külliye 63.indd

Transkript

külliye 63.indd
ÜÇ AYLIK KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
S AY I
Yıl : 16/2015
3
İZZETPAŞA VAKFI ADINA
SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
NİHAT ERİŞ
Genel Yayın Yönetmeni
NAZIM PAYAM
Tashih
MAHMUT BAHAR
Röportaj
Yrd. Doç. Dr. TANER NAMLI
Dizgi-Tasarım-Kapak-Web
AYDIN KARABULUT
Basın ve Medya
GIYASETTİN DAĞ
Hukuk Danışmanı
Av. Şuay ALPAY
Dağıtım
İzzetpaşa Vakfı
Danışma Kurulu
Yavuz Bülent BAKİLER
Prof. Dr. Ahmet BURAN
Doç. Dr. Vefa TAŞDELEN
Doç. Dr. Levent BAYRAKTAR
Prof. Dr. Tarık ÖZCAN
Yrd. Doç Dr. Metin Kayahan ÖZGÜL
Dr. M.NACİ ONUR
Uzm.Necati KANTER
Yrd. Doç. Dr. A. Faruk GÜLER
KEMAL BATMAZ
Ömer KAZAZOĞLU
Abone ve Reklam
Yurt İçi: MUSTAFA YAVUZ
Posta Çeki Hesap No:1285029
Yönetim Yeri
İZZETPAŞA CAD. İZZETPAŞA VAKFI
EK BİNA NO:16/4 ELAZIĞ
Tel. 0 (424) 233 55 13 - 233 15 00 (114)
Belgegeçer (faks) : 0 (424) 237 49 65
Baskı
TDV Yayın Matbaacılık ve Tic. İşletmesi
Tel. 0312 354 91 31
Yenimahalle / ANKARA
Abone Şartları (Yıllık): Yurt İçi: 30 TL
Yurt Dışı: 40 Avro
Yıllık Kurum Abone: 80 TL
Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez.
Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğü
değişiklikleri yapar. Yayımlanan yazıların fikrî sorumluluğu
yazarlarına aittir. Bizim Külliye adı
anılmaksızın alıntı yapılamaz.
e-posta (e-mail)
[email protected]
www.bizimkulliye.com
ISSN:1302-3500
Nazım Payam
Temas ve tutku
6
A. Vahap Akbaş
Dağı özleyen adamın şiiri
7
Kalender Yıldız
Şairler
8
İsmail Aykanat
Unique darling
44
Taner Tatar
Kahraman ve kadın
49
Seval Koçoğlu
Savaş devam
ederken...
50
İsmail Çetişli
Hikâyelerde savaşın
kadın kahramanları
59
Nilüfer İlhan
...Safiye Hüseyin
16
Şerif Fatih
Yağmuru sevmeyen
kadına
60
Cafer Gariper
Anadolu kadını ve
Milay Köktürk
Tartışılan entelektüel kuvâyi milliye destanı
22
Köksal Alver
Anne imgesi
24
Hülya Argunşah
Halide Edib, kadınlar ve
savaş: Dağa çıkan kurt
28
Beyhan Kanter
Osmanlı kadın yazarlarının
vatanın kurtarılmasına
ilişkin milli bilinç vurguları
34
Yavuz Aslan
Türk bağımsızlık savaşının
kahramanlarından
Ayşe Çavuş
84
58
10
19
83
Tayyip Atmaca
Şiirin kapısında
Songül Dumlupınar Alican
Güzel ölüm
M. Milât Özçelik
27 Yaşımın şiiri
Haluk Oral
röp. Şerif Fatih
82
Hayrettin Durmuş
Köylü kadınlar
57
9
Lokman Erdemir
röp. Nale Erdemir
81
Abdullah Satoğlu
Çanakkale'de Mehmetçik
Suphi Saatçi
Türkmen çocukları
Mahmut Bahar
Tekil şahsın hikâyesi
Serdar Arslan
Serin
63
66
Mustafa Özçelik
Çanakkale şiirini
farklı okumak
70
85
88
92
Nihat Eriş
röp. Kemal Batmaz
95
Şekip İspir
İhsan Raif
Hanımefendi'nin "kadın
ve vatan" şiiri
98
Süleyman Daşdağ
Sobaların sihri
101
Levent Bayraktar
Mehmet Âkif'ten
Mahir Adıbeş
Nurettin Topçu'ya Vahap Akbaş'ın hatırasına
İsyan Ahlâkı
74
Muhsin İlyas Subaşı
Savaşların
görünmeyen
kahramanları
76
Mehmet Dağıstanlı
Kara Fatma
104
Şeref Akbaba
Mavera'dan bir ses
106
Ömer Faruk Karataş
Abdullah Cevdet-DilmestîMevlânâ
109
Gıyasettin Dağ
Bir edebiyat yolculuğu
Muhterem Okurlar,
Görünürde Çanakkale ve İstiklal Savaşı yüz yıl
önceydi. Ama düşman hâlâ cephede, hâlâ parmağı
tetikte ve taarruza hazır. Belki yüzlerce, binlerce defa
savaşın çehresi değişti. Onlar da her hamlenin faturasını bizlere ödetmek kayıt ve şartıyla bıkmadan usanmadan sadece taktik değiştiriyor, siperden çıkmamızı
bekliyorlar.
Sakın “Elbet bir gün bitecek.” demeyiniz. Bitecek
değil.
Savaş çıkaranlar için, sömürücüler, kana susayanlar, cinnete meyilliler, sadistler, deseniz de dünya,
düzenini yutma ve çıkar ilişkileri üzerine kurmuştur.
Her devire egemen olan çetrefil menfaatlerdir. Ancak
kötüye, kötülüklere teslim olacak değiliz. Kuşkusuz
savaştan kurtulmanın en engin en huzurlu yolu her yönüyle güçlü olmaktır. Ve bütün bunlar bizlere, “Hazır ol
cenge ister isen sulh u salah!” vecizesiyle evvelinden
söylenmiştir.
Gelelim konumuzun kahramanı kadınlarımıza.
Çoğu kadın bir savaşın mantığını anlamayabilir.
Fakat onun sabrı, fedakârlığı, üstlendiği çile niçin savaştığının apaçık delilidir. Barış zamanları, bu delilin
ön hazırlığını her kadının kocasına hizmetinde, evladını yetiştirmesinde, ocağını tüttürmesinde görmemiz
mümkün. Sanırım bir kadına Allah’ın en güzel lütfu, var
olmayla var etme bilincinin verilmesidir.
Bu sayımızı “Çanakkale ve İstiklal Savaşında
Kadınlarımız”a ayırdık.
Gelecek sayımızın dosya konusu; “Edebiyat ve
Evrensellik”
Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah’a emanet
olunuz.
Bizim Külliye
2
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Temas ve tutku
NAZIM PAYAM
“Biz sevdik âşık olduk, sevildik, maşuk olduk”
Yunus Emre
K
Akımlar, akınlar,
savunmalar önce
dergilerde filizlenir.
Yeni tasarımlar,
görüşler dergilerde
sergilenir. Bizden
habersiz yazılmış
olabilirler; ama
tutkumuzu dillendiren
mektupların,
denemelerin
duygudaşlığını,
öfkenin ve coşkunun
kıvılcımlarını da orada
görebiliriz.
alem çömezi,
söz söyleme
gücünü dergisinden alır. Piyasa
civeleği
derginin
sayfasına
serpilmiş
şiirini yıllarca işaret
ededurur. Nice tilmiz
çevresindeki ilgiyi dergisiyle pekiştirir.
Birtakım idealleri, iddiaları halka ispatlama çabasında olanlar, kalem-kâğıt
aşk süresini uzatanlar orada nöbettedir.
Her şey gönülle! Kültürümüze kilometre
taşı olmaya namzetlerin yeri zaten dergi
mutfağıdır. Hacı Bayram Veli Hazretleri şu
son yüz elli yıl içerisinde yaşamış olsaydı,
kuşkusuz; “Nagehan bir şara vardım/ Ol
şarı yapılır buldum/ Ben dahi yapılır oldum/ Taş u toprağ arasında” dizelerine
dergi müdavimlerini de katardı.
Mecnun’a “Neden Leyla” suali sorul3
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
sun ki?... Dergi mensupları Mecnun misali; belki açlığı gidermek,
gönül doygunluğuna ermek için
yola çıkmışlardır. Belki kendilerinde olan, temsil etmekten ziyade
temsil olmak arzusudur. Anlamaya, anlaşılmaya muhtaç ne çok şey
var. Belki de aranılan sadece bir
anlam… Bir temas… Ama neticede her dergi mensubunun asıl
yüklendiği, hayalde canlandırılan
“insanı inşa” olmuştur. Hem
onların ağır aksak sisteme belagatle telkinleri bu yönde yoğunlaşmıyor mu?
Mesela, ilk çocuk dergisi Mümeyyiz, ilk
kadın dergisi Şükûfezar insanı eğitme teşebbüsü
değil mi? Mümeyyiz ve Şükûfezar’dan sonra onlarca aile dergisi yayımlanmıştır. Yine Servet-i
Fünûn’un İkinci Meşrutiyet düşüncesini
biçimlendirmesi, İçtihad’ın Batı’ya ait düşünce
sistemlerini yaygınlaştırması belli bir tipi
öncelemesindendir. Keza, birbirinin devamı
olan Sırât-Müstakîm, Sebilürreşad; İslamiyet’in
mümin kaygısıyla dosdoğru öğrenilmesini;
Genç Kalemler dilde sadeleşmeyi; Küçük Mecmua millî devleti oluşturacak ilkeleri; Varlık,
sanatta yeniyi; Türk Düşüncesi, milliyetçiliği,
Türk Edebiyatı dergisi kültür emperyalizmine
karşı millî hassasiyetlerin ve eserlerin diri tutulmasını savunmuştur.
Mütareke yıllarında Dergâh, dergi mutfağını Anadolu gençlerine devrederken, Hareket,
mahfilini davasının sarsılmaz ahlak numuneleriyle doldurmuş, Büyük Doğu, Diriliş, Mavera özverili tutumuyla günümüz etkin kuşağın
okuma kaynaklarını oluşturmuştur. Garipçiler,
Yaprak’a, Maviciler, toplumsal gerçekçiliğe,
Dost, sola renk vermeye ve hayatın edebiyatını kurmaya çalışmıştır. Arada bata çıka yürüyenler ise, mum ışığında sığınak arayan tıfıla,
hevesliye, şaşkın çömeze durmaksızın adres
tarif etmişlerdir.
Her sokak başını bir dergi tutsa “yeter” demem. Farlarını kendisine veya topluma çevirmiş, bir şeyler sezdirmek, bir şeyler göstermek
çabasında olana niçin gocunayım ki. Fakat onları saymakta tıkanırım.
En uzun ömürlü dergimiz Türk
Yurdu’na gelince; o dinmeyen heyecanıyla yüzlerce binlerce kalemşora ev sahipliği yapmıştır. Hâlâ
yayındadır, hâlâ ‘inşa’ tutkusunu
sürdürmektedir.
Türk Yurdu mücadelesine
1911’de başlar. Onun ilk “yazı ve
tertip tarzı müdürü” Kazanlı Yusuf Akçura’dır. Akçura, Yeni Türk
Devletinin Öncüleri isimli eserinin
IX. bölümünde Türk Yurdu’nun
temel ilkelerini yedi paragrafta
belirtmiştir. Biz o paragrafları birer cümleyle
özetleyelim:
Dilde sadelik, metinlerde estetik zevk gözden kaçırılmayacak. Türklerce geçerli olabilecek bir ideal ortaya konulacak. Türklerin
tanışmalarına, iktisatça ve ahlakça yükselmelerine, fen bilgileriyle zenginleşmelerine
hizmet edilecek. Türk dünyasında oluşacak
fikir akımları ve sevince kedere sebep olaylar kaydolunacak. Millî ruhun gelişmesine ve
takviyesine çalışılacak. Uluslararası siyasette
Türk âleminin menfaatleri korunacak. Menfaatlerimizi savunurken, muhtelif unsurlar
arasında anlaşmazlık, aykırılık doğmasından
kaçınılacak.
Bilim, kültür, sanat; insanı inandırmaya,
samimiyete davet eder. Buna en elverişli davetname ise dergilerdir. Fikirler önce dergilerle
çıkagelir. Akımlar, akınlar, savunmalar önce
dergilerde filizlenir. Yeni tasarımlar, görüşler
dergilerde sergilenir. Bizden habersiz yazılmış
olabilirler; ama tutkumuzu dillendiren
mektupların, denemelerin duygudaşlığını,
öfkenin ve coşkunun kıvılcımlarını da orada
görebiliriz. Dergilerin bir özelliği de dosyalara
gizlenmiş yüksek gerilimli soruları hissettirmesidir. Farklı anlam odacıkları ve zevkleri
oluşturan bu sorular kimi okura müthiş haz
verir. Onları gündeme, kitaplara ve kendisini
aramaya sevk eder. Yine merakımızı dokuyan
bir döneme dair düşünceleri, içli hatıraları
on yıllar sonra dahi dergi sayfaları arasında
bulmamız mümkün.
İşte dergilerin eski sayıları…
4
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
İşte Yeni Mecmua!
Yıl, 18 Mart 1918. Yeni Mecmua, o millî tufanı yaşayanların
kaleminden Çanakkale Özel Sayısı
hazırlamış. Muzaffer Albayrak, Ayhan Özyurt üşenmeksizin bu özel
sayıyı Latin alfabesiyle ve sadeleştirerek yeniden idrakimize sunmuşlar. Bugünün ümitsiz gençlerine,
geleceğe gaziler, şehitler derecesi
kadar hizmet etmişlerdir.
384 sayfalık Çanakkale Özel
Sayısı’nın yazar ve şairleri arasında
kimler yok ki! Sultan Mehmed Reşad, Yahya Kemal, İsmail Hakkı, Enis Behiç,
Ahmet Hikmet, Mehmet Emin, Kâzım Nâmi,
Ziya Gökalp, Yunus Nadi, Ali Canip, Mithat
Cemal, Sami Paşazade Sezai, Ali Ekrem, Hakkı
Tarık, Halit Fahri, Mehmet Âkif… Ya Hüseyin Rahmi, Ruşen Eşref, Hüseyin Suad, Celal
Nuri, Hüseyin Cahit, Selim Sırrı, Falih Rıfkı…
Vatan, tehditlere, saldırılara, işgallere maruzdur. Dünün farklı hizipleri saydığımız
yahut şiirinden, hikâyesinden, romanından
hoşlanmayıp görmezden geldiğimiz edipler,
Yeni Mecmua siperinde kalemini inancıyla
yontmuş, birbirine kenetlenmişler. Tercih hanesine ölmeyi alamayan yaşamayı nasıl becersin? Evet, onlar toprağı vatan yapan bütün
değerler için yerlerini başka kuvvetlere devredene kadar hücum anını beklediler.
Peki, o kıyamet esnası ve hemen sonrasında
ne yazdılar, amaçları neydi?
Ben, Mehmet Talat’ın ön söz niyetiyle yazdığı Birkaç Sözünden bir, Emin Ali’nin makalesinden iki paragrafı dikkatinize sunayım. Siz
de bu paragraflardan kendinize Yeni Mecmua,
Çanakkale Özel Sayısı’nın hazırlanış amacını
çıkarırsınız.
“Müttefik ve düşman, savaşan bütün milletlerin düşünürleri, şairleri ve sanatkârları, savaş
meydanlarındaki yiğitliklerden, kahramanlıklardan ve fedakârlıklardan destanlar yazıyorlar. Bu
destanlar; fedakârlık muhabbetini, vatan aşkını
dövüşmek arzu ve heyecanını artırmak ve sürdürmek için yazılıyor. Savaş artık öyle bir renk
ve hâl aldı ki bu muhabbete, bu aşk ve heyeca-
na şiddetle lüzum var.” (Mehmet
Talat’ın Birkaç Sözünden)
“Bazı tarihî ve önemli olaylar
vardır ki bunlarla bizim aramızdaki görüş mesafesi zaman geçerek
uzadıkça onu bütün incelikleriyle
görmeye ve hayretle karşılamaya
başlarız. Çanakkale savaşları da
o olaydan birini oluşturur. Bunu,
bizlerin daha iyi görmesi ve bütün
büyüklüğü ve dehşetiyle kavrayabilmesi için hem epeyce bir zamanın
geçmesi, hem de uzak ülkelerden,
tarafsız ağızlardan işitilip dinlenilmesi lâzımdı.
18 Mart 1915’te İngiliz ve Fransız donanmasının yenilgisi, Osmanlı savunmasının kıymeti
ve yüceliği, uzak yerlerde daha belirgin yankılar
yaptı. Berlin’de karşılaştığım şahıslardan aldığım
ilk teklif Çanakkale’yle ilgili hatıraların aktarılması oluyordu.” (Emin Ali’nin makalesinden)
Sizin aşkınızla münasebetiniz, mesafeniz
ve onu muhafazanız yasaların tanıdığı haklar
nispetindedir. Sevgilinin sınanması da ancak o
haklar ölçüsünde gerçekleşir. Fakat hürriyetinizin süresini, ağırlığını, sınırlarının genişliğini
belirleyen mücadelenizdir. Eli kalem tutan
iman erleri bunu herkesten fazla bilir.
Müsaade ederseniz Emin Ali’den bir paragraf daha alacağım:
“25 Şubat 1914
Çifte nöbetçiler düşmanla temas eden en
ileri gözlerdir. Bunların ilk ve başlıca görevleri
düşmanı görmek ve gördüğünü hemen geriye
bildirmektir. Giriş bataryalarının en esaslı
görevi de Boğaz’ın iç savunma hatlarını
her türlü baskınlardan haberdar etmek ve
içerideki büyük istihkâmlara gerekli zamanı
kazandırmaktı.”
Cephede bahsedilen nöbet ve görevleri, hiç
tereddütsüz dergilerin nöbet ve görevleriyle
eşleştirebilirsiniz. Çünkü savaş ve barış, silah
ve vatan, inanç ve mücadele, seven ve sevilen,
bedeni sarsan, ruhu ürperten edebiyatçıya her
zaman ihtiyaç duymuştur.
Elbette edebiyatçıların kışlası da dergilerdir.■
5
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
DAĞI ÖZLEYEN ADAMIN ŞİİRİ
açmışım gözlerimi dağ / yürümüşüm dağ
sakın sorma bana neden sevdiğimi
gökte oynaşan yıldızları ve her biçimini ayın
pelit ağacını yağmuru karı
gök gürültüsünü ve kuzu melemelerini
ve fırtınayı bile
yalnızlığı ve korkuyu bile
neden sevdiğimi sorma anla
açmışım gözlerimi dağ / yürümüşüm dağ
annem dağ gibi bir köylü kadını
sessiz mahzun ama başı dik kararlı
yüreğinde kırların bütün çiçekleri
ve bütün kuşları gökyüzünün
bir yanı çalı çırpı bir yanı süt bakracı
başında ak tülbendi ve dağların dumanı
ardında bir ben bir kardeşim kuzu
ve çocuk kalbimde
yüzünden derlediğim deste deste gülüş
annem dağ gibi bir köylü kadını
babam geride kalmış çok az güllerden
fakir ve o kadar âşık
fakir ve o kadar mağrur ve o kadar mümin
babam da bir dağ / başı yüksek
başı karlı dumanlı tipili boranlı
sallar geçirmiş deli sulardan
büyük yangınlar söndürmüş
eşkıya atlatmış
hayatın deli akışında yaralar almış
umur görmüş ağlamış bozgun görmüş ağlamış
allah demiş ağlamış
muhammed demiş ağlamış
babam geride kalmış çok az güllerden
A. VAHAP AKBAŞ
açmışım gözlerimi dağ / yürümüşüm dağ
keklik ötüşlerinde ve kekik kokularında
yuğmuşum kalbimi aklımı
sahici ceylanlar dahi okşamışım bakışlarımla
onlara eş kızların uykularına mihman olmuşum
sakın sorma bana neden sevdiğimi
kaya diplerindeki yaşlı badem ağaçlarını
ince uzun yoksul keçi yollarını
karanlığı
geceyi çarşaf gibi sallayan kurt ulumalarını
ve dikenleri bile çıyan ve akrepleri bile
korkuyu ve yalnızlığı bile
neden sevdiğimi sorma anla
açmışım gözlerimi dağ / yürümüşüm dağ
6
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
şairler
en kolay onlar sever
en zor onlar ayrılır
en uzun onlar ölür.
bir şair ölür bir dua biter
bir şair ölür bir yıldız düşer
bir çocuk ölür…
bilmezsiniz bunları
çünkü siz
şaire benzeyen çocuğu
çocuk kalan şairi
sevmezsiniz
kalender yıldız
7
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
UNIQUE DARLING
1
esirliğim yaşındandır şiirlerimin tenhası
sevgili (m’yi içinde gezdir yazamıyorum)
dilinde pastoral kelimeler
sahiplik bende kalır
bir özge lisan gibi bana koşarsın
gözlerinde bende kal davetiyesi
bir aşkta boğulmuşum ki dirilemiyorum
bu aşk da çok oluyor dayanıyorum
sınır boylarına gidelim aşkın
sen önde bir cumartesi yokluğunu büyütüyorsun
ben suskunluğa bürünmüş ölmeye koşuyorum arkandan
neden böyle yürüyoruz ilmihaller biliyor
rediflerle gelme bana tek kişilik bir aşkla
bir söz ustasıdır çerçi onunla gel
bana başka bir şehir tayin et
bu şehir dar geliyor bakışlar üstümüzde yapamıyorum
melâlimi rüyalarla yıka ellerin ellerimde kalsın
dokunma ağlamasın çayır kuşları
biraz soluklanalım aceleye gelmez şiirlerimiz olsun
ulaksız aşıklarız kimse bizden olmasın rüzgarlar yeter bize
misafiri olalım kuşluk sofralarının
ben bu şehirden gideyim dönsem aflar keser beni
adım ezberlenecek masalımızla
akacağım elem gibi dudaklarından
alnından tutarak masalımızı anlat dünya denen acuzeye
içinde anbean ceylanlar kalsın
içimden bir an çıkmazsın darling
istemezmiş gibi durma öyle yanımda
elimden tut bulutlar alacak yoksa beni
yağmur olup düşeceğim hayır bakışlarına
bu bulutlar vurur beni kaçır bunlardan
kaçır beni balıklara bunlardan sana
İSMAİL AYKANAT
8
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
SERİN
güneşin gamzesi sabah,
ansızın irkiliyor başak.
bütün sırrı
bir bedende kalabalık yaşamak
oynak kuyruk kertenkele
taşa dokunuyor, taş sıcak
alnında sulardan oyuk bir ayna
kaderi, kalpten arta kalmak
bahanesi bohem bir ıslık
su gibi, buğday gibi aziz,
serin kuyu dışa taşıyor
şiir, uzun bir ırmak
SERDAR ARSLAN
9
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
LOKMAN ERDEMİR
ile kadın kahramanlarımız üzerine
Biz cepheye binlerce askeri gönderiyoruz. Ama
onları cepheye uğurlayan annelerden, eşlerden,
geride kalan evlatlarından bahsetmiyoruz.
Cepheye 500 bin askerin gönderildiğini biliyoruz.
Bu şu demektir: 500 bin anne, binlerce evlat ve
yetim ve kimsesizler…
NALE ERDEMİR
LOKMAN ERDEMİR
1975
yılında
Erzurum’da
doğdu.
İlk, orta ve lise tahsilini İzmir Karşıyaka İmam Hatip Lisesi’nde bitirdi. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni
kazandı. 1998 yılında buradan mezun
olduktan sonra Aynı üniversite Sosyal
Bilimler Enstitüsü’nde “17 ve 18. Yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nde Islahat ve
Yenileşme Hareketleri” adlı tez ile 2000
yılında yüksek lisans, “Sebep ve Sonuçları ile Çanakkale Savaşları (Sosyal Tarih
Açısından)” adlı tez ile de 2008 yılında
doktoramı bitirdi.
2010 yılında Mardin Artuklu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
Türkiye
Cumhuriyeti
Anabilimdalına,
2012 yılında ise Çanakkale Onsekiz Mart
Ünversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümü ve Atatürk ve Çanakkale Savaşlarını Araştırma Merkezi Müdürlüğüne
atandı. Evli, iki kız babasıdır.
Lokman Bey, master çalışmanız Osmanlı Devleti ilk dönem ıslahat çalışmaları olmasına rağmen doktora derecesinde sizi Çanakkale Muharebelerini çalışırken bulduk. Neden Çanakkale?
Aslında bu konuyu çalışmayı başlangıçta pek istememiştim. Ben de Çanakkale Zaferi’ni her Türk vatandaşı gibi ilk ve orta mektepte öğrendim. Doktora
tez konusu ararken başlangıçta bu konuda çok fazla
neşriyatın olduğunu beyanla hocam Prof. Dr. Cahit
Baltacı’nın önerisini başka bir konu araştıralım şeklinde tereddütle karşılaşmıştım. Hocamın sen başka
konulara da bak, ama buna da bir bak, demesi ile
Çanakkale Zaferi serüvenim başlar. Birkaç ay başka
konuları hocaya teklif etsem de bu sırada Çanakkale
Muharebeleri hakkında yeterli akademik çalışmanın
bir elin parmaklarını geçmediğini –gerçi hala yeterli
değil- fark ettim. Çanakkale Muharebeleri ile ilgili
herkes bir şeyler söylüyordu ama bahsedilen konuda
akademik bir çalışma yeteri kadar yoktu.
Çanakkale Muharebelerinin bir de sosyal yönü
var. Özellikle savaş sırasında gerek cephe hattının
hemen gerisinde gerekse cephe gerisindeki başta
İstanbul olmak üzere şehirlerde aktif görev alan
kadınlar. Bu konuda eksik bir yan var hep.
Evet, Nale Hanım eksik olan asıl konu ise sava10
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
rektir. Çanakkale’de sadece birkaç değil binlerce
kahraman vardır ve onların hikâyeleri hele geride kalanların ise pek bilinmemektedir.
Yani şunu demek istiyorum: Biz cepheye
binlerce askeri gönderiyoruz. Ama onları cepheye uğurlayan annelerden, eşlerden, geride kalan evlatlarından bahsetmiyoruz. Cepheye 500
bin askerin gönderildiğini biliyoruz. Bu şu demektir: 500 bin anne, binlerce evlat ve yetim ve
kimsesizler…
Çanakkale Savaşları boyunca büyük yararlılıkları görülen
Asker Ailelerine Yardımcı Hanımlar
şın sosyal yönü. Yani hep cephedeki muharebeler anlatılmış, savaşan askerin psikolojisi, nasıl
cepheye geldiği ya da bir annenin eşini ya da
evladını cepheye uğurlarken nasıl bir ruh hali
içinde olduğuna pek değinilmemişti. Aynı zamanda askerin ihtiyacını, yemeğini, giyimini
kuşamını birkaç tas çorbaya hasretme kolaylığını göstermişiz. Hâlbuki cephe hattına yakın
hastanelerde ve cephe gerisinde kadınları hastabakıcı olarak görmekteyiz.
Anladığım kadarıyla literatürdeki boşluk,
hocanızın teşviki ve sizin sonradan başlayan
merakınız?
Tam da öyle diyebiliriz. Daha önemlisi
Çanakkale’nin doğru anlaşılması ve anlatılması gerektiğini düşünüyorum. Kazanılan Zaferi
sadece Seyit Onbaşı’nın sırtına yüklemek ya da
Yahya Çavuş’un kahramanlığında aramak doğrusu cephede savaşıp şehit ve gazi olan binlerce
askerin ve onların geride bıraktığı binlerce kişinin gayret ve fedakârlığına haksızlık olsa ge-
Lokman Bey, önceki soruda vermiş olduğunuz cevaptaki anneler, eşler evlatlar şeklindeki ifadenize dönersek kadınların o dönem
Osmanlı toplum yapısındaki durumu hakkında ne söyleyebilirsiniz? İçtimai hayatta ne
zaman daha aktif olmaya başlamışlardır.
Aslında bu süreci sadece Balkan Muharebeleri ve Birinci Dünya Savaşıyla sınırlandırmak
doğru değil. Balkan savaşları öncesi de var.
Osmanlı Devleti’nde bu anlamda ilk sıkıntı 93 Harbi olarak isimlendirilen 1877-1878
Osmanlı-Rus Harbi sırasında yaşanmıştır.
Rumeli’den binlerce göçmen İstanbul’a gelecektir. Esas sıkıntılı günler ise 1912 ile 1922
tarihleri arasındadır. Bu arada geçen on sene,
gerçekten gerek askerî gerek sivil anlamda büyük sıkıntılar yaşanmasına sebep olmuştur. Savaşı sadece cephede yaşanılan hadiseler olarak
görürüz. Savaşın getirdiği ekonomik sıkıntılar,
göç gibi unsurlar çoğu zaman cephedeki muharebelerden daha yıkıcı olmuştur.
Savaş nedeni ile binlerce göçmen ve yaşanılan sıkıntılar… Balkan Harbi sırasında Çatalca
hattında yaşanan muharebeler ve binlerce yaralı… Yaralıların tedavileri için açılan hastaneler
ve buralardaki hastabakıcı ihtiyacı… Yetim kalanların çocukları… Biraz önce saydığım tüm
bu sıkıntılar Türk kadınını sosyal hayatın sıkıntıları ile daha yakından ilgilenmeye sevk edecektir. Özellikle cepheye giden binlerce iş gücünün
geride bıraktığı boşluğun doldurulması ve ekonomik sıkıntı çekmeye başlayan kadınlarımız.
Lokman Bey bahsettiğiniz noktadan hareketle, Türk kadını savaşın sebep olduğu erkek
nüfusun azlığından ötürü toplumsal hayata
daha hızlı uyum sağlamış gibi. Bu durumu
11
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Cemiyeti’nin namına yardım yapanlara verilmek üzere
hazırlanan bir şehadetname.
örneklerle açabilir miyiz?
Tabi ki Nale Hanım, verilecek örnek çok,
lakin bütünün birkaç parçasını vermek kâfi
gelir sanırım. Bugün fazla üzerinde durmadığımız bir husus var. Savaş sırasında erkeklerin
boşalttığı alanlarda önemli hizmetleri olmuştur.
Özellikle Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin önemli
faaliyetleri olmuştur. Ayrıca savaşta yakınları şehit olmuş askerlerin kimsesiz çocuklarını istihdam ettikleri Darussına’yı kurmuştur. Bununla
birlikte hastanelerde yaralıların tedavilerinde
hastabakıcı olmuşlardır. Özellikle resmi dairelerde de kadınlarımız birçok iş alanı bulmuştur.
Maliye Nezareti’nde, Posta Nezareti’nde, Ziraat
Bankası’nda memure olarak çalışan kadınlarımız titizlikleri sayesinde kurumların nizama
girmesinde büyük pay sahibidir. Çok ilginç
gelecektir ama Beyoğlu’ndaki kadın berberlerin haberleri dönemin gazete sütunlarında yer
almıştır.
Savaşın sadece cepheden ibaret olmadığını, cephe gerisinde de yapılan çalışmaların ve
cemiyetlerin savaşın seyrine iştirak ettiğini
söylüyorsunuz. Bu çalışmalar nelerdir ve kadınlar bu süreçte nasıl görev almışlardır?
Yapılan çok fazla çalışma var. Çok büyük
fedakârlıklar var. Fakat özellikle kadınların
başını çektiği cemiyetlerin çalışmaları hem
mana bakımından hem de sonuçları bakımından önemlidir. Seferberlik ile başlayan sıkıntılı
günler 1915 Nisan ve Mayıs aylarında doruk
noktaya ulaşır. Halk da bu sıkıntılı günlerde
İstihlaki Milli Kadınlar Cemiyeti’nin mührü.
topyekûn harekete geçerek hem kendi hem de
askerin yaralarını sarmaya çalışmıştır. Yardım
kampanyaları düzenlenmiş, hastanelere ziyaretler yapılmıştır.
Bu faaliyetlerin en anlamlıları kıyafet ve tıbbi malzeme temini şeklinde olmuştur. Mevcut
hastaneler yetmeyince açılan yeni hastanelerde
sedye, yatak, çamaşır, ilaç eksiğinin yanı sıra çalışan eksikliği doğmuştur. İşte burada devreye;
başını kadınların çektiği cemiyetler girmiştir.
Kimi hastane açmış kimi kıyafet dikmiş kimi
hastabakıcılık yapmıştır. Kurulan bu yapılar
sanki askeri bir intizamda işlemiş ve görünmez
bir ordu oluşturmuştur. Kadınlarımız da bu görünmez ordunun kahramanları olmuştur. O dönem çıkan bir gazetenin başlığında geçen ifade
bize konunun özünü veriyor aslında… “Mecruh
gazilerimizin şefkatli validesi Hilal-i Ahmer”
Kurulan bu kuruluşların isimlerini ve
amaçlarını sıralayabilir miyiz?
Çok fazla oluşum var aslında. Bu kurumların
en başında daha önce de bahsettiğim gibi
Hilal-i Ahmer ve Müdafaa-i Milliye cemiyetleri
gelir. Hilâl-i Ahmer Cemiyeti hem cephe hattında hem de gerisinde büyük işler başarmıştır
ki zaten bugünkü Kızılay’ın temelini oluşturur.
Hilal-i Ahmer genelde sağlık hizmetlerinde faaliyet göstermiş bir cemiyettir. Müdafaa-i Milliye Cemiyeti de hemen hemen bütün alanlarda
faaliyet göstermiştir. Özellikle yardım toplama
ve bu yardımların ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmasında aktif olmuştur.
12
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Bir diğer cemiyet ise 1913 yılında Balkan
Harbi’nin yaralarını sarmak için Melek Hanım
öncülüğünde kurulan İstihkak-ı Milli Kadınlar
Cemiyeti’dir. Balkan Muharebeleri sırasında
kadınlara terziliği öğreterek yerli kumaş üretiminin arttırmayı ve millî üretimi amaçlayan ve
ekonomik bağımlılığın azalmasında kadınların
belirleyici olacağını savunan cemiyette 200 kadın çalışmıştır. Cemiyet, Çanakkale Muharebeleri sırasında Divanyolu’nda bir de hastane
açmıştır.
Savaş sırasında cephede mücadele eden askerlerin aileleri de unutulmamıştır. Cephede
vatanî görevini yapan askerlerin aileleri de öncülüğünü Enver Paşa’nın hanımı Naciye Sultan’ın
yaptığı ve onun himayesinde kurulan Asker Ailelerine Yardımcı Hanımlar Cemiyeti de önemli
faaliyetlerde bulunmuştur. Faaliyette bulunan
bir diğer cemiyet ise Biçki Yurdu Cemiyeti’dir
Fakir Türk kızlarına dikiş kursları vererek onların kendi ayakları üzerinde durabilmelerini sağlamıştır. Açtığı dershanede 900 kız öğrenci ye-
tiştirmiştir. Balkan Muharebeleri’nde atılan bir
başka cemiyet de Esirgeme Cemiyeti’dir. Balkan
faciasında akın akın İstanbul’a gelen muhacirlere yardım amacıyla kurulan bu cemiyet, askerlerin cephe gerisinde bıraktığı evlatlarına sahip
çıkmıştır.
Halide Edip’in kurduğu Teali-i Nisvân Cemiyeti, yetimlere şefkatli kollarını açmıştır.
Ayrıca hastaneleri ziyaret ederek ihtiyaçların
temini için çalışmışlardır. Bütün bunları bir
düşündüğümüzde gerçekten seferberliğin ne
demek olduğunu anlıyorsunuz. Her yerde bir
gayret, sönen umutları yetiştirmek için müthiş
bir uğraş...
Son olarak da Hilal-i Ahmer Cemiyeti Hanımlar Heyet-i Merkeziyesi’nden bahsetmek
istiyorum. 1913 yılında Balkanlar’dan göç eden
yetim ve yardıma muhtaç kızları korumak için
tesis edilen cemiyetin bünyesinde kurulan bu
merkez, adından çok söz ettirir. Hastanelerde
gönüllü hastabakıcılık yapmış; eğlence, müsamere, piyangolar düzenlemiş; ellerinde yardım
13
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
kutularıyla para toplamış; takvimler çıkarmışlardır. Kısaca toparlamak gerekirse; kadınlarımız bu cemiyetler sayesinde hem vatan müdafaasının görünmez kahramanları hem de sosyal
hayatın bir parçası olmuşlardır.
Cephe
gerisinde
gerçekten
büyük
fedakârlıklar göstermiş kadınlarımız. Biliyoruz ki Osmanlı tebaası çok uluslu bir yapıya
sahipti. Gayr-i Müslim kadınlar da bu yardım kuruluşlarında görev aldılar mı?
Osmanlı tebaasındaki birçok gayrimüslim
hanımın İstanbul’un muhtelif hastanelerinde
hastabakıcılık yaptığı hem arşiv belgelerinde
hem de gazetelerdeki haberlerden anlaşılmaktadır. Hatta bazılarına hizmetlerinden dolayı
Hilâl-i Ahmer Cemiyeti tarafından madalya verilmiştir. Gazete haberlerinden mesela Feriköy
Mecrûhîn Hastanesi’nde semt sakinlerinin ileri
gelenlerinden Muallim Mösyö Buşe’nin hanımı
Madam Okuton gönüllü hastabakıcı olduğunu
öğreniyoruz.
Özellikle Almanya ve Avusturya tebaasından
birçok hanım sağlık heyetleri ile birlikte
İstanbul’a gelmiştir. Bu heyetlerden birinde
on hemşire ve on hastabakıcı bulunmaktadır.
Bu
gelenlerden
birçoğu
hastanelerdeki
hizmetlerinden dolayı daha sonra madalya ile
taltif edilmiştir. Sadece kadınlar değil gayr-i
müslim halk da çoğu zaman yardımlarını esirgememiştir. İstanbul’daki Musevi cemaati kendi hastanesini yaralılara açmıştır. Haham başı
Hayim Naum Efendi de hastane ziyaretlerinde
bulunmuştur.
Çalışmalarınızda dönemin siyasilerinin
hanımlarının da aktif olarak yardım
faaliyetlerinde bulunduğunu görüyoruz. Bu
konuda neler söylemek istersiniz?
Çoğu, cemiyetin önderliğini yapmışlar,
yardım
kampanyaları
düzenlemişler,
konaklarını yaralılara açmışlardır. O dönem
Bahriye Nâzırı Cemal Paşa’nın eşi, Maçka
Hastanesi’nde gönüllü hastabakıcılık yapmıştır.
Merhum Reşid Paşa’nın torunu Gülsüm, Ulviye
ve Muzaffer hanımların hasta ve yaralılar için
yaptıkları birçok aynî yardımın yanında Taşkışla Hastanesi’nde gönüllü hastabakıcı olarak
çalışmışlardır. Ayrıca, Pangaltı Hastanesi’nde
Şûrâ-yı Devlet’ten İbrahim Bey’in hanımı gibi,
14
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
birçok devlet adamının hanımları da gönüllü
olarak hastabakıcılık yapmışlardır. Bunlar sadece çarpıcı örnekler. Yani hiç ayrım gözetilmemiş
ve herkes elinden geleni yapmıştır.
Bütün bu fedakârlık topyekûn savaşın getirdiği bir zaruret olsa gerek değil mi?
Bir taraftan öyle ama kayıtlarda hiçbir hanıma bu konuda bir baskı yapıldığına rastlamadım. Bu topyekûn mücadele; savaşı, savaşın
yapıldığı yerde bırakmamış büyük bir coğrafyaya yaymıştır. Aslında bu özellik yani topyekûn
savaşma yeteneği bizim genlerimizde var. Orta
Asya’da hüküm süren boylarda, obalarda, devletlerde ordu-millet anlayışı mevcuttu. Savaş
olduğunda toplumun her ferdi bir asker oluyor
ve yurdunun müdafaasında herkes saf tutuyordu. Bu bir askeri gelenektir, bu bir büyük devlet
olma bilincidir ve nihayetinde vatan sevgisinin
mukaddesliğinden de kaynaklanır.
Bu zor günlerde özellikle açılan hastanelerde
kadınlarımız gönüllü hastabakıcı olmuşlardır.
Hiçbir ücret almadan çalışan sayıları 250 geçen
bu hanımlara Hilâl-i Ahmer Cemiyeti tarafından madalyalar verilmiştir.
Türk kadınının hem savaşta hem de savaş
sonrasında gösterdiği yararlılıklar göz önüne
alındığında, kadınların birçok hakkı o dönemde esasında fiilen elde ettiğini söyleyebilir
miyiz?
Kısmen diyebiliriz. Hatta 1918’de mütarekeden sonra cephedeki erler terhis edilince eski
işlerine dönmeye başlayacaklardır. Yerlerinde
çalışan hanımların işlerine son verilecektir. Bu
duruma hanımlar itiraz edeceklerdir. Günün
gazete ve dergilerinde bu hale en hararetli karşı çıkanların başında Fatma Aliye Hanım gelir.
Hastabakıcılık gibi birçok iş kolu da müesseseleşmiş olacaktır. I. Dünya Harbi döneminin
bu sıkıntılı günlerinin tecrübesi Milli Mücadele döneminin kazanımları arasında yerini daha
sonra alacaktır.
Böyle önemli bir konuda, Çanakkale Muharebelerinin 100. Yılı olduğu bu dönemde
yoğun çalışmalarınızın arasında bize zaman
ayırarak verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederiz.■
15
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
HALUK ORAL
ile Çanakkale Savaşları üzerine
Mustafa Kemal, anlatılmadan Çanakkale
Savaşının anlatılacağına inanmıyorum. Onun
en önemli özelliği tehlikeleri sezmesi ve
çıkarmaların nereden yapılacağını görmesiydi.
Tabii ayrıntıya girersek bitiremeyiz. Fakat
sonuçlardan, zaferlerden çok ileri görüşlü
biri olduğunu anlıyoruz.
ŞERİF FATİH
Prof. Dr. Haluk Oral
1957’de doğdu. 1978’de
İstanbul Üniversitesi FenEdebiyat Fakültesi Matematik Bölümü’nü bitirdi.
Boğaziçi Üniversitesi’nde
yüksek lisans yaptıktan
sonra
1989’da
Kanada’da Simon Fraser
Üniversitesi’nde doktora
öğrenimini
tamamladı.
Bir yıl ABD’de konuk
öğretim üyesi olarak
çalıştı. 1990-2010 yılları arasında Boğaziçi
Üniversitesi’nde öğretim
üyesi olarak çalıştı. Zeynep ve Ali’nin babasıdır.
Kitapları:
Bir İmzanın Peşinden
(2003)
Erol Güney’in ke(n)disi
(2005) (M. Şeref Özsoy
ile)
Arıburnu 1915, Çanakkale Savaşı’ndan Belgesel
Öyküler (2007)
Şiir Hikâyeleri (2008)
Çanakkale 1915 (2015)
Sayın Haluk Oral, ihtisas alanınız matematik, fakat tarih ve edebiyat alanına vaktinizin çoğunu ayırarak klasik anlayışların ötesinde
birçok farklı araştırma ve kitaba imza attınız. Bir matematik profesörü olarak sizi tarih ve edebiyata götüren neydi?
Matematik profesörü olarak tarih ve edebiyatla ilgilenmeye başlamadım. Ben kırk yaşında profesör oldum. Tarih ve edebiyatla on beş yaşımdan
beri ilgileniyorum; öğrencilik yıllarımda da bulabildiğim her türlü tarih ve
edebiyat kitabını okuyordum. Tabii ders kitaplarındaki tarih ve edebiyatın,
öğrenilmesi gereken tarih ve edebiyatı tam olarak yansıttığını hiçbir zaman
düşünmedim. Ders kitaplarındaki tarih bir kapı aralıyor insana. Mesela
tarih dersinin kitabında Çanakkale Savaşı sadece iki veya üç sayfa yer alır.
Oysa ben Çanakkale Savaşıyla ilgili önce başka bir kitap sonra yine başka
bir kitap okuduğumda artık onu birkaç sayfada yahut bir kitapta kalacak
bir şey olarak görmüyorum. Ya da ne bileyim, edebiyat kitabında Yahya
Kemal’in hayatını ve iki üç şiirini. Ama sonra oturup Yahya Kemal’i uzun
uzun okuduğumda öğrenilecek çok fazla şeyin olduğunu görüyorum. Dolayısıyla bunlarla bir matematik profesörü olarak ilgilenmenin ötesinde
hayatımın hep içerisinde bir parçasıymış gibi uğraşıyorum.
Peki, uğraşınızın ürünü eserleriniz var, nasıl başladınız bu çalışmalara?
Öncelikle sevdiğim şairlerin, yazarların imzalı kitaplarını görmek çok
hoşuma gitti. Sonra kitapların, kime nasıl ve ne zaman imzalandığı sorularıyla arkadaşlarımızla sohbetlerde bulunduk. Çünkü o zamanlarda yazarlar, şairler şimdiki gibi imza günlerinde kitapları imzalamıyorlardı. Mutlaka bir bağlantı vardı arada. Hürriyet gazetesinden sevgili İhsan Yılmaz ve
Doğan Hızlan’la bu konuyu konuştuk. Sonra, Hürriyet Gösteri dergisinde
16
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
“Bunları anlatır gibi yaz.” dediler bana. Ben işte o
zamanlar yazmaya başladım. Önce edebiyatla sonra
tarihle ilgili devam ettim yazmaya. Başlangıcı bu şekilde yaptım diyebilirim.
Tarihimizde kuşkusuz çok önemli olaylar var.
Fakat siz özellikle Çanakkale ile ilgilendiniz. Bu
ilginizin özel bir nedeni var mı? Çanakkale sizin
için ne ifade ediyor?
Çanakkale ile ilgili zaten okuyordum. Dediğiniz
gibi tarihte birçok önemli olay var. Fakat meslek
olarak da bütün zamanımı tarihe ayırabilecek konumda değilim. Ama bir konuyu seçip o konuyla
ilgilenmek, onu iyi öğrenmek çok daha önemli benim için. Bu nedenlerle Çanakkale’yi seçtim. Sonra
güzel bir şey oldu ve bir sahaftan bir sürü belgenin
olduğu bir dosya aldım. O dosyadaki belgeleri okumaya başladım. Bahsettiği günlerde Çanakkale’de
neler olmuş onları öğrenmeye çalışırken o öğrenme
ve okumaları makaleler halinde yayımladım. Sonra
o makaleler birleşip kitaplaştı.
Arıburnu 1915/Çanakkale Savaşından Belgesel Öyküler kitabınız hem okuyucuların hem
de araştırmacıların büyük ilgisini çekti. Kitabı
20 yılda topladığınız belgelerle yazdığınızı söylemiştiniz. Kitabın yazılış aşamasından ve amacından bahseder misiniz?
Açıkçası bir kitap yazmak için yola çıkmadım.
Elime geçen belgelerin gerçekliğini araştırmaya
başladım ilkin. Bu belgelerle ilgili yazılar yazmaya
başladım. Hürriyet ve Cumhuriyet gazetelerinin
yanında Türk Edebiyatı dergisinde Beşir Ayvazoğlu
bir makalemin yayımlanmasını sağladı. Zaten kitap
baştan sona bir konuyu anlatan çalışma değil. Her
bölümde ayrı bir belge ve olaydan yola çıkarak yazdım o bölümü.
Kitapla ilgili nasıl tepkiler aldınız?
Şimdiye kadar olumsuz bir tepki veya eleştiri
almadım. Türkiye’den başka yurt dışından önemli
geri dönüşler oldu. Maalesef şöyle bir durum var:
Yazılan çoğu Çanakkale kitabı yurt dışı kaynaklarına dayanılarak yazılıyor. Buradaki en büyük eksiklik
Türk kaynaklarının pek bilinmeyişi! Dolayısıyla benim kitabım belgelerden çıktığı için iyi tepkiler aldı.
Çünkü çok fazla bilinmeyen olayları ortaya çıkardım. Tabii bir de bu belgelerin çoğu Osmanlıcaydı.
Hem İngilizce hem de Osmanlıca biliyor olmam
benim için şanstı. Çünkü bir yandan Osmanlıca
belgelere de bakıp inceleme fırsatı buldum bir yandan da yabancı kaynakları irdeledim. Ama ağırlığı
Türk kaynaklarına verdim. Bu kitabın önemli bir
yanı varsa o da Türk kaynaklarına dayanıyor olması.
Kitabınızda birçok kahraman ve önemli karakter var. Bu anlattıklarınız içinde Anzaklar da
var. Teğmen Petterson, İbradılı İbrahim ve bir de
Dr. Charles Ryan var. Dr. Charles Ryan’ı Plevne
Savaşından hatırlıyoruz. Kitabın bu denli insan
odaklı olmasının sebebi nedir? Sizi en çok etkileyen kahraman hangisi oldu?
Kitaplarımda hangi insandan bahsediyorsam
o insanın hikâyesiyle yatıp kalkmaya başlıyorum.
Dolayısıyla en son neyle uğraşıyorsam beni en çok
etkileyen o oluyor. İnsan kaynaklı olması da zaten
benim savaşı yüceltmek gibi bir derdim yok. Böyle
bir şeyde olamaz. Savaş dünyanın en kötü şeyi ve
benim orada anlattığım tarihî bir çerçevenin içerisinde insanların yaşadıkları çektikleri. Yaşanılanları
unuttuğumuz için aynı dertleri yeniden çekiyoruz.
O siperlerde tabii ki biz bir vatan savunması yapıyorduk ama karşımızdakiler de insandı. Neticede
18-20 yaşındaki insanlara “Git vatanın için savaş.”
demişler onlar da gelip burada savaşmış. Yani benim
fertlere bir düşmanlığım yok.
27. Alay siperlerinin bulunduğu alana otopark yapılmıştı. Bu konuyla alakalı ne söylemek
istersiniz?
Kitapta da söyledim. Gerçekten de 2000’li yıllara kadar korunmuş Türk siperlerinin yok edilmesi beni çok üzdü. Çanakkale Savaşıyla ilgili biraz
bilgisi olan ve o hassasiyeti gösteren herkes üzülür
diye düşünüyorum. Orada sembolik bir şehitlik var.
Çanakkale Savaşında bizim askerlerimiz o şehitliğin
yakınındaki siperlerde şehit oldu, bu kadar önemli
bir mevzuda bu şekilde davranılmasına her zaman
karşı çıktım ve çıkacağım.
Biraz Charles Ryan’dan bahsedelim. Türkler
hakkında ne düşünüyordu?
Dr. Charles Ryan tabii Plevne gibi tarihimizin
sembol muharebelerinden birinde Osmanlı saflarında doktor olarak çalışıyor. 1897’de Plevne anılarını anlattığı Under the Red Crescent (Plevne’de Bir
17
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Avustralyalı) kitabını yazıyor. Orada Türk askerlerinin ne kadar güçlü ve mert olduklarını uzun uzun
anlatıyor. Avustralya’ya döndükten sonra Osmanlı
İmparatorluğunun orada fahri konsolosluğunu yapıyor. Fakat neticede bir Avustralyalı. Savaş sırasında doktor olarak, kısa bir süre için de olsa Gelibolu
yarımadasına geliyor. 24 Mayıs’ta bir günlük ateşkes
sırasında pek çok fotoğraf çekmiştir. Bugün o fotoğraflar Avustralya Savaş Müzesi arşivinde.
Çanakkale savaşının yapıldığı alanda
İtilaf Devletleri tarafından toprağa gömülen
patlayıcılar olduğunu söylüyorsunuz kitabınızda.
Bu patlayıcıların bugünkü durumu hakkında
neler söyleyebilirsiniz?
Düşman kuvvetleri bizim çekilmeyi fark edip
saldırmamız durumunda patlatmak üzere patlayıcı
dolu lağımlar, yani yer altında tüneller, hazırladılar.
Bizimkiler çekilmeyi fark etmedi. Bunun üzerine
o patlayıcılar patlamadan hemen hemen hepsi orada kaldı. Hâlâ etkili olabilir mi? Olabilir. Mesela
yetmişli yıllarda bir orman yangınında o alanda
gömülü bazı patlayıcı maddeler patlamış ve orada
bulunan bir çoban kemiklerine kadar kül olmuştu.
Çanakkale Savaşında Mustafa Kemal’in rolü
neydi?
Çanakkale’de Mustafa Kemal çok önemli iki rol
üstlendi. Birincisi 25 Nisan çıkartmanın yapıldığı
gün. Hemen şunu belirtmemiz lazım: Bir kere Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşının başındaki komutan değil bir yarbaydı. Ama bu yarbayın emrinde
bütün ordunun yedek kuvveti olan 19. Tümen
vardı. Dolayısıyla ordu komutanı emri verecek
ve o da gereken yere savaşmaya gidecek. Çıkarma başladığı zaman Mustafa Kemal bunun çıkarmanın esas çıkarmalardan biri olduğunu anladı.
Kendi inisiyatifiyle nerdeyse bütün tümeniyle,
oldukça erken bir saatte düşman çıkarmasına
karşı koydu. Bu, düşmanı engelleyecek fevkalade
bir öngörüdür. Çünkü düşman ilk gün daha ileri
gidebilseydi, tepeleri aşabilseydi, savaş bizim için
çok daha zorlaşacaktı. Tepeleri aşmadan durdurulması Mustafa Kemal’in inisiyatif kullanması çok
önemli rol oynadı.
İkincisi ise Ağustos’ta. Bu çıkartmanın ikinci
aşamasında tekrar saldıran müttefik kuvvetlerini
durdurması, Conkbayırı zaferini kazanmasıdır. Bu
iki olay da Çanakkale Savaşı’nda çok önemlidir.
Mustafa Kemal, anlatılmadan Çanakkale Savaşının anlatılacağına inanmıyorum. Onun en önemli
özelliği tehlikeleri sezmesi ve çıkarmaların nereden
yapılacağını görmesiydi. Tabii ayrıntıya girersek
bitiremeyiz. Fakat sonuçlardan, zaferlerden çok ileri görüşlü biri olduğunu anlıyoruz. Bütün halka ve
orduya büyük moral verdi bu zafer. Çanakkale geçilseydi başkentte yani İstanbul’da padişah sarayının
önünde düşman gemisi görecektik. Bu kadar basit
işte!
Bu kadar önemli bir zaferden bahsederken
özellikle halkımızın bu zaferi yeteri kadar bilmediğini söylediniz. Peki, size herhangi bir film için
özellikle senaryo aşamasında başvuran oldu mu?
Yani bir zaman konuşuldu. Fakat gerçekleşmedi.
Ben kitabımı yazdım. Kitabım orada. Ama mesela
Çanakkale ile ilgili bir proje yapılmak istenirse bana
başvurulunca yardımcı olmaya elbette çalışırım.
Ama gerisi benim işim değil.
Şu an gerek tarih içerikli gerekse Çanakkale’yle
ilgili yapmakta olduğunuz veya yapmayı
düşündüğünüz bir çalışma var mı?
Bir Çanakkale kitabı daha yazdım yakında çıkacak. Çanakkale benim çok uzun yıllar okuyup
öğrendiğim bir şey. Yeni bir konuyu başlayıp öğrenmeye vaktim yok. Ama Kurtuluş Savaşıyla da her
zaman ilgilendim. Belki Kurtuluş Savaşıyla ilgili bir
iki çalışma yapabilirim.
Şiir hikâyeleriyle ilgili bir kitabınız var. Birçok
önemli şiirin gerçek hikâyesini anlatıyorsunuz.
Mehmet Âkif Ersoy’un Çanakkale Şehitleri şiiriyle ilgili bir çalışma yaptınız mı?
Asım kitabında bir bölümdür o şiir. Yanlış hatırlamıyorsam o bölüm Cumhuriyetin ilanından sonra basıldı. Yıllarca aradım nerede yazdığını o kısmı.
Bir söylenti Almanya’dayken yazdı. Diğer söylenti
Arabistan çöllerindeyken yazdı. Ama kesin bir kaydını bulamadım. Fakat bu şiiri Çanakkale zaferini
öğrendiği zaman yazdığını düşünüyorum. Dediğim
gibi emin olamadım. Bu arada Nâzım Hikmet’in
“Memleketimden İnsan Manzaraları” adlı eserinde
de birkaç sayfanın Çanakkale Savaşı’nda 19 Mayıs
hücumu sırasında yaralanan bir Mehmetçiği anlattığını da hatırlayalım.■
18
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Tartışılan entelektüel
MİLAY KÖKTÜRK
Bilge kişi
tipinde keskin
dönüşüm ise
yükselen Batı
medeniyetiyle
yüz yüze
gelince
yaşandı. Veli
ya da alperenin
elinde
şekillenen
yaşama
dünyası, artık
“yeni”nin ezici
etkisi karşısında
eski sükûnetini
kaybetti.
İ
nsanlığın bilinen toplumsal tarihi
boyunca tüm zaman ve mekânlarda
“bilge kişi” gerçeği mevcut oldu. O,
dönemlere ve çağlara göre değişiklik gösterdi.
Lakin her toplumun tarihinde aynı bilge kişi
tipleri aynı sırayla arzıendam etmemekle birlikte, farklı toplumların bilgeleri birbirinden
kökten biçimde farklı da olmadı. Batı’daki
bilge tipleriyle uzak doğudaki bilge tipolojileri
ortaya çıkış sırası bakımından apayrı bir görünüm taşımadı. Feodal ruhun bilgesi de hep
feodal topluluklarda kendini gösterdi. Aynı şekilde, feodal çağın bilgesi modern çağların bilgesinden sonra da ortaya çıkmadı. Bilgelerle
toplumsal yahut zihinsel gelişmişlik arasında
hep bir paralellik mevcut oldu.
Kendi sosyal tarihimizde bilge kişi ilk başta Şaman kimliğiyle boy gösterdi. O, sırlara
vakıf, hakikati temaşa eden aşkın bir kişilik,
toplumun teorik ve pratik bilgi kaynağı olan
bir kanaat önderiydi. Yeni bir inanç çevresiyle,
İslamla tanışan Türk toplumunda, bilge kişi
de İslamın ruhuyla donandı ve veli ya da alperen kimliğiyle ortaya çıktı. Artık hakikati
temaşa doğaüstü bir güçle değil, ilahî varlığın
19
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Entelektüelin vazgeçilmezi olan akılcı tutum ve akıl
kullanımı aslında birçok kesimi rahatsız etti, en çok
da yerleşik egemenleri! Çünkü aklını kullanan, kendi
varoluşuna dayanan bir bireydir. Kendi varoluşuna
dayanmak ise özgür olmak demektir. Özgür birey, tüm
çağlarda tüm egemenleri rahatsız etmiştir. Bugün de
böyledir
insana seslenişi çerçevesinde gerçekleşir oldu.
Daha önemlisi, varlık dünyasının hakikati yerine insan dünyasının hakikatine vakıf olma
eğilimi öne çıktı. Akıl doğru ve erdemli yaşamanın kılavuzu olarak kabul edildi. Ama tek
başına bırakılmadı. İnsan varlığı, insanın dünyası akıl ve duygu birlikteliğinden oluşmuştu.
Bu bakımdan akla vicdan, sevgi ve hürmet de
eşlik etmeliydi. Bütün bunların yanında, bu
birlikte mevcudiyetin sürekliliği, ‘esirgeyen
ve bağışlayan’ bir Yaratıcı’nın kabulüyle teminat altına alındı. Bu nedenledir ki, yaratılan,
Yaratan’dan ötürü sevilmeyi hak etti. Bu bilge
kişi tipi, sergilediği yaşama biçimi ve üstlendiği kanaat önderliğiyle, ahlâki değer ve yaşama
ortamının köşe taşlarını teşkil etti. Halk arasında ise arifler, küçük çaplı etki çemberiyle
benzer bir rol icra ettiler.
Şekillenmekte olan yeni medeniyet
çevresinde, eşya dünyasının hakikatiyle iştigal
eden bilim adamları da mevcut oldu; zamanın
örgün eğitim kurumlarının mensupları olan
bu zümre, ‘ulema’ olarak adlandırıldı. Onlar
da aklı esas alan bilge kişi tipi idiler. Fakat
ilerleyen zaman içinde -günümüz kavramlarıyla söylersek- mevcut entelektüel ortamı ileri
düzeye taşıyamadılar. Özgürce düşünen ve sorumluluk bilinciyle aklın ışığını saçması gereken bu bilge tipi, kul tipine dönüştü. Kendi
tarihimizde bilge kişinin ilk hazin dönüşümü
belki burada görüldü.
Bilge kişi tipinde keskin dönüşüm ise yükselen Batı medeniyetiyle yüz yüze gelince yaşandı. Veli ya da alperenin elinde şekillenen
yaşama dünyası, artık “yeni”nin ezici etkisi
karşısında eski sükûnetini kaybetti. Eşya dün-
yasının sırlarını çözmekte, insan düşüncesine
yeni açılımlar getirmekte, bilfiil hayatı kolaylaştırmakta apaçık bir üstünlüğe sahip olan
Batı medeniyeti, kanaat önderlerinin yapısını
da değiştirdi. Artık yeni bilge kişilerimiz yazar, şair, edebiyatçı, düşünür, gazeteci, devlet
ya da siyaset adamı kimlikleriyle boy gösterdiler ve adlarına ‘entelektüel’ denildi. Bundan
böyle onlar toplumun kaderini elinde tutan ya
da toplumu etkileyen yeni kanaat önderleriydi.
Aynı zamanda toplumsal ortam çeşitlendiği ve
bireyler ‘tâbi olan’ karakterinden çıktıkları,
kendilerini hep kurucu fail olarak gördükleri için her şey tartışılmaya başlandı. En çok
tartışılan da, modern çağların bilgesi olan entelektüel oldu. Kimdi bu entelektüel? Onun
varlık kazanması olumlu mu yoksa olumsuz
muydu? Ona modern çağların bilgesi demekle, onu âdeta yüce bir kişilik mertebesine mi
yükseltiyoruz?
Entelektüele bir değer biçmeden önce,
onun bilfiil mevcut bir vakıa, bu çağlardaki
toplumsal ve insani durumun doğal bir sonucu olduğunu ifade etmemiz gerek. Entelektüelin ortaya çıkışında, epistemolojik, sosyolojik
ve teknik koşullar asıl belirleyici unsur, itici
güç oldu. Öncelikle bilgi, eğitim imkânlarının
yaygınlaşmasıyla ve iletişimin kapsamının genişlemesiyle tarihte hiç olmadığı kadar geniş
kitlelere yayıldı ve dileyenin kolayca erişebildiği bir malzemeye dönüştü. Bu, tarihteki bilgeyi tahtından edip büyüsü bozulmuş dünyanın
sıradan vatandaşı hâline getirdi. Bilgiye sahip
olmak artık kişiyi destansı bir ayrıcalığa sahip
kılmamaya başladı. Aynı zamanda insan, fazla
bilgi gerçeğiyle yüzleşti. Bilinecek şey çok ve
20
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
ömür ile öğrenme kapasitesi sınırlı idi. Dolayısıyla bilgi derinliğine değil de genişliğine
talip olundu. Diğer yandan bilgi ile bu karşılaşma ve karşılaşmanın dalga etkisi toplumsal
ortamın çokluk ve çeşitlilikle donanmasına
yaradı. Modern çağın bireylerinde kendilerine dayanarak var olabilme iradeleri gelişmeye
başladı. Bu bireyler artık kendilerini kendileri
olarak temsil etmeliydiler. Onlar kendi akıllarını kullanmalı, kendi duruşlarını sergilemeliydiler. İhtiyaçları olan tüm donanımlar
bugünün iletişim ortamında onların ellerinin
altındaydı. Onlar aynı zamanda kendilerini bu
bilgilerle karşılaşan ama onları yeniden üretemeyen sıradan kişilerden de ayırmalıydı. İşte
entelektüelin ortaya çıkışına zemin hazırlayan
şartlar kısaca bunlardı. Elbette entelektüel
kendini de tartışmalıydı. Entelektüelin dışındaki kitle de çağın ruhu gereği onu tartışmaksızın, onun hakkında bir yargıya varmaksızın
duramazdı! Çünkü herkesin her şey hakkında
bir fikrinin, bir yargısının olması gerçeği, çağın ruhudur.
Entelektüel hakkında çok şey söylendi.
Onun yüzeysel bir fikre ve bakışa sahip olduğu tezinden eleştirel bir ruhu temsil ettiği
inancına kadar geniş bir yelpazede değerlendirilen entelektüel en çok da Batı dışı medeniyet
çevrelerinde tartışılır oldu. Özellikle entelektüelin kendi toplumunun değil başka medeniyet değerlerinin taşıyıcısı olduğu tezi bizim
coğrafyamızda çok dillendirildi. Toplumsal
dünyamızda bu tezin karşılıksız olmadığını
da gördük. Dolayısıyla gelenekseli temsil eden
aydın kitle, entelektüelliğin dışında görülüp
modern çağların onaylanmayan aydını olarak
işaretlendi. Zihinlerde geleneksel olan ile entelektüel olan arasında bağlantı kurulamadığı gibi, ikisi birbirine karşıt ilan edildi. Gerçi
bunda, gelenekseli oluşturan ruhun akılcı analizlere uzak durmasının etkisi olmadı değil!
Ama ikisi, doğaları gereği birbirinin karşıtı
mıydı, bu, derinliğine analiz edilmedi.
Entelektüelin vazgeçilmezi olan akılcı tutum ve akıl kullanımı aslında birçok kesimi
rahatsız etti, en çok da yerleşik egemenleri!
Çünkü aklını kullanan, kendi varoluşuna da-
yanan bir bireydir. Kendi varoluşuna dayanmak ise özgür olmak demektir. Özgür birey,
tüm çağlarda tüm egemenleri rahatsız etmiştir.
Bugün de böyledir. Gerçi özgür bireyin rahatsız ettiği kesimler sadece egemenler değildir. Kendi aklını kullanan, kendi aklına
dayanan kişi, geleneksele sırtını dayayıp
kendi zihinsel sükûnetini böyle sağlamış
olan bireyleri de rahatsız eder ve etmektedir.
Çünkü özgür birey oluşturduğu etki ortamıyla bu kişileri sakin dünyalarında rahat
bırakmaz. Sorduğu sorular kimsenin görmezden gelemeyeceği ve önemsiz sayamayacağı kaygı yahut tasarımları içerir. Özgür
bireyin duruşunun ve tezlerinin de akılcı ve
gerçekçi temelleri vardır. Onun bu dolaylı
etkisi, kendi kabuğuna çekilmiş geleneksel
bireyi yuvasından başını dışarı uzatmaya
zorlar. Bu da olumsuz bakışın entelektüele
dönmesine neden olur. Zira zihinsel rahatlık
bozulmuştur.
Özgür bireyin kendine dayanarak
sergilediği akıl kullanımı tutumu sosyal ve
siyasal egemenlerin egemenlik alanlarına
başkaldırı anlamına da gelir. Çünkü özgür
birey kendi zihin dinamikleriyle kararını
verir. O, bizzat kendisi istemedikten sonra
kimseye tâbi olmaz. Bu da egemenler
cephesinden özgür bireyi istenmeyen adam
kılar. Özgür olmak ise entelektüelliğin
zorunlu şartıdır, ama yeterli şartı değildir.
Entelektüel bütün bunların dışında, modern çağların kutsal ve kusursuz bilgesi midir? Elbette hayır. O, problemli akıl kullanımı dolayısıyla olumsuz tabloların faili de
olabilir. Özgürlük eğilimini iyice düşünüp
tartışmadan, değer dünyası karşısında sentezleyici olarak değil yıkıcı tarzda dillendirmek, entelektüelin, çekip gittikten sonra ardında bir harabe bırakması anlamına gelir.
Şurası kesin ki, entelektüel bu çağların var
olmaya mahkûm bilgesidir ve entelektüelle
yaşamaya alışmak gerekir. Entelektüele
ihtiyaç olmadığı söylenemez; ama onun tartışılmazlığı da ilan edilemez. Entelektüellik bir
masumiyet karinesi değildir. Onu her daim ve
hep yeni baştan tartışmak lazımdır. ■
21
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Anne imgesi
KÖKSAL ALVER
A
nne imgesi, hayli katmanlıdır; pek çok
hali, durumu, özelliği, niteliği içerir.
İnsana, hayata, tarihe, topluma doğurgan bir el gibi değer ve hayatı kendince işlemeye
başlar. Annenin genel hususiyetleri, anne imgesinin oluşmasında öncüldür. Genel hususiyetleriyle anne, hemen her coğrafyada, her iklimde,
her kültürde yer bulur. Ama aynı şekilde her coğrafya, her medeniyet, her kültür, her inanç kendi anne imgesini var eder. Anne hem birleştirme
hem de ayırma öznesi olur böylece.
Kadınlık, dişilik, doğurganlık anneliğin ana
bağlamıdır. Anne/ana, doğuran, dünyayı çoğaltan, hayatı gümrahlaştıran, hayata bereket veren
bir kişidir. Hayata yeni bir varlık getiren kadındır
anne; annelik, doğurma ile kazanılan bir hususiyettir. Galiba ilk şartı budur anneliğin: doğurmak. Doğurma eyleminin, kültür, medeniyet,
toplum ve tarih açısından ne kadar manidar olduğu bilinir. Demek ki anne kültürün, tarihin,
toplumun başlangıcında yer almaktadır. Tabiattır
anne/kadın, ‘tabiat ana’ denmesi bundan mıdır?
Tabiat, doğuran, veren, sunan, doyuran, barındıran, yaşatan, zenginleştiren bir dünyadır. Anne
de öyle değil midir?
Doğuran kadın olan anne, rahimdir, rahim
sahibidir, rahminde bir varlığı büyütmektedir.
‘Ana rahmi’, insanın hayata gelişinde, hayatı yorumlayışında önemli bir husustur. İnsanın ilk
yuvası, sığınağı, korunağıdır; insanın hayat bul-
duğu, canlandığı, özelliklerini kazandığı, bir varlık haline geldiği bir dünyadır. Rahminde insanı
canlandıran, büyüten, besleyen anne, sonra onu
doğurarak dünyaya taşımaktadır. Dünyaya getirdikten sonra da kendi ayakları üstüne basıncaya
kadar, bir kişilik buluncaya kadar onu beslemeye,
büyütmeye devam etmektedir. Bu süreç çok enteresandır: rahmine almak, beslemek, doğurmak,
hayata katmak… Anne bir hayat kaynağı olmaktadır. Hayatın akışına sürekli can taşıyan, hayata
can veren bir kaynak! Onun için ‘ana gibi yar olmaz, Bağdat gibi diyar olmaz’ denmiştir.
Anne, tıpkı baba gibi köktür, kökendir, soydur, arka plandır, arketiptir, genetiktir. Kişinin
kaynağıdır, aynasıdır, imkânı ve sınırlarıdır.
Anne, kişinin/evladın büyük oranda sınırlarını,
çerçevesini, izleğini belirler. Kişide silinmez izler
bırakır anne, ona damgasını basar. Kişi, kendisi
olarak var olma mücadelesini verir, kendi kişiliğini kuşanır, hayata bu şekilde katılır. Ne ki, annenin damgası kişinin eylemlerinde, düşünmelerinde, yüreğinde ve aklında sürekli etkiler yapar.
Kişi, anneyi yani kökeni bütünüyle kendi benliğinden silemez, uzaklaştıramaz.
Anne doğal ve mutlak anlamda ev kişisidir;
ev ile anlamlı, ev ile dolaşıktır. Esasen ev anne
demektir. Onun rahim sahibi oluşu, doğal ve
zorunlu bir şekilde ev sahibi olmasını gerektirir.
Kadının anneliği ev ile gerçekleşir; anne bir aile
aktörüdür yani ev aktörü. Aile, bir yeri, evi, ça-
22
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Anne de bütün toplumsal olgular gibi değişen ve dönüşen
bir doğa, imge ve figürdür. Anneler ve annelikler
değişmekte, annelik rolleri farklılaşmakta, anne kimliği
başkalaşabilmektedir.
dırı, mekânı zorunlu kılar; annelik ise ancak aile
olmakla kazanılan bir hususiyettir. Temelde evler anne ile yani kadın ile kurulur, mamur olur,
bereketlenir. Bir yerin ev olabilmesi için oraya
kadının girmesi, oraya kadının elinin değmesi
gerekir. Baba/erkek evin direğidir, anne/kadın ise
evin ruhu, nefesi ve havasıdır. Bu hem gerçekli
anlamında böyledir, hem de metaforik anlamda.
Doğurmamış bir kadın, bebeği olmayan bir
kadın anne olamaz mı? Anneliğin ön şartı doğurmak mıdır? Annelik/analık başka nitelikleri de
içerir. Hatta anneliğin sadece doğurmakla bütünlenemeyeceği dahi söylenebilir. Annelik, sadece
doğurmakla değil, doğurduğuna yahut doğmuş
olanlara gözü gibi bakmakla, varlığı korumakla,
varlığa kol kanat germekle, ona merhamet, şefkat
ve muhabbet göstermekle tamamlanabilir. Dolayısıyla ‘anne gibi olmak’ bir anlamda bütün kadınların potansiyelinde mevcuttur, annelik göstermek, ana gibi kol kanat germek kadının en yalın
ve doğal halidir. Ama biz anne derken, önce kelimenin ilk anlamını yani doğuran kadını anlıyoruz. Daha sonra ise anneliğe/analığa yüklenen nitelikleri, özellikleri ve anlamları. İkincil çerçevede
doğal haller biraz değişmekte, roller karışmakta,
annelik algıları farklılaşmaktadır. Gerçek anne,
anne olamamakta; anne olmamış bir kadın ise
gerçek anne gibi davranabilmektedir. Hakikatler
ve patolojiler yan yana görülebilmektedir. İyiler ve
kötüler, iyilikler ve kötülükler anne bağlamında
ortaya çıkabilmektedir.
Anne bir meşakkat ve zorluk imgesidir. Doğurma eyleminden büyütmeye, beslemeye, kol
kanat germeye anneye adeta yapışmış ‘görevler’in
tamamı zorluk içerir. Bu eylemler anneliğin baştan itibaren zorlukla tanımlanmasına yol açar.
Anne, dünyanın ve hayatın kahrını yüklenmiş bir
kişidir. Çocukla alakalı bütün sorunlarla ilk elden yüzleşen, sorunlarla boğuşan, onları çözmeye
çalışan biridir anne. Annelikle birlikte başka bir
boyuta geçen kadın, başka bir sorumluluğun ve
yükün altına girmiştir. Ömrünün sonuna kadar
bu yükü taşır. Annelik oluştuktan sonra kaybolmaz, yitirilmez, tüketilmez bir niteliktir; kişinin
birincil vasıflarından biri haline gelmiş demektir.
Anne, yuvanın ve evin dirliği, düzeni ve devamı bakımından ana aktördür. Çocuk için ise
daha özel ve önemli bir figürdür. Anne ile çocuk/
evlat arasında doğal ve kesilmez bağlar mevcuttur. Garip bir şekilde her iki varlık da birbiriyle
irtibatlı bir şekilde var olmaktadır: annelik, çocukla, çocukluk ise anne ile var olmakta, tanım
bulmaktadır. Annelik çocukla kazanılmış bir değer ve statü; çocukluk da benzer şekilde bir anne
ve baba sahibi olmakla ilgili bir durumdur. Bu
yüzden çocuk üzerinde annenin tesiri büyüktür.
Terbiye eden, eğiten, öğreten, yol gösteren, inşa
eden kimi zaman yıkan, kıran, inciten bir anne,
çocuğun ruhsal gelişiminde, kişilik özelliklerinde,
hayata bakışında, davranışlarında büyük oranda
tesirlidir. Çocuk anneye bakarak büyür, anneden
ilk örnekleri edinir, onu taklit etmeyi dener.
‘Anasına bak kızını al’, ‘Anaları ne ki danaları ne
olsun’, ‘Ana ile kız, helva ile koz’ gibi deyim ve
atasözleri anne ile çocuk arasındaki yakınlığa, etkinin derecesinin büyüklüğüne, birbirini aynaladıklarına işaret eder.
Anne de bütün toplumsal olgular gibi değişen
ve dönüşen bir doğa, imge ve figürdür. Anneler
ve annelikler değişmekte, annelik rolleri farklılaşmakta, anne kimliği başkalaşabilmektedir. Daha
çok kavramsal ve olgusal bakımdan ele aldığımız
annenin/anneliğin, değişimin keskin nazarından
kendini koruyamadığı bir gerçek. Bütün değişimlere, başkalaşımlara, farklılıklara, eylemlere rağmen annenin hayatın temelinde yer aldığı da bir
gerçek. Hayat ağırlıklı olarak annenin elinde, dilinde, gözünde, yüreğinde, sesinde şekillenmekte,
ona göre rengini almaktadır. Annenin pratikleri
hayatı, insanı ve toplumu doğrudan belirlemekte, onlara bir yörünge tayin etmektedir. Anne bir
hayat imgesi olarak abideleşmektedir.■
23
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Halide Edib, kadınlar ve savaş
Dağa çıkan kurt
HÜLYA ARGUNŞAH
2
Yaşlılar, kadınlar ve
çocuklar… silahı
kullanmadan silahın,
cepheyi görmeden
cephenin mağduru
olarak bir yığın maddi
ve manevi yoksunluğun
tehdidi, zihinlerinde
cephedekilerin hatıra
ve endişesi bambaşka
bir savaşı verirler.
Ama tarihler cephe
gerisinde, belki de
cephedekinden daha
çetin şartlarda verilen
bu savaştan hiç söz
etmezler.
0. yüzyıl belki de insanlık tarihinin en kanlı yüzyılıydı. Bu
yüzyıla ‘kanlı’ sıfatını vermek
için yıllarca devam eden Birinci Dünya
ve İkinci Dünya Savaşlarını düşünmek
bile yeterlidir. Başkalarından ve hatta
dünyanın çeşitli coğrafyalarında yıllar
boyunca devam eden iç savaşlardan söz
etmek gerekmez. Anadolu coğrafyası,
Türkiye bu dünya savaşlarından çok etkilendi. Özellikle de Birinci Dünya Savaşı… Öncesi ve sonrasındaki süreçlerle
bu savaşın birinci dereceden mağduru ve
hatta muhatabıdır. Asırlar boyu üç kıtaya hükmetmiş bir imparatorluktan Anadolu coğrafyasına çekiliş bile bu mağduriyet ve muhataplığı anlatmak için
yeterlidir.
Türkiye Cumhuriyeti 19. yüzyılsonlarında başlayan ve Birinci Dünya Savaşı’nı önceleyen savaşlarla geçen
uzun, sancılı bir dönemin sonunda doğdu. 93 Harbi diye bilinen Osmanlı-Rus
Savaşı’nı takip eden Osmanlı-Yunan
24
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Savaşı ve nihayet dünya savaşına eklemlenen
Balkan Savaşları… Her biri Osmanlı için ağır
tavizler, toprak kayıpları ve savaş tazminatlarıyla sonuçlandı. 18. yüzyılın sonlarından itibaren Rusya’ya karşı verilen diğer mücadeleler,
Batılılaşma hareketi sebebiyle yapılan girişim
ve deneyimlerin getirdiği buhranlarla bir arada düşünülürse, Osmanlıyı 20. yüzyıl başlarına
getiren manzaranın vahameti daha iyi anlaşılır.
Sadece 20. yüzyıl başları noktasından bakıldığında, neredeyse çeyrek asır boyunca aynı coğrafyada aynı insanların durmadan savaştıkları
anlaşılır. Üstelik Osmanlı 18. ve 19. yüzyılın
yorgunluklarını ve maddi yükümlülüklerini
üzerinden atamamışken Birinci Dünya Savaşı
büyük ve ağır bir darbe olarak gelir. Ve savaşlar
hiçbir zaman kitaplarda anlatıldığı gibi diplomatik biçimde ülkeler arasında masa başında,
silahlı şekilde de profesyonel ordular arasında ve
cephede geçmez. Savaşın birinci dereceden muhatabı -cephede ya da cephe gerisinde- insandır.
Cephe gerisinde savaşın şartlarından olabildiğince etkilenmiş başka bir hayat devam eder,
ettirilmeye çalışılır. Yaşlılar, kadınlar ve çocuklar… silahı kullanmadan silahın, cepheyi görmeden cephenin mağduru olarak bir yığın maddi ve manevi yoksunluğun tehdidi, zihinlerinde
cephedekilerin hatıra ve endişesi bambaşka bir
savaşı verirler. Ama tarihler cephe gerisinde, belki de cephedekinden daha çetin şartlarda verilen
bu savaştan hiç söz etmezler. Devletler ve silahlar arasında verilen bu savaşa insanlar, gönüllü
müdürler gerçekten? İnsanlar, cephede ateşle,
masa başında diplomasiyle süren bu savaşlara ve
doymak bilmez hâkimiyet ihtiraslarına ne kadar
isteklidirler? Hele kadınlar ve çocuklar… onlar
savaşın oluşturduğu bir kaderi ne kadar hayal
etmişlerdir?
Savaş çarpışmasıyla, barışıyla, yenilgisiyle
bir erkek edimidir. Kadınlar ve çocuklarsa bu
egemenlik yarışının mağdurları… Onlar cephenin gerisinde ve savaşın tarihe mal olmuş sayfalarında yer bulamamış savaşçılar olarak daha
uzun ve çileli bir mücadeleyi verirler. Fakat tarih onların savaşından hiç söz etmez. Onların
savaşı edebiyata bırakılmış gibidir. Aslında savaş/tarih ister eşzamanlı isterse art zamanlı ola-
rak yazılmış olsun, ancak edebiyatla yaşanmışlık kazanır. Ömer Seyfettin’in “Beyaz Lale”yi,
“Bomba”yı, “Zeytin Ekmek”i okuyup da etkilenmeyen var mıdır? Ya da “Himmet Çocuk” ve
“Bir Şehit Mezadı”nı?.. Ateşten Gömlek, Vurun
Kahpeye ve Yaban’ı?.. Bu eserlerdeki etki, sadece yazarların yaratma ve Türkçeyi iyi kullanma
kabiliyetlerinden gelmez. Yazarların bizzat şahit
ve katılımcı olmalarından kaynaklanır. Askerî
lisenin son sınıfındayken bitirme sınavına alınmadan mezun edilip cepheye gönderilen Ömer
Seyfettin’in, İstiklal Savaşı’nda bir kadın olarak
yer alan Halide Edib’in eserindeki etki, şahsi
tecrübe ürünü olmasıyla da ilgilidir. Bu isimlere
herkes tarafından bilinen pek çok eser ve sanatçı eklenebilir. Fakat bunların arasında en farklı
isim şüphesiz Halide Edib olur.
“Muhteşem millî cinnetin bir parçası olarak
çalıştım, yazdım ve yaşadım…”
Türk okuyucusu 1882 doğumlu Halide
Edib’le, Tanin’de (1909) yazmaya başladığı gazete makaleleri sayesinde tanışır. Bu tanışıklık
roman ve hikâyelerle sürer. Ancak Halide Edib’i
1910’lu yıllarda, adından sıkça söz edilen kadını
hâline getiren, düşüncelerini açıkça ifade etmesi
ve yazabilmesidir. Başta Türk Ocakları olmak
üzere katıldığı dernek çalışmalarıdır, bu derneklerde verdiği konferanslardır. 1919 Mayıs’ında başlayarak 1920 Ocak ayına kadar tehditler
altında yapılan İstanbul mitinglerinde, özellikle
de Sultanahmet Mitingi’nde yaptığı konuşmasıdır. Anadolu’yu geçerek Millî Mücadele’ye katılmış olmasıdır. Tetkik-i Mezalim Heyeti’yle
Anadolu’da savaş tahribatıyla ilgili gözlemler
yapması ve bunları yazmasıdır… Bütün bunlar,
sosyal hayata henüz katılmış ve sosyal hayattaki
yeri tam anlamıyla tayin edilememiş Türk kadını için yepyeni ve aslında çağını aşan deneyimlerdir. Bu noktadan bakınca Halide Edib devir
insanı için öncüdür. Devir kadını için de pek
çok bakımdan rol modeldir ve şüphesiz yazdıklarıyla rol modeller yaratı.
Halide Edib’in 1910’lu yıllarda tarihe mal
olmuş iki faaliyet alanı vardır. Bunlardan ilki,
derneklerdeki faaliyetleri, buralarda verdiği
konferanslar ve yine bu derneklerin düzenlediği
25
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
İstanbul mitinglerindeki konuşmalarıdır. Diğeri yazı faaliyetidir… Burada gazete ve dergi
yazılarıyla roman ve hikâyelerden söz etmek gerekir.
Halide Edib için sosyal hayata duyarlı olmak
mı yazmayı getirir yazmak mı duyarlı olmanın
sonucudur? Bu kolay cevaplanabilir bir soru değildir. Ama onun yazdıklarının görüşleri kadar
gözlem ve deneyimlerini de ölümsüzleştirdiği
söylenebilir. Üstelik onun gözlem ve deneyimlerinin aynı zamanda bütün millete ait olmak
gibi bir tarafı da vardır. Mor Salkımlı Ev (1926)
ve Türk’ ün Ateşle İmtihanı (1928) hem Halide
Edib’in hem de milletin hatıratıdır. Bu vesileyle
İzmir’den Bursa’ya (1922) ve Dağa Çıkan Kurt
(1922) geleceğe emanet edilmiş raporlar olduğu
kadar, milletin destanıdırlar. Ateşten Gömlek
(1922) ve Vurun Kahpeye (1923) hem kurgudur
hem gerçektir. Bu vesileyle de daha geniş kitlelere ulaşır, çoğu zaman destansı bir etki alanı
oluşturur. İnsanlığın kendi geçmişiyle ilgili bu
destana en az tarih bilgisi kadar belki de ondan
daha fazla ihtiyacı vardır. Yazılanlar milletin ve
yeni devletin tarihini oluştururlar.
Türk milleti bir destan yaratmaktadır, bu
destan bir tarafıyla Dağa Çıkan Kurt’la yazılı hâle gelir. Dağa Çıkan Kurt’taki hikâyelerin
en mühim özelliği yazarının şahsi gözlemlerine
dayalı olmalarıdır. Hikâyelerin esasını yazarın,
Mütareke ve Millî Mücadele yıllarında İstanbul,
Ankara, İzmir arasındaki üçgende bir gazeteci,
bir hemşire, bir asker olarak oradan oraya dolaşırken rastladıkları, kendisine anlatılanlar ve
hissettikleri oluşturur. Bunun için de Halide
Edib çoğu hikâyede, aynı zamanda bir hikâye
kişisi olarak çıkar okuyucunun karşısına…
Dağa Çıkan Kurt’taki hikâyelerin büyük
kısmı kadınlarla ilgilidir. Cephede bir kadın
olarak görev alan yazarın, savaş sırasında askerlerle yaptığı yolculuklar, evlerde Anadolu’nun
kadınlarıyla birlikteliği, geceleri konakladığı
köy evlerindeki kadınların maceraları hepsi erkek yazarların gözlem alanı dışında kalan kadın
dünyasını, savaştaki kadın hâllerini yakından
gözleme imkânı getirir. Bir anlamda, kadınlarla olan birlikteliklerinde ‘sözlü tarih’ deneyimi
yapan yazarın, ‘öteki tarih’i tespit ettiği söyle-
nebilir. Bunlar cephe gerisinde süren hayatın ve
bu hayat içindeki kadının durumunu tarihe mal
eden anlatılardır. Bu hikâyelerde hem ‘an’ tespit edilir, hem de bu kadınların geçmişlerindeki başka kadın hikâyelerine yer verilir. “Efe’nin
Hikâyesi”, “Zeynebim Zeynebim”, “Duatepe”,
“Aziz’in Karısı”, “Fadime Nine ile Kerem Dede”,
“Şebben’in Kara Hüseyin”, “Vurma Fatma”,
“Emine’nin Şehadeti”, “Bayrağımızın Altında”,
“Kalaba’nın Cadısı”, “Mustafa Onbaşı”, “İpek
Bayrak” İç Batı Anadolu’nun değişik yerlerindeki savaş ve savaş içindeki kadın manzaraları
asırlar sonraya taşırlar.
“Çünkü Anadolu’da türküyü kadınlar
yapar…”
Halide Edib, 1910’lu yıllarda yazdığı
hikâyeleriyle uzun süren savaşların kadınlar
üzerindeki etkilerini, bizzat savaşın içindeki
kadınları, savaş sırasında kadınların gördükleri
zulmü ve nihayet onların hemen yanı başında
yer alan çocukları sonsuzluğa mal eder. Onun
eserinde cephe kadar ama daha çok cephe gerisi
de vardır. Savaşın bütün şiddetine rağmen cephe
gerisinde hayat devam etmekte, orada cephedekinden çok başka bir hayatta kalma mücadelesi
verilmektedir. Doğan çocukların büyütülmesi,
hasta ve yaşlıların bakılması, acıkan karınların
doyurulması, çalışma hayatında erkeklerden
boşalan yerlerin doldurulması kısacası hayatın
erkeksiz sürdürülmesinin öğrenilmesi ve ilave
olarak cephenin desteklenmesi, yaralanan askerlerin tedavi edilmesi gerekir. Cephe gerisindeki
bu çok boyutlu savaşın kahramanları kadınlardır.
Ancak savaş, kadınlar için bununla sınırlı
kalmaz. İşgal gören bölgelerde en çok mağdur
edilenler de yine kadınlardır. Evi yakılıp yıkılan, çocukları öldürülen, yaşlıları hakaret gören
ve tecavüze uğrayanlar da kadınlardır. Yangın
yerlerinde kendinin ve çocuklarının karnını doyuracak bir şeyler arayan da, çocuğuna örteceği
yorganı taşıdığı top mermisine paylaştıran da…
hiç savaş yokmuş gibi dedikodu eden de at binip silah talimi yapanlar da kadınlardır. Halide
Edib kalemiyle bu kadınları, Türk milletinin
mücadele yıllarıyla özdeşleşen hikâyeleri aracılı-
26
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
ğıyla ölümsüzleştirmek, milletin tarihine katkıda bulunmak ister. Onun kadınları, bir milletin
talihinin belirlendiği ve tarihinin yazıldığı bir
zamanda, bu kritik sürecin mühim bir parçası
olarak tarihe mal olurlar. İnci Enginün, Halide
Edib’in “…yazdıkları ile Millî Mücadele’nin bir
sanatkâr gözüyle görülen gerçek belgelerini …”
okuyucusuna ulaştırdığını kaydeder (Enginün
2012: 544), ki çok doğru bir tespittir. Bir kadın
yazar olarak tarihin yazıldığı kritik zamanlarda
tarih içinde kadınların yerini belirleyen çok başka dikkatleri okuyucusuna kazandırır ve savaşın
topyekûn bir mücadele olduğunu düşündürür.
Dağa Çıkan Kurt’tan başka bir kısmı Kubbede Kalan Hoş Sada’da bir araya getirilmiş olan
bu hikâyelerin gözlem sonucu olmaları, onlara
‘belge’ değeri de kazandırır. Yazarın özellikle
Tetkik-i Mezalim Heyeti’yle İç Batı Anadolu
bölgesinde yaptığı gözlemler bu açıdan son derece önemlidir. Bu görev yazara, bir kadın olarak
cephenin diğer taraflarını da görme ve özellikle
de savaş sonrasını kadın gözüyle tespit etme ayrıcalığını kazandırır. Şahsi tarihle milletin tarihinin birleştiği bu hikâyeler yazarın Mor Salkımlı
Ev’den itibaren anlatmaya başladığı ve Türkün
Ateşle İmtihanı’nda sürdürdüğü İstanbul’dan
Anadolu’ya geçiş ve Millî Mücadele hatıralarıyla
birlikte okunduğunda okuyucusuna çok daha
fazla şey söyleme kabiliyetindedir.
Anadolu’ya
geçerken
iki
çocuğunu
İstanbul’da belirsiz bir geleceğe emanet eden
Halide Edib, bütün bu savaş ortamı içinde aynı
zamanda bir annedir. Bu sebeple Dağa Çıkan
Kurt’ta yazarı kadınlar kadar ilgilendiren bir
başka konu da çocuklardır. Kadınları kadın gözüyle yazdığı gibi savaş süresince rastladığı bütün
çocuklara da anne şefkatiyle yaklaşır. Onları da
hikâye kişilerinin arasına alarak destanlaştırır.
“Tanıdığım Çocuklardan”, “Himmet Çocuk”,
“Mekkâreci Mehmet” ve “Muhlis’in Ağabeysi”
kitabın çocuk etrafına kurulmuş hikâyeleridir.
Yazar bu hikâyelerde savaşın milletçe yapılan
bir mücadele olduğunu anlatmak isterken, sebebi olmadıkları halde mağduru durumunda
olan çocukların masumiyetlerini ve savaş içinde verdikleri hayat mücadelesine değinir. Bu
hikâyelerde savaş o denli içselleştirilmiştir ki
çocuklar da kendilerini onun bir parçası bilir,
savaşın içinde var olma, “Himmet Çocuk”ta
olduğu gibi ailesinin kadınlarının hayatını sürdürme sorumluluğunu şikâyetsiz yüklenirler.
Savaş sırasında çocuklarla ilgili her tespit, Halide Edib’e İstanbul’da bıraktığı çocuklarını düşündürür. Özellikle kendisine sığınan hastalıklı
bir köpekle ilgili hatıralarından yola çıkarak
yazdığı “Cin” başlıklı hikâye en az “Himmet
Çocuk” kadar etkileyicidir. Köpek Cin’in kendisine sığınışında uzakta bıraktığı çocuklarının
anne özlemini hisseden Halide Edib, ona neredeyse bir annenin şefkatini gösterir.
Halide Edib’in eserini asıl besleyen mütareke günleriyle Millî Mücadele’dir. Bu yazının
konusu olmasa bile Ateşten Gömlek ve Vurun
Kahpeye romanlarını Türk roman tarihi içinde önemli bir yere yerleştiren, Ayşe ve Aliye’yi
neredeyse yaşamış bir kimlik hâline getiren,
yazarı tarafından hissedilerek yazılmış olmasıdır. Dağa Çıkan Kurt’ta yer alan hikâyelerin
büyük bir kısmından da anlaşılır ki yazar bütün
bu dönemi bir hummalı gibi yaşar ve yazar. Bu
yüzden belki de gözlemin hemen arkasından yazılan bu metinlerin büyük kısmında bir edebî
eserde bulunmasını beklenen sanat yoktur.
Çünkü bunlar işlenmemiş hikâyelerdir. Araya
yerleştirilmemiş estetik mesafe ise samimiyeti, sıcaklığı okuyucusuna aktarır.
Dağa Çıkan Kurt, Halide Edib’in mütareke ve Millî Mücadele günlerinde yazdığı
hikâyelerin bir kısmının bir araya getirildiği
kitaptır. Bu günlerde bir kadın yazar ve bir gazeteci olarak cephede bulunan Halide Edib’in
dönemi anlatan romanları kadar hikâyeleri de
şahsi tecrübe ve gözleme dayalı olduklarından
okuyucusu üzerinde derin izler bırakırlar.
Onun bu dönemi anlatan hikâye ve romanlarının çağdaşı diğer yazarlardan farkı, pek çok
insanın görüş alanına girmeyen kadın dünyasını tanımış ve anlatabilmiş olmasındadır.
Tarih kitaplarında yer almayan sosyal hayata,
insana ve hasetsen kadına özgü ayrıntı bilgisi
onun kalemiyle tarihleşir, destanlaşır. Milletin var olma savaşında kadınların varlığını da
hissettirir. Yazılmamış tarihe ister istemez bir
kadın duyarlığını ekler. ■
27
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Osmanlı kadın yazarlarının
vatanın kurtarılmasına ilişkin millî
bilinç vurguları
BEYHAN KANTER*
Giriş
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmaya yüz
tuttuğu ve ülkenin her yerinin işgal edildiği bir
süreçte cephede savaşanların yanı sıra cephe gerisinde de “kurtuluş”a ilişkin millî bilinç vurgulanarak topyekûn bir kurtuluş programı hazırlanır.
Bu bağlamda sadece erkek aydınların değil aynı
zamanda kadınların da millet bilincini harekete
geçirici birtakım çalışmalar yaptıkları görülür.
Birinci Dünya Savaşı ile başlayan süreçte cephede
erkeklerle omuz omuza savaşan ve hastabakıcılık
yapan gönüllü kadınların yanı sıra basın yaşamı
içinde de aydın kadınlar, millî kimlik tanımlamasına ilişkin çalışmalarda bulunurlar ve vatanın
kurtarılması için milleti birlik olmaya çağırırlar.
Türk kimliğinin geçmişinin ve bugünün hatırlatılması üzerinden yapılan bu vurgu, Türk milletinin hürriyet tutkusunu güncellemeye yönelik
bir çabayı da içerir. Zira Osmanlı basın hayatında
aktif olarak yer alan aksiyoner kadınların cephede
savaşan askerlere manevi destek verme ve “kolektif bilinci” harekete geçirme çabaları, toplumsal
kimliğin askeri gücü ile manevi dinamiklerini birleştirme arzularıyla ilintilidir.
Osmanlı basın hayatında aktif olarak yer edinen Fatma Aliye, Emine Semiye, Fehime Nüzhet,
Halide Edib, Şükûfe Nihal, İhsan Raif Hanım,
Müfide Ferit, Nezihe Muhiddin gibi millî birliğe
Doç. Dr., Artuklu Üniv.
vurgu yapan kadın yazarlar, Türk kimliğini harekete geçirici söylemleri ile Balkan Savaşları’nın ve
Kurtuluş Savaşı’nın cephe gerisinde aktif olarak
yer edinirler. Ülkeyi içinde bulunduğu atmosferden kurtarmak amacı taşıyan bu kadın yazarlar,
millet ve vatan arasındaki sarsılmaz ilişkiyi eserlerinde cesur ve gür bir edayla dile getirirler.
Aksiyoner kadın yazarların kurtuluş
mücadelesindeki etkinlikleri
Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu kaotik durumdan kurtulması ve vatanın
işgalinin engellenmesi için mücadele eden kadın
yazarlar, basın yayın organlarıyla birlikte derneklerde de aktif olarak yer alırlar ve mitinglere katılarak halkın topyekûn bir kurtuluş hareketine
katılımını sağlamayı/artırmayı amaç edinirler. Bu
bağlamda Türk kadınlarını da bu mücadelede etkinleştirmek, onlardaki millî duyguları ortaya çıkarmak ve Kurtuluş Savaşı’nın düşünsel zeminini
şekillendirmek için gayret sarf ederler.
Balkan Savaşları sırasında yaptığı konuşmalarla kadınları bilinçlendirme amacı taşıyan Fehime
Nüzhet yazılarında da millî bilinci harekete geçirme amacı taşır. “Adalet Yerini Buldu” ve “Bir
Zalimin Encamı” adlı tiyatro eserlerinde İttihat
ve Terakki’den yana bir tavır sergileyen Fehime
Nüzhet, Balkan Savaşları sırasında Darülfünun’da
yaptığı konuşmalarda kadınlarda millî bilinç
28
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Halide Edip
İhsan Rafi Hanım
Safiye Erol
uyandırmak için heyecanlı bir nutuk verir. Nitekim bu konuşmasında “Fakat, hanımlar, yalnız
utanmak ve ağlamak aczin nişaneleridir. Millî tarihimizin öyle mühim bir zamanındayız ki, eğer bu
felaketten kurtulmak ve insanca yaşamak istiyorsak
acz değil, kudret göstermeye mecburuz” (Kurnaz
2012: 65) ifadeleriyle kadınları bilinçlendirme
ve cephede savaşan Türk askerine manevi desteklerde bulunma gayretinde olur. Bununla birlikte
Fehime Nüzhet, 15 Şubat 1913’te yaptığı bir başka konuşmasında da kadınların Türk askerlerine
sadece manevi değil maddi destek olmalarını da
isteyerek altınlarını, mücevherlerini feda etmelerini söyler ve kurtuluş mücadelesini kitlesel bir
halk hareketine dönüştürme çabasında olduğunu
gösterir. Konuşmasında “veriniz, vatan için, din
için, sevgili askerler için, zehir gibi esen rüzgârların
karşısında, iliklerine damlayan soğuk yağmurlar altında, gözlerinden annesinin, hemşiresinin, karısının, çocuğunun, aziz hayallerini silerek kurşunlara
güllelere atılan mukaddes vatan muhafızları için
veriniz. Dört aydan beri Allah’ına kavuşan yüz bin
şehidin ruhları size bakıyor, veriniz. Askerler üşüyor,
diyorum. Bunu işitince kürklerinizin, hırkalarınızın altında sizin vücudunuz titremiyor mu?” (Kurnaz 2012: 135) ifadelerini kullanarak ‘kahraman
Türk askerleri’ için yardım talebinde bulunur ve
kadınların vatanî duygularını harekete geçirir.
Fehime Nüzhet gibi öncü kadınların mücadeleleri, Kurtuluş Savaşı’nda da etkin olarak görülür.
Zira “Türk kadınının Balkan Savaşları’nda ortaya
çıkan bu ilk siyasal tavrı” (Yaraman 2001:111)
Kurtuluş Savaşı süresince de devam eder.
Müdafaa-i Millîye Cemiyeti Hanımlar Heyeti tarafından kadınları bilinçlendirmek ve halka
manevi destek vermek amacıyla Darülfünun’da
düzenlenen konferanslara katılan bir başka isim
de şiirlerinde millî ve vatani duyguları işleyen
İhsan Raif Hanım’dır. Balkan Savaşları sırasında
Hilal-i Ahmer’de gönüllü hemşirelik yapan İhsan
Raif Hanım’ın söz konusu konferansta “zalim,
hunhar canavarlar sarmış bütün vatanı/Özünüz
bir volkan olup yakmalıdır düşmanı/kahramanlık
fedakârlık günleridir kalkınız” mısralarını içeren
“Feryâd-ı Vicdan” başlıklı şiiri de okunur. (Kurnaz 2012: 112) Ülkenin içinde bulunduğu durumdan duyduğu endişeyi özellikle Türklük vurgusuyla dile getiren İhsan Raif, şiirlerinde kahramanlık duygularını harekete geçiren coşkun ve
lirik bir eda kullanır. Hilal-i Ahmer için yazdığı
şiirlerinde de Hilal-i Ahmer cemiyetini “ne hizmetler gördü metin ellerin/Ne yareler sardı nermin
ellerin/ne kefenler yırttı semin ellerin/ Var olsun o
eller, kamgâr olsun” (Coşkuntürk 1987: 81) mısralarıyla yüceltir. Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nde
gönüllü olarak hemşirelik yapan İhsan Raif, millî
birliğin inşası için mücadele etmiştir. Nitekim kapağında, gelirini Osmanlı Donanma Cemiyeti’ne
hediye edeceğini söylediği “Kadın ve Vatan” adlı
risalesinde de kadınların yetiştirecekleri evlatların vatan için önemini vurgular. Zira “Evet sen ey
Türk Kadını, Yavuzların, Fatihlerin anası/Sen ey
yurdun altun tacı, sen ey şanlı tarihlerin tuğrası/Senin elin iftiharın sancağını gökyüzüne uzattı/Senin
elin zaferlerden çelenk urdu: hakan başı kuşattı”
(1330: 4) mısralarında da görüldüğü gibi vatanın
kurtarılmasında kadınlara düşen rolü, tarihsellik
bağlamında dile getirir.
Osmanlı basın hayatının ilk kadın yazarlarından Fatma Aliye de kadınların erkeklerle birlikte
29
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
vatan için mücadele etmelerini vurgular ve cephede etkin olamasalar da cephe gerisinde vatani
sorumluluğun ağırlığını omuzlarında hissetmeleri
gerektiğine işaret eder. Zira Fatma Aliye, 8 Şubat 1913’te Darülfünun Konferans Salonu’nda
yapılan Balkan Savaşları ile ilgili konferansta
“düşmanların şimdi bizi çıkarmak istedikleri yerler
ecdadımızın kanları bahâsına alınmıştır. Nice asırlardan beri bize olan hücumlarla bu yerler defaatle
sulanmıştır. Bu topraklar ecdadımızın kanlarıyla
yoğrulmuştur. Bizim buna irtibatımızın pek kavî
olması tabii bulunduğundan müdafaa-i millîye
gayreti kadınlarımızda da tezahür eylemiştir. O
ecdat, kadınların da vatanıdır; milletin istikbaline kadının istikbali de dâhildir. Zira, bu milletin
yarısını da kadınlar teşkil ediyor” (Kurnaz 2012:
57) cümleleriyle kadınların da vatan söz konusu
olduğunda hiçbir fedakarlıktan çekinmeyeceklerini dile getirir.
Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nde etkin olarak görev alan Fatma Aliye, Çanakkale Savaşı sırasında
hastabakıcılık yapan kadınları ayrıcalıklı kılarak
onları yüceltir. Nitekim Servet-i Fünûn dergisinin 10 Haziran 1915 tarihli sayısında “Kahraman Kadınlarımız” başlıklı bir yazı yazarak Türk
kadınlarının kahraman tavırlarını dile getirdiği
gibi ülkenin zulmetlere büründüğü günlerde zihinlere nurlar serpen “ciddiyet, metanet, şefkat”
gibi kadınlığın ulvi noktalarını gösteren ve sadece maddi değil manevi yaraları da saran hastabakıcı hanımları, “kemal-i ihtiramla” selamlar.
Fatma Aliye yazısında, “kadınlarımızın yaralılara
hizmet etmesini yücelik olarak görmekte ve bu
hizmeti yaparken de zerre olsun zaaf göstermeyip, korkmamasının bir kahramanlık olduğu, bu
nedenle yaralıların hastabakıcı hanımları doktor,
nine, doktor teyze, doktor abla diye çağırıp onların fedakârlığını takdirden geri durmadıklarını” (Erdemir 2009:365) vurgulamaktadır. Söz
konusu yazısında İslam kadınlarından “pek şanlı
kahramanlar” geldiğini ifade eden Fatma Aliye,
kahramanlığın yalnızca silah ile olmayacağının da
altını çizer. Zira Fatma Aliye’ye göre, “kadının bir
çiçek, bir bebek, bir baziçe ad olunarak birtakım
mahrumiyetler içinde geçirdiği uzun zamanlar kadınları öyle hale getirdi ki yara sarmak değil azıcık
kesilmiş parmaktan akan kanı görmeye tahammül
edemeyerek bayılıyordu. Böyle bir âlemde, böyle bir
muhitte yara sarmaya giden hanımlarımız da bu
zamanın kahramanıdırlar. Hanesinde hizmetçileri
ona hizmet ederken yaralıların hizmetini görmek,
yemeklerini yedirmek, ıstıraplarını tehevvine, istirahatlarını temine çalışmak büyük bir gayret u hamiyet icabı olmakla beraber hayli zamandan beri devam eylemiş olan Türk kadınlarının suret-i maişet
ve hayatiyesi asarı ahvale rağmen kesilecek bir kolu
tutması, dağılmış bir elin yarasını yıkayıp sarması
ve bu icrat-i müessirane karşısında metin ve sakit
vazifesini ifası, evet! Bir kahramanlıktır.” (Fatma
Aliye 1331: 67 )
Fatma Aliye, yine Servet-i Fünûn dergisinin 2
Mart 1916 tarihli sayısında yayınlanan “Kadınlar
Hakkında” makalesinde, “Kara muharebelerinin
şiddetini artırdığı günlerde, telefon ve posta idaresinde kadınların istihdamını ve hastabakıcı olmalarını kadının terakkisi için önemli bir adım
olarak” (Erdemir 2009: 449) gördüğünü ifade etmektedir. Nitekim yazısında Türk kadınlarındaki
millî duyguları harekete geçirmek isteyen Fatma
Aliye, Birinci Dünya Savaşı sırasında Avrupalı kadınların vatanları için yaptıkları fedakârlıklardan
örnekler verir. Alman kadınlarının bir taraftan
Salib-i Ahmer (Kızılhaç) kafileleriyle yaralıları tedavi etmeye gittikleri halde bir kısmının da ordularına gülle, fişek yetiştirmek için fabrikalara koştuklarına işaret eder. Ancak yazısının devamında
İslam kadınlarının bu gibi ciddi hizmetleri daha
evvelden ifa ettiklerini de vurgulayarak Osmanlı
Türk kadınına adeta ‘kim’liğini ve ‘ne”liğini tarihimizin cesur kadınları aracılığıyla yeniden hatırlatır. Zira Fatma Aliye, Avrupalı kadınların yeni
yeni savaşlara katıldıklarını ifade ederek savaşlara katılan İslam kadınlarından da örnekler verir.
(Fatma Aliye 1331: 178) Bu bağlamda şunu söylemek mümkündür ki; Osmanlı basın hayatında
aktif olarak yer edinen ilk kadın yazarlardan birisi
olan Fatma Aliye’nin bu aksiyoner tavrı diğer kadın yazarları da etkilemiştir. (Kanter 2014)
Fatma Aliye’nin kız kardeşi Emine Semiye de
ülkenin içinde bulunduğu kaotik ortamda hem
basında hem derneklerde hem de siyasal yaşamda
etkin olarak yer almıştır. Balkan Savaşı, I. Dünya
Savaşı ve Çanakkale Savaşı’nda gönüllü hemşirelik yapan Emine Semiye’nin Yeni Mecmua’nın
30
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Çanakkale özel sayısında yazdığı “Bir Damla
Kan ve Bir Damla Gözyaşı ” hikâyesi o günlere
ait gözlemlerinden oluşmaktadır. (Kurnaz 2008:
125) “Çanakkale menkıbelerinden iki gerçek olay
(ikisini birbirine ekleyerek kahramanlığa şefkat
tülünü örttük)” epigrafıyla başlayan hikâyede,
Çanakkale Savaşı sırasında hastabakıcılık yapan
Şefika aracılığıyla vatan aşkı anlatılır. (Emine Semiye 2006: 232-237)
Emine Semiye, İleri gazetesinde yazdığı “Vazifemiz Başına” yazısında da “hamiyetli Türk kadınlarına” seslenerek felaketli günlerin artık geride
kalacağına ilişkin bir umut beslediğini “İslam’ın
namusu Türk’ün şerefi kurtuluyor” sözleriyle dile getirir. Yazısında kadınlara “kardeşlerim”
diye hitap eden Emine Semiye, kadınların Hilal-i
Ahmer’e koşmalarını, gayret ışıklarını yakmalarını ister. (Kanter 2014: 76) Bununla birlikte Anadolu’daki şanlı gazilerimizin yaralarına bakmayı,
bu mümkün olmadığı takdirde de sargı, ilaç, elbise gibi zaruri ihtiyaçların karşılanması için çalışılması gerektiğini vurgular. (Emine Semiye 1337:
3)
Balkan Savaşları ve Kurtuluş Savaşı sırasında
Halide Edib de basın organlarındaki yazılarının
yanı sıra, derneklerde yaptığı çalışmalar ve mitinglerdeki konuşmalarıyla millî bilinci harekete
geçirmek için aktif olarak çalışır. İstiklal Savaşı
günlerini romanlarında idealize ettiği kahramanlar aracılığıyla kurmaca bir düzleme taşıyarak bu
karanlık günlerin yol açtığı kaotik atmosferi bizatihi kendi gözlemleriyle canlı tablolar halinde
betimleyen Halide Edib, kendisinin İstiklal Savaşı’ndaki etkin rolünü de “Türkün Ateşle İmtihanı” adlı hatırat kitabında detaylı olarak anlatır.
Nitekim yazar, “Sakarya Savaşı’nın destanı olarak
” (Enginün 1989: 19) 1922’de yazdığı “Ateşten
Gömlek” romanında da Ayşe adlı fedakâr bir Türk
kadını aracılığıyla savaş atmosferini ve kadınların
vatan konusundaki duyarlılıklarını dile getirir.
Halide Edib, “Dağa Çıkan Kurt” ve “İzmir’den
Bursa’ya” adlı eserlerinde de halkın millî duygularını harekete geçiren bir üslup kullanır. Büyük
Mecmua’da yazdığı hikâyelerinde de millî duyguları işleyen Halide Edib, “Zeynebim Zeynebim”
başlıklı hikâyesinde İzmir’in işgali sırasında azınlıkların ihanetlerini anlatarak millî birlik ve bera-
berliğin sağlanması gerektiğinin altını çizer.
Çanakkale Savaşları sırasında etkin bir rol oynayan Teâlî-i Nisvan Cemiyeti’nin başkanlığını
da yapan Halide Edib (Erdemir 2009:432) şehit
çocuklarına yönelik yardım faaliyetlerinde etkin
olarak yer alır. 1919’da İzmir’in işgalini protesto
eden mitinglere katılan Halide Edib’in özellikle
Sultanahmet Mitingi’nde yaptığı konuşma büyük yankılar uyandırır. Kurtuluş Savaşı’nın temsil
organı haline gelen Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde yazılar yazan Halide Edib, bu sıralardaki
gözlemlerini yazılarında ve romanlarında fragmanlar halinde kaleme aldığı gibi aynı zamanda
savaş sırasındaki çalışmalarıyla onbaşı rütbesi alır.
Çökmek üzere olan bir imparatorluğun içinde
bulunduğu durum, Halide Edib’in millî kimliğe
ilişkin algısını derinden etkiler. Nitekim müttefik kuvvetlerinin küçük bahanelerle Türkleri
tutuklamaları, cezalara çarptırmaları, fena halde
dövmeleri, evlerin zorla sahiplerinden alınması,
içerdekilerin dışarıya atılması ve Türk basınının
müttefiklerin sansüründe olması, (Adıvar 1985:
15,16) Halide Edib’in toplumsal bilinci harekete
geçirmek için çalışmalar yapmasında tetikleyici bir rol üstlenir. Bu amaçla Türk kadınlarında
millî bilinç uyandırmaya çalışan Halide Edib,
halk arasında dolaşıp onları dinler ve kadınların
memleket meselelerinde erkeklerden daha duygulu olduklarına inanır. Ona göre kadınlar da
ülkenin karşı karşıya kaldığı tehlikeyi anlamışlardır. Çünkü devrin kadınları, siyasal nedenleri
anlamasalar bile, yurtlarının tehlikeye girmesine
karşı hemen isyan ederek tepkilerini göstermeye
çalışmaktadırlar. Nitekim Beyoğlu tarafındaki
yüksek sosyete kadınları, İtilaf kuvvetlerinin bu
hareketine karşı halk arasında uyanan öfkeyi İtilaf
subaylarını çağırarak onlara anlatmaya çalışmaktadırlar. Daha çok halk arasında dolaşan Halide
Edib, Türk kadınlarının duygularını kudretle ifade ettiklerini dile getirir. (Adıvar 1985: 16-17)
Bu bağlamda şunu söylemek gerekir ki; Türk kadınları vatanın kurtarılması için erkeklerle omuz
omuza verdikleri mücadeleyi basın hayatına da
taşırlar. Özellikle Halide Edib, hem makalelerinde hem de hikâye ve romanlarında halka umut
aşılayarak vatan için kaygılanan kadınların sesi
olur. Halide Edib’in mücadelesi, sadece yazıları ve
31
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
edebi eserleriyle sınırlı kalmaz. İstanbul’un işgali
üzerine eşiyle birlikte Anadolu’ya geçmesi onun
vatan uğruna “ateşten gömlek”i giymeyi göze aldığının bir göstergesidir.
İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali ile “istiklal mücadelesi” ve hürriyet tutkusu Halide Edib’te
bir “kutsal delilik” (Adıvar 1985: 27) halini alır.
1922’de İzmir geri alınana kadar hiçbir şeyin Halide Edip için önemi kalmaz. Sadece fikirleriyle
değil aynı zamanda aksiyoner kimliğiyle de Halide Edib, vatanın kurtarılması için Türk Ocağı’nın
düzenlediği mitinglere katılır. İlk olarak Fatih’te
belediyenin balkonundan konuşur ve burada
halkla buluşarak onlara ümit telkin eder (Adıvar
1985: 29) Bu mitingin dikkat çeken yönlerinden
birisi, kadınların da onu dinlemeye gelmeleridir.
Yazar, Kadıköy mitinginin ardından da Sultanahmet mitinginde konuşarak vatan kaygısı taşıyan
kadınların sesi olur. Zira o günkü Halide’nin
kalbi bütün Türk kalplerinden gelen duyguyla atmaktadır. (Adıvar 1985 :32) Nitekim burada halkın insanlık ve adalet esaslarına sadık kalmasını ve
hangi şartlar altında olursa olsun hiçbir kuvvete
boyun eğmemelerini ister. Halide Edib’in coşkulu
konuşmasının ardından halkın galeyana gelerek
hep birlikte yemin etmesi, millî ruhun uyandırılması açısından önem arz etmektedir. Ancak bu
mitingler yüzünden 16 Mart İstanbul işgalinde
Halide Edib’in evi basılır. (Doğramacı 1992: 52)
Büyük Mecmua’da yazdığı “Türk’ün Hitabı”
başlıklı yazısında Halide Edib, İtilaf devletlerine
seslenerek Birinci Dünya Savaşı sonrası Türklerin
kendilerini idare edemeyeceklerine ilişkin algıya
karşı çıkar. Yazısında, “bizim gazetelerimizde münakaşalarımıza bakarak mı kendimizi idare edemeyeceğimize hükmediyorsunuz! Hayır!.. Bir tek nokta
vardır ki; bugün birbirine bağıran her Türk’ü yarın
kalp kalbe el ele onun etrafında bir kale gibi görürsünüz: O nokta Türkiye’dir.” (Adıvar 1919: 130)
cümlelerini sarf ederek Türk halkının millî kimliklerinden taviz vermeyeceklerinin altını çizer.
Hâkimiyet-i Millîye, Vakit, Büyük Mecmua,
Türk Yurdu gibi gazete ve dergilerde ülkenin içinde bulunduğu durumu ve savaşların yol açtığı kaotik ortamı dile getirirken kurtuluş önerilerinde
bulunan Halide Edib, kadınların da erkeklerle
birlikte verdikleri mücadelelerin örnek isimle-
rinden birisidir. Nitekim Fuat Köprülü, Büyük
Mecmua’da Müfide Ferit’in Aydemir romanı
hakkında kaleme aldığı yazısında Türkiye’deki
Türklerin millî hakkını savunan ilk romanın
Halide Edib tarafından yazıldığını söyleyerek
Müfide Ferit’in eserinin de bu alanda önemli bir
adım olduğunu ifade eder. (Köprülü 1919: 2728) Köprülü’nün bu tespitinden de anlaşıldığı
üzere kadın yazarlar, millî duyguların dile getirilmesinde de zaman zaman öncülük etmişlerdir.
İzmir’in işgalini duyduğu anda umutsuzluğa
düşen ve yenilgi hissine kapılan Müfide Ferit ise
Hâkimiyet-i Millîye gazetesinde yazdığı “Kara
Haber” başlıklı yazısında, içinde bulunulan durumun vahametini; kendi teessüratını ve ümitsizliğini ifade eden cümlelerle yansıtır. Söz konusu
yazısında, bir türlü inanamadığı ve sindiremediği
“Yunan İzmir’i işgal etmiş” (Müfide Ferit 1339)
haberini defalarca yineleyen Müfide Ferit, adeta
İzmir halkının duygularına tercüman olur. Yazısında ümitsizlik içinde adeta bir buhran geçirdiğini betimleyen Müfide Ferit’in bu karamsar bakış
açısı aynı gazetede bir hafta sonra yazdığı “Hayret” başlıklı yazısında da adeta İstanbul halkının
gözlerine sirayet etmiş olarak dile getirilir. Yazısında durum tespiti yapan yazar, “Sultanahmet
Mitingi’nde milletin, hislerini, heyecanını, üzüntüsünü” (Kurnaz 1992: 160) vurguladığı gibi her
kesimden insanların katıldığı bu mitinge katılanların halet-i ruhiyelerini anlamaya çalışır. (Müfide
Ferit 1339) Söz konusu iki yazısında da kaygılı
bir bakış açısıyla ülkenin elden çıkacağı endişesini
taşıyan yazar, zamanla iyimser ve umut dolu bir
tavır geliştirir. Zira karamsar düşünceleri bir süre
sonra yerini ümide ve savaşın kazanılacağına ilişkin kuvvetli bir inanca bırakır. Hâkimiyet-i Milliye ve İrad-i Milliye gazetelerinde Millî Mücadeleye destek verici nitelikte yazılar yazan Müfide
Ferit, özellikle Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde
yazdığı “Türk Askeri” , başlıklı yazısında “Türk
askerinin I. Dünya Savaşı’ndaki başarılarından
bahsettikten sonra, Anadolu hareketini takdirle
karşıladığını belirten” (Kurnaz 1992: 158) ifadeler kullanır.
Osmanlı basın hayatında, İstiklal Savaşı’yla ilgili yazılarıyla dikkat çeken bir başka kadın yazar
da Şükûfe Nihal’dir. Şükufe Nihal, “Türk Ocağı
32
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
gibi cemiyetlerle aydınların ve üniversite gençlerinin düzenledikleri birçok toplantının içerisinde
yer alır” (Argunşah 2002: 50). Tıpkı Halide Edib
gibi Sultanahmet Mitingi’nde konuşma yapan
Şükûfe Nihal de konuşmasında, halkı coşturacak
bir söylemle millî duyguları harekete geçirir. Özellikle Anadolu’ya ilişkin bir duyarlık geliştiren yazar, “Aralık 1918’de Anadolu’da Atatürk’ün teşvikiyle kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’nin”,
“İstanbul Şubesi’nde aktif olarak çalışır” (Argunşah 2002: 50). Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması
için özellikle basın ve dernekler aracılığıyla aktif
olarak çalışan Şükûfe Nihal şiirlerinde de vatanın içinde bulunduğu durumu coşkun bir edayla
dile getirir. Nitekim “Türk ölür mü, tarihi yaratan
Türk ölür mü? /İnsanlığa ün veren ad yere gömülür
mü” dizeleri, Şükûfe Nihal’in coşkulu duygularının ve millî birliğin inşasına ilişkin vurgularının
bir yansımasıdır.
İstiklal Mücadelesi’nin yurt geneline yayıldığı
ve halkın topyekûn mücadeleye giriştiği bir süreçte Nezihe Muhiddin de “millî harekete katılanların ülkenin “en namuslu en kahraman evlatları”
olduğunu” (Zihnioğlu 2003: 91) vurgulamaktadır. Söz konusu yazısında vatan için savaşan kahraman evlatlara layık oldukları değerin ve hürmetin gösterilmesi gerektiğini ve bu borcu inkâr etmenin bir nankörlük olacağını ifade etmektedir.
(Zihnioğlu 2003: 91) Nezihe Muhiddin’in millî
duygulara ilişkin vurgusu da kolektif bilinci harekete geçirme arzusunu içermektedir. Nitekim
kahramanlık olgusuna dikkat çeken yazar, toplumsal belleği canlandırma amacı taşımaktadır.
Sonuç
Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşlarla boğuştuğu ve dağılmaya yüz tuttuğu bir süreçte özellikle Anadolu’da cephede savaşan cesur Türk kadınlarının yanı sıra İstanbul’da da kadın yazarlar, ülkenin kurtuluşunu sağlamak ve işgalleri ortadan
kaldırmak için erkeklerle birlikte omuz omuza
mücadele etmişlerdir. Bu mücadeleler neticesinde İstanbul’daki kadınların millî bilinçlerini
harekete geçiren kadın yazarların etkinlikleri ve
siyasal yaşamda aktif olarak bulunma arzuları,
savaşlarla doğrudan ilintilidir. Zira ülkenin içinde
bulunduğu durumdan kurtarılması için mücadele
eden ve millî mücadeleyi destekleyen aksiyoner
kadınların varlığı, İstiklal Savaşı’nın topyekûn
bir kurtuluş hareketine dönüşmesinde göz ardı
edilmeyecek bir gerçekliktir.
Gerek derneklerdeki faaliyetlerinde gerek
gazete ve dergilerindeki yazılarında millî kimliği uyandırma gayreti içinde olan kadın yazarlar
eserleri aracılığıyla aynı zamanda Kurtuluş Savaşı
yıllarında yaşananların bugüne taşınmasında da
önemli bir rol üstlenmişlerdir. ■
Kaynaklar
Adıvar, Halide Edib (1985) Türkün Ateşle İmtihanı, Atlas
Kitabevi, İstanbul.
Adıvar, Halide Edib (1919) “Türk’ün Hitabı” Büyük
Mecmua, Numara: 9, s.130
Argunşah, Hülya (2002) Şükûfe Nihal, Akçağ Yayınları,
Ankara.
Coşkuntürk, Hüveyla (1987) İhsan Raif Hanım, Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara.
Doğramacı, Emel (1992) Türkiye’de Kadının Dünü ve Bugünü, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara.
Emine Semiye (1337) “Vazifemiz Başına” İleri, Numara:
1146, s.3
Emine Semiye (2006) “Bir Damla Kan ve Bir Damla
Gözyaşı”, Yeni Mecmua Çanakkale Özel Sayısı (Haz. Muzaffer Albayrak, Ayhan Özyurt), Yeditepe Yayınları, İstanbul.
Enginün, İnci (1989) Halide Edib Adıvar, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
Erdemir, Lokman (2209) Çanakkale Savaşı Siyasi, Askeri
ve Sosyal Yönleri, Gökkubbe Yayınları, İstanbul.
Fatma Aliye (1331) “Kadınlar Hakkında” Servet-i Fünun,
Numara: 1289 s.178-179
Fatma Aliye (1331) “Kahraman Kadınlarımız” Servet-i
Fünun, Numara: 1253 s. 66-67
Kanter, Beyhan (2014) “Birinci Dünya Savaşı Sırasında
Fatma Aliye ve Emine Semiye’nin Toplumsal Duyarlılıkları”,
Türk Edebiyatı, S.492, s.74-76
Köprülü, Mehmet Fuat (1919) “Aydemir”, Büyük Mecmua s.27-28
Kurnaz, Şefika (1992) Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul.
Kurnaz, Şefika (2012) Balkan Savaşında Kadınlarımız,
Ötüken Yayınları, İstanbul.
Müfide Ferit (1339) “Kara Haber”, Hâkimiyet-i Millîye,
Numara: 122
Müfide Ferit (1339) “Hayret”, Hâkimiyet-i Millîye, Numara: 129
Yaraman, Ayşegül (2001) Resmi Tarihten Kadın Tarihine,
Bağlam Yayınları, İstanbul.
Zihnioğlu, Yaprak (2003) Kadınsız İnkılâp, Metis Yayınları, İstanbul.
33
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Türk bağımsızlık savaşının kadın
kahramanlarından Ayşe Çavuş ve
onunla yapılan iki mülakat
YAVUZ ASLAN*
"Ben ilk silaha
sarıldığım sıralarda
Salihli’de harp
ederken Kemal
Paşa haber almış.
Beni Ankara’ya
istedi. Ben o sırada
muharebeden nasıl
ayrılabilirdim. Haber
gönderdim ki 'Ben
şimdi düğünü bozup
da gelemem. Sonra.'
Nihayet harpten
sonra Ankara’ya
geçtim ve büyük
Başkumandanımızla
görüştüm."
T
ürk Bağımsızlık Mücadelesinin kazanılmasında kahramanca mücadele
veren, gerek cephe gerisinde ve gerekse cephede üzerine düşen görevi büyük bir
fedakârlıkla yerine getiren Türk kadınının uygarlık yarışında da aynı mücadelenin içinde olması ve
bu yolda katkılarını sunması, Türkiye’nin geleceği
açısından en önemli konudur. Türk kadını Millî
Mücadele yıllarında göstermiş olduğu azmi ve
kararlılığı, Türkiye’nin uygarlık savaşında da göstermeli, hayatın her alanında yer almalıdır. Türk
kadınının geçmişte göstermiş olduğu fedakârlık,
azim ve mücadelenin sayısız örnekleri bulunmaktadır. Bu örneklerden birisi de “Ayşe Çavuş”tur.
Bu makalede Türk bağımsızlık savaşında büyük kahramanlıklar gösteren, elinde silahı ile birçok cephede Yunan işgal kuvvetlerine karşı savaşan ve adını Millî Mücadele tarihinin sayfalarına
altın harflerle yazdıran Ayşe Çavuş tanıtılacaktır.
Ayşe Çavuş ile ilgili birçok eserde bilgiler olmasına karşın hakkında ayrıntılı bir çalışma yapıldığını söylemek zordur. Birçok eserde Millî
Mücadele’nin ismi Ayşe olan kadın kahramanları
birbirlerine karıştırıldığı gibi, verilen bilgilerde de
* Prof. Dr., Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
34
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
önemli farklılıklar mevcuttur. Ayşe Hanım[1],
Yüzbaşı Ayşe[2], Binbaşı Emire Ayşe[3], Binbaşı
Ayşe, Ayşe Çavuş isimleri ile eserlerde tanıtılan
bu kadın kahramanı Millî Mücadelede belirginleşmiş olan ve hayatının sonuna kadar resmî
yazılarda geçen hâli olan “Ayşe Çavuş” şeklinde
ele almanın daha doğru olacağı açıktır. Ayrıca
metin içerisinde üzerinde durulduğu gibi Bağımsızlık Savaşının bu kadın kahramanı “Çavuş” olarak mı kalmıştır yoksa daha sonra gerçekten “Yüzbaşı ve Binbaşı” rütbelerini almış
mıdır? Bu durum tam olarak açık değildir.
Mevcut bilgiler ışığında bütün bu farklılıkları tam olarak düzeltmek mümkün olmamakla
birlikte, bu makalede “Ayşe Çavuş”u daha ayrıntılı olarak tanıtmak, eserlerdeki bilgi farklılıklarını bir tartışma konusu yapmadan elden
geldiğince düzeltmek amaçlanmıştır. Ayrıca
hakkında en önemli bilgilerin bulunduğu kendisiyle 1922 yılında yapılan iki mülakatta verilmiştir ki, aynı yıl içerisinde iki ayrı gazetede
çıkmış bu mülakatlarda dahi bazı bilgi farklılıkları bulunmaktadır.
Ayşe Çavuş kimdir?
Ayşe Çavuş; 1864 doğumlu olup[4] aslen
Kırımlı’dır. Kırım’dan ailesi ile birlikte Balkanlara göç ederek, Prizren[5]’e yerleşmişlerdir[6].
1. Fevziye Abdullah Tansel, İstiklal Harbi’nde Mücâhit
Kadınlarımız, AKM Yay., Ankara, 1991, s.39; Millî
Mücadele ve Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Kadınlarımız,
T. C. Millî Savunma Bakanlığı Yay., Ankara, 1998, s.121.
2. Cumhuriyet, 30 Haziran 1341/1925, Numro:412
3. Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Kadınları, Cumhuriyet
Kadınları Derneği yay., Ankara, 2006, s.300.
4. Ayşe Çavuş İstikbal gazetesine verdiği mülakatta 58
yaşında olduğunu söylemektedir. Bu mülakatın 1922
yılında yapıldığı dikkate alınırsa, kendisinin 1864
doğumlu olduğu anlaşılmaktadır.
5. Prizren; bugün Kosova’nın ikinci büyük şehridir.
1455 yılında Fatih Sultan Mehmet’in fethiyle beş asır
Türk hâkimiyetinde kalan Prizren, I. Balkan Savaşı
esnasında Türklerin elinden çıkmıştır.(www.prizrenliler.
org) Türklerin en yoğun olarak yaşadığı bu Osmanlı Türk
şehri, hâlen Türk mimarisini, kültürünü, kısacası Türk
medeniyetini gururla koruyan bir kent konumundadır.
(Rair Virmica, “Prizren Osmanlı Mimarisi Sanatının
Şahaserler Yurdu”, www.prizrenliler.org/miras.html )
6. İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547.
Zeki Sarıhan, “Kurtuluş Savaşı Kadınları” adlı eserinde
“Binbaşı Emire Ayşe” başlığı ile ele aldığı bölümde;
önce Ayşe Çavuş’un aslen Selanikli olduğunu, kocasını
Balkan Savaşında kocasını kaybeden[7] Ayşe
Çavuş, buradan Anadolu’ya göç etmek zorunda kalmış, önce Bursa’ya daha sonra da İzmir’e
gelerek yerleşmiştir[8].
15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’i işgal etmesi üzerine köy köy dolaşıp gönüllüler
toplayıp dağa çıkarak Millî direniş hareketine
katılan Ayşe Çavuş[9], burası Yunanlıların eline geçince Aydın’a gitmiştir[10]. Ayşe Çavuş,
Kuvayı Millîye’nin ilk teşkilatına iki oğlu ile
birlikte katılmış[11], Yunanlılar tarafından 27
Mayıs 1919’da işgal edilen Aydın’da, Demirci’deki savaşlarda kahramanca dövüşmüş[12],
28 yaşındaki oğlu Ahmet, Demirci’deki savaşta şehit düşmüştür[13]. Salihli, Demirci, Simav,
Gedüs(Gediz)’de Yunanlılara karşı mücadele
veren bu mücahit kadın, Salihli’deki savaşlar
Kafkas Cephesi Savaşlarında kaybettiğini ifade ederken,
sonra aslen Kırımlı olup daha sonra göç ederek Prizren’e
yerleştiğini ve kocasını Balkan Savaşlarında kaybettiğini
belirtmektedir. (Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Kadınları,
s.301,305.). Bu, yazarın da farkında olduğu gibi bir
tezattır. Aslında bu durum daha çok çeşitli kaynaklarda
Ayşe ismi ile geçen kadın kahramanları, birbirlerine
karıştırmaktan kaynaklanmaktadır. Şurası açıktır ki, Zeki
Sarıhan’ın ilk önce giriş kısmında bahsettiği Selanikli
Ayşe ile Kırımlı Ayşe Çavuş aynı kişiler değildir. Yani
“Tasvir-i Efkâr” gazetesi kaynaklı Ayşe ile Vakit ve
İstikbal gazetelerinde mülakatları yayımlanan Ayşe
Çavuş farklı kişilerdir.
7. Vakit, 5 Şubat 1338/1922, Numro:1492; İstikbal, 1
Mart 1338/1922, Numro:547; Fevziye Abdullah Tansel,
İstiklal Harbi’nde Mücâhit Kadınlarımız, AKM Yay.,
Ankara, 1991, s.39.
8. İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547. Vakit
gazetesinde de aşağı yukarı aynı bilgiler şu şekilde
verilmektedir: “Prizrenli olan Ayşe Çavuş Balkan
Harbini müteakip Kasaba(Turgutlu)’ya gelerek iskân
edilmiş….” (Vakit, 5 Şubat 1338/1922, Numro:1492)
9. İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547; Vakit, 5 Şubat
1338/1922, Numro:1492.
10. Tansel, Mücâhit Kadınlarımız, s.39.
11. Cumhuriyet, 30 Haziran 1341/1925, Numro:412.
Ayşe Çavuş, Vakit gazetesine verdiği mülakatta oğlu ve
damadı ile birlikte mücadeleye atıldığını anlatmaktadır.
(Vakit, 5 Şubat 1338/1922, Numro:1492)
12. Tansel, Mücâhit Kadınlarımız, s.39.
13. İstikbal gazetesine verdiği mülakatta Ayşe Çavuş,
büyük oğlu Ahmet’in Demirci’de şehit düştüğünü
belirtmektedir. (İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547.)
Vakit gazetesinde ise Demirci’de şehit düşenin damadı
olduğunu anlatmaktadır ki, damadından oğlu olarak
bahsetmesi de ihtimal dâhilindedir.(Vakit, 5 Şubat
1338/1922, Numro:1492.)
35
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
esnasında “Çavuşluk” rütbesini almıştır[14].
Gediz’de bir müsademede de diğer oğlu şehit
olmuştur[15]. Ayşe Çavuş, Birinci İnönü ve
İkinci İnönü savaşlarında da bulunmuştur[16].
Kütahya bölgesindeki savaşta ve daha sonra Sakarya Savaşında Yunanlılara karşı kahramanca
savaşan Ayşe Çavuş, bu savaşlar esnasında; biri
omzundan diğeri diz kapağından, üçüncüsü de
ayağından olmak üzere üç kez yaralanmıştır[17].
Kendisi Sakarya’da savaşırken üç kızı
Ankara’da bulunmaktaydı. Hatta Ayşe
Çavuş’un ifadesine göre; Meclis’in Ankara’dan
Kayseri’ye nakledilmesi tartışmaları esnasında Mustafa Kemal Paşa’nın, Ayşe Çavuş’un
Ankara’da bulunan kızlarını belki korkarlar
diye Kayseri’ye göndermek istediğini, ancak
onlar; “Ankara’dan ayrılmayız. Şayet anamız
şehit olursa yerine biz geçeceğiz. Muharebeye
gireceğiz ve nihayet icap ederse biz de bu millet
için öleceğiz.” diyerek Ankara’dan ayrılmamışlardır[18].
14. İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547. Vakit
gazetesine verdiği mülakatta çavuşluk rütbesini alma
olayını şu şekilde anlatmaktadır: “Ben orada iken
düşmanın Gediz’e girdiğini söylediler. Arkadaşlarımla
hemen yola çıktık. Akıncılık yapmak istiyordum. Hamidiye
Köprüsüne yaklaştığımız zamanda karşıdan bir otomobil
gördük. Atlarımız ormana çekerek pusu tuttuk. Otomobil
yaklaşınca ve içinde iki Yunan zabiti görür görmez
“ateş” kumandasını verdim. Bir dakika içinde makinecisi
ile beraber üç Yunanlının cesetleri otomobilin içine
yuvarlanmıştı. Otomobil kullanmağı bilmiyorduk. Bunu
hayvanların arkasına bağlayarak sürükleye sürükleye
Kuvayı Milliye Kumandanına getirip teslim ettim. Bu
suretle iki makineli tüfenk iğtinam etmiştik. İşte bu
muvaffakiyet üzerine beni çavuş yaptılar ve artık herkes
bana Ayşe Teyze yerine Ayşe Çavuş demeğe başlamıştı.”(
Vakit, 5 Şubat 1338/1922, Numro:1492.)
15. Vakit, 5 Şubat 1338/1922, Numro:1492.
16. Tansel, Mücâhit Kadınlarımız, s.39. Tansel,” küçük
oğlunu da bu esnada şehit vermiştir” diye yazmaktadır
ki İstikbal’deki mülakatında küçük oğlunun şehit düştüğü
hakkında bilgi vermemektedir. Trabzon’a geldiğinde 12
yaşındaki küçük oğlunun yanında olduğu anlaşılmaktadır.
( İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547.)
17. İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547.
18. İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547. Vakit
gazetesinde Ayşe Çavuş’un, dört erkek bir kız olmak üzere
beş evlada sahip olduğu kaydedilmektedir ki( Vakit, 5
Şubat 1338/1922, Numro:1492.), İstikbal’deki yukarıda
verilen bilgi ile uyuşmamaktadır. Eğer gerçekten dört
erkek çocuğu var ise, ya İstikbal’de verdiği bilgi yanlıştır
veya oğulları evli ise gelinlerinden kızları olarak
bahsettiği düşünülebilir.
Ayşe Çavuş savaştan sonra Ankara’ya gelmiştir. Burada kendisine büyük ilgi gösterildiği
anlaşılmaktadır. Mustafa Kemal Paşa ve diğer
birçok kişi ile görüşen Ayşe Çavuş, İstikbal gazetesine Mustafa Kemal Paşa ile görüşmesi olayını latifeli bir şekilde anlatmaktadır[19]:
“Ben ilk silaha sarıldığım sıralarda Salihli’de
harp ederken Kemal Paşa haber almış. Beni
Ankara’ya istedi. Ben o sırada muharebeden nasıl
ayrılabilirdim. Haber gönderdim ki “Ben şimdi düğünü bozup da gelemem. Sonra.” Nihayet
harpten sonra Ankara’ya geçtim ve büyük Başkumandanımızla görüştüm.” ,
Lütfi Arif ’in belirttiğine göre; Ayşe Çavuş;
sarışın benizli, Tatar çehreli ve tahminen elli
beş yaşlarında, orta boylu, zayıf bünyeli, ayağında çizme, elinde kamçı, baş örtülü ve erkek
kıyafetli olarak Ankara sokaklarında dolaşarak
herkesin dikkatini çeken, aynı kıyafetle her
gün aynı kahveye gelen, bir erkek gibi kahvesini ısmarlayarak sigarasını içen, subaylar arasında dolaşarak onlardan her gün muharebe
havadisleri toplayan ve kendisine büyük saygı
gösterilen bir kadındı[20].
Sovyet Rusya Temsilciliğinin de halk kahramanı olarak Ayşe Çavuş’a büyük bir ilgi gösterdiği anlaşılmaktadır. Dönemin Ankara’daki
Sovyet Rusya Yetkili Temsilcisi S. İ. Aralov, bu
kahraman Türk kadının resmini “Vospominaniya Sovyetskogo Diplomata 1922- 1923 (Sovyet Diplomatının Anıları)” adıyla yayımlamış
olduğu Türkiye’deki anılarını içeren esere de
almıştır[21].
19. İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547. Ayşe
Çavuş, Mustafa Kemal Paşa ile görüşmesi ile ilgili Vakit
gazetesinde çıkan mülakatında ise şöyle demektedir:
“Kuvayı Milliye Kumandanı bana; Seni Mustafa Kemal
Paşa görmek istiyor, Ankara’ya gideceksin” dedi. Ben
de Ankara’ya yolandım. İstasyondaki dairesinde Paşa
beni kabul etti. Hizmetimin mükâfatını vermek istedi.
Ben de milletin sağlığını, vatanın kurtulmasını istediğimi
ve serbest bırakılmaklığımı söyledim.
Ankara’dan
yine elli dört arkadaş topladım, oğlum ve damadımla
beraber Kütahya’ya geçtim.” (Vakit, 5 Şubat 1338/1922,
Numro:1492)
20. Lütfi Arif, “Ayşe Çavuşla Mülakat”, Vakit, 5 Şubat
1338/1922, Numro:1492.
21. S. İ. Aralov, “Vospominaniya Sovyetskogo Diplomata
1922- 1923, Moskova, 1960, s.151. Bu eser Türkçeye
Hasan Ali Ediz tarafından çevrilerek yayımlanmıştır.
Ancak Türkçe çevrisinde resimler bulunmamaktadır.
36
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Ayşe Çavuş yine bu dönemde Sovyet Ukrayna Yetkili Temsilcisi olarak Ankara’ya gelmiş olan Bütün Kırım ve Ukrayna Silahlı
Kuvvetleri Başkomutanı ve Sovnarkom Başkan
Yardımcısı Mihail Vasilyeviç Frunze[22] ile görüşmüş ve ata memleketi olan Kırım’a ziyaret
amacıyla gitmek için ondan yardım istemiştir.
Frunze’nin bu kahraman kadına gerekli ilgiyi
gösterdiği ve onun delaletiyle Kırım’a gitmek
için Trabzon’a geldiği, İstikbal gazetesine verdiği mülakattan anlaşılmaktadır[23].
Mart 1922’de Trabzonluların birkaç gün konuğu olan Ayşe Çavuş, Trabzon’da bulunduğu
süre içerisinde Müdafaai Hukuk Cemiyeti Başkanı Barutçuzade Hacı Ahmet Efendi’nin evinde misafir olmuş, Fatih Kız Okulunda şerefine
verilen çay ziyafetinde, Darüleytamda okutulan mevlitte ve Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nde
hazır bulunmuş, askerî birliklerle görüşmüş ve
Trabzon’un kibar kadınları tarafından yapılan
davetlere katılmıştır. Trabzon’da vatan ve bağımsızlık konularındaki konuşmaları ve yüksek
vatanseverlik duygularıyla herkesin takdirini
kazanan Ayşe Çavuş daha sonra Kırım’a gitmek
üzere Trabzon’dan ayrılmıştır[24].
Ayşe Çavuş’un Kırım’a kadar gittiğine dair
bir bilgi bulunmamaktadır. Kırım’a gitmek
için yola çıktığı, ancak Batum’dan geri döndüğü anlaşılmaktadır.
İstikbal gazetesinden naklen Tercümanı
Hakikat’te yayımlanan “Ayşe Çavuş Ankara
Yolunda” başlıklı yazıya göre; Batum’a kadar
kısa bir yolculuk yaptıktan sonra dönmüş olan
Ayşe Çavuş, Ankara’ya hareket etmiştir. Burada kaldığı günlerde saygıyla karşılanmış, hele
kadınlar kendisine çok sevgi göstermişlerdir.
(bk. S. İ. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Anıları, İkinci
Baskı, Ankara, 1985.) Aralov’un anılarında bulunan Ayşe
Çavuş’un bu resmi Fevziye Abdullah Tansel’in eserinde
de verilmiştir.( Tansel, Mücâhit Kadınlarımız, s.58.)
22. M. Frunze 13 Aralık 1921’de Ankara’ya gelmiş ve
Ocak (1922)ayının ilk haftasında Ankara’dan ayrılmıştır.
(Bu konuda ayrıntılı bilgi için bk. Yavuz Aslan, Mustafa
Kemal- M. Frunze Görüşmeleri, İstanbul, 2002.)
23. İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547.
24. Sebahattin Özel, Millî Mücadele’de Trabzon, TTK
Yay., Ankara, 1991, s.206. Zeki Sarıhan’ın kitabında
bu eserin yazarı, herhâlde dikkat hatasından dolayı
yanlışlıkla “Bahattin Ögel” şeklinde verilmiştir.(Sarıhan,
Kurtuluş Savaşı Kadınları, s. 306-307, dn.641.)
Veda etmek üzere İstikbal yazıhanesine uğradığında bir ipek kefiye, altın küpe göstererek
bunları çocuklarına İmaret Müderrisi merhum
Mahmut Efendi’nin eşi Aliye Hanım’ın verdiğini söyleyerek gazete yolu ile ona teşekkür
etmektedir[25].
Zeki Sarıhan, Ayşe Çavuş’un Batum’dan
döndükten sonra Büyük Taarruz’a katıldığı ve
binbaşılığa bu savaştan sonra yükseldiğinin anlaşılmakta olduğunu belirtmektedir[26].
Hâlbuki Ayşe Çavuş 1925’te, İstanbul’u ziyaret ettiğinde üzerinde “Süvari Yüzbaşısı” üniforması bulunduğu Cumhuriyet gazetesinde
yazılmaktadır. Bu seyahati esnasında Cumhuriyet gazetesi matbaasını da ziyaret eden Ayşe
Çavuş hakkında şu bilgiler verilmektedir:
“İlk Kuvayı Milliye teşkilatına iki oğlu ile beraber dahil olan, Demirci muharebesinde birinci
oğlunu, İnönü muharebesinde de ikinci oğlunu
şehit veren meşhur mücahide Ayşe Çavuş dün
İzmir’den şehrimize gelmiştir.
Bugün süvari yüzbaşısı üniformasını taşıyan
Ayşe Hanım, Yunanlılarla birçok yerlerde muharebe etmiş, muzaffer olmuş bir Türk anasıdır.
Ayşe Hanım İstanbul’a ilk defa olarak, ziyaret
maksadıyla geldiğini söylemektedir. Kendisi dün
matbaamızı ziyaret etmiş ve şu sözleri söylemiştir: Lehü’l-hamd (Allah’a şükürler olsun), bugün
Büyük Gazimiz sayesinde emelimize nail olduk.
Türk ve Türklük kurtuldu. Vaktiyle düşman çizmelerinin altında inleyen sevgili topraklarımızda
şimdi serbest, göğsümü gere gere yürüyorum.”
Ayşe Çavuş, İstanbul’da beş altı gün kaldıktan sonra tekrar İzmir’e dönmüştür. Bundan
sonraki hayatı hakkında elimizde çok az bilgi
vardır. Yüzbaşılık ve daha sonra binbaşılık rütbelerini ne zaman, nasıl almıştır, bu rütbeler
gerçekten verilmiş midir yoksa fahri olarak
sembolik bir şey midir? İkinci şıkkın doğruluk olasılığı daha büyüktür. Fevziye Abdullah
Tansel, Binbaşı Ayşe’nin “Altuntac (Altıntaç)”
soyadını alarak,1942’de Ankara’da Merkez
Bankası’nda odacı olarak çalıştığını ve altı yıldan beri aynı vazifede olduğunu yazmaktadır[27].
25. Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Kadınları, s. 307.
26. Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Kadınları, s. 307.
27. Tansel, Mücâhit Kadınlarımız, s.40.
37
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Ancak Cumhuriyet Arşivi’nde bulunan bir
belge bu bilgilerin bir kısmının doğru olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Ayşe Çavuş
hakkında bulabildiğimiz tek resmî belge olan
bu kayıt, Ayşe Çavuş’un 1941’de İzmir’de hasta ve muhtaç bir durumda olduğunu göstermektedir. Bu belgede; İzmir Valiliği Mücahide
Ayşe Çavuş’un hasta ve muhtaç bir vaziyette
olduğundan bahisle, kendisinin İzmir’de tedavi altına aldırıldığını 2 Eylül 1941 tarih
ve 37/75640 sayılı yazı ile Müdafaai Milliye
Vekâleti’ne bildirmekte, bu vekâlette durumu
18 Eylül 1941 tarih ve 42670/14094 sayılı yazı
ile Başvekâlet’e iletmektedir[28].
Bu belge ışığında Ayşe Çavuş’un 1942’ye
kadar altı yıldır Ankara’da olduğu savının doğru olmadığı görülmektedir. Eğer 1942 yılında
Ankara’da Merkez Bankası’nda odacı olarak çalıştığı bilgisi doğru ise, 1941 yılı sonunda kendisinin Ankara’ya gönderildiği ve muhtaç durumda olmasından dolayı Merkez Bankası’na
odacı olarak alındığı gibi bir yorum yapılabilir.
Ayşe Çavuş’un ölüm tarihi ile ilgili de elimizde tutarlı bir bilgi yoktur. Millî Savunma
Bakanlığı tarafından yayınlanmış olan “Millî
Mücadele ve Cumhuriyet’in İlk Yıllarında
Kadınlarımız” adlı eserde Ayşe Çavuş’un
1942’de Ankara’da öldüğü kaydedilmektedir
ki[29], bu bilginin kaynağı verilmediği gibi doğruluğu da şüphelidir.
Sonuç olarak Millî Direniş Hareketimizin
bu önemli kahramanı ile ilgili daha ayrıntılı
araştırmalar yapılması ve birbiriyle çelişen bilgilerin tam olarak düzeltilmesi gerekmektedir.
Ayrıca Türk Bağımsızlık Savaşı’nın kahraman
kadınlarından olan ve oğullarını bu vatan toprağı için şehit veren bu yüce Türk anasının çok
muhtaç bir duruma düşmesi ve eğer yukarıdaki
bilgiler doğru ise seksenli yaşlarda odacı olarak
çalıştırılmaya başlanması son derece üzücü bir
durumdur ve büyük bir vefasızlık örneğidir.
Günümüzde de çocuklarını bu ülke için
şehit veren Ayşe Çavuş yürekli binlerce şehit
28. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Dosya No:5523,
Belge Kodu:030.10.0.0, Yer No: 56.377.5. Bu belge ekte
verilmiştir.
29. Millî Mücadele ve Cumhuriyet’in İlk Yıllarında
Kadınlarımız, s.121.
anası bulunmaktadır. Acaba bizler toplum olarak bu şehit analarının acılarını ne kadar paylaşıyoruz, onlarla ne kadar ilgileniyoruz, onlara maddi ve manevi olarak ne kadar destek
olabiliyoruz? Bu sorulara Türk toplumu olarak
verecek olumlu cevabımız yoksa Türk devleti
ve milletinin yarınları gerçekten büyük tehlike
altındadır.
1. Ayşe Çavuş ile İstikbal gazetesinde
yapılan mülakat
“Ayşe Çavuş İdare Hanemizde.
Kahraman mücahidemizin harp cephelerindeki menakıbı.
Heyeti muharririye odasının kapısı açıldı.
İçeri giren genç bir zabit Ayşe çavuş! Diye yanındakini tanıttı.
Ayşe Çavuş yakasına siyah, kıvırcık kuzu
postu konulmuş sağ koluna çavuşluk rütbesinin şekli resmisi olan iki kırmızı şerit takılmış
bir paltoyu labis, dizlerine kadar Anadolu kâri
ve üstü dolaklı çorap çekmiş başına koyu lacivert bir baş örtüsü sarmış, tepeden tırnağa kadar bir cengâver vaz’ ve tavrıyla ve beşeveş ve
handan bir sima ile hepimizin ayrı ayrı ellerini
sıktı ve oturdu. Muhterem çavuş vaziyete hemen hâkim olmuş, ruhunun büyüklüğünü bize
hissettirmiştir. Her hâliyle harpten yahud harplerden yeni çıkmış bir mücahit ruhu taşıdığını
belli eden bu yiğit tavırlı kadınla konuşurken,
onun bütün ruhunu saran harp menakıbını ve
hele Yunan düşmanlığını dinlerken bu vücudun içinde bir aslan yüreği saklı bulunduğuna
hükmetmemek mümkün olamıyor.
Ayşe çavuş o kadar nezih ve samimi ki muhitinde kimseye yabancılık hissini verdirmiyor.
Kâinatta Yunanlılar ve hempalarından başka
herkes sanki onun ya kardeşi ya evladı. Bununla beraber aklı ve fikri daima harpte. Beyanatı
arasında 28 yaşındaki mahdumunun Demirci
muharebesinde şehit düştüğünü naklederken
gözlerinin önünde, sanki o levhayı canlandırıyormuş gibi nazarlarını sabit bir noktaya dikerek bir müddet düşündü, sonra derin bir nefes alarak ilave eyledi. Ah! keşke birkaç oğlum
daha olsaydı da onlar da şehit düşseydi. Vatan
yaşasın yoksa…
Nazarlarımızı ulviyet ve fazilete doğru çekip
38
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
götüren bu manzara aynı zamanda gözlerimizi
yaşarttı.
Ayşe Çavuş’a mahal ve maksadı seyahatini
sorduk. Sade ve samimi bir ifade ile şöyle anlattılar:
Kırım’a gidiyorum. En asıl oralıyım. Oradan hicret etmişiz. Prezrin’de tavattun etmiştik.
Balkan Harbi bizi oradan da Bursa’ya hicret ettirdi. Bilahare İzmir’e gelerek orada yerleştik.
Ankara’da Ukrayna Heyeti Reisi Frunze Yoldaş
ile maarife peyda ettim. Onun delaleti üzerine
Kırım’ı görmek için gidiyorum. İnşallah yakında avdet edeceğim.
-Yunan İzmir’i işgal edince ben oğlum
Ahmet’le beraber sekiz yüz atlı toplayarak
dağa çekildim. Salihli etrafında dolaşıyorduk.
Düşman Salihli’yi de alınca ben bu alçakları
kovup perişan etmeyi düşünüyordum. Fakat
herifler Kasaba[30]’yı işgal ettikten sonra hemen her tarafı tel örgülerle sarmış, diplerine
bombalar koymuştu. Bu mâniaları atlatmak
bir meseleydi. Bir akşam arkadaşlardan Hasan Çavuş’a dedim ki bana beş altı çift manda
ve iki kalın urgan bulabilir misin? Bu Hasan
Çavuş ve hep arkadaşlar ateş gibiydi. Hem benim mandaları ne yapacağımı soruyorlar hem
de tedarik etmek istiyorlardı. Zannediyorlardı
ki mandaları kesip ziyafet vereceğim. Hâlbuki
askerin ihtiyacı yoktu. Ne ise sağ olsunlar altı
çift mandayı da ipleri de buldular. Gece geç
vakit ben tel örgülere yanaştım. Kazıkların bir
ikisini koparttırarak urgana, urganları da mandalara bağladım. Hayvanları Kasaba’ya doğru
salıverdim. Kazıklar ve onlarla tel örgüler artık
yerlerinden koparak mandaların peşinden sürüklenip gidiyorlardı. Arkasından biz de baskın
veriyorduk. Kasaba’yı öyle aldık ki düşman bile
nereden geldiğini anlayamadı. Hükümet dairesini bastığımız zaman fazla ateş oldu. Burada
üç şehit ile altı yaralımız vardır. Fakat düşmanı
temizledik. Canını kurtarabilenler esir oldu.
Bu muharebede düşman çok bomba ve mitralyöz bırakmıştı. Bunları hep aldık ve bunlarla
yine onları tepeledik. Ondan sonra artık daima
harp, Salihli, Demirci, Simav, Gedüs (Gediz),
Kütahya ve nihayet Sakarya muharebeleri, cephe muharebesi Simav’da başlamıştı. Gedüs hat30. Kasaba, Manisa’nın Turgutlu ilçesinin eski adıdır.
tında iken Osman isminde on iki yaşında bir
çocuk Kütahya’dan gelerek bize iltihak etmiştir.
Çavuş rütbesini alan bu yavru asker öyle harp
etmiştir ki nihayet ayağından yaralanmış ve bir
gözü de sakat olmuştur.
Sakarya Harbinde Haymana cihetlerinde
bulunuyordum, oradan da epey atlı topladım.
Hele Sakarya’da öyle harp ettik ki koca dere
Yunan leşleri ile doldu. Asker âdeta köprü gibi
üzerlerinden geçti. Bunu evlat ve ahfadımız daima şükran ile yâd edecektir.
Kahraman Çavuş bi’l-münasebe Ethem’den
de bahseylemiş bidayeten kendisiyle merkumun ne suretle teşriki mesai ettiğini anlatmış
ve sonra Yunanlılara teslim olmasını nakli kelamla aynen şöyle demiştir: Utanmaz namussuz
Ethem! Ölecek geberecek idi de bu edepsizliği
yapmayacaktı. Ne ise zaten öyle alçak herifin
ne ehemmiyeti olur. Ben kadınlığımla beraber
Yunan gibi aşağı bir milletin hakkından gelmeyi göze alıyorum. Mustafa Kemal Paşa gibi bir
başkumandanımız, İsmet Paşa gibi kumandanlarımız sağ oldukça, bu askerle biz neden korkarız. Yunan da kim oluyormuş? İnşallah Mustafa
Kemal Paşa İzmir’den İstanbul’a girecek, ben de
avdette İstanbul’da kendisiyle buluşacağım.
Ayşe Çavuş Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine çok büyük bir merbutiyet
taşıyor, Paşa Hazretlerini dilinden düşürmüyor.
En ziyade hoşuna giden cihet Paşa’nın tavazu’udur.
-Nerde diyor, o eski Abdülhamit devirlerinin
azimet ve saltanatı. Asker ne yiyorsa Paşa da onu
yiyor, asker ne giyiyorsa Paşa da onu giyiyor. Askerler arasında geziyor, büyüklüğün semtine uğramamış Allah onun ömrünü müzdad eylesin.
Çavuşun bu his ve merbutiyeti bütün efrad
ailesinde tamamiyle sirayet etmiş görünüyor, diyor ki biz Sakarya’da harp ederken Ankara’daki
kızlarım (Çavuşun Ankara’da üç kızı var) belki
korkarlar diye Paşa Hazretleri onları Kayseri’ye
sevk etmek istedi. Fakat gitmediler. Dediler ki
biz Ankara’dan ayrılmayız. Şayet anamız şehit
olursa yerine biz geçeceğiz. Muharebeye gireceğiz ve nihayet icap ederse biz de bu millet için
öleceğiz.
Dikkat ettik, çavuş bu sözleri büyük bir zevk
ile derin bir fahr ile söylemiştir. Bütün efradını
39
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
fedakârlık hissi doldurmuş bu aileden pek tatlı
ve civanmert bir eda ile bahsetmiştir.
Kahraman Çavuş İsmet Paşa’dan da bahsetmeden geçmemiştir. Onun da bir çok mezayasını saymış “aldığı parayı askere veriyor” demiştir.
Askerlerin İsmet Paşa’ya karşı olan hissiyatını
yüksek bir kanaatle anlatırken refakatinde bulunan ve zaten çavuşun cephe arkadaşı olan mecruh ve gazi mülazım Kâzım Bey dedi ki: Asker
İsmet Paşa’ya derin bir itimatla merbuttur. Ordu
Sakarya hattına çekilirken ben kulağımla işittim
bir nefer arkadaşına şöyle söylüyordu: “İsmet
bu! Yine bir kuyu kazdı. Bakalım Yunanlıları
nasıl içine düşürecek.” Binaenaleyh, zabit, efrat
hep İsmet Paşa’ya, Paşa da vatana merbuttur.
Ankara’ya ne vakit gittiğini sorduğumuz vakit, Çavuş bizi güldürmüştür. Demiştir ki: Ben
ilk silaha sarıldığım sıralarda Salihli’de harp
ederken Kemal Paşa haber almış. Beni Ankara’ya
istedi. Ben o sırada muharebeden nasıl ayrılabilirdim. Haber gönderdim ki “Ben şimdi düğünü bozup da gelemem. Sonra.” Nihayet harpten
sonra Ankara’ya geçtim ve büyük Başkumandanımızla görüştüm.
Ayşe Çavuş elli sekiz yaşında olduğunu söylemekle beraber dinç ve çevik görünüyor, gözlerinden cesaret saçılıyor, biri omuzdan diğeri
diz kapağından, üçüncüsü de üstünden girip
altından çıkmak üzere ayağından üç yarası olduğu halde bunlardan adeta eğlence gibi pek hafif
bahsedip geçmiştir. On iki yaşındaki mahdumu
kendisine refakat etmektedir.
Bu muhterem kadın tekrar elimizi sıkarak
veda ederken Salihli’de aldığı çavuşluk rütbesine alamet olarak taşıdığı çifte kırmızı şeritlere
hürmetini ikidir bir vaz’ ile sağ kolunun dirseğini ileri doğru biraz yükselterek bir selam
vermiştir. Biz de kendisini kapıya kadar teşyi
eyledik.”[31]
2. Ayşe Çavuş ile Vakit gazetesinde yapılan
mülakat
“Yunanlıların İzmir’e girmesini müteakip
köy köy dolaşarak gönüllü toplayan ve Kasaba
ile Demirci’de düşmana mühim darbeler indiren kahraman kadının menakıbı.
Ankara sokaklarında her kıyafetten insan-
31. İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547.
lara tesadüf olunuyor. Anadolu halkının çeşit
çeşit elbiselerini Ankara kadar büyük bir vüsatte hiçbir yerde göremezsiniz. İnkılâp modasına
tabii olmayanlar oldukça mühim bir yekûna
baliğ oluyor. Kadın, erkek, kılık, kıyafetleri
birbirine benzemeyen halk arasında en ziyade
nazarı dikkati celp eden bir şey varsa o da itinadan azade bir sadeliktir. Elbisenin şıklığından
ziyade kumaşının sağlamlığını aramağa başlayan halk eğer bir iktisadi noktai nazarı daimi
surette yaşatabilmeğe muvaffak olursa inkılâp
hayatının en canlı ve en bariz bir safhasını takviye etmiş addedileceğine şüphe yoktur.
Ankara sokaklarının yapışkan çamurlarına
rağmen yağışsız havalarda her taraf kalabalıklaşır. Herkes Millet Bahçesi’ne kadar bir gezinti
yapmak hevesinden kendisini alamaz. İşte böyle bir gezinti esnasında idi ki, ayağında çizme,
elinde kamçı, baş örtülü ve erkek kıyafetli bir
kadın süratle yanımızdan geçti. Refikim olan
zat “Ayşe Çavuş!” dedi.
Ayşe Çavuş?
Kuvâ-yı Milliye ile çarpışan kadın bu mu?
Refikim başını sallayarak derhal Ayşe
Çavuş’un menakıbını hikâyeye başlamıştı. Fakat ben bütün menakıbı kahramaniyeyi Ayşe
Çavuş’un kendi lisanından dinlemek istiyordum. Arkadaşımdan beş dakikalık müsaade
alarak hemen koştum. Yanımdan geçen bu güzel fırsatı kaçırmamak için adımlarımı sıklaştırarak Ayşe Çavuş’a yetiştim. Kendimi tanıttığım zaman derhal maksadımı anladı:
-Peki evladım yarın cumadır. Namazdan
sonra merkez kahvesine gel görüşelim, dedi.
Ertesi gün Ayşe Çavuş iki tarafa selam vererek kahveye girmişti. Beni görür görmez tanıdı. Selam vererek yanıma geldi, oturdu. Sarışın benizli, Tatar çehreli ve elli beş yaşlarında
tahmin olunuyordu. Prizrenli olan Ayşe Çavuş
Balkan harbini müteakip Kasaba’ya gelerek
iskân edilmiş, dördü erkek, biri kız beş evlada
malik olmuş, orta boylu zaif ül bünye bir kadındır. Sigara ve kahvelerimizi içtikten sonra
ne gibi maksatlar tahtında silaha sarıldığını ve
hangi hislerle çarpıştığını sorduğumuz zaman
gülümseyerek dedi ki;
-Oğlum! Düşman İzmir’e girmiş, bizim tarafa geliyormuş dediler. Yüreğim kanadı. Bal-
40
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
kan Harbinde çok çekmiştik. Kocamı da orada
kaybetmiştim. Artık bizim için ölüm var, kurtuluş yok! Dedim. Kalktım çocuklarımı alarak
Uşak’a yollandık. Fakat millet muharebe yapmağa karar vermişti. Bütün köy delikanlıları
silahlanmıştı. Ben de kendimde kuvvet hissettim. Çocukları Uşak’a yolladım. Damadım ve
büyük oğlumla beraber çarıkları çektik. Elime
bir de sopa alarak dilenci kıyafetiyle Aydın’a
geçtik. Aydın’da üç gece muhtarın evinde misafir olduk. Mahalle delikanlılarını ayarttım.
Kaçmanın onların erkekliklerine yakışmayacağını vatanı kurtarmak için çalışmak lazım
geldiğini söyledim. Muhtar Hamid Ağa da
bana yardım etti. Bana bir filinta ile 200 fişenk
verdi. Civar köylerden iki yüz seksen delikanlıyı ikna ettim. Erzak ve cephanemizi düzdük.
Kasaba’ya yollandık. Yunan gelmiş Kasaba’ya
girmiş etrafa tel örgüler çekmişti. Bizim için
Kasaba’ya girmenin imkânı yoktu. Geceleyin
Salihli’ye dönmeye karar verdik. Mevsim yaz
ve hava güzeldi. Geceyi dağda geçirerek ertesi
gün Salihli’ye girdik. Salihli’de bize yardım ettiler “Ayşe Hanım teyzenin bütün istediklerini
veririz” dediler. Allah için her şeyi de verdiler.
Oradan altı çift tombay[32] ile iki kalın urgan
alarak Kasaba’ya döndük. Kuvvetimiz gittikçe
çoğalıyordu. Üç yüz elli kişi olmuştuk. Hepimiz silahlı idik. Gece vakti Kasaba’ya geldik
tel örgü mânialarını Hasan Çavuşla birlikte
urganlarla birbirine bağladık. Altı çift tombayı
koşarak bir hamlede söktürdük. Fakat hınzır
düşman, tellerin altına meğer bomba koymuşmuş! Bir gürültü koptu. Tombayların on tanesi
parçalandı. Fakat Allaha şükür bir Müslümanın
bile burnu kanamadı. Gürültü üzerine düşman
silaha sarılarak bize ateş açtı. İki saat muharebe
ettik. Fakat yine biz galip çıktık ve sabaha karşı
Kasaba’ya girdik. Bizim bu muvaffakiyetimizi
Kuvayı Milliye Umum Kumandanı haber alarak beni çağırdı. Ben de “O, o tarafta çalışsın,
ben bu tarafta çalışacağım” diye haber gönderdim.
Kasaba’da kaldığım müddetçe düşman keşif kollarının ilerlemesine mani oldum. Lakin
32. İzmir, Balıkesir, Edirne bölgelerinde “manda”ya
verilen ad.(Derleme Sözlüğü, X, 2. Baskı, TDK yay.,
Ankara,1993, s.3956.
bir müddet sonra Yunan’ın Demirci’ye girdiğini haber alınca süvari olarak bütün kuvvetimle Kasaba’dan çıkarak Demirci’ye geldim.
Bütün kuvvetim üç yüz elli atlı idi. Oldukça
bol cephanem de vardı. Dört yüz kişilik bir
düşman kuvveti Demirci’ye yerleşmişti. Fakat
henüz istihkâm ve siperlerini bitirememişlerdi. O gece ani bir baskın yaparak üç koldan
Demirci’ye girdik. Düşman şaşırmış birbirini
kırmağa başlamıştı. Biz de tüfenkten ziyade
kılıç ve süngülerimize dayandık. Saatlerce muharebeden sonra düşmanı söküp çıkardık. Süngülerimizden kurtulabilen kaçtı. Demirci’den
Simav’a geçtik. Orada Kuvayı Milliye Kumandanı bana:
“Seni Mustafa Kemal Paşa görmek istiyor,
Ankara’ya gideceksin” dedi. Ben de Ankara’ya
yolandım. İstasyondaki dairesinde Paşa beni
kabul etti. Hizmetimin mükâfatını vermek
istedi. Ben de milletin sağlığını, vatanın kurtulmasını istediğimi ve serbest bırakılmaklığımı söyledim. Ankara’dan yine elli dört arkadaş topladım, oğlum ve damadımla beraber
Kütahya’ya geçtim. Ben orada iken düşmanın
Gediz’e girdiğini söylediler. Arkadaşlarımla hemen yola çıktık. Akıncılık yapmak istiyordum.
Hamidiye Köprüsüne yaklaştığımız zamanda
karşıdan bir otomobil gördük. Atlarımız ormana çekerek pusu tuttuk. Otomobil yaklaşınca
ve içinde iki Yunan zabiti görür görmez “ateş”
kumandasını verdim. Bir dakika içinde makinecisi ile beraber üç Yunanlının cesetleri otomobilin içine yuvarlanmıştı. Otomobil kullanmağı bilmiyorduk. Bunu hayvanların arkasına
bağlayarak sürükleye sürükleye Kuvâ-yı Milliye
Kumandanına getirip teslim ettim. Bu suretle
iki makineli tüfenk iğtinam etmiştik. İşte bu
muvaffakiyet üzerine beni çavuş yaptılar ve artık herkes bana Ayşe Teyze yerine Ayşe Çavuş
demeğe başlamıştı. Gediz’de bir müsademede
bir oğlum ve Demirci’de damadım şehit oldular. Diğer çocuklarım da Afyon’a geçmiş oradan
Ankara’ya gönderilmişler. Artık yorulmuştum.
Hem dinlenmek hem de çocuklarımı görmek
için Ankara’ya geldim. Ankara kumandanına
silahlarımı, müfrezemi, atlarımızı teslim ettim.
-Yine harp etmek arzusunda mısınız?
-Ah oğlum! Artık diyeceğim. Benim tüfen-
41
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
gimi, atımı verseler bir dakika durmam. Lakin
Ankara kumandanına ne vakit yanına gitsem:
“Vatan ve millet uğruna senin hizmetin
kâfidir, sen artık evlatlarının yanında istirahat et Ayşe Çavuş...” diyor ve beni tatlı dil ile
evime gönderiyor. Fakat yine cepheye gitmek,
akıncı kuvvetleriyle beraber düşmana birkaç
bomba atmak, köylerde evlatlarımın intikamını almak fikrini yenemiyorum, diyordu.
Ayşe Çavuş derin bir ah çektikten sonra son
sigarasını yaktı. Birer kahve daha içtik. Oğluyla birlikte çektirdiği resmini vereceğini vaat etti
ve elini uzatarak kalktı. Askerce elimi sıktıktan
sonra kahveden çıktı, gitti.
Artık her gün Ayşe Çavuş’a tesadüf ediyordum. Aynı kıyafetle kahveye geliyor, bir erkek
gibi kahvesini ısmarlıyor ve bir erkek gibi zabitan arasında dolaşarak onlardan her gün muharebe havadisleri topluyor.
Lütfi Arif ”[33]
(Sovyet Rusya Ankara Büyükelçisi S. İ.
Aralov’un “Vospominaniya Sovyetskogo Diplomata 1922-1923” (Sovyet Diplomatının
Anıları) adıyla Rusça yayınlanmış olan eserinde Ayşe Çavuş’un bu resmi de bulunmaktadır.
Resmin altında “Bağımsızlık Savaşı Direnişçisi
Çeteci Ayşe Çavuş” yazılmaktadır. S. İ. Aralov,
Vospominaniya Sovyetskogo Diplomata 19221923, Moskova, 1960, s.151.)
Ayşe Çavuş'un (1925 Yılında İstanbul’u
ziyareti esnasında Cumhuriyet Gazetesinde Çıkan Resmi, Cumhuriyet, 30 Haziran
1341/1925, Numro:412.)
33. Lütfi Arif, “Ayşe Çavuşla Mülakat”, Vakit, 5 Şubat
1338/1922, Numro:1492.
42
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Kırım’a gitmek üzere Trabzon’a geldiği esnada İstikbal Gazetesi’nde Ayşe Çavuş ile yapılan mülakat, İstikbal, 1 Mart 1338/1922,
Numro:547.
1925 yılında Ayşe Çavuş’un İstanbul’u ziyaretini duyuran haber, Cumhuriyet, 30 Haziran 1341/1925, Numro:412.)■
Vakit Gazetesi’nde Ayşe Çavuş ile yapılan
mülakat, Vakit, 5 Şubat 1338/1922, Numro:1492.
43
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Kahraman ve kadın
TANER TATAR
K
ahraman, özünü gürleştirerek alplık
makamına ermiş insandır. Gürleştirilen öz, ruhtur. Ruhu nefsine galebe çalan alplığa erer. Nefsin en büyük korkusu
olan ölümü öldürerek dirilen kişidir kahraman.
Sadık Tural’ın kaleminde kahraman “gözünü tan
ile; nefsini iman ile; vatanını can ile; bağımsızlığını kan ile yıkadığı için özgürlüğü helâl olan
insan”dır.
Kahramanımız
batıl
dünyadaki
gibi
Olympos’da ikamet etmez. Öz dünyamızda kahraman, ölünce göğe yükselir; yeryüzünde ise alptir. Üstte mavi gök çökünceye, altta yağız yer yarılıncaya kadar Göklerden gelen kararı icra eder.
Dağlar demirden olsa bile eritir ve engelleri aşar.
Üzerinde ikamet ettiği atıyla, mefkûresi istikametinde dörtnala koşar. Kıtalar kendisine yaklaşır, kılıcını suya çarpıp denizleri aşar. Namahrem
eli uzandığında kaçmaz, dönmeyi düşünmeden
göğsünü kale diye çekip siper eder. Atsız’ın kalemiyle:
Kahramanın
cinsiyetinin
bulunmaması Türk’ün
kadim geleneğidir.
Dede Korkut
Kitabı’nda gelenek ete
kemiğe bürünür; Banı
Çiçek olur, Selcen
Hatun olur. Kahraman
kadın, tıpkı erkek gibi
atını rüzgârla yarıştırır,
attığı ok yere düşmez,
kılıcı kâfir biçer.
Erkek de evlenmek
için talip olduğu kızda
bu özellikleri arar.
“Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir, Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir. 44
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir; Kahramanlık; saldırıp bir daha dönmemektir.”
Kahramanı ölümsüz yapan şöhreti değil, eseridir. Eserde müessiri görebilmek, ona yâr olmaktır. Kahraman, yârin gönül tahtına konandır.
Şöhretin tazyiki ve cazibesi ölümlüdür, kahramanı ölümsüz kılan; gönülde gizlenebilmesidir. Gönülde gizli olan, gönüllülerce paylaşılır sessizce.
Yol; gizli, gizli! Giz, gözde aşikâr. Dil; gizli, gizli!
Kahramanın bizatihi kendisi bir şahsiyettir. Bu şahsiyetin bir cinsiyeti yoktur. Cinsiyet
zata özgü değil, sıfata dairdir. Kahraman ise
Zat’ın tecellisine mazhar olandır; kahramanlığın
tecelligâhı da kalptir. O halde kahraman kalbini Hakk ve hakikatin emrine teslim edendir. Bu
sebeple kahraman kula teslim olmaz. Kul karşısında dik durabilmek için secde-i rahmana baş
koyar, yürür de ayağı yerdeki gölgelere takılmaz.
Altından taht da olsa verilen makama oturmaz.
Viran olası hanede bulunan evlad-ü ıyalın arkasına saklanmaz, onları Hafız-ı Zülcelal’e emanet
eder, candan vazgeçer. Yardan da geçer, serden
de! Davası kendisine yardır, kahramanlıkta yar
yoluna baş koymak vardır. Vatan kendisine yardır, kendisi vatana! Kahraman ne ayartır, ne de
ayartılır. Âlemin ayarı bozulmasın diye gözünü
karartır. Gözü kara olan muhasebe yapmaz, her
iki cihanda alnı aktır.
Kahramanın
cinsiyetinin
bulunmaması Türk’ün kadim geleneğidir. Dede Korkut
Kitabı’nda gelenek ete kemiğe bürünür; Banı
Çiçek olur, Selcen Hatun olur. Kahraman kadın,
tıpkı erkek gibi atını rüzgârla yarıştırır, attığı ok
yere düşmez, kılıcı kâfir biçer. Erkek de evlenmek
için talip olduğu kızda bu özellikleri arar. Mesela
babasına evlenme isteğini ifade eden Beyrek aydur:
“Baba mâna bir kız alı vir kim men yirümden
durmadın ol turmah gerek, men kara koç atuma
binmedin ol binmeh gerek, men karımuma varmadın ol mâna baş getürmek gerek, bunun gibi kız alı
vir baba mâna didi”.
Sadece erkek değil, kız da evleneceği erkekte kahramanlık özellikleri arar. Tıpkı Banı Çiçek
gibi evleneceği erkeğin kendisinden hızlı ata binmesini, kendisinden iyi ok atmasını ve hatta güreşte kendisini yenmesini ister. Nihayet iş savaş-
maya geldiğinde kadın-erkek bir olur. Nitekim
Selcen Hatun ile Kan Turalı kâfirler tarafından
sarılınca, önce Selcen Hatun davranır:
“Selcen Hatun at oynatdı, Kan Turalınun önine
kiçdi. Kan Turalı aydur: Görklüm kanda gidersin
didi. Aydur: Big yiğit baş esen olsa börk bulınmaz
mı olur, bu gelen kâfir çok kâfirdir, savaşalum,
dögişelüm, ölenümüz ölsün, diri kalanumuz odaya
gelsün didi.
Burada Selcen Hatun at saldı. Karımın basdı,
kaçanın kovmadı aman diyeni öldürmedi. Eyle
sandı kim yağı basıldı. Kılıcının balçağı kan, odaya
geldi, Kan Turalıyı bulunadı”.
Kocasını bulamayınca Selcen Hatun, kocasını
bulmaya ve kurtarmaya gitti.
Dedem Korkut’tan günümüze tarihimizi
kahramanlar yapar, cesur kalemler de onu kahramanca yazar. Yüreğine yazdığını kâğıda salar.
Kâğıt buram buram vatan kokar. Vatan deyince
akla gelen kahraman kalem, Namık Kemal’in
elinde parlar. Namık Kemal için vatan yahut
Silistre! Daha sonraları cephelerde boy gösterecek çok sayıda yiğit kadınlar, Zekiye karakteriyle
canlandırılır. Zekiye, erkek kıyafetine bürünerek
Âdem ismiyle sevdiği adam olan İslam Bey’in arkasından gönüllülere karışıp Silistre’de cepheye
gider: “Arş yiğitler vatan imdadına!”
“Çocuklarımıza bırakacağımız tek miras,
büyük bir tarihi olan Türk olduğumuzu
söylemektir” diye haykıran Halide Edip, kendisinin ve milletin giydiği ateşten gömleği Ayşe’nin
şahsında romanlaştırır.
“Ah Selanik!” diye son nefesini veren Ömer
Seyfettin’in kaleminde kahraman kadın ‘Yalnız
Efe’dir. Efem, on altı yaşında bir ince güldür, zalimler için dikenleri keskin kılıçtır. Vurulup da
can verdiğinde, geyik postundan seccadesinde
yeşil başörtüsü bırakıp gönüllere çekilmiştir.
Kemal Tahir “Esir Şehrin İnsanları”nda Nedime Hanım’ın şahsiyetinde cesaret, vatan sevgisi,
liyakat ve fedakârlığı ete kemiğe büründürür.
Elbette ki bu toprakları roman ve hikâyeler
vatan yapmadı. Vatanın yapılışını izhar etti. Bin
yılı aşan sürede topraklar şühedayla yoğruldu, beş
vakit alınlarımızla mühürlendi. A. N. Asya’nın
kalemiyle söylersek: “Vatan ettim sizi ey topraklar/
Beş vakit damgalayıp alnımla”. Duygularım taş
plağa dönmüş; sislerin dağılmasını bekliyorum,
45
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
kara bahtımla.
Kaybolan bir kelime midir vatan? “Vatan topraklaşınca millet vatansızlaşır” demiş düşünür.
Böyle bir kelime, mezara girmemeli, ta ki son
temsilcisi oraya girmeye görsün. Bu kutlu kelime
kirli dillere dahi teslim edilmeye. Türküler devam etmeli söylenmeye:
Türkü türkü tohum serpildi
Anadolu’nun toprağına, taşına
Yunus yunus fidanlar yükseldi
Yeşerdi binbir fidan her bahar
Anadolum döndü çiçek bağına.
sırtına yaslandığı toprak dokusu
tarihe karıştı:
“Yolum düştü geçende
Arandım o ellerde
Bahçesinde bağında,
Çayırında dağında
Nerde o koku nerde?
Dediler: son günlerde
Bir belâ yeli esti,
Hepsini kırdı, kesti!”
Vatan şairi:“Görmeden ölürsem millette ümid
ettiğim feyzi/ Yazılsın seng-i kabrime vatan mahzun ben mahzun”diyordu. O’nun seng-i kabrinde
değil ama bizim bin pare yüreğimizde yazı: Hala
vatan mahzun biz mahzun. Koca Akif ’in kelimeleriyle feryadımızı, Ferhat’ça seslendirirsek:
Küheylan küheylan koştu, durmadı
Hilal’in Avrupasına ta ki Afrikasına
Sırma sırma sardı kokusu
Semada buldu aydınlığını
Kondu bir cihanın başına
“Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!
Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun!
Yandık diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!”
Türküler hep söylenir oldu
Sevdalar dizildi yiğitlerin bağrına.
Çiçeklerle vatan yapılan ey toprak! Asırlarca
tüten kokun nerede? Ecdat, çiçekleri serdi yere,
“Anakokusu” dedi ismine; bir dur bakalım, nasıl
geldi bu güne? Ahmet Cemal Bey’in kaleminden
damladı kokusu, düştü ak yaprakların üstüne:
“Evet “Ana Kokusu”
Bütün toprak duygusu.
Büyük analar onu
Ana vatandan almış
Rumeli’ye salmıştı;
Analar enikonu
Oralarda çoğalmış,
Kök salmış kocalmıştı
Rumeli baştan başa
Analarla dolmuştu:
Balkanlar taşa taşa
“Ana dolu” olmuştu...”
Bu koku,
Tuna önlerinde yakılan ağıtlara karıştı.
Vatan toprağı el toprağına karıştı.
Tuna,
suyunda abdest alan ele hasret!
Dörtnala koşan atlıyla yarışan coşkusu,
beş vakit ak alınlarla mühürlenen;
Şikâyet yerine şükür ve şükran düştü bize.
Koca vatanperverler değil de, ya vatan girseydi
kabre!
Edepli kalemler vatan aşkını kara gözlerden ak
sayfalara yazdı. Yazılanlar piyes, roman, hikâye,
destan, şiir olmakla kalmadı. Her biri bir hakikat
oldu. Canlar cemre olup toprağa düşerken; vatan, ay yıldızlı al bayrağın altında selamete erdi.
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşta oyunda
oynaşta bulunmayıp cepheye koşan on beşlilerin yanında, anneler sadece onları doğurmuş olmakla, bacılar da sadece Fatihler doğuracak yaşta
bulunmakla yetinmedi, harbe seferber oldu; her
biri bizatihi kendisi fatih oldu. Fatihler Melek
Reşit Hanımın öncülüğünde “Anadolu Kadınları
Müdafaa-i Vatan Cemiyeti”ni kurup birlik oldu.
Onlar gibi Bolu Müdafaa-i Vatan Gazi Kadınlar
Cemiyeti de ölmeye hazır olduğunu tüm dünyaya ilan etti:
Denizleri azdıran fırtınalar kasırgalar; Türk
kanını coşturan da vatana, hürriyete hakka tecavüz
ve esarettir. Bir zamanlar bayrağını Türkistanlara
Mohaçlara diken dünyaya hâkim olan cihangir
bir millet Yunan gibi bir çetecinin boyunduruğu,
zulmü, kahrı, çirkin, medeniyetsiz hükümleri al-
46
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
tında yaşamaktansa ölüm döşeğinde yatan ihtiyar
kadınına kadar çalışarak şerefle afif mevcudiyetiyle
ölmeğe hazırdır.”
Hazırlık sözde kalmadı, vatanın her köşesinde
alp-yiğit kadınlar anne sütüyle besledikleri milliyet şuurunu, şühedalarıyla ebedi kıldı.
Bedbaht ve sevgili analarımız, topraklarını
matem ve zillet çamurları içinde görmeye razı
olmadılar ve semalar kadar yüksek tuttukları kıymettar namuslarıyla göğe yükseldiler:
Yar için nikâhlanmış ten namus,
Son nefeste Allah diyen dil namus,
Vücut denen hamurun mayası olan vatan namus,
Göklerde “Lâ İlâhe İllallah, Muhammeden
Resûlullah” diye çırpınan bayrak namus.
Ve Asım’ın annesi: işte çiğnetmedi namusunu,
çiğnetmeyecek,
Namus için analar can verecek.
Yirmi yaşında bir çiçekti Nene Hatun; cepheye giderken iki fidanını geride bıraktı, Aziziye tabyasına elinde satırıyla daldı; satırını hilale
yükseltip hızla alçakları budarken, şehitlerinin
kanını yerde bırakmadı, Erzurum’u Rus çizmesine ve onların sünepelerine çiğnetmedi. Secde-i
Rahmanda ağaran saçlarıyla Ninemin kalbi hep
vatan için çarptı.
18 Mayıs 1915 keskin nişancı Türk kızı hayatının baharında; dünya onunla yirmi yıldır güzelleşmiş, dünya güzel kalsın diye oya işler gibi
sürekli tetik düşürmekte. Tetikle birlikte düşman
da yere serilmekte. Sergisi el emeği göz nuru; vatan toprağında açılan sergi, toprağı allar, kendisi de uçmağa vardığında bedeninde elli iki adet
kurşun yarasını nişan diye takıp cennete gelin
gider.
Çanakkale’de evinde yaşlı anne ve çocuğuyla
Türk kadını, düşmana teslim olmaz. Mermisi
bitinceye kadar ateş etmeye devam eder, ele
geçtiğinde on altı düşman askerinin künyesi
vardır üzerinde. Yerde toprak, gökte yıldızlar
O’na hürmette!
15 Ağustos 1915 Pazar günü düşman büyük
bir saldırı düzenler; amaç bir tepeyi ele geçirmek.
Ancak makinalı tüfeklerin gürleyen sesinin yanında teker teker ateşlenip de hedefle buluşan
mermiler var. Yeşile boyanmış kızlar, ortalığı
kızıla boyamakta. Her attığını vuran keskin nişancı kadın askerler düşmana cepheyi cehennem
etmekte! İstikbâl, onlarla yeşermekte.
Mücahide Hatice Hanım, Ahmet ismiyle erkek kıyafeti giyer. Çanakkale Anafartalar’da 56.
Fırkada savaşır, şarapnel ve kurşunlarla dokuz
yerinden nişanlanır sevdalandığı vatanına, millî
mücadele zamanı geldiğinde yine gönüllüdür.
Zira vurgundur aziz vatan toprağına.
Halim Çavuş olarak anılan Halime, erkek
kılığına girip savaşanlar arasında bir diğer yiğit
gazi. “Ben öleceğim de ne olacak? Yüz bin kişi
kurtulacak” diyerek sadece cephaneyi değil milletin kaderini omuzlayan bir kahramandı. Bacağını
kaybetti ama milletine helâl bir vatan armağan
etti.
Onbaşı Kara Fatma
Karalar bağlayan Fatmalar, destan üstüne
destan yapan kahramanlar! Dedem Korkut’un
“Ol Ayişe Fatıma soyıdur hanum. Anun bebekleri yetsün. Ocağuna bunçılayın avrat gelsün” dediği, sadece “ivin tayağu” değil koca vatanın da
tayağu oldular. Ol kahramanlardan olan Fatma
Seher, Erzurum’dan Balkanlara, Balkanlar’dan
Anadolu’ya vatanın her karış toprağında cephelerde düşmanı kahreden, dünyevi rütbesiyle kendisini onbaşı olarak takdim eden bir üsteğmen ve
O’na hayran has bir delikanlı!
İstiklal Harbi sonrası aradan yıllar geçmiştir.
Haydarpaşa’dan Konya’ya biz yaz günü Kuleli
Mektebinin öğrencileri seyahat etmek üzere
gecikmiş olan seferi bekler. Delikanlıların ellerinde
güzellik yarışmasında dereceye giren hanımların
fotoğrafları var. Her bir delikanlı kendisince
güzel gördüğünü arkadaşlarına gösterip, latifeler
yapar. Ortam, cıvıl cıvıl. Bir sütuna sırtını yaslamış duran erkek gibi bir kadın delikanlıların
dikkatini çeker. Merakını tütünüyle dürdüğü,
vefa olup kâğıdına girdiği, hasretiyle beleyip de
sardığı sigarasından, derin bir nefes alıp, kederini
dumana katarak üflemektedir. Gülüşür gençler,
bir taraftan ellerinde güzellerin hayallerine bakarlar, diğer taraftan başında kasketi, sırtında eskimiş ceketi, şalvar pantolonunun üzerine çektiği
çizmesi ve elinde kamçısıyla karşılarında durana
yönelik olarak erkek mi kadın mı diye şakalar yaparlar. Sesleri o kadar yüksektir ki lüzumsuz mu-
47
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
kayeseler herkes tarafından duyulur. O sırada has
delikanlının elinden resim uçar ve kara çizmelerin önüne düşer. Delikanlı yere eğilip resmi alır
ve tam doğrulurken kadınla göz göze gelir. Kendi
tabiriyle o bakışlar altında böcek gibi ezildiğini
hisseder. Söylenenlerin tamamını duymuştur
ama cevap vermemiştir kadın. Sadece bakışlarıyla
terbiye etmiştir. Suskun ama vurgun bir şekilde
oracıkta kalıverir delikanlı. Bir süre yerinden kalkamaz. Kadın elindeki kamçısını üç defa çizmesine vurur. Çıkan ses yüksek olmamakla birlikte
ona bakanları susturmaya yeter. Suskunluk halka halka yayılır ve alabildiğine derin bir sessizlik
çöker. Müdüriyette bulunan komutan sessizliğin
sebebini anlamak üzere dışarı çıkar. Öğrencilerin
suskun bir şekilde baktıkları yöne doğru merakla
ilerler. Karşı karşıya geldiklerinde kadın, elindeki
sigarasını atıp hazırola geçer ve tekmili tren garında yankılanır: “Onbaşı Kara Fatma”. Şimdi
herkes tanır kahramanı ve hep birlikte selama
dururlar. Gençler bir koridor oluşturacak şekilde
dizilip selam dururlarken, komutan ve Kahraman Fatma aralarından vakarla yürür gider. Bu
anı yaşayan Has Delikanlı kemalatının zirvesinde
hatırasını dile getirirken çektiği “ah”, o anı anlatan en derin ifadedir. Her şey bir “ah”ta aşikâr
olur. Kâmil insan Kasım amcam der ki “bana
öyle baktı ki bütün ömrümce o bakışı aradım.
Ne örtülü ne de dağınık saçlı hiçbir kızda o
bakışları bulamadım, nihayet bekâr kaldım”.
Bu hatırayı kaleme alırken yazdığım her harf,
kahramanlarımız için saf tutmakta ve selama
durmaktadır. Safımız sık ve düzgündür, lakin
hal-i perişanımızdandır ki kalbimiz üzgündür:
Perişan halin oldum sormadın hal-i perişanım Gamından derde düştüm kılmadın tedbir-i
dermanım Ne dersin rüzgârım böyle mi geçsin güzel hanım Gözüm canım efendim sevdiğim devletli sultanım (Fuzulî)
Anlatmakla bitmez ki
Kosova’dan Çanakkale’ye gelir Zeynep
Mido Çavuş, vatan imdattadır. Şehadet şerbetini içerken Zeynep Mido Çavuş, bir kez daha
vatan yapmıştır, toprağı. Toprak, yüreğine sarıp sarmalarken sevdalısını, huzurdadır.
Nezahat Hanım, babası Albay Hafız Halit
Bey ile cepheden cepheye koşarken Çanakkale 70. Alay’da atının üzerinde devleşti; altı
yüz kişilik alayı ardına katıp düşmanın üzerine
yağdı. Selcen Hatun’dan almıştı eli, sevdiğini
kurtarmaktı onun da kaderi.
Şerife Bacı, taşıdığı cephaneyi ve yanındaki
yavrusunu canından aziz bilir. Kazağını top
mermisine, şerefli canını da yavrusuna yorgan
yapıp sarmalar ve ebedî uykusuna dalar. Şerefli
makamına erdiğinde, geride öksüz bir evlat ve
özgür bir vatan bırakır.
Eşini Balkan Harbi’nde, büyük oğlunu
Aydın’da Yunanlılarla mücadelede, küçük oğlunu da İkinci İnönü harbinde şehit vermiş bir
anneydi Ayşe Hanım. Cepheler arasında mekik dokuyan, Sakarya’da Gazi olan Ayşe Anne,
“analar ağlamasın” diye bir sözün duyulmadığı çağda, yavrularını kendi elleriyle kınalayıp,
omuz omuza çarpışmıştı. Zira sonsuza kadar
sağ kalacak olan Devlet-i Aliyye-i Türkiye idi.
Nihayet:
Cephede omuz omuza, tetik düşürür kınalı
eller, söz konusu vatan olunca yoktur cinsiyet;
vatan-millet ona emanet.
Yaralılar sedyede, şefkatli eller üzerlerinde,
gözlerde merhamet; canlar ona emanet.
Ellerinde iğne, iplik, makas, yün, ay ışığından gün ışığına örülenlerle giyinir Mehmet;
tenler ona emanet.
Kermesler düzenlenip toplantılar yapılır,
istenen madde değil merhamet; yardımlar onlara emanet.
Meydanlarda, evlerde, işyerlerinde, sokakta
canhıraş hitabet; efkâr-ı umumiye onlara emanet.
Gece-gündüz hamaratça bir çalışma, üretilen top, mermi, fişek her biri büyük servet;
düşmanı kahredecek cephane ona emanet.
Cephanenin sağlam ulaştırılması için donma
pahasına nakliyat, siperde doğrulan namlu ona
emanet.
Emanet emin ellerde, ilk hedefleri Akdeniz;
dilde tekbir, elde Kur’an, makam şehadet; işte,
vatanı selamete erdiren istikamet.■
48
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
SEVAL KOÇOĞLU
Savaş devam ederken bir köyde kısa süren bir gezinti
B
ahçedeki ocağın (uzun zamandır kullanılmadığı belli olan) isli taşlarıyla
oynayan çocuklar içeriye girdiler. Kerpiç evin toprak tabanının ortasındaki eprimiş kilimin etrafını çevreleyen ot minderlere tünediler…Çocukların cılız, acıklı hallerine baktım. Onlara kırmızı elmalı, yoğurtlu, pekmezli bir hayat
mümkün kılabilselerdi. Ama savaştı işte dışarıdaki, tepelerin ardındaki, denizin üstündeki, siperlerin gerisindeki… Savaştı işte çocukları çiğneyip, tadını beğenmeyip
tüküren. Ya da daha kötüsü: Yutan, sindiren…
Önlerine bir tas konuldu. İçinde haşlanmış kırık buğdaydan başka bir şey olmadığını eğilmeden de biliyorlardı…Ben de biliyordum ki hiç oralı olmadım. Ama yemeye,
hemen ardından da gürültülü bir kavgaya başladılar…Bu sesler hoşuma gidiyor. Etrafta
ses yok. Eskiden olurdu. Davul sesi olurdu mesela. Evlenen birilerinin düğününde...
Beni çağırırlar mıydı, çağırmazlardı tabii. Akıllarına gelmezdi davet etmek.Bu köydekilerin hepsi iyi insanlardır . İsterler ki hep birlikte sevinsinler. Tek başına sevineni,
güleni garipserler hatta. Ama ağlarken çoğu kez yalnız olmak, tenhada olmak, gecede
olmak isterler… Oysa geceleyin gözyaşları nasıl da parıldar! Her bir damlanın ayrı bir
rengi olur neredeyse.Uzaktan bakarken bile büyülenirim. Ama yakına gitmek istemem.
…Bir ara uzaklara niyetlendim. Buradan tamamen ayrılmaya değil de etrafta ne
var ne yok diye bakmaya. Güneş tam doğmadan, belli belirsiz bir karanlıkta yola çıktım. Eskiden olsa bu vakitlerde tarlasına giden köylülere rastlanırdı. Kalabalık ailelerinden, eli işe yatkın çocuklarından beraberlerinde götürdükleri olurdu. Yorgunluğa
giderlerdi, çok çalışıp az kazanmaya giderlerdi. Şikâyet ettiklerini kimse duymazdı
ama. Umut da birdi onlar için umutsuzluk da. Alışkanlık halinde yaşarlardı. Yaşamak
alışılan bir şeye dönüşüyor da ölüm her seferinde bu alışkanlığı taşa çalan bir haramî
gibi kalakalıyor. Hele böyle çığlık, kan, toz, toprak, açlık, yokluk, yeşil, zulüm, yara,
korku, kurşun, karanlık, baskın, ev, beyaz, uyku, yorgunluk, bitkinlik, tükeniş, ümitsizlik, kara, ihanet, şeref, kahramanlık, güven, cephe, haber, emir, itaat, siper, komutan, türkü, kırmızı, asker aynı kazanda kaynatılınca ortaya çıkan icadın marifetiyse
ölüm… Dolaştığım, etrafında kırık çizgilerle hayalî bir çember çizdiğim yeri yani benim
köyümü korkunun tüm hallerine bürüyerek sesini sedasını kesen, kokusunu değiştiren yoğun kara örtünün adı her neyse… Geceleri göğe baktığımda ne çok yıldız olurdu oysa…
Azaldı.
…Bitişik köye kadar gelmişim farkında bile olmadan. Farkında olmak çoğu zaman
benim yapacağım şeylerden değildir zaten.
Bütün köyler aynı kaderin içinde birer çizgi, birer noktaydı şimdi. Korku, ölümün
gerisinde kaldığında hayat da ancak bir kötü uydurulmuş bir efsane kadar inandırıcı
iken, bir insanı başka insanlardan, bir köyü diğer köylerden ne ayırabilirdi ki? Sıralanmış bodur ağaçlar vardı bu köyde de… Topallayarak evinden çıkan ihtiyar, ağaçların birinin altında kımıldayan karaltıya koynundan çıkardığı ufak bohçayı uzattı. Eğilip
gizlice bir şeyler söyledi sanki ya da kendisine kısık sesle söyleneni, duymaya anlamaya
çalıştı. Karaltı yerinden doğruldu. Genç bir adam daha doğrusu bir yeniyetmeydi. Kolunun biri yerinde görünmediğine göre gönderilenlerden biriydi. Bohçayı aldı. Ayağa kalktı.
Evine doğru uzaklaşan ihtiyara baktı. Benim köyüme giden yola koyuldu. Yanına gittim,
hiç ses çıkarmadan. Ağır ağır yürüyorduk.
Kolsuz genç bohçadan çıkardığı ekmekten ufak bir parçayı deminden beri yanında
yürüyen köpeğe uzattı. Bir insana uzatır gibi…■
49
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Hikâyelerde savaşın kadın kahramanları
İSMAİL ÇETİŞLİ*
İ
lk bakışta şaşırtıcı olsa da, “savaş” ile
“edebiyat” arasında ciddi bir ortaklık
vardır. Bu ortaklık, savaş ve edebiyatın
merkezinde hep insanın bulunmasında tezahür
eder. Zira savaşları çıkaran, icra eden ve
sonucundan etkilenen insandır. Öte yandan
edebiyat bir tür insan faaliyetidir; bu sanatın
konusu ve alıcısı da insandır. Bu gerçeğe, savaşın
birey ve toplum hayatını etkileme rolünü de
eklemek gerekir.
Şiir, hikâye, roman ve tiyatro türleri bir yana,
destan, efsane, gazavatnâme, cenknâme gibi önemli ölçüde savaş ekseninde var olan müstakil türler,
edebiyatın ana konularından birinin savaş olduğu gerçeğini ortaya koyar. Adı geçen edebî türler,
bireylerin hayatları ve toplumların tarihlerinde
büyük önem arz eden savaşları hem çağdaş hem
de geleceğin okuyucu/dinleyicilerine anlatarak
zihinlerde yer etmesini sağlar; bir anlamda toplumsal hafıza oluştururlar. Öyleyse savaş ve edebiyatın öznesi her halükârda insandır.
Nitekim Tanzimat’tan günümüze uzanan dönemde Türk edebiyatı önemli ölçüde savaşlardan
beslenir. Zira XIX. yüzyılın son çeyreği ile XX.
yüzyılın ilk çeyreği arası yarım asırlık dönem,
Osmanlı-Türk toplumunun tarihinde kelimenin
tam anlamıyla “savaş yılları”dır. Peş peşe gelen
Doksanüç, Trablusgarp, Balkan, Birinci Dünya
ve İstiklâl savaşları, Türk millet için tarihinde
görülmeyen bir felâket, İmparatorluk içinse tam
30 Ocak 2015 Cuma, Bizim Külliye
dergisinin ajandasında İsmail Çetişli
Hocamızın “Hakk’a yürüme günü” olarak
yer aldı.
Otuz yıllık akademik hayatına onlarca
makale ve zengin içerikli 16 eser sığdıran
Hocanın ömrü, çerçevesini sanat, edebiyat
ve dilin oluşturduğu alanın tasvir ve
tefsiriyle geçti. Hikâye dedi, roman dedi,
şiir dedi… Hani kimileri cennetle kimileri
değerli büyüğümüz Bâkiler’in ifadesiyle
Kur’an’la, şair şiirle müjdelenmiştir
ya, İsmail Çetişli Hocamız da ilimle
müjdelenenlerden.
Yıllarca ‘roman teorisi’ üzerinde kafa
yormuştu, yoruyordu. Kader, kendi
romanının sonuna geleceğini ona hiç
hissettirmiş miydi, bunu bilemeyiz, ama
Hocamız gibi bir bilim adamı bedeninin
toprağı, ruhunun gökleri süslediğini biz
pekâlâ hissediyoruz.
Kelamını bitirmeden kalemini kıran
Hocamızı erken kaybettik. Kalem tutmayı,
kelam etmeyi öğrettiği öğrencileri onun
bıraktığı yerden devam edecektir.
Nur içinde yat Hocam.
Bizim Külliye
* Prof. Dr., Pamukkale Ü. Fen-Edebiyat Fak. Öğretim Ü.
50
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
bir “yıkım” olur. Cephede veya cephe gerisinde
milyonlarca insanın şahadeti, bir o kadarının hicreti, bir türlü sonu gelmeyen sıkıntı, yokluk ve
acılar ile koca bir İmparatorluğun yağmalanması,
söz konusu savaşların acı bilançosunu oluşturur.
Dolayısıyla belirtilen dönem şiir, roman, tiyatro
türleri kadar modern Türk hikâyesinin de, toplum-edebiyat ilişkisi doğrultusunda bu savaşları
-nitelikleri ve kalitesi tartışmaya açık olmakla birlikte- yansıtan bir ayna olduğu söylenebilir.
Bu yazıda edebî türlerden “hikâye”lerde yer
alan “savaşın kadın kahramanları”; onların düşmanın saldırısı karşısında değerleri uğruna ortaya
koydukları kahramanlıkları üzerinde durulacaktır.[1] Yazı metin olarak 40 yazarın konuyla ilgili
100 hikâyesi; savaş olarak da, Osmanlı-Türk toplumunun XX. yüzyılın başında yüz yüze kaldığı
Trablusgarp (1911), Balkan (1912-1913), Birinci Dünya (1914-1918) ve İstiklâl (1919-1922)
harpleriyle sınırlandırılmıştır.
Hemen belirtelim ki hikâyelerde savaşın kahramanları olarak birinci sırayı erkekler; ikinci
sırayı ise kadınlar alır. Bu kadınların büyük çoğunluğunu da “ana”lar oluşturur. Kocası veya nişanlısının savaştan dönüşünü bekleyen veya savaş
ortamında çeşitli sıkıntı ve saldırılarla yüz yüze
kalan kadınlar -bunların bir kısmı da anadır aynı
zamanda- ve genç kızlar, analardan sonra gelirler.
Hikâyelerde analar, çok büyük ölçüde, oğullarını tedirginlik içinde cepheye göndermiş; o
andan itibaren de büyük bir hasretle haberleri ve
sağ-salim eve dönüşlerini bekleyen insanlar olarak karşımıza çıkarlar. Analar, bin naz ü niyazla
büyütüp yetiştirdikleri evlâtlarını, gözyaşları içinde, ama gururla cepheye gönderirler. Bu andan
itibaren onların gözleri yollarda, kulakları gelecek
haberlerdedir. Ancak bu gözler yıllar yılı yollarda kalır; alınan haberler de yürekleri dağlar. Zira
yıllar sonra gelen bir mektup veya haberci, hep
oğullarının şahadetini haber verir onlara. Bu haber karşısında analar bağırlarına taş basar, acılarını yüreklerine gömerler. Bazıları, evlâtlarından
hatıra kalan birkaç parça eşyaya ve varsa- torunlarına yönelir; acı ve hasretlerini onlarla avuturlar.
Oğullar, “Annem beni yetiştirdi, bu illere yolladı/ Bu sancağı teslim etti, Allah’a ısmarladı” marşı
eşliğinde cepheye koşarlarken geride gözü yaşlı,
endişeli ve gururlu ana, baba ve sevdiklerini bı1. Bu yazı, II. Uluslarası Türkiyat Sempozyumu’nda (31
Ekim-2 Kasım 2014, Çankırı Karatekin Ü.) sunulan
“Hikâyelerde Savaşın Kahramanları” isimli bildirinin
bir bölümüdür.
rakırlar.
“Arkada kalan gözleri yaşlı analar… Onlar evlatlarını, etlerinden, kanlarından kopmuş, bin türlü ıstıraplar, üzüntülerle büyümüş, arslan gibi yetişmiş yavrularını, sefil ve fakir hayatlarının yegâne
tebessüm ve ümitlerini, asırlardan beri bu sancağa
teslim ederek Allah’a ısmarlıyorlardı. Asırlardan
beri maziden böyle uzun bir gözyaşı nehri akıp
geliyor, yalnız kalplerde yeri kalan şehit mezarları
birbiri arkası sıra lâyenkatı, diziliyor, pür-vakar ve
muhteşem bir ordu halinde ebediyete doğru yürüyordu.” (H.C.Yalçın, Karanlıkta, s.227)
Gurur ve tedirginlikle cepheye gönderilen
“kınalı kuzular”dan analara hasret dolu bekleyişler kalır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu Garip Bir
Benzeyiş isimli hikâyesinde yetmiş yaşındaki bir
ananın iki yıldır yollarını gözlediği oğlu Vasıf ’a
alan özlemini anlatır. Dört gözle oğlunun cepheden dönüşünü bekleyen ana, bir gün yolda karşılaştığı zabiti oğlu sanır. “Vasıf ’ım, Vasıf ’ım! Beni
bırakıp nerelere gidersin?” diye atının boynuna ve
çizmelerine sarılarak yalvarıp ağlar. Zabitlere anlattığına göre oğlu Vasıf, çeteye yazılmış, altı ay
sonra geleceğini söylemiş, ancak aradan iki yıl
geçmesine rağmen geri dönmemiştir.
“Çeteye yazıldığın gün, altı ay sonra gelirim
dememiş miydin? Bu kaçıncı altı ay yavrum, bu
kaçıncı altı ay? Eskisi gibi kudretim kalmadı, köyümüz yandı, evimiz barkımız darmadağın oldu; teker teker yetiştirdiğimiz o davarlar hep gitti.” (Y.K.
Karaosmanoğlu, Garip Bir Benzeyiş, s.127)
Reşat Enis Aygen’in Talkın’ındaki yaşlı köylü kadını ve sıska oğlu da limanda cepheye giden
oğlu/kardeşi topçu başçavuşu Lütfü’yü beklemektedirler. On-on iki yaşlarındaki çocuk, gemiden
inen askerlerin eteklerine yapışarak ağasını sorar.
Ancak ağası Lütfü, ameliyat masasında kalmıştır.
Asker, çocuk ve anasına Lütfü’nün ikinci posta ile
geleceği yalanını söylemek zorunda kalır.
Anaların oğullarını bekleyişleri çoğu zaman
hüsranla neticelenir. Zira Harbiye Nezareti’nden
gelen bir mektup veya haberci, analara oğullarının şahadet haberini getirir. Yakup Kadri’nin
Zeynep Kadın, Nezihe Muhittin’in Cenk Ninnisi, Enis Tahsin’in Şehit Validesi, Osman Şahin’in
Deli Hatice ve Mehmet Ali’nin Osman’ım isimli
hikâyeleri bu noktada kaleme alınmış metinlerdir.
Aydın’ın Karaağaç kazasından Zeynep Kadın,
oğlu Hasan’ı cepheye gönderdikten sonra, büyük
sıkıntılara göğüs gererek geliniyle kulakları yollarda Hasan’dan haber beklerler. Bir akşamüstü
köyün jandarması Osman Efendi, Zeynep kadına
51
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
mescide kadar gelmesini, oğluyla ilgili bir mektubun bulunduğunu söyler. Zeynep kadın telaş
içinde mescide gider. İmamın okuduğu mektupta oğlu Hasan’ın şehit olduğu belirtilmektedir.
“Zeynep Kadın evvela bir şey anlayamadı; ışığına sığındıkları fener, camları ve aleviyle beraber
başının üstüne düştü sanki ve iki ellerini şakaklarına bastırıp çömeldiği yere yığılıverdi; ihtiyar kadın epeyce bir zaman bir eski esvap yığını halinde
sessiz ve hareketsiz kaldı, sonra yavaş yavaş uzun
ve ıttıratsız fasılalarla derinden derine hıçkırmaya,
inlemeye başladı.” (Y.K.Karaosmanoğlu, Zeynep
Kadın, s.114)
İmam, Zeynep kadına metin olması, gelininin
hamileliği sebebiyle bu haberi gizlemesi, acısını
yüreğine gömmesi, aksi takdirde yakında
doğacak olan torunu ve gelinine zarar vereceğini
söyler. Zeynep kadın çaresiz acısını içine atar.
Birkaç gün sonra gelini bir erkek çocuk dünyaya
getirir. Zeynep kadın hem sevinçli hem acılıdır.
Torununun kulağına şunları söyler:
“- Küçük melek, sen cennetten geliyorsun! Muhakkak orada babanla görüştün, çünkü her tarafında onun kokusu var, söyle, bizim için bir şey demedi
mi? Söyle rahatı nasıldır? Ve çocukla büyükana birden ağlamaya başladılar.” (Y.K.Karaosmanoğlu,
Zeynep Kadın, s.116)
Nezihe Muhittin de Cenk Ninnisi adlı
hikâyesinde Karaosmanoğlu’nun Zeynep Kadın’ına çok benzer bir hikâye anlatır. Kocasını Rus
harbinde şehit vermiş Hatice Nine, bir gün köyün imamından biricik oğlu Mehmet’in şahadet
haberini alır. Mektubu, oğlunun son saatlerinde
başında bulunmuş ve ona analık etmiş bir başka
şehit anası yazmıştır. Hatice Nine metin olmak
zorundadır. Zira geride bıraktığı karısı Fatma hamiledir. Çok geçmeden gelini bir oğul dünyaya
getirir. Acılı Hatice Nine, yeni doğan torununa
cenk ninnisi söyleyerek teselli bulur.
Bu konudaki en dramatik hikâye Osman
Şahin’in kaleminde hayat bulan Deli Hatice’dir.
Adı geçen kahramanın ağzından ve büyük ölçüde mensur şiire yaklaşan üslûpla kaleme alınan
hikâyede Birinci Dünya Savaşında üç oğlunu
şehit vermiş bir ananın acı ve özlemleri anlatılmaktadır.
Hatice, geçimini çiftçilikle temin eden bir
Anadolu köylüsüdür. Nezir, İbrahim ve Osman adındaki üç oğluyla birlikte büyük sıkıntı
ve zorluklar içinde hayatlarını sürdürürlerken
önce kocasını kaybeder. Bu andan itibaren dul
Hatice’nin hayatı çok daha zorlaşır. Sıkıntılar
içinde oğullarını büyütür. Ancak bir gün köye;
hükümetten “Omuzları kayışlıydı, atları koşumlu. Urbaları düğmeli, allı pullu gümüşten” “Kılıç
gibi dört atlı” çıka gelir. Denir ki: “Eeeey millet…”
(…)“Duyduk duymadık demeyin… Seferberlik
ilan olundu. Sancağı-şerif açıldı. Padişahımızın
has buyruğudur; herkes asker olacak… Tarladaki
çiftçi mesesiyle, dağdaki çoban asasıyla, bu cenge
katılacak… Ümmeti Muhammed silah başına, gavur üstüne…” (O. Şahin, Deli Hatice, s.218)
Hatice kadın oğullarına doyamadan bir bir
cepheye gönderir. Aradan tam beş yıl geçer; ne
bir haber alabilir ne de hangi cephede olduklarını bilir. Sadece zaman zaman rüyalarında görür
onları. Oğullarını götüren devlet de bir daha görünmez olmuştur. Hatice kadın hemen her gün
bahçelerindeki kiraz altına azık götürür oğullarına. Bu sebeple adı Deli Hatice’ye çıkar.
“Nezir’im, İbrahim’im, Osman’ım…
Neden susan, a toprak? Oğullarım nerede? Hangi ucun taşların altında? Otlar mı biter üstünde,
kökler mi sarar altını? Cinsi ne? Kanlarını emen
çiçekleri, şimdi kimler takar yakasına? Ellerine, saçlarına kına yakan kim şimdi? Sizler öldünüz de,
halay başında mendil sallayan kim oldu a, canlarım?” (O. Şahin, Deli Hatice, s.221)
Analar gibi yolları gözleyen bir başka kadın
grubu, kocaları veya nişanlılarını cepheye gönderen kadınlar ve genç kızlardır. Bunların akıbetleri
de analardan pek farklı değildir. Ahmet Hikmet
Müftüoğlu Padişahım Alınız Menekşelerimi Veriniz Gülümü, Sevinç Çokum Kaybolmuş Akşam
Alacaları, Vesile Albayrak Sak’ın Bir Varmış Hep
Varmış isimli hikâyelerinde kocalarını cepheye
göndermiş kadınların bekleyişlerini anlatırlar.
Müftüoğlu hikâyesinde, baba ve nişanlısı
Trablusgarp’a giden Ayşe ile kocasını aynı yere
gönderen Samime Hanım’ın özlemlerini; bekleyişlerinin sonunda yüz yüze kaldıkları acılarını anlatır. Ayşe Anadolu’da yetişmiş genç bir
kızdır. Babasından sonra nişanlısı Tosun Bey
de Trablusgarp’a savaşmaya gidince mecburen
İstanbul’a gelmiş Tuğrul Beyin evine hizmetçi
olarak sığınmıştır. Tuğrul Bey de savaşa gidince
Samime Hanım ile dert ortağı olmuşlardır. Akşamları birlikte kitap ve gazete okur, gözyaşı döker, dua ederler.
Babası Moskof muharebesinde şehit olan Samime Hanım, bir gün gazeteden Ayşe’nin babası
Mehmet Çavuş’un şehit olduğunu öğrenir. Hamidiye İstihkâmında yanındaki dokuz arkadaşı
şehit olan “emsalsiz er” Mehmet Çavuş, “henüz
parçalanmayan birkaç topla, dünyanın hiçbir muharebesinde işitilmemiş, hiçbir memleketin tarihin-
52
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
de görülmemiş bir inat ve metanetle tek başına dört
saat düşmana mukabele etmiş ve nihayet o tunç
toplarla beraber o pulat vücut da başına yağan yüzlerce gülleler altında parça parça olmuştur.” (A. H.
Müftüoğlu, Padişahım Alınız..., s.44)
Öte yandan Ayşe bir gece babası ve nişanlısı
Tosun Bey’i rüyasında görür. Birlikte dönmek
veya birlikte kalmak için nişanlısına yalvarır.
Ancak Tosun kabul etmez. İsterse padişaha
çiçekler götürmesini, şehit olmamışsa mutlaka
verebileceğini söyler. Ayşe uyandığında rüyasını
gerçekleştirmek ister. Bahçeden menekşeler
toplar; korku içinde hazırlanıp Dolmabahçe
Sarayı’nın yolunu tutar. Padişaha diyecektir ki
“Padişahım alınız menekşelerimi, veriniz gülümü.”
(İki kadının dilinde sevgililerin adı “gülüm”dür.)
Saraya yakın yerde askerler talim yapmaktadırlar.
Ayşe bunlardan birini Tosun’a benzetir ve heyecandan bayılıp yere düşer. Kendisine geldiğinde
görür ki menekşeler çamur içinde ezilip harap
olmuştur.
Sevinç Çokum’un Kaybolmuş Akşam Alacaları’
isimli hikâyesin kahramanı yaşlı Elmas Nine’nin
de acı bir hikâyesi vardır. Elmas Nine, daha yeni
gelinken seferberlik çıkınca kocası Osman’ı cepheye göndermiş, giydiği üç eteğini “kara sandığa”
koymuş, yıllar yılı Anaç Dağı’nın eteklerindeki
köyünde sıkıntı ve hasret içinde kocasının yolunu gözlemiştir.
“Osman gideli sanki asırlar geçmişti de o yüzden günleri, haftaları saymaktan vazgeçmişti. İçinin hasretini, bazen bir ak ağaca, bir kara gözlü
dut ağacına, nazlı asma dallarına dökerdi.” (S.
Çokum, Kaybolmuş Akşam Alacaları, s.70)
Elmas Nine, “Kızgın gün altında tarlada çalıştığı, harman yerlerinin engin sarısı içinde düş kurduğu, cephelerden haber bekleyip yollara baktığı,
Teklifi Millîye kanunu çıktığında bir çift manda
ile cepheye bir şeyler taşıyıp durduğu” (s.68) günleri hiç unutmamıştır. Sonunda kocası Osman,
dizinde mermi yarası ile evine döner; Elmas Nine
de gelin olduğunda giydiği üç eteğini sandıktan
çıkarıp giyer.
Vesile Albayrak Sak’ın Bir Varmış Hep Varmış
isimli hikâyesinde Alimana’nın öncekilere benzer
hikâyesi masal üslûbu içinde, bizzat kahraman
tarafından torununa anlatılır. Bir hayli yaşlı Alimana bir zamanlar güzel kızdır. On beşine geldiğinde babasının çırağını sever. Ancak Ali adındaki kimsesiz bir delikanlı onu kaçırır. Alimana’nın
dünyası kararır, ama zamanla kocasını sever. Bir
oğulları olur. Bir gün seferberlik ilân edilince
Ali, genç karısı ve oğlunu geride bırakıp orduya
katılır. Alimana oğluyla yapayalnız kalır.
“Sonra seferberlik ilan edilmiş. Köyün bütün
erkekleri savaşa gitmişler bir bir. Gelinler al yazmalarını, ipek şalvarlarını sandıklara kaldırmışlar.
İçleri kaldırmamış. Bizimki de böyle olanlardan
biriymiş. O da erini bindirmiş bir kara deve. Başındaki kara bir dumanla yutmuş onu yılan bir yol.
Geride kalmış havada unutulan dört-beş kol.
Ne bir mektup alabilmiş gelin erinden ne de bir
selam. Tam altı sene geçmiş bugün, yarın diye diye.
Yarınlar dün olmuş hep. Gidenlerin çoğu dönmemiş. Dönenlerse kepçe kulaklı Ali’yi hiç görmemiş.”
(V.A. Sak, Bir Varmış Hep Varmış, s.128)
Kardeşleri ve babası de cepheden dönmeyen
Alimana’nın bir gün kapısı çalınır; topal bir adam
Ali’den arda kalanların bulunduğu yeşil bir torba
getirir. Alimana kocasından kalan emanet torbayı hiç açmadan evin en mutena köşesine asar.
Kendini oğluna verip okutup yetiştirir. Bir gün
oğlunu, hep sakladığı kocasından kalan torbanın
başında bulur. Önünde de; “Bir çift postal, bir tütün tabakası, bir tutam sarı saç (Oğlunun), bir de
sarı bir kâğıt...” (s.129)
Yakup Kadri’nin Ses Duyan Kız’ındaki
Emine’nin hikâyesi çok daha dramatiktir. Garipler köyünün güzel, bilgili, akıllı ve henüz 16-17
yaşındaki Emine’si, çocukluğundan beri sevdiği delikanlıyla nişanlanır. Ancak bir hafta sonra
Rumeli Harbi çıkınca nişanlısı cepheye gider.
Nişanlıdan önce esir düştüğü, sonra da Sırplara
karşı savaşırken şehit düştüğü haberi gelir. Köyde
herkes bu habere üzülür.
“Gariptir ki bu haber Emine’ye fazla bir keder
vermedi; hatta ağlatmadı, haykırtmadı bile… yalnız birkaç gün yemedi, içmedi, kimseye söz söylemedi, elini hiçbir işe sürmedi, mahzun mahzun dolaştı.” (Y.K. Karaosmanoğlu, Ses Duyan Kız, s.19)
Sessiz Emine bir süre sonra birtakım sesler
duymaya başlar. Buna göre nişanlısı ona; “Kalk
Emine! Memleketi düşman basıyor; kalk Emine!
Memleketi düşman basıyor!” diye seslenmektedir.
Emine bir gece babasının palasını alıp evi terk
eder; çobanlar onu ölü olarak bulurlar.
Ödemiş’in işgali sırasında gözü önünde
tecavüze uğrayan Pehlivan Ahmet’in karısı da,
kucağındaki kız çocuğu ile İstanbul kahvelerinde
kocasını arar (Karaosmanoğlu, Utanç). “Pek
heybetli, pek cesur”, boylu posluluğu sebebiyle
“pehlivan” lakabıyla anılan Nalbant Ahmet, yaşadığı utanç yüzünden evini terk etmiş, bir daha
da dönmemiştir.
Kocasını cepheye gönderen kadınların yıllar
yılı yaşadıkları hasretin çok daha beşerî hikâyesini
53
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Halide Edib Şebben’in Kara Hüseyin’i isimli metninde anlatır. Yazar anlatıcının misafir olduğu
köyde tanıdığı Şebben, iki yıldır asker olan kocası Kara Hüseyin’i görememiştir. Daha önce
altı yaşındaki oğlunu kaybeden kadın derin bir
özlemle kocasını ister. Her gece resmini arzuyla
öper; mektuplarında kokusunu duymaya çalışır.
Yazdığı mektubunda ise kocasının askerden kaçıp
gelmesini ister. Netice alamayınca da anlatıcıdan
yardım talebinde bulunur.
Yine Halide Edib Mustafa Onbaşı isimli
hikâyesinde, bu defa Millî Mücadele yıllarında
dul kalan kadınların askerlerle evlenmeleri ve
ortaya çıkan birtakım suiistimalleri gündeme
getirir. Bunlardan biri Rumeli’den tek kızıyla
Anadolu’ya göç etmiş olan Gülsüm’ün başına
gelenlerdir. Gülsüm kendisini köyden birilerinin
istemesine rağmen Mustafa Çavuş ile evlenmek
ister. Ancak komutan izin vermez. Bunun üzerine kadın, anlatıcıya yardımcı olması için gelir,
derdini anlatır. Gülsüm, sonunda arzusuna kavuşur; fakat Mustafa Çavuş, dört çocuk sahibi evli
bir adamdır. Aynı yazar, evli ve bir çocuğu olan
Hasan Bey’in, şehit yadigârı güzel, ama düşmüş
bir kadına olan öldürücü aşkını Çakır Beyaz Ayşe
hikâyesinde anlatır.
Genç kız veya kadınların savaştaki en büyük
korkuları, düşmanın namuslarına el uzatmasıdır.
Böyle bir leke, onların sonu olur. Ömer Seyfettin
Beyaz Lâle, Halide Edib Efenin Hikâyesi ve Vurma Fatma ve Yakup Kadri Issız Köy ve Dilsiz Kız
ile Utanç hikâyelerinde, savaş ortamında düşman
tarafından namusları kirletilmiş kadın ve genç
kızların dramlarını anlatırlar.
Bunlardan Beyaz Lâle’de Ömer Seyfettin,
Bulgarların Balkanlar’da yaptıkları tedhiş, zulüm
ve ırza tecavüz eylemlerini en uç seviyede sergiler.
Serez’in Bulgarların eline geçmesi üzerine
komutan Radko Balkaneski, hemen komitacıları toplayarak şehirdeki camilerin yakılması ya da
kilise ve ahıra dönüştürülmesi, Müslüman-Türk
çocukların toplanıp Hıristiyanlaştırılmak üzere
Bulgaristan’a gönderilmesi, erkeklerin öldürülmesi, 8-45 yaş arasındaki kadınlarınsa askerlere
teslim edilmesi emrini verir.
“…şehrin Türk kızları askerlere dağıtılacak,
(…) Sekiz yaşından aşağı kızlara dokunulmayacak,
bunların çirkin, zayıfları öldürülecekti. Yalnız çok
ihtiyarlar, Hristiyan olurlarsa sağ bırakılacaktı.
Bir yaşından altmış yaşına kadar erkek, sekiz
yaşından kırk beş yaşına kadar bütün kadınlar,
kızlar, cesetleri meydanda kalmamak üzere
sessizce kesilecek, geceleri merkez taburundan
çıkarılacak angaryalar vasıtasıyla, yine iki komita
reisinin nezareti altında şehrin dışarısındaki
hendeklere gömülecekti.” (Ö. Seyfettin, Beyaz
Lâle, s.301)
İşe güzel Türk kızlarının tespit edilmesi
için kadınları toplatmakla başlayan Bulgar
komutan, kadınları konuşturmak için akla hayale
gelmeyecek işkenceler uygulamaktan; kadın
ve çocukları fırınlarda diri diri yaktırmaktan
çekinmez. Radko Balkaneski, şehrin en güzel kızı
olan Lâle’yi kendisine ayırır. Ailesini yok ettikten
sonra Lâle’ye yönelir. Yalanlarla kapıyı açtırıp içeri girer; yakalayıp namusunu kirletmeye kalkışınca Lâle kendini pencereden aşağı atar.
Halide Edib Adıvar da Vurma Fatma!’da,
Yunan ordusu çavuşlarından Yanako Dimitriyadis ve çevresindekilerin vahşetlerini anlatır.
İstanbul’da doğmuş bir kunduracı kalfası olan
Yanako, çocukluğunda ailesi ve kilise tarafından büyük Yunanistan hayaliyle yetiştirilmiştir.
Bir gün dükkâna gelen çavuş Tanaş’tan İzmir’e
girdiklerinden beri ne kadar kolay ilerledikleri,
Türkleri nasıl zulmedip öldürdükleri, kadınları
nasıl tecavüz ettikleri, parmakları ve bileklerini
kesip mücevherlerini aldıklarını öğrenir. Bunun
üzerine Yanako, gönüllü orduya katılır, kısa sürede vahşi maharetlerini gösterir ve çavuş olur.
Bir gün Günyüzü nahiyesinin Kozaç köyüne
geldiğinde yolda Fadime ile karşılaşır; yakınlık
gösterip faydalanmak ister; fakat ortalık karışınca
bir süre kaybettiği Fadime’yi Yunan askerleri
arısında perişan halde bulur.
“Büyük bir ateşin ışığında sekiz Yunan neferinin ortasında Yanako, Fadime’yi tekrar gördü.
Önünde el kadar bir kız çocuğu cesedi, derede soyulmuş, parçalanmış bir rençber cesedi vardı (kocası). Kadının altınları gitmiş, dağınık altın saçları
arasında büyük gözleri yaralı ve sıtmalı bir dişi
kaplan gözleri gibi parlıyordu. Dişleri durmadan
gıcırdıyor, dudakları titriyor, arkasından bağlı
ellerini kurtarmak için çırpınıyor ve avazı çıktığı
kadar haykırıyordu.” (H.E. Adıvar, Vurma Fatma!, s.119)
Fadime on bir ay sonra yakaladığı Yanako’dan
“Vurma Fatma, vurma Fatma!” yalvarışları arasında intikamını alır.
Efenin Hikâyesi’nde ise Yunan ordusunun
Aydın ve çevresinde yaptığı zulümler anlatılır.
Yunan ordusu İzmir’e girip içerilere doğru ilerlemeye başlayınca her yerde zulüm, soygun ve ırza
tecavüz eylemleri sergiler. Bunlardan biri Efe’nin
emmisinin kızı Kezban ve arkadaşlarına yapılanlardır. Efe ve erkeklerin sessizliği karşısında Kez-
54
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
ban ve kadınlar; “‘Ne yaptılar, diye sormayın, daha
ne yapacaklar, diye sorun’ (…) O da başörtüsünü
suratımıza fırlattı. “Alın bunları, örtünün, verin
tüfekleri, kamaları bize; kızlarımızın ırzını bundan sonra biz koruyacağız.” (H.E. Adıvar, Efenin
Hikâyesi, s.55) diye isyan ederler. Bunun üzerine efeler harekete geçer ve düşmanı bölgeden
çıkarırlar. Ancak Yunan askeri tarafından tecavüz
edildiği anlaşılan Kezban, Menderes çayına atlayarak intihar etmiştir.
Yakup Kadri’nin Issız Köy ve Dilsiz Kız’ındaki
kız da aynı akıbete uğramıştır. Tahkikat heyeti
üyeleri Alaşehir civarında yanmış, yıkılmış köye
uğradıklarında, kendilerinden kaçan on altı yaşlarında paçavralar içindeki kızdan başka kimseyi
bulamazlar. Bir kovukta buldukları kız konuşmaz; götürmeye kalktıklarında da kaçar. Anlatıcının kıza dâir yorumu şudur:
“Yavrum, senin gibi kaç tane gördüm; kimi
kolunu, kimi bacaklarını, kimi gözlerini, kimi
memelerini kaybetmişti; sen de natıkanla idrakini
kaybetmişsin. Eğer bu, taşıdığın o müthiş sırrı hiç
kimseye faş etmeden kendinle beraber mezara götürmek içinse, nafiledir.” (Y. K. Karaosmanoğlu, Issız
Köy ve Dilsiz Kız, s.41)
Yine Yakup Kadri Utanç’ta karısını düşman
askerlerinin tecavüzünden koruyamayan Pehlivan Ahmet’in utancından yıkılışını anlatır. “Pek
heybetli, pek cesur”, boylu poslu Nalbant Ahmet,
Ödemiş işgal edilince bir akşamüstü askerler gelip silah arayacağız diye evi basar, Ahmet’i döver,
karısını da tecavüz ederler. Kadın kendine geldiğinde kocası yoktur.
“Döğdüler, döğdüler. Gözümün önünde evimizin avlusundaki fıstık ağacına bağlayıp döğdüler ve
beni… onun gözü önünde… dayak yerken beni
onun gözü önünde…” ( Y. K. Karaosmanoğlu,
Utanç, s.73)
Analar, kadınlar ve genç kızlar, oğulları, kocaları ve sevgililerini savaşa gönderince, hayatın
bütün yükünü üstlenir; bu esnada büyük sıkıntılara göğüs gererler. Bazı kadınlarsa savaşa dolaylı
olarak iştirak eder; namuslarını korumak için çekinmeden savaşırlar. Meselâ Halide Edib’in Zeynebim Zeynebim hikâyesinin kahramanı, nişanlısı
Süleyman’ı öldüren Yunan Kapitanos’tan intikamını alır. Keçili aşiretinden Uzun Osman’ın biricik evladı olan güzel Zeynep, Birinci Dünya Savaşında Çanakkale cephesinde ayağından yaralanan
teyzesinin oğlu Süleyman’la nişanlanır. İzmir’in
işgalinden sonra düşmanın içerilere doğru ilerlediği bir gece, uşakları Yorgi’nin önderliğinde çiftliğe baskın olur. Süleyman öldürülür; Zeynep’e
saldırılır. Çılgına dönen Zeynep, düşmanın baskısı üzerine nişanlısını öldürenin huzurunda oynayacağını söyleyip Kapitanos ile bir odaya kapanır. Çok geçmeden Zeynep pencereden atlar
ve “Zeynebim Zeynebim” diye oynamaya başlar.
Kahraman, nişanlısının katilini öldürmüş, evi de
ateşe vermiştir. Papazın kışkırtmalarıyla Rumlar
Zeyneb’i linç edip öldürürler.
Yine aynı yazar Emine’nin Şahadeti’nde, adı
geçen kadının kendisi ve ailesini savunuşunu anlatır. Kocasının anlattığına göre düşman kasabayı ateşe verir. Emine, kocası, annesi ve teyzesi ile
birlikte evden kaçar. Bir süre sonra patlıcan tarlasında düşman askerleri tarafından etrafları sarılır. Hepsini kurşun yağmuruna tutarlar. Emine
kendini yanan bir odunla savunur. Yaralı olarak
bulurlar ama kurtaramazlar.
Öte yandan Halide Edip Bayrağımız Altında
isimli hikâyesinde, zafer yolunda tanıdığı Hatice
Nine’nin Türk bayrağı altında yaşama ve ölme arzusu anlatır. Salihli’de düşmanın kovulmasından
sonra halk hâlâ büyük bir tedirginlik içindedir.
Ancak kadınların “en fakiri, en ihtiyarı ve en halsizi” olan Hatice Nine endişeden uzaktır. Çünkü o, ta Üsküp’ten yola çıkmış, beş defa muhacir olmuş, evi beş defa yanmış, beş defa düşman
işgalinden bayrağımızın dalgalandığı topraklara
hicret etmiştir.
“- Sevmek ne demek oğul? Ben elli senedir onu
kovalıyorum. Dünyada oğlumdan başka dikili ağacım kalmadı. Bayrağımız nereden çıktıysa ben de
oradan çıktım. Hergün buradan kaçıp size gelmek
istiyorum. Her gün burada ölüversem, mezarım
bandıra altında (düşman toprağı) diye çıldırıyorum.” (H. E. Adıvar, Bayrağımız Altında, s.166)
Emine Semiye’nin Hudut isimli hikâyesinin
kadın kahramanı, Hilâl-i Ahmer’de cephedeki
askerler için çeşitli giyecekler hazırlar, hastanede
askerlere bakar; daha da ötesi kadınlığını unutup
cepheye koşmak ister. Ancak yaralı askerlerin hep
analarını sayıklamaları ve onlara mektup yazma
istekleri, kahramana bu arzusundan vaz geçirir.
Karaosmanoğlu’nun Köyünü Kaybeden Kadın
isimli hikâyesinde, işgal sırasında köyünü terk
eden yaşlı bir kadının köyünü kaybetmesi, aylardır aramasına rağmen bir türlü bulamaması,
resmî makamlara müracaat edip yalvarıp yakarması anlatılmaktadır. Köyünün adını zorla hatırlayan (Ortaklar) kadın, bir an önce oraya dönmek ister, ama köy henüz işgal altındadır.
Savaş günlerinde kadınların yaşadığı sıkıntı
ve acıların somut örneklerinden biri, Duatepe
eteklerindeki Çekirdeksiz köyünün kocası, evi
55
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
ve köyü yakılmış, hayvanları öldürülmüş olan
“Aziz’in Karısı”dır.
“Taş yığınlarının yanında damsız, birkaç ev kümesi etrafında süprüntüler arasında bir gölge gibi
kırık bir tencereyi kaynatıyor, ayaklarının altında
paçavralara sarılı iki küçük mahluk topraklarda sürünüyordu. (…) Süpürge değneği gibi iki kararmış
sıska kol, yarı açık cılız bir göğsün üzerinde binlerce
yıl geçirmiş gibi görünen kararmış, buruşmuş bir
kafa, derinlerden bakan iki ateş siyah göz ve sivri
bir çene, siyah bir çukur gibi açılan dişsiz bir ağız
gördüm. Bu aşın üstünde çenesinin altından bağlı
bir paçavra vardı.” (H. E. Adıvar, Aziz’in Karısı,
s.81-82)
Analar cesur ve vatansever oldukları kadar
fedakârdırlar da. Aka Gündüz’ün Öküzden
Tayyare isimli hikâyesinde Emine Bacı’nın bu
bağlamdaki hikâyesini okuruz. İki oğlu, güveyi
ve torunu düşman tayyarelerinin saldırısı sonucu
şehit vermiş olan Emine Bacı, karakuşa benzettiği
düşman uçaklarının Mehmetçikleri şehit etmesi
karşısında daha fazla dayanamaz; dört öküzden
ikisini önüne katıp şehre gider. Komutanın karşısına çıkıp öküzleri alıp tayyare satın almasını söyler. Komutanın çok pahalı olduğunu söylemesi
üzerine Emine Bacı şu cevabı verir:
“-Öyle ise benim gibi evlat kaybetmiş çok Türk
ninesi, Türk babası var, onlar da bir şeyler versinler,
benim öküzlerin parasına kat; bir tayyare al...” (A.
Gündüz, Öküzden Tayyare, s.125)
Savaş ortamındaki kadınların yaşadıkları büyük acılar, Refik Halit Karay’ın Gözyaşı
hikâyesinde zirveleşir. Dul Ayşe, Balkanlar’da
sınıra çok yakın Serfice köylerindendir. Savaş
çıkınca, bir akşamüstü “Düşman geliyor!” haberi
üzerine köye derin bir korku yayılır. Çünkü “Bu
gelen o zamanki düşman din ve ırz düşmanıdır
da… Müslüman erkeği süngüleyecek ve Müslüman
kadını kirletecek”tir. (s.25) Her şeylerini geride
bırakan köylüler buldukları imkânlarla (at araba,
yaya) kaçmaya başlarlar. Dul Ayşe de terekesindeki beş yaşındaki oğlu Ali, bir kuşakla dizlerinden
eyere bağlı üç yaşındaki kızı Emine ve kucağında
bir yaşına basmayan Osman ile hazırdır. Ancak
yağmurlu ve karanlık gecede çamurda ilerlemek
zordur. Çok geçmeden bindikleri at yıkılıp ölür.
Dul Ayşe, üç çocuğu ile çamura bata çıka ilerlemeye çalışır; ama gittikçe takatinin tükendiğini,
üç çocuğu birden taşıma imkânının kalmadığının
farkındadır. Kahraman, “İkisini olsun kurtarmak
için birini feda etmek, hafiflemek lâzımdır” diyen aklıyla “Hangisini?” sorusunu soran yüreği
arasında ezilir. Takati büsbütün tükenen bede-
ni önce Osman’ı, sonra Emine’yi bırakır. Ali’yi
sırtına alarak yoluna devam eder. “..kanının son
ateşini yakarak, kayıp düşerek, yine kalkarak, yine
yuvarlanarak yağmur, ter, gözyaşı yüzünü yıkaya
yıkaya, biteviye, mola vermeden” yürür. (R. H.
Karay, Gözyaşı, s.27) Seher vakti “ay yıldızlı bir
ıslak bayrak çekili küçük kasabaya” vardığında
hiç olmazsa Ali’siyle kurtulduğunu sevinen Ayşe,
onun da ölmüş olduğunu öğrenince büsbütün yıkılır. Dul Ayşe, o günden beri ağlamak istese de
ağlayamaz; zira gözlerinden yaş gelmez artık.
Hülâsa savaş, erkek ve çocuklar için olduğu
gibi, kadınlar için de sıkıntı, yokluk, hasret, acı,
gözyaşı ve ölüm demektir. Cepheye giden oğulların, kocaların ve sevgililerin gidip de dönmeyişleri hasret; şahadetleri ise büyük acıdır onlar için.
Kadınlar savaş ortamında, bir yandan hayatın
zorluklarıyla boğuşurken diğer taraftan düşmanın
saldırılarıyla baş etme mücadelesi verirler. Onlar
aynı zamanda vatansever, kahraman, namuslu,
sadık, mütevekkil, fedakâr ve sabırlıdırlar.■
Hikâyelerin Kaynakçası
Adıvar, Halide Edib, Zeynebim Zeynebim, Mustafa On-
başı, Bayrağımız Altında, Emine’nin Şahadeti,Vurma Fatma,
Efenin Hikâyesi, Aziz’in Karısı, Şebbe’nin Kara Hüseyin›i ,
Dağa Çıkan Kurt, Can Yay., İstanbul, 2014.
Aka Gündüz, Öküzden Tayyare, Aka Gündüz, Abide
Doğan, KB Yay., Ankara, 1999.
Çokum, Sevinç, Kaybolmuş Akşam Alacaları, Rozalya
Ana, Ötüken Yay., İstanbul, 1993.
Emine Semiye, Hudut, Yeni Türk Edebiyatı Metinleri,
(İ. Enginün-Z. Kerman), Dergâh Yay., İstanbul, 2011.
Enis Tahsin, Şehidin Validesi, Birinci Dünya Savaşı
Hikâyeleri, (N. Ceyhan), Selis Yay., İstanbul, 2008.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Zeynep Kadın, Ses Duyan
Kız, Garip Bir Benzeyiş, Issız Köy ve Dilsiz Kız, Utanç, Köyünü Kaybeden Kadın, Millî Savaş Hikâyeleri, İletişim Yay.,
İstanbul, 1983.
Karay, Refik Halit, Gözyaşı, Gurbet Hikâyeleri, İnkılâp
ve Aka Yay., İstanbul, 1965.
Mehmed Ali, Osman’ım, Balkan Savaşı Hikâyeleri, (N.
Ceyhan), Selis Yay., İstanbul, 2006.
Müftüoğlu, Ahmet Hikmet, Padişahım Alınız Menekşelerinizi Veriniz Gülümü, MEB Yay., İstanbul, 1971
Nezihe Muhittin, Cenk Ninnisi, Yeni Türk Edebiyatı
Metinleri.
Ömer Seyfettin, Beyaz Lâle, Hikâyeler-1, Dergâh Yay.,
İstanbul, 1999.
Sak, Vesile Albayrak, Bir Varmış Hep Varmış, Ödüllü
Hikâyeler, TEV Yay., İstanbul, 2004.
Şahin, Osman, Deli Hatice, Hikâyemiz İnsanımız
Kültürümüz-2, (A. İslâm), Akçağ Yay., Ankara, 1996.
Yalçın, Hüseyin Cahit, Karanlıkta, Yeni Türk Edebiyatı
Metinleri.
56
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
TEKİL ŞAHSIN HİKÂYESİ
Kaçımıza yakıştırdı kendisini hayat
Diye başlıyorum bir boşluğa
Bütün düğmelerimiz ilikli oysa
Dudaklarımız sus fermuarı
Nefesimin eskittiği yokuşları
Kilitli diz kapaklarıyla yürüyorum
Gittikçe azalıyor sayısı adımı seslenenlerin
Bir şeyler paralel değil hayata
Di’li zamanlardayız artık
Ahımızda konuşlanmaz ünlem
Bundan sonra ne iyiler ne kötüler
Hikâyemizin tekil şahsıyız
Sesimiz kendine döner
Katlaya katlaya mavileri
Önce laciverte
Sonra siyaha boyuyor gözlerim
Sıfat mı dediniz o eskidendi
Bir elim yıkamaz ötekini
Yarına kaç dakika var diyor içimizdeki çocuk
Bir yerimizden böcekleniyoruz
MAHMUT BAHAR
57
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
27 YAŞIMIN ŞİİRİ
Çocuk değilim artık –
Çocukken de böyle düşünürdüm
Bur’da doğdum
Bu tropikal mezarlıkta
İncir ve dut ağaçlarının karanlığında
Kalbim bir mezarlıktan farksız
Ben büyüdüm küçüldü anılarım
Dünyadır benim yalancı şahidim
Katı bir toplum ki nasihatlere boğuyor
Yargıcı zannediyor bütün kusurların
Övgüsü dersen taştan bile ağır
Şu kaba ve kirli manzaramdan görünen
Aç bir kaplan ve yavru kaplumbağa
Dipsiz bir kuyudur bu dünya
Şeytanın evinden uzağım
Tabiat ile sonsuza kadar ayrıldık
Bahçemizdeki vişne ağacıydı tek arkadaşım
Anacım bana n’öğrettin
Hep vahşi hep soğuk bu hayat
Bayram günlerim niçin bunca mutsuz
22 yaşın gizil tarihi gibi uzun değil hiçbir şey
Geçmişim eğlentili bir tutsaklıktı
Şimdiki hayatım n’aber
En güzel mektupları ben yazdım
Ruhumu üfledim ellerimi sundum
Bir Allah’tı beni yalnızca o cevapladı
Çocukken de böyle düşünürdüm –
Çocuk değilim artık
M. MİLÂT ÖZÇELİK
58
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
YAĞMURU SEVMEYEN KADINA
ON İKİ SATIRLIK ŞİİR
Bilirim sevmezsin yağmuru
Kâbus yorgunu gecelerde
Gökyüzünün her çığlığı
Suskun bir bulutun hüznüdür
Kör testeredir yağmur
Kesmeye görsün geceyi
Karanlığın elinde acı bir mavi
Yıldızların yarasını kanatır
Yârin mahmur yüzünde
Mutsuz bir palyaço bakışı
Bilirim sevmezsin yağmuru
Çünkü yağmur ölümün aynası
ŞERİF FATİH
59
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Anadolu kadını ve
Kuvâyi Milliye destanı
CAFER GARİPER
E
debiyatta kadın olgusu, Batı edebiyatlarının ardından Türk edebiyatında da
son zamanlarda üzerinde durulan konulardan biri olmaya başladı. Yaklaşık yirmi yıldır edebiyatta kadın konusunda yayımlanan makale ve kitap sayısında dikkate değer artış gözlenmektedir. Bu da yerindedir. Çünkü insan topluluklarının yarısını oluşturan kadınların, edebiyat
dünyasında yerini almaya başlamış olması, kadın
yazarların çıkması, kadının edebiyat eserlerinde
geniş yer tutması bunu gerekli kılmaktadır.
Klasik Türk edebiyatında kadın, sevgili tipiyle
karşımıza çıkar. Güzelliğin sembolü olan kadın,
hayatın içindeki işlevleri askıya alınmış, âşığına
acı çektiren kayıtsız bir varlık olmaktan fazla ileri
geçmez. Halk edebiyatında da kadın, daha çok
sevgili tipiyle karşımıza çıkar. Yenileşme dönemiyle birlikte edebiyatta kadın tipinin değişmeye
ve çeşitlenmeye başladığı görülür. Kadın, ağırlıklı
olarak yine sevgilidir ama yeni işlevler de üstlenmeye başlamıştır. O, artık âşık olan, acı çeken;
anne yahut eş veya sosyal hayatta görev üstlenmeye başlayan birisidir. Hayatın nesnesi olmaktan
çıkıp yer yer özneye dönüşür, etken bir kimliğe
'Kuvâyi Milliye'
destanında kadın,
hayatın akışı
içerisinde tabii
şekliyle yerini
alır. Kimi zaman
olumsuzluk da
yüklenen kadın,
tarihî süreci ve
yazgısını yansıtan
bir kişilikte belirir.
Şairin kadına
yaklaşımı da
gerçekçilik ilkesi
çerçevesinde
kendini gösterir.
60
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
bürünür. Edebiyat ürünlerinde kadının bu değişimi, sonunda yaşanan hayata uygun, gerçekçi
kadın çeşitlenmesinin yolunu açar.
Yenileşme dönemi yazarları içerisinde olan
Ahmet Mithat, Şemsettin Sami, Namık Kemal
ve onları takip eden diğer yazarların kalem ürünlerinde hayatının öznesi olamamış kadının, gelenekle baskılanmış yanının dikkatlere sunulduğu,
probleme çözüm bulma yollarının gösterilmeye
çalışıldığı metinlerle karşılaşırız. Servet-i Fünun
döneminde kadın, önceki kuşaklara göre daha
gerçekçi bir yaklaşımla kurmaca dünyalardaki
yerini alır. II. Meşrutiyet yılları ve özellikle
Cumhuriyet dönemi, kadın olgusunun anlamını
bulduğu dönem olur. Bunda Halide Edip ve
Halide Nusret gibi kadın yazarların yetişmiş
olması da etki payına sahiptir.
Cumhuriyet döneminin öne çıkan şairlerinden Nazım Hikmet’te kadın konusu geniş bir yer
tutar. Sevgili ve eş olarak kadın düşüncesi etrafında coşkun söyleyişlerle karşılaşılır. Onun bu
coşkun söyleyişi, çoğu zaman içinde ideolojik
argümanları da taşıyan ve romantizmle kaynaşan
acı bir gerçekçiliği içinde barındırır. Şairin hapishane yıllarında yazdığı Kuvâyi Milliye destanı da
bu çerçevede anlamını bulur.
Kuvâyi Milliye destanı, sosyal gerçekçilik anlayışı çerçevesinde varlık kazanır. O, çeşitli belge,
bilgi ve yaşanmışlıklara, hayat hikâyelerine dayalı bir metin kurma yöntemine başvurur. “Türk
insanını, Türk köylülerini, durağan ve belirginlik kazanmış kahraman tipi yerine çelişkileri,
bocalamaları, cesaretleri, korkuları, ihaneti ve
sadakatiyle hareketli, değişken karakterler şeklinde çizme yoluna gider. Bu geniş manzara içerisinde kağnılar ve âletlerle birlikte kadınlar da
yerini alır. Bu da onun gerçekçilik kavrayışıyla
tarihsel ve diyalektik materyalizm anlayışının
sonucudur.”[1] Bu anlayışa bağlı yaklaşımla farklı
“tiplerin yardımıyla hem Kurtuluş Savaşı günlerinde Türkiye’nin -değişik yanlarıyla- görünümü,
sınıfların ve tabakaların durumu sergilenir hem
de bireysel ile toplumsal birbirine bağlanır, birbi1. Cafer Gariper, “Kurtuluş Savaşı’nın Varlık
Kazandırdığı İki Metin: İstiklâl Marşı ve Kuvâyi
Milliye Destanı”, Mehmet Akif Millî Mücadele ve
İstiklâl Marşı, Türkiye Yazarlar Birliği Yayınları ve
TYB Vakfı Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezi
Yayınları, Ankara 2011, s. 378.
rini bütünler…”[2]
Nazım Hikmet, Kuvâyi Milliye destanına,
“Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.”[3]
söyleyişiyle girer. Bu söyleyişle macerasını
anlatacağı Anadolu insanına ve onun kimi özelliklerine göndermede bulunur. Bu insan tipi, sayıca çok oluşunun yanında korkak, cesur, cahil,
hakîm ve çocuk yanlarıyla belirginleştirilir. Bu
da onun destanlarda sıkça karşılaşılan romantik
duyarlılıkla idealize edilmiş belirli bir insan tipi
yerine, gerçekçi ve çoğul insan algısı peşinde olacağının izlenimini verir. Nitekim Kuvâyi Milliye
destanında siyasi ve ekonomik gücü elinde tutan
kesimler yerine sıradan, birçoğu tarihî kişiliğe dönüşmemiş, çeşitli insani özellikler taşıyan, yoksul,
halktan, çoğulcu bir insan algısıyla karşılaşırız. Bu
tavrıyla o, bir tarafıyla destan geleneğinin inşa etmeye çalıştığı kahramanlık mitini yıkmaya girişir.
Fakat diğer yandan da yeni bir mit inşa etmekten
kurtulamaz.
Onun sıradan insanları destanının merkezine
yerleştirmesinde gerçekçilik kavrayışının önemli
rol oynadığı söylenebilir. Çünkü şair, eski dönemlerdeki olağanüstünün yerini, gerçekçi kavrayışa bırakması gereken bir dönemde yaşadığının
bilincindedir. Bu da idealize edilmiş mitik kahramanın yıkımını; geniş, sıradan insan kitlesinin
öne çıkışını, merkeze alınmasını sağlar. Mitik
kahraman tipinin yıkımı, olağanüstünün kişinin
üzerinden sıyrılması ve merkeze sıradan, geniş
insan kitlesinin alınmasıyla sağlanır. Yeni mitin
inşası da anlatının merkezine alınan geniş, sıradan insanların çevresinde şekillenir. Merkeze alı2. Asım Bezirci, Nazım Hikmet, 3. Baskı, Çınar
Yayınları, İstanbul 1993, s. 190.
3. Nâzım Hikmet, Kuvâyi Milliye, Şiirler: 3, Adam
Yayınları, İstanbul 1987, s. 11.
61
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
nan kişiler arasında, destanın başlangıç kısmında
söylenene uygun biçimde, Anadolu Türk kadını
da yerini alır.
Nazım Hikmet, Kuvâyi Milliye destanında geniş bir coğrafyayı ve bu coğrafyada hayatını sürdüren büyük bir insan kitlesini kendi gerçekliğinde kavramak ister. Bunu yaparken de Afyon’dan
Antep’e, İzmir’den İstanbul’a, Ankara’dan Urfa’ya,
Erzurum’dan Bolu’ya, Kütahya’dan Sivas’a kadar pek çok yerleşim yerini ve insan malzemesini önemli olaylarıyla birlikte dikkatlere sunar.
Onun bütün bu coğrafyayı ve insanını gerçekçi
bir bakışla kavramanın peşinde olduğu görülür.
Kuvâyi Milliye’de, destanın hacmi göz önünde
bulundurulduğunda, kadınların geniş bir yer tutmadığı görülür. Onun bu tavrında sosyal hayatta
ve cephede kadınların erkekler kadar yer almayışının rol oynamış olabileceği düşünülebilir. Yaşlı,
genç, çocuk, korkak, cesur, hakîm, cahil değişik
insan tiplerine yer veren şairin destanında kadınlara da yer açması tabiidir.
Kuvâyi Milliye destanında kadın, hayatın akışı içerisinde tabii şekliyle yerini alır. Kimi zaman
olumsuzluk da yüklenen kadın, tarihî süreci ve
yazgısını yansıtan bir kişilikte belirir. Şairin kadına yaklaşımı da gerçekçilik ilkesi çerçevesinde
kendini gösterir. Hayat uğraşı içerisinde rol üstlenen kadın genellikle erkeğin gerisinde, ikincil
planda kalır. Hayatının öznesi olamamış bu varlık, kimi zaman etken bir kimlikle karşımıza çıkar. Bu da Anadolu kadınını kendi gerçekliğinde
yakalamayı, görmeyi ve göstermeyi getirir.
Birinci Bap’a,
“Ateşi ve ihaneti gördük”[4]
mısraıyla başlayan ve bu mısraı metnin değişik
yerlerinde birkaç defa tekrar eden Nazım Hikmet, işgalci güçlerle siyasi ve ekonomik güce sahip işbirlikçi yerel güçlere dikkatleri yönelttikten
sonra işgalcilerin kadınlara tecavüzlerine yer verir:
“Eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu
ve ağalar:
Bağdasar Ağa’dan
Kellesi Büyük Mehmet Ağa›ya kadar,
düşmanla birlik oldular.
Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp,
4. Age, s. 15.
gelinlerin ırzına geçip,
çocukları öldürüp
ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman,
dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini
kapan”[5]
Böylece destanda Anadolu kadını ilk defa karşımıza çıkar. İşgal yıllarının bir yığın olumsuzluklarının içerisinde yerel işbirlikçilerinin de hazırladığı ortamda gelinler/kadınlar başlıca mağdurlar
arasındadır. Gerçekçilik ilkesiyle hareket eden
Nazım Hikmet, olayların, birtakım olumsuzlukların üzerini örtme uğraşına girişmez. Onun yalın ve açık[6] anlatımı destanın bütününe hâkim
yapıda karşımıza çıkar.
Destanda kadın algısı Anadolu’yla sınırlı değildir. Tevfik Fikret’in Sis şiirinden yapılan alıntılardan sonra teşhis sanatıyla kişilik kazandırılarak
konuşturulan Mondros ve Sevr sonrası işgale uğramış kent olarak İstanbul, pazarlanmış/tecavüze
uğramış kadın imgesiyle belirir:
“Biz ki İstanbul şehriyiz,
işte, arzederiz halimizi
Türk halkının yüce katına.
Mevsim yazdır,
919’dur.
Ve teşrinlerinde geçen yılın
dört düvele teslim ettiler bizi,
gözü kanlı dört düvele
anadan doğma çırılçıplak.
Ve kurumuştu
ve kan içindeydi memelerimiz.”[7]
İstanbul’un içinde bulunduğu olumsuzluklar,
Anadolu coğrafyasına benzer bir şekilde işgalci
güçlerin ve onların işbirlikçilerinin yol açtığı bir
durumdur. Anadolu’daki ayanın, ağaların yerini
İstanbul’da padişah, hükûmet, İngiliz Muhipleri
ve mandacılar alır.
Destanda kadınlar, kimi zaman olumsuzluk yüklenen bir yapıda da görünürlük kazanır.
Amerikan mandasını isteyen toplumun elit kesi5. Age, s. 16.
6. Asım Bezirci, Nazım Hikmet, 3. Baskı, Çınar
Yayınları, İstanbul 1993, s. 190.
7. Nâzım Hikmet, Kuvâyi Milliye, Şiirler: 3, Adam
Yayınları, İstanbul 1987, s. 24.
62
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
mi sıralanırken sosyeteye mensup kadın tipine de
göndermede bulunur:
İstanbul’da hanımlar, beyler, paşalar,
tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler,
çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri
ve biçare telgraf telleri
devretmek için Amerika’ya
Anadolu’yu
şöyle diyorlardı Erzurum›dakilere:
«Bizi bir başımıza bıraksalar,
tarafgirlik, cehalet
ve çok konuşmaktan başka müspet
bir hayat kuramayız.
İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor.
Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika.
Ne olacak,
Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz,
sonra Yeni Dünya›nın sayesinde
İstiklâli kafasında ve cebinde taşıyan
bir Türkiye vücuda geliverir.
Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına
nasıl bir idare kurduğunu
Avrupa›ya göstermek ister.
Hem artık işi uzatmağa gelmez.
Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz.
Sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir :
Türkiye›yi, geniş kafalı birkaç kişi belki
kurtarabilir.»”[8]
Metinde öyküsü dikkatlere sunulan Kerim’in
anlatımında kadınlarla da karşılaşılır. Bunlar
olumsuzluk yüklenen “çok uzun saçlı, ihtiyar iki
kadın”dır. Anne hayalinin de araya girdiği metinde Kerim’in teyzeleri olan söz konusu kadınlar, şu
şekilde dikkatlere sunulur:
“Adapazarlıydı Kambur Kerim.
Seferberlikte ölen babası marangozdu.
Seferberlik denince aklına Kerim’in:
çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü,
Fahri Bey çiftliğinde patates toplayıp
kaz gütmek,
mektep kitapları
ve bir de saçları altın gibi sarı
fakat alnı çizgiler içinde anası gelir.
8. Age, s. 26-27.
335'te Kerim Eskişehir'e gitti,
mektebe, teyzelerine ve dayısına.
Dayısı şimendiferde makinistti.
Düşman elindeydi Eskişehir.
Kerim on dört yaşındaydı,
kamburu yoktu.
Dümdüzdü fidan gibi
ve dünyaya meraklı bir çocuktu.
Dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi
Kerim›e ekmek vermediğinden teyzeleri
(çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın)”[9]
Bu anlatımda Kerim’in babasının ve daha
sonra annesinin ölümünün ardından öğrenim
görmek için Eskişehir’e dayısının yanına gitmesi,
dayısının olmadığı zamanlar teyzelerinin ona ekmek vermemesi sonucu Hindistanlı işgalci askerlerin yanına giderek yiyecek temin etmesi anlatılır. Gerçekçi bir bakışla iki teyzenin çocuğa karşı
tutumu dikkatlere sunulurken işgalci güçlerin
içerisinde yer alan Hindistanlı askerlerin Kerim’e
ambardan yiyecek vermesine hümanist bir duyarlılık kazandırılır.
Kuvâyi Milliye destanının bir başka yerinde
Kâzım’ın merkezden emir alarak İngiliz ajanlığı
yapan Tercüman Mansur’u vurması anlatılırken
pencereyi açıp kapayan kadın izlenimi veren biri
görülür:
“bir ışık yandı beyaz evde,
bir pencere açıldı.
Galiba bir kadın baktı dışarıya..
Boğazlanıyormuş gibi bağırdı Mansur.
Pencere kapandı,
ışık söndü.”[10]
Gecenin karanlığı içinde bu kadın izlenimi
yaratan kişi, Mansur’un sesini duymuş, pencereyi
açmış ve korkudan kapatarak ışığı söndürmüştür.
Yer yer roman kurgusunun ve öykülemenin öne
çıktığı destanda Nazım Hikmet, tabiiliği sağlamak, dekoru tamamlamak için ayrıntıları kaçırmaz.
Kadın ögesi Şoför Ahmet’in hatırlamasıyla da
metne girer:
“Üç numrolu kamyonet durdu.
9. Age, s. 29.
10. Age, s. 66.
63
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Karanlık.
Kriko.
Pompa.
Eller.
Küfreden ve küfrettiğine kızan elleri
lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolaşırken
Ahmet hatırladı:
bir gece nüzüllü babaannesini
sedirden sedire taşırken
kadıncağız...”[11]
yüzlerini toprağa döndüler…”[12]
Kuvâyi Milliye’de kadın konusuna ağırlıklı yer
verilen bölüm “Yedinci Bap 922 Ağustos Ayı ve
Kadınlarımız ve 6 Ağustos Emri ve Bir Âletle Bir
İnsanın Hikâyesi” adını taşıyanıdır. Büyük Taarruz öncesi Akşehir’den Afyon’a, cephe hatlarına
kağnılarla cephane götüren kafileler ay ışığının
altında şöyle tasvir edilir:
“Ayın altında kağnılar gidiyordu.
Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon’a
doğru.
Toprak öyle bitip tükenmez,
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişmiyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.
Ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık, kısacıktılar,
ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak
ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar
birbirlerinden gizliyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız :
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
Hâkim bakış açısına sahip anlatıcı, üç numaralı kamyonun patlayan lastiğiyle yaşlı ve hasta
babaannesi arasında ilgi kurar. Daha doğrusu
cepheye cephane taşıyan Ahmet’in zihninde patlamış lastik, felçli babaanne imgesini uyandırır.
“sedirden sedire taşırken
kadıncağız...”
dediği ve sonunu getiremediği felçli babaanne
ile patlamış lastik arasında biri hayatını kaybetmiş olması, diğeri işlevini yitirmesi bakımından
çağrışım yoluyla ilişki kurulur. Şoför Ahmet’in
zihninde zaman zaman sevgili imgesiyle beliren
beyaz başörtülü kadın, cephe gerisindeki bütün
zorlu uğraşına rağmen onu bırakmaz.
Hatırlanan kadın, Şoför Ahmet’inkilerle sınırlı kalmaz. Destanın ilginç kişilerinden biri
olan ve hikâyesi anlatılan Deli Erzurumlu da
zaman zaman, mal varlığını bağışladığı için kardeşleriyle mahkemelik olmasına sebep olan yaşlı
muhacir kadını düşünür. 31 Ağustos günü ordular İzmir’e doğru koşarken bir kurşunla yere
devrilen Deli Erzurumlu’nun postallarının kişileştirilerek yaşlı kadını düşündüğü imgesiyle belirginleştirilir:
“önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar
(…)
seyredip güneşli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
Sonra…
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden
11. Age, s. 76.
12. Age, s. 89.
64
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde
ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
Ve ayın altında kağnılar
yürüyordu Akşehir üstünden Afyon›a
doğru.”[13]
Görüldüğü gibi bu bölümde Nazım Hikmet,
kadın konusunu çeşitli yönleriyle ele alır. Ayın
gecenin içerisindeki aydınlığının sağlayacağı
romantik fon, gerçekliği kapatmak yerine onu
daha belirgin kılar. Uzun savaşlar sonucu erkeklerin cephelerden dönemediği, eli silah tutanların
önemli bir kısmının savaş hatlarında olduğu zorlu bir dönemde cepheye kağnılarla silah taşıma
işi kadınlara düşmüştür. Kadınların içine sürüklendiği psikoloji doğrudan değil, dıştan bakışla,
içinde bulundukları şartların sergilenmesiyle eril
bilince bağlı bakış açısıyla dikkatlere sunulur. Bu
bakışta kadınların içinde bulunduğu şartların,
mekâna ait ögelerin, olumsuzlukların anlatımı
onların iç dünyasının da kavranmasına yardımcı
olur. Anlatıcının yer yer geriye dönüşle hayatın
içinde konumlandırdığı kadın, hiç de iç açıcı bir
yaşama alanına sahip değildir.
Her şeyden önce cepheye kağnılarla silah
taşımak gibi erkeklerin yapması gereken bir işe
koşulmuşlardır. Bu sebeple yaptıkları iş güçtür,
ulaşmaları gereken menzile hiç ulaşamayacaklarmış gibi bir psikoloji içinde görünüm kazanırlar.
Metinde eril bakışla kadının hayattaki yeri de
belirir. Kadın, “korkunç ve mübarek elleri, ince,
küçük çeneleri, kocaman gözleriyle” annedir,
eştir, sevgilidir. Uğruna hapishanelere düşülen,
dağlara kaçırılan, “oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle” birer cinsel ögeye dönüşen varlıktır. Nazım
13. Age, s. 71-72.
Hikmet, Anadolu kadınının hayatın içindeki yerini/yersizliğini, değer yitimine uğramışlığını,
“ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen”[14]
söyleyişiyle çarpıcı bir şekilde belirginleştirir.
Şüphesiz bu belirginleştirmenin cephe hattıyla ve
Kurtuluş Savaşı’yla doğrudan ilişkisi yoktur. Fakat anlatıcı, roman türünün özeliklerini de içinde
barındıran bu destanda destan kişilerini geçmiş
yaşanmışlıkları, cinsiyete bağlı özellikleri ve karakteristik yanlarıyla gerçekçi bakışla dikkatlere
sunma yoluna gider. Böylece destanın dünyasına
giren kişiler, soyut birer kimlik olmaktan çıkarak
somut, hayatta karşılığı olan varlıklara dönüşür.
Nazım Hikmet, Kuvâyi Milliye destanıyla belge
ve bilgilere dayanan bir metin ortaya koymak ister.
Bu metinde çeşitli insan tiplerine, farklı hayat anlayışlarına yer verme yoluna gider. Onun Anadolu
mücadelesi içerisinde gerçekçi bir bakışla metnin
dünyasına taşımaya çalıştığı tiplerden biri de kadınlar olur. Destanda kadınlar, hayatın içindeki
kimlikleriyle cephe gerisindeki faaliyetlerine bağlı
olarak yerlerini alırlar. Çoğu zaman olumsuzlukları yaşamak durumunda kalan bu kadınlar, toplum
içinde yerini bulamamış bir yapıda görünürlük
kazanırlar. Bu da Nazım Hikmet’in gerçekliği kavrayışının bir sonucudur. ■
Kaynakça
Bezirci, Asım, Nâzım Hikmet, 3. Baskı, Çınar Yayınları, İstanbul
1993.
Gariper, Cafer, “Kurtuluş Savaşı’nın Varlık Kazandırdığı
İki Metin: İstiklâl Marşı ve Kuvâyi Milliye Destanı”,
Mehmet Akif Millî Mücadele ve İstiklâl Marşı, Türkiye
Yazarlar Birliği Yayınları ve TYB Vakfı Mehmet Akif
Ersoy Araştırmaları Merkezi Yayınları, Ankara 2011, s.
374 – 385.
Nâzım Hikmet, Kuvâyi Milliye, Şiirler: 3, Adam Yayınları,
İstanbul 1987.
14. Age, s. 72.
65
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Çanakkale şiirini farklı okumak
MUSTAFA ÖZÇELİK
Akif’in dün de bu
gün de en çok
fikirleri tartışma
konusu olmuştur.
Bunları belli
başlıklar altında
toplamak gerekirse
şunlar söylenebilir:
Milliyetçiliğe,
batıcılığa,
medeniyete,
inkılaplara bakışı…
İkinci derecede
de sanat anlayışı,
eserlerinin kıymeti...
Yine ilginçtir
Müslümanlık
anlayışı...
Giriş
Mehmet Akif Ersoy, Türk edebiyat ve fikir hayatının en çok tartışılan isimlerinin başında gelmektedir.
Bu tartışmalar o, daha hayatta iken başlamış ve vefatından sonra ise daha da yoğunlaşmış, zaman zaman
durulur gibi olsa da hep devam etmiştir. Günümüzde
de durum aynıdır. Sürekli gündemde olan bir şahsiyet
olarak yine lehte ve aleyhte; pek çok değerlendirmelerin konusu olmaya devam etmektedir.
Akif ’in muhtelif tartışmaların öznesi olması öncelikle “nev-i şahsına münhasır” bir şahsiyet olmasıyla
ilgilidir. Akif, Halim Sabit’in de dediği gibi “düşünceleri, siyasi fikirleri, Türkçülüğü, İslamcılığı hep kendine
göre”[1] olan bir şahsiyettir. Böylesi bir insanın tartışma
konusu olmasını yadırgamamak gerekir. Zira kalabalıklarda böylelerine rastlamak neredeyse imkânsızdır.
Hayat, eninde sonunda insanları kendi kalıbına uydurmaktadır. İşte Akif, bu tuzağa direnen ve ömrünün sonuna kadar, kendi kalabilen, kendi ilkelerine
sadık olan ve bu yüzden hiçbir gruba tümüyle yaslanmayan bir insandır. Dolayısıyla bu tür insanların
tenkit tuzağından kurtulmaları mümkün değildir.
Tartışılan iki şiiri
Akif ’in dün de bu gün de en çok fikirleri tartışma
1. Eşref Edib, Mehmed Akif, Hayatı, Sanatı ve Eserleri, s.
244.
66
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
konusu olmuştur. Bunları belli başlıklar altında
toplamak gerekirse şunlar söylenebilir: Milliyetçiliğe, batıcılığa, medeniyete, inkılaplara bakışı… İkinci derecede de sanat anlayışı, eserlerinin
kıymeti... Yine ilginçtir Müslümanlık anlayışı...
Dolayısıyla Akif ’i tenkit edenler arasında sadece
fikren ve itikaden muhalifleri değil kendilerini
Akif ’le aynı düşünce ve inanç düzleminde tarif
edenler de bulunmaktadır.
Akif, şiirleriyle de tartışma konusu olan biridir.
Şiirlerinin hem sanat değeri hem de “Doğrudan
doğruya Kuran’dan alıp ilhamı/Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı” gibi kimi beyit yahut mısralarda
dile getirdiği düşünceler zaman zaman tartışılmıştır. Fakat iki şiiri özel bir durum arz eder. Zira bu
iki şiir etrafındaki tartışmalar neredeyse hiç sona
ermemiştir. Tartışmaların bu iki şiir etrafında yoğunlaşması aslında anlaşılır bir durumdur. Zira;
bu iki şiir de Akif›in geniş kitlelere en çok mal
olmuş ve onun fikri tutumunu en iyi yansıtan
metinlerdir. Her ikisinde de Akif›in dinî ve millî
şahsiyeti, fikrî yapısı bütün boyutlarıyla çok açık
olarak görülmektedir.
Sözünü ettiğimiz iki şiirden biri Çanakkale gazi ve şehitleri için yazdığı aslında bütün bir
şiirin bir parçası durumunda olan; fakat teması
itibariyle “Çanakkale şehitlerine” diye bilinen şiiri, diğeri ise “Kahraman Ordumuza” ithafıyla yayımladığı ve “İstiklâl Marşı” olarak kabul edilen
şiiridir. Hemen söyleyelim ki tartışmalar daha çok
ikincisi etrafında yapılmıştır. Fakat ilki de ikincisi
kadar olmasa bile yine zaman zaman çok tartışılmıştır.
Çanakkale Şiiri
İstiklâl Marşı ile ilgili tartışmaları şimdilik
bir yana bırakarak “Çanakkale Şehitlerine” şiirine
baktığımızda şunları görürüz. Bu şiir hakkındaki değerlendirmelerin büyük bir bölümü olumlu niteliktedir. Buna göre; bu şiir edebiyatımızın
şaheserleri arasında kabul edilir. Bunlar arasında en dikkat çekeni ise; Mehmet Akif›in, şiirini
çok beğenip takdir ettiği; hatta şiire başladığı
ilk yıllarda kendisinden çok etkilendiği, “O bize
Mevlâna’yı, Hugo’yu, Homer’i hatırlatan, kaya gibi,
dağ gibi şair” dediği “şair-i azam” Abdülhak Hamid Tarhan’a ait olanıdır. O, bu şiir için şöyle demektedir: “Akif ’in Çanakkalesi bir şiir abidesidir
ki şimdiye kadar öyle bir şey Türkçe›de yazılmadı,
korkarım ki bundan sonra da yazılmayacak.”[2]
Abdülhak Hamid’in yaptığı bu değerlendirme
şiire olumlu bakanların hemen hemen ortak kanaatidir. Sonraki zamanlarda da yapılanlar da öz
olarak bu değerlendirmeyle aynıdır. Mesela; Nurettin Topçu, bu şiiri “Dünya edebiyatında bir zafer âbidesi”, Nihat Sami Banarlı “İman ve heyecan
mermerleriyle yontulmuş bir şiir ve lisan abidesi”,
İsmail Habip Sevük, “Edebiyatımızın en mühim
irtifalarından biri”[3], Âkif, hakkında çok önemli araştırmalara imza atan D. Mehmet Doğan ise
“Edebiyatımızın en muhteşem destan parçası”[4] olarak nitelendirmektedir.
Çanakkale şiirine yönelik olumsuz eleştiriler
de söz konusudur. Burada ilginç olan husus, bu
tür eleştiri yapanların düşünsel kimlikleridir. Şiire
bu anlamda hem dindarlar, hem de inkılâp ruhuyla hareket eden resmi ve sivil kişiler olumsuz
eleştiriler yöneltmişlerdir. Bu şiir, dindar kesimler
için daha çok:
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhidi
Bedrin arslanları ancak, bu kadar şanlı idi
beytinden dolayı eleştiri konusu yapılmıştır. Zira
onlar bu beyti Akif ’in Çanakkale şehitlerini Bedir savaşçılarından üstün tuttuğu, böylece “dini
açıdan hata ettiği” şeklinde yorumlamaktadırlar. Bu tür tenkitlerden en önemlisi Necip Fazıl
Kısakürek’e ait olanıdır. Ona göre Âkif, bu ifadesiyle Bedir savaşına iştirak eden sahabeye saygısızlık yapmıştır.
Meseleye “inkılâpçılık” ruhuyla karşı çıkanlar ise marşın inkılâpçılık ruhundan uzak olduğunu söylemektedirler. Bunlara örnek olarak Münir Müeyyed Berkman’ın şu ifadesine
bakmak yeterlidir: “Çanakkale destanı ve değeri
inkılapçılık değerlerinden uzak olan ve maalesef
hâlâ dudaklarımızın arasında çırpınan milli marş
(İstiklâl marşı) gibi bazı şiirlerle hiçbir kimseyi
edebiyatın millî bir kahramanı olarak göstermek
2. M. Emin Erişilgil, İslâmcı Bir Şairin Romanı, s.79.
3. İsmail Habib Sevük, Edebi Yeniliğimiz, s. 291.
4. D. Mehmet Doğan, Camideki Şair: Mehmet Akif, s.
201.
67
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
salahiyetine haiz değiliz.”[5]
O dönemlerde yapılan bu tarz eleştiriler, bu şiirin muhtevasıyla her zaman belli kesimlerin muhalefet edecekleri bir şiir olduğunun işaretini de
vermektedir. Nitekim son yıllarda bir ordu mensubunun eleştirileri de bu niteliktedir. Gülhane Askeri Tıp Akademisinin 1999-000 öğretim yılının
açılı toplantısında Diş. Tbp. Tuğg. Yalçın Işımer,
Akif ’in Çanakkale şehitlerini övmek maksadıyla
yazdığı mısraları eleştiri konusu yapmış, “Bedir
savaşında 500 kişiyle çarpışan 250 bedevi Arap’la,
dünya uluslarına karşı destanlar yazan Mehmetçiği bir tutuyor ve “o kadar şanlı idi” diyor. Onun
düşünce evreni Bedir savaşından öte gidememiş.”[6]
diyerek bu şiiri “kavmiyetçi kaygılarla” ve “din karşıtlığı” söylemine oturtarak eleştirmiştir.
Eleştirilere cevaplar
Çanakkale şiiriyle ilgili her iki türdeki eleştiriler konusunda, meseleyi izah bağlamında yapılan
açıklamalar da vardır. Burada onlara da değinmek
gerekiyor. Bunlara geçmeden önce teknik bir
açıklama yapalım:
1.
Mehmet Âkif, eleştiri konusu olan beytinde
anlatmak istediklerini daha anlaşılır kılmak için
teşbih (benzetme) sanatına başvurmuştur. Bilindiği üzere teşbih sanatının iki ana unsuru benzetilen ve kendisine benzetilendir. Burada benzeyen
“nitelikçe zayıf olan”, kendisine benzetilenin “nitelikçe güçlü olduğu” şeklindeki kural dikkate alındığında Akif ’in bu sanat gereğince “Çanakkale
Şehitleri”ni, “Bedrin arslanları”na üstün tuttuğu
gibi bir sonuç doğabilir. Fakat bu teşbihte “ancak”
edatı ve ondan sonraki virgül dikkate alındığında
ise mısrayı virgülde durarak okumak gerektiğinden teşbihin unsurlarını Çanakkale şehitleri “benzeyen”, Bedir şehitleri ise “kendisine benzetilen”
şeklinde anlaşılmalıdır. Meseleye böyle bakılınca
beyitten çıkacak anlam şudur: “Bedrin aslanlarından başkası bu kadar şanlı değildir. Seni benzetebileceğim başka bir varlık yoktur. Sen ancak Bedir
aslanlarına benzersin.”[7] Dolayısıyla bu söyleyişte
5. Nuran Özlük, Türk Basınında Mehmet Akif Ersoy
Üzerine Polemikler, s. 24.
6. Ahmet Taşgetiren, “Bu Portreyi Ordu Taşıyabilir
mi?”, Yeni Şafak, 29 Eylül 1999.
7. İsmail Acar, Mehmet Akif ve Safahat’ta Seyahat, s.
şairin amacı “şanlı” olmayı iki tarafı karşılaştırıp
üstünlüğü Çanakkale şehitlerine vermek şeklinde
anlaşılamaz. Şair, Çanakkale›deki şehitlerin savaş
niyetleri konusundaki durumlarını daha anlaşılır
kılmak için bu konuda İslam tarihindeki ilk ve
en önemli örneğe atıfta bulunarak meseleyi izah
etmektir. Ayrıca bu bir benzetmedir, edebiyatta
benzeyen ile kendisine benzetilen hiçbir zaman
aynı şey değildir. “Bir başka ifadeyle benzerlik aynıyla değil misliyle değerlendirilir.”[8]
2.
Burada Bedir savaşçıları ile Çanakkale şehitleri
arasında kurulan ilginin nasıl bir düşünce zeminine oturduğunu anlamak için de her iki savaşın
mahiyetini hatırlamak da yararlı olacaktır. Çünkü
Bedir savaşının Çanakkale ile ilişkilendirilmesi bu
iki mücadelenin ortak özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Her şeyden önce bu iki savaşa katılanların da gayeleri müşterektir. Her iki ordu da din ve
iman kaygısıyla savaşmışlardır. Bu yüzden “Bedir
Çanakkale’dir, Çanakkale Bedir’dir.”[9] İki savaş
arasında on dört asırlık bir zaman farkı vardır
ama “Dokuz yüz müşrikle üç yüz müminin harbiydi Bedir. Mahviyetle bitseydi, yeryüzünde Allah’ın
adını anacak kimse kalmayacak ve İslâm güneşi
daha doğmadan sönecekti.” Çanakkale ise “Ehl-i
Salib”in karşısında tevhidin son kalesiydi. Çanakkale geçilseydi, yeryüzünde tek bağımsız İslam devleti kalmayacak ve Türk milleti tarih sahnesinden
silinecekti.”[10]
D. Mehmet Doğan’ın Mustafa Kemal’e atfen
aktardığı şu cümleler de Çanakkale’de savaşanların niyetleri konusunda açık bilgi vermektedir:
“Mütekabil siperler arasında mesafemiz sekiz metre... Yani ölüm muhakkak, muhakkak... Birinci
siperdekiler, hiç biri kurtul-mamacasına kamilen
düşüyor. İkincidekiler onların yerine gidiyor, fakat
ne kadar şayan-ı gıpta bir itidal ve tevekkülle
biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakika sonra
öleceğini biliyor. Hiç ufak bir fütur bile göstermiyor.
Sarsılmak yok. Okuma bilenler ellerinde Kur’an-ı
Kerim, cennete gitmeğe hazırlanıyorlar. Bilmeyenler
186.
8. Nihat Sami Banarlı, Kültür Köprüsü, s. 320.
9. Nuri Sağlam, “Bedir Çanakkale’dir”, Yedi İklim,
s.69, 2001.
10. Nuri Sağlam, a.g.m., s.68.
68
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
kelime-i şahadet çekerek yürüyorlar. Bu Türk
askerinin ruh kuvvetini gösteren şayan-ı hayret ve
tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale
muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur.”[11]
3.
Çanakkale Şehitlerine dini hassasiyet noktasında karşı çıkma aslında yeni zamanların meselesidir. Şiirin yayımlandığı 1924 yılından Necip
Fazıl’a gelinceye kadar böyle bir eleştiri yapılmamıştır. Nitekim “Bugün olduğu gibi o zamanda
memleketimizde İslam dinini bilen insanlar vardı. Şiir yayımlandığı zaman onların hiç birinden
böyle bir tenkit gelmemiştir.”[12] Burada Akif ’i çok
yakından tanıyan rahmetli Ali Ulvi Kurucu’nun
kendisiyle yapılan bir söyleşide bu konuyla ilgili
söyledikleri de bu tespiti doğrular mahiyettedir.
Şöyle diyor Kurucu: “Eğer bir mesele olsaydı, onun
döneminde hâlâ hayatta olan büyük ulema buna
karşı çıkardı. Hiç kimseden bir itiraz gelmeyip de
bugünkü Osmanlıcayı dahi bilmeyen kimselerden
itirazın gelmesine ben hayretteyim. Şiir heyecandır,
histir, duygudur.”[13]
4.
Çanakkale şiirine inkılâpçılık ruhuyla karşı
çıkanlar için ise söylenecek fazla bir şey yoktur.
Onların yaklaşımları ne ilmi, ne tarihi gerçeklere
uymamaktadır. Ne Bedir’den ne Çanakkale’den
haberleri vardır. Ulusçu bir anlayışla Türklüğü
güya yüceltmekte, Türk-Arap ayırmadan hepsini
İslam milletinin birer unsuru olarak gören Akif ’i
hem de Çanakkale’de savaşanların niyetlerini anlamaktan çok uzakta durmaktadırlar. Bilgisizlik
yanında kasıt hatta Akif ’in değerlerine düşmanlık
içinde olmak gibi bir durum söz konusudur.
Nitekim Işımer’in eleştirisi basında gerekli
cevabı hemen almış, onun önyargılı tutumu ve
meseleyi anlamada çektiği güçlük bu eleştirilerde
izah edilmiştir. Bu kalemlerden biri olan Ahmet
Taşgetiren’in şu yorumu bu durumu yeterince
açıklamaktadır: “Bu ifadelerden Prof. Işımer’in
hem şiiri anlamadığını, hem İslâm’ın sembol olay11. D. Mehmet Doğan, a.g.e., s. 203.
12. İsmail Acar, a.g.e.; s. 186.
13. Mustafa Aydın, “İstanbul’dan Bir Akif-i Sâni Geçti”,
Ali Ulvi Kurucu, http://www.davetci.com/d_soylesi_
aliulvi_kurucu.htm
larını küçümsediğini, hem de önyargılarla hüküm
bina etmeye yöneldiğini görüyoruz, insaf sahibi herkes bilir ki, Akif ’in Çanakkale Destanı, bu konuda
yazılmış müstesna şiirlerden birisidir. Bir destandır
evet. Ama bu destanı kavramak için, Çanakkale şehidinin İslâm aşkını, Peygamber tutkusunu, şahadet
bilincini iyi anlamak lâzım. Eğer bunu anlamamışsanız, ‘Sana ağuşunu açmış bekliyor Peygamber’
ifadesinden bile ‘Arapçılık’ çıkarabilir, ‘Neden seni
bekliyor Atatürk’ demedi de ‘Seni bekliyor Peygamber’
dedi diye şairi hesaba çekmeye yönelebilirsiniz.”[14]
Son söz niyetine
Bu şiir etrafında bugünden bakarak da bir şeyler söylenmelidir. Şiir okurken bir tarihsel olayın
sadece duygu bağlamında hatırlanması yeterli değildir. Bugünü anlamak ve gelecekteki tasavvurlarımız açısından Çanakkale savaşına neden ve nasıl
girdiğimiz ve sonuçlarının neler olduğu iyice tefekkür edilmelidir. Bu anlamda İttihat Terakki’nin
bu olaydaki yeri, nasıl bir kumpasa düşürülerek
bu savaşa girmek zorunda bırakıldığımız, darbe
geleneğinin tarihsel süreci, savaş sonrasında bu
ülkede olup bitenler iyice sorgulamalıdır. Bu sorgulama yapıldığında eminim ki bu şiir başka tür
okumaların konusu olacaktır.
Söylenmesi gereken bir husus da şudur: Çanakkale savaşı elbette hep hatırda tutulmalıdır.
Şiir de öyle. Fakat, bunlar yapılırken içi boşaltılmamalı ve tüketim nesnesi haline getirilmemelidir. Nitekim son yıllarda böyle bir algının hızla
geliştiği görülmekte bu da meselenin tarihsel okumalarını yaparak dünü tahlil ve yarını inşa derdinde olanlar için endişe verici bir turum olarak
görülmektedir. ■
KAYNAKÇA:
D. Mehmet Doğan, Camideki Şair: Mehmet Akif, İstanbul, 2006.
Eşref Edib, Mehmed Akif, Hayatı, Sanatı ve Eserleri, İstanbul, 1939.
İsmail Acar, Mehmet Akif ve Safahat’ta Seyahat, İstanbul, 2005.
İsmail Habib Sevük, Edebi Yeniliğimiz, Ankara, 1932.
M. Emin Erişilgil, İslâmcı Bir Şairin Romanı, Ankara,
1986.
Nihat Sami Banarlı, Kültür Köprüsü, İstanbul, 1985.
Nuran Özlük, Türk Basınında Mehmet Akif Ersoy Üzerine Polemikler, İstanbul, 2007.
14. Ahmet Taşgetiren, a.g.m., Yeni Şafak, 29 Eylül 1999.
69
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Mehmet Âkif'ten Nurettin Topçu'ya
İsyan Ahlakı
LEVENT BAYRAKTAR*
Topçu’ya göre
gerçek her ahlâki
eylem bünyesinde
bir isyan barındırır.
Sorumluluk
eylemlerin
sonuçlarına
katlanmak değildir.
Çünkü o sonuç
değil sebeptir.
Dolayısıyla bir
hareketin özgürlüğü
kaynağında yatan
motivasyonla
ilgilidir. Esarete,
zulme isyan; aşka
ve mesuliyete
itaat ve teslimiyet
ulûhiyetin öznedeki
hareketidir.
M
ehmet Âkif Ersoy, isyan ve İslam ahlâkı
açısından Nurettin Topçu’ya hep ilham
kaynağı olmuştur. Topçu da daima
Âkif’in hatırlanması ve anlaşılması gerektiğini savunmuştur. Âkif’in ve Safahat’ın felsefesi kavramını ihdas
ederek felsefe bakımından da incelenmesi gerektiğini
vurgulamıştır. Topçu, Âkif’te merhamet ve faziletle donanmış bir ahlâk adamının, hareket adamının tavrını
görür. “Hareket insanla Allah’ın terkibidir.” cümlesini
üstadı Blondel’den alarak Topçu, Âkif’in de bütün hareketlerinde Hakk’ı ve hakikati gözettiğini savunarak
onu bir ahlâk kahramanı, millet mistiği, isyan ahlâkçısı
veya daha yalın bir ifadeyle İslam ahlâkçısı olarak tanımlar. Topçu’nun Âkif’te gördüğü bu vasıflar aslında
bir ve tek olanın değişik açılardan betimlenmesinden
ibarettir. Çünkü hakiki anlamda isyan ahlâkı ve İslam
ahlâkı bir ve aynı şeydir.
Nurettin Topçu, kendi felsefi terkibini ve sistemini kurarken felsefe tarihinden oldukça yararlanmıştır.
Sokrates ve Platon’un idealizmi başta olmak üzere Descartes, Spinoza, Pascal, Kant, Rousseau, Schopenhauer, Bergson ve Blondel’e varana kadar neredeyse bütün
bir felsefe tarihini gözden geçirmiştir. Blondel’in aksiyon felsefesini kendisine felsefi rehber olarak seçerken
Bergson’un mistisizme açılan ahlak felsefesi ve spiritüalist tutumundan da etkilenmiştir. Ayrıca Bergson’un
“Yaratıcı Tekâmül”de izlediği metot da onu ilgilendirmiştir. Orada Bergson, kendisinden önce evrim konusunu incelemiş olanların görüşlerini mantık ve ilim
süzgecinden geçirerek tahlil ve tenkit etmek suretiyle
* Doç.Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İTBF Felsefe Bölümü
70
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Mehmet Âkif ve Nurettin Topçu iki idealist ve vatanperver
olarak farklı yollardan giderek benzer sorunları ve
hastalıkları teşhis ederek benzer tedaviler ve çıkış yolları
teklif ettiler. İkisi de iman ve hakikat adamı olarak bütün
bir milletin ve insanlığın yükünü omuzladılar.
yeni bir tavır ve paradigma teklif etmiştir. Nurettin
Topçu da “İsyan Ahlâkı” ismiyle Türkçeye çevrilen doktora tezinde, isyan kavramının felsefe tarihindeki belli başlı temsilcilerinin görüşlerini incelemek ve irdelemek suretiyle kendi özgün isyan
ahlâkı kuramını ortaya koymuştur.
Topçu, “İsyan Ahlâkı” kavramsallaştırması ve
kuramı çerçevesinde ahlâk, din ve estetik alanlarında yeni ve özgün bir felsefi dil ve sistematizasyon
sergilemiştir. Bunu yaparken çoğu zaman bilinen
kavramlar ya da az çok aşina olunan kavramlar
kullansa da bunları yeni terkipler ve bağlamlar çerçevesinde işleyerek, bilinen anlamlarının ötesinde
taze bir felsefi kurgu elde etmiştir.
Topçu’nun ahlâk merkezli felsefesi “isyan
ahlâkı” deyimi ile özdeşleşirken daha önce hiç
de bir arada görmeye ve kullanmaya alışık olmadığımız “isyan” ve “ahlâk” kavramlarını yan yana
getirir. Bu, benzerlerine çok sık rastlamadığımız,
ortalama sözlük dilinin ötesinde bir felsefe dili
kurma teşebbüsüdür. Zira hiçbir dil kendiliğinden
bir felsefe veya bilim dili hâline gelmemiştir. Her
dil onu yeni baştan tanzim edecek, bildik kelimeler ve kavramlar ile daha önce söylenmemiş sözler
ve fikirler ortaya koyacak büyük dâhilerin elinde
kültür dili olma vasfını kazanır.
20. yüzyılda Türkçenin büyük şairleri ve edipleri eserler verdiler. Dilimizi canlı ve taze bir kültür
ve edebiyat dili kılmanın gayreti içinde oldular.
Felsefe alanında ise Darülfünun’dan Üniversite’ye
geçiş sürecinde yaşanan kopukluk, edebiyat dili
karşısında nispeten zayıf bir felsefe dili ortaya çıkardı.
Mehmet Âkif ve Nurettin Topçu iki idealist ve
vatanperver olarak farklı yollardan giderek benzer
sorunları ve hastalıkları teşhis ederek benzer tedaviler ve çıkış yolları teklif ettiler. İkisi de iman ve
hakikat adamı olarak bütün bir milletin ve insanlığın yükünü omuzladılar. Varolmanın sorumlu-
luğunu hissettiler. Hayatları boyunca inandıkları
gibi yaşayarak bağlı bulundukları değerlerin somut
timsali, örnek şahsiyeti oldular. Bilmek ile olmak
arasındaki deyim yerindeyse epistemolojik ve etik
mesafeyi ortadan kaldırdılar. “Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy” diyen konformist telkinle
mücadele etmeyi temel ahlâki ilke kabul ederek
bu zihniyete isyan ettiler. Böylece Topçu’nun felsefi olarak sistematize ettiği “İsyan Ahlâkı” teorisi
aslında Âkif’in hayatında ve eylemlerinde somutlaşmış olanın felsefe diliyle ifadesi oldu.
Nurettin Topçu’nun ihdas etmiş olduğu “isyan ahlâkı” deyimi, felsefe tarihinde daha önceden
bilinen veya ahlâk felsefesi ekolleri içinde sayılan
bir görüş ya da kuram değildir. Topçu, bu kuramı
Fransa’da 1934 yılında tamamladığı “Conformisme et Revolte” adlı doktora tezinde işlemekte ve
teklif etmektedir. Bu teklifinde o, bir felsefe tarihi
meselesini ele almak veya bir ahlâk tarihi tasarımı
sunmaktan ziyade yeni bir felsefi tavır alış sergilemektedir. Dahası bu eser ile yeni pek çok kavram
üretip teklif etmenin ötesinde yeni bir felsefe ve
ahlâk sistemi getirmektedir. Bu tavrı ile Topçu,
hem Batı felsefesi tarihi bağlamında hem de Türk
ve İslâm felsefesi içinde yeni ve anlamlı, sistematik
bütünlüğü olan, tutarlı bir kuram teklif eden filozoflar arasına katılmaktadır. “İsyan Ahlâkı” adıyla
Türkçeye aktarılan eseriyle Topçu, Anarşizm, Konformizm, Sosyolojizm, İndividüalizm, Pesimizm,
Volontarizm ve aslında daha da çoğaltılabilecek
olan felsefi akımlarla hesaplaşarak Stirner, Rousseau, Nietzsche ve Schopenhauer üzerinden Hallac-ı
Mansur’a vararak İslam tasavvuf felsefesine geçmekte ve mistik ve metafizik temeller üzerinde özgün bir ahlâk felsefesi inşa etmektedir.
“İsyan Ahlâkı” bir felsefi kuram olarak paradoksal bir mantık ile örülmüş bir yapıdır. Önyargıların ve zihinsel putların yıkılması esasına dayanır. Görünüş ve gerçeklik arasındaki bağı sorgu-
71
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
lar. Görünüşte hürriyet davası adına ortaya çıkan
doktrinlerin aslında insana anlamlı hiçbir vaatlerinin olmadığını ortaya koyar. Zira hürriyet yıkmak
için değil, yapmak içindir. Düzen ve otorite tanımamak, ne pahasına olursa olsun sadece yıkmayı
düşünmek ve bu uğurda eylemek hürriyet kapsamında değerlendirilemez. Hürriyet ve sorumluluk
Topçu’ya göre eylemlerimizin sonucu değil onun
sebebidir. Sorumlu olduğumuz zaman hür olabiliriz. Hürriyet hareketle birlikte açığa çıkar. Hareketimiz ise kendinden daha büyük bir dava için bir
amaç ve motivasyon taşıdığında ahlâkî vasfını kazanır. Öyleyse anarşizm hürriyet davasında iradeyi
kendi bencilliğinde hapsettiği ve sonuçsuz kaldığı
için tek başına bir çıkar yol olamaz. Fakat Topçu
anarşizmin isyanında bile bir nebze olsun müspet
bir yön bulur. O da; hareket ve isyan kavramlarına
dikkat çekmiş olmalarıdır.
Topçu’nun eleştirerek yararlandığı bir diğer
görüş ise konformizm ve sosyolojizmdir. Bunlara
göre fert tayin edici bir irade sahibi değildir. Ferdin mutluluğu ve vazifesi düzene uymak ve sorun
çıkarmamaktır. İnsan için en anlamlı tavır, kendi
menfaatleri ile toplumun ve düzenin menfaatlerini
uyumlaştırmaktır. Bu bağlamda ahlâk, toplumun
yargılarına ve beklentilerine uygun davranmaktan ibarettir. Topçu, milliyetçi ve toplumcu bir
sosyal teoriden yana olmasına rağmen böyle bir
ahlâkı, iradenin, sorumluluğun ve aşkınlığın hesaba katılmamış ve gözetilmemiş olması bakımından ahlâktan saymaz. Aynı şekilde sosyolojizm ve
konformizm gibi ferdiyetçilik de ahlâkî bakımdan
kabul edilemez çünkü onda da bencillikle sonuçlanacak bir ufuksuzluk hâkimdir.
Aşkınlık meselesi Topçu için ahlâkın ve metafiziğin en önemli unsurudur. Nitekim Schopenhauer ve kötümser iradeciliğini de bu bakımdan eleştirir. Çünkü Schopenhauer’a göre
varlığın temelinde herhangi bir aşkın kudret
bulunmamakta, varlık kör bir iradenin eseri ve
esiri olarak betimlenmektedir. “Dünya iradeden
çıkmıştır; irade kendi kendisini belirlediği için kendi
fiillerini ve kendi dünyasını da tayin eder. O her şeye
gücü yetendir. İrade, bizatihi varlığın ta kendisi, içsel
temeli, kâinatın özüdür. (…) İrade, dünyanın sonucu veya eseri değil, aksine dünya yaşama iradesinin
sonucu olarak ortaya çıkan bir şeydir. İrade yegâne
hür gerçekliktir; dünya ondan dolayı zorunluluktur.
(…) İrade, zamanın dışındadır. Onun için sadece
şimdiki zaman vardır. Ne geçmişi vardır, ne de geleceği.” (Topçu, 1995:191)
Topçu, Stirner ve Rousseau’dan sonra önemli
ölçüde Schopenhauer’u kullanarak ve eleştirerek
kendi “isyan ahlâkı”nı ve “irade felsefesi”ni kurar.
Felsefe tarihinde bu tavır büyük filozoflarda karşımıza çıkar. Mesela Kant, bir yandan kendisinden önceki rasyonalist ve ampirist geleneği diğer
yandan da dogmatizm ve septisizmi incelemek ve
eleştirmek suretiyle kendi sistemini oluşturmuştur.
Kant, hem varlığın temelini ve doğasını araştırmış hem de onun nasıl ve nereye kadar bilinebileceğini sorgulamıştır. İnsan bilgisinin imkân ve
sınırlarını araştıran bu felsefe kritik felsefe olarak
betimlenmiştir. Benzer şekilde Bergson da temel
eseri olan “Yaratıcı Tekâmül”ü Spencer, Lamark
ve Darwin’in evrim hakkındaki görüşleri ve bunların eleştirisi üzerine kurmuştur. Felsefe tarihinde
benzerleri kolaylıkla bulunabilecek bu yöntem ve
tavır Topçu için de varittir. Bu bakımdan ortaya
koymuş olduğu isyan ahlâkı kuramı onu özgün bir
ahlâk felsefecisi/ahlâk filozofu kılmaktadır. Hatta
Topçu’nun kuramı emsallerinde olmayan bir meziyete de sahiptir. Zira o sadece kuramında Batı
felsefesi tarihi ve ahlâk kuramları ile hesaplaşmamış, İslam felsefesi ve tasavvuf düşüncesi içerisinde
de zor anlaşılan veya çoğu kez çarpıtılarak aktarılan kimi meseleleri de yeni baştan değerlendirerek
felsefenin, ahlâkın ve metafiziğin gündemine dâhil
etmiştir.
Topçu’ya göre “Stirner, Rousseau ve Schopenhauer gerçek isyancılar değildirler. (…) Birincisi kendi
ferdiyetinin dar kalıpları içerisinde hapsetmek iddiasıyla varlığı son derece kısır hale getirdi. İkincisi,
insanın tabiata yaptığı katkıyı reddederek kendi benliğine gömülmek suretiyle, ruh kargaşasından korkmuş ve sığınak olarak sadece tabiatın bağrını görmüştür. Nihayet Schopenhauer, hiçbir kurtuluş yolu
bulamayarak kesin bir inkârla, isyan imkânını bile
feda eder” (Topçu, 1995:174-175). Böylece Topçu
ulûhiyetle ve aşkınlıkla ilişki kuramayan felsefe ve
ahlâk kuramlarının sonuçsuz kalmaya mahkûm
oldukları neticesine varır. Çünkü ona göre irade
sonsuz bir aşkınlıktır. “Bu sonu olamayan aşkınlık
faaliyeti bizce, ulûhiyetin tek delilidir. Gerçekte bu
ulûhiyeti mümkün kılan Allah’tır. Ulûhiyet, hakiki
bir aşkınlık olan hareketimizde içkin bulunmakta-
72
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
dır” (1995:175).
Topçu hürriyetle metafizik arasında da bağ kurar. Ona göre “tabiatüstü, menfaatten arınmış sayılabilecek her hareketin yegâne kaynağıdır. Her hür
hareket bize göre anarşizm, ilahi irade karşısında ise
bir itaatkârlıktır. (…) İnsan Allah’la birlikte hareket halindedir. Hareket gerçek bir isyandır. Hareket,
eşyayı ve kendi eliyle kendisini değiştirmeye yönelik
bir plan içerisinde kendini gerçekleştiren insanın mukadderatını yapmaya uzanır. Allah, hareketin dışında değildir ve insan asla O’nsuz harekete geçemez.
Tabir caizse, birbirinden ayrılmış iki varlık yoktur.
Bu, iştirak veya ulûhiyete iştirak veya isyanın özünü teşkil eden insanın aşkınlığına özlem olgusudur”
(1995:199).
Topçu’ya göre gerçek her ahlâkî eylem bünyesinde bir isyan barındırır. Sorumluluk eylemlerin
sonuçlarına katlanmak değildir. Çünkü o sonuç
değil sebeptir. Dolayısıyla bir hareketin özgürlüğü
kaynağında yatan motivasyonla ilgilidir. Esarete,
zulme isyan; aşka ve mesuliyete itaat ve teslimiyet
ulûhiyetin öznedeki hareketidir. Böylece Topçu’da
ahlâk meselesi, insanın isyanı ile ulûhiyete iştiraki
hâlini alır. Nitekim ona göre isyan ahlâkının İslam
tarihindeki numunelerinden biri olan “Hallac, bütün beşerî yetersizliklere karşı isyan etmek suretiyle
ulûhiyete ererek bu varlıkla birleşmeyi gerçekleştirecek ve Ben hakikatim veya Ene’l-Hakk diyebilecektir.
Mistiğin hareketi, yegâne varlık’a doğru bir yükseliştir, vecd ehlinin isteği Yegâne Varlık’tır” (1995:201).
Nurettin Topçu, “millet mistikleri” arasında
en başta saydığı Mehmet Âkif ’i de isyan ahlâkının
timsali olarak betimler: “İsyan, onun bütün eserine
sinmiştir. Âdeta şiirinin tabii bestesidir. Uzayıp
gittikçe kendini cemiyete vermekten doyamadığı
hoşsohbet nazmının normal ritmi üstüne her
çıkışında Âkif’i isyan halinde buluyoruz. Onun bugün bizden uzakta duran varlığını, Peygamberlerle
beraber bütün büyük asilerin safında, isyan kahramanlarının Allah’a en yakın olduğu bir âlemde temaşa ediyoruz ve bu kahramanlar arasında onu seçmeye
çalışırken, hayal ufuklarının çok ötesinde bir yanda
Kılıç Aslan’la Yıldırım gibi kuvvet heykellerini, öbür
tarafta Mevlânâ ve Yunus gibi gönül kahramanlarını, lakin hepsi de hülyaya tenezzül etmemiş irade ve
isyan heykellerini temaşadan kendimizi alamıyoruz”
(Topçu, 2006:87).
Nurettin Topçu, Âkif ’in isyanını, hürriyet aş-
kını ve ahlâkını incelerken kendi kuramını ve eserini de felsefi bir metot gibi kullanır. Aslında bu
sadece Âkif’i anlamak ve anlatmak için seçilmiş bir
metot veya üslup da değildir. Topçu’nun eserlerine
bir bütün olarak bakıldığında yerli veya yabancı
hiçbir kaynağı veya şahsiyeti tesadüfen gündemine almadığı görülür. Bunları mutlaka kendi fikir
örgüsü içerisinde bir meseleyi veya bir derdi ifade etmek için konu edinmiştir. Âkif için de bu
hüküm geçerlidir ve bu yönleriyle de birleşirler.
Zira her ikisi de etkileyici söz söylemenin, sanat
olsun diye sanat yapmanın peşinde değillerdir.
Yine her ikisinin de dünyada bulunuş gayeleri ve
üstlendikleri vazifeler bakımından benzerlikleri
su götürmez bir gerçektir. Sanki aynı merkez
tarafından eğitilmiş ve aynı misyon için aramıza
gönderilmişlerdir. Hatta onların “Mutlak”
hâricinde, kendi dışlarında herhangi bir otorite
tarafından görevlendirilmiş olmalarını tasavvur
etmek de neredeyse imkânsızdır. Çünkü onlar
ancak vicdanlarının kabul ve emretmiş olacağı bir
vazife ile mükellef kılınabilmişlerdir. O yüzden
dünya planında yapmış oldukları vazifeler onların
seçtikleri ve razı oldukları şuurlu ve seçilmiş
eylemlerdir. Zira her ikisi de aksiyon adamlarıdır.
Hareket adamlarıdır. Topçu’nun sıklıkla dile
getirdiği şekliyle “Hareket insanla Allah’ın
terkibidir.” Gerçek manasıyla hareket edebilmek
için vicdanın emriyle harekete geçmek ve rızayı
ilahî’yi gözetiyor olmak gerekir. Bunun için de
hakikat endişesinin ve talebinin olması ve kişinin
kendisinden ümit kesmemiş olması icap eder.
İnsana lazım olan ve şahsiyetinin temelini
oluşturan en temel yeti Hakk’ı batıldan tefrik
edebilecek bir şuur ve vicdandır. Paslı bir vicdan,
ahlâki bir eylem ortaya koyamaz, isyan ahlâkçısı
da olamaz. Âkif eserlerinde “çiğnerim, çiğnenirim,
hakkı tutar kaldırırım!” derken isyan ahlâkının
temel ilkesi sayılabilecek olan; Hakk’a teslimiyet,
Hakk’tan gayrısına isyan anlayışını benimsemiş
görünmektedir.■
Kaynaklar
Topçu, Nurettin (1995), İsyan Ahlakı (çev. Mustafa Kök,
Musa Doğan), Dergâh Yay: İstanbul
Topçu, Nurettin (2006), Mehmet Âkif, Dergâh Yay: İstanbul
73
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Savaşların görünmeyen kahramanları
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
İ
nsanlığın tarihinde savaşlar genellikle
bir cephesiyle anlatılır. Bu, meydanlarda
karşı karşıya gelen orduların kayıpları
ve kazançları üzerine oturtulur. Bu bakımdan
savaşyların bir görünen yüzü, bir de görünmeyen
tarafı vardır. Görünen yüzünde, kumandanları
ve askerleri, zamanın şartlarına göre savaş araç ve
gereçlerini görürsünüz. Görünmeyen yüzünde
ise hep gözyaşı, sabır ve dua vardır. Biz bu defa,
çok farklı bir savaş arkaplanına bakalım istiyoruz:
1921, Kurtuluş Savaşımızdaki yılların en karanlık günleridir. O yıl, Kayseri Lisesi’nin son
sınıf öğrencileri toptan sınıflarından alınır ve Sakarya Meydan Muharebesinde düşmanla savaşmak üzere cepheye gönderilir. Gençlerin anneleri
yavrularının hayır haberini beklerken, bir taraftanr da, bir başka mücadele için kolları sıvarlar.
Bu sırada, organizeyi yapan bir asker anasıdır:
Tarih, 17 Eylül 1921, bir yaşlı kadın, bohçasını koltuğunun altına alır ve şehrin valisine gider.
Elindeki çıkınını valiye uzatır ve vakur bir edayla
ne getirdiğini söyler:
“Ben şehit anasıyım, diğer askerler de
evladımdır. Kızımın çeyizinden şu esvapları
onlara çam sakızı çoban armağanı olarak
vereceğim.”
Vali duygulanmıştır. Getirdiği bohçayı alır,
öper ve masasının üzerine koyar. Kadının da ellerinden öper; “Savaşın görünmeyen kahramanları
sizlersiniz. Sizin bu inancınız, kararlılığınız ve
duanız oldukça biz bu tehlikeyi de atlatacağız”,
karşılığını verir.
Kadın evine döner, meseleyi komşularına
açar. Bu defa mahallenin kadınları bir araya gelir, heyecan dalga dalga yayılır, şehrin bütün
kadınları validen, kendilerine, askere elbise dikecek bir mekân verilmesini isterler.
İrade kuvveti, aşkın kuvvetidir. Hürriyet,
istediğini yapma hakkı değil, istediğini
yapabilecek ortama sahip olma hakkıdır. Aşkı var
eden de bu ortamdır. Düşmanın öncelikli hedefi,
karşısındakinin bu hakkını gasp edecek hamleyi
yapmaktır. Kuvvetliyi hakim kılma rekabetindeki
hakimiyet, savaşta karşılıklı çatışmayla sağlanır.
Buradaki güç öldürücüdür. Cepheyi kaybeden
asker, namusunu da kaysbedeceğini bilir. Bunun
için savaşlar, sadece karşılıklı vuruşmada üstün
gelme keyfiyeti değil, geleceğini kurtarma azmidir
de. İşgalci güçler, seni önce karşısında yok edecek,
sonra yurdunu ele geçirecektir. Bu bakımdan,
74
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
bizim milletimiz, tarih boyunca esaletinin
kaderini yok olmaktan kurtaracak hamleci gücün
iradesine bağlılığa inanmış ve hürriyetini bu
anlayış üzerine oturtmuştur. Bu kavrama gücünü
de en iyi anlayan ise, arka plandaki kadınlarımız
olmuştur. Düşmanın “Harim-i İsmetimize” el
uzatacağı acımasızlığını bildiği için, o doğrudan
olmasa da manen ordusunun hatta arkasında
değil, bizzat önündedir. İşte bu şuur, savaşa mermi
götürürken çocuğunun kundağını ıslanmasın
diye mermisinin üzerine örtecek ruh zengiğindeki
Anadolu kadınını Kayseri’de bir araya getirmiş,
kimisine cephane ve erzak taşıtmış, kimisine ise
elbise diktirmiştir.
Bizim halkımızın ruh kumaşını ortaya koyan bu asil tavrın arkasındaki itici güç, imanını
ve iffetimi koruma içgüdüsüdür. İçinde yaşadığı
dört duvardan itibaren evini vatana dönüştüren
bu asil ideal, o gün sokağını çarşıya dönüştürmüş
ve orada yünden, kabuttan, drezinden, hatta eski
kumaştan yeni elbiseler, çoraplar, iç çamaşırları
hazırlayarak evlatlarına ulaştırdı.
Bu, elbette kendiliğinden olmadı; Sivas Valisi
Reşit Paşa’nın eşi Melek Reşit Hanım ve arkadaşları tarafından 1919 yılında Sivas’ta kurulan
“Anadolu Kadınları Mudafaa-i Vatan Cemiyeti”
kısa sürede Anadolu’daki bütün illerde olduğu
gibi Kayseri’de de teşkilatlanarak bunların duygusal ve heyecanlı coşkusuyla Türkiye bir bütün
olarak düşmanlara karşı direnme hamlesine girişmiştir.
İşte bu hamlenin bir işaret fişeği olarak burada
bu kadınlar, bir taraftan halktan para toplarken,
(bu miktar, o günlerde 100 bin kuruşu bulmuştur)
öbür taraftan daha bıyıkları terlememiş, 15-18
yaşlarındaki evlatlarını, lise sıralarından alarak,
1921’de Sakarya Meydan Muharebesine götüren
iradeye gönüllerini açmış, evlatlarınn ellerine
kına yakarak arkalarından okudukları dualarla
uğurlamışlardır. Bir ananın kendi canının bir
parçasını, evladını böyle bir ateş çemberinin
içerisine göndermesi az bir fedakarlık mıdır?
Hani deriz ya, “mesele vatanın bağımsızlığı ise,
gerisi teferruattır”, diye… İşte bizim anamız,
yüreğine taş basmış ve bu çocuklarını feda
etmenin gururuyla cepheye gözyaşı akıtmadan
göndermiştir. Ne büyük talihsizliktir ki, bu
62 kişiden oluşan gençlerin hiçbirisi bir daha
sınıftaki sıralarına dönememişler ve o yıl, Kayseri
lisesi mezun verememiştir. Lise mezuniyet
defterine düşülen not ise, bir iç sızısı gibi anıta
yazılan metindir:
“Kayseri Lisesi son sınıf talebeleri, 1921 Sakarya
Savaşı’nda şehit düştüğünden bu öğretim yılında
okul mezun verememiştir.”
“Şehit Anası olmanın onuruyla ölmeyi, esir
olarak yaşamaya tercih ederim”, diyen bu kahraman eda, bugün arkasında öylesine diriltici bir
miras bırakmıştır ki, mazisi bir asrı aşan Kayseri
Lisesi’nin girişinde, savaşa gidip bir daha dönemeyen evlatlarımızın anıtını bir gurur abidesi
olarak her sabah fatihalarla ziyaret etmektedir.
Yine aynı aşk ve heyecan, o gün “Kadınlar Çarşısı” adıyla ün yapan, bugünkü Kapalı Çarşının
girişinde, ana caddenin tam ortasında bir iman
abidesi gibi, elinde bayrağı ile bizi selamlayan, o
gün kızının çeyizini bağışlayan anamızın anıtını
destanlaştırmaktadır.
Her savaş, bir tarafa kahramanlık destanının
coşkusunu, öbür tarafa mağlubiyetten doğan yıkımın ıstırabını getirir. Aslında bu destanlar sadece cephede de yazılmaz, cephenin arkasındaki
yukarıda sözünü ettiğimiz görünmeyen, ama sonucu hissedilen o gizli fedakârlıklar, silaha göğsünü geren askerimizin heyecanı kadar, analarımızın fıtratından gelen teslimiyetinden de beslenir.
İnsanlar, geçmişte varlıklarını savaşla ayakta tutabilme çabasına yönelmişlerdir. Aslında İlahi dinler sırf bu duygusal azgınlık için gönderilmişti.
Merhamet, insanlıkta öldürerek mal sahibi olmanın kahredici imtiyazına sürüklenen acımasız
bir hayat anlayışını ıslah etmek, insan onuruna
yakışan onun erdemini yücelten bir sığınma kapısı olmalıydı. Bizim kadınımız, çeyizine dualarla, gözyaşıyla ilmek ilmek işlediği kaderimizi
koruma uğruna bu toprakların binlerce kilometre
ötesinden gelerek işgale kalkan müstevlinin suratına öylesine bir tokat gibi indirdi ki, onların işgal
ihtirasını kendi kanlarında boğdu.
Bizim evlatlarımızın imanından beslenen çelikleşmiş iradesi ile bu görünmeyen kahraman
analarımızın duası ve paha piçilmez çabası, yaşadığımız bütün toprakları vatana dönüştüren iki
besleyici temel unsurdur. Geçmişimizde bu idealizm bizi bugünlere getirdi, geleceğe de bu milli
karakter taşıyacaktır!■
75
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Kara Fatma
MEHMET DAĞISTANLI
Evet, bir süre burada
kalır; ama ne kadar
kaldığı, sonraları ne
yaptığı belli değildir.
Yine yokluk, açlık,
konuya komşuya
muhtaç olan bir süreç
devam etmiştir. O yıllar
tesadüflerle hayatından
kesitler öğreniyoruz.
67 yaşına geldiğinde
Hürriyet Gazetesi
onun Darülaceze
Hastanesinde yattığını
duyurur. Ne yazık ki
hastaneye yatırılışından
on bir gün sonra hayata
gözlerini kapadığı
yine aynı gazeteden
öğreniriz.
İ
şgal günlerinde ecdat yadigârı vatan
topraklarını düşman çizmesinden korumak
için bir araya gelen bir avuç Anadolu insanı
Kuvayı Milliye dedikleri ordusuyla Anadolu’nun
ortasına sıkıştırılmıştı. İrfan sahibi Anadolu insanı
askerini yalnız bırakmamış, kadınıyla erkeğiyle
vatanını, namusunu, bayrağını korumak için eline silah almıştı. O gün eline silah alanların bugün
ne adlarını biliyoruz ne de varlıklarından haberdarız. Oysa 93 Harbi’nin simgeleşmiş ismi Nene
Hatun’u, Millî Mücadele yıllarının Osmaniyeli
Onbaşı Tayyar Rahime’si, Torosların Kartalı,
Kılavuz Hatice’si, bir Ayşe Çavuş, Çete Ayşe, Hayme Ana, Gördesli Makbule sadece adları anılmayan kahramanlardan birkaçıdır.
Şimdi sizlere kendi tarihimizden belki adını
dahi hiç duymadığımız, duymuş olsak bile özünü,
sözünü kavrayamadığımız, göğsünden vatan,
millet ve Türk olmanın gururu fışkıran bir kadın
savaşçıdan bahsedeceğim.
Kuvayı Milliye ile Millî Mücadeleye katılmış,
bütün Anadolu’da direniş göstermiş cengâver Türk
kadınlarından biri de Fatma Seher’dir. Dünyada
hiçbir kadının ulaşamayacağı bir mertebeye ulaşan
Fatma Seher’in hayatı bütün insanlık için ibret
alınacak hikâyelerle doludur. Yiğitliği, cesareti,
esareti, gururu, hüznü, vefasızlığı 67 yıllık ömrüne
sığdıran eşsiz kahramanlardan biri.
Balkan Harbi yenilgisinden sonra tayini
Sarıkamış’a çıkan Erzurumlu Fatma Seher’in eşi
76
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Kara Fatma ve silah arkadaşları
Binbaşı Derviş Bey, gittiği cephede şehit olur.
Fatma Seher doğru dürüst bir evlilik yaşamadan
çocuklarını aldığı gibi İstanbul’daki kardeşlerinin
yanına gider. Giderken Edirne’de kocaları savaşta
şehit olan kadın arkadaşlarını da götürür. Kardeşi
Süleyman namı diğer ‘Deli Sülo’ Kasımpaşa’nın
hem en kuvvetli kabadayısıdır hem de kurduğu
çeteyle işgal güçlerine karşı direnmektedir. Çeteye Fatma Seher ve kadın arkadaşları da katılır. İşgal güçleri İstanbul’dadır. Bu zilleti görür ama dayanamaz: ‘Kadın isem Türk değil miyim, elbet bize
de düşecek bir vazife vardır!’ diyerek, mücadele
edebilmek için İstanbul-Samsun yoluyla Sivas’a
giden Mustafa Kemal’den görev ister. Ancak
burada şu cümlenin altını çizmek gerekir. 1919
yılları, ülke savaş hâlinde ve her taraf işgal edilmiş durumda; doğru dürüst eğitim almamış 30
yaşlarında bir kadın, ‘Kadın isem Türk değil miyim?’ diyerek görev arıyor. Buradaki Türklük bilinci insanı heyecanlandıran, etkileyen, hayranlık
uyandıran bir anlayıştır. O günler için böylesine
anlamlı bir düşünce birçok düşünürde bile henüz
olgunlaşmamıştı. Sanıyorum Kara Fatma’nın en
önemli yanı, ondaki Türklük bilincinin bu denli
gelişmiş olmasıdır. İşte bu bilinçle yola çıkan
Kara Fatma Sivas’ta Mustafa Kemal’i aramış ve
bulmuştur. Bu karşılaşma tarihî bir karşılaşmadır
ve kendisi şöyle anlatır:
‘Mustafa Kemal’in Sivas’ta faaliyete geçtiğini
haber aldığım dakikadan itibaren duyduğum sevinci tariften acizim ve ilk işim kısa bir hazırlıktan
sonra Sivas’a müteveccihen hareket etmeyi kararlaştırdım; hemen yola çıktım ve Gülcemal Vapuru’yla
Samsun’a, oradan da Sivas’a vardım.
Mustafa Kemal’in huzuruna çıkabilmek için
muhtelif kıyafete girerek üç günlük bir mücadeleden
sonra, devamlı bir takibin neticesi olarak, Sivas’ta
öğle yemeğine davetli bulunduğu bir yere giderken
yolda yakaladım.
Üzerimde çarşaf vardı, yüzüm de peçe ile kapalı idi.
Kendisine:
‘Paşam, bir arzım var, az zaman verin bana...’
diye seslenince, ilk defa sert bir lisan kullanarak:
‘Ne görüşeceksin?’ mukabelesinde bulundular.
Kalbimdeki vatan aşkı bu sert muameleye galip gelerek derhal peçemi kaldırdım ve İstanbul’dan
buraya kadar sizinle görüşmek için geldiğimi, maruzatımın bir dakika için dinlenmesini rica ettim.
Bunun üzerine pek yakında bulunan bir lokantaya beni kabul ettiler:
‘Paşam, şehit eşimi toprakta, iki yetimimi
İstanbul’da bırakıp sizinle görüşmeye geldim. Bu
aziz vatanı kurtaracak sensin, bütün millet senin
emrini bekler... Edirne’de düşmana karşı geri hizmette bulundum, yaralı askerleri sırtımda taşıdım,
kadınları topladım, askere çorap ördük, mintan
diktik ama yetmedi bana, vatan için görev isterim
senden Paşam, düşmana karşı vuruşmak isterim.
Kocamın bıraktığı yerden ben devam etmek isterim… İş göster bana, emret!’
‘Adın ne senin?’
‘Fatma, Paşam!’
‘Peki, silah kullanmasını bilir misin?’
‘Bilirim elbet!’
‘Ata biner misin?’
‘Binerim… Hem de yavuz binerim, ben İbrahim Yahya Ağa’nın kızıyım, at üzerinde büyüdüm...’
‘Peki harpten, ateşten hiç korkmaz mısın?’
‘Muharebe bana bayram yeridir Paşam, ne
korkması...’
77
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Kara Fatma çete arkadaşlarıyla
ve
İşte o an Mustafa Kemal elini omzuma koydu
‘Bundan sonra düşman senden korksun, bütün
kadınlarımız senin yiğit, ak yüreğini taşısın, Kara
Fatma…’
Erzurumlu Fatma Seher’in ‘Kara Fatma’ oluşu
Sivas’ta böyle başlamıştır.
Daha sonra ise Mustafa Kemal eline aldığı
kâğıda bazı notlar yazarak Kara Fatma’ya vermiş:
‘Haydi göreyim seni, verdiğim talimatı
unutma, bir an evvel İstanbul’a git, hazırlan ve
işe başla!’ demiştir.
Fatma Seher, Mustafa Kemal’in bu isteği
üzerine Sivas’tan hemen İstanbul’a geçer. O artık sırtında siyah askerî bir ceket, altında zığva
pantolon, ayağında çizmesi, elindeki kamçısıyla
Millî Mücadelenin amansız bir kadın direnişçisi
olmuştur. Kısa boylu, zayıf, enerjik yüzlü,
kara gözlü, şahin bakışlı etkileyici bir kadındır.
Omuzdan aşağı fişeklik takar; belindeki geniş
kuşağında tüfek mermisi, uzun kaması ve
tabancasıyla pür silah dolaşır; başına doladığı
yemenisi ile insanda önce derin bir hayret hissi
uyandırır, sonra da bu hayret hissi yavaş yavaş
kendini efsanevi kahramana duyulan saygı, hürmete dönüşür.
Yanında oğlu Seyfettin, 9 yaşındaki evlatlığı
Fatma, kardeşleri Mehmet Çavuş, Süleyman, arkadaşları Topkapı Pire Mehmet ve Laz Tahsin, eşleri şehit olan Ayşe ve Zeynep’ten oluşan önceleri
on beş kişilik daha sonra yüz elli kişiye varan çetesiyle, Yunan Ordusuna, Ermeni ve Rum çetelerine ve ayrıca eşkıyaya göz açtırmadan mücadele
etmiştir. İzmit ve havalisine, Sakarya ve çevresine,
Bursa, Balıkesir, Eskişehir, Afyon, Kütahya hatta
İzmir’e kadar bütün bölgede milisleriyle beraber
mücadele eden, direnen efsanevi bir kahraman
olur. Adı bütün yurtta duyulur. Gittiği her yerde
saygı görür.
Kara Fatma’nın adı o kadar yaygınlaşır, asker
arasında o kadar sevilir ki askerlere moral kaynağı
olsun diye resmi yaptırılır ve bütün askeri birliklere dağıtılır.
Müfrezesine artık kırk üç kadın yedi yüze yakın da erkek katılmıştır. 1. ve 2. İnönü Savaşları,
Eskişehir, Afyon, Kütahya Muharebeleri, Başkomutanlık Meydan Muharebesinde canla başla
mücadele etmiş, kadın milislerinin tümü şehit
olurken kendisi de yaralanmış ve esir alınmıştı.
Esaretini kendisi şöyle anlatıyor:
‘Altımdaki Ceylan isimli atım, güzel talim ettirilmiş çok akıllı bir hayvandı; âdeta bir piyade
neferi gibi düşman mevziine sokulmakta fevkalâde
mahirdi. Afyon civarındaki Sürmeli köyünde bulunan düşman mevziine, taarruz esnasında hayvanımla sokulmak icap etti. Bu esnada düşman
tarafından bir kement atılarak yakalanmıştım ve
hayvan da şahlanarak bizim tarafa firar etmeye
muvaffak oldu; ben de bu suretle düşmana esir olmuştum.
Beni yakaladıktan sonra gözlerimi bağladılar.
Kendi mevzilerinin iki saat gerisinde bir yere götürüldüm ve burada gözlerimdeki mendil çözüldü.
Sürmeli köyünde kurmuş oldukları karargâhlarında
yarım saat bekletildim. Benden izahat almak için
mütemadiyen sıkıştırıyorlardı; ben de sorulara kaçamak cevaplar veriyordum. Bunlar arzu ettikleri
maksadı temin edemediler. Bunun üzerine, Başkumandanları olan Tirikopis’in yanına götürdüler.
Beni görünce son derece hayretle baktı ve “Sen Kara
78
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Fatma!” diye üç defa hayretle ismimi tekrarladı. Biraz sonra hayret etmesinin sebebini son sualinden
anladım. Meğer bunlar, Kara Fatma’yı devâsa bir
şey tahayyül ediyorlarmış ve ben de bunlara cevaben “Anadolu’daki Kara Fatmaların en kuvvetlisi
benim.” demiştim. Beni bilahare bir yere kapadılar.
Evvela başıma dört tane süngülü nöbetçi diktiler; birkaç gün geçtikten sonra bir kişiye indirilmişti. Her gün beni mütemadiyen dövüyorlardı.
Gücüm tükenmeye başlamıştı. Bir gün nöbetçinin
yanına bir misafir arkadaşı geldi. Şarap içiyorlardı.
Misafir olan arkadaşı kalktı gitti. Bu nöbetçi şarap
içmeye devam ediyordu. Herhâlde çok içmiş olmalı
ki sabaha karşı sızdığını gördüm. Fakat bir türlü
inanamıyordum. Bir iki yoklamadan sonra hakikaten sarhoş olduğuna kanaat getirmiştim. Elindeki
silahı alarak ortalık ağarmadan yola çıktım. On
dokuz gün esaretin öldürücü ezalarına maruz kaldıktan sonra nihayet bir hayli müşkülattan sonra
kaçmaya muvaffak oldum.
Bursa’nın işgalini duyunca hâlime bakmadan
Sürmeli köyündeki ovada kıtamın başına geçtim.
Bu muvaffakiyetimden dolayı üsteğmenliğe terfi
edildim.’
Millî Mücadele yıllarının efsanevi kahramanı,
bir kadın olarak dünyada eşine benzerine
pek rastlanılmayan cesaretin, özverinin,
korkusuzluğun, vatan ve millet aşkının timsali
olan Türk savaşçısı, direnişçisi Kara Fatma,
binlerce hatırayla dolu cephe hayatında
Romanlara, filmlere konu olabilecek bir hayat
yaşamıştır. Onu ve on bir yaşlarındaki evlatlığı
Fatma’yı hayatları boyunca
etkileyecek anılardan birisi
de İzmit dolaylarında
geçmiştir.
Fındıktepe
11.Yunan Tümeni tarafından
işgal edilmişti. Tepe’yi
ele geçirme görevi Kara
Fatma’ya
verilmiştir.
Genel taarruz yapılır.
Çok şehit verirler. Küçük
Fatma erlere matara ile
su dağıtırken, bulunduğu
yere şarapnel mermisi
düşer.
Fatma’nın
sağ
elinin parmakları kopar.
Bu savaşta Kara Fatma ise göğsünden vurulur.
Hücum devam eder ve tepe alınır. Fındıkepe’de
Türk bayrağı dalgalanırken kardeşi Mehmet
Çavuşun kollarına yığılıp kalır...
İzmit- Kızılay Hastanesinde gözlerini açtığında, kızı Fatma da yanındaki yatakta yatmaktadır.
Hemen kızını sorar. İyi olduğunu öğrenir ancak
asıl haber kendisiyle ilgilidir. Doktor, ‘Konuşup
kendinizi yormayın!’ der, ‘Göğsünüze bir şarapnel
isabet etmiş, nefes alırken canınız yanacak, bir süre,
iki üç ay at binmek, yorulmak yok, şarapneli çıkaramadık, o madalyanız oldu artık, zarar vermez
size, merak etmeyin!...’
Kara Fatma üzülmüştür, kendisine yakışır cevabı hemen verir: “Gâvur hep içimde mi duracak!”
İyileşip hastaneden çıktıktan sonra Kara
Fatma artık kızı Fatma’yı cepheye götürmez. Ama
küçük Fatma’nın isteği, hevesi, kararlılığı bugün
yetmiş milyon insanı şaşırtacak düzeydedir.
Böylesine bir vatan sevgisi dünyada az rastlanır.
Anasına şöyle der: ‘Ana, sen bana küçük bir tabanca al, sağ elimin parmakları yok ama ben sol
elimle de ateş ederim!’ Böyle bir cevabı verecek
dünya üzerinden kaç kişi var acaba? İşte böylesine
yüksek vatan aşkı, böylesine cesur insanların
sayesinde bu topraklar Türk vatanı oldu.
Bizim, tarihi okumamız, ondan ibret almamızın nedeni bu olmalıdır.
Kara Fatma bir eylem kadınıdır. Ama unutulmasın ki eğitim görmese de içindeki cevher,
ailesinden aldığı kültür onun bir fikir, bir filozof
kadın olmasını da sağlamıştır. Millî Mücadele
79
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
bitmiş, İstiklal Harbi kazanılmış ve Cumhuriyet
kurulmuştur. 1930 yıllarında onu ziyarete gelen
bir gazeteciye verdiği beyanat bu gün dahi
kimsenin düşünemeyeceği, söylemeye cesaret
edemeyeceği sözlerdir. İleri görüşlülük, geleceği
okuma ve gelişmişliğin nasıl olacağını kısa, özlü
olarak anlatıyor: “Çocuklarımız mutlaka okumalıdır. Ben çok iyi biliyorum ki bugün Anadolu’da erkek ve kız çocuklar okuyacak olurlarsa Anadolu’nun
hâli değişecek, Türk’ün yüzü gülecek, işi düzelecek,
bütün batıl düşünceler ortadan kalkacaktır.
Bugün Anadolu’da bir ailede iki erkek varsa yanı
başında on da kadın vardır, bunun için kadın
erkek hep beraber çalışmalıdır. Bunun kimseye bir
zararı yoktur; belki faydası vardır. Kadın peçesiz ve
yüzü açık gezmekle iffetini kaybetmez! Zira memleket bizden o kadar çok hizmet istiyor ki, bunlar
arasında peçe ve çarşafı düşünecek hâlde değiliz!’
Ne yazık ki eylem kadını, direnişçi, aynı zamanda filozof yaradılışlı olan Kara Fatma, Cumhuriyet kurulduktan sonra kendisine bağlanan
Üsteğmenlik maaşını, ‘Vatana hizmetin bedeli
olmaz!’ diyerek kabul etmez ve Hilâl-i Ahmer’e
(Kızılay) bağışlar. Bu günlerden sonra maddi sıkıntılar, kimsesizlik, sahipsizlik, yoksulluk günleri başlar. İstanbul-Kasımpaşa’da yaşamaktadır.
Başını sokacak evi dahi yoktur. Hastalığı artmıştır. Zaman zaman günlük işlerde çalışmayı
denemiştir. Komşularına muhtaç durumdadır.
Komşuları sahipsiz Kara Fatma’yı evine en yakın
Galata’daki Rus Manastırı’na yatmaya ikna eder.
Artık bundan sonra bir süreliğine Kara Fatma
Rus Manastırı’nda yaşamıştır.
Evet, bir süre burada kalır; ama ne kadar kaldığı, sonraları ne yaptığı belli değildir. Yine yokluk,
açlık, konuya komşuya muhtaç olan bir süreç devam etmiştir. O yıllar tesadüflerle hayatından kesitler öğreniyoruz. 67 yaşına geldiğinde Hürriyet
Gazetesi onun Darülaceze Hastanesinde yattığını
duyurur. Ne yazık ki hastaneye yatırılışından on
bir gün sonra hayata gözlerini kapadığı yine aynı
gazeteden öğreniriz.
Ülkemizde vatansever bir insanın hazin
öyküsü böyle noktalanıyor tıpkı diğer varlığından
dahi haberdar olmadığımız milli kahramanlar
gibi!
1888 yılında Erzurum-Aşkale’de dünyaya gelen efsane kadın kahraman Kara Fatma, 2 Temmuz 1955 tarihinde çok sevdiği vatan topraklarında kimsesiz, fakr u zaruret içerisinde hayata
veda ediyor.
Bu gün yaşadığımız bu toprakların vatan olmasında ailesinin, kardeşlerinin, çocuklarının
kanı pahasına mücadele ederek savaşmış bu yürekli, korkusuz insanın büyük payı vardır her ne
kadar bizler bilmesek de…
Sadece ve sadece bizlerin özgürce yaşamasını,
ezanların özgürce okunmasını, Türk Devleti’nin
ebediyete kadar yaşamasını hedef almış bir amaçtı bu hedef. Başka da bir amacı yoktu.
Kara Fatma tarihin derinliklerinde bağımsızlık için mücadele etmiş sayısız kahramanlarımızdan sadece biridir. Bu kahramanlar mutlaka gün
yüzüne çıkarılmalıdır. İbret dolu hayatları genç
nesillere anlatılmalıdır. Hayatlarının anlatıldığı
filmleri, romanları, tiyatro oyunları ile tüm dünyaya tanıtılmalıdır. İsimleri meydanlara, caddelere, okullara verilmelidir. Heykelleri, hayatını
anlatan anıtsal eserleri yurdun her yerine, şehitliklere inşa edilmelidir. Bu yüce gönüllü insanlara
vefa borcu ödenmelidir. Nasıl bir toprağa bastığımız halka, vatandaşa, gençliğe anlatılmalıdır.
Unutulmamalıdır
ki
kahramanlarını hatırlamayan, unutan milletler kahraman
yetiştiremez![1]■
1. Kara Fatma ile ilgili daha fazla bilgi: ‘Ben Kara
Fatma’, Roman, Dağıstanlı Mehmet, Salkımsöğüt
Yayınları
* Fotoğraflar: ’Kara Fatma’ Bektaş İlknur, Timaş
Yayınları eserinden alınmıştır.
80
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
ÇANAKKALE’DE MEHMEÇİK
Anafartalar’a Türk mührünü vurmuş ırkım
Yedi düvele karşı set gibi durmuş ırkım.
“Seyid Onbaşı” derler, tek başına bir ordu
Üç yüz kilo mermiyi namluya sürüyordu.
Mehmetçik ki, alnına tevhid ışığı vurmuş
O iman ve azimle dehri kasıp kavurmuş.
Çanakkale’de sanki Seddülbahir bir surdu
Cihanı titreten dev bir orduydu bu ordu!
Conkbayırı’ndan kalktı Mehmetçik’ler hücuma
“Şehit” diye yazılsın diyordu başucuma.
Dikti sancağı engin şevkle Kireçtepe’ye
Erdi “şehitlik” gibi en yüce mertebeye.
Cihâd için can veren on binlerce şehîde
Yapılsa sezadır som altundan bir âbide!
Gelenler gördü, -varsa- gelecekler görecek
Zafer türküsü Türk’ün asırlarca sürecek!
ABDULLAH SATOĞLU
81
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
KÖYLÜ KADINLAR
Asaletin parıltısı alnında
Sofrada ekmeği böler yavaşça.
Yokluk tak etse de tatlı canına
Katık sormaz yufka dürer yavaşça.
Tarlaların nazlı gülü çiçeği
Demet demet başak derer yavaşça.
Dayandığı dağ yıkılsa üstüne
Hıçkırır içini çeker yavaşça.
Bazen hükmedemez kara gözlere
Yanağına inci döker yavaşça.
Hicap perdesini açmaz kimseye
Yolda keklik gibi seker yavaşça
Kucağında çocuk, sırtında mermi
Yün eğirir, iplik büker yavaşça
Eli öpülesi köylü kadınlar
Gencecik yaşında çöker yavaşça.
HAYRETTİN DURMUŞ
82
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
ŞİRİN KAPISINDA
Yar başında duran yârin peşinde
Aklından korkuyu silenler gider
Sözü yüreğinde, sazı döşünde
Edebi, erkânı bilenler gider
Gözünü kırpmadan bırakan varın
Islık çalıp gezen üstünde harın
Tipinin, boranın, altında karın
Alnının terini silenler gider
Yiğit odur, sözü boşa salmaya
Mecnun’dan, Kerem’den geri kalmaya
Şirin kapısında köle olmaya
Kayayı külünkle delenler gider
Yeltenir atmaya dağlara künde
Seven gece yanar, buz tutar günde
Nefsi arkasında, kendisi önde
Peşinden teneke çalanlar gider
Pişmek gerek, yanmak işin kolayı
Seviyorsan yüklenirsin belayı
Kalbine sığmayan gözü elayı
Arayan kaybeder, bulanlar gider
Yanarak yunulur aşkın közünde
Hal okunur hal bilenin gözünde
Hatıralar kanar ömrün güzünde
Gözleri boşalıp, dolanlar gider
Atmaca dünyada sanma kalacak
Nerde olsan görklü melek bulacak
Her insan toprağa bider olacak
Âşıklar yaşarken, ölenler gider
TAYYİP ATMACA
83
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
TÜRKMEN ÇOCUKLARI
Yollandılar birer birer gurbete
Yurdunu kaybeden Türkmen çocukları
Dayanır mı bilmem ki her gurbete
Yurdunu kaybeden Türkmen çocukları
Giderler de neden geri gelmezler
Hep ağlarlar bilmem niçin gülmezler
Kerkük’teki dostlarını bilmezler
Yurdunu kaybeden Türkmen çocukları
Bebeleri durmaz ağlar kundakta
Kurtulmuştur yatanları toprakta
Yatmadılar bir gün sıcak yatakta
Yurdunu kaybeden Türkmen çocukları
Doğum yeri Tuzhurmatı olsa da
Telafe’de öksüz yetim kalsa da
Anlamaz ki hoyrat sesi alsa da
Yurdunu kaybeden Türkmen çocukları
Yabancıdır kendine düşleri
Ne yazları yaz ne de kıştır kışları
Gurbette inleyen göçmen kuşları
Yurdunu kaybeden Türkmen çocukları
SUPHİ SAATÇİ
84
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Güzel ölüm
SONGÜL DUMLUPINAR ALİCAN
Karla kaplı yol geçit
vermez bir set gibi
çaresizlik içerisinde
bakışlarının önünde
uzanıp gidiyor,
zehirli bir umutsuzluk
duygusu soğuk
havayla birlikte her
nefeste genç kadının
yüreğine dolmaya
başlıyordu. Kastamonu
Kışlası’na kadar
dayanabilecek miydi?
Hadi kendisi neyse de,
minik kızı o zamana
kadar (ki bu zamanın
ucu görünmüyordu)
sağ kalma direncini
gösterebilecek miydi?
Ya mermiler?
D
ün geceden beri aralıksız olarak yağmaya devam eden ve bütün yolları
kaplayan kar öğleden sonra tipiye
dönmüş, yalçın dağların alçak etekleri kefeni andıran bembeyaz bir örtüye bürünmüştü. Göz gözü
görmüyor, şiddetli kar yağışı ve rüzgârın melodilerinden oluşan ürkütücü ve kulakları sağır edecek
kadar keskin bir ıslıktan başka ses duyulmuyordu.
Artık çatlama noktasına gelmiş öküzlerin çektiği
top mermileriyle yüklü bir kağnı, karla kaplanmış yolda gacır gucur ederek ağır ağır ve bata çıka
ilerlemeye çalışıyordu. Kağnının başındaki genç
kadın, henüz yirmi bir yaşındaki Şerife, öküzlerin
kuvvetten düşmemesi için mırıl mırıl dua ediyordu. Aklının bir köşesi, kağnıdaki top mermilerinin
arasına koyarak mermilerle birlikte üzerini örttüğü
kundaktaki bebeğiyle meşguldü. “Allah’ım,” diye
kıpırdanıyordu, Şerife’nin soğuktan morarmış kederli dudakları, “güç ver bize, mağfiret et, sabır ver,
emaneti yerine ulaştırmadan emanetini alma!”
Kastamonu’nun Seydiler Beldesi’ne bağlı Satı
köyünde dünyaya gelen Şerife, henüz on altı yaşındayken köyün yağız delikanlılarından biri ile
evlenmiş, fakat düğününün üzerinden henüz iki
ay bile geçmeden I. Dünya Savaşı patlak verince
genç kocası askere gitmişti. 1918 yılında gerçekleşen düğün ve sonrasında başlayan büyük savaşla Şerife’nin hayatı birdenbire değişmiş, zorluk ve
hasret dolu bir çileye dönüşmüştü. Gözyaşları ile
askere gönderdiği ve bir daha geri dönmeyeceğini
içten içe bildiği (o dönemlerde askere gidenlerin
geri döndüğü pek vaki değildi) kocasından başka
85
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
kimsesi yoktu. Altı ay sonra, Çanakkale’ye ağlayarak ve âdeta bir cenazenin ardından gözyaşı
dökerek uğurladığı kocasının şehit olduğunun
haberi geldiğinde çok şaşırmamasının nedeni
buydu. Satı köyünün büyükleri, bu taze dulun
yalnız kalmasının tehlikeli olacağı düşüncesiyle
onu savaş gazilerinden biriyle, askere sağlam gittiği hâlde geriye tek bacaklı olarak dönen Topal
Yusuf ile evlendirdiler. Üç yıl sonra Elif adını verdikleri bir kızları oldu.
Öküzlerin zorlukla çektiği kağnı beyaz bir
karanlıkla bürülü yolda bata çıka ilerliyordu. Bir
yandan top mermilerinin arasına yatırdığı minik
bebeği Elif ’i düşünen Şerife, diğer yandan da
mermileri Kastamonu Kışlası’na ulaştıramama
endişesi ile kıvranıyordu. Ankara’da açılan yeni
meclisin yürüttüğü Kurtuluş Savaşı’nın cephelerine sevk edilmek üzere 1921 senesinin Şubat
ayında İnebolu Limanı’na gelen silah ve teçhizat
malzemelerinin taşınması vazifesini üstlenen, birlikte hareket ettikleri diğer kağnılardan meydana
gelen kafilenin epeyce gerisinde kalmıştı. Savaşa
katılamayacak kadar yaşlı erkekler ve kadınlar
tarafından idare edilen silahla yüklü kağnılardan
oluşan esas kafile önden ilerleyip gitmiş, Şerife
geride kalmıştı.
Karla kaplı yol geçit vermez bir set gibi çaresizlik içerisinde bakışlarının önünde uzanıp gidiyor, zehirli bir umutsuzluk duygusu soğuk havayla birlikte her nefeste genç kadının yüreğine
dolmaya başlıyordu. Kastamonu Kışlası’na kadar
dayanabilecek miydi? Hadi kendisi neyse de, minik kızı o zamana kadar (ki bu zamanın ucu görünmüyordu) sağ kalma direncini gösterebilecek
miydi? Ya mermiler? Onların bir an önce kışlaya
ulaştırılması lazımdı. Savaş hâliydi sonuçta, askerlerin ihtiyacı vardı onlara; her şeyden önemliydi
mermiler… Elif nasıldı acaba? Uyuyor muydu
hâlâ? Kulak kesildi önce, fakat boran hiçbir şey
duymasına izin vermedi. Kağnının üzerine tırmanıp hem top mermilerini hem de çocuğu örten
yorganın köşesini kaldırarak baktı, bebek mışıl
mışıl uyuyordu. Sağ elinin avuç içiyle huzurlu bir
tekdüzelik içerisinde nefes alıp vermekte olan bebeğinin sağ yanağına dokundu. Sıcacıktı. Rahatladı genç kadın. “Sen yavrumu koru Allah’ım!”
diye dua etti, “Onun bu kıyamette donmasına
müsaade etme!”
Bebeğinin uyuduğundan emin, kağnıyı çekmekte olan hayvanlarla birlikte yürüyordu. Şerife,
hayvanların giderek ağırlaşan yürüyüşünden ürkmüştü. Dayanamayabilirlerdi. Ya dayanamazlarsa
86
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
ne olacaktı o zaman? Hem mermileri yerine ulaştıramaz hem de kızı ile bu dağ başında donup giderdi. “Allah korusun!” diye fısıldadı birkaç kez.
“Allah korusun!”
Ağırlaşan kağnı ile sanki Şerife’nin adımları da
ağırlaşmaya başlamıştı. Donabilirdi. Bu düşünce
korkuttu onu. Yavrusu ne yapardı o zaman? Ya o
da donarsa? Onun da minik bedeni soğuk hava
karşısında çaresiz kalıp kaskatı kesilirse? “Küçüğümü muhafaza et Allah’ım!” Top mermileri
ile birlikte üzerini örtmekte olan yorgan onu
koruyabilir miydi acaba soğuktan? Korurdu
inşallah. Hem şu küçük tepeyi de aştıktan sonra
geride ne kadar yol kalıyordu ki! Kastamonu
Kışlası’na gelmek üzereydiler. Sadece biraz daha
sabretmeleri gerekiyordu. “Haydi, ha gayret!”
diye seslenmek istedi kağnıyı çekmeye çalışan
yorgun ve artık iyice güçten düşmüş öküzlerine;
fakat sesi çıkmıyordu. Yorgunluktan bayılmak
üzereydi. Elif bebeğin ağlayan sesini duydu belli
belirsiz. Bir kez daha can havliyle kağnının üzerine tırmanmaya kalktı. Fakat artık iyice güçten
düşen Şerife, yere düştü, karların içerisine yuvarlandı. Kar yağışı ve tipi durmak bilmez bir eda ile
devam ediyordu ve hava kararmak üzereydi.
Şerife, artık ayak parmaklarını hissetmiyordu. “Donuyorum galiba…” diye geçirdi aklından. “Ey takatim, canım ve bütün varlığım
avuçlarında olan Allah’ım, mademki huzuruna
alıyorsun beni, o vakit ölümüm en azından
bir hayra vesile olsun! Kızım ve mermiler sağ
salim ulaşsın menzile… Ey muktedir olan, tut
ellerimden.” Artık uyuştuğu için parmaklarını
hareket ettiremese de son bir gayretle kollarını
iki yana açıp bebeğin ve mermilerin üzerini örten
yorganın köşelerini sıkıştırmaya çalıştı. Bu sırada
bir aydınlık değdi gözüne. Çanakkale’de şehit
düşen kocası elinde kocaman bir fenerle karlı
yolun içinden kağnıya doğru yürüyordu.
“Artık ben Topal Yusuf ile evliyim.” diye geçti Şerife’nin aklından belli belirsiz, “ama sonuçta
bana kimse sormadı ki onunla evlendirirlerken;
hem kocamın şehit olduğunu bildiren tezkere de
gelmişti.” İlk kocası, ölesiye âşık olduğu o yiğit
delikanlı, kendisini yıllar önce gördüğü o ilk
hâliyle ve tebessüm eden aydınlık bir çehre ile yanına ulaşmış, sağ elini, karısının elinden tutmak
ister gibi uzatmıştı. Anlık bir tepki ile geri çekil-
mek istedi Şerife. Fakat artık hareket edemeyecek hâldeki elleri yorgana yapışmış durumdaydı.
Gözleri kapanırken, bilinci de ağır ağır derin bir
karanlığa gömüldü.
Kar yağışının dindiği ertesi sabah, Kastamonu
Kışlası’nın kule nöbetçileri, seher vakti uzakta bir
kağnının belirdiğini gördüler. Herhangi bir gerçekliğe karşılık gelemeyecek kadar cansız ve güçsüz oldukları görülen iki silik hayvan gölgesinin
çekmeye çalıştığı kağnı ağır aksak geliyordu. Nöbetçi askerler şaşkınlık içerisindeydi. Neredeyse
iki gündür devam eden kar yağışının içerisinden
çıkıp gelen bu kağnı da neyin nesiydi acaba? Nasıl gelebilmişti?
Kışla komutanı Osman Bey tarafından teftiş
için görevlendirilen Devrekanili Cemil ve Beşiktaşlı Rifat Çavuşlar hiç vakit kaybetmeden kağnının yanına koştular ve karşı karşıya geldikleri
manzara karşısında ne yapacaklarını bilemediler.
Kağnının üzerinde öylece kalakalmış bir genç kadının cesedi ellerini uzatarak top mermilerini örtmekte olan yorganı kucaklar gibi avuçları arasına
almış, öylece donup kalmıştı.
Askerler, tam o esnada kağnının içinden bir
ağlama sesinin geldiğini duydular. Yorganın
altında, mermilerin arasında uykudan henüz
uyanmış küçük bir bebek vardı. Bir mucizeydi
bu, bir mucize… Kar, kış ve kıyamette, üstelik annesi de soğuktan donarak vefat ederken,
minik bebek top mermilerinin arasında hayata tutunmuştu. Düşmana karşı mücadele eden
orduya silah ve mühimmat taşıma gibi görevleri
yerine getirebilmek için canını ortaya koyan genç
annenin duası kabul edilmişti.
Şerife’nin kimliği tespit edildi. Sonra Seydiler’deki köyüne gönderildi. Buradaki mezarlıkta
defnedildi. Rivayetlere göre kağnıda bulunan bebek, kışlada bulunan askerlerden biri tarafından
evlat alındı.
Şerife, Kurtuluş Savaşı’nın simgelerinden biri
olan Kastamonulu Şerife Bacı’ydı. Şerife Bacı, canını ortaya koyarak top mermilerini orduya ulaştırması ile Millî Mücadele’nin manevi dinamiklerinden
biri olmuş, bu şekilde büyük Türk milletinin
varoluş savaşındaki en önemli cephelerden birini,
insanlık ve adanmışlık cephesini büyük bir özveriyle
savunmuştu.
Vücudundaki son zerre de donuncaya kadar…■
87
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Çanakkale Savaşı'nda kahraman
bir kadının romanı: Safiye Hüseyin
NİLÜFER İLHAN
Ç
anakkale ve İstiklal Savaşı esnasında cephede aktif bir şekilde savaşan erkeklerin yanı sıra, vatanı savunmak için cephe ve cephe gerisinde büyük
bir çaba gösteren kesimin başında kadınlar
da vardır. Anadolu’da babasını, eşini, kardeşini ve oğlunu savaşa göndermekle “vatanın sağ
olmasını” her şeyin üstünde tutan Osmanlı
Türk kadını, İstanbul’da ise açtıkları dernekler, çıkardıkları gazete ve dergilerle millî şuuru
aşılamaya, maddi ve manevi anlamda askere
destek olmaya çalışmışlardır (Çakır, 2011: 59131). Balkan Savaşı sırasında aktif faaliyetlere
başlayan İstanbullu kadınlar, asıl Çanakkale’de
cephe ve cephe gerisinde çalışmalarıyla adından söz ettirmişlerdir. Kadınlarımız, kızlarımız
askere yardım toplamasının, dikiş dikmesinin
ve hastabakıcılık yapmasının vatana hizmette
önemli bir rol oynayacağını düşünmüşler ve
seslerinin ulaşabildikleri hemcinslerine çağrıda
bulunmuşlardır (Sönmez, 2008: 37). Bu noktada, İngiltere Deniz Ataşesi Ahmet Hüseyin’in
kızı olan ve yükseköğrenimini Avrupa’da tamamlayan Safiye Hüseyin [Elbi] (1881-1964),
Bütün ömrünü
hastabakıcılık
yapmaya adayan
Safiye Hüseyin’in,
Çanakkale
Savaşında
gösterdiği
kahramanlık, 2008
yılında İsmail
Bilgin tarafından
yayımlanan
Çanakkale’nin
Kadın Kahramanı:
Safiye Hüseyin
adlı romanla
kurguya taşınır.
88
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Balkan Savaşlarında başladığı
gönüllü hemşirelik faaliyetini Çanakkale Savaşında da
sürdürerek “Çanakkale’nin
kahraman kadını” olmuştur.
Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nde
Dr. Besim Ömer Paşa’nın
[Akalın] teşvikiyle hemşirelik
kurslarına ve toplantılarına
katılan Safiye Hüseyin, profesyonel anlamda bir eğitim
aldıktan sonra Çanakkale’ye
gider ve orada hem cephe
hem de gemi hastanesinde
yaralı askerleri tedavi eder
(Safiye Hüseyin, 1964: 1213). Bütün ömrünü hastabakıcılık yapmaya adayan
Safiye Hüseyin’in, Çanakkale Savaşında gösterdiği kahramanlık, 2008
yılında İsmail Bilgin tarafından yayımlanan
Çanakkale’nin Kadın Kahramanı: Safiye Hüseyin adlı romanla kurguya taşınır. Yazar, Safiye
Hüseyin’in Çanakkale cephesinde yaralı askerlere hastabakıcılık yaptığı dönemi ele almakla,
vatan savunmasında kadınların da mücadele
ettiğine ve zaferin kolektif bir ruhla kazanıldığına dikkat çeker. Ayrıca, yıllarca adı unutulan Safiye Hüseyin’in yeni nesiller tarafından
tanınmasını ve adının yaşatılmasını gaye edindiğini, bu şekilde vefa borcunu ödemek istediğini de ifade eder.
Roman, Safiye Hüseyin’in biyografisinden,
hatıralarından ve tarihî belgelerden yararlanmakla gerçekçi; anlatım tekniği ve karakterlerin psikolojik derinliğini ortaya koymakla
da edebî bir hüviyete sahiptir. Bu hüviyet,
Safiye Hüseyin’in ve askerlerin savaşa, vatana
bakışında açığa çıktığı gibi, “özlem”, “dostluk”, “ümit”, “vefa”, “merhamet” ve “aşk” gibi
duygular çerçevesinde de görünürlük kazanır.
Romanın olay örgüsünü, sıcak çatışmaların
yaşandığı anda Çanakkale cephesine gönüllü
olarak giden Safiye Hüseyin’in yaralı askerlere
koşulsuz yardım etmesi ve onların kahramanlıklarına tanık olması, askerle birlikte istiklal
ve istikbal mücadelesi vermesi oluşturur.
Roman, Safiye Hüseyin’in cepheye gitme-
den evvel İngiltere’den savaşmak için Çanakkale’ye gelen Tommy’nin, sevgilisinin
erkek kardeşi John Green’i
çatışmada kaybetmesinin ardından duyduğu üzüntü ve
bu üzüntüye sebep olan savaş
eleştirisiyle başlar. Bu eleştiri,
Tommy ve Türk asker Bekir
Çavuş’un vurmak için birbirine pusu kurması ve ölümle
kuşatılan hayatlarını değerlendirmeleriyle devam eder.
Çatışmaların yoğun olarak
yaşandığı Çanakkale’de, doğa
tahrip edilir, cesetler kan deryası oluşturur, barut, duman,
kan ve ilaç kokusu her yere
hâkim olur. Ancak, ölmek ve
öldürmek üzerine vücut bulan savaşta, askerler
olağan hızıyla çarpışmaya devam ederler. İşte
Safiye Hüseyin, savaşın bütün dehşetiyle yüzünü gösterdiği ve ölümün kol gezdiği böyle
bir yere gitmek istediğini Reşitpaşa vapurundan sorumlu Dr. Besim Ömer Paşa’ya söyler.
Seferberliğin ilan edildiği, köylerin-kasabaların
boşaldığı, liseli, üniversiteli gençlerin cepheye
koştuğu ve kadınların da amansız mücadele
ettiği bu savaşa duyarsız kalmak istemez. Daha
önce birçok savaşta hastabakıcılık yapan ve
savaş ortamını gözlemleyen Safiye Hüseyin
için Çanakkale, ontolojik hüviyete sahip bir
yer olarak tanımlanır. Ona göre Çanakkale;
Müslümanların, payitahtın, masum ve mazlum
milletlerin kaderini belirleyecek “son kale, son
ümit ve son daldır” (Bilgin, 2013: 218) Düşmanın kara, deniz ve havadan, son derece gelişmiş silahlarla saldırdığı, daha çok kanın döküldüğü, daha çok askerin yaralandığı ve daha çok
canın verildiği bir savaştır Çanakkale.
Safiye Hüseyin, ataşe kızı olmasını ve yükseköğrenime sahip olmasını hastabakıcılığın
gerisine atarak, askerlerin yaralarını sarmak ve
onlara ümit aşılamak için cepheye gitme kararı
verir. Gayesini “yiğitlerin yarasını sarmaya çalışmak, akan kanı durdurmak, su isteyene su
vermek, üstü açılanın üstünü örtmek, içemeyenin çorbasını içirmek, yazamayanın mektu-
89
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
bunu yazmak ve okumak. Onları teselli etmek
ve iyileşeceklerine inandırmak” (Bilgin, 2013:
35) şeklinde belirleyerek Reşitpaşa vapuruyla
Çanakkale’ye doğru yol alır. Bu şekilde, savaş temalı birçok romanda erkek perspektifinden yansıtılan savaş ortamı, burada Safiye
Hüseyin’in şahsında romantik tasvirlerle, psikolojik detaylarla, askerin kahraman ve insani
yönüne dikkat çekmekle ortaya konur.
Safiye Hüseyin, Çanakkale’ye adımını attığı anda bu yerin coğrafi güzellikleri karşısında
büyülenir ve savaşın bu güzellikler içinde yaşanmasına da üzülür. Böylece vatanını cennet
olarak gören bir milletin ferdi olarak, burada
bulunmakla ve düşmana karşı mücadele etmekle ona olan borcunu ödemek ister. Askerin bir
destan yazdığı bu savaşta o da, Osmanlı Türk
kadınının vatanı uğruna neler yapabileceğini
ve erkeğiyle omuz omuza düşmana karşı nasıl
savaşacağını şöyle ifade eder: “Şunu bilmenizi
isterim, iyi ki buradayım. Kadınların da savaş
esnasında neler yapabileceklerini göstereceğim.
Türk kadınının ne denli cesur ne denli fedakâr
ve daima erkeğinin yanında olduğunu bir kez
daha cümle âleme ispat edeceğim. Balkan Harbi esnasında yapılan protesto mitinglerinin pek
çoğunu biz kadınlar düzenledik. Haklılığımızı
haykıran telgrafları çeken yine kadınlarımızdı.
Bizler bir elmanın yarısıyız. Erkeğimizden az
ya da çok değiliz. Bak, iki parça elma birbirini
tamamlar. Bir parçası kadınlarımız, bir parçası
da erkeklerimizdir.” (Bilgin, 2013: 63-64).
Vatanı savunmak için canını feda eden
askerlerin arasında Safiye Hüseyin de onların yaralarını sarmak ve onlara moral vermek
için büyük bir gayret sarf eder. Hizmet verdiği
gemi ve çadır hastanesi birçok defa bombalanmasına, her gün yüzlerce yaralı kucağında şehit olmasına, uykusuz ve yorgunluktan bitap
düşmesine, kimi zaman aç kimi zaman susuz
kalmasına rağmen, vatanın kurtuluşu için moralini yüksek tutar ve umudunu yitirmez. Bir
milletin ölüm kalım mücadelesi verdiği ve bir
kahramanlık destanı yazdığı bu yerde olmaktan ve vatana hizmet edenlere hizmet etmekten dolayı da mutludur: “Ne mutlu bana ki,
onların yaralarını sardım. Acılarını dindirdim.
Susamış olanlara su verdim. Yüzlerini sildim.
Başlarını okşadım. Bir anne gibi, bir kardeş
gibi… Bir bacı gibi… Ne mutlu bana ki onlar
için uykusuz kaldım. Üzerleri açılınca örttüm.
Sıcak çorba içirdim. Ekmeklerini kırdım. Sularını içirdim. Yumuk yumuk ellerini tuttum.
Vatana hizmet edenlere, ben de hizmet ettim.
Bundan dolayı mesudum. Gururluyum. Ama
en önemlisi, görevi en az onlar kadar iyi yapmaya çalıştım. Vatanın kanayan yarasına, canlarıyla, kanlarıyla merhem olmaya çalışanların
yarasını sardım. Merhem sürdüm. Bu övünç
bana yeter. Rabbim. Sana şükürler olsun” (Bilgin, 2013: 172-173).
Safiye Hüseyin, Çanakkale’de askerlerin
sadece yaralarını sarmakla ve onları iyileştirmekle kahramanlık örneği gösteren bir hemşire değildir. Aynı zamanda o, yaralanan askerin
iç dünyasını gözlemlemekte ve onların ihtiyaç
duydukları psikolojik desteği vermekle de hizmetini ortaya koyar. Söz gelimi, ameliyathaneye getirilen yaralı askerlerin uzuvlarını kaybettikleri zaman taşıdıkları psikolojiyi bütün
çıplaklığıyla görüp yanlarından ayrılmaz. Kimi
askerin ameliyat sırasında metanet gösterdiğine, kiminin ise psikolojik travma yaşayarak sakat hâlini kabul etmek istemediğine tanık olur.
Safiye Hüseyin, yıllarca savaş ortamında gözlemlediği bu yaralı askerlerin psikolojisini şöyle anlatır: “Böyle hastalara ruhi destek vermek
lazım. Endişelerini azaltacak sohbetler etmek,
moral vermek lazım. Aksi hâlde bir başlarına
kalırlar. Kendi içlerine kapanırlar. Konuşmaz
olurlar. Gözleri sabitleşir. Düşüncelere dalarlar.
Düşüncelerinin pek çoğunu, annelerinin, karılarının ya da sevdiklerinin karşısına bu hâlde
çıkacakları endişesi oluşturur. Hep o karşılaşma anını yaşarlar. O an bir atlatılsa, o eşik bir
geçilse sanki her şey daha kolay olacaktır. Bu
yüzden, bizleri en çok uğraştıran ve ilgi bekleyen yaralılar hep bir uzuvları kesilenlerdir.
Kendilerine yardım edilmesini pek istemezler.
Yardıma muhtaç olduklarını kabullenmezler.”
(Bilgin, 2013: 62-63). Ancak, Safiye Hüseyin,
Osmanlı Türk askerinin bu travmayı vatan sevgisiyle ve onlara verdikleri psikolojik destekle
atlattıklarını dile getirirken, kahraman kimliklerine halel getirmez. Çünkü kolu ve bacağı
kopan, kulak zarı patlayan, kör olan ve bağır-
90
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
sağı delinen asker, bu hâliyle bile savaşmaya ve
kahramanlıklarını göstermeye devam eder. Safiye Hüseyin, askerin gösterdiği bu kahramanlığı “hubbü’l-vatan mine’l-imân (vatan sevgisi,
imandandır)” hadisiyle ilişkilendirir ve vatanın
harim-i ismetine dokunulduğunda söz konusu
hadisin işlevsel niteliğine tanık olur.
Cephede Safiye Hüseyin’i derinden etkileyen ve anılarında da sıklıkla dile getirdiği
unutulmaz kahramanlık hâdiselerinden birini
ise, hikâyelerini dinlediği yahut da kollarında
gözlerini kapadığı askerlerin şehit olma anı
oluşturur. Hastanede günlerce yanlarından ayrılmadığı ve umut aşıladığı askerlerin, bütün
gayretine rağmen kurtulamadığını görünce
çok üzülür. Her bir şehidi, açılmadan toprağa düşen gül goncasına, gökte kayan yıldıza
ve suyu kesilen pınara benzetir. Şehit olmadan
önce onlara son kez “su” verir, başlarını okşar,
yanlarından bir an olsun ayrılmaz, teselli edici
sözler söyler ve onlara “annelik” yapar. Cephede şahadet şerbetini içen askerlerin son anlarını
ise, arkadaşlarından şöyle dinler: “İster inanın
ister inanmayın. O gece, günlerden beri derin
derin düşünen, içine kapanan, ağzından kerpetenle söz aldığımız arkadaşlar bir neşeli olurdu
şaşardınız. Bülbül gibi şakırdılar. Seslerine bir
ahenk gelirdi. Yumuşacık kadife gibi sakin sakin konuşurlardı. Gülerlerdi. Yüzleri kanlanır,
bakışlarına bir parıltı yayılırdı, bu parıltı sanki
revnak (yaşarken cenneti görenlerin yüzündeki
parıltı) gibiydi. Bir de çok su içerlerdi. Sanki cennet kevserini içer gibi. Hep geride bir
emanet bırakmak isterlerdi. Bir çakı, bir mektup, bir eşya, para. Ne bileyim eve, memlekete
dair hasretleri artardı. Sevdiklerini sayıklarlardı. Bir canlılık gelir, yerlerinde duramazlardı.
Kısacası bir başkası olup çıkarlardı. Sabah olduğunda bunlar birer birer toprağa düşerlerdi.
Hakk’a yürür, bu dünyadan göçerlerdi.” (Bilgin, 2013: 171).
Safiye Hüseyin’in cephede sergilediği hizmetlerden biri de İngiliz ve Fransız askerlerini tedavi ederken, çok iyi bildiği İngilizce ve
Fransızcasıyla Batılıların yıllarca Türkler hakkında yanlış kanaatlerini ve önyargılarını kırmaya yönelik olmasıdır. Çatışma esnasında
Bekir Çavuş’un gözünü kör ettiği İngiliz asker
Tommy, “barbar” olarak zihninde bir imgeye
dönüştürdüğü Türklerin kendisini esir edeceğini ve öldüreceğini düşünür. Ancak, Safiye
Hüseyin’in kendisini iyileştirmek için gösterdiği çaba karşısında hayrete düşer. Çünkü savaşta
koşulsuz öldürmeyi benimseyen ve rasyonel bir
bakışa sahip olan Tommy için, bu davranışın ait
olduğu kültür ve inanç dairesinde bir karşılığı
yoktur. Romanda Osmanlı askeri, yaralı taşıyan düşman sedyecilere ve gemi hastanesine
saldırmamakla ve Safiye Hüseyin de yaralı askerleri din, dil ve ırk noktasında ayırmaksızın
onların yaralarını iyileştirmekle vicdani bir duruş sergiledikleri gibi, düşman askerinin saygısını da kazanırlar.
Sonuç olarak bu roman, Türkiye tarihinin
unutulmaz savaşlarından biri olan Çanakkale’yi
kahraman askerler, komutanlar ve doktorlar
özelde de kahraman hemşire Safiye Hüseyin’in
şahsında dikkate sunar. Vatan savunmasında
koşulsuz fedakârlık örneği sergileyen askerlerle
birlikte Safiye Hüseyin de “özgürlük” ve “aidiyet” bilinciyle hareket ederek cephe ve cephe
gerisinde bulunur. Cephede, Safiye Hüseyin
millî uyanışın bir temsilcisi olarak sağlık hizmetinde bir destan yazmayı ve Çanakkale’nin
kahraman kadını unvanını almayı başarır.
Böylece, tarihin makro alanında görünmeyen
bu hizmet eri, bu romanla birlikte edebî bir
platformda kendine yer bularak, unutulmanın
rüzgârında sürüklenmekten kurtulduğu gibi,
şahsında savaşın “gizli öznesi” olan kadınların
varlığına da işaret eder.■
Kaynakça
BİLGİN, İsmail (2013), Çanakkale’nin
Kadın Kahramanı: Safiye Hüseyin, İstanbul: Timaş Yayınları.
ÇAKIR, Serpil (2011), Osmanlı Kadın Hareketleri, İstanbul: Metis Yayınları.
[ELBİ], Safiye Hüseyin (1964), “Türk
Hemşireciliğinin Çok Büyük Kaybı: Safiye
Hüseyin Elbi’nin Kendi Kaleminden Hayat
Hikâyesi”, Kızılay dergisi, S.16, s.12-13.
SÖNMEZ, Zümrüt (2008), Kızıl Toprak
Ak Yemeni Savaşın Kadınları, İstanbul: Yarımada Yayınları.
91
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
NİHAT ERİŞ
ile İzzetpaşa Vakfı üzerine
KEMAL BATMAZ
Vakıf kaç yılında kuruldu ve siz ne zaman
görevi üstlendiniz?
1975 yılında 108 üyenin girişimi ile kuruldu. Ben daha önce kurucu üye idim ve yönetim
kurulundaydım. 1993 yılında Vakıf Başkanlığını
üstlendim.
NİHAT ERİŞ
1947 yılında Elazığ’da doğdu. İlk, orta ve lise
öğrenimi Elazığ’da, yüksek öğrenimini Ankara Mühendislik ve Mimarlık Akademisi İnşaat Mühendisliği Bölümünde tamamladı. Mezun olduğu okulda
bir sömestr asistanlık yaptı. Kendi isteğiyle Elazığ
İller Bankası 11. Bölge Müdürlüğünde Su ve Kanalizasyon İşleri Başmühendisi olarak göreve başladı. 1976 yılında ise Elazığ Köy Hizmetleri İl Müdürlüğüne atandı. 1979 yılında bu görevden istifa
ederek serbest çalışmaya başladı.
1975 yılında Elazığ İzzetpaşa Vakfının kuruluşunda kurucu üye olarak yer aldı. O tarihten itibaren -bir dönem hâriç- bugüne değin Yönetim Kurulu Üyeliğinde bulundu. 1985–1989 yılları arasında
2. Başkanlık ve 1993 yılından itibaren Yönetim Kurulu Başkanlığını yürütmeyi üstlendi.
Ayrıca 1988 yılında harap olmuş Nailbey Camiini onarmak ve yaşatmak için Vakıflar Genel Müdürlüğünden izin almak suretiyle bireysel çabasıyla
Nailbey Camii Vakfını kurdu. Bu caminin ve müştemilatının projesini bir yıl içerisinde püremanet
tamamlayarak Vakfın külliyesi ile birlikte ibadete
ve hizmete açtı.
Hâlen İzzetpaşa Vakfı ile birlikte Nailbey Vakfının Yönetim Kurulu Başkanlığını da yürütmektedir.
Yine 2004 yılında kurulan HARVAK (Harput
Kültür Ve Eğitim Vakfı)’ın Kurucu Üyeliğinde ve
Yönetim Kurulunda yer aldı.
Vakfın kuruluşunu nasıl gerçekleştirdiniz?
Daha önceleri İzzetpaşa Camiini Yaptırma ve
Yaşatma Derneği idi. Dernek, camiyi yaptırma ve
yaşatma amacıyla kurulmuştu. Camimiz halka
hizmete açılınca derneğin vakfa dönüştürülmesi
gündeme geldi. Gayemiz sağlıklı bir şekilde hizmetimizi genişletmek ve sürdürmekti. Böylece
dernek kendini feshederek malvarlığıyla Vakfa iltihak etti. Çünkü vakıf misyonu İslami bir kültür
mirasıdır. Vakıflar, Osmanlı döneminde hizmette
en yüksek seviyeye gelmiş müesseselerdir. Türkİslam kültüründe de çok önemli bir yeri vardır.
Hizmet alanı oldukça geniştir.
Bildiğiniz gibi vakıflar halka hizmette devlet
tarafından yapılamayan hizmetleri yapan manevi
müesseselerdendir.
92
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Soldan sağa: Yön Kur. Üyesi Faris Aksakal, Genel Sekreter Mustafa Yalçın, Başkan Nihat Eriş, Nazım Payam, SekreterTürker Elçi,
Muhasebeci Tahir Çıtak
Vakıf yönetim kurulu kimlerden oluşmakta?
İkinci Başkanımız Prof. Dr. Necip İlhan, Genel Sekreter Makine Mühendisi Mustafa Yalçın,
Yönetim Kurulu Üyelerimiz: İnşaat Mühendisi
ve Sanayici Emre Düşmez, Eğitimci Faris Aksakal, Mali Müşavir Seyfi Demirel, Emekli Teknisyen Bekir Kendirli. Vakıf üyelerimizin büyük bir bölümü entelektüel kimliği ile bilinen
kişilerden oluşmaktadır. Hâlihazırda üyelerimiz
arasında iki kişi milletvekili-bir vekilimiz hâlen
TBMM’dedir- bir belediye başkanı, iki rektör yer
almaktadır. Üyelerimizin büyük bir çoğunluğu
da mühendislerden oluşmaktadır.
Vakıf hizmetlerini kaç kişi ile sürdürmektesiniz.
Şu an vakıf bünyesinde 33 kişi çalışmaktadır.
Ayrıca yaptığımız yurt ile de 58 kişiyi istihdam
ettik.
İzzetpaşa Vakfı bugün hangi alanlarda hizmet vermektedir?
İzzetpaşa Vakfı kurulduğunda, vakıflar anayasası olan vakıf senedinde üç maddelik bir hizmet
alanı mevcuttu. Ancak ileriki senelerde, Vakıf
güçlendikçe hizmet alanı da genişledi. İlk etapta
Vakfın amacı İzzetpaşa Camiini yaptırmak yaşatmak, mağdur ailelere yardım ve çevresindeki
camii ve kuran kurslarına yardımdan ibaretti.
Zaman içerisinde bu hizmet alanı genişleyerek
gençliğe, eğitime, kültür hizmetlerine de yayıldı.
İzzetpaşa Vakfı olarak şu ana kadar ne gibi
hizmetler yaptınız, sayabilir misiniz?
İzzetpaşa Vakfı olarak kuruluşundan bugüne
birçok hizmet yaptık. Gerek ilk kurulduğu yıllarda gerekse benim Yönetim Kurulu Başkanlığımdan sonra birçok hizmet yaptık ve yapmaya
devam ediyoruz.
Vakfımız kurulduğundan bugüne kadar hep
devletle müşterek ve insana yönelik hizmetlerde
bulunmuş. Hizmetlerimizde de ilke olarak din,
dil, ırk ayrımı gözetmeksizin sosyal ve siyasi hiçbir ayrıma meydan vermeden ihtiyacı olana hizmetten ödün vermemiştir.
Hizmetlerimizi sayacak olursak:
1- Eğitim Hizmetleri : Yükseköğrenim öğrencilerine burs verilmesi, kız öğrencilerin sağlıklı bir ortamda eğitimlerini sürdürmeleri için 318
kişi kapasiteli bir kız öğrenci yurdu -Altın Yunus
Kız Öğrenci Yurdu- ki bu yurdumuz 2008 yılından beri hizmet vermektedir.
Ayrıca doğuda ilk olan 200 kişi kapasiteli
Gençlik Merkezi -Vali Osman Aydın Çocuk ve
Gençlik Merkezi- binasını ELESKAV ile ortak
inşa ederek Elazığ Valiliği Sosyal Hizmetler İl
Müdürlüğüne bağışlamıştır ve şu an faaliyetlerine
devam etmektedir.
2- Vakıf senedimiz doğrultusunda Elazığ
bünyesindeki camii ve kuran kurslarının yapılmasına ve yaşatılmasına parasal yardımlar sağlanmakta idi ancak bugün camii ve kuran kurslarının bu anlamda ciddi ihtiyaçları olmadığı için
yardımlar daha çok eğitim hizmetlerine aktarılmaktadır. Ancak Vakıf olarak yurt sahamızda Altın Yunus Camisini de inşa ederek hizmete açtık.
İzzetpaşa Camisinin her türlü masrafını karşılamak zaten esas görevlerimiz arasındadır.
3- İzzetpaşa ve Altın Yunus Camii Külliye-
93
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
sinde gasilhane, morg, abdesthane, tuvalet, sıhhi
banyo ve otopark hizmetlerimiz bulunmaktadır. İzzetpaşa Külliyesinin dibinde otoparkımız
Elazığ’ın ilk kapalı otoparkı olma özelliğini taşımakta trafik sıkışıklığının giderilmesin açısından da şehir merkezinde önemi bir ihtiyacı
karşılamaktadır ve 24 saat hizmet vermektedir.
Yine İzzetpaşa bölgesinde ihtiyaç duyulan taziye
evini 2014 yılında 300 metrekare alan üzerinde
gerçekleştirdik. Ayrıca1988 yılında başlayıp 1990
yılında İzzetpaşa Vakfı Ek Binasını tamamlayarak
cami personeli lojmanlarını ve aş evini hizmete
sunduk
4- Abdesthanelerin dışında ve külliyesinde
halkımızın faydalanması için bir çeşmemiz ve şadırvanımız yer almaktadır.
5- Harput’ta bulunan İmam Efendi ile Kazım Efendi Mezarlığı mevkiinde cazibesiyle bir
çeşme inşa edilmiş ayrıca bekçi kulübesi yapılarak
bekçi istihdam edilmiştir.
6- Yine Harput Kalesinde eksikliğini hissettiğimiz bir bayrak direği dikilmiştir. Bu direk çok
özellikli olup; 360 derece dönebilen, yere yatıp
kalkabilen 29 metre boyunda, şehrin büyük bir
bölümünden görünen bir bayrak direğidir. 1999
yılında Cumhuriyetimizin 75. Yılı Kutlamaları
dâhilinde gösterişli bir törenle açılmış örnek bir
bayrak direğidir.
7- Harput’taki Kurşunlu Camisinin dış
mekândaki imam odası, bayan cemaat mahalli
ve ahşap kaplaması da Vakfımız tarafından yapılmıştır.
8- Yolda kalmış asker ve sivilimize ulaşım
masrafları, elektriğini ve suyunu ödeyemeyenlerin faturaları, herhangi bir güvencesi olmayan
hastalarımızın giderlerinin karşılanması Vakfımızın yaptığı hizmetler arasında yer almaktadır.
9- Şehit- polis ve asker- ailelerine maddi
yardım yapılması ve okullara kırtasiye yardımları
da hizmetlerimiz içinde yerini almıştır.
Başkanım, biraz da kültür hizmetlerinizden bahseder misiniz?
1999’dan beri Elazığ’da yayın hayatına başlayan Bizim Külliye dergisi İzzetpaşa Vakfının hem
bir yayın organı hem de en önemli kültür hizmetlerinden biridir. Dergimiz on beş yıllık ulusal
bir yayındır.
Bizim külliye dergisi Kültür Bakanlığımız
tarafından satın alınarak hemen hemen bütün
resmî kütüphanelere dağıtılmaktadır. Ayrıca Vakıf olarak ulusal basının kültür sanat sayfası editörlerine, edebiyatçılarımıza, özel kütüphanelere,
Elazığ derneklerine ve okumayı seven gençlerimize karşılıksız olarak ulaştırmayı üstlenmişizdir.
Kültür hizmeti dâhilinde yayın yapmayı yeterli
görmeyip okuyucuya ulaşmayı da sorumluluklarımızdan biri olarak görmekteyiz.
96 sayfalık dergimiz, tamamıyla kültür sanat
politikası gütmektedir.
Önemli bir kültür hizmeti de yine dergimizin öncülüğünde farklı zamanlarda konferanslar
düzenlenerek ilim adamı, sanatçı ve aydınlarımız
halkla buluşturulmuştur
Düzenlediğimiz programlara katılan bazı sanatçılar ve ilim adamlarımız şunlardır: Prof. Dr.
Mehmet Aydın, Prof. Dr. Süleyman Ateş, Prof.
Dr. Saffet Bilhan, Prof. İhsan Turgut, Prof.Dr.
Fikret Karaman, Yavuz Bülent Bakiler, Prof.Dr.
Ömer Naci Soykan…
Dergimizin yaptığı hizmetler yankısını bulmuş ve 2007’de Türkiye Yazarlar Birliği’nce,
2008’de Balkan Aydınlar ve Yazarlar Birliği’nce
yılın dergisi seçilmiştir. 2015’te ise TÜRKSAV,
düzenlediği 19. Uluslararası Türk Dünyasına
Hizmet Ödülleri’ne Bizim Külliye’yi de katmıştır.
Gelecek için bir tasarınız var mı?
Şu an 70 kişiye burs vermekteyiz ama her yıl
gelirlerimiz doğrultusunda bu sayıyı artırmayı
düşünüyoruz. Ayrıca YurtKur’a devrettiğimiz
alanda boş bulunan arsamıza bir ilköğretim koleji düşünüyoruz. Çalışmalarına başladık. Temel
felsefemiz doğrultusunda gençliğe ve eğitime hizmet vermeye devam edeceğiz.
Son olarak bize ne söylemek istersiniz?
Yaptığımız hizmetlerle Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından taltif edilmiş 450 vakıf içerisinde
vergi muafiyeti ile ödüllendirilmiş Elazığ’daki tek
vakıf olma özelliğine sahiptir. Bugüne kadar hiç
bağış almadan yaptığımız hizmetleri çoğaltmak
istiyoruz. Hedeflerimizi gerçekleştirmek için gelirimizin bir kısmını Vakfın büyümesine ayıracağız.■
94
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
İhsan Raif Hanımefendi'nin
"Kadın ve Vatan" şiiri
ŞEKİP İSPİR
T
ürk kadını, tarih boyunca erkeğiyle
birlikte hep omuz omuza mücadele
etmiştir. Bu durumun örneklerine
çoğu yerde rastlamak mümkündür. 93 Harbi,
Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve nihayet Kurtuluş Savaşı Türk kadınına acı tecrübeler yaşatmıştır. Bu birbiri ardınca yaşanılan badirelerde
bile, Türk kadını milleti, devleti ve vatanı için
her şeyi yapmıştır. Cephede askerlerin yardımına
koştukları gibi cephe gerisinde de çeşitli faaliyetlerde bulunmuş, ellerinden geleni yapmışlardır.
Destek toplantıları düzenlemek, müsamereler
tertipleyerek gelir elde etmek, orduya malzeme
toplamak ve daha birçok faaliyet Türk kadınları eliyledir. Bu kadınlardan biri de İhsan Raif
Hanımefendi’dir.
Aşağıda verilen şiir İhsan Raif Hanımefendi’nin
2 Şubat 1915 yılında kaleme aldığı bir eserdir.
Küçük bir kitapçık hâlinde ve “Yüksel Ey Türk”
adlı bir şiirle birlikte neşredilmiştir. Toplam 8
sayfa olarak basılan bu kitapçıktan elde edilen
gelirin Osmanlı Donanma Cemiyeti’ne verileceği
kapak kısmında belirtilmiştir. Kitapçığın kapağından 1.000 adet basıldığı anlaşılan eser, Ahmed
İhsan ve Şürekası matbaasında neşredilmiştir.
Kitapçığın arka kapağında 26 Şubat 1915
tarihinde, Cuma günü saat 13.00’te, Donanma
Cemiyeti’ne ait Millet Tiyatrosu’nda, kitapçığın sahibesi tarafından, askere çorap toplamak
için tertip edilen müsamerenin programı da
verilmiştir.
95
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Kadın ve Vatan
Vatan yine tehlikede bugün onu kurtaracak
Ancak senin kolundur.
Ufuklarda yıldırımlar, fırtınalar kopartacak
Ancak senin oğlundur.
*******
Küçücükten ona vatan aşkı veren senin ana sesindi,
“Sancağa hor baktırma oğlum” demek en başlıca dersindi,
“Yurdun için yüksünmeden çalış, yavrum” diyen tatlı dilindi,
Koş diyerek hudutlarını gösteren hep senin metin elindi.
*******
Senin elin Yavuzları, Fatihleri, Orhanları kolladı,
Senin elin bu vatana şeref, zafer, er oğlu er yolladı,
Senin elin zulmetlerde ışık yaktı, intikamlar çalkadı,
Senin elin cihangirler, kahramanlar beşiğini salladı.
*******
Türk oğlunun pençeleri taçlar, tahtlar devirdi,
Türk oğlunun demir kolu mağrur, anut kafaları eğdirdi,
Türk oğluna bu yıldırım kuvvetini veren özün, sözündü,
Kurşunları kahkahayla karşılayan senin yılmaz gözündü.
*******
Bundan yarım asır evvel Türk kadını felaketli bir günde,
Kars’ın yüksek, kan çehreli, yalçın taşlı kaleleri üstünde,
Osmancığın ateş renkli bayrağını gelin gibi gezdirdi,
Onun eli ordulara gayret verdi, düşman başı ezdirdi.
*******
Evet, sen ey Türk kadını; Yavuzların Fatihlerin anası,
Sen ey yurdun altın tacı, sen ey şanlı tarihlerin tuğrası,
Senin elin iftiharın sancağını gökyüzüne uzattı,
Senin zaferlerden çelenk urdu: hakan başı kuşattı.
96
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
*******
Sen bir ılık güneş gibi öksüz kalmış garip ruhlar ısıttın,
Kurşun, süngü yarasına, gözyaşınla hayat, şifa akıttın,
Uzun ipek saçlarından sargı yaptın, yaraları bağladın,
Elemlere ümit serptin, ölümlere gülen zehri dağladın.
*******
Bir lekesiz altın renkli güneş varsa bil ki, kadın, bu güneş,
Bütün nur ve harareti gözlerinden çekip emen bu ateş,
Ziyasını senin o pak, o mübarek nasıyene medyundur,
Şan devrinin tarihleri nasıyenin izlerinde medfundur.
*******
Senin temiz billur kalbin paslanmadı: Hep o temiz kadınsın,
Senin yerin çok yücedir, bulutlara, meleklere yakınsın,
Simasını seven müşfik yıldız kadar vatanını seversin,
Evlatların sana benzer, sende Fatma Annemize benzersin.
*******
Gadrin gücü senin hak ve hukukunu çiğnemişken yine sen,
Mahzun gönlün elemlerle ezilirken yine müşfik, yine şen,
Vatanına bir infial duymaksızın mahrumiyet içinde,
Kanlarından kale kurdun, hayatını kıyıp verdin rehine.
*******
Sen yavrunu gözün gibi her şeyden sakınırken, severken,
Bir küçücük tırmık görsen için sızlar, yanar, okşar, öperken,
Sana gelip deseler ki “Vatan bugün tehlikede ey kadın,
Onu koşup kurtaracak okşadığın o sevgili evladın”
*******
Yaralanmış bir kuş gibi çırpınsa da mecruh kalbin, kanadın,
Hıçkırıklar arasında boğulurken acı sesin, feryadın,
“Haydi yavrum, er olanlar el sürdürtmez, dersin, vatan gülüne”,
Ciğerlerin sökülürken gönderirsin kurşunlara, ölüme.
*******
Kafkasya’nın kefenlenmiş dağlarında kılıçlarla çarpışan,
Mısır’ın ateş çöllerinde zafer için düşmanlarla uğraşan,
Vuran kıran, her tarafta fırtınalar gibi korkunç haykıran,
Bayrağını tırnağıyla, dişleriyle kurtarmaya çalışan.
*******
Düşen, kalkan, yuvarlanan, kan içinde topraklara karılan,
Şehadetin şerbetini içerken de sancağına sarılan,
Senin kanın, senin canın, evet, senin metin elin kolundur,
O mert asker senin oğlun, Türk kadını, ancak senin oğlundur.■
20 Kanun-ı Sani sene 1330 (2 Şubat 1915)
97
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Sobaların sihri
SÜLEYMAN DAŞDAĞ
S
iz hiç sobalı bir evde oturdunuz mu?
Ben sobalı bir evde büyüdüm. Önce
odun sobaları vardı. Ardından kömür sobaları hayatımıza girdi. İkisinin de
külünü temizlemek ebeveynlerimize düşerdi. Anadolu’da neredeyse her evin bir misafir
odası vardı. Ailenin en gösterişli ve konforlu neyi varsa oraya yerleştirilir, kapısı kapalı
tutulurdu. O oda sadece misafir geldiğinde
kullanılırdı. Misafirin geleneklerimizde çok
önemli bir yeri olduğundan, imkânı olanlar
oraya bir gaz sobası kurarlardı. Gaz sobası deyince sakın aklınıza doğal gaz gelmesin. Gaz
yağı olarak adlandırılan ve benzin istasyonlarından alınan bir yakıt türüyle çalışırdı gaz
sobası. Diğer sobalara göre yakıt açısından da
pahalı olan gaz sobalarının avantajı, külünün
olmaması ya da ebeveynlere fazla iş düşürmemesiydi. Odun veya kömür sobaları kadar
odayı ısıtmadığını hatırladığım gaz sobalarını
ben hep lüks arabalara benzetirdim. Ne de olsa
evin en lüks ve sürekli temiz kalan odasında
dururdu. Evimize gelen misafirlerin sıklığına
göre o lüks semte uğrardık. En çok meyveyi de
o günlerde yerdik. Çünkü o zaman günümüz-
Aradan yıllar geçti.
Günün birinde
oturduğumuz
apartmanı yıkıp,
yerine kaloriferli
bir apartman
yapmak isteyen
müteahhitler
kapılarımızı
çalmaya başladı.
Derken herkes
evini yavaş yavaş
boşalttı ve o
güzelim apartman
bir kalorifer
uğruna, anlaşmaya
uymayan
müteahhidin elinde
heba oldu gitti.
* D.Ü. Tıp Fakültesi Biyofizik Anabilim Dalı Öğretim Üyesi,
98
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Yakın tarihimize ilişkin okulda öğrendiklerimizi babamın
anlattıkları ile karşılaştırır ve bir fikir sahibi olurduk.
Hayata ilişkin ilerde karşılaşabileceğimiz sorunları
nasıl çözebileceğimizin ilk ve en samimi kaynağı da
dolayısıyla annem ve babam olurdu.
deki gibi meyve bolluğu yoktu. Şehirde birkaç tane meyveci vardı ve meyve öyle her gün
herkesin evinde bulunan bir yiyecek değildi.
Muz ise hatırladığım en lüks meyve çeşidiydi.
Çırak olarak çalıştığım eczanenin bitişiğindeki ‘Meyveci Ali’nin çocuklarıyla da arkadaş
olduğum için, misafir geldiğinde oraya koşar,
meyvenin hem indirimli hem de en iyisini alırdım. Misafirin olmadığı zamanlarda dört oda
ve bir salonu olan evin oturma odasında günümüz geçerdi. Televizyonun olmadığı uzun
kış gecelerinde ise hem ısıtan hem de hastalandığımızda terleyerek iyileşmek amacıyla
kullanılan sobalı oturma odamızda bütün aile
toplanırdı. Bu sırada günün değerlendirmeleri
yapılır, babam ve annem kimin ne derdi varsa
dinler, ona göre çözümler üretirdi. Ardından
babam, gazetesini veya kitabını okur, annem
örgüsünü örer, dersi olan dersini yapardı. Herkes işini bitirdiğinde ise annem sayıyla yıllık
olarak alınan cevizlerden getirir, kırar ve pestile sarıp dürüm yaparak başta babam olmak
üzere büyükten küçüğe sırayla hepimize dağıtırdı. O sırada babam, tarih ve hayata ilişkin
konulardaki deneyimlerini bizlerle paylaşır ve
bizi bu şekilde hayata hazırlardı. Yakın tarihimize ilişkin okulda öğrendiklerimizi babamın
anlattıkları ile karşılaştırır ve bir fikir sahibi
olurduk. Hayata ilişkin ilerde karşılaşabileceğimiz sorunları nasıl çözebileceğimizin ilk
ve en samimi kaynağı da dolayısıyla annem
ve babam olurdu. İnsan ancak anne veya
baba olduğunda çıkarsız sevginin kaynağının
ebeveynleri olduğunu anlıyor. Burada “Evlat sevgisi ilahi kudret sırrının düğümlendiği
yerdir.” ifadesini hayatıma kazandıran güzel
insan, arkadaşlarımın babası ve hocamız Prof.
Dr. Recai İlçayto’yu da rahmetle anmadan geçemeyeceğim.
Hayata dair bakış açılarımızın olgunlaşmasını sağlayan kaynaklardan bir tanesi de,
özellikle uzun kış geceleri sobanın gürül gürül
yandığı, kestanelerin patlatıldığı oturma odamıza gelen ve ailemizin birer ferdi saydığımız
yaşlı, dul üç komşu teyzemizdi. Oturduğumuz
apartmanda sadece bize sık sık geldiklerini bildiğim bu teyzelerimizden çok şey öğrenirdik.
Her biri birer canlı tarihti çünkü. Her üçünün
de hafızalarında canlı bir Kurtuluş ve Çanakkale savaşı vardı o zamanlar. Biri Balkanlardan, diğeri 1915 olayları sırasında doğudan göç
etmiş, üçüncüsü de şehrin yerlisi olan Süryani
bir teyzeden oluşan canlı tarih hazinelerinden
de hayatımıza çok şey kattığımızı, yıllar sonra
fark edecektim. Yetmişli yıllar bizim çocukluk
dönemlerimiz olmasına rağmen, bu canlı tarih
hazineleri için yaşlılık dönemiydi. Dolayısıyla
hem olgun ve hem tarafsız bir şekilde geçmiş
hakkında fikir sahibi oluyorduk onlardan.
Çünkü hayatın yontarak yaşlandırdığı insanlar, genelde ileri yaşlarda daha olgun bir adalet ve merhamet duygusuna sahip oluyorlar ve
aktardıkları da o ölçüde değerli oluyordu. Her
üçünün de ayrı hikâyesi vardı ve kader üçünü
de bu apartmanda ve sobalı oturma odamızda
bir araya getiriyordu. Süryani teyzemizi dinlerken ayrı, Balkanlardan göç edeni dinlerken
ayrı ve Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü
sırasında doğuda yaşanan olaylar yüzünden
buraya göç etmek zorunda kalan diğer teyzemizi dinlerken yine ayrı üzülürdük. Üçünün
ortak yanı ise, aile büyüklerinden birinin ya
da bir kaçının mutlaka Çanakkale veya Kurtuluş Savaşında hayatını kaybetmiş olmasıy-
99
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
dı. Bu savaşlarda vatanımızın gayrimüslim
çocuklarının da kaybedildiğini ilk onlardan
öğrenmiştim. Yıllar sonra, 3 Mart 2005 tarihli
Milliyet gazetesinin “Mustafa Kemal’in askeri
Sokrat” başlıklı yazısında, Osmanlı vatandaşı gayrimüslimlerin de Çanakkale Savaşında
yaşamlarını yitirdiklerini ve on altı tanesinin
ismini ve detaylarını görünce, o teyzelerden
birinin dedikleri de doğrulanmış oluyordu.
Yazıda dikkatimi çeken kısımlardan biri şuydu;
“Osmanlı Teşkilatı Mahsusası’nın başında bulunan Eşref Kuşcubaşı der ki: Şu gerçeği
tarih önünde tekrarlamak isterim; Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde yaşayan
bütün Rumlar, Ermeniler, Yahudiler asla hain
değillerdir. Aralarında öz ve halis Türk kadar
bu topraklara bağlı, hatta bu topraklar için
seve seve ölecek insanlar çıkmıştır. En nazik ve
buhranlı günlerde birçok Ermeni ve Rum vatandaşlarımızdan, en vatanperver Türkleri gıpta
ettirecek yakınlık görmüşüzdür... Bu, ahlak sahibi kadirşinas insanlar bizlerle beraber gülmüş,
beraber ağlamışlardır. Malta sürgünleri içinde
Rumlar, Ermeniler, Yahudiler vardır.” Babam tarih ve edebiyatta meraklı olduğu için, yaşlı komşularımıza geçmişe ilişkin
bildiklerini sorardı. Onların anlattıklarını
hikâye gibi dinlerken, bazılarımız uyuyakalırdı. Anadolu analarının, bacılarının bu Cumhuriyetin kurulmasında evlatlarını, eşlerini,
kardeşlerini feda ederek, bin bir yokluğa katlandıklarına ilişkin birçok hikâye dinlediğim,
yakın tarihimize tanıklık edip acılarını kendileriyle bu dünyadan alıp göçen değerli teyzeleri her hatırlayışta, evimizdeki sobanın oluşturduğu sıcak, güçlü aile ve komşuluk bağlarının
büyüsüne yeniden kapılırım.
Aradan yıllar geçti. Günün birinde oturduğumuz apartmanı yıkıp, yerine kaloriferli bir
apartman yapmak isteyen müteahhitler kapılarımızı çalmaya başladı. Derken herkes evini
yavaş yavaş boşalttı ve o güzelim apartman
bir kalorifer uğruna, anlaşmaya uymayan
müteahhidin elinde heba oldu gitti. Eskisi ile
asla kıyaslanamayacak, hatta mumla aratacak
kadar estetikten uzak, küçücük odaları ve da-
racık balkonları olan ‘kaloriferli’ koca, garip
bir yapı eskisinin yerini almıştı. İşin üzücü
yanı, özellikle kış gecelerimizin vazgeçilmezlerinden olan teyzelerin üçü de yeni apartmana
taşınamadı. Biri vefat etti, biri Bursa’ya diğeri
ise İstanbul’a gitti. Sanki canlı bir tarih de o
apartmanın yıkıntıları arasında kaybolup gitmişti. Artık annem veya babam kömür kovasını geceden hazırlayıp sabah ezanıyla sobayı
yakmıyordu. Ben de en çok onların eziyetten
kurtulduklarına seviniyordum. Çünkü kışın
o soğuğunda, balkona yığılmış kömürleri sobada yanacak aşamaya getirmek zahmetli bir
işti. Kaloriferli evimizde artık herkes istediği
odada oturuyordu. Dolayısıyla bizleri hayata
hazırlayan ve bizleri birbirine sımsıkı bağlayan
görünmez paylaşımlar azalıyor ve aramızdaki
bağlar yavaş yavaş gevşiyordu. Oysa kazanılması kolay olmayan paylaşım duygusu, sobada patlatılan kestaneler ya da pestile sarılmış
cevizlerin pay edilmesiyle, farkında olmadan
bizlere usulca aşılanmıştı. Yiyip içtiklerimizi komşularımızla paylaşmamız da başka bir
mutluluktu. Ebeveynlerimizin aile, apartman,
mahalle, şehir ve ülke kavramları arasında iç
dünyamızda inşa ettiği bağlar, “Biz büyük bir
aileyiz, ülke gibi…” duygusunu farkında olmadan bizlere kazandırmıştı.
Kaloriferle, teknolojilerin günlük yaşamımızın vazgeçilmezleri arasına girmesiyle başlayan rahat yaşam yeni ivmeler kazandı. Ancak, daha mutlu olmamızı değil, daha hırslı
ve paylaşımdan uzak bir yaşama sürükledi bizleri. Genlerimize nakış gibi ilmek ilmek işlenen paylaşım duygularının, sevinçte ve tasada
birlik olan ailelerin, komşuların yerini, fertleri
ayrı oda ya da dünyalarda yaşayan paylaşımsız
yeni aile tipleri aldı. İşte şimdi eski evimizdeki sobanın sihrini çözmeye başlıyorum. Soba
üşümemek için bizleri bir arada tutan, farkında
olmadan paylaşımlarımızı arttıran ve geçmişimizi bizlerle buluşturup geleceğe taşıyan, bir
o kadar da aile bağlarımızı güçlendiren sihirli
bir araçmış. Arada bir kaloriferlerin vanalarını
kapatıp bir odaya soba kurmaya ne dersiniz?
Belki bizler de çocuklarımıza geçmişimizi ve
deneyimlerimizi aktarma şansı yakalarız. ■
100
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Yol arkadaşımız Vahap
Akbaş'ın hatırasına
MAHİR ADIBEŞ
Bahar mevsimi, saatler gece yarısını gösterirken
otobüsümüz Batman yol ayrımında durdu.
Vahap Akbaş, “Gelmişken anamı göreyim. İki
gün sonra Diyarbakır’da size katılırım.” dedi.
S
abahın ilk ışıklarıyla Ankara’ya indiğimizde, hava pırıl pırıldı, ılık bir rüzgâr
okşuyordu saçlarımızı. Kızılay’da hareketlilik var, insanlar sağlı sollu, aşağılı yukarılı aceleyle gidip geliyorlardı. Sümer Sokak’taki
Türkiye Yazarlar Birliği’nin binasına gittiğimde vakit henüz erkendi. Merdivenlerden döne
döne çıktım, tek kapı açıktı, içeri girdim. İçeri
girmeden önce gördüğüm biri yaşlı diğeri genç
iki kişi yolculukta lazım olacak kitap, bülten ve
afişleri hazırlıyorlardı. İçeride Şair Vahap Akbaş pencere kenarında oturmuş bir sandalyeye,
durgun görünüyordu. İçeride sıkıcı bir sessizlik
hâkimdi. Selam verdim sarıldık, sabah erkenden inmiş o da Ankara’ya. Benim de üzerime
gece yolculuğunun yorgunluğu çökmüş, dilim
damağım kurumuştu. Burada oturursak uyuyup kalmamak işten bile değildi. Vahap Bey ile
kısa bir hâl hatırdan sonra söz bitti; ne onda
konuşacak takat kalmıştı ne de bende. Uyuşukluğumuz açılsın diye çorba içmek için caddenin
karşısındaki lokantaya geçmeye karar verdik.
Yerleri temizleyen genç bir kızdan başkası
görünürlerde yoktu. Sümer Sokak’tan tek tük
gelip geçenler oluyordu. Bol kepçe kelle paça
çorbamızı getirip yeniden işe koyuldu genç kız.
101
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Aynı bayan bizi uğurlarken, “Çorbayı beğendiniz mi?” diye sordu. Vahap Beyden ses çıkmadı. “Aşçıya söyle bize un çorbasını kelle paça
diye yutturduğunu sanmasın!” dedim. Kız gülerek, “Söylerim efendim,” derken biz oradan
ayrıldık. Vahap ağabey, bu söz üzerine otobüse
kadar güldü…
Ankara’dan 6 Mayıs 2013 Pazartesi günü
yola çıktığımızda saat onu geçiyordu. Bir hafta önce Türkiye Yazarlar Birliği Genel Başkanı
İbrahim Ulvi Yavuz aramıştı. “Türkiye Yazarlar Birliği’nin kuruluşunun 35. Yılı dolayısıyla
‘Ankara’dan Siirt’e Kültür Kervanı’ adı altında
bir gezi yapacağız, uygunsan beraber gidelim.”
dedi. Bunun benim için de iyi bir fırsat olduğunu düşünüp İzmir’den yola çıktım. Vahap
Bey Çorlu’dan gelmişti.
Otobüsümüz bahar mevsiminde, bazen güneş sağanağında bazen de gecenin dalga dalga
üzerimize gelen karanlığında yol aldı. Kıvrım
kıvrım yollar arkamızda kaldı. Dağları aşarken
gece bizi üşüttü, gündüz güneşin sıcağıyla başımız yana düştü, kaç defa çise çise yağmura
tutulduk. Zaman geldi sessizlik çöktü otobü-
sümüzün içine, motor horlamasıyla kendimize
geldik…
Aksaray’da üniversiteye misafir olduk, öğle
vakti geçiyordu. Vahap Akbaş, her zamanki
ciddiyetiyle şiirini okudu, salonu dolduran insanlara. Yüz hatları durgun, yüzü gülmüyordu.
“Yüreklere taşınan dava tohumlar
Merhaba
Merhaba kapalı gözlerde açan
yediveren gül
İnanca ayarlı nabızlar
Kuş ve ezan sesleri
Ve duaya karasevdalı diller
Merhaba…”
Yola koyulduğumuzda ikindi olmuştu. Hasan Dağı’nın eteklerinden geçtik, Toroslarda
derin vadilere daldık. Sonraki durağımız bir
gün sonra Hatay oldu. Üniversitede hoş bir gün
geçirdik. Vahap ağabey kalabalık bir salonda,
“Dağları Özleyen Adamın Şiiri”ni okudu. Gözlerini büzmüş uzaklara bakıyor, sanki kalabalıkları görmüyordu. Bakışları yüksek dağların
102
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
yamaçlarında gezinir gibiydi.
“açmışım gözlerimi dağ / yürümüşüm dağ
sakın sorma bana neden sevdiğimi
gökte oynaşan yıldızları ve her biçimini ayın
pelit ağacını yağmuru karı
gök gürültüsünü ve kuzu melemelerini
ve fırtınayı bile
yalnızlığı ve korkuyu bile
neden sevdiğimi sorma anla
açmışım gözlerimi dağ / yürümüşüm dağ…”
Uzun yollar, şehirler, kasabalar, köyler geçtik; otobüsümüz bazen dağlara tırmandı bazen
de ovaları geçti, derken Gaziantep, Urfa’da geride kaldı. Mardin’de otele geç geldik ama uyku
tutmamıştı, dışarıda dolaştım hava serindi...
Otelimiz şehre bayağı uzaktı. Gelirken otobüste Vahap Akbaş “İnşirah” adlı şiir kitabını
imzalayıp bana vermişti. “Acıları İstif Etmişiz”
diyor Vahap Akbaş. Gece oturup onu okudum.
“Acısı büyük kentler gömdük içimize Ferhat
Ne susuz ne susuz kentler
İnce uzun kirli sokaklar gömdük
Loş odalarda sarhoş kahkahaları içerken
Fahişelerin gözbebekleri
Ne imreniyoruz bilsen
Ne imreniyoruz Ferhat / ölümüne Şirin’in…”
Vahap Akbaş’la kahvaltıdan sonra otobüste
yan yana oturup şiir ve hikâye üzerine sohbet
ettik. Yüzünde ince bir acının izleri vardı ama
sebebini söylemedi. “Bu sabah biraz başım ağrıyor.” dedi.
Yorgundun şair, o gece fark ettim…
Bahar mevsimi, saatler gece yarısını gösterirken otobüsümüz Batman yol ayrımında durdu. Vahap Akbaş, “Gelmişken anamı göreyim.
İki gün sonra Diyarbakır’da size katılırım.”
dedi. Anam dediğinde gözleri buğulanmıştı. O
sırada yan yana oturuyorduk. Anasının sağ olduğunu o zaman öğrendim. “Anaya bizden selam götür Vahap Bey.” dedim, gülümseyip başıyla selamı aldı. Bu yaşta anası varmış yolunu
bekleyen, “Ananın yaşı mı olur be hey adam?”
dedim kendi kendime biraz da içerledim. Galiba anamı çok özlemişim, kıskandım Şairi…
Bir zaman benim de başımı koyduğum bir diz,
saçımı okşayan bir el vardı….
Bizden bir şey saklıyordu, ısrar ettim,
söylemedi. “Yorgunum.” dedi, başka laf
çıkmadı ağzından. Dışarıda ince bir yağmur yağıyordu ama Vahap ağabey aldırmadı.
Otobüsten inerken bize doğru bir tebessüm
yolladı, yüzündeki acı izleri düzelmişti. Bahar
yağmuru onu usul usul ıslattı, dönüp bakmadı.
Yürüdü yol ayrımına doğru, karanlıkta zor fark
ediliyordu. “Çorlu’da küçük bir bahçem var.”
demişti, “boş kaldıkça orayla uğraşıyorum.”
Otobüsümüz Siirt’e doğru hızlandı. Şairi, gecenin karanlığı Batman yol ayrımında saklamıştı…
“Ananın ellerinden öp benim için…” diyerek başımı otobüsün camına yaslandım, bilmem duydu mu? Kimse beni görmesin istiyordum. Anam sağ iken yalnızlık nedir bilmemiştim, dağ gibi anam arkamda duruyordu, başım
hiç yere eğilmemişti…
Vahap Beyin dün bana imzalayıp hediye ettiği “İnşirah” adlı şiir kitabını rast gele açıyorum…
“Trenler miydi onlar / kara yılanlar gibi
Geçerlerdi çocukluğumuzun varoşlarından
Dumanlarını ve türkülerini savurarak
Firari arap atları mıydı yoksa
Masal dağlarından doğup hakikat çölüne süzülen…”
Otobüsümüz dağlara doğru başını alıp gitti. Derelerden tepelerden geçerek Siirt’e doğru
hızla ilerliyordu…
Yalnızım yatak odamda, yalnızlık içimde
depreşiyor, elimde Vahap ağabeyin benim için
imzaladığı şiir kitabı, bir o yana çeviriyorum
bir bu yana. İçimde bir sıkıntı var…
Haber geldi, Vahap Akbaş vefat etti!..
“Dağları Özleyen Adam” öldü, şiir öksüz
kaldı… Artık o küçük bahçeyle biraz da başkaları oyalansın şair…
Kitap elimden düştü…
Yalnızlık kurşun olup içime dökülüyor…
Merhuma Cenab-ı Allah’tan rahmet ve mağfiret, ailesine, yakınlarına ve bütün sevenlerine
sabır ve başsağlığı dilerim. Mekânı cennet olsun.■
103
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Soldan sağa: Şeref Akbaba, A. Vahap Akbaş, Hicabi Kırlangıç, Nurettin Durman, Özcan Ünlü, Mustafa Özçelik
Mavera'dan bir ses
ŞEREF AKBABA
Ş
ikâyetim var.
Bir vefat haberi dolayısıyla, sanal
âlemde yakaladığı bir özgeçmişi haber yapıp servis eden ajanstan, bu haber ajansının haberini incelemeden aktaran ajanslardan.
İnsan bir sağına- soluna bakar.
Bir vefat haberi yapıyorsunuz, yıllar önceki bir özgeçmişi kopyalayıp yapıştıracağınıza, son yıllarda neler yapmış, hangi dergilerde
yazmış, hangi kitabı yayınlamış bir sorgulayın.
A. Vahap Akbaş ağabey vefat edince, haberini
geçenler aynı hatayı yaptılar.
Son dönem yazdığı dergiler yok, son kitapları da.
On beş yıl önceye çektiler ölümü.
Ay Vakti diye bir dergi var, vefa sayısı hazırlamış, son iki şiirini yayınlamış. Öncesinde
hep A. Vahap Akbaş’la beraber olmuş, ama sanal âlemdeki özgeçmişe dâhil olamamış.
Hasbilik elbette bir değerdir.
Ama göz boyamak da ne haber, ne de haberciliktir.
Rahmetli Alaeddin Özdenören ağabeyimizle vefatından iki yıl önce, Ay Vakti ilk sayısından itibaren beraber olduk. Hastaneden
arayıp, faksla gönderdiği yazıyı dergiye almış,
faksı da saklamıştık. Vefatı münasebetiyle bu
sanal haberciler, onu da aynı minval üzere haber yaptılar.
104
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Birlikte geçirdiğimiz zamanların ayrıntısına
girmeyeceğim, ama hasta iken bağ evinde bir
ziyaretimiz var ki, Recep Garip o günü neden kayda
almadık diye hep hayıflanır. Biz sormuştuk, yol açmıştık
o da uzun uzadıya anlatmıştı.
Geçtik.
Rahmetli Bahattin Yıldız ağabeyle beraberliğimiz Erzurum’dan. On iki Eylül’de yurt
dışına ve Afganistan’a gitmiş, cephede hem
savaşmış, hem de Abdulhamit Muhaciri adıyla Mavera’da günlükler, hikâyeler yayınlamıştı.
Hasretle bekler ve okurduk yazdıklarını.
İstanbul’da, yıllar sonra Kadıköy İmam-Hatip Lisesi’nin bahçesinde karşılaştık. Kucaklaştık ve Üsküdar’a, Ay Vakti’ne gittik. Uzun
uzadıya sohbet edip hasret giderdik. “Bu kültür
ocağı küçük mekânlar çok, çok önemlidir. Devam
inşallah, zorlansak da terk etmek yok ” demişti.
Ve yazılar gönderdi, yayınladık.
Şehit olduğu haberi şehadet eri için bir
muştuydu. Ajansların haber yaparken, yazdığı dergiler ve özgeçmişi yine kopyala- yapıştır
usulü. Ay Vakti dâhil, birileri yok sayılmıştı.
Bu yok saymalar art niyetten değil; hazırcılık, araştırmamak, haberin hızına yetişememekten. Atladıklarımız değil, anlattıklarımız
yeterli, der gibi bir hal.
Düzelir mi, bilemem.
***
Çorlu’ya,
A.Vahap Akbaş’ın cenazesine, değerli dostlarım Recep Garip ve Nurettin Durman’la birlikte katıldık. Çorlu Devlet
Hastanesi yöneticisi Dr. Ali Cengiz Kalkan “
Vefatından önceki bir zaman diliminde uzun
uzadıya konuştuk. Ay Vakti Dergisi’nin kendisi için bir dosya hazırladığını, bundan ötürü
hem mesrur, hem müteşekkir olduğunu ” anlattı
bize. Hanımı hem ağlıyor, hem taziyeleri kabul ediyordu. Şahsımı görünce, “dergi getirdiniz mi” diye sordu. Getirdik diye mukabelede
bulundum. Arabadan indiğimizde üçümüzün
de ortak kanaati, dua, namaz ve dua. Öyle de
oldu. “Olmasın son nefeste çelengim top arabam/
Alıp götürsün beni tam dört inanmış adam” der
ya Üstat Necip Fazıl. Dört değil, yüzler, bazen
binler. İnanmış adamlar işte. Onlar menziline
uğurlar mevtayı ve burada da öyle oldu. Cenaze namazı kılındıktan ve helallik alındıktan
sonra Çorlu çıkışında bir dinlenme tesisinde
bir araya gelindi. Nurullah Genç’de katılmıştı
cenazeye ve sonraki sayıya bir şiir vereceğini
söyledi, A. Vahap abiyle alakalı. Recep Garip
ve Nurettin Durman geçmişe yolculuk yaparak
anılarından, birlikte geçirdikleri kimi zamanlardan, hatıralardan bahsettiler.
Orada da dualar yapıldı, Fatihalarla memleketi Batman’a yolcu ettik. Batman’a kadar giderek cenazeye katılan Dr. Cengiz kardeşimiz
dönüşünde, orada çocukluk arkadaşları dâhil,
herkesin iyi insan, muvahhit, mümin olduğuna dair hüsnü şehadette bulunduklarından bize
bahsetti.
Aynı şehadette biz de bulunmuştuk.
O’nu Mavera Dergisi’nden tanımıştım.
Ay Vakti Dergisi yayına başladığı günden
vefatına kadar, beraberliğimiz sürdü ve bizi
hiçbir zaman yalnız bırakmadı.
Başta şiiri olmak üzere, diğer edebi türlerde
vermiş olduğu eserleri ile edebiyatımızın güçlü
isimlerinden biri oldu.
Birlikte geçirdiğimiz zamanların ayrıntısına
girmeyeceğim, ama hasta iken bağ evinde bir
ziyaretimiz var ki, Recep Garip o günü neden
kayda almadık diye hep hayıflanır. Biz sormuştuk, yol açmıştık o da uzun uzadıya anlatmıştı.
Bir değerimizi daha ahirete uğurlamıştık.
Bizim için bir ağabey, bir örnek insan ve
işaret taşı olarak hep yaşayacaktır.
Mekânı cennet olsun. ■
105
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Abdullah Cevdet - Dilmestî-i Mevlânâ*
ÖMER FARUK KARATAŞ**
M
ateryalizmin Türk
düşünce hayatına
girmesinde etkin
rol oynayan Abdullah Cevdet
(1869-1932), asıl mesleği olan
hekimliğin yanı sıra, şair, sosyolog, fikir adamı ve siyasetçi
kimlikleriyle
tanınmaktadır.
Mekteb-i Tıbbiye’de eğitim görürken, söz konusu okulda hüküm süren biyolojik materyalist eğilimin tesiri altında kalan
Abdullah Cevdet, dinî hassasiyetleri yüksek bir
aileden geldiğini belirtmesine, hatta arkadaşları
arasında dinî vecibelerini yerine getiren biri olarak tanınmasına rağmen, kısa sürede okuduğu
okulun biyolojik materyalizm anlayışını benimsemiştir.[1] Bu doğrultuda Ludwig Büchner, Felix Isnard, Karl Vogt, Ernest Haeckel, Spencer,
1. M. Şükrü Hanioğlu, “Abdullah Cevdet”, TDV İslâm
Ansiklopedisi, C. 1, İstanbul 1988, s. 90.
* Abdullah Cevdet, Dilmestî-i Mevlânâ, (Haz. Erdoğan Erbay,
Nimet Yıldırım, Ali Utku), Çizgi Kitabevi, Konya 2014.
** Arş. Gör., Atatürk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili
ve Edebiyatı Bölümü. El-mek: [email protected]
Cabanis ve Moleschot gibi Batılı
materyalist düşünürleri incelemek ve onlardan halkın anlayabileceği dilde çeviriler yapmakla
kalmamış, gerçekten var olanın
madde olduğunu, evrenin yaratılmadığını ve hiçbir zaman yok
olmayacağını ileri sürmüştür.
Dolayısıyla Abdullah Cevdet’in
materyalist görüşlerinin merkezinde, maddeden bağımsız bir
ruh tözünün mevcut olmadığı
anlayışı yer almaktadır. Zira ruh, akıl, tefekkür,
duygu, idrak ve irade türünden kavramların hiçbir şekilde hakiki eşyanın zati cevherlerini ifade
etmediğini düşünen Abdullah Cevdet’e göre,
bahsi geçen kavramlar, yalnızca hayat sahibi
cevherin melekelerini, vazifelerini, özelliklerini
yahut maddi hakikatin hususi olayları üzerine
kurulmuş neticelerini bildirmektedir.[2]
Felsefi açıdan, İslam filozoflarıyla biyolojik
materyalist filozofların düşüncelerini bağdaştırmaya gayret gösteren Abdullah Cevdet, Mekteb-i
2. Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma
Yayıncılık, İstanbul 2013, s. 2.
106
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Tıbbiye’de eğitim gördüğü esnada siyasetle de
ilgilenmeye başlamış, tıbbiyeden bazı arkadaşlarıyla birlikte, sonraki dönemlerde İttihad ve
Terakki Cemiyeti adıyla anılacak olan İttihad-ı
Osmanî Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer
almıştır. Okul yıllarında dâhil olduğu siyasi hareketler nedeniyle birkaç kez tutuklanıp serbest
bırakılan Abdullah Cevdet’in saray ve yönetim
aleyhindeki siyasi faaliyetleri mezun olduktan
sonra da devam ettiğinden, önce Trablusgarp’a
sürgün edilmiştir. Hakkında yapılan ihbarlar
sonucu sürgün cezası Fizan’a çevrileceği esnada Tunus’a kaçıp, oradan Avrupa’ya geçerek,
Avrupa’da etkinlik gösteren Jön Türk hareketine
katılmıştır. İlk sayısı 1 Eylül 1904 tarihini taşıyan
İçtihad dergisini Cenevre’de yayımlamaya başlayan Abdullah Cevdet, kimi zaman kapatılmış
olsa da, ömrünün sonuna kadar siyasi fikirlerini,
telif ve tercüme eserlerini bu dergi aracılığıyla
okurlarına ulaştırmıştır. İlk sayısından itibaren
toplumsal hayatın yeniden düzenlenmesini ve
asriliği amaçlayan derginin, Cumhuriyet yıllarına denk gelen dönemlerinde ise, başta alfabe
değişikliği olmak üzere, yeni rejimin beraberinde
getirdiği ilke ve inkılaplar büyük bir memnuniyetle desteklenmiştir.[3]
Siyaset ve fikir adamı yönüyle tanındığından,
şairliği kısmen geri planda kalan Abdullah Cevdet, okul yıllarında şiir yazmaya başlayarak, felsefi düşüncelerini de mısralarına yansıttığı Hiç,
Tuluat, Ramazan Bahçesi, Türbe-i Masumiyet,
Masumiyet, Kahriyat, Karlıdağdan Ses ve Düşünen Musiki başlıklarını taşıyan çeşitli şiir kitapları kaleme almıştır.[4] Felsefeyi insanlığın dimağı,
edebiyatı ise, insanlığın kalbi olarak değerlendiren Abdullah Cevdet’e göre, kalpsiz bir vücutta
dimağ, dimağsız bir vücutta da kalp ancak ölmüş vaziyette bulunabilir.[5] Edebiyat ile felsefe
arasında sıkı bir bağ bulunduğunu düşünen Abdullah Cevdet, edebî dehalarının yanı sıra, felsefi
3. Mustafa Gündüz, “Mustafa Kemal ve Erken
Cumhuriyet Dönemi Eğitim ve Kültür Hayatında
Abdullah Cevdet’in Etkileri” Turkish Studies Volume 5/1
Winter 2010, s. 1072.
4. Murat Yalçın (Ed.), Tanzimat’tan Bugüne
Edebiyatçılar Ansiklopedisi, C. 1, Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul 2010, s. 6.
5. Abdullah Cevdet, Dilmestî-i Mevlânâ, s. 8.
yönleri de son derece gelişmiş olan Schiller, Goethe, Shakespeare, Byron, Guyau, Mütenebbî,
Ömer Hayyam, Mevlânâ, Gazâlî ve Orfî gibi
sayısı daha da çoğaltılabilecek, Doğulu ve Batılı
isimlerden çeviriler ve derlemeler yapmayı görev
edinmiştir. Zira, Abdullah Cevdet’in Dilmestî-i
Mevlânâ başlıklı derlemesi de bu türden bir gayretin sonucudur.
Abdullah Cevdet’i Mevlânâ’nın Gönül Sarhoşluğu ifadesiyle de anılabilecek Dilmestî-i
Mevlânâ adlı derlemeyi hazırlamaya sevk eden
görünür sebep, Celâl Nuri Bey tarafından, Hz.
Muhammed’in üstün vasıflarını vurgulamak
amacıyla İçtihad’ın 82. sayısında yayımlanan
Zât-ı Hazret-i Muhammed: Hazret-i Peygamberin
Dehâsı başlıklı makaledir. Celâl Nuri Bey’in bahsi geçen makalede, Hz. Peygamber ile Mevlânâ
arasında bir kıyas yaparak, Mevlânâ açısından
“bî-çâre Celâleddin-i Rûmî” gibi ifadeler kullanmasını doğru bulmayan Abdullah Cevdet,
hayranlık duyduğu Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî
Hazretleri’ne fikrî bir ibadet ve tâat arz etmek
üzere söz konusu derlemeyi hazırlama ihtiyacı
duymuştur.[6]
Öncelikle, Celâl Nuri Bey’e cevap verebilmek
için, İçtihad’ın 84. sayısında Dilmestî-i Mevlânâ
başlıklı bir makale kaleme alan Abdullah Cevdet,
Hz. Peygamber’i yüceltmek için Mevlânâ’nın alçaltılmaması gerektiğini veya Hz. Peygamber’in
üstünlüğünün daha güzel bir yolla belirtilmesi
gerektiğini vurgulamıştır. Ayrıca, bir deha olarak gördüğü Mevlânâ’nın anlaşılamadığından
şikâyet etmekle kalmamış, makalesiyle aynı adı
taşıyan bir seçki hazırlayıp, Mevlânâ’ya ait bazı
şiirleri tercüme ederek, ruhlara ilâhi bir şarap
gibi sunacağını dile getirir. “Bu şiirlerin başlığını
Dilmestî-i Mevlânâ koydum. Onun yüksek felsefi
ve ilmi bilgilerinden bugün bahsedecek değilim, o
işi daha geniş ve daha tahammüllü bir zaman ve
mekânın gelişine ve erişine bağlamaya mecburum:
866 sene önce Konya’da batan bu zekâ güneşinin
mezarın ötesinden gelen ışınlarına tahammül edecek gözler halen bile azdır.”[7]
Abdullah Cevdet’in Dilmestî-i Mevlânâ başlıklı makalesini İçtihad’ın 87. sayısında yayımla6. Abdullah Cevdet, Dilmestî-i Mevlânâ, s. 82.
7. Abdullah Cevdet, Dilmestî-i Mevlânâ, s. 127.
107
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
dığı Gazâlî’de Marifetullah ve bir sonraki sayıda
yayımladığı Gazeliyyât-ı Gazâlî takip etmiştir.
Dilmestî-i Mevlânâ’yı tertip ederken adı geçen iki
metne çeşitli eklemelerde bulunarak, esere dâhil
eden Abdullah Cevdet, derleme çalışmasının devamında Rubâiyyât-ı Gazâlî ve Orfî Dîvânı’ndan
seçtiği şiirleri ihtiva eden Orfî’de Şi’r ve İrfân
başlıklarına yer verir. Abdullah Cevdet, Hüseyin Dâniş Bey’le birlikte Orfî Dîvânı’ndan geniş bir seçki hazırlamaya karar vermişse de bahsi
geçen düşüncesini gerçekleştirememiş, ancak
bu uğurda seçip ayırdığı şiirlerden berceste bazı
mısra ve beyitleri tercüme etmeksizin Dilmestî-i
Mevlânâ’nın sonuna eklemiştir. Böylelikle,
Dilmestî-i Mevlânâ’yı yayına hazır hâle getiren
Abdullah Cevdet, eserin baş kısmında okurlarına
seslenmek ve çalışmanın amacını belirtmek üzere Kâri’lerime başlıklı ilk bölümde “bu rahmâni
nağmeler, bu ilâhi güzellikler, azgın ve ifrit bir körlük ve düşmanlığın hüküm sürdüğü yakın ve garip
şarkın kötü talihinde birkaç mustarip güzide ruha
dinlendirici ve kendinden geçirici birkaç dakika
yaşatmaya gidiyor” ifadelerini kullanmıştır.[8] Ayrıca Kâri’lerime kısmının hemen ardından, Veled
Çelebi’nin Abdullah Cevdet’in Mevlânâ’ya dair
düşüncelerini takdir eden ve Mevlânâ hakkında sarf edilen olumsuz bazı ifadeleri kınayan 9
Ağustos 1333 tarihli mektubuna yer verilen eser,
ilk kez 1921 yılında Orhâniyye Matbaası’nda basılmıştır.
Abdullah Cevdet’i bu türden bir gayrete sevk
eden derin sebep ise, materyalist bir İslâm anlayışı geliştirmeye çalışmasıdır. Prof. Dr. M.
Şükrü HANİOĞLU’nun Abdullah Cevdet’in
planladığı büyük bir proje olarak değerlendirdiği
Dilmestî-i Mevlânâ, din ile bilimi, modernlik ile
İslamiyet’i, materyalizm ile inancı bağdaştırma
çabalarının bir ürünüdür. Dolayısıyla Mevlânâ,
Gazâlî, Orfî gibi isimler Abdullah Cevdet açısından sadece büyük edebî eserler ortaya koymuş
düşünürler değil, aynı zamanda materyalizme
dayalı yeni bir inanç sisteminin inşasında kullanılabilecek yapı taşlarıdır. “Bu proje çerçevesinde değerlendirdiğimizde Dilmestî-i Mevlânâ,
Gazâlî’de Marifetullah, Rubâiyyât-ı Gazâlî,
Orfî’de Şi’r ve İrfân materyalizm ile uyumlu, felsefi
bir dindarlığa dayanan ‘sevgi dini’ ne giden yolun
döşenmesindeki önemli taşlardan birisi idi.”[9]
Abdullah Cevdet’in Dilmestî-i Mevlânâ
adlı eseri, 2014 yılı Aralık ayı itibarıyla Çizgi
Kitabevi’nin Osmanlı Felsefe Çalışmaları dizisi arasındaki yerini almıştır. Prof. Dr. Erdoğan
ERBAY, Prof. Dr. Nimet YILDIRIM ve Doç.
Dr. Ali UTKU tarafından yeni harflere aktarılan eser, özverili bir çalışma sonucunda okurlara
sunulmuştur. Adı geçen araştırmacıların kaleme
aldıkları Dilmestî-i Mevlânâ Üzerine başlığını taşıyan bir sunuş yazısının ardından, Prof. Dr. M.
Şükrü HANİOĞLU’nun Bir Mu’tekid Kâfir’in
Büyük Projesi ve Dilmestî-i Mevlânâ başlıklı makalesinin yer aldığı çalışmanın ikinci kısmında,
metnin aslına sadık kalınarak sadeleştirilmiş metin bulunmaktadır. Ayrıca Abdullah Cevdet’in
Farsça orijinaliyle yer verdiği Orfi’ye ait şiirlerin
tercümeleri de çalışmanın sadeleştirme bölümünde sunulmuştur. Çalışmanın Ekler kısmında ise, Dilmestî-i Mevlânâ adlı eserin aslından
seçilmiş bazı görseller yer almaktadır. Edebiyat
ve Felsefe araştırmalarına kaynaklık edecek bu
eser, titiz bir çalışmanın ardından okurların ve
araştırmacıların dikkatine sunulma imkânı bulmuştur.■
KAYNAKÇA
Abdullah Cevdet, Dilmestî-i Mevlânâ, (Haz. Erdoğan
Erbay, Nimet Yıldırım, Ali Utku), Çizgi Kitabevi, Konya
2014.
CEVİZCİ, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayıncılık, İstanbul 2013.
GÜNDÜZ, Mustafa, “Mustafa Kemal ve Erken Cumhuriyet Dönemi Eğitim ve Kültür Hayatında Abdullah Cevdet’in
Etkileri” Turkish Studies Volume 5/1 Winter 2010, ss.
1067-1088.
HANİOĞLU, M. Şükrü, “Abdullah Cevdet”, TDV
İslâm Ansiklopedisi, C. 1, İstanbul 1988, ss. 90-93.
YALÇIN, Murat (Ed.), Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, C. 1, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul
2010.
9. Abdullah Cevdet, Dilmestî-i Mevlânâ, s. 17.
8. Abdullah Cevdet, Dilmestî-i Mevlânâ, s. 117.
108
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Bir edebiyat yolculuğu
GIYASETTİN DAĞ
Zaman zaman
salona bakıyorum
bu uzun edebiyat
programından
sıkılan ve ayrılan
var mı diye, ancak
salondaki ilgi
program sonuna
kadar aynı şekilde
devam ediyor.
Konuklar pür dikkat.
A
hmet Faruk Güler Hoca evvelinden
kararlaştırdığımız saatte arabasıyla
beni almak üzere iş yerimin yakınında bekliyor. İnönü Üniversitesi Kültür Sanat
Topluluğu’nun gerçekleştireceği “Hatırlar da
İncelir İnsan” üst başlıklı “Nazım Payam’ın Şiiri Üzerine Konuşmalar” programına katılmak
üzere hareket ediyoruz. Sonra aracımıza şairimiz
Nazım Payam ve Necati Kanter de dâhil oluyor.
Edebiyat Fakültesinin davetlisi olarak programa
birlikte iştirak edeceğiz.
Yol boyunca muhabbetimizin ana ekseni edebiyat, edebiyat okurluğu ve yazmak. Arabada
üç edebiyatçı olunca doğal sonuç bu olsa gerek.
Nazım Hoca’nın kendisi adına düzenlenen programdan ve gösterilen vefadan memnun olduğu109
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
nu heyecanından ve cümleleri arasında parıldayan mutluluk ifadelerinden anlıyorum. Necati
Hoca’daysa farklı bir heyecan var; hikâyelerinden
oluşan yeni kitabı İstanbul’da bir yayınevinde basılmayı bekliyor.
Bilenler bilir! İlk çocuğunu kucağına almayı
bekleyen babaların heyecanı…
Aslında bu iki isim, Bizim Külliye dergisini
bir çınar gibi büyütüp kök salmaya, dallarını
ülkedeki edebiyat mahfillerine uzatmaya adamış. Nazım Hoca öğretmenliğini, Kanter Hoca
ise akademisyenliğini bıraktı. Erken yaşta Bizim
Külliye için emekli oldular. Böylesi bir aşkı tasavvur edemeyecek insanların onları anlayacağını
sanmıyorum. Her ikisini dinledikçe eksikliğimizi
görüyorum.
Cuma namazı yaklaşırken İnönü Üniversitesinin kapısından içeri giriyoruz. Yıllarca Elazığ
yolculuklarında yanından geçip gittiğimiz bu
güzel eğitim kurumunun kapısından ilk defa
geçiyorum. Geniş, güzel ve planlı yapılaşmayla değerlendirilmiş, estetik heykeller ve sanatsal
figürler bir başka güzel görünüm katmış yerleşkeye. Ahmet Faruk Hoca’dan kısa kısa bilgiler
alıyoruz üniversitenin durumu hakkında. Hızla
büyüyor İnönü Üniversitesi, tıpkı Malatya gibi.
İlim, sanat ve sermaye birleşince neler olmaz ki…
Üniversitede bizleri Taner Tatar, Taner Namlı
ve Süleyman Çaldak Hocalarla beraber çok sayıda genç akademisyen ve öğrenci karşılıyor. Her-
kes heyecanlı… Göz ucuyla Nazım Hoca’yı süzüyorlar.
Çaldak Hoca başta olmak üzere akademisyenlerin bir kısmı uzun yıllar öğretmenlik yapan
Kanter Hoca’nın talebesi çıkıyor. Sohbet eskilere dair. Kanter Hoca’nın millî eğitim günlerine
gidiliyor. Külliye’nin, burada bu kadar iyi tanınması, elbette Payam ve Kanter Hocaların dergiye
emekleri sayesinde.
Cuma namazı için İlahiyat Fakültesi Camisine gidiyoruz. Şadırvanlı bu güzel caminin girişinde kürsüde konuşan hatibin ağzı tanıdık geliyor.
Konuşanın da artık bir Malatya sakini olan Dekan Yardımcısı Elazığlı Prof. Dr. Fikret Karaman
olduğunu görüyoruz.
Namazdan sonra programın yapılacağı salona
geçiyoruz. Salonun dolu dolu olması dikkatimi
çekiyor. Öğrencilerin bir kısmı merdivenlere
oturmuş. Bir edebiyat programına olan bu ilgi
insanı mutlu ediyor. Mutluluk, Nazım Hoca’nın
da yüzündeki yerini alıyor.
Program, şiirlerinden örneklerin okunması ve
hayatını anlatan bir sunumla başlıyor. Hazırlama
ekibi itinalı, işinin erbabı imiş. Sunumun güzel
fotoğraflarına iyi bir melodi de eşlik ediyor.
Bense bir yandan programı izliyor, öte
yandan teknolojinin nimetlerinden istifade ederek İPAD’le resim ve görüntü almaya gayret
ediyorum. Gayem bu güzelliği kamuoyuna duyurmak. Uzun yıllardır bu işlerle meşgulüm. Çok
110
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
zaman işimi iyi yapayım, iyi kare yakalayayım derken anlatılanlara tam odaklanamıyorum. Ama olsun, bu programdan kamuoyunu haberdar etmek benim
görevim. Belki Fırat Üniversitesi Edebiyat
Fakültesindeki akademisyenlerin de aklına
böylesi düzenleme getiririm.
Bu bir vefa örneği ve şairimiz Nazım Payam, Elazığlı.
Program Dr. Bahtiyar Aslan’ın başkanlığında Doç. Dr. Taner Tatar, Dr. Taner Namlı
ve Dr. A. Faruk Güler’in konuşmalarıyla sürüyor. Konuşmalar Payam’ın şiirlerine, sanatçı
kişiliğine, kullandığı dil ve üsluba, beslenme
kaynaklarına ilişkin…
Zaman zaman salona bakıyorum bu uzun
edebiyat programından sıkılan ve ayrılan var mı
diye, ancak salondaki ilgi program sonuna kadar
aynı şekilde devam ediyor. Konuklar pür dikkat.
Programın sonunda Nazım Hoca kitaplarını
imzalamaya başlıyor, ilgi hakikaten takdire şayan.
İmza kuyruğu uzadıkça uzuyor. Bir yazar için en
mutlu an sanırım bu an. Emeğe saygı mutlu ediyor hepimizi. Uzun dakikalar boyunca devam ediyor
imza ve resim çekme, çektirme faslı. Ben bu anın altın kareleri peşindeyim.
Tarihe bir kayıt düşme adına. ■
111
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 5
Türksav 19. Uluslararası
Türk Dünyasına Hizmet Ödülleri açıklandı
Türk Dünyası Yazarlar ve Sanatçılar Vakfı
(TÜRKSAV) kuruluşundan bu yana her yıl düzenlediği “Türk Dünyasına Hizmet Ödülleri”ne
bu yıl dergimiz Bizim Külliye de dâhil ederek 9
ülkeden 16 kişi, kurum ve kuruluşa verdi.
AZERBAYCAN
-AZ TV - Azerbaycan Televizyonu
(Azerbaycan’da Türk dünyası kamuoyunun
oluşması doğrultusundaki yayınları)
GAGAUZ YERİ (MOLDOVA)
-Todur ZANET - Gagauz şair, yazar, yayıncı.
(Türkçe yayınını aksatmadan sürdüren Ana
Söz gazetesinin hizmetleri)
KAZAKİSTAN
-Türk Akademisi - Başkan Darhan Kıdırali,
Prof. Dr.
(Türk Keneşinin Türk dünyasının bilimdeki
ortaklığı hedefi yönündeki çalışmaları)
KIRGIZİSTAN
-İbrahim CUNUSOV - Kırgızistan’ın Türkiye
Büyükelçisi
(Türkiye Kırgızistan ilişkilerinde sanata yönelik çalışmaları)
KOSOVA
-Mahir YAĞCILAR - Kosova Kalkınma Bakanı
(Kosova Türklerinin haklarını korumadaki başarıları)
KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ
-Hüseyin GÖKÇEKUŞ, Prof. Dr. - Yükseköğretim Planlama, Denetleme, Akreditasyon ve
Koordinasyon Kurulu (YÖDAK) Başkanı
(Türk dünyası yükseköğretim gençliğine gösterdiği ilgi)
MACARİSTAN
-Macar Turan Vakfı
(Turan kavramı etrafında kadim Türk kültürüne hizmetleri)
ÖZBEKİSTAN
-Lekim İBRAGİMOV – Ressam
(Resim sanatındaki başarıları)
TÜRKİYE
-Aygün ATTAR, Prof. Dr. - Giresun Üniversitesi Rektörü
(Türk dünyasında birlik idealine getirdiği tarih
tezleri)
-Bizim Külliye Dergisi –
(Güncel edebiyat ürünlerinin oluşmasına hizmetleri)
-Cüneyt ARKIN -Aktör
(Filmlerinde Türklük duygusu ve bilincinin
gelişmesine katkıda bulunması)
-Hazar Strateji Enstitüsü
(Strateji çalışmalarında Ermeni diyasporasına
karşı yürüttüğü çalışmalar)
-Kenan YAVUZ - Azerbaycan Cumhuriyeti
Devlet Petrol Şirketi (SOCAR) Türkiye Başkanı
(Türkiye Azerbaycan enerji politikası ve ekonomi ortaklığına hizmetleri)
-Mehmet Cahit TURHAN, Türk Dünyası
Mühendisler ve Mimarlar Birliği Başkanı.
(Türk Dünyası Mühendisler ve Mimarlar Birliğinin Türk dünyası ile ilgili faaliyetlerine öncülük
etmesi)
-TRT AVAZ Televizyonu
(Türk dünyasına yönelik geniş yelpazeli yayınları)
-Yılmaz BATIBAY, Çevirmen
(Ermenilerin Türkiye’yi karalama propagandalarını boşa çıkaran çevirileriyle)
112
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 5

Benzer belgeler