İSTANBUL BULUŞMALARI - TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul

Transkript

İSTANBUL BULUŞMALARI - TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul
TMMOB
Şehir Plancıları Odası
İSTANBUL BULUŞMALARI
“İstanbul’da Büyük Projeler”
8–9 Ekim 2007
Yayına Hazırlayanlar
Doç. Dr. Fatma Ünsal
Yrd. Doç. Dr. P. Pınar Özden
Yrd. Doç. Dr. Sırma Turgut
OCAK, 2008
İSTANBUL
6
Basım Yeri ve Yılı
İstanbul, Ocak 2008
Baskı:
Kurumsal Baskı Hizmetleri
ISBN:
978-9944-89-X
İletişim ve Sekretarya
TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi
Adres
Tel
Faks
GSM
e-posta
Web adresi
: Emirhan Cad. Bayındır Çıkmazı Sok. No: 1/1
Beşiktaş
: 0 212 275 43 67 – 0 212 288 99 60
: 0 212 272 91 19
: 0 533 372 84 32
: [email protected]
: www.spoist.org
TMMOB Şehir Plancıları Odası yayınıdır.
Bütün hakları saklıdır.
Bu eserin bir kısmı veya tamamı TMMOB Şehir Plancıları Odası’nın izni
olmadan, hiçbir şekilde çoğaltılamaz, kopya edilemez.
7
İstanbul Buluşmaları Program
Yer: Mimar Sinan Üniversitesi Oditoryumu
BİRİNCİ GÜN
08 Ekim 2007
09:00 – 09:30 Kayıt İşlemleri
09:30 – 10:00 AÇILIŞ KONUŞMALARI
Doç. Dr. Fatma Ünsal, Düzenleme ve Bilim Kurulu Adına
Prof.Dr. Oğuz Ceylan, MSGSÜ Rektör Yrd.
Prof.Dr. P. İlgi Yüce Aşkun, MSGSÜ Mim. Fak. Dekanı
Erdoğan Bayraktar, TOKİ Başkanı
10:00 – 10:45 AÇILIŞ OTURUMU
“Planlamada Değişim ve Yeni Arayışlar”
Oturum Başkanı: Doç. Dr. Fatma Ünsal, MSGSÜ
Prof.Dr. Hüseyin Cengiz, YTÜ
Prof.Dr. Nuran Zeren Gülersoy, İTÜ
Prof.Dr. Güzin Konuk, MSGSÜ
Yrd.Doç.Dr. Pelin Pınar Özden, ŞPOİst
10.45-11:00
11:00-12.00
Çay / Kahve Arası
PANEL
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Güzin Konuk, MSGSÜ
Konuşmacılar
Prof. Dr. Fulin Bölen, İTÜ
Prof. Dr. Haluk Gerçek, İTÜ
Prof. Dr. Murat Güvenç, BİLGİ ÜNİ.
Tavit Köletavitoğlu, Y.Şehir Plancısı
12:00–13:00
Yemek Arası
8
İstanbul’da Gereksinim, Değişim ve Beklentiler
13:00–15:45 YUVARLAK MASA 1:Sosyo-Ekonomik Yapı
Moderatör: Prof. Dr. Murat Güvenç, BİLGİ ÜNİ.
15:45-16:00
Çay / Kahve Arası
16:00 - 18:30 YUVARLAK MASA 2: Konut
Moderatör: Prof. Dr. Fulin Bölen, İTÜ
18:30-19:00
19:00-
KOKTEYL
Konser Ladies & Gentlemen Müzikal Topluluğu
İKİNCİ GÜN
09 Ekim 2007
09:00 – 12:00 YUVARLAK MASA 3: Ulaşım
Moderatör: Prof. Dr. Haluk Gerçek, İTÜ
12:00–13:00 Yemek Arası
13:00-15.30
YUVARLAK MASA 4: Büyük Yatırımlar
Moderatör: Tavit Köletavitoğlu, Y.Şehir Plancısı
15:30-15:45 Çay / Kahve Arası
15:45-16:15
RAPORTÖR SUNUMLARI
Yuvarlak Masa 1:
Yrd. Doç. Dr. Sırma TURGUT - YTÜ
Ar. Gör. Dr. Mehmet Doruk ÖZÜGÜL - YTÜ
Yuvarlak Masa 2:
Yrd. Doç. Dr. Funda YİRMİBEŞOĞLU - İTÜ
Ar. Gör. Fatih TERZİ - İTÜ
Yuvarlak Masa 3:
Yrd. Doç. Dr. Azime TEZER - İTÜ
Ar. Gör. Eda BEYAZIT- İTÜ
Yuvarlak Masa 4:
Yrd. Doç. Dr. Murat Cemal YALÇINTAN - MSGSÜ
Duygu AĞAR –ŞPOİST
9
16:15-18:30
SERBEST KÜRSÜ
Yürütücü: Prof. Dr. Zekai Görgülü, YTÜ
Genel Raportörler:
Yrd. Doç. Dr. Sırma TURGUT - YTÜ
Yrd. Doç. Dr. Azime TEZER - İTÜ
Doç. Dr. Fatma ÜNSAL - MSGSÜ
10
SUNARKEN…
Kentimizde, bir yandan değişen Dünya düzeninin sunduğu olanaklardan
yararlanmaya yönelik, mekânsal, toplumsal ve yönetsel yeni yapılanmalar
gerçekleşirken, diğer yandan yaşam kalitesini tehdit eden sorunlara çözüm
aranmaktadır. İstanbul’un olanak ve sorun üreten dinamik yapısı, akademik,
bürokratik, siyasal ve özel kurumların çatısı altında yapılan çok sayıda
toplantının konusu olmuştur ve olmaya devam edecektir. Ancak, kentin
gelişmesinde etkin tüm aktörler ile bu gelişmelerden etkilenen toplulukların
bir araya geldiği, konuların tüm boyutları ile, farklı açılardan ele alındığı
platformlar yeterli değildir. “İstanbul Buluşmaları” bu boşluğu doldurmayı
hedefleyen, bilgi birikimi ile yaşam deneyimlerini bir araya getirerek karşılıklı
etkileşimini sağlayan, kurumsal uygulamalara farklı bir ışık tutabilme umudu
taşıyan, geniş tabanlı bir platformdur.
İstanbul Teknik Üniversitesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve
Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümleri ile TMMOB
Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube’nin birlikte düzenlediği ve her yıl Ekim
ayında tekrarlanması hedeflenen “İstanbul Buluşmaları”nın ilki, 8-9 Ekim
2007 tarihinde, MSGSÜ Oditoryumu’nda başarı ile gerçekleşmiştir. Etkinliğin
düşüncesinin doğmasından sonuçlandırılmasına kadar geçen süreçte,
üniversitelerimiz ve meslek odamız, birbirlerine kenetlenmiş ve büyük bir
dayanışma örneği sergilemişlerdir.
Kentlilerin yoğun ilgi göstermesinde ve iki gün süren heyecanlı tartışmalarda,
etkinlik teması olarak “İstanbul’da Büyük Projeler” konusunun seçilmesinin
payı büyüktür. İstanbul’un gelişmesine hakim olan, plan bütünlüğünün
sağlanmasını zorlaştıran, kimi zaman yasaların ve plan kararlarının önüne
geçen büyük projeler, Prof. Dr. Hüseyin Cengiz, Prof. Dr. Nuran Zeren
Gülersoy, Prof. Dr. Güzin Konuk ve Yrd. Doç. Dr. Pınar Özden’in ortaya
koyduğu kavramsal çerçeve kapsamında, çok boyutlu olarak ele alınmıştır.
Plancıların, sivil toplum kuruluşlarının, politikacıların, bürokratların ve medya
mensuplarının değerli katılımları ile gerçekleştirilen yuvarlak masa
toplantılarında büyük projeler kapsamlı biçimde tartışılmış, eleştirilmiş ve
öneriler getirilmiştir. Vaatler kadar endişelerin de dile getirildiği toplantılarda,
tartışmacıların içten katkıları ile, tarafların birbirlerini anlaması yönünde
mesafe kaydedilmiştir. Toplantıları izleyenlerin yönelttiği sorular ve yorumlar
tartışmalara zenginlik katmıştır.
“İstanbul Buluşmaları 2007”nin başarıya ulaşmasında, yuvarlak masa
toplantılarının moderatörlüğünü üstlenen, bilgi ve deneyimlerini etkinliğin
11
başarısı için cömertçe paylaşan Prof. Dr. Fulin Bölen, Prof. Dr. Haluk
Gerçek, Prof. Dr. Murat Güvenç ve Tavit Köletavitoğlu’nun büyük katkıları
olmuştur. Ayrıca, yuvarlak masa toplantılarının raportörlüğünü üstlenen
değerli akademisyenlerimiz, tartışmaların sentezinin yapılmasını ve
sonuçlarının ifadelendirilmesini sağlayarak, etkinliğin somut kazanımlarla
sonuçlanmasını olanaklı kılmışlardır.
Sempozyumun gerçekleşmesi ve kitabının yayımlanması sürecini başarı ile
koordine eden, TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube’nin genç,
dinamik ve özverili çalışanlarına, Tayfun Kahraman ve Gökçen Taşkın’ın
şahıslarında, sonsuz teşekkürlerimizi iletiyoruz.
Bu kitabın, İstanbul’da yaşam kalitesinin yükseltilmesini kendisine görev
edinenlere ışık tutmasını, hataları ve eksikleri ile de, gelecekte yapılacak
“İstanbul Buluşmaları” nın düzenlenmesine katkı sağlamasını diliyoruz.
İstanbul Buluşmaları 2007 Bilim ve Düzenleme Kurulu adına saygı ile,
Doç. Dr. Fatma ÜNSAL
12
TMMOB
ŞEHİR PLANCILARI ODASI
İSTANBUL BULUŞMALARI
“İSTANBUL’DA BÜYÜK PROJELER”
08-09 Ekim 2007
BİRİNCİ GÜN
AÇILIŞ KONUŞMALARI
-----&----SUNUCU- Değerli misafirlerimiz; İstanbul’da Büyük Projeler temalı İstanbul
Buluşmaları 2007 toplantısına hoş geldiniz.
Açılış konuşmalarını yapmak üzere Doç. Dr. Fatma Ünsal’ı kürsümüze davet
ediyoruz.
Doç. Dr. FATMA ÜNSAL (Düzenleme ve Bilim Kurulu)- Saygıdeğer
konuklar, üniversitemizin değerli yöneticileri ve sayın katılımcılar; İstanbul
Buluşmaları 2007 kapsamında gerçekleştireceğimiz, İstanbul’da Büyük
Projeler konulu, iki gün sürecek toplantılara hoş geldiniz.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Yıldız
Teknik Üniversitesi ve Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi’nin ortaklaşa
düzenlediği bu etkinliğin temel amacı akademik birikim ile uygulama
deneyimlerini bir araya getirmek ve İstanbul’un güncel konularının çok yönlü
olarak tartışıldığı bir fikir platformu yaratmaktır. Bu platformda, kuramsal bir
çerçeve içine oturtulacak olan tartışmalardan uygulamaya dönük somut
önerilerin çıkarılması hedeflenmektedir.
Bu yıl ilk kez gerçekleştirilen İstanbul Buluşmaları her yıl Ekim ayında farklı
temaları işlemek üzere düzenlenerek, süreklilik kazanacaktır. Bu yıl etkinlikte
İstanbul’da Büyük Projeler konusu ele alınacaktır. Büyük projeler, hepimizin
bildiği gibi, kimi zaman fırsatların hayata geçirilmesinin etkin ve çağdaş
13
araçları
olarak
hayatımıza
girmekte
ve
kentsel
gelişmeye
katkıda
bulunmaktadır. Ancak, kimi zaman da planlamanın bütünlüğünü sarsan
noktasal eylemlere dönüşebilmektedir. Hatta içinde yer aldığı planın ilkelerini
geçersiz
kılabilecek
nitelikte
uygulamalar
olarak
da
karşımıza
çıkabilmektedir. Kentsel projeler üzerinden tartışacağımız bu ikilem aslında
planlamanın 1980’li yıllardan itibaren yaşadığı paradigma değişikliğinin de bir
yansıması olarak kabul edilmektedir.
Asıl varlık sebebi tarihsel olarak, sosyal devletin tesisine katkıda bulunmak
olan planlama, çağımızın ekonomik yapısı içinde âdeta bir kimlik mücadelesi
vererek, ilkelerinden ödün vermeden kentsel gelişmenin dinamizmine eşlik
edebilmenin yollarını aramaktadır. İstanbul Buluşmaları 2007’de, bu arayışa
ışık tutabilecek sonuçlar elde etmeyi umuyoruz.
Etkinliğin bu sabah gerçekleştirilecek kısmı, açılış konuşmalarının hemen
ardından, planlamada değişim ve yeni arayışların kavramsal çerçevesinin
ortaya konacağı açılış oturumu ile sürecek. Daha sonra ise büyük projelerin
çeşitliliğini kapsayacak bir tematik ayrıştırma içinde yuvarlak masada
yapılacak
olan
tartışmaların
ekseninin
belirleneceği
bir
panel
gerçekleştirilecek. Panelistler aynı zamanda, bugün öğleden sonra ve yarın
sabah gerçekleştirilmesi planlanan yuvarlak masa toplantılarının da
moderatörlüğünü üstlenecekler. Sırasıyla sosyo-ekonomik yapı, konut,
ulaşım ve büyük yatırımlar konularının davetli konuşmacılar tarafından çok
boyutlu
olarak
tartışılacağı
yuvarlak
masa
toplantıları
ve
bunların
sonuçlarının aktarılacağı bir serbest kürsü yer alacak. Zamanın el verdiği
oranda tüm katılımcıların görüş ve önerilerine kulak vermeyi hedeflediğimiz
serbest kürsüden eğitim ve uygulamaya yön gösterecek sonuçlar çıkmasını
hedefliyoruz.
İstanbul Buluşmaları düşüncesinin doğmasında ve bugüne gelmesinde yol
gösterici olan Danışma Kurulu üyelerine, uzman oldukları alanlarda yılların
deneyimlerini bizimle paylaşan, özveriyle uzun toplantılarımıza katılan,
14
heyecanımıza ortak olan moderatörlerimize, bizi destekleyen tüm kurumlara,
emeği geçen herkese, Bilim Kurulu adına şükranlarımı sunuyorum ve bu iki
günlük toplantıların verimli sonuçlar doğurmasını diliyorum. (Alkışlar)
SUNUCU- Sayın Doç. Dr. Fatma Ünsal’a teşekkür ediyoruz.
Açılış konuşmalarını yapmak üzere, Prof. Dr. Oğuz Ceylan’ı kürsüye davet
ediyoruz.
Prof. Dr. OĞUZ CEYLAN (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Rektör Yardımcısı)- Hepinize hoş geldiniz diyorum. Sayın Dekan, Sayın
Bölüm Başkanları, Sayın TOKİ Başkanı, değerli katılımcılar; İstanbul’da
eğitim veren üç üniversitenin İstanbul Teknik Üniversitesi, Mimar Sinan
Güzel Sanatlar Üniversitesi ve Yıldız Teknik Üniversitesinin Şehir ve Bölge
Planlama Bölümleriyle, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Şehir
Plancıları Odası İstanbul Şubesi’nin işbirliğiyle her yıl Ekim ayının ilk
haftasında düzenlenmesi kararlaştırılan İstanbul Buluşmalarında bu yıl ana
tema
İstanbul’da
Büyük
Projeler
olarak
belirlenmiştir.
Uygulanması
düşünülen büyük projelerin, İstanbul kentinin iç dinamiklerinde nasıl bir rol
oynayabileceğine yönelik projeksiyonların oluşturulması, ancak böylesine
kapsamlı ve geniş katılımlı bir toplantıda ele alınabilirdi.
Açılış oturumu panelle başlayacak ve konut, sosyo-ekonomik yapı, ulaşım,
büyük yatırımlar temalı yuvarlak masa oturumlarıyla devam edecek olan ve
İstanbul kentinin geleceğine yönelik bulgular içermesi hedeflenen 2007
İstanbul Buluşmalarının gerçekleşmesinde emeği geçen tüm kişilere
teşekkür eder, katılımcılara başarılar diler, saygılarımı sunarım. (Alkışlar)
SUNUCU- Sayın Prof. Dr Oğuz Ceylan’a teşekkür ediyor ve açılış
konuşmasını yapmak üzere Sayın Prof. Dr. İlgi Yüce Aşkun’u kürsüye davet
ediyoruz.
Prof. Dr. İLGİ YÜCE AŞKUN (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Mimarlık Fakültesi Dekanı)- Sayın Rektör Yardımcımız, Sayın Bölüm
15
Başkanımız, Sayın TOKİ Başkanı, sayın katılımcılar, sevgili öğrenciler;
İstanbul’un üç üniversitesinin Şehir ve Bölge Planlama Bölümlerinin ve Şehir
Plancıları Odası İstanbul Şubesinin işbirliğiyle düzenlenmiş olan İstanbul
Buluşmalarının birincisine ev sahipliği yapmaktan çok mutluyuz.
Sürekli olmasını dilediğim bu ilk sempozyumun başarılı geçmesini diliyor ve
hepinize hoş geldiniz diyorum. (Alkışlar)
SUNUCU- Sayın Prof.Dr. İlgi Yüce Aşkun’a teşekkür ediyoruz.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi adına Prof. Dr. Hüseyin Kaptan’ı açılış
konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet ediyoruz.
Prof. Dr. HÜSEYİN KAPTAN (İstanbul Büyükşehir Belediyesi)- Efendim
saygılar, sevgiler. Sayın Başkanım gelemedi, size sevgilerini sunuyor,
başarılar diliyor. Şehir plancılarının vazgeçilmez misyonu nedeniyle, bugün
yaşadığımız olumlu olumsuz deneyimlerin sonuçlarında, gelecek için
işbirliğini önemle arzu ediyor, bu arzularını iletti size. Ben çok uzun bir
konuşma hazırladım fakat bunu kendi adıma. Esas hitap etmek istediğim
akademisyen arkadaşlarım değildi, profesyonel plancılardı. Sizin bu nedenle
vaktinizi almayacağım.
İstanbul Metropoliten Alanı 1/25 000 Nazım Planını geçen hafta kırmızı bir
kurdeleye bağlayarak, Başkana sunduk. Ayrıca, siyasi anlamda temsilci
olarak, ikinci bir kurdeleli paketi İmar Komisyonuna sunduk. Böylece 2.5
sene süren muhteşem planlama serüveni bizim açımızdan bitti. Ama, hiçbir
zaman bunun İstanbul’un sorunlarına deva olduğunu söylemek gibi bir
iddiada bulunmak istemem. Bence bu plan, yaşamda imtihana girecek, halk
nezdinde ve bütün dinamikler içinde yer yer yenilenecek, yer yer kazanacak.
Ancak planlama süreci ve uygulama süreci yeni başlıyor demek isterim. Çok
başka hususu daha burada ifade etmek istiyorum. Makro ölçekte planlar,
eğer eylem planlarını bünyesinde taşımazsa hiçbir şey ifade etmez. Onun
için bu plan, 100’e yakın eylem projesini de bünyesinde bulunduruyor. Bu
eylem projeleri ki en büyük uygulamacı olan TOKİ’yi de yönlendirecek.
16
TOKİ’nin hızının daha önünde gidebilecek davranışları, kapasiteyi ve
yöntemleri içeriyor. Böylece İstanbul yeni bir imtihana giriyor. TOKİ ile birlikte
diye düşünüyoruz. Daha önemlisi, kentsel tasarımcılar için, fizik plancıları
için ve mimarlar için yeni perspektifler getiriyor.
Bu söyleyeceğim son derece önemlidir: İstanbul Çevre Düzeni Planı, gerek
yerleşik alanlarda, gerekse yoğunlaşma sürecinde olan yerleşik alanlarda,
gerekse boş gelişme alanlarında ve bütün işlevlerde kentsel tasarım
koşullarını ön şart olarak koyuyor. Yani, artık tasarımcılar yarışacak,
uygulamalar ve tasarımcılar… Böylece yönetmelik dediğimiz tek tip elbisenin
dışında toplumla bütünleşen, uzlaşan, deneyen tasarım kriterleri öne
çıkacak. Bu bize çok geniş ufuklar açıyor; bunu Çevre Düzeni bir zorunluluk
olarak öneriyor. Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar, panelin son gününe
yetişirsem, daha kapsamlı metropoliten planlamanın ilkelerini, bu projelerin
neler olduğunu size açıklamak isterim. Size başarılar dilerim, saygılar
sevgiler. (Alkışlar)
SUNUCU- Sayın Prof. Dr. Hüseyin Kaptan’a teşekkür ediyor ve açılış
konuşmasını yapmak üzere Sayın TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar’ı üzere
kürsümüze davet ediyoruz.
ERDOĞAN BAYRAKTAR (TOKİ Başkanı)- Saygıdeğer hocalarımız, çok
değerli katılımcılar; İstanbul Buluşmaları adı altında Büyük Projeler başlığıyla
bize davetiye gönderilen bu sempozyumun Türkiye’mize, İstanbul’umuza
hayırlı olmasını diliyorum. Gerçekten davetiyede şöyle bir ibare vardı, beni
çok heyecanlandırdı “artık İstanbul’un alışılmışın dışında projelere ihtiyacı
var” bu, gerçekten altı çizilmesi gereken bir cümle.
Müsaade ederseniz kısaca TOKİ’nin Türkiye genelinde yaptığı işleri ifade
etmeye çalışacağım, sonra İstanbul geneli üzerinde bugünkü konumuza
geçmek istiyorum. Bilindiği üzere, Türkiye’nin 780 bin kilometre karesini bir
bütün olarak düşünüp, başta İstanbul olmak üzere, Ankara, İzmir, Bursa,
Adana, Diyarbakır ve yeni iç göç alan Batman ile Van gibi illerimizde de çok
17
kötü bir yapılaşma var. Gecekondulaşmanın ötesinde, çarpık yapılaşma,
yoğun yapılaşma ve kaçak yapılaşma, çok katlı kaçak yapılaşma, ülkemizi
ve mekânsal ortamları tehdit eder hale gelmiştir. TOKİ olarak biz, 2003 yılı
başından itibaren gerek Anayasamız, gerekse İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi, gerekse Habitat gündemlerinden esinlenerek ve TOKİ’nin
kanunu doğrultusunda, Türkiye’de yerleşim, konut ve şehirleşme seferberliği
başlattık. Bugüne kadar, Türkiye’nin doğusundan batısına, kuzeyinden
güneyine, Türkiye’nin neresine giderseniz gidin, 81 vilayetinde 350’den fazla
ilçesinde, 1000’e yakın şantiyede bugün 280 bin konut rakamını aştık.
Bunların 150 bin tanesini teslim eder duruma getirdik. Bunlarla birlikte
modern hayatın gerektirdiği sosyal donatıları eğitim, ticaret, sağlık,
rekreasyon alanları, park alanları, spor alanlarını da beraber üretmeye
çalışıyoruz. Yine, altyapı yatırımlarını da beraberce yürütmeye çalışıyoruz.
İnşallah, önümüzdeki süreçte de bu çalışmalarımıza devam edeceğiz.
Tabii ki sosyal devlet olmanın gereği, gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi
devlet alt gelir grubuna ve yoksullara konut üretiminden bir süre daha
vazgeçmemelidir.
Yine,
Türkiye’de
depremsellik
özelliğini
kaldıracak,
depremden oluşacak zararları asgariye indirmek için çalışmalarına devam
etmelidir. Özel sektörün gitmediği ihtiyaç bölgelerinde örnek uygulamalar
yapmak suretiyle, bu sektördeki aktörlere örnek teşkil edecek, belediyelere
örnek teşkil edecek çalışmalarını yürütmek zorundadır. Yine TOKİ modern
dünyada, bilimsel dünyada olduğu gibi kendi kaynağını yaratmak suretiyle,
Hazineden almış olduğu arsaları değerlendirerek, özel sektörle birlikte çok
kaliteli projelerle Türkiye’ye sınıf atlatan ve en ileri yapım teknolojilerini ve
akıllı evleri Türkiye’ye getiren bir mantıkla, bir uygulamayla, bugün
Türkiye’nin her tarafında bu çalışmalarını ve uygulamalarını devam
ettirmektedir. Bugün bildiğimiz gibi, gerek üniversitelerimizin, gerek Şehir
Plancıları Odası, şehir plancılarımızın, mimarlarımızın, mühendislerimizin ve
bu kapsamdaki tüm aktörleri en derinden ilgilendiren ve kafasını yoran
husus, dünyadaki yoksul grubun, sağlıksız ortamlarda yaşıyor olmasıdır.
18
Bilindiği gibi bugün, dünyada 1 milyardan fazla insan gecekondularda ve
modern hayatın bugün dünyada geldiği boyutun çok gerisindeki ortamlarda
yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktadır. Bu süreç böyle devam ederse 2030
yılında bu nüfusun 2.5 milyara ulaşacağı hesap edilmekte, varsayılmaktadır.
Dünyada bu doğrultuda HABİTAT ve diğer evrensel kuruluşlar kafasını
yorarken, ülkemizde de ne yapmamız gerektiği hususunda çok ciddi
düşünmemiz gerekmektedir. Bugün sadece İstanbul’da değil, Türkiye’nin
vilayetlerinin çok büyük bir bölümünde, hatta nüfusu 60-70 bin üzerinde olan
ilçelerimizde de, hem gecekondulaşma hem de çarpık yapılaşma vardır.
Bunun sebeplerine çok fazla değinmeyeceğim, ama çözümler nedir
noktasında, başta İstanbul olmak üzere görüşlerimi ifade edeceğim. İstanbul
Türkiye’nin gözbebeği, Türkiye’nin konut sayısı bakımından yüzde 21’i, nüfus
bakımından yüzde 15-16’sı, ama bir bakıma Türkiye’nin her şeyi. Artık
İstanbul için çok değişik projeler yapmanın, çok değişik uygulamaları hayata
geçirmenin zamanının geldiği çok açıkça gözükmektedir. İstanbul bundan
10-15 sene evvel dünya gündeminde bu kadar yoktu, bu kadar
tanınmıyordu, bu kadar bilinmiyordu, bu kadar önemsenmiyordu. Teknik
anlamda söylüyorum, mimarlık ve mühendislik açısından bunu ifade etmeye
çalışıyorum, ama dünyanın geldiği nokta itibariyle artık İstanbul çok değişik
bir konum, çok değişik bir vizyon ifade etmektedir.
İstanbul’u mukayese bakımından söylüyorum, İstanbul bugün çarpık
yapılaşmanın, İstanbul’daki 3 milyon civarında konutun yarısının ya kaçak
yapı, ya salaş yapı, ya gecekondu veya depreme dayanıksız yapı olduğunu
biliyoruz. İstanbul’da ulaşım problemlerini, birçok problemlerin olduğunu
biliyoruz. Ama İstanbul bugün dünyada kendisine emsal şehir olarak New
York ile belki Pekin’le, Tokyo ile eşleştirilmelidir. Gelişme düzeyi bakımından
Paris’ten, Londra’dan, Berlin’den çok geridir, ama Paris İstanbul’un dengi
değil. İstanbul’un dengi New York’tur. İstanbul’un tarihi derinliği, İstanbul’un
özellikleri, güzellikleri, anlatılmayacak kadar birçok vizyonu, tepeleri, kapıları,
kuleleri, vadileri, boğazı, denizleri, florası, tabiatı, naturası, iklimi dünyada
19
eşine benzerine rastlanmayacak kadar, -hele hele İstanbul’un tarihi derinliğiönem arz eden bir konumdadır. Bu bakımdan biz geçtiğimiz dönemde,
İstanbul
Büyükşehir
Belediyemizle
birlikte
başlattığımız
çalışmaları
önümüzdeki dönemde çok daha fazla yoğunlaştıracağız. İstanbul’un ilk
belediye başkanı, İstanbul’un Türkler tarafından, Fatih tarafından fethedildiği
dönemdeki ilk belediye başkanı Hızır Bey’den günümüze kadar gelen
dönemde 1000’e yakın proje yapılmıştır. İstanbul’un rafları projelerle doludur,
bunların bir kısmı doğrudur, bir kısmı yanlıştır. Ama İstanbul’da eylem
zamanıdır. İstanbul’un 20 kilometre, 50 kilometre değil 400 kilometre
metroya ihtiyacı vardır. İstanbul’un yine viyadüklerle, otoban yollarla, tarihi
dokuyu bozmadan ve yeşil alanlarını, su havzalarını tahrip etmeden
banliyölere aktarılması lazım. Çorlu’nun ve Gebze’nin çok öne çıkartılarak,
yine güneyde Bandırma’nın, kuzeyde Kırklareli’nin çok öne çıkartılarak,
İstanbul’un desantralize edilmesi, İstanbul’un senkronize edilmesi şarttır.
İstanbul’da bizler deprem olgusunun çok ciddi şekilde gelebileceğini
bildiğimiz, bilimsel olarak önümüzdeki 30 yıl içerisinde oluşabileceğini
gördüğümüz depremi baz alarak, İstanbul’un tarihi dokusunu da koruyarak,
ama kültür Ve Tabiat Varlıkları Kurullarının da anlayışını sağlamak suretiyle,
onlardan da yol açmak suretiyle bir deprem olduğu zaman tarihi dokunun da
yok olacağını kabul ederek, yerin altındaki tarihi dokunun da yok olacağını
kabul ederek, mutlaka metroya herkesin sahip çıkması lazım. İstanbul
metronun dışında, araç trafiğiyle İstanbul’un problemlerini aşma imkânı
yoktur. İstanbul’da 1999 depreminde oluşan yıkım sonrası şu anda ayakta
zor duran binaları mutlaka boşaltmamız lazım. Buna hem akademisyen
olarak bir baskı oluşturmamız lazım, hem de biz sorumlular olarak. İstanbul
Büyükşehir Belediyemizle birlikte, mutlaka önümüzdeki dönemde –sağ olsun
hocam, büyüğüm ağabeyim- İstanbul’un Çevre Düzeni Planı, hem 25 000’lik
planı, bundan sonra da alt ölçekteki 5 000’lik nazım planlar ve daha alt
ölçekteki 1 000’lik uygulama planları da peş peşe geldikten sonra,
İstanbul’da artık büyük projelerin zamanı alışılmışın dışındaki projeler
20
zamanı ve İstanbul’da eylem zamanının geldiğini ve geçtiğini ifade etmek
lazım.
Biz bugün Türkiye’de 11-12 katrilyon TL’ye yaklaşan bir yatırım realize ettik.
Bu yatırımın 4 milyar YTL’den fazlasını İstanbul’dan kazandık. Bu bakımdan,
İstanbul kendi kendisini yenileyecek özelliklere, kendi kendisini dünya
ölçeğinde en ön saflarda, birinci lige çıkartacak konuma fazlasıyla sahiptir.
İstanbul’da bugün 3.5 milyon turist geliyorsa, bu bizim hatamızdır. Paris’e 70
milyon turist geliyor senede, İstanbul’a 3.5 milyon; bu olmaz. İstanbul’a 25
milyon turist geldiği zaman, İstanbul kendi çarkını döndürecek ve
Türkiye’deki cari açığı da kapatacak bir konuma gelecektir. Bugün
Türkiye’deki 30 milyar dolar civarındaki cari açık da, Türkiye’deki terörden
sonra en büyük sıkıntımızdır. Bu sıkıntıyı da İstanbul ortadan kaldıracak.
İstanbul’da ilk etapta, ilk adımda 20 milyon turist, arkasından 50 milyon ve
100 milyon turist ile Çorlu’dan Gebze’ye kadar ve daha arka kanatlarda
Düzce’ye kadar, diğer taraftan Çanakkale’ye, Tekirdağ ve Kırklareli’ne kadar,
güneyde de Balıkesir, Bursa ve Edremit bölgesine kadar yayılan,
desantralize olan bir İstanbul, Türkiye’yi de kurtaracak ve Ortadoğu’daki bu
sıkıntılara da deva olacak bir konumdadır. Bu bakımdan İstanbul’un
güzelliklerini, özelliklerini, çok derinlere giden tarihi yapısını öne çıkartmak
suretiyle yine İstanbul Büyükşehir Belediyesiyle ortaya koyduğumuz, bugün
başta Küçükçekmece’de yapmış olduğumuz kentsel yenileme projeleri ve
gecekondu dönüşüm projeleri, arkasından Fatih’te Neslişah Mahallesinde,
Sulukule’de
yapmakta
olduğumuz
proje,
Beyoğlu’nda
Hacıhüsrev’de
yapmakta olduğumuz proje, Kadıköy’de, Fikirtepe’de ve Emekevler’de
yapmakta olduğumuz proje, Maltepe Başıbüyük’te, İstanbul’un birçok
yerinde, Bağcılar’da, Derbent’te yapmakta olduğumuz projeler, halkımızı da
incitmeden, karşılıklı anlayış ve ikna metoduna dayalı olmak suretiyle -bugün
çok şükür basınımızın da, akademisyenlerin de çok ciddi desteğini
almaktayız-
artık
açıkgözler
hayat
gecekondu
dönüşümlerinde
bulamamakta
ve
bu
21
kentsel
projelerin
yenilemelerde
tekerine
çomak
sokamamaktadır. Bu, Türkiye’nin geldiği çok önemli bir noktadır. Bundan
sonra bu katlanarak devam edecek.
Bugün biz TOKİ olarak Türkiye’de 130’a yakın belediyeyle kentsel yenileme
projeleri, dönüşüm projeleri yapmaktayız. Erzincan’da bitirdiğimiz çok güzel
proje var, Trabzon Zağnos deresinde bitirdiğimiz çok güzel proje var.
Hatay’da, Karabük’te, Denizli’de, İzmit’te Türkiye’nin çeşitli yerlerinde yapıp,
realize ettiğimiz, gecekondu bölgelerini tasfiye ederek, çok güzel modern
şehir parçacıkları haline getirdiğimiz, yaşam birimleri haline getirdiğimiz
projeler var. Bu birikimi, bu deneyimi, bu portföyü oluşturduk. Bundan sonra
Büyükşehir Belediyemizle, Başkanımızla birbirimize daha canhıraş bir
gayretle sarılmak suretiyle ve ilçe belediyelerimizi de çok daha iyi disipline
ederek, senkronize ederek, karşılıklı motive ederek, elektrik almak elektrik
vermek suretiyle, İstanbullunun birlikteliğini ve İstanbullunun heyecanını da
işin içine katmak suretiyle, İstanbul’daki kaynakla, İstanbul’un problemlerini
çözerek ve sadece İstanbul’un değil, Türkiye’nin vizyonunu artırarak,
Türkiye’deki kişi başına düşen gelir seviyesini de çok daha yukarılara
getirmek
suretiyle,
Avrupa’yla
kucaklaşma
noktasında,
dünyayla
bütünleşmek noktasında, İstanbul’umuzu vitrine koymak ve İstanbul’un
güzelliklerini vitrine koymak suretiyle projelere devam edeceğiz.
İstanbul’da
TOKİ
olarak
İstanbul
Büyükşehir
Belediyesiyle
yapmış
olduğumuz işbirliği çerçevesinde, İstanbul’da yaklaşık 90 bölgede şu anda
şantiyelerimiz devam etmektedir. İstanbul’da 60 bine yakın konut inşaatı şu
anda yapıyoruz, bunların büyük bir kısmını da bitirdik. Bunlarla birlikte sosyal
donatılar kapsamında çok güzel yatırımlarımız var, köprülü kavşaklardan
altyapıları kadar, dere ıslahlarına, yol yapımlarına, altyapılara kadar İstanbul
Büyükşehir Belediyesine yardımcı olmak suretiyle bu çalışmalarımıza devam
ediyoruz.
Önümüzdeki süreçte, belki de yeni birtakım yasal düzenlemelerle, İstanbul
Büyükşehir Belediyesiyle daha akuple olmak tarzında, İstanbul’daki kentsel
22
yenilemeleri ve gecekondu dönüşümlerini yerinde kaynak üretmek veya
taşımak suretiyle insanlarımızı ikna etmek, ama açıkgözlere de hiç fırsat
vermeden, çok ciddi bir biçimde bunları yürüteceğiz. Sözlerimin arasında
ifade ettim, tekrar ifade etmek istiyorum. Bugün Türkiye’de bize göre
terörden sonra -ki dün de maalesef 13 tane evladımızı, askerimizi kaybettik,
çok acı bir şey yüreklerimizi dağlayan bir olay- bunun arkasında gecekondu
olayı da var. En büyük birinci problemimiz terör, terörden sonra cari açık,
sonra gecekondulaşma ve çarpık yapılaşmadır. Birbirine bağlı ve dayalı olan
bu problemleri çözmek için elimizden gelen en üstün gayreti göstereceğiz.
Burada mihenk taşı İstanbul. Ankara’da biz, Ankara kent girişi protokol
yolunda, yaklaşık 8 bin gecekonduyu yıktık ve onların bir bölümünü hak
sahibi olmayanlara uzun vadeli ev vermek suretiyle, onları evlerine
yerleştiriyoruz; hak sahibi olanların da yerinden ev inşaatları şu anda devam
ediyor, Ankara Büyükşehir Belediyemizle yapıyoruz, vereceğiz. İstanbul’da
bu biraz daha zor, ama biraz daha yasal takviye lazım, biraz daha
üniversitelerimizin ve Odalarımızın desteği lazım, sivil toplum kuruluşları ve
bu konuda kafasını yoran diğer aktörlerin desteği lazım, İstanbul halkının
desteği lazım, bilim adamlarımızın, sermaye grubunun desteği lazım.
Gerçekten alışılmışın dışında bir eylem planıyla, projelerle, ama mutlaka
projeleri araziye uydurmak suretiyle, bu projeler evlerimizin köşesinde,
raflarında, ofislerimizin raflarında ve belediyemizin raflarında durduğu sürece
İstanbul’da güç kaybetmeye, dünyada güç kaybetmeye, ülkede güç
kaybetmeye devam ederiz. Yüzde 100 doğru değil, ama yüzde 70 doğruyu
yakalamak suretiyle yolumuza mutlaka devam edeceğiz.
Ben
katılımcılara
yürekten
teşekkür
ediyorum.
Bu
sempozyumun
İstanbul’umuza, ülkemize hayırlı olmasını diliyorum. Hepinize tekrar saygılar
sunuyorum. (Alkışlar)
SUNUCU- Sayın TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar’a teşekkür ediyoruz.
-----&-----
23
AÇILIŞ OTURUMU
“PLANLAMADA DEĞİŞİM VE YENİ ARAYIŞLAR”
Oturum Başkanı: Doç. Dr. Fatma ÜNSAL
------&-----SUNUCU- “Planlamada Değişim ve Yeni Arayışlar” temalı açılış oturumunu
başlatmak üzere Sayın Doç. Dr. Fatma Ünsal’ı kürsüye davet ediyoruz.
OTURUM BAŞKANI (Doç. Dr. Fatma Ünsal)- Değerli konuklar; açılış
konuşmasında da bahsettiğimiz gibi günün ilerleyen saatlerinde ve yarın
kapsamlı olarak kentsel projeleri tartışacağız, masaya yatıracağız. Fakat
onun öncesinde, bu kentsel projelerin içinde olduğu kentsel bağlamı ve
planlama sürecini çok boyutlu olarak irdelemek üzere bir açılış oturumumuz
var.
Ben burada programda görüldüğü sırayla konuşmacılarımızı kürsüye davet
etmek istiyorum: Prof. Dr. Hüseyin Cengiz Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir ve
Bölge Planlama Bölüm Başkanı, Prof. Dr. Nuran Zeren Gülersoy İstanbul
Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölüm Başkanı, Prof. Dr. Güzin
Konuk Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama
Bölüm Başkanı, Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Yrd. Doç. Dr.
Pınar Özden.
Programımızdaki kısa bir gecikmeden dolayı, mümkün olduğu kadar
konuşmalarımızı 10 dakikayla sınırlı tutmak hedefindeyiz. Yine aynı sırayla,
Hüseyin hocam buyurun lütfen, 10 dakika.
24
Prof. Dr. HÜSEYİN CENGİZ (Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge
Planlama Bölümü Başkanı)- Teşekkürler, günaydın.
Sözlerime İstanbul adına bizi buluşturmak için çaba harcayan herkese
teşekkür ederek başlamak istiyorum. Niçin planlamada değişim ve yeni
arayışlar?
Çünkü
hızlı
değişim
ve
dönüşüm
sürecinde,
günümüz
koşullarında sanayileşme ve metropolitenleşme sürecini çarpık yaşamış
İstanbul’un fizik mekânlarının yeniden yaratılması gerekmektedir. Bilindiği
gibi, son 30 yıldan günümüze dünyada yaşanan sosyo-ekonomik ve
teknolojik gelişmeler, günümüz dünyasında bilgi toplumu ile başlayan
küreselleşme süreci ve bu sürecin bölgesel ve şehirsel mekâna getirdiği
değişim ve dönüşümler, fiziksel planlama anlayışı ve politikalarında önemli
değişiklikleri gündeme getirmiştir. Temel teknolojinin bilgisayar olması ve
pazarın da global ekonomiye eklemlenmesi sonucunda stratejik mekânsal
planlama bir çıkış noktası olarak görülmektedir. Bu nedenle, ekonomik ve
sosyal gelişimi amaçlanan bölgenin geleceğini şekillendirmede rol oynayan
ve bu amaçlara ulaşmak için eylemler ortaya koyan, stratejik mekânsal
planlama modeli, bölgelerin ve şehirlerin sosyal, ekonomik, tarihi, kültürel,
ekolojik ve teknolojik kaynaklarını kullanarak, küresel ekonomiye entegre
olma yolunu seçmektedir. Bu anlamda küresel ekonomiye eklemlenerek,
gelişme öngörülmekte, ancak yerelleşme olgusu farklı boyut kazanmaktadır.
Avrupa Birliğine entegrasyon sürecinde İstanbul, bugün sanayi sonrası
küresel hizmet kenti oluşumu yaşamakta ve 2010 yılında Avrupa kültür
başkenti
olma
sürecinde
mekânsal
olarak
yeniden
yaratılmaktadır.
Sanayileşme sürecinin mekân organizasyonu radikal olarak değişmektedir.
Küreselleşme sürecinde kentler birbirleriyle yarışmakta, küresel rekabet
koşulları kentleri yaratıcı ekonomiler için zorlamaktadır. Kentler bu süreçte
marka haline gelerek, kendilerini pazarlamakta ve kent mekânının
niteliklerinin artırılması kapsamında mekânın yeniden yaratılması, değişim
ve dönüşümü zorunlu kılmaktadır. Dönüşümün hızı önemli değişmeler
meydana getirmektedir. Günümüzde üretilmiş bazı planlarda, yerleşme
25
içinde büyük bir alana, kentsel dönüşüm proje alanı lejantı getirilerek,
mekânın işlevsel dönüşümü sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu yaklaşımın
daha önce dönüşümü parsel ölçeğinde sağlayan, ilan edilen turizm alanı
yaklaşımından pek bir farkı yoktur. Proje alanının çevreye etkileri, çevreye
entegrasyonu, dönüşüm için potansiyel oluşturup oluşturmadığı gibi konular,
bu yaklaşımda göz ardı edildiği izlenimi vermektedir. Günceli yakalamak
adına İstanbul’da Büyük Projeler dendiğinde aklıma en önemli proje olarak
İstanbul’a su getirme projesi geliyor. Melen suyunun bağlanması için 1.5
kilometrelik bir bağlantının kaldığı, dünkü gazete haberinde okudum. Bu
haber aslında şu mesajı da bize beraberinde getiriyor. Doğal kaynakların ve
su havzalarının yönetiminin bu konuda proje üretilmesinin ne kadar acil,
önemli ve hayati olduğunu vurgulamaktadır.
İkinci en önemli projesi İstanbul’un iki yakasını, boğazın altından bağlayacak
olan, tüplerinin üçte birinin tamamlanmış olduğu Marmaray projesidir.
İstanbul’un Eminönü, Üsküdar, Kadıköy gibi tarihsel bir ürünü olan söz
konusu
yerleşmeleri,
yerleşmelerle
nasıl
dolaysız
olarak
ilişkilendirileceği,
etkileyecek
tarihi
kent
bu
projenin,
mekânlarını
bu
nasıl
etkileyeceği ve etkilerin nasıl giderileceği konuları mevcut planlarda
izlenememektedir. Aslında, bu iki önemli projeye dikkat çekmek istedim.
Zannediyorum, zaman da çok az, fazla da uzatmak istemiyorum. Devam
eden mevcut kavşakların düzenlenmesi projesi olumlu bir yaklaşım gibi
gözükmesine rağmen, kentin E-5 üstündeki yerleşmelerini birbirleriyle
ilişkilendirecek, E-5’i kullanmadan erişebilirliklerini artıracak, kent içi ana
aksların geliştirilmesine yönelik projelere ihtiyaç vardır.
Teşekkür ederim.
Prof. Dr. NURAN ZEREN GÜLERSOY (İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir
ve Bölge Planlama Bölümü Başkanı)- Teşekkür ederim.
Sayın konuklar; sizleri İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir
ve Bölge Planlaması Bölümü adına saygıyla selamlarım. Sizleri saygıyla
26
selamlarken,
bu
organizasyonu
gerçekleştiren
arkadaşlarıma,
bizim
dışımızdaki üniversitelere ve Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesine
teşekkürlerimi sunarım.
Evet, hepimiz biliyoruz İstanbul’un son 100 yılda benzeri görülmemiş bir
değişim içinde olduğunu, nüfusunun katlandığını.
Gerek Avrupa ülkeleri
içinde gerek OECD ülkeleri içinde, gerek dünyadaki büyük metropoliten
kentleri içinde, nüfus açısından da özel bir yeri var. Çok özel bir coğrafi
konumu olduğunu, doğal değerlerinin önemini yine hepimiz biliyoruz. Çok
zengin tarihi ve kültürel mimari mirasa sahibiz. İstanbul, Türkiye’nin
ekonomik dünyasında da çok önemli bir yeri olan bir şehir. Hemen her
dönemde sadece Türkiye için değil, dünya için olan önemi nedeniyle gerek
yerel gerek merkezi yöneticiler, İstanbul’u yalnız kültürel, doğal ve tarihi
özellikleriyle değil, aynı zamanda ekonomik potansiyelleriyle de ön plana
çıkarmaya, dünya pazarlarına açmaya ve ön plana çıkarmaya gayret
ediyorlar. Bu ekonomik büyüme, üretim, ticaret, servis, kültür ve turizm
alanlarında daha da öne çıkıyor, İstanbul kentinin potansiyeli nedeniyle.
İstanbul, özellikle son yıllarda dünyadaki gelişmelere de paralel olarak
ekonomik konularda dünya pazarlarında rekabet etmeye çalışırken, sadece
kendi gücüyle değil tabii ki ön plana çıkma gayreti, aynı zamanda başka
ülkelerin kentleriyle de rekabet etmek durumunda. Özellikle Çin, Doğu
Avrupa ve Asya ülkelerinde ortaya çıkan, İstanbul ve belki de Türkiye
ekonomisini -örneğin tekstil açısından- tehdit eden rakip kentlerle de
uğraşmak, onlar da boy ölçüşmek ve onlardaki gelişmeleri de dikkate almak
zorunda. Büyüme, özellikle ekonomik alandaki hızla büyüme çabaları bir
yandan ekonomiyi geliştirme gayretlerini güçlendirirken, diğer yandan eğer
planla bütünleştirilmezse plansız kentleşme, göç ve çeşitli fiziksel altyapı
sorunlarına neden oluyor. Eğer planlı ve düzenli, bir sistem içinde, eğer bir
planlama hiyerarşisi içine oturtulmazsa yapılan bu çalışmalar, -burada büyük
projeler diyoruz- zaman zaman getirilerinden büyük belki de götürüleri
olabiliyor.
27
Güneydoğu Avrupa ülkelerinin yakın komşuluğunda olması, Bulgaristan,
Yunanistan gibi, Karadeniz’e açılan kapı olması, Rusya, Arnavutluk,
Ermenistan, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Tacikistan
gibi ülkelerle yakın bağlantısı, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Cezayir, Fas,
Mısır, Suudi Arabistan, İsrail, Ürdün, İran, Lübnan, Suriye gibi ülkelerle
ekonomik ve kültürel ilişkiler içine girmesini ve bu ilişkileri her yönüyle
güçlendirmesini de gerekli kılıyor.
İstanbul, sahip olduğu stratejik konumu nedeniyle, sahip olduğu kültürel ve
doğal değerleriyle, bölgesel bir çekim merkezi özelliğini taşıyor. Avrasya
bölgesi olarak tanımlanan bölgenin, özellikle üç alanda son yıllarda finans ve
servis, lojistik, iletişim, ulaşım, altyapı ve turizm ve kültür konularında
merkezi olma durumunda. Bütün bu yapı tabii ki kentlere fiziksel anlamda da
yansıyor. Örneğin finans ve servis merkezi olması, bankalar, finans
kurumları, sigorta, gayrimenkul sektörü, reklam şirketleri, lojistik servisleri
yalnızca ekonomik boyutuyla değil, mekânsal boyutuyla da etkiliyor ve
dolayısıyla bizi çok ilgilendiriyor. İşte herhalde bu yüzden ki Dubai Prensi,
Katar Emiri bu cazibe merkezine yatırım yapmak istiyor. Finans ve servis
sektöründe OECD ülkeleri içinde de ön planda geldiğini biliyoruz. Bütün bu
konular ve projeler bundan sonraki oturumlarda ayrıntılarıyla tartışılacak.
Lojistik yönden bakılınca İstanbul Türkiye’nin Asya ve Avrupa’ya açılan
ticaret kapısı dedik. Ticaret kapısı olması aynı zamanda ulaşım, iletişim ve
lojistik yönden çok büyük önem taşıyor.
Avrupa’ya Berlin-İstanbul koridoru olarak tanımlanan güzergaha, yine
Avrupa Birliği transport koridor olarak tanımlanan Avrupa-Kafkasya-Asya
bağlantısıyla da bütünleştirilen ulaşım hattı, 1993’te başlatılan programla
Karadeniz çevresinde bir ring yolu yaparak, Avrupa’yı İstanbul’dan Akdeniz’e
bağlamayı planlayan ulaşım, Ortadoğu’ya İstanbul-Ankara-Irak bağlantısı..
Bütün bunlar aslında İstanbul’daki bu global gelişmenin sonuçları. Lojistik
hat, lojistik merkez olarak da tanımlanması farklı ulaşım türlerinin de
kuşkusuz kombinasyonunu gerektiriyor. Detayları daha sonraki oturumda
28
tartışılacak olan çok sayıda uluslararası ulaşım projemiz var. Bunların
sadece karayoluyla değil, kuşkusuz havayolu, denizyolu, liman kolaylıklarıyla
da bütünleştirilmesi gerekiyor.
İstanbul yalnız Türkiye’nin değil, yalnız Avrupa’nın değil, yalnız Ortadoğu’nun
değil aslında dünyanın merkezi. Avrasya’nın dünyaya açılan kapısı ve
bağlantı noktası. Avrupa, Asya, Ortadoğu, Eski Doğu Avrupa Bloku
ülkelerinin finansal merkezi, lojistik merkezi, turizm ve kültür merkezi.
İstanbul aynı zamanda Türkiye’nin ve saydığım çevrenin inovasyon ve bilgi
temelli teknoloji ve iş merkezi. Bütün bu özellikleri nedeniyle kuşkusuz
İstanbul’un birbiriyle iyi ilişkilendirilmiş ulaşım sistemi, yolları, karayolları,
demiryolları, havayolları ve bunları tamamlayan alanları, liman gibi havayolu
gibi çok büyük önem taşıyor. Birbirleriyle, üst düzey kararlarıyla da ilişkili,
kent üzerindeki tüm etkilerini dikkate alacak çözüm sunarken, sorun
yaratmayacak projelere kuşkusuz ihtiyacımız var ve bu projelerin de ilgili tüm
kuruluşlarla bütünleşik olarak, sadece parsel ya da sadece çevre ölçeğinde
kararlarla geliştirilmesi sanıyorum bizi endişelendiriyor. Yalnız ekonomik
boyutunu, yalnızca ekonomik etkilerini değil kent üzerinde yaratacağı diğer
sosyal, kültürel etkileri de dikkate alan çözümlere ihtiyacımız var. Bitirirken,
organizasyon komitesine ve katılımcılara tekrar teşekkür ediyorum ve bu
toplantının İstanbul için başarılı sonuçlar getirmesini diliyorum. (Alkışlar)
Prof. Dr. GÜZİN KONUK (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir
ve Bölge Planlama Bölümü Başkanı)- Değerli konuklar, sevgili öğrenciler;
ilkini yapmakta olduğumuz İstanbul Buluşmalarına hoş geldiniz. Bundan
yaklaşık 1.5 yıl önce, bölüm başkanlığı görevine başladığım zaman, şimdi
aramızda olan Sayın Ahmet Turgut, o zaman İstanbul Şehir Plancıları Odası
Başkanı olarak yaptığı ziyarette, ortak bölüm tartışmalarında bir konunun
hâlâ eksik olduğu ve bizim için de önemli bir misyon olduğu gündeme geldi.
Neydi bu? İstanbul’un bu öncü, yenilikçi, dinamik yapısının farklılaşan
biçimde bütün kurumlarla birlikte ele alınarak, İstanbul buluşmalarında
tartışılabilmesi. Bu laboratuarın sürekli izlenmesi, her yıl yapılan toplantılarla
29
bu yenilikçi yapının dünyayla örtüştürülerek, ülkenin diğer yapısına doğru
birtakım bilgileri aktarabilmesi. Bu fikirden yola çıkan bu toplantının bugün
gerçekleşmesi beni çok mutlu ediyor. Sayın Bayraktar çok güzel bir kelime
kullandı İstanbul için, “ülkenin gözbebeği” dedi. Gerçekten Türkiye’nin
gözbebeği nitelikli, yani o kadar hassas, o kadar bunun önemli olan bu
merkezi, biraz önce söylediğim gibi, pek çok küresel dinamikleri de dünya
kenti olma etkilerini de bünyesinde taşıyor. O zaman geleceğe bakışımızda
İstanbul’a olan bu farklı yaklaşımımızı, yenilikçi planlama anlayışının
beklentileri çerçevesinde ele almalıyız.
Burada yenilikçi planlama anlayışı ve yeni değişimleri gündeme getirmek
istediğimizde iki kavramdan hareket etmemiz gerekiyor. Biri mekânsal
stratejik planlama, bir diğeri de kentsel projeler. İşte bu ilk toplantı, bu çok
güçlü iki kavramı da burada hep beraber tartışma fırsatı bize verdi. Buna iki
kavram diyorum, ama biliyoruz ki gerek mekânsal stratejik plan ve gerekse
kentsel projeler birbirinin ayrılmaz parçası. Sayın Hüseyin Kaptan hocamız
da bunu İstanbul örneğinde çok net ortaya koydu. 80 sonrası değişimler,
küreselleşme diye tanımladığımız bu değişimler, ülkelerin sınır ötesi
ilişkilerini hızlandırdı, ekonomik ilişkilerini hızlandırdı ve tüm aktörlerin birlikte
hareket edebilirliğini gerekli olarak ortaya koydu. Bugüne kadar geleneksel
planlama
anlayışıyla
ele
aldığımız
sistemin
bu
değişimin
hızıyla
örtüşemediği, bu geleneksel planın üstten buyurucu özelliğinin artık alttaki
kentsel dinamiklerle hızla kenetlenemediği görüşünü bize net olarak koydu.
O zaman bütün dünyada olduğu gibi yeni arayışlar, stratejik planlama
dediğimiz yeni bir planlama yaklaşımını bu koşullarla, bu konjonktürle çok iyi
örtüşür bir biçimde ortaya koydu.
Stratejik planlamanın değişen yapısında mekân stratejileriyle bütünleşmesi,
geleneksel arazi kullanımı planından öte tüm aktörlerin birlikte hareket ettiği
ve kentsel dinamiklerin, kentsel sorunlarla ve projelerle hızla buluşacağı bir
yeni yaklaşım modeliydi. Son 80 sonrası gelişmelerle ortaya çıkan bu
kavramsal yaklaşım, tüm dünya üniversitelerinde bu bağlamda geliştirildi.
30
Stratejik plan, biraz evvel söylediğim gibi aynı zamanda eylem projelerini de
büyük kentsel projeleri de aynı güçle birlikte yan yana taşıyordu. Mekânsal
gelişme stratejileri mekânın o dinamik yapısındaki sosyal strüktürdeki
sorunları daha iyi okumayı, mekânın o dinamik yapısındaki beklentilerini
hızla kentsel projelerle kente geri döndürmeyi hedeflemekteydi. İşte
planlamada yeni arayışlar çerçevesinde mekânsal stratejiler, bu stratejileri
tetikleyecek projelerin varlığı geleceğimiz için çok önemli.
Kentsel projelerin olmazsa olmaz üç önemli özelliği var. Bunu ısrarla
söylemek istiyorum, çünkü bugünkü toplantıyla da çok örtüştüğünü
görüyorum.
Kentsel
projelerin
birinci
özelliği
kentin
dinamikleri
ile
planlamanın hedefini kesinlikle buluşturmak. Yani kentin dinamiklerini çok iyi
okumak, hızla okumak ve bunu planlamanın hedefleriyle güçlü bir şekilde
hızla el ele tutuşturmak. İkincisi, plan-proje diyalektiği, bu da yine stratejik
planla eylem projelerinin olmazsa olmaz, birlikte hareket edebilirliğinin
sağlanması. Mutlaka stratejik planın eylem projeleriyle aynı anda, birlikte,
önce plan sonra eylem projeleri değil, birlikte olmazsa olmaz parçaları olarak
ortaya gelebilmesi. Üçüncüsü ise, kamu-özel sektör birlikteliği. Bu üç yenilik,
dünyadaki küresel sistemdeki değişimlerin paralelinde planlamaya da
yansımış ve planlarla birlikte kentlerde çözüm aracı olarak ortaya çıkmıştır.
Mutlaka bu hızlı değişim -giriş konuşmasında Sayın Ünsal da bahsettikentsel projeleri de özel sektörün hızlı, değişken yapısının kentlerde parçacı
yaklaşımlarla kenti böldüğünü de biliyoruz, ama bizim planlama bağlamında
bütünsel bakışımız içerisinde planlama ve projelerin birlikte hareket
edebilirliliğini sistematik ele almanın da önemini yadsımıyoruz.
Kamu ve özel sektörün birlikte hareket edebilirliliği, bizim için kaçınılmaz,
olmazsa olmaz yeni yaklaşım. Zaten küreselleşme de çok aktörlü yapısında
bu birlikteliği güçlü olarak ortaya koyuyor.
Buradan kısaca çıkaracağım sonuç şu ki: Bu toplantı geleneksel
toplantılardan farklı olarak yenilikçi bir özellik de taşımayı hedefliyor. Bu üç
31
üniversite,
planlamanın
tüm
kuramsal
gelişimini
izleyen,
inceleyen,
planlamaya ciddi katkılar getiren bu üç üniversitenin, kentin dinamikleriyle,
bir yeni platformda buluşmasını hedefliyor. Bu buluşma platformunun da çok
aktörlü bir platform olmasını hedefleniyor. Yani, kentteki tüm grupların birlikte
hareket edebilirliliğini sağlayacak zemini oluşturmak. Zaten şu anda bu
yenilikçi yapıda en çok zorlandığımız olgu da bu sürecin kontrolü ve bu süreç
içerisinde aktörlerin birlikte hareket edebildiği yeni modelin güçlü ortaya
konabilmesi. İnanıyorum ki bugün ve yarın birlikte yapacağımız yuvarlak
masa toplantıları, bu çok aktörlü yapıdaki buluşmayı gerçekleştirecek, bunun
ilk özgün örneği olacak ve buradan yola çıkarak biz hep beraber geleceğimiz
için yeni kararları birlikte etüt ederek, bir noktaya doğru gitmeye çalışacağız.
Kentimiz bizden bunu bekliyor diye düşünüyorum. Stratejik planın, projelerin
bütünlüğü içerisinde, İstanbul eylem projeleri ile yenilikçi birlikteliği ben
başarı ile gerçekleşeceğine inanıyorum.
Saygılarımı sunuyorum. (Alkışlar)
Yrd. Doç. Dr. PELİN PINAR ÖZDEN (Şehir Plancıları Odası İstanbul
Şubesi Başkanı)- Ben de teşekkür ediyorum. Hepinize hoş geldiniz
diyorum.
Güzin Hocam da söyledi, aslında bu etkinliğin gerisinde 1.5 yıllık bir çalışma
var. Üç şehircilik bölümümüz ve İstanbul şubemiz birlikte uzun bir zamandır
bu etkinliğin hazırlığı için uğraşıyorlar. Bunun da çok temel bir sebebi var.
Bizler aslında hep beraber her zaman bu tip çalışmalar içinde beraber olduk.
İstanbul’u doğrudan ilgilendiren, Türkiye’nin gündemini doğrudan ilgilendiren
bir çok konuda ortak etkinlikler yaptık. Ama İstanbul buluşmalarının şöyle bir
farkı olsun istedik: Her sene İstanbul’un gündemini çok derinden etkileyen,
İstanbul’u çok sarsan belli bir temanın ele alınıp, onun üzerinden bu
konuşmaların, bu gündemin oluşturulmasını istedik, böyle bir farkı olsun
istedik. Bu nedenle de İstanbul buluşmaları hem üç bölüm için, hem odamız
için farklı bir yere sahip ve hepimizi çok heyecanlandırıyor. Biz de diyoruz ki
32
“buradan çok önemli, çok güçlü mesajlar çıksın, ortak bir sesle, ortak bir dille
bunları ifade edebilelim”. Burada hepinize çok önemli görevler düşecek bu
sesi oluşturmada, bu mesajları vermede sizin de katkılarınızı bekleyeceğiz.
Dediğimiz gibi bu ilk toplantıda Büyük Projeler konusunu tema olarak seçtik.
Çünkü İstanbul’un gündeminde şu anda en önemli konu büyük projeler.
İstanbul yüzünün, kimliğinin hızla değiştiğini görüyoruz. Bir yandan marka
kent yarışması içinde İstanbul kendine bir yer seçmeye çalışıyor, diğer
kentler arasında rekabet etmeye çalışıyor. Buna da aslında biraz endişeyle
bakıyoruz. Biz hep İstanbul’un kendisinin bir marka olduğunu söylüyoruz,
yeni kimliklere, yeni sembollere de ihtiyacı olmadığını söylüyoruz. Bir yandan
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti olma süreci içinde bir çaba yaşıyor. Bu
anlamda İstanbul’a turizm, kongre ve kültür kimlikleri bir arada biçilmeye
çalışıyor, ama bu konuda da aslında çok üzerinde tartışılmış, uzlaşılmış
birtakım politikalar belirlenmiş de değil. Çok uzun vadeli bir vizyon üzerinde
uzlaşılmış değil, bu konuda birtakım programlar yapılmış değil. Bunlarla ilgili
endişeler var. Mesela 5 yıllık kalkınma planlarıyla İstanbul için 2023 Eylem
Planı ve Türkiye Turizm Stratejisi 2023 Eylem Planı birbiriyle ne kadar
örtüştüğü, bunlar konuşulmuş değil, birbirine entegre edilmiş değil. Bu
anlamda birtakım sıkıntılar var. Bir yandan turizm, kültür ve kongre merkezi
olma arayışı içinde, çabası içinde, birtakım büyük projeler, büyük yatırımlar
İstanbul’un çeşitli yerlerine serpiştiriliyor.
Özellikle liman alanlarında, bunu geçtiğimiz dönemde çok yaşadık,
biliyorsunuz hepiniz. Galataport süreci yaşadık, Haydarpaşa’da bir dünya
ticaret merkezi süreci yaşadık, şimdi Kazlıçeşme’de başka bir oluşum söz
konusu. Nuran hocam da bahsetti birçok büyük ölçekli ulaşım projesi, kamu
yatırımları, bu anlamda İstanbul’da harekete geçmiş durumda. Kamu bu işin
içinde ne kadar yer alıyor, ne kadar doğru noktada, bu işin içinde payı nedir
bunları tam olarak bilmiyoruz veya burada tartışmak istiyoruz. Bu
paylaşımdan kamuya düşen nedir, bunları burada paylaşmak, konuşmak
istiyoruz sizlerle. Büyük projeler İstanbul’un tarihi kentsel alanlarını nasıl
33
etkileyecek? Bu yönü çok fazla düşünülmüyor, doğrudan yatırım üzerinden
gidiliyor, kamusal ihtiyaçlar nedeniyle birtakım projelerin gerekliliğine vurgu
yapılıyor, ama bir yandan da baktığınızda İstanbul tarihi bir kent merkezi,
İstanbul dünyanın gözbebeği dedik bu anlamda. Tarihi alanlar bundan ne
kadar etkileniyor? Yeni yasalar, tarihi alanlarda dönüşümü teşvik etmeye
başladı, bu anlamda büyük projeler söz konusu. Sulukule’de birtakım
çalışmalar var, Ayvansaray’da var, çeşitli yerlerde birtakım çalışmalar söz
konusu. Son dönemde biliyorsunuz Süleymaniye projesi gündemde,
UNESCO uyarılarda bulunuyor. Bu anlamda da sıkıntılarımız var ve tüm bu
süreç içinde STK’lar kamu, meslek odaları, üniversiteler hepsi birbirine
gergin, setler giderek yükseliyor ve keskinleşiyor. Uzmanlaşma zeminlerine
ihtiyacımız var ve dolayısıyla biz bu toplantıda bunların hepsine birtakım
çözümler üretmek, birtakım mesajlarla güçlü bir şekilde seslenmek istiyoruz.
Diliyorum ki bu amacımıza erişiriz.
Herkese başarılar diliyorum. (Alkışlar)
OTURUM BAŞKANI- İstanbul’da kentsel gelişmeyi yönlendiren, etkileyen
tüm aktörler kadar, bütün bu gelişmelerden etkilenen, daha edilgen konumda
olan aktörleri de kucaklamayı, bir araya getirmeyi hedefleyen böyle bir
toplantı dizisinde kuşkusuz üniversiteler öncü bir rol üstlendi, meslek
odamızla birlikte. Bütün bu toplantıların hazırlık sürecinde de, bir tür birbirine
kenetlendiğini gördük bu üç üniversitenin meslek odasıyla. Şimdi de o
kenetlenmenin bir göstergesi, bir sergilenmesi oldu bu oturum. O ortak bir
dil, tek bir dil ama tek bir hedef, daha iyi, daha yaşanabilir, daha adil
bölüşülen bir kentsel düzenden söz ediyoruz. Dolayısıyla bunun da bir
sergisi oldu bu oturum.
Bütün katılımcılara tek tek teşekkür ediyorum. Kısa bir aradan sonra
yuvarlak masa toplantılarının, asıl tartışma ekseninin bir tür tematik açılımını
yapacak olan panelistlerimizin katılacağı -ki bu panelistlerimiz daha önce de
belirttiğim
gibi
yuvarlak
masa
toplantılarının
34
da
moderatörlüğünü
üstlenecekler- bir oturumumuz olacak. Kısa bir aradan sonra, saat 11:00’de
tekrar birlikte olacağız. (Alkışlar)
-----&----
35
İKİNCİ OTURUM
PANEL
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Güniz KONUK
-----&----OTURUM BAŞKANI (Prof. Dr. Güzin Konuk)- Bu toplantı dizimizin en
önemli oturumlarından birini açmak istiyorum, panel. Biliyorsunuz, dört
önemli yuvarlak masa ve bir serbest kürsümüz var. Özellikle yuvarlak
masada sektörel dört temel konuda katılımcılarla birlikte güçlü bilgi alışverişi
yapılacak. Bu dört yuvarlak masanın moderatörlerini şimdi sırayla buraya
davet etmek istiyorum, özellikle yuvarlak masaya ilişkin politikaları, ele
alışlarını sizlerle birlikte paylaşmak için: Sayın Prof. Dr. Fülin Bölen, İstanbul
Teknik Üniversitesi. Sayın Prof. Dr. Haluk Gerçek, İstanbul Teknik
Üniversitesi. Sayın Prof. Dr. Murat Güvenç, Bilgi Üniversitesi. Sayın Tavit
Töletavitoğlu, Yüksek Şehir Plancısı.
Tekrar hoş geldiniz.
Oturumlarda dört temel alan var. Bunları yuvarlak masaların sırasıyla kısaca
söylersek, birincisi sosyoekonomik yapıya ilişkin yapılacak olan yuvarlak
masa toplantısı, Sayın Prof. Dr. Murat Güvenç burada moderatör olarak rol
alacak. İkincisi konut üzerine, yine bugün yapılacak olan yuvarlak masa
toplantısı, burada da moderatör Sayın Prof. Dr. Fülin Bölen olacak. Yarın iki
ayrı yuvarlak masamız var. Hepsini aynı paralelde yapmak istedik, ama
hepsine katılmak istediğimizden buna gönlümüz el vermedi. Dolayısıyla,
ertesi gün hepimizin katılacağı bir dizi toplantı daha yer alıyor. Üçüncü
yuvarlak masa toplantısı ulaşım konusunda olacak, moderatör Sayın Prof.
Dr. Haluk Gerçek bu toplantıyı yönlendirecek. Son, dördüncü toplantı ise
büyük yatırımlar konusunda olacak, Sayın Tavit Töletavitoğlu da moderatör
olarak bunu yönlendirecek. Ben elimdeki panel sırasına göre söz vereceğim.
36
Prof. Dr. FÜLİN BÖLEN (İstanbul Teknik Üniversitesi)- Çok değerli
dinleyiciler, değerli öğrenciler; söze başlamadan önce bu görevi veren
organizasyona çok teşekkür etmek istiyorum. Daha önce söylendiği gibi
planlama açısından önemli gördüğümüz sorunları, farklı aktörlerle birlikte
tartışma fırsatı veren bu toplantı için çok teşekkür ediyorum ve başarılı
olmasını diliyorum. Benim görevim öğleden sonraki açık oturumda konut ile
ilgili olan Büyük Projeler konusundaki gelişmeleri, bana göre ortaya çıkan
sorunları sıralamak. Önce, İstanbul’daki konut alanlarıyla ilgili bir genel
durumu göstermek, hatırlamak için bir miktar slayt göstermek istiyorum.
İstanbul’daki
farklı
nitelikteki
konut
alanlarının
mekânsal
dağılımına
baktığımız zaman büyük bir alanın düzensiz gelişmiş alanlar olduğunu
görüyoruz. Bunlar içinde bir kısmı ıslah planlı olarak yeniden yasallaştırılmış.
Bir de, bunun dışında toplu konut olarak gerçekleştirilen konut alanları var.
Bunların önemli bir kısmı TOKİ arazisi olarak ortaya çıkıyor. Bunların havza
ile ilişkilerine de baktığımız zaman, bir kısmının havza için veya orman
alanları içine rastladığını da görebiliyoruz. Mevcut konut alanlarındaki
durumu anlamakta yarar var. Çünkü neye karşı bu büyük projeler
gerçekleştiriliyor, onun hakkında fikir sahibi olabiliyoruz. Yeni toplu konutların
nasıl geliştiğine dair örnekler, Ataşehir, Ataköy, Bahçeşehir gibi toplu
konutlardan ve daha ikinci büyüklükte olan toplu konutların durumlarını
görebiliyoruz. Bunun paralelinde İstanbul’un büyük bir bölümünü, yüzde 60
gibi bir bölümünü oluşturan, bildiğimiz gibi yasa dışı konutlar var. Bunların
son zamanlarda havza ve orman içinde geliştiğini görüyoruz. Fakat bu
orman içine ve havza içine girenler sadece düşük gelirli, kaçak yapılaşmalar
değil. Üst gelir dilimleri de orman içinde yeni siteler oluşturmaktalar.
Bunlara biraz daha ayrıntılı baktığımızda şöyle ki İMP’de konut ve yaşam
kalitesi olarak yaptığımız araştırma çerçevesinde, düzensiz, düzenli ve toplu
konut olarak yapılaşmış alanların yoğunluklarına bağlı olarak yaşam
kalitelerinin de değişmekte olduğunu görebiliyoruz. Mesela bu düşük
yoğunluklu bir düzensiz gelişmiş alan. Biraz daha yoğunluğu artınca
37
yoğunluğu doyma noktasına gelmiş olan Bayrampaşa’daki yapılaşma
durumunu görüyoruz. Düzenli yapılaşmış alanlarda, düşük ve orta
yoğunluklarda problem yok, fakat yüksek yoğunluklarda örneğin Şişli’de brüt
KAKS’ın 3.54 gibi yüksek rakamlara çıktığı sorunlarla karşı karşıya geliniyor.
Toplu konut alanları ise yine düşük yoğunluktan başlayarak, daha hassas
bölgelerdeki toplu konutlarda daha yüksek yoğunluklara çıkıyor. Fakat
yaşam kalitesi açısından, Ataköy gibi, Bahçeşehir gibi daha planlı olarak
yapılan toplu konutlarda, yaşam kalitesinin, açık alanların, yeşil alanların
daha iyi düzenlendiği örnekler ortaya çıkıyor. Buralarda, KAKS’ın iyi
planlanmış olan yerlerde 2’nin altında olduğunu görüyoruz. Ancak, bazı toplu
konutlarda, buradaki örnekte olduğu gibi, 2’nin üstünde olan durumda nasıl
bir çevre oluştuğunu da görebiliyoruz.
Büyük projeler dönemi olarak, konutla ilgili duruma baktığımız zaman -sabah
da örneklerini gördük- müthiş bir proje faaliyetiyle karşı karşıyayız
İstanbul’da. Bu inşaat firmalarını son derece heyecanlandıran bir durum.
Emlak dergilerine baktığımız zaman da bunu müthiş teşvik eden bir yaklaşım
içinde olduklarını görüyoruz. “Şimdi konut alma dönemi” diye bütün
gazetelerde, dergilerde reklamları görebiliyoruz. Bu büyük toplu konut
projelerinin dağılımına baktığımız zaman, nerelerde olduğuna baktığımız
zaman, özellikle Avrupa yakasında kuzeye doğru ciddi bir yönelme
olduğunu, dehşetle izleyebiliyoruz. Belli yerlerde yoğunlaştığını görüyoruz.
Anadolu yakasında da yine orman içine giren, ormana yaklaşan toplu konut
alanları ve havza içinde toplu alanlarını görebiliyoruz. Burada, Kiptaş’ın
nerelerde konut ürettiğine dair bir belge var. Oldukça yaygın bir şekilde
İstanbul’un çeşitli yerlerinde konut üretiliyor ve bunun büyük bir kısmı da üst
gelir dilimlerine ait. Büyük projeleri kent makro formu konumları açısından
değerlendirdiğimizde, 4 tipte topladım bunları. Birincisi, Halkalı, Bahçeşehir,
Ataşehir, Boğazköy, Mimaroba, Sinanoba gibi daha yüksek yoğunluklu ve
baştan planlanmış büyük toplu konut alanları. Bunlar etaplar halinde
gerçekleştiriliyor ve donatılarıyla birlikte planlandıkları için çok ciddi sorunlar
38
yaşanmıyor. Buna karşılık, bir de parça parça gerçekleştirilen büyük konut
alanları var. Örneğin Beylikdüzü, Büyükçekmece, Küçükçekmece’deki,
Göktürk’teki, Ispartakule, Çekmeköy’deki örnekler gibi. Bunlar belli alanlarda
yoğunlaşıp, birbirinden bağımsız ve üst plandan bana göre bağımsız olarak
geliştirildikleri için donatı alanları, yeşil alanları sağlamayan, birbirinden
kopuk bir çeşit gecekondu bölgelerine benzer durumlar yaratıyorlar. Nitekim
örneğin Beylikdüzü’nde, İMP’de, bu büyük toplu konut alanının daha kentsel
bir hale gelebilmesi için kentsel tasarım projesi yapılmak zorunda kalınıyor.
Üçüncü grup; TOKİ ve Kiptaş’ın başlattıkları dönüşüm alanlarındaki toplu
konut projeleri. Bunlar da, yine bulundukları yerde çok yoğun olarak
yapılaşıp, çevrelerine bir ek yük getiren nitelikte çalışmalar. Bir de konunun
dışında kaldığını düşündüğüm, küçük ölçekli toplu konut projeleri var, yine
yapı adası ölçeğinde, orman ve havza içinde gerçekleştirilen düşük
yoğunluklu villa siteler gibi.
Bu yeni durumlarda nelerle karşı karşıyayız? Merkezde böyle yapılaşmalar
söz konusu. Bunları hızla geçeceğim, birini görmek hepsini görmek gibi bir
şey oluyor. Bu arada, Kiptaş’ın da düşük gelirlilere hitap eden konut
üretiyorum derken ürettiği projelerden örnekler de var. Kule tipi yapılara karşı
olarak Boğazköy’deki toplu konut projelerin daha insan ölçeğinde ve çok
çeşitli tipler olduğunu görebiliyoruz. Ispartakule projesi bir yeni şehir
öneriyor. Bu, bana Kore’deki yeni toplu konut alanlarını çok hatırlatan,
hemen hemen aynı bir projeye benziyor. Bu da Hong Kong’daki durum, çok
fazla farkımız yok.
İstanbul’daki konut durumunu özetlersek, hızlı nüfus artışı baskısı altındayız,
yüzde 33 gibi değişik şeyler söylenebilir. Ama yaklaşık olarak böyle hızlı bir
artış var ve her yıl büyük bir nüfus ekleniyor. Yasadışı, düzensiz ve riskli
konut alanları yüzde 60 civarında. Bin kişi için üretilmesi gereken konut
sayısı 10 yerine 2.5 veya 8 arasında değişiyor. Yılda en az 100 bin konut
üretilmesi gerekiyor ve toplu konut projeleri ile üretilen konut sayısı 2007
39
yılında 20 bin civarında. Yani, toplu konut projeleri aslında bu büyük ihtiyacın
sadece çok küçük bir bölümünü karşılıyor. Bu büyük projelerle ilgili olarak,
önemli bir şey geri dönülmesi zor olan projelerin ortaya çıkması. Türkiye’de
böyle bir alışkanlık da çok eksik. Entegre, üst plan kararlarıyla birlikte
yürütülen büyük projeler, maalesef çok eksik. Bir yandan da böyle projelerin
doğru gerçekleşmesi için de bir politik iradenin olması lazım. Bugün toplu
konutun desteklenmesiyle birlikte bu politik irade mevcut. Konut sektörü çok
güçlü hale gelmiş durumda. Ancak, buna karşılık inşaat firmalarının
geliştirme konut alanlarını geliştirme konusunda çok deneyimleri yok.
Sadece bina üretme çabaları var. Konutların büyüklüğü ve satın alınabilirliği
konusunda önemli bir konu. Biraz evvel TOKİ’nin ürettiği konutların aslında,
ortanın altındaki aileler için satın alınabilirliği olmadığını görebiliyoruz bu
tabloda. Bu fiyatları düşürmeye çalışıyorlar. Hane halkı büyüklüğünde
değişiklikler var, daha küçük konuta talep var, ama bu daha çok orta ve üst
gelir dilimlerinde, düşük gelirlerde değil. Buna karşın düşük gelirliler için
küçük konut üretmek gibi bir çaba var.
Konut tipleriyle ilgili tercihlere baktığımızda, yaşam kalitesi anketinde İMP’de
yaptığımız araştırmada, insanların daha çok 3-4 katlı ve kentsel donatılara
yakın yerlerde oturmayı tercih ettiklerini, kentten kopuk çok katlı blokları
tercih etmediklerini görüyoruz. Bu çok katlı üretim biçiminin toplu konut
olarak yaratılan üretim biçiminin aslında kullanıcıyı yabancılaştıran, tek düze
çevreler oluşturduğundan şikâyetçiyiz. Aslında, başka ülkelerde de aynı
deneyim yaşanmış ve onlar dinamitleyerek bu alanları yok etmeye
çalışıyorlar. Bu alanların, bu çok katlı blokların sürdürülebilirliği yok.
Yenilenemeyen enerji kaynaklarını korumayı amaçlayan yaklaşımlar başka
ülkelerde çok yaygın olarak geliştirilirken, Türkiye’de henüz böyle bir konu
gündeme
gelmemiş
durumdadır.
Oysa,
geleceğin
yaşam
kalitesini
yükseltmenin yolu bu yaklaşımdan geçmektedir.
Sonuç olarak toplantıda konuşmayı amaçladığımız konular, mevcut konut
üretim biçimi, orta ve ortanın altındaki gelir gruplarının konut ihtiyacını
40
karşılamamaktadır. Üretilen konut çevreleri İstanbul coğrafyasında dönüşü
olmayan zararlar vermektedir. Üretilen tek tip kule konutlar kimliksiz çevreler
oluşturmaktadır.
Amaç, mevcut konut ihtiyacını toplumun yaşam kalitesini yükselterek
çözmek yerine, konut sektörünün canlı tutulması amacına dönüşmüştür.
Burada daha çok konut sektörü önem kazanmıştır, konut ihtiyacının
karşılanması değil. Soru olarak bugün panelde tartışmayı amaçladığımız
konu, konut sektöründeki bu canlılıktan yararlanarak, acaba olumlu çözümler
üretmek için neler yapılabilir, sorusudur.
OTURUM BAŞKANI- Çok teşekkürler. Çok net bir şekilde açtınız Sayın
Bölen.
Ben ikinci sözü Sayın Prof. Dr. Haluk Gerçek’e bırakıyorum, ulaşım
konusundaki yaklaşımını almak için.
Prof. Dr. HALUK GERÇEK (İstanbul Teknik Üniversitesi)- Tekrar hoş
geldiniz.
Ulaşım, tabii İstanbul’da yaşayanların günlük yaşamlarının önemli bir
bölümünü oluşturuyor. Bir yerden bir yere ulaşmaya çalışmakla geçiriyoruz
önemli
bir
zamanımızı.
Kentsel
ölçekte
baktığımızda
da,
stratejik
planlamayla ulaşım elbette iç içe ve birlikte yürütülmesi gereken bir çalışma.
Biz yarınki yuvarlak masa toplantısında ulaşımın değişik yönlerini tartışıp,
değerlendirmeye çalışacağız. Çok değişik farklı kesimleri temsil eden
konuşmacılar olacak. Karayollarından -İstanbul’da tabii önemli yatırımlar
yapılıyor, büyük projeler var karayollarıyla ilgili- 1. ve 17. bölgeden temsilciler
olacak. Marmaray projesi kentin en büyük ulaşım projesi, 3 milyar dolarlık bir
proje. Bununla ilgili çalışmalar yapan gruptan bir konuşmacımız olacak.
Onun dışında Arnavutköy Semt Girişimi, bir sivil toplum kuruluşu olarak, 3.
köprüyle ilgili tartışmalarda çok etkin bir rol oynamıştı daha önce
biliyorsunuz,
onlardan
bir
konuşmacımız
olacak.
Dünya
Kaynakları
Enstitüsünden, özellikle çevresel sorunlar, ulaştırmanın çevre üzerindeki
41
etkileri konusunda bize bilgi verecek bir başka konuşmacımız olacak. İnşaat
Mühendisleri Odası Başkanı aramızda olacak. Şehir Plancıları yine aramızda
olacak. Oldukça kalabalık bir grup, aşağı yukarı 9 kişilik bir yuvarlak masa
toplantısı yürütmeye çalışacağız.
Ben, bugünkü konuşma içerisinde sadece genel bazı noktalara değinmek
istiyorum. Sabahki konuşmalarda üstünü çizdiğimiz, planlamada değişim ve
yeni arayışlar, buna bağlı olarak da stratejik planlama yaklaşımı ve büyük
projeler bağlamında ulaştırmanın durumu nedir diye kısaca bakmak
istiyorum. Tabii mekânsal stratejiler ile ulaşım birbiriyle yakından ilişkili,
ulaşım projeleri ve bunların birlikte çözülmesi, etüt edilmesi gerekiyor.
İstanbul metropoliten planlama merkezindeki ilk çalışmalar başladığında da
zaten amaçlardan biri buydu. Ulaşımı kentsel stratejilerle, mekânsal
stratejilerle tamamlayıcı bir öğe olarak birlikte çözme doğrultusunda hareket
edildi. Ancak daha önceki planlarda olduğu gibi bu planda da ne yazık ki bu
hedef bana göre gerçekleşemedi. Çünkü stratejik plan tamamlandı, onandı,
ulaşım planı yeni yapılıyor. Ulaşım planı muhtemelen 1 yıl içerisinde
tamamlanacak.
Dolayısıyla stratejik planla ulaşım planı birlikteliğinde bir faz farkı ortaya çıktı,
daha önceki planlarda olduğu gibi. Bir başka önemli nokta, stratejik planda
yer alan ulaştırmaya ilişkin önemli bazı kararların, ulaşım planı modelleriyle
test edilmesi olanağı da olmadı. Bu testler yapılamadığı için orada önerilen
çözümlerin gerçekten doğru mu, yoksa yanlış çözümler olduğu ya da daha
iyi çözümlerinin bulunup bulunamayacağı olgusu henüz incelenmiş değil.
Çünkü o sırada bu model testlerini yapabilmek için gerekli olan ulaşım
modeliyle ilgili veriler yeni toplanıyordu. Bizde ne yazık ki işler birbiriyle tam
koordineli
bir
biçimde
yürütülemiyor.
Ama
stratejik
plan
içerisinde
ulaştırmaya ilişkin bazı ana kararlar da alındı. Bu kararların içerisinde,
özellikle büyük projeler açısından önemli olanlar 3. köprü ve bağlantı yolları
yok. Örneğin, Boğazın altına hükümetin yapmaya düşündüğü ve yakında
belki ihaleye çıkacak olan karayolu tüneli yok. Şu anda bir kısmının inşaatı
42
devam eden kent içi karayolu tünelleri yok bu planda. Birçok kavşak projesi
de yok tabii.
Buradan ikinci bir noktaya geliyoruz, plan çalışmalarıyla büyük projeler
arasında
önemli
bir
çelişki
var.
Çünkü
büyük
projeler
plan
dışı
kararlaştırılıyor. Yani şu anda hükümet 3. köprü ve kuzey Marmara çevre
yolunun yapımı konusunda karayolları üzerinden güzergâh çalışmalarını
yürütüyor. Ama bunlar planda yer almayan çalışmalar. Büyük bir olasılıkla
önümüzdeki Kasım ayında, eğer ulaşım planı takvimine uygun biçimde
bitirilirse belki ondan çok daha önce, hükümet 3. köprüyle ilgili kararı almış
olacak. Aynı şekilde karayolu için, sadece otomobiller için düşünülen
Harem’den girecek Kumkapı’dan çıkacak Boğaz’ın altındaki büyük tünel
projesi -ki bu da 1.6 milyar dolarlık bir projedir- o da yok planda. Ama onunla
ilgili fizibilite çalışmaları, bir Japon konsorsiyumu tarafından tamamlanmış
durumda. 126 tane kavşak yapıldı, bunların bir plan bütünlüğü olduğunu
söylemek çok zor. Yenileri de yapım aşamasında. Tamamlandığında 156
kilometre olacak kent içi karayolu tünelleri projesi var. İlk çıktığında “yedi
tepeye yedi tünel” başlığı altında lanse edilmişti. Bunların da planla hiçbir
şekilde ilişkisi yok,ama bir kısmı zaten yapımı sürüyor, bir kısmının da
ihaleleri yapılıyor.
Çok büyük yatırımlar gerektiren bu büyük projelerle ilgili kararlar tamamen
plan dışında, siyasi otoritenin kent ya da ülke yöneticilerinin vizyonları
doğrultusunda alınıyor. Burada tabii şu soruyu yanıtlamak lazım, o zaman
biz bu planları niye yapıyoruz. Ulaşım planı bir sene sonra tamamlandığı
zaman, zaten karar verilmiş ve bir kısmının da ihalesi yapılmış olan bu büyük
projeler, o planda yer alacak mı? Ya da o planda olmayan başka büyük
projeler mi gündeme gelecek? Sonra bunları sisteme nasıl entegre edeceğiz,
soruları var. Bunlar tabii ki yarınki yuvarlak masa toplantısında belki daha
ayrıntılı olarak tartışılması gereken konular. Diğer bir açıdan baktığımızda,
İstanbul’da ulaşıma ilişkin kararları, çok acele biçimde, tamamen kent
yöneticileri ve onların çevresindeki belirli bir danışmanlar grubu, ya da
43
uzmanlar grubu -bazen buna İstanbul belediyesinin yetkili kişileri “belediye
riyaseti” diyor- adı ne olursa olsun belirli bir grup tarafından alınıyor ve bunlar
bir an önce uygulamaya sokulmak isteniyor. Yani kentin içinde yaşadığı
ulaşım kaosundan kurtulmak için projeler üzerinden tartışıyoruz, plan
üzerinden tartışmıyoruz.
Her geçen gün gündeme yeni bir proje geliyor ya da yeni bir projeyle ilgili
düzenlemeler geliyor. Siyasilerin bakış açılarını bir ölçüde anlamak mümkün.
Kısa dönemli iktidarlar süresince -ki 4-5 yılla sınırlı seçim dönemleri- bir an
evvel bir şeyler yapıp, ortaya koymak istiyorlar. Plana inandıklarını söylemek
pek mümkün değil. Planı bekleyecek zaten sabırları da yok. O yüzden bir
yandan plan dışı kararlar alınıyor. Ancak, bu plan dışı kararlar çok ciddi
büyük projeler, biraz önce sıraladığımız projeler. Küçük trafik düzenlemeleri
değil, kentin geleceğini ipotek altına alan, kentin geleceğini biçimlendiren
projeler. Örneğin 3. köprünün eğer Sayın Başbakanın istediği, düşündüğü
gibi kuzeyde yapılması durumunda, su havzalarının orman alanlarının büyük
ölçüde tahrip olacağını, hatta bu konuda 800 hektarlık bir alanın
kaybolacağıyla ilgili bazı öngörüler var. Ki geçmişteki deneyimlerimize
bakarak bunun böyle olacağını düşünmek oldukça haklı.
Daha önce 1. köprü ve çevre yollarıyla, 2. köprü ve TEM bağlantılarıyla
İstanbul’un mekânsal durumunda, arazi kullanımında çok ciddi değişiklikler
oldu. Örneğin Sultanbeyli diye bir ilçe yokken TEM’den önce, bugün nüfusu
200 binin üstünde bir ilçe TEM’in çevresinde ortaya çıkmıştır. Çok büyük bir
olasılıkla, 3. köprü ve çevre yolları yapıldığında da onun çevresinde,
Sultanbeyli karakterinde değil, ama biraz önce Fulin Hanımın gösterdiği gibi
yüksek gelir grubuna hizmet eden konutların, villa tipi az yoğunluklu orman
içerisine yerleşmiş yapıların yer aldığı yerleşim alanları ortaya çıkacaktır.
Zaten bunlar bir yandan gelişmeye devam ediyor, bir şekilde ulaşım
sistemine entegre olmak istiyorlar. O zaman yapılmakta olan ulaşım planı
nasıl bir çözüm getirecek ve bunun şu anda onanmış olan stratejik planla
44
ilişkisi nasıl çözümlenecek, doğrusu ilginç bir soru olarak ortada benim
kafamda.
Son olarak, bence esas tartışılması önemli olan konulardan biri bugünkü gibi
birçok toplantı yapılıyor ve kendi aramızda nelerin yapılması ya da
yapılmaması gerektiği üzerinde karşılıklı görüşüyoruz. Ama burada dört tane
ana aktör grubu sayarsak, bunlardan biri siyasilerdir. Biraz önce söylediğim
gibi çabuk karar alıp, uygulamak isteyen, plana doğrusu fazla inanmayan ve
alttan da kendilerine fazla bir tepki gelmediği için kararlarında çok rahat eden
hareket eden bir grup var. Bu çabuk verilen kararlar yeteri kadar analiz
edilmediği için, son derece pahalı, birbiriyle uyumsuz, ortak bir politikaya
hizmet etmeyen birtakım çözümler ortaya çıkıyor.
İkincisi yatırımcılar var, proje geliştirilenler var. Tabii bunlar önemli bir baskı
grubu. Siyasi grupla zaman zaman birlikte çalıştıklarını da söylemek çok
mümkün. Bir anlamda kentin geleceğini belirli vizyonlar doğrultusunda ortaya
koyan gruplar bunlar.
Üçüncü grup meslek insanları, uzmanlar ya da profesyoneller, bizim de
içinde bulunduğumuz grup. Bizler boyuna konuşuyoruz, nelerin yapılması ya
da yapılmaması gerektiğini konusunda öneriler getiriyoruz. Ama bunlar
siyasileri fazla etkilemiyor, daha doğrusu pek dikkate alınmıyoruz. Üstelik bu
bilgilerin esas aktarılması gereken dördüncü grup, yani edilgen grup
dediğimiz halk ya da kentte yaşayanlar son derece bilgisizler bu konularda
ve ilgisizler de. Kendi küçük yaşam alanları içerisinde günlük sorunlarını
çözmekle uğraşıyorlar. Kentin makro planlarıyla ilgili büyük projeler
konusunda
açıkçası
çok
da
fazla
ilgili
değiller.
Hatta
kendilerine
sorulduğunda “yapılmış, yapılmıştır, büyük projeler yapılsın” diye bir sonuç
almak da mümkün. Asıl bundan sonra yapılacak işlerin bence tabana
yayılması, yani doğru bilgilendirmenin esas halka, kentte yaşayanlara
aktarılması ile ilgili birtakım yöntemler bulmamız lazım. Yoksa böyle kendi
aramızda yaptığımız toplantılar, elbette ki belirli bir işlevi vardır, hiçbir zaman
45
küçümsemiyorum,
ama
ne
siyasileri
etkiliyor
bunlar,
ne
de
esas
bilgilendirilmesi gereken edilgen grubu etkiliyor.
Çok teşekkür ederim. (Alkışlar)
OTURUM BAŞKANI- Teşekkürler Sayın Gerçek. Biliyorsunuz sonunda bir
deklarasyonumuz olacak, bütün herkese bu sonuçları yansıtacağımız, ümit
ederiz daha çok ses getirir.
Üçüncü konuşmacı olarak Sayın Prof. Dr. Murat Güvenç’e söz veriyorum,
sosyoekonomik yapıya ilişkin görüşler.
Prof. Dr. MURAT GÜVENÇ (Bilgi Üniversitesi)- Ben bu sosyal ve
ekonomik değişim meselesiyle bir süredir çalışıyorum. Bunun mekânsal ve
sosyal implikasyonlarını ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Öğleden sonra da
bunun şehir merkezine nasıl yansıdığını, nasıl yeni yaşam biçimleri ortaya
çıktığını, yeni yaşam tarzları nedir, biz acaba eskiden olduğu gibi mi
yaşıyoruz, aynı kentte aynı dünyayı mı paylaşıyoruz, yoksa aynı kentte farklı
dünyalarda yaşamak ne demektir, bu meseleleri tartışabileceğimiz, mahalle
örgütlerinden akademisyenlere kadar geniş bir çerçevede konuşacağız. Ben
bu öğleden sonraki tartışmalara bir ipucu sağlayabilecek genel bir resim
çizmeye çalışacağım. Bu büyük proje meselesini, sosyoekonomik değişimi
bu büyük projelerle beraber ele almaya çalışacağım.
Öncelikle Haluk Beye çok teşekkür etmem lazım. İçinde yaşadığımız ortamı,
bu büyük projenin ne demek olduğunu çok veciz bir şekilde anlattı. Bu büyük
proje dediğimiz şeyin bir olağanüstü dönem olduğunu, bizim her zaman
yaşadığımız dönemden farklı bir şeyler olduğunu çok güzel anlattı. Bu
noktada artık bizim eylemlerimizle, eylerimizi çerçevelemesi gereken yasal
çerçeve, planlama mevzuatı gibi şeyleri artık ayak bağı gibi görüyoruz ve iş
yapmaya başlıyoruz. Büyük projeler dediğimiz zaman, sadece projenin
ölçeğinden bahsetmiyoruz. Bir de işi yapıp etme biçimimizdeki değişikliklere
de işaret ediyoruz. Bunun örneklerine girmeyeceğim. Peki, bu özelliklerden
46
yakınmak yerine büyük proje dediğimiz şeyi nasıl çözebiliriz, biraz onu
öngörmeye çalışalım.
Bir defa büyük proje dediğimiz zaman sadece ölçekten bahsetmiyoruz.
Başındaki büyük sözcüğü niteleme sıfatı, sadece ölçeği belirlemiyor, başka
şeylere de işaret ediyor. Bu başka şeyler de zaman içinde değişiyor.
1960’larda bir büyük projeden söz ediyor olsaydık, 1960’ların büyük projesi
bugünkü büyük projelerin yanında küçücük bir proje olurdu. Demek ki bu
büyük proje dediğimiz şeyin arkasında başka bir şey var. Peki bunu nasıl
kavramsallaştırabiliriz diye düşündüğümüzde bir hocamın imar operasyonu
denen bir kavramına işaret etmek istiyorum. İlhan Tekeli “Türk şehirlerinin
tarihi nasıl yazılmalıdır?” şeklindeki bir yazısında, her fırsatta yeniden gelişen
bir projedir ve çok önemli bir yere geldiğini düşünüyorum, imar operasyonu
denen bir kavram getiriyor. İmar operasyonu her zaman olmuyor, imar
uygulamalarından farklı bir şey. Farklı dönemlerde kentlerde belli imar
operasyonları yapılıyor. İmar operasyonunun bazı özellikleri var. Birincisi bu
olağanüstü müdahale oluyor. Olağanüstü kaynaklarla yapılan ve de sabahleyin TOKİ Başkanımız söylediği- biraz takviyeli yasal çerçeve
gerektiren, yasal çerçevenin biraz takviye edilmesini gerektiren, olağanüstü
siyasi iradeyle desteklenmesi gereken bir operasyon, bir yapısal müdahale.
Bu müdahale yapıldığı zaman ne oluyor? Yine İlhan Tekeli’ye referansla
söyleyeceğim, kentlerin mekânsal çerçevesi değişiyor. Kentin mekânsal
çerçevesi denilen şey, bu operasyon içerisinde değişiyor. Mekânsal çerçeve
dediğimiz zaman ne anlamamız gerekir? Kentin yol ağına önemli bir
müdahale yapılmış oluyor, kentlerin işyeri-konut bağlantıları değişiyor,
kentlerin dış dünya bağlantıları değişiyor, yeni limanlar, yeni hava
meydanları, yeni tren yolları ve bütün bunlar yepyeni bir meşruiyet çerçevesi
içerisinde yapılıyor.
İstanbul’un
20.
yüzyıl
tarihini
geriye
doğru
okuduğumuzda,
bu
müdahalelerden, imar operasyonlarından dört tane görüyoruz. Bu şimdi
47
içinde yaşadığımız büyük projeler de beşinci -adını belki koyacağımız- büyük
imar operasyonudur. İlk imar operasyonu Cemil Topuzlu Paşa tarafından
yapılan 1913-14 yıllarında yapılan operasyondur. Cemil Topuzlu Paşa’nın
operasyonunda İstanbul neler kazandı? En önemli şeyi, İstanbul kenti
elektrik enerjisine uygun hale getirildi. Galata köprüsü üzerinde tramvay
geçirilebilir hale getirildi, meydanlar açıldı, rıhtımlar yapıldı, kente 1923’te
sonuçlanacak bir mezbaha kazandırıldı, bir haraç-mezat mekânı yapıldı ve
kenti elektrik enerjisi kullanan, bir modern metropole uygun, bir kent haline
getirdi. Ondan sonra Cumhuriyetin ilanından sonra İstanbul büyük bir kış
uykusuna yattı. Ankara’nın merkez olmasıyla beraber ve İstanbul’un nüfusu
hemen hemen hiç artmadı.
İstanbul 1914’teki nüfusuna ancak 1946 yılında tekrar kavuştu, 30 yıllık bir
nüfus
kaybı
yaşadı.
1930’ların
İstanbul’u
bugünkü
İstanbul’a
hiç
benzemeyen ve de nüfusu artan değil azalan bir kentin sorunlarıyla
uğraşılan bir kentti. Harp sonrasında bu kenti yeni dünya düzenine uydurmak
için ikinci bir operasyon yapıldı. Bu operasyon da Lütfi Kırdar tarafından
yapıldı. Lütfi Kırdar operasyonu İstanbul kentine konferans vadisi denilen
vadiyi kazandırdı ve Prost planının uygulamalarıyla Spor Sergi Sarayı, İnönü
stadyumu, Açıkhava Tiyatrosu, Bayıldın yokuşu, bütün o civardaki
uygulamaları biz Lütfi Kırdar operasyonuna borçluyuz. Üçüncü operasyon
Menderes tarafından yapıldı. Menderes operasyonu içerisinde şunları
sayabiliriz: Sirkeci-Florya demiryolu, sahil yolu, Vatan, Millet caddelerinin
açılması, Salı Pazarı rıhtımının yapılması, Karaköy meydanının yıkılması,
Barbaros bulvarının açılması gibi sayabiliriz. Konut alanında da Menderes
döneminde
Ataköy’ü
azımsanmayacak
ve
Levent
derecede
uygulamalarını
Ankara
desteğiyle
sayabiliriz.
Bunlar
yapılmış
büyük
operasyonlardı. Menderes operasyonundan sonraki dönemde, biliyorsunuz
Menderes operasyonunun sonunu getiren, akamete uğratan büyük bir olay
vardır, 1958 devalüasyonu. 1958 devalüasyonunda Türk parasının dolar
karşılığı 2 lira 80 kuruştan 9 lira 15 kuruşa bir gecede yükselince Türkiye
48
Cumhuriyeti ellerindeki paralarını artık imar operasyonlarında sarf etmek
yerine başka tür bir kaynak tahsisi yoluna gitmiştir.
O bakımdan bizim kentlerimiz büyürken, büyük yatırımlar almamıştır. Bunun
sonunda yine 70’lerin ortalarında İlhan Tekeli rahmetli Tarık Okyay ve Gül
Öksüz’ün beraber yazdıkları “gecekondulu, dolmuşlu, işportalı kent”
dediğimiz formasyon ortaya çıkmıştır. Bu dönemin ardından gelen dördüncü
operasyon, artık kalkınma döneminin sürdüremezliğinin tespitinden sonra,
Dalan döneminde yapılan operasyonu görüyoruz. Dalan döneminde yapılan
operasyon da hiç azımsanacak bir operasyon değildir ve kente yepyeni bir
çerçeve kazandırmıştır. O dönem ne kadar eleştirilirse eleştirilsin İstanbul
kentine yepyeni bir mekânsal çerçeve kazandırıldığını teslim etmek
durumundayız. Dalan döneminde ne yapılmıştır? Tarlabaşı bulvarı üzerinde
çok kalem mürekkebi sarf edildiğinden onun üzerinde durmayacağım, ama
İkitelli gibi Türkiye’nin en büyük küçük sanayi bölgelerinden biri kurulmuştur.
Haliç’in temizlenmesi konusunda en önemli yatırımlardan biri yapılmıştır.
Anadolu yakasında Kadıköy’den başlayan Bostancı’lara uzanan sahil yolları
yapılmıştır ve böylelikle kente yeni bir çehre, yeni bir mekânsal çerçeve
kazandırılmaya çalışılmıştır. Bunun hayırlı tarafları vardır, sorunlu tarafları
vardır, çalışmayan, çalıştırılması mümkün olmayan sanayi siteleri yapılmıştır.
Ama bu dönemin arkasında, bütün benim saydığım operasyonların
arkasında kente olağanüstü kaynaklar, olağanüstü bir enerjiyle, eskiden
sahip olunmayan problemi bir çırpıda çözme gayreti var, kısa dönemde
çözme.
Bu dönemlerde, projelerin ilk dönemlerinde planlama ve plancılar biraz
rağbete
çıkıyorlar,
öne
çıkıyorlar
“Plancılar
çözecektir,
İstanbul’un
problemini” deniliyor. Ondan sonra problemler biraz çözümlenmeye
başlandığı zaman, bizim içinde yaşadığımız sistemde bütün gemleri
plancıların eline vermekten kaçınılıyor ve yavaş yavaş plancıların ikinci plana
düştüğü ve statükonun yeri geldiği bir dönem başlıyor. İlhan Tekeli Türk
kentlerinin tarihinde “devrevi” bir planlama döneminden bahsediyor.
49
Planlama, böyle başımız sıkıştığı zaman hizmete çağrılan, planlamanın gücü
yetmediği zaman olağanüstü yetkilerle mücehhez yeni plancıların devreye
girdiği, ama sonradan problemler böyle çözüm yoluna gittiği zaman da yavaş
yavaş problemin gevşetildiği bir devrevi planlama anlayışımız var. Bu beşinci
dönemdeki büyük projeler de, şimdi adını aradığımız bir dönemin imar
operasyonu gibi geliyor. Peki bu döneme ne ad takılabilir, ben bunun adını
bilmiyorum.
Bir Belediye Başkanı veya bir plancının adıyla anmak da zannediyorum pek
hakkaniyete uygun olmaz. Çünkü 90’lı ve 2000’li yılların önemli bir kısmını
kapsayan bir dönemden bahsediyoruz. Buna da “küreselleşme sürecinde
İstanbul” diyebiliriz. Belki İngilizcesi daha çarpıcı olabilir, “İstanbul goes
global” olabilir, “İstanbul küresel takılıyor” denilebilir. Bu dönemde ne oluyor?
İstanbul yepyeni ulaşım altyapılarıyla, altyapı sistemleriyle, dış dünya
bağlantılarıyla, tüketim kalıplarıyla, işyeri-konut bağlantılarıyla karşılaşıyor.
Bunun içerisinde biz farkında olmadan, 1960–70-80’lerde sahip olmadığımız
bir biçimde tüketiyor, yaşıyor ve gündelik hayatımızı -farkında değiliz, ama
eskiden hiç yapmadığımız biçimlerde- tüketiyoruz. Bu büyük dönüşüme kent
sosyologu veya sosyolog Manuel Castells bir veciz ifadeyle “yerler
mekânından akımlar mekanına geçiş” diyor. Biz plancılar olarak eskiden
sabit yerlerde hiyerarşik kademelenmiş bir mekân örüntüsünde yaşarken,
şimdi akımların stoklardan daha önemli olduğu ve sürekli bir değişimin içinde
yaşayan bir kent yapısına geçiyoruz. Böyle bir yapıya geçtiğimiz zaman da
yine Avrupa kent araştırmalarında yeni damgalanmış, vurulmuş, fırından
yeni çıkmış bir kavram olan yeni sosyal formasyonla karşılaşıyoruz. Bunlara
da şehir kullanıcıları deniyor, city users.
Eskiden şehirleri biz şehri sakinleri için planlar iken, şimdi şehri kullanıcıları
için planlamaya başlıyoruz. Nedir olan olay? Bakın, size şöyle bir şey
söyleyeyim. 8 milyon nüfuslu Londra şehri yılda 100 milyon hava yolcusunu
üzerinden geçiriyor. Böyle olduğu zaman, Londra’daki büyük ulaşım
kararları, büyük konaklama kararları, büyük festivaller 8 milyon kişinin
50
toplumsal ve sosyal, ekonomik veya kültürel ihtiyaçlarına göre değil, Londra
kenti üzerinden transit edilen bu 100 milyon kişiye göre yapılıyor. Bu da tabii
çok yeni bir toplumsal yapıya işaret ediyor. Bu 100 milyon kişi vergilerini
Londra’da ödemiyorlar, bu 100 milyon kişi Londra kentinde yaşıyor değiller,
belki Londra’ya da hayatlarında bir defa geliyorlar. Ama bütün kentin
kullanıcısı ve müşterisi başka, karar sistemlerinde de bunlar egemen oluyor.
Böyle olduğu zaman kentin sakinlerine yönelik yasal çerçeveler, yaklaşımlar
kentin kullanıcısına yönelik yasal çerçevelerle tam iyi bağdaşmıyor. Böyle
olduğu zaman bu kavramın boş bir kavram olmadığını düşünüyorum. Çünkü
bizim turizm yatırımlarıyla ilgili, Galataport’lar, Haydarpaşa’lar, kruvazör
limanlarıyla ilgili kentte yaşadığımız gerilimler birazcık bu sakin-kullanıcı
kavramının artık birbirinden ayrılmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum.
Bu dönüşümü yaşarken, bizim önemli bir meslek içi yeniden eğitime
ihtiyacımız var. Yerleri düşünmeye, fiziği düşünmeye yönelik bir meslek
pratiğinden zamanı ve mekânı başka türlü kavramsallaştırmaya, daha geçerli
zaman mekân kavramsallaştırmasına ve toplumu yeni baştan kurma
becerisini kazanmaya ihtiyacımız var. Burada kesmek zorundayım, bazı
slaytlarım vardı, neye işaret ettiğim konusunda, ama onu başka sefere
saklayalım.
Teşekkür ederim. (Alkışlar)
OTURUM BAŞKANI- Teşekkürler Sayın Güvenç. Görüyoruz ki bütün
panelistlerimiz gerçekten heyecanlarını yansıtıyorlar ve yuvarlak masalarda
da bütün bunlar çok zengin bir şekilde tartışılacak.
Son olarak dördüncü oturum, büyük yatırımları yönetecek olan moderatör
Sayın Tavit Töletavitoğlu’na söz veriyorum.
TAVİT TÖLETAVİTOĞLU (Yüksek Şehir Plancısı)- Teşekkür ederim.
51
Değerli arkadaşlar; büyük projeleri konuşurken, yarınki yuvarlak masa
toplantısında elbette son derece değerli arkadaşlar bizimle birlikte olacaklar
ve de büyük proje kavramının içini doldurmaya çalışacağız. Gerçi Sayın
Güvenç gerçekten çok güzel bir sunuşla, bize çok güzel çerçeveler çizdi.
Ben onun içine tekrar girmek istemiyorum, çünkü onun kadar yetkin değilim.
Ama kendimce, çok inandığım bir şey var. Her şeyden önce büyük proje
denen olay, gerçekten 60’lı yıllarda birkaç yüzbin dolara yapılan iş üç-dört
gün gazetelerde haber olurdu. Oysa bugün onlarca milyon dolarlık
projelerden haberimiz olmuyor, kentin bir yerinde oluyor, geçiyor, bitiyor
haberimiz olmuyor. Artık yüzlerce milyon dolarlık projeler konuşuyoruz ve de
onların ülkede ve kentte yapmış olduğu pozitif ya da negatif etkileri
tartışabiliyoruz.
Biraz önce zannedersem Sayın Gülersoy söylemişti, yararlı olmaya
çalışırken, zararlı olan projelerimiz de olabiliyor. Yarın çok değerli
katılımcılarla, konunun hem proje yapma yetenekleri boyutunu, hem yasal iç
çatışmaları boyutunu, hem mevzuat içerisinde uydurulmuş veya geleneksel
olarak konmuş mevzuat içerisinde kalındığı halde, nasıl projelerin ülkede ve
şehirde etkiler yarattığını ayrıntılarıyla tartışacağız. En önemli konulardan
biri, yine yarın tartışırken, şehri kullananların tamamının değilse bile bir
kısmının temsil edildiği sunuşlar dinleyeceğiz ve onların büyük proje
kavramına
ve
büyük
proje
yapma,
yaratma
sürecine
ne
şekilde
katılabilecekleri konusunda onların inisiyatifleri doğrultusunda en azından
onların görüşünü dinlemeye çalışacağız. Çünkü bunun şablonunu çıkarmak
mümkün değil.
İstanbul’a baktığımda her şeyden önce bir-iki noktanın altını ısrarla çizmek
istiyorum. İstanbul nereden bakarsanız bakın, kime sorarsanız sorun, ister
burada yaşayın ve hiç dışarı çıkmamış olun, ister bütün dünyayı bilin ve
onun içerisinden İstanbul’a bakın, ister yabancıların gözüyle İstanbul’a bakın,
İstanbul bir dünya kentidir. İhmal edilmiştir, yanlış yapılmıştır, kötü
yapılmıştır, potansiyelin altında kullanılmıştır, öyle olmuştur, böyle olmuştur,
52
ama İstanbul bir dünya kentidir. İstanbul’da yaşamak kadar İstanbul’u
planlamak da, İstanbul’a proje anlamında bir şeyler yapmak da, onun dünya
kenti olma sorumluluğunu beraberinde getirir. Ama ne yazık ki İstanbul
dünya kenti olmayla ilgili doğru potansiyelini doğru kullanamamıştır. 100 yıl
içerisinde -Murat hoca güzel anlattı- büyük ihmallerle, çok ciddi ihmallerle ve
ihmalin farkına varıldığı zaman derhal planlamaya başvurulup, bu sefer
acıtıcı operasyonlarla İstanbul ele alınmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla
İstanbul’da bir şeylerin doğru olması, birazcık da zaman içinde şansa
kalmıştır.
Elbette doğru şeylerimiz vardır, hiç kimse her şeyi eleştirdiğimi zannetmesin.
Çok doğru şeylerimiz de olmuştur, ama bu doğru şeylerin İstanbul’un bir
dünya kenti olarak, başka dünya kenti olarak kabul edebileceğimiz şehirlerle
yarışmasında başta gidebilir olması konusunda ne yazık ki yeteri kadar
yardımcı olamamıştır. Yani bir kentin rekabet gücü, her halükârda orada
varolan nüfus gücünün veya orada üretilen mal ve hizmetlerin toplamından
ibaret değildir. Bir kentin rekabet gücü nitelikli insan gücü, mal ve hizmetlerin
toplamından oluşur ve de bunu esas alan, bunu kendine düstur edinen
projeler ancak bir kenti dünya rekabetinde rekabet gücüne ulaştırabilir ve
onun başa geçmesine yardımcı olabilir. İstanbul’un kaybettiği nokta budur.
Birincisini yapmıştır İstanbul, yani rekabet gücünün asıl bileşeni olan kaliteyi,
nitelikliliği, yüksek niteliği bir tarafa bırakarak yapabileceğini yapmıştır. Ama
yüksek nitelikli olanını, İstanbul’un daha çok hak etmiş olduklarını ne yazık ki
yapamamıştır. İşte bu uzun süreç içerisinde 1910’lardan 2007’lere geldiğimiz
zaman 95-100 yıllık bir süreç içerisinde İstanbul’a baktığımızda artık
İstanbul’u ele alabilmek için İstanbul’da acaba bir kamu-özel sektör işbirliği
ne şekilde yeniden yorumlanmalı; acaba kamu-özel sektör işbirliğinin yanına
üniversiteyi, meslek odalarını ve de kenti kullananları nasıl formüle
edebilmeli, onları ne şekilde koymalı diye çok ciddi düşünme zamanıdır.
Yarınki oturumda bunun ipuçlarını bulmaya çalışacağız. Asla ipleri birbirine
53
bağlayacağız ve şablon çıkaracağız gibi bir iddiamız olmayacak, ama bunun
ipuçlarını birbirine bağlamaya çalışacağız.
Bugün büyük proje üretmenin üç temel omurgası olduğuna inanıyorum.
Birincisi mentalitedir, yani o mentalitenin içerisinde siyasetin doğru konması,
siyasetin doğru ilişkisi, kenti kullananlarla kenti yönetenler arasındaki ilişkinin
doğru konması, bu mantalitenin doğru oturtulması lazım. İkincisi, mevzuattır.
Mevzuatın bu doğru ilişkiye doğru hizmet vermesi lazım. Eğer geleneksel
mevzuatın, planlama mevzuatının, bir tarafa bırakılarak ve arkaya itilerekten
daha küçük ölçekte projeler üretmek için yaratılmış, icat edilmiş mevzuat
üretir de icat edilmiş mevzuatın toplamını geleneksel temel mevzuata hâkim
kılar iseniz, o zaman büyük proje belki üretirsiniz, ama onu kalıcı ve
sürdürülebilir olarak koyamazsınız. Nihayet kentin şehir planlama açısından
en önemli omurgalarından biri de ulaşım modelidir. Ulaşım planı demiyorum,
ulaşım modelidir. Ben, sürekli yenilenen, yeniden yaşayan temel verileri
sürekli plancılara üreten bir model olmadığı müddetçe şehrin doğru bir
planının olduğuna, olabileceğine inanmıyorum. Haluk hocam dedi ki “plan
bütünlüğü”, çok doğru, ben plan bütünlüğünden kasıt olarak yapılmış bitmiş
asılmış ve de askıya çıktığı için de kesinleşmiş resimlerden bahsetmiyorum,
hiçbir zaman onu düşünmüyorum. Tam tersine birinin diğerine devamlı veri
verdiği ve de bu veriler içerisinde yeniden yorumlanan, o yeniden yorumlar
doğrultusunda
üretilmiş,
büyük
projeler
üretebilen
bir
planlama
bütünlüğünden bahsedebiliriz. Planlama bütünlüğü bu değilse eğer, statik
ise, asılan biten projeler resimleri ise o zaman bittiği an eskimiş olurlar, bittiği
an eskimişlerin de bize çok fazla yararı olmaz diye düşünüyorum. Zaten
İstanbul’da planlama kavramı da zannediyorum, son 3-5 yıl içerisinde bu
süreklilik, bu mantık, bu dinamizma içerisinde ele alınıyor. Özellikle yarınki
toplantıda bu alt dinamikleri kendi içerisinde tartışacağımızı bir kere daha
söylüyorum. Meslek odası ve üniversitenin kentin planlanmasında, kentin
projeler üretebilmesinde çok önemli sorumluluğun ortaya çıkmış olması,
bunun gayet net ve somut bir şekilde paylaşılmış olması, eleştirel olması
54
gereken meslek odaları ve üniversitelerin “istemezük” mantığında yıkıcı
değil, içi dolmuş, projelerin içini dolduran, onun içinde rol alan unsurlar haline
gelmesi konusunu gerçekten büyük bir memnuniyetle izliyorum. Bu
memnuniyetimi oluşturan unsurun basit adımlarından biri olarak bugünkü
toplantıyı niteliyorum ve bu toplantıyı düzenleyenlere de bu nedenle
hassaten teşekkür ediyorum.
OTURUM BAŞKANI- Ben tüm panelistlere teşekkür ediyorum, çünkü bütün
heyecanlarını, yuvarlak masada tartışılacak o konu zenginliğini buraya kısa
sürede de olsa taşıdılar ve inanıyorum ki bundan sonraki oturumlarda çok
güçlü bir heyecanı paylaşarak, zenginleştirerek gelişecek. Ben de oturum
başkanlığı olarak, panel yürütücüsü gibi düşünürsek, tüm hazırlayan ekibe
çok teşekkür ediyorum. Başladığımız noktadan bu geldiğimiz nokta hepimizi
gelecek için heyecanlandırdı, kentimiz için heyecanlandırdı.
Teşekkür ederim.
-----&----
55
“İSTANBUL’DA GEREKSİNİM, DEĞİŞİM VE BEKLENTİLER”
YUVARLAK MASA 1:
“SOSYOEKONOMİK YAPI”
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Murat GÜVENÇ
-----&----OTURUM BAŞKANI (Prof. Dr. Murat Güvenç)- İlk yuvarlak masa
toplantısını açıyorum. Konumuz, sosyoekonomik yapıyla ilgili. Burada
üniversiteden katılan arkadaşlar var, yerel mahalle derneklerinden veya
daha üst birimlerden katılan konuşmacılar var. Benim solumda da
Küçükçekmece İlçe Belediye Başkanımız var. Konuşmayı şöyle yapmayı
teklif ediyorum. Saat 15:45’e kadar vaktimiz var, 9 tane konuşmacımız var,
Gülten Hanım gelirlerse; gelmezlerse biraz daha konuşmaları uzatmak
mümkün olacak. 9 konuşmacı 15:45’e kadar konuşacaklar, ben o nedenle
başkan olarak hemen hemen hiç konuşmamayı ve sözü doğrudan
konuşmacılara vermeyi öneriyorum. Konuşmalara daha çok yerel kurumlar,
mahalle dernekleri, yerel yöneticilerin deneyimleri ile başlayacağız. Ondan
sonra sırasıyla konu üzerinde akademisyenler ne diyorlar, olaya dışarıdan
bakanlar ne diyorlar, o konuda sözü akademisyen arkadaşlara vereceğiz.
İlk konuşmaya Küçükçekmece Belediye Başkanımız Sayın Aziz Yeniay’la
başlıyoruz.
KÜÇÜKÇEKMECE
BELEDİYE
BAŞKANI
AZİZ
YENİAY-
Teşekkür
ediyorum. Öncelikle kısaca kendimi tanıtmak istiyorum. Aziz Yeniay, inşaat
yüksek mühendisiyim. Yaklaşık 15 yıldır siyasi geçmişim ve belediyelerle de
tanışıklığım söz konusu. 3.5 yıldır Küçükçekmece Belediye Başkanı olarak
görev yapıyorum.
56
Özellikle sizlerle paylaşmak istediğim bugünkü konu, Küçükçekmece’deki
yapmış olduğumuz şu anda fiili bir proje olan Küçükçekmece bölgesi
Ayazma ve Tepeüstü bölgelerini kapsayan kentsel dönüşüm alanları ve bu
kentsel dönüşüm alanlarındaki uygulamış olduğumuz sosyal projeler. Bu
bölge yaklaşık olarak 1800 civarında gecekondunun, kaçak yapının bulduğu
bir bölge. Yaklaşık 3.5 yıl önce göreve başladığımızdan hemen sonra Toplu
Konut
İdaresi
Büyükşehir
Belediye
Başkanlığıyla
müşterek
olarak
imzaladığımız protokol kapsamında bu bölgedeki dönüşüm faaliyeti başlamış
ve bugün geldiğimiz nokta itibariyle büyük ölçüde tamamlanmıştır. Bu
kapsamda sosyal konutlar yapılmış ve şu ana kadar yaklaşık 1300 civarında
aile taşınmış, taşınma işlemleri gerçekleştirilmiş ve doğal olarak 1300
civarında da gecekondu yıkılmak suretiyle tasfiye edilmiş olunan bir
noktadayız. Kalan yaklaşık 500 civarındaki gecekondumuz da önümüzdeki
yapılan program çerçevesinde önümüzdeki birkaç aylık zaman dilimi
içerisinde, büyük bir bölümü kaldırılmış olacak.
Kentsel dönüşüm olayına yaklaşımımız şu perspektifteydi, “niye girdik?”
Burada özellikle yoksulluğu ve yoksulluğu gidermek adına bu bölgeyi kentsel
dönüşüm alanı ilan etmiştik. Dolayısıyla da özellikle bu bölgeye baktığımızda
her türlü altyapıdan, her türlü sosyal donatı alanından, her türlü imardan
yoksun gelişmiş ve sanayi bölgesinin yanı başında olmasına rağmen yüzde
65’ler nispetinde de işsizliğin olduğu bir bölgeydi. Dolayısıyla bu bölgede, bu
çalışmanın birinci ayağı olan fiziksel dönüşüm boyutu büyük ölçüde
tamamlanmış oldu. 2640 sosyal konutumuz bitti, bu biten sosyal konutlara
vatandaşlarımızı taşımış olduk. Tabii, kapsam itibariyle, büyüklük itibariyle
ülkemizdeki en büyük kentsel dönüşüm projelerinden biri. Belki uluslararası
boyutta da kıyaslandığında yine bu kadar kısa zaman dilimi içerisinde
tamamlanmış olan, gerçekleştirilmiş olan en büyük projelerden biri. Bunun
en güzel tarafı şudur, bugüne kadar 1300 aile gecekondulardan çıkartılıp,
binaları yıkılmış olmasına rağmen tek bir televizyon ekranına düşmüş olan
çatışma görüntüsüne rastlanmamıştır, bu da bu bölgedeki sosyal barışın
57
belirli ölçüde sağlanmış olmasının da en büyük göstergesidir diye
düşünüyoruz.
Tabii ki bu iki aşamalı bir çalışmaydı. Bunlardan biri fiziksel boyut, fiziksel
açıdan bölgelerin tasfiye edilmesi ve yenileştirilmesi. Bir diğer aşama ise
sosyal kazanımlarının sağlanmasıydı. Az önce de ifade ettiğim gibi bu
bölgedeki uygulama zorunluluğumuz yoksulluğu ve yoksunluğu gidermek
olduğuna göre, daha önce özellikle fiziksel olarak istifade edemedikleri pek
çok kentin sosyal hizmetlerinden de faydalandırılmaları gerekmekte ve yine
bununla birlikte bir istihdam programı çerçevesinde istihdam edilmeleri
hususunda çalışmalar yapılması gerekmekteydi. Bu kapsamda özellikle
çalışmaları yürütmek üzere bu bölgelerde irtibat ofislerimiz kuruldu. Bununla
birlikte
apartman
temsilcilikleri
oluşturulmak
suretiyle
taşıdığımız
vatandaşlarla birlikte, yine beraber çalışmış olduğumuz kurumların da
isimlerini zikrederek buradaki yapılan sosyal çalışmalarla ilgili birkaç örnek
vermek istiyorum. Anne ve Bebek Sağlığı Vakfı, Diş Hekimleri Odası, sivil
toplum
örgütlerinin
pek
çok
kurumlarını
aldık.
İstanbul
Büyükşehir
Belediyemizin, Yıldız Teknik Üniversitesinin, Sabancı Üniversitesi, Şişli Etfal
Hastanesi, Bakırköy Sağlık Yüksekokulu ve yine Küçükçekmece Sağlık Grup
Başkanlığı da bu proje kapsamında partner olarak bizlerle birlikte çalıştılar.
Yapılan çalışma neticesinde öncelikli olarak bir arazi tespiti, bölgede
yaşayan vatandaşlarımızla ilgili bilgi formlarının oluşturulmasıyla işe
başladık. Çünkü bu hanelerde oturan vatandaşlarımız için daha önce kentsel
dönüşüm çalışmasına girmeden de zaten bu çalışmaları yapmıştık. Ancak,
burada Avrupa Birliği fonlarından da istifade edecek şekilde “bizim halka”
başlığı adı altında bir projenin startını vermiş olmamız münasebetiyle -biraz
sonra kısaca ondan da bahsedeceğim- bunun altlığını özellikle o bölgedeki
çocukların, kadınların ve işsiz insanlarımızın istihdamına yönelik bir dizi
çalışma programını içermesi münasebetiyle bu projeyi Avrupa Birliği
fonlarından faydalanmak suretiyle uygulamaya koyduk ve bu proje de şu
anda tamamlandı. En azından fonun kapsamında kalan ayağı tamamlanmış
58
oldu.
Bundan
sonraki
bölümler
ise
Küçükçekmece
Belediyemizin
hazırlayacağı yeni program çerçevesinde devam edecektir. Bu kapsamda
istihdamla ilgili yaptığımız çalışmalara kısaca değinmem gerekirse, İTKİP’le
yapılan görüşmeler neticesinde bölgede İTKİP’in bir departmanı oluşturuldu.
Gezici eğitim merkezi alanı bu bölgede kurulmak suretiyle 18 günlük zaman
dilimi içerisinde bu bölgede yaşayan çalışan insanlarımız, işsiz, özellikle
gençlerimizin meslek edindirilmesi suretiyle yine İTKİP aracılığıyla bir
işletmeye yerleştirilmesi sağlandı. Yine bunun yanı sıra TASEV ayakkabıcılık
sektörü ara elemanı yetiştirme programı ve KOSGEB ile uygulamalı
laboratuar eğitimi ve çocuk bakıcılığı projeleri de hayat buldu, start verildi.
Şu anda çocuk bakıcılığı projesi kapsamında mezun olan, özellikle de
bayanlar bu noktada talepte bulunduğu için, birinci hedefimiz her
apartmanda hiç olmazsa bir bireyin olması. O apartmandaki hastalanan veya
ateşi çıkan bir çocuğa, bir bebeğe nasıl müdahale edileceği noktasında, hiç
olmazsa donanımlı olması noktasında bu kazanımlar verildi. Onlara
sertifikaları verilmek suretiyle bu noktada da gerekli çalışmalar yapılmış oldu.
KOSGEB ile şu ana kadar 5 eğitim gerçekleştirdik. Özellikle bölgeden
aldığımız bu talepler çerçevesinde oluşturulan istihdam talepleri, işgücü
taleplerini ve yine bölgelerimizdeki işverenlerden almış olduğumuz iş gücü
talepleriyle örtüştürmek suretiyle onlara uygun eğitim birimlerini tespit edip,
KOSGEB ile müştereken yine yaklaşık yüzde 95 oranda işyeri garantili bu
eğitimler verildi. Şu anda mezun olan vatandaşlarımız da bu noktadaki
talepler çerçevesinde işletmelere yerleştirilmiş oldu. TASEV ile ilgili çalışma
yine devam etmekte. Önümüzdeki kısa bir zaman içerisinde benzer manada
yine ayakkabıcılık üzerine bir çalışmamız daha başlayacak. Sağlık
programlarıyla ilgili -az önce de kısaca başlık halinde ifade ettiğim gibisağlık programı kapsamında hazırlanmış olan broşürler hem seminerler
esnasında, hem de sağlık taramaları esnasında vatandaşlara dağıtımı
yapılmak
suretiyle
bilgilendirilmeleri
sağlandı.
Burada
yine
sağlık
taramalarıyla birlikte aşı kampanyaları düzenlendi. Özürlüler tespiti yapılmak
59
suretiyle Küçükçekmece Özürlüler Koordinasyon Merkezine yönlendirilmeleri
ve buradaki bu hizmetlerden faydalanmaları sağlanmış oldu.
“Bizim Halka” projesi kapsamında bilgilendirme toplantıları gerçekleştirilmiş
oldu. Bilgilendirme programı kapsamında planlanan seminerler Nisan ayı
itibariyle başladı ve beslenme, kadın sağlığı, meme kanseri, aile planlaması,
çocuk sağlığı konularında 5 adet seminer verildi. Sosyal aktivitelerle ilgili
olarak özellikle bu kapsamda ilk olarak çocuklara yönelik voleybol ve
basketbol alanlarında spor okulları başlatıldı. Çünkü bizim Küçükçekmece
Belediyesi olarak yaz spor okulları kapsamında yıllık 3500 civarında
öğrencimiz olmakta. Bu kapsamda özellikle bu bölgedeki çocuklarımızı da
yaz ayının başlamış olması -ki bu taşınma esnasında hemen hemen dönem
sonuydu, yaz ayının başına isabet etmişti- çocuklarımız gecekondu
bölgesinden
çıkıp,
apartmana
geldiklerinde
boşlukta
da
kendilerini
bulmamaları için neredeyse tamamına yakınını yaz spor okullarına aldık. 300
civarında öğrencimiz vardı, buradaki gecekondudan taşıdığımız ailelerin yaz
spor okuluna almış olduğumuz çocuklarının sayısı. Bundan sonraki etapta
bu çocuklarımızı, yavrularımızı yine aynı şekilde kış spor okullarına da
devam etmelerini sağlayacağız. Bu çerçevede de en azından gecekondu
bölgesinden kente gelmiş olmanın da bu nimetlerle karşılanıyor olması o
vatandaşlarımızı
bu
adaptasyon
sürecini
hızlandıracağı
düşüncesini
taşıyoruz.
Toplumsal duyarlılık dersi kapsamında Sabancı Üniversitesi gönüllü
eğitmenleri 20-22 Temmuz 2007, 27-29 Temmuz tarihlerinde Bezirgan
Bahçe -ki Bezirgan Bahçe ifadesi Ayazma ve Tepeüstü bölgelerindeki
gecekonduları taşıdığımız bölgenin ismidir- bölgesine gelerek 8-12 yaş
arasındaki
çocuklara
çeşitli aktiviteler gerçekleştirmişlerdir.
İlçemizde
bulunan Aydın Üniversitesi de toplumsal duyarlılık dersini programına almayı
teklif ettiler bu çerçevede. Yine buradaki vatandaşlarımızla birlikte çeşitli
geziler, sinema etkinlikleri, hobi kurslarına yönlendirmeler ve benzeri
çalışmalar gerçekleştirildi.
60
Şu aşamada yine Avrupa Birliği projeleri kapsamında hedefimiz sosyal
diyalogu bir araç olarak kullanarak, yoksulluğu azaltmak ve sosyal içermeyi
artırmak. Özel hedef olarak Küçükçekmece’de istihdamı arttırmak, ekonomik
ve sosyal uyumu arttırmak. Bu çerçevede hazırlamış olduğumuz projede biri
işletmeye girdi, sonuçlandı. Bir diğer proje de önümüzdeki günlerde Avrupa
Birliği fonlarına müracaatları yapılmış olacak. Bu işlemler yürütülürken, hangi
işlemleri bu bölgede gerçekleştirdik? Bir proje ekibi oluşturuldu, proje ofisleri
kuruldu. İşgücü anketleri yapıldı, işveren anketleri yapıldı, meslek eğitimleri
planlandı, sosyal eğitimler planlandı. Yapılan çalışmaların bölge halkı
tarafından doğru anlaşılması ve adlandırılması için vatandaşlarla birlikte
bilgilendirme toplantıları düzenlendi.
Bu kapsamdaki süreçte de az önce ifade ettiğim çerçevede oluşturulan talep
değerlendirmeleri, arz ve talebin bir arada buluşturulması ve bu kapsamda
gerek İTKİP’le, gerek KOSGEB’le yine projeleri kapsamında eğitimler
verilmek suretiyle bu bölgedeki, özellikle istihdama yönelik çalışmalar devam
etmekte. Şu ana kadar bölgenin ihtiyacı gereği gerçekleştirilen toplam 5
sosyal içerikli eğitime 347 kişi katılmıştır. Bu da, bu bölgede şu aşamada
1300 olduğu varsayılırsa bu ailelerin yaklaşık olarak dörtte birlik bölümünün
bu programa katıldığını göstermektedir. Bu program kapsamında daha sonra
bir değerlendirme konferansı gerçekleştirilmiştir. Bu konferans da iki aşamalı
gerçekleştirildi, her birine 250-300 civarında vatandaşımızın katılımı söz
konusu oldu.
Bir kez daha ifade etmem gerekirse, Küçükçekmece ilçesi şu anda kentsel
dönüşüm çalışmasını İstanbul’da ilk başlatan bölgedir. Bu kapsamda
yaklaşık 3 yıl önce startı verilmiş olan çalışmanın fiziki boyut itibariyle, sosyal
konutlar itibariyle birinci aşaması tamamlanmış oldu. Bundan sonraki süreç
özellikle sosyal içerikleri, sosyal kazanımlarının arttırılması, istihdamın
çözülmesine yönelik süreç de devam edecektir. Ben bu vesileyle bir kez
daha bu çalışmada bizlerle beraber olan üniversitelerimizden burada öğretim
görevlilerimiz var -Sırma hocam burada, Pınar hocam burada kendilerini
61
görüyorum- onlara bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Bu program
kapsamında özellikle kentsel dönüşüm çalışmasını başlatmadan önce
uluslararası boyutta kentsel dönüşüm sempozyumu gerçekleştirmiştik. Bu
sempozyumu da İstanbul Şehir Plancıları Odası Başkanlığı, Yıldız Teknik
Üniversitesi başta olmak üzere üniversitelerimiz, pek çok sivil toplum
örgütümüz ciddi manada destek vermişlerdir, katkıda bulunmuşlardır. Ben bir
kez daha huzurlarınızda teşekkür etmek istiyorum.
OTURUM BAŞKANI- Sayın Başkana teşekkür ederiz. Küçükçekmece’nin
nerede olduğunu İstanbul’da yaşayan herkes bilir.
İkinci sözü Fatih Sultan Mehmet Mahallesi Güzelleştirme Derneğinden Sayın
Velahaddin Kılıç’a vereceğim. Ama Velaheddin bey bize önce Fatih Sultan
Mehmet Mahallesi İstanbul’un neresindedir, onu bize anlatarak başlarsa,
konuşmasını kafamızdaki zihinsel haritalara yerleştirmek biraz daha kolay
olacak.
VELAHADDİN KILIÇ (Fatih Sultan Mehmet Mahallesi Güzelleştirme
Derneği)- Teşekkür ederim.
Sayın Başkan, değerli konuklar; ismim Velahaddin Kılıç. Aslında Fatih Sultan
Mehmet Mahallesinde değil de hemen kenarında Reşit Paşa Doğanevler’de
oturuyorum. Yarım saat öncesine kadar Fatih Sultan Mahallesi Dernek
Başkanı Fazlı Ceylan bey sizlere hitap edecekti. Ama çok acil bir durum
çıkınca bu görev bana verildi. Ben de kendimce, elbette farklı bir şekilde
dillendirmeye çalışacağım.
Fatih Sultan Mehmet Mahallesi ya da Reşit Paşa Doğanevler, İstinye-Etiler
arasında İstanbul TEM otoyolu bağlantıları üzerinde bulunan bir mahalle.
Kentsel
planlama
çerçevesinde
yapılan
yapılması
planlanan
yol
güzergahlarından biri de bizim mahallelerimizden geçiyor ve çok sayıda evin
yıkılması öngörülüyor. İzninizle başlayabilirim.
62
Öncelikle konuşmamı daha anlamlı kılabilmek için iki veciz söz ile başlamak
istiyorum. Bunların birini konuşmamın başında, bir diğerini sonunda
söylemeye çalışacağım. Birincisi “ne gördüğümüz ne görmek istediğimize
bağlıdır”. Yani biz objektifimizi nereye tutarsak, orayı gösterir objektif ve
objektifin gösterdiği her şey de kısmi olarak doğrudur, nereden baktığımıza
bağlı. Birazcık da bu konuşmamda kendi açımızdan neler görünüyor, bu
kentsel dönüşümden biz ne anlıyoruz, onlara değinmeye çalışacağım.
Objektifler doğruları göstermekle birlikte seçilmiş doğruları gösterir demiştik.
Kentsel tasarım ve bu kapsam dahilinde İstanbul’un ulaşım ve imar
sorunlarını çözümü için belediye yetkilileri ve kimi akademik çevreler
tarafından öneriler ya da dayatılan çözüm önerileri de kendi objektifleri
açısından doğru olmakla birlikte, tek yanlı ve tek boyutlu olabilmektedir.
Bunlar çoğu zaman büyük resmi, bütünlüklü resmi göstermekten uzak, bu
nedenle sakattır diye düşünüyorum. Sakattır, çünkü hukuki dayanağı çoğu
zaman yoktur ya da sonradan hazırlanır. Kentte planlama bilimi ve etiği
açısından hatalıdır. Demokratik katılımcılıktan uzaktır ve sosyal yaklaşımdan
yoksundur. Bunlarla ne demek istediğimi birazcık daha açmaya çalışacağım.
Hukuki açıdan sakattır, çünkü İstinye-TEM bağlantı yollarında da çok net
şekilde örneklenebileceği gibi hukuki dayanakları sonradan yaratılmıştır.
Keyfi olarak, dayanaksız olarak çalışmalar başlamıştır. Daha sonra yapılan
yürütmeyi durdurma kararları üzerine, alınan kararlar üzerine hukuki
gerekçeler ya da zemin sonradan oluşturulmuştur. Yapılan girişimlerin yasal
dayanakları
yapılanları
meşru
kılmaya
yönelik
şekilde
sonradan
hazırlanmaktadır. Yerel ve merkezi yöneticilerimizin geçmiş pratikleri de ne
yazık ki bu konuda güven vermekten uzaktır. Hukuk tanımamazlık, çoğu
zaman hukukun üstünlüğüne açıkça karşı gelme boyutuna ulaşmaktadır.
Tam bu noktada yasal olanla hukuki olan arasındaki o ince ayrımı da ben
sizin dikkatlerinize sunmak isterim. İkinci olarak kent ve planlama bilimi ve
etiği açılarından sakattır. Kentsel tasarım, ekonomik, sosyal, fiziksel ve
çevresel boyutları olan çok yönlü ve çok aktörlü bir bütüncül bir toplumsal ve
63
mekânsal düzenleme aracıdır. Mevcut uygulamalar kentin makro planlarını
yansıtmaktan uzak, bütüncül olmaktan uzak, çoğu zaman birbirinden kopuk
ve birbirinden habersiz planlardır. Kentsel tasarımın kapsam, çerçeve, süreç
ve yasal dayanaklar açısından tanımlanma ihtiyacı gösterdiği açıktır.
Belirsizliklerin çokluğu, muğlaklığı ve uzak erimli makro planlardan
kopukluğu, yerel ve merkezi otoritelere geniş bir hareket alanı bırakmakta ve
kişisel çıkar, hırs ve egoların tatmin edilmesi için uygun bir iklim
oluşturmaktadır. Sabahleyin “benim bir fikrim geldi” diye kalkan bir yetkilinin
bu fikirlerini hayata geçirebilmesi için tek rakibi çoğu zaman kendisi olmakta
ve çevresinde zaten bunları onaylamaya hazır çok geniş bir kitle
bulabilmektedir.
Değerli hocalarımızın da belirttiği gibi yol genişletmelerin trafik sorunlarının
çözümü çoğu zaman olmadığı, tersi bir yaklaşımla trafiğe kapatılan yolların
çevresindeki araç trafiğinin kısa bir süre sonra buharlaştığı akademik olarak
da, pratikte de kanıtlanmış ve akademik çevreler tarafından kabul görmüş bir
olgudur.
Üçüncüsü, yapılan uygulamalar çoğunlukla demokratik katılımcılık açısından
sakattır. Bu memlekette kahve toplantılarında en çok söylenen şudur “azizim
bu memlekete demokrasi çok erken geldi” Ama biz böyle yaptığımız sürece
yüz yıl sonrada hâlâ kahve toplantılarında benzer bir söylemi muhtemelen
duyacağız. Demokrasi anlayışımız şimdilik, birilerinin daha önce seçtiklerini
seçmekten daha öteye gitmemektedir. Hasbelkader seçilenlerin dedikleri de,
öttürdüğü düdükler de demokrasi olmakta, o yüce kişi herkes için en iyiyi en
doğruyu, herkes adına düşünmekte ve her zaman yapmaktadır; pratikte
bizim tarafımızdan algılanan çoğunluk da budur. Demokratik kitle örgütleri ve
meslek odaları seslerini çıkardıklarında cevaplar hazırdır, “herkes kendi işine
baksın” Öyle ya bu memlekette komünizm de şeriat da gelecekse birileri
tarafından bizim adımıza getirilecektir. “Halka sormak da neymiş, eski köye
yeni adet, eşeğin aklına karpuz kabuğu getirmeyin” demekteler. Eski Yunan
sitelerinde de böyleydi, asiller karar alırlardı, agoranın çevresindeki evler
64
amfi tiyatrolara giden yol üzerinde bir engel teşkil ettiğinde, asiller kölelerin
barınaklarını yıkarlardı. Daha sonra bindikleri çift katlı arabalarına “deh” diye
seslendiklerinde kölelerin daha önce ne yaptıklarını hiç düşünmezlerdi. Peki
duruma köleler ne yapardı, bunu doğrusu çok bilemiyoruz. Çünkü Heredot
da bunları yazmazdı.
Dördüncüsü, bu politikalar sosyal politika açısından da sakattır. Günümüzde
kentsel
dönüşüm
yerel
yönetimlerin
en
gözde
söylemi
olmayı
sürdürmektedir. Bunun nedeni çok kolay tahmin edebileceğiniz gibi ranttır.
Bu bahaneyle kentsel mekânda mülkiyet paylaşımı yeniden yapılmakta, imar
sorunları gerekçe gösterilerek, yoksul sınıflardan sermaye sınıfına mülkiyet
ve kullanım hakları transferi yapılmaktadır. Dünya önceleri fetih çağlarında,
sonraları iç göçlerin ve toplumsal alt sonuçların yoğun olduğu dönemlerde bu
şekilde yaşanmış pek çok trajediye sahne olmuştur. Ama bunlar geçen
yüzyılın başında kalmıştır, 1920’lerde, 30’larda olduğu düşünülebilir. Ama biz
100 yıl geriden geldiğimiz için benzer uygulamalar günümüzde ülkemizde de
hâlâ sürmektedir. Oysa Batı Avrupa ülkeleri bu kentsel dönüşüm
projelerinden pratikte pek çok şey öğrenmiştir. Bunlar şudur: Kentsel
dönüşüm bütünüyle piyasa dinamiklerine, merkezi ve yerel yönetimlere
bırakılamaz. Bu alanda kamu yanında özel mesleki ve gönüllü kuruluşlar ile
birlikte çalışılmalı, yerel halka öncelik tanınmalı ve bu alanda yaşayanlar
güçlendirilmelidir. Batı Avrupa ülkelerinin pratikte çıkardığı sonuçlar budur.
Sonuç olarak iç göçün ve plansız gelişimin tek sorunları onlarmış gibi fatura
gecekondu sakinlerine ödetilmek istenmektedir. Halkın yoksunluğundan
nemalanan, istismarcı politika esnafının hiç bu işte suçu yok mudur? Siz hiç
yöneticilerimizden yasal kılıflara uydurularak, her gün yapılmakta olan çarpık
ve yağmacı yapılaşmaya karşı bir eylem, bırakın eylemi bir söylem duydunuz
mu? Yavuz hırsız misali çıkarılan bunca gürültünün nedeni budur. Bu
sokakta davul çalınırken, başka bir sokakta bir şeyler götürülmek
istenmektedir. Mekânları insansız bir meta olarak algılayan bir zihniyet,
insanları yaşam çevrelerinden uzaklaştırmakta, buraları kâr ve spekülasyon
65
amaçlı kullanım alanlarına dönüştürmektedir. Bu yaklaşım, planlama
kavramının içini boşaltmakta, kentsel dönüşüm kavramını kulağa hoş gelen
ama süslü bir söylem boyutuna indirgemektedir. Yapılması gereken halk için
halkla birlikte ve mutlaka değer yaratıcı bir iyileştirme programı niteliğinde
dönüşüm programı olmalıdır diye düşünmekteyim.
Bir ev yıkıldığında gerçekte yıkılan sadece bir ev değildir, bir evden çok daha
ötesidir. İnsanların aidiyet duyguları, anıları, geçmişle olan bağları, geleceğe
ait umutları da evleriyle birlikte yıkılmaktadır. Daha iyisini vermek bile ortaya
çıkan travmayı gidermekten ne yazık ki uzaktır. Geçmişte cetvelle çizilen
sınırlar vardı, şimdi parmakla gösterilen yollar olmakta, “şuradan geçilsin”
diye. Ama bunun kolay olmasına karşın, çok doğru ve çok haklı bir yöntem
olmadığını düşünmekteyiz. Sabahki konuşmalarda Sayın TOKİ Başkanı dedi
ki “Türkiye’nin üç büyük problemi vardır, bunlardan biri terördür, ikincisi
gecekondu problemidir, üçüncüsü cari açıktır” Ben sözleri şöyle yorumlamak
istiyorum, Türkiye’nin bir tane problemi vardır, o da yönetim problemidir. Yine
Sayın TOKİ Başkanı dedi ki “Biz yüzde 70 doğruyla yola gittiğimizde ya da
yaptığımız işlerde yüzde 70 doğruyu yakaladığımızda, doğru olduğumuzu
düşünürüz, bu tavır bize güven verir” dedi. Ben sizlere şimdi sorsam, desem
ki “biz burada 100 kişiyiz, bu toplantı sonrasında 30 kişi ölecek ya da
yaralanacak” bu toplantı yapılır mı? Yapar mıyız böyle bir toplantıyı?
Dolayısıyla bunu somutlaştırırsak, genel akademik bir söylem içerisinde
bulundum. Balta Limanı-TEM bağlantı yolu içerisinde yapılan güzergâh
belediye yetkililerinden aldığımız görüşler doğrultusunda keyfidir. Çünkü tersi
önerilmesine karşın, daha az yıkıma yol açacak bir güzergâh önerilmesine
karşın bu yapılmamıştır ve özellikle evlerin üzerinden geçirilmiştir. İMKB
arsası boş olmasına karşın bu güzergahtan yararlanılması düşünülmemiştir.
Alternatif olarak Doğanevler’de, Fatih Sultan Mahallesinde, Emirgan
sırtlarında oturan insanlara Kartal’da yer gösterilmektedir.
Konuşmamın başında değerli konuklar ikinci bir veciz söz olduğunu,
söyleyeceğimi söylemiştim. O da şudur: Samanlık atlara farklı, sevdalılara
66
farklı kokar. Bizim tarafımızdan duyulan kokular budur. Bu söylediklerimin
tabii çok fazla bir şeyi değiştirmeyeceğini biliyorum. Haluk Gerçek hocam da
konuşmasında değindi, akademik çevrelerin de dramatik bir açmazıdır
sanıyorum bu söylediğim. Fuzuli’nin güzel bir sözü ile noktalamak istiyorum,
“Söylesem faydası yok, sussam gönül razı değil.”
Saygılar sunarım. (Alkışlar)
OTURUM BAŞKANI- Efendim, biz de Velahaddin beyin bu duyarlı sunuşuna
teşekkür ederiz. Hem yerel sorunları anlattı, hem de bize bunun arkasındaki
felsefi görüşü nasıl değerlendirdiklerini anlattı. Ben doğrusu çok istifade
ettim, bazı ilginç saptamaları da var, onları da konuşuruz. Fakat bu kentsel
dönüşüm meselesi, kentlerin dinamiği meselesi Fatih Sultan Mehmet
Mahallesinin olduğu yerden başka türlü gözüküyor, Ayazpaşa’dan da başka
türlü gözüküyor.
Ayazpaşa’daki Güzelleştirme Derneği yöneticisi Sayın Adnan Genç’i
dinleyeceğiz. Bize bu mahallenin süregelen bir başka imar-gelişme-dönüşme
problematiğini bize anlatacak.
Buyurunuz efendim.
EROL TULPAR (Ayazpaşa Güzelleştirme Derneği)- Adım Erol Tulpar.
Müsaadenizle
düzelterek
söyleyeceğim:
Planlanan,
Adnan
Genç’in
katılmasıydı. Ancak yönetim kurulunda bazen benzer görevleri değişik üyeler
yapabiliyor. Affınıza sığınıyorum, düzenlemede geçen ismin yerinde bir
başkası olarak ben varım.
Ayazpaşa, Taksim’den önce Gümüşsuyu’na sonra Dolmabahçe’ye inen
cadde ekseninde yerleşmiş iki mahalleden biri. Gümüşsuyu mahallesi
muhtarlık olarak anılıyor. Ana cadde üzerindeki yapılar 20. yüzyılın başında
yerleşmiş olan ve şimdi çoğu tarihi yapı özelliğini taşıyan, eski yerleşik semt
dokularından birine sahip bir çevre. Semt derneklerinin kurulması ve bu
yapılar içinde örgütlü yaşamı paylaşma faaliyetinin bir parçası olarak bizde
67
de Ayazpaşa Çevre Güzelleştirme ve Yaşatma Derneği kuruldu. Yalnız
bizimki biraz spesifik bir olaya değindi. O da büyük projeler kapsamında ele
alınabilecek olan Park Otel’i eski tarihsel yapısının yıkılıp, yerine devasa
boyutta yeni bir bina kompleksi yapılması sırasında doğan tepkiyle bugünkü
enerjisine sahip oldu ve bunu dernek örgütlenmesine çevirdi. Esas olarak da
yasalara uygun olmayan bu faaliyetin durdurulması ve eğer olabilecekse
onun yerine çevreyle, çevre insanlarıyla ve bütün şehirle daha barışık bir
yapının orada boy gösterilmesinin sağlanması için çaba harcamaktı. O
zamanki basın haberlerinden izlenmiştir. Teferruatı benim tekrar burada dile
getirmem büyük bir anlam taşımayacak. Ama uzun bir yargı sefahati
sonucunda bu inşaatın durdurulması ve ardından da yıkılması gündeme
geldi, uygulandı. Çevredeki diğer yapılarla biraz daha az göz tırmalayıcı bir
manzara ortaya çıktı.
Sondan başlarsak, 2006 senesinin ortalarına doğru ve ardından da sonunda
iki şey gerçekleşti. Biri Beyoğlu SİT planının onaylanması, diğeri de 1/5000
ve 1/1000 planların geçmesi. Bunlar elle tutulur biçimde Park Otel’i
inşaatından kalan gövdenin de şekillenmesini belirledi. Biz buna karşı
görüşlerimizi ifade etmeyi denedik. Belli ölçüde basında yer aldı, konuyla
daha fazla ilgili olanlar başta olmak üzere. Oradaki talep 2010 yılında Avrupa
başkenti olacak olan İstanbul’un ortaya konulan iddialara, ortaya konulan
hedeflere uygun bir bölge yapısına kavuşmasına katkıda bulunmaktı
açıkçası. 2006 yılının Aralık ayında yapılan bir basın açıklamasında bu
konudaki özet görüşleri hem değerlendirmemizi -olumsuz anlamda- hem de
mademki böyle yapılandı, o zaman bunun çevrede yaşayanlara ve çevreye
bakanlara daha az rahatsız edici olması için yapılması gereken hakkında
düşündüklerimizi ifade ettik. Orada kabaca söylenen şuydu: Yıkım
sonucunda çevredeki büyüklüklere az çok uyum sağladığı düşünülebilecek
olan bir kütle ortada, ama bunun denizden bakıldığı zamanki görünüşü hâlâ
çok büyük, hâlâ çok gözebatan şekilde. En azından bunun sadece makyaj
anlamında değil, yerine getirdiği işlevler anlamında da düzenlenmesi.
68
Ortadan kaldırılmış olan bir sokak vardı. Onun tekrar çevredeki insanların
geçiş hakkını sağlayacak şekilde düzenlenmesi ve belki de bütün bunların
toplamı olarak burası çok geniş olmayan sokakların çevrelediği bir alan.
Açıkçası eski Park Otel ana caddeye olan bakışıyla, oradan işleyişiyle bunu
çok fazla rahatsız eden, buna çok aykırı düşen bir işleyiş içinde değildi. Ama
yeni yapılanın birden fazla girişi olması, zaten ilk tasarlanışına göre çok
amaçlı olması böyle bir şeye izin vermiyor. Bu anlamda düzenlenmenin
yapılması önemli. Burada, kısacası semt derneği içinde görev yapan çevre
yaşayanları olarak, vazedici olmaktan ziyade “şöyle olsun, böyle olsun” diye
vazedici olmaktan ziyade, bizim yaşantımızı -en dar anlamda değil- sosyal
yaşamımızı,
olumsuz
anlamda
daha
az
etkilesin
istendi.
Çevreyle
ilişkilerimize de zarar vermesin düşüncesiyle dönüştürmeye yönelik öneriler
geliştirdik. Dernek faaliyeti içinde Park Otel’in hakkındaki bilgiler, onunla ilgili
ne yapılıp ne yapılmadığı, bütün konuşmaların tahmin ederim yarısını veya
yarısından fazlasını oluşturuyor. Bununla birlikte burada size hakkında bilgi
veremeyeceğim başka bir işleyiş daha var, yalnızca adını anmama izin verin.
O da Beyoğlu yöresindeki derneklerin bir koordinasyonu var, Beyoğlu
Derneği, Cihangir Derneği, Ayazpaşa Derneği bunun içinde yer alıyorlar.
Bunlar Talimhane’deki düzenlemeyi de yakından görmüş, izlemiş ve
sonuçlarından da etkilenen bölgelerde yaşayan insanların kuruluşları. Keza
Beyoğlu’nda İstiklal Caddesinde herhangi bir yenileme, ister fonksiyon
bakımından, isterse caddenin kaplamaları bakımından olsun bizleri diğer
yurttaşlardan daha kısa süre içinde, belki de daha uzun vadeli etkileyebiliyor.
Son olarak da Tarlabaşı’ndaki bu dönüşüm tasarısı, bunlarla ilgili dolaylı
etkilerin bize değin yanları şöyle: Talimhane’de sözgelimi trafiğe kapalı bir
alan yaratıldıktan sonra, bu alanın nasıl ve kimler tarafından kullanıldığı, bize
komşu olan yöredeki yaşayıştır. Doğrudan doğruya bize değen sosyal
yüzüdür şehir yaşamının. Tarlabaşı ile ilgili olan da, Taksim’e gelen ana
güzergahlar üzerindeki belki insan davranışlarını birinci ölçüde belirleyecek,
ama bunun halka halka dağılışı yakın mahallelerin üzerinde de çok etkili
69
olacaktır. Dolayısıyla bu anlamdaki büyük projeler bizim ilgi alanımız içinde.
Yalnız komşuluk hukuku ve ilişkileri Park Otel’e bütün bunlardan çok daha
farklı bir anlam yüklemişti, hâlâ bu tamamlanmamış durumda olduğu için
sürüyor. Bunun bitişiğinde -belki sözünü etmem lazım- o kadar büyük bir
kütle değildir, ama verem savaş dispanseri vardır, tahmin ederim oradan
geçenler bilir. İkinci sıradaki caddede kalır. Ana cadde üzerinde, ama
Taksim’den aşağı inerken sağ kolda, Vakıflar binasının hemen arkasındadır.
Ona bitişik Mustafa Paşa apartmanı vardır, yine yüzyılın başında yapılmış.
Şimdi apart otel olarak filan andıkları uygulamanın örneklerinden sayılabilir.
Berbat bir halde, kendi haline bırakılmış, yıksın, çöksün vesaire. Ama
önünden geçenlere de zarar veriyor. İstekte bulunuldu, bir tahta perde içine
alındı. Tahta perde kendini taşımaya muktedir değil, geçerken birimizin
başına düşmesin diye onunla ne yapabileceğimizi bilmiyoruz. Çeşitli
temaslar oluyor, fakat bu temaslar yenilenmesini, kabul edilebilir nitelikte bir
önlem alınmasını orada sağlamaya yetmiyor.
Buradan sözü getirmek istediğim nokta şu: Eğer büyük çapta olan projeler
uygulanırken, bundan birinci derecede etkilenecek olanlar ne düşünüyorlar
bu konuda. Bundan etkilenme biçimlerine karşı nasıl bir tepki verecekler?
Bu, birinci planda yapımcılar tarafından göz önüne alınmalı, bir demokratik
talep olarak değerlendirin bunu. Bu, olmadığı takdirde veya eksik olduğu
takdirde bunun bir hak olarak savunulması ve elde edilmesi de tamamen
yurttaş bilinciyle komşuluk hukuku içinde semt yerleşeni bilinciyle yapılacak
olanlara bağlı. Bu konuda hepimiz öğrenciyiz, her yaştan öğrenciyiz, her
alışkanlıktan, her sosyal yapıdan öğrenciyiz, umarım sınavları geçebiliriz.
(Alkışlar)
OTURUM BAŞKANI- Aramıza yeni katılan Gülsuyu, Gülensuyu Mahalleleri
Güzelleştirme Derneğinden Erdoğan Yıldız bey, kendilerinin mahalleleri
Anadolu Yakasında Maltepe civarında, Yakacık dağına tepesi olan bir yerde.
Bu bölgede bir kentsel dönüşüm projesi uygulanmak isteniyor. Oraya, o
projeye bir yerel derneğin bakışını bize aktaracak. Buyurunuz efendim.
70
ERDOĞAN YILDIZ (Gülensuyu Mahalleleri Güzelleştirme Derneği)Teşekkürler. Özür dilerim, trafik biliyorsunuz İstanbul’da her zamanki gibi felç
ediyor, Boğaz Köprüsü tıkalı, İkinci Köprü tıkalı, o yüzden geç kaldım.
Konuşmamın genel kurgusunu katılımcılık mekanizmasındaki sorunlar
üzerine yapacağım. Bizim mahalleler diğer kentsel dönüşüm mağduru
mahalleler gibi 3 yıldan bu yana ciddi bir süreç yaşıyoruz. Biraz diğer
mahallelerden farklı olan özelliği, katılımcılık yönünden planlamanın
mahallede yaşayanların da öznesi olduğu, katılımcısı olma isteğinin olduğu
bir mahalle olmasıyla, diğer mahallelerden ayrışıyor. Bu kenti kentte
yaşayanlarla birlikte kurmak, kentte yaşayanlarla birlikte kurarken yoksullukvarsıllık ayrımı yapmadan, kentsel dönüşüm mahallelerin de diğer kentteki
mahalleler gibi, ilçeler gibi o katılımcılığın içinde yer alması problemi
yaşanıyordu. Dolayısıyla bu mahalleler ile kent arasında ciddi bir gerilim var.
Aslında bu gerilim sadece kent üzerinde değil, bu kenti yönetenler üzerinde
de yaşanıyor. Biz bundan kaynaklı gerilimi düşürmenin yolunu eşitlikçi,
herkesin içinde söz ve karar sahibi olduğu bir kent kurma yöntemiyle
mümkün olabileceğini düşünüyoruz. Dolayısıyla, bu kentsel dönüşüm
sürecindeki mahallelerin bir biçimiyle tek taraflı, bir tarafın plan yapma öznesi
olduğu, diğer taraftan mahallelerin sadece bunun nesnesi olduğu, plan
yapılmaya hazır mahalleler olduğu ikilemini kırıp, iki taraflı mahallelerin de bu
planlama sürecinin içinde olabileceği, yönetenlerle yönetilenlerin birlikte bir
karar mekanizması oluşturabileceği bir sürecin olacağını, olabileceğini
düşünüyoruz. Dolayısıyla böyle bir süreç yaşanırsa karşılıklı, bunun gerilimi
daha azaltan bir süreç olabileceğini düşünüyoruz. Üstelik de bu süreci
yaşarken kamu yararı denilen tırnak içinde o “kamu”nun esas sahibinin biz
olduğunu düşünüyoruz. Dolayısıyla eğer kamu diye bahsedilen kavram biz
isek ve kamu yararı bizim adımıza yapılıyorsa, bu dönüşümler veya
dönüşüm yapılırken yaşanan durum, bizim hayrımıza, bizim de içinde
olabileceğimiz bir mekanizmayla mümkündür.
71
Karşılıklı diyalog yoluyla olumlu bir süreç yaşanabilirken, yerel yönetimler,
ilçe belediyeleri ve özellikle Büyükşehir Belediyesi, bu yöntem yerine daha
yukarıdan aşağıya, daha otoriter bir sürece zorluyor bizim gibi mahalleleri.
Örnek verirsek, Roman mahallelerinde yaşanan süreç, Küçükarmutlu’da
daha dün yapılan basın açıklaması, Gülensu, Gülsuyu Mahallesindeki o
katılımcılığın engellendiği koşullar bu gerilimi daha da yükselten bir yerde
duruyor. Dolayısıyla bu mahallelerin en yenisi bile 40-50 yıllık bir süreçte
oluşmuşken, açıkçası bize işgalci denilmesi, bu mahallelerin ur gibi cerrahi
müdahale yapılması gereken alanlar gibi görülmesi ağrımıza gidiyor.
Dolayısıyla daha önce de aldığımız kararlar ve aramızda yaptığımız
görüşmeler gibi tekrar aynı vurguyu yapacağım. Yaklaşık 13-14 mahalle
dönem dönem bir araya geliyoruz, karşılıklı fikir alışverişlerinde bulunuyoruz.
Orada aldığımız kararlar şuydu: Bundan sonra bu mahallelerde yaşanacak
süreçte bizden bağımsız herhangi bir süreç yaşanırsa, bu süreci biz kendi
mahallelerimize yapılmış sayacağız. Dolayısıyla eğer karşılıklı bir diyalog
yöntemi oluşturulmayıp, hâlâ bu mahallelere rağmen bir planlama süreci
yaşanacaksa, bunun negatif, yıkıcı bir süreç olacağını, ama bunun asgari
anlamda o mahallelerle birlikte yaşanırsa daha olumlu yaşanabileceğini
öngörüyoruz. Bu da çok insani bir talep. Sanki bu talebin siyasi bir talepmiş
gibi görülmesi, açıkçası çok anlam veremediğimiz bir süreç. Dolayısıyla
diyeceğim, bu mahallelerde yaşayan insanların da söz ve karar sahibi
olabileceği mekanizmalar mümkündür. Bunun üniversite camiasıyla, meslek
odalarıyla, mahallelerle birlikte yapılırsa daha anlamlı bir sürece doğru
evrileceğini öngörüyoruz.
Teşekkür ederim.(Alkışlar)
OTURUM BAŞKANI- Aramıza yeni katılanlar oldu, Gülten Hanıma hoş
geldin diyoruz. Bir yanlış anlaşılma olmuş sabahleyin, iyi örgütlenememişiz.
Toplantının yerini bulmakta zorlanmışlar. Özür dilerim düzenleyiciler adına.
İsterseniz Gülten Hanıma bir soluklanma zamanı verelim ve Yıldız
Üniversitesinde Araştırma Görevlisi Tolga İslam’ı dinleyelim. Tolga, benim
72
tanıdığım genç bir akademisyen. Konuyla ilgisi herhalde soylulaşma
konusundaki uzmanlığından geliyor. Kendisi Bilgi Yayınlarından çıkan
soylulaştırma ile ilgili, kentsel süreçlerle ilgili, bir kitabın derlemesini yaptı.
Aynı şekilde, Mimarist dergisinde bir sayının editörlüğünü yaptı. Çok değerli
araştırmaları var, onun için kendisiyle başlayalım. Bütün bu süreçlerin,
üzerini örten çerçeve, kavram diyebileceğimiz soylulaştırma, Türkçesi pek
zor eski gentrification yerine kullanılıyor. Bazı yazarlar mutenalaştırma
kelimesini kullanıyorlar. Buyurun efendim.
TOLGA İSLAM (Yıldız Teknik Üniversitesi)- Teşekkür ederim.
Murat Hocamızın dediği gibi soylulaşma üzerine bir çerçeve çizmeyi
düşünüyordum, öyle bir sunuş hazırladım. Konuşmamın bir başlığı olacaksa
“80’lerden
2007’ye
soylulaşmanın
değişen
yüzü,
soylulaşmadan
soylulaştırmaya” diyebiliriz belki. Soylulaşma ile alakaları çalışmalarımız
başlangıç noktasını 2002 yılı oluşturuyor. Ben o dönemde yüksek lisans
tezimi yaparken, Galata’da bir süreci incelerken, oradaki süreci inceleyerek
birtakım çıkarımlarda bulunmuştum ve oradan İstanbul’da gerçekleşen
süreçleri kategorize ederek üç döneme ayırmıştım. 80’lerde, 90’larda ve
2000’lerde başlayan, başlangıç tarihlerine göre üç farklı döneme ayırmıştım.
Şu anda ise böyle bir kategorizasyon yapmak gerekiyorsa, üç dönemden
ziyade iki ana dönem belki söz konusu diyebiliriz, içinde bulunduğumuz şu
dönemde. Bunu da 2000 öncesi ve 2000 sonrası diye ortaya koymak doğru
olabilir. 2000 öncesi dediğimiz süreçte, az önce bahsettiğim gibi ilk başta
80’lerde İstanbul’daki boğaz köylerinde Kuzguncuk, Arnavutköy gibi birtakım
bireylerin kendi bireysel tercihleri sonucu oralarda yaşama yönünde bir talep
geliştirmeleri sonucu ortaya çıkan süreçler başlıyor. 80’lerdeki süreç 90’larda
bu sefer kentin kültürel merkezine, yani Beyoğlu’na, Cihangir, Galata gibi
semtlere sıçrıyor.
Bu her iki süreçte -ki her iki süreç arasında birtakım farklılıklar olabilir, amabüyük resme baktığımızda çok benzer süreçler. Her ikisinde de bireylerin
73
öncülüğünde, kendiliğinden geçen, spontane gelişen birtakım süreçlerden
bahsetmek mümkün, Bu dönemin ardından, 80’lerin ve 90’ların ardından -ki
bu süreç daha devam ediyor kendi içerisinde- 2000’lerde başka bir süreç
ortaya
çıkmıştı.
O
dönemde
-2002’den
bahsediyorum-
Fener-Balat
rehabilitasyon projesi, bizim çok bilinen ismiyle UNESCO projesi diye geçen
Avrupa Birliği, Avrupa Komisyonuyla Fatih Belediyesinin ortaklığında
gerçekleşen bir projeyle, İstanbul’daki soylulaşma süreci, soylulaştırmaya
doğru ve kurumsal soylulaşmaya doğru kaymaya başladı. Aslında çok
yumuşak
bir
geçişti
bu,
Fener-Balat
projesi.
Arkasında
Avrupa
Komisyonunun olmasından kaynaklanan bir yumuşaklıktı bu, çünkü o
komisyonun tabii ki böyle bir müdahalenin, bir tarz metruk mahallede,
bölgede yatırım yapmanın olası birtakım sonuçlarını önceden öngörebilme
gibi bir yetisi vardı, belki geçmiş deneyimlerin farkında olarak.
Dolayısıyla soylulaşmayı önleyici tedbirleri, çok güç olsa da en azından
hafifletici birtakım tedbirler, aldı ve 7 milyonluk bir hibe sağlayarak bu
tedbirlerin de bir şekilde uygulanmasının arkasında durdu. Oradaki süreç 97
yılında ilan edilmesiyle başladı ve bir şekilde boğaza veya kültürel merkeze,
Beyoğlu’na kendiliğinden gidebilen insanların aslında gidemediği bir
bölgeyken Fener-Balat, daha üst eşikler varken, daha zor ve riskli bir
bölgeyken, bu projenin ilan edilişi, orada bir yatırımın yapılacağının haberinin
yayılması insanların kafasındaki kurguları, kaygıları ve eşikleri bir şekilde
azalttı. Orada soylulaşma sürecini 2002’de yılında gittiğimde görmüştüm.
Öncü soylulaştırıcı diyebileceğimiz küçük bir kitle orada oluşmuştu. O
dönemde sürecin çok daha hızlı geliştirileceğini düşünmüştüm, ama proje bir
türlü başlamadı. Zannedersem 2003 Ocak’ta başlamış ve şu aralarda bitmiş
olabilir. Ama süreç benim öngördüğüm gibi olmadı, gayet -dışarıdan bakarak
söylüyorum, çok ciddi bir saha araştırması yapmadım- yavaş ilerledi,
yumuşak bir geçiş oldu.
Buradan sonra, başka bir süreç yine 2000’li yıllarda… Yatırımcılar, tabii
burada belediye ve bir uluslararası konsorsiyumun ortaklığıyla gerçekleşen
74
bir süreçti bu. İkinci bir süreç Beyoğlu bölgesinde, yatırımcılar eliyle
gerçekleşti. Burada da iki tane ana dalga var. Biri Beyoğlu’nda araştırmamı
yaptığım dönemde çok da fazla örneklerine rastlamadığım yeni bir biçimde
ortaya çıktı. O da daha önce bahsettiğim bireylerin kendi kültürel tercihleri
sonucu, tarihi bir dokuda, evde, eğlence merkezine yakın bir yerde yaşama
yönündeki talepleri sonucu oluşan, mevcut bireylerin taleplerinin arza
dönüşmesi sonucu oluşan bir süreçten yatırımcıların devreye girdiği başka
bir sürece doğru bir kayış oldu. Burada da birçok küçüklü büyüklü yatırımcı
firma ve bunların arasında uluslararası sermayeyle beraber hareket eden
firmalardı -ki Beyoğlu AŞ burada ön plana çıkıyor, eğer isim vermek
gerekiyorsa. Böyle bir süreç oldu ve süreç bir anda mecra değiştirdi.
Önceden tekil şahısların daire daire satın alarak dönüştürdüğü bir süreçken,
bu sefer bina bina satın alınmaya başladı ve sürecin ölçeği değişti.
Bir başka gelişme Fransız sokağı adı verilen başta, daha sonrasında geri
dönülen, 2004 Temmuz ayında gerçekleşen bir süreç. Mehmet Taşdiken
isimli bir yatırımcının belediyenin çok görünür olmadığı, -belki görünmez
birtakım destekleri olmuş olabilir- gerçekleştirdiği bir proje. Bu aslında bir
dönüm noktası da, çünkü bina ölçeğinden bu sefer sokak ölçeğine doğru bir
geçiş oldu. Eğer 80’lerden itibaren bakarsak, ev, daire bazında bir dönüşme
yaşanırken, 2000’lerden sonra ilk başta bina bina dönüşüm olmaya başladı
ve Fransız Sokağı ile birlikte bu sefer sokak sokak dönüşme yolunda yeni bir
çığır açıldı. Bina bazındaki bir değişimle, daire bazındaki değişimin şöyle bir
farkı oluyor. İlk bahsettiğim süreç -2000’den önceki süreç- oldukça yavaş
gelişiyor ve bu yavaş gelişmesi itibariyle de etkileri de yol açtığı birtakım
sosyal sonuçlar da daha yumuşak oluyor. Ama bina bina gittiği zaman,
sonuçta bir binada 10 daire, Galata bölgesinden bahsediyorsak bir
apartmanda 10-15 tane daire olabiliyor. Dolayısıyla bir anda 15 kişinin
yerinden edildiği bir süreç yaşanıyor. Diğer tarafta tekil bir süreç yaşanıyordu
eskiden.
75
2000’li yıllarda böyle bir dönem var. 2000’den sonraki süreci de iki ana
başlıkta incelemek çok mümkün. Burada bir kırılma noktası var, 2005 yılı.
2005 Temmuz ayında hepimizin de bildiği, o meşhur 5366, kendi aramızda
Tarlabaşı yasası olarak da adlandırdığımız, Yıkılan Tarihi ve Kültürel
Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması Hakkındaki Kanun, gerçek
ismini eğer söylersek. Bu kanunun çıkmasıyla birlikte, aslında bu kanunun
çıkış tarihi bir kırılma noktası oluyor ve bir anda soylulaşmanın ya da
soylulaştırmanın ölçeği önceki dönemlerden, 2000 sonrası dönemden de
daha farklı bir boyuta, ölçeğe ulaşıyor. Artık sokak bazında değil, adalar
bazında bir dönüşüm yaşanıyor. Bunun ilk örnekleri de zaten, o yasanın
çıkışını da belki yaptıkları lobi faaliyetleriyle gerçekleşmesini sağlayan iki
belediye, Fatih Belediyesi ve Beyoğlu Belediyesi. Hemen bunun akabinde
biri 2006 yılında Tarlabaşı’nda, diğeri de 2005 yılında Sulukule’de iki tane
ada bazında dönüşüm projesini ortaya koyuyor.
Toparlarsak, 80’lerden günümüze soylulaşma süreci hem ölçek olarak
değişti, hem de tanım olarak da değişti. 80’lerde o klasik anlamda bildiğimiz,
tarihi evlerin rehabilitasyonu ve öncülerin, sanatçıların yerleşmesiyle
gerçekleşen bir süreç; 2000’lerden sonra bu sefer kentsel dönüşüm endeksli
bir şekilde gerçekleşmeye başladı. Peki bu İstanbul’a özgü bir şey mi?
Aslında İstanbul’a özgü bir şey de değil. 90’lardan sonra yurtdışında da
kurumların
öncülüğünde
gerçekleşmeye
başlayan
bir
süreç
vardı,
soylulaşma o yöne kaymıştı. Bizde belki biraz gecikmeli olsa, 10 yıl gibi bir
gecikme olsa da, sonuçta yurtdışındaki trendlere paralel bir şekilde İstanbul
da oradaki süreçlere eklemlendi ve oradaki süreçlerin bir benzerini burada
yaşamaya başladı. (Alkışlar)
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ediyorum.
İzin verirlerse ben sözü Gülten Hocamıza vereceğim. Buyurun efendim.
76
Prof. Dr. GÜLTEN KAZGAN- Sayın Başkana çok teşekkür ediyorum,
sizlerden de özür diliyorum geç kaldığım için. Ama oluyor böyle şeyler,
programa daima uyulamadığı durumlar ortaya çıkabiliyor.
Bana verilen konu İstanbul’un ekonomik yapısıydı. Söz konusu olan büyük
projeleri, onun içine nasıl yerleştirirsiniz, onu bilemem, o mimarlara ait bir iş.
Ama ben sadece ekonomik yapıyı konu edeceğim. İstanbul’un ekonomik
yapısı son 50 yıl içinde inanılmaz bir değişim, dönüşüm geçirdi. Öyle ki
2000’li yıllara geldiğimizde, artık İstanbul’un eski yapısıyla bağlantısı kalmadı
gibi bir olay. Yeni yerleşim bölgeleri açıldı, eski yerleşim bölgeleri birçoğu
itibariyle devreden çıktı, kimileri gecekondu bölgesine dönüştü. Fakat bu
değişimler, dönüşümler sırasında onların güdücüsü olarak, öncüsü olarak da
İstanbul’un ekonomik yapısında büyük dönüşümler ortaya çıktı. 50’li yıllar
İstanbul’una bakarsanız, İstanbul temelde köyden göç henüz başlamadığı
için, bir varoş söz konusu olmayan, ama kendi içinde bir yoksul kesim
barındıran, bu yoksul kesim yeni göç etmiş köylü olmayan bir kentti. Belirli
gelişmiş bölgeleri arasında bildiğiniz Pera dolayları söz konusuydu ve ona
bağlı olarak gelişen yöreler vardı. İkili İstanbul yapısı konu edilemiyordu,
göçten önceki dönemde. Çünkü varolan yoksul kesimle varlıklı kesim
birbirinden de çok kopuk olarak yaşamıyordu, iç içe bir durum söz
konusuydu.
Bugünün İstanbul’una gelindiğinde, artık İstanbul’un o yapısı söz konusu
değil. Birbiriyle kesin ayrılmış iki kesim mevcut. Varoşların İstanbul’u ve
gelişmiş merkez, dünyanın sayılı kentleri arasında ismi geçen İstanbul. Bu
ikinci İstanbul’un ekonomik yapısının Türkiye’den çok farklı olan, çok özgün
bir yapısı var. Bir kere ortalama olarak gelir düzeyi Türkiye ortalamasının
üstünde. Öyle ki İstanbul Türkiye nüfusunun yüzde 14’ü -gerçek nüfus
sayımında kaç çıktığı belli değil, çünkü bir çok yerler sayılmamış oluyorİstanbul’da yaşadığı halde. Gayri Safi Yurtiçi Hasılaya İstanbul’un katkısı
bunun iki katı. Yani ortalama gelirin çok üstünde bir düzeyde, ama belirteyim
ki varoşlarda gelir düzeyi hiç o ortalamaya uygun değil, onun çok altında bir
77
kesim var orada. Bizler, Bilgi Üniversitesi’nde, varoşlarda yaşadığımız için,
Kuştepe gibi, Dolapdere, Silahtarağa gibi, o yöreleri çok iyi biliyoruz. Bu
ortalama yüksek gelirin içindeki üretim kesimlerinin dağılımı da Türkiye
ortalamasından oldukça farklı. Ticaret kesimi yüzde 31’i oluşturuyor Gayri
Safi Yurtiçi Hasılanın İstanbul’da ve bu ticaret içinde dış ticaret fevkalade
önemli bir yer tutuyor. Öyle ki, İstanbul bütün çevre kentlerin ihracat limanı
gibi, özellikle belirli üretim malları bağlamında. Bu itibarla büyük projeler söz
konusu edildiği zaman İstanbul bağlamında mutlaka dünyaya açılan büyük
ticaret kentinin limanlar, demiryolu istasyonları, kamyonlar için garlar vesaire
gibi büyük projelerle iç içe yaşıyor olması demek olacaktır. Çünkü ticaretin
önemli bölümü dış ticarete yönelik olarak ortaya çıkıyor.
İkinci önemli kesim, finans kesimi. Finans kesiminin önemini şuradan
görebilirsiniz. Türkiye’nin bütün büyük özel bankaları, bir vakitlerin kamusal
nitelikli olan Türkiye İş Bankası dahil, hepsi merkezlerini İstanbul’a taşıdılar.
Çünkü bu ticaretin finansmanı için bankaların yakında olması gerekiyor, hem
de bütün temel örgütleriyle birlikte. İkisi birbirini tamamlayarak İstanbul’da
ekonominin çok önemli bir kısmını oluşturuyor. Bu iki kesim de -tabii ticaret
dediğimiz zaman bunun içinde rakamlara ayak ticareti de girebilir, işporta
satıcıları da girebilir- esas gelirin büyük kısmını yaratan büyük ticaret kesimi
dış ticaret yönelik olarak çalışan kesim. Zaten dikkat ederseniz işadamlarının
dış ticaret bağlantılı örgütlerinin merkezi de çoğunlukla İstanbul’da
bulunuyor. Ticaret ve finans birlikteliği İstanbul’un gelirinde, İstanbul’un
gelirinin çok önemli bir bölümünün hizmetlerden kaynaklanmasına yol açıyor.
Hizmetler dediğiniz zaman da -bu tarım gelirinden farklı olay- kentin
merkezinde, merkezi kentte yer alan iş alanları demek oluyor. O itibarla
büyük projelere, biraz evvel konu ettiğim ticaret bağlantılı kurumlar ya da
finans bağlantılı kurumlar yanında aynı zamanda bu ticaret-finans olayının
merkezi olan yerleşimler de giriyor. Böylece bir bütünlük kazanıyor o bölüm
kendi içinde.
78
İstanbul’un sanayi özelliğine geldiğiniz zaman, o da Türkiye genelinden çok
farklı. İstanbul’da egemen olan sanayi üretimi kesimi emek-yoğun bir kesim
olan, dokuma-giyim sanayileri. Bu kesim sadece sanayide egemen olmakla
kalmıyor, aynı zamanda dış ticaretin de ana ögesi oluyor. Öyle ki Türkiye’nin
dokuma-giyim ihracatının yüzde 80 gibi, fevkalade yüksek bir oranı
İstanbul’dan yapılıyor. Yani ana üretim kesiminin ticareti gibi, dokuma-giyim
gibi aynı zamanda üretimi de merkezi olarak burada sanayi gelirinin ağırlıklı
bölümü dokuma-giyimden ortaya çıkıyor. Bu şaşırtıcı bir olay, çünkü
diyebilirsiniz “dokuma-giyim çok emekyoğun bir kesim, nasıl oluyor da
İstanbul gibi kişi başına gelirin Türkiye ortalamasının iki katı olduğu,
dolayısıyla ücretlerin de yüksek olmasının beklendiği bir alanda böyle bir
emekyoğun bir kesim oluyor?” Bu gerçekten şaşırtıcı bir olay, ama eğer
İstanbul’un ikinci bir yönüne, varoşlarına giderseniz, bunun kaynağının
nerede olduğunu çok kolay bulabilirsiniz. Çünkü varoşlar ucuz fiyata
çalışmaya hazır ve hatta kayıtdışı çalışmaya hazır geniş bir nüfus
barındırıyor. Eldeki verilere göre İstanbul nüfusunun, doğal artı göç etmiş
olan nüfusun yüzde 40’ı varoş nüfusu. Bu benim naklettiğim bir rakam, ben
buna pek inanmıyorum, daha fazladır, ama resmi rakamlar yüzde 40 diyor
varoş nüfusu için. Ben de izlenimlerimden çok varolan verileri nakletmek
durumundayım, onu naklediyorum. Bu yüzde 40 varoş nüfusu aynı zamanda
hem kayıtdışı çalışmaya hazır, hem düşük, asgari ücretle kayıtlı da olsa en
düşük ücretle çalışmaya hazır bir nüfus kesimini barındırıyor. Kuştepe’de
yaptığımız yerel araştırmada gördük ki o aylık geliri asgari ücret 400 YTL
civarında olmak dahi lüküs hayat, çünkü aylık geliri 200 YTL’nin altında olan
geniş bir kesim var. Bu büyük ihtimalle ücretli işçi ya da ayak işçisi falan gibi
çalışan kesim. Ama gösteriyor ki Şişli’nin o kadar yakınındaki bir varoşta
dahi o ücretle çalışanlar var. Kaldı ki daha uzaklara gittiğiniz zaman, orada
yerleşimler de daha fakir oluyor, daha fakir yerleşimlerde de ücretler daha
düşük olabiliyor. Bu itibarla o düşük ücretli nüfus barındıran varoşlar, aynı
zamanda o emek-yoğun sanayinin kaynağı oluyor. Çünkü emek-yoğun
sanayi ancak düşük ücretli yerlerde barınabiliyor.
79
İlginçtir Ankara’da düşük ücretli kesim mevcut değildir. Orada büyük boylu,
daha çok asgariye yönelik, bir kısmı da kamusal olan nitelikli sanayiler
vardır. O sanayi Ankara’da, ama bu tür sanayi de İstanbul’da merkezileşmiş.
Bu, Ankara’nın varoşu yok demek değil, ama İstanbul’un varoşu en azından
geniş demek oluyor. Bu ekonomik yapı, eş anlı olarak bir sosyal yapıyı
ortaya çıkarıyor. Tabii varoşlar kent merkezinden uzakta olduğu için, sanayi
de varoşlara daha yakın olabiliyor, fakat ticaret ve finans kentin merkezinde.
Bir ulaştırma sorunu ortaya çıkıyor, büyük projeler bağlamında çok belirgin
biçimde. O da bu uzak varoş yerlerinden daha yakında olan sanayiye, ama
kent merkezinde bulunan ticaret, finans kesimine kişileri götürebilmekte.
Gerçi ticaret-finans kesiminde çalışanlar genelde orta eğitimin üstünde
eğitim almış kesim, ama orada da tabii daha düşük ücretli kesim var. Fakat
genelde ortalamanın üzerinde eğitim söz konusu oluyor. Esas yöneticiler,
teknik kadrolar dışında düşük ücretli emek çalıştıran sanayiler, bahsettiğim
emek yoğun sanayiler daha çok vasıfsız ya da teknik vasıfları olsa da genel
vasıfları yüksek olmayan emek barındırdıkları için onların varoşlara daha
yakın alanlarda da yerleştiğini zaten gözle de görebiliyoruz. Böylece
İstanbul’un yapısı aynı zamanda yerleşme yapısını da belirliyor ve bu
yerleşme yapısı içinde yüksek ücretli, yüksek gelirli ticaret-finans ya da
sanayide yönetim katında bulunanlar bir yanda, ama öbür yanda bu vasıfları
daha düşük olanlar, işçi kesimi gibi bir yapı ortaya çıkıyor.
İlginçtir İstanbul Türkiye’nin köyü olmayan bir kesim, hele Yalova da gittikten
sonra tarım da bitti. Bu itibarla yaptığımız bir anket çalışmasında gördük ki
İstanbul’da tarım kesiminin payı yok gibi. Gayri Safi Yurtiçi Hasılasında
yüzde 1’in altında çıkıyor, ama bir de küçük nüfusu var. Bu yapısıyla İstanbul
çok sanayileşmiş, ileri düzeye gelmiş Avrupa ya da Amerika kentlerini
anımsatıyor. Çünkü oralarda da görürsünüz hizmetler, ticaret-finans öncelikli
kesimlerdir, en büyük katkıyı yaparlar. Onu sanayi izler ve oralarda da tarım
bağlantısı yok gibidir. Bu yapı tamamen İstanbul’da mevcut. İstanbul’un
sanıyorum ki büyük projeler gereksiniminin kaynağı da buradan geliyor.
80
Çünkü yapısı zaman içindeki gelişmede öyle oluşmuş ki, oradaki ekonomik
yapıyı yansıtır olmuş, ama belki onlardan biraz farklı olarak çok daha geniş
varoşları var. Gerçi varoşlar tabii orada da var, Paris’in bile biliyorsunuz
Arapları, zencileri barındıran göçmenlerden oluşan bir varoş alanı var; New
York’unkiler ünlü, yani biz yalnız değiliz. O itibarla demek oluyor ki büyük
kentler bir yandan zenginler, ileri düzeyde gelişmiş üretim kesimlerini falan
barındırıyor. Ama öbür yandan onlara hizmet verecek düşük ücretli bir kesim
barındırıyor. Bu düşük ücretli, düşük vasıflı kesimin büyük kentlerin özelliği
olması, oralardan farklı olarak, Türkiye’de başka bir olaya ivme veriyor. O da
köyden göç olayı. New York köyden göç baskısı altında değildir, uluslararası
göç olabilir, ama köyden göç diye bir olay yoktur. Çünkü o anlamda
Amerika’da köy yoktur. Aynı şey Avrupa kentlerinde, oralarda zaten tarım
nüfusu yüzde 5 ve daha düşüktür, Amerika’da yüzde 3 kadar düşüktür. Ama
Türkiye’de öyle değil. DİE’nin, şimdiki terimle TUİK’in bütün ayarlamalarına
rağmen hâlâ yüzde 27 gözüküyor tarım nüfusumuz. Ki o iyice ayarlamalı,
çünkü 5-6 yılda öyle bir indirdiler bu rakamları, artık Avrupa Birliğine mi
gösteriş yapıyoruz, kime gösteriş yapıyorsak onu bilmiyorum, aramızda
kalsın. Böyle bir düşüş oldu, milyonlar azaldı. Bu yüzde 27 de sürekli göç
baskısı altında, özellikle tarımdaki yoksulluk, sefalet koşulları, değişen
Türkiye’nin koşullarına uyamama, hükümetlerin de bu bağlamda mantıki
gerekli politikaları uygulayamaması oradan sürekli bir göç baskısı yaratıyor.
İşte İstanbul yapısı itibariyle diğer kentlerden farklı sayılamasa da onlardan
farklı olarak sürekli kendi köyünden gelen bir göç baskısı altında. Fransa
göçle gelenlere “dur, gelme artık seni almıyorum” diyor, kaçak göçleri de
çeşitli yollardan cezalandırıyor. Amerika’nın zaten köyden göç diye bir olayı
yok, keyfi çektiği kadar göç alıyor. Oraya da tabii kaçak göçler var, ama yine
sınırlıyorlar. Fakat bizde yasal olarak vatandaş olarak köyden göç sürüyor.
Gerçi 90 öncesi yıllardan farklı olarak şimdi Anadolu’da türeyen, o Anadolu
Kaplanları denen sanayileşen kentler bir ölçüde engel oluyor göçün buralara
uzanmasına. Ancak rakam büyüklüğü olarak yine sayılar büyük. Öyle ki
81
mutlak sayı itibariyle aldığınızda yine en büyük göç üç büyük kente, başta
İstanbul olmak üzere.
Bu itibarla genel olarak dünyanın büyük kentlerine benzer taraflarımız var,
ama onlardan çok farklı olan, İstanbul’da gözlediğimiz köyden göç denen bir
olay var. Bu olay İstanbul’daki ikili yapıyı çok daha sertleştiren bir olay
oluyor. Çünkü köylünün giderek İstanbul’a uyum sağlaması daha güç hale
geliyor. Biliyorsunuz Başbakanımız çok yakında izne bağlı olmalı falan gibi
bir fikir ileri sürdü. Bir demokraside, geçmişte galiba II.Abdülhamid yapmış,
İstanbul’a gelişi belgeye bağlamış, herkesi almamışlar içeri. Ama bugünün
demokrasi dünyasında bu olabilir bir iş değil. Kaldı ki bizim vatandaşlar
biliyorsunuz, dolaylı yoldan kuralları atlamayı çok iyi biliyorlar. Bu, kolayca
atlanacak bir kural olur. Siz damdan atarsanız, bacadan giriş nasıl olsa olur.
Bu itibarla Anadolu kentlerinin yakalayamadığı göçleri biz burada yine de
mutlak sayı olarak büyük rakamlarda almaya mahkumuz. Bence İstanbul’da
en büyük projelerden biri bu olmalıdır diyorum. Bu gelenler ne olacak,
bunların yerleşimi, çalışması, çocuklarının geleceği, herhalde en büyük
sorunlardan biri. Sayın Başkan “hadi susun artık” diyor, ben de izin
verirseniz, buyruğa uymak durumundayım.
Teşekkür ederim dinlediğiniz için. (Alkışlar)
OTURUM BAŞKANI- Efendim, herhalde bir başkanın en zor görevlerinden
biri “Hocaların Hocası diyoruz Bilgi Üniversitesinde” Gülten hanımın bir
konuşmasının yapıldığı bir yerde başkan olmak. Çünkü en zor kontrol
edebildiğimiz şey zamandır. Ben burada bir ders dinliyor gibi dinliyordum,
çok
özlü
ve
güzel
bir
konuşma
yapıldı.
Ama
maalesef
başka
konuşmacılarımız da var, kendilerinin iznine sığınarak… Çok teşekkür
ediyorum,
güzel
bir
konuşmaydı.
Sırada
Boğaziçi
Üniversitesinden
arkadaşım Ayfer Bartu Candan’ı dinleyeceğiz.
Buyurunuz efendim.
AYFER BARTU CANDAN (Boğaziçi Üniversitesi)- Teşekkürler.
82
Benim söylemek istediğim birkaç konu dile getirildi, hem mahalle
derneklerinin deneyimlerini aktarırken, hem de bir önceki genel panelde. Ben
biraz oralarda söylenen şeylerden alıp, biraz daha belki geriye çekilip, çünkü
bir önceki panelde de şu dendi “bu meseleyi nasıl kavramsallaştırmamız
gerekiyor?” Gerçekten de sanıyorum şehir plancılarının da böyle bir derdi var
anladığım kadarıyla. Şehir plancılarının, “yeni plancılık anlayışı nedir,
dönüşen, değişen dünyada ve İstanbul’da nedir?” Bu bence sosyal bilimciler
için de ortada olan bir konu. Ben de sosyolog ve antropolog olarak bu
meselenin kavramsallaştırılmasında düşünmemiz gereken bir-iki konuyu
ortaya atmak istiyorum. Bunu yaparken de, Murat hocanın daha önceden
söylediği bir ayrımla başlamak istiyorum. Bu biraz Gülten hanımın da
söylediği şeylerin devamı. Artık gittikçe, gözden düşen bir kavram, sosyal
sınıf kavramını, tekrar sosyal bilimlere ve şehir planlama literatürüne
sokmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu nedense sosyal bilimlerde o kadar
çok etrafından dolaşılıp, ama bir türlü ismi telaffuz edilmeyen bir şey halinde.
Sosyal sınıf diye bir şey var ve bu kentsel dönüşüm projelerini, Gülten
hanımın anlattığı ekonomik süreçleri, anlarken de biz aslında farklı sosyal
sınıflardan, kendini yeniden tanımlayan farklı sosyal sınıflardan, yeni
yoksulluk biçimlerinden ve eş zamanlı olarak yeni varsıllık biçimlerinden söz
ediyoruz.
Murat hocanın söylediği ve yaptığı ayrım da şuydu: Şehir kullanıcıları ve
sakinleri diye bir ayrım yaptı. Londra’da büyük projeler yine düşünülürken,
sakinlerinden ziyade kullanıcıları dikkate alınarak projeler, kararlar veriliyor
diye. Fakat bu kullanıcıları tanımlarken de oraya gelen ziyaretçilerden,
turistlerden söz etti. Fakat bu kavramı, belki şehrin kullanıcıları kavramını,
biraz daha genişletip, mahalle derneklerinin deneyimlerinden duyduğumuz
şu soru, çok kilit bir soru gibi görünüyor: “Bu şehrin kullanıcıları kimler?”
Bütün bu kentsel dönüşüm projeleri, büyük projeler konuşulduğunda, üstü
kapalı çok da konuşulmayan bir şey olarak, ama arka planda çok da önemli
bir kavram olduğunu düşünüyorum. Öyle görünüyor ki ve bu kentsel
83
dönüşüm meselesine de biraz daha eleştirel bir dille ve mesafeyle bakılması
gerektiğini düşünüyorum. Belki bunu tartışma kısmında da daha açabiliriz.
Öyle bir süreç yaşanıyor gibi görünüyor ki kent mekânı, özellikle de kent
merkezi, ticaret ve finans ağırlıklı kent merkezi gittikçe belli sınıfların
kullanımına açılan bir mekâna dönüşüyor. Bu, Tolga’nın sözünü ettiği
soylulaştırma -ki o kavramsallaştırmayı da çok önemsiyorum- böyle bir
topyekûn soylulaştırılan bir kent mekânı. Yani artık belli toplumsal sınıfların
erişimine, her anlamda sosyal olarak da, artık içine giremediğiniz alışveriş
merkezleri, güvenlikli siteler ya da üretiminde varolamadığımız finans
merkezleri, ancak belli bir eğitimle çalışabileceğiniz işler, belli sosyal
sınıfların kullanımına kapalı ve kapatılmış bir kent mekanına doğru, özellikle
İstanbul’un merkezinde böyle bir süreç yaşanıyor gibi geliyor. Yani aslında
kentin sakinleri arasında da “kentin asıl sahipleri, asıl kullanıcıları kimler”
diye böyle bir iktidar mücadelesi olduğunu düşünüyorum. Bunun üzerine
düşünmemiz gerektiğini ve burada hangi sosyal sınıflardan söz ediyoruz,
kimin kullanımına açılan bir kent… Bunda tabii turistler, ziyaretçiler, gelen
yabancı işadamları filan da var, ama kentin içindeki gruplar arasında da
böyle bir hiyerarşi, -Biray hoca ile birlikte yürüttüğümüz- İstanbul’daki sosyal
ve mekânsal ayrışma meselesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Biray
hoca da örneklerinden söz edecek bunun, Murat Güvenç’in zaten bu konuda
çalışmaları var. Bunun adını koymak ve telaffuz etmek lazım diye
düşünüyorum. Sosyal, mekânsal ayrışma ve sosyal sınıf boyutu bunun
önemli bir boyutu. Gittikçe bu üretim, tüketim ve yaşam alanlarında birbirine
teğet
hayatlar, içine kapanarak
yaşayan
ve
aynı kamu
mekânını
paylaşmayan sınıflardan bahsediyoruz artık İstanbul’da.
Buradan ikinci söylemek istediğim noktaya gelmek istiyorum, yine belki
kavramsallaştırmamızda faydalı olabilir düşüncesiyle. Kentsel dönüşüm
meselesini konuşurken, -bir süredir ortada olan bir laf- bir taraftan da biraz
doğrusu ürküten bir biçimde bunun çok sıradanlaştığı, normalleştiği, olmazsa
olmaz
bir
şey
olarak
ortaya
atılıyor.
84
Sayın
Yeniay’ı
dinlerken,
-
Küçükçekmece’de olan şeyleri anlattı- kurulanı yoksulluğa ve yoksunluğa
karşı bir şey olarak koydu. Bir taraftan kim buna karşı olabilir ki? Yoksulluğa
ve yoksunluğa karşı bir şey yapmak projesine kim karşı olabilir? Ama
sanırım burada tartışılması gereken bunun çözümü şu anda ortaya konulan
biçimdeki kentsel dönüşüm projeleri midir? Burada da şöyle bir çıkmaz var
gibi görünüyor. Bir taraftan öne sürülen kentsel dönüşüm projeleri yoksulluğa
ve yoksunluğa karşı bir şey olarak sunuluyor. Buna eleştirel bir dil
geliştirmeye başladığınızda da siz sanki “yoksunluğa ve yoksulluğa karşı bir
şey yapılamaz ve istemeyiz bunu” konumuna geliyorsunuz. Ama sanırım bir
üçüncü dile ihtiyaç var. Bu üçüncü dili de, bu kavramsallaştırmanın da bu
açıdan İstanbul Buluşmalarını da çok önemsiyorum. Bu tuzağa düşmeden,
“biz yoksulluğa karşı mıyız, değil miyiz” bununla ilgili bir şey yapmak istiyor
muyuz, istemiyor muyuz”a düşmeden, bir üçüncü dil, kavramsallaştırma,
bunlar üzerine eleştirel olarak düşünebilmenin araçlarını ve dilini yaratmanın
çok önemli olduğunu düşünüyorum. Burada, başka bir tuzaktan söz etmek
istiyorum. Çünkü bu kentsel dönüşüm ve şu anda bunun etrafında kullanılan
dil, bir taraftan da çok meşru bir zemine oturuyor. Bunun meşruiyeti nereden
geliyor? Bir taraftan, kim karşı olabilir yoksulluka ilgili bir şey yapmaya? Çok
meşru bir şey, buna karşı durmak zor. Ama diğer taraftan da birtakım yasalar
var, bunları meşrulaştıran vesaire başka birtakım şeyler var.
Bu katılımcılık meselesi üzerine bir-iki şey söylemek istiyorum. Erdoğan
beyin söylediği Gülsuyu, Gülensu bağlamında da katılımcılık benim de çok
önemsediğim, muhakkak planlama sürecinde sosyal bilimlerde de çok
önemli bir kavram. Fakat şuna dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum.
Katılımcılığı bir iktidar teknolojisine döndüğü yerde sorgulamak gerekiyor.
Kusura bakmayın Sayın Yeniay, hep sizden örnek veriyorum, ama bunun
örneklerini çoğaltmak mümkün. Bunun çok örneği görünüyor. Mesela diyor
ki, birtakım ilçe belediyeleri ya da Büyükşehir Belediyesi “biz halkımıza
sorduk, toplantılar yaptık, sivil toplum kuruluşlarını davet ettik, üniversitelerle
işbirliği yaptık”, çeşitli örnekler verildi; Sabancı Üniversitesi, Yıldız Teknik
85
Üniversitesi gibi. Buralarda iyi niyet olduğundan benim bir kuşkum yok,
üniversitelerin, sivil toplum kuruluşlarının vesaire. Fakat iktidar teknolojisine
dönüştüğü andan şunu kastediyorum. Bu Dünya Bankasının da çok
kullandığı bir stratejidir. Belki biliyorsunuzdur Dünya Bankasının sosyal
değerlendirme raporları vardır. 100 bin kişi yerinden edilecekse bir baraj
projesiyle diyelim, Dünya Bankası gider, bir sosyal değerlendirme anketi
yapar. Bunun sonunda o konuyla ilgili bütün aktörleri bir araya getirir, ama
yazılan raporlar hep aslında Dünya Bankasının istediği yöndedir. Sonuçta
“check list”te, yanına kutucuklara işaretlenen şeyde, biz bütün aktörlerle
konuştuk, onları bir araya getirdik, görüşlerini aldık, ihtiyaçlarını belirledik ve
onlar yerinden edilecektir. Yani, sosyal değerlendirme anketi yapılmıştır.
Burada bir katılımcılık etkisi yaratılır, gerçek anlamda bir katılımcılıktan söz
edilemez burada. Dediğim gibi bu kentsel dönüşüm projesinde meşruiyet
zemini hazırlayan ve bu katılımcılık etkisi yaratan iktidar teknolojileri
konusunda da çok hassas ve dikkatli olunması gerektiğini düşünüyorum.
Üniversiteler de bu işin içinde, sivil toplum kuruluşları da bunun içinde ve bir
taraftan bazen kendimizi iyi hissediyor olabiliriz, belediye sizi çağırıp “siz ne
düşünüyorsunuz?” dediğinde. Bunda dediğim gibi bir kötü niyet diye
anlatmıyorum, farklı bir kavramsallaştırma adına bunu söylüyorum. Bu
katılımcılık meselesi konusunda, yine laf olarak ve kavram olarak yine kim
karşı olabilir, katılımcı meselesine? Ama buna biraz daha kullanıldığı
bağlamlara iyi bakmak gerektiğini düşünüyorum. Belki de burada yine Sayın
Yeniay sosyal barıştan ve buradaki yıkımlarda tek bir çatışma görüntüsü
olmadığından bahsetti. Ben sosyal barışın şu anlamda her zaman iyi bir şey
olduğunu düşünmüyorum. Muhalefet, direniş de önemli kavramlardır ve
sosyal barış hiç ses çıkmaması, muhalefetin olmaması, direnişin olmamasını
biz iyi işleyen demokrasilerde de görebiliriz, ama totaliter rejimlerde de
muhalefet ve direniş yoktur. o anlamda televizyonda çatışma görüntüleri
yoktur. Bence kentsel dönüşüm meselesi ve süreci içinde toplumsal
muhalefetin nereden geleceğini, nasıl organize olacağını bunları da
tartışmamız gerektiğini düşünüyorum.
86
Dediğim gibi şehir planlamasının çok dışından bakan biriyim, yani mekânla
ilgilenen bir sosyal bilimciyim. Şehir plancıları için de belki egzersiz anlamlı
olabilir. Sosyal ve mekânsal ayrışmanın bu kadar yoğun yaşandığı bir
şehirde ve bu kadar birbirine teğet yaşamların olduğu bir şehirde karşılaşma
mekânları planlamak nasıl bir şeydir ya da ne demektir? Bunun belki de
anlamlı bir egzersiz olabileceğini düşünüyorum.
Teşekkürler. (Alkışlar)
OTURUM BAŞKANI- Çok teşekkür ederim.
Ayfer’in konuşmasında Sayın Yeniay’a pek çok referanslar vardı. Belki
kendisi konuya karşı yanıtlar verecektir mutlaka, bazı şeyler açıklayacaktır.
Ama izin verirlerse konuşmalarımızı tamamlayalım, ondan sonra konuşalım.
Boğaziçi Üniversitesinden Yrd. Doç. Dr. Biray Killi’yi mikrofona davet
ediyorum. Biraz hızlı gidiyoruz, konuşmacılar konuşmalarını gayet iyi
ayarlamışlar. Çok fazla zaman sarkmıyor, belki zamanından önce bitirme
imkânımız olabilecek. O zaman belki bazı açıklamalara ve salondan da bazı
sorular alma imkânımız olacak.
Yrd. Doç. Dr. BİRAY KİLLİ (Boğaziçi Üniversitesi)- Teşekkürler.
Ben de aslında Ayfer’in söylediklerine benzer, paralel ve onun bıraktığı
yerden birtakım şeyleri dile getirmek istiyorum. Sabah oturumlarımızla ilişkili
olarak, bir de şu andaki toplantının konusu büyük projeler. Büyük projeler ne
gibi süreçlerin içine oturuyor, hangi sosyal, hangi ekonomik, hangi siyasi
süreçlerin içine oturuyor? Aslında ekonomik boyutunu da tartıştık, siyasi
boyutunu da bir şekilde hem yerel örgütlenmelerle hem de belediye
düzeyinde temsilcilerle bir şekilde gündeme geldi. Ama bu sürecin sosyal
boyutuna sabahki konuşmalarda da daha az değinildiğini düşünüyorum.
Şimdi Ayfer biraz açtı meseleyi, ben onu biraz daha açmak istiyorum.
Şöyle çok genel bir gözlemden bahsedebiliriz. Kentliliğin tanımının son 15
yılda -ki bu 80 sonrasını bir dönüm noktası olarak alıyoruz, ama 80
87
sonrasında başlayan- sosyoekonomik yeniden yapılanmanın kırılma noktası
özellikle Türkiye’de İstanbul üzerinde hissedilmesi 1990’lardır. Bu anlamda
Tolga da bunun vurgusunu yaptı, 2000’lerde de bunun artık hakikaten bir
eşiğin aşıldığını, her anlamda şehrin çeşitli düzeylerinde hem çehresinin
değiştiğini hem de çehrenin içini dolduran unsurların çok farklılaştığını
görüyoruz. Yeni bir kentlilik ne demek? Kentlilik tahayyülünün değiştiğini
söyleyebiliriz. Zira kent 80 öncesine kadar, eğer imkanların yoğunlaştığı,
bilinemezliğin özgürlüğü getirdiği, Beyoğlu’nda yürümenin ya da kent
sokaklarında kaybolmanın aslında bir başka farklı biçimlerde özgürlüğü
getirdiği ve bundan da önemlisi farklı sınıfların birbiriyle karşılaştığı bir
mekandı. Sadece bu İstanbul için değil, genel olarak kentliliğin ne anlama
geldiği ve kent tanımı üzerine söyleyebileceğimiz bir şey olarak daortaya
konulabilir.
Şimdi yine dünyadaki farklı gelişimlere paralel olarak İstanbul’da da, bu
anlamda kent tahayyülünün değiştiğini görüyoruz. Zira artık imkânların
şehrinden, kısıtlı uzmanlaşmış imkânların, daralmış alanların kentine doğru
ilerliyor İstanbul. Özgürlüklerin kentinden, duvarların arkasına gizlenmiş ve
insanların ancak kendi tanımladıkları alanları içinde, bu Kemer Country
olabilir, bu Metrocity olabilir, bu Zeytinburnu’nda kendisini özel ve rahat
hisseden
gruplar
olabilir,
yani
kendi
mahallelerinde
ancak
özgür
hissedebilecekleri ve o mahallenin o mekânın -yaratılmış mekânlar olabilir,
süreçler içinde beslenen doğallıkla gelişen mekân olabilir- dışında kendilerini
özgür ve ait hissetmedikleri bir kentliliğe doğru gidiyoruz. Daha da önemlisi
farklı grupların, farklı sınıfların birbiriyle karşılaşma alanlarının neredeyse
yok denecek kadar daraldığı bir kentliliğe doğru gidiyoruz. Taban tabana
aslında
bizim
kentlilik
tahayyülümüzle,
imkanların,
özgürlüğün,
tanınmamazlıktan geçen özgürlükten ve ondan sonra karşılaşma alanı
olarak tanımlanan bir kentlilikten, duvarların sınıfları birbirinden ayırdığı
karşılaşma alanlarının kapandığı ve bu kapanmaların korkularla beslendiği
bir kentliliğe doğru gidiyoruz.
88
Korku temasını biraz açmak istiyorum ve korkunun ve kaygıların nasıl büyük
projeleri mümkün kılan, besleyen bir süreç olarak işlediğinin altını çizmek
istiyorum. İstanbul sorunlar kenti olarak çıkıyor karşımıza. Ulaşımından,
göçüne
çeşitli
sorunlarından
bahsediyoruz.
Bunların
geçerli
olup
olmamasından bahsetmiyorum, haklı olup olmamaları değil derdim. Ama
İstanbul deyince aklımıza ilk gelen sorunlardan birisi göç. İstanbul çok göç
alan, sayıları değişen, farklı gruplar, farklı aktörler, farklı çıkar gruplarına
göre bu sayının küçüklüğü değişiyor, ama göç tehdidi değişmiyor, İstanbul
göç tehdidi altında bir şehir olarak algılanıyor. Göç tehdidiyle beraber gelen
bir gecekondulaşma, şehre yakışmayan görüntüler, şimdi onun adı da değişti
artık ona varoş diyoruz. Varoş da şehrin tamamen dışını, şehre ait olamayan
yerleri imleyen yeni bir mekân kavramsallaştırması. Bu bir korku, bununla
beraber ulaşım korkunç bir problem. Tabii ki korkunç bir problem, tabii ki
dediğim gibi bunların geçerliliğinden, geçersizliğinden bahsetmiyorum, birbiri
arkasına sıralıyorum sadece. Ulaşım karşımıza korkunç bir problem olarak
çıkıyor. Yollar yapılıyor bu arada, yeditepeyi yollarla deliyoruz, metrolar
yapmak yerine filan.
Aynı şekilde depreme bu şehrin dayanıklı olup olmadığı yine söylemlerimiz
arasında, sabahki panellerde de konuşuldu, en öne çıkan temalardan biri.
Bunlarla bağlantılı olarak bir sorunu var İstanbul’un, yine aynı şekilde çok
gündemde olan, o da suçların yoğunlaştığı, uyuşturucu kullanımının
yoğunlaştığı, gençlerin gittikçe başıboş, geleceği göremez hale gelip, daha
tehlikeli gruplar haline gelmesi, kap-kaçın, küçük suçların, aynı zamanda
cinayetlerin, tecavüzlerin yoğunlaştığı bir kent olarak kurgulanıyor. Bunların
hepsini bir araya koyduğumuzda göç, gecekondu, ulaşım, deprem, suç filan,
bunlar hakkında tabii ki acilen bir şeyler yapılması gerekiyor diye
kurgulamaya başlıyoruz İstanbul’u. Sabahleyin Haluk Gerçek’in söylediği
gibi,
acil
kararlar
veriyoruz
bunların
ışığında.
Hepsini
bir
araya
koyduğumuzda göçü, depremi, gecekonduyu, suçu, tehlikeyi hepsini birbirini
besleyen söylemler olarak yan yana koyduğumuz da, buna İstanbul’un
89
derhal, şu an çözüm bekleyen sorunlar kenti olarak kurgulanıp, acilen bir
şeyler yapılması gerektiğine varılıyor sonuç olarak. Ayfer’in de sözünü ettiği,
buna kim karşı olabilir hakikaten, tabii ki acilen bir şeyler yapılması
gerekiyor. Ama acilen bir şeyler yapılırken, aynı zamanda bu söylemin
meşrulaştırdığı, -sabahleyin TOKİ Başkanının söylediği- yasal çerçevede de
acil değişiklikler lazım diyor. Hakikaten zaten bunun örneklerini görüyoruz.
Yasal çerçevede inanılmaz boşluklarla hemen 2010 Avrupa Kültür Başkenti
Yasasından tutun da şu andaki dönüşüm alanları hakkındaki kanun
tasarısına filan baktığımızda bütün bunların aslında kentsel dönüşümü
hemen, şimdi mümkün kılmaya yönelik birtakım acil kararların meşru bir
zemine taşındığı yasalar olarak karşımıza çıkıyor. Bunu da besleyen, bizim
tam da bu sorunları aciliyet söylemi içerisinde, bir aciliyet yumağı şeklinde
görüyor ve kurguluyor olmamız. Tabii ki kentin bu sorunlarına çözüm bulmak
lazım. Bu konulardan da çok fazla söz etmek istemiyorum.
Ben tekrar başladığım yere geri dönmek istiyorum. O da kentsel ayrışma
sadece düşük gelirli grubun ve düşük vasıflı işçilerin belli mahallelerde
toplanması anlamına gelmiyor. Bir yandan da, kentsel ayrışma, hem
soylulaştırmayla yapılıyor kentin içindeki mekânların belli gruplar tarafından
sahiplenilmesi ve o mekânların kentin diğer gruplarına kapalı hale gelmesi,
hem de yeni zenginlerin, kentin yeni zenginliğinin -ki bu 1980 sonrası
ekonomik değişimle çok yakından alakalıdır- servis sektörünün ve büyük
ticaretin oluşturduğu, onun beslediği yeni varsıllık biçimlerinin kentin dışına,
farklı bir gecekondulaşmaya doğru gittiğini, ama o gecekondular son derece
şık ve çekici olduğu için o ismi vermiyoruz. Sabahleyin konuşmalardan
birinde toplu konut olarak bunun dördüncü katman olarak gösterilmesi benim
çok hoşuma gitti bu anlamda. Böyle bir kentin kim kentsel dönüşümüne kim
karşı durabilir, kim istemez diye düşünürken, bu kadar sosyal olarak ve
mekânsal olarak ayrışmış bir kentin sosyal yapısının sürdürülebilir
olmadığını, bu dengenin birbirine hiç değmeden yaşayan bu sınıfların
karşılaşma alanlarının neredeyse yok olduğu bu kentliliğin ve korkularla
90
beslenen, aciliyet söylemleriyle mümkün kılınan kentsel dönüşüm projeleriyle
değişen, dönüşen bir kentin çok uzun dönemde -uzun dönem derken 10-20
yıldan bahsediyorum. Çünkü o kadar kısaldı ki bir yandan kentsel
dönüşümün hızı da apayrı bir faktör haline geldi. Her şey çok hızlı ve çok acil
bir şekilde yapılıyor- sürdürülebilir bir sosyal yapıya imkân verdiğini
hepimizin hatırlaması gerekiyor. Dolayısıyla plancıların da siyasi iradenin de
bu kadar ayrışmış bir kent içerisinde sosyal barışın mümkün olmadığını, en
azından bunun kalıcı olamayacağını hatırlamamız gerekiyor. (Alkışlar)
OTURUM BAŞKANI- Çok önemli mesajlar veriliyor. Belki toplantı biterken,
bazı küçük şeyler söyleme imkânım da olabilir. Ama yine vakit geçirmeden
Şehir Plancıları Odasından arkadaşım Tayfun’a söz veriyorum.
TAYFUN KAHRAMAN (Şehir Plancıları Odası)- Teşekkürler Hocam.
Sanırım siz de toparlama görevini bana vermiş oldunuz, 8 konuşmacı
sonrasında. Öncelikle ben şunu söyleyerek başlamak istiyorum. 8 değerli
katılımcıyı
dinledikten
sonra
esasında
bu
toplantılarının,
İstanbul
Buluşmalarının bir taraftan da amacına ulaştığını gözlemliyoruz hep birlikte.
Meslek odaları şu ana kadar hep bize verilen kürsülerde konuştuk. Mesleki
bilgi birikimlerimizi aktardık, fakat hiçbir zaman karşımızda iki taraf görmedik,
hep tek taraf gördük. Ya orada ağladık, ya orada birlikte güldük. Fakat
bugünkü toplantıda her iki tarafı da birlikte getirerek, projecileri, projelerden
mağdur olan tarafları ve değerli hocalarımızla birlikte gördük ki tarafları bir
araya getirince de gayet olumlu bir tartışma ortamı yakalayabiliyoruz ve
inşallah da iki günün sonucu iyi olacaktır.
Gülten Hocam kenti esasında ikiye ayırdı, kent varoşlar ve zenginler olarak
ekonomik bir bölme yaptı. Daha sonrasında Ayfer hocam ve Biray hocam
kenti tekrar ikiye bölerek sınıfsal bir ayırıma gitti. Bense kenti biraz daha
mekânsal bakarak, -çünkü sosyoekonomik dönüşüm yuvarlak masasında
sürekli kentsel dönüşümü tartıştık- mekânı üçe bölerek bir sunuş yapacağım
size. İstanbul’da kentsel dönüşüme baktığımızda, esasında İstanbul’da
91
kentsel dönüşümün nerelerde olduğunu haritaladığınızda, sınıfsal olarak da
daha sonrası ekonomik olarak da mekânsal olarak da bu ağların örtüştüğünü
görüyorsunuz. Nasıl oluyor bunlar? Ayfer hocamın bahsettiği gibi kent
merkezinde, -İstanbul’da biliyorsunuz kent merkezi kıyı alanları kent merkezi
olarak kullanılıyor- kıyı alanlarında üst sınıfa yönelik bir dönüşüm
gerçekleştiriliyor, mekân üst sınıfın eline geçiyor. Bunun örnekleri -Tolga bey
bahsetti- soylulaştırma alanları olabiliyor, daha sonrasında Fatih’te şu anda
5366 sayılı yasayla birlikte ilan edilen yenileme alanlarında oluyor,
Beyoğlu’nda oluyor, karşı tarafta Kadıköy bölgesinde oluyor, bunun
örneklerini sıralamak mümkün. Bir tarafta da tabii ki İstanbul’un ilk
gecekondu bölgelerinin göründüğü TEM ve E-5 arasındaki bölge var ki
burada farklı bir dönüşüm yaşanıyor.
Murat hocam ilk oturumda Manuel Castells’den alıntılayarak şunu söyledi
“yerler mekanından akımlar mekanına bir geçiş içerisindeyiz” dedi, bunu da
küreselleşme süreci olarak tanımladı. Gerçekten de İstanbul yerler
mekanından akışlar mekanına geçerken, İstanbul içerisindeki işçi profilimiz
de değişiyor. Bu profille birlikte biz artık mavi yakalılardan beyaz yakalılara
doğru bir geçiş yaşıyoruz. Bu geçişin İstanbul’daki mekânsal karşılığı da
TEM ve E-5 arasındaki şu an gecekondu bölgesi ve kaçak yapılaşmanın
olduğu bölgeler dediğimiz alanlarda bizim karşımıza çıkan, projelerde
gördüğümüz bu mavi yakalılardan bu alanlar alınarak, beyaz yakalılara yeni
konut alanları açılıyor. Bunu da TOKİ marifetiyle yapıldığını görüyoruz.
Sabah Erdoğan bey sunuşunda bize rakamlar gösterdi. Dikkatli baktıysanız,
bu rakamlardan 40 bin konut İstanbul’un üst sınıfına aitti. Yani İstanbul’da
üst sınıfın kullanımında bulunacak olan 40 bin konut ayrılmıştı ki buna
karşılık olarak alt ve orta gelir grubuna 10 bin konut ayrılmıştı.
TOKİ’nin geçmişine baktığımızda da TOKİ gelir dağılımı modeliyle birlikte
İstanbul’a hep bunu yapıyor. İstanbul’da elde ettiği rantı, İstanbul’un kentsel
çevresinden kazandığı rantı tüm Türkiye’ye dağıtarak, bizim İstanbul’da
İstanbulluya ait olan bir değeri paylaştırmış oluyor. Biz buna kısaca popülist
92
bir politika diyebiliriz ancak. Çünkü İstanbul’da bunca soruna ve bunca varoş
olarak tabir ettiğimiz alanlardaki çelişkiye rağmen biz hâlâ daha kendi elde
ettiğimiz rantı bu mekânda değil, başka mekânlarda kullanmakta ısrarcı
oluyoruz. TOKİ İstanbul’da aynı zamanda bir KİT yani Kamu İktisadi
Teşekkülü olarak çalışıyor, bir kamu fonksiyonu yerine getirmektense bir
konut üreticisi kamu idaresi olmaktansa, toplu konut üreten şirketlere -sabah
Fülin hocam iyi söyledi- “amaç konut yaratmaktan öte konut üreten
çevrelerin sürdürülebilirliğini sağlamak” dedi. Gerçekten de TOKİ’nin özellikle
İstanbul’daki amacı ihaleler yoluyla konut üreten çevrelerin bir anlamda
nemalandırması oluyor.
Bir diğer üçüncü olarak bahsedeceğim, İstanbul’da dönüşümün mekânsal
yansımasında,
üçüncü
alansa
prestij
alanları.
Prestij
alanlarından
bahsederken, Ayazpaşa Kültür Derneğinden gelen katılımcımız Erol bey
Park Otel projesinden bahsetti. Park Otel, hepinizin bildiği gibi Dubai
Towers’ın yapılması düşünülen Levent’teki İETT garajı, daha sonrasında
Zincirlikuyu arazisi, Galataport, Haydarpaşaport, şu an en son gündemimize
gelen Seeport, tüm bunlar İstanbul’un yeni akımlar mekânı olan İstanbul’un,
küresel kent İstanbul’un üçüncü ayağı, yani prestij projeleri alanlarını
oluşturuyorlar. Bunlar da diğer tüm alanlarda olduğu gibi kamu idaresinin
düzenlemeleriyle birlikte yapılıyorlar. Bir taraftan da Tolga bey bunu az önce
açıkladı, 2000 yılına kadar soylulaştırmanın kendiliğinden gelişen bir süreç
olduğunu, 2000 yılından sonra ise bu sürecin bir düzenleyici, bu kamu
idaresi olmasa bile sermaye de olabilir, farklı bir düzenleyici tarafından
organize
edildiğinden
bahsetti.
Bense
bunu
esasında
Tolga
beyin
konuşmasını dinlemeden önce ikiye ayıracaktım. Bir kendiliğinden gelişen
soylulaştırma bölgeleri diyecektim, iki de az önce saydığım üç proje
alanından bahsedecektim ve buna kamu idaresi tarafından yapılan
diyecektim. Tolga bey sunuşumun bu anlamda değişmesini sağladı.
Bir şehir plancısı olarak şunu söylemek gerekiyor ki, bu alanlarda yani
İstanbul’un bu sancılı ve çatışmalarının yaşandığı alanlarda eğer bir sonuca
93
varmak istiyorsak, katılımcı bir planlama yaklaşımıyla, yerleşimciyi yerinde
iskân eden ve yerleşimci profilini koruyan bir planlama yaklaşımı edinmeden,
bunu öne sürmeden bir uzlaşı yaratamayacağımızı söylemek istiyorum.
Diğer taraftan da prestij projelerine ilişkin olarak, planlama bütününde,
özellikle ulaşım alanında bütüncül bir yaklaşım sergilemeden noktasal
kararlarla hiçbir şekilde amaca ulaşamayacağız diyorum. Son olarak da
Ayfer hocamın şehir plancılarına sorduğu soruya cevap vermek istiyorum.
Sosyal ve mekânsal ayrışmanın bu kadar yoğun yaşandığı şehirde yeni
karşılaşma mekânları tasarlamak, şehir plancıları adına nasıl bir tahayyül
içerir dedi. Onu şöyle tanımlamak lazım, şunu söyleyebiliriz ki biz şehir
plancıları sürekli bunu tasarlamak için çabalıyoruz. Fakat kentli olarak bizler
de sürekli mekânları terk ediyoruz. Bizim kullandığımız mekânda diğerlerini
istemezken, diğerlerinin kullandığı mekânda bizler varolamıyoruz. Bunun tek
çözümü bizler değiliz, sizlerle birlikte, sosyologlarla, şehir plancıları, mimarlar
ya da diğer meslek örgütleri birlikte oturup bu sorunu çözebileceğimize
inanıyoruz. Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederim.
Benim bu toplantıyı kapatırken bir-iki küçük konuşmam olacak izin verirseniz.
Kısa bir şeye değinmeden önce Sayın Yeniay benden bir küçük açıklama
için söz istediler. İlk başta geldi, bütün konuşmacılar da Sayın Yeniay’ı
dinleyemediler. O yüzden, 5-6 dakika içerisinde, belki konuşmasında eksik
kalan, yanlış anlaşılmalara yol açabilecek konularda bize açıklamalar
getirebileceklerini söylediler.
Buyurun efendim.
AZİZ YENİAY- Aslında son derece değerli, son derece güzel fikirler ifade
edildi. Bütün konuşmacılara teşekkür ediyorum. Burada belki ilk konuşmacı
94
olmam münasebetiyle de, salona da ilk defa katılıyor olmam, sabah
oturumundaki konuşmaları da bilmememden dolayı, kendime göre yapılmış
olan çalışmaları ifade ettim. Tabii ki çok doğal olarak genel manada da
eleştiriler geldi, onlara da teşekkür ediyorum. Öncelikle süreci doğru
değerlendirmek gerekir. İstanbul şu anda gerçekten bu şekliyle memnun
olduğumuz bir şehir mi, hayatımızdan memnun muyuz, yoksa yerel
yöneticiler durup dururken üstüne bir görev addedip de başını biraz daha
ağrıtacak şekilde, son dönemde de sulanmış olan bu kentsel dönüşüm
çalışması diye bir uğraş içerisine mi girdiler? Aslında değil, İstanbul’a
baktığımızda son 50 yıl içerisinde belki de ihanet derecesinde kaçak
yapılaşmanın, plansız yapılaşmanın ve kentleşmenin yaşandığı bir süreci
yaşadık ve bugün geldiğimiz nokta itibariyle de pek çok sıkıntıyla, pek çok
problemle karşı karşıya kaldık.
Şunun da altını çizmek gerekir, kentsel dönüşüm sihirli bir çubuk mudur, yok
böyle bir şey söz konusu değil, olamaz da zaten. Bu, ancak ve ancak doğru
bir planlamanın alt unsuru olarak, uygulanması gereken bir unsur olarak
karşımıza çıkar. Dolayısıyla da kentsel dönüşümü öyle sihirli bir tablet olarak
kullanmak da son derece yanlıştır. Her noktaya kentsel dönüşüm
uygulanmalı mıdır? Böyle bir şey de söz konusu değil. Dolayısıyla bunu
özellikle doğru bir planlamanın altına oturtmak gerekir ve bu planlama
kapsamı çerçevesinde de gerçekleştirmek gerekir. Bir şeyi daha ifade
etmem gerekecek, dönüşüm mukadderdir, kaçınılmaz. Planlarsınız, doğru
dönüşürsünüz, doğru gelişirsiniz; planlamazsanız bugünkü İstanbul’u
yaşarsınız, bugünkü yaşadığımız sorunları yaşarız. Dolayısıyla da bunları da
birilerinin çözmesi gerekiyor. Bugün yerel yöneticiler olarak elimizdeki yasal
imkânlar, materyaller bunlardır ve bunları kullanmak suretiyle iyi niyetli
olarak, soylulaştırma değil, belki soyluların kazanımlarından kazanma
sağlayarak, burada yaşayan vatandaşlarımız da mutlak suretle İstanbul’un
kazanımlarının paydaşı olacak şekilde bir süreci yaşamalarını belki
tanımlamak daha doğru olur diye düşünüyorum. Çünkü bu noktada başka bir
95
yol var mıdır, belki vardır, ama bir şekilde bizim fiile geçmemiz, dönmemiz
gerekiyor. Yani söylemden eyleme bir şekilde geçmemiz gerekiyor.
Doğrudur, bunun başka başka alternatif yolları da olabilir, ama bugün
itibariyle şurada da haksızlık yapmayalım kendimize.
Bu işi Barselona’da yapıldığı zaman onlar doğrusunu yapar, bu işi Docklar
bölgesinde İngilizler yaptığı zaman doğrusunu yapar da, Türkler yaptığı
zaman yanlış mı yapar, böyle de olmamalı. Biz de bu işin doğrusunu
yapabiliriz, kendimize de bu noktada güvenmeliyiz diye düşünüyorum.
Ülkemize de haksızlık etmeyelim, demokratik bir ülkedeyiz ve herkesin
istediği
gibi
özgürlüklerini
sonuna
kadar
kullandığı
bir
ortamdayız.
Dolayısıyla da şu ana kadar, Küçükçekmece özelinde özellikle Ayazma ve
Tepeüstü bölgesinde. Yeri neresi, TEM otoyolundan Edirne istikametine
giderken, Mahmutbey gişelerine geldiğinizde hemen sağ tarafta bir
gecekondu bölgesi vardı. Yine Olimpiyat stadına gelmeden hemen sağ
tarafta bir gecekondu vadisi vardı ve burada her türlü dram vardı, her türlü
çile vardı, her türlü sıkıntı vardı. Buradaki insanlarımız, vatandaşlarımız bu
dramdan kurtuldular diye seslerini çıkartmadılar diye bir baskıya mı maruz
oldular, yani kafalarına bir şey falan dayamadık insanlarımızın. Başka bir şey
daha oldu, televizyonlar üç-beş gün burada nöbet tuttular, onlarcası “aman
birisi panik yapsın da görüntü alalım” diye. Daha sonra “burada bize iş
yoktur” deyip çekip gittiler. Maalesef bu süreçleri de yaşadık.
Tabii habercilikte neyin haber olacağını hepimiz çok iyi biliyoruz. Dolayısıyla
oralarda en ufak bir reaksiyon olsaydı bunlar zaten üst noktaya çıkartılmış ve
taşınmış olacaktı. Başka bir şeyi daha üzülerek ifade edeyim. Bunu buradaki
konuşmacılarımız deklare etmediler. Bu bölgedeki özellikle yaptığımız
çalışmalar başladığında çok büyük tedirginlikler ve tepkiler vardı. Hepsi de
haklı olan tedirginlikler ve haklı olan tepkilerdi, çünkü bilgisizlik vardı,
güvensizlik vardı. “Devlet bir işe elini bulaştırırsa, onlarca yıl sürer, bu işten
çıkar çıkmaz, verdiği sözler tutulur tutulmaz” gibi endişeler vardı. Halkımızı
ikna ettik, vatandaşımızı ikna ettik. Oradaki belirsizlikler ortadan kalkınca
96
halkımızla uzlaştık. Halkımız kendisi altına imza atmak suretiyle bu projeleri
gerçekleştirdi. Uzlaşmayan bir kesim kaldı, o da nedir biliyor musunuz?
Buralardan beslenen birtakım illegal güçler, onlar hâlâ bağırmaya devam
ediyorlar, bundan sonra da devam edeceklerdir. Ama bizim derdimiz
halkımızın sorununu çözmek, oradaki vatandaşımızın sorununu çözmek.
Sorun bitti mi, bitmedi. Bakın, şu anda sosyal projeler devrede, devam
ediyor. Dün 10 tane sorun varsa, bugün 1 bir tane bilemediniz 2 tane sorun
vardır, oran itibariyle.
Dolayısıyla bunlar da daha asgariye indirilecek şekilde bu çalışmalar devam
etmektedir. Bundan sonraki süreç itibariyle de kentsel dönüşüm çalışmaları bir kez daha altını çizerek ifade edeyim- sihirli bir tablet olarak
algılanmamalı, çözüm yolu olarak algılanmamalı. Kentin çözümü doğru
planlamadan geçmektedir, doğru planın uygulanmasından geçmektedir,
kaçak yapının engellenmesinden geçmektedir, makro seviyede bölgeler
bazında planlamaların doğru yapılmasından geçmektedir. Konuşmacılarımız
anlattılar, sonuçta burada oluşan sermaye, burada oluşan ticaret, diğer
aktörler bu bölgeyi bugünkü noktaya getirmiştir. Tabii yöneticiler de bu
noktada yetersiz kalmışlardır ve şehrin bugünkü sıkıntılarını hep birlikte
paylaşır noktaya gelmişiz. Bundan sonraki zaman dilimi içerisinde biz biraz
da sloganlaştırdık, son cümle olarak ifade edeyim, bu kentte kaçak yapı
yaptırtmak, öncelikle vatandaşa yapılacak olan en büyük ihanettir, daha
sonra bu bölgeye yapılacak en büyük ihanettir. Bunun önüne geçip, planlı bir
süreci hep birlikte gerçekleştirmemiz gerekiyor. Yapmış olduğumuz çalışma
da bu planlı sürecin bir parçasıdır.
Teşekkür ediyorum efendim. (Alkışlar)
OTURUM BAŞKANI- Başkanın konuşmasını da dinledik. 2007 yılında bunu
dinliyoruz. Acaba 1966 yılında böyle bir konuşma dinleyebilir miydik diye ben
kendi kendime düşünüyorum. O zaman gecekondu bir sorun olarak değil de
bir toplumsal çözüm olarak gözüküyordu. Aradan geçen zaman içerisinde
97
gecekondunun kendisinin hem dönüştüğünü hem de bir kentsel dönüşüm
nesnesine dönüştüğünü görmüş olduk. Ben izin verirseniz küçük bir-iki şeyle
kapatmak istiyorum. Bir defa bu Türkiye’de kentleşme, kentsel sorun
denildiği zaman üç tane birbirinin kız kardeşi kavramla karşılaşıyoruz.
Bunlardan biri hızlı göç, öbürü çarpık kentleşme, öbürü de nüfus artışıdır.
Bunların üçü beraber gelirler, kentleşme dediğimiz zaman bu üçünü anlarız.
Geldiğimiz şu noktada bu üç kavramın kendisinin de her birinin problematize
edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yani çarpık kentleşmeden ne anlıyoruz,
hızlı göçten ne anlıyoruz ve nüfus artışından ne anlıyoruz? Yani hızlı göç
denildiği zaman, 2000 yılı iller arası göç araştırmasında İstanbul en fazla göç
alıyor, ama en fazla göç veren yerdi. En çok insan İstanbul’dan da gidiyor,
ölçeğiyle ilgili bir şey. İkincisi, illerin aldığı göçlerin niteliği birbirinden çok
farklı. İstanbul’a artık köyden gelinmiyor, eskiden gelinirdi de artık kentler
arası göçler öne çıkmış. İstanbul’un sorunu -burada Gülten Hanımın
söylediğine destek çıkacak bir şey söylemek istiyorum- bütün Türkiye’de, 81
ilin 81 ilden aldığı insanların eğitim profillerini, göç nedenlerini inceledim.
Bunlar içinde İstanbul maalesef Türkiye’de en düşük kalitede eğitim
düzeyinde göçmenlerin yoğunlaştığı bir kent. Yani hemen hemen hiçbir
yerde tutunamayan insanlara geliyorlar ve İstanbul’da ölçeği ve fırsatlarıyla,
en küçük hizmet sektöründe, taksi şoförü, pizza dağıtıcılığı, kuryelik gibi
gelişme imkânı vermeyen ve beyaz yakalı kötü işler diye tabir edilen işlerdeki
insanları çok fazla çekiyor. Onlar burada barınabiliyor ve o da bu kentteki
polarizasyona katkıda bulunuyor. Bir küçük başka bir istatistik de konut
sektörüyle ilgili olarak, 2000 yılındaki istatistiklere göre İstanbul acaba bir
konut üretim şantiyesine döndürülmeli miydi sorusuna, İstanbul’da konut
sayısı, hane halkı sayısından tam 1 milyon fazla. Bu şu demek: Ankara
vilayeti toptan kalksa İstanbul’a yatıya gelse, bizim bunları yatıracak yerimiz
var. Yani İstanbul’daki size konut fazlasını açıklıyorum. Yani hane halkı
sayısından 1 milyon fazla konutumuz var ve biz hâlâ konut yapmaya devam
ediyoruz, konut açığımızı kapatmak üzere. Bu kentsel dönüşüm projeleriyle
98
bir soru oldu. Bu bana bizim pek fazla kullanmadığımız sosyal adaletin
yanında, dışarıda kullanılan bir mekânsal adalet kavramını hatırlatıyor.
Genellikle kentsel dönüşüm projeleri, göçmenlerin, politik gücü sınırlı çıkan
insanların, marjinal olan insanların üzerine düşüyor.
Benim küçük bir araştırmamda Beyoğlu, Fatih ve Eminönü’nü içeriyor, bu
ilçelerdeki
bütün
mahallelerin
sosyal
profillerini
haritaladım.
Burada
sabahleyin adı verilen bütün kentsel dönüşüm projeleri teker teker eğitim
düzeyinin en düşük olduğu, hane halklarından çok bekar odalarının
yoğunlaştığı, konut mülkiyetinden çok işgal tipi, mülkiyetin olmadığı
konutların olduğu yerlerin üzerine kümelendiği görülüyor. Fener, Balat,
Tarlabaşı bu tür yerler, bunları görebiliyoruz. Sosyal adalet kavramının
yanına bir mekânsal adalet kavramını da geliştirmemiz ve yerleştirmemiz
gerekiyor. Bu toplantılar da aslında bu tür bir duyarlılığın geliştirilmesi için
çok önemli. Sabahki oturumda yeni bir döneme, yeni kavramsallaştırmalara
geçtiğimizi söylemiştim, akımlar mekânı, yerler mekânı filan. Bunu kentlerin
coğrafyasına, toplumsal hayatına, grupların birbirleriyle ilişkileri alanına nasıl
yansıdığını iki kavramla belirtiyorlar. Diyorlar ki “biz modernite döneminin,
refah devletinin dramatik kent yapılarından, topolojik bir kent yapısına
geçiyoruz.” Yani grupların en yoksunundan en varsılına kadar birbirleriyle iyi
kötü karşılaşma alanları olan ve birbirleriyle etkileştikleri bir tiyatro sahnesine
benzetebileceğimiz bir mekândan -ki orada tiyatro sahnesinde biliyorsunuz
en uçtaki figürandan başrol oyuncusuna kadar hepsinin bir küçük işlevi
vardır ve birisinin ses çıkarması, jesti bütün o sahnenin yapısını, o andaki
bağlamsal özelliklerini belirler- sosyal grupların birbirlerine x harfi gibi
durdukları, yan yana aynı kentte fakat ayrı dünyalarda yaşadıkları bir kente
doğru geçiyoruz. Bu arada tabii teknoloji de değişiyor. Artık bunu 19. yüzyıl
parklarıyla çözebilir miyiz? Yani “gelin park yapalım hep beraber”…
Internet’in olduğu, e-grupların olduğu bir ortamda bunu nasıl kuracağız? Bu
sadece şehir plancılarının üstesinden gelebileceği bir tasarım problemi değil,
99
önümüzdeki toplumu hangi temel direkleri üzerine inşa edeceğiz diye
hepimizin paylaşması gereken çok önemli bir soruya doğru gidiyor.
Başkanlığın bana verdiği ayrıcalığı fazla istismar etmeden, sözü salona
vereceğim.
SÜMER GÜREL (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi-Emekli)- Bu
konuşmalar bir anlamda beni 40-50 yıl gerilere götürdü. Diplomamın 50.,
bizatihi şehir planlamanın da 47. yılını yaşıyorum. Bir tanesi Ortadoğu
yıllarına götürdü beni, 64-71 arasından bahsediyorum. Yaklaşık 45 yıl
dediğim oydu. Hâlâ biz eğer planlama çerçevesinde demokrasiyi ve hâlâ
planlamanın bizatihi kendisini, giderek katılım gibi kavramları tartışıyorsak,
bu bizim demokrasi kültürü babında ve planlama kültüründe nasıl mehter
marşıyla yürüdüğümüzün çok net ifadesidir. Bu tablo benim için biraz
hazindi, moral bozmak istemiyorum, ama galiba reel bir saptama olarak
değerlendirilebilir diye düşünüyorum. Yani 40 yıldır biz pek bir yerlere
varamamışız. Hatta öyle ki kimi kavramları da birazcık eşelediğinizde,
semantik falan gibi büyük laflar etmek istemiyorum ama terimin altını
kurcaladığınızda
değiştirdiğini
kavramların
görüp
yine
bizatihi
kendisinin
hüzünleniyorum.
de
sadece
Transformasyon
kabuk
karşılığı
dönüşümü alıyorsunuz, kendi kendime soruyorum acaba “renewal” karşılığı
kullandığımız yenilemeden ne kadar farkı var, vesaire vesaire. Ona girmek
istemiyorum, asıl gelmek istediğim şey sunuşlardan çıkan reel durumda
Ayfer hanımın sorusu çok önemliydi. Ben belki şu anda ukalalık edip, o
soruyu onun adına soruyorum, ama bizzat yaşadığım bir olay olduğu için
Sayın Yeniay’a çok net bir sorum var. Bu yerlerinden edilerek bir süre giden,
sonra geri gelen gecekondu sakinleri acaba o evlerinin bedellerini, malik
oldukları
yerlerin
bedellerini
nasıl
ödüyorlar,
bedel
ödüyorlar
mı?
Ödüyorlarsa nasıl ödüyorlar? Bu konuda da çok geri yıllara giden, çok
başarılı örnekler var Ankara’da. Onları da bilen, bilmeyen vardı, ama
anımsatmış olayım. Bir tanesi Portakal Çiçeği vadisi, diğeri Dikmen Çiçeği
100
vadisi, ikisi de benim çok değerli eski öğrencilerimin büyük başarılarıdır ve
geri dönüşleri çok rahat sağlanmıştır. Çok basit bir örnek vereyim, Portakal
Çiçeği vadisinde geri dönen vatandaşlara ikişer tane konut birimi verilmiştir,
biri yaşaması öbürü de rant olarak kullanması için. 60’larda henüz daha
gecekondu sorunu yoktu Ankara’da diye bahsetti Murat, aslında vardı, fakat
o yıllarda dahi -Portakal Çiçeği çok yeni, 90’ların olayı- onu da çok zekice
çözenler bulunuyordu. Ben 64’te geldiğimde problem aşağı yukarı
çözülmüştü. Hacettepe Üniversitesini yaratabilmek için Sayın Doğramacı, işin etik tarafını bir kenara bırakalım, etiği devamlı tartışılan bir kişidir malum
zat, ama zekası tartışılmaz kesinlikle- bütün Hacettepe’ye adını veren o
Hacettepe bölgesinin gecekonduları bizzat kendisi başlarında bulunduğu bir
ekiple gezerek, oradaki vatandaşların hepsini birinci ve ikinci kuşak, kendileri
ve çocuklarına hayat boyu sağlık sigortasına bağlamıştır, rayiç bedelden de
ellerine para da vermiştir. Yani “başka yere gidin gecekondunuzu yine yapın”
diye yüreklendirerek, bütün o alanı ele geçirmiştir, bir-iki hafta içinde. Bana
anlatıldı bu, ben geldiğimde olay bitmişti. Bunlar belki enteresan ilhamlar
olabilir, bugün için geçerli değil tabii, çok mesafe kaydettik. Bir küçük
anımsatma da Murat’a, üç kız kardeş, daha doğrusu bu üç tane bela göç,
hızlı nüfus artışı, çarpık kentleşme niye kız kardeş de erkek kardeş değil
acaba? Onu sen kendi başına düşün, bir Freudyen problem mi yaşıyoruz,
biz erkekler diye düşünüyorum. Ben Freud’u çok okudum, problemin çoğu
bizden kaynaklanıyor. Hemşireler bu konuda galiba bizden çok daha temiz.
AZİZ YENİAY- Efendim müsaade ederseniz hemen karşılıklı olarak cevap
verip geçmek istiyorum. Gecekondularla ilgili, özel mülkiyette olmayan
tamamen kamu arazisi üzerine gecekondu yapmış olan vatandaşlarımız
ayda 235 lira karşılığında faizsiz, 15 yıl vadeyle toplam yaklaşık 40 bin YTL
karşılığında konut sahibi olmuşlardır, sadece 235 YTL/ay’dır. Özel mülkiyet
üzerinde kaçak yapısı olan, çok katlı yapısı veya gecekondusu olan
vatandaşlarımız
ise
oradaki
özel
mülkiyetleri
karşılığında
bedele
dönüştürülmek suretiyle zaman zaman 1,5,10’a varan daireler almak
101
durumundadır. Oradaki tercihe bağlı, tamamen yapılan uzlaşmaya bağlıdır.
Dolayısıyla da gecekondu olarak tanımlayacağımız, kamu mülkü üzerindeki
gecekonduları özel tutarsak, hane başına 1 konut verilmiştir ve 235 lira da
aylık ücret taksitle ödüyorlar. Özel mülkiyetle ilgili az önce Ayfer hocamın da
sorusuna belki cevap vermek adına, özel mülkiyette illaki biz yapalım diye bir
derdimiz yoktur. Biz planı yaptık bu bölgede ve bu bölgenin yüzde 65’i yeşil
alan ve donatı alan olarak planlanmış. Yüzde 35’lik kısmında ticaret var,
konut var ve benzeri, bu yüzde 35’lik konut alanı eğer vatandaşın talebini
karşılıyorsa “buyur sen yap” diyoruz veya “örgütlenin, gidip kendiniz yapın”
diyoruz. Yani biz orada amacımız vatandaşın elinden alıp da birilerine falan
vermek değil. Hayır, bizim yapmış olduğumuz daha cazip geldiği için
vatandaş gelip kendisi imza attı altına.
ÖZGÜR (Mimar Sinan Üniversitesi-Seyyar Şehir Plancısı)- Seyyar şehir
plancısı kısmını bir kısım arkadaşlar bilir. Ben merak ediyorum bu
Ayazma’da çadırda yaşayanlar saadetlerinden mi o çadırlarda duruyorlar
diye. Ortada bir problem var, neresinden tutacağımı da çok kestiremiyorum.
Deveye sormuşlar “niye boynun eğri” diye “nerem doğru ki” demiş. Bir hikâye
dinliyoruz burada. Ayazma’da çadırda yaşayanlar keyfinden mi orada
yaşarlar? Ayda 235 milyon lirayı memleketimde asgari ücretle sigortalı iş
bulmanın iyi standart olduğu mahallelerde ayda 235 milyon lira taksiti kim
ödeyebilir? Buralarda proje hazırlarken, hazırlamadan önce orada yaşayan
insanlarla bütün bu sorunlar, bütün bu haller konuşulmuş mudur? Onları
varsayan, insan yerine koyan, onları dilsizleştirmeyen, görünmez kılmayan,
onlara rağmen olmayan, yersen yemek, yemezsen mercimek usulü
demokrasilere tenezzül etmeyen yöntemler uygulanmış mıdır gibi çeşitli
sorunlarım var.
AZİZ YENİAY- Bu bölgede yaklaşık 15 civarında şu anda çadırda yaşayan
vatandaşımız var. Niçin çadırda yaşıyorlar? Burada daha önce kiracı olarak
bulunmuş olan ve biz proje kapsamında daire karşılığı daire verdiğimiz için
gecekondu sahipleri tarafından evinden çıkartılan, başka bölgelere gitmiş
102
olan, biz vatandaşa gecekondusu karşılığında daireyi verdikten sonra, “nasıl
olsa burada daire veriliyor, bir tane de ben alırım” düşüncesiyle buraya
gelmiş olan vatandaşlarımızdır. Buradaki hiçbir vatandaşımız, kiracı dahil,
binasında oturduğu halde tahliyeye mecbur bırakılmamıştır, dışarıya
atılmamıştır. Mutlak suretle boş olan gecekondu karşılığı, boşaltılmış olan
gecekondu karşılığı dairesi teslim edilmiştir, kendisi taşınmıştır, daha sonra
gecekondu yıkılmıştır. Bakın, geçen gün belediyeden çıkıyorum, bir
vatandaşımız geldi “Başkanım, ben orada çadırdayım” dedi, “ne zaman
geldin” dedim “bir ay önce”, “nereden geldin” “Pendik’ten geldim” dedi.
“Burada daire dağıtıldığını falan mı duydun” dedim, “ben de oradayım, ben
de istiyorum” dedi. Arkadaşlar, biz İstanbul’daki bütün kiracıların sorununu
çözeceğiz diye bir yaklaşım içerisine girmedik. Bir bölgeyle ilgili proje
hazırlıyoruz ve şu anda sokağa bıraktığımız tek bir aile yoktur, altını çizerek
söylüyorum.
HASAN KESKİN- Küçükçekmece, Fatih Mahallesi İçkumsal bölgesinde
oturmaktayım. 63 yıllık mesken sahibiyim. Mesken sahamız 1948-49’lu
yıllarda İstanbul’da yapılan inşaatların deposu idi. Biz orayı kurtardık, ama
ne şekilde kurtardık? Devlet, hükümet, Sosyal Güvenlik Bakanlığı birlikte
çalışma ile, kooperatifleşme ile biz burada bir mülk sahibi olabildik. İstanbul
Büyükşehir Belediyesi zamanında orası sosyal mesken sahası olarak ilan
edildi, İmar İskan Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı, Sosyal Güvenlik Bakanlığı
tarafından. Bu bölgemiz, hal böyleyken, bugün hiçe sayılan bir bölge haline
gelmiştir. Hatta ve hatta bir kısım yerlerde bazı yıkımlar yapılmıştır, Sayın
Başkanım onu bilmez, ben bilirim semtin en yaşlı olarak ben varım. 65
senelik bir bina yıkılmıştır, tapu tahsis belgesi verilmiştir, varisi öle öle bir
torun kalmıştır. Bu torun ortadan kayboldu, doğalgazı kapısına bağlandı,
yıkıma geldikleri zaman doğalgazı borusundan gaz fışkırıyordu, biri kibrit
çaksa yangın çıkacak. Burada dikkatimizi çeken bir şey oldu, Ayazma
mahallesinden bahsedildi, Tepeüstü’nden bahsedildi ama Kumsal’dan
bahsedilmedi. Bu ayrımcılığı ben normal görüyorum, her dönemde
103
yapılmıştır. Dönelim en büyük derde, neden, niçin kentsel dönüşümde
Köykent dönüşümü rağbet görmedi? Çünkü Köykent dönüşümünde rant
yoktu, köylüden rant çıkmaz, ama şehirden rant çıkar. Bir Kumsal altın
yumurtlayan tavuk haline gelmiştir, yabancı ülkelere karşı burasını süsleyip
bir cennet haline getirip, bakire bir kız haline getirip de satışa çıkaracağız…
Derdimiz çok büyük. Biz burayı alınteriyle ve ömrümüzü heba ederek
kazandık. Biz buradan gideceğimiz bir şekil varsa ölümdür.
OTURUM BAŞKANI- Bakın, yuvarlak masanın dördüncüsünde büyük
yatırımlar konusunda Prof. Dr. Mümtaz Işıngör İç Ve Dış Kumsalı Koruma Ve
Yaşatma Derneği adına bir görüşme yapacak. Sizin konunuzun bütün
İstanbul’daki problemlerini biz burada halledemeyiz. Başkanın yaptığı
konuşma belli bir bölgede yaptıkları kentsel dönüşüm projesiyle ilgiliydi. Sizin
konunuzla ilgili bir gündem maddesi var, sizin bölgeniz bir başka kentsel
dönüşüm projesi üzerinde var. Dördüncü oturumda, o yüzden izin verirseniz
toplantımızı kapatıyorum. Sizin probleminizi konuşacağımız oturum burası
değil.
HASAN KESKİN- Anladım, bir şey daha soracağım. Şu anda neden daha iyi
bilen bir insan burada söz sahibi olamıyor da, düne kadar hiç orada olmayan
insanın ne şekilde müdafaa edeceğini ben nereden bileyim. Biri bilecek
onu… Devletin devamlılığı varsa yönetimin de devamlılığı vardır.
SALONDAN- Bilmem neden bahsettiniz. Ben de sizin gibi sosyal yetiştirdim,
doktor yetiştirdim ama bizim orada bir hizmet görülmedi. Başkan için
demiyorum, giden başkanlar, gelen başkanlar hiçbirisi yapmadı.
HASAN KESKİN- Sayın yöneticim durum şu, biz orada tamamen perde
gerisi bırakıldığımız aşikardır. Burada konuşurken herkes çok güzel dinliyor,
çok güzel konuşuyor, alkışlıyoruz. Ama orada uygulama, orada insan
yokçasına yapılıyor. Ben bunu dile getirmek istemiyorum. Ben o toplantıya
da gireceğim, burada da geldim ama ömrüm vefa ederse. Benim tek derdim,
Anadolu’da bir töre vardır herkesin arazisi mezarlığıdır. Bunun başka bir
104
alternatifi yoktur. Çocuklarımız orda doğdu, orada büyüdü, orada ölecek.
Proje ne olursa olsun, alnımızın tacı, ona da lafımız yok.
FATMA ÜNSAL- Ben izninizle usule ilişkin bir açıklama yapmak istiyorum.
Adı üzerinde bu yuvarlak masa toplantısı olduğu için, amacımız konunun
uzman
kişiler ya
da
davetli
konuşmacılarımız
tarafından
kapsamlı
tartışılması. Daha sonra serbest kürsü, yarın öğleden sonra yapılacak olan
serbest kürsüde de sizlerin görüşlerine ve önerilerine ihtiyacımız var.
Dolayısıyla buradaki süreyle kısıtlı değil. Yarın serbest kürsünün amacı odur,
orada hiçbir konuşmacı yok, tamamen mikrofon sizlerde olacak. Yarın da
zaten davetli konuşmacılarımızın hepsinin, eğer mümkün olamıyorsa
kendilerini temsil eden birer kişinin burada bulunması için onlardan rica
edeceğiz. Dolayısıyla yarın uzun uzun tartışacak, mikrofonu sizlere uzatacak
zamanımız olacak.
MÜMTAZ IŞINGÖR- Baştan beri teşekkür etmek isterdim, organizasyonun
muntazamlığına, intizamına ve de katılımcıların fevkalade hazırlıklı olarak
gelmelerine. Başta Sayın Kazgan hocam olmak kaydıyla herkese teşekkürü
borç bilirim. Hemen bir saptama yapayım, komşum Hasan beyin haykırışını,
yakarışını anlayışla karşılamanızı rica ederim. Aşağı yukarı ona değil de
bana verseydiniz sözleri, biraz daha değişik cümlelerle, biraz daha vurgulu,
belki daha az vurgulu aynı şeyleri söyleyecektim, ilave edeceklerim de
olacaktı. Haklısınız, benim konuşma sıram yarın. Ama isterdim ki bu üç
mahalle temsilcisi burada konuşurken ve Sayın Başkanımız da burada iken
ben de orada olayım. Bunun kasten yapıldığını asla düşünmüyorum, bu bir
şans meselesi. Ben de orada olaydım, bu yuvarlak masa esprisinde Sayın
Yeniay ile güzel ve medeni diyaloglarımız olurdu. Merak ediyorum, ben yarın
konuşacağım acaba Aziz bey burada mı olacaklar? Bunu başladığımdan beri
düşündüğüm için, hayıflandım doğrusu orada olmadığıma. Zira benim de
soracaklarım, mesela Reşit Paşa’dan gelen arkadaşım ne kadar veciz
konuştu, “bir dayatma söz konusudur” dedi. Bir başka arkadaşım yeni bir
deyim attı ortaya, fevkalade benimsedim bir mülkiyet transferinden söz
105
ediliyor. Literatürümüze yeni giren deyimler bunlar. Hele hele 5366’yı etüt
ederseniz ve onu takviye eden yıpranmış, Tabiat Varlıkları Koruma Kanunu
ve acil istimlak -Ayfer hanım bahsetti- onları etüt ederseniz bu yakarışların
pek yabana atılır yakarışlar olmadığını anlarsınız.
“Ev yıkımı” dedi bir arkadaşım, muhtemelen yine Ayfer hanım veya bir başka
arkadaşım. Konu ev yıkımı olmuyor, doğru söylüyorsunuz. Orada çoluk
çocuğunuz yıkılıyor, siz yıkılıyorsunuz, ektiğiniz kültür yıkılıyor, oraya
kazandırdığınız kimlik yıkılıyor. Ne adına? Rant diye bir söz var galiba, evet
bunun adına yapılıyor bunlar. Yoksulluk, konuşulmuyor artık, “sosyal çöküntü
alanı” böyle fonotoği falan daha janti gelen bir kelime. “Siz sosyal çöküntü
alanındasınız”, ben sizin mesleğinizden değilim. Sosyal çöküntü alanını
tetkik ettim, -yarın biraz açacağım. Anket kitaplarını dağıtacağım, almamış
insanlar var-Aman ya Rabbi, bir idareci, kim olursa olsun, bir sosyologla
yapmadığı bir yöreye bu damgayı vurur mu? Sizler, bizden daha iyi bilen
insanlar sosyal çöküntünün, sosyal çöküntü olma ihtimalinin ne olduğunu
biliyorsunuz.
Yoksulluk
değil,
buradan
böyle
mülkiyet
transferinin
uygulanması için ve de dayatma için o sosyal çöküntü alanı olma
ihtimalindeki
insanlar,
dolayısıyla
bizler
oradan
bir
biçimde
uzaklaştırılacaklar. Daha fazla da vaktinizi alıp, canınızı sıkmak istemiyorum.
Çadırda yaşayanlar var, hepsinin dertlerini dert olarak kabul etmek lazım.
“Her evde bir haber var” diye bir program vardı, evet herkesin altında,
beyninde bir sorun var. 3.5 yıldır biz bu Demokles’in kılıcını kafamızda
taşıyoruz. Ne doğru dürüst uyuyoruz, ne doğru dürüst bir sohbete girişiyoruz.
Çünkü çocuklarımın gözlerinde dahi, bütün semt halkı da böyle, o gözler
iriyor, iri iri oluyor. Eve geldiklerinde “baba yeni bir şey var mı?” diyorlar. Bir
yağmurlu havada, saçları ıslanmış bir ilkokul öğrencisi yolumu kesti…
OTURUM BAŞKANI- Ben sizi anladım, bu durumda ben bir cümleyle
belediye başkanına söz vermek zorundayım. O da cevabını sizin kadar
uzatırsa, sizin de ona bir cevabınız olacak. Bu şekilde soru soracak bir
106
başka arkadaşımızın hakkı da yenecek. Zamanımı kontrol edemeyeceğim.
Siz beni anlayabiliyor musunuz?
AZİZ YENİAY- Efendim çok özür diliyorum. İki şey var: birincisi, iç kumsalla
ilgili -lütfen hocam yarın bunun üzerine vurgu yaparsanız, yanlış yaparsanız,
kullanmadığım bir cümle üzerine gidersiniz, yanlışın da sonucu yanlış
olacaktır- sosyal çöküntü bölgesi diye iç kumsalla ilgili tek bir cümle
olmamıştır. İkincisi iç kumsal bölgesi bir kentsel dönüşüm alanı değildir, özel
proje alanıdır ve 20 yıl önce burası doğal SİT bölgesi ilan edilmiştir. Ben
burada 3.5 yıldır Belediye Başkanlığı yapıyorum ve dolayısıyla burası özel
proje alanı, doğal SİT alanı olması münasebetiyle doğal SİT alanına uygun
projenin yapılması gerekir. Hepsi bu kadar basit.
SALONDAN- Ben toplantının genel konusuna dönmek istiyorum. Gülten
Hocanın söylediği “İstanbul’da tarım yoktur” diye, aslında baktığımız tarımın
işgücü olarak önemli bir payı olduğunu düşünüyorum. Çünkü mobil işgücü
olarak tekstil sektöründen geçici olarak gidip, tarımda çalışanlar var. İkincisi
tarımdaki sosyal birikimini kente taşıyan birikim var. Bu iki anlamda
baktığımız zaman kentteki gerilimin, ayrışmanın, dönüşümün temel nedeni
kentsel sorunlarda kırsalı göz ardı ettiğimiz için olmuyor mu?
OTURUM BAŞKANI- Zannediyorum burada bir tanım hatası var. Çünkü
tarım denildiği zaman İstanbul’daki tarım, tarımda yapılan imalat, arıcılık,
besicilik, hayvancılık bütün bunların hepsi ziraat anlamında, yani tarla ekip
biçme anlamında İstanbul’da olmadığı halde, İstanbul çevresinde olan
şeylerdir, ama zannediyorum konuyu hocam daha iyi açıklayacaktır.
GÜLTEN KAZGAN- Efendim kestirme yoldan şöyle söyleyeyim, İstanbul’un
kendi tarım alanı çok dar olması bir olay, ama İstanbul’un başka yerdeki
tarım faaliyetinden etkilenmesi başka bir olay. Çünkü İstanbul’da gelip,
çalışan nüfusun bir kısmı köyde tarım bağlantısını sürdürüyor. Dolayısıyla
mevsimlik tarım faaliyeti yükseldiği zaman yaz aylarında, o işçiler dönüyorlar
köylerine, orada tarım faaliyetini devam ettirmek üzere. Bu itibarla
107
İstanbul’un tarım bağlantısı o kesim açısından sürüyor, ama bu demek değil
ki İstanbul’un kendi içinde tarım faaliyeti var. Haklısınız, Yalova ayrılıncaya
kadar, İstanbul’da bayağı meyvacılık, hayvancılık gibi bir faaliyet vardı o
bağlamda. Ama Yalova ayrıldıktan sonra salt İstanbul’un içinde bulunan bir
tarım faaliyeti diye bir faaliyet marjinal kaldı, orada buradaki bostanlar
dışında bir şey yok. Bu itibarla bu ikisini ayıralım. Tarım faaliyetinden
İstanbul etkileniyor. Belediye de etkileniyor, yaz aylarında yapması gereken
bir sürü işleri yapmıyor, çünkü işçiler köye dönüyorlar, burada kalmak için
çok yüksek ücret ödüyorlar. Belediye de yüksek ücret ödememek için onları
geri yolluyor, olay bu. Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Efendim oturumumuzun sonuna geldik, bence yararlı
bir oturum oldu. Katıldığınız için çok teşekkür ediyorum. (Alkışlar)
-----&-----
YUVARLAK MASA 2:
“KONUT”
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Fulin BÖLEN
-----&----OTURUM BAŞKANI (Prof. Dr. Fulin Bölen)- Değerli izleyiciler; öğleden
sonraki ikinci oturumu açıyoruz.
Bugün bu oturumda da çok değerli konuklarımız var. Konuşmacıları
programdaki yazılış sırasıyla tanıtmak istiyorum: Sayın Fehim Genç,
gazeteci. Sayın Prof. Dr. Aykut Karaman, Mimar Sinan Üniversitesi Öğretim
Üyesi. Sayın Şükrü Koçoğlu, İnşaat Sanayi İşverenler Sendikası Başkanı.
Sayın Hüseyin Ortak, bankacı. Sayın Yrd. Doç. Dr. Pınar Özden, Şehir
Plancıları Odası İstanbul Şubesi Başkanı. Sayın İsmail Ünal, Beşiktaş
Belediyesi Başkanı. Sayın Şinasi Yalçın, Akadlar Kültür ve Dayanışma
108
Derneği Başkanı yerine Ayşe Yazıcı. Dr. Feyzullah Yetkin, GYO Genel
Müdürü. Toplantıyı yuvarlak masa toplantısı formatında gerçekleştirmeyi
arzu ediyoruz. Fakat bazı teknik sorunlarımız da var. Sayın Belediye
Başkanımız önemli bir toplantısı nedeniyle konuşmasını yapıp, ayrılmak
durumunda. Başka iki konuşmacımız daha programları nedeniyle ayrılmak
durumunda kalacaklar. Bu durumda 5-10 dakikalık ön konuşma yaparak,
katılımcıların baştan hazırladıkları sunumlar, görüşler varsa başta onları
alacağız. Sonra sabahleyin bu oturumla ilgili olarak ortaya attığımız dört
temel sorun alanıyla ilgili görüşleri almak istiyoruz. Konu başlıklarını burada
tekrarlamak istiyorum, belki sabah duymamış olan konuşmacılar da
konuşmalarına bu konulara ilgili vurgular yapabilirler.
Ortaya çıkan birinci sorun alanı mevcut konut üretim biçiminin orta ve ortanın
altındaki gelir gruplarının konut ihtiyacını karşılamamaktadır. Yani büyük
çapta konut üretimi söz konusu son yıllarda İstanbul’da, fakat bu konut
üretimine karşılık orta ve ortanın altındaki gelir dilimlerinin konut ihtiyacı
karşılanamamakta. İkinci sorun başlığı ise, üretilen konut çevreleri İstanbul
coğrafyasında dönüşü olmayan zararlar vermektedir. Buna sabahleyin
örnekler verdik, böylesi konut alanları İstanbul’un doğal değerlerini yok eden
biçimde plansız gelişmelerle ortaya çıkmakta. Üçüncü başlık, üretilen toplu
konut alanların ya da büyük projelerin tasarımlarıyla ilgili çok sayıda konutun
bir anda hızla üretilmesi durumunda ortaya kimliksiz konut alanları çıkmakta.
Aynı binayı tekrar eden, hatta bazen aynı renkte tekrar eden -sabahleyin
TOKİ’nin sunuşunda örneklerini gördüğümüz- kimliksiz çevreler oluşmakta.
Bununla ilgili acaba ne yapılabilir? Dördüncü sorun alanı da aslında bugün
İstanbul’da yaşadığımız konu bir çeşit kentsel ranttan yararlanmak isteyen
bir çevrenin, inşaat sektörünün konut üretimini son derece yaygın hale
getirmiş olması. Aslında amacın toplumun yaşam kalitesini yükseltecek
konut çevrelerini üretmek olmadığı ortaya çıkıyor. Böyle dörtlü bir sorunlar
başlığı altında özetlenebiliyor durum. Burada cevaplamak istediğimiz soru da
109
şu: Konut sektöründeki bu canlılıktan yararlanarak, işin içine girmiş olan
inşaat sektörü olarak bu canlılıktan, bu birikimden yararlanarak acaba biraz
evvel saydığımız sorunları çözecek çözümler üretmek için yararlanabilir
miyiz? Konut sektöründen bu canlılıkta bu sorunlarımızı çözmek için, düşük
gelirlilere konut üretebilmek, daha planlı konut alanları üretmek, daha iyi
tasarlanmış konut alanları üretmek gibi konularda nasıl yararlanabiliriz,
bunun bir çaresi var mı? Eminim herkes kendisi birtakım hazırlıklarla geldi.
Ama o hazırlıkların içine bu soruların da bir miktar cevabı varsa, çok
seviniriz. Birinci turda önce 5-10 dakikalık görüş alacağız, sonra farklı
görüşler arasında aramızda bir tartışma yapmayı düşünüyoruz. Teşekkür
ediyorum.
Ben önce sözü Belediye Başkanımıza veriyorum.
BEŞİKTAŞ BELEDİYE BAŞKANI İSMAİL ÜNAL- Değerli katılımcılar,
üniversite ve meslek odalarının değerli temsilcileri, sayın konuklar; öncelikle
aranızdan erken ayrılacağım için başlangıçta özür diliyorum. Dilerim ilerleyen
başka günlerde, başka ortamlarda böyle İstanbul için önemli toplantılarda
sizinle saatler dakikalar değil, günlerce İstanbul’un sorunlarını tartışabiliriz ve
tartışmalıyız.
Konuşmama
üniversitelerimiz
ve
meslek
odalarımızın
ortaklaşa
düzenledikleri İstanbul Buluşmalarında görüşlerimi sunma olanağını ortaya
koydukları için teşekkür ederek başlamak istiyorum. Her ne kadar
toplantımızın gündemi İstanbul’da konut gerçeği olsa da konuya daha üst
ölçekten bakmak gerektiğine inanıyorum. İstanbul’un küresel dünyadaki
konumu ve vizyonu belirlenmeden sektörel konularda çözüm üretebileceğine
inanmıyorum. Küresel ekonomide güç dengeleri, ekonomik güç odaklarının
kontrol altında tuttukları bölgesel nüfuslarla oluşuyor. Amerika Birleşik
Devletleri, küresel etkinliği arttırmak amacıyla naftayı diğer ülkelerine de
genişletiyor. Pasifik ülkeleri ve Japonya yeni işbirliği arayışı içerisindeler.
110
Çin’in 2025’te dünyanın en büyük ekonomisi olacağı tahmin edilmektedir.
Çin, Rusya, Hindistan ve Brezilya’dan oluşan birliklerin 2050’de dünyanın en
büyük altı ekonomisinin içerisinde yer alacağını biliyoruz. Avrupa Birliğinin
küresel güç dengeleri içindeki konumunu geliştirmek ya da sürdürmek
anlamında Türkiye’yi üyeliğe kabul etmekten başka seçeneği olmadığını da
açıkça ortaya koyuyoruz. Kaldı ki İstanbul Avrupa Birliğinin sürdürülebilir
mekânsal geliştirme stratejisi içinde şimdiden yer almaktadır. Bu aşamada
önemli olan başında da belirttiğim gibi İstanbul’un nasıl bir vizyona sahip
olacağıdır. Bu vizyon büyük bir olasılıkla IMP’nin hazırladığı çevre düzeni
planında da belirtildiği üzere uluslararası iş merkezi olma hedefidir. Bu
vizyon çerçevesinde İstanbul hizmet sektörü ağırlıklı bir ekonomi üzerine
gelişecektir. Ekonomik ve finansal üst düzey karar mekanizmalarının yer
alacağı bir küresel merkez olunmalıdır.
Özetlemeye çalıştığım perspektifin kabul görmesi koşulunda karşımızdaki
yaşamsal sorun şudur: İthal ikamesine dayalı üretime desteklemek amacıyla
gerekli ucuz iş gücünü sağlamak için göz yumulan gecekondular ve kaçak
yapılarla işgal edilmiş plansız gelişmiş bir kent. Hedeflenen konumu ile
İstanbul’da yaşanması amaçlanan kitlelerin gereksindiği yüksek, sosyal,
kültürel ve fiziki standartlara sahip bir kente nasıl dönüştürülebilir? Bu
dönüşüm için olmazsa olmazlar şunlardır: Bu vizyona inanmış, gerekli
bedelleri ödemeyi göze almış bir siyasi otorite; toplumsal çıkarları bireysel
çıkarların üzerine çıkarabilecek bilince sahip kadrolar; çözüm üretebilecek
birikim ve yeterliliğe sahip teknik ekip; vizyona inanan toplumsal kesimlerin
karar olma süreçlerine katılımı sağlayan toplumsal bir örgütlenme;
dönüşümü kolaylaştıracak, destekleyecek hukuksal altyapı. Günümüzde bu
koşulların varlığından söz etmek sanırım sizler de katılırsınız, olanaksız. İyi
niyet çabalarının varlığını yok saymak istemiyoruz. Ancak çok sık kullanılan
cehennemin yollarının iyi niyet taşlarıyla örtülü olduğunu da unutmamamız
gerekiyor.
111
Sıralamaya çalıştığım olmazsa olmazların olmaması koşulunda neler
olduğunu örneklemeye çalışacağım. Varolan yönetimin vizyonuna uygun
konut çözümlerini içeren bir yaklaşım, hazırlanan iki temel dokümanda da
yer almamaktadır. Uluslararası iş merkezi olmanın temel koşullarından biri
merkez çeperinde üst düzey yöneticiler için gerekli teknik, sosyal ve kültürel
altyapıyı sağlayan kaliteli konut bölgelerinin yaratılmasıdır. Ne çevre düzeni
planında ne de 1/25 000 ölçekli nazım planda böylesi bir öneri yoktur.
Toplumsal çıkarları bireysel çıkarların üzerine çıkaracak kadrolara gelince,
genel seçimler nedeniyle bekletilen 400 imar dosyasının Büyükşehirin Eylül
oturumunda onaylandığı ve büyük çoğunluğunun yeşil alanların yerleşime
açılması ve yoğunluk artışıyla ilgili olduğu basına yansımaktadır. Bunlar
Ekim meclisinde de söz konusudur. Hazırlanan nazım plan yürürlüğe
girmeden gerçekleştirilen bu imar operasyonunun toplumsal çıkarlarla ilgisi
olmadığı açıktır. Teknik kadroların birikim ve yeterliliklerini tartışmak
istemiyorum. Ancak söz konusu kadrolar tarafından hazırlanan Büyükdere
Caddesi-Maslak aksı uluslararası kentsel tasarım yarışmasının iptal edilmiş
olmasını siyasi yönetimin böylesi bir teknik desteğe gereksinim duymaması
ve daha da vahimi kendisine engel olarak görmesi anlamı taşıdığı
kanaatindeyim. Demokrasinin
en temel değerlerinden biri toplumsal
kesimlerin kendilerini ilgilendiren karar süreçlerine katılımının sağlanmasıdır.
İstanbul’un mekânsal anlamda geleceğini biçimleyecek iki temel dokümanın
üretim sürecinde bazı toplumsal kesimlerin karar süreçlerine katıldığı
anlaşılmaktadır. Ancak ilgili tüm toplumsal kesimlerin katıldığı, sanırım
varolan yerel iktidarlar da iddia etmeyeceklerdir. Hedeflenen dönüşüme
destek olması gereken hukuki altyapıya gelince, varolan imar hukuku
bırakınız böylesi bir vizyonun gerçekleşmesi, sağlıklı bir kentleşmeyi bile
olanaksız kılacak niteliktedir. Bu iddiamı sizlere yeni yapılaşma alanlarında
en muhafazakâr olması gereken Boğaziçi İmar Kanunu kapsamında
gerçekleşenlerle örnekleyeceğim. Tabii Boğaziçi İmar derken etkilenme ve
geri görünümü de ön plana alarak söylüyorum. İş Bankası Genel Merkezi ve
Sabancı Kuleleri Boğaziçi bölgesinde yer almaktadır. Yine aynı kapsamda
112
gerçekleşecek bir iş merkezinin projesinden örnek vermek istiyorum.
Gördüğünüz gibi ne kadar parsel, o kadar inşaat mantığını bırakınız imar
kanununu, Boğaziçi imar kanununu bile engelleyememektedir. Varolan yasal
düzenlemelerin sıkıntılarını gidermek ve kentsel yenilenmenin, dönüşümün
önünü açmak amacıyla hazırlanan yasal düzenlemelerin de çözüm olmaktan
çok belli bir kesime rant sağladığı gerçeği ortadadır ve açıktır.
İstanbul’un geleceği ve vizyonu kent yaşamında hiçbir önemi olmayan bir
zaman dilimi içerisinde en çok kâr peşinde olan yapımcılarının ve arsa
sahiplerinin çıkarlarıyla kurgulanamaz. Sektörün bir üst düzey yöneticisinin
verdiği verilere göre, 2015 yılında Paris kent merkezinde 1 000 kişiye düşen
ticari alan 157 metrekare olarak tahmin edilirken, bu değer İstanbul’da 630
metrekaredir. 10 yıl içinde Fransa’da ki kişi başına gelir düzeyini
aşamayacağımız göz önüne alınırsa, bu ticari alanların büyük oranda
başarısız olacağı da açıktır. Arsa sahiplerinin ve yapımcıların çıkarları için
İstanbul’u hayalet binalarla doldurmaya hiçbirimizin hakkı yok. Açıklamaya
çalıştığım bu koşulların ötesinde İstanbul’u dönüştürecek ve
yeni vizyon
açılımları sağlayacak bir yönetimin olmadığını kanıtlayacak başka örnekler
de açıklayabiliriz. Sayın Başbakandan, Sayın Bakanlara kadar herkes
üçüncü
boğaz
köprüsünü
yapılacağını
açıklarken,
sözü
geçen
iki
dokümanda da köprüye karşı bir tavır izlenmektedir. Burada bir sivil toplum
örgütü olan Arnavutköylüler derneğini alkışlamak istiyorum. Çünkü onlar
“köprüye hayır”ın savaşçılığını yapıyorlar. Sizce varolan yönetimin görüşü
hangisidir? Nazım planda yoğunluğun düşürülmesi gerektiğini, bu amaçla
meri planlardaki yoğunlukların da düşürüleceğini ön görmektedir. Buna
karşın Karayolları arsasından Dubai Kulelerine, TOKİ’nin Levent konut
bölgesindeki satın aldığı yeşil alanların konuta açılmasına kadar birçok proje
gündeme gelmektedir. Yerel iktidarların gerçek görüşü hangisidir?
Sevgili dostlar; İstanbul’un ülkemizin Avrupa Birliğine üyelik sürecinde önemli
bir rol üstleneceğine inanıyorum. Daha da öteye İstanbul’un küresel bir
merkez olmak için gerekli potansiyele sahip olduğunu biliyoruz. Ancak
113
varolan yerel yönetimle bu sürecin ülkemiz kentimiz ve insanımız için
gereğince yönetilebileceğine inanmıyorum. Konuşmamın son bölümünde
İstanbul’da konut gerçeğine dönmek istiyorum. Panelin esas konusu olan,
ama buraya da gelirken bu başlangıçtaki sunumu aktarmak temel görevim.
Metrekare olarak İstanbul’un en küçük ilçelerinden biri olan 18.12 kilometre
karelik, Beşiktaş’ta İstanbul’un konutla ilgili başarılı, başarısız her türlü
deneyimini bir arada görmek olanaklıdır, ekranda görebileceğimiz gibi.
Bebek, Arnavutköy, Kuruçeşme, Ortaköy gibi tarihi yerleşimler; Dikilitaş,
Gayrettepe gibi parsel bazında gelişen konutlar, 11 yıl plansız Beşiktaş, yeni
çıktı bu planlar. Levent gibi koruma altına alınması gereken planlı bir
yerleşim; Ulus, Akatlar, Etiler gibi sitelerin egemen olduğu mahalleler;
Karanfilköy ve Boğaz yamaçlarında gördüğümüz gecekondular; Büyükdere
Caddesi ve iş merkezlerinde yer alan rezidanslar da bu çeşitliliğin bir
göstergesi, bir gerçeği. Konut yerleşimindeki bu çeşitliliğe karşın Beşiktaş’ın
çok önemli bir konumu var. Beşiktaş, inanılmaz bir güzellikte Osmanlı
döneminin üç sarayı, kasırlar ve 2000’in üzerinde tarihi yapı, yüksek gelir ve
eğitim düzeyine sahip kentliler ve ev sahipliği yaptığı 8 tane üniversite, harp
akademileri, sosyal, kültürel ve ekonomik anlamında da canlı bir kent
yaşamıyla dünyada eşine ender rastlanan kentlerden birisi. Üstelik gece ve
gündüz nüfusunun 250 binlerden 2 milyonlara çıktığı bir kent, gece 250 bin
tabii, başını yastığa koyarak, uyuyan nüfus.
Stratejik planımızın Beşiktaş’ın çağdaş insanların çağdaş mekânı olmasını
öngörüyor bizim planımız. Beşiktaş, İstanbul vizyonunun öngördüğü üst
düzey kararların alındığı bir merkez. Beşiktaş, üst düzey karar vericilerin
gereksindiği kaliteli konut alanlarını sunma potansiyeline sahip. Diğer bir
deyişle İstanbul’u vizyonuna ulaştırmak için ne kadar çaba gerekiyorsa, o
vizyonel konuma şimdiden büyük ölçüde sahip olan Beşiktaş’ı dış
saldırılardan korumak için bir o kadar da çaba, emek ve güç gerekiyor.
İstanbul’da konut sorununa çözüm konusunda da Beşiktaş’tan örneklerle
önerilerimizi açıklamak istiyorum. Örnek bir konut alanı olarak koruma altına
114
alınan, niteliği bozulmaması için yörenin sivil toplum kuruluşuyla birlikte
inanılmaz kararlık ve çaba gösterdiğimiz, dış saldırılara karşın iş yeri yapılma
mücadelesine karşın ve üstelik Levent’le ilgili belediye başkanının 4.5 ay
İçişleri Bakanlığı başmüfettişlerinin denetimini ortaya koyarak, onların bizi
denetlediği bir yer. Levent mahallesini model olarak öneriyoruz. Levent
mahallesinin model olmasını gerektiren başlıca nedenler şunlar: Her türlü
kentsel servisleriyle bir bütün olarak planlanmış, yaya ulaşımıyla ilgili
çözümlemelerindeki başarı, çevreye uyumlu yapılaşma, sosyal bütünleşmeyi
sağlayan kolay ulaşılabilir mekânsal düzenlemeler. Sizlerin İstanbul’un en
değerli
kentsel
yadırgadığınızı
mekânlarından
tahmin
ediyorum.
birini
Üstelik
çözüm
olarak
Levent’in
göstermemi
-yakın
zamanda
geçtiyseniz- halkımızı da 1.5 aydır zorluyoruz, yoruyoruz, eleştirileri var, ama
onların eleştirilerine düşüncülerimizi aktarıyoruz; Levent meydanını yeniden
düzenliyoruz. Çiçekçileriyle, meydanın gerçek kimliğine dönüşü ile ve
arkasındaki pazarı ile. Kısa bir süre sonra da orası Levent’e yeniden 60’lı
yıllara dönmenin bir nostaljisini de yakalatmak istiyoruz.
Az evvel devam ettiğim sunumda bunu iki örneklemeyle konuşmamı
tamamlamak istiyorum, sizleri yordum. İngiltere’de özel girişimcilerle
gerçekleştirilecek her türlü yeni yerleşim alanı planlamasında belili bir oranın
dar gelirlilere -sorunun en önemli noktası- ayrılmasının zorunlu olduğu, bu
oran proje bazında yüzde 30’lar düzeyinde sevgili dostlar, İnglitere’de.
Levent’in komşusu Karanfilköy’de Karanfilköylülerle birlikte çözüm arayışımız
var. Şinasi Yalçın başkan ve oranın hukukçusu, savaşçısı, oradaki 600
aileyle birlikte gece gündüz yaşayan bir Karanfilköy Şinasi Başkan ve
çalışma arkadaşları. Akder derneği ile birlikte bir çalışmamız var orada.
Amaç, oradaki dönüşümü gerçekçi anlamda yaşamak, çünkü o insanlar
orada 60-70 yıldır yaşıyorlar, adı karanfilden geliyor. Bu iki örneği bir
İngiltere, bir Beşiktaş sınırları içindeki mahalleyi örnek vermek istedim.
Görüş ve düşüncelerimizi sizlere aktarma olanağını bizlere verdiğiniz için
tekrar teşekkür ediyorum. Panelistlerin konuşmalarında da kendilerine
115
başarılar diliyorum. Nice aydınlık günler, nice aydınlık Beşiktaş ve İstanbul
diliyorum. Aydınlık bayramlar diliyorum.
AYŞE YAZICI (Akadlar Kültür ve Dayanışma Derneği)- Herkese merhaba.
Öncelikle bu organizasyonu düzenleyen Şehir Plancıları Odasına ve emeği
geçen herkese çok teşekkür ediyorum. Ben Akatlar Kültür ve Dayanışma
Derneğinden geliyorum. Sayın Başkanımızın söz ettiği Karanfilköy’denim.
Size biraz Karanfilköy’den, nerede bulunduğundan söz etmek istiyorum.
Beşiktaş’ta
Akmerkez’den
ana
giriş
kapısından
aşağı
yürümeye
başladığınızda 20 dakika kadar aşağıda otobanla kesilmiş Fatih Sultan
Mehmet köprüsü gişelerine gelmeden önce, otobanın kenarında bulunan
yaklaşık 700 haneyi barındıran ve 3 bin nüfuslu bir gecekondu mahallesi,
mahallemiz. Bahçeli tek katlı evlerden oluşan bir bölge. Daha önce
çocukluğumda bizim mahallemiz dağ başı gibiydi. Kenarında iki dere vardı,
kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdi. Biz dağda bayırda, bahçede oynayarak
büyüdük. O sırada şehir de büyüdü bizimle birlikte ve şehir âdeta
mahallemizi kuşattı. Bir yanda iş kuleleri Sabancı Center’lar var, diğer yanda
Alkent sitesi, tabii otoban geçti, Fatih Sultan Mehmet köprüsü yapıldı. Yukarı
tarafta Akmerkez ve siteler oluştu, yani şehir bizi kuşattı, ama biz hâlen
oradayız ve halen tek katlı bahçeli evlerimizle yıllardır oluşturduğumuz
yaşamımıza devam ediyoruz. Gelişerek, şehre intibak etmiş bir şekilde
oluşturduğumuz kültürle yaşamaya çalışıyoruz, yaşıyoruz.
Derneğimiz de yaklaşık olarak 15 yıldır faaliyet gösteren, mahalledeki sivil
toplum örgütlerinden biri. Cami Yaşatma Yardımlaşma Derneğimiz, spor
kulübümüz, okulumuz, sağlık ocağımız var. Mahalle olarak konuta nasıl
bakıyoruz, konut nedir? Konu, konut olduğu için ben kendi mahallemizin ve
derneğimizin
bu
konudaki
anlayışından
ve
şimdiye
kadar
yaptığı
çalışmalardan ve gelecekte yapmaya düşündüğü projeden söz etmek
istiyorum size. Önemsiyoruz bunu, sadece kendi mahallemiz için Türkiye için
de önemli olduğunu düşünüyoruz. Çünkü bildiğim kadarıyla, yaptığımız
araştırmaya göre bir gecekondu halkının kendisi ürettiği, kendi çabasıyla ve
116
hiçbir dayatma olmadan tamamen iç dinamikleriyle yarattığı ve sivil toplum
örgütlerinden destek aldığı belki de ilk proje. Umarım gerçekleşen ilk proje
de olacak.
Konut, bizce sadece dört duvardan oluşan ve içinde yaşanılan bir alan değil.
Konut, aynı zamanda insanın temel haklarından biri olan barınma hakkını
kullandığı, sosyal donatı alanlarıyla çevrili, modern yaşamın gereklerine
cevap verebilen, bu gereklerle denk düşen, insani ilişkileri yaşama olanağını
sunan, insanın kendini ve sosyal yaşamını ifade etmesine olanak sağlayan,
doğaya yabancılaşmadığı, doğanın bir parçası olduğunu hissettirebilen
insana bir alan. Biz böyle algılıyoruz, sadece dört duvardan ibaret değil bizce
konut. Ülkemizde süregelmesi, konutun oluşması daha önceki oturumlarda
ifade edildi sayın konuşmacılar tarafından, o yüzden çok ayrıntılı ifade etmek
istemiyorum. Ama kendi bölgemden hareketle değinmek istiyorum biraz. Bir
önceki oturumda bir katılımcı dedi ki, daha doğrusu konuklardan biri
“1960’larda gecekondu çözümdü, şimdi artık bir sorun yumağı olduğundan
söz ediliyor” dedi. Evet öyleydi, 1950’lerde 60’larda, sanayinin ucuz iş
gücüne ihtiyaç duyduğu dönemlerde ve belediyelerin, yerel yönetimlerin
çözüm üretmediği zamanlarda insanların Anadolu’dan gelip kendi konut
sorunlarını hiç kimseye dört olmadan çözmelerine herkes göz yumuyordu,
göz yumdu ve halk bunu kullandı, halk bu göz yummadan faydalandı.
Aslında yerel yönetimlerin o dönem çözüm sunması gerekenlerin yaptığı bir
hataya ortak oldu. Eğitim için, aş için, iş için gelenler kendilerine bir yuva
kurdular, gecekonduları kurdular, yöneticiler bunlara ses çıkarmadı. Ama
sadece gecekondulardan ibaret değil şehir, diğer yandan büyüme, imar
sorunu olmayan bölgelerde de devam etti ve orada da çoğunlukla çarpık bir
kentleşme oldu. Çünkü orada da kurallara uygun yapılar oluşmadı, ne
deprem dikkate alındı, ne kentin nefes alabileceği alanlar dikkate alındı; kent
bir beton yığınına dönüştü.
Bu
sorunlar
yumağında
konut
sorunumuzu
nasıl
çözeceğiz
diye
düşünüyoruz. Çünkü devam eden hızlı bir göç var ve bu sorun devam
117
ediyor. Buradan hareketle mahallemizde dediğim gibi evler genellikle tek
katlıdır, bahçelidir, dayanışma hakimdir, ilişkiler son derece iyidir, kapı
önlerinde oturulur, yemek yenir, çay içilir. Bunları önemsiyorum, çünkü
bunlar konut kadar önemli, dediğim konutun bir parçası, o yüzden onları
ifade etmek istiyorum. Bizim mahallemizde herkes toprağa, yaşadığı bölgeye
bir şey katmıştır. Bu kimi zaman pencerenin önündeki bir sardunyadır, kimi
zaman komşu çocuğunu, mahalledeki herhangi bir çocuğu kendi çocuğu gibi
benimsemesidir, kimi zaman bir dost gülüşüdür, kimi zaman birinin derdine
birlikte üzülmektedir. Bunlar da önemli, çünkü bunlar da konutun bir parçası.
Bizim orada yaşadığımız ve yaşamaya devam etmek istediğimiz şey, sadece
içinde barındığımız tek katlı bahçeli evlerimiz değil, aynı zamanda anılarımız,
ürettiklerimiz, orayı orası yaparken verdiğimiz mücadeledir. Okulumuzu
kurarken verdiğimiz emekler, mahallesinin tek çeşmesinin başında beklerken
yaptığımız sohbetler, bunların anısıdır. Bunlar önemli, çünkü “klasik
gecekondu sohbeti yapıyorsunuz, geçin bunları” diyen olur belki içinizde,
ama bunlar bizim için önemli ve biz orada yaşıyoruz ve orayı o yapan biraz
da budur bizim için. Bizim baktığımız böyle alanlara kente gelir getirecek
arsalar olarak bakılıyor. Can alıcı noktası bu, belki bizi buraya getiren de bu.
Çünkü artık bizim o yaşadığımız köyümüz dediğimiz ya da aidiyet
hissettiğimiz
bölge
kente
büyük
paralar
getirecek,
İstanbul’a
gelir
getirebilecek bir arsa olarak görülüyor. Bu kentin gelire ihtiyacı var, evet biz
biliyoruz. Çünkü yaşamak için gelire ihtiyacımız var, planlı olmalıyız, düzenli
olmalıyız. Evet, bunların hepsi doğru. Peki, sadece arsa mıdır bu alan? Bu
alan üzerinde kurulmuş hayatlar ne olacak? Kentin bu alanının bir geçmişi
yok mudur, bir yarını yok mudur, kimliksiz ve birbirinin aynı mı olacak bütün
ürettiğimiz konutlar? O zaman biz hangi zenginliğimizden söz edeceğiz?
Zenginlik sadece para mıdır?
Bunların da düşünülmesi gerektiğini
düşünüyorum. Bunlar düşünülerek hesaplar, kitaplar yapılmalı. Evet gelir de
hesap edilmeli, evet sağlıklı yaşam da hesap edilmeli, ama bütün bu hayatlar
da hesap edilmeli ve yok sayılmamalı.
118
Biz bunu düşündük, çünkü sıranın bir gün bize geleceğini biliyorduk. O
yüzden sıra bize gelmeden biz onlara gittik. İlk başta tek tek mahallede
evlere gittik. Dedik ki “biz burada yaşayacağız” evet, peki burada yaşayanlar
nasıl yaşamak istiyorlar, barınma sorununu, konut sorununu nasıl çözmek
istiyorlar, nasıl bir konut, nasıl bir yaşam İstanbul’da? Tek tek 700 haneyi
dolaştık, her sokakta bir ev toplantısı, sokak toplantıları yaptık. Onların
hepsinin kayıtlarını da aldık, çünkü bu iki yılı aşkın bir süredir devam eden
bir süreç. Herkes dedi ki “evet, biz burada yaşamak istiyoruz, burada
bulunduğumuz yerlerde yaşamak istiyoruz, komşularımızla birlikte ve tek
katlı bahçeli evlerimizde yaşamak istiyoruz ve bunun içi ne gerekiyorsa
hazırız” dendi. Biz bunun üzerine diğer çevremizdeki, mahallemizdeki sivil
toplumu örgütlerini davet ettik, onlar da destek verdiler. Daha sonra çemberi
geliştirdik ve diğer sivil toplum örgütlerini, Şehir Plancıları Odasına, Mimarlar
Odasını, Harita Mühendisleri Odasını, üniversiteleri gücümüzün yettiği,
aklımızın erdiği bize destek olabileceğini, yeni bir kapı açabileceğini
düşündüğümüz herkesi davet ettik, derneğimize geldiler. Düşündüklerimizi
söyledik, bize katkılarını sundular.
Sayın Belediye Başkanımız ifade etti, o dönemde bize çok desteği oldu,
kendisine ve teknik ekibine teşekkür ediyorum. Çünkü gece gündüz bizimle
birlikte bazen sabahlayarak çalıştılar ve biz bir proje ürettik. Bu projede daha
çok esasen bir iyileştirme temelinde ilk çıkış noktamız buydu ve halen de
bunun üzerinde durmak istiyoruz. Çünkü herkes yaşadığı hayattan memnun
orada, orada oluşturdukları yaşam biçiminden ve kültürden memnun.
Sadece bunun daha çağdaş, modern bir hale getirilmesi, dönüştürülmesi,
gerekli iyileştirilmelerinin yapılmasını istiyor. Aslında burada bizim yapmak
istediğimiz şuydu, bir gecekondu mahallesi olarak biz de çözüm üretebiliriz,
sorunumuza biz de sahip çıkabiliriz ve şehri artık daha önce çözüm olarak
bakılan, artık maalesef şehrin etrafını çevreleyen bir ur olarak kimilerince
tanımlanan bir mekân olmadığımızı, burada başka hayatların, başka
yaşamların, dayanışmanın, belki sitelerde bile bulunmayan başka hayatların
119
olduğunu ve bizim de çözüm üretebilme yetisine sahip olduğumuzu
göstermekti. Burada pek çok kişinin desteği oldu bize.
Dünya Şehir Plancıları Birliği Başkanı ve heyeti, Japon mimarlar ve heyeti,
İstanbul Bilgi Üniversitesi fen edebiyat fakültesi dekanı ve yüksek lisans
öğrencileri, Almanya’dan Hessen sendikaları birliği gibi adını sayamadığım
pek çok kişi, tek tek gelerek mahallemizi ziyaret ettiler, çözüm önerilerimizi
dinlediler ve bize destek oldular. O sırada tabii ki bizim için çok önemli olan
diğer gecekondu mahalleleri ile dayanışmamız oldu ve onlar da bizi ziyaret
ederek, ürettiklerimizi bizimle paylaştılar ve desteklerini sundular. Temel
olarak kendimizi anlatmaya söyleyeceklerim süre sınırı olması nedeniyle
bunlar. Bir sonraki konuşmamda konuttan ne anlıyoruz’un dışında, konut
finansmanı ve konutun nasıl olması gerektiği, çevreye duyarlılığı ve
ürettiğimiz projeye dair söyleyeceklerim olacak.
Teşekkür ediyorum.
M. ŞÜKRÜ KOÇOĞLU (İnşaat Sanayii İşverenler Sendikası Başkanı)Sayın Başkan dört konu ortaya koydu, benim de söylemek istediklerim bunu
içeriyor. Ancak biz orta ve daha düşük gelirli insanlara konut üretmek mi
istiyoruz, yoksa konutu sınırlamak mı istiyoruz? Farklı bir çerçeveden
bakmak istiyorum buna, İstanbul bazında, ölçeğinde özellikle biraz evvel
oturum başkanının hepimiz duyduk, “1 milyon hane halkı bazında konut
fazlalılığı var” dedi. Konut fazlalılığı olan bir yerde, bir ülkede veya bir
şehirde dar gelirliler veya orta gelirliler için konut üretmenin mantığı burada
çelişiyor. Bir kere bunun altını çizmek istiyorum. Toplu konut verilerinden
söylüyorum, Türkiye bazında özellikle İstanbul’da konut alım satımlarının
yüzde 80’i iki ve daha fazla konut sahibi insanlar. Yani bu şunu ortaya
getiriyor: Konut artık Türkiye son dört senedir özellikle ihtiyaçtan dolayı,
barınmaktan alınan satılan bir şey değil. Konut, tamamen rant
ve para
kazanma arzusundan kaynaklanan… Özellikle toplu konut inşaatlarının
120
dışında İstanbul’da yapılan konutların ikiden fazla, 21., 22. evini alan insanlar
var, bu toplu konut başkanının daha evvelki söyleminden aklımda kaldı.
Kentsel dönüşüm deyince, hemen gecekonduların projelendirilmiş binalara
tıkılması olarak algılanıyor. Ben buna farklı bakıyorum. Binalara tıkmak,
kaloriferli, yalıtımı yapılmış binalara insanları tıkmak değil de acaba nasıl
nitelikli hale getirebiliriz konutları? Nitelikli kısmını açmak istiyorum, bunun iki
bacağı var. Birincisi, kentsel dönüşümde hem köyden kente algılanıyor bu
kentsel dönüşüm, hem de gecekondudan dönüşüm. Köysel dönüşümü
bence desteklemek lazım. İstanbul göç alan şehirlerimizin başında. Tersine
bir göçten de evvel göçü engellememiz lazım. Göçü engellemek için de daha
Güneydoğu Anadolu’dan, Doğu Anadolu’dan ve İç Anadolu’dan buraya
göçler geliyor. O insanlara orada iş ve mekân yaratma durumundayız. Bunu
3.5-4 senedir konut patlamasının tetikleyicisi zaten toplu konut idaresi oldu.
Arkasından da konut kredi faizlerinin düşmesiyle birlikte de özel sektörün
getirdiği dinamizmle konut patlaması oldu. O yörelerde konut yapımcılarına
belki daha farklı bir kredilendirme veya göçü engelleyici ekonomik birtakım
sübvansiyonlar verilebilir diye düşünüyorum. Kente göç değil de köye göçü
bence teşvik etmek lazım. Yani İstanbul’a gelen nasıl barındırırım, bunlara
nasıl bina ya da konut verebilirim mantığını ben yanlış buluyorum.
Konuttan devam etmişken, TOKİ Başkanının söylediği “gecekondu en büyük
üç problemimizden birisi” fikrine katılmıyorum. Gecekondu en büyük
sorunumuz değil. Biz Ankara’da iki sene önce İNTES İnşaat Sanayicileri
İşveren Sendikası olarak -Türkiye’yi imar eden en büyük müteahhit firmaların
olduğu işveren sendikası- bir gecekonduyu yeniledik. 36.5 milyara mâl oldu,
çok güzel villa oldu. Bu 36.5 milyar da fazla görülebilir, kombisi falan hepsi
dahil buna. Ama seri bir üretimde bu daha az olabilir. Niteliksiz veya
şahsiyetsiz birtakım yapılar yapılacağına bu gecekonduları - ki her yer için
söylemiyorum, mesela Adana’da inanılmaz bir sık gecekondu yapılaşması
var, ama çoğu yerde de bahçeli gecekondu yapılaşması var- burada bu
şekilde yenilenebilir. Türkiye’de bu denenmedi. Arsa azlığından dolayı hep
121
dikine büyümeyi yeğledik ve de bütün herkesin şikâyeti şahsiyetsiz yapılar
ortaya çıkmaya başladı. Örneğin, Rusya’da dış cepheyi ne yaparsanız, asla
onay alamazsınız. Mutlaka belediyenin kabul etmesi gerekir. Dış cephede
son derece hassas, olmazsa olmaz en büyük kırmızı nokta. Ama Türkiye’de
böyle bir şey yok. Şehircilikte de -fiziksel anlamda bunu söylüyorum- elbette
en önemli öge dış cephe değil, ama görsel anlamda dış cephenin önemi,
çevreye etkisi yadsınamaz.
Genelde insanlarımız içeriye baktığı için, ev alırken musluğuna, kapı koluna
bakıyor. Halbuki bakması gereken çok önemli şeyler var. Tüketicinin de
bilinçlendirilmesi lazım. Herkes sanıyor ki peynir ekmek gibi, 50-100 liraya
sigara alır gibi taksitle ve uzun vadede konut alacağını sanıyor. Halbuki öyle
değil, biraz sonra bunu uzmanı söyleyecek, anlatacaktır muhtemelen. Bu
ümitlerde konut yapımcılığını teşvik ediyor, tetikliyor ve artık grafik ters
dönmeye başladı. Şu anda Türkiye’de, bırakın İstanbul örneğini 1 milyon
konutun fazla olduğu söylendi, Türkiye’de kişi sayısı olarak bakarsak, konut
açığı yok, sadece nitelikli konut açığı var. Bunu da ben söylemiyorum, bu da
istatistiklerden. Demek ki bizim en önemli problemimiz nitelikli hale
getirebilmek. Nitelikli hale getirebilmek, tabii büyük bir alanı da kapsayacak.
Neticede şehirler büyüdükçe arsalarımızda problem çıkmaya başlıyor. Göçle
beraber bazı şeyleri ciddi, bu konuda hükümetlerin popülist yaklaşmaması
gerekir. Totoliter bir şey kimsenin aklına gelmiyor, ama bu olmazsa olmaz
hükümetler gerekirse bazı konularda bazı şeyleri feda etmek zorunda,
iktidarlar diye düşünüyorum. Çünkü bu ciddi bir popülizme kayan bir konu.
Konutu alırken, biraz evvel de söyledim, yani görücü usulü kız alır gibi
alıyoruz. İkinci el araba bile alırken, insan bakıyor, sahibi kimmiş, bu
nasılmış gibi bunlara bakıyorsunuz, ama konut alımında bu hassasiyet
görünmüyor. Bizim önem verdiğimiz konulardan birisi de bu. Kesinlikle af
olmaması gerekir, imar affı veya dolaylı af veya başka kanunların kıyısına
köşesine yerleştirilmiş bazı maddelerle af olmaması gerekir ve göz
yumulmaması gerekir.
122
Döndük tekrar rant konusuna. Yıllardır başta hocalarımız, sivil toplu örgütleri,
hepimiz, duyarlı insanlar hepimiz İstanbul için ve sonra Türkiye için dilinin
döndüğü kadar söyledi, bu iki günlük panelde de en büyük konu bu zaten.
Konu ne? Rant. Peki bunu, belediye başkanlarımız da bunu biliyor. Bu arada
bir şey söyleyeyim, belki herkes için geçerli değil, ama imar planlarının
yetkisi son belediye yasasının değişikliği ile birlikte, tabii belediyelerin çok
büyük taviz aldı belediye başkanları, özellikle büyükşehir belediye
başkanları. Ben burada çekincemi ifade etmek istiyorum. Ciddi bir otorite
artık şehirleri sadece belediye başkanının yönetmemesi gerekir. Tabii
belediye başkanı başkandır. Yani nasıl şirkette de yönetim kurulu başkanıdır,
ama neticede bir yönetim kurulu vardır, bir danışma kurulu vardır. Şehirlerde
belediye başkanlarının tek horoz olma özelliklerini kesinlikle bir tarafa
bırakılması gerekir. Nasıl olacak? Ben sadece öneriyorum, yani iktidarlar
bunu nasıl yapar, öyle belediye başkanları var ki Allahın kendilerini multi
mühendis olarak yarattığını sanıyorlar. Yani her şeyi biliyorlar. Bu yanlış, hiç
kimse her şeyi bilemez. Hiçbir aklı kafalarına sokmak istemiyorlar. Şimdi
böyle bir olay var, böyle bir kurgu var Türkiye’de. Rant, hırsızlık, arsızlık,
yolsuzluk, gasp, soygun, tahribat bunu bu rantın bu kelimeler bunlara
geldiğini, çok iyi açıklanması lazım. Çok iyi açıklıyoruz, açıklamaya
çalışıyoruz. Fakat bunu biraz daha fazla yöneticilerin gözüne gözüne,
kafasına kafasına herhalde sokulması lazım. Daha fazla belki de, sakın
yanlış anlaşılmasın, anarşiye teşvik olmaması için kelimeleri seçmeye
çalışıyorum. Belki bunu birtakım engellerle de bunları yaptırtmamamız
gerekir diye düşünüyorum.
Sayın Başkan, hep gecekondu örneği veriliyor, ama gündüz konan o yapılar,
özellikle Ankara örneğinden de iyi biliyorum. İmarlı, projeli ama bunlar
gecekondudan daha beter şahsiyetsiz gündüz kondular. Yani bunu, bu konut
sürecini bir kül olarak ele almak gerekir diye düşünüyorum.
Teşekkür ederim.
123
Prof. DR. GÜZİN KAYA (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi)Benim sorum, aslında işin başı, siz “birden bire hemen göçü önleyelim”
dediniz, hatta köye göçü yönlendirelim dediniz. Biraz evvel Gülten Kazgan
hoca kır nüfusunun yüzde 27’ye indiğini söyledi. Bu yüzde 35’lerde
sanıyorum, ama aktif nüfusa baktığımız zaman aktif nüfus yüzde 42 ve kır
kesiminin gayri safi milli hasıladaki oranına da baktığımızda yüzde 14. Yani
yüzde 42’si yüzde 14’lük bir ekonomiye katkıda bulunuyor. O zaman
“verimsizliğin” kır kesiminde olduğu teşhisini koyarsak, çok yanlış değil.
Türkiye’deki milli gelirin de yükselmesini istiyoruz. Burada bir çelişki yok mu
size göre?
M.ŞÜKRÜ KOÇOĞLU- Teşekkür ederim.
O zaman izninizle bunu biraz daha açacağım. Bir kere realist olmamız lazım,
tüm insanların bizim gibi ekonomilerde eşit gelirlerinin olmayacağı malum.
Sizin dediğinizi biraz daha açarsak evinizde -belki tümdengelimi yapıyorum,
özür dilerim sorunuza geleceğim- çalışacak insan bile bulamayacaksınız.
Tabii ki Türkiye belki bu hale gelecek, ama uzun yıllar alacak. Şimdi biraz
daha başa geliyorum. Bizim en önem verdiğimiz konulardan biri tarım
sektörü “ne alaka var?” diyeceksiniz. Hemen bir örnek vereceğim, susuz
tarımdan sulu tarıma geçildiği takdirde gayri safi zirai milli gelir artışı, asgari
yüzde 5.5; yüzde 14’e varan da ürüne göre, toprağa göre artış var. Türkiye
toprağının üçte birini suluyor ve Türkiye’de toprakla uğraşanların çoğu klasik
köylü, çiftçi. Köylü ile çiftçi aynı değil, köylü farklı çiftçi farklı, ama Türkiye’de
eş anlamlı kullanılıyor. Üçte birini suluyorsunuz, bu sulamaları arttırdığınız
zaman asgari yüzde 5.5 zirai milli gelir artışı oluyor. Peki, bu insan niye göç
etsin o zaman, İstanbul’a niye gelsin? Tabii ki gelecek, birtakım amaçlarla
gelebilir, ama bu yarıdan fazlası tekrar köyünde kalmış olur. Bilmem
anlatabildim mi, kısmi olarak sorunuzun cevabın verdiğimi sanıyorum.
Üstelik, Avrupa Birliğinin tavsiyesi bildiğiniz gibi, kır nüfusunun, köy
nüfusunun yüzde 15’leri geçmemesi. Türkiye -Sayın Gülten Kazgan hocamız
doğru söyledi- 27’de doğru olabilir, belki bu yıl sonu 27 olabilir. Yani çok hızlı
124
bir şekilde köyden kentlere… Sadece İstanbul’a bakmayın, bir çok yerlere
gitme imkânım oluyor, artık Doğuda da, Kars’ta da, 25 yıl önce Karsı
görmüştüm, o güzel taş binaları, 7-8 evvel gittim o taş binaları yıkmış, sıva
yapmış, maviye boyamışlar, buyurun işte şehircilik ile ilgili o da beyaza
boyamışlar, saçım olsa saçımı yolacağım. Bu nereden kaynaklanıyor? Hep
Kars’ın köylerinden Kars’a gelenler yapmış bunu. Bu köyden kente göç her
yerde var, sadece İstanbul’da değil. Avrupa Birliği her şeyde olduğu gibi
bunu da zorluyor. Hiç merak etmeyin, birkaç sene içinde yüzde 15’lere de
varır köy nüfusu, kır nüfusu. Hepinize iyi akşamlar, iyi bayramlar diliyorum.
OTURUM BAŞKANI- Ekonomi konuşalım, konunun ekonomik yönünü
sizden alabilir miyiz?
FEYZULLAH YETKİN- Hocam, çok teşekkür ederim. Herkesi saygıyla,
sevgiyle selamlıyorum. Emlak Konut Gayri Menkul Yatırım Ortaklığı A.Ş.,
Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanlığı iştiraki. Hocam izninizle ben
süratle toparlayacağım. Daha sonra interaktif bir şekilde konuları açarsak,
daha iyi olur, çünkü tekrara girmeye başlıyor bir noktadan sonra.
Emlak Konut olarak son 4 yıl içerinde, yaklaşık 5 milyar YTL portföy
büyüklüğümüzle 30 bin konutun inşaatlarına başladık. İstanbul’da, İzmir’de,
Tekirdağ’da örnek teşkil eden projelere başladık. Büyük ölçekli konut
projeleri diyoruz. Doğrusu TOKİ’nin sosyal konut anlamında yaptığı projeler
dışında en büyük konut üreten firma Emlak Konut. Bu konutların, bu
projelerin iki ana sonucu var, yansıması var. Birincisi, finansal yansıması;
ikincisi de belki çok alt başlıkları ihtiva ediyor: Mühendislik, mimarlık ve
yaşam kalitesini artırma yönünden katkıları var. Finansal olarak baktığımızda
kamu açısından, son 4 yıl içerisinde hasılat paylaşımı veya arsa satışı
karşılığı gelir paylaşımı modeliyle ihale ettiğimiz 45 bin konutun, kamuya
getirisi yaklaşık 5 milyar YTL. Bu 5 milyar YTL’nin sabahleyin başkanımızın
da ifade ettiği gibi 280 bin konuta ulaşan TOKİ üretimlerinin yüzde 82’si alt
ve orta gelir grubuna hitap eden projelerden oluşmakta. Finansal boyutu da
125
doğrusu TOKİ açısından bu kaynaklarla ve bir kısım geçmişten gelen
tahsilatlarla mümkün hale gelebilmekte. İkinci yansıması Toplu Konut
İdaresinin ve Emlak Konutun gerçekleştirdiği projelerde, mühendislik,
mimarlık ve yaşam kalitesi anlamında eleştirilebileceğini düşündüğüm
noktalar mutlaka vardır, çok doğal. Ancak genel anlamda özellikle 81 ilde
gerçekleştirilen projelerde geçmişle kıyaslanmayacak adımlar atılmıştır. İdeal
midir? İktisatçı olarak çok fazla yorum yapmak istemiyorum. İdeal
olmadığından eminim, çünkü nasıl insan organizması sürekli değişiyorsa,
yapılaşmanın da değişmesi kaçınılmaz, ideale doğru gelişmesi kaçınılmaz.
Ancak kamunun sosyal konut projelerini belki orta vadede devam ettirmesi,
bu projeleri üretmesi kaçınılmaz gibi gözüküyor.
Şöyle bir somut bilgi de vereyim: Gayri Menkul Yatırım Ortaklığı derneği
olarak biz bir çalışma yaptırdık 9 ilimizde. Sonuçlar göstermekte ki bu
illerimizde ve birçok diğer ilimizde de orta vadede sosyal konutların yapımına
devam edilmesi lazım. Sosyal konut deyince işin finansal boyutu anlamında,
özel sektörün doğal olarak kâra odaklı çalışmasından hareketle, birçok
bölgede bu projelere yatırım yapamayacağını kabul etmemiz gerekiyor. Bu
noktada Toplu Konut İdaresi Başkanlığının özellikle alt gelir grubuna ve orta
gelir grubunun bir kısmına, belki C- diyebileceğimiz kısma konut üretimine
devam etmesi kaçınılmaz kanaatindeyim. Tabii, ideal olan bu değil, fakat
konunun farklı boyutları da var. Finansal açıdan baktığımızda, açıkçası işin
üretim boyutuyla desteklenmesi, dolayısıyla gayri safi milli hasılanın
arttırılarak, kişi başına düşen satın alma kabiliyetinin de yükseltilmesi
gerekiyor. Aksi takdirde bunun ila nihayet devam etmesi kaçınılmaz.
Mortgage sistemiyle bağlayacak olursak, mortgage sistemi 6 Mart 2007
tarihindeki çerçeve yasayla yürürlüğe girdi, fakat tamamen beklentilerimiz
karşılanmadı. Çünkü bu yönüyle ele alınması gereken bir sistem. Birincisi,
bence yasal altyapısının olması bir milattır, çok olumlu karşılıyorum. Fakat
işin ekonomik açıdan yansımalarına bakacak olursak, ülkemizdeki reel
faizlerin düşmesi, kişi başına düşen gelirin artması ve konut arzının orta gelir
126
grubuna hitap eder şekilde değişmesiyle sistemin daha efektif hale
geleceğini düşünüyorum. Kişi başına düşen gelir 5 bin dolar iken, gelirinin
üçte biriyle 200-300 bin YTL’lik konut alma imkânına sahip çok az sayıda
vatandaş var Türkiye’de.
Bu anlamda çok ayaklı sistemin istikrarı bozmadan devam etmesi
kaçınılmazdır. Aksi takdirde biz yine kendi imkanlarımızla konut sorununu bir
şekilde çözmeye devam edeceğiz. Ancak çözüm sermaye piyasalarında.
Konut sorununun çözümü de sermaye piyasalarında. Ama bütün bunların
bağlandığı nokta, anahtar kelime istikrar. Çünkü biz bu sorunu kendi
kaynaklarımızla, yerli kaynaklarımızla çözme imkânına sahip değiliz. Kabaca
yapılan hesapta deniyor ki “100 milyar dolar, 200 milyar dolar lazım”. Bu
kaynak, aktif toplumu Hollanda’daki ortalama bir bankanın aktif toplumundan
düşük olan Türk finans kesimi tarafından mı sağlanacak? Mümkün değil. O
noktada yabancı kaynağın her şekliyle Türkiye’ye gelmesi sağlanmalı.
Bunun da başı istikrardan geçiyor, yani güvenilir ortam, yasal hukuki zeminin
oturduğu
ortamı
bulamayan
yabancı
yatırımcı
elbette
Türkiye’ye
gelmeyecektir.
Çok teşekkür ederim.
HÜSEYİN ORTAK- İzleyicileri ve katılımcıları saygıyla selamlıyorum.
Mortgage yasasını incelemiş birisi olarak konuşmak istiyorum. Öncelikle
benden önceki tüm konuşmacıların ısrarla vurguladıkları bir konu vardı.
İstanbul’da 1 milyon konut fazlası var, dolayısıyla bu konut fazlasının bir
anlamda konut mülkiyetinin yeniden yapılandırılması gerekir diyorlardı. Öteki
taraftan da kentsel dönüşüm ya da diğer şeylerle bir konut yenileme talebinin
olduğu konuşuldu. Bir başka konu, bence o çök önemli; Türkiye’de kırsal
kesimin kent nüfusuna oranı meselesi gündeme geldi. Benim bildiğim
kadarıyla 2020 yılına kadar Avrupa Birliğinin Türkiye ile ilgili tahmini, bu
oranın yüzde 8’e düşmesi. Dünya Gazetesinin geçen haftaki sayılarından
birinde Dünya Bankasının yan kuruluşu olan IFC’nin Türkiye masası şefinin
127
bir açıklaması vardı, “2015 yılına kadar Türkiye’de 7 milyon adet konut
üretilecek” diyor. Yani kabataslak Türkiye’de konut talebine baktığımız
zaman ikili bir yapı görüyoruz. Bunlardan biri yeni konut talebi, çünkü kırsal
nüfus ve kent nüfusunu yüzde 8 gibi bir orana gelmesi bize iki şey ifade
ediyor. Bunlardan biri mevcut kentlerin büyüyeceği, diğer taraftan da bu
kentlere yeni kentlerin katılacağı anlamına geliyor. Böyle baktığınız zaman
hakikaten Türkiye’de gerek konut yenileme talebi anlamında, gerekse yeni
konut anlamında bir talep var. Bu noktadan bir finansçı olarak konuya
baktığım zaman, bir geçmişi incelemek, bir de bundan sonra ne yapmak
lazım onlara bakmak gerek diye düşünüyorum.
Şimdiye kadar Türkiye’de, 1923’ten bugüne kadar, çünkü Cumhuriyetin
başından beri Türkiye’de konut her zaman bir sıkıntı halinde olmuştur ve
hükümetler bu konut sorununu çözme konusunda faaliyet göstermiştir.
Türkiye’de konut finansmanı kabataslak iki başlık altında yürüdü. Bunlardan
biri kamusal kaynakların kullanılması, diğeri ise genel olarak geleneksel
finansman adını verdiğimiz hane halklarının, fertlerin kendi tasarruflarını
kullanmasıyla yoluyla yapıldığı. Bu sistem içerisinde bugüne gelindi. Bu
sistem içerisinde 1960’lardan itibaren Emlak Kredi Bankasının kredileri
vesaire şeylerle ilk kurumsal finansman diyebileceğimiz örnekler olmakla
birlikte, ulaşılan sonuca baktığımız zaman bunların ne derece yeterli
olduğunu hep birlikte görüyoruz.
6 Mart 2007 tarihinde çok konuşulan Mortgage Yasası çıktı. Mortgage yasası
ne getiriyor? Baktığınız zaman mortgage yasasına, sadece ipotek karşılığı
kredi vermeyi ifade eden bir yasadır ve mortgage yasasını inceleyenler
bilirler, mortgage yasası yaklaşık 30 kanuna atıfta bulunan ve o kanunlardaki
değişiklikleri ifade eden bir kanundur. Böyle baktığınız zaman Mortgage
Yasası sadece bir yasa, ama işin ekonomik tarafına baktığınızda bir gerçekle
karşılaşıyoruz. O gerçek de şu: Gayrimenkul sektörünün finansmanı uzun
vadeli ve sürdürülebilir fon kaynaklarına ihtiyaç duyar. Bunlardan uzun
vadelinin anlamı 5 yıl, 10 yıl ya da daha yüksek vadede ve arkası gelen,
128
birbirini döndürebilen kaynaklardır. Diğeri ise bu kaynakların kullanım
koşullarının, en azından faiz oranının belli bir belirlilik ve istikrar içerisindeki
dönmesi anlamına gelir. Böyle baktığınız zaman konuya bu tamamıyla bir
makroekonomik sorundur. Yani makroekonomik dengeler çerçevesinde
oluşturulacak, -Feyzullah Beyin de belirttiği gibi- bir sermaye piyasası yapısı
çerçevesinde oluşturulacak ve uzun vadeli sürdürülebilir kaynakların temin
edileceği bir yapı çerçevesinde mümkündür. Uzun vade ve sürdürülebilir
üzerinde çok fazla durmak
istemiyorum.
Ama mortgage yasasının
arkasından beklenen şey olmadığı gibi bir hava var. Ben bun katılmıyorum,
yani ne bekliyorduk ki ne gerçekleşti. Her şeyin ilacı, bütün bu sorunların
ilacı eğer mortgage ise işte yasa çıktı, şimdi başlayalım.
Ama başlayamıyoruz, neden? Çünkü hâlâ Türkiye’ye gelecek bu uzun vadeli
fonların organizasyonu konusunda, Türkiye’deki bankacılık sektörünün bu
konudaki organizasyonu konusunda yetersizlikler var. 2003’ten bugüne
kadar baktığınız zaman Türkiye’de konut kredileri ciddi bir artış gösterdi.
2006 Haziran ayına göre yaklaşık olarak 22 milyar YTL civarına geldi. Böyle
baktığınız zaman, yanlış hatırlamıyorsam 250 bin civarında bir konutun
finansmanı
anlamına
sürdürülebilmesi
için
geliyor.
bu
Ama
oluşturulan
bu
konutların
değerlerin
bir
finansmanının
teminat
havuzu
çerçevesinde yeniden ipotekli menkul kıymet olabilir ya da ipoteğe dayalı
bonolar şeklinde sermaye piyasası araçlarına dönüştürülmesi gerekiyor.
Çünkü geldiğimiz noktada henüz bunlar eksik, bunlar olmalı ki beraberinde
teminat havuzu etrafında bir fon havuzu kurulabilsin ve bu fon havuzu
çerçevesinde
uzun
vadeli
konut
finansmanı
gerçekleştirilebilsin.
Konuşmamın söyleyeceklerin bu kadar. Teşekkür ederim.
FEHİM GENÇ (Gazeteci)- Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Değerli
katılımcılar;
ben
Milliyet
Gazetesi
Emlak
ilavesinin
yayın
koordinatörüyüm. 2001 yılından beri işim başta İstanbul olmak üzere
Türkiye’de gelişen konut bölgelerini mercek altına almak. Daha çok
129
okuyucularımıza nerede, hangi yeni konutlar yapılıyor, enformasyon,
enformatik bilgiler vermek, ana amacım bu. Benim bilimsel bir disiplin
içerisinde formasyonum olmadığı için, aynı şekilde bir icrai kurumun başında
olmadığım için anlatacaklarım biraz bölük pörçük olabilir. Ama bir gazetenin
sayfalarını çevirir gibi düşünürseniz, memnun olurum. Başkanımızın çizdiği
çerçeveye bağlı kalarak, gözlemlerimi aktarmak isterim.
Dar gelirlilerin konut sahibi edinmesiyle ilgili bir soru yöneltti Başkanımız.
Dünyanın hiçbir yerinde dar gelirlilerin konut sahibi olması finansal araçlarla,
mortgage gibi sistemlerle olmuyor. Bu tamamen bir sosyal politika gereği.
Örneğin çok yakında Fransa -yanlış hatırlamıyorsam- 2007 Ocak, Şubat
ayında bir kanun çıkardı. En zor durumda, en alt gelir grubunda olan 100 bin
kişinin acilen konut sahibi edinmesi için gerekli tedbirlerin alınması
doğrultusunda bir yasa çıkardı Fransa. Fransa bunu yapabiliyorsa, sanırım
bu sosyal politika diğer örneklere de örnek olabilmeli. Mortgage konusunda
da birkaç ekleyeceğim söz şunlar olabilir. Maalesef mortgage’ı biz de yasa
çıkmadan önce tasarı aşamasında yayın olarak yayın olarak çok destek
verdik. Bu olanağın Türkiye’de de bir an önce yer alması çaba sarfettik.
Zamanla bazı konut edinmeyi kolaylaştırıcı hükümleri tırpanlandı, itiraz ettik.
Benim şöyle bir fikrim vardı, ne kadar itiraz ederseniz edin, yazıyla çiziyle bir
şeyler düzelmiyor. Ama hiç yazmazsanız, çizmezseniz hiçbir şey düzelmiyor.
Dolayısıyla biz de kendi çapımızda, kendi denetim gücümüzle katkıda
bulunmaya çalıştık. Bu haliyle çıkmış olmasını bile yine de sevindirici
buluyorum. Gerekli düzenlemelerin, beyefendinin bahsetmiş olduğu ikincil
piyasaların oluşması, fonların gelmesi gibi örneklerle konut alma potansiyeli
olan kişilerin konut edinmesini kolaylaştıracak bir araç olarak gerekli
görüyorum.
Dar gelirlilerin konut edinmede hem konut üretimini hem de konut alıcılarını
ikiye ayırmakta fayda var. Konut üretimi hepimizin malumu özel sektör eliyle
yapılıyor ve kamu eliyle yapılıyor. Konut alcılarını da şöyle ayırmak lazım.
Hiçbir zaman ev hayalini gerçekleştiremeyecek olan bir kesim var, bir de
130
kendi finansal gücüyle konut alabilme veyahut konutu bir yatırım amacı
olarak gören kesimin konut edinmesi şeklinde değerlendirebiliriz. Bu
kapsamda hiçbir zaman ev hayalini gerçekleştiremeyecek kesimler için
durum biraz vahim görünüyor. Az önce bahsetmiş olduğum gibi devletin bu
anlamda sosyal politika üretip, kamu eliyle sosyal konutlar üretimine bir an
önce başlaması gerekiyor. Ancak bizde kamu adına konut üretimi yapan
Toplu Konut İdaresi ve onun iştiraki beyefendinin temsil ettiği Emlak Konut
Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı var. Ayrıca belediyeleri de bu kapsamda
değerlendirmek lazım. Fakat her iki tarafın da sosyal konut üretmek yerine
daha çok konut alma potansiyeli olan kitleye hitap ettiğini gözlemliyoruz. Bu
aşamada bir gözlemimi aktarmak istiyorum. 2004 yılında Başakşehir’in 5.
etabının ilk satış toplantısında açıklama yapılırken, Büyükşehir Belediye
Başkanımız Sayın Kadir Topbaş 5. etaptaki fiyatların kişilerin alım gücünün
üstünde olduğu şeklinde sorumuz üzerine buradaki arsa maliyetinin daire
başına 35 milyar lira olduğunu söylemişti. Sonuçta baktığımızda arsa kimin,
arsa belediyenin; konutları yapan kim, belediye; o zaman arsa maliyeti
neden konuyor fiyatın üstüne? Aynı şekilde defaten Toplu Konut İdaresi
Başkanımız Sayın Erdoğan Bayraktar’ın ifadeleri şu yöndedir, malumunuz
hatırlarsınız. Der ki “biz, İstanbul’da ya da Büyükşehirlerde yaptığımız gelir
paylaşımı şeklinde ürettiğimiz konutların bedelleriyle Anadolu’da daha düşük
bedellerle kişileri konut sahibi yapabiliyoruz” Burada da bizim itirazımız şu
noktada: İstanbul gibi konut sorununun kanayan bir yara olduğu yerde
sosyal konut üretmek yerine, örneğin konutların satılmadığı bir Siirt’e çok iyi
olanaklarla konut satmanın, üretmenin bir anlamı var mı?
Sayın Başkan, sizin çizdiğiniz çerçeveden devam etmek gerekirse, yeni
yapılan konutların kent dokusuna zarar vermesiyle ilgili bir sorunuz ve
çerçeveniz vardı. Çok normal, çünkü bizim çevre düzeni planımızın onay
tarihi 2006, Türkiye Cumhuriyetinin geçmişi 84 yıllık cumhuriyet. Ama hâlâ
sanki
Cumhuriyet
84
yıldan
beri
hâlâ
kuruluş
dönemini
yaşıyor.
Saraybosna’ya savaştan 4 yıl sonra gittiğimde üstüne bombaların harap
131
ettiği, harabe bir şehir bekliyordum. Fakat uçaktan baktığımda dört başı
mamur, imar edilmiş bir kentle karşılaştığımda acı acı İstanbul benzer bir
durumla karşılaşma olasılığını düşündüm.
Öte yandan kimliksiz binalarla ilgili bir konu çerçevesi verdiniz. Hollandalı
yayıncılık
grubu
için
2007
yılında
Türkiye’nin
gayrimenkul
yıllığını
hazırlarken, kapak çalışması için öneri resimler istendi bizden. Bulamadım,
çünkü gerçekten cephesi düzgün, estetik, mimari bir fotoğraf bulma imkânı
yoktu. En sonunda beraberce bir kolaj çalışmasıyla sorunu çözdük, böylece
“güzel İstanbul’un” bir anlamda böyle kolaj bir şekilde zevahiri kurtardık
açıkçası. Öte yandan bir seyahatimde bu çerçeve içerisinde, Fransa bir
şirket yetkilisi Fransa’nın -sizler için malumdur da, belki bilmeyen
arkadaşlarım vardır diye, birde kendi bilgilerimin üstünden geçmek için
söylüyorum- 6 mimari bölgeye ayırdığını söylediler. Bizim belki de coğrafi
bölgelerimiz benzeri bir bölgeleme. Binaların çatısına konulan kiremitin dahi
o standardın dışına çıkamadığından söz edildi. Bunları yapmak -daha önce
dediğimiz gibi- kurallar silsilesini ortaya koymak, çevre düzenini oturtmak,
mimari bazı disiplinler geliştirmek herhalde çok zor olmasa gerek.
Son olarak rant konusuna, kentsel dönüşüm konusuna ilişkin bir çerçeve
çizdiniz. Biz, yine 2003-2004 yıllarında Ankara’daki kentsel dönüşüm
çalışmasını mercek altına aldığımız zaman, oradaki dönüşümden etkilendik
açıkçası. Aslında belki bizim acemiliğimize geldi, çünkü baktığınız zaman
orada da çok çarpık bir yapılaşma olmadığını düşünüyorum; İstanbul’u göz
önünde
bulundurduğumuz
zaman.
Ortadan
kaldırılan
yapılar,
bizim
hepimizin köylerimizdeki beyaz badanalı, üstü kiremitli köy evleri tarzında
evlerdi. Fakat buna rağmen oradaki kişiler güle oynaya, davul zurna
eşliğinde, kendi binalarının yıkımına katkıda bulunarak bu kentsel dönüşüme
destek verdiler. Daha mamur, daha suyu düzenli akan, elektriği olan, kentsel
dokusu iyi olan apartmanlara yerleştiler. Şimdi orada mutlu mudurlar, onu
bilmiyorum, ama buradan şuraya gelmek istiyorum. İstanbul’daki kentsel
dönüşüm çalışmalarına baktığımızda geçmişte yapılan hataları arındırmak
132
çok zor. Sabahki oturumlarda da tartışıldı, hatta bir önceki oturumda
münakaşalara varan ölçülerde tansiyon yükseldi. İstanbul’da kentsel
dönüşüm başarıldığı zaman herhalde dünya şehircilik tarihinde sanırım belli
bir enteresan bir yeri olacak. Çünkü biz de zamanında, -ben onları işgal diye
nitelendiriyorum- işgal edilmiş yerlerin üzerine bugün 5 katlı apartmanlar
duruyor. Kişi bir katında kendisi oturuyor, iki katında çocukları oturuyor, iki
katını da kiraya vermiş, oradan bir rant elde ediyor. Burada hak sahibini nasıl
saptayacaksınız, hak sahibi kim, hak sahibi ilk alan kişi mi ve devamında iki
çocuğu mu, kiracıların durumu ne olacak gibi bir çok problemi beraberinde
getirecek.
Son bir konuya daha dikkatinizi çekmek istiyorum. Belediyelerin imar
yetkisiyle ilgili olarak Sayın İNTES Başkanının bir saptaması oldu. Ama yine
malumunuz olduğu üzere İstanbul’da -bütün Türkiye’de- tahmin ediyorum ki
14 tane kendi imar yetkisini yapma tasarrufu var. Bu da tabii ki imar
mevzuatında imar bütünlüğünü tırpanlayan bir yaradır diye düşünüyorum.
Öte yandan son anayasa taslağında yer alan 2-B konusu, orman dışına
çıkarılmış alanlar da kentsel dönüşüm benzeri yeni bir çalışmaya tâbi
tutulacak. Buralardaki orman vasfını yitirmiş yerlerin satışı gündemde, daha
önceki yasama dönemlerinde de gündeme gelmişti. Burada da sanıyorum
yine kentsel dönüşümün karşılaştığı problemlerin benzerleri burada
yaşanacak. Çözüm öneremiyorum, çünkü çözümle kafa yormuyorum,
benimkiler dediğim gibi gözlem.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz. Dışarıdan bakan bir kişi olarak
gözlemleriniz çok önemli, neleri vurguladığınız bizim için önemli.
Sıra Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Başkanı Sayın Pınar Özden’de.
PINAR ÖZDEN (Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Başkanı)Teşekkür ediyorum.
Tüm konuşmacılar çeşitli boyutlarıyla konut sorununu özellikle büyük projeler
bağlamında ortaya koymaya çalıştılar. Ben de bir plancı gözüyle tespitlerimi
133
ortaya koymaya çalışacağım. Ben yine büyük projeler ekseninde bakarak,
birkaç önemli sorun üzerinden gitmek istiyorum. Daha sorun çok, ama bu
eksenden
baktığımızda
görülen
sorunlardan
bahsetmek
istiyorum.
Bunlardan biri konutlarda “nitelik”, “standart” sorunu; ikincisi, biçim değiştiren
konut sorunu; üçüncüsü konut üretimi ve üretimde değişen dengeler sorunu;
dördüncüsü, kamunun İstanbul’da konuta bakışı ve uygulamaları konusu;
beşincisi de tarihi alanlar ve Boğaziçi alanı gibi İstanbul için önemli, hassas
alanlarda konut sorunu ve büyük projeler sorunu.
Bunlardan ilkine konutta nitelik ve standart sorununa geri dönüp başlarsak,
önce bir-iki sayı vermek istiyorum. Bunlardan biri İstanbul’un Türkiye kent
nüfusunun içinde yüzde 21’lik bir paya sahip. Bu, önemli bir tespit. İkincisi de
Türkiye’de işsizlerin yüzde 20’si İstanbul’da barınıyor. Üçüncü rakam da Fülin hocam da açılımı yaparken de belirtmişti- her yıl 300-350 bin kişi
İstanbul’a geliyor, yeni nüfus olarak. Dolayısıyla bu rakamlardan yola çıkarak
barınma ihtiyacı bir yandan artıyor, devam ediyor, bir yandan da alt gelir
grubunun da giderek şiştiğini görüyoruz, bu rakamlar bize bunu söylüyor.
Buna bağlı olarak da konuta erişebilirlik aslında giderek zayıflıyor, bu da
önemli bir tespit.
İstanbul’da konut alanları genellikle yüksek yoğunluklu alanlar. Sosyal donatı
ve çevresel nitelikler açısından düşük standartlara sahip alanlar. Rakam
olarak Türkiye’deki ruhsatlı konut açığının yaklaşık üçte biri de İstanbul’da
yer alıyor. Bu anlamda da standartlar açısından düşük bir nitelik söz konusu.
Dolayısıyla mevcut konut alanlarında bu durum devam ediyor. Buna karşılık
bir yandan da hem kamu sektörü hem özel sektör hızla konut projeleri
yapmaya başladılar. Bunlar çok küçük ölçekli projeler de değil, büyük ölçekli
60-100 bin nüfus arası, etaplar halinde giden projelerden tutun, dönüşüm
alanlarındaki projeler ve de aşağıya doğru giden bir dizge de burada söz
konusu.
134
Ama burada baktığınızda kamu sektörünün aslında kent içindeki bu nitelikli
alanlardan ziyade boş alanlarda bu büyük projeleri uyguladığını görüyoruz.
Bunun da tabii sebepleri var, özellikle bürokratik sorunlar, yasal sorunlardan,
dava süreçlerden kaçınmak adına, ekonomik anlamda da kolaylıklar
sağladığı için ve daha kısa sürede sonuç aldığı için bu alanları tercih ediyor
hem kamu sektörü hem özel sektör. Kent içi alanlarda yok mu bu tip büyük
ölçekli uygulamalar, var, ama kent içi alanlardaki bu tip uygulamalara, nitelik
yükselten
uygulamalara
baktığınız
zaman
bunların
hemen
hepsinin
soylulaştırma diye tarif ettiğimiz sürece doğru gittiğini görüyoruz. Bu alanlar
kıymetli alanlar olduğu için kent içi alanlarda nitelik yükselmesi böyle bir
sonuca götürüyor.
Bu başlık altında değil belki, ama yeri gelmişken onu da söylemek istiyorum,
Tolga da değinmişti soylulaştırma sürecine… “Gentrification” dediğimiz,
gentrify sözcüğünden gelen bu sözcük, bize özgü bir şey değil. İngiltere’de
daha çok ortaya çıkan soylu, asil veya aydın kesimin bir alana gelmesi.
Bizde böyle bir şey yok. Bizde konuta erişebilir olan kesim, ödeme gücü
yüksek olan kesim bu alanlara geliyor. Dolayısıyla buna belki de
soylulaştırma demek de o anlamda çok doğru değil. Yani parası olan gelip,
bu alanlara yerleşiyor, burada soylulaştırma bu anlamda söz konusu değil.
Buradan yola çıkarak şu tespiti de yapmak lazım. Bir yandan niteliksiz
alanlardaki mevcut durum devam ederken, bir yandan da konut niteliğini
yükselten yeni projeler gelişiyor ve bu mekânsal ayrışmayı da giderek
keskinleştiren bir sürece doğru gidiyor. Burada bir başka önemli özellik de,
evet belki konut niteliği yükseliyor bu yeni ve büyük projelerle, ama
kimliksizleşme süreci de bununla beraber geliyor. Özellikle kamunun ürettiği
konuta baktığınızda tek tip, İstanbul’da da aynı, Ankara’da da aynı, İzmir’de
de aynı, Siirt’e kadar gidin aynı konutları her yerde görme imkânı var. O
konuta baktığınızda “burası TOKİ konutu” diyebiliyorsunuz rahatlıkla,
tipolojisinden bunu söyleme şansınız oluyor. Dolayısıyla yöreye özgü
nitelikler dikkate alınmadan, tipolojiler dikkate alınmadan, o yörenin yaşam
135
koşulları dikkate alınmadan üretilen bir konut stoğu söz konusu. Evet, belki
nitelikli, ama böyle baktığınızda bunu nitelikli olarak değerlendirmek de ne
derece doğru, bu da bir soru işareti.
İkinci konu biçim değiştiren konut demiştim. Sadece tamamı yapılaşmış, boş
alanı kalmamış olan alanlarda artık tek konut üretimine gidiliyor. Bunun
dışındaki alanlarda, özellikle boş arsanın bulunduğu alanlarda site, toplu
konut, “rezidans” veya karışık kullanımlı yapılar üretildiği görüyoruz, bu tip
alanlara artık inşa ediliyor. Kapalı yerleşmelerin tercih edilirliği artıyor bir
yandan. Bunun da aslında haklı nedenleri var, çünkü insanlar yeterli donatı
bulamıyorlar, mevcut yerleşme alanları içinde, konut alanları içinde. Ama
kapalı yerleşmelerin içinde bunlara çok rahatlıkla ulaşabiliyorlar. Kentsel
güvenlik giderek azalıyor. Bunun da bir neticesi olarak tercih ediliyor.
Otopark ihtiyacı gibi nedenler, bunların hepsi kapalı yerleşmeleri cazip kılan
nedenler. Üstelik kentin çeperlerine doğru gittiğinizde, bu yeni üretilen, kapalı
yerleşmeler diye tarif ettiğim alanlara baktığınızda fiyat olarak bunların kent
içindeki eski 20-30 yıllık yapılarla aşağı yukarı aynı bedellerle satıldığını
görüyorsunuz. Dolayısıyla insanlar için cazip görünüyor bu tip alanlar. Tabii
bunun birtakım sakıncaları da var. İmar planlı alanlar için bahsediyorum, bu
alanlar konut alanı olarak görülen yerler. Halbu ki toplu konut alanına bir
anda dönüştürülen alanlara baktığınızda bu alanların donatı ihtiyacında
farklılıklar ortaya çıkabilir. Dolayısıyla bu anlamda imar planlarının belki de
hedefine tam olarak varması da sağlanamamış oluyor. Bir başka önemli
sorun da özellikle kent çeperlerine, havza ve orman alanlarına doğru sınırları
zorlayan toplu konut üretim alanları. Buralarda da çeşitli kentsel sorunlar
çıkıyor ve planlamanın bütüncül mantığından da giderek kopuk, parçacıl
uygulamalara doğru gidildiğini görüyoruz. Bu yerleşmeler de yeni bir sosyoekonomik coğrafyanın da oluşmasına neden oluyor. Çok kolaylıkla bu sosyoekonomik anlamda kendi içine kapanıp kalan parçacıl yerleşmelerle bu alanı
sosyal ve ekonomik profilini okuma şansı oluyor. Bu anlamda da bir
toplumsal kutuplaşma ve ayrışmayı beraberinde getiriyor.
136
Burada kentsel dönüşüm uygulamalarından da çok bahsedildi, ama çok
küçük bir notla bu konuya da değinmek istiyorum. Dönüşüm’ün izlenmesi
gerekiyor, çünkü yapılan uygulamalarda bir noktaya kadar getirilip,
bırakıldığını gördük. Gelenler memnun mu, değil mi, bu bir-iki yıl sonrasında
izlenmesi gerektiğini düşünüyorum; konut alanlarında gerçekleştirilen
dönüşümlerde.
Üçüncü konu, konut üretimi ve üretimde değişen dengeler demiştim. Türkiye
Cumhuriyetinin ilk yılları dışında özel sektör eliyle konut üretim politikası
benimsendiğini görüyoruz, sürekli. İlk iki-üç kalkınma planı hariç, devletin
tamamen elini eteğini bu işten çektiğini görüyoruz. Halbuki kalkınma
planlarına baktığınız zaman devlet konutu öncelikli bir sorun olarak görüyor.
Ama doğrudan işin içine girmiyor, çok uzun seneler boyunca. 70’li yıllarda
kooperatifçilik deneyimleri var, ama çok başarısız bir şekilde sonuçlanıyor.
80 sonrasındaki toplu konut üretimlerinde de aynı başarısız deneyimler
ortaya çıkıyor, çok nadir bir iki örnek dışında. Dolayısıyla 2000’li yıllara kadar
konutun ekonomiyi sürükleyecek bir araç haline gelmesini görmüyoruz. O
zaman şu soru geliyor aklımıza “konut üretimi niye bunca sene sonra bir
anda bir rant aracı haline geldi, eskiden de bir şekilde konut üretiliyordu, yine
barınma ihtiyacı vardı, niye bugün konut böyle kârlı ve cazip, ekonomiyi
sürükleyen bir şey haline geldi?” Yaklaşık 80 küsur yıllık Cumhuriyet tarihinin
belki ilk 30 yılının koşulları düşünüldüğünde buna cevap vermek kolay
olabilir,
ama
ondan
sonrasında
özellikle
80
sonrasında
ekonomiyi
yönlendiren hızlı piyasa mekanizmaları devreye giriyor, yeni liberal politikalar
devreye giriyor. Burada konut ekonomi içinde bugünkü gibi bir role sahip
değil bu yıllarda, ne özel sektör ne de kamu sektörü bu derece konutu ilgi
alanları içine alıyorlar.
82
yılında
anayasa
değişikliği
ile
devletin
konutsuzları
barındırma
yükümlülüğü de ortadan kalkıyor. Dolayısıyla sahipsiz bir konu konut. Ama
bundan sonrasında birtakım gelişmeler var. 84 tarihinde toplu konut kanunu
var, ama önemli güce sahip değil, çok yakın zamanlara kadar Toplu Konut
137
İdaresi… arkasından 99 depremi var, konutun çok cazip bir alan haline
gelmesinde. Bir yanda deprem gerçeği ile birlikte insanlar ve yönetimler fark
ediyorlar ki konut önemli bir tetikleyici o anlamda. 90’lı yıllarda küreselleşme
dalgasıyla kent mekânda, İstanbul’a gelen alışveriş merkezleri, yapı
marketler falan hepsi kentlinin, İstanbul halkının yaşam alışkanlığını, tüketim
alışkanlığını değiştiren, beklentilerini, gereksinmelerini değiştiren faktörler.
Arkasından 1994’te bir değişme var, Büyükşehir Belediyesi KİPTAŞ’ı
kuruyor. KİPTAŞ, kamu tarafından konut üretimine bir anlamda katkı sağlıyor
ve kamunun ürettiği konuta bir güven konusunda da bir gelişme, bir katkı
sağladığını söyleyebiliriz o anlamda. 2000’li yıllarda da kentsel dönüşüm
tabii ki konutu tetikleyen faktör. 2004 yılında Toplu Konut İdaresi bu işin
merkezî ayağı olarak geniş yetkiler alıyor. Bundan sonrasına 2004 sonrası
diyebiliriz belki, konutun bu kadar hızla devreye girmesi… Dolayısıyla bu
yıllardan sonra yönetimlerin kentsel dönüşümün kaymağını aslında konut
üzerinden yemeye başladığını söyleyebiliriz.
Kamunun İstanbul’da konuta bakışı ve uygulamaları dedik, çok konuşuldu
tekrarlara girmeyeyim. Özellikle projeci yaklaşım en çok eleştirdiğimiz nokta
bu anlamda. Hem yerel anlamda hem merkezi anlamda planlamanın
tamamen geriye itildiğini ve projeci yaklaşımın hızlandığını görüyoruz. Toplu
Konut İdaresinin yaptığı konut kurultayında da dile getirdik, burada çok
söylendi, sosyal konut üretimi çok sınırlı, çok az sayıda üretim var bu
anlamda. Daha çok üst gelir grubuna yönelik konut sunumunun yüksek
olduğunu görüyoruz. Bunun bir anlamı var tabii, projelerin kaynağını kendi
içinde yaratma gibi bir mantığı var, ama bu dengenin çok iyi kurulması
gerekiyor. Bu dengenin oranı dörde bir olmaması gerekiyor, bunu söylemek
lazım. Büyükşehir Belediyesi vizyon önerisinde diyor ki “sosyal, kültürel
farklılıklar arasında bütünleşme sağlayan, yaşayanları kentle bütünleştiren,
yaşam arzusu, aidiyet duygusunu destekleyen, mahalle ve sokak kavramını
yeniden canlandıran” konut alanlarından söz ediyor bu vizyonda. Ama
baktığımızda
tam
aksine
sosyal
ve
kültürel
138
farklılıkların
giderek
keskinleştiğini, yaşayanların kentle bütünleşme yerine kentten kopardığını,
üretime baktığımızda, büyük uygulamalara baktığımızda yaşama arzusu ve
aidiyet duygusu yerine tek tipleşmeyi öne çıkardığını, mahalle kavramına
canlandıracağına tamamen o yüksek ve yoğun alanlarda bunu da tamamen
geriye ittiğini görüyoruz. Demek ki bu anlamda da birtakım sıkıntılar söz
konusu.
Son konu da tarihi alanlar ve Boğaziçi alanı gibi hassas konular demiştim.
Bu, büyük projelerin, konut projelerin özellikle ayrıcalıklı imar haklarıyla
karışık kullanımlı alanlar ve rezidans tipi konutlar için de veya turizm kanunu
çerçevesinde alınan haklarla yapılan konut alanlarının son derece tarihi
alanlara ve Boğaziçi siluetine zararı olduğunu düşünüyorum. Özellikle
Boğaziçi’nde artık ön görünüm bölgesi gibi bir kavram kalmamıştır hem toplu
konut projelerinde hem de rezidanslarda bu kavram artık tamamen bitmiştir.
Önerilerimi toparlamak istiyorum. Birincisi, projeci yaklaşımın planlama
sürecinin bir alt eylemi olarak ele alınması gerektiğini söylüyoruz, doğrudan
projeci yaklaşımla gitmek yerine. İkincisi, konutun iyi yönetilen bir kavram
olması gerektiğini vurgulamak istiyorum. Sosyal, mekânsal, ekonomik
ayrışmaya yol açmasının önlenmesi gerektiğini bu anlamda söylemek
istiyorum. Kimliksizleşmeye yol açan tek tip üretiminden derhal vazgeçilmesi
gerektiğini vurgulamak istiyorum. Kaynağı içinde çözen projelerin, bu
kaynağı dengeli dağıtması, hem alan olarak kendi içinde hem de gelir
grupları açısından kendi içinde çözmesi gerektiğini söylemek istiyorum.
Konut alanlarında dönüşümün izlenen bir süreç olması, bitmemesi gereken
ve izlenen bir süreç olması gerektiğini, memnuniyetin tekrar test edilmesi
gerektiğini vurgulamak istiyorum. Ayrıcalıklı imar haklarından tamamen
kaçınılması gerektiğini, siluet ve çevresel etkilerin denetlenmesi gerektiğini
vurgulamak istiyorum. Kamunun özel sektörü doğru şekilde yönlendirmesi
gerektiğini
söylemek
istiyorum.
Soylulaştırma
kavramının
yeniden
düşünülmesi gerektiğini, ne ifade ettiğini, açılması gerektiğini söylemek
istiyorum. Kamunun sosyal politikalarını, özellikle sosyal kiralık konut
139
kavramının da -az önce bahsedildi herkes konut sahibi olamaz, dolayısıyla
bir sosyal kiralık konut kavramının da- üzerinde düşünülmesi gerektiğini
vurgulamak istiyorum. Teşekkür ederim.
Prof. Dr. AYKUT KARAMAN (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Öğretim Üyesi)- Ben şanssız bir konumdayım, bütün söylenmesi gerekenler
söylendi. Bu saatte de herkese aynı şeyleri söyleyerek, uyutmak veya
sıkmak da istemiyorum. Ne söyleyebilirim diye düşündükçe, aslında Pınar
hanım da özetledi, genelde benim söylemek istediklerimi.
Konut sorunu, Engels’ten beri tartışılan bu konut sorunu bir fiziksel mekân
kurma meselesi değil, bir sosyal sorun olduğunu biliyoruz. Teorik olarak da
bunları üniversite ortamında tartışıyoruz. Daha somut şeyler söylemek
üzerine kendimi hazırlamıştım, ama hepsi söylendi, finansmanı, kurumsal
yapısı vesaire. Türkiye pratiğine baktığımız zaman karşılaştığımız temel
sorunlardan biri, konut üretmedeki kurumların politikalarının kategorik olarak
olmamasını en büyük sorunları oluşturuyor. Örneğin TOKİ bugün toplu konut
üretme veya konut edindirme görevini üstlenmiş bir kurumsal yapı olarak
baktığımız zaman, şu anda bütün Türkiye sathında üretilenler bir felaketler
dizisi olarak karşımıza çıkıyor. Planlama ilkeleri, kentsel tasarım ilkeleri,
sosyal topluluk yaratma ilkeleri bağlamında baktığınız zaman bunların
hiçbirini sağlamayan, aceleye getirilmiş, “çabuk üretelim”, rant kaygısı… İyi
niyet olabilir, “konut üretelim, herkesi konut sahibi yapalım” çabası içinde.
Fakat burada en büyük sorun bir kalite sorunu ile karşı karşıya kalıyoruz.
Başka konulara girmeden, belki biraz kalite konusunda konuşmamda yarar
var, çünkü kimse buna değinmedi. Kalite sorunuyla neyi kastettiğimizi biraz
açmamız lazım.
İnsanların, -bunu ben derslerde biraz karikatürize ediyorum- F tipi konutlara
tıkıştırmalarını, tıpkı F tipi cezaevi gibi bir durumla karşı karşıyayız.
Dünyadaki deneyimlere baktığımız zaman, son 50 yılda üretilen toplu
konutlara, bu tür konutlar 1950’lerde 60’larda Rusya’da, Fransa’da,
140
Amerika’da üretilen bu tarz konutlar sonradan yaşanası mekânlar olmadığı
için, sosyal, psikolojik açıdan insanlara hitap etmediği için, donatılar
açısından da eksik olduğu için yıkılıp, yeniden bugünkü çağdaş norm ve
standartlarda, çağdaş planlama ve tasarım ilkelerinin ajandasını içeren,
neoliberalizm akımının tarif ettiği tarzda bir komşuluk birimi yaratmak, 100
yıldan beri tartışılan bu komşuluk yaratmak, mahalle yaratmak, mahalleyi de
bir sosyal birim olarak yaratmak, bu sosyal birimi kentin bütünsel planıyla
entegre şekilde oluşturmak temel beklentiler. Gelişmiş ülkelerin yaptığı bu,
henüz bizim başaramadığımız şey de bu. Kentin büyük planıyla, büyük
vizyonuyla entegre olacak spekülasyonlardan arındırılmış, sadece birtakım
kurumların elindeki yetkileri kullanarak, arsaları kamulaştırıp, oraya bir tanesi
1000 tane, öbürü 250 tane, öbürü 500 tane sadece konut üreten, ama kenti
kent yapan hiçbir özelliğe sahip olmayan birtakım beton yığınlarını
oluşturmak gibi bir acımasız bir dönem yaşıyor. Bunun geri dönüşümü de
ileride bu üretilen konutlar uzun vadede 10-20 yıl sonra dönüştürülmesi
gereken mekânlar haline gelecek. Onun için sözü edilen rakamlar milyar
vesaireler bence çöpe atılmış paralar olarak görüyorum. Yaşam kalitesi,
insanların hak ettiği veya bir kenti kent yapan temel unsurları bünyesinde
barındıran, dizayn kaliteleri olan, insanlara yaşam kalitesini verebilecek
özelliklere, donatılara sahip üretimlere ihtiyaç var. Türkiye’nin, bizim tip
ekonomilerin de sorunu bu. Henüz daha temel ihtiyaçları karşılamak
durumunda kaldığımız için, konutu da sadece bir temel ihtiyacı, barındırma,
başını bir yere sokma düzeyinde,aşamasında olduğumuz için maalesef daha
kaliteyi tartışır durumda değiliz. Kaliteyi başladığımız dönemlerde ancak
gelişmişlik çıtasına ulaşmış olabiliyoruz. Bu üretilenlere tamamen politikasız
ve planlamanın çağdaş norm ve ilkelerine sahip olmayan ürünler olarak
görüyorum.
Temelde bakarsak Türkiye’deki konut üretim, konut sunum türlerinin son iki
tanesine değinmek istiyorum. Bir tanesi kamunun ürettiği tür, TOKİ ve
yatırım ortaklıklarının ürettiği türdeki konut üretimleri. Bir de halkın kendi
141
birikimleriyle, kooperatifleşme yöntemiyle ürettikleri konut türleri var.
Kooperatifleşme aslında planlama bağlamında bakarsak çok geniş anlamda,
yaratıcı bir süreç bence. Ama kamu ya da özelin ürettiği türlere bakarsanız,
hiçbir yaratıcı enerjiyi bünyesinde taşımayan oluşumlar olarak görüyorum.
Örneğin mortgage’dan bahsedildi, trilyonlardan bahsedildi falan, ama hiçbir
zaman yaratıcı birtakım politikaların ne olduğunu, düşük gelir gruplarının,
orta gelir gruplarının veya üst gelir gruplarının hiç fark etmez, bunların
yaşayacakları ortamı hem yaşam kalitesi adına, hem de yaratıcılık adına
hangi politikaların olduğunu ben merak ediyorum doğrusu. Sadece
barındırmak bir politika mıdır? İngiltere örneği, çok çarpıcı örneklerle dolu.
Başarılı olduğu için hep İngiltere’yi örnek veriyoruz. Mortgage meselesinde
diyor ki İngiltere “Eğer bir kişi mortgage alacaksa, doğrudan oturmak üzere
alıyorsa faiz yüzdesi x, ama kiralamak üzere alıyorsa faiz yüzdesi oldukça
yüksek” gibi, -bakınız burada temel bir örnek verdim, yaratıcılık adınaherkesi ikinci, üçüncü konut almaya teşvik etmiyor, onu önlemeye yönelik
politikalar üretiyor.
Düşük gelir gruplarının konut edindirilmesi meselesine değindiniz.
Gayet
tabii ki dünya örneklerini de biliyoruz, düşük gelir gruplarının konut
edindirilmesi bir toplumsal, devletin üstlenmesi gereken bir misyon olmak
durumunda
ve
buna
yönelik
politikalar
üretmek
durumunda.
Yine
İngiltere’deki örneklerden yola çıkarsak, çünkü “politikalar yok” diyorum,
mecburen “ne demek istiyorsun” diyorsanız, örnek veriyorum. Mesela
Londra’daki Padington bölgesindeki dönüşüm projesindeki ön koşullardan
biri yasaya da girmiş durumda, buradaki üretilen konut sayısının yüzde
30’unu düşük gelir gruplarına tahsis etmekle yükümlü geliştirici, girişimci.
Yani bu tür yaratıcı -hem ekonomik anlamda, hem sosyal politikalar
anlamda- modellere kafa yormak durumundayız. Hem TOKİ olarak hem özel
teşebbüs -eğer kamuyla ortak hareket ediyorsa- bu tür çarelere başvurmak
zorunda.
142
Türkiye sathına baktığımız zaman, belki dünyadaki en zengin yerleşme
kültürüne sahip bir ülke, tipolojik açıdan zenginliklere sahip. Karadeniz
bölgesindeki yerleşmeleri düşünün, kendine özgü bir karakteri, yere bağımlı,
yere özgü iklimiyle, topografyasıyla, yerel malzemesiyle son derece zengin
bir dili olan bir yerleşme kültürü var. Ege kıyılarına gidiyorsunuz aynı şekilde,
İç Anadolu aynı şekilde. Geleneksel yerleşme kentlerimize bakarsak,
Güneydoğu Anadolu’ya gidiyorsunuz, Mardin bugün bütün dünyada sözü
geçmiş, yer almış bir kent dokusu. Bütün bilgiler, bu bilgi birikimi her açıdan
sosyal açıdan, ekonomik açıdan ve kent üretim biçimi açısından, mekân
kurgulama tarzları açısından, tipoloji zenginliği açısından son derece bilgi
birikimini bir kenara… bir kenara bırakmayanlarımız da var muhakkak, ama
genel anlamda baktığımızda bütün bu bilgiler sanki bu ülkede yok, bütün
dünya onlardan çok güzel yararlanmasını biliyor. Üretilen şeyler tek tip, 20
katlı apartman bloğu, bir katta 4 daire, bunlardan milyonlarca üretmek, bunu
herkes yapar. Yaşam kalitesi bu değil, aksine dediğim gibi bunlar ileride
başımıza çok büyük dertler açacak. Bir başka “gecekondulaşma” sosyal
sorunlarla yüklü, sosyo-psikolojik sorunlarla yüklü yaşam alanları olarak
maalesef üretilmekte.
Tipoloji zenginliği açısından, Bahçeşehir’in ikinci kısmında, Boğazköy diye 6
bin konutlu bir yerleşmede, bir firmada da üniversiteden döner sermayeden
danışmanlığım bazında yaptığım kentsel tasarım ve planlama çalışmasında
özellikle tipolojiler farklılıkları olması üzerine yoğun. Bu söylediklerimi orada,
bir akademisyen olarak, teorik olarak söylüyoruz “hadi bakalım gerçek
hayatta ne yapıyorsun?” dedikleri zaman, bunu empoze ettim. 84 tane tip
yaptık. Meyilli arazide teraslamalar, düz sıra evler, apartmansa apartmanlar
içinde farklı sosyal gruplar, tek aile, iki aile, üç aile, üç nüfuslu aile gibi sosyal
gruplara da farklı beklentilere cevap verecek tipoloji zenginliği olan bir
yerleşme deneyimi. Bu kooperatifler birliği modeliyle uygulanmış bir
denemedir. Başarılı da sayılır, birçok örneklere kıyasla.
143
Çevre sorunları açısından, demin acımasız eleştirisini yaptığım üretimler
çevre açısından da bir anlamı yok. Meyilli arazide de Trabzon gibi son
derece topografik yapısı zor bir arazide bu bloklardan görüyorsunuz.
Uzaktan bunlara “kamunun ürettiği konutlar” diyorsunuz. Başka bir iklim
koşullarına gidiyorsunuz, aynı şey. Bu bence çok büyük yanlışlar
oluşturuyor.
OTURUM BAŞKANI- Sorunuz yoksa, ben bir soru sormak istiyorum. Hem
Emlak Konut Gayrimenkul Yatırım Ortaklığına hem de mortgage ile ilgili
olarak… Düşük gelirliler için onları konut sahibi etmek mümkün olmadığı için,
şöyle bir çözüm üretildiğini görüyoruz. Son zamanlarda düşük gelirlilere
konut deniyor, şu kadar YTL’ye, bir bakıyoruz ki onlar stüdyo daireler veya
çok küçük konutlar. Düşük gelirlilerin normalde aile boyutları büyüktür. Böyle
olduğu zaman gerçekte düşük gelirlilere biz konut üretmiş oluyor muyuz?
Öyle bir sorun var. Normalde düşük gelirlilere kiralık konut üretmemiz
herhalde söz konusu. Kiralık konutta da bütün dünyada olan gayrimenkul
yatırımcılarının
normalde
bizdeki
inşaat
firmalarından
farklı
olarak
yaptıklarını satmak değil, yaptıklarını kiralamak şeklinde, portföylerinde belli
oranda kiralık konutları vardır. Böyle bir durum acaba Türkiye’ye ne zaman
gelir,
siz
bu
konuda
ne
gibi
problemler
görüyorsunuz
da
gerçekleştiremiyorsunuz bunu? Bu neden gerçekleşemiyor? Bir yanda arsa
sorunu çözülmüş durumda diye kabul ediyorum. Arsa sorununda TOKİ’ye
bütün hazine arazileri verilmiş durumda, arsa sorunu diye bir sorun kalmadı.
Bu durumda binaların inşaat maliyeti de belli. Neden hâlâ inşaat maliyetlerini
çok indirme imkânı doğmuyor ve neden bir anda ve neden hâlâ kiralık
üretmek gibi bir yaklaşım söz konusu olmuyor?
FEYZULLAH YETKİN- Teşekkür ediyorum.
Öncelikle şunu söyleyeyim: Toplu Konut İdaresi Başkanlığını temsilen
burada bulunmuyorum. Emlak Konut Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı olarak
kısmen cevap verebilirim. Çünkü Emlak Konut da bir anonim şirkettir ve
144
kârlılık odaklı çalışan, öyle çalışması gereken bir kurum. En doğru lafı tırnak
içinde hocam söyledi, Aykut bey söyledi. Kaliteyi konuşacak düzeyde değiliz,
çünkü Türkiye’deki akademik üretimin, yıllık makale sayısının üç-dört
ortalamaya
ulaştığı
noktada
biz
birçok
şeyi
konuşabileceğiz
diye
düşünüyorum. Çok değerli hocalarımızın planlama sürecine katkıda
bulunduğu ve -biz bunu yıllardır kitaplarda okutuyoruz- Türkiye’de yok
dedikleri planlara bile çeşitli kurumların dava açtığı bir ortamda yaşıyoruz.
Sıkıntılar elbette çok. Bir düşünür insanları profil olarak üçe ayırmış: İş
yapanlar, hiçbir şeyin farkında olmayan insanlar ve iş yapan insanları
eleştirenler. Elbette bu bir tekamüliyet safhasıdır, yanlışları yavaş yavaş
eleştirerek, tartışarak düzeltmek lazım. Fehim bey’e söylediği noktaya bir
açıklık getirmek lazım belki. KİPTAŞ’ın mülkiyetinde arsanın olması, o
arsanın üzerinde bizim de hakkımız var aslında. Yani karşılıksız transfer
edilmesi anlamına gelmemeli. Toplu Konut İdaresini dediğim gibi çok fazla
ben kendimi temsil kabiliyetinde görmüyorum, yanlış anlaşılmasın. Fakat
Emlak Konut olarak bizim yaptığımız üretimlerde öncelikle şunu bilmek
lazım. Portföyümüzde bulunan Emlak Bankasından intikal etmiş arazilerde
biz üretim yaptık ve bu arazilerde planlar gereği, inşaat alanı neyse onu
yapmak durumundasınız. Eleştirilecek başka şeyler var, mesela x noktada
1990
tarihlerinde
yapılan
planlara
göre
bugün
üretim
yapmaya
kalkıyorsunuz, deniyor ki “burada şu şu sıkıntılar var, yapamazsın, dava
açıyorum” Mesele, işin kaynağına bakmadan biraz sübjektif, biraz oportünist
şekilde yaklaşan insanların süreci tıkaması. 1990 yılında yapılan bir plan,
ulaşım,
altyapı
belediyesine,
gerekliliklerini
karayollarına
de
yerine
yükümlülük
getirdiği
vermiş.
büyükşehire,
Bunları
ilçe
yıllarca
erteliyorsunuz, ondan sonra aradan geçen 10-15 yıllık süreçte diyorsunuz ki
“şu şöyle olmalı, bu böyle olmalı”
Bugün yapılan konutlar estetik olarak, bizim demografik yapımıza uygun
metrekare çözümleri olarak yapılmamış olabilir. Büyük sıkıntılar var. Ben de
her ne kadar yaklaşık 20 yıldır profesyonel çalışıyor olsam da kıyısından
145
köşesinden bir şeyleri okumaya çalışıyoruz, akademik olarak yapmaya
çalışıyoruz. Doğrusu burada eleştiri noktalarını çok iyi görüp, değiştirmek
lazım. Almanya’da konut sahipliği oranı yüzde 40’lar mertebesinde,
Türkiye’de yüzde 80’ler mertebesinde. Kiralık konut, elbette… İki hafta önce
bize bir yabancı fon geldi, dediler ki “biz Almanya’da 30 bin konut sahibiyiz,
kira gelirimiz yıllık 120 milyon Euro, yıllık getirisi de yüzde 8.4” sizden böyle
bir çözümü birlikte nasıl yapabiliriz diye soruyorlar. Yapacak çok şey var,
ama… İstanbul’da 3.4 milyon konut var diyoruz, bunun acilen yüzde 2030’unun yenilenmesi gerekir diyoruz, sonra konut fazlası var diye
eleştiriyoruz. Biraz dengeli yaklaşmak lazım. Benim vurgulamak istediğim
bu.
OTURUM
BAŞKANI-
Aslında
orada
bir
yanlış
değerlendirme
var.
İstatistikleri göre gerçekten 1 milyon değilse bile 850 bin fazla gibi görünüyor,
kâğıt üstünde öyle görünüyor. Büyük bir ihtimalle bunlar ikinci konut olarak
veya yeni inşaat halinde olan konutlar, binalar olacak.
FEYZULLAH YETKİN- Tabii hocam, sorunları bulunduğunuz tarihte ve
bulunduğunuz
ortama
göre
yargılamak
durumundasınız.
Fransa’daki
örnekleri verdi Fehim Bey, maalesef yüz yıllarlık bir deneyimi olan, örnek
gösterilen hatta kibirlilik gösteren Fransız halkı varoş sorunuyla karşılaştı varoş da ne demekse. Benim bildiğim kadarıyla Macarca “kent” anlamına
geliyor, biz varoşu aşağılar bir şekilde kullanır hale geldik. Fransa bununla
yeni yeni yüzleşiyor. Türkiye’de elbette yapacak çok şey var, ama acilen
sorunu çözmek noktasında hızlı hareket edilen noktalar olabiliyor. Kiralık
konut üretilebilir, ama bu bir yatırım tercihidir. Kamunun bunu üretmesi
noktasında elbette bu mutlaka bir sonuç bildirgesiyle ilgili makamlara
gidecektir. Eminim onlar da aklım selim insanlardır, bunları dikkate alacak ve
birlikte farklı çözümlere doğru gideceğiz. Ama tek yönlü bir çözüm mümkün
değil ve “bugün her şey mükemmel olsun ve öyle başlayalım” deme
lüksümüz de yok, bunu kabul etmek lazım.
146
GÜZİN KAYA- Konut kalitesinin yükseltilmesi ve birçok korkular saydık,
deprem bunların en başında, bu konuyla ilgili bir garanti sağlanmasının
acaba sigorta sisteminden ve kontrol sistemini sigortaya bağlayarak
kurulması mümkün mü diye düşünüyorum. Bu, aynı zamanda tabii ki konut
maliyetini yükseltecektir. Çünkü, bildiğim kadarıyla dış ülkelerde bütün
üretimler bu şekilde, yapı üretimi böyle oluyor. Yani bir kontrol sistemi var,
kontrol büroları bizim bürolar gibi değil, 200 kişilik falan teknik bürolar. Eğer,
siz asansör konusunda bir soru sormak istiyorsanız, ilgili teknik kişiye bu
kontrol bürosunda başvuruyorsunuz. Ta başından itibaren bir kontrol
bürosuyla anlaşıyorsunuz ve bu da sigortaya bağlı. Biz bir saat alıyoruz, bir
sene garantisi var diyoruz. Onun kaç mislini konuta yatırıyoruz, hiçbir garanti
sistemi yok arkasında. Dolayısıyla bu genel sisteme çok bağlı diye
düşünüyorum. Acaba sizler konut maliyetinde Türkiye için böyle bir şey
düşünüldü mü ve ne kadar maliyeti arttırır? Benim bildiğim dış ülkelerde bu
maliyeti yüzde 40’a kadar arttırıyor. Yapı denetim mekanizması, bütün
sigorta sistemleri ve mühendisliğe ödediğiniz paralar. Burada en çok
şaşırdıkları yabancıların, bir mimar kendi projesini kendi kontrol ediyor.
Kendi kendini kontrol eden bir sistem çok iyi niyetli bir sistem olarak
görünüyor tabii ki. Bir de tabii konutta en çok sıkıntımız, sanıyorum ki bir
tanesi planlama konusuyla ilişkisi. Yani biz yeni bir plan bitirdik, 1/ 25 000’i
onaylanmak üzere,
1/100 000’i onaylandı. Onun arkasına baktığımız
zaman, konut konusuna baktığımız zaman yağ lekesi gelişme almış,
yürüyor. Bu planla hiç alakası bile yok neredeyse.
FEYZULLAH YETKİN- Hocam aslında ideali hep konuşuyoruz. Türkiye’deki
inşaat firmalarının kurumsallaşmış olması, yapı denetim mekanizmasının
bütün illerde yerleşmemiş olması, yürürlüğe girdiği illerde yasaya uygun ve
mesleki etiğe uygun şekilde işlememesi, inşaat şirketlerinin finansman
sıkıntısının kayıt dışında büyük ölçüde faaliyet gösterdikleri için, finansal
mekanizma tarafından, yani örneğin Amerika’daki constraction fignes
yöntemiyle müşavirlik destekli yapılmaması gibi birçok alanda bizim
147
sıkıntılarımız var. Yani ben şahsen bunları görebiliyorum. Daha büyük
makamdaki insanlar da eminim görüyorlardır. Fakat bu maalesef bir süreç.
Bu süreçte mortgage sistemiyle bağlayacak olursak, üstadımın dediği gibi 6
Mart 2007’de yürürlüğe giren yasa hemen işlemeye başlayabilir, aktif hale
gelebilir bir yasa değil. Ama beklentilere bakacak olursak, master kriterlerine
göre Türkiye’nin hedeflediği ekonomik parametreler noktasında önümüzdeki
yıllarda yürürlüğe girecek. Yeterli mi, değil; çünkü işin arz tarafında sıkıntılar
var. Arzın kalifikasyonu tarafında sıkıntılar var, finansmanı boyutunda
sıkıntılar var. O nedenle ben vakit alacağını düşünüyorum, ama bugün
yapılanların da gerek akademik camia, gerekse özel sektör-kamu karşılıklı
eşgüdümüyle iyileştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Teşekkür ederim.
AYKUT KARAMAN- Varsayalım ki mortgage sistemi oturdu Türkiye. Demin
örneklediğim gibi, herkes Mortgage’ı öyle kullanarak ikinci, beşinci konut filan
alamayacak hale geldi diyelim. Kalite kontrol dediğiniz fiziksel kontrolü
kastetmiyorum. Varsayalım ki yapı denetimle, betonarmesi, perde beton
denilen rezaletle inşa edilen o konutlardan trilyonlarca Türkiye sathında inşa
edildi. Bu mu kalite? Kalite kontrolü benim söylediğim, tabii açmak lazım
teorik olarak onun içerikleri, tipolojiler vesaire, bunları sorgulayan bir
mekanizma var mı Feyzullah bey sizin kurumun yapısında? İleride siz belki o
kurumun içinde daha çok rolleriniz olacak. Önemli olan danışma kurulu mu,
nasıl oluşacaksa esas onu kontrol eden bir mekanizma… bu şaka geliyor
size
ama
keşke
sizlere
slatytlarda
dünyada
nasıl
yıktıklarını
gösterebilseydim…
FEYZULLAH YETKİN- Müsaade ederseniz çok kısa bir şey söyleyeyim,
Toplu Konut İdaresi Başkanlığının Orta Doğu Teknik Üniversitesiyle yaptığı
bir çalışma var. Ama reaktif değil, proaktif olmamız gerektiğini de
düşünüyorum. Yıldız Teknik Üniversitesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin neyse çözüm önerileri,
gördükleri sıkıntılar mutlaka dile getiriliyordur. Ama daha aktif bir şekilde
bunları önleyici, hekimlik gibi süratle hayata geçirmek lazım. Ben şunu
148
görüyorum, yaklaşık 4.5 senedir Sayın Başkanımız Erdoğan Bayraktar ile
birlikte çalışıyoruz, ondan önce 14 sene özel sektörde çalıştım. Erdoğan
beyin bu konulara çok sıcak olduğunu, işbirliği yapmaya hazır olduğunu
biliyorum. O nedenle zaten Orta Doğu Teknik Üniversitesiyle bir çalışma
başlatıldı. Nedir o çalışma, o çalışmadaki eksik konular nedir? Siz, kendi
disiplininiz ve kürsünüz anlamında ne katabilirsiniz? Bunu biz de
paylaşabiliriz, bir şeyler ortaya getirelim. Sizi tenzih ediyorum, ama biliyorum
ki onlarca yüzlerce tebliğ sunuluyor, fakat bunlar kitap sayfalarında kalıyor.
Ben ve birkaç kişi alıp, iki saat eksik uyuyup okuyoruz belki orada kalıyor
maalesef. Ama dediklerinize ben yüzde 100 katılıyorum. Bunları birilerinin
farkında olması noktasında ne yapıyoruz? Benim eleştirim o noktada
açıkçası. Bunları bir an önce hayata geçirelim. Fehim Beyin rolü bence çok
çok önemli. Çünkü herkes Ataşehir’deki bir proje hakkında bilgi sahibi
olamaz, ama Fehim bey gelir, benle konuşur, yazar ve milyonlarca kişi bunu
okuyabilir. Hepinize saygılar sunuyorum.
YÜKSEL TÜRKELİ (Beşiktaş Belediyesi)- Feyzullah Beyin açıklamalarında
Emlak Konut’un bütün uygulamaların hazır arsalar üzerinde Emlak Kredi
Bankasından kalan arsalar üzerinden olduğunu anladık. Türkiye’de, hele ki
şu anda İstanbul için yapılan çevre düzeni planı ve nazım planda yeni
alanlara açılımın olabildiğince engellenmesinin düşünüldüğü günümüzde
kentsel dönüşümün, yenilemenin önemi ortaya çıkıyor. Ama anladığım
kadarıyla ne gayrimenkul yatırım sektöründe ne de mortgage sisteminde
kentsel dönüşüm alanlarına yatırıma bir çözüm önerisi yok. Acaba var mı
ben mi yanlış biliyorum? Bunun olmamasının şöyle bir sıkıntısını görüyorum.
Karayolları arsasının satış değeri 10 bin dolar metrekaresidir. Dubai
Kulelerininki 17 bin dolardır. Bu arsalar bir şekilde arzedilmemiş olsaydı, bu
alanlar büyük olasılıkla çevresindeki kentsel dönüşüm alanlarına akacaktı.
Acaba burada bir yanlışlık mı var, merak ediyorum.
HÜSEYİN ORTAK- Ben de sizin sorunuzdan başlayayım. Aslında dediğiniz
şeylere hem katılmak hem de katılmamak mümkün. İki bakış açısı içeriyor
149
sonuç olarak. Tabii ben bir konut uzmanı değilim, konuya finansman
açısından bakıyorum. Finansman da hepimizin bildiği gibi biraz matematik
denklemleri ifade eder. Ama bu matematik denklemlerinin sonucu mutlaka
insan hayatlarını doğrudan doğruya etkilediği için de finansman bir anlamıyla
sosyal bilimlerle doğrudan doğruya alakalı bir şeydir, özellikle konut projeleri
açsından baktığımızda. Toplantının başından beri konut üretiminde iki tane
temel eksen ele alındı. Biri orta gelir grubunun konut ihtiyacının giderilmesi,
diğeri de düşük gelir grubunun konut ihtiyacının giderilmesi. Mortgage,
aslında baktığınız zaman iki konut talep tipinin ilacı değildir. Mortgage,
ağırlıklı olarak ülkemizde orta gelir grubunun konut ihtiyacının finanse
edilmesi konusunda dizayn edilmiştir. Mevcut durumda şu anda giderebilir
mi? Bir bakkal hesabı yaptığımız zaman bunu karşılamaktan uzak. Yani 10
yıl vadeli ve 100 milyarlık bir kredi alındığında, bu kredinin geriye dönüşü 1.5
milyar civarında falandır, bu 1.5 milyar da bence orta gelir grubuna ait bir kira
maliyetinin çok üzerindedir. Böyle baktığınız zaman henüz bir ihtiyacı
karşılamaktan uzaktır. Ama şimdi yeni bir yapıya giriyoruz. Yani şimdiye
kadar kurumsal finansman dediğimiz, birtakım para organizasyonlarının bu
işleri finanse etmesinde yeni bir noktaya geldik. Eskiden mevduat tabanlı bir
finansman vardı. O sebeple de konut finansmanları uzun vadede
belirsizlikler gösteriyor. Geçmiş dönemde emlakzedeler olayı yaşandı
Türkiye’de, 1994 krizinden sonra. 2000 krizinde konut kredilerinin faiz
oranlarının yükseltilmesi yaşandı. Buna paralel olarak tüketici hakları
konusunda, şiddetli proaktif diyebileceğim maddeler eklendi. Dolayısıyla bu
noktadan baktığımız zaman, şimdi yeni sistem biraz kendi içinde -tartışmalı
bir tabir kullanacağım, ama iyi niyetle kullanıyorum- bir saadet zinciri
yaratma peşinde. Yani konutu kredilendireceksiniz, bu kredi karşılığında
ipotek alacaksınız, buradan bir teminat havuzu oluşturacaksınız, bu teminat
havuzunu bir menkulkıymetleştirmeyle fon sahiplerine ileteceksiniz, buradan
fon sağlayacaksınız, yeniden inşaata aktaracaksınız bunu, bununla yeni bir
fon sağlayacaksınız.
150
Dolayısıyla benim bu yeni dönemde özellikle altını vurgulamak istediğim
nokta şu: Artık konuta yönelik finansmanın bir kaynağı ve bir yöntemi var.
Geçmiş dönemde böyle değildi. Türkiye bankacılık sisteminde ortalama vade
yapısı 46 gündür. 46 günlük bir vade yapısıyla Türkiye’de 10 yıllık ya da 5-6
yıllık konut kredileri finanse edilmeye çalışıyor. Çıkan problemin, çıkan
sıkıntının ya da kurumsal finansmanın bu kadar zayıf olmasının sebebi bu
bence. Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim. İyi akşamlar.
FEHİM GENÇ- İstanbul’un finans merkezi olma hayalleri vardı, ta benim
mesleğe atıldığım 20 yıl öncesinden beri. Son zamanlarda sanıyorum belli
bir aşamaya gelmiş ve çok gizli kapaklı yürütülüyor, bazı kişiler biliyor. Artık
maketleri bile ortaya çıkmış durumda, ama maket detayları yok. Altyapı
sorunlarıyla boğuşan bir İstanbul’un finans merkezi olması kadar abes
durum herhalde olacak şey değil. Bence finans merkezi olacaksa Ankara
olsun, Ankara’daki finansçılar da buraya taşındığı zaman, bizim nüfus
yoğunluğumuz, trafik yoğunluğumuz daha fazla artmasın. Hatta benim daha
enterasan bir önerim var, finans merkezi ihtiyacı varsa Türkiye’nin Las
Vegas gibi, Türkiye’deki geniş kıraç topraklarında bir yerde yeniden, baştan
planlanan bir şehir planlansın, orası finans merkezi olsun, finansla ilgili ne
varsa orada yürütülsün. Bir de uluslararası havaalanı kurulduğunda bu
sektör için son derece uygun olur diye düşünüyorum.
AYŞE YAZICI- Sadece sizin söylediğiniz o dört sorunsalı bizim aslında
önerdiğimiz projeyle çözmeye istekli ve talip olduğunuzu ve bunun
çalışmalarını yaptığımızı tekrar ifade etmek istiyorum. Zaten düşük gelir
düzeyinin yaşadığı bir mahalle olmamız itibariyle, devletin sosyal devlet olma
ilkesi anayasada var, bu ilke göz önünde bulundurularak dönüşü olmayan
zararlar veren değil, tam tersine bölgede nefes alınmasını sağlayan iki katlı
ve 700 hane varsa, yeniden 700 hane, ama 701 hane değil, böyle bir çözüm
öneren ve 60 yıldır yarattığı kimliği koruyan, kimliksiz binaların yanında 5
katlı, ama hepsi birbirinin aynı binaların yanında kendi kimliği olan ve bu
kimliği son dönemde dışarıya açıldığımız zaman öğreniyoruz ki mahallemizin
151
çevresinde ya da şehrimizde ya da dünyanın başka yerinden beğeniyle ve
sempatiyle izlenen bir mahalleyiz. Biz o yüzden buradan çıkardığım sonuç,
konuşmacılardan da anladığım kendi mahallemizde önerdiğimiz yerel çözüm
güzel bir örnek olabilir bütün bu sorunların çözülmesine. O yüzden herkesin
buna destek vermesini, sahip çıkmasını bekliyoruz, yanımızda olmasını
bekliyoruz. Çok teşekkür ediyorum.
GÜZİN KAYA- Çok teşekkür ediyorum katılımcılara. Umarım yarın için
sonuçları da elde etmiş olacağız. Oturumu kapatıyorum, teşekkür ediyorum.
OTURUM BAŞKANI- Bizi yalnız bırakmayan kahraman izleyicilerimiz için bir
anonsum var. Çok güzel bir akşam var rıhtımda, onu bir kokteyl ile
paylaşmak istiyoruz sizlerle. Ardından da bir sürpriz bir konserimiz olacak.
Sürpriz diyorum, çünkü alışılagelenden farklı bir konser, onu birlikte burada
yarım saat, kırk dakika kadar sonra birlikte paylaşmak istiyoruz.
Her şey için çok teşekkür ederiz.
-----&-----
152
İKİNCİ GÜN
YUVARLAK MASA 3:
“ULAŞIM”
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Haluk GERÇEK
------&-----OTURUM BAŞKANI (Haluk Gerçek)- Günaydın,
Bu iki günlük İstanbul Buluşmaları Toplantısının Ulaşımla ilgili Yuvarlak
Masa Toplantısını başlatıyoruz. Ben, Yuvarlak Masaya katılacak olan bütün
konuşmacıları buraya davet ediyorum.
İsterseniz önce ben, konuşmacı olarak Yuvarlak Masada yer alan kişileri size
tanıtayım. En sağda Zeynep Sindel Buket, DLH Marmaray Bölge Müdürlüğü
adına katılıyor, Ali Rıza Nurhan Şehir Plancıları Odası adına katılıyor, 17.
Bölgeden iki tane katılımcımız var, Sayın Metin Küçükoğlu ve Sayın Hikmet
Erkut. Ben moderatörlük görevini yapmaya çalışacağım. Hemen yanımda
Doktor Yener Birlikler var, Karayolları 1. Bölge Müdürlüğünden. Sibel
Köylüoğlu, World Resource Institute adına konuşmacı olarak Yuvarlak
Masada yer alacak. Yardımcı Doç. Dr. Kevser Üstündağ, bu Üniversitenin
Şehir Bölge Planlama Bölümünden, Orhan Demir, Yüksek Şehir Plancısı ve
İsmail Üstün, Arnavutköylüler Derneği adına burada bulunuyor.
Bugün aslında 09:00’da başlamamız gerekiyordu ama, tabii, İstanbul’da
böyle bir toplantıya 09:00’da başlamak, ulaşım zorlukları nedeniyle o kadar
kolay değil. Yarım saatlik bir gecikmeyle başlayabiliyoruz. Programa göre
12:00’de bitirmemiz gerekiyor. Dolayısıyla, 1.5 saatlik bir süremiz var,
konuşmalar ve soru - cevap kısmı için. Ben konuşmacılardan 15’er dakikalık
bir süre içersinde sunmak istediklerini tamamlamalarını rica edeceğim.
Böylece, sonunda bize, siz katılımcılardan soru sormak için ve onlara cevap
153
vermek için bir miktar zaman kalacak. Aslında burada tartışılamayan ya da,
belki de soru - cevap kısmında yetiştirilemeyen bazı konular için öğleden
sonra serbest kürsü bölümünde daha çok zamanımız olacak.
Soru-
cevaplar, ya da sizden yorumlar almak açısından. O yüzden mümkün olduğu
kadar, programa uymaya çalışacağız.
Bu toplantıların ana teması, “İstanbul’da Büyük Projeler” olarak belirlendi
özellikle. Bu bakımdan, tabii, ulaştırmada da çok ciddi projeler gündemde.
Bunların bir kısmı inşaat halinde, bir kısmı planlanıyor, projelendiriliyor ya da
tartışmaları devam ediyor. Tabii bütün bu büyük ulaşım altyapı projelerinin
başında da Marmaray Projesi geliyor, biliyorsunuz. Uzunca bir süredir
yapımı devam ediyor. İstanbulluların İstanbul’da ulaşımla ilgili büyük ümitle
beklediği bir Proje. O zaman ben ilk konuşmacı olarak, Zeynep Hanımın
konuşmasını, Marmaray’la ilgili bize biraz açıklama yapmasını rica
edeceğim.
ZEYNEP SİNDEL BUKET- Çok teşekkür ediyorum.
Bunu aslında, yine büyük bir fırsat olarak görüyoruz. Ben burada Ulaştırma
Bakanlığı, Demiryolları Limanlar Havameydanları Genel Müdürlüğünün
üstlendiği Marmaray Projesinin müşavir firması adına bulunuyorum. Aslında,
eminim, herkesin genel olarak bayağı ciddi anlamda bilgisi var, Marmaray’la
ilgili, ama ben yine de çok kısa bir özet vermek istiyorum.
Marmaray Projesi, 1985 yılına dayanan bir Proje. İlk tohumları o dönemlerde
atılmış ve esas hedeflenen, amaçlanan, minimum maliyetle, maksimum
getiriyi sağlamak. Bunu da “nasıl yapalım?” diye o dönem içerisinde, değişik
ulaşım etütleriyle de test etmiş uzmanlar ve mevcut demiryolu ağı, yani
Gebze - Halkalı arasındaki mevcut demiryolu aksı kullanılarak, Üsküdar’la
Sarayburnu arasında da bir tüp geçitle bu iki aksı birbirine bağlayan ve
sonunda 76 km’lik kesintisiz bir demiryolu ağı hedeflenen bir proje ortaya
çıkmış. Tabii, çok uzun yıllar bununla ilgili çalışmalar sürdürülmüş ve
154
neticede, bunun ilk başlangıcı 2004 yılı içerisinde, Boğaz geçişi dediğimiz
BC1 Sözleşmesinin başlamasıyla ilk adım atılmış oldu.
Marmaray Projesinde üç ayrı Sözleşme var. Bunlar BC1 Boğaz Tüp Geçişi,
CR1 dediğimiz iki yakadaki mevcut raylı sistemin iki hattan üç hatta
çıkartılması, bütün elektromekanik sistemleri ve inşaat işleriyle birlikte ve
üçüncü ihalede CR2 adını verdiğimiz 440 tane Araç Alım İhalesi.
BC1 dediğimiz bu Boğaz Tüp Geçişi 2004 yılında başladı ve şu anda devam
ediyor. Bunu basından da takip ediyorsunuzdur. Birazdan onunla ilgili
yaşanan sıkıntılara da değineceğim. CR1 İhalesi, yani bu “Mevcut
Demiryolunun Rehabilitasyonu” adını verdiğimiz Proje, bu sene, 2007’de,
Haziran ayı içerisinde yer teslimi yapıldı, sözleşmesi imzalandı. Şu anda o
da başlamış durumda. Araçların Alımı İhalesi ise 2008’in bahar ayları
içerisinde hedefleniyor. Bununla ilgili de sözleşme dokümanları çıktı, teklif
verildi. Bunlar, teklifler değerlendirilecek. Gelinen aşama bu doğrultuda.
Marmaray Projesini kısaca özetlemek gerekirse, Gebze - Halkalı arasında,
76 km’lik bir demiryolu ağından bahsediyoruz. Gebze’yle Söğütlüçeşme
arasında üç hat olacak. Söğütlüçeşme’den Yedikule’ye kadarki tünelle
geçilecek
kesimde
çift
kat
devam
edecek.
Daha
sonra
hatlar,
Kazlıçeşme’den itibaren tekrar üç hat olarak Halkalı’ya ulaşacak.
Marmaray enteresan bir sistem. Enteresanlığı da “Miks Trafik” dediğimiz,
karışık bir işletme olacak üzerinde. Bu üç hattın iki hattı Banliyö trenleri
tarafından işletilecek. Bir hat ise TCDD’nin şehirlerarası yük ve yolcu
trafiğine ayrılacak. Şimdi, buradaki en önemli sorulardan bir tanesi: “Üç hat
geliyoruz, ortada iki hatta düşüp, tekrar üç hatla devam ediyoruz. Bu işletme
nasıl olacak?” Yapılan ulaşım etüdüne göre, fiks saatler içerisinde, tabii, belli
sektörler var, ama Boğaz geçiş kısmında, yaklaşık 2 dakikada bir tren
seferleri öngörülüyor. Dolayısıyla bu 2 dakikalık yoğun tren seferlerinin
olduğu periyotlarda, TCDD trenlerinin tüpten geçmesi mümkün değil.
Dolayısıyla, şöyle bir program öngörüldü: Fiks saatler dışında, şehirlerarası
155
yolcu trenleri karşıdan karşıya geçebilecek, Banliyö sisteminin durduğu gece
saat 23:00, 24:00’ten sabaha kadarki dönem içerisinde de yük trenleri Boğaz
geçişini kullanacak ve böylelikle, Avrupa’dan Asya’yı birbirine bağlayan
kesintisiz bir şehirlerarası bir yük ve yolcu trafiği de sürdürülmüş olacak. Çok
amaçlı bir proje.
Tabii, bu noktada bir başka soru gündeme geliyor: Marmaray Projesi bittikten
sonra bunun işletmesi kimin tarafından yapılacak? Bu da ayrı bir konu. Bu
noktada, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve TCDD birlikte görüşüyorlar ve bir
model oluşturmak için yine Japon Finansmanıyla bir araştırma projesi de
sürdürüldü bu bağlamda. Bir modelleme yapılmaya çalışılıyor ve bir işletim
firması, belki bağımsız, belki yine bu organizasyonların da içinde bulunduğu
ayrı bir entity, bir organizasyon oluşturulacak ve işletme, bu firma tarafından
yürütülecek. Bu şu anda soru işareti.
Hedeflenen hatların işletmeye alınış tarihi, resmi olarak 2009’du, ama
maalesef, hepimizin de bildiği gibi, çok yoğun arkeolojik kazı faaliyetleri
devam ediyor. Bunlardan dolayı ciddi anlamda gecikmeler oldu. Bu
arkeolojik kazı faaliyetleri de Boğaz Tüp Geçişi dediğimiz 1. İhale
kapsamındaki
tarihi
yarımada
içerisinde
yer
alan
istasyonlarda
gerçekleştiriliyor ağırlıklı olarak, tabii, buna Üsküdar da dahil. Üsküdar
İstasyonu, Yenikapı İstasyonu ve Sirkeci İstasyonunda ciddi anlamda
arkeolojik kazılar devam ediyor. Bunların, özellikle Yenikapı İstasyonu
içerisindeki önümüzdeki bir 10 aylık, veyahut da bir senelik süre zarfında bu
kazıların da devam edeceğini düşünüyoruz, öngörüyoruz, çünkü bayağı
önemli buluntularla karşılaşılıyor. Dolayısıyla, bu konuda da Bakanlık çok
büyük hassasiyet gösteriyor. Müze Müdürlüğüyle birlikte çalışılıyor. O
yüzden gerçek inşaat faaliyetlerinden öncelikli olarak arkeolojik kazılarla
oldukça uzun bir süre geçti. Esas bundan sonra inşaat faaliyetleri
başlayacak.
156
Projenin genelini anlatmak gerekirse, bu Gebze - Halkalı arasında toplam 40
adet istasyon yeniden yapılıyor. Bunlardan 3 tanesi derin istasyon, 2 tanesi
aç-kapa, 1 tanesi delme tünel olarak gerçekleştiriliyor. Geri kalanlar ise
yüzeysel istasyonlar. Bu istasyonlar, mevcut pozisyonlarında mümkün
olduğunca korunmaya gayret edildi, ama tabii, hat yapısının ve geometrisinin
bir metro sistemine elvermediği noktalarda, ufak tefek kaydırmalar ve
pozisyon değişiklikleri yapıldı. Bu çerçevede, şimdi yüklenici firma tasarımına
başlamak üzere. Bütün bu istasyonlar sıfırdan inşa edilecek, artı,
elektromekanik sistemler yenilenecek, sinyalizasyon sisteminde oldukça
zorlu bir sistem öngörülüyor, çünkü aynı hat üzerinde hem metronun, hem
de TCDD trenlerinin de çalışacağı kabulüne dayanılarak, bu miks trafik için
yeni bir sinyal sistemi öngörülüyor. Dolayısıyla, tüm bu inşaat faaliyetleri
bittikten sonra, yaklaşık 77 km’lik bir metro ağına İstanbul sahip olacak.
Bu kapsamda önemli bir husus, transfer istasyonları. Yenikapı, mesela,
Marmaray için çok önemli bir kilit noktası. Yenikapı’da İstanbul Büyükşehir
Belediyesinin şu anda inşaatına devam etmekte olduğu, Taksim - Yenikapı
sistemi dahilinde yapımına devam etmekte olduğu Yenikapı Metro
İstasyonuna ve LRTS Sistemi İstasyonuna da bir transfer noktamız var.
Burası da son derece önemli bir kilit noktası.
Marmaray Projesinin 2025 yılında taşımayı hedeflediği yolcu sayısı, pik
saatte bir yönde 75 000 yolcu. Bu tabii, çok önemli bir rakam. Sayın Hocam,
birtakım ulaşım etütleri sonucunda her istasyon için öngörülen yolculuk
miktarlarını tespit etti ve istasyonlar bu öngörülere uygun olarak 2025 yılı
hedef alınarak dizayn ediliyor, boyutlandırılıyor. Tabii, Belediyenin de
yürütmekte olduğu değişik raylı sistem projeleri var. Mesela, Kartal - Kadıköy
hattı şu anda yapımı devam eden, Marmaray - Kartal - Kadıköy hattıyla
İbrahimağa İstasyonunda bir aktarma yapacak. Bu İstasyon, transfer
İstasyonu olarak hizmet verecek. Böylece Kartal - Kadıköy yolcusu
Marmaray’a entegre olabilecek. Bir başka entegrasyon noktamız, Üsküdar.
Üsküdar - Ümraniye Metro hattı, yine Büyükşehir Belediyesinin yapımını
157
planladığı ve ihalesine çıkmak üzere olduğu hatla, Üsküdar İstasyonunda da
bir aktarma sistemi olacak. Dolayısıyla, Marmaray, değişik diğer Metro ve
Hafif Raylı sistemlerle bağlantısı sağlanan, son derece önemli bir Metro
Sistemi olacak diye umut ediyoruz.
OTURUM BAŞKANI- Çok teşekkürler Zeynep Hanım. Yalnız, burada ben
birkaç soru izninizle sormak istiyorum. Son zamanlarda, son birkaç hafta
içersinde yapılan değişik kongre ve sempozyumlarda, Marmaray değişik
yönleriyle tartışılır hale geldi. Önemli tartışma konularından bir tanesi
depremsellik konusu. Biliyorsunuz, İstanbul’daki Marmara’dan geçen fay
hattına yakın bir proje olması nedeniyle, deprem açısından riskli olduğu
konusunda bazı görüşler var. İkinci bir konu, özellikle kapasite tahsisi
konusu; yani Marmaray, büyük ölçüde kent içi trafiğine hizmet edecek, yolcu
taşımacılığında kullanılacak bir proje olmakla birlikte, özellikle Boğaz geçişi
açısından, ana hat trenlerine de, yük trenlerine de hizmet edecek. Burada
tartışmanın odaklandığı şey, kapasite açısından bu yük trenlerinin ve ana hat
trenlerinin Marmaray’da çok fazla yer alamayacağı şeklinde. Bu konularda
da bize bir parça bilgi verebilirseniz seviniriz.
ZEYNEP SİNDEL BUKET- Bahsettiğiniz konu çok önemli, özellikle
depremsellik. Aslında, genelde şöyle bir kabul var ki, dünya üzerinde,
depreme en iyi davranış gösteren yapılar yeraltı yapıları, tünel yapıları.
Marmaray’da ciddi anlamda çok konservatif kabuller yapıldı. Tasarım
depremi dediğimiz, tasarım depreminin büyüklüğü son derece yüksek seçildi.
Dolayısıyla,
depremsellik
açısından
hiçbir
problem
yaşanmayacağı
konusunda son derece teknik gerekçelerimiz var. Ama esas, ben başka bir
şey söylemek istiyorum, çünkü zaman zaman gündeme geliyor, mesela,
sıvılaşma riskinden bahsediliyor, deniz tabanında. Tüpler, çünkü bizim delme
tünel olarak geçmiyor. Deniz tabanında trenç açılıyor ve tüpler buraya
yerleştiriliyor. Dolayısıyla, yapılan bütün jeoteknik etütlerde, yapılan zemin
sondajlarında, belirli bölgelerde sıvılaşma riski olan birtakım zonlar tespit
edildi ve bu zonlar içerisinde, zeminde iyileştirme yapıldı. İnşaat başladıktan
158
sonraki uzun bir süre bu zemin iyileştirmesiyle geçti. Bütün bunlar
tamamlandıktan sonra ve bazı bölgelerde iyileştirme yapılmasına gerek
görülmeyen ama üst tabakasının alınması gereken birtakım zonlarda da
hafriyat yapılarak, o kısımlar alındı ve onun yerine daha sağlam bir tabaka
konularak tüp elemanları bu tabakaya yerleştirilecek.
Dolayısıyla, deprem açısından hiçbir risk söz konusu değil. Bu, sadece
yeraltı yapısı için değil, yerüstü yapıları için de geçerli, istasyonlar için de
geçerli. İstasyonların her birinde sıvılaşma etütleri yapıldı. Sıvılaşmaya karşı
özel önlemler alındı. Mesela, bunlardan bir tanesi Üsküdar İstasyonudur.
Direkt denizin yakınında ve yaklaşık 25 m derinde yapılacak bir kazı olduğu
için, burada da ciddi bir problem olabilir endişesiyle yine zeminde iyileştirme
çalışmaları yapıldı. Dolayısıyla, depremle ilgili bir sorun yok. Bununla ilgili
çok detay bilgiler de verilebilir. Yapılan çalışmalar, tek tek, lokasyon
lokasyon anlatılabilir, ama böyle bir sorun hiçbir şekilde beklenmiyor.
Diğer konu, TCDD trenlerinin ne şekilde tüpü kullanacağı, hani o üç hattan
iki hatta geçişten kaynaklanan o darboğaz: Pik saat ve pik saat dışı yolcu
distribüsyonu, yüzde 50 olarak tahmin edildi, böyle bir kabul yapıldı. Pik
saatler içerisinde, Söğütlü çeşme’yle Yedikule arasındaki, yani tüp geçiş
zonunda, yaklaşık 2 dakikalık bir tren aralığı öngörülüyor. Bu süre nedir?
Saat 06:00 ile 09:00 arasındaki pik saatten bahsediyoruz. Akşam da saat
17:00, 18:00 ile 20:00 arasındaki periyotta. Bu periyotlar içerisinde tüpten, bu
2025 yılı öngörüsü tabii, TCDD yük ve yolcu trenlerinin geçmesi mümkün
gözükmüyor.
Bu
aralığa
TCDD
şehirlerarası
trenleri
sığamayacak.
Dolayısıyla, bu pik saatler dışında, gündüz işletmenin sürdüğü dönemlerde,
bir yönde 1 saatte üç TCDD treninin geçebileceği bir kapasite sağlanmış
oldu. Bu da TCDD’den temin edilen 2030 yılı projeksiyonlarında öngörülen
yük ve yolcu treni dağılımları esas alınarak yapılmış bir simülasyon.
Dolayısıyla, iyi bir planlamayla, böyle bir darboğazın da olmayacağını
düşünüyoruz, çünkü Ankara - İstanbul Hızlı Tren Projesi mesela gündeme
geliyor. TCDD’nin öngördüğü birtakım gelecek için yaptığı projeksiyonlar var.
159
Bu trenlerin her birinin tüpten geçmesi zaten düşünülmüyor. Bir kısmı
Haydarpaşa’da sonlandırılacak. Belki, ilerde Gebze’ye yapacağımız bir depo
sahası var. Bir kısım trenler Gebze’ye getirilecek, Gebze’den şehirlerarası
trenden metro aktarımı sağlanacak.
Bu tamamen, dediğim gibi, o dönemin işletim firmasının, işletim kuruluşunun
öngöreceği patern üzerine oluşturulacak kabuller. Ama, hani sistem
kapasitesi olarak bakıyorsak, TCDD’ye ayrılan üçüncü hat üzerinde, saatte,
bir yönde üç trenlik kapasite sağlanmış durumda. Bu da 20 dakikada bir tren
geçişine imkan tanınacağı anlamına geliyor. Aynı kapasite, tabii ki, tüpten de
geçebilecek. Burada bir tek bu yük trenleriyle ilgili bir endişemiz var, ama bu
da tabii, çok oturmuş bir şey değil, hani sistem güvencesi açısından, belki bu
yük trenlerinin gece geçmesini talep edebileceğiz, ama, dediğim gibi, bu da
gene işletici kuruluşun o günkü öngörülerine göre değişebilecek.
OTURUM BAŞKANI- Soruları sonra alalım izninizle. Yalnız, bir şey daha
var, bu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu ile Marmaray Projesinin
yakın ilişkisi olduğunu biliyoruz. Bazı iddialar getirildi bu toplantılarda,
geçtiğimiz haftalar içersinde. Mevcut Banliyö hatları üzerinde bulunan ve
tarihsel anlamda değerli olan birçok yapının, ki bunların büyük bir kısmı
istasyon yapıları ve onun dışında Devlet Demiryollarının sahibi olduğu başka
bazı yapılar da var, bu Projeden zarar göreceği söyleniyor. Bunda da bir iki
açıklama yapma imkanınız olur mu?
ZEYNEP SİNDEL BUKET- Şimdi, demin konuşmamın başında kısaca
değindim, esas itibarıyla, derin kazı olan, aç - kapa imalatla yapılan üç
lokasyon var. Bunlardan bir tanesi Üsküdar, bir diğeri Yenikapı ve Sirkeci
olmak üzere üç ana noktada bizim kazı faaliyetlerimiz devam ediyor.
Üsküdar içerisinde çıkan buluntular, yine Anıtlar Kurulu ve Müze
Müdürlüğüyle birlikte yapılan çalışmaların sonucunda, yerinde tespit edildi,
rölöveleri çıkartıldı, bir kısmının sergilenebilir olduğuna karar verildi, Müzeye
taşındı, ama büyük bir çoğunluğu kaldırıldı ve yerine dolgusu yapıldı. Şimdi
160
de bunun üzerine kazı devam edecek. Üsküdar’da bir şapel yapısıyla
karşılaşıldı. O şapel yapısı da istasyon projemizin dışında. Onun da kazısı
yapıldı, açığa çıkartıldı. Onun akıbetiyle ilgili Kurul ve Müze Müdürlüğü
birlikte karar verecekler, bunun yerinde korunması veyahut da, belki
rölövesinin hazırlandıktan sonra kaldırılmasına ilişkin, burası beklemede.
Ama, dediğim gibi, bu inşaatla ilgili bir husus değil. O yapılacak yan yollar
sırasında bulunmuş bir yapıdır. Esas kutunun içinde kalmıyor yani istasyon
box’ının içinde kalmıyor.
Sirkeci’de iki giriş noktamız var, iki de şaft alanımız var. Bu iki girişin bir
tanesinde, ki bu Ankara Caddesi üzerinde, Valilik önündedir, burada yaklaşık
4 - 5 metre kotunda, yani derinlikte bir kazı yapıldı. O kazı içerisinde yine
rölöveler çıkartıldı. Burada da şu ana kadar çıkmış olan buluntuların yerinde
korunmasına dair herhangi bir karar yok, ne Müzeden, ne Kuruldan. Ama,
tabii, alt kota kadar gelinecek, yaklaşık 10, 12 metre kadar daha kazılacak
burası ve nihai karar buna göre verilecek.
Bizim en büyük sorun yaşadığımız alan Yenikapı oldu. Yeni kapı’da, bu sizin
demin söylediğiniz husus, bence çok doğru. Yenikapı’da bir TCDD aktarma
istasyonumuz vardı planlanan. Yenikapı İstasyonunun batısındaydı, fakat
burada çıkmış olan Roma, Bizans Dönemi buluntularından ötürü, Kurul
kararıyla bu istasyon iptal edildi. Dolayısıyla, ben Marmaray’ın arkeolojik ve
tarihi yapılaşmaya zarar getirdiğini değil, tam tersine, bunun, bu envanterin
ortaya çıkmasına büyük katkıda bulunduğunu düşünüyorum ve ciddi
anlamda birtakım fedakarlıklar yapıldığına da inanıyorum. 2004 - 2007 yılı
bitmek üzere, yaklaşık 3 - 3.5 seneden beri, biz arkeolojik kazıya devam
ediyoruz ve her noktasında Müze Müdürlüğüyle ve Kurul üyeleriyle birlikte
çalışıyoruz.
OTURUM BAŞKANI- Peki, çok teşekkür ediyoruz. Buyurun.
ALİ RIZA NURHAN- Benim de geçmişten hatırladığım Projenin çeşitli
sunumlarında, istasyon alanlarının yakınlarında otopark alanlarının olacağı
161
öngörülüyordu ve bunların planlaması da yapılıyordu. Hatta bunların,
entegrasyon adına otobüs duraklarının yer seçimleri de yapılmıştı, o
projelerin eski haliyle. Şimdiki halinde de bu araştırmalar devam ediyor mu?
Birincisi bu. İkincisi de, bu istasyon çıkışlarından sonra 75 000 kişiden
bahsediyoruz, her istasyondan ne kadar kişi çıkacak, onu bilmiyorum ama,
bunun kente vereceği etkileri de hesaplayarak bir kentsel tasarım,
Belediyelerle ortak bir çalışma yaparak kentsel tasarım çalışmaları yapıldı
mı?
ZEYNEP SİNDEL BUKET- Çok teşekkür ediyorum, bu da bence güzel bir
soru. Bizim işveren şartnamesinin kilit gereksinimlerinden bir tanesi de bizim
AMP dediğimiz “Architectural Master Plan” adı altında, yüklenici firmadan
talep ettiğimiz çalışma. Bu da ne? İstasyon bölgelerinde bir kentsel tasarım
çalışması gerçekleştirmesi. Tabii, yüklenicinin bunu münferiden sürdürmesi
mümkün değil, çünkü Büyükşehir Belediyesiyle birlikte bu adımların atılması
gerekiyor. Nitekim, hem Üsküdar için, hem Yenikapı için, birinde Üsküdar
Belediyesi, bir diğerinde de İstanbul Büyükşehir Belediyesinin üstlendiği
farklı kentsel tasarım projelerine entegre olmaya çalıştık. Üsküdar’da,
mesela, bu Üsküdar - Ümraniye hattıyla birlikte bir “Yeraltı Meydanı Projesi”
var. Bir kentsel tasarım Projesi bu. Bu Proje kapsamında da bir yeraltı
otoparkı planlanıyor. Bunu Büyük Şehir Belediyesi üstleniyor. Aynı zamanda
da, raylı sistem projesinin yapımı bitmezse öngörüsüyle birtakım otobüs
durakları taleplerimiz oldu ve bizim hazırladığımız bu ön kentsel planlara
bunu da dahil ettik ve biz bu lokasyonları, mesela, Büyük Şehir Belediyesine
teklif edeceğiz.
Yenikapı için, zaten İstanbul Büyük Şehir Belediyesi bir kentsel tasarım
projesi geliştirdi. Hem istasyon bölgesinde, hem, demin söylemiş olduğum,
iptal ettiğimiz TCDD İstasyon zonunu da kapsayan, büyük ölçekli bir proje.
Bu proje içerisinde, bu Park and Ride’lar da öngörülüyor ve o Yenikapı’da
biraz daha farklı birtakım öngörüleri var Belediyenin. Mesela, yayalaştırma
projeleri var, karayolu tünelinin Kenedi Caddesi’ne bağlantısı öngörülüyor.
162
Orada, oldukça farklı birtakım projeler var. Biz de bu proje içerisine entegre
olmaya çalışıyoruz. Tabii ki kentsel tasarım projeleri yapılıyor.
OTURUM BAŞKANI- Peki, çok teşekkürler.
Marmaray, tabii, sadece Boğaz’ı geçen bir proje olarak değil, İstanbul’un
gelecekteki raylı sistem ağının omurgasını oluşturacak bir Proje olduğu için
çok önemli. Yine Marmaray kadar çok tartışılan başka bir Boğaz Geçişi
Projesi de Üçüncü Köprü Geçişi ve onunla bağlantılı çevre yollarıyla ilgili
çalışmalar. Sanıyorum bu konuda Hikmet Bey ve Metin Beyler bize bazı
açıklamalarda bulunacaklar. Buyurun.
METİN KÜÇÜKOĞLU- Teşekkür ediyorum. Aslında ben konuşmamı
Marmara Bölgesindeki Büyük Projeler olarak düşünmüştüm. Öncelikle
oradan başlamak istiyorum, müsaade ederseniz, çünkü İstanbul gerçekten
çok büyük bir şehir ve nüfus bilimcilerin söylediğine göre gidişat 22-23
milyonlara doğru gidiyoruz. Bunu önlemenin yollarından bir tanesi, bize göre,
Marmara Bölgesinin bütününün planlanmasından geçer, diye düşünüyoruz.
Bu çerçevede de bizler, Karayollarında çalışanlar olarak, Marmara
Bölgesindeki ulaşım planlamalarının önemli
bir bölümünü 1/25 000’lik
düzeyde de olsa tamamladık. Bazılarını detay olarak çalıştık. Bunlardan
bahsetmek istiyorum öncelikle isterseniz.
Bizim “Üçüncü Geçiş Projesi” dediğimiz Proje aslında Kuzey Marmara
Otoyolu olarak düşündüğümüz Projenin bir bölümü. Kınalı’dan başlıyor,
İstanbul Boğazı’nı geçtikten sonra da, Sakarya Akyazı’ya kadar uzanan bir
Proje. Toplamı 245 km ve yaklaşık 100 km civarında da bağlantı yolu var.
Tabii ki, en önemli bölümü, İstanbul Boğazı Geçiş bölümü. Burada da,
herkesin bildiği gibi, altı tane alternatif üzerinde detay çalışmalarımızı yaptık.
Bir de en kuzeyde Garipçe Poyraz hattımız var. Bu kararı çok yakında
Hükümetimizin vermesini bekliyoruz.
Bir başka projemiz bizim, üzerinde çok önemle duruyoruz ve biraz da
genişçe bahsedeceğim ondan. İstanbul-Bursa-İzmir Otoyolu, Körfez geçişi
163
olarak adlandırdığımız Proje, bu İstanbul-Bursa Otoyolunun bir bölümü.
Gebze’den başlıyor Projenin başlangıç noktası, İstanbul’dan İzmir’i yaklaşık
420 km’lik bir otoyolla bağlamayı hedefliyor. Bu Proje tamamlandığında, en
büyük sonuçlarından bir tanesi bugün, İstanbul’dan Ankara’ya olan ulaşım
süresine eşit bir ulaşım süresiyle İzmir’e ulaşacağımız gerçeğidir. Tabii,
bunun sağlayacağı başka gelişmeler var. Buna tekrar geri döneceğim.
Bir başka Projemiz de, Kınalı’dan başlayıp Tekirdağ, Malkara, İpsala’ya
ulaşan bir Otoyol Projesi. Biz bu Projeleri niye yapıyoruz? Öncelikle onu
söylemeyi unuttum. Aslında 15 000 km kadar bölünmüş yol yapıyoruz. Ama,
bölünmüş yolların bir gerçeği var ki, kapasiteleri otoyollar kadar değil. Rahat
bir bölünmüş yolda seyretmek istersek, bizim oradaki trafiğimizin günlük 3035 000 olması gerekiyor. Bunun üzerindeki her rakam, trafik kazalarına
sebebiyet verecek rakamlardır. Bizler de geleceğe yönelik bunların çok rahat
aşılacağını biliyoruz. Kaldı ki, Batı bölgelerindeki, şu anda bölünmüş yollar,
kapasitelerine yaklaşmış durumda. Türkiye’deki araç sahiplenme oranı binde
91 civarında, ki bu çok düşük bir rakam. Avrupa ortalamaları 300 - 500’ler
civarında. Bunun da çok artacağını bekliyoruz. Dolayısıyla, bu otoyol
planlamalarını şimdiden planlamanın ve zamanı gelince de hayata
geçirmenin bir gerekliliği var. Kınalı-Tekirdağ-Malkara-İpsala Otoyoluyla
bizim hedefimiz, Yunanistan’ın bugün yapmış olduğu 680 km’lik bir Egnatia
Otoyolu Projesi var, ki İpsala’dan başlıyor ve İtalya’nın karşısında Adriyatik’te
bitiyor. Yakın gelecekte, belki de Türkiye’nin Avrupa ulaşımı bu otoyol
üzerinden de sağlanabilecektir, öyle bir imkan var. Biz de bu otoyolla entegre
olmayı hedefliyoruz.
Yine, bir başka Otoyol Projemiz, bu sefer Bulgaristan’ı Çanakkale üzerinden
Anadolu’ya bağlama hedefi. Bu Havsa-Malkara-Çanakkale Otoyolu Projesi
ve devamındaki Çanakkale geçişi, Çanakkale-Edremit-İvrindi-Savaştepe
Otoyolları.
Bu
otoyollarla,
Karayolları
olarak
bizim
hedefimiz,
Batı
Anadolu’daki Avrupa ulaşımını İstanbul hinterlandına uğramadan Çanakkale
üzerinden sağlamak. Bir ikinci hedefimizse, özellikle İstanbul-Bursa-İzmir
164
trafiğinin yoğunluğunun, İstanbul’un Batı Yakasında oturan kullanıcıların
Çanakkale güzergahı üzerine yönlendirilmesi. Bu büyük bir hedef. Bunun
üzerinde çalışmalarımız, dediğim gibi 1/25 000’lik seviyesinde tamamlanmış
durumda.
Ben buradan tekrar İstanbul-Bursa-İzmir Otoyoluna dönmek istiyorum,
çünkü, bilindiği gibi, İstanbul gerçekten hızla büyüyor ve İstanbul
Metropoliten
Planlama
Bürosu,
ondan
çıkan
sonuçlar,
İstanbul’un
dayanılmaz bir trafik yükü altında kaldığını, nüfusun çok hızlı arttığını, bunu
önlemenin yollarının bulunması gerektiği sonucunu çıkartıyor. Bizler bu
çalışma esnasında, şöyle bir şey tespit ettik: Eğer Gebze’den Bursa’ya bir
bağlantı yapabilirsek ve bunun üzerine bir de raylı sistem koyabilirsek, ki
hedeflerimizden bir tanesi budur, İstanbul’daki bazı aktiviteleri, İstanbul Bursa arasına yayabiliriz. Çünkü, Gebze’nin karşısına baktığımızda, çok
büyük bir yerleşim yok, ama İstanbul’a çok yakın bir yer. Mesela, bir örnek
vermem gerekirse, Boğaz Köprüsünü eğer baz alırsak, bugün “Çatalca ne
kadardır?” dersek, bütün İstanbullular der ki: “Yahu, iki adımlık bir yer.” Ama
size “Yalova ne kadar bir yerdir” desem, herkes bir düşünür, çünkü 1, 1.5
saatten önce oraya geçmek mümkün değil. Yalova’nın Körfez Köprüsü
tamamlandığında İstanbul’a olan uzaklığı yaklaşık 70, 75 km olacak.
Buralara, bizim öngördüğümüz aktivitelerden bir tanesi, Haydarpaşa
Limanının, Topşor (00:37:49) İskelesinin bulunduğu yere taşınmasıdır,
çünkü
Körfez
Köprüsünü
yaptığınızda
ve
üzerine
bir
demiryolu
koyduğunuzda artık İstanbul’la entegre olmuşsunuz demektir.
Bir başka önerimiz, üçüncü Havaalanı düşünülüyor İstanbul’a. Konuşulan
yerlerden bir tanesi Terkos Gölü’8nün bulunduğu kesim. Yine Boğaziçi
Köprüsü eksenli baktığınızda, İstanbul’a olan uzaklığı 80 km’dir. Karşıya
geçin, Topçuların bulunduğu yere, buradaki Askeri Havaalanını düzenleyin,
alın size üçüncü Havaalanı. Hem Bursa’ya 60 km, hem İstanbul’a 65 km,
hem İzmit’e 65 km, hem Sakarya’ya 60-75 km. Tabii, bunun arkasına
yapacağınız yatırımlarla da İstanbul’a bir zon bölgesi yaratabilirsiniz.
165
Bir başka yaratacağınız nokta, örneğin Karasu’yla ilgili bir liman bağlantısı
düşünülüyor. Bizim Körfez Köprüsü ile ilgili hedeflerimizden bir tanesi,
Kocaeli’nin ulaşımı ile ilgili de burada bir problemi çözebiliriz diye
düşünüyoruz,
üzerine
koyacağımız
raylı
sistemle
bir
ring
metrosu
yaratabilirsek Kocaeli Körfezi’nin etrafında, bu da önemli bir proje olmuş
olacaktır. Bizim için iyi bir başarı olacağını düşünüyoruz.
Biz Karayolcular, yapacağımız bu tür önemli yapıların üzerinde artık,
“sadece bir karayolu geçişi olması gerekir” diye düşünmüyoruz, mutlaka
bunun tüm ulaşım sistemlerine hizmet etmesi gerektiğini düşünüyoruz ve
düşüncelerimiz ve çalışmalarımız bu yönde.
Evet, üçüncü geçişi size bırakayım mı? Ben, bu arada, bu konulardan
bahsederken, karşılaştığımız birkaç sorundan bahsetmek istiyorum. Tüm
kurumların karşılaştığı sorunlardan bir tanesi, kara ulaşımıyla ilgili olsun,
demiryolu ulaşımıyla ilgili olsun, en büyük sorun, kamulaştırma. Maalesef
bugün kamulaştırma bedeli, Türkiye’de yol yapım bedelinin üzerine çıkmış
durumda. Özellikle, son Kamulaştırma Kanunu düzenlemesinden sonra
karşılaştığımız durum, kamu menfaatinin zedelendiği şeklindedir. Bugün,
gerçek metre kare bedeli 50 - 100 milyon olan yerler, 350-400 milyon liraya
kadar çıkabilmektedir. Bunun nedenleri çok farklıdır ama, bunu çözmenin
yollarını bulmamız gerektiğini düşünüyoruz. Son düzenlemeyle zaten,
kamudaki tüm mallar Hazine malı sayıldı. Dolayısıyla, burada biz yeni bir
kurum öneriyoruz. Her kurumun tek başına kamulaştırma yapmaması
gerektiğini düşünüyoruz, çünkü, ben mesela, burada görev yaptım, bu benim
görevim değil, ama kurumda böyle bir komisyon oluşturuluyor, bu komisyon
kamulaştırma bedellerini belirliyor ve mahkemelerde de bu değerler her gün
artıyor. Bunun tam karşılığını bulamıyorsunuz, çünkü projelerin hayata
geçmesiyle, o bölgelerdeki değer artışları sizin kamulaştırmalarınıza aynen
yansıyor, hatta fazlasıyla yansıyor. O nedenle, belki, Türkiye’de taşınmazları
değerleyecek, düzenleyecek ve kamulaştıracak bir kuruma ihtiyaç var. Aksi
takdirde biz, bu projeleri yapanlar, kamulaştırmalar yüzünden, projelerimizi
166
istediğimiz şekilde gerçekleştiremeyiz. Size bir örnek vereyim: Örneğin,
Kuzey Marmara Otoyolunun kamulaştırma bedeli yaklaşık 2.5 - 3 milyar
dolar civarında. Projenin kendisi 4.5 milyar dolar, kamulaştırma bedeli buna
yakın bir bedel, ki bu ilk tespitlerdir. Demek ki bu projeyi hayata geçirmek için
çok büyük paralara ihtiyaç hasıl olacak.
Bir başka önerimiz daha var, müsaade ederseniz onu da söylemek
istiyorum. Bu Japonya’da uygulanan bir model, finansman modeliyle ilgili.
Orada gördüğümüz şey şu: Kavşak alanları ve istasyon alanları kanunla,
düzenlemesi, projeyi yapan kurumlara ya da idarelere, belediyelere veriliyor.
Örneğin, bir kavşak alanının yaklaşık 700-800 m’lik yarıçapını eğer belediye
veya kurum kamulaştırma ve düzenleme yetkisi olsa, bu alanlardan elde
edilecek alanların değerlendirilmesi, ki buraya konut yapılmaması lazım, en
büyük sorun insanların bir yerden bir yere gitmesi, insanları kavşak
alanlarında, istasyon alanlarında tutup çalıştırabilirsek, hem çok büyük
kazançlar elde edeceğiz, hem de projelerimizi finanse edeceğimizi
düşünüyoruz. Örneğin, üçüncü geçiş üzerinde örnek vermem gerekirse,
Hastal Bölgesi ve karşı tarafta, Çengelköy’ün arka bölümleri, tamamen
kamuya ait bölgelerdir. Ama, biz şuna inanıyoruz ki, eğer bir düzenleme
yapılmazsa, kısa bir süre sonra, kamu hiçbir menfaat elde etmeden,
buralarda çok büyük yapılar oluşacaktır. Bunun örneği Ümraniye’deki tepe
üstüdür.
O nedenle biz burada, bu finansman modelinin, ulaşım projelerinde çok
büyük gelirler elde edeceğini düşünüyoruz. İyi değerlendirilirse, iyi çalışılırsa,
İstanbul için ve Türkiye için iyi projeler olur, diye düşünüyoruz.
OTURUM BAŞKANI- Hikmet Bey, siz de üçüncü geçişle ilgili 5 dakika
içersinde toparlarsanız seviniriz.
HİKMET
ERKUT-
(Karayolları
17.
Başmühendisi)- Günaydın herkese.
167
Bölge
Müdürlüğü
Trafik
Metin Bey resmi olanları anlattı, biraz da geleceğe yönelik olarak birtakım
tasarılarımızı
anlattı.
Hemen
söylemem
gereken
bir
şey
var,
biz
Karayollarında geleceğe yönelik projeleri oluştururken, kendimizi serbest
addediyoruz, bir çalışma düzeni oluşturuyoruz ve belli bir olgunluğa
geldiğinde de yukarılara sunuluyor. Çok büyük projelerde malum, siyasi
karar gerekiyor. Projelerden bazıları şimdi o aşamada duruyor.
Ben, biraz da yaşımın verdiği cesaretle, biraz emekliliği hak etmiş olmanın
verdiği cesaretle, gayrı resmi olanları söylemek isterim. Burada bulunuşumu,
tamamen bu noktadan hareket etmeme bağlı sayarım.
İstanbul’la ilgili, üzerinde çok çalışılan bir konu, çok tartışılan, çok kavgası
yapılan bir konu Üçüncü Çevre yolu konusu. Buna girmeden bir şey
söylemek isterim. Şu son “su” meselesi, bizim için çok önemli bir sinyali
ortaya koydu. Biz bu çalışmaları yaparken, Üçüncü Çevre yoluyla ilgili
birtakım kriterler ortaya koyduk. Bu kriterler, yaklaşık 10-15 kadar kriterler idi.
Bunların içerisinde teknik olanlar var, çevreye dahil olanlar var. Teknik
olanlar, zaten bir yol yaparken her zaman uyulması gereken kriterlerdir.
Çevreye dahil olanlar artık çok daha öne çıkarmamız gerekenlerdir. Burada,
kısaca, hemen herkesin anlayacağı bir şekilde söylemeliyiz: İstanbul’da,
TEM’in kuzeyinde, orman ve su kaynaklarımız var. Epeycesini telef ettiğimiz,
bir kısmı kalan orman ve su kaynaklarımız var. Bunları behemehal ve çok
acil bir şekilde korumamız gerekiyor, onlar üzerinde bir operasyona
girişilmesine asla müsaade etmememiz lazım geliyor.
Buralarda, konut yerleşimleriyle ilgili vahşi tasarılar var. bu vahşi tasarıların
önüne hep beraber geçilmesi lazım geliyor, herkesin dikkatini çekiyorum. Biz
araştırırız, bakarız, koridorları etüt ederiz, bu etütlerde o 10-15 tane kriteri
kullanarak çalışırız. Bunların içinde fiyatı da vardır, kamulaştırması da vardır,
taşıyacağı trafik, alacağı trafik hacmi de vardır, çevreye etkileri de vardır.
Çevreye etkilerini ön sıraya yazdık. Geri dönülemez, yerine konulamaz
şeyleri kaybediyoruz. O yüzden net olarak bir şey söylemek istiyorum,
168
burada
herkesin
huzurunda:
Biz
TEM’in
kuzeyinde
asla
bir
yol
yapmamalıyız. Açık ve net.
Üçüncü Çevre yolu bir ihtiyaç olarak görülüyor bizim tarafımızdan, kesin,
1998’in Aralık ayında Büyük Şehir Belediyesine resmen yazıyla, tekrar
söylüyorum, ‘98’in Aralık ayında Büyük Şehir Belediyesine Projemizi, İmar
Planlarına işlenmesi için resmen yazıyla gönderdik. 2007’nin sonuna
yaklaşıyoruz. Şimdi, bu kriterler göz önüne alınarak düzenlenmiş bir Projeydi
bu, ama İstanbul ulaşımına, şehir içi ulaşımına ne verecek diye bakmamız
gerekir. Bu bazdan baktığımızda ve başka endişeler bazından da
baktığımızda, biz ha babam Boğaz’ın üzerine köprü yapıp mı duracağız,
bizim başka işimiz gücümüz yok mu, diye de irdelemeliyiz. Bu noktada bir
optimizasyon var. Bu optimizasyonu gerçekleştirebilmek için kesinlikle bir
raylı sistemi de ihtiva eden köprü olması lazım geliyor. Olay hep köprüye
indirgendiği için söylüyorum, aslında biz bir yol yapıyoruz, köprü, bu yolun
üzerinde tünel gibi, viyadük gibi bir sanat yapısı neticede. Bunun üzerinde
mutlaka bir raylı sistem olması gerekiyor. Bizim bir güzergahımız var
bununla ilgili, çok net ve çok büyük bir gerçeklikle ortaya koyuyoruz bunu. Bu
raylı sistemin, Marmaray’ın eksik olan kuzey ringi olması gerektiğini
düşünüyoruz. Şimdi, herkes İstanbul’u aşağı yukarı bilir. Söylüyorum hangi
raylı sistemlerle kontak yapacağını. Bu raylı sistemlerin bir kısmı şimdi var,
bir kısmı da henüz yok ama projelendirilmiş vaziyette. Marmaray’dan
başlıyor, Kadıköy - Kartal hattında temas yapıyor, Üsküdar-Dudulu Hafif
Raylı Sistemi var Belediyenin, onunla bir kontak noktası oluşturuyor, mevcut
Taksim-Levent Metrosuyla kontak oluşturuyor, Edirnekapı-Sultançiftliği Hafif
Raylı Sistemi var, onunla irtibatlanıyor ve Esenler Otogarı’nda, Aksaray
Havalimanı Hafif Raylı Sistemi ile birleşiyor. Şimdi, bizim önerdiğimiz
Marmaray’ın Kuzey Tamamlayıcı Ringi diye adını ifade edebileceğimiz bir
Metro Sistemi, Boğaz bölümünde Üçüncü Köprü üzerinden geçerek, diğer
güzergahlar da, onun dışındaki bölümler de kendi güzergahını, var o
güzergah, kullanarak böyle bir ring teşkil edebilir.
169
Dolayısıyla, yapılmış ve yapılacak bütün raylı sistem hatlarının birleşik kaplar
gibi çok uygun çalışmasını da temin edebilir, diye düşünüyoruz. Bu, aynı
zamanda metroları kullanacak insanların, tabii ki, aynı zamanda karayolunu
kullanacak insanların, iyi bir toplu ulaşım seçeneğini tercih etmelerinde
önemli bir yardımcı olacak, diye düşünüyoruz. Bunun altını çizmek isterim.
Hemen söylemem gereken bir şey daha var, hocamın iznini alarak, fazla
uzatmayayım. Ulaşım Yönetimi İdaresi var. Bu can alıcı. İlk konuşmacı
hanımefendinin söylediğinde de Marmaray’da bir işletmeci kuruluştan
bahsedildi, çok haklı ve doğru olarak. İstanbul’da hep şikayet edilir, 17 ayrı
ulaşımla ilgilenen, bir şeklide resmi ilişkisi olan idare vardır, diye. Doğrudur,
hatta ilişkisi olmayanlar bile ilişkili hale geldiler son zamanda. Ama, biliyoruz
ki, büyük metropollerde, dünyanın her yerinde, Ulaşım Yönetimi İdareleri
vardır. Bunların her birinin farklı isimleri vardır ama, hatta her biri karbon
kopya gibi birbirinin aynısı da değildir, farklı özellikleri o ülkelere, şehirlere
göre vardır, lakin bunlarda iki ortak özellik görürüz. Bunlardan bir tanesi, bilgi
birikimine dayalı özerk idareler şeklinde tasarlanmıştır, yani bir kanunla
kurulmuştur, özerk idarelerdir ve o ulaşım bilgi birikimine sahip insanların
çalıştığı yerlerdir ve bir üst idare modeli olarak kurulmuşlardır, yani
sinyalizasyon tamirini bu idare yapmaz, ama genel olarak şehrin
sinyalizasyonundan bu idare genel hatlarıyla sorumludur. Bu idarelerin bir
başka özelliği, bunların bağımsız kanunla verilmiş finansman kaynakları
vardır, en ileri ülkelerde bile. Buradaki can alıcı nokta merkezi hükümetin
veya yerel idarelerin, iki dudağının arasından çıkacak lütuflara bağlı olmadan
bu şehirlerdeki ulaşımı idare etmeleri bakımından finansman gücüne sahip
olmaları gerekliliğinden kaynaklanır.
Şimdi, bunu İstanbul’a getirirseniz, şundan bundan bağımsız, merkezi
hükümet yöneticilerinden veya yerel yöneticilerden bağımsız, tamamıyla bu
konuda bilgi birikimi olan insanlardan oluşturulmuş, belli yönetim kurulu olan
ve teknik kurulları olan bir idareyi İstanbul’da süratle teşkil etmek lazım
geliyor. Bu idarenin para havuzundan, metroları işletirken yapacağınız
170
sübvansiyondan, işte falanca, filanca yerlere yapacağınız, projesi kurum
tarafından onaylanmış, ulaşım altyapısı yatırımlarına verilecek finansmana
kadar olan bütçeleri, paraları buralardan sağlamanız mümkündür diye
söylüyorum.
Teşekkür ediyorum.
OTURUM BAŞKANI- Çok teşekkür ediyoruz Sayın Hikmet Erkut’a.
Şimdi, tabii, bu noktada biz kendi aramızdaki görüşmelerden, aşağı yukarı
bildiğimiz bir şeyi Hikmet Bey bugün yarı resmi, ya da resmi olarak bir
anlamda tercihini de belirtmiş oldu. Aslında Karayollarının yaptığı çalışmalar
sonunda, bu 6 alternatif içerisinden, kuzey alternatiflerini desteklemediklerini,
ama buna karşılık şimdiki iki köprünün arasında, eskiden Arnavutköyle
Vaniköy arasında, bayağı da iyi etüt edilmiş olan güzergah üzerinde
durduklarını biz biliyorduk. Bugün bir anlamda bu da burada bir kez daha
açıklanmış oldu. Her ne kadar karar henüz verilmemişse de, Karayolu
teknisyenlerinin tercihi bu. Üst düzeyde Başbakan, yeni bağlantı yolunun
kuzeyden geçeceğini basında, bizim de okuduğumuz kadarıyla açıkladı.
Bu noktada ben Sayın İsmail Üstün’e dönmek istiyorum, Arnavutköylüler
Derneği, uzun süre Dernek olarak, semt girişimi olarak bu Karayollarının
üzerinde durduğu bu Arnavutköy - Vaniköy geçişine karşı tepkilerini belirttiler
ve bayağı da etkili oldu. Örnek bir semt girişimi hareketiydi. Bu konudaki
görüşlerini alalım İsmail Beyin.
İSMAİL ÜSTÜN- Teşekkür ederim.
Aslında biliyorsunuz, köprüde sembolleşen ulaşım modelleri üzerindeki
tartışma 1970’lerden bu yana yapılıyor. Ancak, 30 yılın üzerinde süren bütün
bu tartışmalarda yer alan kesimler, uzmanlar, meslek odaları, üniversite
temsilcileri, hükümet ve muhalefet partileriydi. 1998’den itibaren yeni bir güç
daha, yeni bir kesim daha tartışmaya dahil oldu, bu da İstanbullunun bizzat
kendisiydi.
Sıradan
halk
dediğimiz
ve
171
o
güne
kadar
görüşlerini
önemsemediğimiz, değer vermediğimiz bir kesim de sesini yükseltti ve bu
kesim de, değişik etkinliklerle ulaşımla ilgili görüşleri olduğunu ifade etti.
Bunu, Arnavutköy tabii, ‘98’den bu yana yaptığı bütün çalışmaları, kentte
duyarlı, diğer çeşitli kesimlerin, grupların desteğiyle gerçekleştirdi ve sonuç
olarak da 10 yıldan beri, yetkililerin de daha önceden açıkladığı gibi, hazır
olan detayları çeşitli ortamlarda topluma sunulmuş olan bir köprü projesi
gerçekleştirilemedi.
Bu Arnavutköy deneyimi bize şunu gösterdi: Artık konuyla ilgili tartışmalarda,
bugüne kadar önemsemediğimiz bir kesimi daha düşünmemiz, onların
görüşlerini de dikkate almamız gerekiyor. Tabii, yılların getirdiği alışkanlıklar
nedeniyle, Arnavutköylüler bu mücadeleler sırasında çok büyük zorluklarla
karşılaştılar. Müsaade ederseniz, birkaç anekdotla bu bellekleri tazelemek
ihtiyacı duymaktayım ben. Köprü ilk başta açıklandığı zaman 1998
döneminin Bayındırlık ve İskan Bakanının: “Üçüncü Köprü olacak, o kadar.
Sivil topluma soracak halimiz yok.” diye bir açıklaması olmuştu. Tabii, bunun
bir semt direnişine dönüşerek, İstanbul’da, Boğaziçi’nde gelişen bir
muhalefetin büyüyeceğini tahmin etmiyordu.
Daha sonra, aradan, biliyorsunuz 8 - 9 yıl geçti ve gerek medyanın
desteğiyle, gerekse de Meslek Odalarının, üniversitedeki bilim insanlarının
desteğiyle bu konu daha detaylı tartışılır hale geldi. Arnavutköylüler ne
yaptı? Ulaşımla ilgili yeni keşiflerde bulunmadı. İstanbul’da bugüne kadar
çok güzel çalışmalar yapmış olan, değerli birikimi, saydığım bütün bu
kesimlerin yaptığı birikimi altı ve aktarmaya çalıştı. Bunu aktarırken semt
halkının
bilinçlenmesini sağladı, medyayı
bilgilendirdi, o
dönemdeki
medyanın da ilgi göstermesiyle konu kamuoyunda daha çok tartışılır hale
geldi.
Ancak bütün bu olaylar sırasında, devletten, bürokrasiden olan şikayetlerimiz
de, tabii ki, hiçbir zaman azalmadı. Örneğin, bir dönem Bayındırlık Bakanlığı
Müsteşarını ziyaret ettiğimizde, köprüyle ilgili tartışmalar yaptığımızda,
172
“Köprü istemiyorsanız ata binin, Boğaziçi’ni yüzerek geçin” diye bize tepki
göstermişti. Kendisini, bir muhtemel tahribatı görmesi için Arnavutköy’e
davet ettiğimizde, “Ben Arnavutköy’e, Boğaziçi’ne gelirsem, buldozerimle
gelirim.” demişti. İşte, bu tür tepkiler yaşadık. Başka bir dönem, bir
Bayındırlık Bakanımız: “4, 5 kişinin Arnavutköy’de keyfi kaçacak diye,
İstanbul’daki büyük prestij projelerinden vazgeçemeyiz.” demişti. Bilinçli ya
da bilinçsiz olarak Arnavutköylüyle İstanbulluyu karşı karşıya getirme hedefi
gerçekleşmedi,
çünkü
Arnavutköylü
sadece
kendi
semtinde
değil,
Boğaziçi’nin hiçbir yerinde köprünün olmamasını söylemekteydi ve bu da
tabii, büyük bir destek gördü.
Sayın Haluk Gerçek’in ve birçok öğretim üyesinin ve meslek odası
temsilcilerinin de katıldığı büyük bir toplantıyla Türkiye Büyük Millet
Meclisinde ilk kez bütün parti temsilcilerinin de bulunduğu ulaşımla ilgili bir
toplantı yapıldı. Köprü konusu tartışıldı ve çeşitli partilerin desteği alındı.
Arnavutköylü ne yaptı? Sadece bunun bir ulaşım sorunu olmadığını,
İstanbul’a sahip çıkma sorunu olduğunu gördü. Tarihi ve kültürel değerlerin
farkına vardı. Onları korumanın ne kadar önemli olduğunu fark etti. Kentlilik
bilinci gelişti. Daha sonraki birçok İstanbul’un değişik semtlerinde yapılan
etkinliklerde Arnavutköylüler gibi biz de başarabiliriz söyleminin sık sık
kullanıldığını gördük.
Tabii, bu dönemde topluma duyarlı kesimden, dediğim gibi üniversitelerden,
medyadan gördüğümüz desteği bürokrasiden, Bakanlıktan göremedik.
Örneğin, 1999 yılının başında, dönemin Bakanı Ali Ilıksoy’u ikna ettik,
Arnavutköy’e gelmesi için, Karayollarındaki arkadaşlar Bakanın gelmesini
engellemeye çalıştılar. “Arnavutköylüler birkaç temsilciyle Karayollarına
gelsinler, biz onları proje konusunda bilgilendirelim. Bizim onların ayağına
gitmemiz doğru değil” dediler. Bakanın bu ziyareti sırasında bütün
Arnavutköylülerin önünde ve medya temsilcilerinin bulunduğu bir ortamda,
Arnavutköylüler üçüncü köprünün muhtemel tahribatını anlatmaya çalışırken
Karayollarındaki arkadaşlar “4. ve 5. köprüyü de yapacağız” dediler.
173
Dolayısıyla, İstanbul’da, çevre sorunlarına, su havzalarına, ormanlara, doğal
yapıya duyarlılıkla ilgili çelişen, son dönemde çok sayıda örnekler gördük.
Birçok televizyon tartışma programlarına katıldık. Birkaç toplantıdan ve
televizyon yayınından sonra, Karayolları Genel Müdürlüğü, Arnavutköylülerin
yer aldığı tartışma programlarına katılmayacağını ifade etti. Böylesine bir
kopukluk, yapılan projeleri halka aktarmama, yansıtmama çok dikkati
çekiciydi. Oysa, Arnavutköy’de, yine 1999’lu yıllarda, Ulaştırma Bakanlığına
yaptığımız rica üzerine Marmaray Projesi ilk kez halka aktarıldı. Bir kahve
toplantısında, sıradan insanlara İstanbul’u ilgilendiren Yüzyılın Projesi
denilen bir Proje çok detaylı ifade edildi.
Oysa, bu durum Karayollarının köprü projeleriyle ilgili geçerli değildi. “Ben
gelirsem, buldozerimle gelirim” anlayışı değişik üsluplarla çok defa karşımıza
çıktı. Aradan sekiz yıl geçti, bugüne kadar köprü yapılamadı. İşte, bu
toplantıda
da
tekrar
Arnavutköy,
Vaniköy
güzergahıyla
ilgili
ısrarı
belirtilmekte. Bu projenin detaylarını merak ediyorsanız, Internet’te Vecdi
Diker Grubunun sayfasına girdiğiniz zaman detaylı bilgileri elde etmeniz
mümkün. Ne yapmamız gerekiyor?
Vakit kısıtlı olduğu için çok daha fazla yapılan çalışmaları tekrar size
anlatmak istemiyorum. Bunların çoğunu siz de takip ettiniz, biliyorsunuz.
Kentlilik bilincini geliştirmemiz gerekiyor. İstanbul’a sahip çıkma duygusunu,
ruhunu arttırmamız gerekiyor. Ancak, bu da kolay değil, çünkü, biliyorsunuz,
yapılan son araştırmalara göre İstanbul’un nüfusunun yüzde 60’ı kendini
İstanbullu hissetmiyor. Yaşadığı semte, bölgeye sahip çıkma konusunda
büyük bir zafiyet var. Bütün maddi, manevi olanaklarını, hemşeri dernekleri
aracılığıyla, memleketi saydığı bölgelere aktarıyor.
İstanbul bugün bir rant alanı, bir talan sahası olarak kabul edilmekte ve tarihi,
kültürel değerlerin önemi, ne yazık ki oldukça zayıf durumda. Bu talanı
durdurmanın modeli olarak, birkaç yıldan beri söylenen bir çözüm önerisini
ben tekrar bu toplantı vesilesiyle dile getirmek istiyorum: Yeni bir örgütlenme
174
modeline
ihtiyacımız
var.
Bizim,
bu
toplantılarda,
konferanslarda,
kitapçıklarda yer alan çok değerli birikimi, uygun bir dille halka aktarmamız
gerekiyor. Bununla ilgili bütün üniversitelerin, bilim insanlarının, meslek
odalarının, temsilcilerinin, semt örgütlerinin temsilcilerinin de yer aldığı bir
örgütlenme modelinin geliştirilmesi gerekiyor ve bu modelle kentimizde olup
bitenleri aktarmamız gerekiyor.
Bugün uzmanlar, üniversitedeki bilim insanları dahi, Belediyenin yaptığı
projelere ulaşmada, detayları elde etmekte de zorlanmaktalar. Bugün sohbet
ettiğiniz zaman, Yeditepe Tünel Projesinden bahsettiğiniz zaman, birçok
insan Marmaray gibi, sadece toplu ulaşım araçlarının geçebileceği bir tünel
projesi olduğunu zannediyor. Bırakın tahribatı, kente vereceği muhtemel
zararları, temel içerikle ilgili bile büyük bir bilgi eksikliği var. Bu nedenle, son
dönemde bazı üniversitedeki hocalarımızla birlikte yaptığımız bir çağrıyı
burada ben de tekrar dile getirmek istiyorum. Böylesine bir örgütlenme
modeliyle ilgilenmek isteyen arkadaşların da daha sonra bizlerle temasa
geçmesini rica ediyorum. İstanbul’un kurtulması, ancak, İstanbulluyu devreye
sokmamızla gerçekleşebilecek. Bugüne kadar ki bürokraside, özellikle
Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Kurumunda gördüğümüz anlayışla, sorunların
çözümünün de gerçekleşmeyeceğine inanıyorum. Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Çok teşekkür ederiz Sayın İsmail Üstün. Şimdi, bu
noktada ben Sibel Hanıma söz vereceğim ama, önce sadece bir cümle
olmak üzere Hikmet Beyin bir ekleme yapması mümkün.
HİKMET ERKUT- Teşekkür ederim. Tabii ki, bütün arkadaşlarımızın,
insanların görüşlerine büyük saygı duyuyoruz. Sadece bir düzeltme yapmak
için söz aldım.
Takdir etmek lazım gelir ki, projeler belli bir onay safhasından geçmeden,
işte arazi spekülasyonları filan gibi şeylere de meydan vermemek
bakımından çok halk önünde tartışılamıyor. Böyle kanuni engeller de var.
Ancak, Bakandan izin alarak, yanılmıyorsam 2000 yılıydı, Intertrafik Avrasya
175
Fuarının, İstanbul’da açılan Trafik Fuarının 1. sinde, ilk defa bir uydu
fotoğrafı üzerine konmuş bir yol görüntüsüyle ve bilgisayar ortamında Trafik
Fuarı günleri boyunca, dört gün boyunca, ilk defa İstanbullulara bu projeyle
ilgili bilgi verdik. Bu Rumeli Fuar Merkezinde oldu. Tarih de 2000 yılı idi,
yanılmıyorsam. Olabildiği kadar geniş insan kitlesine bunu duyurmaya
çalıştık. Resmi prosedürler nedeniyle, diğer kurumları da, resmi kurumları da
bağlayan bir şeydir bu, yani projeler onaylanmadan, mesela, bizim için
konuşmak gerekirse, imar planına işlenmeden koridor, bunu paylaşmak
mümkün olamıyor, tamamen kanuni prosedürlerle oluyor. Bunu da belirtmek
istedim.
Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz.
Evet, Sayın Sibel Köylüoğlu, World Resource Institute’den.
SİBEL KÖYLÜOĞLU- İyi günler. Ben, Dünya Kaynak Enstitüsünün
Sürdürülebilir Ulaşım Merkezinde çalışıyorum. İstanbul’da Büyükşehir
Belediyesiyle, trafikte sıkışıklık ve trafikten kaynaklanan hava kirliliği
konularında.
Hikmet Beyin konuşmasını dinledikten sonra bir örnek vermek istiyorum.
Amerika ve Kanada arasında bir köprü yapımı söz konusu. Köprü, kararı
alındıktan sonra üç yıllık bir süreç yaşandı ve bu üç yılda iki konu çalışıldı.
Birincisi, köprüyü buraya yaparsak trafik akışını nasıl etkileyecek?, ikincisi de
köprünün çevre üzerindeki etkileri ne olacak? ve bu çalışmayı üçüncü
şahıslara yaptırdılar. Bu, hem Kanada Hükümeti tarafından, özellikle Kanada
tarafından gereken bir çalışmaydı. Merak ediyorum, bu üçüncü köprü
konusunda böyle bir Çevre Değerlendirmesi yapılıyor mu siz projelerinizi
hazırlarken?
HİKMET ERKUT- Evet, mutlaka yapılıyor. Bir ÇED Raporu hazırlanıyor. Bir
çevre değerlendirmesi zaten mecburi var.
176
SİBEL KÖYLÜOĞLU- Ama bunu siz yapıyorsunuz.
HİKMET ERKUT- Biz yapıyoruz, projenin çapına göre, çok büyük bir şeyse,
yani bizim ilgilenebileceğimizin dışında büyükse firmalar … (01:08:33)
SİBEL KÖYLÜOĞLU- Tabii, o zaman da bir soru beliriyor insanın kafasında.
Bir
Çevre
Değerlendirmesi
yapıldıysa,
hâlâ
üçüncü
köprünün,
su
havzalarının, ormanların içinden geçmesine nasıl evet demek mümkün?
HİKMET ERKUT- Asla yapmamamız gereken bir şey olduğunu söyledim. Bu
sorunun muhatabı, Karayollarında çalışan ve bunun olmaması gerektiğini
baştan beri söyleyen teknik insanlar değil de, tercih yapanlara bunu
yöneltmek lazım geliyor, diye düşünüyorum. Evet, bence de orman ve su
kaynaklarına asla dokunmamalıyız. Kuşların göç yollarına dokunmamalıyız.
Çok açık ve net. Başta söyledim, kendimi serbest hissettiğim için bunları
söyledim. Bilmiyorum, yeteri kadar açık mı?
SİBEL KÖYLÜOĞLU- Tabii, o zaman da yapılan Çevre Değerlendirmesinin
karar sürecindeki rolü ne? Yapılmış olmak için mi yapıyoruz, yoksa
gerçekten o da karar sürecinde göz önünde bulunduruluyor mu? Mesela,
Kanada’da eğer Çevre Değerlendirmesi olumsuzsa, ona baka baka,
veyahut, ona rağmen böyle bir karar almak söz konusu olamaz.
İsmail Beyin konuşmasını ilgiyle dinledim. İki buçuk yıldır İstanbul’dayım ve
benim Türkçe’de çok sevdiğim bir söz vardır: “Akıl akıldan üstündür.”
Sürdürülebilirlik konusunu ele aldığımızda, bunun en önemli prensiplerinden
biri de, paydaşları karar sürecinin içine sokmak, hatta karar süreci değil,
çözüm oluşturma sürecinde, tüm paydaşların yer alması da söz konusu.
Bence, biz Türkler, bunu demek ki yüzlerce yıl önce anlamışız, uygulamaya
geçirmekte biraz zorlanıyoruz. Örneğin, herkes tarafından kabul ediliyor,
“trafik İstanbul’un en büyük sorunu” diyoruz. Bakıyoruz, Hükümet büyük bir
toplantı yapıyor, Ankara’dan Bakanlar geliyor, vesaire, ama o toplantıda
üniversiteler yok, meslek kuruluşları yok, kendi kendilerine konuşuyorlar.
Büyük
konferanslar
yapılıyor,
bunu
üniversiteler
177
düzenliyor,
meslek
kuruluşları düzenliyor, Türkiye içinden ve yurtdışından uzmanlar getiriliyor ve
bu sırada bakıyorsunuz, Hükümetin o toplantıda varlığı ya çok zayıf veya çok
yok. Kısır bir döngü içine girmiş.
Bu diyalogu bir şekilde açmamız lazım. Bir kere, ulaşım sistemi bir sorun ve
gerçekten çözüm bulmak istiyorsak, tüm paydaşları bir araya getirmemiz
lazım. Bu, hükümet, endüstri, STK’lar, hizmet verenler, burada taksi şoförü
de konuşacak, otobüs şoförü de konuşacak, hizmet alanlar, öğrenciler,
alışverişe gidenler, çalışanlar, yani artık İstanbul’da trafik disfunctional, felç
olmuş. Bunu kendi kutularımızda, kendi çapımızda, kendi dar düşünce
çerçevemizde bakarak çözüm olmuyor. Dolayısıyla, bir şekilde ciddi anlamda
bir diyalog yaratılması lazım.
Artık İstanbul’u sevenler,
İstanbul’da
yaşayanlar olarak tümümüz bir araya gelip, ancak öyle adam gibi çözüm
üreteceğiz.
Ben size bir çevre projesinden bahsetmek istiyorum. Büyük mü, değil mi,
buna siz karar verirsiniz. Yaklaşık 1.5 yıldır Çevre Koruma Daire Başkanıyla
İstanbul’da
Emisyon
çerçevesinde,
Envanterini
İstanbul’un
araç
çıkartıyoruz.
parkını
Burada,
belirledik
ve
bu
o
çalışma
araç
parkı
çerçevesinde, geçen Kasım ayında üç hafta boyunca İstanbul trafiğinde
seyreden araçların emisyonlarını ölçtük. Bu egzoz borusundan çıkan
emisyonları bizzat ölçtük. Aynı zamanda GPS sayesinde o araçların
hareketliliğini de belirledik. Böylece İstanbul’da trafik akışı konusunda bir
resim
nihayet
ortaya
çıkmaya
başladı.
Raporlarımız
tamamlandı,
önümüzdeki birkaç ay içinde bu öğrendiklerimizi, bulgularımızı sizlerle
paylaşacağız.
Enteresan sadece birkaç şey koymak istiyorum ortaya. Birincisi, pik
saatlerde yollara baktığınızda araçların yüzde 80’i falan otomobil, binek
arabası. Taksi değil, binek arabası. Taksiyi ayrı tuttuk. Bu bana şunu
söylüyor, yani hepimiz artık işe arabayla gidip geliyoruz. Gidemeyenler de
otobüslere tıkılmış vaziyette. Bu enteresan ve bence çok düşündürücü.
178
Gerçi, diyeceksiniz, bu diğer ülkelerden çok daha farklı mı? Sao Paolo’ya,
Mexico City’ye falan baktığımızda, oralarda da yine yüzde 70, yüzde 80 gibi
oranlar görüyoruz ama tabii, onlar da aynı şekilde trafik konusunda
kilitlenmiş kentler.
İstanbul Araç Parkının CO2, karbondioksit emisyonlarına baktığımız zaman,
kilometre başına 330 gram falan gibi bir rakam çıktı, yani oldukça ciddi bir
rakam. Şöyle bir zarf arkası hesaplama yaptım ve Boğaz Köprüsünü ele
aldım. Yaklaşık 1.5 km olarak aldım onu. Serbest akış olduğu zaman 1
saatte 1 800 araç, bu, ulaşımcı arkadaşların bana verdiği bir rakam,
İstanbul’da da araç başına 1.7 kişi ortalama olduğunu düşününce, yaklaşık 3
000 kişi 1 saatte oradan geçiyor. Oradaki, o 1 800 arabanın geçişinden 900
kg CO2 çıkıyor. Bu az mı, değil mi, önemli değil.
Otobüslerimize baktık, İstanbul’daki otobüs parkı, kilometre başına 1 kg’ın
üzerinde CO2 salgılıyor, fakat aynı şeritte, 2 dakikada bir otobüs geçtiğini
düşünürsek ve bu otobüslerde ortalama 100 kişi olduğunu düşünürsek, ki bu
İstanbul’da çok da olağanüstü bir rakam olduğunu sanmıyorum, aşağı yukarı
aynı sayıda insan geçiyor o şeritten, yine o 1 saat içinde. Otobüs şeridinden
toplam 50 kg CO2 söz konusu.
Arabalardan 900 kg, otobüsten 50 kg. Şimdi, burada hata yaptığımızı
düşünelim, iki misli, üç misli, dört misli daha fazla olduğunu düşünelim.
Dolayısıyla, özellikle bugün, Türkiye’nin iklim değişikliği, kuraklık, vesaire gibi
sorunlarla karşı karşıya olduğunda, ulaşım politikalarında artık sera gazları,
diğer emisyonları da göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Teşekkürler.
OTURUM BAŞKANI- Çok teşekkür ederiz.
Şimdi, bu Yuvarlak Masa Toplantısı ve diğer toplantılar şehir plancıları
tarafından düzenlenmekle beraber, bu Yuvarlak Masa da henüz şehir
plancıları söz almadı, kısa bir görüş bildirme dışında. Biraz şehir plancılarına
dönelim. Orhan Demir’den başlayalım, Yüksek Şehir Plancısı. O ulaşım
179
konularında uzun süredir çalışıyor Şehir Plancısı olarak. Onun görüşlerini
alalım.
ORHAN DEMİR- Çok teşekkür ederim. Aslında benim büyük projem yok
şehir plancısı olduğum için. Onun için fazla da zamanınızı almayacağım.
Yalnız, tabii büyük projem olmadığı için de bir konuşma hazırlayarak
gelmedim buraya. Şimdi, Sayın konuşmacıları dinlerken, büyük projelerin
ortak özelliği nedir, diye kendi kendime düşünürken, biri dışındaki büyük
projelerin tümünün master planlarda yer almadığını fark ettim. Biz plancı
olarak bir şeyleri planlamaya çalışırken, tartıştığımız büyük projelerin
neredeyse tamamı planlarda yer almıyor. Biraz aklıma Nasrettin Hoca’nın
çok meşhur bir hikayesini getirdi. Cenazede giderken, tabutun kapağı
aralanır, içerden birisi çıkar: “Aman hocam, ben bayılmıştım, beni öldü
zannettiler, yıkadılar, şimdi de gömmeye götürüyorlar, beni ne olur buradan
kurtar.” Hoca bir adama bakar, bir kalabalığa bakar, “Bu kadar insana ben
nasıl laf anlatacağım” diye düşünür ve dönüp der ki: “Sen ölmüşsün, haydi
Allah Rahmet eylesin, gir tabutun içine.”
Bizim planların durumu da biraz buna benziyor. Planlar bir yandan yapılıyor,
ama uygulamaya gelince o kadar çok çıkar grubu ve o kadar çok kafasında
proje olan insan var ki, herkes bir ucundan çekmeye başlayınca maalesef
planlar kısa sürede artık kullanılmaz hale geliyor. Şimdi, tabii, herkesin
kafasında büyük proje olması çok iyi bir şey. Herkesin projesini yaratması,
katılımcılık açısından da çok iyi bir şey. Yalnız, bu büyük projeler, siyasi
erkite söz sahibi olan insanların kafasında olmaya başlayınca bazı tehlikeler
yaratmaya başlıyor.
Çok yaşadık bunun örneklerini. Genç arkadaşlarımız hatırlamazlar ama, ilk
LRT sistemi yapılırken, 1986 Ulaşım Ana Planında olan bir hattı ve İkitelli’ye
kadar uzatılıyordu. Ama para yetmediği için Otogarda kesildi, daha sonra
siyasi irade değişikliği Belediyede olunca, hat birden bire aşağıya döndü ve
şimdi hâlâ o yanlışları bir anlamda düzeltmekle uğraşıyoruz bir yandan, yeni
180
yanlışlar da başka yanlışlar doğuruyor. Tabii, ülke genelinden başlayan
hiyerarşik bir düzen içersinde bunlar planlanıp uygulanmadığı için de, biz
maalesef Ulaşım Ana Planının hazırlanması sırasında tartışacağımız şeyleri
böyle, kendi kendimize bu toplantılarda tartışıyoruz. Başka bir yerde de
Ulaşım Ana Planları hazırlanıyor tabii bu arada.
Böyle olunca, herkes her konuda da karar vermeye kalkışıyor. Sakın yanlış
anlaşılmasın, tenzih ederek söylüyorum ama, işte, Karayolları, ülkenin arazi
kullanım planları konusunda bir şeyler söylemeye başlıyor. “Limanı şuraya
alalım, üçüncü havaalanını buraya yapalım” demeye başlıyor. Hikmet Bey,
köprüden bahsederken, bir anlamda sevindirici gerçi ama, raylı sistemleri
planlamaya başlıyor. Marmaray’ın bağlantısını tamamlıyor. Dediğim gibi,
herkesin kendisinin projesi olması sevindirici şeyler ama, bunların hepsinin
bir plan içersinde, bir bütünlük içersinde ele alınıp, sonra da böyle
tartışılmaması gerekir, diye düşünüyorum. Çok teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Çok teşekkür ederiz Sayın Orhan Demir.
Şehir Plancıları Odası adına görüş bildireceksiniz herhalde. Ben burada plan
kavramı karmaşası var. Sayın Orhan Demir’in de belirttiği gibi, Ulaştırma
Ana Planı İstanbul’un şu anda yapılmakta. Önümüzdeki Kasım ayında
bitecek kısmet olursa. Ama büyük projelere de karar verilmiş durumda. Dün
de burada belirtmeye çalıştım. Bu projeleri kendi planına dahil edecek mi,
yoksa başka yeni büyük projeler mi çıkacak, o konuda henüz bilgimiz yok.
Ne düşünüyorsunuz bu konularda.
ALİ RIZA NURHAN- Bir Şehir Plancısı olarak ya da Odanın görüşü olarak
da belirteceksek, Orhan Beyin kaldığı yerden devam etmekte fayda var.
İstanbul’un üst ölçekli planlarının, bir kademeli planlama birlikteliğiyle ele
alınarak en alt ölçekteki uygulama planlarına kadar bütünlüğü sağlanmadan
ve bu planlar içinde yer alan planlama kararları ve yer seçim kararlarını
birbirine endekslemeyen ulaşım kararları olduğu zaman, kendi kendine yeni
sorunlar ortaya çıkartıyor.
181
Aslında konuşmama başlamadan önce Metin Beyin ve Hikmet Beyin
konuşmalarıyla ilgili bir değerlendirmem var. Karayolcu arkadaşların -halk
deyimiyle söylüyorum-, raylı sistemi öne çıkartır şekilde konuşması
gerçekten sevindirici ve iyi bir gelişme olarak düşünüyorum. Metin Bey bunu
söyledi, ben Metin Bey söylerken, inşallah kişisel görüşü değildir, Kurum
görüşüdür diye düşünürken, Hikmet Bey peşinden, “Benim korkum yok,
kişisel görüşüm” gibi söyledi. Gerçekten Kurum görüşü mü, onu merak
ediyorum, yani Ulaşım Bakanlığına bağlanmakla birlikte böyle bir kabuk
değişimi mi oldu, onu merak ediyorum. İkincisi, açıklamalarınızdan,
Marmara’da yapılacak bir dolu projeden bahsettiniz. Bu projeler Üçüncü
Köprünün gerekçesi olan şehirlerarası trafiğin, bir anlamda, İstanbul’un
üzerinden alınması sonucunu ortaya getiriyor. Dolayısıyla, üçüncü köprüye
gerek kalmıyor. Şimdi burada, o projelerle beraber Üçüncü Köprü, raylı
sistemi içerse de, gereksiz hale geliyor mu, gelmiyor mu, bu projelerin bir
bütünlüğü, birlikteliği, Karayolları içinde ya da Müdürlük içinde değerlendirildi
mi, onu merak ediyorum. Üçüncü köprünün raylı sistemi de içermesi, acaba
şu düşüncenin devamı mı: Karayolu olarak kamuoyu buna tepkili, Üçüncü
Köprüyü yapamayacağız, raylı sistem de olsa içinde acaba gerçekleşir mi,
düşüncesi de etkili mi acaba diye ben notları almışım. Bunların cevabını
konuşmamdan sonra da alabilirim.
Büyük yatırımlar deyince, aslında İstanbul bağlamında baktığımızda, büyük
yatırımları iki grupta toplamak gerekiyor.
Birincisi, noktasal olarak bunları tasarlayanların ve düşünenlerin kendisinin
büyük olduğunu düşündüğü projeler. Kentin içinde noktasal planlama
kararlarıyla, ayrıcalıklı imalatlarıyla beliren planlama kararları. Bunların
büyük bir kısmı kentin çeşitli yerlerine serpiştirilmiş şekilde alışveriş
merkezleri. Bir plan bütünlüğü içinde olmayan merkezler. Mesela, bunun
dışında, kişilerin girişimleriyle elde edilen bu şeylerin dışında, bir de
Belediyenin ve merkezi hükümetlerin de aldığı büyük yatırım kararları var.
Mesela, kamuoyunun çok tepki gösterdiği Haydarpaşa, Galata Port, Sea
182
Port gibi bir dolu konu var. Mesela, Formula 1 yarış pisti. Havza alanının
içinde 18 delikli golf alanlarının olması, Olimpiyat Stadı gibi birtakım noktasal
şeyler de İstanbul’un kent ya da metropol bütününde bir planlama kararıyla
üretilmemiş ve kendiliğinden yer seçimleri belirlenmiş büyük yatırımlar.
Demin dediğim gibi, bunları tasarlayanlar için büyük yatırımlar.
Dolayısıyla, bunların yer seçimleri, sadece o kişilerin girişimleriyle belirlendiği
için, İstanbul’un içindeki ulaşım etkileri, hiçbir şekilde hesaplanmamış ve
İstanbul’a ulaşım maliyetleri ortaya konmamış. Sonrasında baktığımızda,
ortaya çıkan gelişme şu: Yatırım yapılmış, bitmiş, halk buraya ulaşamıyor,
haydi çevre yolu yapalım. Olimpiyat Stadına ulaşmak için çevre yolu
yapıyoruz, Formula 1’e ulaşmak için çevre yolu yapıyoruz. Mesela, Tuzla’da
bir Roro Limanı yapılıyor. Kişisel bir yatırım, ama ona ulaşmak için çevre
yoluna bağlamak için ayrıca bir çevre yolu yapmaya çalışıyoruz. Bunların
bütün maliyetleri tekrardan kamuya mal oluyor. Dolayısıyla, halk bunları
kendi cebinden finanse ediyor. Büyük yatırımı yapan büyük kazanıyor, ama
halk bunun bedelini ödüyor. Öyle de bir gerçek var İstanbul’da.
Altyapı konusunda Türkiye olarak çok başarısızız. Mesela, ben gençliğimde,
öğrencilik dönemimde, Kutluköy Toplu Konut Planında çalışma şansı
buldum. O dönemde planlama çalışmaları yapılırken, Toplu Konutun içinde
20 metrelik, 25 metrelik, 30 metrelik yollar ayrıldı ve biz, İstanbul’da şu ana
kadar bulunmayan yol genişlikleri, E5 bile bu kadar geniş değil, hani Toplu
Konutun içinde çok da fazla yoldan dolayı alan kaybı oluyor, daraltsak mı
diye düşünürken, şu anda o yolların Toplu Konut için yetmediğini görüyoruz.
Ama, bir diğer konu, Toplu Konuta, içindeki araç trafiği için bu kadar geniş
yol ayırırken, o Toplu Konut alanını TEM yapılana kadar ve Havaalanı
Kavşağı yapılana kadar kente bağlayamadık. Herhangi bir toplu taşım
sistemi ya da karayolu sistemiyle yapamadık bunu.
183
Hep böyle alınan noktasal plan kararları üst ölçekten bağımsız olarak ve
İstanbul’un fonksiyon dağılımı göz ardı edilerek alınmış kararlar. Birincisi,
ulaşımın dışındaki büyük yatırımlar anlamında bunları söyleyebiliriz.
Ulaşım adı altında büyük yatırımlar diye baktığımızda, üçüncü köprü ve
deminden beri konuştuğumuz ve hiç konuşmadığımız Marmaray’a alternatif
olan Araç Geçişli Tüp Boğaz Geçişi. Bunların getirilerine baktığımızda, çok
daha vahim sonuçlar, yani noktasal planlama kararları belki çevresiyle
önemli tahribatlar getiriyordu ama, Üçüncü Köprü ve bu Tüp Araç Geçişi,
İstanbul’un
geneline
büyük
tahribatlar
getirecek.
Bunu
nasıl
değerlendirdiğimize baktığımızda, Birinci ve İkinci Köprünün İstanbul’un
makro formuna yaptığı katkıları ortaya koyarsak belki değerlendirebiliriz.
1950’li yıllarda İstanbul, tarihi yarımada ve Beyoğlu, kısmen Kadıköy,
Üsküdar’la sınırlıyken 1973 yılında, Birinci Köprünün açılmasıyla Kartal’dan
Bakırköy’e kadar lineer olarak gelişti. E5 hattıyla birlikte gelişti. Hafif de
Beşiktaş’a doğru bir gelişmeyi gerçekleştirdi. Tabii, burada İstanbul’a önemli
sayıdaki göçü ve bu göçün sonucundaki kaçak yapılaşmayı da göz ardı
etmememiz gerekiyor bu gelişmede. İkinci Köprüyle beraber İstanbul’un
makro formu, biraz daha kuzeye çıkarak, o zaman Taşlı Tarla diye anılan
Gaziosmanpaşa ve Bakırköy’ün üstündeki yerleşmeleri, Anadolu Yakasında
da Ümraniye ve Pendik, Kartal’ın kuzeyindeki yerleşmelerin daha çok
ulaşılmasını ve TEM’in de üzerine sıçramasına neden oldu ve dolayısıyla
İkinci Köprüyle beraber İstanbul’un doğal kaynakları olan su ve orman
rezervi büyük ölçüde kaybedildi. Dolayısıyla, bu kayıp, gözünüzün önünde
canlansın diye söylüyorum, 1950’li yıllarda Fatih Ormanı diye bilinen
ormanlar Sarıyer’e kadar geri çekildi. Anadolu Yakasında da Çamlıca’dan
hemen sonra başlayan ormanlar Ömerli’ye, Sarıgazi’ye kadar gitmiş
vaziyette. Ümraniye’de ormanla vatandaş arasında hâlâ devam eden davalar
var, bu alan orman diye. O alanların tamamı ormandı ve şu anda hepsi
tüketilmiş vaziyette ve Sarıgazi’ye, Ömerli’ye kadar geriye çekilmiş vaziyette
orman alanları.
184
Bu geriye çekilişi, su havzalarında da kayıplarla ödedik. Mesela, Elmalı Su
Havzası, şu anda rezervlerin dışına çıkartıldı, Küçükçekmece Su Havzası
rezervlerin dışına çıkartıldı. İstanbul’un su ihtiyacının yüzde 40’ına yakınını
sağlayan Ömerli’nin Paşaköy kolu kirlilikten ve kokudan yanından geçilmez
hale geldi ve Ömerli de, yakın bir gelecekte bu yapılaşma hızıyla devam
ederse elden gitmek durumunda.
Şimdi, Üçüncü Köprü yapılırsa, İstanbul’a etkisi ne olur. Bu gelişme trendiyle
baktığımızda, bence Ömerli’yle Sazlı Bosna Barajı arasında Boğaz hattı
haricinde, kesintisiz konut alanlarının gerçekleşmesi sonucu ortaya çıkar ki
Üçüncü Köprüyü gündeme getirirken bunu çok farklı düşünmek lazım.
Boğaz’dan geçen Araçlı Tüp Geçişi için de şu sonucu değerlendirmek lazım.
Burada Kaptan Hocam da var, önemle karşı çıkıyor, biliyorum, o projeye de.
Bu
projenin
gerçekleşmesi
durumunda,
tarihi
yarımadadaki
araç
pompalamamız nedeniyle, otopark ihtiyacının baskısı sonucu, kullanılmayan
tarihi nitelikteki yapıların tamamı yakılarak ya da yıkılarak otopark alanına
çevrilecek ve büyük bir kültürel değer kaybımız olacak orada. İkincisi,
Karayolcu arkadaşlarımızın da söylediği gibi, önemli olan insanların
ulaştırılması, araçların ulaştırılması değil. Dolayısıyla, raylı sistemin öne
geçirilmesi gerekiyor, diye düşünüyorum.
Daha sonra soru - cevaplarla açarız. Şimdilik bu kadar söyleyeceklerim.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz.
Şimdi Kevser Üstündağ, yine Şehir Plancısı olarak görüşlerini söylesin bize.
Sonra size tekrar döneceğim. Bazı sorular var.
KEVSER ÜSTÜNDAĞ- Tekrar merhaba diyeyim ben herkese. Aslında ben
buraya gelmeden önce, dün de bu Yuvarlak Masa Konseptinden çıkan
mantığı düşünmeye başladım ve dün buraya geldiğimde birçok yeni fikirler
ortaya çıktı. Tabii, bizim meslek deformasyonundan dolayı, akademisyen
olduğumuz için, önce bir içerik, önsöz falan hazırlıyoruz, ondan sonrasında
185
içeriğin birincisi, ikincisi, üçüncüsü geliyor. Sabah geldiğimde, Haluk Beyle
konuşurken, baktık ki Yuvarlak Masada sadece biz olacağız, yani şu anda
çizgi halinde olan, bu alanda çalışan kişiler. Hatta bununla ilgili de, düne
nazaran, “niye müşterimiz yok?”, diye de endişelendik. Bunun nedeni,
acaba, dün konutun ya da sosyo-ekonomik konuların konuşulması mıydı,
yoksa, her konuşmacının kendi grubuyla burada olması mıydı? Mahalle
derneklerinin, Arnavutköy Derneğinin burada olması da bizim için çok çok
anlamlı, ama bizim posterde yazdığımız “İstanbul buluşmalarında kentli de
davetlidir” sözünü kimse üstüne alınmıyor. Bu anlamda bizim iki gündür de
konuşmaya çalıştığımız ve ortak olarak dile getirmeye çalıştığımız bazı
kavramlar herhalde doğru yerlere iletilemiyor, diye düşündüm. Onun için,
büyük proje kavramını kavramsallaştırma adına, dünkü açılış ve çerçeve
konuşmasında Murat Güvenç’in belirttiği gibi, biz acaba bazı kavramların
üzerine takılıp, bazı projelerin adlarını anıp, içlerini boş mu bırakıyoruz? Bu
anlamda, dün konutu, sosyoekonomiyi, bugün ulaşımı ve sonrasında da
büyük yatırımları tartışacakken, hepsini hâlâ tek tek sektörler olarak
tartışmaya devam ediyoruz.
Burada konuşulanları, sektörleri tek tek ele aldığımız zaman, dünkü
Arnavutköy Derneğinden gelen arkadaşımız, Ayşen Yazıcı’ydı herhalde,
kendi mahallelerini, kendi bir aradalıklarını nasıl savunduklarına dair çok
güzel örnekler verdi. Biz büyük projeler derken, Marmaray’dan bahsediyoruz,
fakat bu Marmaray aslında, kendi başına ulaşım projesiyken, kentin asıl
nesnesi olan insanlara ne kadar yakında ya da onlardan ne kadar uzakta,
onun farkında mıyız? İşte, bu farkındalığı yaratmak aslında, bizim sadece
masalar üzerinde toplandığımız noktalarda değil, aslında bizim bu
anlaşılabilir dili, nasıl bir araya getirip, nasıl yazıp, çizip, hatta işte ben,
sesimin kısıklığından dolayı, yazıp çizmeye de başlamanın gerektiğine
inanıyorum. Birlikte nasıl, neler yapabiliriz, biraz bundan bahsetmek
istiyorum.
186
Dünkü kaygımız, Haluk Beyin de kaygısı şuydu, aynen benim dile getirdiğim
şeylerdi: Yan yana geliyoruz, ama bunu uygulamaya geçirdiğimizde, burada
unuttuğumuz kesim, aslında bizim şu anda çok azı yanımızda olan, bazı
dernekler, bazı sivil toplum kuruluşları ya da medya olabiliyor.
Bu anlamda, biraz kaygınızı azaltmak için, zaten hep birlikte bu alanda
çalıştığımız için, bir örnekten bahsetmek istiyorum, sonra yine kavramlar ve
dil olarak ulaşımdaki büyük projelere yeniden dönmek istiyorum. Bizim bu
anlamda, artık sokağa çıkmamızın zamanı geldiğine karar vermiştik. Buna
kim karar verdi? Akademisyenler ve sadece yatırımı sıfır olan, yani
gönüllülük usulüyle, hani büyük projeler dediğimizde, tek tek tanımlamaya
başladığımızda, büyük projeler, aslında, acaba yatırımlarıyla mı, bütçeleriyle
mi büyük bir proje oluyor, ya da alanlarıyla mı, ya da kent planında alınan
kararlarla mı, büyüklerin aldığı kararlarla mı büyük proje oluyorlar? İşte bu
büyük projeleri nasıl biz küçük adımlarla başlatabiliriz, bundan size biraz
bahsedeceğim, çünkü her büyük proje, dünya turları bile, küçük adımlarla
başlıyor. Aslında biz, bu kavramsallaştırdığımız ve bugüne kadar kaynakların
adil dağıtımından, plancı olarak, üzerimize düşen tüm görevleri, inşaat
mühendisleri olarak, trafikteki akışın sağlanması için yaptığımız bütün
hesaplamaları ortaya koyuyoruz, ama bunların ortaya konma nedenleriyle,
sonuçta kapısının önüne çıkan bir yayadan, ya da evinin kapısını açtığında
kapısının önüne çıkamayan, arabalarıyla park etmiş, bütün şehri işgal altında
olan, şu anda bu toplantıya gelirken bile kendimize karşı sebep olarak
bulduğumuz, tek önemli sebebimiz “trafik yoğundu gelemedik”. Artık bu
benimsenmiş bir hal aldı İstanbul’da ya da Türkiye’de diyelim.
Bu örnek aslında bizim, “ayda bir gün sokak bizim” diye ortaya çıktığımız,
gönüllülük usulüne dayanan, yatırımı sıfır olan, büyük bir proje olmayan bir
örnek. Buna nasıl karar verdik? Trafik Kazaları Önleme Derneği, çünkü
kentlerde yaşanan trafik kazaları aslında, nasıl ulaşımın en önemli
parçasıysa, kent yaşamının da en tehlikeli noktası. Bununla birlikte,
kendimizi kapının önüne
çıktıktan sonra kentin bir parçası olarak
187
hissettiğimiz için, artık bizim projelere ya da büyük yatırımlara ya da bize
tanımlı olan ya da gazetelerde gördüğümüz, belki kendisi küçük ama
medyanın bize büyük proje olarak tanımladığı bazı şeylerin etkisindeyiz. Bu
anlamda, kentin sokakları, aslında kent mekanının en önemli buluşma
noktaları.
Dünkü, Ayfer Candan Hanımın bize sorduğu soru gibi aslında, plancıların bu
karşılaştırma mekanlarını nasıl kent içerisinde oluşturacakları üzerinden
yorum
yapmıştı.
Aslında, bizim
var olan
sokaklarımızı
kullanamaz
durumdayız. Biraz önce bahsedilen, işte, kentlerin araçlara göre planlanmış
olması ve insanların göz ardı edilmesi. Tabii, bunlar da aslında artık giderek
klişe laflar olmaya başladı. Ama biraz önce bahsettiğimiz LRT’ler, CO2’ler ya
da pik saatler, aslında bizim, kimin için ve nasıl yaptığımız büyük projeleri,
biraz soru işareti altında bırakıyor. Eğer biz, ortak bir dil geliştirmiyorsak ya
da birlikte bir şey yapmıyorsak, üretmiyorsak, bu sadece kağıt üzerinde bir
proje ya da plan ya da ana karardan öteye gitmiyor. Bunu nasıl
gerçekleştirebiliyoruz? Nasıl küresel ısınmadan bahsettiğimizde, suların
gideceğinden bahsettiğimizde kimse üzerine alınmıyordu, çünkü küresel,
hani bütün dünyanın. Ama, “hadi bakalım, musluğunu kapat” dediğimiz
zaman, o kadar ciddi ve kendine özgü bir sistemin içinde buluyor ki kentli
kendisini, o zaman farkına varıyor.
Bir gün geleceğine inanıyorum ki, “lütfen kontağınızı kapatın” diyeceğiz. Ama
bunu demek isteyenler uzmanlar olmamalı. Bunları, insanların kendilerinin,
gerçekten kentin bilincinde, kentin kültürüyle, kentin geleceğe açık
vizyonlarıyla algılanabilir halde hissetmeleri gerekiyor. Hani, büyük dünya
turları küçük adımla başlıyor ve sonuçta gerçekten, belki de meslek
deformasyonu, yine altını çizmek gerekiyor, plancı olarak ve bir eğitmen
olarak, mutlaka umut olması gerekiyor projelerimizde. Bu büyük yatırımlar ve
büyük projeler bizi korkutmamalı. Bunların her birinin sokaktaki insanın
anlayabileceği ve onunla paylaşabileceğimiz zaman gerçekten büyük bir
proje olacağına inanıyorum.
188
Ben teşekkür ediyorum.
OTURUM BAŞKANI- Çok teşekkür ederiz Kevser.
Evet,
son
konuşmacımız
Dr.
Yener
Birliker,
Karayolları
1.
Bölge
Müdürlüğünden.
Buyurun.
DR. YENER BİRLİKER- Herkese merhaba.
Ben de 1. Bölge Müdürlüğünde görev yapıyorum. Bu manada iki Bölgenin
görevini tanımlamak istiyorum öncelikle. Karayolları, Türkiye çapında, coğrafi
olarak 16 Bölgeye bölünmüş. Bu 16 Bölgenin her birinde bir Bölge
Müdürlüğü var, yalnız Trakya’nın tümünü kapsayan, Anadolu’da da Sakarya,
Gümüş Ova, Geyve, Yalova’ya bir yay çizerseniz o kısmı kapsayan bir
coğrafi bölgede iki tane Bölge Müdürlüğümüz var. Bir tanesi 1. Bölge
Müdürlüğü, diğeri de Karayolları 17. Bölge Müdürlüğü ve her iki bölgenin de
sınırları çakışıyor görev tanımlarında. Yalnız, görev olarak Karayolları 17.
Bölge Müdürlüğü otoyollar ve bunların bağlantı yollarıyla ilgileniyor. Bunun
dışında kalan devlet ve il yolları da 1. Bölge Müdürlüğünün görev sahası
içerisinde. Bu tanımı yaptıktan sonra, ben bu konuşmalar çerçevesine
geçmeden önce bir iki şey söyleyeceğim.
Karayolları 1. Bölge Müdürlüğünün İstanbul il sınırları içerisinde halen
başlamış, devam etmekte olan iki tane projesi var. Bunları kısaca tanıtmak
istiyorum. Bu iki proje, Boğaz’ı eksen kabul edersek, her iki taraf da birbirinin
simetriği gibi duran, biri Avrupa tarafında Hasdal Kavşağından başlayıp
kuzeybatıya doğru yay çizerek devam eden Kemerburgaz, Yassıören,
Hadımköy ayrımında, eski İstanbul, Edirne yolu güzergahının iyileştirilmesi
diyeceğim, çünkü standardı çok düşük kalmış bir yol. Başlangıçta, Göktürk
Bölgesine kadar olan kısmı, 2x2 olarak projelendirilmiş, ondan sonraki
Yassıören’e kadar olan kısım 2x1 olarak projelendirilmiş bir proje. Projenin
ihalesi, başlangıcı 1991 yılı, 16 yıl geçmiş, halen devam eden bir proje. Bu
189
Türkiye’nin bildiğimiz sorunundan kaynaklanıyor. Tabii, bu kadar uzun süre
devam ettiği için, zaman zaman çeşitli revizyonlara uğramış. Bu revizyonlar,
şerit sayısının arttırılması, yolun bölünmüş hale getirilmesi, kavşak ilaveleri,
kavşakların eş düzey öngörülüyorken köprü hale getirilmesi gibi şeyler.
Dolayısıyla, bu proje de bir bütün olarak şu anda 2x2 olarak yapılıyor.
Hasdal’dan itibaren Göktürk’e kadar olan kısım bitirilmiş durumda, bu yıl
kısmet olursa Göktürk’ten sonraki bir 6 km’lik kısmı da binder tabakası
seviyesinde açmayı planlıyoruz. Şu anda bir engel yok, açabileceğimizi
umuyoruz.
Bunun, dediğim gibi, Boğazı eksen kabul edersek, simetriği durumundaki
Şile bağlantı yolu var Anadolu tarafında da. Hemen hemen, ikisi de aynı
uzunluklarda. Kemerburgaz yolu 43.5 km, Şile yolu da 46 km. Şile yolu da
Kemerburgaz
Projesi
gibi
eski
bir
Proje.
Demin
yanlış
söyledim,
Kemerburgaz ’93, Şile Yolu ’91 İhalesidir. Şile Yolu da 46 km. Bunun da
büyük bir bölümü tamamlanmış durumda. Yalnız, çok eski bir proje olduğu
için bir miktar standardında düzeltme ihtiyacı duyulan bir proje. Tırmanma
şeritleri ilavesi gibi, Kurt… (01:47:36) çaplarının daha iyileştirilmesi gibi,
düzenlemeler söz konusu. Bu çalışmalar, bu şekilde devam ediyor.
Karayolları
İstanbul
içerisinde
birçok
projeye
imza
atmış,
bunları
gerçekleştirmiş. Vatan Caddesi’nden tutun, Sarayburnu’nda Sahil Yolu gibi,
birçok bilinen yollar Karayolları tarafından yapılmış ama, zaman içerisinde
şehir içinde kalması nedeniyle, çeşitli usullerle belediyelere devredilmiş. En
son, bilindiği gibi, halk arasında E5 diye bilinen güzergah, şu anda resmi
tanımı D100 olarak adlandırılan yol, 1994 yılıydı zannediyorum, protokolle
Belediyeye devredildi. Dolayısıyla, Karayolları şehir içindeki bu ulaşımla ilgili,
Üçüncü Geçiş, büyük otoyolları projeleri, çevre yolları projeleri dışında çok
fazla rolü kalmadı diyebiliriz.
Ben dün de takip ettim buradaki toplantıları, hanımefendinin söylediği gibi,
dünkü katılım çok daha iyi durumdaydı. Bu toplantılarda bir şeyin eksik
190
olduğunu görüyorum, şu anki Yuvarlak Masanın konusu ulaşım, büyük
projeler, Büyükşehir Belediyesinden pek kimseyi göremedim. Aslında onlarla
da bu toplantılarda bir araya gelseydik iyi olurdu diyorum. Tabii ki, Hüseyin
Kaplan Hocamın olması o eksiği gideriyor. Benim söyleyeceklerim bu kadar.
Teşekkür ediyorum.
OTURUM BAŞKANI- Çok teşekkür ederiz Yener Bey.
Bu arada sizlerin sorularını alacağız. Konuşmacılar yanıt vermeye
çalışacaklar. Ondan önce, soruları almaya başlamadan önce iki dakikalık bir
süre tekrar 17. Bölgeden katılan konuşmacılara söz verelim, çünkü bazı
sorular oldu Şehir Plancıları Odası tarafından kendilerine yöneltilmiş olan
şimdi bunlara kısaca yanıt alabilirmiyiz
HİKMET ERKUTBu transit trafik konusu siyaseten de, medyada da çok konuşulan bir şeydir.
Burada Karayolları olarak biz, kendi bildiğimiz rakamlar falan var tabii ama,
bu siyaseten de söz konusu edildiği için, Üçüncü Çevre Yolu konusuna bağlı
olarak, bizim dışımızda görevi bu olan bir Kurumla bir çalışma yaptık,
Türkiye İstatistik Kurumuyla. Biz söylersek belki taraflı olur, dolayısıyla, işi bu
olan bir Kurum yapsın, dedik. Biz 2005 yılında TÜİK’le bir araştırma yaptık,
bu araştırmaya göre hemen rakamları söyleyeceğim. Üç tane rakam var.
İstanbul Boğaz araç geçişlerindeki trafik incelendiğinde, TÜİK’in yaptığı
araştırmada, günlük trafiğin yüzde 90, 92’si aralığındaki rakam, her iki Yaka
arasındaki günlük geçişler şeklinde, şehir içi trafiği, yüzde 8 civarındaki bir
trafik, bizim bölgesel trafik dediğimiz, İstanbul dışından başlayıp İstanbul
içinde sonlanan veya İstanbul içinden çıkıp İstanbul dışına giden trafik,
yüzde 1 ile 1.5 trafik miktarı da transit trafik, yani İstanbul’a hiç uğramadan
geçen trafik. Bunu bir defa bilmemiz gerekiyor. Transit lafını edenlerin de
bilmesi gerekiyor.
191
Bilemiyorum, çok söyleniyor, çok konuşuluyor bu. Dolayısıyla bunu ortaya
koymuş olalım. Bu bilimsel gerçek, bunu biz icat etmedik. TÜİK’in rakamları
bunlar. Bu iş için yapılmış bir çalışma.
Ayrıca, bir haksızlık olduğu kanaatindeyim, Üçüncü Çevre yoluyla ilgili, “raylı
sistem acaba işi kamuflaj etmek üzere mi kondu?” diye bir söz var. Bu, ilk
defa sizin tarafınızdan söylenmedi, daha önce de söylendi, hatta geçmiş, bir
önceki Belediye Başkanı bile böyle bir şey söyledi. Çok şaşırtıcı. Halbuki, o
Belediye Başkanının önüne konun projede, imar planlarına işlensin diye
konan projenin adı “İstanbul Boğazı Raylı Sistemli Üçüncü Karayolu Geçişi”.
Projenin resmi adı budur. Çalışmanın ta başladığı zamandan bu yana, yani
1980’lerin sonlarından bu yana veya ‘90’ın başından bu yana proje hep bu
oldu, hep üzerinde bir raylı sistem geçişi öngörülerek çalışıldı. Buna bir
açıklık getirmek istedim.
Yolların planlama esasları bakımından bakıldığında, yani birisi bir yerlere bir
yerleşim yapıyor, biz oraya yol mu yapıyoruz? Tabii, kabul etmek lazım gelir
ki, Karayolları İdaresi olarak biz, yerleşimlere izin veren, imar planı yapan,
ruhsatlandıran bir idare değiliz. O tamamen şimdi Büyük Şehir Belediyesinin
yetkisinde bir iştir. Dolayısıyla, bir yol çalışması projesi yaparken, nerelerde
ne var onlara bakarsınız, kavşaklar, yapılar, yollar, geniş şeritler nasıl
olacak, onları bu esaslara göre yaparsınız.
Toplu Konutlarla ilgili çok haklı olarak söylendi. Hocam buradayken bu
konuyla
ilgili
söz
etmek
belki
bize
düşmeyebilir
ama,
tabii,
çok
konuştuğumuz için bu konuları, affına sığınarak hemen söylemek isterim,
Toplu Konutları oralara, merkez kaç noktalara talimatla koyanlar, Hocama
sordular mı, Belediye ye sordular mı, diye oradan da tereddütteyim açıkçası.
Boğaz karayolu geçişi çok haklı olarak, Boğaz karayolu tüneli, DLH
tarafından öngörülen Proje, nedense toplumda hiç tartışılmadı. Biz
tartışılmasından çok yanayız. Bütün projelerin, kamunun, toplumun her
yanında tartışılmasından yanayız. Bunu kimse tartışmadı. İstanbul’da
192
herkesin üzerinde ittifak ettiği bir konu var, tarihi yarımadaya mümkün olduğu
kadar araç trafiği sokmayalım. Dikkatinizi çekerim, bir tek tüp, ortasından
bölünmüş vaziyette, sadece üstü bir yönde gidiş, altı diğer yönde gidiş olmak
üzere, iki gidiş, iki geliş şeridi olan, gabarisi sadece 3 m olan, yani sadece
otomobillerin geçtiği bir tüpten bahsediyoruz. Ankara asfaltının Haydarpaşa
mevkiinden dalıp, aşağı yukarı, Yenikapı’dan biraz daha önceki bir yerden,
Balıkçı Barınağının oradan çıkan bir tüpten bahsediyoruz. Tarihi yarımadaya
projedeki rakamla, günlük 75 000 trafik veren, böyle bir trafiği tarihi
yarımadaya boca eden bir projeyi kimse tartışmadı. Neden tartışmadı? Bu
nasıl iştir? Diye herkesin dikkatine sunuyorum.
Teşekkür ediyorum ayrıca, ben atlamıştım siz söylediniz. Ama bütün
bunların ötesinde çok önemli saydığım bir şey var, onu söylemezsem
kendime de haksızlık ederim, size de haksızlık ederim. Bir şeye dikkat
çekmek istiyorum. Bu Çatalca’yla Gebze arasında, TEM’in kuzeyindeki
alanlar, diye, Karadeniz’e kadar olan alanı bahsediyoruz, batıdan doğudan
sınırladım, kuzeyde Karadeniz, bu alan orman ve su kaynaklarının
bulunduğu alan. Bu alanda şöyle sırada duran 2B Yasası var. 2B’de henüz
yerleşmemiş olan ve şehir plancılarının da dikkatini çekerek, onlar biliyorlar
bu konuyu, ama biraz daha üstüne basarak söylemiş olalım, henüz daha
yerleşmemiş olan 2B alanlarının neredeyse tamamının bir suretle el
değiştirdiğini hepimiz artık burada biliyoruz. Gazetelere yazıldı, çizildi, çok
açık. Başka, su alanlarında tapulu mülkler olan yerler var. Paşaköy örneğini
söylediniz, Paşaköy’de tapulu araziler, yani yapılaşmasına izin verilmeyen,
yapı yasağı olan su toplama havzalarındaki araziler, mülkiyet olarak el
değiştirdiler. Bir gün bu yapılaşma yasağı kalkarsa hiç şaşmayacağım, ama
bilmenizi istediğim bir şey var, bizim bununla Karayolları olarak bir alakamız
yok. Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Biz de teşekkür ederiz. Şimdi soruları almadan önce,
burada tabii, birkaç nokta konusunda izninizle ben de bir iki şey söylemek
istiyorum. Bütün bu tartışmalar ortaya koyuyor ki, bir kere gerek Yerel
193
Yönetim düzeyinde, gerekse Hükümet düzeyinde, İstanbul’a ilişkin alınan
kararlarda çok karakteristik bir özellik var, tamamen Yöneticilerin ya da
Siyasilerin vizyonları doğrultusunda, plan dışı, acele kararlar var, yani bir
aciliyet çok net biçimde gözüküyor bu tür kararlarda. Bir an evvel bazı büyük
projelere karar verip, onları bir an evvel uygulamaya çalışmak. Tabii,
bununla ilgili bütün alt çalışmalar, planlama çalışmaları, etüt çalışmaları,
çevresel etki değerlendirme çalışmaları, fizibilite çalışmaları gibi çalışmalar
yapılmadığı için, ya da yapılır gibi gösterilip aslında yapılmadığı için, biz
sürekli projeler üzerinden tartışıyoruz ve bir plan bütünlüğü olmayan, hiçbir
şekilde bir ulaşım modeliyle, gereklilikleri test edilmemiş olan projeler birden
bire İstanbul’un gündemine bir veri olarak giriyor. Tabii, bu çerçevede,
Karayolları 17. Bölge Müdürlüğünden sayın konuşmacılar haklı olarak,
İstanbul’un kuzeyine bir gelişmenin önlenmesini, su havzalarının, ormanları
korunması gerçeğini bizimle birlikte dile getiriyorlar ama, bir başka sorun
ortaya çıkıyor, yani “Kırk katır mı, kırk satır mı istersiniz? Biz köprüyü
yapacağız ama, işte onu kuzeye yapmayacağız, iki köprünün arasına içinden
raylı sistem geçen bir köprü yapılmalı” durumuyla karşı karşıya kalıyoruz.
Bir kere, şunu net olarak görmek lazım, bence temel sorun, gerek kentliler
düzeyinde, gerek, özellikle Yöneticiler düzeyinde, hatta bazen uzmanlar ve
meslek
insanları
değişikliklere
düzeyinde,
ihtiyaç
var,
yani
ulaştırmaya
bir
bakışımızda
paradigma
temel
değişikliği
bazı
gerekiyor.
Ulaştırmayı, hep trafik ve araçlar cinsinden görüyoruz biz. Dolayısıyla hep
volyum kapasite oranları, tıkanıklıklar, vesaire üzerinden konuşuyoruz.
Halbuki, erişilebilirlik üzerinden konuşmamız lazım, yani insanların mekansal
faaliyetlere kolay erişebilirliği üzerinden bir bakış açısıyla ulaştırmayı
değerlendirmek lazım.
Şimdi, böyle baktığımız zaman, bir kere, sürekli yeni altyapı yaparak artan
araç trafiğine yeni kapasiteler yaratarak ulaştırmanın çözülemeyeceği artık
bütün dünyada görülmüş bir olgu. Eğer bunu başarsaydı Los Angeles
başarırdı veya başka büyük Amerikan kentleri başarırdı. Ne kadar çok yol
194
yaparsanız, ne kadar çok köprü yaparsanız, bir süre sonra bunlar da
tıkanacaktır. Hatta, ben biliyorum, Vecdi Diker Grubunun kendi raporlarında
var, Üçüncü Köprünün de bir süre sonra kapasitesine geleceğini, Dördüncü
Köprünün konuşulması gerektiğini açıkça söylüyorlar, çünkü zaten dünyada
yapılmış çalışmalar da gösteriyor. Eğer hızda, yüzde 10’luk bir artış
sağlarsanız, bunun getirdiği ek trafik miktarı yüzde 6 - 6.5 mertebesinde,
yani yarattığınız her yüzde 10’luk kapasite artışının 6.5’u beş yıl içersinde
yeni trafikle dolduruluyor. İstanbul’da bunun daha kısa sürede doldurulması
olasılığı çok yüksek, çünkü İstanbul’da bastırılmış bir taleple karşı karşıyayız.
Bunu zaten yaşayarak da gördük. Birinci Köprüde gördük. İkinci köprü ve
bağlantı yollarında gördük, Üçüncü köprü yapılırsa, orada da göreceğiz.
Bir başka önemli konu, biz mevcut kapasitemizi iyi kullanmıyoruz. Kötü
kullanım ve denetimsizlik nedeniyle, mevcut ulaşım altyapısından, özellikle
de karayolu altyapısından en az yüzde 70 oranında ancak kullanım
sağlanabiliyor. Çok rahatlıkla söylemek mümkün ki, gerekli denetim ve
düzenlemeler sağlansa, yüzde 30 oranında bir kapasite kullanım artışı
sağlanabilir mevcut altyapı üzerinde. O halde, aslında gerek plancılar olarak,
gerek ulaşımcılar olarak, bir kere şu ulaştırmaya bakışımızın değişmesi
gerektiği konusunun altını çizmek durumundayız, çünkü sürekli araçlar
üzerinden konuşursak, sürekli projeler üzerinden konuşmaya başlıyoruz.
İnsan öğesi ortadan kalkıyor.
Dünkü toplantılarda da söylendi, insanların karşılaşabilecekleri mekanlar
ortadan kalkıyor. İnsanların karşılaştığı meydanlar, birer kavşak haline
geliyor. Otoyollar kentlerin içersini ciddi biçimde bölüyor. Bunun sosyal
yaşam üzerinde etkileri var. Birbirimize teğet yaşıyoruz ve bu mekansal
alanda bu farklılık, özellikle farklı grupların farklı mekanlarda yaşamlarını
sürdürmesi, ulaşım sistemi üzerinde de yansımalarını gösteriyor. Toplu
taşıma sistemi, örneğin, yoksulların sistemi olarak hâlâ görülüyor.
195
Benim bir arkadaşım, bundan senelerce önce şunu söylemişti: “Ben
arabama binerim, iki camımı da kaldırırım, hiç kimseye bakmadan evimle
işim arasında gider, gelirim.” Otomobil, bir anlamda belirli grupların,
kendilerini toplumun diğer gruplarından ayıran, bir çeşit güvenceye alan bir
araç olarak da çok kullanılıyor. Bütün bu sosyal olgular çerçevesinde
ulaştırmaya da erişilebilirlik olarak, insanların mekanlar arasında kolay yer
değiştirmesi olarak, daha üst ölçekte bakarsak, planlamamızı da ona göre
yapmamız lazım. Niye insanlar Pendik’te oturup Mecidiyeköy’de işe
gitsinler? Bütün bunları, bu çerçeve içersinde düşünmemiz lazım. Yeni
köprüler, yeni tünel geçişleri, hele hiçbir plana oturmayan, geçerlilikleri test
edilmeyen projeler, bize çok pahalıya mal oluyor. istanbul’un bundan sonraki
20 yılını, 30 yılını da ipotek altına alan ve kenti giderek daha yaşanmaz hale
getirecek projelerle karşı karşıyayız, çok dikkat edilmesi gerekiyor.
Bu kısa açıklamadan sonra, ben sizlerden soru - cevap için soru alayım.
SÜMER GÜREL (Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi
Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Emekli Öğretim Üyesi)- Bu konuşmam
eğer korsan bildiri haline gelirse, peşinen özür diliyorum, ancak, tek umudum
işe yaramasıdır. Ben Cumhuriyetin 10. yıl çocuğu olarak konuşuyorum. Bu
önemli bir parantez hepiniz için. Kaç kişi var? Yanımdaki üstadım herhalde
aynı kuşaktan. Niye bunu söyledim? Çünkü Türkiye’de tek partili sistemden,
demokratik çok partili sisteme geçişi bayağı bilinçli bir yaşta idrak ettim. Peki,
bunu niye söyledim? Dün çok yüzeysel bir şekilde bir şey hatırlattım,
olmayanlar için yeni olacak ama, duyanlar için ikinci kez olacak. Ama şimdi
yineliyorum. Biz 50 yıllık bir geçmişle, demokrasi kültürümüzü henüz hâlâ
geliştiremediğimizin farkına vardım ben dün. Ona bağlı olarak da,
demokrasinin kaçınılmaz parametresi olan, planlama kültürünün de yeterince
gelişmediğini gördüm. Bu benim için çok hazin bir tabloydu, ama korkarım
gerçekti. Türkiye’nin gerçeği bu. Bu gerçeği 75’ine gelmiş bir vatandaş olarak
da ben, hem de meslektaş olarak acı bir şekilde yaşadım.
196
Bu girizgahtan ne çıktı? 1950 yılıyla biz demokrasiye geçtik. Nasıl
demokrasiye geçtik? Alt parametresine bakalım konuyu dağıtmamak için.
Planlama neydi o sırada? Planlama, pilavdı. Böyle bir zihniyetle yola çıkıldı
planlama kavramı babında. Plan değil, pilav istiyoruz. Orada kıyamet koptu.
Bugüne kadar da hâlâ galiba pilav yiyorlar.
Bir parantez var arada, sosyal demokrasi denemezi, ’60 Devrimi vesaire,
detaya girmeyeceğim, Ecevit parantezi diye adlandırıyorum ben onu. Ecevit
parantezi yeterince başarılı oldu mu? Bazı konularda, örneğin biraz sonra
değineceğim, düşünce, ifade özgürlüğü, vesaire konularda, çok olumlu bir
açılıma gidiyorduk, onu da bize çok gördüler. Dış faktörlerin, burada dış
parmakların çok rolü var, onu da hepimiz biliyoruz.
Ecevit paranteziyle ilgili küçük bir anekdotu aktarmama izin verin lütfen.
Bilsay Kuruç dostumu, o zaman ben de, o da genç doçentleriz, Devlet
Planlamanın başına koydu rahmetli Ecevit. Olağanüstü sevinmiştik biz. Valla
bir sene dolmadan aynı Bilsay Kuruç’u oradan aldılar. Devlet Planlama
Teşkilatı Müsteşarlığından. Olağanüstü rahatsız olmuştum ben, nedenlerini
kurcaladım, ortaya çıkan şey, rahmetli Turan Güneş Hocayla Halk Partisi
toplantılarında ters düşmüş. Bilsay Kuruç hâlâ yaşıyor, aziz dostum
Ankara’da, Turan Güneş rahmetli oldu. Olay bu bakın, yani demokrasiyi
daha benimsemiş, sosyal demokrat etiketli bir partinin lideri, nur içinde yatsın
kesinlikle, ama böyle bir ciddi planlama hatası yapabiliyor. Devlet
Planlamanın başından alıyor bu kadar değerli bir insanı, ki benim tanıdığım
en dürüst, en aklı başında, en rasyonel düşünen makro plancılardan biridir.
Karar verme sürecini fazla deşmeye gerek yok. Orhan Demir onu çok veciz
koydu. Ben daha net koyayım hatta: Siyasal erk hiçbir zaman herhangi bir
şekilde, herhangi bir plancının, herhangi bir kimsenin, siyasi … zaten karar
verme sürecine katılmasını istemez. Halkın katılımını filan vazgeçtim, biz şu
ana kadar katılamadık, biz sadece desinatörlük yaptık şehir plancıları olarak.
Kahverengi, yeşil, sarılarla boyayarak sunduk fikirleri. Tablo yaptık, tablo
197
ressamlığı yaptık, olay bu kadar net. Katılımcılığa, demokrasiyi hazmetmiş
ülkelerde baktığınızda ne görüyorsunuz? Benim 15 senem geçti oralarda.
Bakıyorsunuz, İngiltere’de ’60, ’61 yıllarında ben orada yaşarken, halka
başvuruluyordu.
Bakın,
kavramlardaki
değişiklik
çok
ilginçtir,
halk
başvurusuydu. Plan asılır, halk, eğer yanlış görüyorsa, hemen saldırır planın
üstüne. “Public Inquiry”, İngilizce bilenlere, meraklılara söyleyeyim.
İkinci
aşamayı
İskandinavya’da
yaşadım.
Orada,
halkın
katılımı
gerçekleşiyordu. Çok büyük salonlarda, on binlerce kişi, doğrudan doğruya,
daha karar aşamasına gelmeden planlar sunuluyor ve halk parmağını
kaldırıp, hele mesela, evinin üstünden yol geçmişse, özel düzeyde bile
çıngar çıkarıyordu. Bu ikinci aşama.
Üçüncü aşama, Alman ekolünden çıkmıştır ve de adı “Beraber karar verme
hadisesidir”. Sonra bu İskandinavya tarafından tümüyle benimsendi. Bakın
halk katılımı demiyor, “Gelin beraber karar verelim” diyor. İş işten geçtikten
sonra gelin, işte planları görün” “ne güzel olmuş, elinize sağlık” Hayır. Sıfır
noktasından itibaren, beraber karar verme. “…“ veya işte “together decision”.
Böyle yollardan geçmiş ülkeler var. Biz galiba o yolun sıfır kilometresindeyiz
henüz. Bütün bunları niye söyledim? Bütün konuşmalarda beni en çok
tedirgin eden şey, tabii, hani “Türkiye seninle gurur duyuyor”, diyorlardı ya bir
hatuna bir zamanlar. Ne kadar gurur duyuyor o insanlar, bilmiyorum ama,
ben Kevser kızımla gurur duyuyorum. İnsan olayını unuttuk. Ben son on
yıldır elime kalem almadım dostlar. Pardon kalem aldım, yazı yazmak için.
Çizgi çizmiyorum. Ben insanla uğraşıyorum. Kendi, özel propagandamı
yapmak için de konuşmuyorum zinhar. Hem burada, hem Yıldız’da Planlama
Felsefesi Dersi veriyorum. Çok şey öğreniyorum gençlerden. Ama ne olur
insanı unutmayalım. Fareler gibi, yahut tavuklar gibi, araba aralarında,
trotuarda yol bulacağız, karşıdan karşıya geçerken perişan olacağız, ne
zaman bana çarparlar endişesiyle yaşıyorum. İşte, bu kadar.
198
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz. Başka soru sormak isteyen. Sayın
Hocam Hüseyin Kaptan’ın söz.
HÜSEYİN KAPTAN- Efendim, teşekkür ederim. Herhalde bir şey demem
lazım diye düşünüyorum burada. Ben notlarımı alıyorum, eğer izin verirseniz
bir dahaki oturumu da dinledikten sonra, önce şunu söyleyeyim, Çevre
Düzeni Planını Meclise sunan bir ekibin yürütücüsüyüm. Bu Plan,
biliyorsunuz, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Meclisi tarafından muhalefetiyle,
iktidarıyla oybirliğiyle onaylandı, şimdi de, dün size haber verdiğim gibi,
kurdelelerle sarıp, 1/25 000 nazım planı başkana bir hafta önce sunduk.
Bunda başarılabilen olaylar var, başarılamayan olaylar var. Bu konuştuğunuz
konular,
tamamen
bu
projeler
kapsamında,
herhangi
bir
şekilde
değerlendirdi. Bu belgelerden mutlaka sizin haberiniz olması lazım. Bu
büronun kuruluş amacı sırsız olmasıydı. Dilerseniz bu konuda daha sonra
size ayrıntılı detaylarıyla bilgi verebilirim Bunu ifade etmek istedim. Teşekkür
ederim.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz. Evet, oradan bir soru var.
CEMİLE İZGÜLEN- Ben önce bir şey anlatmak istiyorum. Evimin önünde
kaldırımda yürürken, arabasını park etmek isteyen bir şoför ya da şoförler
tarafından “Çekil, arabamı park edeceğim” uyarılarıyla da karşılaşmış bir
insanım
ama,
aynı
uygulamaya
ben
maalesef,
birçok
yol
yapım
çalışmalarında da şahit oluyorum. Biz yine yayalar olarak, arabalar park
edecek, ya da arabalar geçecek şeklinde planlandığına tanık oluyoruz.
Marmaray Projesi için bunu çoğunlukla söylüyorum. Mecidiyeköy’den
Taksim’e gidebilmek için, aracı olmayan bir insan olarak, eğer metroya
binmek istiyorsam, iş merkezlerinin çoğu aşağıda kalıyor. Stada kadar
yürümek
zorundayım.
Stada
yürüdükten
sonra
geçişi
bulabilmek
zorundayım. Eğer Taksim’e gidip de oradan da Kabataş’a gelmek istiyorsam,
fünikülere binmek zorundayım, fünikülere bindikten sonra Eminönü’ne de
199
hasbelkader gitmek istiyorsam, yine yol geçip, hafif raylı araca binmek
zorundayım.
Bütün bu araçları kullanırken, beni rahatsız eden şey, birincisi bütün bunlar
birbirine çok aykırı şeyler. Evet, İstanbul’un Avrupa tarafında özellikle
Mecidiyeköy’den
Havaalanına
gitmek
için
toplu
taşım
aracını
kullanabiliyorum ama, çok fazla yer değiştirmek zorundayım. Oradan oraya,
oradan oraya geçmek zorundayım ve hiçbir toplu taşıma aracı kentin
bütünlüğüne göre bir şey değil, ama aynı şey şu anda Anadolu Yakasında
da oluyor. Üç, dört hattan bahsettiniz anlatırken, Kartal - Kadıköy arası,
Üsküdar, Ümraniye’den Yenikapıya gelecek olan sistem. Ama bunlar da aynı
şekilde olacak. Ben şehrin bir tarafından diğerine gidebilmek için, evet,
yeraltından geçeceğim, ama yeraltından bir noktadan başka bir noktaya
geçmek için çok farklı yer değişiklikleri yaşayacağım. Ama bu nokta bana
hitap etmeyecek. Yine aynı sisteme döneceğiz. Bana hitap eden bir sistem
olmayacak bir yaya olarak. Bu durumda, evet, ben de bir araç sahibi
olduktan sonra, hiçbir alt geçişi kullanmadan, doğrudan kendi aracımı
kullanmayı tercih edeceğim. Bunu planlarken, başından beri ulaşımla ilgili
sormak istediğim şey bu, bütün bunlar neden göz ardı ediliyor?
OTURUM BAŞKANI- Bu soruyu kim üstüne alınacak bilmiyorum. Şehir
plancıları mı, yoksa ulaşımcılar mı? Buyurun.
ALİ RIZA NURHAN- Sanırım bu projelerin hepsinin münferiden, kendi
başına projelendirilmesinden kaynaklanan ve hatta, bu projelerin farklı farklı
birimler tarafından projelendirilmesinden kaynaklanan birtakım entegrasyon
sorunlarından bahsediyorsunuz. Demin, Hikmet Beyin de belirttiği gibi,
ulaşımı tamamen yöneten, ulaşımla ilgili kararlar alan ve ulaşımı yönlendiren
bir kurum, tek başına kurulduğunda, belki bu problemler en aza indirilecek.
Şu anki aşamada entegrasyon, durak yerlerini biraz belirlerken, yakın yerleri
belirlemek ve bilet kullanmada, tek biletin dışında, çok önemli adımlar atmış
değil, ama, sanırım bu projelerin tamamı, özellikle raylı sistemlerin tamamı
200
tamamlandıktan sonra bu entegrasyon sorunları için, yayaların, özellikle bu
istasyonlar arası, farklı ulaşım tercihlerinin arasındaki istasyonlar arası
bağlantıları da bir şekilde çözülmesine yönelik yeni projeler de gerekecek,
diye düşünüyorum. Burada da herhalde üst yapı olarak Büyük Şehir
Belediyesine önemli görevler düşüyor.
HİKMET ERKUT- Ben de bu cevaba bir katkı yapmak isterim. Gerek
karayolu sistemleri, gerek raylı sistemler projelendirilirken, tabii, topografya
önemli bir faktördür. Raylı sistemler, genellikle yeraltında, bir kısmı
yerüstünde, bazısı da füniküler gibi bir ara sistem, ara irtibat da var. Ancak
bilmemiz gereken bir şey var, raylı sistem irtibatlarında, bir ağdan söz etmek
mümkün. Farklı istikametlere gideceksek, inip istikamet değiştirmek lazım
gelir. Bunların bazılarında, aynı istasyonda, bir alta, bir üste çıkarak
olabileceği gibi, bazen diğer tamamlayıcı sistemlerle, yerüstüne çıkıp, sizin
söylediğiniz gibi hareket etmek mümkün. Burada, İstanbul topografyasının
ve şehir yerleşiminin de bir rolü var. İstanbul yaklaşık 100 km uzunluğunda,
10 - 15 km derinliğinde bir uzun dikdörtgen, dünyada da başka örneği yok,
tek örnek böyle, diğerleri dairesel. Temel prensip, hem karayolları, hem raylı
sistemler bakımından, şehirlerde ve merkezden dışa doğru radyal yollar ve
birinci, ikinci ve üçüncü ringler halinde, merkezin etrafında dolaşan yollar.
Bunların düğüm noktalarından doğrultu değiştirmek şeklinde realize edilir.
Yaya hareketleri bakımından, tabii ki tamamıyla haklısınız. Yaya için bir
güvenlik riski oluşturmadan, bir sistemden diğer sisteme veya bir
doğrultudan diğer doğrultuya geçmek lazım gelir.
Son bir cümle daha ilave etmek isterim. Bizde, karayolu üzerinden
hareketlerin, diğer sistemlerle entegrasyonu bakımından problemler var
daha büyük ölçekte. Hatta, bu konulara yeni girdiğimizde, genel dışardan
bakan birisi olarak söyleyebilirim, transfer noktaları itibarıyla bakın, karayolu
- denizyolu transfer noktaları, denizyolu - raylı sistem transfer noktaları
itibarıyla da baktığınızda, burada daha epeyce yayaya yönelik ve bu
201
transferlerin
kolaylaştırılmasına
yönelik
bir
gelişme
içinde
olmamız
gerektiğini düşünüyorum.
SİBEL KÖYLÜOĞLU- Zaten konuşmamda onun için “Akıl akıldan üstündür”
dedim. Farklı kişileri bir araya getireceksin. Ulaşım bir sistemdir. Burada
aracı var, yolu var, kullananı var, gerek binip yolcu olarak kullanan var, bir de
onu gerçekten kullanan kişi var. İyi bir sistemi oluşturmak için, tüm
parçalarını anlayıp katılım sağlamak lazım. Onun için dedim ki, Belediye,
Endüstri, STK’lar, uzmanlar ve hizmet verenler, hizmet alanlar, bütün bunları
bir araya getirip, biz bu sistemlerin tasarımını yapmadığımız sürece, böyle
garip garip olaylar olacak.
Ben hep şuna çok gülüyorum, Yusufpaşa benim çok hoşuma gidiyor.
Bilmiyorum, orada metro ve LRT’yi kullanıyor musunuz, ama o Havaalanına
giden hat. Kazara bir bavulla ben Havaalanına gidecek olsam, Allah
muhafaza, Yusufpaşa’da ineceğim, yürüyeceğim, alt geçitten gideceğim,
yeni yola çıkacağım, o yolda epey bir yol aldıktan sonra yukarı çık, üst geçite
çık, oradan in, falan, üstelik bu Havaalanına giden yol. Bunu çok merak
ediyorum, bunun tasarımını yapan kişi, acaba hakikaten eline bavulu alıp,
“Hadi bakalım, buradan ben bir geçiş yapacağım” diye kendine sordu mu?
Sormuyor, çünkü eğitimimiz bize sistem düşüncesini vermiyor.
Dolayısıyla, hepimiz, maalesef, sorunlarla karşılaştığımız zaman bir silo
zihniyetiyle, yani, “Ben şehir plancısıyım, şehir olarak bakarım”, “ben
çevreciyim, hava kirliliğine bakarım.” Tamam, güzel, çok güzel, hepimiz
kendi çapımızda çok iyi düşünüyoruz da, ben otomotiv sektörden geliyorum,
eninde sonunda biz şunu anladık. Arabalardaki kalite sorunu, çeşitli
sistemlerin tasarımından çıkmıyor. Mesela, diyorsun ki, “Tamam, sen şaseyi
dizayn et, güzel, süper bir şase. Sen öbür tarafta gövdeyi dizayn et,
hakikaten çok hoş.” Tamam, biz sonra bunları bir araya getiriyoruz, eyvah!
Ne oldu? “Kardeşim, şaseden, şuradan şuraya bir yük biniyor, gövdede
çatlamalar meydana geldi.” Bu problem nereden kaynaklanıyor biliyor
202
musunuz? Çünkü, o sistemlerin birbiriyle örtüştüğü yere kimse bakmıyor.
Hepimiz kendi görevimize bakıyoruz ama, bir de bu sistemin örtüştüğü
noktaları bir düşünmemiz lazım. Bunu da ancak ve ancak, tüm paydaşları bir
araya getirerek iyi bir sistem kurmamız mümkün.
KEVSER
ÜSTÜNDAĞ-
Aslında
bu
noktada,
en
önemli
sistemin
kaynaştırıcısı insan öğesi. Eğer, araca değil, insana göre planlamayı, odak
olarak insanı merkeze koyduğumuz zaman, bütün bu ara çözümler kesişmiş
olacaktır. Aslında tüm bu konuşulanlara bir tek örnek vermek istiyorum, yine
ulaşım adına. Erişilebilirlik ve insan ölçeğinden bahsettiğimizde, insanın
ulaşamadığı nokta, bence benimsemediği ve kabul etmediği bir noktadır.
Nasıl bir yeri sevmeye ve benimsemeye başlıyorsunuz? Size ait hissettiğiniz
zaman. Katılımdan bahsettik, acil çözümlerden bahsettik, deniz ulaşımından
bahsettik ve yeni uygulamalardan, Belediyenin bunun içinde var olmasından
bahsettik.
Şimdi, bir acil çözüm örneği vereceğim. İstanbul’da denizyolu ulaşımının
kullanılması lazım, çünkü geçişlerimiz yetersiz. Bu bir acil çözüm gerektiren
bir şey midir? İstanbul’a Boğaz yeni gelmedi. Mutlaka bununla ilgili, daha
önceden çözülmüş, ya da bunu gündeme alan bir öncelikler sırası, bir
öncelikler zinciri, stratejik planda İstanbul’un ulaşım kararları alınırken,
politikalar alınırken, sadece fiziksel alandaki değil, bu kararları ilk olarak, bu
nedir, bizim insanların erişilebilirliğini arttırmamız ve bu kaosa düşmememiz,
o noktaya gelmememiz. Tamam, acil karar alınacak. Vapurlar arttırılmalı.
Tamam, çok iyi. Eski kapattığımız iskeleleri unutuyoruz, ama yeni ilaveler
yaptık, onları da özel halk otobüsleri sistemine çevirdik, çünkü acil çözüm
gerekiyor. Hemen sonuç bulmamız lazım. Ne oldu? Vapurlar birden yok
olmaya başladı. Tamam, çok nostalji dedik, yeni teknolojiler gelecek, dedik,
fakat hiç öyle olmadı. Onların yerine, hani bizim her zaman bulmaya
çalıştığımız, ulaşımda da, 1960’larda, “ne güzel, dolmuşu yarattık” dedik,
ama bu ara çözümdü, ama üstümüzde kaldı. Hâlâ dolmuş var, bu bir ara
çözüm değil.
203
Aynı şekilde, Boğazı vapurlarla geçmenin keyfini yaşayan İstanbullu, şimdi
“motordayım” diyor. Motor artık bir kültür olarak bize, dolmuş gibi, yakamıza
yapıştı. Bu bir acil çözüm değil, aslında. Bu her zaman vardı. Deniş ulaşımı
her zaman yetersizdi. 1970’te denizi kullananların sayısı yüzde 100. Neden?
Köprü yok çünkü. Demek ki o zaman çözebiliyorduk. Nüfus ne kadar azsa,
yine de geçen yolculuk sayılarında, normal kapasitenin, yani araçlı
yolculukların, yanılıyorsam Haluk Hocam düzeltsin, yüzde 11’i herhalde
Boğaz geçişleriydi, yani yüzde 11’i için bir Üçüncü Köprüyü düşünüyoruz ve
bunun için büyük yatırım, diyoruz. Ama biz hâlâ insanın konforunu, kalitesini,
ulaşılabilirliğini, sıklığı, bir toplu taşım sisteminin bütün öğelerini barındıran
bir ara çözüm olduğunu düşündüğümüz bir motor kültürüne, yeniden bir
dolmuşçuluk kültürüne maruz kalıyoruz. Bu sistemin yine bir parçası gibi
görünse de, aslında çok yapıştırıcı bir parçası. Mutlaka olması gerekir, ama
hani, geceden sabaha Turyol’la, Dentur mu olmalıydı bu.
Aynı şekilde, katılım ve Belediyeden de bahsedelim. Belediye ne dedi?
Vapurlarınızı seçiyorsunuz. Internet sitesine girin, en kaliteli, en çok
istediğiniz vapurları seçeniniz vardır herhalde aranızda. “Ben dördüncüyü
seçtim, ben beşinciyi seçtim.” Biz seçtik, hâlâ bekliyoruz. Herhalde sabrımızı
deniyorlar. Bu motorlara alıştıktan sonra da “Aman canım, işte bu motorlar
yeterli. Eskileri de zaten eskidi, jilet oldular herhalde” deyip benimsememizi
sağlıyorlar. Birazcık ses gerekiyor herhalde. Hani talep her zaman soruluyor,
görsel olarak soruluyor. Soruldu mu? Evet, soruldu. Dördüncü mü seçildi?
Evet, dördüncü seçildi. Ama nerede?
Onun için biraz da, herhalde, hepimizin bu sorumluluğu paylaşması
gerekiyor. Uzmanlar, şu masada oturanlar, hepimiz kentin bir parçasıyız. Bu
örgütlenme biçimini kuracak olan, tabandan tavana bir örgütlenme biçimidir.
Onun bireyleri de kentin öznesi olan insandır. Teşekkür ediyorum tekrar.
İSMAİL ÜSTÜN- Teşekkür ederim.
204
Ben hepimizin bildiği acı bir gerçeği tekrar anımsatmak durumundayım.
Bulunduğumuz toplum, farklı çıkar gruplarına sahip, farklı kesimlerden
oluşuyor. Bu mücadele alanının sürdüğü yerlerden bir tanesi de ulaşım.
Tamamıyla iyi niyetli, çok farklı teknik bilgilere sahip olan kesimlerin,
grupların tartışması söz konusu değil. Getirdiğimiz her türlü önerinin, her
türlü projenin mağduru da var, bundan kazancı olanı da var. Bu tamamıyla
bir toplumsal boyutu olan bir mücadele alanı.
Son örneği vereyim size: Belediyenin hazırladığı broşür, bakın: “Bir damla
tasarruf, yılda 6 ton su kaybını ifade ediyor” ve arkasında yazdığı temel
bilgiler, su kaynağımız, geleceğimizi koruma, suyu olanaklı kullanma ve
hiçbir kaynağımızın sınırsız olmadığını belirten bir metin. Çok güzel bir
çalışma bu. Bunun ulaşımla ilgili basılabileceğini düşünebiliyor musunuz siz?
Belediyenin sürekli dağıtabileceği ve kent merkezlerine çıkarken toplu
ulaşımı kullanalım, otomobilimize binerken birkaç kişinin faydalanmasını
sağlayalım, toplu ulaşım araçlarını tercih edelim, diye, yılın 365 günü
dağıtabileceği bir broşür tahmin edebiliyor musunuz? Ben edemiyorum. Bu
sadece okulların açıldığı haftalarda ve kar yağışının olduğu günlerde yapılan
bir genel duyurudur. Bunu, bir Belediyenin temel bir ulaşım politikası olarak
sunmasını bekleyemeyiz. Çünkü söz konusu olan şey de, dile getirelim onu,
otomobil üreticilerinin, petrol ithal eden şirketlerinin de çıkarlarının çelişmesi
söz konusudur. Bunu ancak, biraz önce benim ifade ettiğim yeni bir model
geliştirirsek, öyle bir örgütlenme organizasyon yapabilir. Tamamıyla kenti
düşünenlerin, yani cüzdanını düşünenlerin değil de, kenti düşünenlerin
çıkarabileceği bir eğitim çalışması, bir bilgilendirme mücadelesi olursa, bunu
gerçekleştirebiliriz.
Böyle bir alttan yaratılabilecek olan talebin ardından gelebilecek aşama,
Hocamızın dediği gibi, işte o binlerce kişinin İskandinav ülkelerinde katıldığı
toplantıların gerçekleşmesi olacak. Bu nedenle ben tekrar ve tekrar, o katılım
modeline ve Arnavutköy örneğindeki o mikro güzelliği bütün İstanbul’a, 12
milyona yaymanın üzerinde düşünülmesi gerektiğine inanıyorum.
205
Teşekkürler.
FERİDUN DUYGULUER (Şehir Plancısı)- Burada tabii katılım konuşuldu,
paydaşların katılımı konuşuldu ve şunu da söylemek istiyorum, Sümer Hoca,
bizim veya benim çağdaşımdaki arkadaşların eğitiminde, su basmanı, işin
temelini oluşturmuş bir kişidir. Sanki ona karşı konuşuyormuşum gibi,
haddim değil. Onu tamamlamak için konuşuyorum.
Katılım konusunda şunu söylemek istiyorum: Bizler, özellikle bilim çevreleri,
katılım konusunu çok yüceltiyorlar. Yani paydaşlar bir araya gelince, sanki
bunu duyan üçüncü şahıslar çok iyi bir planlama ortaya çıkacakmış gibi bir
algılama oluyor. Sümer Gürel bunu söylemek istemiyor ama, ben burada
ilave etmek istedim. Bu algılamaya bu plancı grup engel olmak
mecburiyetinde. Bu işi bilmeyen kişiler, sanki katılımla bu işin çok iyi
yapılacakmış gibi bir algılamaya sahip olmamalı.
Peter Hall 1980 yılında, bu planlama için de geçerli, planlamanın belirli
ortamlarda zararı da var. Planlama ille her zaman sarılacağımız en yüce
eylem biçimi değil. Planlamanın zararlı olduğu ortamlar da var. Peter Hall,
“Büyük Planlama Felaketleri”, bu oturum nedeniyle söylüyorum, 1980’de,
özellikle ulaşım konusundaki felaketleri yazar. Ulaşımla, planlamayla
gerçekleşmiş projelerdeki felaket sonuçları yazar.
Gelelim günümüze, İngiltere’deki Docklands konusu, geçen seneki bilgimdir,
bir senede değiştiyse bilmiyorum, Docklands çok büyük katılımla olmuştur,
ama geçen sene elimdeki bütün belgelerde Docklands’in başarılı bir proje
olmadığına ilişkin sonuçlar vardır.
Gelelim Amerika Birleşik Devletlerine: Birleşmiş Milletler binasını, o yüksek
binanın yıkılmasından sonra ortaya inanılmaz, çok güzel bir katılım modeli
ortaya çıktı. Toplantılar, yarışmalar, konseptler, konseptlerin yarıştırılması,
200 000 kişinin katılımı alındı, o Birleşmiş Milletler binasının yıkıldığı yerde
yapılacak binayla ilişkili. Netice neydi biliyor musunuz? İki tane netice çıktı.
Yüzde 46 katılım, yüksek bina istemedi. Yüzde 54 yüksek bina istedi. Başka
206
bir sonuçta yüzde 52’si yüksek bina istemediler, yüzde 48’i yükseğin
haricinde alçak binalar istediler. İşin özeti, oradaki katılım yarı yarıya, kimisi
çok büyük özel sembol binalar isterken, diğerleri de bu sembolizmin
karşısında, farklı, düşük katlı veyahut hiç binanın olmamasını isteyen tezler
ileri sürdü. Şimdi, buradaki katılım yüzde 50’ye yüzde 50 çok birbirine zıt
fikirler. Planlama ne yaptı? Eskisinden de çok yüksek, bir anlamda Amerika
Birleşik Devletlerinin kuvvetini sembolize eden, “Biz eskisinden de daha
güçlüyüz” politikasıyla çok yüksek binalara karar verdi.
Dolayısıyla, şimdi, biz planlama camiası olarak bu Birleşmiş Milletlerin ve,
onlar da öyleydi zaten, planlama camiası karşı çıkıyordu, ama gene politik
ortam galip geldi. Dolayısıyla, bu katılım konusu ne kadar iyi işlese bile,
belirli yerlerde veya bazı yerler işlemese bile, bunu lütfen yüceltmeden, bu
bilinçle hareket edelim diye söylüyorum. “Best practice” var ama, bir de
“worse practice”’ler de var.
Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Tüm katılımcılara ve konuşmacılara bir kez daha
teşekkür ediyorum.
YUVARLAK MASA 4:
“BÜYÜK YATIRIMLAR”
Oturum Başkanı: Tavit KÖLETAVİTOĞLU
-----&-----SUNUCU- Büyük Yatırımlar Konusunun ele alınacağı 4. Yuvarlak Masa
Toplantımız başlıyor.
OTURUM BAŞKANI (Tavit Köletavitoğlu)-
Hepiniz hoş geldiniz. Birkaç
dakika gecikmeyle de olsa, öğleden sonranın yorgun Oturumunu açıyorum.
Benim görevim, konusunda yetkin konuşmacıların sunuşlarıyla, katkılarıyla
207
Büyük Proje kavramının içini doldurmak ve de iki gündür yapılmakta olan
toplantıların, üç tane “Round Table”ın, bir sonucunu değil, ama bir
toparlanmasını bu Oturumla gerçekleştirmek.
Bu toplantıyı organize ederken, İstanbul Teknik Üniversitesi, Mimar Sinan
Güzel Sanatlar Üniversitesi ve Yıldız Teknik Üniversitesi, TMMOB Şehir
Plancıları Odasıyla birlikte özellikle büyük proje konularında aktörlerin bir
araya gelmesini arzu ettiler. Organizasyon Komitesi, toplantının bu
Oturumunda bazı aktörlerin bulunmasını da özellikle istedi. Bu çerçeve
içerisinde, hem üniversiteden arkadaşlarımız, hem büyük proje üretme
noktasında bulunan arkadaşlarımız burada olacaklardı. Ne yazık ki, iki
arkadaşımız, birisi yanlış bilgilenme nedeniyle, bir diğeri de hesap etmediği
bir iş nedeniyle maalesef aramızda olamayacaklar.
Sayın Oktay Varlıer, Turizm Yatırımcılar Derneğinin Onursal Başkanı,
toplantımızın
saat
13:00’a
alındığının
habeini
alamamış.
Galiba
Organizasyon Komitesiyle arasında bir kopukluk olmuş, onun için sabahleyin
buraya geldi, ama biraz önce hepinizden özür dileyerekten ayrılmak zorunda
kaldı.
Aynı şekilde Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Proje Grup Başkanı Adnan
Gürdal
da,
önemli
bir
nedenle
bugün
İstanbul’a
gelemeyeceğini
Organizasyon Komitesine bildirmiş vaziyette.
Ben programdaki yazılı sırasıyla, altı arkadaşımı buraya davet ediyorum:
Erhan Demirdizen, Şehir Plancıları Odasından. Feridun Duyguluer, Şehir
Plancısı ve de Bayındırlık Bakanlığında Yüksek Planlama Kurulumuz Üyesi.
Faruk Göksu, Şehir Plancısı. Prof. Dr. Mümtaz Şengör, İç Dış Kumsal
Koruma ve Yaşatma Derneği, Küçükçekmece yöresinden. Gazeteci
Tebernüş Kireççi ve de İKSV Başkan Danışmanı Nilgün Mirza Hanım.
Buyursunlar efendim.
Efendim, bu Toplantının formatı, diğerlerinden birazcık farklı. Zaten yuvarlak
masa değil, gördüğünüz gibi hilal masa. Ben de, yuvarlak masa olmadığına
208
göre, Hilal Masa formatını uygulamayı uygun buldum. Organizasyon
Komitesinin de gayet güzel bir ayarlamasıyla, bu iki arkadaşımızın
katılamamasının yarattığı zaman farkını, çok daha verimli olacağını
düşündüğüm, en azından bu toplantı için verimli olacağını düşündüğüm bir
vesileyle kullanacağız. Değerli katılımcılar, sunuşlarını sizle paylaşacaklar.
Konuşmalarını bitirdikten sonra, ama soru - cevaba geçmeden, özellikle
proje - plan ilişkisini, stratejik plan, misyonu olan proje ilişkisini doğru
kurgulamak, İstanbul özelinde bunun yorumunu yapmak ve de ona ilişkin
sorularınız varsa, onları da katabilmeniz için İMP Başkanımız, Sayın Hüseyin
Kaptan bizle birlikte olacaklar. Kendilerine bir 15 - 20 dakika konuşma fırsatı
vereceğiz ve de bu vesileyle, büyük projeleri kendi içimizde tartıştıktan
sonra, İMP’yi dinleyeceğiz, daha sonra İMP Başkanımızın aramıza
katılımıyla soru - cevap bölümünü tamamlayacağız. Böylelikle bu da yeni
Hilal Masa Formatı olacak.
Büyük proje kavramının içinin nasıl dolacağı konusunda hakikaten benim
aklımda hep bir soru vardır. Muhakkak sizin de kafalarınızda büyük projelerle
ilgili sorular vardır. Sabahleyin Kevser Hanım çok güzel sordu: “Büyük proje
nedir, ne değildir, acaba büyüklüğünden dolayı mı, hesap ettiği zamandan
dolayı mı, bütçesinden dolayı mı, alandan dolayı mı, yoksa ona karar veren
insanlar kendilerini büyük gördükleri için mi büyük proje?” diye çok güzel
sorular sordu. Ben, hakikaten bunların arasında bir karar veremedim
doğrusu. Büyük projeler, sıkışmış siyasi kadroların, hızla çözüm bulmak için,
biraz da mevzuatı zorlayaraktan kotardıkları projeler gibi geldi bana. Çok
doğru bir kavram mı bilmiyorum. Arkadaşlarım buna ne diyecekler
bilmiyorum. Acaba doğru ve de klasik oturmuş, sürdürülebilir planlama süreci
ve onun mevzuatıyla, büyük projelerin mevzuatı nerede çatışıyor, nerede
çakışıyor, onları tartışmadan belki bu kavramları yerine oturtamayacağız.
İşte, bugün, gerek planlama kavramının içerisinde büyük proje nedir, ne
değildir ve de gerekse Sümer Hocam, biraz önce dedi ki: “Planlama
felsefesinin içersinde 50 yıldır bir yerlere geldik, ama sıfır noktasındayız.”
209
Acaba elit bir kadronun seçkinsel plan yapma alışkanlıklarını ne kadar terk
ettik, acaba, planlamaya ne kadar katılımsal bir içerik kazandırdık, acaba
“Hadi gelin beraber yapalım” dedikleri üçüncü tipe ne kadar yakınız? Fakat,
ben öyle hissediyorum ki, seçkinsel planlamayı hepimiz bir taraftan
reddediyoruz ama, hepimize dikte edilen de seçkinsel planlama ve de
seçkinsel planlamadan sonraki katılımsal planlama olsun, “Hadi gelin
beraber yapalım” tipi planlama olsun, yelpazesinin içerisinde de beynimiz,
değişik, değişik yerlerde duruyor. Fatsa örneğini hatırlıyorum, başka yerde
duruyor ibre, Mersin’de başka yerde duruyor, İstanbul’da başka yerde
duruyor,
Büyükçekmece’nin,
Arnavutköy’ün
veyahut
başka
semt
kuruluşunun, derneğinin reaksiyonlarının sentezini aldığınızda karşınıza
başka şeyler çıkıyor.
Bu esasında bize özgü bir durum değil. Bu, şu anda dünyanın yaşamakta
olduğu bir olay. Önce bunun doğru adını koyalım. Biz böyleyiz veya niye
böyleyiz noktasına girmeden, bunun dünyada tartışıldığını bilelim, biz de
tartışma usulleri içerisinde irdeleyelim ve kendi bünyemize daha uygununu
bulalım.
Dünyada, son zamanlarda, çok önemli bir kavram gelişmeye başladı, yahut
vardı da, adını yeni yeni koymaya başladılar: O da “yerel - sivil inisiyatif”.
Hem yerel olacak, hem sivil olacak, hem inisiyatif olacak, yani sahiplenecek
ve de geleceğini kurgulamaya çalışacak. Üç tane olayı birden tanımlayan
çok önemli bir kavram: “Yerel - sivil inisiyatif”. Bu, o kadar ileri gitti ki, değerli
arkadaşlar, 1999 yılında Dünya Bankası her sene bir “World Development
Report” çıkarır, “Gelişme Raporu”, 1999 yılı raporunun en az yüzde 80’i bu
kavrama ayrılmıştı ve Dünya Bankası artık yerel - sivil inisiyatifin yapıp
getirmediği projeleri sürdürülebilir bulmadığı için merkezi hükümetlerin
getirdiği projelere kredi vermeme, finans sağlamama ve yan kuruluşlarıyla
bağlantılı olarak yatayda bir destek ya da finans sağlamama konusunda
kararlılığını 1999’da ilan etti. Artık yerel - sivil inisiyatif bir fantezi değil, yerel -
210
sivil inisiyatif sürdürülebilir bir proje üretme mekanizmasının en temel özü
olmaya başladı.
İşte, biz bugün burada bu kavramları, plan kavramını, makro ölçekte kent
formunu belirleyen plan kararları ve plan esaslarını, bunların içerisinde
kotarılmış ve önceden düşünülmüş, mozaik haline getirilmiş proje kavramını,
bunların
kendi
aralarında
mevzuatla
ve
de
uygulamayla
bağlantılı
çatışmalarını ve bütün bunların seçkinsel planlama, katılımsal planlama veya
beraber plan üretme süreçleri içerisinde, İstanbul için neler ifade ettiğini
irdelemeye çalışacağız. Bakın, bulmaya çalışacağız demiyorum, irdelemeye
çalışacağız. Bütün dünyanın yaptığı gibi. Ondan sonra kafalarda oluşan
doğrularla, daha sonradan bir araya gelmelerle projeler kendine göre kendi
yollarını kendileri bulacaktır. Yoksa biz burada bir şablon üretmeye
çalışmayacağız.
Ben, bu şekilde bir açılış çerçevesi içerisinde, arkadaşlarıma konuşmalarını
yapmak için söz vermek istiyorum. Arkadaşlarımın konuşmalarının bir yarım
dakikasını kendilerini tanıtmalarına hasretmelerini istirham edeceğim, çünkü
dinleyen insanlar kimi, hangi birikimi dinliyor olduğunu bilirse iyi olur. Ondan
sonra da konuşmalarını en çok 9, 10 dakika içerisinde toparlarlarsa, daha
sonra bir tur daha konuşma şansımız olacak. Ben sözü önce Faruk
Göksu’ya veriyorum. Buyurun.
FARUK GÖKSU (Şehir Plancısı)- Teşekkürler Sayın Başkan.
Evet, şehir plancısıyım, yıllardır kentsel dönüşüm projeleriyle uğraşıyorum.
Yaklaşık 20 yıllık meslek deneyimimin 10 yılını Ankara’da, bir diğer 10 yılını
da İstanbul’da gerçekleştirdim. İlk olarak Batıkent Projesiyle meslek
yaşamıma başladım. Daha sonra Türkiye’nin ilk kentsel dönüşüm projesi
olan Portakal Çiçeği ve Dikmen Vadisi projeleri içinde bulundum. Portakal
Çiçeği Vadisinin yöneticiliğini yaptım. Özel sektörde çalıştım, kamu
sektöründe çalıştım.
211
Yaptığım şu: Kamu sektörünü, daha çok Belediyeyi, özel sektörü ve mülk
sahiplerini proje bazında bir araya getiriyorum. Bunu yaparken, bazen
Belediye tarafından, bazen yerel halkı örgütleyerek projelere başlıyorum,
yani yukarıdan aşağı ve aşağıdan yukarı yöntemlerini belirleyerek, onlarla
birlikte proje geliştiriyorum, model ve strateji geliştiriyorum.
Sayın Başkanın biraz önce söylemiş olduğu önemli bir slogan var: “Yerelsivil inisiyatifi” ya da “kamu-özel-yerel işbirliği.” Sözde çok kolay söylenen,
herkesin televizyonlarda, bu tür toplantılarda “üç sektörü bir araya
getiriyoruz” dedikleri, fakat içinin çok doldurulmadığı bir slogan, bir kavram.
Ben bunun içini bir şekilde doldurmaya çalışıyorum. Bugüne kadar yedi
Kentsel Dönüşüm Projesi gerçekleştirdim. Yaklaşık 2 000’in üzerinde kişiyle
muhatap oldum. Onlardan çok şey öğrendim. Bunlardan birincisi, her proje
kendi modelini kendi yaratıyor, her projenin dinamikleri farklı, her projede o
projeden etkilenen gruplarla, özellikle de orada yaşayanlarla işbirliği
yaparsanız, daha uygulanabilir modeller çıkarabilirsiniz.
Başkan konuşmaları 10 dakikayla sınırlandırdı. Büyük proje nedir? Biz büyük
kavramını çok seviyoruz. Ben ’84 yılında ODTÜ’den mezun olduktan sonra
Batıkent,
Kent
Koop’a
girdim.
Bütün
yabancılar
geldiğinde,
onları
gezdirdiğimizde hep şunu söylerdik: “Dünyanın en büyük projesi Batıkent
Projesi”. O yetmezdi bir de: “İlk projesi” derdik. Bununla övünürdük. Fakat
zaman geçtikçe o büyüklüğün altında bazen ezildik, bazen “ya, biz ne
yapıyoruz, ne hatalar işledik” diye de özeleştiriler yaptık.
Büyük ve ilk kavramlarını seviyoruz. Ben bu kavramları her zaman
kullanıyorum, çünkü büyüklük vizyonu belirliyor. Bu tür büyük projelerde
olmazsa olmaz beş tane ilke var. Ben kendi tecrübelerimden çıkardığım
ilkeleri söyleyeyim:
Birincisi, vizyon: Geleceği kurgulayacaksak vizyonumuzu çok net ortaya
koymamız lazım. Buna fazla değinmeyeceğim.
212
İkincisi, proje, işbirliği: Bazıları seviyor, bazıları sevmiyor ama “stratejik
ortaklık” dediğimiz kavram. Bunun üzerinde biraz duracağım.
Üçüncüsü, sosyal ve ekonomik kalkınma: Biz projeleri hep mekansal
alıyoruz; yıkalım, yapalım. Değil, bunun sosyal boyutu var, ekonomik boyutu
var. Buna ilişkin bir şeyler söyleyeceğim.
Dördüncüsü, artık biz plancılar da, planlama sistemimiz de tıkandı. Klasik
İmar Planı anlayışında yarattığımız kentleri hepiniz biliyorsunuz, yaşıyoruz.
Bir apartmanlaşma süreci, işte yandan 3 metre çek, soldan 5 metre çek,
yeterli yeşil alanın olmadığı bir mekan yarattık. Bu mekanı yine klasik
planlama anlayışıyla çözmemiz mümkün değil. Farklı model ve yenilikçi
yaklaşımları
gündeme
getirmemiz
lazım.
Bunun
üzerinde
biraz
düşüneceğim.
Beşincisi, olmazsa olmaz, her projenin bir finansının olması lazım.
Finansının yaratılması lazım. Her iyi tasarlanmış projenin de kendi
finansmanını yarattığına inananlardanım.
Bu çerçevede iki konuya özellikle değineceğim. Birincisi proje işbirliği, yani
uzlaşma. Hepimiz biliyoruz, İstanbul’da büyük projeler var. Anadolu’da da
büyük projeler var. Bu tür projelere bugün moda deyimiyle, kentsel dönüşüm
projeleri diyoruz. Sanki 30 yıldır, 40 yıldır kentlerimiz değişmemiş gibi
yeniden bu dönüşüm kavramını ortaya koyduk. 30, 40 yıl önceye baktığımız
zaman yarattığımız dönüşümden hepimiz korkuyoruz. İstanbul’da deprem
riski var. Her 100 konuttan 20 tanesinin cansız bomba olduğunu biliyor
musunuz? Yaşadığınız çevreler, isimlerini vermeyeyim. Çalıştığım üç
projede tek tek binalar tespit edilmiştir. Her 100 konuttan 20 tanesi, deprem
olmasa da yıkılacak. İşte, Zeytinburnu’nda başladı patlamalar. Demek ki iyi
çevreler yaratamamışız. Kaliteli, güvenli yapılar yapamamışız.
Kentsel dönüşüm projelerinin olmazsa olmaz, en önemli temel ilkesi
uzlaşmadır. Örneğin, Portakal Çiçeği Projesinde, böyle bir salonda toplandık,
mülk sahiplerini bir araya getirdik, iki tane temel kriter koyduk ilk toplantıda.
213
Birinci temel ilkemiz şuydu: Halka rağmen değil, halkla birlikte yapılacak bu
projeler.
Bu
ilkeyi
projenin
başında
koymazsanız
büyük
gerilimler
yaşıyorsunuz.
İkinci ilkemiz, toplumsal çıkarla bireysel çıkarı üst üste çakıştıracağız; yani
kamu çıkarıyla bireysel çıkarı üst üste çakışmalı. Herkes beklentisinden taviz
verecek.
Üçüncüsü de olmazsa olmazlar. Bizim planlama dilinde olmazsa olmaz
dediğimiz yeşil alandan taviz veremeyiz. Kentsel standartlardan taviz
veremeyiz. Otoparktan taviz veremeyiz. Bütün bu kriterleri bir projeye
başlarken projeden etkilenen gruplarla uzlaşmaya varılması lazım. Kimdir
bunlar? Mülk sahipleri. Kimdir bunlar? Kamu. Kimdir bunlar? Orada
yaşayanlar, kiracılar. Bunlarla ortak bir uzlaşmaya varılması lazım. Uzlaşma
zor. Düşünebiliyor musunuz, dört, beş taraf saydım, bunları bir ortak
bileşende bir araya getireceksiniz.
Biraz önce söyledim, 2 000 kişiyle bir araya geldim. Ankara, İstanbul, İzmir
ve Bursa’da özellikle projeler yaptım. Bu tür toplantılarda değişmeyen tek
şey var. Sunuşumu yaptıktan sonra söz alıyorlar ve “Ya, güzel anlattın da,
irtifa ne, yüzde kaç veriyorsun?” Bu da bizim genlerimize işlemiş. Bizim
kentleşme gündemimizde çok baskın bir şey. Yükseklik ne, yüzde kaç
veriyorsun? Yüksekliği kim veriyor? Kamu veriyor. Bedava veriyor. Yüzdeyi
kim veriyor? Müteahhit veriyor. Böyle bir kültür yerleşmiş. Bu kültürle, bu
anlayışla bizim büyük proje gerçekleştirmemiz mümkün değil. Bunlardan
vazgeçeceğiz. Temel ilkemiz, “güvenli, yaşanabilir çevreler, projeler
yaratmak” Herkesin eli taşın altında olacak, herkes uzlaşma çerçevesinde bu
temel ilkelerde uzlaşacak.
Büyük proje deyince ilk yapılması gereken şey, uzlaşmayla birlikte proje
senaryosunun yazılmasıdır. Bu senaryoyu neyle yazacaksınız. Bugün gerilim
oluyor, Belediyeyle yerel halk arasında gerilimler yaşıyorsunuz, siz de
yaşıyorsunuz, televizyonlarda da görüyorsunuz. Temel yanlışlık şu: Belediye
214
projeyi hazırlıyor kendi bürokratlarıyla, plancılarla, sonra halkın karşısına
çıkıyor. Biz böyle bir proje hazırladık, ne diyorsunuz? Yanlış. Proje
senaryosunu aynı bir film senaryosu yazar gibi, o senaryonun içersindeki
aktörlerle birlikte oluşturacaksınız. O aktörlere ne görev veriyorsanız, mülk
sahibiyse, oradaki kiracıysa, kamuysa, o senaryo çerçevesinde ne görevler
veriliyorsa bunu anlatacaksınız. Onlarla birlikte geliştireceksiniz, herkesin
mutlu olması mümkün değil. Herkesi mutlu etmeniz de mümkün değil, ama
asgari bir müşterekte buluşacaksınız. Bu biraz hüner ister, bu katılımcılık
ister, bu biraz kamu baskısı ister. Bütün bunları bu proje işbirliği içersinde
gerçekleştirmeniz lazım.
İkinci bir konu, önemli bir konu, artık kentlerimizde dönüşüm projesi
yapılacaksa mekansal boyutu değil, sosyal ekonomik boyutunu ön plana
çıkarmanız
lazım.
Uzlaşma
aşamasında
şunu
gördüm:
İnsanlarla
konuşuyoruz, teyze diyoruz, amca diyoruz, işte biz sana şu proje
kapsamında bunları öneriyoruz. Aldığımız cevapların yüzde 60, 70’i şu:
“Bırak; bana şu kadar daire vereceğine, bırak; bana şu kadar bina
vereceğine ilk önce işsiz çocuğuma iş buluyor musun?” Bu sorularla
karşılaşıyoruz. “İlk önce iş bul, ben sana güven kazanayım, ondan sonra
senin dediğin şeyi kabul edeyim.”
Buradan şu sonuç çıkıyor: Tasarlanan her proje, mekansal her projenin
ekonomik boyutunu, sosyal boyutunu önceden planlayıp nasıl iş yaratırım,
nasıl toplumsal kapasiteyi arttırırım sorularına yanıt bulmanız lazım. Eğer bu
yanıtı
bulursanız
uygulanabilir
projeler
gerçekleştirebilirsiniz,
diye
düşünüyorum.
Proje finansmanını şimdi geçeyim, süremiz doldu. Artık proje geliştirilen
alanlarımız çok yapılaşmış. Yoğunluklar çok fazla. Bunları bir kat daha
arttırarak yeni mekanlar yaratamayız. Onun için imar hakları transferinden
tutun, toplulaştırmasına kadar, bunun menkul kıymete dönüştürülmesine
215
kadar, yeni teknikleri, yöntemleri gündeme getirmemiz lazım. Bunu
tartışmamız lazım, diye düşünüyorum.
Ben sözlerimi burada bitireyim. İkinci aşamada kalan kısımdan devam
ederiz.
OTURUM BAŞKANI- İki dakika az zaman vereceğim size.
Efendim, İmar Mevzuatı proje geliştirmenin, plan geliştirmenin en önemli
tabanı. Hukuk yoksa, diğer insanların kullandıkları alanları yaratma ve
kullanma hukuku da olamaz. Dolayısıyla, imar mevzuatı önemli, ama imar
mevzuatının gerek kurgulandığı ve de hayata geçirildiği süreç, hiçbir zaman
nihaileşmez, ve gerekse kimlik değiştirdiği veya karakter zaaflarına uğradığı
da bir gerçek, yani imar planının süre içersinde, zaman içersinde çeşitli
kayıpları oluyor. Feridun Duyguluer bu konuda çok güzel bir makale
yazmıştı. Ben o makaleyi hakikaten büyük bir heyecanla okudum. Farkına
vardığım bir çok şeyin orada çok güzel tanımlanmış olduğunu gördüm ve de
büyük proje yapma dinamiğiyle İmar Mevzuatının Kayıpları makalesinin
müthiş bir çakışma içersinde olduğunu, müthiş bir bütünleşme içersinde
olduğunu gördüm. Kendisinden rica ettim, Ankara’dan kırmadı geldi. Şimdi
Feridun üstün yeteneğiyle çok kısa bir zaman içinde bunu bizle paylaşacak.
FERİDUN DUYGULUER- Tavit’in bu nazik konuşmasına çok teşekkür
ediyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Ben şehir plancısıyım ve 32 yıldan beri bürokratlığım devam ediyor. Tabii, bir
bürokrasi içinde de hep ana konumuz mevzuat oldu. Bu mevzuatı devamlı
gündemde tuttuğumuz için mevzuattaki değişim de, benim son yazdığım
makalenin ana konusuydu. “İmar Mevzuatının Kayıpları” şimdiye kadar
Cumhuriyetin başlangıcından imar mevzuatındaki bu yazılı kurallarla
planlama
önemli
kurallar kazanmıştı.
Mesela,
İmar Kanunu
içinde
kademelenme konusu vardır, yani akademik çevrenin kabul ettiği bir kavram
hukuk içine girmiştir. Bu çok önemli bir kazanımdır, Cumhuriyet tarihinde
planlama tarihi açısından.
216
Biz mevzuatı eleştirebiliriz, fakat son yıllarda, bu kazandığımız yazılı
kuralların değerlerinden çok önemli kayıplar söz konusu; elma ısırığı gibi,
devamlı birtakım ısırıklarla kayıplar var. Ben de bunun üzerine bu kayıpları
sistematik hale getiren, bu kayıpları bütünleştiren, bir anlamda tarihi süreçte
kayıplara ilişkin bir özetleme yapan o makaleyi yazdığımda, sağ olsun Tavit
kardeşim bu konuya ilgi duymuş. Ben de size sadece yazdığımın beşinci
bölümüne
ait
özetleme
yapacağım.
Son
yıllarda
imar
kuralları
önemsizleştirilmeye başlanmıştır. Daha önce söylediğim deregülasyon
konularından, mevzuatın içinde plansızlaştırma konularından, kademelenme
krizlerinden
bahsediyorum;
en
nihayet
geliyorum,
imar
kurallarının
önemsizleştirilmesine ve bu önemsizleştirme üç kulvarda gidiyor.
Birinci kulvar, bir kanun çıktığında diyor ki: “Ben plan yapacağım ama imar
mevzuatı kısıtlamalarına tabi olmadan plan onaylayacağım.” Böyle birkaç
tane kanun var. Tam 12 adet Kanun var.
İmar mevzuatı nedir? İmar Kanunu demiyor, İmar mevzuatı diyor. Kıyı var,
turizm var, sanayi var, böyle 50’ye yakın, fiziki ortamı anlatan, planlayan
kanun var şu anda bizim elimizde. İmar Mevzuatını dışlayan bir hukuk
anlayışı, birincisi bu.
İkinci kulvar, HÖP, her ölçekte plan yapma. Şimdi, sektörler, kendilerine ait
bir özel kanun çıkardıklarında, o sektör, turizm, sanayi, özelleştirme, çevre,
kültür olsun, her kurum -ki genellikle bunların hepsi Ankara’da- Merkezi
Hükümet Teşkilatı içinde, her ölçekte plan yapma yetkisi alıyorlar. Sadece
plan yapma değil; her ölçekte plan yapma. Her ölçek dediğiniz nedir? Makro
düzeyden uygulama düzeyine kadar uzanan bir planlama yetkisi. Aslında bu
kavram, planlama bilgisinin, planlama kültürünün, planlama felsefesinin de
dışlanması demek. Hiç bilmeyen, arşivi olmayan, bu konuda gelişmemiş bir
kuruma,
siz
böylesine
yüklü
bir
ortamı
yetki
olarak
verip
onu
yetkilendiriyorsunuz. En yüksek plandan en alçak plana kadar plan yapma
yetkisi. Bu da ikinci kulvar. Özetleyerek geçiyorum.
217
Üçüncü kulvar, bu konularla çok örtüşüyor, PİA, Parçalı İmar Afları. Biz
şimdiye kadar neye alışmıştık. 12 tane af çıktı ‘1948’den beri Türkiye
bütününde. Bu imar afları tüm sektörleri, tüm şehirleri, aynı ölçekte, aynı
zaman diliminde kapsayan aflardı. Şimdi sektörel anlamda, noktasal
anlamda son 5, 6 yılda, örneğin mera alanlarında gerçekleşmiş birtakım
inşaatları tamamen kabul eden, sanayiyle ilgili birtakım izinsiz konulardaki
açılmış davaları hükümsüz sayan, 19 adet imar affı çıkmış durumda.
Bu üç kulvarı özetledikten sonra gene konumuza geliyoruz. Zaten bu
konuların başlangıcı projeci yaklaşımın
Türkiye’de
belirli bir ortam
bulmasından kaynaklanıyor. Ben de buna sektörel modelin ağırlığı diyorum.
Geçen toplantımızda, “bencil sektörel politikalar” olarak ifade etmiştim. Şimdi
bu sektörel modelin ise özetlendiğinde üç alt başlığı var. Her sektör -sanayi,
turizm, özelleştirme, çevre, koruma- ilk önce mekanda kendine bir özel
bölgeleme yapıyorlar. O sektöre ait
özel bir mekan. İkinci kavram, o
bölgelemede özel planlama, zaten planlamayı konuşurken planlamanın
hataları da oluyor. Planlamanın zararı da var dediğim hep bunlar. O sektör
sadece kendine özgü plan yapıyor. Kent bütünlüğü bir tarafta, planlama
bütünlüğü başka bir tarafta, halk başka bir tarafta. Sadece sektörü düşünen
bir planlama anlayışı, özel planlama. Üçüncüsü de özel yönetim. İşte bu özel
bölgede, özel planlama içinde, özel bir yönetim geliyor. Bu ne demek?
Oradaki kurumlar kendi ruhsatlarını, kendi izinlerini belediye haricinde
vermeye başlıyorlar. Nihayet, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanımız, ki bu
çok gecikmiştir, en azından bunun 5, 6 sene önce söylenmesi gerekiyordu,
nihayet gazete kupürlerine de çıktığı şekilde, diyor ki, tek örnek veriyorum
zamanımız kısıtlı olduğu için, “OSB’ler Büyükşehir Belediyeleri sınırları
içinde yeni belediyeler oluşturmaya başlamışlardır. Bir Belediye olarak bunu
kabul etmemiz mümkün değildir.” Bir belediye yönetimi içinde böyle öbek
öbek farklı yönetimler. Bu da sektörel modelin alt açılımı.
OTURUM BAŞKANI- Feridun burada özel denetim olayı var mı?
218
FERİDUN DUYGULUER- Biz zaten özel denetim kavramını maalesef İmar
Kanunu ile kaybettik. İmar Kanunu özelleştirme politikalarıyla inşaat
sektörünü hızlandıracağım, genişleteceğim diye uğraştı. Denetim İmar
Kanununda da gelmemişti; yani 80’in özel değişimlerinden biri de
denetimsizliktir. Bu makalede vardır, ona girmedim ama bunların içinde özel
denetim yoktur.
OTURUM BAŞKANI- Bu toplantının daha içerikli seyretmesi açısından şu iki
konuya açıklık getirmeni istirham edeceğim. Bir tanesi, özel denetim İmar
Mevzuatında ne, bu kotarılmış kayıplar noktasında neye geldi? İkincisi,
denetim sonrası müeyyide mekanizması nedir? Yapanın yanına kâr kalması
mekanizmasını nasıl yorumluyorsun?
FERİDUN DUYGULUER- İmar sistemi içinde zaten, denetim, yazılı kural
olarak yoktur. Sadece İçişleri Bakanlığı’nın belediyeleri denetlemesi vardır.
Bizim Bayındırlık Bakanlığı’nın denetlemesi, teknik anlamda denetim yoktur.
Eski Büyükşehir Mevzuatında da bu böyleydi. Zaten Büyükşehir modeli
başkan modelidir, son model ile Büyükşehirlerin küçük alt kademeleri
denetlemesi geldi, fakat bu Büyükşehir veya belediye içindeki bu öbek öbek
yönetimlerin denetlenmesi konusu ise belki bir kavram olarak, bir bütünlük
olarak İçişleri Bakanlığı açısından vardır ama teknik bakımdan denetim
yoktur.
OTURUM
BAŞKANI-
Sadece
İmar
Yönetmelikleriyle
belediyelere
bırakılmıştır.
FERİDUN DUYGULUER- Evet efendim. Şimdi geliyorum bu sektörel
modelden sonra, bu toplantıya katkısı olsun diye söylüyorum, iki üç
Oturumda da konuşuluyor, biz bu yıpranmalardan, bu parçalanmalardan, bu
kolaylaştırmalardan, bu Kanunlarla İmar Mevzuatındaki istisnalaştırmalardan
kaçınırken, bir taraftan da ne oldu? Çok önemli, çünkü biz öyle yetiştik. Biz
toplum yararı ve kamu yararıyla yetiştik ve bizim anlamamızda kamu
yararının içinde ne kadar siyasi değişim etkense, biz toplum yararıyla kamu
219
yararını özdeşleştirmiştik. Fakat şimdi, bu sektörel model altında her sektör
kamu yararını kullanıyor. Her sektör kamu yararı amaçlı iş yaptığını söylüyor.
Özelleştirme kamu yararı, turizm kamu yararı gibi. O zaman ne oluyor, kamu
yararının bir anlam farkı, bir anlam özelliği kalıyor mu? Kalmadığı için de
“kamu yararı içeriksizleşmiştir” diyoruz. “Kamu yararı toplum yararı
kavramından çok çok kopmuştur” diyoruz. Hatta kamu yararı ne hale geliyor,
biliyor musunuz? Bir mekanda eğitim sektörü ile orman sektörü kamu yararı
açısından karşılaştırdığında, bir arazinin acaba orman mı olsun, yoksa
burası okul mu olsun karşılaştırması yapıldığında ikisi de kamu yararı. Ne
diyor yargı? Üstün kamu yararı, diyor. Kamu yararı bile okulu üstün tutuyor
ormana karşı. Mevcut orman var orada. Mevcut ormanın kesilip üniversitenin
yapılmasına “üstün kamu yararı” diyor. Zaten 1980’den beri gelen rekabet
kavramının nereye girdiğini görüyorsunuz. “Kamu yararı” kavramına da
girmiş. Yarışmacı, kamu yararları bile yarışmacı: Üstün kamu yararı.
Tabii, bunun haricinde, kademelenme krizinde çok belirgin bir şey
söyleyeceğim ve ikinci cümleyle de bitirmek istiyorum. İnanılmaz bir
kademelenme krizi var. Her sektör üst ölçekte plan yapıyor. Bir kere üst
ölçek bolluğu var. Üst ölçek plan enflasyonu var. Her sektörün makro
planları, mega planları, Türkiye planı, kıyı planı, falan, inanılmaz bir üst ölçek
planı bolluğu var. Bir de, bunun haricinde, kademelenmeyi dışlayan, bu da
kentsel dönüşüm hukuku içinde, “sadece benim planım geçerlidir”, eskiden
yapılmış planların, şu andaki planların geçerli olmadığını ifade eden
tamamen ayrı uçta bir şey var.
Bir de, çok ilginç bir durum var, bizim planlama camiası bunun maalesef
daha farkında değil veya bunu iyi niyetle alıyoruz. Toprak Koruma Kanunu
çıktı, diyor ki orada: “Ülke ve bölge planlarına temel teşkil eden arazi
kullanım planı”. Arazi kullanım planlaması var. Tabii ki biz toprak planlaması
yaparken veri olarak alacağız ama Kanun böyle demiyor. Arazi kullanım
planının bölge planı ve ülke planının temeli olduğunu söylüyor. Demek ki, bir
üst ölçek daha ortaya çıkıyor yazılı kurallar içinde. Diyor ki: “Diğer planlara
220
da veri teşkil eder”, o bizim anlayışımız, diğer planlara diyor, ama yazılı kural
olarak bölge planının da üstünde olduğunu ifade eden ayrı bir ölçek var. Şu
anda da işleyişi yok.
Şimdi geliyorum stratejik planlamaya. Bunları böyle konuşurken özellikle
bilimsel ortam diyor ki “Stratejik Planlama” ve biz bunu daha da güzel hale
getiriyoruz, “Stratejik Mekansal Planlama”.
Sayın arkadaşlar, sayın hocalarım, sevgili kardeşlerim, stratejik mekansal
planlama nedir? Bunun cevabını hepiniz biliyorsunuz belki de, ben de
biliyorum, ama şunu söylüyorum: Ben şimdi, 81 adet Türkiye’de yapılmış
stratejik planlamayı okudum. Bunların hepsi Devlet Planlama Teşkilatı’nın
internet sayfasında var. Bu aslında çok özgür bir ortam. Eskiden böyle bir
şey yoktu. Bunu yapanları da kutlamak lazım. Yapılan belgeyi bizim okuma
hürriyetimizin içine sokuyorlar. Biz buna erişebiliyoruz. İlk önce buna
teşekkür etmek lazım. Ama ondan sonra da eleştiriyoruz. 81 tane stratejik
planlama okudum. Bu stratejik planlamalardan İstanbul, Antalya mekansal
konuları içinde kopmuş durumunda.
Bu stratejik plan, bırakınız mekansal boyutunu, bir stratejik planlama
anlayışının, böyle bir kılavuzun da olduğu ortamda üretilmiş, şimdi ampirik
konuşuyorum, yani teorik anlamda ne olması gereğini söylemiyorum size.
Elimdeki belgelere göre özetleme yapacağım. Alıyorsunuz elinize, bu yüzde
80’ler için geçerli, yüzde 90’a da çıkartıyorum, 81 adet stratejik planlama. 30
sayfa o şehrin tarihinin, isminin nereden geldiğini anlatan bir yaklaşım.
Sonraki bölüm, oradaki Şube müdürlerinin, Daire Başkanlarının görevlerini
anlatan, ondan sonra geçiyor, projeleri listeliyor. Bakın tamamen listeleme
usulüyle bir proje sistemi var. Diyor ki: “Ben gelecekte şunları şunları
yapacağım.” Bu arada tabii bir paydaş sıralaması koyuyor. “Şu, şu, şu
paydaşlarım var” diyor. Çok enteresan olan bir konu daha var, swot analizi,
GÜZAFIT, işte bu güçlü yanlar, zayıf yanlar, fırsatlar, teyitler, GÜZAFIT
analizinde anlatıyor. Ne diyor? “Zayıf yanlarım şu, tehditler, fırsatlar bunlar, o
221
matriksi yapıyor, sonra hiçbir şey yok. Paydaşlar sıralanıyor, swot analizi var,
listeleme, tarih ve kurumun görevleri. 81 adet stratejik planın kurgusu budur.
O zaman diyoruz ki, bilimsel ortam, stratejik mekansal planlama muğlaklığını
kurtarmak, buraya birtakım alt önermeler getirmek zorundadır. Bu yeni
kurumsalcılıkla, bu aynen Faruk’un anlattığı iletişimsel akılcılıktır veyahut da
yerelleşme, kelimeleriyle sadece desteklenecek konu bilimsellik değildir. Bu
bilimselliğe, sistem teorilerine karşıysak farklı bir teori koymak zorundayız.
Bütünselliğe karşıysak farklı bir şey koymak zorundayız. Ben onları
bilmiyorum, ben hâlâ sistem teorilerini, bütünlüğünü koruduğundan bu yeni
kurumsalcılık veya iletişimsel akılcılıkta katılım dediğimiz konudaki alt
başlıkları, alt uygulamaları kafamda çok netleştiremediğim için böyle eleştirel
konuşuyorum, yoksa katılmadığımdan değil. Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Ben teşekkür ederim. Tabii, haksızlık etmeyelim,
stratejik planlar, çok da güzel resimler var içinde. Valilerimizin resmi, Vali
Yardımcılarımızın resmi filan, yani bunlara haksızlık etmeyelim. Çok güzel
resimler veriyorlar.
Hazır bu noktadayken, imar mevzuatının kayıpları, kamu yararı kavramının
içinin boşaltılması gibi kavramları konuştuğumuz noktada, ben yüzümü
Erhan Bey’e döndürmek istiyorum. Kendisi, hem TMMOB Şehir Plancıları
Odası’nın bu başlığımızla ilgili sunuşunu, hem de Feridun’un sergilemiş
olduğu noktayla ilgili kendi görüşlerini, iyi bir konuşmacı olduğundan, eminim
10 dakikada toparlayacaktır.
ERHAN
DEMİRDİZEN-
Çok
teşekkürler
Tavit
Bey.
Ben
kendimi
tanıtmayayım. TMMOB Şehir Plancıları Odası’nı temsil ediyorum.
Büyük yatırımlar, büyük projeler konusu şehir plancıları açısından kolay bir
konu değil. Onu söylemek istiyorum, yani farklı boyutlarını görmek
durumunda olduğumuz bir konu. Her zaman çok duygularımızla hareket
edemediğimiz bir konu ama her zaman yatırımcıların gördüğü pencereden
de
bakmadığımız,
bakamadığımız,
başka
222
mesleki
sorumluluklarımız
nedeniyle bakamadığımız bir konu. Fakat şehir plancılarının bütün bu
zorluğuna rağmen, İstanbul’daki büyük yatırımlarla ilgili başı son yıllarda
gereğinde fazla dertte. Bu aslında dünyada, başka ülkelerde rastlamadığımız
kadar büyük bir çatışma, plancılarla kentteki yatırımlar arasındaki bu
problem, aslında fazla görülmeyen bir problem dünyada. Bunu, başka
ülkelerde şehir plancılarının ortak toplantılarına katıldığımızda, o ülkelerin
şehir plancılarının kendi ülkelerindeki planlama ve uygulama deneyimlerini
anlattıklarında da görüyoruz. Bir plancıyla kentteki yatırım ikliminin bu kadar
karşı karşıya geldiği örnekler fazla yok. TMMOB Şehir Plancıları Odası’nın
ve diğer meslek odalarının dosyaları, evrak arşivleri İdare Mahkemelerinde,
Danıştay’da açılmış davalarla dolu. Ciddi bir enerji kullanıyor odalar bu
konuda, baktığınızda. İşte, Galata Port, Dubai Kuleleri, bunların hepsini
biliyoruz. Karayolları arazisi, son yıllarda artan rezidans projeleri, bunlarla
ilgili yapılan değişiklikler, bazı büyük konut, toplu konut projeleri, en son
TOKİ’nin bazı onayladığı planlar ve bu doğrultuda başlattığı konut üretim
süreçleri.
Bu doğru değil ama, ben bunun baştan altını çizerek konuşmaya başlamak
istiyorum. Plancının kentte yapılan büyük yatırımlarla bu kadar uğraşması ve
bu kadar gerilim yaşaması doğru değil. Feridun Bey bu konuya girdi; bu
projelerin bazı fiili yeni yasal takviyelerle yapılma noktasına gelinmesini
plancılar, kentte kesintisiz olarak sürdürülmesi gereken planlama sürecinin
bir tür kesintiye uğratılması, onun bir tür paranteze alınması olarak
görüyorlar. Bir anlamda plancılar, bütün bu büyük yatırım süreçlerini, imar
ayrıcalıkları için fırsatların bazen ölçünün kaçırılarak kullanıldığı örnekler
olarak değerlendiriyorlar. Bu da tabii bilinen bir konu. Planlamanın temel
ilkeleri de plancıların yüzde 99’u tarafından karşı bulunuyor.
Bu bir sorun. Ama tabii, hayat başka bir yerde devam ediyor. Plancıların bu
sorunu tespit ederken, ben dahil, burada bu konuşmayı yaparken, bir yandan
da hayatın nerede nasıl devam ettiğini plancının anlama yükümlülüğü var,
223
sorumluluğu var diye düşünüyorum plancının kente karşı olan mesleki
sorumluluğu içersinde. Ama bu anlamda çok yanlış örnekler var.
Ben geçen gün internette bir ilan gördüm, böyle ufak bir örnek vereyim. Bir
şehir plancısı arkadaşımız “İmar Plan Tadilatı ve Gayrimenkul Yatırım
Danışmanlığı” diye bir şirketine tanıtıcı, lanse edici bir slogan bulmuş. Ama
bu Tükiye’nin gerçeği. Bu İngilizce bir sayfa ve şirketi tanıtan sayfada
yabancı yatırımcıya danışmanlık yapıldığı, büyük ölçekli gayrimenkul yatırım
danışmanlığı yapıldığı, hatta sadece yapılmaya çalışılmadığı, bizzat yapıldığı
da ifade ediliyor bu web sayfasında. Bizler, yatırımın yanına, bir plan
tadilatının kaçınılmaz olarak konulmuş olmasını, şehir plancılarının, Feridun
Beyin
anlattığı
mesleki
değerleri
ve
bugüne
kadarki
birikimlerimiz
çerçevesinde kolay kolay hazmedemeyeceği bir ilişki diye görüyoruz.
Mesleki içgüdülerimiz plan tadilatıyla yatırım kavramlarının bu kadar içli dışlı
olmasını kabullenemiyor.
Dolayısıyla, yatırımlarla plan arasındaki makas gün geçtikçe açılıyor.
Yatırımcı tarafından plan engel gibi görünmeye başlanıyor kaçınılmaz olarak.
Bir tür bürokratik bir engel gibi görünmeye başlanıyor. Bunun hemen hemen
istisnası artık yok gibi. Çok daha eskiden, bundan bir 10, 15 yıl önce aslında
bu kavramlar Türkiye’de yeni yeni ortaya çıkmaya başlamıştı. ‘90’lı yılların
ortalarında bir Türk - Alman İş Konseyinin bir toplantısını hatırlıyorum.
Konseyin üyesi olan bazı Alman işadamları o toplantıda Türk muhataplarına
şöyle bir tavsiyede bulunuyorlardı: “Siz bu İmar Kanununuzla büyük turizm
yatırımlarını ve her türlü büyük yatırımı hayalinizde görürsünüz. Bu İmar
Kanunu büyük yatırım yapmaya uygun bir kanun değil.” Bu aslında bizim
kafamızdaki
plan
kavramıyla
kentin
yatırım
aktörlerinin
kafasındaki
parametrelerin ne kadar birbirinden kopuk olduğunu bir anlamda gösteriyor.
Bu kapatılması gereken bir makas. Tekrar tekrar söyleyeyim. Bundan bir
süre sonra, çok değil, Ankara’daki bürokratlar tabii, çok daha iyi biliyorlar
bunu, bir süre sonra Başbakanlık Müsteşarının başkanlığında, onun yönettiği
bir süreç içerisinde bir yatırım ortamının iyileştirilmesi çalışmasına
224
başlanıyor. Yatırım ortamının iyileştirmesi çalışması içerisinde, bu harıl harıl
çalışma bir dönem çok yoğun bir biçimde sürdürüldü. Hatırlarsanız, bunun
içerisinde bürokratlar, işadamı kuruluşları, tüccarlar, sanayiciler toplanıyorlar.
Buradaki konu yatırımların önündeki engeller, ama çok çeşitli engeller, bütün
sektörlerdeki engeller. Tabii, burada bildiğimiz anlamda imar planının giderek
yatırımın önündeki bir engel olarak görüldüğü ve yatırım ortamının
iyileştirilmesinin
aslında
bazı
bizim
alıştığımız,
kanıksadığımız
plan
tavırlarının esnetilmesi talepleriyle beraber gündeme geldiğini görüyoruz.
OTURUM BAŞKANI- İki küçük sorum olacak. İzleyicilerin de kafalarında
oluştuğuna inandığım bir soru. Kesintisiz planlama süreci ve tabii onu
destekleyen mevzuat yetersiz mi? Oda olarak bunu nasıl görüyoruz? Eğer
yetersizse bu sefer bu yetersizliği ortadan kaldırmakla görevli kanun koyucu
bu yetersizlikleri ortadan kaldırmada, başka bir deyimle çağdaşlaştırmada
beceriksiz mi? Bu konuda görüşünüzü eklerseniz seviniriz.
ERHAN DEMİRDİZEN- Ben şimdi konuşmamın ilerleyen bölümlerinde
aslında biraz buna değineceğim. En başta, plancının biraz kafası karışıktır
bu konuda dememin nedeni o. Plancıların büyük bir çoğunluğunun
klişeleşmiş, alışkanlık haline gelmiş, yerleşmiş yaklaşım tarzını anlatmaya
çalışıyorum ama sonra o tarafından bakacağım zaten, kaçınılmaz olarak.
Bu yatırım ortamının iyileştirilmesi toplantılarından sonra karşımıza ilk olarak
bu Organize Sanayi Bölgeleriyle ilgili bazı meseleler gelmeye başladı. Orada
bazı imar kurallarımız, yatırımcı açısından arsa maliyetini yükseltici bir etken
olarak değerlendirilmeye başlandı. Burada tabii, müzakere edilebilir öneriler
vardı, yoktu, o ayrı bir tartışma ama önemli olan şu, plancı bu tartışmalara
girmiyor. Türkiye’de plancı bu tartışmalara girmiyor. Bunun bir Oda temsilcisi
olarak burada bir altını çizeyim istedim.
Sorunun şimdi ikinci tarafına geliyoruz. Peki bizim imar planlama
sistemimizde yatırımcının kendi iç dünyasında, kendi parametreleriyle, kendi
faktörleriyle sorduğu soruların karşılıkları var mı? O yok. Belki burada bugün
225
İstanbul çevre düzeni planıyla ilgili bazı konuşmalar da yapacağız, yatırım
boyutu planlarımız tarafından planın içermesi gereken boyutlarıyla ele
alınmıyor. Planlarımız bizim, aşağı yukarı, bir hızlı kentleşme meselesine,
hızlı göç meselesine bir çare bulmak üzere bazı temel imar uygulamalarını
formüle etmek üzere tasarlanmış bir plan yöntemi izliyor. Kadastral mülk
düzeninden imarlı mülk düzenine geçiş için gerekli olan teknik bazı sorunları
imar planlama sistemimiz içersinde çözmeye çalışıyoruz. Bunun içerisinde
baktığımızda aslında kentte, imar planıyla oluşturulan kentsel çevrede küçük
ölçekli kamu ve özel sektör yatırımlarını öngörüyoruz plancı olarak, yani pek
çok kentte hatta orta ölçekli ve büyük ölçekli sermaye yatırımlarının
olasılıklarını bile plan içersinde yeterince etüt etmiyoruz. Bu çok ciddi bir şey,
yani bunu öngörmeye devam ediyoruz.
Aslında hâlâ bir anlamda 1970’lerin Türkiye’sinin verileriyle hareket etmeye
devam ediyoruz. Biliyorsunuz, 1970’lerin Türkiye’si, kentlerde, şehirlerimizde
küçük sermayenin, küçük müteahhidin, küçük yatırımcının yatırım yaptığı
kentler. 1980’li yıllardan beri bu gerçek değişmeye başladı. Bunu buralarda
akademik
ortamlarda
çok
konuşuyoruz.
1980’lerden
sonra
büyük
sermayenin kentlerle ilişkisini çok konuşuyoruz ama bunu hâlâ planlama
sistemimizin içerisinde nasıl yorumlayacağımızı plancılar olarak bulmuş
durumda değiliz.
Ben o yüzden planlama sistemimize bu boyutuyla bakmak gerektiğini
düşünüyorum.
Biz
hâlâ
arsa,
arazi
düzenlemelerine,
parselasyon
meselelerine, biraz oradan dışarıya, başka bir yöne doğru bakmak, plancının
yatırım perspektifiyle bakmayı öğrenmesi gerektiğini söylüyoruz.
Bunları düşünmeye başladıktan sonra plancının yatırım kavramıyla plan
tadilatı kavramının Türkiye’de yan yana gelmiş olmasından dolayı bir mesaj
alması gerektiğini düşünüyoruzz, yani buna bir reaksiyon göstermenin
ötesine geçip buradan bazı mesajlar almak gerektiğini anlıyoruz.
226
Tabii, yatırımcı açısından baktığımızda şu görülüyor: Yatırımcı, kentte bir
yatırım yapmaya kalkıştığında, hakikaten işi zor. Ben bazı örnekleri plancı
olarak incelediğim için biliyorum. Kentlerimiz belirli bir ölçeğin üzerindeki
yatırımlar açısından
mülkiyet
deseni
fazlasıyla
parçalı.
Çok
küçük
mülkiyetlerden oluşuyor kentteki mülkiyetler. Plan, belirli bir ölçeğin
üzerindeki yatırımlara, belirli bir yön vermediği için, belirli bir tarih getirmediği
noktada yatırım bu sefer iki tane çare kullanmaya çalışıyor. İki tane yöntemle
bu sorunu çözmeye çalışıyor kentlerde. Bunlardan bir tanesi, açıkça
konuşalım bunu, kentlerdeki emlakçılar aracılığıyla yapılan bazı kayıt dışı
arsa operasyonları. Bunlar bazen açıkça böyle söylenmese de gazetelere
haber olarak geçiyor. Burada neyi kastediyorum? Bazı emlakçılar, bazı
bölgelerde, bazı büyük yatırımcılarla bağlantılı olarak bu kentteki küçük
parselleri, küçük mülkiyetleri toplamaya başlıyorlar. Bu planlı bir süreç değil.
İkinci olarak da, büyük kamu arazilerine yönelmiş olan talepler var. Bunların
her ikisi de planlama sistemimizin handikaplarından kaynaklanıyor diye
düşünüyorum. Son sözlerim ikinci tura.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ediyorum. Tabii, Sayın Demirdizen çok dolu,
haklı ama bu format içersinde ikinci kere söz alabilmesi için birincisini
kesmek zorunda kaldım. Eminim ikinci kere gene söyleyecek sözleri olacak.
Efendim, biraz plancıları dinledik. Şimdi, plan dışında ama büyük proje
içersinde hiç yadsınmayacak rolleri olan ve de dışarıdan olayın nasıl
gözlendiği konusunda ciddi inisiyatifleri olan arkadaşlarımıza geldi sıra. Ben
dördüncü sırada İKSV Başdanışmanı Nilgün Hanıma söz vermek istiyorum.
Nilgün Hanım buyurun, bir 10 dakika içersinde lütfen toparlarsanız, daha
sonra gene söz vereceğim efendim.
NİLGÜN MİRZE- Tabi efendim, zaten bu kadar şehir plancısı ve mimar
arasında sanıyorum benim kültür adına söyleyeceklerim olacak.
Ben İstanbul Kültür Sanat Vakfında Başkan Danışmanlığı yapıyorum.
İstanbul 2010 Yürütme Kurulu Başkan Yardımcılığını üstlendim, yürütmeye
227
çalışıyorum. Kültür Üniversitesinde Kültür Politikaları üzerine ders veriyorum.
Avrupa - Akdeniz İşbirliği kapsamında kurulan Analint Vakfının Türkiye
Başkanlığını yürütüyorum. Yani kültürle ilgili aslında hepsi birbirine bağlı olan
bir sürü şapka taşıyorum.
Proje ve büyük projeler gerçekten benim için de çok aydınlatıcı oldu.
Özellikle 2010 bağlamında yapılması düşünülen kültür yatırımları açısından
çok önemli ip uçlarını da burada ben almış oldum. Ben işe biraz da başka
yönden bakmak istiyorum, çünkü kültür operatörleri olarak yapmaya
çalıştığımız, kentlerin, nüfuslarına uygun bir biçimde kültür mekanlarına,
sanat mekanlarına da sahip olması; ben bu doğrultuda konuşmak istiyorum.
Büyük proje, küçük proje konularına girmeden önce, projeleri sanıyorum iyi
bir tanımla “vakit kısıtlamaları olan hayaller” diye tanımlayabiliriz belki.
Hayallerin büyük olmasında da ben hiçbir sakınca görmüyorum, çünkü küçük
düşünmemek gerektiğini düşünüyorum. Bugün geriye baktığımız zaman,
‘70’lerden bugüne kadar getirdiğimiz, hatta ‘60’lardan, ‘50’lerden bugüne
kadar getirdiğimiz tecrübeler küçük düşünmenin bizi pek fazla bir yerlere
götürmediği doğrultusunda. Sanıyorum hepimizi ortak bir fikir birliğine
getiriyor.
Kültür ve sanatın erişilebilir olması, kent yaşamının bir parçası olması ve
kültür mekanlarının var olması konularına geldiğimiz zaman da İstanbul’da
çok trajik bir tablo var aslında. 18 milyona yaklaşan bir nüfus var. Bu 18
milyona yaklaşan nüfus içersinde sayabileceğimiz kültür mekanları, sanat
mekanları bir elin parmaklarını aşmayacak kadar az. Bunların çağdaş
gereksinimlere cevap verecek alt yapıya sahip olup olmadıklarıysa ayrı bir
konu.
Bugün büyük tartışmalara neden olan Atatürk Kültür Merkezi, başta hemen
bir parantez açıp söyleyeyim, “yıkalım mı?” Hayır, asla yıkmayalım ama çok
ciddi altyapı çalışmalarına ve çevre çalışmalarına ihtiyaç duyulan bir kültür
mekanı olarak karşımızda duruyor. Bugün sanata baktığımız zaman, sanatın
228
pek çok dalının interdisipliner bir hale geldiğini gözlemliyoruz. Artık, bir
tiyatro sahnesinde sadece diyaloglara dayanan, konuşmalara dayanan ve
yalın ışıklarla götürülen uygulamalar, sahne tasarımları yok. Bugün
baktığımız zaman belki büyük mekanlarda, hangarlarda tekniğin ve farklı
sanat disiplinlerinin birbirleriyle interaktif bir biçimde etkileşim içine girdiği ve
aynı biçimde izleyicinin katılımını da önerdiği yaklaşımlar var. Bunları
gerçekleştirmek için gerekli altyapıya, maalesef bugün Türkiye’nin en önemli
kültür kentlerinden biri olan İstanbul bile sahip değil. Bu çok önemli bir eksik
olarak karşımıza çıkıyor.
Yine, 2010 şapkasıyla baktığımız zaman, kentte - arkadaşlarımızla
yaptığımız
çalışmalarda
ortaya
çıkan-
kentsel
dönüşüm
projelerinin
yapılması gerektiği, bunlara bütün kalbimizle katılıyoruz. Doğru biçimde
yapılmasının öneminin tekrar tekrar altını çiziyoruz hep birlikte ama bir de bu
mekanlara nasıl fonksiyonlar yüklememiz gerektiği sorusu var. Bunun kültür
yönetimi nasıl olacak? Toplum yararı dediğimiz kavrama değineceğim şimdi,
bu mekanlardan, toplum nasıl yararlanacak? Toplum yaşamının vazgeçilmez
bir parçası haline nasıl gelecek bu mekanlar? Bu sorulara yanıtlar aramamız
gerekiyor.
Ayrıca yine büyük düşünelim, büyük projeler yapalım. Evet, kültür mekanları
kazandıralım, var olanları geliştirelim. Bu arada, şimdi aklıma geldi, biraz
böyle oradan buradan konuşuyor gibiyim ama, hakikaten benim için çok
heyecan verici bir konu bu. Örneğin LİL, yine Avrupa Kültür Başkenti olan
kentlerden bir tanesi, çevresiyle birlikte 3 milyona yakın nüfusu var. O
çevrede 210 tane kültür kurumu var. kıyaslama açısından sanıyorum önemli
bir veri.
Bu arada, tabii, kültür politikaları konusuna geliyoruz. Bu belki bizim mimari
yaklaşımımızdan da başlayan birtakım eksiklikler silsilesinin sonucu. Kültür
politikaları dediğimiz zaman da, kültür yönetiminde kamunun ve özel
teşebbüsün ve kültür yöneticinin rolleri nerede, nerede kesişiyor, birininki
229
nerede başlıyor, öbürününki nerede bitiyor konuları çok önem kazanıyor,
çünkü biz baktığımız zaman, özellikle kamusal kültür alanlarında bunun bir
bürokratik bir yapı içersinde çözümlenmeye çalışıldığını gözlemliyoruz. Bir
bürokratik yapı içersinde de maalesef kimi zaman, hani doktorların hastane
yönetmesi, sonra da “niye işletme açık veriyor?” diye hesap sorulması gibi
bir mantık ortaya çıkıyor. Bunun da bir sanat yönetimi, bir kültür yönetimi
sorunu olduğunu maalesef göz ardı ediyoruz. Dolayısıyla da bu kurumlarda
üretilen işler niteliksel açıdan öngörülemeyen bazı öğeleri içerdiklerinden,
niteliksiz yapıtlarla karşı karşıya kalıyoruz. Bu da başka bir boyutu.
Bir de, tabii, bu bakışın getirdiği bir başka yaklaşım var. O da şu, kültür ve
sanatı bir anlamda bir lüks tüketim maddesi gibi algılamak ve öyle görmek.
Burada olaya böyle baktığınız zaman da, kamunun zaten kısıtlı olan
kaynaklarından pay almaya çalışan ve de belli bir seçkin, elit tabakaya
hizmet götüren, pek de halkın da ihtiyacı olmayan bir lüks tüketim
maddesine belli yatırımların yapılması da tabii ki o zaman öncelik listemizin
başında olmuyor. Oysa bugün dünya artık başka şeyler tartışıyor. Örneğin,
bugün “yaratıcı endüstriler” başlığı altında kültür ve sanatın, kentlerin
ekonomilerine, hatta toplumsal gelişmeye ne denli katkıda bulunduğu artık
ölçülebilir kriterlerle ele alınıyor.
Hemen bir örnek vermek gerekirse, son yapılan araştırmalar, Avrupa
Birliğine üye olan ülkelerin, son beş yıldaki toplam istihdamının yüzde 3’ünün
doğrudan kültür alanında yapıldığını gösteriyor, yani dolayısıyla kültür
endüstrilerinin gelişmesi, sadece toplumun kültür ve sanatla, yani başka bir
boyutuyla, lüks tüketim maddesi olmayan bir boyutla, yaşamsal bir
gereksinimle
buluşturmakla
kalmıyor,
aynı
zamanda
kentin
önemli
sorunlarına da belli ölçüde çare oluyor, hatta büyük ölçüde çare oluyor.
Dolayısıyla, bu neyi getiriyor? Özellikle girişimin azlığını getiriyor. Bu kadar
olanaksızlık bir araya geldiği zaman, bu sefer sivil girişim hiçbir zaman kendi
inisiyatifini kullanıp da “Aman efendim, şöyle bir uluslararası alanda
230
göğsümüzü gere gere ortaya çıkacağımız bir kültürel etkinlik, bir sanatsal
etkinlik yapalım” hayalini bile kuramıyor. Dolayısıyla, o büyük projeler mehter
takımı ve kılıç kalkan götürerek ülkemizi tanıtmanın ötesine geçmiyor. Bugün
global kültür, yerel kültür çatışması içinde daha da önem kazanan yerel
kültürün evrensel söylemlerde dile getirilmesi, yani lokal olanın tanıtılması ve
üretilmesi anlamında da büyük bir yaratıcı ve genç potansiyel olmasına
rağmen, bir kısırlık getiriyor ülkede.
OTURUM BAŞKANI- Nilgün Hanım, bir soru soracağım. Büyük ve özgün,
özgün derken kültür ve sanat için özel olarak üretilmiş projeler var
İstanbul’da, birkaçı hayata geçti, birkaçı hayata geçmek için kıvranıyor,
uğraşıyor ama bir de karma projeler var. Karma projelerin içerisinde orta
ölçekte, küçük ölçekte, kültür ve sanata ilişkin -ben sinema salonlarından
bahsetmiyorum tabii- bazı girdiler var. Onların yansıması, özellikle sanatçı
camiası tarafından algılanması nasıl?
NİLGÜN MİRZE- Maalesef bu yansıma o kadar küçük ölçekte ki, en önemlisi
bu. Konumuz büyük projeler, ben onun için büyükten başladım. Şöyle bir
baktığımız
zaman
uluslararası
platformda
Türkiye’nin
tanıtımından,
dolayısıyla da kültür turizminin gelişmesinden söz ediyoruz. Turizm
Bakanlığı’nın verilerine göre, sıradan bir turistin 1 dolar bıraktığı yerde kültür
turisti 13 dolar bırakıyor. Kentin ekonomisine katkısı ve girdisi çok büyük
ama buna rağmen, biz seneler senesi Topkapı Sarayı’nda, Mozart’ın
“Saraydan Kız Kaçırması”ndan öte kültür turizmi adına buraya çekecek
uluslararası çapta bir etkinliği İstanbul’a mal edemiyoruz. Kongreleri dışında
tutuyorum, çünkü o başka bir süreç. Ben yaratıcı süreçten söz ediyorum. Bu
potansiyel var ama tabii, sizin de şimdi çok güzel değindiniz gibi, kademeler
halinde olması gereken bir şey bu yaratıcı süreç. Biz, eğer insanları, çok
küçük
yaşta
sanatla
tanıştırmıyorsak,
buluşturmuyorsak,
eğitimimizi
yaratıcılığa yönlendirici bir eğitim sistemi olarak geliştirmiyorsak bunu
sağlayamaıyoruz. Yine bir örnek vereyim, bugün İngiltere son iki yıldır
Londra’da pilot bölgelerde yaratıcı eğitim üzerine çalışmalar sürdürüyor
231
ilkokul öğrencileri arasında. Savları, çıkış noktaları da şu, bugün internet ve
bilişim çağındayız, dolayısıyla bilgi herkes için erişilebilir, dolayısıyla
ülkelerin, toplumların farkını yaratacak olan şey o bilgiyi kullanma biçimleri
ve yaratıcı sürece katma biçimleri olacak. Dolayısıyla, onlar, bunları esas
alarak bütün kültür politikalarını, eğitim politikalarını değiştirmeye başladılar.
Şimdi, gençlerde büyük bir yaratıcı potansiyel var, görüyoruz, bir şeyler
yapmak istiyorlar, çırpınan bir gençlik var ve büyük bir gençlik var, onlara
verdiğimiz olanaklar yok. Birincisi, destek yok en önemli faktörlerden birisi,
sonra mekan yok ve üçüncüsü de, olaya bakış açımız farklı. Olaya lüks
tüketim maddesi olarak baktığımızdan “Aman çocuğum, sanatla ne
uğraşacaksın, git mimar ol, mühendis ol” diyoruz. En basiti bu. Hâlâ bu
yaklaşımlar değişmiyor.
Oysa, bugün, günümüzün kültür politikalarına baktığımız zaman dünyada,
şunu gözlemliyoruz: Bu kültür politikaları Avrupa’da gelişti mi? Hayır, Avrupa
da bunun bir arayışı içinde. Belli çareler arıyor nasıl olması gerektiği
konusunda. Şöyle bir şey var, yeni kavramlarını ve yeni gelişme noktalarını
saptamaya başlıyor. Örneğin, bu kültür ve sanat yatırımlarının gelişmesi,
kültür ve sanat mekanlarının gelişmesi için sermayenin kültür ve sanat
yaşamına katılımını öngörecek bazı önlemler getiriyor. Mesela, teşvikler
getiriyor. Türkiye’de de gerçi bu başladı. Onun ötesinde, Türkiye yeni
kavramlarını oluşturuyor. Bunlardan hemen iki tanesini söyleyeyim ve
kapatayım.
Bunlardan
bir
tanesi,
toplumsal
sorumluluk
projelerini
geliştirmesini özendiriyor. İkincisi de, bugün artık işletmelerde okutulan
saygınlık yönetimi, yani toplumsal yaşama yaptığı katkı, toplum yararına
yaptığı katkı oranında saygınlığını kurumlar ve kuruluşlar nasıl geliştirirler,
nasıl korurlar konuları artık bir madde olarak eğitim sürecinin içine giriyor.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkürler Sayın Mirze.
232
Efendim, şimdi konuşmanın bu noktasında mikrofonu Prof. Dr. Mümtaz
Işıngör’e bırakacağım. Kendileri İstanbul’un batısında, Küçükçekmece’de bir
inisiyatifi temsilen buradalar. Buyursunlar Sayın Hocam.
Prof. Dr. MÜMTAZ IŞINGÖR- Buraya o yörede oturan vatandaş olarak
katılıyorum. Bu kimliğimle katılıyorum. Bu kimlikle katılmayı da tercih
ediyorum. Bu oval tur da tamamlandığı zaman, yaklaşık 40 kişi kadar
konuşmuş oluyor bu toplantılarda. Bu toplantılar hemen tespit edelim ki,
hemen saptayayım ki, fevkalade faydalı oluyor. Bu kabil toplantıların ilklerini
İMP’de görüyoruz. İMP, yaptığı toplantılarla bir nispet dahilinde halkı
uyarıyor, halka ışık tutuyor, halka bir şeyler anlatıyor. Tam ideal olmasa da,
ben oradan da yöremiz hakkında, bizim Küçükçekmece’nin halkı dahil, bizim
yöremiz hakkında bir çok şey öğrendim. Bazen sorarak, bazen irdeleyerek,
bazen tartışarak bir çok şey öğrendim. Bu sebeple de bu imkanı sağlayan
Sayın Hüseyin Kaptan’a buradan teşekkürü borç biliyorum. Bundan evvelki
toplantıda, zannediyorum ki, en karamsar hava yaratıldı. Hemen herkes
şikayetçiydi. Evet doğru, bir şikayet ortamı var. Ben de bunun tam tersini
söyleyecek değilim. Yalnız, biraz daha böyle olumlu bakmakta yarar var.
Mesela, o şikayetlerden bir tanesi, bir genç arkadaşım, müşterinin azlığından
söz etti. Hayır, değil, böyle bir toplantıya bu sayıda bir müşteriyi, -müşteri
dediler onun için müşteri diyorum- bu kadar sayıda bir dinleyiciyi
çekebiliyorsak bu çok hayırlı bir adımdır. Bundan evvelki toplantılar daha
tenhaydı.
Şimdi, sadece ve sadece buradaki insanları, sizleri dinleyip buradan gidenler
olarak telakki etmemek lazım. Nasıl düşünmek lazım? Burada algılananlar
mutlaka evlerde konuşuluyor, mutlaka çoluğa çocuğa aktarılıyor, mutlaka
buraya gelemeyen konuya komşuya da bildiriliyor, yani bu suya atılan bir taş
gibi. Muhakkak ki o tedirgin olmuş fikirlerden de istifade ediyorsunuz, onları
öğreniyorsunuz, muhakkak ki mutlu olunan konuları da yakalıyorsunuz,
çevrenize yayıyorsunuz.
233
Burada benden evvel üç mahalle temsilcisi konuştu. Son konuşmacı
Arnavutköy’ü temsilen buraya gelmişti. Arnavutköy’de bir yakınım oturduğu
için konuları birkaç sene evvelinden biliyorum. Evet, böyle ama anlattığı bazı
şeyler, bazı anekdotlar insanın kalbini acıtıyor. Mesela, “Ben oraya dozerle
gelirim.” “Ben oraya gelirsem bilmem ne olur.” gibi konuşmalar, hakikaten bu
çağın çok dışında kalan diyalog biçimleri olmalı bence. Ben bu tip sözlere
pek rastlamadım doğrusu. Çok iyilerine rastlamadığımız zamanlar da oluyor
ama ben hep diyalogun kurulmasından, diyalogun sürekliliğinden, o beşeri
ilişkilerin, o hümanist ilişkilerin varlığını diri tutmaktan yanayım. Bu yolla
gidilirse, zannediyorum ki biraz daha yol kat edilecektir.
Buraya bir nokta koyalım. Şöyle bir başlangıç yaptım. Bu kabil teknik
bilgilerden yoksun olduğum için ben, bizim yaşam sürecimizi, bu 3.5 yılda
yaşadığımız süreci anlatmaya çabalayacağım.
Çok gerilere gidiyorum, Milattan sonra 400’lerde, 430’larda yaşıyor Eflatun.
Eflatun’un dersleri öğrencileriyle konuşma biçiminde. Sokrates ona soruyor
bir yerde, “Senin için devlet nedir?” diyor. Eflatun düşünüyor, “devlet iyilik,
zenginlik ve güvendir” diyor. Bu üç kavram zaten birbirleriyle örtüşüyor.
Zaten birini çıkarttığınız zaman dahi pek fazla bir eksiklik kalmıyor, diğer ikisi
hemen o üçüncü kavramı yanına, yöresine çekmeye çalışıyor. Osmanlı’da
da devlet üzerine darbımeseller, söylemler çok fazla. Bir tanesi ki, çok
sevdiğim bir tanesi, hani Kanuni’nin “Halk içinde muteber bir nesne yok,
devlet gibi” deyişi. Bir ikinci mısra var, onu söylemeyeyim. Devlet kavramını
çok yukarda görüyor. Ondan daha itibarlı bir müessesenin olmadığını
söylüyor, sonra da bunu halk sağlığıyla bağdaştırıyor, bir halk için de, bir fert
için de sağlığın çok büyük bir devlet olduğunu söylüyor. Böyle müthiş bir
benzetiş, müthiş bir ulvi söz bence.
Bizde de çok kullanılan bir deyim vardır: “Devlete sığınmak” deyimi. Ne
zaman başımız sıkışsa devlet erkine sığınırız. Devlet erki nedir? Yasama,
yürütme, yargı. Bir diğer tarife göre, yönetenlerin hukuksal ya da eylemsel
234
yetkisi olarak tanımlanıyor erk. Meydan Larousse bunu böyle yazıyor. Güç
demek oluyor erk, ama bilek gücü değil tabii, çok büyük bir güç, ulvi bir güç,
bir Tanrısal güç, iktidar demek oluyor erk. Birçok yerde yasama-yürütme erki
olmak
olarak
algılıyoruz
bunu.
Saygınlığını,
kutsallığını,
hep
konuşmalarımızda telaffuz etmesek dahi, bunu benimsediğimizi, alttan alta
müthiş bir saygı duyduğumuzu hep hissediyoruz.
Bu bağlamda yine çok güzel laflarımız var. Mesela bir tanesi diyor ki:
“Yasanın kestiği parmak acımaz” ve burada yasa değil de başka bir deyim
giriyor oraya. Onu söylemek istemiyorum. Yasa gibi alalım, yasanın kestiği
parmak acımaz, çok güzel.
Bu böyle muntazam yürüyüp gidiyor mu? Hayır, gitmiyor. Yasama, bazen o
suçsuz parmağı kesmek için yasa oluşturuyor. Örnek isterseniz eğer, 5366
sayılı İmar Yasası ve onu takviye eden, Dönüşüm Alanları Hakkında Kanun
Tasarısı gibi, bugünün hukuk normlarına pek sığmayan, hukuk teamüllerinin
dışına çıkan, okunduğu zaman herkesi ürküten, “yahu böyle şey olur mu?”
dedirten bir yasa biçimi karşımıza çıkıyor.
O zaman ne oluyor? O zaman yine bir döngü içersinde bizler yargıya
başvuruyoruz. Birey olarak veya toplum olarak veya sivil toplum örgütleri
olarak veya daha başka kurumlar olarak yargıya başvuruyoruz. Bu bu kadar
kolay mı? Hayır, değil, fevkalade güç. Bu tip hallerde idare mahkemeleri
devreye giriyor. İdare mahkemelerine müracaat ediyorsunuz. Korkunç bir
prosedür başlıyor, korkunç bir süre kaybı başlıyor. İlk size sıranın gelmesi
yaklaşık bir 6, 7 ay sürüyor. Sonra karşı taraftan savunma isteniyor, o bir 2
aylık müddet talep ediyor. 2 aylık müddet talep etmiyor, bir yeni 2 aylık
müddet talep ediyor. Bir yargıçla konuşmuştum, tesadüfen tanışmıştık.
“Neden bu kadar güç işliyor?” diye sormuştum. “Bizim yükümüzü bilseniz
bunu bana sormazdınız” dedi. Biraz da böyle sitemle verilmiş bir cevaptı bu.
Konuşmamın başında söyledim. Ben Küçükçekmece’nin iç kumsal ve dış
kumsal yöresinin Yönetim Kurulunun bir azası olarak burada bulunuyorum.
235
Bu kimlikle konuşuyorum sizinle. Nedir derdimiz? Eğer müsaade ederseniz
ben ikinci hakkımı kullanmayayım ama bu konuşmayı bitireyim. Ne dersiniz?
OTURUM BAŞKANI- Eğer beş dakika içinde toparlayacaksanız buyurun
Hocam.
PROF. DR. MÜMTAZ IŞINGÖR- Herhalde toparlarım. Böyle hallerde pek
zamanı tayin edemiyor insanlar.
Küçükçekmece 60 yıl falan evvelden başlayan bir yerleşim yöresi. Seneler
senesi Küçükçekmece’ye kara trenle giderdik. Neden oralara yerleşildi?
Oralarda kiralar çok ucuzdu. Oralarda arsalar da ucuzdu. Halk oralara gitti,
üç kuruşunu, beş kuruşunu biriktiren, bir arsa aldı ya da kirayla oturdu. Tren
parasını ödemek, pahalı bir kira ödemekten daha kolay, daha avantajlı geldi
insanlara. Nasıl alındı oradaki arsalar? Çok muntazam kadastro görmüş
arsalardı bunlar. Parselasyonları yapılmış arsalardı. Peki, ev nasıl yapıldı?
Belediyemiz vardı, müstakil Belediyemiz. Oraya müracaatla proje, ruhsat ve
iskan müsaadesi almak kaydıyla ve 6.5 metre irtifaya sahip olmak kaydıyla
ve komşulardan 3’er metre, yoldan 5 metre çekmek kaydıyla. Harikulade,
milimetrik dediğim ölçütlerle birtakım binalar yapıldı. Ne zaman buralar
kıymetlendi? Artık İstanbul dolup taşmaya başladığı zaman kıymetlendi.
Pek çok kişi tarafından Küçükçekmece, mesela benim asistanlığım
süresince, bilinmezdi. O kadar ücra bir yerdi ki, hatta bir dost bir gün
sormuştu “Nerede oturuyorsunuz?” “Küçükçekmece’de” “A, Bulgaristan’a
yakın mı?” demişti. Aynen bu deyim. Şimdi biraz popüler oldu, şimdi biraz
projektörler o yörenin üzerine nakloldu. Bir özel proje hazırlandı oraya. Ken
Yang isimli, dünya efendisi, dünya centilmeni bir mimar bu projeyi kazandı.
Türk mimarı niye kazanamadı konusuna girmiyorum artık. O güne kadar hiç
rastlamadığımız bir centilmenlikle bizi kabul ettiler. İlk sorguları da “Peki,
orada
ne
yapmamızı
istiyorsunuz?
Nasıl
bir
planlama
yapmamızı
istiyorsunuz?” şeklinde oldu. Hiç alışmadığımız, bizim bürokrasimizde pek
örneğine rastlamadığım bir samimiyetti. Bunu anlattık kendisine, gayet mutlu
236
olarak ayrıldı. Fakat dün öğreniyorum ki, Ken Yang Projesi de kaldırılmış.
Bunu da tesadüfen öğreniyoruz. Eksik olmasınlar, Hüseyin Kaptan Beye
yöremizin bir anket kitapçığını götürdüğüm zaman, 1/25 000’likleri orada
görüyorum ve okuyorum ki, o kültür endüstrileri, lejant kaldırılmış, bizim
yörede öyle bir isim vardı, onun yerine “Özel Projeler Mahalli” yazılmış.
Böyle bir şey. Şimdi, bu da meçhulümüz.
Dostlar, sayın dinleyiciler, o yörede oturan 3 500 - 4 000 kişi var. Bazen belki
sesimiz çatallaşıyor, bazen belki sesimiz yükseliyor, gerekli, gereksiz, hele
hele bu çatı altında hiç olmayan haller yaratılıyor. Müsebbipleri biz değiliz,
müsebbipleri, bizleri bu toplumsal faaliyetlerden, bu mülkümüzü elimizden
alıp, hani dün konuşulanlar içersinde “mülk transferi” denilen olayı bize
yaşatmak isteyenler. Biz yine diyaloga hazırız, biz yine bu açıklığı
gösteriyoruz. Sadece ve sadece ufak tefek isteklerimiz var. Nedir bu ufak
tefek istekler? Çekmece yöresinden gelmeyenler belki bilmiyorlardır. Onlara
söylemek istiyorum. Çok muntazam evlerimiz var bizim. Gayet nizamında
yapılmış evlerimiz var. Bunların muhafaza edilmesini istiyoruz ve artık bu
sesin dalga dalga dağılmasını istiyoruz.
Ankara’ya gidiyoruz, ilgililerle konuşmaya çalışıyoruz, pek çoğuyla da
konuşuyoruz. Onlara da bunu anlatıyoruz. Bu masumane isteği, bu dik duran
bel kemiği gibi isteği, bu her türlü yasaya sahip olan evlerimizin hukuka
dayalı olarak inşa edildiklerini kendilerine anlatıyoruz. Her dinleyen de bize
olumlu yanıt veriyor ama aşamadığımız merciler var; bunları da aşmaya
çalışıyoruz. Bunları da olabildiğince centilmence, olabildiğince ılıman,
olabildiğince yaklaşımcı bir niyetle aşmaya çalışıyoruz. Başka da bir yolumuz
yok zaten, yanlış anlaşılmasın. Bu yöre halkı okulunu ve camisini kendi
yapmıştır, sözüme inanın, ayrıntısını vermek istemiyorum. Niye yapmıştır?
Her yıl iki tane çocuk E5 üzerinde ezilmiştir. Bunun üzerine halk imece
usulüyle işe girişmiştir. O okula yardım eden benim yaşımdaki insanlar
burada oturuyorlar. Sözünü ettiğim tarih ’65, ’66. Sonra Milli Eğitim
Müdürlüğü daha geniş bir arazi parçası bulmuştur. Şimdi mükellef bir okulu
237
var Kumsal’ın. 650 veya 850 öğrenci okuyor. Sadece Kumsal’ın çocukları mı
bunlar? Hayır, değil. Çevre yörelerden de geliyorlar. Gidersiniz veya
gitmezsiniz, çok muntazam bir camisi var Kumsal’ın. E5’ten aşağı inerken
yeşillikler arasında, muhteşem bir siluete sahip bir camisi var. Esnafı vardı
ama bu dedikodular, bu ileriyi karanlık görmeler dolayısıyla esnaf yavaş
yavaş kaçar oldu. Halkın karamsarlığı, halkın buradaki büyük kitleyi işgal
etmesi, buraya her gelişimizde odaların yaptığı her toplantıda ve diğer her
toplantıda bu halkın görülmesi, kulaklarına iyi bir şey söylenmesi içindir
burada. Bu halk orman arazisini işgal etmiş değildir. Bu halk gecekonducu
değildir. Sık sık böyle kıyaslamalar yapılıyor. Çok çirkin kıyaslamalar oluyor.
Bu halkın her birinin muntazam tapusu, muntazam ruhsatı vardır.
Haldun Taner’in bir anısı vardır. Söylemeyeceğim, vakit almak istemiyorum.
İnönü’nün bir sözü vardır, saygısızlık olmasın diye söylemeyeceğim. Belki
ikinci turda sıra gelirse onları da iletirim. Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkürler Hocam.
Efendim, İstanbul’un 30 yıl önce eteklerinde yer alan ve de hakikaten
yaşayanların kendi çabalarının gelişmede daha öne çıktığı az örneklerden
birisi olan Çekmece’yi hocamdan keyifle dinledik veya üzüntüyle dinledik,
hangisini sayarsanız sayın. Anlatımı keyifli ama içeriği üzüntülüydü.
Büyük proje yapma süreci içerisinde elbette kentin değişik mekanlarına
değişik fonksiyonlar verilebilir. Eğer bunlar vazgeçilmezse o konuda
konsensüs sağlamak kolaydır ama vazgeçilir ve başka yere aktarılabilir
fonksiyonlarsa o zaman uzlaşma sağlamak hakikaten zor. Galiba burada da
en önemli konulardan bir tanesi uzlaşma için yola çıkılması veya çıkılamamış
olması. Bu noktaya tekrar ikinci turda çok kısa da olsa geleceğim.
Son konuşmacımız Tebernüş Kireççi Bey. Kendisi gazeteci. Tebernüş Bey,
bu konuştuğumuz konular sizin kaleminizden, objektifinizden ne şekilde
yansıyor, onları bir sizden dinleyelim. Buyurun efendim.
238
TEBERNÜŞ KİREÇÇİ- Önce biraz kendimden bahsedeyim verdiğiniz talimat
üzerine. 1974 doğumluyum. 1996 yılından beri gazetecilik yapıyorum. Yaşım
genç ama şimdiye kadar bayağı bir gazetede çalıştım. Radikal, Dünya,
Sabah, Vatan, Milliyet, tekrar şu an Vatan’da görev yapıyorum. İkisi
gayrimenkul üzerine, birisi Boğaziçi Yalıları üzerine olmak üzere toplam dört
kitabım bulunuyor.
Benden önceki değerli konuşmacılar işin teorik kısmını anlattılar. Sayın
Hocam, biraz yaşadığı sıkıntıları anlattı, bireysel olarak semt sakinlerinin
yaşadığı sıkıntıları anlattı. Hocamın anlattığı şeyler son derece önemliydi,
çünkü önümüzdeki dönem, İstanbul’daki çalışmalara baktığımız zaman
bayağı bir insan 30 yıldır, 40 yıldır, 50 yıldır, belki 100 yıldır yaşadığı
mahallelerinden isteyerek veya istemeyerek çıkartılacak.
Ben konuşmamda daha çok pratik konulara değineceğim. İşin pratiği ile ilgili
noktalara değineceğim. Başlık başlık devam edeceğim. Büyük bir ihtimalle,
başta Sayın Hüseyin Kaptan olmak üzere, bilenlerden itirazlar gelecek,
onlara da söz hakkı tanındığında tekrar yanıt vermek isterim.
Tahmin ediyorum dün sabah saat 09:00’dan beri planlama kavramından
bahsediliyor. Bana sorarsanız, aslında boş konuşuluyor demek istemiyorum,
bu çok basit bir ifade, çok çirkin bir ifade ama maalesef boşa konuşuluyor.
Niye boşa konuşuluyor? İstanbul’da son 5 yıldaki, 6 yıldaki imar plan
tadilatlarına
baktığımız
zaman
gördüğümüz
manzaralar
şu:
Tarifeyi
bastırdığınız zaman, istediğiniz parsele, istediğiniz yüksekliği ve istediğiniz
yoğunluğu alabiliyorsunuz. Bu ifade çok önemli. ki farklı parsele, boyutu ne
olursa olsun, büyük, küçük, geniş, dar, bunların hiçbirisine bakılmadan talep
edilen imar düzenlemesi, imar plan tadilatı bir şekilde veriliyor, bu bir.
İkincisi, büyük projelerin şeffaf olarak gerçekleştirilmesi gerekiyor, kapalı
kapılar arkasında değil, arkadaşlar. Sayın Hüseyin Kaptan Hocam burada,
ben bir gazeteci olarak, İstanbul gayrimenkulları üzerine yazılar yazan bir
239
gazeteci olarak İstanbul Metropoliten Planlamanın kapısından en fazla üç
defa geçebildim. O da, Sayın Hocamın özel davetiyle oldu.
Yine planlama konusuna girmişken devam ediyorum, ikincisi, İstanbul’un
1/25 000’lik planları çalışması hâlâ bitmedi, bitirilemedi deniliyor. Niye
bitmedi biliyor musunuz? Kulislerde ne konuşuluyor? Konuşulan şu:
Normalde geçen yıl Ekim veya Kasım ayında çıkacaktı, defalarca sordum
soruşturdum konuyu, gelecek aya kaldı. Sonra öğrendim ki, yine Siyasal
kulislerinden maalesef, Cumhurbaşkanlığı seçimleri bekleniyormuş. Bunu
bana bir mahalle emlakçısı söyledi. Ben dalga geçtiğini düşündüm. Sordum,
soruşturdum, maalesef Cumhurbaşkanlığı seçimleri bekleniyormuş. Tabii,
Cumhurbaşkanlığı seçimleri biraz sancılı geçince ister istemez 2007 yılının
Ekim ayının 9’undayız, buna rağmen hâlâ 1/25 000’lik planlar gelmedi.
Tahmin ediyorum referandumdan sonra gelir. Kasıma bekliyoruz inşallah.
Sonra İstanbul Metropoliten Planlama Merkezi ve İstanbul Büyükşehir
Belediyesinin imarla ilgili Komisyonlarının üyeleri, -borsada tüyocular vardır,
spekülatörlere yakındır bunlar, tüyo dağıtırlar sağa sola-, İstanbul Planlama
Merkezinin çalışanları demiyorum, ağırlıklı olarak Yönetimden bahsediyorum
ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ve ilçe belediyelerinin İmar Komisyon
üyeleri borsadaki tüyocular durumuna düşmüş vaziyette. Nereye ne
yapılacak? Bu tüyolar dağıtılıyor. Ne kadar çirkin bir olay. Bir vatandaş
olarak, bir yatırımcı olarak siz bunu öğrenemezsiniz. Bir gazeteci olarak ben
öğrenemiyorum arkadaşlar.
Sonra, İstanbul Büyükşehir Belediyesinin İstanbul’un ortalama her metre
karesine 10 tane projesi var ama uygulamaya baktığınız zaman bir proje yeri
geliyor 3 yılda 4 yılda bitirilemiyor. Bakın örnek vereceğim, her gün Avrupa
Yakasında
yaşayanların
çok
yoğun
kullandığı
bir
lokasyondan
bahsedeceğim. Topkapı, Bayrampaşa, Sapa çevre düzenlemesi. Yapılacak
bir tane üst geçit. Tam 4 yıldır, Bayrampaşa’da alt geçit var, birbirleriyle
bağlantılı bunlar, tam 4 yıldır bitirilemedi. Yıl 2007, 2003’te başladı, 2004’te
240
başladı bunlar. 3 - 4 yıldır bitirilemeyen köprülü kavşaklardan bahsediyoruz,
sonra büyük projelere gelince, bakıyoruz ki herkesin büyük projesi var.
Keşke uygulanabilse.
Sonra, yine İstanbul’un büyük projelerinden bir tanesi, Maslak Metrosu.
Sayın Başkan ilk yıl değerlendirmesinde 2007’nin Martında biz bu işi
yapacağız demişti. Maalesef 2009’un Martında bile işin teknik kısmı
bitmeyecek. Herhalde sisteme alınması bir 2010, 2011 yılını bulacak diye
tahmin edebiliyorum.
Diğer taraftan bir başka uygulamadan bahsetmek istiyorum; Levent İETT
arazisi. 46 241 metre karelik arazi, Dubai Şeyhi El Makdum’un 5 Ekim
2005’te, yani bundan 2 yıl 4 gün önce Türkiye’ye ziyaretinde bedavaya
“peşkeş” çekilecekti. Ama, ben ve gazeteci arkadaşlarım, biz bu işi
göğüsledik. Sağ olsun odalar ve sivil toplum kuruluşları destek çıktı, bunu
engelledik. Bunu ihale sürecine götürdük. Ne zaman ihale yapıldı? 21 Mart
2007’de. Ne kadara? KDV dahil 832 milyon dolara. İhale üzerinden kaç ay
geçti? 7 ay geçti, 8 ay geçti. Ne oldu? Dubai Şeyhi El Makdum bu parayı
ödemedi. Bunun bedelini bütün İstanbullular olaraktan biz çektik. Niye
çekiyoruz biliyor musunuz? Şu an İstanbul’da ve Türkiye’deki en büyük
yatırım enstrümanı arsa, arazi. Arsa ve arazi, bu şu demek: Tamam ev
sahiplerinin bir şekilde ellerindeki evlerin veya arsa sahiplerinin ellerindeki
arsaların daha değerli olması anlamına geliyor, ama pratiğe baktığımız
zaman ne oluyor? Spekülatif bir yükselmeden, sert bir yükselişten
bahsediyoruz. Şu anki fiyattan alacaklar belki altı ay, bir sene sonra fiyatlar
düştüğü zaman, ister istemez bunu yapamayacaklar, zarar yazacaklar. İşin
bir de maddi kısmı var.
İkincisi, bu yasal boşlukların hepsini değerlendirdiğiniz zaman, İstanbul
Büyükşehir Belediyesi’nin hiç düşünmeden bu arsanın ihalesini iptal etmesi
gerekiyordu. Maalesef bu arsanın ihalesini iptal edemedi. Bunu niye
söylüyorum? Bu arsalarda öyle bir imar düzenlemesi yapıldı ki, hukuk devre
241
dışı bırakıldı. Sayın Erhan Bey ve Tayfun Kahraman Beyin burada olması
gerekiyor. Oda olarak bunun bayağı bir hukuki mücadelesini verdiler. İnşaat
Mühendisleri ve Mimarlar Odası da verdi.
Başka önemli planlalara ve büyük projelere baktığım zaman şöyle bir şeyle
karşılaşıyorum. Bunu Fransa’da çok iyi fark etmiştim. O da şu: Türkiye’nin,
sadece imar, inşaat, emlakla ilgili değil, bir bütün olarak en büyük problemi
aslında şu: Fransız kafa yapısına sahip bir devletimiz var. Birebir Fransız
ama vatandaşa ve özel sektöre baktığımız zaman Amerikan mentalitesinde.
Dolayısıyla biz aslında bunun çatışmasını yaşıyoruz. İşte, rüşvet, yolsuzluk..
Sonra, yine İstanbul’la ilgili bir tespitimi söyleyeceğim. Ne zaman bir Avrupa
kentine gitsem, hatta Dubai’ye gitsem bile bunu maalesef hissediyorum.
Bayramdan sonra bir Dubai’ye yolculuğumuz var, Ortadoğu’nun en büyük
Gayrimenkul Fuarı maalesef yine Dubai’de gerçekleştirilecek. Dünyanın en
iyi mühendis ve mimar kadrolarına sahip ülkelerden bir tanesiyiz, bunu kimse
tartışmıyor. Ne vardır? Baktığımız zaman Almanlar vardır, Japonlar vardır,
muhtemelen onlardan sonra üçüncü, dördüncü, beşinci sıradayız. Ama
kentlere baktığımız zaman, binalara baktığımız zaman bunu maalesef
göremiyorum. Niye? Bunu uzaylılar gelip yapmadı. Bunu bir zamanlar kanlı
düşmanımız olan Rumlar Türkiye’den intikam almak için yapmadı. Bizim
mühendislerimiz, bizim mimarlarımız yaptı. Bu çok acı, inanamıyorsunuz. Bir
Türklerin yurtdışındaki yaptığı projelere bakıyorsunuz, Türkiye’de yapılan
projelere, hatta 50 yıldır, 100 yıldır yapılan projelere bakıyorsunuz,
gördüğünüz karşısında şok yaşıyorsunuz. Yollar, en basiti bir E5, TEM, 40
tane, 50 tane Kartal’dan Silivri’ye kadarki alan, ister TEM’den gidin, ister
E5’ten gidin, en az 40 tane, 50 tane hata görürsünüz. Bunu yapanların
hatası var, bu projeyi onaylayanın hatası var. Bunu düzeltmeyenlerin hatası
yok mu? Bunların da hatası var. Ben sadece yollardan bahsettim. Binalar
için de aynısı geçerli.
242
Bir başka önemli not olaraktan vurgulayacağım, İstanbul ve Türkiye’nin
büyük projelere, yeni projelere ihtiyacı yok. Önce, önümüzdeki 5 yılı, belki 10
yılı kötü kentleri, kötü binaları rehabilite ederek geçirmemiz gerekiyor. Bunun
yöntemi çok tartışılır. İstanbul boşaltılsın, İstanbul doldurulsun, güneye
kaydırılsın, kuzeye kaydırılsın, bunu çok tartışırız ama bunlara gerek yok.
Pratiği söylüyorum, pratik çözümün bu olması gerekiyor, bizim öncelikle
mevcudu düzeltmemiz gerekiyor. Bu kafa yapısıyla biz hangi büyük projeye
girersek girelim bunun üstesinden gelmemiz mümkün değil. 7 milyar YTL
bütçesi olan bir Büyükşehir Belediyesi, bir köprülü kavşağı üç yılda, dört
yılda bitiremiyorsa, eline, yüzüne bulaştırıyorsa, yapılabilecek çok fazla bir
şey yok. Önce mevcutları bitirelim, rehabilite edelim, ondan sonra büyük
projelere başlayalım. O zamana kadar da Türkiye’de umarım ciddi bir
değişiklik olur, ciddi faydalar olur.
Yine, İstanbul’la ilgili söyleyeceğim çok çarpıcı bir şey var. İstanbul’un çok
ilginç bir yapısı var. Bunu havadan incelediğiniz zaman, Google Earth de
çıktı artık, helikopterle uçmamıza bile gerek kalmadı, çok ilginç bir şeyle
karşılaşıyorsunuz. Güneyde muazzam bir deniz var. Kuzeye geldiğimiz
zaman muazzam bir orman var, ormanın arkasında deniz tekrar devam
ediyor. Ortaya da iki tane büyük cehennem çukuru gibi çukur açmışız, biri
Anadolu Yakasında, biri Avrupa Yakasında, insanları da burada yaşamaya
mahkum ediyoruz. Bu biraz daha planlamacıların işidir ama daha uygun bir
yaşam tarzının İstanbul’da benimsenmesi gerekiyor.
Yine çok önemli bir noktaya değineceğim, ondan sonra herhalde süresini en
kısa kullanan konuşmacı olarak bitireceğim.
Arkadaşlar, İstanbul’da iki tane kentsel dönüşüm ihalesi yapıldı. Biri Mart
ayında, diğeri Mayıs ayında yapıldı. Mart ayında yapılan ihale Tarlabaşı
İhalesiydi. Kim kazandı? İhaleyi yapan Beyoğlu Belediyesi, ihaleyi kazanan
Çalık Holding. Sonra bunu takip eden ay, Mayıs ayında Balat ihalesi
gerçekleştirildi. Balat ihalesini kim kazandı? Çalık Holding. İhaleyi yapan
243
Fatih Belediyesi, ihaleyi kazanan Çalık Holding. Pekala, Çalık Holdingin en
önemli özelliği ne? Ben hemen yanıt veriyorum, sayın Başbakanımız Recep
Tayip Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın vekili olduğu şirket.
Ben politika yapmıyorum. Çok merak edenler için söylüyorum, 22
Temmuzda sandığa da gitmedim. Bundan sonraki yaşantımda da sandığa
gitmeyi düşünmüyorum. Böyle bir ortamda vatandaşın devlete ne kadar
güvenmesi
gerektiği
noktasını
düşünmek
gerekiyor,
değerlendirmek
gerekiyor. Sizin takdirinize bırakıyorum.
Sonuç olarak diyorum ki, İstanbul’un öyle büyük projelere ihtiyacı yok.
İstanbul’un küçük, orta, büyük olması çok önemli değil ama, mantıklı
projelere ihtiyacı var.
OTURUM BAŞKANI- Değerli izleyiciler; ufak tefek sapmalarla da olsa altı
yetkin konuşmacıyı kendi aralarında dinledik. Hepsine teşekkür ediyorum.
Çok önemli iki kişi maalesef bugün olamadı. Önemliydi, şundan: Gerek
Özelleştirme İdaresi, gerekse Turizm Yatırımcılar Derneği adına konuşacak
olan arkadaşımız, her ikisi de bize Feridun Duyguluer’in anlattığı mevzuat
kayıplarını oluşturan iki tane sektörün esas proje yapma süreçlerini
anlatacaklardı. Özelleştirme İdaresi, bildiğiniz gibi, yeni Özelleştirme
Kanunu’na göre plan yapma yetkilerine sahip. Hatta, Feridun Bey’in biraz
önce anlattığına göre bir bölgeyi özel olarak tanımlama, oraya özel olarak
bazı imar hakları getirme, onu onaylama, ondan sonra da onu ihaleye çıkarıp
satma hakkına sahip. Bu tabii çok özel hakların üst üste gelmesi meselesi.
Aynı şekilde Özal zamanından beri turizm alanı ve merkezi ilan etme süreci
Bakanlar Kurulu aracılığıyla oluyor ve o süreç içerisinde turizm alanı ve
merkezi ilan edilmiş o alanın bütün imar haklarının Turizm Bakanlığı’na
verilmiş olması, başka bir deyimle mevcut mevzuatın dışına çıkarılmış
olması söz konusu. Bu iki arkadaşımız konuşamadıkları için ben, hepiniz
adına bir iki arkadaşıma bir iki soru yöneltip onların durumlarının şu anda
244
büyük proje yapma süreci içersinde nasıl olduğu konusunda bir görüşlerini
almak istiyorum. Bunlardan bir tanesi, Sayın Göksu.
Ne diyorsunuz, Özelleştirme İdaresi’nin sanayi bölgelerinin veya kültür ve
turizm alanı olarak ilan edilen bölgelerin, -Feridun Beye bırakırsam
makalesinden sayar, belki 20 tane daha benzeri özel çevre koruma bölgeleri
de var- plan yapma süreçleriyle mevzuat kayıpları konusunu nasıl
yorumluyorsunuz?
FARUK GÖKSU- Sorunun dışında vaktim olacak mı?
OTURUM BAŞKANI- Hayır, olmayacak. Sorduğum soruya yanıt alacağım,
çünkü birazdan Hocama söz vereceğim, onun için.
FARUK GÖKSU- Tavit Beyin sorduğu soruyu biraz genelleştirerek
cevaplayayım. Feridun Bey ve Erhan Bey bu süreci iyi tanımladı. Büyük
projeler, büyük yatırımlar ve bu projelerin gerçekleştirilmesi için birtakım
yasal düzenlemeler, bir zincir halinde devam ediyor. Tabii bu, ortaya şu
sorunu çıkartıyor. Bunu, “kapsamlı planlama” dediğimiz ya da bugünlerde
ismi “stratejik planlama” denilen, İMP’nin hazırladığı üst ölçekli planların
stratejilerinin dışında geliştirilen yaklaşımlar olarak görüyorum. Eğer
İstanbul’u biz gelecek Yüzyıla hazırlıyorsak, konu İstanbul olduğu için
söylüyorum, İstanbul’u sadece İstanbul gözlüğüyle planlamak ne kadar
yanlışsa, yani bir üst ölçeği olan bölge ölçeğine çıkmak ne kadar doğruysa,
İstanbul’un biraz önce isimlerini saydığınız, belki çoğaltabileceğimiz, parçacı
planlama yaklaşımlarıyla, ister özel proje deyin, ister mevzi imar planı deyin,
bununla yönetmek de o kadar yanlış. O nedenle bizim sahip olacağımız şey,
plancı olarak söylüyorum, bizim İstanbul Türkiye’nin bir dinamiğiyse, bunu
bölge ölçeğinde konumunu dikkate alarak neler geliştirebileceğimizi,
stratejilerimizin neler olacağını, önceliklerimizin neler olacağını ortaya
koymamız lazım.
Tabii, burada tartışılan bir konu var, Erhan Bey değindi. Planı niye yapıyoruz
biz? O projeden etkilenen çeşitli grupların taleplerini karşılamak üzere de
245
yapıyoruz. Siz bu plan kapsamı içersinde gayrimenkul sektörünü ya da
sermaye adıyla adlandırılan sektörü dışlarsanız, siz, işte burada 40 kişi var,
projeden etkilenen bir grup, buradaki yerel halk ya da mülk sahiplerini bu
kapsamın dışına çıkarırsanız, eğer Tebernüş Beyin söylediği gibi, siz,
planlamayı şeffaf hale getirmezseniz, kapalı kapılar ardında pazarlıklarla kim
güçlüyse, ön plana çıkıyorsa bunları çözmemiz mümkün değil.
Tabii, bunlar niye çıkıyor? Bu sorunun da yanıtını aramamız lazım. Planlama
uzun bir süreç. Planlamanın artık bizim esnek süreci dikkate alan bir
yaklaşım olarak yeniden ele alınmasını tartışmamız lazım. Klasik imar planı
anlayışı biraz önce söylemiş olduğumuz kişilerin, grupların sorunlarını
çözmüyor ya da kentin sorunlarını çözmüyor. O zaman bizim, plancılar
olarak, üniversiteliler olarak planlama anlayışımızın ne olduğunu bir kere
tartışmamız lazım, bu bir. İki, bu anlayış çerçevesi içersinde demin saymış
olduğum grupları nasıl katacağız, bunu da tartışmamız lazım. Bir üçüncüsü
de gelecek dönem bir gerilim dönemi. Biraz önce konuştuk, herkes anlattı.
Konuşmamın başında da söyledim, bir de beklentiler var. Nedir beklentiler?
Nereye giderseniz gidin, irtifa ne, yüzde kaç veriyorsunuz? Bundan da
vazgeçiyor musunuz? Geçmiyorsunuz. O zaman bizim iki tane yönetim
anlayışını okullarda ders olarak mı okutacağız? Kamuyla yeni programlar mı
açılacak, ne yapılacaksa yapmamız lazım.
Bir, beklenti yönetimini gerçekleştirmemiz lazım, iki, gerilim yönetimini nasıl
aşarız, yani kamu - özel - sivil işbirliklerini, bunlar profesyonel işler. Ben
burada bu vesileyle son sözlerimi söylüyorum, iç, dış Kumsal’daki değerli
kişilere söylüyorum. Değerli arkadaşlar, artık sizin de kendi plancınızı, kendi
hukukçunuzu seçme, onlarla çalışma zamanınız gelmiştir. Bütün dünyada
bunlar böyle yapılıyor. Yasaları eleştiriyoruz ama yasaların olumlu yönlerini
de dikkate alın. 5366 sayılı yasanın çok eleştirilecek yanı var ama 5366
sayılı yasayı biliyor musunuz, bir hukukçuya danıştınız mı? 5366 sayılı Yasa
size yetki veriyor. Plan yapma yetkisi veriyor mülk sahiplerine. O zaman
yanınıza bir hukukçu alacaksınız, bir plancı alacaksınız, bunlarla oturup
246
çalışacaksınız. Kendi çevrelerinizi, kendi yaşam alanlarınızı kendiniz
yaratacaksınız, bu fırsatlar var. Bunları alternatif olarak Belediyeye
götürdüğünüzde ben belediyenin “hayır” diyeceğini zannetmiyorum. Bunu
dikkate almanızı istiyorum. İkincisi, genç meslektaşlarıma şunu söylüyorum,
kendi yaşadığınız çevrelerde bu tür sorunları olan yerlere girin. Burada proje
liderliğini üstlenin. Bunların üniversitelerde ders olarak okutulması lazım.
Bizim artık proje bazında proje liderleri yetiştirmemiz, oradaki insanlarla içli
dışlı olması, onların haklarını kamuysa kamu, özel sektörse özel sektörde
savunmamız gerek. Biz bu alanı, Erhan Beyin söylediği gibi, emlakçılara
bıraktık.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ediyorum.
Tabii, 5366 sayılı Yasa özü itibarıyla mevzuatın dışına çıkarılan, daha
doğrusu imar mevzuatını kemiren diğer unsurlara nazaran çok daha
demokratik ve de çok daha çağa uygun, içi daha doğru doldurulabilir bir
Yasa ama çok iyi anlaşıldığı kanaatinde değilim. Belki üniversite, gene
meslek kuruluşlarıyla beraber bir görev üstlenebilir ve bunun iyi anlaşılması
için gayret gösterebilir. Ben şahsen bu eksikliği hissediyorum.
Demin konuştuğumuz özel yasalarla oluşturulmuş özel haklar çerçevesinde
bir yerlerde birtakım planlar yapılıyor. O planlara göre sonuçlar karşımıza
çıkıyor ve gerek meslek odaları, gerek medya, gerek üniversiteler, ne yazık
ki, bağışlasınlar, hepsi bağışlasınlar beni, o projenin, o proje alanının,
metropoliten bütün içerisindeki yerini, o proje alanının ana konseptini, o
konseptin ne tür fonksiyonları içerdiğini, ne tür bir yoğunluk önerdiğini, o
yoğunluğun çevreye etkilerini, bütün bunları tartışmıyor. Ondan sonra birden
bire diyoruz ki “Bu niye böyle ihale edildi?” veya daha da ileri gidiyoruz, daha
da küçültüyoruz kendimizi “Niye Ahmet’e, Mehmet’e verildi?”
Bakınız, planın kent için kalıcı önermelerini bir tarafa bırakıyoruz, onları
tartışmıyoruz, esas zarar veren unsurlar orada ama niye Ahmet aldı veya
niye Mehmet aldı veya Ofer’e niye verdik gibi noktalarda kalıyoruz. Önce,
247
bizim de galiba toplum olarak meselenin özündeki yanlışları görmeye ve de
o konuda misyonlar üstlenmeye ihtiyacımız var. Meslek Odalarının, başta
TMMOB Şehir Plancıları Odası olmak üzere, üniversitelerin ve de medyanın
-medyayı bu ikisinden biraz ayırıyorum, çünkü o biraz geriden gelerekten
resim çeken, ona göre yorumlayan ve haber yapan bir kuruluştur ama
üniversitelerle meslek kuruluşlarının- en temel görevi, bana göre, bu
saydığım olaydır. Orada atlamışsanız, yani eğer Galataport Projesinin
içeriğini atlamışsanız, bir şekilde ihale yöntemi, şuyu, buyu da geçmişse,
ihale bittikten sonra “niye burayı Ofer aldı?” demek artık bana abes gibi
geliyor.
Ne dersiniz Erhan Bey?
ERHAN DEMİRDİZEN- Galataport süreci yoğun olarak tartışılırken, ben
Odanın Genel Başkanlığını yapıyordum o sırada, Tebernüş Bey değil tabii,
başka bir gazeteci arkadaş, bana şunu söylemem için ısrar ediyordu sürekli:
“Biz Galataport imar planına ve onun dayanağı olan Yönetmeliklere Oda
olarak dava açtık, bunları iptal ettirdik ve daha önce Ofer’e ihaleyle verilmiş
olan süreç sonucunda hukuken ihale yenilenecektir, bunun artık başka bir
tarifi olamaz”. Sadece bu cümleyi istiyordu. Biz ısrarla o dönemde Oda
olarak, bizi ihale sürecinin orada ilgilendirmediğini, ihaleyle ilgili olarak
yapılan spekülasyonun siyasi bir spekülasyon olduğunu, bizim sözlerimizin
ağırlığının sözlerimizin içindeki mesleki öz olduğunu, o mesleki özden
planlama açısından, şehircilik açısından yapacağımız yorumların ancak
Galataport tartışmasına katkısının olabileceğini söyledik. “O siyasi tartışmayı
siyasi aktörler kendi aralarında yapsınlar istedikleri kadar” dedik. O
bakımdan aslında TMMOB Şehir Plancıları Odası bence o tuzağa çok fazla
düşmüyor diye yorumluyorum.
Aslında TMMOB Şehir Plancıları Odası bu projelere kentin bütününü
savunma noktasından bakıyor. Bunun altını çizelim. Bazen kentin bütününe
yönelik hazırlanmış olan planlar da kentin bütününü gözden kaçırıyorlarsa,
248
TMMOB Şehir Plancıları Odası kentin bütününe yönelik yapılmış planlara da
o gözle bakıyor.
Kentin bütünü derken biz aslında bir dengeden söz ediyoruz. İkinci cümle
olarak onu söylemek istiyorum ve dünkü tartışmaya bağlamak istiyorum
bunu. Dün Murat Güvenç burada çok önemli bir kavram çiftinden söz etti.
Dedi ki: “Kentte bir kullanıcılar var, bir de kentin sakinleri var.” Kentin
sakinleri bu salonda şu anda oturanlar, sizlersiniz. Bir de kentin
kullanıcılarından söz etti, işte Londra örneğini verip 8 milyon sakini var kentin
ama 100 milyon kullanıcısı var. Orada o 100 milyon, o 8 milyonun yaşadığı
kentte çok kuvvetli bir baskı grubu haline gelebiliyor. Bizim bu büyük proje
süreçlerinde de o dinamikler çok belirleyici olabiliyor. Aslında planın,
dolayısıyla plancının kurmaya çalıştığı ince denge bu bence. Bir yandan
kullanıcının,
kent
kullanıcısının
talepleri
doğrultusunda
şekillenmeye
başlayan projeleri ve yatırımları bir çerçeve metne oturmaya çalışıyor. Plan
dediğimiz aslında bunun bir çerçeve metni. Bir yandan da kentte yaşayan
sakinlerin yaşam kalitesini temin etmeye ve sürekli hale getirmeye çalışıyor.
Bu ikisi birbirinden kopuk değil. Kentte sadece yaşayanların, kentin
sakinlerinin yaşam kalitesinin, yani yaşama çevrelerinin fiziki şartlarını,
sosyal şartlarını sağlıklı tutarak bir kenti ayakta tutmak mümkün değil, hele
bu İstanbul’sa.
OTURUM BAŞKANI- Evet, teşekkür ediyorum. Feridun Bey sizin ilave
edeceğiniz bir yarım dakikalık cümleniz var mı?
FERİDUN DUYGULUER- Bir dış örnek verebilir miyim? Bu parçalanmaya
ilişkin, sektörel parçalanma konusunda, hem Avrupa Birliğine Avrupa
Konseyinin artık sektörel politikaları terk edin diyorlar. Bunlar ikinci
söyledikleri. Birinci farklı da, ikinci söyledikleri cümle “sektörel politikaların
terk edilmesi”. Artı, parçalanmaya ilişkin birtakım hukuksal formalitelerin
akışkanlığının arttırıldığı çalışmalar var. Hep bunlar bütünlük içinde alınıyor.
Mesela, İngiltere’de 2001 yılında Planlama Kanunu hazırlanırken İngiltere
249
Şehir Plancıları Odasının bürokratla birlikte koydukları slogan şuydu: “Az
kademelenme çok katılım”. Böylesine bir yaklaşımla üç senede Kanunu
hazırladılar, 2004 yılında da yeni Planlama Kanunları çıktı. Şimdi biz bunları
parçalanmayla yapıyoruz ama İngiltere böyle bir sloganla, böyle bir vizyonla
tüm ülkesine ait farklı bir planlama sistemini getirdi. Onlar da bizim
yaşadığımız dönemi yaşadılar. Parçalı bölgeler, kolaylaştırılmış bölgeleri
onlar da yaşadılar ama şu andaki bilinçleri ile, olayı bütün olarak ele alıp az
kademelenme, çok katılımla kolaylaştırılmış bir Kanun ortaya koydular. Bunu
örnek olarak sunmak istedim.
OTURUM BAŞKANI- Çok teşekkür ediyorum.
Nilgün Hanım sizin söyleyecek, ekleyecek bir şeyiniz var mı efendim? Çok
kısa ama lütfen.
NİLGÜN MİRZE- Çok kısa olarak şunu söylemek istiyorum. Burada asıl kent
gönüllüsü olmak çok önemli galiba, çünkü dikkat ediyoruz, gelişmiş ülkelere
baktığımız zaman, işte bu katılımcılık dediğimiz şemada en önemlisi
yaşayanların, yani yurttaşların, vatandaşların kendilerini gönüllü olarak ilan
etmeleri ve çevrelerinde, -bu yapılaşma olabilir, kültür olabilir, kültür alanları
olabilir, parklar olabilir, eğitim olabilir, altyapı hizmetleri olabilir- bütün
bunlarla ilgili olarak, kent yönetimine bir gönüllülük yaklaşımı ve bilinciyle
katılımları
çok
önemli.
Dolayısıyla
da,
biz
burada
2010’u
tekrar
söyleyeceğim, bir sürü eksiklerimiz var, fırsat olarak görmek istiyoruz. Yeni
bir yönetişim modelinin, kentlinin, vatandaşın, yurttaşın katılımcı olduğu bir
yönetişim
modelini
de
başlatmak
üzere
bir
olanak,
bir
platform
oluşturacağına inanıyoruz. Ben sadece bu çağrıyı yapmak istiyorum burada.
OTURUM BAŞKANI- Hocam, size bir yarım dakika vereceğim ama özellikle
şuna yoğunlaşmanızı istiyorum. Bugünkü konuşmalardan sonra sizin sivil
inisiyatifin kafasında ve önündeki ajandada herhangi bir değişiklik, herhangi
bir bakış açısı farklılaşması oldu mu?
250
MÜMTAZ IŞINGÖR- O mevcut bakış açısının ne olduğunu bilebiliyor
musunuz?
OTURUM BAŞKANI- En azından siz bir şekilde, bir şeylerle yola çıkmıştınız.
Onunla şu anki arasında bir fark oluştu mu?
MÜMTAZ IŞINGÖR- Yarım dakikada toparlayayım isterseniz. Öncelikle
Faruk Beyin bu genç arkadaşları bize yönlendirmesine teşekkür ederim tabii.
İkinci değindiğiniz husus, “başlayınız” diyorsunuz, o da bir nispet dahilinde
başladı. Ahmet Turhan Altıner Bey’in liderliğinde o iş başladı.
Efendim, bizim noktasal nazarımız şu: Bizim iç Kumsal yöremizde, benim
bildiğim kadarıyla, -burada Sayın Yeniay’la küçük bir rakam farkımız var- 180
dönüm arazi var. 180 dönümün 160 dönümü Milli Emlak arazisi ve boş arazi.
Bunun 20 dönümünde tapulu evler ve tapulu boş arsalar var. Bu tapulu evler
hakikaten muntazam ama bu endişelerden dolayı, insanlar badanasını
yaptırmamış, insanlar duvarına kamyon çarpmış, onu onartmamış. “Niye
yaptırmıyorsunuz bunu?” dediğimde de söylüyor, “Mümtaz Bey, ne
olacağımız belli değil ki.” Bu nedenlerle yakın zamana kadar bir yıpranmış
görüntü arz ediyordu Kumsal. Halbuki değil. Herkes şimdi yavaş yavaş bu
onarımını yaptı. Badanasını, boyasını yaptı, gün be gün daha da iyiye
gidiyor.
Biz mevcutların korunmasını istiyoruz. Kaldı ki, Ken Yang’ın kazandığı
projede de jüri raporunu okudum, böyle bir satır arası var. “Oradaki aktörlerin
mevcut proje içersinde bulunması” gibi bir cümle var. Jüri raporu dahi bunu
saptamış. Üstüne üstlük Anıtlar Kurulu’nun yöreye ait dört tane kararı var.
Çok ciddi imzalar var altında. Hele 2001 raporu, tabii, burayı Mahkeme
Salonu gibi addetmediğim için getirmedim onları, bu raporda -sanki ileriyi
görmüş gibi bir rapor- “Ola ki ileride buraya yerel belediyeler herhangi bir
tasarrufta bulunmak isterlerse, mevcut dokunun korunması kaydıyla” ifadesi
var. Bundan ne anlarsınız?
251
OTURUM BAŞKANI- Zaten 20 dönüm üzerinde doku var, gerisinde doku
yok.
MÜMTAZ IŞINGÖR- Evet, bravo efendim. Bunun kalmasını istiyoruz.
OTURUM BAŞKANI- Çok teşekkürler Hocam. Son cümlesini Tebernüş
Bey’den soracağım.
TEBERNÜŞ KİREÇÇİ- Yabancı Sermayeyle ilgili, gayrimenkul piyasasıyla
ilgili çok önemli bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Beşiktaş’ın bir taraftar
grubu var, çarşı grubu. “Çarşı her şeye karşı”, sloganları bu. Biz de aslında
işin pratiğinde birtakım şeylerin gelişmesini istiyorsak, her şeye karşı olarak
hiçbir noktaya varamayız. Sermaye açısından baktığımız zaman, bizdeki
yerli sermayenin, kimseyi eleştirmek için söylemiyorum, imkanları belli. Ne
var? Ya devletten para kazanmıştır, ya vatandaştan para kazanmıştır. Tabii,
para kazanırken de sınırları zorlamıştır, kapital birikimi sağlayabilmek için.
Mevcut zenginlere baktığımız zaman böyle bir tabloyla karşılaşıyoruz. Yakın
zamana
kadar
bankalarındaydı,
Türk
sermayesi
Amerikan
yurtdışındaydı.
Bankalarındaydı
veya
Neredeydi,
Avrupa’nın
İsviçre
çeşitli
bankalarındaydı. Dolayısıyla, yerli sermaye ile bir gayrimenkul veya büyük
proje hamlesi yapmak imkansızdı. Geldiğimiz noktada bireysel olaraktan ben
Ofer’e veya El Makdum’a karşı değilim ama gelirken, kuralına uygun,
usulüne uygun gelsinler, bununla ilgili sıkıntı yaşamayalım. Bir de bir Ofer
anektodu anlatacağım, noktayı koyacağım.
O da şu: Ofer’e Türkiye’de en yakın bilinen iş adamı, isim de zikredeyim,
Sayın Mehmet Kutman’la birlikteydik, sordu, ben ısrarla Ofer işini
kurcalıyorum, “Ofer niye bu kadar cazip?” dedi. Ofer’i anlattı yarım saat.
Türkiye’yi çok seviyor, ilk defa 1950’lerde Türkiye’ye gelmiş, Kalkavanlarla
beraber Hatay’da limanda tavla oynarlarmış, Türkiye’ye aşık birisi.
“Gerçekten böyle mi, böyleyse Ofer bize bir kendisini anlatsın. Biz de bir
kamuoyuna anlatalım, ondan sonra kamuoyunun takdirine göre Ofer’le ilgili
haberlere karar veririz” dedim. Ama yaklaşık 2 yıl geçti bu görüşmenin
252
üzerinden, hâlâ Ofer’le görüşemedik. Ofer kendisini Türkiye’ye anlatmadığı
sürece bu yaklaşım değimez; El Makdum için de bu geçerli. Önümüzdeki
dönemde birtakım sıkıntıları yaşayacağız, Ofer veya El Makdum’la ilgili
haberler gazetelerin ilk sayfasında yer bulacak ve televizyonlarda ilk haber
olarak gündeme gelecek.
OTURUM BAŞKANI- Peki, efendim. Şimdi Sayın Hocam Hüseyin Kaptan,
sizin için epey bir malzeme ürettik, epeyce konuşmalar oldu. Kürsüde
konuşmak isterseniz herhalde hitabınız daha kolaylaşır. 15 dakika içerisinde
üstün belagatınızla toparlarsanız seviniriz.
HÜSEYİN KAPTAN- Arkadaşlar, saygılar, sevgiler
Sizin de gördüğünüz gibi son derece stresliyim. Ben bu Odanın Yöneticilerini
birilerine şikayet etmek istiyorum ama kime etsem acaba, burada varlar mı
bilmiyorum. Ciddi olarak görüşelim.
Tabii, bu kadar iddianın cevabını verecek bazı sorumluların olması lazım.
İşin kuralı budur, yoksa benim bu sistemin içine girdiğim üç yıldan beri
gördüğüm en önemli sorun, diyalog sorunu. İnsanların kendi kendine
halleşmeleri, kendi taraflarını bir araya toplamaları, olmayan adamlar
hakkında konuşmaları. Bu güzel bir şey değil. bunu yapa yapa hiçbir yere
varamazsınız. Türk entelektüelinin böyle bir zaafı var.
Ben tam yelkenleri onarmıştım, parakadaları toparlamıştım, yola çıkarken
hasbelkader bir raporumu okuyan Başkan beni bu göreve davet etti ve
benim hayatım bütünüyle değişti. Geçende de başıma inanılmaz bir olay
geldi. Biz plancılar olarak halktan korkarız. İlkokula bile gitsek çok ağır
suallerle karşı karşıya kalırız, altından kalkamayız. Beni Çevre Konseyi iftar
yemeğine davet etti. “Eyvah, gene oraya çekip azarlayacaklar” dedim. Bir de
baktım ki konuştular, “Biz seni izliyoruz. Düşündük, taşındık sana bir ödül
vermeye karar verdik” dediler. Herhalde bunlar şaka yapıyor, beni gırgıra
alıyorlar, böyle bir şey olamaz diye düşündüm. Sonra ciddi ciddi çıkardılar
verdiler. Ben elim titreyerek aldım. O gece hiç uyumadım, çünkü böyle bir
253
şey asla beklemiyordum, çünkü sistem böyle bir imkanı size sağlamaz.
Sistem korkunç. Bu diyalogsuzluktan korkunç.
Bu arada, teneffüste kaçtım gittim, tabii, hazır değilim, dokümanlarım yok, bir
iki tane bilgisayarın içinden kopya getirdim. Bakın biz hangi olaylarla karşı
karşıyayız. Büyük projeler dediğimiz zaman, toplumsal katılım dediğimiz
zaman, çünkü bu denizin ve bu tsunaminin içinde aşağı yukarı 2.5 sene
yaşadık, böyle bir sistemi benim size anlatmam lazım ama çok atasözleriyle
konuşmam lazım. Sizin de bütün yeteneklerinizi kullanıp bu atasözlerini
anlamanız lazım.
Peki, şimdi birinci resmi görelim lütfen. Ben İstanbul’a geldiğimde nüfusu 1
milyondu. 1950’li senelerdi, ahşap evlerin hakim olduğu bir yerleşme düzeni,
olağanüstü güzel bir İstanbul’du. 1980 senesinde İstanbul merkezi yönetim
tarafından 5 milyon için planlandı. Bu hassas coğrafya ancak bunu çekebilir
dediler ve böyle bir planı buldular. Resmi merkez tarafından onaylandı fakat
projeksiyon olarak, hedef olarak ortaya konulan İstanbul, bugün 13 milyon
nüfusa geldi. Nereye koşuyor İstanbul, parametreler, logaritmik hesaplar,
grafikler, her sene gelen 400 000 kişiyle birlikte çok rahat 25 milyona
koşuyor. Bunun üstünde rakamlar söyleyenler de var. İstanbul’u İstanbul
sınırları içinde düşünmek ve çözmek mümkün olabilir mi? İstanbul, İstanbul
Belediyesinin olanaklarıyla, İstanbul’un akademisyenleriyle, entelektüel
camisiyle, sendikacısıyla, sanayicisiyle sorunları çözülebilir mi? Çözülemez.
Onun için İstanbul Metropoliten Planlama Ofisi, Başkanın çok akıllı bir
projesidir. Kapalı kapılar ardında yeniden projeler üretilebilirdi, o zaman
Belediye Başkanı Türkiye’nin akademik, bilimsel kapasitesini zorladı, yani
kapısını açtı, “Kim ne biliyorsa gelsin. Kuş yollarını bilenler, denizin
derinliklerini, depremi, ormanı, tarım topraklarını, madenleri, balıkları bilenler
gelsin” dedi ve bu büroyu kurdu. Bir yön daha verdi: “Şeffaf olun”, yani
herkes her şeyi bilsin, çünkü gizleyerek, saklayarak olmaz.
254
Planlamayı hiç kimse şehir plancılarının işi olarak görmesin lütfen. Bu, engin,
muhteşem bir sosyal olayı paylaşmak, bölüşmektir. Onlar bir hesap pratiği
çerçevesinde bunları kağıtlara işlerler. Bu zengin olayı, büyük katılımı
sağlamak şart. İşte bu sistemi kurdu. Bu büronun adını İstanbul Metropoliten
Planlama koydu. Bu büro sadece ve sadece bir danışmanlık bürosu, yani
cebinde mührü yok ve parası yok. O zaman bu büro ne yapıyor? Büro
yönetmeye gelmemiş, yönetilmeye gelmiş. İşte ona da bir usta yönetici
adamlar lazım. Öyle bir kadro daha lazım. Demek ki bir kadro üretenler,
danışılanlar, bir kadro da yönetenler olacak.
Madem böyle oldu, o zaman başlayalım. İki büyük departman kuruldu. Bu
departmanlardan bir tanesi Bölge Planlama Departmanıydı, bir tanesi de
Ekoloji, Doğal Yapı Departmanı. Yani ekolojik bir planlama ve ülke geneline
entegre olmuş bir İstanbul Metropolü fikri temel olarak benimsendi ve
dünyayla yarışma perspektifini ortaya koydu. Türkiye’yi de tanımak yetmezdi;
Brüksel’i, Bağdat’ı, Azerbaycan’ı bilmeyen plancı yine İstanbul’a doğru
teşhisler koyamazdı. İşte bu departman çalıştı.
Bakın neler oldu? Devam edelim lütfen. Gördüğünüz gibi İstanbul,
İstanbul’da bitmiyor, nerelere gidiyor? İstanbul gibi başka İstanbullar var.
İstanbul’un tam bitişiğinde ve aynı Ömerli Havzasını paylaşan Gebze
yerleşmesi var ki bu yerleşme İzmit Metropolü tarafından 2 milyon nüfusa
göre planlandı. İzmit’in geri kalan lekesiyle birlikte 5 milyon nüfusa göre
planlandı. Demek ki İstanbul, artı, bir 5 milyon daha. Onun arkası Yalova ve
daha gidiyor. Böyle baktığınız zaman İstanbul’la süreklilik Bolu’ya kadar
gidiyor.
Devam edelim lütfen. İşte, neler oluyor İstanbul’un çevresinde, yeni planlama
sürecinde doğu yakasında bir MİA alanı oluyor bizim tarafımızdan önerilmiş
olan. Bu MİA niye önerilmiş? İstanbul’u çok merkezi bir sisteme taşımak için.
Bu yükü taşımayan Tarihi Yarımada, Boğaz kesimi ve Kadıköy kesimine yeni
alternatif
merkezler
ve
hizmet
alanları
255
yaratmak
için.
Yeni
bir
Desantralizasyon, yani insanlar sabahları kalkıp Avrupa Yakasına geçmek
için karayollarında hizmet sektörü adına dizilmesin diye; çünkü Anadolu
Yakası topal. Aktivite hizmet sektöründe 15, halbuki batı yakasında bu
rakam 40. Demek ki, bileşik kaplara göre insanlığa hizmet sektörü, yani üst
yönetim için batıya gitmek zorunda. Onun için sabahları herkes saat
06:00’da, 07:00’da kuyruklara giriyor. O zaman yeni çekim odakları lazım.
Nerede olabilir bu? Kartal’da olabilir. Neden olabilir Kartal’da? Çünkü
Kartal’dan Marmaray kapı veriyor, denize liman kapısı var, hemen arkasında
Atatürk Havalimanından çok daha kapasiteli bir Havaalanı var, çünkü iki
uçak birden aynı zamanda inip, aynı zamanda kalkabiliyor, lojistik merkezler
planlandı, teknopark planlandı, üniversite planlandı ve Kartal’ın 2 milyon
nüfusu var ama yanında da Gebze var. Gebze’de neler var? Gebze’de yine
teknopark var, Gebze’de yine endüstri var. Ne kadar endüstri var? 2 milyon
insana, 500 000 endüstri var. Halbuki Gebze’nin merkezinde bir banka,
herhangi bir yönetici, bir ofis bile yok. Yönetici Beyin, Merkez yok. Demek ki,
öyle bir organ ki bu, şehri bir bütün olarak kabul ettiğiniz zaman, bu organın
yarısı, bedenin yarısı ilin dışında, yarısı içinde. Peki, büyüklüğü ne kadar?
İkisinin büyüklüğü Ankara’ya 1 milyon nüfus daha ekleyin, yani bir Ankara
kuruluyor, üstüne de 1 milyon, yani bir Marsilya, iki tane Eskişehir
ekliyorsunuz. Muhteşem bir olay değil mi sizce. Bu büyük enerjiyi
yönlendirmek çok büyük olay değil mi?
Geçelim öbür tarafa. Geride ne var? İstanbul’un 30 milyona, 25 milyona
hedeflenen nüfusunu 16 milyona indirdik. Demek ki, 13 milyon şimdi yaşıyor,
belki daha fazla, tek kendi il sınırları içinde kalan yerleşme alanı Silivri.
Silivri’nin bu nüfustan aldığı pay 2 milyon. Yani bir İzmir. Silivri’nin yanında
neler var, bakın. Silivri’nin yanında biz İstanbul’un Orta Doğu büyüklüğünde
üniversitesini, bir teknoparkını, bir üçüncü havaalanını -ki bu belki iki
Havaalanından daha kapasiteli olacak koyduk-. Sınırın ötesine bakalım: 300
000 kişi işçi sınıfı, Çerkezköy çalışma alanı, Çorlu, lojistik merkez alanı ve
256
liman var. Bu da iki ayrı otorite. Bunları da topladığımız zaman, bu da tek
başına bir Ankara. Bunun ötesini biz planlamadık.
İstanbul, bu komşularıyla uzlaşmadan, bu ilişkilerini kurmadan, bu omurga
bütünlüğünü, bu işgücünü, desantralizasyonu, eskiden olduğu gibi 330’un
sınırları içinde kalıp “Ben plan yaptım, artık bundan sonra rahat uyuyabilirim”
der mi, diyebilir mi?
Geçelim bir resim daha. Bakın görüyorsunuz, Yalova’nın burnunda,
köprünün geçeceği yerde bir sanayi alanı var. Bu sanayi alanı şimdiki
Tuzla’nın 1.5 katı, Türkiye Kore’den, Japonya’dan, Çin’den ve Almanya’dan
sonra gemi üretiminde 5. sıraya geldi. müthiş gelişen bir endüstri. Bu
endüstrinin yarısı merdiven altlarında, yani gemi sadece tezgahlarda üretilen
bir olay değil, gemi ayrıca tersanenin yanında destekçisi olan, yan
endüstrisinde geliştirilen bir olay. Gemi endüstrisi büyük bir rekabet içinde,
büyük bir talep var dünyada. Şimdi, siz bu endüstriye “Olmasın” diyebilir
misiniz? Ne oldu? Bu Yalova’ya gitti. Çok güzel. Yalova Belediye Başkanı
yazı yazdı: “Endüstrinizi bize gönderdiniz, bize 100 000 işgücü kapasitesiyle
beraber getirdiniz, yan sanayisiyle beraber 150 000 kişilik endüstri. İşçi
sektörü
ölçülerimize
göre
her
işçinin
bir
beyaz
yakalı
yarattığını
düşünürseniz, 300 000 de, en azından 200 000 de bir hizmet sektörü,
simitçisi, şoförü, muhasebecisi derken 200 000, demek ki elimizdeki rakam
250 000, 250 000, 750 00, 800 000 nüfuslu bir yerleşme arkadaşlar.
İstanbul ekonomisinin belkemiği olan bu olayı, Yalova’yla uzlaşmadan,
İzmit’le uzlaşmadan, Gebze’yle uzlaşmadan, yan yana masaya yatırmadan
bunu çözmeniz mümkün mü? Mümkün değil. Bunları uzatabiliriz, arttırabiliriz.
İstanbul bir sanayi kenti. Yani dünyayla kıyasladığınız zaman, işgücünün
sektörel dağılımının yüzde 35’i, halbuki gelişmiş ülkelerde yüzde 5’le 10
arasındadır ve yüksek teknolojidedir. Bize başvuran sanayi, 600, 700 000
kişi yeni işgücü. Bunların talep ettikleri rakam 4 - 5 000 hektar alan. Halbuki
bizde su havzalarından başka yer yok. Ekonomi - ekoloji savaşında
257
ekonomiden yana durduğunuz zaman, su havzaları kaybediyorsunuz,
ekolojiden yana durduğunuz zaman bu enerjiyi mutlaka kullanmanız lazım.
Kullanmadığınız enerji mutlaka herhangi bir şekilde patlıyor. Bugüne kadar
patladığı gibi.
Şimdi
devam
ediyorum
bakın.
Bu
İstanbul’un
lojistiği.
Ulaşımcı
arkadaşlarımın çok tartıştığı. Bugünkü lojistik bu. Şu yandaki grafiğe dikkat
edin. O mor leke, İstanbul’da karayolu taşımacılığıdır. Onun üstünde iki tane
küçük küçük leke var. Bakın, biri sarıdır, biri kırmızıdır. O denizyolu ve
demiryolu taşımacılığıdır. Bu sistem gelişmiş hiçbir ülkede böyle değildir, tam
aksinedir. İşte bizi felç eden olay bu karayolu taşımacılığıdır, lojistik
taşımacılığıdır.
Gelelim öbür resme. İşte, eğer denizleri kullanırsanız, raylı sistemleri,
limanları, havayollarını kullanırsanız çıkan hesaplar budur. İki resmi
kıyaslayalım lütfen tekrar. Peki, bizde hiç liman var mı? Hani demiryolu
olmadığını biliyorsunuz. Bizde hiç liman yok. Haydarpaşa vardı, onu da
kapadık. Onu da görelim şimdi. Bu da bizim lojistiğimiz. Bakın, 424 antrepo
var. Bunların hepsinin limanlarda olması lazım. Liman yok ki, antrepolar
limanlarda olsun. Bunlar su havzalarındadır, evlerin içindedir. Kaç tane var?
16 tane gümrük var. Limanlarda olması gereken gümrükler, mahalle
aralarındadır. 11 tane konteynır alanı var. Bu şekle bir bakın. Nasıl
yaşamımızla lojistik sistemler ve aynı zamanda yasadışı endüstri iç içe
geçmiş vaziyette. Ben size Rotterdam Limanını, Amsterdam, Hamburg ya da
Karadeniz’deki Köstence Limanını seçmedim, sadece Barselona Limanını
seçtim. Bir Barselona Limanına bakın, bir de bizim Haydarpaşa’nın haline,
büyüklük itibarıyla bakın. Demek ki çok ciddi lojistik sorunumuz var.
Devam edelim lütfen. İşte sistem böyle kuruldu stratejik planda. Stratejik plan
aslında illa mekana geçmesi lazım olan değildir. Önemli olan ilkelerin
vazedilmesidir.
258
Şimdi, iki tane limanımız olacak sağlı, sollu. O liman kalktı, Ereğli’ye geldi.
Biraz önce anlattığım şemaya göre, metropolün sanayi kalbinde bir tane
liman olacak. Pendik’teki liman, bu ilk projemizdir, Gebze’ye geçti, bu bizim
Silivri’ye koyduğumuz liman Marmara Ereğli’sine geçti. İmkansızlıklar
nedeniyle, bu sınırları aşamadığımız zamandı.
Öyle hüzündür ki, gelelim sistemi nasıl çalıştıracağız. Bu anlaşmaları yürüten
bir kişi ve kurum yoktur. Bu ilişkileri kuran bir kişi ve kurum yoktur. Onun için
İstanbul Metropoliten Planlamanın bu konuda önceliği şuna verilmiştir. İlk
önce Başkana bir rapor vermiştir, demiştir ki: “Siz ayrıca Marmara ve
Boğazlar Belediyeler Birliğinin Başkanısınız, kentleşmenin sağlıklı olarak
sürdürülebilmesi için Marmara’nın Belediyelerini toplayalım.” Marmara’nın
belediyeleri toplanmıştır, bu olaylar anlatılmıştır. Belediye Başkanlığının
oybirliğiyle, hemen hemen ortak girişimin sürekliliği kazanılması, bir denizin
kenarında olan yerleşmelerin tamamlanması için bir girişim olmuştur.
Bunu geçiyorum. Valiler geldi, Kaymakamlar geldi, Ankara’ya gittik, biz bu
protokolü tam 1.5 senede yürürlüğe koyamadık, ama bu belge en sonunda
Maliye Bakanlığı, Yerel Yönetimler tarafından onaylandı. Neyse ona
girmeyeyim şimdi, yani buraya gelinceye kadar olan serüveni anlatmıyorum.
Bu son derece dramatik bir resimdir. Bu resmin muhakkak okullarda
gösterilmesi
lazımdır.
Kırmızı
çizgi
su
havzalarıdır.
Karayolu,
E5’i
görüyorsunuz. E5’in kenarındaki beyaz lekeler, İstanbul 5 milyon nüfusa
planlandığı zaman olan sınırdır. Öbürü de TEM’den sonra olan olaydır.
Burada biz hiçbir zaman karayolu sistemine karşı değiliz, çünkü Türkiye’de
İstanbul’da karayolu ağının zenginleştirilmesi lazımdır. Bu gerçek kabuldür,
fakat bu ormanlar, bu mavi de bizim Karayolları Genel Müdürlüğü’nün önerisi
olan yoldur. Biz bu yola karşı çıktık o zaman. Onların taleplerini bu plan
kademesinde reddettik. Bu havzaların kara lekelerin üzerinde yasadışı tam 7
milyon insan yaşar. Demek ki, bir yolu yaptığınız zaman o yolu koruyacak
259
disiplini de, yasaları da, yaptırımları da, gücü de beraber getireceksiniz.
Korumadan yaptığınız yolun arkası kesin olarak bir felakettir.
Bu da havzanın içinden geçiştir. Bir tanesi bizim TEM yoludur, TEM yoluyla
birlikte oluşan, aşağı yukarı 1 milyona doğru uzanan yerleşmeler sistematiği
vardır. Çoğu da orman istilasıdır. Öbürü de karayollarının bize teklif ettiği
yoldur. Biz üçüncü yolu bilmiyoruz, daha görmedik, öyle bir şey bize gelmedi.
Geldiği zaman düşünce olarak araştıracağız. Fakat şüphesiz ki bu, doğrudan
doğruya Merkezi Yönetimin hakkıdır, otoritesidir, gücüdür, yaptırımıdır,
yasaların tanımladığı şekliyle, yani Ulaştırma Bakanlığı’nın tavrına bağlı
olacak bir şeydir. Bizim bu yoldan haberimiz yok. Biz sadece Karayolları
Genel Müdürlüğü’nün bize verdiği yolun eleştirisini yapıyoruz.
Fotoğraftaki bu sanayi sitesi Üçüzler Sanayi Sitesidir. Aynı su havzasında, o
karayolundan hizmet almak için devletin tam 22 kurumundan imza almış,
yetki almış, hem Çevre Bakanlığı’ndan, hem Sanayi Bakanlığı’ndan onay
almış. Dubai’lerin inşaat emsali 3’tür, bunun inşaat emsali 4’tür. 30 000
çalışan kapasitesi vardır. Bunun temelleri atılmıştır. Bizim tarafımızdan,
Belediye Başkanı tarafından mahkemeye verilmiştir ve durdurulmuştur.
Bu fotoğraf da Hadımköy Havzasında İkitelli’den daha büyük 300 000
nüfuslu, Ankara tarafından onaylanmış sanayi alanıdır. Bu da Başkanın
mahkemeye vermesiyle, -çünkü Ankara’dan gelen evrakları siz Belediye
Meclisinde
reddedemiyorsunuz,
ancak
mahkemeyle
durduruyorsunuz-
durdurulmuş bir alandır ve burası lojistik bir köye çevrilmiştir. Bunları da ifade
ediyorum size.
Devletin kurumları arasında bir koordinasyon yok. Demek ki planı sadece
arsa mafyasından değil, devletin kurumları da izlemeli. İşte bu diyalog
yokluğu, diyalog hastalığı buradan geliyor. Bu hizmetlerin hepsinin
yapılması, aslında bülbülü severken öldürmek. Severken öldürme sendromu.
Bunu yapan herkes, büyük bir hizmet, büyük bir iş alanı yaratma azmi içinde,
260
dürüst ve inanarak yapmaktadır, çünkü 22 belgede 44 tane devletin üst
imzası vardır.
Bu bizim nazım plandır. Bu çok önemlidir bizim için. İşte, büyük projeler
dediğimiz budur. Biraz önce Başkanın anlattığı mesele budur. Bu proje,
çevre düzeni planından sonra birçok proje ortaya koymuştur. Projeler
ekonomik, ekolojik sürdürülebilirlik ve sosyal sürdürülebilirlik anlamında üç
temel başlıkta toplanmaktadır. Bu projeleri, bu çevre düzeni planı ve bu
nazım plan doğurmuştur. Bu projelerin tamamının nüfus kağıdı vardır, annesi
bellidir, babası bellidir, işlevi bellidir, büyüklüğü bellidir, yoğunluğu bellidir,
içindeki işlevsel çeşitliliği bellidir, altyapısı bellidir, ulaşım ilişkileri, metro
ilişkileri bellidir ve peyzaj değerleri, vizüel değerleri bellidir. Bunları tartışalım.
Bunların hepsi bir kitap halinde yazılıdır.
Sosyal katılım deyince, bu fotoğrafı koymak zorunda kaldım. Böyle bir
mülkiyet
deseninde,
böyle
bir
belediye
deseninde
sosyal
katılım
gerçekleşmez. Yerleşmeler sosyal ve coğrafi alt bölgelerdir. Mutlaka oraya
katılan insan, o topluluğun bir üyesi olmak durumundadır. Coğrafya buna çok
yardımcıdır. Coğrafyayı inkar eden bir sosyal bütünlük olmaz.
Onun için bunu de veciz bir şekilde anlayışınıza bırakıyorum. Coğrafi
bütünlükleri sağlayacağız.
Beni sabırla dinlediğiniz için çok teşekkür ederim. Size bir hafta anlatabilirim,
çünkü şuraya kadar doluyum ama dinlerken bilgiyi mesnet almayan, hiç
çalışmayan, Odaya da söylüyorum, mahkemesinin kararını okudum şurada.
Bakın ne diyor, cümleyi söyleyeyim, onun için Odayı şikayet edecek adam
arıyorum. “Planı teknik olarak yeterli olmayan, planlama ciddiyetiyle hiç
bağdaşmayan, ciddi sakıncalar içeren, kentte insan ölçekli değil, rant ve
pazarlama ölçekli bakan bir yaklaşımdır. “Planlama ciddiyetiyle hiç
bağdaşmayan” diyor ve burada diyor ki, büyük harflerle yazmış, bir İMP’yi
büyük harflerle yazmış, bir de YOK hükmündedir yazmış. Büyük harflerle
YOK. Küçük de yazabilirdi. Burada söylediklerinin hepsi hurafe. Bunları
261
böyle değil, diyalog, ekipler kurup, bilinen bilgisayarlarda, yapan kadrolarla
beraber, uzun uzun, haftalarca, günlerce yerinde çalışarak bunları
ölçümleyebiliriz. Bu proje burada iddia edildiği gibi ne ormanları, ne tarım
topraklarını, ne silüeti, ne çevre değerlerini, ne su havzalarını harcamaktadır.
Bunun için bize siyaset tarafından hiçbir baskı yapılmamaktadır. Bu proje
orada çalışan teknisyenlerin namus meselesidir. Onun için iftira etmeden,
mutlaka diyalog kurmak, dinlemek lazımdır.
OTURUM BAŞKANI- Hocam çok teşekkür ediyoruz katkılarınız için.
İki tane konuyu özellikle not aldım. Odayı şikayet edeceğiniz yer, Odanın
kendi kucağıdır. Burayı açtı, üniversitelerle beraber paylaştı ve güzel bir
ortamda, gayet güzel bir tartışmanın ortamını yarattı. Size de teşekkür
ediyoruz. Geldiniz ve burada söylemek istediklerinizi hepsini söylediniz.
İkinci cümleniz de yine benim için çok önemliydi, herhalde bütün izleyici
kardeşlerim de paylaşacaktır. Diyalog, diyalog, diyalog. Diyalogu gerçekten
bir tarafa bırakmamak lazım, çünkü çözüm diyalogda yatıyor. Hocaya çok
teşekkür ediyorum.
Değerli arkadaşlar, kahveye geçmeden önce Konut A.Ş. Genel Müdürü
Musa Yetim’e sadece yarım dakikalık bir düzeltme, rahatsız olduğu bir
cümleye cevap vermesi için süre vereceğim. Galiba konuşmacılardan
birisinin konuşmasından etkilendi; lütfen yarım dakikayı geçmeden cevap
hakkınızı kullanın. Ondan sonra sadece iki dakikalık, üç dakikalık iki tane
soru alacağım. Ama soru, asla bildiri değil.
Buyurun.
MUSA ERGİN- Hocam, ben de Kaptan Hocam gibi yapayım, konuşmayayım
daha iyi gibi. 30 saniye çok az; 1 dakika olur mu?
Diyalogdan bahsetti üstadım. Ben buralara ders dinlemek için geliyorum.
Ayrıca, doktora öğrencisi olmak için de elimden gelen gayreti sarf ediyorum.
Tebernüş Beyi tanıyorum. Birkaç kez sohbetimiz de oldu. Özellikle bu Levent
262
arazisiyle ilgili. Bu Levent arazisi hep yanlış bilinen, yanlış bilgilendirilen bir
konu olmaya devam ediyor. Söylediği her şeye katılıyorum, devletin Fransız,
halkın Amerikan tarzı bir yaklaşıma sahip olduğu da dahil olmak üzere. Ama
bir şeyin bilinmesi lazım. Diğer bahsedilen, Çalık Holding tarafından alınan
ihalelerle ilgili bilinmesi lazım ki, kanunlar var, herkes gidip şikayet edebilir ve
dava açabilir. Kürsülerden kapalı odalarda, salonlarda şikayet etmek yerine,
hukukun gereğini yapmak lazım, diye düşünüyorum. Ayrıca, şunu da bilmek
lazım,
Orta
Doğu’nun
petro-dolarlarını
kaçırdık,
Orta
Asya’nınkini
kaçırmayalım diye çok gayret sarf ediyoruz. Ofer’i davet ederken ya da tercih
ederken yakışıklılığına vurulmadık, Ofer’in filoları var, cruise shipleri var.
Tercih ediyorsunuz, sebebi bu.
Benimle ilgili konuya gelince, meşhur “Memorandum of Understanding”
imzalanmıştı. Yani Makdum’la ortaklık kuracak şirket benim şirketimdi. Ben o
göreve sonradan getirildim. Orada bir ortaklık yapısı vardı, % 20, % 80.
Faruk Hocamla da uzun uzun tartıştığımız bir konudur. Eğer bugün ihale
aşamasına gelindiyse, o ihale aşamasından önce üç alternatif vardı.
1. Mevcut yapıyla mahkemenin tespit edeceği bir değerle bu ortaklığı
yapmak,
2. Kat karşılığı yöntemiyle bunu yapmak, hasılat paylaşımı yoluyla bunu
yapmak,
3. İhale yapmak, doğrudan araziyi satmaktı.
Biz, çalışmalarımızın sonucunda şunu fark ettik. Karşı tarafı da buna ikna
ettik, biraz da mecbur ettik. Dedik ki: “Kat karşılığı hasılat paylaşımı bizim
için de, sizin için de daha iyi bir yöntemdir, çok da kârlı bir yöntemdir.”
Doğrudan satıştan da daha kârlıdır ayrıca, onu da söyleyeyim, zamanı
geçmiş olmakla beraber. Fakat Tebernüş Beyin de mensubu bulunduğu
medyanın konuyu yanlış ele alışı dolayısıyla doğrudan satılmıştır. Bana göre
biz 400 milyon dolar zarar etmişizdir o işten.
263
OTURUM BAŞKANI- Lütfen cevap hakkı doğuracak şekilde konuşmayalım,
sadece cevap hakkınızı kullanın.
MUSA YETİM- Peki, ama bunların da bilinmesi lazım, aksi takdirde eksik
kalır.
Tamamlayacak olursak, diyalog yapılır, diyalog devam ettirilirse bu işlerin
böyle olmadığı, hiç kimsenin orayı peşkeş çekmediği anlaşılacaktır. Ayrıca
bir şey daha söyleyeyim, belki bu açıklayıcı olur: Ben bir yıl Hamidiye Genel
Müdürlüğü yaptım. Nasıl çalıştığımı Belediyedekiler çok iyi bilirler. Devletin
sahibi olarak da siyasileri görmeyin, bürokratlar aslında devletin sahipleridir
ve güç odaklarıdır. Bunlardan bir tanesi de Tebernüş Beyin yine mensubu
bulunduğu medyadır. Bir hücumu görüyorsanız medyada, herhangi bir
kuruma, bir şahsa ya da siyasiye, bir pazarlığa girmek üzereler demektir bu.
Belki çok açık olacak ama, bunu bilmekte fayda var, söylemekte de fayda
var. Hocam dedi ya, doluyuz böyle.
Bu göreve getirilirken ayrıca, şikayet ettiğiniz insanlar tarafından, açıkça
söyleyelim, Başbakanın önerisiyle ben bu göreve getirildim ve misyonum
peşkeş çekmek değildir, peşkeş çekilmesine engel olmaktır. En ufak bir
noktayı da kaçırmamış olmaktır. Teşekkür ediyorum, hepinize saygılar
sunuyorum.
OTURUM BAŞKANI- Tebernüş Bey, bir cümleyse evet.
TEBERNÜŞ KİREÇÇİ- Bunun bu ortamda yanıtının verilmesini istiyorum.
Şu: 6 Ekim 2005’te Dubai Şeyhi El Maktum ile İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Başkanı Kadir Topbaş’ın imzaladığı protokolün maddeleri
kamuoyuna açıklanmadı. Hâlâ açıklanmadı, umarım bir gün açıklanır.
İkincisi de, bir cümleyle özetliyorum. 1 Mart 2007 tarihindeki 1 150 000
YTL’lik parayı Dubai Şeyhi El Maktum’un ana hissedarı olduğu Sama Dubai
Holding hâlâ ödemedi. Başka bir şey söylemiyorum.
264
OTURUM BAŞKANI- Muhatapları burada değil ama bu kayıtlara geçti. Çok
teşekkür ediyorum.
Değerli arkadaşlar, asla ve kata bir korsan bildiri olmamak kaydıyla iki tane
çok kısa sorusu olan arkadaşımın sorusunu alacağım. Eğer yoksa kahveye,
çaya geçeceğiz. Çok kısa lütfen. Lütfen kendinizi tanıtın, kayıtlara geçiyor.
YÜKSEL TÜRKİLİ- Beşiktaş Belediyesi’nden Yüksel Türkili. Tek bir sorum
var. Maslak-Zincirlikuyu aksı üzerinde planlanan uluslararası kentsel tasarım
yarışması niçin iptal edildi? Sayın Kaptan’a soruyorum.
TAYFUN KAHRAMAN- Merhaba, Tayfun Kahraman. TMMOB Şehir
Plancıları Odası İstanbul Şube Sekreteri.
Benim de küçük bir bilgilendirmem olacak. Az önce Kaptan Hocamın
okuduğu ibare dava metninden çekildi, şu anda İstanbul 5. İdare
Mahkemesinden dava metnini alırsanız Hocam, sizinle yaptığımız son
toplantıdan sonra bunu çektik, şikayetinizin de şu anda bir anlamı
kalmadığını görürsünüz. Teşekkür ediyorum.
OTURUM BAŞKANI- Hocamın sözleri kayıtlara geçtiği için bu da kayıtlara
geçmiş oldu.
Sümer Hocam, bir tek cümlelik soru lütfen.
SÜMER GÜREL- Konut AŞ’nin Genel Müdürü olağanüstü bir ithamda
bulundu. Hiç cevap vermediniz.
OTURUM BAŞKANI- Hocam ama karşılıklı konuşmaya lütfen son verelim,
istirham ediyorum.
SÜMER GÜREL- Burada müthiş bir etik olay yatıyor. Ne dedi arkadaşımız?
Onlar, medya şu anda pazarlıkta, dedi.
OTURUM BAŞKANI- Hocam, bu masa ve bu Oturum bunun tartışılacağı yer
değil. Lütfen istirham ediyorum. Çok rica ediyorum. Bir soru hakkı daha var,
onu da beyefendiden alıyorum. Hepinizden özür diliyorum, tek bir soruyu
265
alıyorum, ondan sonra da cevabı alıyorum, çünkü Tayfun bey bir açıklama
yaptı. Birden fazla soru almayacağım. Bağışlayın.
ALİ RIZA NURHAN- Ben de TMMOB Şehir Plancıları Odası Yönetim Kurulu
Üyesiyim. Kaptan Hocama olacak benim sorum. Açıklamalarının en başında,
“biz sadece danışmanlık bürosuyuz” dedi, yanlış hatırlamıyorsam. Peki,
danışmanlık bürosu iseniz, nasıl planların altına imza atıp Meclise
sundunuz?
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederim. Evet, Hocaya verelim mikrofonu.
Bundan sonra soru almıyorum bağışlayın, çünkü bir sonraki Oturumun
hakkını yiyorum. Zaten çay molası vermeyeceğiz. Hocam çok kısa cevapları
alırsak, toplantıyı da kapatacağım.
HASAN KAPTAN- Sorduğu soru, o kadar uzun bir cevap gerektiriyor ki.
OTURUM BAŞKANI- O zaman özel olarak anlatın Hocam.
HASAN KAPTAN- Tamam, ben kendisine özel olarak anlatırım.
OTURUM BAŞKANI- İkinci soru, Yüksel Türkili’nin bir sorusu vardı, Maslak
Hattıyla ilgili.
HASAN KAPTAN- Maslak iptal edilmedi. Bu sene bütçesinde parası yok.
çıkar çıkmaz tekrar yürüyecek.
OTURUM BAŞKANI- Değerli izleyiciler; çok yetkili arkadaşlarımızın
konuştuğu, katkılarda bulunduğu güzel bir toplantı izledik. Hepinize
sabrınızdan dolayı teşekkür ediyorum ve katılımcı arkadaşlara teşekkür
ediyorum.
------&------
266
RAPORTÖR SUNUMLARI
YUVARLAK MASA 1
------&----Yrd. Doç. Dr. SIRMA TURGUT- Evet, tekrar hoş geldiniz. Ben arkadaşım
Doruk Özügül’le birlikte dün gerçekleşen Birinci Yuvarlak Masa Çalışmasının
sonuçlarını ya da çok kompakt bir özetini aktarmaya çalışacağım.
Bildiğiniz gibi, Birinci Yuvarlak Masa Çalışmasının konusu Büyük Projeler,
Kentsel Dönüşüm Projeleri ve İstanbul’daki sosyoekonomik yansımalarıydı.
Biz önce bu Yuvarlak Masaya katılan değerli konuşmacılara tekrar kısaca
konularıyla birlikte değinmek istiyorum. Bunları belli gruplar halinde de
gruplaştırmak mümkün olacak.
Birinci konuşmacımız, Aziz Yeniay’dı, Küçükçekmece Belediye Başkanı, bir
İlçe
Belediye
Başkanıydı.
Bize
üzerinde
sunumunu
yaptığı
konu,
Küçükçekmece, Ayazma Tepeüstü Bölgesi Kentsel Dönüşüm Projesiydi ve
bunun sosyal projesiyle birlikte bir kısa sunumunu gerçekleştirdi.
İkinci konuşmacımız, Velahattin Kılıç’tı. Fatih Sultan Mehmet Mahallesi
Güzelleştirme Derneği’nden katılıyordu. Bir yerel sivil inisiyatif grubu olması
açısından önemliydi. Baltalimanı-TEM Bağlantı yolu özelinde İstinye, otonom
kararlar ve yerel beklentiler konusundaki çelişkileri üzerine görüş bildirdi.
Üçüncü konuşmacımız, Erol Tulpar, Ayazpaşa Mahallesi Güzelleştirme
Derneği adına konuştu. Tarlabaşı ve Talimhane Projeleri özelinde, bunlara
karşı oluşturulan yerel refleksler ve sürece ilişkin eleştirilerini dile getirdi.
Dördüncü konuşmacımız, Erdoğan Yıldız, Gülensu Gülsuyu Mahallesi
Güzelleştirme Derneği adına Gülensu Gülsuyu Mahallelerinin Planlama
kararlarındaki katılımcılık sürecinde, bu sürece ilişkin eleştirel bir bakış açısı
sergiledi.
267
Beşinci konuşmacımız, Tolga İslam, Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık
Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümünden, “soylulaştırmadan”
soylulaştırmaya İstanbul’un sosyal yapısına genel bir bakış konusu altında
konuştu.
Altıncı konuşmacımız, Prof. Dr. Gülten Kazgan, Bilgi Üniversitesinden,
Değişen İstanbul’da İktisadi Profil ve Sosyal Ayrışmalar ve bunun büyük
projelerle bağdaştırılması gibi bir global iktisadi profil çizdi bize.
Ayfer Bartu Candan, Yardımcı Doç. Dr. Boğaziçi Üniversitesinden Sosyal
Mekanda ayrışma, sınıfsal ayrışmalar üzerinde görüş bildirdi.
Yardımcı Doç. Dr. Biray Kırlı, yine Boğaziçi Üniversitesinden, Kentlilik
Tanımı, Değişen Kentlilik tanımı, korku ve kaygı ortamı üzerinde durdu.
Büyük, acil projelere dikkat çekti ve geliştirme fikrinin bunu nasıl beslediği
üzerinde görüş bildirdi.
Dokuzuncu katılımcı, Tayfun Kahraman, TMMOB Şehir Plancıları Odası
İstanbul
Şubesi’ndendi
ve
Bütüncül
Bakışın
Önemi,
Planlamanın
Bütünselliği, Gerekliliği ve Büyük Projelerin Tehdidi gibi konularda görüşlerini
bildirdi.
Birinci Yuvarlak Masanın katılımcılarını şöyle bir gruplayacak olursak, bir
uygulamacı dinleme şansımız oldu, bir İlçe Belediyesi. Etkilenenler vardı.
Yerel sivil inisiyatif grupları bu açıdan önemliydi. Sosyal katılım tartışılıyordu
çünkü. İkinci olarak kavramsallaştırma adına akademisyen katılımcılarımız
vardı ve meslek örgütünün bakışını dinledik. Katılımcıların profiline
baktığımızda böyle bir akış görüyoruz.
Kısaca bunları özetleyecek olursak, nasıl sonuçlar çıktı? Uygulama
boyutunda, uygulayıcının bakış açısıyla baktığımızda yoksulluğun ve
yoksunluğun giderilmesinin önemli olduğunun ön plana çıktığını tartıştık ya
da bu örnekte izledik. Özel hedef olarak da sosyal rehabilitasyonun
sağlanması ve işsizliğin giderilmesi kavramı üzerinde duruldu. Bunun da
268
birinci aşamasının fizik mekan çözümlemelerinin gerçekleştirilmesi gene
izlediğimiz örnek üzerinden görüldü. Arkadan da ikinci aşama olarak sosyal
projelerinin örgütlenmesi ve uygulanmaya başladığıyla ilgili bir bilgilendirme
oldu.
Genel olarak söz konusu büyük projelerin yapısı ve neden oldukları sorunlar
olarak neler tartışıldı diye baktığımızda, bir defa, özellikle bu projelerin
otonom kararlar olduğu, uzlaşı ortamından uzak karar süreçleri sonucunda
gerçekleştiği, hukuki dayanaktan yoksun projeler olduğu, demokratik katılım
anlayışından yoksun projeler ve uygulamalar olduğu, etik değerlere aykırı
uygulamalar olduğu, keyfi ve rant odaklı uygulamalar olduğu gibi
saptamaların altı çizildi.
Kavramsallaştırma arayışları altında gruplayacak olursak tartışılan konuları,
kentliliğin değişen anlamı üzerinde duruldu, sosyal sınıf kavramı ve
mekansal yansımaları, sosyal ayrımlaşma, bunun kente etkileri, büyük
projelerde bunun nasıl göz ardı edildiği ya da nasıl bu ayrımlaşmaların
körüklendiği tehlikesinin altı çizildi. Bir iktidar teknolojisi olarak katılım
anlayışının riskleri tartışıldı. Gerçek anlamda katılımın olmadığı, ancak
katılım etkisinin yaratılması tehlikesi vurgulandı. Bir anlamda belki sözde
katılım tehditlerinden bahsedildi. Özellikle kentsel dönüşüm projeleriyle
birlikte gündeme gelen soylulaştırma kavramı belli dönemler halinde, ’90
öncesi ve ’90 sonrası ağırlıklı olarak farklı dinamikleriyle irdelenmeye
çalışıldı. Sosyal adalet ve mekansal adalet kavramlarının altı çizildi.
Buralarda dikkat edilmesi gereken, ya da buralarda birtakım eşitsizliklerin
körüklendiğiyle ilgili saptamalarda bulunuldu. Bir diğer önemli saptama da
dramatik kentten topolojik kente geçiş, karşılaşma alanları sorunu, kentte
artık sınıfsal ayrımın karşılaşma mekanlarında da negatif anlamda
desteklendiği gibi sorunların altı çizildi. Bir başka saptama, büyük projelerin
noktasal parçacıl kararlar olmasıydı, daha önce de bahsettiğimiz gibi, meslek
örgütünün bakış açısına bakacak olursak. Önemle altı çizilen, çizilmeye
çalışılan planlamanın bütüncül ve kapsamlı ve gerçek kamu yararı ilkesinden
269
kopmaması gerektiğiydi. Değişen şartlar, yaklaşımlar, plancının yeni
formasyonu, beklentiler, değişmeler, kentlinin yeni tanımlarına rağmen
esnek, ancak katılımcı fakat muhakkak bütüncül bir bakış açısının mutlak
sağlanması gerektiği vurgulandı.
Sonuç olarak söyleyebileceğimiz, iktisadi profille de bağlantılı olarak, göç ve
işsizliğin egemen olduğu ve ciddi anlamda sorunlarla boğuşan bir metropol
olarak İstanbul için gerçekten büyük projelere ihtiyaç olduğu, ancak bu büyük
projelerin sözü edilen sosyal ve ekonomik sorunların, bunun bağlamında,
bunun hemen takibinde gelen fiziksel sorunlara da çözüm üretebilecek,
gerçekten büyük, akılcı, uzun erimli projeler olarak üretilmesi gerektiği
şeklinde bir görüş bildirildi.
Bir başka altı çizilen önemli konu, acil ve büyük sorunların olması İstanbul
kentinin ve bugüne kadar gerçekleşen eylemlerin de bu acil ve büyük
sorunlar karşısında acil eylem stratejilerinin geliştirilmesi, acil kararların
verilmesi, acil ve büyük projelerle bu sorunların önüne geçilmeye
çalışılmasıydı. Bunun hemen devamında, acil mevzuatın üretilmesi ve acil
mevzuatın geri besleyerek genel ve çerçeve mevzuatı etkiler ya da tamamen
bunu şekillendirir hale gelmesi tehdidinden bahsedildi; tüm mevzuat
sisteminin önemli bir tehdit altında kalması, parçalanması gibi bir risk
üzerinde duruldu, bu riskin kentin önünde duran önemli tehlikelerden birisi
olarak
vurgulandı.
Bütün
bunların
sonunda
da
bütüncül,
katılımcı,
sürdürülebilir, akılcı planlama ve uygulama süreçlerinin işlerlik kazanması ve
bu süreç içerisinde mekanın önemiyle paralel olarak sosyal yapının
sorunlarına
da
değinilerek,
bununla
ilgili
uygulanabilir
modellerin
geliştirilmesi konusunda önerilerde bulunuldu. Bunlar, altı ağırlıkla çizilen
sorunlar oldu.
Teşekkür ediyorum.
-----&-----
270
YUVARLAK MASA 2
-----&----Yrd. Doç. Dr. FUNDA YİRMİBEŞOĞLU- İyi günler, hoş geldiniz. Ben de
İstanbul’da Büyük Projeler temalı İkinci Yuvarlak Masa Toplantısının
Raporunu sunacağım. Arkadaşım Burçin Yazgı’yla beraber bu görevi
üstlendik. Oturum, Prof. Dr. Fulin Bölen moderatörlüğünde 8 kişinin
katılımıyla gerçekleşti.
Fehim Genç, gazeteci, Prof. Dr. Aykut Karaman, Öğretim Üyesi, Şükrü
Koçoğlu, Sendika Başkanı, Hüseyin Ortak, bankacı, Pınar Özden, Şehir
Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı, İsmail Ünal, Beşiktaş Belediyesi
Başkanı, Ayşe Yazıcı, Akatlar Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı adına
katıldı, Feyzullah Yetgin, Emlak Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı Genel
Müdürü.
Moderatörümüzün belirlediği sorun alanları doğrultusunda gelişen Oturumda,
sorun alanları olarak mevcut konut üretim biçimlerinin orta ve alt orta gelir
grubunun
konut
ihtiyacını
karşılamadığı,
üretilen
konut
çevrelerinin
İstanbul’un coğrafi değerlerini yok eden, dönüşümü olmayan zararlar verdiği,
üretilen konutların tasarımı, hızlı üretim sonucu kimliksiz konut alanlarının,
kimliksiz çevrelerin oluştuğu, kentsel ranttan yararlanmak isteyen çevrelerin
konut üretimini yaygın hale getirmesiyle konut çevresi ve standart yaşam
kalitesinin
niteliğinin
bozulduğu
gibi konular ortaya
konuldu; konut
sektöründeki canlılıktan yararlanarak bu sorunları çözmek nasıl mümkün olur
sorusuna cevap aranmaya çalışıldı.
Bu çerçevede Oturum içinde, insanların temel hakkının barınma olduğu
vurgulandı; göç ve göçün önlenmesi, konut sunumu, kamu, özel sektör ve
hane halklarının kendi konutlarını üretmesi, gecekondu olgusu çok boyutlu
271
olarak tartışıldı. Kentsel dönüşüm sorunları, Mortgage Yasası, yaşam kalitesi
ve kimlik, konut mülkiyetinin yeniden yapılandırılması gibi konulara değinildi.
Sorun alanlarına yönelik olarak özetlemek gerekirse, mevcut konut üretim
biçimlerinin orta ve alt gelir grubunun konut ihtiyacını karşılaması başlığında
dar gelirlilerin konut sahibi olabilmesi için sosyal politika gerektiği, mevcut
finansal araçların yetersiz kaldığı, dar gelirlilere yönelik kiralık konut
üretiminin sağlanması gerektiği, Mortgage Yasasının orta ve orta üst gelir
grubunu hedeflediği, alt gelir grubu için uygun olmadığı, uygulamada
Mortgage Yasasının henüz aktif olamadığı, uzun vadeli sürdürülebilir kaynak
kullanımı gerektiği, uzun vadeli fon sağlanması, teminat havuzu ve fon
havuzu oluşturulması gerekliliği üzerinde duruldu. İkinci ve üçüncü sorun
alanları başlığında, üretilen konut çevrelerinin, İstanbul’un coğrafi değerlerini
yok eden, dönüşü olmayan zararlar verdiği ve hızlı konut üretiminin kimliksiz
konut alanları ve kimliksiz çevreler oluşturduğu konusunda da ortak bir görüş
ortaya çıktı. Günümüzde konut üretiminin barınma amaçlı değil rant amaçlı
olduğu, yüksek yoğunluklu ve düşük standartlı çevreler oluşturduğu, tek tip,
kimliksiz, parçacıl oluşumlar olduğu, bütüncül planlamanın gerçekleşemediği
vurgulandı. Kentsel ranttan yararlanmak isteyen çevrelerin konut üretimini
yaygın hale getirmesiyle konut çevresi ve standart yaşam kalitesi niteliğinin
bozulduğu konusunda da uzlaşı söz konusuydu. Konut çevresinin toplumun
her kesimi için nitelikli ve kimlikli olması gerektiği, kentsel dönüşüm
çalışmalarının
sosyoekonomik
boyutları
dikakte
alınmadan
alelacele
yapıldığı, halk katılımının göz ardı edildiği gibi sorunlar da oturumda
tartışılan diğer konular arasındaydı.
Bu konular, Oturum boyunca saptanmış konular.
Acaba konut sektöründeki canlılıktan yararlanarak bu sorunları nasıl
çözebiliriz? Bu soruya yönelik olarak da öneriler kent içindeki köhneleşmiş
konut alanlarının iyileştirilmesi, halkın kent dönüşüm projelerine katılımının
etkinleştirilmesi, sosyal politika oluşturulması, kiralık sosyal konut üretilmesi,
272
tek tip konut yerine farklı tipolojide konut projeleri geliştirilmesi, Mortgage
sisteminin işleyebilmesi için konuta yönelik dış kaynaklı finansman
yaratılması şeklinde öneriler gerçekleşti.
Teşekkür ederiz.
-----&-----
273
YUVARLAK MASA 3
-----&----Yrd. Doç. Dr. AZİME TEZER- İstanbul’da Büyük Projeler kapsamında
ulaşımla ilgili projeler oturumu Prof. Dr. Haluk Gerçek tarafından yürütüldü.
Oturuma, Yuvarlak Masaya katılan katılımcılar: Dr. Yener Birliker, Karayolları
1. Bölge Müdürlüğünü temsilen katıldı. Zeynep Sindel Buket, Marmaray’la
ilgili projede müşavir firmayı temsilen katıldı. Orhan Demir, Yüksek Şehir
Plancısı, Cemal Gökçe, İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı,
Sibel Köylüoğlu, World Resource Institute temsilcisi olarak katıldı, Metin
Küçükoğlu, Hikmet Erkut, Karayolları 17. Bölgeyi temsilen katıldılar, Ali Rıza
Nurhan, TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbl Şubesi adına oturuma
katıldı, İsmail Üstün, Boğaziçi Arnavutköylüler Derneği adına oturumda yer
aldı, son olarak da Yardımcı Doç. Dr. Kevser Üstündağ, Mimar Sinan Güzel
Sanatlar Üniversitesi adına yuvarlak masa oturumuna katıldılar.
Ben size Oturumda tartışılan, ortaya çıkan temel konuları aktarmaya
çalışacağım.
Tabii ki, İstanbul’da büyük projeler kapsamında öncelikle Marmaray,
Boğaz’daki tüp geçiş ve ona bağlantılı Proje tartışıldı. Marmaray Projesinin
sadece bir tüp geçiş projesi olmadığı, özellikle gelecekteki İstanbul’un raylı
sistemi, ulaşımdaki raylı sistemin omurgasını oluşturduğu vurgulandı. Diğer
taraftan büyük projeler kapsamında önemli olan konular arasında karayolu
ağırlıklı projeler gündeme geldi. Özellikle Üçüncü Köprü geçişiyle ilgili
projeler tartışıldı. Üçüncü Köprü ile ilgili Projenin gerekçesi olarak da
İstanbul’da araç sahiplerinin giderek artması, araç odaklı olarak karayollarına
odaklanma ve bu yöndeki yatırımlara odaklanma konusu gündeme geldi. Bu
kapsamda da İstanbul’da Karayolları Genel Müdürlüğü’nce geliştirilen 6
alternatif ya da seçenek diyelim, 6 öneri bulunduğu ifade edildi. Karayolları 1.
Bölge temsilcinin de belirttiği Anadolu Yakası ve Avrupa Yakasındaki
274
ulaşımla ilgili yatırım ve projelerin Boğazın her iki tarafına kadar uzandığı,
ancak bu iki projeyi, iki yakayı birbirine bağlayacak köprü projesinin de açıkta
kaldığı, aslında bu iki projenin, iki yatırımın, iki yakadaki ulaşım
bağlantılarının birbirine bağlanabilmesi için Üçüncü Köprünün bir vasıta
olduğu ortaya çıkmış oluyor.
Bir diğer önemli konuysa, yine Karayolları temsilcilerinin ifade ettiği,
projelerin sadece İstanbul odaklı olmadığından, Marmara Bölgesindeki
yatırımlara
da
ağırlık
verildiğinden,
bölgesel
ölçekte
projelerin
değerlendirildiğinden bahsedildi. Bu kapsamda da İstanbul, Bursa ve İzmir’i
birbirine bağlayabilecek otoyol projesinden söz edildi ve bu projenin
İstanbul’la İzmir bağlantısını 400 km gibi bir uzaklığa getireceği, sürenin çok
kısalacağı, körfez üzerinde bir köprü geçişi alternatifi olduğu ve bu konuda
çalışıldığı söylendi.
Bir diğer konu olarak, Terkos İçmesuyu Havzasında Üçüncü Havaalanı
Projesi çalışmasının olduğundan bahsedildi.
Diğer taraftan yapılan değerlendirmeler sırasında, yine üzerinde durulan
önemli konulardan bir tanesi de ulaşımla ilgili olarak değinilen yönetimsel
sorunlardı. İstanbul’da 17 tane farklı İdarenin ulaşımla ilgili kararlar
geliştirdiği, planlama yapıldığı söylendi. Bunlar arasında planlama açısından,
işletme açısından, uygulama açısından koordinasyon sorunu yaşandığı, bu
nedenle de ulaşımla ilgili tek elden yönetim modeliyle ilgili çalışmaların
olması gerekliliğinden bahsedildi.
Aslında birinci slaytla ilgili bir noktayı belirtmem lazım, onu hemen atlamadan
söyleyeyim. Üçüncü Köprüyle ilgili olarak Arnavutköylüler Derneği temsilcisi
burada bir açıklamada bulundu, çok çarpıcıydı. Bir sivil toplum hareketi
olarak Arnavutköylüler Derneği’nin ortaya koyduğu harekete, tepkiye bağlı
olarak o dönemin Bakanının “Üçüncü Köprü olacak o kadar” şeklinde bir
tavrı olduğunu, hatta “Arnavutköy’e gelirsem buldozerle gelirim” şeklinde
açıklamaları bulunduğunu söylediler. Bunları da hakikaten planlama ve
275
kentsel yatırımlar anlamında değerlendirirsek çok farklı boyutlarla karşı
karşıya olduğumuz görülüyor. Onun için belirtmeden geçemedim.
Bir de İstanbul’a ilişkin kentsel gelişim planlaması tamamlanmış durumda,
ancak, bundan bağımsız olarak da ulaşımla ilgili mastır plan hazırlık
aşamasında ve Kasım ayında bunun tamamlanmasının söz konusu olacağı
belirtildi. İstanbul’la ilgili ulaşıma yönelik büyük projelerden sadece bir tanesi
mastır plan kapsamında yer alıyor. O da Marmaray Projesi. Bunun dışındaki
ulaşımla ilgili hiçbir büyük proje mastır plan kapsamında değerlendirilen
projeler değil. Bu da hakikaten kentsel ulaşımla ilgili sorunlarda üzerinde
durulması gereken önemli bir nokta.
Bir diğer önemli vurguysa, herkesin kafasında farklı bir projenin olmasıydı,
yani herkes bir projeyle geliyor. Bu, siyasette en üst düzeydeki kişi ve
kurumlardan yerel ölçekteki her bir kuruma kadar inebiliyor. Bu tartışmalar
sırasında da vurgulandı; Karayollarının kendilerine göre bazı projeleri var,
Başbakanın kendisine göre bazı projeleri var. Bu da bir kaos ortamı yaratıyor
aslında. Bir taraftan belki çeşitlilik olması, alternatiflerin olması olumlu
değerlendirilebilir, ama diğer taraftan da bunların bir plan çerçevesinde
tartışılıyor olmaması önemli bir sorun yaratıyor. İstanbul’da yöneticilerin ve
siyasilerin vizyonlarıyla sınırlı ve plan dışı, yani her bir kişiye bağlı bir şey
halinde gelişmesi önerilerin, aceleyle uygulanmaya çalışılması, bu sadece
ulaşımla ilgili değil, biraz evvelki sunumlarda da duydunuz, aslında çok
aceleyle bu tür önerilerin geliştirilmiş olduğu belirtildi farklı konularla ilgili
olarak.
Diğer taraftan da, gerek kentliler, gerek yöneticiler düzeyinde ulaştırmaya
bakışımızın aslında bir paradigma değişikliğine ihtiyacı olduğu vurgulandı.
Yine diğer konularda da belirtildiği gibi katılımın önemli bir konuğu olduğu
ortaya çıktı. Ulaşımın bir sistem olduğu ve sistemi oluşturan parçaların
birbiriyle eklemlendiği noktaların göz ardı edilmesi sonucu yaşanan
sorunlara tek çözüm olarak katılım ileri sürüldü. Bir örnekle bunu
276
hatırlatmaya çalışayım. Farklı ulaşım sistemleri arasında, ulaşım sistemleri
kendi içlerinde planlanıyorlar, ancak bunların birbirleriyle eklemlendiği
noktalarda sorunlar var ve bunları çözen bir süreç ortaya konulmuyor, bu da
katılımın olmamasından kaynaklanan bir sorun olarak görüldü.
Bu yıl küresel ısınmaya bağlı olarak, iklim değişikliğine bağlı olarak su
sorunu yaşamaya başladık, çok güncel bir konuydu İstanbul’da ve ülkemizin
farklı yerleşmelerinde. Aynen su ile ilgili propagandada olduğu gibi “toplu
taşımayı kullanalım” gibi bir sloganla halka ulaşmayı önerdiler katılımcılar.
Bu tür yaklaşımların hem kentlilik bilincini geliştirmede hem de bu tür
ulaşımla ilgili ya da benzer projelerdeki halkın tepkisini, katkısını daha
bilinçli, daha duyarlı hale getirmekte etkili olabileceği vurgulandı.
Aslında bu Oturumun konusunu, özellikle insanla bitirmek istedik, çünkü
hakikaten pek çok uygulama alanında olduğu gibi yine ulaşımla ilgili
çalışmalarda da insan öğesinin biraz göz ardı edildiği vurgulandı. Bir de,
yapılan bütün bu büyük projeler İstanbul’da kim için sorusunu gündeme
getiriyor. Gerçekten, yine ulaşım oturumunda zannediyorum World Resource
Institute temsilcisi belirtmişti, ulaşımda karayollarını yüzde 80 oranda özel
otolar kullanıyorlar ve İstanbul’da yolculuk düzenine, yolculuklarla ilgili profile
baktığımızda ancak özel otolarla yapılan yolculukların belki yüzde 20
civarında karşılandığını tespit ediyoruz. Yüzde 40’lar, 60’lar düzeyinde servis
ve toplu taşımayla birlikte karşılandığını görüyoruz. Bu da yapılan büyük
yatırımların İstanbul’da hangi düzeye, kimlere hizmet ediyor olduğu sorusunu
gündeme getiriyor. Bu nedenle de, hakikaten yapılan yatırımların insan
odaklı olmasını ve kim için yapılacak olduğunu bir kere daha düşünmemiz
gerektiğini ortaya koyuyor.
Ulaşımda bir diğer önemli konu da şu; kentler araçların hareketliliğini
kolaylaştıracak
düzenlemeleri
içermemeli,
buna
karşılık
insanların
hareketliliğini kolaylaştırıcı planlama yaklaşımlarını ön plana çıkarmalı. Bir
sloganla bu oturumun sonucunu vurgulamak istiyorum. “Ayda bir gün sokak
277
bizim” diye bir vurgu yapıldı bu Oturumda. Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesinden Yardımcı Doç. Dr. Kevser Üstündağ insan öğesini ön plana
koyan ve insanların daha sık karşılaşabileceği mekanları daha arttırmaya
yönelik bir uygulama örneği olarak “Ayda bir gün sokak bizim. Sadece
araçlara yönelik değil, insanların bir araya geldiği mekanlar olabilmesi için
sokakların yeniden bir farklı kaynak olarak ele alınmasına dikkat çekti.
Evet, bizim oturumumuzda da ortaya çıkan genel konular bunlardı.
Teşekkürler.
-----&-----
278
YUVARLAK MASA 4:
-----&---Yrd. Doç. Dr. MURAT CEMAL YALÇINTAN- Efendim selamlar. Biz de
Duygu Ağar’la birlikte az önce sonuçlanan Büyük Projeler Oturumunu
derleyip toparlamaya çalıştık. Çok kısa bir süre olduğu için, hatalarımız varsa
af ola. Tekrarlama ihtiyacı duymuyorum katılımcıları. Muhtemelen herkes
oradaydı zaten. Pratikten gelen katılımcıların olduğu bir Oturumdu.
Dolayısıyla, sistematik bir şekilde dökülmesi o pratik sonuçlara bağlı olarak
yapıldı. Şöyle bir üçlü üzerinden tartışmanın yürüdüğünü düşündük biz:
Büyük projelerin önünde bazı engeller vardı ve bu engeller nasıl aşıldı;
büyük projelerin yarattığı bazı sorunlar var ve büyük projeler aslında nasıl
geliştirilmeli;
şeklinde
üç
başlık
üzerinden
tartışmanın
yürüdüğünü
düşünüyoruz. Tabii, burada dikkatinizi çekmek istediğimiz şey, büyük
projelerin bir varsayım olarak gerekliliği, yani büyük projelerin gerekliliği
konusu hiç tartışılmadı aslına bakarsanız. Bunun hatta plancıya, planlamaya
etkisi, plancının artık büyük projelere ve yatırımcıya karşı ne şekilde bir
perspektif geliştirmesi gerektiği sorgulandı. Fakat bunun gerekliliğinin
yeterince
tartışıldığını
düşünmüyoruz.
Büyük
projelerin
içinin
nasıl
doldurulması gerektiğinin de yeterince tartışıldığını düşünmüyoruz.
Önündeki engellerden birincisi kamu yararı kavramı ve bütüncül planlama
olarak çıktı. En çok tartışılan bu ikiliydi diye düşünüyoruz. Çok ilginç bir
kavram olarak “yarışmacı kamu yararı” vardı. Tartışmamız gereken bir
kavram. Bazı kamu yararlarının diğerlerinin önüne geçtiği bir döneme
girdiğimizin vurgusu yapıldı. Büyük projeler üzerinden geliştirilen bir
planlama yaklaşımı dile geldi diye düşünüyoruz, hani tartışmaların
toparlanmasıyla. Plancının yatırımcı perspektifini kazanması gereği, yine
eski Genel Başkanımız Erhan Demirdizen tarafından dile getirilince daha da
bir önem kazandı.
279
İkinci büyük başlık, İmar Mevzuatının Kayıpları diye Feridun Bey tarafından
makaleleştirilen konu diye düşünüyoruz. “İmar Kanunu büyük proje yapmaya
uygun mu?” diye bir soru yöneltildi yine Erhan Demirdizen tarafından. Böyle
bir soru tabii yine büyük projelerin gerekliliği varsayımı üzerinden sorulabilen
bir soru. İmar Kanununun büyük projelere uygun olup olmaması gerektiği de
tartışılabilirdi. O çok tartışılmadı. Planlama yetkisinin dağıtılması, bütüncül
planlamanın zayıflatılması, koordinasyon zaafına rağmen plan kademelerinin
arttırılması, parçalı imar afları, sektörel model ile özel bölgeleme, planlama
ve yönetim alanları, kolaylaştırma ve istisnalar üzerinden örnekler verildi,
tartışmalar yapıldı. Bu çok açık okuduğumuz bir süreç zaten, son 10 sene
içerisinde.
Yine engellerden birisi mülkiyet yapısı olarak büyük yatırımcı için ortaya
kondu. Bunun parçalı mülkiyet yapısı nedeniyle emlak operasyonları ile
giderildiği
ya
da
giderilemediği
hallerde
büyük
kamu
arazilerine
yönelindiğinden bahsedildi. Hatta, emlak operasyonlarının artık plancılar
üzerinden düşünülmesi gerektiği şeklinde bir sonuca varıldı. Bu da çok
tartışılır bir sonuçtur bana göre. Katılım ve hak talebi, çok detayına inilmese
de, büyük projelerden etkilenen insanların, bu büyük projelere ne şekilde
katılması gerektiği ve bunlardan ne tür haklar talep edebileceği gündeme
geldi ama gene çok detaylı olarak sonuca gidilemedi düşüncesindeyim.
Şu önemliydi, lüks tüketim algısı, bütün büyük projeleri kötü projeler olarak
gösteriyor gibi bir sonuca varabildik kültür projeleriyle ilgili sunumdan.
Kültürün, sanatın bir lüks tüketim olarak algılandığını, tabii bu algıyı
yaratanın da büyük projelerin çoğunluğunun lüks tüketime yönelik projeler
olduğunu eklemek lazım.
İkinci büyük başlığı, büyük projelerin yarattığı sorunlar olarak formüle ettik.
Bu sorunlardan birisi, üçüncül planlama anlayışını yok etmesi. Aslında o
engeller, bir yandan da sorunlar olarak karşımıza çıkabiliyor. Kent
bütünündeki dengenin bozulması. Bu tabii, sizin bütüncül bir planla verdiğiniz
280
istihdam kararlarında, yapılaşma kararlarında bir anda yok edebilen sonuçlar
doğurabiliyor, büyük projelerin mevzuattaki delikler üzerinden veya mevzuatı
delerek geliştirilmesi.
Dışsal maliyetler bence tartışması eksik kalan bir konuydu. Dışsal
maliyetlerden kastımız şuydu; mesela Akmerkez’in ulaşım konusunda
bölgesine yarattığı çok ciddi bir maliyet vardı. O maliyeti o bölgede yaşayan
insanlar aslında çekiyordu senelerdir. Bu da tartışılamadı diye düşünüyorum
yeterince. Tabii, bunun dışında bir sürü de dışsal maliyet var.
Mülkiyet ve yaşama hakkı sorunları, mahalle derneği temsilcimiz üzerinden
biraz dile getirildi. Tabii, orada bunu mülkiyet ve yaşama hakkı diye formüle
etmemizin sebebi, gecekonducularla diğerleri aslında çok fazla bir fark
görmememiz. O bölgede yaşayan insanların da belirli hakları olduğunu
düşünüyoruz. Karşılaştırmanın bu ikili üzerinden yapılıyor olması yanlıştır
diye düşünüyoruz. Bir diğer önemli sorun, tek tip finansman modelinin
yarattığı, tek tip bir müşteri profili sorunu. Büyük projeler genellikle tek bir tip
finansman modeli üzerinden ve lüks tüketime yönelik yapıldığı için ciddi bir
sorun oluşturuyor. Devletin bazı sektörlerde bu durumda var olması gerektiği
ortaya çıkıyor, yani sadece Olimpiyat Stadını yapmak yeterli değil, diye
düşünüyoruz.
Rant paylaşımı çok belirleyici bir konu olarak çıktı. Tabii, bu satır aralarında
çok ciddi spekülasyonlarla dile getirildi aslına bakarsanız.
Büyük projelerin nasıl geliştirileceği de üçüncü ana başlık olarak gözümüzde
canlandı. Yatırım ortamının iyileştirilmesi sürecinde plancının rolü şeklinde,
Erhan Demirdizen tarafından ortaya atılan bir konu vardı. Ciddi olduğunu
düşünüyoruz.
Siyasal Ortamda Yozlaşma diye bir başlığımız var. Bu
yozlaşmanın örnekleri, Çalık Holding üzerinden verildi. Bazı şeylerin
açıklanması için Cumhurbaşkanlığı seçiminin beklendiği söylendi.
Üçüncü bir başlık olarak şeffaflık ve katılımcı planlamayı alabiliriz. Şeffaflığın
olmadığı bir büyük yatırım sürecinde bu rant paylaşımının süregitmesi çok
281
muhtemel, hatta beklenir olan şey. Dolayısıyla, şeffaflığın altı çizilmeli. Yerel
- sivil inisiyatifler belki bu şeffaflığı zorlayıcı ve siyasal yozlaşmanın önüne
geçici inisiyatifler olarak güçlenmeli ve güçlenmesi için destek verilmeli.
Planlamayla ilişkisi kurulmalı ve yenilikçi planlama yaklaşımları geliştirilmeli.
Burada Faruk Göksu’nun enteresan saptamaları var. Planlamanın daha
esnek hale gelmesi, beklenti yönetimi, gerilim yönetimi, proje bilgi idareleri
geliştirilmesi gibi. Bunlar belki gelecek dönemde planlama camiası olarak
tartışmamız gereken konular.
Finans kaynaklarının güçlendirilmesi, çeşitlendirilmesi bir başka başlık. Yine
Faruk Göksu’nun deneyimleri üzerinden koyduğu iki slaytta özetleyeceğimiz
tespitleri, önerileri önemli bulduk. Dönüşüm projelerine ilişkin tespitleri
arasında, her projenin kendine özgü dinamiği olduğu ve kendine özgü bir
model
çerçevesinde
geliştirilebileceği.
Tabana
yayılan
projenin
de
uygulanabilirliğin arttığı tespiti var.
Bir de 5 ilkesi var. Bu ilkeler yine tartışılacak ilkelerdir muhakkak. Vizyon,
işbirliği, stratejik ortaklık, sosyoekonomik kalkınma, klasik imar anlayışından
kurtulma ve yenilikçi yaklaşımlar geliştirme ve finansman konusunda.
Son dönemin çok güncel bir konusu olduğu için bunu yineleme ihtiyacı
duyduk. Şöyle bağlıyoruz: Büyük Proje nedir sorusuna çok net bir yanıt
alınamadı. Aslında oturum başkanımız bu sorunun yanıtını arayarak başlattı
tartışmayı. Sorunlara pratik çözüm, parçacı sorun çözme yaklaşımı, satır
aralarından getirdiğimiz daha büyük kâr etme güdüsü ve plan tadilatı gibi
daha karikatürize edilmiş bir tarif geldi. Ama gerekliliği yine çok tartışılmadı.
Tam olarak büyük projenin ne olduğu da ortaya konulmadı. Ben kaçak bir
şey de getirmek istiyorum. Çok aramadım, dün sabah gazetesinde yer alan
bir alıntıdır bu. İstanbul’un Merkezi konutlarının metre kare fiyatında 10 000
dolar sınırının ilk kez kendi projesi Selenyum … ile aşılacağını söyleyen, ismi
önemli değil, “İstanbul’da yaşamanın bedelini ödeyemeyen köyüne döner”
dedi. Tartışmamız gereken konunun bu olduğunu düşünüyorum.
282
Teşekkür ederim.
------&-----
SERBEST KÜRSÜ
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Zekai GÖRGÜLÜ
-----&----OTURUM BAŞKANI (Yrd. Doç. Dr. Pınar Özden)- Raportörlerimiz,
hakikaten iki yorucu günün söylenen, vurgulanan tüm önemli konularını çok
güzel toparladılar, bizlere özetlediler. Tekrar düşünmemizi sağladılar. Tekrar
hepsine teşekkür ediyoruz. Bunları sonra bir kitap halinde yayınlayacağız.
Orada da daha detaylı olarak belki daha geliştirilmiş olarak da bulma
şansınız olacak.
Hepinize teşekkür ediyoruz.
Serbest kürsümüz başlayacak. Ben kürsüdeyim, ama ben konuşmayacağım
tabii, sizlere söz vereceğim. Bundan sonra sizler konuşacaksınız.
Zaman kısıtlılığı nedeniyle artık ara veremiyoruz ve yine 18:30’da bitirmeye
gayret edeceğiz. Demek ki 1.5 saatimiz var. Biraz zamanımızı aştık ama
18:30 sınırını da çok fazla aşamıyoruz. O yüzden olabildiğince net bir şekilde
sorunları ortaya koyarak anlatmaya çalışırsanız çok sevinirim. Bir de küçük
duyurum var, aslında bu Oturumu Yıldız Teknik Üniversitesinden Prof. Dr.
Zekai Görgülü yönetecekti ama rahatsızlandığı için şu anda aramızda değil.
Sabahtan aradı, daha sonra da arayıp, özürlerini ve iyi dileklerini iletti. Ben
de buradan sizle bunu paylaşıyorum.
Dediğim gibi, bu Oturum, Serbest Kürsü, aslında bir paylaşım ortamı. Çok
fazla soru sorup cevap alma şansı olabilecek bir ortam değil, çünkü
283
karşınızda sadece ben varım. Soruların muhatabı karşınızda olmayacak
ama burada biz sizden taleplerinizi, isteklerinizi alacağız, paylaşımlarınızı
olabildiğince almaya çalışacağız ve yayınlarımızda da bunları belli bir
süzgeçten geçirip belki de tüm kente ve kentlilere deva olabilecek şekilde
anlatmaya çalışacağız. Daha çok Küçükçekmece Bölgesi var aramızda ama
başka misafirlerimiz de var. Herkese olabildiğince eşit söz vermeye
çalışacağım ben. Mikrofonumuz dolaşacak, kayıtlara geçmesi açısından
gene isimle kendinizi tanıtırsanız seviniriz.
Evet, söz almak isteyenler, şimdi görebilir miyiz?
ULAŞ
AKIN
(İstanbul
Metropoliten
Planlama
Merkezi-
Öncelikle
organizasyon geneline ilişkin kısa bir değinmem olacak. İstanbul’da büyük
projeler organizasyonunun koordineli bir yaklaşım olduğu gözlemine
kapıldım, çünkü meslek odası ve İstanbul’daki planlama bölümlerinin ortak
çabasıyla oluşturuldu. Böyle bir eğilim uzun zamandan beri vardı fakat
İstanbulluların davetli olmasını lanse eden bir yaklaşım bence önemli. Ben,
bu kadar aceleyle büyük projelerin gündeme geldiği ortamda her şeyin acele
olması gerektiğini pek fazla düşünmüyorum. Bazı şeyler oturması gerektiği
için, anlaşılması için hakikaten yavaş yavaş oluyor ve o yüzden
“İstanbuluşmaları” türünden iki kelimenin buluşması, umarım daha buluşçu
çözümlere bir fırsat sağlar temennisini dile getirmek istiyorum.
Öncelikle
birkaç
nitelendirebileceğim
husus
bir
var.
Neredeyse
Metropoliten
bir
Planlama
laboratuar
Merkezi
olarak
deneyimi
yaşanmakta şu anda. Buradaki insanların bir kısmının ya da neredeyse
hemen hemen hepsinin bir şekilde şahit olduğu bir durum var: İyi ya da kötü,
bizim böyle bir organizasyona ihtiyacımız olduğu herkes tarafından kabul
edilmiş durumda; fakat bu sürecin yönetimine ilişkin kimi sorunların içsel ve
dışsal sebepleri de var. Ancak, bilgi altyapısının sağlanması ve tartışmaya
zemin ve çerçeve oluşturması açısından yapılan işlerin anlamlı olduğunu
düşünüyorum.
284
Hüseyin Kaptan, zaman darlığı nedeniyle, kısa da olsa bilgilendirme yaptı.
Bu deneyimin negatif yönüyle değil de pozitif yönüyle değerlendirilip herkesin
aslında daha da koordineli olması için tek bir doğrultuda hareket etmesinin
uygun bir yaklaşım olacağını düşünüyorum. Feridun Beyin stratejik planla
ilgili olarak bir açılımı vardı, o konuyla ilgili de kısa bir not düşmem gerekiyor.
Bahsettiği stratejik planlar, kurumların ve kamu kurumlarının hazırlamış
olduğu ve yasanın zorunlu kıldığı planlardı. O planlarda bilfiil İstanbul’daki
deneyimden dolayı gözlemlediğim kadarıyla söyleyebilirim ki, burada
yatırımların ya da kurumların beklentilerinin mekansal yansımalarının olması
ideal bir durum, ancak şu anda hazırlanan planlar pek de beklenenleri
yansıtmıyordu. Böyle bir sorun olduğu ortaya çıktı. Sektörel yaklaşımla
kurumsal yaklaşımları mekanda buluşturacak üçlü entegrasyon durumu.
Sanırım bu konu üzerine de gidilmesi, tartışmaların bundan sonraki geleceği
açısından anlamlı hale getirecektir ve kavramları da biraz daha netleştirerek
gidersek daha uygun olabilir.
Son olarak da, değerlendirmelerde, son oturumun değerlendirmesinde eksik
kalan bir durum vardı. Medyadan bir temsilci vardı aramızda. Ben bunu
olumlu bir gelişme olarak nitelendiriyorum, tartışmalardan bağımsız olarak.
Yüksek lisans tezimi hazırlarken bir konuyla karşılaşmıştım, o da 1960’lı
yıllarda Türkiye plan kavramıyla tanışırken, ki planlı ekonomiye geçiş vardı,
daha sonradan demode oldu ama şimdi tekrar moda olacağı gözüküyor
bütün dünyada, insanlara plan kavramını tanıtmak için çok ciddi planlı olarak
bir Halkla İlişkiler Projesi ortaya kondu. ‘60’lardan bahsediyorum. Bu Halkla
İlişkiler Projesinin içersinde her türlü tanıtım faaliyetinin, lobi faaliyetinin
organize
biçimde
yönlendirilerek
halka
bunun
benimsetilmesi
söz
konusuydu. Halkla ilişkiler disiplini perspektifinden bakıldığı zaman bu
Türkiye’deki ilk ciddi uygulamaydı. Daha sonradan şunu gördük: Halkla
ilişkiler disiplini askeriye, daha sonra da özel sektör tarafından çok kuvvetli
ve etkili bir şey olarak ortaya çıktı. Belki de bizim şu anda tekrar
hatırlamamız gereken böyle bir nokta ve o yüzden bu organizasyonun böyle
285
bir çaba içersinde gerçekleşmesini çok anlamlı buluyorum. Sözüm aslında
planı hazırlayanlar ya da planlama sürecinin entegrasyonuyla ilgili olan
insanlara.
Buna
hazırlanmanın
da
planlanması
gerekiyor,
çünkü
konuştuğumuz dil biraz farklı. Herkesin anlayabileceği dili yaratmak da
plancıların görevi.
Sadeleştirici ve kolay anlaşılabilir kavramlar üzerinden ve koordineli olarak
gitmenin anlamlı olduğunu düşünüyorum. Çok teşekkür ediyorum.
MÜMTAZ IŞINGÖR- Zannediyorum ki en anlamlı müdahale, Sayın Ulaş’ın
son söylediği cümlelerde gizli. Evet, ilk günden beri, sadece bu toplantıda
değil, daha önceki toplantılarda da halkın daha rahat anlayacağı bir dilin
seçilmesi benim de tercihim, doğrusu. Ne kadar dikkatle dinlesek de birtakım
kavramlar, birtakım yabancılaştırılmış kelimeler duyuyoruz. Bunlar zaman
zaman özellikle yabancılaştırılmış gibi geliyor bana. Bunlar gerçekten hem
manalarının bilinmemesi dolayısıyla, hem de Türkçe’nin akıcılığı içersinde
böyle birtakım ayağa takılan taşlar gibi kalıyor. Sayın Ulaş’ın söylediğinin bir
doğru yanı daha var, sizlerin bir süre sonra halka hizmet eden bürolarınız
olacak belki, belki üniversite camiasında görevler alacaksınız ama mutlaka
ve mutlaka halkla karşılaşacaksınız. Halka bir hizmettir yaptığınız, değil mi?
O sebepten onun daha çok anlayacağı bir dili tercih etmeniz şayanı tercih.
Hemen diyeceksiniz ki, acaba bir doktora gittiğiniz zaman doktorun bütün
söylediklerini anlıyor musunuz? Hayır, onu da anlayamıyoruz, ama aynı ikazı
ona da yapıyoruz.
Hazır mikrofon elimdeyken bu çok samimi, bu çok sıcak, bu çatının altına
yakışan bu Sempozyum için -dikkat ettim herkes çok genç, bu fevkalade
güzel bir şey- bütün bu Organizasyona, başta Odanız olmak üzere, teşekkür
etmeyi borç bilirim. Küçükçekmece halkı adına, o halktan biri olarak bu
teşekkürümü kabul ederseniz sevinirim.
OTURUM BAŞKANI- Aslında bizim de o anlamda belki sizlere teşekkür
etmemiz gerekiyor, çünkü bu etkinlikte aslında bir sürü mahalle derneği de
286
vardı ama Küçükçekmece halkı olarak burada olmanız bir kere akıllarda çok
kalıcı şekilde yerr aldı bizim için. Belki yöneticiler için de öyle. Bence bu çok
önemliydi. Hep birlikte, tek bir ses olarak burada olmak çok anlamlı, o
yüzden ben de sizlere teşekkür etmek isterim.
ASUMAN TÜRKÜN (Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir Planlama Bölümü)Merhabalar.
Ben
şöyle
başlamak
istiyorum;
biz
kentlerde
yaratılmış
sorunlarla
uğraşıyoruz. Dolayısıyla plancılar olarak -bu Feridun Beyin de çok sözünü
ettiği bir şeydi-, o bütünlüklü planlama yaklaşımını, yeniden tartışmaya
açmamız gerekiyor, yani İstanbul özelinde bir sorunu tartışıyoruz ama
mesela, katılımcılık olarak bize düşen rol aslında o yaratılmış sorunu nasıl
çözeriz, bunu paylaşarak nasıl yaparız, herkes bu yaratılmış sorundan
kendine düşen payı nasıl alır gibi bir tartışma yapıyoruz. Dolayısıyla, bütün
bu planlarda İstanbul için ortaya konmuş olan, vizyon mu denecek, misyon
mu denecek, ne ise, bu net mi, bir kere bunu konuşalım. İstanbul bir turizm
kültür merkezi mi olacak, böyle bir vizyon mudur, yoksa uluslararası
yatırımların ya da rantın maksimuma ulaştığı bir kent ve bu inşaatlar
üzerinden rantı sürekli arttırılan bir kent mi olacaktır? Bu muğlaklık zaten son
derece ortada gibi görünüyor.
İstanbul bütün her şeyin odaklandığı bir yer haline getiriliyor. Hem turizmin,
hem uluslararası yatırımların, Merkez Bankasının bile İstanbul’a taşınması
düşünülüyor, yani bütün bu sorunlar aslında kararlar çok tepeden veriliyor ve
biz orada hiçbir şekilde fikir yürütemez oluyoruz ama o verilen kararların
yarattığı sorunları çözmekle uğraşıyoruz. Aslında belki de bizi ikileme sokan
ve çözemediğimiz sorunlar da buradan kaynaklanıyor.
Dolayısıyla ben bir şeye daha dikkat çekmek istiyorum. Aslında şu anda çok
acil bir konu olarak da gündemde. Şimdi yeni bir Anayasa yapılıyor ve
burada hepimizi ilgilendiren, mekanla ilgili çok önemli, yazılan ya da çıkarılan
maddeler yeralacak. Aslında TMMOB Şehir Plancıları Odası olarak bunu çok
287
ciddi olarak gündemimize almamız gerektiğini düşünüyorum ve burada
yardımlaşalım da. Feridun Bey de bir karşılaştırma yaptığını söylüyor, eski
Anayasada neler vardı, şimdiki Anayasada neler var? Aslında, eğer
Anayasada bunları biz tartışmazsak şu anda, daha sonra hiçbir şeyle
mücadele etme hakkımız da kalmayacak, çünkü mevcut Anayasada bizim
davalara dayanak oluşturan ve dolayısıyla bazı olaylara muhalif olma
şansımızı yaratan birtakım araçlar var. Yeni Anayasa bu araçları ortadan
kaldırırsa, bugüne kadar yürürlüğe girmesine engel olduğumuz birtakım yeni
yasaların çıkmasını artık engelleyemez olacağız. Bu konuda tartışma
yapmamızın tam zamanı diye düşünüyorum ve bunu ciddiye almamız lazım.
Şimdiye kadar kazanılmış her şey de kaybedilebilir bundan sonra.
Teşekkürler.
HASAN KESKİN- Efendim, İçkumsal sakinlerinden olup maruz kaldığımız
haksızlıklara karşı bir talepte bulunuyorum toplum adına.
İlk sorum ulaşımla ilgili. Bölgemizin belediye otobüslerinin Mimar Sinan
Köprüsü’nün birinci onarımından itibaren ortadan kaldırılması.
İkinci sorum da semtimizin tamamen Marmara Denizi kenarında olması
nedeniyle E5 Karayoluna veyahut da Küçükçekmece İstasyonu’ndan
semtimize geçmek imkansız hale geldi. Yapılan yatırımlar en ağır yatırımlar.
Semtimiz de E5 Karayolunda olmasına rağmen bizi hiçe sayan bir uygulama
söz konusu.
Şu metroya ait tekerlekli otobüsün de bize hizmet
vermeyeceğini göz önünde bulundurarak bizim bu hususta ne yapmamız
gerektiğini ve bize ne gibi bir düşünceyle baktıklarını öğrenmek istiyorum.
Üçüncü husus da, su baskını ve yapılan dere kenarındaki izolasyonların
bizim bulunduğumuz muhiti tamamen deniz ortasında bir ada gibi bırakması.
Bu projeyi biz hayretle karşılıyoruz ve bu konuda bir tedbir istiyoruz. Bir
semtte yaşarken yaşayacaksın, öldüğün zaman defnedileceksin. Bizi daha
ölmeden defnetmeye hazırlanıyorlar. Buna cevap bekliyoruz. Gerekçesi
288
nedir? Niçin bu ihmal, bizim burayı terk etmemiz için Ahıska benzeri bir
zulüm mü yaratmaya çalışıyorlar? Bunu da öğrenmek istiyorum.
OTURUM BAŞKANI- Peki Hasan Bey. Hasan Bey Kent Sempozyumuna da
katılmıştı değil mi, oradan hatırlıyorum. Orada da çok söz almak istedi, hatta
dedi ki “Burada konuşmam lazım bir daha nerede bulacağım da yöneticileri
konuşacağım. Bugün onun için istediği kadar konuşma hakkı var. Ben ona o
gün öyle söz vermiştim.
HASAN KESKİN- İçkumsal halkı şu halde mesken sahası olan yeri deniz
sahası olmaktan kurtarıp da mesken sahası yaptıktan sonra alan
değerlenince mi İçkumsal’a göz diktiler? Ancak, bize cevap verecek bir
konuşmacı veyahut da icraatçı karşımızda yok. Bu bizi üzüyor. Demek ki bizi
halktan hesap etmiyorlar. Ama biz yaşadığımız sürece hakkımızı müdafaa
edeceğiz. Bizim hakkımızı Türk Adaleti tecelli ettirmezse Hıristiyan Adaleti
tecelli ettirip, kendi hakkını ararken bizim hakkımızı da arayacak, eminim.
Çünkü İstanbul’da gözü var, İstanbul’un anahtarını süsleyip de onlara teslim
etmeye çalışanların da mevcudiyetinden şüphe etmiyorum. Bundan 35 sene
evvel kalelerin süslenmesiyle, tamir edilmesiyle bunun ön girişimi yapılmıştır.
Bunu da siyasilerin göz önünde bulundurması lazım. Çanakkale’nin
intikamını bu şekilde almaya çalışıyorlar. Biz bunun kurbanı olmayalım.
Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Peki, teşekkür ediyoruz.
MERYEM ÇETİNKAYA- İyi akşamlar Hanımefendi.
Ben Küçükçekmece sakinlerindenim. Önde oturan bey demin dedi ki, bir bey
söylemişti, ismini hatırlayamadım: “İstanbul’da fakir olan köyüne dönsün.”
Eğer köyden gelen vatandaş İstanbul’a yakışmıyorsa daha evvel niçin
koymuşlar, niçin kapıları kapatmayıp da köylüleri köylerinde bırakmamışlar.
Bu laf çok gücümüze gidiyor. Çoluğum çocuğum, hepsi İstanbul’da yetişmiş,
büyümüş insanların fakir olduğu için İstanbul’dan kovulması insanın
gururuna dokunuyor. İşte bu bey söylemişti.
289
MURAT YALÇINTAN- Teyzecim yanlış anlamışsın sen beni. Ben “adamlar
böyle diyorlar” dedim. Ben demiyorum bunu. “Bunun üzerinden düşünmek
lazım” dedim. Ben senin tarafındanım yanlış anlama beni.
MERYEM ÇETİNKAYA- Estağfurullah, siz yanlış anladınız. Sizin kimin
ismini söylediğinizi tahmin edemedim. Ama “parası olmayan gitsin
İstanbul’dan” diyorlar.
MURAT YALÇINTAN-
Tamam, açıklayayım diye dedim. Bir de şunu
söylemek istiyorum. İki senedir falan herhalde mahalle derneklerinin bu tip
sempozyumlara katılımı başladı. Şu anda bakıyorum, neredeyse salonun
kalan yarısı mahalle derneklerinden gelen insanlardan oluşuyor. Bu harika
bir gelişme bizim için ama şunu da ayırmamız lazım. Az önce de
kavramlardan dolayı bazı şikayetler geldi. Üniversiteler bir yandan bilimsel
çalışmalar yapmak zorunda. O bilimsel çalışmalarla akademik bir gelişme
sağlanmak
durumunda.
Dolayısıyla
o
kavramların
da
yer
aldığı
sempozyumlar olmak zorunda. Belki bu organizasyonları artık birbirinden
iyice ayırt ederek, daha hedef kitlelere yönelerek yapmamız gerekiyor,
böylece birbirine karıştırma halini ortadan kaldırabiliriz.
Bir de şu önemli diye düşünüyorum. Az önce biz burada sunumları yaparken
bir telefon çaldı, teyze de rahat rahat konuştu telefonla. Halkla yaptığımız bu
tip toplantılarda bu çok doğal aslında. Belki o teyzenin buraya gelme şartı o
telefonun açık kalması. Evden öyle bir şartla geliyor belki. Bu tip şeyler o
kadar sık karşılaştığımız durumlar ki, dolayısıyla bizim de “a, bak böyle bir
toplantıda telefon açık kaldı” şeklinde bir ayıplama içinde olmamız doğru
değil. Bizim de kendimizi bir şekilde toparlamamız lazım o konuda, yeniden
bir düşünmemiz lazım toplantı biçimlerimizi, toplantı kültürlerimizi. Bir yandan
akademik çalışmalarımızı tabii ki devam ettireceğiz, onu başka bir iş olarak
düşünüyorum aslına bakarsanız. Bir yandan da şu etkileşimi korumak,
arttırmak lazım. Çok önemsiyorum katılımlarını. Umarım artarak devam eder.
290
Küçükçekmece gibi herkes kitlesel gelir, katılır böyle toplantılara. Teşekkür
ederim.
TÜRKER TAŞDELEN (İçkumsal Derneği Başkanı)- Herkese iyi günler
diliyorum. Ben şu anda İçkumsal Derneği Başkanlık görevini yürütmekteyim.
Ben de bir konuda fikrimi belirtmek istiyorum. Yıldız Teknik Üniversitesinden
biraz önce konuşan arkadaşımıza ben de aynen katılıyorum. Bu yeni
oylamaya sunulacak olan Anayasanın içersinde çok tehlikeli maddeler var.
Bizi ilgilendiren bir yönüne isterseniz kısaca değineyim. Orada barınma ve
yerleşmeyle alakalı bir madde var. Artı, kamulaştırmayla ilgili bir madde var.
Bir de yerel yönetimlere emlak vergilerine 3 katı kadar arttırma yetkisinin
verilmesi gibi bir yetki devri söz konusu. Bunlar tabii onunla da kalmıyor.
Orada
kıyıların
korunması,
ormanların
korunması,
kültür
ve
tabiat
varlıklarının korunması bölümlerinde de oldukça ilginç saptamalarım var.
İkinci olarak da şunu söylemek istiyorum: Sizler TMMOB Şehir Plancıları
Odası ve üniversiteler olarak bu konulara eğiliyorsunuz ancak İstanbul’un
kent olarak sorunlarına bu kadar duyarsız kalabilen bir Baronun İstanbul’da
var olmasını da doğrusu kabul edemiyorum. İsterdim ki onlar da sizin bu
Sempozyumunuza katılıp bu konuda bazı fikirlerini sunsaladı. Biz burada
mağdur edilen halk olarak bölgelerinde kentsel dönüşüm, yıpranan kent
dokularının yenilenmesi gibi birtakım kavramların arkasında rantiyeyi
destekleyen, bölüşümü destekleyen ve yöre halkını da hiçe sayan bazı
uygulamalara karşı çıkıyoruz. Bu uygulamalar karşısında bu insanların
hukuki haklarına duyarsız kalabilen İstanbul Barosunu da buradan göreve
çağırıyoruz. Herhalde İstanbul’da yaşarken gidip de Ankara Barosundan
yardım beklemek gibi bir lüksümüz olamaz. Bunu da tabii aklım almıyor.
Bunun dışında bir de barınma hakkından söz edelim. Devlette biliyorsunuz
süreklilik ilkesi vardır. Bir devlet mevcudiyetini ancak bu süreklilik ilkesi
doğrultusunda sürdürebilir. Bizim Avrupa İnsan Hakları Beyannamesinde
imzaladığımız bazı anlaşmalarımız vardır. Bu anlaşmaların bir tanesi de
291
“barınma hakkı”dır. Tıpkı nefes almak, vermek, kalp çarpıntısı gibi, barınma
hakkı da oldukça önemli ve kutsal bir haktır. Bütün bu dönüşüm planlarını
hazırlayanlar bunları uygulamaya geçirme niyetinde olan insanlar, yerel
yöneticiler sanıyorum bu konuyu göz ardı ediyorlar. Yasal olan ama hukuki
olmayan kanunlarla nereye varacaklarını da doğrusu pek bilemiyorum. Biz
Dernek olarak ve o yörede yaşayan insanlar olarak, bakın görüyorsunuz hep
birlikte sabahtan beri buradayız. Yöreden gelen insanlar, sanki hepsi birer
akademisyen
gibi
oturdular
ve
sabırla
dinlediler.
Sizlerin
değerli
bilgilerinizden yararlandılar. Buradan gidince, Mümtaz Hocamın da söylediği
gibi, bu sadece burada kalmıyor, aynı zamanda orada komşulara da iletiliyor.
Suya düşen bir taş dalgaları gibi bunlar da diğer yörede oturan insanlara
aktarılıyor. Ben bunu söylemek istemiştim. Teşekkür ederim.
İHSAN ZABOĞLU- Efendim, bendeniz İçkumsal’da 60 sene oturan 83
yaşında bir vatandaşım. Şu anda buraya elimde bastonum, gözümde
gözlüğümle geldim. Bize yapılmış olan haksız tatbikatları buraya taşımak, bu
konuda bir yardım, bir destek aramak için geldik ve -bunları gerekli yerlere
biz ulaştıramıyoruz- sizler vasıtasıyla ulaştırılmasını arzu ederek geldik.
Efendim,
ben
iki
noktada
durmak
istiyorum.
Duyduğumuza
göre
konuşuyorum. Mevcut olan evimizi elimizden alıp yıktıkları vakit ancak bize
verecekleri ücrete itiraz etme hakkımız doğuyor. Mülkiyet hakkımızı ortadan
kaldırıyor. İkincisi, yıkımın ve enkazın kaldırma masrafları gene orada oturan
şahsa bırakılıyor. Bunlar duyduğumuz şeyler ama tatbik edilenleri de
biliyoruz.
Başkanımızın söylediklerine tamamen katılıyoruz. Başka söyleyecek çok şey
var fakat yaşım itibarıyla söylediğimi unutacak dereceye gelmişim. O
bakımdan beni mazur görün. Dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum.
İnşallah hakkımızda hayırlı bir netice alırız.
GÜRKAN AKGÜN- Şehir Plancısıyım. Burada birkaç noktaya değineceğim.
292
Bazı kabulleri önceden yapıp soruları belli biçimde koyduğumuz zaman
ortaya, ulaşacağımız çözümler de tek taraflı işi tadil etmeye dönük çözümler
olacaktır. Mesela, “Konut sektöründeki canlanma bizim dar gelirlilere yönelik
nasıl bir sosyal politika aracına dönüşebilir?” sorusu hatalı bir sorudur, çünkü
konut sektöründeki canlanma sermaye birikim sürecinden doğmaktadır.
Birden bir gayrimenkul sektörü oluştu. “Kentlerde konut üretip de bunların bir
kısmını da dar gelirlilere verelim, bir kısmını da tamam satalım” şeklinde bir
konut üretim süreci olmamıştır. Daha önceden, 10 sene önceki bazı sermaye
gruplarının nasıl birden gayrimenkulcu olduklarını gördük biz. Nasıl bir
birikim aracına, nasıl bir yatırım aracına dönüştürdüklerini gördük.
Kentsel dönüşüm alanlarında gayrimenkul yatırım ortaklıklarının puanlama
sistemiyle oralarda yaşayan insanları gözetmeden, yaşayan insanların
sorunlarına dokunmadan, oraların nasıl bir iktisadi araca dönüştüğünü,
puanlama verildiğini görüyoruz. Dolayısıyla, konut sektöründeki canlanma
dar gelirlilere sosyal politika yaratabilir mi, sorusu hatalı bir sorudur. Büyük
projelere ihtiyaç vardır, kabulünden, büyük projelere ihtiyaç, işsizlik ve göç
sorununu ortadan kaldırır, kabulü bir meslek ahlakına çok bağdaşmayan bir
yaklaşım. Bilimsel bir yaklaşım değil, çok basit bir yaklaşım.
Büyük sermaye projeleri kentte işsizlik sorunu yaratmaktadır bugün. Bunun
örneklerini çok rahatlıkla görebiliyoruz. Alışveriş merkezlerinde, Maslak
hatlarında, orada yaşayan dokunun nasıl işsizlik sorununu getirdiğini, nasıl
sosyal dokuyu bozduğunu, beraberinde göç dengesini bozduğunu, işsizlik
sorununa çare olmadığını pratikte görebiliyoruz. Dolayısıyla, bir meslek
disiplini bu kabuller üzerinden çözüm arayışlarına gidemez. Planlamanın
politik olduğunu tartışıyoruz uzun bir dönemdir. Politiktir, siyasal süreçlerle
ilişkilidir gibi şeyler tartışılıyor Meclis gündeminde. O zaman bunu yok
saymak
demektir.
Planlamanın
yalnızca
sistemin
çıkardığı
sorunlar
karşısında bunu ne şekilde çözümleyebiliriz, ne şekilde buna çok zarar
vermeden halledebiliriz?
293
Aldığım notlardan biri “kentsel dönüşüme halkın katılımının sağlanması”.
Kentsel dönüşüm projesine kim karar veriyor, nasıl yapıyor? Katılım sözcüğü
artık bir amentü gibi tekrarlanıyor sürekli. Burada muhatabı da yok gerçi ama
ben şunu da biliyorum, kentsel dönüşüm projelerine katılımı oradaki insanlar
inşaatlarda çalışsın diye katılım modeli olarak sunan yaklaşımlar var.
Şunu da eleştirebiliriz, gerçi gene Kaptan Hoca olmadığı için muhatabı yok
ama Üçüncü Köprünün güzergahını ben biliyorum, Kaptan Hoca “ondan
bizim haberimiz yok” deyip orman alanlarını korumamız gerektiğinden
bahsediyor. Bu bir akılcı, bu bir rasyonel planlama anlayışı değildir. O zaman
hakikaten orada üretilen belgeye, orada üretilen plana, rapora benim de çok
fazla veya buradaki insanların da çok fazla saygı duyması veya ciddiye
alması gerekmeyebilir.
Artı, şu ciddi bir şekilde tartışılması gereken bir konudur: Plancının,
yatırımları yönlendirici, yatırım danışmanı pozisyonuna sokulması, plancıyı
giderek bir gayrimenkul yatırım danışmanına, sermaye projelerine yön veren
bir role büründürür. Bunları söylediğiniz zaman çok gelenekselci, Ortodoks
olarak itham edilebiliyoruz ama plancının orada mücadele alanlarını
genişletici roller de üstlenmesi gerekir.
Bunlar benim aldığım notlardan bazıları. Bunların tartışılması önemli. Madem
ki taraflar bir araya gelip tartışılması isteniliyor, oturup en baştan, Murat
Hocanın da dediği gibi, “büyük projeler gerekli midir, bu büyük projelerin
içeriği nedir?”den başlayıp tartışmayı yürütmek gerekiyor. Teşekkür ederim.
ULAŞ AKIN- Metropoliten Planlama Merkezi.
Birkaç noktada aynı görüşte paylaşamayacağımı dile getirmek istiyorum.
Birincisi konut sektöründeki hareketliliğin düşük gelir gruplarına yönelik bir
katkısı olması konusundaki soru yaklaşımının tutarsız ya da mantıksız
olduğundan bahsettiniz. İçinde bulunduğumuz koşullarda öyle gözüküyor.
Ancak, koşullar ya da durumlar değiştiği zaman öyle olmadığı da gözüküyor.
294
GÜRKAN AKGÜN- Pardon, tutarsız veya mantıksız değil de taraflı sanki
biraz. Başka bir taraftansın sen. Hani bize kamu yararı diye öğretilen şeyler.
Senin dediğiniz gibi, işte Ortodoks oluyorsun o zaman, geleneksel oluyorsun,
hani küreselleşme sürecinde o uzlaşmacı, plancı kimliğinden uzaklaşıyorsun
ama illa uzlaşmacı olacaksın. Uzlaşmacının rolü ne oluyor burada, biraz
müşteri temsilcisi gibi oluyor. Mantıksız bir soru değildi bana göre, taraflı bir
soruydu.
ULAŞ AKIN- Bence de değildi zaten. Ben de ondan bahsediyorum.
Mantıksız olduğunu atfettiğini eleştiriyordum ben de. Soruya getirilen eleştiri
yanlıştı. Şundan bahsediyorum, eğer siz böyle bir kural koyarsanız ve
kuralların uygulanmasını sağlarsanız olabilir. TOKİ uygulamasına bakıp,
Toplu Konut İdaresinin esas amacından sapıp kâr amacı güden projeler
yapması gerçeği de söz konusu, doğrudur ama, mesela, dünyanın birçok
yerinde konut yatırımlarında gelir gruplarına göre bir dağılım neredeyse bir
zorunluluk durumundadır.
Diğer bir yaklaşım ise, üretilen planlarla ilgili bir şeydi. Yanlış bilmiyorsam
eğer, Üçüncü Köprüyle ilgili olan tartışmalardaki bir bilgi düzeyinin planlama
sürecine yansıtılamaması durumuna bakarak, bütün planlama sürecini
reddetme tavrıyla karşı karşıya olduğunu anladım sizin söylediğinizden.
GÜRKAN AKGÜN- Ben de biliyorum Kaptan Hocanın Üçüncü Köprüyü
bildiğini. Projede tüm çevre yolları işlenmiştir ama bu kadar önemli ve bu
kadar tartışmalı bir konunun öyle üstünkörü geçilmesi bir planlama açısından
bunu planlayan bir merkeze yakışmayan bir prosedür.
ULAŞ AKIN- Şöyle bir tavır var aslında, bu köprüyü reddetme türünden bir
şey. Köprü yapılacak, ama siz onu yasal bir belgeye koymama tavrını
gösteriyorsunuz. Bu noktada taraflı mı olunuyor? Evet, taraflı olunuyor.
Ancak ben bir şekilde tarafsız olunması gerektiğini düşünüyorum, çünkü siz
taraflar arasında dengeyi kurmakla yükümlüsünüz. Plancının esas işlevi bu.
Böyle bir algı var toplumda. Köprü yapılacak deniliyor.
295
GÜRKAN AKGÜN- Bunu Başbakan söylüyor. Başbakan her toplantısında,
hatta şöyle şeyler oluyor, Başbakan Almanya gezisi yapıyor, Almanya
gezisinden sonra geliyor ve “İstanbul’da Üçüncü Köprü yapılacaktır” diyor.
Hatta bunu “kara ve sahil yoluyla birleştireceğiz” diyor. Bu kadar önemli
kararları tek bir kelimeyle, ağzından çıkan tek sözle Başbakan tamamen
çiziyor. Buna bir toplumsal muhalefet geliştirmeyeceksek, buna bilimsel bir
argüman ortaya koymayacaksak kapatalım planlama merkezlerini.”
ULAŞ AKIN- O yüzden yapılacak iş, eğer bir bilgi biliyorsanız bu bilgiyi, bu
süreçte entegre etmek ve aslında plana sahip çıkmaktır, çünkü İstanbul’un
25 yıldan beri planı yok. Söz konusu olan şey, yürütülen çalışmalarla
toplumsal desteğin entegre edilmesi türünden bir şey. Bu aslında her iki taraf
için zor ve karmaşık bir süreç ama gerçi şu güne kadar ne kolay ve karmaşık
olmadı ki? Şundan bahsediyorum, eğer bir şey savunulacaksa bunun gayet
planlı biçimde savunulması gerekiyor. Plan ile birlikte savunulması gerekiyor.
Zaten savunulacak şey planın kendisi. Belki bu yaklaşım çok çağdaş bir
yaklaşım değil, eski bir yaklaşım ama biz bazı şeyleri hakikaten geriden takip
ediyoruz. Ciddi söylüyorum, 25 yıldan beri İstanbul’un bütününde bir plan
yok ve İstanbul bu yüzden bu halde.
MURAT YALÇINTAN- 25 sene bekleyip de elde edeceğimiz plan bu değildi.
Burada dert planda değil, bakın. Ben başından beri planlama sürecini
eleştiriyorum. Planla hiçbir sorunum yok. Planı inceledim, çoğu zaman benim
de vereceğim türden kararlardır zaten. Eleştirebileceğim üç beş tane çok
ciddi karar vardır, ama onun dışında çoğunu ben de aynı şekilde vereceğim
zaten. Fakat planlama sürecini sonuna kadar eleştiririm ve planı kabul
etmeme nedenimdir. 2.5 senedir böyle bir merkez var İstanbul’da, değil mi?
Internet siteniz var mı bir tane? Açıklayacak bir şey yok. 2.5 sene boyunca
Internet sitesi kurmayan, halka ne yaptığını anlatmayan bir planlama sürecini
benim kabul etme şansım yok bugün artık. Biz geldiğimiz nokta itibarıyla
bunu haketmiyoruz İstanbul’da. Hakettiğimizi mi düşünüyorsunuz?
296
OTURUM BAŞKANI- Bir küçük uyarı yapayım. Birebir diyaloga girmemeye
dikkat edersek çok daha iyi olacak.Tabii ki, serbest kürsü dedik, tabii ki
cevap hakkı var ama olabildiğince birebir diyaloga dönüştürmeden yapalım
bunu mümkünse, demin de dedik ya herkesin anlayabileceği şekilde
konuşalım diye, olabildiğince uymaya çalışırsak güzel olur. Erhan Beyin bir
sorusu vardı zannediyorum arkadan.
ERHAN DEMİRDİZEN- Şimdi ben bu İstanbul Çevre Düzeni Planı
tartışmalarının içerisine çok girmiş bir plancıyım ama yine de ben bu
tartışmayı Planlama Merkezinde çalışan meslektaşlarla çalışmayan plancılar
olarak bizim aramızda yapılması gereken bir tartışma olarak görmüyorum.
Bu İstanbul Çevre Düzeni Planı tartışmasının tarafları bizimle başkaları. Bir
kere bunu bir koyalım ve birbirimizi gereksiz yere yormayalım bu konuda.
Üçüncü Köprüde de aynen böyle, Çevre Düzeni Planının kararlarında da
böyle.
Galiba bu planlar ve yatırımlar ilişkisi konusunda bizim Oturumda en çok da
ben konuştum, onunla ilgili bir açıklama yapmamda yarar olur. Ben plancının
yatırım perspektifiyle donanması gerektiği konusunda bir şeyler söylerken
bazı arkadaşlar herhalde beni yanlış anlamışlar. Ben planlama süreci
içerisinde plancının, yani bir plan yapan planlama ekibinin içersinde aktif bir
plancının doğrudan doğruya yatırım danışmanlığı yapmasından söz
etmiyorum, benim dediğim şu: Eğer bir kentin planı, o kentte muhtemel olan,
önümüzdeki 10 yılda, 15 yılda, 20 yılda muhtemel olan, olası olan, mümkün
olan yatırım olanaklarını, ihtimallerini ölçüp biçemiyorsa, o plan en sonunda
o kente zarar veren bir plan haline geliyor, çünkü o yatırımlar, yani o 10, 15,
20 yıl perspektifi içersinde kente gelip konma, kente gelip yapışma, yerleşme
ihtimali olan yatırımlar en sonunda bir yolunu bulup kente geliyorlar zaten.
Bu, dünyanın her yerinde böyle. Öyle ya da böyle kavgalar oluyor, gürültüler
patırtılar oluyor ama geliyor.
297
Benim dediğim bu gelmesi muhtemel olan yatırımların -bu bazen küresel
yatırımlar olabiliyor, bazen farklı yerlerden kaynaklanan şeyler olabiliyorbunları öngörebilme kabiliyetinin olması gerektiğini söylüyorum. İstanbul
bunun deneyimlerini yaşadı. Bu toplantıda sözü edilen 1980 yılında yapılmış
bir İstanbul planımız var. İmar İskan Bakanlığı tarafından hazırlanıp
onaylanmış olan Plan. 1970’li yılların İstanbul’unu araştırarak, şöyle bir
gözünüzün önüne getirirseniz, sizler çok daha eskiden beri İstanbul’da
yaşayan insanlarsınız, o günkü İstanbul’un verileriyle hareket etmiş,
kararlarıyla oluşturmuş bir Plan olduğunu görürsünüz. Dönüp bir bakın 1980
Planına. Internet’te birtakım sayfalarda var o planlar. İstanbul’da 1980’li
yıllarda, 1990’lı yıllarda yapılmış hiçbir yatırım öngörüsü 1980 Planında yok.
İyi bir şey mi oldu bu? Yani bir kentin üst ölçekli bir planının, o kentte
yapılması ihtimali olan yatırımları hiç analiz etmemesi, hiç nazarı itibara
almaması, hiç dikkate almaması doğru bir şey midir? İşte ben o soruyu
soruyorum. Keşke onları etüt etmiş olsaydı. O zaman ne olacaktı?
İstanbul’un merkezi iş alanının nasıl büyüyebileceğini 1980’li yıllardan
sonraki yatırım ihtimallerini dikkate alarak analiz etmiş olacaktı ’80 Planını. O
zaman ne olacaktı? İşte o zaman şimdiki Levent-Maslak hattı böyle
oluşmayacaktı. Levent-Maslak hattının böyle oluşmasının tek nedeni 1980
Planının öyle bir gelişmeyi, öyle bir merkezi iş alanı gelişmesini ve yatırım
tipolojisini, tipini, tiplemesini, tarzını kestirememiş olmasından kaynaklanıyor.
Ben burada yatırım danışmanlığı, vesaire gibi tartışmanın olmadığını
düşünüyorum. Bu farklı bir şey. Kentte var olan bütün dinamikleri planın
görmesi gerekir. Bunu görmüyorsa zaten başarılı bir plan olma ihtimali yok.
Bu tip şeyleri öngöremiyor oluşu o kentte yaşayanlara da çok büyük bir
felaket getiriyor sonra.
İkincisi, daha somut bir şey konuşalım. Bu çok üst ölçekli plan tartışmaları
bizim plancılar arasında çok şey ifade ediyor da, şimdi toplantıdaki insanlar
açısından bizim konuşmalarımız biraz soyut gibi, uzak gibi gelebilir. Ben size
298
şöyle somut bir şey söyleyeyim. Bu plan ve yatırım ilişkileri nasıl
konuşulabilir, düşünülebilir?
Bir örnek vereyim. Yer, Yunanistan’ın Midilli adası. Midilli adasında bir turizm
kasabası gördüm. Eski, tarihi bir kasaba. Çarşısına girdiğiniz zaman canlı.
Etrafta turist sayısı ne kadar olursa olsun faaliyette olan aile pansiyonları var.
Çarşının içersine girdiğinizde ister o günkü filmi izleyen üç, beş kişi olsun,
ister olmasın, bir açık hava sineması her gün faal. Üstüne üstlük de bir
işletmeci tarafından işletilen bir açık hava sineması. Biraz daha çarşıda
yürüdüğünüzde kasabanın geleneksel çikolata üreten dükkanı sürekli açık.
Bugünkü çikolata damak tadımıza uygun olsa da, olmasa da.
Bakıyorsunuz bir kasaba ölçeğinde, geleneksel çarşının içersinde açık hava
sinemasıyla, çikolatacısıyla, lokantasıyla, esnafı ayakta tutan bir sistem var.
Müthiş bir talep yok. Bunların önünde hiç sıra filan yok ama bunlar ayakta.
Bunlar nasıl oluyor, diye biraz bakınca, o kasabanın birazcık dışına, ama çok
uzağına değil, birazcık dışına çıkıp bir etrafa bakmanız yeterli. Birazcık
dışına çıkınca şunu görüyorsunuz. Bir sahil bandı tamamen büyük turistik
yatırımlara tahsis edilmiş. Beş yıldızlı otellere, vesaire. Bu yapılmış. İyi de
imar hakkı verilmiş. Bayağı ciddi imar hakkı verilmiş ama bu verilen imar
hakkı karşılığında bir para alınmış onlardan. Sürekli alınmaya devam edilen
bir para bu. Bir tür vergi aslında. Bununla da kasabanın içerisindeki çarşı
bugün destekleniyor mali olarak, finansal olarak.
Bizim planla yatırım ilişkisi dediğimiz şey bu. Bu ilişkiyi siz plan içerisinde,
oradaki yatırım ihtimallerini görüp, test edip, tartışıp, plan kararı olarak
formüle
edemezseniz,
planın
içerisinde
bir
şekilde
bunları
değerlendiremezseniz başarılı olamazsınız. Bunu bir şekilde tartışırsınız
ama bunu yapmazsanız. O kasabaya, o beş yıldızlı oteller yine geliyor en
sonunda ama bu sefer o çarşıyı desteklemiyorlar, o açık hava sinemasını
desteklemiyorlar, o esnafı da bir süre sonra yok ediyorlar.
299
Örnek mi? Örnek bizim sahiller. Midilli’nin sahilinde öyle bir durum var,
oradaki beş yıldızlı oteller çarşıdaki esnafı desteklemek üzere orada imar
iznini alabiliyorlar ama bizim sahillerdeki beş yıldızlı oteller neye karşılık o
imar izinlerini aldılar? Bizim Antalya Belek’teki beş yıldızlı oteller, tatil köyleri
neye karşılık o izinleri aldı? Burada Belek’teki turizm yatırımını, gelişmesini
öngörmemesi bir marifet değil Antalya Planı’nın. Ben bunu anlatmaya
çalışıyorum. O Belek’in etrafındaki bütün tarihi çarşılar, tarihi yerleşmeler kan
ağlıyor. Oralarda karnını doyurmaya çalışan insanlar kan ağlıyor ama beş
yıldızlı otellerin hepsi dolup taşıyor. Onlar kendileri de şikayetçi üstüne
üstlük. Buradaki plan - yatırım ilişkisi böyle bir ilişki. Eğer sözlerim yanlış
anlaşılıyorsa tekrar tekrar düzeltip not geçmek istedim bunu. Teşekkürler.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz. Ulaş, çok kısa konuşmanı rica
edeceğim, çünkü başkalarına da söz hakkı vermek istiyorum.
ULAŞ AKIN- Plan - yatırım ilişkilerinde bir şey daha var. Kamu yatırımı da
var, yani yatırım deyince özel sektör yatırımının dışında kamu yatırımı da
var. Plan zaten yatırımların planlanması demektir. Orada yapılan her boya
bir yatırım zaten. Konut, işyeri, sanayi, ne ise. Dolayısıyla biraz da öyle
bakmak lazım.
Son olarak da, iki seneden beri web sitesi hazır Murat Bey ama
yayınlanmıyor. Benim yapabileceğim bu zaten, başka bir şey değil.
MÜBERRA TORAMAN- Küçükçekmece Kumsal Derneğindenim. Benim
aklıma takılan bir şey var. Burada bu kadar akademisyen varken belki bir
cevap alabilirim. Bizim Küçükçekmece Kumsal 1976 yılından beri SİT alanı.
SİT alanı olan bir bölgeye, fikir projesi de olsa proje üretilebiliyor mu? Onu
sormak istedim, teşekkür ediyorum.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN- SİT alanı için proje yapılabilir ama SİT alanının
koşullarına uygun olmak şartıyla. Orada önerilecek şeyler, birinci derece
doğal SİT zannediyorum, o birinci derece doğal SİT alanında yapılabilecek
300
şeyler olabilir ancak. Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulundan da izin
alınıp geçmesi gerekiyor. İzin almak şartıyla yarışma açılabilir.
MÜBERRA TORAMAN- Ama, şimdi, hayata geçirilecekmiş gibi lanse
ediliyor. Mesela basın yoluyla açıklanıyor, televizyonlarda duyuyoruz. Böyle
olunca Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kuruluna gidip sorulduğu zaman
da “Kesinlikle bizim haberimiz yok, fakat bir 7. Kurul oluşturuldu” deniyor. O
şekilde geçebilir mi bilmem.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN- 7. Kurul, Yenileme Kurulu. 7. Kurulun çalışma
alanı aslında daha önce yenileme alanı olarak belirlenmiş alanlar üzerine. O
alanlar da Başbakanlıktan geçmek şartıyla oluşuyor. Belediyeler kendi
kendilerine “Burası yenileme alanıdır” diye bir karar alamazlar. O kapsama
girmek için bu yeterli değil.
MÜBERRA TORAMAN- Zaten önce kentsel dönüşümdü, daha sonra
yenileme alanı olarak ilan edildi.
OTURUM BAŞKANI- Çekmece bölgesinden hanımlarımız da var aslında.
Biz üniversitelerde bir araya geliyoruz, daha çok konuşabiliyoruz ama sizler
de buradayken sizlerin de düşüncelerini almak isteriz. Hep beyler konuştu
Çekmece bölgesinden. Galiba Hasan Beyin eşi konuşmak istiyor.
HASAN KESKİN- Tekrar söz alıyorum, kafanızı şişirirsem özür dilerim.
Ancak İstanbul değil, Türkiye’nin her yerinde sit alanı vardır. En güzelleri de
İstanbul’da İzmir’dedir. Bunlara Belediyelerin verdiği hizmet, Merkez
Belediyelerin daha da üstündedir. Acaba Küçükçekmecenin halkı mı suçlu,
yoksa Belediyesi mi bilgisiz, yoksa Belediyeye niçin siz geldiniz de bir
başkası gelmedi diye bir garez besleniyor. Küçükçekmece Belediyesinin
davranışı diğer semtlere aynı değil. Gelen ithal malı taşlarla kaplanan yollar
varken İçkumsal’da böyle bir işlem yoktur. Bu İçkumsal bu kadar kıymetliydi
de düne kadar neredeydiler? Büyükşehir burayı bugün mü öğrendi? Bu rant
davasından başka hiçbir şey değildir. Bu yönetim de bu şartlarla
Küçükçekmece halkını, tabiri caizse, -insanı hayvana benzetmek hem
301
ayıptır, hem günahtır ama- kurbanlık koyun şeklinde kullanmaya çalışıyorlar.
Biz Çanakkale’de kazandığımız zaferi vatan için kazandık, şimdi aynı zaferi
Kumsal için kazanmaya kararlıyız. Bunu duyması gerekenler duysun. Başka
bir çaremiz de yoktur. İnşallah ıslah olurlar da doğru dürüst bir proje
yaparlar. İstanbul’a taşınmak rey kazanmak için değil, koca toplu konutları
yapıyorlar. 25 katlı mezar yapıyorlar. Bu yalana kimi inandırmaya
çalışıyorlar. Hayır, para babalarını daha zengin yapmak, fakiri daha fakir
yapmak, İstanbul’u bizden başkalarının yaşayacağı bir şehir haline getirmek
amacı var. Halk kürsülerinin ihdas edilişi çok güzel, bir halk kürsüsü ihdas
etsinler. Halk gitsin, otursun, konuşsun, kayda alınsın, kasede alınsın ve
bunların araştırması yapılsın. Kanun yapıcılar halktan da fikir alsın. Kendi
bilgileri yetmez. Milletvekilleri milletten doğmadır, başka bir yerden gelme
değildir. Kanun yaparken bizim fikirlerimize, halkın fikrine itaat etmeyen
yaptığı kanunla kendisi utanır sonra. Eski günlere dönmeyelim.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz.
Hani hep Küçükçekmece sorunları diyoruz ama aslında burada sizlerin
bizlerle paylaştığı bu sorunlar tüm halk adına birtakım mesajlar verecek. O
yüzden konuşmanız çok önemli, o yüzden hanımlar da konuşsun diyorum
özellikle. Bize burada ne kadar çok mesaj verirseniz, bunlar aslında tüm
İstanbul toplumu adına mesajlar olarak kayıtlara girecek.
REYHAN ÇİFTYILDIZ- Çok zor şartlar altında 35 sene evvel geldik buraya.
Bir taraftan çocukları okutmak, bir taraftan taksitleri ödemek çok zordu. Şimdi
evlerimizin yıkılmasına razı gelir miyiz? Bize yardımcı olmanızı rica
ediyorum.
Anayasada
mı
bir
değişiklik
yapacaksınız,
nerede
artık
bilemiyorum. Çok rica ediyorum. Ödemek çok zor, kolay ödemedik çünkü.
Bir taraftan çocukları okutmak, bir taraftan evin taksitlerini ödemek kolay
değildi. Çok canımız acıyor.
Teşekkür ederim.
302
OTURUM BAŞKANI- Bu işin aslında iki farklı boyutu var. Bir yandan haklı
olarak herkes malının derdinde ama bir yandan da bu yatırımların çevresel
birtakım etkileri var. Sizin mülkleriniz yerinde kalsa bile, orada birtakım
değişimler başlayacak. Bunları da aslında düşünmek gerekiyor bu noktada.
GÜL FATMA KESKİN- Hocam, bizim orası öyle güzel bir yer ki, ağaçtan
meyveni alıyorsun. Benim bahçemde 4-5 tane değişik meyve ağaçlarım var
ve onu nasıl kıyıp da alacaklar rant peşinde koşanlar, onu demek istedim.
Teşekkür ederim.
MÜNEVVER AKSU- Aynı şey Fatma Hanım, sende olan bende de var,
bende olan onda da var. Herkesin evi herkese göre bir yuva. Hiç kimse
yuvasını yıkmaya mecbur değil. Ama ne şartlarla alındığını da biz biliriz. Ne
olur Belediye Başkanımız çıksın, madem ki bu kadar üsteliyor bizi, yerimiz
güzel,
almak
istiyorsa
ne
şartlarla
yaptığımızı,
ne
şartlarla
orayı
kazandığımızı bir anlasın, yıksın, canı sağ olsun. Ama karşılığını vermediği
için devamlı Küçükçekmece Kumsalın üstüne geldiği için bu bize çok
dokunuyor, büyük küçük hepimize dokunuyor. Küçükçekmece’de ne var?
Küçükçekmece bataklık, sineklik bir yerdi. 27 senedir ben gelmişim, halk
söylesin, 27 senenin içersinde dört çocuk okutmuşum. O evi de ne şartlarla,
ne şekillerle ne hale getirdiğimi gelsin bir sorsun. Halka bir sorsun evini nasıl
yaptığını. İnanır mısın, evime ekmek almıyordum, gidip iki tane briket
alıyordum da tek evimi yapayım da evimde barınayım diye. Belediye
Başkanı nasıl karşımıza çıkıyor da bu sözleri söylüyor. Herkes ev aldı ama
hiç kimse Küçükçekmece’nin halkı olarak rahatlıkla ev almadı. Halen daha
evlerde çabalıyoruz. Affedersin, kanalizasyonlar taşıyor, yeraltı yok, doğru
dürüst bir eczanemiz yok, marketimiz yok. Bir ekmek lazım olunca kalkıp
Çekmece’ye gidiyoruz. 1.5 milyon verip Çekmece’ye gidip 300 000 liraya
ekmek alıyorum. Küçükçekmece’nin neyine heveslenmişler de bu kadar şey
yapıyorlar. Canları sağ olsun.
303
Eğer onlar bir büyüklük yaparak böyle yaparsa biz de çok çok teşekkür
ederiz.
MURAT YALÇINTAN- Birincisi Erhan Beye bir düzeltme yapmak isterim.
Ben atölye içersinde en azından iktisadi konuları inceleyen bir adamım ve
yatırımları çok iyi analiz etmeye çalışıyoruz arkadaşlarla. Geçmişe yönelik
eleştirilerine tamamen katılıyorum. Bir örnek vereceğim: Geçen yaz
aylarında, yanlış hatırlamıyorsam, Çeşme’nin Çevre Düzeni Planı ihaleye
çıkartıldı ve ihaleye gelen tekliflerden bir tanesi 1 YTL idi. Gayrimenkul
danışmanlığı yapmadan böyle bir şeye kalkışamazsınız. Dolayısıyla, bizim
gittiğimiz yerde bazı yanlışlar var meslek camiası olarak bunun önünü
almanın yollarını bulmalıyız. Konuşurken de bu konuda çok ciddi, tutarlı,
düzgün konuşmamız lazım, düşünerek konuşmamız lazım. Bu tarafını
görmezden gelerek konuştuğumuz an da çünkü, fırsat bu fırsat şeklinde
davranılabiliyor. O uyarıyı yapabilmek adına ben orada o konunun altını
çizmiştim.
İkinci konu da, ben bir süredir şunu düşünüyorum. Ben Arnavutköy’de
yaşamayı çok isteyen bir insanım. Düşünelim, 30 yaşından itibaren ben bu
maaşla 30 sene falan para biriktirsem, Arnavutköy’de bir bodrum katına
erişebilirim, diyelim. Aldım evimi, 31. sene bir plancı, bir planlama ofisi
İstanbul’da, buranın üzerinden köprü geçeceğine karar verdi. 30 sene
vermişim hayatımdan ben Arnavutköy’de oturabilmek için. Bunun bir karşılığı
olmak zorunda. İnsanların şikayetlerini formüle etmeye çalışıyorum basit bir
örnek üzerine. Bunun bir tazminatı olmak zorunda. Benim hayatımın 30
senesi gitmiş. Bu ideal üzerine kurulu 30 sene gitmiş. Bunun hesabını ben
keyif için yapıyorum, bunu kenara atın. İnsanlar yaşamak için yapmışlar
birçok alanda İstanbul’da. Dolayısıyla, bunu oturup tartışmamız lazım.
Şimdi şu tartışılmaya başlandı: ‘Benim arka bahçeme yapma da nereye
yaparsan yap” şeklindeki yaklaşım üzerinden mahalle dernekleri şu an
eleştiriliyor İstanbul’da. “Dinleyelim de bir yere kadar dinleyelim”, plan
304
kararlarına geldiğimizde bu eğilimi tespit edelim. Bu bilinen bir şey zaten.
Amerika’da yıllarca tartışılmış bir şey. Hiç kimse arka bahçesine çöp
depolama alanı istemez. Hiçbir mahalle istemez, bunun mücadelesini verir.
Aynı şey burada da geçerlidir. Kimse evinin yıkılmasını istemez, bunun
mücadelesini verir. Bu çok doğal bir arayıştır. Buna formül geliştirmek
önemli. “Nereye kadar dinleyeceğiz, nereye kadar dinlemeyeceğiz”, değil
olay. Ortada bir rant var, bir değer var. Bu değeri nasıl paylaştıracağımız
üzerinde kurulu bütün her şey aslında.
Tabii değeri yaratmak, yaratmamak tercihlerimiz de var. Ben şimdi varsayım
üzerinden, gidişatımız üzerinden değerlendirdiğimde değeri paylaştırmaktan
bahsediyorum ama o gidişatı tersine çevirmek de aslına bakarsanız gene bu
camianın içinde bazı alternatiflerin oluşturulması, öne sürülmesiyle mümkün.
Dolayısıyla onları da bu tartışmaların içersine tersine çevirecek alternatifleri
de, ne kadar radikal olursa olsun, bu tartışmanın içine çekmek gerektiğini
düşünüyorum. Teşekkür ederim.
İHSAN ZABOĞLU- Efendim, ben yöreyi bir şiirimle belirtmek istiyorum.
İki cennet arasında cehennemde yaşıyoruz
Yöremize hiç hizmet yok, bakıp bakıp şaşıyoruz
Araziyi mafya sarmış, yavaş yavaş eriyoruz
Yönetici arıyoruz bulamıyoruz
Şu anda biz sizinle cehennemi dolaşıyoruz
O kadar derdimiz çok ki tamamını anlatıyoruz
Sizlerden hizmet bekliyoruz
Elimizde gücümüz var, anarşiyi sevmiyoruz
Geziyoruz, sizden hizmet bekliyoruz.
305
MÜBERRA TURAN- Ben komşularımın bahçelerimiz çok güzel demesinden
yola çıkarak bir şey söylemek istiyorum. Bizim derdimiz para değil. Bize
orası için çok çok da büyük paralar verseler biz oradaki anılarımızdan
vazgeçmek istemiyoruz. Ben 47 senedir oradayım, babam 60 senedir orada,
komşularım yine öyle. Orası o kadar boş arazi ki, çoğunluk yapılaşmış olsa,
tamam bir şekilde bir yerden başlayıp yıkacaklar diyelim ama çok boş arazi
olduğu halde oranın yüzde 20’sini kapsayan bir bölümü de yıkmalarına
karşıyız. Derdimiz bu. Para değil yani.
FÜSUN UMARLAR- Ben Füsun Umarlar, Dernek üyesiyim. Şimdi dediniz ki,
orada bazı değişikler olacaktır, buna başladılar bile. Biz beğensek de
beğenmesek de etrafını yapmaya çalıştılar. Bazı şeyler yapıyorlar çevre
düzenlemesi adı altında. “Daha belli bir şey yok” diyorlar ama “sizin orada
özel bir proje olacak” dedi bugün Hüseyin Kaptan. “Kentsel dönüşüm projesi
yapmıyoruz artık” dedi. Önce kentsel dönüşüm dediler. Sonra yenilenme
alanı kararı geçirdiler Küçükçekmece Encümeninden. Biz buna karşılık dava
açtık İdare Mahkemesine. Şimdi “özel proje” diyorlar. Ne yapacakları, ne
dedikleri belli değil. Bizi aydınlatmıyorlar. Bizimle paylaşmıyorlar yaptıklarını,
gizli hareket ediyorlar. Biz çok kararsız kalıyoruz. Bizim, İçkumsal’ın biraz
ulaşım sorunu vardı zamanında. Şu anda Küçükçekmece’nin bu bölgesi,
dereyle deniz arasında bir alan. Küçükçekmece’den Sayın Kadir Topbaş
“dünyada iki tane büyük bölgeden biri, biri İngiltere’de, biri burada dereyle
Marmara Denizi arasında çok emsalsiz bir yer” diye bahsetti. Biraz da
stratejik bir yeri var tabii. Atatürk Havalimanına 10 dakika, E5 Karayoluna 2-3
dakika. Mesela dereyle denize yakın oturuyor bazı komşularımız. Çok sakin
bir yer. Teraslarımızda, masalarımızda, bahçelerimizde gayet güzel kahvaltı
keyfi, torunlarımız bisiklete biniyor, hiçbir trafik tehlikesi olmadan. Bunlar
bizim için çok güzel şeyler. Şehrin içinde böyle bir yer. Bunun için bize bir
açıklamada bulunmuyorlar. Ne yapılacağı belirsiz.
OTURUM BAŞKANI- O bilgi paylaşım ortamının tam doğru dürüst
kurulamamış olması sorunları bugüne getirmiş görünüyor zaten.
306
FÜSUN UMARLAR- Evet, Derneğe davet ediyoruz, gelmiyorlar. Zorla
yardımcılarını gönderiyorlar. Bunlar bizim için büyük sorunlar. Hiç bize
Belediye olarak yardımcı olmuyorlar gerçekten. Bir belirsizlik içersinde
yaşıyoruz. Ne yapacağız, ne olacak? Yıkılacak mı, kalacak mı? Evlerimizden
çıkmak istemiyoruz. Bu kadar zaman oturmuşuz da niye çıkalım? Evet, bizim
orada bir güzelleştirme yapılacaksa bizi de içinde değerlendirsinler. Bunu
söylemek istiyordum. Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Hocalarımdan son birkaç söz söylemek isteyen var
mı? Vakit iyice daralıyor.
SALONDAN- İyi günler, ben de Kumsal Derneği üyesiyim. Arkadaşımız Ulaş
Bey orada, ben kendilerini biraz tanıyorum. Metropoliten Planlama Merkezi’e
ilk gittiğim zaman bu Ken Yang Projesini daha ilk etabında gördük. Tabii o
zaman bize hiçbir şekilde belirtilmedi burada konut alanı yok, şu, bu diye.
Yarışmanın sonucunda, projeyi gördüğüm zaman hayretler içinde kaldım,
çünkü hiçbirimiz yoktuk. Oraya bir otel konmuş, iki tane yunus havuzu
konmuş, bizler yokuz. Bunun cevabı, “Sizi şuraya taşıyacağız, buraya
taşıyacağız. Bizler orada, ben de arkadaşlarım gibi 50 - 60 yıllık mülk sahibi
insanlarız. SİT alanı olmasından dolayı bir çivi dahi çakmadık ve biz her gün
mağduriyet içindeyiz. Biz mağdur ediliyoruz. Ne bir altyapımız var, ne başka
bir şeyimiz var. Bunun üzerine, devamlı oraya birileri geliyor, bir şeyler
yapıyor, resimler çekiliyor, uçaklar geçiyor. Başkanımıza sorduğumuz
zaman, “Hayır, burada bir yıkım yok” diyor, fakat televizyon programlarına
çıktığı zaman farklı bir söylevde bulunuyor. “Orayı cazibe merkezi haline
getireceğim, bütün yapılardan arındıracağım” diye bahsediyor.
Artı, Hüseyin Kaptan Hocamız, “Mağdur olmayacaksınız” falan diyor ama,
demin Murat Bey zannedersem, İMP’nin evet bir Internet sitesi yok. Ben
bunu, isim de vermek gerekiyorsa orada bir arkadaştan rica ettim, çünkü biz
de takip ediyoruz, ne yapıyorsunuz, ne ediyorsunuz, değişiklikler oluyor
307
deniliyor, “sizleri mağdur etmeyeceğiz” deniliyor. Internet siteniz yok. Olursa
biz de memnun oluruz, çünkü biz de biraz bakabiliyoruz.
Benim şu ricam var. Ben her sempozyuma katılıyorum. Neden mimarlarımız,
neden sizler o bölgeye hiç gelmiyorsunuz, hiç o bölgeyi gezmiyorsunuz?
Çünkü bir Profesör beyefendiyle dışarıda bir görüşmem oldu, “Ben orayı
bilmiyorum” dedi. Dünkü toplantıda hatta “neresi?” falan diye sordu. Bugün
ben yerimizi belirten bir dergi bıraktım. Ben çok istiyorum, hakikaten çok
güzel insanlarsınız, burada olmaktan çok memnunum. Gelin, o yöreyi görün.
Bir de sizler bir alternatif proje sunarsanız, bizleri de içinde barındırmak
kaydıyla, çok memnun olurum. Çok teşekkür ediyorum.
OTURUM BAŞKANI- Ahmet Bey aramıza yeni katıldı, ama süreci iyi bilen
bir plancı arkadaşımız olarak belki birkaç söz de sizden alırız, çünkü
zamanımız iyice daralıyor.
AHMET TURGUT- Bugünkü tartışmalara katılamadım. Biraz önce geldim
ama Küçükçekmece’yle ilgili sorunu şöyle görmek lazım. Bu konuda açık ve
şeffaf olmak lazım. Bazı gerçekleri sizlerin de kabul etmesi lazım. Ben bu
Sempozyuma ilgi göstermiş olmanız nedeniyle herkese teşekkür ediyorum.
Ancak ben artık şuna inanıyorum, bu tür problemleri yasal platformlara
taşımak lazım. Mesela, dün ben Belediye Başkanımıza da söyledim
çıkarken, yolcu ederken de söyledim.
Burası yıllardır SİT alanı. Büyükşehir Belediyesinin yaptığı bu uygunsuz
yarışmadan önce de burası bir sorun yumağıydı. Hatırlarsanız Ertuğrul
Tığlay diye bir Belediye Başkanınız vardı. Aslında bizlerin başında sahip
çıktığı Meslek Odası kökenli bir başkandı. O Başkan zamanında,
biliyorsunuz bölge yeşil alan yapılan bir İmar Planı oldu, bildiğim kadarıyla
Kültür ve Tabiatları Koruma Kurulu da onayladı bu planları, sorununuz orada
başladı. Daha sonrasında da bugüne kadar bir şey yapılmadan kaldı.
Yapılarınızın kalitesi ortada. Deprem açısından tehdit altındasınız. Bunu da
308
belki iyi biliyorsunuz. Onaramıyorsunuz da, yenileyemiyorsunuz da, öyle bir
sorunla karşı karşıyasınız.
İstanbul Büyükşehir Belediyesinin yaptığı proje de hukuk dışı. Aslında ona
proje dememek lazım. Bir ısmarlama yarışma yaptırdılar biliyorsunuz.
Türkiye Cumhuriyetinin Kanunlarına göre hukuk dışı bir yarışma. Biz bunu o
tarihte meslek odaları olarak da ilettik Belediyeye. Yanılmıyorsam Koreli Ken
Yang’ın projesini seçtik diye ilan ettiler. Bizim mevzuatımıza göre o yapıların
yapılması mümkün değildi ama Parlamentodaki şımarık çoğunluk istediği
zaman yasa yapabiliyor, biliyorsunuz. Şimdi, bu noktada, orası için de özel
bir yasayla karşılaşabilirsiniz.
Şimdi gerçekleri söylemek lazım. Ben özellikle mahalle toplantılarında Oda
Başkanlığı sürecimde hep bunu söyledim, rant varsa, yanınızda olmayız
dedim. Siz de olmayan şeyler istiyorsanız yanınızda olmayız dedim. Size
doğruları söyleriz dedim. Doğruları söylediğimizde de beraber mücadele
edeceğiz ama hep şunu söylüyorum. İç, Dış Kumsalın olduğu yerde konut
olmayabilir. Bakın bunu kabul etmek lazım. İleride yapılacak bir projede,
kamu
yararlı
bir
projede
benim
fikrim
böyle.
İstanbul
Büyükşehir
Belediyesinin Koreliye ısmarladığı proje gibi değil, belki Zaha Hadid’in
olsaydı yürütürlerdi, herhalde Ken Yang’ın olduğu için yürütmüyorlar.
Ama bu proje gerçekleşmeyecektir, bundan emin olun. Gerçekleşirse sizler
haklısınızdır. Yüz bin kere haklısınız hem de. Bizim mevzuatımıza göre o
denizin içindeki yapıların yapılma şansı yok. İç, Dış Kumsal’ın kıyı kenar
çizgileri nedeniyle böyle bir yapılanma şansı yok ama ben şunu kabul
ediyorum, orada düzgün bir plan çalışıldığında konut olmayabilir, bunu
sizlerin de kabullenmesi lazım ama bunların size dürüst ve açıkça
söylenmesi lazım, sizlerin bu sürece katılmanız lazım, o süre içerisinde de
ekonomik olarak mağdur olmadan nasıl bir düzenleme yapılacaksa ama
bugün yaptıkları gibi düşük bir kamulaştırma bedeliyle, tehditkar yöntemle
elinizden daireyi almayarak. Hadımköy’de, Habibler’de, Gaziosmanpaşa’da
309
ya da İkitelli’de daire verseler öpün başınıza koyun. Fatih semt sakinleri
yaşıyorlar. Gaziosmanpaşa’da, Taşdelen’de veriyorlar yanılmıyorsam. Böyle
bir alanda sizi mahalle kavramınızdan, doğup büyüdüğünüz yerlerden
koparıyorlarsa, böyle sosyal ve ekonomik gerçekliklerin ötesinde başka bir
alan teklif ediyorlarsa bu da kabul edilebilir bir durum değil.
Çekmece’nin bir geçmişi var. Özellikle sizin oturduğunuz bölgeler göçle
oluşmuş bir alan değil. Sonradan oluşmuş kaçak yapı alanları değil. Bence
Belediyenin bu gerçekleri görerek hareket etmesi lazım. Ben İstanbul
Büyükşehir Belediyesinin bu konuda öncü olması gerektiğini düşünürüm
ama öyle bir rolü olmuyor. Belki bu Sempozyum sonrasında TMMOB Şehir
Plancıları Odasına, Bölümlerimize düşen bir görev olabilir. Çünkü siz bu
konuda çok isteklisiniz ve size sahip çıkılması gerektiğini düşünüyorum
şahsen. Böyle bir toplantıyı organize etme konusunda ben Küçükçekmece
Belediyesi’nin iyi niyetinden hiç şüphe etmiyorum. Bunu da tekrar ifade
edeyim size. Gerçekten de şehir planlama camiasının diyalog yaratabildiği
birkaç Belediyeden bir tanesi. İsterim ki, Küçükçekmece Belediyesinin ev
sahipliğinde ya da TMMOB Şehir Plancıları Odası’nın öncülüğünde sizin
mahallenizde bir toplantı yapılsın. Bu gerçeklerle yürünsün.
Şu beklenti içinde olunmasın. Ben onu istemediğinizi biliyorum. Belki öyle de
büyük projeler olacak. Bu konunun başlığı da öyle. Bu projeler dahilinde
mülk sahibisiniz çünkü orada. Orada mülkiyet var, iyi biliyorum, işgal alanları
değil, Hazine mülkleri de değil bunlar. Mülkiyetli ve ruhsatlı yapılar bir çoğu
da. Bugün belki eskimiş de olsa, ruhsatlı yapılar. Böyle bir süreçte isterseniz,
Sayın Başkan uygun bulursa böyle bir toplantıyı Oda organize edebilir ya da
Küçükçekmece Belediyesiyle birlikte organize edebilir. Sürece Belediyeler
katılırsa katılırlar, katılmazlarsa beraber sesimizi haykırırız. Artık, anarşistçe
tavırlarla biz de karşı çıkıyoruz, başka çaresi kalmamıştır bu kentte. El
birliğiyle yapalım. Benim önerim bu olur Başkanım. Uzattım kusuruma
bakmayın.
310
OTURUM BAŞKANI- Evet, artık bunların üzerine söylenecek söz var mı
bilmiyorum. Vakit de giderek daralıyor. Arzu ederseniz bu toplantıyı burada
noktalayalım. “Bayramdan sonra buluşmak üzere” diyelim. Ben katılan
herkese, sabırla bu saate kadar burada olan herkese, özellikle mahalle
sakinlerine çok teşekkür etmek istiyorum. İnşallah başka toplantılarda da,
başka güzel ortamlarda da bir sürü konuyu daha birlikte paylaşacağız.
Teşekkür ederiz.
----&-----
311
312

Benzer belgeler

GELİŞEN DÜNYADA VE TURİZM SEKTÖRÜNDE YOLCU

GELİŞEN DÜNYADA VE TURİZM SEKTÖRÜNDE YOLCU işbirliğini önemle arzu ediyor, bu arzularını iletti size. Ben çok uzun bir konuşma hazırladım fakat bunu kendi adıma. Esas hitap etmek istediğim akademisyen arkadaşlarım değildi, profesyonel planc...

Detaylı