Tarih Öğretisi 1 - Çekmeceden Öyküler

Transkript

Tarih Öğretisi 1 - Çekmeceden Öyküler
Gözyaşı Beldesine Benden Gidilir…
Kırmızı Çatılı Taş Ev;
Yüksek dağlarla çevrili vadiye gizlenen göl kıyısındaki bu küçük kasabaya geleli bir
hafta oldu ama değişen bir şey olmadı. Buraya neden geldiğimi bilmiyorum.
Boşlukta kaybolmuş gibiyim. Yaşamım konusunda hiçbir öngörüye sahip değilim.
İşimi kaybettim; işsiz kalmanın ruhumda açtığı bir boşluk bu sanırım. İçimi oyan,
canımı acıtan, buruk hüznün burgacından kurtulmak, bir yerlere kaçmak, daha
doğrusu sığınmak, belki de bir şeylere tutunmak istiyorum. Hızlı çalışma temposu
içinde her zaman özlemini duyduğum, istemediğim kadar boş zamanım var şimdi.
Düşlediğim gibi uzun ve duygusal yazılar yazabilirim. Ancak beklentimin aksine
henüz bir sayfa bile yazabilmiş değilim. Zaman uçup giderken, ay yerini
durmaksızın güneşe bırakıyordu. Gözlerim belli bir noktaya takılı, masanın önünde
hareketsiz ve sıkkın oturuyorum. Düşüncelerimi yazmam gereken konu üzerine
yoğunlaştırmaya çalışıyorum; aslında işime olan sevgimin ve önceliğimin değerini
bilmeyenleri yokluğumla baş başa bırakıp çekip gitmeme karşın, sürekli
düşüncelerimin önüne geçen geride bıraktıklarım oluyor.
Müthiş sıkıntılı geçen bir geceden sonra şafak yeni söküyor ve güneşin tanrısal gücü,
güzel şeylerle ve yıldızlarla birlikte yükseliyor. Nihayet gün doğdu; karanlık ova
aydınlandı. Yer yer cilası soyulmuş ahşap masanın üstünde kağıt destelerim; bazıları
buruşturulmuş, bazılarınınsa üzeri karalamalardan okunmaz durumda. Kitap
desteleri ve dizüstü bilgisayarım yatağın köşesindeler. Gözlerimi masanın üzerinden
pencereyi örten kısa tülün desenleri arasından dışarıya çeviriyorum. Vadinin sisini
sıyıran güneş ışınları, mürekkep lekeli kağıtların üzerinde geziniyor. İnsanlara her
yerde doğruyu gösteren güneşin odaya dolan ilk ışıklarıyla birlikte yüreğimdeki
umut yeniden belirir gibi oluyor.
Sabah vakti ufkun doğu yönünde, günün aydınlattığı sisle kaplı vadi ve vadiyi
çepeçevre saran dağlar yükseliyor. Bu tablonun ortasında yer alan göl durgun
sularıyla ayna gibi parıldıyor; üzerinde kırmızı küçük bir tekne belli belirsiz hareket
ediyor. Çok uzaklarda göle ulaşmaya çalışan ırmak, sürünen bir yılan gibi yer yer
parlak ve donuk ışıklarla ağaçlar arasında yol almaya çalışıyor. Uzakta, gölün
kıyısına dik inen yüksek bir yamaç, ucunda kırılmış iri kayalardan oluşan buruna
doğru uzanıyor. Yamacın ortasındaki yeşillikler arasında üzerini iki sevimli bacanın
süslediği, dik kırmızı çatılı bir ev gözle pek güç seçiliyor. Ev mi, yoksa yeşillikler
arasına gömülmüş bir yükselti mi, pek belli değil.
Karşımda ışıldayan bu güzellik ruhumda, az da olsa bir sevinç uyandırmadı değil.
Hayalden yana olduğu gibi sözden yana da fena sayılmaz hatta zengin bile
sayılabilirdim ama tablonun bana anlattıklarının binde birini bile betimlemek
içimden gelmedi yine. Onun yerine vadi boyunca gölün kıyısını dolanarak kırmızı
çatılı taş eve doğru bir keşif gezisi yapmak geldi içimden. “İzlenen bir film, okunan
bir kitap insanın kaderini değiştiriyorsa, çok uzaklardan sevimli bacalarıyla bana
gülümseyen kırmızı çatılı taş ev, kaderimi neden değiştirmesin ki” diyerek yola
koyuluyorum.
Güneşin saçlarının kızgınlığını Balık takımyıldızının gölgesinde serinlettiği; gecelerin
artık hemen hemen gündüzlere eşit olduğu ve kırağının toprağın üzerine, ince beyaz
bir örtü yaydığı, baharın ilk aylarıydı. Soğuk ve ağır taneli yağmur, şiddetinden
birşey kaybetmeden yola çıktığımdan beri yağıyordu; sonsuza dek de yağacak gibi
görünüyor, iri dolu taneleriyle birlikte dökülüyordu. Islanan toprakta yer yer su
birikintileri oluşmaya başladı. Çamurlu su brikintilerinin yanından ve şiddetli
sağanağın içinden sessizce yürüyorum. Sarp yoldan aşağıya doğru inmeye
başlıyorum. Dik yarın inilecek noktasına vardığımda, aşağıda gördüğüm manzara
muhteşemdi; üzeri rengarenk çiçeklerle bezeli dikenli çalılıklar, dağın tepesinden
kopup inen kayaların üzerinde, renkli öbekler oluşturuyordu. Sınırları çitlenbik
ağaçlarıyla çizilmiş henüz renklenmeye başlamış ayçiçek ve lavanta tarlaları
alabildiğine uzanıyor, bağlar vadinin yamaçlarına kadar sokuluyordu.
Gölün içini dolduran ve iki kıyıyı kucaklayan ucu beyaz mor çırpıntılar, gülümseyen
çimenler, gerçeği hem gizleyen, hem müjdeleyen haberci belirtilerden başka bir şey
değildi aslında. Bunlar olgunlaşmış kusursuz görsellerdi ama asıl kusur bende idi,
çünkü gözlerim ve dilim yeteri kadar keskinleşmemişti. Dallarını gölün saydam
sularına sarkıtarak desenler çizen ve yol boyunca bana eşlik eden ince söğüt
yaprakları arasından suya doğru eğilerek, gözlerimi kusursuz aynalar haline
getirmeye çalıştım. Bir an suyun aynasında kendi yansımamı seyrettim, ardından
suyun çırpıntıları bana daha yüksek dalgalar gibi görünmeye başladı. Bu renkli
dünya karşısında ruhumda oluşan ve içimi oyan derin girdaplar hafifler gibi oldu;
birden içim ve gözlerim aydınlandı; kendimi mutlu hissettim. Yıkık taş köprüye
geldiğim zaman tepenin eteğindeki o evin önüne ulaştığımı gördüm.
Sundurmanın Altında;
Kırmızı çatılı, zarif bacaları olan taş evin bahçe kapısı aralıktı. Üzerimden sular
süzülürken ben de yarı aralık demir parmaklıklar arasından içeri süzüldüm.
Sarmaşıkların sardığı sundurmanın altında ayakta dimdik duran zayıf bir ihtiyar,
sırtını taş sütüna dayamış yağmuru izlemekteydi. Çağlar ötesinden bilgece bakan
gözler, bana pek yabancı gelmedi. Beni görünce “Buyrun benimle birlikte bekleyin,
Toscana vadisinin yağmurları ünlüdür ve biraz uzun sürer” dedi. Ona doğru
ilerlerken “Vadinin bereketli toprakları da bunun en güzel göstergesi” dedim.
Sundurmanın altına geldiğimde yaşlı adam ben “Durante Alighieri” diyerek elini
uzattı; ben de “Gazeteci Çetin Sel” diye karşılık verdim.
Sundurmanın bir yanında yukarılara tırmanan altın rengindeki gülün tomurcuğuna
takılan gözlerim genişliğe, yüksekliğe, uzaklığa, yakınlığa dalıp kaybolup gitti; altın
sarısı kanatlarını çırparak uçuşan, sayısız yapraklarla bezeli çiçeklerin taç
yapraklarının arasına girip çıkan su damlaları; karşımda bin bir renkle yayılan bahar
tablosunun bütünü içinde yaşlı adamı çağlar ötesinden anımsadım. Bundan sonra
zihnimde kalan anı kalıntılarını bir sis perdesin ardından anımsarken söyleyeceğim
sözleri, daha anlamsız ve daha yetersiz kıldı. Zaman durdu sanki; ben mi çağlar
ötesine gittim, yoksa zamanı ben mi sürükledim peşimden bilmiyorum. Baktıkça
gitgide daha fazla güç kazanan gözlerimin önündeki görüntü gerçekleştikçe duygu
ve düşüncelerim değişerek netleşiyordu. Etrafı taş duvarla ve ağaçlarla çevrili
aydınlık yüzlü bu evin önünde Yaşlı Bilge ile böyle tanıştım.
Bana dönerek, “Ravenna’ya bağlı bu topraklarda ne arıyor sunuz?” diye sordu.
Dikkatimi üzerinde toplayarak gözlerimi çevirip yaşlı bilgeye baktım. Gözlerinde
gülümseyen öyle bir ışıltı vardı ki, beni hayrete düşürdü. Bir yazarın, “Yazı
yazabilmek için yaşlıları, çocukları kısaca insanları dinlemeyi bilmelisiniz” diyen
sözleri geldi aklıma; “Yazı yazabilmek için kendimi sürgün ettim. Size rastlamak,
sizinle tanışmak benim için olağanüstü bir şans, kaderimi değiştirecek olan
deneyimlerinizdir. Onlardan yararlanmak isterim” dedim. Yaşlı bilge “Benim
anlattıklarımı ve kısa zaman içinde aralıksız ve tek düze söylemlerimi dinlemek için
can attığınızı görüyorum. Yağmur altında benim küçük evimi izlerken gözden
kaybedip yolunu şaşırır, açık denizde kaybolursun; sen iyisimi kendi kıyılarında
gezin. Benim açıldığım denizi daha kimse aşamadı. Minerva nefesiyle beni
sürüklüyor, Apollo bana yol gösteriyor, esin perisi beni samanyolunun ışıltılı
aydınlığına taşıyor”dedi.
Duruşu ve sözleri ile insana güven veren bu insanın fikirleri benim anlama
sınırlarımı aşıyordu. Sözlerini tam ve doğru olarak algıladığım söylenemezdi. Bunun
farkına varan bilge, sonunda söylemini sevgiyle gizleyerek benim zekamın
anlayacağı seviyeye inecek kadar gevşetti. “Yazmak için okumak gerekir” dedi.
Zaman zaman okuduklarımın değeri konusunda şüpheye düşsem de iyi bir okur
olduğumu sanıyordum ama yanıt veremedim. Sesi çok uzaklardan, çağlar ötesinden
geliyor gibiydi ve ben büyülenmiş gibi konuşmak istiyor ama düşüncelerimi dile
getiremiyordum.
Bir ara yavaşlayan yağmur yeniden şiddetlendi; sundurmanın kiremitlerini
dövüyordu. Yaşlı adamla aramızda oluşan sessizliğin çaresizliği içinde, su
damlalarının tınısına uyarak “Anadolu topraklarından buraya savruldum; ülkemde
bu ara gerçekleri yazan gazetecilerin işine son vermek pek sıradan oldu. Ben de
aynen Troyalı Aeneas gibi” diyerek ünlü Latin şairi Vergilius’den dizeler
mırıldanmaya başladım:
"Ben, kaderin Troya dolaylarından kovduğu ve İtalya'ya,
Livinium kıyılarına ilk gelen kahramanın ve askerlerin şarkısını
söylüyorum. Bu kahraman kendi şehrini kurmak, tanrılarını
Latium'a yerleştirmek için uğraşırken uzun süre savaşların
yıkımlarından acı çekti. İşte, Latin soyunun yani atalarımız
Albalıların, ayrıca eski Roma surlarının kökeni buraya
dayanıyor."
Yaşlı bilge, “Benim gibi siz de Vergilius’u seviyorsunuz”dedi. “Sevmez olur
muyum? Onun gibi yazmak için neler vermezdim” diye yanıt verdim ve ardından,
“Benim yazma konusunda bazı ideallerim var; hem güzel, hem kalıcı ve de ölümsüz
yazılar yazmak, zamana iz bırakmak istiyorum” dedim “Ve yazdıklarım mutlaka
gerçekleri yansıtmalı” diye ekledim.
Yaşlı bilge,”Bu sohpet uzun süreceğe benziyor, buyurun içeride konuşalım” dedi. O
önde ben arkasından yürüyerek taş evin mavi oymalı ahşap kapısından içeri girdik.
İçeriye adım atmamızla alevin içinde bir kıvılcım nasıl görülür ve bir sesin içinde
başka sesler nasıl fark edilirse, bu seslerden biri sabit kaldığı halde öteki nasıl
perdeler üzerinde gezinirse, bir ışığın içinde başka ışıklar hızla uçuşarak döne döne
hareket ederler ve fark edilirlerse öyle oldu. Bana güneş vurmuş bir pırlantayı
andıran parlak, yoğun ve ışıklı bir bulut bizi içine alıyor gibi geldi.
Loş Çalışma Odasında;
Kepenkleri kapalı loş çalışma odasını titrek mum ışığı ile ocakta yanan odunların
alevi aydınlatıyordu. Oymalı ahşap bir çalışma masası, üzerinde tüylü bir kalem ile
kitaplar arasında ”De Monarchia”, “Vita nuova” ve “La Divina Commedia” ilk
dikkatimi çekenler oldu. Masanın köşesinde yanan mum ışığının aydınlığında yaşlı
bilgeyi inceledim; orta boyluydu ve hafifçe öne eğik yürüyordu. Yürüyüşü ağır ve
vekarlıydı. Gayet sade ve yaşına uygun tarzda giyinmişti. Yakası fırfırlı iç
gömleğinin üzerine giydiği bordo mantosu yere kadar iniyordu. Uzun yüzlü, gaga
burunluydu. Gözleri küçük olmaktan çok iriydi. Çenesi kalın, alt dudağı üst
dudağından uzundu. Esmer tenli, kırlaşmış saçı ve sakalı bol ve kıvırcıktı. Yüzü
daima mahzun ve düşünceli, bir o kadar çekingen, kuruntulu, içine kapanık,
yalnızlığı ve sessizliği seven biri gibi görünüyordu. Bütün bu özelliklerin ötesinde
nazik ve alçak gönüllü birine de benziyordu. Beni evine ve el yazmalarıyla dolu
çalışma odasına davet ederken uzun zaman susmaktan sesi zayıflamış gibi geldi
bana. Belki de fikri sorulmazsa susmayı tercih edenlerdendi ve fazla konuşmayı pek
sevmiyordu. Fakat benimle ilgili doğru bir saptama ile söze başlayan o oldu:
“Saygısızlık ederim korkusuyla soru sormaktan çekinen ve arzusunu içinde
boğmaya çalışan bir kimseye benziyorsun. İdealine tutkulu biri olsaydın, sormak
istediğin şeyi vakit geçirmeden çoktan sorardın. Beklemek yüzünden yüksek
hedefine doğru yol almaktan alıkonulmayasın diye söylemekten çekindiğin
düşünceni yanıtlayacağım. Nedir öğrenmek istediklerin diye sormadan sana
bildiklerimi anlatacağım. Çünkü ben zaman ve mekanın son bulduğu bir
noktadayım. Benimle konuşurken bana gösterdiğin sevgi, saygı ve iyilikseverlik,
güneşin elinden geldiğince açılan güle yaptığı gibi, benim de size olan güvenimi
öylece arttırdı”dedi yaşlı bilge.
Karşılıklı koltuklara oturduk. Ocak içinde küllenen tepeleme kor, odaya hafif bir
sıcaklık yayıyor, yüzüm alev alev yanıyordu. Bana ikram ettiği üzeri şövalye
motifleriyle bezeli metal kupalarda, biraz buruk, biraz mayhoş tadı olan içkiyi
yudumluyorduk. Müthiş bir belleğe sahip olan yaşlı bilge konuştuğu zaman
konunun ruhuna en uygun şekilde söz söylemeyi çok iyi biliyordu. Ayrıntılara
değinirken renkleri karıştırp iyi bir resim yapıyor gibi, söylemleriyle de duygusal bir
müziğe güfteler yazıyor gibiydi:
“Arkasında yanan mumun alevini, gözüyle görmeden önce aynada gören bir kimse,
camın kendisine gerçeği söyleyip söyleyemediğini anlamak için arkasını dönünce,
camın bu gerçeğe şarkının notaya uyması gibi uyduğunu fark eder. Gerçeği
gözleriyle görür. Gerçeği gören bütün insanların düşüncesi, her şeyden önce, severek
ve isteyerek bir ideale yönelmek olmalıdır. Bu ideal ne kadar mükemmel olursa
insan ruhunda o kadar denli kuvvetli bir ateş tutuşturur. Bunun ışığı öyle güçlüdür
ki, diğer istekler yanında sönükleşir. Güçlü bir ışığın vurmasıyla uyandığımız zaman
görme duyusu nasıl yavaşça aydınlığa doğru yönelir ve uyanan kimse düşünce
yardımına yetişinceye kadar, aniden uyandırıldığı için kendini bilmediğinden,
gördüğü şeyleri açıkça göremezse idealleri olmayanlar da aynen öğledir. İdealin ışığı
gözlerindeki tozları bir anda süpürüp siler ve bu tutkuya doğru yönelen kişi
çevresini eskisinden daha iyi seçebildiğini hayretler içinde kalarak görür.
Tepesindeki dalları rüzgarın gücüyle eğilip bükülen bir ağaca benzeyen bu insan,
ilkeleri sayesinde olgunlaşır ve tek başına ama dimdik ayakta kalmayı başarabilir.
Bunu başarmak ve idealine ulaşmak için elindeki bütün yolları ve seçenekleri
kullanmalıdır” dedi.
Koca Ağacın Gölgesinde;
Beni sarmalayan söylemlerin yumuşaklığı karşısında yapraklar nasıl bir bir dökülür
ve sonunda hepsi yere serilirse, kendimi öyle zayıf,
yetersiz ve yorgun
hissediyordum. Bir ara ocaktan yükselen alevlerin aydınlığında ışıklar içinde
kaldığımı sandım. Yaşlı bilge sözlerini tatlı bir sesle söylüyordu. Sanırım yağmurun
dinmesi üzerine -belki de beni canlandırmak için- dışarıya çıkmamızı önerdi. Birlikte
çiçeklerle sarmaşıkların birbirine girdiği bahçeye çıktık. Burası vadiyi tepeden gören
bir taraçaydı ve tabanın bir bölümü silme mozaik kaplıydı. Çimenliğin aydınlık ve
yüksekçe köşesinde, dallarıyla çevresini saran koca ağacın gölgesindeki mermer
bahçe kanepesine yanyana oturduk. “Çevrenizde gördüğünüz güzellikler, doğanın
bereket ve sanatına göre ayarlanmıştır. Sanat dediğimiz şey de doğayı taklitten başka
bir şey değildir. Sizin sanatınız da doğayı yakından izlemeyi gerektirir” dedi.
Üstadın söyledikleri, gayet açık ve netti. Gerçekleri çok güzel belirtiyordu. Benim bu
gerçekler üzerinde konuşabilmem için derin derin düşünmem gerekiyordu. O
konuştukça kendimi daha çaresiz hissediyor ve doğru soruları bulma konusunda
zayıf kaldığımı düşünüyordum. “Kişi idealine ulaşmak için gerçeklerin izini sürer ve
bu uğurda bütün yolları denerken, erdemlerin başı olan sevgi ve doğruluk yolundan
asla ayrılmamalıdır değil mi?” diye sordum. Bana verdiği yanıt biraz anlaşılmazdı ve
anladım ki, yaşlı bilge ben ne sorarsam sorayım o söylemek istediklerini söylüyordu:
“Ben güzelim Arno nehrinin kıyısında büyük Florance kentinde doğup büyüdüm.
Ancak yıllardır burada bulunuyorum. Bitip tükenmek bilmeyen acılarla dolup taşan
yaşamım önce beni güzel tepelere, dağların doruklarına taşıdı, ardından sonsuz göğe
bakmayı ve yıldızdan yıldıza sıçramayı öğretti. Biriktirdiğim bilgi hazinem bana
gerçeğin ürkek ve çekingen dostu olmayı, yazdığım kitaplarım ve bu kitaplarda yer
alan dizelerim ise altın bir aynadan yansıyan göz kamaştırıcı güneş ışınları gibi
onurla parıldamayı öğrettiler” dedi ve ardından gözlerimin içine bakarak bana bir
dizi öğüt sıraladı:
“ İşsiz kaldığın için onurun kırılmış ve yazmakta zorlandığın için de kendini yetersiz
ve sıkıntılı hissediyorsun. Başarılı olmak için bu duyguları bir kenara bırakarak,
yazılarını araştırmalarınla desteklemeli ve her türlü yalanı bir kenara koyarak
gördüklerini olduğu gibi anlatmalısın. Vicdanın asla karanlıklar içinde kalmamalı.
Senin sözlerin, tadına ilk bakıldığı zaman kekremsi gelse bile, sindirilince arkasında
bir hayat bırakan besin değerinde olmalıdır. Senin haykırman, en yüksek tepelere
kuvvetle çarpan rüzgar gibi olmalıdır ki bu, hiç te küçümsenecek bir onur değildir.”
“Can kulağı ile dinlediğim sözleriniz beynime hızla inen bir yumruk gibi kazındı.
Gevşek davranıldığında darbenin daha şiddetli olduğunun ve sahip olduğum
elimdeki diğer değerlerin yok olmaması için önlem almam gerektiğini de biliyorum.
Gizli detayları gün yüzüne çıkarmayı ve bunları okurlarımla paylaşmayı da çok
seviyorum” dedim. Yaşlı bilge yanıtını hemen verdi:
“Gerçeği yakalamak isteyen fakat bu işin acemisi olan bir kimse, sahili boşuna
bırakıp engin denizlere açılmamalıdır. Nereye gittiklerini bilmeden yürüyenler
yanlışın peşine takılıp kaybolup giderler. Veya gemileri başlangıçta denizde
dosdoğru ve hızla yol alırken tam hedefe yaklaşmışken aniden batabilir. İhanetle
yüklenen gemi ağırlaşarak denizin dibini boylar. Tersi de olabilir, yüzüne
bakılmayıp bütün kış kurumuş ve yabanileşmiş görünen gül ağacının bahar gelince
üstünün güllerle donanması gibi.”
Bu kez boş bulunup düşüncelerimi birden söyleyiverdim. “Doğru sandığım yanlışın
peşine takılmak istemem! İkinci örneğiniz; yabanileşmiş gül ağacının güllerle
donanması ne kadar güzel ve yerinde bir benzetme oldu” dedim.
“Ben bir zamanlar sakin ömrümü sürdürdüğüm kentte, yaşım daha olgunlaşmadan
bile yolumu şaşırmadım. Şu anda da her şeyi arkamda bıraktım. Başı yukarda
yıldızları izleyenler er veya geç şerefli limana ulaşırlar. Buruk üvez ağaçlarının
arasında tatlı incirin meyva veremediği gibi, yüreği kötülüklerle dolu kıskanç
insanların, yetenek ve becerilerinden ötürü sana düşman olacakları ve önüne bazı
engeller koyacakları da kesindir. Siyasi amaçlı düzmece yolsuzluk suçlamalarıyla
Floransa’dan sürülen ve ardından ölüme mahkum edilen ben, doğduğum topraklara
bir daha dönemedim. Sürgün döneminde Verona, Padova’dan sonra şimdi de
gördüğün gibi Ravenna’dayım. Doğduğum ve vatanım olan kente yaklaştıkça
aslında ondan uzaklaşıyorum. Beni sürgüne göndererek cezalandıran adalet,
çektiğim azabı arttırmak için, para cezası ödemem karşılığında ülkeme
dönebileceğimi söylüyor. Suçsuzluğum kabul edilmedikçe ülkeme dönemem. Ancak
sürgün hayatı beni olgunlaştırdı; yaşama daha eleştirel gözle bakmama ve en güzel
yapıtlarımı yaratmama yol açtı ” dedi. Yaşlı bilge kırgın fakat bir o kadar da onurla
uzaklara daldı.
Batmakta olan güneş, gölün üzerini parlak pembe parıltılarla renklendirirken göğün
renklerine bürünmüş mavi tepelikli bir kuş yavrularını yuvada bırakarak yem
bulmak için yapraklar arasından havalandı. Bir bülbül su şıkırtısına benzer bir sesle
tatlı tatlı şakıdı. Eşi görülmemiş bir baharla süslü iki sahil arasında yalap yalap
yanan bir nehri andıran ışık seli yayılıyordu. Gölden kuvvetli kıvılcımlar yükseliyor,
altın içine kakılmış yakutlar gibi, gelip dört bir yandan çiçeklere konuyordu. Sonra
çiçeklerin kokusuyla sarhoş olmuşçasına, tekrar o muhteşem durgun suya dalıyordu.
“Olgunlaşmak, yaşama eleştirel gözle bakmak ve en güzel yapıtlara imza atmak; o
zaman sürgün işe yarıyor, ben kendimi sürgün etmekle olumlu sonuca doğru bir
adım atmış sayılırım” dedim. Başını sallayarak “evet” diye söze başladı ve devam
etti:
“Olağanüstü zamanların büyük acıları insanları olgunlaştırır, iyilik ve doğruluk
duygularını harekete geçirir. Aslında insanlara ilham veren kendi öz dramıdır. Bir
takım uydurma suçlarla mahkum edilerek ülke dışında yaşamaya zorlanan ben asla
ülkem Floransa’ya dönmeyeceğim. Başka bir yerde olmakla güneşin ve yıldızların
ışığını izlemek mümkün değil mi sanıyorlar? Doğduğum kente başı önümde
dönmediğim, daha doğrusu halkın önüne yüzüm kızarmış olarak çıkmadığım
sürece, gök kubbenin neresinde olursam olayım, gerçekleri pek ala düşünebilir,
yazabilir, güzel ve iyi işler yapabilirim.”
“Muhteşem bir düşünce“ dedim ve Ortaçağ ile Rönesans arasına sıkışan bu düşünce
insanı için sözlerimi övgüyle sürdürdüm. “Siz yaratıcı hayal gücünüz ve derin
gerçekçi bakışınızla, tüm çağların en evrensel kişiliğisiniz. Sözcükleri sizin gibi
ustaca kullanan bir yazar az bulunur. Sizin ölümsüz aşkınız Beatrice Portinari ile
geçmiş ve geleceğe yaptığınız destansı yolculuğun üzerine daha iyisi henüz
yazılamadı. Dilerim isminiz yeryüzünde, insanların belleklerinden hiç silinmeyecek,
yapıtlarınız nice yıllar yaşayacak” dedim. Benim övgümün bir değeri olmasa da
sözlerim yaşlı bilgeyi mutlu etti sanırım. Gururla ayağa kalktı, “Bana reva
gördükleri sürgünü ben kendim için şeref sayıyorum; aydınlanan bir ufuk gibi aynı
parlaklıkta daha nice yeni ışıkların belirmeye başladığı asla unutulmamalıdır” dedi
ve bu sözlerinin ardından ölümsüz yapıtının Cennet’in Ay Gökü adını verdiği
bölümden küçük bir bölümü ezbere okumaya başladı:
“Güneş vurmuş bir pırlantayı andıran parlak, kalın, katı ve
cilalı bir bulut bana, bizi sarıyor gibi geliyordu. Su,
yarılmadan bir ışık şeridini nasıl içine alırsa, ezeli inci de
öylece bizi içine aldı… Beatrice yüzüme aşk saçan öyle tanrısal
gözlerle baktı ki, görme gücüm yenilerek geri çekildi. Ben,
gözlerim önümde, kendimden geçer gibi oldum.”
Durgun ve temiz bir suda yaşayan balıklar, suya atılanların yiyecek olduğunu
anlayarak nasıl hareketlenirlerse, ben de binden fazla ışığın bize doğru öyle
koşuşturduklarını gördüm. Yaşlı bilge sözlerini sürdürürken, yıldızlar ışıldamaya,
yanıp sönmeye ve gülümsemeye başladılar. Bu yıldızlar sanki şan ve şeref için
çalışmış, iyiliklerle bezenmişlerdi. Yaşlı bilge:
“Arzular yol gösterip de böyle bir hedefe yöneldiler mi, gerçek arzu ışınlarını göğe
doğru yükseltir. Fakat değerimizin karşılığını ölçebilmek de bizim sevincimizin bir
parçasıdır. Çünkü ne ektikse onu biçeriz. Yaşam arzularımız asla fenalıklara ve
kötülüklere doğru yönelmemelidir. Yeryüzünde nasıl başka başka seslerden tatlı bir
ahenk çıkarsa, bizim hayatımızda da tıpkı öyle oluyor. Değişik kademelerdeki
arzularımız, yüreğimizde renkli bir ahenk yaratıyor” dedi ve sahip olduğum
değerler hakkında beni uyarmaktan çekinmedi:
“Senin çocukça düşüncelerine gülümseyişime şaşma sakın” dedi ve devam etti.
“Sanırım onlar gerçeğe doğru hala emin adımlarla gidemiyor ve her zaman olduğu
gibi seni boş yere şuraya buraya dolaştırıp duruyorlar. Gördüğün gibi ben hayal
değil gerçeğim. Onların isteklerine boyun eğmediğim için uzaklaştırıldım; burada
sürgünde bulunuyorum, sen ise kendini isteyerek yalnızlığa sürgün etmişsin;
idealine ulaşmak için tuttuğun yolun doğruluğu konusunda tereddütlerim var” dedi.
Uzun bir duraksamadan sonra “Ateşli bir aşkın iradeyi yok edişi gibi ruhum
umutsuzluk içinde eriyip yok mu oluyor? Zamanını konuşmak yerine dilini tutarak
susmayı ve sabretmeyi öğrenmek için harcayan biri miyim ben? Yoksa korkak
mıyım? İnandığım pek çok şeyin neden gizli kalmasını istiyorum ve düşüncelerimi
açıkça söyleyemiyorum da kendime saklıyorum? Bir şeyin yalnız adını bilen, başkası
göstermeden esasının ne olduğuna akıl erdiremeyenlerden miyim?” diye
sorgulamaya başlayınca yaşlı bilge:
“Karanlık ormandan yeryüzü cennetine çıkmak zordur. Ancak senin elinin tersiyle
silip, kaldırıp attığın değerler için uğrunda canlarını verecek onlarca kişi olduğu
gerçeğini de unutmamalısın. Bütün dünyayı aydınlatan gün ışığını bizim yarım
küremize indiğinde ve gökyüzünü sayısız ışıkla aydınlattığında diğer yarım kürenin
karanlıklar içinde kaldığını da unutmamalısın. Camdan, içini kaplayan renk nasıl
saydam bir görüntü verirse, içini kemiren şüphe de öylece dışarı vursun. İyi bir
melodiye usta bir kemancının tellerini titreştirerek eşlik etmesi bestenin değerini
arttırdığı gibi betimlemede de kırpışan kirpiklerin içinden yapılan gözlemleri
mantığınla harmanlaman çok değerlidir. Sözlerin son şeklini alarak dudaklarından
dökülsün. Bunu yaptığın zaman üzerine güneş ışığı vurmuş altın rengindeki
merdivenle, yeryüzünün en yüksek dağına ulaşır, gözlerinin erişemeyeği bir
yüksekliğe kadar uzanırsın. Yeterki sözlerini gönülden söyle.”
“Yaşamak için ekmeğini dilim dilim dilenen yaşlı bir adamın nasıl yüce bir kalbe
sahip olduğunu kim bilebilir ki” dedim ve ardından sözlerimi bir soru ile
sürdürdüm. “Çok yaşamak mı, çok gezmek mi, çok okumak mı, yoksa çok çalışmak
mı? Sizce bunlardan hangisi kişiyi olgunlaştırıp, hedefine daha hızlı ulaştırır? Yoksa
hepsi mi?”
“Senin soruna doyurucu bir yanıt verebileceğimi sanmıyorum. Öğrenmek istediğin
şey, en derin uçurumların dibine gömülmüştür. Yeryüzünde bazı şeyler dumanla
karartılır. Sen, göğe çıkmak için kuvvet veren güzellikler ve başının çevresinde halka
olan çelengin hangi çiçeklerden örüldüğünü öğrenmek istiyorsun. Onu ancak sen
gerçek kılabilirsin. Bunun için bütün ötekileri, iyileri ve kötüleri ile tanımak, sözlerini
öğrenmek, yollarını izlemek gerektiğini bilmelisin. Bence sen önce kim olduğunu
sorgulamaya başla; iç sesini dinle. Başını kaldır ve dik yürü ki, kendine olan güvenin
artsın. Bu olgunlaşmanın birinci şartıdır. Olgunlukla bilgiçliği de birbirinden ayır,
karıştırma. Bilgiç görünmek hevesinde olan öyle çok insan var ki yeryüzünde,
kendilerini göstermek için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar. Sen onlardan
olma; bırak onlar seni keşfedip ışığından aydınlanmanın yollarını arasınlar. Sen bu
arada insanları, olayları ve doğayı gözlemeyi sürdürmelisin. Göz kapaklarını
kaldırıp kirpiklerinin aralığından öyle bir görmelisin ki, suyun iki kıyısındaki
yamaçlar çimenlerle, çiçeklerle bezenip süslensin, gerçek yüzlerini gizleyen
insanların da maskeleri büsbütün açılsın” diyerek soruma kesin olmayan ve
belirsizliklerle dolu yanıt verdi bilge.
Yüksek bir yeteneğe sahip olmanın ve isteklerin doğrultusunda düzenli bir yaşam
ortamında çalışmanın insanı mutlaka daha yukarılara taşıyacağı düşüncesindeydim.
Çünkü isteklerin yönlendirdiği iradenin, her şeyin kendisine doğru yöneldiği ucu
bucağı olmayan engin bir deniz olduğuna inanıyordum. Bu nedenle daha
yukarılarda bir yerlerde olmayı istedim ve bunun için çok çalıştım. Ama bu durum
bana burasını layık görenin iradesine uymadı. İyilikten çok kötülüğe alışkın bir
takım insanlar, benim irademi kırıp, yaşamını zora sokmak için çalıştılar. Bu
düşüncelerimi yaşlı bilge ile paylaştım. O bana şöyle dedi:
“Haklı olarak sen de adaletli bir şekilde yaşadıklarının öcünü almak isiyorsun.
Şaşmaz görüşüm bana böyle düşündüğünü söylüyor. Seni bu şüpheden
kurtaracağım. İyi dinle, sözlerim sana büyük bir gerçeği armağan edecektir.
İnsanoğlu bir sürü güzel yetenekle donatılmıştır. Bunlardan biri eksilecek olsa asaleti
elinden gider. İyiliğin ışığı ile aydınlanamaz olur. Kendi hatası yüzünden oluşan
boşluk doldurulmadıkça eski olgunluğuna asla kavuşamaz” dedi ve bir zamanlar bir
eşikten geçerek ulaştığı Akheron nehrinin ötesindeki cehennem kapısının üstünde,
siyah harflerle yazılı sözleri okumaya başladı bana:
“Gözyaşı beldesine benden gidilir, cehennemlikler arasına
benden gidilir. Adalet rehber olmuştur ulu yaradanıma; ben ilahi
kudretin, rabbani hikmetin ve ilk aşkın eseriyim. Benden evvel
yaratılan hiçbir şey yoktur ki, ebedi olmasın, ben de ebediyen
varım. Ey buradan içeri girenler, bırakınız her türlü ümidi.
“Gözyaşı beldesine benden gidilir.” Bu dizeler yaşlı bilgenin yaşamının özü gibiydi.
Sözlerine şöyle devam etti:
“Alplerin eteğinde Tyrol üzerinde adına Benaco denilen bir göl vardır. Çok sayıda
kaynaktan çıkan sular, dağlar arasından kendine yol bulduktan ve yeşil çayırlar
arasından geçip ovayı suladıktan sonra, gelip bu göle dökülür. Benaco bu sularla
dolar. Bu topraklarla Rhone nehrinin Sotgue ile karıştıktan sonra suladığı sol kıyı ve
Tronto ile Verde ırmaklarının denize döküldükleri yerden başlayarak Bari, Gaeta ve
Catona’nın sınırlandırdıkları Ausonia burnu beni bir vakitler senyörü olayım diye
bekliyordu. Bütün toprakların tacı alnımda parıldamaya başlamıştı ki, her şey
değişti. Şimdi ise gördüğün gibi buradayım!”
“Doğru bildiğiniz yoldan şaşmazdınız. Dostu ile dost, düşmanı ile düşman olmasını
bilen bir karakteriniz vardı. İnsanların ikiyüzlülüğüne tahammül edemezdiniz. Ne
kadar büyük olursa olsun kaderin önüne çıkardığı güçlükleri cesaretle göğüs
germesini, onları yenmek için savaşmasını çok iyi bildiniz. Sürgün hayatının
yoksulluklarına sabırla katlandınız, her türlü sefaletle karşılaştınız ama asla
alçalmadınız, dik duran alnınız asla yere eğilmedi. Uzun sürgün yaşamı sizde derin
düşünme fırsatını verdi. Sanırım zamanla ruhunuzu kemiren şüphelerden, kalbinizi
burkan acılardan sıyrılmayı da bildiniz; sonunda yarattığınız yapıtlarla kurtuluş
kapıları önünüzde ardına kadar açıldı ve bütün bunları güçlü iradenizle başardınız”
dedim. “Belki öyledir, belki değildir, ama sözlerinizin içinde gerçekler de yok değil”
diyerek sözlerini sürdürdü:
“Kötü iradeyi doğuran hırs ve tamah ise daima doğruyu arzulayan sonsuz aşkın
meyvesi de iyi iradedir. Gerçi irade insanların kalbinde güzel çiçekler açtırır, ama ne
var ki, sürekli yağan yağmurların da gerçek çiçekleri yozlaştırıdığını unutmamak
lazım. Ayrıca irade baskı altına da alınabilir. Baskı altında kalan irade, baskıyı
yapana boyun eğmek istemezse o zaman zor kullanılır. Çünkü güçlü irade isterse
bükülmez zor karşısında, sağlam kalır, kuvvet karşısında ise az da olsa bükülür fakat
serbest kaldıklarında, zorla uzaklaştırıldığı yola tekrar geri döner. Ancak iradenin
böyle demir gibisine zor rastlanır. Eğer söylediklerimi kavradınsa, seni ilerde sık sık
rahatsız edecek olan şüpheleri yok ettim demektir”diyerek yaşlı bilge, sözlerinin
sonunda konuyu benim üzerime çevirmeyi bildi.
Bir zamanlar kalbimi aşkıyla ısıtmış olan çalışma ve yazma isteği, bana gerçeğin
yüzünü gösterdi. Ben sağlam irade ile inatçılık arasındaki yanlışımı düzeltiğimi ve
buna inandığımı itiraf etmek için başımı kaldırdığımda birden vazgeçtim. Bana öyle
bir bakışla baktı ki, yüzünün çizgilerinde, saydam, derin, duru ve silik bir yansıma
ilişti gözüme. Beyaz bir ten üzerindeki inci tanesinin belli belirsiz görünmesi gibiydi.
Bu görüntü benim hatadan hataya düşmeme neden oldu ve itiraf edeceğim şeyleri
unuttum. Sonunda şöyle dedim:
“Saygıdeğer bilge, sözleriniz beni öyle sarıyor, öyle duygulandırıyor ki, size karşı
duyduğum saygının derinliğinden mantığım çaresiz kalıyor. Görme gücüm
aydınlanmakla birlikte sizin düşüncelerinize yanıt verme konusunda çok zayıf
kaldığımı hissediyorum. Ve karanlık gördüğüm bir başka gerçeğe dair size soru
sormaya çekiniyorum. Ancak şunu iyice anlıyorum ki, her gerçeğin kaynağı olan
gerçekle aydınlanmadıkça, zekamız asla yatışmıyor. Ona en kısa zamanda
erişmeliyiz ki, arzularımız boşuna çırpınıp durmasın. Kalbimiz sözlerimizden
ayrılmasın”
“Endişeleriniz yersiz. Doğruyu söylüyorsunuz; bu arzular, gerçeğin dibinde bir filiz
gibi, şüphe doğuruyor. Bizi bir tepeden diğer tepeye sürüp doruğa ulaştıran da
bizim yaradılışımızdan gelen bu dürtülerdir. Gerçekler karşısında kişinin görme
gücünün mükemelleşmesi, zekanın her geçen gün daha aydınlık bir ışıkla
parıldamasına neden olur. İnsan mükemmelliğine en çok yakışan da, isteme
yetisidir. Ancak zekası olan yaratıklar isteme yetisine sahiptirler. Bu nedenle yeterki
sen iste; kötü anıları sil ve yüzünü parlak olan tarafa döndür. Sana gösterilen şeye
düşünceni aç ve gördüklerini belleğine kazı.” Görme gücümü mükemmelleştirmeye,
yüzümü ve düşüncelerimi aydınlık tarafa yöneltmeye odaklanmışken, yaşlı bigeden
gelen yeni bir soru ile sarsıldım. Bilge şöyle diyordu:
“Bu dünyada kimi hukukçudur, kimi hekimlik yapar, kimi din adamlığının peşinde
koşar, kimi zor kullanarak veya yalan dolanla iktidar koltuğunda oturur, kimi çalıp
çırpar, kimi ticaretle uğraşır; kimi şehvani zevklere gırtlağına kadar batmış
durumdadır, kimi tembellik ve miskinlik içinde yüzerken ben bütün bunlardan
arınmış olarak şerefle dolanıyorum. Burada benim yanımda duru suya yansımış
güneş şeridi gibi parlayan şu ışığın içindeki ruhun kim olduğunu öğrenmek
istiyorsan bil ki orada, kötülerin yaptığı gölgenin son bulduğu gökte ışığın en üst
derecesinde parıldayan ve huzur içinde dinlenen bir ruh var. Burada oturmuş senin
fikirlerinin ve içini şüpheyle kemiren düşüncelerinin sebebini keşfetmeye
çalışıyorum. Ya sen ne yapıyorsun ve ne yapmak istiyorsun? Önceliğinin ne
olduğunu sorguladın mı hiç?”
Bilgenin susması ve yüzünün değişmesi karşısında, benim yeni sorular sormaya
hazırlanan doymak bilmez düşüncelerim de susmak zorunda kaldı. Sormak yerine
onun sorusuna yanıt vermeye çalıştım:
“Bazan bir ülkenin büründüğü görülen taze yapraklarını açtırmak için tatlı sabah
meltemlerinin estiği yerlerde, güneşin uzun süren bir yolculuğa çıktığı, bir ara
insanlardan tamamen saklanarak ayın arkasına gizlendiği, dalgalarla dövülen
toprakların uzağında karanlıkların çöktüğü, kötülerin iş başına geçtiği gibi bazen ben
de karamsar olurum. Zekayı, sanatı, yeteneği istediğim kadar yardıma çağırayım,
ruhumu canlandırmaya yine de muvaffak olamam. Fakat iyi bir şeylerin
olabileceğine inanırım ve onu görmeyi arzu ederim. Hiçbir göz, güneş ışığından
daha parlak bir ışık görmemişse de zaman zaman hayal gücümün ne kadar
yükseklere ulaşabildiğine şaşar kalırım. Şimdi engin denizlerde yolumu bulup
kayığımı gerçek hedefine götürecek bir yazar olacağımı düşünüyorum ve kendime
“Bu ben olabilir miyim?” diye soruyorum. Sevinçli bir dans gibi, nazik ışıkların
yaptığı birbirlerine gönderdikleri parıltılar gibi, şenlikli şarkılar gibi ve gözlerimin
mutlulukla açılıp kapanması ile kirpiklerimin titreşmesi gibi ruhumda bir şeyler
duyabildiğim için mutluyum” dedim. Bütün bu sözleri söyleyebildiğim için biraz
şaşkın biraz da gururluydum. Yaşlı bilge de sanırım son söylemimden etkilendi;
umutlu gibiydi. Belki de bana öyle geldi. Sonra şöyle dedi:
“Değil mi ki gerçek aşkla tutuşan ve sonradan sevdikçe yoğunlaşarak artan yazma
isteği, sende parıldayarak seni kimsenin çıkmadan aşağı inmediği başarı
merdivenlerinden yukarı çıkarıyor; korkma. Susuzluğunu yatıştırmak için senden
şişesindeki şarabı esirgeyen kimse, senin okyanusta özgürce yelken açtığını asla
anlamayacaktır; aldırma. Akla kara asla değişmez. Düşüncen doğrudur veya
yanlıştır. Ancak düşünmeden düşünceni belli etme. Söz söylerken de, yazarken de
kendinden emin ve korkusuz ol. Amacın neyse onu açıkla, bunu yaparken sesin
tutkulu ve neşeli olsun. Çünkü zeka ve tutku, ikisi de aynı ağırlığa sahiptir. Hiçbir
kıyaslama bu eşitliği bozamaz. Bu eşitliği ancak başını mücevher gibi süsleyen
zekanın kanatlarını açarak sen bozabilirsin.”
Bilgenin bu sözleri karşısında çevremde nur saçan sevincim, ipeğe bürünmüş bir
böcek gibi beni sarmaladı. Ne diyeceğimi bilemedim. Ama o beni şaşırtmayı
sürdürüyordu ve kendinden son derece emin olarak:
“Beni haklı olarak sevdin, çünkü ben sana bilgi ve tecrübelerimi aktardım. Evvelce
arkanda olan şey şimdi önünde serili duruyor. Senden hoşlandığımı bilesin diye
sırtına giymen için sana bir manto armağan etmek istiyorum. Zeka ışığı benliğinin
çevresinde bu giysi ile ışıldasın. Bu ışık yüreğine sıcaklık versin, her daim içini ve
duygularını ısıtsın. Gözlerin, sıcak ve ışıltılı baksın. O zaman kendini yeterince güçlü
hissedersin ve içindeki cevher açığa çıkar” dedi ve pelerin gibi beni saran mavi bir
mantoyu omuzlarıma koydu ve ardından ”Yağmur durdu; birlikte vadi boyunca bir
yürüyüş yapmayı arzu eder misiniz?”diye sordu. Yürüyüş için avludan çıkmak
üzere hareketlenirken, herşey gözlerime büsbütün güzel göründü.
Uzun Yürüyüş Boyunca;
O önde, ben arkasında iki yandan sınırlarını yabani otların çizdiği dar patikadan
inerken, “Sözlerinizle bana konuşma cesareti verdiniz. Övgünüz beni yükseklere
çıkardı; olduğumdan daha üstün kıldı. Omuzlarıma koyduğunuz manto
sorumluluğumu bir kat daha çoğalttı. Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.
Ruhum, çağıldayan ırmakların neşesiyle doldu” dedim. Alevin içindeki közler,
rüzgarın etkisiyle nasıl tutuşup yanarsa içten gelen, tatlı ve okşayıcı bir dille
söylenen bu sözler karşısında yüreğim öylece şenlendi.
Çevremizi saran göz kamaştırıcı ışık oyunlarının yarattığı eşsiz manzarayı betimleme
konusunda insanın dili çaresiz kalıyordu. Hayranlığımı sezen yaşlı bilge, “Muhteşem
manzara karşısında seni tutuşturan ve gördüklerini anlatmak için zorlayan yüksek
arzu ne kadar şiddetlenirse benim o kadar hoşuma gidiyor. Fakat bu büyük istek
sönmeden çoğalarak sürmeli” dedi içimden geçen duyguları okurcasına.
Yakındaki ırmaktan havalanan kuşlar, yedikleri yemden ötürü şenlik yapıyormuş
gibi bir araya gelip bir eğriler çizdiler. Gün batımı içinde mutlu ruhlar gibi uçuşarak
önce şakıyor, söyledikleri şarkının ritmine ayak uyduruyor ve daha sonra biraz
duralıyor ve susuyorlardı. Kuş cıvıltılarının arasında; duyulur duyulmaz bir sesle
“Bizi sarıp sarmalayan ortam her zaman böyle göz kamaştırıcı olmayabilir.
İstemediğimiz durumlarla karşılaştığımızda yolumuzu nasıl bulmalıyız? Farklı
yollara saparak mı? Sizin adımlarınızı doğru yoldan çıkardığınız oldu mu?”diye
sordum. Soru pek hoşuna gitmemiş olacak ki, önce duraladı; ardından konuyu biraz
merkezinden uzaklaştırarak konuşmayı sürdürdü:
“Pusu kurup seni bekleyen tuzaklar her zaman olabilir. Yine de kimseye karşı kin ve
düşmanlık beslemem, beslemeni de istemem. Onların ettiklerini görecek kadar daha
uzun yıllar yaşamanı dilerim. Ben eski surların çevrelediği bu küçük kasabada rahat
ve huzur içinde yaşıyorum. İçinde aile yaşamayan evlere burada pek rastlanmıyor,
bu nedenle seviyorum burayı. Alçak insanlar tarafından adım kirletilmeye çalışılır ve
adaletsiz ülkemden kapı dışarı edilirken, burada yaşayan halk, yürek sızlatan
hüznüme ortak olup bana kucak açtılar. Huzur ve güven içinde yaşıyorum başka ne
isterim ki! Şunun şurasında ne kaldı ki, ömür denilen kaftan hergün biraz daha
kısalıyor, zira zaman makasıyla, durmaksızın ömürden kırpıyor.”
Akşam olurken yeni doğan yıldızlar nasıl gökte belli belirsiz bir halde ışıldamaya
başlar ve görünüşleri gerçek mi değil mi diye insanı şüpheye düşürürse ben de orada
belirsizlik içinde titreşen hoş tınılar dinler gibi öylece kaldım. Sorduğuma pişman
oldum; soru sorma arzumu içime gömdüm.
Akşam olmaya, hava kararmaya başlamıştı. Mart akşamı havayı iyiden iyiye
serinletmişti. Ruhu korku, kaygı ve kuşkulardan arındırıp, kırılan kuvvet ve cesareti
yeniden toplama zamanıydı. Kestirmeden gittiğimiz o güzel tepeden iniyorduk.
Akşamın serinliğiyle çiçekler bükülmeye ve kapanmaya başlamıştı. İkinci hendeğin
üzerindeki köprüyü geçince ıssız yamaçta yolumuzun üstündeki kayalara oturup bir
süre dinlendik. Ben soracağım soruyu daha tasarlamadan yaşlı bilge konuşmaya
başladı:
“Dünyayı kuşatan o denizden sonra suların döküldüğü en büyük vadi, karşılıklı
duran sahiller arasında, güneşin gidişine karşı öylesine uzanır ki, evvelce ufuk olan
yeri meridyen dairesi yapar. Ben bu vadinin Ebro nehri kıyısında doğdum. Ben bu
gökün adıyla anıldığım gibi bu topraklar da benim adımla anılırdı. Turpino ırmağı
ile ubaldo tepesinden akan su arasındaki yüksek dağdan aşağı verimli bir yamaç
iner. Yamacın arkasında Nocera ve Gualdo şelaleleri çok yüksek bir yardan bolca
gözyaşı dökerler. Bu suların ardından yükselen güneş erdemin habercisi gibidir.
Görüyorsun talihin karşına işine elvermeyen bir baht çıkarırsa tıpkı kendi
toprağından başka yere ekilen bir tohum gibi başarısıszlığa uğrarsın ve eğer tersi
olursa dört başı mamur olursun. Adımlarını doğru yoldan çıkarmayasın” dedi.
Biraz önceki sorumun yanıtını geleceğin talih ve baht dengesi içinde belirsiz bir
şekilde almıştım. Farklı yönlerden esen rüzgarın serinlettiği, lacivert ve bir o kadar
aydınlık bir gecede esinti, ağaçların yapraklarını sık ve geniş sığırcık sürülerini
önüne katmış göl kıyısından sürükler gibi dalgalandırıyordu.
Göksel Evrenin İzinde;
Yaşlı bilge “Vakit gece yarısını çoktan geçti. Şimdi gel beni izle, birlikte gözyüzünü
inceleyelim. Herşey göksel evrende gizli” dedi. Balık takımyıldızı ufukta
yükselirken, Büyükayı burcu bütünüyle kuzeybatı yönünde yayılmıştı. Gece mavisi
gökyüzü ne kadar ışıklı, sakin ve gizemliydi.
“Genç dostum, benimle beraber gözlerini kaldır göksel evrene bak. Bakışlarını asla
ayırmayarak büyük bir sevgi ile ve içten bak. Dünyanın her yerinden, her akşam aynı
aya bakıyoruz. Birlikte doğuyor ve batıyoruz. Gökyüzünün ve yeryüzünün düzenini
ve bu muhteşem sanatın gücünü hayranlıkla seyret” dedi. Ve Cennet’in Sabit
Yıldızlar Gökü adlı bölümü okumaya başladı:
"Bulutsuz bir gökte ay, tam dolun olduğu zaman Trivia gökün
dört bir bucağını süsleyen ezeli periler arasında nasıl
parıldarsa, ben de binlerce meşalenin üstünde bir Güneş
gördüm ki, bizimkinin üstümüzdekileri aydınlatması gibi, o da
onların hepsini birden nura garkediyordu. Kuvvetli parıltının
ortasında, o ışığın fışkırdığı Cevher görünüyordu, öyle parlaktı
ki gözlerim dayanamadı, bakamadım."
Gökyüzüne bakınca yanar odunları birbirine çarpmakla nasıl sayısız kıvılcım
çıkarırsa, gökte binlerce ışığın savrulduğunu gördüm. Onları tutuşturan gücün
verdiği düzene göre bu ışıklar az veya çok yükseklere çıktı ve sonra her biri kendine
ayrılan yerde durdu. Bu görkemli güzellik karşısında resim yapmanın rehbere
gereksinimi yoktu. Görsel şölen kendi kendisinin rehberiydi. Yuvalara şeklini veren
yaratma gücünün kaynağı yine kendisi olduğu gibi. Apaçık görülen ve gökü bir
elmas parçası gibi bezeyen meteor yağmuru, parıl parıl yanan ne kadar da çok
mücevher olduğunu gösterdi bana. O anda beyazlık içine yayılmış irili ufaklı yıldızlı
ışıklar, galaksinin sonsuz derinliğinden bana ulaşıyordu. Işık zerrecikleri göz
kamaştırıcı bir şekilde bazen şimşek gibi parıldayarak, tepeden aşağılara süzülüyor,
bazen uzunlu kısalı düz ve eğriler çizerek, ışık şeridi halinde hızla yeryüzüne
ulaşıyor, gözlerimi kamaştırıyordu. Ben sonsuz gökyüzünden üzerime dökülen
meteor yağmurunu hayranlıkla seyrederken, o, konuşmasını sürdürdü:
“Benim gördüğüm şeyi iyice anlamak istiyorsan eğer, gökyüzünün ayrı ayrı
yerlerinde, havanın olanca yoğunluğunu yenecek bir parlaklıkla ışıldayan on beş
yıldızı hayalinde canlandır ve ben anlatırken bu hayali sağlam bir kaya üzerine
oturtarak sakla; hiç kaybolmadan gece gündüz kendisine yeten Büyükayıyı gözünün
önüne getir. Bütün bu yıldızların gökte benzer şekillerde dizildiklerini ve ışınlarını
birbiri üzerine gönderdiklerini hayal et. Aslında yeryüzünde her zaman
gördüğümüz manzara bu değildir ama sen her zaman öyle olmasını hayal
edebilirsin. Bunu hayal etmekten seni kimse alıkoyamaz.”
Yaşlı bilgenin beni kendimden geçiren sözlerinin hepsini ne anlayabilmiş, ne de
hayal edebilmiştim. Ama bu sözler benim için sanki yüksek övgü niteliği taşıyormuş,
uzaklardan bir yerlerden kulağıma çalınıyor, “Diriliyorsun”, “Yeniden nefes
alıyorsun” sözleri kulağıma fısıldanıyordu. Kendi kendime sessizce “Neden
olmasın” dedim. Yaşlı bilgenin “Bazan durgun ve bulutsuz gökte, o ana kadar
kıpırtısız duran gözlerin dikkatini üzerine çeken bir uçar yıldız görülür. Kümeden
ayrılan bu yıldız süzülerek sonsuzluk içinde elmas gibi bir şerit çizer” dediğini
işittim. Bütün bu söylemleri üzerime aldım; bunlar benim için olağanüstü
gerçeklerdi. Yaşlı bilge konuşmasını bir takım uyarılarla sürdürdü:
“Düşlerini özgür bırak salıver, yazma tutkunun ateşi dışarıya çıksın ve çıkarken
ruhunu olduğu gibi yansıtsın. Sözlerin, bildiğimiz şeyleri bize daha iyi betimlesin.
Korkmadan ve aralıksız yazmalısın. Bütün çağlar gözünün önünde serili ve
susuzluğunu söylemek cesaretini gösterirsen kadehine mutlaka içecek bir şeyler
koyacaklarını unutmamalısın. Bunlar sana söylenenlerin açıklamasıdır. Ancak
korkmadan yaz derken bazı tehlikeleri de göz ardı etmemelisin derim. Aslında
yazdıkları nedeniyle İnsanı ölümünden sonra bile rahat bırakmazlar. Özellikle din
adamlarının öfkesini üzerine çekmeye gör. Kilisenin ileri gelenlerine hiç bir
düşüncenizi beğendiremezsiniz. Yapıtınız hemen yasak kitaplar listesine girer ve
tüm kopyaları yakılararak yok edilir. Bunları göze almalısın” dedi.
“Yalnız din adamları mı?” dedim. “Aynı dar düşünce yapısına sahip siyasilerin de
onlardan pek farkı yok. Üstelik yalnız kitapları da değil, günümüzde insanları da
yakıyorlar. Bu konuda Ortaçağ’dan Yakınçağ’a değişen pek fazla bir şey olmadı”
diye yanıt verdim.
Acıları gözlerinden okunan yaşlı bilgenin bana hüzün veren sevgili yüzü belleğime
kazındı. Rüzgarsız kış günü lapa lapa yağan kar gibi sözler ağzından tane tane, sakin
fakat bir o kadar da soğuk dökülüyordu. Yüzü öyle yumuşak görünüyordu ki,
doğruluktan ayrılmayan bir insanın yüzünden farksızdı. Cesaretimi toplayarak şöyle
dedim:
“ Size karşı olan büyük minnettarlığımı sözlerimle duyuracağım. Gelecek hakkındaki
bana yabancı olmayan sözlerinizi belleğime kaydediyor ve saklıyorum. Dilerim
ruhunuz daha uzun yıllar bedeninizi taşısın ve ününüz sizden sonra yüzyıllar boyu
sürüp gitsin. Benim kaderim düşünmek ve yazmak eylemiyle sınırlıysa, yapılan
haksızlıkların hesabını sormadan boyun eğmeye hazırım; bu konuda vicdanım rahat.
Ancak bundan böyle gözlerimi derin karanlıkların sırlarını çözmek için aydınlık
enginlere çevireceğimden şüpheniz olmasın.” Sözlerim üzerine yaşlı bilgenin gözleri
kısa bir pırıltı ile aydınlandı.
“Bazan yaşadığınız olağanüstü mutlu anı anlatmayı bir kenara bırakırız” diye söze
başladı ve devam etti. “Bu ruhun her türlü arzudan sıyrıldığı, sonsuz mutluluğun
ışıldayan gözlerinizde parladığı andır. Bunda amaç kendi sözlerinize güveniniz
olmadığından değildir, fakat bir başkası gideceği yolu göstermezse bellek yalnız
başına geri dönemez de ondan. Ne kadar büyük olursa olsun mutluluğun bu anla
sınırlı olmadığının daha nice mutlu anların seni beklediğinin bilincinde olmalısınız.
Mutlu olduğun bir anın sevinci içinde çizdiğin güzel bir betimleme kanatları açık bir
melek gibi karşında durur; gözbebeğinde canlanan bu güzellik güneşin tutuşturduğu
bir yakut parçasını veya ışığın kehribar veya billurun içine girer girmez
parıldamasını andırır. Işığın süzülmesiyle, parıldaması bir olur. Bu betimlemeyi
şimdiye değin hiçbir ses söylememiş, hiçbir mürekkep yazmamış hiçbir hayalgücü
tasarlamamıştır; bu senin eserindir” dedi. Ben de:
“Aşkla dolu ruhlardan saçılan ışıkların, sevinçle, dilimizdeki harfleri çizdiklerini
görüyorum. Bir insan iyilik ederek daha büyük zevkler duymakla erdeminin günden
güne arttığını nasıl fark ederse, ben de yazı yazarak mucizenin bir kat daha
parladığını görüyorum. İçinde yaşadığım toplumun, okurlarımın öylece genişlemiş
olduğunu anlıyorum. Yüzümü topluma döndüğüm zaman, içinde bulunduğum
halkanın rengi değişiyor. Kömürün karası, şafak vaktinin kırmızılığı içinde yavaşça
silinerek turuncuya, pembeye, mora dönüşüyor. Zamanla beni çevreleyen renk
değişirken düşüncelerimin enginleştiğini ve kalemimin güçlendiğini hissediyorum”
dedim.
“Bunu başardığın zaman kaynağının bol suyunu göstererek taştan taşa inen duru bir
ırmağın şırıltısını işitir gibi olursun. Bir ses, nasıl gitarın sapından içine giren havada,
flütün deliğinde tınılar şeklini alırsa, hayalgücün de fısıltılı sözler şeklinde öylece
yükselir. Bunlar kendi içinden gelen şarkının sesi, yüreğinin yazdığı sözlerdir. Bazan
havada öte öte uçan tarla kuşu, ötüşünün son nağmeleriyle kendinden geçer ve nasıl
susarsa, gün gelir sen de öyle yazacak şey bulamaz susarsın. Yazamazsın; ancak bu
yeteneğinin kaybolduğu anlamına gelmez. Beklemelisin. Martılar nasıl gün
ağarırken, üşüyen tüylerini ısıtmak için içgüdüleriyle havalanırlar ve sonra kimi
gider ve bir daha geri dönmez, kimi uçtuğu yere gelir, kimi de havada olduğu yerde
döner durursa sen de kendi sevincine bürünerek çeşitli seçenekler sun kendine. Seni
yöneten düşünceyi emrine amade et ve kendi gücünün üstüne çıkmaya çalış”.
Birlikte eve dönerken önümüzde küçük köy korusu, tepelerden göl kıyısına kadar,
koruluğun bitiminde aralanmış bir bulutun içinden süzülen ay ışığıyla gölgelenen
çiçekli bir çayırlık uzanıyordu. Gölün iki sahili arasında yükselen kayalar yer yer
sivri çıkıntılar meydana getiriyordu. Bir yandan başımızın üzerindeki göksel evreni
hayranlıkla izlerken diğer yandan kayalıkların yükseklerinden yeryüzünü kuşbakışı
seyrediyorduk.
“Ben adaleti sevdiğim için burada tek başıma fakat onur içinde yaşıyorum;
övülüyorum. İşin tuhafı kötüler de beni övüyorlar ama hiçbiri gösterdiğim yolda
yürüyemiyorlar. Şunu iyi bilin ki, benim sürgün edilmemin sebebi, sadece konulan
sınırı aşmış olmam değildir. Ülkemde kalmayı çok arzu etmeme rağmen bu bana
yasaklandı. Ama konuşmak insanların özünde bulunan bir yetenektir. Şu veya bu
şekilde konuşmak konusunda doğa sizi özgür bırakmıştır. Benim konuştuğum dil
akıl ve mantığa dayandığı gibi gerçekleri yansıtan yalın ve akıcı bir dildir.
Söylemlerim herkes tarafından gayet iyi anlaşılmıştır. Sonra neler oldu da her şey
değişti diye şaşmamalıdır. Çünkü insanların görenekleri, gelenekleri yapraklar
gibidir, çeşitli esintiler etkisinde biri gelir, bir diğeri gider. Bir baştan bir başa
gökyüzü ve içindeki bulutların, sabah ve akşam güneşin gücüyle aynı renge
bürünmesi gibi; Oğlak’ın boynuzu güneş göküne değince donmuş buhar parçaları
yeryüzüne kar kristalleri şeklinde düşüp her yanı beyaza boyaması gibi, bu düzen
ezelden beri hep böyledir, değişmez” diyerek uzun uzun konuştu.
Kaynağını ormandan alan küçük bir ırmak, temiz duru sularını kayalıklardan
kumluğa doğru taşıyordu. Suyun sarp bir kayalığın aşağısında çıkardığı gürültü arı
kovanının uğultusunu andırıyordu. Şelalenin müthiş şarıltısı bir ara birbirimizi
duymamızı engelledi. Irmak boyunca yürüyüşümüzü sürdürdük. Irmaktan yükselen
buhar kayalıkları karanlık pusun arkasına gizlerken, gökten inmekte olan yıldız
yağmuru bizi aydınlatıyor, yol gösteriyordu. Köprüyü geçtik ve taşlı yol boyunca
ilerledik. Hem yürüyor hem de konuşmayı sürdürüyorduk. Yola çıktığımızda doğan
yıldızlar batıyordu. Gökyüzünde, o güzelim gece mavisi gök kubbenin altında
kurumaya başlayan göl kıyısı boyunca bir kavis çizerek, sonunda kırmızı çatılı taş
evin önüne geldik ve durduk. Yaşlı bilge:
“Birlikte geçirdiğimiz zaman içinde, sorularınız, bana olan saygınız, güveniniz ve
hayranlığınız şüphesiz beni çok mutlu etti. Ve ben çalışmalarınızda size yol
göstermekten mutlu oldum. İşittiği şeylerden faydalanmasını bilen bir kimse,
dinlediğini iyi dinlemiş demektir. Ancak bu gün daha fazla birşey söylemem
mümkün değil” diyerek bana arkasını dönüp evine doğru uzaklaştı. Yürüyüşü
kaybeden değil kazanan biri gibi onurlu ve güven içinde fakat yorgundu. Kırmızı
çatılı evin kapısında güneş ışığını gölgeliyen parıltılı yıldızlar içinde kayboldu; gitti.
Anlaşılmaz Sona Doğru
Gök gürlemesine benzer gürültülü sesler duyuyordum; karanlık gökyüzünden
soğuk, ağır taneli yağmur yağıyor, iri damlalar rüzgarla birlikte camlara vuruyordu.
Aynı anda kapılar kısa kısa vuruluyor, sessizce açılıp kapanıyordu. Motel sahibi
Bayan Rose’un sesini duyar gibi oldum; ardından yüzüme doğru uzanan birinin ilaç
kokan nefesini hissettim ve gözlerimi açtım.
“Bir haftadır kendinizde değildiniz. Ateşler içinde yandınız ve sayıklayıp
durdunuz.” dedi kasaba doktoru olduğunu sonradan öğrendiğim kişi. “Bizi
korkuttunuz. Ateşinizi bir türlü düşüremedik. Sel ve çamur yolları kapattığından sizi
hastaneye de götüremedik. Sizi taş ustası Dante’nin evinin önünde çamurlar içinde
yatarken Çoban Vergilius bulmuş, bana haber verdiler” dedi. Bu arada Bayan Rose
içeri girdi. Elinde bir paket vardı. Paketi önce bana doğru uzatır gibi yaptı; sonra
vazgeçip başucumdaki sehpanın üzerine koydu. Bu özel ulakla adıma gönderilmiş
bir paketti ve oldukça ağır görünüyordu. Yatağın içinde oturmaya çalışırken
üzerimdeki mavi manto yere kaydı. O kadar halsizdim ki, rüyada gibi yavaş
hareketlerle paketi açtım. Üç ciltlik kitabın üzerinde “La Divina Commedia”
yazıyordu. Koyu bordo deri kapakların üzeri altın yaldızla, içindeki parşömen
sayfaları renkli çiçeklerle bezeliydi. Latince el yazmasına benim için iyi dilekler
yazılmış ve imzalanmıştı. Elim titreyerek ilk cildin kapağını açtım benim için Yaşlı
Bilge şöyle diyordu:
“Genç dostum;
Senin için kutsal olan yapıtının içeriğinde, ruhundaki bütün
sevgi, duygu ve düşünceleri toplamak uğruna harcadığın çaba,
ömrünün geriye kalan kısmını bomboş bir hale getirmesin.
Hiçbir yapıt, maddi yaşamın en küçük yollarından tutunuz da,
vicdanın en yüksek keşiflerine dek, kin ve garazları, sevgi ve
beğenişleri, iyi ile fena yanları ve ateşli tutkuları böylesine
geniş böylesine anlatılması ve anlaşılması güç konuları
birleştirmiş olsa bile… Kitabımı yaprak yaprak inceleyerek,
‘Ben neysem yine oyum’ deyişinin yazıldığı sayfayı yerli
yerinde bulacağını çok iyi biliyorum…”
Dante Alighieri
Hastalığımın üzerinden bir ay geçti; artık iyiyim. Gün doğmadan uyandım. Mart
sabahı sisli, soğuk ve rüzgarlı; gece karanlığı yarımküreyi henüz terk etmeden
masamın başına oturdum; bilgisayarımı açtım. Yaşlı bilgenin sesiyle “Gözyaşı
beldesine benden gidiler, sonsuz acıya benden gidilir. Her türlü korku ve kaygıyı
bırakmalısın akıl denilen bir nimete sahipsin” diyerek yazmaya başladım. Bana
çağlar ötesinden elini uzatan, “Uyuşukluğu, tembelliği yenmek zamanıdır. Kuştüyü
şilte üzerine oturmakla, yorgan altında yatmakla başarı sağlayamaz, olumlu bir
sonuca ulaşamazsın. Hayatını hiçbir şey kazanmadan tüketen bir kimsenin arkasında
bıraktığı iz, havadaki dumandan, sudaki köpükten farksızdır. Sözlerimi iyi anladınsa
onlardan yararlanmasını bil; ayağa kalk, cesaretini ve gayretini eline al” diyen sözleri
kulaklarımda, mavi mantom askılıkta, “La Divina Commedia” masamın üzerinde…
Nermin Özsel
Ağustos 2015
Cecil Beaton “Portreler”
13 Mayıs - 26 Temmuz 2015
20. yüzyılın önemli ve çok-yönlü fotoğrafçılarından Cecil Beaton
büyüleyici portreleriyle ilk kez Türkiye’de, Pera Müzesi’nde. Fotoğrafçı
kimliğinin yanı sıra, yazar, ressam, illüstratör, karikatürist ve ödüllü bir
dekor ve kostüm tasarımcısı olarak tanınan çok yönlü bir isim Cecil
Beaton. Oscar ödüllü bir kostüm tasarımcısı olan sanatçının Londra,
“Sotheby’s Cecil Beaton Studio Archive” koleksiyonundan derlenen
sergisi, 1920-1970 yılları arasında fotoğrafladığı sanatçılar, film
yıldızları, yazarlar, entelektüeller ve kraliyet portrelerinden oluşuyor.
Vogue dergisi için hazırladığı kapaklarıyla hatırlanan Beaton’ın
unutulmaz kareleri arasında, II. Dünya Savaşı sırasında Winston
Churchill’i ofisinde gösteren fotoğrafı, yine aynı tarihlerde Life
dergisine kapak olan, bombayla yaralanmış üç yaşındaki Eileen Dunne
portresi en önemli fotoğrafları arasında sayılıyor.
Grayson Perry “Küçük Farklılıklar”
13 Mayıs - 26 Temmuz 2015
Pera Müzesi, çağdaş sanatın en sıra dışı isimlerinden, Grayson Perry’nin
yapıtlarını sergiliyor. Sergide, çağımızın kendine özgü ve cesur
sanatçılarından olan Perry’nin, seramik, halı ve baskı işleri ile sanatçının,
British Council Koleksiyonu’ndaki altı halıdan oluşan büyük eser grubu
“Küçük Farklılıkların Kibri” adıyla yer alıyor. Yapıtlarında gündelik olanı;
insanların günlük yaşam biçimini, modern dertleri, politikadan cinsellik ve
dine uzanan toplumsal sorunları işleyen Grayson Perry, güzellik, zekâ, korku
ve öfke duygularıyla bezediği yapıtları, görsel bir şölene dönüşerek
izleyenleri etkiliyor. Perry'nin bu etkili zarif yapıtlarında, çocukluğuna ve bir
travesti olarak kendi yaşamına ait bazı göndermelerde bulunduğunu
unutmamak gerekir.
Kavramsal sanatı reddeden Pery’nin anlattığı öykülerde, el yapımı nesnelerin
süslemeci niteliklerini renkler ve kendine özgü çizgilerle savunduğu gözlenir.
Sanatçı, sanatın toplumdaki etkileyici gücü ve değeri üzerine cesur
yorumlarıyla tanınır. Sergideki en erken tarihli yapıt, Perry’nin Birleşik
Krallıkta Turner Ödülü’ne layık görüldüğü dönemden, 2002 tarihli seramik
bir çömlektir. Seçkide Londra’daki National Portrait Gallery’deki büyük bir
sergi için 2014’te tamamlanan “Günlerin Bir Haritası” da yer almaktadır.
“Küçük Farklılıklar” sergisinde Grayson Perry’nin sınırsız hayal gücüne
tanıklık ederken, uçaklar, alışveriş merkezleri, kiliseler, cep telefonları
sanatçının hayal gücünün ayrılmaz parçaları olarak yerlerini alıyor.
Perry’nin yapıtlarında bazı objeleri farklı dönemlerde ve farklı formlarda
tekrar tekrar kullandığına tanık oluyorsunuz. İyi izlenceler…
Başaran Usta’ya Sonsuz Sevgi ve Saygılarımla…
Mor dağların ıtır kokan yamaçlarına
Sürülerini yayar çoban kızlar, çoban çocuklar
Sevgiyle ovulmuş yeni bir gökyüzüne,
Parmaklarının ucundan
Işıklı ezgiler üflerler
Çığlık çığlığa, kavallarıyla.
Birden bir çağıltı yükselir Anadolu’dan
İvriz, Cilavuz, Hasanoğlan, kızılçullu’dan
Akpınar, Pamukpınar, Kepirtepe’den
Ve daha nicelerden…
Çoban çocuklar, tanış olurlar Homeros ustayla.
Usta, destanları sesler kulaklarına
Troya’yı, İlyada’yı, gelecekteki düşleri anlatır onlara.
Dağlarda yaz parıltıları, değiştirirken kırları
Köy Enstitüleri ince ince titretir, kokulu otları.
Yeniden doğuşun serinliği ışır, gençlerin gözlerinde,
Başağa kalkar ekinler, dile gelir örende suskun gelincikler,
Artık toprağı deler kardelenler.
Anadolu yaylasının ak çiçekleri, buram buram tebeşir kokar.
Çoban kızın heybesinden
Otlu peynir, esmer ekmek ve Antigone dökülür.
Serilir önüne, taze ekmek kokan binlerce kitap
Sanki iki dilim esmer ekmek, arası ballı kaymaktır,
Ak sayfalar, petek petek baldır.
Tadına ve okumaya doyamaz çoban kız,
Toprağın köklerini yüreğinde hisseder ve gülümser.
Göğün mavi sarmaşığına tırmanan sesi
İlk kez obaya, köye yayılır, bozkırları dolanır.
Birden hasat aydınlığına boğulur, Anadolu’nun yaz tepeleri.
Umutta, sevgide, barıştadır artık onların yürekleri.
Yeni bir yaşama kandır, dirençleri; Tonguç, Baykurt, Makal,
BAŞARAN ve daha niceleri…
Nermin Özsel
2. İstanbul Seramik Sanat Günleri (16 Mayıs - 06 Haziran 2015)
Bu yıl ikincisi düzenlenen İstanbul Seramik Sanat Günleri 16 Mayıs - 06
Haziran 2015 tarihleri arasında Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi’nde
(Maksem) sanatseverlerin ziyaretine açıldı. Anadolu Üniversitesi Güzel
Sanatlar Fakültesi Seramik ve Cam Bölümü öğretim elemanlarının 30.
yıl etkinlikleri adına karma seramik sergisi ve atölye çalışması olarak
düzenlenmiş. Karma sergi, Türk seramik sanatına gönül veren yüz
yetmiş altı sanatçının, yaratıcı yapıtlarından oluşuyor ve seramiğin tüm
adımlarını sunuyor. 2. İstanbul Seramik Sanat Günleri boyunca
Maksem’in iki odası seramik atölyesi olarak düzenlenmiş, arzu eden
ziyaretçiler seramik hamuru ile tanışıp hayallerinin objelerini
üretmekteler. Çeşitli konferanslarla bilimsel boyutlara taşınan 2.
İstanbul Seramik Sanat Günleri, 6 Haziran 2015 tarihine kadar devam
edecek; sergiyi gezmeli, görselleri incelemeli ve ellerinizi seramik
çamuruna bulamalısınız.
Tarihten izler taşıyan çok özel parçaların zenginleştirdiği sergide
yapıtları yer alan sevgili arkadaşım Sevim Hazer ve Remzi Hazer’in kızı
Burcu Ovacık’ı kutluyorum; adını seramik sanatçıları arasına yazdıran
sevgili Burcu’nun başarısının çoğalarak sürmesini diliyorum…
Romantik Bale Sylvia
Bale tarihinin önemli yapıtları arasında gösterilen romantik Bale Sylvia’yı İstanbul
Devlet Opera ve Balesi Kadıköy Belediyesi Süreyya Opera Sahnesi'nde izledim;
muhteşemdi. Kırk yıl aradan sonra İstanbul’da sergilenen
Bale
Sylvia
konusunu, ünlü İtalyan şair Torquato Tasso'nun Yunan mitolojisinden esinlenerek
yazdığı 'Aminta' adlı masalsı metninden alıyor. 19. yüzyılın önemli bestecilerinden
Leo Delibes’in eşsiz müziği, Fransız yaratıcı Marc Ribaud’un koreografisi, kostüm,
dekor, ışık ve danslarıyla gösterim kusursuzluğu yakalıyor. En iyi bale müzikleri
arasında gösterilen ve sanatseverlerce çok beğenilen yapıtın müziklerini, Şef Elşad
Bagirov yönetiminde İstanbul Devlet Opera ve Balesi Orkestrası seslendiriyor.
Mitolojik esintisiyle izleyenlerin belleklerinde iz bırakan üç perdelik klasik bale,
etkileyici kutsal orman dekoru içinde, orman dansı ile başlıyor. Oyun boyunca, doğa
ve av tanrısı Diana’nın avcılarından aşka inanmayan güzel Sylvia ile aşk tanrısı
Eros'un okuyla yaralanmasının ardından ona aşık olan çoban Aminta’nın aşkları
anlatılıyor. İkinci perde Orion' un Ada Mağarasında şarap ve dans partisi ile devam
ediyor. Yer yer oryantalist tınılarla bezeli müzik eşliğindeki danslar görsel bir şölen
sunuyor sizlere. Üçüncü perdede Deniz Kenarındaki Diana tapınağında çoban
Aminta, güzel Sylvia, kötü kalpli Orion, aşk tanrısı Eros ve doğa ve av tanrıçası
Diana ile tanrılarla insanların birlikte yaşadıkları çağlar öncesindeki mitolojik
öykünün içinde buluyorsunuz kendinizi. İzlemelisiniz…
Hayat Kısa, Sanat Uzun
Bizans’ta Şifa Sanatı
“11 Şubat – 26 Nisan 20015”
Pera Müzesi’nde Hippokrates’in “Hayat Kısa, Sanat Uzun” felsefi deyişinden yola
çıkılarak hazırlanan sergide, Roma döneminden başlayarak Bizans’ın şifa sanatı
uygulamalarına yer verilmekte. Bizanslıların şifa yöntemleri olan inanç, büyü ve
tıbbın anlatıldığı sergide, Hippokrates’in bilimsel öğretisinin yanında hekimler,
eczacılar, azizler ve büyücüler birlikte yer alıyorlar. Hastalıkların inanca göre asıl
nedeni olan şeytanlardan korunmak, bedeni ve ruhu arındırmak için günlük
yaşamda gerçekleştirilen ritüeller gözler önüne seriliyor. Muskaların ve bazı şifacı
aziz ikonlarının göz alıcı görsellerinin yanında asıl görülmesi gereken “Hastalıkların
asıl nedeni, kötü ruhlar değil, gözle görülmeyen bir takım mikro organizmalardır”
diyen ve bilimsel tıbbın kurucusu sayılan Hippokrates’in tıp kitabı sergiyi izlemeyi
değer kılıyor …
Alberto Giacometti Sergisi
“11 Şubat-26 Nisan 2015”
Pera Müzesi’nde sergilenen “Alberto Giacometti Sergisi”, 20. yüzyıl sanatının önde
gelen isimlerinden heykeltraş ve ressam Alberto Giacometti’nin retrospektif yaklaşımla
hazırlanmış Türkiye’deki ilk sergisi. Sergi, Giacometti’in gençlik dönemi
çalışmalarından, Paris’te Montparnasse’taki atölyesinde yaşam boyu ürettiği
yapıtlarından örnekler sunuyor. Yeni izlenimci bir ressam olan babası Giovanni
Giacometti’in izinde yürüyen sanatçı ilk yapıtını çocuk yaşlarında verir. Giacometti,
İkinci Dünya Savaşı yıllarında küçük yontular yapmaya yönelir. Figürlerin gerçek
biçimlerini uzatarak, uzaktan görülen yontu algısına yönelir. Sanatçı çok sayıda
yontuyu aynı zemin üzerinde toplar ve oluşturduğu kompozisyonlarda ağaçları
kadınlar, kayaları başlar oluşturur. Alberto Giacometti “Sonsuz Paris” adlı yapıtında
1960 yıllarında sanatçının yaşadığı koşulları çizgilerle betimler ve sanatçı bu yapıtında
özgün yüz elli taşbaskısı betimlemeyi bir araya getirir.
Alberto Giacometti Sergisi’nde sanatçının yeni izlenimci etkilerden, post- kübist ve
gerçek üstücü çizgiye uzanan yapıtlarının izini sürmek olası. Farklı çizgiler, farklı
boyutlar, yaklaşımlar ve farklı bir dünya görüşü görülmeye değer…
Magnum Kontakt Baskılar
“26 Şubat-2 Ağustos 2015”
İstanbul Modern’de gerçekleşen Magnum Kontakt Baskılar sergisi, dünyanın en ünlü
fotoğraf ajanslarından Magnum Photos’un iz bırakan fotoğraflarından yola çıkılarak
hazırlanmış ve Magnum üyelerinin çektiği fotoğraflarının öyküsünü dile getirmekte.
Dijital teknolojilerin gelişmesiyle geçmişte kalan kontakt baskı tekniğinde bir veya
birden fazla negatifin, aynı boyutlarda tek bir fotoğraf kağıdına pozlanmasıyla elde
ediliyor. Ressamların eskiz çalışmalarına benzetilen bu görüntüler, üzerinde
oynanmamış, fotoğrafçının ilk gördüğü karelerdir. Magnum fotoğrafçıları bu sergide,
geçmişte gerçekleşen pek çok olaya bizleri, tanıklık etmeye davet etmektedirler. Sergide
Magnum kontakt baskı fotoğralarına çok sayıda makale, kitap, dergi parçaları ile yakın
çekim ayrıntıları eşlik etmektedir. Kontakt baskı foğraflar eşliğinde geçmişe yolculuk
yapmayı ve fotoğraf çekmeyi sevenlere önerilir…
Ressam ve Resim
Mehmet Güleryüz Retrospektifi
“9 Ocak-28 Haziran 20015”
İstanbul Modern Sanat’ta Ressam ve Resim Mehmet Güleryüz Retrospektifi adıyla
açılan sergi, sanatçı Mehmet Güleryüz’ün, 1960’lı yıllardan günümüze uzanan uzun
soluklu sanat örneklerine bir bakış anlamı taşımaktadır. Yapıtlarında insanı, yaşadığı
sosyal ve siyasal koşulların odağına yerleştiren sanatçının zengin yapıtları çok
yönlüdür. Resim, desen, heykel, gravür ve tiyatro çalışmalarının içinde yer alan
sanatçının İstanbul Modern Sanat’ta açılan sergisi zengin görseller içermekte.
Görülmeye değer bu sergide Modern Sanat, fotoğraf çekimine izin vermektedir. Sanat
fotoğrafı çekmeyi sevenlere duyurulur…
İşte Bu Bir Musikidir…
Devlet işletmeleri büyük tesislerdir. Bunlar Anadolu’nun içlerine
serpiştirilmişlerdir. Her tesisin kuruluşundan bir süre sonra çevre ayrı bir
şehir haline gelir. Tesisler, lojmanlar, parklar, spor yerleri, gün ışığında
dünyaya güler ve geceleri ışıl ışıl parıldarlar. Nazilli de bunlardan biridir.
Fabrika 9 Ekim 1937’de açılacaktı. Atatürk bekleniyordu. Fabrika idarecileri,
O’nu daha sitenin giriş yerinde karşıladılar. Gördüğü her şey O’nu sarıyordu.
Yüzünün hatlarında, ferahlı, sevinçli hareketler vardı. Temiz yer, temiz
insanlar, bataklık Menderes nehrinin kara tılsımını silen yeni bir insan
iradesinin sıra sıra eserleri… Ellerinde bayraklar, çiçek demetleriyle kız,
erkek sıra sıra mektep çocukları alkışlarla, şarkılarla haykırışıyorlardı…
Nihayet fabrika alanına girildi. Alkışlar, şarkılar, havuzlara dökülen şakrak
suların şıpırtıları ve ta kasabadan beri yayılıp gelen davul, zurna sesleri,
zeybek naraları… Ama fabrikada tıs yoktu. Fabrika garip, derin bir sessizliğe
gömülü, sanki uyuyordu…
Müdür (Mühendis Kadri Durga) öne düştü. Bir yoldan, bir holden geçildi.
Fabrikanın tam 480 büyük tezgahının birer çökmüş dev gibi sıra sıra
dizildikleri düz, geniş, tepeden ışıklarını alan aydınlık, temiz atölyeler uzayıp
gidiyordu. Herkes yerinde, herkes makinesinin başındaydı. Atatürk’ü her
yeri gören, yerden yüksekçe bir platforma buyur ettiler. Burada fabrika;
takımların, bölüklerin, takımların geçit resmi için sıralanıp yerlerini aldıkları
bir karargah meydanına benziyordu. Ve bir karargah meydanı gibi burada
bir kumanda bekleniyordu. Kumanda duyulmadı ama, Atatürk’ün arkasında
duran müdürden, sessiz bir işaret verildi. İşte o zaman bin başlı dev, korkunç
bir kükreyiş, bir kuduruşla birden harekete geldi. Müdürün verdiği o işaretle
bütün motorlar, tezgahlar birden coşmuş, kudurmuşlardı… Atatürk bunu
herhalde beklemiyordu. O’nu oraya çıkardıkları zaman, belki etrafı
görmesini, belki fabrika halkına bir şeyler söylemesini istediklerini düşünmüş
olabilirdi. Ama öyle olmayıp da, ayağının altındaki dünya ve etrafını saran
hava böylesine birden harekete gelince… Önce biraz sarsıldı. Ama işte o
anda, belki kendi bile farkında olmadan ağzından şu kelimeler döküldü: “
İşte bu bir musikidir!..”
Evet, bu bir musiki idi… Eller durmadan işliyordu. Kafalar durmadan
çalışıyordu. O daha dün köyünde hiç acele etmeden inek sağan genç kızlar,
şimdi hiç birinin hareketi gözle takip olunamayan bir hızla dönen 20.000 iğin
etrafında birer yıldırım hızı gibi koşuyor, dolanıyorlardı. Kopan her bir teli
anında yakalayarak, tıpkı birer makine süratiyle hemen bağlıyorlar, iş
tezgahlarını anında harekete getiriyorlardı… Mekikler atılıyor, hem materyal
örülüyor, tezgahlar top top dokumaları havalara kaldırarak bin bir marifet
içinde, renk renk, şekil şekil, durmadan açıyor, derliyor, topluyordu… Daha
düne kadar sınırların dışından dağlar, denizler ötesinden gelen bezleri,
basmaları şimdi yurdun her bucağına yaymak için denk denk dokuyor,
dokuyorlardı… Atatürk bu manzarayı uzun uzun seyretti. Suskun, düşünceli
belli ki memnun ve ümitliydi… Fabrika müdürü Fazıl, O’nun ardında, gene
bu platforma çıktığı andaki kadar sakindi, sessizdi… Atatürk’ün yüzüne
şevkle, minnetle bakıyor ve hafif hafif gülümsüyordu.
Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam
Güzel Atlar Ülkesi “Kapadokya”
Karakış tüm şiddetiyle sürüyordu. Hava yine çok soğuktu; gece kar birdenbire
bastırmış, ovayı kuşatan dağların yamaçları, yaylalar ve kırlar kalın beyaz bir yorganla
örtülmüştü. İlgar Dağı’nın, Sivridağ’ın ve Keldağ’ının yükseklerini bembeyaz duman
sarmıştı. Kura nehri buz tutmuş, Çıldır gölünün yüzeyi kalın bir buz tabakası ile
kaplanmış, cam gibi morumsu parıldıyordu. Yollar çoktan kapanmıştı; bundan sonra
da kolay kolay açılmazdı. Sis, kar ve buz Anadolu’nun doğu ucundaki bu uzak
toprakların ayrılmaz parçası, yöre insanının da kaderiydi.
Hikayemizin geçtiği Ardahan, Anadolu’nun en soğuk yerlerinden biridir ve burada
kışlar çok ağır geçer. Her tarafı yüksek dağlarla çevrilmiş çanak biçimindeki Göle
ovasında soğuyan, ağırlaşan hava aşağıya çökünce dondurucu bir sonsuzluk oluşur.
Toprak örtüsü, bataklıklar, sular donar, adeta cama keser. Kışın en soğuk günlerinde
ovayı kalın bir sis tabakası sarar sarmalar, adeta sisten bir deniz oluşur. Sis denizinin
üstünde kuzeybatıdan gelen "Ardahan Yeli" soğuk soğuk eser.
Ülkenin içinde bulunduğu siyasi esintilerin oradan oraya savurduğu eğitim emekçisi iki
insan; Sermin ve Belma, Ardahan’ın Damal ilçesine bağlı –hani yazları dağlarına
Atatürk’ün gölgesinin düştüğü Damal- Posof karayolu üzerindeki Üçdere köyü
İlköğretim okulunda öğretmendiler. İki insanın kaderleri bu köyde kesişmişti; önce
Belma gelmişti köye ardından birkaç ay sonra da Sermin. Sermin İstanbul’dan gelmişti
ve tarih öğretmeniydi; Belma ise İngilizce öğretmeniydi ve Nevşehirliydi. Her ikisi de
yüksek lisans eğitimi almışlardı ama ülkede bir türlü dengeli ve akılcı politikalar
geliştirilmediğinden ve eğitim işleri yap-boz şeklinde yürütüldüğünden; demokrasi,
özgürlük ve insan hakları gibi kavramların yalnızca siyasilerin parlak söylemlerinin
arasına serpiştirilmiş güzel sözcükler olduğundan olsa gerek bu uzak köye ilkokul
öğretmeni olarak sürülmüşlerdi. İkisininde suçu bir öğretmen derneği olan “TÖBDER”e üye olmak ve bazı protesto eylemlerine katılmaktı. Sermin’in ayrıca bir gazetede
yayımlanan yazısı nedeniyle davası sürüyordu. Görevden el çektirilmemiş, ama ülkenin
en uzak iline üstelik ilkokul öğretmeni olarak atanmış, Bakanlık Mucibi denilerek atama
yapılırken bu durumun geçici olduğu söylenmişti. Bu nedenle Üçdere köyünde,
merkezde bir ortaokul veya liseye alınmayı bekliyorlardı.
İki öğretmenin okul binasının hemen bitişiğindeki kerpiç duvarlı, köy evinin tek göz
odasına yerleşeli tam dört yıl olmuştu. Sermin köye geldiği ilk gün, Belma’nın onu kırk
yıllık dost gibi karşılayışını, evini paylaşmasını, yatağına beyaz dantelli çarşaflar serişini
hiç unutmuyordu. Bundan sonra yaşamlarının dört yılı bu köyde geçecekti. Tek
başlarına yalnız ve sessiz; hiçlik içinde bir dört yıl. Parlak düşlerinin dünyasında tek
sığınakları yanlarında getirdikleri ve yollar açıldığında ilçeden satın aldıkları
kitaplarıydı; bazı yayınevleri istedikleri kitapları geç de olsa posta yoluyla
gönderiyorlardı.
Paylaştıkları küçük köy odasına kadın elinin değdiği mor çiçekli basma perdelerden ve
çalışma masasının köşesine kondurulmuş bir demet leylaktan hemen anlaşılıyordu.
Belma’nın yapma çiçekleri, çalışma masasının köşesinde pembe mor ışıldıyorlardı.
Duvarları beyaz badanalı odayı aydınlık kılan yalnız leylaklar değildi; yere serili
Avanos kiliminin morlu sarılı desenleri, duvardaki heybe ile uyumluydu. Odaya
aydınlık veren karşılıklı sedirlerin üzerindeki uzun beyaz tüylü battaniyeler de
dışarıdaki beyaz manzara ile uyum içindeydi. Ocaktan yükselen alevlerin titreşimleri,
pencerenin önündeki Atatürk büstünün bronz parlaklığı ile köşedeki etejerin üzerinde
yükselen kitap destelerinin arasında gidip gelen gölgeler oluşturuyordu.
Dışarda göz gözü görmüyordu; tipi hızını arttırmış, hoyrat rüzgarın savuruşuyla
kamçılanan beyaz benekler çılgın gibi her yöne gidip geliyor, adeta hızlı tempoda dans
ediyorlardı. Üçdere Köyünün yıkık durumdaki tarihi yapısı Karanlık Kale’nin duvarları
görünmez olmuş, Çala Manastırı ise belli belirsiz bir tümsekten ibaret karlarla
örtülmüştü. Beyaz dondurucu bir yel, geniş ıssız boşlukları ve derin uçurumların
saydam güzelliğinin üzerinde dolaşıyordu. Gece erkenden karanlığını köyün üzerine
sermişti. Gece karanlığında bir kuyruklu yıldızı anımsatan bu büyüleyici ve etkileyici
savruluşlar çetin, güçlü ve ürkütücüydü.
Sermin ve Belma’nın yaşamın yalnızlığında paylaştıkları tek göz oda karanfil ve tarçın
kokuyordu. Çıtırdaya tıslaya yanan ocağın iki yanındaki minderlere oturmuşlar, hem
dizlerinin üzerindeki kitaplardan okuduklarını birbirleriyle paylaşıyorlar hem de sıcak
şaraplarını yudumluyorlardı. Ocağa sürülmüş büyük bir bakır cezvede kaynayan
Belma’nın tatil dönüşü valizine sıkıştırdığı Ürgüp şarabını içiyorlardı. Sermin, elindeki
Stephane Mallerme’nin Mektupları’ndan başını kaldırdı; “Lirik dizelerdeki betimleyişe,
yalın anlatıma ve içtenliğe bakar mısın?” dedi ve devam etti, “Dizeler şu anda bizim
içinde bulunduğumuz duruma ne kadar da uyuyor:
El değmemiş dipdiri güzelim bugün
Sarhoş bir kanat vuruşuyla yırtar mı
Kırağıda unutulmuş bir katı gölün
Kalmış uçuşlar dolu saydam buzunu
Bendim, diyor bir eski zaman kuğusu
Mağrur ama umutsuz kanat sıyıran
Yaşanacak yeri aramaz mı insan
Bastırınca kısır kışın sıkıntısı
Ders saatleri çocuklarla bir şekilde geçiyordu da hafta sonları uzadıkça uzuyor zaman
bir türlü geçmek bilmiyordu. Geniş ıssız boşluklara, hiçlik ve mutlak beyazlık egemen
oluyor, beyaz dondurucu yel her şeyi engelliyordu. Sesten ve renkten kısacası
herşeyden arındırılıp yalnızlığa tutsak ediliyordu insan; aynı hapisanedeki gibi. Renkten
yoksun, beyazlar içinde yavan bir görüntüydü bu. Çılgınca esmekte olan rüzgar, kışı
daha acımasız kılıyordu. Üç aydır yollar kapalıydı ve durmadan kar yağıyordu. İnsanı
köye tutsak eden kar bir o kadar daha yerden kalkmaz ve yollar açılmazdı.
“Milli Eğitim bizi burada unuttu galiba!” dedi Belma. “ Benim davam sonuçlanır ve
cezam kesinleşirse beni içeri almak için mutlaka bulurlar. Yalnızca yolların açılmasını
beklerler merak etme!” diye yanıt verdi Sermin. Moralini bozma! Bunca yıl dayandık bu
kışı da atlatırız. Bozguna uğrayacak olursak, bir daha hiç başaramayız” “Ufak
şeylerden zevk almalıyız, şimdi yaptığımız gibi” diye devam etti. Sermin.
“Burada geçen zamanı en iyi şekilde değerlendirmeliyiz; çok okuyarak, çok dinleyerek
bilgi ve anı biriktirmeliyiz. Çocukları, kadınları ve köyün bilgelerini dinlemeliyiz
Sessizce düşünmeli, sıkı çalışmalıyız” dedi.
Kapadokya yöresinde bir dönem turist rehberliği yapan Belma, elindeki kitabı yana
bıraktı. Fotoğraflarla bezeli kitap Kapadokya’yı anlatıyordu. Üzerine birden hüzün
çöktü; gözleri, ocakta yanan odunların devrilmesiyle oluşan kıvılcımlı titrek alevlere
takılı kaldı. Biran duraksamalı bir çizgide oyalanır gibi kararsız kaldı ardından,
“Ansızın unutulmuş bir günbatımı bulutunun yağmur sularını döküşünü,
memleketimin mis gibi elma çiçeği kokan ağaçlarını, babamın kendi elleriyle diktiği;
bağımızın kıyısını süsleyen kızıl güllerini özledim” dedi ve sürdürdü, “Bunları nice
uçsuz bucaksız düşlerimin yalnızlığında kendime belki bin kez anlatmışımdır. Işıklar ve
elma çiçekleri arasında yaşamımı sürdürmek istiyorum” dedi. “O kitabı elinden
bırakamıyorsun, belki bin kez okumuşsundur. Sıcak şarap senin sıla hasretini körükledi
sanırım” diye yanıt verdi Sermin, “Son derece şiirsel bir ifadeyle anlattın ama ne fark
eder ki, burası da vatanımız Kapadokya da; üstelik her ikisinde de karasal iklim hüküm
sürüyor, arada yalnızca on, on beş derecelik bir fark var, o kadar” dedi. “Bu kış değil!
Adeta Sibirya soğuğu” dedi Belma. Ardından “Biliyorum, burası da vatanım; ülkemin
neresinde görev verirlerse giderim. Ben mesleğimi seviyorum” dedi. “Ben de”diyerek
arkadaşını onaylayan Sermin, elindeki kitaba yöneldi ve “Dizelerin içindeki kusursuz ve
dağınık fısıltıları duyuyor musun?” dedi. Dokunaklı bir sesle sürdürdü okumayı:
Olgun sıcaklığıyla som altın saçlarında,
Kum üstünde güneşin uykulu ağırlığı
Ve sönen bir buhurdan o solgun yanağında,
Can yoldaşı içkiyle karışır gözyaşları
Bitmez durgunluğunda bu bembeyaz alevin
Korkulu öpüşlerin, üzgün söyletti sana,
Bakır kupasına biraz daha şarap koyan Belma, kaldığı yerden Kapadokya’yı özlemle
anlatmayı sürdürdü:
“Kapadokya Hitit dilinde “Güzel Atlar Ülkesi” anlamına gelir. Hititler “Güzel atlar
ülkesi” demişler ama benim memleketim bir masal ülkesidir. Kapadokya bu ilginç
görüntüsünü volkanik yapısına borçludur. Yeryüzünün büyük ölçüde değişikliğe
uğradığı jeolojik zamanlarda, Erciyes dağı ile Melendiz dağlarının en uç noktasında
bulunan Hasan dağı aynı zamanda lav püskürmüştür. İki dağ arasındaki alan lav
tabakası ile kaplanmıştır. Hasan dağının hemen eteklerinde bulunan Ihlara vadisi,
lavlarla dolmuş ardından derin bir kanyon oluşmuş, içinden geçen Melendiz çayı
erozyonu hızlandırarak, yatağını derinleştirmiştir. Yöre öyle değişik morfolojik şekiller
barındırır ki içinde dünyada eşi benzeri yoktur. Bunlar, Peribacaları denilen özel aşınım
biçimleridir. Rüzgar ve suyun aşınımı sonucu ortaya çıkan bu şekillere Kırgı Bayırı da
denir. Peribacaları, volkanik sert kayaların yumuşak tüfle mücadelesi, rüzgarın ve
suyun kayalar üstündeki dansından doğmuştur. Yumuşak tüf ufalanıp giderken
üstünlük Andazit ve Bazalt’ta kalmıştır.”
Sermin, “Peribacalarına Kırgı Bayırı dendiğini bilmiyordum”dedi. “Bence Kapadokya
hakkında bilmediklerin çok” diyen Belma memleketine özlemini dillendirmeyi
sürdürdü:
“Kapadokya’ya kar çok yakışır. Yörede karasal iklimin özelliklerini görürsünüz, aynen
coğrafya kitaplarının tanımlandığı gibi yazlar sıcak ve kurak kışlar sert ve soğuk geçer
fakat Kapadokya burası kadar soğuk olmaz. Yoğun kar yağışının yaşandığı dönemde
kar, yarım metreyi bulur ve sıcaklık eksi derecelere iner ama kar örtüsü peribacalarının
görüntüsünü daha bir gizemli hale getirir. Büyüleyici ve kusursuz bir etki yaratır kırgı
bayırı üzerinde; tek yanı karlarla kaplı dev mantarlar, üç başlı devler, eşderhalar, anne,
baba ve bebek peribacaları; manzara görülmeye değerdir.”
Şurada burada tekdüze yinelenen bir pırıltı, tümüyle sönüp gitmeyen fakat ardından
birden yükselen tınılarda fırtına, görkemli ve sonsuz gümbürtüyle camlara çarptı.
Belma’yı memleketinin düşlerinden kısa bir süre için kopardı. Camdan dışarıya bakan
Sermin “Kapadokya’nın görselliği hakkında bilmediklerim olabilir. Ama Damal’ı iyi
biliyorum ve Mallerme’yi de seviyorum” diye sürdürdü. Ardından “ Şimdi okuyacağım
lirik dizelerdeki şiirselliğin yanı sıra fırtınanın korkunç gücünü hissediyor musun?”
diye sordu:
Ermek ipekleşen gök maviliğe
Ki görür göllerde süzgünlüğünü,
Ve ölü sularda esen rüzgarla
Düşen yaprakların açtığı yola
Bir ışık halinde sürükler günü.
Gözlerini kıvılcımlanan alevlere dikip dalgın dalgın bakan Belma’nın Mallerme’nin
dizelerinden pek etkilendiği söylenemezdi. Bu kez Sermin, Kapadokya tarihi üzerine
söyleşmeyi denedi. Belma elindeki kitabı bırakıp dinlemeye Sermin de anlatmaya
başladı:
“Anadolu tarih boyunca birçok uygarlığın beşiği olmuş. Dünyada eşsiz bir kültür
mirasına ve zenginliğine sahiptir. Anadolu’nun ortasında Ihlara’yı da içine alan
Kapadokya yöresi, Toroslardan, Karadeniz dağ dizisine kadar uzanır. Tarih öncesi
Yenitaş Çağı’na kadar inen Kapadokya’nın en eski yerleşim merkezi Çatalhöyük’tür.
Çatalhöyük, günümüzden dokuz bin yıl öncesine tarihlenir. Çatalhöyük’te yeryüzünün
en eski manzara resmi olan duvar freskinde Hasan dağı volkanı çift konisi ile patlama
halinde resmedilmiştir.”
“Anadolu’nun ilk yazılı tabletleri Kapadokya yöresinde mö.2000’lerde Kültepe’de
Kaneş Karumu’nda bulunduğunu biliyor musun?” diye sordu Belma; Sermin, “Ben
tarihçiyim bilmez olur muyum!” diye yanıt verdi. Ve Kapadokya tarihi ile ilgili
bilgilerini art arda sıraladı:
“Anadolu’nun ilk siyasi birliği olan Hitit İmparatorluğu, bu topraklar üzerinde
kurulmuştur. Yöredeki ilk yeraltı kentleri Hititler döneminde yapılmıştır. Hititler,
düşman istilasından korunmak için kolay yontulabilen volkanik kayaları oyarak yer altı
kentleri, kaya evleri, tapınak ve mezarlar yapmaya başlamışlardır. Hititlerin mö.1200’de
yıkılmaları sonrasında Anadolu’da hegemonya kuran Friglerin en büyük tanrıçası
Kybele için de kaya tapınağı ile kaya mezarları yapılmıştır. Anadolu’yu batıdan doğuya
geçen İlkçağ’ın en önemli tacaret merkezi “Kral Yolu” da bu topraklardan geçer. Bu
topraklardan pek çok istilacı kavim gelip geçmiş; uzun yıllar, Pers, Hellenizm ve Roma
imparatoluklarının egemenliklerine tanık olmuştur.”
Kapadokya kitabını yeniden karıştırmaya başlayan Belma, “Sanırım Kapadokya en
hareketli ve gizemli dönemini Hıristiyanlığın yayılma yıllarında yaşamış” diyerek söze
katıldı ve sürdürdü: “
“Tek tanrılı dini kabul edenler, kayaları oyarak o kadar çok sığınak ve kilise
oluşturmuşlar ki, saymakla bitmez; Hıristiyanlık serbest kaldıktan sonra da kilise
yapımını sürdürmüşler. Önce İslam Arap akınları ardından, Bizans tarihinde yüz yıl
süren ikona savaşları, Kapadokya’ki gizli tapınakların ve yer altı barınaklarının sayısını
çoğaltmış, bölge halkı korunmak için yeraltında yeni yerleşim yerlerine sığınmak
zorunda kalmış, Derinkuyu ve Kaymaklı yer altı kentleri bu dönemde oluşmuş. Ayrıca
çok sayıda kaya kilisesi ve manastır yapılmıştır. Öyle ki, Kapadokya yöresinde üç yüz
altmış beş kilisenin varlığından söz edilir ki, bu her gün bir kilisede ibadeti simgeler. Bu
kiliseler çoğunlukla ‘Katakomp’ denilen Yunan haçı planlı planlıdır ve dört payanda
üzerine yükselirler. Dikdörtgen planlı ‘Bazilika’ denilen kiliseler de yapılmıştır”diyen
Belma bakır cezveyi ocaktan çıkardı ve kalan son şarabı iki kupaya paylaştırdı. Sözlerine
kaldığı yerden devam etti:
“Hangi birini anlatsam ki, kiliselerin en ünlüleri Meryem Ana Kilisesi, Saklı Kilise,
Karanlık Kilise ile Tokalı, Elmalı, Çarıklı, Yılanlı, Karanlık, Ağaçaltı, Sümbüllü, Kokar,
Direkli, Kırk Damaltı, Eğritaş kiliseleri ve her birinin farklı bir hikayesi vardır. Göreme
ve Zelve yerleşimleri, kiliseleriyle birer açık hava müzesidir. Belisırma ve Yaprakhisar’a
doğru uzanan Ihlara vadisinde yüz beş kilise ile yaklaşık beş bin yerleşim biriminin
varlığından söz edilir. Ihlara Vadisi boyunca kiliselerin en güzelleri sıralanır. Aslında
saklanır demek daha doğru olur. Bu kiliseler vadinin içinde adeta kaybolurlar. Yaklaşık
beş yüz basamakla Melendiz suyu kenarına inerek, vadi duvarlarına gizlenmiş olan bu
kiliselerin; Yılanlı, Ağaçaltı, Sümbüllü, Kokar, Kırk Damaltı ve Bahattin Samanlığı
kiliselerinin kapılarını aralar, kulağınıza fısıldanan hikayelerin gizemini çözmeye
çalışırsınız.”
Maşa ile korları eşeleyen Sermin, ocağa iki kütük daha attı. Üşümeye başlamıştı. Beyaz
battaniyelerden birini üzerine örttü. Bizans sanatı üzerine sertifikası vardı. “Her biri
içinde pek çok giz barındıran ve ‘Kapodokya Ekolü’ olarak adlandırılan freskleri ben
anlatmak istiyorum’ dedi. Usul usul masal anlatır gibi yüzyıllardır kilise duvarlarını
süsleyen dini desenleri betimlemeye başladı:
“Kayaların üzerinde renkler ve desenlerin, ilkel fakat yumuşak çizgilerle şekillenerek
muhteşem tablolar oluşturması hayret vericidir. Kilise duvarlarını süsleyen boyalı
resimlerin tüm konuları İncil’den alınmıştır. Bu fresklerde İncil sanki kiliselerin tavan
duvarlarına resmedilmiştir. Kilisenin kubbe merkezinde Tanrı ve İsa’yı sembolize eden
figürler, kubbe ve apsiste İsa, Meryem ve melekler yer alır. Kemer, tonoz ve apsis
kubbelerinde İsa’nın doğumu hayatı ile ilgili konular, daha aşağı mekanlarda havariler,
İncil yazanlar, peygamberler ve din adamları betimlenmiştir. Resimler arasında kalan
boşluklar, rengarenk bitki resimleri ve geometrik desenlerle doldurulmuştur. Fresklerde
kullanılan bazı simgelerden kuş, Kudüs’ün ruhunu, balık, bereketi ve Hırıstiyanlığın
yayılışını anlatır. Genç İsa, çoban olarak, havarileri ise on iki kuzu ile simgelenir. Bu
resim stiline ‘Kapadokya Ekolü’ denir. Bu resimler, kendine özgü özellikler gösterir;
çizimler gözünüze kaba ve ilkel görünebilir fakat betimlenen insanların yüzlerindeki
gurur ve duruşlarındaki asalet çekicidir. Bu görseller içinde beni en çok etkileyen, Tokalı
kilisesinin çivit mavisi desenleriyle, Sünbüllü kilisesinde Meryemin üzerine örtülen
yorganın sünbül desenleri oldu.”
Sermin, fırtınanın keskin savruluşlarının oluşturduğu fon müziği eşliğinde, “Geçmişten
günümüze ulaşan ve bizi düşler dünyasına götüren ağırlıksız, saydam ve bir o kadar
görkemli görüntüler bir yanda, diğer yanda Mallerme’nin irili ufaklı yıldızlar gibi
pırıltılı; umutlu, coşkulu ve bir o kadar yalın anlatımlı dizeleri” diyerek okumaya
başladı:
Bir ıssız geceden gök maviliğe
Beyaz bir fıskiye hıçkırır gibi,
Ruhum yükseliyor en sessiz ana,
Kınalı bir yüzün beneklediği
Alnına ve melek bakışlarına.
“Çok güzel” dedi Belma, “Dizeler muhteşem. Parlak sarı, pembe, açık yeşil, gri renkleri,
pürüzsüz yüzeyleri ve dalga dalga eğriler çizen damarları ile Kapdokya’nın göz alıcı
oniks mermeri kadar güzel. Saçak örgülerine hayran kaldığım, nefis renklerle bezeli
kilimleri ve halıları kadar güzel. Adı üzerinde Kızılırmağın kırmızı çamuru ile yoğrulan,
renklerini ve şekillerini Eskiçağ’dan beri koruyan Avanos’un çömlekleri kadar
güzel”dedi.
“Yaptığın benzetmeye ve kurduğun bağlantıya hayranım” dedi Sermin.
Belma, derin bir iç çekerek “Nevşehir ile ilgili pek çok şeyi özledim. Ben aslında bu
özlemi dillendiriyorum” dedi ve sözlerini “Çamurla oynamayı özledim” diye sürdürdü.
“Nevşehir Lewis’ı adını taktıkları şalvarı ayağıma geçirip ve çarkın başına geçip
kendime özel şekiller yaratmayı, kısaca çömlek yapmayı özledim. Uçhisar’ın tepesine
çıkıp Göreme Vadisi’ni kuşbakışı izlemeyi; güneşin vadiyi gökkuşağının tüm renklerine
boyayarak batışını izlemeyi özledim. En güzel günbatımının Uçhisar’dan görüldüğünü
biliyor muydun?” diye sordu. Sermin, “Ben se güneşin en güzel günbatımını, Boğaz’ın
sularını ve göğünü altın yaldızlara bulayarak İstanbul’da yaşandığını sanıyordum;
yanılışım. Meğer güneş en güzel Nevşehir üzerinden batıyormuş” diyerel arkadaşına
sevgiyle gülümsedi. Belma özlemlerini sıralamayı sürdürdü. “Ürgüp ve Göreme’nin
bağlarını, meyvelerini, meyvelerin depolandığı, babamın soğuk hava deposu olarak
kullandığı mağaralarını bile özledim. Benim çocukluğum bu mağaralarda saklambaç
oynayarak geçti” dedi.
Sermin, “Bir tek memleketinin şarabını özlememişsin! Haklısın, çünkü daha yeni içtik
bitirdik” dedi. Belma “Şarabı değil ama üzüm yemeyi çok özledim. Ben başına oturunca
bir sepet üzümü yerim” dedi. Sesi iyice buğulanmıştı.
Sermin, “Bence abartıyorsun! Her yemeğin içine hatta taze fasulyeye bile kocaman bir
biber attığın gibi bunu da abartıyorsun! Bir sepet üzüm bir günde yenir mi? Bizim
oralarda üzüm sepetle değil, salkımla yenir. Hatta salkımdan küçük bir çıngıl
koparılarak yenir” dedi.
Birden sessizlik oldu; Ardahan yelinin ve Belma’nın sesi duyulmaz oldu. Belma
uyumuş, geceye nokta koymuştu; fırtına da kesilmişti. Arkadaşının üzerini örterken
Sermin, Mallerme’den sessizce ve anlamlı dizeler mırıldandı:
Bütün o canım düşleri bir anda
Bu güzellik bozduğu an bakınız
Artık ne bir çiçek yanaklarda
Ne de bir ölçüsüz elmas gözlerde
Hiçbirşey yok uyandığınızda.
Sermin, ocağın içini maşa ile toparladı; sabaha kadar odanın ılık kalması için korların
üzerini külle örttü. Özlem ve sevgi ile örülü gece bir daha yaşanmamak üzere sona
ermiş, camlar pervazlarından başlayarak buzlanmaya, elma çiçekleriyle bezeli gerçek
buzlu cama, saydam kristallere dönüşmeye başlamıştı. Isı iyice düşmüş olmalıydı.
Sermin yatağına uzandı; odanın sessizliğinde dava aklına gelince sıkıntılı bir ürperti
çöktü üzerine; davanın sonuçlandığını ve tutuklama kararını uygulamak için yolların
açılmasını beklediklerini bilmiyordu. Kendilerine gelecekteki yaşamın neler
hazırladığını bilmedikleri gibi. Ama ilerideki yaşamlarının bir döneminde geriye dönüp
baktıklarında mutlaka bu geceyi sevgiyle anımsayacaklardı. Sermin son dizeleri
okuyarak kitabını ve gözlerini kapattı:
Bütün hazları tattım, kitapları okudum,
Ah, kandırmadı; kaçmak kurtulmak istiyorum.
Bir başka köpükle gök arasındaki kuşlar
Orada şimdi kimbilir ne kadar sarhoşlar!
Deniz çekiyor deniz, kim tutabilir beni;
Gözlerde aksi yanan o eski bahçeler mi?
Geceler! Mahzun ışığı mı yoksa yoksa lambanın,
Beyaz kağıda vurur, korkar dokunamazsın;
1 Ocak 2015
Nermin Özsel
Şimdi, sevimli Neckar vadisinde, Alman meşeleri altında geziniyorum, ama ne yazık ki
kopkoyu sis tabakaları bu vadinin çekiciliğini utangaç bir biçimde örtüyorlar, gözlerimi
dört açıyorum, ancak çok az bir şeyler görüyorum, sonsuzluk gibi ıssız ve gri.
İnsanın sonsuzluğu anlayamamasının suçunun, insanın kafa yapısında olduğunu
sanmıyorum; küçük adam kavramayı öğrendiği ilk günlerinde vahşice toprağa ya da bir
yuvaya, daracık dört duvar arasına hapsedilmeseydi de biraz evrende gezinmesine izin
verilseydi, insan mutlaka sonsuzluğu da anlayabilirdi. İnsan sonsuz bir mutluluğu
düşünebildiğine göre, sonsuz uzayı da anlayabilmeliydi; sanırım bu çok kolay
olmalıydı. Ve insanlar, yetindiklerine bakılırsa, öyle alçakgönüllüler ki…
Albert Einstein
Özleyiş
Bir ıssız geceden gök maviliğe
Beyaz bir fıskiye hıçkırır gibi,
Ruhum yükseliyor en sessiz ana,
Kınalı bir yüzün beneklediği
Alnına ve melek bakışlarına
Ermek ipekleşen gök maviliğe
Ki görür göllerde süzgünlüğünü,
Ve ölü sularda esen rüzgarla
Düşen yaprakların açtığı yola
Bir ışık halinde sürükler günü.
Stephane Mallerme
“İşte Ben Zeki Müren”
Türk sanat müziğinin unutulmaz ismi Zeki Müren sergisi "İşte Benim Zeki Müren"
adıyla Beyoğlu’nda, Yapı Kredi Kültür Sanat merkezinde sürüyor. Sergide
sanatçının gazino ve film sözleşmeleri, plak şirketleriyle anlaşmaları, annesinden
gelen mektupları, kostümleri, çizmeleri, gözlükleri, plakları, şiirleri, bazı ev
eşyaları ile çok sayıda fotoğraf ve film afişi yer alıyor. Kısaca sanatçının
çocukluğundan son günlerine dek günlük yaşamına dair her şey…
Etkileyici müziği, kadife gibi yumuşak ve akıcı sesi, çok özel kostümleri, görkemli
sahne şovları ve Türk sinemasında özel bir yeri olan filmleri ile belleklerimizde yer
eden sanatçının şarkıları eşliğinde gezilen sergi son derece etkileyici. Sergide,
sanatçının Türk eğitim Vakfı ile Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetçik Vakfı’na
bıraktığı arşivinden seçilmiş parçalar yer alıyor. Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde
açılan sergi 20 Aralık 2014 tarihine dek görülebilir. Türk müziğinin efsane ismi
“Sanat Güneşi”nin yaşamına yolculuk etmek, sanatçının yaşadığı dönemi onun
nefesinin eşliğinde solumak isteyenlere önerilir…
“Polonya Sanatında Oryantalizm”
Sevgili Dostlar, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, Polonya-Türkiye diplomatik ve
kültürel ilişkilerinin 600. yıldönümü “Polonya Sanatında oryantalizm” adını verdiği
sergiye ev sahipliği yapıyor: 24 Ekim 2014’de başlayan sergi,18 Ocak 2015 tarihine dek
sürüyor. Pera Müzesi’nin üç katına kurulmuş olan sergi, sanatseverlere Polonya
sanatından ilginç çalışmalar içeriyor. Sergide, Varşova, Kraków, Poznań, Wrocław
ulusal müzeleri, Varşova Üniversite Kütüphanesi ve Łazienki Saray Müzesi’nin yanı
sıra İstanbul Askeri Müzesi’nden yapıtlar da yer alıyor. 17. Yüz yıldan, 19. Yüz yılın
başlarına devam eden bir dönemi kapsayan sergideki yapıtlar arasında Jan Christian
Kamsetzer’in Türkiye seyahatinden desenlerin yanı sıra, Żmurko ve Brandt gibi
sanatçıların oryantalist görünümleri de bulunuyor. Sultan Abdülaziz’in saray
ressamlığını yapan Stanisław Chlebowski için özel bir bölüm açılan sergide; Osmanlı
ülkesini ziyaret etmiş sanatçılara ait yapıtlar ilgi çekiyor.
Güneşin doğuşu anlamındaki Latince “oriens” sözcüğünden kaynaklanan Oryantalizm,
doğu kültürleri, dilleri ve halklarının incelendiği batı kökenli bir akımdır. “Polonya
Oryantalizmi” sergisinde yapıtların çoğu Osmanlı dünyasını konu alırken daha küçük
bir bölümü Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya ait görselleri içeriyor.
Tanıtım broşürü için seçilen resim Polonyalı ressam Żmurkoait’a ait, sanatçı bu
yapıtında harem odasının otantik ortamı içinde parlayan kumaşlar, saçılmış
mücevherler arasında “padişahın emriyle” boğularak öldürülmüş bir odalığın heykeli
andıran, cansız ama son derece güzel bedenini betimliyor. Kazak, Tatar, Türk insan
tipleri ile kent ve çöl yaşamına ait sahneler doğuya özgü etnografik görseller içinde
yansıtılıyor. Atlı biniciler, atlar, koşum takımları, silahlar ve giysiler, gerçekçi bir şekilde
yansıtılmış. Osmanlı sultan portreleri ile doğu manzarasının vazgeçilmezleri olan
kubbeler ve minareler tablolarda yerlerini almışlar. Osmanlı askeri tarihinin önemli
askeri gelişmelerini, Napolyon’un Mısır seferini, Fatih’in İstanbul’a girişini, Varna
Savaşı ile Viyana seferini betimleyen yapıtları inceleyebilirsiniz.
“Polonya Sanatında Oryantalizm” sergisini görmeniz dileğiyle...
Soluk Soluğa
Uzun, karanlık bir çığlığın da aradına düşebilir insan
Titrek, eğri büğrü bir yazının çağrısına da uyar.
Bırakıp her şeyi döner,
Aşk bir buluşmadır çünkü,
Her zaman gecikmiş bir buluşma.
Bitmeyen bir kavuşmadır da aşk ,
Araya her zaman bir şeyler girer;
Bazen kendi sevincinin kanat gölgesi,
Bazen nabzın hızı, yüreğin titreyişi,
Tüylerin telaşıyla besleniyor gibidir.
Araya her zaman bir şeyler girer;
Çalışma saatleri, karşılıksız sorular.
Nerden bilebilir insan
Bunların hepsinin aşk olabileceğini?
Cevat Çapan, Dön Güvercin Dön
Bir Deli Dülger
Bak gene şaşırtıyorum seni
kış ortasında bir cemre
gibi düşerek kapının eşiğine
bir kuşluk vakti.
Cebimde yaz güneşi,
kırlangıç hızı,
gülkurusu,
ağustosböceği…
Cevat Çapan, Dön Güvercin Dön
Sevgili Selma, sanırım Ürgüp’tesin; sana yeni yıl armağanı bir öykü yazdım. “Hani
benim yaşamımdan iyi hikayemi olur” demiştin ya, ben de bizim hikayemizin çok kısa
bir kesitini yazdım. Siteye koymadan önce okumanı istedim. İsimlerimizin birer harfini
değiştirdim. Alaca yerine Ardahan’ın Damal ilçesi yaptım. Umarım beğenirsin. Yeni
yılda tüm dileklerin gerçek olsun. Sevgiyle öpüyorum…
.
19 Mayıs 1919 Fatih mitinginde konuşma yapan Mehmet Emin Yurdakul konuşmasında "Demir
ve ateş; kardeşler ben bunlarla hiçbir vatan ve ırkın öldüğünü işitmedim. Şerefli bir tarih ve
medeniyete, sağlam bir fazilet ve ahlâka, zengin bir şiir ve edebiyata, dinî ve millî ananelere, ırkî
ve vatanî hatıralara mâlik olan bir milletin mahvolduğunu tarih göstermiyor..." demişti....
Susanna Tamaro
Sevgili Feyza bu yazı senin için bebeğim;
Gülümse, gülümse
Gülümseyen gözlerinle sona ersin gün
Bir ırmaktan dökülsün
Yağmura dönüşen gülüşün.
Yaşam bir ırmaktır çocuğum; akan suya bir bak. Berrak, yeşilimsi, gizemli deseninin
billursu çizgilerine bak. Derinlerden ışıl ışıl şeffaf inci taneleri suyun yüzüne çıkar.
Sessiz hava kabacıklarının suyun aynasında yüzdüğünü görürsün. Göğün maviliğinin
yansısı vurur suya. Binlerce gözden ırmak sana bakar. Bu suyu sev çocuğum, yanından
hiç ayrılma. Onun gizlerini çözümle söylediklerine kulak ver ve dinle. Irmağın sesleri
her zaman başka yankılanır. Özlemin yakınması, bilge kişinin gülüşü, öfkenin haykırışı,
daha nicesi; hepsi iç içe geçip, birbirine dolanır. Tüm bu sesler; özlemler, amaçlar, acılar,
iyi ve kötü şeyler yaşamı oluşturur.
Su hep akar, hep akar çocuğum, sen yerinde durursun. Çünkü ırmak her yerdedir.
Kaynadığı yerde, döküldüğü yerde, çağlayanda, akıntıda, denizde ve okyanustadır.
Sular ve dalgalar kendi hedeflerine doğru akar. Onun için yalnızca içinde yaşadığın
zaman vardır. Geçmiş ve gelecek değil. Tüm çile, kahır ve endişeler zamandır. Zaman
aşılır aşılmaz, güçlükler yenilgiye uğratılıp silinip giderler çocuğum. Sen dikkatle
ırmağa bak ve binlerce sesli şarkıya kulak ver. Yaşamın müziğini iyi dinle; aydınlığın
sesini, geleceğin ezgisini işit. Irmak duru bir sesle güler sana, o anı yakala. Ve sen de
yumuşacık, sevgiyle gülümse ona…
Irmak
Huzursuz kent kanımda dolanır bir arı gibi.
Ve yakınıp duran bir inlemeyi uzun bir “S” gibi izleyen uçak
uzak köşelerde kıvrılıp kalan tramvaylar.
birisinin plazada gece yarısı silkelediği güceniklikle
yüklenmiş şu ağaç,
yükselen ve parçalanan ve yitip giden ve kulakta kıvır kıvır
dönen bir sır fısıldayn sesler,
karanlığı açarlar, a’ların ve o’ların uçurumlarını, suskun
seslilerin tünellerini,
gözlerim bağlı aşağıya doğru koştuğum dehlizler, uykulu
abece bir mürekkep ırmağına benzeyen çukura düşer,
ve kent gidip gelir ve taştan gövdesi tapınağına ulaşırken
parçalanır,
bütün gece, teker teker, heykelden heykele, çeşmeden
çeşmeye, taştan taşa, tüm bir gece boyunca,
kırık parçaları alnımda birbirini ararlar, bütün gece
boyunca kent benim ağzımdan konuşur uykusunda,
nefesi kesik bir söylev, suların kekeleyişi ve tartışan taş,
onun öyküsü.
Octavio Paz
Yıkıntılar Arasında İlahi
Sicilya denizinin köpüklendiği yerde
Tüylerini seriyor ortaya kendiyle taçlanmış gün.
Tiz ve sarı bir çığlık
Kaynar bir fışkırma, ortasına
Tarafsız, iyiliksever bir göğün!
Görünüşler güzel onların bu anlık gerçeğinde.
Deniz kıyıya tırmanır
Kayalar arasına tutunur, gözalan bir örümcek;
Dağda morarmış bir yara ışıldar;
Bir avuç keçi bir taş sürüsü olur;
Güneş altın yumurtasını yumurtlar denize.
Herşey tanrıdır.
Bir kırık heykel
Işığın kemirdiği sütunlar
Ölümün yaşadığı bir dünyada canlıdır yıkıntılar…
Octavio Paz
Yazabilirim…
Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim
Şöyle söyleyebilirim, “Gece yıldızlardaydı
Ve yıldızlar maviydi, uzaklarda üşürler”
Gökte gece yelinin söylediği türküler
Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim
Hem sevdim, hem sevildim, ya da o böyle söyler…
Geceyi duymak, onsuz daha ulu geceyi
Çimenlere düşen çiy yazdığım bu dizeler
Sevgim onu alıkoymaya yetmediyse ne çıkar
Ve o benimle değil, yıldızlıdır geceler…
Yürek zor katlanıyor onu yitirmelere
Uzaklarda birinin söylediği türküler…
Budur bana verdiği acıların en sonu
Sondur bu onun için yazacağım dizeler.
Pablo Neruda
Buğdayın Türküsü
Halkım ben, parmakla sayılmayan
Sesimde pırıl pırıl bir güç var
Karanlıkta boy atmaya
Sessizliği aşmaya yarayan
Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toğrağın üstüne
Güzelim kırmızı elleriyle
Sezsizliği deler de
Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde.
Pablo Neruda
Barışa Atılan Adım “MudanyaAteşkesi”
Savaş çığlıklarının atıldığı günümüzden doksan iki yıl önceydi; Rauf Orbay’ın barış
umutlarıyla imzaladığı Mondros Mütarekesi’nin üzerinden tam dört dolu yıl geçmişti.
Ateş, ölüm, acı, yokluk, sefalet ve ihanetlerle örülü dört yıl; Kurtuluş Savaşı’nı zaferle
noktalayan Türk ulusu şimdi başka bir ateşkesin hazırlıkları içindeydi. Gazi Mustafa
Kemal, Uzlaşma Devletleri adına gönderilen notaya, ağırdan alarak biraz gecikmeli
olarak yanıt verdi. Edirne ve Doğu Trakya her ne pahasına olursa olsun kurtarılacaktı.
Sonunda Gazi, 1 Ekim’de Meriç nehrine kadar Trakya'nın derhal Türklere teslim
edilmesi koşuluyla, Mudanya'da askeri bir konferansı kabul ettiğini bildirdi. Delege
olarak Batı Orduları Komutanı İsmet Paşa görevlendirilmişti; Paşa inatçı, asla
sükunetini yitirmeyen ve hasmını yorma becerisine sahipti; İnönü sırtlarında askeri
başarısını kanıtlamış, Mudanya’da diplomasi becerisi sınanacaktı:
“Mudanya’da geniş bir konferansın yapılacağı gerekli yapı
yoktu. Türkler bulabildikleri ile bir şeyler yapmaya
çalışmışlardı: Bir zamanlar Rus konsolosluğu olan kıyıdaki
mütevazı bir binayı seçmişlerdi. Biraz hava vermek için
binanın duvarları kilimlerle örtülmüş ve ahşap balkonuna bir
Türk bayrağı asılmıştı. Koya bakan en geniş odaya iki masa
yerleştirilmiş ve üzerlerine yeşil çuha örtülmüştü. Masalardan
birinin üzerine haritalar konmuş diğeri delegeler için
hazırlanmıştı. Pencereler küçük demir parmaklıydı ve içeri pek
az ışık bırakıyordu. Bu yüzden akşam çalışmaları sırasında iki
gaz lambası yakmak gerekiyordu. Büyük masanın çevresinde
delegeler ve yardımcıları zor yer bulunuyordu. Herkes yerini
alıp oturduktan sonra da kımıldanacak yer kalmıyordu. Kısaca,
burası Versailles, Sevres, ya da San Remo olmaktan uzaktı.”
David Walder’ın pek gösterişsiz bulduğu; Versailles, Sevres ve San Remo olmaktan çok
uzaktı diye anlattığı küçük konferans salonu, büyük tarihi görevi için hazırdı.
Mudanya’ya delegeler savaş gemileriyle geldiler. 3 Ekim 1922 tarihinde başlayan
Konferansta Türkiye'yi İnönü savaşlarının muzaffer komutanı İsmet Paşa, İngiltere'yi
General Harrington, Fransa'yı General Charpy, İtalya'yı General Mombelli temsil
ediyordu. Yunan delegesi General Mazarakis, Mudanya'da karaya çıkmayarak
görüşmelerin sonucunu gemide bekledi. Dokuz gün süren görüşmeler sonunda 11 Ekim
1922'de Mudanya Ateşkes Antlaşması Türk görüş ve isteklerine uygun şekilde imzalandı.
Sınav başarıyla verilmiş, Mudanya Ateşkes Anlaşması, uluslararası genel siyasi
beklentileri tersine çevirmiş ve Birinci Dünya Savaşı’nın son ateşkes antlaşması olarak
tarihe geçmiştir. Mudanya Ateşkes Antlaşması ile İstanbul, Boğazlar bölgesi ve Doğu
Trakya savaş yapılmadan kazanılmış, Misak-ı Milli'nin sınırlarla ilgili bölümü
gerçekleşmiş, Kurtuluş Savaşı'nın cephelerdeki sıcak savaş dönemi sona ermiş ve Lozan
Barış Antlaşması için ortam hazırlanmıştır. Osmanlı Devleti'nin hukuken sona erdiğini
kabul edilirken, Anadolu'da kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin varlığı
uluslararası alanda kabul edilmiştir. Ateşkesin ardından İngiltere'de hükümet değişikliği
yaşanmış, Büyük Britanya İmparatorluğu’nun dış politikası ile birlikte Lloyd George’un
siyasi yaşamı sona ermiştir. Aynı şekilde Venizelos’un Yunan imparatorluğu hayali de
sona ermiş ve Kral Konstantin tahtını bırakmak zorunda kalmıştır. Son çırpınış içinde
olan Osmanlı Hükümeti, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne yakınlaşmanın yollarını
aramak istemiştir.
Zaferinin meyvelerini toplayan Gazi Mustafa Kemal, Ankara’da kahraman olarak sevgi
gösterileriyle karşılandı. 4 Ekim 1922’de Meclis’te bir konuşma yaptı. Konuşmasında,
Ülkeyi Mudanya Ateşkes Anlaşması’na getiren Büyük Türk Zaferi’ni yüceltirken silah
arkadaşlarına teşekkür etti; sevinç ve mutluluğunu şöyle dile getirdi:
“ Milletin mukadderatını doğrudan doğruya üzerime alarak
ümitsizlik yerine ümit, perişanlık yerine düzen, tereddüt
yerine kararlılık ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir
varlık çıkaran Meclisimizin fedakâr ve kahraman ordularının
başında bir asker bağlılığı ve itaatiyle emirlerinizi yerine
getirmiş olduğumdan dolayı, bir insan kalbinin nadiren
duyabileceği bir memnuniyet içindeyim. Kalbim bu sevinçle
dolu olarak pek aziz ve muhterem arkadaşlarımı, bütün
dünyaya karşı temsil ettikleri hürriyet ve bağımsızlık fikrinin
zaferinden dolayı tebrik ediyorum. Bu Anadolu Zaferi, tarih
sayfaları arasında, bir millet tarafından tamamen benimsenen
bir fikrin ne kadar güçlü ve ne zinde bir kuvvet olduğunun en
güzel misali olarak kalacaktır.”
Nermin Özsel, Anadolu Devrimi “Ya İstiklal Ya Ölüm”
Anadolu Hisarı “Güzelce Hisar”
“Deniz kıyısında, Göksu’nun denize karıştığı yerde bir kaya tepesinde olup,
Yıldırım Bayezid yapısıdır, sonra Fatih tamir ettirdiğinden çok kimseler,
onu yaptı derler. Seddadvari yapılmış yüksek, sağlam bir kaledir. Ama
küçüktür. Etrafı bin adımdır. Batıya bakan bir kapısı vardır. İçinde kale
ağası evi, neferlerin evleri, iki yüz kadar tımar ehli neferi vardır. Köyleri hep
Kocaeli sancağındandır. Cephanesi deniz kıyısında karşı Rumelihisarı’na ve
akıntı burnuna bakan topları vardır. Kale önünde Fatih Mehmet Han’ın bir
cami vardır. Başka eserleri yoktur.”
Evliya Çelebi
İstabul Boğazı’nın en dar yerinde Yıldırım Bayezid’in, Bizans’a gelen Ceneviz gemilerini kontrol
etmek amacıyla yedi bin metre karelik alana yaptırdığı bir hisardır. Yapının tarihi konusunda
kaynaklar 1391 ile 1395 yıllarını işaret eder. Bayezid’in Birinci İstanbul kuşatmasından sonra
yaptırdığı söylenebilir. Anadolu kıyısında Göksu deresinin denize döküldüğü yerde, dere ile deniz
arasında yükselen Hisar’a “Güzelce Hisar” da denir. Anadolu Hisar’ı Osmanlı tarihinin bazı
olaylarına tanıklık etmiştir; Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşı’nda yenilmesinden sonra oğlu
Süleyman Çelebi bir sure burada saklanmış, Sultan II. Murat, Varna Savaşı’na giderken karşı
kıyıya önce geçen Çandarlı Halil Paşa’nın toplarının korumasında, Anadolu askerini buradan
Rumeli’ye geçirmiştir. Fatih devrinde Hisar güçlendirilmiş ayrıca burada bir cami yapılarak bölge
yerleşime açılmıştır.İstanbul’un fethinden sonra Hisar, kente Karadeniz’den gelecek saldırılara
karşı kullanılmıştır. Karadeniz kıyılarının fethinden sonra 16. yüzyılda pek askeri önemi
kalmamıştır. 17. ve 18. yüzyıllarda ise Boğaz’a kadar uzanan Kara Kazakların saldırılarına
buradan karşı konulmuştur.
Anadoluhisarı, iç ve dış kale ile bu kalelerin duvarlarından oluşur. Dış kale surları üzerinde üç
kule bulunmaktadır. Bir kaya üzerine oturtulan iç kale, dikdörtgen planlı, dört katlı bir kuledir.
Kalenin alt katlarının kapısı yoktur. Kaleye asma köprüden girilir. İç kale duvarı köşelerinde
yuvarlak kuleleri bulunan iki buçuk metre kalınlığında bir duvardır. İç kale duvarları, kaleye
asma köprü ile bağlanır. Ortalama kalınlığı iki metre olan dış kale duvarları ise, çok kemerli ,
çokgen biçiminde bir surdur. İç kale duvarları ile birleşen bu surun, kuzey-güney uzunluğu 80
metre, doğu-batı yönündeki uzunluğu ise 65 metredir. Dış kale duvarları üzerinde üç kule yer
almaktadır. Kulelerin üzerinde topların yerleştirildiği mazgallar bulunur. Çapları 4,75 metre, 6
metre ve 7,5 metre olan kulelerin büyüklükleri farklıdır. Kalenin yapımında basit usuller
uygulanarak sağlamlık ön planda tutulmuştur. Yapımında değişik yoğunlukta blok taş ve tuğla
örgü kullanılmıştır.
Rumeli Hisarı “Boğazkesen”
Evliya Çelebi’nin detaylı bilgi verdiği Boğazkesen Hisarı, Sultan II. Mehmet’in İstanbul’un fethi
için yaptığı hazırlıkların başında gelir; Sultan’ın Boğaziçi’nin Rumeli kıyısında 1452’de
yaptırdığı hisardır. Bebek ile Baltalimanı koyları arasında otuz dönümlük alanı kapsayan Hisar,
eski Hermaion burcu üzerine yapılmıştır. Evliya Çelebi’nin de belirttiği gibi uzaktan
bakıldığında Arap Alfabesi ile “Mehmet” yazısı okunacak şekil üzerine inşa edilmiştir. Hisar’ın
yeri saptanırken Boğaz’ın en dar yerindeki bu noktanın Anadolu Hisarı ile Boğaz girişini
kapaması düşünülmüştür. Geçişi engellemede, ateşle önleme ile akıntı nedeniyle gemilerin
kıyıya yaklaşma zorunluluğu hesaplanmıştır. Hisar, üç büyük kuleye dayanan, dikdörtgene
yakın bir plandadır. Hisar’ı çevreleyen sur duvarları Kuzey-güney yönünde 250 metre, doğubatı yönünde 125 metre; duvar kalınlığı ise -İstanbul surlarının iki katı- beş metredir. Hisar’ın
beş kapısı vardır: Dağ kapısı, Dizdar kapısı, Hisarpeçe kapısı, Sel kapısı, İstihkâm kapısı. Bütün
duvarlarda seğirdim (nöbet) yolları vardır. Seğirdim yollarından kulelere bağlantı yoktur.
Böylece, avlu ve bedenler düşman eline geçtiği zaman büyük kulelerin ayrı ayrı düşmana
dayanabilmesi sağlanmıştır. Üç büyük kuleden başka kalede, on üç küçük burç vardır. Hisar’ın
üç büyük kulesi dünyadaki en büyük kale burçlarıdır. Denizden bakıldığında sağ taraftaki burç,
Sarucpaşa kulesi en yüksek olanıdır. Sol taraftaki Zağanospaşa kulesi en kalınıdır. Sarucapaşa
kulesinin üçüncü katındaki odaya “Fatih odası” denir. Deniz kıyısında bulunan üçüncü kulenin
adı Halilpaşa kulesidir. Bu kule üzerinde Kûfi hatla Allah’ın adları yazılmıştır. Kulelerin
yapımıyla kulelere adları verilen paşalar görevlendirilmiştir. Hisar’ın ortasında Fatih tarafından
vakfedilen bir de cami vardır. Kitabesiz iki çeşmeyle büyük bir sarnıç, Hisar’ın su ihtiyacını
karşılar. Kalenin inşaatında Fatih Sultan Mehmet yönetiminde bin kadar usta iki bin kadar işçi
çalışmıştır. Hisar’ın inşaatı 26 Nisan-28Ağustos 1452 tarihleri arasında, dört ay gibi kısa bir
sürede tamalanmıştır. Hisar’ın planı Fatih tarafından tasarlanmıştır. Hisar’ın yapımı
tamamlanınca içine Firuz Ağa komutasında 400 kişilik kuvvet yerleştirilmiştir. İstanbul’un
fethinden sonra Hisar hapishane olarak kullanılacak; Gedik Ahmet Paşa, Çandarlı Halil Paşa
gibi komutan ve devlet adamlarının hapsedildiği kuleye “Karakule” adı verilecektir. Evliya
Çelebi Hisar’ı bakın nasıl anlatıyor:
“Ta dağın tepesinde olan yedi tabaka büyük kubbe mim(M)
şeklindedir. Bekçi kapısı olan küçük hisar (H) şeklindedir. Aşağı
deniz kıyısında büyük şişhane kule ikinci (M) şeklindedir. Durmuş
Dede tekkesi tarafında dört köşe küçük hisar dal(D) harfi yerine
geçer. İşte buna göre Rumelihisarı Mehmed ismi şeklinde ve ebced
hesabı ile (Mehmed) kelimesi 92 olduğundan hisarda fırdolayı
doksan iki dirsek ve burç vardır. (Han) kelimesi ebced hesabı ile (651)
olduğundan hisarın etrafında 651 bedeb taşı vardır. İşte bu sanat ile
kale altı ayda tamamlanınca etrafını alan çalı çırpıya ateş verdiler.
Yeni kale, beyaz inci gibi meydan çıkıp, bütün asker kaleye girerek
top, tüfenk, cephane ve diğer mühimmatı yerleştirmiştir…
İşte Rumelihisarı bu şekilde sağlam kale olup batı tarafı göklere
erişmiş kayalardır. Etrafında hendek yoktur. Büyüklüğü etrafı 6000
adımdır. Duvarının yüksekliği kırk ziradır. Üç kalesi seksen Mekke
ziraıdır. Her birisi Samanyolu gibi göklere baş kaldırıp tâ en
tepesindeki alemin dibinde göz göz bekçi kuleciği vardır. Her bir onar
tabaka odalardır. Padişah bir adama hiddet etse bunu mim (M)
kalesine hapsederdi. Üç kapısı vardır. Biri kuzeye bakan “Dağ
kapısı”, diğeri aşağı şehre bakan küçük “Hisar kapısı”, üçüncüsü
demir pencereli “Sel kapısı” dır ve her vakit kapalıdır. Yüzbeş parça
topu vardır. Fakat deniz kıyısında Boğaz’a bakan bir tepede, içine
adam sığan balyemez ve şayka topları vardır. Kale ağası ve üç yüz
kadar neferler gece ve gündüz hazır dururlar. Kale içinde kayalara
bitişik kırlangıç yuvası gibi yüz seksen kadar nefer evleri vardır. Bir
minareli “Fatih Camii”, iki mescidi, iki buğday anbarı vardır. Başka
imaret yoktur.”
Miro Sergisi Üzerine…
Haberimizi daha önce vermiştik,” Sabancı Müzesi, Katalan ressam ve heykeltıraş
Joan Miró'nun eserlerinden oluşan kapsamlı bir sergiye ev sahipliği yapıyor” diye.
Gerçeküstü ve soyut resmin en önemli isimlerinden biri olan Joan Miró'nun
olgunluk dönemine odaklanan sergi, “Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar” adını taşıyor.
Sergi, Miró'nun resimlerinin yanı sıra, taş baskı, heykel ve seramik çalışmalarından
oluşan zengin bir seçki sunuyor sizlere. Fresk, gravür ve halı çalışmaları da olan
sanatçının düşlerindeki soyutlama ve canlılık tüm yapıtlarında kendini gösteriyor.
Düşlerinin rengini kullanan, “Benim için bir parça ot, koskoca bir ağaçtan, küçük bir
taş, koskoca bir dağdan daha önemlidir, küçücük bir yusufçuk bir kartal kadar
önemlidir” diyen sanatçı, çizginin ve rengin efendisi, bir leke ustası olarak kabul
ediliyor.
Miro’nun “Kadınlar, Kuşlar ve Yıldızlar” sergisi sanatçının yıllar boyunca yaptığı
çalışmalardaki temalara bir gönderme niteliği taşıyor. Aslında sanatçının temaları ve
renklerinin çeşitliliği sınırlıdır. Kısıtlı sayıda öğelerden oluşan kendine özgü
biçimsel bir dili vardır. Bu öğeler, kadın, kuş, ay, güneş ve takımyıldızlardır. Bir ara
sanatçı, taş baskısı, asite yedirme ve seramik çalışmalarına yönelir, ardından tekrar
resme döner. Miro’nun bu dönem resim çalışmaları özgür ve hareketlidir.
Yapıtlarında tuvalde akan kandamlaları, el izleri, renk lekeleri gibi dışa vurumcu
efektler görülür. Simgeler arka plana itilirken, grafik, heykel, seramik ve
dokumalarında tekniğin yarattığı uyum göze çarpar. Miro’nun gizli dilinde sürekli
tekrarlanan ucu çiçekli cinsel organlar, gök mavisi kayan yıldızlar, ay, güneş, kuş ve
gizemli sonsuzluk simgelerini görmek istiyorsanız, trafikte uzun saatler süren
yolculuğu, müze kapısında oluşan uzun bilet kuyruğunu göze almak zorundasınız.
Muhteşem çizgi ve renklerden oluşan yapıtların, hayal dünyanıza gizemli bir kapı
açması dileğiyle…
Pierre Abelard (1079-1142)
" Cennet ve Cehennem için bu evrende yer aramak boştur… Akıl
insana bir yarar sağlamak için verilmiştir. İnsan ancak şüphe
sayesinde, gerçeği arar ve bulur. Aklın görevi de budur. Bu nedenle,
kesin olarak bilinmeyen bir şeyi körü körüne kabul etmek
yanlıştır. Ne mucize, ne de kutsal kitaplar, akıl kadar gerçeği ispat
edebilirler."
Yukarıdaki düşüncelerin sahibi Fransız ilahiyatçısı ve şairi Abelard, Fransız tarihinde
Rönesans'ın doğmasına ışık tutan filozoflarından biridir. 1079'da Nantes yakınlarında
doğan Abelard, ilk gençliğinden başlayarak felsefeyle ilgilendi. Otuz yaşlarında Paris'te
bir okul açarak dersler vermeye başladı. Ahenkli sesi, felsefi dehası ve şair ruhuyla Paris
halkını büyüleyen yakışıklı filozofun din bilim dersleri Almanya, İngiltere ve Fransa'nın
değişik eyaletlerinden gelen öğrencilerle doldu, taştı. Söylentiye göre Hıristiyan ahlakını
tartışan Abelard'ın bazı günler öğrencilerinin sayısı beş bini buluyordu.
Abelard, Hıristiyanlık disiplininden büsbütün bağımsız bireyci bir ahlak anlayışını
savunuyordu. " Kendini Bil" adını verdiği yapıtında, insanın kendini bilmesinin dıştan
bir otoriteyi bilmesinden daha önemli olduğunu vurguluyor ve şöyle diyordu:
"Us, inancın yerine geçmemeli, onun önünde olmalıdır… Kişi,
bilincine uygun olarak davrandığı zaman doğru yaptığını
düşünür. Bu durumda hata yapıyor olsa da, günah işlemiş
olmayacaktır. Onun eylemi tümüyle erdemlidir; çünkü yaptığı
şeyin doğru olduğunu düşünmektedir. Onun öznel yazgısı,
nesnel doğruluk ilkesiyle uyum içindedir"
Abelard felsefesinde, imana hiç yer vermeden, aklın Tanrısal olan her şeyi
kavrayacağını kabul etmeye cesaret ediyordu. İmanı eleştirmesi ve akıl açısından ele
alması kilise babaları tarafından baskıya uğramasına neden oldu. Filozof, İsa'nın
Tanrılığını inkar etmekle suçlandı.Bu yetmedi Ortaçağ'ın en çok okunan filozoflarından
olan Abelard, yaşadığı aşk serüveniyle de baskıya uğradı. Şimdi onun hüzünlü aşk
öyküsünü dinleyelim.
Abelard, 1116 yılında, papaz Flubert'in evinde oturuyor ve onun yeğenine özel ders
veriyordu. Filozof, güzel olduğu kadar zeki ve duygulu öğrencisi Heloise'e aşık oldu.
Ancak bu büyük aşkın sonu acı oldu. Kızın dayısı Papaz Flubert olaya şiddetle karşı
çıktı. Heloise'in hamile olduğunun anlaşılması üzerine Abelard, kızı kaçırdı ve gizlice
evlendiler. Bir oğulları dünyaya geldi. Çocuk, bağnaz ortaçağ toplumunda evlilik dışı
olarak nitelendi. Bu arada olayı hazmedemeyen Flubert, tuttuğu adamlarla birlikte
Abelard'ın evini basarak filozofu hadım ettiler. Olay üzerine büyük bunalımlar yaşayan
filozof manastıra kapandı. Ardından eşi Heloise de rahibe olarak yaşamla ilişiğini kesti
ve manastıra çekildi. Filozof bu arada "Tanrıbilime Giriş"i yazdı. Düşünceleri kilseyi
ayağa kaldırdı. 1121'de Soisson konseyi tarafından kendisine, yapıtını kendi eliyle
yakma ve Saint-Medard manastırına kapanma cezası verildi. Felaketini hazırlayan
düşünce savaşlarından asla vaz geçmeyen filozof, düşüncelerini özgürce yazarken,
sevdiği kadına da mektuplar yazdı. Abelard 1142'de altmış üç yaşında kapatıldığı
manastırda, sevgili Heloise ise ondan yirmi iki yıl sonra manastırda öldü.
Yüzlerce yıl sonra, 1817'de iki sevgilinin cenazeleri, Paris'te ünlü Pere Lachaise'de
yüksek kabartmalarla süslü anıtsal bir mezara birlikte gömüldü. Bu iki bahtsız insanın
tarihe geçen aşklarının anısına tablolar yapıldı; manastırdan birbirlerine yazdıkları
insanın içini acıtan "Elin… Elin değmiş bu mektuba" diye başlayan mektuplarından
tiyatro oyunları yazıldı. Acı ile sevginin satırlara döküldüğü, bu mektuplardan bir
bölümünü aşağıya alırken, Abelard ve Helois’in aşkları önünde saygıyla eğiliyorum:
"Elin…
Elin değmiş bu mektuba
Aşık olduğum elin. O aşka susamışım,
Hakkım var o elin yazdığı mektubu açmaya
Merakım cezasını buldu işte.
Nerden bilirdim her satırda adımı duyacağı mı?
Uzun bahtsızlığımızın kısa hikayesini yazdığını
Nasıl tahmin edebilirdim?
Düşünüyordum, hatta korkuyordum,
Uzun süren suskunluğun ya benden çalınmış huzursa,
Ya beni unutacak kadar güçlenmişsen…
Oysa ancak anılara teslim olmayacak kadar benim gücüm.
On yıldır dökemediğim gözyaşlarımdır delilim.
Nasıl bilebilirdim,
Senin de hala acı çektiğini, tıpkı benim gibi?
Erkeksin sen, akıllı, nitelikli
Tüm Hıristiyanlar birleşse, dolduramaz yerini…
Istırabın duruyor önümde satır satır, hem de el yazınla,
Ah Abelard! Dokunuşlarını bana taşıyan
O kağıdı, o mürekkebi nasıl seviyorum…"
Helois
Nermin Özsel, Biyografiler
Sinop Zindanı…
Şimdi bayram bayram bu “Sinop Zindanı” yazısıda nereden çıktı demeyin. Eğer
başımızdaki büyükler onu da altüst etmedilerse bugün cezaevlerinde açık görüş günü
ya, ondan aklıma geldi. Yoksa damağınızdaki bayram şekeri tadını pardon, şeker
bayramı değil kurban bayramı, bu nedenle kavurma tadını acılaştırmak gibi kötü bir
niyetim yok…
Sinop kentini görmedinizse mutlaka görün derim. Özellikle Sinop Zindanı’nı; zindanın
sur duvarlarıyla çevrili kocaman geniş bir avlusu var. Avluya girdiğinizde taş duvarları,
kemerleri ve kuleleriyle tarihi doku sizi etkiliyor. Hele taş duvarların, kemerlerin,
pencere pervazlarının arasından sarkan öbek öbek çiçekler, duvarların boz zeminini
renklendirirken aslanağzı, şebboy, papatya ve katırtırnağı demetleri burada yatanların
anısına, çok özel görüntüler ve öyküler sunuyor size. Çiçek demetleri, sarmaşık, çınar ve
incir ağaçlarının yeşiline dolanıyor.
Cezaevi'nin avlusunu geçip içeriye adımınızı attığınız anda bu büyülü tarihi doku
bozuluyor. Çiçek kokularının yerini rutubet kokusu alıyor; basık, kirli, loş ve kasvetli
koridorlar, ürküntü veren koğuşlar, paslı zincirleriyle kapkara tecrit odaları korkunç bir
görüntü oluşturuyor. Demir parmaklıklar, koğuş odalarının küçük pencereleri, kirli
duvarlara kazınmış isimler, tarihler ve dizeler, çarpık pencerelerin kırık camlarından
dallarını içeriye uzatan incir ağaçları, sizde nefes almak için yapıyı bir an önce terk edip
kaçma isteği uyandırıyor. Zindanın üzerinizde oluşturduğu ağır baskıdan kurtulmak
için hızla sahile inip çay bahçelerinden birinde, sıcacık nokul ve bir bardak çay eşliğinde
derin bir nefes alma ihtiyacı duyuyorsunuz.
Önünüzde uzanan Karadeniz'in uzak ufkunu izlerken Sinop'ta doğan ve doğduğu
topraklarda iz bırakanlar birer birer önünüzden geçiyor. Kurtuluş Savaşı'nın kahraman
komutanlarından Kemalettin Sami'yi, siyaset ve hukuk adamı Yusuf Kemal Tengirşenk'i
saygıyla selamlıyorsunuz. Uzaklardan, Mustafa Kemal'in amansız düşmanı Doktor Rıza
Nur görünüyor. Ardından Balatlar kilisesinde sürdürülen kazı çalışmalarını, şimdiye
dek yaşamı hakkında pek bir şey bilmediğiniz için kendinizi suçladığınız, Kral VI.
Mithridates'in mezarının ve altın heykelinin bulunduğunu hayal ediyor; yakışıklı kralı
at üzerinde düşlüyorsunuz. İkinci çayı yudumlarken yavaşça gözlerinizi kapatıyor,
kuzeyden gelen esintinin ferahlığını içinizde hissediyorsunuz. Karadeniz kıyılarının,
Anadolu'nun kuzey ucunu belirleyen Sinop fenerinin, denizlerimizin tek fiyortuna
sahip Hamsilos koyunun, Sisdüdüğü tepesinin ve Karakum plajının güzellikleri, film
şeridi gibi geçiyor gözlerinizin önünden. Denize bir yumruk gibi uzanan yarımadanın
kıyılarını, Şahin tepesinden veya tekne ile denizden belleğinize yerleştirirken, iskelede
balık tutan koyu siyah gölgeler oltalarını uzaklara fırlatıyor. Batmakta olan güneş,
suyun üzerindeki çırpıntıları açıklı koyulu gölgelere, lacivert, mor ve gümüş ışıltılara
boyarken, dalgalar, sonsuz gitgellerle, zindanın eteklerindeki kayaları ve sur duvarlarını
okşamayı sürdürüyor. Klasik müzik tadında dalgaların sesini dinliyorsunuz…
Yazının bütünü için www.cekmecedenoykuler.comu tıklayınız.
Bayramınız kutlu olsun sevgili dostlar…
“Çekmeceden Öyküler, sanırım hepimizi heyecanlandıracak, yaşama daha da sıkı
bağlanmamızı sağlayacak. Her sabah uyandığımda, sabırsızlıkla, taze bir çayı
yudumlarcasına zihnimizde güzel dokunuşlar yaratacak o dünyaya dahil olmayı çok
isterim” diye yazmış Sevgili Feyza. Beklenti yüksek olunca karar vermede zorlanıyor
insan ve yazılardan yazı beğenemiyorsunuz. Sonunda Evliya Çelebi’den bayram şekeri
tadında bir yazı ile bayramınızı kutlamak istedim. Bayram günlerinde ve panayırlarda
kurulan ip canbazlarını bilir misiniz? Günümüzde kaybolan meslekler arasında fakat
siyasiler arasında bolca örneğini gördüğümüz ip canbazlarını Levni’den bir minyatür
eşliğinde ve Evliya Çelebi’nin tatlı dilinden dinleyelim:
İp Canbazlarının Seyri…
“Kırk senede bir kere bütün canbazlar hep birlikte toplanıp birbirlerini yola çekip imtihan
etmek için bu İstanoz deresinde veya Anadolu’da Geduz kalesi kayasında karhane (işyeri)
kurup ip canbazlığı ederler, işsiz, güçsüz adamlardır. Bu dere içinde oyunları varıp gördük.
Bulutlara değen yalçın kayalı dar boğazda, kayaların ta tepesine, bir kayadan bir kayaya
sağlam Frenk ipleri germişler. İpleri kayalar kesmesin diye, iki başlarına postlar bağlamışlar.
Güvendikleri adamları silahlarıyla bekçi koymuşlar ki, usta canbaz marifeti gösterirken,
düşmanı ipi kesmeye… Kayaların yukarısına, aşağısına binlerce insan birikip, kayalar insanla
dolmuş. Aşağı şehrin içinden akan nehir kenarında bir hafta evvel sofa, taht ve kerevet
yapmışlar. Açık yerlere çadırlarını kurmuşlar. Bu kadar bin mahluk seyretmeye koyulmuşlar.
İki tarafında Engürü paşasının mehterhanesi güldür güldür dövülüp duadan sonra sanatkarlar
birbirlerini meydana davet ettiler. Serçeşmeleri (reisleri, başları) Üsküdarlı Canbaz Mehmet
Çelebi Bismillah ile eline terazisini alıp iş başına geçti. Bir gülbankı Muhammedi çektirip o
kayalar içinde Allah Allah sesi göklere ulaştı. Davullara tokmaklar vurulup bu defa Koca
Mehmet Çelebi, o ince imtihan ipi dedikleri ip üzerinde şimşek gibi seğirterek şaklayıp giderken,
hemen ipin ortasında, göz açıp kapayıncaya kadarlık bir zamanda öyle bir geri döndü ki,
terazisi elinde, tazı önünden tavşan döner gibi döndü. Seyredenlerin parmakları ağzında kaldı.
Meğer canbazlar arasında böyle, yıldırım gibi giderken, ip üzerinde kimse geri dönemezmiş…”
İstanbul’un Kurtuluşu Üzerine…
Lozan Antlaşması Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylandıktan altı hafta
sonra İstanbul, Müttefik kuvvetleri tarafından boşaltılacaktı. 2 Ekim 1923 günü saat
11.30’da işgal kuvvetlerinin komutanları Harrington, Charpy ve Mombelli İstanbul’da
Dolmabahçe önünde bu kez tören kıtalarını ve Türk bayrağını selamlayıp rıhtıma doğru
ilerlediler. General Tim Harrington Boğaziçi’nde demirli duran Arabic adlı gemiye bindi.
İngiliz bandosu şehirden ayrılırken “Mustafa Kemal Paşa” adlı Türk marşını çalıyordu.
Mondros Ateşkesi’nin imzalanmasından sonra 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelen
Mustafa Kemal’in, Dolmabahçe önlerine demirleyen işgal donanması karşısında, yaveri
Cevat Abbas’a söylediği “Geldikleri gibi giderler” sözü pek çok öngörüsünde olduğu
gibi gerçekleşmişti. İşgal güçleri beş yıl sonra geldikleri gibi gidiyorlardı. Hem de Türk
bayrağını selamlayarak. Onların kenti boşaltmalarından dört gün sonra Türk askeri
İstanbul’a girdi. Türk gazeteleri ise işgalcilerin çekip gitmesini gururla yorumluyordu:
“ Hele şükür çekip gittiler; silahlarını, askerlerini, tüfeklerini
gemilere yükleyip soylu Türk halkının bakışları altında, şerefli
bayrağımızı saygıyla selamlayarak çekip gittiler. Bize adalet ve
uygarlık getireceklerini söylemişlerdi. Adaletleri sokak
köşelerinde çocukları, günahsızları dövmek, sarhoş askerleri
tarafından masum halkın kurşunlanması idi. Uygarlıklarına
gelince, Pera semtine yaradı. O Pera ki, bir rezalet yuvası halini
aldı. Deniz kıyısındaki yalılarımızda âlemler düzenlediler,
şehrin her yanında kumarhaneler açtılar. Uygarlıkları buydu
işte. Ve bu gün Doğu uygarlığının Batı uygarlığına olan
üstünlüğüne bir kez daha tanıklık ediyoruz.”
Giordino Bruno (1548-1600)
“Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade
etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet
arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla
karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra
kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım… Tanrı
iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır;
yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için
Tanrı’yı kullanırlar…Ben, saf ve masum bilgeliğin filozofuyum;
Avrupa’nın diğer üniversitelerinde meşhur olan beni yalnız barbarlarla
kaba insanlar tanımazlar. Uyuyan ruhları uyandırmak, bilgisizliğin
azgınlığını gidermek amacım olduğu gibi, ikiyüzlülerden tiksinen ciddi
ve meşru zekalar tarafından sevinç heyecanlarıyla kabul edilen bir
profesörüm.”
Nermin Özsel, “Biyografiler”
Kentlerin Kraliçesi İstanbul…
Bir zamanlar üç kıtanın payitahtı ve yirmi kadar ülkenin kraliçesi, iki ummanın
ve iki cihanın efendisinin mukaddes kenti, bir tarafı karaya, iki tarafı denize
bakan, İslam dünyasının “Ümmi Dünya” Dünya’nın anası kabul ettiği bir kent
İstanbul. Sabah şafağıyla birlikte ilk gün yüzüne çıkan, gece karanlığında gümüş
ışıklar saçan, minareler kenti İstanbul’un, dünyanın en güzel yerine kurulduğu
konusunda kimsenin şüphesi yoktur. Kente girişte günümüzde gökdelenlerin
bozmaya çalıştığı, minareleriyle Sarayburnu sırtlarından o muhteşem silüet
karşılar sizi. Denize bakan Marmara sahilleri surlarıyla önünüzde uzanır.
Surların üzerinden upuzun fildişi kuleler gibi bir sürü parlak külahlı minare
yükselir göğe. Sırasıyla pembe Ayasofya’nın yanında altı minareli Sultan Ahmet,
on kubbeli Süleymaniye, minarelerinin aksi denize vuran Yeni cami ve daha
ötelerde Fatih ve Yavuz Selim camileri görünürler. Anadolu tarafındaysa
Kızkulesi’nin ardından Üsküdar camileri tepeler üzerinde inci dizilirler. Süt
renginde ve gümüş parlaklığında şeffaf göğün altında kentin silüeti
belirginleşirken, minarelerin uzun beyaz gölgeleri safir renkli denizin üzerine
düşer; gümüş kubbeler parıldar. Dünyanın bu en güzel manzarasında, birbirine
karışan hayalle gerçeğin sınırını, kuğu görünümlü boğaz vapurlarının keskin
düdüğü çizer.
Nermin Özsel, “Evliya Çelebi’nin izinde İSTANBUL CAMİLERİ”
I.Bayezid içki içerdi. Fatih Sultan Mehmet, oğlu II Bayezid ile birlikte içki âlemleri
düzenlerdi. Yavuz Sultan Selim içki içerdi, Kanuni Sultan Süleyman içki içerdi.
II. Selim hükümdar olduğunu öğrendiğinde hamamda içki içiyordu. Öldüğünde
sarhoştu. Hamamda içki içerken ayağı kayar ve kafasını mermere vurarak beyin
kanaması geçirip ölür. III. Mehmet, III. Murat içki müptelasıydı.IV. Murat içkiyi
yasaklamasına rağmen kendisi içki içerdi. III. Ahmet, Lale Devri’nin padişahı, zevk ve
sefanın doruğa çıktığı, içki âlemlerinin çokça düzenlendiği dönemlerdir. III. Ahmet de
dönemin iyi içicileri arasında idi. II. Mahmut, Osmanlı halkı onu, gâvur padişah, olarak
adlandırmıştı. İçki müptelası idi. Oğlu Abdülmecit içki yüzünden öldü.II. Abdülhamit’in
“rom” adı verilen içki içtiğini ailesi söylemekte. Bunlar, Osmanlı’da içki içen ‘Halife’
efendilerimiz!Ne diyelim! Padişahların içki âlemlerinde en çok sevdikleri kişiler Saray
soytarılarıydı.
AL SANA OSMANLI!
Nüfus 13 milyon civarıydı, 11 milyon kişi köyde yaşıyordu. 40 bin köy vardı, 38 bininde okul yoktu. Traktör
sıfırdı, karasaban’dı. Beş bin köyde sığır vebası vardı. Hayvanlar kırılıyor, insanlar kırılıyordu. İki milyon kişi
sıtma, bir milyon kişi frengiydi, verem, tifüs, tifo salgını vardı, üç milyon kişi trahomluydu, bebek ölüm oranı
binde 480’di, her doğan iki bebekten biri ölüyordu. Memlekette sadece 337 doktor vardı. Sadece 60 eczacı
vardı, sadece 8’i Türk’tü. Diş hekimi, sıfırdı. Dört hemşire vardı. 40 bin köy, sadece 136 ebe vardı. Ortalama
ömür 40’tı.
Yanmış bina sayısı 115 bin, hasarlı bina sayısı 12 bindi. Ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu, kiremit bile
ithaldi. Limanlar, madenler, demiryolları yabancıya aitti. Toplam sermayenin sadece yüzde 15’i Türk’tü.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan sadece dört fabrika vardı, Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez,
Beykoz deri… Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta vardı. Otomobil sayısı bin 490’dı. Sadece dört
şehirde özel otomobil vardı.
Kadın, insan değildi.
(Veremle boğuşan halk, ahırda yatarken… Bademlerin yere göğe sığdıramadığı Abdülhamid’in 16 tane eşi
vardı. Nazikeda, Safinaz, Dilpesent, Peyveste, Nazlıyar, Bidar, Mezide, Emsalinur hanım filan, 16 tane… Yaş
itibariyle, tamamı çocuktu. Tayyip Erdoğan’ın dedemiz dediği Abdülmecid’in 22 eşi vardı. Ahali ineğine
verecek saman bulamazken, herif sarayında iki futbol takımı kadar kadınla yatıyordu.)
Tiyatro yok, müzik yok, resim yok, heykel yok, spor yoktu. Arkeolojik eserler, öyle gizli saklı değil,
padişahların hediyesi olarak, trenlerle çalınmıştı.
Kimisi alaturka saat’i kullanıyor, güneşin battığı anı 12.00 kabul ediyordu, kimisi zevali saat’i kullanıyor,
güneşin en tepede olduğu anı 12.00 kabul ediyordu. Kimisi güneş batarken grubi saat’i esas alıyordu, kimisi
güneşin tamamen battığı ezani saat’i esas alıyordu. “Saat kaç birader?” diye sorduğunda, her kafadan bi ses
çıkıyordu.
Kimisi hicri takvim kullanıyordu, kimisi rumi takvim kullanıyordu. Kimisinin şubat’ı kimisinin aralık’ına denk
geliyordu. Herkes aynı zaman dilimindeydi ama, farklı aylarda yaşıyordu!
Dirhem, okka, çeki vardı. Arşın, kulaç, fersah vardı. Ne ağırlığımız dünyaya ayak uydurabiliyordu, ne
uzunluğumuz… Ölçülerimiz ortaçağ’dı.
Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma biliyordu. Okur-yazar erkeklerin
çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi. Okul yaşı gelen her dört çocuktan üçü okula gitmiyordu. Toplam, 4894
ilkokul, sadece 72 ortaokul, sadece 23 lise vardı. Türkiye’nin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı.
Öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik eğitimi yoktu. Tek üniversite vardı, darülfünun, medreseden
halliceydi. Ülke bilim’den çoook uzaktı.
“Harf devrimi yapıldı, bir gecede cahilleştirildik, köpekleştirildik” falan deniyor ya… İbrahim Müteferrika’dan
itibaren 150 sene boyunca basılan kitap sayısı kaçtı biliyor musunuz? Sadece 417’ydi. Bunların da çoğu
gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı. Ki zaten, Müteteferrika da devşirmeydi, Macar’dı.
Bu topraklara kitap gelene kadar, Avrupa’da 2.5 milyon farklı kitap basılmış, beş milyar adet satılmıştı.
Voltaire, bir kitabında şu ağır tespiti yapmıştı: “İstanbul’da bir yılda yazılanlar, Paris’te bir günde yazılanlardan
azdır!”
Atom Bombası;
Savaşa Son Noktayı Koyuyor…
“Bu yas gününü,
yeni Japonya’nın doğum günü olarak kabul edelim”
Japon İmparatoru
İkinci Dünya Savaşı sürerken Amerikalılar, dünyayı temelinden sarsacak bir buluşa imza
atılar; bir fizik kuralını ölümcül bir silaha dönüştürdüler. 1940 yıllarının başında,
nükleer fizik alanında gelişmeler başladığında bir nükleer atomun proton ve
nötronlardan oluştuğu görülmüştü. Protonların sayısı 1’den 101’e dek değişmekte bu
durum atomun kimyasal elementlerini belirlemekteydi. Örneğin: hidrojende bir,
uranyumda ise dokuz proton vardır. Nötronların sayısı ise değişiklik göstermekte ve
çekirdek, izotop denilen nötronların sayısına göre nitelik kazanmaktadır. Çekirdeklerin
parçalanmasından belirli bir güç ortaya çıkmaktaydı; çeşitli çekirdeklerin bir arada
eritilmeleri veya parçalanmaları, olağanüstü patlamaya yol açabilirdi. Bu patlamanın
oluşturacağı enerji, bombanın temelidir. İki çekirdeğin bir arada eritilme ilkesi hidrojen
bombasının temelini oluşturmuştur. Burada kullanılan ikisi de tek protonlu olan iki hafif
elementi bir arada işleme sokmaktır. Uranyum 235 gibi 92 protonlu bir elementin,
çekirdeğinin ikiye parçalanması atom bombasının temelini oluşturan kuramı ortaya
koyar. Zincirleme tepkimenin elde edilmesiyle enerji korkunç boyutlara
ulaşabilmektedir.
İkinci Dünya Savaşı başladığında bu tür bilimsel çalışmalar biliniyordu. Savaş nedeniyle
bazı bilimsel çalışmalar durdurulmuştu. Diğer taraftan askeri amaçla geliştirilip silah
olarak kullanımı düşüncesini de doğurmuştu. Fransa işgal altında olduğundan
çalışmaları durdurdu. İngiliz ve Amerikalı bilginler çalışmalarını büyük gizlilik içinde
birlikte sürdürdüler. 1942 Nisan’ında İngiliz-Norveç sabotaj kolu, Rjukan yöresindeki
ağır su fabrikasını, Almanların nükleer araştırma umutlarıyla birlikte ortadan
kaldırmışlardı. Müttefikler 1944 yılında Strasburg’da bazı belgeler ele geçirip Almanların
bu konuda çok geride olduklarını anlayıncaya dek atom bombasının onlar tarafından
yapılabileceği korkusuyla yaşadılar. Güvenlik nedeniyle “Manhattan Projesi” adı verilen
çalışma Amerika’da İngiliz ve Amerikan bilim adamlarınca savaşın sonlarına dek
sürdürüldü. 1945 yılının Ağustos ayına gelindiğinde bir bomba yapılabilecek kadar
zenginleştirilmiş uranyum elde etmeyi başardılar. 17 Temmuz 1945 günü New Mexico
yöresinde Alamogordo çölünde yapılan deneme en abartılı hesapları bile aşarak öyle
başarılı oldu ki, bilim adamları dehşete düştüler. Bu silahın hiçbir koşul altında
insanoğluna karşı kullanılmamasını istediler. Ancak bu karşı çıkmalar pek işe yaramadı.
Avrupa cephelerinde savaş sona ermiş Uzakdoğu’da mücadeleden yalnızca Japonlar
kalmıştı. Japonlar teslim olmaktansa intihar ediyorlar, kamikaze uçaklarıyla Amerikan
donanmasının üstüne atılıyorlardı. Bu sırada Sovyetler Birliği Mançurya üzerinden
Japonlara ağır bir darbe vurdu. Sovyet Rusya’nın Japon adalarına çıkmasını engellemek
isteyen Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetlerden önce davranıp son darbeyi vurmak
istedi. Müttefiklerin can kayıplarını önlemek ve Stalin’e uyarı mesajı vermek isteyen
Amerikan başkanı Truman, Churchill’in de onayını alarak 6 Ağustos’ta Hiroşima ve 9
Ağustos’ta da Nagazaki’ye birer atom bombası atılması kararını verdi. Ancak atom
bombaları atıldıktan sonra 10 Ağustos 1945’te Japon İmparatoru, çarpışmalara son
verdi; ülkesinin teslim olduğunu açıkladı. Japon ordusunun teslim antlaşması 2 Eylül’de
Missouri zırhlısında imzalandı. Japon İmparatoru anlaşmayı imzalarken “Bu yas
gününü yeni Japonya’nın doğum günü olarak kabul edelim” diyerek halkına umut
verdi. Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombaları, Japonların kayıtsız şartsız
Amerikalılara teslim olmalarını sağladı. Savaşın sonunda Japonlar egemenliklerini,
bütün sömürgelerini, donanmalarını ve iki milyona yakın insanını kaybedecekti.

Benzer belgeler