Tam Metin PDF - Marmara Medical Journal
Transkript
Tam Metin PDF - Marmara Medical Journal
Online ISSN: 1309-9469 Print ISSN: 1019-1941 2011, Cilt 24, Sayı 1 MARMARA MEDICAL JOURNAL Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi www.marmaramedicaljournal.org Marmara Medical Journal Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi Sahibi Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi adına Dekan Prof. Dr. Hasan Fevzi Batırel Editör Doç. Dr. Dilek Gogas Yavuz Doç. Dr. Asım Cingi Editör Yardımcıları Doç Dr Beste Atasoy Uzm. Dr. Evrim Karadağ Saygı İstatistik Editörü Doç. Dr. Nural Bekiroğlu Koordinatörler Seza Arbay, MA Dr. Vera Bulgurlu Uluslararası Editörler Kurulu Ahmet Toprak, New Orleans USA Alex Würtz, İstanbul Türkiye Ali Emin Denktaş, Houston USA Ayşegül Atmaca, Samsun Türkiye Azra Bihorach, Florida, USA Arzu Denizbaşı, İstanbul, Tükiye Beste Atasoy, İstanbul Türkiye Berrak Yeğen, İstanbul, Türkiye Deniz Konya, İstanbul, Türkiye Esen Akpek, Baltimore, USA Fahrettin Keleştimur, Kayseri,Türkiye Fatih Durmuşoğlu, İstanbul Türkiye Gül Başaran, İstanbul, Türkiye Handan Kaya, İstanbul, Türkiye Hande Harmancı ,Zürih, İsviçre Haner Direskeneli, İstanbul, Türkiye Hülya Bilgen, İstanbul, Türkiye İpek Akman, İstanbul, Türkiye Işıl Barlan İstanbul, Türkiye Levent Türkeri İstanbul Türkiye Mithat Erenus, İstanbul, Türkiye Murat Sungur Kayseri Türkiye Önder Ergönül, İstanbul, Türkiye Rainer W. Guillery, Londra, İngiltere Roger Lawrence Londra İngiltere Safiye Çavdar, İstanbul, Türkiye Serdar Turhal, İstanbul, Türkiye Sibel Kalaca, İstanbul, Türkiye Şule Çetiner, İstanbul, Türkiye Tufan Tarcan, İstanbul, Türkiye Volkan Topçuoğlu İstanbul Türkiye Yalçın İlker, İstanbul, Türkiye Zeynep Eti İstanbul, Türkiye Marmara Medical Journal Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi DERGİ HAKKINDA Marmara Medical Journal, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından yayımlanan multidisipliner ulusal ve uluslararası tüm tıbbi kurum ve personele ulaşmayı hedefleyen bilimsel bir dergidir. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, tıbbın her alanını içeren özgün klinik ve deneysel çalışmaları, ilginç olgu bildirimlerini, derlemeleri, davet edilmiş derlemeleri, Editöre mektupları, toplantı, haber ve duyuruları, klinik haberleri ve ilginç araştırmaların özetlerini , ayırıcı tanı, tanınız nedir başlıklı olgu sunumlarını, , ilginç, fotoğraflı soru-cevap yazıları (photo-quiz) ,toplantı, haber ve duyuruları, klinik haberleri ve tıp gündemini belirleyen güncel konuları yayınlar. Periyodu: Marmara Medical Journal -Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi yılda 3 sayı olarak OCAK,MAYIS VE EKİM AYLARINDA yayınlanmaktadır. Yayına başlama tarihi:1988 2004 Yılından itibaren yanlızca elektronik olarak yayınlanmaktadır Yayın Dili: Türkçe, İngilizce eISSN: 1309-9469 Temel Hedef Kitlesi: Tıp alanında tüm branşlardaki hekimler, uzman ve öğretim üyeleri, tıp öğrencileri İndekslendiği dizinler: EMBASE - Excerpta Medica ,TUBITAK - Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu , Türk Sağlık Bilimleri İndeksi, Turk Medline,Türkiye Makaleler Bibliyografyası ,DOAJ (Directory of Open Access Journals) Makalelerin ortalama değerlendirme süresi: 8 haftadır Makale takibi -iletişim Seza Arbay Marmara Medical Journal (Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi) Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı, Tıbbiye cad No:.49 Haydarpaşa 34668, İSTANBUL Tel: +90 0 216 4144734 Faks: +90 O 216 4144731 e-posta: [email protected] Yayıncı Plexus BilişimTeknolojileri A.Ş. Tahran Caddesi. No:6/8, Kavaklıdere, Ankara Tel: +90 0 312 4272608 Faks: +90 0312 4272602 Yayın Hakları: Marmara Medical Journal ‘in basılı ve web ortamında yayınlanan yazı, resim, şekil, tablo ve uygulamalar yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen herhangi bir vasıtayla basılamaz. Bilimsel amaçlarla kaynak göstermek kaydıyla özetleme ve alıntı yapılabilir. www.marmaramedicaljournal.org Marmara Medical Journal Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi YAZARLARA BİLGİ Marmara Medical Journal – Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisine ilginize teşekkür ederiz. Derginin elektronik ortamdaki yayınına erişim www.marmaramedicaljournal.org adresinden serbesttir. Marmara Medical Journal tıbbın klinik ve deneysel alanlarında özgün araştırmalar, olgu sunumları, derlemeler, davet edilmiş derlemeler, mektuplar, ilginç, fotoğraflı soru-cevap yazıları (photo-quiz), editöre mektup , toplantı, haber ve duyuruları, klinik haberleri ve ilginç araştırmaların özetlerini yayınlamaktadır. Yılda 3 sayı olarak Ocak, Mayıs ve Ekim aylarında yayınlanan Marmara Medical Journal hakemli ve multidisipliner bir dergidir.Gönderilen yazılar Türkçe veya İngilizce olabilir. Değerlendirme süreci Dergiye gönderilen yazılar, ilk olarak dergi standartları açısından incelenir. Derginin istediği forma uymayan yazılar, daha ileri bir incelemeye gerek görülmeksizin yazarlarına iade edilir. Zaman ve emek kaybına yol açılmaması için, yazarlar dergi kurallarını dikkatli incelemeleri önerilir. Dergi kurallarına uygunluğuna karar verilen yazılar Editörler Kurulu tarafından incelenir ve en az biri başka kurumdan olmak üzere iki ya da daha fazla hakeme gönderilir. Editör, Kurulu yazıyı reddetme ya da yazara(lara) ek değişiklikler için gönderme veya yazarları bilgilendirerek kısaltma yapmak hakkına sahiptir. Yazarlardan istenen değişiklik ve düzeltmeler yapılana kadar, yazılar yayın programına alınmamaktadır. Marmara Medical Journal gönderilen yazıları sadece online olarak http://marmaramedicaljournal.org/submit. adresinden kabul etmektedir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlara aittir. Marmara Medical Journal yazıların bilimsel sorumluluğunu kabul etmez. Makale yayına kabul edildiği takdirde Yayın Hakkı Devir Formu imzalanıp dergiye iletilmelidir. Gönderilen yazıların dergide yayınlanabilmesi için daha önce başka bir bilimsel yayın organında yayınlanmamış olması gerekir. Daha önce sözlü ya da poster olarak sunulmuş çalışmalar, yazının başlık sayfasında tarihi ve yeri ile birlikte belirtilmelidir. Yayınlanması için başvuruda bulunulan makalelerin, adı geçen tüm yazarlar tarafından onaylanmış olması ve çalışmanın başka bir yerde yayınlanmamış olması ya da yayınlanmak üzere değerlendirmede olmaması gerekmektedir. Yazının son halinin bütün yazarlar tarafından onaylandığı ve çalışmanın yürtüldüğü kurum sorumluları tarafından onaylandığı belirtilmelidir.Yazarlar tarafından imzalanarak onaylanan üst yazıda ayrıca tüm yazarların makale ile ilgili bilimsel katkı ve sorumlulukları yer almalı, çalışma ile ilgili herhangi bir mali ya da diğer çıkar çatışması var ise bildirilmelidir.( * ) ( * ) Orijinal araştırma makalesi veya vaka sunumu ile başvuran yazarlar için üst yazı örneği: "Marmara Medical Journal'de yayımlanmak üzere sunduğum (sunduğumuz) "…-" başlıklı makale, çalışmanın yapıldığı laboratuvar/kurum yetkilileri tarafından onaylanmıştır. Bu çalışma daha önce başka bir dergide yayımlanmamıştır (400 sözcük – ya da daha az – özet şekli hariç) veya yayınlanmak üzere başka bir dergide değerlendirmede bulunmamaktadır. Yazıların hazırlanması Derginin yayın dili İngilizce veya Türkçe’dir. Türkçe yazılarda Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğü (http://tdk.org.tr) esas alınmalıdır. Anatomik terimlerin ve diğer tıp terimlerinin adları Latince olmalıdır. Gönderilen yazılar, yazım kuralları açısından Uluslararası Tıp Editörleri Komitesi tarafından hazırlanan “Biomedikal Dergilere Gönderilen Makalelerde Bulunması Gereken Standartlar “ a ( Uniform Requirements For Manuscripts Submittted to Biomedical Journals ) uygun olarak hazırlanmalıdır. (http://www. ulakbim.gov.tr /cabim/vt) Makale içinde kullanılan kısaltmalar Uluslararası kabul edilen şeklide olmalıdır (http..//www.journals.tubitak.gov.tr/kitap/ma www.marmaramedicaljournal.org knasyaz/) kaynağına başvurulabilir. Birimler, Ağırlıklar ve Ölçüler 11. Genel Konferansı'nda kabul edildiği şekilde Uluslararası Sistem (SI) ile uyumlu olmalıdır. Makaleler Word, WordPerfect, EPS, LaTeX, text, Postscript veya RTF formatında hazırlanmalı, şekil ve fotoğraflar ayrı dosyalar halinde TIFF, GIF, JPG, BMP, Postscript, veya EPS formatında kabul edilmektedir. Yazı kategorileri Yazının gönderildiği metin dosyasının içinde sırasıyla, Türkçe başlık, özet, anahtar sözcükler, İngilizce başlık, özet, İngilizce anahtar sözcükler, makalenin metini, kaynaklar, her sayfaya bir tablo olmak üzere tablolar ve son sayfada şekillerin (varsa) alt yazıları şeklinde olmalıdır. Metin dosyanızın içinde, yazar isimleri ve kurumlara ait bilgi, makalede kullanılan şekil ve resimler olmamalıdır. Özgün Araştırma Makaleleri Türkçe ve İngilizce özetler yazı başlığı ile birlikte verilmelidir. (i)özetler: Amaç (Objectives), Gereç ve Yöntem (Materials and Methods) ya da Hastalar ve Yöntemler (Patients and Methods), Bulgular (Results) ve Sonuç (Conclusion) bölümlerine ayrılmalı ve 200 sözcüğü geçmemelidir. (ii) Anahtar Sözcükler Index Medicus Medical Subject Headings (MeSH) ‘e uygun seçilmelidir. Yazının diğer bölümleri, (iii) Giriş, (iv) Gereç ve Yöntem / Hastalar ve Yöntemler, (v) Bulgular, (vi) Tartışma ve (vii) Kaynaklar'dır. Başlık sayfası dışında yazının hiçbir bölümünün ayrı sayfalarda başlatılması zorunluluğu yoktur. Maddi kaynak , çalışmayı destekleyen burslar, kuruluşlar, fonlar, metnin sonunda teşekkürler kısmında belirtilmelidir. Olgu sunumları İngilizce ve Türkçe özetleri kısa ve tek paragraflık olmalıdır. Olgu sunumu özetleri ağırlıklı olarak mutlaka olgu hakkında bilgileri içermektedir. Anahtar sözcüklerinden sonra giriş, olgu(lar) tartışma ve kaynaklar şeklinde düzenlenmelidir. Derleme yazıları İngilizce ve Türkçe başlık, İngilizce ve Türkçe özet ve İngilizce ve Türkçe anahtar kelimeler yer almalıdır. Kaynak sayısı 50 ile sınırlanması önerilmektedir. Kaynaklar Kaynaklar yazıda kullanılış sırasına göre numaralanmalıdır. Kaynaklarda verilen makale yazarlarının sayısı 6 dan fazla ise ilk 3 yazar belirtilmeli ve İngilizce kaynaklarda ilk 3 yazar isminden sonra “ et al.”, Türkçe kaynaklarda ise ilk 3 yazar isminden sonra “ ve ark. “ ibaresi kullanılmalıdır. Noktalamalara birden çok yazarlı bir çalışmayı tek yazar adıyla kısaltmamaya ve kaynak sayfalarının başlangıç ve bitimlerinin belirtilmesine dikkat edilmelidir. Kaynaklarda verilen dergi isimleri Index Medicus'a (http://www.ncbi.nim.nih.gov/sites/entrez/qu ery.fcgi?db=nlmcatalog) veya Ulakbim/Türk Tıp Dizini’ne uygun olarak kısaltılmalıdır. Makale: Tuna H, Avcı Ş, Tükenmez Ö, Kokino S. İnmeli olguların sublukse omuzlarında kas-sinir elektrik uyarımının etkinliği. Trakya Univ Tıp Fak Derg 2005;22:70-5. Kitap: Norman IJ, Redfern SJ, (editors). Mental health care for elderly people. New York: Churchill Livingstone, 1996. Kitaptan Bölüm: Phillips SJ, Whisnant JP Hypertension and stroke. In: Laragh JH, Brenner BM, editors. Hypertension: Pathophysiology, Diagnosis, and Management. 2nd ed. New York: Raven Pres, 1995:465-78. Kaynak web sitesi ise: Kaynak makalerdeki gibi istenilen bilgiler verildikten sonra erişim olarak web sitesi adresi ve erişim tarihi bildirilmelidir. Kaynak internet ortamında basılan bir dergi ise: Kaynak makaledeki gibi istenilen bilgiler verildikten sonra erişim olarak URL adresi ve erişim tarihi verilmelidir. Kongre Bildirileri: Bengtsson S, Solheim BG. Enforcement of data protection, privacy and security in medical informatics. In: Lun KC, Degoulet P, Piemme TE, Rienhoff O, editors. MEDINFO 92. Proceedings of the 7th World Congress on Medical Informatics; 1992 Sep 6-10; Geneva, Switzerland. Amsterdam: North-Holland; 1992:1561-5. Tablo, şekil, grafik ve fotoğraf Tablo, şekil grafik ve fotoğraflar yazının içine yerleştirilmiş halde gönderilmemeli. Tablolar, her sayfaya bir tablo olmak üzere yazının gönderildiği dosya içinde olmalı ancak yazıya ait şekil, grafik ve fotografların her biri ayrı bir imaj dosyası (jpeg yada gif) olarak gönderilmelidir. www.marmaramedicaljournal.org Tablo başlıkları ve şekil altyazıları eksik bırakılmamalıdır. Şekillere ait açıklamalar yazının gönderildiği dosyanın en sonuna yazılmalıdır. Tablo, şekil ve grafiklerin numaralanarak yazı içinde yerleri belirtilmelidir. Tablolar yazı içindeki bilginin tekrarı olmamalıdır. Makale yazarlarının, makalede eğer daha önce yayınlanmış alıntı yazı, tablo, şekil, grafik, resim vb var ise yayın hakkı sahibi ve yazarlardan yazılı izin almaları ve makale üst yazısına ekleyerek dergiye ulaştırmaları gerekmektedir. Tablolar Metin içinde atıfta bulunulan sıraya göre romen rakkamı ile numaralanmalıdır. Her tablo ayrı bir sayfaya ve tablonun üst kısmına kısa ancak anlaşılır bir başlık verilerek hazırlanmalıdır. Başlık ve dipnot açıklayıcı olmalıdır. Sütun başlıkları kısa ve ölçüm değerleri parantez içinde verilmelidir. Bütün kısaltmalar ve semboller dipnotta açıklanmalıdır. Dipnotlarda şu semboller: (†‡¶§) ve P değerleri için ise *, **, *** kullanılmalıdır. SD veya SEM gibi istatistiksel değerler tablo veya şekildin altında not olarak belirtilmelidir. Grafik, fotoğraf ve çizimler ŞEKİL olarak adlandırılmalı, makalede geçtiği sıraya gore numaralanmalı ve açıklamaları şekil altına yazılmalıdır Şekil alt yazıları, ayrıca metinin son sayfasına da eklenmelidir. Büyütmeler, şekilde uzunluk birimi (bar çubuğu içinde) ile belirtilmelidir. Mikroskopik resimlerde büyütme oranı ve boyama tekniği açıklanmalıdır. Etik Marmara Medical Journal’a yayınlanması amacı ile gönderilen yazılar Helsinki Bildirgesi, İyi Klinik Uygulamalar Kılavuzu,İyi Laboratuar Uygulamaları Kılavuzu esaslarına uymalıdır. Gerek insanlar gerekse hayvanlar açısından etik koşullara uygun olmayan yazılar yayınlanmak üzere kabul edilemez. Marmara Medical Journal, insanlar üzerinde yapılan araştırmaların önceden Araştırma Etik Kurulu tarafından onayının alınması şartını arar. Yazarlardan, yazının detaylarını ve tarihini bildirecek şekilde imzalı bir beyan ile başvurmaları istenir. Çalışmalar deney hayvanı kullanımını içeriyorsa, hayvan bakımı ve kullanımında yapılan işlemler yazı içinde kısaca tanımlanmalıdır. Deney hayvanlarında özel derişimlerde ilaç kullanıldıysa, yazar bu derişimin kullanılma mantığını belirtmelidir. İnsanlar üzerinde yapılan deneysel çalışmaların sonuçlarını bildiren yazılarda, Kurumsal Etik Kurul onayı alındığını ve bu çalışmanın yapıldığı gönüllü ya da hastalara uygulanacak prosedürlerin özelliği tümüyle kendilerine anlatıldıktan sonra, onaylarının alındığını gösterir cümleler yer almalıdır. Yazarlar, bu tür bir çalışma söz konusu olduğunda, uluslararası alanda kabul edilen kılavuzlara ve TC. Sağlık Bakanlığı tarafından getirilen ve 28 Aralık 2008 tarih ve 27089 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan "Klinik araştırmaları Hakkında Yönetmelik" ve daha sonra yayınlanan 11 Mart 2010 tarihli resmi gazete ve 25518 sayılı “Klinik Araştırmalar Hakkında Yönetmelikte Değişiklik Yapıldığına Dair Yönetmelik” hükümlerine uyulduğunu belirtmeli ve kurumdan aldıkları Etik Komitesi onayını göndermelidir. Hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar için de gereken izin alınmalı; yazıda deneklere ağrı, acı ve rahatsızlık verilmemesi için neler yapıldığı açık bir şekilde belirtilmelidir. Hasta kimliğini tanıtacak fotoğraf kullanıldığında, hastanın yazılı onayı gönderilmelidir. Yazı takip ve sorularınız için iletişim: Seza Arbay Marmara Universitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı, Tıbbiye Caddesi, No: 49, Haydarpaşa 34668, İstanbul Tel:+90 0 216 4144734 Faks:+90 0 216 4144731 e-posta: [email protected] www.marmaramedicaljournal.org İÇİNDEKİLER Orijinal Araştırma BİR TIP FAKÜLTESİNDE EĞİTİMİN VE BİLİMSEL ARAŞTIRMALARIN 27 YILLIK İZLEMİ: MARMARA ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ Dilek GOGAS YAVUZ, Safiye ÇAVDAR, Mithat ERENUS ………………………………………………………………………..……..……...1 RADİKAL RETROPUBİK PROSTATEKTOMİ – GÜNCEL LİTERATÜR DERLEMESİ VE SON 250 VAKA İLE MARMARA TECRÜBESİ İlker TİNAY, Mahir Bülent ÖZGEN, Çağrı Akın ŞEKERCİ, Levent TÜRKERİ …………………………….…………………………………10 STREPTOCOCCUS PNEUMONİAE' DA MAKROLİD DİRENÇ MEKANİZMALARININ ARAŞTIRILMASI: 2005-2008, MARMARA ÜNİVERSİTESİ HASTANESİ SONUÇLARI Pınar SAĞIROĞLU, Burak AKSU, M Ufuk HASDEMİR ......................................................15 BEHÇET HASTALARINDA ORAL SAĞLIĞIN DEĞİŞİMİ: 10 YILLIK İZLEM ÇALIŞMASI Gonca MUMCU, Nevsun İNANÇ, Tulin ERGUN, Haner DİRESKENELİ.............................21 GRAVES HASTALIĞI TEDAVİSİNDE SABİT 10 MCİ VE 15 MCİ İYOT-131 DOZLARININ KARŞILAŞTIRILMASI: 11 YILLIK TECRÜBE Fuat DEDE, Tunç ÖNEŞ, Sinem CANDEMİR, Fuad NOVRUZOV, Serkan GÜNGÖR, Mustafa ARAS, Salih ÖZGÜVEN, Sabahat İNANIR, Tanju Yusuf ERDİL, Halil Turgut TUROĞLU……………………………..26 PERİFERİK HEMATOPOİETİK KÖK HÜCRE NAKLİ YAPILAN HASTALARDA KÖK HÜCRE MOBİLİZASYONUNU ETKİLEYEN FAKTÖRLER Işık KAYGUSUZ, Bülent KANTARCIOĞLU, Tayfur TOPTAŞ, Güven YILMAZ, Cafer ADIGÜZEL, Tülin Fıratlı TUĞLULAR, Emel DEMİRALP, Mahmut BAYIK…………………………………………….....31 PEKTUS EKSKAVATUM DEFORMİTESİNDE MİNİMAL İNVAZİV ONARIM TEKNİĞİ: MARMARA DENEYİMİ Korkut BOSTANCI, Hakan OZALPER, Mustafa YUKSEL……….38 Derleme NONİNVAZİF MEKANİK VENTİLASYON Sait KARAKURT…………………………………..44 PARAOKSONAZ-1 ENZİMİ VE KORONER KALP HASTALIKLARI İLE İLİŞKİSİ Özlem TARÇIN……………………………………………………………………………………………….59 Olgu Sunumu DOĞUMSAL BRAKİYAL PLEKSUS YARALANMALARINDA KÖK AVÜLSİYONUNUN ELEKTRODİYAGNOSTİK İNCELEMESİ VE TEDAVİSİ-OLGU SUNUMU Evrim KARADAĞ SAYGI, Mehmet AĞIRMAN, Demet OFLUOĞLU, Cihangir TETİK………………………….64 KLOROKİN VE HİDROKSİKLOROKİN MAKÜLOPATİLİ İKİ OLGU Fulya AKMAN, Eren ÇERMAN, Özlem YENİCE, Haluk KAZOKOĞLU………………………………………………68 İNGUİNAL LENFOSELİN RADYOLOJİK PERKÜTAN DRENAJI SONRASI TUBA OVARYAN İNGUİNAL HERNİASYON; OLGU SUNUMU VE LİTERATÜRÜN GÖZDEN GEÇİRİLMESİ Melih AKINCI, Kerim Bora YILMAZ, Celil UĞURLU, Hakan KULAÇOĞLU…………………………………………………………………………..……………73 İNSİZYONEL ENDOMETRİOZİS; NADİR BİR CERRAHİ KOMPLİKASYON Pınar YAZICI, Pembe OLTULU…………………………………………………………………………………….78 Photo Quiz A 53-YEAR-OLD BRAZİLİAN WOMAN WİTH A MALLEOLAR ULCER AFTER AN INSECT BİTE Vitorino Modesto SANTOS, Liliane Aparecida SOARES, Natália Polidorio MACHADO, Fernanda Gama Neves SILVA, Valéria Araújo Nascimento SANTOS……..81 A 45-YEAR OLD MAN WİTH CUTANEOUS AND SUBCUTANEOUS MASSES OF VARYİNG SİZE Ali KARAMAN, Doğan Nasır BİNİCİ………………………………………….83 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):1-9 DOI: 10.5472/MMJ.2010.01719.2 Özgün Araştırma /Original Article Bir Tıp Fakültesinde Eğitimin ve Bilimsel Araştırmaların 27 Yıllık İzlemi: Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi A 27 Year Follow-up of Education and Scientific Research in a Medical Faculty: Marmara University School of Medicine Dilek GOGAS YAVUZ1, Safiye ÇAVDAR2, Mithat ERENUS3 1 2 Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Endokrinoloji ve Metabolizma,B.D İstanbul, Türkiye Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, 3 Anatomi,ABD İstanbul, Türkiye Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kadın ve Doğum Hastalıkları,ABD İstanbul, Türkiye ÖZET Amaç: Ülkemizde tıp eğitimi ve tıbbi araştırmaların büyük bölümü tıp fakültelerince yürütülmektedir. 2010 yılı itibarı ile Türkiye‟de tıp eğitimi veren 75 tıp ABSTRACT Aim: Medical education and an important part of clinical research is carried out by medical faculties in Turkey. By 2010, 75 medical faculties are available in Turkey. Marmara University School of Medicine (MUTF) established as the twentieth medical faculty of Turkey represents a different model from conventional medical faculties because it was one of the first Turkish medical faculties providing education in English. The aim of this study is to shed light on the future of medical education by investigating the contribution of MUTF to the medical education and science of our country, evaluating the data on specialty education and scientific research during the 27 years from the establishment of the MUTF until today. Method: In this study, data on pre and postgraduate education, lecturers and scientific publications were obtained by screening the archieve of the faculty, national publication index, international publication indexes, citation indexes and thesis archieves of higher education institutions and compared them to the other data from our country. Results: For each lecturer, the number of students was calculated as “3.5” and the number of the publications was calculated as “0.85”. The publications from the MUTF constitute 64.7% of the total publications of Marmara University and specialty theses constitute 10.7% of MUTF originated publications. 51% of the publications were in the journals with impact factor < 1.9. Conclusion: Education and scientific research parameters of MÜTF are parallel to the data of the country. Although there is an increase in the number of original articles, the number of original articles published in journals with high impact factor, is not increasing accordingly. Local and national measures and encouragements seem necessary for increasing the number of original publications and publications in journals with high impact factors. Keywords: Marmara University School of Medicine, Medical education, Postraduate medical education, Undergraduate medical education, Biomedical research fakültesi bulunmaktadır. Türkiye‟nin yirminci tıp fakültesi olarak kurulan Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi (MÜTF), İngilizce eğitim yapan ilk fakültelerinden biri olması nedeni ile klasik tıp fakültelerinden farklı bir modeli temsil etmektedir. Bu çalışmanın amacı fakültenin kuruluşundan günümüze kadar olan 27 yıllık sürede tıp eğitimi, tıpta uzmanlık eğitimi ve bilimsel araştırma ile ilgili verilerini değerlendirerek adı geçen tıp fakültesinin ülkemiz tıp eğitimi ve bilimine katkısını ortaya koyarak tıp eğitiminin geleceğine ışık tutmaktır. Yöntem: Bu çalışmada mezuniyet öncesi ve sonrası eğitim verileri, öğretim üyeleri ve bilimsel yayın ile ilgili veriler fakülte arşivi, ulusal yayın dizinleri, uluslararası yayın dizinleri, atıf dizinleri ve Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) tez arşivi taranarak elde edilmiş ülkemiz genelindeki veriler ile kıyaslanmıştır. Sonuçlar: MÜTF‟ de 2010 yılı itibarı ile öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı “3.5” yayın sayısı ise “0.85“ olarak hesaplanmıştır. MÜTF kaynaklı yayınlar Marmara Üniversitesi toplam yayınlarının %64.7sini, uzmanlık tezleri ise MUTF kaynaklı yayınların % 10,7‟sini oluşturmaktadır. Yayınların % 51‟ i etki değeri <1,9 olan dergilerde yer almaktadır. Yorum: MÜTF‟nin, eğitim ve bilimsel araştırma parametreleri ülke verileri ile paralel bir seyir izlemektedir. Özgün yayın sayısı artmasına rağmen, bu özgün çalışmaların, etki değeri yüksek dergilerdeki yayın sayılarında, paralel artış izlenmemektedir. Özgün yayın sayıları ve etki değeri yüksek dergilerde yayınların artması için tedbir ve teşvikler gerekli görünmektedir. Anahtar Kelimeler: Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıp eğitimi, Mezuniyet öncesi eğitim, Mezuniyet sonrası eğitim, Tıbbi araştırma Başvuru tarihi / Submitted: 12.10.2010 Kabul tarihi / Accepted: 17.12.2010 İletişim Bilgileri: Dr. Dilek Gogas Yavuz, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Endokrinoloji ve Metabolizma, İstanbul, Türkiye. e-mail: [email protected] 1 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):1-9 D. G. YAVUZ ve ark Bir tıp fakültesinde eğitim ve bilimsel araştırma (http://medline.pleksus.com.tr/ulusal_atif_indeksi) “marmara üniversitesi” anahtar kelimesi ile tarandı. Tıp fakültesi kaynaklı tez konu başlıkları ile eşleşen yayınlar tespit edildi. Tez kaynaklı özgün makaleler istatistik değerlendirmede kullanıldı. Her yıl için yapılan tezler ile uluslararası ve ulusal yayın olarak basılmış tezlerin oranı hesaplandı. GİRİŞ Ülkemizde 2007 yılı itibarı ile 66 , 2009 yılında ise Yükseköğretim Programları ve Kontejanları Kılavuzunda mevcut 75 tıp fakültesi izlenmektedir1,2. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi (MÜTF) 1983 yılında Türkiyede 20. tıp fakültesi olarak kurulmuştur. MÜTF İstanbul’da üçüncü, İstanbul Anadolu yakasında ilk tıp fakültesidir. Kuruluşundan bu yana İngilizce tıp eğitimi vermekte olup, İstanbul’da İngilizce eğitim veren ilk tıp fakültesi olduğu gibi, ülkemizde tıp eğitimine İngilizce başlayan ilk tıp fakültesidir. 2009 Yükseköğretim Programları ve Kontejanları Kılavuzuna göre eğitim dili İngilizce olan tıp fakültelerinin sayısı toplam 7’dir2. Bunlardan altısı devlet üniversitesi (Ankara, Hacettepe, İstanbul Cerrahpaşa , İstanbul Marmara, Erzurum Atatürk, Malatya İnönü ve Ankara Gazi Üniversiteleri) biri ise vakıf üniversitesidir (Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi). MÜTF uluslararası bilimsel yayınları ULAKBİM internet sayfasında yer alan SCI Expanded, Social Sciences Citation Index ve PubMed alanlarında “ marmara univ, univ marmara “ anahtar kelimeleri kullanılarak 1983-2009 yılları arasında her yıl için tarandı. Yayınlar özgün makale (orijinal article), derleme (review), kongre özeti (meeting abstract) kategorilerinde sınıflandırıldı, bölümler ve anabilim dalları için sayılar belirlendi. 1983-2009 yılları arasında her yıl için öğretim üyesi başına düşen yayın sayısı, özgün makale sayıları üzerinden hesaplandı. Basılmış özgün makale sayıları dergilerin etki değerine göre sınıflandırıldı. Etki değerleri >5, 4.9-3, 2.9-1.9, < 1.9 olarak kategorize edilerek, kategoriler göre yayın sayısı hesaplandı. Yirmiyedi yıllık bir geçmişe sahip olan MÜTF, İngilizce eğitim yapan ilk fakültelerinden biri olması ve karma eğitim /entegre müfredat sistemi ile eğitim vermesi nedeni ile klasik tıp fakültelerinden farklı bir modeli temsil etmektedir. Bu çalışmanın amacı, MÜTF’nin kuruluşundan günümüze kadar olan sürede tıp eğitimi, tıpta uzmanlık eğitimi ve bilimsel araştırma ile ilgili verilerini değerlendirerek ülkemiz tıp eğitimi ve bilimine katkısını ortaya koymak ve tıp eğitimi ve bilimsel araştırma geleceğine ışık tutmaktır. Öğretim üyesi, öğretim görevlisi, uzman kadrolarına görev yapanların sayı ve dağılımları yıllık olarak Personel İşleri Bürosu arşivlerinden elde edildi. BULGULAR Mezuniyet öncesi eğitim: MÜTF ilk mezunlarını 1989 yılında vermiş olup, 1989-2010 yılları arasında toplam 2263 hekim yetiştirmiştir. Mezun edilen hekimlerin % 4.1’i yabancı uyrukludur. YÖNTEM Mezuniyet öncesi eğitim açısından değerlendirilen parametreler: yıllık mezun edilen pratisyen hekim sayısı, yabancı uyruklu öğrenci sayıları öğrenci işleri bürosu arşivinden derlendi. Mezun olan pratisyen hekimlerin Tıpta Uzmanlık Sınavı (TUS) sonuçları Öğrenci İşleri Bürosu ve Yükseköğretim Kurulu Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) web sitesi (www.ösym.gov.tr) dokümanlarından elde edildi. Eğitim dili İngilizce olup, hasta başı pratikleri hariç dersler İngilizce olarak verilmektedir. Fakültede 2001 yılından itibaren ilk üç sınıfta karma eğitim/entegre müfredat sistemi uygulanmaktadır. Karma eğitim sistemi anfi dersleri, pratik eğitim, klinik uygulamaya giriş ve konu bazında öğrencilerin aktif olarak katılımı ile gerçekleşen modül olarak isimlendirilen interaktif seanslardan oluşmaktadır. Eğitimin % 70.2’sini anfi dersleri, %10.4’ünü pratik eğitim, % 14.4’ünü klinik uygulamaya giriş, % 4.8’ini ise modüller oluşturmaktadır. 1989- 2009 yılları arasında tüm sınıflar göz önüne alındığında öğrenci başarı durumu %70–91 arasında değişmektedir. Tıpta uzmanlık ve yan dal uzmanlık eğitimi alıp mezun edilen uzman hekim sayısı Personel İşleri Bürosu’nun kayıtlarından derlendi. Tıpta uzmanlık sınavı ÖSYM sonuç belgelerinden MÜTF’nin kaçıncı sırada tercih edildiği saptandı. MÜTF’den 1989-2009 yılları arasında mezun hekimlerin tıpta uzmanlık sınavı başarı oranları minimum %16.4 ve maksimum %44.1 olarak izlenmektedir. 1989-2009 yılları arasında ortalama Tıpta uzmanlık sınavı (TUS) başarısı (sınavda bir programa yerleşim hakkı kazanmış olanlar) Nisan ayı için % 33.8±7.2, Eylül ayı için % 32.2±8.5 olarak hesaplanmıştır. Yıllara göre TUS başarı oranları Şekil-1 de gösterilmiştir. 1983-2009 aralık tarihleri arasında mezun edilen her tıpta uzmanlık ve yandal uzmanlık öğrencilerinin tezleri Yükseköğrenim Kurulu ulusal tez merkezi internet sitesinden (http://tez2.yok.gov.tr/) öğrenci ismi, tez konusu ve danışman isimleri anahtar kelimeleri kullanılarak yıllara göre tarandı. MÜTF kaynaklı tezlerin uluslararası yayın olanlarını belirlemek için PubMed, Science Citation Index (SCI) Expanded ve Social Sciences Citation Index alanlarında aynı anahtar kelimeler kullanılarak bütün dokümalar bazında tarama yapıldı.. Ulusal yayınların belirlenmesi amacıyla ULAKBİM Tıp Veri Tabanı Türk Tıp Dizini ( www.ulakbim.gov.tr), Ulusal Sağlık Bilimleri Süreli Yayınlar (TurkMedline) veri tabanı MÜTF, Öğrenci Seçme ve Yerleştirme sınavında 1987 – 2005 yılları arasında 3-5. sırada tercih edilmişken, 2005-2008 yılları arasında tercih sıralamasında 7-8. sırada yer almıştır. 2010 Kasım tarihi itibariyle MÜTF‟de toplam 259 öğretim üyesi (professör, doçent, 2 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):1-9 D. G. YAVUZ ve ark Bir tıp fakültesinde eğitim ve bilimsel araştırma yardımcı doçent) ve öğretim elemanı bulunmaktadır. Öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı 3.5 tir. Yanlızca öğretim üyeleri (prof,doç yard doç) değerlendirmeye alındığında bu oran 4.1 olarak hesaplanmıştır. 1996’ ya kadar öğretim üyesi ( profesör, doçent, yardımcı doçent) sayı artışı paralel olarak seyrederken, son 10 yılda profesör ve doçent, öğretim görevlisi/uzman sayılarında artış devam etmiş ancak yardımcı doçent sayıları giderek azalmıştır (Şekil 2). Profesör, doçent ve yardımcı doçent oranları 2000 yılında sıra ile %37, %30, %32 iken 2010 sonunda sırası ile %60, %31, % 9’dur. Mezuniyet sonrası eğitim uzmanlıkve yan dal uzmanlık öğrencileri de göz önüne alındığında öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı 4.6 ya ulaşmaktadır. Yanlızca öğretim üyeleri üzerinden hesaplandığında oran 5.3 olarak bulunmuştur. Öğretim üyeleri, Tıp Fakültesi dışında Diş Hekimliği Fakültesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Sağlık Meslek Yüksek Okulu, Hemşirelik Yüksek Okulu, Hukuk Tam zamanlı öğretim üyesi oranı 2008 Aralık ayı itibarı ile %32 , 2010 Ocak ayı itibarı ile %20’ dir. Türkiye’deki bazı tıp fakültelerinde tam zamanlı profesör oranları ile karşılaştırıldığında MÜTF’de tam zamanlı profesör oranlarının diğer tıp fakültelerinden düşük olduğu izlenmektedir1. Tam zamanlı öğretim üyesi oranları Hacettepe, Dokuz Eylül, İstanbul, Osmangazi Üniversiteleri Tıp Fakülteleri’nde sırası ile % 76.9, % 75.6, %56.5, % 83 olarak rapor edilmiştir1. Fakültesi ve Sağlık Bilimleri Enstitüsü‟nde yüksek lisans ve doktora dersleri vermektedirler. Başarı oranı (%) 1983’te 40 öğretim üyesi ile kurulan MÜTF öğretim üye sayısı , 2010 Kasım itibarı ile 225’tir. Öğretim üyesi sayısı Şekil 1: Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olan hekimlerin tıpta uzmanlık sınavı başarı oranları. Başarı oranları sınava giren ve eğitim programına yerleşenlerin yüzde oranı olarak belirtilmiştir. Şekil 2: Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi ile öğretim üyesi, öğretim görevlisi/uzman sayılarının yıllık izlemi. Kasım 2010 itibarı ile 3 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):1-9 D. G. YAVUZ ve ark Bir tıp fakültesinde eğitim ve bilimsel araştırma Mezuniyet sonrası eğitim 1983-2008 tarihleri arasında MÜTF kaynaklı yayınların % 10.7’sini oluşturmaktadır. En fazla 1998- 2003 yılları arasında yapılan tezlerin yayına dönüşmüş olduğu izlenmiştir. (Şekil-3) MÜTF tıpta uzmanlıkta ilk mezunlarını 1989 yılında vermiştir. MÜTF tıpta uzmanlık eğitimine kabul edilen hekimlerin tercihleri anabilim dalları arasında farklılık göstermektedir. ÖSYM web arşivi verilerine göre (www.osym.gov.tr/arsiv/tus) MÜTF’nin tıpta uzmanlık sınavı taban puanlarında son 5 yılda belirgin değişiklik izlenmemektedir. Bilimsel araştırma MÜTF adresli ilk makale, özgün makale katagorisinde SCI Expanded kapsamında 1983 yılında yayınlanmıştır. 1983-2009 yıl aralığında SCI Expanded ve Social Sciences Citation Index’te yer alan dergilerde yayınlanmış toplam yayın sayısı (derleme, özgün makale, kısa makale, proceedings makale) 3069, özgün makale sayısı 2061’dir . MÜTF’nin toplam yayın ve orijinal makale sayıları yıllar içinde artarak devam etmiştir (Şekil-4). MÜTF’nin kuruluşundan itibaren toplam yayınlarının %51’i 2004-2008 yılları arasında yapılmıştır. MÜTF bünyesinde tıpta uzmanlık ve yandal uzmanlık eğitimini standardize etmek amacı ile anabilim dalları ve bilim dalları tarafından hazırlanan çekirdek eğitim programları 2008 yılı içinde tamamlanmış, tıpta uzmanlık eğitim takibinde elektronik karne uygulaması 2009 Ocak ayı itibarı ile başlamıştır. Tezden kaynaklanan yayın oranları yıllara göre farklılık göstermektedir. (Şekil-3) 1988-2008 tarihleri arasında yapılan MÜTF tıpta uzmanlık ve yan dal uzmanlık tezlerinin % 33.2’ si SCI yer alan uluslarası dergilerde yayınlanmıştır. MÜTF kaynaklı tezlerin ulusal yayın oranı %9.1 olarak tespit edilmiştir. Aralık 2009 itibarı ile tez kaynaklı yayınlar yayınlanmış tezler (%) Dâhili, Cerrahi ve Temel Bilimler Bölümlerine göre yıl bazında özgün makale sayıları açısından farklılık izlenmektedir. Total ve özgün makale alanında en fazla yayın Dahili Bilimler Bölümünce yapılmış olup, 2. sırada Cerrahi Bilimler ve 3. sırada Temel Bilimler yer almaktadır( Şekil-5 ). Şekil 3: Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi uzmanlık ve yan dal uzmanlık tezlerinin yayın oranları. Ekim 2009 tarihi itibarı ile SCIE,SSCI,Pubmed ve Türk yazı dizini tez hazırlayan kişi ve konu başlıkları ile taranmıştır. 4 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):1-9 D. G. YAVUZ ve ark Bir tıp fakültesinde eğitim ve bilimsel araştırma Şekil 4: Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Bilimsel yayın sayılarının yıllık izlemi (1984-2009) Kaynak adres: SCIE, SSCI, marmara univ, univ marmara. Toplam yayın: özgün makale, derleme, teknik özet, editöre mektup, toplantı özetleri alanlarından yayınları içermektedir. Şekil 5: Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi özgün makale sayılarının Dahili, Cerrahi ve Temel bilim bölümlerine göre yıllık izlemi Kaynak adres: SCIE,SSCI, marmara univ, univ marmara. Ortak çalışmalarda sınıflama için ilk isim yazarın bölümü esas alınmıştır. İlk yazar ismi MÜTF olan yayın sayıları toplam yayın sayısı ile paralel bir artış göstermekle birlikte yayınların %50’sini oluşturmaktadır (Şekil-6). İlk isim MÜTF kaynaklı yayınların bölümlere göre dağılımı toplam yayın sayısına benzer bir eğilim göstermektedir. İlk isim MÜTF kaynaklı yayınlarda Dahili Bilimler Bölümüne ait bilim dallarının yayınları ilk sırada yer almaktadır. 2009 yılı için ilk isim MÜTF kaynaklı özgün makalelerin toplam yayın sayısının % 62 sidir. 2008 yılında Tıp Fakültesi’nin toplam yayın sayısı Marmara Üniversitesi toplam yayın sayısının % 60’ını, 2009 yılında ise % 73.6 sını oluşturmaktadır. Bu oran 1983 yılından bu yana benzer bir eğilim göstermektedir (Şekil-7). 5 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):1-9 D. G. YAVUZ ve ark Bir tıp fakültesinde eğitim ve bilimsel araştırma 1983-2009 yılları arasında toplam yayın sayıları göz önüne alındığında MÜTF yayınlarının Marmara Üniversitesi’nin tüm yayınlarına oranı %64.7 olarak hesaplanmıştır. düşen yayın sayısı progresif olarak artmış, 2009 yılında özgün makaleler göz önüne alındığında “0.85“, toplam yayın sayısı göz önüne alındığında “1.3” olarak hesaplanmıştır (Şekil-9). Yanlızca öğretim üyeleri (prof,doç,yard doç) üzerinden hesaplandığında 2009 yılına ait toplam yayınlar için 1.58, özgün makaleler için 1 olarak izlenmiştir MÜTF yayınlarına 1983-2008 yılları arasında yapılan toplam atıf sayısı Eylül 2009 itibarı ile 13205’tir. Marmara Üniversitesi yayınlarına yapılan atıfların %57’si Tıp Fakültesi kaynaklıdır (Şekil-8). Aralık 2009 itibarı ile 2008 yılına ait yayınların %51’i etki değeri (Impact factor) <1.9 dergilerde, %20.6’sı ise etki değeri olmayan dergilerde yayınlanmıştır. Etki değeri >5 olan dergilerde yayınlanan özgün makale oranı %3.7, etki değeri 4.9-3 arasında olan dergilerdeki yayınların oranı %7.1, etki değeri 2.9-1 arasında olan dergilerde yayın oranı % 44.5, etki değeri <1 olan dergilerdeki yayınlar %22 olarak izlenmiştir. Özgün makale sayısı 1983-2008 yılları arasında öğretim üyesi başına düşen yayın sayısında yıllar içinde artış izlenmektedir. Öğretim üyesi başına düşen yayın sayısı 2002 yılına kadar “0.5” altında seyrederken 2002 yılında 0.59’a yükselmiştir. Öğretim üyesi(prof,doç,yard doç,öğr grv/uzman) başına Şekil 6: Özgün makalelerin İlk ismin ait olduğu bölüme göre 1987-2009 yılları arasında yıllık izlemi. Kaynak adres: SCIE,SSCI, marmara univ, univ marmara, Eylül 2009 itibarı ile Şekil 7: Marmara Üniversitesi Tüm fakülteler ve M.Ü Tıp fakültesi’nin total yayın sayılarının yıllara göre izlemi. Kaynak adres: SCIE,SSCI, marmara univ, univ marmara. Tüm yayınlar: özgün makale, derleme, toplantı özetleri, editöre mektup, teknik özet alanlarından tüm yayınlar dahil edilmiştir. 6 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):1-9 Atıf sayıları D. G. YAVUZ ve ark Bir tıp fakültesinde eğitim ve bilimsel araştırma Şekil 8: Marmara Üniversitesi Tüm fakülteler ve Tıp fakültesi yayınlarına Atıf sayılarının yıllık izlemi. Kaynak adres: SCIE,SSCI, marmara univ, univ marmara Şekil 9: 2000-2009 tarihleri arasında öğretim üyesi başına düşen yayın sayılarının izlemi. Kaynak adres: SCIE,SSCI, marmara univ, univ marmara. Öğretim üye sayısı: Prof,Doç,Yard Doç, öğretim elemanı (Öğr Grv/Uzman) sayılarının toplamı olarak değerlendirilmiştir TARTIŞMA sistemi ile eğitim veren Türkiye’nin ilk tıp fakültelerinden biri olması nedeniyle diğer tıp fakültelerinden farklı bir modeli temsil etmektedir. Bu nedenle yirmi yedi yıllık süreçte, eğitim ve araştırma MÜTF, yirmiyedi yıllık tarihi olan ve İngilizce olarak karma eğitim /entegre müfredat 7 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):1-9 D. G. YAVUZ ve ark Bir tıp fakültesinde eğitim ve bilimsel araştırma yayın sayısı marmara üniversite genelinden 2 kat fazla izlenmektedir.Aynı raporda ilk sırada 1406 yayın sayısı ile İstanbul Üniversitesi yer almaktadır. (http://www.yok.gov.tr/content/view) alanında elde edilen veriler ülkemiz tıp eğitimi ve bilimsel araştırma konularında yol gösterici olabilir. MÜTF öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı 2010 itibarı ile 3.5 olarak hesaplanmıştır ancak Türk Tabipleri Birliği’nin 2008 yılı mezuniyet öncesi eğitim raporunda, MÜTF’nde 2006-2007 eğitim yılı için öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı 4.5 olarak bildirilmiştir. Öğretim üyesi sayısı 232, öğrenci sayısı 939 olarak alınmıştır1. Diğer fakültelerde verilen dersler göz önüne alındığında bu oran 8 civarındadır. Türkiye genelinde öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı 3.5, Avrupa’da 3.3, Amerika Birleşik Devletleri’nde 2.5 tir3. MÜTF öğretim üyelerinin eğitim yükü Türkiye ve dünya ortalaması ile paralel izlenmektedir. Akademik yükseltmelerdeki gerekliliği dışında bilimsel araştırma ülkemizdeki mesleki ve toplumsal yaşamda sınırlı rol oynadığından araştırıcıların kişisel motivasyonu en önemli belirleyicidir. Üreten ve üretmeyen öğretim üyesi arasında halen belirsiz olan farkın ortaya konması ve üreten öğretim üyelerinin ödüllendirilmesi önemlidir. Fakülte, üniversite ve YÖK tarafından önlemler alınması ve akademik çevrelerde bu konudaki farkındalığın oluşturulması, bilimsel araştırmaların desteklenmesinin olmazsa olmaz şartıdır. Verimli araştırmacılar için maddi manevi motivasyon kaynakları yaratılmalıdır. Fakültemiz, 1987-2001 yılları arasında Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Sınavı’nda Türkiye’deki tıp fakülteleri arasında 4-5. sırada tercih edilen fakülte olmuştur, ancak son yıllarda 7 ve 8. sıralara gerilemiştir. Bunun başlıca nedenleri, ülke genelinde oldugu gibi tıp tercihlerinin geri plana düşmesi, hastane fiziki şartların yetersizliği, eğitimin İngilizce veriliyor olması sayılabilir. Tıp fakültesi, Marmara Üniversitesi 19822009 yılları arasındaki yayınların % 64.7sini üretmiştir.Tıp fakültelerinin bilimsel yayın sıralamasındaki öncülüğü ülkemizdeki diğer üniversiteler için de geçerlidir. Türkiye kaynaklı yayınlar içinde en fazla yayın %33’lük oranla klinik tıp bilimleri kaynaklıdır6. TUBİTAK ULAKBİM tarafından sunulan Türkiye’nin bilim haritası çalışmasında 1981-2006 yılları arasındaki bilimsel performans değerlendirilmiş, çeşitli alt bilim dallarında üniversitelerin yayın sayı ve sıralaması yapılmıştır. MÜTF klinik bilimler alanında ülkemiz üniversiteleri arasında 1923 yayın ile 8. sırada yer almış olup bu alandaki ülkemiz yayınlarının %3.25’ini gerçekleştirmiştir. Klinik Bilimler alanında Hacettepe Üniversitesi %14’lük İstanbul Üniversitesi %11.3’lük pay ile ilk 2.sırayı paylaşmaktadır. MÜTF Nörolojik Bilimler alanında %3.18’lik bir yayın payı ile 8. sırada, Farmakoloji alanında % 4.76’lık pay ile 6.sırada, İmmünoloji alanında % 4.8’lik pay ile 6. sırada , Moleküler Biyoloji ve Genetik alanında % 3.46’’lık pay ile 7. sırada, Mikrobiyoloji alanında %3.25’lik pay ile 8. sırada, Biyoloji-Biyokimya 7 alanında % 2.82’lik pay ile 9.sırada yer almaktadır . ÖSYM TUS arşivi verilerine göre (www.osym.gov.tr/arsiv) 2008 ve 2009 yılı için İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerdeki tıp fakülteleri TUS taban ve tavan puanlarının devlet hastanesi taban ve tavan puanları ile benzer olduğu izlenmektedir. Sağlık Bakanlığı hastanelerinde uzmanlık eğitimi isteğinin üniversite hastaneleri ile eşit oranda olması maddi nedenlerden kaynaklanıyor olabilir. Son yıllarda üniversiteler Sosyal Güvenlik Kurulu uygulamaları ve döner sermaye yönetmelikleri nedeniyle maddi zorluklar yaşamaktadırlar. Bu durum özellikle büyük şehirlerde daha fazla maaş ve katkı payı alacakları Sağlık Bakanlığı hastanelerinin tercih edilmesinde etken olabilir. MÜTF yayın sayısının 2000 li yılların başında ivme kazanması öğretim üyesi sayısındaki artış ile paralel seyretmiştir. Bu durum ülkemizdeki diğer fakültelerde de benzerlik göstermektedir. Atıf indekslerinde Türkiye kaynaklı yayınların yüzde 49.2’sinin 2000-2003 yılları arasında gerçekleştiği rapor edilmiştir4. Öğretim üyesi başına düşen yayın sayılarının oranı 1991-1998 yılları arasında 0.28 olarak rapor edilmişken5, 2000 yılı sonrası artış göstererek 2009 yılı için oran hesaplamalarımıza göre “0.85” e yükselmiştir. Tıp Fakültesi bilimsel yayın sayılarındaki artışın nedenleri arasında: doçentlik sınavı başvuru kriterinin yükseltilmesi ve profesörlük yükselmelerinin düzenlenmesi, M Ü Bilimsel Araştırma Proje fonunun yeniden yapılanarak fazla miktarda projeye destek vermesi ve TÜBİTAK proje desteklerinin arttırılmış olması, genç, idealist ve bilimsel arenada kendini ispat etmek isteyen öğretim üyelerinin kurucu kadroda olması, öğretim üyelerinin büyük oranda objektif kriterlerle farklı yerlerden seçilmesinin getirdiği dinamizmin itici güç olması sayılabilir. Ülke genelinde tıbbi bilim alanlarında eskiyerleşik üniversitelerin ilk sıraları paylaşması sürpriz değildir. MÜTF nispeten yeni bir üniversite olmasına rağmen tüm tıp alt bilim dallarında ilk 10 içinde yer almaktadır. Genç bir öğretim üyesi kadrosuna sahip olması, öğretim üyelerinin yabacı dil biliyor olması, bilimsel performansının eş zamanlı kurulan tıp fakültelerinden daha ileride olmasını sağlamış olabilir. Ancak son 10 yıllık dönem içinde MÜTF’nin yayın sayıları artış göstermesine rağmen ilk isim yayın sayıları göz önüne alındığında öğretim üyesi başına düşen yayın sayısı beklendiği oranda artış göstermemiştir. Özellikle Temel Tıp Bilimlerinde MÜTF kaynaklı ilk isim makale üretiminin düşük olması, proje üretiminde yürütücülükten çok laboratuar/teknik destek yapıldığını düşündürmektedir. Temel bilim öğretim üye ve araştırma görevlisi sayılarının düşük olması, öğretim üyelerinin ders yükünün fazla olması bilimsel üretimi yavaşlatan başlıca nedenler arasında düşünülebilir. YOK 2009 yılı Yayın İstatistik Raporu’da 2009 yılı yayın sayılarına gore Marmara Üniversitesi 495 yayın ile 15. sırada yer almaktadır ve öğretim üyesi başına düşen yayın sayısı 0.37 olarak belirtilmiştir. MUTF öğretim üyesi başına düşen Yayınların sayısal artışına rağmen etki değeri konusunda artış gözlenmemektedir. MÜTF makalelerin çoğu etki değeri 1.9’dan düşük dergilerde, önemli bir kısmı ise etki değeri olmayan 8 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):1-9 D. G. YAVUZ ve ark Bir tıp fakültesinde eğitim ve bilimsel araştırma Teşekkür: Verilerin toplamasında büyük katkıları olan Sayın Fethi Yüksel, Sayın Nursel Erdoğan, Sayın Saniye Ratip ve Sayın Nermin Numanoğlu ‘na çok teşekkür ederiz. dergilerde yayınlanmıştır. Bu durum Türkiye ortalaması ile paralellik göstermektedir. Ülkemizde 1981-2007 tarihleri arasında 54 bilim dalı yayınlarının etki değeri 0 - 9.7 arasında olduğu rapor edilmiştir6,7. Bu durumun en önemli nedeni; gerek doçentlik sınavı başvuru kriterlerinde gerekse profesörlük yükseltmelerinde yayın sayısının yayın kalitesinden daha ön planda değerlendirilmesidir. KAYNAKLAR Tıp fakültesi atıf sayıları toplam yayın sayısı ile paralel bir eğim izlemektedir. 1983-2009 yılları arasındaki Marmara Üniversitesi yayınlarına yapılan toplam atıfların %57’sini oluşturmaktadır. Dünya genelinde de tıbbi bilimlere ait yayınlara 4,8,9 atıflar ilk sırada yer almaktadır . Tıp fakültelerinin başlıca görevi toplumun sağlık sorunlarına duyarlı, yetkin hekimler yetiştirmek ve bilimsel araştırma yapmaktır. Bilginin baş döndürücü bir hızla geliştiği çağımızda sağlık alanında bilgi üretebilecek ana birimler tıp fakülteleridir. Ülkemizin pek çok tıp fakültesinde izlendiği gibi MÜTF araştırma kapasitesini optimal olarak kullanamamaktadır. Fizik ve maddi şartların yetersizliği ana neden olmakla birlikte motivasyon eksikliği, hizmet yükünün ağır olması, araştırma bütçelerinin yetersiz kalması, araştırma görevlisi hekimlerin hizmet ağırlıklı eğitim alması, yeterli biyolog ve yardımcı personel eksikliği araştırma kapasitesini düşüren nedenler arasındadır. Uygunsuz fizik şartlara rağmen ülkemizde tip bilimleri alanında ilk 10 içinde yer alması genç, hevesli, İngilizce makale yazabilen, önemli bir bölümü yurtdışı merkezlerde uzmanlık/laboratuar eğitimi almış öğretim üyesi kadrosuna sahip olmasından kaynaklandığı düşünülebilir. Uluslararası yayınlara TÜBİTAK, Dernekler ve araştırma fonundan verilen teşviklerin de araştırma sayısına minimal de olsa olumlu etki yaptığını göz önüne almak gerekir. MÜTF eğitim ve araştırma faaliyetleri bakımından Türkiye’deki köklü tıp fakülteleri ile benzer özellikler göstermektedir. Ülkemizde tıp bilimi diğer bilim alanlarından daha hızlı ve dinamik bir şekilde gelişmektedir. Bilimsel araştırma ve mezuniyet öncesi-sonrası tıp eğitimi konularında ülke çapında uygulanacak teşvik ve düzenlemeler ile tıp fakülteleri beklenenden daha hızlı ve yüksek bir verimlilik gösterebileceğinin işaretlerini vermektedir. 9 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):1-9 1. Sayek İ., Kiper N., Odabaşı O. Turkish Medical Association undergraduate medical education report. Sayek İ., Kiper N., Odabaşı O, Editörler.1. baskı, Ankara:Türk Tabipler Birliği Yayınları, 2008:25. 2. Yükseköğrenim Kurulu Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi.2009-ÖSYS Öğrenci Seçme ve Yerleştirme SınavıYükseköğretim Programları ve Kontenjanları Kılavuzu.Ankara,2009;tablo 4: sf 1-66. 3. Sayek İ, Kiper N, Odabaşı O. Turkish Medical Association undergraduate medical education report. Sayek İ, Kiper N, Odabaşı O, editörler.1. baskı, Ankara: Türk Tabipler Birliği Yayınları, 2008:56-57. 4. Ak MZ, Gülmez A. International publication analysis from Turkish Universities. Akademik İncelemeler 2006; 1(1):25-43. 5. Güllüoğlu B, Aktan O. Scientific publications at a Turkish Medical School. Academic Medicine 2000;75(7):760. 6. Demirel İH, Saraç C, Akıllı E, Büyükçınar Ö, Yetgin S, Gürses EA. Şehirlerin katkısı . Demirel İH,Saraç C, Akıllı E, Büyükçınar Ö, Yetgin S, Gürses EA, editörler. Scientific publication map of Turkey 1. Baskı. Ankara:TÜBİTAK-ULAKBİM Yayınları, 2008:4-5. 7. Demirel İ.H., Saraç C., Akıllı E., Büyükçınar Ö., Yetgin S., Gürses E.A. Kuruluşların katkısı . Demirel İ.H., Saraç C., Akıllı E., Büyükçınar Ö., Yetgin S., Gürses E.A Editörler. Scientific publication map of Turkey 1. Baskı Ankara, TÜBİTAK-ULAKBİM Yayınları ; 2008 : 8-20. 8. Akıllı E., Büyükçınar Ö., Latif V.,Yetgin S.,Gürses E.A.,Saraç C., Demirel İ.H. Tıbbi bilimler. Akıllı E., Büyükçınar Ö., Latif V.,Yetgin S.,Gürses E.A.,Saraç C., Demirel İ.H. Editörler. [Scientific publication indicators of Turkey-II 1981- 2007 Turkey, countries,groups] 1. Baskı Ankara, TÜBİTAK-ULAKBİM Yayınları, 2009:1214. 9. Karaözen B, Bayram Ö, Zan BU. [Science Indicatiors of Turkey: 1997-2006]. Türk Kütüphaneciliği 2009; 23(1) : 4-21. Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):10-14 DOI: 10.5472/MMJ.2010.01744.1 Original Article / Özgün Araştırma Radical Retropubic Prostatectomy – A Review of the Current Literature and a Study of 250 Cases at Marmara University Radikal Retropubik Prostatektomi – Güncel Literatür Derlemesi ve Son 250 Vaka İle Marmara Tecrübesi İlker TİNAY, Mahir Bülent ÖZGEN, Çağrı Akın ŞEKERCİ, Levent TÜRKERİ Department of Urology, School of Medicine, Marmara University, İstanbul, Türkiye ABSTRACT Objective: To review the current literature of open radical retropubic prostatectomy and report the results of the last 250 open radical retropubic prostatectomies performed in our University clinic. Patients and Methods: A literature review was performed using the PubMed database with combinations of the following keywords radical prostatectomy, open retropubic, prostate cancer, complications and comorbidity. Charts of the most recent 250 consecutive patients who had undergone radical retropubic prostatectomy at the Urology Department of Marmara University School of Medicine were reviewed. Results: In 69.2% of the cases the tumor was confined within the prostate gland, whereas 30.8% of the cases had tumors with either positive surgical margins, capsular penetration, invasion of seminal vesicles or a combination of these features. Nerve-sparing radical retropubic prostatectomy patients were found to be more successful in achieving continence and erectile function in the postoperative period. Cancer progressions were experienced in 12.4% of the cases following radical retropubic prostatectomy at a mean follow-up of 53.8 months with a mean time to progression of 20.7 months. Conclusion: The three goals of radical prostatectomy; cancer control, preservation of urinary control and preservation of sexual function were achieved with the long-time experience of open radical prostatectomy. Keywords: Radical prostatectomy, Open retropubic, Prostate cancer, Complications, Comorbidity ÖZET Amaç: Açık radikal retropubik prostatektomi hakkındaki güncel literatürün derlenmesi ve üniversite kliniğimizde yapılan son 250 açık radikal retropubik prostatektomi vakalarının sonuçlarının bildirilmesi. Materyal ve Metot: Radikal prostatektomi, açık retropubik, prostat kanseri, komplikasyonlar ve komorbidite anahtar kelimeleri seçildi ve Pubmed veritabanı kullanılarak literatür taraması yapıldı. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı’nda yapılan son 250 açık radikal retropubik prostatektomi vakasının dosyaları tarandı. Bulgular: Hastaların % 69, 2’sinde tümör prostat bezi ile sınırlı kalırken, % 30.8’inde pozitif cerrahi sınır, kapsül invazyonu, seminal vezikül invazyonu ya da bunların kombinasyonu saptandı. Sinir koruyucu radikal retropubik prostatektomi hastalarının ameliyat sonrası dönemde idrar kontinansını ve erektil işlevi geri kazanmalarının daha başarılı olduğu saptandı. Radikal retropubik prostatektomi sonrası vakaların % 12, 4’ünde ortalama 53,8 aylık takip ve ortalama 20,7 ay progresyon süresi ile kanser progresyonu saptandı. Sonuç: Radikal prostatektominin üç hedefi olan; kanser kontrolü, idrar kontrolünün korunması ve cinsel işlevin korunması hedeflerine, açık radikal retropubik prostatektominin uzun dönem tecrübesi ile ulaşılmıştır. Anahtar Kelimeler: Radikal prostatektomi, Açık retropubik, Prostat kanseri, Komplikasyonlar, Komorbidite Başvuru tarihi / Submitted: 23.11.2010 Kabul tarihi / Accepted: 20.12.2010 Correspondence to: İlker Tinay, M.D. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Üroloji Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye. e-mail: [email protected] 10 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):10-14 İ. TİNAY, et al Radical retropubic prostatectomy T1 - Clinically inapparent tumour not palpable or visible by imaging INTRODUCTION Prostate cancer (PCa) is the most frequently diagnosed cancer and second leading cause of cancer-related deaths in the male population in the United States1. In Europe, PCa is the most common solid neoplasm, with an incidence rate of 214 cases per 1000 men, outnumbering lung and colorectal cancer2. • stage Tla -cancer incidentally found at transurethral prostatic resection or open adenomectomy involving less than 5% of resected tissue • stage Tlb - cancer incidentally found at transurethral prostatic resection or open adenomectomy involving greater than 5% of resected tissue With the increasing use of prostate-specific antigen (PSA) testing, men are being diagnosed with earlier stage PCa and at a younger age, and they become candidates for curative therapy. Radical prostatectomy offers the best long-term cancer control for clinically localized disease. • stage Tlc - cancer identified by needle biopsy because of elevated PSA in the presence of normal digital rectal examination T2 - Tumour confined within the prostate Radical prostatectomy was first applied at 3 the beginning of the 20th century by Young using a perineal approach, while Memmelaar and Millin were the first to perform retropubic radical prostatectomy4. Walsh and Donker described the anatomy of the dorsal venous complex and the neurovascular bundles5. Their description of the open “nerve-sparing” radical prostatectomy has become the gold standard surgical treatment for PCa for the past 30 years. • stage T2a - tumor involving one half of a lobe of the prostate or less • stage T2b - tumor involving more than half of one lobe but not both lobes of the prostate • stage T2c - tumor involving both lobes of the prostate Surgical Technique Technically, radical retropubic prostatectomy is one of the most difficult operations in the field of urology. The three goals of the surgeon, in order of importance, are cancer control, preservation of urinary control, and preservation of 6 sexual function . There is no age threshold for radical prostatectomy and a patient should not be denied this procedure on the grounds of age alone7. Several large series with a long-term follow-up have confirmed that this approach results in excellent cancer control and functional results in terms of preservation of erectile function and urinary 8-10 continence . One surgeon (LT) performed radical retropubic prostatectomy with a previously reported technique, which was based on the anatomical approach for radical prostatectomy described by 6 Walsh . Briefly, radical prostatectomy involves the removal of the entire prostate gland between the urethra and the bladder, and resection of both seminal vesicles along with sufficient surrounding tissue to obtain a negative margin. Often, this procedure is accompanied by a bilateral pelvic lymph node dissection. Achieving negative surgical margins was the primary concern, followed by preservation of continence and erectile function with the nerve-sparing approach. We developed a new urethrovesical anastomotic suture technique and 11 have been utilizing it since 2004 . In this study, we review the current literature of open radical retropubic prostatectomy and report the results of the last 250 open radical retropubic prostatectomies performed in our university clinic. Measures of Incontinence and Erectile Dysfunction PATIENTS and METHODS Postoperative urinary continence was assessed with the International Continence Society Male Short Form (ICS-SF) and was defined as complete continence (no pads), minimal incontinence (1 precautionary pad per day) or moderate to severe incontinence (2 or more pads 12 per day) . Subjects This study comprises the most recent 250 consecutive patients who had undergone radical retropubic prostatectomy for clinically localized (stage T2c or lower) carcinoma of the prostate at the Urology Department of Marmara University School of Medicine. All office and hospital charts were reviewed. The National Institute of Health (NIH) Consensus Panel has defined erectile dysfunction (ED) as the inability to achieve and/or maintain penile erection sufficient for satisfactory sexual performance. We used the International Index of Erectile Function (IIEF-5) as the diagnostic tool for erectile function pre- and postoperatively13. Staging Preoperative evaluation of all patients included a digital rectal examination by an urologist, a serum PSA determination and radioisotope bone scanning with confirmatory imaging studies when necessary. Many men also underwent abdominal and pelvic computerized tomography or magnetic resonance imaging. Both questionnaires were completed before and at varying periods after surgery. Follow-Up Evaluation All tumors were clinically staged according to the TNM classification: 11 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):10-14 İ. TİNAY, et al Radical retropubic prostatectomy Postoperative follow-up evaluation included serum PSA measurements every 3 months in the first year, every 6 months until the 5th year and yearly thereafter. Yearly digital rectal examination and urinary sonography were performed. Cancer progression was defined as detectable serum PSA (greater than 0.2 ng/ml), as documented by repeated PSA measurements, local recurrence or distant metastases. (p=0.042). With our new urethrovesical anastomosis technique, our continence (defined as no or single protective pad) rate was 98 % at 12 months after the operation, where continence rate was 86 % with the conventional technique. Preoperatively, only 22.9 % of the patients had no erectile dysfunction. The mean postoperative IIEF-5 scores of the nerve-sparing RP patients pre-operatively and at the 1st, 3rd and 12th months were found to be 17.66 ± 5.61, 2.06 ± 1.73, 4.1 ± 2.8 and 6 ± 4.45, respectively. The mean postoperative IIEF-5 scores of the non-nervesparing RP patients pre-operatively and at 1, 3 and 12 months were found to be 17.28 ± 5.3, 2.04 ± 1.9, 3.24 ± 2.19 and 3.45 ± 2.54, respectively. In the nerve sparing group 11.9% of the patients had an IIEF score of 12 or higher in the post-operative period whereas this result was not achieved in any of the patients in the non-nerve sparing group. RESULTS Mean age and preoperative PSA levels The mean age of this cohort of patients was 63 years (range 44 to 75). The mean preoperative PSA level was 9.38±1.14 ng/ml (range 1.01 to 34.5). Of the patients 11.2 % had normal PSA levels (less than 4 ng/ml) and the majority had levels in the 4 to 10 ng/ml range. Preoperative tumor stage and Gleason Complications grade There were no deaths related to surgery. A total of 8 patients (3.2 %) developed anastomotic strictures which were treated successfully by a single internal urethrotomy session without any recurrence. A total of 3 patients (1.2 %) developed lymphoceles, which were treated with percutanous catheter drainage. All tumors were clinically confined to the prostate gland. A total of 152 cases (60.8 %) were stage Tlc, which was the most prevalent clinical stage. Thirty-four (13.6 %) were clinical stage T2a, 21 (8.4 %) were clinical stage T2b and 36 (14.4 %) were clinical stage T2c. There were 2 patients with stage 1a and 5 patients with stage 1b disease. Follow-up and oncological outcome Preoperative Gleason scores 2 to 4 were seen in 25 patients (10 %). A total of 151 patients (60.4 %) had moderately well-differentiated tumors with Gleason scores of 5 and 6. Gleason score of 7 was seen in 54 patients (21.6 %), distributed as (3+4) in 44 and (4+3) in 10 patients, respectively. Gleason score 8 to 10 ranges were seen in 20 (8 %) patients. Of 250 men, 31 (12.4 %) experienced cancer progression following RP at a mean followup of 53.8±7.3 months (range 5 to 112). Mean time to progression was 20.7±2.1 months (range 1 to 92). Of 31 men with cancer progression 14 (45.2 %) had received adjuvant radiotherapy and all patients subsequently received hormonal therapy. Only 2 patients died of non-urological causes, one due to a cerebrovascular accident and the other due to metastatic colon carcinoma. Operative measures Mean operative time was 139±13 minutes (min: 100 min - max: 190 min) and mean blood loss was 880±116 ml (min: 300 ml - max: 2200 ml). DISCUSSION The incidence of PCa has increased dramatically with the widespread use of serum PSA as a screening tool for prostate cancer and as a result, more men are diagnosed with curable disease at a younger age. Today, men also live longer and a man 65 to 70 years old has a 50 % chance of living for another 15 years in the western countries6. As a result, an increasing number of radical prostatectomies are being performed and favorable outcomes are reported in the literature. Pathological findings Of 250 cases, 173 (69.2%) demonstrated tumors confined within the prostate gland (T2a, 2b and 2c) and 77 prostates (30.8%) had tumors with either positive surgical margins, capsular penetration, invasion of seminal vesicles or a combination of these features. Positive margins and established capsular penetration were seen in 46 cases (18.4%). Of these cases 20 (8 %) had focal capsular penetration with negative margins and 12 (4.8 %) had positive surgical margins only. A total of 32 cases (12.8 %) demonstrated seminal vesicle invasion (pT3b) and only 8 patients (3.2%) had pelvic lymph node metastases on final pathological examination. Radical prostatectomy is the only form of treatment for localized PCa that has been shown in a randomized controlled trial to reduce progression to metastases and death from the disease14. It is also the ideal treatment for patients who can be cured and who will live long enough to benefit from it. Based on high patient satisfaction rates, open radical retropubic prostatectomy is an excellent 15 treatment for prostate cancer . Incontinence and erectile dysfunction Nerve-sparing RP patients were found to be more successful in achieving continence. Mean incontinence scores at the 3rd and 12th months in the nerve-sparing group was found to be 3.08 and 1.97; whereas the same scores of non-nervesparing group were 4.27 and 3, respectively A large quantity of long-term data has confirmed the efficacy of open radical prostatectomy. In a large open prostatectomy series with a median follow-up of 5.3 years, the Johns 12 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):10-14 İ. TİNAY, et al Radical retropubic prostatectomy Hopkins group reported an actuarial 10-year cancer16 specific survival rate of 94% . In a more recent reanalysis including 621 men who were followed for more than 10 years, they reported 15-year progression-free and cancer-specific survival rates of 66% and 90%, respectively10. Hull et al. reported the 10-year progression-free and cancer-specific survival rates in 1000 consecutive patients as 75% and 97.6%, respectively17. In a recent report of 3,478 consecutive men treated by open radical prostatectomy with a mean follow-up of 65 months, 8 631 (18 %) men had biochemical progression . Similarly, 12.4 % of our patients experienced cancer progression following RP at a mean follow-up of 53.8 months. Erectile dysfunction after radical retropubic prostatectomy is a significant morbidity of the operation. With the description of the open “nervesparing” radical prostatectomy and decreasing patients’ age, nerve-sparing RP can be performed safely in most men. However, published incidence rates of the erectile dysfunction vary greatly and 7 have been reported to be between 29 and 100 . Many factors may affect these rates, where the patient’s age, pre-operative erectile function and the nerve-sparing status of the patient are the most important. In the largest and most recent open radical prostatectomy series, erectile function was preserved in 76% of preoperatively potent men who underwent bilateral nerve-sparing surgery with at least 18 months of follow-up9. In our series, mean patient’s age was 63 years and only 22.9 % of the patients had no erectile dysfunction pre-operatively. At 12th month postoperatively, patients who had undergone nerve-sparing RP reported better erectile status compared to non-nerve sparing RP patients based on the IIEF-5 scores (6 ± 4.45 versus 3.45 ± 2.54). The classification and reporting of urinary continence after radical retropubic prostatetomy vary significantly, making valid urinary control comparisons between studies difficult. Published incidence rates vary between 4 % and 50 % for slight stress incontinence and between 0 and 15.4 % for severe stress incontinence7. There are many factors affecting continence rates after radical prostatectomy, such as avoidance of injury to the external urinary sphincter, preserving the neurovascular bundles and the type of uretrovesical anastomosis technique9. In our patient cohort, nerve-sparing RP patients were found to be more successful in achieving continence. Mean incontinence scores at 12th month were 1.97 ± 3 for nerve sparing group and 3 ± 3.9 for non-nerve sparing group. We developed a new uretrovesical anastomotic suture technique and have been 11 utilizing it since 2004 . With this new technique, our continence (defined as no or single protective pad) rate increased to 98 % at 12 months after the operation, where the continence rate was 86 % with the conventional technique. A review of the post-operative complications of RP have been reported in the EAU Guidelines for prostate cancer in 2010 (Table 1)7. The rates of peri- and post-operative complications are reported to be significantly correlated with the surgeon’s experience and also with the clinic’s experience of the procedure. Our complication rates are comparable with the reported literature; where 3.2 % of the patients developed bladder neck obstruction and 1.2 % of the patients developed lymphoceles, which were treated successfully by secondary interventions. Table I: Complications of radical prostatectomy Complication Incidence Peri-operative death 0 - 2.1 Major bleeding 1.0 - 11.5 Rectal injury 0 - 5.4 Deep venous thrombosis 0 - 8.3 Pulmonary embolism 0.8 - 7.7 Lymphocele 1.0 - 3.0 Urine leak, fistula 0.3 - 15.4 Bladder neck obstruction 0.5 - 14.6 Uretheral obstruction 0 - 0.7 13 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):10-14 İ. TİNAY, et al Radical retropubic prostatectomy 9. CONCLUSION Improved knowledge of prostate cancer in the general population and insistent screening has led to a remarkable rise in the detection and early treatment of prostate cancer. Consequently, an increased number of open radical prostatectomies are being performed as a major treatment option for organ-confined disease. The three goals of radical prostatectomy; cancer control, preservation of urinary control and preservation of sexual function have been achieved with the long-time experience of open radical prostatectomy. 10. Han M, Partin AW, Pound CR, et al. Long-term biochemical diseasefree and cancer-specific survival following anatomic radical retropubic prostatectomy. The 15-year Johns Hopkins experience. Urol Clin North Am 2001; 28: 555– 565. DOI: 10.1016/S00940143%2805%2970163-4 11. Türkeri LN, Temiz Y, Yazici CM, Tinay I. A new suture technique for anastomosis in radical retropubic prostatectomy and early removal of urethral catheter. Can J Urol 2007; 14 (6): 37343738. REFERENCES 1. Jemal A, Siegel R, Ward E et al. Cancer statistics, 2008. CA Cancer J Clin 2008 Mar;58(2):71-96. doi: 10.3322/CA.2007.0010 2. Boyle P, Ferlay J. Cancer incidence and mortality in Europe 2004. Ann Oncol 2005 Mar;16(3):481-488. doi: 10.1093/annonc/mdi098 3. Young H. Radical perineal prostatectomy. Johns Hopkins Hosp Bull 1905;16:315-21. 4. Memmelaar J, Millin T. Total prostatovesiculectomy; retropubic approach. J Urol 1949 Sep;62(3): 340-348. 5. Walsh PC, Donker PJ. Impotence following radical prostatectomy: Insight into etiology and prevention. J Urol 1982; 128: 492–497. doi:10.1016/S0022-5347(02)80325-1 6. Walsh PC, Partin AW. Anatomic Radical Retropubic Prostatectomy. In: Wein, Kavoussi, Novick, Partin, Peters, eds. Campbell-Walsh Urology. 9th edition. Philadelphia: Saunders Elsevier, 2007: Chapter 97. 7. Heidenreich A., Bolla M., Joniau S. et al. EAU Guidelines on Prostate Cancer 2010. http://www.uroweb.org/guidelines/onlineguidelines/doi:10.1016/j.eururo.2010.10.039 8. Kundu SD, Roehl KA, Eggener SE, et al. Potency, continence and complications in 3,477 consecutive radical retropubic prostatectomies. J Urol 2004; 172: 2227–2231. DOI: 10.1097/01.ju.0000145222.94455.73 12. Donovan JL, Peters TJ, Abrams P, et al. Scoring the short form ICSmaleSF questionnaire. International Continence Society. J Urol 2000; 164(6): 1948-1955. doi:10.1016/S00225347(05)66926-1 13. Rosen RC, Cappelleri JC, Smith MD, et al. Development and evaluation of an abridged, 5item version of the International Index of Erectile Function (IIEF-5) as a diagnostic tool for erectile dysfunction. Int J Impot Res 1999; 11(6): 319326. 14. Holmberg L, Bill-Axelson A, Helgesen F, et al. Scandinavian Prostatic Cancer Group Study Number 4. A randomized trial comparing radical prostatectomy with watchful waiting in early prostate cancer. N Engl J Med 2002: 12; 347(11): 781-789. 15. Abraham NE, Makarov DV, Laze J, et al. Patient centered outcomes in prostate cancer treatment: predictors of satisfaction up to 2 years after open radical retropubic prostatectomy. J Urol 2010; 184(5): 1977-1981. doi:10.1016/j.juro.2010.06.099 16. Pound CR, Partin AW, Eisenberger MA, et al. Natural history of progression after PSA elevation following radical prostatectomy. JAMA 1999; 281: 1591–1597. doi:10.1001/jama.281.17.1591 Roehl KA, Han M, Ramos CG, et al. Cancer progression and survival rates following anatomical radical retropubic prostatectomy in 3,478 consecutive patients: Long-term results. J Urol 2004; 172: 910–914. DOI: 10.1097/01.ju.0000134888.22332.bb 17. Hull GW, Rabbani F, Abbas F, et al. Cancer control with radical prostatectomy alone in 1,000 consecutive patients. J Urol 2002; 167: 528– 534. doi:10.1016/S0022-5347(01)69079-7 14 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):10-14 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):15-20 DOI: 10.5472/MMJ.2010.01741.1 Özgün Araştırma /Original Article Streptococcus pneumoniae’da Makrolid Direnç Mekanizmalarının Araştırılması: 2005-2008, Marmara Üniversitesi Hastanesi Sonuçları Investigation of Macrolide Resistance Mechanisms in Streptococcus pneumoniae: Results of Marmara University Hospital Between 2005-2008 Pınar SAĞIROĞLU, Burak AKSU, M Ufuk HASDEMİR Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Mikrobiyoloji, İstanbul, Türkiye ÖZET Amaç: Bu çalışmada enfeksiyon etkeni olarak izole edilen Streptococcus pneumoniae izolatlarında, makrolid direncinin fenotipik karakteristiklerinin ve genetik determinantlarının belirlenmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntemler: Eritromisin direnci gösteren 50 S. pneumoniae izolatının 14-, 15- üyeli makrolid ve linkozamid duyarlılıkları disk difüzyon ve sıvı mikrodilüsyon yöntemleriyle saptanmıştır. Makrolid direnç fenotiplerini belirlemek üzere eritromisin-klindamisin çift disk testi kullanılmıştır. Makrolid direncinin genetik determinantları, mef(E)/(A), erm(B) ve erm(TR)’nin saptanmasında Polimeraz Zincir Reaksiyonu (PZR) yöntemi kullanılmıştır. Bulgular: İzolatlarımızın % 86’sı Makrolid-LinkozamidStreptogramin B (MLSB) (%76 cMLSB ve %10 iMLSB), % 14’ü M fenotipi göstermiştir. PZR sonuçlarına göre 18 izolatta (% 36) tek başına erm(B); 11 izolatta (% 22) tek başına mef(E)/(A) geni; geri kalan 21 (% 42) izolatta ise her iki gen birlikte saptanmıştır. erm(B) geni taşıyan tüm izolatlar (%78), yüksek düzey makrolid ve linkozamid direnci gösterirken, mef(E)/(A) genini tek başına taşıyan 11 izolatın 7’si M, 4’ü MLSB fenotipi göstermiştir. M fenotipindeki izolatların makrolid MİK’leri ise düşük düzeyde bulunmuştur. Sonuç: Çalışmamızda mef(A)/(E) geninin tek başına ya da erm(B) ile birlikte izolatların %64’ü tarafından taşındığının gösterilmesi ayrıca M fenotipine sahip izolatların oranının da oldukça yüksek (%14) bulunması, aktif makrolid pompasının, ribozomal hedef mutasyonuyla birlikte hastanemiz pnömokok izolatlarının makrolid direncinde çok önemli rolü olduğunu ortaya koymaktadır. Anahtar Kelimeler: Streptoccocus pneumoniae, makrolid direnci, mef(A)/(E), erm(B) ABSTRACT Objective: In this study, we aimed to determine the phenotypic characteristics and genetic determinants of macrolide resistance in the clinical isolates of Streptococcus pneumoniae. Materials and Methods: In 50 erythromycin resistant S. pneumoniae isolates, 14-, 15- membered macrolides and lincosamide susceptibilities were determined by both disk diffusion and broth microdilution methods. The erythromycin-clindamycin double disk method was applied for the detection of macrolide resistance phenotypes. Genetic determinants of macrolide resistance, erm(B), erm(TR) and mef(A)/(E) were investigated by Polymerase Chain Reaction (PCR). Results: The percentages of the isolates presenting Macrolide-Lincosamide-Streptogramin B (MLSB) and M phenotypes were 86% (cMLSB phenotype: 76%; iMLSB phenotype: 10%) and 14%, respectively. According to the PCR results, 18 isolates (36%) had erm(B) gene, 11 isolates (22%) had mef(E)/(A) gene and the remaining 21 (%42) isolates had both erm(B) and mef(A)/(E) genes. All erm(B) positive isolates (78%) presented high level macrolide and lincosamide resistance. Seven out of 11 isolates carrying the mef(A)/(E) gene alone presented M phenotype with low level macrolide MICs. Conclusion: The demonstration of the mef(A)/(E) gene either alone or together with erm(B) in a high proportion of the isolates (64%) in addition to the high rate of M phenotype (14%) signifies that active macrolide efflux together with the ribosomal target mutation has a significant role in the macrolide resistance of our pneumococcal isolates. Keywords: Streptococcus pneumoniae, macrolide resistance, mef(A)/(E), erm(B) Başvuru tarihi / Submitted: 23.11.2010 Kabul tarihi / Accepted: 16.12.2010 İletişim Bilgileri: Dr. M. Ufuk Hasdemir, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Mikrobiyoloji, İstanbul, Türkiye, e-mail: [email protected] 15 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):15-20 P. SAĞIROĞLU ve ark Streptococcus pneumoniae'da mikrolid direnci GİRİŞ %60-80’lere ulaşırken Avrupa’da %20’lerin altında 14 kalmaktadır . Pnömokoklarda, aralarında %90’ın üzerinde homoloji bulunan bu iki genden mef(A), Tn1207.1 üzerinde; mef(E) ise ‘macrolide efflux genetic assembly’ (mega) olarak adlandırılan genetik element tarafından taşınmaktadır6. mef(E) taşıyan pnömokoklara Kuzey ve Güney Amerika ile Asya’da; mef(A) taşıyanlara ise Avrupa’da daha sık rastlanmaktadır15. Streptococcus pneumoniae, toplum kaynaklı pnömoni başta olmak üzere akut otitis media, akut bakteriyel sinüzit ve kronik bronşit alevlenmelerinin önde gelen etkenlerinden biri olup menenjit ve bakteriyemi gibi morbiditesi ve mortalitesi yüksek enfeksiyonlara da yol açan çok önemli bir patojendir. Pnömokokal enfeksiyonların tedavisinde uzun yıllar başarı ile kullanılan penisiline karşı direnç gösteren pnömokok izolatlarının sayısının son 20 yıldan bu yana tüm dünyada hızla artması, alternatif antibiyotiklerin tedavi protokoluna girmesini zorunlu kılmış ve bunlar arasında makrolid grubu antibiyotikler, yüksek etkinlikleri, düşük yan etkileri, doku ve serumda yüksek konsantrasyona ulaşma özellikleri ile ön sırada yerlerini almışlardır1. Ne var ki, pnömokoklar makrolidlere karşı direnç geliştirmekte de gecikmemişlerdir. Özellikle son 20 yıldan bu yana dünyanın bir çok bölgesinde makrolidlere dirençli pnömokok izolatlarının sayısı giderek artmaktadır2. Pnömokoklarda makrolid direncinin en yüksek olduğu uzak-doğu Asya’dan %80-90’lara ulaşan makrolid direnç oranları [Tayvan (%97.6), Japonya (%81.9), Hong Kong (%80.6), ve Çin (%81,6)] bildirilmektedir3. Bölgemize gelince, Avrupa Antimikrobiyal Direnç İzleme Sistemi’nin (EARSS) 2007 yılı raporuna göre Fransa, İtalya, Macaristan, Finlandiya ve Kıbrıs’ta makrolid dirençli pnömokokların oranı, % 25-50; İzlanda, İrlanda, Portekiz, Belçika, Avusturya, İsviçre, Hırvatistan, Bulgaristan, Romanya ve Türkiye’de % 10-25; İngiltere, Norveç, İsveç, Almanya, Hollanda, Çek 4 Cumhuriyeti ve Litvanya’da % 5-10 arasındadır . EARSS’ın 2008 yılı raporunda Türkiye, %29’luk oranla, pnömokok izolatlarında makrolid direncinin % 25-50 arasında bildirildiği İtalya, Fransa, Macaristan ve Kıbrıs ile aynı grupta yerini almıştır5. Pnömokoklarda makrolid direncinden sorumlu mekanizmaların bilinmesi, bu tür kökenlerin yol açtığı enfeksiyonlardan korunmada ve tedavi yaklaşımlarının düzenlemesinde büyük öneme sahiptir. Bu çalışmada hastanemizde enfeksiyon etkeni olarak izole edilen ve makrolidlere dirençli bulunan S. pneumoniae izolatlarında, makrolid direncinin fenotipik karakteristiklerini ve genetik determinantlarını belirlemeyi amaçladık. GEREÇ ve YÖNTEM 2005-2008 yılları arasında Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Mikrobiyoloji Laboratuvarı’na gönderilen çeşitli klinik örneklerden, enfeksiyon etkeni olarak izole edilen ve eritromisine dirençli bulunan 50 S. pneumoniae kökeni çalışmaya dahil edilmiştir. İzolatların tanımlanması standart yöntemlerle yapılmıştır16. Elli S. pneumoniae izolatının 45’i solunum yolu örneklerinden, 3’ü göz sürüntüsü, 1’i beyin omurilik sıvısı (BOS), 1’i kan örneklerinden izole edilmiştir. Çalışmamıza dahil edilen kökenlerin % 70’i penisilinlere orta düzeyde dirençli, % 8’si yüksek düzeyde dirençli, % 82 ‘si tetrasiklin ve kotrimaksazol dirençli, % 3’ü de kinolon dirençli bulunmuştur. İzolatların eritromisin, klaritromisin, azitromisin ve klindamisin duyarlılıkları disk difüzyon yöntemiyle belirlenmiştir. Ayrıca aynı antibiyotiklerin minimum inhibitör konsantrasyonlarının (MİK) saptanmasında 17,18 . sıvı mikrodilüsyon yöntemi kullanılmıştır İzolatların makrolid grubu antibiyotiklere direnç fenotiplerini saptamada eritromisin-klindamisin çift 17 disk metodu kullanılmıştır . Makrolid direncinden sorumlu genetik determinantlar, erm(B), erm(TR), mef(A)/(E) varlığı PZR yöntemi ile araştırılmıştır. Bu amaçla, bakteri DNA izolasyonu, ‘Roche High Pure PCR template Preparation’ kiti (Roche, Almanya) ile üretici firmanın önerileri doğrultusunda yapılmıştır. Ardından her gene özgü primerler kullanılarak polimeraz zincir reaksiyonu ile hedef bölge amplifikasyonu yapılmıştır. Polimeraz zincir reaksiyonunda kullanılan primerler, erm(B) için f 5’ATTGGAACAGGTAAAGGGC-3’ ve r 5’GAACATCTGTGGTATGGCG-3’; erm(TR) için f 5’ACAGAAAAACCCGAAAAATACG-3’ ve r 5’TTGGATAATTTATCAAGATCAG-3’ dür. mef(A)/(E) geni tesbiti için iki farklı primer seti kullanılmıştır. Bunlardan biri mef(A)’ya özgü olduğu bildirilen, f 5’TGGTTCGGTGCTTACTATTGT-3’ ve r 5’CCCCTATCAACATTCCAGA-3’ dizisine sahip primer çifti; diğeri ise mef(E)’ye özgü olduğu bildirilen, f 5’-GGGAGATGAAAAGAAGGAGT-3’ ve r 5’-TAAAATGGCACCGAAAG-3’ dizisine sahip primer çiftidir. Amplifikasyon için PZR koşulları, başlangıç denatürasyonu için 94ºC’de 4’, 1 siklus; denatürasyon için 94ºC’de 1’, primer bağlanma için Streptococcus pneumoniae’nin klinikte önem taşıyan makrolid direncinden sorumlu olan iki ana mekanizma tanımlanmıştır. Bunlardan birincisinde transpozonlarla (Tn917, Tn6002 vb.) taşınan ‘erythromycin ribosomal methylase B’ [erm(B)] geninin kodladığı metilaz enzimi aracılığı ile 23S rRNA’daki adeninin metilasyonu sonucu antibiyotiğin hedefinde değişiklik ortaya çıkmaktadır. Bu genin yapısal ekspresyonu yüksek düzey makrolid, linkozamid, streptogramin B direnciyle ilişkili olup cMLSB fenotipinin ortaya çıkmasına yol açar. İndüklenebilir tipte ekspresyonu ise indükleyici makrolid ajanın varlığında direnç gelişimiyle sonuçlanır6,7. erm(TR) geni tarafından kodlanan metilaz enzimi de nadir olarak S. pneumoniae’da makrolid, linkozamid, streptogramin B direncine 8 neden olabilir . Pnömokoklarda MLSB fenotipi Asya, Avrupa ve Güney Afrika’da yaygın görülen bir fenotiptir2. Ülkemizde yapılan bazı çalışmalar da, makrolid dirençli pnömokoklarda MLSB fenotipinin baskın olduğunu göstermektedir9-11. Streptococcus pneumoniae’da ikinci ana makrolid direnç mekanizması, mef(A) ve mef(E) genlerinin denetimindeki aktif makrolid pompasıdır. Bu mekanizmaya sahip pnömokoklar M fenotipi sergilerler ve 14-, 15- üyeli makrolidlere dirençli; 16üyeli makrolidlere, linkozamidlere ve streptogramin B’ye duyarlı bulunurlar12,13. M fenotipine sahip pnömokok izolatlarının oranı Amerika ve Japonya’da 16 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):15-20 P. SAĞIROĞLU ve ark Streptococcus pneumoniae'da mikrolid direnci olup, klindamisin MİK’leri duyarlılık sınırları dahilinde saptanmıştır (Tablo I). 55ºC’de 1’, [erm(TR) için 50ºC], uzama (elongasyon) için 72ºC’de 1’, 30 siklus ve son uzama (final elongasyon) için 72ºC’de 7’, 1 siklus 19-22 . olarak uygulandı Makrolid direnç genlerini saptamak üzere yapılan PZR testi sonuçlarına göre erm(B), mef(A)/(E) ve erm(B)+mef(A)/(E)’yi taşıyan izolatların oranları sırasıyla %36, %22 ve %42’dir (Tablo 1). erm(TR) geni izolatların hiç birinde saptanmamıştır. erm(B) genini taşıyan tüm izolatlar (%78), cMLSB ve/veya iMLSB fenotipi sergilemişlerdir. Bu izolatlarda makrolid ve linkozamid MİK’leri yüksek düzeyde bulunmuştur (Tablo I). Tek başına mef(A)/(E) geni taşıyan 11 izolatın 7’si M fenotipi göstermiştir. Bu izolatların makrolid MİK’leri, cMLSB ve iMLSB fenotipindekilere kıyasla düşük olarak bulunmuştur. Klindamisin MİK’leri ise duyarlılık sınırları dahilinde kalmıştır (Tablo I). mef(A)/(E)’yi tek başına taşıdığı tesbit edilen diğer 4 izolatın 3’ü cMLSB, 1’i de iMLSB fenotipinde bulunmuştur. Polimeraz zincir reaksiyonu testlerinde, erm(B) pozitif S. pneumoniae ATCC 700677, mef(A) pozitif S. pneumoniae ATCC 700676, mef(E) pozitif S. pneumoniae KTL spn-237 ve erm(TR) pozitif Streptococcus pyogenes A200, pozitif kontrol kökenler olarak; bu genlerin hiç birini taşımayan S. pneumoniae ATCC 700675 ise negatif kontrol 23,24 . köken olarak kullanıldı BULGULAR Çalışmaya dahil edilen S. pneumoniae izolatlarının hepsi disk difüzyon yöntemiyle test edilen 14- ve 15- üyeli makrolidlerin hepsine (eritromisin, klaritromisin, azitromisin) dirençli bulunmuştur. Klindamisin direnci ise izolatların %86’sınde belirlenmiş olup, 7 izolat (%14), disk difüzyon testinde klindamisine duyarlı saptanmıştır. Makrolid direnç fenotipini belirlemek üzere eritromisin-klindamisinle yapılan çift disk testinde, izolatların %76’sı (n:38) cMLSB; %10’u (n:51) iMLSB, %14’ü (n:7) M fenotipinde bulunmuştur (Tablo I). MLSB fenotipine sahip izolatların hepsinin sıvı mikrodilüsyon testinde tüm antibiyotiklere karşı yüksek düzey direnç gösterdiği saptanmış olup makrolid ve linkozamid MİK50 / MİK90 değerleri Tablo 1’de verilmiştir. M fenotipi gösteren izolatların (%14) makrolid MİK değerleri göreceli olarak düşük Polimeraz zincir reaksiyonunda makrolid pompa genini saptamak üzere mef(A) ve mef(E)’ye özgü oldukları bildirilen iki farklı primer seti kullanılmıştır. Bu iki setten mef(A)’ya özgü olduğu ileri sürülen primer çiftiyle yapılan PZR testlerinde pozitif sonuç elde edilmemiştir. İzolatlarda aktif makrolid pompa geni varlığı, mef(E)’ye özgü primer çifti ile yapılan PZR testleriyle gösterilmişitir. Bu primer çiftiyle elde edilen PZR pozitifliği, mef(A) ve mef(E) genleri arasındaki yüksek homolojiden ötürü spesifiye etmeden mef(A)/(E) pozitifliği olarak ifade edilmiştir. Tablo I. Streptoccocus pneumoniae izolatlarının makrolid-linkozamid direnç fenotipi ve genotipi dağılımı Makrolid direnç genlerinin dağılımı n (%) Makrolid direnç fenotipi dağılımı ermB cMLSBa iMLSBb M Toplam mefA/E ermB+ mefA/E 15 (30) 3 (6) 20 (40) 3 (6) 1 (2) 18 (36) Eritromisin (μg/ml) Toplam Azitromisin (μg/ml) MİK 50 MİK 90 MİK 50 MİK 90 38 (76) >512 >512 >512 1 (2) 5 (10) >512 >512 7 (14) - 7 (14) 4 8 11 (22) 21 (42) 50 (100) Klaritromisin (μg/ml) MİK 50 MİK 90 >512 64 >512 >512 2 4 Klindamisin (μg/ml) MİK 50 MİK 90 64 >512 >512 64 128 >512 >512 4 8 0.25 0.25 a konstititüf MLSB fenotipi b indüklenebilir MLSB fenotipi 17 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):15-20 P. SAĞIROĞLU ve ark Streptococcus pneumoniae'da mikrolid direnci 10,11 . Bu sonuçlar, mef(A)/(E) görülmektedir denetimindeki aktif ilaç pompasının, buzdağının görünmeyen kısmı gibi izolatlarımızın makrolid direncinde gizli bir tehdit olarak var olduğunu ve bu durumun bölgemizde izole edilen pnömokokların makrolid direncinin değerlendirilmesinde mutlaka dikkate alınması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Çalışmamızın ilginç sonuçlarından bir diğeri, mef(A)/(E)’yi tek başına taşıyan izolatların bir kısmının M fenotipi yerine MLSB fenotipi sergilemiş olmalarıdır (Tablo I). Bu izolatlarda erm(B) ya da erm(TR) genlerinin saptanmamış olması, izolatların yüksek düzey makrolid-linkozamid direncinden, nadir rastlanan makrolid direnç mekanizmalarından birinin (ribozomal L22 veya L4 proteinlerinde alterasyon) sorumlu olabileceğini düşündürmektedir6. TARTIŞMA Streptococcus pneumoniae izolatları arasında makrolid grubu antibiyotiklere karşı direncin hızla yayılması, bu grup antibiyotiklerin pnömokok enfeksiyonlarının tedavisinde uzun vadeli olarak kullanımını tehdit eder niteliktedir. Son 10 yıldan bu yana yapılan çalışmalar, dünyanın birçok bölgesinde olduğu gibi ülkemizde de makrolidlere direnç gösteren pnömokokların insidansının giderek 9-11 arttığını ortaya koymaktadır . Hastanemizde 2005-2008 yılları arasında izole edilen ve eritromisine dirençli bulunan 50 pnömokok izolatında makrolid direncinin fenotipik ve genotipik karakteristiklerini belirlemek üzere yaptığımız bu çalışmada, izolatlarımızın %76’sının cMLSB, %10’unun iMLSB, %14’ünün M fenotipinde olduğunu saptadık. cMLSB ve iMLSB fenotipindeki izolatlar, sıvı mikrodilüsyon testinde 14- ve 15- üyeli makrolidlerin (eritromisin, azitromisin, klaritromisin) hepsine ve klindamisine karşı yüksek düzeyde dirençli bulundular (Tablo I). Buna karşın M fenotipine sahip izolatların makrolidlere düşük düzeyde direnç gösterdikleri, klindamisin MİK’lerinin ise duyarlılık sınırları içinde kaldığı tesbit edildi (Tablo I). Çalışmamızda M fenotipinin %14 gibi azımsanmayacak bir oranda tesbit edilmesi, ribozomal hedef değişikliğinin yanı sıra aktif makrolid pompasının da, izolatlarımızın makrolidlere karşı direncinde etkin rolü olduğunu göstermektedir. Ülkemizde yapılan diğer çalışmalar, MLSB fenotipine sahip pnömokokların bizdekine kıyasla çok daha yüksek (>%95) oranlarda olduğunu ve M fenotipine sahip pnömokokların oranının %3’ü geçmediğini göstermektedir9-11. Bilindiği üzere pnömokoklarda aktif makrolid pompasına bağlı direnç esas olarak iki genin kontrolu altındadır: Bunlardan biri mef(A), diğeri ise mef(E)’dir. Ancak her iki gen arasında %90’ın üzerinde homoloji olması, bu genlerin PZR 25 yöntemiyle ayırt edilmesini zorlaştırmaktadır . DNA hibridizasyonu, restriksiyon enzimleri ile kesim, PCR-RFLP gibi ileri moleküler yöntemler kullanılarak yapılan çalışmalar bu iki genin dağılımının da coğrafik farklılıklar gösterdiğini ortaya koymaktadır. Biz çalışmamızda iki gen arasındaki yüksek homolojiyi dikkate alarak, izolatlarımızın makrolid direncinden sorumlu aktif makrolid pompa genini saptama duyarlılığını arttırmak üzere, mef(A) ve mef(E)’ye özgü oldukları bildirilen iki farklı primer seti kullandık. Bunlardan mef(A)’ya özgü primer çifti ile hiçbir izolatta pozitif sonuç elde edemedik. Buna karşın, mef(E)’ye özgü primer çifti ile yapılan PZR’de, izolatlarımızın %64’ünde mef geni varlığını gösterdik. Bu durum, PZR ile mef genini saptamaya yönelik araştırmalarda uygun primer çiftlerinin seçiminin önemini ortaya koymaktadır. Öte yandan izolatlarımızın makrolid MİK değerlerinin, literatürde bildirilen mef(E) fenotipine benzemesi, kökenlerimizdeki aktif pompa geninin mef(E) olabileceğini destekleyen bir bulgudur19. Bu izolatlarda ileri moleküler analizlerle mef(A), mef(E) kesin ayırımının yapılması, bölgemizde pnömokoklarda baskın olan aktif makrolid pompa geninin belirlenmesi açısından önemlidir. Makrolid direncinin genetik determinantlarını belirlemek üzere yapılan PZR testiyle, izolatların %36’sında sadece erm(B) genini, %22’sinde sadece mef(A)/(E) genini, %42’sinde de her iki geni birlikte saptanmıştır (Tablo 1). İzolatlarımızda mef(A)/(E) geninin toplamda %64’lük bir oranla nerdeyse erm(B) geninin saptanma oranına (%78) yakın bir oranda tesbit edilmiş olması çalışmamızın en çarpıcı sonuçlarından biridir (Tablo I). Ülkemizde bu konuda yapılan diğer çalışmalarda mef(A)/(E) geninin makrolid dirençli pnömokoklarda saptanma oranı %16,5’i geçmemektedir9,11. Bu yönüyle çalışmamız ülkemizde makrolid dirençli pnömokoklarda mef(A)/(E) geninin yaygınlığını gösteren ilk çalışmadır. mef(A)/(E)’nin genotipteki bu yaygınlığının fenotipe yansıma oranı %14’de kalmıştır (Tablo 1). Bunun nedeni mef(A)/(E) genini taşıyan izolatların büyük çoğunluğunun erm(B) genini de taşımaları ve dolayısıyla MLSB fenotipini sergilemeleridir. Çalışmamızda her iki makrolid direnç genini birlikte taşıyan izolatların oranı %42 olarak bulunmuştur. Son yıllarda dünyanın çeşitli bölgelerinden makrolid direnci gösteren pnömokok izolatlarında erm(B) ve mef(A)/(E) genlerinin birlikte bulunma sıklığının giderek arttığına dikkat çekilmektedir. Bu iki geni bir arada taşıyan izolatlara özellikle Rusya, Güney Afrika, Asya ve A.B.D’de rastlanmaktadır2. Ülkemizin değişik bölgelerinde yapılan çalışmalarda, her iki geni birlikte taşıyan izolatların oranının % 2,5’u geçmediği Son olarak çalışmamıza dahil ettiğimiz kökenlerin %86’sının MLSB fenotipi göstermiş olması ve makrolid ve linkozamid MİK değerlerinin yüksek düzeyde bulunması her iki ilaç grubunun tedavide kullanılabilmesini imkansız hale getirmiştir. Öte yandan test edilen kökenlerin % 14’ünün M fenotipi göstermesi, bu kökenlerin eritomisin, klaritromisin ve azitromisin için MİK değerlerinin 2 ile 8 µg/mL arasında düşük düzeyde bir direnç paterni göstermesi ve bunun yanında klindamisin MİK değerlerinin 0.25 µg/mL ile hassas sınırları içinde kalması, bu kökenlerin neden olduğu enfeksiyonların tedavisinde linkozamid grubu antibiyotiklerin kullanılabileceğini göstermektedir. Sonuç olarak rutin laboratuvarlarda pnömokok izolatlarının makrolid duyarlılıklarına ilaveten linkozamid duyarlılıklarının da test edilmesi 18 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):15-20 P. SAĞIROĞLU ve ark Streptococcus pneumoniae'da mikrolid direnci gerekmektedir. Böylece makrolidlere direnç gösteren pnömokokların neden olduğu enfeksiyonların bir kısmında linkozamid grubu antibiyotiklerin kullanım şansı olabilecektir. Makrolidlere dirençli pnömokokların oranı ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye, hastaneden hastaneye hatta aynı hastane içinde çeşitli birimler arasında farklılıklar göstermektedir. Çalıştığımız kökenlerdeki yüksek eritromisin direncinden sorumlu olan ana mekanizma hedef değişikliğine bağlı erm (B) olarak bulunmasına rağmen yalnız başına ya da erm(B) ile birlikte bulunan yüksek mef(A)/(E) geni varlığı bölgemizdeki makrolid dirençli pnömokoklar açısından yeni bir tehdit olarak karşımıza gelmektedir. Bu çalışma Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Etik Kurulunca 05.09.2008 tarihinde ve B.30.2.MAR.0.01.02/AEK/567 sayılı karar ile onaylanmıştır. 13. Hasdemir U. Çoklu ilaç direncinde bakteri hücre duvarı organizasyonunun ve aktif pompa sistemlerinin rolü. Mikrobiyoloji Bülteni 2007; 41(2): 309-327. Musher, D. M. Streptococcus pneumoniae. In: Mandell GL., Bennett JE., Dolin R., eds. Mandell, Douglass and Bennett' s Principles and Practice of Infectious Diseases. New York: John Wiley & Sons, 2004:2392-2411. doi:10.1086/507699 14. Lynch III JP, Martinez FJ. Clinical relevance of macrolide-resistant Streptococcus pneumoniae for community-acquired pneumonia. Clin Infect Dis 2002; 34 (Suppl 1): S27-S46. doi: 10.1086/324527 Liñares J, Ardanuy C, Pallares R, Fenoll A. Changes in antimicrobial resistance, serotypes and genotypes in Streptococcus pneumoniae over a 30-year period. Clin Microbiol Infect 2010;16(5):402-410. do.:10.1111/j.14690691.2010.03182.x 15. Daly MM, Doktor S, Flamm R, Shortridge D. Characterization and prevalence of MefA, MefE, and the associated msr(D) gene in Streptococcus pneumoniae clinical isolates. J Clin Microbiol 2004;42(8):3570-3574. doi: 10.1128/JCM.42.8.3570-3574.2004 Farrell DJ, Couturier C, Hryniewicz W. Distribution and antibacterial susceptibility of macrolide resistance genotypes in Streptococcus pneumoniae: PROTEKT year 5 (2003–2004). Int J Antimicrob Agents 2008;31:245–249. doi:10.1016/j.ijantimicag.2007.10.022 4. The European Antimicrobial Resistance Surveillance System (EARSS) Annual Report 2007 [http://www.rivm.nl/earss/result/Monitoring_repor ts/Annual_reports.Jsp] 5. The European Antimicrobial Resistance Surveillance System (EARSS) Annual Report 2008 [http://www.rivm.nl/earss/result/Monitoring_repor ts/Annual_reports.Jsp]. 6. Varaldo PE, Montanari MP, Giovanetti E. Genetic elements responsible for erythromycin resistance in streptococci. Antimicrob Agents Chemother 2009;53(2):343-353. doi: 10.1128/AAC.00781-08 7. Leclercq R, Courvalin P. Resistance to macrolides and related antibiotics in Streptococcus pneumoniae. Antimicrob Agents Chemother 2002;46(9): 2727-2734. doi: 10.1128/AAC.46.9.2727-2734.2002 Sener B, Köseoglu O, Gür D, Bryskier A. Mechanisms of macrolide resistance in clinical pneumococcal isolates in a university hospital, Ankara, Turkey. J Chemother 2005;17(1):31-35. 12. Leclercq R. Mechanisms of resistance to macrolides and lincosamides: Nature of the resistance elements and their clinical implications. Clin Infect Dis 2002; 34: 482–492. doi: 10.1086/324626 KAYNAKLAR 3. 9. 11. Gülay Z, Özbek ÖA, Biçmen M, Gür D. Macrolide resistance determinants in erythromycinresistant streptococcus pneumoniae in Turkey. Jpn J Infect Dis 2008;61, 490-493. Bu çalışma, M.Ü. Bilimsel Araştırma Projeleri Birimi tarafından desteklenmiştir (Proje No.: SAG-CTUP-110908-0218) . 2. Camilli R., Del Grosso M., Iannelli F., Pantosti A... New genetic element carrying the erythromycin resistance determinant erm(TR) in Streptococcus pneumoniae: insertion sites and association with other genetic elements. Antimicrob. Agents Chemother 2008;52:619– 625. doi: 10.1128/AAC.01081-07 10. Gür D, Mülazımoğlu L, Ünal S. In Vitro susceptibility of respiratory isolates of streptococcus pneumoniae and streptococcus pyogenes to telithromycin and 11 other antimicrobial agents: Turkish results of eBASKETT II surveillance study. Mikrobiyol Bul 2007;41(1):1-9. Bilgilendirme 1. 8. 16. Streptococci and related genera. In: Baron EJ, Peterson LR, Finegold SM, eds. Bailey and Scotts Diagnostic Microbiology. 9th ed. St Louis, MO: Mosby, 1994; 333–352. 17. Clinical and Laboratory Standards Institute. Performance standards for antimicrobial susceptibility testing. Sixteenth informational supplement. M100-S19. Wayne, PA. CLSI; 2009. 18. Clinical and Laboratory Standards Institute. Methods for dilution antimicrobial susceptibility tests for bacteria that grow aerobically: approved Standard, 7th ed. Clinical and Laboratory Standards Institute, Wayne, PA. CLSI; 2006. 19. Amezaga MR., Carter PE., Cash P., McKenzie H.. Molecular epidemiology of erythromycin resistance in Streptococcus pneumoniae isolates from blood and noninvasive sites. J Clin Microbiol 2002;40:3313–3318. 20. Seppälä H, Skurnik M, Soini H, Roberts MC, Huovinen P. A novel erythromycin resistance methylase gene (ermTR) in Streptococcus pyogenes. Antimicrob Agents Chemother 1998;42(2):257-262. 19 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):15-20 P. SAĞIROĞLU ve ark Streptococcus pneumoniae'da mikrolid direnci 21. Clancy, J., Petitpas J., Dib-Hajj F., et al. Molecular cloning and functional analysis of a novel macrolide-resistance determinant, mefA, from Streptococcus pyogenes. Mol Microbiol 1996;22:867-879. doi: 10.1046/j. 13652958.1996.01521.x 24. Kataja J, Huovinen P, Seppala H. Erythromycin resistance genes in group A streptococci of different geographical origins. J Clin Microbiol 2000; 46:789-792. doi: 10.1093/jac/46.5.789 25. Klaassen CH, Mouton JW. Molecular detection of the macrolide efflux gene: to discriminate or not to discriminate between mef(A) and mef(E). Antimicrob Agents Chemother 2005 Apr;49(4):1271-1278. doi: 10.1128/AAC.49.4.1271-1278.2005 22. Tait-Kamradt, A., Clancy J., Cronan M., et al. mefE is necessary for the erythromycin-resistant M phenotype in Streptococcus pneumoniae. Antimicrob Agents Chemother 1997;41:22512255. 23. Reinert RR, Lütticken R, Bryskier A, Al-Lahham A. Macrolide-Resistant Streptococcus pneumoniae and Streptococcus pyogenes in the Pediatric Population in Germany. Antimicrob Agents Chemother 2003;47(2):489-493. do.: 10.1128/AAC.47.2.489-493.2003 20 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):15-20 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):21-25 DOI: 10.5472/MMJ.2010.01743.1 Original Article / Özgün Araştırma Changes in Oral Health in Patients with Behçet’s Disease: 10-Year Follow-Up Behçet Hastalarında Oral Sağlığın Değişimi: 10 Yıllık İzlem Çalışması Gonca MUMCU1, Nevsun İNANÇ2, Tulin ERGUN3, Haner DİRESKENELİ2 1 2 Marmara University, Faculty of Health Sciences, Health Informatics and Technologies, Istanbul, Türkiye Marmara University, 3 School of Medicine, Rheumatology , Istanbul, Türkiye Marmara University, School of Medicine, Dermatology, Istanbul, Türkiye ABSTRACT Objective: The aim of this retrospective study was to evaluate the changes in oral health parameters in patients with Behçet’s disease (BD) in a 10-year follow-up study. Patients and Methods: Eighteen BD patients (F/M: 12/6, mean 36.4 ± 9.9 years) followed regularly by clinical, laboratory and oral health examinations for 10 years, were included in the study. Oral health was evaluated by dental and periodontal indices. Patients were given oral hygiene education regularly in each visit. In addition, the number of oral ulcers per month was noted and a disease activity score was calculated. Results: Although the frequency of tooth brushing was higher for the 10-year follow up (median:1.2) than for the baseline (1.0), no significant difference was observed (p=0.06). Also there were no significant differences for the scores of periodontal indices and dental indices at baseline and follow-up (p>0.05). The number of oral ulcers/month was lower at follow-up (median:1) compared to baseline (median:6) (p=0.000). Conclusion: Although painful ulcers affect oral health negatively, dental and periodontal health remained stable in a 10-year follow-up in BD patients with motivation and education for oral hygiene. However, further studies are required to demonstrate whether better oral hygiene effects the course of oral ulcers. Keywords: Oral health, Oral hygiene, Oral ulcer and Behçet’s disease ÖZET Giriş: Bu araştırmanın amacı Behçet hastalarında (BH) 10 yıllık dönemde oral sağlıktaki değişimleri incelemektir. Hastalar ve Yöntemler: Bu retrospektif araştırmaya 10 yıl süresince düzenli olarak klinik, laboratuvar ve oral sağlık değerlendirmeleri yapılan 18 BH’lı hasta seçildi (K/E: 12/6, yaş ort.:36.4 ± 9.9 yıl). Oral sağlık dental ve periodontal indeksler ile değerlendirildi. Hastalara her muayenede düzenli olarak oral hijyen eğitimi verildi. Oral ülser sayısı/ay kaydedildi ve hastalık şiddet skoru hesaplandı. Bulgular: Diş fırçalama sıklığının 10 yıllık izlem dönemine sonrasında (median:1.2) başlangıç (median:1) göre artış gösterdiği ama anlamlı farklılığa ulaşmadığı görüldü (p=0.06). Başlangıç ve kontrol dönemlerinde dental ve periodontal indeks skorlarında anlamlı farklılık tespit edilmedi (p>0.05). Aylık oral ülser sayısı ise 10 yıllık izlem döneminde (median:1) başlangıç dönemine göre (median:6) anlamlı olarak azaldı (p=0.000). Sonuçlar: Behçet hastalarında ağrılı ülser varlığının oral sağlığı olumsuz yönde etkilemesine rağmen, 10 yıllık izlem döneminde oral hijyen eğitimi ve motivasyon ile dental ve periodontal sağlığın stabil kaldığı belirlendi. Ancak oral hijyenin iyileştirilmesi ile oral ülserin azalması arasındaki ilişkinin daha iyi değerlendirilebilmesi için yeni çalışmalara ihtiyaç vardır. Anahtar Kelimeler: Oral sağlık, Oral hijyen, Oral ülser ve Behçet hastalığı Başvuru tarihi / Submitted: 24.11.2010 Kabul tarihi / Accepted: 20.12.2010 Correspondence to: Gonca Mumcu, M.D. Marmara University, Faculty of Health Sciences, Health Informatics and Technologies, Istanbul, Türkiye. e-mail: [email protected] 21 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):21-25 G. MUMCU, et al Oral health in patients with Behçet's disease INTRODUCTION between the first visit at baseline and the last visit after the 10-year period in the study. Behçet’s Disease (BD) is a multi-systemic vasculitic disorder characterized by oral and genital ulcers, cutaneous, ocular, arthritic, vascular, central nervous system and gastrointestinal involvements1,2. The prevalence of BD is fairly high in Turkey, Israel, Iran, Korea and Japan compared to USA and European countries. In addition, ocular, vascular and central nervous system involvements, reflecting a severe disease course, are more 3-5 common in these countries . Although the aetiology of BD is unknown, a role of infectious agents is implicated in the etiopathogenesis and the recurrence of symptoms1-6. Oral health was evaluated by dental and 21 periodontal indices as previously described . Dental indices were the number of extracted teeth and carious teeth. Plaque index, gingival index, sulcus bleeding index and periodontal pocket depth were the periodontal indices. Patients were regularly given oral hygiene education regarding the methods of tooth brushing and dental flossing and the effects of cariogenic foods on oral health in each visit. In addition, the number of oral ulcers per month was noted in each examination during the study period. A total clinical severity score reflecting organ involvement was also determined in each examination according to Krause et al22. Since oral ulcers as a cardinal clinical symptom are commonly seen as the first 1-6 2,4,5 manifestation of BD, oral flora and oral health are implicated in the pathogenesis of BD. Streptococcia is the most commonly investigated microorganism among members of the oral flora1-9. The high incidence of infection relating to tonsillitis and dental caries, relapse of disease manifestations 6-9 after dental treatments , clinical responses of mucocutaneous symptoms to antimicrobial medications10,11,12 support the role of streptococcia in the etiopathogenesis of BD. Colonization of streptococcia on the oral mucosa may trigger the immune responses for ulcer formation in patients with BD6,7,9. When oral health is examined, poor dental and periodontal health is observed in patients with BD13-19. Increased microbial plaque accumulation around the teeth which is a complex microbial ecosystem is found to be a risk factor for a severe disease course with major organ involvement13. Besides, the number of oral ulcers is decreased in a 6-month follow-up after dental and periodontal treatments14. Although short term and cross sectional data regarding oral health have been obtained from different studies11-19, long term follow-up data are not available for BD. Therefore, the aim of this study was to evaluate changes in oral health parameters in patients with Behçet’s disease in a 10-year follow-up. The exclusion criteria from the study were the presence of other disorders affecting oral health and irregular visits to the BD outpatients’ clinic. The study was approved by the Local Ethics Committee and informed consent was obtained. Statistical Analysis. Data were analysed by using the SPSS 11.5 statistic programme (SPSS Inc, Chicago, IL). The Wilcoxon rank test and the Chi-square test were used in comparisons between baseline and follow-up. A p value equal or less than 0.05 was accepted as significant. RESULTS Scores for plaque index, gingival index, sulcus bleeding index and periodontal pocket depth were similar at the 10-year follow-up (median: 2.1, 2.3, 2.4 and 3.3, respectively) compared to those at baseline (median: 2.5, 2.5, 2.3 and 3.2, respectively) (p=0.32, p=0.55, p=0.64 and p=0.87, respectively) (Table I). Similarly, no significant differences were present in the number of extracted teeth and carious teeth at baseline (median: 6 and 2, respectively) when compared to follow-up (median: 7 and 2, respectively) (p=0.70 and p=0.32, respectively)(Table I). PATIENTS and METHODS The frequency of tooth brushing was higher in the 10-year follow up (median: 1.2), than those of baseline (median:1.0), however without reaching statistical significance (p=0.06) (Table 1). Eighteen BD patients (F/M: 12/6, mean age: 36.4 ± 9.9 years) classified according to the 20 International Study Group Criteria and followed regularly by clinical, laboratory and oral health examinations for 10 years, were included in the study. These patients were examined and followed in multi-disciplinary Behçet’s Disease Clinic in Marmara University Hospital. Time interval between the examinations was determined as 4-6 months according to disease activity and organ involvement of each of the BD patients. Both general and oral examinations were carried out in each examination during the 10-year follow-up period. Parameters of oral health and general health were compared The number of oral ulcers in a month was lower at follow-up (median: 1) than at baseline (median:6) (p=0.000) (Table 1). Similarly, only half of the patients had active oral ulcer at follow-up (n=10, 55.5%) compared to baseline (n=18, 100%) (p=0.002). However, disease severity score (median: 4), which demonstrates a cumulative presence of various organ manifestations, was lower at baseline than the 10-year follow-up (median: 5)(p=0.000). 22 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):21-25 G. MUMCU . et al Oral health in patients with Behcet's disease Table I: Oral and Disease Related Parameters at Baseline and 10-Year Follow-Up in Behçet’s Disease. BASELINE 10-YEAR FOLLOW-UP Median Min-Max Median Min-Max p* Plaque index 2.5 0.8-3.5 2.1 0.3-3.2 0.32 Gingival index 2.5 0.7-4.8 2.3 0.3-3.8 0.55 Sulcus bleeding index 2.3 0.7-3.8 2.4 0.3-3.5 0.64 Periodontal pocket depth β 3.2 2.1-4.2 3.3 2.3-4.2 0.87 Extracted teeth 6 0-19 7 0-28 0.70 Carious teeth 2 0-7 2 1-7 0.32 1.0 0.2-2 1.2 0.4-3 0.06 The number of oral ulcer 6 1-20 1 0-6 0.000 Disease severity score 4 3-9 5 3-9 0.000 Tooth brushing * Wilcoxon rank test was used in the analysis. β mm DISCUSSION Moreover, genetic factors such as the presence of various single nucleotide polymorphisms of IL1alpha-889C and TNF-alpha-1031C might also be additional risk factors for poor periodontal health in BD, causing periodontitis-induced autoinflammatory 17,18 . Therefore, we think, improvement of responses oral hygiene applications are of critical importance in BD. Since the oral mucosa is accepted to be an infection focus, poor oral health is a possible risk factor in cardiovascular diseases23, respiratory disorders24, and diabetes25. As clinical manifestations mostly start from the oral mucosa in BD, oral microbial flora1-6 and oral health2,4,5 are also implicated in the etiopathogenesis of BD. In this frame, improvement of oral health status may have a critical importance in the disease course of BD. Another important observation was the decrease of oral ulcer activity at follow-up compared to baseline. Infections are suspected to have a role both in the initiation phase and in relapses of the illness in BD1-10. In this perspective, the relationship between oral health and ulcer formation can be explained by oral microbial factors. In the present study, an increase in the frequency of tooth brushing was observed at followup. In relation to this figure, dental and periodontal health was found to be stable in the 10-year followup. Since oral hygiene education and patient motivation are necessary for the improvement of 21 oral hygiene , patients were educated and motivated in each examination. In our previous studies, the frequency of tooth brushing was found 13,15 . This can be to be fairly low in patients with BD related to the presence of painful oral ulcers or to socio-cultural factors. Lack of oral hygiene due to infrequent tooth brushing triggers both periodontal disease and activates innate immunity4,5,16. Oral streptococci can colonize and penetrate the oral mucosa by breaking the physical barrier of the mucosa6,9,10. An increase in colonisations of S.sanguis on the tongue, supragingival dental plaque and buccal mucosa26 and of S.mutans in the saliva27 are observed in BD. S.mutans colonisations are elevated especially in male patients and produce a severe disease course with major organ involvement. The increase in 23 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):21-25 G. MUMCU, et al Oral health in patients with Behcet's disease sanguis and Behcet’s Disease. Nippon Ganka Gakkai Zasshi 1991; 95: 1261-1267. S.mutans colonisation might be related to low serum mannose-binding lectin levels that recognise microorganisms as a part of the first-line innate 27 defences . In a germ-free mouse model, S.sanguis is shown to adhere to buccal epithelial cells and cause local inflammatory cytokine responses9. Increases in patern-recognition receptors such as toll-like receptor-6 (TLR-6) expressed on granulocytes, was also observed after S.sanguis stimulation in patients with BD28. In addition, TLRs can recognize lipoteichoic-acid localized in grampositive bacteria cell walls and stimulate immune responses in BD29. The other molecular mechanism of oral ulcer formation may be “molecular-mimicry” as in the cross-reactivity between heat shock protein-65 (HSP-65) of S.sanguis and human HSP60 in BD30. As a result, the presence of infectious focus and poor oral health may activate immune responses with different pathways in BD. If these connections could be eliminated by the improvement of oral health, recurrence of oral ulcers would be limited. In this perspective, improvement of oral health by the preventive oral health care should be a part of the treatment protocols for patients with BD. Moreover, a decrease in oral ulcer activity may be related with the nature of disease since remission and exacerbations of symptoms could be 31 different time periods in BD . 2. Direskeneli H. Autoimmunity vs autoinflammation in Behcet’s disease: do we oversimplify a complex disorder? Rheumatology 2006; 45:1461-465. doi: 10.1093/rheumatology/kel329 3. Sakane T, Takeno M, Suzuki N, Inaba G. Behçet's disease. N Engl J Med 1999;341:12841291. 4. Mumcu G, Inanc N, Yavuz S, Direskeneli H. The role of infectious agents in the pathogenesis, clinical manifestations and treatment strategies in Behçet’s Disease-Review. Clin Exp Rheumatol 2007; 25(4 Suppl 45):S27-33. 5. Mumcu G. Behçet’s disease: a dentist’s overview . Clin Exp Rheumatol 2008;26(4 Suppl 50):S121-124. 6. Kaneko F, Oyama N, Yanagihori H, Isogai E, Yokota K, Oguma K. The role of streptococcal hypersensitivity in the pathogenesis of Behçet’s disease. Eur J Dermatol 2008; 18: 489-498. 7. Isogai E, Isogai H, Kotake S, Ohno S, Kimura K, Oguma K. Role of Streptococcus Sanguis and traumatic factors in Behcet’s disease. J Appl Res 2003;3:64-75. 12. Calguneri M, Ertenli I, Kiraz S, Erman M, Celik I. Effect of prophylactic benzathine penicilline on mucocutaneous symptoms of Behçet’s Disease. Dermatology 1996; 192: 125-128. doi:10.1159/000246336 13. Mumcu G, Ergun T, Inanç N, et al. Oral health is impaired in Behçet’s disease and associate with disease severity. Rheumatol 2004; 43: 10281033. doi: 10.1093/rheumatology/keh236 14. Karacayli U, Mumcu G, Simsek I, et al. The close association between dental and periodontal treatments and oral ulcer course in Behcet's disease: a prospective clinical study. J Oral Pathol Med 2009;38:410-415. doi:10.1111/j.1600-0714.2009.00765.x 15. Mumcu G, Niazi S, Stewart J, Hagi-Pavli E, Gokani B, Seoudi N, Ergun T, Yavuz S, Stanford M, Fortune F, Direskeneli H: Oral health and related quality of life status in patients from UK and Turkey: A comparative study in Behcet's disease. J Oral Pathol Med. 2009;38:406-9. doi: 10.1111/j.1600-0714.2009.00752.x 16. Mumcu G, Ergun T. Behçet Hastalığında Oral Sağlık ve Hastalığın Gelişimindeki Yeri. TURKDERM 2009;43 (Ek: 2): 39-41. 17. Akman A, Ekinci NC, Kacaroglu H, Yavuzer U, Alpsoy E, Yegin O: Relationship between periodontal findings and specific polymorphisims of interleukin-1 alpha and -1 beta in Turkish patients with Behçet’s disease. Arch Dermatol Res 2008;300:19-26. doi:10.1007/s00403-0070794-1 18. Akman A, Sallakci N, Kacaroglu H, et al. Relationship between periodontal findings and the TNF-alpha Gene 1031T/C polymorphism in Turkish patients with Behçet's disease. J Eur Acad Dermatol Venereol 2008;22:950-957. Article first published online: 19 MAR 2008 doi: 10.1111/j.1468-3083.2008.02678.x 19. Celenligil-Nazliel H, Kansu E, Ebersole J. Periodontal findings and systemic antibody responses to oral microorganisms in Behçet’s disease. J Periodontol 1999;70: 1449-1456. doi:10.1902/jop.1999.70.12.1449 Yoshikawa K, Kotake S, Sasamoto Y, Ohno S, Matsuda H. Close association of Streptococcus 24 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):21-25 9. 11. Mumcu G, Ergun T, Elbir Y, Eksioglu-Demiralp E. Clinical and immunological effects of azithromycin in Behcet's disease. J Oral Pathol Med 2005;34:13-16. Article first published online: 16 DEC 2004 doi: 10.1111/j.16000714.2004.00265.x REFERENCES Direskeneli H. Behcet’s Disease: Infectious etiology, new auto-antigens and HLA-B51. Ann Rheum Dis 2001; 60:996-1002. doi:10.1136/ard.60.11.996 Mizushima Y. Behçet’s Disease Research Committe of Japan, Skin hypersensitivity of streptococal antigens and the induction of systemic symptoms by the antigens in Behçet disease. J Rheumatol 1989;16:506-511. 10. Kaneko F, Oyama N, Nishibu A. Streptococcal infection in the pathogenesis of Behçet’s Disease and clinical effects of minocycline on the disease symptoms. Yonsei Med J 1997; 38; 444-454. As a conclusion, data from this study indicate that dental and periodontal health remained stable by motivation and education for oral hygiene in a 10-year follow-up in BD patients. However, whether better oral hygine improves the disease course and prevents oral ulcer activity requires further studies. 1. 8. G. MUMCU, et al Oral health in patients with Behcet's disease 20. International Study Group for Behcet’s disease. Criteria for diagnosis. of Behc et’s disease. Lancet 1990;335:1078–1080. 27. Mumcu G, Inanc N, Aydin SZ, Ergun T, Direskeneli H: Association of salivary S.mutans colonisation and manoose-binding lectin deficiency with gender in Behcet's disease. Clin Exp Rheumatol 2009;27(Suppl 53): S32-S36. 21. Wilkins E. Clinical practice of the dental hygienist: Indices and scoring methods, 8th edn. Philadelphia: Lippincott Williams & Wilkins, 1999:293–314. 22. Krause I, Mader R, Sulkes J, et al. Behçet’s Disease in Israel: The influence of ethnic origin on disease expression and severity. J Rheumatol 2001;28: 1033-1036. 28. Yavuz S, Elbir Y, Tulunay A, Eksioglu-Demiralp E, Direskeneli H: Differential expression of tolllike receptor 6 on granulocytes and monocytes implicates the role of microorganisms in Behcet's disease etiopathogenesis. Rheumatol Int 2008;28:401-406 doi: 10.1007/s00296-0070470-y 23. Cotti E, Dessi C, Piras A, Mercuro G. Can a chronic dental infection to be considered a cause of cardiovascular disease?: A review of the litrature. Int J Cardiol 2010, doi:10.1016/j.jcard.2010.08.011 (Epub ahead of print) 29. Cuchacovich M, Merino G, Yamamoto JH, et al.: Behçet’s disease patients present high levels of deglycosylated anti-lipoteikoic acid IgG and high IL-8 production after lipoteikoic acid stimulation. Clin Exp Rheumatol 2005;23 (Suppl.38):S27S34. 24. Scannapieco FA, Ho AW. Potential associations between chronic respiratory disease and periodontal disease: Analysis of National Health and Nutrition Examination Survey III. J Periodontol 2001;72:50-6. doi:10.1902/jop.2001.72.1.50 30. Direskeneli H, Direskeneli G:. The role of heat shock proteins in Behçet's disease. Clin Exp Rheumatol 2003;21(4 Suppl 30):S44-48. 31. Saçlı S, Seyahi E, Özyazgan Y, Mat C, Yazıcı H. Some Manifestations Disappear Earlier than Others in Behçet’s Syndrome. 14th International Conference on Behçet Disease, 8th-10th July 2010, London, United Kingdom. 25. Tunes RS, Foss-freitas MC, Nogueira-filho GR. Impact of periodontitis on the diabetes-related inflammatory status. J Can Dent Assoc 2010;76:a35. 26. Isogai E, Ohno S, Kotake S, Isogai H, Tsurumizu T, Fuji N, Yokota K, Syuto B, Yamaguchi M, Matsuda H, Oguma K: Chemiluminescence of neutrophils from patients with Behçet’s disease and its correlation with an increased proportion of uncommon serotypes of Streptococcus sanguis in the oral flora. Archives Oral Biol 1990;35:43-48. 25 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):21-25 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):26-30 DOI: 10.5472/mmj.2010.01746.1 Özgün Araştırma /Original Article Graves Hastalığı Tedavisinde Sabit 10 mCi ve 15 mCi İyot-131 Dozlarının Karşılaştırılması: 11 Yıllık Tecrübe Comparison of Fixed 10 mCi and 15 mCi Iodine-131 Doses for the Treatment of Graves’ Disease: 11 Year Study Fuat DEDE, Tunç ÖNEŞ, Sinem CANDEMİR, Fuad NOVRUZOV, Serkan GÜNGÖR, Mustafa ARAS, Salih ÖZGÜVEN, Sabahat İNANIR, Tanju Yusuf ERDİL, Halil Turgut TUROĞLU Marmara Universitesi, Tıp Fakültesi, Nüklear Tıp Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye ÖZET ABSTRACT Amaç: Sabit doz Iyot-131 (RAI) tedavisi, karmaşık hesaplamalara ihtiyaç duymayan basit ancak etkin bir seçenektir. Bu çalışmada, Graves hastalığında sabit 10 ve 15 mCi ile RAI tedavisi sonuçları karşılaştırıldı. Hastalar ve Yöntem: 1997-2008 tarihleri arasında sabit 10 mCi (n:48) ve sabit 15 mCi (n:9) RAI tedavisi almış ve en az 2 yıl takip edilmiş 55 hastanın takip dosyaları incelenerek başarılı (ötiroidi, hipotiroidi) ve başarısız (persiste hipertiroidi) tedavi oranları ile sonuçlara etkili olabilecek parametreler analiz edildi. Bulgular: 10 mCi alan grupta tedavi başarı oranı %87 (ötiroidi %9.1, hipotiroidi %78.2) olarak bulunurken, 15 mCi alan grupta bu değer %100 (hipotiroidi) olarak bulundu. Her iki grup arasında, kullanılan ortalama propylthiouracil dozu dışında (10 mCi: 190 mg, 15 mCi: 350 mg, p<0.05) anlamlı fark izlenmedi. Sonuç: Sabit 10 ve 15 mCi RAI doz uygulamalarının her ikisi de Graves hastalığının tedavisinde başarılı sonuç vermiştir. Sabit 10 mCi verilen hastalarda düşük oranda da olsa persistan hipertiroidizm izlenebilmektedir Objectives: Fixed dose Iodine-131 (RAI) treatment is a simple method which does not obviate sophisticated calculations. In this study, we compared the results of fixed 10mCi and 15 mCi RAI treatment. Patients and Methods: In this study we included 55 patients who received fixed 10 mCi and 15 mCi RAI treatment between 1997-2008 years and were followed for at least 2 years. Then we analyzed the results as successful (euthyroid, hypothyroid) and unsuccessful (persistant hyperthyroid) treatment rates and other parameters that could have affected the results. Results: The success rate in patients who received 10 mCi RAI was 87% (euthyroid 9.1%, hypothyroid 78.2%). The success rate in patients who received 15 mCi RAI was 100% (hypothyroid). There is no statistically significant difference between these groups except mean propythiouracil doses (10 mCi: 190 mg, 15 mCi: 350 mg, p <0.05). Conclusion: Fixed 10 mCi and 15 mCi RAI dose applications were both successful in the treatment of Graves’ disease. Albeit at a lower rate persistent hyperthyroidism can be seen in patients given fixed 10 mCi RAI dose. Anahtar Kelimeler: Graves hastalığı, Tedavi, Sabit doz, Iyot-131 Keywords: Graves' disease, Therapy, Fixed dose, Iodine-131 Başvuru tarihi / Submitted: 26.11.2010 Kabul tarihi / Accepted: 16.12.2010 İletişim Bilgileri: Dr. Fuat Dede, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Nükleer Tıp Anabilim Dalı İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 26 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):26-30 F. DEDE ve ark Graves hastalığı ve sabit doz RAI tedavisi GİRİŞ test, Mann-Whitney U test ve Fisher’s exact test ile yapıldı, p< 0.05 istatistiksel anlamlı olarak değerlendirildi. Radyoaktif I-131 (RAI), sahip olduğu yüksek enerjili beta (β-) partikülü ve organa özgü tutulumu ile 1940’lı yıllardan bu yana benign (Graves hastalığı, toksik nodüller) ve malign tiroid hastalıklarının hedefe yönelik tedavisinde güvenle kullanılmaktadır. Çalışmanın yapıldığı Üniversite hastanesinde de, 1997 yılından beri hipertiroidi hastalarında ayaktan RAI tedavisi başarıyla yapılmaktadır. BULGULAR Graves tanılı hastalar, hipertiroidi nedeniyle RAI tedavisi alan hastaların %9,7’sini (64/660) oluşturmaktaydı. Bu hastaların 45’i (%70.3) kadın, 19’u (%29,7) erkek olup, Graves hastaları için kadın/erkek oranı 2,4/1 olarak bulundu. Graves hastalarında, uygulanan sabit RAI doz rejimi (10 veya 15 mCi) ile %89.1 (57/64) oranında tedavi başarısı sağlanırken, bu olgularda takipte ötiroidi ve hormon replasmanı gerektiren kalıcı hipotiroidi gelişme oranları sırası ile %7.8 (5/64) ve %81.2 (52/64) olarak bulundu. Hormon replasman ihtiyacı RAI uygulamasını takiben ortalama 4.8±4.9 ay sonra ortaya çıktı. Tüm Graves hastalarına ait bulgular Tablo I.’de sunulmuştur. Bu retrospektif çalışmada, Graves hastalığı tanısı ile Nükleer Tıp Anabilim Dalımıza RAI tedavisi almak üzere gönderilen hastaların, departman protokolüne uygun olarak uygulanan sabit 10 milicurie (mCi, (370 megabecquerel (MBq)) ve 15 mCi (555 MBq) RAI doz sonuçları analiz edilerek, tedavi başarısını etkileyebilecek faktörler araştırıldı. HASTALAR VE YÖNTEM Hastaların %12.5’inde (8/64) RAI doz kararı alınması aşamasında Graves oftalmopati tanısı mevcuttu. Bu hastaların tümünde üniversite hastanemiz ya da takip edildiği dış merkezdeki klinisyenler tarafından profilaktik amaçlı oral steroid tedavisi uygulandı. Takipler boyunca bu hastaların göz bulgularında progresyon izlenmezken, RAI sonrası ortaya çıkan yeni oftalmopati olgusu da saptanmadı. 1997-2008 yılları arasında Nükleer Tıp Anabilim Dalın’a başvurarak RAI tedavisi alan ve en az iki yıl takibi olan, toplam 660 hipertiroidi hastanın RAI takip dosyaları incelendi. Hastaların büyük çoğunluğunu (n:596) toksik soliter ya da multinodüler guatr olguları oluştururken, Graves hastalığı tanılı 64 hasta bulunmaktaydı. Graves tanısı; palpasyon, tiroid fonksiyon testleri (serum TSH, sT4 ve sT3), tiroid ultrasonografisi ve Tc-99m Perteknetat tiroid sintigrafisi ile konulurken, eşlik eden hipoaktif nodüllerden RAI tedavisi öncesi iğne biyopsisi ile malignite olasılığı dışlandı. Tüm hastalara, RAI Konseyi kararı ile gerekli hasta hazırlığı sonrası, sabit 10 ya da 15 mCi kapsül formunda RAI p.o. uygulandı. Tiroid fonksiyon testleri kullanılarak hastalık durumu takip edilerek, ilk kontrole 1,5 - 2 ay sonra çağrılan hastalar daha sonra, hormon düzeyi ötiroid düzeye getirilene kadar 2 - 3 ay ara ile, düzene girdikten sonra ise 4-6 ay ara takip edildi. RAI tedavisi sonrası 9-12 ay sonra hala antitiroid ilaç (propilthyouracil (PTU)) kullanma ihtiyacı duyan hastalar, tedavi başarısız kabul edilerek, RAI tedavisinin tekrarı amacıyla konseye danışıldı. Sonuçları, sabit 10 ve 15 mCi dozlarına göre analiz ettiğimizde; hastaların % 85.9’unda (55/64) sabit 10 mCi, geri kalan %14.1’inde (9/64) ise sabit 15 mCi uygulandığı görüldü. 15 mCi RAI verilen olguların %100’ünde kür sağlanırken, bu hastaların tümünde hormon replasmanı gerektiren kalıcı hipotiroidi gelişti. Sayıca dominant grubu oluşturan sabit 10 mCi ile tedavi edilen hastalarda ise başarılı tedavi oranı %87.3 (48/55) düzeyinde bulundu. Kür sağlanan olguların %9.1’i (5/55) ötiroidi, %78.2’si (43/55) ise hipotiroidi durumunda seyrederken, %12.7 (7/55) olguda persistan hipertiroidi nedeniyle tekrar radyoaktif iyot verilmesi gerekti. Nüks sonrası %50 doz arttırımı ile uygulanan 15 mCi RAI ile hastaların 5’inde kür sağlanabilirken, dirençli 2 olguda başarılı tedavi ancak üçüncü doz (20 ve 25 mCi) RAI uygulaması ile sağlanabildi. RAI’ye dirençli bu 7 hasta ile başarılı yanıtın izlendiği 55 hasta karşılaştırıldığında; cinsiyet, yaş, Graves tanısı ile RAI uygulaması arasında geçen süre, RAI uygulaması sırasında kullanılan PTU dozları ve sintigrafik patternleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanamadı (p>0.05). 10 ve 15 mCi doz alan gruplara ait toplu sonuçlar ve karşılaştırmaları Tablo II.’de özetlenmiştir. Çalışmada kullanılan tüm veriler RAI takip dosyalarından elde edilerek, hastaların demografik bilgileri, ilk tanı zamanı, RAI alımı esnasındaki antitiroid ilaç dozu, operasyon varlığı, sintigrafik pattern, tedavi sonrası PTU kesilme zamanı ile hormon replasmanı başlama zamanı ya da nüks zamanları kaydedildi. İstatistiksel analiz için GraphPad InStat 3 yazılımı kullanıldı. Karşılaştırılmalar; Unpaired T 27 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):26-30 F. DEDE ve ark Graves hastalığı ve sabit doz RAI tedavisi Tablo I. Tüm çalışma grubuna ait demografik ve radyolojik bulgular. Yaş (yıl) 46.0 ± 14.7 (18-75) Kadın/erkek oranı 2.4/1 Tanı sonrası süre (ay)† 39.6 ± 59.1 (1-288) PTU dozu (mg)‡ 211.8 ± 145 (25-800) Tiroid Cerrahisi %15.6 (10/64) Sintigrafik pattern - diffüz hiperaktivite %93.8 (60/64) - diffüz hiperaktivite + nodül %6.2 (4/64) RAI sonrası PTU kesilme zamanı (ay) 5.0 ± 5.4 (1-30) RAI sonrası persiste hastalık %10.9 (7/64) † Graves tanısının koyulmasıyla ilk RAI tedavisi arasındaki süre ‡ RAI tedavisi sırasındaki Tablo II. 10 ve 15 mCi RAI uygulanan hasta bulgularının karşılaştırılmaları. 10 mCi (n:55) 15 mCi (n:9) P= Yaş (yıl) 45.6±14.5 (19-74) 51.8±11.8 (37-75) 0.23 Kadın/erkek oranı 3.2/1 3.5/1 0.71 Tanı sonrası süre (ay) 45.8±70.5 (1-228) 38.5±57.7 (1-288) 0.66 PTU dozu (mg) 190±115 (25-450) 350±230 (150-800) 0.0053 Tiroid Cerrahisi %14.5 (8/55) %22.2 (2/9) 0.62 Sintigrafik pattern - diffüz hiperaktivite %85.5 (47/55) %88.9 (8/9) - diffüz hiperaktivite + nodül %14.5 (8/55) %11.1 (1/9) RAI sonrası PTU kesilme zamanı (ay) 5.1±5.6 (1-30) 3.8±3.5 (1-12) RAI sonrası kür %87.3 (48/55) %100 (9/9) 0.49 - Ötiroidi %9.1 (5/55) - - Hipotiroidi %78.2 (43/55) %100 (9/9) - Hipotiroidi gelişme zamanı (ay) 4.9±5.2 (2-279) 4.0±3.1(2-12) %12.7 (7/55) - 2. RAI tedavisi gereken hasta 3. RAI tedavisi gereken hasta %28.6 (2/7) 0.38 0.78 - 28 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):26-30 F. DEDE ve ark Graves hastalığı ve sabit doz RAI tedavisi TARTIŞMA etmektedir. Bizim çalışmamızda; tedavi oranları 10 mCi ve 15 mCi için sırasıyla %87.3 ve %100 olarak bulundu. Çalışmamızın bir benzerini Brezilya’da, 164 hasta ile gerçekleştiren Canadas ve arkadaşları da 10 ve 15 mCi için başarı oranlarını benzer bulmuş (sırasıyla %82 ve %79.5) ve onlar da; yaş, cinsiyet ve daha önceki antitiroid ilaç tedavisinin RAI tedavi başarısı üzerine etkisini gösterememişlerdi11. Otoimmün bir hastalık olan Graves hastalığı, hipertiroidinin en sık nedenidir. Hastalığın tedavisinde, bir yandan semptomların giderilmesi amacıyla beta-blokerler kullanılırken, diğer yandan da aşırı hormon sentezinin hızlı kontrolü amacıyla antitiroid ilaçlar, RAI ya da cerrahi seçeneklerden 1 biri kullanılır . Bununla birlikte, eldeki seçeneklerden hiçbirisinin hastalık etyopatolojisi üzerine direkt etki göstermemesi nedeniyle ideal tedavi ajanı olmadığı da akılda tutulmalıdır. Bunlardan RAI, Kuzey Amerika’da %70 oranında birinci basamak tedavi olarak tercih edilirken, Avrupa’da bu oran %22, Japonya’da ise %11 düzeyindedir2. Bizim hasta polpülasyonumuzdaki RAI uygulama pratiği de Avrupa ile paralellik göstermekte olup, antitiroid ilaç tedavisine yanıtsız erişkin hastalarda (çocuk ve gençlerde öncelik cerrahiye yönlendirme) ikinici basamak tedavi olarak kullanıldığı sonuçlardan ayırt edilebilmektedir. Doz tercihinde; 5 mCi gibi düşük dozlar daha çok, uzun süreli ötiroid durum sağlanması amacıyla tercih edilirken, bu beklenti ne yazık ki, %51.5’lere varan persistan hipertiroidiyi de beraberinde getirmektedir13-15. Bizim çalışmamızda RAI tedavisine dirençli hipertiroidizm sabit 15 mCi alan hastalarda izlenmezken, 10 mCi uygulanan hastalarda literatür ile uyumlu olarak az da olsa (%12.7) izlendi. Çalışmamızda dikkati çeken ise ikinci RAI dozu alan hastaların yaklaşık üçte birinin, üçüncü RAI tedavisine de ihtiyaç duymasıydı. Graves’in hızla kontrole alınması ve nüksünün de engellenmesi amacıyla tercih edilen sabit yüksek doz rejiminde ise sıklıkla gözlenen kısa ötiroidi dönemi ve takiben gelişen hipotiroididir. Hipotiroidi radyasyonun bir etkisidir ve lenfositik infiltrasyon ile 16 tiroid dokusu harabiyetine bağlıdır . Bizim çalışmamızda, 10 mCi ile %78.2 hastada RAI tedavisinden ortalama yaklaşık 5 ay sonra hormon replasmanı gerektiren hipotiroidi gelişirken, bu oran 15 mCi için ortalama 4. ayda %100’e ulaştı. Graves hastalığının RAI ile tedavisi; hedefe yönelik, noninvazif, güvenli, etkili ve pahalı olmayan bir uygulama olup, mevcut doz protokolü ile, hormon replasmanı gerektiren hipotiroidi gelişimi dışında, kayda değer yan etki saptanmamıştır. Graves oftalmopatisi ise üzerinde çok tartışılacak özel bir başlık olup, RAI dışındaki faktörlerden; ileri yaş, erkek cinsiyet, sigara kullanımı, ciddi hipertiroidi, yüksek tiroid otoantikor titresi ve RAI sonrası uzamış hipotiroidiye özellikle riskli hastalarda daha da dikkat edilmeli ve bu hastalarda oral steroid ile proflaksi yapılmalıdır3. Bizim çalışmamızda da, steroid tedavisine bağlı olarak var olan oftalmopati bulgularında progresyon izlenmezken, yeni olgu gelişimi de saptanmadı. Sabit 15 mCi doz verilen hastalar, RAI öncesi anlamlı olarak daha yüksek doz PTU kullanıyordu. Bu da büyük olasılıkla konseyde yüksek doz kararının çıkmasını sağlamıştı. Bu nedenle mevcut çalışma ile, RAI öncesi yüksek doz PTU kullanımının tedavi başarısını gösteren prognostik bir belirteç olduğunu söylemek hatalı olacaktır. Hipertiroidi tedavisinde RAI kullanımı ile ilgili dünyada var olan yeterli tecrübeye karşın; doz seçimi üzerinde hala bir konsensus sağlanamamıştır. Doz seçiminde tercih edilen başlıca iki metod şunlardır; 1) sabit doz seçimi, 2) kişiye özel doz hesabı (dozimetrik yöntem). İkinci seçenekten başlayacak olursak, burada standart bir formül yardımıyla, tiroidin yaklaşık 300 Gray (Gy) (100-400 Gy) dozu absorblaması için gerekli iyot dozu hesaplanır. Formüllerde, farklılık göstermekle birlikte, tiroid uptake’i, tiroid volümü, gland ekojenitesi, iyodun tiroiddeki efektif yarı ömrü gibi farklı değişkenlerden birkaçı aynı anda 4-7 bulunabilmektedir . Tüm bu karmaşık dozimetrik hesaplamalara karşın, sabit doz rejimi, benzer başarılı sonuçlara, ek maliyeti azaltıp, hasta uyumunu arttırarak ulaşmasıyla dikkati çekmekte ve bir çok merkezce basit ama etkin olması nedeniyle tercih edilmektedir4, 8-13. Sabit doz uygulamalarında sıklıkla tercih edilen RAI dozları, tiroid dokusunu yeterli doza maruz bırakabilen 10 mCi ve 15 mCi’dir. Bununla birlikte Sanyal ve arkadaşları Hindistanlı hastalarda sabit 5 mCi kullanarak %73.6 oranında 9 tedavi başarısına ulaşmış ; diğer yandan sabit 10 mCi doz kullanan Ustun ve arkadaşları Türkiye’nin Trakya bölgesinde hastaların ancak %59’da kür sağlayabilmişlerdir12. Graves’te başarılı tedavi; ötiroid veya hipotiroid durum ile tanımlanırken, persiste hipertiroidi başarısız tedaviye işaret 11 yıllık uzun bir döneme yayılmış, en kısa takibin yaklaşık iki yıl olduğu, tek merkezli bir çalışma olması bu çalışmanın güçlü yanlarındandır. Diğer taraftan, hasta sayısının özellikle 15 mCi için sınırlı kalması, retrospektif analiz olması ve 10 ve 15 mCi doz uygulamalarında hasta seçiminin randomize olmaması çalışmanın başlıca limitasyonudur. Sonuç olarak, sabit 10 ve 15 mCi RAI doz uygulamalarının her ikisi de Graves hastalarını başarıyla tedavi etmiştir. Sabit 10 mCi verilen hastalarda düşük oranlı persistan hipertiroidizm izlenebilmektedir. KAYNAKLAR 29 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):26-30 1. Baskin HJ, Cobin RH, Duick DS, et al. American Association of Clinical Endocrinologists medical guidelines for clinical practice for the evaluation and treatment of hyperthyroidism and hypothyroidism. Endocr Pract 2002; 8:457-469. 2. Wartofsky L, Glinoer D, Solomon B, et al. Differences and similarities in he diagnosis and treatment of Graves' disease in Europe, Japan, and the United States. Thyroid 1991;1:129-135. doi: 10.1089/thy.1991.1.129. F. DEDE ve ark Graves hastalığı ve sabit doz RAI tedavisi 3. Ponto KA, Zang S, Kahaly GJ. The tale of radioiodine and Graves' orbitopathy. Thyroid 2010;20:785-793. 4. Panareo S, Rossi R, Fabbri S, et al. A practical method for the estimation of therapeutic activity in the treatment of Graves' hyperthyroidism. Q J Nucl Med Mol Imaging 2010;Epub ahead of print, PubMed ID- 21068711. 5. Marković V, Eterović D, Stipanović P, Punda A. Thyroid echogenicity: A clue to precise individual dosimetry in radioiodine therapy of hyperthyroidism. Med Hypotheses 2010; Epub ahead of print, PubMed ID- 20889262. 6. van Isselt JW, Broekhuizen-de Gast HS. The radioiodine turnover rate as a determinant of radioiodine treatment outcome in Graves' disease. Hell J Nucl Med 2010;13:2-5. 7. Traino AC, Grosso M, Mariani G. Possibility of limiting the un-justified irradiation in (131)I therapy of Graves' disease: a thyroid massreduction based method for the optimum activity calculation. Phys Med 2010;26:71-79. doi:10.1016/j.ejmp.2009.08.003. 8. 9. 11. Canadas V, Vilar L, Moura E, Brito A, Castellar E. Evaluation of radioiodine therapy with fixed doses of 10 and 15 mCi in patients with Graves' disease. Arq Bras Endocrinol Metabol 2007; 51:1069-1076. 12. Ustun F, Yuksel M, Durmus-Altun G, et al. The incidence of recurrence and hypothyroidism after radioiodine treatment in patients with hyperthyroidism in Trakya, a mild iodine deficiency area, during the period 1991-2003. Ann Nucl Med 2005;19:737-742. doi: 10.1007/BFO2985126. 13. Esfahani AF, Kakhki VR, Fallahi B, et al. Comparative evaluation of two fixed doses of 185 and 370 MBq 131I, for the treatment of Graves' disease resistant to antithyroid drugs. Hell J Nucl Med 2005;8:158-61. 14. Rapoport B, Caplan R, DeGroot LJ. Low-dose sodium iodide I 131 therapy in Graves disease. JAMA 1973;224:1610-1613. 15. Goolden AW, Stewart JS. Long-term results from graded low dose radioactive iodine therapy for thyrotoxicosis. Clin Endocrinol (Oxf). 1986;24:217-222. doi: 10.1111/j.1365.tb00765.x. Collier A, Ghosh S, Hair M, Malik I, McGarvie J. Comparison of two fixed activities of radioiodine therapy (370 vs. 555 MBq) in patients with Graves' disease. Hormones (Athens) 2009;8:273-278. 16. Tamai H, Kasagi K, Takaichi Y, et al. Development of spontaneous hypothyroidism in patients with Graves' disease treated with antithyroidal drugs: clinical, immunological, and histological findings in 26 patients. J Clin Endocrinol Metab 1989;69:49-53. doi: 10.1210/jcem-69-1-49. Sanyal D, Mukhhopadhyay P, Pandit K, et al. Early treatment with low fixed dose (5 mCi) radioiodine therapy is effective in Indian subjects with Graves' disease. J Indian Med Assoc 2008;106:360-361. 10. Boelaert K, Syed AA, Manji N, et al. Prediction of cure and risk of hypothyroidism in patients receiving 131I for hyperthyroidism. Clin Endocrinol (Oxf) 2009;70:129-138. doi: 10.1111/j.1365.2008.03291.x 30 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):26-30 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):31-37 DOI: 10.5472/MMJ.2010.01763.1 Original Article / Özgün Araştırma Factors Affecting Stem Cell Mobilization in Patients Treated With Hematopoietic Peripheral Stem Cell Transplantation Periferik Hematopoietik Kök Hücre Nakli Yapılan Hastalarda Kök Hücre Mobilizasyonunu Etkileyen Faktörler Işık KAYGUSUZ, Bülent KANTARCIOĞLU, Tayfur TOPTAŞ, Güven YILMAZ, Cafer ADIGÜZEL, Tülin Fıratlı TUĞLULAR, Emel DEMİRALP, Mahmut BAYIK Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Hematoloji, İstanbul, Türkiye ABSTRACT Objectives: To assess the factors affecting stem cell mobilization in patients treated with hematopoietic peripheral stem cell transplantation. Patients and Methods: Autologous bone marrow transplants in 143 patients with 169 stem cell harvesting procedures were analysed retrospectively. Results: Stem cell mobilization was done with Filgrastim in 89 patients (52.7 %) and with Lenograstim in 80 patients (47.3%). For stem cell harvesting, Fresenius apheresis device was used in 69 patients (40.8%), while Haemonetics apheresis device was used in 100 patients (59.2%). In univariate analysis, patient’s diagnosis (p=0.005), number of treatment lines before the apheresis procedure (p=0.0004), number of leukocytes and CD34+ cell count at the first day of the apheresis procedure (p=0.0001 and p=0.0005, respectively), mobilization with filgrastim (p=0.00004) and mobilization with the Fresenius apheresis device (p=0.007) were statistically significant. In multivariate analysis, diagnosis of the patient (p=0.01), mobilization with filgrastim (p= 0.001), mobilization with Fresenius apheresis device (p=0.03), and leukocyte count at first day of apheresis (p=0.006) were important factors affecting peripheral stem cell mobilization. Conclusion: Patient’s diagnosis, mobilization with filgrastim and Fresenius apheresis device, peripheral blood leukocyte count at the first day of apheresis seem to be important in affecting peripheral stem cell mobilization. Keywords: Stem cell mobilization, Hematopoietic peripheral stem cell transplantation, Filgrastim, Lenograstim, Apheresis ÖZET Amaç: Otolog kök hücre transplantasyonunun başarısı yeterli sayıda kök hücrenin infüzyonuna bağlıdır. Bu nedenle kök hücre mobilizasyonunu etkileyen faktörlerin tanımlanması önem taşımaktadır. Çalışmamızın amacı, otolog kök hücre nakli uygulanan hastalarda kök hücre mobilizasyonunu etkileyen faktörleri belirlemektir. Hastalar ve Yöntemler: Otolog kök hücre nakli yapılan 143 hasta ve bu hastalara uygulanan 169 kök hücre aferez işlemi retrospektif olarak değerlendirildi. Bulgular: Kök hücre mobilizasyonu için 89 (%52.7) hastada Filgrastim, 80 (%47.3) hastada Lenograstim kullanıldı. Aferez işleminde 69 (%40.8) hastada Fresenius, 100 (%59.2) hastada Haemonetics cihazı kullanıldı. Tek değişkenli analizlerde tanı (p=0.005), aferez öncesi tedavi sayısı (p:0.0004), tanıdan afereze kadar geçen süre (p:0.02), aferezin 1. günündeki lökosit ve CD34+ hücre sayısı (p:0.0001; p:0.0005), filgrastim kullanımı (p=0.00004) ve fresenius cihazının kullanımı (p:0.007)’nın kök hücre mobilizasyonunu etkileyen faktörler olduğu görüldü. Çok değişkenli analizlerde ise en önemli faktörlerin tanı (p=0.01), filgrastim kullanımı (p=0.001), fresenius cihazının kullanımı (p=0.03) ve aferezin 1. günündeki lökosit sayısı (p=0.006) olduğu saptandı. Sonuç: Çalışmamızda tanı, filgrastim ile mobilizasyon, fresenius cihazının kullanılması, ve aferezin 1. gününde periferik kandaki WBC sayısının kök hücre mobilizasyonunu etkileyen en önemli değişkenler olduğu saptanmıştır. Anahtar Kelimeler: Kök hücre mobilizasyonu, Hematopoetik periferal kök hücre nakli, Filgrastim, Lenograstim, Aferez Başvuru tarihi / Submitted: 02.12.2010 Kabul tarihi / Accepted: 31.12.2010 Correspondence to: Işık Kaygusuz, M.D. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Hematoloji, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 31 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):31-37 I. KAYGUSUZ, et al Factors affecting stem cell mobilization analysed, the diagnoses were: multiple myeloma in 67 patients (46.9%), acute leukemia in 11 patients (7.7%), Hodgkin’s Disease in 31 patients (21.7%), non-Hodgkin’s lymphoma in 33 patients (23.1%) and a solid tumor in only one patient (0.7%). Before the apheresis procedure, the median number of disease relapse was one (range 0-5), the median number of treatment lines received was two (range 1-6); the median time between the diagnosis to the apheresis procedure was 13 months (range 1-228). Fortythree patients (30.1%) received involved field radiation therapy before the apheresis procedure. For stem cell mobilization, Filgrastim was used in 89 patients (52.7%) while Lenograstim was used in 80 (47.3%) patients. For stem cell harvesting, a Fresenius apheresis device was used in 69 patients (40.8%), while a Haemonetics apheresis device was used in 100 patients (59.2%). The median apheresis cycle for one mobilization period applied to the patients was 3 days (range 1-4). Median WBC count at the first day of apheresis was 35800/μL (range 690096500). Median peripheral blood CD34+ cell count at the first day of apheresis was 15/μL (range 08 125). Median harvested total cell/kg was 11.43 x 10 8 8 (range 1.94 x 10 –26.30 x 10 ).Median CD34+ cell/kg count in the harvested product was 4.21 x 106 (0.15 x 106–20.10 x 106). Statistical Analysis All continuous variables were dichotomized by use of median values as a cut-off value. Comparisons were made by chi square, Yates correction, and Fisher’s exact test appropriately, in univariate analysis. Time to apheresis was estimated as the time elapsed between the date of diagnosis and the date of apheresis. Variables with a p value <0.05 in univariate analysis were included into the multivariate analysis. The multivariate analysis was done by logistic regression analysis with a method of backward selection. Statistical significance was accepted as the two-tailed p value as below 0.05. SPPS version 15.0 was used for the statistical analysis. RESULTS Gender and diagnosis, number of treatment lines before the apheresis procedure, time between diagnosis and apheresis, radiotherapy before the apheresis procedure, number of disease relapses before the apheresis and peripheral blood CD34+ cell count the first day of the apheresis procedure had no effect on harvested total cell/kg values. When the age of the patient was taken into account, it was observed that patients over the age of 50 have higher total cell/kg values (p=0.01). In patients having >3 apheresis cycles, harvested total cell/kg value was higher (p=0.02). Apheresis device used was also analysed; harvested total cell/kg was found to be significantly higher with the Fresenius apheresis device than with the Haemonetics apheresis device (p:0.03). Peripheral blood WBC count at day 1 was associated with harvested total cell/kg (p=0.0003). When the effect of G-CSF used was analysed, the total harvested cell/kg was significantly higher with Lenograstim over Filgrastim and this difference was statistically significant (p=0.0000005). (Table I). INTRODUCTION High dose chemotherapy, followed by autologous bone marrow transplantation is used widely in the treatment of hematological and some non-hematological solid tumors. New developments in transplantation medicine have broadened its usage. For a successful autologous bone marrow transplantation and a rapid, stable hematological reconstitution, infusion of a sufficent number and adequate quality of stem cells is necessary. In previous clinical trials, it has been postulated that, infusion of 2x106 cells/kg of CD34+ stem cells is minimally sufficient for a safe neutrophil and thrombocyte engraftment at day 14 after the transplantation. The transfer of hematopoietic progenitor cells (HPCs) from bone marrow to the peripheral blood is called mobilization. Nowadays, peripherally mobilized stem cells is the preferred method over direct bone marrow harvesting for autologous bone marrow transplantation. Higher rates of cell collection, faster engraftment, lower rates of procedural complications, easier accesibility, lower rates of tumor contamination and faster hematopoietic and immune reconstitution are the attributed causes of this situation1-3. Because successful autologous bone marrow transplantation is strictly related to the infused quality and number of stem cells, various studies have investigated the factors affecting stem cell mobilization and the causes of inadequate mobilization. Many factors affecting stem cell mobilization have been reported, previously. Diagnosis of the patient, chemotherapies applied and number of therapy lines before autologous transplantation, number of relapses, growth factors used for mobilization, type of apheresis devices used, leukocyte and CD34+ cell count at the first day of apheresis can all affect the success of stem cell mobilization. Several studies have reported distinct and controversial results about these factors. The reason for this disparity can be attributed to small sample size, inclusion of different heterogenous mobilization protocols to the analysis or the absence of exact criteria for unsuccessful mobilization. The purpose of this study is to evaluate the factors affecting stem cell mobilization in patients treated with high dose therapy followed by hematopoietic peripheral stem cell rescue. PATIENTS and METHODS In this study we retrospectively analysed 154 patients treated with autologous bone marrow transplantation between the years 1993 and 2010, followed at the Bone Marrow Transplantation Unit, Hematology Division, Marmara University Hospital. A total of 180 harvesting procedures were applied. In eleven cases, harvesting was done from bone marrow and these cases were excluded from the study. One hundered and fortythree patients and 169 apheresis procedures for peripheral stem cell harvesting were analysed. Daily apheresis was performed using continuous flow blood cell separators of the companies Fresenius or Haemonetecs. Median age was 48 (range 18-66). Eighty one (56.6%) patients were male, 62 (43.4%) patients were female. For the 143 patients 32 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):31-37 I. KAYGUSUZ, et al Factors affecting stem cell mobilization Table I. Factors affecting Total cell/kg (Univariate Analysis) Variables―number (%) Age (years) <50 ≥50 Sex Male Female Diagnosis Multiple Myeloma Acute Leukemia Hodgkin’s Disease Non-Hodgkin’s Lymphoma Number of relapses before apheresis ≤1 >1 Number of treatment lines before apheresis ≤1 >1 Radiotherapy before apheresis Radiotherapy not treated Radiotherapy treated Time to apheresis(months) ≤12 >12 G-CSF Filgrastim Lenograstim Apheresis Device Fresenius® Haemonetics® Number of apheresis cycles ≤3 >3 WBC (/μL) in 1st day of apheresis <35000 ≥35000 CD34 (/μL) in 1st day of apheresis ≤15 >15 Number of Patients 139 78 61 139 80 59 138 65 11 31 31 141 128 21 150 30 120 139 97 42 162 74 88 162 84 78 162 65 97 162 140 22 162 73 89 158 82 76 Total cell/kg ≤109 Number. (%) Total cell/kg >109 Number. (%) p 41 (52.6) 19 (31.1) 37 (47.4) 42 (68.9) 0.01 35 (43.8) 25 (42.4) 45 (56.3) 34 (57.6) 0.9 27 (41.5) 8 (72.7) 15 (48.4) 9 (29.0) 38 (58.5) 3 (27.3) 16 (51.6) 22 (71.0) 0.08 59 (46.1) 8 (38.1) 69 (52.9) 13 (61.9) 0.7 16 (53.3) 51 (42.5) 14 (46.7) 69 (57.5) 0.4 42 (43.3) 18 (42.9) 55 (56.7) 24 (57.1) 1.0 40 (54.1) 39 (44.3) 34 (45.9) 49 (55.7) 0.2 57 (67.9) 22 (28.2) 27 (22.1) 56 (71.8) 0.0000005 25 (38.5) 54 (55.7) 40 (61.5) 43 (44.3) 0.03 74 (52.9) 5 (22.7) 66 (47.1) 17 (77.3) 0.02 47 (64.4) 32 (36.0) 26 (35.6) 57 (64.0) 0.0003 38 (46.3) 40 (52.6) 44 (53.7) 36 (47.4) 0.4 Harvested CD34+ cells/kg was not affected by the age or sex of the patient, radiation therapy before stem cell mobilization and the number of disease relapses before the apheresis procedure. When the diagnosis added into the comparison, the harvested CD34+ cell/kg was significantly higher in Hodgkin’s Disease, Multiple myeloma and NonHodgkin’s lymphoma than acute leukemia respectively (p=0.005) In patients who received more than one treatment line before the apheresis procedure, harvested CD34+ cell/kg was prominently lower (p= 0.0004). The harvested CD34+ cells was higher when time to apheresis was equal or less than 12 months and the number of apheresis cycles was equal or less than three (p=0.02 and p=0.000004). The relationship between peripheral blood WBC and CD34+ cell count at the first day of apheresis and the total harvested CD34+ cell/kg was statistically significant (p=0.0001, p:0=0005). A higher CD34+ cell was obtained when Filgrastim was used instead of Lenograstim during the mobilization procedure (p=0.000004). The Fresenius apheresis device harvested significantly more CD34+ cells than the Haemonetics apheresis device (p=0.007) (Table II). Achieving a total of ≥109 cell/kg was investigated using multivariate analysis. The most affecting factors was the number of apheresis cycles (more than three), mobilization with lenograstim, harvesting with the Fresenius apheresis device and WBC count ≥35.000 at 1st day of apheresis respectively. If the number of the apheresis cycle was more then three, then the total cell/kg value was six times higher than in patients with less than three cycles (p:=0.02). Achieving a total cell/kg value over 109 was 4 times more likely when the mobilization was done with lenograstim (p=0.0004). Achieving a total cell/kg value over 109 was 4 times more likely when harvesting was done with the Fresenius 33 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):31-37 I. KAYGUSUZ, et al Factors affecting stem cell mobilization device (p=0.001). If the WBC count at the first day of apheresis was equal or more than 35.000/μl, harvesting a total cell/kg value over 109 was 3 times more likely (p=0.00002) (Table III). acute leukemia (p=0.04; 0.01; 0.01), respectively. The probability of harvesting a total CD34+ cell/kg 6 count over 4x10 was 2.5 times higher with Filgrastim mobilization (p=0.001). The probability of harvesting a total CD34+ cell/kg count over 4x106 was 3 times higher when the apheresis was performed with the Fresenius device (p=0.03). If the WBC count at the 1st day of apheresis was ≥35.000/μl, there was a 3 times higher probability for harvesting a total CD34+ cell/kg count over 4x106 (p=0.006) (Table IV). In multivariate analysis, diagnosis of the patient was the most important factor affecting total CD34+ cell/kg count. In non-Hodgkin’s lymphoma, multiple myeloma and Hodgkin’s Disease, the probability of harvesting a total CD34+ cell/kg count 6 over 4x10 was 10, 15 and 17 times higher than Table II. Factors affecting CD34/kg (Univariate Analysis) Variables―Number (%) Age (years) <50 ≥50 Sex Male Female Diagnosis Multiple myeloma Acute Keukemia Hodgkin’s Disease Non-Hodgkin’s Lymphoma Number of relapses before apheresis ≤1 >1 Number of treatment lines before apheresis ≤1 >1 Radiotherapy before apheresis Radiotherapy treated Radiotherapy not treated Time to apheresis(months) ≤12 >12 G-CSF Filgrastim Lenograstim Apheresis Device Fresenius® Haemonetics® Number of apheresis cycles ≤3 >3 WBC (/μL) in 1st day of apheresis <35000 ≥35000 CD34 (/μL) in 1st day of apheresis ≤15 >15 Number of Patients 142 79 63 142 80 62 141 67 11 30 33 155 134 21 156 32 124 142 100 42 168 78 90 168 88 80 169 69 99 168 147 21 168 78 90 164 85 79 CD34/kg <4 x 106 Number. (%) CD34/kg ≥4 x 106 Number. (%) p 31 (39.2) 29 (46.0) 48 (60.8) 34 (54.0) 0.4 33 (41.3) 27 (43.5) 47 (58.8) 35 (56.5) 0.8 22 (32.8) 8 (72.7) 9 (30.0) 20 (60.6) 45 (67.2) 3 (27.3) 21 (70.0) 13 (39.4) 0.005 56 (41.8) 13 (61.9) 78 (58.2) 8 (38.1) 0.1 5 (15.6) 65 (52.4) 27 (84.4) 59 (47.6) 0.0004 47 (47.0) 13 (31.0) 53 (53.0) 29 (69.0) 0.1 28 (35.9) 49 (54.4) 50 (64.1) 41 (45.6) 0.02 27 (30.7) 50 (62.5) 61 (69.3) 30 (37.5) 0.00004 23 (33.3) 54 (54.5) 46 (66.7) 45 (44.5) 0.007 57 (38.8) 20 (95.2) 90 (61.2) 1 (4.8) 0.000004 48 (61.5) 28 (32.2) 30 (38.5) 61 (67.8) 0.0001 50 (58.8) 25 (31.6) 35 (41.2) 54 (68.4) 0.0005 34 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):31-37 I. KAYGUSUZ, et al Factors affecting stem cell mobilization 9 Table III. Backwards selected logistic regression analysis of factors affecting the probability of total cell/kg ≥10 Variable Coefficient(β) Standard error of β OR Mobilization with Lenograstim Harvesting with Fresenius Apheresis cycles >3 WBC≥35000/μL at 1st day of apheresis 1.513 1.489 1.800 1.227 0.433 0.451 0.765 0.426 4.54 4.44 6.05 3.41 OR= Odd Ratio %95 CI Lower Upper Border Border 1.94 10.60 1.83 10.73 1.35 27.08 1.48 7.86 p 0.0004 0.001 0.02 0.00002 CI= Confidential Interval 6 Table IV. Backwards selected logistic regression analysis of factors affecting the probability of CD34 cell/kg ≥4 x 10 Variable Coefficient (β) Mobilization with Filgrastim Harvesting with Fresenius WBC≥35000/μL at 1st day of apheresis Diagnosis of Non-Hodgkin’s lymphoma Diagnosis of multiple myeloma Diagnosis og Hodgkin’s Disease OR= Odd Ratio Standard error of β OR 2.41 3.30 3.94 %95 CI Lower Upper Border Border 0.91 6.38 1.15 9.51 1.48 10.52 1.704 1.194 1.372 0.516 0.540 0.501 2.324 2.719 2.864 p 0.001 0.03 0.006 1.112 10.21 1.16 90.31 0.04 1.064 1.133 15.17 17.54 1.89 1.91 121.97 161.48 0.01 0.01 CI= Confidential Interval first day of apheresis on collected CD34+ cell/kg was abolished, whereas the effect of the peripheral blood WBC count was maintained. DISCUSSION In this study, we found that important factors affecting total harvested cell/kg are, more than three apheresis cycles for an apheresis period, mobilization with lenograstim, harvesting with Fresenius device and ≥35.000 WBC count on the first day of apheresis. In addition, we found that important factors affecting total harvested CD34+ cell count are the diagnosis, peripheral blood WBC count on the first day of apheresis, harvesting with Fresenius device and mobilization with Filgrastim. The effectiveness of the apheresis device seems to have an influence on the harvested CD34+ cell/kg count. Previous studies compared the efficiency of different apheresis devices on stem cell collection. But the number of studies comparing both devices (Fresenius AS 104 and Haemonetics 19 MCS 3P devices) are limited . In one of these 20 studies, it has been suggested that a higher number of CD34+ cells can be harvested with Fresenius AS104 in pediatric populations. Our results are in line with these findings and suggest that a higher number of total cell/kg or total CD34+ cell/kg can be harvested with Fresenius AS104 in comparison to Haemonetics MCS 3P. In achieving the highest total CD34+ cell collection, we found that the most important variable is the patient’s diagnosis. We found that the rate of successful CD34+ cell collection was highest in Hodgkin’s Disease, followed by multiple myeloma. The lowest rate was found in acute leukemias. We observed that in multiple myeloma and Hodgkin’s Disease patients, the probability of CD34+ cell count 6 for being ≥ 4x10 was 15 and 17 times higher than in acute leukemia patients, respectively. It seems that the impact of high stem cell damage caused by salvage treatments used in acute leukemia adversely affects the CD34+ cell mobilization. This 4-8 result is consistent with previous studies . Stem cell apheresis is performed using GCSF (filgrastim and lenograstim) at our institution. The chemical and physicochemical structures of these two molecules differ. Lenograstim is a glycosylated molecule and this property makes it more stable to pH, temperature and proteolysis effects21. Previous in-vitro studies suggest that 22-24 Lenograstim is more potent than filgrastim . But these studies evaluated the mobilization capacities of these agents, and the superiority of lenograstim is shown on healthy donors25,26 not on patient groups 27 with the exception of limited studies . In our study, a total of 169 apheresis procedures were performed and 89 (52.7%) mobilizations were done with filgrastim, and 80 (47.3%) were done with lenograstim. We found that the total harvested There are several studies reporting the effect of peripheral blood WBC and CD34+ cell count on the success of mobilization at first day 9-18 apheresis . In our study, we found that there is a significant relationship between peripheral blood WBC and CD34+ cell count and mobilized total CD34+ cells/kg. However, in multivariate analysis the effect of peripheral blood CD34+ cell count at 35 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):31-37 I. KAYGUSUZ, et al Factors affecting stem cell mobilization cell/kg was higher with lenograstim and mobilization with lenograstim was 4 times stronger in collection 9 over 10 total cell/kg cells. But when CD34+ cell counts were analysed, the achieved CD34+ cell numbers were higher with filgrastim and after mobilization with filgrastim, collections of cells over 4x106 total CD34+ cell/kg were 2.5 times more likely than that with lenograstim. Lenograstim was found to be more efficient in terms of increasing the total cell/kg values but was inferior to filgrastim in the mobilization of CD34+ cells. This finding may point out that filgrastim is more successful in mobilizing progenitor cells than lenograstim which in turn may provide mobilization of more mature cells to the peripheral blood. It is important to consider this finding, during the mobilization procedure especially in patients with poor stem cell reserve. In addition, our findings suggest that, age, gender, radiation therapy before stem cell mobilization and number of disease relapses before the apheresis procedure do not have any influence on harvested CD34+ cells/kg. The negative effect of radiotherapy on stem cell mobilization has been reported previously in various studies28,29. In our study, receiving radiotherapy before the apheresis procedure did not affect harvested total cell/kg or CD34+ cell/kg negatively. Dose, duration, application fields and magnitude of radiotherapy may modify the stem cell damaging effects of radiation. Our finding of a higher yield of collected CD34+ cell count in patients treated with the apheresis procedure up to 12 months after the diagnosis is in line with certain previous studies but when analysed with multivariate analysis methods, the effect of time from diagnosis to apheresis disappeared. İn multivariate analysis, the negative effect of multiple treatment lines before the apheresis procedure on the harvested CD34+ cell/kg cell count disappeared, also. 2. Lee JL, Kim SB, Lee GW, et al. Clinical usefulness of the hematopoietic progenitor cell counts in predicting the optimal timing of peripheral blood stem cell harvest. J Korean Med Sci 2003; 18: 27-35. doi: 10.1111/j.00411132.2004.04166.x 3. Rainer Moog. Management strategies for poor peripheral blood stem cell mobilization. Transfus Apher Sci. 2008; 38: 229–236. doi: 10.1016/j.transci.2008.04.002 Arslan O, Moog R. Mobilization of peripheral blood stem cells. Transfusion and Apheresis Science 2007; 37: 179–185. doi: 10.1016/j.transci.2007.08.002 6. Weaver CH, Schwartzberg LS, Birch R, et al. Collection of peripheral blood progenitor cells after the administration of cyclophosphamide, etoposide, and granulocyte-colony-stimulating factor: an analysis of 497 patients. Transfusion 1997;37:896–903. doi:10.1046/j.15372995.1997.37997454014.x 7. Haas R, Möhle R, Frühauf S, et al. Patient characteristics associated with successful mobilizing and autografting of peripheral progenitor cells in malignant lymphoma. Blood 1994;83:3787–3794. 8. Kasparu H, Krieger O, Girschikofsky M, Kolb A, Bettelheim P, Lutz D. Factors influencing the timing of peripheral blood stem cell collection (PBSC). Transfus Apheresis Sci 1996;17:595– 600. 9. Ikeda K, Kozuka T, Harada M. Factors for PBPC collection efficiency and collection predictors. Transfus Apher Sci. 2004;31: 245–259. doi: 10.1016/j.transci.2004.09.008 Gidron A, Singh V, Egan K, Mehta J. Significance of low peripheral blood CD34ş cell numbers prior to leukapheresis: what should the threshold required for apheresis be? Bone Marrow Transplant 2008; 42: 439–442. 12. Mehta J, Oyama Y, Winter J, et al. CD34+ cell collection efficiency does not correlate with the pre-leukapheresis hematocrit. Bone Marrow Transplant 2001; 28: 597–601. 13. Gidron A, Verma A, Doyle M, et al. Can the stem cell mobilization technique influence CD34+ cell collection efficiency of leukapheresis procedures in patients with hematologic malignancies? Bone Marrow Transplant 2005; 35: 243–246. doi: 10.1038/sj.bmt.1704781 14. Schots R, Van Riet I, Damianos S, et al. The absolute number of circulating CD34+ cells predicts the number of hematopoietic stem cells that can be predicted by apheresis. Bone Marrow Transplant 1996;17:509-15. 15. Schwella N, Beyer J, Schwaner I, et al. Impact of preleukapheresis cell counts on collection results and correlation of progenitor cell dose with engraftment after high-dose chemotherapy in patients with germ-cell cancer. J Clin Oncol 1996;14:1114-1121. 16. Mohle R, Murea S, Pforsich M, Witt B, Haas R. Estimation of the progenitor cell yield in a leukapheresis product by previous measurement of CD34+ cells in the peripheral blood. Vox Sang 1996;71:90-196. 36 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):31-37 5. 11. REFERENCES Cottler-Fox M, Lapidot T, Petit I, et al. Stem cell mobilization. Hematology 2003;419-437. Mendrone A Jr, Arrais CA, Saboya R, Chamone DA, Frederico Luiz Dulley FL. Factors affecting hematopoietic progenitor cell mobilization: An analysis of 307 patients. Transfus Apher Sci. 2008; 39: 187–192. doi: 10.1016/j.transci.2008.09.012 10. Elliott C, Samson DM, Armitage S, et al. When to harvest peripheral-blood stem cells after mobilization therapy: Prediction of CD34-positive cell yield by preceding day CD34-positive concentration in peripheral blood. J Clin Oncol 1996; 14:970-973. In conclusion, we report that, diagnosis of the patient, mobilization with filgrastim, mobilization with Fresenius apheresis device and peripheral blood leukocyte count at the first day of apheresis are variables affecting peripheral stem cell mobilization. We suggest that taking these factors into account before stem cell apheresis may lead to a more appropriate decision making in the selection of mobilization agents and apheresis devices, which in turn may improve the success of mobilization. 1. 4. I. KAYGUSUZ, et al Factors affecting stem cell mobilization 17. Ford C, Chan K, Reilly W, Peterson F. An evaluation of predictive factors for CD34+ cell harvest yields from patients mobilized with chemotherapy and growth factors. Transfusion 2003;43:622-625. doi: 10.1046/j.15372995.2003.00376.x 24. Nissen C, dalle Carbonare Y, Moser Y. In vitro comparison of the biological potency of glycosylated versus non-glycosylated rG-CSF. Drug Invest 1994;7:346–352. 25. Höglund M, Smedmyr B, Bengtsson M, et al. Mobilization of CD34+ cells by glycosylated and nonglycosylated G-CSF in healthy donors – comparative study. Eur J Haematol 1997;59:177–183. doi: 10.1111/j.16000609.1997.tb00972.x 18. Moncada V, Bolan C, Yau Y, Leitman S. Analysis of PBPC yields during large volume leukapheresis of subjects with a poor mobilization response to filgrastim. Transfusion 2003;43:495-501. doi: 10.1046/j.15372995.2003.00361.x 26. Watts MJ, Addison I, Long SG, et al. Crossover study of the haematological effects and pharmacokinetics of glycosylated and nonglycosylated G-CSF in healthy volunteers. Br J Haematol 1997;98:474–479. doi: 10.1046/j.1365-2141.1997.2393053 19. Ravagnani F, Siena S, De Reys S, et al. Improved collection of mobilized CD34+ hematopoietic progenitor cells by a novel automated leukapheresis system. Transfusion 1999;39:48–55. doi: 10.1046/j.15372995.1999.39199116894.x 27. Schiødt I, Knudsen LM, Jensen L, et al. Flow cytometry comparison of CD341 subsets in bone marrow and peripheral blood after priming with glycosylated or non-glycosylated rhG-CSF. Bone Marrow Transplant 1998; 21:1167–1169. 20. Bambi F, Faulkner LB, Azzari C, et al. Pediatric peripheral blood progenitor cell collection: haemonetics MCS 3P versus COBE Spectra versus Fresenius AS104. Transfusion 1998 Jan;38(1):70-74. 28. Tomblyn M, Burns LJ, Blazar B, et al. Difficult stem cell mobilization despite adequate CD34+ cell dose predicts shortened progression free and overall survival after autologous HSCT for lymphoma. Bone Marrow Transplant 2007; 40:111–118. doi: 10.1038/sj.bmt.1705708 21. Kishita M. Stability of granulocyte colonystimulating factor (G-CSF) in serum. Clin Rep 1992;26:221–224. 22. Pedrazzoli P, Gibelli N, Pavesi L, et al. Effects of glycosylated and non-glycosylated G-CSFs, alone and in combination with other cytokines, on the growth of human progenitor cells. Anticancer Res 1996;16:1781–1785. 29. Dreger P, Kloss M, Petersen B, et al. Autologous progenitor cell transplantation: Prior exposure to stem cell-toxic drugs determines yield and engraftment of peripheral blood progenitor cell but not of bone marrow grafts. Blood 1995; 86(10): 3970-3978. 23. Mire-Sluis AR, Das RG, Thorpe R. The international standard for granulocyte colony stimulating factor (G-CSF). Evaluation in an international collaborative study. Participants of the Collaborative Study. J Immunol Methods 1995;179:117–126. 37 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):31-37 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):38-43 DOI: 10.5472/MMJ.2010.01752.1 Özgün Araştırma / Original Article Pektus Ekskavatum Deformitesinde Minimal İnvaziv Onarım Tekniği: Marmara Deneyimi Minimally Invasive Repair Technique for Pectus Excavatum Deformity: The Marmara Experience Korkut BOSTANCI, Hakan OZALPER, Mustafa YUKSEL Marmara University School of Medicine, Department of Thoracic Surgery, Istanbul, Türkiye ÖZET ABSTRACT Amaç: Pektus ekskavatumun cerrahi tedavisinde minimal invaziv onarım tekniği giderek daha çok kabul görmekte, çocuklarda ve erişkinlerde başarıyla uygulanmaktadır. Bu çalışmada kliniğimizin pektus ekskavatum tedavisinde minimal invaziv onarım deneyimi değerlendirilmektedir. Hastalar ve Yöntemler: Ağustos 2005 - Kasım 2010 tarihleri arasında minimal invaziv onarım tekniği uygulanan 168 pektus ekskavatum olgusu retrospektif olarak incelendi. Olgular; genel demografik veriler, ameliyat endikasyonu, deformite şekli, ek anomali, aile öyküsü, önceki cerrahi düzeltmeler, bar sayısı, ameliyat süresi, ek girişim, analjezi yöntemi, perioperatuar ve postoperatuar komplikasyonlar, bar çekilmesi ve hasta memnuniyeti yönünden değerlendirildi. Bulgular: Olguların 141’i erkek, 27’si kadın, ortanca yaş 16 idi. 110 olguda deformite simetrik, 58’inde asimetrikti. En sık rastlanan ek anomali 27 olguda görülen skolyozdu. 26 olguda ailede deformite öyküsü mevcuttu. 14 olguya daha önce açık cerrahi uygulanmıştı. Olguların 105’inde 1, 58’inde 2, 5’inde 3 bar ile düzelme sağlanabildi. Ortanca operasyon süresi 60 dakika idi. En sık perioperatif komplikasyon 12 olguda gelişen pnömotorakstı. Geç dönemde en sık komplikasyon 8 olguda gelişen yara enfeksiyonuydu. 7 olguda planlanan sürenin sonuna barlar çekildi, 1 olgu dışında nüks görülmedi. Yaşam kalitesi anketlerinde olguların %94’ünün tedaviden memnun olduğu görüldü. Sonuç: Minimal invaziv onarım, başarılı kozmetik sonuçları ve yüksek hasta memnuniyeti ile pektus ekskavatumda yüz güldürücü bir tedavi yöntemidir. Anahtar Kelimeler: Göğüs duvarı deformitesi, Pektus ekskavatum, Minimal invaziv cerrahi, Nuss prosedürü, MIRPE Objective: Minimally invasive repair of pectus excavatum (MIRPE) have gained support recently as it can be applied in both children and adults successfully. Our objective was to review minimally invasive repair of pectus excavatum in Marmara University School of Medicine. Patients and Methods: One hundred and sixty eight cases who had minimally invasive repair between August-2005 and November-2010 were reviewed retrospectively. Cases were evaluated according to demographics, surgical indication, form of deformity, concommitant anomalies, family history, previous corrections, number of bars, duration of the operation, concommitant procedures, pain management, peri-andpostoperative complications, bar removal, and patient satisfaction. Results: One hundred and forty one cases were male, 27 were female. Median age was 16. The deformity was symmetric in 110, asymmetric in 58 cases. The most common concommitant anomaly was scoliosis in 27 cases. 26 cases had a family history for deformity. 14 cases had a previous open repair. 1 bar in 105, 2 in 58, 3 in 5 cases were placed for correction. The median duration of the operation was 60 minutes. The most common perioperative complication was pneumothorax in 12 cases. The most common postoperative complication was wound infection in 8 cases. Bar removal was performed in 7 cases with only one recurrence. Quality-of-life questionnaires revealed that 94% of patients were satisfied with the treatment. Conclusion: This minimally invasive technique is a promising procedure for better cosmetic results and high levels of patient satisfaction. Keywords: Chest wall deformity, Pectus excavatum, Minimally invasive surgery, Nuss procedure, MIRPE Başvuru tarihi / Submitted: 25.11.2010 Kabul tarihi / Accepted: 16.12.2010 İletişim Bilgileri: Dr. Korkut Bostancı, Marmara University School of Medicine, Department of Thoracic Surgery, Istanbul, Türkiye. e-mail: [email protected] 38 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):38-43 K. BOSTANCI ve ark Minimal invaziv pektus ekskavatum onarımı çekilmesi ve değerlendirildi. GİRİŞ Konjenital göğüs duvarı deformiteleri içinde en sık görüleni pektus ekskavatum (PE) olup 300 – 400 canlı doğumda bir görülür1,2 (Şekil 1). Pektus ekskavatumda klasik düzeltme operasyonu Ravitch sternoplasti olarak adlandırılan açık cerrahi yöntemdir3. Ancak 1998 yılında Nuss4 tarafından tarif edilen Minimal İnvaziv Pektus Ekskavatum Onarımı (MIRPE) cerrahi tedavi seçeneği olarak gündeme gelmiştir ve popülaritesi gün geçtikçe artmaktadır. Uygun şekil verilen metal bir barın herhangi bir kemik veya kıkırdak doku rezeksiyonu yapılmaksızın retrosternal olarak yerleştirilmesi ve barın kronik basısıyla deformitenin düzelmesini takiben barın çekilmesi esasına dayanan MIRPE yöntemi; önde değil yanlarda yer alan küçük insizyonları, kısa ameliyat süresi, minimal kan kaybı ve gündelik aktiviteye kısa sürede dönüş sağlaması nedeniyle kabul görmüş ve pek çok merkezde 5-7 uygulanır hale gelmiştir . Bu süreçte değişim de geçiren tekniğin en tercih edilen şekli Pilegaard8 tarafından geliştirilmiş, bu modifikasyonda bar boyu kısalmış ve stabilizör sayısı azalmıştır. öncesi yönünden Cerrahi Teknik Ağrı kontrolü için epidural analjezi tercih edilecek hastalara ameliyat öncesi torasik epidural kateter yerleştirildi. Hasta ameliyat masasına supin pozisyonda yatırıldı. Torakoskopi esnasında hiperekstansiyondan kaçınmak için sol kol asıldı, sağ kol ise yana açıldı. Hasta tek lümenli tüple entübe edildi. Deformitenin en derin noktası ve her iki yanda en yüksek noktası işaretlendi. Aluminyum kalıplardan uygun boyda olanı seçilerek gereken şekil verildi. Bu kalıba bakılarak aynı boydaki nikel – çelik alaşımı bar el bükücüsü ile verilen şekil doğrultusunda büküldü. Asimetrik deformiteli olgularda bara Park5 tarafından tarif edildiği gibi asimetrik olarak şekil verildi. Bu esnada her iki ön aksiller hat seviyesinde 1-2 cm boyunda birer insizyon yapılarak cilt ve ciltaltı dokulara geçildi, deformite kenarlarına kadar tünel oluşturuldu ve solda stabilizör için ciltaltında cep hazırlandı. Birden fazla bar gereken durumlarda yeni barlar için ek insizyonlar yapıldı. Sağda arka aksiller hat üzerine ikinci bir insizyon yapılarak 30 derece açılı torakoskop yerleştirildi. CO2 ensuflasyonuyla akciğer ve mediastinal yapılar itilerek görüş alanı arttırıldı. Torakoskop gözetiminde kılavuz sağ insizyondan ilerletilerek deformitenin en yüksek olduğu noktadan toraksa girildi ve künt diseksiyonla perikard ile sternum arasından, deformitenin en derin noktası arkasından geçilerek sol hemitoraksa uzanan bir tünel oluşturuldu. Kılavuzun ucu solda deformitenin en yüksek kenarından toraks dışına uzatıldı ve önceden hazırlanan cilt insizyonundan çıkartıldı. Kılavuz asılarak deformitenin düzelme derecesi gözlendi ve ek bar konulup konulmayacağına karar verildi (Şekil 2). Bu esnada kostal arklara künt bası uygulanarak göğüs ön duvarındaki ekstra protrüzyonlar düzeltilmeye çalışıldı. pektus Ucuna uygun kalınlıkta bir ekstrafor bağlanan kılavuz geri çekilerek sağ hemitorakstan olan bar ekstrafora çıkartıldı. Hazırlanmış bağlanarak torakoskop gözetiminde sağ hemitoraksa sokuldu ve tünelden ilerletilerek açıklığı yukarı bakacak şekilde sol hemitorakstan dışarı çıkartıldı. Döndürücüler yardımı ile bar 180 derece döndürülerek olması gereken pozisyona getirildi. Stabilizasyon genellikle solda tek stabilizör ile sağlandı, stabilizör ciltaltı tünelinde iyice mediyale doğru ilerletilerek yerleştirilen barın toraksa giriş yerine mümkün olan en yakın noktada HASTALAR VE YÖNTEMLER Çalışmamızda MIRPE tekniği ile cerrahi düzeltme yapılan PE deformiteli olguların kayıtları retrospektif olarak incelendi. Olgular; genel demografik veriler, ameliyat endikasyonu, deformite şekli, ek anomali, aile öyküsü, önceki cerrahi düzeltmeler, ameliyatta yerleştirilen bar sayısı, ameliyat süresi, ek girişim, analjezi yöntemi, perioperatuar ve postoperatuar komplikasyonlar, bar 39 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):38-43 memnuniyeti Ameliyat öncesinde tüm olgulara rutin kan tetkikleri yapıldı, posteroanterior (PA) ve lateral göğüs grafileri ve elektrokardiyogram çekildi, solunum fonksiyon testi ve ekokardiyogram yapıldı. Olgulara rutin olarak toraks tomografisi çekilmedi, herhangi bir pektus indeksi hesaplanmadı. Bu çalışmada Türkiye’deki en geniş serilerden birine sahip olan kliniğimizin PE deformitesi tedavisine yaklaşımı ve deformitenin minimal invaziv yöntemle düzeltilmesi konusundaki deneyimi, klinik uygulamadaki teknik detaylar, hastanede kalış sürecinde yaşananlar ve taburculuk sonrası hasta memnuniyeti açısından değerlendirilmektedir. Şekil 1. Minimal invaziv onarım ekskavatum deformitesinin görünümü hasta K. BOSTANCI ve ark Minimal invaziv pektus ekskavatum onarımı kas dokularına 1 numara polidioksan (PDS) sütür ile tespit edildi. Yerleştirilen barlar en az 2 yıl süreyle izlendikten sonar; hastanın yaşı, göğüs kafesi yapısı ve deformitenin şekli göz önünde bulundurularak 5 yıla kadar uzayabilen süre sonunda genel anestezi altında çekildi. Torakoskop için yapılan insizyondan yerleştirilen bir aspirasyon sondası yardımıyla pozitif basınçlı ventilasyon eşliğinde sualtı drenajı uygulanarak hava tahliyesi yapıldı ve sonda çekildi. İstatistiksel analizlerde tanımlayıcı istatistikler uygulandı ve analiz için SPSS 15.0 (SPSS Inc., Chicago, IL) yazılımından yararlanıldı. Olguların tümüne ameliyat sonrasında kontrol göğüs grafisi çekilerek pnömotoraks yönünden değerlendirildi (Şekil 3). Takip gerektiren olgularda grafiler günlük olarak tekrarlandı. BULGULAR Ağustos 2005’ten Kasım 2010’a kadar geçen sure zarfında kliniğimizde MIRPE tekniği ile cerrahi düzeltme yapılan 168 PE olgusunun 141’i erkek, 27’si kadın idi. Yaş aralığı 6 ile 35 arasında değişmekteydi ve ortanca yaş 16 olarak hesaplandı. Ameliyat endikasyonu olguların 167’sinde psikososyal sorun yaratan kozmetik görüntü bozukluğu iken bir olguda ek olarak derin ksifoidal basıya eşlik eden perikardiyal efüzyon idi. Olguların 110’unda deformite simetrik, 58’inde asimetrik idi. Seride en sık rastlanan ek anomali skolyozdu ve 27 olguda saptandı. Dört olguda hipoplazik meme, 2 olguda polidaktili, 2 olguda mental retardasyon, 1 olguda pes ekinus, 1 olguda raşitizm, 1 olguda mikrognati, 1 olguda patent duktus arteriyozus (PDA), 1 olguda patent foramen ovale (PFO), 1 olguda atriyal septal defekt (ASD) ve 1 olguda trakeal bronkus tespit edildi. Şekil 2. Ameliyat esnasında iki kılavuz ile retrosternal tünellerin oluşturulmuş hali Olguların 26’sında ailede konjenital göğüs duvarı deformitesi (PE veya pektus karinatum – PC) öyküsü mevcuttu. Deformite 15 olguda 1. derecedeki yakınlarda, 11 olguda 2. derece yakınlarda, 3 olguda ise hem 1. hem 2. derece yakınlarda tespit edildi. Olguların 14’ü deformitesi nedeniyle daha önce başka merkezlerde açık cerrahi uygulanmış ve nüks gelişmiş olgularken, 2 olguda açık cerrahi sonrası gelişen nüksü takiben MIRPE de uygulanmış, 1 olguda ise sadece MIRPE uygulanmış ama düzelme sağlanamamıştı. Bir olguda ise hipoplazik memenin eşlik ettiği deformite silikon protez yerleştirilerek düzeltilmeye çalışılmış ancak hasta memnuniyeti sağlanamamıştı. Pektus ekskavatum deformitesi nedeniyle MIRPE uygulanan bu 168 olgudan 105’inde tek bar ile düzelme sağlanırken 58 olguda 2 bar, 5 olguda ise 3 bar ile düzelme sağlanabildi. Deformitesinde yetersiz düzelme görülen 7 olguda barlar ikinci bir seansta yenileriyle değiştirildi, 3 olguda ise birer adet ek bar yerleştirildi. Operasyon süresi 20 dakika ile 180 dakika arasında değişti ve ortanca süre 60 dakika olarak hesaplandı. Bir olguda MIRPE ile birlikte nüks pnömotoraks nedeniyle sağ akciğere konkomitan apikal kama rezeksiyon uygulandı. Şekil 3. İki bar ile minimal invaziv onarım yapılan olgunun postoperatif göğüs grafisi Ağrı kontrolü için postoperatif ilk iki gün boyunca hasta kontrollü epidural analjezi, hasta kontrollü intravenöz analjezi veya rutin intravenöz analjezi yöntemlerinden biri uygulandı, üçüncü günden itibaren taburculuğa kadar oral analjeziklerle ağrı kontrolüne devam edildi (Şekil 4). Postoperatif erken dönemde ağrı kontrolü, 168 olguya uygulanan bu 178 girişimin 80’inde epidural analjezi, 56’sında hasta kontrollü intravenöz analjezi, 42’sinde ise intravenöz analjezi ile sağlandı. Analjezik ajan olarak fentanil ve bupivakain kombinasyonu, meperidin ve tramodol tercih edildi. Analjezi idamesi için hastalar oral tramodol ve etodolak ile taburcu edildi. Ameliyat öncesi ve ameliyattan 6 ay sonra olgulara yaşam kalitesi anketi uygulandı ve memnuniyet dereceleri belirlendi. Derecelendirme; “çok memnun”, “memnun”, “memnun değil” ve “hiç memnun değil” şeklinde yapıldı. 40 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):38-43 K. BOSTANCI ve ark Minimal invaziv pektus ekskavatum onarımı TARTIŞMA Hastanede yatış süresi 2 ile 15 gün arasında değişmekte idi ve ortanca yatış süresi 5 gün olarak hesaplandı. Pektus ekskavatum tedavisinde uygulanan açık cerrahi tekniklere alternatif olarak on yılı aşkın bir süre önce Nuss4 tarafından geliştirilen ve daha sonra Pilegaard7 tarafından modifiye edilen MIRPE tekniği hem adelosan dönemde hem de erişkinlerde 8-10 Biz de başarıyla uygulanabilmektedir . kliniğimizde MIRPE’yi 2005 yılından beri, daha çok Pilegaard’ın modifiye ettiği şekliyle daha kısa bar ve tek stabilizör kullanarak ve ilave küçük değişikliklerle uygulamaktayız. Seride en sık karşılaşılan perioperatif komplikasyon 12 olguda gelişen pnömotorakstı, ancak sadece ikisine erken postoperatif dönemde tüp torakostomi uygulanması gerekti. Dört olguda ise üçü drenaj gerektiren plevral effüzyon gelişti. Dört olguda yapışıklığa bağlı pulmoner laserasyon gelişti ve bu olgulara peroperatuar toraks tüpü yerleştirildi. İki olguda perikardiyal laserasyon, 1 olguda ise torakotomi gerektiren miyokardiyal laserasyon gelişti. Miyokardiyal laserasyon primer olarak tamir edildi ve takiben hastaya pektus barı yerleştirildi. Ayrıca 2 olguda kot fraktürü, 1 olguda interkostal arter kanaması gelişti. Serideki hiçbir olguda kan transfüzyonu gerektirecek boyutta kanama görülmedi. Literatürde MIRPE’nin 1 ile 50 yaş aralığında olgulara başarıyla uygulanabildiği bildirilmiştir5,8,9,11,12. Ancak en ideal yaş aralığı puberte dönemi yani 10 – 16 yaş arasıdır. Teknik daha erken yaşlarda da uygulanabilir, ancak takip eden puberte döneminde vücut hızlı gelişirken nüks olasılığı artar. Puberte sonrası dönemde de MİRPE’den iyi sonuç alınabilmektedir, ancak 3. ve 4. dekatta uygulandığında iki veya daha fazla bar kullanarak düzeltme olasılığı artmaktadır7. Geç dönemde 8 olguda yara enfeksiyonu, 6 olguda selülit, 5 olguda bar dislokasyonu, 1 olguda stabilizör dislokasyonu, 3 olguda hematom, 3 olguda seroma, 3 olguda nikel alerjisi, (miyokard laserasyonu gelişen) 1 olguda ise Dressler sendromu gelişti. Dislokasyon olgularına cerrahi revizyon uygulandı. Dressler sendromu gelişen olgu da dahil diğer olgularda semptomlar medikal tedaviyle giderildi. Minimal invaziv pektus ekskavatum onarımı ile en başarılı sonuçlar deformitesi simetrik olgularda alınır4. Deformitesi çok derin ve açılı olgularda, ve asimetrik olgularda cerrahi uygulama zordur ve genellikle düzelme birden fazla barla sağlanabilir. Bu tip olgularda ikinci bir açı verilerek asimetrik olarak bükülen barlarda daha iyi sonuç elde edilir5. Biz de asimetrik olgularımızda bu yöntemi uyguladık ve simetrik olgulardaki kadar etkin düzelme sağladık. Nikel allerjisi gelişen olgulardan birindeki reaksiyon geç dönem tip 4 allerjik reaksiyon idi ve semptomların sebat etmesi üzerine yerleştirilmiş olan 3 bar postoperatif 10. ayda çekildi. Üç olgunun barları persistan ağrı nedeniyle planlanan süreden önce; 1., 3. ve 5. aylarda çekildi. Bir olguda skolyoz derecesinde artış, 1 olguda ise iyatrojenik PC deformitesi gelişmesi üzerine barlar 20. ve 11. aylarda çekildi. Minimal invaziv pektus ekskavatum onarımında ağrı kontrolü için epidural analjezi tercih edilecekse ameliyat öncesi hastaya torasik epidural kateter yerleştirilir. Birçok merkezde standart uygulama budur, ancak intravenöz analjezi ile ağrı kontrolü sağlanan merkezler de mevcuttur6,7,12-14. Biz serimizde değişik protokoller çerçevesinde her iki yöntemi de etkin bir şekilde uyguladık. Serideki 7 olguda 2-4 yıl arasındaki takip sonrası planlanan sürenin sonuna ulaşılarak barlar çekildi. Barı çekilen 7 olgudan birinde hastanın ek müdahale talep etmediği minimal nüks gelişti. Entübasyon için çift lümenli entübasyon tüpü kullanılarak tek akciğer söndürülmek suretiyle çalışılan hemitoraks içindeki görüş alanı rahatlatılabilir8,9. Alternatif olarak tek lümenli tüple entübasyon yapılır, çalışılan hemitoraksa CO2 ensufle edilerek rahat çalışma alanı yaratılabilir7,10. Biz tek lümenli tüple entübasyon ve 5 – 15 mm Hg basınçla CO2 ensuflasyonunu tercih ettik, çünkü bu şekilde mediyastende yapılan diseksiyonun çok daha rahat olduğunu düşünüyoruz. Hastalara uyguladığımız yaşam kalitesi anketlerinden elde edilen veriler ışığında; olguların %82’si sonuçtan “çok memnun” ve %12’si “memnun” iken %6’sı uygulanan tedaviden “memnun değil” olarak değerlendirildi. Günümüzde MIRPE rutin olarak torakoskopi yardımlı yapılmaktadır. Sıklıkla sağ torakoskopi tercih edilirken, sol torakoskopiyi veya bilateral torakoskopiyi tercih eden cerrahlar da vardır15-17. Biz perikard ile sternum arasında tünel oluşturmanın sağdan daha kolay olduğunu düşündüğümüzden sağ torakoskopi ile MIRPE uygulamayı tercih ettik. Kısa bar ve mümkün olduğu kadar göğüs ön duvarına yerleştirilmiş stabilizörle bar dislokasyonu olasılığının, uzun bar ve yanlara yerleştirilmiş stabilizörden daha düşük olduğu bilinmektedir8,9. Biz de serimizde Pilegaard’ın modifikasyonuna uygun şekilde Nuss’un Şekil 4. İki bar ile minimal invaziv onarım yapılan olgunun erken postoperatif dönemde göğsünün görünümü 41 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):38-43 K. BOSTANCI ve ark Minimal invaziv pektus ekskavatum onarımı yıl arasında değişen sürelerle yerinde tutmayı tercih ediyoruz. Belirlediğimiz süreler sonunda çektiğimiz barlarda 1 olgu dışında nüks sorunu yaşamadık. kullandığından ortalama 5cm daha kısa barlar kullandık. Minimal invaziv pektus ekskavatum onarımında kullanılan metal bar nikel–çelik alaşımı olup nikel alerjisi öyküsü olan olgularda kullanılması uygun olmaz. Bu olgularda titanyum barlar tercih edilmelidir. Ameliyat öncesi dönemde nikel allerjisini tespit etmek için aksesuvarlarla ilgili allerji öyküsü sorgulanır, gerekirse deri testi yapılır. Bu tip olgularda firmaya titanyum bar sipariş etmek gerekeceğinden uygun bar boyu ameliyattan önce 7,18 belirlenmelidir . Serimizde olguların tümünde nikel allerjisi sorgulandığı ve şüpheli olgularda ön kola küçük metal plakla deri testi yapıldığı halde 2 olguda hafif allerjik reaksiyon gelişti, 1 olguda ise geç dönemde gelişen tip 4 allerjik reaksiyon yüzünden yerleştirdiğimiz barları planladığımız süreden önce çekmek zorunda kaldık. Ravitch sternoplasti sonrası deformitesi nüks eden olgularda da MIRPE başarıyla uygulanabilir. Bu olgularda retrosternal yapışıklıklar konusunda dikkatli olunmalı, torakoskopun gözetiminde tünel oluşturulurken titiz çalışılmalı, gereken olgularda toraks dreni yerleştirmekten kaçınılmamalıdır7,16. Serimizde 16 olguya daha önce başka merkezlerde açık cerrahi uygulanmıştı ve biz bu olgularda başarıyla MIRPE ameliyatı uyguladık. Pektus ekskavatum tedavisinde MIRPE ile uzun dönem sonuçlar hasta memnuniyeti bakımından da yüz güldürücüdür. En geniş serilerden biri olan Nuss7’un bar çekilmesini takiben birinci yılını tamamlamış 628 olguluk serisinde sonucu mükemmel olarak değerlendiren hasta oranı % 86, iyi olarak değerlendiren hasta oranı % 10.3, fena değil olarak değerlendiren hasta oranı %2.4 iken, sonuçtan hiç memnun olmayan hasta oranı sadece %1.3’tür.Literatürde MIRPE ile hasta yaşam kalitesi çalışmalarında hastaların büyük çoğunluğunda MIRPE sonrası özgüvenin arttığı ve sonuçtan tatmin oranının yüksek olduğu bulunmuştur. Serilerde hasta memnuniyeti oranı %95’leri bulmaktadır5,8,20,24. Bizim serimizdeki %94’lük hasta memnuniyeti oranı literatür ile uyumludur. Doğru hasta seçimi, cerrahi teknikteki gelişmeler, bar stabilizasyonuna gösterilen özen, yapılan dikkatli hava tahliyesi, solunum fizyoterapisi, profilaktik antibiyotik kullanımı ve en önemlisi de MIRPE uygulayan merkezlerin tecrübelerinin artması ile erken dönem komplikasyonların oranı tüm serilerde gittikçe azalmaktadır7,19,20. Erken postoperatif dönemde görülebilecek komplikasyonlar arasında pnömotoraks, yara enfeksiyonu, hemotoraks, nikel alerjisi, plevral efüzyon, perikardit ve pnömoni sayılabilir. Pnömotoraks oranı %10’u aşmadığı sürece müdahale gerektirmez. Yabancı cisim implantasyonu yapıldığı göz önünde bulundurularak titiz çalışılması ve antibiyotik profilaksisi sayesinde serilerde enfeksiyon oranı genellikle % 1’i aşmaz21,22. SONUÇ Hem kendi deneyimimiz hem de literatürdeki seriler ışığında denilebilir ki MIRPE; minimal invaziv bir teknik olması, kısa ameliyat süresi, düşük morbidite ve yüksek hasta memnuniyeti oranları ile pektus ekskavatum deformitesi düzeltilmesinde çok başarılı bir yöntemdir ve pek çok olguda klasik düzeltme ameliyatlarına tercih edilebilir. Geç dönem komplikasyonlar arasında bar ve stabilizör dislokasyonu, enfeksiyon, alerjik reaksiyonlar, ciltte erozyon, nüks veya iyatrojenik PC sayılabilir. Bardaki rotasyon oranı %20’lik bir düzeye kadar tolere edilebilir, bu düzeyi aşan rotasyonlarda reoperasyon gerekir7. Biz bar ve stabilizörü 1 numara PDS ile kas dokusuna tespit ettik, ancak barın dönebileceğini veya stabilizörün deplase olabileceğini düşündüğümüz olgularda çelik telle stabilizörü bara ve kostaya tespit etmeyi tercih ettik. KAYNAKLAR Persistan ağrı mevcudiyeti geç dönemde en sık karşılaşılan durumlardan biridir. Bu durum bardaki veya stabilizördeki bir dislokasyona, barın kostaları sıkıştırmasına, kostalarda veya sternumda basıyla erozyon gelişmesine, fazla uzun barın dokuları ezmesine, enfeksiyona ve hatta nikel 7 alerjisine bağlı olabilir . Sebebe yönelik tedaviler ve uzun süreli analjezik tedavi uygulanabilir. Literatürde persistan ağrı nedeniyle erken bar çekilmesi olguları 23 bildirilmiştir . Biz de 3 olguda persistan ağrı nedeniyle barları planlanan süreden önce çekmek zorunda kaldık. Uzun dönemli çalışmalar göstermiştir ki MIRPE ile yerleştirilen barlar 2 – 4 yıl süreyle yerinde kalmalıdır. 2 yıldan önce çekilen barlarda 7 nüks oranı artar . Biz de yerleştirdiğimiz barları hastanın yaşını, göğüs kafesinin yapısını ve deformitenin şeklini göz önünde bulundurarak 2 ile 4 1. Schamberger RC. Chest wall deformities. In: Shields TW, Locicero III J, Reed CE, Feins RH,eds. General Thoracic Surgery, 7th ed. Philadelphia: Lippincott Williams & Wilkins, 2009: 599. 2. Huddleston CB. Chest wall deformities. In: Patterson GA, Cooper JD, Deslauriers, J, Lerut AEMR, Luketich JD, Rice TW, eds. Pearson’s Thoracic & Esophageal Surgery, 3rd ed. Philadelphia: Churchill Livingstone Elsevier, 2008: 1236. 3. Ravitch MM. The operative treatment of pectus excavatum. Ann Surg 1949;129:429-444. 4. Nuss D, Kelly RE Jr, Croitoru DP, Katz ME. A 10-year review of a minimally invasive technique for the correction of pectus excavatum. J Pediatr Surg 1998;33(4):545-552. doi: 10.1016/S00223468(98)90314-1 5. Park HJ, Lee SY, Lee CS, Youm W, Lee KR. The Nuss procedure for pectus excavatum: evolution of techniques and early results on 322 patients. Ann Thorac Surg 2004;77(1):289-295. doi: 10.1016/S0003-4975(03)01330-4 42 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):38-43 K. BOSTANCI ve ark Minimal invaziv pektus ekskavatum onarımı 6. Dzielicki J, Korlacki W, Janicka I, Dzielicka E. Difficulties and limitations in minimally invasive repair of pectus excavatum--6 years experiences with Nuss technique. Eur J Cardiothorac Surg 2006;30(5):801-804. doi: 10.1016/j.ejcts.2006.08.004 16. Schaarschmidt K, Kolberg-Schwerdt A, Lempe M, Schlesinger F. Extrapleural submuscular bars placed by bilateral thoracoscopy: a new improvement in modified Nuss funnel chest repair. J Pediatr Surg 2005;40:1407-1410. doi: 10.1016/j.jpedsurg.2005.05.039 7. Nuss D. Minimally invasive surgical repair of pectus excavatum. Semin Pediatr Surg 2008;17(3):209-217. doi: 10.1053/sempedsurg.2008.03.003 8. Pilegaard HK, Licht PB. Early results following the Nuss operation for pectus excavatum--a single-institution experience of 383 patients. Interact Cardiovasc Thorac Surg 2008;7(1):5457. doi: 10.1510/icvts.2007.160937 17. Palmer B, Yedline S, Kim S. Decreased risk of complications with bilateral thoracoscopy and left-to-right mediastinal dessection during minimally invasive repair of pectus excavatum. Eur J Pediatr Surg 2007;17:81-83. 9. 18. Rushing GD, Goretsky MJ, Gustin T, Morales M, Kelly RE Jr, Nuss D. When it is not an infection: metal allergy after the Nuss procedure for repair of pectus excavatum. J Pediatr Surg 2007;42(1):93-97. doi: 10.1016/j.jpedsurg.2006.09.056 Pilegaard HK, Licht PB. Routine use of minimally invasive surgery for pectus excavatum in adults. Ann Thorac Surg 2008;86(3):952-956. doi: 10.1016/athoracsur.2008.04.078 19. Park HJ, Lee SY, Lee CS. Complications associated with the Nuss procedure: analysis of risk factors and suggested measures for prevention of complications. J Pediatr Surg 2005;39:391-395. doi: 10.1016/j.jpedsurg.2003.11.012 10. Teh SH, Hanna AM, Pham TH, et al. Minimally invasive repair for pectus excavatum in adults. Ann Thorac Surg 2008;85(6):1914-1918. doi: 10.1016/jathoracsur.2008.03.011 20. Ong CC, Choo K, Morreau P. The learning curve in learning the curve: a review of Nuss procedure in teenagers. ANZ J Surg 2005;75:421-424. doi:10.1111/j.1445.2197.2005.03402.x 11. Hebra A, Gauderer MW, Tagge EP, Adamson WT, Othersen HB Jr. A simple technique for preventing bar displacement with the Nuss repair of pectus excavatum. J Pediatr Surg 2001;36(8):1266-1268. doi: 10.1053/jpsu.2001.25791 21. Calkins CM, Shew SB, Sharp RJ, et al. Management of postoperative infections after the minimally invasive pectus repair. J Pediatr Surg 2005;40:1004-1008. doi: 10.1016./j.jpdsurg.2005.03.017 12. Coln D, Gunning T, Ramsay M, Swygert T, Vera R. Demonstrating relief of cardiac compression with the Nuss minimally invasive repair for pectus excavatum. J Pediatr Surg 2006;41(4):683-686. doi: 10.1016/j.jpedsurg.2005.12.009 22. Shin S, Goretsky MJ, Kelly RE Jr, Gustin T, Nuss D. Infectious complications after the Nuss repair in a series of 863 patients. J Pediatr Surg 2007;42:87-92. doi: 10.1016.j.jpedsurg.2006.09.057 13. Hurme T, Savola J, Vilkki V. Minimally invasive repair for treating pectus excavatum - early results. Scand J Surg 2008;97(1):63-70. 23. Engum S, Rescorla F, West K, Rouse T, Scherer LR, Grosfeld J.Is the grass greener? Early results of the Nuss procedure. J Pediatr Surg 2000;35(2):246-251. doi: 10.1016/S00223468(00)90018-6 14. Castellani C, Schalamon J, Saxena AK, Höellwarth ME. Early complications of the Nuss procedure for pectus excavatum: a prospective study. Pediatr Surg Int 2008;24(6):659-666. doi: 10.1007/s00383-008-2106-z 24. Metzelder ML, Kuebler JF, Leonhardt J, Ure BM, Petersen C. Self and parental assessment after minimally invasive repair of pectus excavatum: lasting satisfaction after bar removal. Ann Thorac Surg 2007;83:5:1844-9. doi: 10.1016/jathoracsur.2006.12.064 15. Hendrickson RJ, Bensard DD, Jarick JS, Partrick DA. Efficacy of left thorcoscopy and blunt mediastinal dissection during the Nuss procedure for pectus excavatum. J Pediatr Surg 2005;40:1312-1314. doi: 10.1016/j.jpedsurg.2005.05.017 43 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):38-43 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):44-58 DOI: 10.5472/MMJ.2010.01747.1 Derleme / Review Noninvazif Mekanik Ventilasyon Noninvasive Mechanical Ventilation Sait KARAKURT Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Gögüs Hastalıkları Anabilim Dalı, Yoğun Bakım Bilim Dalı, İstanbul, Türkiye ÖZET ABSTRACT Yoğun Bakım Ünitesine yatırılan hastalarda solunum yetmezliği sık karşılaşılan bir klinik sorundur. Bu hastaların medikal tedavinin etkisi başlayıncaya kadar solunum desteğine gereksinmeleri vardır. Pozitif basınçlı ventilasyon bu hastalarda destek için kullanılır. Noninvazif mekanik ventilasyonda (NIMV) mekanik ventilasyon desteği hastaya yüze uygulanan bir maske aracılığı ile verilirken, invazif mekanik ventilasyonda (IMV) entübasyon tüpü aracılığı ile verilir. Destek derecesi aynı olmakla birlikte komplikasyon oranları NIMV’da IMV’a göre daha düşüktür. Respiratory failure in patients hospitalized in the intensive care unit is a common clinical problem. These patients need respiratory support until the effect of medical treatment begins. Positive pressure ventilation is used to support patients with respiratory failure. Mechanical ventilatory support may be given to the patient via face interface during noninvasive mechanical ventilation (NIMV) or via entubation tube during invasive mechanical ventilation (IMV). Although the degree of support are the same, complication rates are lower in NIMV than IMV. Anahtar Kelimeler: Solunum, Noninvazif mekanik ventilasyon Keywords: ventilation GİRİŞ Breathing, Noninvasive mechanical hastayı ele alalım. Burada 2. hasta daha fazla solunum eforu ile 60 mm Hg’lık PaO2 değerine ulaşıyor. Eğer 2. hastaya destek verilmezse daha sonraki aşamada yardımcı solunum kaslarını kullanacak, interkostal ve supraklaviküler çekilmeleri, burun kanadı solunumu, paradoks karın solunumu gelişecek, ardından solunum yetmezliğinin biyokimsal kriterleri oluşacak ve sonunda solunum duracaktır. Öncelikle hastaya verilen O2 konsantrasyonunu arttırmak, daha sonra da solunum sıkıntısı sürüyorsa hastaya mekanik ventilasyon desteği vermek gereklidir (Tablo 1). Solunum yetmezliği yoğun bakım ünitelerindeki hastaların çoğunda karşılaşılan bir klinik tablodur. Medikal tedavinin etkisi beklenirken, hastanın solunumu desteklemek için pozitif basınçlı ventilasyon, noninvazif ya da invazif olarak uygulanabilir. Mekanik ventilasyonun en sık endikasyonu solunum işindeki artmanın solunum yetmezliğine eğilim yaratması durumudur. PaO2’leri 60 mm Hg fakat solunum sayıları 30/dakika ve 50/dakika olan 2 Başvuru tarihi / Submitted: 24.11.2010 Kabul tarihi / Accepted: 31.12.2010 İletişim Bilgileri: Dr. Sait Karakurt, Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı, Yoğun Bakım Bilim Dalı, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 44 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):44-58 S. KARAKURT Noninvazif mekanik ventilasyon Tablo 1. Mekanik ventilasyon endikasyonları 1-Solunum işinin artmasının solunum yetmezliğine eğilim yaratması (solunum sayısı >35/dakika, interkostal ve supraklaviküler çekilmeleri, burun kanadı solunumu, paradoks karın solunumu) 2-Solunum yetmezliği PaO2/FiO2<200 mm Hg ve /ya da PaCO2>45 mm Hg ve pH<7.35 3-Solunum durması FiO2:solunan havadaki O2 konsantrasyonu Tanımlar 7-PaO2/FiO2: Akciğerlerin oksijenasyon yeteneğini gösterir. Normalde 300 mm Hg’dan fazladır. 200-300 arası akut akciğer hasarı (Acute Lung Injury=ALI), 200’ün altı ise Erişkinin Sıkıntılı Solunum Sendromu (Adult Respiratory Distress Syndrom=ARDS) kriteri olarak tanımlanmaktadır. (Örnek: 80 mm Hg/0.21=381 mm Hg) 1-PEEP (Positive End Expiratory Pressure): Ekspirasyon sonu pozitif basınç. Normalde sıfıra eşittir. 2-EPAP (Expiratory Positive Airway Pressure): Ekspiratuvar pozitif hava yolu basıncı. Sadece ekspirasyon sırasında pozitif basınç verilir. 8-Pozitif basınçlı ventilasyon: Pozitif basınç kullanılarak havanın alveollere kadar ulaşması ve buradan da dışarı atılmasını sağlamaktır. 3-CPAP (Continuous Positive Airway Pressure): Sürekli pozitif hava yolu basıncı. Hem inspirasyon hem de ekspirasyonda aynı değerde pozitif basınç uygulanır. Pozitif mekanizmaları (PEEP=EPAP=CPAP) basınçlı ventilasyonun etki 1-Pozitif basınçlı ventilasyon ile kapalı alveollerin açılması (atelektazinin düzeltilmesi), açık alveollerin daha da genişletilmesi ve genişleyen alveollerin etkisiyle interstisyum sıvısının yanlara itilmesi ile gaz değişim alanının arttırılması oksijenasyonda daha belirgin olmak üzere gaz değişimini iyileştirmektedir (Şekil 1). 4-BIPAP (Bi-level Positive Airway Pressure): İki seviyeli pozitif hava yolu basıncı. Genelikle inspirasyonda daha yüksek, ekspirasyonda ise daha düşük pozitif basınç uygulanır. Daha fizyolojiktir, hastanın ekspirasyon sırasında yüksek ekspirasyon basıncına karşı soluması engellenerek uyumu arttırılır). BIPAP-ST solunum dürtüsü azalan ya da apneleri olan hastalarda zorunlu solunum yaptırabilmesi nedeniyle tercih edilmektedir. 2-Daha iyi ventilasyon ile CO2 atılımı sağlanmaktadır. 5-Oto-PEEP: Bronş daralması ya da hızlı solunum nedeniyle ekspirasyon sonunda çıkamayan havanın miktarıyla orantılı olarak darlığın distalinde ekspirasyon sonunda oluşan pozitif basınçtır. Normalde ekspirasyon sonunda hava yollarında basınç sıfıra eşittir. 3-Eksternal PEEP ile oto-PEEP giderilir. Böylelikle hava hapsi ile hiperinflasyon önlenerek solunum kaslarının daha verimli çalışması sağlanmaktadır. Ayrıca artmış toraks içi basıncının olumsuz etkileri de (barotravma, kardiyovasküler baskılanma, monitorizasyon parametrelerinin yanlış ölçülmesi, hasta-ventilatör uyumsuzluğu) ortadan kaldırılmaktadır (Şekil 2). 6-Ventilasyon: Ağız ve burun yoluyla alınan havanın alveollere kadar ulaşması ve ardından dışarı atılabilmesidir. PaCO2 değeri ile değerlendirilir (N: 35-45 mm Hg). Hipoventilasyonda yükselir. 4-İnspirasyonda verilen basınç ile solunum kaslarının iş yükü kısmen ya da tamamen ventilatör tarafından karşılanarak, primer sorun çözülünceye kadar inspirasyon kasları dinlendirilmektedir. Şekil 1 Pozitif basınçlı ventilasyonun etki mekanizması. 1--Kapalı alveollerin açılması, 2-Açık alveollerin distansiyonu 3İnterstisyumda biriken sıvının mekanik etkiyle yanlara itilmesiyle alveolden kapillere gaz geçişinin kolaylaşması. 45 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):44-58 S. KARAKURT Noninvazif mekanik ventilasyon NIMV ve IMV endikasyonları İnvazif mekanik ventilasyon IMV için hastanın entübe edilmesi gereklidir. Non-invazif mekanik ventilasyon NIMV ise hastaya endotrakeal tüp takmadan, genellikle yüz ya da nazal maske ile uygulanan bir destek tedavisidir. Uygun hastalarda NIMV uygulaması ile hastaya verilecek destekte herhangi bir değişiklik olmaksızın, IMV sırasında görülebilen bazı komplikasyonların (özellikle entübasyondan ile ilgili komplikasyonlar ve infeksiyöz komplikasyonlar) oluşmasını engelleyerek mortalite ve morbiditeyi azaltmak mümkün olmaktadır (Tablo 2). Şekil 2. Oto-PEEP oluşumu. Tablo 2. NIMV ve IMV arasındaki farklar 1-Mekanik ventilasyon desteğinin hastaya ulaştırılması 2-Uygulama yeri 3-Sedasyon gereksinmesi 4-Sekresyonlar 5-Beslenme 6-Çevre ile iletişim 7-pnömoni komplikasyonu NIMV -maske ile IMV - entübasyon tüpü ile -acil, servis,YBÜ ara yoğun bakım, ev -nadir -hasta kendi çıkarır -kendi beslenir -konuşabilir -az (<%5) - YBÜ -sıklıkla vardır -aspire edilmelidir -beslenmesi gerekir -kötü -yüksek Şekil 3. NIMV ve IMV uygulaması. Her iki uygulamada da mekanik ventilatörlerden sağlanan destek miktarı aynıdır. Bu destek NIMV’da yüze uygulanan maske aracılığıyla, IMV’da ise entübasyon tüpü aracılığıyla hastaya ulaştırılmaktadır. Monitorizasyon gereksinmeleri de benzerdir. Hastaların 30-450 yarı oturur pozisyonda olmaları gereklidir. 46 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):44-58 S. KARAKURT Noninvazif mekanik ventilasyon çevre ile iletişimi bozulabilir ve anksiyetesi artabilir. NIMV ise yoğun bakım dışında da uygulanabilir. Sedasyona sıklıkla gerek duyulmaz. Hasta sekresyonlarını kendi çıkarabilir. Kendi kendine beslenebilir. Konuşabildiği için çevre ile iletişimi daha iyidir ve anksiyetesi de daha azdır. Bilinci kapalı olan, öksürük ve/ya da yutma fonksiyonları bozulmuş olan hastalar aspirasyona eğilimli olduklarından alt hava yollarını koruyamazlar. Sadece hiperkapni nedeniyle oluşmuş olan bilinç bozukluğu, NIMV için kontrendikasyon değildir. Çünkü başarılı NIMV (kontrollü bir modun kullanılmasıyla) ile hiperkapninin azaltılması bilincin açılmasını sağlayacaktır. NIMV’nun kalp ve/ya da solunum durması, unstabil angina pektoris, akut miyokard infarktüsü, şok, ciddi üst gastrointestinal kanama gibi stabil olmayan durumlarda uygulanması kontendikedir. Entübasyon tüpü mekanik ventilatör ile hasta arasında güvenli bir yol sağlarken, NIMV sırasında uygulanan maskenin hava kaçaklarına yol açabilmesi ve bu nedenle oksijenasyon, ventilasyon ile basınç gereksinmelerinin karşılanmasında yetersizlikler olabilmektedir. Bu da hastalarda geriye dönüşümsüz zararlara neden olabilmektedir. Bu nedenlerle kliniği stabil olmayan olan bir hastada IMV (İnvazif mekanik ventilasyon) güvenlidir. Hastaya yüz deformitesi, travması, cerrahisi, yanık, uygun maske olmaması gibi nedenlerle maske uygulanamıyorsa da NIMV kontendikedir (Tablo 3). IMV uygulamasında, entübasyon işleminden ve hava yolu savunma mekanizmalarının bozulmasından kaynaklanan bazı infeksiyöz komplikasyonlarla karşılaşılabilir. IMV sırasında ventilatöre bağlı pnömoni insidansı ilk 3 gün %30, daha sonra ise her gün %1 artmaktadır. NIMV da ise pnömoni komplikasyonu %5’in altında olarak bildirilmektedir. Ventilatöre bağlı pnömonide mortalite %50 dolayında olmakla birlikte, toplam 1 mortalitenin %30’undan sorumlu tutulmaktadır . NIMV ile IMV’a göre hasta morbiditesi ve mortalitesindeki anlamlı azalma, daha çok bu infeksiyöz komplikasyonların belirgin azalması ile açıklanmaktadır. Ayrıca ventilatöre bağlı pnömoninin önlenmesiyle yoğun bakım ve hastanede kalış süresinde de azalma sağlanarak hasta maliyeti düşürülür. Uygun hastalara NIMV uygulaması ile invazif mekanik ventilasyon sırasında özellikle entübasyondan kaynaklanan bazı komplikasyonlardan kaçınmak ve mortaliteyi azaltmak mümkün olmaktadır. IMV için yoğun bakım koşulları gereklidir. Hastanın sıklıkla sedasyonu gereklidir. Sekresyonları aspire edilmelidir. Oral beslenemeyeceği için parenteral ya da enteral beslenmesi sağlanmalıdır. Hasta konuşamadığı için Tablo 3. NIMV için uygun hasta 1234- Açık bilinç Yeterli öksürük refleksi ve yutma fonksiyonu Stabil klinik Maske-yüz uyumunun olması Tablo 4. NIMV’un kontrendikasyonları. 1-Kalp ve/ya da solunum durması 2-Bilinç bulanıklığı (hiperkapniye sekonder bilinç bozukluğu hariç) 3-Solunum dışı organ yetersizliği -ciddi ensefalopati -şok -stabil olmayan hemodinamiye yol açan kalp patolojisi -ciddi üst gastrointestinal sistem kanaması 4-Hava yollarının korunamaması 5-Sekresyonların atılamaması 6-Aspirasyon riski 7-Üst hava yolu obstrüksiyonu 8-Yüz cerrahisi, travması, deformitesi ya da yanığı 47 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):44-58 S. KARAKURT Noninvazif mekanik ventilasyon Akut solunum endikasyonları yetmezliğinde NIMV Ünitesine yatırılan hastaların sadece %30’unda erken dönemde etkilidir. Bu dönemde endikasyon olan hastalara mekanik ventilasyon desteği sağlanmalıdır3. NIMV Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) alevlenmeye bağlı, hiperkapnik solunum yetersizliklerinde mortalite, entübasyonun engellenmesi, YBÜ ve hastanede kalış süresini 2 anlamlı derecede azaltmaktadır . KOAH alevlenme nedeniyle hastaneye yatırılması gereken hastalarda hastane mortalitesi %10, 1 yıllık mortalite ise %40 olarak bildirilmekte ve yaşın artışı ile birlikte mortalite oranlarında da artış eğilimi 3 gözlenmektedir (Tablo 5,6). KOAH alevlenmede artan solunum işinin yaklaşık %65’i oto-PEEP’e bağlıdır. Yaklaşık 5 cm H2O eksternal PEEP uygulanması oto-PEEP’in yenilmesi için yeterlidir. A-Obstrüktif akciğer hastalıkları KOAH alevlenme NIMV’un en etkili olduğu akut solunum yetmezliğidir. NIMV ile özellikle ilk saatlerdeki entübasyon riski azalırken, hastanede kalış süresi kısalmakta ve mortalite de azalmaktadır. Ayrıca asidozda düzelme, PaCO2’de düşme, solunum sayısında azalma, dispnede azalma da gözlenmektedir4-8. NIMV ile 2.4 hastadan 1’inde entübasyon engellenirken, 6.3 hastadan 1’inde mortalite önlenmektedir9,11. KOAH alevlenme nedeniyle başvuran hastaların %20’sinde solunumsal asidoz vardır. Solunumsal asidoz ciddiliği gösteren en önemli kriterdir. Mortalitenin pH>7.35 iken %6.9, pH<7.35 iken ise 2 kat daha fazla olduğu (%13.8) bildirilmektedir ve pH azaldıkça mortalitede artış eğilimi görülmektedir. Solunumsal asidoz derinleştikçe (pH<7.25) entübasyon olasılığı da artmaktadır. Entübasyon gereksinmesi en sık ilk 3 saat içinde olmaktadır. Medikal tedavi Yoğun Bakım KOAH alevlenmede NIMV başarısı %80-85 12 olarak bildirilmektedir . Bu nedenle NIMV başarısı önceden değerlendirilmeli ve NIMV’nun başarısız olabileceğini düşündüren verilerin varlığında, NIMV hastalara entübasyon desteği alabilecekleri bir yerde uygulanmalıdır. Tablo 5. KOAH’a bağlı akut solunum yetersizliğinde NIMV. 1-Mekanik ventilatör gereksinmesi olan hastanın saptanması A-Akut solunum sıkıntısı ile ilgili semptom ve bulgular a-Artan orta/ciddi derecede dispne b-Solunum sayısı>24, yardımcı solunum kası kullanımı, paradoksal solunum B-Gaz değişim bozukluğu a-PaCO2>45 mm Hg ve pH<7.35 b-PaO2/FiO2<200 2-NIMV için uygun hasta olması Tablo 6. Akut solunum yetmezliğinde NIMV deneyimi GÜÇLÜ KANIT AZ GÜÇLÜ KANIT ZAYIF KANIT KOAH alevlenme Akut kardiyojenik pulmoner ödem İmmünosupresif hastalar KOAH’lı hastaları mekanik ventilatörden ayırma dönemleri Astım Kistik fibroz Postoperatif solunum yetersizliği DNI hastalar Ekstübasyon sonrası başarısızlık Üst hava yolu obstrüksiyonu ARDS Travma Obstrüktif uyku apne sendromu, Obesite hipoventilasyon 48 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):44-58 S. KARAKURT Noninvazif mekanik ventilasyon B-Restriktif akciğer hastalıkları Ekstübasyon sonrası solunum yetmezliğinde hiperkapni varsa NIMV başarısı artmaktadır. Hipoksemik yetersizlikte ise başarı düşüktür. Kifoskolyoz, nöromüsküler hastalıklar, obesite hipoventilasyon sendromu gibi birincil olarak akciğerlerin daha az etkilendiği restriktif akciğer hastalıklarında gelişen akut solunum yetersizliği tablosunda NIMV uygulaması ile başarı %92 olarak bildirilmektedir. İnterstisyel fibrozis gibi primer olarak akciğerlerin tutulduğu hastalıklarda akut geriye dönüşebilir bir solunum yetersizliği tabloya eklenmedikçe NIMV önerilmemektedir. Bu hastalarda NIMV nefes darlığı hissini azaltmak için destek amacıyla kullanılabilir11. D-Diğer NIMV dispneyi azaltmak ve hastanın çevre ile olan ilişkilerinin sürdürülmesinin sağlanması açılarından terminal dönem hastalarında 22-27 uygulanabilir Ameliyat sonrası gelişen akut solunum yetmezliğinde, mekanik ventilatörden ayırma döneminde, planlanmamış ekstübasyonda, ekstübasyon sonrası solunum yetmezliğinde entübasyon öncesi oksijenasyonun sağlanmasında, bronkoskopi sırasında solunumun desteklenmesi amacıyla da uygun hastalarda NIMV uygulanmaktadır (Tablo 3). Post-op dönemde gelişen solunum yetmezliğinin en sık nedenleri sıvı yüklenmesi ve atelektazi olduğundan, sıvı kısıtlaması ve diüretik uygulanmasının yanı sıra pozitif basınçla atelektazinin hemen açılması kısa zamanda yüz güldüren, başarılı bir tedavi olanağı 28 sağlar . C-Hipoksemik solunum yetmezliği PaO2/FiO2<200, solunum sayısı>35 olarak tanımlanan ve akut kalp yetersizliği, pnömoni, ARDS, travma gibi etyolojilere bağlı akut hipoksemik solunum yetersizliği olan hastalarda NIMV destek tedavisi olarak kullanılabilir. Hipoksemik solunum yetmezliği olan hastalarda hiperkapni de varsa NIMV başarısı artmaktadır. İmmunosupresif hastalarda IMV ile kanama ve enfeksiyon komplikayonlarının sıklığı ve ciddiliğinin artması nedeniyle eğer hasta NIMV’a uygunsa, NIMV uygulanmalıdır. NIMV ile aynı destek daha düşük bir komplikasyon oranıyla hastaya verilebilir13-15. Kronik solunum yetmezliğinde NIMV endikasyonları Hastaların stabil dönemde değerlendirilmesi gerekir. Hastaya cihazın uzayan akut dönemde yazılması, stabil dönemde düzelen bazı hastaların cihazı kullanmamalarına neden olabilmektedir. Ayrıca hastanın cihazı kullanacağından emin olmak gereklidir. Endikasyon olsa bile hastanın kullanmayacağı düşünülüyorsa cihaz yazılmamalıdır. Hastaya ve/ya da yakınlarına cihaz kullanımı ile ilgili eğitim verilir. Cihazla ya da uygulamayla ilgili sorunlarda yapmaları gerekenler de öğretilmelidir. Özellikle gece olmak üzere günde 28 en az 5 saat kullanım önerilmektedir . Üst solunum yolu infeksiyonu ya da seyahat gibi nedenlerle cihazın kullanımına ara verildiğinde 3. günden sonra solunum yetmezliğinin geliştiği bildirilmektedir. Bu nedenle cihazları sürekli kullanılması gereklidir29. Pnömonili hastalarda NIMV ile başarı düşük bulunmuştur. Fakat ciddi hipoksemik hastalarda (%50 O2 ile 6 saatten fazla PaO2>60 mm Hg/SO2<%90) NIMV entübasyonu önleyebilir, 16 surviyi iyileştirebildiği de bildirilmektedir . Akut kalp yetmezliğinde standart tedaviye NIMV eklenmesi ile oksijenasyon daha iyi olmakta, entübasyon gereksinmesi azalmakta, kısa dönemde mortalite azalabilmektedir. Mortalitede azalma özellikle ejeksiyon fraksiyonu düşük hastalarda daha 17 belirgindir . Pozitif basınçlı ventilasyon kalbin ön ve ard yükünü azaltarak etkili olmaktadır. Avrupa Kalp Derneği akut kalp yetmezliğinde NIMV uygulamasını kanıt IIA düzeyinde önermektedir18. ARDS (Eriskinin sıkıntılı solunum sendromu) de NIMV ile ilgili kontrollü randomize çalımsa yoktur. Özellikle erken dönemde ve hafif derecede ARDS’si olanlarda dikkatle denenebilir. Fakat stabil bir kilinik tablo olmadıgı için ARDS hastalarında IMV önerilmektedir. NIMV uygulamasının 10 hastanın 12 ARDS episodunun 6’sında (%50) entübasyonu engelledigi ve oksijenasyonu düzelttigi bildirilmektedir. Hipoksemik solunum yetersizliğinde NIMV etkinliğini araştıran 2 çalışmadaki hasta grupları içinde yer alan ARDS’li hastalar incelendiğinde, ilk çalışmadaki 40 hastadan 15’inin ARDS’li oldugu ve entübasyon oranlarının %40, olarak bulundugu bildirilmektedir. İkinci çalısmada ise 64 hastadan 16’sının ARDS’li olduğu ve entübasyon oranının %35’e ulastıgı bildirilmektedir2,19-21. A-KOAH Stabil dönemdeki KOAH hastalarında Tablo 7’de belirtilen endikasyonlarda evde kullanılmak üzere mekanik ventilatör verilebilir. Üç yıllık uyum %50 olarak bildirilmektedir28. B-Restriktif akciğer hastalıkları Restriktif akciğer hastalıklarında Tablo 8’deki endikasyonların varlığında mekanik ventilasyon desteği verilmesi gerekmektedir. Mekanik ventilasyon desteği göğüs kafesi, ve solunum kasları ile ilgili sorunları olan hastalarda, idiopatik pulmoner fibroz gibi parankim hastalığı olanlara göre daha başarılı olmaktadır. Parankimin tutulmadığı restriktif akciğer hastalıklarında hasta uyumu daha iyi olmaktadır. Üç yıllık uyum %80 28 olarak bildirilmektedir (Tablo 8). 49 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):44-58 S. KARAKURT Noninvazif mekanik ventilasyon Tablo 7. KOAH’a bağlı kronik solunum yetmezliğinde NIMV endikasyonları Optimal medikal tedavi (bronkodilatatör, steroid, O2) almasına rağmen semptomlu olan hastada PaCO2>55 mm Hg ya da PaCO2= 50-54 mm Hg VE 1- Gece desatürasyon (2L/dakika O2 alırken kesintisiz 5 dakika ya da monitörizasyon süresinin %10’undan fazla oksijen satürasyonu <%88 ise) YA DA 2-Bir yılda 2’den fazla hastaneye yatmayı gerektiren akut hiperkapnik solunum yetmezliği Tablo 8. Restriktif akciğer hastalıklarına bağlı kroniksolunum yetmezliğinde NIMV endikasyonları Hiperkapni (PaCO2>45 mm Hg) Gece desatürasyonu (<%88, 5 dakika ya da monitörizasyon süresinin %10’undan fazla sürede) FVC<%50 MIP (Maksimum inspirasyon basıncı) <-60 cm H2O NIMV uygulanması: 1-NIMV’nun yeri: Akut solunum yetersizliğinde, NIMV yoğun bakım ünitesinde (YBÜ), ara yoğun bakım ünitesinde, acil servisde ya da servislerde, hasta nakli sırasında uygulanabilir3134 . Her yerde uygulanabilen bir yöntem olması NIMV’un önemli bir özelliğidir. NIMV’nun başarısız olabileceğini gösteren bulguların varlığında, özellikle hipoksemik solunum yetmezliğinde uygulama yeri olarak YBÜ tercih edilmelidir. Hastaların entübasyona ve IMV’a gereksinmesi olabilir. Hiperkapninin varlığı başarıyı arttırmaktadır (Tablo 10). NIMV’nun başarısı hastanın uyumuna bağlıdır. Hastanın motive edilmesi ve kullanılan araçlar ve yapılan işlemlerle ilgili bilgilendirilmeleri gereklidir. Başlangıçta maske bağı takılmadan, maske yarı oturur pozisyondaki hastanın yüzüne uygulanmalı, daha iyisi maske hastaya verilerek kendisinin uygulaması istenmelidir. Yarı oturur pozisyon hem total akciğer kapasitesini arttırıp daha etkili ventilasyon sağladığı için önemlidir, hem de ventilatör ile ilgili pnömoninin engellenmesinde kanıt I düzeyinde değerlidir. Maske bağı maskeye genellikle 4 noktadan bağlanmaktadır. Basınç kontrollü ventilatörlerin hava kaçağını belli bir dereceye kadar kompanse edebileceği hatırlanmalıdır. İlk birkaç saat NIMV’nun başarısını arttırmak için yakın gözlem şarttır. Uygun aralıklarla uygulamaya ara verilmesi hasta uyumunu arttırmaktadır. En ağır klinik tabloda bile 4 saate bir hastanın tolere edebileceği bir süre ara verilmesi önerilmektedir. Daha sonra maske bağları ile yüz arasına iki parmak girecek sıkılıkta bağın gerginliği ayarlanmalıdır. Özellikle uygulamanın ilk saatlerinde daha belirgin olmak üzere, NIMV invazif mekanik ventilasyona göre doktor ve hemşirenin zamanını daha fazla almaktadır31-33. Hastanın uygulamaya alışması ve uyumu gennelikle 15 dakika içinde olmakla birlikte bu süre hastadan hastaya büyük farklılıklar gösterebilmektedir (Tablo 9). 2-Maskeler: Maskeler NIMV’nun başarısının en önemli etkenidir. Maske hastanın yüz anatomisine uygun olmalıdır. Bazı maske boyutu ile ilgili klavuz şablonlarla ya da hasta üzerinde deneyerek en iyi yüz-maske uyumunu sağlayacak maske seçilir. Nazal maske burun sırtı, yanlarda burun deliklerinin hemen yan tarafı, altta ise üst dudak üstünde burun deliklerine en yakın noktaya temas etmelidir. Yüz maskesi ise burun sırtı, ağız yan kısımları ve alt dudak altına temas etmeli ve ağız biraz açık olmalıdır. Kararsızlık durumunda daha küçük boy maske seçilmelidir (Şekil 4)..Silikondan yapılan maskelerin maske yüz uyumu, hasta uyumu ve maske basısına bağlı yan etkiler açısından daha güvenli olduğu da bilinmektedir. olmalıdır Maske bağları (Şekil 5). 30-33 ise birbirlerine paralel 50 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):44-58 S. KARAKURT Noninvazif mekanik ventilasyon Tablo 9 NIMV başlanmasında önerilen protokol. 1-Hastanın uygun bir şekilde gözlenebilecek yerde olması, oksimetre takibi, klinik olarak gerektikçe vital bulgularının takibi o 2-Gövdenin en az 30-45 yükseltilmesi 3-Uygun maskenin seçimi 4-Ventilatör seçimi 5-Maskenin uygun bir başlık ile yerleştirilmesi, başlık kayışları ile yüz arasına 2 parmak sokulabilmelidir , hasta maskeyi tutmaya teşvik edilir 6-Maske ventilatör hortumuna bağlanıp, ventilatör çalıştırılır 7-Spontan modda, uygun backup verilerek düşük basınç (inspirasyon: 8-12 cm H2O, ekspirasyon: 3-5 cm H2O) ya da volüm (10 mL/kg) sınırlı olarak ventilasyona başlanır 8-Hasta tolere ettikçe inspirasyon basıncı (10-20 cm H2O’ya) ya da tidal volüm (10-15 mL/kg) arttırılır. Nefes darlığının azalması, solunum sayısının azalması, tidal volümün artması ve hasta-ventilatör uyumu kontrol edilir 9-Oksijen satürasyonunu %90’ın üzerinde tutacak şekilde O2 verilir 10-Hava kaçağı kontrol edilir 11-Nemlendirici takılabilir 12-Hafif sedasyon yapılabilir 13-Hasta teşvik edilmeli, sık kontrollerle gerekli ayarlamalar yapılmalıdır 14-Arter kan gazı ilk 1-2 saatte kontrol edildikten sonra, gerektikçe tekrarlanmalıdır. Tablo 10. NIMV’un Yoğun Bakım Ünitesinde uygulanması gereken durumlar. 1-pH<7.30 2-Arter kan gazlarında ve klinik tabloda NIMV ile 1-2 saatte düzelme olmuyorsa 3-NIMV’un başarısız olabileceğini düşündüren bulgular varsa -Yüksek APACHE II skoru -Pnömoni -Yapışkan sekresyon -Diş sorunları -Kötü beslenme durumu -Hipoksemik solunum yetmezliği -Bilinç bozukluğu Şekil 4. Maske büyüklüğünün seçimi. Ölçüm araçları (A) ya da şablonlar (B=yüz maskesi, C=Nazal maske)ya da ile maske büyüklüğü seçilir. 51 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):44-58 S. KARAKURT Noninvazif mekanik ventilasyon Şekil 5. Maske bağları birbirlerine parallel olmalıdır. Maske, maske bağları ile yüz arasına iki parmak girecek sıkılıkta .akılmalıdır Nazal maskeler klostofobisi olanlarda faydalıdır, ölü boşluk nazal maskelerde daha azdır, kusma gibi durumlarda olası aspirasyon komplikasyonu da daha az görülür, balgam çıkarmaya izin verir, konuşma ve yemek yemeye izin verir. Nazal maskelerde hasta uyumunun daha iyi olduğu da bildirilmektedir. Nazal direnç 5 cm H2O/L/sn nin üzerindeyse nazal maskelerin etkinliği azalmaktadır. Nazal maske kullanan bir hastanın ağzı açık kalıyorsa basınç ve oksijen desteği akciğerlere yeterince ulaşamayacağından yüz maskesine geçilmesi uygundur. Akut solunum yetmezliğinde yüz maskesinin nazal maskeye etkinlik açısından üstün olduğu dakika ventilasyonu daha fazla arttırdığı kanıtlanmıştır. Yüz maskelerinin saydam olması ağzı görmek sekresyon varlığını denetlemek açısından önemlidir31-33 (Şekil 6). tipleri değiştirilerek bası noktalarının farklı olması sağlanmalıdır. Maske ile temas noktaları arasında baskıyı azaltmak amacıyla bazı materyeller yerleştirilebilir. Helmet tip maskeler başı tümüyle içine aldığından bu aşamada faydalı olabilmektedir. Helmet tip maskelerin hasta toleransını arttırdığı ve lokal komplikasyonların önlenmesinde faydalı oldukları bildirilmektedir. Diğer yüz maskeleriyle 35 arasında etkinlik farkı yoktur . NIMV uygulamalarında inspirasyon ve ekspirasyon aynı ventilatör devresi üzerinden yapılmaktadır. Bu nedenle ventilatör ile maske arasına tek yönlü çalışan ekshalasyon valfi ya da whisper yerleştirilmaktedir (Şekil 7,8). Bu tek yönlü valfler inspirasyon havasının devreye girmesini engelleyerek, ekspirasyon havasının atılmasına olanak verirler. Bazı maskelerde ise bu tek yönlü valf maske üzerindedir. Bu nedenle kullanılacak maskelerin özellikleri iyi bilinmelidir. Bası yerlerinde oluşabilecek erozyon ve ülserasyonları engellemek için gerekirse maske Şekil 6. NIMV da en sık kullanılan maskeler (yüz, tam yüz ve nazal maskeler). Şekil 7. Ekshalasyon valfi (A) ve Whisper(B). İnspirasyon havası giremez, ekspirasyon havası dışarı atılır. 52 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):44-58 S. KARAKURT Noninvazif mekanik ventilasyon olmayan hastalarda, nöromüsküler sorunları olanlarda volüm kontrollü modlar tercih edilirler. Basınç kontrollü modlarda hedeflenen basınca ulaşıncaya kadar inspirasyon sürdürülür. Bu basınca kompliyans düşüklüğünden dolayı daha erken ulaşılması (ARDS, Kalp yetmezliği, interstisyel akciğer hastalıkları…) ile inspirasyonun sonlanması hastanın ventilasyonunun yetersiz olmasına neden olabilir. Volüm kontrolü modlarda ise hastaya istenen volüm verilir, fakat bu volümün akciğerlere girmesiyle farklı basınç değerleri oluşabilir. Yüksek basınç nedeniyle hasta barotravmaya daha yatkın hale gelir. Şekil 8. Maske–devre bağlantısına bir örnek. En sık basınç destekli ventilasyon (PSV) ve senkronize intermittant zorunlu ventilasyon (SIMV) ya da kombinasyonu kullanılmaktadır. PSV ile inspirasyon kaslarındaki yük alınarak kasların zorlanması engellenir. PSV hastanın tidal volümünü direkt olarak arttırmaz. İnspirasyon kaslarındaki yükün azalması ile daha verimli çalışacak olan solunum kaslarının daha uzun süreli ve yeterli derinlikte inspirasyon yapabileceği varsayılmaktadır. Bu nedenle hastanın bilincinin açık olması gerekir. Hastanın motive edilmesi de gerekebilir. Hastanın nefes almaya başlayıp belli bir negatif basınç oluşturması ile tetiklenene ventilatör inspirasyon süresince önceden belirlediğimiz basıncı verir. Hava akımı başlangıcın %25’ine indiğinde ise ekspirasyona geçilir. SIMV ile de istediğimiz sayıda soluğa önceden belirlediğimiz miktarda tidal volüm ile destek olabiliriz (Şekil 9,10,11). 3-Kullanılacak ventilatörler ve ventilatör modu: Akut tabloda monitorizasyon olanakları olan ventilatörlerin kullanılması gereklidir. Ventilatör ayarlarında sık değişikliklerin artık yapılmadığı daha stabil tablolarda ise monitorizasyon olanakları kısıtlı olan aletler kullanılabilir. Basınç kontrollü ventilatörler (BIPAP gibi) ya da NIMV modu olan yoğun bakım ventilatörleri hava kaçağını kompanse edebildikleri için tercih edilmelidir31-33 (Tablo 11). Basınç ve volüm kontrollü modlar arasında başarı açısından fark olmamakla birlikte basınç kontrollü ventilasyonu hasta uyumunun daha iyi olduğu belirtilmektedir. Spontan solunumu yeterli Tablo 11. Yoğun bakım ventilatörleri ile Bilevel(BIPAP) ventilatörler arasındaki farklar Taşınabilirlik Maliyet Alarm ve monitorizasyon Yüksek basınç desteği Yüksek hava akım hızı Hava kaçağının kompansasyonu YBU ventilatörü Güç Pahalı Yeterli Sağlar Sağlar Yetersiz BIPAP Kolay Ucuz Zayıf Sağlayamaz Yetersiz kalabilir Yeterli Şekil 9. Zamana karşı yazdırılan basınç eğrilerinde volüm kontrollü moda verilen volümün giderek artmasına bağlı olarak inspirasyonda basınç yükselir. Basınç kontrollü moda ise önceden belirlenen basınca inspirasyon başında ulaşılır ve inspirasyon süresince sürdürülür. 53 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):44-58 S. KARAKURT Noninvazif mekanik ventilasyon Hasta konforunu arttırması dışından modlardan belirgin üstünlüğü yoktur36-38. diğer Geleneksel ventilatörler sadece bir değişkeni (basınç ya da volum) kontrol ederken, dual mod içeren yeni ventilatörler her iki değişkeni de kontrol edebilmektedir. Yeni ventilatörlerde bulunan dual modlar volüm ve basınç kontrollü modlardaki yetersizlikleri gidermek üzere tasarlanmıştır. Basınç kontrolü modlarda oluşabilecek ventilasyonun yeterli olamama sakıncası, moda eklenen garantili volüm desteği ile giderilmiştir. Volüm kontrollü ventilasyonda ise oluşabilecek yüksek basınçtan kaynaklanan zararları azaltmak için basıncın sınırlanmasına olanak veren basınç kontrolü de konmuştur. 4-Ventilatör ayarları: Düşük inspirasyon basınçları (8-10 cm H2O) ile başlanabileceği gibi, 15 cm H2O gibi yüksek sayılabilecek bir basınçla başlanıp gereksinmelere göre basınç değişikliği yapılabilir.. Genellikle en az 5 cm H2O eksternal PEEP kulanılır. Akut klinik tabloda apneleri engellemek ve hava kaçağından dolayı ventilatörün tetiklenememesinin yol açacağı güvenli bir şekilde inspirasyondan ekspirasyona geçememe olasılığını aşmak için backup solunum sayısı konabilir31-33. Şekil 10. Basınç kontrollü mekanik ventilasyonda hava kaçağı nedeniyle sisitemde basıncın azalması sonucunda basınç eğrisinde çökme. 5-Ek uygulamalar: O2, satürasyon %90’ın üzerinde olacak şekilde verilmelidir. Hava kaçağı fazlaysa nemlendirici kullanmak nazal direnci azaltabilir. Nemlendirici olarak ısı-nem değiştiriciler, ısıtıcılı nemlendiriciler ya da pass-over nemlendiriciler kullanılabilir. Pass-over nemlendiricilerde inspirasyon havası yatay bir kaptaki su üzerinden geçerken nemlendikten sonra hastaya ulaşmaktadır. Isıtıcılı nemlendiriciler daha etkilidir. Mekanik ventilatöre su kaçmamasına özen gösterilmelidir. Nazogastrik sonda rutin olarak takılmaz. Aerofaji 25 cm H2O altındaki uygulama basınçlarında genellikle görülmez. Bulantı ve kusmaya eğilimli hastalar ile hava girmesine bağlı gastrik distansiyon gelişen hastalar dışında nazogastrik sonda takılması gerekli değildir31-33. Hastaya bronkodilatör ya nebülizasyon ile ya da devreye takılan ara parça aracılığıyla ölçülü doz inhaler kullanılarak verilebilir. Nebülizasyon sırasında mekanik ventilatör desteğinin kesilmemesi gereklidir39. Şekil 11. Basınç destekli ventilasyonda (PSV) inspirasyonda uygulanan basınç ile solunum kaslarının iş yükünün azaltılmasıyla solunum kaslarının daha verimli çalışabileceği ve hastanın bu durumda istemli olarak daha uzun inspirasyon eforu yaparak tidal volümü dolaysıyla da dakika ventilasyonu arttıracağı kabul edilmektedir. Bilinç bozukluğu olan hastalarda PSV uygulamasında basıncın arttırılmasıyla istenene ventilasyon artışı sağlanamayabilir. Sedasyon için 0.5-10 mg haloperidol IV 30 dakikada bir 3 kez tekrarlanabilir. 4 saatlik aralarla yapılan uygulamalarda hastada sedasyon sağlanamadıysa saatte 10 mg infüzyona başlanır ve saatte 1 mg arttırılabilir. Nöroleptik sendrom için hasta takip edilmelidir. Hastayı kontrol eden total doz sonraki 24 saatte, 4 saate bir verilir. İkinci 24 saate total doz yarıya indirilir. Sedasyon için midazolam, fentanil de kullanılabilir. Solunum depresyonu yapabilirler. Midazolam ile maksimum etkiye 5 dakikada ulaşılır. Renal yetmezlikte doz ayarı gerekmez. Hipovolemide daha belirgin olamak üzere kan basıncını düşürebilir. Yağ dokusunda biriktiği için kesilmesinden sonra etkisi ortalama 30 saat kadar sürebilmektedir. 15-30 dakika ara ile yapılan 2,5- PAV (Pressure assisted ventilation) modunda hasta eforu ile orantılı bir mekanik ventlasyon desteği verilmektedir. Hastanın önceki solukları sırasındaki hava yolu direncini ve elastansı (kompliyansın tersi, 1/Kompliyans) algılayarak gereksinme kadar destek verdiği belirtilmektedir. 54 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):44-58 S. KARAKURT Noninvazif mekanik ventilasyon sırasında ventilasyonda azalmaya bağlı olarak hipoksemi ve hiperkapni eğilimi olduğundan genellikle gece desteği bir süre sürdürülür. Klinik ve kan gazı değerlerinin izlenmesi ile hastada ventilatör desteğinin kesilmesine karar verilebilir. Ventilatörsüz dönemde solunum zorlanması ile ilgili semptom ve bulgular olmuyorsa, kan gazları bozulmuyorsa NIMV sonlandırılır31-33. 5mg IV midazolam sonrasında yeterli sedasyon sağlanamazsa düşük dozla başlayıp saatte 15 mg’a kadar arttırılarak infüzyon da yapılabilir. Midazolamın antagonisti flumazenildir. Flumazenil IV 0.2 mg verilerek başlanır. İstenen etki elde edilinceye kadar 1 dakikada bir 0.2 mg IV tekrarlanarak maksimum 1 mg’a ulaşılır. Gerekirse 30 dakika sonra ikinci uygulama yapılabilir. NIMV’nun başarısını etkileyen faktörler Fentanil ise 0.35-1.5 mikrogram/kg her 3060 dakikada bir IV yavaş olarak verilebilir. Gerekirse de 0.7-10 mikrogram/kg/saat infüzyon da uygulanabilir. Hastanın genç yaşta olması, klinik tablonun ciddiliği ile ilgili bilgi veren APACHE (Acute Physiologic and Chronic Health Evaluation) skorunun düşük olması, kooperasyonuun iyi olması, sekresyonların azlığı, ventilatör ile uyum içinde soluk alıp verebilmesi, hava kaçağının az olması, hastanın dişlerinin olması (maske-yüz uyumu açısından önemlidir), ciddi derecede olmayan hiperkapnisinin olması (45 mmHg<PaCO2<92 mmHg), asidozunun ciddi olmaması (7.10<pH<7.35), ilk 1-2 saat içinde kalp hızı, solunum sayısı ve eforunda düzelme, arter kan gazlarında düzelmeler olması (solunum sayısında %20 azalma, PaCO2’de %20 düşme, SO2 ya da PaO2de %20 artma, O2 gereksiniminde azalma, asidozun düzelmesi) NIMV’nun akut uygulamaları sırasında başarı olasılığının yüksek olacağını gösteren verilerdir31-33. APACHE II skorunun yüksek olması da başarısızlık olasılığını arttırmaktadır (Tablo 13). 6-Klinisyenin rolü: NIMV’nun başarısı hastanın uyumuna bağlıdır. Hastanın motive edilmesi ve kullanılan araçlar ve yapılan işlemlerle ilgili bilgilendirilmeleri gereklidir. Nazal maske kullanımında hastanın ağzının kapalı tutulması gereklidir. İlk bir kaç saat NIMV’nun başarısını arttırmak için yakın gözlem şarttır. 7-Monitörizasyon: Akut tabloda hastanın dispnesinin derecesi, solunum sıkıntısı ile ilgili fizik uayene bulgularının gidişi, bilinç durumu, maske ya da hava akımından kaynaklanabilecek sorunlar, oksijenasyon, sistemik kan basıncı, arter kan gazları ve diğer vital bulguları izlenmelidir. Solunum sayısının NIMV başlandıktan sonra 1-2 saat içinde normale dönmesi en önemli başarı göstergelerinden biridir. Solunum sayısının 20-30/dakika aralığında tutulması hedeflenmektedir. İnterkostal ve supraklaviküler çekilmeler, paradoks solunum ve sempatik aktivite artış bulgularının düzelmesi yapılan işlemin başarılı olduğunu gösterir. Hava kaçağı ve hasta-ventilatör uyumu da gözlenmelidir. Monitörize edilebilirse tidal volümün 7 mL/kg dan fazla olması ya da 300 mL dolayında olması NIMV uygulamasının başarılı olduğunu göstermektedir33 (Tablo 12). Altta yatak parankim hastalığının ciddiliği arttıkça NIMV’a yanıt daha geç ve daha az düzeyde olmaktadır. NIMV’un etkin olduğu güçlü bir şekilde kanıtlanmış KOAH alevlenmeye bağlı hiperkapnik solunum yetmezliği, akut kardiyojenik pulmoner ödem, İmmünosupresif hastalardaki solunum yetmezliği ve mekanik ventilatörden ayırma dönemindeki KOAH’lı hastalar dışında kalan hasta gruplarına temkinle yaklaşmak gerektiği ve bu hastalarda 4-6 saate başarılı olunamıyorsa invazif mekanik ventilasyona geçilmesi de önerilmektedir. Fakat düzelmeler yavaş da olsa varsa, NIMV uygulanabilirliği sürüyorsa (açık bilinç, stabil klinik, yutma ve öksürme fonksiyonlarını varlığı) NIMV’a devam edilmeli, entübasyon olasılığının yüksek olduğu hatırlanıp hasta her an entübe edilebilecek 31-33 . bir ortamda tercihan YBÜ’de izlenmelidir Akut tabloda SO2’nin sürekli izlenmesi ve %90’nın üzerinde tutulması gerekir. İlk 2 saatte ph ve CO2’i değerlendirmek için arter kan gazı incelemesi yapıldıktan sonra, bu inceleme artık gerek duyulduğunda yapılır. İnvazif olmayan yöntemlerle CO2 monitörizasyonu akciğer parankimi normal olan nöromusküler ya da santral kaynaklı solunum yetersizlikli hastalarda daha değerlidir. Diğer hastalarda da arter kan gazı ile ne kadar korele olduğuna bakıldıktan sonra, takip için kullanılabilir. NIMV’un başarılı olmasında hastaventilatör uyumunun da sağlanması gereklidir. Burada ventilatör ile ilgili faktörler (maske, hava akımı, tetikleme ve mod) ile hasta ile ilgili faktörler (bilinç, solunum eforu, inspirasyon dürtüsü, otoPEEP, hava kaçağı, sekresyon) tanımlanmaktadır. 8-Uyum: Akut tabloda inspirasyon basınçları hastanın tolere edebileceği kadar arttırılabilir. Hasta başlangıçta zamanının büyük bir kısmını NIMV altında geçirirken, primer patoloji iyileştikçe bu süre de giderek kısaltılır. Öncelikle yemek dönemlerinde, daha sonra gündüz hasta ventilatör desteği verilmeden izlenebilir. Gece uyku NIMV komplikasyonlar NIMV komplikasyonları Tablo 14 de belirtilmiştir33. 55 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):44-58 ve tedavisi S. KARAKURT Noninvazif mekanik ventilasyon Tablo 12. NIMV’da hastaların izlenmesi Subjektif yanıtlar Solunum sıkıntısı Bilinç Maske ve hava akımı ile ilgili sıkıntılar Fizyolojik yanıtlar Solunum sayısı Solunum eforu Hava kaçağı Hasta-ventilatör uyumu Gaz değişimi Pulse oksimetre Arter kan gazı Tablo 13. NIMV da başarıyı etkileyen faktörler BAŞARI -Yüksek PaCO2 ve düşük PA-aO2 -pH 7.25-7.35 -1 saat sonra pH, PaCO2 ve solunum sayısında düzelme -Açık bilinç BAŞARISIZLIK -Yüksek APACHE II skoru -Pnömoni -Yapışkan sekresyon -Diş sorunları -Kötü beslenme durumu -Bilinç bozukluğu Tablo 14. NIMV uygulamasında yan etkiler ve komplikasyonlar. Komplikasyonlar 1-Maske ile ligili -Rahatsızlık hissi -Yüz derisinde eritem -Burun sırtında ülserasyon - Klostrofobi -Akne benzeri döküntü 2-Hava akımı ve basınç ile ilgili -Nazal konjesyon -Sinüs/kulak ağrısı -Nazal/oral kuruluk -Göz irritasyonu -Aerofaji % 30-50 20-34 5-10 5-10 5-10 20-50 10-30 10-20 10-20 5-10 Alınacak önlemler -bağın gerginliğini azaltmak, maske ile burun sırtı arasına yapay deri yerleştirmek, maskeyi değiştirmek, basıncı azaltmak, -nazal maske kullamak, sedasyon -steroidli nazal sprey, ısıtıcılı nemlendirme -ağrı kesici, basınçların azaltılması -serum fiyolojik damla, nemlendirici kullan -hava kaçağının engellenmesi -simetikon, nazogastrik sonda, rektal tüp 3-Hava kaçağı 80-100 -maske-yüz uyumunun sağlanması, maskenin değiştirilmesi, basınçların azaltılması, volüm yerine basınç kontrollü ventilatör kullanılması Major komplikasyonlar -Aspirasyon pnömonisi -Hipotansiyon -Pnömotoraks <5 <5 <5 -yarı oturur pozisyon, antibiyotik -sıvı ve inotrop, basınç azaltılması -takip ve/yada tüp takılması, basınç azaltılması, entübasyonu düşün 56 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):44-58 S. KARAKURT Noninvazif mekanik ventilasyon KAYNAKLAR 1. Cook DJ, Walter SD, Cook RJ, et al. Incidence of and risk factors for ventilator-associated pneumonia in critically ill patients. Ann Intern Med 1998;129:440. 2. Çelikel TH, Sungur M, Ceyhan B, Karakurt S. “Comparation of noninvasive positive pressure ventilation with standart medical therapy in hypercapnic acute respiratory failure” Chest doi: 1998;114 :1636-1642. 10.1378/chest.114.6.1636 3. GOLD, Global Initiative for Chronic Obstructive Lung Disease, 2010. 4. Calverley PMA. Respiratory failure in chronic obstructive pulmonary disease. Eur Respir J doi: 2003; 22: 26s-30s. 10.1183/09031936.03.00030103 ERJ 5. 6. 17. L’Her E, Duquesne F, Girou E, et al. Noninvasive continuous positive airway pressure in elderly cardiogenic pulmonary edema. Intensive Care Med 2004;30:882-888. doi: 10.1007/s00134-004-2183-y 18. ESC Guidelines for the diagnosis and treatment of acute and chronic heart failure 2008 European Heart Journal 2008;29:2388–2442. 19. Antonelli M, Conti G, Rocco M, et al. A comparation of non-invasive mechanical ventilation and conventional mechanical ventilationin patient with acute respiratoey failure. N Eng J Med 1998;339:429-435. 20. Rocher GM, Mackenzie MG, Williams B, et al. Noninvasive positive pressure ventilation: succesfull outcome in patients with acute lung injury/ARDS. Chest 1999;115:173-177. doi: 10.1378/chest.115.1.173 Lightowler JV, Wedzicha JA, Elliot M, Ram SF. Non invasive positive pressure ventilation to treat respiratory failure resulting from exacerbations of chronic obstructive pulmonary disease: Cochrane systematic review and metaanalysis. BMJ 2003; 326: 185-89. Rossi A, Appendini L, Roca J. Physiological aspects of noninvasive positive pressure ventilation. Eur Respir Mon 2001; 16: 1-10. 8. Diaz O, Iglesia R, Ferrer M, et al. Effects of non invasive ventilation on pulmonary gas exchange and hemodynamics during acute hypercapnic exacerbations of chronic obstructive pulmonary disease. Am J Respir Crit Care Med 1997; 156: 1840-1845. doi: 16. Ferrer M, Esquinas A, Leon M, et al. Noninvasive ventilation in severe hypoxemic respiratory failure. A randomized clinical trial. Am J Respir Crit Care Med 2003;168:14381444. doi:10.1164/rccm.200301-072OC Celli BR, MacNee W. ATS/ERS Task Force. Standards for the diagnosis and care of patients with COPD: a summary of the ATS/ERS position paper. Eur Respir J 2004; 23: 932-946. 7. 9. 2003:124; 699-713. 10.1378/chest.124.2.699 21. Hilbert G, Gruson d, Vargas F, et al. Noninvasive ventilation in immunosupressed patients with pulmonary infiltrates, fever; and acute respiratory failure. N Eng J Med 2001;344:481-487. 22. Messinger-Rapport BJ, Baum EE, Smith ML. Advance care planning: Beyong the living will. Cleve Clin J Med 2009; 76: 276-85. doi: 10.3949/ccjm.76a.07002 23. Canadian Thoracic Society recommendation for management of chronic pulmonary disease2007 update. Can Respir J 2007; 14 (Suppl B): 5B-32B. Plant PK, Owent JL, Elliot MW. Early use of noninvasive ventilation for acute exacerbation of chronic obstructive pulmonary disease on general respiratory wards: A multicenter randomized controlled trial. Lancet 2000; 355: 1931-1935. 24. The Official Statement of the American Thoracic Society. withholding and withdrawing lifesustaining therapy. Am Rev Respir Med 1991; 144: 726-731. 10. Plant PK, Elliot MW. Chronic obstructive pulmonary disease 9:Management of ventilatory failure in COPD. Thorax 2003:58;537-542. doi:10.1136/thorax.58.6.537 25. Crit care Recommendation for end of life care in critical care unit: The Ethics Committee of the Society of Critical Care Medicine. Crit Care Med 2001; 29: 2332-48. 11. Brochard L, Mancebo J, Wysocki M, et al. Noninvasive ventilation for acute exacerbation of chronic obstructive pulmonary disease. N Eng J Med 1995:333;812-822. 26. Levy M, Tanios MA, Nelson D, et al. Outcomes of patients with do-not intubate orders treated with noninvasive ventilation. Crit Care Med doi: 2004; 32: 2002-2007. 10.1097/01.CCM.0000142729.07050.C9 12. Mehta S, Hill N. Noninvasive ventilation. Am J Respir Crit Care Med 2001;163:540-577. 27. Schettino G, Altobelli N, Kacmarek RM. Noninvasive positive pressure ventilation reverses acute respiratory failure in select donot-intubate patients. Crit Care Med 2005; 33: doi: 1976-1982. 10.1097/01.CCM.0000178176.51024.82 13. Antonelli M, Conti C, Bufi M, et al. Noninvasive ventilation for treatment of acute respiratory failure in patients undergoing solid organ transplantation. JAMA 2000;283:235-241. doi: 10.1001/jama.283.2.235 14. Hilbert G, Gruson D, Vargas F, et al. Noninvasive ventilation in immunosupressed patients with pulmonary infiltrates, fever; and acute respiratory failure. N Eng J Med 2001;344:481-487. 28. Consensus conference. Clinical indications for non-invasive positive pressure ventilation in chronic respiratory failure due to restrictive lung disease, COPD and nocturnal hypoventilation-A concensus conference report. Chest 1999;116:521-534. 15. Lieshhing T, Kwok H, Hill N. Acute aplications of noninvasive positive pressure ventilation. Chest 29. Karakurt S, Fanfulla F, Nava S. Is it safe for patients with chronic hypercapnic respiratory 57 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):44-58 S. KARAKURT Noninvazif mekanik ventilasyon failure undergoing home noninvasive ventilation to discontinue ventilation briefly? Chest doi: 2001;119:1379-1386. 10.1378/chest.119.5.1379 35. Rocco M, Dell'Utri D, Morelli A, et al: Noninvasive ventilation by helmet or face mask in immunocompromised patients: A case-control doi: study. Chest 2004;126:1508–1515. 10.1378/chest.126.5.1508 30. Kotloff RM. Acute respiratory failure in the surgical patient. In: Fishman AD, ed. v Fishman’s Pulmonary Diseases and Disorders, vol.2 ed. New York: Mc Graw Hill;1998:25892604. 36. Vargas F, Thille A, Lyazidi A, Brochard L. NIV for acute respiratory failure: modes of ventilation and ventilators Noninvasive Ventilation, June 10, 2010; 154 - 172. 31. International Consensus Conferences in Intensive Care Medicine: noninvasive positive pressure ventilation in acute respiratory failure. Am J Respir Crit Care Med 2001; 163: 283-291. 37. Nowak R T. Corbridge, and B. Brenner Noninvasive Ventilation Proceedings of the ATS, August 1, 2009; 6(4): 367 - 370. doi: 10.1513/pats.P09ST3 32. BTS Guideline. Non invasive ventilation in acute respiratory failure. British Thoracic Society Standards of Care Committee. Thorax 2002; 57: 192-211. doi: 10.1136/thorax.57.3.192. 38. Gay PC, Hess DR, Hill NS. Noninvasive Proportional assist ventilation for acute respiratory insufficiency . Comparison with pressure support ventilation. Am J Respir Crit Care Med 2001; 164(9): 1606 - 1611. 33. Mehta S, Hill NS. Non invasive ventilation. State of the Art. Am J Respir Crit Care Med 2001; 163: 540-577. 39. Nava S, Karakurt S, Rampulla C, Braschi A, Fanfulla F Salbutamol delivery during noninvasive mechanical ventilation in patients with chronic obstructive pulmonary disease: a randomised, controlled study. Intensive Care Med 2001;27:1627-1635. doi: 10.1007/s001340101062 34. Dikensoy O, Ikidag B, Filiz A, Bayram N. Comparison of non-invasive ventilation and standard medical therapy in acute hypercapnic respiratory failure: a randomised controlled study at a tertiary health centre in SE Turkey. Int J Clin Pract 2002; 56: 85-88. 58 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):44-58 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):59-63 DOI: 10.5472/MMJ.2010.01705.2 Derleme / Review Paraoksonaz-1 Enzimi ve Koroner Kalp Hastalıkları ile İlişkisi Paraoxonase-1 and Coronary Heart Diseases Özlem TARÇIN Dr. Siyami Ersek Göğüs, Kalp-Damar Cerrahi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları, İstanbul, Turkey ÖZET Anti-oksidan bir enzim olan paraoksonaz-1(PON1) enzim düzeyi ve aktivitesi, koroner arter hastalığı ile ilişkili olan hipertansiyon, diyabet, hiperlipidemi ve sigara kullanımı ile azalmaktadır. Tüm çalışmalar anjiografik olarak koroner arter hastalığı(KAH) kanıtlanmış olan hastalarda PON1 düzeyinin düştüğünü göstermektedir. Ancak polimorfizm açısından net olarak tek bir polimorfizm ile ilişkisi gösterilememiştir. Bu bilgilerin ışığında PON1 enzim düzeyi, KAH gelişimi açısından belirleyici bir marker olabilir. Ancak bunun klinik olarak kanıtlanması için prospektif ve kontrollü çalışmalara ihtiyaç vardır. Anahtar Kelimeler: Paraoksonaz-1, Koroner kalp hastalıkları, PON1 polimorfizm ABSTRACT Serum Paraoxonase-1(PON1) level, an anti-oxidant enzyme, decreases with diseases related to coronary heart diseases (CAH) such as diabetes, hypertension, hyperlipidemia and smoking. All clinical studies which were performed in patients with CAH have shown significant low levels and activity of PON1. These studies suggest that the PON1 level might be a marker for CAH, but more prospective and case-controlled studies are needed on this subject. Keywords: Paraoxonase-1, Coronary heart diseases, PON 1 polymorphism GİRİŞ azaltmaktadır. Bu derlemede koroner arter hastalığı ve risk faktörlerinin PON1 enzimi ile ilişkisi üzerine yapılan çalışmalar incelenerek tartışılmıştır. Paraoksonaz-1 (PON1), HDL kolesterol yapısında yer alan ve okside LDL (oxLDL) yapısındaki lipid peroksitleri hidrolize ederek lipoprotein oksidasyonunu önleyici role sahip bir enzimdir. Bu özelliği nedeniyle ateroskleroza karşı koruyucu özelliği olabileceği düşünülmüş ve in vitro çalışmalarda bu etkisi gösterilmiştir. Klinik çalışmalar sonucunda koroner arter hastalığı(KAH) tespit edilmiş olan hastalarda serum PON1 seviyesinin, sağlıklı kişilere göre daha düşük bulunmuş olması da bu görüşü desteklemektedir. Koroner arter hastalığı ve endotel disfonksiyonunda olayın başlangıç noktası oksidatif strestir ve PON1 enzimi anti-oksidan etkisi ile oksidatif stresi Paraoksonaz 1(PON1) Paraoksonaz ailesinde yer alan PON1, PON2 ve PON3 enzimlerinin genleri insanda 7.kromozomun uzun kolunda(q21.22) yan yana yer almaktadır1. Bu enzim ailesi paraoksonaz adını bir insektisit olan parathion’un toksik metaboliti “paraoxon”dan almaktadır. PON1 ve PON3 karaciğerden sentezlendikten sonra salınarak HDL’ye bağlı şekilde dolaşımda bulunur2,3. PON2 ise dolaşımda bulunmadığı halde pek çok farklı dokudan sentezlenmektedir4. Başvuru tarihi / Submitted: 13.09.2010 Kabul tarihi / Accepted: 15.12.2010 İletişim Bilgileri: Dr. Özlem Tarçın, Dr. Siyami Ersek Göğüs, Kalp-Damar Cerrahi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları, İstanbul, Turkey. e-mail: [email protected] 59 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):59-63 Ö. TARÇIN Paraoksonaz-1 ve koroner kalp hastalığı 19 Ayrıca PON1(0) farelerin görülmüştür . makrofajlarında oksidatif stresin kontrol grubuna göre yüksek olduğu bildirilmiştir. Sonuç olarak PON1 enziminin hem serumda hem makrofajlarda direkt etki ile oksidatif stresi azalttığı, ve bu nedenle PON1 enzimi eksik olan farelerde ateroskleroz gelişiminde artış gözlendiği rapor edilmiştir. İnsanlarda ilk olarak 1997 yılında yapılan vakakontrollü çalışmada, serum PON1 enzim düzeyi ve aktivitesi koroner arter hastalarında diğer nedenlerden bağımsız şekilde düşük bulunmuş ve PON1 enzim aktivitesinin koroner arter hastalığı açısından bir risk belirteci olabileceği düşünülmüştür20. Sonrasında yapılan klinik çalışmalarda da, koroner arter hastalarında sağlam kontrollere göre PON1, HDL ve apoA-I düzeylerinde 21, 22 . Kabaroğlu ve düşüklük tespit edilmiştir arkadaşlarının yaptığı kontrollü çalışmada, akut koroner sendrom (38 akut miyokart enfarktüsü + 33 unstabil anjina pektoris) ile başvuran hastalar sağlıklı kontrol grubu (n=32) ile karşılaştırıldığında, oksidatif stresin hasta grubunda anlamlı olarak artmış, PON1 düzeylerinin ise azalmış olduğu rapor edilmiştir23(p<0.01). PON1 enzimi paraoksonaz ailesinin en çok çalışılmış olan ve en iyi bilinen üyesidir. Diğer PON alt tiplerinden farklı olarak, paraoxonaz aktivitesi ile beraber arilesteraz aktivitesine de sahip olan PON1 enzimi, pek çok organofosfat ve ilacı metabolize etmektedir5. Serum PON1 düzeyi kişisel özelliklere bağlı olarak çok değişkenlik gösterir. Serum aktivitesinde en önemli belirleyici faktör yaştır. Yeni doğanda en yüksek düzeyde olan enzim aktivitesi yaşla beraber giderek azalır6-9. Cinsiyet açısından bakıldığında ise kadınlarda erkeklere göre hafif 6 düzeyde yüksek bulunmuştur . Yağlı ve yüksek kalorili diyet alışkanlıkları PON1 düzeyini aşikâr şekilde değiştirmektedir. Yapılan çalışmalar doymuş ve trans yağlardan zengin diyet verilen sağlıklı kişilerde PON1 aktivitesinin % 6 oranında azaldığını 10 göstermiştir . Zeytinyağı kullanımı ise tam tersine etki ederek PON1 aktivitesini artırmakta ve bu etki 11 özellikle kadınlarda daha belirgin olmaktadır . Ayrıca sigara kullanımı enzim düzeyini düşürürken, bazı ilaçların (statinler, aspirin, fenofibratlar, dexametazon gibi) PON1 düzeyinde ve aktivitesinde artışa neden olduğu bilinmektedir2. Karaciğerde sentezlenerek dolaşıma salınan PON1, hidrofobik N-terminal aracılığı ile HDL yüzeyine yapışır12. Apolipoprotein A-I (ApoA-I) ise bu enzimi HDL yüzeyinde sabitleştirmektedir. PON1 enziminin LDL oksidasyonunu önleyici etkisi ilk olarak 1991 yılında Mackness tarafından in vitro olarak gösterilmiştir13. Daha sonra PON1 enziminin HDL yapısında yer alması ve koroner arter hastalarında HDL kolesterol düzeyinin düşük bulunması, bu hasta grubunda HDL ve alt tiplerinin önemini ortaya çıkartmıştır14. HDL-kolesterolün olgunlaşma sürecinde ilk olarak karaciğer ve gastrointestinal sistemden salınan ApoA-I, ATP binding cassette transporter G-1 (ABCG1) proteinine bağlanarak makrofajlardan kolesterol alır ve pre-β HDL’yi oluşturur. Bu diskoid HDL molekülü lesitin-kolesterol açil transferaz (LCAT) enzimi aracılığı ile HDL3 alt tipine dönüşür ve en sonunda daha büyük bir molekül olan HDL2 meydana gelir. PON1 gibi antioksidan enzimler, HDL2 yapısında daha fazla olmak üzere her iki alt tipte de 15 bulunmaktadır . Dolaşımda HDL2 ile birlikte bulunan PON1 enzimi, makrofajlardan superoksit anyon salınımını inhibe ederek LDL oksidasyonunu önler ve okside-LDL(oxLDL) oluşumunu azaltır. Böylece endotel hücrelerde oxLDL’ye bağlı oluşan inflamasyon süreci engellenmiş olur16. Ancak PON1 enzimi sadece HDL’ye bağlı iken bu etkiyi gösterebilmekte, HDL yapısından ayrılınca bu etki 17 ortadan kalkmaktadır . Yapılan çalışmalar, koroner arter hastalığı olanlarda 10 yıllık takip sonucunda HDL2 düzeyinin sağlıklı kontrollere göre % 32 oranında daha düşük olduğunu göstermiştir18. Bu da PON1 etkisinin ve aktivitesinin HDL2 düzeyi ile doğru orantılı olduğunu kanıtlamaktadır. Düşük PON1 seviyesinin koroner arter hastalığı ile ilişkisi gösterildikten sonra, çalışmalar PON1 polimorfizmi ile ilişkisini araştırmaya yönelmiştir. Paraoxonase geninde 160’dan fazla polimorfizm tanımlanmıştır. Bunların arasında en sık görülen ikisi 55.kodonda leucin(L)/methionine(M) ve 192.kodonda glutamine(Q)/arginine(R) polimorfizmleridir24. KAH tanısı olan hastalarda koroner arter hastalığı gelişimi ile PON1 polimorfizmi arasındaki ilişkiyi araştıran çalışmalar çelişkili sonuçlar bildirmektedir. Bunun nedeni PON1 polimorfizminin etnik farklılıklar göstermesi ve değişik ülkelerde yapılmış olan çalışmalarda farklı sonuçlar elde edilmiş olması olabilir. Japonlarda ve Finlandiya’da yapılan çalışmalarda PON1 polimorfizmi ile KAH arasında korelasyon tespit 25, 26 . Kısa bir süre önce yayınlanmış edilememiş olan “Nurses’ Health and Health Proffesionals Follow-up Study” çalışmasında da Q192R polimorfizmi ile KAH arasında korelasyon 27 bulunamamış . Ancak ABD, İsviçre ve Brezilya’da yapılmış bazı çalışmalar, değişik polimorfizmlerle KAH arasında ilişki olduğunu rapor etmişler. Brezilyalılarda yapılan bir çalışmada, L55M polimorfizminin özellikle beyaz ırktaki kadın popülasyonda KAH ile yüksek oranda ilişkili olduğu bildirilmiş28. Anjiografi sonucunda koroner hastalığı tespit edilmiş olan Hint ve Çin kökenli hastalarda ise Q192R polimorfizmi daha sık bulunmuş29. İsviçre’de yapılan bir çalışmada da yine tip 2 diyabeti olan koroner kalp hastalarında Q192R polimorfizmi ile KAH sıklığı arasında pozitif korelasyon gözlenmiş30. Türk halkında yapılan çalışmalarda ise hem Q192R polimorfizmi hem de L55M polimorfizminin koroner arter hastalığı gelişimi açısından risk faktörü 31-33 . olduğunu rapor eden yayınlar mevcuttur Wheeler ve arkadaşlarının, 2004 yılında PON gen polimorfizmi ve koroner arter hastalığının ilişkisini araştıran 43 çalışmayı ele alarak hazırladığı metaanalizde34, koroner arter hastalığı gelişimi ile L55M polimorfizmi arasında herhangi bir ilişki Koroner arter hastalığı gelişiminde PON1 Rozenberg ve arkadaşlarının PON1(0) knockout farelerde yaptığı bir araştırmanın sonucunda, PON1(0)+ApoE(0) knock-out farelerde sadece ApoE(0) knock-out olanlara göre aterosklerotik lezyonlarda % 42 oranında artış olduğu 60 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):59-63 Ö. TARÇIN Paraoksonaz-1 ve koroner kalp hastalığı Sonuçta GFR düştükçe azalan PON1 düzeyi ve kronik böbrek yetmezlik hastalarındaki yüksek KAH riski arasında bir ilişki olabileceği savunulmaktadır. bulunamamış, Q192R polimorfizmi ile arasındaki korelasyonun ise zayıf olduğu rapor edilmiştir. Koroner arter hastalığı risk faktörleri ve PON1 III-Hiperlipidemi: Hiperlipidemi koroner arter hastalığı gelişiminde önemli faktörlerden birisidir. Koroner arter hastalarındaki hiperlipidemi tedavisinde sıklıkla kullanılan statin grubu ilaçların PON1 düzeyine etkileri detaylı şekilde araştırılmıştır. Tip IIb hiperkolesterolemisi olan 164 hastada yapılan bir araştırmada, hastalara 3 ay boyunca statin tedavisi (atorvastatin 10mg/gün, simvastatin 10/20mg/gün, fluvastatin 80mg/gün) verilmiş. Tedavi alan gruplar kontrol grubu ile karşılaştırıldığında tedavi alan her üç gruptakilerin PON1 aktivitesinde anlamlı olarak artış tespit edilmiş44. Koroner arter hastalığı genellikle bazı risk faktörlerine ikincil olarak ortaya çıkmaktadır. Diyabet, hipertansiyon, hiperlipidemi ve sigara kullanımı koroner arter hastalığı riskini artıran en önemli faktörlerdir. Bahsedilen hastalıkların tümünde, aynen koroner arter hastalığında olduğu gibi olayın başlangıç noktası oksidatif stres artışı ve buna bağlı gelişen endotel hasarıdır. Bu nedenle paraoksonaz 1 enzim aktivitesinin bu hastalıklarda ve sigara kullanıcılarında nasıl değişim gösterdiği detaylı olarak araştırılmıştır. I-Diabetes Mellitus: Fenofibrat grubu ilaçlarla yapılan çalışmalarda ise bazı çelişkiler gözlenmiştir. Paragh ve arkadaşları 3 ay boyunca koroner arter hastalığı olan 52 hastaya mikronize fenofibrate 200mg/d vermiş ve PON aktivitesinde belirgin artış 45 gözlemiştir . Diğer tarafta ise normolipidemik sıçanlarda yapılan bir çalışma, fenofibrate tedavisinin doza bağımlı olarak plazma PON1 aktivitesini % 20 ile % 40 arasında azalttığını göstermiştir46. Gemfibrozil ile yapılan çalışmalarda da aynı çelişkili sonuçlar mevcut olup sonuç olarak fenofibrat tedavisinin PON düzeyini düşürücü etkisinin bu ilacın advers etkisi olabileceği ve bu durumun plazma lipid profili ile maskelenmekte olduğu kanısına varılmıştır47, 48. Tip 2 diyabetik Türk hastalarda yapılan bir araştırmada anjiografi ile koroner arter hastalığı tespit edilen hastalar darlığın derecesine göre sınıflandırılarak PON1 aktivitesi ile ilişkisi incelenmiş35. Bu çalışma sonucunda koroner darlığı az olan ve diyabet süresi daha kısa olan hastalarda PON1 aktivitesi en yüksek bulunurken, darlığın derecesi ve diyabet süresi arttıkça PON1 enzim aktivitesinde düşme olduğu görülmüş. Bu da diyabetik hastalarda PON1 enziminin lipid peroksidasyonundan koruyucu etkisinin azalması sonucu KAH riskinin bu hastalarda artmış olabileceğini düşündürmüştür. Yapılmış olan pek çok çalışmada hem tip 1 diyabet, hem tip 2 diyabet hastalarında kontrol grubu ile karşılaştırıldığında serum PON1 düzeyinde azalma olduğu tespit edilmiştir36-38. Makrovasküler komplikasyonları olan diyabetik hastalarda PON1 aktivitesinin mikrovasküler komplikasyonu olanlara göre daha düşük olduğu gözlenmiştir. Ayrıca PON1 aktivitesi ile HbA1c değeri ve vasküler komplikasyonlar arasında negatif bir korelasyon varlığı da bulgular 38 arasındadır . IV-Sigara kullanımı: Sigara kullanımı pek çok hastalıkta olduğu gibi aterosklerotik kalp hastalıklarında da önemli bir risk faktörüdür. Sigara kullanımı ile PON1 aktivitesi arasındaki ilişkiyi araştıran pek çok çalışma, sigaranın PON1 aktivitesini azalttığını ve serum düzeyini düşürdüğünü göstermiştir49-52. Çok yakın bir zamanda yapılan kontrollü bir çalışmada sigara içicilerinde total kolesterol, trigliserid, LDL düzeyleri içmeyenlere göre daha yüksek, HDL düzeyi ise daha düşük bulunmuş. Sigara içenlerde PON1 aktivitesinin içmeyenlere göre anlamlı olarak daha düşük olduğu ve günlük içilen sigara sayısı ile negatif korelasyon gösterdiği bildirilmiştir50. Sigaranın bu olumsuz etkisinin 3–24 ay gibi kısa zamanda geri dönmesi ise sigaranın PON1 üzerindeki etkisinin direkt bir etki olduğunu 51, 52 . göstermektedir II-Hipertansiyon: Hipertansiyon koroner arter hastalığı gelişiminde en önemli predispozan faktörlerden bir tanesidir. Esansiyel hipertansiyonu olan 33 hastanın değerlendirildiği bir çalışmada sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırıldığında PON1 düzeyinin hipertansif hastalarda belirgin biçimde düşük olduğu tespit edilmiş39. Türk halkı üzerinde yapılmış olan bir çalışmada, tedavi almamış dipper (DH) ve nondipper hipertansif (NDH: gece kan basıncı sabahki düzeyine göre % 10–20 düşüş göstermeyen) hastalar karşılaştırıldığında, NDH hastalarda PON1 40 ve arilesteraz düzeyleri belirgin düşük bulunmuş . Kardiyovasküler mortalitede artış ile ilişkisi gösterilmiş olan NDH tipi yüksek tansiyon, diyabet ve kronik böbrek yetmezliğinde de sıklıkla tespit 41, 42 . Yapılmış olan çalışmalar PON1 edilmektedir düzeyindeki düşüklüğün yüksek tansiyonda oksidatif stres artışı ve KAH riskinde artış ile ilişkili olabileceğini, ayrıca PON1 düzeyinin hipertansif hastalarda KAH riskini gösteren önemli bir belirteç olabileceğini düşündürmektedir. Ayrıca PON1 düzeyinin tip 2 diyabetik ve glomerüler filtrasyon hızı (GFR) 60ml/dk altında olan hastalarda, GFR normal olanlara göre çok azalmış olduğu rapor edilmiştir43. Özet olarak anti-oksidan bir enzim olan paraoksonaz-1 enzim düzeyi ve aktivitesi, koroner arter hastalığı ile ilişkili olan hipertansiyon, diyabet, hiperlipidemi ve sigara kullanımı ile azalmaktadır. Tüm çalışmalar anjiografik olarak koroner arter hastalığı kanıtlanmış olan hastalarda PON1 düzeyinin düştüğünü göstermektedir. Ancak polimorfizm açısından net olarak tek bir polimorfizm ile ilişkisi gösterilememiştir. Bu bilgilerin ışığında PON1 enzim düzeyi, koroner arter hastalığı gelişimi açısından belirleyici bir belirteç olabilir. Ancak bunun klinik olarak kanıtlanması için prospektif ve kontrollü geniş çaplı çalışmalara ihtiyaç vardır. 61 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):59-63 Ö. TARÇIN Paraoksonaz-1 ve koroner kalp hastalığı KAYNAKLAR 1. Primo-Parmo SL, Sorenson RC, Teiber J, La Du BN. The human serum paraoxonase/arylesterase gene (PON1) is one member of a multigene family. Genomics 1996;33:498-507. doi: 10.1006/geno.1996.0225 2. Mackness MI, Hallam SD, Peard T, Warner S, Walker CH. The separation of sheep and human serum “A”-esterase activity into the lipoprotein fraction by ultracentrifugation. Comp Biochem Physiol B 1985;82:675-677. 3. Reddy ST, Wadleigh DJ, Grijalva V, et al. Human paraoxonase-3 is an HDL-associated enzyme with biological activity similar to paraoxonase-1 protein but is not regulated by oxidized lipids. Arterioscler Thromb Vasc Biol 2001;21:542-547. 4. Mochizuki H, Scherer SW, Xi T,et al. Human PON2 gene at 7q21.3:cloning, multiple mRNA forms, and missense polymorphisms in the coding sequence. Gene 1998;213:149-157. doi: 10.1016/S03781119(98)00193-0 5. Costa LG, Vitalone A, Cole TB, et al. Modulation of paraoxonase (PON1) activity. Biochem Pharmacol 2005;69: 541-550. doi: 10.1016/j.bcp.22004.08.027 6. Mueller RF, Hornung S, Furlong CE, Anderson J, Giblett ER, Motulsky AG. Plasma paraoxonase polymorphism: a new enzyme assay, population, family, biochemical and linkage studies. Am J Hum Genet 1983;35:393-408. 7. Cole TB, Jampsa RL, Walter BJ, Arndt TL, Richter RJ, Shih DM, et al. Expression of human paraoxonase (PON1) during development. Pharmacogenetics 2003;13:1-8. do.: 10.1097/00008571-200306000-00007 8. Augustinsson KB, Barr M. Age variation in plasma arylesterase activity in children. Clin Chim Acta 1963;8:568-573. doi: 10.1016/0009-8981(63)901062 16. Mackness B, Hine D, Liu Y, et al. Paraoxonase-1 inhibits oxidized LDL-induced MCP-1 production by endothelial cells. Biochem Biophys Res Commun 2004;318:680-683. doi: 10.1016/j.bbrc.2004.04.056 17. Ferretti G, Bacchetti T, Marchionni C,et al. Effect of glycation of high density lipoproteins on their physiochemical properties and on paraoxonase activity. Acta Diabetol 2001;38:163-169. doi: 10.1007/s592-001-8074-z 18. Gofman JW, Young W, Tandy R. Ischemic heart disease, atherosclerosis, and longevity. Circulation 1966;34:679-697. 19. Rozenberg O, Rosenblat M, Coelman R, et al. Paraoxonase (PON1) deficiency is associated with increased macrophage oxidative stres: studies in PON1-knockout mice. Free Radic Biol Med 2003;34:774-784. doi: 10.1016/S08915849(02)01429-6 20. Navab M, Hama-Levy S, Van Lenten BJ, Fonarow GC, Carlinez CJ, Castellani LW. Mildly oxidised LDL induces an increased apolipoprotein J/paraoxonase ratio. J Clin Invest 1997;99:20052019. doi: 10.1172/JCI119369 21. Singh S, Venkatesh S, Verma JS, Verma M, Lellama CO, Goel RC. Paraoxonase(PON1) activity in North west Indian Punjabis with coronary artery disease. Indian J Med Res 2007;125:783-787. 22. Jayakumari N, Thejaseebai G. High prevalence of low serum paraoxonase1 in subjects with coronary artery disease. J Clin Biochem Nutr 2009;45(3):278284. doi: 10.3164/jcbn.08-255 23. Kabaroğlu C, Mutaf I, Boydak B, et al. Association between serum paraoxonase activity and oxidative stress in acute coronary syndromes. Acta Cardiol 2004;59:606-611. 24. Aviram M, Rosenbalt M. Paraoxonases and cardiovascular diseases: pharmacological and nutritional influences. Curr Opin Lipidol 2005;16:393-399. 25. Suehiro T, Nakanchi Y, Yammamoto M, Arii K, Itoh H, Hamashige N, et al. Paraoxonase gene polymorphism in Japanese subjects with coronary heart disease. Br J Pharmacol 1996;57:69-73. doi: 10.1016/S0167-5273(96)02779-9 26. Antikainen M, Mutomaki S, Syvanne M, Pahlman R, Tanvanainen E, Jauhianen M, et al. The Gln Arg 191 polymorphism of human paraoxonase gene (HUMPONA) is not associated with the risk of coronary artery disease in Finns. J Clin Invest 1996;98:883-885. 9. Ecobichon DJ, Stephens DS. Perinatal development of human blood esterases. Clin Pharmacol Ther 1973;14:41-47. 10. de Roos NM, Schouten EG, Scheek LM, van Tol A, Katan MB. Replacement of dietary saturated fat with trans fat reduces serum paraoxonase activity in healthy men and women. Metabolism 2002;51:1534-1537. doi: 10.1053/meta.2002.36305 11. Wallace AJ, Sutherland WHF, Mann JI, Williams SM. The effect of meals rich in thermally stressed olive and safflower oils on post-prandial serum paraoxonase activity in patients with diabetes. Eur J Clin Nutr 2001;55:951-958. 12. Deakin SP, James RW. Genetic and enviromental factors modulating serum concentrations and activities of the antioxidant enzyme paraoxonase-1. Clinical Science 2004;107: 435-447. doi: 10.1042/CS20040187 27. Mukamal KJ, Pai JK, Jensen MK, Rimm EB. Paraoxonase 1 polymorphisms and risk of myocardial infarction in women and men. Circ J 2009;73(7):1302-1307. doi: 10.1253/circj.CJ-080912 13. Mackness MI, Arrol S, Durrington PN. Paraoxonase prevents accumulation of lipoperoxides in lowdensity lipoprotein. FEBS Lett. 1991;286(1-2):152154.doi: 10.1016//0014-5793(91)80962-3 28. 14. Gordon T, Castelli WP, Hjortland MC, Kannel WB, Dawber TR. High density lipoprotein as a protective factor against coronary heart disease. The Framingham Study. Am J Med 1977;62:707-714. doi: 10.1016/00029343(77)90874-9 Rios DL, D’Onofrio LO, Cerqueira CC, Bonfim-Silva R, Carvalho HG, Santos-Filho A, et al. Paraoxonase 1 gene polymorphisms in angiographically assessed coronary artery disease: evidence for gender interaction among Brazilians. Clin Chem Lab Med 2007;45:874-878. doi: 10.1515/CCLM.2007.136 29. Sanghera DK, Saha N, Aston CE, Kamboh MI. Genetic polymorphism of paraoxonase and the risk of coronary heart disease. Arterioscler Thromb Vasc Biol 1997;17:1067-1073. 30. Ruiz J, Blanche H, James RW, Garin MC, Vaisse C, CharpentierG, Cohen N, Morabia A, Passa P, Froguel P. Gln-Arg 192 polymorphism of 15. Kaysen GA. Potential restoration of HDL function with apolipoprotein A-I mimetic peptide in end-stage renal disease. Kidney Int 2009;76(4):359-61. doi: 10.1038/ki.2009.205 62 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):59-63 Ö. TARÇIN Paraoksonaz-1 ve koroner kalp hastalığı paraoxonase and coronary heart disease in type 2 diabetes. Lancet 1995;346(8979):869-872. doi:10.1016/S0140-6736(95)92709-3 31. 32. Kaman D, İlhan N, Metin K, Akbulut M, Üstündağ B. A preliminary study of human paraoxonase and PON1 L/M55-PON1 Q/R192 polymorphisms in Turkish patients with coronary artery disease. Cell Biochem Funct 2009;27:88-92. doi: 10.1002/cbf.1539 Özkök E, Aydın M, Babalık E, Özbek Z, İnce N, Kara İ. Combined impact of matrix metalloproteinase-3 and paraoxonase 1 55/192 gene variants on coronary artery disease in Turkish Patients. Med Sci Monit 2008;14(19):536-542. 33. Aynacıoğlu AS, Kepekçi Y. The human paraoxonase Gln-Arg 192(Q/R) polymorphism in Turkish patients with coronary artery disease. Int J Cardiol 2000;12:33-37. doi: 10.1016.S01675273(00)00242-4 34. Wheeler JG, Keavney BD, Watkins H, Collins R, Danesh J. Four paraoxonase gene polymorphism in 11212 cases of coronary heart diseases and 12786 controls: meta-analysis of 43 studies. Lancet 2004;363(9410):689-695. doi: 10.1016/S01406736(04)15642-0 35. Tartan Z, Orhan G, Kaşıkçıoğlu H, Uyarel H, Ünal S, Özer N, Özay B, Çiloğlu F, Çam N. The role of paraoxonase (PON) enzyme in the extent and severity of the coronary artery disease in type-2 diabetic patients. Heart Vessels 2007;22(3):158164. doi: 10.1007/s00380-0060957-6 36. Ferretti G, Bacchetti T, Busni D, et al. Protective effect of paraoxonase activity in high-density lipoproteins against erythrocyte membranes peroxidation: a comparison between healthy subjects and type 1 diabetic patients. J Clin Endocrinol Metab 2004;89:2957-2962. 37. Karabina SA, Lehner AN, Franke E, Parthasara S, Santanam N. Oxidative inactivation of paraoxonaseimplications in diabetes mellitus and atherosclerosis. Biochim Biophys Acta 2005;1725(2):213-221. doi: 10.1016/j.bbagen.2005.07.005 38. Flekac M, Skrha J, Zidkova K, Lacinova Z, Hilgertova J. Paraoxonase 1 gene polymorphisms and enzyme activities in diabetes mellitus. Physiol Res 2008;57(5):717-26. 39. Chen X, Wu Y, Liu L, Su Y, Peng Y, Jiang L, Liu X, Huang D. Relationship between high density lipoprotein antioxidant activity and carotid intima media thickness in patients with essential hypertension. Clin Exp Hypertens 2010;32:13-20. 40. 41. Yıldız A, Gür M, Demirbağ R, Yılmaz Aslan M, Erel O. Paraoxonase and activities in untreated dipper and hypertensive patients. Clin Biochem 11):779-784. 10.1016/j.clinbiochem.2008.02.010 R, Akyol S, arylesterase non-dipper 2008;41(10doi: Ohkubo T, Imai Y, Tsuji I, Nagai K, Watanabe N, Minami N, et al. Relation between nocturnal decline in blood pressure and mortality. The Ohasama Study. Am J Hypertens 1997;10:1201-1207. doi: 10.1016/S0895-7061(97)00274-4 42. Metohi H, Ohkubo T, Kikuya M, Asayama K, Obara T, Hashimoto J, et al. Prognostic significance for stroke of a morning pressor surge and a nocturnal blood pressure decline:the Ohasama study. Hypertension 2006;47:149-154. doi: 10.1161/01.HYP.0000198541.12640.0f 43. Connelly PW, Zinman B, Maguire GF, Mamakeesick M, Haris SB, Hegele RA, Retnakaren R, hanley AJ. Association of the novel cardiovascular risk factors paraoxonase 1 and cystatin C in type 2 diabetes. J Lipid res 2009;50(6):1216-1222. doi: 10.1194/jlr.P80070JLR200 44. Ribas V, Sanchez-Quesada JL, Anton R, Camacho M, Julve J, Escola-Gil JC, Vila L, Ordonez-Llanos J, Blanco-Vaca F. Human apolipoprotein A-II enrichement displaces paraoxonase from HDL and impairs its antioxidant properties. Circ Res 2004;95:789-797. doi: 10.1161/01.RES0000146031.94850.5f 45. Paragh G, Seres I, Harangi M, Balogh Z, Illyes L, et al. The effect of micronised fenofibrate on paraoxonase activity in patients with coronary heart disease. Diabetes Metab 2003;29:613-618. doi: 10.1016/S1262-3636(07)70077-0 46. Beltowski J, Wòjcicka G, Mydlarczyk M, Jamroz A. The effect of peroxisome proliferator-activated receptors (PPAR) alpha agonist, fenofibrate, on lipid peroxidation, total antioxidant capacity, and plasma paraoxonase 1(PON1) activity. J Physiol Pharmacol 2002;53:463-475. 47. Balogh Z, Seres I, Harangi M, Kovacs P, Kakuk Gy, Paragh Gy. Gemfibrozil increases paraoxonase activity in type 2 diabetic patients. A new hypothesis of the beneficial action of fibrates? Diabetes Metab 2001;27:604-610. 48. Durrington PN, Mackness MI, Bhatnagar D, Julier K, Prais H, Arrol S, Morgan J, Wood GNI. Effects of two different fibric acid derivatives on lipoproteins, cholesterol ester transfer, fibrinogen, plasminogen activator inhibitor and paraoxonase activity in type IIb hyperlipoproteinemia. Atherosclerosis 1998;138:217-225. doi: 10.1161/01.ATV.0000027414.34728.1F 49. Senti M, Tomas M, Anglada R, Elosua R, Marrugat J, Covas MI, et al. Inter-relationship of smoking, paraoxonase activity, and leisure time physical activity:a population based study. Eur J Int Med 2003;14:178-184. doi: 10.10167S09536205(03)00041-4 50. Mouhamed DH, Ezzaher A, Araoud M, Neffati F, Douki W, Najjar MF. Paraoxonase 1(PON1) activity and lipid parameters in Tunusian smokers. Ann Biol Clin 2010;68;143-147. doi: 10.1684/abc.2010.0418 51. James RW, Leviev I, Righetti A. Smoking is associated with reduced serum paraoxonase activity and concentration in patients with coronary artery disease. Circulation 2000;101:2252-2257. 52. Nishio E, Watanabe Y. Cigarette smoke extracts inhibits plasma paraoxonase activity by modification of the enzyme’s free thiols. Biochem Biophys Res Comm 1997;236:289-293. doi: 10.1006/bbrc.1997.6961 63 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):59-63 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):64-67. DOI: 10.5472/MMJ.2010.01621.2 Olgu Sunumu / Case Report Doğumsal Brakiyal Pleksus Yaralanmalarında Kök Avülsiyonunun Elektrodiyagnostik İncelemesi ve Tedavisi-Olgu Sunumu Electrodiagnostic Evaluation and Treatment of Root Avulsion in an Obstetric Brachial Plexus Injury-Case Report Evrim KARADAĞ SAYGI1, Mehmet AĞIRMAN1, Demet OFLUOĞLU2, Cihangir TETİK3 1 2 Marmara Üniversitesi Hastanesi, Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon AD, İstanbul, Türkiye Başkent Üniversitesi Hastanesi, Fiziksel 3 Tıp ve Rehabilitasyon AD, İstanbul, Türkiye Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye ÖZET Obstetrik brakiyal pleksopati çocuklarda sık görülen periferik sinir yaralanmalarından biridir. Kök avülsiyonun eşlik etmesi kötü prognostik faktörler arasında yer almaktadır. Sinir iletim çalışmaları ve elektronöromiyografinin (ENMG) bu patolojideki ana rolü kök avülsiyonunu pleksus lezyonlarından ayırmaktır. Duyusal sinir iletim çalışmalarının normal sınırlar içinde olmasına rağmen motor iletim çalışmalarının olmayışı kök avülsiyonu için tanı koydurucudur. Kök avülsiyonun tespit edilmesi cerrahi kararı ve zamanlamasını belirlediğinden şüphelenilen olgularda elektrodiyagnostik çalışmaların yapılması gerekmektedir. Burada nörofizyoloji laboratuvarına yönlendirilen ve ENMG ile kök avülsiyonu tanısı konulan 5 aylık erkek hasta sunulmaktadır. Anahtar Kelimeler: Obstetrik brakiyal pleksus lezyonu, kök avülsiyonu, elektronöromiyografi ABSTRACT Obstetrical brachial plexus palsy is a common peripheral nerve injury in childhood. Root avulsion is one of the poor prognostic factors. The role of nerve conduction study and electroneuromyography (ENMG) is to differentiate root avulsion from plexus lesions. Despite the normal sensory nerve conduction study, the absence of motor nerve conduction is diagnostic of root avulsion. Because of the root avulsion, definitely establish surgical decision and time of surgery, in the presence of doubt electrodiagnostic studies should be made. In this case, to emphasize the role of electroneuromyography, we presented a 5-month old male patient who was referred to our electrophysiology laboratory with the prediagnosis of brachial plexus injury. Keywords: Obstetrical brachial plexus palsy, Root avulsion, Electromyography GİRİŞ dışında; travma, torakal çıkış sendromu, radyasyon, tümör infiltrasyonu, brakiyal nörit ve basıya neden olan anevrizma gibi vasküler sorunlara bağlı olarak 2 da gelişebilir . Foramendeki seyri horizontale yakın olan sinir kökü, son tutunma noktası olan transvers çıkıntıdan ayrıldıktan sonra açısını değiştirerek distale doğru daha vertikal bir açı kazanır. Servikal köklerin frontal planda vertikal düzlemde yaptıkları çıkış açısı ile "z" şeklindeki seyri kökü traksiyona karşı duyarlı hale getirir. C5’te ortalama 138°’den Tl’de 85°’ye kadar azalır. Bu, avülsiyonların alt köklerde üst köklere göre daha sık oluşmasını 3 açıklayabilir . Brakiyal pleksus alt servikal ve üst torakal sinir köklerinin (C5-T1) ventral dalları tarafından oluşturulan karışık bir anatomik yapıdır. Ön (ventral) dallar genellikle ‘kök’ olarak adlandırılır, ön ve orta skalen kasların arasından çıkar. Üst ekstremite distaline doğru ilerlerken trunkus, divizyon, kord ve terminal sinir dallarına ayrılır. Nöral foramenlerin hemen distalinden ayrılan arka (dorsal) dallar ise spinal kasları inerve eder1.(Şekil 1). Obstetrik brakiyal pleksus yaralanması, çocuklarda sık görülen periferik sinir yaralanmalarından biridir. Obstetrik nedenler Başvuru tarihi / Submitted: 25.01.2010 Kabul tarihi / Accepted: 20.12.2010 İletişim Bilgileri: Dr. Evrim Karadağ Saygı, Marmara Üniversitesi Hastanesi, Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon AD, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 64 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):64-67 E. KARADAĞ SAYGI ve ark. Doğumsal brakiyal pleksus yaralanmaları OLGU SUNUMU 5 aylık erkek hasta, normal spontan vaginal yolla zamanında gerçekleşen doğum sırasında gelişen brakiyal pleksus yaralanması sonrası 2 aylık rehabilitasyon programına yanıt vermemesi nedeniyle elektrofizyoloji laboratuvarımıza yönlendirildi. Başvuru esnasındaki muayenesinde baş kontrolü mevcuttu, destekli oturabiliyordu. Her iki üst ekstremite arasında ısı ve renk farkı yoktu. Sol üst ekstremitede aktif hareket gözlenmedi. Sağ üst ve bilateral alt ekstremitelerde motor ve duyu muayenesi normaldi, kas tonusu doğaldı. Her iki üst ve alt ekstremite eklem hareket açıklıkları normaldi. Hastaya sol üst ekstremite sinir iletim çalışması (Tablo I) ve iğne ENMG (Tablo II) yapıldı. Sinir iletim çalışmasında mediyal antebrakiyal, lateral antebrakiyal ve radiyal sinir duyusal sinir aksiyon (DAP) latansları ve amplitüdleri normal sınırlardaydı. Mediyan motor ileti ise kayıtlanamadı. İğne EMG’de yoğun fibrilasyon ve pozitif keskin dalga (PKD) tespit edildi. Bulgular sol C7, C8 ve T1 kök inervasyonlu kaslarda akut nörojenik tutulum ile uyumlu olup, bu köklerin avülsiyonu olarak değerlendirildi. Şekil 1 Spinal sinir köklerinin ve dallarının kesitsel görünümü Brakiyal pleksus yaralanmasından şüphelenilen olgularda, lezyonun varlığının ve şiddetinin değerlendirilmesinde sinir ileti çalışmaları (SİÇ) ve iğne EMG (EMG) sıklıkla kullanılır. Pleksus yaralanmalarında yaralanmanın kök avülsiyonu içerip içermediğini bilmek de önemlidir. Kökler spinal sinirden ayrıldığı zaman rejenerasyon potansiyellerini kaybettikleri için bu olguların bir çoğunda iyileşme şansı yoktur. Ancak erken dönemde tanı konulması cerrahiye karar verilmesi açısından önemlidir4,5. Elektrofizyoloji bulguları sonucunda kök avülsiyonu düşünülen hastadan istenilen brakial pleksus manyetik rezonans görüntülemesinde (MRG); C7-T1 arasında sol nöral foramene uzanım gösteren kistik görünüm, psödomeningosel ve sinir kökü avülsiyonu ile uyumlu görünüm tespit edildi (Şekil 2). Hasta bu sonuçlarla ortopedi bölümünce değerlendirildi ve elektrofizyoloji sonrası 2. haftada opere edildi. Diseksiyon esnasında, proksimalde C7, C8 ve T1’in kökleri ile distal bölge arasında 2,5 cm avülsiyon olduğu tespit edilerek onarım yapıldı. Tablo I: Sinir iletim çalışmaları Taraf Sol (L) L Periferik Sinir Mediyal antebrakiyal Lateral antebrakiyal Kayıt Latans (msn) Amplitüd (mV-μV) Duyu 1,08 26,2 µV Duyu 1,6 23 µV Duyu 1,40 17,1 µV L Radiyal L Mediyan Motor L Triseps Motor Yanıt alınamadı 2,30 400 mV EDC= Extansor Digitorum Communis, PKD= Pozitif Keskin Dalga, MÜP= Motor Unit Potansiyeli 65 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):64-67 E. KARADAĞ SAYGI ve ark. Doğumsal brakiyal pleksus yaralanmaları Tablo II: İğne ENMG Giriş Taraf Kas Aktivite si Sol (L) L Deltoid Triseps + Spontan Aktivite MÜP İncelemesi PKD Fibrilasyon Süre Amplitüd Polifazi - - Normal Normal Normal +++ +++ Artmış Normal Normal/A rtmış Tam Kası Hafif seyrelme Tek tük MÜP geçişleri Tek tük L EDC + +++ +++ Artmış Normal Normal MÜP geçişleri L 1.Dorsal interosseöz Tek tük + +++ ++ Artmış Normal Normal MÜP geçişleri EDC= Extansor Digitorum Communis, PKD= Pozitif Keskin Dalga, MÜP= Motor Unit Potansiyeli Şekil 2 Sol nöral foramene uzanım gösteren kistik, psödomeningosel görünümü TARTIŞMA çoğunluğu (%70–95), ilk 3-4 ayda kendiliğinden tamama yakın iyileşir8. Kötü prognostik faktörler arasında, total veya alt pleksopatiler, Horner sendromu varlığı, kök avülsiyonun eşlik etmesi ve beraberinde kırık olması (kosta, klavikula, humerus vb.) sayılabilir. Doğumsal brakiyal pleksus hasarı, doğum esnasında brakiyal pleksusun travmatik gerilmesi sonucu meydana gelir ve üst ekstremitede flask paralizi oluşmasıdır6,7. Epidemiyolojik çalışmalarda farklı görüşler olmakla birlikte gelişmiş ülkelerde insidans 1000 doğumda 0,4 ile 3 arasında 8 bildirilmektedir . Hasarın derecesine göre (avülsiyon, rüptür, nörom ve nöropraksi) ve anatomik lokalizasyona göre (üst, orta, alt ve total pleksus hasarı) dört gruba ayrılır. Hastaların büyük Elektrofizyolojik çalışmalar ve görüntüleme yöntemleri klinik tanıyı doğrulamada yardımcıdır. ENMG ve SİÇ lezyonun şiddetinin belirlenmesinde (prognozda) ve etiyolojinin belirlenmesinde kullanılabilmektedir9. Duyusal aksonların nöronları 66 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):64-67 E. KARADAĞ SAYGI ve ark. Doğumsal brakiyal pleksus yaralanmaları gangliyonda ve sonuçta yırtığın distalinde olduğu için bu aksonlarda dejenerasyon görülmemekte, motor aksonlar ise ventral boynuzda olan nöronlardan ayrıldığı için dejenere olmaktadır. Elektrofizyolojik çalışmalarda da bu anatomik bilgiden yararlanılır. Normal duyusal SİÇ ile birlikte motor iletim çalışmalarının olmayışı kök avülsiyonu 6 varlığı için tanı koydurucudur . Bununla birlikte, üç ay boyunca reinnervasyon bulgularının olmaması da avülsiyonu destekler. Ancak kök avülsiyonu düşünülen hastalar cerrahiye yönlendirileceği için elektrofizyolojik değerlendirmelerin görüntüleme yöntemleri ile desteklenmesi uygun olacaktır. Kutluhan ve ark’ları tarafından yapılan bir çalışmada araştırmaya dahil edilen 13 doğumsal brakiyal pleksus hasarı olgusunun dördünde MRG ile psödomeningosel bulgusu saptanmış iken, iğne EMG ve SİÇ’de bu 13 vakanın üçünde kök avülsiyonu tespit edilmiştir10. Sinir devamlılığın bilinemediği olgularda ise kök avülsiyonunu değerlendirebilmek için intraoperatif elektrodiagnostik testler yapılabilmektedir. Klinik veya elektrodiyagnostik olarak kök avülsiyonun tespit edildiği olgularda da cerrahi olarak sinir greftleri önerilmektedir9. Sonuç olarak doğumsal brakiyal pleksus yaralanmaları tanısı, tedavi takibi ve oluşacak komplikasyonların önlenmesi açısından önemini korumaktadır. Bu olgularda kök avülsiyonu akılda tutularak tedavi süreci planlanmalıdır. KAYNAKLAR Erken cerrahi sonucunda erken rejenerasyon ve kas gücü kaybı ve atrofisinde azalma olduğu bilinmektedir. Cerrahi tedavinin endikasyonu ve zamanlaması konusunda tek bir görüş birliği olmamasına rağmen birçok yazar hastada el tutulumu ve Horner sendromu varlığında üçüncü ayda operasyon önermektedir11. Beş aylık erkek hasta brakiyal pleksus yaralanması tanısıyla pediatrik rehabilitasyon polikliniğimizde iki aylık yoğun rehabilitasyon programına rağmen iyileşme gözlenmemesi nedeniyle elektrofizyoloji laboratuarına yönlendirildi. Yapılan inceleme sonucu kök avülsiyonunu destekleyen bulgular elde edildi. Literatüre uygun olarak, ŞİÇ’de mediyal antebrakiyal, lateral antebrakiyal ve radiyal sinir DAP latansları ve amplitüdleri normal sınırlardayken, median motor sinir yanıtları alınamadı. İğne EMG’de de yoğun fibrilasyon ve PKD tespit edildi. Servikal MRG de sinir kökü avülsiyonu ile uyumlu görünüm tespit edilmesi kök avulsiyonu tanımızı desteklemesi üzerine, hasta erken dönem cerrahi için ortopedi bölümüne yönlendirildi. C7, C8 ve T1’in köklerinde avülsiyon tespit edilerek cerrahi onarım yapıldı. Lainberry C F, Wehbe M. Brachial plexus anatomy. Hand Clin 2004(20);1-5. 2. Şahin N, Akı S, Müslümanoğlu L. Yenidoğan brakial pleksus palsisi. Türk Fiz Tıp Rehab Derg 2006;52:174-180. 3. Leblebicioğlu G. yaralanmaları..Türk 2005;15(3)227-249. 4. Van Ouwerkerk WJ, Strijers RL, Barkhof F, Umans U, Vandertop WP. Detection of root avulsion in the dominant C7 obstetric brachial plexus lesion: experience with three-dimensional constructive interference in steady-state magnetic resonance imaging and electrophysiology. Neurosurgery 2005 Nov;57(5):930-40; discussion 930-40. doi: 10.1227/01.NEU.0000180813.10843.D4 5. Dumitru D, Zwarts MJ. Brachial plexopathies and proximal mononeuropathies In: Electrodiagnostic Medicine. Dumitru D, Amato AA, Zwarts MJ, eds. 2nd ed, Philadelphia: Hanley and Belfus, 2002: 777–836. 6. Gökçe-Kutsal Y. Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon. Ankara, 2000:2099-2103. 7. Shin J Oh. Clinical Electromyography Nerve Conducion Studies. Lipincott Williams & Wilkins.USA, 2003:613-616. 8. Zafeiriou DI, Psychogiou K. Obstetrical brachial plexus palsy. Pediatr Neurol 2008;38:235-242. doi: 10.1016/j.pediatrneurol.2007.09.013 9. Pitt M, Vredeveld JW. The role of electromyography in the management of the brachial plexus palsy of the newborn. Clinical Neurophysiology 2005 (116);1756-1761. doi:10.1016/j.clinph.2005.04.022 Brakiyal Nöroşirurji pleksus Dergisi. 10. Yılmaz K, Çalışkan M, Öge E, Aydinli N, Tunaci M, Ozmen M. Clinical assessment, MRI and EMG in congenital brachial plexus palsy. Pediatr Neurol 1999;21:705-710. 11. Aydın A, Mersa B, Erer M, Özkan T, Özkan S. Early results of nerve surgery in obstetrical brachial plexus palsy. Acta Orthop Traumatol Turc 2004;38(3):170-177. 67 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):64-67 1. Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):68-72 DOI: 10.5472/MMJ.2010.01575.2 Case Report / Olgu Sunumu Two Cases With Chloroquine and Hydroxychloroquine Maculopathy Klorokin ve Hidroksiklorokin Makülopatili İki Olgu Fulya AKMAN, Eren ÇERMAN, Özlem YENİCE, Haluk KAZOKOĞLU Marmara University School of Medicine, Department of Ophthalmology, İstanbul, Türkiye ABSTRACT ÖZET We described two cases of retinopathy due to antimalarial drugs and evaluated drug screening methods in antimalarial treatment. We reviewed our clinical records, fundus photographs, visual fields and the fluorescein angiographies of two patients from our retina referral department. The first case arose due to the misinterpretation of test results, despite the presence of adequate screening tests. The second case arose because of the inadequate information about the importance of screening tests. Keywords: Chloroquine, Hydroxychloroquine, Retinal toxicity İki antimalarial ilaç kullanımına bağlı retinopati olgusu sunduk ve antimalarial tedavisinde tarama yöntemlerini değerlendirdik. Retina bölümümüzde takip edilen iki olgunun klinik kayıtları, fundus fotoğrafları, görme alanı, flöresan anjiografileri incelendi. İlk olguda testler yapılmış olduğu halde sonuçlarının yanlış yorumlanması, ikinci olguda ise hastaya tarama testlerinin öneminin yeterince anlatılmamış olması sebep olarak görüldü. Anahtar Kelimeler: Klorokin, Hidroksiklorokin, Retinal toksisite impairment. Old and new screening methods to rule out possible ocular toxicity, the dose monitoring guidelines and the follow up strategy are subsequently discussed. INTRODUCTION The diagnosis of advanced chloroquine and hydroxychloroquine retinopathy is based on the combined presence of parafoveal pigment epithelial atrophy as seen on fundus biomicroscopy, and acquired paracentral scotoma on threshold visual field testing using the 10-2 program with white test light on a Humphrey perimeter1. Although the effects of long term usage of antimalarials are well known, it is still debatable what type and what frequency of screening should be performed to recognize toxicity as early as possible. Both cases were screened for color vision defects with 25 plates of Ischiara test. The vision field tests were performed with The Humphrey Visual Field Analyzer (HFA; Carl Zeiss Meditec, Dublin, CA) in our department. All previous vision field tests were also performed with The Humphrey Visual Field Analyzer. For each patient, fundus flourescein angiography and fundus photography were performed to diagnose maculopathy. Here we present two cases of antimalarial retinal toxicity which resulted with severe visual Başvuru tarihi / Submitted: 06.02.2010 Kabul tarihi / Accepted: 06.09.2010 Correspondence to: Özlem Yenice, M.D. Marmara Üniversites Tıp Fakültesi, Göz Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye. e-mail: [email protected] 68 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):68-72 F. AKMAN, et al Chloroquine and hydroxychloroquine maculopathy depigmentation surrounded by a ring of hyperpigmentation (Figure 1) in both eyes. We stopped the administration of the drug with the diagnosis of Bull’s eye maculopathy. Past medical history revealed that the patient had a 40-2 vision field report done on February 20th, 2003 and it was interpreted to be normal by a rheumatologist, although actually central scotomas (Figure 2) were compatible with chloroquine maculopathy. The second 40-2 field of vision was done on November 20th , 2005 and showed deterioration (Figure 3) of the visual field, but this was again considered as normal. During the 2 years follow up, neither further deterioration nor improvement of best visual acuity were disclosed (BCVA 0.7). CASE REPORT Case 1. A 24-year old woman (52 kg and 155cm tall) with a 6-year history of SLE was seen for retinal consultation on February 14, 2006 in our clinic. She had been taking a daily dose of 500 mg of chloroquine (9.62 mg/kg/day) for 2 years, 250 mg of chloroquine (4.81 mg/kg/day) for 1 year, 250 mg of chloroquine (4.81 mg/kg/day) once in two days for 2 years, 250 mg of hydroxychloroquine (3.84 mg/kg/day) for 2 months. Best corrected visual acuity (BCVA) was 7/10 bilaterally, color vision was compromised. Fundus examination showed a ring of Figure 1.Case 1. A ring of depigmentation surrounded by a ring of hyperpigmentation on colored fundus photographs in both eyes. Figure 2. Case 1. Field of vision test from February 20, 2003.Central scotomas are seen bilaterally. 69 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):68-72 F. AKMAN, et al Chloroquine and hydroxychloroquine maculopathy Figure 3. Case 1. Field of vision from November 20, 2005. Deterioration of visual field and enlargement of central scotomas. years and came back in September, 2002 with the complaint of a blind spot in the center of vision. She had been taking a daily dose of 500 mg of chloroquine (8.3 mg/kg/day) for 3 years and a daily dose of 250 mg of hydroxychloroquine (3.33 mg/kg/day) for 4 months. BCVA was 0.3 at the right eye and 0.6 at the left eye. Bilateral pericentral scotoma were also demonstrated by Amsler grid testing (Figure 4). Color vision was deteriorated, according to the Ishiara color plates. Fundoscopic examination showed bilateral Bull’s eye maculopathy pattern (Figure 5) and the drug was discontinued. During the 5 months follow up, deterioration of visual function continued and BCVA were stabilized at the level of 1/10 bilaterally. Case 2 A 56-year old woman was referred from the Department of Rheumotology at Marmara University Faculty of Medicine with a 5-year history of SLE. She was seen for ophthalmic examination before starting antimalarial treatment on August 10th , 1999. The patient weighed 60 kg and was 165cm tall. Best corrected visual acuity was 4/10 at the right eye due to amblyopia (esotropia since childhood) and 10/10 at the left eye. Color vision was normal with Ishiara color plates. Baseline 10/2 visual field testing was done (which was normal) and the patient was called for follow up annually. Unfortunately the patient did not show up for 3.5 Figure 4.Case 2: Amsler chart. The patient was describing a central scotoma in her central visual field bilaterally. 70 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):68-72 F. AKMAN, et al Chloroquine and hydroxychloroquine maculopathy Figure 5. Case 2. Fundoscopic examination showed Bull’s eye maculopathy. central visual field sensitivity by Amsler grid or Humphrey 10-2 testing1. If the patient is in a low risk category and the examination results are normal, no further ophthalmologic testing is needed for the next 5 years. For patients in a high risk category annual eye examinations are recommended. Studies performed on patients using Chloroquine and Hydroxychloroquine revealed that the daily doses 2-4 are more important than the cumulative dose . It should be explained to patients that toxicity is unlikely but not impossible in the first five years of usage. Although the AAO suggest that color vision testing be optional, Easterbrook published that it is a very useful test to detect early maculopathy3. Easterbrook also recommended Humphrey 10-2 visual field testing, only if the best visual acuity is not 6/6, color vision is disturbed or if the patient is symptomatic3. DISCUSSION Chloroquine and Hydroxychloroquine are widely used drugs in the treatment of rheumatoid diseases, and they might cause serious retinal toxicity, when used in high doses and taken for a long period of time. The most recently published guidelines by the American Academy of Ophtalmology (AAO) committee describe two patient groups: low and high risk patients. The level of risk for patients receiving antimalarials is determined by patient-related factors and the amount and duration of drug usage(Table I)1. Patients should have a complete baseline ophthalmic examination within the first year of treatment and not necesseraly before starting treatment. The first investigation must include retinal examination through a dilated pupil and testing of 71 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):68-72 F. AKMAN, et al Chloroquine and hydroxychloroquine maculopathy There is no consensus in different parts of the world about the screening frequency for “high risk” or “low risk” patients, and there is no standard test for screening to detect early maculopathy1-9. But there is a world wide acceptance in the description of low or high risk patients and we also use the same terminology in our clinic. The Royal College of Ophtalmologists guidelines recommend a baseline ophthalmic examination including best corrected visual acuity, fundoscopy, and a central visual field 8 test . Patients should be warned to report any visual disturbance and may be given an Amsler chart to use monthly. No further ophthalmic examination is needed unless the patient is symptomatic8. REFERENCES The most frequently used follow up tests are Amsler grid and 10/2 visual field testing which concern examination of the macula. However, some centers use 40/2 visual field testing for follow up, as was the situation in Case 1. There are also some new tests mentioned in the literature, pointing to early detection of maculopathy, such as multifocal ERG (mfERG), high speed ultra high resolution optical coherence tomography (hsUHROCT) and blue-yellow perimetry. The sensitivity and specifity of these tests are not yet known and the availability and interpretation of these test results are a great concern9-11. The two cases of advanced maculopathy mentioned here were diagnosed during a 5 year period (5 years and 3 months in Case 1; 3 years and 4 months in Case 2). These cases are both established maculopathy cases, where toxicity possibly started months before the diagnosis. In Case 1, the test results were misinterpreted by the patient’s rheumatologist and she should have been referred to an ophthalmologist. In Case 2, the patient was poorly informed about the importance of follow up procedures. The information procedure should be done more seriosly. We are now preparing a more detailed “patients’ informed consent form” in our clinic and we are going to publish the results of our clinical protocol which was prepared in accordance with the screening methods 12,13 . mentioned in studies from our country 1. Marmor FM. New American Academy of Ophtalmology recommendations on screening for hydroxychloroquine retinopathy. Arthritis Rheum 2003 Jun;48(6):1764. doi: 10.1002/art.10980 2. Browning DJ. Hydroxychloroquine and chloroquine retinopathy: screening for drug toxicity. Am J Ophthalmol. 2002;133: 649- 656. doi: 10.1016/S0002-9394(02)01392-2 3. Easterbrook M. Screening for antimalarial toxicity: current concepts. Can J Ophtalmol. 2002; 6:325- 328. 4. Tehrani R, Ostrowski RA, Hariman R, Jay WM. Ocular toxicity of hydroxychloroquine. Semin Ophtalmol. 2008; 23 :201- 209. doi: 10.1080/08820530802049962 5. Rigaudière F, Ingster-Moati I, Hache JC, Leid J, Verdet R, Haymann P, Rigolet MH, Zanlonghi X, Defoort S, Le Gargasson JF: Updated ophtalmological screening and follow up management for long term antimalarial treatment. J Fr Ophtalmol 2004; 27:191- 199. 6. Rüther K, Foerster J, Berndt S, et al. Chloroquine/hydroxychloroquine:variability of retinotoxic cumulative doses. Ophthalmologe 2007;104:875-879. doi: 10.1007/s00347-0071560-7 7. Pluta JP, Rühter K. Retinal damage by (hydroxyl)chloroquine intake:published evidence for an efficient ophthalmological follow-up. Klin Monbl Augenheilkd 2009;226:891-896. Epub 2009 Nov. 13. doi 10.1055/s-0028-1109881 8. Blyth C, Lane C: Hydroxychloroquine retinopathy:is screening necessary? BMJ. 1998; 316 :716– 717 9. Gilbert ME, Savino PJ: Missing the bull’s eye. Surv Ophtalmol 2007; 52 :440- 442. 10. Rodriguez-Padilla JA, Hedges TR 3rd, Monson B, Srinivasan V, Wojtkowski M, Reichel E, Duker JS, Schuman JS, Fujimoto JG: High speed ultra high resolution optical coherence tomography findings in hydroxychloroquine retinopathy. Arch Ophtalmol 2007; 125: 775- 780. 11. Razeghinejad MR, Torkaman F, Amini H: Blue yellow perimetry can be an early detector of hydroxychloroquine and chloroquine retinopathy. Med Hypotheses 2005; 65 :629- 630. doi: 10.1016/j.mehy.2005.04.005 Although the mentioned doses are monitored and most patients are under control, there are still some patients suffering from retinopathy. Since 2002, 16 more cases have been reported in the literature, suffering from antimalarial retinopathy. We now add two more cases to these14. 12. Gündüz K, Okka M, Zengin N, Okudan S, Özbayrak N,Acaroğlu Ş. Klorokin tedavisinde retina toksisitesinin araştırılması. T Klin Oftalmoloji 1995; 4: 47-51. Advanced cases of maculopathy have been considered rare, but still continue to be diagnosed in the community. Thus, we still need better screening protocols and we still need to find better ways to inform patients about the first signs of maculopathy to eliminate this irreversibile but preventable dramatic result. 13. Köse S, Akkın C, Ya_cı A, Ate_ H,Haznedaro_lu G. Klorokin retinopatisinin saptanması ve izlenmesinde kullanılan yöntemlerin etkinliği. MN Oftalmoloji 1993; 2: 299-301. 14. Herman K, Leys A,Spileers W: Hydroxychloroquine retinal toxicity: two case reports and safety guidelines. Bull Soc Belge Ophtalmol 2002; 284: 21- 29. 72 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):68-72 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):73-77 DOI: 10.5472/MMJ.2010.01604.1 Case Report / Olgu Sunumu Tuba-Ovarian Inguinal Herniation after Radiological Percutaneous Treatment of Inguinal Lymphocele; A Case Report and Review of the Literature İnguinal Lenfoselin Radyolojik Perkütan Drenajı Sonrası Tuba Ovaryan İnguinal Herniasyon; Olgu Sunumu ve Literatürün Gözden Geçirilmesi Melih AKINCI, Kerim Bora YILMAZ, Celil UĞURLU, Hakan KULAÇOĞLU Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi, 4. Genel Cerrahi Kliniği, Ankara, Türkiye ABSTRACT In this case report, we describe an unusual tuba-ovarian inguinal herniation after percutaneous inguinal lymphocele treatment which is a rare condition after a radiological intervention. Lymphocele and other cystic structures of the groin are reviewed within the differential diagnosis Keywords: Lymphocele, Inguinal Herniation, Percutaneous Drainage ÖZET Çok nadir görülen inguinal lenfoselin girişimsel radyoloji tarafından perkütan drenajı sonrası oluşan tuba ovaryan inguinal herniasyon olgusu sunulmuştur. Ayırıcı tanıda kasık bölgesinin lenfoseli ve diğer kistik oluşumları gözden geçirilmiştir. Anahtar Kelimeler: Lenfosel, İnguinal Herniasyon, Perkütan Drenaj CASE REPORT INTRODUCTION The groin hernia sac generally contains structures such as ileum, jejunum, colon, omentum and infrequently unusual structures are contents of the hernial sac such as vermiform appendix, ovary, fallopian tube and, urinary bladder1. Most of the hernias containing ovary and fallopian tubes were reported to be found in children and, often accompanied with other congenital anomalies of the 2 genital tract . A 46-year old, premenapousal woman was admitted to our clinic with a left inguinal painful swelling. She was married and had two children, delivered by normal vaginal births, with ages 14 and 7. She had a history of right and left inguinal hernia repairs fourteen years and twelve years ago respectively. Two years ago, she realized a left inguinal painless swelling and a lymphocele was the presumed diagnosis when ultrasound showed a 4x3cm fluid collection. Inguinal lymphocele was revealed with computerized tomography (Figure 1), and was primarily treated with percutaneous drainage. She did not have leukocytosis and all the laboratory tests were in normal range. Drainage specimen cytological examination reported as benign cytology with monocyte, macrophage serial cells, lymphocyte cells, plasma cells and reactive mesothelial cell that was harmonious with the lymphocele diagnosis. Cultures were negative. Lymphocele is a cystic structure that occurs after surgical interventions in areas with an extensive lymphatic network due to injury to the 3 lymphatic vessels . In this case report, we describe an unusual tuba-ovarian inguinal herniation after percutaneous lymphocele treatment which is a very rare condition after a radiological intervention. Lymphocele and other cystic structures of the groin are reviewed within the differential diagnosis. Başvuru tarihi / Submitted: 19.05.2010 Kabul tarihi / Accepted: 09.11.2010 Correspondence to: Melih Akıncı, M.D. Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi, 4. Genel Cerrahi Kliniği, Ankara, Türkiye e-mail: [email protected] 73 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):73-77 Melih AKINCI et al Tuba-ovarian inguinal herniation However, it relapsed one month later and it was treated with drainage and sclerotherapy. She had no complaints for a period of two years. The next presentation was again a left inguinal painless swelling which was controlled with ultrasound that revealed 5x4x3cm fluid collection at the same location and this collection was diagnosed as the lymphocele relapse. The Radiology Department performed the same treatment of percutaneous drainage and sclerotherapy. The control pouch graphy did not show any extravasations. The patient was discharged two days after sclerotherapy with the drainage catheter. The outpatient follow up of catheter drainage volumes were 40ml, 40ml, 30ml, 40ml and 30ml for five days respectively so the catheter was not pulled out because of drainage flow was over 20ml per day. The patient was admitted to our clinic with a new painful left sided swelling of groin at the seventh day of lymphocele treatment (Figure 2). The ultrasonographic control revealed 35x 20mm of inguinal herniation sac. Surgery was planned because of severe pain at the physical examination and high drainage of lymphocele catheter. The area was explored, with presumed diagnosis of inguinal herniation. At exploration torsion of the ovary and fallopian tubes were found in the hernia sac (Figure 3-5). The both structures were ischemic, necrotic and edematous so salpingoopherectomy was performed. Hernia repair was performed after lymphocele cavity had been obliterated. Post surgical course was uneventful and she was discharged at the second postoperative day. Pathological examination of the specimen was reported as ischemic necrotic fibro adipose tissue and intraovarian hemorrhage with edema. Eight months after surgery her control was normal and she had no complaint. Figure 2: Left sided swelling of groin at the seventh day of lymphocele treatment Figure 3: Left groin hernia sac Figure 1: Image of recurred inguinal lymphocele on computerized tomography 74 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):73-77 Melih AKINCI et al Tuba-ovarian inguinal herniation simply explained by prolapse of any intraabdominal organ through the inguinal ring together with round ligament. Swelling of the inguinal region in a female may result from a number of conditions, including inguinal hernia, tumor (lipoma, leiomyoma, sarcoma), cyst, abscess, lymphocele, lymphadenopathy, or a hydrocele4. In this report solid tumors and lymphadenopathy was excluded with ultrasonograghy and abscess also excluded by clinic, history and cytological examination. Albeit very uncommon, a hydrocele of the canal of Nuck has to be included in the differential diagnosis of a groin lump in female patients. Hydrocele is located in the canal of Nuck which is the portion of the processus vaginalis within the inguinal canal in women. Indeed a hydrocele of the canal of Nuck is equivalent to an encysted hydrocele of the cord in men. If the processus vaginalis does not close, it is referred to as a patent processus vaginalis. Its size will allow fluid or abdominal organs to pass so that the condition will lead to hydrocele or hernia respectively. The literature reveals very little about hydrocele in the adult female patient. Several pediatric cases have been reported in the literature and Wei et al. reported one case in an adult woman as in our 5 case . Hydrocele typically presents as a painless, translucent swelling in the inguinolabial region and there is no nausea or vomiting that is similar to this case report. It is also important to know that a hydrocele can also occur with local inflammation of the sac and cause nausea, vomiting, pain and even 5 leukocytosis, making diagnosis more difficult . Figure 4: The contents of the sac were ischemic, necrotic and edematous However, the patient in this case report was adult and had a history of inguinal hernia repair when she was 34 years old. Although we do not have information about what kind of hernia repair had been performed, there was high probability of obliteration of the patent processus vaginalis at the herniotomy that diagnosis of hydrocele in this adult patient was not plausible. The treatment of the hydrocele of the canal of Nuck is complete surgical resection. As there is a high association of inguinal hernias, dissection to the internal inguinal ring and ligation of the neck of the processus vaginalis should be performed4. Aspiration does not result in cure because the recurrence is high and injection therapy has no place in the treatment4,6 that altogether same treatment modality was also performed and was effective in this reported case. Figure 5: At exploration the ovary or fallopian tube were in the hernia sac On the other hand ultrasonographic description of hydrocele is a comma-shaped lesion with its tail directed toward the inguinal canal and cyst within a cyst appearance which the fluid-filled canal collapsed during Valsalva’s maneuver while the cyst came closer to the abdominal cavity that differs with the discussing case7. DISCUSSION The inguinal canal in the female normally gives passage to the round ligament of the uterus, a vein, an artery from the uterus that forms a cruciate anastomosis with the labial arteries, and extraperitoneal fat2. The fetal ovary, like the testis, is an abdominal organ and possesses a gubernaculum that extends from its lower pole downward and forward to a point corresponding to the abdominal inguinal ring, through which it continues into the labia majora. Instead of descending, as does the testis, the ovary moves 2 medially, where it becomes adjacent to the uterus . The development of indirect inguinal hernias is We also have to discuss about the possibility of the late complications of the hernia repair. The female patient in this case report had a left painless groin lump that had a history of inguinal hernia repair 12 years ago. Ultrasound revealed a cystic structure. After percutaneous sclerotherapic drainage, inguinal hernia recurred and the hernia sac contained the torsion of the fallopian tube and 75 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):73-77 Melih AKINCI et al Tuba-ovarian inguinal herniation marsupialization by open or laparoscopic surgery or percutaneous catheter drainage. Selection of treatment method currently depends on institutional preferences10. Open surgery and peritoneal marsupialization can be used for the treatment of lymphoceles with good success rates; however, long hospital stay, mortality and morbidity due to surgery preclude use in all patients. Therefore, percutaneous catheter drainage with sclerosing agents should be considered as the first-line treatment for pelvic lymphoceles as it is a safe and effective procedure with a high success rate12. Algorithm shift that had occurred in the treatment of intraabdominal abscess is happening in the treatment of pelvic lymphoceles and interventional radiological treatments are becoming a robust treatment option for pelvic lymphoceles10. However there have been possible complications for percutaneous drainage interventional radiological treatments as bleeding, perforation, peritonitis, fistula etc. In literature only a single case of vesicolymphocele fistula has been reported after ethanol sclerotherapy for percutaneous lymphocele 13 treatment . Inguinal herniation as a complication of percutaneous drainage of lymphocele in our case was a rare condition and tuba ovarian herniation in inguinal sac after percutaneous lymphocele drainage was also an unusual clinical entity. the ovary. Indeed female patients especially young ones have a high incidence of injury to the ovary and fallopian tube that had herniotomy in the hands 8 of unwary surgeons . However, the patient of this case report was 34 years old at her left hernia repair and she had only painless groin lump till to the time of percutaneous sclerotherapic drainage. Besides she had a history of right inguinal hernia 14 years ago and normal vaginal births 7 and 14 years ago that she had been controlled several times and gynecologic ultrasonography at least two times had been performed seven years ago. Without dispute the most common abnormality in the groin is a hernia, which contains bowel loops, omental fat, and peritoneal fluid. Routine ultrasound had been advised to discover the contents of the hernia sacs before performing herniotomy especially on children in order to 8 decrease the risk of injury to these organs . In this case ultrasound revealed no vascular activity, no communication with the peritoneum and no peristaltic activity was observed. The possible diagnosis from the ultrasound findings included fluid in a relapsed inguinal hernia or a lymphocele, or a sterile collection of fluid associated with a past inflammatory episode. Indeed there are various cystic masses involving the female groin, such as round ligament cysts, varicosities of the round ligament, inguinal herniation of the ovary, cystic lymphangiomas, epidermal inclusion cysts, abscesses, and pseudoaneurysms so that sonography is helpful for the differential diagnosis of the pathologic spectrum of cystic masses involving 9 the female groin . Ultrasound is a cheap and easy to perform complementary radiological exam to confirm the cystic nature of the lesion. Therefore, we used the sonography as the first step to evaluate the groin lump and follow up of the cystic lesion. The hernia sac may contain structures such as ileum, jejunum, colon, omentum, vermiform appendix, acute appendicitis, Meckel’s diverticulum, 1 stomach, ovary, fallopian tube and, urinary bladder . Most of the cases of hernia containing ovary and fallopian tubes were reported to be found in children and, often accompanied with other congenital anomalies of genital tract. An article from Nigeria researched inguinal hernias in female children and reported the content of the hernia sacs as 46.6% ovary, 24.4% ovary and fallopian tube, 11.5% fallopian tube, 11.9% peritoneal fluid alone, 3.9% omentum and 1.7% loop of bowels8. The presented case is an adult patient whose inguinal hernia contained ovary and the fallopian tube which is unusual for adult patient and is also the first reported one which was due to the radiological intervention as percutaneous sclerotherapic lymphocele treatment. After all discussion, we agree that the most probable diagnosis of this case was a lymphocele. This diagnosis was supported with age, previous herniorrhaphy history, normal leukocyte count, cystic ultrasonograhic image, negative cultures and consistent cytology examination of aspirated cystic fluid. A lymphocele, also known as a lymphocyst, is a collection of lymphatic fluid occurring as a consequence of surgical dissection and inadequate closure of afferent lymphatic vessels. Generally pelvic lymphocele has been described that is caused by lymphatic injury usually secondary to pelvic lymphadenectomy and renal transplantation. Trauma is also a factor for formation of lymphocele for all localizations but in literature there have been few reports of lymphocele which was primary as a 10 pelvic one in a pregnant woman and the other one 11 was cervical localization . However, in the present case, no etiologic factor was apparent except the same sided groin hernia repair twelve years ago. To our literature search, this is the first reported case of primary groin lymphocele or late complication of groin hernia repair as a lymphocele. Torsion of the ovary or fallopian tube is a rare acute gynecological disorder with an incidence of 3% in a series of acute gynecological complaints and diverse clinical presentation, the diagnosis is frequently missed at first presentation14. Although for the preservation of ovarian function it is of utmost importance to diagnose an ovarian torsion at an early stage, treatment policy will differ depending on the stage of life. We agree with that salpingoopherectomy was a good treatment choice as in our case who was in fifth decade of life with the ischemic condition. We present this unusual acute groin hernia, containing the ovary and the fallopian tubes after percutaneous lymphocele treatment because of its rarity and want to remind the possible conditions of inguinal lump and lymphocele with brief summary of literature. Lymphoceles can cause morbidity and rarely mortality by compression of adjacent structures and infectious complications. Treatment alternatives for lymphoceles include surgical 76 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):73-77 Melih AKINCI et al Tuba-ovarian inguinal herniation REFERENCES 1. Gurer A, Ozdogan M, Ozlem N, et al. Uncommon content in groin hernia sac. Hernia 2006;10:152–5. 2. Ozkan OV, Semerci E, Aslan E, et al. A right sliding indirect inguinal hernia containing paraovarian cyst, fallopian tube, and ovary: a case report. Arch Gynecol Obstet 2009;279:8979. 3. Shih J, Trerotola SO, Itkin M. The lymphocele PILL: a case report of percutaneous imagingguided lymphatic ligation for the treatment of postsurgical lymph collections. J Vasc Interv Radiol 2008;19:1781-4. 4. Wei BPC, Castles L, Stewart KA. Hydroceles of the canal of nuck. A N Z J Surg 2002;72:603–6. 6. Block RE. Hydrocele of the canal of Nuck. A report of five cases. Obstet. Gynecol 1975;45:464–6. 7. Safak AA, Erdogmus B, Yazici B, et al. Hydrocele of the canal of Nuck: sonographic and MRI appearances. J Clin Ultrasound 2007;35:531-2. Osifo OD, Ovueni ME. Inguinal hernia in Nigerian female children: beware of ovary and fallopian tube as contents. Hernia 2009;13:149– 53. 9. Oh SN, Jung SE, Rha SE, et al. Sonography of various cystic masses of the female groin. J Ultrasound Med 2007;26:1735-42. 10. Ikeda T, Miyauchi Y, Nishio S, et al. Primary retroperitoneal lymphocele in a pregnant woman: the first report. Int J Urol 2006;13:445– 6. 11. Hekiert A, Newman J, Sargent R, et al. Spontaneous cervical lymphocele. Head Neck 2007;29:77–80. Anderson CC, Broadie TA, Mackey JE, et al. Hydrocele of the canal of nuck: ultrasound appearance. Am Surg 1995;61:959–61. 5. 8. 12. Karcaaltincaba M, Akhan O. Radiologic imaging and percutaneous treatment of pelvic lymphocele. Eur J Radiol 2005;55:340–54. 13. Oh SJ, Kim SH, Kim HH. Vesicolymphocele fistula following sclerotherapy for lymphocele. J Urol 2004;172:2266. 14. Becker JH, Graaff JD, Vos CM. Torsion of the ovary: a known but frequently missed diagnosis. Eur J Emerg Med 2009;16:124-6. 77 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):73-77 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):78-80 DOI: 10.5472/MMJ.2010.01621.2 Olgu Sunumu / Case Report İnsizyonel Endometriozis; Nadir Bir Cerrahi Komplikasyon Incisional Endometriosis; A Rare Surgical Complication Pınar YAZICI1, Pembe OLTULU2 1 2 Kahramanmaraş Devlet Hastanesi, Genel Cerrahi, Kahramanmaraş, Türkiye Kahramanmaraş Devlet Hastanesi, Patoloji, Kahramanmaraş, Türkiye ÖZET Endometrial dokunun uterin kavitenin dışında bulunması durumu olarak tanımlanan endometriozis sezaryen, histerektomi, apendektomi, amniyosentez gibi uterin bölgeye yakın girişimler sonrasında skar dokusunda gelişebilmektedir. Sezaryen sonrasında insizyonel endometriozis görülme sıklığı %0,03-%0,4 olarak rapor edilmektedir. Bu çalışmada biz kliniğimize pelvik bölgede kronik ağrı ile başvuran ve anamnezinde sezeryan öyküsü bulunan iki hastayı inceledik. Her iki hastada da muayenede insizyon komşuluğunda palpabl nodül saptandı. Kitlenin geniş lokal eksizyonla çıkarılması sonrası yapılan patolojik incelemede endometriozis rapor edildi. Sonuç olarak; sezaryen skarı ile ilişkili bir kitlede mevcut ağrıların periyodikliği sorgulanarak insizyonel endometriozis ayırıcı tanılar arasında düşünülmelidir. Anahtar Kelimeler: Sezeryan, Siklik ağrı, Insizyonel endometriozis ABSTRACT Endometriosis which is defined as the presence of endometrial tissue out side of the uterine cavity may be diagnosed in the incision line following caesarean section, hysterectomy, appendectomy, and amniocentesis. The rate of endometriosis after caesarean section is 0,03-0,4% . In this report, we presented two patients admitted to our clinic with chronic pain in the pelvic region. Both had a caesarean section history and palpable nodule near the Pfannenstiel’s incision. After wide total excision of the masses, pathological examination confirmed the diagnosis of endometriosis. In conclusion, incisional endometriosis should be kept in mind in the patients with chronic pain and palpable mass in the cesarean incision scar. Keywords: Cesarean section, Periodic pain, Incisional endometriosis OLGU SUNUMU Olgu 1 Otuzaltı yaşında kadın hasta tarafımıza pelvik bölgede tariflediği ve yaklaşık bir yıldır devam eden ağrı ile başvurdu. Yapılan fizik muayenede eski sezeryan operasyonuna bağlı Pfannenstiel insizyon skarı izlendi. Tüm kadranlarda batın muayenesi olağan olmakla birlikte insizyon bölgesinde özellikle derin palpasyonla hassasiyet ve defans saptandı. Hastanın öyküsü ayrıntılı sorgulandığında ağrısının periyodik olduğunu tam tariflemese de bölgedeki şişliğin bazen büyüdüğü ve son (ikinci) sezeryanından sonra geliştiği öğrenildi. Bu bölgede insizyon sağ lateralinde ele gelen palpabl yaklaşık 1,5 cm lik yüzeyel nodül izlendi. Yapılan yüzeyel doku ultrasonografisinde (US) palpabl oluşum hissedilen bölgede yaklaşık 14x10 mm boyutlarında düzenli sınırları olan semi-solid karakterde mikst ekojenitede nodüler oluşum rapor edildi. İlk planda sütür reaksiyonu düşünülen hasta lokal anestezi altında opere edilerek kitle total olarak GİRİŞ Endometriozis, endometrial dokunun uterin kavite dışında bulunmasıdır. Ektopik yerleşimli olan bu dokular da hormonal stimulasyona yanıt verir. Sıklıkla pelvik yerleşimli olup periuterin dokularda bulunmakla birlikte, ekstrapelvik olarak akciğerler, apendiks, umbilikus ve peritoneal yerleşimli olabilir1. En sık saptanan ekstrapelvik yerleşim ise %0,03-0,4 sıklıkla gözlenen kütanöz endometriozisdir2-4. İnsizyonel endometriozis genel cerrahlar arasında pek de sık rastlanmayan fakat jinekologlar tarafından iyi bilinen bir klinik tanıdır. Bu nedenle de genellikle yabancı cisim reaksiyonu (sütür granülomu), lipom, abse olarak hatta bazen insizyon hattında yerleştiği için insizyonel fıtık olarak değerlendirilebilir. Biz bu çalışmada kliniğimizde sezeryan sonrası gelişen kronik ağrı şikayeti olan iki hastayı tartışarak bu hasta grubunda ayırıcı tanıya ulaşma sürecine katkıda bulunmayı ve cerrahi girişim uygulama öncesinde diğer olasılıkları ekarte etmenin önemini vurgulamayı amaçladık. Başvuru tarihi / Submitted: 11.06.2010 Kabul tarihi / Accepted: 06.09.2010 İletişim Bilgileri: Dr. Pınar Yazıcı, Kahramanmaraş Devlet Hastanesi, Genel Cerrahi, Kahramanmaraş, Türkiye email: [email protected] 78 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):78-80 P. YAZICI ve ark İnsizyonal endometriozis skarının sol lateral superior komşuluğunda 35x45 mm’lik lobüle konturlu büyük kısmı hipoekoik olmakla birlikte yer yer hiperekojen alanlar içeren düzgün sınırlı lezyon rapor edildi. Endometriozis ön tanısı düşünülen hastaya lokal anestezi eşliğinde çevre yumuşak dokuyu da içerecek şekilde eksizyonel biyopsi uygulandı. Kitlenin patolojik incelemesinde makroskopik olarak 35x35x20 mm’lik kitle tespit edilen vakada mikroskopik bakıda yağ doku içinde geniş bağ dokusu artışı ve bu doku içinde endometrial stroma ile bazıları kistik hal almış kanama alanları içeren endometrial gland yapıları tespit edildi. Endometriozis ile uyumlu bulgular doğrulandı. (Şekil 2a-b). eksize edildi. Makroskopik görüntüde yer yer kanama odakları da izlenen kitlenin patolojisi endometriozis olarak rapor edildi (Şekil 1a-b). Olgu 2 Otuzüç yaşında kadın hasta yaklaşık üç yıldır tariflediği lokalize ağrılar nedeniyle tarafımıza başvurdu. Hastanın yapılan batın muayenesinde eski operasyon skarı (pfannenstiel kesi) ve özellikle bu insizyonun sol komşuluğunda hassasiyet mevcuttu. Derin palpasyonla hassasiyetle uyumlu bölgede yaklaşık 3-4 cm lik sert oluşum palpe edildi. Hastanın ayrıntılı anamnezinde yaklaşık 4 yıl önce sezeryan operasyonu geçirdiği, ağrılarının periyodik olduğu ve özellikle ağrı süreçlerinde bu bölgede dolgunluk artışı olduğu öğrenildi. Bu bölgeye yönelik yapılan yumuşak doku US'de Pfannenstiel insizyon Hastaların izlemde ağrılarının gerilediği ve kaybolduğu tespit edildi. Şekil 1a-b: a- x10; H&E, Endometrial gland yapıları, endometrial stroma ve kanama alanları, b- x4; H&E, yağ doku ve fibröz doku içerisinde endometrial glandlar Şekil 2a-b : a- x4; H&E, yağ doku (siyah ok) ve geniş fibröz doku içinde endometrial stroma ve bez yapıları, b-x20; H&E, fibröz doku içinde endometrial stroma ve gland yapısı 79 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):78-80 P. YAZICI ve ark İnsizyonal endometriozis TARTIŞMA Sonuç olarak, özellikle genel cerrahlar arasında nadir karşılaşılan bir durum olan insizyonel endometriozis sezeryan öyküsü olan hastalarda karın ağrısı şikayetine yaklaşımda ayırıcı tanılar arasında unutulmamalı ve hastanın anamnezi buna yönelik ayrıntılı incelenmelidir. Klinik şüphe varlığında yapılacak US ile herni ekartasyonu sonrasında total cerrahi eksizyon tedavide yeterli olacaktır. Endometriozis ilk olarak 1900’lü yıllarda uterin kavite dışında fonksiyonel endometrial doku bulunması olarak tanımlanmıştır5. Kadın doğum doktorları bu konuya yakın olsalar da cerrahi literatürde yayınlanan hasta sayıları oldukça azdır. Genel cerrahi literatüründe 1975 ten bu yana yer almakla birlikte en büyük seriyi Nirula ve ark.’ları yayınlamıştır6,7. Özellikle insizyonel skarlarda yerleşen ekstrapelvik endometriozis genellikle sezeryan operasyonları sonrası gelişir. Pariyetal ve viseral peritonların yeterince iyi kapatılmaması sonrası geliştiği endometriozis hipotezleri arasındadır. KAYNAKLAR Hastaların büyük kısmı ağrı tariflerken bazı hastalar genellikle insizyonun lateralinde ele gelen ve boyutlarında aralıklı artış tariflediği bir oluşumdan bahsedebilir. Siklik ağrı ve premenstruel periyodda kitle boyutlarında değişiklik hastaların hepsinde olmayabilir. Nirula ve ark. ları tarafından yapılan 10 hasta içeren çalışmada bu oran %20 olarak 7 bulunmuştur . Klinik şüphe durumunda hekim bu konuyu ayrıntılı soruşturmalıdır. Kronik karın ağrısı olması jinekolojik cerrahların hastaları -öncelikle cerrahi problemi ekarte etmek için- genel cerraha yönlendirmesine sebep olur. Bu hastalarda iyi anamnez alınmazsa sütür granulomu, insizyonel herni, lipom, abse, kist ya da yabancı cisim reaksiyonu gibi durumlarla karıştırılabilir. Oysaki bu hastalarda sezeryan skarına eşlik eden semptomların olması ve siklik ağrı tariflenmesi yanısıra palpabl bir oluşum da eşlik ediyorsa endometriozis için patognomiktir. Teşhiste US yanı sıra bilgisayarlı tomografi de kullanılabilir. Fakat bizim olgularımızda sadece US uygulandı. Yapılan US’lerde insizyonel herni ekarte edilerek oluşumun cilt altı ile ilişkili olduğu doğrulandı. Bu bölge yerleşimli kitlelerde ayırıcı tanıda hematom, sebase kist ve malignite yer almaktadır. Ultrasonografi ile her ne kadar herni ekarte edilebilse de8,9 diğer ayırıcı tanılar konusunda yeterince fikir yürütülemez. İğne aspirasyon biyopsisi de teşhis yöntemleri arasında 10 birlikte biz her iki hastada da yer almakla kullanmadık. Bu yöntemle aspire edilen çikolata renkli sıvı da tanıda anlamlı olmaktadır. 1. Mascaretti G, Di Berardino C, Mastrocola N, Patacchiola F. Endometriosis: rare localizations in two cases. Clin Exp Obstet Gynecol 2007;34(2): 123-125. 2. Taff L, Jones S. Cesarean scar endometriosis. A report of two cases. J Reprod Med 2002;47:5052. 3. Patterson GK, Winburn GB. Abdominal wall endometriomas: report of eight cases, Am Surg 1999;65:36–39. 4. Chatterjee SK. Scar endometriosis: a clinicopathologic study of 17 cases, Obstet Gynecol 1980; 56:81–84. 5. Gordon CW, Singh KB. Cesarean scar endometriosis: a review. Obstet Gynecol Surv 1989;42:89-95. 6. Aimakhu VE. Anterior abdominal wall endometriosis complicating a uteroabdominal sinus following classical cesarean section. Int Surg 1975;60:103-104. 7. Nirula R, Greaney GC. Incisional endometriosis: An underappreciated diagnosis in General Surgery. J Am Coll Surg 2000;190(4):404-407. doi:10.1016/S1072-7515(99)00286-0 8. Amato M, Levitt R. Abdominal wall endometriosis: CT findings. J Comput Assist Tomogr 1984;8:1213-1214. 9. Fishman EK, Scatarige JC, Saksouk FA, Rosenshein NB, Siegelman SS. Computed tomography of endometriosis. J Comput Assist Tomogr 1983;7:257-264. 10. Griffin JB, Betsill WL. Subcutaneous endometriosis diagnosed by fine needle aspiration cytology. Acta Cytol 1985;29:584-588. Kitle boyutları zaman içerisinde periyodik içe kanamalar nedeniyle artış gösterebilir; 12 cm’e 11 varan boyutlar rapor edilmiştir . Kullanılan hormon preperatlarının herhangi bir boyut regresyonu yaratmadığı bilinmektedir. Bu hastaların kesin tedavisi total cerrahi eksizyondur. Çünkü bu komplikasyonun ağrı ve kitle bulgusu oluşturmasının yanı sıra malign transformasyon geliştiği de rapor edilmiştir12. Bu hastaları takip etmekte fayda vardır. Nitekim Steck ve ark’larının yaptığı çalışmada rekürrensler bildirilmiş ve re-eksizyon uygulanmıştır Bu nedenle kitlelerin çevre yumuşak doku ile birlikte çıkarılması önerilmektedir13. 11. Minaglia S, Mishell DR Jr, Ballard CA. Incisional endometriomas after Cesarean section: a case series. J Reprod Med 2007;52(7):630-634. 12. Omranipour R, Najafi M. Papillary serous carcinoma arising in abdominal wall endometriosis treated with neoadjuvant chemotherapy and surgery. Fertil Steril 2010; 93(4):1347-1348. doi:10.1016/j.fertnstert.2009.09.065 13. Steck WD, Helwig EB. Cutaneous endometriosis. Clin Obstet Gynecol 1966;9:373383. 80 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):78-80 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):81-82 DOI: 10.5472/MMJ.2010.01687.2 Photo-Quiz A 53-year-old Brazilian Woman With a Malleolar Ulcer After an Insect Bite Vitorino Modesto SANTOS1, Liliane Aparecida SOARES2, Natália Polidorio MACHADO1, Fernanda Gama Neves SILVA1, Valéria Araújo Nascimento SANTOS3 1 2 Catholic University (UCB) and Armed Forces Hospital (HFA), Internal Medicine, Brasília-DF, Brezilya Armed Forces Hospital, 3 Internal Medicine Department, Brasília-DF, Brezilya Armed Forces Hospital, Pathology Division, Brasília-DF, Brezilya limb, and arterial pulses were normal. The diameters of the calf were 40 cm on the right and 40.2 cm on the left; and the diameters of the ankle distal third were 24.7 cm on the right and 23.2 cm on the left. Laboratory determinations were unremarkable. The echo-Doppler of the inferior right limb detected incompetent perforant veins. Photomicrography features of biopsy samples from the border of the ulcer are showed in Figure 1C. Rapid reduction in the lesion size was observed with clinical treatment (Figure 1D). She became asymptomatic and was discharged to home at day nine of admission. PHOTO-QUIZ A 53-year-old woman, who was submitted to saphenectomy 20 years ago, was admitted with a painful ulcer over the right medial malleolus. She was tobacco-smoker (16 pack-years) and had high blood pressure. The skin change appeared 30 days before, following an insect bite. Firstly, there was a papule, which evolved as an ulcer in three weeks. She related that her domestic dog was recently sacrificed by the Zoonoses Control Department due to visceral leishmaniosis. Physical examination revealed an ulcerated lesion (4 cm in diameter) with irregular borders in her right medial malleolus, with hyper pigmented area associated with inflammatory signs and draining serous secretion (Figures 1A and 1B). There were varicose veins in the right lower What is the most probable diagnosis? Figure 1. A and B: Shallow ulcer (4 cm) with irregular borders and hyper pigmented area. Figure 1. C: Photomicrography of biopsy showing nonspecific chronic inflammation. Figure 1. D: Evolution of the lesion after one week of clinical management. Başvuru tarihi / Submitted:23.08.2010 Kabul tarihi / Accepted:26.12.2010 Correspondence to: Vitorino Modesto Santos, M.D. Catholic University (UCB) and Armed Forces Hospital (HFA), Internal Medicine, Brasília-DF, Brezilya e-mail: [email protected] 81 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):81-82 V. M. SANTOS, et al Photo-quiz ANSWER to PHOTO-QUIZ hypotheses of arterial insufficiency and sickle-cell anemia were ruled out by arterial evaluation and hemoglobin electrophoresis. Furthermore, the diagnosis of venous ulcer was established by clinical data and echo-Doppler findings. Successful treatment included analgesics, lower limb elevation, compression and local care. Case studies can contribute to highlight the role of efforts aiming prevention of venous ulcer2. Leishmaniosis should be included in differential diagnosis of cutaneous lesions in patients from large urban conglomerates, where domestic/ peridomestic infection can be documented. Venous ulcer of lower limb (Stasis ulcer) Skin ulcers are common, with variable aspect and diverse etiologies including: venous (stasis) and arterial insufficiency, neuropathy, malignancy, metabolic disturbance, trauma, hematological disorder, and infectious or parasitic agents. Chronic venous insufficiency is often 1-4 Suspicion of associated with leg stasis ulcer vascular ulcers is based on anamnesis and physical examination (site, borders, depth, size and adjacent changes). Such ulcers may be recurrent and persistent, because improvement depends on systemic (age, nutritional state and immunity) and local (blood circulation and infection) factors. Complications like cellulites, osteomyelitis, malignancy, bacteriemia and sepsis may occur1,5 Treatment of stasis ulcer includes pentoxifylline, aspirin, antibiotics, compression, local care, and 1-5 debridement . REFERENCES Ulcers of lower limbs are common findings, and can cause pain and functional limitation. Stasis ulcers are characteristically shallow and irregular, prevailing over bone prominences; nevertheless, the differential diagnosis may constitute a challenge for primary care workers. Most of the ulcers in lower limbs are associated with venous or arterial insufficiency and diabetes mellitus; however, less frequent etiologies, as infectious diseases must be considered. The management of leg ulcers in primary care attention is often based solely on clinical data. In this case study, the stasis ulcer appeared associated with chronic venous insufficiency and previous saphenectomy. Notwithstanding, cutaneous leishmaniasis was an initial major concern because the lesion appeared on exposed area after an insect bite, evolving as papule followed by an ulcer6,7. Recent studies on the transmission of leishmaniasis in Brasília-DF outskirts confirmed autochthonous human visceral disease, and detected Lutzomyia whitmani and Leishmania (Viannia) braziliensis in domestic and 8,9 peridomestic areas . However, the lesion appeared soon after the insect bite as pruriginous papule topped with vesicle, that was excoriated by scratching. The resultant ulcer was painful, without raised heaped up margins or granuloma at its base. Moreover, direct examination, cultures, and skin biopsy did not reveal pathogenic agents, and Montenegro's test was negative. Although she was afro-descendent and had arterial hypertension, the 82 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):81-82 1. Collins L, Seraj S. Diagnosis and treatment of venous ulcers. Am Fam Physician 2010;81:989996. 2. Passman MA; Writing Group IV of the Pacific Vascular Symposium 6, Elias S, Dalsing M, et al. Non-medical initiatives to decrease venous ulcers prevalence. J Vasc Surg 2010;5:29S-36S. doi:10.1016/j.jvs.2010.05.071 3. Briggs M, Nelson EA. Topical agents or dressings for pain in venous leg ulcers. Cochrane Database Syst Rev 2010 Apr 14;4:CD001177. doi: 10.1002/14651858.CD001177.pub2 4. Kistner RL, Shafritz R, Stark KR, Warriner RA 3rd. Emerging treatment options for venous ulceration in today’s wound care practice. Ostomy Wound Manage 2010;56:E1-11. 5. O’Meara S, Al-Kurdi D, Ologun Y, Ovington LG. Antibiotics and antiseptics for venous leg ulcers. Cochrane Database Syst Rev 2010 Jan 20;1:CD003557. doi:10.1002/14651858.CD003557.pub2 6. Ozaras R, Polat E, Aygun G, et al. A family with skin lesions. Neth J Med 2010;68:41-44. 7. Toz SO, Nasereddin A, Ozbel Y, et al. Leishmaniasis in Turkey: molecular characterization of Leishmania from human and canine clinical samples. Trop Med Int Health 2009;14:1401-1406. doi/10.1111/j.13653156.2009.02384.x 8. Carranza-Tamayo CO, Carvalho MSL, Bredt A, et al. Autochthonous visceral leishmaniasis in Brasília, Federal District, Brazil. Rev Soc Bras Med Trop 2010;43:396-399. 9. Sampaio RN, Gonçalves Mde C, Leite VA, et al. [Study on the transmission of American cutaneous leishmaniasis in the Federal District]. Rev Soc Bras Med Trop 2009;42:686-690. doi: 10.1590/S0037-86822009000600015 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):83-84 DOI: 10.5472/MMJ.2010.01736.0 Photo-Quiz A 45-Year Old Man With Cutaneous and Subcutaneous Masses of Varying Size Ali KARAMAN1, Doğan Nasır BİNİCİ2 1 2 Erzurum Nenehatun Obstetrics and Gynecology Hospital, Department of Medical Genetics, Erzurum, Turkey Erzurum Training and Research Hospital, Department of Internal Medicine, Erzurum, Turkey weighted magnetic resonance imaging of the brain and orbits showed no abnormalities. An abdominal ultrasonography demonstrated normal kidneys, adrenal glands, spleen and liver. He had no history of diabetes mellitus, hypertension, or any other remarkable diseases. The family history was unremarkable. He was followed by a good outcome. PHOTO-QUIZ The patient was 45 years old. His physical examination showed disseminated cutaneous and subcutaneous masses of varying size and café-aulait spots (Figures 1A-B). The patient had Lisch nodules (iris hamartomas). A neurologic examination showed no abnormalities. Axial T1- What is the most probable diagnosis? 1A 1B Figures 1A, B: Disseminated cutaneous and subcutaneous masses of varying size and café-au-lait spots Başvuru tarihi / Submitted: 12.11.2010 Kabul tarihi / Accepted:31.12.2010 Correspondence to: Ali Karaman, M.D. Erzurum Nenehatun Obstetrics and Gynecology Hospital, Department of Medical Genetics, Erzurum, Turkey e-mail: [email protected] 83 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):83-84 A KARAMAN, et al Photo-quiz The condition can have a serious psychological impact because the accumulation of skin nodules can be quite disfiguring6. Surgical excision and laser treatment of the neurofibromas are possible, but neither treatment is universally effective. Gliomas of the optic nerve are found in up to 15% of pediatric patients with neurofibromatosis type 1. Best detected using magnetic resonance imaging, these gliomas are symptomatic in about 50% of patients at diagnosis. The high prevalence of gliomas of the optic nerve that are asymptomatic may, however, be biased by referral patterns, Indeed, in patients with neurofibromatosis type 1, 7 the threshold of risk for optic nevre glioma is low . Our patient had Lisch nodules (iris hamartomas), but he had no glioma of the optic nerve. ANSWER to PHOTO-QUIZ Neurofibromatosis type 1(NF-1) Neurofibromatosis is neurocutaneus, and the common autosomal dominant disorder, occuring in approximately 1 per 3000 people. There are two distinct forms of neurofibromatosis: type I and type II. Cafe'-au-lait hyperpigmented macules, iris hamartomas (iris Lisch nodules) and neurofibromas 1 are characteristic of neurofibromatosis-1(NF1) . The Hospital Ethical Committee approved the human study. We obtained a written informed consent from the patient. NF1 is a common autosomal dominant disease characterized by formation of benign and malignant tumors1. NF 1, also known as von Recklinghausen disease, is characterized by changes in pigmentation and the growth of tumours along nerves on the skin and other parts of the body. It is caused by a defect in a tumoursuppressing gene on chromosome 17q11.2. Normally the gene produces neurofibromin, a protein that regulates cellular proliferation2. With the gene mutation, the lack of neurofibromin results in overgrowth of cells from neural crest areas in both the central nervous system (causing Schwann cell tumours on virtually every nerve) and on the skin. All people who inherit a copy of the mutated gene are affected. As the pattern of inheritance is autosomal dominant, only 1 copy of the defective gene is needed to cause the condition. However, it is not necessary to have an affected parent. About 30%– 50% of patients have a new mutation. Physicians who identify patients with neurofibromatosis type 1 should refer them early to facilities where appropriate evaluation and monitoring of lesions can be carried out. Early detection and monitoring may help to prevent disability and death. Morbidity, due to complications of NF1, occurs mainly in adults but occasionally in children. REFERENCES The diagnosis of neurofibromatosis type 1 is based on clinical findings. The patient should have 2 or more of the follow-ing: 6 or more café-aulait spots of ≥ 1.5 cm in postpubertal individuals or ≥ 0.5 cm in prepubertal individuals; 2 or more neurofibromas of any type or 1 or more plexiform neurofibroma; and freckling in the underarms and groin 1. Our patient had multiple neurofibromas of varying size and café-au-lait spots (Figures 1A-B). The axial T1-weighted magnetic resonance imaging of the brain and orbits showed no abnormalities. A neurologic examination showed no abnormalities. He did not have any abnormalities of internal organs. The differential diagnosis includes benign café-au-lait pigmentation (present in up to 10% of the general population), multiple lipomas, and sporadic schwannomas, gliomas and meningiomas in the central nervous system. Most people with mild neurofibromatosis have little disability3. On the other hand, NF 1 is often associated with orthopedic disorders, especially scoliosis, which is the most 4 common skeletal manifestation of NF-1 . Children with NF1 demonstrated the characteristic downward shift in IQ, poor visuospatial constructional skills, and inattention5. Early diagnosis and treatment may be the best way to improve outcomes. Our patient did not have any of these abnormalities. 84 Marmara Medical Journal 2011; 24 (1):83-84 1. Reynolds RM, Browning GGP, Nawroz I, Campbell IW. Von Recklinghausen’s neurofibromatosis: neurofibromatosis type 1. Lancet 2003; 361(9368): 1552-1554. doi:10.1016/S0140-6736(03)13166-2 2. Cawthon RM, Weiss R, Xu GF, Viskochil D, Culver M, Stevens J, et al. A major segment of the neurofibromatosis type 1 gene: cDNA sequence, genomic structure, and point. Cell 1990; 62(1):193-201. doi:10.1016/00928674(90)90253-B 3. Ferner RE, Huson SM, Thomas N, Moss C, Willshaw H, Evans DG,et al. Guidelines for the diagnosis and management of individuals with neurofibromatosis 1. J Med Genet 2007; 44 (2): 81-88. doi: 10.1136/jmg.2206.045906 4. Wang Z, Liu Y. Research update and recent developments in the management of scoliosis in neurofibromatosis type 1. Orthopedics 2010; 33(5): 335-341. doi: 10.3928/0147744720100319-20 5. Sangster J, Shores EA, Watt S, North KN. The Cognitive Profile of Preschool-Aged Children with Neurofibromatosis Type 1. Child Neuropsychol 2010; 25: 1-16. doi: 10.1080/09297041003761993 6. Noll RB, Reiter-Purtill J, Moore BD, Schorry EK, Lovell AM, Vannatta K, et al. Social, emotional, and behavioral functioning of children with NF1. Am J Med Genet A 2007;143A (19): 2261-2273. doi:10.1002/ajmg.a.31923 7. Kornreich L, Blaser S, Schwarz M, Shuper A, Vishne TH, Cohen IJ, et al. Optic pathway glioma: correlation of imaging findings with the presence of neurofibromatosis. AJNR Am J Neuroradiol 2001;22(10):1963-1969.