The Citadel of Aleppo

Transkript

The Citadel of Aleppo
Publication Data:
Memoğlu-Süleymanoğlu, Hayriye, ‘Edebiyatımızda Balkan Türklerinin
Türkiye’ye Göçleri’, EJOS, VII (2004), No. 4, 1-53.
ISSN 0928-6802
© Copyright 2004 Hayriye Memoğlu-Süleymanoğlu.
All rights reserved. No part of this publication may be reproduced, translated,
stored in a retrieval system, or transmitted in any form or by any means,
electronic, mechanical, photocopying, recording or otherwise, without the
prior written permission of the author.
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN
TÜRKİYE’YE GÖÇLERİ
Hayriye Memoğlu-Süleymanoğlu
I. Balkanlar′dan göçler ve sözlü halk
edebiyatımız
Balkan Türklerinin hayatında göçün özel bir yeri vardır. Yurtlarını
bırakmak zorunda kalan insanlarımızın Türkiye’ye gelişlerinin acı hikâyesidir.
Tarihte göçler konusunu araştıranlar, göçleri içe dönük ve dışa dönük
göçler olarak başlıca ikiye ayırmaktadırlar. Osmanlı İmparatorluğunda her iki
göç türüne de rastlanmaktadır. Osmanlının yükselme yüzyıllarında görülen
gelişmeler ve Anadolu’dan Rumeli’ye doğru gerçekleştirilen yerleştirme
politikası, sonraları XVII. ve XVIII. yüzyıllardaki uzun savaşlar ve iç
karışıklıklar sonucunda imparatorluğun eski gücünü kaybederek genişleme
durumundan gerileme durumuna geçmesiyle dışa dönük biçimde olan
yerleştirme politikası içe dönük bir görünüş kazanmıştır ki bu şekilde savaş
sonu anlaşmalarla birçok toprak kayıplarına uğrayan imparatorluk özellikle
XIX. yüzyılda göç problemiyle karşı karşıya kalmıştır.1
Türkiye’ye içe dönük ilk göç akınları Osmanlı Devletine komşu olan
devletlerin fütuhat emellerinden doğan savaşlarla başlamıştır.2 Ortaya çıkan içe
dönük büyük göçleri bazı araştırmacılar başlıca şu dönemlere ayırmaktadırlar:
1. İlk dönem göçleri, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı öncesi yapılan göçler
2. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşının sebep olduğu göçler
3. 1912-13 Balkan Savaşlarını izleyen göçler
4. Cumhuriyet dönemi göçleri
1. İlk dönem göçleri, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı öncesi yapılan göçler
İçe dönük ilk dönem göçleri, Osmanlı Devletinin Avrupa kanadını
oluşturan topraklarından çekilmeye başlamasıyla ilişkilidir. Viyana Seferinin
1
Adnan Sofuoğlu, ‘Osmanlı Devletinde Ortaya Çıkan Göç Problemleri ve Türk Göçlerinin Bir
Safhası’, Türk Kültürü, 383, 1995, sf. 168.
2
Cevat Eren, Türkiye'de Göç ve Göçmen Meseleleri, İstanbul 1966, sf. 297.
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
başarısızlıkla sonuçlanması (1683), Budapeşte’nin Avusturyalıların eline
geçmesi (1686), Karlofça Antlaşmasının imzalanması (1699) Osmanlı
Devletinin aleyhine gelişen önemli tarihi olaylardır. Bu tarihi gelişmeler
Balkan Türkleri arasında yankılar uyandırmış ve sözlü halk edebiyatında da
derin izler bırakmıştır. Budin’in elden gitmesini halkımız şöyle
ölümsüzleştirmiştir:
Ötme bülbül ötme, yaz bahar oldu
Bülbülün figanı bağrımı deldi
Gül alıp satmanın zamanı geldi
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i
Çeşmelerde abdest alınmaz oldu
Camilerde namaz kılınmaz oldu
Mamur olan yerler hep harab oldu
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i
Kıble tarafından üç top atıldı
Perşembe günüydü güneş tutuldu
Cuma günüydü Budin alındı
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i3
Osmanlı-Rus savaşlarında da Osmanlı Devletinin giderek başarısız
olması, yüz binlerce Türkün felaketine, yer değiştirmesine sebep olmuştur.
1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasından sonra da Rusların ele geçirdiği
bölgelerden, Kırım gibi yerlerden, burada yaşayan Türkler Osmanlı Devletinin
sınırları içine göç etmek zorunda kalmışlardır. Kırım Savaşından (1853-56)
Osmanlı Devletinin zaferle çıkmış sayılmasına rağmen bir yarar
sağlanamamıştır. Türklere, Müslümanlara Ruslar tarafından şiddet ve baskı
siyaseti devam etmiştir:
Seba(h) seba(h) ben Kırım’a bakarım
Bakarım da kanlı yaşlar dökerim
Hem hasretlik hem gurbetlik‚ çekerim
Aman Padişahım, yesir kaldım bilesin
Din İslamdan yok mu gayret alasın
Benim adım Emine’dir Emine
Altın kuşak kuşanırım belime
Şimdi düştüm bir kafirin eline
Aman Padişahım,yesir kaldım bilesin
Din İslamdan yok mu gayret alasın
Akşam olur teni değer tenime
3
Ígnács Kúnos, Türk Halk Edebiyatı, Ankara 2001, sf. 22-23.
2
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
Seba(h) olur teklif eder dinine
Ölürüm kafir dönmem senin dinine
Aman Padişahım, yesir kaldım bilesin
Din İslamdan yok mu gayret alasın
Pazar gelir kiliseye götürür
Götürür de en baş putları öptürür
Günü gelir (h)orosunu teptirir
Aman Padişahım, yesir kaldım bilesin
Din İslamdan yok mu gayret alasın4
Kırım Türklerinin Dobruca’ya ve imparatorluğun başka bölgelerine
göçlerini halk zekası şöyle dile getirmiştir:
Gideceğiz buradan davullu düğün gibi
Kalacak gönlümüz şaşırgan (saçılan) koyun gibi
Çepçevresi kamıştan, tepesi daldan
Kimisi candan ayrılmış, kimisi maldan
...
Çorbaya katsan tat vermez Dobruca tuzu
Kiminin kalmış anası, kiminin kızı
Geldi davuldayıp (gürültü çıkarıp) vapur limana ulaştı
Bekleyen akraba, soy-sop zur-şuv ağlaştı
Biz vapura bindikten sonra köpürdü deniz,
Adımızı unutun, "muhacir deyin/iz/"5
Kırım’dan ayrılmanın acısı, hıçkırıklarla dolu haykırışlar, bir türküde
ifadesini şöyle bulmuştur:
Biz gideriz Kırım’dan, ey yar
Düğün gibi, dernek gibi, ey yar
Akrabalarımız kalacak, ey yar
Meleşen koyun gibi, ey yar
Kaldı çizme altında, ey yar
Babaların kabri, ey yar
Bunu gören zavallının, ey yar
Kalmadı sabrı, ey yar
4
Hayriye Yenisoy-Süleymanoğlu, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 8,
Bulgaristan Türk Edebiyatı, Ankara 1997, sf. 398-399.
5
Osman Horata, Mehmet Ali Ekrem, Hilmiye Ekrem, Arzu Sema Baydar, Nevzat Özkan,
Mariya Durbaylo Angelova, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 12, Romanya ve
Gagavuz Türk Edebiyatı, Ankara 2001, sf. 34.
3
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
Derya dolu gemi, ey yar
Tatar halkı, ey yar
Tatarı yurttan ayıran, ey yar
Kazakın Rusun askeri, ey yar6
Ruslar, savaşlarda acımasız yöntemler uygulamışlardır: Zaptettikleri
toprakları Müslüman halktan arındırmış, onların yerine Hristiyanları
yerleştirmişlerdir. Toplu halde göçe zorlanan ilk Müslüman toplumu Kırım
Tatarları olmuştur. Onların başına gelen, yalnız çektikleri açısından değil, ama
Tatarlar olayı daha sonraki Rus yayılmasında da bir model oluşturduğu için,
çok öğretici bir nitelik gösterir.7
2. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşının sebep olduğu göçler
Osmanlı Devletinin Balkanlar’da en büyük yenilgisi 1877-78 yıllarında
meydana gelen Osmanlı-Rus Savaşı neticesindedir. Rumi 1293 yılında olması
nedeniyle tarihimize Doksanüç Harbi olarak geçen bu savaş büyük çapta bir
Müslüman kıyımına, dehşet verici paniğe sebep olmuş, işgal altına giren
bölgelerin halkı da göç yollarına revan olmuştur. Ruslar, Kırım Savaşında
uyguladıkları en acımasız yöntemleri bu savaşta da uygulamışlardır.
Katliamlarla birlikte Türkler evlerinden barklarından koparılarak göçe
zorlanmışlardır. Sivil halkın malının mülkünün talan edilmesini, yakılıp
yıkılmasını, savaş tekniğinin bir aracı olarak kullanmışlardır. Amaçları,
Bulgaristan Türklerinin geri dönmekle bulabilecekleri hiçbir şeylerinin
kalmamasını sağlamak olmuştur. Doksanüç Harbi Rumeli′yi yerinden
oynatmış, Rumeli Türkünün de günümüze kadar devam etmekte olan ürpertici
faciasının başlangıcı olmuştur. Moskof Muharebesi Rumeli’yi bozguna
uğratmış ve Türk halkı bunu Büyük Bozgun olarak adlandırmıştır. Bu savaşta
gelişen olaylar, sözlü halk edebiyatına özel bir motif konusu olmuştur. Rusların
Tuna’yı geçmesi, Plevne’nin Osman Paşa tarafından savunması dillere destan
olmuştur:
Ruslar Tuna’yı atladı
Karakolları yokladı
Osman Paşanın kolundan (da)
Beş bin top birden patladı
Karadeniz Akmam dedi
Ben Tuna’ya bakmam dedi
Yüz bin Kazak gelmiş olsa
Osman Paşa korkmam dedi.
Destanda İstanbul Hükümetinin Moskof ile anlaştığı iddia edilmektedir:
6
7
Aynı eser, sf. 34.
Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, İstanbul 1998, sf. 14-15, sf. 149.
4
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
Karadeniz dalgalandı
Orta yeri halkalandı
Kör olası Damat Paşa
Moskof ile ne laflaştı8
Destanın bu varyantını İgnácz Kúnos 1880’lerin ikinci yarısında
kaleme almıştır. Zamanla daha birkaç varyantı oluşmuştur:
İstanbul’dan gelir kadı
Kalmadı dünyanın tadı
Kalkın arkadaşlar gidelim
Moskof oldu bize kadı
Kılıcımı vurdum taşa
Taş yarıldı baştan başa
Kör olası Mahmut Paşa
Attı ya bizi dağa taşa
İstanbul’un hanımları
Sedeftendir nalınları
Kör olası murtat paşa
Dul bıraktı kadınları9
Osmanlı Devleti, eski gücünü kaybetmesiyle bu savaşta yenilgiye
uğraması belki de kaçınılmaz olmuştu. Ancak yüz binlerce Rumeli Türkünün
faciasının bu boyutlara ulaşması önlenemez miydi? Bu savaşın bir sonucu
olarak nesillerdir Bulgaristan Türkü evinden barkından oluyor, göç yollarında
perişan oluyor.
Efsaneleşen Plevne savunması nesillerin hafızalarında yaşamaya devam
etmektedir. Osman Paşa’ya İstanbul’dan imdat gelmez:
Giderim giderim, validem, Balkan tükenmez
Ardıma bakarım, validem, imdadım gelmez.
İstanbul’dan imdat gelmeyince askerin morali sarsılmaya başlar:
Tuna yeli esmez oldu
Kılıcımız kesmez oldu
Kör olası murtat paşa
Cephanemiz yetmez oldu
Pilevne’den top atıldı
Herkes Moskof’a katıldı
Ağlaşalım din kardaşlar
Urumeli′miz satıldı
Bir atım var arslan postlu
8
9
Kúnos, Türk halk edebiyatı, 26-27.
Hayriye Memoğlu-Süleymanoğlu’nun arşivinden.
5
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
Çift tabancam altın taşlı
Beyim seni öldürecekler
Bu vezirler hep bir sözlü
Savaş, yenilgiyle sonuçlanır ve Osman Paşa esir düşer:
Pilevne’nin içinde ordu kuruldu
Osman Paşa sol yanından vuruldu
Kırkbeş bin askeriyle esir tutuldu
Kanlı Tuna akar gider
Etrafını yıkar gider
Adlı şanlı Osman Paşa
Boyun eğmiş esir gider
Olur mu, beyim olur mu?
Evlât babayı vurur mu?
Padişahın murtatları
Size bu dünya kalır mı?
Plevne’nin düşman eline geçmesi, Şipka Balkanında (Dağında) da
Süleyman Paşa’nın yenilgisiyle halk büyük kafileler hâlinde göç etmeye başlar.
Çok uzaklara varmadan, geceyi geçirmek için dağlarda, ormanlarda
konaklamış muhacir kafilelerinin birçoğu, düşman tarafından topçu ateşine
tutulur...
Moskof Muharebesi, Filibe bölgesi Türklerine onulmaz yaralar
açmıştır. Bu bölgenin birkaç Bulgar köyünde 1876 tarihinde Bulgar İsyanı
olarak tarihe geçen başkaldırmalar patlak verdiği için bu savaş bir fırsat
bilinerek masum Türklerden vahşice intikam alınmıştır. Bu isyan, Rusların
yaygaraları sayesinde Avrupa’ya ve dünyaya Bulgar katliamı olarak yayılır.
Oysa tüm olaylar bir Türk katliamı olarak da gelişmiştir. Türk köyleri yakılmış,
Türkler kıyıma uğratılmıştır. Perutsa (Peruştitsa), Bratsig (Bratsigovo) ve
Batak Bulgar köylerinde ortaya çıkan olayların cezasını çeken Filibe ve Tatar
Pazarcık bölgesi Türkleri olmuştur. Filibe’de Rus Viskonsülü görevinde
bulunan, bu bölge doğumlu Bulgar Nayden Gerov hazırlamakta olduğu
"Bulgarcanın Sözlüğü" adlı eserine Bulgar ağızlarından malzeme toplama
bahanesiyle Bulgar köylerini sık sık dolaşarak Bulgar halkını ayaklanmaya
teşvik etmiştir. Ayaklanma günlerinde Batak’ta ölen Bulgarların sayısını
aslından daha çok göstermek için etraf köylerden taze Bulgar ve Türk
mezarlarından cesetleri çıkartarak Batak’ta köy meydanına taşıtmış ve Avrupa
Komisyonunu davet edip bu köye götürmüştür. Tüm bu olaylar Filibe bölgesi
Türkleri tarafından ayrıntılarla günümüzde de anlatılmakta ve türküler
söylenmektedir:
Ah neler oldu isyan oldu
Kırçma bize (h)aram oldu
Kırçma bize zindan oldu...
6
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
İsyanın elebaşılarından biri olan Zahari Stoyanov Doksanüç Harbinden
birkaç yıl sonra yayımladığı "Bulgar İsyanları Üzerine Notlar" adlı eserinde10
isyan hakkında gerçekleri açıklamış ve sadece Türk köylerini değil, Bulgar
köylerini de kendileri yaktıklarını, birçok masum Türkü kendileri nasıl vahşice
öldürdüklerini itiraf etmiştir.11
1876 Bulgar İsyanında yaşanan acı olayların onulmaz yaralarına bir yıl
sonra, 1877 Osmanlı-Rus Savaşının büyük felâketi de eklenince, neden Filibe
ve Tatar Pazarcık bölgesinden en çok göç edenler olduğu açıkça
anlaşılmaktadır. Onlarca Türk köyü, yerleşim yeri olarak ortadan kalkmış,
onlarca Türk köyü sakinleri de göç yollarına dökülmüşlerdir. Gurbet yollarına
çıkarken de şöyle ayrılık türküleri söylemişlerdir:
Saba(h) namazında dostlarım
Uğradım size
Yüreğimde olan güçlüğümü
Söyleyim size
Gelin dostlar, gelin kardeşler
Ben gidiyorum
Evimden bargımdan
Bir gülümden ayrılıyorum
Saba(h) namazında uğradım taşa
Buna baş yazgısı derler
Hep gelir başa
Gelin dostlar, gelin kardeşler
Ben gidiyorum
Evimi bargımı
Bir gülümü terk ediyorum12
Göçmenlerin birçoğu yollarda soğuktan, açlıktan ölmüşlerdir. Bir
Alman demiryolu memuru, Tatar Pazarcık’ın güneyindeki tepelerde soğuktan
donan 400 kişilik göçmen kafilesinin içinde hayatta kalabilmiş sadece küçük
bir kız çocuğunu cesetler arasında bulmuş ve kurtarmıştır.13 İstanbul’dan emir
üzere göç yollarında bulunanların birçoğu geri döndürülmüşse de Ruslar ve
Bulgarlar tarafından köylerine ve kasabalarına yaklaştırılmayıp katliama
10
Zahari Stoyanov, Zapiski po bılgarskite vıstaniya (Bulgar İsyanları Üzerine Notlar), Sofiya
1983.
11
Hayriye Yenisoy-Süleymanoğlu, ‘Halk Edebiyatında Balkan Türklerinin Göç Kaderi’, Türk
Kültürü, Sayı 485-486, 2003, sf. 321-339.
12
Söyleyen: Ayşe Küçükali. Doğum tarihi ve yeri: 1935, Kriçim, Bulgaristan, halen Bursa’da
oturmaktadır. Kayda alan: Kalbiye Yusuf.
13
Bilâl Şimşir, Rumeli’den Türk Göçleri, I-III, Ankara 1968, 1970, 1989, sf. 90.
7
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
uğratılınca çaresiz göçmenler yeniden İstanbul yolunu tutmuşlar, turnalar gibi
vatan deyip yine çekip gitmişlerdir:
İki turnam gelir alnı kareli
Birisini avcı vurmuş aman,
Sinesi yareli
Bu yavruya sorun aslı nereli
Vatan deyip çekmiş gider aman
Telli turnalar
İnme turnam, inme burda kış olur
Turnamın bastığı yerler aman,
Kademi güç olur
Böyle kalmaz, elbet sonu (h)oş olur
Vatan deyip çekmiş gider aman
Fakir turnalar14
Turnalar gibi uçup giden göçmenlerden hayatta kalabilenler anavatanda
yeniden yuva kurmuşlar, mekân tutmuşlardır.
Daha sonraları gelişen yeni tarihi olaylar da Rumeli’den kitle halinde
göçleri hızlandırmıştır.
3. 1912-13 Balkan Savaşlarını izleyen göçler
Türklerin üzerindeki etkisi bakımından Balkan Savaşları Doksanüç
Harbinde görülenlere çok benzer etkiler yaratmıştır. Her iki savaşta da
öldürme, ırza geçme ve soygunlar Türklerle diğer Müslümanları evlerinden
barklarından söküp atmış, Osmanlı İmperatorluğunun elinde kalabilmiş
topraklara sürmüştür.
Öte yandan, Doksanüç Harbi ile 1912-13 Balkan Savaşları arasında
farklar da vardı. Doksanüç Harbi sadece Rusya’nın güdümünde yapılmıştı.
Türkleri göç etmeye zorlayacak etkili planı yürürlüğe koymuşlardı. Balkan
Savaşlarında ise savaşan birkaç devlet vardı. Zafer kazanan her biri de
zaptettiği topraklarda Müslümanların varlığının son bulunmasını istemekteydi.
Ne var ki bu amaçlarına ulaşabilecek kadar iyi bir örgütleniş içinde
bulunmadıkları gibi, amaçları uğuruna birleşerek ortak davranış sergiliyorlar da
değillerdi. Savaşlara katılan her Balkan ülkesi Türkleri, Müslümanları
kendisinin zaptettiği ülkeden ötekinin ülkesine sürüyor, hatta oraya sürülenin
oradan geriye sürüldüğü de oluyordu. Bunun Müslümanlar üzerindeki etkisi
nasıl nitelenirse nitelensin, şurası kesindir ki Doksanüç Harbinden daha kötü
14
Söyleyen: Emine Memoğlu-Keremoğlu. Doğum tarihi ve yeri: 1949, Kriçim, Bulgaristan.
Halen Bursa’da oturmaktadır. Kayda alan: Mehmet M. Yenisoy.
8
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
oldu. İçlerinde kendini gösteren ölüm telefatı, 1878’de görüldüğünden daha
yüksekti.
1877’de ilk saldırıları, Bulgar köylülerinin ve asilerinin de yardımıyla,
Türkleri kıyımdan geçiren ve kaçmaya zorlayan dehşete düşürücü birlikler,
Kazak birlikleriydi. Balkan Savaşında ise ön saldırıları yapma işlevini, uzun
süreden beri Osmanlı Makedonya’sında çatışmalara girişmiş bulunan milliyetçi
çeteler olan komitacılar üstlendi. Bunlar çoğu kez, davasına hizmet ettikleri
devletten destek gördüler.15
Önceki tarihi devirlerde ortaya çıkan haydutluk, çetecilik ve daha
sonraları komitacılık harekâtları, yeni tarihi koşullarda da yeni adlar ve yeni
biçimleriyle Türklere, Müslümanlara yönelik ırza geçme, yol kesme, öldürme
gibi eylemler devam etmiştir. Belirli dönemlerde ve özellikle Balkan
Savaşlarını izleyen yıllarda geniş boyutlara ulaşan böyle olaylar türlü
varyantlarıyla destan, efsane, menkıbe, ağıt gibi Türk folklor türlerinde
ifadesini bulmuştur. Al duvaklı gelinin başına gelenler şu mısralarda
canlandırılmıştır:
Aldılar beni ninem
Aldılar beni
Kına gecemden
Götürdüler beni ninem
Götürdüler beni
Ulu balkana, ulu balkana
Sordılar beni ninem
Sordılar beni
Kimin kızısın
Ben gene dedim ninem
Ben gene dedim
Ali Molla’nın küçük kızı
...
Kayın yapraklari ninem
Kayın yapraklari
Düşegim oldi
Kayın kökleri ninem
Kayın kökleri
Yastigim oldi
Komita kepesi (kebesi) ninem
Komita kepesi
Yorganım oldi
Derin endekler ninem
Derin endekler
15
McCarthy, Ölüm ve Sürgün, sf. 14-15, sf. 149.
9
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
Amamım oldi
...16
Pazarcık (Tatar Pazarcık) yakınlarında kol gezen Bulgar komitacıları
tarafından bir Türk gencinin canına kıyılması olayı Türkleri derinden sarsmış
ve bu ölüm Kriçim Türk folklorunda şöyle ifadesini bulmuştur:
Sülman senin kaşın gözün yay mıdır
Teneşirden akan sular kan mıdır
Sülman gibi şu Kırçma’da (Kriçim’de) var mıdır
Kıymayın canıma, ben dünyama doymadım
Eller gibi ben ecelimden ölmedim
Pazarçığ’a vardım ben bubama sormadım
Sol yanımdan kurşum urdu duymadım
Şu genç yaşta ben dünyama doymadım
Kıymayın canıma, ben dünyama doymadım
Eller gibi ben ecelimden ölmedim17
Balkan Savaşı’nda yaşanan olaylardan birini de şu menkıbede
buluyoruz:
Balkan muharebesinde Rodop dağı eteklerindeki Türk köylerinin halkı, canını
kurtarabilmek için doğa kaçar. Kırçmalılar da dağın "Karadağ" denilen
yüksek kesimine toplanır. Sık ormanlıkta iki kadın yolunu şaşırır. Akşam
karanlığı olmuş, Kırçmalıları bir türlü bulamazlar. Karşılarına ak saçlı bir
dede çıkıverir. Dede, Erenlerdenmiş:
- Ne ararsınız burada kızım? der.
Kadınlar da yollarını şaşırdıklarını, köylüleri bulamadıklarını anlatırlar.
Dede:
- Korkmayın kızım. Ben şimdi size şu duayı öğreteyim, der.
Sırlı sübhanım Allah
Dertlere derman ol Allah
Garip kullarına gam vermişin
Yardımcımız, arkadaşımız sen ol Allah
Duayı okuyarak şu patikadan gidin, doğru Kırçmalıların yanına çıkacaksınız,
der ve dede kayboluverir. Kadınlar da duayı okuyarak gider ve köylüleri
bulurlar. Kaynak kişilerden daha yaşlı olanlar bu menkıbenin Doksanüç
Harbiyle ilişkili olduğunu söylüyor ve bazı ayrıntılar anlatıyorlar.18
16
Mustafa İsen, Suat Engüllü, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 7. Makedonya,
Yugoslavya (Kosova) Türk Edebiyatı, Ankara 1997, 101.
17
Yenisoy-Süleymanoğlu, Bulgaristan Türk Edebiyatı, 115.
18
Mustafa Memoğlu, Kriçim Türkleri. Tarih ve Kültür. (Baskıdadır).
10
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
4. Cumhuriyet dönemi göçleri
Osmanlı döneminde yaşanan göç olayları Türkiye’de Cumhuriyetin
ilânından sonra da devam etmiştir. İlk büyük göç Lozan Barış Antlaşması
(1923) sonucunda gerçekleşmiştir. 1923-24 yıllarında Yunanistan’dan mübadil
olarak göç edenlerin sayısının yaklaşık 500.000 olduğu belirtilmektedir. Bu
göçü, Bulgaristan’dan belirli yıllarda gerçekleşen kitle halinde göçler
izlemiştir: 1950-51 yıllarında 154.000, 1968-78 göçünde 130.000, 1989 Büyük
Göçünde de sadece Haziran, Temmuz ve Ağustosun 22’sine kadar, yani üç
aydan daha az bir zaman içinde 311.862 Bulgaristan Türkü Türkiye’ye giriş
yapmış ve daha sonraki aylarda ve yıllarda da göç devam etmiştir.
Eski Yugoslavya’dan ve Romanya’dan da göçler olmuş, fakat
Türkiye’ye en çok göçmen Bulgaristan’dan gelmiştir. Rumeli’den Türk Göçleri
tablosuna baktığımızda Doksanüç Harbinden bu yana Türkiye’ye en çok
göçmen gönderen ülkenin Bulgaristan olduğunu görüyoruz. Bundan dolayı da
Bulgaristan Türklerinin tarihine bir göç tarihi dememiz uygun olacaktır. Bu
yüzden olmalıdır ki göçmenlik, Bulgaristan Türklerinin sözlü halk
edebiyatında özel bir motif olarak gelişmiştir. Tarihi ve toplumsal gerçeklerin
bir ifadesi olan bu büyük insanlık dramına mâniler, türkü ve destanlar, efsane
ve menkıbeler hasrederek Bulgaristan Türkü, gönlünü avutmuş, karanlık
günlerinde kendine teselli bulmuştur. Mânilerden örnekleri okuyalım:
Kara tiren gidiyor
Acı duman seriyor
Kara tirenin içinde
Macırlar gidiyor
Yağmur yağdı sel oldu
Dereler taştı doldu
Ben vatanımdan ayrıldım
Zalım Bulgar sebep oldu
Dağlarımın tepesi
Yarimin seteresi
Milleti batırdı ya
Macırlık (veya: Türkiye) meselesi
Elmayı satan bilir
Tadını tatan bilir
Macırlık ateşten gömlekmiş
Acısını çeken bilir19
19
Hayriye Memoğlu-Süleymanoğlu’nun arşivinden.
11
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
Bulgaristan Türkü baba ocağına, konu komşusuna bağlı kalarak
yaratmış olduğu türkülerde göç olayına hıçkırıklarla karışık bir duygu
katmıştır, gençlerin ayrılışı da ayrı bir acıdır:
Ah bu macırlık bağrıma bastı
Ben ona yanarım
Ben vatanımdan nece ayrıldım
Yârsız kaldım
Yol verin ağlar, yol verin beyler
Yol verin geçeyim
Nazlı yardan ayrı düştüm
Zehir mi içeyim
Benden size vasiyetler olsun
Macır olmayın
Macır olsaz (olsanız) da
Yarsız kalmayın20
Geleceğin belirsizliğinden kaynaklanan bir çaresizlik de bazı türkülere
bambaşka bir eda verir. Başka bir duygu da göçmenliğin zorluklarından
gıdalanarak bir nostalji ile örülü olarak dile gelir. Şu ilâhide zorluklar ve
göçmenliğin ölümden beter olduğu vurgulanır:
Edirne ovasında
Serpildim kaldım
Arçlıyım tükendi
Evlâdı sattım
O viran babamı
Yolda bıraktım
Edirne ovasında
Naneler biter
Nanenin kokusu
Cihana yeter
Ah, şu macırlık
Ölümden beter21
İlâhide 1938 yılı göçünden söz edilmekte. Son dörtlükte Atatürk’ün
ölümüne ağlıyor muhacirler:
Atımı bayledim
Bir delik taşa
Oniki bin ağlar
Kemal Paşa’ya
20
21
Yenisoy-Süleymanoğlu, Bulgaristan Türk Edebiyatı, 116.
Aynı eser, 126.
12
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
Göçmenliğin üzüntüleri, ayrılık ve özlemi, eş dosttan uzaklara
düşmenin ıstırapları başka bir türküde dile getirilmektedir:
İstanbul’un üzümü
Çekemedim sözünü
Ben vatanımdan çıkarken
Yumdum iki gözümü
Binmem tirene binmem
Kara koyun meleme
Yüreğimi dayleme
Anam, bubam, kardeşim
Yavrum deyip ayleme
Binmem tirene binmem
Kara kara karınca
Karıncaya varınca
Ben komşuları özledim
Dillerine varınca
Binmem tirene binmem22
Göç yollarında çekilen sıkıntıları da şu destandan öğrenelim:
Dinleyin amucalar muhacir destanını
Kapdağ′da kılamadık bayram namazını
Ver Allahım sen selâmet cümlemize.
Akmehmet köyünün ardı Balkan
Omaç köyünün muhacirleri oldu dillere destan
Ver Allahım sen selâmet cümlemize.
1930’ların ikinci yarısında baskılar artar ve Türkler göçe zorlanır. Hattâ
birçok Türk ailesi pasaportsuz Türkiye’ye gönderilir.23 Bu durum aynı
destanda da şöyle dile getirilmektedir:
Bir cumartesi bizi Edirne’ye indirdiler
Pasaportu olan çekip de gider
Pasaportsuz olanlar Ankara’dan imdat bekler
Ver Allahım sen selâmet cümlemize
Edirne hudutları taşlık
Kalmadı cebimizde on para harçlık
Ver Allahım cümlemize hoşluk
Yok mudur Edirne hudutlarında bize bir boşluk
Ver Allahım sen selâmet cümlemize24
22
Riza Mollov, Bulgaristan Türklerinin Halk Şiiri, Sofya 1958, 143-144.
Krıstö Mançev, Natsionalno maltsinstveniyat vıpros v bılgarsko-turskite otnoşeniya.
Turtsiya, Balkanite, Evropa (Bulgaristan-Türkiye İlişkilerinde Milli Azınlık Sorunu), Sofiya
2003, sf. 100-134.
24
Mollov, Bulgaristan Türklerinin Halk Şiiri, 143.
23
13
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
1938 göçünü yansıtan bir ilâhiden de şunları aktaralım:
Bir sabah namazı çıktım odamdan
Vatanı terkedip gittim oradan
Gam için mi yaratmış bizi yaratan
Gider millet vah ayrılık deyu
Yanar millet ah vatan deyu25
Başka bir destanda da 1938’de hicret edenlerle kalanların ayrılmasını
halk ozanı şöyle dile getirmektedir:
Hicret edip gider Allah aşkına
Gidenlere kalan kullar ayledi
N’apsın kalan, macır dönmüş şaşkına
Arkasından akan sular ayledi
...
Ana yavrısını bırakıp gider
Kızı arkasından kuş olup öter
Bu ayrılık ölümden beter
Dayler taşlar vatan deyip ayledi26
İkinci Dünya Savaşından sonra da Balkanlar’dan Türkiye’ye göçler devam
etmiştir. 1989 yılında Bulgaristan’ın gerçekleştirdiği geniş kapsamlı zorunlu
göç, Büyük Göç olarak tarihe geçmiştir. Komünist yöneticiler, ülkedeki
Türklere zorla Bulgarlaştırma politikası uygulamaya kalkışmışlardır. Türklerin
okulları kapatılmış; silâh zoruyla, asker gücüyle ve ölüm tehdidiyle adları
Bulgar adlarıyla değiştirilmiş, giyim-kuşamları yasaklanmış, camiler tahrip
edilmiş, mezar taşlarından kaldırımlar yapılmış, cenazeler Bulgar
mezarlıklarına gömülmüştür. Türk dilinde eğitim şöyle dursun, ailelerde dahi
Türkçe konuşmak yasaklanmıştır. Tepki gösteren Türkler, ölüm kamplarına ve
hapisanelere gönderilmiştir. Tırmanışını giderek artıran baskılar Büyük Göç ile
son haddine ulaşmıştır. Tüm bu olaylar, sözlü edebiyatta da izler bırakmıştır.
Türkçe konuşmanın yasaklanmasına tepki gösterenler hapisanelerde çürümüş,
birçokları da kurşuna dizilmiştir:
İçinizden biridim
Karlar gibi eridim
Anadilimiz için
Hapislerde çürüdüm
Gide gide yoruldum
Sular gibi duruldum
Üzülme anneciğim
25
26
Güven-Doverie Gazetesi, 5 Ekim 1994, Sofya, sf. 3.
Dobriç İli Bayrampazarı. Söyleyen: Salih Raşitoğlu. Kaleme alan: İ. Cebeci.
14
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
Türkçem için vuruldum27
Bulgarlaştırma süreci Aralık 1984 tarihinde Kırcaali bölgesinde kanlı
olaylarla başlamış ve birçok Türk, tanklar altında kalmış, kurşuna dizilmiştir.
Süleyman Yusuf Adalı’nın derlediği türkülerden şunu okuyalım:
Örencik deresi köy oldu bize
Böğürtlen çal(ı)ları ev oldu bize
Atma zalım atma
Kadım yok benim
Düşmana verecek
Adım yok benim
Örencik başına düşman yürüdü
Kâfir ellerini kana bürüdü
Atma zalım atma
Kadım yok benim
Düşmana verecek
Adım yok benim
Örencik deresi dar geldi bana
Bu ecelsiz ölüm zor geldi bana
Atma zalım atma
Kadım yok benim
Düşmana verecek
Adım yok benim
Bulgarlaştırma olayları şu ilâhiye de konu olmuştur:
Dobruca ovası düzlük
Gitti adlarımız çok üzüldük
Buradan (Türkiye’ye) giden kurtuldu dedik
İmdat Allahım imdat!
Babam adımı koydu ezan ile
Kâfir değiştirdi silâh ile
Annem ağladı gözyaşı ile
İmdat Allahım imdat!
Belene Adasına varalım
Beşbin tutukluyu geri alalım
Hepsi genç kız ve oğlan
Onlara nasıl ağlayalım28
27
Kırcaali’nin Koşukavak (Krumovgrat) bölgesinden şair Süleyman Yusuf Adalı tarafından
derlenen türküler.
15
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
Tuna nehrinin ortasında bulunan Belene Adasına halkımız Ölüm Adası
adını vermiştir. Çünkü buraya gönderilenlerden birçoğu bir daha geri
dönmemişlerdir. Belene Adasına hasredilen türkülerin, ağıtların da sayısı az
değildir:
Arda’dan Tuna’ya teller germeli
Nasıl nice Belene’ye varmalı
Aslam Memed’imiz yatağa düşmüş
Hâl-i hatırını varıp sormalı
Arda’dan Tuna’ya teller gerilmez
Bir gecede Belene’ye varılmaz
Boşuna tepmeyin yolları anam
Kuş olsan da Belene’ye girilmez29
Belene’de kalanların üzüntüsü nice anaların babaların zamansız
ölümüne sebep oldu:
Belene dedikleri
Cehennemdir cehennem
Babam, ben görmeden gitti
Şimdi de ölmüş annem30
Tüm bu olayları Büyük Göç izledi. Utanç trenleri, kilometrelerce
uzayan araba ve kamyon kervanları 1989’un yaz aylarında Bulgaristan
Türkünü Türkiye’ye getirdi. Yine bölünmüş aileler, parçalanmış yürekler, yine
ıssız kalmış Türk köyleri, okullar, camiler:
Gökte uçar kırlangıç
Kanadı ayrıç ayrıç
Bulgar bizi ayırdı
Kan kussun avuç avuç31
Göç, Balkan Türklerinin tarihi bir kaderidir, diyoruz. Balkan Türkünün
bu kaderi gerçekten de kaçınılmaz bir alınyazısı mıdır?!...
28
Yenisoy-Süleymanoğlu, Bulgaristan Türk Edebiyatı, 126.
Aynı eser, 122.
30
Aynı eser, 375
31
Aynı eser, 122.
29
16
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
II. Balkanlar′dan göçler ve yazılı edebiyatımız
Balkan Türklerinin yaşadıkları sıkıntılar, göç yollarında çektikleri
çileler, sözlü halk edebiyatımızda olduğu gibi, yazılı edebiyatımızda da
yankısını bulmuştur. Büyük tarihi olayların bir sonucu olan göçler bazı
sanatçılara konu olmuş, özellikle de felâketleri bizzat yaşayanlar, kültür
tarihimize değerli eserler bırakmışlardır. Eski Zağra Müftüsü Hüseyin Raci
Efendi Doksanüç Harbi felâketlerini yaşayanlardan biridir. “Tarihçe-i vaka-i
Zağra” (Zağra Müftüsünün Hatıraları) adlı eserinde tarihimizdeki hüzünlü
gerçekler canlandırılmış, milli vicdanda derin yankılar uyandırmıştır. Eserin
değerlendirmesini yapan Yahya Kemal, 1921’de şunları yazmıştır:
Tarihçe-i Vaka-i Zağra’yı Falih Rıfkı gibi Türk nâşirlerine gösterdim. Onlar
benden ziyade hayran oldular. Bu kitap, Türklerin vatan edebiyatında en
samimî, yüksek bir şaheserdir.
″Zağra Müftüsünün Hatıraları” adlı eserde Rusların Tuna’yı geçerek ilk
zaptettikleri yerlerde Türklerin katliama uğratılması şöyle anlatılmaktadır:
1294 hicri senesi Cümadelahiresi 1293 mali yılı. Haziranın onikinci günleri,
mağrur düşman Tuna’yı geçerek Ziştovi’yi zapt etti. Burayı koruyan
askerlerden dörtyüz kadar Müslümanı al kana boğdu. Ahali ağlayarak şaşkın
ve perişan yollara düşüp dağıldı. Yatak köyü halkını tamamını katliam ettiler.
Servi ahalisi dahi Ziştovililerden beter bir hâlde ninni ve türkülerle, şefkat
kucaklarında beslemekte oldukları ömürlerinin meyvesi çocuklarını yollara
atarak Şıpka Balkanından aşıp Kızanlık’a döküldüler...
Haziranın önüçünde Tırnova şehrinin istilâ edildiği söylenirken, Gabrova’nın
zaptı haberi geldi. Kalofer ve Hayın köyü taraflarında bazı Kazakların
görüldüğü de bildirildi. Bu haberler üzerine şehrin ileri gelenleri kaçmaya
karar vererek, arabalarına az bir şey yükletip, çiftliğe gidecekmiş gibi
hazırlanmışlardı. Fakat Kızanlık kazası kaymakamı Kıbrıslı Akif Efendi, bu
haberleri livaya ve ta Yıldız’a telgrafla bildirmişti. İşin ehemmiyeti sebebiyle
Abdülhamit o gece telgrafhanede bulunmuş ve Balkan havalisindeki bütün
muhabere memurları da makine başında beklemişlerdi. Bunun üzerine eşrafa
da teminat verildi. Onlar da firar etmekten vazgeçtiler...
Eski Zağra’nın düşman eline geçmesiyle etraf Türk köylerinde
yağmalama, yakıp yıkma ve işkenceler geniş boyutlara ulaşıyor:
Zağra’nın istilâsı üzerine intikamcı ve yağmacı Bulgarlar, Yaka Boyu’ndaki
Hriste, Külbe, Bükümlük, Hızır Bey Canbazören köylerine yürüyüp para
umdukları zengince müslümanları işkencelerle öldürüp, kadın çocuk demeyip
ele geçenleri katliam eylediler! Kurtulabilenler ise çırılçıplak Zağra’ya can
atabilmiştir.
Bükümlük Bulgarları, yüziki müslümanı bir samanlığa doldurup yaktılar.
İçlerinden dört tanesi yaralı olarak kaçıp yeni Zağra’ya Rauf Paşa’ya
çıkmışlar. Zulümden şikâyet edip hallerini bildirmişlerse de benzerleri gibi
17
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
bunlar da tekdir olunarak hapsedilmişlerdir. Yaraları bile sarılmadan... Zehî
insaniyet!32
Osmanlı devletinin Doksanüç Harbinde kolayca ve çok çabuk
yenilgisinin sebepleri anlaşılamamıştır. Gelişen olaylar yabancı diplomatları da
hayrete düşürdüğü bilinmektedir. Londra sefareti İstanbul’a gönderdiği
telgrafında şöyle demiştir:
Düşmanın Tuna’yı kolayca geçmesi hayreti mûcip oldu. Balkan geçitlerini
muhafazaya, köprüleri yıkarak düşmanı nehre dökmeye muktedir oldukları
hâlde bir şey yapmamaları sebebi anlaşılamıyor.33
Harp sona ermiş olsa da zulüm bitmemiştir. Bu zulümleri örneklerle
sergileyen O. Keskioğlu Ömer Seyfettin’in eserlerinden de şu alıntılara yer
veriyor:
Bilmem eski bir derebeyin torunu olduğum için mi, Bulgaristan’da gezerken
hep kendimi öz babamın çiftliğinde sanırım...” diye başlayan bu hikâyede
yazar, banyolara gider. Orada Kostanof adlı bir Bulgarla tanışır. Bu kişi, eski
bir ihtilâlcidir, Bulgaristan müstakil olunca mebus olmuş, adliye vekili olmuş,
antika bir adam... Türkçeyi diplomasi dili sanıyor, Bulgarlarla bile Türkçe
konuşuyor...
- Ne var, ne yok, söyle bakalım!
- Hiç, gospodin.
- Nasıl hiç? Siz yeni türemeler her şeyin adını hiç koydunuz. Sonra beni
süzdü:
- Bu da kim; yeni yamaklardan mı?
Hayır, gospodin, Bulgar değil..
- Ya ne?
- Türk.
-... Türklerde yalnız bir şey vardır, taassup.
Evet, taassup. Ben Türklerin bu taassubundan Bulgaristan’da çok istifade
ettim. Devletimiz yeni kurulduğu zaman ben olmayaydım, Bulgaristan
bugünkü Bulgaristan olamazdı. Çünki Türk o kadar çoktu ki... Mutlaka
Sobranya’da müsavi gelecektik. Kabinenin yarısı da bir gün onlardan
olabilirdi. Fakat ben, fakat ben... diye başlayıp anlatır:
Hükümet kurulunca komitelerle toplantı yapmışlar, katl-âm düşünüyorlarmış,
fakat Avrupa’dan korkmuşlar. Ona sormuşlar, o da kolay, demiş. Hepsini
Türkiye’ye gönderirim. Nasıl yapacağını sormuşlar, anlatmış: Ben biliyordum
ki, Türklerin en aziz hissiyatı taassuplarıdır. Küçükken aralarında büyüdüm.
Komşularımız hep Türktü. Bunların kimseye garezleri yoktur. Hatta
kendilerine o kadar kötülük yapan Ruslara bile fenalık etmezler, yaralılarına
su, ekmek, ilâç verirlerdi... Meselâ domuza fena hâlde garezdirler...
Deliorman’a kaymakam oldum. O vakit orada ilâç için olsun bir tek tane
Bulgar yoktu”, diyor. Makedonya’dan muhacir getiriyor. Bu muhacirlere para
32
Hüseyin Râci Efendi, Zağra Müftüsünün Hatıraları. Tarihçe-i vak′a-i Zağra, Tercüman 1001
Temel Eser (yayım yeri ve tarihi verilmemiştir), sf. 62-63, sf. 108.
33
Osman Keskioğlu, Bulgaristan’da Türkler. Tarih ve Kültür, Ankara 1985, 12.
18
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
vererek domuz aldırıyor. Domuzları sokaklarda dolaşmaya başlıyor. Türkler
bundan rahatsız oluyor, birer birer hicret etmeye başlıyorlar. Bu tuhaf zulüm
sayesinde iki yılda orada Türk kalmamış. Diğer yerlerde de bu usulü
uygulamışlar. Türkleri yüzlerce yıllık yerlerinden yurtlarından etmişler,
kaçırmışlar. Hikâye şöyle bitiyor:
...Odama çekildim. Soyundum, yatağa uzandım. Fakat gözüme uyku girmedi.
Ateşsiz bir humma her tarafımı yakıyır, sovuk sovuk terliyordum. Yavaş
yavaş aşağıdaki hora gürültüleri, gayda sesleri kesildi. Etraftaki horozlar
ötüyor, sabah oluyordu. Uyumak azmiyle gözlerimi sıkı sıkı kapadım.
Yüzükoyun döndüm. Pis, cılız bir domuz sürüsü önünden, cesur ecdadımın,
yiğit kan kardeşlerimin, sâf milletimin kavukları düşerek, atları arabaları
bataklıklara saplanarak, topları tüfekleri, kadınları kızları, çolukları çocukları
yollara dökülerek bir çılgın ordusu hâlinde kaçtıklarını görür gibi oluyorum.
Ah, evet, o gece hiç uyuyamadım.34
Tuna boylarından çekilişin hüzününü, geçmişe duyulan nostaljiyi M.
Fuat Köprülü’den dinleyelim:
Tuna boylarında sıra serviler,
Tan yeli estikçe sessiz ağlarmış,
Gül bahçelerinde baykuşlar öter,
Şu viranelikler eski bağlarmış.
Namazgâh bir otluk kalmamış taşı,
Çeşmelerden akan kanlı gözyaşı,
Orda bir güzel var, çatılmış kaşı,
Ak alnına kara çatkı bağlarmış.
Kırık minarelerden duyulmaz ezan,
Hep ocaklar sönmüş devrilmiş kazan,
Bir inilti duydum, sandım bir ozan,
Sesime ses veren karlı dağlarmış.
Söğüt dallarında hasta serçeler,
Eski akın destanını heceler.
Tuna ağlıyormuş bazı geceler,
Göğüsünde kefensiz şehitler varmış.
Bozulan bağların üzümleri acı,
Asi köle kesmiş eski haracı,
Yine yedi kıral giymişler tâcı,
Şahin yuvasını kargalar sarmış.
Haydi eski ozan, al sazı ele,
Düşmanlar içine düşsün velvele,
De ki: Hor bakmayın bu durgun sele,
34
Ömer Seyfettin, Yüksek Ökçeler (Keskioğlu, Bulgaristan’da Türkler, 16-17).
19
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
O, yetmiş bir kavme akın çıkarmış.35
Moskof Muharebesinin büyük felâketi Balkan savaşlarında da
tekrarlanmış, Rumeli’nin dağı taşı ağlamış, yer yerinden oynamıştır.
“Kulağında Küpe Olsun Unutma” başlıklı şiiri okuyalım:
Rumeli’nin dağı taşı ağlıyor!
Kan içinde her subaşı ağlıyor!
Parçalanmış gövdelerin yanında
Can çekişen arkadaşı ağlıyor!
Bak şu yurda tek bir ocak tütmüyor!
Issız kalmış bülbülleri ötmüyor!
O sevimli ovaları kurd almış
Bir çobancık davarları gütmüyor!
Kara toprak kandan olmuş kırmızı!
Doğrandıkça Türk kadını Türk kızı!
Can evine canavarca saldırmış
Sürü sürü ırz ve namus hırsızı!
Mihraplara haç asılmış. Ezanlar!
Susdurulmuş güm güm ötüyor çanlar!
Camilerin minberleri yakılmış
Çizme ile çiğneniyor Kur’anlar!36
Rumeli’den çekilişin sanat eserleri acı doludur, gözyaşı doludur. Elden
giden topraklar, hayal olan şehirler! Yahya Kemal, Üsküp şehrine hasrettiği
şiirlerinden birinde şöyle diyor:
Üsküp ki Yıldırım Beyazid Han diyarıdır.
Evlâd-ı Fatihan’a Onun yadigârıdır.
Firûze kubbelerle bizim şehrimizdi O.
Yalnız bizimdi, çehre ve ruhiyle bizdi O.
Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin
Üsküp bizim değil? Bunu duydum için için
Kalbimde bir hayali kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.
35
Balkan Öğrenci Mektubu, Sayı 3, 1995-96, 48.
Tahirü’l Mevlevî (Olgun). 14 Ağustos 1913 Rumeli Muhacirin-i İslâmiye Cemi’yeti
Neşriyatı’ndan.
36
20
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
Türk ordusunun yenilgisi üzüyor şairi ve rüyasına eski fetihleri giriyor:
Mağlûbken ordu yaslı dururken bütün vatan
Rüyama girdi her gece bir fatihana zan.
Çekilişlerin bir sonucu olan acıların, hicretlerin devam edeceğini
söylüyor Yahya Kemal:
Hicretlerin bakiyyesi hicranlı duygular
Mahzun hudutların ötesinden akan sular. 37
Balkan felâketinden duyulan üzüntüyü Mehmet Akif de şöyle dile
getirmektedir:
Ne felâket: Dönüversin de mesâcid ahıra,
Hırvatın askeri tepsin çıkıp üstünde hora!
Bâri bir hâtıra kalsaydı şu toprakta diri...
Yer yarılmış, yere geçmiş şüheda türbeleri!
Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova
Sen misin, yoksa hayalin mi? Vefasız Kosova!38
Şair Yahya Akengin de Balkan acılarını şöyle canlandırmaktadır:
Kosova’dır bir padişah türbesine düşen gözyaşı,
Duru kalmış bir damlası Vardar’ın
Kalbi parçalanmış bir Osmanlı haritası
Gözü kalmış akınlarda yetmişlik türbedarın
Hasret ki yol açar diye güzel yarınlara
Horlanır tarihimiz, çiğnenir destanlar.
Selâm ulaşmasın diye dedelerden torunlara
Namı yasaklanır Murad Hüdavendigâr’ın
Mayadağ’dan ak topuklu kızlar ineli
Yanar tüter Rumeli’nin türküleri
Sıla parası değil, sıla hasreti
Soldurmuş güllerini Kosova’da baharın...39
Kaybedilen toprakların, kaybedilen şehirlerin nostaljisi Balkanlar’dan
çekilişin edebiyatında terennüm edilir durur. Ya Balkan Türklerinin uğradığı
felâketler, Rumeli Türküne uygulanan acımasızlıklar, vahşetler? İnsanlarımızın
başına gelenleri belki de en iyi biçimde S. Selvi dile getirmiştir:
Balkanlar deyince, aklıma rahmetli anacığımın gözyaşları gelir hep...Babamın
çatık kaşları...Teyzemin nasıl dağa kaldırıldığı gelir... Kızarım, köpürürüm
kendi kendime... Dolarım, dolarım da boşalamam...
37
Süreyya Beyzadeoğlu, ‘Balkanlar’dan Çekilsin Şiiri’, Balkanlar’da Türk Kültürü, Sayı 11,
1994, sf. 36-38.
38
Aynı eser, 38.
39
Aynı eser, 38.
21
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
Balkanlar deyince...
Drama’nın Âlî köyünün papazlar tarafından camiye nasıl kapatıldığı, nasıl din
değiştirilmeye zorlandığı, “Muhammed’den ayrılın!” emirleri gelir gözümün
önüne...
Balkanlar deyince...
Bu, zorla din değiştirme operasyonunda, papazların vaftiz suyunu, nasıl Âlî
köylü müslümanların üzerine serptikleri, nasıl isimlerin zorla değiştirildiği ve
“artık hristiyan oldunuz” sözleri gelir.
Balkanlar deyince...
Yine o operasyonda, zorla müslümanlıktan çıkarılan günahsız insanların arşa
varan ah’ları... Ve... bu ah’lara dayanamayan taşduvar caminin zangır zangır
titrediği ve direklerinin çatladığı gelir aklıma.
Balkanlar deyince...
Zorla din değiştirmeye maruz kalan bu insanların, “eyvah... Hristiyan mı
olduk?”, şüphesiyle tekrar “iman tazelemeleri” ve “gusül abdesti” almalarını
hatırlarım.
Balkanlar deyince...
Rahmetli anacığımın bu anlattıkları gelir gözümün önüne ve gözyaşları.
Balkanlar deyince...
Rahmetli teyzemin Bulgar komitacıları tarafından nasıl dağa kaldırıldığı gelir,
Yunan komitacıları tarafından hayvanların nasıl gasp edildiği gelir.
...
İşte, Balkanlar deyince!
Benim aklıma, gözümün önüne hep bunlar gelir...Kızarım, köpürürüm kendi
kendime... Dolarım, dolarım da boşalamam.40
Anadolu’da Kurtuluş Savaşı zaferle sona erer. Lozan Barış
Konferansında mübadele kararı alınır ve Yunanistan Türklerinin Anadolu’ya
göçleri başlar. Bu olayları Akıle Vardar-Sezgen’in “Muhacırlar-Mübadiller”
adlı şiirinden okuyalım:
...
Yıl 1924 “Rumlar ve Türkler
Yer değiştirecek
Mübadele olacak” dedi uluslar arası anlaşmalar
Mustafa’m, Mustafa Kemal’im
Nasıl koparırsın Balkanlar’dan...
“Balkan şehirlerinde
Geçerken çocukluğum
Rumca bildiğim için
Canımı kurtardım” derdi
Babam Ömeroğlu İzzet Sezgen.
...
Ah anam Rum baskınlarından
Toprağa gömüp çeyizi kurtaramayan Anam
Sen Rumeli’nde eline kahve getirilen,
40
S. Selvi, ‘Balkanlar Deyince’, Balkanlar’ın Sesi, Sayı 2, 1989, sf. 15.
22
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
Türkiye’de kocanla omuz omuza
Mücadele veren,
II. Dünya Savaşında
Kocanı askere gönderip
4 çocuğunla sebze yetiştiren Anam.
Mübadele kararları yürürlüğe geçiriliyor:
Yıl 1924, Rumeli’nden bir liman
Kalabalık mı kalabalık
Sel olmuş gözyaşları
Karışmış Ege’ye,
Git gemi demir atma
Bu limana,
Koparma beni toprağımdan, şehrimden,
“Atatürk’ün emridir”
Ses yayıldı ovaya
Sardı bütün şehri
Bütün gönülleri...
“Bayrağımız nerede, biz orada”.
Muhacirleri almış gemi, denizin sularında yol almaya başlar:
Gemi yürür, ufukta güneş
Bir başka parlak bugün
Atatürk’ün emri
Başımın tacı
Ah vatan
Anavatan
Biz muhacırlar hep akıncı
Hep öncü
Anadolulu’yduk, olduk Rumelili
Balkanlıydık Avrupalı olarak,
Geliyoruz geri hepimiz birer Atatürk gibi”
...
Göç yollarında muhacirlerin çektiği sıkıntılar, misafirhanelerde ölüp evlerine
gidemeyenler:
Ah mübadiller,
Ah muhacırlar
Yüreği büyük insanlar
Birbirinden kopmamak için
Tek pasaportla girdiler bir çatının altına
Misafirhaneden anasını götüremedi evine
Ömeroğlu İzzet,
Kucağında öldü anası 17’sinde
Kala kaldı oracıkta
Kucağında anası
Elinde 13 yaşında kızkardeşiyle,
23
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
Sil baştan yaptı...
Çiftliklerinde at koşturmayı
Yeniden yeşertti.
Muhacirler sadece Yunanistan’dan gelenler değildir. Bunlar Balkanlar’ın dört
bucağından gelmiş Ayşeler, Aliler, analardır bu yerleri yeşertenler
Rumelililerdir:
Bunlar bütün muhacırlardır,
Gönlü yaralı, Piriştineli Hasan,
Mayadağlı, Karacovalı,
Romanyalı, Bulgaristanlı,
Ayşem, Alim, Agam, Anam.41
Lozan Barış Antlaşmasından sonra (1923), Batı Trakya’da yoğun Türk
varlığı kalmıştır. Yunan yönetiminin siyasî, ekonomik, dinî, sosyal ve kültürel
alanlarda sistemli baskıları sonucu Batı Trakya Türkleri her türlü çareye
başvurarak Türkiye’ye göç etmeye çalışmaktadırlar. Asım Haliloğlu, göç
konusunu işleyen Batı Trakya sanatçılarından biridir. Şair, “Göç” adlı şiirinde
şöyle demektedir:
“Elveda” diyerek gider soydaşım
Anayurt yolcusu ona ne denir?
Gözü yaşlı kalır köyde kardaşım
Kader böyleymiş elden ne gelir?
Anneler yollarda evlâd kucakta
Hıçkırık sesleri köşe bucakta
Baykuş yuva yapmış sönen ocakta
Kader böyleymiş elden ne gelir?
Açılır kapanır göçmenler yolu
Bağlanır dostların hep eli kolu
“Ötme bülbül içim dert dolu”
Kader böyleymiş elden ne gelir.42
Gümülcineli Reşit Salim de Balkanlar’dan göçleri şu biçimde dile
getirmektedir:
Balkan şehirleri, Balkan rüyası
Gümülcineli Nedim-i Sani
Üsküplü Yahya Kemal
Diye gelmişler: göç var, göç
Asırlardır bitmeyen göç göç
Nicedir ateşi sönmeyen göç
41
Akıle Vardar-Sezgen, ‘Muhacırlar-Mübadiller’, Göçmenlere Yardım Derneği, Ankara Şubesi
Bülteni, Sayı 9, 2002, 18-19.
42
Asım Haliloğlu, ‘Göç’, Balkanlar’da Türk Kültürü, Sayı 24, 1997, 34.
24
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
Balkan şehirleri,
Tütün fenerlerinin isli ışığında
serin sabah rüzgârları eser
İskeçe, Koşukavak, Silistre sırtlarında
Balkan şehirleri,
Üsküp, Gümülcine, Deliorman,
Balkan Türklüğünün yontulmaz
üç kaya gibi sağlam
Bu ata yadigârı Osmanlı mimarisinin
sergilendiği kentler
Ezan seslerinin ulu çınarlarda
yankılandığı
Bitmeyen sönmeyen Osmanlı
sergüzeştinin
anlatıldığı mescit avluları
Coşkun Tuna, Osmanlının zafer günleri
Sırp diyarı, Bulgar ülkesi, Rumelleri
Gelmiş geçmiş nice nesiller
Diyegelmişler: göç var, göç
Yarım asırdır bitmeyen göç
Anadolu içlerine nicedir
sürüp giden göç...43
İkinci Dünya Savaşından sonra da Balkanlar’dan göçler devam etmiştir.
1950’lerin ikinci yarısında Yugoslavya’dan göçmen kafileleri Türkiye’ye akın
etti. Nice aileleri, nice akrabaları ayırdı bu göç, belleklerde nice anılar bıraktı.
Üsküp doğumlu şair Suat Engüllü, “Armut Ağacında Öten Kumrunun
Anımsattıkları” adlı şiirinde çocukluk anılarından birini, yakınlarının göç
yollarına çıkıp bir daha dönmediklerini canlandırmaktadır. Bu güzel şiirin
tamamını okuyalım:
Dalları sokağa taşan armut ağacına,
Bir kumru gelip konardı her sabah,
Arap şarkısı gibi bitmek bilmeyen
İçli içli ötüşüne başlardı sonra.
Büyülü kızıllığıyla şafak sökerken,
Yine bir sabah erken erken,
Konuverdi armut ağacına kumru.
Bir hüzünlü bir hüzünlü öttü ki sormayın...
Henüz dağılmadan tedirginliği,
Kumrunun ötüşündeki hüzün,
Geldi dayandı kapıya/yelesi pırıl pırıl,
Yağız atın koşulduğu araba.
43
Reşit Salim, ‘Göç’, Balkanlar’ın Sesi, Sayı 12, 2001, 20.
25
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
Belliydi, son haddini bulmuştu,
Kaç gündür evde süregelen telâş.
Çeyiz sandığı, konsol, sofra,
Döşekler, yorganlar, halılar,
Dört sandalye, baba yadigârı masa,
Ve bir şeyler daha yüklendi arabaya
Apar topar.
Evde kimin yüzüne takıldıysa gözüm,
Hepsi üzgün, ağızlarına kilit vurulmuş dersin.
Kucaklaşıldı, helâllaşıldı sonra,
Sonra deh dedi sürdü arabayı arabacı.
Ardından yürüdüler ağır ağır, ezginlikle,
Ninem, babam, annem, halam ve oğlu...
Anılarımdaki güllere bakılacak olursa
Aylardan mayıstı ve biz çocuklar,
Bakakaldık arkalarından, olanlardan habersiz,
Ama bir şey kopuyordu sanki içimizden,
İşte bu duyguyla uzun uzun el salladık.
Öğlene doğru ninem döndü,
Daha daha kocalmış,
Babamla annem döndü,
Gözleri hâlâ nemli.
Şimdi sormanın vakti değildir diye,
İçimde büyüyen çocukça bir merakla
Bekledim, bir şey sormadan kimseye.
Halamla oğlu gelmediler o gün,
Gelmediler...
Ertesi gün de, daha, daha ertesi gün de...
Yedi yaşında bir çocuktum henüz,
Ve aklım kesmiyordu herşeyi belki,
Ama, İstanbul’un sözünü etmeleri,
Tren demeleri yettiydi. Ne hikmet...
Dalları sokağa taşan armut ağacını,
Bir cömertliktir bürümüştü o yıl. Hayret!
Hep bekledik halamın oğlu gelir diye,
Gelir tırmanır diye bekledik,
Çocukça bir içtenlikle...
26
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
Oysa ne halam döndü ne de oğlu.
Arap şarkısı gibi bitmek bilmeyen,
İçli içli ötüşünü artık özlediğimiz,
Kumru da gelip konmadı bir daha,
Dalları sokağa taşan armut ağacına.44
XX. yüzyılın ikinci yarısı da Balkan Türkleri ve Müslümanlarının
hayatında huzursuzluklarla dolu bir dönem oldu. İkinci Dünya Savaşı biter
bitmez Yunanistan’da iç savaş patlak verdi. Bulgaristan’da komünist
diktatörlüğü aldı yürüdü. Yüzyılların sonlarında Yugoslavya’nın dağılmasıyla
Bosna-Hersek, Kosova, Makedonya halkları, kendilerini savaş içinde
buluverdiler. Berlin Duvarının yıkılmasıyla Doğu Bloku ülkelerinde rejim
değişikliği gerçekleştirildi.
Söz konusu dönemde Bulgaristan’dan Türkiye’ye üç büyük göç oldu.
Bu göçlerin ikisi, 1950-1951 göçü ve 1968-1978 yılları arası göç Türkiye ile
Bulgaristan arasında ikili anlaşmalar sonucu gerçekleştirilen göçlerdi. Üçüncü
göç ise eşi görülmemiş bir göçtü. Sayılı saatler, sayılı günler içinde
Bulgaristan Türkü evinden barkından koparılıp sınır dışı edildi. Utanç trenleri,
araba ve kamyon kervanları Türkleri güneye, Türkiye’ye taşımaya başladılar.
Büyük Göç olarak tarihimize geçen bu göçün hazırlığı Bulgar yöneticiler
tarafından on yıllar önce başlamış 1989 yaz aylarında da uygulamaya
geçilmiştir. 1950’lerin sonlarında komünist rejim idarecileri Türklere ve
Müslümanlara baskıları arttırmıştır. Önce Müslüman Romanlarla
(Çingenelerle) Pomak Türklerinin adları Bulgar adlarıyla değiştirilmiştir. Kanlı
olaylarda sayısız şehit verilmiştir. Artık sıra Türklere gelmişti ve bu gün de
geldi çattı. Aralık 1984 tarihinde Bulgaristan çapında Bulgar devletinin silâhlı
güçleri, askeriyle polisiyle Türklere karşı harekete geçirildi. Kısa bir süre
içerisinde Türklerin de adları Bulgar adlarıyla değiştirildi ve Bulgaristan’da
Türk olmadığı dünyaya bildirildi. Nice ölenler oldu, hapisanelere nice
gönderilenler oldu, Tuna’da Belene adası Türklerle dolup taştı. Türk halkına
baştan başa tüm Bulgaristan hapisane oluverdi... Ailede dahi Türkçe konuşmak
yasaklandı. Bulgarca konuşamayanlara doktor yardımı yapılmadı...
Gelişen olaylar karşısında dünya kamuoyu Bulgaristan Türklerini
yalnız bırakmadı. Bulgaristan Türklerine uygulanan baskılar, başta Türk
edebiyatı olmak üzere Balkan Türkleri edebiyatında yankısını buldu. Türkiye
Yazarlar Sendikası Bulgar Yazarlar Birliğine mektup göndererek vahşetin
durdurulmasını istedi. Sonra bu acılar şiirleştirildi... Balkan Türk sanatçıları da
Bulgaristan Türklerinin uğradığı felâkete karşı dayanışma içindeydiler. Batı
Trakya şairi Alirıza Saraçoğlu, Bulgaristan’da uygulanan baskı politikasına
karşı isyan ederek, şiirlerinde bu isyanı şöyle dile getirdi:
Bulgar Çorbacı
44
Mustafa İsen, Reyhan İsen, Ayşe Esra Kireççi, Balkanlar’da Türk Çocuk Şiiri Antolojisi,
Ankara 2001, 123-124.
27
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
Bu Kin Sönmez
Bu asırda bu vahşeti yapar mı bir ulus?
Zalim Bulgara cesaret verdi alçak Rus!
Musallat Moskof da Hazret-i Allah’tan bulsun;
Ya Rab! Yeter artık... Zulüm gören mazlumlar kurtulsun
...
Türklere kuduz köpekler gibi saldırdılar,
İnsan kılığındaki o itler çıldırdılar...
Rodoplar’ın dereleri cesetlerle doludur,
Köpeklerin ağzındaki insan koludur!
...
O vahşet, o zulüm nasıl çekilir?
Nasıl silinir vahşi Bulgarın alnından o kir?!!
Mehmede “Mitko” demek ile iş bitmez çorbacı, bil!
Vicdanlara hükmetmek sandığın kadar kolay değil...45
“Bulgar Canavarını Kahret Allahım” başlıklı şiirinde de şair Allah’a
yalvararak şöyle diyor:
...
Mehmedi “Mitko” yapıyor Bulgar,
Marx ve Engels’e tapıyor Bulgar,
Camilerimi yıkıyor Bulgar,
Kahhâr isminle kahret Allahım...
Bulgaristan’da ezan okunmaz!
Ramazan geldi Kandiller yanmaz...
İslâmı yok edenler onmaz!
Kahhâr isminle kahret Allahım...46
Üsküplü sanatçı Yusuf Edip de “Sofya’da Kasım” başlıklı şiiriyle
Bulgaristan Türkünün üzüntüsünü paylaşıyor:
Kasımda sende rastladım Kasım’a
Camiye öyle üzgün bakışını
Kafesteki tutsak kuşun
Büyüyen ümitsizliğine benzettim.
Kasımdı yine gördüm Kasım’ı
Adı değişmiş...değiştirilmişti bu kez
Gözlerindeki bakış aynı mıydı belli değildi ama
Habire öldürülen kardeşinden söz ediyordu.47
45
A. Saraçoğlu, ‘Bulgar Çorbacı, Bu Kin Sönmez’, Ey Yağız Toprak, Gümülcine 1989, 97.
Saraçoğlu, ‘Bulgar Canavarını Kahret Allahım’, aynı eser, 96.
47
Yusuf Edip, ‘Sofya’da Kasım’, H. Süleymanoğlu, M. Süleymanoğlu, Türkçe 8, Ankara,
2000, 32.
46
28
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
Havza Müftüsü Musa Uzunkaya’nın “Zalim Bulgar” adlı şiirinden şu
mısraları okuyoruz:
Beş asır ecdâdım yönetti O’nu,
Değişmeden adı, dini hayatı.
Dileriz ki olsun zülmün sonu,
Teşhis edin teşhir kızıl suratı
Sen sarı kasırga bu nasıl re’fet?
Özgürlük denilen kızıl marifet,
Zorla din değiştirmek, bu mu adâlet?
Bu zülmün hesabı sorulacaktır...48
Türkiye’deki Bulgaristan göçmeni sanatçılar da Bulgaristan olaylarına
seyirci kalamazlardı ve kalmadılar da. Kardeşlerinin felâketini eserlerine konu
ederek Bulgar barbarlığını kınadılar, olaylardan duydukları acıyı destanlara
dökmüş, şiirleştirmişlerdir. Nazmi Nuri Adalı “Kanlı Aralık Destanı” ‘nda
bakın neler diyor:
Yıl 1984
Ay Aralık
Kanlı Aralık.
Kış, Kar, Buz
Tarihte yeni bir kara yaprak
Tarihe siyah bir anmalık
Yıl 1984 Ay Aralık.
Dünyam karanlı.
Bulgar kudurmuş
Bulgar kuduz.
Rumeli buz.
Kahpe Bulgar bırakmış işini gücünü
Dolaşıyor ev ev kapı kapı
Tuna’dan Rodoplar’a
Meydan okuyor Todor.
Yürekler ateş.
Yürekler kor
Bir uçtan bir uca memleket
Tank, Top, Tüfek
Siperde Dragan
Menzilde Hasan
Zalim Bulgar alıyormuş güya öcünü
Neden?”
Türk adlarını vermek istemeyenler dağlara kaçıyorlar:
Mekân kuruyor dağlarda
Kadın erkek
Çoluk-çocuk
48
Hakses dergisinden alınmıştır (Balkanlar’ın Sesi, Sayı 2, 1989, 5).
29
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
Ölüm fısıldıyor dışarda fırtınalar
Sarı solgun meşe yaprakları mahzun
Günler ne uzun, geceler ne uzun
Benizler uçuk...
70’lik Havva teyze de kırda bayırda
Tee orada. Dişlik dere yamaçlarında
Çalılıklar içinde yatıyor
Yatıyor mecalsizce
Yatıyor gizlice
İçinde bir ses:
“Sakın Bulgara söylemesin kimse...”
Türklüğümü vermem, diyor
İsmimi, imanımı
Benliğimi alamazsınız, diyor.49
Bulgarlaştırma sürecinde tepki gösteren Türkler Belene’ye, Ölüm
Adasına gönderildiler. Şair İbrahim Kamberoğlu, bir şiirinde bakın ne diyor:
Ben Belene’yi bilmem, bilenlerden dinledim
Her gece hücrenize gelirmiş
Tuna boyunda kaybolan Aliş
Civan kaşları kare
Yazılmayan mektubu gönderilmeyen selâmı
O ulaştırırmış gizli-gizli
Anaya, Babaya, Yâre...
Ben cefa çekmedim, çekenlerden dinledim
Uykular kâbus, gülüşler hıçkırıkmış
Ve dağ-taş inlemiş mazlumların yasından
Allah inandırsın mertçe içmişler
Ölüm şerbetini
Ecel tasından...
Ben mahşeri görmedim, görenlerden dinledim
Çocuklar siper olmuş kurşuna
Köprü başında vurulan bekârmış
Elleri dua eder gibi açılmış göğe
Söyleyen doğru söylemiş kardaş
Ateş düştüğü yeri yakarmış...
Ben sanık olmadım, olanlardan dinledim
Kibir savcı olmuş, yalanlar yargıç
Ve eski öfkeler kabarmış deniz-deniz
Evet suçunuz affedilmez büyüktü
Türklüğün yasak olduğu o yerde
Türk’üz dediniz…50
49
Nazmi Nuri Adalı, ‘Kanlı Aralık Destanı’, Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı V (Türkiye Dışı
Çağdaş Türk Şiiri), Sayı 531, Mart 1996, 532-536.
30
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
Bulgarlaştırma sürecinin beşinci yılında, 1989’un yaz aylarında yeni bir
kıyamet kopuverdi. Bulgaristan Türkleri kafileler hâlinde sınır dışı ediliyordu,
güneye, Türkiye’ye gönderiliyorlardı... Kapıkule sınır kapısı mahşer yerine
dönüşüvermişti... Film Yöneticisi yazar Yavuz Yalınkılıç’ın şiirinden bir parça
okuyalım:
...
Bir mahşeri andırıyor Edirne
Gözleri yaşlı insanlar sarılıyor bir birlerine şaşkın
Kopmuşlar yerlerinden, sökülmüşler zorla.
Buruk bakıyorlar etrafa
Es bre deli rüzgâr es
Esmiyorsun. Şimdi nerdesin
Dünyanın neresindesin?
Şimdi orda
Kasırgasın, borasın, fırtınasın...
Sen yoksun ya
Bulgaristan’da
Bir kasvet sardı
Deliorman’ı
Kuşlar ötmüyor
Yapraklar kıpırdamıyor artık
Çiçekler kopmuş dalından
İnsanların yüzleri gülmüyor
Es bre deli rüzgâr es...
Anlat bizi
Ezilmişliğimizi
Tüm dünyaya özgürce...51
Yine parçalanmış aileler, yine parçalanmış yürekler, yine ayrılık
gözyaşları... Ana baba Türkiye’de, evlâtlar Bulgaristan’da. Gençler burada,
kimsesiz kalmış yaşlılar orada, Bulgaristan’da... Türklerin yoğun olduğu
bölgelerde saksılarda çiçekler yok, sohbetlerde kahkahalar yok. Doğu
Rodoplarda, hâlâ öğretmenliğini sürdüren şair ve yazar Ahmet Mehmet’in
“Karakış” adlı şiirini okuyalım:
Bizim evimizde de vardı saksılar
Çiçekler vardı saksılarda sulardık
Sohbete kahkahaya dardı odalar
Bir çağlayancasına çağlardık
Türküler çınlardı kulaklarımızda
Mevsimleri bir bir süslerdik
Baharın çiçeği vardı, bülbülün sesi
Birbirimize mutluluklar dilerdik
50
51
İbrahim Kamberoğlu, ‘Dinmeyen Sancı’, Göçmen dergisi (Mersin), Sayı 1, 2003, 5.
Yavuz Yalınkılıç, ‘Bir Mahşer Yeri Edirne’, Bulgaristan Türklerinin Sesi, Sayı 5, 1991, 19.
31
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
Gecenin Ay’ını beklerdi aşıklar
Kızlarımız bir bir çeyiz hazırlardı
Zurna çalardı Perşembe Pazar
Dilekler dilekleri bağlardı.
Artık her şeyi matem aldı
KARAKIŞ mevsimlerin tek adı
Kabirlerin bile taşları kırıldı
Diken diken haçlar sardı.52
Göç eden bu insan felâketinin sonu gelmeyecek mi? Bu soruya Ümit
Özdağ’ın bir yazısında şu cevabı bulabiliyoruz:
Balkanlar’da 1990’ların fırtınalı yıllarından sonra şimdi nispeten bir sükûnet
vardır, ancak Balkanlar aynı zamanda her zaman patlamaya hazır bir barut
fıçısıdır. Belki de Balkan halklarının hep güçlerinin yetmiyeceği hedeflerinin
olması Balkanlar’ı tehlikeli bir alan hâline getirmektedir. Bu, 20. yüzyılda
olabildiğince hırpalanan Balkan Türklüğünün 21. yüzyılda da aradığı ve arzu
ettiği huzura eremeyeceğini göstermektedir.53
Bulgaristan Türklerinin geleceği hakkında ise Cengiz Hakov,
vurgulayarak şunu belirtiyor:
…altını kalın bir şekilde çizmemiz gereken bir şey vardır ki o da Bulgar
devletinin 1878 yılında yeniden kurulmasından bugüne kadar bütün Bulgar
hükümetlerinin en büyük Türk-Müslüman azınlığını, gelecekte Bulgar devleti
için potansiyel bir tehlike olarak görmektedir. Bu hipotetik tehlikeyi yok
etmek için zaman zaman göç ve asimile etme deneyleri uygulamışsa da
beklenen neticeler alınamamıştır.Bu da Bulgaristan Türklerinin ve diğer
Müslümanların göçmenlik kaderlerinin devam edeceğini göstermektedir.54
***
XIX. yüzyıldan günümüze kadar devam etmekte olan Balkan acıları,
ardı
arkası kesilmeyen göç dalgaları, Türkiye ve Balkan Türkleri
edebiyatlarında derin yankılar bulmuş, Balkanlar’da yaşanan büyük insanlık
dramı ayrı bir motif olarak gelişmiştir. Bazı araştırmacıların fikrince de ne
yazık ki bu göçler son değil gibi görünüyor. Zorunlu göçler oldukça,
edebiyatımızda göç motifli eserler de, gözyaşı dolu şiirler, öyküler de
yazılacaktır.
Keşki zorunlu göçler olmasaydı...
Keşki Balkanlarda’ki ocaklarımız sönmeseydi...
52
Ahmet Mehmet, ‘Karakış’, Balkanlar′da Türk Kültürü, Sayı: 49, 2003, 23.
Ümit Özdağ, ‘Önsöz’, E. Türbedar, Balkan Türkleri, Ankara 2003, sf. VIII.
54
C. Hakov, ‘Bulgaristan Türklerinin Göçmenlik Serüveni’, Türkler, c. 20, Ankara 2002, 121126.
53
32
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
III. Edebiyatımızda Balkan göçmenlerinin
Türkiye koşullarına uyumu
Osmanlı Devletinin Balkanlar’dan çekilişinin acısını bu topraklarda
yaşayan Türkler, Müslümanlar çekmiştir. Alın teriyle şenlendirilmiş ana baba
yurtlarını, bağ bahçelerini, memleketin doğal güzelliklerini, yakınlarının aziz
mezarlarını bırakıp da göç yollarına düşmek kolay değildir. Savaşlar, baskı ve
zulümler insanlarımızı göç etmek zorunda bırakmıştır. Yüz binlerce Rumeli
Türkü acımasızca öldürülmüş, hayatta kalanların da çoğu açlık, kötü hava
koşulları, hastalıklar yüzünden göç yollarında can vermişlerdir. Selâmete
kavuşabilenler ise anavatanda sıkıntılarla dolu uzun bir uyum süreci
yaşamışlardır.
Sayıları yüz binlere varan göçmenlerin pek çoğunun ilk durak yeri
İstanbul olmuştur. Doksanüç Harbinde göçmenler İstanbul’a kara, deniz ve
demiryoluyla akın akın gelmiş, asıl göç akını ise demiryolu ile olmuştur. Gelen
göçmenlerin çoğunluğunu kadın, çocuk ve ihtiyarlar oluşturmuştur. Bu yersiz,
yurtsuz, aç ve çıplak insanların yiyecek, giyecek ve yatacak yer sorunlarının
çözümü için çeşitli tedbirler alınmış ve geçici olarak başlıca cami ve
mescitlere, tekke ve zaviyelere, boş binalara, hanlara ve köşklere
yerleştirilmişlerdir.55 Yerleştirilemeyen binlerce göçmen ise arabaları,
hayvanlarıyla günlerce meydanlarda, sokaklarda kalmışlardır.
Göçmenlerin İstanbul’da oluşturduğu bu manzara Balkan Savaşında da
tekrarlanmıştır. Zamanın yayın organlarının hepsi İstanbul’a gelen göçmenlerin
sefaletini anlatan yazılarla dolmuştur. Ahmet Halaçoğlu bir eserinde Ahmet
Rasim’in yazdığı "Hal ve Mevki" adlı köşe yazısından şu cümleleri aktararak
Doksanüç Harbinin devam ettiği gibi görünen manzarayı özetlemeye
çalışmıştır: "Dikkatimi bir şey çekti" diyor Ahmet Rasim yazısında. "O
gördüğüm göçmen kâfileleri bundan 35 sene önceki göçmenlerin
aynısı...Arabaları, hasır örtüleri, kıyafetleri, yürüyüşleri, mandaları ve öküzleri
yine o...Hiç değişmemişler. Öyle ki 35 seneden beri devam eden bir uykudan
uyanan biri kalksa, hâlâ Rus muharebesinin devam ettiğine kani olur. Yoksa
yine öyle de ben mi uyanıyorum?...".56
İlhan Bardakçı’nın bir eserinde de şu satırlar var:
Binlerce, on binlerce kişilik muhacir kâfileleri Sirkeci garından itibaren şehri
tamamen doldurmuşlardı. Öküzlerin çektiği kağnı arabaları köprüden
yukarılara, tâ Beyoğlu’na kadar uzanıyorlardı... Rumeli’den ölülerini bile
getirenler vardı. Onlar gâvur toprağında kalmasınlar, burada yatsınlar
diyorlardı...57
55
Nedim İpek, Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri (1877-1890), Ankara 1994, 43-44, 54-55.
Ahmet Halaçoğlu, Balkan Harbi Sırasında Rumeli’den Türk Göçleri (1912-1913), Ankara
1994, 69.
57
İlhan Bardakçı, İmparatorluğa Veda, İstanbul 1985, 406-407.
56
33
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
Yürekleri sızlatan göçmen manzaralarına daha savaş aylarında destan
ve türküler hasredilmiştir. Aka Gündüz’ün "Halka Doğru" dergide yayımladığı
"Muhacir Türküsü" adlı eserde Rumeli göçmenlerinin uğradığı mezalim ve
çektikleri sıkıntılar dile getirilmektedir:
Bir muhacir kızıyım
İntikam yıldızıyım
Acı benim hâlime
Yüreklere sızıyım.
Atma beni, efendim
Ben de senin gibiydim
Gül bahçeli evimde
Gonca güller gibiydim.
Darağacı kuruldu
Ne arandı soruldu
Anam, babam, kardaşım
Hep bir günde boğuldu.
Kul et beni evine
Öksüz gönlüm sevine
Koğma beni kapından
Su dökeyim eline.
Doğrusunu söylerim
Ne arz kaldı, ne yerim
Bir lokmayı acıma
Yüreğimi ben yerim.
Dört tarafım karanlık
Bu mu acep insanlık
Her bir kapı kapalı
Hani eski âyanlık.
Ne ışık var, ne sadâ
Ne merhamet, ne vefâ
Söyle bana Yarabbi
Bu ne âlem, ne dünya.58
Söz konusu türkü, halk arasında çok yaygın olmalıymış ki günümüzde
de sadece göçmenler arasında değil, Balkanlar’da kalan kimi yaşlılar tarafından
da hâlâ bilinmektedir. 1989’un Büyük Göçünde Bulgaristan’dan gelerek
Uzunköprü’ye yerleşmiş Kırcaali şehrinden Güler Arda, kendisi daha küçük
58
Aka Gündüz, ‘Muhacir Türküsü’ (‘Millî Türküler’), Halka Doğru, Sayı 4, 2 Mayıs 1329/15
Mayıs 1913, 25.
34
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
yaştayken bu türküyü gözyaşıyla ninesinin söylediğini hatırlıyor ve: "Ninem bu
türküyü kızlarına ve bize-torunlarına da öğretmişti" diyerek türküyü söylüyor.
Cami ve mescitler, medrese ve mektepler Rumeli’den gelmekte olan
göçmenlerle tıklım tıklım dolunca, başka çareler de aranmaya başlıyor. Bu
arada gazetelerde çıkan yazılarla da türlü önerilerde bulunuluyor. Örneğin,
Şeyh Ahmet imzalı "Bâb-ı Vâlâ-yı Fetvâ ve Evkâv Nezâreti’nin Nazar-ı
Dikkatine" başlığı altında yayımlanan bir yazıda yiyecekleri, kömürleri,
gazları, ekmekleri, çorbaları olan ve ekserîsinin boş olduğu bildirilen yerlerin,
ya hastahâneye çevrilmesini veya göçmen iskân edilmesini tavsiye ederek,
örnek olması bakımından kendi dergâhının bütün odalarını göçmenlere tahsis
ettiği bildirilmiştir.59 İstanbul halkı tarafından göçmenlere birçok yardımlarda
bulunulduğu bilinmektedir.
Her iki savaşta yaşanan bu millî felâket daha sonraki yıllarda da ünlü
sanatçılara konu olmuş, Rumeli Türkünün feryatlarını ifade eden eserleriyle
göç olgusunu edebiyat tarihimize taşımışlar, kazandırmışlardır. Reşat Nuri
Güntekin "Kirazlar" adlı öyküsünde Rumeli’den yola çıkan göç kervanlarıyla
İstanbul’a gelen iki çaresiz yaşlının başından geçenleri, bu insanlık dramını
büyük bir sıcaklıkla canlandırmıştır. Öykünün üçüncü bölümünden şunları
okuyalım:
Biz memlekette çok zengindik. Oğullarımız, kızlarımız, torunlarımız vardı.
Balkan Harbinde kimi öldü kimi kayboldu. Biz iki ihtiyar, Zehra ismindeki
tororunumuzla İstanbul’a geldik. Elimizde çoluk çocuk diye bir o Zehracık
kalmıştı. Ölenlerin, kaybolanların sevgisini ona verdik. Memlekette dünya
kadar malımız, mülkümüz olduğu hâlde İstanbul’da on parasız kaldık. Kocam
çalışacak hâlde değildi. İstanbul’da bir iki hemşerimiz vardı. Onlar, ara sıra
beş on para veriyorlardı. Üstsüz başsız kalmıştık. Zehracık dilenci çocuklarına
dönmüştü.
Yedi sekiz yıl önce şu karşıki sokakta harap bir cami vardı. Karı koca onun
bir köşesine sığınmıştık. Bir bahar günü bu bahçenin önünden geçiyorduk.
Kirazlar olmuştu. Çocuk değil mi, yavrucak görünce kirazlara imrendi: "İlle
isterim!" diye ağlamaya başladı. Çocuk için birkaç kiraz istedim. Yüreksiz
adam cevap bile vermedi, başını öte tarafa çevirdi. Zehracıkla yerimize
döndük. Çocuk ağlar, ben ağlarım. Birkaç gün sonra başka çocuklar Zehracığı
kandırmışlar, bahçeye kiraz hırsızlığına götürmüşler. Bahçıvan, çocukları
görmüş, ellerinde taşlarla, sopalarla kovalamaya başlamış. Zehracığım
hırsızlığa alışık değil; bahçıvanı görünce korkmuş; adam daha bir şey
söylemeden, kendini ağaçtan atmış. Başçağızı taşa çarpmış.
Onun bu hâlini gören iyi kalpli bir adam, Zehra’yı kucağına alıp eve getirdi.
Yavrumun sırma gibi saçları vardı; bu saçların bir parçası kana bulanıp alnına
yapışmış... Üç beş gün sonra Zehracık büyük bir ateşle hastalandı. Gözleri
şaşılaştı, kolları büzüldü. Belediye hekimini getirdik: "Çocuk ağaçtan düşünce
başı zedelenmiş, beyin veremi olmuş. Ümit kesilmez, ama ben iyi
görmüyorum", dedi. Yavrucuğum birkaç gün sonra ölüp gitti. Biz iki ihtiyar,
kuru başımıza kaldık. Üç yıl sonra eski mallarımızdan bir kısmını bize geri
59
Halaçoğlu, Türk Göçleri, 72-73.
35
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
verdiler. Yeniden zengin olduk. Fakat biz artık parayı ne yapalım? İhtiyar
insanlar parayı oğulları, torunları için isterler, değil mi Doktor oğlum?
Mülklerimizin kirasını getirdikleri vakit iki ihtiyar ağlamaya başlarız. Bu
paraları harcıyacak kimimiz var ki? Başka yerlerde oturamadık. Sanırım ki
Zehracık düştüğü şu kiraz ağacının altında gömülüdür. Kiraz mevsimi geldi
mi, belki bir kaza olur, başka anacıkların da yüreği yanar diye, karı koca
bekçilik ederiz. Ağaçlara kimseyi yanaştırmayız. Bu kirazlardan bir tanesini
yemek istemeyiz. Zehracık onlardan bir tanecik için ağlayıp ölmüştü. Kirazlar
olduğu vakit arabalara doldurur, onun mezarının bulunduğu yere götürürüz.
Zehracığımın ruhu için, onları, para ile kiraz alamayan yoksul çocuklara sepet
sepet dağıtırız.60
Göçmenler, geçici yerleşme yerlerinden kalıcı yerleşim yerlerine
sevkedilmişlerdir. Genel olarak tüm Trakya bölgesi, büyük ölçüde Marmara ve
Ege bölgeleri, kısmen Akdeniz ve İç Anadolu, Doğu Karadeniz bölgeleri ve
çok az da olsa Batı Karadeniz ile doğu Anadolu bölgelerine iskân
edilmişlerdir.61
Göç eden Rumeli Türkleri, ya eskiden var olan yerleşim yerlerinin
dışında ayrı mahalleler oluşturmuşlar veya yeni yeni köyler kurmuşlardır. Yeni
kurulmuş köy ve mahallelerin adlandırılmasında ya Padişah adına izafeten
Mahmudiye, Hamidiye, Reşadiye, Aziziye gibi adlar, ya da rahata kavuşmaları
umuduyla Refahiye, Kemaliye gibi adlar kullanmışlardır. Tüm bu adlarla onlar
Osmanlı Devletine bağlılıklarını ve minnettarlıklarını ifade etmek
istemişlerdir.62
Göçmenler, bazı bölgelerde, örneğin Balıkesir’in Gönen ilçesinde
kurdukları köy ve mahallelere, gelmiş oldukları yerlerden hatıra olan Filibe,
Tırnova, Osmanpazar, Plevne gibi adları vermişlerdir.63 Buraya şunu da
eklemek gerekir ki Balkan göçmenleri Türkiye’de kendilerine yeni soyadları
seçerken birçokları, gelmiş oldukları memleketlerini hatırlatacak birtakım
bölge, yerleşim yeri, dağ ve ırmak adlarından oluşan soyadları almışlar ve
almaktadırlar: Ahmet KOSOVA, Aysel BALKANLI, Erdoğan ÜSKÜP,
Mehmet ARDA, Murat MERİÇEL, Ahmet TUNALI vb.64
Kalıcı yerleşim yerlerine sevkedilirken akrabaların, ailelerin bazen
bölündüğü de olunca, yeniden bir iç göç gerçekleşmiştir. Bu konuda
Yunanistan mübadillerinden Zeynep Yoğuran, anılarını şöyle anlatıyor:
Memlekette, Selânik’in Kareferye köyünde, iki katlı evimiz vardı. Evimizin
avlusu çok genişti ve içinde türlü türlü çiçekler ve meyve ağaçları vardı.
avlunun içinden, suyu berrak bir ark geçiyordu. Geldi Rumlar, evimize
60
Hayriye Süleymanoğlu, Mehmet Süleymanoğlu, Türkçe 7, İstanbul 2000, 69-72.
H. Yıldırım Ağanoğlu, Osmanlıdan Cumhuriyet’e Balkanlar’ın Makûs Tarihi, İstanbul 2001,
342-343.
62
Halaçoğlu, Türk Göçleri, 30.
63
Ağanoğlu, Balkanlar’ın Makûs Tarihi, 38-39.
64
Hayriye Süleymanoğlu, ‘Kım vıprosa za slavânskite leksikalni elementi v turskiya ezik’,
Sıpostavitelno ezikoznanie, 1993, 3-4, 187-193.
61
36
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
yerleştiler. biz uzun zaman hayvanlarımızın ahırlarında barındık. Sonra
Türkiye’ye geldik. İzmir’in İki Çeşmelik köyüne gönderildik. Dedem ve
babam buraya alışamadılar, ille de Ankara’ya gidelim, dediler. Çünkü bizden
önce gelen amcamı Ankara’ya göndermişler ve ona devlet işi vermişlerdi.
Amcamla beraber olmak istediler. Devletin sağlamış olduğu her türlü
yardımdan vazgeçerek Ankara’ya amcamın yanına geldik. Çok sıkıntılı yıllar
geçirdik. Devlet, dedeme de babama da devlet işi sağladı. zamanla ev bark,
mal mülk sahibi olduk. Memleketi de bir türlü unutamadık. Bu yaşa geldim
geleli memleketteki evimizi, bahçelerimizi, avlumuzdan geçen suların
şırıltısını unutamıyorum. O yerler hâlâ rüyama giriyor.65
Mübadillerin Türkiye’ye uyum süreçleri edebiyata da yansımıştır. Reşat
Nuri Güntekin’in 1942’de, Sabahattin Ali’nin 1947’de yayımladıkları "Ateş
Gecesi" ve "Çirkince" adlı eserlerinde Ege kıyılarındaki mübadillerin hayatı
anlatılmaktadır. Sevkedildikleri yerlerde göçmenlerin ilk arayışları, bırakmış
oldukları memleketlerinin doğal güzellikleri ve iklimi ile ilgili olmuştur.
Kırşehirli Zehra Balkanlı’nın Türkiye koşullarına uyum sürecinde başlarından
geçenleri okuyalım:
Biz 1950 muhaciriyiz. Kocabalkan’ın Eleni (Elena, Bulgaristan) kasabası
yakınında bulunan Türk köylerindeniz. Köyümüzün varlıklı ailelerindendik.
Orada mal mülk, ev bark bıraktık. Öküz arabasıyla göç yollarına çıktık. Bir
arabaya ne kadar eşya yükletebilirdik ki. Sadece elimizde olan altınlarımızı
götürmeliydik. Ama bunları da nerede saklayabilirdik, huduttan nasıl
geçirebilirdik?... Bulgar-Türk hududunda aylarca bekletildik ve çok sıkıntılar
çektik. Hudutta bekletilenler arasından hastalananlar mı olmadı, ölenler
mi...Hudut boyunda, Bulgar toprağında iki yeni mezarlık oluşturuldu. Nihayet
Türkiye’ye geçmemize izin verildi.
Türk toprağına geçenlere, ülkenin hangi bölgelerine gitmek istediklerini
soruyorlar ve oralara gönderiliyorlardı. Babama da sorunca, babam: "Balkanın
yeşilliğine, havasına, suyuna alışık köylüleriz. Bizi balkanı olan yerlere
gönderin" dedi. Kırşehir’e gönderdiler. Köyümüzden öteki muhacirlerle
birlikte Kırşehir’in yolunu tuttuk. Gide gide Kırşehir’e vardık. Ne görelim!...
Karşımızda ne yüksek dağlar, ne de sık ormanlar var... Meğer, Türkeyelilerin
dilinde "balkan", bizim bildiğimiz anlamda kullanılmıyormuş. "Babacığım,
niye sen bizi buralara getirdin?" diye ablamla devamlı ağlıyorduk. Etraftaki
bozkırlara, çıplaklıklara bir türlü alışamadık. Kalkıp köyümüzden öteki
muhacirlerle birlikte memleketimize benzeyen yerler aramaya başladık. Çok
yer değiştirdik, Anadolu’nun birçok yerinde kaldık. Sonunda yine Kırşehir’e
döndük. Devlet burada bize arazi, arsa vermiş, daha başka yardımlarda da
bulunmuştu. Hiç olmazsa bunları kaybetmeyelim, dedik. Çünkü kendi isteği
ile yer değiştiren muhacirlere devlet, her türlü yardımı kesiyordu. Kırşehir’de
bir muhacir mahallesi kurduk. Evlerimizi istediğimiz gibi yaptık. Etrafında
bağ bahçe yetiştirdik ve yeşilliklere bürünerek bozkırları, çıplak tepeleri
65
Anlatan: Zeynep Yoğuran. Doğum tarihi: 1914. Kayıt tarihi: 1993. Kaleme alan: Hayriye
Memoğlu-Süleymanoğlu.
37
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
görmemeye çalıştık. Çoluk çocuk sahibi olduk, çocuklarımızı okuttuk.
Böylece Kırşehirli olduk, Anadolulu olduk.66
Anadolu’nun çeşitli bölgelerine sevkedilirken göçmenlerin gelmiş
oldukları yerlerin iklimine uygun olmayan yerlere gönderilmeleri, dağlıyı
ovaya, ovalıyı dağlara sevketmek gibi durumlar yaşanmış ve yeni yerleşim
yerlerinin iklimine alışamayan göçmenler arasında birçok hastalıklar yaygın
hâl almış, birçok ölüm olayları olmuştur.67
Yeni köylerin oluşturulmasında yerli halkla göçmenler arasında bazı
bölgelerde ara sıra anlaşmazlıklar, gergin durumlar da yaşanmıştır. Bursa’nın
Şevketiye köyünden Mustafa dede anılarını anlatırken şöyle diyor:
Biz eski muhaciriz. Bulgaristan’ın Tırnova bölgesinden geldik. Öküz
arabalarıyla yolculuk yaptık." Boyunduruğu göstererek: "İşte bu boyunduruk
o zamandan kalmadır, onunla öküzlerimizi arabaya koştuk, belki de yüz
yıllıktır.
Devlet bizi Bursa tarafına göndermekle iyi etti. Buraları bizim memlekete
benziyor. Ama zamanında yerli köylüler bize birçok sorun çıkardılar. Çok
mücadele ettik, bu köyü kurduk. Etraftaki köylerin çoğu m a n a v köyleridir.
Bizi kıskanıyor, hasetlik getiriyor, her vesileyle de rahatsız
ediyorlardı...Zamanla aramızda dostluk kurduk.68
Bursa çevresindeki göçmenler, yerli köylülere manav diyorlar. Bir
gülmece türküsünden şu dörtlüğü okuyalım:
A manavlar manavlar
Macırları kıskanırlar
Hareketi duyduyan
Hepsi de uslanıyorlar.69
Göçler, her zaman Balkan Türkleri için bir yıkım olmuştur. Ekonomik
ve toplumsal boyutta bir dizi yeni sorunlar gündeme gelmiş ve her türlü
sıkıntıları sadece göç edenler değil, göç edilen ortamın yerlileri de
yaşamışlardır.70 Büyük göçmen dalgalarının kısa sürede Türkiye’ye gelmeleri,
yerli halk açısından da kaçınılmaz birtakım problemler doğurmuştur. Göç
konusunda tecrübesi olan Türk Devleti, yerli halkla göçmenler arasında ortaya
çıkan bazı anlaşmazlıkları her iki taraf için de uygun bir biçimde çözüme
kavuşturmaya çalışmış, birçok şeyleri yasalara bağlamıştır.
66
Anlatan: Zehra Balkanlı. Kaleme alındığı tarih: 1991. Kaleme alan: Hayriye MemoğluSüleymanoğlu.
67
Kemal Arı, Büyük Mübadele. Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923-1925), İstanbul 2003, 110-111.
68
Anlatan: Mustafa Parmak, 98 yaşında. Kayda alındığı tarih: 1990. Şevketiye köyü, Bursa.
Kaleme alan: Erhan Süleymanoğlu.
69
Hayriye Memoğlu-Süleymanoğlu’nun arşivinden.
70
Arı, Büyük Mübadele, 164; Yaşar Nabi Nayır, Balkanlar ve Türklük, Ankara 1936, 235-236;
Falih Rıfkı Atay, Taymis Kıyıları, İstanbul 1970, 85-86.
38
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
Kalıcı yerleşim bölgelerine sevkedilen göçmenler, tarihî süreç içinde
yerli halkın kültürel değerlerini benimseyerek Rumeli kültüründen getirmiş
oldukları bazı unsurları unutmuşlardır. Yerli halk arasına serpilmiş göçmen
ailelerde, yerli halkla karışma, kaynaşma süreci daha kısa bir sürede
tamamlanmıştır. Ancak oluşturdukları yeni mahallelerde ve köylerde
göçmenler, Rumeli’den taşıdıkları toplumsal özellikleri, yaşayış tarzlarını uzun
süre devam ettirmişlerdir. Söz konusu yeni mahalle ve köylerde ev yapımından
başlayarak tarım âlet ve ürünlerine, beslenmeden giyim kuşama, gelenek ve
göreneklere varınca her alanda Rumeli’nin damgası bulunmuştur. Zamanla
yerli halkın kültürü buralarda da ağır basarak, göçmenlerin getirdikleri kültürel
değerlerle zenginleşip, daha renkli ve bazı hususlarda daha çağdaş bir kültür
oluşumu ortaya çıkmıştır. Fakat tüm bunların gerçekleşmesi kolay olmamıştır.
Yerli halkla göçmenler arasında birbirini beğenmeme, aşağılama gibi durumlar
olmuştur. Yerliler, göçmenleri dışlamış, horlamış. Göçmenler de: "Biz suyun
ötesindeniz" diyerek kültür farklılıklarını ifade etmeye, belki de daha doğrusu,
kaderin cilvesine boyun eğerek böyle demekle kendilerine bir teselli bulmaya
çalışmışlardır. Behice Boran’ın yaptığı alan araştırmalarında ise göçmen
gruplarla yerli halk arasında olduğu gibi, eski ve yeni göçmenler arasında da
birtakım gelenekler hususunda beğenmeme, alay etme olaylarına rastlandığını
görüyoruz.71
Araştırmacılar, kültür alış verişinden söz ederken Anadolu halkının da
göçmenlerden birçok şeyler aldığını yazmaktadırlar.72 Örnek olarak şunu
gösterelim: Muhacir evlerinin daha kullanışlı, daha çağdaş, daha sıhhî, daha
güneşli olması, evlerin sıvalı, kireçle badana edilmiş olması bir yenilik, bir
değişim olarak algılanmış, bu yenilikler yerli halk tarafından da
benimsenmiştir. Bu özelliği yukarıda sözü geçen gülmece türküsünde de
buluyoruz:
Şu Bursa’nın beyleri
Sıvasızdır evleri
Macırlar geleli
Sıva yüzü gördü evleri.
1913’te Anadolu’yu dolaşan Macar seyyah Béla Horvath da muhacir
köylerindeki evlerin sıvanmış olduğunun, yerlilerin köylerindekilerin ise
olmadığının tâ uzaktan farkedildiğini gezi notlarında belirtmiştir.73
Yapmış olduğumuz araştırmalardan Bulgaristan’ın Filibe’ye bağlı
köylerinden gelmiş eski göçmenlerin anılarından da şunları verelim:
Biz eski muhaciriz. Geldiğimizde bizi Denizli’nin köylerine gönderdiler.
Burada evlerimizi memleketteki gibi yaptık, avlularımızda da fırınlar yaptık.
Buğday unundan mayalı ekmek yaparak bu fırınlarda pişirmeye başladık.
71
Behice Boran, Toplumsal Yapı Araştırmaları (İki Köy Çeşidinin Mukayeseli Tekkiki), Ankara
1945, 26; Arı, Büyük Mübadele, 169.
72
Arı, Büyük Mübadele, 162-173.
73
Béla Horvath, Anadolu, 1913, İstanbul 1997, 8.
39
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
Ekmek somunları bir karış kabarıyordu. Yerli köylülerden kimileri: "Ekmek
böyle yapılmaz, ekmek böyle pişirilmez." diyerek tarlalarımızda ekinlerimzi
yaktılar...Sonra bizden öğrendiler, onlar da bizim yaptığımız gibi ekmek
yapmaya başladılar. Zamanla aramızda yakınlaşma oldu, dostluk kuruldu,
türlü türlü yemekler yapmayı da birbirimizden öğrendik.74
Arşivimde türlü konularda anılar, anlatılar buluyorum. Neriman
Arda’nın şu anlatısı çok ilginç:
Selânik’te evli teyzem vardı. Mübadelede Türkiye’ye gelmişler,
çevrelerindeki yerli halkın mantalitesini çok iyi öğrenmişlerdi. Yıllar sonra
biz de Bulgaristan’ın Kırcaali şehrinden göç ettiğimizde, teyzem:
"Rumeli’den getirebildiğiniz mücevherlerinizi, elmas küpelerinizi, altın
dizilerinizi takınıp süslenip de düğüne bayrama çıkacaksınız. Şimdi değil de
yıllar sonra takınırsanız yerli kadınlar demesinler: Muhacir geldiklerinde hiç
bir şeyleri yoktu. Türkiye’ye geldiler de mücevher nedir, altın nedir gördüler,
süslenmeyi de bizden öğrendiler... İnanın, bunu diyebilirler... Rumeli’de,
suyun ötesindeyken hiç bir şeyimizin eksik olmadığını görmeleri için
mücevherlerinizi şimdi takınmalısınız" diye annemlere öğütte bulunuyormuş.
Uzun yıllar annemler her düğünde bayramda süslenirlerken hep teyzemi
anıyor, onun öğütlerini bizlere anlatıyorlardı.
Balkanlar’dan gelen göçmenlerin Anadolu’ya
kazandırdıklarını Béla Horvath şöyle sıralıyor:
yeni
değerler
Muhacirlerin gelmesi Anadolu için son derece yararlı bir gelişme. Bir yandan
düşük olan nüfus yoğunluğu, öte yandan çalışkan ve kültürel olarak kalkınmış
katmanlar ülkenin zenginleşmesini sağlıyor. Muhacirler geldikleri ülkelerden
kendileriyle beraber Anadolu’dakinden kesinlikle daha gelişmiş iş araçları ve
kaliteli tohumluk getiriyorlar. Ülkeye her gelen göçmen alesine 25 dönüm ve
her çocuk için 5 dönüm daha ilâve olunuyor. Bu, ekilen arazinin
fazlalaşmasına da imkân veriyor ve ülke zenginleşiyor.75
Türk Devleti, yüz binlerle ifade edilen göç hareketlerini iyi
değerlendirmiş, her büyük göçte göçmenlere kolaylıklar sağlamış, yardımda
bulunmuştur. Bu, Balkan göçlerine verilen önemin bir göstergesi olarak
nitelendirilmektedir. Anadolu’daki gayrimüslimlerin Balkanlar’dan gelen
göçmenlerin Anadolu’nun gayrimüslimlerle meskûn bölgelerine
yerleştirilmesine gösterdikleri tepkileri, yabancı temsilciliklere asılsız
şikâyetleri Türk Devletinin iskân politikasını etkilememiştir. Yaşar Nabi Nayır
da göçün ülkeye taze bir kan aşısı olduğunu, Balkan Türk köylülerinin medenî
seviye bakımından Orta ve Doğu Anadolu köylülerimizden farklı olduğunu
belirtmiştir. Muhacirlerin Anadolu köylerine iskânı ülkeye canlı bir hareket
74
Anlatan: Ayşe Meriçli. Kayda alındığı tarih: 1979, Bursa. Kaleme alan: Hayriye MemoğluSüleymanoğlu.
75
Horvath, Anadolu, 45.
40
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
uyandıracağını ve genel köy seviyesinin kalkınmasına neden olacağını
yazmıştır.
Türkiye koşullarına uyum süreçlerinde göçmenler, nostalji denen özel
bir psikolojik durum yaşamışlardır. 1950’lerin ortalarında Yugoslavya’dan
serbest göçmen olarak İstanbul’a gelmiş bilim adamı bir dostumuz yıllar önce
şunları paylaşmıştı:
Serbest göçmen olarak İstanbul’a geldik. Memleketteki taşınmaz mallarımızı
Sırp kökenli bir profesöre bıraktık. Profesör dürüst adam çıktı, hattâ
mallarımızdan topladığı kirayı bile bize gönderiyordu. Biz İstanbul’a gelirken
taşınır mal varlığımızdan gerekeni getirdik. Güzel bir ev aldık, onu dayadık
döşedik. Ben ünversitede asistan olarak çalışmaya başladım. Araştırmalarımı
sürdürdüm, çok geçmeden yazılarım da yayımlanmaya başladı. Bir sözle her
şey yoluna girmişti. Ama nostalji denen bir güç var ya...İstanbul sokaklarında
yürürken "Ben neredeyim?..." diye sık sık kendime soruyordum. Yanımdan
geçen insanları bir başka görüyordum. Gözlerim İstanbul’un güzelliklerini
bile görmüyordu. Bu özel durumdan birkaç yıl sonra çıkabildim.
Aynı yıllarda göç etmiş, İstanbul’da yayın evi sahibi Üsküplü bir
dostumuz da şöyle anlatıyordu:
Serbest göçmen olarak İstanbul’a geldiğimiz ilk yıllarda Galata köprüsünden
geçerken duraklıyor, denize bakarak en kötü, korkunç şeyi yapmak aklımdan
geçiyordu. Birkaç yıl sonra Allah: "Al, kulum!" dedi, işlerim yoluna girdi.
Ama memleketi bir türlü unutamadım. Çocuklarım İstanbul’da doğdular,
memleket özlemi nedir, bilmezler.
Uyum sürecini yaşayan göçmenlerin Türkiye’de doğmuş çocukları ve
daha sonraki kuşaklar, anne ve babalarının, yaşlıların anılarını, anlattıklarını
acı bir geçmiş olarak ailelerinde, göçmen çevrelerinde dinliyor, ama
yakınlarının gelmiş oldukları memleketlerin, ülkelerin bile nereleri olduğunu
birçokları bilmiyorlar: "Ben de göçmen kökenliyim, benim de ailem
Balkanlar’dan gelmiş" veya "Benim ailem de mübadelede Türkiye’ye gelmiş"
demekle yetiniyor ve başka bilgileri olmadığını söylüyorlar.
Uyum sürecinde göçmenlerin işleri yavaş yavaş yoluna giriyor, rahat
nefes almaya başlıyorlar. Fakat sıla özlemi onları bir türlü bırakmıyor. Ahmet
Kadir’in "Mektup" başlığını verdiği şiirini okuyalım:
İşyerim-Gaziantep.
Kızlar okulda,
Büyük oğlum kâtip.
Kimlik aldık yakında.
Hepsi, hepsi yolunda.
Bir tek zorumuz var
Anamızı koşalayan.
Adı: "Ülkeye hasretlik!"
Kanserden beter.
41
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
Aretlik, bu kadar yeter.76
Göçmenliğin sıkıntılarını, ayrılıkları, hasretliği en ağır yaşayanlar,
yaşlılar olmuştur. Filibe’ye bağlı Kriçim’den İstanbul’a göç etmiş Meliha
Atalay şöyle anlatıyor:
Anacığım ağlayarak gurbet türküleri söylüyordu. Ninem, dedem,
yakınlarımızdan birçoğu Bulgaristan’da kalmışlardı, onlara yanıyordu ve
gurbet türküleriyle derdini döküyordu:
Gurbet elde ölenlerin
Çenesini kim bağlar
Ne anam var, ne babam var
Baş ucumda kim ağlar."
Bazen biz de anama eşlik ederek hep bir ağızdan devam ediyorduk:
Yeşil kurbağlar öter göllerde
Kolum kanadım kırıldı
Kaldım çöllerde
Vatanımdan ayrıldım
Kaldım gurbet ellerde
Ben ağlamayım eller mi ağlasın
Bu gurbeti icad eden cennet görmesin
Şu türküleri de söylediğimiz günler oluyordu:
Şu dağlar olmasaydı
Yaprağı solmasaydı
Ölüm Allah’ın emri
Ayrılık olmasaydı
Yol verin gideyim
Dumanlı dağlar
Dağların ardında
Nazlı yâr ağlar
Şu dağlar ulu dağlar
Yaprağı sulu dağlar
Yolda bir garip ölmüş
Kimi var kimi ağlar
Gerçekten de kimilerinin nazlı yârleri kalmıştı memlekette. Ah dağlar,
dumanlı dağlar, viran dağlar, diye diye geçti ömrümüz. Zalim düşman attı bizi
dağlar ardına:
Atma zalim, atma
Beni dağlar ardına
76
Yenisoy-Süleymanoğlu, Bulgaristan Türk Edebiyatı, 434.
42
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
Hiç kimsem yok yansın
Annem yansın derdime
Babam da "Gurbet, adı bet" sözünü sık sık tekrarlıyordu.
Türkiye’ye göç edenler Bulgaristan’daki yakınlarına yanıyorlardı.
Bulgaristan’da kalan anaların da ayrılık türküleri söyleyerek Türkiye’deki
kızları, oğulları, torunları için yürekleri yana yana ömürleri tükenmiştir.
Bursa’ya göç etmiş Nefise Memoğlu-İdrisoğlu şöyle anlatıyordu:
Kız kardeşim 1946 yılında ailesiyle Türkeye’ye göç etti. Anam, ömrünün
sonuna kadar ayrılık türküleri söyledi:
Bir giderim beş ardıma bakarım
Ah bakarım da aman aman
Kanlı yaşlar dökerim
(H)em (h)asretlik (h)em gurbetlik çekerim
Bazen de türkülerde değişiklik yaparak gönlüne göre söylüyordu onları:
İlkyaz eyyamında gördüm düşümü
Geldi felek aldı benim eşimi (yavrum, veya Eminem diyordu anam)
Ko sağ olsun yılda göreyim yüzünü
Ah ko sağ olsun ayda işideyim sesini
Sonraki yıllarda ağabeyimin oğlu da düştü gurbet yollarına. Rabiye yengem
de ayrılık türkülerini, gurbet türkülerini hem söylerdi, hem ağlardı:
Anam desem anam yok
Bubam desem bubam yok
Gurbet elde (h)asta düştüm aman
Bir yudum su veren yok.77
Daha sonraki yıllarda da göç dalgalarıyla gelenlerden Türkiye
koşullarına uyum sürecini en sancılı geçirenler, kuşkusuz yine yaşlılar
olmuştur. çocukluk yıllarını, gençliklerini Balkan köylerinde geçirmişler, göç
edince de İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi şehirlere düşerek büyük
psikolojik sarsıntılar yaşamışlardır. Apartman dairelerinde, dört duvar arasına
kapanmış bu kader kurbanları Mehmet amcaların, Ahmet dedelerin aklı
memleketlerindeki evlerinde, evlerinin önünde alın teriyle yetiştirdikleri
asmalarda, kendi elleriyle diktikleri meyve ağaçlarındadır. Aşye teyzeler,
Fatma nineler de evleri önünde yaptıkları ve rengârenk çiçeklerle doldurdukları
cennet bahçelerini unutamıyorlar. Buralarda hâlâ yalnız hissediyorlar
kendilerini.78
77
Mehmet M. Yenisoy′un arşivinden.
Yalnızlık, geçmişe özlem anlamına gelmektedir, hiçbir zaman tekrarlanmayacak çocukluk,
gençlik yıllarına bir nostalji demektir yaşlı göçmenlerin dilince.
78
43
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
Ankara’nın Pursaklar göçmen mahallesinden Şükriye teyze, apartman
önünde hem ilkbahar çiçekleri ekiyor hem de şöyle diziyor mısraları bir gurbet
türküsünden:
Aranım yok soranım yok
Hiç kalbimde ferahım yok
Bir yudum su verenim yok
Kalmışım gurbet ellerde.
Bu durum 1989 Büyük Göç’ünde Bulgaristan’dan gelen yaşlılarda
çarpıcı bir biçimde izlenmektedir. Şair Lâtif Ali Yıldırım, "Yaşlı Göçmenler"
adını verdiği şiirinde şöyle diyor:
"Utanç trenleri"‘nin getirdiği
Yaşlı göçmenleri gördüm
Avcılar Parkı’nda dün.
Avuçlarının içinde
Tutarak yalnızlıklarını
Banklarda oturuyorlardı...
Saçları biraz daha pamuklaşmış
Biraz daha çökmüş omuzları
Besbelli ki
Çoktan yitirmişti eski gücünü
Bükülmez bilekleri...
Pehlivan yapılı bedenleri
Avcılar Parkı’ndaydı belki ama
Ufuk çizgisinin ötesinde
Kimbilir nerelerde
Çarpıyordu yürekleri...
Harcını terleriyle kardıkları
Duvarını elleriyle ördükleri
Kâh hayaller kurdukları
Kâh rüyalar gördükleri
Kimi zaman güldükleri
Anılarla dolup taşan
O sevimli
o sımsıcak
Evleri şimdi onlardan
O kadar uzaaak...
Ve onlara o kadar yakındı ki
Cami avlusundaki Musalla taşı sanki...
Uzansalar
Erivereceklerdi.
Ve avuçlarının içinde
Sımsıkı tuttukları
Yalnızlıklarını
44
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
O taşın üstüne
Serivereceklerdi...
...
Neylesin,
Yazanlar böyle yazmış
Yazgısını göçmenlerin.
Bedenleri başka yerdedir
Bir başka yerde çarpar
yürekleri...
Hele hele düşleri...
Yönünü ve yerini
Saptamaya çalışmayın.
Kimbilir hangi sularda
Çekiyorlardır
kürekleri...79
Yanık olur göçmenlerin yüreği. Bu yanık yürekler sevgiye,
sıcaklığa ve merhamete muhtaçtır. Bazen Anadolu insanından beklenen
sevgiyi, sıcaklığı, hoşgörüyü bulamayan göçmen, üzüntüsüyle baş başa kalarak
ayyıldızlı bayrağından güç alıyor. Şair Ömer Osman Erendoruk "Bayrağım"
adlı şiirinde şu duyguları dile getiriyor:
Ben dede yadigârı topraklardan kovulmuş
Öz vatanım Trakya’mda Anadolu’mda kalan
Canciğer bellediğim kardeşi soğuk bulmuş
Kahırdan boğulmuşum
Canım İstanbul’umda gözüm Anadolu’mda
SEVGİ kırıntıları ararken yorulmuşum
Ben bir kuşum yuvasız
Toprağından sökülmüş yapraksız bir ağacım
Paraya pula değil
Ben sevgiye muhtacım
Tutsak etmiş ruhları bir soğukluk bir benlik
Sönmek üzere içimde umudumdan doğan nur
Soğukluğun ağında can vermiş sevecenlik
İlgisizlik yağıyor üstüme yağmur yağmur
Güzelim Rumeli’miz hâtıralardan silik!
İçimde bir İstanbul akşamının sızısı
Gücenik
Üzgün
Kırık
Boğazımı ardarda boğarken bir hıçkırık
79
Lâtif Ali Yıldırım, ‘Yaşlı Göçmenler’, Sabahattin Bayramöz, Türkçenin Sarmaşıkları,
Ankara 2002, 117-119.
45
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
Tanrım intihar da mı, derken, alınyazısı
Bir şey değdi yüzüme yumuşacık el gibi
Ayyıldızlı bayrağım olduğunu gördüm de
Üzüntüm, kırıklığım akıp gitti sel gibi...
...
Söndürülmüş olsa da Rumeli’de ocağım
Merak etmeyin sakın sizin ocağınızdan
Ateş almayacağım
Ve ne de sofranızdan bir yudum ekmek, aş!
Senden tek istediğim Anadolulu kardaş
Güler yüz ve tatlı söz!
Benim sonsuz Rumeli sevgim başımda tacım!
Ne paraya ne pula
Ne sevgisiz bir kula
Ben Hak’ka giden yola ve sevgiye muhtacım!
Bayrağım!
Sen parlayan ayınla yıldızınla
Benim Türk varlığımı simgeleyen nabzınla
Annemin beni seven eli kadar sıcaksın
Akıncı ecdatlarım gibi cesur ve paksın
Ölsem de mezarımın başucunda dört mevsim
Nazla
Derin bir hazla
Yüzümü sıcak bir el gibi okşayacaksın!80
Uyum süreçlerinde ve özellikle göçmenliğin ilk yıllarında kırgınlıklar,
üzgünlükler olabilir, fakat özgürlüğe kavuşmanın mutluluğu da vardır. Şair
Lâtif Karagöz’ün bir şiirinde bu mutluluk şöyle dile getirilmektedir:
Türkiye’mde mutlu geçer günüm, ayım
Sonbahar günleri yaşamaktayım
Özgürüm, martı gibi uçmaktayım
Artık açık gitmeyecek gözlerim
Anavatandır en sağlam dayağım
Burada olacak arka toprağım
Ve üstümde ayyıldızlı bayrağım
Ölsem bile, sönmez közlerim.81
80
Ömer Osman Erendoruk, ‘Bayrağım’, Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı V. (Türkiye Dışı
Çağdaş Türk Şiiri), Sayı 531, Mart 1996, 493-494.
81
Lâtif Karagöz, ‘Sönmez Sevgi Közlerim’, Yaprak Dökümü, Çerkezköy-Tekirdağ 1999, 17.
46
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
Özgürlüğün mutluluğuna kavuşanlar, geçmişin kâbuslarını da asla
unutmuş değillerdir. Sanatçı Nazmi Adalı göçmenlerin Bulgaristan’da yaşamış
oldukları karanlık dönemi şöyle şiirleştirmiştir:
YAŞADIĞIM PRANGALI GÜNLER
(Bulgaristan’dan gelen soydaşım dert küpü)
Dilim varken dilsiz edildim
Barikat kondu yoluma
Elim varken elsiz edildim
Silleler indirildi koluma
Gülemezdin, gülmek yasaktı
Ağlamak serbestti, ağla da ağla
Neşem, sevincim tutsaktı
Avlanırdım Tüfekle Ağ’la.
Esiriydim körolası Bulgarın
Talih, Kader utansın
Onulur mu bu yaralarım?
Doktor Tarih anlatsın.82
Göçlerden küçük çocuklar da nasibini almışlardır. Doksanüç Harbinden
bu yana sonu gelmeyen göç dalgaları, çocukları da sıcak yuvalarından alarak
göç yolarına atmıştır. Küçük yaşta göçmenliğin acımasız darbesi, çocukların
belleğinde silinmez izler bırakmıştır. Ahmet Emin’in "Çöçmen Çocuğu" adlı
şiirinden şu dörtlükleri okuyalım:
Beşiğinden apar topar
Kimdi onu atan barbar?
Boynu bükük onu arar,
Ararsa göçmen çocuğu.
Gizlemeyin oyküsünü,
Mahşerleşen uykusunu,
Kaderinin suçlusunu
Sorarsa göçmen çocuğu.
...
Bu yuvasız kuşu sevin,
Küstürmeyin, incitmeyin,
Gözyaşı ateştir bilin,
Ağlarsa göçmen çocuğu.83
82
Nazmi Adalı, ‘Yaşadığım prangalı günler’, Bulgaristan Türklerinin Sesi, Sayı 9, 1994, 29.
Hayriye Yenisoy-Süleymanoğlu, Bulgaristan Türk Çocuk Edebiyatından Örnekler, Ankara
2002, 342.
83
47
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
Uyum sürecinde yaşananları yeni yayımlanmış kitapların sayfalarında
da buluyoruz. Ahmet Şerif Şerefli’nin "Bulgaristan’daki Türkler (1879-1989)"
adlı kitabında yer alan şu satırları okuyalım:
Öğrenimi, bilgisi veya görgüsü olan herkes, elinde meşale taşıyan kimseler
değillerdi. Türk kardeşleri aleyhine Bulgara muhbirlik yapanlarımız
bulunuyordu. Bu gibilerden çok çektik... Büyük Göçte kendilerine maşalık
eden hainleri, Bulgar yine sınır dışı etti. Türkiye’mizde hiç kimse bu çamur
insanlardan hesap sormadı. Millî duygunun, utanmanın ne olduğunu bilmeyen
bu hain kişiler burada yaşantılarını cazaevlerinde yatanlardan defalarca daha
iyi bir çizgide sürdürmektedirler.
İnsanı soysuz, dilsiz, adsız, dinsiz, geleneksiz bırakmanın yarasını bıçağı
kendine saplayınca anlamak mümkün. Türk kültürünü kökten kazımanın
adlarda Bulgar vatandaşlarına da dokunan yanı vardı. Bugün Bulgaristan’da
on binlerce Bulgarın soyadları Türk kökenlidir: Abacı(yev), Çarıkçı(yev),
Kara(slavov), Simitçi(yev), Koyunderili(yev) gibi. Ama onlar bu Türk
kökenli soyadlarını değiştirmek istemediler. Karşı koydular. Türklerden,
Türklükten nefret ettikleri hâlde nesilden nesile geçmiş, etle tırnak olmuş bu
soyadlarından vazgeçmediler. Bizi ağlatan, öldüren kanun onlara diş
batırmadı. Soydan, kültürden geleni koparıp atmak elbette kolay değil. Ama
biz millî Türk azınlığına her şeyi reva gördüler. Dediklerini yaptırmak için
ordu çıkardılar. Kan döktüler. Toprağın yüzü kızardı, tarih utandı, dinsiz
Bulgarın yüzü kızarmadı. Bu mahşer günlerinde Türkiye’miz de bize sahip
çıkmadı. Neden? Çünkü Türkiye’nin bizleri korumak için bir devlet politikası
yoktu. Osmanlılar bu topraklardan çekileli unutulmuştuk. Bizim varlığımızı,
hani derler ya, Allah bile unutmuştu. Kasabın merhametine kalmış koyunlar
gibiydik. Bulgarlar Amerika’ya, Kanada’ya 40-50 soydaşına bile sahip
çıkmayı başarmışlardır. Bu gibi konularda önemli olan insanın, insan olmanın
değeridir kuşkusuz.
Göç konusunda 1989’da sınırın açılması önceki yanılgıların tekrarıdır.
Bulgaristan bizim ecdat yurdumuz, vatanımızdı. Yeraltındaki ölüler,
yeryüzündeki kültür değerlerimiz 600 yıl varlığımızın kanla yazılmış
tapularıydı.
Bu eserin çok eksiklikleri olabilir. Ben bu kadarını yapmasaydım bu
kitaptakiler de tarihin unutulmuşluğuna karışacaktı. Halbuki bu görevi
yapacak başka adamlarımız vardı. Yapmadılar. Bu azı millî davaya hizmet
için yaptım. Gazilerimiz, mahkûmların bazıları bu kitaba alınmalarını
istemediler. Bu, işin üzülecek yanıdır. Kendilerine sahip çıkılmadığından
dolayı Türkiye Cumhuriyeti’ne gönülleri kırıktı. Ölüme mahkûm edilmiş,
Bulgar zindanlarında 15-20 yıl çürüyenler Türkiye’ye yaşlı, hasta geldiler,
kendilerine Vatanî Hizmet tertibinden birer sembolik emekli maaşı bile
bağlanmadı. Savaşanlar siz miydiniz, deyip hâlleri sorulmadı. Bazı
bilinçsizler, biz göçmenlere "Bulgarlar" diye hitabettiler. Halbuki 4-5 yüzyıl
öncesi bu topraklardan kalkıp gitmiştik Balkanlar’a. Artık geriye dönüş
yapıyorduk. Acaba bizler bu ülkede yabancı mıydık?
İki kez ölüme mahkûm edilen Şumnu’dan Mehmet Fuat bu kitaba alınmasını
istemedi. Burada gönlünün yaralı olduğunu söyledi. Köyümüzden
(1985’lerde) 7 genç (Torlak köyünden) mücadele etmk için bir grup
48
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
oluşturmuşlardı. Yakalandılar, 15, 10, 8’er yıla mahkûm edildiler. Kitaba
alınmalarına izin vermediler. Kırgındılar.84
Aynı kitabın bir başka sayfasından da buraya şu satırları aktaralım:
1989’daki zorunlu göçün devam ettiği günlerde... Alvanlar köyü olaylarındaki
direnişten dolayı, Belene’ye sürülen mücahitlerin hemen hepsi Çorlu’da
idiler. İçlerinden biri (bağlama ustası İsmail enişte) şu beyanda bulunmuştu:
"Biz üç aydır bu okulda, her sınıfta 6-7 aile olmak üzere, kalıyoruz. Akraba da
olsak ayrı ayrı aileleriz. Ne soyunabiliyoruz, ne giyinebiliyoruz, ne de banyo
yapabiliyoruz. Oysa, bizler (mücahitler) banka kuyruğunda beklerken, bizi
(Bulgara) satan eski muhtar millet haini, Çorlu Emniyet Müdürü veya
Belediye Başkanı ile kol kola gelip, yardım paracığını alıyor ve şişine şişine
gidiyor. Adam bizi satmaktan kazandığı parayı da rahatça geçirmiş ve
Çorlu’nun en iyi yerinden iki tane daire de aldı. Para nelere kâdir. Bizim
anavatanımızda hainlerin daha makbul oluşu, bizi kahrediyor.85
1989’da gelen göçmenlerin Türkiye’de uyumu meselesi Bulgar
araştırmacılarca yakından izlenmektedir. Bu konuda Türkiye’de sadece bir iki
makale yazılabilmişken,86 Bulgaristan’da Bulgarlar tarafından birçok yazı
yazıldı ve böyle yazıların birkaçı bir araya getirilerek kitap hâlinde 1998
yılında Sofya’da yayımlandı. Söz konusu kitabı derleyen araştırmacı A.
Jelâzkova, ayrı ayrı sosyal grupların uyum sürecini değerlendirirken, komünist
döneminde komünist partisinin okullarından geçmiş, kurs görmuş eski
komünist Türk yöneticilerin böyle hazırlık görmüş olmaları, yeni sosyal ortama
kolayca ayak uydurmalarında bir öncelik teşkil ettiğini belirtmektedir. Her
şeyden önce psikolojik planda, öteki göçmenlerin birçoğundan farklı olarak bu
kişiler, megaşehir İstanbul veya Anadolu’nun uzak kentlerine yerleşmişlerdir.
Bulgaristan’da, mensup oldukları kendi Türk toplumuna işledikleri
günahlarından, yapmış oldukları hainliklerinden utananlar, göçmen kitlelerinin
eleştiri yağmuruna tutulmaktansa, ya kozmopolit bir şehir olan İstanbul’da
anonimliğe gömülmeyi veya uçsuz bucaksız Anadolu toprağının 60-70
milyonluk nüfusu arasına karışıp kaybolmayı tercih etmişler ve böyle bir
imkânı büyük bir şans olarak görmüşler, azami derecede bundan
yararlanmışlardır. A. Jelâzkova, eskiden bulgaristan’da komünist partisi
başkanlığı yapmış kişileri şimdi Anadolu’nun küçük kasabalarında cami
yönetim kurulu üyesi olarak hayırsever faaliyetlerde veya her şeyden önce
kendinle huzura kavuşma yolları konusunda çocukları eğitirken görmek
mümkündür, demektedir.87
Balkan göçmenleri, Rumeli Türk ağızlarının birtakım özelliklerini de
getirmişlerdir. Kemal Arı, mübadele göçmenleri "konuşulan dil yönünden de
84
Ahmet Şerif Şerefli, Bulgaristan’daki Türkler (1879-1989), Ankara 2002, 28-30.
Aynı eser, sf. XXIII-XXIV.
86
Hayriye Yenisoy-Süleymanoğlu, Türkiye’deki Bulgaristan Türklerinin Dil Sorunları Var Mı?
Atatürk Kültür Merkezinin Düzenlediği Uluslararası Kongrede okunan Bildiri, Ankara 1993.
87
Antonina Jelâzkova, Mejdu adaptatsiyata i nostalgiyata, Sofiya 1998, 27-28, 41-42.
85
49
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
Türkiye’deki yerleşik kültüre farklı bir şive aktarmışlardır" diyerek şöyle
devam ediyor: "Bu şivede "h" sesini yutarak ya da farklı bir sesle karşılayarak
konuşmak pek yaygındı. Bunun yanında konuşmanın akışı "abe", "abe mari",
"breh", "kızan", "kızancık" gibi terimlerle süslenmekte, bu durum özellikle
konuşma anında heyecan, sevinç ve özlem gibi davranış kalıplarıyla birlikte
ortaya çıkmaktaydı."88
Dil özelliklerinden söz ederken şunu da vurgulayarak belirtmek gerekir:
Bir etnik mensubiyet ifade eden "Bulgar" kelimesinin Türkiye’de gelişigüzel
kullanıldığı bir gerçektir. Bulgaristan göçmenleri bir Türkiyeli için
"Bulgar"dır. Göçmenler ise: "Biz Bulgar olsaydık, baba ocağımızdan kovulup
da göç yollarında perişan olmayacaktık. Türk olduğumuz için Bulgaristan’da
çileler çektik, neden Türkiye’de bize "Bulgar", "Bulgar Türkü" deniyor da
Bulgaristan Türkü denmiyor?", diyerek üzüntülerini dile getiriyor, sert tepki
gösteriyorlar. Birtakım Türkiyeli aydınlar, daha da ileri giderek "Bulgaristan
Türklerinin ana dili Bulgarcadır" diye yazmaktan çekinmiyorlar. Bu konu sanat
eserlerinde de yankısını bulmuştur. R. Recep "Ben Bulgar Değilim" adlı
şiirinde şöyle diyor:
Evet Bulgaristanlıyım:
Allahı tek bilir, severim ırkımı.
Tarihe destanlar yazmış bir soydan gelirim.
Ben anlatayım, siz yapın yargımı.
Şehidimiz var Yemen Harbinde.
Dedemin dedesi aylarca Plevne’yi savunmuş,
Vurmuş "vur" dediğini Osman Paşa’nın.
Sonra da Şıpka’da kalmış Ruslarla savaşta.
Kanıyla yazmış öyküsünü yaşamın.
Dedem eğitim görmüş Selimiye’de.
Elini öpmüş Ata’nın Suriye Cephesinde.
Bağdat Cephesine sürülünce sonra,
Esir düşmüş İngilizlere.
Tarihe destanlar yazmış bir soydan gelirim.
Allahı tek bilir, ırkımı severim.
Evet Bulgaristanlıyım, ezilmiş TÜRKÜM
Benim adım Dobruca, Dileorman,
Benim adım Trakya, Rodoplar.
Türkçemi anamdan öğrendim,
Babamdı din Hocam.89
Yeni yayımlanmış bir romandan da şu diyaloğu buraya aktaralım:
- ... Ben göçmen kökenliyim.
88
89
Arı, Büyük Mübadele, 172.
R. Recep, ‘Ben Bulgar değilim’, Balkanlar’ın Sesi, Sayı 2, 1989, 37.
50
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
- Anladım. Sizler kızım, Bulgarın soykırımı cenderisinden geçmiş saygıdeğer
insanlarsınız.
- Evet, ama beybaba, bizlere kasten "Bulgar" diyor bazı kimseler. Tepedeki
sorumlulardan bile diyenler bulunuyor... Siz neden hakaret etmediniz? Şaştım
doğrusu!
- Aman kızım, o nasıl söz? Dört-beş yüzyıl önce hepiniz bu topraklardan
göçtününz. Oraları sürdünüz, ektiniz, öldünüz, yurt edindiniz. Şimdi geri
dönüş yaptınız. Orada başka milletlere karışmadınız. temiz kaldınız.
Anadolu’da bizlerse karıştık...
- Hatta Pakşen adında bir köşe yazarı bir yazısında bizleri Bulgar, ana dilimizi
de Bulgarca olarak göstermeye çalıştı. Hem de hiç utanmadan yaptı bunu...
- Aldırma demeye dilim varmıyor kızım, ama sen yine aldırma. Sadece bir o
değil, onun gibiler çoktur ülkemizde.
- Bizler bir zamanlar baba yurdumuz olan coğrafyada sanki kiracı olarak
yaşıyor ve yabancı muamelsi görüyorduk. Vatan diye sarıldığımız tek şey
dilimizdi. Yasak edildiği yıllarda bile gizlice konuştuk, onu daha çok sevdik.
Sevdiğimiz, konuştuğumuz için cezaevlerine kapatıldık, sürüldük. Cenderede
sıkıştıkça daha çok Türk olduk. Bizler aile dilimizle onurumuzu, kimliğimizi
kurtardık. Buna karşı kendini unutmuşlardan hakaret görüyoruz.
- Siz kahramansınız kızım. Almanya veya başka Avrupa ülkelerine işçi olarak
giden vatandaşlarımız 5-10 senede dillerini unutuyorlar. Sizler ise 120 yılda
unutmadınız. Acılarınızla, gözyaşlarınızla yaşattınız dilinizi. Şehitlerinizle
yücelttiniz.
- Eğer sırf Bulgaristan’da doğduğumuz için Bulgar isek, büyük şairimiz
Yahya Kemal Beyatlı Makedonya’da doğdu. Bu durumda Makedon olmalı.
İstiklâl şairi Mehmet Akif Arnavutluk doğumludur. O da Arnavut olmalı
öyleyse.
- İsyanında haklısın kızım. Yerden göklere kadar haklısın...90
Yukarıdaki diyaloga günümüzdeki şu gerçeği eklemeliyiz: 1993
yılından bu yana tüm Türk Dünyasından olduğu gibi, Balkan ülkelerinden de
Türk kökenli gençler Türkiye’mizin sağladığı burs ve her türlü yardımlarla
Türkiye liselerinde, enstitü ve üniversitelerinde öğrenim görmektedirler. Bu
gençlere de "Bulgar", "Rumen", ""Makedon", "Yugoslav", "Yunan" olarak
kimi görevliler dahi hitap etmekten çekinmemektedirler. Öğrencilerin isyanına
ne yazık ki şimdiye kadar aldıran da olmamıştır.
Balkan göçmenlerine Türkiye’de "gâvur" diyenler de olmuştur.
"Doğduğum Topraklar" dizisinin 4 Şubat 2004 tarihinde TRT 2’de izlediğimiz
Dördüncü Bölümünde Denizli’nin Honaz köyünden yaşlı bir mübadil kadın
şöyle anlatıyordu:
Biz buraya geldiğimiz yıllarda, bize "gâvur" diyenler oldu. Biz de: "Niye bize
"gâvur" diyorsunuz? sorduğumuzda: "Gâvur memleketinden geldiğiniz için
siz de gâvursunuz" diyorlardı. Biz de: "Biz gâvur memleketinden geldik, ama
içimizde gâvur yoktur" cevabını veriyorduk.
90
Ahmet Şerif Şerefli, Sen İstanbul’a Gelme, (basın yeri belirtilmemiştir) 2003, 91-92.
51
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
Cumhuriyet döneminde "göç" kavramının da türlü evrelerden geçtiğini
görüyoruz. Doksanüç Harbinden sonra, 1950-1951 de dahil, Türkiye’ye gelen
Balkan göçmenlerine "muhacir" denmiştir. 1968-1978’de Bulgaristan’dan
gelenlere "muhacir" değil de "göçmen" dendi. 1989’un Büyük Göçünde
gelenler ise ne "muhacir" ne de "göçmen" idiler. Bunlara "soydaş" dendi.
Resmî yazışmalarda, medyada "soydaş" kelimesi işleklik kazandı. Yakın
geçmişe kadar Osmanlı Devletinin sınırları içinde yaşamış ve Türk nüfusun
önemli bir bölümünü oluşturmuş Balkan Türkleri "soydaş" oluverdiler. Dilin
tarihî gelişme sürecinde elbette birtakım kelimelerde anlam genişlemesi, bazı
değişmeler olabilir. Ama bir Yakutistan (Saha) Türküne de, bir Balkan
Türküne de "soydaş" demek bilmem ne kadar doğru olabilir. Aynı Balkan
devletinin sınırları içerisinde yaşamış bir Balkan Türk ailesinin bireyleri, türlü
yıllarda Türkiye’ye göç etmiş oldukları için bunlar üç türlü
adlandırılmaktadırlar: Erken göç etmiş olanlar "muhacir"dir. Daha sonraki
yıllarda Türkiye’ye gelmiş olanlar "göçmen"dir. Son Büyük Göçte gelenler ise
"soydaş"tır ve "soydaş" olarak da toplumda yerlerini almışlardır.
Bir de "dış Türkler" ifadesi vardır. Bu, sadece Balkan Türklerinin değil,
tüm Türk Dünyasının dikkatini çekmektedir. Orta Asya Türkleri: "Biz "dış
Türk" değiliz. Aslında Türkiyeli kardeşlerimiz "dış Türktür". Çünkü tüm
Türklerin ata yurdu Orta Asya’dır" diyorlar.
Her şeye rağmen, dağları, denizleri aşıp gelen göçmenlerde ortak
özellik, paylaşılan bir kültür vardır. Dil, din, gelenek ve görenekler gibi ortak
kültürel kökenin, ortak kültür norm ve değerlerinin var oluşu, Balkan
göçmenlerinin yerli halkla başarılı bir biçimde bütünleşmesini kolaylaştırmış,
ve Türk Devleti büyük sorunlar yaşamamıştır.
Göçmenlerin gelmesiyle Anadolu’nun Türk etnik ve sosyal yapısı
güçlendirilmiştir. Balkanlar’da acı çekmiş, derin millî duyguya, millî bilince
sahip olan göçmenlerin Devlete bağlılıkları, Türk Devletinin,
Cumhuriyetimizin kuruluş ve gelişmesine bu çalışkan insanlarımızın katkıları,
birçok araştırmacı tarafından vurgulanarak belirtilmektedir.
***
Türkiye’ye belli maddî ve manevi kayıplara uğramış olarak gelen
Balkan göçmenlerinin yeniden toparlanması kolay olmamıştır. Göç felâketini
ve bunun bir devamı olan sıkıntılı, üzüntülü uyum süreçlerini yaşamış
kuşaklar, başlarından geçeni kâğıda dökmemişler. İçe kapanarak acılarını
sessizce yaşamayı tercih etmişler... Ölümleriyle anılar da anlatılar da tarihin
unutulmuşluğuna karışmıştır. Oysa tüm yaşananlar kaleme alınıp derlemeler
oluşturulmuş olsaydı, günümüzde bu alanda hissedilen boşluk olmazdı.
Edebiyatımızda da, bilimsel araştırmalarımızda da bir boşluk hissedilmektedir.
Göç olgusunu yaşamış başka ülkelerde anılar, anlatılar arşivlenmiş,
bunların bir kısmı da yayımlanmıştır. Tüm yaşananlar da roman, öykü, şiir,
günlük gibi çeşitli edebî türler altında yeniden yorumlanmıştır.
52
EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN TÜRKİYE'YE GÖÇLERİ
Son yıllarda Türkiye’de de bu uğurda görülen bazı hayırlı atılımlara
destek verecek ve tarihimizdeki göç olgusunun ve uyum süreçlerinin her
yönüyle araştırılmasını sağlayacak, bu alanda yapılan çalışmaları koordine
edecek güçlü bir bilim merkezine ihtiyaç vardır.
Avrupa ülkelerinde son zamanda kimi çevrelerde bir göç anıtı dikilmesi
ve nerede dikilmesi konusu tartışılmaktadır. Bir göç anıtı dikilecekse, Türk
göçlerini sembolize edecek bir anıt olmalıdır, çünkü son yüzyılların büyük
göçlerini Türkler yaşamıştır, diyenler vardır. Rumeli’den dalga dalga gelen yüz
binlerce göçmeni önce İstanbul karşılamış, bunları barındırmış, bağrına
basmıştır. Belki de gün gelir, doğa ile kültürün bir uyum içinde birleştiği bu
güzel şehir İstanbul’da Türkün tarihî kaderi olan göç olgusunu simgeliyecek
büyük bir anıt dikilir.
Gönül ister ki felek bundan böyle hiç kimseyi zorunlu göç yollarına
düşürmesin, hiç kimseye göçmenliğin acılarını çektirmesin...
53

Benzer belgeler