar, kentler kurulmadan önce gelişebilmişti. Çünkü kentler tarım dışında uzmanlaşmış bir nüfusu desteklemek için yetecek miktarda gıdaya gereksinim duyuyordu. Bu da yeterli artı ürün sağlayacak bir tarımsal üretime kadar ortaya çıkamamıştı. 17 Cihan Altun Sulama teknolojisi: Kentler, sulama ihtiyacı olan yerlerde doğmuştu. Ulaşım ve depolama teknolojisi: Kentlerin ortaya çıkışının temeli, taşımacılık ve gıda depolamaya ilişkin teknolojik ilerlemelerle ilgiliydi. İnşaat teknolojisi: Kentler insanlara kalacak yer sağlamak, yerleşmeleri güçlendirmek; gösterişli törensel ve anıtsal yapılar inşa etmek için inşaat teknolojisinde de ilerlemelere ihtiyaç duymuştu. Sosyal Örgütlenme, Koordinasyon ve Güç: Sosyal örgütlenme: Köylerle karşılaştırıldığında ilk kentler, büyük ve karmaşık bir yapıya sahipti. Kentler, herkesin birbirini tanıdığı yerler olmaktan çıkmış; insanları birbirine bağlayan başka sosyal örgütlenme biçimlerine ihtiyaç doğmuştu. Sosyal koordinasyon: Kentler, zorla veya ticari ilişkiler yoluyla kırsal bölgelerden gıda temin etmek, kentin ve etki alanının fiziksel görünümünü inşa etmek ve bakımını sağlamak; kentlerde yaşayanların faaliyetlerini düzenlemek için sosyal koordinasyona gereksinim duyan yerler halini almıştı. Sosyal güç: Sosyal örgütlenme, bir grubun maddi ve sosyal kaynaklarının üzerinde denetim yeteneği kazandıran ve kent ile çevresinde yaşayan insanların faaliyetlerini düzene koyma derecesi olarak tanımlanan sosyal gücü de zorunlu kılmıştı. Ekoloji, Teknoloji ve Güç İlişkisi Sonucunda; İlk kentler, artık ürünlerin depolandığı ve dağıtıldığı yerler olarak hizmet verdiğinde ön koşulları yansıtmıştır. Kentler, ekonomik olarak kırsal çevresinden tahılları ambarlara ve kentsel nüfusa çeken ve yeniden dağıtan merkezler şeklinde işlev görmüştü. Merkezi otoritenin ana işlevlerinden biri, tahılları toplama, depolama ve yeniden dağıtma olmuştu. Ambarların ilk kentlerin tapınaklarında kurulması ise rastlantı değildi. Yazı sisteminin gelişmesi, kentlerin büyümesi için önemli olmuştu. Çünkü bu sayede bir toplumun artı ürününü kayıt altında tutabilmesinin bir yolu bulunmuştu. Kentler ilk ve çok önemli bir konu olarak politik açıdan merkezi gücün oturma yeri işlevini görmüştü. Kentler kültür merkezleriydi. Kültürün temel özelliklerini taşıyan kentler, onu bir sisteme bağlamış, yaymış ve orada gücün meşrulaşmasını sağlamıştı. Şehirlerin Kökeni ve Başlıca Teoriler İlk şehirsel yerleşmeler Mezopotamya'da MÖ 3500, Mısır'da (Nil Vadisi) MÖ 3200, Hindistan'da (İndüs Vadisi) MÖ 2200'de, Çin (Sarı Irmak) MÖ 1500'te Neolitik döneminin sonunda ortaya çıkmıştır. Orta Amerika'da ise bu tarih günümüze daha yakın, MÖ 200 yılıdır. İlk kentlerin ortaya çıkışı ile ilgili farklı tarihler verilmektedir. Ancak burada şu husus dikkat çekicidir: Orta Amerika'da ilk kentler neden daha geç kurulmuştur? Bu durumun birçok nedeni vardır. Bunlardan biri alanın önemli besin kaynağı olan mısırın genetik özelliği ile ilgilidir. Kültüre alınmış buğday ve arpanın üretimini artırmak maksadıyla başka türlerle melezleştirilmesi kolay olmasına karşın, yüksek verimli mısır cinslerini üretmek genetik açıdan çok zordu. Bu kıtada evcilleştirmeye uygun hayvanlar da yoktu. 18 Cihan Altun Tekerlek bilinmesine karşın yük hayvanları olmadığı için bu yenilik ulaşımda kullanılamıyordu. Kolayca işlenilen madenler yoktu. Taştan yapılan el aletleri Avrupa istilâsına kadar hiç değişmemişti. Tarihçi ve arkeologlar, kentlerin ortaya çıkış nedenini farklı teorilerle açıklamaktadırlar. Bunlar aşağıda verilmektedir. 1.Hidrolik Teori: Şehirleşmenin Çevresel Temelleri Bu teori şehirleşmeyi çevreyle ilgili (ekolojik) özelliklere bağlı olarak açıklamaya çalışır. Kuramda toprağın değeri ve iklim koşulları ön plana çıkmaktadır. Toprak ve iklim koşullarının uygun olduğu yerlerde sulama olgusu tarımın gelişmesine ve artı ürünün elde edilmesine neden olmaktadır. Şehirlerin ortaya çıkışını açıklayan Wittfogel, “Oriyantal Despotizm” adlı eserinde konuyu ekolojik bakış açısıyla ele almaktadır. Onun hidrolik toplum yaklaşımına göre, şehirler teknolojik devrim sonucu değil, hidrolik devrim ile ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda yazar üç tip ekonomi ayırt etmektedir. Bunlar yağış tarımı, hidrotarım ve hidrolik tarım ekonomileridir. Yağış tarımı, adından da anlaşılacağı üzere, tarımsal faaliyetlerin doğal yağışlara bağlı olarak yürütülmesidir. Hidrotarım ile meşgul olan çiftçiler, sulamalı tarım yapmakla birlikte, su kaynaklarının kıt olmasına bağlı olarak bu sulama küçük ölçüde kalmaktadır. Hidrolik tarımda, suyun miktarı (çokluğu), üretken ve koruyucu sulama işlerini zorunlu kılmakta; bu işler ancak devletin kontrolünde iş bölümü ve iş birliği ile yapılmaktadır. Örneğin eski Yunanistan ve Japonya'da sulamalı tarım yapılmış olmakla birlikte, arazinin dağlık olması nedeniyle sulama küçük ölçüde kalmış, devletin müdahalesine ihtiyaç duyulmamıştır. Her iki durumda da çok merkezli toplumlar ortaya çıkmıştır. Oysa hidrolik tarım, hidrolik hükümet ve tek merkezli toplum hidrolik medeniyetin temel özellikleridir. Sulama ve sel kontrolü gibi büyük su işlerinin yerine getirilmesi çok sayıda işçinin bir araya gelmesi anlamına gelmektedir. Çok sayıda kişi arasında iş birliğini düzenli ve verimli bir hale sokmak, planlama, kayıt tutma, iletişim ve gözetimi zorunlu kılmıştır. Yani iyi bir şekilde örgütlenmeye ihtiyaç vardır. Bu durum kabile toplumlarında olmayan sürekli büroların ve memurların varlığına neden olarak bürokrasiyi ortaya çıkarmıştır (Wittfogel 1969). Böylece şehirsel devrimden önce hidrolik devrim yaşanmış; ilk şehirler yarı kurak alanlardan geçen büyük akarsuların çevresinde gelişme imkânı bulmuşlardır. Ekolojik kuramın bir başka çeşidi Gordon Childe tarafından 1936 yılında yayınlanan "Kendini Yaratan İnsan (Man Makes Himself)" adlı eserde ortaya konulmuştur. Kuram Aktüre (1997) tarafından iki devrim kuramı olarak nitelenmektedir. Childe'e göre, ilk şehirlerin ortaya çıkışının temel nedeni teknolojide yaşanan gelişimdir. Kentleşme için gerekli artı ürün sulu tarım ile sağlanmaktadır. Dolayısıyla nehir vadileri ilk şehirlerin ortaya çıktığı konumdur. Ona göre Mezopotamya, Mısır, İndus ve Maya uygarlıklarında şehirler birbirinden bağımsız olarak gelişmiştir. 19 Cihan Altun İki devrim kuramında ortaya konulan kurguda, ilk kentlerin ortaya çıkışına neden olan süreç Aktüre (1997; 20-21) tarafından beş evrede incelenmiştir. Bu evreler aşağıda görülmektedir; Birinci evre: Tarım devrimi gerçekleşmiş, Neolitik dönemin kendine yeterli yerleşik köyleri kurulmuştur. İkinci evre: Tükettiğinden fazla üreten Neolitik toplum, tarım dışı üretimde uzmanlaşmış bir grup zanaatkârı besleyebilecek duruma gelmiştir. Üçüncü evre: Teknolojik gelişmeler (özellikle maden işleme teknikleri) meydana gelmeye devam etmiş; MÖ 3000 yıllarına doğru bronzun kullanımı yaygınlaşmıştır. Bronzun araç gereç yapımı gibi çeşitli maksatlarla kullanımı uzmanlık ve yeni bir örgütlenme gerektirmiştir. Üretimin güvenceye alınması dış ticareti teşvik etmiştir. Böylece Neolitik dönemin ayırt edici özelliği olan kendi kendine yeterli olma durumu ortadan kalkmış olmaktadır. Toplum, bakır ve kalayın maden yataklarından çıkarılması, bunların taşınması, kullanılır hale getirilmesi için çalışan zanaatkâr ve işçileri beslemek için daha fazla tarımsal artık ürün elde etmek zorunda kalmıştır. Dördüncü evre: Teknolojide, özellikle tarım teknolojisinde, önemli gelişmeler olmuştur. Bunları sabanın kullanılması, sulama kanallarının yapımı, tekerlek ve yelkenli teknelerin yapımı şeklinde sıralamak mümkündür. Bütün bunlara bağlı olarak tarımdan elde edilen artık üründe artış olmuş ve bunların taşınması kolaylaşmıştır. Yine uzun mesafeli ticaret daha da gelişmiştir. Beşinci evre: Uzun mesafeli dış ticarette meydana gelen olumlu gelişmeler toplumlar arasında ilişkilerin artışına, dolayısıyla da bilgi alışverişinin meydana gelişine neden olmuştur. Buna bağlı olarak bilgi birikimi ve teknolojik gelişmelerde patlama yaşanmıştır. Bu durum üretimde artışı tetiklemiş, nüfus ve nüfus yoğunluğunda artış olurken; yerleşmelerde büyüme görülmüştür. Artık ürünü elinde toplayan tanrı kral ve yönetici sınıfı ortaya çıkmış; onların elinde biriken toplumsal sermaye, saray ve tapınak gibi anıtsal binaların inşaatında kullanılmıştır. Bu binaların yapım ve işletmesi iş bölümü ve uzmanlaşmanın artışına, yazının bulunması ve kullanılmasına neden olmuştur. Şehirlerin ortaya çıkışı bakımından önemli olan artı ürün (yiyecek fazlası) kavramını açıklamak ihtiyacı vardır. Artı ürün insanların bir kısmının maddî üretim yapmaktan azad edilip, bilim, kültür ve sanat gibi uygarlığı geliştirici alanlarda çalışmalarını mümkün kılmaktadır "İnsanlar hayatlarını sürdürmeye yetecek tüketim miktarından daha fazla üretim yapabilirler. İşte bu fazla üretime artı ürün ve bunun değerine de artı değer denir". Artı ürün bu şekilde tanımlanınca, konunun bir boyutu ele alınmış olur. Bu da biyolojik artı üründür. Oysa Marx'ın bu açıdan yorumu farklıdır. Ona göre, artık değer, "üretimin toplam değerinden, (üretim araçları, ham maddeler ve iş aletlerini kapsayan) sabit sermaye ve değişken sermaye (emek gücü) çıkarıldıktan sonra kalan kısmıdır. Ekonomik Teoriler: Pazaryeri Olarak Şehir Mısır hiyerogliflerinde kentin iki yolun kesiştiği bir daire ile ifade edilmesi, ilk kentlerin temel işlevlerini belirlemektedir. Haç, pazarda kesişen yolları gösterirken, daire koruyucu duvarları simgelemektedir. Şehirlerin pazaryeri olarak kabul edilmesi ile ilgili açıklamalardan biri Amerikalı sosyolog Jane Jacobs'a aittir. Jacobs bu görüşünü 1969 yılında yayınlanan Kentlerin Ekonomisi (The Economy of the Cities) adlı eserinde ifade etmiştir. Yazar, Childe tarafından öne sürülen tarım devriminden sonra kentlerin ortaya çıktığı fikrine katılmamakta, yakın geçmişte ve günümüzde olduğu gibi tarih öncesinde de 20 Cihan Altun tarım ve hayvancılığın kentlerde geliştiğini, dolayısıyla kentlerin tarımdan önce var olduğunu ileri sürmektedir. Jacobs, avcılık ile geçinen tarım öncesi toplumların tarım kültürünü ve hayvancılığı geliştirme sürecini açıklamak için hayali bir kent modeli geliştirmiş, bu kente Yeni Obsidyen (New Obsidian) adını vermiştir. Yeni Obsidyen tamamen avcılık ve toplayıcılık yapan topluluklar tarafından kurulmuştur. Yazar, Yeni Obsidyen kuramını, arkeolog James Mellaart'ın Orta Anadolu'da Çatalhöyük ile ilgili araştırmasında ortaya koyduğu bulguları kullanarak geliştirmiştir. Yazarın bu adı kullanmasının çeşitli nedenleri vardır. Bunların başında Paleolitik, Neolitik ve Bronz dönemi kültürleri için büyük önem taşıyan obsidyenin, çeşitli aletlerin, ok, mızrak uçlarının, vazo gibi dekoratif eşyaların yapımında ham madde olarak kullanılması gelir. Jacobs Yeni Obsidyeni; volkanik cam ticaretinin ortaya çıkardığı ve pazaryeri işlevi gören kent olarak tanımlamaktadır (Jacobs 1969). Volkanı ve obsidyen yataklarını denetim altında tutan avcı kabileler ile avlanma ve diğer günlük faaliyetleri için obsidyene ihtiyaç duyan komşu kabileler arasında değiş tokuş yoluyla alışveriş yapılmakta, komşu kabileler, daha uzakta yaşayan avcıların obsidyen talebini karşılamak için aracılık yapmaktadır. Zaman içinde talepte ortaya çıkan süreklilik ve düzenli alışveriş yapan avcıların varlığı, hem tüketici hem de aracı durumda olan kabilelerin yerleşik hayata geçmesine ve Yeni Obsidyen kentinin kurulmasına neden olmuştur. Yeni Obsidyen şehri, obsidyen ticareti sonucu gelişmiş olmasına karşın, Anadolu yaylasında bulunan volkanik dağların yanı başında değil, birkaç yüz kilometre ötede kurulmuştur. Bu durum volkanları kontrol eden avcı kabilelerin yabancıları bu zenginliğe sokmaması ile ilgili olmuştur. Yeni obsidyenin nüfusu MÖ 8500 yılında 2000' i bulmuştur. Zamanla şehrin işlevlerinde artış meydana gelmektedir. Bu aşamada, başka alanlardan elde edilen işlenmiş çeşitli mallar, şehirde depolanmakta (hizmet işlevi) ve çevre yerleşmelere satılmaktadır. Obsidyen karşılığında kente, avcı bölgelerinde üretilen mallar dışında, bakır, deniz kabuğu ve boya maddesi gibi az bulunan mallar da getirilmiştir. Böylece Yeni Obsidyen, hem obsidyen hem de az bulunan diğer maddelerin depolanıp pazarlandığı bölgesel ticaret merkezi olmuştur. Takas yoluyla şehre giren malların miktarının artması, bunların dayanıklı mallar olmalarını ve bozulmadan saklanabilmelerini zorunlu kılmıştır. Böylece av hayvanı yerine canlı hayvan kabul ediliyor, bunlar da bir çobanın bakımına bırakılıyordu. Çoban veya çobanlar hayvancılık ile ilgili çeşitli teknikler geliştirdiler. Benzer şekilde alışveriş için gelenlerden elde edilen yabani bitki tohumları ve taneleri de denemeler yoluyla evcilleştirildi. Bunlar daha sonra çevrede kurulan köylerde üretilmeye başlandı. Pirenne (2000), Orta Çağ’da, Batı Avrupa'da Roma Dönemi sonrası, şehirlerin ticarete bağlı olarak ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Yazara göre, şehirler uzun mesafeli ticarete bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Aynı durum geçmişteki bütün şehirlerin varlık nedeni olmalıdır. Nitekim ona göre, "Hiçbir uygarlıkta, kent yaşamı ticaret ve sanayiden bağımsız olarak gelişmemiştir. Ne Antik Çağ'da ne de modern zamanlarda bu kuralın dışında kalan bir durum olmamıştır... Kentlerin ticaretin gelişmesine ayak uydurarak nasıl çoğaldıklarını belirlemek kolaydır. Kentler ticaretin yayıldığı tüm doğal yollar boyunca belirmişlerdir. Denilebilirse, ticaretin ayak izlerinde doğmuşlardır" . Merkantil teori olarak da adlandırılan bu yaklaşıma Polanyi de destek vermiştir. Çünkü Hammurabi Kanunları daha çok ticaret ağırlıklıdır. 21 Cihan Altun Jacobs'un Yeni Obsidyen teorisi birçok nedenle eleştirilmiştir. Bunlardan birine göre, Yeni Obsidyen şehri birdenbire tarih sahnesinden çekilmektedir. Daha sonraki aşamada altı-yedi adet köy ortaya çıkmaktadır. Oysa Jacobs'un açıklamalarına göre, kent olmadan köylerin var olması mümkün değildir. Carter'e göre (1983), pazaryerleri Çatalhöyük'ten sonra ortaya çıkmıştır. Öte yandan şehir pazaryeri birlikteliğine de gerek yoktur. Başka bir anlatımla pazar sabit, büyük bir yerleşme olmadan da kurulabilmektedir. Yine ticaret ve ekonomik ilişkiler, günümüzün serbest ticaret ilkelerinin aksine, şehirsel bürokraside rol oynayan tacirler arasındaki anlaşmalara göre yapılırdı. Fiyat, kural ve geleneklerin belirlediği denkliklere göre şekillenirdi. Böyle bir ortamda herhangi bir pazaryerine ihtiyaç yoktu. Mumford'a göre uluslararası pazarlar şehirlerin kuruluşunda pek az etkiye sahip olmuştur. "Orta Çağ'da büyük uluslarası panayırlar, genellikle ülkenin birçok yerinden hacıların kutsal bir tapınağa akın ettikleri dinsel kutlama zamanlarında kurulurdu. Hacıların böyle zamanlarda bir araya gelmeleri gezici tüccarların geçici bir süre için bu bölgelere gitmelerine neden olurdu. Fakat bu panayırlar yılda en çok dört kez kurulurdu ve hacılar gidince tüccarlar da orayı terk ederlerdi". Teori mesafenin bozucu etkisini dikkate almamıştır. 3. Askeri Teoriler: Güç Odağı Olarak Şehir Mısır hiyerogliflerindeki dairevî eleman şehir için bir sur veya bir dizi dışsal korumayı ifade etmektedir. Dolayısıyla şehirlerin ortaya çıkış nedeni, insanların bir kalenin görüş mesafesi dâhilinde savunma için bir araya gelmesi, toplanmasıdır. Çünkü kentsel toplanmalar ve kurumsal örgütlenme ortak savunma için gerekli nedenlerdir. Daha sonraki bir aşamada kenti karakterize eden diğer değişiklikler meydana gelmiş olacaktır. Şehirlerin kökeni üzerine yazan Adams (1960) savunmanın veya savaşın şehirlerin ortaya çıkışında en önemli neden olduğunu savunur. Ancak bu durum, Orta Amerika ve Hindistan'dan çok, Mezopotamya'ya ait bir özelliktir. O, sulamalı tarımın şehirlerin büyümesinde rolünü kabul eder. Ancak geniş ölçekli kanal sistemi ile yapılan sulama gerçek şehirlerin ortaya çıkışından sonra başlamıştır. Verimli toprağa erişim konusunda eşitsizlikler, sınıflı toplumun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Verimli toprakların sınırı konusunda komşu toplumlar arasında yaşanan tartışmalar savaş atmosferinin oluşumuna dolayısıyla insanların kendilerini savunma veya saldırı için toplanmalarına neden olmuştur. Teknoloji, en azından Mezopotamya'da, şehirsel gelişmenin ön koşulu değildir. Tam teşekküllü şehir, devletin ortaya çıkması ile önem kazanmıştır. Teknoloji şehirsel gelişimin sebebi değil sonucudur. Teknolojinin gelişimi, askeri düşüncenin gelişimine ve sosyal tabakalaşmanın artışına neden olmuştur. Mezopotamya şehrinin gelişimi savaşın bir sonucudur. İnsanlar kendilerini savunmak için büyük bir liderin gözetiminde surlarla tahkim edilmiş şehirlerde toplanmıştır. Begel (1996), askeri yaklaşımı farklı şekilde ele almaktadır. Ona göre şehirler Metal çağında ortaya çıkmıştır. İlk kentler hâkimiyet altına alınan topluluklar etrafında kurulmuş birer ordu karargâhıdır. Metal silah kullanan insanlar, kaba taş silah kullananlar karşısında askeri üstünlük sağladılar. Metalik silâhtan yoksun Neolitik çiftçiler, metalik silahlarla donanmış istilâcılara kolaylıkla yem oluyorlardı. 22 Cihan Altun "Saldırganlar, daha ilkel olan kurbanlarını korkutarak kendilerine boyun eğdiriyor, onların gözüne tanrı ya da yarı tanrı gibi görünüyorlardı. Sonra da fethettikleri topraklara yerleşir, çiftçileri toprağa bağlı birer köle haline getirirlerdi. Efendiler, hâkimiyetlerini güvence altına almak için adalarda veya tercihen tepelerin doruklarında oturuyorlardı; böylece tüm bölgeye hâkim bir mevziden hem saldırı hem de savunma kolaylaşmış oluyordu". Savunma kuşkusuz önemlidir. Bazı şehirler savunulması kolay alanlarda kurulmuşlardır. Yine ortak savunma için birlikte bulunma ve kurumsal örgütlenme gereklidir. Ancak bazı şehirler kuruluşundan itibaren savunma sistemine sahipken, bazı şehirler hiç de savunma sistemlerine sahip olmamışlardır. 4.Dini Teoriler: Kutsal Yer Olarak Şehir Bu kurama göre din kentlerin ortaya çıkış nedenidir. İslam dininin göçebelerin yerleşik hayata geçişi üzerinde etkisi vurgulanmakta ve bu etki: başka bazı şehirlerin ortaya çıkış nedeni olarak gösterilmektedir. Hz. Muhammed ve ilk Müslümanların Mekke'den Medine'ye göçü, yani Hicret başlı başına bir şehirleşme olayıdır. İslam, medenî yaşamı bedevi yaşama tercih etmektedir. Zira kural koyan bir din olarak İslam, kuralsız yaşamaya alışmış olan bir toplumun kendi başına varlık göstermesine müsaade etmemiştir. İslamiyet'i bir bütün olarak yaşayabilmek, öğrenebilmek ve öğretebilmek için belirli iskân yerlerine ihtiyaç vardır. Bu iskân yerleri de şehirler olmuştur. İslam dini şehirde doğmuş bir cemaat dinidir. Ortaya koyduğu prensiplerin ve ibadetlerin çoğunun fert olarak değil, cemaat halinde yapılması ve yaşanması gerekmektedir. Bu konuda başka bir açıklama coğrafyacı Paul W'heatley'e aittir (1971). O, ilk şehirlerin ortaya çıkış nedeninin ekonomik değil, dine bağlamaktadır. İlk tarım toplumlarında meteorolojik olay ve iklim bilginlerinin din sahasından çıktığı düşünülmektedir. Bu toplumlar ürünlerini nasıl ve ne zaman ekeceklerine karar vermeden önce, gök cisimlerini yorumlaması için dinsel liderlere başvururlardı. Daha bol ürün elde edilmesine yol açan bu tip bilginin yayılması, yardımcı hizmetlerde çalışan insanları desteklemesi yanında, bu din adamı sınıfında insan sayısının artmasını sağladı. Bu din adamı grubu, şehri bir arada tutan siyasî ve sosyal kontrol mekanizmasını elinde bulundurdu. Bu senaryoda şehirler, ortaya çıkan medeniyetin törensel merkezleri olarak işlev gören dinsel yerlerdir. İlk şehir kümelenmeleri ve istihkâmları insan saldırılarına karşı değil, kötü ruhlar veya ölülerin ruhları gibi ilâhî olanlara karşı savunma olarak görülür. Bu dinsel açıklama şehirleşmenin ilk merkezlerinin tamamına uygulanabilirse de, özellikle Çin şehirleşmesinin tanımlanmasına çok uygun düşer. Göbeklitepe, arkeoloji dünyasının en büyük keşiflerinden biridir. Çünkü daha şehir hayatına geçmemiş olduğu düşünülen avcı-toplayıcı toplumların tapınak inşa etmiş olduğunu gösteren ilk örnektir ve bu da şehirleşme yani medeniyet tarihinde devrim niteliğinde bir buluştur. Hatta bu buluş sebebiyle kazıyı yapan Dr. Klaus Schmidt, "Önce tapınak geldi, şehir sonradan geldi" demiş ve bu sözüyle erken medeniyet tarihine yeni bir açılım getirmiştir. Göbeklitepe Höyüğü, Şanlıurfa'da bir tepe üzerine kurulu Cilalı Taş Devrinden kalma, dünyanın bilinen en eski dini yapılar topluluğu. 23 Cihan Altun Şanlıurfa'ya 20 km'lik bir mesafede, Örencik Köyü yakınlarındadır. 1995 yılında ilk kez Alman Arkeoloji Enstitüsü ve Şanlıurfa Müze Müdürlüğü'nün işbirliğiyle kazı çalışmalarına başlandı. Kazılar Alman arkeolog Prof. Dr. Klaus Schmidt’in başkanlığında yürütülmekte olup, her yıl Eylül ve Ekim aylarında 10 haftalık bir süreç içinde yapılmaktadır. Günümüze kadar yapılan kazılar sonucunda bir Cilalı Taş Devri yerleşimi olduğu anlaşıldı. Tarihi M.Ö. 11.000 yıllarına uzanan, tapınma amaçlı törensel alanlara ait mimari kalıntılar, dikili taşlar ve üzerinde kabartmalı yabani hayvan ve bitki figürlerinin bulunduğu taşlar gün yüzüne çıkartıldı. Bölgenin önemi ise gün yüzüne çıkarılan en büyük tapınma alanını barındırmasıdır. Günümüze kadar yapılan kazılarda elde edilen bulgular çerçevesinde uzmanlar Cilalı Taş Devri insanının henüz çevresindeki hayvanları evcilleştiremediğini düşünmektedir. Sonuç olarak ilk kentlerin ortaya çıkışı ile ilgili çok sayıda neden vardır. Bu nedenlerden birinin göreceli olarak rolü büyük olsa da, ilk şehirlerin ortaya çıkışını tek bir nedene bağlamak oldukça güçtür. Nitekim Frankfort (1989), şehirlerin ortaya çıkışını iki nedene bağlı olarak açıklar. Bunlar din ve ekonomik faaliyettir. Tanrının evi olarak kabul edilen tapınak gerçekten üzerinde hizmetinde çalışan bir topluluk bulunan bir mülkün malikâne evi gibi işletilmiştir. Aynı durum kısmen de olsa Childe'nin ilk şehir yerleşmelerini kırsal yerleşmelerden ayıran özelliklerine bakılarak görülebilmektedir. Bunlar; Yerleşme yerinin boyutları ve nüfus yoğunluğu, Tam gün çalışan uzman iş gücü, Anamalın (artı ürünün veya sermayenin) merkezde toplanması (merkezin toplumsal depo olma rolü), Anıtsal kamu yapıları, Sınıflı toplum, Yazının icadı, Mutlak ve tahmine dayalı bilimlerin (geometri ve astronomi gibi) gelişimi, Betimsel sanatın gelişmiş olması, Uzak mesafeli ticaret, Devletin ortaya çıkışı. ŞEHİRSEL COĞRAFİ GÖRÜNÜMLER 1. Yunan Şehri Batı medeniyeti ve Batılı şehrin geçmişi antik Yunan medeniyetine dayanır. Şehir hayatı Anadolu üzerinden Yunanlılara geçmiş ve onlar, modern anlamda olmasa bile, Avrupa'nın ilk şehirleşen milleti olmuştur. MÖ 8. ve 7. yüzyıllar Yunan medeniyetinin şehirsel hayat fikrini şehir devletleri (polis) aracılığı ile yaydığı döneme rastlar. Devletle aynı anlamı ifade eden polis, şehir benzeri merkezi bir yerleşme tarafından kontrol edilen küçük bir coğrafî alanı ifade eden siyasî topluluk, yani köyler (synoikizm) birliğidir. Milâttan önce yaklaşık 600 yılında Yunan ana karası ve adalarında 500'ün üzerinde kasaba ve şehir bulunmaktaydı. Yunan medeniyeti genişledikçe, şehirler Akdeniz yoluyla, Afrika'nın kuzeyi, İspanya, güney Fransa ve İtalya'da da gelişme imkânı buldu. Bu genişleme kolonizasyon yolu ile gerçekleşiyordu. Ancak burada kolonizasyon göç etmek ile eş anlamlı olarak düşünülmelidir. Yunan ana karasında ekilebilir arazinin az oluşu, tarımsal topraklara baskı yapıyor, sonuçta doğu ve batıda bulunan başka alanlara göç yaşanıyordu (Carter 1982). Yunan şehirleri orta ölçekte, üç ile dört bin kadar nüfusa sahipti. Şehirlerin nüfusu ekilebilir arazinin az oluşu ve su miktarının kıtlığı tarafından sınırlanıyordu. Ancak zamanının hâkim şehri (primate city) olma özelliğine sahip Atina'nın nüfusu MÖ 5. yüzyılda 100 bine ulaşmıştı (Mumford 2007). Bu nüfusa köleler dâhildi. Selinus, Miletus, Corint diğer önemli Yunan şehirleri idi. 24 Cihan Altun Yunan şehirleri genellikle liman şehirleridir ve ticaret ve harp limanı olmak üzere iki limana sahiptirler. Şehir bir dağ veya tepenin güney eteğine kurulur ve çevresinde surları vardır. Ancak bu surlar hiçbir zaman geometrik bir şekle sahip olmamıştır (Bayhan 1969: 37). Şekil, sit alanının fizikî özellikleri veya yerleşmenin yayılış alanının özelliklerine bağlıdır. Yunan şehirleri agora ve akropolden oluşan iki farklı fonksiyonel alana sahiptir. Akropol şehre tepeden bakan bir kale, ekilebilir toprağı ile değerli bir arazi parçası ve bir kuşatma sırasında geri çekilen sığınak yeridir. Bu alan, tapmak, değerli eşyaların konulduğu depo ve kralın oturduğu saray gibi unsurlardan oluşmaktadır. Şehrin geri kalan kısmı akropolün yamaçlarında bulunmaktadır. Bu alanın merkezi ise agoradır. Toplanma anlamına gelen agora halkın toplandığı, eğitim, sosyal etkileşim ve adlî işlerin yapıldığı yerdir. Başka bir anlatımla, agora Yunan toplumu için demokrasi ve halk merkezidir. Başlangıçta ticarî aktiviteler bu alanda yer almamış, ancak daha sonra bu tür aktivitelerin merkezi haline gelmiş, dolayısıyla agora şehrin sosyal kulübü olması yanında ekonomik işleve de sahip olmuştur. Bugünkü merkezi iş alanının atası olarak kabul edilebilecek agora, şehirsel alanının % 5'lik kısmını işgal etmektedir (Northam 1979, Wycherley 1993). Yunan şehirleri başlangıçta planlı olarak inşa edilmemiştir. Planlama kolonilerde başlamış, koloni şehirleri ızgara planlı yapıya sahip olmuşlardır. Ancak bu yapının ilk kez Yunanlılar tarafından kullanıldığı da söylenemez. Çünkü ızgara planlı şehirlere şehir çekirdek bölgelerinde de rastlanmaktadır. Gymnasion, sanatoryum ve tiyatro Yunanların kent kültürüne diğer katkılardandır (Mumford 2007). 2. Roma Şehri İmparatorlukların kuruluşu, şehir hayatının yaygınlaşma nedenidir. Sjoberg'in yerinde olarak ifade ettiği gibi, "Şehirlerin ortaya çıkışı ile çöküşü ve İmparatorlukların yükselişi ve çöküşü arasında yakın ilişki vardır. Gerçek anlamda, tarih, şehirsel mezarlıkların [mezar olmuş şehirlerin] çalışılmasıdır." (1965: 60). Tipik olarak şehirsel hayat, fetih dalgaları ile İmparatorluğun sınırları genişledikçe daha geniş bir alana yayılmıştır. Başlangıçta askeri kamplar (Romalılarda buna kastrum denir) kurulmuş, daha sonra bu kamplar yerel kaynakların toplanma noktaları halini almıştır. Zamanla hâkim olunan alanda barış ortamı sağlanmış ve yeni kurulan yerleşmeler askeri önemini kaybederek, sosyal çeşitliliğe sahip şehir kimliği kazanmıştır. Aynı süreç İslamiyet'in başlangıç yıllarında gerçekleştiği gibi, Maury İmparatorluğu Hindistan'da, Han Hanedanlığı Çin'de benzer süreçlerle şehirlerin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuşlardır. Aynı sürecin günümüze yakın zamanlarda sömürge İmparatorlukları yoluyla Fransa, İspanya, İngilizler tarafından Yeni Dünya ve dünyanın başka kesimlerinde de tekrar edildiği görülmüştür (Whynne-Hammond 1985:214). M.Ö. yaklaşık 200 yılında Avrupa'da şehirli hayat Romalılar tarafından temsil edilmeye başlanmıştır. Roma İmparatorluğu genişledikçe (ki ikinci ve üçüncü yüzyıllarda kıtasal özellik kazanmıştır) şehir hayatı Avrupa'da Ren ve Tuna nehirlerine kadar uzanmış, kuzeybatıda ise İrlanda hariç İngiltere'ye kadar varmıştır. Roma döneminde şehirsel hayat ilk kez Alplerin kuzeyine geçmiştir. Yıkılmadan önce bile devlet 5627 kentsel birimden oluşmaktadır. Yeni yerleşmelerinin birçoğunun kökeni askeri kamp anlamına geleni kastrum'a dayanmaktadır. İngiltere'de Romalılar tarafından kurulan şehirleri caster ve chaster eklerine bakarak anlamak mümkündür. 25 Cihan Altun Lancaster veya Winchester şehirleri Roma askeri kamplarına örnek olarak verilebilir. Londra (Londinium) Romalılar tarafından kurulan başka bir şehirdir. Roma şehirleri bazı özelliklerini Yunan ve Anadolu'dan göç eden Etrüsklerden almışlardır. Izgara tipi plan buna bir örnektir ve Roma şehirlerinde yaygın olarak kullanılmıştır. Aynı plan örneğine bugün İtalya'da Verona ve Pavia şehirlerinin çekirdek kısımlarında da rastlanmaktadır. Bu tip planda cadde ve sokaklar birbirini dik açılarla keser ve plan veya şehir iki ana caddeden ibarettir. Kuzeyden güneye doğru uzanana cardo, doğudan batıya doğru uzanan caddeye ise decumanus denirdi. Ana caddelerin tek noktada kesişmesi askeri disiplin ve İmparatorluğun gücünü ifade ediyordu (Carter 1982). Ana caddelerin kesişme alanında Forum bulunmaktadır. Forum'da Yunan şehrinin iki elamanı olan akropol ve agoranın ortak özelliklerini görmek mümkündür. Bu alanda sadece tapınaklar değil, idarî binalar, depolar, kütüphaneler, okullar ve halka hizmet eden pazaryeri bulunmaktadır. Tapınak foruma kutsal bir yer olma özelliği katmıştır. "Çünkü özgür bir mübadele için pazaryeri huzuru, bölge ancak kutsal hale getirilerek muhafaza edilebilirdi" (Mumford 2007: 281). Bu alanın çevresinde ise yönetici sınıfın sarayları bulunmaktadır. Sur inşası Yunan şehrinde iş işten geçtikten sonra başladığı halde, Roma şehrinin inşasına sur yapımıyla başlanırdı. Surlar daha çok dörtgen şekline sahiptir. Romalılar gerek caddelerin kaplanması, gerekse su kaynakları ve lâğımlar konusunda titiz davranmışlardır. Ancak Roma'nın lağımları birinci kat dışındaki katlara bağlı değildir. Kalabalık kira evleri bu açıdan daha kötü durumdadır. Bütün mühendislik becerilerine rağmen Roma, halk sağlığı konusunda sınıfta kalmıştır. Kısaca su kemerleri, yeraltı lağımları ve taş döşeli yollar etkisiz ve dağınıktı. Roma'nın gerek kent sağlığı ve gerekse kent biçimine yaptığı en önemli katkı hamamdır. Büyüklüğü ve çeşitli imkânlarıyla hamam bugünün Amerikan alışveriş merkezlerine benzemektedir (Mumford 2007). Romanın şehir hayatına bir başka katkısı ise sirktir. Romalılar şehirler için yer seçiminde de isabetli davranmışlardır. Seçilen yerlerde dikkat edilen en önemli özellik ulaşım şartlarıdır. Ulaşım sayesinde imparatorluk şehirleri birbirine bağlanmıştır. ["Her yol Roma'ya çıkar" sözü bu durumla ilgili olmalıdır]. Onlar için bir yerleşmeye yer seçiminde en önemli konu erişebilirlik olmuştur. Oysa başka kültürlerde savunulabilir alanlar sit alanı olarak kullanılmıştır. Mesela Paris, Londra ve Viyana yeniden kurulurken Roma zamanı sit alanları dikkate alınmıştır (Jordan ve Rowntree 1986). Roma döneminden sonra (bu döneme Avrupa tarihinde Karanlık Çağ denir ve 500-1000 yılları arası dönemi temsil eder) bazı şehirlerde gelişme olmakla birlikte genel olarak şehirsel hayat duraklama içine girmiştir. Bu durum Avrupa'ya hâkim olan Sakson, Hun, Got ve Vandal gibi kabilelerin tarımcı olmaları ve küçük köylerde yaşamayı tercih etmeleri ile ilgilidir. Şehirler ancak Orta Çağ ve sonrasında gelişebilme imkânına sahip olmuşlardır (Whynne-Hammond 1985:214). 3. Ortaçağ Şehri Orta Çağ (1000-1500 yılları arası) Avrupa'da şehirleşmenin meydana geldiği ikinci dönemi temsil eder ve bu dönem aynı zamanda gelecek şehir hayatında önemli yapısal değişimlerin yaşandığı yılları da kapsamaktadır. 26 Cihan Altun Şehir hayatı, Alman ve Slav İmparatorlukları sayesinde eski Roma İmparatorluğunun sınırlarını aşarak, kuzey ve doğu Avrupa'da yaygınlaşmıştır. Sadece dört yüzyıl içinde 2500 yeni Alman şehri kurulmuştur. Bugünkü Avrupa şehirlerinin çoğu bu dönemde kurulmuş, böylece Avrupa şehirsel ağının temelleri bu dönemde atılmıştır. Birçoğu Roma devri sit alanlarını kuruluş yeri olarak seçen bu şehirlerin, bazıları yeni alanları tercih etmişlerdir. Orta Çağ şehri, kalabalık modern ticaret merkezinden çok, nüfusu birkaç bin ile kırk bin arasında değişen, bugünün köy veya taşra kasabası olarak adlandırılabilecek bir yerleşme birimidir (Mumford 2007). Din (Hıristiyanlık) şehri şehir yapan en önemli unsurdu. Manastır aslında yeni bir polisti. Bir bakıma manastır kolonisi yeni bir kale haline gelmiş; genel geri çekilme hareketinin bir bozguna dönüşmesini önleyen bir savunma yeri olmuştur. Klasik kentle Orta Çağ kenti arasındaki en sıkı bağ o zamanlar ayakta kalan bina ve gelenekler değil, manastır sayesinde kurulmuştur. Manastır sığınmacılara sığınılacak bir yer, yorgun düşmüş gezginlere sıcak bir barınak sağlayarak, köprü inşa ederek, pazaryerleri kurarak kentlerin gelişmesine öncülük etmiştir. Pratik ihtiyaçları ne olursa olsun Orta Çağ şehri her şeyden önce o çalkantılı dönemde kilise törenlerinin sahnesiydi. Kilise topluluğundan koparılmak öyle bir cezadır ki 16. yüzyıla kadar aforoz edilme tehdidi karşısında krallar bile titremiştir. Dini atmosfer mal dolaşımının teminatı olmuş, loncalar bile dinsel rengi hiçbir zaman yitirmemişlerdir. Ticaretin gelişimi dolaylı da olsa din ile ilgilidir. Din adamlarının teknolojik gelişmede önemli rolleri vardır. Çünkü onlar, okumak, duaya ve tefekküre daha fazla zaman harcamak için gereksiz işlerden kurtulmak istemişlerdir. Teknolojik gelişme de tarımsal devrimin yaşanmasında önemli bir neden olmuştur (Mumford 2007). Mumford'a göre (2007), uluslararası ticaret Orta Çağ şehirlerini ortaya çıkarmamış, ancak onların büyümesine katkı sağlamıştır. Ticaret önemli hale gelmiş olsa bile, Orta Çağ kent sakinlerinin beşte dördü üreticilerden oluşuyordu. XI. ve XIII. yüzyıllar arasında sanayi ve ticaretin canlanmasının arka planında Avrupa'da ekili arazinin büyük ölçüde genişlemesi ve daha ileri tarım yöntemlerinin uygulanması vardır. Her ne kadar bir atasözüne göre, "kent hayatı insanı özgür yaparsa da", salt hava da karın doyurmamaktadır. Kentlerin zengin hayatının kökenini taşranın tarımsal gelişiminde aramak ihtiyacı vardır. Katedral Orta Çağ şehirlerinin en önemli bileşeni olmuştur. Kale, sur ve pazar diğer bileşenleridir. Kale savunmanın önemini vurgulamaktadır. Şehirler genel olarak kaleler etrafında toplanmıştı. Savunmanın önemini bugün birçok şehrin sonunda bulunan burg=kale (Fransızca bourg, İngilizce burgh) ekinden anlamak mümkündür. İmtiyaz, bazı şehirlerde ortaya çıkan yeni bir hayat tarzını ifade etmektedir. Bu hayat tarzında tüccarlar şehir denetimini ele geçirmekte ve ticareti kendi koydukları kurallara göre yapmaktadırlar. "Kısacası şehir, kırsal bölgedeki malikânenin tezatıydı ve iradenin değil kanunun, tabiyetin değil dayanışmanın temsilcisi olarak ayakta duruyordu" (Mackenney 2004:12). Sur, savunma için önemli olmakla birlikte onun asıl fonksiyonu şehir ve kırsal alanları ayırmaktır. Sur dâhilindeki sakinler özgür, dışındakiler ise köle veya hizmetçi idiler. 27 Cihan Altun Surların kapıları akşam kapanır ve güneş doğduktan sonra açılırdı. Dolayısıyla, şehir sakini olmayan insanlar, surların dışında kapıların çevresinde gecelemekte, bu alanlarda yeni mahalleler (faubourg=banliyö) ortaya çıkmaktaydı. Zamanla bu alanların şehirlere dâhil edilmesiyle şehirler fizikî olarak büyüme imkânı bulmaktaydı. Adı geçen alanlar bir bakıma bugünkü alt kentleşmeye (banliyöleşme, suburbanizasyon) örnek oluşturmaktadır. Başka bir unsur ise pazaryeridir. Pazarlar Orta Çağ şehirlerinin ekonomik önemini simgelerler. Kent sakinlerinin sık sık bir araya geldiği yer kilise olduğu için, şehrin başlardaki büyümesinde pazarın yeri kilisenin yakını olmuştur (Mumford 2007). Pazar, ticaret kuşağının merkezî durumundadır. Çevresinde meslek erbabının loncaları ile zenginlerin evleri bulunmaktadır. Orta Çağ şehrinin morfolojisine bakıldığında, Yunan ve Roma şehirlerinin ızgara tipi planına rastlanmaz. Caddeler dar ve dolambaçlıdır. Bu durum engebeli kayalık arazinin sit alanı olarak sıkça kullanılmasıyla ilgilidir. Ayrıca bu kentlerin işini bilen sakinleri, yerleşim yerlerini tepelere kıraç topraklara kurarak aşağıdaki verimli topraklara tecavüz etmiyorlardı (Mumford 2007). Orta Çağ’ın cadde ve sokak sistemi bugünkü modern şehirsel hayatı olumsuz olarak etkilemektedir. Viyana, Salzburg ve Münih gibi birçok şehirde eski çekirdek alanlarda şehir içi ulaşımda önemli problemler yaşanmaktadır. Ayrıca bu alanlardaki mevcut evlerin (genellikle üç katlı) bugünkü donanıma sahip olunmasındaki güçlükler, düşük gelirli insanların yaşama alanı olarak belirmelerine neden olmuştur (Jordan ve Rowntree 1986). 4. İslam Şehri (Arap Şehri) İslamiyet, şehir çekirdek alanlarından birinde, Orta Doğu'da, ortaya çıktı. Müslümanlık, Kuzey Çin ve Orta Amerika hariç, batıya doğru Nil Vadisi üzerinden Atlas Okyanusu, doğuda Hindistan üzerinden Pasifik'e kadar geniş bir alanda yayılma imkânı buldu. İslam İmparatorluğu Orta Çağ'da dünyanın farklı kısımlarında şehirsel hayatın gelişmesine katkıda bulunmuştur. Daha Hz. Muhammed zamanında teşkilatlanarak Medine'de bir site devletine sahip olan İslamiyet MS yedinci yüzyıla kadar Kuzey Afrika, Trans Kafkasya ve Güneybatı Asya'nın büyük bir kısmına yayılmıştı. İslamiyet takip eden yüzyıllarda (7-16. yüzyıllar arası) Güney ve Doğu Avrupa, Orta Asya'da Türkmenistan, batı ve doğu Afrika, Çin ve Güney ve Güneydoğu Asya'ya kadar yayılışını sürdürmüştür. Bu yayılış farklı imparatorluklar sayesinde gerçekleşti. Bunların başında Arap, Osmanlı ve Moğol İmparatorlukları gelmektedir. İslam fıkıhçılarına göre şehir, "dini işlere bakan bir müftüsü olan ve kaza hakkına sahip bir kadısı olan yerdir" (Ergin aktaran Gümüşçü 1997: 84), Şehirler on bin veya daha az nüfusludur. Kuşkusuz daha büyük olanlar da vardır. İslam şehirlerini Müslümanlar tarafından kurulanlar ve fetihle İslam hâkimiyetine girenler şeklinde iki ana gruba ayırarak incelemek mümkündür. Müslümanlar tarafından kurulmuş ilk şehirler, fetih topraklarında kurulmuş olduğundan ordugâh karakteri taşımaktadırlar. Söz konusu bu ordugâhlar, fethedilmiş toprakları elde tutmak, muhtemel bir isyanı veya geri alma teşebbüsünü engellemek ve yeni fetihler için, askeri ikmal noktaları teşkil etmek amacıyla kurulmuştur. Ayrıca Arapların yerli halkla karışarak onlarla birlikte yaşamayı arzu etmemeleri, buna ilâve olarak fethedilen şehirleri boşaltarak oralarda yerleşmenin mümkün olmaması da ordugâhların kuruluşunu hazırlayan diğer sebeplerdir. Ordugâhlar zamanla gelişerek; ticarî, siyasî ve kültürel ağırlıklı gerçek 28 Cihan Altun şehir kimliği kazanmışlardır. Mekke, Medine, Şam ve Halep İslam hâkimiyetine alınmış şehirler iken; Basra, Küfe, Fustat (Mısır), Kayravan (Tunus), Bağdat ve Samarra Müslümanlar tarafından kurulmuş şehirlerdir (Can 1995). Georges Marçais'e göre, İslam şehrinin ortaya çıkışı camiye bağlıdır. Hamam ve pazar diğer unsurlardır. Aynı zamanda oturma alanları ile bu fonksiyona sahip olmayan alanlar arasında önemli farklılıklar vardır. Bu farklılığın bir parçası da etnik çeşitliliktir. İslam şehrinin merkezî kısmında her zaman cuma namazı kılınan büyük bir cami vardır. İslamiyet'in ilk yıllarında caminin yanında genellikle darü'l-imara (hükümet konağı) ve divanlar da (devlet daireleri) yer almaktadır. İslam şehrinde ticaret önemli bir faaliyettir. Bu durum birçok nedene bağlı olarak açıklanabilir. Bunlardan biri İslamiyet'ten önceki dönemde de ticaretin önemli olması ve bu geleneğin miras olarak gelecek nesillere aktarılmasıdır. Kuşkusuz ticaretin esas faaliyet olarak ortaya çıkışı alanın coğrafî özelliklerden ayrı tutulamaz. Saha iklim ve başka şartlar nedeniyle diğer faaliyetler için pek de uygun değildir. Yine İslamiyet'in doğduğu ve yayıldığı alanlar uygun ticarî coğrafî konuma sahip yani doğu ile batı arasında geçiş alanıdır. Braudel bu durumu daha açık bir şekilde anlatır: "İslam âlemi, eğer çölsü bedenini kat eden ona hayat veren, hareket getiren yollar olmasaydı, hiçbir şey haline gelirdi. Yollar onun zenginliği, varlık nedeni, uygarlığıdır. Yüzyıllar boyunca, yollar sayesinde 'egemen' bir konumda kalacaktır" (2006: 96-97). Bu açıdan Mekke ve Medine'nin konumu ilginçtir: Mekke ticarî yolların kavşak noktasında bulunmaktadır. Coğrafî konumla birlikte onun manevî konumu birçok yerle ilişkisini güçlendirmiştir. Yine şehir hac nedeniyle kalabalıklaşmakta ve bu durumdan ticarî olarak kâr elde etmektedir. Yine Medine'nin Yemen ile Suriye'yi birleştiren Baharat Yolu üzerinde olması, onun ticarî etkinliklerin merkezi olmasını sağlamıştır (Canatan 2007). Bu konuda bir başka neden ise İslamiyet'in ticareti övmesi ve teşvik etmesidir. Bilindiği üzere başta Hz. Muhammed olmak üzere birçok İslam büyüğü ticaret ile uğraşmaktaydı. Ticarî faaliyetlerin hemen hemen tamamı şehir merkezindeki büyük caminin etrafında toplanmıştır. Bu toplanış Avrupa şehrinde olduğu gibi alansal değil, çizgiseldir (Rapoport 1984). Caminin yakınında kitapçılar, ciltçiler, deri eşya satıcıları ve terlikçiler bulunmaktadır. Dokumacılardan sonra marangozlar, çilingirler, bakırcılar ve demirciler gelmektedir. Saraç ve eğerciler şehrin dış sınırına yakın olarak konumlanmışken, pis koku yaymaları nedeniyle tabakhane ve boyahaneler sur kapılarına yakın yer almaktadır. Çömlekçiler ise tamamen şehrin dışında yer alırlar. Ticaret faaliyetlerinin yoğunlaştığı merkezî bölge ile ikamet bölgeleri arasında kesin bir ayrım mevcuttur. Bu durum İslam toplumunun sosyal yapısıyla ilgilidir, İslam dininde aile hayatı mahremdir. Bu mahremiyeti şehrin hareketli, herkese açık bölgesinde sağlamak mümkün değildir. İslam şehirleri genellikle, şehir çekirdeğindeki büyük camide odaklaşan ışınsal bir ana yol formuna sahiptir. Bazı alanlarda, örnek olarak kuzeybatı Afrika'da, yol şebekesinin genel olarak kıble yönlü olduğu görülmektedir (Bonine 1990). Çıkmaz sokaklara sıkça rastlanmaktadır. Örnek olarak Fas'ta çıkmaz sokaklar bütün yol uzunluğunun % 52,4' ü kadarken, bu oran Cezayir'de % 45,7, Kahire'de % 46,8, Şam'da % 43,1 ve Halep'te % 41,3 kadardır (Raymond 1995). 29 Cihan Altun Çıkmaz sokak oluşumu farklı şekillerde açıklanmıştır. Akgün ve Egli'ye göre, bu durumun asıl nedeni İslamiyet'in gizliliğe önem vermesidir. Buna bir de iklim ve arazinin etkisi dikkate alınarak güneşten ve tozdan sakınma durumu eklenirse konu yeterince açıklanmış olur. Mayer konuya farklı açıdan yaklaşmaktadır. Yazara göre, eski şehirlerin merkezini oluşturan pazaryerinden ve bir merkezden ışınsal olarak ve şehir içinde birbirinden gittikçe uzaklaşan caddeler arasındaki arsa genişlikleri şehir kenarında büyür. Ortada kalan arsaları, yan caddelere bağlamak için çıkmaz sokak zorunluluk halini alır. Schwarz ise olayın asıl nedenini çeşitli kabilelerin birbirinden farklı yerlerde mahalleler kurmalarına bağlamaktadır (aktaran Stewig 1966). Yollar iki yüklü devenin karşılaştığı zaman geçebileceği genişlikte ve işlevlerine göre kademelenmiştir. Diğer şehirler gibi İslam şehri de mahallelerden oluşmaktadır. Mahalleler, kabile, etnik yapı ve din bakımından farklı insanların yaşama alanıdır. Mahalleler birbirinden belirgin şekilde fizikî bir engelle, duvarlarla, ayrılmıştır. Bu engeller bir yandan birbirine düşman olan kabileleri ayırmakta, öte yandan özerk yapıya sahip olmayan İslam şehrinde, merkezi yönetimin zayıf düştüğü dönemlerde, mahallelinin güvenliğini mümkün kılmaktadır. Mahalleler kendine yeterli birimlerdir. Bu alanlar toplumsal hayatı kolaylaştıran çeşitli kurumlara sahiptir. Bunlar çizgisel bir özellik göstermekte, yani bir ana cadde etrafında toplanmış bulunmaktadır. Mescid, hamam, fırın, meyve ve sebze satıcısı (bakkal), baharat-yağ satıcısı (samman) ve lokanta (tabak) bu kurumların başlıcalarıdır (Elisseeff 1992). İslam şehrinde ev, içe dönüktür. Avlusuz ev tipine de rastlanmakla birlikte, İslam şehirlerinde yaygın olan konut tipi, Akdeniz mimarîsinin tipik iç bahçeli (avlulu) ev şeklidir. Evin sokağa bakan dış duvarları penceresiz yani sağırdır. İç bahçe çift işlevi olan bir birimdir. Avlu aile bireylerine sokak gibi açık bir alan sağlarken, diğer yandan yabancılardan gizlenme imkânı da vermektedir. Avlunun duvar yüksekliğini belirleyen etmen deve binicisidir. Duvarlar deve üzerinde bulunan bir insanın avluyu göremeyeceği kadar yüksekliktedir. İslam şehirlerinde heykel, anıt ve benzeri unsurlar yoktur. Buna karşılık 9. yüzyıldan sonra giderek yaygınlaşan bir seyir içinde, mezarlar üzerinde kurulmuş türbelere rastlanmaktadır (Can 1995). İslam şehrinde, dönemin Avrupa şehirlerindeki gibi kilise meydanı ya da şehir meclisinin önündeki geniş alana benzeyen halka ait toplanma yerleri yoktur. Dini toplantılar için cami kullanılmaktadır. Şehrin dışında meydanda ve iki büyük bayram namazının kılındığı musalla gibi yerlerde toplantılar yapılmaktadır (Elisseeff 1992). 5. Rönesans ve Barok Şehri Rönesans (1500-1600) ve barok (1600-1800) dönemi Avrupa'da şehirleşmenin yükselişe geçtiği üçüncü dönemi temsil etmektedir. Bu dönemde çok sayıda şehir kurulmuş olmasa da Avrupa şehrinin şekil ve fonksiyonunda önemli değişiklikler yaşanmıştır. Rönesans'la birlikte şehre, yeni bir açıklık, biçimsel düzen anlayışı gelmiş, taş ve tuğla yol döşemeleri, taş merdivenler, heykelli çeşmeler ve anıt heykeller, sokak mobilyası olarak ortaya çıkmıştır (Mumford 1961). Modern devlet 16. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu durum otoritenin merkezileşmesi anlamına gelmektedir. Otorite kişisel gözetimden çıkmış, nüfus ve ülkenin büyümesine bağlı olarak, şahsî olmayan yönetim ve yetki devri başlamıştır. 30 Cihan Altun Bu durum merkezi olmayan konumlarda yer alan idarî işlerin yerine getirilmesini sağlayan binalara, devlet dairesine olan ihtiyacı ortaya çıkarmıştır. Otoritenin merkezîleşmesi başkentleri ortaya çıkardığı gibi ticaret yollarına hâkim olan bu merkez devletin birliğine güçlü katkı sağlamıştır. Krallık sarayına sahip olan şehirler, nüfus, alan ve zenginlik bakımından en hızlı şekilde büyüyen şehirler olmuşlardır. Modern devletin büyümesinde, kapitalizm, teknoloji ve savaş belirleyici rol oynamıştır. Barutun icadı özgür şehirlerin sonu anlamına gelmektedir. 15. yüzyılda gelişmeye başlayan ağır silâhlar şehirleri savunmasız hale getirmiştir. Eski savunma sitleri (tepe ve kayalık) açık hedef haline geldi. Yeni surlar eskileri gibi basit bir şekilde yapılamazdı. Yapılacak surlar için teknoloji gerekliydi. Sur yapmak mali açıdan günümüz otoban ve metro inşaatına denk düşüyordu. Maliyet, şehirlerin yatay yönde genişleme imkânını ortadan kaldırdı. Büyüme dikey yönde olmak zorundaydı. Bu durum mekânsal rekabete yol açmış, sonuçta şehirlerde, özellikle başkentlerde, toprağın değeri artmıştır. Sömürgecilik bu dönemde başlamıştır. Deniz aşırı ülkeler Hristiyanlığın dindarlığı ve kapitalizmin aç gözlülüğünün teşviki ile fethedilmiştir. Mal ekonomisinden para ekonomisine geçiş, devletin malî kaynaklarını büyük ölçüde artırmış; şehirler de bu artıştan paylarını almışlardır. Rönesans ve Barok şehrinde coğrafî görünüm Orta Çağ şehrine göre oldukça farklıdır. Barok planı mekânın askeri amaçlı istilasına tanıklık etti. Ordu kışlaları manastırın yerini aldı. Şehirsel ses değişime uğradı. Çan sesi yerini boru sesi ve trampet gürültüsüne bıraktı. Bulvarlar Barok şehrinin en önemli simgesi ve temel unsuruydu. Böylece iktidar geçit törenleri ile seyirci üzerinde gücünü pekiştirmek imkânı buluyordu. Bunlar tekerlekli araç trafiğini rahatlattığı gibi, askerlerin düz yollarda yürüyüşünü de kolaylaştırıyordu. Resmigeçitte azamî düzen ve güç gösterisi için askerlerin açık bir meydanda ve düzgün yollarda yürümesi gerekir. Yıldız plan orijinal barok katkısıdır. Böylece merkezi bir noktadan yaklaşan her şeye hâkim olunabilirdi. Geniş bulvarların sosyal boyutu da vardır. Bunların ortaya çıkışı ile üst ve alt sınıflar arasında ayrım kent içinde farklı bir biçim kazanmıştır. Zengin araç sürmekte, yoksul ise yürümektedir. Konutlarla çevrili geniş açık alanlar üst sınıfın ayrıcalığıdır. Bunlar şehir içinde merkezde yer almaktadır (Mumford 1961). 6. Sanayi Şehri Sanayi şehri, Sanayi Devrimi ile ortaya çıktı. Sanayi Devrimi nasıl gerçekleşti? Bu konuda değişik açıklamalar olmakla birlikte, Hobsbawm (1989) konuya farklı bir açıdan yaklaşmaktadır. Sanayi Devrimi, ne iklim, ne coğrafya ne de nüfus artışı ile ortaya çıktı. Sanayi Devrimi kömür rezervlerinin çokluğu ile açıklanamazdı. O zaman demir cevherinin kıt oluşu neden Sanayi Devrimini engellemedi. Ya da Silezya'da da (Güneybatı Polonya) kömür bulunmakla birlikte neden Sanayi Devrimi burada gerçekleşmedi. Nüfus artışı da bir neden sayılamazdı. Nüfus artışı sadece İngiltere'de gerçekleşmedi. Bütün bir kuzey Avrupa'da nüfus artmıştı. Ancak bu artış da Sanayi Devrimi öncesinde değil, bu devrim esnasında gerçekleşti. Din de bir neden değildi. Protestanlık kapitalist ruhun ortaya çıkmasına neden olmadı. Olsaydı, Hollanda'nın Katolik olan kısmı (Belçika), bugünkü Hollanda'dan daha önce sanayileşmeye başlamazdı. Ne 15. ve 16. yüzyıllardaki deniz aşırı keşifler, ne de 17. yüzyıldaki bilimsel devrim sanayileşmenin tek sebebi değildir. Öyleyse Sanayi Devrim'inin ilk kez İngiltere'de yaşanmasının nedenleri ne idi? İç pazar, ateşi tutuşturan kıvılcım olmasa bile, ateşin devam etmesini sağlayacak yakıt ve oksijeni sağladı. İhracat sanayilerinin gelişimi başka bir nedendi. "Bir dizi ülkenin pazarları ele geçirilerek, savaş ve sömürgeleştirme gibi siyasi ve yarı-siyasi yöntemlerle bazı ülkelerin iç pazarlarındaki rekabeti ortadan kaldırarak" (Hobsbawm 2003: 45), ihracat sanayilerinin önü açıldı. Devlet Sanayi Devriminin doğuşunda üçüncü faktördü. Devlet savaşlarla Avrupa'daki en büyük rakiplerini ciddi 31 Cihan Altun biçimde zayıflatarak, İngiltere'nin ihracatının artışını sağladı; barış bu konuda olumsuz bir etki yaptı (Hobsbawm 2003). Sanayi Devrimi ile şehrin biçimsel özelliklerinde kültür önemini kaybetmiş, ekonomik şartlar ön plana çıkmıştır. Polanyi'nin deyimiyle (2007), sosyal hayatın bir parçası olan ticaret, piyasa koşullarıyla birlikte yaşamanın bütün yönlerine hâkim olmuştur. Sanayi Devrimi gerçek şehirsel toplumu ortaya çıkarmıştır. Daha önce kırsal ilişkilere ve toprağa bağlı bir hayat biçimine son veren Sanayi Devrimi, hayatın kentlerde toplanması anlamına geliyordu. Böylece şehir ve kır arasındaki kesin ayrılık da son şeklini almış oluyordu. Sanayi Devrimine kadar Batılı toplumlarda şehirleşme oranı oldukça düşük kalmıştır. Çünkü tarımda makineleşme yoktu, ulaşımda insan ve hayvan gücü kullanılıyordu. Elverişli olmayan gıda saklama ve depolama yöntemleri, çok sayıda insanı besleyecek gıda stoğunun büyümesine engeldi (Sjoberg 2002). Ancak Hollanda bu konuda istisna teşkil etmektedir. 16. yüzyılda bile % 13 oranında şehirli nüfusa sahip olan ülke, 17. yüzyılda nüfusunun yarıdan fazlası şehirlerde yaşayan dünyanın ilk ülkesi oldu. Bu durum daha çok Hollanda şehirlerinin uzun mesafeli deniz taşımacılığına bağlı olarak ticaret merkezi olmalarıyla ilgilidir (Bergman 1995). Diğer Avrupa ülkelerinde şehirleşme Sanayi Devrim'inin sonucudur. Örneğin 1600 yılında Almanya, İngiltere ve Fransa'da nüfusun yüzde ikisi şehirlerde yaşamaktadır. Ancak 200 yıl içinde çok sayıda insan şehirlere göç etmiştir. 1800 yılında İngiltere'de şehirleşme oranı % 20'dir. 1870 yılında İngiltere dünyanın sanayileşmeye bağlı ilk şehirleşen ülkesi olmuştur. 1890 yılı nüfus sayımına göre ülke nüfusunun % 60 kadarı artık şehirlerde yaşamaktadır. Almanya bu bakımdan ikinci ülke olmuştur. Amerika Birleşik Devletlerinde şehirli nüfusun oranı ancak 1920 yılında % 51'i geçebilmiştir. Bu durum hiç kuşkusuz sanayileşmenin adı geçen ülkede geç başlaması ile ilgili olmuştur. Sanayi şehri rekabetçi liberal şehirdir. Liberalizmin ana hedefi kârdır. Kâr peşinde koşmanın şehrin coğrafi görünümüne olan etkisi aşağıda açıklandığı şekilde ortaya çıkmaktadır (Mumford 1961: 508509). Şehirler planlama ve rehberlik olmadan işçi sınıfının aleyhine çok çabuk gelişmiştir. Şehrin kamu kurumu olmaktan çıkıp özel mülk veya eşya haline gelmesi, Sanayi Devrimi ile iyice yerleşen kapitalizmin zaferidir. Ticarî şehrin ortaya çıkışı ile yeni şehirsel semboller (fabrikalar, demir yolu ve gecekondular) de ortaya çıkmış oluyordu. Eski pazaryerleri yerini borsa ve bankaya bıraktı. Şehir, arazi vurguncuları (spekülâtörleri) ve demir yolları tarafından bölünmüştür. Araziyi verimli olarak planlama düşüncesi kaybolmuş, bunun yerini liberalizmin sloganı olan "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler (laissez faire, laissez passer)" düşüncesi almıştır. Sanayi tesisleri yığılma ekonomisi nedeniyle daha çok şehirlerde toplanmıştır. Arazi kullanımı son derece yoğunlaşmıştır. Geçmişte sık rastlanmayan arazi alışverişi ve vurgunculuğu şehir hayatının normal bir parçası haline gelmiştir. Toprak parçaları, kamu yükümlülüklerini hiçe sayan sahiplerinin malı olmuş, tarihi şehir merkezi yok edilmiş veya başka faaliyetlere ayrılmıştır. Yukarıda anlatılanlar sanayi şehrini kargaşa şehri olarak tanımlamak için yeterlidir. Kargaşanın ise planlamaya ihtiyacı yoktur. Ancak bugünkü anlamda şehir planlaması fikri sanayi şehrinin eseridir. Çünkü kirli şehir atmosferi ve başka problemler planlamayı zorunlu hale getirmiştir. Sanayi şehirleri pis ve kalabalıktı. Gaz ve su bir yana bırakılırsa, sanayi şehri insanoğluna 17. yüzyıl şehrinin sunduğundan başka hiçbir şey sunmamıştır. Sanayi şehri çalışanlarının çevresel şartlarını kötüleştirdi. Gecekonduda yaşayanlar doğrudan gün ışığını nadir alırdı. Örnek olarak, bildirildiğine göre, Liverpool halkının altıda biri bodrumlarda yaşıyordu. Kırsal kesimden gelen yeni göçmenleri 32 Cihan Altun iskân etmek için birçok apartman inşa edilmiştir. Geniş aileler tek odayı paylaşmak zorunda kaldı. 19. yüzyılın ortasında yapılan bir çalışmada Manchester'da (ilk sanayi şehridir) 212 kişiye bir tuvalet düşmektedir. Kullanım suyu sadece apartmanların bodrum katında bulunmaktadır. Çoğu zaman bütün bir mahalle evsel atıklar tarafından kirletilmiş tek bir çeşmenin suyunu kullanmak zorundadır. Hastalıklar çok yaygın, ölüm oranı yüksektir (Mumford 1961: 512,526,527). Sanayi şehri kötü çevresel ve ekonomik koşullar yanında sanayi öncesi döneme ait birçok sosyal özelliğin kaybolması demektir. Bu açıdan Sjoberg’e (2002) göre, sanayi öncesi şehirde toplumsal hareketlilik en alt seviyededir. Sanayi kentinde bu hareketlilik artmış ve orta sınıf ortaya çıkmıştır. Oysa sanayi öncesi şehirde seçkinler ön planda bulunmaktadır. Akrabalık bağları ve mahallelilik duygusu kuvvetlidir. Çocuklar, özellikle erkek olanlar önemlidir. Kadınlar kamusal yaşamdan yalıtılmıştır. Sanayi şehrinde, karmaşık iş bölümü, farklılaşma ve uzmanlaşma söz konusudur. Sanayileşme, kadınlara, evin dışında iş bulmaları için istek ve imkân vermiştir. Böylece kadının konumunda önemli değişiklikler olacaktır. Ev ve iş yeri farklılaşması da söz konusu olmuş, kentsel ekolojide farklı coğrafî görünümler, dolayısıyla alansal uzmanlaşma belirgin bir hal almıştır. Sanayi şehri sosyal ayrışıma tanıklık etmiştir. Böylece banliyöleşme de başlamıştır. Çünkü sanayi coğrafî görünümünün kirli atmosferinde yaşamak kolay değildir. Yeni ulaşım araçları, özellikle 1880'li yıllarda icat edilen elektrikli tramvay, banliyöleşmeyi teşvik etti. Orta sınıf ucuz ve etkin ulaşım araçlarına sahip olduğu için şehir merkezini terk etti. Böylece şehir merkezî mavi yakalı vasıfsız işçilere bırakılmış oluyordu (Jordan ve Rowntree 1986). 7. Selçuklu Şehri Anadolu'da şehir hayatına geçen Selçuklular için yerleşim yeri tercihi açısından üç farklı seçenek vardır. Bunlar; Bizans şehirlerinin çok az değişiklik yapılarak kullanılması, büyük değişikliklerin yapılarak Bizans şehir sit alanlarının kullanılması ve doğrudan Türkler tarafından kurulan şehirler. Anadolu'da az sayıda yeni şehrin kuruluşu ilk iki tercihin önemli olduğunu göstermektedir. Çünkü Anadolu'da şehirsel ağ İlk Çağ'ın son yıllarında zaten kurulmuş durumdaydı. Şehir adlarının değişmemesi bu durumun bir göstergesidir. Selçuklular zamanında kurulan başlıca şehirler Aksaray, Akşehir, Kırşehir, Seydişehir, Karaman ve Alanya (Alaiye) olmuştur. Sivas, Erzurum, Konya, Kayseri ise Selçuklular zamanında mevcut şehirlerin en önemlileridir (Tuncel 1980). Selçuklu şehri ovalar üzerinde kurulu ve surlarla çevrilidir. Selçuklu şehri Orta Asya Türk şehrinden etkilenmiştir. Orta Asya Türk şehir tipi ise kerpiç duvarlarla birbirinden ayrılmış üç asıl elamana sahiptir. Bunlar; İç Kal'a, Şehristan ve Rabad’tır. İç Kal'a saray ve yönetim binalarının toplandığı mekândır. Şehristan aristokratlar ve zanatkârların yaşadığı yerdir. Dinsel yapılar ve hamamlar burada bulunmaktadır. Rabad şehrin dış kısmını ve varoşlarını içine alan alışveriş bölgesidir. Ticaret faaliyetleri, özellikle çevrenin tarımsal ürünlerinin pazarlanışı bu alanda yapılmaktadır (Ergenç 1996). Alışveriş bölgesinin asıl kentin dışında tutulmasına güvenlik kaygıları yol açmış olabileceği gibi, buraya mal getiren göçebeler kentlilere hayvansal ürünler sunduğundan temizlik ve sağlık kaygıları da etkili olmuş olmalıdır. Alışveriş yapılan yer demek olan pazar sözcüğü Farsçada "Kapı yanında (yani önünde, dışında) yapılan iş anlamına da gelmektedir" (Alsaç 1993: 14). Tanyeli bu durumu göçebe-kentli simbiosisi (ortak yaşama) ile açıklamaktadır (Tanyeli 1986). Şehrin en önemli merkezi Ulu Cami'nin bulunduğu alandır. Çarşı önemli bir sosyal merkez olan Ulu Cami'nin yanında yer seçmiştir. Selçuklular devrinde şehrin en önemli sosyal kurumu cami değil, meydan olarak görülmektedir. Gök meydan olarak tanımlanabilecek meydanlar şehir surları dışında 33 Cihan Altun yer almaktadır. Bu alanda her türlü tören yapılmakta, bazı cezalar da yerine getirilmektedir. Mahalle, Selçuklu şehrinin en küçük birimidir. Bu birimde mescit de bulunmaktadır. Mescit ve mektep birlikteliği söz konusudur. Şehir geliştikçe mahalle sayısı artmaktadır (Baykara 2000). Selçuklu şehri aşağıda ifade edilecek özelliklere göre farklı modellerde ortaya çıkmıştır. Özcan'a göre (2007a), Selçuklu kentlerine dönük model arayışı tek bir modele bağlanmamalıdır. Anadolu Selçuklu kentinin mekânsal modeli üç farklı etmenden etkilenerek ortaya çıkmıştır: Bizans-Selçuklu ikili siyasal egemenlik düzeni, Milletler arası ticaret sistemine göre örgütlenmiş yerleşme ve ulaşım sistemi, Anadolu'nun coğrafî altyapısı, Özcan (2007a) yukarıdaki etmenlere bağlı olarak Anadolu Selçuklu kentlerini üç ana başlık altında incelemektedir. Bunlar; kale kent, açık kent ve dış odaklı büyüme modelleri şeklinde sıralanmaktadır. "Kale Kent Modeli" işlevsel ve konumsal niteliklerine göre A ve B tipi olmak üzere iki alt gruba ayrılmaktadır. A Tipi Kale Kentler siyasî ve idarî işleve sahip olup, kısmen kale dışında gelişme göstermektedirler. Konya, Kayseri ve Erzen-i Rum (Erzurum) şehirleri "Eklemeli Kale Kent Modeli" olarak da adlandırılan bu kentin tipik örnekleridir. B Tipi Kale Kentler, bölgeler arası ticarî işleve sahip, Selçuklu üretim dağıtım sisteminin dışa açılan kapısı olmakla birlikte, daha çok askeri stratejik merkezlerdir ve tamamen sur içinde gelişmişlerdir. Bunlar hem kıyıda hem de iç kesimlerde bulunmaktadırlar. Antalya, Alaiyye ve Sinop kıyı yerleşmeleri iken, Sivas, Karahisar-ı sahip (Afyonkarahisar) ve Karahisar-ı Kögonya (Şebinkarahisar) iç kısımlarda yer alan karahisar (kale-kent) yerleşmeleridir. "Dış Odaklı Büyüme Modeli" Kentler BizansSelçuklu siyasî ve kültürel temas bölgelerinde (yani uç bölgelerde), Anadolu'da yerleşmelerin gelişimini teşvik amacıyla, sur dışı alanlarda tekke ve zaviye ya da cami ve mescid gibi İslâmî anıtsal ve kamusal yapı faaliyetleri ile gelişen şehirlerdir. Ankara, Çankırı, Kütahya ve Tunguzlu (bugünkü Denizli) bu uç şehirlere örnektir. 34 Cihan Altun 8. Osmanlı Şehri "Osmanlı'da bir yerleşme merkezinin şehir ya da kasaba olarak tanımlanabilmesi için bazı işlevsel özelliklere sahip olması gerekir. İdarî açıdan, yerleşmede bir sancak beyi ya da bir kadı bulunmalıdır. Pazar etkinlikleri, belgelerde ilgili vergilerin varlığı ile kanıtlanmalıdır. Çarşıya ilişkin belgeler, nüfusun önemli bir kısmının geçimini tarım dışı uğraşılarla kazandığını kanıtlamalıdır. Nüfus açısından bakılırsa şehir, 400'den fazla vergi nüfusu olan yerleşme merkezleri olarak tanımlanabilir. Hatta 400-1000 vergi nüfusu olan yerleşme merkezleri küçük şehir, 1000-3000 vergi nüfusu olanlar orta büyüklükte şehir ve 3000'den fazla vergi nüfusu olanlar da büyük şehir olarak tanımlanabilir (Faroqhi 1993:1213). Osmanlı şehri nüfus miktarı bakımından farklı büyüklükte olmuştur. Balkan şehirleri genellikle yeterli fakat nüfus bakımından küçüktürler. Onlar yaklaşık 10000 civarında nüfusa sahiptirler. Buna karşılık yoğun bir dağılım gösterirler. Oysa Anadolu şehirleri, özellikle orta ve doğuda nispi olarak daha büyüktürler (yaklaşık 10000-30000 arasında). Buna karşılık şehirler birbirinden uzak dolayısıyla seyrektirler (Tankut 1973). Selçuklu şehri ovalarda kurulmuş olmasına karşın, Osmanlı şehri gerek dağılım gerekse mimarî açıdan dağlık bölgeden ovaya geçişten fevkalâde biçimde yararlanmış bir dağ eşiği şehridir (Cerasi 2001). Aynı şekilde Selçuklu çağından sonra şehir surları gittikçe önemini kaybetmiştir (Kuban 1995). Yozgat ve Nevşehir 18. yüzyılda, Adapazarı, Ordu, Mersin, Zonguldak, Osmaniye, Ceyhan, Reyhanlı ve İslâhiye ise 19. yüzyılda Osmanlılar tarafından kurulmuş olan şehirlerdir. Cumhuriyet döneminde kurulan şehirler ise Kırıkkale ve Batman'dır (Tuncel 1980). Cami, bedesten ve imaret Osmanlı şehir planına hâkim unsurlardır. Bu alanı çarşı mahallesi olarak tanımlamak mümkündür (Faroqhi 2004). Bütünüyle şehirsel alanın % 15-20' sini oluşturan bu alan ekonomik faaliyetlerin en büyük bölümünün yapıldığı yerdir (Cansever 1996). Şehre yönelen yollar bu alanda sonuçlanır ve aralarında düzenli bir bağlantı vardır. Bu odak noktaları arasındaki yerler, ekonomik etkinliklere sahne olan çarşı ve pazaryerleri ile doldurulmuştur. Şehrin asıl merkezini bedesten oluşturmaktadır. Etrafında ise hanlar bulunmaktadır. Hanlar sadece geceleme ihtiyacını karşılayan yerler değil, aynı zamanda ticarî işlevi de olan yapılardır. Çoğunlukla şehrin büyük cami ya da camilerden bazısı da merkezde yer almıştır. Bu merkezden diğer odak noktalarına doğru bir yayılma göze çarpar. Yayılmanın eksenini de bedestenden başlayan ve "uzun çarşı" denilen geniş cadde oluşturur. Uzun çarşı şehirde üretilen her türlü mal ve hizmet erbabının bulunduğu kesimdir. Uzun çarşıya açılan sokaklarda her biri ayrı iş kolunda hizmet sunan esnaf örgütleri yer alır. Esnaf çarşılarının şehir planındaki yerini camiye göre değil, bedestene göre açıklamak ihtiyacı vardır. Bedesten büyük tüccarların bulunduğu ve transit ticarete konu olan malların alınıp satıldığı kapalı pazaryeridir. Şehirde ülkeler ve şehirlerarası pazar için üretim yapan sanat dallarının bedestene yakın bulunması, onları bu ana uğraşı dallarına katkısı olan dalların izlemesi, sırayla akarsuya ya da başka özel isteklere ihtiyaç duyan iş kollarının şehir içinde, bu ana odak noktasına göre yer alması, Osmanlı şehirlerinin çarşı ve pazar düzenidir. "Şehirlerin önemli yapılarından biri de imarethanelerdir. Yoksullara, medrese öğrencilerine, tekkelerde kalanlara, yolculara yemek dağıtmak üzere kurulmuş aş evleri olan imarethaneler, kamu hizmeti gören bir hayır kurumudur" (Alsaç 1993: 21). Şehir planını bu ana damarlar çevresinde yer alan mahalleler tamamlamaktadır (Ergenç 1996). 35 Cihan Altun Şehirlerde ticaret bölümleri, konut bölümlerinden genellikle ayrıdır. "Orta Çağ ya da erken modern dönem kentlerinde dükkânlar, işlikler ve yaşam alanları tek bir yapının farklı kısımlarını oluştururken, Osmanlı kentlerinde iş ve ticaret merkezi hanlarda kalan sınırlı sayıda kısa süreli konuk dışında, geceleri boşalırdı" (Faroqhi 2004: 703). Başka bir anlatımla burada çarşı selamlık, ikamete ayrılmış mahalleler ise haremlik olarak karşımıza çıkmaktadır (Tamdoğan-Ebel 2000:398). Şehirsel alanın büyük bir kısmı mahallelerden oluşmaktadır. Mahalle fizikî olmaktan çok sosyal bir birimdir. "Osmanlı şehrinde mahalle birbirini tanıyan, bir ölçüde birbirinin davranışlarından sorumlu, sosyal dayanışma içinde olan kişilerden oluşmuş bir topluluğun yaşadığı yerdir. Osmanlı çağındaki tanımı ile aynı mescitte ibadet eden cemaatin, aileleri ile birlikte yaşadığı yerdir (Ergenç 1994). "Osmanlı şehrinde mahalleli mahallenin yönetiminden ve güvenliğinden, sokakların bakımından ve temizliğinden, çöpün toplanması ve yok edilmesinden, çocukların gözetilmesinden, yeni yapıların çevre ilişkileri ile ilgili nihaî kararları vermekten sorumludur" (Cansever 1996: 381). Mahalleler genellikle 10 ila 30 aileden oluşurdu bu sayı nadir olarak 40'ı geçerdi (Tanyeli 1987). Bu özellik mahallenin sosyal birim olma durumunu iyi yansıtmaktadır. Mahallenin merkezi, mescittir. Bunun hemen yanında imamın evi bulunmaktadır. Genellikle mescidi yaptıran hem ona hem de mahalleye adını vermiştir. Okul, caminin yanında ya da içinde bulunmaktadır (Kuban 1995). Mahallelerde aynı etnik veya dini gruptan insanlar bir arada yaşardı. Başka bir anlatımla Müslim ve gayrı Müslim aynı mahallede ikamet etmediği gibi, farklı etnik kökene sahip nüfus da farklı mahallelerde yerleşirdi. Örnek olarak azınlıklar İstanbul da kenarda, sur dışında, yaşardı. Böylece Fener Rumların, Sulumanastır, Samatya ve Kumkapı Ermenilerin, Sulukule Çingenelerin yaşadığı başlıca mahallelerdi. Ancak aynı özelliklere sahip mahallelerde gelir açısından farklılık yoktu (Ortaylı 2007). Şehirlerde planlanmış bir meydan yoktur. Açıklık, mescidin ve çeşmenin çevresinde ya da pazarlarda kendiliğinden oluşmuştur. Cami avluları ve çeşme meydanları dışında, şehir sokaklarında ağaç bulunmaz. Şehir yeşili evlerin bahçelerinde toplanmıştır (Kuban 1995). Osmanlı şehrinde cadde sokak sisteminde belirli bir düzen yoktur. Daha doğrusu, yol ağı benzer niteliktedir ve cadde ile sokak ayrımı söz konusu olmamıştır. Bu durum bir yandan kentsel donatıların mahalle esaslı dağılımı ile ilgili iken, bir yandan da şehirde hareketliliğin az oluşu ile ilgisi vardır (Tanyeli 1987). Osmanlı şehrinde organik dokuya sahip mahalleler oldukça çoktur. Stewig tarafından "Doğulu Yapı" olarak tanımlanan organik yapının ortak özellikleri kısaca şöyle özetlenebilir: "Sokaklar dardır. Sokak genişlikleri daha çok yayalar ve yük taşıyan hayvanlara göre yapılmıştır. Sokaklar sık sık yön değiştirmektedir. Uzun bir mesafede sokakların yön değiştirmeden devamı enderdir. Sokakların doğrultuları ve genişlikleri de çok sık değişir; dar ve geniş sokak parçaları düzensiz olarak birbiri ardından gelir. Caddelerin cephesiyle evlerin ve arsaların cephesinin birbirine uygunluğu enderdir. Nihayet doğulu yapı tipinin bir belirtisi olarak birçok yol, bir sona ulaşmadan kalır. Bunlar kısa veya uzun, başka kolları olan veya olmayan, genişlikleri birbiri ardınca değişen çıkmaz sokaklardır" (Stewig 1966). Kısaca bu "Yapıda yollar, çoğunlukla genelden mahreme doğru incelen ağaç dalları gibi düzenlenmiştir" (Erzen 2003:116). Çıkmaz sokak oluşumu farklı şekillerde açıklanmaktadır. Kuban'a göre (Kuban 1995), "Çıkmaz sokaklara, ana yollardan evlere uzanan özel yollar olarak bakmak gerekir. Evlerin yerleştirilmesinde de görülen bireyci tutum, çıkmaz sokağı doğuran nedenlerden biridir" Stewig, çıkmaz sokak oluşumunu, gecekondulaşmaya dolayısıyla plansız büyümeye bağlamaktadır. Ancak 36 Cihan Altun yazar İstanbul için yapmış olduğu araştırmasında, Egli ve Akgün'e hak vererek, İslamiyet'in rolünü kabul etmekte, çıkmaz sokak oluşumunun çok karışık faktörlerin etkisiyle ortaya çıktığını vurgulamaktadır (Stewig 1966). Oysa Tanyeli (1987), İslam etkisini kabul etmemekte ve konuya farklı bir açıklama getirmektedir. Ona göre asıl neden, kentsel toprağın bölünmesini düzenleyen kurallar dizisinin yokluğudur. 9. Kapitalist Şehir "Serbest piyasa ekonomisi, liberalizm olarak da adlandırılan kapitalizm, insan veya doğa yapısı sermayenin yani üretim araçlarının özel mülkiyet altında bulunduğu ve kişisel kazanç için kullanıldığı bir ekonomik örgütlenme biçimidir" (Emiroğlu vd. 2006: 431). Başlangıç zamanı tartışmalı olmakla birlikte, 15 ve 16. yüzyıllardan sonra, feodal düzenin yerini almış, sanayileşme ile birlikte hızla gelişmiş ve 18. ve 19. yüzyıllarda hâkim üretim biçimi haline gelmiştir. Özel mülkiyet ve miras hakkı, kâr amacı ve serbest girişim, piyasa mekanizması ve fiyat sistemi ile rekabet bu üretim biçiminin temel özellikleridir. Kentler kapitalizmin ortaya çıkardığı dinamik ve hareketliliğin ilk fark edildiği yerleşmelerdir. Harvey ve kısmen de olsa Giddens kapitalizmle birlikte şehirlerde meydana gelen değişiklikleri aşağıdaki gibi sıralamaktadırlar: Mutlak anlamda olmasa bile, şehirleşmenin hızla ivme kazanması sermayenin sürekli büyüyen ölçekte şehirlerde birikimine neden olmuştur. Şehirlerde büyük mekânsal düzenlemeler yapılmıştır. Dolaşımın artışına bağlı olarak demir yolu ağı genişlemiş, tren istasyonları şehirlerin simgesel yapıları olarak ortaya çıkmıştır. Şehirde insan ve eşya hareketini kolaylaştıracak ve şehrin farklı bölgeleri arasında ulaşımı sağlayacak büyük bulvarlar ve hız yolları açılmıştır. Artan ticarî aktiviteye bağlı olarak alışveriş merkezleri kamusal hayatın merkezine yerleşmeye başlamıştır. Kentlerde nüfusun aşırı birikimine bağlı olarak hızla artan konut ihtiyacını karşılamak için ortaya çıkan büyük konut stok alanları, şehirsel coğrafi görünümde önemli değişiklikler yapmıştır (aktaran Yırtıcı 2005: 83-84). Kapitalist düşüncenin şehir arazisini gelir kaynağı olarak görmesi kapitalist şehrin belki de en önemli özelliğidir. Böylece kullanım değerinden çok değişim değeri ön plana çıkıyordu. Giddens, bu özelliği kapitalizmin şehir arazisini metalaştırması olarak ele alır. Yani kapitalist kentleşme toprağın metalaştırılmasını gerektirmektedir. Kentsel arazi yaratılmış mekâna dönüştürülmektedir. Yaratılmış mekânlar da doğa ile ilişkiden uzaklaşmaktadır (aktaran Yırtıcı 2005). Sonuçta şehir merkezine ve bunun sonucu olarak yaya trafiğine yakınlık, araziye ekonomik değer katmıştır. Irmağa veya limana ya da şehir içindeki ve dışındaki ana yollara yakın alanlar gibi başka özel konumlar da arazinin değerini arttırmıştır. Şehir arazisine verilen kıymette meydana gelen köklü değişiklikler, Orta Çağ şehir kalıbının dağılmasına neden olmuş, (Jordan ve Rowntree 1986) şehirsel coğrafî görünüme yeni bir katman eklenmiştir. Ortaya çıkan kapitalist şehirde, ödeme gücü, insanın yaşama yerini belirlemiştir. Bu bağlamda ikili yapı söz konusudur. Şehrin oturma alanları ekonomik mevki tarafından tayin edilmektedir. Çok parası olmayanlar şehrin kötü kesimlerinde yaşamaya zorlanırken, zenginler cazip mahallelerde yaşamaktadır (Jordan ve Rowntree 1986). 37 Cihan Altun 10. Sömürge Şehri Sömürge şehri çoğunlukla Avrupalılar tarafından Üçüncü Dünya ülkelerinde kurulan idarî, ticarî ve askeri karakoldur. Sömürge şehirlerinin çoğu yerel nüfusa hizmet için değil, ekonomik ve askeri bakımdan onları zapt etmek için kurulmuştur. Bu şehirler ticarî fonksiyonlu oluşları ve coğrafî görünümde kültürel karışımları yansıtmaları ile dikkat çekerler (Jordan ve Rowntree 1986, Pacione 2005). Sömürgeleşme kıtalarda farklı zamanlarda ortaya çıkmıştır. Ancak bunların gelişme safhaları aynıdır ve bu safhalar birbirini takip etmiştir. Drakakis-Smith (1987) Asya kıtasında sömürge şehirleşmesinin genel özelliklerini dönemler halinde vermektedir: 1500 yılı öncesi, temas öncesi dönem olarak kabul edilmektedir. Sömürü alanlarında küçük, organik olarak dağılmış yerli şehirler hâkimdir. Ticari sömürü dönemi 1500-1800 yılları arasında yaşanmıştır. Mevcut limanlarda sınırlı sayıda yabancı tüccar bulunmaktadır. Ticaret yerel alanların doğal ürünlerine (baharat, ipek ve şeker gibi) dayanmaktadır. Bu dönemde Avrupa kökenli yerleşmelerin sınırlı oluşu, yerel ticaret ağının yeterli olmasına bağlı olduğu kadar, ticaretin devlet girişiminden çok özel girişimcinin işi olmasına da bağlıdır. Ticarî sömürgeleştirme şehirsel sistemler üzerinde çok az etki bırakmış, sadece Latin Amerika'da iki yeni şehir, Buenos Aires ve Lima, kurulmuştur. 1800-1850 yılları arası geçiş dönemi olarak adlandırılmaktadır. Avrupalıların sınırlı deniz aşırı yatırımı söz konusudur. Sanayi devrimi gelir kaynağının temelini oluşturmaktadır. 1850-1920 yılları arasında sanayi sömürgeciliği yaşanmış ve bunun gerek şehirlerin dağılışında gerekse içyapısında önemli etkileri olmuştur. Sanayi Devrimi nedeniyle çok miktarda ham madde ve artan şehirsel iş gücünün beslenme ihtiyacını karşılayacak gıda maddesine ihtiyaç duyulmuştur. Yatırımın ana kaynağı devlettir. Ham madde ve gıda maddesi ihtiyacının artışı sömürge alanlarında belirli büyüklükte arazinin elde edilmesi ihtiyacını doğurduğu gibi maliyeti en düşük seviyede tutmak için üretimin organize edilmesini gerekli kılmıştır. Yeni yerleşme kalıpları ve morfolojisi ortaya çıkmıştır. Şehirler sömürge gücünün kültürünü yansıtan, tiyatro, kilise ve erkekler kulübü gibi, yeni elemanlar kazanmıştır. Sömürgecilerin üstün teknolojisi, yerli halkın insana ve insan gücüne dayanan birçok unsurunu olumsuz yönde etkilemiştir. Ulaşım açısından ele alınırsa, demir yolu ulaşımı ve geniş bulvarların ortaya çıkmış olduğu görülür. Bu bulvarlar yerli şehirlerin Orta Çağ cadde ve sokak sistemini yok etmiştir. İş yeri ve oturma alanları birbirinden ayrılmış, fonksiyonel olarak uzmanlaşmış binalar ortaya çıkmıştır. Yeni karmaşık şehirsel sistemin düzenlenmesi güvenlik kuvvetleri, ulaşım ve inşaat şirketleri ile mümkün olmuştur. Bazen eski doku olduğu gibi kalmış, sömürgeci güçler kendi yaşam alanlarım sömürge şehri için yeni sayılan elemanlarla donatmışlardır. Endüstriyel sömürge döneminin bir başka etkisi tek hâkim kent olgusunun ortaya çıkmasıdır. Bu durum sömürgecilerin mekânsal önceliklerinden veya yüksek ölçüde seçiciliğinden kaynaklanmıştır. Ekonomik ve politik güç sahipleri diğer şehirlerin aksine belirli yerleri tercih etmişlerdir. 1920-1950 geç sömürü dönemini temsil etmektedir. Avrupalıların morfolojik etkilerinde yoğunlaşma meydana gelmiştir. Bankalar, üniversiteler ve idarî binalar şehir morfolojisine eklenen başlıca unsurlardır. Yoğunlaşma hiyerarşik olarak büyük yerleşmelerden küçük yerleşmelere doğru hissedilmeye başlanmıştır. Etnik ayrışmanın yaşanması dönemin başka bir özelliği olmuştur. 38 Cihan Altun 1950-1970 yılları arası erken bağımsızlık dönemidir. Şehirlere iş arama nedeniyle gelen yerlilerin miktarı hızla artmış ve gecekondulaşma ortaya çıkmıştır. Drakakis-Smith 1970 sonrası dönemi uluslararası iş bölümü dönemi olarak adlandırmaktadır. Kısaca dönem küreselleşme dönemi olarak isimlendirilebilir. Çok uluslu şirketlerin sahip olduğu fabrikalar kurulmuş, şehirler göç olgusunun hedefi olmaya devam etmiştir. Sömürge şehirleri farklı şekillerde ortaya çıkmışlardır. Geniş liman şehirleri sömürge döneminin ilk örneği (arketipi) sayılırlar. Fonksiyonel olarak özelleşmiş askeri garnizonlar, tepe istasyonları ve demir yolu şehirleri gibi daha küçük yerleşme örnekleri de vardır. Ayrıca Avustralya'da, Hollanda'nın Doğu Hindistan'ında ve Fransa'nın Kuzey Afrika'sında tarımsal amaçlı yerleşmelere de rastlanılmaktadır. Liman şehri, farklı özellik ve elemanlardan oluşmakta ve ticarî işlev ile birlikte, karışık kültürel elemanları da barındırmaktadır. Bu elemanlar Dutt (1983) tarafından aşağıdaki gibi sıralanmaktadır: 1. Kıyı lokasyonları sömürge şehri için önemli bir çekicilik olmuştur. Çünkü gerek ticarî ve gerekse askeri takviye için okyanus gemilerinin yanaşabileceği en alt düzeyde liman faaliyeti gereklidir. 2. Limana bitişik tahkim edilmiş bir kale bulunmaktadır. Kale içinde asker ve memurlar için yönetim binaları, küçük bir kilise ve eğitim kurumları bulunmaktadır. Bunlara ilâve olarak ana ülkeye gönderilmek üzere tarımsal ham maddelerin işlenmesine hizmet eden fabrikalar da vardır. Böylece kale sadece karakol değil, aynı zamanda değiş tokuşun yapıldığı bir çekirdek durumundadır. 3. Liman çevresinde gerek yangınlardan korunmak gerekse güvenlikle ilgili nedenlere bağlı olarak bir açık alan (meydan) bulunmaktadır. 4. Liman ve meydanın ötesinde plansız, kalabalık ve sağlıklı olmayan koşullara sahip bir yerli yerleşmesi mevcuttur. Bu yerleşme liman ve sömürge yönetimi için merkezi iş sahası görevi üstlenmiştir. Kale ve yerli şehir arasında yönetim faaliyetlerine ayrılmış alanlar da vardı. 5. Kale ve yerli şehre bitişik batılı özelliklere sahip yüksek yoğunluklu merkantil (Merkantalizm: Feodalite ‘den kapitalizme geçiş süreci içerisinde ticari kapitalizm dönemini ifade eder) büro fonksiyonlu, perakende ticaret ve düşük yoğunluklu ikamet alanlarına sahip merkezi iş sahası vardır. Bu alanda yine batı stilli otel, kilise, banka, müze ve İngilizlerin önemli insanlarına ait heykeller de bulunmaktadır. Bunlar kavşaklarda yer almakta ve kraliyetin sonsuzluğunu ifade etmektedirler. 6. Yerli şehrin ötesinde farklı yön ve alanlarda Avrupa şehri bulunmaktadır. Şehir, tipik bir Avrupalı şehir görünümündedir. Geniş tek katlı evler, ağaçlı geniş caddeler, zarif apartmanlar, öğleden sonra akşam toplantıları için kulüpler, dış ve iç rekreasyonel faaliyetler, farklı mezheplere hitap eden kiliseler ve bahçeyi andıran mezarlar Avrupa şehrinin başlıca özellikleridir. Eğer kanalizasyon sistemi, su ve elektrik teknik olarak varsa bunların hemen tamamı bu alanda kullanılmaktadır. Yerli şehirde bu tür kullanışlar oldukça sınırlıdır. 7. Kale ve Avrupa şehri arasında veya bunlara yakın bir konumda geniş açık alanlar bulunmaktadır. Bu alanlar hem askeri kutlamalar veya gösteriler hem de batı tarzı rekreasyonel faaliyetler (yarışma ve golf sahaları, futbol ve criket oyunları) için ayrılmıştır. 8. Yerli şehir ile Avrupa şehri arasında Avrupalı ve Hintli melezler yaşamaktadır. Melezler, Hristiyan dinine mensuptur. Fakat onlar ne yerliler ne de Hintliler için önemlidir. 9. 19. yüzyılın sonlarından başlayarak, sömürge şehrinin gelişimine bağlı olarak, yerli, seçkin ve zenginler için yeni yaşama alanları gerekli olmuştur. Bu alanlar da yüksekliği fazla olmayan yerlerin ıslahı ile elde edilmiştir. 39 Cihan Altun 11. Küreselleşme/Küresel Şehir Toplumların sosyal hayatına yön veren fikirlerin çıkış yeri olan şehirler, küreselleşmeye neden olan bütün faktörlerin toplandığı mekânlardır. Başka bir anlatımla, şehirler küresel eğilimlerin kavşak noktasında bulunurlar. "Küreselleşme dünya üzerinde serpilmiş şehirlerin ve özellikle büyük şehirlerin [metropollerin] kendi içlerindeki ve aralarındaki [ilişkilerin] istikrarlı bütünüdür". Küreselleşme farklı anlamlar yüklü bir kelimedir. En yalın anlamıyla "Zaman-mekân sıkışması", "Dünyanın tek bir mekân olarak algılanması", "Yeni bir dünya düzeni", "Dünyanın tek bir pazarda bütünleşmesi", "..Dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması", "Karmaşık bağlantılılık (karşılıklı bağlar ve bağımlılıklar ağı)", "Kapitalizmin evrensel yayılışı", "Az devlet çok piyasa" gibi anlamları vardır. Küreselleşme sermaye birikimi önündeki engellerin kaldırılmasıdır. "Ulusal olanın anlamını yitirmesi" küreselleşmenin başka bir tanımıdır. Küreselleşme farklı nedenlerle ortaya çıkmıştır. Bunları; Sovyetler Birliğinin yıkılışı, bilgi ve iletişim teknolojisinde hız ve maliyet açısından yaşanan değişimleri, ulus devletlerin ticaretin serbestleşmesine olan katkıları, gelişmiş ülkelerde iç piyasaların doyuma ulaşması dolayısıyla bu alanlarda düşen karlılık ve verimlilik oranları, ekonomik faaliyetlerin hacminin artmış olması, Uluslararası malî kuruluşların (IMF ve Dünya Bankasının, Dünya Ticaret Örgütü) etkisinin kuvvetlenmesi şeklinde sıralamak mümkündür. Küreselleşme ile ulus devletin rolü değişmektedir. Ulus devlete dayalı iktidar yapısının zayıflaması ve küresel ölçeğin hâkimiyetine dayalı yönelimin temel nedeni ulus devlet ölçeğinde sermaye üretim ve birikiminin düşük boyutlu oluşudur (Ersoy ve Şengül 2001). Bunun bir yansıması olarak şehirlerin ekonomik, politik ve kültürel yeni işlevler üstlendiği görülmektedir. Eskiden uluslararası olan birçok etkileşim bugün şehirlerarasında yaşanmaktadır. Böylece şehirsel yönetim anlayışı, şehirsel hizmetlerin sunum biçimi, şehir içi arazi kullanımı, şehir kimlikleri, şehirlilerin yaşam biçimleri ve tüketim alışkanlıkları değişim süreci içine girmiştir. Bütün bunların sonucu olarak küresel kent planlamasında seçkinci, rekabeti esas alan, mekân kullanımının piyasa kurallarına göre belirlendiği, güvenliği ve ayrışımı ön plana çıkaran yeni bir şehir ve şehir planlaması ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla küresel şehri neo-liberal şehir olarak tanımlamak mümkündür. Hiç kuşkusuz yeni liberal şehirler, küresel hiyerarşide en üst sırada bulunanlardır. Orta ve küçük ölçekli şehirlerin küresel ağlarla bağlantıları daha zayıftır. Ekonomik faaliyetlerin küreselleşmesi sayıca az birkaç şehrin uluslararası şehirsel sistemde önem kazanmasına neden olmuştur. "Küresel sermayenin üs merkezi" olan bu şehirleri Friedmann "dünya şehri" olarak tanımlamaktadır. Bunlar uluslararası ölçülere göre, ne nüfus miktarı, ne çalışan sayısı ne de üretim miktarının çokluğu ile değil, küresel ekonominin kontrol merkezleri olmaları ile dikkat çekerler. Friedmann dünya şehir sisteminin doğu batı uzanışlı çizgisel olarak birbirine bağlı üç alt sistemden meydana geldiğini ifade etmektedir. Asya alt sistemi Tokyo- Singapur eksenlidir. Bölgesel metropolis olan Singapur ikinci derecede öneme sahip şehir konumundadır. New York, Chicago ve Los Angles Amerikan alt sisteminin önemli şehirleridir. Bunlar Kuzey Amerika'da Toronto ile bağlantılı iken, güney ile bağlantıyı kuran şehir Karakas'tır. Batı Avrupa alt sistemi Londra, Paris ve Ren vadisi ekseni ile belirmektedir. Güney (gelişmekte olan ülkeler) Johannesburg ve Sao Paulo şehirleri ile bu sisteme bağlıdır (aktaran Knox ve Agnew 1994). Sassen (1991), küresel şehir kavramını tercih etmekte ve bu konuda üç şehir, New York City, Londra ve Tokyo, belirlemektedir. 40 Cihan Altun Şehirlerin ulusal ölçeğin dışına çıkan merkezler olmaları onları küresel ekonomide yer kapmaya zorlamaktadır. Buna göre, artık bir yanda, uluslararası ölçekte gezinen ve kendisi için en çekici yerel birimi bulmaya çalışan yatırımcılar, diğer yanda ise, yatırımcıları kendine çekmeye çalışan yerel birimler vardır. Uluslararası dolaşımdaki sermaye sınırlı olduğundan, bu sermayeyi kendine çekebilmek için çok sayıdaki yerel birim birbiriyle yarışmak durumundadır (Harvey, 1989). Bu açıdan bütün şehirler aynı şansa sahip olamamıştır. Nitelikli ve mümkün olduğu ölçüde düşük ücretle çalışmaya hazır iş gücünün varlığı, gelişmiş fiziksel ve teknik alt yapının mevcudiyeti ve düşük vergi ücretleri gibi teşvik edici unsurların bulunması gereklidir (Harvey 1989). Dolayısıyla birçok şehir küresel ekonominin kenarında kalmıştır. Türkiye'de bu açıdan en önemli şehir İstanbul'dur. Şehir ekonomik ve kültürel olarak küresel ekonomi ile bütünleşme çabası içinde, küresel veya dünya kenti olma yolunda önemli adımların atıldığı bir yerdir. Bu adımlar Maslak hattında farklı bir şehirsel görünümün ortaya çıkmasına neden olmuştur. Anadolu kaplanları olarak ifade edilen bazı şehirler ise, örneğin Gaziantep, Denizli, Çorum, Konya ve Kayseri, bugünkü sisteme fason mal üreten şehirler olmuşlardır. Antalya ise turizm yoluyla küresel ekonomiyle bütünleşme çabası içinde olmuştur (Geniş 2007). Kamu hizmetleri kavramının anlamı değişmiştir. Keynesçi refah devleti yerini tekrar Smithçi liberal devlete bırakmıştır. Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, onları kar peşinde koşan şirketler haline getirmiştir. Ülke insanı bu bağlamda vatandaş olmaktan çok müşteri olarak algılanmaktadır. Aslında bu durum sanayi şehrine yeniden dönüş anlamına da gelmektedir. Ancak bu sefer ortaya yeni semboller ve kavramlar çıkmıştır. Şehirlerde zenginlik ve fakirlik birlikte gelişmekte ve kutuplaşmaktadır. Bu durum şehirsel peyzajda, yoksul barınma alanlarının ve kapalı (veya korumalı) toplumların (gated communities) ortaya çıkmasına neden olmuştur. 41 Cihan Altun Yoksulluk farklı zamanlarda gündemde olan bir kavram olmuştur. Ancak 1980'li yıllardan sonraki olanını "yeni yoksulluk" olarak ifade etmek lâzımdır. Yeni yoksulluk bütün dünyada farklı şekillerde tanımlanmaktadır. "Dışlanma" Fransa'da, giderek AB'de yaygın olarak kullanılırken, ABD'de yoksullar "alt sınıf" olarak görülmektedir. "Marjinalleşme" ise Latin Amerika'da "yeni yoksulluğu" tanımlamaktadır. Yeni yoksulluk küreselleştirici süreçlerin dinamiğini oluşturan neo-liberal politikaların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Neo-liberal politikalar yoksulluğa nasıl katkı sağladı? Bir kere sermaye hareketlendi. Yani yatırımlar yeryüzünde işçi ücretlerinin düşük ham madde kaynaklarının ucuz ve kolay erişilebilir ve vergi düzenlemelerinin en uygun olduğu alanlara kaydı. Bu durum Çok Uluslu Şirket (ÇUŞ) politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıktı. İş gücü örgütsüzleştirilerek güçsüz kılındı. Özelleştirmeler, yüksek oranda işçi çıkarmak anlamına geliyordu. Devlet kamu hizmetlerinden elini çekti. Kamusal yaşamın maliyeti arttı. Daha sayılmayan bir takım nedenler "yeni yoksulları" ortaya çıkardı (Özbudun 2002). Kapalı toplum kavramı konusunda kabul gören bir tanım yapılmış değildir. Kavram, "kapalı toplum", "kapalı adacık", "çevrili komşuluk birimi", "refah adacıkları", "korunaklı yerleşmeler", "kilitli yerleşmeler" gibi değişik şekillerde ifade edilmektedir. İlk olarak ABD'nin Kaliforniya eyaletinde 1980'li yıllarda ortaya çıkan kapalı yerleşmelere bugün dünyanın dört bir yanında yaygın olarak rastlanmaktadır. Olayın genel amacı farklı statüde toplumsal teması en alt düzeye indirmektir. Kapalı toplumların ülkelere göre değişen özellik ve ortaya çıkış nedenleri vardır. Bunlar, ABD'de kentsel seçkinlerin konut ihtiyacını karşılarken, Latin Amerika'da yaz tatil merkezi olarak ortaya çıkmış, sonradan etnisiteye çözüm olmak gibi bir işlevi üstlenmişlerdir. Avrupa kıyılarında mevsimsel kullanım amaçlı olarak ortaya çıkan kapalı toplumlar, Londra ve Amsterdam gibi şehirlerde moda akım halini almıştır. Suç ve etnik çatışmalardan kaçış, olayın Afrika ve Asya'da çıkış nedenleridir. Genel bir tanım yapılmamış olsa da, kapalı toplum, şehirlerin değişik yerlerinde, fizikî engellerle (duvar, koruma görevlisi vs.) yalıtılmış, yabancılara kapalı, sosyal içerikli (zenginlik, itibar ve farklı hayat biçimleri) lüks konut alanlarını veya "yeni alt kentleri" ifade etmektedir. Baycan-Levent ve Gülümser (2007) İstanbul için yaptıkları bir çalışmada, kapılı (kapalı) toplumları, kapılı gökdelenler, kapılı villa şehirler, kapılı apartman blokları ve kapılı şehirler olarak dört başlık altında ele almışlardır. Küreselleşme kentsel alanda sadece sosyal çöküntü çıkarmamış, fiziksel anlamda da kentleri çöküntüye sürüklemiştir. Bu şartlarda kentsel yenilenme kaçınılmaz olmuştur. Kuşkusuz çöküntü alanları daha önce de vardır. Konunun geçmişi 2. Dünya Savaşı'na kadar uzanmaktadır. Küreselleşme ile bu gibi alanlar kamu yararı amacından çok ticarileştirmeye, kâra doğru kaydırılmıştır (Şahin 2003). Kentsel yenilenme üzerine yazan Özden (2007: 44) bu konuda şu ayrıntılı tanımı yapmıştır. “Kentsel yenilenme, "zaman süreci içerisinde eskiyen, köhneyen, yıpranan, sağlıksız, yasa dışı gelişen ya da potansiyel arsa değeri üst yapı değerinin üzerinde seyrederek değerlendirilmeyi bekleyen yaygın bir yoksulluğun hüküm sürdüğü kent dokusunun, alt yapısının sosyal ve ekonomik programlar oluşturulup beslendiği bir stratejik yaklaşım içinde, günün sosyoekonomik ve fiziksel şartlarına uygun olarak değiştirilmesi, geliştirilmesi, yeniden canlandırılması ve bazen de yeniden üretilmesi eylemidir”. Kentsel yenilenme (Urban renewal), yöntemleri çeşitlilik arz etmektedir. Alansal temizleme (Urban Clearence), Yeniden canlanma-canlandırma (Urban revival-Revitalization), Yeniden geliştirme (Redevelopment), Yeniden üretim (Regeneration) ve Eski haline getirme-esenleştirme (Rehabilitation) başlıca yöntemlerdir. 42 Cihan Altun Şehirsel yenileme konut alanlarında, kent merkezlerinde, liman, kanal ve doklarda (Ticaret mallarını saklamak için rıhtımda yapılan büyük depo), sanayi alanlarında, afet sonrası alanlarda yapılmaktadır. Soylulaştırma (seçkinleştirme) yeniden canlanma ve canlandırmanın alt dalıdır. Kuşkusuz soylulaştırmanın geçmişi eskidir. Ancak sürecin küreselleşme ile hız kazandığı da bilinmektedir. Soylulaştırma genel olarak yerinden edilme süreci olarak tanımlanmaktadır. Kavram şehir içinde fiziki olarak kötü olan konutların yenilenmesi ile dar gelirli ev sahiplerinin yerinden edilip, onların yerini yüksek gelirli insanların alması sürecidir (Marshall 2005). Başka şekilde orta gelirlilerin şehir merkezinde yer alan bozulmuş alanlara göçü şeklinde tanımlanabilir. Kavram zaten İngilizce kökenli "gentry" sözcüğünden gelmektedir. Sözcük orta sınıf, aydın tabaka anlamına gelmektedir. Soylulaştırma sadece konut üretimi ile de ilgili değildir. Kentsel alanın rekreasyonel ve turizm maksadıyla düzenlenmesi de söz konusu olabilmektedir. Soylulaştırma farklı nedenlerle ortaya çıkmaktadır. Banliyölerden kente dönüş bir nedendir. Bu durum alt kentlerin sınıf, ırk ve etnik temelde farklılıklarını kaybetmesi ile ilgilidir. Alt kentlerde yapılaşmanın yaygınlaşması arazi fiyatlarında artışa neden olmuş, sermaye şehir merkezine yönelmiştir. Merkezin cazibesi mevcut getiri düzeyiyle potansiyel getiri düzeyi arasında büyük farklılıklar nedeniyle artmaktadır. Yine banliyölere yolculuk trafik yoğunluğu nedeniyle zaman alıcı olmuştur. Başka bir açıklamada yeni orta sınıf veya genç profesyonellerin (Yuppie'ler) tüketim tercihleri ve kültürel kimliklerinin önemi üzerinde durulmaktadır. Genç profesyoneller, yaşam alanlarını çalışma alanlarına yakın, şehirsel hayatın hareketli ve çok kültürlü olmaya başlayan bu alanlarına tercih etmektedirler (Şen 2005). Sonuç olarak soylulaştırmadan söz edebilmek için üç farklı şartın mevcut olması gereklidir. Öncelikle gelir grupları arasında yer değiştirmenin gerçekleşmesi, yani yüksek gelir grubunun düşük gelir grubunu yerinden etmesi lazımdır. Şehir merkezinin belirli bir bölgesinde daha önceden değer kaybetmiş konut stoku yenilenmeli ve değer kazanmalıdır. Son olarak mülkiyet durumunda kiracılık önemini kaybetmeli ve ev sahipliği oranı artmalıdır (Uzun 2006). Küreselleşme sürecinde kazanca (ranta) yönelik her türlü yapı anıtsallaştırılmaktadır. Bu yaklaşım ile şehirsel coğrafî görünüm de yeni elemanlar kazanmıştır. Gökdelenler, toplu alışveriş merkezleri, plaza türü Amerikanvari bürolar, dev oto parklar, çok yıldızlı oteller, katlı geçitler, çok şeritli yollar bu elemanlar arasındadır. Bütün bunlar kuşkusuz küresel iş yaşamının ve tüketim kültürünün ürünüdür (Kiper 2007). Küreselleşme sadece mal ve hizmet satımına yönelik değildir. Küreselleşme aynı kültürel ölçütlerin paylaşıldığı, küresel topluma dönüşüm sürecidir de. Bu süreçte, giyimden beslenmeye, eğitimden müzik anlayışına değin yeni bir tüketim kültürü, yeni bir tüketim toplumu ortaya çıkmakta ve şekillenmektedir (Kiper 2006). Yerel mutfaklar yerini fast food restoranlara bırakmıştır. Buna bağlı olarak Pekin'in veya Moskova’nın merkezinde ortaya çıkan McDonalds ve Starbuckslar normal karşılanmaktadır. Küreselleşme üretim sürecinde farklılıklar ortaya çıkarmıştır. Küresel piyasaya dönük üretim organizasyonu parçaları farklı ülkelerde üretme esasına dayanır. Emek yoğun parçalar daha ucuz alanlarda üretilir. Bu özellik ucuz alanların şehirleşmesi anlamına gelir. Oysa küresel üretimin gelişmiş ülkelerde mekâna yansıması farklı şekilde olmuştur. Bu özellik hiç kuşkusuz Üçlü ülkelerde (The Triad: Küresel pazarda; dünya gayri safi hasılasının büyük bir oranını, neydeyse tamamını, oluşturan 3 ülkeye verilen ortak isimdir. Bu ülkeler Japonya, ABD ve Batı Avrupa’dır.) daha belirgindir. 43 Cihan Altun Bilişim ve iletişim teknolojilerindeki dönüşüm fordist toplumda (Fordist üretim örgütlenmesi Henry Ford, bir hat (üretim bandı) boyunca yapılan kitlesel üretime dayanır.) görülen üretim için en uygun (optimal) yer seçimi koşullarını değiştirmiştir. Sürecin gerektirdiği evde üretim, tele çalışma ve bilişim alt yapısı aracılığı ile kentin mekânsal düzeni, kitlesel üretimin sembolü olan fabrikalar çevresinden, üniversiteler, çeşitli akademik birimler ve araştırma-geliştirme (Ar-Ge) kuruluşlarına doğru kaymıştır (Aydınlı 2004). Küreselleşme olgusu iki ikiyüzlü paraya benzer. Bir yüzünde yaşananlar yukarıda anlatıldığı gibi hep olumsuz niteliklidir. Madalyonun öteki yüzünde konuya bakış açısı farklıdır. Bu konuda akla ilk gelen isim hiç kuşkusuz Çağlar Keyder'dir (1993). Onun "İstanbul'u Nasıl Satmalı?" adlı makalesi herkesçe bilinen bir eserdir. Küresel ekonomiyle bütünleşme, birtakım sorunlar yaşansa bile, kaçınılmaz olarak görülmektedir. Çünkü elde edilecek kazançlar, kayıplardan fazla olacaktır. Aşağıda Keyder'in görüşleri ayrıntılı olarak verilmektedir: Kentlere ilişkin politika yazar tarafından farklı bir şekilde yorumlanmaktadır. Genel olarak sosyal demokratik bakış açısı kısıtlı kaynakların nasıl dağıtılacağı üzerine kuruludur. Bu bakış açısı şehrin gelişme çizgisi, ne yönde evrimleşeceği, yeni yapının kaynakları nasıl artıracağı gibi sorulara cevap vermemektedir. Oysa dünya sisteminin şu andaki durumu İstanbul için bazı fırsatlar sunmaktadır. Bu yapıda İstanbul gelişme çizgisini önemli bir değişime uğratma ve şehrin küresel statüsünde yükselme sağlayarak kaynakları çoğaltma fırsatı sunmaktadır. Bu fırsatı kısa dönemde ucuz halkçılık adına reddetmenin, uzun dönemde hem İstanbul hem de ülke için maliyeti yüksek olacaktır. Keyder'e göre ulusal kalkınmacılık artık iflâs etmiştir. Bu dönemde şehirler ancak ulusal ekonomik modeldeki konumlarına göre önem kazanmaktadır. Ulusal devletler ve şehir iktidarları arasında ters ilişki vardır. Bu ilişki 12.-16. yüzyıllar arasında altın çağını yaşamıştı. Yani devletler şehirleri değil, şehirler kendi hizmet alanlarını yönetmektedir. 1970'li yıllardan sonra ulus devletler gücünü kaybeder. "Artık ekonominin kaderini sermaye belirliyor ve sermaye sınır tanımıyor. Globalleşme dediğimiz de bu" demektedir. Şehirler ilk ortaya çıkışından beri hizmetlerin (ticaret yönetim, din) önem kazandığı yerlerdir. Sanayi devrimini takiben yaşanan yaklaşık 200 yılda şehirler aynı zamanda üretim merkezi de olmuşlardır. Bugün şehirlerde ilk işlevler tekrar önem kazanmış ve sanayi üretimi dışarı atılmıştır. Sermayenin küreselleşmesinde kasıt, üretici sermayenin toplam sermaye içindeki azlığıdır. Başka bir anlatımla hizmet sektörü yatırım ve yaratılan gelir açısından öne geçmiş durumdadır. Bu nedenledir ki yapılacak yatırımların önemli bir kısmı şehir kökenlidir. İçinde bulunduğumuz dönemde sermaye yönelimli en çok gelişen hizmetler, iletişim-telekomünikasyon, bilgi-işlem ve bilgi bankaları, uluslararası fon akımlarını sağlayan ve denetleyen finans kurumları, bankalar ve sigorta şirketleri, uluslararası pazara adaptasyon sağlayan medya, pazar araştırma, özellikle reklâmcılık şirketleri, dünya ölçüsünde faaliyetine devam eden hukuk, muhasebe, müşavirlik ve yönetim danışmanlığı kurumlandır. Bütün bunların yanında sermayenin kendi iç örgütlenmesini sağlayan mühendislik ve üretim/pazar kontrolüne yönelik uzaktan yönetim olayını temin eden kontrol ve tasarım sektörleri de mevcuttur. Bu özellik yani hizmet sektörü odaklı yatırım şehirlerin neden ön plana çıktığını açıklar niteliktedir. Kuşkusuz sermayenin küreselleşmesini sağlayan bu tür hizmet sektörü faaliyetleri eskiden de şehirlerde yer seçmişlerdir. Meydana gelen değişiklik ise bu tür servislerin konumlandığı şehirlerin teknolojinin gelişmesine bağlı olarak daha geniş bir alanı etkilemeleridir. 44 Cihan Altun Ancak şurası da unutulmamalıdır: Sermayeye yönelik hizmet sektörü faaliyetleri her şehirde aynı ölçüde yoğunlaşmış değildir. Bu noktada en üstün olanlar, hiyerarşinin tepesinde olan küresel veya dünya şehirleridir. Dünya şehirleri küresel ölçüde kontrol noktaları konumunda bulunmaktadırlar. Bu özellik onların sektörel istihdam yapısına, nüfuslarına, mekânsal dağılımlarına ve fiziksel görünümlerine yansımış durumdadır. Bu konuda ortaya çıkan bir başka durum ise bu sektörde çalışanlar ve onların ihtiyaçlarıdır. Çalışanlar daha çok kalifiye ve dünya standartlarında bilgisi ve formasyonu olan insanlardır. Bu niteliklere bağlı olarak onlara hizmet sunan ticaret, dinlenme, konut sektörü de gelişecektir. Hiç kuşkusuz küresel boyutta çalışmanın iletişimden ayrı tutulması düşünülemez. Dünya şehirleri tüm iletişim ağları, hava alanları, telekomünikasyon alt yapısına da sahip olmalıdır. Bugün şehirler kendi kaderlerini belirleme konusunda önceliğe sahiptirler. Bu nedenle uluslararası sermayenin çekimi şehir yönetiminin alt yapı sağlama konusundaki becerisine ve sermaye sahiplerinin tercihine bağlıdır. Şehirler uluslarası sermayeyi çekme konusunda "dünya pazarlarına çıkmış şirket gibi hareket ediyorlar". 12. Sosyalist Şehir (Socgorod) Sosyalizm kapitalizm ile komünizm arasında geçişi temsil eden ekonomik ve siyasal sistemin adı olmuştur. Sosyalizm, kapitalizmden gelişen yeni toplumun ilk aşaması olarak tanımlanmaktadır. Komünizm ise sosyalizmin daha yüksek aşamasıdır. "Sosyalizm, kapitalizmin tersine, üretim araçlarında özel mülkiyetin yerine ortak mülkiyetin, kar için anarşik üretimin yerine kullanım için planlı üretimin bulunduğu bir sistemdir" (Huberman 1975: 46). Sermayeye bağlı gelir çeşitleri (rant, faiz ve kar) bu sistemde yoktur. Kapitalist olmadığından ücretli işçi sınıfı da yoktur. Herkes bir işte çalışmakta, karşılığında milli gelirden pay almaktadır. Sosyalist ekonomide girişimci yerini merkezi planlamaya bırakmaktadır (Aren 2009). Sosyalist şehir sınırlı büyüklükte nüfusa sahip bir yerleşmedir. Kır ve şehir ayrımı kapitalist düşüncenin ürünüdür. Marksist bakış açısı ideal koşullarda nüfus miktarındaki artışı sınırlayarak, kır ve şehir ayrımını kaldırmak, dolayısıyla işçi ve köylüyü bir arada yaşatmak gibi bir fikre sahiptir (Bater 1984). Sovyet şehri "sınıfsız şehir" olma gibi bir özelliğe sahiptir. Bu ifadenin anlamı, hiç olmazsa teoride, şudur: Oturma alanlarında sınıf farklılıkları yoktur. Yani dar gelirlilerle yüksek orta sınıf yöneticiler aynı alanda benzer özelliklere sahip apartmanlarda oturmaktadırlar. Bu apartmanlar aynı standartlara sahip, aynı hizada bulunan, ilginç olmayan, kötü biçimde tasarlanmış ve inşa edilmiş bloklardır (Matley 1983). Konut yapımında görülen standartlaşma ile sosyalist şehrin birbirine benzeyen şehirler olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Her şehrin farklı bir görünümü, mimarîsi ve kimliği vardır (Keleş 1997). Sınıfsız bir toplum idealine karşın, sosyalist şehirde yüksek yöneticiler, ekonomi idarecileri, komünist partinin ileri düzey yöneticileri ve diğer önemli insanlar, dahi iyi şartlara sahip, modern binalarda yaşarlar. Sosyalist şehir merkezi Batılı şehirlerin aksine farklı özelliklere sahiptir. Batılı şehirlerde tipik olarak rastlanan ticarî ve finansal binalar yerini politik, kültürel ve eğitimle ilgili binalara bırakmıştır (Matley 1983). Bu tür binalarda bedel ödenmeden yararlanılan kamusal etkinlikler söz konusudur (Reiner ve Wilson 2002: 204). Böyle bir durum toplumun tüketim toplumu olmadığını ifade eder (Keleş 1997: 72). Bunlar da merkezde yer alan büyük bir meydanın kenar ve yakınında yer seçmişlerdir. 45 Cihan Altun Bazı şehirlerde merkezde yer alan meydanların geçmişi eskilere kadar uzansa da bunlar sosyalist planlamanın özelliğini yansıtırlar. Geniş merkezi meydanlar bir yandan kentsel rantın yokluğunu simgelerken bir yandan da önemli ideolojik role sahipti. Sosyalist ideolojik kutlamaların önemli bileşenleri olan yürüyüşler, gösteriler, toplanmalar, konuşma ve geçit törenleri bu alanlarda yapılırdı (Czepczynski 2008). Meydanlarda parti merkezleri, müzeler, tiyatrolar, turistik oteller ve bölüm mağazaları da bulunur. Merkezde bulunan binaların çoğu komünist sloganlar, kırmızı yıldızlar ve diğer işaretleri taşırlar. Amerikan şehirleri ile mukayese edildiğinde konut alanları merkeze daha yakındır (Matley 1983). Batılı şehirlerin aksine yerleşme yoğunluğu deve sırtı profili sergilemektedir. Merkezde yoğunluk fazla iken, buna bitişik alanlarda yoğunluk azalmakta ve bu alanda sanayi tesisleri bulunmaktadır. Sanayi tesislerini yüksek yoğunluklu başka bir konut alanı çevrelemektedir. Ayrıca belirtilmelidir ki sanayi, Batılı şehirlere göre, sosyalist şehrin şehirleşmesinde daha önemlidir. İdeal sosyalist şehirde mahalle düzeyinde kendi kendine yeterli olma ilkesi benimsenmiştir. İnsanlar apartmanlarından fazla uzaklaşmadan günlük faaliyetlerini yerine getirmelidir. İdeal olarak konutlar, çalışma yerine, bürolara veya fabrikalara yakın olmalıdır. Bu özellik mekânsal eşitlik ilkesinin bir göstergesidir. Mikro rayonlar (bölgeler) konut alanlarının temelini oluşturmaktadır. Bunlar şehirde türdeşlik ve eşitlik sağlamak için kullanılan önemli bir araçtır (Keleş 1997). Büyük şehirlerde nüfusu 5-12 bin olan yerleşme birimi olan mikro bölgeler (rayonlar) temel yerleşme birimidir. Bu alanda okul yürüme mesafesindedir. Diğer faaliyetler (postane, park gibi) 100-300 metre uzakta olmalıdır. 30-50 bin nüfusa sahip yerleşme birimi bir üst üniteyi oluşturmakta ve yaşama bölgesi (zhiloy rayon) olarak adlandırılmaktadır (Pacione 2005). Sovyet sonrası şehirlerde, yaşanan karmaşa nedeniyle Batılı şehir görüntüsü kısmen de olsa oluşmaya başlamıştır. Argenbright'in (1999) Moskova izlenimleri bu durumu açık bir şekilde anlatmaktadır: Birliğin dağılmasıyla devlet araziden elini çekmiş ve ortaya çıkan boşluklar ticarî kuruluşlarca doldurulmuştur. Hiç kuşkusuz McDonalds glasnostun ana heykeli olmuş durumdadır. Kaldırımlarda seyyar satıcılar görmek mümkün olduğu gibi, gecekondu dükkânlarının varlığı da dikkat çekmeye başlamıştır. Bunlar hızlı özelleştirmenin bir sonucudur. Yeni pazaryerleri açılmakta ve bunlar da Batılı görünüm arz etmektedir. Küresel tüketim kültürü Moskova'da da yaygınlaşmaktadır: Tüketmek ve tüketirken görülmek istenmek. Otomobil kullanımı yaygınlaşmaktadır. Moskova küresel ekonominin bağlantı noktası olmuştur. Ülkenin finansal sermayesinin % 80 kadarı bu şehirde yer almaktadır. Moskova ile ülkenin diğer yerleşmeleri arasında zıtlıklar giderek büyümektedir. Ülkede toplanan vergi gelirlerinin % 40 kadarı bu şehirden temin edilmektedir. Komünizmin yıkılmasıyla anıtsal mekânlarda çelişkiler ortaya çıkmıştır. Lenin ve diğer komünist liderlerin heykelleri yıkılmıştır. İktidar sahiplerinin yeni ikonografyası ortaya çıkmış, Savior Kilisesi Çar İmparatorluğu ile bağlantı duygusunu hatırlatmıştır. 46