ahlak_sempozyumu _2010

Transkript

ahlak_sempozyumu _2010
KONYA İLAHİYAT DERNEĞİ YAYINLARI
Yayın No: 7
Kongre / Sempozyum / Toplantı: 5
MODERN ÇAĞDA AHLAK: 7-8 Mayıs 2010 KONYA
1. Baskı: Şubat 2012, Konya
ISBN: 978-975-01799-6-9
Sempozyum Düzenleme Üst Kurulu
Prof. Dr. Ahmet Önkal (Başkan)
Prof. Dr. Hüsamettin Erdem
Prof. Dr. Mustafa Tavukçuoğlu
Prof. Dr. Mehmet Bayyiğit
Doç. Dr. Naim Şahin
Doç. Dr Bayram Dalkılıç
Doç. Dr. Abdülkerim Bahadır
Doç. Dr. İsmail Taş
Doç. Dr. Galip Atasagun
Sempozyum Yürütme Kurulu
Prof. Dr. Ahmet Önkal (Başkan)
Prof. Dr. Hüsamettin Erdem
Doç. Dr. Naim Şahin
Doç. Dr Bayram Dalkılıç
Doç. Dr. Hidayet Işık
Doç. Dr. Adem Şahin
Doç. Dr. Hayri Erten
Doç. Dr. Muhittin Okumuşlar
Arş. Gör. Dr. Mehmet Harmancı
Redaksiyon:
Prof. Dr. Hüsamettin Erdem
Arş. Gör. Feyza Demir
Sempozyum Sekreteryası
Arş. Gör. Fatih Arslan
Arş. Gör. Yusuf Daşdemir
Arş. Gör. Sevde Düzgüner
Dizgi/sayfa düzeni/kapak:
Doç. Dr. Muhiddin Okumuşlar
Arş. Gör. Necmeddin Güney
Baskı/cilt:
Sebat Ofset Matbaacılık
Matbaacılar Sitesi, Yayın Cd. 6. Blok No: 2 Karatay/KONYA
Tel:0.332.3420153 [email protected]
Basım Tarihi: Şubat 2012 Sertifika No: 16198
MODERN ÇAĞDA AHLAK
- SEMPOZYUM 7 - 8 MAYIS 2010
ALAADDİN KEYKUBAT SALONU - KONYA
İÇİNDEKİLER
Takdim ............................................................................................................................................9
Kur’ân-ı Kerîm Tilâveti................................................................................................................ 11
PROTOKOL VE AÇILIŞ KONUŞMALARI ...............................................................................13
BİRİNCİ GÜN / BİRİNCİ OTURUM
AHLAK-SİYASET-MODERNİTE
1. TEBLİĞ
NİÇİN AHLAKLI OLMALIYIM?
Yrd. Doç. Dr. Fazıl KARAHAN ....................................................................................... 26
2. TEBLİĞ
SİYASİ AHLAK BAĞLAMINDA ULUSLAR ARASI SİYASET AHLAKI
Prof. Dr. Hüsamettin ERDEM .......................................................................................... 37
3. TEBLİĞ
MODERNİTENİN DİNÎ AHLÂK’A MEYDAN OKUMASINA İLİŞKİN BİR
ÇÖZÜMLEME -FEUERBACH ÖRNEĞİYrd. Doç. Dr. Fatih TOKTAŞ............................................................................................ 55
MÜZAKERE
Doç. Dr. Mehmet AKGÜL ................................................................................................ 63
BİRİNCİ GÜN / İKİNCİ OTURUM
DİN VE AHLAK
1. TEBLİĞ
AHLAKIN TEŞEKKÜLÜNDE DİNİN YERİ
Doç. Dr. Kamil GÜNEŞ..................................................................................................... 76
2. TEBLİĞ
DİNDEN AHLAKA DOĞRU: AHLAKİ DEĞERLERİN TEŞEKKÜLÜ VE
GERÇEKLEŞTİRİLMESİNDE DİNİN YERİ
Doç. Dr. Fethi Kerim KAZANÇ ....................................................................................... 93
3. TEBLİĞ
AHLAKÎ BİR YAŞAMIN MOTİVE EDİCİ UNSURU OLARAK DİN
Yrd. Doç. Dr. Ferhat AKDEMİR .................................................................................... 107
4. TEBLİĞ
DOGMATİK DİNDARLIK VE DİN REFERANSLI FANATİZM
Doç. Dr. Abdülkerim BAHADIR ................................................................................... 115
MÜZAKERE
Prof. Dr. Ramazan BUYRUKÇU .................................................................................... 132
BİRİNCİ GÜN / ÜÇÜNCÜ OTURUM
MODERN ÇAĞDA TOPLUM VE AHLAK
1. TEBLİĞ
MODERN DÖNEM VE KÜRESEL ETİK İHTİYACI
Doç. Dr. Mehmet TÜRKERİ ........................................................................................... 143
2. TEBLİĞ
MODERN ÇAĞDA BİR AHLÂK HAREKETİ OLARAK “KÜRESEL AHLÂK” (GLOBAL
ETHIC)
Arş.Gör. Hümeyra KARAGÖZOĞLU........................................................................... 153
3. TEBLİĞ
MODERN DÜNYADA AHLAK/DEĞERLER EĞİTİMİ
Prof. Dr. Celal TÜRER..................................................................................................... 171
4. TEBLİĞ
AHLAK YORUMLARININ ODAĞINDA ÖZNE VE NESNE OLARAK KADIN
Dr. Hafsa Fidan Vidinli................................................................................................... 187
MÜZAKERE
Prof. Dr. İbrahim Hakkı AYDIN.................................................................................... 198
İKİNCİ GÜN / DÖRDÜNCÜ OTURUM / A SALONU
AHLAKA ÇEŞİTLİ YAKLAŞIMLAR
1. TEBLİĞ
GELENEKSEL AHLAK YA DA AHLAKİ GELENEKLERDEN DİZİ AHLAKINA:
AHLAKI HAK SAKLASIN
Yrd. Doç. Dr. Önder BİLGİN.......................................................................................... 217
2. TEBLİĞ
SEKÜLER AHLAKIN İMKÂNI
Prof. Dr. İbrahim Hakkı AYDIN.................................................................................... 227
3. TEBLİĞ
AHLAKİ YÜKÜMLÜLÜK BAĞLAMINDA PRAGMATİK ETİK VE KANT ETİĞİNİN
ELEŞTİRİSİ VE ALTERNATİF BİR ÇÖZÜMLEME GİRİŞİMİ
Doç. Dr. Hüseyin Subhi ERDEM ................................................................................... 237
4 TEBLİĞ
MEVLÂNÂ’NIN AHLAK ANLAYIŞININ GÜNÜMÜZE YANSIMALARI
Doç. Dr. Naim ŞAHİN .................................................................................................... 249
MÜZAKERE
Prof. Dr. Ahmet Kamil CİHAN...................................................................................... 262
İKİNCİ GÜN / DÖRDÜNCÜ OTURUM / B SALONU
HUKUK VE AHLAK
1. TEBLİĞ
HUKUK MU AHLÂK MI? -İslâm Nokta-i Nazarından Din-Ahlâk-Hukuk İlişkisi
Bağlamında Bir İncelemeProf. Dr. Saffet KÖSE ...................................................................................................... 273
2. TEBLİĞ
AHLAK, HUKUK VE DİN
Doç. Dr. Aliye ÇINAR..................................................................................................... 307
3. TEBLİĞ
BİR AHLAK KURALI YAPTIRIMI OLARAK SOSYAL BASKININ DOĞAL HUKUK
AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ
Doç. Dr. Osman ELMALI ............................................................................................... 319
4 TEBLİĞ
HZ. PEYGAMBER (S.A.V)’İN ÖRNEK AHLÂKININ GÜNÜMÜZE TAŞINMASINDA
HADİS/SÜNNETİN ROLÜ
Arş. Gör. Dr. Musa ERKAYA......................................................................................... 327
MÜZAKERE
Prof. Dr. Muammer MUŞTA .......................................................................................... 366
İKİNCİ GÜN / BEŞİNCİ OTURUM / A SALONU
AHLAK VE SOSYAL HAYAT
1. TEBLİĞ
BİR MODERN AHLAK SORUNU OLARAK EKOLOJİK SORUMLULUK VE DOĞAL
ÇEVREYİ ANLAMA VE KORUMADA İNSANA DÜŞEN YÜKÜMLÜLÜK
Doç. Dr. Metin YASA ...................................................................................................... 375
2. TEBLİĞ
GELENEK VE MODERNİTE ETKİLEŞİMİ BAĞLAMINDA SPOR ETİĞİ
Yrd. Doç. Dr. Nejdet DURAK ........................................................................................ 385
3. TEBLİĞ
İŞÇİ-İŞVEREN İLİŞKİLERİNDE İSLAM ÇALIŞMA AHLAKI
Prof. Dr. Adem ESEN...................................................................................................... 403
4. TEBLİĞ
TOPLUM DESTEKLİ POLİSLİK FELSEFESİNDE PRATİK AHLAKIN GEREKLİLİĞİ
Mahmut ÇALIŞKAN....................................................................................................... 427
MÜZAKERE
Protokol ve Açılış Konuşmaları
7
Prof. Dr. Mehmet BAYYİĞİT ......................................................................................... 446
İKİNCİ GÜN / BEŞİNCİ OTURUM / B SALONU
BİLİM VE AHLAK
1. TEBLİĞ
GENETİK UYGULAMALARDA AHLAKİ TARTIŞMALAR
Arş. Gör. Emine GÖÇER - Prof. Dr. Recep KILIÇ........................................................ 457
2. TEBLİĞ
GENETİK: YENİ BİR BİLİM-DİN ÇATIŞMASI MI?
Doç. Dr. M. Ali KİRMAN ............................................................................................... 467
3. TEBLİĞ
BİR BİLİM AHLAKININ İMKANI: KUANTUM TEORİSİNDEN AHLAK FENOMENİNE
Doç. Dr. Süleyman DÖNMEZ........................................................................................ 485
4. TEBLİĞ
DİNLERDEKİ KOZMOGONİK VE ESKATOLOJİK ANLATILAR BAĞLAMINDA
AHLAKI YENİDEN DÜŞÜNMEK
Arş. Gör. Dr. Ramazan ADIBELLİ................................................................................. 497
MÜZAKERE
Yrd. Doç. Dr. Zikri YAVUZ............................................................................................ 508
İKİNCİ GÜN / ALTINCI OTURUM
SÖZLÜ KÜLTÜR, MEDYA VE AHLAK
1. TEBLİĞ
TOPLUMUMUZDA AHLAKİ DEĞERLERİN SOSYAL KONTROL İŞLEVİ
Doç. Dr. Hayri ERTEN.................................................................................................... 517
2. TEBLİĞ
İLETİŞİM ARAÇLARININ AHLAK ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Prof. Dr. Ömer ÖZDEN .................................................................................................. 537
3. TEBLİĞ
AHLAKI OLUMLU VE OLUMSUZ ETKİLEYEN BİR OLGU OLARAK REKLAM
FİLMLERİ
Arş. Gör. Sevde DÜZGÜNER ........................................................................................ 545
4. TEBLİĞ
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KISSA KÜLTÜRÜ VE MODERN ÇAĞIN AHLAK
DÜŞÜNCESİNE KATKILARI
Doç. Dr. Cevdet KILIÇ.................................................................................................... 567
MÜZAKERE
Dr. Mehmet HARMANCI............................................................................................... 595
İKİNCİ GÜN / YEDİNCİ OTURUM
DEĞERLENDİRME.................................................................................................................... 605
9
Takdim
Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi olarak Mayıs 2006’dan itibaren
her yıl aksatmadan gerçekleştirerek artık gelenekselliği tartışma götürmez
hâle gelen bilimsel sempozyumlar serisinin beşincisini 07-08 Mayıs 2010
tarihlerinde başarıyla tamamlama imkânını lütfeden Yüce Rabbimize
sonsuz şükürler olsun.
Mâlum olduğu üzere bu defa Sempozyumumuzun konusu: “Modern
Çağda Ahlâk” olarak belirlenmişti. Ahlâkî yozlaşmanın bireysel ve toplumsal etkilerini acı örnekleriyle her gün müşahede ettiğimiz bir dönemde,
ahlâka meydan okuyan faktörler başta olmak üzere çağımızın ahlâk problemini ele almak ve ahlâkî değerlerin Yüce Dinimizin öngördüğü çerçevede
inşaı noktasına bilimsel bir mercek tutmak, hiç şüphesiz son derece önemli
bir konudur.
Böylesi önemli bir konuda, her biri alanının uzmanı olan değerli bilim
adamlarımızın Sempozyumumuz vesilesi ile iki gün boyunca sundukları
ve tartışılarak olgunlaşan tebliğlerini Konya İlâhiyat Derneği adına neşrederek hem bilim âlemine hem de ahlâkı dert edinen toplumumuzun her
kesimine sunmayı bir görev bildik.
Bu vesile ile “Modern Çağda Ahlâk” konulu Sempozyum Kitabı’nı
neşre imkân sağlayan başta bildiri ve müzakere sahibi değerli bilim adamlarımıza, Sempozyumun gerçekleşmesinde olduğu gibi kitap hâline getirilip yayınlanmasında da emek ve desteği olan tüm kişi ve kuruluşlara,
özellikle Büyükşehir Belediyemizin kıymetli Genel Sekreteri Haşmet Okur
Bey’e, Biberciler İnşaat Şirketi’nin çok değerli Yönetim Kurulu üyelerine ve
Felsefe ve Din Bilimleri Bölümümüzün Başkanı Prof. Dr. Hüsamettin
Erdem ile emeği geçen tüm öğretim elemanı arkadaşlarıma şükranlarımı
arzediyorum.
Prof. Dr. Ahmet ÖNKAL
Konya İlâhiyat Derneği Başkanı
10
Modern Çağda Ahlak
‫‪11‬‬
‫‪Kur’ân-ı Kerîm Tilâveti‬‬
‫‪Okuyan: Ali Çiftçi‬‬
‫‪Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi‬‬
‫أﻋﻮذ ﺑﺎﷲ ﻣﻦ اﻟﺸﻴﻄﺎﻥ اﻟﺮﺟﻴﻢ‪ ,‬ﺑﺴﻢ اﷲ اﻟﺮﲪﻦ اﻟﺮﺣﻴﻢ‬
‫ﹺ‬
‫ﻭاﻷرض ﹸ ﹺ ﱠ ﹾ ﹺ ﹺ‬
‫رﺑﻜﻢ ﱠ ﹴ‬
‫ﻭﺳﺎرﻋﻮا ﹺﹶإﱃ ﹾ ﹺ ﹴ ﹺ‬
‫اﻟﺴﲈﻭات ﹶ ﹾ ﹶ ﹾ ﹸ‬
‫اﻟﺬﻳﻦ‬
‫ﻋﺮﺿﻬﺎ ﱠ ﹶ ﹶ ﹸ‬
‫أﻋﺪت ﹾ ﹸ ﱠ ﹶ‬
‫ﻭﺟﻨﺔ ﹶ ﹾ ﹸ ﹶ‬
‫ﻣﻦ ﹶ ﱢ ﹸ ﹾ ﹶ ﹶ‬
‫ﻣﻐﻔﺮة ﹾ‬
‫ﹶ ﹶ ﹺ ﹸ‬
‫ﻟﻠﻤﺘﻘﲔ ﴿‪ ﴾133‬ﱠ ﹶ‬
‫ﹶ ﹶ‬
‫ﳛﺐ ﹾﹸ ﹺ ﹺ‬
‫ﹺ‬
‫ﹺ‬
‫ﻭاﻟﴬاء ﹾ ﹶ ﹺ ﹺ‬
‫ﹺ‬
‫ﹺ‬
‫ﹸﹾﹺ ﹸ ﹶ ﹺ‬
‫ﻭاﻟﻌﺎﻓﲔ ﹶ ﹺ‬
‫ﻋﻦ ﱠ ﹺ‬
‫ﻭاﻟﻜﺎﻇﻤﲔ ﹾ ﹶ ﹾ ﹶ‬
‫اﳌﺤﺴﻨﲔ ﴿‪﴾134‬‬
‫ﹶ‬
‫اﻟﻐﻴﻆ ﹶ ﹾ ﹶ ﹶ‬
‫ﹶ‬
‫اﻟﻨﺎس ﹶﻭاﷲﱠﹸ ﹸ ﱡ ﹾ‬
‫اﻟﴪاء ﹶ ﱠ ﱠ ﹶ‬
‫ﻳﻨﻔﻘﻮﻥ ﰲ ﱠ ﱠ‬
‫ﹺ‬
‫ذﻛﺮﻭا اﷲﱠﹶ ﹶ ﹶ ﹾ ﹶ ﹺ‬
‫ﹺ‬
‫ﻭاﻟﺬﻳﻦ ﹺ ﹶ‬
‫إذا ﹶ ﹶ ﹸ‬
‫ﻓﻌﻠﻮا ﹶ ﹺ ﹶ ﹰ‬
‫اﻟﺬﻧﻮب ﹺﱠإﻻ اﷲﱠﹸ‬
‫ﻳﻐﻔﺮ ﱡ ﹸ ﹶ‬
‫ﻟﺬﻧﻮﲠﻢ ﹶ ﹶ ﹾ‬
‫ﹶ ﱠ ﹶ‬
‫ﻭﻣﻦ ﹶ ﹾ ﹸ‬
‫ﻓﺎﺳﺘﻐﻔﺮﻭا ﹸ ﹸ ﹺ ﹺ ﹾ‬
‫ﹾ ﹸ‬
‫أﻧﻔﺴﻬﻢ ﹶ ﹶ ﹸ‬
‫ﻇﻠﻤﻮا ﹶ ﹾ ﹸ ﹶ ﹸ ﹾ‬
‫ﻓﺎﺣﺸﺔ ﹶﹾأﻭ ﹶ ﹶ ﹸ‬
‫ﹶ ﹺ‬
‫ﻋﲆ ﹶﻣﺎ ﹶ ﹶ ﹸ‬
‫ﻳﴫﻭا ﹶ ﹶ‬
‫ﻳﻌﻠﻤﻮﻥ ﴿آﻝ ﻋﻤﺮاﻥ ‪﴾135‬‬
‫ﻭﻫﻢ ﹶ ﹾ ﹶ ﹸ ﹶ‬
‫ﹶ‬
‫ﻓﻌﻠﻮا ﹶ ﹸ ﹾ‬
‫ﻭﱂ ﹾ ﹸ ﱡ‬
‫ﺑﺴﻢ اﷲ اﻟﺮﲪﻦ اﻟﺮﺣﻴﻢ‬
‫اﻷرض ﹾ ﹺ‬
‫ﹺ‬
‫ﻓﺘﻜﻦ ﹺﰲ ﹾ ﹴ‬
‫ﻣﺜﻘﺎﻝ ﹴ ﹺ‬
‫إﻥ ﹶ ﹸ ﹺ‬
‫ﻣﻦ ﹶ ﹶ ﹴ‬
‫إﻥ‬
‫ﻳﺄت ﹺﹶﲠﺎ اﷲﱠﹸ ﹺ ﱠ‬
‫إﳖﺎ ﹺ ﹾ‬
‫ﺻﺨﺮة ﹶﹾأﻭ ﹺﰲ ﱠ ﹶ ﹶ‬
‫ﺗﻚ ﹾ ﹶ ﹶ ﹶ ﱠ‬
‫ﹶﻳﺎ ﹸ ﹶ ﱠ‬
‫اﻟﺴﲈﻭات ﹶﹾأﻭ ﹺﰲ ﹾ ﹶ ﹾ ﹺ ﹶ‬
‫ﺧﺮدﻝ ﹶ ﹶ ﹸ ﹾ ﹶ ﹶ‬
‫ﺣﺒﺔ ﹾ ﹾ‬
‫ﺑﻨﻲ ﹺ ﱠ ﹶ‬
‫ﹺ‬
‫ﻋﻦ ﹾﹸ ﹾ ﹶ ﹺ‬
‫ﻭاﻧﻪ ﹶ ﹺ‬
‫ﻭاﺻﱪ ﹶ ﹶ‬
‫ﻋﲆ ﹶﻣﺎ ﹶ ﹶ ﹶ ﹶ‬
‫اﷲﱠﹶ ﹶ ﹺ ﹲ‬
‫ﺑﻨﻲ ﹶ ﹺ ﹺ‬
‫إﻥ‬
‫أﻗﻢ ﱠ ﹶ ﹶ‬
‫أﺻﺎﺑﻚ ﹺ ﱠ‬
‫ﺑﺎﳌﻌﺮﻭﻑ ﹶ ﹾ ﹶ‬
‫ﻭأﻣﺮ ﹺ ﹾﹶ ﹾ ﹸ‬
‫اﻟﺼﻼة ﹶ ﹾ ﹸ ﹾ‬
‫ﺧﺒﲑ ﴿‪ ﴾16‬ﹶﻳﺎ ﹸ ﹶ ﱠ‬
‫ﻟﻄﻴﻒ ﹶ ﹺ ﹲ‬
‫اﳌﻨﻜﺮ ﹶ ﹾ ﹺ ﹾ‬
‫ﹺ‬
‫ﹶﹺ ﹶ ﹺ‬
‫ﻋﺰﻡ ﹾ ﹸ ﹸ ﹺ‬
‫ﲤﺶ ﹺﰲ ﹾ ﹶ ﹾ ﹺ‬
‫ﻭﻻ ﹶ ﹾ ﹺ‬
‫ﺧﺪﻙ ﹺ ﱠ ﹺ‬
‫ﻟﻠﻨﺎس ﹶ ﹶ‬
‫اﻷﻣﻮر ﴿‪ ﴾17‬ﹶ ﹶ‬
‫ﺗﺼﻌﺮ ﹶ ﱠ ﹶ‬
‫ﳛﺐ ﹸ ﱠ‬
‫ﻣﻦ ﹶ ﹾ ﹺ‬
‫ﻛﻞ‬
‫ﻣﺮﺣﺎ ﹺ ﱠ‬
‫إﻥ اﷲﱠﹶ ﹶﻻ ﹸ ﱡ‬
‫اﻷرض ﹶ ﹶ ﹰ‬
‫ذﻟﻚ ﹾ‬
‫ﻭﻻ ﹸ ﹶ ﱢ ﹾ‬
‫ﹸﹾﹶ ﹴ‬
‫ﳐﺘﺎﻝ ﹶ ﹸ ﹴ‬
‫ﻓﺨﻮر ﴿ﻟﻘﲈﻥ ‪﴾18‬‬
‫ﺑﺴﻢ اﷲ اﻟﺮﲪﻦ اﻟﺮﺣﻴﻢ‬
‫ﺗﻼﻫﺎ ﴿‪ ﴾2‬ﹶ ﱠ ﹶ ﹺ‬
‫ﻭﺿﺤﺎﻫﺎ ﴿‪ ﴾1‬ﹶ ﹾ ﹶ ﹶ ﹺ‬
‫ﺟﻼﻫﺎ ﴿‪ ﴾3‬ﹶ ﱠ ﹾ ﹺ‬
‫ﹶ ﱠ ﹾ ﹺ‬
‫ﻭاﻟﻠﻴﻞ ﹺ ﹶ‬
‫ﻭاﻟﻨﻬﺎر ﹺ ﹶ‬
‫ﻭاﻟﻘﻤﺮ ﹺ ﹶ‬
‫ﻳﻐﺸﺎﻫﺎ ﴿‪﴾4‬‬
‫إذا ﹶ ﹾ ﹶ ﹶ‬
‫إذا ﹶ ﱠ ﹶ‬
‫إذا ﹶ ﹶ ﹶ‬
‫ﻭاﻟﺸﻤﺲ ﹶ ﹸ ﹶ ﹶ‬
‫ﹺ‬
‫ﻃﺤﺎﻫﺎ ﴿‪ ﴾6‬ﹶ ﹶ ﹾ ﹴ‬
‫ﺑﻨﺎﻫﺎ ﴿‪ ﴾5‬ﹶ ﹾ ﹶ ﹾ ﹺ‬
‫ﻓﺠﻮرﻫﺎ‬
‫ﺳﻮاﻫﺎ ﴿‪ ﴾7‬ﹶ ﹶ ﹾﹶ ﹶ ﹶ‬
‫ﻓﺄﳍﻤﻬﺎ ﹸ ﹸ ﹶ ﹶ‬
‫ﻭﻣﺎ ﹶ ﱠ ﹶ‬
‫ﻭﻣﺎ ﹶ ﹶ ﹶ‬
‫ﻭﻣﺎ ﹶ ﹶ ﹶ‬
‫ﻭﻧﻔﺲ ﹶ ﹶ‬
‫ﻭاﻷرض ﹶ ﹶ‬
‫ﻭاﻟﺴﲈء ﹶ ﹶ‬
‫ﹶ ﱠﹶ‬
‫دﺳﺎﻫﺎ ﴿اﻟﺸﻤﺲ ‪﴾10‬‬
‫زﻛﺎﻫﺎ ﴿‪ ﴾9‬ﹶ ﹶ ﹾ‬
‫ﻭﺗﻘﻮاﻫﺎ ﴿‪ ﴾8‬ﹶ ﹾ‬
‫ﻣﻦ ﹶ ﱠ ﹶ‬
‫ﺧﺎب ﹶ ﹾ‬
‫ﻭﻗﺪ ﹶ ﹶ‬
‫ﻣﻦ ﹶ ﱠ ﹶ‬
‫أﻓﻠﺢ ﹶ ﹾ‬
‫ﻗﺪ ﹶ ﹾ ﹶ ﹶ‬
‫ﹶﹶﹾﹶ ﹶ‬
‫ﺻﺪﻕ اﷲ اﻟﻌﻈﻴﻢ‬
Modern Çağda Ahlak
12
Rahman ve Rahim Allah adıyla!
133. Rabbinizin bağışına, genişliği göklerle yer arası kadar olan ve
Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmış bulunan cennete koşun.
134. Onlar bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayanlar, öfkelerini
yenenler, insanları affedenlerdir. Allah, iyilik edenleri sever.
135. Yine onlar, çirkin bir iş yaptıkları, yahut nefislerine zulmettikleri
zaman Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler ki Allah’tan başka günahları kim bağışlar- ve bile bile işledikleri (günah)
üzerinde ısrar etmeyenlerdir. (Âl-İ İmrân Sûresi)
Rahman ve Rahim Allah adıyla!
16. “Yavrum! Şüphesiz yapılan iş bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve
bir kayanın içinde, yahut göklerde ya da yerin içinde bile olsa, Allah onu
çıkarır getirir. Çünkü Allah, en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla
haberdar olandır.”
17. “Yavrum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy.
Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir.”
18. “Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allah, hiçbir kibirleneni, övüngeni
sevmez.” (Lokmân Sûresi)
Rahman ve Rahim Allah adıyla!
1. Güneşe ve onun aydınlığına andolsun,
2. Onu izlediğinde Ay’a andolsun,
3. Onu ortaya çıkardığında gündüze andolsun,
4. Onu bürüdüğünde geceye andolsun,
5. Göğe ve onu bina edene andolsun,
6. Yere ve onu yayıp döşeyene andolsun,
7,8,9. Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük
duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene
andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.
10. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.
(Şems Sûresi)
Yüce Allah kuşkusuz doğru söylemiştir.
PROTOKOL VE AÇILIŞ KONUŞMALARI
FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ BÖLÜMÜ
BAŞKANI
PROF. DR. HÜSAMETTİN ERDEM’İN
SEMPOZYUMU AÇIŞ KONUŞMASI
Sayın Valim.
Büyük Şehir Belediyemizin Genel Sekreteri,
İl Emniyet Müdürümüz,
İl Müftümüz, İlçe Müftülerimiz, Daire amirlerimiz,
Öğretim üyesi ve elamanı meslektaşlarım,
Çok değerli konuklar, kıymetli öğrencilerimiz,
Saygıdeğer hanımefendiler, beyefendiler, ulusal ve yerel basınımızın
değerli mensupları,
Sizleri saygıyla selamlıyor ve hürmetlerimi sunuyorum.
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından her yıl Mayıs ayı başlarında gerçekleştirilerek neredeyse geleneksel hale gelen bilimsel sempozyumların beşincisi Fakültemiz Dekanlığı ile Felsefe ve Din Bilimleri
Bölümümüzün birlikte organize ettiği "MODERN ÇAĞDA AHLAK”
konulu sempozyumumuza hoş geldiniz, şeref verdiniz.
İki gün sürecek olan bilimsel etkinliğimiz iki salonda dokuz oturum halinde planlanmıştır. Ülkemizi ve Konya’mızı ahlak alanında aydınlatacak
olan Toplam 31 tebliğ sunulacak ve müzakere edilecektir. Her oturumun
bir müzakerecisi bulunmaktadır. Her tebliğin sunumu için 15 dakika, o
tebliğ ile ilgili yazılı soru sorulduğu takdirde her katılımcıya 5 dakika da
cevap süresi verilecektir. Müzakerecilerin ise her tebliği için 5 er dakika
olmak üzere 4 tebliği için toplamda 20 dakika müzakere süresi bulunmaktadır. Ben şimdiden tebliğcilerimize, müzakerecilerimize ve katılımcılarımıza basarılar diliyor, toplantımızın hayırlara vesile olmasını niyaz ediyorum.
Değerli Misafirler!
İnsanlığın, tarihin başlangıcından günümüze gelinceye kadarki en temel problemlerinden biri inanç, diğeri de ahlak problemi olmuştur. Hatta
ilahi dinlerin en önemli misyonu, geliş nedeni ahlakiliktir; yani insanla
Allah arasında, insanla insanlar arasındaki insanca ilişkileri ve diğer varlık-
14
Modern Çağda Ahlak
larla insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemektir.
Her dönemde olduğu gibi bu gün de gerek bireysel, gerek toplumsal ve
gerekse kurumsal sıkıntıların esasını bu iki problemin oluşturduğunu
söylemek pek yanlış olmaz.
Bu nedenle, bireysel ve toplumsal ilişkilerde ortaya çıkan birçok aksaklık, toplumda kaybolan huzur ve değerler, herkesin can ve mal güvenliğini
tehdit eden anarşi ve terör, dünyanın başına bela olan ve bizim de ülke
olarak büyük ölçüde etkilendiğimiz ekonomik krizler, hatta bazı cüretkar
devletlerin dünya ve uluslar arası barışı hiçe sayarcasına saldırgan ve
baskıcı uygulamalarının altında ahlak, hak ve hukuk tanımazlıklar yer
almaktadır.
Görüldüğü gibi ülkemizde ve dünyada ahlakla ilgili ciddi problemler
vardır. Ama ülkemiz bilim adamlarının bu sorunların üstesinden gelecek
ve sorunu çözüme kavuşturacak yeterli güç ve birikimi de bulunmaktadır.
Böylesi bir problemin çözümünde de öncelikli hareket noktası, bozulan
yahutta yok edilmeye çalışılan ahlakın düzeltilmesi, insanların ahlaki
olarak nasıl davranmaları gerektiği ile ilgili çeşitli davranış kurallarını ve
yollarını belirleme noktasındaki dini, bilimsel ve felsefi çözümleri ve yaklaşımları ele almayı hedefleyen Modern Çağda Ahlak sempozyumunda 31
tebliğ, 8 müzakere değerlendirmesi ve bir de genel değerlendirme yer
almaktadır.
Bilindiği gibi ahlak sorunu, dinin, felsefenin, eğitimin ve daha birçok
bireysel ve toplumsal etkinlik alanların ilgi ve araştırma sahasına girmektedir. Çünkü ahlak, birey, toplum ve siyasal hayatımızın vazgeçilmez bir
düzenleyicisidir. Bu bakımdan din ve ahlak ile ilgili sorunlar her yönüyle
ilahiyat fakültelerinin araştırma alanı içinde yer almaktadır. Eğitim ve
öğretimde, ailede ve çevredeki ahlakla ilgili tutum ve davranışları araştırmak, incelemek, tespitler yapmak ve önerilerde bulunmak öncelikle ilahiyat fakültelerinin, bilim kurumlarının, din görevlilerinin ve duyarlı bütün
vatandaşlarımızın görevleri arasındadır. Bu sorumluluğu öncelikle biz
ilahiyatçılar, felsefeciler, bilim adamları ve ahlak eğitimcileri olarak derinden hissetmeliyiz
Ahlakı hesaba katmadan hayatı anlamlandırmaya kalkışmanın bu günkü modern dünyada bir değer taşımadığı ortadadır.
Allaha hamdolsun ki ülkemizde İlahiyat Fakülteleri ve diğer bilim kurumlarımızın birikimleri ve bilimsel seviyeleri toplumumuza ve günümüz
dünyasının birçok sorununa ışık tutabilecek bir niteliktedir.
Bu sempozyumumuz ahlak alanında bilimsel tartışmaların yapılacağı
ve birçok sorunuza bazı açılardan çözüm getirecek, bazı yönlerden bakış
açısı sağlayacak, bazı yönlerden de teklifler önerecek bir bilimsel caba ve
gayretin gösterileceği bir bilgilenme şöleni olacaktır. Sempozyum, kongre,
panel gibi etkinlikler fikir ve düşüncelerin, tespit ve önerilerin, bilgi ve
deneyimlerin paylaşıldığı, sergilendiği bir çeşit bilgi fuarlardır. Ben de bu
15
sempozyumumuzun bu söylediklerimizi yansıtan bir bilgilenme ve bilgilendirme panayırı olması dileklerimi tekrarlıyorum.
Bu duygu ve düşüncelerle, sempozyumdaki tebliğlerin, müzakerelerin,
değerlendirmelerin ve tartışmaların, adaba uygun, seviyeli, düşüncelerimize yenilik katan, özgün, geliştirici ve olgunlaştırıcı, hemşerilerimiz, halkımız ve insanlık için hayırlara vesile olmasını diliyorum.
Değerli Misafirler !
Bu toplantıya sunulan tebliğleri 120 ye yakın tebliğ içinden, genel konu
başlığımıza ve onun ruhuna uygun tebliğler içinden seçmeye çalıştık.
Gönlümüz isterdi ki hiçbir katılımcıyı geri çevirmeyelim, ama bildiğiniz
gibi bu işler sınırlı imkan ve mekanlarla ancak gerçekleştirilebilmektedir.
Uzun uğraşlar sonunda organize edilen ve gerçekleştirilen bu etkinlikte
bazı kişi ve kurumların büyük katkıları olmuştur. Başta Fakülte Dekanımız
Prof. Dr. Ahmet ÖNKAL bey olmak üzere, Selçuk Üniversitesi Rektörlüğüne, Konya Büyükşehir ve Selçuklu Belediye Başkanlıklarına, bu sempozyumun mali yükünü üstlenen Biberciler İnşaat Şirketi Yöneticilerine, Sempozyum üst-kurul ve yürütme kurulu üyelerine, fakültemiz öğretim elamanları ve çalışanlarımıza, salon görevlilerine, öğrencilerimize ve emeği
geçen herkese şükranlarımı sunuyor, teşekkür ediyorum.
Ülkemizin diğer üniversitelerinden ve üniversite dışından gelen, üniversitemizi, şehrimizi ve bu sempozyumumuzu onurlandıran bilim adamlarımıza, katılımcılara ve dinleyicilere de şükranlarımı sunuyorum.
İmkânları zorlayarak organize ettiğimiz bu etkinliğin verimli, başarılı
geçmesini, ülkemize, milletimize ve bilim çevrelerine faydalı, hayırlı sonuçlar vermesini diliyorum. Hepinizi tekrar saygıyla selamlıyorum; teşrifinizden dolayı sağ olunuz, var olunuz.
16
Modern Çağda Ahlak
DEKAN PROF. DR. AHMET ÖNKAL’IN KONUŞMASI
Sayın valim, Büyükşehir belediyesimizi temsilen
aramızda bulunan sayın Büyükşehir Genel Sekreteri,
İl Emniyet Müdürümüz, İl Müftümüz, Daire
Amirlerimiz, çok değerli katılımcı hocalarımız,
misafirlerimiz, sevgili öğrencilerimiz, değerli dinleyici hanımefendiler,
beyefendiler, basınımızın değerli mensupları, hepinizi saygılarımla ve
muhabbetlerimle selamlıyorum.
1962 yılında Konya Yüksek İslam Enstitüsü olarak açılan ve o günden
bu yana yarım asra yaklaşan bir süredir başarı ile eğitim ve öğretim faaliyetlerini sürdüre gelen fakültemiz yüksek din eğitimi, ilahiyat eğitimi
alanında ülkemizde ilk sıralarda olmanın haklı gururunu yaşamaktadır.
Müesseseler gelenekleriyle kök salarlar ve gelenekleriyle güç ve kuvvetlerini artırırlar. Bu bağlamda İlahiyat Fakültemiz de gelenekler oluşturmaya
gayret göstermektedir. Bu meyanda acizane dekanlığını üstlendiğim fakültemizin son altı yılda beşinci ulusal sempozyumunu düzenlemenin heyecanını, mutluluğunu ve şevkini yaşıyoruz. Geçmiş yıllarda Kur’an, sünnet,
siret ve din eğitimi sempozyumlarını gerçekleştirmiştik ve hamdolsun
bunların sempozyum kitapları basılı hale getirildi. İlim ve irfan sevdalılarının bilgilerine sunuldu, kapımızının girişinde de bu kitapları görebileceksiniz. Bugün beşincisini beraberce gerçekleştireceğimiz sempozyumumuzla
inşallah, değerli katılımcı hocalarımızın tebliğ metinlerini, müzakerelerini
kısa bir süre içerisinde basılı olarak sizlere sunma görevimizi yerine getireceğimizi bu vesile ile sizlere ifade etmek isterim. Bugün ve yarın ele alacağımız konu, başlıklarda da intikal ettirildiği üzere “Modern Çağda Ahlak”
sorunudur ve gerek toplumumuzda gerekse diğer ülkelerde yaşanan
sorunlar dikkatle incelendiği zaman bunların temelinde ahlak probleminin
olduğunu tespit etmek herhalde çok da zor olmayacaktır. Benim kanaatim
odur ki Hz. Adem’den günümüze gelinceye kadar beşer tarihinin enönemli
ve en başta gelen problemini, ahlak ve inanç problemi oluşturmuştur.
Gerek bireysel ilişkilerde gerekse toplumsal seviyede ve hatta kurumsal ve
devletler çerçevesinde ahlaktan mahrumiyetin açtığı yaraları hepimiz
yakinen biliyoruz. Kişilik problemi yaşayan iç dünyasında kendisi ve
çevresiyle barışık olmayan ve istenilen ahlaka sahip olmayan kişilerin
toplumda problemler oluşturduğu malumdur. Aynı şekilde toplumun
temel dinamiklerini oluşturan ahlaki unsurların mevcut olmayışı, bildiğimiz gibi, toplumda huzur ve güveni ortadan kaldırmaktadır. Ticarette
ahlak eksikliği bir çok ekonomik problemlere yol açmaktadır. Hatta kurumsal açıdan meseleye bakıldığı zaman bağımsızlıktan ve haktan adaletten uzak ideolojik yaklaşımların devlet mekanizmalarında bile zaman
zaman sıkıntılar doğurduğu malumdur. Bir takım devletlerin egemenliklerini ortaya koymak üzere demokratikleşmeden söz ederek, insan hürriye-
17
tinden ve haklarından sözde bahsederek ne tür zulümler icra ettiği ve
insafsızca inanların, Müslümanların kanının dökülmesine yol açtığı hepinizin malumatıdır. Bütün bu problemler üst üste sıralandığı zaman ne derece
önem erz ettiği gayet açıkça ortaya çıkmaktadır. Olumsuz davranışların
temelinde gayri ahlaki anlayış ve uygulamalar mevcuttur. Bu problemlerin
çözümü de elbette ahlakın toplumda, insanlar arasında ve devletler düzeyinde oluşturulması, inşa edilmesiyle mümkün olacaktır. İşte böylesi
önemli bir konuyu ele almayı hedefleyen sempozyumumuz benim kanaatim odur ki son derece faydalı olacaktır, keyifli ve bereketli olacaktır. Ben
sempozyumumuza vücud veren başta bilim adamlarımıza bu vesile ile hoş
geldiniz diyorum. Davetimize icabet ederek, zahmet buyurup katılmalarından dolayı kendilerine ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Ayrıca sempozyumumuza her aşamada destek veren bir takım kişiler ve kuruluşlar mevcuttur. Onlara müsadenizle teşekkürlerimi arz etmeyi bir borç biliyorum.
Başta Büyükşehir Belediyemizin Genel Sekreteri Haşmet Okur Bey, ?ler
İnşaat, Selçuklu Belediyemizin çok değerli yöneticileri ve çalışanları, üniversitemizin değerli yöneticileri ve personeli, hakeza fakültemizin canla
başla sempozyumun icrasında gayret gösteren mesai arkadaşları, çalışanları gerçekten teşekkürü hak ediyorlar. Onlara huzurlarınızda teşekkür
ediyorum. Ayrıca bu salona sabahın erken saatinde teşrif eden dinleyicilerimize teşekkür ediyorum. Onlar bugün ve yarın, hem iştirakleri ile ilgileri
ile hem de tebliğcilere yöneltecekleri sorularla sempozyuma can verecekler,
kan verecekler. Toplumu bilgilendirme ve aydınlatma konusunda önemli
bir misyon icra ettiğine inandığımız basın mensupları da bizim yanı başımızda. Onlara da bu vesile ile teşekkür ediyorum ve hepinize saygılar
sunuyorum.
Modern Çağda Ahlak
18
KONYA İL MÜFTÜSÜ
ŞÜKRÜ ÖZBUĞDAY’IN KONUŞMASI
Bismillahirrahmanirrahim.
Kainatı ve bizleri yaratan yüce rabbimize hamd ediyor ve “ben güzel
ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyuran sevgili peygamberimiz
aleyhissaltü vesselama salatu selam ederek sözlerime başlıyorum. Çok
değerli valim, Büyükşehir belediyemizin çok değerli genel sekreteri, sayın
emniyet müdürüm, değerli dekanım, siyasi partilerimizin değerli temsilcileri, ilimizin kıymetli yöneticileri, çok muhterem bilim adamları, sevgili
öğrenciler, basınımızın kıymetli mensupları, hepinizi sevgiyle saygıyla ve
muhabbetle selamlıyorum. Hepinize hayırlı sabahlar, hayırlı cumalar
diliyorum. Ayrıca Konya dışından Konya’mıza teşrif eden değerli misafirlere de hoş geldiniz diyorum. Bu sempozyumun hayırlı olmasını, feyizli ve
bereketli geçmesini cenab-ı haktan niyaz ediyorum. Değerli misafirler, bir
terim olarak ahlak, insanın iyi veya kötü olarak nitelendirilmesine sebep
olan manevi vasıfları, huyları ve bunarın etkisiyle ortaya koyduğu iradeli
davranışlarının bütününe verilen addır. İnsanın duygu ve düşünceleri,
hayata bakış tarzı, duyarlılıkları ve benliğinin derinliklerinde yatan güdüleri, karşılıklı etkileşimlerle bazı davranış ve tutumlara yol açar. Bu davranışların alışkanlığı dönüşmesi kişiliğin ayrılmaz bir parçası haline gelmesi,
iyi ya da kötü ahlakı oluşturur. Değerli misafirler, tarih boyunca insanın
üstün bir ahlaka nasıl sahip olacağı konusu hep gündemde olmuştur.
İnsanlar arasında ortaya çıkan kin, nefret, savaşlar, adaletsizlikler, zulüm
ve haksızlıklar karşısında birçok din ve felsefe insanlığın kurtuluşunun
inanan insanı oluşturmanın yollarını aramıştır. Sokrates’ten Aristo’dan
Farabi’den günümüze kadar ahlakın mahiyeti teorik anlamda çokça tartışılmıştır. Ahlakın temeli nedir, ahlaki davranışlara iten ana etkenler nelerdir, görev duygusu, haz, bireysel ve toplumsal çıkarlar, vicdan, akıl ya da
insanlığın ortak iyileri mi? Öyleyse iyi nedir, iyinin kaynağı nedir, akıl mı
vicdan mı? Ahlakın kutsalla ilgisi var mıdır? Herkes bu soruların cevaplarını farklı biçimlerde vermektedir. Tüm bu teorik tartışmalar bir yana
hazların, arzu ve isteklerin tatmininin, hayatın asli amacı haline geldiği
gücün, tekeffürün azgınlaştığı, çıkarın insan ilişkilerinde en etkili belirleyici
olduğu bir çağda ahlaka, yüksek değerlere hiç bu kadar ihtiyaç duyulmamıştır. Çok değerli misafirler, her yaşam biçimi kendi ahlak anlayışını da
oluşturmaktadır. Modern dünyada ahlak sekülerleşmiştir. Allah’ı hayatın
dışına iten Batı dünyası, ahlakın temellerini de kökünden kopartarak
güdükleştirmiştir. Her şey, daha çok kazanmak, daha rahat yaşamak, güç
ve şöhret sahibi olmak içindir. Daha çok tüketmek, ayrıcalığın ve zenginlerle aynileşmenin göstergesidir. Kendini müstağni gören bu anlayışta
hesap verme bilinci de yoktur. Hesap verilecek birileri varsa o da yasalardır. Yasalar engel değil ise her şey mübahtır. Yasalara uymanın gerekçesi
19
ise vicdan değil, çoğunlukla bireysel ya da kolektif yarar duygusudur.
İletişim araçlarının yaygınlaşması ve medyanın etkisiyle yepyeni bir yaşam
biçimi ve ahlak anlayışı ortaya çıkmaktadır. Tüm dünyada ortak bir kültür
ve davranış biçimi oluşturulmaya başlanmıştır. Çözülüş sürecine giren tüm
geleneksel toplum yapıları ve ilişki biçimleri çözülüşü yaşamakta ve geleneksel ahlaki işlevsiz hale getirmektedir. Tüm insani ilişki biçimleri bitmekte, yerine daha bireysel ve sınırsal çıkarlar dışında bir şeyler konulamamaktadır. İş, para ve çıkar eksenli oluşmuş bu dünya, insan ruhunu
sıkmakta, yalnızlaştırmaktadır. İnsan ruhu, acımasız bir kıskacın pençesindedir. Bir yandan iç dünyasından kopup gelen insani talepler diğer yanda
modern hayatın dayattığı yaşam biçimi. Tüm bunlar, insanlığın vicdanını
karartmaktadır. Batıda, Doğuda vicdan sahibi bir çok insan bu kara tablonun ıstırabını duymaktadır ve çıkış yolu aramaktadır. Değerli dinleyenler,
bugün ahlakı yeniden gündeme almak, erdemi, dostluğu, vefayı, kanaati,
sevgiyi, merhameti, adaleti, doğruluğu kısaca tüm insani hasletleri bu
çağın insanına hitap edecek şekilde inşa etmek gerekmektedir. Bu sempozyumun buna katkıda bulunacağını ümit ediyor, hepinizi sevgi ve saygıyla
selamlıyorum.
20
Modern Çağda Ahlak
KONYA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ GENEL SEKRETERİ HAŞMET OKUR’UN KONUŞMASI
Sayın valim, Ak Parti İl Başkanım, değerli il müdürlerim, dekanım, değerli müftüm, Konya’mızdan ve Konya dışından katılan değerli hocalarım,
değerli dinleyiciler, sevgili öğrenciler, basınımızın mümtaz temsilcileri,
hepinizi saygıyla selamlıyorum.
İlahiyat fakültemizin son beş yılda yapmış olduğu kültürel etkinlikleri
ilgiyle takip ediyoruz. Türkiye’miz ve Konya’mız için mutlaka çok hayırlı
sonuçlar doğuruyor. Sempozyumların sonunda da herkesin istifade edebileceği çok değerli bir eser ortaya çıkmış oluyor. İlahiyat fakültemiz, Konya’mızda yapılacak olan özellikle konusu din olan kültürel etkinliklerde
lokomotif görevi yaptığı takdirde bu konuda boşluk bırakılmamış olur ve
ehil olmayan kurumlar, kuruluşlar, kişiler de bu işe el atmamış olur. Fakültemizin bu konuda yapacağı hayırlı çalışmaların, güzel çalışmaların mutlaka yanında olacağız, yardımcısı olacağız. Bu konuda da herkes, üzerine
düşen görevi en iyi şekilde yapmış olacak. Biraz önce söylediğim gibi bu
konuda boşluk bırakılmamış, vazife yerine getirilmiş olacaktır. Modern
çağda ahlak derken, ahlak konusu tek başlık altına sığmayacak kadar geniş
kapsamlı bir konudur. Değerli hocalarım bunları çok güzel başlıklar halinde ilmek ilmek iyice inceleyerek ortaya çok güzel sonuçlar ve fikirler çıkaracaklardır. Sempozyumun sonucu da, çok güzel bir eser olarak halkımıza
takdim edilecektir. Bu duygu ve düşüncelerle yapılan toplantıların, sempozyumumuzun ülkemiz ve Konya’mız için hayırlara, uğurlara ve kültürel
gelişime katkıda bulunması temennisiyle hepinizi tekrar saygıyla selamlıyorum.
21
KONYA VALİSİ AYDIN NEZİH DOĞAN’IN KONUŞMASI
Değerli çalışma arkadaşlarım, saygıdeğer
akademisyenler, hanımefendiler, beyefendiler,
değerli basın mensupları, hepinizi saygı ile selamlıyorum.
Bu tür bilimsel toplantılarda önden bir selamlama konuşması yapmak
adetini aslında terk etmemiz lazım. Bu bir zaman israfıdır. Bu da bizim
geliştirdiğimiz çağdaş ahlakın bir parçası olmalıdır diye düşünüyorum
ama madem böyle bir vazife verildi o vazifeye dair de bir iki şey söylemek
isterim. Böyle bir sempozyumla varılmak istenen hedef, hikmet sıfatına
haiz efendimizin bize örnek olarak gösterdiği ahlakın da çağdaş yorumunu
ortaya koymak, biz öyle anlıyoruz ama biraz evvel müftü bey işaret etti.
Eskiye göre çok farklı bir ortamdayız artık. Dünyada farklı kültürleri
ortadan kaldıran bir gelişme yaşanıyor. Telekomünikasyon imkanlarının
artması, dünyanın her tarafındaki insanları aşağı yukarı aynı noktalardan
bilgi bombardımanına tutmaktadır. İnsanların gerçek problemleriyle aralarına mesafe koyuyor. Gerçek problemini tanımaktan uzak düşen insanlar
da ortada dayatılan yeni duruma karşı bir çeşit dirençsiz bir yapı oluşturuyor. Dolayısıyla var olan kendi kültürel değerlerini terk edip kendilerine
altın tepsinin içerisinde sunulan yeni kültürel bir atmosferin içerisine
giriyorlar. Bundan sakınmamız gerekiyor. Hem kendi sağlığımız için hem
de evlatlarımızın sağlığı için hem de gelecekteki bu toplumun sağlığı için
bundan sakınmamız gerekiyor. Ancak bundan sakınmanın yolu, şüphesi
dünyaya kapılarını kapatmak değil, var olan iletişim imkanlarını kullanmamak değil ama var olan iletişim imkanlarını, insanlığın yararına olacak
bir biçimde kullanacak aklı geliştirmek. Şüphesiz böyle bir aklın geliştirilmesinde en büyük vazife ilim adamlarına, akademisyenlere düşüyor.
Bugün akademisyenler, bu sempozyum vasıtasıyla üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirmeye çalışacaklar. Ben tüm arkadaşlarımıza başarıla
diliyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Sunucu:
Sayın valimize teşekkür ediyoruz. Değerli misafirlerimiz, Konya milletvekillerimiz sayın Hüsnü Tuna ve Abdullah Çetinkaya ve sayın Büyükşehir Belediye Başkanımız Tahir Akyürek, sempozyumumuza kutlama
telgrafı göndermişler, kendilerine huzurlarınızda teşekkür ediyoruz.
Değerli misafirlerimiz, sempozyumun birinci oturumuna geçiyoruz.
Şimdi sözü saygıdeğer oturum başkanı Prof. Dr. Hüsamettin Erdem hocamıza bırakıyorum.
BİRİNCİ GÜN / BİRİNCİ OTURUM
AHLAK-SİYASET-MODERNİTE
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. Hüsamettin ERDEM
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
1. Tebliğ:
Niçin Ahlaklı Olmalıyım?
Yrd. Doç. Dr. Fazıl KARAHAN
Pamukkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü
2. Tebliğ:
Siyasi Ahlak Bağlamında Uluslar Arası Siyaset Ahlakı
Prof. Dr. Hüsamettin ERDEM
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
3. Tebliğ:
Modernitenin Dini Ahlaka Meydan Okumasına İlişkin Bir Çözümleme
Yrd. Doç. Dr. Fatih TOKTAŞ
Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Müzakere
Doç. Dr. Mehmet AKGÜL
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
BİRİNCİ GÜN / BİRİNCİ OTURUM
AHLAK-SİYASET-MODERNİTE
Oturum Başkanı
Prof. Dr. Hüsamettin ERDEM
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Oturum Başkanı: Değerli misafirler, öncelikle hepinizi saygıyla selamlıyorum. Bu bilimsel, “Modern Çağda Ahlak” sempozyumuna teşrifinizden
dolayı hepinize teşekkür ediyorum. Biraz önce sunucu kardeşimizin de
belirttiği gibi bu oturumumuzda üç konu tartışılacaktır. Bu oturumumuzun ana başlığı “Ahlak-Siyaset-Modernite”dir. Bu oturumda üç temel ayrı
konu ahlaki açıdan ele alınmaya çalışılacaktır. Ben bu giriş kısmında fazla
sizi sözlerle meşgul etmeden buradaki bana tanınan on dakikalık başlangıç
süresi içindeki zamanın beş dakikasını kendi tebliğimin sunumunda kullanacağım, o nedenledir ki hemen birinci konuşmacı arkadaşlarımıza söz
vermek istiyorum.
İlk konuşma, Yrd. Doç. Dr. Fazıl Karahan beyefendinin. “Niçin Ahlaklı
Olmalıyım?” Şimdi burada özellikle niçin ahlaklı olmalıyımı öğrenmenin
veya ne olduğunu, bu konuda bilgilenerek ahlaklı olmanın ne anlama
geldiğini eğer öğrenmiş olursak arkasından siyasetle ilgili ve daha sonra
bunun moderniteyle ilgisini kurmak daha kolay olacaktır. Bu nedenle bu
sempozyum hazırlanırken arkadaşlar iltifat olsun diye ilk sıraya benim
ismimi koymuşlardı, ilk konuşmacı olarak beni uygun görmüşler, ama ben
konuşma seyri içerisinde önce niçin ahlaklı olmalıyızı bilmeliyiz ki ondan
sonra ahlakın siyaset içerisinde, uluslar arası siyaset içerisinde nerde olması gerektiğini bilelim, tayin edelim ve daha sonra da aynı şekilde bu ahlakın modernite karşısındaki durum ve tavrını böylece anlamış olalım diye
ilk sırada sözü Yrd. Doç. Dr. Fazıl Karahan Bey’e veriyorum. Buyrun:
1. TEBLİĞ
NİÇİN AHLAKLI OLMALIYIM?
Yrd. Doç. Dr. Fazıl KARAHAN
Pamukkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü
Niçin ahlâklı olmalıyım? Bu soruya çok farklı cevaplar verilebilir. Biz
bu cevapları şu başlıklar etrafında topladık.
DOĞASINDAN
1. İnsan Doğası Gereği Eylemde Bulunur:
İnsanın ahlâki eylemlerini insanın doğasına, doğuşuna, yaratılışına, fıtratına götüren görüşlerdir. Bu düşünce çok çeşitli şekillerde anlaşılır.
a. İnsan doğuştan iyidir: Bu düşünceyi savunanlara göre insan doğası
gereği doğuştan iyidir. İnsanın aklı ve vicdanı hep iyiyi ister. Akıl ve
vicdan fıtraten iyidir. Fakat nefsin arzu ve istekleri, tabiat ve çevredeki
kötülükler onu kötülüğe sürükler. İnsan aklına ve vicdanının sesine kulak
vererek iyiyi ister ve iyiye yönelik ahlâkî eylemde bulur. İnsan ahlâklı
olmalıdır. Çünkü insan doğuştan iyidir. Doğuştan iyi olan akıl ve vicdan
ahlâklı olmayı gerektirir. Doğuştan iyi olan akıl ve vicdan, ahlâkın temelidir.
Meselâ Konfüçyüs böyle düşünür. Ona göre insan doğuştan iyidir, fakat bulunduğu ortam, çevre insanı kötüleştirebilir. İnsanın kötüleşmesinin
önüne geçmek için eğitim gereklidir.1
Kant’ın “Vicdan Ahlâkı” bu gruptadır. Çünkü Kant’a göre vicdan doğası gereği iyidir.
b. İnsan doğuştan kötüdür:
Bunlar iki gruptur: 1. İnsanın doğuştan günahkar olarak doğduğunu
düşünenler. Özellikle Hıristiyan ahlâkında ortaya çıkan bu görüşe göre 2.
Konfüçyüs’ün Ru ekolünden olmakla birlikte, Ksün Zi adlı Çinli düşünür,
insanın doğuştan kötü olduğunu iddia eder ve epeyce taraftar da bulur.2
Nitekim Thomas Hobbes da böyle düşünür “İnsan insanın kurdudur.” der.
————
1
Nurcan (Kalkır) Türker, Çin’deki Düşünce Akımlarına Genel Bakış, Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi, Sayı:22 Yıl: 2007/1, s. 291
2
Nurcan (Kalkır) Türker, a.g.m. , s. 292
Birinci Oturum
27
Hıristiyanlıkta da insanın günahkâr olarak doğduğu düşüncesi vardır.
c. İnsanlardan bazıları doğuştan iyidir, bazıları doğuştan kötüdür,
Bazıları sonradan iyi veya kötü olur:
Sokrates ve Platon’a göre “iyi ideası” kavramlar dünyasındadır. İyi
ideasını insan kolay kolay göremez. Dünyada iyi ve güzel ne varsa oradan
gelir. Her ruhta bir “öğrenme gücü” vardır. Ruhun geçici şeylere sırtını
dönüp iyi ideasına yönelmesi gerekir. Eğitim ruhun öğrenme gücünü
“iyi”den yana çevirme sanatıdır. Düşünme gücü, Tanrısallıktan bir şeyler
içerir. Zevklerin, keyiflerin, heveslerin, türlü isteklerin sardığı ruh düşünme gücünü bu yönde geliştirirse kötülüğün emrine girer. Düşünme gücünü
bedeni arzularının hizmetinde kullanan kimse için “iyi” bu arzuların
tatmini olarak görülebilir. Oysa tabiatın böyle yarattığı ruh daha çocuk
iken eğitilir ise bedeni arzulardan sıyrılıp doğrudan yana çevrilebilir.3
İnsan doğuşları için iyi ve kötü doğumların sırrı geometrik sayılarda saklıdır.4 İnsanlardan kimi altın soylu, kimi gümüş soylu, kimi demir soylu,
kimi tunç soylu olarak dünyaya gelirler. Demir ve tunç soylular maddi
kazanç peşindedirler (toprak, ev, altın, gümüş peşinde). Altın ve gümüş
soylular ruh zenginliği, erdem peşinde koşarlar.5 İnsanın üç yanı vardır: a.
Bilgi edinen, b. Öfke yanı c. İsteyen yanı. İnsanın isteyen yanının hedefi
açlık doyurmak, cinsel sevgi, para ve benzeridir. Öfke yanının hedefi başa
geçmek, zafer kazanmak ve ün salmaktır. Bilgi edinen yanının hedefi hiç
durmadan gerçeği aramaktır. İnsanın bu üç yanına karşılık üç çeşit insan
vardır: Bilgisever, ünsever, parasever. Üç ayrı insana göre üç ayrı zevk
vardır. Her biri kendi hayatını beğenir. Parasever şan ve şeref karın doyurmaz der. Ünsever para biriktirme ve bilme zevkini ün katmadıkça boş
bulur. Bilgisever öğrenme zevkinin yanında diğer zevklere değer vermez.
Bunlardan hangisinin daha mutlu olacağına gelince: Bilgisever her iki
zevkin bilgisine onlardan daha çok sahiptir ve gerçeğin ne olduğunu bilir.
İnsan iyiyi kötüden görme, anlama ve düşünme yoluyla ayırır. Dolayısıyla
en sağlam yargı bilgi edinenin yargısıdır. Gerçek zevk bilgelik zevkidir,
diğerleri onun yanında bir kuruntu ve aldanmadan ibarettir. Çünkü açlık,
susuzluk gibi şeyler bedendeki eksikliklerden; bilgisizlik, akılsızlık ise
ruhtaki eksikliklerden çıkar. Bunlardan hangisini doyurmak daha gerçektir. Değişen, gelip geçici olan bedenin eksikliklerini doyurmak mı? Yoksa
değişmez, ölmez, aldatmaz varlıktan gelen ve o varlığa benzeyen ruhun
eksikliklerini doyurmak mı? Elbette ikincisini doyurmak daha gerçektir.
Üstelik ruh, öz varlığa bedenden çok daha yakındır. İnsanın yaradılışının
asıl yanı, değişmeyen yanı, gerçek yanı Ruh yanıdır. Beden yanı aldatıcı,
gelip geçici, belirsiz yanıdır. İnsanın asıl yaradılışına uygun yanını doyurması gerçek zevktir. Bu yüzden bilgeliğe ruh üstünlüğüne ermeyenler,
————
3
Eflatun, Devlet, çev. Sabahattin Eyüboğlu ve M. Ali Cimcoz, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1980,
s. 201-203
4
Eflatun, a.g.e., s. 230
5
Eflatun, a.g.e., s. 231
28
Modern Çağda Ahlak
bedeni zevklerini doyurmaya çalışanlar daima alçalırlar, gerçek zevkten
uzaklaşırlar.6
Sokrates ve Platon’a göre ruhlar, Dünyaya gelmeden önce kendi yaşayacakları hayatı, kendi kaderlerini (hayvan, insan, zorba, yoksul, dilenci,
sürgün, beden güzelliği, yüz güzelliği, ünlü hayatı, kadın, erkek, zenginlik,
fakirlik, hastalık, sağlık) kura ile sırayla kendileri seçerler. Fakat iyiliğin
sahibi yoktur, her ruh iyiye ne kadar verirse ondan o kadar pay alır. Herkes kendi seçtiği hayattan sorumludur. Kişinin seçtiği hayattan Tanrı
sorumlu tutulamaz. Seçimde ruhun kaçıncı sırada olduğu değil, açgözlü
olmamak, bilgiseverlikle hareket ederek orta hayatları tercih etmek önemlidir. Ruh temiz bir bilgi ve düşünce dostu olur, bir de seçimde son sıraya
düşmezse bu dünyada mutlu olduğu gibi gökyollarında selametle ilerler.
Ruhun iyi olmaklığı bilgiseverlikten değil, gelenekten kaynaklanıyorsa bu
tip ruhların hata yapmaları her zaman mümkündür.7 Demek ki Sokrates ve
Paton açısından insanlar geometrik sayılara göre iyi ve kötü mizaçlarda
doğarlar ancak Tanrısallıktan bir şeyler içeren ruhun düşünme gücüyle
bilgisever, ünsever, ve parasever olurlar. Kimi önceden iyi ikin sonra da
iyi, kimi önceden iyi iken sonradan kötü; kimi önceden kötü iken sonra da
kötü, kimi önceden kötü iken sonradan iyi olabilir.
Yusuf Has Hacip de Sokrates ve Platona yakın düşünür. Ona göre, iyi
insan doğuştan iyi ve sonradan (taklitle) iyi olmak üzere iki çeşittir. Doğuştan iyi olan insan çok doğru ve dürüst bir hayat sürer, ondan daima iyilik
gelir. Sonradan, taklitle iyi olan insan kötüye uyarsa kötü, iyiye uyarsa iyi
olur. Kötü insan da böyle iki çeşittir: ya doğuştan kötüdür, ya da taklit
yoluyla kötü olur. Doğuştan, yani doğası kötü olanın kurtuluşu yoktur, o
kimse dünyanın belası halkın felaketidir. Sonradan, taklitle kötü olan
kötüye uyarsa kötü, iyiye uyarsa iyi olur.8
İnsanların bazılarının doğuştan iyi, bazılarının doğuştan kötü oldukları
şeklindeki görüşü son dönemde Ziya Yurttaş∗ öne sürer. O, insanların
doğuştan gelen birçok fiziksel ve zihinsel özelliklerinin yanında, doğuştan
gelen ruhsal özelliklerinin de bulunduğunu ve bu özelliklerin insanlar
arasında istatiksel olarak “normal” bir dağılım gösterdiklerini iddia eder.
Ona göre, insanların tümü doğuştan iyi ya da tümü doğuştan kötü değildir. İnsanların %2 si çok kötü, %14 ü kötü, %68 i normal, %14 ü iyi, %2 si
ise çok iyi eğilimli olarak doğarlar. Bununla birlikte insanlar sonradan
çevre ve ortama göre iye veya kötü olurlar ve aslında pratikte hiçbir insan
“tam iyi” değildir.9
————
6
Eflatun, a.g.e., s. 267-274
7
Eflatun, a.g.e., s. 301-306
8
Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig, çev. Yaşar Çağbayır, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
Ankara, 2001, s. 36-37, 84
∗
Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Öğretim Üyesi
9
Ziya Yurttaş, İnsan Tabiatı, http://www.ziyayurttas.net/insanin_tabiati.pdf
Birinci Oturum
29
Günümüz psikolojisi, duyusal tepkilerin değişmeyen yönleri olarak görülen mizacın, kalıtımsal olduğu kanısındadır.10 M.Ö. 4. yüzyılda Hipokrat
insan mizacının bedende bulunan egemen sıvıya göre dört tip mizaçtan
bahseder. 1. Kan sıvısının egemen olduğu Hafif Kanlı tip (eğlence müzik ve
şaraptan hoşlanır). 2. Balgam sıvısının egemen olduğu Ağır Kanlı tip
(dinlenmeyi, uykuyu sever, zor duygulanır, yavaş hareket eder). 3. Kara
safranın egemen olduğu sevdalı tip (derin görüşlü, cesur, duygusal, romantiktirler). 4. Sarı safranın egemen olduğu Asabi tip (ateşli sert ve çabuk
kızarlar).11 Günümüzde Kretschmer ve Sheldon gibi kişilik ve mizacı beden
biçimlerine göre (boy, kilo, güzellik, çirkinlik, kaş göz, renk vb) belirleyenler de görülmektedir.12
d. İnsan doğuştan ne iyidir, ne de kötüdür, o masum olarak doğar.
İnsan benliğini bir takım yaşantıların sonunda kazanır. Başlangıçta çocuk kendi varlığını bilmez, ben ile ben olmayanı ayırt edemez. Dünya,
duyumlarıyla algıladığı bir izlenimler karmaşasıdır. Işıklar, renkler, şekiller görür; sesler duyar; sertliği, yumuşaklığı hisseder; üşür, terler; ağrıyı,
sızıyı hisseder; acıyı ve tatlıyı tadar; acıkır, susuzluk çeker, doyar. Beden ve
duyu organları sağlam olan her çocuk dış dünya ve bedeniyle ilgili bu
verileri algılar. Fakat insan sadece duyu organları ve bedenden ibaret bir
varlık değildir. O aynı zamanda diğer varlıklardan çok daha üst düzeyde
ruhî kuvvetlere, yani hayal, hafıza ve temyiz ve akıl kuvvetlerine sahip
olarak doğar. Doğuştan olan bu ruhî kuvvetler verilerle, insanın yaşam
tecrübesiyle gelişirler. Sağlık denilince hem ruhî kuvvetler, hem bedenî
kuvvetler ve hem dış dünyanın kuvvetleri beraberce düşünülmelidir.
Kısaca insanın sağlık olması demek beden ve duyu organlarının sağlıklı
olması, ruhî kuvvetlerinin sağlıklı olması, Dış çevrenin sağlıklı olması
anlamına gelir. Bu kuvvetlerin hepsi birbirini etkiler. Dolayısıyla insanın
“ben” ve “çevre” bilincinin gelişmesi zamanla ortaya çıkar. Karakter, mizaç
ve ahlâk da bu kuvvetlerle şekil alır.13
İslâm düşüncesi insanın doğuştan masum olduğu, sonradan kötü ya da
iyi olduğu düşüncesine daha yakındır.
2. İnsan Tabiat Yasası Gereği Eylemde Bulunur:
İnsanın ahlâki eylemlerini Tabiatın doğasına götüren görüşlerdir. “Doğaya uygun yaşamak” bu düşünce çok çeşitli şekillerde anlaşılır. Ama
hepsinde de doğaya uygun yaşamak bilgelik gerektirir.
a. Mikrokozmos olan İnsan makrokozmos olan Evrenin devamı olduğu
için insanın ahlâki yaşamı logosa, yani akılsal düzene sahip evrene göre
düzenlenmelidir.
————
10
Feriha Baymur, Genel Psikoloji, İnkılâp ve Aka Basımevi, 5. Baskı, İstanbul, 1983, s. 83
11
Feriha Baymur, age., s. 254-255
12
Feriha Baymur, age., s. 258-260
13
Feriha Baymur, age., s. 268-269
Modern Çağda Ahlak
30
Böyle düşünen Grek filozoflarına göre, mikrokozmos olan insan,
makrokozmos olan evren düzenine uygun yaşarsa ahlâki davranmış olur.
Ahlâkî yaşam bir çeşit doğal yaşam veya doğal yaşamın bir uzantısı olarak
görülür. Tabiat yasası aynı zamanda ahlâk yasasıdır. Özellikle Stoacılar,
insan eylemlerinin gayesinin doğa ile uyum içinde yaşamak olduğunu
düşünürler (kozmolojik temellendirme). Burada olgu değer birliği söz
konusudur.14
Kireneliler, insanların yaratılışları gereği acıdan kaçıp hazza yönelen
varlıklar oldukları için ancak niceliksel bedeni haz getiren eylemlerde
bulunmakla doğaya uygun yaşadıklarını düşünürler. Kinikler en temel
gereksinimler dışındaki tüm gereksinimlerden, hazlardan, aşırılıklardan,
dünya nimetlerinden uzak durarak, inzivaya çekilerek, her şeyden ve
herkesten mutlak bağımsızlıkla doğaya uygun yaşadıklarını, ahlâkî olanın
bu olduğunu düşünürler.15 Ruhsal bağımsızlık noktasında kiniklere katılan
stoacılar kiniklerin toplumdışı münzevi hayat anlayışlarına itiraz ederler.
Tabiattaki rasyonel düzen ve ereğin insana toplum içinde görevler yükleyip bunları yerine getirmeye sevkettiğini ileri sürerek bireysel ahlâkın
üstünde toplumsal ya da özgeci bir ahlâkı benimserler. Onlar doğaya
uygun yaşamayı bu şekilde anlar.16
b. Tabiat vahşidir ve insan da bu tabiatın içinde yaşamaktadır, dolayısıyla güçlü olan doğru eylemin kuralını belirler;
c. Tabiat vahşidir fakat Tabiatın doğasında vahşiliklere karşı kendi türünü korumak için ortak eylemde bulunma, ortak yaşama güdüsü, kültürü
vardır ve insan da doğal olarak ortak eylemde bulunur. (Tabiat yasaları
insanın ahlâki olmasını gerektirir mi?):
3. İnsan Vicdanı Gereği Eylemde Bulunur: İnsanın ahlâki eylemlerini
vicdana götüren görüşler:
a. vicdan doğuştandır
b. Vicdan sonradan oluşur (gelişir): (Vicdan doğuştan mı? Gelişir mi?
Kant’a eleştiri)
GEREKLİLİKTEN
1. İnsan alışkanlık gereği eylemde bulunur:
İnsan doğup büyüdüğü toplum, kültür, din, örf ve adet kısaca çevrenin
oluşturduğu eyleme tarzlarını alışkanlık haline getirir ve bu alışkanlık
dolayısıyla eylemde bulunur, davranış gösterir. İnsan burada doğası gereği
veya çıkarı dolayısıyla eylemde bulunmaz. Burada insan kendi bilincini
çevrenin bilincine teslim etmiş durumdadır. Bilinçle değil gereklilikle
alıştığı eylem kodları gereğince hareket eder. Heidegger’in deyimiyle böyle
bir insan “Dünya içinde kaybolmuş” insandır.
————
14
Doğan Özlem, Ahlâk Felsefesi, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 2004, s. 24-25
15
Doğan Özlem, a.g.e., s. 55-58
16
Doğan Özlem, a.g.e., s. 61
Birinci Oturum
31
EMİRDEN
1. İnsan Emir gereği eylemde bulunur: Mülk, doğa, bilim (tutarlı olma)
insan ve kurumları, Tanrı
ÖZGÜRLÜKTEN
1. İnsan özgürlük gereği eylemde bulunur: Nietzche
ÇIKARDAN (Maddi ya da Manevi menfaat): (Bir bilinç sorgulaması:
İnsanın doğasından ve gereklilikten kaynaklanan eylemlerde bilinç ne
kadar yer alır bilinçli olmayan eylem ahlâki sayılabilir mi)
1. İnsan sevgi gereği eylemde bulunur: Haz, mülk, doğa, bilim (tutarlı
olma düşkünlüğü) insan ve kurumları, Tanrı (cennet)
Sevgi fenomeni haz fenomeniyle birlikte düşünülür. Hoşa gitmeyen sevilmez, istenmez. Her sevginin bir amacı vardır. Dolayısıyla çıkarsız sevgiden bahsetmek mümkün değildir, her sevgi haz ile tamamlanır. Her haz
sevgisi ereğine ulaştığında haz başlar sevda biter; haz bittiğinde de tekrar
sevgi başlar. Akıllı insan, bütün eylemlerini bir erek için yapar.
a. Dünyevî haz sevgisi:
“Her şeyin ölçütü insandır” diyen sofistler insanın eylemde bulunmasının sebebini yarar ve hazza bağlarlar. Onlara göre insan kendi bireysel
yararına ve hazzına uygun olan şeyleri sever. İnsan bireysel maddi haz ve
maddi yarar arzusuyla eylemde bulunur. Herkes kendi bireysel yarar ve
hazzının peşinde koşar. Bu yüzden iyi ve kötü görelidir. Genel ahlâk ilkelerinden bahsedilemez.17
İnsanları yaratılışları gereği acıdan kaçıp hazza yönelen varlıklar olarak
gören hedonistler ancak haz getiren, hazzı amaçlayan eylemleri ahlâki
sayarlar. Haz ile de daha çok niceliksel bedeni hazları kastederler (Kirene
Okulu, Aristippos, Theodoros, Hegesias, Annişkeris vb.)18
Epikürosçular ahlâkî eylemlerin gayesinin niceliksel ve kinetik hazlar
değil, daha uzun vadeli yarar getiren niteliksel ve statik hazlar, yani tinsel,
zihinsel, entelektüel hazlar olduğunu düşünürler. Bu entelektüel hazları
elde etmek için de Sokrates’in belirttiği gibi başta bilgelik gibi bazı erdemlerin olması gerektiğini iddia ederler.
Dünyevi hazlar çok çeşitlidir: Para sevdası; mülk sevdası; makam ve iktidar sevdası; sağlık sevdası; yaşam sevdası: çocuk sevdası, cinsellik sevdası; kadın veya erkek sevdası; devlet sevdası; millet sevdası; doğa sevdası;
insanlık sevdası; bilim sevdası; masumluk sevdası; doğruculuk, dürüstlük
ve iyilik sevdası; yalancılık, kandırmacılık, kötülük ve zorbalık sevdası v.b.
gibi.
Her haz sevgisi ereğine ulaştığında haz başlar sevda biter; haz bittiğin————
17
Doğan Özlem, a.g.e., s. 18-20
18
Doğan Özlem, a.g.e., s. 55
32
Modern Çağda Ahlak
de de tekrar sevgi başlar. Akıllı insan, bütün eylemlerini bir erek için
yapar.
b. Uhrevî haz sevgisi:
Kısaca cennet sevgisi ve Allah sevgisi olarak ikiye ayrılır.
Kimilerine göre insanlar cennet sevgisi için eylemde bulunurlar. Dünyevî hayatta yaptıkları iyi eylemler nedeniyle Tanrı tarafından mükâfatlandırılacaklarını ve Cennet’e gireceklerini düşünürler. Böylece Uhrevî bir
mekân olan Cennetteki vaat edilen hazlar için bu dünyada iyi eylemlerde
bulunurlar.
Kimilerine göre insanlar Allah sevgisi için eylemde bulunurlar. Bunlara
göre insan Allah’ı koşulsuz, karşılıksız sever ve bütün eylemlerini bunun
için yapar. Allah aşkıyla yanıp tutuşan Yunus emre ve benzeri mutasavvıfların eylemlerini bu amaçla gerçekleştirdikleri düşünülür.
2. İnsan korku gereği eylemde bulunur: Mülk, doğa, bilim (tutarlı olamama) insan ve kurumları, Tanrı (cehennem)
İnsanlar eylemlerini korku nedeniyle de yaparlar. Korkuyu Dünyevî
korku ve Uhrevî korku olmak üzere iki türlüdür.
a. Dünyevî korku:
Dünyevî korku için başlıca şu korkulardan bahsedebiliriz: Dışlanma
korkusu, kazanamama korkusu, kaybetme korkusu, ceza korkusu
Dışlanma korkusu: Gönülden dışlanma korkusu, meclisten dışlanma
korkusu, maldan dışlanma korkusu, bilgiden dışlanma korkusu şekillerinde ortaya çıkabilir. Gönülden dışlanma korkusu annenin ve babanın,
kardeşlerin, yakınların, toplumun, sevgilinin gönlünden dışlanma şeklinde
olur. İnsan eylemlerini bu dışlanmalardan korktuğu için onlara göre gerçekleştirir.
Kazanamama korkusu: İnsan mal kazanamama, sağlık kazanamama,
haz kazanamama, ün kazanamama, saygı kazanamama, sevgi ve dostluk
kazanamama, onur kazanamama, hürriyet ve özgürlük kazanamama,
ömür kazanamama gibi korkular yaşar.
Kaybetme korkusu: İnsan sahip olduğu malı, sağlığı, hazzı, ünü, sevgi
ve dostluğu, saygıyı, onuru, hürriyeti ve özgürlüğü, hayatı kaybetme
(ölüm) gibi korkular yaşar. İşte bütün eylemlerini bunları kaybetmemek
üzerine düzenler.
Ceza Korkusu: cezayı maddi ceza ve manevi ceza olarak sınıflandırmak mümkündür. Esasen yukarıdaki korkulardan her birinin gerçekleşmesi ceza niteliğini taşır. Cezaya acı, ıstırap eşlik eder. Yukarıdaki her korkunun gerçekleşmesi ayrı bir ceza, her ceza ayrı bir acı verir. İnsan bu acılardan korktuğu için eylemlerini ona göre dikkatle işler.
b. Uhrevî korku:
Uhrevî korku için de dışlanma korkusu, kazanamama korkusu, kaybetme korkusu ve ceza korkusundan bahsedebiliriz. Fakat bu korkuları da
Birinci Oturum
33
temelde uhrevî hayat ile ilgili korku ve Allah ile ilgili korku olmak zere
ikiye ayırmak gerekir.
b.1. Uhrevî hayat ile ilgili korku: Ölümden sonra bir hayat olduğuna
inanan insanlar dünyevî hayatta yaptıkları eylemlerin karşılıklarını uhrevî
dünyada alacaklarını düşünürler. Dünyevî hayatta iyi eylemlerde bulunanlar uhrevî hayatta cennet ile mükâfatlandırılır, kötü eylemlerde bulunanlar
cehennem ile cezalandırılır. Dışlanma korkusu: Cennetten dışlanma korkusu; Kazanamama korkusu: cenneti kazanamama korkusu; Kaybetme
korkusu: cenneti kaybetme korkusu; Ceza korkusu: cehenneme gitme,
cennete gidememe korkusudur. İnsanlar eylemlerini tamamen bu korkulara göre gerçekleştirirler. Bu nedenle kötü fiilleri işlemekten çekinirler, iyi
fiillerde bulunmaya gayret ederler.
b.2. Allah ile ilgili korku: Bu korku kulun Allah’a olan sevgisini, imanını yitirme korkusu, Allah’ın sevgisinden dışlanma, Allah’ın sevgisini
kazanamama, Allah’ın sevgisini kaybetme, Allah’ın ceza vermesi korkusu
olarak dile getirilebilir.
Kulun Allah’a olan sevgisini, imanını yitirme korkusu:
Esasen bu korku Allah’ın dostluğunu, sevgisini, muhabbetini kaybetme
korkusudur. Kul kalbini yeterince eğitmezse Allah’a olan sevgi ve imanı
kaybetme olasılığı her an mümkündür.
Allah’ın sevgisinden dışlanma korkusu: Bu daha ziyade Allah’ın hürriyetini belirten bir korkudur. Allah dilediğini sevmekte, dilediğine hidayet
vermekte hürdür. Kullar Allah’ın sevmediği, hidayet vermediği, iman
nasip etmediği kimseler olmaktan; Allah’ın sevgisinden dışlanmaktan
korkarlar.
Allah’ın sevgisini kazanamama korkusu: Allah’ın sevgisini, muhabbetini, dostluğunu kazanamama korkusuyla kul kötü eylemlerden çekinir.
Allah’ın sevgisini kaybetme korkusu: Kul Allah’ın sevgisini, kaybetmekten korkar. O’nun sevgisini, muhabbetini, dostluğunu kaybetmemek
üzere eylemde bulunur.
Allah’ın ceza vermesi korkusu: Kul Allah’ın ceza vermesinden korktuğu için eylemlerini ona göre düzenler. Allah’ın ceza vermesi, Dünyevî ve
Uhrevî bütün korkuların gerçekleşmesi şeklinde tecelli eder.
Allah korkusu Allah’ın dostluğunu, sevgisini, muhabbetini kaybetme
korkusudur. Her şeyi yaratan O Yüce Varlık’ın dostluğunu kaybetme
korkusu kullar her fiillerini en iyi fiiller olarak yapmaya çalışırlar. Burada
Allah dostunun menfaati dostluktur. Dostun gücenmesi, incinmesi, uzaklaşması, hoşnut olmaması, dostluğun bütün nimetlerinden kişiyi mahrum
bırakır. Esasen burada Allah korkusu ve Allah sevgisi birleşir.
Allah sevgisi ve Allah korkusu Allah’ın hoşnut olması, Allah’ın rızası
ile anlam kazanır.
Allah’ın sevgisine O’nun emir ve yasaklarını, yani isteklerini, yani
onun hoşuna gidecek şeyleri yapmakla, O’nun rızasını kazanmakla ulaşıla-
Modern Çağda Ahlak
34
bilir. Seven kimse sevgiliyi hoşnut edecek elinden gelen her şeyi yapar.
Böylece onu hoşnut etmek ister. Çünkü maksat onun gönlünü kazanmaktır. Peki niçin gönlünü kazanmak ister? Çünkü gönlünü kazanınca o da
unu sever ve o da onu hoşnut etmek ister. Böylece sevgi karşılıklı olur.
Sevgi tek taraflı olursa seven için ızdırap olur, üzüntü olur, keder olur.
Dost sevgiyle verir ve verebileceği ne varsa vermeye çalışır. Tüccar ölçüyle verir, ne kadar az verirse kâr sayar. Tüccar kazanmayı, dost hoşnut
etmeyi düşünür. İnsan eylemde bulunurken tüccar mantığıyla değil dost
mantığıyla hareket ederse, karşılığını da dost mantığıyla alacaktır.
Görülüyor ki en büyük menfaat dostluktur. Peygamberlerin, velîlerin,
sufîlerin, Allah’a samimi olarak inananların eylemleri dost içindir, dostluk
içindir. En yüksek erek Allah’ın sevgisini kazanmak, O’nu hoşnut etmek,
O’nun dostluğunu ve rızasını kazanmaktır. Kul ve Allah’ın birbirlerine
sevgisi, birbirlerinden hoşnutlukları, birbirleriyle dostlukları ve birbirlerinden razı olmaları ile ilgili olarak Kur’an’daki şu ifadeler dikkat çekicidir:
Tevbe/72-Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara, altlarından ırmaklar
akan cennetler vaad buyurdu. Orada ebedi kalacaklardır. Hem de Adn cennetlerinde hoş meskenler vaad etmiştir. Allah'ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte asıl
büyük kurtuluş da budur.
Tevbe/109- O halde binasını Allah korkusu ve Allah rızası üzerine kurmuş
olan mı hayırlıdır, yoksa binasını yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına
kurup da onunla birlikte cehenneme yuvarlanan mı daha hayırlı? Allah, zalimler
güruhunu hidayete erdirmez.
Fecr Suresi’nin şu ayetleri Allah rızası, Allah korkusu, Allah sevgisi ve
dostluğunu dile getirmekte, kısaca “Niçin ahlâklı olmalıyım?” sorusunu
cevaplarcasına özenle işlemektedir.
14- Kuşkusuz Rabbin her an gözetlemededir.
15- Ama insan, her ne zaman Rabbi onu sınayıp da ikramda bulunur, nimet
verirse, "Rabbim bana ikram etti." der.
16- Ama her ne zaman da sınayıp rızkını daraltırsa, o vakit de, "Rabbim beni
zillete düşürdü." der.
17- Hayır hayır, doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz.
18- Birbirinizi yoksulu yedirmeye teşvik etmiyorsunuz.
19- Oysa mirası öyle bir yiyorsunuz ki, haram-helal gözetmeden.
20- Malı öyle bir seviyorsunuz ki, yığmacasına.
21- Hayır hayır, yer birbiri ardınca sarsılıp dümdüz olduğu zaman,
22- Rabbinin emri gelip melekler sıra sıra dizildiği zaman,
23- Ki cehennem de o gün getirilmiştir. İşte o gün insan anlar. Fakat bu anlamanın ona ne yararı var?
24- "Keşke hayatım için bir şeyler yapıp gönderseydim." der.
25- Artık o gün Allah'ın edeceği azabı kimse edemez.
Birinci Oturum
35
26- Onun vuracağı bağı kimse vuramaz.
27- Ey, Rabbine, itaat edip huzura eren nefis!
28- Hem hoşnut edici, hem de hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön.
29- Kullarımın arasına gir.
30-Cennetime gir.
Dikkat edilirse eylemleri Allah’ın dostluğunu, sevgisini, rızasını kazanmak için, O’nu hoşnut etmek için; O’nun dostluğunu, sevgisini kaybetmemek için yapmak sadece peygamberlere, velîlere ve sufîlere mahsus
değil, bütün inananlar için söz konusudur. Bazı kimseler bunu sadece belli
zümrelere ait sanır. Oysa dostluk en büyük menfaattir. İşte bu yüzden
Yunus Emre gibi sufîler en büyük menfaat peşindedirler. Bu manada
şiirlerinin çoğunu O Büyük Dost’a yazan, O’na sevginin en yüksek derecesi
olan aşkla yanıp tutuşan Yunus Emre diyor ki:
AŞKIN ALDI BENDEN BENİ
Işkun aldı benden beni bana seni gerek seni
Ben yanarım düni güni bana seni gerek seni
Ne varlığa sevinürem ne yokluğa yirinürem
Işkun ile avınuram bana seni gerek seni
Işkun âşıklar öldürür ışk denizine taldurur
Tecellîyile toldurur bana seni gerek seni
Işkun şarâbından içem Mecnûn olup tağa düşem
Sensin dün ü gün endîşem bana seni gerek seni
Sûfilere sohbet gerek ahîlere ahret gerek
Mecnunlara Leylî gerek bana seni gerek seni
Eğer beni öldüreler külüm göğe savuralar
Toprağum anda çağıra bana seni gerek seni
Cennet cennet dedikleri bir kaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver onları bana seni gerek seni
Yûnus'durur benüm adum gün geldükçe artar odum
İki cihanda maksûdum bana seni gerek seni
Modern Çağda Ahlak
36
***
Oturum Başkanı: Bu değerli konuşma ve tebliğ için Fazıl Karahan
Bey’e çok teşekkür ediyoruz. Şimdi de siyasi ahlak bağlamında uluslar
arası siyaset ahlakı adını taşıyan tebliği de ben Fazıl Bey’e verdiğim süre
kadar kendime süre vermek kaydıyla sunmaya çalışacağım. Çünkü ona on
dokuz hatta yirmi dakika toleranslı süre verdim. Bu kadar süreyi ben de
kullanmayı istiyorum. Biraz önce konuşmamın başında da oturum başkanı
olarak kullanmam gereken on dakikalık sürenin beş dakikasını tebliğ için
kullanacağımı belirtmiştim. O nedenle ben biraz konuşma özürlü olduğum
için belirli bir metin üzerinden konuşmamı sürdürmeye çalışacağım. Tabi
bu sizin sabrınızı zaman zaman taşıracak, sizi sıkacak, uykunuzu getirecek
ama inşallah işe yarar da dinleyenler açısından faydalı olur.
2. TEBLİĞ
SİYASİ AHLAK BAĞLAMINDA
ULUSLAR ARASI SİYASET AHLAKI
Prof. Dr. Hüsamettin ERDEM
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Temelinde özgür ve sorumlu insanı esas alan ahlâk, onun birçok nitelikli eylemleriyle ilgilenmektedir. Bu ahlakî eylemlerdir ki, hayatımızı
anlamlı ve amaçlı hale getirir. Gerek düşünce, eylem, tutum ve davranışlarımızı; gerekse, hayatımızdaki ilişki ve süreçleri belli ilkelere, değer ve
ideale göre düzenlemek ahlâkî bir anlam taşımaktadır. Çünkü düşünce ve
davranışlarımızın belli bir amaca yönelmesi, belli değer ve ilkelere dayanması ahlâklığın bir gereğidir.
Bu nedenledir ki; insanın bireysel olarak kendisi (ferdi ahlâk), kendisi
ile yaratanı (dini ahlâk), kendisi ile diğer insanları (aile ahlâkı, toplum
ahlâkı) ve toplumun özel örgütlenmiş hali olan devlet ile kendisi arasındaki her türlü ilişkileri, görev ve sorumlulukları (siyaset ahlâkı) bu kapsam
içine sokmak mümkündür.
Ahlâkın bu genel alanları yanında, bunlar içinde yer alan daha birçok
özel ahlâk alanları da vardır. Özel meslek gruplarını ilgilendiren meslek
ahlakları (esnaf ve sanatkârları ilgilendiren esnaf ahlâkı, basın ahlâkı, tıp
ahlâkı, hukuk ahlâkı vb), bilim ve çeşitli araştırma alanlarını ilgilendiren
bilim ahlâkı, devletlerarası ilişkileri düzenlemeyi amaçlayan “Uluslararası
Politik Ahlâk” vb. gibi. Bu sınıflamada “Uluslararası Politik Ahlâk”, siyaset
ahlâkının özel bir alanı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ahlâkî davranışlar bireysel ve toplumsal hayatın hem önemli bir ürünü, hem de düzenleyicisidir. Çünkü ahlâkî eylemlerimizi bir ahlâk ilkesine
dayanarak temellendirir ve belirleriz. Onlara iyi veya kötü deriz. Ahlâkiliğin özünde iyi ve kötünün ne olduğuna dair bir bilinç yatmaktadır. Buna
göre, temelinde özgür ve sorumlu özneyi bulunduran ahlâk, o insana kişi
olarak evrensel bir ufuk göstermek durumundadır.1 Eğer bir yerde bir
değer ve ahlâkilikten söz ediliyorsa, orada evrensellik kendiliğinden ortaya
çıkar. Çünkü insan bir değer varlığı olarak, o tek insan olarak bile evren————
1
Kenan Gürsoy, “Küreselleşme-Evrenselleşme ve Etik”, Felsefe Dünyası, 2005/1, Sayı 41,
Ankara,2005, s.30
Modern Çağda Ahlak
38
seldir. Bu evrensellik, kendini ahlâkî erdemler adına inşa ederek yaşayan
insanın evrenselliğidir. Batılılar bu olgun, kâmil insanımıza “evrensel insan”
adını vermektedir… Bu kâmil, olgun ya da evrensel insan, insan adına
mümkün olan bütün erdemleri kendi içinde gerçekleştirmeye çalışan ve
belki de gerçekleştiren insandır. O insanın etik yaşayışıyla oluşturduğu
somut örnekte evrenselleşen bir modeli görmek durumundayız… (Burada)
kendini erdemlere yönelten insanın evrenselliği, kişinin evrenselliğidir.
Çünkü bu insan kendinden hareketle yöneldiği değerleri yine kendinde
anlamaya ve kendinde oluşturmaya çalışan insandır. Bu insan, ahlâk
alanında, etik alanda kendinde bütün bir insanlığın sorumluluğunu duyan
insandır. Kendinde kendisi için olduğu kadar, bütün insanlığı da değer
olarak alan insandır.2
Ahlâkın “Sosyal Ahlâk” veya “Toplumsal Ahlâk” alanı içinde ele alınan
“Siyaset Ahlâkı”, onun da özel bir dalı olan “Uluslararası Politik Ahlâk”,
kısacası ahlâkın her türü belirtilen insan tipini model almak durumundadır. Böylesi evrensel model bir insanın var olabilmesi ve bu evrenselliği
sürdürebilmesi için ise ferdî, dinî, sosyal ahlâk kadar siyasî ahlâk da büyük
önem taşımaktadır.
SİYASET - AHLÂK İLİŞKİSİ:
İnsan sosyal bir varlık olarak belirli bir toplum içinde yaşamak zorundadır. Bu birlikteliğin sürdürülebilmesi için ise toplumu yönlendiren,
organize ve disipline eden bir düzenlemenin de olması gerekir. Bu düzenleme işine kabaca politika/siyaset denebilir.3 Politik ahlâk da devlet yönetiminde olması gereken davranış ve eylemler ile bunların gerçekleştirilmesinde uyulması gereken ilkeler ve değerleri ifade eder. Bazı otoriter ve
totaliter siyaset anlayışları ve aktörleri, siyasetin kendi ahlâkını kendisinin
üreteceğini iddia etmektedir. Ancak bu halin ne kadar ahlâkî olduğu ve
ahlâkla bağdaştığı da başka bir sorun, başka bir tartışma konusudur.
Politikanın ahlâkla ilişkili olduğunu ortaya koymaya çalışan gelenekçi
ahlâkçılar ise, siyasetin ahlâkın üçüncü ana konusunu teşkil ettiğini belirtirler. Bu nedenle birçok ahlâkçı politika ile ahlâk arasında sıkı bir ilişki
görür. Bu anlayışın dayandığı temel düşünce ise, İslam’da ahlâkın bütün
kurumların (din, eğitim, hukuk, ekonomi, politika vb. gibi) esasını, altyapısını oluşturduğu düşüncesi ve “kul hakları” meselesidir. Bu anlayışa göre
insan davranışlarını ilgilendiren bütün kurumlar ahlâk zemini, temeli
üzerine kurulmuştur. Ahlâk bu kurumların özünü oluşturur. Ahlâkla bu
kurumlar arasında da sıkı bir ilişki vardır.4
————
2
Kenan Gürsoy, a.g.m. s. 31-32
3
Bkz. Hüsamettin Erdem, Sondevir Osmanlı Düşüncesinde Ahlak : (Tanzimattan Cumhuriyete Kadar), Dem Yayınları, İstanbul,2006, s. 255
4
Hüsamettin Erdem, a.g.e. s.21-22
Birinci Oturum
39
Bilindiği gibi hak ve hukuk ahlakın önemli bir problemidir. İslam hukukunun da önemli bir problemi olan “kul hakları”; diğer insanlara ait
yerine getirilmesi gereken maddi ve manevi hakların bütünüdür. Toplum
halinde yaşayan insanlar arasındaki ilişkilerin de bir açıdan hak ve adalet
esası üzerine kurulmuş olması gerekir; aksi halde, birey ve toplumun
hakları çiğnenir ve toplumda zamanla bir başıboşluk ve kargaşa oluşur.
Halbuki “kul hakları”na uyulan bir toplumda ise; adalet, doğruluk, dürüstlük, edep vb. gibi insanî özellikler öne çıkar, insanlar arasında sevgi ve
saygı oluşur; insanlar diğer insanları da düşünür hale gelir. İşte böyle bir
hakkın gerçekleşmesi için ise siyaset kurumuna ihtiyaç vardır. Ahlakın
oluşturduğu değerler ancak güçlü bir siyasî iktidar aracılığı ile yaşama ve
uygulama imkânı bulur ve güçlü ve adil yönetimler de ancak böyle mükemmel ahlakî değerlerin siyasete hâkim olmasıyla gerçekleştirilebilir.
Bu nedenle İslam ve Osmanlı toplumunda toplum, ülke ve insanların
yönetimiyle ilgili kitaplar olarak bilinen Siyasetnameler ve İslam filozofları
siyaseti ahlâktan, ahlâkı psikoloji ve antropolojiden, dinden ayırmazlar.5
Siyasetnameler genel olarak devlet başkanlarının Allah’ın ahlâkıyla
ahlâklanmasını ve onların düşük sıfatlardan kaçınmasını tavsiye eder.
Çünkü sultan, Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir. Onlara “melik” ve “sultan” isimlerinin verilmesi de, Allah’ın onları kendi ismiyle bir nevi taltifidir.6
Osmanlı ahlâkçılarından Ahmet Efendi siyaseti, “kişinin kendi siyaseti”
ve “başkalarına uygulayacağı siyaset” diye ikiye ayırdıktan sonra, birincisinin
kötü ahlâktan kaçınıp iyi ahlâkla ahlâklanmak; ikincisinin ise hal ve hareketleri kötü, davranışları anormal olanları tehdit ve korkutmayla, iyi hasletleri ve güzel davranışları da teşvikle mükâfatlandırmaktır. Siyaseti din
ile de ilişkilendiren Ahmet Efendi, dini, ülke düzeninin en büyük şartı
olarak görür. Ancak ona göre âlemin düzeni, insanın huzur ve saadeti de
siyaset düsturuna bağlıdır.7 Bu nedenle, ahlâk ile siyaset (devlet) arasında
sıkı bir münasebet vardır.
Gelenekçi ahlâkçılar İslam siyasetini fazilete dayalı bir siyaset olarak
görürler. Bu siyasetin gayesi de, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklandırmak ve
gerekli mutluluğu sağlamak/kazandırmaktır. Tabii ki böyle bir yönetimin
hâkim olduğu yerde yönetici adalete sarılır, halkını ve yönetilenleri dost
edinir. Çünkü siyaset kurumu; toplumun ve insanlığın huzur ve mutluluğunu temin etmek, hak ve hürriyetini, namus ve mukaddesatını şer güçlerin saldırısından korumak için toplumdan yetki almış bir adalet gücüdür.8
Sosyal hayatın normal devam etmesi, vatandaşın işlerinin yürütülmesi,
————
5
Mustafa Sarıbıyık, “Siyasetnameler Bağlamında Siyaset-Ahlak İlişkisi”, İslamiyât, VI(2003)
Sayı 1, Ankara 2003, s.108
6
Bkz. Mustafa Sarıbıyık, a.g.m. s.111
7
Ahmet Efendi, Ahlak-ı Ahmedi, İstanbul,1256 H. s.6
8
Ali Seyyidî, Terbiye-i Ahlakiye ve Medeniye, İstanbul,1329 R. s.48
Modern Çağda Ahlak
40
dinî vecibelerin en önemlilerindendir. Bu nedenle siyasetsiz (devletsiz)
dinin devam ve bekasından da söz edilemez. Çünkü Allah iyiliği emretmiş,
kötülüğü yasaklamış,9 zulme uğrayanlara yardım etmeyi, adalet ve cihadı
farz kılmıştır. Emirlere uyulması, adaletin hâkim kılınması, zulmün kaldırılması,10 iyilik, hayırseverlik, barışın korunması vb. gibi iyi hasletlerin
yayılmasını temin etmek de siyasetin gerçekleştirmesi gereken görevlerindendir.
Sosyal hayat için zorunlu ve kaçınılmaz olan devlet, aynı zamanda kişinin hayatını, hürriyetini, vicdanını, mallarını da korumak zorundadır.11
Her yönden bir zaruret olarak ortaya çıkan devletin (siyasetin) de ahlâk ile
bir alakası vardır. Ahlâkın devlet ile olan alakası, her vazifeden söz edildiği
yerde ortaya çıkar. Devlet demek, büyük ölçüde karşılıklı vazifeler ve
sorumluluklar demektir. Devletin yerine getirmesi gereken vazife ve sorumluluklara “devlet ahlâkı” denir. Ahlâk, devleti koruduğu gibi, devlet de
ahlâkı korur. Devlet ile ahlâk sürekli iç içe bir ilişki içindedir. Ahlâkın
korunması için de siyaset kurumu gerekli bir kurumdur.
Devlet/siyaset için gerekli olan ahlâk, acaba devletlerarası ilişkilerde,
uluslararası alanda nasıl bir nitelik sergilemektedir? Ya da her bir siyaset
kurumu için geçerli olan bu ahlâk uluslararası boyutta aynı özellikleri
koruyabilmekte midir? Uluslararası politik alanda evrensel bir ahlâktan
söz edilebilir mi? Böyle bir imkân söz konusu mudur? Yoksa böyle bir
anlayış artık tarih mi olmuştur?
ULUSLARARASI POLİTİK AHLÂKIN İMKÂNI
Milletlerin birbirinin iyiliğini istemesi, birbirine karşı iyilik yapmaları
ve en önemlisi de barışı korumaları, barışın korunmasına katkı sağlamaları
uluslararası ahlâkın gereklerindendir. Yeryüzünde her devletin, coğrafi
konumu, insanlarının taşıdığı karakter, servet, güç ve kuvvetine göre bir
siyasi nüfuz ve itibarı vardır. Bu hal, hem devleti meydana getiren fertlere,
hem de o devletin ilişki kurduğu çeşitli komşu devletlerle olan ilişkilerine
yansır. Bu nedenlerdir ki her milletin üstlendiği, yeryüzünde gerçekleştirdiği tarihî bir görevi vardır. Ziya Gökalp’e göre Türk Milletinin üstlendiği
en önemli görevi ise ahlâkın en yüksek faziletlerini gerçeklik sahasına
çıkarmak, en imkânsız görülen fedakârlıkların ve kahramanlıkların mümkün olduğunu ortaya koymaktır.12
Mehmet Hilmi, bir devletin gücünü, uygulamak istediği programın
————
9
Bkz. Kur’an-ı Kerim, Hacc 22/41
10
Bkz. Hadid 57/25
11
Ferid (Kam), Mebde-i Felsefeden İlm-i Ahlak, İstanbul,1339-1341, s.172-173.Bu eser Emile
Boirac’ın Felsefenin İlkeleri adlı eserinin Ahlak İlmi bölümünün ilaveli çevirisidir.
12
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İstanbul,1970, s.172-173
Birinci Oturum
41
uygulanabilirliğine bağlar.13 Böyle bir programı gerçekleştirmek için de
komşu milletlerle sulh ve sükûn içinde yaşamak gerekir. Çünkü onların
mutluluk veya mutsuzluğundan komşuları da etkilenir. Komşu ülkelerin
bilimde, teknikte, sanat ve medeniyette ilerlemesi, huzurlu olmalarına
bağlıdır. Bu hal, böylesi ülkelerin zenginlik ve refah içinde yaşamalarına da
imkân sağlar. Çünkü komşu ülkelerle ticaret, kültür alış verişi hem kolay,
hem daha karlı olur. Diğer milletlerle barış içinde olmak, ihtiyaçları mükemmelleştirir, medeniyeti geliştirir, dostlukları artırır ve güçlendirir.14
Ahlâkçılar uluslararası politik ahlâkın içeriğini belirlemede bazı farklı
yaklaşımlar sergilerler. Yaşadığımız çağ, milletlerin ittifaklar içinde yer
aldığı bir devirdir. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği vb. gibi. Büyük
tarihçi ve devlet adamı Cevdet Paşa, milletlerin bu ittifaklarının büyük
ölçüde menfaat birliği temeline dayandığını belirtir. O, dış politikada
dostluk, ahde vefa vb. gibi ahlâkî değerlere pek yer vermez. Sanki Cevdet
Paşa, Machiavelli ile Weber’in taraf olduğu ferdî ahlâk ile siyasi ahlâkın
farklılığını hatırlatırcasına, “ferdî ahlâk başkadır, siyasî ahlâk başka. Devletlerarası ittifaklar, ilişkiler karşılıklı menfaatlere dayanmaktadır. Bu
bakımdan iki kişi arasındaki hak ve sevgi ilişkisiyle kıyaslanamaz… Devletler kendi menfaatlerini gözetmek zorundadır. İki devlet arasındaki
dostluk denilen şey, menfaatte ortak olmaktan ibarettir. Her birinin kendi
menfaati için diğerini aldatmaya çalışması tabii bir iştir.”15 demektedir.
Cevdet Paşa dış politikada politikanın mizacına göre davranmayı, her
olay için önceden tedbir almayı, asrın gereği olan yoldan yürümeyi önermektedir. İşte bu nedene bağlı olarak Batılı ülkeler Osmanlı’yı kendi menfaatlerine alet etmek için onunla bir takım ittifaklar içine girmişlerdir.16
Halbuki ünlü gelenekçi İslam ahlâkçılarından Celaleddin Devvanî yönetici veya devlet adamının gerek iç, gerekse dış siyasette en önemli görevinin dini ve dinin icaplarını koruyarak devlet işlerini evrensel ilkelere ve
zamanın gereklerine uygun bir şekilde yerine getirmek olduğuna vurgu
yapar. Bu nedenle siyasetçinin (devlet adamının) bu dünyada peygamberi
temsil ettiğini ve Allah’ın da halifesi olduğunu belirtir.17
Birçok ahlâkçı da din-ahlâk ilişkisine vurgu yapar ve evrensel etiğin
kaynağının İbrahimî (ilahi) dinler olduğunu belirtirler. Bunlardan biri olan
Hans Küng’e göre, insan, din olmadan ahlâkî bir hayat süremez. Bu ahlâkî
süreçte dinin en büyük başarısı ise evrensellik ve koşulsuzluktur. Dünya
kültürleri ve dinlerinin ahlâkî perspektifleri küresel bir etik için vazgeçil————
13
Mehmet Hilmi, Mir’at-ı Vezaif-i İnsaniye, İstanbul,1327 R. s.45-46
14
H. Erdem, age. s. 295
15
Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C.IV, İstanbul,1303, s.143
16
Cevdet Paşa, age. C.IX, İstanbul,1292, s.321-322
17
Celaleddin Devvanî, Ahlak-ı Celali, Kaküta,1911, s.118
42
Modern Çağda Ahlak
mez önemdedir.18
Uluslararası politik ahlâkın altın kuralı olarak kabul edilen ilke: “Başkalarının size yapmasını istemediğiniz şeyi, siz de başkalarına yapmayın.”19 Yahut ta: “Başkalarının size yapmasını istediğiniz şeyi, siz de başkalarına yapın.” Hz. Muhammed’in ifadesiyle: “Siz kendiniz için istediğiniz
şeyi mü’min kardeşiniz için de istemedikçe gerçek mü’min olamazsınız.”20
“Kendin için yapılmasını istediğin şeyi, diğer insanlar için de iste.”21 “Kendine nasıl davranılmasını istiyorsan, insanlara da öyle davran.”
Kur’anda Allah başkalarına buyrukta bulunup da kendilerini unutanlara: “Siz herkese iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? Üstelik
kitabı da okuyorsunuz. Sizde hiç akıl yok mu?”22 hitabıyla onları ikaz
etmekte ve “Ey mü’minler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz?”23
buyruğu ile de söylediği ile yaptığı birbirini tutmayanları da azarlamaktadır.
Bunlar, hayatın, insanlığın, mutluluğun, insanca yaşamanın altın kuralıdır. Bu kural bazı farklı söylemle hemen hemen bütün dinlerde mevcuttur.24 Mevlana da bu altın kuralı Mesnevî’sinde tekrarlar.25 Bu kural o
kadar büyük bir öneme haizdir ki, ünlü Alman düşünürü Hans Küng bu
kurala, evrensel etiği sorgularken hak ettiği vurguyu yapmıştır. Bu kural,
uluslararası ahlâk ve politik ahlâkta henüz hak ettiği öneme yeterince
ulaşamamıştır. Bu kural, hayatımızın her aşamasında uygulamamız, hayat
tarzı haline getirmemiz gereken bir kuraldır. Şayet biz insanlara, milletlere
iyi davranıyorsak, o zaman onlardan da iyilik bekleme hakkımız vardır;
yok eğer onlara riyakârlık, ikiyüzlülük yapıyorsak, onlardan samimi dav————
18
Georg
Hartinger,
Kein
Überben
onhe
Weltethos,
s.10;
‘çevirimiçi’
www.land.salzburg.at/schule/faecher/ethik/Kein_Uberleben_ohne_Weltethos_Georg_Ha
rtinger.rtf
19
Chandra Muzaffar, “Uluslararası Siyasette Altın Kural” Zaman Gazetesi, 05 Mayıs 2006
Cuma,
http://209.85.135.104/search?q=cache:uAs49CNmDBwJ:www.haksozhaber.net/author_ar
ticle_detail.php%3Fid%3D611+uluslararas%C4%B1+siyaset+ahlak%C4%B1&hl=tr&ct=clnk
&cd=55&gl=tr (8.10.2007); Felicien Challeye, Dinler Tarihi, Çv. Samih Tiryakioğlu, III. Baskı, 1994, s.85; Pravin K. Shah, Esence of Word Religions, ‘çevirimiçi’
http://209.85.135.104/search?g=cache:pwM8fpVJFCsj:www.ibiblio.org/jainism/database
/WORDR/voldr.doctessencetoft worldtraligions&hl=tr&et=clnk&ed=3&gl (8.10.2007)
20
Buharî, İman,7
21
Tirmizi, Zühd, 2; İbni Mâce, Zühd, 24 ; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II/3
22
Ku’an-ı Kerim, Bakara 2/44.
23
Kur’an-ı Kerim, Sâf 61/2
24
Chandra Muzaffar, “Uluslararası Siyasette Altın Kural” Zaman Gazetesi, 05 Mayıs 2006
Cuma,
‘çevirimiçi’http://209.85.135.104/search?q=cache:uAs49CNmDBwJ:www.haksozhaber.net
/author_article_detail.php%3Fid%3D611+uluslararas%C4%B1+siyaset+ahlak%C4%B1&hl
=tr&ct=clnk&cd=55&gl=tr (25.09.2007)
25
Mevlana, Mesnevi, çv. Veled İzbudak,C.VI, İstanbul,1991, s.126, Beyt No 1569
Birinci Oturum
43
ranmasını bekleyemeyiz. Şayet yöneticiler, yönetilenlere âdil davranırlarsa,
yönetilenler de yöneticilere bağlılık ve sadakat gösterirler.
Bu karşılıklı beklenti, uluslararası siyaset ve küresel yönetişimde de geçerlidir. Şayet diğer ülke ve halklarının egemenliğimize, bütünlüğümüze
ve haklarımıza saygı göstermelerini istiyorsak, bizim de onların egemenliğine, bütünlüğüne ve haklarına saygı göstermemiz beklenir. Ancak bu
altın kuralı uluslararası ilişki ve politik alanda uygulanabilir hale getirmek için yapısal niteliklerden ve tutumlardan kaynaklanan bazı engelleri aşmak gerekir. Şayet küresel ilişkilerde güçler denk değilse, güçlü devletin güçsüze eşit davranmasını, onun bütünlük ve egemenliğine saygı
göstermesini bekleyemezsiniz. Mesela ABD, diğer dünya ülkelerinin hepsinden siyasî, askerî, ekonomik, finansal vb. bakımdan daha güçlü olduğu
için kendi dışındaki herkesi düzelteceğine inanmaktadır. Bu nedenle,
dizginlenemeyen her güç, altın kuralın önünde en büyük tehlikedir.
Gücü elinde bulunduran birçok ülke, kendi komşularını bu kuralı ihlal
ederek işgal etmiş veya onlara saldırmıştır. Altın kuralı ihlal sadece
uluslararası alanda değil, hayatın tüm alanlarında gerçekleştirilmiştir.
Şayet bu altın kuralın etkin ve hâkim olması isteniyorsa, her düzeyde
ve toplumun bütün kesimlerinde daha eşitlikçi güç yapıları oluşturulmalıdır. Altın kuralı evrensel ve küresel bir ahlâk ilkesi haline getirmek için,
saldırgan ülkelerin dizginlenmemiş gücünü denetlemek ve kontrol altına
alabilmek için Birleşmiş Milletler, Dünya Barış Örgütü, Dünya Bankası,
Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Para Fonu vb. gibi uluslararası kuruluşlar bu alanda daha radikal çözümler üretmeli ve bu anlamda üretilmiş
çözümlerine de destek vermelidir. Ayrıca bu gibi kuruluşlar, büyük-küçük
bütün devletlerin insanlık açısından eşit olduğunu temellendirecek ve
bunu sağlayacak şekilde örgütlenmelidir. Bu ve benzeri düzenlemeler
yapıldığı takdirde, büyük ve güçlünün de uluslararası yasalara, kurallara
ve normlara boyun eğmemesi için hiçbir neden yoktur. Bu sağlanabilirse
bütün ulusal devletler eşit haklardan yararlanacaklar ve uluslar arası
dünyada herkes eşit sorumlulukları yerine getirecektir. Bu yasal altın kural
ancak, bütün insanlar bir bütün olarak tutumlarında daha paylaşıcı, daha
özverili ve anlayışlı olduğu takdirde başarıya ulaşabilir.
Altın kuralın uygulanabilirliğini dinler hem kolaylaştırır, hem de teşvik
eder. Bunun tarihte birçok örnekleri vardır. Mesela büyük imparator
Asoka, Budizmi seçtiği Kalinga savaşından sonra çok farklı bir insan, insan
sever ve âdil bir yönetici olmuştur. Mekke ve Medineli Araplar ise, Müslüman olduktan sonra Allah ve daha büyük sevaplara ulaşmak için kendi
çıkarlarını feda etmeye istekli, güçlü ahlâkî ilkeleri olan insanlara
dönüştülerdir.
Büyük güçlerin sınır tanımaz hükümranlık ve gözü doymaz isteklerine
karşı Cevdet Paşa’nın “düşmanın silahı ile silahlanmak” gerekir anlayışı,
İslam’ın benimsediği uluslararası siyaset ilkelerine, kurallarına ve siyaset
ahlâkına ne kadar uymaktadır? Nedir İslam’ın öngördüğü uluslararası
Modern Çağda Ahlak
44
siyaset ilkeleri?
İSLAM’IN ÖNGÖRDÜĞÜ ULUSLARARASI BAZI SİYASET İLKELERİ
İslam’ın öngördüğü uluslararası politik ahlâk gereği uyulması, uygulanması ve saygı gösterilmesi gereken bazı ilkeler şunlardır:
Anlaşmalara uymak, anlaşmalar yenilenmek istenirse, karşı tarafa önceden haber vermek,26
Muamelelerde sadakat ve doğruluk,27
Uluslararası adalet,
Savaş esnasında tarafsız ülkelerin toprak bütünlüğüne saygı,28
Barışseverlik ve barış içinde yaşamak,29barışı bozmaya yönelik çabalara izin
vermemek,30
Yeryüzünde fesat çıkarmaktan ve dünyayı karıştırmaktan kaçınmak,31
Savaşmayan ve düşmanca davranmayan ülkelerle dostluk içinde yaşamak,32
İyi geçinmek isteyen ülkelere iyilikle muamele etmek,33
Haddi aşan ve ölçüyü kaçıranlara karşı, haddi aştıkları ve ölçüyü kaçırdıkları
ölçüde karşılık vermek.34
Ancak bu günkü dünya politika ahlâk anlayışları, devletlerin, yönetici
ve hükmedenlerin anlayış ve menfaatine göre işlemekte ve kurgulanmaktadır. Başta ABD olmak üzere ve diğer sömürgeci ülkelerin uygulamaları
bunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu nedenle böylesi bir siyaset anlayışının
doğası gereği doğurduğu ahlâk da, herkese ve ortak iyiye yönelmediği için
bencildir; uluslararası politik bir ahlâkta ise bencillik daha üst seviyede
bulunur. Çünkü yöneticiler sürekli iktidarda kalmak, güç odağı haline
gelmek ve bunu sürdürebilmek için amansız bir mücadele içine girerler.
Sonuçta uluslar arası dayanışma, yardımlaşma ve yakınlaşma, doğruluk,
adalet, sadakat, sözünde durma ve gereğini yerine getirme, başkalarının
kişilik ve mülkiyet haklarına saygı ortadan kalkar; bunların yerine hızla
daha zengin olma, ekonomik yönden başkalarının fakirleşmesine rağmen
güçlü hale gelme, iktidarı sürekli elde bulundurma stratejileri boy göstermeye başlar.
————
26
Bkz. Kur’an-ı Kerim, İsra 17/34; Nahl 16/91; Tevbe 9/4; Enfal 8/42,58
27
Bkz. Kur’an-ı Kerim, Nahl 16/94
28
Bkz. Kur’an-ı Kerim, Nisa 4/90
29
Bkz. Kur’an-ı Kerim, Enfal 8/61
30
Bkz. Kur’an-ı Kerim, Enfal 8/56-57; Haşr 59/2-4
31
Bkz. Kur’an-ı Kerim, Kasas 28/83
32
Bkz. Kur’an-ı Kerim, Mümtehine 60/8
33
Bkz. Kur’an-ı Kerim, Rahman 55/60
34
Bkz. Kur’an-ı Kerim, Bakara 2/194; Nahl 16/126; Şuara 26/40,42
Birinci Oturum
45
Dinî ahlâk ise böylesi bir bencillikten uzak, ortak iyiye ve doğruya,
hakka, adalete yönelik olup sürekli Allah’ın rızasını amaç edinir. İslam’ın
belirlemeye çalıştığı bazı uluslararası politik ahlâk ilkeleriyle birlikte,
siyasetin ilkeli yapılması, halklar ve uluslar önünde mahcup duruma
düşmemek için siyasetçe belirlenip gerçekleştirilen bazı ilke ve kurallara
uymak ve saygı göstermek gerekir.
BAZI SİYASÎ AHLÂK İLKELERİ:
Ülkemizdeki bazı politikacılar, seçilecek yeni politikacıların ve yöneticilerin uluslararası siyasî ahlâk ilkelerine ve kriterlerine uygun kişiler olması
ve yönetimleri esnasında bu ilkelere uymaları için bu ilkelerin onlara
anlatılması ve hatırlatılması gerektiğine vurgu yapmaktadır. Bu ilkelerden
bazıları: Söze bağlılık, sözünde durmak, doğruluk ve dürüstlük, kendisinin
ve yakın çevresinin çıkarlarını gözetmeme, sorumluluk duyma, herkese
karşı eşit muamele ve tarafsızlık, açıklık, güvenirlilik, yürütmeye müdahale etmemek, yargıya saygı duymak, çıkar gruplarından uzak kalmak,
demokratlık, yasalara uyma, gizli belgeleri açıklamama, ayrıcalıkları kötüye kullanmama, birbirine saygı, bağımsızlık ve ödül kabul etmemektir.35
Siyasî ahlâk, siyasetçinin, siyaset kurumunun ve bütün kuruluşların
objektif ilke ve kurallarla hareket etmesini gerektirir. Bu nedenle siyasetçide doğruluk, dürüstlük, tutarlılık, şeffaflık, sözünde durmak vb. ahlâkî
niteliklere sahip olması çok daha büyük bir önem arz etmektedir. Çünkü
zamanımızda modern politikada yalan, tarihi bizzat yaşayanların gözüne
baka baka tarihi yeniden yazmakta ve bu tarihte yalan, gerçeğin yerini
almaktadır. Bizim yalanla ilgili sık sık tekrar ettiğimiz “Yalancının mumu
yatsıya kadar yanar.” atasözü Fr. Düşünürü Darrida’ya göre, siyaset
sahnesinde bu “yatsı”yı boşuna beklemiş olabiliriz; çünkü yalancının
mumu sürekli yanık kalabilir. Bu atasözündeki iyimserlik, yani gerçeğin ergeç ortaya çıkacağı ve yalana karşı zafer kazanılacağı inancı Darrida’ya
göre biraz safdillik olur. Çünkü hakikatler sonsuza dek yalanlarla üstü
örtülüp gizlenebilir. Özellikle de siyasî yalanlar.
Darrida’ya göre dehşet verici politik yalanlar karşısında sadece hayret
etmek, dehşet duymak da yeterli değildir. “Yok canım, bu kadar da olmaz!”; “İnsaf!”, “Daha neler!”; “Eh bu kadarı da fazla!.” gibi tepkiler ve
etik kızgınlıklarla yetinip hayıflanmak bu yalanlar karşısında bir işe yaramaz. Çünkü Darrida, yalanın politika aracı olarak yeni bir takım özellikler
kazandığını düşünmektedir. Burada yapılması gereken, yalanın yeni bir
tanımına ihtiyaç duyulmasıdır. Yani yalanın modern sınırlarını, daha
————
35
Mehmet Ali Körpınar, “Siyasî Ahlak İlkeleri ve Yöneticilerimiz”, ‘çevirimiçi
www.istmikom3.org,
http://209.85.135.104/search?q=cache:tqpajq9Z_w8J:www.ekonomikcozum.com/koseyaz
/kosemeh/008.Siyasi_Ahlak_Ilkeleri_Yoneticilerimiz.htm+Uluslararas%C4%B1+siyaset+A
hlak%C4%B1&hl=tr&ct=clnk&cd=1&gl=tr
46
Modern Çağda Ahlak
doğrusu sınırsızlığını tanımlamak gibi bir görevle karşı karşıyayız. Çünkü
söz konusu olan artık kişilerin değil, devletlerin yalanıdır. Burada kişiler
birbirini değil, devletlerin kendi halklarını, diğer devletleri aldatması veya
gerçekleri çarpıtması söz konusudur. “Modern Politikada Yalan” adlı
teorinin geliştiricisi olan Hannah Arendt’e göre, modern politikada yalan
“tam, kesin ve mutlak” hale gelmiş; bir bakıma tarih mutlak yalana dönüşmüştür. “Yalanın bu mutlaklığı, olguların modern kitlesel propaganda
teknikleriyle tahrif edilmesinden kaynaklanır.” Mesela Amerikan yönetimi
1960 larda basını yanıltarak Vietnam’daki politikasını “temiz” göstermeye
çalışmıştır. Aynı şeyi şimdi Irak ve Afganistan için kullanma çabası içindedir. Adenauer ise Nazizm barbarlığından toplumun sadece küçük bir
kesiminin etkilendiğini ileri sürmüştür.36
Arendt’in buradan çıkardığı sonuç ise şudur: Politika aracı olarak kullanılan yalan (doğruluk, dürüstlük, tutarlılık ve şeffaflıktan uzaklaşma),
artık gerçeği gizlemekle yetinmemekte, onu bozmakta, yok etmektedir.
Burada söz konusu olan devletlerin, politikacıların, yöneticilerin yalanı
olduğuna göre, devlet kendi meşruiyetini ve varlığını sürdürmek için
yalana ve şiddete başvurduğunda tepkimiz ne olmalıdır?
Bu soruya Darrida’nın cevabı şudur: “Tabii ki devletin bütün haklarının inkâr edilmesi beklenemez; ama gerçeği çarpıtmasını önlememiz de
görevimizdir… Sonsuz bir tartışmayı sürdürmek, kanıtları, tanıkları ve
arşivleri yaşatmak, hep yeniden başlamak zorundayız.” “Devlet her yalan
söylediğinde, evrensel aklı, genel iradeyi değil, sınırlı bir çıkar grubunu
temsil etmektedir; bir sosyal gruba karşı diğerini savunuyor demektir.”
Tabii ki bu modern yalanın en feci boyutu: “Modern politikada yalan,
tarihi yaşamış olanların gözünün içine baka baka tarihi yeniden yazmalarıdır. Kurgu, artık gerçeklikle ilişki kurmamaktadır; çünkü kendisi gerçekliğin yerini almaktadır. Bu konuda yeni çareler, yeni tepkiler bulmak
zorundayız.”37
Darrida, politikadaki yeni yalan türlerine kaşı eski yalan tanımını esas
alarak ve onun zıtlarını kullanarak yeni yalan türlerine karşı stratejiler
geliştirmemiz gerektiğini öne çıkarmaktadır. Çünkü bu modern yalanın
temelinde kasıtlı olarak ve bilerek başkalarını aldatma iradesi ve kötü niyet
yer almaktadır. Bu nedenle klasik yalanın tanımından vazgeçersek ne etik,
ne hukuk, ne de politika ayakta kalamaz, yok olur gider.
O halde, bu yeni politik yalanın sınırlarını tanımak ve ona karşı, karşı
tezler oluşturmak/geliştirmek için üniversitelere, aydınlara ve yargıya
önemli görevler düşmektedir. Bizim yapmamız gereken ise, gerçeğin ne
————
36
Bkz.
Nilufer
Kuyas,
Milliyet,
‘çevirimiçi’http://209.85.135.104/search?q=cache:Qwa_98LZROYJ:www.yansimalar.org/f
orum/viewtopic.php%3Fp%3D22958%26sid%3D8fd63f9753254c8987e3f0748ed45c24+%22P
olitik+Ahlak%22&hl=tr&ct=clnk&cd=15&gl=tr 30.09.2007
37
Nilufer Kuyas, a.g.y.
Birinci Oturum
47
olursa olsun galip geleceği safdilliğine kapılmadan, doğruluğun, dürüstlüğün, tutarlılık ve şeffaflığın, gerçeğin kutsallığına, üstün değer olduğuna
inanmaya devam etmektir.38
Burada bize düşen görev ise, yalancının mumu sönsün diye beklemek
değil, onu bizim söndürmemizdir. Darrida’nın genel siyaset ve uluslararası
siyaset için yaptığı bu açıklamaların gerçekten dikkate alınması ve böylesi
yalanlar karşısında bir takım karşı stratejilerin geliştirilmesi gerekmektedir.
Ahlâkın, bütün kötülüklerin anası saydığı ve en çok kınadığı ve insanların
uzak durmasını istediği kötü ahlâk “yalan”dır. Yalanın kolayca yaygınlaşabileceği ve ahlâkın bozulmasına zemin teşkil edebileceği en uygun zeminlerden birisi de hiç şüphesiz ki politika sahasıdır.
ULUSLARARASI POLİTİK AHLÂKIN BAZI GÜÇLÜKLERİ.
Aslında kişisel ahlâk ile politik ahlâk iç içedir. Ancak politikacı çoğu
kez işleri kendisi için değil, halk için, insanlık için yaptığını gerekçe göstererek bir takım ahlâk dışı haklar ve eylemlerini meşrulaştırmak ister.
Çünkü politikacı, siyasetin tanımından çıktığına inandığı, “ülke meselelerini yürütmek ve bu konularda belli amaçlara ulaşabilmek için öngörülen ve uygulanan yol”un içeriğini kendisi belirlemek ister. Halbuki ahlâk,
özünde bütün insanların eşitliği ve aynı haklara sahip olduğu gibi bir ilkeyi
esas alırken, Mahciavelist ahlâk anlayışına dayanan siyaset ise, insanları
yöneten ve yönetilen gibi iki ayrı haklara sahip ve eşitsizliği esas alan bir
anlayışa dayanır. Mahciavelli’ye göre, yöneticilerin ahlâkî değeri ile yönetilenlerin ahlâkî değerleri birbirlerinden farklı olmalıdır. Yöneticilerin ahlâkî
değeri ülkenin birlik ve beraberliğini sağlayarak ülkeyi güvenli bir ortam
haline getirmektir. Yönetici bunu her türlü yolu deneyerek yapabilir.
Hesap vereceği tek makam kendi vicdanıdır. Bu nedenle yönetici, ahlâk,
siyaset, hukuk, din, gelenek, görenek, örf ve âdet vb. gibi tüm kaynakların
üstünde yer almakta ve bunlardan bağımsız hareket etmektedir. Onun iyisi
ve doğrusu kendi başarısıdır. Onun yönetilenler için önerdiği ahlâk ise
yönetenlerin buyruklarına mutlak itaatten ibarettir. Yöneticileri sorgulama
ve eleştirme gibi bir hakları yoktur. Bu manada ahlâk, yönetici için bir
keyfilik, yönetilen için ise yükümlülüktür.39 Bu nedenle, böylesi bir siyasetin özünde ahlâka bir aykırılık da yer almaktadır.
Siyasetin gerek ulusal olsun, gerekse uluslararası olsun önemli diğer
bir özelliği ise toplum ve ulusların çıkarlarının oluşum ve bölüşüm dinamiklerinde esas rolü oynamasıdır. Bu manada siyaset bir yanıyla da kimin,
neyi, nerede, ne zaman ve nasıl alacağına veya alamayacağına ilişkin
kararlardan ibaret hale gelir. Böylesi bir niteliğe sahip siyaset de çıkar
çatışmalarının kaynağı olur. O zaman politikanın en önemli görevi ise
————
38
Bkz. Nilufer Kuyas, a.g.y.
39
Bkz. Ömer Çaha, “Modern Dünyada Siyasi Etik, İslâmiyât,C.VI, Sayı 1, Ocak-Mart, 2003,
Ankara,203, s.120
48
Modern Çağda Ahlak
toplum ve uluslardaki bu çelişkileri çözmektir. Politika ahlâkı da, uluslar
ve toplumlardaki bu bölüşüm sorununun çözümü aşamasında alınan
kararların meşrulaşması sürecinde ortaya çıkan yargıların bütünüdür. Bu
noktadan bakıldığında ise ahlâk ile politika arasında sıkı bir ilişki vardır.40
Bu ilişkiyi sağlamak, ya da zıtlıkları etkinleştirmek, politik liderin, başkanın, yöneticinin ahlâkı ve becerisine bağlıdır. İşte burada liderin ahlâkının
önemi ortaya çıkar. Genel olarak liderlik ahlâkı tesis edilmemiş toplumlarda bireyin de ahlâka uygun davranması beklenemez. Liderlik ahlâkına
sahip olmayan bir yönetici veya liderin kurumlarında fertler zamanla
ahlâka uymayan davranışlar sergileyebilirler.41
Böyle bir sonuçla karşılaşmamak için politikacının sözleriyle eylemleri
birbirini desteklemelidir. Çünkü politik arenada tutarlılık çok büyük bir
öneme haizdir. Bu tutarlılık söylem ve eylem arasında olduğu gibi, farklı
zaman ve mekânlarda söylenenlerin birbirine uyması ve tüm eylemlerin
aynı fikrî bütünlüğün ürünü olması ve onu yansıtması gerekir. İnsanlar
sözden çok yapılana bakarlar. Yapılan ile söylenen farklı ise insanlar politikacıya karşı inançlarını, saygılarını kaybederler. Bunun dünya üzerinde
çok çeşitli örnekleri vardır. Bir önceki ABD başkanı işgal ettiği ülkelere/yerlere refah, insan hakları, adalet, özgürlük götürme vaatleriyle girdi.
Ama her tarafta işkence, zulüm, kötü davranışlar bu ülke halklarını işgalcilerden bıktırmış ve büyük nefretlere neden olmuştur. Şunu hiç unutmamak
gerekir ki, siyasette işkence, kötü muamele ve zulüm siyaseti ve siyasetçiyi
çürütür ve bitirir.
İslam siyaset geleneğinde Farabi siyasetin tabi olması gereken ahlâkî
temelleri belirlemek için “Erdemli Toplum” adlı eserini yazarken, İbni
Rüşd “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanma ilkesini siyasetin merkezine almış,
Maverdi, toplumların kurtuluşunu ve mutluluğunu yöneticilerin yüksek
bir ahlâka sahip olmasına bağlamış, siyasetnameler yöneticilere öncelikle
barışın sağlanması ve korunması gerektiğini tavsiye etmiş, bunlardan her
biri, siyasal bir ahlâksızlığın önüne geçip ahlâklı bir siyaset tarzı kurmaya
çalışmışlardır.
Halbuki kendilerini büyük devletler diye nitelendiren güçler, kendilerinin demokrat olduğunu, bütün bu yaptıklarını da demokrasinin sağladığı
nimetleri işgal ettikleri ülkelere götürme ve onları da bunlardan yararlandırma adına yaptıklarını iddia ederler. Onların rejim olarak uyguladıklarını
————
40
Bkz.
Ahlak
ve
Siyaset,
‘çevirimiçi’
http://64.233.169.104/search?q=cache:Ta6ALslavHoJ:www.dayanikli.com/tbmm_calismal
ari/ahlakvesiyaset.htm+siyaset+ahlak%C4%B1&hl=tr&ct=clnk&cd=37&gl=tr 23.09.2007
41
Bkz.
Necati
Kırış,
Siyasel
Ahlak,
‘çevirimiçi’
http://64.233.169.104/search?q=cache:1GMi2YHHg4MJ:www.bbpordu.org/index.php%3
Foption%3Dcom_content%26task%3Dview%26id%3D100%26Itemid%3D62+siyaset+ahlak
%C4%B1&hl=tr&ct=clnk&cd=13&gl=tr 22.9.2007
http://64.233.169.104/search?q=cache:OSOlZqaIDloJ:www.ozgurkocaeli.com.tr/article_for_p
rint.php%3Fid%3D6348+siyaset+ahlak%C4%B1&hl=tr&ct=clnk&cd=21&gl=tr 22.09.2007
Birinci Oturum
49
iddia ettikleri demokrasi ise, temiz, ilkeli, dürüst ve seviyeli bir siyaset
anlayışına dayanan ahlâk ve fazilet rejimidir diye tanımlanır. Bazı siyaset
aktörleri demokrasinin bu üstün niteliklerini, ahlâkı siyasetten uzaklaştırma gayretleriyle kesintiye uğratmışlar, siyaset adına yaptıklarını iddia
ettiklerini de “hukukilik” kılıfı ile kamufule etmeye çalışmışlardır. Tabii ki
böylesi bir politika, amacına ulaşmadaki yolda bulunan bütün araçları
meşru kabul ettiği için de gerçek manada faziletlere dayalı ahlâka kapılarını kapatıp kendi varlığını devam ettirecek bir ahlâk ve hukuk inşa etmiştir.
Tamamen ahlâkî temellerden uzak bir şekilde kendi hukukunu kendi
inşa eden bu tarz bir siyaset, zamanla benimsenip entelektüel bir desteğe
de kavuşabilir. Sonuçta “iktidarın anahtarı güç ve kuvvettir”, “güç kimdeyse ağa odur” gibi anlayışlar ülke ve dünya siyasetine hâkim olmaya
başlar.42
Uluslararası politik ahlâkta ortaya konulan bu zorbalık ve güç gösterisinden kurtulmanın bir yolu yok mudur? Gerçekten de her devlet kendi
menfaatlerini korumak için zorbalık, kabadayılık mı yapmak durumundadır? Bunun kırmadan, dökmeden daha orta halli bir çözümü, daha insanca
bir yaklaşımı yok mudur?
Tabii ki vardır. Yeter ki insanlar istesinler, niyetleri insanca, barış içinde, dirlik ve düzen içinde yaşamak olsun. Amaç, maksat iyi olunca, yani
niyet halis olunca sonucun kötü olması imkânsız hale gelir. “Ancak niyetin
iyi ve doğru olması kadar, izlenen yol ve kullanılan araçların da doğru ve
meşru olması gerekir. İyi bir niyetle doğru bir amaca, yanlış yol ve yöntemlerle ulaşmaya çalışmak işin mahiyetini değiştirir.”43 Şayet Kant’ın belirttiği gibi, insanda eylemde bulunmanın tüm ilkesini haklı çıkaracak bir “iyi
niyet” yok ise, insan haddini bilmez bir hale gelebilir.44 İyi niyetin olmadığı yerde, kötüye kullanılamayacak “iyi” yoktur. İyiye temel teşkil edecek
şey ne olursa olsun, iyi niyet olmadıkça, belirlenmiş bütün iyilerin içi kötü
ile doldurulabilir. Kant ancak insanın kendisini aldatması, kendisinin iyi
niyetli mi, kötü niyetli olduğunu bilmemesi imkânsızdır. İnsan kendisinin
ne niyette olduğunu bildiğine göre, yeryüzündeki bütün insanlara uygulanacak ve onları mutlu kılacak kuralların belirlenmesinde “iyi niyet” önemli
bir fonksiyon üstlenmektedir. Çünkü Kant’a göre iyi niyet, mutlu olmaya
layık olmanın bile ön şartıdır.45 Bilindiği gibi İslam’da da bütün ameller
niyetlere göre bir değer kazanır.
————
42
Bkz. Ramazan Yıldırım, “Siyaset ve Ahlak (İtaat Ahlakından İsyan Ahlakına”,
fitriyâ[email protected],
‘çevirimiçi’
http://www.fikriyat.net/modules.php?name=News&file=article&sid=68 (22.9.2007)
43
Siyasî
Ahlak
ve
Tutarlılık,
‘çevirimiçi’
http://www.turkkod.org/forum_posts.asp?TID=3020&PID=9418 (22.9.2007)
44
Bkz. İmmanuel Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, çv. İoanna Kuçuradi, Türkiye
Felsefe Kurumu, Ankara 2002, s.8
45
Bkz. İmmanuel Kant, a.g.e. s.8
Modern Çağda Ahlak
50
Bu bağlamda uluslararası politikada iyi niyetin öne çıkarılması, yöneticileri küresel ve evrensel bir mutabakata götürebilir. Sadece kendi toplumunun, insanının menfaati değil, bütün insanlığın menfaatini, mutluluğunu düşünmesi, birilerinin mutluluk ve refahının, diğerlerinin yoksulluk,
mutsuzluk ve sefaletiyle sağlanamayacağını bilmesi gerekir. “İyi niyet”
uluslararası politik ahlâkta, insanların ve milletlerin farklılıklarına rağmen,
birçok çözümsüzlük ve sorunların çözümü olabilir.
Hans Küng de “insana yakışır ortak yaşam mümkün müdür?” Sorusunu sorar ve bu konuda şu üç noktaya dikkat çeker:
1.Toplumsal çatışmaların şiddet dışı yollarla çözüme kavuşturulması
hususunda ortak bir mutabakata varılmalıdır.
2. Belirli bir yasa ve düzenin bulunmasını istemede tam bir mutabakat
olmalıdır.
3. Düzeni sağlayan kurumlarla ilgili en azından üstü örtülü ve sürekli
bir birliktelik olmalıdır.
Küng bunları şöyle parolalaştırır: “Dünya insanının sorumluluğu kendi
geleceği içindir! Bu sorumluluk ortak dünya ve çevre içindir, ahiret için
değil.”46
ULUSLARARASI POLİTİK AHLÂKIN GELENEKSEL AHLÂK İLKELERİNE GÖRE İŞLETİLMESİ İÇİN YAPILMASI GEREKENLER:
Uluslararası politik ahlâk şayet iyinin bütün fonksiyonlarını içermek
zorunda ise -ki içermelidir- o zaman parçalanmamak zorundadır. Parçalanmamış bir dünyanın, parçalanmamış bir ahlâka, postmodern insanlığın
da ortak değerlere, gayelere, ideallere ve vizyonlara ihtiyacı vardır.47
Uluslararası politik ahlâka da temel teşkil edebilecek “Dünya Dinleri
Parlamentosu”nun 4 Eylül 1993, Chicago’da yapmış olduğu toplantıda
küresel etikle ilgili bildirisindeki bazı hususlara dikkat çekmekte yarar
vardır: “Dünya ölümcül bir savaş içindedir ve bu savaş var olmak zorunda
değildir. Çünkü ahlâklı olmak gibi bir imkânımız ve temelimiz vardır. Bu
ahlâk, küresel ve bireysel düzen için en iyi imkânı sunar, insanları ve
toplumları umutsuzluk ve kaostan kurtarabilir. Biz, dünyanın değişik
bölgeleri ve dinlerinden kadınlar ve erkekler olarak bir dine inanan ve
inanmayan bütün insanlara müracaat ediyoruz. Ortak kanaatlerimiz ifadesini aşağıdaki hususlarda bulur:
Hepimiz daha iyi bir dünya düzeni için ortak bir sorumluluğa sahibiz.
İnsan hakları, özgürlük, adalet, barış ve yeryüzünün korunmasına yönelik faaliyetlerimiz koşulsuzdur.
Farklı dinî ve kültürel geleneklerden geliyor olmamız bize engel olmu————
46
Hans Küng, Projekt Weltethos, Piper, München, 1990, s.57
47
Hans Küng, a.g.e. s.57
Birinci Oturum
51
yor, aksine gayrı insaniliğin bütün formlarına karşı daha fazla insanlık için
bizi destekliyor.
Bu bildiride ifade edilen ilkeler, tüm insanların ahlâkî kanaatlerini din
temelli olsun veya olmasın ortak olarak temsil eder.
Biz, dinî ve ruhî varlıklar olarak hayatımızı nihaî bir gerçekliğe dayar
ve bu gerçekliğe güveniriz. İbadet veya meditasyonda, konuşurken veya
susarken ruhsal bir güç ve umut yaratarak, iyilik ve yer kürenin korunmasına yönelik bir kaygı için hususi bir sorumluluğa sahip olduğumuzu
biliriz.”48
Görüldüğü gibi bu bildiride de insanların ortak kaygıları yer almaktadır. İnsanlar hep bu kaygılarından bir şekilde kurtulmak, emin olmak
istemişlerdir. Bir zamanlar bu kaygıları bizzat Allah’ın göndermiş olduğu
elçiler gidermiş, bir zamanlar onların yolunu takip eden yöneticiler, politikacılar gidermiştir. Allah’ın insanlık için göndermiş olduğu elçilerin temel
görevlerinden birisi de ahlakı hâkim kılmak ve haksız çatışmaların ve
zulümlerin fesada uğrattığı yeryüzünde hasım insanlar/toplumlar arasını
ıslah etmek ve barışı yerleştirmektir.49 Peygamberler tarihine baktığımızda
görürüz ki peygamberlerin siyasî hayatı, barış, kardeşlik, ahde vefa, adalet,
hukukun üstünlüğü vb. gibi temel ahlâkî değerlerle doludur. Yine İslam
Tarihinde “Medine Sözleşmesi” diye anılan Medine vesikasında aynı
ahlâkî kavram ve vazifelere vurgu yapılmaktadır.50
Geleneksel ahlâk anlayışında ve Hz. Muhammed’in hayatında gerek iç
barışı, gerekse uluslararası barışı sağlamak ve devam ettirmek çok önemliydi. O, barışın sağlanması, korunup devam ettirilmesi için diğer toplulukların ve din mensuplarının önde gelenleriyle ilişkilerinde son derece yumuşak ve onlara karşı cömert davranmış, kendilerine itibar göstererek
iltifat etmiştir. Bütün bu yapılanlar dış politika uygulamalarının bir parçasıydı.51 Çünkü insan için en reel ve en güvenli olan şey barış ortamıdır.
Sonuçta herkesin barış içinde yaşamaya hakkı vardır. “Barış, insanın varlığı ile paralel giden bir şeydir. İnsanî bütün değerler ancak barış ortamı
içinde geçerli olabilir. Can, mal, akıl, namus, aile, özgürlük, özel yaşam gibi
değerlerin emniyeti ancak ve ancak barış ortamında korunabilir. Barışı,
güçlünün keyfi talepleri yüzünden askıya almak toplumları anarşi ve kaosa
sürüklemekle eşdeğerlidir. Bu bakımdan ahlâkî bir siyaset tarzı olarak
bütün herkesin gücünü bir araya getirerek, haksızlığa yeltenen güçlüyü
————
48
Erklaerung zum Weltethos Parlament der Weltreligionen, 4 September 1993, Chicago. U.S.A, s.15; ‘çevirimiçi’ Weltethos.org/pdf_Decl_german.pdf
49
Bkz. Kur’an-ı Kerim, Hûd 11/88.
50
Mehmet Özdemir, “Hz. Peygamberin Bazı Siyasî Uygulamalırının Ahlakî Arka Planı”
İslamiyat, VI, 2003, Sayı 1, Ankara,2003, s.20; benzer kavramlar için ayrıca bkz. Mustafa
Sarıbıyık, a.g.m. s.107
51
Ahmet Özel, “Muhammed: Siyasî ve Askerî Kişiliği” TAV İslam Ansiklopedisi, C.30, İstanbul,2005, s.436
52
Modern Çağda Ahlak
hizaya getirmesi gerekir. Aksi halde herkesin bir şekilde zarar görebileceği
bir anarşi ve kaos ortamı ortaya çıkacaktır.”52
Yine Peygamberin darda kalana yardım etmesi ve zayıf olanı koruma
ilkesini samimiyetle uygulaması onun dış ilişkiler konusundaki başarılarının anahtarlarındandır.53 O, meşruiyeti olmayan savaşlara katılmamış,
savaşta da iyilik ve güzelliği şiar edinmiş, temel hukuk kurallarına bağlı
kalmış, hep kötülüklere iyilikle muamele etmiştir.54
İktidarı elinde bulunduran politikacının tek emeli iktidara gelmek olmamalıdır. İnsanları yönetmeye talip olmanın altında yatan esas amaç,
hizmet etmek, halkın refah, mutluluk ve esenliğini sağlamak, hakkaniyet
ve adaletin gerçekleşeceği bir ortamı hazırlamak olmalıdır. Politikacı şahsî
çıkar, zevk, haz ve mutlulukları için değil, toplumun ve insanlığın mutluluğu, kurtuluşu ve yararı için politika yapmalıdır. Buna göre politikanın
ahlâkî amacı, esas hedefi en genel ve kuşatıcı bir tarzda adaleti ve toplumsal barış ve düzeni sağlamak olmalıdır. Çünkü ne siyaset, ne de siyasî
uygulamalar ahlâkî değerlerden ayrılabilir.
Siyaset, gerek İslam ahlâkında ve gerekse felsefî ahlâk anlayışında ahlâk zemini üzerine kurulan bir kurumdur. Bu nedenle ahlâk, hem siyaseti,
hem de siyasetçiyi her yanından kuşatmıştır. Hiçbir politikacı kendisini
Mahciavelli ve Hobbes’da olduğu gibi ahlâkî kurallardan vareste addedemez. Siyasetin her aşamasında, ister ferdin siyaseti olsun, ister devletin,
isterse devletlerarası siyaset alanında olsun, ahlâk daima hâkim unsurdur.
Her politikacı hayatının her aşamasında ahlâkın gereklerini, buyruklarını
yerine getirmek zorundadır. Zira ahlâkî davranmak siyasetin yapısında,
özünde, mayasında vardır. Aynı zamanda ahlâk bizim özümüzü ve ana
karakterimizi de meydana getirir. Bu öze yabancı bir takım siyaset anlayışları çağının bazı sapmaları olarak ortaya çıkmıştır. İnsan için asıl olan
fıtrata uygun yaşamaktır. Fıtrat da insanların bir arada yaşamalarını ön
görmektedir. Bu da ancak barışla, adaletle, hakkaniyet ve insaniyetle¸ yani
ahlakla olur. Bunların yok olması veya zaafa uğratılması fıtratın bozulması
demektir. Ahlâka yer vermeyen siyaset de özüne yabancılaşan siyasettir.
Ahlâkı ilke edinen siyaset, insanı, toplumu ve insanlığı koruyup kollamaya
yönelik bir siyaset olmalıdır. Ahlâkın dışlandığı siyaset ise insanları bir
çıkar aracı, bir eşya gibi görmeye çalışır ve sonuçta güçlünün çıkarlarını
korumayı ve onun isteklerinin meşruiyetini korumak gibi bir görevi esas
kabul eder. Bu ise insanlara barış ve mutluluk değil, aksine kargaşa ve
mutsuzluk getirir.
————
52
Ömer Caha, a.g.m. s.128
53
Ahmet Özel, a.y.
54
Muhammed b.Ömer el- Vakidî, Kitabu’l- Megazî, C.II(neşr. M. Jones) I-III London,1965,
Beyrut,1404/1984, s.554,757-758
Birinci Oturum
53
KAYNAKÇA:
Kur’an- Kerim,
Ahlak
ve
Siyaset,
‘çevirimiçi’
http://64.233.169.104/search?q=cache:Ta6ALslavHoJ:www.dayanikli.com/tbmm_calismalari/ahlakvesiyaset.htm+siy
aset+ahlak%C4%B1&hl=tr&ct=clnk&cd=37&gl=tr 23.09.2007
Ahmed b. Hanbel, el- Müsned, İstanbul,1981
Ahmet Efendi, Ahlak-ı Ahmedi, İstanbul,1256 H.
Ali Seyyidî, Terbiye-i Ahlakiye ve Medeniye, İstanbul,1329 R.
Buharî, Ebi Abdillah Muhammed b.İsmail, el- Camiu’s- Sahih, İstanbul,1981.
Challeye, Felicien, Dinler Tarihi, Çv. Samih Tiryakioğlu, III. Baskı, 1994,
05
Chandra Muzaffar, “Uluslararası Siyasette Altın Kural” Zaman Gazetesi,
Mayıs
2006
Cuma,
http://209.85.135.104/search?q=cache:uAs49CNmDBwJ:www.haksozhaber.net/author_article_detail.php%3Fid%3D
611+uluslararas%C4%B1+siyaset+ahlak%C4%B1&hl=tr&ct=clnk&cd=55&gl=tr (8.10.2007);
Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C.IV, İstanbul,1303,
Çaha,Ömer, “Modern Dünyada Siyasi Etik, İslâmiyât,C.VI, Sayı 1, OcakMart, 2003, Ankara,2003, (119-128)
Devvanî, Celaleddin, Ahlak-ı Celali, Kaküta,1911,
Erdem, Hüsamettin, Sondevir Osmanlı Düşüncesinde Ahlak
(Tanzimattan Cumhuriyete Kadar), Dem Yayınları, İstanbul,2006, s.255
:
Erklaerung zum Weltethos Parlament der Weltreligionen, 4 September 1993,
Chicago. U.S.A, ‘çevirimiçi’ Weltethos.org/pdf_Decl_german.pdf
Ferid (Kam), Mebde-i Felsefeden İlm-i Ahlak, İstanbul,1339-1341,
Gökalp, Ziya, Türkçülüğün Esasları, İstanbul,1970,
Gürsoy, Kenan, “Küreselleşme-Evrenselleşme ve Etik”, Felsefe Dünyası,
2005/1, Sayı 41, Ankara,2005,
Hartinger,
Georg,
Kein
Überben
onhe
www.land.salzburg.at/schule/faecher/ethik/Kein_Uberleben_ohne_Weltethos_Georg_Hartinger.rtf
Weltethos;
İbni Mâce, Ebu Abdullah Muhammed b. Yezid el- Kazvinî, Sünen, İstanbul,1981.
Kant, İmmanuel, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, çv. İoanna
Kuçuradi, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara 2002,
Kırış,
Necati,
Siyasel
Ahlak,
‘çevirimiçi’
http://64.233.169.104/search?q=cache:1GMi2YHHg4MJ:www.bbpordu.org/index.php%3Foption%3Dcom_content%2
6task%3Dview%26id%3D100%26Itemid%3D62+siyaset+ahlak%C4%B1&hl=tr&ct=clnk&cd=13&gl=tr 22.9.2007
Körpınar, Mehmet Ali, “Siyasî Ahlak İlkeleri ve Yöneticilerimiz”,
‘çevirimiçi
www.istmikom3.org,
http://209.85.135.104/search?q=cache:tqpajq9Z_w8J:www.ekonomikcozum.com/koseyaz/kosemeh/008.Siyasi_Ahla
k_Ilkeleri_Yoneticilerimiz.htm+Uluslararas%C4%B1+siyaset+Ahlak%C4%B1&hl=tr&ct=clnk&cd=1&gl=tr
Kuyas,
Nilufer,
Milliyet,
Modern Çağda Ahlak
54
‘çevirimiçi’http://209.85.135.104/search?q=cache:Qwa_98LZROYJ:www.yansimalar.org/forum/viewtopic.php
%3Fp%3D22958%26sid%3D8fd63f9753254c8987e3f0748ed45c24+%22Politik+Ahlak%22&hl=tr&ct=clnk&cd=15&gl
=tr 30.09.2007
Küng, Hans, Projekt Weltethos, Piper, München, 1990,
Mehmet Hilmi, Mir’at-ı Vezaif-i İnsaniye, İstanbul,1327 R.
Mevlana, Mesnevi, çv. Veled İzbudak,C.VI, İstanbul,1991,
Özdemir, Mehmet, “Hz. Peygamberin Bazı Siyasî Uygulamalırının Ahlakî Arka Planı” İslamiyat, VI, 2003, Sayı 1, Ankara,2003, (15-30)
Özel, Ahmet, “Muhammed: Siyasî ve Askerî Kişiliği” TAV İslam Ansiklopedisi, C.30, İstanbul,2005,
Sarıbıyık, Mustafa, “Siyasetnameler Bağlamında Siyaset-Ahlak İlişkisi”,
İslamiyât, VI(2003) Sayı 1, Ankara 2003, 105-118
Shah,
Pravin
K.,
Esence
of
Word
Religions,
‘çevirimiçi’
http://209.85.135.104/search?g=cache:pwM8fpVJFCsj:www.ibiblio.org/jai
nism/database/WORDR/voldr.doctessencetoft
worldtraligions&hl=tr&et=clnk&ed=3&gl (8.10.2007)
Siyasî
Ahlak
ve
http://www.turkkod.org/forum_posts.asp?TID=3020&PID=9418
Tutarlılık,
(22.9.2007)
‘çevirimiçi’
Tirmizi, Muhammed b.İsa, Sahuhu’t- Tirmizî, İstanbul,1981.
el- Vakidî, Muhammed b.Ömer, Kitabu’l- Megazî, C.II(neşr. M. Jones) IIII London,1965, Beyrut,1404/1984,
Yıldırım, Ramazan, “Siyaset ve Ahlak (İtaat Ahlakından İsyan Ahlakına”, fitriyâ[email protected], ‘çevirimiçi’ http://www.fikriyat.net/modules.php?name=News&file=article&sid=68
(22.9.2007)
Oturum Başkanı: Şimdi tebliğ olarak üçüncü ve son konuşmamızı Yrd.
Doç. Dr. Fatih Toktaş Bey yapacaklar. Onun tebliği “Modernitenin Dini
Ahlaka Meydan Okumasına İlişkin Bir Çözümleme” adını taşımaktadır.
Kendisine başarılar diliyorum. Buyurun Fatih Bey,
3. TEBLİĞ
MODERNİTENİN DİNÎ AHLÂK’A MEYDAN
OKUMASINA İLİŞKİN BİR ÇÖZÜMLEME
-FEUERBACH ÖRNEĞİ-
Yrd. Doç. Dr. Fatih TOKTAŞ
Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Felsefe, özünde sorgulama bulunan bir düşünce etkinliğidir. Filozof ise,
içinde yetişmiş olduğu kültürel çevrenin ve yaşadığı çağın pek de uslu
olmayan çocuğudur. Sokrates’in diliyle dile getirirsek filozof ata yapışmış,
onu bir türlü rahat bırakmayan ama böylelikle de atın uyumasını engelleyip diri kalmasını sağlayan bir at sineği gibidir.1 Öte yandan filozofun
felsefeyle buluştuğu anda ortaya çıkan yalnızca sorgulama ya da eleştirme
etkinliği değildir. Filozof, eleştirilerini sistemleştirme ile zenginleştiren ve
böylece yeni bir limana doğru yol alan bir gemi gibidir. Hegel, filozofların
bu yolculuklarını felsefenin tez ile antitezini üreterek sonuçta bir senteze
varma olarak açıklar. Ayrıca o, bir önceki adımda sentez olarak ortaya
konulan bir fikrin, başka bir düşünür tarafından tez olarak görüleceğini,
filozofların elinde bu tezin önce antitezinin ve sonra sentezinin üretileceğini, felsefenin de böylece evrimleşeceğini varsaymaktadır.2 Felsefenin evrimleşerek ilerleme fikri bir kenara bırakılarak konu ahlâk meselesiyle
sınırlandırıldığında, dinî ahlak ile din dışı ahlak anlayışlarının birbirinin
tezi ve antitezi yaklaşımlar olarak değerlendirilebilir.3
Bu tebliğ, Feuerbach’ın, ahlâkın kaynağının ve doğasının Tanrı’da ve
dinde bulunamayacağı dolayısıyla, dinî ahlâkın gerçek anlamıyla bir sahteahlak olduğu; bu nedenle, ahlâkın hem kaynağının hem de doğasının insan
ve toplumda aranması gerektiği şeklindeki tezini eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutmayı amaçlamaktadır.
Feuerbach modern dönem din felsefesinin önemli figürlerinden birisidir. Dini eğitimini yarıda bırakarak o, önce Hegel’in sıkı bir takipçisi olarak
felsefeye dalmış, daha sonra da Hegel’in şahsında idealist felsefeyi eleştirmiş ve hayatının sonlarına doğru kendini materyalist ve ateist bir düşünür
————
1
Platon, Sokrates’in Savunması (Diyaloglar 1 içinde), çev. Teoman Aktürel, Remzi Kitabevi,
İstanbul 1982, 30 e – 31 a, s. 27.
2
Frederick Copleston, Hegel, çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul 1985, s. 111-114.
3
Necip Taylan, Düşünce Tarihinde Tanrı Sorunu, s. 83; Aydın Topaloğlu, Teizm ya da Ateizm,
Kaknüs Yayınları, İstanbul 2001, s. 45-46.
56
Modern Çağda Ahlak
olarak tanımlamıştır.4 Feuerbach’ı felsefe tarihinde özel bir konuma oturtan
ve onu, bugün bu sempozyumda bildirimizin konusu yapan şey ise, Hıristiyanlığa yönelttiği eleştiriler ve dini antropolojik temelde çözümleme
çabasıdır. Bu çözümleme felsefe tarihinde o kadar etkin olmuştur ki
Richard Wagner, Nietzche, Freud ve Marx gibi çok sayıda düşünürün
Tanrı’ya yönelik tavırlarını belirlemelerinde etkili olan Feuerbach, birçok
araştırmacıya göre modern dönem ateizminin “babası” olarak kabul edilmektedir.5
Feuerbach’ın din çözümlemesinin temel kavramları, yansıtma, yanılsama
ve yabancılaşma kavramlarıdır. Antropoloji ise bu kavramların çözümlenmesine temel teşkil eden ve materyalizmini gösteren açısıdır. Feuerbach’a
göre doğa ve doğanın bir parçası olarak insan, evrenin gerçek varlıklarıdır.
Ancak, sadece insan, kendi varoluşu hakkında düşünebilen bir bilinç
varlığıdır. Böylece insan kendine özgü niteliklerinin de, bu niteliklerin
mükemmellikten yoksun olduklarının da farkındadır. Ne var ki bu
farkındalık insan bilincinin, insana karşı bir oyun oynamasına yol açmaktadır. Şöyle ki; bilinç, insana ait özelliklerin mükemmel hallerini önce
tasavvur eder daha sonra bu tasavvuru da tanrı adını verdiği kutsal ve
kurgusal bir varlığa atfeder. Bu nedenle inançlı insanların sandıklarının
aksine tanrı var olduğu için insan var değildir; tam tersine, insan var olduğu için tanrı var edilmiştir. Bir başka deyişle tanrıyı ya da tanrıları yaratan,
insandır.6 Feuerbach, insanın kendisine özgü niteliklerin bilinç tarafından
yeniden şekillendirilerek yani mükemmelleştirilerek bir başka varlığa
tanrıya atfedilmesini yansıtma olarak görür. Bu bağlamda Feuerbach, biraz
da ironiyle karışık olarak, yansıtma teorisini kuş örneği bağlamında şöyle
açıklamaktadır:
“Eğer, Tanrı kuş için nesne olsaydı, tanrı kuş için kanatlı bir öz olarak
nesne olurdu. Kuş, kanatlı varlıktan daha yüce, daha kutsal hiçbir şey
tanımaz... Kuş için en yüce öz, dediğimiz gibi kuşun özüdür.”7
Böylece Feuerbach, bilincin bir oyunu olarak, tanrı kavramı ile yansıtma arasında bir bağlantı kurar. Bilinç neden böyle bir oyunu oynamaktadır? Bu sorunun muhtemel cevabı, insanın daha doğrusu bilincin mükemmelliğe duyduğu şevk veya arzudur. Ne var ki bu arzu, insanın niteliklerini büyüterek tanrı adını verdiği kutsal bir varlığa inanç duymakla kalmamakta aynı zamanda gerçeklikle örtüşmediği için bir yanılsamaya da yol
————
4
Ferhat Akdemir, Ateizm ve Sosyo-Politiği, Lazer Yayınları, Ankara 2007, s. 27, 28.
5
Bir örnek olmak üzere Friedrich Engels’in sözlerine yer verilebilir: “İşte o sırada
Feuerbach’ın Hıristiyanlığın Özü kitabı çıktı… Bu kitap hakkında bir fikir edinebilmek için,
onun özgürleştirici etkisini bizzat yaşamış olmak gerekir. Coşku herkesi sardı: Hepimiz bir
anda Feuerbachçı olduk. Marks’ın yeni görüşü nasıl coşkuyla selamladığı ve –bütün eleştirel kayıtlarına karşın- ondan ne derecede etkilendiği, Kutsal Aile’de okunabilir.” Friedrich
Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, çev. İsmail Yarkın, İnter Yayınları, İstanbul 1997, s. 20.
6
Şinasi Gündüz, Din ve İnanç Sözlüğü, Vadi Yayınları, Ankara 1999, s. 130.
7
Ludwig Feurbach, Hıristiyanlığın Özü, çev. Oğuz Özügül, Say Yayınları, İstanbul 2008, s. 52.
Birinci Oturum
57
açmaktadır. Çünkü tanrı yalnızca kutsal değil ama aynı zamanda kurgusal
bir varlıktır. Öte yandan bilincin bu oyunu, insanın kendine yabancılaşması
sonucunu getirmektedir. Bu hususu Feuerbach şöyle dile getirir:
“İnsan kendinde yadsıdığı şeyi tanrıda olumlar. … Kısacası, insan tanrı
karşısında kendi bilgisini, kendi düşüncesini tanrıya koymak için yadsır.” 8
Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi yansıtma, hem bir yanılsamayı hem de
bir yabancılaşmayı beraberinde getirmektedir. Bir başka deyişle insan
kendi sınırlılığından kurtardığı nitelikleri tanrıya yansıtırken, kendini
yalnızca gerçeklikten uzaklaştırmakta kalmamakta, aynı zamanda kendine
de yabancılaşmaktadır.9 Ayrıca ona göre, yansıtma ile yabancılaşma kavramları arasında ters orantılı bir ilişki bulunmaktadır. Buna göre yansıtmayla tanrı kavramı ne denli zenginleştirilirse, insan o denli kendine
yabancılaşmakta ve böylece fakirleşmektedir. Nitekim o, “Tanrıyı zenginleştirmek için insanın yoksul olması zorunludur” 10 diyerek sözü edilen ters
orantılı ilişkiye değinmektedir.
Feuerbach, kendini felsefede yeni bir dönemin habercisi olarak da görmektedir. Nitekim onun kaleme aldığı bir eserinin adı Geleceğin Felsefesinin
İlkeleri şeklindedir. Yansıtma, yanılsama ve yabancılaşma kavramları aracılığıyla Feuerbach, hem insan bilincinin hem de dinin gizemini çözümlediğini
ve bunların tarihte birlikte yürüdüklerini düşünmektedir. O bu durumu
şöyle açıklar:
“Din insanın ilk ve de dolaylı özbilincidir. Bu yüzden din her yerde, insanlık tarihinde olduğu gibi bireyin tarihinde de felsefeden önce gelir. …
Dindeki her ilerleme bu yüzden insanın kendini daha derinden idrak
etmesidir.”11
Böylece ona göre insanlığın varoluşundan itibaren dinsiz toplumların
bulunmamasının nedeni, bizzat insanın kendisi olmaktadır. Zamanın
öncesinde durum böyleyken, modern zamanlarda insanın dinsizliğe doğru
evrileceği beklenebilir mi? Feuerbach’a göre bu soruya olumlu bir cevap
vermek mümkün değildir. Bir başka deyişle, dinsiz bir insanlıkla karşılaşmak ne geçmiş zamanlar için mümkündür ne de gelecek zamanlar için
mümkün olacaktır. Öte yandan o, beşeriyetin medeniyet ve kültür düzeyinin gelişmesiyle birlikte insanların tanrı ve din anlayışının daha rafineleştiğini de kabul eder. Bu bağlamda Feuerbach, ilkel insanlardan günümüze
değin medeniyetin değişip gelişmesi kadar dinlerin ve dolayısıyla tanrı
kavrayışının da gelişerek değiştiğini onaylar. Nitekim ona göre Hıristiyanlık daha doğrusu Protestan Hıristiyanlık en mükemmel din ve tanrı kavrayışını temsil etmektedir. Ama beşeriyetin gelişmesi bu noktada durmayacaktır, tarihin sonu gelmemiştir. Takvimin sayfaları günbegün çevrilip
————
8
Feurbach, a.g.e., s. 63.
9
Feurbach, a.g.e., s. 48-49.
10
Feurbach, a.g.e., s. 62.
11
Feurbach, a.g.e., s. 48.
58
Modern Çağda Ahlak
durulmaktaysa insanlık da kendine yaraşır yeni bir dine doğru yönelecektir. Böylece Feuerbach, materyalist nitelikli antropoloji anlayışı ile yaratıcı
bir tanrısı olmayan, başka bir deyişle insanın tanrılaştığı bir din anlayışına
doğru yol almaya başlamıştır. Bu nedenle Engels ve Marks, onun ateizmini, yarı yolda kalmış bir ateizm olarak görmektedir.12 Zira Feuerbach, bir
yandan insan bilincinin artık yansıtma dönemini geride bırakması gerektiğini söylerken diğer yandan da bu bilincin insanın bizzat kendine dönmesi
suretiyle yeni bir dinin, insanlık dininin doğuşunu haber vermektedir.
Yani, Feuerbach’ın müdahale ettiği ve yeni bir biçim vermeye çalıştığı din,
yaşadığı toplumdaki insanın hayatından çıkan ve artık etkisi kalmayan bu
kurumun yerine insanların kendisine yöneldiği ve önem verdiği sevgi,
insanlık gibi kavramlarla yeniden imal edilmeye çalışılmasıdır.13
Feuerbach’ın yansıtma-yanılma-yabancılaşma anlayışının iki açıdan ahlaka yansıdığı gözükmektedir. Bunlardan birincisinde o, yansıtmanın
ürünü olarak gördüğü dini ahlaka eleştirel yaklaşırken, diğerinde de yanılma ve yabancılaşmaya bir son vermenin amacı olarak beşeri ahlakı
kurmaya çalışır. Ancak, ister dini ahlak isterse de beşeri ahlak olsun
Feuerbach’a göre ahlakın temel kaynağı arasında bir fark yoktur; iki ahlak
anlayışı arasındaki tek sorun, birinin dolaylı anlatımı diğerinin ise doğrudan anlatımı tercih etmesidir. O bu konuyu dindeki cennet anlayışı çerçevesinde açıklamaya çalışmaktadır. İnsanın ahlakını temellendiren temel
psikolojik unsurlardan biri hazdır; yani insan haz peşinde koşan bir canlı
türüdür. Dini ahlak, hazzı mutlak biçimde yadsımak şöyle dursun tam
tersine cennetin temeline yerleştirir. Bu ahlak, dünyadaki hazların geçici
olmasına karşın daha kalıcı olan hazzı vaat etmektedir. Buna karşılık
olarak ise dünya hayatından, daha doğrusu dünyanın hazlarından kopmayı istemektedir.14
İnsanı, içinde yaşadığı doğadan ve de bizzat kendine yabancılaştıran
dini ahlakın antropolojik açıdan yorumlanması beşeri ahlakın doğumuna
yol açar. Bu bağlamda Feuerbach, insanın toplumsal bir canlı olmasını
ahlak sahasına taşır. Buna göre insanlar fiziksel açıdan birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılıklı olarak tamamladıkları gibi, ahlaksal açıdan da birbirlerini
bütünlemekte ve tamamlamaktadırlar.15 Bu yaklaşımdan da anlaşılacağı
gibi Feuerbach, birey olarak insanın eksikliklerinin bulunduğunun tamamen farkındadır, bu nokta onun klasik teistik ahlak ile hemfikir olduğu
noktadır. Buna karşın o ahlaksal açıdan yetkinleşmenin en önemli bir yolu
olarak tanrıya inancı reddetmektedir. Zira ona göre ahlaki yetkinleşmenin
bir gereği olarak ahlaki yükümlülüklerin tanrıya dayandırılması ahlaksızca
————
12
Engels, a.g.e., s. 26-27, 31, 33-34; Karl Marx, Feuerbach Üzerine Tezler (Ludwig Feuerbach ve
Klasik Alman Felsefesinin Sonu içinde), çev. İsmail Yarkın, İnter Yayınları, İstanbul 1997, s.
65, 66.
13
Tamer Yıldırım, Feuerbach’ın Din Felsefesi (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 2008, s. 261.
14
Feurbach, a.g.e., s. 220-221.
15
Feurbach, a.g.e., s. 213.
Birinci Oturum
59
bir tutumdur. Zira ahlaki buyruk ve yasakların kaynağının tanrı olması
durumunda bu emir ve yasaklara uyma güdüsü samimi bir yetkinleşmeden çıkacak ve –kendisine karşı çıkılamaz ve hatta neredeyse despot- bir
tanrıya baş eğme samimiyetsizliğine, ikiyüzlülüğüne dönüşecektir. Ancak,
antropolojiye dayanan beşeri ahlak bu samimiyetsizliğe son verebilir,
ahlaki buyruk ve yasakları vicdanın iç sesine dönüştürebilir. Bunun için
Feuerbach’ın tek bir dayanağı bulunmaktadır, bu dayanak da tarihin en
derinliklerinden beri insanın toplum halinde yaşaması ve giderek daha
yüksek seviyede medeniyetler geliştirmiş olmasından hareketle insanın
kendisine duyulan güvendir. Böylece o, birey olan insan ile toplumun
diğer insanları arasında “Ben ile Sen” ilişkisi kurulduğunu, Ben’in bencilce
istekleri karşısında Sen’in, Ben’im nesnel vicdanım olarak sesini yükselttiğini ve ancak Sen’in onaylamasıyla Ben’in arzu ve isteklerimin geçerli, iyi
sayılabileceğini söyler.16
Birey olarak insanın, toplumda birlikte yaşadığı diğer insanların sınırlarını aşmaksızın kendi doğasını arzu, istek ve özellikle de sevgisini göstereceği ahlak, bir mutluluk ahlakıdır. İnsanın ahlaki amaç olarak mutluluğunun peşinden koşan bir canlı olarak görülmesi ahlak felsefesi tarihinde
oldukça tanıdık bir yaklaşımdır. Putperest yunan toplumunun en önemli
temsilcisi olan Platon ile Aristoteles’in ahlak anlayışları da, birbirleriyle
çelişmeyen görüşlere sahip olduğunu iddia ederek bu iki filozofu üstad
kabul eden bir İslâm filozofu olarak Fârâbî’nin ahlak anlayışı da mutluluk
ahlakıdır. O halde Feuerbach’ı gerek Platon ile Aristoteles’ten ve gerekse
Fârâbî’den ayırt eden en önemli hususiyet nedir? Platon veya Aristoteles’in
kendi bireysel inançlarının ne olduğu meselesini bir kenara bırakacak
olursak, onların putatapar bir toplumun üyeleri olmalarının Feuerbach’ı
rahatsız eden bir durum olmadığını öncelikle belirtmeliyiz. Böylesi bir
inanç ve toplumdan Hıristiyanlık nefret edebilir, hatta kendi inancı dışına
taşanları putatapar olarak nitelendirerek onları aşağılayabilir. Ancak,
Feuerbach Hıristiyanlığı hayatından, aklından ve kalbinden uzaklaştırmış
olan Hıristiyanlık sonrası bir toplumun, mutlak sevgiye dayanan insanlık
dininin sözcüsü olarak putataparlıkta insanlık dininin ve ahlakının izlerini
bulmaktan hoşnut gözükmektedir. Kısaca o, Platon ile Aristoteles’in putperest gelenekten gelmesinden rahatsızlık duymamaktadır; onu rahatsız eden
husus, bu iki filozofun idealist gelenekten geliyor olmaları olsa gerektir.
Hegel’le hesaplaşan Feuerbach’ın idealizme geçit vermeyeceği gayet açıktır.
Bir İslâm ahlak filozofu olarak Fârâbî’nin ise Feuerbach karşısında hiçbir şansı yoktur; zira o da idealist gelenekte yer almaktadır; üstelik o bir
müslümandır. İslâm ise dinlerin gelişim çizelgesinde –tarihi gerçekliğin
aksine ve en iyi ihtimalle- Protestan Hıristiyanlığın ve dahası Hıristiyanlığın öncesi döneme yerleştirilmektedir. Zira, antropolojik dönemin insanlık
————
16
Feurbach, a.g.e., s. 216.
60
Modern Çağda Ahlak
dininin temeli olan mutlak sevgi, yansıtma-yabancılaşma döneminin son
halkası olan Hıristiyanlığın inanç unsurunun tümüyle bir kenara bırakılıp
sevgi öğesinin insanileştirilmesine dayanmaktadır. Böylece antropolojik
insanlık dini öncesi olan teolojik dönemin en mükemmel dini Hıristiyanlık
olmakta ve İslâm ise bu olgunluk öncesi bir aşama olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenle, hem bu daha ilkel bir dinin müntesibi hem de idealist bir felsefenin izleyicisi olan Fârâbî’nin ahlak felsefesi Feuerbach’ı hiç de
ilgilendirmemektedir. Oysa Fârâbî, diğer felsefe konuları yanında mutluluk hakkında da kalem oynatan önemli bir ahlak filozofudur. O, öncelikle
insanların en yüksek amaç olarak mutluluğun ve mutlu olmak için de
iyinin peşinde koştuklarına dikkat çeker. Ne var ki asıl mesele, iyinin ne
olduğunu bilmektir. Gerçek iyinin ne olduğunu bilmeyen bir kişi, büyük
bir ihtimalle gerçek iyinin değil ama sahte iyinin peşine takılacak ve böylelikle de gerçek mutluluk yerine sahte mutluluklarla buluşacaktır.17 Oysa
dini çözümleyen bir filozof olarak Feuerbach’ın, Fârâbî’nin dinsel-felsefi
olarak gerçek ve sahte mutluluk, gerçek ve sahte iyi kavramlarına bütünüyle kendisini kapatmıştır. Onun için tek bir iyi vardır, o da insan cinsinin
iyi gördüğüdür. Tek bir mutluluk türü vardır, o da insanlığın bütününe
haz verendir. Feuerbach’a göre başkasının mutluluğu olmadan, birey öz
mutluluğunu yakalayamaz. Bu öylesine açıktır ki, sözgelimi, doğa bizi
erkek ve kadın olarak ayırmış olmasına karşın sevgiyle birlikte bizi birbirimize yapıştırmış, bağlı kılmıştır.18 Zaten gerçek ahlâkî davranışta hep
başkalarının durumunu gözetme eylemi büyük bir ehemmiyet taşımaktadır.
Feuerbach’ın Almanya’da sosyalist düşüncelerin yeşerdiği bir çağda
Marks’la çağdaş olduğunu göz ardı etmemek gerekmektedir. Bu onun
ahlak anlayışını şekillendirmede etkili olmuş olmalıdır ki onun, ahlakı
insana yani topluma dayandırması toplumsal şartlar bağlamında iyinin ne
olduğu hususunu materyalist ve ekonomik göstergelerle değerlendirmesine yol açmış gözükmektedir. Bu nedenle tıpkı Marks gibi İngiliz işçi evlerinde yaşamak zorunda kalan işçilerin hayvanlardan farksız bir yaşam
sürmelerinin ahlaka yakışmayacağını belirten Feuerbach, diğer insanlara
zarar vermeden insan bireyinin kendi egoizmini izlemesinin dürüst ve
samimi bir ahlak olacağını belirtir.19
Kişisel bir tanrı anlayışını yadsıyarak insanlık sevgisine dayanan bir
din anlayışı, modern dünya için pandoranın kutusunun açılması anlamına
gelmiştir. Komünizmin en büyük iki üstadı Engels ve Marks, din konusundaki çözümlemesinden dolayı Feuerbach’ı övmüşlerse de onun idealizmden bütünüyle kopamadığını ve bu nedenle materyalist anlayış bağlamın————
17
Fârâbî, Kitâbü’l-Mille (“Fârâbî’nin Kitâbü’l-Mille Adlı Eserinin Takdim ve Çevrisi” içinde),
çev. Fatih Toktaş, Dîvân, S. 12, İstanbul 2002, s. 258.
18
Engels, a.g.e., s. 34; Sinan Özbek, “Feuerbach’ta Mutluluk Ahlakı”, Felsefelogos, S.1, İstanbul
1997, s. 43, 44.
19
Engels, a.g.e., s. 39-40; Özbek, a.g.m., s. 41, 46.
Birinci Oturum
61
da bir felsefe ve ahlak kurgulama hususunda güdük kalmış olduğunu ima
etmekten de sakınmamışlardır. Bu eksikliğine rağmen Feuerbach, geleneksel Hıristiyanlığın mevcut değerler sistemini eleştiren ve dolayısıyla tanrının öldüğünü iddia eden Nietzsche’yi;20 insanın dünyaya fırlatılmış bir
varlık olduğunu ve ahlakın temeli olan onun özgürlüğünü korumak adına
Tanrı’nın var olmaması gerektiğini ileri süren Sartre’ı21 ve diğer pek çok
modern düşünürü derinden etkilemiştir.
On dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren Feuerbach ve izleyicileri
tarafından tanrı ve dinî ahlak, hem felsefeden ve kültürel dünyadan hem
de insanın yaşamından bilinçli olarak kovulmaya çalışılmıştır. Coğrafi
keşiflerle zenginleşen, bilimsel ilerlemelerde çığır açan batı dünyası, sermaye ile bilgiye dayanarak sanayi ve teknoloji alanındaki ilerlemesini
modern tarihte başarıyla uygulamıştır. Ne var ki, bu başarının bedeli ahlak
açısından oldukça ağır bir biçimde ödenmiş olduğu gözükmektedir. Tanrı’nın sözüm ona hegomanyasından kurtarılan insanlık, en acımasız suçlara
ve yıkımlara bu dönemlerde imza atmamış mıdır? En ağır ve haksız savaşlar modern zamanlarda yaşanmamış mıdır? Bu noktada Feuerbach’ın ifade
ettiği sevginin Tanrısından söz etmemiz güçleşecektir. Zira belirttiğimiz gibi
Tanrısız insanlık, çok daha fazla insanlık dışı sonuçlara ve çağımızdaki
terör olaylarına sahiptir. İki dünya savaşı, eski SSCB’deki esir kampı
(Gulag), Nazilerin Musevi katliamı (Holacoust), atom bombası vb. Tanrısız
insanlığın yolunun hayvanlaşma olduğunun açık bir kanıtlamasıdır.22
Çağımızın insanı iki açıdan Feuerbach ve onun izleyicilerini yanıltmaktadır; bunlardan birincisi Dostoyevski’nin de önemle vurguladığı gibi “Tanrı
yoksa her şey mübahtır” sözünün gerçek olduğuna yürekten inanmak ve
ikincisi de hümanizmin iyimserliğinin, insanı özünde iyi bir canlı olarak
değerli olduğu anlayışını inandırıcı bulmamak. Bu nedenle yirmi birinci
yüzyılın insanı, kendisini tüm tehlikelerden koruyabilecek ve sığınabileceği
güvenli bir liman aramaktadır. İçinde yaşadığımız gezegendeki tüm canlıları defalarca kez yok edebilecek silahların gölgesi, her an bu güzelim
dünyayı kirletmekte olduğumuzun verdiği büyük utanç, insanlığın başına
belalar açan insanların klonlanarak nesiller boyunca varlıklarını sürdürebilmesinin mümkün oluşu gibi konular başta olmak üzere daha pek çok
sorunda insanoğlu günümüzde şaşkın bir durumdadır. Daha doğru bir
söyleyişle, böylesi ahlâkî bunalımlara genel olarak tüm insanlığın yararına
olabilecek ve bir arada huzurlu bir biçimde yaşamamıza imkan sağlayabilecek sağlam çözümler üretebilmenin sıkıntılarını çekmektedir.
Ahlak sıradan insanın bile yabancısı olmadığı bir araştırma alanıdır.
Feuerbach ve izleyicililerinin, insanlık dinine dayandırdıkları ahlak anla————
20
Nietzsche’nin bu görüşü hakkında bkz. Ahmet Cevizci, Etiğe Giriş, Paradigma Yayınları, 2.
Basım, İstanbul 2008, s. 251-252.
21
Sartre’nin bu görüşü hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz. Kenan Gürsoy, J.P.Sartre Ateizmi’nin Doğurduğu Problemler, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1987, s. 95-99.
22
Yıldırım, a.g.e., s. 256.
62
Modern Çağda Ahlak
yışlarının insanoğluna iki yüz yıldır çok da fazla mutluluk getirmediği
söylenebilir. Geçtiğimiz yüzyılda eğer böylesine bir duyarlılık sağlanabilmiş olsaydı savaşa bizzat katılmayan insanları da öldürmeyi gözüne kestiren nükleer savaş bombalarını insanlık üretmekle kalıp kullanmamayı
tercih edemez miydi acaba? Tebliğimizin girişinde değindiğimiz Hegel’in
diyalektiğini –ilerleme fikrini dışarıda bırakarak- yeniden hatırlayacak
olursak, Feuerbach’ın önerdiği ahlak anlayışının anti-tezi dinî ahlaktır. Her
ne kadar takvim yapraklarını geri çevirmek mümkün değilse de klasiklerin
zamana karşı bir dirençlerinin bulunduğu da bilinen bir gerçektir. Klasik
anlayışlar, bazen yenilenerek ve bazen de yinelenerek hayattan hiç kopmazlar. “Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü. / Hadi göster
bakayım şimdi de İbnü’r- Rüşd’ü?”23 dizeleriyle Mehmet Âkif Ersoy, çağdaş dünyada İslâm medeniyetinin duyarlılığının eksikliliğini veya zayıflığını bir şair hassaslılığıyla dile getirmiştir. Günümüzde Feuerbach’ın
önerdiği insanlık dini temelinde kurgulanan ahlâk anlayışı ile aşkın bir
inanca dayanan ahlak anlayışları birbirleriyle rekabet etmekte; insan onuruna yaraşır bir hayatın nasıl gerçekleşeceğine ilişkin öneriler sunmayı
sürdürmektedirler.
Oturum Başkanı: Yrd. Doç. Dr. Fatih Toktaş Bey’e bu anlamlı felsefi
konuşmasından dolayı çok teşekkür ediyoruz.
Şimdi tebliğler aşaması bitti. Bundan sonraki aşamada bu sunulan tebliğlerin ana metinleri üzerine hazırlanan bir çeşit müzakere olan bizim
ortaya koyduğumuz bazı eksikliklerin tamamlanması, bazı düşüncelerin
değiştirilmesi noktasındaki öneriler, bizim daha iyi olgunlaşmamız ve
gelişmemiz için yapılacak çeşitli öneriler şeklinde bir müzakere olacaktır.
Şimdi tabi süremiz kısıtlı olduğu için ister istemez biz size sunmak istediğimiz tebliğlerdeki düşünceleri özetlediğimiz için size tam olarak meramımızı anlatamıyoruz. Benim yaklaşık on altı sayfa olan tebliğimi mecburen dört buçuk sayfaya düşürmek durumunda kaldım ve size sadece bazı
şeyleri sunmaya çalıştım. Arkadaşlarımın önünde gördüğüm tebliğlere
bakıyorum, onlar da yekûn itibariyle on sayfanın üzerinde. İster istemez
buradaki sürenin kısıtlılığı bu tebliğlerin bütününü size yansıtma imkanı
vermiyor. Müzakereci arkadaşımız bir takım tespitler yaparken, eleştirilerde bulunurken onun bazı eleştirilerini siz bizden duymamış olabilirsiniz.
Bu yönden de yadırgamayın. Çünkü bu müzekereler daha önce dediğim
gibi yazmış oduğumuz ana metinler üzerine hazırlanmıştır. Şimdi müzakeresini yapmak üzere sayın Doç. Dr. Mehmet Akgül Bey’e söz veriyorum.
Buyurun Mehmet Bey:
————
23
Mehmed Âkif Ersoy, Âsım (Safahat içinde), Haz. A. Vahap Akbaş, Beyan Yayınları, İstanbul
2009, s. 810.
MÜZAKERE
Doç. Dr. Mehmet AKGÜL
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Öncelikle usul ile ilgili bir şey söyleyeyim. Üç hocama da sundukları
tebliğ için teşekkür ediyorum, fakat müzakere süreci konuları birbiri ile
mesafesinden kaynaklanan bir neden ile ayrı ayrı değerlendirme yapmak,
ayrı ayrı konuşmak demek. Bu hususu nazarlarınıza arz etmek istiyorum.
Dolayısıyla benim bu söylenenler babında söyleyebileceğim şeyler sadece
katkı yapmak içindir. Her şeyin süratli bir şekilde değiştiği bir dünyada ve
değişmesi gerektiğine inanıldığı bir dünyada değişmeyen kıymetlerin
üzerinde konuşmak, onları savunmak hakikaten formel dünyada zordur.
Özellikle dünyanın yaşadığı son birkaç yüzyıllık serüveni göz önüne
alınacak olursa dini duyarlılık veya sabit değerler veya ahlaki ilkeler bağlamında dinin ve ahlakın yanında yer almak bu evrensel değişmez sabit
ilkeleri savunmak, bir anlamda ateşten bir örgü gömleği giymek gibi değerlendirilmiştir. Ancak şunu da kabul etmemiz lazım ki tüm bu değişim
sürecine bağlı olarak dünyada yaşanan ve insanlığın geldiği noktada
ortaya çıkan şey insanların yine yeniden sabit değişmez ilke arayışlarıdır.
Bu arayışların temelinde işte fakültemizin organize ettiği bu sempozyumda
ahlak meselesi değişmeyen sabit bir değerler skalası tartışılacak.
Değerli hocalarım bilgiler aktardılar. Ben bu soruya dair iki nokta arz
edeyim. Onları eleştirmekten ziyade, zira bir ölçüde eleştiri bu şekilde
kabul edilebilir, bana ulaşan metinlerle onların takdim ettiği metinler aynı
metinler değil. Dolayısıyla böyle bir boşluğa düşmemek için benim söyleyeceklerim mümkünse katkı olarak alınsın. Hem de sempozyumun ruhuna
da uygun bir şekilde kırıcı olmasın diye düşünüyorum.
İnsanlığın bir takım değişmez hakikat algıları var. Son birkaç yüzyıldır
değiştiğini söyledik. Bu anlamda ahlakın gündeme getirdiği en önemli ilke
evrensel iyi, bu bağlamda yaşanan tecrübeler ışığında tartışılır duruma
geldi. Dolayısıyla hiçbir sabit değerlerimiz kalmadı. Ahlakın konusu bir
anlamda, arkadaşımızın “niçin ahlaklı olmalıyım?” şeklinde Fazıl Beyin
sunduğu tebliği ele alacak olursak yeniden farklı bir şekilde değerlendirmek, Fazıl Beyin konuşmasını da bu bağlamda ele almak lazım. O halde
ahlak bilimi insan eylemlerini nasıl ele alır veya insan kendi eylemlerini
nasıl ele alır, değerlendirir ve davranışa dönüştürür? Ahlakın nihai amacı
64
Modern Çağda Ahlak
nedir, neleri hedefler gibi soruları bir anlamda yeniden tartışmamız gerekir. Çünkü ahlak dediğimiz zaman akla gelen ilk husus insan eylemleridir.
Ahlak, bir eylemi ahlaki açıdan iyi bir eylem yapan niteliksel durumları
sorgulamaktadır. Yani davranışın iyi ve kötü krıterlerine göre değerlendirilmesini sağlamaktır. İyi, kötü, niyet, ödev, gereklilik, determinizm, finalizm, hür irade, özgürlük ve eşitlik gibi modern dünyada sıkça tartışılan
kavramlar klasik ahlak algılarını otomatik olarak değiştirmiştir. Çünkü
mesela birazdan belki yine bahsedeceğiz ahlaktaki adalet kavramı, mutluluk ve erdem kavramı, modern dünyada eşitlik ve özgürlük bağlamında
tartışılan kavramlardır. Mesela şunu söyleyebiliriz: Eşitliğin ve özgürlüğün
savunulduğu bir dünyada -bizim inandığımız ve ahlaki anlamda savunmamız gerektiğine inandığımız değer açısından söylüyorum- insanların
ahlaki anlamda eşit olması mümkün müdür? Bu çerçevede düşündüğümüz
zaman insanların ahlaki anlamda eşit olmaları mümkün değilse yani adalet, eşitlik kavramalarını tarihsel düzlem içerisinde kendi bağlamlarında
yeniden değerlendirmek gerekiyor. Tabi ahlak ile ilgili sorumluluk, sorumlu tutulmak, başkalarını davranışları yüzünden kınamak, insanları sorumsuzlukla suçlamak, küçük görmek, ayıplamak, yadırgamak vb. tavır ve
tutumlar genelde toplumdaki yerleşmiş, örf adet halini almış davranış
kalıplarının, inançların, ahlak kurallarının ilkesidir. Tabi modern dünyada
en önemli sorunlarımızdan birisi, ahlakla ilgili olarak, geleneksel dünyada
farklı kurumlar birbirlerini destekleyen bir boyutta, birbirlerine güç vermek suretiyle birbirlerini ayakta tutarlar idi. Yani dinin helal-haram ölçüsü
ahlakın iyi-kötü ölçüsü, hukukun meşru-gayri meşru ölçüsü estetiğin
güzel-çirkin ölçüsü geleneksel dünyada birbirini dışlayan, birbiriyle çatışan, birbirini yadsıyan ilkeler değildir. Bunlar birbirini bütünleyen, birbirini destekleyen, birbirini besleyen ilkeler olarak değerlendirilir. Yani varlık,
birlik içerisinde evrensel bütünlük içerisinde ele alınırdı ki ahlak ilkeleri de
evrenselliğini, değişmezliğini bir anlamda buralardan alırdı ama modern
dünyada dinin helal-haram ölçüsü, sekülerleşme, değişme, kapitalizm,
sanayileşme, Fransız ihtilali süreçlerini göz önüne aldığımız zaman dinin
helal-haram ölçüsü, ahlakın iyi-kötü ölçüsü, estetiğin güzel-çirkin ölçüsü,
hukukun meşru- gayri meşru ölçüsü birbirinden bağımsız adeta müstakil
değerler haline gelmiştir ki en önemli tartışma noktalarının da buralar
olması gerekiyor.
Sonra yine günümüzde belki de bu sempozyumun organize edilmesine
de sebep olan temel nedenlerden birisi, hepimiz ahlaki yozlaşmadan ahlaki
anlamdaki çöküntüden bahsediyoruz. Geçmiş dönemlerdeki din ve ahlak
üzerine yapılan eleştirilerle mesela Feuerbach’ta da gördüğümüz üzere,
Fatih beyin takdim ettiği şekilde, zamanın ahlakına ahlaki algılarına idraklerine karşı bir eleştirme olduğunu görüyoruz. Günümüzde de bu eleştiriler aynı şekilde devam ediyor. Ahlaki yozlaşma dediğimiz zaman ben
bugün sosyolojik anlamda biraz Durkheimvari değerlendirdiğimiz zaman
onun anomi olarak izah ettiği bir durumla değerlendirmemiz gerektiğini
düşünüyorum. Anomi, kuralsızlık hali demektir. Bugün toplumda yaşadı-
65
ğımız ahlaki yozlaşma olarak ve ahlakı bir tartışma haline getirdiğimiz
durumlar, bizim ahlak ilkesi olarak kabul ettiğimiz genel kabullerle, değerlerle toplumda davranışa yansıyan şeyler birbiriyle örtüşmüyor. Dolayısıyla bizim gayri ahlaki olarak nitelendirdiğimiz, ahlaksızlık olarak nitelendirdiğimiz, yadırgadığımız, kınadığımız davranışlar, işte bu insanların
kabulleri ile dış dünyadaki davranış arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanmaktadır. Bir anlamda bu işin bir boyutudur. Diğer bir şey modern
dünyada davranış normu yoktur. Normsuzluk hali. Biz buna bireyin yalnızlaşması diyoruz, bugün toplumda özellikle gençlere baktığımız zaman
veya yaşlılarla gençler arasındaki nesiller arası çatışma dediğimiz birbirini
eleştirmeye baktığımız zaman gençler genellikle duyarsızlık ve ahlaksızlıkla suçlanabilirler. Sebep? Çünkü yaşlıların sahip olduğu ahlaki kod ve
davranışlarla, gençlerin sahip olduğu kod ve davranışlar bugün birbirine
uymamaktadır. Bu neye benzer? Bunun iki boyutu var: Bir, anomik durum
dediğimiz bireyselleşme, egoistlik boyutu yani Durkheim’in intiharlara
sevk ettiğini söylediği egoistlik boyutu, bireyin yalnızlaşması. Çünkü
ahlakın sosyal koruyucu ilkeleri bu anomik durumdan dolayı bireyleri
artık korumuyor, bireyler kendi arzu ve istekleri doğrultusunda bir hayat
sürüyorlar. Dolayısıyla ahlaktan bahsetmek mümkün değil. İkincisi,
anomik durumun bir de karşıt boyutu vardır. Gelenek ve modern anlamında düşündüğünüz zaman köy ortamındaki bir genç kızı düşünün.
Şehir ortamındaki arzulanan, görüntülenen yaşam tarzıyla köy ortamındaki kısıtlayıcı, daraltıcı şartlar arasındaki gerilim de insanları gayri ahlaki
anlamda intiharlara, daralmalara, ahlaki yozlaşmalara sebebiyet vermektedir.
Şimdi bu iki perspektifi göz önüne aldığımız zaman yani aşırı serbestlikten kaynaklanan “ahlaki duyarsızlık”, bir de aşırı daralmadan, sıkıştırmadan kaynaklanan duyarsızlık insanları ahlaki anlamda yozlaştırmaktadır. Şöyle söyleyelim. Bunu sosyolojik bir dille söylemek gerekirse ahlaki
kuralların, ilkelerin, dini ölçülerin sağlam olduğu bir toplumda faraza bir
kadının bir erkeği fuhuşa sürüklemesi toplumsal bünyede herhangi bir
zarar vermez. Çünkü toplumsal vicdan meydana gelen eylemin veya
bireyin içine düştüğü yanlış pozisyonun ahlaksızlık olduğunu değerlendirebilecek genel ilkelere sahiptir. Ancak toplumda değişmenin hızı ahlaki
kuralların zedelenmesi evrensel bilgilerin tartışılır duruma gelmesi neticesinde eğer kadın ve erkeğin artık fuhuşa düşmeleri değil kadın ve erkeğin
içinde bulunduğu eylemlerin fuhuşiyat olduğunu niteleyen değerlerin
tartışılması gündeme gelecek olursa işte esas sorun, burada yaşanmaktadır
ki günümüzde din dolayında, ahlak dolayında toplumda yaşanan en
önemli tartışmaların kanaatimce bu eserde ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Yani bugün artık insanlar deneyimledikleri, tecrübe ettikleri
eylemler ve içinde bulundukları pozisyonlar nedeniyle artık geçmişteki
evrensel ahlaki ilkelerini sorgular hale gelmişlerdir. Dolayısıyla ahlakın bu
anlamda evrenselliğini ilmi anlamda, akademik anlamda, dini anlamda
özellikle ilahiyatçılar alanında bu bağlamda yeniden tartışılması; toplumun
66
Modern Çağda Ahlak
sabit, değişmez, genel, evrensel iyiye ahlaki kurallara bağlanması gerekiyor.
Çünkü ahlakın amacı geleneksel anlamda erdemli bir hayat yaşamak
mutluluğa ulaşmak yani eskilerin tabiri ile “taslihu-s saade”. Hem dünya
da hem ahirette huzur elde etme, itmi’nana ulaşma ama günümüzde
sekülerleşme ile birlikte özellikle Fatih beyin normlar üzerinden anlattığı,
takdim ettiği şeklide din ve dünyevi ahlakla ilgili değerlendirmeleri göz
önüne aldığımız zaman tanrının fikrinin, tanrının yeryüzüne indirilmesi,
cennettin dünyaya indirilmesi şeklindeki süren sekülerleşme süreci ister
istemez insanı hazlarla yani arzu ve isteklerin tatmini anlamında bir doyuma, mutluluğu sevk etmiş durumdadır ki modern dünyada zaten bizim
dışımızdaki her şey, insanın erdem anlamında evrensel iyi anlamında
yetkinleşmesini öğütleyen bir şey değil, insanın arzu ve isteklerini tatmine
yönelik daha doğrusu Laka’nın bir sözünü söyleyecek olursak “arzunun
nesnesi yoktur.” Fakat bugün ahlaki kayıpların tartışıldığı günümüzde
insanlar tükettiği her nesneyi adeta arzusunun bir nesnesi haline getirmiştir. Dolayısıyla ahlaki yozlaşmayı da bu temellerden, bu gündelik hayatımızdan arayabiliriz. Uluslar arası siyasetle ilgili Hüsameddin hocamın
tebliği ile ilgili onu tamamlayıcı bir iki anekdot sunmamız gerekirse felsefenin babası filozofların duayeni kabul edilen Aristotales’e göre etik ve
siyaset birbirinden ayrılmaz. Onun politikası ve etiği birbirini tamamlayan
eserlerdir. Çünkü geleneksel ahlak dinlerin de esas aldığı ahlak anlayışı,
yani tümel gerçeklik veya evrensel hakikat ve tikellik bilgisinin bu tümeller
üzerinden elde edilmesi şeklindeki mantık anlayışı, metafizik anlayışı ister
istemez geleneksel dini ahlaki anlayışı besliyor idi. Ancak yeniçağlarda
ahlakla siyaset birbirinden ayrılmıştır. Hocam tebliğinde Machiavelli’den
bahsetti, Hobbes’tan bahsetti. Hukuk felsefesi anlamında hem felsefi hem
sosyolojik anlamda hukuk felsefesi Hegel’in veya Rousseau’nun hukuk
felsefesi bağlamında yani klasik ahlak anlayışının siyasetten bağımsızlaşması, siyasetin ahlaktan uzaklaşması, ahlakın siyasetten bağımsız hale
gelmesi bu çerçevede değerlendirilmelidir ki; siyasal toplumsal hayatla
ilişkilendirecek olursak İtalyan birliğinin sağlanması anlamında düşünecek
olursak Machiavelli ilk olarak siyaseti ahlaktan ayıran yani klasik hükmetme biçiminin yerine, bugün hükmetme biçimi olarak sıkça tartıştığımız
iktidar ilişkileri olarak siyasal hayatın çözümlendiği şeyleri bu çerçevede
değerlendirmemiz mümkündür.
Ayrıca Kant’ın daha sonraki asırlarda uluslar arası siyasete -hocamın
da söylediği gibi- itirazı bir yana, özellikle historisizm veya pozitivizm
dediğimiz yaklaşımlar evrensel iyinin olamayacağına dair hukuku, ahlakı,
siyaseti birbirine ayrıştırma süreciyle farklı meşruiyet kanallarına indirgemişlerdir. Şunu da söyleyebiliriz, doğal hukuk savunucuları, Liberaller
anlamında düşünecek olursak, bağlayıcı olduğu savunulan hukukun
geçerliliğini insana verilmiş doğanın değer ve anlamlılığından üretmektedir. Yani insanın tabii olarak sahip olduğu insani vasıflardır ama pozitivist
hukuk taraftarlarına göre böyle bir doğanın olmadığı, hukukun geçerliliği
67
yalnızca yasalara bağlanmış olan hukukla mümkündür. Hukukla ahlak
arasındaki mesafe ve bizim gündelik hayatımızda yaşadığımız yani devlet
ekonomi, siyaset alanında yaşadığımız çatışmalar yani bir şeyin yasal
olması dini anlamda helal olmasını gerektirmiyor, tartışılır duruma getiriyor. Estetik olarak iyiyi görmüyor güzeli görmüyoruz, ahlaki anlamda onu
savunamıyoruz. Dolayısıyla değerler dünyası arasındaki bu çatışma modern dünyanın en önemli çatışması ki modern hukuku meydana getiren
veya modern hukuku oluşturan kurucu ilkelerden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Yani modern hukuk pozitivist hukuk dediğimiz şey, insanların
karşılıklı ilişkilerini düzenlemek için ortaklaşa kararlaştırdıkları sözleşme,
sosyal kontrattır. Yazılı olarak kesinleştirip kağıda döktükleri genel bağlayıcı yasalarla ilişkili olduğunu iddia etmektedir, pozitivistler. Şimdi böyle
bir yasa, adeta insani toplumsal ihtiyaçların dışında insanın evrensellik
arayışının dışında insanı adeta zapt-u rapt altına alan, kontrol eden baskıcı
totaliter rejimlerin de zaten modern dünyadaki siyaset felsefesi değerlendirmelerine de baktığımız zaman modern iktidarın totaliter doğası hukuktan kaynaklanan bu pozitivistik, historistik değerlerden kaynaklandığı
söyleniyor ve evrensel ilkelerden uzaklaşması bağlamında değerlendiriliyor.
Auerbach’ın düşüncesi göz önüne alındığı zaman, ben bugün modern
dünyada dine ve dini düşünceye entelektüel anlamda, bilimsel anlamda en
şiddetli tehdidin, eleştirinin Marksist düşünürler tarafından yapıldığını
söylüyorum. Yani “görüyoruz, biliyoruz “ söylüyorum, biraz zahiri oldu
özür dilerim. Bu biliniyor. O halde dini düşüncenin, dini ahlakı savunanların, ahlakı yeniden dinle temellendirme iddiasında olanların Nietzsche’den
olsun, Feuerbach’tan olsun, Karl Marx’dan olsun, Marksist düşüncenin öne
çıkardığı değerler bağlamında yeniden ele alınması gerektiğini düşünüyorum; yani bunları salt bir eleştiri olarak değerlendirmekten ziyade, bir
özeleştiri olarak görmek kendimizin yeniden ihyasını, inşasını dini anlamda evrenselliklerimizi, inşayı bu temelde yapabilmemiz açısından bir araç
olarak değerlendirilmesini söylüyorum. Mesela Nietzsche’nin “Tanrı öldü”
düşüncesinin dini bir eleştiri olarak alınabilir bir yanı var mıdır? Vardır.
Feuerbach, keza, insanın özgürlüğünü, yani insanın asaletini soyluluğunu
öne çıkaran değeri göz önüne aldığımız zaman ahlaki eylemleri, belki biraz
Fazıl Bey’i eleştirdiğim noktayı söylemem gerekiyor, ahlak ile çıkarı kavram olarak bile yan yana getirmek nasıl ifade edilir, bunu anlamak mümkün değil. Çünkü evrensel iyinin, salt iyinin –gerçi sonradan Allah rızası
ifadesini kullandı kendisi ama- bir şey ahlaki anlamdaki bir bilgi, sadece iyi
olduğu için yapılır ki bir eylem sadece iyi olduğu için yapıldığı için ahlaklıdır. Yoksa başka bir nedene bağlı olarak yaptığımız zaman orada ahlaktan bahsetmemiz mümkün değildir. Dolayısıyla bu son dönemdeki eleştirileri böyle değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Toparlayacak olursak, aslında söyleyecek çok şey var. Beni biraz da
parçalayan tepkilerin farklı olması. Dinden bağımsız bir ahlak düşünülebilir mi nihai anlamda? Ben bir ilahiyatçı olarak, bir Müslüman olarak hem
Modern Çağda Ahlak
68
de insanlık tarihini hasbel kader bilgi düzeyinde okuyan, inceleyen, araştıran birisi olarak dinden bağımsız bir ahlakın müeyyidesinin zayıf kalacağını söyleyebilirim. Yani dinden bağımsız bir ahlak asla mümkün değildir.
Toplumlarda, şunu söyleyebiliriz tek başına bir ateist, tanrıtanımaz, ahlaklı
olabilir, son derece ahlaklı davranabilir. Buna saygı da duyarız ancak
ahlak, bireysel hayatta geçerli değildir. Ahlakın geçerli olduğu alan toplumsal alandır ki toplumsal alandaki duyarlılıkları, müeyyideleri dinden
bağımsız hale getirmek kolay kolay mümkün gözükmüyor. Çünkü insanlık
tarihindeki tecrübeler de bunu gösteriyor. O halde ahlak nedir? Dinle
temellendirilmiş bir ahlaktaki “yapmalısın!” yada “yapmamalısın!” biçimindeki ahlaki gereklilik buyruğunda, netice olarak Tanrı insana hitap
etmektedir. Yani biz, “yapınız!” “yapmayınız!” emrini bir söz, bir mülakat
olarak veya bir karşılık olarak alıyoruz. Ahlaki sorumluluğu ve eylemi
gerçekleştiren insan da, ahlaki davranışla Tanrıya cevap vermektedir.
“Tanrı hem kutsal hem de iyi olan ise ahlaki iyi kutsal olandır” dan köklenir, ahlaklılık ise karşılığını ancak ve ancak dinde bulur.
Son cümlemi söylemem gerekirse, biraz tirübüne oynayalım:
“Güzellik uzmanlarının bile çirkinleştiği bir dünyada kalıcı güzellik ancak ahlak ile mümkündür.”
Hepinize teşekkür ediyorum…
Oturum Başkanı: Doç. Dr. Mehmet Akgül Bey’e bu değerlendirmelerinden dolayı çok teşekkür ediyoruz. Bu üçüncü aşama sorulan sorulara
cevap verme aşaması, sorular yazılı geldiği takdirde cevap verme imkanı
olacaktır. Şimdi sorulara cevap verme aşamasına geçiyoruz. Sözü ben yine
Mehmet Akgül beye vereyim çünkü ona soru geldi. Onun tek sorusu
olunca cevabı sanıyorum kolay olacak.
Mehmet Akgül: Hocam beni sıkıştırdığı için atladığım bir pasajı okuyayım madem. Bana yöneltilen soru şu: “Modern hukuk İslam ahlakına
tamamen uygun mudur?” böyle bir şeyi söylemek mümkün değil. Çünkü
dini hukukla modern hukukun artalanı yani hareket ettikleri temel ilkeler
birbirinden farklı. Çünkü modern hukukun ve modern toplumdaki bireyin
davranışları göz önüne alındığı zaman siyasal eylem eşitlik ve özgürlük
ilkesine, bir yandan da hukuk ve anayasaya bağlanır. Şimdi hukuk ve
anayasa kavramı, dikkat edecek olursanız konuşmamada pozitivizmle ilgili
olarak söylediğim cümleyi tekrar hatırlatacak olursam hukuk dediğimiz
şey, pratik insani tecrübenin ürettiği ve insanların sözleşme bağlamında
uymayı vaat ettikleri metinlerdir. Üst bir ilke, üst bir değer taşıması gerekmez. Zaten hukuk ahlak ilişkisi, bugün ülkemizdeki anayasa değişikliği
meselesini göz önüne alacak olursak, mevcut hukukun veya modern hukukun evrensel ahlaki ilkelere uygun olduğunu söylemek mümkün değil
ama klasik anlamda söyleyecek olursak geleneksel toplumdaki örf ve
adetler, bir anlamda yazılı metin haline getirilmemiş hukuk normlarıdır.
Ancak Türk toplumu gibi değişim geçiren toplumlara baktığımız zaman
69
Türkiye’deki hukuk normlarıyla Türk toplumunun örfleri ve ahlakının
birbirine çok da yakın durduğu pek söylenemez. Genel hukuk ve ahlak da
modern dünyada birbirinden uzaktır. Teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı: Biz teşekkür ediyoruz Mehmet Bey. Şimdi kendisine
ulaşan soruları cevaplamak üzere Yrd. Doç. Dr. Fazıl Karahan Bey’e sözü
veriyorum.
Fazıl Karahan: Teşekkür ediyorum hocam. Sayın Mehmet hocamın sorusuyla bana gelen bir soru çakıştığı için zaten benim bildirimin de özü o
olduğu için soruyu atlayacağım. Burada şunu söyleyelim. “Ahlak çıkar için
olamaz” iddiasının tam tersini iddia etmek lazım diyorum. Çıkarsız bir
eylem olamaz niye? Bunu şunun için söylüyorum. Bir eylemin ahlaki bir
eylem olabilmesi için olması gereken şartlara bakalım. Bilinçli olması
gerekir. Bilinçsiz hiçbir eylemin ahlaki olduğu söylenemez. Bilinçli bir
eylemi düşünelim. Biliçli bir eylem mutlaka bir gaye, bir gerek içermelidir.
Eğer bir gayesi bir gereği yok ise böyle bir eylemin bilinçli olduğu söylenemez. O zaman ahlaki olduğu da söylenemez. Ortada gaye var ise zorunlu olarak da bu, çıkarı gerektirir. Siz bu çıkarı illa maddi anlamda anlarsanız benim tebliğimi çok yanlış anlamış olursunuz. Tekrar vurguluyorum.
Buradaki çıkar, maddi ve manevi çıkardır. Biz bir insanla dost oluruz. “Ya
ben sadece dostluk için arkadaş oluyorum” tamam doğru. Siz annenizi
babanızı sadece anneniz olduğu için, babanız olduğu için seviyorsunuz,
tamam; böyle gibi görünüyor ama öyle değil. Siz annenizi sadece anneniz
olduğu için seviyorsunuz doğru ama anneniz sizin kalbinizi kırdığında ya
da mirasını paylaştırırken babanız size kardeşlerinize göre haksızlık ettiğinde gücenmez misiniz, kırılmaz mısınız, incinmez misiniz? Sizin rızanızı
gözetmek, çıkarı bu anlamda almak durumundayız. Ben burada bir tespit
yaptım. Benim yaptığım tespit, bütün felsefe tarihini çıkar açısından bir
değerlendirmek, kimisi haz çıkarı olarak değerlendiriyor, kimisi medeni
hazlar, kimisi entelektüel hazlar. Bunu dini açıdan düşünürseniz manevi
hazlar veya farklı hazlar açısından düşünürsünüz. Dolayısıyla ben o çıkarı,
bütün anlamlarıyla değerlendirerek sosyal bilimlerin deyimiyle
fenomenolojik yaklaştım. Aslında ben burada yeni bir şey söylemiyorum.
Bu noktada iddiamın arkasındayım. Burada şöyle bir eleştiri gelmiş
“Heidegger ateist değildir” tartışılabilir belki. Ateist olmadığını söyleyenler var doğrudur. Burada benim asıl maksadım şu ateisttir bu ateist değildir demek değildir. Asıl maksadım şu, ahlakın ereğini sadece dünyevi
gayeler içerisinde bırakanlar grubunda aldım Heidegger’i. Bu anlamda
değerlendirdim. Celal Türer hocama sorarsak William James de acaba bir
uhrevi hayatı ya da uhrevi varlığı kabul ediyor mu etmiyor mu, o alana
atayım mı atmayayım mı endişesi içerisine girmiştim. Bunu görmek zor
olduğu için onu da dünyevi çıkar içerisinde değerlendirdim.
Kant’ı korku açısından değerlendirmek doğru değil haklıdır. Ben de zaten öyle bir şey söylemedim. Teşekkür ediyorum.
70
Modern Çağda Ahlak
Oturum Başkanı: Teşekkür ediyoruz Fazıl Bey. Şimdi de soruları cevaplamak üzere Fatih Toktaş beye sözü veriyorum. Buyurun Fatih Bey.
Fatih Toktaş: Teşekkür ederim başkanım. Sayın hocam, konuşmamla
ilgili iki tane noktaya değinmiş. Birincisi “Aristotales realist değil idealist
bir filozoftur. Ben konuşma içerinde Platon ile Aristoteles’i idealist ahlak
felsefecisi olarak ele aldım. Tabii ki böyle çok ayrıntılı olarak ince ayrımlar
yapmadım. Aristotales felsefi olarak, fizik olarak ve metafizik olarak değerlendirilebilir. Ama sanırım ahlak söz konusu olduğunda Platon ile Aristoteles’i çok da ayırmamak, ikisine de idealist ahlak bakışı içerisinde değerlendirmek çok yanlış olmayabilir diye düşünüyorum.
İkinci nokta ise “Platon ve Aristotales’in etik anlayışlarını ifade eden
mutluluk ahlakı aynı zamanda katagorik nitelemedir. Bu ahlak hedonistik
değil mutluluk ahlakıdır, yani mutluluğun peşinde koşan bir ahlaktır.”
Buradaki mesele de şu: Kaba hazcılık dediğimiz insanın şehvet, arzusunun
peşinden koşan bu tür ahlakı hedonizm yada hazcılık olarak nitelendiriyoruz. Ama aynı zamanda ahlak insanla ilgili bir haz anlayışıdır. Ancak bu
haz anlayışı, akla dayanan yani akılsal kavramalara dayanan aklın ürettiğine dayanan bir ahlak ise yani ben bugün sabahtan akşama kadar ihtiyacım olduğu halde yemiyorsam ve içmiyorsam ama akşamın bir anında bir
ezan sesiyle yemeye başlıyorsam benim o an duyduğum haz, evet bir
yerde beslenme ihtiyacıma ilişkin bir hazdır ama benim daha çok aldığım
haz, o eylemi yapmaktaki duygumun aldığı hazdır. Mutluluk ahlakı bu
anlamda incelmiş haz ahlakı olarak değerlendirilebilir. Hedonizmden farkı
da sanırım bu. Farabi, Platon, Aristotales’in çizgisi de kaba hazcı değil, bu
ince hazcılıktır. Akla ve yüksek duygulara dayanan hazdır. Bu nedenle
eğer konuşmam içinde Arsitoteles’i Platon’u hedonistik olarak nitelendirdiysem hata yaptım demektir, halbuki bu mutluluk ahlakıdır. Düzelti için
de teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı: Fatih Toktaş beye çok teşekkür ediyoruz. Bu arada
bir soru da bana sorulmuş. İzninizle ben de ona cevap vereyim. Soru şu:
siyaset ahlakını İslam ahlakı ile nasıl yoğurabiliriz? Yoğurma işi benim işim
değil ama belirtmem gereken bir husus var. İslam ahlakı dediğiniz zamanda İslam ahlakının temelde ferdi esas alan bireysel bir yönü var. Aile ve
toplumu esas alan bir ikinci boyutu var. Bu sosyal boyut içerisinde İslam
ahlakının yer verdiği hususlardan birisi de siyaset ahlakıdır. Dolayısıyla
toplum ahlakı diye nitelendirdiğimiz ahlakın aile ahlakı, cemiyet ahlakı ve
devlet ahlakı ya da siyaset ahlakı gibi üçayağı vardır. Dolayısıyla İslam
ahlakının siyaset ahlakıyla yoğrulması diye bir hadise yoktur. O zaman ne
vardır? Zaten siyaset ahlakı doğrudan İslam ahlakının içinde yer alır. Öyle
olunca da onu bir ayrı kategoriye koyarak bu siyaset ahlakıdır, bu da İslam
ahlakıdır demenin bir anlamı yok. Bu sebepledir ki, İslam ahlakı bireyi esas
alan, toplumu esas alan iki ahlak kategorisine ayrılabilir. İkinci grupta ise
aileyi ve toplumu ve devleti esas alan üç aşamalı bir ahlak anlayışından söz
71
edilir. Zaten benim tebliğin de konusu olan siyaseti ahlakı, uluslar arası
siyaset ahlakının yer aldığı bu İslam’ın ve diğer siyaset ahlaklarının içinde
özel bir alan olarak yer almaktadır ve dolayısıyla siyaset ahlakının özel bir
alanıdır.
Hepinize teşrifinizden ve bizi dinleme zahmetinde bulunduğunuzdan
dolayı çok teşekkür ediyorum. Sizlere yaklaşık bir saati aşkın bir buçuk
saate yakın sıkıntılı anlar yaşattık. İnşallah konuşulanlar ve sorulan sorular, sorulara verilen cevaplar faydalı olmuştur.
Öğleden sonraki oturumumuz saat 14.20’de başlıyacaktır. İkinci oturumda buluşmak ve görüşmek üzere hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Allaha emanet olunuz.
BİRİNCİ GÜN / İKİNCİ OTURUM
DİN VE AHLAK
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. Ahmet Kamil CİHAN
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
1. Tebliğ:
Ahlakın Teşekkülünde Dinin Yeri
Doç. Dr. Kamil GÜNEŞ
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
2. Tebliğ:
Dinden Ahlaka Doğru: Ahlaki Değerlerin Teşekkülü
ve Gerçekleştirilmesinde Dinin Yeri
Doç. Dr. Fethi Kerim KAZANÇ
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
3. Tebliğ:
Ahlaki Bir Yaşamın Motive Edici Unsuru Olarak Din
Yrd. Doç. Dr. Ferhat AKDEMİR
Sinop Üniversitesi Eğitim Fakültesi
4. Tebliğ:
Dogmatik Dindarlık ve Din Referanslı Şiddet:
Dış Güdümlü Din Algısının Patolojik Yansımaları
Doç. Dr. Abdülkerim BAHADIR
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Müzakere
Prof. Dr. Ramazan BUYRUKÇU
Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
BİRİNCİ GÜN / İKİNCİ OTURUM
DİN VE AHLAK
Oturum Başkanı
Prof. Dr. Ahmet Kamil CİHAN
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Oturum Başkanı: Sayın Dekanım, değerli hocalarım, kıymetli meslektaşlarım, kıymetli öğrenciler hepiniz hoş geldiniz. Oturumu açıyorum.
2. oturumun konusu “Din ve Ahlak” olarak belirlenmiş durumda. Bu
konuyla ilgili olarak değerli hocalarımız tebliğlerini bizlerle paylaşacaklar.
Bildirilerle ilgili sorular olursa bir kağıda yazıp bize bildirirseniz hocalarımız cevaplandıracaktır.
Her bir hocamıza tebliğlerini sunmak üzere 15 dk’lık bir süre verilecektir.
Din ve Ahlak aslında ikisi bazen iç içe bir tabir, bazen ayrı olarak mütalaa edilen kavram. İslamiyet açısından baktığınız zaman ahlakın dinin
içeriğinde olduğunu görüyoruz, ama bir de ahlak yani insanın iradesinden
kaynaklanan davranışlar iyiyi istemesi, hayrı yahut fazilet gibi konulara
baktığımız zaman bizatihi kendi başına bir alan olarak da ele alındığını
görüyoruz.
Düşünce tarihi açısından baktığımızda dinin içinde olanlar ile dinden
bağımsız şekilde hareket eden insanların nasıl iyi bir insan yetişir, iyinin
kendisi nedir, nasıl iyi bir insan olunur konularıyla ilgilendiğini görüyoruz.
Bugünkü başlıklara baktığımız zaman daha ziyade dinin içinden bir
bakış söz konusu. Bu konuyla ilgili olarak Doç. Dr. Kamil Güneş Bey’in
bildiri başlığı da bu adı taşıyor. “Ahlakın Teşekkülünde Dinin Yeri”. Sözü
değerli hocamıza bırakıyorum, hocam buyurun:
1. TEBLİĞ
AHLAKIN TEŞEKKÜLÜNDE DİNİN YERİ
Doç. Dr. Kamil GÜNEŞ
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
GİRİŞ
Ahlak ve din olgusu, İslam perspektifinden bakıldığında birbirinden
ayrılması düşünülemeyen gerçeklerdir. Hem Allah’a karşı duruşta, hem
toplumsal ilişkilerde, hem kişisel davranış düzeyinde, hem de bedenî ve
çevre temizliklerinde yerleşik ve kabul edilebilir bir davranış tarzına sahip
olunması gerektiği anlamlarının hepsini içeren el-Müddessir suresi ilk
ayetlerinde “elbiseni temizle”1 şeklinde buyrulması, İslam’ın gerek akide,
gerek amel olarak ahlakî değerleri davetinin ilk başlarına yerleştirdiğini
göstermektedir. Kuşkusuz bu ayetle kastedilen mana sadece fizikî anlamda
elbise olmayıp, buna ilaveten kendisinin veya kalbinin günahtan, gadirden,
davetin kabulüne mani olacak kirli ahlaktan sakınması, nasihatleri kabule
yönlendirecek güzel ahlak ile donanması manasına da gelir.2 Ayetin hem
maddî hem de manevî temizliğe şamil olması İslam ahlakının her iki yöne
de büyük önem verdiğini göstermektedir.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra, Hz. Aişe’ye “Resûlullah’ın ahlakı
nasıldı” sorusuna onun “Hz. Peygamber’in ahlakı Kur’an idi” diye cevap
vermesi3, müslümanlar için gerek Allah’la ilişkilerinde, gerek toplumla
olan muaşeretlerinde ve gerek eşyaya bakış ve yaklaşım biçimlerinde
dünya ve ahiret saadetini temin noktasında en dengeli ve en güzel davranış biçimine götüren unsurun Kur’an olduğunu ortaya koymakta, aynı
zamanda kişinin hem kendisine hem de insanlara faydalı ve güzel sonuç
doğuran, hikmetin yakalandığı amelleri yapmasının en temelindeki saikın
din olduğunu göstermektedir.
İslam dini açısından müslüman ahlakının temelinde Allah ve ahiret
inancı olduğu çok açıktır. “Hikmetin başı Allah korkusudur”4 hadis-i şerifi,
özellikle pratik ahlakın temelinin neye dayanması gerektiği noktasında yol
————
1
el-Müddessir, 74/4.
2
Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5450-1
3
Muvatta, “Hüsnü’l-huluk”, 8.
4
Beyhakî, el-Câmi’ li Şuabi’l-îmân, II, 202, hadis no: 729, 730.
İkinci Oturum
77
göstericidir.
Diğer özellikleri yanında ahlakî bakımdan da müslümanların mutlak
örneği olan Hz. Peygamber’in bu bağlamda takip edilmesi gerektiği Allah
ve ahiret inancına bağlanmıştır. Şu ayet bunu ortaya koymaktadır: “ ‫ﻟﻛم‬
َْ َ
َ َ ‫ﻟﻘد‬
ْ ُ َ ‫ﻛﺎن‬
ٰ ‫اﻻﺧر وذﻛر‬
ٰ ‫اﻟﻠﻪ اﺳوة ﺣﺳﻧﺔ ِﻟﻣن ﻛﺎن ﻳرﺟوا‬
ٰ ‫رﺳوﻝ‬
ٰ
ِ
ِ
ِ
”
:
“Andolsun,
Allah’ın
Resu‫اﻟﻠﻪَ َﻛﺛﻳ ًار‬
‫اﻟﻳوم‬
‫و‬
‫اﻟﻠﻪ‬
‫ﻓﻰ‬
ّ َ َ َ َ َ ْ َ ْ َْ َ َ ّ ُ ْ َ َ َ ْ َ ٌ َ َ َ ٌ َ ْ ُ ّ
َُ
lünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden
kimseler için güzel bir örnek vardır.”5 Bir başka ayette Hz. Peygamber hakkında, “gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin”6 buyrulması, onun
ahlakının yüceliğine vurgu yaparken diğer yandan onun ahlakının Allah’ın
kontrolünde olduğuna, güzel ahlakın arkasında dinin güzelliği bulunduğuna işaret etmektedir.
Bugünkü toplumsal değerlerimizi ve huzurumuzu yitirdiğimiz, olması
gereken davranışların yoksunluğunu yaşadığımız bir dönemde kişinin aile
içinde, büyükleri ve küçükleri karşısında, erkek ya da kadına, komşuya,
ilim adamlarına, ebeveynlere, mal-mülk karşısındaki duruşunda, kazanma
ve kaybetme kavramlarına yüklediği anlamlarla şekillendirdiği gelecek
perspektifinde nasıl dengeli bir davranış ve hayat tarzı ortaya koyması
gerektiğinin açık işaretleri dinde vardır. İslam, onca olumsuz ahlakî tutumları ısrarla ortaya koyan bir toplumu, Hz. Peygamber’in rehberliğinde
tarihin en medenî ve ilkeli toplumu haline nasıl getirdiğinin örnekliğini
bizzat vermiş ve günümüze ışık tutmuştur. Bu tebliğde bireysel ve toplumsal alanlara yansıyan haliyle çalışkanlık, cömertlik, cesaret, bir amaç sahibi
olma, sorumluluk gibi güzel ahlakı ortaya çıkarıcı, bunu yerleştirici ve
devam ettirici bir unsur olarak dinin yerini incelemeye çalışacağız.
AHLAKIN KAYNAĞI MESELESİ
Burada şu soruları zikretmek mümkündür: Bir davranışı yaptıran ve
onu kişiye ya da topluma yerleştiren temel saiklar nelerdir, gerçekte ne
olmalıdır? Dinin, güzel davranışların oluşumundaki rolü nedir? Ahlakın
yaptırıcı gücü, temeli din mi olmalıdır, yoksa başka unsurlar da ahlakın
temeli olabilir mi?
İnsanı, ahlakî davranışa iten temel unsur olarak lezzet, menfaat duygusu, bencillik, diğerkâmlık, vicdanî ve kalbî meyil gibi saikların varlığı ileri
sürülebilir.7 Ya da ahlakî davranışa iten ve onu kökleştiren üç ana unsurdan söz edebiliriz: 1-Sosyal saiklar, 2-Vicdani saiklar, 3-Dinî saiklar.8
İnsanları kötü davranışlardan alıkoyabilecek unsurlardan birisi “sosyal
yaptırımlar”, diğeri de “kanunlar”dır. Mükâfattan ziyade, cezalar üzerine
kurulu kanun yapısı bir takım kötü davranış ve eylemlerden insanı koru————
5
el-Ahzab, 33/21.
6
el-Kalem, 68/4.
7
Akseki, Ahlâk İlmi ve İslâm Ahlâkı, s. 25.
8
Erdem, Ahlâk Felsefesi, s. 90.
78
Modern Çağda Ahlak
yabilir.9 Diyelim ki hırsızlığa, yolsuzluğa karşı bir tedbir olarak düşünülebilir. Sosyal baskılar, ayıplama, kınama gibi yaptırımlar ahlakdışı tutumlardan insanı vazgeçirebilir. Toplum, kendisini ifsat edeceğini düşündüğü
davranışa karşı refleks göstererek bunları cezasız bırakmayabilir.10 Bu ceza,
manevî yaptırım şeklinde de olabilir. Hem sosyal yaptırımın hem de kanunların bir dereceye kadar kötülüklerden vazgeçirmede etken olduğu
söylenebilir.
Ne var ki, her iki durumda da kötü davranıştan vazgeçme ya da iyi bir
davranışı yapma, kişinin içinden gelerek, istekli, bilinçli ve severek olmazsa bunun o kişi açısından gerçekte bir değeri yoktur. Üstelik hem o kişinin
kendisi hem de toplum ikiyüzlü birisiyle karşı karşıyadır. Bu durum bile
başlı başına gayr-i ahlakî bir olgudur. İlave olarak kanun gücü ve sosyal
yaptırım, kişiyi kötülükleri yapmaktan nispeten alıkoysa da iyiliklere
yönlendirmede başarılı olamaz. Belki yine bir dereceye sosyal taleplerin
takdir duygusunu harekete geçirmesiyle bir takım iyilikler yapılabilir. Ama
bunun da problemleri vardır. Bu durumda başkalarına beğenilme ve gösteriş duyguları öne geçebilir ve ahlakî gözüken eylemi, sahih çıkışından
saptırabilir. Ayrıca mesela, bir toplumda eğer birtakım iyiliklerin takdir
edildiği izlenimini edinilmezse ya da artık iyilikleri takdir etmeyen bir
toplum yapısıyla karşılaşılırsa o zaman ne olacaktır? Burada daha başka
açıklar da bulunabilir. Görüldüğü gibi kanun ve toplum, ahlakî davranışları oluşturmada, korumada önemlidir, ama asla yeterli değildir.
Çözüm olarak “vicdan” gerçekliğinin, ahlakî davranışları oluşturması,
kişiyi kötülülüklerden alıkoyması, iyi ve güzel şeylere sevk etmesi halinden söz edilebilir. Gerçekte insanın gönlünde iyiliğin meydana getirdiği
huzur ve memnuniyet, kötülüğün meydana getirdiği ıstırap ve pişmanlık,
ahlakî bir davranışın oluşumunda yaptırım gücüne sahiptir.11
Ahlakın bir fıtrî bir de dinle öğrenilen boyutu olduğunu düşünürsek,
bir kişi inanmasa bile kendisinden dinin de güzel gördüğü eylemler ortaya
çıkabilir.
Bununla birlikte vicdan önemli olmakla birlikte yeterli değildir. Zira
vicdanî değerleri harekete geçiren kuvvet zamanla zayıflayabilir.12 Ya da
vicdanı, kendisini harekete geçirmeyen kimselere hangi güç yaptırım
uygulayacaktır? Birtakım insanlar vardır ki, İlahi bir dine inanmamakla
birlikte –kendisi yaratını ikrar etmese de- fıtratlarının getirdiği vicdan,
onları iyiliğe ve erdemli davranışlara sevk edebilir. Peki, vicdanlarının,
kendilerini erdemli duruşa geçirmediği, bununla birlikte kanun ve toplumsal yaptırımın da olmadığı ya da yetersiz olduğu durumda kişileri olumlu
davranışlara hangi güç sevk edecektir?
————
9
Erdem, Ahlâk Felsefesi, s. 90.
10
Erdem, Ahlâk Felsefesi, s. 91.
11
Erdem, Ahlâk Felsefesi, s. 91.
12
Erdem, Ahlâk Felsefesi, s. 92.
İkinci Oturum
79
İlave etmeliyiz ki, dinî bir çerçeve gözetilmeksizin ahlakî tutum ve
davranışlar sadece vicdanlara bırakıldığında bir başka büyük problem
daha bizi beklemektedir. Bu da iyi ve kötünün ne olduğu, sınırlarının
nerede başlayıp bittiği meselesidir. Mesela konu İslamî açıdan değerlendirilmediğinde, kanunen yasak olmayan ve toplumun belli bir kesimi tarafından olumsuz bakılmayan içki içmek, örtülmesi dinen gerekli yerleri
açarak gezmek, kumar oyunları oynamak gibi örneklerini çoğaltabileceğimiz hususların ahlakî olup olmadığı meselesiyle karşı karşıya kalmaktayız.
Dinin kontrolün de olmayan vicdan için, eğer bu sayılanlardan zevk alınıyor ise bir sorun yoktur, ama bir müslüman için bunlar gayr-i ahlakî şeylerdir.
Akıl yürütmeye devam edelim: Yine kendisini bir inançla bağlı görmeyen bir kimse, vicdanı gereği hırsızlık ve yolsuzluklara karşı çıktı. Helalharam sınırını zaten tanımayan bu kimse için ekonomide zenginlik ve
refahın herkese dağıtılması, sağlık sorunlarının düzeyli bir biçimde giderilmesi, herkesin inandığı gibi yaşaması, yaşanılan hayat kalitesinin üst
düzeyde olması gibi hususlar temel hedefe konulurken hayat, tat ve lezzet
almaya indirgenmektedir. İnanan bir insanın adalet, refah ve özgürlük –ki
dininin izin verdiği yere kadar- gibi talepleriyle bir inanca sahip olmayan
kişilerin benzer talepleri örtüşebilir. Ancak bu talepler, sadece “Rabbimiz,
bize dünyada iken ne vereceksen ver” deyip de “ahiretten nasibi olmayan”13 kimselerin düşünce tarzıyla birleşmektedir. Buna karşılık bir
müslüman şöyle demelidir: “Onlardan kimi de “Rabbimiz! Bize dünyada da
iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru” der. İşte bunlar kazandıkları şeylerin hayır ve bereketlerini fazlasıyla görürler.”14
Kendisini herhangi bir din ile bağıntılı görmeyen kimselerde fıtratlarından kaynaklanan güzellikleri görmek mümkündür.15 Ne var ki İslam
açısından güzel bir fiilin kabulü, onun Allah’ın emirleri, yasakları, rızası,
sevmesi gözetilerek yapılmasına bağlıdır. Bu konuda amellerin niyetlere
göre değer kazanacağı hadisi16 malumdur.
Sonuç itibariyle dinin, ahlakî davranışların yaptırıcı ve itici gücü olduğu gerçeğiyle yüzleşmek gerekmektedir. Herhangi bir inanca bağlanmayanlar için anlam ifade etmemekle birlikte -ki onların düşüncelerini yukarıda kısmen müzakere etmiştik- İslam penceresinden bakıldığında güzel
ahlakın yerleşmesi ve kötülüklerin uzak tutulması noktasında hem teorik
hem de pratik örnekleriyle dinin rolü ve etkisi son derece belirgindir.
Güzel bir davranışa sevk eden, kötülüklerden alıkoyan en önemli ve en
büyük güç, iman gücüdür. Allah’a ve ahirete iman, davranışların, hem her
yer ve zamanda yapılması, hem de devamlılığın sağlanması bakımından en
————
13
Bk. el-Bakara, 2/200: “İnsanlardan, “Ey Rabbimiz! Bize (vereceğini) bu dünyada ver”
diyenler vardır. Bunların ahirette bir nasibi yoktur.”
14
el-Bakara, 2/201-202.
15
Ceylan, “Din ve Ahlak”, s. 113.
16
Bk. Buhârî, “Bed’ül-vahy, 1”, “İman, 41”; Müslim, “İmara”, 155.
80
Modern Çağda Ahlak
sağlam ve en kuvvetli yaptırıma ve muharrik güce sahiptirler. Esasen bu
güç Allah’ındır, Allah’tandır; bir kimse kendi nasibine ne kadar güçlü
imana sahip, gökleri, yeri, bu hayatı ve geçiciliği ne kadar ciddi düşünür,
bu düşünceyi besleyecek Kur’an okuma ve namaz gibi güzel eylemlere ne
kadar samimi ve yeterli derecede sarılırsa en güzel ahlaka sahip olur.
Peygamberlerde bulunan ve takip edilmesi istenen ahlakın da kaynağı
budur.17
İnsanı ahlaklı olmaya iten temel güç, bize göre dinî unsurlar olunca insanın özgürlüğünün yorumlanması ve bu özgürlük yorumunun teorik
olarak kişinin ahlaklı olanı seçmesine imkân tanıyıp tanımadığı konusu
önem arz etmektedir.
Din, fertlerin ahlaklılığı için öncelikle onların özgür kimseler olduğunu
teslim eder. Davranış özgürlüğü olmayan bir kimsenin yaptıklarının ahlakîlikle nitelenemeyeceği açıktır. Kelamî sonuçları itibariyle katılmasak da
Mutezile’nin, Allah’ın adaleti ve insanın özgürlüğü bağlamında ısrarla
vurguladığı husus da tam olarak budur. Onlara göre, insanın tamamen
özgür olmadığı bir eylemin ahlakî bir değeri yoktur. Eylemlerimizin ahlakî
ve bize olabilmesi için Allah’ın değil tamamen bizlerin var kıldığı türden
olması gerekir.18 Ne var ki bu düşünce, insan özgürlüğünü güçlü bir şekilde vurgulasa da, İlahî ilim, kudret, irade ve yaratma sıfatlarını bu bağlamda yorumlamada büyük sıkıntılar çektiği için tek yönlü gözükmektedir.
Tartışma yeri burası olmamakla birlikte Ehl-i Sünnet’in hem kulların özgürlüğüne yaptığı vurgu -ki bu, Mutezile’den aşağı değildir- hem de İlahi
sıfatların, fiillerimizin her aşamasında devrede olduğuna dair yaptığı
izahlar dengeleri daha sağlam kurmaktadır.19
Şimdi de ahlakın kaynağının ne olduğuna dair bir tartışmaları derinleştirmeden, İslam cephesinden bakarak bu kaynağın ne olduğunu örneklerle
ortaya koymaya çalışacağız.
Şunu söylemekte yarar vardır: Bizim inancımıza göre insan hayatını
düzenleyen ilk unsur Hz. Âdem vasıtasıyla başlayan süreçte din olduğuna
göre ahlakî ilkeleri ve vazifeleri de ilk öğreten din olmalıdır. İslam nokta-i
nazarından bakıldığında ahlakın kaynağında ilahî telkinler vardır.20
Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği İslam’da da ahlakın temelinde din unsurunun bulunduğu görülmektedir. Onun öğretilerine bakıldığında kişinin
hürriyet ve sorumluluğuna yapılan vurgular, Allah’a, insanlara, eşyaya ve
diğer canlılara karşı davranış vazife ve biçimleri, kalp ve diğer azaların
kötülüklerden temizlenmesi gerektiğine davet ve daha başka öğeler, İslam’ın ahlak temelli bir din olduğunu ortaya koymaktadır. Din, esasen
————
17
Bk. el-Ahzab, 33/21; el-Mümtehine, 60/4; el-Kalem, 68/4. Ayrıca Bk. Draz, Kur'ân Ahlâkı, s.
221.
18
Bk. Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-hamse, s. 323-326.
19
Bk. İbnü’l-Hümâm, el-Müsâyera, s. 100-133.
20
Akseki, Ahlâk İlmi ve İslâm Ahlâkı, s. 7.
İkinci Oturum
81
soyut bir şeydir. Karşımızda şu, dindir diye gösterebileceğimiz bir varlık
yoktur. Din, insan davranışlarında ortaya çıkmakta ve kendini göstermektedir. Dinî talepler ya da yasaklar, ahlakî kimliğe bürünerek bir
müslümanın davranışlarında görünmekte, böylece dindarlık, salt bir iddia
olarak algılanmaktan öte bir gerçeklik olmaktadır.
et-Tin suresi örneğinden bakıldığında insanlarda esas olan güzel ahlaklılıktır.21 Daha sonra, yaratılışla gelen güzel ahlaktan bir düşüş ve sapma
yaşanmıştır.22 Fıtrat olan güzel ahlaka dönüş ve aşağı, değersiz, düşük
davranış kalıplarından sıyrılıp kurtulmak için öncelikle imanın, bununla
birlikte salih amellerin bulunması gerektiği aynı surede açıkça belirtilmektedir.23
Buradan hareketle bireysel ve toplumsal ahlakın oluşumunda dinin rolünü iki açıdan ele almanın mümkün olduğunu söyleyebiliriz: 1. İnancın
rolü, 2. Amellerin rolü. Kur’an’ın, aşağıların aşağısı olarak nitelediği düşük
ahlaktan uzak kalmanın yegâne yolları olarak zikrettiği “iman” ile kastedilen, hayır ile şerrin, fazilet ile rezaletin arasını ayırt eden bir inanış, hayra
razı olan, şerri asla istemeyen ve sevmeyen Allah’a tam bir bağlanış ile bir
ahlak timsali olan elçisine gönülden tabi olmadır.24
Hz. Peygamber, ahlakî anlamlar yüklediği bir takım kavramların daha
iyi anlaşılmasını murat etmiştir. Bu bağlamda muhacir/hicret eden kavramını, Allahın yasaklarından uzak kalan kimse diye izah etmiş;25
müslümanı, eliyle ve diliyle başkalarına zarar vermeyen olarak tavsif
buyurmuştur.26
KUR'AN VE AHLAK
Özellikle Mekke Dönemi iman ve ahlakın vurgulandığı, bunların eğitimine özellikle gayret gösterilen bir dönemdir. İlk inen surelerden elKalem’de bu husus açıkça vurgulanmıştır.
Hz. Hatice’nin, Peygamberimiz Hıra mağarasından döndüğünde söylediği sözler, ahlakı düzgün insanların Allah tarafından terk edilmeyeceği,
rezil edilmeyeceği vurgusunu taşımaktadır. Hz. Hatice, Hz. Peygamber’i
akrabayı ziyaret ettiği, zayıfların yanında olduğu, muhtaçları gözettiği,
misafirini ağırladığı gibi ahlakî niteliklerle tavsif ederek böyle fıtrî ahlaka
sahip kimselerin esasen doğru yolda olduklarını27 işaret etmektedir.
Hz. Peygamber’in nübüvvetle görevlendirildiği Mekke orta ortamının
————
21
Bk. et-Tîn 95/4: “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık”.
22
Bk. et-Tîn 95/5: “Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik”.
23
Bk. et-Tîn, 95/6: “Ancak, iman edip salih ameller işleyenler başka. Onlar için devamlı bir mükâfat
vardır”.
24
Akseki, Ahlâk İlmi ve İslâm Ahlâkı, s. 6.
25
Buhârî, “İman”, 4, “Rikâk”, 26.
26
Buhârî, “İman”, 4, 5, “Rikâk”, 26.
27
Buhârî, “Bed’ü’l-vahy”,3.
82
Modern Çağda Ahlak
ahlakî düşüklüklerle dolu olması; güçlünün zayıfı ezmesi, köleleştirilen
insanların sınıf ayırımına tabi tutularak aşağı derecede görülmesi, kız
çocuklarına ve kadınlara reva görülen yanlış tutumlar, sonuçta anlamsız
sebeplerle katil olaylarının ve savaşların sürüp gitmesi, zinanın sıradanlığı,
yetimlerin korunmaması, hatta varsa mallarının değişik yollarla gasp
edilmesi, itilip kakılması, hırsızlık, namuslu kadınlara iftira gibi tüm bu
erdemli ahlaktan yoksun davranışların mevcut olması karşısında Hz.
Peygamber’in Allah’a ve ahiret gününe imana çağrısı yeni bir toplumun
işaretlerini vermiştir. İmanla tanışan insanlarda hemen, görülür bir değişiklik yaşanmıştır. Medine İslam toplumunda kendini iyice gösteren ve
örneklikleri günümüze kadar sitayişle söz edilen üstün ahlaklı sahabe
toplumunun Mekke’den gelmiş olanları da, bu inanç hareketine Medine’den katılanları da güzel ahlaklarını yeni tanıştıkları dinlerine borçluydular. Bu insanlardaki değişikliğin tek sebebi İslam idi. Peygamberimizin
amcaoğlu Cafer b. Ebî Talib’in Habeşistan’da Necaşi karşısında söylediği
sözler bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. O, cahiliye ahlakıyla putlara
taptıklarını, lâşe yediklerini, akrabayla bağlarını kopardıklarını, içlerinden
güçlü olanların zayıfları ezdiğini, fakat İslam’la sadece Allah’ın emirlerine
tabi olduklarını, atalarının tapa geldikleri her şeyi bıraktıklarını, daima
doğru söylemeye, emanetlere riayet etmeye, komşulara iyi davranmaya
başladıklarını, akrabalarına sahip çıktıklarını; haram işlemekten, yetim
malı yemekten, kan dökmekten, namuslu insanlara iftira atmaktan vazgeçtiklerini ve eski adetlerini, ahlaklarını terk ettiklerini söyleyerek İslam’ın
vazgeçilmez zannedilen adet, ahlak ve gelenekleri değiştirmeye nasıl da
kudretli olduğunu ifade etmiştir. O, tüm bunların, Allah’ın gönderdiği
vahiy sayesinde gerçekleştiğini dile getirmiştir.28
Akabe biatlerinde istenen esaslara bakıldığında ibadet türünden ziyade
bireysel ve toplumsal ahlakı sağlayıcı ahitler alınmıştır. Akabe’de talep
edilen ahlakî ilkelere karşı vaat edilen ise sadece cennet idi. Nitekim Medineli bir sahâbî, eğer bu yeni inancı ve istenilen ahlakî hayatı kabul ederlerse kendilerine ne tür bir karşılığın verileceğini sorduğunda Hz. Peygamber’in verdiği cevap, cennet olmuştur.29 Görüldüğü üzere onlardaki övgüye
layık ahlakî değişimin temelinde Allah’a ve ahiret gününe iman yer, Hz.
Peygamber’e gönülden teslimiyetleri yer almaktadır. Ensar’ın göstermiş
olduğu onca fedakârlık, cömertlik, geçmişlerinde olumsuzlukların ortadan
————
28
Bk. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 354-360, hadis no: 1740.
29
Bk. Buhârî, “İman”: 11: “Ubade b. Samit’ten rivayet edildiğine Akabe gecesi Hz. Peygamber
etrafında sahabesinden bir grup olduğu halde şöyle buyurmuştur: “Allah’a (ibadette) hiçbir
şeyi şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarınızı öldürmemek, kendiliğinizden
uyduracağınız hiçbir yalanla (kimseyi) töhmet altında tutmamak, hiçbir emr-i marufta isyan etmemek üzere bana biat ediniz (benimle ahdediniz.) İçinizden sözünde duran olursa ecri (ve mükâfatı)
Allah’ın üzerinedir. Bu dediklerimden birini yapıp da ondan dolayı dünyada cezasını bulan olursa
bu azap ona kefarettir. Bunlardan birini yapıp da yaptığı fiilini Allah Teâlâ örtmüş olursa onun işi
Allah’a kalır: Onu isterse af, dilerse azap eder.” Biz de bu şart üzere ona (Hz. Peygamber’e) biat
ettik.”
İkinci Oturum
83
kalkışı din sayesinde olmuştur.
Kur'an-ı Kerim’de zikri geçen bazı peygamberlerin, kavimlerini İslam’a
ve çirkin ahlaklarını terke davet ederken Allah ve ahiret inancına vurgu
yaptıklarını görmekteyiz. Hz. İbrahim, Kur'an’da duygulu, nazik, yumuşak
huylu, içli bir insandı. Şüphesiz bunun temelinde Allah ve ahiret inancı
vardır.30
Lût Peygamber döneminde cinsel sapkınlıklardan uzak kalanlar, inanan insanlardı. Hz. Lût, insanları ahlaksızlıktan uzaklaştırmak isterken
Allah’a imanı hatırlatıyor, O’ndan sakındırmaya çalışıyordu.31
Hz. Yusuf’un ahlaksız ve bayağı teklif karşısında böylesine bir imtihanda başarılı çıkması ancak Allah’a ve ahiret gününe imanı sayesinde
olmuştur.32 Ahlakın varlığını ve devamlılığını kontrolde en önemli rolün
inanca dayandığı burada çok belirgin biçimde görülmektedir.
Şuayb Peygamber döneminde ekonomik ve ticari ahlaksızlıklardan
uzak kalanlar iman edenler idi. O, insanları ölçü ve tartıya riayet etmeye,
kul hakkını gözetmeye, kimseye zulmetmemeye çağırırken Allah’a ve
ahiret gününe imana çağırıyordu33. Zira diğerlerinde olduğu gibi ekonomik
anlamda yapılan ahlaksızlıklar ancak iman ile gerçekçi olarak ortadan
kaldırılabilirdi.
Hz. Musa’nın, koyunlarını suladığı kızların birer Peygamber kızı olarak
erkeklerden ve onlarla yakın temas mücadele etmekten Allah’a ve ahirete
imanlarının engel olduğunu söylememiz mümkündür. Böylesine iffetli
kızların bir peygamberin evinde yetişmiş olması bizi böyle düşündürtmektedir. Aynı kızlardan birinin, babalarının Hz. Musa’yı çağırması üzerine
onunla beraber eve giderken, yürüyüşündeki hayâ ve iffetinin Kur'an’da
özellikle zikredilmesi34, bu ahlaklı ve temiz davranışın kaynağının Allah’a,
ahiret gününe ve peygambere iman olduğunu işaret etmektedir.35
Kur’an’da Hz. Meryem’in iffet ve ahlaklılığından sitayişle bahsedilmektedir.36 O, kuşkusuz Allah’ın kendisine özel ikramlarda bulunacak derece
sevdiği bir kul idi. Bu iffet ve hayâsının arkasında iman yatmaktadır.
————
30
Bk. Tevbe, 9/114: “İbrahim’in, babası için af dilemesi, sadece ona verdiği bir söz yüzündendi. Onun
bir Allah düşmanı olduğu kendisine açıkça belli olunca, ondan uzaklaştı. Şüphesiz İbrahim, çok içli,
yumuşak huylu bir kişiydi.”
31
Bk. Hûd, 11/78
32
Bk. Yusuf, 12/33, 37.
33
Bk. Hûd, 11/84: “Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı peygamber gönderdik. O, şöyle dedi: “Ey
kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik
yapmayın. Ben sizi bolluk içinde görüyorum. Ben sizin adınıza kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum.”
34
el-Kasas, 28/25.
35
O kızlardan birinin Hz. Musa’nın eşi olması, Hz. Musa’yla birlikte Tûr Dağında bulunması
yüce bir iman ve seçkin bir ahlaka sahip olduğunun göstergesidir (Bk. en-Necm, el-Kasas,
28/28-29).
36
Bk. Âl-i İmrân, 3/35-47; Meryem, 19/17-20.
84
Modern Çağda Ahlak
Hz. Lokman’ın, oğluna verdiği öğütler, Allah’a inanmış bir çocuğun ne
tür bir ahlaka sahip olması gerektiğini ortaya koymaktadır. Verilen ahlakî
öğütler önce şirk koşmamak gerektiği ile başlamaktadır, zira şirk yeryüzünde yapılabilecek en büyük zulüm ve ahlaksızlıktır. Ancak güçlü bir
imana sahip olanlardan beklenecek bazı ahlakî eylemler, şirkten uzak
kalmak gerektiği söylendikten sonra ifade edilmiştir.37
Hucurât suresinde birbiriyle alay etmeme, birbirini küçümsememe,
birbirinin dedikodusunu yapmama gibi kötü ve çirkin ahlaklardan uzak
kalması istenenler, müminlerdir. Zira ayet, “ey iman edenler” diye başladıktan sonra zikrettiğimiz yanlışlıkları yasaklamakta, sanki bu yasaklardan
ancak iman ehli olanlardan uzak durabilir mesajını vermektedir.38 Nitekim
el-kol, yüz, eda ve tavırla arkadan çekiştirenlerin şiddetle azarlandığı ve
azapla tehdit edildiği bir sure olan Hümeze’de zikredilenler, kendilerini bu
davranışlardan men edecek Allah ve ahiret inancından yoksun müşrikler
olduğu açıktır.39
Allah Teâlâ, “ey iman edenler” diye başladığı bazı ayetlerinde bir takım
ahlakî davranışları istemekte, talep edilen bu davranışların temelindeki
esas saikın inanç olduğu işaretini vermektedir. İman edenlerden istenilen
bazı ahlakî tutumlar şunlardır: Allah için şahitlik yapmak ve adaleti ayakta
tutmak40, Allah’ın ve Peygamberinin önüne geçmemek,41 sesleri Peygambe————
37
Bk. Lokman, 31/13-19: “And olsun ki, Lokman'a, Allah'a şükretmesi için hikmet verdik.
Şükreden kimse ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden ise, bilsin ki, Allah her
şeyden müstağnidir, övülmeğe layık olandır. Lokman, oğluna öğüt vererek: "Ey oğulcuğum! Allah'a eş koşma, doğrusu eş koşmak büyük zulümdür" demişti. Biz insana, ana ve
babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Annesi onu, güçsüzlükten güçsüzlüğe
uğrayarak karnında taşımıştı. Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bana ve ana
babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş Bana'dır. Ey insanoğlu! Ana baba,
seni, körü körüne Bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme; dünya işlerinde
onlarla güzel geçin; Bana yönelen kimsenin yoluna uy; sonunda dönüşünüz Bana'dır. O
zaman, yaptıklarınızı size bildiririm. Lokman: “Ey oğulcuğum! İşlediğin şey, bir hardal
tanesi ağırlığınca olsa da, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde
bulunsa, Allah onu getirip meydana kor. Doğrusu Allah Latif'tir, haberdardır” “Ey oğulcuğum! Namazı kıl, uygun olanı buyurup fenalığı önle, başına gelene sabret; doğrusu bunlar, azmedilmeğe değer işlerdir.” “İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme; Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez.” “Yürüyüşünde tabii ol; sesini kıs. Seslerin en çirkini şüphesiz merkeplerin sesidir.”
38
Bk. el-Hucurât, 49/11-12: “Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar
kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasın. Belki onlar kendilerinden
daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra
fasıklık ne kötü bir namdır! Kim de tövbe etmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir. Ey iman
edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve
mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin
etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.”
39
Bk. el-Hümeze, 104/1-3: “Mal toplayan ve onu durmadan sayan, insanları arkadan çekiştiren, kaş
göz işaretiyle alay eden her kişinin vay hâline! O, malının, kendisini ebedîleştirdiğini sanır.”
40
Bk. en-Nisâ, 4/135: “Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa,
Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin
veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları sizden
İkinci Oturum
85
rin sesinden yüksek tutmamak.42 Bu tür ayetlere baktığımızda istenen bir
takım ahlakî davranışların ancak imana dayanarak yapılabileceğini, bu
erdemli işlerin ancak imanla ayakta kalabileceği anlaşılmaktadır. Bu ayetlerde, hem inananlardan istenen ahlakî davranışlar bunlardır, hem de
ancak inananlar bu tür ahlakî davranışları yapabilirler gibi bir anlam
ortaya çıkmaktadır.
Fıtratın usanması ve bazen gayr-i ahlakî duruma düşerek güzellikleri
kaybetmesi karşısında ahlaken yüce davranışlarının devamını sağlamak
üzere İslam’da daima açık olan tövbe kapısı vardır. Tövbe, ahlaklılığın
devamında önemli bir karar aşamasıdır. Bir yönüyle bizzat kötü bir eyleme
işaret etmekle birlikte diğer yönden bakıldığında insanların ahlaka uymayan hareketlerinden dolayı pişman olup, bundan böyle daha dürüst davranacaklarına azmetmeleri anlamına gelmekte, daha iyiye doğru yürüyüşlerinde onlara dinamizm ve ümit verici bir rol oynamaktadır. Zira mükemmel, kusursuz bir ahlaka sahip olmak bizler için son derece zor, belki
imkânsız olduğundan ve her seferinde bir önceki davranıştan daha iyisini
ortaya koyma imkân ve ihtimali bulunduğundan dolayı kişinin kusurunu
görüp Allah’tan af dilemesi ve yeni bir başlangıç yapması ya da iyi ameline
tekrar dönmek istemesi bireyin ahlak yolculuğunda çok anlamlı bir harekettir.43
ALLAH SEVMEDİĞİ BAZI AHLAKÎ DURUMLAR
Allah Teâlâ’nın Kur'an-ı Kerim’de sevdiğini ya da sevmediğini söylediği tutum ve davranışlar, O’na imanın bu amellere engel olacağı ya da
imansızlığın bu tür gayr-i ahlakî tutumlara insanları sevk ettiği gibi bir
sonucu bize vermektedir. Bu bağlamda Allah’ın sevip sevmediğini beyan
buyurduğu bazı hususları zikretmek uygun olacaktır. Allah’ın bir şeyi
sevmemesi, ondan razı olmaması anlamına gelmektedir.44
“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin.
→→
çok kayırır.) Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği)
çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”
41
el-Hucurât, 49/1. Burada inanç, amel, ahlak gibi öne geçme durumunda olan ne varsa Allah
ve Resulünü geri iterek nefsî davranışlarla kendini öne çıkaran kimselerin tüm durumları
kastedilmektedir. Sanki mef’ûlün hazfedilmesi de buna işarettir. Benzer yorum için Bk.
Zemahşerî, el-Keşşâf, V, 554. Esasen öne geçmenin bir boyutunu ve ayetin inmesine sebep
olan olayı devam eden ayette görmek mümkündür.
42
el-Hucurât, 49/2. Ayet, o dönemde bazı müslümanların Hz. Peygamber’e hitabındaki
kabalığın olmaması ve ona karşı son derece saygılı davranılması gerektiğini ifade etmekle
birlikte, bundan sonra da müslümanların peygamberlerinin manevî şahsiyeti karşısında,
onun getirdiği emir ve yasaklar hususunda kendi ses ve görüşlerini yükseltmemek, onun
adı anıldığında ve hadisleri okunduğunda gerekli saygıyı göstermek gibi bir ahlaka sahip
olmayı da işaret etmektedir. Bk. Mevdûdî, Tefhimü’l-Kur’an, V, 435.
43
Ceylan, “Din ve Ahlak”, s. 113.
44
İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, I, 222.
86
Modern Çağda Ahlak
Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez”45 ayeti, savaş gibi kontrolü zor durumlarda aşırı gitmek, ahlak dışı bir davranıştır ve Allah, bunu sevmemektedir.
“İnsanlardan öylesi de vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna
gider. Bir de kalbindekine (Sözünün özüne uyduğuna) Allah’ı şahit tutar. Hâlbuki
o, düşmanlıkta en amansız olandır. O, (senin yanından) ayrılınca yeryüzünde
bozgunculuk yapmağa, ekin ve nesli yok etmeğe çalışır. Allah ise bozgunculuğu
sevmez.”46 Ahlaksızlığın en kötü yönlerinden biri olan ikiyüzlülüğe sahip
kimse, görünürde samimiyet ortaya koymaya çalışırken gerçekte insanların
maddi-manevi ürünlerini yok etmeye, onların fıtrî ve temiz yapılarını
bozmaya gayret etmektedir. İşte Allah Teâlâ bu tür bir ahlaksızlığı da
sevmemektedir. Böyle bir ahlaka sahip kimseler güzel öğütten de etkilenmezler, etkilenmedikleri gibi daha da isyankâr bir tablo çizerler, gururları
onları yüzsüz bir şekilde tekrar tekrar günaha sürükler. Böylelerinin yerinin cehennem olduğu belirtilir.47 Ahiret inancına yapılan vurgu, kendilerini
değişmemeye şartlandıranların dışındaki insanların böylesi ahlaksız tavra
düşmemeleri gerektiğini işaret etmektedir.
Alış-verişi helal, faizi haram kılan Allah Teâlâ, belirlemiş olduğu ticari
ahlakın dışına çıkarak kendisine harp açmış olan kimseleri oldukça nankör,
kötülüğe şartlanmış ve günahkâr olarak nitelemektedir.48
Ahlaksızlık penceresinden bakılarak değerlendirme yapıldığında Allah’a ve peygamberine itaat etmemek bir ahlaksızlıktır ve Allah Teâlâ
böylelerini sevmemektedir.49
Allah Teâlâ, kibirlenip böbürlenerek, kendi kendine yettiğini zannederek Allah’la beraber inanarak meylettiği başka varlıklara ve varlık alanlarına boyun eğen, ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın ve uzak
komşuya, yanındaki arkadaşlarına, yolcu ve misafirlere, yanında çalıştırdıklarına iyilikte bulunmamayı sevmemektedir.50 Allah inancı, tüm bu
olumsuz ahlakî tavırlardan uzak kalmak için en önemli unsurdur. Kuşkusuz, Allah’a inanan ve O’nu seven, O’nun sevdiklerini sever.
Allah Teâlâ, her an ihanete ve hainliğe düşkün, Allah’a, kendisine ve
insanlara güven hissi vermeyen ahlaksızları sevmediğini buyurarak51,
Allah inancının bu olumsuzluğa engel olacağı işaretini vermektedir.
Allah, müslümanlara karşı kin güdüp durmanın, daima savaş taraftarı
olarak hep yakıp yıkma arzusu taşıyanların ve daima bozgunculuk çıkara————
45
Bakara, 2/190.
46
el-Bakara, 2/204-205.
47
Bk. el-Bakara, 2/206.
48
Bk. el-Bakara, 2/275-276.
49
Âl-i İmrân, 3/32.
50
Bk. en-Nisa, 4/36: “Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya,
akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa,
yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseleri
sevmez.”
51
en-Nisa, 4/107.
İkinci Oturum
87
rak insanları huzursuz eden Yahudilerin bu tutumlarının öncelikle iman
dışı olduğunu buyurmaktadır.52 Biz de bunun aynı zamanda ahlak dışı bir
davranış silsilesi olduğunu düşünüyoruz, zira Allah’ın yapın dediği bir
davranış yapılmamış, aksine inatla karşı davranışın savaşı verilmiştir.
Bu zikrettiğimiz örnek ayetlere ilave olarak Allah Teâlâ, kendisinin helal kıldığı iyi ve temiz yiyeceklerin haram kılınması,53 zenginliğiyle toplumuna karşı böbürlenme, onlara karşı şımarık davranma,54 ahireti umursamama, cennetini dünyada arama, iyilik yerine dinin tasvip etmediği
eylemlere dalma, Allah’a isyan ederek bozguncu olma,55 insanları küçümseyerek onlardan yüzünü çevirme, yersiz bir gurura kapılma, başkalarına
üstünlük taslama, kibirlenme, kibirle yürüme,56 kendini beğenip övünme57
gibi kötü ahlakları sevmediğini belirterek Kendisine olan imanın bu yanlışlardan insanları kurtaracağı vurgusunu yapmaktadır.
ALLAH SEVDİĞİ BAZI AHLAKÎ DURUMLAR
Allah Teâlâ’nın sevmediği ahlakî davranışları nasıl ki O’na imanda
problemi olanlar ortaya koyuyorlarsa, sevdiği davranış biçimlerini de O’na
inanan ve gönülden teslim olanlar yerine getirmektedirler. Bunu, gerçekten
inanandan ahlakî davranışlar çıkar şeklinde yorumlamak mümkün olduğu
gibi, övgüye layık ahlakî davranışları ancak inananlar yapabilir diye de
ifade edebiliriz. İnanmayanlarda ortaya çıkan ve fıtrattan gelen bir takım
güzel davranışlar, iman olmadığı için sonuçta Allah katında bir değer ifade
etmemektedir.58
Allah Teâlâ’nın sevdiği ve razı olduğu bazı davranışları zikretmek uygun düşecektir. O, hayat tarzı ve davranış biçimi olarak kendi yolunda
harcayanları, cimrilik ve israftan uzak kalarak kendilerini tehlikeye ve
————
52
Bk. el-Mâide, 5/64: “Bir de Yahudiler, “Allah’ın eli bağlıdır” dediler. Söylediklerinden ötürü kendi
elleri bağlansın ve lânete uğrasınlar! Hayır, O’nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun,
sana Rabbinden indirilen (Kur’an) onlardan birçoğunun azgınlık ve küfrünü artıracaktır. Biz onların arasına kıyamete kadar düşmanlık ve kin saldık. Her ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa,
Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışırlar. Allah, bozguncuları
sevmez.”
53
el-Mâide, 5/87.
54
el-Kasas, 28/76: “Şüphesiz Karun, Musa’nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz ona,
anahtarlarını (bile taşımak) güçlü bir topluluğa ağır gelecek hazineler verdik. Hani, kavmi kendisine
şöyle demişti: “Böbürlenme! Çünkü Allah, böbürlenip şımaranları sevmez.”
55
el-Kasas, 28/77: “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini
unutma. Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah, bozguncuları sevmez.”
56
Lokman, 31/18: “Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek
yürüme! Çünkü Allah, hiçbir kibirleneni, övüngeni sevmez.” “"(Yersiz) bir gurura kapılarak insanlara üstünlük taslama ve yeryüzünde küstahça gezip durma! Unutma ki Allah, böbürlenerek küstahlık yapanları sevmez.”
57
Bk. el-Hadîd, 57/23.
58
Bk. Muhammed, 47/1: “İnkâr edenler ve Allah yolundan alıkoyanlar var ya; işte, Allah onların
bütün amellerini boşa çıkarmıştır.” Yukarıda zikrettiğimiz yorum için bk. Zemahşerî, el-Keşşâf,
V, 514; İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, VII, 336.
88
Modern Çağda Ahlak
helake atmayanları, Allah yolunda olanlara maddî-manevî destek verenleri;59 kadınlara ay hallerinde iken yaklaşmayanları, onlara emrolunan tarzda
yaklaşanları, nehyolunanı şayet yaptılarsa çokça tövbe edenleri, dinde
meşru kılınmayan işlerden temiz ve uzak kalanları;60 öncelikle Allah’a ve
insanlara ahdini ve emanetini yerine getirenleri, O’na karşı gelmekten
içtenlikle sakınanları;61 bollukta ve darda Allah yolunda harcayanları,
öfkelerine sahip olanları, insanları bağışlayanları;62 Allah yolunda mücadele ederken yılmayanları, zaafa düşmeyenleri, boyun eğmeyenleri ve mücadelesinde dayanıklı olanları, aşırı işlerine karşılık Allah’tan bağışlanma ve
ayaklarının din yolunda sabit kalmasını dileyenleri, kâfirlere karşı yardım
isteyenleri;63 insanlara din anlatırken yumuşak davrananları, kaba, katı
kalpli, sert sözlü olmayanları, hatalarına karşılık onları bağışlayanları,
onlarla istişare içinde olanları, danışmalarından sonra verdiği kararda
sebat edenleri ve sonunda Allah’a tevekkül edenleri;64 insanlar arasında
adaletle hükmedenleri;65 antlaşmalara ve ahitlere sadık kalanları66 sevmekte, onlardan razı olmaktadır.
Hz. Peygamber’in hanımlarına hitap ederken özelde onlardan, genelde
tüm müslüman kadınlardan Allah’ın talep ettiği ahlakî tutum ve davranışlar, el-Ahzâb suresi örneğinde değerlendirildiğinde Allah’a ve ahirete
imana bağlanmışlardır. Ahlakî bir eylemin vücut bulabilmesi ve devamının
sağlanması için din, tek belirleyici unsur olarak önümüze çıkmaktadır.
Yine aynı sure örneğinden hareketle ahlakın oluşumunda hem cennet
vaadinin hem de cehennemle tehdidin bir yöntem olduğu görülmektedir.
Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır: “Ey Peygamber! Eşlerine de ki: Eğer siz
dünya hayatını, onun süs ve şatafatını istiyorsanız, gelin de size yararlanacağınız
(boşanma) hakkınızı vereyim de sizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah’ı, Resulünü
ve ahiret yurdunu istiyorsanız, bilin ki Allah içinizden iyilik yapanlara büyük bir
mükâfat hazırlamıştır. Ey Peygamber’in hanımları! İçinizden kim apaçık bir
çirkinlik yaparsa, onun cezası iki kat verilir. Bu, Allah’a göre kolaydır. İçinizden
kim Allah’a ve Resulüne itaat eder ve salih bir amel işlerse, ona mükâfatını iki kat
veririz. Biz, ona bereketli bir rızık hazırlamışızdır.”67
Kim Allaha ve ahiret gününe iman ediyorsa diye başlayan hadis-i şeriflerden bir kısmında şu ahlakî tavırlar istenmektedir: Ya hayır söylesin ya da
sussun68, komşusuna iyilik etsin69, ona eziyet etmesin,70 misafirine ikram
————
59
Bk. el-Bakara, 2/195.
60
Bk. el-Bakara, 2/222. Ayrıca ayetle ilgili yorumlar için bk. Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 434.
61
Bk. Âl-i İmrân, 3/76.
62
Bk. Âl-i İmrân, 3/134.
63
Bk. Âl-i İmrân, 3/146-148.
64
Bk. Âl-i İmrân, 3/159.
65
el-Mâide, 5/42.
66
et-Tevbe, 9/4.
67
el-Ahzâb, 33/28-31.
68
Buhârî, “Edeb”, 31, 85; Müslim, “İman”, 74.
69
Buhârî, “Edeb”, 31, 85; Müslim, “İman”, 74.
İkinci Oturum
89
etsin,71 kadınlara hayır tavsiyelerde bulunsun, onları ezmesin, kendi hallerine de bırakıvermesin,72 altını ancak misli misline alıp satsın,73 alt tarafını
örten bir giyecek olmadıkça hamama girmesin,74 eşini hamamlara götürmesin,75 içki bulunan ve sunulan sofraya oturmasın,76 yanında mahremi
olmaksızın bir kadınla asla yalnız kalmasın, aksi takdirde üçüncüsü şeytan
olmuş olur,77 bana ümmet olan kadınlar hamama gitmesin,78 ipek ve altın
giymesin,79 kadınlar, başlarını erkeklerden önce secdeden kaldırmasınlar,
zira altlarına giydikleri elbiseleri çok uzun olmadığı için avret mahalleri
görülebilir,80 cuma namazını kılsın, hastalar, yolcular, çocuklar, köleler
kılmayabilirler; kim keyfî olarak ya da ticaretinden dolayı Cuma namazı
kılmaya tenezzül etmezse Allah da ona karşı müstağni davranır, Allah’ın
hiçbir şeye muhtaçlığı yoktur, O, övgüye layık olandır,81 zürriyetini müşriklere vermesin,82 herhangi bir müslümanı korkutmasın.83
Bir gün Hz. Peygamber giymek için mestlerini istedi, birini giyindi, diğerini giyinmeden bir karga kaptığı gibi onu aldı götürdü, sonra da onu
havadan bırakıverdi. Mestin içinden bir yılan çıkmıştı. Bunun üzerine Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: “Kim Allah’a ve ahiret gününe iman ederse hareket
ettirip silkelemeden mestlerini giyinmesin.”84
Allaha ve ahiret gününe iman zikredilerek oluşturulması istenen bazı
ahlakî karakterleri şu hadis güzel özetlemektedir: “Komşusu, kendisinin
belalarından emin olmayan kimse müminlerden sayılmaz. Allah’a ve ahiret gününe
inanan kimse misafirine ikram etsin. Allah’a ve ahiret gününe inanan kimse
komşusuna asla eziyet vermesin. Allah’a ve ahiret gününe inanan kimse ya hayır
konuşsun ya da sussun. Şüphesiz ki Allah, hayâlı, halim (akıllı ve yumuşak huylu), iffet sahibi, namusuna sahip çıkanları sever; iğrenç şeyleri konuşan ve yaşayan,
müstehcenlikten çekinmeyen, bir şeyi ısrarla isteyip duranları sevmez. Kuşkusuz
hayâ imandandır, iman cennettedir; tüm çeşitleriyle fuhşiyât çirkin ve pis işlerdendir, çirkin ve pis işler ise cehennemdedir.”85
Bir takım hadis-i şeriflerde Allah’ın bazı şeyleri sevdiğinden söz edilmesi, Allah’a ve resulüne inanan insanların bu ahlakî değerleri kendilerine
→→
Buhârî, “Rikâk”, 23, “Edeb”, 31, 85; Müslim, “İman”, 75.
71
Buhârî, “Edeb”, 31, 85; Müslim, “İman”, 74.
72
Buhârî, “Nikâh”, 80.
73
Müslim, “Müsâkât”, 92.
74
Tirmizî, “Edeb”, 43.
75
Tirmizî, “Edeb”, 43.
76
Tirmizî, “Edeb”, 43.
77
Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, XI, 505, hadis no: 14586.
78
Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VIII, 262.
79
Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, XVI, 248.
80
Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, XVIII, 373.
81
Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, III, 184.
82
Abdürrezzâk, el-Musannef, V, 284.
83
Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, VII, 116, hadis no: 6487.
84
Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, VIII, 161-162, hadis no: 7620.
85
Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, X, 241-242, hadis no: 10442.
70
Modern Çağda Ahlak
90
rehber edinmeleri gerektiğine rehberlik etmektedir. Mesela Allah’ın, her
işinde yumuşak davrananları86 sevdiğinin bildirilmesi bu güzel eylemlerin
yapılmasında dinin en önemli tesire sahip olduğunu göstermektedir. Bu
güzel huylar, dinin tesiri olmadan ve Allah’tan bir ecir beklemeden yapılırsa dünyevî güzellik olmakla birlikte bunun uhrevî ayağı eksik kalmaktadır.
Hâlbuki Yüce Yaratıcı’nın rızasını aramak, yaptığını O’na inanarak ve O’nu
hesaba katarak yapmak da ahlakın bir parçasıdır. Dolayısıyla Allah ve
ahiret inancı olmadan yapılan amellerin sadece dünyevî cihetten bazı
güzellikleri gözükse de uhrevî boyutunun yok sayılması ya da göz ardı
edilmesi nimetlerin sahibi Allah’a karşı nankörlüğü içerdiğinden dolayı bir
çeşit ahlaksızlık olmaktadır. Şu takdirde bir eylemin tam anlamıyla ahlakî
olarak kabul edilmesi onun, hem zahirî şartlar itibariyle iyi ve güzel olması, hem de inanç boyutunu taşımasına bağlıdır.
SONUÇ
İnsanda, güzel ve erdemli bir davranışın ortaya çıkmasının arkasındaki
muharrik gücün ne olduğu konusunda farklı görüşler vardır. Sosyal yapı,
gelenek, toplum, kanun, vicdan gibi kavramlarla ifade edebileceğimiz
unsurların ahlakın ortaya çıkışında katkıları olabilir. Zira sadece bir dine
mensup olanlarda birtakım güzel davranışlar gözükebilir diye bir iddiada
bulunulamaz. Bilakis bir inanca mensup olmadığını ileri süren bazı kimselerde, bir inanca mensup insanlara nazaran daha güzel bir karakter, güzel
geçimlilik, cömertlik, fedakârlık gibi iyi hasletler bulunabilir. Bu, o kişinin
hayat tarzı ve ideolojisinin hak olduğu anlamına gelmez. İnanç mensubunda gözüken olumsuz ahlak emareleri de onun inancının batıl olduğu anlamına gelmez. Bu durumda kesin olan bir şey varsa o da güzel davranış ve
eylemler kimdeyse, ahlaklı olan da odur. Kendisini bir din ile bağıntılı
kılmayan kimsede gözüken güzellikler, ondaki fıtrî ahlakla ilgilidir; Allah’ın yarattıklarının tabiatına koyduğu iyi maya ile bağlantılıdır. Böyle bir
kimse, inançla kendi güzelliğini tamamlamadığı için kendinde olması
gereken en önemli halkayı koparmış demektir.
Binaenaleyh, ahlakı güzel ama inancı olmayan birisi hakkında bazı gerçekler vardır; İnancın kendisi ahlakî bir göstergedir. İnancı olmayan bir
insan, kendisini, hayatı, tüm evreni var edeni tanımak istememekle davranış biçimlerinin en önemli adımını atmamış olmaktadır. Bu büyük haksızlık ve nankörlük, kendisinde bulunan nisbî güzellikleri berhava etmektedir.
Diğer taraftan İslam inancına sahip olduğu halde kendisinde güzel ahlak gözükmeyen kimse ise İslam’ı, peygamberini, bu dinin hedeflerini
anlamamış birisidir. En büyük güzellik olan İslam’ın benimsenmesi, İslam’ın istemediği davranışların hoş görüleceği anlamına gelmez.
————
86
Buhârî, “Edeb”, 35, “Deavât”, 59.
İkinci Oturum
91
Bununla beraber sosyal yapı, gelenek, kanun ve vicdan gibi ahlakın hareket ettirici gücü olan hususlar, ne gerçekçi bir ahlak anlayışı verebilirler,
ne de kişinin davranışlarını gerçek anlamda kontrol edebilirler. Gizli ve
açığı bilen Allah’a imanın sağladığı içtenliği ve samimiyeti asla sağlayamazlar.
İçsel ve kendiliğinden bir bilinç, adalet duygusu ve aklî olarak gerçeklere bağlılık gibi güzel duygular, ancak imanla bütünleştiğinde, en büyük
hakkın, Sahibine verilmesiyle anlam ifade edebilirler.
Bireysel ve toplumsal olarak elde edilecek huzur, ölüm sonrası da düşünüldüğünde dünya ve ahiret saadeti, itminanı ancak Allah’a gönülden
teslim olmak, ahiret, cennet-cehennem bilinciyle peygamber ahlakına sahip
olmaya çalışmaktır, o yolda bulunmaktır.
Merhum M. Akif’in şu mısralarıyla bitirmek, sanırım uygun düşecektir:
Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havf-ı Yezdan'ın
Ne irfanın kalır tesiri kat’iyen ne vicdanın.
KAYNAKÇA
Abdürrezzâk b. Hemmâm (ö. 211/826), el-Musannef, I-XII, elMektebü’l-İslâmî, Beyrut, 1983.
Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855), el-Müsned, I-XX, tahkik: Ahmed Muhammed Şakir, Dâru’l-Hadîs, Kahire, 1995.
Akseki (1887-1951), Ahmet Hamdi, Ahlâk İlmi ve İslâm Ahlâkı, Nur yay.,
Ankara, 1991.
Beyhakî (ö. 458/1066), Ebu Bekir Ahmed b. el-Hüseyn, es-Sünenü’lKübrâ, I-X, Haydarabat, 1347.
Beyhakî, el-Câmi’ li Şuabi’l-îmân, I-XIV, Mektebetü’r-Rüşd, Riyad, 2003.
Buhârî (ö. 256/870)
Ceylan, Yasin, “Din ve Ahlak”, Doğu Batı, Yıl: 1, Sayı: 4, Ankara, 1998.
Draz (1894-1958), Muhammed Abdullah, Kur’ân Ahlâkı, trc. Emrullah
Yüksel-Ünver Günay, İz yay., İstanbul, 1993.
Elmalılı (1878-1942), Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I-X, Eser Neşriyat, İstanbul 1979.
Erdem, Hüsameddin, Ahlâk Felsefesi, Hü-Er yay., Konya, 2002.
İbnü’l-Cevzî (ö. 597/1201), Ebü’l-Ferac Abdurrahman b. Ali, Zâdü’lmesîr fî ilmi’t-tefsîr, I-IX, el-Mektebü’l-İslâmî, Beyrut, 1984.
İbnü’l-Hümâm (ö. 861/1457), Kemal, el-Müsâyera, Çağrı yay., İstanbul,
1979.
Kâdî Abdülcebbâr (ö. 415/1025), Şerhu’l-Usûli’l-hamse, Mektebetü
Modern Çağda Ahlak
92
Vehbe, Kahire, 1996.
Malik b. Enes (ö. 179/795), el-Muvatta (Mevsûatü Şurûhi’l-Muvatta içinde), I-XXV, Kahire, 2005.
Mevdûdî (1903-1979), Tefhimü’l-Kur’an, I-VII, Trc. Heyet, İnsan yay., İstanbul, 1996.
Müslim (ö. 261/875),
Taberânî (ö. 360/971), Süleyman b. Ahmed, el-Mu’cemü’l-Kebîr, I-XXV,
Mektebetü İbn Teymiyye, Kahire, 1983.
Zemahşerî (ö. 538/1143), Carullah Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf, I-VI,
Riyad, 1998.
Oturum Başkanı: Doç. Dr. Kamil Güneş Bey’e teşekkür ediyoruz. Ben
iki not çıkardım onları paylaşmak istiyorum.
Birincisi yaptırım güçlerini dikkate alarak, toplumun vicdanın, dinin,
hangisinin güçlü olduğunu ve şöyle bir sonuç daha çıktı vicdanlı veya
inançlı insanların ahlaklı olduklarına ya da olmaları gerektiğine vurgu
yaptı, kendilerine teşekkür ediyoruz.
Şimdi sözü Doç. Dr. Fethi Kerim Kazanç’a “Dinden Ahlaka Doğru, Ahlaki Değerlerin Teşekkülü ve Gerçekleştirilmesinde Dinin yeri” başlıklı
konuşması için sözü bırakıyorum.
2. TEBLİĞ
DİNDEN AHLAKA DOĞRU:
AHLAKİ DEĞERLERİN TEŞEKKÜLÜ VE
GERÇEKLEŞTİRİLMESİNDE DİNİN YERİ
Doç. Dr. Fethi Kerim KAZANÇ
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
1.GİRİŞ
Ahlâk, genellikle insanların kendisine göre yaşadıkları bir ilkeler topluluğu ya da kurallar manzumesi / bütünü anlamına gelmektedir. Böylece
bir meslek ahlâkından, bir siyasal ahlâktan, hatta evlilik ahlâkından söz
etmemiz mümkündür. Ahlâk felsefesi ise, ahlâktan farklı olarak, bu tür
davranışları felsefî olarak inceleyen ve açıklamaya ve son tahlilde değerlendirmeye çalışan felsefî soruşturma dalını ifade etmektedir. Dolayısıyla
ahlâk felsefesi, insan davranışları ile, bu davranışların doğru mu yanlış mı,
iyi mi kötü mü olduğu sorusunu sormak ve buna ilişkin birtakım değerlendirmelerde bulunmak suretiyle ilgilenmeye çalışmaktadır.
Filozoflar, yüzyıllardan beri, aklın bilme ve eyleme amaçlı olarak kullanımını göz önünde tutarak teorik akıl ve pratik akıl ayrımına gitmişlerdir. Teorik akıl, nesne ve olgulara yönelik olarak bilen, seyreden, bağıntı
kuran akıldır; pratik akıl ise, tasarımlar yapan, amaçlar koyan, seçim ve
tercihlerde bulunan, koyduğu amaca uygun araçlar yapan ve tüm bunlarla
ilişki içerisinde eylemi yönlendiren akıldır. Pratik akıl, insanın sadece alet
yapmasını, çevresini düzenlemesini ve doğaya egemen olmasını sağlayan
araçsal akıl olmakla kalmaz; aynı zamanda eylemlerimizi yöneten yeti
olarak da iş görür. Bir arada yaşayan insanlar, sadece araçsal akla bağlı
eylemlerde bulunmazlar. Bu bir arada yaşayan insanlar, eylemlerini, bir de
başkalarını gözeten bir ilgi ve kaygıya bağlı olarak, iyi, kötü, doğru, yanlış
gibi sözcükler aracılığıyla bir şeyi değerli bulma veya değerli bulmama
yoluyla, yani değerlendirme yaparak da yönlendirirler. İyi, kötü, doğru
yanlış vb. sözcüklerinde ifadesini bulan değerlendirmeler, her insan topluluğunda, ger toplumda bulabileceğimiz birtakım duygusal kökenli eğilimler, yerleşik düşünceler, inançlar, töreler, alışkanlıklar, gelenekler vb.
açısından ve bunlara dayanılarak yapılagelir. Bu eğilim, düşünce, inanç,
töre, alışkanlık, gelenekler vb. insanların ne yapmaları gerektiği, ne yap-
Modern Çağda Ahlak
94
maya izinli oldukları veya olmadıkları hakkında buyurucu nitelikte şeylerdir. Her insan topluluğunda, her toplumda, her tarihsel dönem ve her
kültürde insanlar, bu gibi buyurucu nitelikte ve bir olması gereken’i ifade
eden şeyler altında iyi veya kötü olarak adlandırılan eylemlerde bulunurlar.1
Bütün ahlâklarda esas olan, hep başkalarını göz önünde tutmadır; hep
birlikte yaşanılan insan, toplum söz konusudur, toplumun istekleri, gereksinimleri düşünülmekte, toplumun davranışlarımızdan ne beklediği bize
bildirilmektedir. Bu bakımdan bütün bütün yürürlükteki ahlâk yasaları bir
buyruk niteliğini almaktadır. Her ahlâk da bu buyruklarının gerçekleştirilmesini, yerine getirilmesini istemekte, ona itâat edilmesini talep etmektedir.2
Ahlâk ve dinin birbirlerinden önemli ölçüde bağımsız alanlar olduğu
iddia edilse de, din ve ahlâk arasında tarih içinde zaman zaman yakın
ilişkiler de olmuştur. Bunun böyle olması da gayet doğaldır, çünkü her
şeyden önce her dinin belli ahlâkî boyutu olduğunu unutmamak gerekir;
başka bir söyleyişle, ahlâkî öğretiler bütün dinlerin, özellikle semâvî dinlerin merkezinde bulunur. Zira her din, belli bir değerler sistemi getirir;
insanlara hangi ideallere göre, nasıl eylemeleri ve ne tür bir karakter oluşturmaları gerektiğini belirtir ve öğretir. İlişkiye diğer taraftan bakıldığında
ise, Ortaçağ’ın dinden beslenen, dinî dünya görüşünden hareket eden, en
yüksek ya da yegâne değer kaynağı olarak Tanrı’yı ahlâklılığın nihâî amacı
yapan felsefî etikleri bir yana, imanı, insanın Tanrı’yla ilişkisini ahlâklılığın
temeline yerleştiren Kierkegaard ve Jaspers gibi modern düşünürlerin etik
teorilerinde bile önemli bir yer tutmaktadır.3
Ahlâk alanında, genellikle iki ameliyeden söz etmek mümkündür: Ahlâktan
Dine ve Dinden Ahlâka. Biz ise, tebliğimizde daha ziyade dinden ahlâka doğru
gitme konusunu ele alıp, ahlâkın teşekkülü ve tatbikinde dinin yeri, önemi ve
katkıları ile öznellik ve nesnellik çerçevesinde dinî ahlâkı kuramsallaştırma ameliyelerini aydınlatma üzerinde durmaya çalışacağız.
Dinî ahlâkı, normatif teolojik etik ve kuramsal teolojik etik şeklinde ele almak
mümkündür.
2. NORMATİF TEOLOJİK ETİK
Tüm etikler nihayetinde normatiftirler, demek mümkündür. Bu durum,
etik ilkelerin buyurucu ve normatif geçerliliğe sahip olduklarını sayıltılar.
Bunlar, “Tüm insanların en yüksek derecede hazza ulaşmaları gerekir”,
“Kendin için isteyeceğin yasa, başkalarının da isteyebileceği bir yasa olmalıdır”, “Herkes kendi çıkar ve yararını gözetmelidir” vb. buyurucu ve
————
1
Doğan Özlem, Etik: Ahlâk Felsefesi, Say Yayınları, İstanbul 2010, ss. 20-21.
2
Bedia Akarsu, Ahlâk Öğretileri, Remzi Kitabevi, İstanbul 1982, s. 15.
3
Ahmet Cevizci, “Ahlâk ve Din” md., Paradigma Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayıncılık,
İstanbul 2005, (s. 46).
İkinci Oturum
95
normatif ifadeler olarak dile getirilirler. Çünkü tüm etik tiplerinde “olan”
değil, bir “olması gereken” dile getirilmekte, bu, ifade edilsin ya da edilmesin, bir norm niteliği taşımaktadır ki, bu husus, tüm bu etikleri normatif
etik olarak da anlamamızı gerektirmektedir.
Normatif ahlâk, bir toplumdaki yaşam tarzını ya da biçimini oluşturan
kurallar, buyruklar, yasaklar, gereklilikler ve ödevler dizgesi ya da bütünü
olarak düşünülebilir. Bir bakıma olgusal ve tarihsel olarak yaşanan bir
ahlâkı ifade etmektedir. Burada ahl^kî buyruklar ya da yasakların tutulması, uyulması ve yerine getirilmesi gereken ve dolayısıyla onlara bağlı
eylemlerimizi koşulsuz olarak geçerli kılan bir görünümleri vardır. Onlar
âdeta bir isteğin, bir talebin, bir gereksinimin ifadeleridir.4
Normatif etik anlayışında, Kutsal Kitap’ta (“Adam öldürmeyeceksin”,
“Zina etmeyeceksin”, “Hırsızlık yapmayacaksın”, “Komşuna karşı yalancı
şahitlik yapmayacaksın”, “Komşunun evine tamah etmeyeceksin / hiçbir
şeyine tamah etmeyeceksin”, “Yalan söylemeyeceksin”, vb.) ve Peygamber’in örnek yaşamı ve davranışlarında kimi kategorik buyruk, istem ve
yasaklarla ya da büyük ahlâk otoritelerinin hikmetli sözleri ve öğütleriyle
ahlâkî değerler kural olarak konmakta; bu bağlamda ödev, yükümlülük ve
sorumluluklarımızı yerine getirmede rehberlikler, teşvikler,öğütler, nasihatler, anımsatmalar, uyarılar, kıssalar, meseller, ibretler ve dersler büyük
bir önem taşımaktadır. Kuramsal teolojik etikte ise, ahlâkî değerlerin
ilkelerini sistemli ve rasyonel bir tarzda ahlâkî önermeler halinde (“Ödev
iyidir”, “Yükümlülük iyidir”, “Sorumluluk iyidir”, “Yardım etmek iyidir”,
“Adalet iyidir”, “Zulüm kötüdür”, “Yalan söylemek kötüdür” vb. gibi)
belirleme ve ortaya koyma çabaları önemli bir yer tutmaktadır. Dolayısıyla
teolojik etik nazariyelerini öznelcilik, ilâhî öznelcilik, nesnelcilik ve ilâhî
nesnelcilik açılarından ele alıp değerlendirmek mümkündür. Özellikle ilâhî
öznelcilikte iyiliği ve kötülüğü belirleyen Tanrı’nın iradesidir. Burada
Tanrı’nın karar ve onayı önemli bir rol oynamaktadır. Çünkü Tanrı’nın
buyurduğu şey iyi; yasakladığı şey ise kötüdür. Özünde iyilik ya da kötülük diye bir şey yoktur. Buyruk ya da yasak olmadan eşyanın değeri nötr
bir konumdadır. Buyruk ve yasaklarla değerler öznellik veya görecelikten
kurtulup, mutlak bir varlığa bağlanmak suretiyle kesin ve değişmez bir
statüye kavuşmaktadır. İlâhî nesnelcilikte ise, Tanrı, bir yandan yaratımıyla eşyaya değerleri dikte eder, öte yandan iyiliği ve kötülüğü insan zihnine
yerleştirir ve insanoğlufıtratında getirdiği güç ve yetilerle değerleri kavrar.
Bu noktada buyruk ve yasaklar, zâten nesnelerin ya da eşyanın özünde
olan değerleri açığa çıkarıp onlara delalet etmektedir.
Bir din tarafından emredilen yaşama tarzı veya din adamları tarafından
ortaya konan dinî ahlâk ile filozoflar tarafında öne sürülen etik teoriler
arasında ciddî bir farklılık olduğu akıldan asla çıkartılmamalıdır. Buradaki
————
4
Hüseyin Batuhan, “Etik Önermelerin Çözümü”, Felsefe Arkivi, İstanbul Matbası, İstanbul
1960, c. V, Sayı: 1, s. 59.
Modern Çağda Ahlak
96
en temel ayrılık, söz konusu felsefî etiklerin temelinde Tanrı inancının
bulunması durumunda bile, doğaüstü bir kendiliğe bağlanmaktan ziyade,
teoride sergilenen kavramsal ve rasyonel düşünüş, eleştirel sorgulama ve
değerleme derecesindeki büyük farklılıktan meydana gelmektedir. Öte
yandan, dinle ahlâkî ölçütler, Tanrı’yla ahlâkî doğruluk arasındaki ilişkinin
gerçek mahiyetine gelince, bu bağlamda en azından Platon’un
Euthyphron’undan beri, ahlâken doğru eylemlerin Tanrı bu eylemleri isteyip olumladığı için doğru oldukları değil de, onların ahlâken doğru oldukları için Tanrı tarafından tasvip edildiklerini ifade eder ki, bu da zaten
eylemlerin doğruluğu ve yanlışlığının ahlâken geçerliliğini Tanrı’ya yapılacak gönderimden bağımsız hale getirmektedir. Bununla birlikte, bu Tanrı
inancının pratik ya da ahlâkî bir anlamı olmadığı anlamına gelmemektedir.
Nitekim, etiği temellendirebilmek için Tanrı inancının kaçınılmaz, Tanrı’ya
yapılacak gönderimin zorunlu olduğunu düşünen filozoflar da vardır.
Tüm zamanların en rasyonalist düşünürlerinden biri olan ve sadece bilim
ve etiğin değil, fakat teolojinin dahi sekülerleşmesine en büyük katkıyı
yapmış olan Kant, bu filozofların en mükemmel örneğini temsil etmektedir
/ meydana getirmektedir. Hatta o biraz daha ileri giderek, bir yandan
ödev etiğinin temeline ölümsüzlük ya da âhiret yaşamına ve Tanrı’ya
beslenen inancı yerleştirirken, öte yandan da Tanrı’nın var oluşunu kanıtlamada, ahlâk delilini kullanmıştır. Bunlardan birincisi söz konusu olduğunda, Kant ölümsüzlük ve Tanrı’nın bilimin konusu olmasalar bile, onları
düşünmek, ruhun ölümsüzlüğüne ve Tanrı’nın varoluşuna inanmak için
başka nedenler olduğunu söylemektedir. Bu nedenler de, elbette ahlâklılıkla veya aklın pratik kullanımıyla ilgili pratik nedenlerdir. Fakat ikincisi, söz
konusu olduğunda, dini özü itibariyle yürek saflığıyla ilgili bir mesele
olarak gören ve dolayısıyla spekülatif teolojiden tamamen vazgeçen Kant,
bir ahlâk dini ortaya koymaktadır.5
Tanrı’nın emrettiğinin iyi olduğu, inanan insanlar tarafından tartışılacak bir konu değildir. Bir insan, hem Tanrı’nın her şeyi bildiğine, her şeye
gücü yettiğine ve mutlak anlamda iyi olduğuna inanacak, hem de O’nun
iradesini sorguya çekecek; bu olmaz. Tanrı’nın emri sıradan bir emir değildir. İlâhî buyruklarda bir keyfîliğin olabileceğini tasavvur edemeyiz. Bir
insan, hiçbir zaman “Tanrı yalanı emreder” veya “Tanrı zinayı teşvik
edebilir” şeklinde düşünemez. Böyle düşünmek, İlâhî Zâtın ahlâkî vasfını
anlamamak anlamına gelir.
3. KURAMSAL TEOLOJİK ETİK
Kuramsal ahlâk, ideal ahlâkın koşullarını ve kurallarını belirleyen, ahlâkî kavramlara birtakım tanımlar getiren ve amaç-araç değerleri veren
felsefî bir yaklaşımı dile getirmektedir. Ayrıca bunu ilkeler ahlâkı diye de
nitelendirmek mümkündür. Kuramsal ahlâk anlayışı, bir yapılması ve
————
5
Ahmet Cevizci, Etiğe Giriş, Paradigma Yayınları, İstanbul 2002, ss. 27-28.
İkinci Oturum
97
yapılmaması gereken kurallar dizgesi oluşturmaktadır. Genel olarak her
ahlâkî dizgede böylesi kurallar yer almaktadır. Konuya bu açıdan bakıldığında, kuramsal ahlâk çabalarında da normatif etiğe bir yönelişin söz
konusu olduğunu gözlemlememiz mümkündür.
Son zamanlarda ahlâk felsefesi konusunda farklı bir yaklaşım öneren
filozoflar ortaya çıkmıştır. Bunlar felsefenin işlevini genellikle analiz ve
aydınlığa kavuşturmada görmek isteyen filozoflardır. Bunlara göre, ahlâk
felsefesinin konusu iyi bir hayatın ne olduğu veya insanın nasıl yaşaması
gerektiği türünde sorular sormak veya öğütlerde bulunmak değil,
fakatahlâk kuramlarında ortaya çıkan önemli kavramların ve önermelerin
tahlil edilmesi ve aydınlığa kavuşturulmasıdır. Bu kavramlar, sözgelimi,
iyi, kötü, doğru, yanlış, özgürlük, gereklilik, ödev vb. gibi kavramlardır.
Bu önermeler ise, “Haz iyidir” veya “Yalan söylemek kötüdür” cinsinden
önermelerdir.
Tüm etikleri normatif etik olarak nitelendirmemizi, bu etiklerden herhangi birinin içinden konuşmamız değil, aksine onlara onların dışından
bakmamız sağlamaktadır. İşte, etik tiplerini betimlemeye, onları birbirleriyle karşılaştırmaya, çözümlemeye, ortak ve farklı yanlarını göstermeye,
dayandıkları ilke ve normların çeşidine göre onları sınıflandırmaya yönelik
bir etik çalışmasına, eleştirel etik denmektedir. Eleştirel etiğin ilk ve anıtsal
örneği olarak karşımıza Aristoteles’in Nikamakhos’a Etik adlı yapıtının
çıktığını belirtmemiz mümkündür.6
Anglo-Sakson dünyasında yaygın olan deneyimci epistemolojinin XX.
yüzyıldaki bir uzantısı olan neopozitivist bilgi anlayışı, analitik felsefe ve
dil çözümlemeci felsefe ve Yeniçağ’ın deneyimci epistemolojisi ile koşut bir
gelişime sahip olan geleneksel yararcı / pragmatist etik tipinin yandaşları,
XX. yüzyılda bir çözümlemeci etik geliştirmişlerdir. Onlara göre, kendisi
herhangi bir etik önermeyen, fakat etikleri ele alıp çözümlemesi dolayısıyla, tüm etikler karşısında tarafsız kalan ve bu yüzden onların üstünde
bulunan böyle bir çözümlemeci etik, aynı zamanda bir meta-etik olarak da
adlandırılmaktadır. Meta-etik terimi, özellikle Anglo-Sakson felsefe çevrelerinden çıkmış bir terimdir. XX. yüzyılda birçok Anglo-Sakson kökenli
filozofun etik görüşleri bu ad altına alınmıştır. Bu meta-etikler arasında, G.
E. Moore’un bilişsel/sezgici, D. Ross’un deontolojik/sezgici, neopozitivist
M. Schlick’in doğalcı, J. Dewey’in bilimselci meta-etikleri sayılabilir. Ayrıca, bu meta-etikler içinde, A. J. Ayer’in duygusal meta-etiği ile R. M. Hare’in ahlâk mantıkçılığı adıyla anılan meta-etiğinden söz etmek mümkündür.
İlkçağ ve Ortaçağlar boyunca etkisini sürdürmüş kuramsal ahlâk anlayışının aksine,günümüzde XX. yüzyılda ahlâk felsefesinde genel eğilimin
daha ziyade meta-etik bir doğrultuda olduğuna tanık olmaktayız. Çözümleyici ya da eleştirel ahlâk olarak da isimlendirilen meta-etik kuramlar,
————
6
Doğan Özlem, Etik: Ahlâk Felsefesi, Say Yayınları, İstanbul 2010, ss. 143-146.
Modern Çağda Ahlak
98
normatif etiğin aksine, herhangi bir normatif öneri veya değer yargısı
vermeyip, mantıksal, bilgikuramsal ve anlambilimsel türden sorulara
sistemli yanıtlar getirmeye çalışmaktadır.7
Ahlâk felsefesini, yalnızca felsefî bir analize indirgemekyaklaşımı yararlı, ancak son tahlilde felsefî olarak zorunlu olmayan bir tercihtir. Haliyle, dinî ahlâkta geliştirilen etik kuramlar, bir bakıma eleştirel etik, çözümlemeci etik ve meta-etik çabalarından ayrılmaktadır. Çünkü bu dinî kuramsal çabalar da, hem ahlâkî ilkeleri saptamakta ve temellendirmekte, hem de
bu ilkelerin ışığında ahlâksal yaşam tarzını öğütlemektedir. Bir başka
söyleyişle, dinsel kuramsal etik, XX. yüzyıldaki bir etik önermeyen ve
bütün etikler karşısında tarafsız olan çözümlemeci etiklerin yaptığının
tersine, iyi bir ahlâkî yaşamın ilkelerini ve doğru davranma tarzını belirleyip, bu doğrultuda ideal öneri ve tavsiyeler getirmektedir.
3A. İLÂHÎ ÖZNELCİLİK
Öznelcilik, nesnelerin ya da eylemlerin değerinin, hep sadece bir yargıç
veya gözlemcinin görüşleri, duygusal ve heyecansal tutumlarıyla belirlendiğini savunan bir kuramı ifade etmektedir. Şüpheci filozofların, örneklerini sıralamaktan hoşlandığı üzere dinsel inançlar ve ahlâksal doğrular
toplumdan topluma, çağdan çağa değişmektedir. Pascal’ın dediği gibi,
“Pirenelerin öbür yanında (yani İspanya’da) doğru olan, bu yanında (yani
Fransa’da) yanlıştır”.8
Eski Yunan’da birçok Sofist toplumsal ya da göreneksel öznelciliği öne
sürmüştür. Buna göre, belirli bir toplumda adalet denen değer, yalnızca
yöneticiler veya çoğunluğun görüşleriyle tayin edilmiştir. Klasik İslam’da
öznelcilik, Sofistlerin görüşlerinden uzak görünen bir şekle bürünmüştür.
İşte bu anlayış, iyi, doğru vb. terimlerin Tanrı’nın istediğinden başka bir
anlama sahip olmadıkları görüşü, yani Tanrısal öznelcilik demekti. Buna
göre, Tanrı’nın nesneleri bizim için iyi veya doğru kılması, öyle olmalarını
gerekli kılan kararına dayanmaktadır. Bu sözcüklerin nesnel bir gerçekliğe
sahip herhangi bir şeyi gösterdiği yadsınmaktadır; bu sözcüklerin anlamı,
yalnızca Tanrı’nın dilediği, karar verdiği ve onayladığı şeylere uygun
düşmektedir. Bu kuram Gazâlî dahil, Eş‘arî ve bütün Eş‘arî kelâmcılar
tarafından benimsenen bir kuramı dile getirmektedir. Bu kurama, Ortaçağ
Yahudiliğinde ve bazen Batı düşüncesinde de tesadüf edilmiştir. Ne var ki,
İslâm düşüncesinde başka bir uygarlıkta olduğundan daha yaygın bir
biçimde göze çarpmaktaydı.
Hobbes’un ahlâk kuramı her zaman öznelci olarak yorumlanmaktadır.
Çünkü o, “Bu iyidir” gibi yargıların “Bunu arzu ediyorum” şeklinde çözümlenebileceğini savunmaktadır. Ona göre, ahlâk dili insanın arzularından, eğilimlerinden, duygularından vb.’den söz etmek için kullanılan
————
7
Harun Tepe, Etik ve Metaetik, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara 1992, ss. 79-90.
8
Ahmet Arslan, Felsefeye Giriş, Vadi Yayınları, Ankara 1996, ss. 110-111.
İkinci Oturum
99
sözcüklerin sadece farklı bir şeklini kullanmaktadır.9
Bütün değerlerin, neyin iyi, neyin adaletli, neyin kötü, neyin haksızlık
vb. olacağına karar veren Tanrı’nın istenciyle belirlendiğini savunan kuram, “ahlâkî İlâhî öznelcilik” diye nitelendirilmektedir. Eş‘arîlerce ortaya
atılan bu kuram, iyi, kötü, ödev vb. birtakım değerleri Tanrı’nın otoritesine
dayandıran, dilerse bu değerleri tersine çevirebileceğini ve bunun insana
sadece nakil kanalıya bildirildiğini ileri süren, idealist öğeler taşıyan, ancak
beşerî düzlemde öznellik ve görecelikten hareket eden bir anlayışı temsil
etmektedir.
Eş‘arîler, iyilik-kötülük, adalet-zulüm kavramlarıyla kudret arasında
bağlantı kurmaktadırlar. Bu kavramlar mutlak güçten ayrı bağımsız kendi
başına doğru-arzulanır şeyler değildir. Aksine, iyi-kötü olan şey Tanrı’nın
istediğidir. Sözgelimi, eğer Tanrı öte dünyada çocuklara azap etse, müminleri cehenneme, inançsızları cennete soksa, yalanı iyi görse, böyle bir davranış iyi ve âdalettir. Çünkü Eş‘arîlere göre, Tanrı dilediği şekilde tasarrufta bulunma hakkına sahip bir varlıktır.
İslâm düşüncesinde Tanrısal öznelciliğe karşı ciddî bazı itirazların dile
getirilmiş olduğu dikkati çekmektedir. Buna göre, eğer Tanrı hırsızlık ve
putatapıcılığı buyursaydı, sırf bu yüzden, insanın onları yerine getirmesi
doğru olurdu. Eş‘arî, İbn Hazm ve Gazzâlî, bu aşırı sonucu benimsemekten
kaçınmamıştır; fakat İbn Rüşd’ün, böyle bir görüşün Tanrı’ya iman ve cârî
ahlâka olan inancı yıkabileceğine dikkat çekmiş olduğuna tanık olmaktayız.10 Çünkü ona göre, Tanrı, ahlâkî anlamda hiçbir kural, yasa, ilke ve
geleneğe tabi olmayan ve bu türden normlarla eylemleri sınırlandırılamayan sonsuz ve sınırsız bir güç sahibi ve halkını zorbalıkla yöneten bir
hükümdarı çağrıştırmaktadır.11
3B. İLÂHÎ NESNELCİLİK
Nesnelcilik, herhangi bir yargıç ya da bu vasıftaki bir gözlemcinin arzu
ya da görüşlerini dikkate almadan, iyi, kötü vb. değerin belli nesneler ya
da eylemlerde gerçek bir varlığa sahip olduğunu öne süren herhangi bir
kuramı ifade etmektedir.
Yeterli bilgi ve donanım kazanan her insan, aynı şeyleri değerli olarak
nitelendirme eğiliminde olacaktır. Bütün bunlar, değerlerin bireyin veya
grubun duygu, arzu ve eğilimlerinden bağımsız nesnel birtakım özelliklere
sahip olduğu görüşünü güçlendirmektedir.12
————
9
A. Stroll, A. A. Long, V. J. Bourke ve R. Campell, Etik Kuramları, Derleyen ve çev. Mehmet
Türkeri, Lotus Yayınevi, Ankara 2008, s. 145.
10
el-Eş‘arî, “Kitâbu’l-Luma‘”, The Theology of al-Ash‘arî,neşr. ve İng. çev. R. J. McCarthy, elMatba‘atü’l-Katolikiyye, Beyrut 1952, ss. 70-71, ss. 117-118; İbn Rüşd, Câmi‘u mâ ba‘de’tTabî‘a, Resâ’ilü İbn Rüşd içinde, Haydarabad 1947, s. 172.
11
İbn Rüşd, Tehâfütü’t-Tehâfüt, thk. Muhammed el-Arîbî, Dâru’l-Fikri’l-Lübnânî, Beyrut 1993,
s. 296.
12
Arslan, Felsefeye Giriş, s. 109.
100
Modern Çağda Ahlak
Nesnelci bakış açısını savunanların iddiasına göre, eğer öznelcilik doğru olursa, ahlâkî kaos ve karmaşa ortaya çıkacaktır. Ahlâkîlik keyfîliliğe
dönüşür, sadece kapris ve geçici arzu meselesi haline gelir.13
XX. yüzyıldan önce nesnelcilik, şu ya da bu biçimde Batı düşüncesinin
yaygın bir görüşü haline gelmiştir. Sokrates, cesaret, adalet, cömertlik gibi
şeylerle ilgili olarak insanlar arasında bir görüş birliği olduğuna inanmaktaydı. Nitekim, Sokrates, Euthyphrou’nu dindarlığın salt Tanrılar beğendiği için iyi olmadığı, özünde iyi olduğu için Tanrılar tarafından beğenildiği
hususunda ikna ettiğinde, nesnelciliği kabul etmiş görünmektedir. Aslında
bu görüş, Platon ve Aristo tarafından aklî iyilik kuramı şeklinde geliştirilen, daha sonra ise Stoalılar ve Katolik filozofların çoğu tarafından doğal
hak öğretisi içinde savunulan bir görüş olmuştur. Sözgelimi, Platon “Öldürmek kötüdür” şeklindeki ahlâkî yargıların, “İki artı iki dört eder” gibi
bilimsel yargılarla kesinlikle aynı anlamda doğru ya da yanlış olduğunu
savunmuştur; çünkü bu yargıların konusunu oluşturan gerçekler nesnel
gerçeklerdir. Modern zamanlarda ise, Kant ve diğer sezgiciler, faydacılar
ve kimi doğalcılar, başka konularda aynı fikri paylaşmamalarına karşın,
değerin nesnelliğini kabul etmişlerdir. İslâm düşüncesinde ise, nesnelcilik,
hem Eski Yunan geleneğini bütünüyle benimseyen filozoflar, hem de
onlardan önce bir ölçüde şöyle ya da böyle Eski Yunan etkisi altına giren
Mu‘tezilîler tarafından ve ayrıca bir bakıma Mâturîdîler tarafından da
savunulmuştur. Bütün Mu‘tezilîler, Tanrı’nın evren için istediği gerçek bir
iyilik ve Tanrı’ya özgü bir adalet bulunduğunu, ayrıca insanın özel durumlarda bunların neler olduklarını doğal (fıtrî) aklının yardımıyla kavrayabileceğini ileri sürmekteydiler.14
İyilik, kötülük, doğruluk, yalan, adalet, zulüm vb. gibi değerlerin herhangi bir kimsenin istencinden, hatta Tanrı’nınkinden bile bağımsız, gerçek
bir varlığa sahip olduklarını öne süren kuram, “ahlâkî ilâhî nesnelcilik”
diye nitelendirilebilir.
Mu‘tezilîlere göre, iyi ve kötü değerler değişmesi mümkün olmayan nitelikler taşımaktadır. Onlara göre, iyi ya da kötü değerlerin mutlak ve
nesnel olarak varlık nedeni, kadîm bir varlık olarak sadece Allah’tır.
Mu‘tezilî düşünürler, değerlerin varlık nedeninin, ezelde tek başına Allah
tarafından hem nesneler âlemine, hem de başlangıçta daha yaratırken
insanoğlunun zihnine yerleştirilmiş olmaları koşuluyla, zâtlarından ve
tabiatlarından kaynaklandığını ispatlamaya çalışmışlardır.
Hangi türden olursa olsun nesnelciliğin, tarihte daha yaygın oluşu ve
dilde değer ifade eden sözcüklerin kuramlardan etkilenmeksizin olağan
kullanımı sırasında nesnelliği içerir görünmesi bakımından, insan için daha
doğal olduğunu düşünmek mümkündür. Klasik İslami dönemde nesnelci————
13
Stroll, Long, Bourke ve Campell, Etik Kuramları, s. 146.
14
George F. Hourani, Islamic Rationalism: The Ethics of ‘Abd al-Jabbâr, Clarendon Pres, Oxford
1971, ss. 3, 10-11.
İkinci Oturum
101
lik yaygın destekten yoksun bulunmuyordu; nitekim ilk Müslümanların
uygulamalarında üstü örtük bir biçimde, önde gelen kelamcı ve filozofların
eserlerinde ise açık bir biçimde yer almaktaydı.
4. AHLÂKÎ DEĞERLERİN OLUŞUMUNDA DİNİN İŞLEVİ VE ÖNEMİ
İslâm ahlâkının asıl kaynağı, Kur’ân, onun ışığında oluşan Sünnet ve
önde gelen din büyüklerinin / önderlerin hikmetli sözleridir; Hz. Ali’nin
Nehcü’l-Belâğa adlı eserde örnek kişiliği, hikmetli sözleri ve öğütleri bu
bağlamda anılabilir. Nitekim Hz. Âişe, bir soru münasebetiyle Hz. Peygamber’in ahlâkının Kur’ân ahlâkı olduğunu belirtmiştir (Müslim,
“Müsâfirîn”, 139). Bu sebeple İslâm ahlâk düşüncesi, Kur’ân ve Sünnet’le
başlamaktadır. Bu iki kaynak dinî ve dünyevî hayatın genel çerçevesini
çizmiş, amelî kurallarını belirlemiş, böylece daha sonra fıkıhçı ve hadisçiler, kelâmcılar, mutasavvıflar, hatta filozoflar tarafından kuramsallaştırılacak ve geliştirilecek olan ahlâk anlayışlarının temelini oluşturmuştur.
Kur’ân, ihtiva ettiği diğer konular gibi ahlâk konularını da herhangi bir
ahlâk kitâbı gibi sistematik olarak ele almamakla beraber, eksiksiz bir
ahlâk kitabı oluşturacak zenginlikte nazarî prensipler ve amelî kurallar
getirmiştir.15
Kur’ân’da bir (birr), takvâ, hidâyet, sırât-ı mustakîm, sıdk, amel-i sâlih,
hayır, ma‘rûf, ihsân, hasene ve istikâmet gibi iyi ahlâklılık; ism, dalâl,
fahşâ, münker, bağy, seyyie, hevâ, isrâf, fısk, fücûr, hatî’e, zulüm gibi kötü
ahlâklılık ile aynı veya yakın anlam ifade eden birçok terim vardır. Hadislerde ise bu terimler yanında, ahlâk ve hulk kelimeleri de kullanılmıştır.
Teolojik etikte ahlâkî değerleri ezelî, ebedî, aşkın ve yüce mutlak bir
varlığa bağlamak son derece önemlidir. Çünkü böylece değerler, ezelîebedî mutlak ve değişmez bir konuma kavuşur. Dolayısıyla, böyle bir
dayandırma çabası, elbette değerlerin herkesçe benimsenmesini ve pratize
edilmesini kolaylaştıracaktır. Dinî ahlâk, insanın değer duygusunu güçlendirir, değerlerin tatbik edilmesine yatkınlık sağlar, ahlâkî ödevlerin yerine
getirilmesini teşvik ederve yaptırım ve caydırıcılık gücünü, dünyasal
otoriteyi de aşan manevî bir otorite anlayışından alır. Çünkü ahlâk alanında, değerlerin bilgisi kadar onların bilinçli ve amaçlı bir fail tarafından
uygulanmaya sokulması da büyük bir önem taşır.
Dinî ahlâk, dindarlara pratik yaşamlarında buyrukların ve istemlerinin
gereğini yerine getirmelerini öğütleyerek, onların gerçekleşmelerini sağlamaktadır. Çünkü teorik ve pratik yanlarıyla ahlâkta en önemli husus, ister
Kutsal Kitap yoluyla, isterse akıl kanalıyla bilinsin, erdem, rezîlet, iyilik,
kötülük, marûf, münker, adalet, ahde vefa, zulüm, yalan, hile, aldatma,
sabır, şükür, nankörlük vb. türden elde edilen nesnel değerlerin, irade,
yönelim ve tasarruflarımıza bağlı olarak bizzat yaşanarak pratize edilmesi
————
15
Mustafa Çağrıcı, “Ahlâk” md., D.İ.A., İstanbul 1989, c. II, s. 1, (ss. 1-9).
102
Modern Çağda Ahlak
ya da bu değerlerden kaçınılması, böylece insanların zihinlerinde psikolojik olarak ahlâkî bilincin geliştirilmesi ve kökleşmesidir. Böylece, dinî ahlâk
gerçek görevimizi hatırlamamız ve değer bilincini geliştirmemiz için bize
uyarı ve teşvik görevini yapmaktadır. Böylece, ahlâkta değerlerin bilgisi
kadar, iradenin kullanımı ve değer duygusunun gelişimi de önemli bir yer
tutmaktadır. Dolayısıyla dinlerin, dindarlara özellikle yönelim ve iradeyi
harekete geçirici buyruklar getirdiğini, onlardan birtakım istemlerde bulunduğunu ve böylelikle övgü ve yergi, ceza ve ödül motifleriyle karar,
seçim ve davranışlarımızı etkilediğini ve yönlendirdiğini görmekteyiz.
Dinler, buyruklar ve yasakların uygulanmalarını sağlamak için, insanın
yapması ve yapmamsı gereken şeyleri; umut ve korku duyacağı şeyleri
bildirmeye, öğretmeye ve belletmeye çalışırlar. Dinlerin, genellikle Allah
tarafından uyulması gereken ödev ve yükümlülükler koyduğu ve mensuplarından bunlara uygun davranışlar sergilemelerini talep ettiği dikkati
çekmektedir. Dolayısıyla sadece böylesi ödev ve yükümlülükleri yerine
getiren ve onlara boyun eğen insanların ahlâklılığından söz etmek mümkündür.
Dinî etikte peygamber / peygamberler ahlâkı, bütün insanlık için en
yüksek hayat ideali ya da bir ahlâk ideali olarak gösterilir.
Tanrı ile ahlâk arasında bağ kurmak iki şekilde anlaşılabilir: Tanrı’nın
iradesi, ahlâkî değerin veya yasanın sebebidir; ikinci olarak, söz konusu
irade, ahlâk alanını tamamlayıcı ve teşvik edici olarak dâhil olan bir unsurdur.16
Teizme göre, Tanrı hem yaratma, hem de bilgi, hem de değerin kaynağı
olarak tasavvur edilir. Mutlak anlamda değerlerin kaynağı olan Tanrı,
insanoğluna ahlâkî değer ilkelerini, hem vahiy kanalıyla hatırlatır, hem de
insanların fıtratlarına yerleştirerek onların zihinlerinin bilgilenmesini ve
aydınlanmasını sağlar. Dolayısıyla, İslam düşüncesindeMu‘tezile17 ve
Mâturîdî kelamcılarının öne sürdüğü gibi,18 insan din gönderilmese bile,
kimi ahlâkî değerleri, iyilikleri ve kötülükleri, zararlı ve faydalı şeyleri
kavrayabilir. Mâturîdî, iyilik, kötülük, doğruluk, yalan, hikmet, sefehvb.
türden hükümlerin özünde iyi veya kötü olduğu, hiçbir sûrete değişikliğe
uğramayacağı, her iyi olan şeyin aklen iyi ve her kötü olan şeyin de
aklenkötü olduğunu savunmaktadır. Hatta Mu‘tezilîlerde, iyi, kötü, ödev
vb. değer içerikli kavramları analitik apriori olarak; “Doğru sözlülük
iyidir”, “Adalet iyidir”, “Yalan söylemek kötüdür”, “Zulüm kötüdür” gibi
böylesi önermeleri ise sentetikapriori olarak telakki etmek mümkündür.
Dinî ahlâk açısından, eğer bir insan, her şeyi yaratan bir Tanrı’nın var
olduğuna inanıyorsa, varlık düzeyinde hiçbir şeyin tam otonomluğa sahip
————
16
Mehmet Aydın, Din Felsefesi, İ. İ. V. Yayınları, İzmir 1987, s. 309.
17
el-Kâdî ‘Abdülcebbâr, el-Muğnî fî Ebvâbi’t-Tevhîd ve’l-‘Adl, Kahire 1962, c. VI (et-ta‘dîl ve’ttecvîr), ss. 18-19, 21, 63.
18
el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, neşr. Fethullah Huleyf, ss. 100, 178, 200-201.
İkinci Oturum
103
olduğunu söyleyemez. Eğer bugün bildiğimiz ve tanıdığımız yapıda bir
insan olmasaydı veya topyekûn âlem, bu şekilde düzenlenmemiş olsaydı,
elbette, tanıdığımız ve bildiğimiz anlamda bir ahlâk da olmazdı. Tanrı, bu
kozmolojik anlamda, her şeyin nedeni olduğu gibi, ahlâkın da nedenidir;
çünkü tezim açısından bakıldığında, Tanrı olmasaydı, hiçbir şey olmazdı.
Öyleyse her şey varlığını Tanrı’ya borçludur.19
Ahlâklılığın ne olduğuna dair bütünsel kavrayışımız dinî öğreti tarafından şekillenmiş olup, ateist ahlâk öğretileri bile, ona çok şey borçludur.
İşte bu bağlamda On Emir çeşitli ödevlerle yasaklanmış faaliyetlerin bir
listesini vermektedir. Bu ödevler doğurdukları sonuçlardan bağımsız
olarak geçerlidirler: Onlar mutlak ödevlerdir. Doğru, Tanrı’nın irade ettiği
şey anlamına gelirken, yanlış da tanrı’nın iradesine aykırı olan şeyi göstermektedir. Böylesi bir mümin için ahlâklılık dışsal bir otorite, yani Tanrı
tarafından verilmiş olan mutlak emirlere uymakla ilgili bir konudur. Binaenaleyh, sözgelişi adam öldürmek, On Emir’de bir günah olarak geçtiği
için, ahlâken yanlıştır. Gerçekte teologlar, sözgelimi âdil bir savaşta olduğu
gibi, adam öldürmenin ahlâken caiz olabildiği birtakım istisnâî durumlar
olduğunu savunmaktadırlar.20
Ahlâk teolojisi, başarılı insan olabilme biçimlerini açıklayıp temellendirmeye çalışır. Etikten farklı olarak, inanç etiği, pratik insan aklını değil;
Hıristiyanlığın anlayışını ahlâkîliğin nihaî temeli olarak görür.21
Teolojinin, ahlâkî eylemi dinsel olarak açıklama talebi, bu eylemin etik
açıdan da açıklanması zorunluluğunu ortadan kaldırmaz, çünkü özellikle
de ahlâkî eylemin ilkesel olarak Hıristiyan, Müslüman ya da ateist her
insan tarafından gerçekleştirilmesini öngörmektedir. Bundan ötürü, ahlâkî
eylemin bağlayıcı olduğunu her insanın, dine bakmadan da görebilmesi
gerekmektedir; ama bu kavrayışın dinsel olarak da derinleştirilmesi, Hıristiyanlık anlayışına göre kesinlikle mümkündür.22
Genel anlamda ahlâkın özü bir “yap” ve “yapma”lar sisteminden meydana gelmektedir. Aynı durum bir dine dayanan başka ahlâklar için de
geçerlidir.
Birçok insan Tanrı var olmadığı takdirde, ahlâk diye bir şeyin olamayacağını savunmuştur: Rus romancı Dostoyevski’nin de ifade etiği gibi,
“Tanrı var olmuyorsa eğer, o zaman her şeye izin vardır.”23
Dindarlar, Tanrı ile bilgisi ve gücü tam, mutlak anlamda iyi olan bir
————
19
Aydın, Din Felsefesi, s. 310.
20
Nicel Warburton, Felsefeye Giriş, çev. Ahmet Cevizci, Paradigma Yayıncılık, İstanbul 2008, s.
59.
21
Annemarie Pieper, Etiğe Giriş, Almanca’dan çav.Veysel Atayman ve Gönül Sezer, Ayrıntı
Yayınları, 1999,s. 113.
22
Pieper, Etiğe Giriş, s. 113.
23
Nikolay Aleksandroviç Berdyaev, Dostoyevski, çev.Ender Gürol, Adam Yayıncılık, İstanbul
1984, ss. 72-73;Warburton, Felsefeye Giriş, s. 60.
Modern Çağda Ahlak
104
varlığı kastetmektedirler. Bir başka söyleyişle, iyilik, adalet, rahmet ve
bağışlama vs. Tanrı’nın ayrılmaz özellikleridir. Bu durumda Tanrı kelimesi, zaten kısmen deskriptif, kısmen de değer biçici veya değer koyucu bir
terimdir. Buna göre, söz konusu terimin özne olarak yer aldığı önermenin
de kısmen, değer ifade eden bir hüküm olması kaçınılmazdır. Deskriptif
terimlerin yanı sıra, değer terimleriyle de tasvir edilen bir Tanrı’ya inana
mümin,
Tanrı X’i buyuruyor;
Tanrı’nın buyurduğu her şey iyidir;
O halde, X, iyidir (X’i yapmam gerekir).
şeklinde bir akıl yürütmede ikinci öncül hiç de gerekli görmeyebilir.24
Sonuçta, Tanrı’ya inanmak, ahlâkî ödevlerin yerine getirilmesini kolaylaştırmak bakımından yeni bir çerçeve oluşturmaktadır. İnanç boyutunun
araya girmesi, olayın mahiyetinde (olgu düzeyinde) bir değişiklik yapmamakta; değişiklik, böyle bir olay karşısında kalan insanın tutumunda
ortaya çıkmaktadır. Teist için yalan söylemek sadece kötü değil, aynı
zamanda günahtır; çünkü o, yalan söylemekle Tanrı huzurunda da bir suç
işlediğine inanmaktadır. Olup bitenlere bu gözle bakmak, yeni ve daha
güçlü bir ahlâkî yatkınlık içinde bulunmak demektir.
5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Genel anlamda bir otorite olarak ahlâktaki yasa koyucu tek insan, toplum, devlet, Tanrı olabilir. Bu buyruklar kimden gelirse gelsin, onlara karşı
hepimizde bir ödev duygusu da vardır. Dahası, onları yerine getirmek için
bir şey bizi yönlendirmekte ve zorlamaktadır
Dinî emirlerin kaynaklandığı ve beslendiği bir bağlanma objesi olarak
mutlak anlamda bir yasa koyucu Tanrı devreye sokulmadan ahlâk-din
ilişkisinde bağlayıcılık anlamında nesnelliği, mutlaklılığı ve evrenselliği
yakalamak pek olası gözükmemektedir. Dinî ahlak da, bir yandan normatif
ahlâk tarzı, öte yandan kuramsal etik çabalarıyla teşekkül edip ortaya
konarak uygulama alanına sokulur. Dinî ahlâkta Tanrı’nın irade ve buyrukları önemli bir rol oynamaktadır. Değerler, mutlak bir varlığa bağlanmak suretiyle öznellik ya da görecelikten kurtulurlar. Çünkü değerler
karmaşasının ve relativitenin olduğu yerde, toplumsal buhranların yaşanması kaçınılmaz bir hal alır.
Dini ahlâk yaklaşımında değerlerin kaynağı ve varlık nedeni, doğaüstü bir varlık olan her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten Allah’tır. Bu
durumda nelerin iyi, nelerin kötü olduğu en yüce ve en büyük varlık
olarak tasavvur edilen Allah tarafından bildirilmekte ve öğretilmektedir.
Bu ahlâk anlayışına göre, Allah’ın otoritesinin egemen olduğu Yahudilik,
————
24
Aydın, Din Felsefesi, s. 313.
İkinci Oturum
105
Hıristiyanlık, Müslümanlık gibi bütün büyük dinî sistemler, insanların
nasıl olmaları gerektiğini öğretmeye ve hatırlatmaya çalışmaktadırlar.
İnsanla insan-üstü ya da doğa-üstü bir varlık arasındaki ilişkilerin ve
insanların birbirleriyle olan ilişkilerinin nasıl teşekkül etmesi gerektiğini
buyruklar ve yasaklar şeklinde ortaya koyarlar. Otoritesini Allah’tan alan
dinî ahlâk, ahlâklılığı dindar olmak koşuluna bağlamakta, ödev ve itâat
ahlakını ifade etmektedir. Dini ahlâk insana bir şey vaat eder veya ona
korku verir. Dolayısıyla da, bir bakıma amaçsal (teleolojik) ahlâk vasfını
haizdir. Yaptırımlar, umut ve mükâfat, korku ve ceza esasına göre ayarlanmaktadır.
Ahlâk alanında değerlerin bilgisi kadar iradenin kullanımı da büyük
bir önem taşımaktadır. Çünkü dinler, birtakım örnekler ve öğütler vermek
sûretiyle, hem bu değerlerin oluşumu, hem de gerçekleştiriminde insanoğluna rehberlik etmektedirler.
İnsan, en azından bazı ahlâkî değerleri kendi tecrübesi çerçevesi içinde
tanıyabilecek durumda ve fıtratta yaratılmış bulunmaktadır. Sözgelimi,
doğru sözlülüğün ya da nimet verene şükretmenin iyi; adam öldürmenin
veya insana işkence etmenin / şiddet uygulamanın kötü olduğunu anlamak için herhangi bir buyruğa ihtiyaç olmasa gerektir. İnsan, tarihte ortaya
çıkmış belli bir vahiy tecrübesinden müstakil olarak iyi ve kötü konusunda
birtakım bilgilere sahiptir, demek mümkündür. Hz. Âdem’in ilk insan ve
ilk peygamber olduğu görüşünden hareket ederek epistemolojik düzeyi de
Tanrı’nın iradesine götürme fikri üzerinde durmak pek de önem taşımamaktadır. Nitekim İlâhî nesnelcilikte insanoğlu, dinin ve vahyin yol gösterimi bir yana, kendi aklî güç ve yetilerini de kullanarak ahlâkî değerler
sistemi oluşturması, buna bağlı olarak da erdemli ve iyi bir ahlâkî yaşam
tarzı kurması mümkündür. Bun karşılık, İlâhî öznelcilikte böyle bir ahlâkî
ameliye ve değerler sistemi kurma pek de mümkün görünmemektedir.
Çünkü insanoğlu, beşerî güç ve imkânlarıyla değerler alanında öznelcilik
ya da görecilikten kurtulamaz. Dolayısıyla, değerlerin karmaşadan kurtulup nihâî olarak belirlenmesi, bir şekilde, mutlak bir varlık olan Tanrı’nın
irade ve kararına dayandırılmak suretiyle gerçekleştirilir.
Oturum Başkanı: Doç. Dr. Fethi Kerim Kazanç’a teşekkür ediyorum.
Şimdi sözü Yrd. Doç. Dr. Ferhat Akdemir Bey’e “Ahlaki Bir Yaşamın
Motive Edici Unsuru Olarak Din” başlıklı bildirisini sunmak üzere sözü
bırakıyorum.
3. TEBLİĞ
AHLAKÎ BİR YAŞAMIN
MOTİVE EDİCİ UNSURU OLARAK DİN
Yrd. Doç. Dr. Ferhat AKDEMİR
Sinop Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Gerek ahlak felsefesinde gerekse din felsefesinde ahlak ile din arasındaki ilişki üzerine yapılan tartışmaların genellikle ahlakî değerlerin
ontolojik kaynağı ve epistemolojik değeri üzerine yoğunlaştığı görülmektedir. Ahlâki değerlerin kaynağı ve bağlayıcılığı bağlamında, çok genel bir
sınıflandırma ile söyleyecek olursak, dört temel yaklaşım türünün mevcut
olduğunu ifade edebiliriz. Bunlar, ahlaki değerlerin kaynağını dinde gören
ve din dışı ahlak anlayışlarını reddeden teistik ahlak anlayışı; dini, ahlak
için gereksiz ve hatta zararlı gören ve ahlakın kaynağını din dışı temellerde
arayan ateistik ahlak anlayışı; din ile ahlakı iki ayrı kompartıman olarak
gören ve din ile ahlak arasında zorunlu ya da olası türden her türlü ilişkiyi
reddeden fideistik ahlak anlayışı ve son olarak da, din ile ahlak arasında
nedensel ve zorunlu olmasa da muhtemel ve mümkün bir ilişkinin olabileceğini ve dinin hem ahlaki değerlerin temellendirilmesinde hem de bu
değerlerin hayata aktarılmasında olumlu bir katkısının olabileceğini savunan ahlak anlayışı şeklinde tasnif edilebilir.1
Bu anlayışları birkaç cümle ile açacak olursak, din ile ahlak arasında nedensel ve zorunlu bir bağ gören ilk anlayışa göre, genelde din, özelde
ise Tanrı ahlakın biricik temelidir. Bu nedenle dinsiz bir ahlaktan söz
edilemeyeceği gibi ahlaksız bir dinden de söz edilemez. Bu yaklaşım, ılımlı
felsefî haliyle yorumlandığında din bazı ahlaki değer ve ilkeleri gerektirir,
daha aşırı dinî haliyle yorumlandığında ise ahlakın dinden ve tanrısal
iradeden başka kaynağı ve nedeni olamaz şeklinde anlaşılabilir.2 En özlü
————
1
Konu ile ilgili detaylı bilgi için bkz. Cafer Sadık Yaran, İslam’da Ahlakın Şartı Kaç?, Elif
Yayınları, İstanbul, 2005, ss. 38-45; Recep Kılıç, Ahlakın Dini Temeli, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, Ankara, 1992, I. ve II. bölüm; Mehmet S. Aydın, Tanrı Ahlak İlişkisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1991, ss. 12-25.
2
Cafer Sadık Yaran, İslamda Ahlakın Şartı Kaç?,
108
Modern Çağda Ahlak
ifadesini, Dostoyevski’nin Karamozov Kardeşler isimli romanında roman
kahramanı Ivan’ın ağzında bulan ve ahlâki iyiyi Tanrı’nın iradesine indirgemek suretiyle ileri yorumları teolojik subjektivizme vardırılan bu yaklaşım, “Tanrı yoksa her şey mübahtır.”3 şeklinde ifade edilebilir.
Marks, Freud, Nietzche ve Russell gibi kimi materyalist ve nihilistler tarafından savunulan din-dışı ahlak anlayışına göre ise, din ahlak için
gereksiz olmanın ötesinde zararlıdır. Ahlakın evrensel ve nesnel bir temele
dayanması gerektiğini ileri süren bu düşünürlere göre, dinlerin çeşitliliği
ve çatışan hakikat iddiaları nedeniyle ahlakı dinle ilişkilendirmek, onu
teistik bir subjektivizme indirgemek ve cennet ve cehennem motivasyonu
ile de çıkarcı bir temele dayandırmak anlamına gelir. Bu da sonuçta bir
ahlak değil sadece ahlaksızlık üretir.
Kimi teist egzistansiyalistler, Kierkegaard ve D. Z. Phillips gibi
Wittgeinstein’cı fideistler ve bazı Potestan literalistler tarafından savunulan
üçüncü anlayışa göre ise, din kendine özgü ve kendisinden başka hiçbir
şeyle ilgisi ve ilişkisi olmayan imana ait bir olgudur, dolayısıyla ne akıl ne
de ahlakla herhangi bir şekilde ilişkilendirilebilir. Hatta dini emirler bazen
–Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmesi örneğinde olduğu gibi- dindışı hatta seküler bir zihinle bakacak olursak ahlak karşıtı bile olabilir.
Burada, bu bildiride bizim üzerinde duracağımız ve biraz daha derinlemesine tahlil etmeye çalışacağımız yaklaşım son yaklaşımdır. Öncelikli
olarak ifade etmemiz gerekir ki, ahlaki değerlerin ontolojik kaynağının ne
olduğu ve bağlayıcılığının nereden geldiği felsefi olarak önemli bir konudur. Bu nedenle, buraya kadar özetlemeye çalıştığımız her üç görüş de
üzerinde düşünülmeye ve felsefi olarak irdelenmeye değer yaklaşımlardır.
Ancak içinde bulunduğumuz üçüncü bin yılda din ile felsefe arasında
kurulan/kurulmaya çalışılan ilişkinin, ilk üç yaklaşımda olduğu gibi soyut
ve spekülatif bazda olmaktan çok, şimdi ele alacağımız ve geliştirilmesini
önereceğimiz tarzda, daha pratik bir düzlemde ve uygulama ölçeğinde
olması gerektiği bir ihtiyaç gibi görünmektedir. Bu ihtiyaç, bu gereklilik,
çağımız insanın içine düştüğü etik yozlaşma ve ahlakî bunalım incelendiğinde kendisini daha derinden hissettirmektedir. Sanırız içinde bulunduğumuz ve geride bıraktığımız yüzyılın “bunalım çağı”4, “şiddet yüzyılı”5
ve bir kitaba da isim olduğu şekliyle “yeni ortaçağ”6 gibi isimlerle anıldığı
hatırlanacak olursa, ahlaklılığa ve ahlâki bir yaşama duyduğumuz ihtiya————
3
Fredeyer Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, çev. Nihal Yakaza, Milli Eğitim Bakanlığı
Yayınları, İstanbul, 191967, s. 350; Jean Paul Sartre, “The Humanism of Egizstansiyalism”,
Philosophy: A Literary and Conceptual Approach, (ed) Burton Porter, Harcourt Brace Jovanich,
New York, 1974, s. 71-71’den aktaran Akıl ve İnanç: Din Felsefesine Giriş, (ed. Michael
Peterson ve dğl.) çev. Rahim Acar, Küre Yayınları, İstanbul, 2006, s. 427.
4
Stuart Sim, Derrida ve Tarihin Sonu, çev. Kaan H. Ökten Everest Yayınları, İstanbul, 2000, s.
55.
5
Hannah Arendt, “Şiddet Üzerine”, Cogito, çev. Bülent Peker, 1996, sayı: 6-7, s. 7.
6
Alain Minc, Yeni Ortaçağ, çev. Mehmet Ali Ağaoğulları, İmge Yayınları, Ankara, 1995.
İkinci Oturum
109
cın ve ahlakla din arasında kurulması gereken uygulamaya dönük ılımlı ve
olumlu bir ilişkinin önemi ve aciliyeti daha iyi anlaşılacaktır.
Bu önemi ve aciliyeti vurgulamak için üzerinde yaşadığımız yaşlı
yer kürede insanlığın içine düştüğü trajik ve ironik duruma ilişkin birkaç
veriyi sizlerle paylaşmak istiyorum:
Örneğin, Birleşmiş Milletler 2000 İnsânî Gelişme Raporu’na göre, bugün dünyada bir milyara yakın insan açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıyadır; iki milyara yakın insan mutlak yoksulluk içinde [yani günde 1 dolara] yaşamaktadır; iki milyarı aşkın insanın ortalama ömrü 60 yaşın altındadır; bir milyara yakın insan okur-yazar bile değildir; ve iki milyar insan
düzenli bir su kaynağından dahi yoksundur.7 Buradaki açlık konusu bir
küresel sosyal adalet sorunu, okur-yazarlık konusu bir eğitim meselesi,
düzenli su kaynağının olmayışı ise yerkürenin sahip olduğu doğal kaynaklar problemi ve son olarak da, insan ömrü tanrısal kader sorunu olarak
yorumlanabilir. Ama bütün bu sorunların arkasında metafizik kökenli bir
ahlak sorununun bulunduğu kuşku götürmeyen bir gerçektir. Çünkü
derinlemesine incelendiğinde ve sağduyulu bir zihinle yorumlandığında
bu sorunların ahlaki bir yönünün ve içeriğinin olduğu muhakkaktır.
Yine, UNICEF’in 2009 raporuna göre, sanayileşmiş ülkelerde kız
çocuklarının yüzde 10'u, erkek çocuklarının da yüzde 5’i çocukluk döneminde tecavüze uğramaktadır.. Bunların 3 katı kadar çocuk da bir şekilde
cinsel tacize maruz kalmaktadır. Beş yaşından küçük çocuklar arasında,
temel sağlık hizmetlerinden yoksun olmaları nedeniyle yıllık ölüm sayısı
dünyada 2008 yılı itibariyle 8.8 milyondur ki, bu da her gün yaklaşık 25.000
çocuğun ölümü anlamına gelmektedir.8 Oysa ki, bu çocukların ölümü,
örneğin Sovyetler Birliği’nin votka için, veya ABD’deki şirketlerin sigara
reklamı için harcadığı veyahut Avrupa Birliği’nin çiftçilere verdiği yıllık
sübvansiyon kadar bir parayla önlenebilirdi.9 Dolayısıyla buradaki sorunun bir temel sağlık hizmeti sorunu olmasından çok bir vicdan ve ahlak
sorunu olduğu aşikardır.
Son olarak şu veriyi de sizlerle paylaşmak isterim ki, temel emri
“öldürmeyeceksin” olan ilahi dinlerin taraftarlarının dünya nüfusunun
yarısını oluşturduğu dünyamızda 2004 yılı itibariyle, global silahlanmaya
ayrılan paranın 1.035.000.000.000 (1 Katrilyon 35 milyar) dolar civarında
olduğu ve bunun da, her gün dünyada silahlara 2.8 milyar doların harcandığı10 anlamına geldiği düşünülecek olursa, insanlığın makus talihi daha iyi
anlaşılabilir, tarihi daha iyi analiz edilebilir. Ancak bunun arkasında yatan
————
7
Ramazan Özey, “Yoksulluk Coğrafyası”, Yoksulluk: Sempozyum Bildirileri ,C. 1, Deniz Feneri
Yayınları, İstanbul, 2003, s. 136, 137.
8
http://www.unicefturk.org/ (03.04.2010)
9
Lipson, Uygarlığın Ahlaki Bunalımları, s. 274.
10
“Saying NO to Militarism and War”, http://www.converge.org.nz/pma/sayno.htm
(04.06.2008)
110
Modern Çağda Ahlak
vahşet “1989 yılı verilerine göre, Amerikada’daki tüm mühendislerden
%21’inin, tüm elektrik mühendislerinden %24’ünün, tüm matematikçilerden %32’sinin ve tüm fizikçilerden %34’ünün askeri endüstri alanında yani
savaş teknolojisi alanında çalışmakta olduğu gerçeğidir.”11
Sözünü ettiğimiz veriler ışığında düşündüğümüzde insanlığın
ekonomik, sosyal, sağlık, eğitim ve güvenlik gibi temel insani alanlarda
ciddi sorunlarla karşı karşıya kaldığı görülmektedir. Ancak bütün bu
sorunların bir yönüyle ahlaki bir nitelik arzettiği ve sözkonusu sorunların
özünde ahlaki zaafiyetten kaynaklandığı da reddedilemez bir gerçektir. Bu
münasebetle, Lipson’un ifadeleri ile söyleyecek olursak, “bugünlerde en
çok ihtiyacımız olan şey ahlak sistemimizde –uygulamalarımız ve alışkanlıklarımızda- bir devrim yapmaktır. Doğru ilkeler zaten yabancımız değildir; gerçekte iki bin beşyüz yıldan beridir bilinmektedir. Bizim sorunumuz,
uygulamayı ilkelerle uyum içinde yürütmeyi sağlamaktır.”12 Heinemann’ın
ifadeleri ile, “ [içinde bulunduğumuz bu] çağda, vicdanı yeniden yeşertmek ve gerçeklemek, onu savunmak zorundayız. Bu sorun vicdanın [ve
ahlaki değerlerin] doğuştan mı geldiği yoksa onun sonradan mı oluştuğu,
bireysel mi toplumsal mı olduğu, aile ve çevre ile mi geldiği yoksa genel
toplumsal koşullardan mı çıktığı gibi teorik sorunlardan çok daha büyük
bir öncelik taşımaktadır.”13 Bu belki de insanlığın karşılanması gereken en
acil ihtiyacıdır.
Bu nedenle ahlaka bir temel aramak ne kadar önemli ise, onun kadar ve belki de ondan daha önemli olan şey ahlaki değerleri yaşama aktarmak, hayatı ahlaki bir formda yaşamak, kısacası, Alasdair MacIntyre’nin
bir kitabına da isim olduğu şekliyle “erdem peşinde” bir yaşam sürmektir.
Dolayısıyla, ahlakı değerleri ister Aristotales gibi akılla14, ister Moore ve
Bergson gibi sezgi ile15, ister Epiküros ve Kireneler gibi hazla16, isterse de
Hume gibi tutku ile17 temellendirme yoluna gidelim, sonuçta önemli ve
öncelikli olan şey ahlakın nasıl ve ne ile temellendirildiği değil, nasıl ve ne
şekilde yaşandığıdır.
————
11
Kourdes Beneria and Rebecca Blank, Women and the Economics of Military Spending”,
Rocking the Ship of State: Toward a Feminist Peace Politics, ed. Adrienne Harris and Ynestra
King, Westviev Press, Boulder, Colo., 1989, s. 195’den naklen Mustafa Köylü, “Küresel Bir
Sorun Olarak Savaş Endüstrisi”, Yoksulluk, Şiddet ve İnsan Hakları, (ed) Yasemin özdek,
TODAİE İnsan Hakları Araştırma ve Derleme Merkezi Yayınları, Ankara, 2002, s. 419.
12
Lipson, Uygarlığın Ahlaki Bunalımları, s. 30.
13
Fritz Heinemann, “Etik”, Günümüz Felsefe Disiplinleri içinde, Der. ve Çev. Doğan Özlem,
Ara Yayıncılık, İstanbul, 1990, s. 348.
14
Aristotales, Nikomakhos’a Etik, çev. Saffet Babür, Ayraç Yayınları, 1998, İstanbul,
15
Osman Elmalı, George Edward Moore’da Etik, Arı Sanat Kitabevi, İstanbul, 2007, ss. ; Henri
Bergson, Ahlakın ve Dinin İki Kaynağı, Çev. M. Karasan, M.E.B. Basımevi, Ankara, 1949, s.
299 vd.
16
Nigel Warburton, Felsefeye Giriş, çev. Ahmet Cevizci, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2000,
s. 53.
17
David Hume, A Treatise of Human Nature, ed. L. A. Selby-Bigge, Clarendon Press, London,
1972.
İkinci Oturum
111
Bu açıdan bakıldığında, ahlakın, kaynağını nerden bulduğu kadar
ahlakî bir eylemin icrasının hangi motivasyonlarla ve ne ölçüde yapıldığı
da önem kazanmaktadır. Sonuçta, bir eyleme ilişkin motivasyonumuz ne
kadar güçlü ise, onu icra etme konusundaki istekliliğimiz de o kadar büyük demektir. Bu noktada, Bauman’ın “her zaman bize yol göstermiş olan
ve bugün hala yol gösteren ahlakın kolları” güçlü ama kısadır, oysa artık
ahlakın uzun ama çok uzun kollara [yani güçlü motivasyonlara] ihtiyacı
vardır.”18 şeklindeki tesbitine katılmamak elde değildir. Din-Ahlak ilişkisini sanırız biraz da bu bağlamda ele almamız mümkündür. mesela, herhangi
bir kişi herhangi bir olayla karşılaştığında onu tekil bir bakış açısı ile ele
almaz. Yani, aynı olay ve aynı durum farklı bakış açılarından hareketle,
kişinin nazarında farklı değerlendirmelere, farklı anlamlandırmalara konu
olabilir. Mesela, bir kimsenin yoksul olması ve bizden yardım talebinde
bulunması sadece bir “olgu”dur. Ancak bu olgu farklı bakış açılarından
farklı anlamlar kazanabilir. Şöyle ki, “yoksula yardım etmeliyim” yargısı
söz konusu olgunun ahlâki yorumudur. “Tanrı yoksula yardım etmemi
emreder” önermesi ise, aynı olgunun teolojide bulduğu karşılık olmaktadır. Sonuç olarak, bir kimse, yoksul bir kimse karşısında tepkisiz kalabilir.
Bu sadece bir olgu karşısında takınılan bir tavırdır. Bir anlamdan ve yargılamadan yoksundur. Belli bir ahlâki olgunluğa erişmiş, en azından yoksula
yardım etmenin ahlâki bir gereklilik olduğunu kabul etmiş bir kimse için
“yoksula yardım etme gereklililiği” ahlâki bir tavır ve tutum olabilir. Kişi
bu ahlâki tavır ve tutumuna göre eylemde bulunur, ancak buna rağmen
bazı durumlarda, farklı gerekçelerle eylemsiz de kalabilir. İnanan bir kimse
söz konusu olduğunda ise, bu ahlâki tavra ayrıca dinî bir boyut da eklemlenir. Kişideki, Tanrı’nın yoksullara yardım etmeyi emrettiği inancı onun
ahlâki tavrını eyleme dönüştürmesinde motive edici bir unsur olarak işlev
görür.19 Sonuçta burada ele aldığımız örnekte inanç boyutunun araya
girmesi olayın mahiyetinde (olgu düzeyinde) bir değişikliğe neden olmamaktadır. Değişiklik sadece olguyla muhatap olan kişinin eylemlerinde,
tavrında ortaya çıkmaktadır. Bu tür bir değişikliğin de ahlâki ödevlerin
yerine getirilmesinde son derece önemli bir rol üstlendiği unutulmamalıdır.
Ayrıca, bir olgu karşısında ahlâki tavır iyi kötü ya da doğru yanlış
yargıları ile sınırlı iken, bu ahlâki tavra dîni bir bakış açısı da eklemlendiğinde olgu karşısında takınılan tavır ayrı bir boyut daha kazanmakta ve
devreye “sevap-günah” ayırımı girmektedir. Bu da inanan bir kimse için,
söz konusu eylemi yapma ya da yapmama konusunda artı bir motivasyon
üretmektedir.
Kanımızca, din ahlak ilişkisi ontolojik, epistemolojik ve pratik ol————
18
Bauman, Postmodern Etik, s. 263.
19
Mehmet Aydın, Kant’a ve Çağdaş İngiliz Felsefesinde Tanrı Ahlak İlişkisi, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, Ankara, 1991, s. 202.
112
Modern Çağda Ahlak
mak üzere farklı düzlemlerde ele alınabilir. Ontolojik düzlemde, ahlâki
değerin kaynağı konusunda Tanrı nihâi otorite olarak görülürken, Tanrı ile
ahlak arasında nedensel ve mantıksal ölçekte bir zorunluluğun olduğu en
azından dinsel bakış açısına göre ileri sürülebilir. Epistemolojik düzlemde
ise, Tanrı ile ahlak arasında karşılıklı ve olumsal bir ilişkinin olduğu ve
ahlâki değerlerin bilinmesi konusunda Tanrı ile insan zihninin karşılıklı bir
etkileşim içerisinde olduğu ifade edilebilir. Pratik düzlemin ise dîni inancın
ahlaklı bir yaşam sürdürülmesi konusunda etkin bir işlevinin olduğu ileri
sürülebilir ve -her ne kadar Russell ve Nielsen gibileri tam tersini düşünseler de- bu düzlem din-ahlak ilişkisinin üzerinde temellendirildiği en makul
zemin olarak kabul edilebilir. Zaten, gerek din gerekse ahlak konusunda
çalışan felsefecilerin en fazla bu ilişki üzerinde duruyor olmaları da bu
savımızı doğruluyor niteliktedir. Sonuç olarak, modernist filozofların
düşünce tarihinin uzunca bir kesitini karakterize eden mutlakçı ve evrenselci dayatmalarına ve “ya/ya da”cı dualizmlerine kendimizi mahkum
etmek gibi bir zorunluluğumuz olmadığı gibi, kimi postmodern filozofların
yaptığı şekliyle ahlakı her türlü ölçütten ve temelden yoksun bir seçim
üzerine kurmak gibi bir zorunluluğumuz yoktur. Eğer bu gerçeği gözden
kaçırmaz ve din ile ahlak arasındaki ilişkiyi zorunlu bir nedensellik ölçeğinde tartışmaz isek, sanırız din ile ahlak arasında, birini diğerine indirgemek ya da biri adına diğerini reddetmek zorunda kalmaksızın ikisinin de
ortak bir zeminde buluşacakları daha ılımlı ve olumlu bir ilişki kurulabilir.
İkinci Oturum
113
KAYNAKÇA:
“Saying
NO
to
Militarism
and
War”,
http://www.converge.org.nz/pma/sayno.htm (04.06.2008).
Akıl ve İnanç: Din Felsefesine Giriş, (ed. Michael Peterson ve dğl.) çev. Rahim
Acar, Küre Yayınları, İstanbul, 2006.
Arendt, Hannah, “Şiddet Üzerine”, Cogito, çev. Bülent Peker, 1996, sayı: 67.
Aristotales, Nikomakhos’a Etik, çev. Saffet Babür, Ayraç Yayınları, İstanbul,
1998.
Aydın, Mehmet S., Kant’ta ve Çağdaş İngiliz Felsefesinde Tanrı-Ahlak İlişkisi,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1991.
Aydın, Mehmet, Din Felsefesi, Dokuz Eylül Üniversitesi Yayınları, İzmir,
1990.
Bauman, Zygmunt, Postmodern Etik, çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2001.
Bergson, Henri, Ahlakın ve Dinin İki Kaynağı, Çev. M. Karasan, M.E.B.
Basımevi, Ankara, 1949.
Dostoyevski, Fredeyer, Karamazov Kardeşler, çev. Nihal Yakaza, Milli Eğitim
Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 191967.
Elmalı, Osman, George Edward Moore’da Etik, Arı Sanat Kitabevi, İstanbul,
2007.
Heinemann, Fritz, “Etik”, Günümüz Felsefe Disiplinleri içinde, Der. ve Çev.
Doğan Özlem, Ara Yayıncılık, İstanbul, 1990.
http://www.unicefturk.org/ (03.04.2010)
Hume, David, A Treatise of Human Nature, ed. L. A. Selby-Bigge, Clarendon
Press, London, 1972.
Kılıç, Recep, Ahlakın Dini Temeli, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara,
1992.
Köylü, Mustafa, “Küresel Bir Sorun Olarak Savaş Endüstrisi”, Yoksulluk,
Şiddet ve İnsan Hakları, (ed) Yasemin özdek, TODAİE İnsan Hakları
Araştırma ve Derleme Merkezi Yayınları, Ankara, 2002.
Lipson, Leslie, Uygarlığın Ahlaki Bunalımları, çev. Jale Yeşiltaş, İş bankası
Yayınları, İstanbul, 2000.
Minc, Alain, Yeni Ortaçağ, çev. Mehmet Ali Ağaoğulları, İmge Yayınları,
Ankara, 1995.
Özey, Ramazan, “Yoksulluk Coğrafyası”, Yoksulluk: Sempozyum Bildirileri,
Modern Çağda Ahlak
114
C. 1, Deniz Feneri Yayınları, İstanbul, 2003.
Sim, Stuart, Derrida ve Tarihin Sonu, çev. Kaan H. Ökten Everest Yayınları,
İstanbul, 2000.
Warburton, Nigel, Felsefeye Giriş, çev. Ahmet Cevizci, Paradigma Yayınları,
İstanbul, 2000, s. 53.
Yaran, Cafer Sadık, İslam’da Ahlakın Şartı Kaç?, Elif Yayınları, İstanbul,
2005.
Oturum Başkanı: Yrd. Doç. Dr. Ferhat Akdemir Bey’e gerçekten güncel
sorunlara dikkat çekerek hazırladığı bu tebliğden ötürü teşekkür ediyorum.
Değerlerin ne olduğu tartışması önemli olmakla birlikte hayatta ne ölçüde mevcut olduğuna dikkat çekti. Bu konuşmasında din ile ahlak arasındaki olumlu ve ılımlı bir ilişkinin esis edilmesi gerektiğini ifade ederek
tebliğini sona erdirdi.
Şimdi sözü Doç. Dr. Abdülkerim Bahadır Bey’e bırakıyorum.
“Doğmatik Dindarlık ve Din Referanslı Fanatizm” başlıklı bildirilerini
sunacaklar, buyurun.
4. TEBLİĞ
DOGMATİK DİNDARLIK
VE
DİN REFERANSLI FANATİZM
Doç. Dr. Abdülkerim BAHADIR
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Fenomenolojik bir gerçeklik olarak içkin, deruni, manevi vb. kavramlarla ifade bulan içsel yaşantılar, çeşitli yansımalarıyla ne kadar ölçülebilir
olurlarsa olsun, yaşandıkları an ve koşullar bakımından tamamen açıklanabilirlikten uzaktır. Dahası, yapıları gereği sahip oldukları sübjektif/öznel
karakterleri nedeniyle bu tür yaşantıların, gerçekte olduklarından çok daha
farklı ya da hatalı bir bağlamda tanımlanma olasılıkları da söz konusudur.
Bu çerçevede olmak üzere kişisel yaşantı biçimi olarak dindarlık, tanımlanması ve tasviri en güç olgulardan birisi olarak kabul edilmektedir.
Kuşkusuz bu güçlük, bir yanıyla dindarın dini referansları kendine özgü
algılama, anlama ve içselleştirme biçimlerinden kaynaklanırken, diğer
yanıyla ise, bu referanslara bağlı oluşan dini içeriklerin davranışlarda ifade
bulma şekillerinden kaynaklanmaktadır. Buna göre, her dindarın dini
mesajları algılayış farklılıkları yanında dini kabullerini davranışlarına
yansıtma biçimlerinin çeşitliliği, dışardan bakan birisi için tanımlanması
oldukça zor bir vakıa olarak karşımıza çıkmaktadır. Kaldı ki, araştırmacının hem çalıştığı alan ya da benimsediği yaklaşım, hem de bizzat kendi
kabulleri açısından ne kadar tarafsız kalabileceği hususu, sübjektiflik
çerçevesinde sorunun ayrı bir boyutunu teşkil etmektedir.
Din Psikolojisinin araştırma alanlarının odağında yer alan dindarlık,
gerek içsel oluşum ve yapılanma; gerekse ifade biçimleri ve tipolojileri
bakımından ilgili ilk çalışmalardan beri tartışmalara konu olmaktadır.1
Nitelik ve nicelik bağlamında gerçekleştirdikleri onlarca araştırmalara
————
1
Bkz. Yavuz, Kerim, “Din Psikolojisinin Araştırma Alanları”, A. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, S.
5, Erzurum 1982, 100-101; Yaparel, Recep, “Dinin Tarifi Mümkün mü?”, DEÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.IV, İzmir 1987, 36-37; Berger, Peter L., Dinin Sosyal Gerçekliği (Çev. Ali Coşkun), İnsan Yay., İstanbul 1993, 89-93; Koç, Turan, Din Dili, Rey Yay., Kayseri 1995, 34;
Yapıcı, Asım, Ruh Sağlığı ve Din, Karahan Kitabevi, Adana 2007, 20 vd.; Yapıcı, Asım, “Dini
yaşayışın Farklı Görüntüleri ve Dogmatik Dindarlık”, Ç.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. II, S.
2, Adana 2007, 75-77; Şahin, Adem, Ergenlerde Dindarlık ve Benlik, Adal Ofset, Konya 2007,
17-19.
116
Modern Çağda Ahlak
rağmen dindarlığı konu edinen araştırmacıların üzerinde birleştikleri ortak
bir tanımlamadan söz etmek mümkün görünmemektedir. Diğer taraftan,
her ne kadar kutsal metinlerde amaç ve çerçevesi ile ilgili bir kısım tanımlayıcı değerlendirmelere yer veriliyorsa da, esas itibarıyla dindarlık için
yukarıda vardığımız yargı, dinin tanımlanması için de geçerli kabul edilebilir. Zira, dini algılama ve yaşama noktasında muhatap olan insan, doğal
olarak din ile ilgili algı ve fikirlerinde de sübjektif kalacaktır. Dikkat çeken
ilginç bir husus olarak, din ve dindarlığın tanımlanamazlığını öne sürdüğü
gerekçelerle ortaya koymasına karşın tartışmaya katılan hemen her araştırmacı, söz konusu kavramlarla ilgili kendine özgü bir tanımlama ve
sınıflama yapmaktan kendisini alıkoyamamaktadır.2 Böyle bir eğilimin
ardında, içe dönük ve dışa dönük muhtemel iki fonksiyonel güdünün etkin
olabileceğinden söz edilebilir. Bunlardan birisi, fikir ve açıklamalara sistematik bir çıkış noktası ya da dayanak teşkil etmek suretiyle kişisel anlama
ihtiyacını tatmin etmek; diğeri ise, muhatabı zihinsel belirsizlikten kurtaracak bir anlam çerçevesi inşa etmek suretiyle anlaşılma ihtiyacını tatmin
etmektir.
Gerek bizzat dindarlık ya da din farklılığına bağlı ön plana çıkan ve gerekse çok boyutlu değişkenlere bağlı yönelimler olarak temayüz eden dinî
benzerlikler3, zamanla araştırmacıların dikkatlerini dindarlığın çeşitliliği ve
çok boyutluluğu üzerlerine toplamıştır.4 Bu çerçevede gerçekleştirdikleri
teorik ve uygulamalı araştırmaları esas alan bilim adamları, psikolojik ve
sosyo-kültürel koşullar altında şekillenen çeşitli dindarlık biçimlerini tespit
ederek kendi din algıları doğrultusunda sınıflandırma yoluna gitmişlerdir.
Buna göre ileri sürülen tiplemeler, teklif edenlerin din ve dindarlık görüşlerinin ve/veya çalışma alanlarının (İlahiyat, psikoloji, sosyal-psikoloji,
sosyoloji, felsefe, antropoloji…) dine yaklaşımlarını yansıtan ürünler olarak
ortaya çıkmıştır.
İstisnalar bir tarafa bırakılırsa, hangi alanda olursa olsun, dindarlık ile
ilgili öteden beri yapılan sınıflandırılmaların son dönemlere kadar daha
çok olumlu bir çerçevede ortaya konduğu hususu, burada kayda değerdir.
Konumuzla ilgisi olması itibarıyla, özellikle tek ve çift boyutlu önceki
tiplemelerde dogmatik ya da fanatik karakterde yıkıcı dindarlık tipine
doğrudan işaret eden dindarlık boyutları gündeme gelmemiştir. Sınıflandırmalarda daha ziyade dindarlığın niceliksel ve niteliksel derecelendiril————
2
Din ve dindarlığı gündemine taşıyan dini ilimler, din bilimleri ve diğer sosyal ilimlerde etkin
şahsiyetlerde bu yönelişi tespit etmek zor değildir. Örnek ler için bkz. Yıldız, Murat, “Dindarlığın Tanımı ve Boyutları Üzerine Psikolojik bir Çalışma”, Tabula Rasa, S.1, Isparta 2001,
20 vd.; Yıldız, agm, 83 vd.
3
Köktaş J. Matthes’ten naklen söz konusu benzerliklerin ilkini “özsel/substantivist” ikincisini
ise, “nitelendirici/adyektivist” kavramları altında ele alıp açıklamaktadır. (Bkz. Köktaş,
Emin, Türkiyede Dini Hayat”, İşaret Yay., İstanbul 1993, s. 48. )
4
Geniş bilgi için bkz. Grom, Bernhard, Religionspsychologie, Kösel Verlag, München 1992, s.
378-381; Yıldız, agm, 27-33, Şahin, age., 20-25.
İkinci Oturum
117
meleri ele alınmış,5 olumsuz ya da yıkıcı boyutlar değerlendirmelerin
dışında bırakılmıştır. Ancak, modernite ile birlikte ortaya çıkan yeni araştırma bilinci, patolojik dindarlığı da araştırma alanına dahil edecek farklı
yaklaşımların doğuşuna hizmet etmiştir.6
Konun devamında dindarlığın tanımı, boyutları ve tipolojileri ile ilgili
bilgi ve bulgulardan bağımsız olarak dindarlık biçimlerinin olumsuz kanadını teşkil eden dogmatik ve fanatik dindarlıktan bahsedilecektir. Bu
çerçevede önemli kişilik sorunları arasında kabul edilen dogmatik ve
fanatik karakterlerin kaynakları, biçimleri; dinî referans ve uygulamalarla
bağlantıları; bireysel ve toplumsal şiddet olarak yansımaları tartışmaya
açılacaktır. Ayrıca dinin terörle ilişkilendirilip ilişkilendirilemeyeceği
sorusuna, dinler tarihinden ve günümüzden örnekler çerçevesinde cevap
aranacaktır.
Kaynak itibarıyla Yunancandan gelen ve dilimizde nass, akide, itikat,
rey, gibi anlamlarla karşılık bulan “dogma” kelimesi, kavram olarak, sıkı
sıkıya, büyük bir güçle inanılan; belirli bir otoriteye dayanan; her türlü
inceleme ve eleştirinin üstünde tutulan; doğruluğu, olgulardan ve diğer
deneysel desteklerden bağımsız olarak tartışmasız kabul edilen, değişmez
düşünce ve olgular anlamına gelmektedir. Dinî bir çerçeve içerisinde
dogma, tanrısal otoriteye dayanan ve inkâr edilmesi sapkınlık ya da küfür
ile eşdeğer tutulan değiştirilemez, sorgulanmadan benimsenmesi gereken
temel inançlara; dinî otorite tarafından tanımlanan ve en temel dinî kurum
tarafından desteklenen vahiy ürünü doktrinlere ve dinî öğretilere karşılık
gelmektedir. Felsefî bir kavram olarak dogma, kurucu/öncü büyük bir
düşünürün otoritesine dayanarak kabul edilen görüş, ilke ya da önermeyi
ifade eder. “Dogmatik” sıfatı, genel olarak belli bir takım ilkeleri, düşünce,
teori ve ideolojileri mutlak doğru ve her zaman geçerli kabul eden; görüşlerini kesin ve tartışmaya yer vermeyecek şekilde öne sürüp korumaya
çalışan kimsenin kişiliği ya da tutumu için kullanılır. Buna göre dogmatik
kavramı, bir yönüyle, epistemolojik açıdan bilginin imkansız olduğunu
iddia eden septik/kuşkucu bakış açısı karşısında, bilginin kaynağı tartışmasına hiç girmeden onun kesinlikle mümkün olduğuna inanan kişiye
işaret ederken; diğer yönüyle, savunduğu görüş ya da öğretiyi mutlak bir
güven ve otoriteyle öne süren, tartışmaya yanaşmayan, başkalarının görüşlerine değer vermeyen hoşgörüsüz, dar kafalı, eleştiriye kapalı tahammül————
5
Örneğin, bireysel dindarlık - kurumsal dindarlık (W. James); halk dindarlığı - seçkinlerin
dindarlığı (M. Weber); avamın/halkın dindarlığı İstanbul 1993, s. 48. )
5
Örneğin, bireysel dindarlık – hassın/seçkinlerin dindarlığı – ehass-ı hassın/en seçkinlerin
dindarlığı (Gazali); mistik/sezgisel dindarlık – rasyonel/entellektüel dindarlık (Z. GökalpF. Köprülü). Bu türden sınıflamalar ile ilgili daha geniş bilgi için bkz. Asım, agm., 83-86
6
Örneğin, gerçek dindarlık - şekilci dindarlık - kenarda dindarlık - gizli dindarlık (J. Fichter);
iç güdümlü dindarlık – dış güdümlü dindarlık (G. Allport); gayr-i amil dindarlık – idare-i
maslahatçı dindarlık – dini bütün/amil dindarlık – sofu dindarlık – softa/yobaz dindarlık
(M. Tablamacıoğlu). Bu türden sınıflamalar ile ilgili daha geniş bilgi için bkz. Asım, agm.,
88-94.
118
Modern Çağda Ahlak
süz kişiyi tanımlayabilmektedir.7
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılabileceği üzere, terminolojik bağlam itibarıyla “dogma” ve “dogmatik” kavramları, din, felsefe, psikoloji
gibi disiplinlerde olumlu-olumsuz ya da zorunlu-ihtiyari ekseninde farklı
anlamlar yüklenmiş ortak kavramlar arasında yer almaktadır. Bu çerçevede olmak üzere dogma, dinin temel esasları ve ilkelerinin tesisinde; belirli
bir felsefi doktrini, ideoloji ya da hayat felsefesinin temellendirilmesinde;
kişisel ya da toplumsal paradigmaları oluşturan doğal önkabullerde; aynı
şekilde bireysel bilincin inşası ve yapısal koruması bağlamında olumlu ve
zorunlu bir karakter hüviyetinde gündeme gelmektedir. Buna karşılık,
hangi alanda olursa olsun katılığı, tutuculuğu, bağnazlık ve yobazlığı
temsil ettiği her durumda olumsuz ve çoğu zaman ihtiyari bir karakter arz
etmektedir. Dahası, ulaştırabileceği sonuçların kestirilemediği durumlarda,
değişken ve belirsiz bir görüntüye de bürünebilmektedir. Tebliğde, dogmanın gerek düşünsel ve gerekse davranışsal yansımaları açısından sorunlu ve çarpık dindarlığa yol açan boyutlarının irdelemesiyle yetinilecektir.
Dogma ve dogmatik kavramlarının çıkış noktası itibarıyla sahip oldukları olumlu anlamlarını büyük ölçüde kaybedip olumsuz bir bağlam içerisinde değerlendirilmesinde, XVI. Yüzyılın bir kırılma noktası teşkil ettiği
ileri sürülmektedir. Bu dönemde, Fransa’da ortaya çıkan “dogmatizm”
kavramı, özelikle Aydınlanma Dönemi Alman Felsefesinde tenkitçi bir
bakış açısıyla tartışmalara konu olmuştur.8 Karşıt görüşleri mahkum etmek
adına kullanılmaya başlanan bu kavram, günümüzde fizik ya da metafizik
ilke ve öğretileri eleştirmeksizin doğru kabul eden zihinsel yaklaşım olarak
literatüre geçmiş bulunmaktadır. Modern kültürde yorumlandığı mevcut
şekliyle dogmatizm, temelde skolastik gelenekten beslenen, değişmeye ve
gelişmeye kapalı tüm öğretileri içine alan geniş kapsamlı bir kavram olarak
değerlendirilmektedir9
Dogmatizmi psikopatolojik bağlamda zihinsel bir sorun olarak ele alan
önemli araştırmacılardan birisi, Milton Rokeach’dır. Her ne kadar birçok
noktada eleştiriye tabi tutulmuşsa da Rokeach’ın teorisi, bu alanda araştırma yapan tüm psikologların başvurdukları referanslarından birisi ol————
7
Bkz. Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, 3. Baskı, Paradigma Yay., İstanbul, 1999, s. 249;
Hançerlioğlu, Orhan, Felsefe Ansiklopedisi, 4. Baskı, Remzi Kitabevi, C.III, İstanbul 2005, s.
80; Hançerlioğlu, Orhan, Felsefe Sözlüğü, 6. Baskı, Remzi Kitabevi, , İstabul 1982, s. 185;
Akarsu, Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1998, s. 56.
8
Vergote, Antoine, Din İnanç ve İnançsızlık, (Çev. V. Uysal), M. Ü. İlahiyat Fak. Yay., İstanbul
1999, s. 93.
9
Dogmatizm ve dogmatik kavramları, metindeki anlamlandırılmaları açısından psikolojik bir
bağlamda değerlendirilmektedir. Kavramlara epistemolojik ya da dinî bağlamda yüklenilen anlamlar, konumuzla doğrudan ilgili olmadığı ya da odak noktasını teşkil etmediği için
burada daha fazla bilgi vermeyi uygun bulmuyoruz. Bununla birlikte daha tanımlayıcı
bilgi için bkz. Bolay, S. Hayri, Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, 8. Baskı, Akçağ Yay.,
İstanbul 1999, s. 113-115; Cevizci, age., 249-250; Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi, III, 8081; Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, 185-186.
İkinci Oturum
119
muştur.10 1960 yılında yayınladığı The Open and Closed Mind (Açık ve Kapalı
Zihin) adlı eserinde Rokeach, dogmatizmi bir tür “dar görüşlülük /dar
kafalılık” ya da zihnin yeni fikirlere kapalı olması şeklinde tanımlamıştır.
Ona göre insanlar, konuların durumuna göre aralarında geçişkenlikler
olmasına rağmen biri “açık”, diğeri “kapalı” olmak üzere, iki temel düşünce yapısına göre gruplandırılabilir. Buna göre kapalı düşünce yapısına
sahip olanlar, dogmatik bir anlayış geliştirirler. Başka bir ifadeyle dogmatik düşüncenin kökeninde, kapalı bir inanış sistemi mevcuttur. Rokeach,
konuyla ilgili görüşlerini temellendirmek adına öne sürdüğü hipotezleri
test etmek için özel bir ölçek (Dogmatism Scale) geliştirmiştir. Bazı meslektaşlarının da katkısıyla söz konusu ölçeği denekler üzerinde uygulayan
Rokeach, ulaştığı bulgulardan hareketle dar görüşlülüğün ya da kapalı
zihinsel yapının kendine uygun kapalı ve katı bir kişilik yapısına yol açtığını ileri sürmüştür.11
Rokeach’ın tespitleri dikkate alındığında dogmatik kişiliğin temel karakteristikleri şu şekilde sıralanabilir: Fraklı inanç ve düşünceleri büyük
ölçüde reddetme; kendi inanç sistemleri arasında güçlü bağlar geliştirememe; çelişik bilgileri kabul etmeme ya da özümsemede zorluk çekme;
belirsizliklere karşı düşük tolerans gösterme; kapalı ya da birden fazla
anlama gelebilecek olgular karşısında tek boyutlu somut yorumlar getirme;
dogmatikliğin güç kazanmasına paralel olarak hayata yönelik paranoid
tutumda artış ve kendini kabul eğiliminde düşüş kaydetme…12 Çoğaltılması mümkün böylesi niteliklere sahip dogmatiğin zihin yapısı, aslında
entelektüel kanaat ve eğilimle negatif bir ilişki içerisindedir. Bu nedenle
dogmatikler, anti-entelektüel kabul edilir. Dogmatik birey, bilmek istediğinde zaten bilir, bilgiyi dışarıda aramasına ya da yeni şeyler bilmesine
gerek yoktur. Bildiğinin dışındaki bilgiyi kendi ego savunma eğilimine
karşı tehdit olarak algıladığı için reddeder. Kaldı ki, bilmemesi, ona zarar
vermez; zira güvendiği otoriteler zaten her şeyi biliyordur. Ona göre bilgi,
dogmatik inancı ya da kanaati desteklediği oranda değerli ve gereklidir.13
Dogmatik karakter; ırk, cinsiyet, yaş, sosyo-ekonomik durum, eğitim
seviyesi gibi demografik değişkenlerden bağımsız olarak her kesimden
insanda gerçeklik kazanabilen bir niteliktir. Her ne kadar birbirine ters
————
10
Eleştiriler için bkz. Grom, Religionspsychologie, 383-386; Vergote, Din İnanç ve İnançsızlık, 95;
Yapıcı Asım, Din Kimlik ve Önyargı, Karahan Kitabevi, Adana 2004, s. 326.
11
Geniş bilgi için bkz. Rokeach, Milton, The Open and Closed Mind, Basic Boks Inc., New York
1960, s. 73-75; Ayrıca bkz. Grom, Religionspsychologie, 383-384; Krech, David - Crutchfield,
Richard S. - Ballachey, Egerton L., Cemiyet İçinde Fert, (Çev. M. Turhan), 2. Baskı, MEB
Yay., C. I, İstanbul 1983, s. 76-77; Gürses, İbrahim, Kölelik ve Özgürlük Arasında Din, Arasta
Yay., Bursa 2001, s. 43; Gürses, İbrahim, “Dogmatik Zihnin Bazı Özellikleri”, U.Ü. İlahiyat
Fakültesi Dergisi, C.II, S. 1, Bursa 2002, s.183-184; Yapıcı, “Dini yaşayışın Farklı Görüntüleri ve Dogmatik Dindarlık”, 109.
12
Rokeach, age., 17-23; Krech ve diğ., age., 76; Gürses, age., 43; Gürses, agm., 185.
13
Gürses, age., 42, (Hare – Lamb, The Diktionary of Personality and Social Psycology, s. 79, 80’den
naklen).
120
Modern Çağda Ahlak
düşüyor görünse de araştırma sonuçlarının da gösterdiği gibi eğitilmişlik,
dogmatizmden uzak kalmanın garantisi olamamaktadır.14 Zira zihinsel
inşanın temelleri olarak oluşturulan paradigmalar dogmatik bir nitelik arz
ediyor ve değişime imkan vermeyecek ölçüde katıysa, bunların üzerine
yerleştirilecek bilgiler de doğal olarak aynı niteliğe bürünecektir.
Bireysel ve toplumsal sorunlara kaynaklık etmesi açısından dogmatizmin tehditkar yansımaları, esasen davranış boyutunda ortaya çıkmaktadır.
Zira içsel ve kişisel boyutu itibarıyla bireyin özel hayatını ilgilendiren ve
duruma göre rahatsızlık vermeyebilen bu sorun, somut davranışlar eşliğinde dışarıya, yani sosyo-kültürel çevreye aktarılır. Dogmatizmin tehlikeli
yüzü, asıl başkalarıyla iletişim ve etkileşime girildiği zaman ortaya çıkar.
Bu süreçte dogmatikler, sosyo-kültürel çevrede diğer insanları da ilgilendiren ve etkileyen her türlü argümanı kullanma imkanına kavuşur; uygun
gördüğü tüm argümanları amaç ve çıkarlarına hizmet edecek şekilde
yorumlar.
Kendi içerisinde oluşturduğu hoşgörüsüzlüğe ve tutuculuğa dayalı paradigmalarla bütünlük kazanan ve fiili hareket imkanı bulabilen dogmatizmin ulaşabileceği nihai nokta, kuşkusuz “Fanatizm”dir. He ne kadar
bazen dogmatizm ile aynı ya da benzer anlamlarda kullanılıyorsa da*
fanatizm, özellikle yıkıcı-fiili boyutu açısından dogmatizmi aşan daha
derin bir kişilik ve davranış bozukluğudur. Bu farklılık, günümüzde yüklendiği yaygın anlamın doğal sonucu olarak yapısında beslediği saldırganlık ve şiddet karakterinden kaynaklanmaktadır.
Kökü itibarıyla Fransızcadan gelen ve dilimizde düşkünlük, tutuculuk,
taassup, bağnazlık, yobazlık gibi anlamlarla karşılık bulan “fanatizm”
kelimesi, kavram olarak bir düşünceye, inanca, olguya, insana… kayıtsız
şartsız, başka hiçbir gerçeği görmemecesine inanma ve bağlanma gibi
anlamlara gelmektedir.15 Daha güncel bir tanımda fanatizm, “Bir görüş
veya tavrın şiddete bile başvuracak ölçüde savunuculuğunu yapmak.
Benimsenen bir görüş, düşünce veya tavrın tartışmaya açılmadan, bütün
eleştirilerin dışında tutularak savunulması, ateşli taraftarlık; körü körüne
bağlılık.”16 Şeklinde şiddet vurgusuyla gündeme getirilmektedir.
————
14
Bkz. Kağıtçıbaşı, Çiğdem, Gençlerin Tutumları: Kültürlerarası Bir Karşılaştırma, ODTÜ FenEdebiyat Fak. Yay, 1973, s. 14; Cüceloğlu, Doğan, Yetişkin Çocuklar, S Yay., İstanbul 1994, s.
41; Gürses, agm, 186-187.
*
Fanatizm, Dogmatizm (İnakçılık) dışında Marjinalizm (Aşırılık), Radikalizm (Köktencilik),
Fundamentalizm (Köktendincilik) kavramlarıyla da çok yakın anlamlarda, hatta birbirinin
yerini alacak tarzda kullanılagelmektedir. (Sözü edilen kavramların etimolojisi, tarihsel
gelişimi ve fanatizm ile ilgisi çerçevesinde gündeme gelen tartışmalar için bkz. Göka, Erol,
Türklerde Liderlik ve Fanatizm, Timaş Yay., İstanbul 2009, s.178-184). Metinde fanatizm ilgili
anlam karmaşası ve belirsizliği üzerinde durulmayacak, kavramın günümüzde din bağlamlı gündeme gelen yaygın anlamlandırılması esas alınacaktır.
15
Bkz. Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi, III, 328; Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, 224.
16
Demir, Ömer – Acar, Mustafa, Sosyal Bilimler Sözlüğü, 6. Baskı, Adres Yay., Ankara 2005.
Ayrıca bkz. Grom, Religionspsychologie, 194-195.
İkinci Oturum
121
Göka’nın Türklerde Liderlik ve Fanatizm isimli eserinde yaptığı etimolojik
tahlil, fanatizmin günümüz Türk kültüründe yüklendiği bütünleştirilmiş
anlamı ortaya koyması açısından kayda değerdir: Buna göre fanatizm,
dilimizde hoşgörünün tam karşıtı olarak “aşırılık”, “dışlayıcılık”, “karşıtlık”, “inakçılık”, “köktencilik” ve “köktendincilik” kavramlarının temsil
ettiği temel nitelikleri içinde barındıran merkezi bir kavram olup genel
anlamda “Bağnazlık”a; dinî anlamda ise, “Yobazlık”a karşılık gelmektedir.17 Konumuzun odak noktasını teşkil eden yobazlık, kendi inandığı
dinden başka dinleri görmezlikten gelen; başka dinî yaklaşımlara ya da din
müntesiplerine yaşama hakkı tanımayan; sadece kendi dinî öğretilerine
körü körüne bağlı kişilerin hastalıklı dinî yaklaşımını temsil eder.18 Doğal
olarak bu hastalıklı yapı, kolaylıkla güç prensibine dayalı baskıcı ve saldırgan davranışlara yol açabilir.
Psikolojik perspektiften bakıldığında, pek çok farklı türü olmasına
rağmen fanatizmin psikolojik temellerinin ortaklık gösterdiği tespit edilebilir. Psikolojik bir sorun olarak fanatizm, bir düşünceye, bir kitaba, bir
lidere, bir gruba katı bir şekilde bağımlı olma ile tanımlanabilecek aidiyet
biçimlerini kapsamaktadır. Bu aidiyet biçimlerinin oluşmasında çalışmamızın kapsamını genişletebilecek pek çok dahili ve harici kaynaklardan
bahsedilebilir. Ancak, hemen her birinin bireydeki yansımaları kendine ve
inancına güvensizlikten doğan benlik savunması noktasında düğümlenmektedir. Konuyla yakından ilgilenenlerden birisi olan Summers, fanatikçe
bağlanma sürecinde kişisel benliğinin bir bölümünü tamamen baskılamak
ya da devre dışı bırakmak pahasına, bireyin katı ve değişmez kuralları olan
bir gruba, kişiye, ideolojiye veya inanca sıkıca bağlanmasının ardındaki en
önemli neden olarak, hayattaki belirsizliğe karşı kendini savunma ihtiyaç
ve psikolojinin hakim olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre, hızla değişen
yaşam tarzlarının etkisi altında modern çağa ayak uydurmakta zorlanan
bireyler, modernizmle birlikte uyanan ilkel kaygılara karşı kendi benliklerini korumak adına bir grubun sarsılmaz derecede katı ve ötekileri dışlayan grup-içi yapılanmasına yaslayabilmektedir. Fanatik zihniyet mutlakıyetçidir. Fanatik gruplar varlıklarını dayandırdıkları bir takım ilkeleri,
kuralları ve normları mutlak kabul ederler ve bunların yorumlanmasını,
eleştirilmesini, değiştirilmesini yasaklarlar. Esas ilkelerin mutlak, kesin ve
değişmez biçimde doğru olduğuna inanırlar. Bu şekilde ya hep ya hiç tarzı
“siyah-beyaz” düşünce yapısıyla kendilerini de dünyayı da bölerler. Kendi
açılarından bakıldığında böyle bir hayat görüşü geliştirmelerinin ilkel
kaygılara karşı koruyucu bir işlev icra ettiği söylenebilir.19 Her ne kadar söz
konusu koruyucu işlev, destek arayışında bulunan bireyler için önemli bir
avantaj gibi görünüyorsa da, aslında bu yönelişleri, hem bireysel hem de
————
17
Bkz. Göka, Türklerde Liderlik ve Fanatizm, 183-184.
18
Dursun, Davut, “Fanatizm”, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, C. II, Risale Yay., İstanbul 1990, s.
15-16.
19
Bkz. Göka, Türklerde Liderlik ve Fanatizm, 193-195.
122
Modern Çağda Ahlak
toplumsal sonuçları açısından ciddi riskleri de beraberinde getirmektedir.
Fanatizme dinî bir çerçevede yaklaşan L. Bolterauer (1989) onu, “Istırap
verici değersizlik ve aşağılık duygularını telafi eden ve aynı zamanda adil
ve kutsal bir olgu için savaşma uğruna baskıyı, tahakkümü ve saldırganlık
eğilimlerini (narsistik öfke, nefret, şiddet) onaylayan dinî ya da felsefî bir
inançla aşırı özdeşleşmek” şeklinde tanımlamaktadır. Ona göre dindar,
basit bile olsa değer kazandıran ve başkalarına karşı sorumluluk duygusunu uyandıran bir ideale hizmet hissi duyduğu zaman; fanatik, katıksız bir
destek şuuruyla gerçekliğin ve kutsalın karşısında olduğuna inandığı
düşmanına karşı kendini feda edecek ölçüde amansız, acımasız ve yok
edici bir kahraman edasında görebilir. Böyle bir tavır, kendi görüşlerine
sıkı sıkıya bağlı bireysel mücadele verenlerde görülebildiği gibi, askerî ya
da çeşitli mezhep ve hareket liderleri ile onlara sadakatle bağlı üyelerinde
de tespit edilebilir.20 Tarih, toplumları peşinde sürükleyen ve kişisel amaçları uğruna binlerce insanın yok olmasına neden olan liderlerin fanatizmi
kitle psikolojisiyle birleştirerek emellerine kısa yoldan nasıl ulaşmaya
çalıştıklarına dair acı örneklerle doludur.
Mevcut gerçeklikten hareket ettiğimiz takdirde din, bilim, ideoloji, siyaset vb. sosyo-kültürel kurumların, zihinlerinde oluşturdukları değişmez
paradigmalara malzeme sağlama açısından dogmatiklere ve fanatiklere
geniş bir hareket alanı sundukları söylenebilir. Özellikle dinin bu noktada
belirleyici bir role sahip olduğu hususu, konuyla yakından ilgilenen birçok
araştırmacının işaret ettiği bir husus olarak dikkat çekmektedir. Burada
cevap bekleyen soru şudur: Dogmatizm ve fanatizm ile din arasında açık
bir ilişkiden bahsedilebilir mi? Din dogmatiklerin ve fanatiklerin zihinsel
paradigmalarına destek sağlar mı?
Bu sorulara cevap aramadan önce akılda tutulması gereken bir hususu
sırası gelmişken dile getirmek durumundayız: Daha önce de üzerinde
durulduğu üzere temel ilkeleri ifade eden dogmalar, insanlığa yönelik
varlık ve hükümranlık iddiasında bulunan her dinin olmazsa olmaz esaslarındandır. Bu anlamda dogmasız bir dinden bahsedilemez. Zira her dinî
iman ya da inanç ilkesi, dini ayakta tutan birer dogmadır ve C.G. Jung’un
da üzerinde ısrarla durduğu gibi* söz konusu dogmalar, din mensupları
için hem zihinsel, hem de ruhsal bütünlük açısından hayati bir öneme
sahiptir. İnsan ruhunda inanma ihtiyacı ile daha doğuştan temel bulan,
ortaya koyduğu değerler sistemiyle bireyin kendisi, çevresi ve kutsalıyla
ilişkilerini optimum düzeyde düzenlemesinde yardımcı olan; insan zihninin başka bir şekilde çözemeyeceği pek çok soruya tatminkar cevaplar
veren; karşılaşılan güçlüklere dünyevî ve uhrevî telafi mekanizmalar
sunan; kısaca, muhtevasında mevcut eşsiz referanslarıyla hayatı topyekün
————
20
Grom, Religionspychologie, 194-196; ayrıca, Gürses, Kölelik ve Özgürlük Arasında Din, 43.
*
Bkz. Bahadır, Abdülkerim, Jung ve Din, İz Yay., İstanbul 2006, s. 114-116.
İkinci Oturum
123
anlamlandıran dinler21, inananlardan azami saygı ve kesin bir bağlılık ister.
Dini dogmaları, söz konusu bağlılığı düzenleyen temel ilkeler olarak gördüğümüzde, dinin dogmatik yapısının doğallığını teslim etmek durumda
kalırız. Aynı şekilde, kendisinden mutlak bağlılık isteyen dindarın, inandığı dine olan saygısı ve bağlılığı nedeniyle içselleştirmiş olduğu dinî ilkeleri
ne pahasına olursa olsun savunacağı, hatta bu uğurda kendisini feda
edebileceği doğal olarak düşünülebilir. Böyle bir tavrın dogmatizme mahkum edilmesi, elbette doğru olmayacaktır. Kaldı ki dindarın dogmatik
katılığını ilişkilerine yansıtmasının ardında, içinde yetiştiği katı dinî geleneğin, din eğitiminin ve dinî modellerin de etkisini hesaba katmak gerekecektir. Bu durumda dogmatik ya da fanatik yaklaşımın ardında -olumsuz
sonuçlara yol açmasına rağmen- amacını aşan bir düşüncenin ya da masum
bir koruma niyetinin rol oynayabileceği söylenebilir.
Bu açıklamadan sonra genel olarak dogmatizm-fanatizm-din ilişkisi
neden-sonuç çerçevesinde değerlendirildiğinde, aralarında biri diğerini
doğurabilecek kaçınılmaz bir etkileşimin hüküm sürdüğü tespit edilebilir.
Başka bir ifadeyle dogmatik bir zihin yapısı, dini içeriklerin fanatizmi
doğuracak şekilde yanlış yorumlanmasına yol açabileceği gibi, özellikle
dinî dogmalar olmak üzere çeşitli dinî içerikler de böyle bir zihin yapısının
gelişmesine hizmet edebilir. Ancak, zihinsel yapı ile din arasında kurulan
sebep-sonuç ilişkisi, -olumsuz bağlamda- mutlak değil muhtemeldir. Her
fanatik davranışın ardında mutlak kötü niyet aranamayacağı gibi, ötekileştirici bile olsa her dinî dogmanın mutlak anlamda fanatizmi davet ettiği de
ileri sürülemez.
Yukarıda dile getirdiğimiz soruya tekrar dönecek olursak, öteden beri
geçmişten günümüze kadar yaşanan bir gerçeklik olarak dogmatizm ve
fanatizm* ile din arasında duruma göre kapalı ya da açık bir ilişkiden
bahsedilebilir. Nitekim bu ilişkiyi ortaya çıkarmak üzere literatürde lehte
veya aleyhte birçok araştırma kaydedilmiştir. Batı kaynaklı araştırmaların
bir kısmına göre dinî inanç, netice itibarıyla sorunlu ve yetersiz bir kişilik
bütünleşmesine yol açmaktadır. Bu grupta toplanan araştırmalara göre
dinler, bağlılarında dogmatik, otoriteryen, önyargılı ve fanatik kişilik
yapılarının gelişmesine neden olmaktadır. Özellikle Allport, Adorno,
Argyle-Hallahmi, Rokeach gibi araştırmacıların öncülüğünde gerçekleştirilmiş araştırmalar, dinî görevlerini yerine getirenlerin getirmeyenlere
göre; yine katı bir dinî gelenekten gelenlerin diğer dindarlara göre daha
peşin hükümlü, daha dogmatik, daha fanatik, daha fazla otoriteye bağımlı,
daha uyducu ve tutucu eğilimlere sahip olmaktadır. Buna karşılık yine bazı
araştırmalar, din ile yukarıda ifade edilen kişilik sorunları arasında negatif
————
21
Geniş bilgi için bkz., Bahadır, Abdülkerim, İnsanın Anlam Arayışı ve Din, İnsan Yay., İstanbul
2002. s. 137-258.
*
Metnin devamında dile getirilen fanatizm kavramı, -kavram kargaşasına yol açmamak
adına- zihinsel hazırlık süreci ifade etmesi bakımından dogmatizm ve diğer ilgili kavramları da bünyesinde barındıracak bir anlam genişliğinde tek başına kullanılmaktadır.
124
Modern Çağda Ahlak
ilişki tespit ederken, diğer bir kısım araştırmalarda, iki değişken arasında
istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişki bulunamamıştır.22
Dogmatizm-din ilişkisinde olduğu gibi23, fanatizm-din ilişkisi ardındaki
muhtemel psikolojik ve sosyal nedenlerle ilgili tartışmalar henüz netlik
kazanmış değildir. Öne sürülen kaynak ve nedenler, konuyla ilgilenen
araştırmacıların bulguları doğrultusunda şekillenmektedir. Ünlü din
psikoloğu W. James, kaynaklar noktasında kesin iman aşırılığı, inanç
taşkınlığı, şiddeti az ya da çok kabul eden ahlakî ve sosyal duruma işaret
etmiştir. Ona göre fanatizm, özü itibarıyla dinî zihniyetin bir yansıması
değil; ilkel saldırganlık içgüdüsünün bir belirtisi olabilir. Fanatiğin geliştirdiği dindarlık, ardında söz konusu ilkel içgüdünün vahşiliğinin keşfedilebildiği maskeden başka bir şey değildir.24 James’in fenomenolojik bir gerçeklik olarak tespit ettiği bu görüş, Allport’un derinlemesine dindarlık
tipolojisinde “dış güdümlü (extrinsic)” dindarlık yapısına karşılık gelmektedir. Böyle bir dindarlı tipinde din, kişisel amaçlara ulaşmak adına araç
olarak kullanılmaktadır. Amacın dinin hoş görmediği bir bağlamda olması
fark etmez. Gerekli görüldüğü takdirde saldırganlık ve şiddet davranışları
din kılıfı altında gerçekleştirilebilir.25
Buraya kadar yapılan değerlendirmelerin, fanatizm-din ilişkisinde kişisel niteliklerin belirleyici rollere sahip olduğu hususu noktasında yeterli
olduğu kanaatindeyiz. İlişkinin diğer ucunda yer alan din değişkeninin
fanatik kişilik gelişimindeki katkısı cevaplanması gereken diğer önemli
sorudur. Her şeyden önce yukarıda da üzerinde durulduğu üzere, her
dinin değiştirilmesine asla izin vermediği ve sorgulamaksızın kabul edilmesini istediği iman esasları, dogmatik eğilime sahip bireylerin dar görüşlü zihinsel yapılarının gelişmesine katkı sağlamakta, hatta bazı dinî metinler fanatizmi emir kipi mesajlarıyla özendirmekte olduğunu söyleyebiliriz.
İnsan unsuruyla bütünleşmiş hemen tüm dinî geleneklerde zaman ortam
koşullarına göre fanatizmi gündeme getiren içeriklerin ve davranış kalıplarının mevcut olduğu tarihsel bir vakıadır. Örnek teşkil etmesi açısından
————
22
Araştırma bulgularıyla ilgili bkz. Hökelekli, Din Psikolojisi, 190-192; Grom,
Religionspsychologie, 382-385; Gürses, Kölelik ve Özgürlük Arasında Din, 46. Ayrıca bkz. Sezen, Abdülvahit, “İman Gelişimi-Dinsel Fundamentalizm Gelişimi: Üniversite Öğrencileri
Örneği”, D.Ü. İlahiyat Fakültesi dergisi, S.28, İzmir 2008, s. 218-220.
23
Dogmatik zihinsel yapısının gelişmesinde rol oynayan temel nedenler, psikolojik, sosyokültürel, siyasal, ekonomik vb. çok boyutlu bir çeşitlilik arz etmektedir. Başta bireyin kişilik nitelikleri olmak üzere, özellikle üyesi olduğu dinî grup veya cemaatin ilkeleri ya da
sürekli iletişimde bulunulan grup mensuplarının dünyaya ve dine bakışaçıları, dogmatik
bir dindarlığın gelişmesinde önemli bir paya sahip olabilmektedir. Aynı şekilde, içinde
yaşanılan sosyo-kültürel çevre, eğitim seviyesi, dinî anlayış ve dine bağlılık düzeyi, dinin
tutum ve davranışların şekillenmesinde merkezi bir role sahip olup olmaması gibi bireysel
ve çevresel pek çok faktör, dogmatik bir dindarlığın gelişmesinde hizmet edebilmektedir.
(Bkz. Yapıcı, “Dini yaşayışın Farklı Görüntüleri ve Dogmatik Dindarlık”, 111)
24
Hökelekli, Din Psikolojisi, 194.
25
Allport, Gordon, Birey ve Dini, (Çev. Bilal Sambur), Elis Yay., Ankara 2004, s. 13; Vergote,
Din İnanç ve İnançsızlık, 79-80;
İkinci Oturum
125
burada sadece konuyla ilgili yönleri itibarıyla Yahudilik, Hıristiyanlık ve
İslam Dini çerçevesinde bazı değerlendirmelere yer verilecektir.
Çıkış noktaları ve amaçları dikkate alındığında kutsal referanslı tüm
dinlerin esasen sevgi ve paylaşma eksenli tüm yaklaşımları önerdiği;
saldırganlık ve şiddet içeren tüm davranışları ise reddettiği görülür. Bir
bütün olarak dinî mesajlar, düzeni, uyumu ve uzlaşmayı ön plana çıkarırken; düzensizliğe, şiddet ve kaosa karşı koruyucu bir duruşu ifade eder.
Ancak, tarihin çeşitli dönemlerinde görüldüğü gibi dinin insanî boyutu,
çoğu zaman dinin ilahî boyutunu asıl bağlamından koparacak girişimlerle
hakimiyet kazanmıştır. Zaman zaman dinî mesajları kastettiğinin tamamen
tersine çevirebilecek zorlamalı yorumlar gündeme gelmiş, hayatı kolaylaştırma adına dinî değerler amaç olmaktan çıkmış egoistik ve egosantrik
eğilimlere kurban edilmiştir. Bu gelişmenin en canlı örneklerini, müntesipleri yüz milyonları aşan Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi büyük dinler,
fanatizmi ve şiddeti özendirecek mesajlarıyla ön plana çıkabilmiştir.
Dinler tarihi eleştirel bir gözle incelendiğinde, hemen her dinin belirli
dönemlerde az ya da çok şiddetle iç içe olduğu görülebilir. Dinler, sosyal
düzeni sağlayan ahlakî ilkelerin güçlerini ve değerlerini kaybedip yerini
çeşitli sapmalara bıraktığı toplumları yeniden düzeltmek amacıyla, içinde
doğdukları karmaşık konjonktür gereği şiddetin gölgesinde gelişmiştir.
Zamanla şiddet, kanser virüsü gibi nüfuz ettiği dinin bünyesinde beslenmiştir. Öyle ki, bazı dinlerde şiddet olayları, sonraki dönemlerde kutsallık
atfedilecek kadar yüceltilmiş; dinî semboller haline getirilerek ayinlerle
canlı tutulmuştur: Bu bağlamda Yahudilerin Mısırdan çıkışlarında ve
sonrasında meydana gelen şiddet olayları; Hz. İsa’nın Çarmıha gerilmesi
ve engizisyon işkenceleri; Kerbela olayı ve Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi
gibi din eksenli pek çok fanatik yöneliş, şiddetin din maskesi altında kazandığı güç ve boyutları gösteren örneklerden sadece birkaçıdır. Bulgulara
dayalı yaygın kanaate göre Yahudilik, insanlık tarihinin karanlık sayfalarında dogmatizm ve fanatizmden sabıkalı dinlerin başını çekmektedir.
Yahudilik üzerindeki çalışmaları ile tanınan Baki Adam, “Yahudilik ve
Şiddet” adlı makalesinde dinî fanatizm ve şiddetin Tevrat’ta ve
İsrailoğulları’nın hayatında ne kadar alışılagelmiş bir fenomen olarak
yaşandığını ortaya koymaktadır. Ona göre Yahudilik, konuyla ilgilenen
araştırmacıların da iddia ettiği gibi, şiddet temelli bir dindir. Adam, görüşünü şu şekilde temellendirmektedir: “Zira bu din, Tanrının hem
İsrailoğulları’nın düşmanlarına hem kendilerine uyguladığı korkunç şiddet
olaylarının içinde doğup gelişmiştir. Deyim yerinde ise, Yahudilik için
Tanrı bizzat kendisi kan akıtmıştır. Örneğin O, İsrailoğulları’nın Mısır’dan
ayrılmasına izin vermeyen Firavunun kavmine karşı korkunç bir terör
estirmiştir. Tevrat’ın anlatımıyla, tahtı üzerinde oturan Firavunun ilkinden
zindanda olan esirin ilkine kadar, Mısır diyarında bütün ilk doğanları,
hayvanların bütün ilk doğanlarını vurmuştur (Çıkış, 12: 29). Tanrının
dehşetli şiddetinden onun seçkin kavmi İsrailoğulları da nasibini almıştır.
126
Modern Çağda Ahlak
Tevrat’ın ifadesine göre 430 yıl Mısır’da köle olarak yaşayan
İsrailoğulları’nın maruz kaldığı kitlesel şiddet, onların psiko-sosyal yapısını etkilemiş, şiddet eğilimli hâle getirmiştir. Tanrı, her ne kadar atalarına
vaadinden dolayı Mısırlıların en masumlarının kanlarını dökerek onları
esaretten ve baskıdan kurtarmışsa da, onların bu güç hali devam etmiştir.
Çöldeki göç yolculukları esnasında, dönemsel olarak şiddet eğilimleri dışa
vurmuştur. Bazen birbirlerine şiddet uygulamışlardır; bazen de onlara
özgürlüğe kaçış yolunda liderlik eden Musa’ya ve kardeşi Harun’a saldırmışlardır. Onların bu asi ve şiddet eğilimli davranışları, Tanrının şiddetine
maruz kalmalarına yol açmıştır. Mısırlıların baskı ve şiddetinden “seçilmiş
halkını” Musa önderliğinde kurtaran Tanrı, rehabilite etmek için başlangıçta onlara sevgi ve anlayışla davranmış; sürekli başkaldırmalarını ve söylenmelerini hoş görmüştür (Çıkış, 16: 4-12). Çünkü onlar Tanrıya göre
henüz eğitilmesi ve yetiştirilmesi gereken birer çocuktur (Hoşea: 11: 1).
Ancak, onların iyileşme yerine daha da hastalıklı hâle gelmeleri, Tanrının
sabrını taşırmıştır.”26
“Tanrı ilk zamanlar öfkesine hakim olmuş, fakat İsrailoğulları’na olan
hoşgörüsü gittikçe zayıflamıştır. Sıkıntı ve zorluklarla her karşılaştıklarında devamlı sızlanan İsrailoğulları’na fiziki şiddet uygulamasa bile, Tanrı
onlara sözel şiddet uygulamış; hakaret ederek onları aşağılamıştır (Sayılar,
11: 19-20). İsrailoğulları’nın cesaretsizlikleri, oburlukları, sürekli sızlanmaları, söz dinlememeleri ve isyanları karşısında Tanrı, artık onlara fiziksel
şiddet de uygulamaya başlamıştır. Tevrat’ın ifadesiyle, onları “gayet büyük vuruşlarla vurmuştur.” Kimi zaman yakıcı bir yel, kimi zaman veba
çıkmış, İsrailoğulları’nın suçlularını telef etmiştir (Sayılar, 14: 36-38). Kimi
zaman yer yarılmış suçluları yutmuş (Sayılar, 16: 31-33); kimi zaman gökten ateş inip suçluları yiyip bitmiştir (Sayılar, 16: 35). Kimi zaman Tanrı
onların üstüne yılanları salmıştır (Sayılar, 21: 6). Bütün bunlar toplumun
gözü önünde cereyan etmiştir. Tanrı, İsrailoğulları’nı cezalandırmak için
bu şiddet çeşitleriyle yetinmemiş, bazen birbirlerine şiddet uygulatmıştır.
Örneğin; buzağıya taparak küfür sucu işleyen İsrailoğulları’na Tanrı, Musa
aracılığıyla birbirlerini öldürmelerini emretmiştir:
‘İsrail’in Allah’ı Rab şöyle diyor: Herkes kılıcını beline kuşansın ve ordugahta kapıdan kapıya dolaşsın; herkes kendi kardeşini ve herkes kendi
arkadaşını ve herkes kendi komşusunu öldürsün!’ (Çıkış 32: 27-28). Tanrının daha büyük şiddet uygulamasından korkan İsrailoğulları bu emri
yerine getirmiştir: ‘...ve Levioğulları Musa’nın söylediği gibi yaptılar ve o
gün kavimden üç bin kadar adam düştü’ (Çıkış 32: 33). Tevrat’a göre Tanrı,
İsrailoğulları’nı, yabancı kavimler aracılığıyla da şiddet uygulamakla
tehdit etmiştir:
‘Fakat beni dinlemez ve bütün bu emirlerimi yapmazsanız ve eğer bütün emirlerimi yapmamak ve ahdimi bozmak için kanunlarımı reddeder————
26
Adam, Baki, “Yahudilik ve Şiddet”, İslamiyat, C. V, S. 1, Ankara 2002, s. 23-24.
İkinci Oturum
127
seniz ve eğer canınız hükümlerimden nefret ederse, ben de size şunu
edeceğim: Dehşeti, gözleri söndüren ve canı yıpratan veremi ve sıtmayı
üzerinize koyacağım. Tohumunuzu boş yere ekeceksiniz ve onu düşmanınız yiyecek. Yüzümü size karşı koyacağım, düşmanlarınızın önünde vurulacaksınız. Sizden nefret edenler üzerinize hükümdar olacaklar; sizi kovalayan yokken, kaçacaksınız...’ (Levililer, 26: 14-39). Eski Ahid’in Krallar
(Melakhim) ve Tarihler (Divrey Hayamim) bölümleriyle apokriflerden
Makkabiler’de anlatıldığına göre İsrailoğulları, Süleyman’dan sonraki
dönemde deTanrının vaat ettiği bütün şiddet çeşitleriyle karşılaşmışlardır.”27
Yukarıdaki mülahazalardan da anlaşılabileceği gibi, Yahudilikteki fanatizm, teori ve pratiğin uyumlu bir bileşkesinin sonucudur. Bu uyumu,
Yahudiliğin tanrı anlayışında, savaş ve ceza hukukunda, hatta dinî ayinlerinde bile tespit etmek mümkündür. Kutsal kitabında bunca şiddet içerikli
mesajlarla karşılaşan bir topluluğun, zihinlerinde gelişen dogmatik yapının
sonucu olarak kitlesel fanatizme kayması, en azından sosyal öğrenme
kuramı bağlamında doğal karşılanmalıdır. Kutsal metinlerde tam olarak
olmasa bile uygulamada benzer bir durumun Hıristiyanlık için de geçerlilik arz ettiği söylenebilir.
Başta kendi bünyesinden neşet ettiği Yahudilik olmak üzere diğer dini
geleneklere karşı Hıristiyanlık dininin en önemli iddialarından birisi sevgi
duygusuna yapmış olduğu vurgudur. Yeni Ahit'e göre insan-tanrı, insaninsan ilişkilerinde asıl olan, sevgi duygusudur. Tanrı, insanlara olan sevgisinden dolayı oğlunu yeryüzüne göndermiştir. (Yuhanna, 3:16-17). İsa'nın
tabiatı, önce İznik/Nihai Konsili’nin, daha sonra da Kadıköy Konsili’nin
gündemini oluşturmuş; ancak Rab İsa, imparator Constantinus'un rüyasına
girip, kendisine haçı göstererek, "Onunla fethet!" dedikten ve onu barbarlara karşı muzaffer kıldıktan sonra, Hıristiyanlık zamanla imparator kültünün yerini alarak savaşçı bir kimlik kazanmıştır. Öyle ki XI. asırdan itibaren çarmıha gerili Tanrı, (kafir) Müslümanlara karşı yürütülen Haçlı Seferlerinde Hıristiyan ordularına komuta etmiş ve bu yönelim günümüze
kadar gelmiştir. Hıristiyanlığın kutsal kitabında sevgi duygusuna önemle
vurgu yapılmasına rağmen, madalyonun diğer yüzünde şiddet ve saldırganlık göstergelerini bolca görmek mümkündür. Örneğin Hz. İsa, geliş
gayesini, "Yeryüzüne barış getirmeye geldiğimi sanmayın. Ben barış değil,
kılıç getirmeye geldim. Çünkü ben oğulla babasının, kızla annesinin, gelinle kaynanasının arasına ayrılık sokmaya geldim" (Matta, 10:34-35; Luka,
12:51-53) sözüyle açıkça ortaya koymaktadır. Başka bir sözünde ise, kılıcı
olmayanın abasını satıp kılıç alması gerektiği ifade etmiştir (Luka, 22:3638). Benzer bir tutumu, Hıristiyanlıkta merkezi bir yere sahip olan
Pavlus'ta da görmek mümkündür: O, Mesih yasasındaki bütün ilahi emirlerin "komşunu kendin gibi seveceksin" (Romalılar, 13:9) ilkesinde özetle————
27
Adam, Baki, “Yahudilik ve Şiddet”, 24-25.
128
Modern Çağda Ahlak
nebileceğini ve kimseye lanet etmemek gerektiğini öğütlerken (Romalılar,
13:14-15), diğer yandan, kendisinin öğretilerinin dışında bir şey öğretmeyi
savunanları lanetlemiştir. (Galatyalılar, 1:8-9) 28
Yahudi ve Hıristiyan kutsal kitaplarında sıkça dile getirilen dogmatik,
fanatik ve şiddet içerikli benzer mesajlar, bu tür yıkıcı eğilimlere sahip
sorunlu insanların ortaya çıkıp başkalarına zarar vermelerinde, dinin de
sorumlu olduğunun ve bizzat sorun odağı olabileceğinin göstergeleridir.
Kuşkusuz, dünyayı ve hayatı çepeçevre kuşatan ve insicam içinde düzenleyen; merhameti, sevgisi ve adaletiyle tüm varoluşa hükmeden Tanrı,
yukarıda kutsal metinlerde geçtiği şekilde merhametsiz, sevgisiz, adaletsiz
ve intikam peşinde koşan zalim bir varlık olamaz. Zira Yahudilik ve Hıristiyanlığın da tanrısı olan İslam’ın Tanrısı, bu tür nitelendirmelerden tamamen uzaktır. Burada, hem Yahudilik ve Hıristiyanlığın içinde bulunduğu
duruma işaret etmesi, hem de İslam’ın farklılığını ortaya koyması açısından Maide suresinin 32. ayeti kayda değerdir. Ayette Yüce Allah şöyle
buyuruyor: “İşte bunun içindir ki İsrailoğulları’na (Kitapta) şunu yazdık:
Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın (haksızlıkla) öldürürse, bütün insanları öldürmüş
gibi olur. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa sanki bütün
insanları yaşatmış gibi olur. Andolsun ki, peygamberlerimiz onlara apaçık
deliller getirdiler. Ama onlardan birçoğu bundan sonra da (hâlâ) yeryüzünde aşırı gitmektedir.” (Maide, 5/32)
İslâm, hiçbir şekilde şiddete onay vermediği gibi bağlılarından da hangi ırk, din veya mezhepten olursa olsun başkalarına karşı şiddeti yasaklamaktadır. Müslüman ülkelerde diğer din mensuplarına karşı gösterilen
hoşgörü, bu sakındırmanın en güzel kanıtıdır. Nisa suresinin 4. ayeti bu
noktada şiddetin bedelini açıkça ortaya koymaktadır: “Kim bir mümini
kasten öldürürse, cezası, içinde ebedi kalacağı cehennemdir. Allah ona
gazap etmiş, lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” Bir
hadiste Hz. Peygamberimiz konuya atfen şöyle buyurmaktadır: “Allah ve
Resûlünün zimmetini kabul etmiş zimmî (gayr-i müslim vatandaşlar) veya
müste’meni (İslâm ülkesindeki vizeli gayr-i müslimler) öldüren kimse,
Allah’ın ahdini bozmuştur. Bundan dolayı o, cennet kokusunu alamaz.
Halbuki cennetin kokusu 70 yıllık mesafeden hissedilir.” (Tirmizî, Diyât,
14/11).
İstisnalar ve kişisel sapmalardan kaynaklanan keyfi uygulamalar bir tarafa bırakılırsa, İslâm ülkelerinde gayr-i müslimler kendi dindaşlarından
dahi göremedikleri bir hoşgörü ortamı içinde yaşamışlardır. Hz. Ali’nin
zimmîlerin statüleri ile ilgili olarak söylediği, “Cizye vergisini kabul etmeleri durumunda “malları, mallarımız gibi, canları da canlarımız gibidir.”
sözü (Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâi’, VII, 111;Mevsılî, el-İhtiyâr, V, 119), İslâm
————
28
Karaca,
Faruk,
“Saldırganlık,
Şiddet
www.nursistudies.com/downloads/sempozyum7.pdf, 05.04.2010, s. 18.
ve
Din”,
İkinci Oturum
129
ülkelerinde yaşayan gayr-i müslimlere bakış açısı noktasında yeterli fikir
verecek güçtedir. İslâm’da bir insana zulmedilmesi, onun sahip olduğu
hakların çiğnenmesi de yasaklanmıştır. Zira kişilerin sahip oldukları haklar, bu hakkın ait olduğu kişinin dini, inancı veya toplum hayatındaki
statüsü ne olursa olsun kutsaldır. Çağımızda temel hak ve hürriyetler
bağlamında dile getirilen hak ve özgürlükler, İslâm’da da temelini bulan
hak ve hürriyetlerdir. Bu hak ve hürriyetler, hiçbir şekilde ihlal edilemez.
Daha genel bir ifade ile, insanın, insanca yaşaması ve varlığını sürdürebilmesi için gerekli her hakkı İslâm, insana tanımakta ve onu kutsal kabul
etmektedir. Söz konusu hakları zedeleyici hiçbir eylem ve davranışa izin
vermediği gibi, bu eylem ve davranışlara değişik türden yaptırım uygulanmasını öngörür.29
Sonuç olarak; dogmatizm, otoriteryenizm, önyargı, fanatizm,
fundamentalizm gibi olumsuz nitelikler, her şeyden önce insan zihninin
paradigmaları olup yansımaları açısından davranışları belirleyen kişilik
sorunlarına yol açmaktadır. Böylesi zihinsel yapıların ve davranış kalıplarının ortaya çıkmasında bireyin içerisinde yaşadığı fiziksel, sosyal ve
kültürel çevrenin, sosyo-ekonomik durumun, yetişme koşullarının, eğitim
biçimi ve özdeşim örneklerinin belirleyici bir rolü söz konusudur. Diğer
taraftan dinî metinlerde yer alan pek çok mesajın, olumsuz zihinsel yapılarının ve fanatik ve şiddete yönelik davranış kalıplarının geliştirilmesinde
önemli roller oynadığı bir vakıadır. Bu noktada Yahudilik ve Hıristiyanlığın masumiyetini kaybettiğine dair birçok tarihsel örnek mevcuttur. Kuşkusuz bu örneklerin benzerlerine, günümüz dünyasında sıkça rastlanabilmektedir.
İslâm dininin taassup sahibi, yeniliğe kapalı ve inançlarında sert tabiatlı insanlar meydana getirdiği iddiası gerçekliği yansıtmamaktadır. Aksine
diğer dinlere göre değişime en açık din İslam’dır. Zaman zaman kişisel
yorum ve davranış yanlışlıklarından dolayı bazı daralmalar ve şiddet
olayları yaşanmışsa da, gündeme gelen sorunlar, İslam’dan değil, onu
eksik ve hatalı yorumlayanlardan kaynaklanmaktadır. Tarihî açıdan bakıldığında İslâm bilginleri, Hristiyan ve Yahudi bilim adamlarıyla dinî, hukuksal, doğabilimsel vs. konuları büyük bir özgürlük içinde tartışmışlardır.
Hristiyan Avrupa'nın kilise dogmalarına kuşkuyla bakmaya cesaret edebilen ve bu kuşku sonucunda dogmalarını sarsabilecek incelemeler yapmaya
kalkışanların amansızca kovulup cezalandırıldıkları dönemlerde, İslâm
dünyası, düşünce özgürlüğünün ve kültürün en üst düzeylerine ulaşabilmiş olmanın mutluluğunu yaşamıştır. "Bağnazlık ve fanatizm", Muhammedîlikle ilgili geleneksel dilde sıfat olarak bile 17. yüzyıla kadar görülmemiş yeni bir sözcüktür.30
Karaca, din-fanatizm ilişkisini incelerken önemli bir ayırıma dikkat
————
29
Bkz. http://www.geocities.com/vaizler34/vaazlar/islamsiddetekarsidir.doc, 02.04.2010.
30
Gürses, “Dogmatik Zihnin Bazı Özellikleri”, 190.
Modern Çağda Ahlak
130
çekmektedir: “Dinlerin objektif ve sübjektif olmak üzere iki yönü bulunmaktadır. Dinin objektif yönü, orijinal, insan elinin dokunmadığı yöndür.
Sübjektif yön ise insanlar tarafından algılanan ve yorumlanan yönüdür. Bu
açıdan bakıldığı zaman, İslâm diniyle karşılaştırıldığında diğer iki ilahî din
olan Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerinde sübjektif yönün daha ağırlıklı
olduğu, yani bu dinlerin vahyin özünden ziyade din bilginleri tarafından
yapılan yorumlar üzerine kurulduğunu hatırda tutmak gerekmektedir.”31
Dinin şiddet ve terörü meşrulaştıran bir kaynak olmaktan çıkarılması
sağlıklı ve doğru bilgilerin üretilmesine, çoğulcu ve katılımcı yorumların
yaygınlaştırılmasına ve kuşkusuz bunlara ilaveten terör ve şiddetin daha
kolay taraftar bulabileceği siyasal, toplumsal ve ekonomik sorunların ve
çatışmaların çözümlenmesine bağlıdır. İnsan onuruna yakışan refah, eşitlik
ve özgürlüklerin temel ölçüt olduğu bireysel ve toplumsal yaşam standardı
sunan bir ortam sağlanmadığı sürece dinî sembol ve kavramların patolojik
olarak yorumlanmasına engel olmak zor görünmektedir.
BİBLİOGRAFYA
Adam, Baki, “Yahudilik ve Şiddet”, İslamiyat, C. V, S. 1, Ankara 2002.
Akarsu, Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1998.
Allport, Gordon, Birey ve Dini, (Çev. Bilal Sambur), Elis Yay., Ankara
2004.
Bahadır, Abdülkerim, İnsanın Anlam Arayışı ve Din, İnsan Yay., İstanbul
2002.
Bahadır, Abdülkerim, Jung ve Din, İz Yay., İstanbul 2006.
Berger, Peter L., Dinin Sosyal Gerçekliği (Çev. Ali Coşkun), İnsan Yay.,
İstanbul 1993.
Bolay, S. Hayri, Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, 8. Baskı, Akçağ
Yay., İstanbul 1999.
Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, 3. Baskı, Paradigma Yay., İstanbul,
1999.
Cüceloğlu, Doğan, Yetişkin Çocuklar, S Yay., İstanbul 1994.
Demir, Ömer – Acar, Mustafa, Sosyal Bilimler Sözlüğü, 6. Baskı, Adres
Yay., Ankara 2005.
Dursun, Davut, “Fanatizm”, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, C. II, Risale
Yay., İstanbul 1990
Göka, Erol, Türklerde Liderlik ve Fanatizm, Timaş Yay., İstanbul 2009.
Grom, Bernhard, Religionspsychologie, Kösel Verlag, München 1992.
Gürses, İbrahim, Kölelik ve Özgürlük Arasında Din, Arasta Yay., Bursa
2001.
————
31
Karaca, agm., 17.
İkinci Oturum
131
Gürses, İbrahim, “Dogmatik Zihnin Bazı Özellikleri”, U.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.II, S. 1, Bursa 2002.
Hançerlioğlu, Orhan, Felsefe Sözlüğü, 6. Baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul
1982.
Hançerlioğlu, Orhan, Felsefe Ansiklopedisi, 4. Baskı, Remzi Kitabevi,
C.III, İstanbul 2005.
Hökelekli, Hayati, Din Psikolojisi, TDV Yay., Ankara 1993.
Kağıtçıbaşı, Çiğdem, Gençlerin Tutumları: Kültürlerarası Bir Karşılaştırma,
ODTÜ Fen-Edebiyat Fak. Yay, 1973,
Karaca,
Faruk,
“Saldırganlık,
Şiddet
ve
swww.nursistudies.com/downloads/ sempozyum7.pdf, 05.04.2010.
Din”,
Koç, Turan, Din Dili, Rey Yay., Kayseri 1995.
Köktaş, Emin, Türkiye’de Dini Hayat”, İşaret Yay., İstanbul 1993.
Krech, David - Crutchfield, Richard S. - Ballachey, Egerton L., Cemiyet
İçinde Fert, (Çev. Mümtaz Turhan), 2. Baskı, MEB Yay., C. I-II, İstanbul
1983.
Küçükcan, Talip, “Demokrasi, Din ve Küresel Şiddet Eylemleri”, İslam
ve Şiddet, (Ed. Mümtaz Türköne), Ufuk Kitap Yay., İstanbul 2007.
Rokeach, Milton, The Open and Closed Mind, Basic Boks Inc., New York
1960.
Şahin, Adem, Ergenlerde Dindarlık ve Benlik, Adal Ofset, Konya 2007.
Sezen, Abdülvahit, “İman Gelişimi-Dinsel Fundamentalizm Gelişimi:
Üniversite Öğrencileri Örneği”, D.Ü. İlahiyat Fakültesi dergisi, S.28, İzmir
2008.
Vergote, Antoine, Din İnanç ve İnançsızlık, (Çev. V. Uysal), M. Ü. İlahiyat Fak. Yay., İstanbul 1999.
Yaparel, Recep, “Dinin Tarifi Mümkün mü?”, DEÜ İlahiyat Fakültesi
Dergisi, C.IV, İzmir 1987.
Yapıcı, Asım, “Dini Yaşayışın Farklı Görüntüleri ve Dogmatik Dindarlık”, Ç.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. II, S. 2, Adana 2007.
Yapıcı, Asım, Ruh Sağlığı ve Din, Karahan Kitabevi, Adana 2007.
Yavuz, Kerim, “Din Psikolojisinin Araştırma Alanları”, A. Ü. İlahiyat
Fakültesi Dergisi, S. 5, Erzurum 1982.
Oturum Başkanı: Ve şimdi de konuşmaların müzakeresini yapmak
üzere Prof. Dr. Ramazan Buyrukcu Bey’i buraya davet ediyorum.
MÜZAKERE
Prof. Dr. Ramazan BUYRUKÇU
Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Teşekkür ederim sayın başkan. Sözlerime başlamadan önce ben de
sempozyum tertip heyetine ve muhterem hazıruna sevgi ve saygılarımı
sunmak istiyorum.
Birbirinden farklı dört güzel tebliğ dinledik. Her ne kadar iki tebliğin
konusu birbirine çok yakın ise de içerikte mutlaka farklılıklar söz konusu.
İşimin ne kadar zor olduğunun farkındayım çünkü ben bir eğitimciyim.
Tebliğler farklı alanlardan, kelamcılar tarafından hazırlanan, psikologlar ve
zannediyorum felsefeciler tarafından hazırlanan tebliğler. Değerlendirmelerimde içerik itibariyle ne kadar isabetli olabilirim onu bilemiyorum yani
zaman zaman bu soruyu sorduğumda kendimi çok da ikna edemedim. Ben
müzakereyi iki boyutuyla ele almaya çalışacağım. Bir, tebliğleri teknik
anlamda değerlendirmeye çalışacağım ve kısmen de içerikte tespit edebildiğim bazı düzeltilmesi gereken hususlar varsa, farklı olması açısından,
onları hatırlatmaya çalışacağım. Sırasıyla gitmemiz gerekirse öncelikli
olarak Güneş Bey’in sunduğu tebliğde, “Ahlakın Teşekkülünde Dinin Yeri”
tebliğinde değerli hocamız, Kur’an ve hadislerden örneklerle din-ahlak
ilişkisini temellendirme gayreti içerisinde olmuştur. Tabi benim küreselleşen dünyanın içerisinde hızla teknolojik ve bilimsel gelişmeler çerçevesinde
değerlerin, kültürlerin de erozyona uğradığı bir çağda, insanın ihtiyacı
olduğunu düşündüğümüz, özellikle değerlerin yozlaşmasından kaynaklanan bireysel ve toplumsal huzursuzlukları dikkate alındığımızda konunun
seçimini isabetli görüyorum ancak konunun işlenişinde teknik anlamda
bazı hususların, bazı çelişkilerin olduğunu da ifade etmek isterim. Ahlakın
kaynağını, temelini bütünüyle dine dayandırmak ve bu dini de tamamen
İslam dini çerçevesinde işlemek, biraz tebliğin başlığıyla içerik noktasında
sıkıntı olduğu kanaatini bende uyandırdı. Ahlakın teşekkülünde dinin yeri
diyoruz ama burada bütünüyle içeriğe baktığımızda Kur’an ve sünnetten
bahsediyoruz. Velev ki “İslami Ahlakın Oluşturulmasında Dinin Rolü”
şeklinde bir başlık konulabilmiş olsaydı daha içerikle uyumlu bir konuma
gelebilirdi. Bilmiyorum, zaman zaman düşünüyorum ve burada bu tebliğleri okurken de dinlerken de biz felsefeye karşı bir duruş, özellikle kelami
tartışmaların dini algılamaları üzerindeki etkisi açısından baktığımda,
biraz zorlayıcı bir metot ve teknik uyguladığımız kanaatindeyim. Tasavvufi düşüncenin, tasavvufi dinin daha çok, daha kolay kabul görmesinde
133
zaman zaman bu tekniğimizin, yaklaşım tarzımızın bir etkisi olabilir mi,
onu da düşünmemiz gerekir kanaatindeyim. Şimdi birinci tebliğle ilgili
şunları söyleyebilirim, gerçekten konu seçimi çok isabetli. Sadece belirttiğim gibi başlık yeniden gözden geçirilebilir ama konunun işlenişi noktasında ayet ve hadislerin seçiminde sanki biraz zorlayıcılık hissettiğimi ifade
etmek isterim. Yalnız bu görüşlerim de tartışılabilir çünkü ben bu işin
uzmanı değilim. Ayetler kullanılırken sıyakı, sibakı, nüzul sebebi dikkate
alınarak konuyla bağlantılı işlenmiş olsaydı veya dipnotlar halinde bunlara
bir açıklık getirilmiş olsaydı hem dinleyiciler hem de okuyucular, belki
sunumda bunları görmek veya bunları ifade etmek güç ama yazılı metin
haline dönüştürüldüğünde bunlardan okuyucular faydalanabilirlerdi.
İslam’a baktığımızda iyilik kötülü konusu, İslam kelamcılarının sürekli
tartıştıkları bir konudur ama hala da tartışmaya devam ediyoruz. Benim
burada kaynağı, temeli din olmakla birlikte bugün özellikle, zaman zaman
konuşmacı da kendi metni içerisinde “inancı olmayanların ahlaki davranışları gösterseler de” şeklinde kendisiyle de bir çelişkiye düştüğünü gözlüyorum ve diğer taraftan da çok dindar olarak tanımladığımız insanların
ahlaki davranışları göstermedeki yetersizliklerini de bu anlamda bir sorgulamanın gerektiğini düşünüyorum. Yani, burada dinin doğru anlanması,
doğru anlatılması eğer gerçekleştirilemiyorsa kaynağın din olması ahlaki
bir davranış veya ahlaki bir toplum oluşturmakta yeterince başarılı olmamızı sağlamaz diye düşünüyorum. Genellikle de tartışmalara baktığımızda
belki üçüncü konuşmacı dikkat çekmeye çalıştı, biz kaynağı, temeli teorik
anlamda temellendirmeyi öncelerken pratikte karşılaştığımız problemleri
büyük ölçüde değerlendirme fırsatı bulamıyoruz. Burada zannediyorum
teorik temellendirmekle pratikte karşılaşılan problemleri bir bütünlük
içerisinde düşünmemiz gerekir. Yani teorik temellendirmesi olmayan bir
pratiğin uygulanması ne kadar zorsa pratik temellendirmeye katkı sağlamayan teorik temellendirmelerin de yeterince bir anlam ifade etmeyeceği
söylenebilir. Mesela ayetlerden bazılarını not ettim ama zamanımız çok az.
İkinci tebliğde aynı şekilde büyük ölçüde kavram analizi yapılmış, alıntılarla pek çok ahlak felsefecilerinin yaptığı çalışmalardan alıntılarla ciddi
anlamda bir hazırlık gerçekleştirilmiş ama analiz ve yorumlama kısmında
eksikliklerin olduğu söylenebilir. Mesela burada Maturidi Eş’ari bunların
tartışmasına girmek istemiyorum. Onların bu konudaki iyi-kötü noktasındaki farklı düşüncelerini burada tartışmaya açmak istemiyorum ama
bunların mutlaka bu tebliğ içerisinde değerlendirilmesi gerekir. Mesela bu
konuda benim bildiğim Recep Bey’in, aramız var mı bilmiyorum, Dinin
Ahlaki Temelleri diye bir yayını var. Bu şeyler biraz daha açıklanabilirdi.
Benim daha çok üçüncü tebliğ dikkatimi çekti. Ferhat beyin tebliği özellikle
güncel yaşadığımız ahlaki problemleri ahlaki verileri kullanarak tebliği
işlemeye çalışması biraz belki bize farklı bir açılım gösterdi. Bunları burada
itiraf etmek durumundayım ama tebliğin işlenmesinde teknik anlamda
ifade edeyim, tek başlık yerine alt başlıklarla ahlak anlayışları, özellikleri
biraz daha detaylı olabilseydi çok daha verimli olabilirdi. Mesela orada
134
Modern Çağda Ahlak
dikkatimi çeken bir şey, acaba motive etme noktasında din, günah-sevap,
iyi-kötünün yanına günah sevabı eklediğimizde ahlaki olmayan davranışları engellemede ne kadar başarılı olabiliriz? Şunu biraz tartışmaya açmamız gerekir: sebep-sonuç ilişkisi içerisinde ahlaki olmayan davranışların
sebepleri tamamen dini midir? O zaman dine dayandırdığımız zaman
gerçekten din hangi din olursa olsun yanlış ve yahut da objektif olmayan
bir şekilde suçlanmış olmayacak mı? Mesela verilen örneklere baktığımızda tecavüzlerin artması, ekonomik anlamda sıkıntıların yaşanması, büyün
bunlar acaba inanan insanların sorumluluğu mudur sadece? Mesela bir
ekonomik yönetimin zafiyeti buna neden olmuş olamaz mı? Mesela bir
siyasi yönetim yanlışlığı bu sonuçları doğuramaz mı? Şüphesiz burada
dinin, değerlerin yozlaştırılmasının büyük katkısı var ama yaratılış itibariyle insana baktığımızda insan iyi de kötüyü de yapabilecek. Biz istediğimiz
kadar ayet ve hadislerle dini ve ahlaki kuralları insanlara anlatmaya çalışalım ama insanlar yaşadıkları ortamda eğer bu kuralları yaşama ve bunları
hayata geçirme noktasında imkan bulamıyorlarsa, zorlanıyorlarsa o zaman
insanların bu ahlaki tutumlarını devam ettirme şansları oldukça az. Mesela
konunun bu boyutunu ele almamız, belki de bir siyaset ahlakını, birinci
oturumda değerlendirdiğimiz bir ticari ahlakı kendi içerisinde değerlendirmemiz ve dinin bunlara katkısının ne olabileceğini bizim sergilememiz
daha herhalde bu ahlaki ilkelerin benimsenmesi, içselleştirilmesinin daha
kolay olacağını düşünüyorum. Bugün, değerli dinleyenler, tebliğci arkadaşlara söylüyorum gerçekten inandım diyen insanlar var ve davranışlarına, amellerinin büyük bir kısmına baktığımızda gerçekten ibadet boyutuyla değerlendirdiğimizde görüntüleri dindar izlenimi verebiliyor ama ticari
alış verişlerine baktığımızda çıkar söz konusu olduğunda bunlar göz ardı
edilebiliyor. Dolayısıyla olayları değerlendirirken hele içinde bulunduğumuz çağda artık biraz daha her alanı kendi içerisinde değerlendirmemiz,
her şeyin kaynağını dinde aramak, her şeyin çözümünü dinde aramak
şekline yaklaşmak yerine insanlara da sorumluluğun hatırlatılması herhalde daha sağlıklı bir yaklaşım tarzı olsa gerektir diye düşünüyorum. Sürekli
Kur’an ve hadisten örnekler veriyoruz vaazlarımızda, hutbelerimizde,
sempozyumlarımızda ama geri dönüp yaşanan hayata baktığımızda bu
bilgilerin yeterince içselleştirilemediğini görüyoruz. Ben doğrusu bu tebliğlerde ahlakın temeli, kaynağı probleminin tartışıldığı kadar en azından bu
temele dayanan ahlakın eyleme dönüştürülmesi noktasındaki sıkıntıların
kaynağı ne olabilir, bunlar da sorgulanması gerekir diye düşünüyorum.
Şüphesiz bu tebliğlerde bunlara işaretler var ama zannediyorum sempozyumun diğer oturumları bu söylediğim problemlere de temas edecektir.
Evet son tebliğ ile ilgili söyleyeyim. Ben burada aldığım notların tamamını
koyacak zaman da yok. Bunların bir kısmını da bireysel anlamda sadece
konuşmacılarla paylaşmam gerekiyor. Söylediklerimin farklı olması amacıyla söylüyorum. Dogmatik düşünce, fanatizm çok güzel izah edildi
kavramsal anlamda. Teşekkür ediyorum ama yine birazcık dogmatik bir
yaklaşım da hissettim, onu da ifade edeyim. Her din kendi mensupları
135
tarafından kutsaldır. Her din mensubu kendi dininin değerlerini savunma
düşüncesi içerisindedir. Bu açıdan baktığımızda belki konuşmacıya hak
verebiliriz ama İslam açısından baktığımızda Yahudilik ve Hıristiyanlıkta
olduğu kadar İslam dini açısından baktığımızda da bizim yanlış dini öğretim sonucunda dinin yanlış anlaşılması sonucunda dogmatik düşünceye
sahip pek çok Müslüman bugün aramızda vardır. Tarihte de vardır, bunun
örnekleri verilmeye çalışıldı. Sanki her dinin özellikle vahye dayalı dinlere
baktığımızda bu şeyde sevgi üzerine kurulu olduğunu biliyoruz ama
ilişkiler insani ilişkiler, insanın fıtratını dikkate aldığımızda bu sevgi zaman zaman şiddete de kolaylıkla dönüşebiliyor. İslam açısından baktığımızda da bugün cennetle müjdelenen sahabenin arasında da fanatizme
kaçacak dogmatik düşünce olarak değerlendirilebilecek yaklaşımların
olduğunu görüyoruz, biliyoruz. Evet son olarak şunu söyleyeyim, bütün
bu ahlakın kaynağı ister dinde olsun, ister efendim arkadaşlarımın ifade
ettiği gibi sosyal baskıdan kaynaklanıyor olsun ister vicdani olsun veya
ister farklı tesist, ateist düşüncelere dayansın hedefi insan. Bu davranışı
gösterecek olan insan. Dolayısıyla ahlakın oluşumunda ve davranışa dönüşümde insan faktörü esas alındığı zaman hem ahlaklı davranma hem
ahlaksız eylemlerde bulunma söz konusudur. Onun için ki bu problem
sadece modern çağın bir problemi olarak görülmüyor. İslam’ın özellikle
belli dönemlerinden itibaren baktığımızda İslam açısından baktığımızda
ulemanın sık sık iman amel bütünlüğünü vurgulaması, ilim amel bütünlüğüne dikkat çekmesi bu konuların o dönem içerisinde de tartışıldığını
açıkça bize göstermektedir. O zaman çözüm ne olmalı? Ben bu tartışmalarla birlikte şüphesiz biz doğru dini nasıl öğretebiliriz, doğru ahlakı nasıl
öğretebiliriz? Temel sıkıntımız şudur gördüğüm kadarıyla. Din eğitiminde
insan merkezli bir eğitim anlayışı yerine daha çok, İslami eğitim için diyorum, Allah merkezli bir eğitimi sürdürmeye devam ediyoruz. Halbuki
Kur’an’a baktığımızda Kur’an’ın hedefi insan. Dolayısıyla biz insanı merkeze alalım. Mesela bugün bireysel ahlakı kazandırmadan toplumsal ahlakı
oluşturma şansımız ne kadardır? Önce insan inanıyorum dediğinde eğer
bugün ahirete de inanıyoruz, Allah’a da inanıyoruz acaba içimizde yalan
söylemeyen kaç kişi var? Peki yalan kötü bir haslet, kötü bir huy değil mi
ama insanız. Sıkıştığımız zaman da kendimizi kurtarmak için yalana başvurabiliyoruz. Bu şunu gösteriyor. Yalan söylemenin yanlış bir davranış
olduğunu biz inanç olarak içselleştirememişiz, benimseyememişiz. İki
sosyal çevre bizi yalan söylemeye itiyor, zorluyor hatta. Ben yalan söylediğim zaman hayatta kalabileceğim veya kendimi koruyabileceğim düşüncesi hakim. Böyle bir anlayış devam ettiği sürece ahlaki davranışların zedelenmesi, ahlaksız davranışların yaygınlaşması herhalde sürecektir diye
düşünüyorum. Dolayısıyla temeli tartışalım ve bunun felsefesini yapalım
ama engellememiz gereken konulardan birisi de bu işin eğitimini, öğretimini nasıl yapacağız bunun da sorgulanması gerekir diye düşünüyorum.
Teşekkür ederim sayın başkanım.
Modern Çağda Ahlak
136
Oturum Başkanı: Değerli misafirler, konuşmacılarımıza birkaç soru
geldi onların cevaplandırılması için müddet vereceğim. Önce Kamil
Bey’den başlamak istiyorum buyrun Kamil Bey.
Kamil Güneş: Teşekkür ediyorum. Önce müzakere ile ilgili ayetlerin
zorlama yorumlarının neler olduğu ile ilgili örnek verilse idi daha iyi
olurdu.
1. İnsanlarda fıtri ya da sosyal sebeplerle ahlaklı davranışlar olabileceğini inkar etmiyoruz. Buna değindik fakat olması gereken noktada insanın
ahlaklılığı var kılacak ve sabit kılacak şeyin en önemli unsurunun din
olduğunu belirtmek istiyoruz. Müslüman insanlarda gözüken gayri ahlaki
davranışlar ya da bir inanca bağlı olmayan insanlarda gözükebilecek ahlaki
tutumlar ahlakın temelinin din olması gerektiği hususuyla çelişmez. Zaten
dine inanan insan imanı içselleştirseydi bir ahlak problemi olmayacaktı.
Soru: Ahlakın teşekkülünde dinin yeri nedir?
Kişilerin örnek alınmasının önüne nasıl geçilir? Arkadaşlar esasen kişileri örnek almalıyız. Belki oluşan örneklerden hareket ederek, bu insanların
kendilerini din yerine koydukları, bu algılanan dini kimliğinde kitap ve
sünnete ve sahih yorumuna dayanmadığından ortaya oluşan örnekler ve
uygulamalar çıktığı gereğinden hareketle, bizim insanları taklid etmemiz
anlamına gelmez. Çünkü yanlış misal bize kıyas teşkil etmez. Mesela
Fatiha suresi örneği bizim tabi olmamız gerekenler nimet verilenlerdir.
Nisa suresinde bunların peygamberler, sıdıklar, şehitler, salihler olduğu
belirtilir. Sorun kişileri takip edip etmeme değil, nasıl bir kişiyle iletişimde
bulunup bulunmadığını sorgulamalıdır. Teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı: Fethi bey sizin de müzakere ile ilgili diyeceğiniz varsa.
Fethi Kerim Kazanç: Tebliğin sunuları içerisinde detaylı bir analiz zordur. Eş’ari-Maturidi ve Mutezile’nin ahlaki öğretileri ile ilgili birtakım
hususları açmakta fayda var. Çünkü bu üç düşünce ekolünü ilahi nesnelcilik ve ilahi öznelcilik içerisinde değerlendirmeye çalıştım. Özellikle
Eş’ariliğin ilahi öznelciliği gerçekleştirdiğini, Mutezile ve bir ölçüde
Maturidiliğin de ilahi nesnelcilik anlayışını gerçekleştirdiğini ifadeye
çalıştım. Maturidiliği böyle değerlendirdim çünkü “insanoğlu vahiy gelmese de bu değerleri aklıyla kavrayabilir” Burada ahlaki rasyonalizm
demedik çünkü ahlaki rasyonalizm biraz daha dar kalırdı. Teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı:: Ferhat Bey buyurun.
Ferhat Akdemir:
Soru: İslam ahlakını yaşamanın toplumda irticai faaliyet olarak benimsenmesinin önüne nasıl geçilir, dindeki motivasyon bu konuda nasıl olur?
- Doğrusunu söylemek gerekirse irticai ile ahlaki değerlerin yaşanması
arasında ne tür bir ilişki vardır, olur, o konuda net fikirlere sahip değilim
137
ancak irtica ile yaşam tarzı ile ahlak arasında doğrusal bir ilişki olduğunu
sanmıyorum.
Neyin ahlaki olup olmadığı konusunda, ya da ahlaki bir yaşamın nasıl
sürdürüleceği konusunda dindar olan ya da olmayan, inanan ile inanmayan arasında çok fazla fark olduğunu zannetmiyorum. Ahlaki değerlerin
neler olduğu hakkında, herkes neyin doğru neyin yanlış olduğunda ittifak
halindedir. Sadece buradaki fark ahlaki yaşamın kimlerin hangi gerekçelerle gerçekleştirir, kimi dini inancı dolayısıyla kim ide hukuk korkusuyla
gerçekleştirir, ahlaki değerlerle irtica arasında söylenecek çok fazla bir şey
olduğunu düşünüyorum. Teşekkür ederim.
Oturum Başkanı:: Ferhat Bey’e teşekkür ediyorum. Şimdi soruları cevaplandırmak üzere sözü Abdülkerim Bey’e bırakıyorum.
Abdülkerim Bahadır: Teşekkür ediyorum sayın başkan. 2 soru var. İslam tarihindeki Kerbela olayının Hıristiyanlık ve Yahudilikteki fanatizmi
karşılaştırdınız, aralarında farklar yok mu, benzetme uygun değil konuyu
açar mısınız.
Açabilecek durumda değiliz ama ben bir karşılaştırma yapmadım. Sadece dinlerden birer örnek vermeye çalıştım. Karşılaştırmanın kesinlikle
yanlış olacağını söyleyebilirim. Çünkü diğer iki dinden size bir iki pasaj
okuyacağım, dinin kendi yapısından böyle bir fanatizmin ortaya çıktığını
söyleyebiliriz ama islamda bu tarz fanatik, doğmatik dindarlığı gündeme
getirebilecek yapılar oluşmuştur. Diğer bir husus fanatik ve doğmatik
görüşlere örnek verebilir misiniz.
Şimdi bir değerlendirme var burada yani Yahudilik ve Hıristiyanlık nasıl din fanatik ve doğmatikliğin kaynağı olabileceğine dair bir iki örnek.
Oturum Başkanı:: Ramazan hocam ilave edeceğiniz bir şey varsa alalım yoksa ben toplantıyı bitireceğim.
Değerli misafirlerimiz sizi belki biraz da fazla bekletmiş olduk affınıza
sığınarak 3. oturuma başlamak üzere ara veriyorum.
BİRİNCİ GÜN / ÜÇÜNCÜ OTURUM
MODERN ÇAĞDA
TOPLUM VE AHLAK
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. Mustafa TAVUKÇUOĞLU
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
1. Tebliğ:
Modern Dönem ve Küresel Etik İhtiyacı
Doç. Dr. Mehmet TÜRKERİ
Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
2. Tebliğ:
Modern Çağda Bir Ahlak Hareketi Olarak “Küresel Ahlak”
Arş.Gör. Hümeyra KARAGÖZOĞLU
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
3. Tebliğ:
Modern Dünyada Ahlak/Değerler Eğitimi
Prof. Dr. Celal TÜRER
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
4. Tebliğ:
Ahlak Yorumlarının Odağında Özne Ve Nesne Olarak Kadın
Dr. Hafsa Fidan Vidinli
Diyanet İşleri Başkanlığı
Müzakere
Prof. Dr. İbrahim Hakkı AYDIN
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
BİRİNCİ GÜN / ÜÇÜNCÜ OTURUM
MODERN ÇAĞDA
TOPLUM VE AHLAK
Oturum Başkanı
Prof. Dr. Mustafa TAVUKÇUOĞLU
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Oturum Başkanı: Sayın Dekanım, kıymetli katılımcı hocalarım, çok değerli gençler ve sevgili öğrenciler,
Günün, birinci günün son oturumu olan “Modern Toplum ve Ahlak”
oturumunu açıyorum. Bu vesile ile hâzirûnu saygılarımızla selamlıyoruz.
Gerçi bir ara verdik, dikkatlerimiz yenilenir gibi oldu. Ama şöyle bir hamle
daha yapalım, bir espri sadedinde bir fıkraya benzer yaşanmış bir anekdot
ile başlamak istiyorum. Yaşanmış bir olay. Geçen yıllarda Van’da bir toplantı vesilesiyle bulunuyordum. Ahlat Harabeleri’ni gezerken, müftü
efendi orada enteresan bir şey anlattı. Dedi ki, “Hocam, burada geçenlerde
bir olay oldu. Benden fetva istemeye geldi. Hem fetva istediği anda bulunanlar, yanında bulunanlar hem biz biraz gülümsedik, tuhafımıza gitti.”
Nedir o? Cenazeyi defnettikten sonra cenazenin baş tarafına dikilen taş
bakmışlar ki yok. Yakın akrabaları diyorlar ki cenaze sahibine, “Biz ziyaret
etmek istediğimizde bu mevtayı, bu yakınımızı nasıl ziyaret edeceğiz,
başında bir taş yok?” O da yakınlarına söylemiş, bir demiş, bir taş bulun
gelin, doğru. O yakınları da gitmişler Ahlat Harabeleri’nden şöyle
müheykel bir taş almışlar gelmişler cenazenin başına, kabrin başına dikmişler. Gel zaman, git zaman Ahlat Müze Müdürlüğü’ne bir haber ulaşıyor, en yeni taşlardan bir tanesi yerinde yok. Araştırıyorlar, bakıyorlar,
soruyorlar, soruşturuyorlar, bir cenazenin başına dikildiği ihbarını, haberini alıyorlar. Cenaze sahibini buluyorlar. Müze müdürü, daire âmirleri,
cenaze sahibi, müftü hepsi bir araya gelmişler, demişler ki, “Bu, tarihî bir
şey, yanlış yapmışsınız siz. Bu taş Ahlat Harabeleri’nden alınmış, tarihî bir
değeri var. Sizin bunu yapmamanız gerekirdi. “Tamam” demiş, “yani
nihayetinde biz cenazemizin yerini öğrenmek için getirilmiş bir taş. Bizim
uşaklar, bizim çocuklar getirmişler.” “Bunu alacağız, almak zorundayız.”
“Tamam, alabilirsiniz. Ama” demiş “Hazır hocam müftü efendi de burada
iken bir şey sormak istiyorum.” “Buyurun” demiş. “Hocam, şimdi biz
buradaki yatan geçmişimize Fatiha’yı burada mı okuyacağız yoksa o taşın
olduğu yerde mi okuyacağız? Taşın konulduğu yerde mi okuyacağız?”
diye bir soru sormuş. Aldığı cevap; karşısında müftü efendi gülümseyerek
142
Modern Çağda Ahlak
“Cenazeniz nerede ise Fatihasını da orada okursunuz” demiş.
Şimdi, değerli konuklar, böyle fıkramsı bir geçişten sonra, oturumumuzun başlığında bulunan üç ayrı kavrama dikkat çekmek istiyorum.
Biliyorum, son oturum dikkatlerimiz hayli yoruldu. Bir hamle daha, son bir
hamle daha diyelim ve bu oturumumuzu da tamamlamış olalım. Oturum
başlığındaki üç kavram, modern, toplum ve ahlak. Üç kavramın ortak
paydası da insan. İnsan nedir o zaman? İnsan, bilim çevreleri çok farklı
şekillerde tarif etmişler: İnsan düşünen bir varlıktır; insan konuşan bir
varlıktır; insan kültürel bir varlıktır; insan mekanik bir varlıktır; insan
ekonomik bir varlıktır; insan duygusal bir varlıktır; insan eğitime muhtaç
bir varlıktır vs. gidiyor. Belki bu tariflerin hepsi tek pencereden bakıldığı
için yapılan tarifler olabilir, ama özetlemek gerekirse insan, biyo-psikososyal ve kültürel bir varlıktır. Bu üç kavramın merkezinde insana yapılacak olan yatırım, eğitim yatırımı olduğu takdirde, ahlak kavramı da kendiliğinden ortaya çıkacaktır. İnsan merkezli ve evrensel karakterli tebliğler
izliyoruz sabahki oturumdan bu tarafa. Bu oturumda da yine aynı özellikleri taşıyan tebliğler dinleyeceğimizi ümit ediyoruz. Bu bağlamda ben,
program gereği, ilk konuşmayı Doç. Dr. Mehmet Türkeri hocama veriyorum. İzmir İlahiyat Fakültesi’nden hocam teşrif ettiler Konya’yı. Hocam,
hocamın konusu “Modern Dönem ve Küresel Etik İhtiyacı”. Buyurun
hocam.
1. TEBLİĞ
MODERN DÖNEM
VE
KÜRESEL ETİK İHTİYACI
Doç. Dr. Mehmet TÜRKERİ
Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Bu bildiri, 17. yüzyıl ile belirginleşen ve çağdaş dönem ile post modern
dönemi içeren süre zarfında küresel bir etiğe duyulan ihtiyacı ortaya koymaya çalışacaktır. Bu ihtiyacın gerekçeleri, maalesef aynı zamanda küresel
etiğin önündeki engelleri oluşturmaktadır.
Bu engeller ya da ihtiyaç gerekçeleri öncelikle olgusal ve felsefi olmak
üzere iki ana gruba ayrılabilir. En büyük olgusal sorunlar, dünya nüfusunun beşte birinin mutlak yoksulluk içinde bulunuyor olması, çevre kirliliği,
küresel ısınma, ekolojik dengenin bozukluğu vb.dir.
Felsefi etkenleri kendi içinde felsefe tarihinden gelenler ve ahlaki bakış
açısıyla ilgili olanlar olmak üzere ayırabiliriz. Yeniçağ felsefesi tarihi kapsamında bazı filozofların ahlakla ilgili negatif bakış açıları söz konusudur.
Ahlaki düşünüş ile ilgili felsefi sorgulamamız bütün yukarıda sayılanların
temelini oluşturacaktır. Zira gerek ahlaka yönelik olumsuz tutumu olan
filozofların görüşlerinin temelinde gerekse küresel-olgusal sorunların
kaynağında bir tür insan anlayışının, ahlaklılıkla ilgili bir tür bakış açısının
yer aldığını görmekteyiz.
İmdi, yukarıda sadece birkaç örneğini belirttiğimiz sorunların küresel
ve nesnel sorunlar olduğunu kabul etmeyen var mı? Peki, bu sorunlar
birey olarak bizi ilgilendirmez, diyebilir miyiz? Ya da sorunların birey
olarak bizi ilgilendirmediğini düşündüren bir etik anlayış benimsemiş isek
bu anlayış ne derece doğru olur? Öte yandan, sorunlar hem nesnel hem
küresel ölçütte karşımızda dururken, bunlarla baş edebilecek ölçüde küresel bir etik geliştirilebilir mi?
Yeniçağ Felsefesi kapsamında Mandeville’in Arı Masalı’nı duymayanımız yoktur. Bu masalın esprisi, ahlakı dolayısıyla etiği, teknolojinin,
gelişmenin, uygarlığın, ticaretin (vb.nin) karşısında konumlamış olmasıdır.
Mandeville’e göre, eğer ahlak vaki olursa, diğerleri olmaz. (Çünkü onların
motivi hırstır, bencilliktir.) Tersinden okursak, diğerleri olacaksa ahlak
Modern Çağda Ahlak
144
olmamalıdır. Mandeville’in bu görüşü, daha sonradan Helvetus’la birlikte,
egoist-hedonist yaklaşımı, vurgulu bir ahlak anlayışı olarak karşımıza
çıkarmıştır. Ahlakın karakteristiği şeklindeki özgeci vurgu, yerini egoisthedonist vurguya bırakmıştır. Bundan sonraki süreçte alturivizmin (özgeciliğin) ahlakın önemli bir parçası olduğunu göstermek için bazı çalışmalar
yapılmıştır.
Ahlakı düşünüş şekliyle ilgili kavram analizi, hem belirtilen anlayışların yanlış olduğunu ortaya koyacak hem de etik duruş ihtiyacını ortaya
koyacaktır.
Öncelikle, ahlakın dışlanması, ahlakla ilgili değer alanının hayatımızdan çıktığı anlamına gelmez. Ne kadar ahlaka karşı olursak olalım, öznenin
diğer öznelerle ve nesnelerle ilişkisini ortadan kaldıramayız. Bu ilişki her
zaman var olmayı sürdürmektedir. Değer de ilişkisel bir şey olduğuna
göre, değer ortaya koymaya devam ediyoruz, demektir. Başka deyişle, biz
iyi ya da kötü değerlendirmesi alanına giren eylemleri yapıyoruz, demektir. Dolayısıyla ahlakı dışladığını iddia ederek yaşamak, negatif ahlaki
eylemler üretmek anlamına gelebilir. Somut bir örnek verecek olursak,
insan örneğin çevreyle ilişkisini, salt ticari amaçla kurduğunu iddia etse
dahi, onun bu alanla ilişkisi, iyi / kötü değerlendirmesi alanına girmekten
kaçamayacaktır. Çünkü kişinin çevreyle kurduğu ilişkinin bizzat kendisi
iyi ya da kötüdür.
Bu ve benzeri çözümlemeler (alan etikleri o alana dahil olan bireylerin
bütün gündelik hayatlarını yönetir mi?; alan etiklerinin çokluğu ne anlama
geliyor?; değer ölçütlerinin dışsal unsurlara bağlı olarak kurulması sorunların çözümüne ne derece katkı sağlar?; küresel sorunların sebebi olan
insan kimdir ve nerededir? Bu sorunların çözümünde bireylere ne tür bir
sorumluluk düşüyor?) küresel etiğe olan ihtiyacın argümanlarını oluşturacak ve bu etiğin başarısının ancak bir “insan etiki” ile bütünleştirilmesiyle
gerçekleşebileceğini göstermeye çalışacaktır.
Bu bildiri, 17. yüzyıl ile belirginleşen ve çağdaş dönem ile post modern
dönemi içeren süre zarfında küresel bir etiğe duyulan ihtiyacı ortaya koymaya çalışacaktır. Bu ihtiyaç gerekçeleri öncelikle olgusal ve felsefi olmak
üzere iki ana gruba ayrılabilir. Felsefi etkenler ise kendi içinde felsefe
tarihinden gelenler ve etik bakış açısıyla ilgili olanlar şeklinde iki ana
kategoride toplanabilir.
OLGUSAL GEREKÇELER.
En büyük olgusal-küresel sorunlardan bazıları şunlardır: Dünya nüfusunun beşte birinin mutlak yoksulluk içinde bulunuyor olması, çevre
kirliliği, küresel ısınma, ekolojik dengenin bozukluğu, yeryüzü sularının
kirlenmesi, tükenmesi, iklim değişiklikleri, kuraklık, ekilebilir arazilerin
azalması, sosyal adaletsizlik, negatif ayrımcılıklar ve savaşlar.
Üçüncü Oturum
145
İlk sorunu örnek olarak ele alacak olursak, dünya nüfusunun beşte biri
oranındaki –bir milyarı aşkın- insan mutlak yoksulluk içinde kıvranıyor.1
Bu, aynı zamanda açlık, yetersiz beslenme sonucu ortaya çıkan rahatsızlık,
yaygın hastalık, yüksek oranda bebek ölümleri, kötü yaşam koşulları,
korku ve güvensizlik gibi olgulara neden oluyor. Soruna (mutlak nitelemesi olmadan) yoksulluk açısından baktığımızda ise bu rakamın daha yüksek
ve kapsamın daha geniş olduğu kolaylıkla tahmin edilebilir durumdadır.2
Hatta gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler dahi bu problemle karşı karşıyadır. Bir göz atacak olursak, yoksulluk oranı, 2008 yılı için, Türkiye’de %
17,11;3 ABD’de % 13,2;4 AB’de % 17dir.5 Geçen bir-iki yılda ABD kaynaklı
fakat etkisi bakımından küresel olarak yaşanan ekonomik krizin bu tabloyu
iyi yönde değiştirmediğini tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yoktur.
(Buna karşın büyük oranda gıda savurganlığının bulunduğu da bir gerçektir.).
Bu olgusal gerekçeler, acaba, (küresel) bir etiği mutlaka gerektirir mi?
Başka deyişle bu sorunlar neden etiği gerekli kılsın? Bu sorunların, alanları
açısından değerlendirilip yine alanları açısından tedbirlerle çözümlenmesi
düşünülemez mi? Dolayısıyla öncelikle bu sorunların aynı zamanda etikle
ilgili sorunlar olduğunun gösterilmesi gerekir.
Etik tarihine aşina olanların bileceği gibi, etikte değerlerin varlığı ilişkiseldir. Değerlerin öznelliği ya da nesnelliği tartışması6 bir yana, değerin
varlığından söz edebilmek için özne-nesne ve/veya özne-özne ilişkisinin
var olması gerekir. Zira değer bu tür bir ilişkiden doğan, ilişkisel bir şeydir.
Bilinçli bir varlık yani özne olarak insanın olmadığı bir dünyada değerden
söz edebilir miyiz? Yine, öznenin bilincine konu olacak nesnenin ve/veya
diğer öznelerin bulunmadığı bir dünyada değerin varlığından söz edebilir
miyiz? Dolayısıyla değerden söz edeceksek, onun varlığının kurucu unsurlarının (öznenin, diğer öznelerin ve nesnelerin) bizzat var olması ve bunların arasındaki ilişkinin dikkate alınması gerekecektir. Bu nedenle, yukarıda
sıraladığımız küresel çaptaki olgusal sorunların öznelerin diğer öznelerle
ve nesnelerle ilişkisinden doğan yani değersel alandan doğan uygulamaların sonucu olduğu görülecektir. Ayrıca yukarıdaki sorunların ortaya çık————
1
Dower, Nigel, “World Poverty”, A Companion to Ethics, Edited by, Peter Singer, Blackwell
Publishers, Oxford, Massachusetts 1997, s. 273; Lipson, Leslie, Uygarlığın Ahlâki Bunalımları, çev. J. Ç. Yeşiltaş, T. İş Bankası Kültür Yay., İstanbul 2003, s. 259.
2
Bkz. UN Alliance of Civilizations Final Report, (2006), Part I, 1.1.
3
T.C. Başbakanlık Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), HaberBülteni, 1 Aralık 2009, Sayı:205.
(Erişim: http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=4151).
4
Income, Poverty, and Health Insurance Coverage in the United States: 2008, Census Bureau
Reports,
Issued
September
2009,
s.
13,(Erişim:
http://www.census.gov/prod/2009pubs/p60-236.pdf).
5
Eurostatnewsrelease,
10/2010
18
January
2010,
s.
1.
(Erişim:
http://epp.eurostat.ec.europa.eu/cache/ITY_PUBLIC/3-18012010-AP/EN/3-18012010AP-EN.PDF.)
6
Etik Kuramları, Derleyen ve Çeviren, Mehmet Türkeri, Lotus Yay., Ankara 2008, s. 157, 161.
Modern Çağda Ahlak
146
masını sağlayan değersel dediğimiz ilişki(ler), (başka değersel alanların
değerlendirme niteliklerine olumlu ya da olumsuz olarak sahip olacağı
gibi) iyi ya da kötü niteliğine sahip olacaktır. Başka deyişle bu sorunların
kaynağında övülen ya da yerilen türden ilişkilerin bulunduğunu çıkarsamalıyız. Bu, söz konusu sorunların, belli bir insan, doğa ve varlık anlayışına sahip olan bir yapıdan çıktığını ifade etmektedir. Bu yapı da, insanın
şekillendirdiği bir yapıdır ve değerden bağımsız değildir.
Dolayısıyla, ahlakın dışlanması, ahlakla ilgili değer alanının hayatımızdan çıktığı anlamına gelmez. Ne kadar ahlaka karşı olursak olalım,
öznenin diğer öznelerle ve nesnelerle ilişkisini ortadan kaldıramayız. Bu
ilişki her zaman var olmayı sürdürmektedir. Değer de ilişkisel bir şey
olduğuna göre, değer ortaya koymaya devam ediyoruz, demektir. Başka
deyişle, biz iyi ya da kötü değerlendirmesi alanına giren eylemleri yapıyoruz, demektir. Dolayısıyla ahlakı dışladığını iddia ederek yaşamak, negatif
ahlaki eylemler üretmek anlamına gelebilir. Somut bir örnek verelim. Bir
kişi, gündelik hayatında, bir minibüse ya da otobüse binerek işine giderken, yolculuk ücretini ödediğinde ahlakla ilgili bir durum oluşmaz görünmektedir. Oysa söz konusu kişi, şoförün dalgınlığından ya da yolcu
kalabalıklığından yararlanarak yolculuk ücretini ödemezse negatif ahlaki
bir durum oluşmuş olur. Bu durumda biz, insanın, bir davranışın vb.
negatifini yaptığında ahlaken olumsuz bir durum ortaya çıkıyorsa, bu
davranışın vb. pozitifini yapmanın ahlaken olumlu olduğunu söyleyebiliriz. Böyle olunca, ahlakın bütün bir gündelik hayatı kuşattığı gerçeği
ortaya çıkmış olacaktır. Dolayısıyla, yukarıda geçen küresel sorunların
temelinde negatif ahlaki bir yapının bulunduğunu söyleyebiliriz.
Yukarıda sadece birkaç örneğini belirttiğimiz sorunların, sorun olmadığını kabul eden var mı? Bunların küresel ve nesnel sorunlar olduğunu
kabul etmeyen var mı? Peki, bu sorunlar birey olarak bizi ilgilendirmez,
diyebilir miyiz? Ya da sorunların birey olarak bizi ilgilendirmediğini düşündüren bir etik anlayış benimsemiş isek bu anlayış ne derece haklı olur?
Öte yandan, sorunlar hem nesnel hem küresel ölçütte karşımızda dururken, bunlarla baş edebilecek ölçüde küresel bir etik geliştirilebilir mi?
Bu soruların yanıtlarını verebilmek için, öncelikle, yukarıdaki sorunlara
kaynaklık etiğini düşündüğümüz ya da onların çözümüne katkı sağlamayacağını düşündüğümüz, felsefi-etik alt yapıyı incelememiz gerekmektedir.
FELSEFİ GEREKÇELER.
Felsefe tarihi okuyucuları, modern siyaset felsefesinde önemli yeri olan
Thomas Hobbes’u (1588-1679) hatırlayacaklardır. Hobbes’un siyaset
felsefesiyle ilgili görüşleri konumuzla ilgili değildir. Bizi asıl ilgilendiren bu
filozofun, siyaset felsefesi görüşlerinin temelinde yatan negatif insan
doğası anlayışıdır. Zira bu anlayış sadece siyaset felsefesi kuramlarını
değil aynı zamanda etik (ahlak felsefesi) kuramlarını da etkilemiştir. İnsa-
Üçüncü Oturum
147
nın, doğal durumunda, bencil ve saldırgan olduğu anlayışı, homo hominis
lupus (insan insanın kurdudur) şeklinde ifadeye dönüşmüştür. Bu ‘herkesin
herkese karşı savaşta’ olduğu anlamına gelir (there is bellum omnium contra
omnes). İnsanlar doğal durumlarında eşittirler. Eşitlik güvensizliğe, güvensizlik de savaşa yol açar. Bu yüzden, egemenliklerinden önemli bir kısmını
yapma bir kurum olan devlete devretmelidirler.7 Hobbes’un negatif insan
doğası anlayışı, Bernard de Mandeville (1670-1733) tarafından doğrudan
etik, kuramsal bir formülasyona dönüştürülmüş8 ve bu formülasyon C. A.
Helvetius (1715-1771) tarafından geliştirilmiştir.
Mandeville, Arı Masalı adındaki eserinde ticaret, sanayi, istihdam, sanat, bilim ve tekniği, bütün bunların hepsinin varlığını ahlakın karşısında
konumlandırmaktadır.9 Eğer ahlak var olursa bu sayılanların var olmayacağı ya da zıtlarının var olacağı iddia edilir. Burada vurgulanan, ahlaken
negatif olan kendini beğenmişlik, para ve mal hırsı, lükse ve eğlenceye
düşkünlük gibi unsurların, davranışlarımızın motifleri olması nedeniyle,
zenginliğe, buluş ve icatlara, bilimsel gelişmelere, ticaret ve sanayinin
gelişmesine vb. katkı sağlayacağı iddiasıdır. Bu iddiaya göre, uygarlığı
oluşturan neredeyse bütün unsurlar ahlaki düşüklüklerle kazanılır.
Mandeville’nin ahlakı dışarıda tutma iddiasına rağmen negatif ahlaki
unsurları temel yapmış olması ve bunların merkezine bencillik ve hırsı
koyması C.A. Helvetius tarafından geliştirilir. Sonuçta egoist ve hedonist
bir anlayış, hem insan doğasını ifade eden bir karakteristik hem de hayat
felsefesi olarak karşımıza çıkmıştır.
Mandeville’nin ‘Arı Masalı’, teknoloji, bilim, sanat, ticaret ve sanayiyi
bir yanda, etiği ise karşıt yanda konumlaması ve bencillik, hırs vb. olmadan bilimin, sanatın, ticaretin vb. gelişmeyeceği iddiası ‘ya o ya o’ ikilemini; ya bilim, sanat, ticaret vb. ya da ahlak ikilemini insanların karşısına
koymuştur. Bu ikilemden ilki hâkim olmuş, dolayısıyla etik devre dışı
kalmıştır. Bu durumda bencil yönelimlerle oluşan ilişkilerin hâkim olduğu
girdilerin sonucunda ortaya çıkan negatif sorunların çözümü, girdideki
ilişkilere hâkim olan yönelime kadar geri gitmeyi gerektirmektedir. Çünkü
bencil yönelimler etiğin de egosantrik olarak formüle edilmesine ve savunulmasına yol açmıştır. Daha sonra, etik bencil-hazcı bir şekle dönüşmüştür. Buradaki temel hata, etiğin bütün gelişmelerin karşıtı olarak konumlanması ve bencil-hazcı bir konuma dönüşmesidir. Küresel bir etik kurma
yolunda ilk olarak bu noktaların düzeltilmesi gerekmektedir. İlk basamakta, egoist-hedonist tutumla karakterize olan negatif insan doğası anlayışı
terk edilmelidir.
————
7
Bkz. Hobbes, Thomas, Leviathan, çev. Semih Lim, Yapı Kredi Yay, Üçüncü Baskı, İstanbul
1992, ss: 92-96, 127; Bkz. Bourke, Vernon J., History of Ethics, Image Boks, New York 1970,
ss; 193-197.
8
Bourke, History of Ethics, s. 193, 207-208.
9
Bourke, History of Ethics, s. 207-208.
Modern Çağda Ahlak
148
ETİK BAKIŞLA İLGİLİ GEREKÇELER.
Egoist-hedonist tutumun formülasyonu olan egoizm ve hedonizm felsefi anlamda kendi içinde güçlükleri bulunan ve etik bakımdan son tahlilde
savunulamayacak olan iki teoridir.10 Bu teorilerin güçlükleri konumuz
açısından ikincildir. Ancak şu kadarı söylenebilir ki, bu anlayışların hâkim
olduğu bir dünyada değere dayalı hiçbir kurumun varlığından söz edilemez.11 Etikte egoist (bencil) eğilim kadar, belki de ondan daha çok altruist
(özgeci) eğilimin bulunduğunu dikkate almak durumundayız.12 Her iki
teori, ayrıca, insanlık tarihinde anominin bulunduğu, devletlerin yıkıldığı,
istikrarın bulunmadığı, yarının ne olacağının belli olmadığı zamanlarda
savunulmuş olan teselli felsefelerindendir. Yerleşik düzenlerin bulunduğu,
istikrarın oluştuğu zamanlarda erdeme uygun eylemleri öngören Aristotelesçi etik anlayışlar hâkim olmuştur.
İkinci basamakta, etiği bilim, teknoloji, sanat, ticaret gibi alanların
karşısında konumlama anlayışı düzeltilmelidir.13 Zira böyle bir anlayış,
yukarıda analiz edildiği gibi, aslında etiği dışarıda tutmuş olmamaktadır,
bilakis negatif etik anlayışı zemin almış olmaktadır. Ayrıca, böyle bir
ayrıştırma daraltıcı, parçalayıcı, bütünü ortadan kaldırıcı ve kısırlaştırıcıdır. İnsanları ya o ya o diye bir ikileme mahkûm edemeyiz. Hayattaki her
alanının birbiriyle ilişkili ve etkileşimli olduğunu; dolayısıyla ilerleme ve
gelişmenin ancak bütün alanların sinerjisiyle mümkün olduğunda yukarıda ifade edilen küresel çaplı sorunlarla baş edebileceğimizi unutmamalıyız.
Bundan dolayı oluşturulacak etik anlayış(ların)ın ‘ya o ya o’ ikilemiyle
değil, ‘hem o hem o’ ilkesinden hareket etmesi ve bütünü dikkate alması
önemli görünmektedir.14
Küresel sorunların sebebi olan insan, acaba kimdir ve nerededir? Karşımızda böyle bir insan (ya da insan grubu) yoktur. Ya da şöyle söyleyelim,
küresel sorunlar, bütün insanların ürettiği sorunlardır. Tek bir kişinin ya
da grubun ortaya çıkardığı sorunlar değil. Etik açıdan burada önemli olan
nokta, bu sorunların kimden kaynaklandığını saptamak değildir, çünkü
böyle bir araştırma sonuçsuz kalacaktır. Asıl önemli nokta, etik tutum
takınmada kendimize düşen ödevi belirlemektir. Bu da bizi, üçüncü basamakta, yukarıdaki etik-felsefi zemine negatif sorumluluk anlayışını ekleme ödevine götürür. Negatif sorumluluk fikri, negatif eylemler tezinden
çıkarılmaktadır. Bu tez, yapıp-etme (doing) ile ‘bırakalım olsun’ (lettting
happen) arasındaki ayırımın ahlak bakımından anlamını sorgulamaya
————
10
Bkz. Etik Kuramları, ss: 111-119, 31, 35, 38; Türkeri, Mehmet, “Hedonizm Bir Hayat Felsefesi Olarak Kabul Edilebilir mi?”, tabular asa, S: 20, Isparta 2008, ss. 19-26.
11
Bkz. Botroux, Emile, Çağdaş Felsefede İlim ve Din, MEB Yay., İstanbul 1997 s. 84.
12
Changeux, Jean-Pierre, Etiğin Doğal Kökenleri, çev. Nermin Acar, Mavi Ada, İstanbul
2000, s. 18, 47, 51, 52, 58.
13
Bkz. Lipson, a.g.e., s. 299.
14
Türkeri, Mehmet, “Küresel Çevre Etiği”, Ululuslararası Çevre ve Din Sempozyumu, 15-16
Mayıs 2008, Bildiriler, İstanbul 2008, C. 2, ss: 50-54.
Üçüncü Oturum
149
dayanmaktadır.15 Bu anlayış açısından baktığımızda, küresel sorunların
ortaya çıkmasında hiçbir etkimiz olmamış olabilir, ancak böyle olması bu
sorunları ortadan kaldırmada sorumluluğumuzun bulunmadığı anlamına
gelmez. Nasıl aktif olarak neden olduğumuz kötülüklerden sorumlu isek,
aynı şekilde önleyebileceğimiz ya da önlenmesine katkı verebileceğimiz
kötülüklerden de sorumlu olduğumuzu düşünmeliyiz. Örneklendirecek
olursak, yoksul insanların yoksulluk içinde kıvranmalarının nedeni bizzat
biz olmayabiliriz. Bununla birlikte bu türden insanların durumlarını iyileştirici şeyler –mali yardımlar vb.- yapmazsak, o zaman biz onların bu durumlarının sürmesinden sorumlu olmuş olmaz mıyız? Başka deyişle,
insanların durumunu iyileştirmek için hiçbir şey yapmamak, onların kötü
durumlarının sürmesine neden olmak değil midir? Bu durumda ahlaken
onlara kötülük yapmış olmaz mıyız? Bizzat kötülük yapmamış olmakla
işin içinden çıkamayız. Zira bu eylemsizlik durumunu ifade eder. Bizim,
buna ilaveten, ahlaklılığın bir gereği olarak bir şeyler yapmamız gerekir.
Bu da, mali yardım, yardım için politika oluşturmaya katkı, sivil toplum
kuruluşlarının yardım yapmasını destekleme gibi yollarla yoksul kimselerin durumlarını düzeltmeye katkı sağlamaktır.16
Bildirimizin konusu açısından negatif sorumluluk tezine baktığımızda,
biz, küresel sorunları ortaya çıkaran negatif etik-felsefi temeli sürdürmekle
bu sorunların var olmaya devam etmesini sağlamış oluruz. Ayrıca bu
felsefi-etik temeli kabul etmeyip pozitif bir temele sahip olduğumuzu iddia
ediyorsak, yine bu sorunların çözümüne katkı sunmuyorsak o zaman bu
sorunların var olmaya devam etmesine neden olmuş oluruz. Dolayısıyla,
hem felsefi-etik zeminin düzeltilmesi hem de adı geçen sorunların ortadan
kaldırılması için çalışmamız, negatif sorumluluk anlayışımızın bir gereği
olacaktır.
Dördüncü basamakta, uygulamayla ilgili (tıp etiği, meslek etiği, iş etiği, baro/ avukatlık etiği, mühendislik etiği vb.) etik kuramlarının ve
(örneğin çevre, iş, yoksulluk, ayrımcılık, suç ve ceza, savaş ve barış, cinsellik vb.) konu / sorun alanlarıyla ilgili etik argümanların varlığı ve çeşitliliği konusunu analiz etmeliyiz. Öncelikle herhangi bir uygulama alanıyla
ilgili etik kuramının sadece o alanla ilgili bir kuram olması nedeniyle diğer
alanları içermediği gerçeğini görmeliyiz. İkinci nokta, uygulama etiğinin o
uygulama alanıyla ilgili kişinin sadece o konuyla ilgili davranışını kılavuzlayacak ilkeler ortaya koymuş olmasıdır. Bu, söz konusu alanla ilgili
tutum açısından son derece önemli ve gereklidir. Bununla birlikte, uygulama etiğinin ilkelerine uyması gereken ‘çalışan’ın, o uygulama konusu
dışında, gündelik hayatını kılavuzlamadığı başka deyişle söz konusu
kişinin diğer konulara bakışını düzenleyecek ilkeler vermediği için eksiktir.
————
15
Haris, John, Violence and Responsibility, Routledge and Kegan Paul, London 1980, s. 31,
145.
16
Türkeri, Mehmet, “Yoksulluk ve Etik” Uluslar arası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları
Kongresi (ICANAS 38), Bildiriler, 10-15 Eylül 2007, Ankara 2008, C. II, ss: 699-708.
Modern Çağda Ahlak
150
Örneğin, diyelim ki bir mühendislik etiği var. Bu etik mühendisin mühendislik göreviyle ilgili ilke ve kuralları ortaya koyacaktır. Başka deyişle
mühendisin, bu uzmanlığıyla ilgili davranışlarını kılavuzlamak için ortaya
konulmuş olacaktır. Peki acaba bu etik mühendisin bütün gündelik hayatını kuşatacak mıdır? Onun eşiyle, çocuğuyla, komşusuyla, arkadaşlarıyla,
meslektaşlarıyla, diğer insanlarla (vb.) ilişkilerini yönetecek midir? Doğal
olarak ve mahiyeti gereği hayır. Dolayısıyla, insanın gündelik hayattaki
rollerinin çokluğunu göz önüne aldığımızda, değer ilişkilerinin çokluğu
ve çeşitliliği önümüzde bir vakıa olarak durmaktadır. Bu değer ilişkilerinin hepsinin tek bir alan etiğiyle kılavuzlanması, alan etiğinin mahiyeti gereği imkânsız ve konu dışı olduğundan, bütün değer ilişkilerini
temelden düzenleyen bir insan etiği kuramına ihtiyaç duyarız. Bu ihtiyaç, herhangi bir meslek grubunu ilgilendirmeyen yoksulluk, çevre,
ayrımcılık, savaş ve barış, suç ve ceza vb. küresel sorunlarla ve konularla
ilgili olarak daha açıkça görünmektedir. Bu konularla ilgili sorunların
çözümü, doğrudan insan anlayışımızı düzeltmekle ilgilidir. Dolayısıyla
insanla ilgili küresel bir kuram zemininde, tikel alan etiklerinin desteğiyle
ancak küresel sorunların üstesinden gelebiliriz. Ancak burada dikkat
edilmesi gereken nokta şudur ki, ahlak felsefesinin önemli temel ölçütlerinden biri olan tutarlılık gereği, tikel alan etiklerindeki ilkelerin diğer
alan etiklerindeki ilkeler ve bunların temelindeki insan etiği ilkeleri ile
uyumlu olması gerekmektedir.
Teşekkür Ederim.
KAYNAKÇA
UN Alliance of Civilizations Final Report, (2006).
Bourke, Vernon J., History of Ethics, Image Boks, New York 1970.
Botroux, Emile, Çağdaş Felsefede İlim ve Din, MEB Yay., İstanbul
1997.
Changeux, Jean-Pierre,Etiğin Doğal Kökenleri, çev. Nermin Acar, Mavi Ada, İstanbul 2000.
Dower, Nigel,“World Poverty”, A Companion to Ethics, Edited by,
Peter Singer, Blackwell Publishers, Oxford, Massachusetts 1997.
Etik Kuramları,Derleyen ve Çeviren, Mehmet Türkeri, Lotus Yay., Ankara 2008.
Eurostatnewsrelease,
10/2010 - 18 January 2010,(Erişim:
http://epp.eurostat.ec.europa.eu/cache/ITY_PUBLIC/3-18012010AP/EN/3-18012010-AP-EN.PDF).
Haris, John,Violence and Responsibility, Routledge and Kegan Paul,
London 1980.
Hobbes, Thomas, Leviathan, çev. Semih Lim, Yapı Kredi Yay, Üçüncü
Baskı, İstanbul 1992.
Income, Poverty, and Health Insurance Coverage in the United States:
Üçüncü Oturum
151
2008, Census Bureau Reports, Issued September 2009, s. 13, (Erişim:
http://www.census.gov/prod/2009pubs/p60-236.pdf).
Lipson, Leslie, Uygarlığın Ahlâki Bunalımları, çev. J. Ç. Yeşiltaş, T. İş
Bankası Kültür Yay., İstanbul 2003.
Türkeri, Mehmet, “Hedonizm Bir Hayat Felsefesi Olarak Kabul Edilebilir mi?”, tabular asa, S: 20, Isparta 2008.
-------, “Küresel Çevre Etiği”, Ululuslararası Çevre ve Din Sempozyumu, 15-16 Mayıs 2008, Bildiriler, İstanbul 2008.
-------, “Yoksulluk ve Etik” Uluslar arası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi (ICANAS 38), Bildiriler, 10-15 Eylül 2007, Ankara 2008.
T.C. Başbakanlık
HaberBülteni,
1
Türkiye
Aralık
İstatistik Kurumu
2009,
Sayı:205.
(TÜİK),
(Erişim:
http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=4151).
Oturum Başkanı: Değerli hocamıza, zamana karşı hassasiyet gösterdiğinden dolayı ben de teşekkür ediyorum. Ahlakla ilgili değer alanlarının
küresel dünyamızda ne kadar önemli olduğuna vurdu yaptı. Emek mahsulüydü. Teşekkür ediyorum. İkinci konuşmacımız Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi’nden araştırma görevlisi, genç bir akademisyen kızımız
Hümeyra Karagözoğlu, “Modern Çağda Bir Ahlak Hareketi Olarak Küresel
Ahlak” konulu tebliğini sunacak. Siz de aynı şekilde on beş dakikada
özetleyebilirseniz… Teşekkür ediyorum şimdiden.
2. TEBLİĞ
MODERN ÇAĞDA BİR AHLÂK HAREKETİ OLARAK
“KÜRESEL AHLÂK” (GLOBAL ETHIC)∗
Arş.Gör. Hümeyra KARAGÖZOĞLU
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
GİRİŞ
Öncelikle bu sempozyumun da ana meselesi olduğunu düşündüğüm
temel bir soruyla başlamak istiyorum. “Çağımızda ahlâk düşüncesi alanında ortaya konan teori, yaklaşım ve öneriler nelerdir?” Bu soru çerçevesinde
mevcut duruma şöyle bir bakıldığında; karşımıza muhtelif tasnifler altında
değerlendirilebilecek çeşitli teori, yaklaşım ve öneriler çıkmaktadır. Son
yüzyılda en çok öne çıkanların, ahlâkı bir dil analizine indirgeyen
metaetikçiler olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bunun yanında
uygulamalı ahlâk alanının (applied ethics), yani ötenazi, kürtaj, cinsel
istismar gibi spesifik meseleler üzerine yoğunlaşan ve tıp ahlâkı, çevre
ahlâkı gibi meslek ahlâklarını konu edinen disiplinin de –özellikle son
yirmi yılda- son derece öne çıktığını görmekteyiz. Bunlara ilâveten, din
felsefesi alanı içinde değerlendirilen din-ahlâk ilişkisi merkezli çalışmaların
ve ülkemizde hâlen marjinal bir araştırma konusu olarak görülebilecek
feminist etiğin de günümüzde Batı’da pek çok yayınla ahlâk gündeminde
yer aldığını görmekteyiz.
Bütün bu saymış olduğumuz yaklaşımlarla birlikte, modern dönemde
ortaya çıkan ve gerek zikretmiş olduğum uygulamalı ahlâk meselelerini
gerek din felsefesi içinde değerlendirilen din-ahlâk ilişkisini bünyesinde
barındıran, fakat yalnızca fikrî zemini olan bir inceleme olmaktan ziyade
aynı zamanda bir “ahlâk hareketi” olarak nitelenebilecek “küresel ahlâk”
da, Batı’nın ahlâk düşüncesi gündeminde yer alan dikkate değer bir yaklaşımdır.
Orijinal adıyla “global ethics” yaklaşımları, homojen bir anlayışı ifade
————
∗
Bu tebliğ, tebliğci tarafından 2008 yılında yapılmış olan “Küresel Ahlâk Düşüncesi” başlıklı
yüksek lisans tezi (Hümeyra Karagözoğlu, “Küresel Ahlâk Düşüncesi”, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Bilim Dalı, Danışman: Prof. Dr. İlhan
Kutluer, İstanbul 2008, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi) çerçevesinde hazırlanmış olup,
gözden geçirilmek, kısaltma ve eklemeler yapmak suretiyle bildiri formunda yeniden kaleme alınmıştır.
154
Modern Çağda Ahlak
etmemektedir. “Global ethics”, açık bir tanıma sahip olmamakla beraber
çok genel bir ifadeyle, “bütün insanlığın iyiliği gözetilerek formüle edilmiş
bir ahlâkî yargı ve tavsiyeler sistemi”1 şeklinde tanımlanabilir. Ayrıca
kavram, küreselleşmeyle ilişkisi sebebiyle, “özellikle küresel problemlere
yoğunlaşmış ahlâk çalışması”2 olarak da tanımlanmıştır.
Global Ethics yaklaşımlarından biri de, gerek kurumsal bir desteği arkasına alması, gerek fikrî arka planına daha çok vurgu yapması sebebiyle
“küresel ahlâk”, yani “global ethic” hareketidir. Global ethic’in global
ethics’ten farkı, görüldüğü üzere öncelikle sonundaki “s” takısının bulunmayışıdır. Meselenin ilmî bir disiplin olduğunu ifade eden “s” takısı özellikle kullanılmayarak, küresel ahlâkın bir felsefe, bir araştırma alanı olmaktan ziyade bir hareket oluşu ve diğer global ethicslerden farklı olduğu
vurgulanmak istenmektedir. Küresel ahlâk da tıpkı global ethics gibi küresel sorunlar karşısında evrensel bir ahlâk önerisi sunmaktadır. Ancak bunu
genel bir amaç olarak ortaya koymaktan çok, kesin şekilde tanımlanmış bir
“küresel ahlâk” (global ethic) kavramı ile yapmaktadır. Böylelikle bizatihî
bir ahlâk önerisi ve hareketi olan küresel ahlâk, küresel ahlâk sorunlarına
evrensel cevaplar üretme iddiasında olan diğer bütüncül yaklaşımlardan
kendini ayırmaktadır.3
Çalışmamızda ilk olarak küresel ahlâkın ne olduğu, hangi sorunları
modern ahlâk problemleri olarak belirlediği ve nasıl çözüm önerileri sunduğu incelenecektir. İkinci aşamada ise bir düşünce olarak küresel ahlâkın,
ahlâk felsefesi ve dinler bakımından bir değerlendirmesini yapılarak,
küresel ahlâk düşüncesinin hem dikkate değer hem de sorunlu yönleri
tetkik edilecektir.
1. KÜRESEL AHLÂK HAREKETİNİN TARİHSEL ARKAPLANI
Küresel ahlâkın fikir babası İsviçre doğumlu Katolik bir papaz ve teolog olan Hans Küng’tür. Papa’nın yanılmazlığını reddetmesi sebebiyle
Vatikan tarafından otoritesi ilga edilen ve ders vermesi yasaklanan Küng,
şu an Tübingen’de Ekümenik Teoloji bölümünde Emekli Profesör olarak
göreve devam etmektedir. 1989 yılından itibaren “dinler arası barış olmadan milletler arası barış olmaz” ana fikirli konferanslara başlayan Küng,
UNESCO’nun davetlisi olduğu bazı toplantılarda küresel ahlâk fikrini öne
çıkarmış ve ardından Küng’ün çalışmalarını takip eden Dünya Dinleri
Parlamentosu yetkililerinin onunla irtibat kurmasıyla küresel ahlâk üzerinde daha da yoğunlaşmaya başlamıştır. 1990 yılında Projekt Weltethos
(Dünya Ahlâkı Projesi) isimli meşhur kitabını yazmış, bu eser 1991 yılında
————
1
Marek Fritzhand, “On Global Ethics”, çev. Andrzej Kopczyński, Dialogue and Humanism,
Vol. 1, No. 2, 1991, s. 39.
2
Marek Fritzhand, “On Global Ethics”, s. 42.
3
Hans Küng, “The History, Significance and Method of the Declaration Toward a Global
Ethic”, Hans Küng ve Helmut Schmidt (Ed.), A Global Ethic and Global Responsibilities:
Two Declarations, London: SCM Press LTD, 1998, s. 58.
Üçüncü Oturum
155
Global Responsibility: In Search of A New World Ethic adıyla İngilizce’ye
çevrilmiştir.
1893 yılında Chicagolu bir avukat tarafından dinler arası diyalog ve iletişimi sağlamak amacıyla kurulan Dünya Dinleri Parlamentosu, 1893
yılındaki ilk parlamentosunda fazla rağbet görmemiştir. 1993 yılındaki
ikinci parlamentoda ekoloji, sosyal adalet, insan hakları gibi konuları
gündeme getirmek isteyen parlamento yetkililerinin Küng’ten bu hususta
bir taslak istemeleri üzerine Küng de pek çok din mensubuyla istişare
ederek bir metin hazırlamıştır. İki giriş ve dört ana bölümden oluşan bu
metin, küresel ahlâk hareketinin bir başka destekçisi Prof. Leonard Swidler
tarafından İngilizce’ye çevrilmiş ve kısa bir tartışmanın ardından kabul
edilmiştir. Parlamentoda muhtelif dinlerin temsilcileri tarafından imzalanan beyanname, İslâm dünyasından Muhammed Hamidullah, Seyyid
Hüseyin Nasr, Muhammed Arkoun gibi isimlerce de imzalanmıştır.4
————
4
Beyannameyi imzalayan diğer isimler, müntesibi oldukları dinlerle beraber olarak şöyledir:
BAHAİLİK: Juana Conrad, Jacqueline Delahunt, Dr. Wilma Ellis, Charles Nolley, R. Leilani
Yael Wurmfeld. Brahma Kumaris: B. K. Jagdish Chander Hassija, B. K. Dadi Prakashmani.
BUDİZM: Rev. Koshin Ogui, Sensei. Mahayana: Rev. Chung Ok Lee. Theravada: Dr. A. T.
Ariyaratne, Preah Maha Ghosananda, Ajahn Phra Mara Surasak Jivanandı, Dr. Achahn Dr.
Chuen Phangeham, Ven. Dr. Havanpola Ratanasara, Ven. Dr. Mapalagama Wipulasara
Maha Thero. Vajrayana: S. H. Der XIV. Dalai Lama. Zen: Prof. Masao Abe, Zen Master
Seung Sahn, Rev. Samu Sunim. HIRİSTİYANLIK: Blouke Carus, Dr. Yvonne Delk. Anglikan: Marcus Braybrooke, James Parks Morton. Ortodoks: Maria Svolos Gebhard. Protestan: Dr. Thelma Adair, Martti Ahtisaari, Wesley Ariarajah, Dr. Gerald O. Barney, Dr.
Nelvia M. Brady, Dr. David Breed, Dev. John Buchanan, Bischof R. Sheldon Duecker, Prof.
Diana I. Eck, Dr. Leon D. Finney, Jr. Dr. James A. Forbes, Jr. Bischof Frederick C. James,
Erzbischof Mikko Juva, Prof. James Nelson, Dr. David Ramage, Jr. Robert Reneer, Dr.
Syngman Rhee, Margaret Orr Thomas, Prof. Carl Friedrich v. Weizsacker, Prof. Henry
Wilson, Addies Wyatt. Roma-katolikliği: Thomas A. Baima, Kardinal Joseph Bernardin,
Pere Pierre-Fronçois de Bethune, Schwester Joan M. Chatfield, Theodore M. Hesburgh,
Abbot Timothy Kelly, Jim Kenney, Prof. Hans Küng, Dolores Leakey, Schwester Joan
Monica McGuire, Matimilian Mizzi, Robert Muller, Albert Nambia-parambil-Bischof
Placido Rodriguez, Bischof Willy Romelus, Dorothy Savage, Bruder David Steindl-Rast,
Bruder Wayne Teasdale. YERLİ DİNLER: Bambi Baaba. Akuapim: Nana Apeadu. Yoruba:
Oseijeman Adeefunmi, Baba Metahochi Kofi Zannu. Amerikanische Eingeborene: Archie
Mosay, Burton Pretty On Top, Peter V. Catches. HİNDUİZM: Dr. M. Aram, Jayashree
Athavale-Talwarkar, S. H. Swami Chidananda Sarawasti, Sami Chidananda, Saraswati
Muniji, Swami Dayananda Saraswati, Sadguru Sant Keshavadas, P. V. Krishnayya, Dr.
Lakshmi Kumari, amrish Mahajan, Dr. Krishna Reddy, Prof. V. Madhusudan Reddy,
Swami Satchidananda, Satguru sivaya Subramuniyaswami, Dr. Bala Siva Yogindara
Maharaj. Vedanta: Pravrajika Amalaprana, Prarajika Prabuddhaprana, Pravrajika
Vivekaprana. JAİNİZM: Dr. Rashmikant Gardi. Digambar: Narenda P. Jain. Shwetambar:
Shri Atmanandji, Dipchand S. Gardi, Dr. L. M. Singhvi, Acharya Sushil Kumarji Maharaj.
YAHUDİLİK: Helen Spector. Muhafazakarlar: Prof. Susannah Heschel. Reformistler:
Rabbi Herbert Bronstein, Norma U. Levitt, Rabbi Herman Schaalman, Dr. Howard A.
Sulkin. Ortodokslar: Prof. Epraim Isaac. İSLÂM: Tan Sri Dato’Seri Ahmad Sarji bin AbdulHamid, Dr. Qazi Ashfaq Ahmed, Hamid Ahmed, Mazhar Ahmed, Louis Farrakhan, Dr.
Hamid Abdul Hai, Mohammed A. Hai, Dr. Muhammed Hamidullah, Dr. Aziza al-Hibri,
Dr. Asad Husain, Dr. Haji İsmail bin İbrahim, Dr. İrfan Ahmat Khan, Qadir H. Khan, Dr.
Abdel Rahman Osman. Şii: Prof. Seyyid Hüseyin Nasr. Sünni: İmam Davud Assad, İmam
Modern Çağda Ahlak
156
Beyanname sonrasında UNESCO Universal Ethics Project’i başlatmış,
pek çok kuruluş beyannamesinde küresel ahlâka yer vermiştir. Küng, 1998
yılında A Global Ethic for Global Politics and Economics kitabını çıkarmış,
böylece küresel ahlâkın siyasî ve ekonomik tazammunlarını beyan etmiştir.
Küng’ün başkanı olduğu Global Ethic Foundation ve Leonard Swidler’in
başında bulunduğu Center for Global Ethics ise kurumsal düzeyde küresel
ahlâk faaliyetlerine devam etmektedir. Internet üzerinden faaliyetlerine
yoğun olarak devam etmekte olan küresel ahlâkçılar, Prof. Swidler öncülüğündeki g-ethic mail grubu üzerinden de dünyanın muhtelif bölgelerinde
bulunan farklı din mensubu gençlerle haberleşmektedir.5
2. KÜRESEL AHLÂKIN MAHİYETİ
Küresel ahlâkın beyanname yoluyla ilan edilen resmî tanımı şöyledir:
“Dogmatik farklılıklarına rağmen, bütün dinler tarafından kabul edilen ve
herhangi bir dine inanmayanlarca da desteklenebilecek olan bağlayıcı
değerler, değiştirilemez kriterler ve temel davranışlar üzerinde temel bir
mutabakattır.”6 Küresel ahlâkın temel önermelerini şu şekilde sıralamak
mümkündür:
• Küreselleşme, kendisine çok farklı anlamlar yüklenen bir kavram olmasına rağmen aslında kaçınılmaz bir olgudur. Ancak olumlu anlamlar
yüklemek sûretiyle küreselleşmeyi, dinler ve ahlâk için bir fırsat olarak
görmek mümkündür. Bu bakış açısında göre dinler, küresel dünyada
çok mühim bir rol oynayacaktır ve buna paralel olarak dindarların küresel problemler karşısında sorumluluğu da artmaktadır.7
• Postmodernizm de benzer şekilde kendisine farklı anlamlar yüklenen bir
kavramdır. Küng’e göre yaşadığımız çağın paradigmasını ifade eden
postmodernizm, modernizmi eleştiren, katı bilimciliği reddeden,
spiritüel enerjiyi destekleyen, Avrupa merkezli değil çok merkezli, insanî değerlere önem veren, çevreye duyarlı, çoğulcu kültürü öne çıkaran, dinler arası diyalog yanlısı bir paradigmadır. Bu nedenle
→→
Warith Deen Mohammed, Syed Shahabuddin. YENİ PAGANİZM (NEU-HEİDEN):
Baroness Cara-Marguerite-Drusilla, Deborah Light, Lady Olivia Robertson. SİKHLER: Siri
Singih Bhai Shaib Harbhajan Singh Khalsa Yogiji, Mehervan Singh, Hardial Singh, Indarjit
Singh, Singh Sahib Jathedar Manjit Singh, Dr. Balwant Singh Hansra. TAOCULAR:
Chungliang Al Huang. TEOZOFİ (THEOSOPHEN): Radha Burnier. ZERDÜŞTLÜK
(ZOROASTRİER): Dastoor Dr. Kersey Antia, Dr. Homi Dhalla, Dastoor Dr. Kaikhusroo
Minoscher JamaspAsa, Dastoor Jehangir Oshidari, Rohinton Rivetna, Homi Taleyarkhan,
Dastoor Kobad Zarolia, Dastoor Mehraban Zarthosty. DİNLER ARASI KURULUŞLAR:
Karl Berolzheimer, Dr. Dainel Gomez-Ibanez, Ma Jaya Bahagavati, Peter Laurence, Dr.
Karan Singh, John B. Taylor, Robert Traer, Dr. Wiliam F. Vendley.
5
G-ethic mail grubunda, yoğun şekilde gönderdiği maillerle gündemi belirleyen en aktif
üyelerin Bâhâîler olduğunu ilgi çekici bir ayrıntı olarak burada zikretmek gereklidir.
6
Hans Küng, A Global Ethic for Global Politics and Economics, çev. John Bowden, London:
SCM Press, 1997, s. 92-93.
7
Hans Küng, A Global Ethic for Global Politics and Economics, s. 160-167.
Üçüncü Oturum
157
postmodernizm de dinler ve ahlâk bakımından olumlu anlam ve fırsatlara sahiptir.8
• Günümüzde mevcut olan en mühim sorunlar şöyledir: dünya barışı
tehlikededir, ekonomik dengesizlikler yaşanmaktadır ve sosyal düzensizlikler mevcuttur.9
• Bu sorunların hepsi, temelde ahlâk problemidir. Hukuk ya da siyasetle
bunlar çözülememektedir. O halde, bir dünya ahlâkı olmadan yeni bir
dünya düzeni olamayacaktır.10
• Yeni bir dünya ahlâkı, ortak ilkelerden müteşekkil olmalıdır. Gereken ortak ilkeler
de dinlerde ve dinî geleneklerde mevcuttur.11
Küresel ahlâkın temel önerisi, bu ortak ilkeleri belirlemek ve onlar üzerinde uzlaşmaktır. Bu ilkeler herkesin anlayabileceği, basit bir dille ifade
edilmeli fakat felsefî şekilde de ortaya konmalıdır. Ortaya çıkan ilkelere
herhangi bir dine inanmayanlar da onay vermelidir. Nihayetinde bu ilkeler
hususunda vicdanî bir yaptırım oluşmalı, bir anlamda insan hakları beyannamesine benzer tarzda ortak bir ahlâk anlayışı meydana gelmelidir.
İşte bu perspektifle hazırlanan beyannamede ortaya konan ilkeler şunlardır:
Küresel Ahlâkın Önerisi: 1. Temel Prensip: İnsanlık Ölçütü:
Yaş, cins, ırk, din ayırımı yapılmaksızın her insanın devredilemez ve
dokunulamaz haklara sahip olması demektir. Ekonomide, basın yayın
araçlarında, devlette de bu saygınlığın gözetilmesi esasını taşır. Bu kural,
dinlerden gelmekte ve özellikle, “sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” şeklindeki altın kuralla ifade edilmektedir. Altın kuralın
versiyonları, hemen hemen bütün dinlerde bulunmaktadır.12
2. Aşama Prensipler: 4 Emir: Öldürme! Hırsızlık yapma! Yalan Söyleme! Cinsel ahlâksızlık yapma! Küresel Ahlâk Beyannamesi’nde değinilen
sorunlar ve çözüm önerileri, bu dört temelden türetilmiş olan dört temel
taahhüt adı altında sıralanmıştır. Bu dört temel taahhütten, “Şiddete karşı
bir kültürü ve hayata saygıyı taahhüt etmek” şeklindeki birinci ilke, “öldürme!” emrinin bir ifadesidir. “Dayanışma kültürünü ve âdil bir ekonomik düzeni taahhüt etmek” ilkesi “hırsızlık yapma!” emrinden, “hoşgörü
kültürü ve dürüst bir hayatı taahhüt etmek ilkesi “yalan söyleme!” emrinden, “eşit haklar kültürü ve kadın-erkeğin ortaklığını taahhüt etmek” ilkesi
————
8
Hans Küng, Global Responsibility: In Search Of A New World Ethic, çev. John Bowden,
New York: Continuum, 2001, s. 22. Görüldüğü üzere Küng, mevcut literatürde küreselleşme ve postmodernizm kavramlarına yüklenen farklı anlamları bir tarafa bırakarak, onları olumlu bir okumaya tâbî tutmayı teklif etmektedir.
9
“Declaration Toward A Global Ethic”, Parliament of the World’s Religions, 4 September
1993, Chicago, USA., s. 2.
10
“Declaration Toward A Global Ethic”, I, s. 5.
11
“Declaration Toward A Global Ethic”, s. 3.
12
“Declaration Toward A Global Ethic”, s. 6-7.
158
Modern Çağda Ahlak
de “cinsel ahlâksızlık yapma!” emrinden türetilmiştir. Bu dört temel taahhüt, bir anlamda küresel ahlâkın pratiğe yönelik önerilerinin özetini ifade
etmektedir. 13 Her bir emir, kendi altında günümüz sorunlarının çözüm
yollarına işaret eden tazammunlar barındırmaktadır.
Bu ilkeler çerçevesinde ahlâk sorunlarına karşı dini öne çıkaran küresel
ahlâk, bu vesileyle dinler arası diyalogu sağlamayı da hedeflemektedir.
Küresel ahlâkın dinleri, kendi ahlâk ilkelerini formüle etmeye çağırması
da14, din kaynaklı bir ahlâk anlayışını dünya gündemine sokma çabasının
bir ürünü olarak görülebilir.
3. KÜRESEL AHLÂKIN FİKRÎ ARKAPLANI VE DEĞERLENDİRİLMESİ
Küresel ahlâkın fikrî mahiyetini değerlendirdiğimizde, öncelikle beyannamenin bir felsefe metni olmadığını söylemek gereklidir. Küresel
ahlâkçıların da zaten ethics-ethic ayrımıyla vurgulamak istedikleri, küresel
ahlâkın bir felsefe olmadığıdır. Ancak bu, küresel ahlâkın felsefeyle ilişkisi
olmadığı anlamına gelmemektedir. Küng, yaptığı işin Kant’ın yaptığının
dindarcası olduğunu sıkça vurgulamaktadır.15 Fakat ahlâk felsefesinin
temel problemleri bakımından baktığımızda bu hareket, sözgelimi ahlâkın
kaynağı sorunu bakımından bir cevap sunmamakta yahut ahlâkta yerellikevrensellik sorunu açısından da felsefî bir temellendirmeye yer vermemektedir. Mesela küresel ahlâk düşüncesinin merkezine oturan “insanlık”
prensibi nereden kaynaklanmaktadır? Dinlerden ya da yalnızca tek bir
dinden kaynaklanan böyle bir ilke mevcut mudur? Yoksa bu temel ilkeler,
doğal hukuk kuralları gibi akıldan mı kaynaklanmaktadır? Küresel ahlâkın
“insanlık” ölçütünü herkes için kabul edilebilir, herkesçe ulaşılabilir bir
kriter gibi izah etmesi, bu ilkenin a priori olduğu ve akıldan kaynaklandığı
izlenimini uyandırmaktadır. Ancak Küresel Ahlâk Beyannamesi’ne göre söz
konusu ölçüt, dinî ve ahlâkî inançlarımızdan kaynaklanmaktadır.
“İnsanlık” ilkesi eğer din kaynaklı ise, ilahî buyruk etiklerine yöneltilebilecek bütün eleştiriler küresel ahlâka da yöneltilebilecektir. Ayrıca küresel ahlâkın insanlık ilkesinde “insanca” olanı belirleme durumu söz konusudur. Ancak “insanca” olan neye göre belirlenecektir? Tek bir dine göre
belirlenecekse bu durum diğer dinleri küresel ahlâkın dışına çıkaracaktır.
Dinlerden bağımsız olarak belirlenecekse, o halde bu ilkenin kaynağının
din olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. Öyleyse bütün dinlerdeki “insanlık” anlayışının aynı olması gerekmektedir. Beyannamenin
zımnî olarak böyle bir varsayıma sahip olduğunu söylemek mümkün
görünmektedir. Fakat bu, küresel ahlâk düşüncesinin en çok eleştiri aldığı
noktalardan biridir.
“İnsanlık” prensibinin inanan-inanmayan için ortak temel şart olarak
————
13
“Declaration Toward A Global Ethic”, s. 7- 13.
14
“Declaration Toward A Global Ethic”, IV., s. 15-17.
15
Hans Küng, Global Responsibility: In Search of A New World Ethic, s. 59.
Üçüncü Oturum
159
önerilişi, bu ölçütün bizatihî bir değer olup olmadığı sorusuyla da alâkalıdır. Burada ise Eutyphro problemiyle karşı karşıya gelmekteyiz. Bu probleme göre ifade edersek, “insanlık” prensibi kendinde bağımsız bir değer
taşıdığı için mi ahlâkî değerdir, yoksa Tanrı emrettiği için mi? Eğer bu
değer Tanrı’dan bağımsız ise, küresel ahlâk için din vurgusuna ne gerek
vardır? Tanrı’nın emri sebebiyle bir değer haline gelmişse, inanmayan bir
insan için bu prensip nasıl bir “değer” olacaktır? Beyannamenin, bu ikileme bir cevap sunduğunu söylemek mümkün görünmemektedir.16
Beyannamede ortak bir ahlâk sağlanmaya çalışıldığı açıktır. Ancak, ortak/evrensel ahlâk fikirleri bakımından adı geçen metnin iddiaları incelendiğinde, bir karmaşanın varlığından bahsedilebilir. Çünkü beyannamede
hem birtakım ahlâkî değerler (eşitlik, adalet gibi), hem eylemlerin ahlâkî
olup olmadığını ortaya koyan temel bir ölçüt (insanlık), hem de ortak
somut kurallar (yalan söyleme, hırsızlık yapma, öldürme gibi) belirtilmektedir. Burada ahlâk felsefesinin üç farklı alanı birbirine karışmış görünmektedir. Yani ortak ilkeler, değerler ve kurallar bir arada sunulmakta, evrenselliğin hangi noktada/katmanda sağlanacağı belirsiz kalmaktadır. Küresel
ahlâkçıların, ortak ölçütten ziyade ortak değerleri öne çıkardıklarına dair
vurguları, “insanlık” prensibinin bir ölçüt olarak ortaya konduğu düşünüldüğünde, tutarsız görünmektedir. 17
Küresel Ahlâk Beyannamesi’nin ve dolayısıyla küresel ahlâk düşüncesinin
tam bir Batı ürünü olduğu ve Batılı zihniyetini taşıdığı eleştirisi de bu
bağlamda sıkça ifade edilen eleştirilerden biridir. Dokümanın kabulü
esnasında da dile getirilen bu eleştiri, özellikle Batılı olduğu ifade edilen
“insanlık” ölçütü, “bireysel sorumluluk” fikri ve “insan hakları” anlayışında yoğunlaşmaktadır. Küng bu eleştirilere, beyannamenin farklı dine
mensup bir insan tarafından hazırlanması halinde elbette daha farklı şekilde olabileceğini, herkesin kendine has bir üslûbu benimsemesinin normal
olduğunu ve belgede mümkün olduğunca ortak bir dil sağlanmaya çalışıldığını söyleyerek cevap vermiştir.18
Küresel ahlâkın evrensel bir ahlâka ulaşma çabası, Aydınlanma dönemindeki doğal ahlâk arayışına benzetilmiş ve bu sebeple Batılı bir girişim
olmakla suçlanmıştır.19 Ayrıca küresel ahlâk düşüncesinin bireysel özgürlük ve otonomiye yaptığı vurgu da, bunların Batılı değerlendirmeler olduğu iddiasıyla eleştirilmiş ve hareketin Avrupa merkezli olduğu iddiasına
dayanak yapılmıştır.20 Küresel ahlâk düşüncesiyle yakından ilgilenen
————
16
Frans P. M. Jespers, “Reflections on the Declaration of A Global Ethic”, Studies in
Interreligious Dialogue, Vol. 8, No. 1, 1998, s. 63.
17
Frans P. M. Jespers, “Reflections on the Declaration of A Global Ethic”, s. 64.
18
Hans Küng, “The History, Significance and Method of the Declaration Toward a Global
Ethic”, s. 66-67.
19
Frans P. M. Jespers, “Reflections on the Declaration of A Global Ethic”, s. 66.
20
Martin Robra, “Affirming the Rule of Global Movements for Global Ethics”, The
Ecumenical Review, Vol. 52, No. 4, 2000, s. 473.
160
Modern Çağda Ahlak
Müslüman Hasan Hanefi ve Rifat Hasan, beyannamenin insan hakları,
bireysel sorumluluk, ahlâkî otonomi vurguları sebebiyle tam anlamıyla
Batı ürünü bir metin olduğunu ileri sürmüşlerdir.21 Ayrıca beyannamedeki
on emir vurgusunun, küresel ahlâk hareketinin Batılı ve Hıristiyanî değerleri ifade ettiğinin bir kanıtı olduğu da dile getirilmektedir.22
Bilhassa dinler bakımından küresel ahlâka bakıldığında, ilk olarak bu
hareketin dindar insanlar eliyle hazırlandığını ifade etmek gereklidir.
Ancak Küresel Ahlâk Beyannamesi inanan, dinî motivasyona sahip insanların
ürünü olmakla birlikte, inanan-inanmayan herkese hitap etme amacını
taşımaktadır. Özellikle de bu sebeple metinde dinî bir dil kullanmaktan
kaçınılmıştır. Çünkü küresel ahlâk sadece farklı din mensupları arasında
değil, inanan ve inanmayanlar arasında da dayanışmayı sağlayarak ahlâk
üzerinde bir mutabakatı hedeflemektedir.23
Küresel ahlâk düşüncesinin temelinde, dinin yalnız ahlâk problemlerine çözüm üretmede değil, başlı başına küresel dünyada çok büyük rol
oynayacağı fikri bulunmaktadır. Beyannamede, dinlerin tarih boyunca
çeşitli istismarlara uğramalarına rağmen idealler, ümitler ve değerleri
yaşatacak sorumluluğu içlerinde taşımaya devam ettikleri ifade edilmektedir.24 Hans Küng de dinin, modern dönemde aldığı yaralara rağmen gözden uzak tutulamayacak bir fenomen olduğunu, insan yaşamının din
olmaksızın tam olarak algılanamayacağını belirtmektedir.25
Dolayısıyla ilk olarak küresel ahlâk, küresel problemlerin çözümünün
dinlerin mevcut ahlâkî ilkelerinde bulunduğunu içermekte ve temel kaynağını dinlerin öğretileri olarak belirlemektedir. Ancak burada dinlerin
öğretileri üzerinde bir kısıtlama ve şekillendirme söz konusudur. Beyannamenin dinlerin ahlâkî ilkelerinden yalnızca diğer dinlerle uzlaşabilecek,
bir anlamda sadece evrensel olan ilkelerini ortaya çıkarma teşebbüsü,
küreselleşmenin kültürler üzerindeki çift yönlü etkisiyle bağlantılı görünmektedir. Bu çift yönlü etki fikrine göre küreselleşme, bir yandan eski
gelenek ve değerleri tekrar gündeme getirme fırsatı sağlamaktadır. Ancak
bir yandan da bu gelenek ve değerlerden evrensel boyut taşımayanlarının
silinmesine yol açmaktadır. Buna göre küreselleşme sürecinin sonunda,
ancak evrensel olan veya evrensel hâle gelebilen değerler ayakta kalabilmektedir.26 Küresel ahlâkın da dinlerin ahlâkî değerleri üzerinde böyle bir
kısıtlamaya gitmesi, bir dinin diğer dinlerle ortak olmayan ahlâkî ilke ve
————
21
Hassan Hanafi, “The Religions Must Work Together”, Küng, Helmut Schmidt (Ed.), A
Global Ethic and Global Responsibilities, London: SCM Press LTD, 1996, s. 187.
22
William Schweiker, “A Preface to Ethics: Global Dynamics and the Integrity of Life”,
Journal of Religious Ethics, Vol. 32, No. 1, 2004, s. 28.
23
“Declaration Toward A Global Ethic”, s. 3.
24
“Declaration Toward A Global Ethic”, I., s. 14.
25
Hans Küng, Global Resposibility: In Search of A New World Ethic, s. 45.
26
Hasan Onat, “Küreselleşme ve İslâm’ı Yeniden Düşünmek”, Dinî Araştırmalar, c. 6, S. 17,
Ankara, 2003, s. 31.
Üçüncü Oturum
161
değerlerinin ne olacağını sorusunu akıllara getirmektedir.
Konuya dair eleştirilerden bir diğeri, küresel ahlâkın din ve ahlâkın ayrılabilir şeyler olduğu zannına dayandığına ilişkindir. Buna göre dinlerin
farklılığının kabulüne rağmen ahlâkta uzlaşılabileceği düşüncesi, din ve
ahlâkın ayrılabilir şeyler olarak kabul edildiğini göstermektedir. 27
Küresel ahlâkın, dinlerdeki evrensel ahlâkî ilkeleri bağlayıcı kılma teşebbüsü, dinlerin yerine ahlâkın ikame edilmeye çalışıldığı şüphesini
doğurabilir. Bu sebeple Küng, ahlâkın kesinlikle dinin yerine geçemeyeceğini ve küresel ahlâkın böyle bir hedefi olmadığını vurgulamaktadır. Küresel ahlâkın “din yerine ahlâk” gibi bir ideali kesinlikle içermediğini belirten
Küng, dinin ahlâklı bir hayat için yol gösterici olmanın ötesinde de anlamlar taşıdığını belirtir. Buna göre din, belli normlar sunmak ve yaptırım
sağlamakla kalmaz, insanın nereden gelip nereye gideceği sorularına
cevaplar vererek insanoğlunun hayatına bir anlam verir. İnsanın hayatına
anlamlı ve derin bir boyut sağlamanın yanında spiritüel bir bilinç sağlar,
kendine has bir dünya görüşü oluşturur. Evrensel bir ahlâk ise bunları
yapamaz. Bu sebeple Küng’e göre dinle ahlâk ilişkilidir fakat asla ahlâk
dinin yerine geçemez.28
Küng’ün bu açıklamalarına rağmen küresel ahlâk, dini ahlâka indirgediği iddiasıyla eleştirilmiştir. Özellikle beyannamede Aşkın Varlık’ın
zikredilmemesi ve dikkatlerin yalnızca dinî ahlâkî ilkelere yöneltilmesi,
dinin ahlâkla tanımlandığı izlenimini vermektedir. Bu eleştiriyi getiren
Jespers’a göre sekülerleşmiş Avrupalılar ve Kuzey Amerikalılar için dinin
ahlâkî bir sistemden ibaret olarak algılanması daha yaygın iken Müslümanlar, Budistler, Hindular ve daha bir çok dinin mensupları için din,
bütün varlığı kuşatıcı ve anlamlandırıcı bir sistemdir. Bu sebeple böyle bir
anlayış onlar için kabul edilemez olacaktır. Ayrıca Jespers’a göre dinin sırf
ahlâka indirgenmesi dine de ahlâka da zarar verecektir.29
Küresel ahlâkın dinî mahiyetiyle ilgili eleştirilerden bir diğeri, dinin öğretileri ile küresel ahlâkın ilkelerinin uyuşmaması durumunda ne yapılacağıdır. Bu eleştirinin sahibi Macaristan Üniversitesi’nden Zoltán Turgonyi,
dinî inancıyla küresel ahlâkı uzlaştıramayan bir insana, dinini bırakıp
küresel ahlâkı esas alması için ne gibi bir sebep sunulabileceğini sorgular.
Ona göre, Tanrı vahyine alternatif gibi sunulan bir bildirinin etkili olması
şüphelidir. Bu sebeple Turgonyi, ortak minimum değerlerin neyi ifade
ettiğinin daha açık ortaya konması gerektiğini savunur. Buna göre ortak
asgarî ahlâk, dinlerde ortak olan yasakların bir özeti ise, bize iğrenç gelen
bir davranışı başka bir kültürde yasaklanmadığı ve ortaklığa dahil olmadığı için hoş karşılamak zorunda kalabiliriz. Bu durumda bir insan, kendi
————
27
David Cheetham, “The ‘Global Ethic’: Criticisms and the Possibilities of Post-secular
Thinking”, Islam and Christian-Muslim Relations, Vol. 18, No. 1, 2007, s. 22.
28
Hans Küng, A Global Ethic for Global Politics and Economics, s. 142-143.
29
Frans P. M. Jespers, “Reflections on the Declaration of A Global Ethic”, s. 68.
Modern Çağda Ahlak
162
dünya görüşünden kaynaklanmayan, hatta onunla çelişen fikirleri kabul
etmek için hiçbir sebebe sahip değildir. Ortak asgarî değerler, her din ve
kültürde izin verilmiş davranışların bir bütünüyse, bu sefer her kültür
kendince zorunlu olan şeyi diğerine dayatmış olur. Üstelik herkesin adalet
anlayışı kendi dünya görüşüne bağlıysa, yeni bir değerler sistemi kurmaya
da gerek yoktur.30
Dinî ilkelerden oluşan küresel ahlâkın yaptırımı ayrı bir sorun olarak
dile getirilmiştir. Çünkü küresel ahlâk, vicdanî de olsa evrensel bir yaptırımı içerme hedefindedir. Bu durumda, geleneğe göre işlenmesi gereken
bir cinayet, evrensele göre cezalandırılmaya lâyık görülecektir.31
4. KÜRESEL AHLÂKIN TEOLOJİK ARKAPLANI VE DEĞERLENDİRİLMESİ
Yukarıda zikredilen eleştiriler, küresel ahlâkın görünürdeki problemli
yanlarına değinmektedir. Ancak işin bir de teolojik boyutu vardır ki bu,
küresel ahlâkın temel kaynaklarında değil, Küng’ün teolojiye dair kitaplarında görünmektedir. Küng burada küresel ahlâk düşüncesine teolojik bir
boyut katarak meseleyi genişletmektedir. Küng’ün, eserlerinde sloganvârî
bir üslûpla ortaya koyduğu fikrî silsile şöyledir:
“Dinler arası barış olmadan dünya barışı olamaz.
Dinler arası diyalog olmadan dinler arası barış olamaz.
Hakikat problemi çözülmeksizin dinler arası diyalog olamaz.” 32
Burada dikkate değer olan nokta şudur ki Küng, ilk iki sloganı küresel
ahlâkın temel kaynaklarında ve konferanslarında açıkça vurgularken, son
sloganını yalnızca kendi eserlerinde kullanmayı tercih etmektedir. Dolayısıyla küresel ahlâkın birincil kaynaklarında, meselenin dinlerin hakikati
problemiyle ilişkisini görebilmek mümkün değildir. Ancak kendi eserlerinde işi hakikat problemine dayandıran Küng, küresel ahlâkın hakikat
problemine bir çözüm ürettiğini belirtmektedir. Bu çözüm şöyledir:
Küng’e göre dinî barışı sağlayacak olan doğru tutum, esas prensibi küresel ahlâkın “insanlık” kriteri olan Ekümenik (ecumenical) yaklaşımdır.
Bu yaklaşım, postmodern dönemde teolojinin ihtiyaçlarına yöneliktir ve
postmodern paradigmanın bir sonucudur. Küng, söz konusu tutuma
“Eleştirel
Ekümenik
Teoloji/Yaklaşım”
(Critical
Ecumenical
Theology/Strategy) adını vermiştir. Yahudi-Hıristiyan geleneğine dayanan
ve temelde Hıristiyan mesajı kabul eden bir teoloji olmakla birlikte
ekümenik karakter taşıyan bu yeni teolojinin “eleştirel” oluşu, bir özeleştiri
kültürünü öngörmesi sebebiyledir. Eleştirel yaklaşıma göre her din, kendi
————
30
Zoltán Turgonyi, “Universalism, Relativism and the Possibilities of A Global Ethic”, The
Age of Global Dialogue Conference, Budapeşte 1997. (http://www.philinst.hu/intezet/tz01_p.htm, 09.03.2008.
31
Zoltán Turgonyi, “Universalism, Relativism and the Possibilities of A Global Ethic”.
32
Hans Küng, Global Responsibility: In Search of A New World Ethic, s. 77-78.
Üçüncü Oturum
163
tarihindeki yanlışlık ve suçlara eleştirel bir gözle bakmalıdır. Mesela Müslümanları şiddetle suçlayan Hıristiyanlar, Yahudilere yaptıklarını hatırlamalıdırlar. Küng’e göre masum din yoktur, din adına yapılanlar sebebiyle
her din artı ve eksilere sahiptir. Dolayısıyla dinler arası barışın sağlanması
için öncelikle din mensupları kendi dinleri adına yapılan haksızlık ve
zulümleri kabul etmelidir.33
Bu eleştirel bakış açısı sağlandıktan sonra Küng, yeni teolojisinin
“ekümenik” oluşunu açıklamaktadır. Küng’ün ekümenizmi çift boyutludur
(ecumenism ad extra ve ecumenism ad intra). Küresel ahlâk eksenli birinci
boyut (ecumenism ad extra), dinlerin hakikati meselesine dair ikili perspektif (external ve internal perspective) önermektedir. Bu sayede bütün
dinleri içeren bir ekümenizm anlayışı ortaya konmuş olmaktadır. Küng’ün
önerdiği ilk perspektifte (external perspective) kişi, müntesibi bulunduğu
din veya geleneğin dışından bakmalıdır. Bu bakışta, dinin hak olup olmadığını belirlemek için tek bir kıstas vardır. Söz konusu kıstas, küresel
ahlâkın esas ilkesi olan “insanlık” ilkesidir. Küng buna, “Genel Ahlâkî
Kriter” (General Ethical Criterion) adını vermektedir.34
“Genel Ahlâkî Kriter”e göre bir din, insan varlığını ve onun saygınlığını koruduğu, insanın saygın şekilde varlığını sürdürmesine yardımcı
olduğu oranda “hak din”dir. Buna göre Tanrı ya da herhangi bir aşkın
varlık emrettiği için insan kurbanları, işkence gibi insan varlığına zarar
veren fiiller haklı sayılamamaktadır. Söz konusu kritere göre insanî olan,
insan saygınlığını içeren şey ilâhî, insanlık dışı, hayvanî olan şey bâtıl
olarak değerlendirilmektedir.35 Küng, “insanlık” kıstasını şöyle formüle
etmiştir: “Bir din; inanç ve ahlâk öğretisinde, ibadetlerinde ve kurumlarında insanlığa hizmet ettiği, kadın ve erkeklerin kimliğinde anlam ve saygınlık duygusunu geliştirdiği, onları anlamlı ve verimli bir varoluşa ulaştırdığı
oranda haktır ve iyidir.”36
Görüldüğü üzere Hans Küng, aynı zamanda küresel ahlâkın esası olan
insanlık şartını dinlerin üzerine çıkararak bu ilkeyi bir hakikat ölçütü
haline getirmektedir. Dolayısıyla bu şekilde küresel ahlâk, dinler üstü bir
yerde konumlandırılmakla kalmamakta, dinleri yargılayıcı bir dereceye de
yükseltilmektedir. Küng, söz konusu dinler üstü konumlanışı şu şekilde
şematize etmektedir:
————
33
Hans Küng, Global Responsibility: In Search of A New World Ethic, s. 81-83.
34
Hans Küng, Theology For The Third Millennium: An Ecumenical View, çev. Peter
Heinegg, New York: Anchor Books, 1990, s. 240-243.
35
Hans Küng, Global Responsibility: In Search of A New World Ethic, s. 91; Hans Küng,
Theology For The Third Millennium: An Ecumenical View, s. 240-243.
36
Hans Küng, Global Responsibility: In Search of A New World Ethic, s. 90-91.
Modern Çağda Ahlak
164
Yakın Doğu Peygam- Hind Mistik Dinleri
berli Dinleri
Uzak-Doğu
Dinleri
Yahudilik
Hinduizm
Konfüçyusçuluk/Taoizm
Hıristiyanlık
Budizm
Japon Dinleri
Bilgelik
İslam
Tabii Dinler ve Kabile Dinleri
Afrika, Asya, Okyanusya ve Amerika’daki kabile dinleri
Non-religious: Herhangi bir dine mensup olmayanlar.
Global Ethic (Human Rights): Küresel Ahlâk (İnsan Hakları)
Şekil 1: Dinler ve Küresel Ahlâk
(Kaynak: Hans Küng, Christianity: Its Essence and History, s. 790.)
Söz konusu ekümenik teolojiye göre küresel ahlâk, hem dinlerin hem
de herhangi bir dine mensup olmayanların üstündedir. Küresel ahlâkın ana
şartının dinler üstü bir konuma getirilişi, dinlerin genel yapısındaki mutlak
hakikati içerme iddiasına zıt bir görünüm sergilemektedir. Çünkü bir din
için hakikat ölçütünün bu din dışında aranması, dinin hakikat iddiasını
daha baştan zedelemektedir. Hem bir dinin müntesibi olup hem de ahlâkî
kriteri bütün dinlerin üzerine çıkarmak son derece problemli görünmektedir. Kendisi de inançlı bir Hıristiyan olan Küng, bu çelişkiyi uzlaştırmak
Üçüncü Oturum
165
üzere, söz konusu ekümenik yaklaşımın (ecumenism ad extra) ikinci perspektifinden bahsetmektedir.
İkinci perspektifte (internal perspective) bir dinin doğruluğu, söz konusu dinin kendi kriterine göre ölçülmektedir. Buna da Küng, “Genel Dinî
Kriter” (General Religious Criterion) adını vermektedir. Bu ölçüte göre bir
din, kendi temel metnine/öğretisine sadık olduğu sürece haktır. Mesela
doğru İslam, sadece Hz. Muhammed’e vahyedilmiş olan Kur’an-ı Kerîm’e
dayanan dindir. Burada hakikat kıstası, dinin kendi köklerine uygunluğudur.37
Bu iki bakış açılı teolojiyle Küng, hem küresel ahlâkı konumlandırma,
hem amaçladığı ekümenizmi sistemleştirme, hem de tek bir dine mensubiyeti koruma hedeflerini birleştirmiş görünmektedir. Küng, insan için neyin
“iyi” olduğu şeklindeki temel soruya cevap verebilmek için bu geniş bakış
açısına ulaşmanın zorunlu olduğunu belirtmiştir. İnsanın hiçbir zaman tek
boyutlu bir varlık olamayacağını iddia eden Küng’e göre ikili perspektif
yaklaşımı, ona hem bütün insanlığı kapsayacak bir kriter sunma hem de
dinin sınırları içinde kalma imkânı sunmaktadır.38 İnsanlık prensibinin
dinler üstü bir yargı ölçütü haline gelmiş göründüğünün farkında olduğunu belirten Küng, insanlık ilkesinin Hıristiyanlıktan etkilenmiş Avrupa
Humanizminin bir sonucu, tipik Batılı bir kriter, dinleri yargılayan bir üst
yapı olarak görülebileceğini belirtir. Ancak buna karşı, insanîliğin hak din
için bir varsayım, bir tahmin (presupposition) olduğunu söyleyerek daha
yumuşak bir izah da getirmiştir. Küng’e göre insanlık (yani insan saygınlığını ve temel değerlerini gözetmek) her dinin asgarî gerekliliğidir.39
Ekümenik Teoloji’de Küng’ün bir başka vurgusu, dinler arası ortak
noktaların keşfedilmesi gerekliliğine dairdir. Bu amaçla Küng, Hıristiyanlığın İslâm ve Yahudilikle İbrahimî köken bakımından ortaklığına dikkat
çekmiştir. Küng’e göre İbrahimî zeminleri bakımından ortak olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm, belli noktalarda ayrışmakla beraber, tarihî arka
planları bakımından ortak bir zemine sahiptirler. 40 Çeşitli konferanslarında da İbrahimî geleneğe çokça atıf yapan Küng’ün, bu şekilde dindar
insanları ortak bir zeminde buluşturmaya çalıştığı, ayrıca küresel ahlâk
üzerinde dinler arası mutabakat sağlama amacıyla, bu tür ortak yönlere
dikkat çektiği söylenebilir.
Küng, diğer dinlerle ortak yönleri de göz önünde bulunduran bir Hıristiyan için küresel ahlâkı şu şekilde şematize etmektedir:
————
37
Hans Küng, Theology For The Third Millennium: An Ecumenical View, s. 245-247.
38
Hans Küng, Theology For The Third Millennium: An Ecumenical View, s. 249.
39
Hans Küng, Global Responsibility: In Search of A New World Ethic, s. 91.
40
Hans Küng, “The Three Abrahamic Religions Historical Upheavals-Present Challenges”,
InterAction Council 24th Annual Meeting Paper Submitted to SessionIII, Ürdün, 2006.
(http://interactioncouncil.org/papers/pdf/s24_Kueng.pdf, 30.03.2008).
166
Modern Çağda Ahlak
Hıristiyanlar İsa Mesih’i köken, merkez ve temel ölçü olarak kabul
eder,
Yahudiler ve Müslümanlar ile İbrahim’in Rabbine iman hususunda birleşirler,
bir ödev ve ümit olarak küresel ahlâkta, inanan ve inanmayan bütün kadın ve erkeklerle işbirliği içindedirler.
Şekil 2: Küresel Ahlâk ve Hıristiyanlıktaki Perspektifler
(Kaynak: Hans Küng, Christianity: Its Essence and History, 791.)
Ekümenik teolojiye göre bir Hıristiyan, öncelikle iç perspektifle dinine
bakacak ve onu temel ölçü olarak kabul edecektir. İkinci olarak diğer
dinlerle ortak noktalarını keşfetmeye çalışacaktır. Bu şekilde diyalog ve
uzlaşım ortamı doğacaktır. Üçüncü olarak da bütün dünya insanlarıyla
küresel ahlâk esasları üzerinde uzlaşacaktır. Bu mutabakat sürecinin yaşanması için Küng, din müntesiplerini kendi dinî öğretilerini araştırmaya
ve küresel ahlâk bakımından değerlendirmeye davet etmektedir. Buna
paralel olarak Küng, “köken araştırması olmadan dinî diyalog olmaz”
Üçüncü Oturum
167
sloganını dile getirerek, diğer dinlerle ortak noktaları keşfetmek üzere
insanları kendi dinlerinin kökenini araştırmaya çağırmaktadır.41
Eleştirel Ekümenik Teoloji’nin ekümenizminin ikinci boyutu, Hıristiyan
kiliselerinin birleşmesini amaçlayan ekümenizmdir (ecumenism ad intra).42
Küng’e göre kiliseler arası ayrılık sona ermeli, özgür ve eleştiriye açık bir
teoloji etrafında bütün kiliseler birleşmelidir. Ayrıca birleşen kiliseler, diğer
teolojileri bir rakip değil yol arkadaşı olarak görecek şekilde de ekümenik
olmalıdır.43 Bu şekilde Küng, Hıristiyanlığı, diğer dinleri ve küresel ahlâk
anlayışını bir teoloji altında toplamış görünmektedir.
Bu bilgiler ışığında Küng’ün dinî çeşitlilik yaklaşımları karşısındaki
konumu şöyle değerlendirilebilir. Küng, tek bir dini hak kabul etmekle
beraber, diğerlerinin de kurtuluş imkânından bahsetmesi yönüyle kapsayıcı yaklaşıma yakın görünmektedir. Ancak Küng’ün ikili perspektif geliştirmesi, Hıristiyanî yolu seçerek bu yolun temel kriterlerine uygunluğa
göre bir “hakikat payı”ndan söz etmesi, onu kendine has değerlendirmek
gerektiğini düşündürmektedir. Dolayısıyla Küng’ün, kapsayıcılığa yakın
fikirlere sahip olmakla birlikte bu ikisi arasında kendine has bir yaklaşıma
sahip olduğunu söylemek çok da yanlış görünmemektedir.
SONUÇ
Modern ahlâk sorunlarına modern bir çözüm önerisi ürettiği iddiasıyla
ortaya çıkan küresel ahlak hareketi, dini ahlâk sorunlarına bir çözüm
olarak sunması bakımından son derece dikkate şâyândır. Ancak küresel
ahlâkın fikrî arka planını oluşturan Ekümenik teolojinin, dinlerin hakikat
iddiası bakımından açıkça sorunlu olduğu görülmektedir. Dolayısıyla
küresel ahlâkın salt bir ahlâk hareketi değil, aslen bir dinî çeşitlilik yaklaşımı olduğunu söylemek mümkündür.
Küresel ahlâkın, ahlâk felsefesinin temel soruları bakımından da problemli olduğu, önerisini kaynaklık bakımından temellendiremediği, ahlâk
felsefesinin kadim meselelerine değinmediği görülmektedir.
Küresel ahlâk hareketinin akıbetini zaman gösterecektir.44 Ancak şu an
itibariyle küresel ahlâkın sorunlu yönleri, böyle dikkate değer bir önerinin
görmezden gelinmesini gerektirmemektedir. Küresel ahlâkı, dini ahlâk
sorunlarına çözüm olarak sunma hususunda bir fırsat olarak görerek dinler ve ahlâk düşüncesi bakımından sorunlu yönlerini de fark etmek
————
41
Hans Küng, Global Responsibility: In Search of A New World Ethic, s. 108.
42
Hans Küng, “No World Peace Without Religious Peace”, Christianity and World Religions:
Paths of Dialogue with Islam, Hinduism and Buddhism, Hans Küng vdğr., çev. Peter
Heinegg, New York: Orbis Books, 1993, s. 443.
43
Hans Küng, Theology For The Third Millennium: An Ecumenical View, s. 161-162, 168.
44
Bu noktada şunu belirtmekte fayda vardır: 1993 yılında Küresel Ahlâk Beyannamesi’ni
yayımlayan ve bu hareketi sahiplenmiş olan Dünya Dinleri Parlamentosu’nun, 2009 yılında Melbourne’de yapılan yeni buluşmasının ana başlıkları arasında küresel ahlâk kavramı
görünmemekte, toplantının merkezî tartışma konusunu küresel ahlâk oluşturmamaktadır.
Modern Çağda Ahlak
168
suretiyle- hakkıyla bilmek ve konuyla ilgili tartışmalara katılmak, modern
çağda ahlâk sorunları ve çözüm önerilerini dikkate alanlar için kuşkusuz
bir kazanım olacaktır.
KAYNAKLAR
“Declaration Toward A Global Ethic”, Parliament of the World’s
Religions, 4 September 1993, Chicago, USA.
David Cheetham, “The ‘Global Ethic’: Criticisms and the Possibilities of
Post-secular Thinking”, Islam and Christian-Muslim Relations, Vol. 18,
No. 1, 2007, ss. 19-32.
Frans P. M. Jespers, “Reflections on the Declaration of A Global Ethic”,
Studies in Interreligious Dialogue, Vol. 8, No. 1, 1998, ss. 60-73.
Hans Küng, “No World Peace Without Religious Peace”, Christianity
and World Religions: Paths of Dialogue with Islam, Hinduism and
Buddhism, Hans Küng vdğr., çev. Peter Heinegg, New York: Orbis Books,
1993, ss. 440-443.
Hans Küng, “The History, Significance and Method of the Declaration
Toward a Global Ethic”, Hans Küng ve Helmut Schmidt (Ed.), A Global
Ethic and Global Responsibilities: Two Declarations, London: SCM Press
LTD, 1998, ss. 44-72.
Hans Küng, “The Three Abrahamic Religions Historical UpheavalsPresent Challenges”, InterAction Council 24th Annual Meeting Paper
Submitted
to
SessionIII,
Ürdün,
2006.
(http://interactioncouncil.org/papers/pdf/s24_Kueng.pdf, 30.03.2008)
Hans Küng, A Global Ethic for Global Politics and Economics, çev.
John Bowden, London: SCM Press, 1997.
Hans Küng, Christianity: Its Essence and History, çev. John Bowden,
Londra: SCM Press, 1995.
Hans Küng, Global Responsibility: In Search Of A New World Ethic,
çev. John Bowden, New York: Continuum, 2001.
Hans Küng, Theology For The Third Millennium: An Ecumenical
View, çev. Peter Heinegg, New York: Anchor Books, 1990.
Hasan Onat, “Küreselleşme ve İslâm’ı Yeniden Düşünmek”, Dinî Araştırmalar, c. 6, S. 17, Ankara, 2003, ss. 29-46.
Hassan Hanafi, “The Religions Must Work Together”, Hans Küng,
Helmut Schmidt (Ed.), A Global Ethic and Global Responsibilities,
London: SCM Press LTD, 1996, ss. 186-190.
Marek Fritzhand, “On Global Ethics”, çev. Andrzej Kopczyński,
Dialogue and Humanism, Vol. 1, No. 2, 1991.
Martin Robra, “Affirming the Rule of Global Movements for Global
Ethics”, The Ecumenical Review, Vol. 52, No. 4, 2000, ss. 471-478.
Üçüncü Oturum
169
William Schweiker, “A Preface to Ethics: Global Dynamics and the
Integrity of Life”, Journal of Religious Ethics, Vol. 32, No. 1, 2004, ss. 1337.
Zoltán Turgonyi, “Universalism, Relativism and the Possibilities of A
Global Ethic”, The Age of Global Dialogue Conference, Budapeşte 1997.
(http://www.phil-inst.hu/intezet/tz01_p.htm, 09.03.2008
Oturum Başkanı: Biz de konuşmacımıza çok teşekkür ediyoruz. Küresel ahlakın fikrî zeminine temas etti. Hans Küng’ü merkeze aldı. Sanıyorum, biraz ileride, herhalde onun arkadaşı olan Joseph Kushner (?) ile de
ilişkilendirilebilir diye aklıma geldi. Teşekkür ediyorum. Diğer konuşmacı
hocama söz vermek istiyorum: “Modern Dünyada Ahlak/Değerler Eğitimi” Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr.
Celal
Türer.
Buyurun
sayın
hocam.
3. TEBLİĞ
MODERN DÜNYADA
AHLAK/DEĞERLER EĞİTİMİ
Prof. Dr. Celal TÜRER
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
GİRİŞ
İstenen insan tipini yetiştirmek çağlar boyunca insanlığın en önemli sorunlardan birisi olmuştur. Günümüzde bu sorun gittikçe karmaşık duruma
gelmekte ve sorun olma etkisini daha yoğun bir şekilde hissettirmektedir.
Bu durum, özellikle geleneksel yaşantıyı kendisine esas alan toplumlarda
yeni sorunların doğmasına sebep olmuştur. Sözgelimi bilgiye dair yaklaşımların değişmesi inancın düşünsel içeriğinin farklılaşmasına yol açmış ve
sonuçta metafizikle bağlantılı kavramları yeniden değerlendirme gereksinimi ortaya çıkmıştır. İnsanın inanç ve düşünme alanında karşılaştığı bu
yeni olgu, eğitim ve din arasında uygun ilişkilerin ne olduğu; ahlak/değerler öğretiminde eğitim kurumlarının işlevinin ne olacağı sorununu da berberinde getirmiştir. Bu husus insan olmanın, beşeri mana ve
muhteva kazanmanın asli yolu olarak tarif edilen değer/ahlak alanında
yoğun bir biçimde yaşanmaktadır. Okullar bilimin nesnelliği ve yol göstericiliği özelliklerini zedelemeden, bireylerin özgür düşünce ve tercihlerini
sınırlamadan değerler eğitimini nasıl yapabilecekleri konusu gündeme
gelmiştir. Dolayısıyla değerlerin ya da ahlakın (bilişsel) eğitimi sorunu,
gerek içerik ve gerekse uygulama yönünden geçmişe nazaran daha karmaşık ve hatta kaotik bir bilmece yapısına bürünmüştür. Modern dünyada
McIntyre’ın ifadesiyle ahlak/değerler konusunda hem teorik hem de pratik
1
kavrayışımızı büsbütün değilse de büyük ölçüde kaybetmiş bulunuyoruz.
Batı dünyasında Rönesans’tan itibaren başlayan kültürel değişim, son
iki yüzyılda takip edilmez bir hıza erişmiş ve gelişen kitle iletişim araçları
kültürleri birbirinden haberdar kılmıştır. Modernlik, diğer toplumları
cazibe halesi içine alarak ve etkileyerek, “dünya uygarlığı” haline gelmeyi
başarmıştır. Bu başarı modernliğin bir “insanlık hali” olma niteliğini
————
*Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe Tarihi Ana Bilim Dalı Profesörü.
1
Alasdair McIntyre, After Virtue, Duckworth, 1981, s. 2.
172
Modern Çağda Ahlak
belirginleştirmiştir. Her toplum geç kaldığı modernleşme vagonuna bir
biçimde atlayabilmenin, kendine özgü modernleşmenin yollarını aramaya
başlamış ve yönünü modernleşme tarafına çevirmiştir. Modernleşen toplumlar Batı kültürünün bakış açısı ve kültürel özellikleriyle tanışırken,
diğer yandan önceki çağlarda toplumsal yaşamları içerisinde yer tutmayan
yeni kurum ve ilişkiler ağlarıyla karşılaşmışlardır. Bu durum deneyimlerinin/tecrübelerinin mahiyetinde, yani varoluş ile ilişki biçimlerinde önemli
değişiklikler meydana getirmiştir. Açıktır ki insanlık bu değişikliğe, yani
sadece bir kültürün yaşadığı bunalımın bütün kültürlerin yaşadığı bir
bunalıma dönüşmesine ilk kez tanık olmaktadır.
Modernlik insanı hayatın merkezine yerleştirerek; onu her şeyin ölçüsü
ve ölçütü olarak konumlandırarak, insanın Tanrı’yla, kâinat’la ve diğer
insanlarla irtibatını koparmasına ve onlarla “çatışma”ya dayalı bir ilişki
kurmasına yol açmıştır. Çatışmaya dayalı bu ilişki, başta kendisi olmak
üzere, tabiata, kozmik dünyaya ve nihayetinde kutsallıklara hâkim
olunulan bir süreci başlatmıştır. Bu sürecin ortaya çıkardığı köklü varoluş
sorunları/krizleri, insanın iç dünyasının imha edilmesine, dış dünyanın
kutsallıktan arındırılarak hâkimiyet kurulacak, kontrol edilecek ve sömürülecek bir alan olarak belirlenmesine yol açmıştır. Sonuçta modernlik
insanı, Tanrı'yı, tabiatı, diğer insanları, toplumları, medeniyetleri kontrol
ve sömürme fikrine dönüşmekle kalmamış; aynı zamanda, modernliğin
ürettiği bilim, teknoloji, kültür ve medya endüstrisi gibi bütün araçları da
kontrol ve kolonize edici aparatlara dönüştürmüştür.
Modernliği oluşturan düşünce ya da rasyonalite, akıl yürütme ve sonuçlara ulaşma sürecine değil; aklın yegâne değerlendirme kriterine dönüşmesine işaret eder. Nitekim rasyonalite ve bu rasyonalitenin ürettiği
kavramlar, geleneksel düşüncenin ürettiği kodları tümüyle değiştirmiştir.
Bugün modernliğin ürettiği varlık, bilgi ve değer anlayışı ile geleneksel
düşüncenin varlık, bilgi ve değer anlayışı arasında kapatılması zor boşluklar oluşmuştur. Bu ontolojik ve epistemolojik zemin kayması, insanlığın
son zamanlarda yaşadığı anlam ve değer krizinde kendisini ziyadesiyle
gösterir. Modernliğin ortaya çıkardığı anlam ve değer krizi ve buna eklemlenen özgürlük kaybı insan hayatında McIver’ın ifadesiyle “büyük boşluk”lar üretmiştir. Bu boşlukların ürettiği ontolojik ve epistemolojik güvensizlik hali, modern insanı sahte değerlere yönelterek, araç değerleri
amaç yerine koymaya ve onları kutsamaya sevk etmiştir.
Gerçekten varlık ile değer arasındaki ontolojik zeminin kaybolması, anlam/lar/ın buharlaşmasına ve dolayısıyla yüce değerlerin kaybolmasına
ya da yarar değerler ile yer değiştirmesine zemin hazırlamıştır. Bilindiği
gibi, değerler varlık içersinde ve varlık vasıtasıyla gerçekleştirilmeyi isterler. Çünkü varlık, değerleri önceler; onlara ufuk verir. Ufku olmayan bir
değerin kendini gerçekleştirmesinden söz edilemez. Bu açıdan varlığın
öncelenmediği bir değer zorunluluğu ve yabancılaşmayı beraberinde
getirir. Çünkü değerler, doğaları itibariyle özgürleşme ve dönüşümü
Üçüncü Oturum
173
kendinde barındırırlar. Diğer taraftan değerler, varlık için bir tür form
işlevi görürler. Sözgelimi bir değer olarak adalet, varlık’ın gücünün formu
olduğu için insanlararası ilişkilerde insanlığın varoluşu adaletin yapıları
olmadan devam edemez. Kısaca varlık ve değerin birbirinden ayrılamazlığı
modernlik tarafından, insanın bir nesne olarak gördüğü doğa karşısında
kendisini merkeze yerleştirmesiyle göz ardı edilmiştir. İnsanın varlıktan
uzaklaşması, onda mevcut değerlerden habersiz kalmasına ve varlıksız bir
2
değerler manzumesinden bahsedilmesine sebep olmuştur.
Modernliğin varlık ve değer birliğinin zemini olan “tanrı’yı tatile göndermesi” ve dolayısıyla hakikatte oluşan dağılma parçalanmış bir benlik
anlayışına sebep olmuştur. Ontolojik bakımdan değeri içermeyen bir varlık
anlayışı insanın düşünen yönüne tekabül edeceği için değer boyutu
korelatsız kalacaktır. Oysa değerler insandan eşyaya, dili nasıl kullandığımızdan uluslararası ilişkilere kadar varlığın her alanına nüfuz ederek, onu
oluştururlar. Nitekim bugün değer boyutunda yaşanan sorunlar, modern
insanın anlam haritalarının kaybolmasına; doğru ve yanlışın birbirine karıştırılmasına ve nihayetinde sapmalara; savrulmalara ve alt üst oluşlara
dönüşmüştür. Aksiyoloji diliyle ifade edecek olursak, bugün birey hiyerarşi ve ereksellikten mahrum biçimde, kendi ahlaksal otoritesinin tek hâkimi,
3
tek faili haline gelmiştir. Bu noktada modernliğin en temel yanılgısının,
referanslarını kendisinden alan ve "kendisi için" değerleri tesis etmek
istemesi olduğu söylenebilir.
Modern bireyin aşkın olan kaynaklardan kopuşu, yani bireye aşkın ve
evrensel sığınak olan Universitas’ın devreden çıkarılması, aşırı bireysellik
ve özgürlük vurgusu, iyi ve kötü yargılarının kaynağının değişmesi, ortak
yaşam alanlarında insanları birbirine bağlayan pek çok bağın kopmasını
4
beraberinde getirmiştir. Bu açıdan bakıldığında modern bireyin yaşantı ve
tavırlarındaki tutarsızlığın sebebi, esasen benimsediği kavramsal şemanın
tutarsızlığından kaynaklanmakta olduğu ileri sürülebilir. Modern bireyin
kişiliğini odaklayacak bir ilkeden yoksun oluşu, benliğin/in parçalanması
————
2
Aliye Çınar, “Modern Zamanların Değer Arayışı: Varlık-Bilgi-Değer Birliğinin Önemi”
Değerler Eğitimi Dergisi, sayı 11, 2006, s. 56–59.
3
Bu sonucun içerimi çok önemlidir. Bilindiği gibi her ahlak anlayışı insan doğasının nasıl
olduğu hakkındaki makul bir teoriye, yani bireylerin ne olduğu hakkındaki bir analizle/tasvirle işe başlar. Zira insanın mahiyetinin ne olduğunu ortaya koymak/belirlemek
ahlakın nasıl olması gerektiğini de ortaya koyacaktır. McIntyre’ın dediği gibi aydınlanma
filozofları kendilerinin anladığı anlamda bir insan doğasından çıkartılacak öncüllerden
hareketle ahlaksal kural ve buyrukların otoritesine ulaşılan, geçerli argümanlar oluşturma
projesinde yer almışlardır. Bu projenin başarısızlığı kaçınılmazdır. Zira onlar bir taraftan
doğrudan doğruya birbiriyle çelişecek şekilde tasarlanmış bir ahlaksal buyruklar kümesini
ve diğer taraftan da bir insan doğası tasarımını devralırken, aslında ahlaksal inançlarına
belirli bir insan doğası içinde rasyonel bir temel bulma çabasına girişmişlerdir. McIntyre,
After Virtue, Duckworth, 1981, s. 55.
4
Ahmet Kemal Bayram, “Modern Zamanlarda Etik ve Siyasal Değerler” DEM Dergi, Sayı 5,
2009, s. 18.
Modern Çağda Ahlak
174
ve dolayısıyla kendisini bütünleyememesi, nakıs ve amaçsız oluşu yaşanan
5
değer şizofrenisine işaret eder. Bu şizofreninin en önemli görünümü sahte
benlik algılarında kendisini gösterir. Bugün kendisini sürekli olarak kendi
dışındaki şeylerle tanımlayan bireyler, benlik bilgisinin nasıl elde edileceğini
yitirmiş ve sahte bir benlik algısına sahip olmuştur. Bu algının ürettiği
kimlik bunalımı ise, kişinin iç benliği ile dışa yansıyan benliği arasındaki
uçurumun derinleşmesini sürdürmüştür.
Modern dünyanın ahlaki değerlerini yitirmesinden sadece modernizm
sorumlu tutulamayacağı; bununla beraber değerlerin/ahlakın çağın kavramlarıyla ifade edilememiş olmasının bir başka sebep olduğu açıktır.
Modern dönemle birlikte geleneksel görüşlerin etkinliğini yitirdiği; yeni
bilgi yapılanmalarının; farklı ilişkiler ve örgütlenme biçimleri ile açık bir
kâinat anlayışının ortaya çıktığı genel kabuldür. Bugün birikmiş ile yeni
arasında, yani modernlik ile gelenek arasında diyalektik bir geçirgenliğin
ya da karşıt olarak bildiğimiz durumların diyalektik olarak birbirine dönüşebildiği imkânların üretilmesi gerekmektedir. Birinin lehinde topyekün
red sorunları çözmeyecektir. Eğer bizi kuşatan ve kaynağını karşıtlıklardan
alan gerilimlerimizi yumuşatabilir, birikmiş olan ile yeni olanın birbirini
baskılamasını azaltabilirsek geleceğe güvenle bakabiliriz. Birikmiş olan ile
yeniyi metafizik bir planda birleştirmenin yolunun felsefe vasıtasıyla
gereçeklebileceğini düşünüyorum.
EĞİTİM VE DEĞER
Değerlerin ya da ahlakın (bilişsel) eğitimi sorunu, esasen felsefenin genel bir eğitim teorisi olduğu görüşüyle yakından alakalıdır. Eğer felsefeyi,
insan varoluşunun üç önemli sorusuna; “Hayat nedir? Nasıl yaşamalıyız?
Hayatın anlamını nedir?” cevap verme arayışı olarak tarif edersek, eğitimi
de doğaya ve insanlara karşı oluşan entelektüel ve duyumsal düşünceler
süreci olarak düşünebiliriz. Bu açıdan bakıldığında felsefe, geçmiş tecrübeleri gözden geçirip ve değerlerin programlarını davranışta etkinleştirme
girişimi olarak tanımlanabilir. Bu itibarla felsefe insan kuvvetlerini iyice
düşünülmüş ve hesaplanmış bir hayat anlayışı anlamında değerlendirmek
üzere eğitime metotlar hazırlar. Bu, felsefenin en genel eğitim teorisi olduğunu açımlar. Bu görüş, Antik Yunan’da felsefenin neden eğitim sorunlarının (erdem nedir? erdem öğretilebilir mi? vs.) doğrudan baskısı altında
6
ortaya çıktığına işaret eder. Bu açıdan bakıldığında eğitim, felsefi formüllerin elle tutulur bir hale sokulabileceği ve deneyimleneceği bir laboratuardır. Bu labartuar, felsefenin planlı bir uygulanmasını temsil eder. O halde
(felsefe mümkün olanın kavranması ve geleceğe yönelik bir düşünme
————
5
Ross Pole, Ahlak ve Modernlik, çev: Mehmet Küçük, İstanbul, 1993. s. 190–195.
6
Sözgelimi Platon’a göre hitabet, siyaset, ahlak, bilgi ve sanatın sorunları ancak felsefe ile
çözümlenebilir.
Üçüncü Oturum
175
7
olduğu için) eğitimi felsefeye bağlamak gereklidir.
Bu gerçeği Emile Boutroux şöyle dile getirir: “Her felsefi sistem, kesin
ve tam olarak bir eğitim anlayışı ile sonuçlanır. Çünkü ona göre insan
davranışına yön vermeyen her hangi bir iddia boş ve yararsızdır. Dolayısıyla felsefi araştırmanın doğal sonucu olan pedagojik problemler, eğitim
ile eğitimin dayandığı teorik yargılar arasındaki ilişkileri belirler. Bununla
beraber eğitim problemi, hele ahlak söz konusu olursa teorik bilimin basit
8
bir uygulaması olarak anlaşılamaz. O, bir sanat olarak kabul edilmelidir.”
Anlaşılacağı gibi felsefe ve dolayısıyla eğitimin amacı davranışlar yoluyla
şahsiyetin inşa edilmesi/geliştirilmesidir. Şahsiyetin inşa edilmesi hayata
anlam vermek/kazandırmak ve onun anlamını derinleştirmek zemininde
gerçekleştirilir. Tersinden söyleyecek olursak “anlamların” araştırılması
şahsiyet zemininde gelişen ve derinleşen bir faaliyettir. Bu görevin başarılmasında felsefe ve eğitim, ele ele vererek hayatımızdaki anlamların sınır
ve derinliğini geliştirebilir. Sözgelimi özgürlük, demokrasi, determinizm,
insan hakları gibi felsefenin temel konuları, aktüel eğitimin temel konuları
arasında yer alarak şahısların anlam ufukları genişletebilir.
Açıktır ki her felsefi akım ya da ideoloji, eğitim anlayışını oluşturtmak
için önce belirli bir insan anlayışını ortaya koyarlar. Zira insanın mahiyeti
ya da bilincinin ne olduğunu ortaya koymak, esasen eğitimin nasıl olması
gerektiğini bize tanıtır. Bu açıdan bakıldığında eğitim bir şahsın fiziki,
sosyal ve manevi dünyaya uygun düşen davranış kuvvetlerine dair kaynakları organize edilmesi olarak anlaşılır. Daha açık bir ifadeyle insan
karakteri fiziksel, zihinsel ve ahlakî olmak üzere üç boyuttan oluşmaktadır.
İnsan karakterini oluşturmada bu üç unsur her zaman birleştirilmeli ve
birlikte düşünülmelidir. Belirtilen üç unsur adil ve dogru oranlarda
birlestirildiginde en mükemmel karakter ortaya çıkar. O halde eğitim,
fizyoloji ile başlayan, fikir ve kavramların ardından anlayışların inşa edilmesi ile oluşan sürece işaret eder. Bu süreç, tecrübeden ayrı olamaz çünkü
eğitim tecrübeyi yeniden inşa etme sürecidir. Bu yüzden içerik olarak
eğitim, ferdin belli alışkanlıklarını/davranışlarını bilişin yönlendirmelerine
göre geliştirmeyi ve işletmeyi içerir. Bu manada eğitim yalnızca ilişkilerin
düzenlenmesi değil; aynı zamanda toplumu ayakta tutan değerlerin birey9
lere mal edilmesi, yani korunması ve yaşatılması anlamına gelir.
Eğitim ilk evresi, organizmanın ve eylemin mekanik eğitimi, yani fikrin
organizma ve eyleme rehberlik edişidir. Eylemi kolaylaştıran ve daimilik
————
7
Bedii Ziya Eğemen, Terbiye İlminin Problemleri ve Terbiye Felsefesi, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları, 1965, s. 18-19.
8
Emile Boutroux, William James, New York, 1912, s. 94.
9
Kültür kavramı içinde toplanan değerler manzumesi, toplumun benliğini teşkil eden; onu
diğerlerinden farklı bir hayat tarzına götüren şey, bir toplumun tarihi şart, etkinlik ve hamlelerinden doğan şeydir. Değerler, ferdin ruh ve zihninin gelişimini temin eden, insan olmanın manasını duyuran başlıca gıdalardır. Tarihin akışı içinde kültürlerin bekası kadar
bireyin ruhuna içerik ve form verme sorunu esasen eğitimin işi olmuştur.
176
Modern Çağda Ahlak
oluşturan fikir, organizmanın çevresine uyumunu kolaylaştırarak alışkanlıklar, yani kalıcı davranışlar oluşturur. Fizyolojik eğitim hayatı sürdürmede büyük kolaylıklar sağlar. Eğitimin ikinci merhalesi, fikrin yeni ile eski
arasında, koruma ve yaratma arasında bağlantı oluşturmasıdır. İnsan, fikir
vasıtasıyla bilinçli hayatının ilk aşamasında üstün varoluşunun bir biçimini
gerçekleştirmek için fizyolojik kaderinden kurtulur, ruhî mekanizmalarını
kullanır. Fikrin hayatımızda oynadığı rol, fizyolojik mekanizmanın hiç bir
şekilde inatçı olmadığını öğretir; aksine bu durum belli bir elastikiyeti,
daha geniş ve daha yüksek bir hayat için gerekli maddi şartlara kendini
bazı ölçülerde ayarlamayı temsil eder. Bu yüzden aklî ve zihni eğitim,
doğal olarak fizyoloji ve mekaniğe ilavedir. Fizyoloji, insana fizikî mekanizmaya hâkim olmayı öğretir. O, ayrıca yeni mekanizmaya göre zihnini
özgür tutmayı sağlar. Eşyanın doğal akışında zihin, sabit olmaya/kalmaya
ve bu özgürlüğe karşı olmaya yönelir.
Bilindiği gibi fikrin/düşüncenin eskisini koruma, zihnin kendiliğinden
kronik derdi olan ‘kabuk tutmak’ olarak nitelenen eski kafalılığa işaret
eder. Eğer fikir yeteneğimizi koruma ve yaratma arasında, bir aracı olarak
etkili işlev görmesini arzuluyorsak fikri canlı tutmak ve bu uğurda mücadele etmek önemlidir. Zira farz edilen bir anda zihnimizde temsil edilen
kavramlar, bize sunulan objeleri kavramamıza ve anlamamıza izin veren
kalıplara işaret eder. Fakat bize sunulan bu objelerin gerçek mahiyetlerini
bir dereceye kadar anlamak ve belli yeni fikirleri onlardan çıkarabilmek
için sadece farz edilen objelere en uygun kavramları seçmemiz yeterli
değil; aynı zamanda buna ilaveten henüz yapılmamış belli objeler tarafından talep edilen gerekli değişiklikleri yapmak için kavramların kendilerini
10
de konu edinmeliyiz. Bu noktada eski kafalı, kavramları üzerinde kontrolünü kaybeden adamdır. O, kavramları nasıl sınırlayacağını ve uyarlayacağını bilmez; onları düşünmek istediği objelere uygular ve sonuç olarak
yeniyi eskiye indirgeyerek, yani onu inkâr ederek anlar. O, bilincin düzenini sözde bilim olarak adlandırarak kavramları meşru olarak kabul etmeye, yani bilinmeyeni bilinene, mümkünü verilene, geleceği geçmişe indirgemeye yönelir. Böylelikle o, sanatın ve eylemin varlığını bir göz boyama
olarak düşünür. Oysa eylemin varlığı herhangi bir şeyin yaratılmasının
verilene indirgenemediğine işaret eder.
Kavramları yeni durumlara göre üretemeyen ve anlamlandıramayan
insanları, sadece kendilerini anlayan ve kendilerinden bahseden yaşlı
insanlara hasretmek bir hatadır. Yakından incelediğimizde, bu durumun
her yaşta görülebileceğini anlayabiliriz. Herhangi bir şeyi anlamaya kabiliyetsizlikleri ile yaşlı insanları aratmayan, fikirleri darmadağın eden genç ve
————
10
Anlam, şimdide yeniden yaratılmadıkça yaşamaya yabancı kalır, onu gütmez. Yeniden
yaratılamayan anlamlar, artık yaşanmayan geçmişte kaldıklarından, şimdileri de yoktur,
gelecekleri de olmaz. Umut edilen gelecek, şimdide anlamlandırılan, yaşanılması, ölçülmesi istenen zaman boyutudur. Bkz. Uluğ Nutku, İnsan Felsefesi Çalışmaları, İstanbul, 1998, s.
55.
Üçüncü Oturum
177
taze eski kafalılar her yerde mevcuttur. Bu yüzden zihni eğitim, temelde
eski kafalılığı önleyici bir yaklaşım olmalıdır. O, bize zihnimizi mümkün
sayıda yararlı kavramla zenginleştirmemizi ve aynı zamanda mümkün
olduğu kadar bu kavramları uyarlamanın bozulmamış ve dokunulmamış
melekelerini sağlamayı, geçmişi geleceğin ilgisini oluşturacak yeni objelerde ifade etmeyi öğretmelidir. Bu, eğitimin ikinci evresidir. Zihni eğitim,
henüz gerçekleşmesi uygun olarak belirlenen imkâna, tamamıyla ideal
sonuçlara uygun olan imkânı ilave eder. İmkânların bu yayılımı, fikrin
semeresidir. Onun mahiyeti, olan ile olabilecek arasında bir aracı olmasında yatar.
11
Bu ikinci safha eğitimde son evre midir? Eğer son evre olsa bile, biz
yenilikler arasında bir tercih yapmaksızın yeni olanın aşkına yeniyi araştırmaya devam etmeliyiz. Fikir, bizatihi ona havale edilen meselelerden
farklıdır. O, verilen kalıbına dönüşür ve böylelikle o, iyi ve kötü, düzen ve
düzensizlik, adil ve adaletsiz gibi gerçekleşmeyi öğrenir. Fakat eylem
aşkına eylem, yüce bir amaç mıdır? Eğer eylem, insan durumunda yeteneklerinin mükemmelleşeceğini fısıldarsa, eyleme yönelen objeleri belirlemeyi
arayamaz veya aramamalı mıyız? Zihni eğitimin bizi yönelttiği bu problem, eylemlerimizin her biri hususunda bilincimizde hazır bulduğumuz
kavramlarla, yani değer kavram/lar/ıyla alakalıdır. O halde iradenin
gerçek bir değerle yönlendirilmesi insan eğitimin üçüncü evresini teşkil
eder. Bu evre, bir bütün olarak öğrenmenin bilişsel yönünü (düşünme),
duygusal yönünü (duygular) ve ögrenmenin karakterin eylemi olduğunu
belirten (davranış) yönünü kapsar. Bu merhale şahsiyetin inşa edilmesinin
tüm imkânlarını içerir. Buna göre değer/ler benliği en geniş ontolojik
bağlam içerisine oturtarak, kişinin kendisine çizdiği sınırları aşmanın,
benmerkezciliğini yok etmesinin yönünü gösteririr. Bu noktada şahsiyeti
oluşturma sonsuz olana dayandığı için değerler nihai belirliliği olmayan
————
11
Eğitim kavramının mahiyet ve şumülünü belirlemek bakımından derinlik buuudu içindeki
tabakalanmalara dikkat edilmelidir. Bu tabaklanma aynı zamanda eğitim sistemlertinin
içine düştükleri hatayı göstermesi bakımından önemlidir. Eğitim sadece ikinci tabakadan
yani bilinçli ve planlı tesirlerden ibaret saymak ve diğer tabakaların yetişme ve gelişmedeki büyük rollerini görmezden gelmiştir. Bu hatanın kaynağında rasyonalizm vardır; o,
tabiat ve hayatın akli kanunlara dayandığı ve bunların yine akıl vasıtasıyla kavranacağı
iddiasında bulunmuşlar. Rasyonalizme göre beşer bir defa bu kanunlara nufüz ettiği zaman artık doğa ve hayatın bütün sırlarını çözer ve hayata teknik bakımdan hâkim olma
imkânlarını elde eder. Aşırı bir iyimserlik içinde aklî telkin ve kastlı davranışın mutlak
kudretine iman eden rasyonalistler, bu anlayışa dayanacak gelişme sonucunda tam ve
mükemmel insan idealinin gerçekleşmesi hayalini kurmuşlardır. Rasyonalizm aklın ve
metodun insan hayatı üzerindeki teknik uygulamsına eğitim adını vermişlerdir. Onlara
göre insanı olgunluğa ve mükemmel hayat şekline götürecek tek yol akli bilgilerin ve
metodların öğretilmesi yoludur. Oysa genişlik ve derinliği içersinde eğitim sadece bilinçli
etkilere, kasıtlı faaliyetlere dayandırılamaz. Onun etki alanına giren her şey onda temsil
olunur.
Modern Çağda Ahlak
178
bir anlayışı yansıtır.
12
Açıktır ki değerler sorunu yalnız eğitimin değil; dil, din, ahlak hukuk,
iktisat vs. bir kelime ile bütün sosyal işlevlerin hareket, dönüm ve düğüm
noktasıdır. Eğitim açısından değerler eğitimi değeri oluşturanı keşfetmek
13
ve hayatı bu değerlere göre oluşturmak olarak tarif edilebilir. Bu noktada
şahsiyeti oluşturan değer yargılarının değerlendirilmesinde öncelikle değer
14
bilgisine, yani etik’e sahip olmak gerekir. Etik, eylemi değerlendirmenin
nesnel koşullarını oluşturma ya da “insan olmanın” ne demek olduğunu
15
ortaya koyma girişimi olarak tanımlanabilir. Aslında bu iş, basitçe söyleyecek olursak, nesne ve insanlara nasıl davranacağımızın; seçimimizi nasıl
yapacağımız ve yaşayacağımız; değerleri nasıl sıralayacağımızın bilgisini
16
içerir. Bu husus, değerlerin gelişiminin ancak etik araştırma ile mümkün
olacağını beyan eder. Eğitim ile etiğin çok yönlü bileşimi olan değer eğitimi, insanı anlamayı, şahsiyeti oluşturan değer hiyerarşisini kavramayı
17
içerir. Bu kavramanın sanıldığı gibi dünyayı “okuma” değil; yorumlama
ve oldukça öznel bir iş olduğu unutulmamalıdır. Bu açıdan bakılacak
olursa değer eğitim, şahıslara değeri kavramaya dair perspektif kazandırma işi olarak nitelenebilir. Bununla beraber değerler kişinin o şeye bakışını
————
12
Yurdagül Mehmedoğlu, Erişkin Bireyin Kendilik Bilinci ve Din Eğitimi, Rağbet Yayınları,
İstanbul, 2001, s. 22
13
Sözgelimi İslam, inananlara belli bir değer sistemi sunar; hangi ideallere göre, nasıl eyleyeceği ve ne tür bir karakter oluşturacağı hususunu mümine bildirir.
14
Bir felsefe disiplini olarak ethik, ethosu konu alır, ondaki değerleri, yargıları, görüşleri
irdeler, tartışır, ona öneriler sunar. Bilindiği gibi ethos, insanların bu dünyada birlikte yaşamalarından ortaya çıkan eylemleri, değerleri, normları, kuralları, karakter özelliklerini
kuşattır. Ethos'da, sorumluluklar, ödevler, yükümlülükler, haklar, gelenekler, töreler yaşanır. O, insan eylemlerine, tutumlarına, tavırlarına, kurallarına verilen anlamlar alanı, anlamlar dünyasıdır. İnsan nasıl atmosfersiz yaşayamazsa, ethosfersiz de yaşayamaz İçinde
olduğumuz ethosfer ya da ahlakküre, tüm eylemler ve onlara tekaddüm edecek tüm bilgilerin doğuşunu, kullanılışını, işlenilişini, değiştirilişini ve terkedilişini kuşatır. Bu durum
her bilginin ahlaksal karakter taşıdığına işaret eder. Konumuzla bağlantısı bakımından
değerlerin insan yaşamındaki yerini kavrayabilmek için Etik vazgeçilmezdir. Bkz. Ahmet
İnam, “Bilgi Ahlakı Üzerine Düşünceler” www.phil.metu.edu.tr/ahmet-inam/bilgiahlaki.htm
15
Ahlak, olgusal ve tarihsel olarak yaşanan bir şey olmasına karşılık, etik bu olguya yönelen
felsefe disiplininin adıdır. Bir başka deyişle etik, ahlak üzerine düşünebilme etkinliğidir.
Günlük dilde alışkanlıkla bir “ahlaksal problem”den söz edildiğinde, aslında bunu etik’e
ait bir problem, bire etik problemi olarak anlamak gerekir. Ancak etimolojik açıdan her iki
sözcükte “töre”, “gelenek”, “alışkanlık” v.b. anlamlarına sahiptir. Bu nedenle ahlakların
çokluğundan söz ederken etiğin tekliğinden söz edilebilir. Bununla kastedilen şey, bir felsefe disiplini olarak etiğin tekliğidir ve böyle bir disiplin olarak etiğin görevi, herhangi bir
türde bir ahlakı (moral) geliştirmek ve bu ahlaka uyulmasını öğütlemek değil; tersine ahlaksal bağlantıların niteliği üzerine bir genel görüş elde etmektir. Bkz. Heinz Heimsoeth,
Ahlak Denen Bilmece, ter. Nermi Uygur, İstanbul, 1978, s. 14.
16
İonnna Kuçuradi, Etik, Ankara, 1996. s. 6-12.
17
İnsanın önünde duran büyük görev, hayatın gerçek değerini keşfetmek ve diğer insanlarla
paylaşmaktır…Tüm insanların ulaşmayı arzu ettiği bir gaye için tek bir değer vardır; insan
olma. Zira dinler bile önce insan ol, sonra dindar ol der!
Üçüncü Oturum
179
gösterdiği için ortak, genel geçer bir ölçüte sahip değildir; bu yüzden
18
değeri kavramada herkes kendi üslubunu üretmelidir. Ama yine de
değerler, hayatın içinde başkalarının sınırlı rehberliğinde tek başına ve
varoluşsal biçimde öğrenilir. Zira yaşamanın kendisi hermetik bir yapı
arzeder. Bu yapı sebebiyle hayatın nasıl bir şey olduğunu bilmenin tek
yolu onu yaşamaktır.
Değerler insan içinde kök saldıkları için onlar insan olmanın zorunlu
koşuludur ve dolayısıyla insan amaç varlığıdır. Amaç koyma ve gerçekleştirme, bilincin bir kategorisi olduğundan ve bilinçli eylem yalnız insana
özgü olduğu için, evreni amaçlı ve değer yüklü görmek insani bir husustur.
Diğer taraftan değer, ontolojik olarak yaşamı sürdüren ve yaşamı anlamlandıran bir olgudur. O, insanın başka insanlar ve nesneler ile bağlantısında ortaya çıkan, beliren ve bu yüzden kendisini gerçekleştirmeye çalıştığımız unsurlardır. Bu manada değerler, yapıp etmelerimizi yönlendiren
ilkeler; hayatımıza yön veren pusulalar olarak tarif edilebilir. İnsan olmanın beşeri mana ve muhteva kazanmanın bütün imkânları değerlerin
içselleştirmesindedir. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın değerler, insanlığın
mana, kıymet ve gelişme kaynağıdır. Nitekim insan değer varlığı olduğu
19
için hayatta kaldığı sürece değerlere sahip olacaktır. O halde değerlerden
arındırılmış ve değerleri kapsamayan bir egitim dünyamızda görülmeyecektir. Başka bir ifadeyle değerler alanı ile bağlantısını koparmış bir eğitimin insan yaşamı ve onun anlamı hakkında söyleyecek önemli bir şeyi
olmayacağı açıktır.
Değerlerin hayatımızdaki rolünü tanımak varlık hakkında çarpık ve tek
boyutlu anlayışlardan korur. Bu, esasen her bilincin körlüğünün diğerlerinin bilincinde devam ettiğine dair insan tabiatındaki fıtrî illetleri tedavi
etme çabasını yansıtır. Nitekim değer eğitiminin hareket noktası olan bu
husus, insanoğlundaki tedavi edilmesi gereken belli bir körlüğe işaret eder.
Biz diğerlerini kendimize göre anlarız ve yargılarız. Açıkçası insanlar
eylemlerinin gerekçelerini, hayata bakışlarını, şeref duydukları idealleri ve
hayatlarıyla bağlantılandırdıkları hayalleri kendilerine göre yargılarlar.
Oysa pek çoğumuz sanki başkalarının kalplerindeki gizli olayları açımlar
veya açıkça görürmüş gibi, değerlendirmeleri bizim gibi yaptıklarını farz
ederiz. Oysa değerler tek bir ferdin kavrayamayacağı genişlikte, sahip
olduğumuz his ve anlayışlardan farklı özelliktedir. Bu husus değerlerin
————
18
Tüm insanlar değerleri aynı kaynaktan alsalar da içerikleri farklılaşmaktadır. Değerlerin kişi
üzerinde etkisi ve kişinin kendisi aracılığıyla dünyaya bakışında önemli anlamlar taşımaktadır. Nitekim değerleri hayatına geçirenler, onları tamamen kendisine has, kişisel tarzda
deneyimleyenlerdir. Bu kişiler, değerleri keşfeder, geliştirir ve kendine mal ederler.
19
“Ahlak bozuldu, ahlaka aykırı, artık hiçbir şey eskisi gibi değil vs.” ifadelerinin işaret ettiği
anlam, ahlakın olmayışını değil meseleye nasıl baktığımıza dair bir bakış açısını sergiler.
Zira ahlak kişiler arası ilişkilerde davranışlara ilişkin geçerli, çeşitli değer yargıları sistemi
olarak anlaşılmalıdır. Çünkü bu genel değer yargılar, kişilerin belirli koşullarda başka insanlarla ilişkilerinde eylemlerimizin değeri, neyi ifade ettiği konusunda yargıda bulunmak
için kullanılır.
Modern Çağda Ahlak
180
sorgulanmaya ve doğrulanmaya açık önermeler olduğunu ima eder. Bu
yüzden değerlerin başka şahıslarda ne anlama geldiğini kavramaya çalışmak, varoluş hakkında tek boyutlu ve çarpık anlayışlardan bizi korur.
Başka bilinçlerdeki değerleri ancak sempati ile anlamamız mümkündür.
Sempati, bir tür bilincin gözlerini açması, diğer şahısların bizden farklı
olarak sahip oldukları değerleri tanımasıdır. O, ferdin ötesindeki ideali
anlamak için yapmış olduğu bilinçli katılıma işaret eder. Bu bilinçli katılım
esasen içinde yaşadığımız kâinatın çoğulcu niteliğine ve onda sahip olduğumuz fırsatlarla kendimizi nasıl gerçekleştireceğimize vurgu yapar.
Gerçekten hayat, değeri kendi ölçütlerine göre ortaya koyan bir bilinç
tarafından takdir edilebilir. Böyle bir hayat ilk aşamada cesaret, feragat,
niyet saflığı, sebat ve iyi niyet vb. gibi insani erdemleri göstermelidir. İkinci
aşamada bu hayat bir ideal uğruna vakfedilmelidir. Bunlara, üçüncü bir
şart eklenmelidir: Her iki aşamanın birbirine içten bağlı olması. Bu şartlardan birinin diğerinden ayrı olarak görülmediği hayat, muazzam bir hayattır. Bu durumun tersi ise, eksik hayatlara işarete eder. Sözgelimi idealsiz
erdem, kahramanlık ilham etmez. Hırslı adam erdemi gösterse de, feragate
kabiliyetli olmaz. Hayata değer veren şey, erdemlerdir. Şu ana kadar
erdemler büyük bir maksada hizmet etti: İnsanın ona kendisini vermesine;
ona kendisini adamasına, kendisinden daha yüksek bir şeyi gerçekleştirmesine; değerler uğruna gerçekleştirilen hayatlara işaret eder.
DEĞER/LER EĞİTİMİ
Felsefi anlamda değer, insanın nesne veya bir durumla karşılaşmasında
istek, gaye ve gereksinimine göre o varlığa atfetmiş olduğu manadır.
Bununla beraber değer insanın varlık ya da olgu karşısında salt teorik bir
tutum olmayıp pratik olarak ortaya çıkan özümsenmiş bir eylem güdüsü
olarak kabul edilir. Burada işaret edilen değerin eylemlerimizde ortaya
çıkan deneyim ve yaşama durumları olmasıdır. Diğer taraftan bazı düşünürler değeri insan ile diğer varlık alanı arasında gerçekleşen karşılıklı
ilişkilerin ürünü olan bir anlam dünyası olarak yorumlamışlardır. İnsanla
ortaya çıkan eylemler artık varlık ve bilgi alanı değil, tamamen ilişkiler
alanı dediğimiz dinamik bir alanı temsil etmektedir. Bu dinamik ilişkiler
dünyasında karşımıza çıkan bir eylem ya da bir tavırdır. Buna göre karı ve
koca diye varlık yok, sadece karı-koca ilişkisi; yöneten ve yönetilen ayrı
birer varlık yok yöneten-yönetilen ilişkisi vardır. Bu, değerlerin bir varlık
alanına değil, ilişkiler alanına işaret ettiğini söyler. Nitekim Dewey, değeri
kişinin sosyal ve fiziki çevre ile karşılıklı etkileşimi anında, sorunların
çözümüne yönelik olarak ortaya çıkan tatmin edici uyum ya da karar
durumu olarak niteler. Daha açıkçası değer ne objenin ne de sujenin bir
ürünüdür; o bir çeşit ilişkinin etkileme kapasitesidir. Bununla beraber
değerin mahiyetinin düşünce ufkumuzla hareket etiğini söylenebilir. Bu
yüzden değerlerin ne olduğunu kestirip atan saptamalar ciddiye alınacak
nitelikte değildir.
Üçüncü Oturum
181
Değerler hayatımızı aydınlatan ışıldaklar gibidir. Bu yüzden değerlerin
neleri ne denli aydınlattığı ya da aydınlatabileceği iyice belirtilmelidir.
Buna göre değerler eğitimi, değerlerin öz bilinci; değerler bilincinin eğitiminden başka bir şey değildir. O, bu bilinci genişletmek, bu bilincin sağladığı bilgileri derlemek, bu bilincin yarattığı tatlarla yaşamak, bu bilincin
ulaştığı derinliklerle bilgeleşmektir. O halde değerler eğitimi değerlerce
belirlenen bir eğitim olmasından ileri gelir. Bu noktada bu eğitimi gerçekleştirenlerin değer-taşıyıcısı olması gerekir. Bu kişiler öğretirken kendisi de
öğrenen, farklı açılar geliştiren, bu eğitimin gelişmesine gücü oranında
katkıda bulanabilen insanlardır. Bu yüzden değerler eğitimi anlayışı keskinleştiren, yaratıcılık artıran canlı bir diyalog içinde yaşanmasını sağlayan, böyle bir diyalogun en iyi koşullarını hazırlayan, öğrenenin de öğretenin de dengeli bir olgunlaşmasını gerçekleştiren bir eğitimdir. Bu eğitimin geleceği, değeri öğretenler ile öğrenenlerin, bir bakıma usta ile çırağın
gelişmesini en elverişli biçimde sağlayabileceği bir ortama bağlıdır.
Eğitim açısından değere sahip olma ve değer yaşama, bilgi edinmeyi ve
karakter inşa etmeyi içerir. Başka bir ifadeyle değer eğitimi, kendilik bilinci
ve bu bilincin kendine özgü içsel bir deneyime dönüştürebilme gayretini
temsil eder. Felsefi dille söyleyecek olursak değer eğitimi, epistemolojinin
ontolojiye temas ettiği aşamaların öğretilmesini içerir. Değer/ler bilginin
en son formları olduğu için, insan yalnızca ilk ilkelerden başlayarak onu
izleyen ilkeleri bilmekle kalmaz bu ilkeler hakkında doğru bir anlayışa
sahip olur. Bu manada değer bilgisi, tabiatı gereği en önceki bilgidir. Bu
bilgi, insani anlamda bütün görünüşleri aşarak en son gerçekliğe ulaştığı
için o varlığın bilgisidir. Varlık ise kendisini varolanda düzen, nomos,
adalet, uyum ve denge olarak gösterendir. Bu manada değer bilgisine
sahip olmak, varoluşun hakikatine nufüz etmektir. Kantçı bir ifadeyle
insanların görünüşler âleminden ziyade “eşyanın kendine has âleminde”
yaşamasına işaret eder. Bu husus, değerler ile ferdiyetimizde aşkınlığı,
aşkınlıkta ise kendi değer ve benliğimizin temellenişini keşfettiğimiz anlamına gelir
Değerler ferdin ruhuna intikal etmeden önce ham malzeme halindedir.
Bu malzemenin bir eğitim ve formasyon değeri haline gelmesi, ancak zihin
süzgecinden geçerek ruha sinmesi, yani ruha mal olmasıyla mümkündür.
20
Zira bilgi akılla kavranırken degerler ruhla kavranır ve özümsenir. Dolayısıyla ferdin değerleri kendine mal edilebilmesi, pasif kalmasıyla değil;
tam bir faaliyet göstermesiyle mümkündür. Çünkü ferdin öz malı haline
gelen değerlerin kıymeti harbiyesi vardır. Bu durum, her ruhun aynı mal————
20
Kant, değer teorisini, ruh yetilerinin sınıflandırmasını yaparak temellendirmektedir. Ona
göre, insan aklının “kavrama, isteme ve doyma” olmak üzere üç yetisi bulunmaktadır.
Kavrama yetisini temellendirmede salt akıl, isteme yetisine karşılık pratik akıl ve ahlak,
hisetme/sezme yetisine karşılık olarak ise değer bulunmaktadır. Kant, değer kavramını
isteme ve hissetme yetileri üzerine kurmaktadır. Bkz. Doğan Özlem, Etik: Ahlak Felsefesi,
İnkilap Yayınevi, 2004, s. 174;180
182
Modern Çağda Ahlak
zemeyi ayrı ayrı aldığı, mizaç ve kabiliyetlerin istikametinde ayrı ayrı
yoğurduğuna işaret eder. Bununla beraber pek çok kimse, bu malzemeyi
hazmetmek kudretini gösteremez. Bu durum ise, değerlerin ferdin ruhuna
sindiği takdirde eğitim bakımından bir kıymet ifade edeceğini gösterir.
Değerlerin ruha sinmesi kör ve mekanik hadise değil; ferdin iç gelişim
kanunlarına, kabiliyetlerine göre cereyan eden gelişimsel bir süreçtir.
Değerler eğitimi, değerlere dair ontik ve epistemik duruş/yönelim olmaksızın gerçekleştirilemez. Bu husus değerler eğitiminin, esasen felsefi
sorunlar ile eğitimsel kavramlar ve olgular arasında bağlantılar kurması ve
bu bağlantıları açık hale getirmesi gerektiğine işaret eder. Çünkü varolma,
bilme ve değerleme anlayışları eğitim için temel hususlardır. Bu hususlar,
egitim modelinin ruhudur. Bu sebepten değerler eğitimi felsefi önermeler
temeli üstüne kurulmalıdır. Zira felsefeler kendi içlerinde mantıksal bir
bütünlük taşıdıkları için, onlardan çıkarılan değerler eğitimi teori ve pratiğiyle aynı bütünlüğü taşımış olur. Bu noktada değerler eğitimini önemli ya
da yaşamsal kılan yaşanılacak gerçekliği devam ettirmesi ve geliştirebilmesidir. Çünkü değerler eğitimi, birey açısından kendi yaşamının temelini
oluşturacak, davranışlarını meşrulatıracak bilginin öğrenilmesini ve bunu
yaşam pratiği haline getirmesini içerir. Nitekim değerlerin içselleştirilmesi;
yani dışsal kontrol, zorlama olmadan normatif yükümlülüklerini yerine
getirilmesi ya da kendisi tarafından savunulan bir norma uyulması bu hale
işaret eder. Sözgelimi kişinin adalet duyarlılığı, feragat, kardeşlik vb erdemleri hayatına mal etmesi bu husulara dair bilince ve eyleme haiz olduğunu gösterir.
Değerler eğitimi, kendi amaç değerleriyle ilgili olmak zorundadır. Bu
manada o, “İyi yaşam nedir? İyi insan kimdir? Erdem nedir? Doğa, yaşam,
ölüm acı ve hastalıklarla bir insan olarak ilişkim nedir? Nelere sadık olmalıyım, Ne için uğrunda ölmeye hazırlıklı olmalıyım?” gibi sorular zemininde yükselmelidir. Hayatın anlamlı kılınması açısından baktığımızda
degerler olumlu hedefler göstererek kişiye eylem imkânı sunarlar. Zira
onlar bireylerin neyi önemli gördüklerini tanımlayarak istekleri, tercihleri,
arzu edilen ve edilmeyen durumları gösterirler. Başka bir ifadeyle değerler,
davranışlara kaynaklık eden ve onları yargılamaya yarayan anlayışlar
olduğu için bireyin süregelen eylemlerine yol gösteren standartlar olarak
işlev görürler. Buradan hareketle değerler eğitimi anlamı hedef almalı,
insanı kültürel olandan kozmik olana dönüştürmeye yöenlmelidir. Hayatın
mükemmelleşmesinde değerlerin kişinin hayatının ötesine uzanan amaçlar
olduğu hatırda tutulmalıdır. Bununa beraber değerlere yapılacak zararın
en büyüğü, onları ulaşılamayacak bir dağın tepesine koymak, dokunulamaz bir taht’a yerleştirmek ya da içinden çıkılamayacak bir mağaraya
hapsetmek olduğu da unutulmamalıdır.
Açıktır ki değerler sosyal hayatın ya da toplumsal iyiliğin araçlarıdır.
Onlar bazen kişileri doğru şeyleri yapmaya cesaretlendiren bazen de onaylanmayan davranışları engelleme işlevi gören kontrol ve baskı araçları
Üçüncü Oturum
183
olarak işlev görürler. Bu manada toplumda ortak değerler, sosyal dayanışmayı yaratan ve sürekli kılan önemli etkenlerdir. Bu açıdan bakıldığında
değerler eğitimi toplumdaki ortak değerleri bir sonraki nesle aktarma
işlevini görür. Ancak bu aktarımın, geleneksel usullerden çok yeni durumlara uygun yöntemlerle yapılması gerektiği bir gerçektir. Bugün toplumsal
ve bireysel yaşamdaki değişim değerlerin önemini artırdığından değerler
eğitiminin ayrı bir program gibi degil, bütün ders programlarıyla baglantılı
ve sosyal hayatın içine girmiş bir müfredat olarak ele alınması gerekmektedir.
Değerlerin değişen hayat deneyimlerine karşılık zamanla değişmekte,
katılaşma ve hatta kireçleşme eğilimi gösterdikleri kabul edilen bir olgudur. Zira toplumlar değişmez kurallara uyarak yaşamayı çok rahat ve
kolay bulurlar. Ancak değişme zorunluluklarının sillesini yemeyen hiçbir
toplum yoktur. Zamanın yumrukları altında bazı kişiler alışık oldukları
ölçüleri bırakmaya, bazılarını gizli ya da açıkça çiğnemeye, bazılarını da ya
dışarıdan yeni kurallar almaya ya da kendileri yeni kurallar geliştirmeye
başlarlar. Bu nokta mevcut değerlerin yeniden değerlendirilmesi gerektiği
hususa işaret eder. Gerçekten bugün geleneksel değerler eğitimi yaşadığımız değişime cevap verememektedir. Eğitimde geleneksel veya alışılagelmiş olana tutunmak, yani değerleri fikirlerin aşılanması gibi basit bir
biçimde algılamak değer patolojilerini doğurmaktadır. Sözgelimi insan
davranışını şekillendirmede, geleneksel yaklaşımı yansıtan telkin geçmişte
işlevsel ve kabul edilebilir bir yöntem idi. Hatta bu yöntemi otorite sebebiyle aile ve okul hayatının vazgeçilmez bir parçasıydı. Ancak modern
dönemde geleneksel otoritelerin zayıflaması, değer telkin etme ve aşılamada ailenin ve okulun rolünün azalmasına sebep olmuştur. Değer telkini ve
aşılama etkinliğini yitirse de, model olma değer egitiminde hala en etkili
metot olmaya devam etmektedir. Bugün modernliğin tahrip edici ve aşındırıcı etkilerine karşı değerler egitiminin her alanda muhafazakâr, geleneksel ve davranışçılık ekseninden daha çok liberal, yapılandırmacı ve kapsayıcı bilişsel yaklaşımlar ekseninde yapılması gerekmektedir.
Değerler eğitimi gerçekten korkmayan, ciddi ve varoluşa ait gerçekliklerle ilgili insanların tümünün beraberce yolculuk edebilecekleri bir eğitim
21
haline gelmelidir. Bu yolculukta insanların ayrı görüşlere sahip olmaları
22
değerlerin nihai noktalarda ayrılıklarına olanak vermelidir. Hatta o,
————
21
Değerler eğitiminin hareket noktası insanlık kavramı olmalıdır. Fakat bu kavram aydınlanma dönemimin hümanite kavramı gibi ideolojik değil; tarihi ve sosyal bilimlerin
araştırmalarıyle gerçekleşen reel bir anlayışı temsil etmelidir. .
22
Değer perspektifi bir yandan değerlerin mutlak ve değişmez olduklarını ancak bilgimizin
göreli ve sınırlı olması anlamında rölatif olduğunu; onları perspektifsel olmayan bir alandan görmenin başarısız olacağını ileri sürer. Buna göre değer perspektivizmi değerlerin
tarihsel ve göreli olduğunu değil; tarihsel ve toplumsal yapıların mutlak ve değişmez yapılarının farklı perspektiflerden gördüğünü söyler. Bu çerçevede değer mutlakçılığı ile seçim
öznelciliği bir araya getirilir.
Modern Çağda Ahlak
184
deneyimlerin farkına varıldığı ve karşılaştırma yapılabildiği bir eğitim
olmalıdır. Değerlerin evren merkezli oldukları, kişilere göre değişen, bencil
ego merkezci bir algılayış olmadıklarını doğrulayan bir eğitimde bireylerin
ebediye yönelip, kendilerini aşması beklenir. Bu, değerler eğitiminin insanın kendisinin dışındaki veya üstündeki şeylerle yapılabildiği gerçeğine
işarete eder.
Hatırlanacağı gibi geleneksel felsefede irade varlığın zaruriliğine uyarak değerlere yönelirken modern felsefede bu zorunluluğa özgürlük adına
başkaldırı vardır. Bu bakımdan çağdaş değerler felsefesi bir bakıma irade
felsefesidir. Bu felsefe insanı pasif olarak değil; aktif, olup bitene tesir eden
bir konuma yerleştirir. Bu açıdan değerlerin içselleştirlmesi dissal kontrol,
zorlma olmadan bireyin özgür iradesine seslenmelidir. Bu ise, bireyin
öncelikle sosyal ve fiziki çevresini tanımasına, ardından bu çevreye karsı
olumlu tutumlar geliştirerek mevcut değerleri keşfetmesine yol almalıdır.
Değer keşfetme, kişilere değerlerinin ne olması gerektigini söylemez,
23
sadece degerleri kesfetmeleri için araçlar sağlar. Değer keşfetme, bireylerin kendi duygu ve düşüncelerini anlatmada, onları cesaretlendirici bir
yöntemdir. Böylece bireylerin kendi değerleri hakkındaki farkındalıkları
zenginleşir. Bu farkındalık, bireylerin, karşılaştıkları değerlerle ilgili sorunlar hakkında karar vermelerinde bilimsel araştırma ve mantıksal düşünme
sürecini kullanabilmelerine de yardımcı olacaktır.
SONUÇ YERİNE
Değerin doğasının ne olduğu düşünce ufkumuzla hareket etmektedir.
Bu yüzden değer sorunu, kâinatı ve içerimini, özellikle kendimizi nasıl
algılayacağımız ve deneyimleyeceğimiz sorunu olduğu içini her daim
gündeme gelecek meseledir. O, varlığa bütüncül bir bakış; bir medeniyet
meselesi; yaşadığımız dönemin dünya, zaman, doğa ve mekân tasavvuru
olarak gündemimizde olacaktır. Felsefi olarak gerçekle yüz yüze gelmek
tüketilemediği için değerler sürekli incelenecek bir alan olarak kalacaktır.
Değerler alanında karşılaştığımız durum, şimdiyi geçmişin bakış açısıyla
kavramada ısrarımız ve mevcut değer anlayışlarından karşılaştığımız
durumlara dair hazır çözümler beklemektir. Oysa onlar, bize “apaçık
cevaplar” sunmaktan çok köklü varoluş sorunuyla bizi yüzleştirmelidir. O
halde her daim varoluşa ait sorunları; varloluşun temel yapılarının ne
olduğunu tespit etmek gerekir. Bu noktada felsefe ve dolayısıyla eğitimin
görevi her durumda, problemlerle uğraşmak, kaynak aramak, çözüm için
yeni fikirler üretmek, ilke ve kuralları yeniden rafine etmek, onlara daha
duyarlı bir nitelik kazandırmak olmalıdır. Tüm bunlar değişimin ortasında
————
23
Tanrı ile ilişkimizin temel zemini ontolojik veya antropolojik olmanın ötesinde ahlakidir.
Yaratılması hedeflenen bu ahlaki alan sebebiyledir ki vahiy kanalıyla sürekli bilmeye ve
değerleri yeniden keşfetmeye çağrılırız. Nitekim vahiy değer yargılarımı yeniden gözden
geçirilmesini ister (Mümunin/40, 83)
Üçüncü Oturum
185
devam eden girişimleri temsil eder. Bu girişimlerin yöntemi ya da belirli
bir yolunun olmadığını; zira yöntem ve içeriğin birbirinden ayrılmaz ve
genelde karşılaşılan gerçeklere bağlı olduğu açıktır.
Yaşadığımız değer sorununun esasen değerlerin reddedildiği anlamına
gelmediği kabul edilebilir bir olgudur. Zira ne geçmişte ne de bugün hiç
kimse iyi ile kötünün bir değer ifade ettiğini yadsımaktadır. Bilakis herkes,
değerlerin insan olmanın en temel anlam kategorilerinden biri olduğunda
hemfikirdir. Sanırız karşılaştığımız sorunu doğuran ve hatta karmaşık hale
getiren, değerlerin geçmişteki muhtevasının boşaltılıp yeniden tanımlanmasıdır. Bugün değerler sakalasını (nomosu) geçmişte olduğu gibi bütün
değerlerin Tanrıdan geldiğine ve hiçbir şekilde insanın ve insani olanın bu
değerlere kaynaklık edemeyeceğini iddia eden teonom değil; antroponom
yani insana dayanan değerler düzeni oluşturmaktadır. Modern ve gelenek
karşıtlıkların oluşturduğu gerilimlerin azalması, her iki düzen arasındaki
diyalektik geçirgenliklerin çoğalması geleceğimizi yaratacaktır. Geleceği
yaratmada her bilincin devrede olması gerektiği ve bu yolda karşıtı ile
varılma çilesiyle bazen kirlenerek, bazen arınarak yürüneceği ihtimaldir.
Gelecek hususunda yollar belirsiz olsa da yol yürüyenin olmaktadır.
Bu noktada bizler, "değerlerimize sahip çıkmak lazım" ya da “değerlerimizi işlevselleştirmeliyiz” temennisinin ötesine geçmemiz gerekir. Çünkü
fiili ve maddi şartların çoğu kez yüce değerlerden bağımsız olarak kurgulandığı bir zeminde yapılan değer vurgusu, bizi ahlaklı olmaya değil, ahlakçılığa götürmektedir. Böylesi ahlakçılık, kendisini yapılan şeylerin dışına
koyarak yapılan her şeyi yargılayarak, yargısal aklı fetişleştirmektedir.
Değerleri değersizleştiren bu ahlakçılık tavrı, sadece değerleri aşındırmamakta, aynı zamanda insanların değerler konusuna kayıtsız ve duyarsız
hale gelmesine yol açmaktadır. Bu durumların üstesinden gelmek, elbette
çabalarımıza bağlıdır. Bu ise insan olmanın, beşeri mana ve muhteva
kazanmanın bütün imkânlarının değerlere ve onları yeniden keşfetmeye
bağlı olduğu bilincini diri tutmakla alakalıdır. Bu manada değerleri yeniden keşfetme, onların hayatımızdaki rol ve işlevlerini yeniden tanım/lam/ak, olup biten içinde ne olduğumuzun farkında olmak anlamına
gelecektir.
Oturum Başkanı: Sayın hocamıza bu canlı ve heyecanlı tebliğinden dolayı teşekkür ediyoruz. Muhterem hocamız çok önemli noktalara işaret etti.
Ahlakın eğitime söz konusu edilmesi gerektiğine işaret etti, hatta “temenniden öte gitmesi gerekir” diye sonuç kısmında bir ifade kullandı. O benim
de çok hoşuma gitti. Temenniden öte olması gerekir. Bilgi düzeyinde değil,
eylem düzeyinde yani eğitim yatırımı yapılarak eylem haline getirilmesine
işaret etti. Eğer şöyle, meğer böyle diyecek olursak, bir özdeyiş var “Eğerle
meğeri evlendirmişler, keşke diye nur topu gibi bir çocukları olmuş”.
Şimdi, temenninin ötesine geçmek çok önemli. Hocamız haklı olarak buna
işaret etti. Fârâbî’nin söylediği bir noktayı vurgulamaya çalıştı. Hocamın
186
Modern Çağda Ahlak
söylemek istediği, zannediyorum, Fârâbî ahlakî erdemleri var etmek çabası
olarak nitelendiriyor eğitimi. Ahlaka söz konusu, ahlakın eğitime söz
konusu edilmesi gerektiğine vurgu yapıyor. Evet, sempozyumumuzun bu
oturumunun bu kısmında “Ahlak Yorumlarının Odağında Özne ve Nesne
Olarak Kadın” konulu tebliğini sunmak üzere Dr. Uzman Hafsa Fidan hoca
hanıma sözü ve mikrofonu bırakıyorum. Buyurun hoca hanım. Siz de on
beş dakika içerisinde tamamlayabilirseniz seviniriz..
4. TEBLİĞ
AHLAK YORUMLARININ ODAĞINDA
ÖZNE VE NESNE OLARAK KADIN
Dr. Hafsa Fidan Vidinli
Diyanet İşleri Başkanlığı
Ahlak kavramı etrafında gelişen tartışmalar bağlamında temel sorulardan biri, insan yorumundan bağımsız ahlak kavramından ve ahlak öğretilerinin varlığından söz edebilir miyiz sorusudur. Bu soruya verilebilecek
bir cevap, insan yorumundan bağımsız ahlak öğretileri ve ahlakın olduğu
yönündedir. Zira “neyin ahlaki olduğu”, insan üstü otorite tarafından
belirlenir ve bildirilir. Neyin ahlaki olduğu sorusuna, insan kendi aklıyla
cevap bulamaz. Ahlaki öğreti ve ahlaki normlar kaynağı itibarıyla insan
üstüdür ve dolayısıyla yoruma açık değildir. Soruya verilebilecek bir diğer
cevap ise, ahlakın kaynağı ister ilahi ister beşeri kabul edilsin, ahlak kavramının ve öğretilerinin insan yorumunun dışında olmadığı, hatta insan ve
yorumlama süreci olmadıkça ahlaki öğretilerin ve ahlaki normların bir
anlamının olmayacağı şeklindedir. Gelişen süreçte bu anlayış en ileri düzeyde ifadesini Nietsczhe’nin “Ahlaki fenomenler yoktur, fenomenlerin
ahlaki yorumları vardır.” cümlesinde bulmuştur. Böylece, yorumdan
bağımsız ahlakın olabilirliği tartışmaya açılmıştır.
Kaynağı itibarıyla insani veya ilahi olsun ahlak kavramı, ahlak öğretileri ve ahlaki normlar, insanların onları anlaması ve yorumlaması doğrultusunda hayatiyet kazanırlar. Bu durumda ahlak felsefesinin iyi-kötü, özgürlük-sorumluluk, erdem/fazilet, vicdan, ahlak yasası, ahlaki eylem gibi
temel kavramlarının da yorumlar doğrultusunda hayatiyet kazandığını
belirtmekte fayda var. Eğer ahlak kavramı, öğretileri ve ahlaki normlar
yorumlar bağlamında hayatiyet kazanıyorsa, bu durumda, kadın varlığı
yorum hadisesine ne derece katkı sağlamaktadır sorusu, tebliğimiz bağlamında önem kazanmaktadır. Kadınlar, tarihsel görünümleri itibarıyla
ahlak yorumlarının öznesi mi nesnesi midir? Çağdaş dönemde kadınların
yorum süreçlerine katılımı, tarihsel süreçteki katılımlarına oranla bir farklılık sergilemekte midir?
Kadınların yorum süreçlerinde yer alması, onları tarihsel varlıklar olarak yorumların sadece nesnesi olmaktan çıkarıp öznesi konumuna taşıyabilir. Biz kısaca, ahlak bağlamında kadınların dili kullanarak yorum süreçlerine dolayısıyla tarihsel sürece katılmasına “özne olma”, dili kullanmayarak kendi üzerinde yorum yapılmasıyla yetinmesine ve kendi varlığına
Modern Çağda Ahlak
188
dair gelişen yorumlar doğrultusunda tarihsel süreçte açılmasına (ifşa
olmasına / var olmasına) “nesne olma” diyoruz. Bu bağlamda kadınların
ahlak kavramı ve ahlak öğretilerinin yorumunda özne veya nesne olarak
ne derece rol aldığı, can alıcı bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır.
FELSEFE VE KADIN VEYA HAKİKAT, ERDEM VE KADIN İLİŞKİSİZLİĞİ
“Kadın yaratıcının her yedinci gündeki aylaklığıdır. ”∗
Nietzsche’nin, genel üslubuna uygun bir biçimde (aforizma) ifade ettiği
bu sözü, gerçekte sadece filozofun kanısını yansıtmamaktadır. Pek çok
benzeri gibi bu söz, yaygın toplumsal kabulleri, geleneksel öğretilerin,
birbirinden farklı ve fakat yaklaşık oranlarda sergiledikleri kadın bakışını
da abartılı yansımasıyla kendinde temsil etmektedir.
“Kadın, hakikat’i istemez; hakikat, kadınlar için nedir ki? En başından
beri, kadın için, hakikatten daha yabancı, daha itici ve düşmanca bir şey
olmamıştır. Kadının en büyük sanatı yalan, en yüce kaygısı ise salt dış
görünüşü ve güzelliğidir.”1 Berktay, Nietzsche’den alıntıladığı bu paragrafın ardından, kadınların felsefe disiplininde, “hakikat”, “doğruluk”, “ahlak”, “bilgi” ve “estetik” gibi soyut ve yüksek sayılan değerlere yabancı ve
uzak; buna karşılık, daha aşağı sayılan somut ve gündelik olgulara, toprağa ve doğaya, bedenselliğe daha yakın kabul edildiklerini belirtmekte ve
bu anlayışın hala da geçerliliğini koruyan bir yaklaşım olduğunu ifade
etmektedir.2
Felsefe tarihinin önde gelen isimlerine dikkat kesildiğimizde, onların
kadını varlıklar hiyerarşisinde erkek-insan ile hayvanlar arasında bir
kategoride gördüklerini ve kadının erkeğe göre “doğal/ontolojik aşağılığını” kabul ettiklerini görebiliriz. Platon’a göre insanlar arasında, ruhun
sahip olduğu ihtiraslara hakim olamayıp eğrilik içinde yaşayan insanlar,
ikinci doğuşlarında kadın olmuşlardır... Erkeğin kadın karşısında üstünlüğünün nedeni bedeni değil, ruhudur. Platon bu konuda şunları söyler:
“Çünkü Tanrı onları birleştirirken daha önce yaratılanın, daha sonra yaratılana boyun eğmesine müsaade etmedi. … Tanrı vücuttan önce ruhu, yaş ve
erdem bakımından da ona üstün yaratmıştır. Çünkü ruh hükmetmek,
————
∗
Nietzsche, Cogito, Nietzsche: Kayıp Bir Kıta, YKY, 2001.
1
Nietzsche, zikr. Fatmagül Berktay, “Felsefe ve Kadın: Zor Bir İlişki”, Cogito, Şiddet, YKY,
1996, s. 448.
2
A.y. Berktay, bu yargıda doğruluk payının küçümsenemeyecek ölçüde olduğunu belirtir.
“Çünkü bilinen tarih boyunca kadınlar, -kendi seçimleriyle olmasa bile- “ölümsüz” kültür
ve uygarlık ürünleri yaratmaya değil, “ölümlü” bedenler yaratmaya özendirilmişler, özendirilmenin ötesinde bu alanla sınırlandırılmışlardır. Sonra da, filozoflar, bu verili durumdan yola çıkarak ve onu, adına kadın doğası dedikleri ve aslında bir kurgudan ibaret olan
şeyin özsel bir parçası sayarak kadınlar hakkında olumsuz sonuçlara ve yargılara varırlar.
Üstelik bu yargıları –aslında felsefenin özüne aykırı bir biçimde- genel geçer ve kesin hakikatlermiş gibi sunarlar.” Ay.
Üçüncü Oturum
189
vücut da ona boyun eğmek için meydana getirilmiştir.”3
Aristoteles’in kadın anlayışı, erkek bakış açısının klasik özelliklerini taşımaktadır. “… özgür kişinin köle, erkeğin dişi, babanın oğul üzerindeki
egemenliği hep doğaldır, ama bunlar aynı zamanda başkadır da; çünkü
birinde ruhun bölümleri bulunmakla birlikte, dağılımları ayrı ayrıdır.
Örneğin ruhun düşünme yetisi kölede hiç yoktur, kadında vardır ama
işlemez, çocukta daha gelişmemiştir.”4 Aristoteles’te yalnızca erkeklere
özgü olan Saf Akıl (nous) tanrısal ruh ile ilişkili görülür ve erkeğin zihni
her türlü maddeden daha yüksek kabul edilir. Onun “eksik ya da sakat
kalmış erkek” olarak tanımladığı kadınlar, bedenlerinin tutsakları oldukları için doğal olarak zihinsel bakımdan yetenekli olan erkeklerden daha
aşağıdırlar.5
Ruhun tüm bilgilere doğuştan sahip olduğuna inanan ancak bu bilgilerin etkin hale gelmesi için bazı sorgulamalar gerektiğini düşünen Sokrates,
bu harekete geçme halini doğum sancısı çekmeye benzetmektedir. Filozofun görevi, doğum sancısı çeken kişilerde doğurtma (maieutic/ebelik)
eylemini gerçekleştirmektir. Kendi sanatını ebelik sanatıyla kıyaslayan
Sokrates, bir yandan kendi eylemini ebeninkinden üstün görür. Çünkü
öncelikle kendi ebeliği kadınlar üzerine değil erkekler üzerinedir. Ardından onun ebeliği beden üzerine değil, doğum sancıları çeken ruh üzerinedir.6
Felsefi düşünce ile teolojik düşünceyi birleştiren Philon’un kadına bakışı, diğer filozoflarınkinden pek de farklı değildir. Ona göre erkek, akılla
(logos) ilişkili bir varlık olarak istikrarlı, değişmez olanla irtibatlıyken
kadın, maddeyle daha yakın ilişkide olan varlık olarak istikrasız, değişken
ve yozlaşabilir kategorisindedir.7
Aydınlanma dönemi filozoflarının da kadına ve kadının yetilerine bakış açısı, klasik dönemle paralel gidiyor görünmektedir. Örneğin
Descartes’in ruh ve beden ayrımını uzlaşmaz bir karşıtlığa dönüştürmesi,
bedeni/maddeyi değersizleştirirken eril zihni tanrısallık ve ruh ile ilişkilendirmesi de felsefedeki tipik eril bakış açısının bir örneği olarak görülmektedir.8
Felsefe geleneğine hakim olan “aklın bedeni yönetmesi”nin gerekliliği
ilkesi, öte yandan kişinin kendi bedenini/nefsini yönetmesi bağlamında da
geçerlidir. Bu “dikey ilişki” tasavvurunda, “hakim olan” akıl ve “hakim
olunan” beden vardır. Foucault, kişinin erdemli ve ölçülü bir özne olabil————
3
Platon, Timaios, çev., E. Güney - L. Ay, Sosyal Yayınları, İstanbul 2003, s. 30.
4
Aristoteles, Politika, çev., Mete Tunçay, Remzi Kitabevi, İstanbul 2002, s. 28.
5
Bkz., Fatmagül Berktay, Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, Metis Yayınları, 2. Baskı, İstanbul
2000, s. 132-133.
6
Bkz., Hasan Aydın, “Sokrates’in Felsefesi Işığında Sokratik Yönteme Analitik Bir Yaklaşım”,
http://www.universite-toplum.org/pdf/pdf_UT_364.pdf
7
Berktay, Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, s. 135.
8
Berktay, “Felsefe ve Kadın: Zor Bir İlişki”, s. 452.
Modern Çağda Ahlak
190
mesi için nefsiyle “egemenlik-itaat”, “yönetme-boyun eğme” türünden bir
ilişki kurması gerektiğini söyler. Bu, hazların yaşanmasında ölçülü ve
erdemli bir öznenin kuruluşunun ön koşuludur. Foucault, bu hakimiyet
biçimini, kişinin kendi nefsi üzerinde “erkeksi” özelliğini üstün kılması
olarak nitelendirir. Buna göre “Nefse hakimiyet, kişinin kendisine egemen
olmasının yani buyurulması gerekene buyurmasının, kendi kendini yönetemeyecek olanı itaate zorlamasının, aklın ilkelerinin bu ilkelere sahip
olmayana dayatmasının bir biçimidir, özetle doğal olarak edilgen olan ve
öyle kalmak zorunda olana karşı etkin olma biçimidir. Erkekler tarafından
oluşturulan bu erkek ahlakında kişinin kendi kendini ahlaksal bir özne
olarak geliştirmesi, kendisinden hareketle nefsinde erkeksi bir yapıyı
yerleştirmesine dayanır.”9 Bu perspektiften bakıldığında, “hakim olan ve
olunan” dikotomisi doğrultusunda kadın, kendi aklıyla kendi nefsine
hakim olamayan bir varlık olarak, erkek tarafından kendisine hükmedilmesi gereken nesne ve erkek hükmeden öznedir.
Kadının daha sonra yaratılan varlık oluşu, ruha (ve ruhun erdemlerine)
değil bedenselliğe yakın oluşu, düşünme yetisinin olmayışı, düşünme
yetisinden mahrum olduğu için de kendisine egemen olacak bir erkeğin
varlığının gerekliliği, filozofların kadınlara dair genel kanaatlerini özetlemektedir.10 Bu durumda “‘kadın’, felsefe için, üzerinde konuşulan ve
tanımlanan bir nesne konumundadır”.11 Filozofların kadını akıl ve ruh ile
değil beden ile ilişkilendirmeleri, tarihsel süreçte kadınların yorum imkanlarının kısıtlanması açısından önemli bir işlev gördüğü gibi, kadının “erdeme olan uzaklığını” da belirlemiştir. Zira Aristoteles, kişilerin erdemlerden pay alışlarını ruhlarının düşünce yetisinden pay alışlarıyla kıyaslamaktadır ve kadın düşünce yetisinden pay alamayan varlık olarak “doğal
olarak” erdemden de pay alamayacaktır. Kısaca kadınların bedenle olan
yakın ilişkileri veya bedenlerinin bizatihi kendisi, onların soyut düşünceye
geçişlerini engellemekte, aşkın olanla irtibat kurmalarına imkan vermemekte ve onları bilgi, erdem, fazilet, doğruluk gibi kavramların uzağında
tutmaktadır. Böylece kadın, aşkın (transandantal) olanla irtibat kuramayan
bir varlık olarak dünyeviliğe, maddeselliğe mahkum kalmak durumundadır.
PANDORA’DAN HAVVA’YA KÖTÜLÜĞÜN KAYNAĞI OLARAK KADIN
“Pandora açınca kutunun kapağını,
dağıttı insanlara acıları dertleri.
Bir tek umut kaldı dışarı çıkmadık
kapağı açılan dert kutusundan.
————
9
Foucault, Cinselliğin Tarihi, 2. cilt, çev. Hülya Tufan, Afa Yay., İstanbul 1998, s. 92.
10
Felsefecilerin kadın algısına dair değerlendirmeler için bkz., Sema Ülper, “Kadın Sorunu
Açısından Bir Felsefe Tarihi Okuması”, basılmamış yüksek lisans tezi, 2007.
11
Berktay, “Felsefe ve Kadın: Zor Bir İlişki”, s. 449.
Üçüncü Oturum
191
Umut tam çıkacakken Pandora kapamıştı kapağı,
böyle istemişti bulutları devşiren Zeus.
O gün bu gündür insanların başı dertte,
toprak bela doludur, deniz bela dolu, belalar başı boş
dolaşır sessizce ölümlülerin çevresinde.”12
Kötülüklerin kapağını açma gafletini gösteren kadın (Pandora) arketipi,
daha sonra bütünüyle insanların başına gelecek olan belalardan, sıkıntılardan sorumlu tutulan “kötülüğün kaynağı olan kadın” tasavvurunu belleklere kazımıştır. Pandora arketipiyle benzerlik arz eden Havva arketipi, hem
mitolojik anlatımlarında hem de Kitab-ı Mukaddes anlatımında Adem’i
kandırarak onu isyana teşvik eden ve cennetten çıkararak dünyaya “düşüren” kadındır.13 Havva da, yine “kötülüklerin başlangıcı”na sebep olan
varlık olarak erdemden nasibini almamış, daha çok günahkarlıkla ve
şeytanla veya yılanla iş birliği içinde olmakla sorumlu tutulmuştur.14
Ahlaki bir varlık olan insan türünün ilk kadın imgesini teşkil eden Havva’nın kötülüğün kaynağı olarak görülmesi ve “gayr-i ahlaki” davranışla
ilişkilendirilmesinin tarihsel süreçte hem kadınların hem de erkeklerin
bilincinde yer bulacak olan kadın varlığına dair algıyı olumsuz etkilemesi
kaçınılmazdır.
————
12
Hesiodos, İşler ve Günler, Hesiodos: Eseri ve Kaynakları (içinde), çev., Azra Erhat, S.
Eyuboğlu, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1977, s. 145-146.
13
Adem-Havva kıssasının Kitab-ı Mukaddesteki anlatımı özetle şöyledir: Rab Allah, yerin
toprağından adamı (Adem) yapar ve ona hayat nefesini üfler. Adama bahçenin her ağacından dilediği gibi yemesini ve fakat “iyilik ve kötülüğü bilme ağacından” yememesini
emreder. Rab Allah, “Adamın yalnız olması iyi değildir, kendisine uygun bir yardımcı
yapacağım.” der. Adamın üzerine derin bir uyku getirir ve o uyuduğunda kaburga kemiklerinden birini alarak yerini etle kaplar. Bu kaburga kemiğinden bir kadın yapar ve onu
adama getirir. Adam “Şimdi bu benim kemiklerimden kemik ve etimden ettir; buna Nisa
denilecek, çünkü o İnsandan alındı.” der. Ardından bunun için insanın ana-babasını bırakacağı ve karısına yapışacağı ve bir beden olacaklarını ifade eder. Rab Allah’ın yaptığı
bütün kır hayvanlarının en hilekarı yılandır ve yılan, kadına: “Gerçek, Allah: Bahçenin
hiçbir ağacından yemiyeceksiniz dedi mi?” diye sorar. Kadın yılana, bahçenin ağaçlarının
meyvasından yiyebiliriz; fakat bahçenin ortasında olan ağacın meyvası hakkında Allah:
‘Ondan yemeyin ve ona dokunmayın ki ölmiyesiniz dedi’ der. Yılan ise kadına katiyyen
ölmeyeceklerini, ondan yedikleri vakit gözlerinin açılacağını ve iyiyi ve kötüyü bilerek
Allah gibi olacaklarını söyler. Kadın, ağacın iyi, gözlere hoş ve arzu olunur olduğuna karar
verip meyvasından alıp yer ve kendisi ile beraber kocasına da verir, o da yer. İkisinin de
gözleri açılır, kendilerinin çıplak olduklarını bilirler ve incir yapraklarını dikip kendilerine
önlükler yaparlar. Bunun üzerine Rab, Kadına ise şöyle der: “Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım; ağrı ile evlat doğuracaksın; ve arzun kocana olacak, o da sana
hakim olacaktır.” Ademe ise karısının sözünü dinlediği ve yasakladığı ağacı yediği için
toprağın kendisi yüzünden lanetli olduğunu, ömrünün bütün günlerinde zahmetle ondan
yiyeceğini söyler. Toprağa dönünceye kadar alnının teri ile ekmek yiyeceğini ve topraktan
alındığı gibi toprağa döneceğini ilave eder. Rab, hayat ağacından almasın, yemesin ve ebediyen yaşamasın diye onu Aden bahçesinden çıkarır. Bkz. Tekvin 2/7-25, 3/1-24.
14
Philon’a göre yılanın Adem’e değil de Havva’ya yönelmesinin bir nedeni vardır. Kadın
duygularını frenleyecek akıldan yoksun olduğu için yılan Havva’ya yönelmiş ve onu kandırmıştır. Bkz., Berktay, Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, s.136.
Modern Çağda Ahlak
192
Öte yandan Kitab-ı Mukaddesteki Meryem tasavvuru,15 her ne kadar
Havva’nın günahkar kimliği karşısında bekareti ve saflığı simgelemekte ve
böylece “kadınlık” ile “erdemlilik” arasında bir bağ kurulmasına imkan
tanımakta ise de, tarih sahnesine çıkacak kadınların ilk günahın taşıyıcısı
olmalarını engellememektedir.16 Cinsel ilişki yaşamadan çocuk doğuran
Meryem dışında anne olan tüm kadınlar, dünyaya düşüşün asıl nedeni
olan bir günahın taşıyıcıları olmaya ve böylelikle kadın varlığı ile kötülüklerin başlangıcı metaforunu canlı tutmaya devam edecektir.
Tarihsel süreçte kadınların “kötülükle” ilişkilendirilmesi, belki de en
trajik halini, Ortaçağda kadın-cadı özdeşliği kurulmasıyla almıştır. Kilisenin fermanıyla onaylanan kadın-cadı özdeşliğine dair metinler ve hukuki
davalarda kadın, aklen ve bedenen zayıf olduğu için şeytanla ilişkiye giren
ve büyücülükle uğraşarak şeytanın aleti olan bir varlık olarak kurgulanıyor
ve cezalandırılıyordu. Bu cezalandırma bazen idam şeklinde de olabiliyordu.17 Ortaçağın kadın-cadı özdeşliği düşüncesi, kadınlarla düşük ahlaklılık,
şeytanla ilişkili olma, büyücülük ve ayartıcılık arasında kurulan ve kopmayan bağı göstermesi açısından dikkat çekicidir.
KADININ ERDEMİ EVDE OTURMASIDIR VE SUSKUNLUĞUDUR
“Ben iyi ünün peşinden gittim, ama
elde ettiğim şansın çoğunu kaybettim.
Çünkü kadınlarda bulunması gereken erdemleri
Hektor’un çatısı altında elde ettim.
Ve özellikle doğru olsun olmasın
dışarı çıkan kadının suçlanmasını;
evde kaldım, böyle bir isteğin tutsağı olmadan,
evden ırak tuttum kadın dedikodularını,
söylentilerini, salt aklımın bilgeliğine inanaraktan.
Kocamın yanında dilim suskun, bakışlarım sakindi;
bize zafer getireceğini düşünüyordum,
zaferin de ona yakın olduğunu.”18
————
15
Bkz. Matta, 1/18-25 ve Luka, 1/26-42.
16
Bir 12. asır ilahisinde bakire Meryem şöyle onurlandırılır: “(sabanla) sürülmeyen, meyve
veren toprak” (terra non arabilis quae fructum parturiit). Mircea Eliade, The Sacred and the
Profane: The Nature of Religion, (trans. Willard R. Trask), New York: Harcourt,
Brace&World, Inc. s. 165-166.
17
Bkz., Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti, Metis Yay., İstanbul 2003, s. 218-231. İlgili hukuk
metinlerinden anlaşıldığına göre erkekler de zaman zaman cadılıkla suçlansa da, görülen
davalarda kadın suçluların oranı yüzde yetmişleri geçiyordu. Ayrıca cadılıkla suçlanan
erkekler, cadı olarak kabul edilen kadınların eş, kardeş gibi yakınlarıydı. A.y.
18
Euripides, Troyalı Kadınlar, çev., Sema Sandalcı, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 2002,
s. 34.
Üçüncü Oturum
193
Kadınlarda bulunması gereken erdem, Tragedyalarda, kısaca erkeğin
çatısı altında tasvir edilir. Alıntılanan mısralardan, kadının evden dışarı
çıkmasının eleştirildiği anlaşılmaktadır. Kadının bilgeliği, evde kalması,
kocasının yanında suskun ve sakin olmasıdır.19 Bir Yunan atasözündeki
“Adı anılmayan ve kendinden söz ettirmeyen kadın iyi bir kadındır.”20
ifadesi, belli ki kadının ismen ve cismen yok sayılmasının erdem kabul
edilişine gönderme yapmaktadır.
Tarihsel görünümü itibarıyla kadının erdemine/erdemden uzak oluşuna dair tasavvurda, kaba hatlarıyla şunları görürüz: Kadın eksik, kusurlu
bir varlık olarak erkekle eşit olmadığı gibi varlık hiyerarşisinde onun
altındadır, varoluşşal olarak ikincildir. Akıl ve ruh yetileri erkekle aynı
seviyede olmadığı için, erdemde de erkekle kıyaslanamaz ve yarışamaz.
Kadının bir yandan ilk günahın, kötülüğün başlangıcının müsebbibi oluşu
da onun akıl eksikliği ve erdemsizliğinin bir ispatıdır. Kadın akıl noksanlığı nedeniyle “erdem teorisine” iştirak edemediği gibi erdemli davranış
sergilemekte de geride kalmaya mahkumdur. Dolayısıyla kadın, ahlaki
davranışlarında erkek-özne tarafından kontrol edilmelidir. Kadının eylemlerinin kendi özgür iradesiyle değil, bir başkasının yönlendirmesi veya
tahakkümü ile gerçekleşmesi temel bir ahlaki sorun olmasına rağmen,
filozoflar, erkekleri kadına tahakkümle sorumlu tutmuşlardır. Kadınların
ahlaki eylem üretebilmelerinin bir ön koşulu olarak erkeklerin onları itaate
zorlamalarını salık vermişlerdir. Akıl yetisi noksanlığı dolayısıyla “hikmet
sevgisi”nden de uzak olan kadın, tarihsel görünümü itibarıyla bilgi ve
eylem boyutunda erdemli/ahlaki insan olmanın uzağındadır. Böylelikle
kadın, ahlak bağlamında yorumların nesnesi olmaktan kurtulamamaktadır.
ÇAĞDAŞ DÖNEMDE NAMUS CİNAYETLERİ ÖRNEĞİ ÜZERİNDEN
AHLAK YORUMLARININ NESNESİ OLARAK KADIN
İnsan bedeni canlı bir organizma olarak sadece tıp biliminin bir konusu
değildir; o bir kültür aracı olarak aynı zamanda antropoloji, sosyoloji gibi
beşeri bilimlerin de konusudur. Her kültür, insan bedenselliği üzerinden
birtakım semboller kurgular ve bu sembollerin anlamını o kültürün müntesipleri üzerinden yeniden üreterek sürdürür.21 “Beden, çok güçlü bir sem————
19
Kur’an’da, Hz. Peygamberin eşlerine hitaben “evlerinizde oturun” denmesi de evde oturmanın, dışarı çıkmamanın seçkin kadınların erdemli davranışı olarak tasvir edildiğine bir
işaret şeklinde yorumlanabilir. “Ey peygamber kadınları, siz, kadınlardan herhangi biri
gibi değilsiniz. Eğer korunuyorsanız, sözü yumuşak söylemeyin ki kalbinde hastalık bulunan kimse tamah etmesin; güzel söz söyleyin. Evlerinizde oturun, ilk cahiliyye (çağı kadınları)nın açılıp saçılması gibi açılıp saçılarak yürümeyin. Namazı kılın, zekatı verin, Allah’a
ve Rasulüne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt Allah sizden, kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak
istiyor.” Ahzap 33/32-33.
20
Hüseyin Kılıç, Batıda Kadın ve Cinsellik, Otopsi Yayınları, İstanbul, 2000, s. 27. ve Antikçağ’dan
Günümüze Batıda Cinsellik ve Kadın.
21
Belirli bir sosyo-kültürel bağlamda eyleyen ve deneyimleyen “durum-içindeki-beden”,
kişinin öznelliğinin kendisinin seçmediği sosyo-kültürel olgular tarafından koşullanmasına
194
Modern Çağda Ahlak
bolik form; bir kültürün merkezi kurallarının, hiyerarşilerinin ve hatta
metafizik bağlılıklarının “yazılı” olduğu bir yüzeydir. Ancak beden yalnızca bir kültür “metni” olmakla kalmaz, aynı zamanda, Pierre Bourdieu ve
Michel Foucault’nun belirttikleri gibi, toplumsal denetimin pratik odağıdır.”22
Namus kavramı, tarihsel süreçte daha çok kadın bedeniyle ilişkilendirildiği gibi günümüzde de kadın bedeni, bedenin teşhiri ve cinselliği ile
ilişkilendirilmektedir. Kadınların bedenlerini teşhir biçiminin (giyiminin)
içinde yaşanılan çevrenin beklentileriyle uyuşmaması, kadınların evlilik
öncesi ilişkileri (bekaretlerini korumamaları), evlilik dönemindeki aldatmaları (sadakatsizlikleri) kadın ve namus ilişkisinin temel sacayakları olarak
görülebilir. Kadının ve ailenin namusunu koruma rolü geleneksel olarak
erkeklere verilmiş kabul edilir ve herhangi bir itaatsizlik durumunda,
aileyi temsil eden erkek tarafından bir karşılık verilmesi veya cezalandırılması salık verilir. Her ne kadar namus kavramı erkek bedeniyle de ilişkilendiriliyor olsa da, namusu muhafaza etme konusunda benzer davranışların (örneğin evlilikte sadakatsizliğin) erkeklerce sergilenmesi durumunda,
bu “itaatsizlik” daha hafif bir tepkiyle karşılanır/karşılanabilir.23 Kadının
namusu ise, örneğin kadının rızası dışında olan ilişkilerde de (tecavüz
durumunda) kirlenmiş kabul edilir.
Namus cinayetleri, aile fertlerinden birinin “namussuzluk” kapsamında görülen davranışlardan birini sergilemesi dolayısıyla, yine aile fertlerinden bir diğerinin bu davranışı ölümle cezalandırması olarak tanımlanabilir. Ölüm cezası verme, bazen aile fertlerinden birinin kararı iken bazen
kadınların da onayladığı bir aile veya aşiret kararı olabilir.
Kadın veya erkeğin toplumda kabul görmeyen ilişki biçimleri dolayısıyla bedensel olarak cezalandırılmaları (örneğin kırbaçlanmaları ve en ileri
düzeyde öldürülmeleri) tarihsel kabul görme ve uygulanma biçimi olarak
oldukça eskilere dayanmakla birlikte, kimi kesimlerce günümüzde de
kabul görmektedir. Namus cinayetleri ilk etapta her ne kadar aşiret hayatı
sürdüren doğu toplumlarında görülen bir olgu gibi algılansa da, gerçekte
kadın bedeninin toplumsal normların dışında bir eylem içinde olması
dolayısıyla cezalandırılması (bu bazen yine cinayet şeklindedir) tarihin her
döneminde ve günümüz toplumlarında halen görülebilmektedir.24 Fakat
→→
gönderme yapan “yaşanan beden” konusunda bkz., Iris Marion Young, “Yaşanan Bedene
Karşı Toplumsal Cinsiyet: Toplumsal Yapı ve Öznellik Üzerine Düşünceler”, Cogito, Feminizm, YKY, sayı 58, 2009, s. 39-56.
22
Berktay, Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, s. 130-131.
23
Erkeğin bazı toplumlarda birden fazla kadınla evlenebilme ayrıcalığına sahip olduğu
düşünüldüğünde, onun gayri meşru da olsa bir ilişki yaşaması her zaman “sadakatsizlik”
kapsamında görülmemekte ve kimi zaman da erkeğin cezalandırılmasını gerektirmemektedir. Bazen bu tür durumlar, erkeğin ilişkiye girdiği kadını yeni bir eş olarak nikahlamasıyla “tatlıya” bağlanmaktadır.
24
Günümüzde herhangi bir coğrafyada, örneğin eşinin kendisini aldatması dolayısıyla cinayet
işlendiğini yani kadının bedensel itaatsizliğinin/sadakatsizliğinin cezasını eşlerin kendilerinin verdiğini, hemen her gün gazetelerde okumak mümkündür.
Üçüncü Oturum
195
günümüzde ülkemizde namus cinayetleri dendiğinde, daha çok, doğuda
yaşayan aşiretlerce kabul gören ve uygulanan töre cinayetleri (aşiret/aile
meclisinde alınan karar doğrultusunda planlı işlenen cinayetler) anlaşılmaktadır.25
Kadın varlığı felsefi düşüncede daha çok bedenle ilişkilendirilerek bir
anlamda aşağılanırken, öte yandan kadın bedeni erkeğin tahakküm alanı
olarak adeta dokunulmazlık statüsü kazanmakta ve yüceltilmektedir.
Erkeği namus cinayetine götüren saiklerden biri, kadın bedeninin erkeğin
tahakküm alanı olarak algılanması ve bu alana her tür müdahalenin erkek
mülkiyetine müdahale şeklinde anlaşılmasıdır. Dolayısıyla namus cinayetleri, kadın bedeninin tahakküm edilmesi gereken bir nesne olarak algılanışının tipik bir örneğidir.
Namus, iffet, fazilet gibi kavramların daha çok kadın bedeniyle ilişkilendirilmesi ve namusu koruma görevinin de erkeklere devredilmesi,
kültürün yeniden üretilmesini sağlayan pek çok aracın kullanımı vasıtasıyla çağdaş versiyonlarıyla yeniden üretilmeye devam etmektedir. Bu üretimde sinemadan26 haber bültenlerinin27 gündelik hayata dair gelişmeleri
aktarışına kadar başta medya, etkili olmaya devam etmektedir. Böylece
kadın, ahlak bağlamında yorumların daha çok nesnesi olmayı sürdürmektedir.
KAYNAKLAR
- Aristoteles, Politika, çev., Mete Tunçay, Remzi Kitabevi, İstanbul 2002.
- Cogito, Nietzsche: Kayıp Bir Kıta, YKY, 2001.
————
25
Ülkemizde namus algısı, namus cinayetleri, cinayetlerin neden ve sonuçları ve alınabilecek
tedbirlere dair bkz., Türkiye’de Namus Cinayetlerinin Dinamikleri, hazırlayan Filiz Kardam,
Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu ve Nüfus Bilim Derneği, Ankara 2005. Ayrıca bkz., Gaye
Okyay, “Women Victimization: in the Case of Family Honor in Turkey”, basılmamış yüksek lisans tezi, 2007. Galip İsen, “Namus Cinayetleri: Hukuki Bir Olgunun Sosyal Boyutu”,
G.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi, 1/ 2001, s. 129-142.
26
Örneğin Türk sinemasının çok çeşitli örneklerinde kadınlar “dokunulmamış sevgili”
erkekler “kadının bekaretinin bekçileri” olarak tasvir edilmektedir. Bkz. Dilek İmançer,
“Türk Sinemasında Suskun Kadın İmgesi”, Sosyal Bilimler Dergisi, s. 203-211. Medyada
kadınlar sadece namus, iffet gibi bağlamlarda değil, kendilerinden beklenen geleneksel
rolleri, ev içi uğraşları vb. sürdürmelerini teşvik edici tarzda da konu olmaktadır. Kültürel
değişmelerin küçük ölçeklerde medyadaki sunumlara/temsillere yansımasına rağmen,
erkek bakış açısıyla toplumsal cinsiyetin yeniden inşasına dair bir değerlendirme için bkz.,
Nesrin Kula Demir, “Kültürel Değişimlerin Reklamlarda Kadın ve Erkek Rol-Modellerine
Yansıması”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, cilt 16, sayı 1, s. 285-304, Elazığ 2006.
27
Bkz., H. Melis Sökmen, “Ana Haber Bültenlerinde Kadın İmgesinin Özne ve Nesne Olarak
Sunumu”, basılmamış yüksek lisans tezi, 2006. Sökmen, medyada kadın temsilini hem
medya çalışanı hem de medyanın konusu olan kadınlar bağlamında incelediği araştırmasında, medyada çalışan kadınların, çalışma koşulları itibarıyla erkek meslektaşlarıyla aynı
statüde olmadığı sonucuna varmıştır. Çalışmanın spesifik olarak ele aldığı ana haber bültenlerine konu olan kadınların ise erkeğin bakış açısına göre sunulan nesneler konumunda
olduklarını, haber bülteni sunucuları kadın olduğunda da durumun değişmediğini, yani
kullanılan dilin eril dil olduğunu ifade etmektedir.
196
Modern Çağda Ahlak
- Dilek İmançer, “Türk Sinemasında Suskun Kadın İmgesi”, Sosyal Bilimler Dergisi, s. 203-211.
- Euripides, Troyalı Kadınlar, çev., Sema Sandalcı, Arkeoloji ve Sanat
Yayınları, İstanbul 2002.
- Fatmagül Berktay, “Felsefe ve Kadın: Zor Bir İlişki”, Cogito, Şiddet,
YKY, 1996.
- Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti, Metis Yay., İstanbul 2003.
- Fatmagül Berktay, Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, Metis Yayınları,
2. Baskı, İstanbul 2000.
- Foucault, Cinselliğin Tarihi, 2. cilt, çev. Hülya Tufan, Afa Yay., İstanbul
1998.
- Filiz Kardam (hazırlayan), Türkiye’de Namus Cinayetlerinin Dinamikleri,
Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu ve Nüfus Bilim Derneği, Ankara 2005.
- Galip İsen, “Namus Cinayetleri: Hukuki Bir Olgunun Sosyal Boyutu”,
G.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi, 1/ 2001, s. 129-142.
- Gaye Okyay, “Women Victimization: in the Case of Family Honor in
Turkey”, basılmamış yüksek lisans tezi, 2007.
- Hasan Aydın, “Sokrates’in Felsefesi Işığında Sokratik Yönteme Analitik
Bir
Yaklaşım”,
http://www.universitetoplum.org/pdf/pdf_UT_364.pdf
- Hesiodos, İşler ve Günler, Hesiodos: Eseri ve Kaynakları (içinde), çev.,
Azra Erhat, S. Eyuboğlu, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1977.
- H. Melis Sökmen, “Ana Haber Bültenlerinde Kadın İmgesinin Özne
ve Nesne Olarak Sunumu”, basılmamış yüksek lisans tezi, 2006.
- Hüseyin Kılıç, Batıda Kadın ve Cinsellik, Otopsi Yayınları, İstanbul,
2000, s. 27. ve Antikçağ’dan Günümüze Batıda Cinsellik ve Kadın.
- Iris Marion Young, “Yaşanan Bedene Karşı Toplumsal Cinsiyet: Toplumsal Yapı ve Öznellik Üzerine Düşünceler”, Cogito, Feminizm, YKY, sayı
58, 2009, s. 39-56.
- Kitab-ı Mukaddes, Eski ve Yeni Ahit, Kitab-ı Mukaddes Şirketi, İstanbul
1997.
- Mircea Eliade, The Sacred and the Profane: The Nature of Religion, (trans.
Willard R. Trask), New York: Harcourt, Brace&World, Inc.
- Nesrin Kula Demir, “Kültürel Değişimlerin Reklamlarda Kadın ve Erkek Rol-Modellerine Yansıması”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,
cilt 16, sayı 1, s. 285-304, Elazığ 2006.
- Platon, Timaios, çev., E. Güney - L. Ay, Sosyal Yayınları, İstanbul 2003.
- Sema Ülper, “Kadın Sorunu Açısından Bir Felsefe Tarihi Okuması”,
basılmamış yüksek lisans tezi, 2007.
Üçüncü Oturum
197
Oturum Başkanı: Biz de konuşmacımıza candan teşekkür ediyoruz,
tebliğlerinden dolayı. Zamana karşı hassasiyet gösterdi. Zamana karşı
hassasiyet, bir de günün son zamanlarına kadar sarktı. Bu yüzden teşekkür
ediyoruz. Şimdi, müzakere faslına geçmeden önce, müzakereci hocamın
önündeki dosyayı görüyorum ki hayli kabarık. Ama ben dosyaya bakarak
ifade ettim. Sanıyorum müzakereci hocamız da konuşmacılarımızla ilgili
yorumlarını, değerlendirmelerini, eleştirilerini yirmi dakika içerisinde
tamamlayacak. Ancak bu arada tebliğcilerimizin tebliğiyle ilgili soruları
olan izleyicilerimiz varsa buraya getirebilirlerse, salondaki görevli arkadaşlar aracılığıyla hocalarımıza intikal ettiririz. Sorulara da cevap bulmuş
oluruz. Hocam Erzurum İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. İbrahim Hakkı
Aydın. Söz ve mikrofon sizde hocam buyurun.
MÜZAKERE
Prof. Dr. İbrahim Hakkı AYDIN
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
DOÇ.DR. MEHMET TÜRKERİ’NİN “MODERN DÖNEM VE KÜRESEL
ETİK İHTİYACI” AŞLIKLI BİLDİRİSİNİ MÜZAKERESİ.
Önce Sayın Mehmet Türkeri Beye bu bildirisinden dolayı teşekkür
eder, çalışmalarından dolayı tebrik ve başarı dileklerimi bildirmek isterim.
Sayın Türkeri bildirisini 17. yüzyıl ile belirginleşen ve çağdaş dönem ile
post modern dönemi içeren süre zarfında küresel bir etiğe duyulan ihtiyacı
ortaya koymaya çalışmıştır. Nitekim “Modern Dönem” denilince biz bunu
anlıyoruz. Önce bu konuda tamamen özelime, kendi bakış tarzıma ait olan
bir şey söylemek istiyorum. Elbette her alan ve her dönem için bilimsel
tespitler yapılabilir. Fakat 17. yy.ın ihtiyacını 21. yy.da sadece tespitini
yapmak bana şahsen pek rasyonel gelmemektedir. Ancak 17. yy.da küresel
etiği gerekli kılan nedenler hala günümüzde devam ediyorsa, ki bana göre
devam ediyor, o zamanda konuyu bu bağlamda ele almak gerekir.
Sayın Türkeri’nin belirttiğine göre, geldiğimiz zaman itibariyle küresel
bir etiğe ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacın gerekçelerini olgusal ve felsefi olmak
üzere iki ana grupta değerlendirdi.
Olgusal gerekçe olarak, dünya nüfusunun beşte birinin mutlak yoksulluk içinde olmasını, çevre kirliliğini, küresel ısınmayı, ekolojik dengenin
bozukluğu gibi problemleri belirtmiştir.
Sayın Türkeri, küresel çaptaki olgusal sorunların, öznelerin diğer özneler ve nesnelerle değersel alandaki ilişkisinin ve uygulamalarının sonucu
doğduğunu belirtiyor ve küresel sorunların temelinde negatif ahlaki bir
yapının bulunduğunu belirtiyor.
Felsefi gerekçe olarak da felsefe tarihinde yeniçağa kadar gerçekleştirilen felsefelerde ahlaka negatif bakış açılarını ya da küresel ahlakı gereksiz
görme tutumunu problem olarak belirtmiştir.
Bu problemlerden hareketle evrensel bir etiğin gerekliliğini ortaya
koymaya çalışmıştır. Bu gerekçelere de katılmamak mümkün değildir. Yani
Sayın Türkeri’nin sunmuş olduğu bildirideki durum tespiti bizce de doğrudur. Ancak “Felsefi Gerekçeler” başlığı altında insanın doğasında bulunan negatiflikleri (nefsi istekleri) esas alıp bazı tespitler yapan bir iki felsefecinin düşüncelerine yer vermiştir. Örneğin Mandeville’in, ahlakı çalışma
199
motivasyonunu azalttığı gerekçesiyle başarısızlıkların, nedenlerinden
olarak sunmaya çalıştığı, Arı Masalı’na katılmak mümkün değildir. Her
şeyden önce ne kadar ahlaka karşı olursak olalım, öznenin diğer öznelerle
ve nesnelerle ilişkisini ortadan kaldıramayacağımıza göre, bu ilişkiyi düzenleyecek olan değerler, ilkeler toplamına gerek duyacağız. Dolayısıyla
sanırım “arı masalını” sadece bir masal olarak anlamamız gerekir.
Sayın Türkeri “Arı Masalı”na atıfta bulunarak, ahlaken negatif olan insani niteliklerin, davranışlarımızın motifleri olması nedeniyle, zenginliğe,
buluş ve icatlara, bilimsel gelişmelere, ticaret ve sanayinin gelişmesi gibi
olgulara katkı sağlayacağı iddiasını belirtmiştir. Bu iddiaya göre, uygarlığı
oluşturan bütün unsurlar neredeyse ahlaki düşüklüklerle kazanılır. Bu
ciddi bir yanılgıdır. Bu yaklaşım Hıristiyanlık bakışıyla belki belli oranda
haklı olabilir. Çünkü bazen Hıristiyan ahlak bakışı dünyayı pek dikkate
almaz. Hatta bundan dolayı da seküler ahlak teorileri üretilmiştir. Fakat
özellikle İslam ahlak teorileri bakımından buna katılmak mümkün değildir.
Böyle genellemeci bir yaklaşımı yanlış buluyoruz.
Ancak, bu konuda, yani küresel etiğin gerekliliğini ortaya koymak için,
konuya bu kadar dar çerçeveden bakmanın eksikliğine de işaret etmemiz
gerekir. Nitekim bildiriye felsefe tarihinin uzun bir dönemi konu ediniliyor, fakat çok sınırlı bir görüşün örneklemesi yapılıyor. Felsefe tarihi
sürecinde bu konuda pek çok teorinin olduğu yaygın olarak bilinmektedir.
Onlara da yer verilmeliydi. Hayır, sadece konu işlenen sınırlar içinde ele
alınmış ise, o zaman da bence bildirinin başlığı böyle olmamalıydı.
Diğer taraftan, “Felsefi Gerçekler” başlığı altında marjinal düşünceler
sunulmuş fakat yeterince değerlendirmeler yapılmamış, bir iki cümleyle
geçiştirilmiştir. Bu konuda Sayın Türkeri buradaki hatayı “etiğin bütün
gelişmelerin karşıtı olarak konumlanması ve bencil-hazcı bir konuma
dönüşmesi” olarak sunmuştur. Küresel bir etiğin oluşturulabilmesi için de
“egoist-hedonist tutumla karakterize olan negatif insan doğası anlayışı terk
edilmelidir” önerisiyle yetinmiştir.
Bu ifadeyle ne kast edildiğini doğrusu ben tam olarak anlamış değilim.
“Negatif insan doğası anlayışı terk edilmelidir.” Bu ifadeyle yukarıda
aktarılan iyi, doğru erdemli yaşamın bilimsel, ekonomik, teknik gelişmelerin önünde olan bir engel olduğunu kabul eden anlayış mı kast ediliyor?
Yoksa buradan, insan yaşamında da önemli bir yer tutan nefsi duyguların
terk edilmesini mi anlamalıyız? İki durumda da söylenecek çok şey vardır.
Kısaca birinci şıkta en azından bu konuda var olan çözüm önerilerine yer
vermeliydi. İkinci şıkta ise negatif insan doğasının terk edilemeyeceği,
ancak ıslah, ya da egemen olunabileceğine yer verilmeliydi.
Sayın Türkeri’nin bildirisinde zaman zaman terminoloji zaafı görülmektedir. Örneğin genelde etik ile ahlakı eş anlamlı olarak kullanmış. Etik
Ahlak ayırımını hepimiz biliyoruz. Bu yanlış kullanım günümüzde yaygındır. Fakat özellikle bir şekilde ahlakın bilimiyle uğraşan bizler bu yanlışı
kullanmamız gerektiği gibi düzeltmek için de caba göstermemiz gerektiği-
200
Modern Çağda Ahlak
ni düşünüyorum.
Bu bildiride Modern dönem için “küresel etik ihtiyacı” olduğu tespiti
yapılıyor. Bu ihtiyaç bu günde vardır. Bu konuda bazı öneriler yapılıyorsa
da bunlar mevcut sorunlara yeterince yanıt olmamaktadır. Önce şu sorunun yanıtını bulmalıyız. Küresel ahlak mümkün müdür? Mümkünse ne
ölçüde mümkündür? Nasıl olmalıdır? Bu sorulara detaylı yanıtlar bulmak
gerekir.
Sayın Türkeri, küresel çaplı sorunlarla baş edebilmek için oluşturulacak
etik anlayış(ların)ın ‘ya o ya o’ ikilemiyle değil, ‘hem o hem o’ ilkesinden
hareket edilmesinin önemine de işaret etmiştir. Buna katılıyoruz. Hatta
olmazsa olmaz şart olarak görüyoruz. Fakat bu ne derece mümkün olabilir? Çünkü her ulusun, her ümmetin, her siyasal toplumun hatta cemaatin
bile kendine özgü değer alanları var ve kendine ait ahlakı var.
Bizce öncelikle şu tespiti yapalımdır. “Küresel ahlak”tan bütün insanlığın iyiliği gözetilerek formüle edilmiş bir ahlak sistemi kast edilmelidir.
Yani bir olgusal değerin küresel hale gelebilmesi için, onun bütün Dünya
insanları tarafından, en azından büyük çoğunluk tarafından benimsenmesi
gerekir. Bu ne derece mümkündür?
Her alanda küreselleşme en hızlı bir şekilde devam etmekte olduğu gibi değerler alanında da devam etmektedir. Fakat nasıl devam ediyor? Ya
da nasıl devam etmelidir? Burada önemli olan bu sorulara, her toplumu
memnun edebilecek olumlu yanıt bulabilmektir. İşte bu noktada da Önemli
olan nasıl küreselleştiğimiz ve nasıl bir küresel etik oluşturulmamız gerektiğidir. Üzerinde önemle durulması gerekli konunun bu olduğunu düşünüyorum.
Küreselleşme, en önemli araç olarak, ekonomik güç ile iletişim teknolojisini kullanmaktadır. Küreselleşme bir realite ise bu noktada küreselleşmenin öznesini kimdir? Küreselleşmenin en önemli aracı ekonomik güç ve
iletişim teknolojisi ise, Küreselleşmenin öznesi bu gücü elinde bulunduran
batı dünyası olduğu söylenebilir. İşte yanlış olan budur. Oysa asıl olması
gereken ise, küreselleşmenin belirgin bir öznesi olmayıp, pek çok öznesi
olmasıdır. Yani Dünyayı etkisi altına alan küreselleşme süreci, dünya
üzerinde yaşayan her ulusun ve her toplumun hep beraber gerçekleştirmekte karar kıldığı bir olgu olması gerekirdi. Aksi durumda ahlakını,
değerlerini kaybeden insanlar topluluğu, kimliğini de kaybedecektir. Bu
kayıpları yaşayanlar kendilerine yararlı olamayacakları gibi, başkalarına da
problem getirecektir. Bunun için değerler kimliğini koruyabilen bir küresel
etik oluşturmanın yolları aranmalıdır.
Ulusal kimliğin korunması için ulusal kimliği oluşturan değer ve sosyal
kontrol unsurları muhafaza edilmelidir. Bu anlayışla geliştirilmeyen küresel etik, değerler ve disiplinler aracılığı ile gizli epistemolojik eleştirmenlerini engelleyip, homojenleştirici ve kapsayıcı bir dünya yapısının oluşmasına engel olabilir. İnsanın tarihsel birikimi ile ilişkisi son derece zayıflayacağı bir gerçektir. Bu da kimseyi gerçek anlamda memnun etmeyecektir.
201
Evrensel değerlerden kaynaklanacak olan küresel etik değerler, rengini
bir ya da birkaç ulustan almak zorunda kalmayıp, her ulusun değerlerinden bir nebze olsun, bir şeyler bulundurursa her ulus o evrensel ahlakta
kendine ait bir şeyler bulacağından, karşı duruş olmayacağı gibi, yabancılaşmanın da önüne geçilmiş olunacaktır. Aksi taktirde, büyük askeri,
ekonomik güce sahip olan milletler küreselleşmeyi, oryantalizm gibi taraflı
bilgilerle tarihleri ve toplumları asimile eder bir tarzda yönetmeyi sürdüreceklerdir.
ARŞ. GÖR. HÜMEYRA KARAGÖZOĞLU’NUN “MODERN ÇAĞDA BIR
AHLAK HAREKETİ OLARAK “KÜRESEL AHLAK” BAŞLIKLI BİLDİRİSİNİN MÜZAKERESİ
Önce Hümeyra Hoca Hanımı bu bildirisinden dolayı tebrik ve teşekkür
eder çalışmalarında başarılar dilerim.
Bir önceki müzakeremizde ifade ettiğimiz gibi, “Küresel ahlak”tan bütün insanlığın iyiliği gözetilerek formüle edilmiş bir ahlak sistemi kast
edilmelidir. Biraz önce anlattığım gerekçelerden dolayı küresel ahlak pek
mümkün görünmüyor. Sayın Karagözoğlu konuyu daha çok din merkezli,
hatta Hans Künk’ün teorisinden hareketle ele almış. Bu bağlamda konuyu
değerlendirmesi hususunda genelde katılabileceğimiz tespitler yapmıştır.
Küreselleşme, kaçınılmaz bir olgudur. Fakat küresel ahlakın istenilen
nitelikte olabilmesi pek mümkün görünmüyor. Bunu Sayın Karagözoğlu
da belirtmişti. Dolayısıyla bu konuda ona katılıyorum. Ana hatlarıyla bir
önceki müzakerede belirttiğim gerekçelere bazı eklemeler de yapabiliriz.
Küreselleşmeyi dinler ve ahlak için bir fırsat olarak gören anlayıştan;
dinlerin de küreselleşmeye açık olduğu anlamını çıkartabiliriz. Bu da hiçbir
dindarı memnun etmez. Hiçbir dindardan, hiçbir kimse dinine, kutsalına
ait bir ilkeyi değiştirmesini ya da başka bir dinin ilkesini yaşamasını isteme
hakkına sahip değildir.
Önerilen çok merkezli, insani değerlere önem veren, çevreye duyarlı,
çoğulcu kültürü öne çıkaran, dinler arası diyalog yanlısı bir paradigma
(değerler dizisi)nin olması mümkün değildir. Daha önce belirttiğimiz
üzere, özellikle çağımızın geldiği nokta itibariyle, ekonomik gücü olmayan,
kendi değerlerini takdim edemez. Dolayısıyla küresel değerler alanında
yer alamaz ve oluşturulacak küresel ahlak bir kesimin ahlaki değerlerinin
dayatması olacaktır. 0 zaman da oluşturulan değerler sistemi küresel değil,
güçlünün ahlak anlayışı olur.
Bu olumsuzlukları bertaraf etmek için bazı ön koşullar dile getirilmiştir. Örneğin; bir dünya ahlaki olmadan yeni bir dünya düzeni olamayacaktır. Yeni bir dünya ahlakı, ortak ilkelerden müteşekkil olmalıdır. Evet.
Herhangi bir dine inanmayanlar da onay vermelidir. Evet, ama nasıl? Bu
önerilerin nasıl gerçekleştirileceğinin yanıtını bulamıyoruz. Bunun imkânı
yok diyebiliriz.
202
Modern Çağda Ahlak
Küresel ahlakın temel ilkelerini, hemen hemen bütün sistemli dinlerde
bulunan Dört Emrin (Öldürme! Hırsızlık yapma! Yalan Söyleme! Cinsel
ahlaksızlık yapma!) oluşturacağı belirtiliyor. Oysa bu kurallar ahlakın
yaptırım gücünden daha etkin bir güç olan dinlerin ve hukukların teminatı
altında olmasına rağmen, bu kuralların ihlal edilmesi önlenememiştir.
Günümüzde yaygın olarak gündemde bulunan küresel ahlak teorileri,
Batı Hıristiyan kültür ve medeniyeti merkezli bir ahlak görünümündedir.
Bu da tabiidir. Herkes kendi kutsalını anlatmak ister. Yahudiliğin inancı
gereği evrensel olma gibi bir ideası yoktur. Dolayısıyla bu konuya din
merkezli yaklaşınca İslam ve Hıristiyan dünyaları en önemli kitleyi oluşturmaktadır. Dünya nüfusunun %30–35i Hıristiyan % 20–25i Müslüman
olduğu söyleniyor. Yani bu iki din Dünya nüfusunun yarısını oluşturmaktadır. Diğer dinleri ve herhangi bir dine bağlı olmayanlar da, bir an olsun
görmezden gelerek, sadece bu iki semavi dinin kendi aralarında var olan
farklı düşünüşlerinden vazgeçip ortak bir küresel ahlak oluşturabileceklerine dahi olumlu bakamıyorum. Örneğin bir Müslüman olarak, son derece
insani bir öneride bulunabilirim. Herkes inandığı dini değerleri yaşama
imkânına sahip olsun fakat küresel ahlak oluşturulurken “ilkeler insanlığın
yararına olması” koşulu aransın. İlk bakışta bu son derece makul bir öneridir. Fakat ben bu öneriyi yaparken, inandığım İslam’da insanlığın aleyhine,
zararına hiçbir şey yoktur, düşüncesinden hareket ettim. Dolayısıyla İslam
evrensel ilkeler toplamıdır, diye düşünüyorum. Fakat bunu hangi Hıristiyan’a kabul ettirebiliriz? Her şeyden önce İslam’ı hak din olarak kabul
etmezler.
Ayrıca öyle kanun yapar gibi ahlak kuralı yapamayız. Bir gurup bilgin,
ahlak bilimcisi, dindar, filozof vs bir araya gelip bir evrensel ahlak sistemi
oluşturmaları, teoride mümkündür. Fakat bu belirlenecek ilkeleri insanlara
nasıl benimsetip eyleme dönüştüreceğiz? En önemli problem buradadır. Bu
önemli bir çıkmazdır. Bu çıkmaz da küresel ahlakı imkânsız hale getirmektedir.
DR. HAFSA FİDAN VİDİNLİ’NİN “AHLAK YORUMLARININ ODAĞINDA ÖZNE VE NESNE OLARAK KADIN” BAŞLIKLI BİLDİRİNİN MÜZAKERESİ.
Hafsa Hanım’a, bu bildirisinden dolayı teşekkür ederim.
Önce bildirinin başlığı çok genel fakat konu genelde Nietzsche ve batı
düşünce merkezli olarak ele alınmış olduğunu ifade etmek isterim.
Sayın Vidinli’nin; bildirisinde doğrudan “kadın”ı insan türünden soyutlayıp, onu nesne konumunda sorgulamaya alması doğru bir giriş olarak
görünmemektedir. Bundan önce kadının erkekten farklı konumlandırıldığının nedenlerine yer vermeliydi.
Sayın Vidinli; kadının özne olmasını; tarihsel sürece yorumlamalarıyla
katkı vermesiyle, katılımcı olmasıyla; nesne olmasını da kendi üzerinde
yorum yapılmasına zemin hazırlamasıyla ilişkilendirmiştir. Bu bağlamda
203
da kadının ahlak kavramı ve ahlak öğretilerinin yorumunda özne veya
nesne olmasını esas alarak bildirisini şekillendirmiştir.
Fakat bu noktada öncelikle şu soruyu çözmek gerekiyor. Kadın ve erkek eşitliğini benimseyenler ya da isteyenler bakış ile bakacak olursa;
Dünyada kadın da var erkek de. Kadını özne konumundan nesne konumuna dönüştüren kim? Erkek mi? Aynı şeyi kadınlar da erkekleri nesne
konumuna getirebilir. Nitekim bunun örneklerini de görmekteyiz. Yani
kadının özne ya da nesne olarak konumlandırılmasında kullanılan argümanlar erkekler için de geçerli olabilir. Bunu belirleyen erkeğin ya da
kadının bireysel entelektüel çabasıdır.
Sayın Vidinli tezini erkekler tarafından oluşturulan erkek ahlakında erkeklerin kendilerini özne olarak geliştirdiklerini söyleyerek temellendirmiş.
Kadının nesnel olmasını da, erkek tarafından kendisine hükmedilmesini
gerekçe göstermektedir. Sayın Vidinli bu ifadelerle zaten kendisi kadını
nesne konumuna getirmektedir.
Sayın Vidinli; Kadın ve Erdem İlişkisizliğini ya da kadının hep ikincil,
düşük, hatta insan ile hayvan arası bir yere yerleştirilmiş bir nesne olduğu
ideasını kabul etmek mümkün değildir. Nitekim bu ideasını ya M. Ö. ki
dönemlerde ileri sürülen sosyal içerikli felsefelerden ve batı düşüncelerinden hareket ederek, ya da efsanelerden, mitolojilerinden ve belli bir dinin
(Hıristiyanlığın) metinlerinden hareketle ortaya koymaya çalışmıştır.
Bunlar bir tespit olarak aktarılabilir. Fakat bunlar hiçbir zaman kadının
anlatılan konumda olduğunu göstermek için kullanılamaz. Oysa kadının
layik olduğu konuma oturtan gerek dini, gerekse felsefi, olumlu tespitlere
hiç yer verilmemesi önemli bir eksikliktir.
Bu biraz da yanlı bir tutumun göstergesi sayılabilir. Aynı şekilde felsefe
ile dini düşünceyi birleştiren Philon’un, kadını konumlandırdığı olumsuzluğu da örnek vermiş ve bunu bütün din ve felsefelere mal etmiştir. Oysa
bu konular da genellemeci yaklaşım hiç doğru sonuçlar vermez.
Bu arada Sayın Vidinli her ne kadar bir metinden alarak burada aktarmış olsa da “Kadın yaratıcının yedinci gündeki aylaklığıdır.” İfadesini
kullanırken inananların incinebileceğini düşünmeliydi. Küresel ortak
değerlerin olabileceğinin tartışıldığı böyle bir toplantıda bu tür ölçüsüz
ifadeler hiç hoş olmuyor.
Sayın Vidinli; “Cinsel ilişki yaşamadan çocuk doğuran Meryem dışında
anne olan tüm kadınlar” ifadesiyle sanki bu şekilde hamile kalan başka
kadınlar olduğunu mu ileri sürüyor? Bunu da kadının günah taşıyıcı olarak
kabul edildiğine gerekçe göstermektedir. Oysa Hz. Meryem’in İslam’da
son derece masum ve yüce bir makamı olduğu kabul edilir. Bu nitelik de
sadece onda vuku bulmuştur.
Sayın Vidinli;
Kadını erkeğin çatısı altında hapsedilmiş olarak tasvir etmektedir.
Bu görüşünü desteklemek içinde Yunan mitolojisinden aktarım yap-
204
Modern Çağda Ahlak
mış. Ayrıca Ahzab suresinde Hz. Peygamberin eşlerine özel olarak hitap
eden, diğer kadınları kapsamayan 32–33. ayetler bağlamından koparılarak
aktarılmıştır. Oysa özellikle İslam düşüncesinde kabul edilen hiçbir görüş
kadının eve hapsedilmesini gerekli görmemektedir. Burada da Sayın
Vidinli; genellemeci bir tutum sergilemiştir. Kadına son derece saygın bir
konum belirleyen İslam’ı bile, Ahzab suresindeki bu ayetleri yanlış yorumlayarak, bu konuda eleştirmiştir.
Sayın Vidinli; Bildirisinin son kısmında kadının mağduriyetini, nesne
olduğunu anlatmak için namus cinayetlerini konu edinmiştir. Bu bölümde
anlattıklarının yaşanan gerçekler olduğunu kabul etmemek mümkün değil.
Ancak bu anlatılanlar, ya da yaşanan gerçekler her zaman doğruyu göstermez. Başka bir ifadeyle öznelerin yapıp etmeleri sistemlerin ilkelerini
her zaman yansıtmaz. Namus cinayetleri yanlıştır. Bu konuda Sayın
Vidinli’ye katılmadığım bir nokta; eşlerin birbirlerini aldatmasını “bedensel itaatsizlik” olarak takdim etmesi kabul edilemez. Bu konuda duygu,
sevgi, güven gibi olgularda önemli olduğunu düşünüyorum.
Sayın Vidinli; bildirisini bir sonuçlama yapmadan bitirmiştir.
PROF. DR. CELAL TÜRER’İN “MODERN DÜNYADA
AHLAK/DEĞERLER EĞİTİMİ” BİLDİRİSİNİN MÜZAKERESİ.
Önce Sayın Celal Beye bu bildirisinden dolayı tebrik ve teşekkür eder
çalışmalarında başarılar dilerim.
Sayın Türer’in sunduğu bildiri hakkında aslında söylenecek pek fazla
bir şey yok. Bildirinin girişinde belirlenen sınırlar ve bildirinin gerektirdiği
koşullar çerçevesinde konu işlenmiştir.
İstenen insan tipini yetiştirmek çağlar boyunca insanlığın en önemli sorunlardan birisi olmuştur. Bu konu son derece önemlidir. Üzerinde durulması, fikirler, alternatifler üretilmesi gereken bir konudur. Dünyamızda
özellikle Rönesans’tan itibaren başlayan kültürel değişim, son iki yüzyılda
takip edilmez bir hıza erişmiş ve küreselleşme devam etmektedir. Modernleşen toplumlar Batı kültürünün bakış açısı ve kültürel özellikleriyle tanışırken, kendi değerlerini ihmal ettiği de bir gerçektir.
Sonuçta modernlik insanın değer dünyası önemli ölçüde tahrip edilerek, sekülerliğin hâkim olduğu bir dünya oluşturmakla, kontrol edilecek ve
sömürülecek yeni alanlar açılmıştır. Modern dönem yaşam standartına
iyileşmeler getirmesi yanın da beraberinde yeni sorunlara da neden olmuştur. Bu sorunlardan biri de ahlak/değerler alanıdır. Dolayısıyla problemler
değiştikçe ya da geliştikçe, çözüm yolları da aynı oranda gelişmedikçe
başarılı olunamaz. Bunun için de ahlak eğitimi, bütün öğretim alanlarıyla
ilişkilendirilmeli olduğunu düşünüyorum. Nitekim insanın var olduğu her
alanın ahlakla çok yakından ilişkilidir. Dolayısıyla eğitim ve öğretim alanıyla bir şekilde ilişkili olan her kes ahlak eğitim ve öğretimi almalıdır.
Çünkü modernleşirken kendi öz değerlerimizden uzaklaşmayıp, kimlik
niteliğindeki değerlerimizi korumalıyız. Bunun içinde değerler eğitimi son
205
derece önem arz etmektedir.
Yalın bir değerler eğitimi için bilgi yeterli olmadığının vurgusunu da
yapmalıyız. Nitekim değerler eğitimi, öncelikle değerlerin oluşmasını ve
bu değerlerin eyleme dönüştürülmesini, başka bir ifedeyle yaşanabilmesini
de içerir. Belki bu hepsinden önemlidir. Ahlak alanıyla bütün bilinmesi
gereken şeyleri bilmek kimseyi iyi ahlaklı yapmaz. Bilginin uygulamalara,
yaşama bire bir yansıması gerekir. Bunun için, değerler eğitimi konusunu
ele alırken, değerlerin yaşama yansıtılmasına da yeterince yer verilmelidir.
Ahlak ilkelerini, yoğun bir şekilde hem dışsal hem de içsel engelleyicilerle dolu olan modern dünyada bunu başarabilmek zordur. Bu engelleyicilere de yer vermek ve çözüm yolları üretmek gereliliğini düşünüyorum.
Sanırım bildirinin bu yönü eksik kalmıştır. Gerçi işin bu boyutunun eğitimcilere ait olduğu da söylenebilir.
Oturum Başkanı: Sayın hocamıza bu sıcak değerlendirmeleri için teşekkür ediyoruz. Ekstra süre olarak da beş dakika kullandı. Zannediyorum
müzakereden sonra beş dakikalık alacağınız olursa, ben kendime ait olan
beş dakikayı size verebilirim.
Değerli misafirler, başkanlığımıza intikal eden sorular var. Onları hocalarım bir sıraya göre cevaplandıracaklar. Mümkünse bazı mükerrer olabilecek sorular var, birlikte hepsini cevaplandırırlarsa hocalarımız memnun
olurum. Süremiz daralıyor. İlk sözü Doç. Dr. Mehmet Türkeri beye veriyorum. Soruyla ilgili söylemek istediğiniz varsa hocam buyurun.
Mehmet TÜRKERİ: Teşekkür ederim.
(Soru) Belli bir yerde Avrupa’da ya da Batı’da ortaya çıkmış ahlak
akımlarını tüm dünyaya yaygınmış gibi görmek bir yanılgıya sebep olmaz
mı?
(Cevap) Elbette olur. Küresel bir olgudan söz ediyorsak, küresel bir ticaret varsa, küresel bir enformasyon varsa, internete girdiğimizde dünyanın öteki ucundaki bir bilgiye ulaşmaya çalışıyorsak, oradan bir kitap
sipariş edebiliyorsak, mal getirtebiliyorsak küresel değerler dolaşımı da
var demektir. Ama asıl vurgu, asıl vurgu şudur buradaki: Biz küresel
sorunlar karşısında pasif miyiz, aktif miyiz? Bizim davranışımızı yönlendiren ahlak negatif midir, olumsuz mudur bu sorunlar karşısında? Tamam,
bunlar bizim suçumuz değildir ama “bizim suçumuz değil” demek bile bu
durum karşısında bir pasiflik değil midir? Bizim ahlakî değer üreten bir
varlık olarak ürettiğimiz değerlerden sorumlu değil miyiz? Biz eğer, bu
tarz küresel olguların çıktığı ya da daha güzel küresel olguların çıkmasına
sebeplik edecek bir zemini yaşatamıyorsak, bunun sorumlusu elbette bu
küresel sorunları ortaya çıkaranlar değildir. İkinci nokta; bu tarz bir durumda yani ahlak anlayışı eğer insanların davranışlarını kılavuzluyorsa, en
azından yoksulluk bütün dünyanın bir sorunuysa, sıraladığımız diğer
küresel sorunlarda da katılmayanımız yoksa, mesela yoksulluk üzerinden
206
Modern Çağda Ahlak
gidecek olursak, cömertlik diye bir erdemimiz var. Cömertlik erdemi İslam
düşünürlerinin teklifsiz hepsinde iffet erdeminin alt dalıdır, yani cömertlik
erdemimizdeki döküklük bizim iffet erdemimizi sakatlar. Bizim en laf
söylemediğimiz yer iffet erdemimizdir, ama cömertlik nasıl ortaya çıkacak?
Zengin olduğumuzda mı ortaya çıkacak? Bu belirlenimi kim yapıyor? Kişi
olarak her birimiz sorgulayalım, ama kendimiz açısından sorgulayalım. Biz
cimri miyiz, asla. Etrafımızda cimri var mı, sayısız diyoruz. Buna herkes bu
şekilde cevap verecek. Cömertlik bizim ahlaken var oluşumuzun ayrılmaz
bir parçasıdır. Her Kurban Bayramı’nda teklifsiz parayı buluruz, kurbanımızı keseriz. Kurbanın karşılığı olan para kadar ihtiyacı olana para vermiş
miyizdir? Her yıl ya da her ay vermiş miyizdir? Bin yılın başında bir defa
vermişizdir, onu hatırlarız. Hangi saat yaptık peki? Bunu değerlendirmemiz lazım. İki hadisi hemen hatırlatayım: “İman ile şuhh bir kalpte bir
arada bulunmaz”. Kudsî hadis olarak zikrederler. Elmalılı Hamdi Yazır’ın
Hak Dini Kur’an Dili’nde var. Şuhh, buhl’ün nefisteki yerleşik yatkınlığını
ifade eder. Yani bizim dışa yansıyan tarafı bu tutumun buhl’dür, cimriliktir; bunun nefisteki yerleşik hali şuhh’u ifade eder. Ve kim ki şuhhundan
korunmazsa, -ayet meâli, yani tersinden söylüyor ayet kim korunursa ki- o
kurtulanlardan olmaz. Dolayısıyla senin davranış olarak yansımanda
cömertlik değil, daha çok bu erdem değil cimrilik yansıyorsa ve bunu biz
ibadetlerden ayırıyorsak ve bu yansıma, örneğin yoksulluk oranını verdim,
fantezi olsun diye değil, 2003’den beri oranlar var elimde. Türkiye’de
2008’de 17.11; Avrupa Birliği’nde 17.1. Şimdi bizim cömertliğimiz bu
oranlarda niye bir farklılık oluşturmamış? Amerika Birleşik Devletleri 13.2.
Bunlar o zaman daha ahlaklı görünüyor, erdemin yansıması açısından
baktığınızda ve bu oran değişmiyor. Aynı şeyler işsizlik oranları açısından
da geçerli. Eğer biz bu hassasiyetlerimizi yani inanç ve ibadet hassasiyetimizi ahlak hassasiyeti olarak yansıtamıyorsak, o zaman sonuçlar ortada.
Bu bir küresel sorun değil mi? Teşekkür ederim.
Oturum Başkanı: Biz de teşekkür ediyoruz. Hümeyra Karagözoğlu, size intikal eden soruları da beş dakika içinde cevaplayabilirseniz…
Arş. Gör. Hümeyra KARAGÖZOĞLU: Bir çok soru geldi. Bunlardan
çok geniş izaha ihtiyaç hasıl edenleri karmaşıklığa sebep olmamak için
atlıyorum. Çok kısa cevap verebileceklerime değineceğim. Sorulardan
birinde evrensel ahlak ile küresel ahlak farkının olup olmadığı, evrensel
ahlakın daha mı genel olduğu sorulmuş. Küng önceleri ‘Weltethos’ kavramını kullanıyordu ki bu tam da dünya ahlakı demek. Fakat sonra kitapları
İngilizceye çevrildiğinde ‘global’i kullanmaya başladı ve beyannamede de
böyle geçti. Beyanname sonrası diğer kitaplarda da hep böyle zikredildi.
Bunun en temel sebebi, tebliğde de kısaca bahsettiğim küreselleşmeye
verilen anlamlar. Küreselleşmeye birtakım olumlu anlamlar yüklendiğini
söylemiştim. Bu sebeple ‘evrensel’ elbette çok daha genel bir şey ifade
ediyor. ‘Evrensel ahlak’ derseniz işin içine çok daha farklı teorileri de
sokmak zorunda kalırsınız. Dolayısıyla küresel ahlak daha sınırlı. Bu vesile
ile şunu da zikredeyim: Kıymetli hocam Kenan Gürsoy ki, Hans Küng
207
Türkiye’ye geldiği zaman onunla beraber bir program hazırlamışlardı.
Kenan Gürsoy, ‘küresel ahlak’ kavramına karşı ‘evrensel etik’in kullanılması taraftarı. Bunu da küresel’in olumsuz anlamlar, aslında ihtiva ettiği,
Batı’nın hegemonyasını aslında bizlere çağrıştırdığı, evrensel’in daha
yumuşak bir anlama sahip olduğu; etik’in de belli kurallardan ziyade belli
bir perspektifi bize hatırlattığını ve daha yumuşak ifadeler kullanmanın
daha doğru olduğunu söyler. Diğer soru, altın kural ve Kant ahlakı ilişkisine dairdi. Herhalde bunların arasında bir çelişki olup olmadığına dair bir
soruydu. Küng, ilginç biçimde insanlık ilkesinin Kant’ın ahlakının dinî bir
versiyonu olduğunu zikreder ve Kant’la arasında hiçbir çelişki görmez.
“Aslında biz tam da Kant’ın yapmak istediğini biraz daha dindarca bir
dille yapmaya çalışıyoruz” der ve küresel ahlakçıların kendilerini ilişkilendirdiği nadir filozoflardan biridir. Son olarak birkaç soruda hissettiğim,
küresel ahlakın İslam dini bakımından mahzurlar taşıdığına dair birtakım
endişeler izhar eden sorular vardı. Bunlara genel, topluca bir cevap verirsem; Sorudaki endişeyi ben de taşıyorum. Zaten yani tebliğimde de bunu
ortaya koyacak bir çerçeve çizmiştim. Bir din müntesibi olmakla beraber
dinlerin hakikati hususunda dıştan bir perspektife sahip olmanın bir çelişki
olduğunu düşünüyorum ben de. Fakat şunu unutmayalım, akıbeti zaman
belirler. Küresel ahlak hareketinin akıbetini de zaman belirleyecek. Ben iki
yıl öncesinde bu mesele ile ilgilenirken, ileride küresel ahlakın çok popüler
bir proje olacağına inanıyordum. Küng’le görüşmelerimde de Küng’ün de
böyle bir beklentisi olduğunu hep görüyordum. Fakat bu geçen zaman
içinde fikrim değişti. Özellikle yakın zamanda, birkaç ay öncesinde
Sydney’de Dünya Dinleri Parlamentosu’nun yeni buluşması yapıldı ve
buraya gidenlerden de öğrendiğim, küresel ahlakın yeni buluşmada hiç de
gündem meselesi olmadığı, çok da fazla dile bile getirilmediği. Dolayısıyla
çok da işte endişe içerisinde olmaya gerek yok. Zaten benim tebliğimde de
genel olarak söylemek istediğim, böyle bir hareketin varlığını bilmemiz,
neler önerildiğini açıkça kendi ifadeleriyle görmemiz, eleştirilecek yerleri
varsa bunları zikretmemiz, bundan bihaber olmamamız ya da bihaber
olmamıza rağmen küresel etik destekçisiyim diye ortalığa çıkmamamız
aslında. Teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı: Biz de teşekkür ediyoruz. Celal hocam epeyce mektup geldi size de.
Prof. Dr. Celal TÜRER: Üç tane mektup geldi. Bir sorunun iki veçhesi
var. Birinci aşamada “Fizyolojik, zihni ve değer eğitiminde eğer zihni/fikrî
eğitim tam gerçekleşmeden değerler eğitimi aşamasına geçilirse ne olur?”
deniyor. Hayatın içerisinde fizyolojik, zihni de değer eğitimi bir üretim
bandı gibi zaten devam ediyor. Bu noktada zihnî eğitimde yapılacak yanlışlıklar, eksiklikler zaten bandın sonunda, sonucunda ürün olarak görülüyor. Onun için üçüncü aşama değer eğitimi, şahsiyetin inşa edilmesidir,
şahsiyetin duyuş, düşünüş ve davranış, eğitimcilerin çokça kullandığı bir
tabirle, bir ahenk arz etmesidir. Dolayısıyla üretim bantlarının sonucunda
ortaya çıkan ürünler bir ahenk arz ediyorsa eğitimde bir hata yoktur veya
208
Modern Çağda Ahlak
az hata vardır. Ama yaşadığımız dünyada kendi şahsım olarak davranışımızda, duyuşumuzda ve düşünüşümüzde bir ahenk, ne diyelim, mimari
oluşturduğumuz söylenemez. O yüzden Kuran’ın, -kusura bakmayın
tefsircilik yapacağım- Efendimiz’in üreteceği ya da yaratacağı toplumu
özellikle şirkten korundurmak için hassasiyeti onların bilinç olarak ne
kadar önemli olduğunu vurgulamak içindir. O yüzden zihni eğitim, özellikle değerler aşamasında eyleme yönelik olarak çok önemlidir. İkinci
aşama diyor ki, din eğitimi bu eğitimin neresindedir? deyince, değerler
eğitimdedir. Çünkü bizim toplumumuzu, bize mahsus olanı belirleyen
Kuran’ın ortaya koyduğu değer manzumesidir. Dolayısıyla bu manzumenin öğretilmesi veya eğitilmesi din eğitimiyle de alakalı. Ama bu, onlara
mahsus olduğu anlamına gelmez. Bu yüzden böyle.
İki soru, bunları da şöyle birleştirebiliriz: Bir arkadaşımız diyor ki,
“Ahlakî değerlerin yaşanması onun sorgulanmasına sebep olmaktadır.
Buradan hareketle ahlakî değerler gömleği eskidi mi veya modası mı geçti
ki biz bunları yeniden sorguluyoruz?” Diğer bir soruyla birleştirerek “Değerleri yeniden keşfetme ve yeniden tanımlama pratiğe dönük halde nasıl
olmalıdır?” sorusuyla bağlantılandırarak şöyle söyleyebilirim: Değerler
eskimez. Değerler, her ne ise o şekilde kalır, fakat muhtevası değişir, hiyerarşideki yerleri, onlara bakış değişir. Mesela bugünün en temel problemi
yüce değerlerle araç değerlerin değişmesidir. Bu yüzden modernlik, tabiri
caizse değerler skalasının, biz buna ‘nomos’ diyoruz, geçmişte değeri
belirleyen tek değer ilkesi olan ‘teonom’ yani tanrısal olan değerler skalası
bugün ‘antroponom’ dediğimiz insanî olan değerlerle değişti. Şimdi geçmişte Tanrı’nın belirlediği değerler skalası ile bugün modernlik içinde,
tabiri caizse insanların belirlediği değerleri skalası vardır. Şimdi buradan
bakan burada kendisini göremiyor, tabiri caizse bir şaşılık durumu yaşıyor.
Şimdi bunun düzeltilmesi lazım, yani buradaki olanın burada nereye
tekabül ettiğinin bilinmesi lazım. Bu bir ceht işidir, bu bir faaliyet işidir.
Dolayısıyla bunun pratik çözümü öyle kolay değil. Yani şu an bize ne
olduğunun anlaşılması, nereye doğru gideceğimizin tabiri caizse projelerinin, stratejilerinin geliştirilmesi bir tek kişinin yapabileceği bir iş değildir
ve çok uzun sürer. Fakat burada anahtarı söyleyebilirim. Bu işlerin kaygısını çekmek, yani kaygıyı taşıdığınız zaman… Bugün yaşadığımız en temel
sorun ekonomik değildir, politik değildir, -bunlar sözde, sahte- modernliğin problemleridir; ahlak, nasıl yaşayacağımız problemidir. Bu yüzden
bunun kaygısını çekmek dahi çözümün ilk aşamasını temsil ediyor. Teşekkür ederim.
Oturum Başkanı: Evet, hocamıza biz de teşekkür ediyoruz. Son sözü,
bir hayli soru gelen son konuğumuz, son tebliğcimiz Hafsa hanım’a veriyorum. Size de gelen soruları beş dakika içinde özetleyerek cevaplandırabilirseniz makbule geçer.
Dr. Uzman Hafsa FİDAN: Sağolun, sadece birkaç cümle ile sayın müzakerecinin beni yanlış anladığına değinmek istiyorum sorulardan önce.
209
Sayın hocam ilginç bir şekilde zaten benim tebliğimde kabul etmediğim ve
eleştirdiğim şeyleri benim kabul ettiğimi zannederek beni eleştirdi. Sonra
da “Yok canım, Hafsa hanım böyle demiş olamaz ya da dememiştir” dedi.
Bilmiyorum ki, yani teşekkür mü edeyim, yani beni yanlış anlayıp sonra da
düzeltme çabasında olması sadece ilginç geldi bana. Yani ben metinde tabii
ki durum tespiti yapmaya çalışıyorum kendimce. Mesela durum tespiti
yaptığım yer, namus cinayetleri ile ilgili olan yerdir. Veya felsefenin kadın
algısına dair tasvir yapıyorum, yani felsefe için filozofların söylediği şeylerden hareketle, yani delillendirme yaparak birtakım atıflar yapıyorum.
Bugün, durum tespiti için, namus cinayetleri yok mudur? Var ki tartışıyoruz, yani bugün hukukî bir sorun var ki devlet, hükümet olarak da halletmeye çalışıyoruz ve örneğin Diyanet olarak da bize soru ve sorun olarak
da geliyor ve biz namus cinayetleri ile ilgili ne söyleyeceğimizi bulmaya
çalışıyoruz. Sorulardan birine hemen geçmiş olayım. Namus cinayetleri ile
ilgili İslam ne diyor? İslam’ın böyle bir derdi yok zaten, yani İslam’da
namussuzluk yapan kadının erkek tarafından öldürülmesi diye bir şey yok.
Kadın ve erkek zina işlediğinde onun cezası yüz sopa vurulmasıdır, ama
biz İslam şeriatına göre de yönetilmiyoruz. Hukukta zina da, biliyorsunuz
tartışma bağlamı olmaktan çıkmıştır, yani hukukta zina diye bir şey yok
artık. Dolayısıyla insanlar isterlerse kendi aralarında bir ilişki yaşarlar. Biz
bunu savunuyoruz demiyoruz. Zaten bu çok ayrı bir şey. Ama evlilikte
veya evlilik öncesi ilişkilerde kadına namus cinayetinin uygulanması diye
bir şeyi ne İslam kabul ediyor ne de Türkiye Cumhuriyeti hukuku kabul
ediyor şu anda. Hukuk da din de bunu kabul etmiyor, ama bu bir olgudur.
Bu bir vakıa olduğu için İstanbul’un göbeğinde veya Ankara’nın göbeğinde namus cinayeti işlendiğini biz bilmiyor muyuz? Yani bunu doğuyla da
sınırlandırmak şöyle yanlış olur. Bazen bir erkeğin bir kadına laf atması,
diğer erkeğin, yanındaki erkeğin öbürünü, laf atanı öldürmesi için bir
sebeptir. Bunu ben bir tasvir olarak betimlemeye çalıştım. Ne dedim?
Kadın bedeninden sorumlu olan erkek, özne olarak algılandığı için bu
böyledir. Erkek özne yanındaki kız kardeşinden, annesinden ve eşinden
kendisini sorumlu hissediyor. “Benim karıma, benim eşime, benim kızıma,
benim halamın kızına örneğin bir erkek nasıl laf atabilir” diyerek diğer
erkeği ya yaralıyor ya da ileri boyutta öldürüyor. Yani bu Batı toplumunda
da zaman zaman yaşanan bir şey. Ben bunun fotoğrafını felsefî anlamda
çekmeye çalışırken dedim ki bu, kadının bedeninden erkeğin sorumlu
tutulmasıyla alakalı bir şeydir. Sadece bilinçli okumaya çalışıyoruz. Arka
planda nasıl bir felsefe yatıyor ki, erkek böyle bir davranışı sergiliyor,
demiş oldum ben. Bunu sorulaştırdık, sorulaştırmaya çalıştım. Şimdi, yine
sayın müzakerecim mesela “Hafsa hanım başlangıçta yenilgiyi kabul etti”
dedi, “kadın varlığını ikincil kabul etti” dedi. Böyle bir şeyi hiç yapmadım.
Eğer böyle bir şeyi yapmış olsaydım ısrarla kadınların dili kullanması,
kadınların yorum yaparak tarihsel sürece müdahil olması gerektiğini
söylemezdim, yani burada da durmazdım. Eğer ben kadının ikincilliğini
kabul etmişsem burada bulunmam da varoluşsal bir çelişkidir. O zaman
210
Modern Çağda Ahlak
ben burada neden varım? Neden bir tebliğ sunuyorum? Neden doktora
yapıp, kitap yazıp bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Demek ki ben kadını
aklı noksan, fikri yok, ruh dünyası yok veya erkekten ikincil veya alçak
görmüyorum. Bunun için buradayım ve konuşuyorum veya bunun için
diğer arkadaşlarımız da burada dinleyici olanlar da kendi akıllarının olduğuna inandıkları için buradalar. Hocam,sağolsun, tribüne oynadı biraz da,
güzel alkışlar aldı. Burada bulunan herkese teşekkür etti. Bayanlar çoğunlukta dedi. Ben de teşekkür ediyorum. Bayanların çoğunlukta olması çok
güzel. Bu zaten kadınların kendilerini ikincil görmediklerini, kendilerini
akıllı varlıklar gördüğünü, buraya geldiğinde bir şeylerden istifade edeceklerine inandıklarını gösteriyor. Dolayısıyla hocamın birkaç ifadesini çelişkili buldum, ona da değinmiş olayım. Şimdi, sorunlardan bir şu: “Filozof
kadınların felsefedeki bu düşünceye yani kadının nesneleştirilmesine ne
diyor?” diye bir soru var. Bir benzer soru da “Hep ilkçağ, ortaçağ kadınlarından bahsettiniz. Şimdi birtakım kadın filozoflar yok mu, durum ne,
gözleminiz ne?” Zaten kadının tarihte nesne olması bugün bizim tartıştığımız yeni konular. Örneğin Osmanlı’da kadın şairler var ve bu kadın
şairler bir kısım diğer şairler tarafından erkek ağzıyla şiir yazmaktan
dolayı eleştirilir. Yani siz şair olabilirsiniz, kadın filozof olabilirsiniz. Tabii
ki tarihin çeşitli dönemlerinde felsefeyle uğraşan kadınlar da var, ama bir
Aristo’nun, Platon’un çıkmadığını ya da onlar kadar önemsediğimiz kadın
filozofun olmadığını da biliyoruz. Dolayısıyla bunların görüşlerine karşıt
görüş olarak güçlü bir şekilde savunabilecek kadın filozoflar zaten yok.
Yeni yeni belki çıkmaya çalışıyor ve biz durumun ne olacağını, yani kadının dili kullandığı zaman, kadınların felsefe yaptığı zaman, örneğin kadınların tefsir yaptığı zaman ortaya ne gibi şeyler koyacaklarını, düşünce
ürünü koyacaklarını yeni yeni göreceğiz. Ancak yeni zamanlarda görmeye
başladık ve ileri tarihlerde göreceğiz. Kadının zaten şair olduğunda, siyaset
yaptığında ya da felsefe yaptığında erkek ağzıyla yapması, erkek gibi
siyaset yapması bugün bile eleştirilen bir şeyken, bizim hani bugün kadınlardan birden tarih sahnelerine, tarih sahnesine adeta fırlayarak çıkmasını
ve olağanüstü şeyler gerçekleştirmesini beklememiz de fazlaca haksızlık
olur. Kadınlar, benim kanaatimce yeni yeni tarih sahnesine çıkma hakkını
görüyorlar kendilerinde, diyorum. Teşekkür ediyorum ilginiz için, sağolun.
Oturum Başkanı: İbrahim Hakkı bey gözüme bakıyor, benden iki-üç
dakika istiyor herhalde. (Beş dakika söz vermiştiniz sayın başkanım.) O,
bana ait hepsi beş dakika, üç dakikasını paylaşabiliriz. Evet, buyurun.
Prof. Dr. İbrahim Hakkı AYDIN: Şimdi, sayın bildirici yapmış olduğum eleştirilere belli ki alınmış. Şunu söyleyeyim, “alkış aldı” dedi. Alkış,
konuşmacının fikirlerine katılıp içindeki duyguyu dışarıya yansıtmaktır.
Oradaki birkaç tane kızım böyle yaptı. Bu demektir ki, sana katılıyorum
hocam ama alkışlayamıyorum. Ben sadece içinden geleni dışarıya yansıt
dedim, hepsi bu. Bir tane kızım, biri çıktı, bir tanesi burada zannediyorum.
Şahitleri var, neyse, tamam, özür dilerim, özür dilerim. Yani “alkış aldı”
dediniz de böyle bir şey değil. Sadece hanım kardeşimin duygularına
211
tercüman oldum orada o kadar. Şimdi sayın tebliğcimizin, şunu da söyleyeyim bizim yapmış olduğumuz eleştiriler hep -bunu söyledim konuşmamın başında- kanımca, kararımca, bana göre bildiriye katkı vermektir,
kimseyi kırmak, üzmek değil. Yine orada diyor ki, söylediği, hayır, böyle,
anlattıklarına böyle inanmadığını söyledi, inanmak başka şey, durum
tespiti yapmak başka bir şey. Yapmış olduğu tespitlerin yanlışlığına işaret
etmek istiyorum. Bakın, bunu yine müzakeremin başında söyledim, genellemeci yaklaşım. Siz buyurun, siz takdir edin: “Ahlak yorumlarının odağında özne ve nesne olarak kadın”. Bu başlık şöyle olmuş olsaydı, sayın
bildirici hoca hanımefendi haklı olabilirdi. Ne olurdu? “Bazı felsefî görüşlerde kadın”. Âmennâ. O zaman sâde bir durum tespiti ortaya çıkardı, ama
başlık öyle değil efendim. Artı Kuran-ı Kerim’e atıfta bulunarak, İslam
dininin kadını eve hapsettiğini referans göstererek yapıyor. Ben bunu nasıl
anlamalıyım? Allahu Teala’nın yokluğunu kabul edenin, “ben kabul etmiyorum” diyene ben saygı duyarım. Bunu ben burada “falanca böyle diyor”
onu da derim. Ama Allah’ın varlığını kabul edecek hem de inanan biri
karşısında benim Allahım’a ‘aylak’ ifadesini şahsen ben hazmedemiyorum,
durum tespiti dahi olsa bile. Bu anlamda ki, metinde bu şeyler yok. Onu da
ifade etmiş olayım. Teşekkür ederim. Bir şey daha söyleyeyim, özür dilerim hocam, tekrar özrünü almak anlamında söylemiyorum, realiteye inandığım için söylüyorum. Felsefenin bir tabiri vardır, birçok tabiri vardır da,
felsefe, af edersiniz, uyuyan devi uyandırmaktır. Bir metaforik ifade anlamında bu. Yani birilerini rahatsız edeceksin ki yeni fikirler doğsun. Ben
birazcık bunu yaptım çalıştım galiba. Teşekkür ederim.
Oturum Başkanı: Evet, ben de teşekkür ediyorum İbrahim bey’e. Modern Çağda Ahlak Sempozyumu’nun Modern Toplum ve Ahlak konulu
bugünki son oturumunu burada tamamlamış bulunuyoruz. Bizleri sabırla,
tahammülle, dikkatle takip eden değerli konuklarımıza teşekkür ediyor,
hepinize saygılarımı sunuyorum.
İKİNCİ GÜN / DÖRDÜNCÜ OTURUM / A SALONU
AHLAKA ÇEŞİTLİ YAKLAŞIMLAR
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
1. Tebliğ:
Geleneksel Ahlak Ya Da Ahlaki Geleneklerden Dizi Ahlakına:
Ahlakı Hak Saklasın
Arş. Gör. Dr. Önder BİLGİN
Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
2. Tebliğ:
Seküler Ahlakın İmkânı
Prof. Dr. İbrahim Hakkı AYDIN
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
3. Tebliğ:
Ahlaki Yükümlülük Bağlamında Pragmatik Etik ve
Kant’ın Etiğinin Eleştirisi ve Alternatif Bir Çözümleme Girişimi
Doç. Dr. Hüseyin Subhi ERDEM
İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
4. Tebliğ:
Mevlana’nın Ahlak Anlayışının Günümüz Yansımaları
Doç. Dr. Naim ŞAHİN
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Müzakere
Prof. Dr. Ahmet Kamil CİHAN
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dördüncü Oturum
215
DÖRDÜNCÜ OTURUM / A SALONU
AHLAKA ÇEŞİTLİ YAKLAŞIMLAR
Oturum Başkanı
Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Oturum Başkanı: Bismillahirrahmanirrahim
Çok değerli öğretim üyesi arkadaşlarım, çok kıymetli uzaktan ve yakından gelen Modern Çağda Ahlak konulu sempozyumumuza görüş ve
düşünceleriyle katkıda bulunan misafirlerimiz, Modern Çağda Ahlak
sempozyumunu bizatihi katılarak dinleme lütfunda bulunan ve bilgi
şölenimize iştirak eden çok değerli dinleyiciler,
Hepinizi en içten gönül dolusu saygılarımla selamlar, bu dördüncü
oturumun güzelliklere, iyiliklere, hayırlara vesile olmasını Yüce Allah’tan
niyaz ederek Ahlaka Çeşitli Yaklaşımlar adını taşıyan bu oturumumuzu
açıyorum.
Bugün sadece Müslümanların değil, bütün bir insanlığın yeni bir ahlak
anlayışına, yeni bir ahlak vizyonuna ihtiyacı vardır. Modern uygarlık gerek
bilim alanında gerekse teknoloji alanında insanlığa hizmet yolunda büyük
atılımlar, baş döndürücü hizmetlerde bulunurken aynı şeyi yüksek ahlakî
ve insanî değerler alanında yaptığını söylememiz mümkün değildir. Maalesef bugün modern uygarlık yüksek ahlakî ve insanî değerler alanını
dışlayıcı bir yaşam biçimini birlikte getirmiş ve bu da git gide insanlığın
sorunlarını çözme konusunda değil, bizatihi sorunlarının derinleştirilmesi
konusuna hizmet etmiştir diyebiliriz. Özellikle küresel ölçekte iletişim
devriminin de katkılarıyla dünyanın değişik yerlerinde ortaya çıkan ahlakî
dejenerasyonlar, ahlakî yozlaşmalar maalesef evlerimizin içine kadar
taşınmaktadır. Ve içinde yaşadığımız toplumda bir ahlak krizi yaşanmaktadır. Bunun için ben evvela böylesine önemli bir konuyu sempozyumun
ana başlığı olarak seçen Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültemize yürekten
teşekkür ediyorum.
İçinde yaşadığımız toplumun belki de birçok sorunlarının temelinde
ahlak krizi yatmaktadır. O halde hep birlikte biz bu ahlak krizini aşma
noktasında gerek teorik ahlak alanında gerekse pratik ahlaka katkı alanında bir şeyler yapabiliriz, diye düşünüyorum. İşte bu sebeple görüş ve
düşünceleriyle modern çağda bu ahlak meselesini ele alan çok değerli ilim
216
Modern Çağda Ahlak
insanlarına yürekten teşekkür ediyor ve bu oturumu açıyorum.
Oturumumuzda görüş ve düşünceleriyle bizlere bilgiler sunacak olan,
çok değerli tebliğler sunacak olan hocalarımızdan Yard. Doç. Dr. Önder
Bilgin’e söz vermeden önce hocamız Akdeniz Üniversitesi Fen Edebiyat
Fakültesi Felsefe bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Bunu
hatırlattıktan sonra hocamız Geleneksel Ahlak ya da Ahlakî Geleneklerden
Dizi Ahlakına: Ahlakı Hak Saklasın konulu bildirilerini sunacaklardır.
Güncel bir konu olması hasebiyle dikkatlerinize arz etmek istiyorum.
Buyurun Hocam.
1. TEBLİĞ
GELENEKSEL AHLAK YA DA
AHLAKİ GELENEKLERDEN DİZİ AHLAKINA:
AHLAKI HAK SAKLASIN
Yrd. Doç. Dr. Önder BİLGİN
Akdeniz Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü
Yeniye Doğru
Her gün bir yerden göçmek
Ne iyi
Her gün bir yere
Konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan
Akmak ne hoş
Dünle beraber
Gitti cancağızım
Ne kadar söz varsa
Düne ait
Şimdi yeni şeyler
Söylemek lazım
Mevlâna
GİRİŞ
Öyle görünüyor ki ahlâk adına söylenen her şey yeni, her şey değerli.
Nitekim zaman değişiyor, şartlar değişiyor, yeni teknolojik gelişmeler
oluyor, yeni ahlâk kuramları, kavramları hayata yeni bir anlam alanı açıyor
ve bütün bunlarla birlikte ahlâka dair her şey mahiyet değilse bile şekil
değiştiriyor. Bu anlamda söylenen her söz özü itibariyle eski, şekli özellikleri itibariyle yeni bir perspektif geliştiriyor. İşte bu yeni şeyler söyleyebilmek ideali, özün kavranması ve mazi, hâl ve istikbal çizgisindeki kırılmaları doğru anlamlandırmakla mümkündür. Sorun yeni değil, insanlık tarihi
aynı zamanda iyi ve kötünün mücadelesinin tarihi. Ahlâksızlık şekil değiştirerek hayatımızı etkilemeye, bizi huzursuz etmeye devam ediyor.
Söyleyecek başka söz, yapacak başkaca iş kalmamış gibi, ahlâki hareket
218
Modern Çağda Ahlak
noktası olarak folklorik ve gelenekçi bir tatmin çizgisini kemal noktası
sayıyor değiliz. ‘Ne günlerdi ama’… ‘Şanlı tarihimizden örneklerle’ avunmak, özlemli bir ruh halini ifade eder ve geçici bir rahatlama da sağlayabilir. Oysa geçmişe özlem ile ahlâk sorunları arasında kurulan ilişki her
zaman anlamlı ve gerçekçi değildir. Ancak sorun bizim sorunumuz, benim
sorunum, evimin, köyümün, mahallemin, yaşadığım şehrin hâsılı ülkemin
sorunu. Kaybolan değerler burada kayboldu. Ahlâkî sorunlarımızın düştüğü koordinatları, kaybolduğu noktayı doğru tespit edebilmek ve teşhiste
hem fikir olmak, tedavi için çözüm ve çarelerimizin farklılığına rağmen
bizi geçte olsa doğru sonuca ulaştıracaktır. Bu bağlamda ahlâki sorunların
kodlarını çözebilmek için kültür unsurlarının çağa uygun bir şekilde yeniden yapılandırılması gerekiyor. Çünkü “yiğit düştüğü yerden kalkar”.
İşte yeni şeyler söyleyebilmek için ancak ‘dünle birlikte giden düne ait
ne kadar söz varsa’ onları hatırlamak, çağın idrakine sunmakla mümkün
olabilmektedir. Başka bir ifadeyle zaman içerisinde dinin şekillendirdiği
bütün kültür ve medeniyet unsurlarını içine alan eskiyi, maziyi, geleneği
kuşatmak ve onun üzerine yeni bir şeyler söylemek gerekir. Türkülerimizi
derleyen onların yok olmasına göz yummayan bir avuç insan bu gün
büyük bir külliyatın ortaya çıkmasına sebep oldular. Bizim dilimizde çığır
insanın, yolak sürünün açtığı ve kullandığı yoldur.
Modernite ve küreselleşme denilen bilmece, ahlâk bilmecesiyle birlikte
bir sarmal oluşturarak hayatımızı düzenlemesi beklenen ahlâki ilkeler
bütününü rölatif, değişken ve ‘her şey mümkün’ hale getirmiştir. Kitle
iletişim araçlarının ahlâk üzerindeki olumsuz etkisi, deneysel çalışmalarla
belirlenmemiş olmasına rağmen, toplum hayatının “değer hükümlerini
ortadan kaldıran yeni bir kuvvet”1 olduğunda şüphe yoktur.
Küreselleşme denen olgunun çepeçevre sardığı bir ahlâksal alanın dışına çıkabilmeyi umarak gelenek budalası olmadan, geleneği kutsamadan,
gelenekten bir şeyleri de muhafaza etmek gerektiğinin bilinci içerisinde,
elektriksiz ve televizyonsuz bir köy odasında başlayan yaygın ahlâk eğitimini bugün televizyonlu bir salonda gördüklerimle karşılaştırmayı ve
duyduklarımla gördüklerimin benim ahlâk dünyamda nasıl bir serüvene
yol açtığını paylaşmaya çalışacağım.
Nitekim televizyonun olmadığı köy odasında sadece duyarak bir şeyler öğrenirken şimdi odamda hem duyuyor hem de görüyorum. Esasen
bunu televizyonun hayatıma ne kattığının veya ne aldığının bir muhasebesi olarak da düşünebiliriz. Muhtemeldir ki yaşı henüz otuzlara ulaşmamışlar için bunu karşılaştırmak ve anlamak zordur. Tıpkı cep telefonunun
hayatımıza yeni girdiğini anlayamayan ilkokul çocuklarının durumunu
düşününce elektrik ve televizyonsuz bir hayatı hiç yaşamamış biri için köy
odası, gaz lambası, büyük büyük odalarda bugün düğünlerde bile göremediğimiz her gün bir araya gelen kalabalık dinleyici topluluğunu anla————
1
Nurettin Topçu, Ahlâk Nizamı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2008, s. 77.
Dördüncü Oturum
219
manın zor olduğu gibi.
Yaptırım güçleri toplumdan topluma değişiklik gösterse de; âdet, töre,
görenek, gelenek, hukuk, ahlâk ve nihayet din yazılı veya yazısız, kesin
veya esnek, müeyyideli ya da müeyyidesiz… İlkeler olarak insan hayatını
belirler, kuşatır, dayatır, bekler, önerir… Bütün bunları insandan bekler. Bu
haliyle insan belirlenmiş, kuşatılmış, seçimsiz mi bırakılmış olur? Bu soru
din ve ahlâk tarihinde insanın hür olup olmadığıyla ilgili birçok tartışmanın ortaya çıkmasına kaynaklık eder. Ancak biz bu tartışmalara girmeyeceğiz.
Yukarıdaki kavramlar ‘salt’, ‘kendinde’ ‘bir tek’ insanla ilişkisi değil, iki
ya da daha çok insan arası ilişkileri yöneten ilkeler olması yönüyle tartışma
konusu edilecektir. Başka bir ifade ile ben - sen ya da toplumsal ilişkilerin
düzenlenmesinde yukarıdaki kavramlar ne denli etkilidir? Âdet, töre,
gelenek, görenek, geleneksel toplumların; hukuk, ahlâk ve din modern
toplumların mı ilkeleridir? Birçok ahlâki, hukuki ve dini ilke farklı özellik
ve varyasyonlarla birlikte -yakın zamana kadar - taşra ve köylerde yaşarken şehirli ya da modern toplulukları hangi ilkeler yönetmektedir? Âdet,
töre, gelenek, görenek ile daha esaslı diğer ilkeler, şehirli ve taşralı insan
eylemlerini belirlemede aynı etkiye mi sahiptir? Birçok ilke geleneksel veya
taşralı olduğu imasıyla dışlanırken, şehirlilik ve değer üretememe arasında
doğru bir ilişki var mıdır? İletişim araçları değer üretir mi? Yoksa sadece
olan değerleri yayar mı? Değer öğrenme sürecinde ‘görerek’ öğrenme ile
bir dizi değer arasındaki ilişkiyi şehirli değerler olarak mı görmeliyiz?
Hâsılı bu soruları pekâlâ çoğaltmak mümkün ise de “şehirli değerleri el
yordamıyla aradığımız şu günlerde Türkler televizyonlardan görerek bir
şeyler öğrenirken”, görerek öğrenme bakımından, esasında şehirli ve
taşralı arasında pek bir fark kalmamıştır. Hatta görerek öğrenme açısından
dünya büyük bir sinema salonuna dönüşmüştür. Dünyanın bir ucundan
yayınladığınız bir video, resim anında bilgisayar ekranlarımıza düşmekte,
paylaşım siteleri marifetiyle milyonlarla anında paylaşılmaktadır. Gelinen
bu aşamada âdet, töre, gelenek, görenek, ahlâk… ve şehirli ile taşralı ayrımı geçişkenlik arz ederek anlam kaybına uğramış gözükmektedir.
Bu bildiride adına ne dersek diyelim geleneksel değerlerimizle şehirli
değerlerimiz ya da dizi değerlerimiz arasında bir karşılaştırma yapılacak ve
değer üretme ve yayma sürecinde ‘dizi değerleri’ görerek öğrenme tartışma
konusu edilecektir. Gelenek, köy, köylülük moder(nite)lik, şehir(li), ahlâk,
görerek öğrenme, duyarak öğrenme, iletişim, bilişim, medya ve diziler
üzerinden kavramlarda yaklaşık bir uzlaşmanın olduğunu varsayarak
ahlâk eğitiminde duyma ile duyarak ve görerek hatta deneyerek öğrenme
arasında bir mukayese yapacağım. Televizyonun olmadığı bir köy(lü)
ahlâkını anlayışımızdaki değişiklikler açısından betimlemeye çalışacağım.
GELENEK, MODERNİTE VE AHLÂK
Gelenek kelimesinin dilimizdeki en yaygın karşılıkları örf, adet, göre-
220
Modern Çağda Ahlak
nek, teamül ve sünnet kavramlarıdır. Cahiliye Araplarının gelenekleri
devam ettirmedeki ısrarı ile artık bir değer ilkesi olmuştur. Gelenekle çağın
gerisine düşmeden akla, ahlâka, doğru olana zıt olmayan şeyleri muhafaza
etmek kastedilir. Gelenek "insan eylemlerinin düşünce ve muhayyile aracılığıyla yaratılmış olan ve bir kuşaktan diğerine intikal eden şey"lerin bütünüdür. Oysa bir şeyi görülegeldiği gibi yapma alışkanlığı olan göreneğin
örfe, âdete, geleneğe bakarak yaptırım gücü daha zayıftır.
Geleneksel ahlâkın öğrenmede kullandığı yöntem yaygın öğretim metotlarıyla benzerlikler taşır. Gaz lambasının ışığı altında televizyon, video,
Internet, cep telefonu, slâyt makinesi, tepegöz ve diğer görsel aletler olmadan şifahi olarak bir öğretim yapılırdı. Oysa bugün modern Türkler bu
görsel öğretim materyalleriyle her türlü bilgi ve belgeye en hızlı şekilde
rahatlıkla ulaşabiliyorlar. Başka bir ifade ile modern Türkler Kur’an ve
Sünnetin yanında Google gibi üçüncü bir kaynaktan besleniyorlar.
Her etik kural, bir insanın veya topluluğun başka bir insan veya topluluğa seçimini teklif veya dayatması demektir; bu da belirlenen insanın
bilincini, belirleyeninkiyle uyumlu bir biçime dönüştürür. Ahlâkî kurallarda dini ve hukuki kurallar gibi, ontolojik, epistemolojik, teleolojik,
linguistik, psikolojik ve sosyolojik ilke ve belirleyişler içerir. Her ahlâk
öğretisi bir anlamda toplumu ruhen eğitmeyi amaçlayan bir metot önerisi,
bir belirleyiştir. Bu cümleden olarak bir bakıma ahlâk araştırmaları ve
öğretileri, Tanrının ahlâkî teklifini reddeden (ateist), görmezden gelen
(pasif ateist), başka türlü de olabileceğine inanan (rölâtivist) veya ahlâkî
emir ve tekliflerin akla uygunluğunu araştıran (rasyonalist teist) insanın
diğer insanı belirleme teklif ve çabasıdır.
Medya, iletişim, bilişim ile daha çok yazılı değil, görsel medyayı kastediyorum. Çünkü Türkler okumaktan çok seyrederek öğreniyorlar. Ruhların kaynaştığı köy odalarının, sosyal ve beşeri ilişkilerin, faaliyet ve organizasyonların yerini (deve güreşleri, ciritler, toylar, fakir ve muhtaçların
özellikle davet edildiği gözetildiği düğünler vd.) iradelerin gevşediği
yalnızlığa, bireyselliğe, eve kapanmaya ve dizi seyretmeye bırakmıştır.
Bizim de dâhil olduğumuz İslam dünyasının bugün içerisinde bulunduğu ve memnuniyetsizliğimizin kaynağı hakkında çeşitli yorumlar yaptığımız durum, esas itibariyle bu dünyanın kendi içselliğinin zafiyetinin
kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İslam dünyası, tarih çapında
büyük bir medeniyet yarışını kaybetmiş ve bu yarışı kazanan galipler
tarafından kurulan, şekillendirilen bir dünyada yaşamak zorunda kalmıştır.2
Duyarak, yaşayarak öğrenme; geleneksel Türkler elektriğin imkânlarına
ulaşamayan ve/veya televizyonu kullanamayan Türklerin öğrenme yön————
2
Durmuş Hocaoğlu, İslam ve Modernleşme, içerisinde “Geleneksel Ekolün Modernizm Eleştirisi, (Müzakere), TDV, İslam Araştırmaları Merkezi Yayınları, İstanbul, 1997, s. 73.
Dördüncü Oturum
221
temidir.
Görerek öğrenme ile televizyon, internet, gibi göz ve kulağın birlikte etkin olduğu iletişim araçlarıyla öğrenme kastedilmektedir. Modern Türkler
ahlâk ilkelerini genellikle bu yolla öğreniyorlar.
Medeniyet ile de Salih Zeki’nin anlattığı şeyi kastediyorum. “medeniyet
demek, bence yaşamak demektir! Bu durum da henüz bir ‘hayat-ı
içtimaiyyesi’ bile olmayan bir kavimde nasıl medeniyet vardır denilebilir”3
Toplum içinde “yaşanmayan” hayat “seyredilen” bir hayattır. Oysa ahlâk seyretmekten daha çok yaşanan bir hayata aittir. İşte etik ile ahlâk
arasında “yaşamak” ve “seyretmek” kadar büyük bir ayrım ve fark vardır.
Modern Türklerin hayatı gibi ahlâkı da seyretmekten ibaretken, geleneksel
Türkler görmeden öğrenmenin, görmeden inanmanın, yaşamanın avantaj
ve dezavantajlarını birlikte yaşadılar. Onlar görmeden öğrenmenin imkânıyla taklit etmemeyi, hayal etmeyi, yanlış yaparak doğruya ulaşmayı,
denemeyi, yanılmayı, öğrendiler. Öğrendiklerini uluorta denemediler.
Temkinliydiler, saygılıydılar, mahcuptular. Oysa modern Türkler cinsel
fantezilerin her türlüsünü görerek öğrendiler, her şeyin derin bilgisine
ulaştılar, uluorta yaptılar, hoyrattılar, ancak bir şeyi hesaba katmadılar:
Dallas ve Yalan Rüzgârı’ndan öğrendikleri banyo ve küvet fantezileri
şofbenden zehirlenmelerine ve ölmelerine neden oldu.
1980’li yılların sonu ile 1990’lı yılların başında Yalan rüzgârı ve Dallas
dizileri ile çeşitli cinsel fanteziler öğrenen Türkler bugünlerde Aşk-ı Memnu ile aile içi ensest ilişkileri de öğrenmeye başladı.
1. Öncül: Göz nereye bakar, gönül oraya akar,
2. Öncül: Gönül nereye akar, ayak oraya koşar,
Sonuç: Göz nereye bakar, ayak oraya koşar.
Homoseksüellik, feminizm, uyuşturucu kullanımı, aldanma-aldatma,
gibi normal olmayan davranışlar medyanın kutsal konularını oluşturur. Bu
tip sapkın tutumlar çeşitli kılıflar altında pazarlanırken, normal, Müslüman
Türk’e has değerler modası geçmiş köylülük işaretleri olarak algılatılır.
İlim (Bilim) gibi ahlâk da insanlığın ortak malıdır. Ancak yerli bir ahlâk
anlayışı geliştireceksek milli bir kültür ve yerli bir değerler manzumesi
oluşturmaya mecburuz. Bunu sloganlaştırarak söylersek “ahlâk ilkelerinde
de yerli değerler kullanın!”
MEDYA VE AHLÂK
Geçmişi ilk hesaplama aygıtının icadına kadar uzanan bilgisayarlarla
birlikte iletişim teknolojilerinde yaşanan baş döndürücü gelişme, geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğinde daha da hızlanarak, kişisel ve toplumsal
hayatlarımızı çok yönlü etkileyerek değiştirmeye başladı. Bilme işlemi artık
————
3
Salih Zeki, “Skolâstik”, Mecmu’a-yı Ebû el- Ziyâ, 276–284, s. 284.
222
Modern Çağda Ahlak
bilgi ve iletişim teknolojilerinin desteğiyle gerçekleşiyor. Bilgi; bilgi ve
iletişim teknolojilerinin kullanımıyla toplanıyor, saklanıyor, dağıtılıyor; bu
bilgi başka bilgilerle birleşerek ya da bazı süzgeçlerden geçerek yeni bilgiler oluşuyor.
Bütün bu işlemlerin işlerimizde, evlerimizde ve günlük hayatımızın diğer alanlarında getirdiği yenilik ve değişimler “dönüşüm” kavramıyla
açıklanmaya başlandı ve bugün içinde yaşadığımız “bilişim toplumu” nu
oluşturdu.
Bilgi ve iletişim teknolojilerinin hayatımıza yaygın ve etkin olarak girişiyle birlikte yaşanan değişimler üç ana grupta toplayabileceğimiz görüşlerce farklı niteliklerle değerlendiriliyor.
Bu görüşler arasında yer alan “iyimserler”; üretimin arttığını, bunun
sonunda bolluk yaşandığını, yeni iş alanları doğduğunu, bireylerin kullanabileceği boş zamanın arttığını, sınıf farklılıklarının azaldığını, artık bilgi
ve birikimin güç olduğunu bu nedenle de daha eşitlikçi bir toplum oluştuğunu, organizasyonların hiyerarşik yapısında daha az katman olacağı için
merkeziyetçi yapının bozulduğunu, demokrasinin ve küresel anlayışın
gelişeceğini söylüyorlar. Buna karşılık “kötümserler”; zaten güçlü olan
kurumların gücünü arttırdığını, bilgi zengini ve bilgi fakiri arasındaki
uçurumun genişlediğini, bilgisayar uzmanlığının askeri amaçlara hizmet
ettiğini, birkaç yeni iş alanının oluştuğunu fakat bu alanlarda yaratılan iş
hacmine göre işsizliğin daha fazla arttığını, elektronik gözetlemenin özel
hayatı ve mahremiyeti tehdit ettiğini, bir avuç şirketin bilgisayar pazarını
ve uluslararası iletişimi kontrol ettiğini ileri sürüyorlar. İki görüşten de
izlerin bulunabileceği “bağlamcılar” ise; teknoloji ve toplumun iki yönlü
olarak birbirlerini etkilediğini, toplumsal güçlerde çeşitlilik olduğunu,
teknolojinin oluşturduğu etkilerin farklı stratejiler, kararlar ve tepkilerle
farklı toplumsal sonuçlar şeklinde görülebileceğini söyleyerek toplumsal
dinamiklerin varlığını vurguluyorlar. Bağlamcılar, bilişim teknolojilerinin
olumlu ya da olumsuz amaçlar doğrultusunda kullanılabileceğini; bilgi ve
iletişim teknolojilerinin bireylerin becerilerini azaltmak veya yeni beceriler
kazandırmak ya da çalışanların katılımını arttırmak için kullanılabileceğini,
teknolojinin kültür emperyalizmine yol açmak için de, Üçüncü Dünya’nın
gelişimi için de kullanılabileceğini, teknolojinin aynı demirin dövülüp şekil
almasına benzeyen bir niteliği olduğunu (“malleable”), nasıl dövülürse
öyle olacağını söylüyorlar. (Barbour,1992:146. Alıntılayan ErmannWilliams-Shauf 1997:161)
Bu üç farklı görüşü değerlendirdiğimizde ve teknolojiyi “insan”ların
“insan”lar için ürettiğini ve bu teknolojiyi “insan”ların kullandığını göz
önüne aldığımızda; hangi amaçlar için üretildiği ve kullanıldığının tamamen “insan”a bağlı olduğu gerçeğiyle; bağlamcı görüşün daha geçerli
göründüğünü söyleyebiliriz.
Bununla birlikte; hangi görüş daha geçerli ve gerçekçi olursa olsun
hepsi için geçerli olan bir durum var ki o da bilişim teknolojilerinin yarattı-
Dördüncü Oturum
223
ğı dönüşümle yaşanan olumlu gelişmelerin yanı sıra, var olan sorunlara
yenilerinin eklenmesiyle birlikte bir dizi etik sorun yaşandığı ile ilgili.
Sosyal ilişkilerde dönüşüm olarak nitelendirilen değişiklik; (Gergen,
1991:61. Alıntılayan Ermann-Williams-Shauf, 1997:137) bir zamanlar yüz
yüze, şu anda elektronik ortamda gerçekleşen ilişkilerin, kişilerin daha çok
insanla, daha yoğun iletişim kurmasına olanak tanımasının yanında, bu
iletişim şeklinin görsel bilgilenmeyi olanaksız kıldığını açıklar.
Bilgisayar ortamında bugün için gerçekleşen iletişim; yüz ifadesi, ses
tonu gibi insani öğelerden uzak olmasının yanında yüz yüze ilişkinin
sıcaklığını ve dürüstlüğünü yaşatamaz. İlişkilerin daha yoğunlaştığını ileri
süren görüşün yanı sıra, bilgi ve iletişim teknolojilerinin, insanların sosyal
ilişkilerini zayıflattığını ve izolasyonu arttırdığını ileri süren görüşler
yaygındır. Bilgisayar kullanımının aile içi ilişkileri de olumsuz olarak
etkilediği yönündeki görüşleri de bu değerlendirme içine koyabiliriz.
İletişim ve enformasyon araçları ironik bir şekilde aile içi iletişimi bile
yok etme noktasına gelmiştir. Aile bağlarının güçlenmesi paylaşacak şeylerin çokluğuyla mümkündür. Televizyon, komşu ziyaretlerini, misafirlikleri,
zayıflatmış, o konuşunca herkesin sustuğu evlerimizin başköşesinde duran
bir korkunç canavara dönüşmüştür.
Yükselen yaşam standartlarına rağmen modern insan, kendini doğadan
kopararak, beton mezarlara dönüşen ev ve kentlere hapsetmiştir. Akademisyenler, medyanın çoğunlukla duyarsız ve sorumsuz davrandığını ileri
sürerken; medya da, akademisyenleri fildişi kulelerde gerçeklerden habersiz olmakla ve gerçekleştirilmesi olanaksız idealler peşinde koşmakla
eleştirmektedir.
Medya eleştirisi, bu nedenle karmaşık özellikteki etik sorunları çözüme
kavuşturmaya yetmemektedir. Medya için önerilen etik ilkeler ve reçeteler
çoğunlukla uygulanamayacak niteliktedir. Bu durum, medyayı çevreleyen
iç ve dış dinamiklerin anlaşılması için medya etiğinin soyut, uygulaması
zor bir kavram olmaktan çıkarılması ve daha somut temeller üzerine kurulmasını zorunlu kılmaktadır.
''(Bazı programlar toplumda ensesti artırıyor) tarzında şikâyetler
alıyorum'' diyen Tarhan, bu programları yapanların ''Kendi çocuklarıma
izlettirmem'' dediğini, bunun bir çifte standart olduğunu, bu konuda acil
önlem alınması gerektiğini ifade etmiştir.
Danimarka'da 1969 yılında pornografinin serbest bırakıldığını, 20 yıl
boyunca toplumdaki cinsel suçlarda artış olup olmadığının incelendiğini
belirten Tarhan, ''Cinsel suçlarda artış görülmüyor ama ensestte ve çocuğa
karşı cinsel suçlarda artış var” dedi. Ensest ilişkinin artmasında özellikle
medyanın ve dizilerin etkisi olduğunu söyleyen Tarhan, “Aile içi cinsel
eğilimin tıp dilinde hiçbir açıklaması yoktur. Bu ancak öğrenmeyle olur ve
medya bunu diziler aracılığıyla topluma öğretmiştir. Ayrıca bu tarz prog-
Modern Çağda Ahlak
224
ramlar insanların beklentilerini arttırıyor ve sorunlar ortaya çıkıyor, boşanmalar artıyor."4
SONUÇ VE ÖNERİLER
*Felsefe, kuramsal bir uğraş olmanın yanında toplumsal ihtiyaç ve sorunlara çözüm üretmeyi de düşünmelidir. Söz konusu ahlâk ise bu sorumluluk bizzat onun tanımının kendisine yüklediği bir zorunluluktur. Yani
sosyal sorunlara bigâne kalan bir ahlâk teorisi muhtemelen insanın yaşamadığı başka bir gezegene aittir.
*İnsanoğlunun şimdiye kadar oluşturduğu birikim yok olma tehlikesi
ile karşı karşıyadır. Modernite geleneği yıkmış; ancak alternatifini üretememiştir. Popüler kültür, insanların geçmişi sağlıklı bir şekilde değerlendirmelerini engellemektedir. İnsanların sağlıklı bir tarih bilincine ihtiyaçları
vardır.
*İnsanların insanca yaşayabilmeleri için gerekli olan ahlâki zemin kaybedilmiştir. Bütün insanlık için ortak payda görevi görecek, evrensel boyut
taşıyan, insan fıtratına uygun yeni bir ahlâk anlayışına ihtiyaç vardır.
Dersim dört dağ içinde
Gülü bardağın içinde
Dersimi Hak saklasın
Bir yârim var içinde
…
*Ahlâkı hak saklasın derken ahlâkın sığınağı ya yine kendisi ya da
Hak’tır. Öyle görünüyor ki ahlâk, kendisi sığınak olacak yerde, sığınacak
yer arar hale gelmiştir.
*Modernleşme muhafazakârlaşma tartışmaları, muhafaza edilmeye değer bir şeyler varsa anlamlı hale gelmektedir. Bu bakımdan gelenek içerisinde muhafaza edilmeye değer ahlâk ilkelerini korumak ve yaşatmak
modernlerin değil, o değerin farkında olan muhafazakâr- yerligelenekçilerin sorunu ve sorumluluğundadır.
*Değerlerin yayılmasında kitle iletişim araçları daha etkin bir şekilde
kullanılmalıdır. Kendi milletinin değerlerine düşman olan, inançlarını hiçe
sayan, dilini, ahlâkını, töresini, tarihini, sanat ve edebiyatını bilmeyen bir
medya düşünülemez.
*Türk aydını, sosyal değişme ile “köylülükten kurtulup şehirlileşmek”
arasında kurduğu ilişkiyi “muhafazakârlıktan kurtulup çağdaşlaşmak”
şeklinde anlamak ve aktarmaktan vazgeçmelidir. Zira köylülükle muhafazakârlık ile şehirlilik ile çağdaşlaşmak arasında her zaman doğru bir ilişki
olmadığını şehirli modernlerden her an görme imkânına sahip bulunuyo————
4
http://www.rtuk.org.tr/sayfalar/IcerikGoster.aspx?icerik_id=5986f64c-c840-4a9c-b90c6b763fc0b005. 05.05.2010
Dördüncü Oturum
225
ruz! Nitekim son dönem değerlerin üreticisi ve yayıcısı muhafazakârlar
değil şehirliler olmuştur.
*Bu gün modern Türk aydın ve ahlâkçıları oryantalist bir dil ile evrensel bir ahlâkın imkânını tartışıyorlar. Şehirli bir ahlâk bu oryantal dil ile
vucud bulmaya çalışıyor.
* Ahlâk araştırmacıları, halk içinde yaşamalı, bulundukları toplumun
değer yargılarını sürekli gözlemlemeli, diğer bilim dallarının verilerini
takip etmeli, disiplinler arası bilgi alış verişine katkı sağlamalıdır.
*Kuramsal ahlâk çalışmaları, telif ve tercüme eserlerin çoğalması elbette çok değerlidir. Bunun yanında ahlâki ilkeleri yaşayan ‘örnek insan,’
‘bilge ve örnek topluluk’ olmadan bu ilkelerin yaşaması ve uygulanması
zordur. Başka bir ifade ile kuram eylemi, eylemde kuramı desteklemelidir.
*Geleneksel ahlâk ilkeleri halk kültürünün diğer unsurları gibi tek tek
kayıt altına alınmalıdır. Uygulama biçimleri, neşet ettiği kaynaklar gösterilmelidir. Aynı şekilde şarkılar, türküler, maniler, ninniler, deyimler,
atasözleri içerdikleri ahlâk ilkeleri bakımından tasnif edilmelidir. İkircikli,
ironik, müstehzi ve müstehcen de olabilen atasözlerimiz, deyimlerimiz
ahlâk telakkimizin aynalarıdır.
*Bugün artık modern veya geleneksel Türkler ayrımı anlamsızlaşmış,
dünya küçük bir köye dönüşmüştür. Bu köyü oluşturan hanelerden biri de
Türkiye’dir. Bu hane televizyon seyretme oranı bakımından günde ortalama dört saat ile dünyanın en fazla televizyon seyredilen hanesidir. Bu da
gösteriyor ki Türkler daha çok, en çok görerek öğreniyorlar. Şimdiki ayrım
görsel unsurlara kimin daha çok ulaştığından daha çok bu teknolojiyi
kimin ürettiği ve kimin kullandığı şeklinde yapılabilir. Şimdi iş tersine
dönmüştür. Teknoloji üretemeyen Türkler hayatı ve ahlâkı yaşamayan
sadece seyreden konumuna düşmüşlerdir. Televizyon izleyicisi hayata
katılmamakta, bir anlamda yaşamamaktadır. Pasiftir, seyircidir. Durumu
değiştirmek, onlara yüksek duygu ve değerler kazandırmak, televizyon
programlarının içeriklerinin iyileştirilmesiyle mümkündür.
*İstikbalimizin şairi, M. Akif, içtimai hayatın yerde sürünen zafiyetini
kendi devrinde kahvelere yönelterek şöyle haykırmıştı:
Mahalle kahvesi, hâlâ niçin kapanmamalı?
Kapansın, elverir artık bu perde pek kanlı!5
Televizyon, Internet, vd. bilişim araçlarını kapatmak mümkün olamayacağına göre, modern toplumun anne-babası, televizyon başta olmak
üzere diğer görsel iletişim araçlarının tutsaklığının bilincinde olarak, çocuk
sahibi dahi olmadan önce, bu olgu üzerinde düşünmeli, bilgilenmelidir.
Kamu adına sorumluluk taşıyan kurum ve kuruluşlar, bu konuda annebabaları bilinçlendirmeli, yüksek öğretim kurumlarında içeriği uygun olan
————
5
Nurettin Topçu, Ahlâk Nizamı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2008, s. 74.
226
Modern Çağda Ahlak
derslerde bu konulardan da bahsedilmelidir.
Oturum Başkanı: Biz de zamanını çok iktisatlı bir şekilde kullanan ve
bizlere bir nevi güncel bir konuyu arz eden, medya ahlakını temel alan çok
değerli bir bildiri sunduklarından dolayı Yard. Doç. Dr. Önder Bilgin
Hocamıza çok teşekkür ediyoruz. Hocamız dizi ahlakı diye başlık atmış.
Geçenlerde herkesin tanıdığı star kabul edilen bir sanatçı bir kızımızın
sevgilisi diye elinden tutmuş. Televizyoncu da ona mikrofon uzatıyor. Ona
şu soruyu soruyor: Evlilik tarihiniz ne zaman, diyor. O sanatçı da bütün
yetmiş iki milyonun gözünün içine baka baka aslında yanında bulunan o
kızımıza da hakaret edercesine şu cevabı veriyor: Ben hemen evliliği ya da
bu sevgilimle evlenmeyi düşünmüyorum. Çünkü birlikte yaşamı seçiyorum, o kadar akılsız değilim onunla evlenecek kadar, diyor. Bu neyi gösteriyor? Aslında kitle iletişim araçları kanalıyla aile değerlerimize karşı bir
saldırıyı da gösteriyor. Burada medya ahlakı dediğimiz medya etiği dediğimiz çok önemli bir konuya gerçekten Önder Hocamız parmak bastılar.
Ben zannediyorum ki bildirisinde de bu medya ile ilgili medya ahlakı ya da
dizi ahlakıyla ilgili birçok örnek olayları anlatmıştır. Sempozyum kitabımız
basıldığı zaman biz bunları hocamızın bu çalışmasında okuyacağız.
Bir başka tebliğe geçelim: Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden
çok değerli bilim adamımız Prof. Dr. İbrahim Hakkı Aydın Bey bizlere
seküler ahlakın imkanı nedir, sorusuna cevap vermeye çalışacaklar. Gerçekten bu da çok önemli bir konu. Modern ahlakın temelinde aslında
seküler hayatın yattığını da biliyoruz ve onun için ‘Seküler Ahlakın İmkanı’ başlıklı bu bildiriye kulak veriyoruz.
2. TEBLİĞ
SEKÜLER AHLAKIN İMKÂNI
Prof. Dr. İbrahim Hakkı AYDIN
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
GİRİŞ
İnsanoğlunu gerek kontrol edebilmek, gerekse mutlu edebilmek adına
bazı sistemler geliştirilmiştir. Bu geliştirilen sistemlerden biri de “ahlak”tır.
Nitekim bilindiği gibi genel anlamda ahlak; insanların birbirleriyle olan
ilişkilerinde, kendilerinden yapmaları ya da yapmamaları istenen davranışlarla toplum düzenini ve mutluluğunu sağlamayı amaçlayan kurallar
bütünüdür, yani ahlak toplumsal bir olgudur.
Ahlakın ilkeleri belirlenirken, dikkate alınması gereken unsurların ya
da ahlakın kaynağı ne olduğu konusunda bazı tartışmalar, öteden beri
sürmektedir. Bu tartışmalardan biri de dinin ahlaka kaynaklık edip etmemesi meselesidir. Bir kısım ahlakçı dini ahlak için önemli ve de gerekli bir
olgu olarak görürken, diğer bir grup ise, dinin ahlak alanından uzak tutulması gerektiğini ileri sürerler. Bu bağlamda düşünce tarihinde öteden
beri yoğun bir şekilde insanın aklı, dili, kültür, dini ve metafizik denetimlerin bütününün kırılmasıyla insanın bakışlarını metafizik alandan soyutlayıp tamamen bu dünyaya ve bu zamana döndürülmek istenmiştir.1 Bu
anlayışla şekillenen sekülerleşme ya da dünyevileşme kavramı çerçevesinde düşünce tarihinde çeşitli ahlak anlayışlarından hareketle, özellikle “din”
olgusunu değerler alanından soyutlanarak bir ahlak anlayışı oluşturmanın
daha doğru olacağı görüşü ileri sürülmüştür.2
Burada bu konuyu tartışırken, konu çerçevesinde diğer dinlere işaret
etmekle birlikte daha çok, İslam merkezli bir yaklaşım içinde olacağız.
Yoksa bütün dinleri dikkate alarak genellemeci bir değerlendirme gibi bir
tutum içinde olmayacağız. Zaten bunun da mümkün ve rasyonel olmadığı
bilinen bir gerçektir. Ancak bu tür genellemeci yaklaşımlar maalesef yapılmaktadır. Örneğin “din” adı altında bütün dinleri aynı kabul edip yanlış
değerlendirmeler yapılmaktadır. Nitekim seküler ahlakı savunanların
————
1
Attas, S. Nakib, Modern Çağ ve İslami Düşünüşün Problemleri, Nşr. M. E. Kılıç, İstanbul
1989, s. 43.
2
Bkz. Hazlitt, Hanry, Ahlakın Temelleri, çev. Mehmet Aydın ve Recep Tapramaz, Ankara
2006, s.403- 410.
Modern Çağda Ahlak
228
yaptıkları gibi “din” adı altında bütün dinleri aynı kabul edip genellemeci
değerlendirme yapmayı yanlış buluyoruz.
SEKÜLARİZM
Seküler kelimesi, dünyevi olanı belirtir ve dünyanın nesnel halinin göz
önünde tutulması demektir. Genel olarak sekülerleşme toplumsal hayatın
tüm branşlarının; siyasetin, kültürün, bilimin dine dayanan değerlerden
arındırılması ve bağımsızlaştırılması olarak kabul edilir.3 Bu tutum, eylemlerde toplumsal kuralların oluşturulmasında dinin anlam ve önemini
yitirme sürecidir. İnsanın aklı, dili ve metafizik denetimlerin kırılması,
deyim yerindeyse, insanını bakışlarının, değer yargılarının dünya ötesinden bu dünyaya ve bu zamana çevirmesidir.4 Dolayısıyla sekülerleşme
dinin toplumda ki otoritesini yitirme sürecidir.
Laiklik anlamında Sekülerleşme, moderniteyle birlikte dinin, politik
alan'dan geri çekilmesi, din ve devlet işlerinin ayrılması olarak kabul edilir.
Yani “sekülerleşme” dinin kamusal alan üzerindeki kurumsal otoritesinin
daralması anlamına da gelir. Konumuzun gereği dünyevileşmenin, politik
ya da siyasi anlamdaki özel hali olan laiklik konusuna, burada girmeyeceğiz. Nitekim sekülerlik, özellikle ahlak alanında laiklikle aynı olduğu
söylenemez. Dolayısıyla konumuz bakımından “laik ahlak” terimini doğru
bulmuyoruz, onun yerine “dünyevi” ya da “seküler” ahlak denmesi daha
doğru olacağı kanaatindeyiz.
Ahlakî anlamda ise sekülarizm, değer ilkelerinin her hangi bir dogmatik inancı dikkate almadan, nedensellik ve deneysellik ilkeleri üzerine
kurulmasını, somut ve bilimsel temellere dayanmasını ifade eder. Dolayısıyla sekülarizm ahlakı inançtan kaynaklanan bütün düşüncelerin dışlanmasını esas alır. Bu anlamda sekülarizmin ilk kez, özellikle kilise dininden
rahatsız olan Hıristiyan George Jacob Holyoake 1817 - 1906, tarafından
geliştirildiği ve sekülarizim kapsamında ifade edilen dinin daha çok Hıristiyanlık olduğu göz ardı edilmemelidir.
Sekülerleşme, insanın ilkelerini oluşturmada, yönelişlerini, yaşamını
düzenlerken dikkatini dini olgulardan tamamen soyutlayıp, dünyevi
olgulara yönelmesidir. Bu anlayıştan hareketle seküler ahlak ilkelerini
belirlerken dünyevi olguları dikkate alır ve kendi ahlak sistemini oluşturur.
Sekülarizm, bunu yaparken de insanın ahiretle ilişkisini koparır.
Seküler ahlak her şeyi nitelikli ulvi alanından, nicelikli fiziki derecesine
indirildiği yeni bir düzlemde insan, psikolojik dürtülerle dolu bir varlık, ya
da sadece fiziksel ve ekonomik gereksinimlerden ibaret bir nesneye dönüştürmeyi amaçlar. Bu durumda Cemil Meriç’in de ifade ettiği gibi, “Eşyalaşmanın hâkim olduğu seküler dünya, katı, insan dışı değerleri ve kişileri
————
3
Attas, S. Nakib, Modern Çağ Ve İslami Düşünüşün Problemleri, s. 29-30.
4
Attas, S. Nakib, Modern Çağ Ve İslami Düşünüşün Problemleri, s. 43.
Dördüncü Oturum
229
yok eden bir dünya” haline gelmektedir. Bu durumda ki insan, inandığı
gibi yaşamayı terk edip, yaşadığı gibi inanmaya başlar. İşte bu nokta da
seküler ahlakın en temel ilkesi olan dünyevileşme sürecinin gerçekleştiği
noktadır. Böylelikle bir anlamda sekülarizm kendi ilkelerini kutsallaştırmış
oluyor.
AHLAK
İnsanoğlunu mutlu edebilmek adına geliştirilen sistemlerden biri de
“ahlak”tır. Nitekim bilindiği gibi, genel anlamda ahlak; insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde, kendilerinden yapmaları ya da yapmamaları istenen
davranışlarla toplum düzenini ve mutluluğunu sağlamayı amaçlayan
kurallar bütünüdür. Bu anlamda ahlakın en temel amacı insanları mutlu
etmektir.
Ahlak bir toplum içinde kişilerin içten gelen bir duyguyla benimseyerek uymak zorunluluğu hissettikleri, davranış kuralları, kişinin içinde
bulunduğu çevrede güdülen töreye uyma yetisi, manevi nitelikler; ya da
bir toplumda, belli bir yaşam anlayışından kaynaklanan ve mutlak olarak
iyi olduğu düşünülen davranış kurallarının tümü olarak tanımlanabilir.
Burada ahlaki ilkenin eyleme dönüştürülmesinin, başka bir ifadeyle
iyiyi eyleme, kötüyü eylememenin önemli olduğunun altını çizmek istiyorum.
“İyiyi eyleyip, kötüden kaçınarak insanı mutlu etme” amacına yönelik
ahlak tarihinde çeşitli etik teorileri geliştirilmiştir. Bu etik tiplerini temel
problem bakımından üç madde de değerlendirebiliriz.
1- En yüksek iyi Problemi, (mutlulukçu etik).
2- Doğru eylem Problemi, (ödev etiği- deontolojik etik-)
3- İrade Özgürlüğü Problemi Etiği, (belirlenimci, determinist etik).
Ahlakın kaynağı ne olduğu konusunda bazı tartışmalar, öteden beri
sürmektedir. Bu tartışmalardan biri de dinin ahlaka kaynaklık edip etmemesi meselesidir. Bir kısım ahlakçı dini ahlak için önemli ve de gerekli bir
olgu olarak görürken, diğer bir grup ise, dinin ahlak alanından uzak tutulması gerektiğini ileri sürerler.
Burada konumuz itibarıyla ahlakın kaynakların üzerinde durmayacağız. Asıl tartışmamızı dinin bu kaynaklar arasında yer alıp alamayacağı, ya
da gerekli olup olmadığı ekseninde yapacağız. Bu noktada “din nedir?”
Sorusuna kısada olsa cevap vermek gerekir.
DİN
Din; insanların dünya ve ahiret mutluluğunu amaçlayan, iyi ve kötüyü
birbirinden ayırt ederek, iyiye ulaşmanın yollarını gösterip, insanı yaşam
yönünden olgunluğa eriştirerek, her bakımdan onu mutlu kılmayı hedefleyen kurallar toplamıdır.
Modern Çağda Ahlak
230
Buradan anlaşılacağı gibi, din ve ahlakın amaç birliği içinde oldukları
belirginleşmektedir.
İnsanı her iki dünyada mutlu etmeyi amaçlayan din ve ahlak, övgü ya
da yergiye değer olduğu iddiasını, aklî ve mantıkî temellendirilmiş bir
sunumudur. Sunumu yapılan ahlak teorisinin ve dinin ilkeleri de insanlar
tarafından yaşanması, eyleme dönüştürülmesi, öncelikli beklentidir. Çünkü
ahlak adamının ahlak teorileri üretmesinde ki yegâne amaç, insanlara
mutlu olabilecekleri yollar sunabilmek ve bu yollarda yürümelerini sağlayabilmektir. Bu anlamda “ahlak ve din mutlu olmak sanatıdır”
Nitekim İslam Peygamberi Hz. Muhammed (sav) Din inançlar bütünü
ve inançtan kaynaklanan muamele, yani davranışlar bütünü olduğunu
düşüncesiyle “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”5 buyurmuşlardır. Bir diğer hadis-i şerifte ise “Din edeptir.” ifadesiyle, İslam dini
ile ahlak İslam Peygamberi adeta aynileştirmiştir.
Dinin bütün kurallarının ahlaki bir yönü de vardır ve güzel ahlak temellidir. Nitekim İlahi dinlerde Allah, insanlara değer yargılarını oluşturmaları için peygamberler ve ilahi kitaplarla kılavuzluk etmiştir. İnsanlar,
peygamber ve ilahi kitapların rehberliğinde toplum olarak ahlak kuralları
oluştururlar. Bu açıdan da ahlakın en önemli kaynaklarından biri din
olmuştur. Çünkü özellikle ahlak yönünden her türlü adaletsizliğin, ahlaksızlıkların hâkim olduğu toplumlara Allah mutlaka bir peygamber göndermiştir. Peygamberler, ilahi öğretilerle toplumu iyiye doğru dönüştürmeye çalışıp sağlıklı, iyi ahlaklı bir topluluk oluşturmayı amaçlamışlardır.
Bu amaca ulaştıktan sonra, zamanla bu iyi ahlaki yaşamdan sapan, dini
ahlaki ruh kaybolup ve çirkinlikler içine tekrar düşen topluluklar için Allah
bu defa da toplumu yeniden inşa etmek için başka bir peygamber göndermiştir. Dolayısıyla özellikle dinlerin oluşturulma amacı da toplumlarda iyi
ve mutlu bir yaşamı tesis etmektir. Bu bakımdan da ahlak ile din alan
bakımından da birbirlerine çok yakındır.
SEKÜLER AHLAKIN DİNE OLUMSUZ YAKLAŞIMI
Sekülarizm, dinsel olan veya dinsellik atfedilen bütün değer ve ilkeleri
bireysel ve toplumsal yaşamın dışına iten, sadece bu dünyayı yaşanabilir
kabul ederek, ahiretle ilişkiyi koparma temeline dayalı insan merkezci
düşünme ve yaşama biçimini ifade eder. Bunun sonucunda da toplumun
dinden uzaklaşması, inanç ve dini eylemlerin yerine sadece dünyevi hedeflere yönelmesi, dinin işlevlerinin seküler toplumsal işlevlere dönüşmesi ve
kutsalın yerini dünyevileşmenin almasıdır. Bu anlayışla oluşturulan ahlak
sistemleri seküler ahlak olarak kabul edilir. Bu anlayıştan hareketle seküler
ahlak ilkelerini belirlerken dünyevi olguları dikkate alır ve kendi ahlak
sistemini oluşturmuş ve dini kaynakları arasına alan ahlak anlayışlarına
————
5
Muvatta, Hüsnu’l-Hulk, 8.
Dördüncü Oturum
231
bazı eleştiriler getirmiştir.
Sekülarizmin din kaynaklı ahlaka olumsuz yaklaşımının başlıca gerekçelerini şöyle sıralayabiliriz.
1 Kişiye her alanda yol gösterecek bilgi türü tecrübî bilgidir. “Din”, tecrübe edilebilir olmadığı için, insanımıza rehber olamaz.
2 Dinler dogmadır, dolayısıyla sorgulamaya kapalıdırlar ve bireysel
özgürlüğü engelleyen sistemlerdir.
3 Bir ahlak ilkesi Tanrı buyurduğu için mi iyidir, yoksa iyi olduğu için
mi onu Tanrı emretmiştir?
4 Tanrı’nın isteklerini doğru olarak nasıl bileceğiz de onları ahlak esası
yapacağız?
5 Onlarca din var. Dini metinler ahlak sorularına yanıt verseler de, gerek dini metinler arasında gerekse aynı kutsal metin içinde ki ilkeler arasında da ciddi tezatlar vardır. Ayrıca dinlerin çözümlemeleri yerel kalmakta, evrensel olma niteliğinde değildir.
6 Dünyayı hiç dikkate almadan, tüm yönelişleri ve düzenlemeleri tamamen öte dünyaya yönelik olarak yapılmasıdır.
Öncelikle bu eleştirilerin seküler ahlak için de geçerli olabileceğini söyleyebileceğimiz gibi, bu eleştirilerin dini temel alan her ahlak sistemi için
geçerli olmadığını da belirtmemiz gerekir.
Dinlerin ya da ahlak teorilerinin onlarca olması, inananları olduğu sürece, her din kutsal sayılmalıdır. Bunu sakıncası yoktur. Her toplum kendi
ahlak yorumunu ve ilkelerini oluşturma hakkına sahip olmalıdır. Çünkü
bütün dünya insanlarının bütüncül olarak tek bir ahlakı benimsemeleri de
beklenemez. Nitekim bir ahlak sistemi oluşurken dinin yanında akıl, kültür, medeniyet, coğrafi koşullar, gelenek gibi olgular da dikkate alır.
Hiç kimseye “Ahlaki prensiplerini şu dine ya da bu kurala referans vererek gerekçelendirmelisin” deme hakkına sahip değildir. Özellikle ahlak
konusunda toplumlar ilkelerini oluştururken, neyi referans vereceklerine
tartışma ve uzlaşma yoluyla karar verirler. Değişik toplumlar değişik
referanslar belirleyebilirler. Oysa seküler ahlakı savunanlar “neyin iyi
neyin kötü olduğuna karar verirken, kendi dünya görüşünü değil, benim
dünya görüşümü referans al” demiş oluyor ki bu, kabul edilebilir değildir.
Bütün karşı görüşler, seçeneklerden sadece biri olabilir. Bütün insanların
benimseyebilecekleri, insanlığın yararına olacak esasından hareketle, bazı
evrensel ahlak ilkeleri, oluşturulabilir. Ancak her bakımdan evrensel olabilecek bir ahlak sisteminin olabilmesi pek mümkün görünmemektedir.
Çünkü evrensel ahlak ilkelerinin yanında yerel ya da dinsel ahlak varlığını
sürdürebilmelidir.
Seküler ahlakı gerekli gören anlayışın ileri sürdüğü bu gibi gerekçelerden bazılarını da göz ardı etmemek gerekir. Nitekim bazı gerekçelerin
haklılık yönünün olduğundan söz edilebilir. Özellikle Hıristiyan dünya-
Modern Çağda Ahlak
232
sında cereyan eden olayları dikkate alınca haklı yönleri görebiliyoruz.
Yanlış olan, genellemeci bir yaklaşımla bütün dinleri aynı kriterle değerlendirip, dünyevileşmenin gerekli görülmesidir. Örneğin, Batı‘nın bilimde
ve teknolojide bu seviyeye gelmelerinin sebepleri olarak dünyevileşmeyi
gösteriyorlar; bu görüş hem doğru hem de yanlıştır. Doğruluğu, Rönesans
ve Reform hareketleriyle birlikte, Batı’da eğitim ve öğretim anlayışı yavaş
yavaş kilise dininin baskıcı tekelinden çıkmaya başlamasıyla açıklanabilir.
Hıristiyan dünyası için bu, olumlu anlamda bir dünyevileşme sayılabilir. Yanlışlığı, daha başından beri, kilisenin söz konusu dini, yanlış bir
biçimde yorumlayıp uygulamalarından kaynaklanmıştır. Yoksa gerçek
anlamda dinin özünden kaynaklandığını söyleyemeyiz. Bu anlamda Hıristiyan dünyası, aslında yanlıştan belki de belli oranda doğruya dönmüşlerdir denebilir. Örneğin Galileo, (1564 – 1642), astronomi bazı tespitlerini
yazdığı eserinden dolayı, kilise onu müebbet hapse mahkûm etti. Yetmiş
yaşında hapsedilen Galilei 1642 yılında hapiste öldü. 1979 da Papa II John
Paul’un verdiği öneri 12 yıl tartışıldıkdan sonra 1992 Galileo af edilerek
itibarı iade edildi. Ayrıca, Matta:7:1 de “Sana adaletli davranılmıyorsa sen
de adaletli davranma” buyrulması, ciddi bir ahlaki ve hukuki olumsuzluktur.
Yapılan bu olumsuz değerlendirmeler İslam için geçerli değildir. Kilise
Hıristiyanlığında ahirete yönelip dünyayı görmezden gelme anlayışı İslam’da yoktur. Din merkezli, ahlakı kabul etmek, ferdin tercih hakkını,
özgürlüğünü zedelediği gerekçesiyle bu olguya olumsuz yaklaşılmaktadır.
Buna katılmamak mümkün değildir. Elbette sorgulanmaya, insanlara ve
onların duygularına saygı duymayan otoriteye uymak tehlikelidir, kabul
edilemez. Bu idealar dogmatik sistemler için geçerli olabilir. Dolayısıyla bu
eleştirilerin özellikle İslam dini için geçerli olmadığını belirtmek gerekir.
Nitekim İslam’da sorgulama hakkı her zaman vardır. Bu amaçla K. Kerim’de 150 kadar ayette aklı kullanma, düşünüp taşınma, sorgulama yapma önerilmiştir.
AHLAK İÇİN DİNİN GEREKLİLİĞİ
Ahlak için dinin gerekliliği, özellikle insanı ahlak ilkelerini eyleme dönüştürmede, bireyi motive edebilecek, isteklendirebilecek bir kaynak
olması bakımından önemlidir.
İnsanın bilme, anlama ve gerçeği görme, merakını gidermeyi işlev kabul eden ahlak felsefenin aksine, ahlak ve din insanın neyin iyi, neyin kötü
olduğunu bilmeyi yeterli görmez. Bunun yanında bu bilgiyi insanın eyleme
dönüştürmesini, pratik bir çıkar sağlamasını da ister. İşte din belki de bu
noktada en önemli görevi üstlenerek, ahlaki ilkelerin yaşama yansıtılması
için önemli bir yönlendirici olmaktadır. Seküler ahlak ise bu imkândan
yoksundur. Özneyi iyi eylemleri yapmaya, kötü eylemlerden kaçınmaya
sevk eden bir motivasyon olmalı ki, özne o eylemi yapsın ya da ondan
kaçınabilsin. Çünkü insanın doğasında ahlaki eylemi engelleyen pek çok
Dördüncü Oturum
233
etkin güçler vardır. İnsan bir eyleme karar verirken nefsinin etkisinden
kolay kolay kurtulamaz. Dini inancın olması ve ahlaka bunun etki etmesinin bir olumlu katkısı da ahiret inancıdır. İslam dininin “Yapılan hiçbir
eylem karşılıksız kalmayacaktır.”6 ilkesi her şeyin kaydedildiğine işaret
eder. Böylelikle de özellikle İslam ahlak teorileri iyiyi eyleme dönüştürmek, kötüyü eylememek için insanı isteklendirir.
Dinlerde var olan fakat seküler ahlak sistemlerinde olmayan önemli bir
olgu daha vardır. O da “tövbe” kavramıdır. Tövbe insanların ahlaki kötü
olarak nitelenen hareketlerinden dolayı pişman olup, bir daha böyle kötü
eylemlerde bulunmayıp, daha dürüst davranacaklarına karar vermelerine
imkân sağlar. Çünkü insanda bulunan nefsin yanıltıcı niteliklerden dolayı,
sürekli tam bir mükemmellik içinde davranmak, insan için pek mümkün
olmamaktadır. Kötü eylemde bulunan insan karamsarlığa düşmeden af
edilebileceği ümidiyle Tanrıdan af dilemesi ve yeni bir başlangıç yapmasına fırsat verilmesi bireyin ahlaksal yolculuğunda pek anlamlı bir durumdur.
Eğer ahlakın gayesi, insanları, kendilerinin ve büyük çoğunluğun yararına eylemlerde bulunmaya yönlendirmek ise, ahlak teorileri kendilerini,
insanlara yön verebilecek sistemlere, olgulara dayandırmalıdır. Bu da bana
göre, adı ne olursa olsun, evrensel nitelikler taşıyabilen dinlerden başka bir
şey değildir. Çünkü dünya insanının birleştiği en genel ve en etkili payda,
evrensel nitelikler taşıyabilen din ya da ahlak olgusudur. Diğer taraftan
mutlak bir otoriteyi benimsemeyip, kendi başına buyruk, inançtan kopuk
bir seküler ahlak anlayışı bizi ahlakî nihilizme götürür. Bu bağlamda inanç
olmadan bireyleri kontrol etmek hemen hemen imkânsızdır. Bu konuda en
batıl dinin ahlakı bile belli konularda seküler ahlaktan daha etkin olabilir.
İslam ahlak teorilerine göre de ferdin dinden bağımsız olarak tam anlamıyla ahlaklı olması mümkün değildir. Dolayısıyla, İslam’a göre de
dinden bağımsız bir ahlak, eksik ahlak olacaktır. Ayrıca “din” olgusunu
ahlakın alanından soyutlayacak olursak, pek çok ahlak sistemi ve yaşamında ahlakı önemseyen bireyler bundan zarar görecektir.
SONUÇ YERİNE
Sonuç olarak seküler ahlak ile dini ahlakın ayrıldıkları temel noktaları
da şöyle sıralayabiliriz.
Seküler Ahlak öğretisinin öncelikli ideali dünyevi kazançtır, dayanak
noktası fiziktir, kuvvettir. Dini ahlak öğretisinin öncelikli ideali ise ruhi
kazanç ve Tanrıyı memnun etmektir, dayanak noktası ise adalettir. Sorunlar adil çözüm kaygısı ile çözülmeye çalışılır.
Seküler ahlakta kullanılan yöntem “ben” merkezci bireysellik olup, başarı için rekabet ve yarışmacılık kutsallaşmıştır. Seküler ahlak öğretisinin
————
6
K.Kerim, 99. Zilzâl/ 7–8.
Modern Çağda Ahlak
234
yaşam prensibi mücadeledir. Çünkü yaşam bir mücadeledir, bunun için de
başarılı olmak için başkasını düşünmek önemli olmayabilir, ön kabulü ile
hareket edilebilir. Din merkezli ahlak öğretisinde ise yaşam prensibi mücadele yerine yardımlaşmadır. İnsan sadece kendisi için değil ailesi, toplumu ve insanlık için de yaşama sorumluluk duygusu vardır. Paylaşma
ahlakı öncelenir. Kendisinden önce komşusunu, zayıfı, yoksulu düşünmek
övülür. Dini ahlakta insan özgürdür. Fakat sürekli Tanrı’nın kontrolünü
kalbinde hisseder. Böylelikle de bireyin vicdanı, polis korkusu yerine Tanrı
korkusuyla kontrol edilir.
Seküler ahlakın teoride olması mümkün görünse de pratikte pek mümkün görünmemektedir. Çünkü dini değerlerden tamamen soyutlanmış
seküler bir ahlakın olabilmesi için, kendilerini dini değerlerden tamamen
soyutlamış insanların bir araya gelerek bir toplum oluşturmaları ve bu
toplum içinde kendine özgü bir ahlakın oluşması gerekir ki bu güne kadar
pratikte mümkün olmamış bir şeydir. Oysa dini ahlakların uygulandığı
pek çok toplumlar olmuştur. Aynı şekilde dindar birinin din ile ilişkisini
koparmış, kendi değerlerinden soyutlanmış bir ahlakı benimseyip yaşamına yansıtması de beklenemez.
Seküler ahlak anlayışları Tanrı inancına başvurmadan veya bir dinin
sağladığı bir dünya görüşünün şemsiyesi altına girmeden bir sistem haline
girebilirler ve insana bazı yararlar da sağlayabilirler. Ancak soyut ahlaki
yaşam, yalnız başına bir dünya görüşü oluşturamayacağından mevcut bir
dünya görüşünün zemini içinde kalmaya mahkûmdur. Ahlaksal davranış
içindeki insanın amacı, ideal tipe yaklaşmaya çalışarak, ahlaki davranışlarıyla hedefteki iyiliği yakalamaktır. Bireyi ahlaksal davranışlara sürükleyen
en önemli faktörlerden biri de bu “ideal tip”tir. Dini referansları arasına
alan ahlak sistemlerinde var olan bu olgu, Seküler ahlakta bunmamaktadır.
Böyle bir ideal tipin olmaması, bireyi en erdemli davranışlarında isteksiz
hale getirecektir. Bu durum da bir ahlak sitemi için ciddi bir eksiklik doğuracaktır. Dinamik bir ahlak anlayışının gerçekleşmesi ve “ideal tip” kavramının oluşması için, belli bir dünya görüşünün, ahlakla ilgili hususlarda,
yüksek inanç seviyesinde, bazı emir ve yasaklar içermesi ve “ideal tip”in
kutsallık kavramıyla desteklenmesi gerekmektedir. Böyle olunca bireyin
devamlı eksik kalan ahlaki durumuyla zihnindeki mükemmel model
arasında canlı bir ilişki kurulacak ve bu ilişki hayatı boyunca devam edecektir. Dolayısıyla dini değerlerden uzak olarak oluşturulan seküler ahlakın teoride mümkün olabileceğini söyleyebiliriz. Ancak ahlakın genel
hedefleri dikkate alındığında, özellikle iyiyi eyleme, kötüyü eylememe
konusunda seküler ahlakın imkânının olduğu söylenemez.
Beni dinleme sabrını gösterdiğiniz için hepinize teşekkür eder
saygılar sunarım.
Oturum Başkanı:
Dördüncü Oturum
235
Biz de Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. İbrahim
Hakkı Aydın Hocamıza ‘Seküler Ahlakın İmkanı’ konulu bu güzel bildirisini sundukları için teşekkür ediyoruz.
Gerçekten çok önemli bir konuydu Seküler Ahlak. Hocamız
sekülerizmi cenneti dünyada arama çabası olarak ifade ettiler. İnsanın
bakışını fizik ötesi alandan şimdiye hal-i hazıra fizik alana çevirme dediler.
Ve bir nevi seküler ahlaktan kastının da din dışı bir ahlak olduğunu ve bu
ahlakın da bütün bir insanlığı mutlu etmeye yetmeyeceğini ifade ettiler. Ve
İslam maneviyatında aslında ahlakla mutluluk arasında çok yakın bir
ilişkinin de olduğunu vurgulamış oldular. Ve hocamız bu mutluluğun
gerçek anlamda sağlanabilmesi için varoluşsal bir güvenlik yani iman,
tutarlılık, bir nevi iman-amel bütünlüğü ve neticede itmi’nan dediğimiz
gönül huzuruna değinmiş oldular. Bu güzel çalışmalarından, bildirilerinden dolayı çok teşekkür ediyoruz.
Ve bir başka hocamıza dönüyoruz. İnönü Üniversitesi Fen Edebiyat
Fakültesi Öğretim Üyesi çok değerli bilim insanı Doç. Dr. Hüseyin Subhi
Erdem Hocamız bizlere ‘Ahlakî Yükümlülük Bağlamında Pragmatik Etik
ve Kant’ın Etiğinin Eleştirisi ve Alternatif Bir Çözümleme Girişimi’ konulu
bir bildiri sunacaklar. Buyurun Hocam.
3. TEBLİĞ
AHLAKİ YÜKÜMLÜLÜK BAĞLAMINDA
PRAGMATİK ETİK VE KANT ETİĞİNİN ELEŞTİRİSİ VE
ALTERNATİF BİR ÇÖZÜMLEME GİRİŞİMİ
Doç. Dr. Hüseyin Subhi ERDEM
İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
ÇERÇEVE:
1- Ahlaki yargılar, bir kişinin eylemini, başka kişilerin yarar ve zararını,
başka kişilerin ilgi ve niyetlerinin de gözeterek değerlendiren yargılardır.
Bu tür yargıların temelinde eylemlerimizde bizim dışımızda ki kişilerin ilgi
ve niyetlerinin de gözetilmiş olduğu, örneğin kendimize yararlı ama başkalarının da zararlı eylemlere değil, kendi özel ilgi ve çıkarlarımıza karşıt da
olsa başkalarının yararını ön planda tutacak eylemlere yönelmek gerektiği
gibi bir genel inanç yatar.1 Bu inanç tarihsel süreçte insan topluluklarında
töreler, kurallar, buyruklar, talepler, haklar, ödevler vb gibi gerçeklik
kazanır. Ahlaki yargıların toplum ya da insanlar tarafından ortak bilinçle
kabul ve pratiğe dökülmeleri en yüksek ineç ve iyi haline dönüşmesini
sağlar. Böylece ahlak denilen ortak inançlar ve tasarımlar bütünlüğüne
ulaşılmış olunur. Ahlaki bir buyruğun en önemli karakteristiği, onun sanki
tutumumuzu ve ona bağlı eylemimizi koşulsuz geçerli kılan bir iddia
taşıması statüsüdür. Oysa nesnel doğruluk her zaman bir koşul altında
geçerlidir. Bu geçerlilik bireysel tutum ve kişiler arası ilişki bağlamında da
farklılık arzeder. Örneğin benim bir ev sahibi olma isteğime dayalı girişimim amacıma ulaşmada belli kurallara dayalı hareket etmeme bağlı hipotetik bir eylem tarzını oluşturur. Ev ihtiyacından vazgeçmemle bu kurallar
ortadan kalkarlar. Buna karşılık ahlaksal buyruklar ve talepler benim
yanımda bizi ilgilendiren bağlamda iş görürler. Bu durumda bu buyruk ve
talepler benimle birlikte başkalarını da bağlayan ilgilerdirler.
2- Ahlaka ilişkin bu genel belirlemelerin töresel ve geleneksel duygudan oluştuğuna dair bir belirlemeden yola çıkılarak, çeşitli topluluklarda,
kültür çevrelerinde ve çeşitli zamanlarda çok çeşitli ahlakların hep koşul————
1
Bkz. Herald Delius, “Etik”, Günümüz Felsefe Disiplinleri içinde der. Doğan Özlem, Ara
Yayıncılık, İstanbul, 1990, 311.
238
Modern Çağda Ahlak
suz bir geçerlilikle ortaya atılmış oldukları ya da hala atılmakta oldukları
saptamasıyla ahlakın günümüzde bütün değerlerin göreceliliği düşüncesine kapı açtığına dair yorumlara ve vargılara ulaşılmaktadır. Buradan yola
çıkılarak, ahlaki objektivizmin imkanı tartışılır kılınarak, “her insan kendine göre bir etik seçer” yargısına ulaşılmakta ve N. Hartmann’ın temellendirilmesine dayalı bir antropolojik ahlak anlayışına varılmaktadır. Kuşkusuz
tarihsel süreçte evvela örneğini sofistler ve takipçilerinde gördüğümüz
ahlakın göreliliğine dair bir anlayış varolagelmiştir. Ancak bu, ahlakın
mahiyeti ve kişiler-arası bağlama dayalı, onun doğasından kaynaklanan
ortak değer ve yargıya dayalı karakterini zayıflatan bir husus olmamıştır.
Kuvvetli ahlaki doktrinal sistemler evrensel temelli ahlak anlayışıyla ortaya çıkmışlar ve kültürler arasında farklılıklar olsa da insan tabiatındaki
ortak zemine dayalı benzer kurallar ve anlayışlara dayanmışlardır. Bu
dayanakların özellikle dünyaya ve insana yönelik yaptırım ve terbiyevi
özelliklerinde benzerlikler olmasının yanında semavi ve semavi olmayan
dinler ve bu dinlerin oluşturduğu kültür çevrenlerinde ahiret anlayışına
müteallik değerlendirmelerde farklılar göze çarpmaktadır. Semavi dinlerin
oluşturduğu Akdeniz havzası ve dünya genelinde ortak ahlaki zeminden
bahsetmek mümkündür. O halde ahlakın göreceliliği sorununu daha çok
monist-materyalist anlayışların egemen olduğu ya da öte-dünya inancı
zayıflamış toplumların algı ve tasavvurlarında gerçeklik bulduğunu söyleyebiliriz. Bunun yanında dünyayı ilerlemeci bir tarih tiniyle idealize eden,
insan aklı, tarihin tini ve olgu gerçekliği temeline dayalı çözümlemeleri
esas alan felsefi perspektiflerin egemen olduğu ortamlar için de mümkün
hale geldiğini iddia edebiliriz. Temelinde Hegelyen düşüncenin yattığı
böyle bir düşünüş sonuçta günümüz dünyasında çeşitli yıkım ve büyük
insan katliamı ve ülkelerin istilasına felsefi bir kılıf ve çerçeve oluşmada
referans alınmaktadır. Çünkü böyle bir düşünüşte ölümler ve yıkımlar
aslında tarihin tininin kendini gerçekleştirme ve daha ileri bir senteze
ulaşma çabası içinde değerlendirilmekte ve ölümler-yıkımlar bu uğurda
önemsenmemektedir.
3-Ahlaki düşünüşte insanı merkeze alan ve sonunda bir yönüyle
Kant’ta ödev ahlakına dönüşecek Antropolojik etik temellendirmede, ilkin,
insanın ya ne olduğu veya ne olarak göründüğünden yola çıkılarak, bu
insanın uğrunda çaba harcamaya değer bir “iyi”ye ulaşma gayreti içinde
olduğu kabul edilir. İkinci bir perspektiften de insan için, insanlara ne
doğadan ne de tanrıdan gelmiş bir yasa tipi üzerinde durulur. “Moral
yasa” adı verilen böyle bir yasaya göre, doğa yasalarının heteronom oldukları söylenir. Böylece “iyi” ve “kötü”yü ancak insanın kendi kendisine
koyacağı bir moral yasanın belirleyeceği söylenerek, böyle bir yasanın
ancak bir akıl varlığı olarak otonom insana ait bir yasa olacağı vurgulanır.
Böylece yeniçağa egemen olan ve en önemli temsilcisini Kant’ta bulduğumuz bağımsız etik ortaya çıkmış olur. Ahlak yasasını dıştan gelen hiçbir
şey belirlemediğinden o ancak özgür bir varlığın kendi kendine koyabileceği bir yasadır. Her iki antropolojik etik temellendirme, insanın irade,
Dördüncü Oturum
239
muhasebe ve murakebe gücüyle belirlendiği için, çeşitli çözüm biçimlerine
açıktırlar. Birinci yönelimde etik çaba en yüksek iyiye yönelir. İkinci durumda ise, etik çaba, bir ödevi yerine getirmeye yönelir. En yüksek iyi den
hareketle mutluluk ahlakına ulaşılır. Mutluluk ahlakı üzerine akıl yürüten
J. Bentham, “Doğa insanlığı acı ve haz adlı iki despot efendinin buyruğu
altına sokmuştur. Bunlar yaptığımız düşündüğümüz her şeye egemendirler. Onların boyunduruğundan kurtulmak için yapılan her deneme, çaba,
sadece bu boyunduruğu bize göstermeye ve onu doğrulmaya hizmet eder.
Bu despotların karşısında yapılacak tek şey, ne yapmamız gerektiğini
saptamaktır”. Buradan hareket eden Bentham, mümkün tüm koşullar
altında mümkün olduğu kadar mutlu olmanın ister bireysel isterse toplumsal açıdan olsun, ister devlet adamı isterse yasa koyucu açısından
olsun, insan eylemlerinin amacı olması gerektiği sonucuna varır. Böylece o
bireysel ve toplumsal hedonizmi temellendirmenin yanında, Anglosakson
dünyada utilitarizmi de kurar. Bentham bu mutluluk ve haz durumunun
niceliksel olarak hesaplanacağına ve buradan fantastik bir mutluluk çizelgesinin çıkarılacağına dair düşünümde bulunur. Utilitarismin günümüz
modern devletlerinde toplumsal refahı esas alan modelin dayanağı olduğu
görülür. Ancak bu refahı sağlayan maddi gücün biriktirilmesi ve elde
edilmesinde geri bıraktırılmış ham madde zengini fakir ülkelerdeki insan
ve yönetimsel uygulamaların hangi ahlaki kaygı ve zemine dayandığını da
göz ardı etmemek gerekir. Buradan hareketle bir kısım insanın mutluluğu
ve haz duygusunu en yüksek seviyede tatmine dayalı felsefi arkaplanı olan
dünya görüşlerinin uygulamada ötekileştirdikleri ülke ve uluslara nasıl bir
yoksulluk ve felaket getirdikleri artık saklanamaz, ortada olan bir durumdur.
4-Görülmektedir ki Utilitarist ya da Pragmatik ekol, bütün değerlerin
insan doyumuna bağlı olduğunu iddia eder ve bu yüzden pratikte görececiliğe doğru eğilir. Ama bir taraftan da nesnelciliğe de yaklaşır. Çünkü
sonuçların yani fiilen doyuma yol açan şeyin sınanması konusunda ısrar
eder. Oysa haz ve doyum alanında bu sınanma ısrarı, iştihayı kabartma ve
daha çok tüketim hırsını yükseltmekten başka bir sonuç tevlit etmez. Bu
ise, salt o toplumla sınırlı bir tüketim ve yaşama tarzına çerçeve oluşturmaz. Dünya ve dünyaya ilişkin her şey tüketim nesnesi olarak görülür.
Dünya tüketim nesnesi pozisyonuna getirilince, sanayi, teknoloji, insan
gücü, tarımsal üretim, hizmet sektörü, bir bütün olarak doğa, yer altı ve
yerüstü zenginlik ve imkanlar, denizler, vb akla gelebilecek yaşadığımız
dünya ve çevreyle ilgili her şey, hazzı tatmin, tüketim arzusunu giderme
ve bunların itkisiyle alevlenen tahakküm duygusunun ortaya çıkardığı,
kurt-kuzu meseli gibi entrika, masabaşı strateji ve tahakküm planlarının
neden olduğu savaşlar, iç-çatışmalar, ulus olma becerisi göstermiş geleneksel toplumların atomize edilmesi, istikrarsızlık, insanın metalaştırılması, vb
pek çok zarara yol açan bir anlayışı güçlülerin lehine körüklemektedir. Bu
240
Modern Çağda Ahlak
bağlamdaki kazanımlar, utilitarist ve pragmatist etiği bir başarı etiği kılar.2
Pragmatist etik empirist karakterli bir düşünce temeline dayalı olduğu
için onun insan çözümlemesi ve buna dayalı ahlak tanımlaması da, bu
sınırlılıktan dolayı, problemlidir. Pragmatizmin öncü düşünürlerinden olan
W. James, bilme edimini, duyu algısının akıl yoluyla işlenmesi ve bu işleme
faaliyetinde karşılaştırma ve ayırt etme yani sınıflama ve bölme işlemine
dayalı olduğunu belirtir. Bilgi için bundan başkasına ihtiyaç da yoktur.
Buna göre doğru bir inanç ve düşünce, duyusal bakımdan tatmin edici
olandır. Yani doğru bir inanç ve düşünce işe yarayan bir inanç ve düşüncedir. Bu yaklaşımın arkaplanında pratiğe yansıyan fayda elde etme itkisinin nefsi tamin etme ve duyumlarının tatminine yönelik bir amaç taşıdığı
görülebilmektedir. İdeal formda hayatta olumlanabilen bu düşüncenin
yaşamın çeşitli dolayımlarında salt nefsi tatmine ve duyumları tahrike yol
açabileceği de aşikardır. Nitekim bu gelenek içinde hayatı tanzim eden
toplumların ahlaki kavramların evrensel semantik yapısını, kendi faydaları
yönünde nasıl anlam kaymasına uğrattıkları açıkça müşahade edilebilmektedir. Pragmatizmin duyuları ve hazzı tatmine dayalı açıklaması, insan
psikolojisini açıklama bağlamında da insanı salt duyusal ve fizyolojik
gerçeklik içinde sınırlı bir varlık olma statüsüne indirgemiştir. İnsanla ilgili
her türlü açıklama biçimi salt fizyolojik ve organizmaya dayalı bir açıklamaya dönüştüğünde onun etik değerlere sahip, estetik yetili, izzetli, onurlu
bir varlık olması ve bunun tezahürlerine dayalı davranışların anlamlandırılması fizyolojik ya da organik süreçlerde mümkün olmamaktadır. Nitekim psikanalist ekol içinden çıkan daha sonra humanisme dayalı insan
açıklamasına yönelen Eric Fromm, çağdaş psikoloji biliminin insanı sağlıklı
olarak tanıma ve tanımlamakta yetersiz kaldığını, çünkü onun insanı
ruhsal gerçekliği içinde kabul etmediğini dile getirmiştir. Fromm: “Psikolojiyi insan ruhunun analizini kendine alan olarak seçen ve onu, erdem ve
mutluluğunu öne çıkaran bir disiplin olarak gören geleneğin bir tarafa
itildiğini”3, belirtir. Ona göre, psikoloji bilimi akademik ölçüler olarak,
doğa bilimlerinin niceliksel kriterleriyle ve deneysel yöntemler içinde
insanın fizyolojisi ve biyolojik gerçekliğini anlamaya çalışmakta ve buna
yönelik açıklamalar getirmektedir. Öyle ki, psikoloji bilimi ruh dışında her
şeyi çözümlemeye çalışmakta, insanın laboratuar ortamında denenebilecek
bütün yönlerini anlamaya yönelik çaba sarfetmektedir. Bunun yanında
bilincin, değer yargılarının, iyilik ve kötülüğün, psikolojinin problemleri
dışında kalan metafizik düşüncelerden öte bir şey olmadığını sanmaktadır.
Psikolojinin deneysel ortama taşıdığı çabaları, çoğu zaman önemsiz detaylarla ilgili problemler üzerine odaklanarak bilimsel bir yöntem bulma
öngörüsü içinde sınırlanmaktadır. Böylece psikoloji artık temel konusu
————
2
Bkz. Fritz Heinemann, “Etik”, Günümüz Felsefe Disiplinleri İçinde, Çev. Doğan Özlem,
1990, 345.
3
Bkz. Eric Fromm, Psychoanalysis and Religion, 1950 Yale University Press, 1950,6; ayrıca bkz.,
Psikanaliz ve Din, Çev. A.Arıtan, 3.bsm, 1993, 18-21.
Dördüncü Oturum
241
olan ruha muhtaç bir bilim konusuna düşmüştür. Mekanizme dayalı bedensel hareketler ve tepkilerin oluşması, duyuların algı gücü ve yetisi onun
en önemli araştırma konuları arasına girmiştir4.
İnsanı varoluş bütünlüğü içinde kavrama gücünden ve idrakinden
yoksun herbir yaklaşım sonuçta ona yönelik ahlaki temellendirmede de
yetersiz kalacak ve bu yetersizlik hayata yansıyacaktır.
Bunun yanında ödev bilincini merkeze alan Kant etiği bir düşünce etiği
olarak sınırlanır.
KANT ETİĞİ VE ELEŞTİRİSİ:
Kant’a göre ahlaklı olmak iyi ya da kötü olmaktan öte causa sui5 ve
bundan dolayı özgür olma sorunudur. Bu, bizi diğer insanlara karşı özgür
bireyler olarak davranmaya zorlar. Kantçı ahlak şu prensipte nihai çağrısını özetler: “Kendi şahsında olduğu kadar başka herhangi birinin şahsındaki insanlığı da, asla sırf bir araç olarak değil, aynı zamanda ve hep bir amaç
olarak kullanacak şekilde eylemde bulun”6. Kant, böyle bir prensibi öznenin kendisi üzerine refleksiyondan çıkarırır. Salt akıldan/özneden yola
çıkarak insanı ve dünyayı temellendirme Kant’ta en önemli örneğini bulur.
Çünkü o, kendi zamanına kadar “Kopernik dönüşü” diye adlandırdığı
zaman/özne/nesne hiyerarşisini tersine çevirir. Kant-öncesi metafizik,
öznenin dışsal nesnenin kopyasını çıkardığını iddia ederken, Kant nesneleri oluşturan şeyin öznenin dışsal dünyaya yansıttığı biçim olduğunu ileri
sürer. Bu anlamda Kantçı dönüş açık biçimde özne-merkezciliğe yani
insani merkezciliğe doğru bir kayıştır. Kopernik dönüş adıyla bilinen dönüş
ise tam tersine meyleder. Dünya merkezcilikten, güneş merkezciliğe kayışla Kantçı kendinde şey ve aşkın nesne etrafındaki düşüncelerin zemin bulduğu öznenin dışsal, nesnel dünyayla olan ilişkisindeki edilginlik vurgulanır ve yeni durumda öznenin etkenliği merkeze alınır.7
Antik çağdan Kant’a kadar etikte “en yüksek iyi” problemine dayalı
mutlulukçu etik yararcı, pragmatist ve operasyonalist öğretilerine kadar
bütün öğretilerde “en yüksek iyi mutluluk olarak görülür. Bu mutluluk,
bedensel haz, sürekli hoşnutluk durumu, doğaya akıl yopluyla uyum
göstermekle ulaşılan dinginlik, bireysel ve toplumsal yarar vb gibi farklı
şekillerde tanımlanır . Mutluluğun tanımında üzerinde anlaşılan bir tek
hususun olmaması, Kant için üzerinde uylaşılan ve biricik bir dayanak
olacak bir mihverin etik için zorunluluk arzetmesi problemini çözümü
gerekli kılar. Kant, yaygın mutlulukçu ahlak anlayışının mutluluğun farklı
amaçlara bağlanmasından kaynaklanan kavramsal kargaşayı böylece
————
4
Bkz. Fromm, a.g.e., 20-25.
5
Causa sui (Latince) Kendi kendinin nedeni.
6
Immanuel Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Çev. İonna Kuçuradi, Türkiye Felsefe
Kurumu, 1996. 38, (4.429)
7
Kojin Karatani, Transkritik, Çev., Erkal Ünal, Metis Yayınları, İstanbul, 2006, 55.
242
Modern Çağda Ahlak
çözmek istemiştir. Böylece o, etik alanda gördüğü ve hiçbirinin sağlam ve
genelgeçerli temellere dayanmamasına binaen etikte apriori temellerin
olabileceğini varsayar. Buna göre etiğin apriori formu, bilgide olduğu gibi,
herkes için aynı ve evrensel olan apriori bir etik yasasına dayanmak zorundadır. Bu durumda etik ancak genelgeçer bir yasaya dayandığı takdirde
evrensel etik konumuna bürünebilir. Böyle bir evrensel zemine dayalı
ahlaki hayatın imkanı nasıl olacaktır? Kant, ahlak yasasının verilenmiş
(given, gegeben) olması gerektiğini vurgular. Böyle bir ahlak yasası insanın
hem kendisi için istediği ve kendisine koymuş olduğu; hem de başkaları
için de aynı formda genel geçerlik taşıyan evrensel bir ilke olmalıdır.8
Kant’a göre bir evrensel ahlak yasası ancak özgür bir insanla mümkün
olur.
Özgürlük zaten insanın isteyerek yani iradesini harekete geçirerek
kendisine yasa koymasından (otonomi; oto: kendi, nomos:yasa) başka bir
şey değildir. Buna göre ahlak yasası bir “en yüksek iyi” de değildir. “İyi”
ancak böyle bir yasayı isteme ve ona uymada kendini gösterebilir. Bu
belirlemelere gore, ahlaki yaşam ancak irade ve ahlak yasası olarak iki
temele dayandırılabilir. Bu temellerin dışında bir yaşam ahlakilik taşımaz.
Çünkü herhangi bir ilkeye veya buyruğa isteyerek (iradeyle) bağlanmadan
ve sadece bu ilke ya da buyruğu sorgulşamaklsızın boyun eğerek yapılan
eylemlerle yetinildiğinde ya da doğal duygulanım ve güdülere gore hareket edildiğinde böyle bir durum olsa olsa bir legalite/yasalılık durumu
olabilir. Bir moralite (ahlaklılık) durumu olamaz. Böyle bir doğal eğilim,
güdü ve itkilerle psişik motiflerle ve toplumsal alışkanlıklarla irdelenmeksizin benimsenmiş ve içsenmiş, kemikleşmiş törelere uyarak yapılan eylemler hiçbir şekilde moralite taşımazlar.9 Kant böylece insanın doğallığını
esas alan ahlak tanımlarını yadsır. O halde “mutluluk”u “en yüksek iyi”
saymak ona gore yanlıştır. Ahlaklılık ve mutluluk farklı şeylerdir. Kişi
mutluluğa zaten doğal eğilimleri, güdüleri, arzularının yönlendirmesi
altında ulaşabilmektedir. Mutluluğun elde edilebilmesine ilişkin insani
durumu dikkate aldığımızda insanla hayvan arasında bir ayrım sözkonusu
olmamaktadır. Çünkü bedensel haz ve arzuların tatmini insane ve hayvanlarda ortak bir doğaya hitap eder.
Kant, ahlaklılığı sadece insana özgü bir durum olarak kurabilmek için,
onun akıl sahibi varlık olmasını içeren tinsel bir varlık olarak insan perspektifinden yola çıkar. O, insanın bu imkanına işaret ederek “aklını kullanma
cesaretini göster!” buyruğuna uyulduğu müddetçe, kendimizin yaptığı ve
isteyerek uyduğu bir evrensel ahlak yasasının buyruğu altında yaşamaya
geçer, ahlaki varlık olabiliriz. Buradan tinsellik de tanımlanır. Tinsellik
insanın kendi aklı, duyguları, istekleri, tutkuları, düşünceleri, ideleri ve
————
8
Bkz.,I. Kant, Pratik Aklın Eleştirisi, çev., İ.Kuçuradi vd, Türkiye Felsefe Kurumu Yay., 1994, 90
vd. Ayrıca bkz., Doğan Özlem, Etik, İstanbul, 2004, 70.
9
Bkz., Kant, a.g.e., 101 vd., Özlem, a.g.e., 71.
Dördüncü Oturum
243
idealleri, kurumlaştırmaları vb doğrultusunda kendi düşüncesi ve emeği
ile ortaya koyduğu herşeydir. Ahlaklılık da anlaşılacağı üzere tinselliğin en
önemli bileşenleri arasında yer alır.10
Kant’ın ahlakilik tanımında, insan, doğa içinde nedensellik yasalarına
bağlı yönüyle özgür değildir. Bu yönüyle o, heteronom yani, kendi dışında
olma ve dışsal belirlenime bağlı bir varlıktır. İnsanın ahlakilik vasfı, kendi
koyduğu ahlak yasası altında, kendi iradesiyle eylemde bulunması sonucunda oluşur ve bu durumda o özgürlüğünü de temellendirmiş olur. O
halde özgürlük ahlaklı olmanın koşuludur. Dışsal belirlenimden azade
kendi başına karar verebilen kişi, kategorik (koşulsuz) yani dışsal belirlenime bağlı (hipotetik) kalmayan bir yasayla hareket eder. Kategorik
emperatif (koşulsuz buyruk) kişinin şahsında eylemi yönlendiren bir
yasadır. Ahlak yasasına uymak, ahlakilik, kişi için bir zorunluluk değil bir
ödevdir. Ödev tanımı gereği yapmayı, yerine getirmeyi, kendi irademizle
üstlendiğimiz, sorumluluğu üzerimize aldığımız bir buyruktur. Bu yönüyle
o görevden ayrılır. Görev de yapmayı, yerine getirmeyi, üzerimize aldığımız bir buyruktur. Fakat burada buyurgan olan yön, bizim dışımızda bir
otorite (devlet, kurum, aile vs) tarafından bize buyurulmuştur. Ödevde
tam otonomi varken, görevde otonomi ve heteronomi bir aradadır.
Ahlak yasasının ortaya konuluşu ve gerekçeleri onun aynı zamanda
hertürlü içerikten yoksun, salt ve formel bir yasa olduğunu ve özgür insanın kendince bu yasaya uymayı ödev olarak koyduğu ve nefsine taahhüt
ettiği bir duruma işaret eder.
Bu yüzden Kant, ahlak yasasının formülasyonunda bu akli formu şu
ifadelerle somutlaştırır:
“Böylece bir eylemin dayandığı ilke, olması gereken bir yasanın genelliği, bu genelliğin sadece bir buyruğa uymakla zorunlu bir şeymişçesine
tasarlanmasından başka bir şey değildir. Öyleyse kategorik imperatif
biriciktir ve şudur: ‘Öyle bir ilkeye dayanarak eyle ki, bu ilkeye dayanarak
isteyebileceğin şey aynı zamanda bir genel yasa olsun’; ‘Öyle eyle ki,
eyleminin dayandığı ilke sanki kendi iradenle gerçekleştirmiş olduğun bir
doğa yasası olabilsin’; ‘Öyle eyle ki, eyleminin dayandığı ilke aynı zamanda öbür insanların eylemleri için de bir ilke ve yasa olabilsin’”.11
Kant ahlak yasasıyla ilgili temellendirmesinde akıl sahibi insanın bilinci
sayesinde varoluş kazanabilecek bir olgu olan aklın olgusundan
sözetmektedir. Aklın olgusu (Faktun der Vernunft) insanın kendi özgür
iradesiyle kendisi için ve kendine bir yasa koyma olgusudur.
Şimdi Kant’ın akılla sınırlandırdığı ve salt aklın içinde kalarak
temelendirmeye çalıştığı dolayısıyla aklın dışında hiçbir referans kabul
etmediği temelendirme biçimin ortaya koyduğu ahlak yasasının somut bir
————
10
I. Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Hacettepe Üniv. Yay., Ankara, 23 vd.
11
Kant, a.g.e., 38 vd; ayrıca bkz., Özlem, a.g.e., 74.
Modern Çağda Ahlak
244
duruma karşılık gelip gelmediğine bakalım.
Evvela kant için ahlak yasası içerikli değil, formal bir yasadır. Böyle bir
yasayı hazza, mutluluğa, yarar vb göndermeler yaparak somutlaştıramayız. Çünkü bunlar insanın nedensellik yasalarınca belirlenmiş doğal yanına
ait şeyler olarak varoluşlarını heteronomiden alırlar. Dolayısıyla ahlak
yasasındaki zorunluluğun kaynağı, doğa değil insanın kendisidir. Ahlak
yasası bize kendisine uymamız gerektiğini buyurur. Ona uymak bir ödev
olarak görünür. Görülmektedir ki, Kant ahlakı da salt aklın içinde kalarak
akıl vasıtasıyla temellendirilmektedir. Onda ahlakın varoluş kazandığı yer
akıldır. İşte Kant’ın salt formalist ahlakı, etik bilgiyi akıl bilgisi olarak
konumlandırır. Böylece, Kant’ın, ahlakı içeriğinden soyutlayıp formal hale
getirişini yine Kant’tan yola çıkıp, onun Salt Aklın Kritiğinde bilginin imkanını sorgularken “Görüden (Anschauung) yoksun kavram boş, kavramdan
yoksun görü kör kalır” ifadesiyle ortaya koyduğu tespiti bir eleştirel ilşke
olarak pratik akıl için koymamış olması bir eksiklik olarak görülmektedir.
Bu durumda Kant’ın eleştirel ilkesini yine formal etiğine uygulayıp, bu
etiği eleştirmek gerekir. Çünkü sonuçta etik formalizm, ne deneyime ne
toplum yaşamına ne de insan doğasına uygundur. Nitekim bu duruma
dikkat çeken Scheler, Kant’ın ödev kavramına haddinden fazla bir geçerlilik hatta katı bir zorunluluk yüklediğini savunur. Ona gore, hiçbir insane
böylesine bir zorunluluk altına girmek istemez ve bundan kaçınır. Insanın
doğal ve duygusal yanını ihmal eden bir etiğin yani Kant’ın ödev ahlakı
gibi bir etiğin yaşama geçirilme şansı azdır.
İnsan hiçbir alternatif davranış bırakmayan bir ahlak yasası altında yaşamaya yatkın olmadığı gibi, zaten onun her durumda bağlanabileceği
böyle bir evrensel yasa da olamaz. Örneğin “Yalan söylememen gerekir”
gibi bir ahlak ilkesini, mutlak yasa haline getirmek, tehlikeli bile olabilir.
Çünkü örneğin savaş sırasında bir annenin evde saklanmakta olan oğlunun
hayatını kurtarmak için kapısını çalan düşman askerlerine, oğlunun evde
olmadığını söylerken yalana başvurmuş olmasını hiçbir dinsel, metafiziksel
ve ahlaki ilke adına yargılama hakkımız olamaz. Aslında Kant’ın akıl
temelli felsefi spekülasyonu insanın totalitesini parçalayarak algılayıp
tasarlayan özne anlamında, bilen özneyi teorik akla; hisseden, arzulayan ve
amaçlayan özne anlamında, pratik özneyi de pratik akla havale eder. Bu
yaklaşım Kant ve takipçilerince epistemolojinin bir yanılgısı olmuştur ve
bu bağlamda Kant’ın aklın sınırı içinde etik temellendirmesini de aynı
yanılgının devamı olarak nitelendirmek mümkündür.
Oysa yaşama içerisinde insan, dünya karşısında sahip olduğu yetilerin
bütünlüğüyle, bunların aralarındaki çok yönlü ilişkilerin tümlüğüyle
belirginleşir. Dolayısıyla bilme yetisi, insanın sahip olduğu yetilerin çeşitliliği içerisinde bu yetilere sımsıkı bağlı olan bir yetidir. Ve hatta insanın:
isteyen, hisseden, amaçlayan ve en önemlisi değerler koyan yanı,
bilgiüreten yanından önce gelir.
Diğer bir anlatışla bilgi üreten edimler sayılan, algılama, tasarımlama
Dördüncü Oturum
245
ve düşünmeyi isteme, hissetme, amaçlama ve bunlar aracılığıyla oluşan bir
temel edim olarak değerlendirme, değer yaratma, edimleri önceler. Buna
bağlı olarak insanın dış dünyayı ve bizzat kendi dünyası olarak tarih ve
toplum dünyasını kavrayışının yapı taşları, insanın psişik totalitesi, diğer
bireylerle girdiği ilişkiler zemininde kazanmış oldıuğu yaşama deneyimidir. Bu yüzden yaşama deneyimi içerisinde en önemli ve geniş alanı değerler kaplar.12
O halde Kant’ın ahlakı değerlendirmesinde olduğu gibi, ahlaki yükümlülüğü, ödev bilinciyle çerçeveleyip bunu zorunlu olarak akıl yürütme ve
aklın formülasyonu içinde elde etmek meseleyi bütünüyle kuşatan bir
çözümlemeye bizi ulaştırmaz.
SONUÇ
Batı düşüncesi ve zihniyeti günümüze yansıyan yönelimiyle, bilimsel
çerçevede niceliksel değerlendirmelere dayalı bulguları, laboratuar ortamında elde edilen neticeleri insan için genelleştirirken, insanın total gerçekliğini gözden kaçırmaktadır. Yapılan çözümlemeler fiziki koşullarda insanın fizyolojik ve organizmaya dayalı yapısını anlamada ufuk açan ve
progressif bir çizgide ümit verici çalışmalar olurken, insanı salt biyolojik
bir formda değerlendirmekte, onun tinsel gerçekliğini değerlendirme
dışında tutmaktadır. Psikoloji ilminin çözümlemeleri insanın maddi yönü
olan fizyoloji üzerine olurken, onun ruhsal gerçekliği unutulmuş görünmektedir. Batı düşüncesi içinde felsefi çizgide insana farklı yönlerinden
bakan eğilimler de yine insanı maddi-manevi bütünlüğü içinde çözümlemede yetersiz görünmektedirler. Örneğin fikirleri hala çağımız insanı için
ilgiyle karşılanan önemli Fransız düşünürü Henri Bergson ahlaki yükümlülükte iki kaynak öne sürer: Toplumsal baskı gücü ve bireysel/ilahi cazibe
gücü. Bergson, toplumun bireye verdiği rolü oynamanın tıpkı bal arısı ya
da karıncada olduğu gibi, üzerinde pek az düşünülmüş davranışların
ödevi yerine getirmek amacıyla eyleme geçtiğini belirtir. Bu duruma mukavemet edilse ve olması gereken davranışın yönü çevrilmeye çalışılsa bile,
kollektif hayatın bu emredici gücü sayesinde, ister istemez oraya geri
dönülecektir. Bunun yanında toplumun ahlakı kollektif bir baskı gücünün
sonucu olduğu halde, seçkin kişilerin ideale doğru bir isteğe bürünecek ve
bireyin bu yöenlimi salt kendisiyle sınırlı kalmayıp toplumun yönünü de
kendi idealiyle irtibatlandırarak toplum tarafından yönetilmek yerine
toplumu ideal olana doğru sürükleyecektir. Bireyi bu idealist yönelime
sürükleyen şey yaratıcı bir aşk hezeyanıdır. Bergson’un bu ahlak tanımı
deneyim alanında pek çok hususu gözetmekle birlikte, bireyin kendini
koruma içgüdüsü doğrudan temellendirme dışı kalmaktadır. Çünkü her
birey için önemli olan sadece toplumun talimatlarına uymak ve bir organizma içinde bir hücre gibi davranmak değil, fakat aynı zamanda ve özel————
12
Özlem, a.g.e., 194.
246
Modern Çağda Ahlak
likle ait olduğu gurubun güvenliğinin aleyhine olmasa bile ondan bağımsız
olarak bizzat kendinin muhafazasına çalışmaktır. Yine bergson düşüncesinde yükümlülük ve ahlak terimleri çelişiklik arzetmektedir. Çünkü
yükümlülük aşağı yukarı içgüdüsel bir baskı haline geldiği zaman bu
durumda o, ahlaki özelliğini kaybeder. Tersine aşkın kendiliğindeliği
bizzat yükümlülüğün baskısıdır. Bergson düşüncesinde insan, daima bize
herhangi bir gücünm oyuncağı gibi, bazan içgüdü tarafından itilmiş olarak,
bazan da bir heyecan tarafından sürüklenmiş olarak takdim edilmekte,
fakat asla karşılaştırmaya, değerlendirmeye, ve seçmeye yetenekli bağımsız bir şahsiyet olarak sunulmamaktadır.13
Bütün bunların yanında, Kant’ın ahlakı temellendirmesindeki eksikliklerin karşısında Batı düşüncesi içerisinde Kant kadar ilgi çeken ya da daha
tercih edilebilecek yetkin açıklama biçimleri bulmak zor görünmektedir.
Kant, ahlaki yükümlülüğün kaynağını hem eğilimden hem de dış dünyadan bağımsız olan insan ruhunun bu en yüksek melekesi içinde keşfettiğini
tasdik ederken, ahlaki yükümlülüğü salt içgüdüsel baskıya ya da idealin
bize ne yüceltilmiş bir arzunun hedefi olarak, ne de çevrenin emredici
gücünün baskıcı bir yükümlülüğü olarak kendini savunmasını yeterli
bulmaz. Bu yüzden bu iki yönün akıl tarafından desteklenmiş ve mutlak
adalet ilkesine göre temellendirilmiş bir biçimde, yeni bir görüşle çıkacağı
gerçek bir hazırlıktan geçmesi gerekir. Kant’ın bu yaklaşımı, insanın ahlaki
eylemlerinde olumsuzluğa işaret eden düşüncesiz arzunun izlenmesi ve
körükörüne bağlılık gibi hususlar karşısında daha tercih edilen bir tavra
işaret eder. Kant, ödev bilincini ahlaki davranışın temeline koyarken, belki
de bahsetmediği ve imada bulunduğu, toplumumuzun metafizik referansında bulunan, “Nefse ve onu düzenleyene andolsun! Sonra da ona hem
kötülüğü, hem ondan sakınmayı ilham edene ki, onu tertemiz yapan kişi
muhakka umduğuna ermiş, onu alabildiğine örten kişi ise elbette ziyana
uğramıştır.”14 Kur’an ayetinde bildirilen nefiste potansiyel olarak bulunan
ahlaki niteliklerin iradeyle eyleme alanına olumlu biçimde yansıması ve bu
imkanın insan için olabilirliğidir. Ayette insanın nefsini tezkiye etmesi/temizlemesi, onun arzularının, isteklerinin disipline edilmesinin yolunun nefse yönelik iradi eylemler olan muhasebe ve murakebeye dayalı
olacağı ve bunun eylemlerde somutluk kazanacağı açıktır. Bu yüzden
Kant’ın ahlak temellendirmesini kendi referansımızın ışığında değerlendirmek muhtemelen daha doğru yargılara varmayı kolaylaştıracaktır.
Aslında kendi başına İslam Ahlakının günümüz perspektifinden incelenmesi bize daha ufuk açıcı ve geniş değerlendirme imkanları ve stratejileri sağlayacaktır. Bu bağlamda islam ahlakının diğer ahlak doktrinlerinden
ayrılan özellikleri: 1. Mutlak hayra/iyilik düşüncesine sahip olması. 2.
————
13
Bkz. H. Bergson, Ahlakın ve Dinin İki Kaynağı, Çev., M. Mukadder Yakupoğlu, İstanbul, 2004,
I. Böl.
14
K Kerim, 91/7-10.
Dördüncü Oturum
247
Genel maslahatı/menfaatı gözetmesi. 3. Ahlaki eylemde sebat/devamlılığı
vurgulaması. 4. Kapsamlı bir murakebe/kontrolu sağlaması. 5. Takvayla
ifade edilen, yüce bir ereğe yönelik, hakkın, hayrın ve adaletin tekeffül
ettiği sevgiyi, saygıyı, diğerkamlığı, karşılıklı şefkati, bolluğu, ilerlemeyi,
iyilik ve takva konusunda yardımlaşmayı saylayan ve bu esasları mihverine alan bir ahlak sistemi önermesidir. Bu husuların sahip olunan referanslar çerçevesinde detaylıca irdelenmesi özgün fikir üretmek adına bile
gereklilik arzetmektedir.
Oturum Başkanı: Biz de İnönü Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Hüseyin Subhi Erdem Hocamıza bu güzel bildirilerinden
dolayı çok teşekkür ediyoruz. Aslında çok güzel şeyler söylediler. İnşallah
bu söyledikleri kitaplaştığı zaman okuyacağız. Bu Max Weber’in bir sözü
var. Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eserinde geçer bu. ‘Endüstriyel kapitalizm arttıkça asketizm önemini yitirecektir’ der. Yani sermaye dindarları sekülerize eder. Helal ve haram konusundaki duyarlılıklarını alabildiğince asgari düzeye indirir, der. Bunun temelinde gerçekten
Kant’ın vazife ahlakının büyük etkisi vardır. Çünkü Kant’ın bir nevi bu
çabaları Protestan ahlakına da hizmet etmiştir diyebiliriz. Bir nevi Kant’ın
bu rasyonalizmi aynı zamanda bilgiyi de mutlaklaştırıyor, insanın ürettiği
bilginin evrensel ve mutlak olduğunu da ortaya koyuyor. Ve burada
Hıristiyanî bir selefiliği de ortaya koymuş oluyor. Yani sadece tasarruf ve
biriktirmek, paylaşma yok. O halde kapital belli ellerde dolaşırsa biriktirilirse paylaşılmazsa bir nevi vahşi kapitalizme hizmet eder. Vahşi kapitalizm de toplumların, insanların ahlakî genetiğini bozmaktadır. Bugün
bütün bir dünyanın içinde yaşadığı ahlakî krizin arka planında da bu tip
bakış açıları vardır. Hocamızın ifade ettikleri gibi bütünlükçü ve bütün bir
insanlığı, evreni kuşatıcı ve fizik ötesi alanla bağlantı kuran bir ahlak
anlayışına ihtiyaç vardır diye düşünüyoruz.
Yine Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültemizin Değerli Öğretim Üyelerinden Doç. Dr. Naim Şahin Hocamız çok büyük bir ahlakçı olan Hz.
Mevlana’nın Ahlak Anlayışının Günümüze Yansımaları konusunda bir
bildiri sunacaklardır. Buyurun Hocam.
4 TEBLİĞ
MEVLÂNÂ’NIN AHLAK ANLAYIŞININ
GÜNÜMÜZE YANSIMALARI
Doç. Dr. Naim ŞAHİN
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Öteden beri insanın ele alıp üzerinde durduğu belli başlı problemler,
çok genel olarak; varlık, bilgi ve değerler’(ahlak ve sanat)dir. Bunlardan,
“insanın, iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına yol açan manevi nitelikleri, huyları ve bunların etkisiyle ortaya koyduğu iradeli davranışların
bütününü” konu alan ahlak,1 ahlaka dair problemler ve çözüm yolları
geçmişte olduğu gibi, günümüzde de önemini korumaktadır.
Bu bağlamda, çağımızda yüksek ahlak sahibi milyonlarca insanın bulunmasıyla birlikte, birçok ahlaksızlıkların yaşandığı ve bunalımların,
iletişim ve ulaşım teknolojileriyle yayıldığı ve önlenmesinin güç bir krize
dönüştüğü2 ifade edilmekte. Ayrıca, düşüncenin modern dönemde hızla
değişmesiyle, geleneksel inanç, değer ve ilkelerin sorgulanarak yerine,
yenilerinin konulduğu dünyada3; toplumların bu arada Müslümanların en
önemli yoksunluğunun ahlak; dolayısıyla en başta gelen sorunun erdemsizlik olduğu mikro/bireysel ve makro/toplumsal ahlakı önceleyen bir
hayat, eğitim ve yönetim anlayışına muhtaç olduğumuz4 vurgulanmaktadır. Bunlarla birlikte ahlakın, inancı ve milliyeti ne olursa olsun tüm insanların sıkıca ellerinden tutmaları gereken, bütün medeniyetler tarafından
kutsanan bir yüksek değer olduğu, bu değerlerin zedelenmesi ihtimalinin
manevi anlamda küresel bir felaketi5 oluşturacağına dikkat çekilmektedir.
Diğer taraftan düzgün işleyen bir sosyal hayat, toplum hayatının bütün
————
1
Mustafa Çağrıcı, “Ahlak”, TDV İslam Ansiklopedisi 2, İstanbul, 1989, s.1; Ahlakla ilgili
yapılan tanımlar için bkz, Hüsamettin Erdem, Ahlak Felsefesi, Konya, 2009, s.15.
2
Ali Özek, “Açılış Konuşmaları”, Çağımızın Ahlak Bunalımı Ve Çözüm Arayışları –
Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantı- 24–26 Nisan 2009, İstanbul 2009, s. XII.
3
Celal Türer, “Ahlak Bunalımının Nedenleri”, Çağımızın Ahlak Bunalımı Ve Çözüm Arayışları –Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantı- 24–26 Nisan 2009, İstanbul 2009, s.15.
4
Ahmet Yaman, “İslam Ahlakının Ameli Boyutu: İlkeler öve Uygulamalar”, Çağımızın Ahlak
Bunalımı ve Çözüm Arayışları, -Milletlerarası Tartışmalı İlmî Toplantı- 24–26 Nisan, İstanbul 2009, s.191.
5
Ahmet Selamet, “Açılış Konuşmaları”, Çağımızın Ahlak Bunalımı Ve Çözüm Arayışları –
Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantı- 24–26 Nisan 2009, İstanbul 2009, s.XIV.
250
Modern Çağda Ahlak
alanlarında temel bazı “paylaşılan” anlayışlar ve değerler yoluyla gerçekleşir. Eğer söz konusu anlayışların ve değerlerin tartışmalı hale gelmesi
durumunda ise, o toplumda ahlak bunalımının yaşanacağından bahisle,
Türk toplumunun günümüzdeki en temel meselesinin de ekonomik bunalım değil, ahlak bunalımı”6 olduğu ve olacağı hususu son günlerde ilmî,
millî ve milletlerarası toplantılarda öne çıkan önemli konular arasında yer
almaktadır.
İnsanlık tarihinin bazı dönemlerinde insanlığın ahlaklı, bazı dönemlerde de ahlaki zafiyet içinde olmuşlardır. Daha sonra da bu olumsuz durumdan çıkabildiklerinden, günümüz insanının ve Müslümanlarının problemlerini gidermede geçmişin bilgi ve deneyim birikiminden yararlanılması7 gerektiği inancından hareketle, Mevlana Celaleddin Rumi’nin de ahlak
anlayışının günümüz insanının ahlak problemlerinin çözümlerine katkılar
sağlayacağını ve bundan dolayı Modern Çağda Ahlak konulu sempozyumumuzda ele alınmasının gerekliliğine inandık.
“Gün gelecek bizim bu Mesnevi’miz güneşin doğduğu yerden, battığı
yere kadar bütün dünyayı kaplayacak, insanlar bizim bu sözlerimizle
süsleneceklerdir” diyen Mevlana Celaleddin Rûmi, 8 asırdır bütün düşüncelerinde olduğu gibi ahlak anlayışında da yalnız Müslümanların değil
doğudan batıya farklı din ve kültürden olan bütün dünya insanlarını
etkilemiş, onların ilgi odağı olmuş, büyük bir mutasavvıf, düşünürdür.8
Bu bağlamda, insan, insanlık, insan-ı kâmil, tolerans, hoşgörü, barış,
sevgi, aşk, huzur, mutluluk, bilgelik ve ahlak gibi bütün insanlık için
vazgeçilemez değerler üzerine inşa eden Mevlana’nın, bundan üç yıl önce
2007 yılında UNESCO (birleşmiş milletler eğitim, bilim ve kültür kurumu,
başta savaşların, fakirliğin ve çevre sorunlarının ortadan kaldırılması veya
en aza indirilmesi ile barış, huzur ve refahın hâkim olduğu bir dünya
oluşturmak için çalışan bir kurum) tarafından tüm dünyada 800. doğum
yıldönümü olarak kutlanmasının karara bağlanması ve onun gibi insanlığa
mal olmuş büyük şahsiyetleri anmaya ve anlatmaya çalışması,9 onların
evrenselliğini gösteren yerinde, doğru ve çok önemli bir yaklaşımdı..
İslam tasavvuf geleneğinin ve hareketinin zirvesinde bulunan “Sultan
Düşünürü” sayılan Mevlana’nın mesajını bugün, sadece Müslümanlar
değil, İrene Melikoff’un; “Mevlana’nın eserlerini dünya milletleri kendi
dillerine çevirip okusalar, dünyada kötülük, harp, kin, nefret diye bir şey
————
6
Recep Şentürk, “Değişen Toplum ve Ahlak: Modern Türk Toplumunda Değerler Krizi”,
Çağımızın Ahlak Bunalımı Ve Çözüm Arayışları –Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantı24–26 Nisan 2009, İstanbul 2009, s.71.
7
Cafer Sadık Yaran, Mevcut Ahlak Telakkilerinin Tasviri ve İslam Ahlakında Temel Erdemler
ve Genel İlkelerin Belirlenmesi Önerisi, s.3
8
Bkz, Saime İnal Savi, “Mevlana ve Barış”, 9. Milli Mevlana Kongresi (Tebliğler), Konya, 15–16
Aralık 1997, s.45.
9
İbrahim Özdemir, Mevlana ve Konfüçyüs Yeni Bir Yüzyıla Mesajlar, Ankara 2008, s.3.
Dördüncü Oturum
251
kalmaz”10 şeklindeki tespiti üzere dünyada milyonlarca insan duymak
istemektedir. O, başta Mesnevi’si olmak üzere bütün eserlerinde insanlığın
üstün özelliklerini öne çıkarıp; gerçek anlamda insan olma şuurunu; kendisiyle, yaratıcısıyla ve toplumla barışık, güzel ahlak sahibi olmasını salık
vermiştir. Ayrıca, bütün Müslümanlara Kur’an’ın derin anlamını göstermiş, kalp temizliğinden kaynaklanan değerleri sunarak, milyonlarca insanın gönlünde taht kurmuştur. Ruh ile “asli kaynağı” yani Tanrı arasındaki
siyah perdeleri ancak bağlılık, doğruluk ve aşkın kaldıracağını, insanın
mutluluğunu da işte bu ruhani yolculuğun meydana getireceğini söylemiştir.11
Bir gönül eri olan Mevlana, sevgiyi, insanların yaratılışındaki zararlı
unsurları tasfiye eden bir iksir kabul ederek, sevgiyle aydınlanan gönüllerin bütün insanlığa açılmasını temin etmiş; insanları daima bu yolla iyiliğe,
güzel ahlak sahibi olmaya davet etmiştir.12 Ahlaka dair öğütlerini, geleneğe
uyarak, herkesin rahatlıkla anlamasına ve zihinlerde yer edip davranışlarında göstermesine imkân tanıyacak şekilde hikâyelerle ele almıştır.13
Dolayısıyla eserlerinde, ahlaki yozlaşma ve bunun toplumsal hayatta
yansımaları ve bunlardan insanlığın kurtuluşu için ele aldığı örnekleri o,
Kur’an’da geçen kıssalardan, Peygamberlerin ahlakından, zaman zaman
Antik çağ Yunan hakîm ve hikmetinden seçerek İslam düşüncesine kadar
çeşitlilik gösteren bir miras bırakmıştır. Bu miras, Mevlana’yı yaratıcı ruh
ve geleceği gören dinamik bir kişilikle İslam Dünyasında yetişmiş evrensel
düşünür ve mutasavvıflardan biri yapmıştır.
Mevlana’ya göre âlemin yaratılış sebebi insandır. O, bir taraftan fizik
diğer taraftan da metafizik âlemin unsurlarını kendinde barındırdığı için
eşref-i mahlûkattır. Manevi yön itibariyle ilahi âleme, beden yönüyle de
fizik âleme bağlı olan insan için en güzel erdem kendini bilmesidir. Bunun
farkında olması gereken, görünüş itibarıyla “küçük bir âlem”, fakat manen,
yani gerçek varlığıyla “büyük bir âlem” olan insanda14 ahlakın güzelleştirilmesi gerekir ve bu mümkündür. Aksi takdirde Mevlana’ya göre emir ve
nehiylerin bir anlamı olmazdı.
Bu bağlamda, Mevlana, insan nefsinin hem iyilik hem de kötülük yapmaya istidatlı olduğunu,15 eğitim, eğitimsizlik ve yanlış eğitimin insanda
kuvve halinde bulunan bu istidatları fiile dönüştürdüğünü kabul eder.
————
10
Emine Yeniterzi, Mevlana Celalettin Rumi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1997, s.
109.
11
Mehmet Aydın, “Türklerin Felsefe Kültürüne Katkıları”, Erdem I, Sayı:3, Eylül 1985,
Mevlana Celaleddin Rûmi (1207–1273), s. 642–643.
12
Emine Yeniterzi, “Klasik Türk Edebiyatı Ahlakî Mesnevilerinde Mevlana’dan İzler”, Türk
Kültürü ve Sanatında Mevlana Ve Mevlevilik, Selçuk Üniversitesi, Bildiriler, Ulusal Sempozyum, Sümam Yayınları: 1/Bildiriler Serisi:1/Yıl:2007, Konya 14–16 Aralık 2006, s.11–
12.
13
Emine Yeniterzi, a.g.m. s.12.
14
Mesnevi, IV/521-522, s.43.
15
Bkz. İsmail Yakıt, Batı Düşüncesi ve Mevlana, İstanbul, 1993, s.130–134.
Modern Çağda Ahlak
252
İnsandaki kötü eylemlerin temelinde hemen hemen bütün insanların mizacında yatan dört tabii huy olduğunu ifade eden Mevlana, “yol kesici manevi
dört kuş” dediği, Allah’ın Hz. İbrahim’e hitaben, “kuşlardan dördünü al,
onları kendine alıştır” (Bakara, 2/260) ayetini sembolik bir dille şöyle hikâye
etmektedir:
“Bu dört kuş, kaz, tavus, kuzgun ve horoz’dur. Bu dördünün insanlardaki örneği de dört huydur. Kaz; hırstır, horoz; şehvettir, makam, mevki tavusa benzer,
kuzgunsa isteğe, arzuya.”16
İşte Mevlana’nın sembolik bir üslupla eserlerinde yer verdiği, bütün insanların mizacında var kabul ettiği bu dört huya ait ve bugün de sıkça bir
şekilde karşılaştığımız, duyduğumuzda da ürperdiğimiz ahlaki yozlaşmalara dair örneklerden bazıları şunlardır;
“Birisi, kızgınlıkla anasını hançerleyerek, döverek öldürdü.
Biri, ona ‘huyunun kötülüğü yüzünden ana hakkını gözetmedin.
Çirkin herif, ananı neden öldürdün! Niye söylemiyorsun, o sana ne yaptı ki?”
dedi.
Adam “çok ayıp bir iş işledi, ben de onu öldürdüm. Ayıbını toprak örtsün” diye cevap verdi.
Kınayan; “be adam, ananı öldüreceğine o kişiyi öldürseydin” deyince dedi ki;
“her gün başka birisini mi öldüreyim?”
Onu öldürdüm, halkın kanına girmekten kurtuldum; halkın boğazını keseceğime onu boğazladım, bu daha iyi!” 17
Burada Mevlana esas kötü huylu olanın insanın nefsi olduğunu, esasen
nefsin öldürülmesi gerektiğini, böylelikle ülkede toplumsal hayatta hiçbir
düşmanlığın olmayacağını vurgulamaktadır.18
Mevlana’nın tespit etmiş olduğu diğer hususlar, aile yapısının dağılmasındaki en önemli sebeplerden biri olan eşlerin birbirlerine güvenlerini
yitirerek neticede aldatmalara varan davranış bozuklukları ile günümüzde
bir hastalık haline gelen ve bazı toplumlarda hoş karşılanıp evlenmelerinin
meşrulaştığı iki aynı cinsin birbiriyle ilişkileridir.
“Birinin bir gün eve ansızın gelip, eşiyle bir başkasını yakalaması”19
“Bir halayığın evli olan bir zahidi baştan çıkarması”20
Ahlaki zafiyetin içinde bulunanların yapmış oldukları livata (homoseksüellik)yı normal bir şey kabul edip, “Tanrı’ya hamdolsun, iyi ki ben kötü bir düşünceye kapılarak sana kötülük yapmadım demeleri.”21
————
16
Mesnevi, V/40–45, s.8.
17
Mesnevi, II/776–881.
18
Mesnevi, II/776–885, Çev; Veled İzbudak, Maarif Basımevi, İstanbul 1957, s.59–60.
19
Mesnevi, IV/158–164, s.14.
20
Mesnevi, V/2163–2205, s.178–181.
21
Mesnevi, V/2497–2500, s.205–206.
Dördüncü Oturum
253
Mevlana bu gibi olanlar için “insanların suretleriyle manaları da işte böyledir. Dışarıdan adam görünürler, içerden melun şeytan” demektedir.
Bir başka hikâyede Mevlana hırsızlıkla ilgili olarak da günümüzde yaşanan olayların benzerlerini şu şekilde hikâye etmekte;
“Birisinin bir koçu vardı. Boynuna bir ip bağlamış, ardından çekip götürüyordu. Bir hırsız geldi, ipini kesip koçu götürdü.
Adam haberdar olunca koçu nereye götürdü diye sağa sola koşmaya başladı.
Hırsızın bir kuyu başında eyvahlar olsun diye feryat etmekte olduğunu gördü.
Dedi ki; Üstat, neden feryat ediyorsun? Hırsız; kuyuya altın torbam düştü.
Çıkarabilirsen sana gönül hoşluğuyla beşte birini veririm.
Yüz altının beşte birine sahip olursun dedi. Adam, bu tam on koçun değeri.
Bir kapı kapandıysa on kapı açıldı. Bir koç gittiyse Tanrı, ona karşılık bir deve
ihsan etti deyip,
Elbisesini çıkardı, kuyuya indi. Hırsız da derhal elbiseleri çalıp kaçtı.”22
Mevlana bu hikâyede, insan tamahına yenik düşerse asla tedbir alamayacağını, bundan dolayı da tedbir gibi akıllılığın olamayacağını göstermiştir. Çünkü tamah huyu fitneden ibaret bir hırsızdır, ama hayal gibi her an
bir surete bürünür. Onun hilesini Allah’tan başka kimse bilemez. Bunun
çaresi de Mevlana’ya göre, Allah’a kaçamakla olur, o halde Allah’a kaç da
o alçaktan kurtul!”23
Mevlana, alın teri olmaksızın çalışmaksızın kazanç sahibi olmak isteyenleri ve yanlış tevekkül anlayışına sahip olanları çaresiz müflis olarak
adlandırmaktadır.
“Çaresiz bir müflis, derde düşmüştü. Hiçbir şeyi yoktu, binlerce zehir yutmuştu.
Namazlarda, dualarda yalvarmakta, ey Tanrı’m, ey kurdu kuşu koruyan!
Sen beni yorulmadan, çalışıp çabalamadan, yarattın. Şu âlemde rızkımı da benim kazancım olmadan ver.”24
“Beni yaratan yalnız sensin. Rızkımı da sen düzene koy demekteydi”25
Buraya kadar ele aldığımız örneklerde Mevlana alışkanlıklar ile huyların kazanılacağı görüşündedir. Zira fiiller insanlarda alışkanlıkları, alışkanlıklar da huyları oluşturur.26 Ona göre kötü şeylere alışan, onları kendine
huy edinir. Hatta o kötü huyu edinen kişi alıştığı şeyi iyi olarak değerlendirmeye başlar.
“Kibir ve kinin başlangıcı şehvettendir. Şehvetinin yerleşip kuvvetlenmesi de
itiyattandır.
————
22
Mesnevi, VI/467–474, s.40.
23
Mesnevi, VI/475–477, s.40.
24
Mesnevi, VI/1834–1837, s.146.
25
Mesnevi VI/1839, s.146.
26
İsmail Yakıt, a.g.e., s.138 vd.
Modern Çağda Ahlak
254
Kötü huy, âdet edindiğinden dolayı sağlamlaşır, yerleşir... seni, ondan vazgeçirmek isteyene kızarsın.”27
Mevlana bu kötü huyların insan tabiatına yerleşmeden, henüz alışkanlık haline gelmeden önce yok edilmesi gerektiğini de şu hikâyede anlatır;
“Bu şey yol üzerine diken eken şahsın haline benzer.
Yolcular ona kızıp, dikeni sökmesini ihtar ettiler.
Her an dikenler büyümekte, halkın ayağını yaralayıp kanatmaktaydı.
Vali ona “dikenleri sök!”dedikçe; evet sökeceğim diyor,
Bu işi hep yarınlara bırakıyordu. Dikense, günden güne kuvvetlenmekteydi.
Bir gün vali: “Ey vaadi yalan olan, emre aykırı söz etme” dedi,
Adam; “Önümüzde günler çok” deyince, Vali dedi ki;”hayır borcunu öde, acele et”
Sen işi hep yarına bırakıyorsun, gün geçtikçe zaman da geçiyor
Diken gittikçe gelişip kuvvetlenmede. Onu sökecek olansa, ihtiyarlayıp, güçten
düşmede.
Çabuk ol, zira kıymetli zaman geçiyor.28
“O daha ziyade gençleşiyor, sen daha fazla ihtiyarlıyorsun, çabuk ol zamanını
geçirme!
Her kötü huyunu bir diken bil; dikenler kaç keredir senin ayağını zedelemekte,
Nice defadır kötü huydan perişan bir hale düştün, fakat duygun yok ki, pek
duygusuzlaştın.
Çirkin huyundan başkasını zarara soktuğundan, başkalarına mazarrat verdiğinden
Gafilsen hiç olmazsa kendi yaralandığını bilirsin ya. Sen hem kendine azapsın,
hem başkalarına.”29
Mevlana’ya göre, insanın kötü huylarını ve günahlarını terk etmede
zaaf içinde olması, hem kendine hem de topluma zarar verir bir hale gelmesine neden olur. Ancak bu tür zaafı olan insanlar bir başkasında aynı
huyu gördüklerinde acımasızca tenkit ederler. O, bu konuyu da şu sözlerle
dile getirir;
“İnsan kendi kelinden veya çıbanından iğrenmez. Yaralı elini yemeğe sokar,
parmağıyla yalar. Bundan midesi bulanmaz ama başka bir kimsede birazcık çıban
ve ufacık bir yara görse, o yemeği artık yiyemez, iğrenir. İnsandaki kötü huylar da
kellere ve çıbanlara benzer. Kendisinde olduğu zaman insan ondan iğrenmez,
incinmez; hâlbuki başkasında ondan bir parçacık görecek olsa iğrenir, nefret eder.
Senin ondan ürktüğün gibi, o da senden ürker ve incinirse, onu hoş gör! Çünkü
————
27
Mesnevi, II/3458–3459, s.265.
28
Mesnevi, II/1240–1256.
29
Mesnevi, II /1239–1246, s.95.
Dördüncü Oturum
255
onu görmekten dolayı inciniyorsun, o da aynı şeyi sende görür.30
Mevlana’ya göre, burada insanın yapması gereken şey evvela kendi kötülüklerini görüp ondan kurtulmaya çalışması ve böylece gayretini başkalarının güzel ahlaki hasletleri kazanmasına harcamasıdır.
Nefsi kötülüklerden arındırmak isteyen Mevlana’nın eserlerinde ele aldığı hikâyelerden ahlaki öğütler çıkarmak mümkündür. Bu hikâyeler
neticesinde terk edilmesi gereken kötü huylar ve zararları şöyle özetlenebilir;
“Kıskançlık; bütün kusurların mayası, en kötü huydur”31
Hırs; insanın temiz bir göz, akıl ve kulak edinmesine manidir, kalbi körleştirir32
Gıybet; insan eti yemeye benzer. Başkasının ardından dedikodu yapanların
ağız kokusunu Cenab-ı Hak’tan gizlemek imkânsızdır.33
Kibir; şeytanın lanetlenmesine sebep olmuş, ebediyen aftan mahrum kalmıştır.34
Mal düşkünlüğü; insanın boğazına takılan çöp gibidir. Dünya sevgisi ve mal
hırsıyla dolu olanların boğazındaki bu çöp, ebedi saadetin kaynağı olan âb-ı hayatı
içmeye engeldir.35 Bir toplumda rüşvet yaygın hale gelirse; adalet mekanizması felç
olur ve zalimle zulüm birbirinden ayırt edilemez.36
İsraf kötüdür, en büyük israf ise insanın zamanını kötü harcamasıdır.37
Zalim insan zulmünün cezasını görecektir. Yoksulun gönlünü zulümle kebap
eden, aslında kendi budunu kızartıp yemektedir.38
İnsanın, bazen kötü huylar edinmesi ve daha sonra onu yok etme çabası içinde bulunarak, kendisine iyi huy ve ahlak kazandırması Mevlana’da
yapılması gereken bir ödevdir:
“Kendine gel de kötü dalı kes, buda! Bu güzel dala su ver de tazelendir.
Şimdi ikisi de yeşil ama, sonuna bak. Bu sonunda bir şeye yaramaz, öbürü ise
meyve verir”39
Mevlana’ya göre, ahlaki açıdan müspet ahlaki değerlerle mücehhez insanlardan oluşan bir toplum da erdemli bir toplum olur ve ahlaki değerlerini nesilden nesle aktararak varlıklarını devam ettirme imkânına sahip
olurlar. Yok, eğer gayri ahlaki değerleri oluşturan insanlar o toplumda
————
30
Fîhî Mâfih, s.37-38.
31
Mesnevi, II/812-813.
32
Mesnevi, II/575.
33
Mesnevi, II/107-110.
34
Mesnevi, I/3401–3433.
35
Mesnevi, II/132–133.
36
Mesnevi, I/1347.
37
Mevlana Celaleddin, Mecalis-i Seb’a-Yedi Meclis, Haz. Abdülbaki Gölpınarlı, Konya, 1965,
s.23.
38
Mecalis-i Seb’a, s.23.
39
Mesnevi, V/1086–1087, s.94–95.
Modern Çağda Ahlak
256
hâkim ise, o zaman toplum ahlakî açıdan bir çöküntü içindedir. Varlıklarını
devam ettirme imkânına da sahip olamazlar. Mevlana’ya göre, bir toplum,
yapı ve sahip olduğu değerler açısından sağlamsa, oluşabilecek ahlaki
yozlaşmayı geçiştirir ve tekrar eski sağlam haline gelebilir. Bu durumu
Mevlana, ağaç metaforuyla anlatmaya çalışmaktadır.40
“Eğer bir ağaçtan dal kırılsa, kök kuvvetli olduktan sonra yine yetişir. Fakat
kök çürük olursa, o zaman ne dal kalır, ne de yaprak”41
Mevlana’nın bu ifadeleriyle günümüze vermek istediği mesaj, bozulmuş, ahlaki çöküntüyle dağılmaya ve çürümeye yüz tutmuş bir toplumu
yeniden inşa ederek ve asli haline getirmektir. Eğer bir toplumun kötüye
gidişi durdurulmazsa, o zaman kök bozulacak ve çürüyecektir.42 Nitekim
Mevlana:
“Kaynak hastalanıp kötüleşirse o ağacın dalları, yaprakları da kurur. O ağaç
da kurumaya başlar”43
“Ağaç gizlice su içse de dallarından anlaşılır gizliliği,
Yeryüzü gökyüzünden çaldıklarını bahar mevsiminde her an geri verir.”44
Yukarıda ele aldığımız kötü huy ve davranışların terk edildiğinde elde
edilmesi ve kazanılması gereken güzel ahlak ve ona götüren davranışların
ilim, hikmet ve marifet yoluyla tekrar kazanabileceğini vurgulayan Mevlana’da bu güzel davranışlar; alçak gönüllülük, dürüstlük, çalışmak, cömertlik, sabır, iyilik etmek, başkalarının iyiliğini istemek, doğru sözlü olmak,
helal lokma yemek, sabırlı olmak, sözünde durmak, sır saklamak, öfkeye
hâkim olmak, ihtiyatlı vb olarak sıralamaktadır. Bu güzel hasletlerin hayata geçirilmesi gerekir, aksi halde onların bir anlamı kalmaz.45
Aslında Mevlana’ya göre bu güzel ve iyi huylar insanı yüceltir, kötü
huylar ise alçaltır. Ben bu çalışıp çabalama dünyasında iyi huydan daha iyi
bir ehliyet görmedim.(…) Kimde iyi huy varsa kurtulmuştur; kimin kalbi
sırçadansa sınmıştır.”46
“İyi şeylerden başka bir şey düşünme. Çünkü düşünce, suret dokumasının ipliğidir. Güzelleşen, iyi olan her düşünceden doğan her suret, güzeldir, iyidir.”47
“Sabır darlığın, mihnetin anahtarı; sabır, yücelme derecelerinin merdivenleridir, sabır, sıkıntının panzehiridir.”48
————
40
İsmail Yakıt, a.g.e., s.149.
41
Fîhî Mâfih, Ter, M.Ülker Anbarcıoğlu, MEB, İstanbul, 1989, s.286-287.
42
İsmail Yakıt, a.g.e., s.149.
43
Mesnevi, VI/3589–3590.
44
Divan-ı Kebir, nşr, B. Furûzenfer, Gazel No, 1769; Konuyla ilgili bkz, Adnan
Karaismailoğlu, “Mesnevi’de Edeb Kavramı”, 7. Milli Mevlana Sempozyumu, Konya, 13
Aralık 1995, s.33-37.
45
Mesnevi, II/676. Yeniterzi, Emine, Mevlana Celaleddin Rumi, Ankara 1995, s.37;
46
Mesnevi, II/810-816, s.62; Konuyla ilgili bkz. Himmet Konur,”Bir Ahlak Kitabı Olarak
Mesnevi”, Marife, Yıl 7, Sayı, 3, Konya, Kış 2007, s.217
47
Divan, I/77.
48
Divan, I/26.
Dördüncü Oturum
257
“Yalnız kalmayı istemiyorsan, hayırdan-iyilikten evladın olsun”49
“Kötülük etme, çabucak geçen geçip giden şu tarlaya ne tohum ekersen zaman
orağıyla onu biçersin”50
Merhamete nail olmak istersen, zayıflara merhamet et”51
“Ört ayıpları, ört ayıpları, Tanrı huyuyla huylan”52
“Yola toprak kesilirsen Ab-ı hayatı bulursun, fakat kibirlenir, kendini büyük
görürsen, bağlarla bağlanır da ateşlere atılırsın.”53
“Hırs güz mevsimidir, Kanaat bahar. Dünya, güz mevsimiyle kutlu bir hale
gelmez ki.”54
Gönlünü yıkayıp arıtmamışsın, yüz yumaktan ne fayda var sana? Hırstan tamahtan süpürgeye dönmüşsün, daima toz toprak içindesin.”55
“Eğri otur da, doğru söyle”56
“Ok gibi doğru ol da yaydan (eğrilikten) kurtul”57
“Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol!”58
Mevlana’ya göre ahlaki değerlerin kaynağı ve ahlaki çöküntüden kurtulmak için müracaat edilecek yer dindir, sünnettir. Konuyla ilgili olarak
Mevlana şu hadis ve ayeti zikreder; “Ümmetimin değerden düşmesi ahlaklarının bozulduğu zamandır. Böyle bir zamanda ancak benim sünnetime sarılanlar
felah ve kurtuluş bulabilir; hem de onlara yüz bin şehit sevabı verilir.”59 “Ey
Allah’ın Elçisi, o halde ümmetiniz ne yüzden değerden düşer?” dediler. Buyurdu
ki, “Ümmetimin ahlakı bozulmaya başlayınca, o giyindikleri, iki dünyada da parıl
parıldayan “takva elbisesi var ya, işte bu elbise daha hayırlıdır”(A’raf, 7/26)
elbisesini günah kiri kaplar, giyinmiş oldukları gök yüzünün o atlas elbisesini, o
Muhammedi ipek kumaşı yıpratırlar, islere-paslara bularlar da bu yüzden değerden
düşürürler.
“Ey Allah’ın elçisi, o elbise böylece islere-paslara bulanır, değerden düşer, günah isiyle kararırsa “şüphesiz ki, Allah kendilerine cenneti verme mukabilinde
mü’minlerin canlarını ve mallarını satın almıştır”(Tevbi, 9/111) müşterisi alıcılığa
girişmez, onların değerden düşmüş kulluk kumaşlarını almaz, “ecirlerini hesapsız
olarak öder” (Zümer, 39/10) bedelini vermezse, onlar da parasız-pulsuz, akılsız————
49
Divan, V/278.
50
Divan, III/367.
51
Mesnevi, I/65.
52
Divan, I/387.
53
Divan, II/155.
54
Divan, V/98.
55
Divan, II/223.
56
Divan, V/208.
57
Mesnevi, I/111.
58
Rubailer, 7/24; Ayrıca konuyla ilgili bkz; Amil Çelebioğlu, Mevlana’dan Öğütler, 3.Milli
Mevlana Kongresi Tebliğler, Konya, 12-14 Aralık 1988, s.131-148; İsmail Yakıt, a.g.e., s.160164.
59
Münavi, Abdurrauf, Feyzu’l-Kadîr, Beyrut, 1972, III/45.
Modern Çağda Ahlak
258
sermayesiz kalırlarsa halleri nice olur.60
Mevlana’ya göre ümmetin fesada uğradığı, ahlakının bozulduğu zaman, ancak Hz. Peygamberin sünnetine sarılan kimse değerden düşmez.61
Mevlana insanın yapısını ve bu dünyada var olma gayesini şu ifadelerle anlatmaya çalışır:
“Ey sadık dostlar, Ey bana gönülden inanarak uyanlar! Bilin ki hani sel bütün
kuvvetiyle dağlardan, tepelerden âşıkçasına, coşa-köpüre denize koşar, ırmaklar
coşa-köpüre denize koşar, binlerce el ve ayakla denize ulaşır ya… Çünkü sular
birbirinin eli-ayağı, bineği-durağı kesilmiştir, birbirine destek olmuştur da su
katreleri bu kuvvetle dağlardan akar, ovalardan geçer, asılları olan denize ulaşırlar.
Her katre “rabbine dön” (Fecr, 89/28) diye bağırır. Bu neden şaşılacak bir durum
olsun? Asıl şaşılacak şey şudur; Bir dağlıkta yahut bir mağaranın içinde yahut da
aman vermez bir ovada bir katre tek başına kalır; o katrenin madeni, asıl denizdir,
onu arzular; o elsiz ve ayaksız katre ayağını atar, denizin özlemiyle elini uzatır, ne
sel yardım eder ona, ne de bir dostu vardır… Öyle olduğu halde, düşe kalka yuvarlanmaya koyulur; özlem ayağıyla denize koşar, zevk bineğine biner, yol almaya
koyulur…
Ey çaresiz katre! Toprak senin düşmanın, yel senin düşmanın, güneş senin
düşmanın, ulaşmayı dilediğin deniz de çok uzak. Ey elsiz ayaksız katre! Bunca
düşman arasından denize nasıl varacaksın sen?
Ama o katre, hal diliyle der ki;
Ben bir katreyim, zayıfım ama uçsuz bucaksız denizin yardımıyla içimde bir
özlem var. “Emaneti insan yüklendi; zira o çok zalim ve cahildir”(Ahzab, 33/72)
hükmüne mazhar olmuşum. “Şüphe yok ki, biz emaneti göklere, yeryüzüne ve
dağlara teklif ettik, onlar onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular” (Ahzab,
33/72) hükmünce bu çölde seller bile yol alamamaktan korkup titremektedir; bu
amansız çölün tehlikesinden gökler bile titremektedir. Dağlar bile “rabbimiz biz bu
emaneti yüklenemeyiz, gücümüz yetmez” diye feryat etmededir; yeryüzü bile “ben
o yol alanlara toprak kesilmişim ama canımda o güç, o kuvvet yok” demektedir;
fakat bir katreden ibaret olan insanın canı hizmete bel bağlamıştır da derki;
Sen bana bir yürek ver de seyret yiğitliği
Benim tilkimde görüver bir aslanlığı
Zayıfım, çaresizim ama değil mi ki, can kulağıma “and olsun ki, biz Âdemoğullarını üstün kıldık” (İsra, 17/70) sesi ulaştı, o sesin inayet ve yardım seslerini
duydum, artık ne zayıfım, ne çaresizim bilakis dünyanın çaresini bulurum ben.62
Hz. Süleyman’ın tacıyla ilgili olarak anlattığı bir kıssada ise Mevlana,
insanın sözü, özü ve davranışlarının aynı ve bunlarda samimi olması
gerektiğine vurgu yapmaktadır;
————
60
Mecâlis-i Seb’a (Yedi Vaaz, Sohbetler), Hazırlayan, Dilaver Gürer, Konya Büyükşehir
Belediyesi, Konya, 2008, s.33.
61
Mecalis-i Seba, s.34.
62
Mecalis-i Seba, s.37.
Dördüncü Oturum
259
“Süleyman (as) bir gün “rüzgârı ona râm ettik” (Sâd, 38/36) oturmuştu.
…Ansızın o nimetin şükrüne layık olmayan bir düşünce Hz. Süleyman (as)’ın
gönlünden geçti. Hemen başındaki tacı eğrildi. Tacını doğrulttukça taç yine eğrilmede, yine yan yatmadaydı. “Ey taç! dedi “doğru dursana”! Taç dile geldi de; “ey
Süleyman dedi “sen doğrul”. Süleyman hemen secdeye kapandı; “rabbimiz, nefsimize zulmettik”(A’raf, 7/23) diye tövbe etti. Başında eğri duran taç kendiliğinden
doğruldu, düz durdu. Süleyman sınamak için tacı eğrilttikçe taç doğruluyordu”
Mevlana burada diyor ki; “azizim senin tacın zevkindir, vecdindir, gönül dergâhındır. Senden zevk gitti mi, dondun buz kestin, tacın eğrildi demektir artık.”63
Mevlana ahlaklı ve edepli olma hususunda; “kendinizi kontrol ederek,
Cenab-ı Hakk’tan ahlaklı, edepli insan olmak hususunda bizi başarıya
ulaştırmasını niyaz edelim” demektedir. Çünkü edebli olmayan Allah’ın
lütfundan mahrum kalır. Edebli olmayan yalnız kendisine kötülük etmiş
olmaz, belki edepsizliği yüzünden bütün dünyayı ateşe vermiş olur.”64
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Mevlana’da amaç kâmil insan ve kâmil insanlardan oluşan bir toplum meydana getirmektir. Diğer bir ifadeyle onun
amacı; ahlaklı, erdemli bir insan ve erdemli insanlardan oluşan erdemli bir
toplum oluşturmaktır. Güzel ahlakın en alt derecesini insanlara eziyeti terk
etmek, en üst derecesini de kendisine kötülük edenlere iyilik etmek olarak
gören İslam ahlakçıları gibi Mevlana’nın da amacı güzel ahlak sahibi,
elinden ve dilinden bütün insanların selamette olduğu insanlar yetiştirmektir.65 Güzel ahlak sahibi, elinden ve dilinden bütün insanların selamette
olduğu, erdemli bir insan olmanın yolu da başta nefsini; akıl, ilim ve gönül
rehberliğinde Kur’an ve sünnetten kaynaklanan ahlaki ve manevi değerlerle arındırmaktan geçer. Bu konuda Mevlana;
“İlim, bilgin olanı tam ihya etmedikçe
Hoşgörülük hoş olmaz, softalık gitmedikçe.
İmanı da, küfrü de dosdoğru bilmek gerek,
Kul Müslüman sayılmaz, cehlini atmadıkça”66 demektedir.
Cehaletin ve ahlaki yozlaşmaların bulunmadığı kendi dinî, ahlaki ve
millî değerlerini koruyup, erdemli bir nesil yetiştirmek ve ebediyete kadar
yaşayacak erdemli toplum meydana getirmek niyazı ve dileğiyle hepinizi
saygı ile selamlıyorum.
————
63
Mecalis-i Seba, s.40.
64
Mesnevi, I/78–79; Ayrıca bkz; Vahit Göktaş, “Mevlana’nın Düşüncesinde Edep”, Uluslar
arası Mevlana ve Mevlevilik Sempozyumu, Mevlana Celaleddin Rumî’nin 800. Yıldönümü
Anısına Bildiriler I, Şanlıurfa 26-28 Ekim 2007, s.291.
65
Emine Yeniterzi, “Mevlana’nın Kişisel Değişim Ve Gelişime Dair Düşünceleri”, Mevlana
Araştırma Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 2, Konya Aralık 2007, s.16.
66
Rubaiyyat s.135, D-140’den naklen Bkz: Kemal Sözen, Mevlana’nın İnsan ve İnsanlık Anlayışı, 3.Milli Mevlana Kongresi Tebliğler, Konya 12-14 Aralık 1988, s.153.
Modern Çağda Ahlak
260
BİBLİYOGRAFYA
A) Mevlana’nın Eserleri
Divan-ı Kebir I-V, Haz. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1957-1959.
Fîhî Mâfih, Çev; M.Ülker Anbarcıoğlu, MEB, İstanbul, 1989.
Mecalis-i Seb’a (Yedi Meclis) Haz. Abdülbaki Gölpınarlı, Konya, 1965.
Mecâlis-i Seb’a (Yedi Vaaz, Sohbetler), Haz. Dilaver Gürer, Konya Büyükşehir Belediyesi, Konya, 2008.
Mesnevi 1-VI, Çev; Veled İzbudak, MEB Yayınları, İstanbul 1957-1965.
Rubailer, Haz. Şefik Can, Ankara 1991.
B) Diğer Eser, Makale ve Ansiklopedi Maddeleri
Aydın, Mehmet, “Türklerin Felsefe Kültürüne Katkıları”, Erdem I, Sayı:3, Eylül 1985, Mevlana Celaleddin Rûmi (1207–1273).
Çağrıcı, Mustafa, “Ahlak”, TDV İslam Ansiklopedisi 2, İstanbul, 1989.
Çelebioğlu, Amil, Mevlana’dan Öğütler, 3.Milli Mevlana Kongresi Tebliğler, Konya, 12-14 Aralık 1988.
Erdem, Hüsamettin, Ahlak Felsefesi, Konya, 2009
Göktaş, Vahit, “Mevlana’nın Düşüncesinde Edep”, Uluslar arası Mevlana ve Mevlevilik Sempozyumu, Mevlana Celaleddin Rumî’nin 800. Yıldönümü Anısına Bildiriler I, Şanlıurfa 26-28 Ekim 2007.
Karaismailoğlu, Adnan, “Mesnevi’de Edeb Kavramı”, 7. Milli Mevlana
Sempozyumu, Konya, 13 Aralık 1995.
Konur, Himmet, “Bir Ahlak Kitabı Olarak Mesnevi”, Marife, Yıl 7, Sayı,
3, Konya, Kış 2007.
Özdemir, İbrahim, Mevlana ve Konfüçyüs Yeni Bir Yüzyıla Mesajlar, Ankara 2008.
Özek, Ali, “Açılış Konuşmaları”, Çağımızın Ahlak Bunalımı Ve Çözüm
Arayışları – Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantı- 24–26 Nisan 2009, İstanbul 2009.
Münavi, Abdurrauf, Feyzu’l-Kadîr, Beyrut, 1972.
Savi, Saime İnal, “Mevlana ve Barış”, 9. Milli Mevlana Kongresi (Tebliğler), Konya, 15–16 Aralık 1997.
Selamet, Ahmet, “Açılış Konuşmaları”, Çağımızın Ahlak Bunalımı Ve Çözüm Arayışları – Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantı- 24–26 Nisan 2009,
İstanbul 2009.
Sözen, Kemal, “Mevlana’nın İnsan ve İnsanlık Anlayışı”, 3.Milli Mevlana Kongresi Tebliğler, Konya 12-14 Aralık 1988.
Şentürk, Recep, “Değişen Toplum ve Ahlak: Modern Türk Toplumunda Değerler Krizi”, Çağımızın Ahlak Bunalımı Ve Çözüm Arayışları –
Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantı- 24–26 Nisan 2009, İstanbul 2009.
Dördüncü Oturum
261
Türer, Celal, “Ahlak Bunalımının Nedenleri”, Çağımızın Ahlak Bunalımı
Ve Çözüm Arayışları –Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantı- 24–26 Nisan
2009, İstanbul 2009.
Yakıt, İsmail, Batı Düşüncesi ve Mevlana, İstanbul, 1993.
Yaman, Ahmet, “İslam Ahlakının Ameli Boyutu: İlkeler öve Uygulamalar”, Çağımızın Ahlak Bunalımı ve Çözüm Arayışları, -Milletlerarası Tartışmalı
İlmî Toplantı- 24–26 Nisan, İstanbul 2009.
Yaran, Cafer Sadık, Mevcut Ahlak Telakkilerinin Tasviri ve İslam Ahlakında
Temel Erdemler Ve Genel İlkelerin Belirlenmesi Önerisi, s.3.
Yeniterzi, Emine, Mevlana Celaleddin Rumi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1997.
_____________, “Klasik Türk Edebiyatı Ahlakî Mesnevilerinde Mevlana’dan İzler”, Türk Kültürü ve Sanatında Mevlana Ve Mevlevilik, Selçuk
Üniversitesi, Bildiriler, Ulusal Sempozyum, Sümam Yayınları:1/Bildiriler
Serisi:1/Yıl:2007, Konya 14–16 Aralık 2006.
_____________, “Mevlana’nın Kişisel Değişim Ve Gelişime Dair Düşünceleri”, Mevlana Araştırma Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 2, Konya Aralık 2007.
Oturum Başkanı: Biz de Doç. Dr. Naim Şahin Bey’e teşekkür ediyoruz.
Mevlana’nın Ahlak Anlayışının Günümüze Yansımaları konulu bildirisinden dolayı çok teşekkür ediyoruz. Zaman daraldığı için ben hemen müzakereye geçmek istiyorum. Müzakereyi Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden çok değerli bilim insanı Prof. Dr. Ahmet Kamil Cihan Bey yapacaklardır. Buyurun Hocam kürsüye.
MÜZAKERE
Prof. Dr. Ahmet Kamil CİHAN
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Sayın başkan, değerli misafirler,
Hepinizi sevgi ve saygı ile selamlıyorum.
Bildirilerin müzakeresine başlamadan önce birkaç hususu hatırlatmak
istiyorum.
Birçok katılımcı arkadaşımız, konuşmalarına Mevlana’nın huzurunda
bulunduklarından bahisle sözlerine başladılar. Sizlerin de bildiği gibi,
çoğumuz Seyyid Burhaneddin, Hacı Bayram Veli gibi kişilerin huzur ve
makamlardan gelmektedir.böylesi iftihar edilecek bir ülkede yaşıyoruz.
Sayın başkan bildirilerini okuyan hocalarımızı bilim adamı olarak takdim etti. Ben buna çağdaş filozoflarımız sıfatını da eklemek istiyorum.
Bir diğer husus, bir alandaki bilgiler kritik edileirken o alanın ilkeleri
ile bu işlem yapılır. Alan dışındaki tekniklerle kritik etmek, sanırım doğru
olmaz. Bir örnekle, greko-romen güreşte serbest güreşin kuralları geçerli
değildir.
Burada yapılacak müzakerelerin, bana intikal eden metinlerden hareketle yapıldığını hatırlattıktan sonra tek tek bildirilerin müzakeresine
geçmek istiyorum.
1. YARD. DR. ÖNDER BİLGİN, GELENEKSEL AHLAKTAN DİZİ AHLAKINA DOĞRU: AHLAKI HAK SAKLASIN!
Yazarın amacı ithal değerler ile yerli değerler gelenek arasında gidip
gelen Müslüman Türkiyelinin ruh halini betimlemektir. Esas itibariyle
düşünerek yaşama ile görerek yaşama arasındaki farka atıfta bulunarak
yerli ahlaka katkıda bulunmayı denemektedir. İki yaşama biçiminin taşıdığı zorluklara değinilmektedir. Güncel yaşantımızı felsefi “obje” haline
getirmesi itibariyle de yazarı tebrik etmek gerekiyor.
Bildiri başlığında işaret edilen dizi ahlakı ile televizyonlarda boy gösteren dizi filmler etik açıdan değerlendirilmeye alınmaktadır. Bu cümleden
olarak dizi filmlerinde açık bir “yönlendirme” etkinliği yapıldığı vurgulanmaktadır. Fakat yazarın da farkında olacağı gibi, sanat yapıtları etik
değerleri de gerçekleştirir. Gerçek bir sanat yapıtı hayatta yaşanan yüksek
değerler ile vital/araç değerler arasındaki çatışmayı gözler önüne serer.
263
Sonuçta sanatkar, ya ideali gösterir veya trajedi yahut komik biçimde
yaşanan somut gerçekliği. Şu halde dizi ahlakı ile eleştirilen “obje”nin
mahiyeti tam olarak açıklığa kavuşturulmalıdır. Aksi halde etik kaygılardan hareketle estetik yaratmalara müdahele kaçınılmaz olacak gibi görünüyor.
Yazarın sonuç ve önerileri üzerinde durmak gerekirse;
1- Yazarın “insanların insanca yaşayabilmeleri için gerekli olan ahlaki
zemin kaybedilmiştir. Bütün insanlık için ortak payda görevi görecek,
evrensel boyuta taşıyan, insan fıtratına uygun yeni bir ahlak anlayışına
ihtiyaç vardır” tespiti, izaha muhtaçtır. Ahlak teorileri zaten insanların
insanca yaşamaları için ortaya atılmış fikirler değil midir? Yüksek değerler,
her zamanki yerlerinde değil midir? Asıl sorun onların irademizi belirleyip
belirlemediği ile ilgilidir. Bunun için eğitimle ilgili boyutu gündeme alarak
değerler veya irade eğitiminin imkanı ve koşulları üzerinde durmak isabetli olur.
2- Yazarın “Ahlakı hak saklasın!” ifadesini bir ironi olarak görmek gerekiyor. Yazarın da itiraf ettiği gibi hak, ahlakın temelidir. Temelin temele
ihtiyacı olursa kıyamet kopmuş demektir.
3- Yazarın “Yerli değerleri tüketin” önerisi de küreselleşen dünyada
önemli bir teklif gibi görünmektedir. Geleneksel ahlak taraftarlarına bu
konuda önemli görevler düşmektedir. Fakat slogandan öte bu teklifin
içeriğinin doldurulması gerekmektedir.
2. PROF. DR. İBRAHİM HAKKI AYDIN, “SEKÜLER AHLAKIN İMKÂNI”.
Dünyevileşme (secularism): Genele olarak dünyayı, maddi ve görünür
âlemi, dünyadaki hayatı ön plana çıkarıp bu hayatın metafizik alemle ve
dinle ilgisini kesmek anlamına gelir. Etrafımızı çeviren fizik çevrenin,
tabiatın, evrenin varlığını ve değerini yeniden izah etmek ve metafizik
anlamdan yoksun bir yorumla meşrulaştırmak hareketidir. Dünyevileşme,
dünyanın varlığını hor gören, ona değer vermeyen bir takım dini, metafizik ve mistik görüşlerin ortadan kaldırılması, dünyanın tek ve ebedi yaşanacak yer olduğu inancının meşrulaştırılması dolayısıyla insanın eşya ile
münasebetlerinin yeniden düzenlenmesidir. Aynı zamanda buna paralel
olaraktoplum hayatının , siyasetin, ahlakın da dünya hakimiyeti idealine
uygun olacak şekilde düzene sokulmasıdır. (S.H. Bolay, Felsefe doktrinleri
ve Terimleri Sözlüğü, “Dünyevileşme”, Akçağ yayınları, 9. Baskı, Ankara
2004, 131
İbrahim beyi böylesine önemli bir konuyu incelediği için önce tebrik
etmek gerekir. Metni okumak üzere ele aldığımda başlığından hareketle
seküler veya laik yahut bilimsel bir ahlakın imkânı ve şartları üzerine bir
deneme sanmıştım. Ancak okurken imkânsızlığı üzerine bir deneme olduğu anlaşıldı. Esasında yazının başlığı dinsiz ahlakın imkan(sızlığ)ı üzerine
olsa daha isabetli olurdu :)
264
Modern Çağda Ahlak
Yazıda dikkat çeken ilk husus, yazarın girişte ahlaka ilişkin yaptığı tespitlerdir. Girişteki bilgilere göre aslında ahlak diye bir şey yoktur. O toplumsal bir olgudur ve toplumu kontrol etmek veya mutlu etmek için icat
edilmiş bir şeydir. Bu bakış açısı seküler ahlaka zemin hazırlama adına
uygun görünse de ne ahlakın doğasına ne de yazarın amacına uygun bir
giriştir.
Geneli üzerine konuşursak, yazıda seküler ahlaktan maksadın ne olduğu belli değil. Bazen dinden, bazen de metafizikten uzak ahlak anlayışına
yazar, seküler demektedir. Gerçi metin içinde iki şartı aradığı da vakidir.
Fakat bu konuda yazarın zihni tam durulmuş görünmüyor. Bu yüzden,
Stoa ahlakını seküler ahlaka uygun bir örnek göstermek de isabetli değil.
Zira o, metafizik temelli bir ahlaktır, seküler değil. Seküler ahlak daha
ziyade 19. yy ve sonrasında “Bilimsel ahlak” adıyla ortaya çıkan bir anlayıştır. Gözlemlenen ahlaki olgulardan hareketle hayatı yönetmek için
izlenecek kuralları çıkartmak onda temel metottur. Bilimsel ahlak, her çeşit
metafizik hipotezden bağımsız, pozitif bir bilim olma hedefini güder. Fakat
1. Ahlaki olguyu sosyal olgunun içine koyması, 2. mutlak determinizmi
gerektirmesi, 3. tecrübenin insana nasıl davranması gerektiğini bildiremez
oluşu, vs bilimsel ahlakın eleştiriye açık diğer taraflarıdır, bu hususların da
yazıya dâhil edilmesi, konuyu daha da zenginleştirecektir. Nitekim eleştiriye açık diğer konuları, sözgelişi tenkit edilen kutsalın, seküler ahlakta
yeniden üretilmesi, faydacı ferdiyetçiliğe dayanması, vb gibi konuları
yazar, iyi ve anlaşılır olarak açıklamaktadır. Yazarın eleştirdiği seküler
dünya anlayışını, duygusallığın, yardımseverliğin, karşılıksız iyiliğin yok
olduğu bir dünya üretme olduğu şeklindeki eleştirisi, kanımca fazla aşırı.
Sözgelişi A. Comte’un özgecilik, A. Smith’in duygudaşlık ahlak anlayışı bu
eleştiriye fazla imkan tanımaz gibi geliyor. Kanımca yazar seküler ahlaka
uygun bir örnek model bulup, ardından görüşünü betimlese daha da açık
ve anlaşılır olur.
Ahlak felsefelerinin önemli bir kısmı doğası bakımından dinden bağımsızdır. Başka türlü olması beklenmez. Fakat bu, ikisi arasında paralellikler kurmaya mani değildir.
Yazar ısrarla din temelli bir ahlak anlayışını savunmakta fakat dine
araç rolü vererek onu tekrar merkezden/temelden çıkarmaktadır. Burada
din, ahlaki yasanın belirlemesinde merkezde mi yahut çevresinde mi, yani
asli kurucu unsur mu yahut tali payanda unsur mu olarak durmaktadır?
Yazar bunu açık ve seçik hale getirmelidir.
Yazar, İslam ahlak teorilerine göre ferdin dinden bağımsız ahlaklı olmasını mümkün görmemektedir. Bu hangi filozoftan ve önermesinden
kaynaklanmaktadır, yazarca örnek verilse iyi olurdu. Aksi halde bir temenniden öteye geçmesi düşünülmez.
265
3. DOÇ. DR. HÜSEYİN SUBHİ ERDEM: AHLAKİ YÜKÜMLÜLÜK BAĞLAMINDA PRAGMATİK ETİK VE KANT ETİĞİNİN ELEŞTİRİSİ VE ALTERNATİF BİR ÇÖZÜMLEME GİRİŞİMİ
Ahlaki yükümlülük konusunda pragmatik etik ile kantçı ödev anlayışını eleştirmeyi hedefleyen bu yazıda, kimi belirsizliklere rastlandığı söylenmelidir. İlki, pragmatik etik oldukça geniş bir kadro ve anlayıştan
oluşur. Yazar da bunun farkından olsa gerek, pargmatik etiği utilitarist
terimi ile açıklamaya çalışır. Bu yüzden başlığının utilitarist etik şeklinde
düzeltilmesi yazının içeriğine daha uygun görünmektedir. İkincisi, faydacı
teorinin kendinden çok uygulayıcıların hataları üzerine durulmuş ve
oldukça fazla eleştirilmiştir. Teorinin kendisine daha fazla yer verilmesi
konuyu zenginleştirir, diye düşünüyorum Yazar orada daha çok Bentham’ı
eleştirmiş görünüyor. Şu hususları da dikkate alabilir: “Bentham'ın ahlak
aritmetiği, imkansız ve düşe dayalı bir öğretidir. Ayrıca şu eksikleri de
vardır: 1. İnsan bilincine ters. 2. Ahlak yasasının temel niteliklerini taşımaz.
Yazar, Kant etiğini tenkit ederken insanın “değer koyan yanının bilgi
üreten yanından önce geldiğini” açıkça ifade etmiştir. Bilgiden yoksun
olarak değer belirleme nasıl mümkün olur, bu düşünülmemiştir.
Yazarın, Kant’taki “görüden yoksun kavram boş, kavramdan yoksun
görü kör kalır” ilkesini, yine Kant’ın formal ahlak yasasına uygulayarak
eleştirmesi takdire şayandır. Ne var ki, Kant da yasanın içerikten yoksun
olduğunun ve bunun da tek tek ahlaki belirlenimleri tespit etmenin imkansızlığına dayandığının farkındadır. Bu yüzden orada kendine özgü bir
durum olduğu belirtilmelidir. Yazar, şimdiye kadar yapılan tenkitleri
belirtip, onlardan ayrıldığı tarafı belirtmiş olsaydı, bu alandaki katkısı da
belli olurdu. Nitekim Kant ahlakı eleştiriden uzak değildir. Birkaç örnek
vermek gerekirse, 1. bilinç içeriğini belirtmeden hiçbir buyruk vermez; 2.
irade boşu istemez; 3. kesin buyruk sağduyuya aykırıdır. 4. Evrensellik
ölçüsünün, kesin buyruğu tanıma için çok iyi bir ölçü olduğu, ama kesin
buyruğu doğru kılma için yetersiz kaldığı öne sürülmüştür. Yani, Kant
kendi ilkeleri ile çelişmiştir. Sözgelişi, yalan söylemenin gerekli olmadığını
göstermek için, sosyal yarar ilkesine uyması, kendi ilkeleri ile çelişkili
olduğunu gösterir.
Yazar, ödev ile görev arasındaki farkı çok açık biçimde ayırmıştır. Bu
itibarla kendisini tebrik etmek gerekir.
Sonuçta yazar insanın maddi ve manevi bütünlüğünü dikkate alan bir
ahlaki teorinin gerekliliğini dikkat çekmekte ve bunun en iyi şekilde İslam
Ahlakında mevcut olduğunu iddia etmektedir. Orada bu ahlakın hususi
özelliklerine dikkat çekmiş ve bunların detaylıca irdelenmesi gerektiğini
orta atmıştır. Umuyorum ki, bu iddiasını ayrı bir yazıda ayrıntılı ve temellendirilmiş olarak ortaya koyar.
Modern Çağda Ahlak
266
4. DOÇ. DR. NAİM ŞAHİN, MEVLÂNÂ’NIN AHLAK ANLAYIŞININ GÜNÜMÜZE YANSIMALARI
Mevlana’nın ahlak düşüncesinden kimi kesitlerle bugüne yönelik mesajları gündeme getirmiş olduğu için Naim Beyi tebrik etmek istiyorum.
Konuyu hikayelerden örnekler vererek, mesajın zihnimizde canlanmasını
sağladı. Acaba, konuyu sistematik biçimde ele alabilir miydi diye de düşünüyorum. Yani bildiri, Mevlana’nın ahlak görüşünü de sistemli bir şekilde
tasvir ederek hazırlanabilir miydi? Bu şekliyle yığma bilgiler üzerine yapılan bir metin hüviyetindedir. Metinde geçen kimi ifadelere değinmek
gerekiyor. Sözgelişi, eşlerden birinin diğerini “aldatma”sını davranış
bozukluğu olarak nitelemesi, kanımca isabetli değil; bunun yerine ahlaki
bozukluk ifadesi veya daha başka bir niteleme daha yerinde olurdu. Aynı
yerde geçen aile yapısındaki bozulmalar konusunda bu işin faillerini “melun şeytanlar” olarak görmek, Mevlana’nın kendi sistemiyle uyumlu mudur? Yine kötülük işleyen annenin evladı tarafından öldürülmesini, nefsi
öldürmek anlamına almak ne derece isabetli olur, düşünmek lazım. Hikâyedeki anneden maksat, kötü arzulardır. Bunu arzuları öldürmek şekline
çevirmek muhtemelen Mevlana’nın maksadını aşar, diye düşünüyorum.
Sevgi ve saygılarımla…
Oturum Başkanı: Biz de çok değerli bilim insanı ve çağdaş filozofumuz
diyelim, Prof. Dr. Ahmet Kamil Cihan Hocamıza da bu güzel katkılarından
dolayı çok teşekkür ediyoruz.
İbrahim Hakkı Aydın: Biz de müzakerelerinden dolayı, yapıcı, olumlu
katkılarından dolayı Sayın Kamil Bey Hocamıza teşekkür ediyoruz, söyleyecek bir şeyimiz yok, yapıcı eleştirileri dikkate alınacaktır, teşekkür ediyorum
Hüseyin Subhi Erdem: Hocam ben de değerlendirmeniz için çok teşekkür ediyorum. Benim için de birkaç yıl oldu. Tabi bu çalışmanın şeyi
orada o bahsettiğiniz şey İslam ahlakı ile ilgili olan bölüm uzun bir çalışmanın prototipi gibi oldu burada. Bizim burada bu pragmatik etikle ilgili
bahsettiğimiz şey de belki biraz daha yazının içerisinde genişlik söz konusu olabilir. Bir diğer şey de orada bir ruhi anlamı var değer formel yanıyla
ilgili bir istifade tırnak içinde bahsettiniz. O da Kant bağlamında Kant’ın
orada pragmatik etikle ilgili bir bağıntısı olarak düşünmüştüm ama onu
daha güzel bir ifadeye çevirmek lazım. Peki teşekkür ediyorum.
Önder Bilgin: Hocam her zaman olduğu gibi çok nazik, çok kibar,
kendisine teşekkür ediyorum. Doğrusu alan dışında güreşmek yani Grekoromen şeyle ilgili olarak, evet ahlakı sadece felsefeciler, filozoflar tartışmıyorlar hocam. Bunu takdirlerinize sunuyorum, biliyorsunuz, telekomünikasyondan aldığım bilgilere göre son üç ayda Türkiye’de üç bine yakın site
– burada bu ifadeleri kullanmak istemiyorum ama- çocuk istismarı, cinsel
267
suçlar, dolandırıcılık, kapkaç falan filan bütün bu aklınıza ne geliyorsa bu
ifadelerim bildiride var. Bütün bunlardan dolayı üç bin tane site mahkeme
kararıyla kapatılmış. Dolayısıyla sosyal bilimlerde böyle bir ortak ilgi alanı
var. Sadece ahlakçılar, sadece filozoflar – sizin tabirinizle çok da teşekkür
ederim- bunlarla ilgilenmiyorlar ve dolayısıyla bu ortak ilgileri bir araya
getirip bir sonuç elde edebilir miyiz? Evet, bunun kaygısını taşıdığımı ifade
etmek istiyorum. Nezaketiniz için çok teşekkür ediyorum hocam, sağ olun.
Oturum Başkanı: Biz de çok değerli katkılarından dolayı güzel bildiriler sunan dolu dolu bildiriler sunan hocalarımıza ve müzakerecimize,
ayrıca felsefî bir derinlik taşıyan bu bildirileri dinleyen, faydalanan çok
değerli katılımcılara çok teşekkür ediyoruz. Ve böylece 4. oturum ‘Ahlaka
Çeşitli Yaklaşımlar’ adını taşıyan bu oturumu kapatırken sizleri 11:20’de 5.
oturumda ‘Ahlak ve Sosyal Hayat’ konulu oturuma tekrar bekliyoruz.
Hepinize yürekten teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum.
İKİNCİ GÜN / DÖRDÜNCÜ OTURUM / B SALONU
HUKUK VE AHLAK
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. Orhan ÇEKER
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
1. Tebliğ:
Hukuk Mu Ahlak Mı? -Dini Nasslar Bağlamında Hukuk-Ahlak İlişkisiProf. Dr. Saffet KÖSE
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
2. Tebliğ:
Din, Ahlak ve Hukuk
Doç. Dr. Aliye ÇINAR
Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü
3. Tebliğ:
Doğal Hukuk Açısından Ahlak Kuralının
Doğal Yaptırımının Olabilirliği
Doç. Dr. Osman ELMALI
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
4. Tebliğ:
Hz. Peygamberin (Sav) Örnek Ahlakının Günümüze Taşınmasında
Hadis/Sünnetin Rolü
Arş. Gör. Dr. Musa ERKAYA
Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Müzakere
Prof. Dr. Muammer MUŞTA
Selçuk Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi
Dördüncü Oturum
271
DÖRDÜNCÜ OTURUM / B SALONU
HUKUK VE AHLAK
Oturum Başkanı
Prof. Dr. Orhan ÇEKER
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Oturum Başkanı: Ben hemen oturuma başlayayım diye düşünüyorum.
Önce genel hatırlatmaları söyleyeyim. Her konuşmacımız on beşer dakikada tebliğlerini bize takdim edecekler, arkasından Muammer Hocamızın
değerlendirmelerini alacağız. Zamana göre belki on beş belki yirmi dakika
olabilir. Bu arada sorularınızı yazılı olarak bize iletirseniz hatta kime sorduğunuzu da üstüne not ederseniz biz soruları ona göre muhataplarına
iletiriz. Birkaç dakika da soru cevap faslı verdikten sonra oturumu sona
erdireceğiz. Şimdi ilk tebliğci olarak Prof. Dr. Saffet Köse Hocamız tebliğini
sunacak.
1. TEBLİĞ
HUKUK MU AHLÂK MI?
-İslâm Nokta-i Nazarından Din-Ahlâk-Hukuk İlişkisi
Bağlamında Bir İnceleme-
Prof. Dr. Saffet KÖSE
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır
Yüreklerden çekilmiş farzedin havf-ı Yezdânın
Ne irfanın kalır te’siri kat’iyyen, ne vicdanın
Hayat artık behimidir… hayır ondan da alçaktır.
M. Âkif
“Medeniyet ahlâk kaideleri ağırlık kazandığı ölçüde yükselir.
Hukuk, ahlak kaidelerine nasıl ilgisiz kalabilir?!”
Ripert
GİRİŞ
İlk çağlardan beri ifade edilen insanın toplumsal bir varlık olduğu gerçeğinin iki önemli sonucu vardır. Birincisi insan, yapısına uygun bulduğu
bir toplumsal oluşuma kendisini ait hisseder. Bu, bir parti, mezhep, tarikat,
kulüp vb. şeklindeki kurumsal kimliğe sahip yapılar olabilir. İkincisi de
insan, kendisine yaraşan bir hayat sürebilmek için toplum halinde yaşamak
zorundadır. Çünkü insanların öyle ortak ihtiyaçları vardır ki bunları ancak
toplum halinde yaşayarak gerektiği şekilde karşılayabilir. Toplum hayatı
ise insanların sürekli olarak haklar ve vazifelerle karşı-karşıya olduğu
dinamik bir ilişkiler sürecini ifade eder. Birbirinden bağımsız bireylerden
oluşan toplum hayatı düşünülemez. Bu ise çeşitli ihtilafları beraberinde
getirir.
Toplum hayatının mutlak anlamda bir çatışmayla devamı mümkün
olmadığından bireyin devlet ve toplumun diğer fertleriyle ilişkilerini
Modern Çağda Ahlak
274
düzenleyen bir takım kurallara ihtiyaç vardır. Toplum ve kural birbirlerinin varlık sebebi olacak kadar sıkı ilişki içindedir. Öyle ki kuralsız toplumun ayakta kalma şansı olmadığı gibi toplumun bulunmadığı yerde de
kuralın bir anlamı yoktur. Toplumsal hayatta kural, hak ve vazifeleri
belirler. Bir başka deyişle toplumsal hayatta hak ve görevler kurallarla
belirlenir. Bu açıdan kuralın nereden doğduğu yani hakkı tanıyan ya da
vazifeyi verenin hangi kurum olduğu bir başka ifadeyle onun kaynağının
ne olduğu, kural koyan müesseselerin birbirleriyle nasıl bir ilişki içinde
bulundukları önemli bir husustur ve bu açıdan ilim adamlarının dikkatini
çekmiştir. Kurallar sadece hak ve vazifeleri tayinle yetinmez, hakka saygıyı
temin edecek vazifenin ihmalini önleyecek mekanizmaları da oluştururlar.
Çünkü kural bir amaç için vardır ve her kural bir ihtiyacın karşılığıdır.
Bunun sağlanması için de itaat ister, bu onun doğal yapısının bir gereğidir.
Burada itaatin saiki mühimdir. İşte tam bu noktada şu sorulara verilecek
cevaplar önem arzeder: Kural koyucu kimdir? Kuralı koyan müessesenin
onun işlevselliğini sağlayacak mekanizmaları nelerdir? Mesela kuralın
müeyyidesi nedir? Normatif müesseselerin birbirleriyle ilişkisi nasıldır?
Her bir müessesenin yani din-ahlâk-hukukun aynı davranış biçimi için
belirlediği hükümler tezat teşkil etmekte midir? Yoksa uyum mu göstermektedir? Bir davranışın ahlaki olanla hukuki olanını ayıran ölçüt nedir?
İşte bu tebliğde İslam toplumlarındaki düzen açısından din-ahlâkhukuk ilişkisi nasslar ışığında ele alınmaya çalışılacaktır.
DİN-AHLÂK-HUKÛK İLİŞKİSİ
Din, Allah’ın peygamberleri aracılığıyla insanlara bildirdiği buyrukların mecmuudur. Bu çok genel bir ifadedir ve en son gelen İslam’ın da
içinde bulunduğu ilahi dinleri kapsamaktadır. İslam, Allah-insan, insaninsan ve insan-alem ilişkilerini belirleyen bir kurallar bütününden oluşur.
Ahlak da gerek toplumun gerekse bireyin (inanç) değerlerini yaşam biçimi
haline getirmesi demektir. Hukuk da oluşan bu hayat tarzını kanuna
dönüştürür. Her üç kurum da normatiftir ve İslam açısından bakıldığında
amaç birliğine sahiptirler. Bu tebliğde din söz konusu olduğunda kastedilen İslam’dır.
Din-ahlak ve hukuk davranışları konu alır. Ancak hukuk onun kurala
uygunluğunu denetler, din ve ahlak ise saik, kasıt, niyetle ilgilenir. Bu
açıdan hukuk dışa (heterenom), ahlak içe dönük (otonom) bir disiplindir.
Her üç kurumun da araçları ve işlevsellikleri farklıdır. Her birisi talep ettiği
aynı davranış biçimi için farklı müeyyideler tayin etmişlerdir. Dinin günah
saydığı ahlakın kötü dolayısıyla toplumun ayıp telakki ettiği hukukun da
maddi müeyyide öngördüğü bir yasağa uymada titizlik çoğu kere ortaya
çıkar. Dinin emre imtisal ya da yasaklardan kaçınanlar için belirlediği bir
de sevap şeklinde mükâfât söz konusudur. Ahlâk için de mükâfât iç huzuru / vicdani rahatlık ve toplumdaki saygınlık şeklinde ifade edilebilir.
Bir davranışın ahlaki veya hukuki olduğunun ayırıcı kriteri hangi itici
Dördüncü Oturum
275
güçle (saik/ motiv) yapıldığına bağlıdır. Bir davranış hukuki olurken
ahlaki olmayabilir. Eğer bir kimse kanuni müeyyideden dolayı mesela
toplu taşım aracında bir yaşlıya yer veriyorsa ya da borcunu, ifa zamanı
geldiğinde ödüyorsa bu hukuka uygundur. Çünkü hukuk bir görevin
kurala uygun olarak yerine getirilmesini talep eder. Ahlak ise aynı davranışı vazife telakki etmeyi emreder. İkisi arasındaki ayırıcı çizgi şudur: Bir
davranışın ahlaki olabilmesi için onun içselleştirilmesi ve bir yaşam biçimi
olarak benimsenmesi, iyi niyetle yapılması gerekir. Hukukun amir hükmü
olmasaydı dahi aynı davranış sergilenecek idiyse işte bu ahlakidir. Ahlak,
yaşam biçimi haline gelmiş iradi, bilinçli (huya dönüşmüş) ve özgür bir
bireyin seçeneğe sahip bir imkânın olduğu yerde herhangi bir müeyyide
saiki olmaksızın davranış ve kabullerini ifade eder. Vicdan kabullendiğinde bunlar sabitleşir, huya dönüşür. Öyle hal alır ki irade otomatikleşir.
Zaaflar önünde dik duruş ortaya çıkar. Hükümdarın eğiterek saraya gelen
misafirlere kahve ikram eden kedinin, konuklardan birisinin cebinden
çıkarıp önüne attığı fareyi görünce kahveyi fırlatıp onun peşinden gitmesinde olduğu gibi zaafların terbiye edilip dizginlenemediği, harici bir
müeyyide ile kontrol edildiği durumlarda ahlak oluşmuş sayılmaz. Bu
sebeple bilinçli kabulün olmadığı ve vicdanın devreye girmediği davranış
müstekar / yerleşik hale gelmediğinden ahlak halini almaz. Bir başkasının
iradesini merkeze alarak (maddi-manevi müeyyideden çekinme gibi)
hareket etmek de ahlaki olamaz.
Hukukun finalist gayesi olan adalet aynı zamanda dini ve ahlâkî bir
karakter taşır. Ancak ahlâkın adalet anlayışında vazifeyi aşan bir boyut
daha vardır ki o da fazilettir. Fazilet vazifenin üzerinde bir değerle hareket
etmeyi, hak sahibine hakkından fazlasıyla ve gönül coşkusuyla nezaketle
muameleyi gerektirir. Söz gelimi bir şahsın borcunu belirlenen tarihte ve
anlaşmaya uygun biçimde ifası hukukun gereğidir. Burada borcun edası
hukukun amir hükmünün yerine getirilmesi dolayısıyla icra takibinden
kurtulmak amacıyla yapılmışsa bu işlem kanuna uygundur, hukukidir.
Kanunun emredici gücü bir yana borçlunun borcunu ödemeyi bir vazife
telakki ederek yaşam biçimine dönüştürmesi ve bu sâikle ödemesi ise
ahlakidir. Borcun zamanından önce ve fazlasıyla ödenmesi ise fazilettir. Bu
da dinin teşvik ettiği bir davranıştır. Mesela borç verenin ödeme zamanı
geldiğinde alacaklısından bunu talebi hukuken hakkıdır. Borçlu ödeyemese
de tahsilât yollarını araştırabilir. Ama süreyi uzatmak ahlaki bir davranıştır
(iyilik). Bağışlayıvermek ise fazilettir.
Din, tek kaynak olmasa da ahlakın oluşmasında büyük bir itici güçtür
ve onun işlevselliğinde önemli rol oynar. Din, ahlak ve hukuk kurallarını
da manevi müeyyide ile güçlendirir. Çünkü din açısından hukuk kuralının
ihlali aynı zamanda Allah hakkının da ihlalidir. Bu sebeple toplumsal
düzeni sağlamak için din-ahlak-hukuk bütünlüğü esas alınmıştır. Dine dayalı
olmayan seküler ahlakta böyle bir müeyyidenin bulunmaması onun gücünü olumsuz yönde etkileyen bir unsurdur.
276
Modern Çağda Ahlak
İslam dininin ana kaynakları açısından bakıldığında merhum Said Halim Paşa’nın (ö.1921) “bir müslümanın sosyal vazifeleri dinin aslında
mevcuttur. Bu sebeple dini vazifeler müslümanın vicdanının arzusu ile
yerine getirilmekte ve böylece farkında olmadan sosyal görevler de ifa
edilmiş olmaktadır” şeklindeki tespiti isabetlidir. İşte bu durum vazifelerin
ifası ve haklara saygıda gönüllülük ilkesine göre hareket etmeyi beraberinde getirdiği için çoğu kere hukukun cebrî gücüne ihtiyaç bırakmamaktadır.
Çünkü yine aynı düşünürün ifadesiyle “bir Müslüman ahlakını inancından, sosyal nizamını ahlakından, siyasetini ise sosyal nizamından alır.”
“İşte bu sayededir ki müslüman toplumlar batılılarda olduğu gibi rahat ve
selameti kanunlarda değil inanç ve hislerinde, ahlaki ve fikri terbiyelerinde
bulurlar.”
Din, insanı dıştan ve içten kuşatan, onu duygularıyla, sezgileriyle,
inançlarıyla, düşünceleriyle bir bütün halinde içten kavrayan ve yönlendiren bir kurum olarak en sıkı nizamlardan ve kanunlardan daha etkili bir
kontrol sağlar. Din ve ahlakın gücü hukukun ulaşamadığı alanlardaki
ihlallerde kendisini gösterir. İnanç değerleri güçlü olmayan ve ahlakî
kontrol mekanizmaları gelişmemiş insanlar bu durumda ya gizliliğe sığınarak doğrudan ya da hukuk kurallarının arkasına gizlenerek, bir başka
ifadeyle eylemi şeklen hukuka uydurarak ya kanuna karşı hile ya da hak
veya yetkinin kötüye kullanılması şeklinde dolaylı ihlal yaparlar. Ahlakı
oluşturulmadan konulan bir kural zayıflar için hile, güçlüler için doğrudan
ihlale zemin hazırlar.
Toplumsal hayatta düzen ve istikrarı sağlamak için hukuk kurallarının
yeterli olamayacağı bilinen bir gerçektir. Çünkü insanın dış dünyasından
ayrı bir de iç dünyası vardır ve onu yönlendiren de burasıdır. Bu sebeple
onun doğal istikamette seyretmesini sağlayabilmek için öncelikle iç dünyasında etkin olmak gerekir. Bunun için ise hukukun harici mekanizması kâfi
değildir. Çünkü insanlar kanunlarla ne kadar bağlanırlarsa bağlansınlar
bazı zayıf eğilimleri sebebiyle onlardan kaçınma yollarını bulabilirler.
Kişilerin fiil ve hareketlerini düzenleyen hükümlerin nüfuzundan çeşitli
yollarla sıyrılabilirler. Günlük hayatta bunun örnekleri de çoktur. Bir
Amerikalı Sosyolog A.B.D.’de çok suç işlenmesinin ve kanunların ihlal
edilmesinin sebebinin “kanunların her şeye muktedir oldukları” hususundaki zihniyete ve bu anlayışın doğurduğu kanun bolluğuna bağlamaktadır.
İslâm açısından bakıldığında hukuk, dinin harici göstergesidir ve İslâm, hukukî faaliyetleri ve formaliteleri din ve ahlaka bağlayarak onları
ıslah etmeyi ister. Hukukun böyle dini bir şekilde algılanışı, onun objektiflik ve saygınlık derecesinin olduğu kadar önem ve güvenilirliğini de arttırmaktadır. Zaten insan davranışı çok karmaşık olduğundan onu tamamıyla kontrol edebilmek için ahlak ve hukukun dengeli bir sentezine gerek
vardır. Böylece hukuk toplum üzerinde sevgi, saygı ve korku hislerinin
hepsini birden uyandırabilir.
İslâm’ın hukuku din ile ilişkilendirmesinin sonucu olarak suç işleme,
Dördüncü Oturum
277
insan haklarının ihlalinden ziyade Allah’ın kanunlarını ihlal etmek anlamına gelir. Bunun neticesinde, İslâm ahiretteki cezanın katiyet ve şiddetini
hatırlatmakta ayrıca din, ahlak ve hukuktan oluşan toplumsal denetim
mekanizmaları arasında oluşturduğu sıkı işbirliğiyle suç oranını asgari
seviyede tutmayı amaçlamaktadır. Söz gelimi bütün dinlerde haksız yere
adam öldürme suçtur. Böyle bir fiili ika eden, dini hukuk bakımından
öldürülenin geride kalan yakınları affetmemişse maddi cezası kısas olan
bir suç işlemiş, dinen büyük bir günaha düşmüş, ayıp etmiş ve şu ayetin
muhatabı olmuştur: “Kim de bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde devamlı
kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için
büyük bir azap hazırlamıştır.” İşlenen bu fiil ahlaki olarak da kötü bir davranış karakteri kazanmış ve toplum vicdanını yaralamıştır. Can güvenliğine
karşı ciddi bir tehdit ve güvenlik sorunu oluşturmuştur. Burada görüldüğü
üzere din-ahlak ve hukuk iç içe geçmiş durumdadır. Bunun başka örnekleri
de verilebilir. Mesela İslâm’ın iki temel kaynağı Kur’ân-ı Kerîm ve Hz.
Peygamber’in sünneti bir vazifeyi üstlenmeyi ahlak ve hukukun en kapsamlı kavramlarından olan emânet ile ifade etmiştir: “Allâh size emanetleri
ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” Hz. Peygamber de kendisinden vergi memurluğu (âmil)
isteyen Ebû Zerr el-Gıfârî’ye “Sen güçsüzsün. Görev emanettir. Emaneti yerli
yerinde eda edemeyen kişi kıyamet gününde zillet ve perişanlık içinde olur” diyerek vazifeye tayin etmemiştir. Emanet, bir göreve tayin edilenin liyakatının
/ işin üstesinden gelebilecek donanımının esas alınması, atananın da görev
bilinci ve sorumluluğu içinde hareket etmesi anlamına gelir. Yönetişimin
temel ilkeleri olan emânet ve adâletin birlikte zikredildiği bu ayetin peşinden Kur’ân-ı Kerîm bu iki değere bağlı oldukları sürece idarecilere itaati
farz kılmaktadır. En genel anlamıyla adalet hakkaniyeti gözetmektir. İbn
Teymiyye (ö.728/1328) yöneten-yönetilen ilişkisini ele aldığı es-Siyasetü’şşer‘iyye adlı eserini bu iki ayeti (Nisâ’ 4/58-59) temel alarak yazmıştır.
Kur’ân-ı Kerim’in üç sacayağına oturttuğu mü’minler arasındaki mali
ilişkileri düzenleyen ayetler dizgesi de bu zihniyeti yansıtması açısından
son derece dikkate değerdir. İlk olarak infak (karşılıksız yardım) teşvik
edilmiş, insani boyutuna dikkat çekilmiş, bu bağlamda infaka muhatap
olan kişinin incitilmemesine özen gösterilmesi, kişiliğiyle oynanmaması,
infak edilen malın o toplumda değer ifade eden bir özelliğe sahip olması,
kötü, bayağı, değersiz olmaması, inanç farkı gözetilmemesi, riya ve gösterişten uzak biçimde sırf Allah rızasının esas alınması, infak önünde engel
çıkaranlara iltifat edilmemesi istenerek ahlâkî çerçevesi çizilmiş, infakın
ahiretteki mükâfatına ve dünyada sağlayacağı berekete işaret edilmiş,
ihtiyaç içinde olup da hayası sebebiyle insanlardan istemeye utananların
aranıp bulunması talep edilmiştir. Peşinden iyilik merkezli ilişkileri bozan
ve ekonomik düzeni altüst eden faizin yasaklandığı sert ifadelerle belirtilmiş, faizin Allâh ve Rasûlü ile savaş anlamına geldiği, Allâh’ın arttı zannedilen faizi mahvedeceği sadakaları ise arttıracağı anlatıldıktan sonra günlük hayatta borç ilişkisinin dini-hukuki ve ahlaki boyutuna yer verilmiştir.
278
Modern Çağda Ahlak
Bazı ayetlerde ifade edildiği üzere karz / borç “hasen” özelliğiyle zikredilerek karz-ı hasen sanki Allâh’a verilmiş gibi telakki edilmiştir. Bu sebeple
borç, faizli olmamalıdır. Faizli borç yerine Allâh’ın karşılığını kat kat lütfedeceği güzel borç verilmelidir. Hukuki olarak alacak-verecek yazı ve şahitler yoluyla ispat güvencesine kavuşturulmalıdır. Her iki taraf da Allâh’ın
huzuruna çıkıp hesap vereceğinin bilincinde olmalı ve buna göre hareket
etmelidir. Borç, zamanında ödenmelidir. Borçlu ödeyemez durumdaysa
alacaklının mühleti uzatması tavsiyeye şayandır, bağışlayıvermek ise daha
hayırlıdır. Nüzul sırası bir yana mali ilişkileri peş peşe düzenleyen bu
örneklerde din-ahlâk ve hukukun sıkı ilişki içinde olduğu ve ahlakın öncelendiği açıkça görülmektedir. Buradan da anlaşıldığı kadarıyla Müslüman
toplumlarda ileri boyutu bencilliği, aç gözlülüğü temsil eden ve çıkarcılığı
/ maddi karşılığı öncelemeyi sembolize eden faizcilik yerine diğerkâmlığı
ve fedakârlığı esas alan infak, bağış ve yardımlaşma kültürünün yön verdiği ilişkiler ağının örülmesi hedeflenmiştir. Her şeyin maddi karşılığının
talep edildiği bencil bir ortam yerine manevi karşılığımım daha çok önemsendiği bir dünya amaçlanmıştır. Buna göre toplumsal ilişkileri düzenleyen
kurallar öncelikle hukuka değil ahlaka ait olmalıdır. Kanun devleti değil
ahlak devleti temel hedeftir.
Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle insanın yaradılışının gayesi Allah’a kulluktur. Kulluk ise dini bir kavram olduğu için ilk başta da zikredildiği üzere
insan-Allah ve insan-âlem ilişkisini bütün yönleriyle kapsayan çok boyutlu
bir kavramdır. Kulluğun nasıl yapılacağını dinleri göndermek suretiyle
bildiren Allah'tır. Bu sebeple Allah ile kul arasındaki ilişki bir din ilişkisidir
ve bu ilişki “ezelî ahd” veya “mîsâk” diye adlandırılan bir zamandan
başlayıp sonsuza kadar devam edecektir. Bu ilişkinin dünya hayatına ait
olan kısmının muhasebesi ise “din günü”nde yapılacaktır. Din gününün
sahibi de Allah’tır. Buna göre Allah’a iman etmiş bir müslümanın bu geçici
dünya hayatının ebedi olan ahiret hayatını şekillendireceğinden hareketle,
hiçbir şeyin Allah'a gizli kalmadığı ve onun her şeyi bildiği, bu dünya
hayatının kayda alındığı, bütün davranışlarından Allah'ın huzurunda
hesaba çekilip zerre miktarı da olsa yaptığı iyilik ve kötülüğün karşılığını
göreceği bilinci, bağımsız yönelişinden vazgeçerek, ilahi iradeye teslim
olup bağlanmasını, Allah’ın mutlak hakimiyet ve otoritesini kabul ederek
buna baş eğmesini, O’nun emir ve yasakları çerçevesinde hayatına yön
vermesini sağlamakta, iç dünyasını kontrol altına almakta, bir anlamda
onun imanı, kendi aczini bilerek, kendisinin sadece ilahi emirlerin uygulayıcısı olduğunu hissettirmekte, görevini en güzel şekilde ve en üst derecede yerine getirmesini temin etmektedir. Aynı zamanda bu şuur ona güçlü
bir “vazife ve sorumluluk” bilinci kazandırmakta ve hukuk hükümlerinin
ispatı mümkün olmayacak şekildeki ihlallerine engel olmaktadır. İnsanın
yapısı itibariyle hem hür, hem bencil, hem cedelci, hem de toplum halinde
yaşama mecburiyetinde olması dikkate alınırsa insana bütün yönleriyle
hakim olabilen dinin ifade ettiği anlam daha iyi anlaşılır.
Din-ahlâk ve hukuk bütünlüğü açısından şu iki örnek olayı zikredip
Dördüncü Oturum
279
analiz edebiliriz:
Hz. Ömer halifeliği sırasında bir gece Medîne’de denetim amaçlı olarak
şehri dolaşırken bir evden bir kadının şöyle bir şiir söylediğini işitti:
‫ﺣﺒﻴﺐ أﻻﻋﺒﻪ‬
‫ ﻭأرﻗﻨﻲ أﻥ ﻻ‬... ‫أﻻ ﻃﺎﻝ ﻫﺬا اﻟﻠﻴﻞ ﻭاﺳﻮد ﺟﺎﻧﺒﻪ‬
‫ﹶ‬
‫ ﻟﺰﻋﺰع ﻣﻦ ﻫﺬا اﻟﴪﻳﺮ ﺟﻮاﻧﺒﻪ‬... ‫ﻓﻮاﷲ ﻟﻮﻻ اﷲ ﻻ ﳾء ﻏﲑﻩ‬
‫ ﻭإﻛﺮاﻡ ﺑﻌﲇ أﻥ ﺗﻨﺎﻝ ﻣﺮاﻛﺒﻪ‬... ‫ﳐﺎﻓﺔ رﰊ ﻭاﳊﻴﺎء ﻳﻜﻔﻨﻲ‬
“Ah! Bu gece ne kadar da uzadı, vakit geçmiyor; her taraf karardı
Oynaşacağım bir sevgili yok diye gözüme uyku girmiyor.
Allâh’a yemin ederim ki başka hiçbir şey değil sadece Allâh olmasaydı;
Bu karyolanın dört bir yanı zangır zangır sallanırdı;
Rabbimden korku ve haya beni engelliyor;
Bir de kocamın şerefine leke sürülmesini istemeyişim.”
Ertesi gün Hz. Ömer o kadını çağırtır ve kocasının nerede olduğunu sorar. Kadın: “Onu Irak’a asker olarak gönderdin ya!” diye cevap verir.
Bunun üzerine Halife şehrin sağduyulu, tecrübeli kadınlarından bir grubu
diğer bir rivayete göre de mü’minlerin annesi kızı Hafsa’yı çağırarak “bir
kadının kocasız ne kadar süreyle kalabileceğini” sorar ve onlardan dört
ayda sabrının tükeneceği cevabını alır. Bunun üzerine Hz. Ömer askerlik
süresini dört ay ile sınırlandırır ve bu sürenin sonunda askerleri terhis
etme kararı alır.
Bu olayı din-ahlak-hukuk açısından analiz ettiğimizde şunu söyleyebiliriz: Bu kadın yaşadığı toplumda ilişkileri belirleyen üç ana kaynağın zina
fiilini yasakladığını, bu bağlamda dinin günah, ahlakın kötü ve ayıp, hukukun suç saydığının farkındadır. Nitekim cahiliye Arapları bile böyle bir
eylemi tasvip etmemektedir. Kızlarını diri diri toprağa gömmelerinin
sebeplerinden birisi de düşmanlarının eline düşme ve onların namusunu
koruyamama endişesidir. İkinci olarak bahse konu olayda kadın zina yapıp
yapmama seçeneğine sahiptir ve bu ortamı oluşturabilecek imkânı da
vardır. Gözlerden uzak mahrem bir alandadır. Bu yönüyle hukukun harici
mekanizmalarıyla kendisini kontrol edemeyeceği dolayısıyla hukuktan
kurtulabileceği bir mekânda bulunmaktadır. Ancak iç dünyasında iki güç
devreye girerek onu engellemiştir: Birincisi Allâh korkusu, ikincisi de
kocasının şerefini ayaklar altına almama duygusu dolayısıyla diğerkâm /
özgeci tutumdur. Vicdanı devreye girip zinaya engel olamasa yaptığı
eylemin sonuçlarını da göze almış durumdadır. Ama kadın öncelikle
Modern Çağda Ahlak
280
vicdanın sesini duymakta ve hesabını da öncelikle ona vermektedir.
Bu kadın insanın en zayıf olduğu konuda oto-kontrol mekanizmalarını
oluşturmuş ve zinadan kaçınmayı vazife addetmiştir. Bu bilinçli davranışının arka planında “Allâh’ı görüyormuşçasına O’na kulluk yapmalısın, sen
Allah’ı görmüyorsan da O seni görüyor” düsturu vardır ve bunu içselleştirmiştir (ihsân duyarlılığında bir hayat tarzı). Bu davranışının kayda alındığının ve muhasebesinin yapılacağı, her şeyin ayan beyan ortaya konulacağı
günün mutlaka geleceği ve orada kurulacak mahkemede hesabını vereceğinin inancında, bilincindedir. Bu durumda kadın, hukuka gerek kalmadan
önleyici mekanizmalarıyla yasağın cazibesine karşı direnç gösterebilmektedir. Bu kontrolü ve direnci sağlayan ana saik Allah korkusudur, bunu da
şiirinde açıkça ifade etmektedir. Bu olmasaydı muhtemelen bu kadını
tutabilme imkânı olmayacaktı. Çünkü insan, nefsinin kışkırtıcı tutumuna
karşı ancak inancıyla başa çıkabilir.
Bir başka açıdan olaya bakıldığında da kadının vicdanı kocasının bu
kadar uzun süre kendisinden ayrı düşürülmesine isyandadır. Buradan
hareketle bir zihinsel meşruiyet zemini oluşturabilirdi. O sebeple salt ahlak
ile bir dereceye kadar tutulabilirdi. Çünkü toplumsal baskıdan uzaktaydı.
Ayıplayacak kimse de gözükmemektedir. Onu sadece nefsi kınayabilirdi.
Onu da belki az önce ifade edildiği şekliyle teselli bulacağı bir düşünceyle
atlatabilirdi. Ama aşamadığı tek şey Allah’ın onu görmesidir. İşte din ve
belli ölçüde ahlak, kişinin bir yasağı ihlal veya vazifeyi ihmal imkânına
sahip olduğu bir anda bireysel vicdan şeklinde devreye girmesiyle onu
tutmakta, bunu içselleştirmesiyle de ahlaka dönüşmektedir. Bu noktaya
gelişte ve süreklilik kazanmasında da dinin etkisi büyüktür. Sonuç olarak
insanın en zayıf olduğu bir hususta kendisini kontrol ederek erdemli
davranabilen bu kadının ne kadar büyük bir emanet ehli olduğunu ve
diğer insanların ona olan güveninin ne kadar üst düzeyde olabileceğini
söylemeye bile gerek yoktur. İşte toplumda güveni sağlayan, ilişkileri
sağlamlaştıran bu duygu ve inançtır. Bu, hukukun en sağlam zeminidir.
Rivayet edilen bu olayın sonucunda Hz. Ömer dört ayı dolduran askerlerin terhisi yönünde bir karar almıştır.
Aynı konuda ikinci örnek de şudur:
Abdullâh b. Ömer (r.a.) bir grup arkadaşıyla birlikte Medîne civârında
bir yere ziyarete çıkmıştı. Onlara bir sofra kurdular. Bu sırada yanlarına bir
koyun çobanı geldi ve selâm verdi. İbn Ömer onu sofraya buyur etti. Çoban oruçlu olduğunu söyledi. İbn Ömer onu denemek için sürüden bir
koyun satmasını istedi. Kesip etinden de bir miktar kendisine iftarlık
bırakacaklarını söyledi. O da sürünün efendisine ait olduğunu kendisinin
sadece onun koyunlarını gütmekle vazifeli bir çoban olduğunu söyledi. İbn
Ömer: “Kayboldu” dersin, efendin nereden bilecek ki?” dedi. Çoban ondan
yüzünü çevirdi ve parmağını semâya kaldırıp: “Allah da bilmiyor mu?”
diye cevap verdi. İbn Ömer, Medîne’ye geldiğinde, çobanın efendisine bir
elçi gönderip sürüyü ve çobanı satın aldı. Çobanı âzâd ettikten sonra
Dördüncü Oturum
281
sürüyü de kendisine bağışladı.
Bu olayda da çobanın, hukukun ulaşamadığı bir alanda içselleştirdiği
bir eylemle haksızlığa karşı duruşu, emanete riayet gibi ahlakın en esaslı
değerlerinden birisine sahip çıktığını görmek mümkündür. Bunun temelinde de Allâh’a saygı vardır.
Yukarıdan beri anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere din ve ahlak hukuka manevi müeyyide sağladığından hukuk, bu iki kaynağın ilkelerine
dayandığı ölçüde güç kazanır. İslâm hukukunun vahye dayalı bir hukuk
sistemi oluşunun önemi burada da kendisini göstermektedir. Çünkü vicdan duygusunun din ile önemli bir bağlantısı vardır. Zira vicdan insanın
moral cephesini oluşturan din ve ahlaktan oluşan iki temele dayanır.
Kur’ân-ı Kerim’in ifadesine göre Allah’ın zikrini ve uyarısını kabul etmeyip
kalpleri kaskatı kesilen insanlar kötülük karşısındaki duyarlılığını kaybetmişlerdir. Bundan dolayı ancak dini ve ahlakı bütün olanın vicdanı güçlü
ve selimdir ve bu özellikteki bir insanın vicdan duygusu haksızlık yapması
halinde kendisini kınayan bir güç olarak devreye girebilir.
Vicdanın alanı başlı başına bir hesaplaşma alemidir ve onun hükmü, iç
dünyaya ait bir incelemede, kişinin, konuşanın ve cevaplandıranın kendisinin olduğu Allah korkusu ile kendi düşünce ve duyuşlarını telif ettiği bir
soruşturmada vardığı sonucu ifade eden manevi bir emirdir. Bu hüküm
hasbidir (karşılıksız) ve menfaat hislerinden temiz bir şekilde kendiliğinden ortaya çıkar. Onu maneviyat tesirinden başka hiçbir kuvvet baskı
altına alamaz. Maneviyat olmayınca da gerçek bir vicdan duygusundan
söz edilemez. İşte bütün bunlardan dolayı gerçek manada adalete böyle bir
vicdan hükmüne uygun kanun ve mahkeme hükmü ile ulaşılabilir. Bu
sebeple Hz. Peygamber (s.a.s.): “Müftüler fetva verse de sen kalbinden (kendinden) fetva iste”, “İyilik ahlak güzelliğidir, günah ise seni huzursuz eden ve başkalarının bilmesini istemediğin şeydir” buyurarak vicdanın vereceği hükmün
önemine dikkat çekmiştir.
Hakları koruma ve vazifelerin ifasında hukukun tek başına yeterli olamayacağını Hz. Peygamber’in mahkemeye intikal eden uyuşmazlıklarda
tarafların vicdanlarına seslenerek onları şu şekilde uyarmasından anlıyoruz:
“Siz bana aranızdaki anlaşmazlıklar sebebiyle davaya geliyorsunuz. Belki bazınız delilini diğerinden daha iyi ifade eder (Bu sebeple ben de onun lehine hükmedebilirim). Ben kimin lehine (onun sözünü dikkate alarak) kardeşinin hakkından bir
şey hükmetmiş isem, ona ancak ateşten bir pay vermişimdir. Sakın o hükümle
verdiğim bu payı almasın.”
Hz. Peygamber bu hadisiyle vicdanlara hitap ederek, ispatı mümkün
olmayan haksızlıklar karşısında sadece hukuk kaidelerinin yapabileceği bir
şeyin bulunmadığını ifade etmektedir. Gerçekten Duguit’in (ö.1928) de
ifade ettiği gibi hukuk kendi kuvvetini münhasıran ferdî vicdanların kendisine iltihakından alır ve hukuk, tesirini, bağlayıcı ve zorlayıcı olma
özelliğinden ziyade vicdanen uyulması gereken bir değerler dizisi oldu-
282
Modern Çağda Ahlak
ğunda gösterebilir. Zira karşısındakinin hakkını tanıyan ve haksızlığa
tahammül edemeyen kafa değil vicdan ve kalptir. Bu sebeple Kur’ân-ı
Kerîm “gözler değil göğüslerdeki kalpler kör olur” ifadesiyle sağduyu ve vicdana atıfta bulunur. Bunu otomobil metaforuyla daha anlaşılır biçimde
ifade etmek mümkündür. Hukuk kaideleri, eğimi fazla olan bir yolda boşa
alınmış bir otomobili durdurmak için bir çok insanın onu tutmasına ya da
tekerlerine takoz konulmasına benzer. İnsanlar onu bıraktığında ya da
takozun ona uyguladığı engelleyici dış baskı kalktığında kendi bildiğine
gidecektir. Takoz alınmasa dahi dışarıdan kendisine itici bir güç uygulandığında takozu aşarak tekerleri dönerek gidecektir. Bu hukuk kurallarını
sembolize eder ve bu durumdaki kontrol mekanizmalarının ne kadar zayıf
ve etkisiz olduğunu gösterir. Bu otomobilin, içeriden frenlenmesi durumunda onu tutmaya gerek yoktur. Bu da kişinin vicdanı dolayısıyla ahlakıdır. Bu aracın bir de tekerine takoz konulması halinde bulunduğu yerdeki eğime rağmen daha güvenli bir şekilde park edecek ve sabit kalabilecektir. İçeriden frenlendiği halde tekerlerinde takoz bulunsun veya bulunmasın dışarıdan daha büyük itici bir güç uygulandığında yine hareket edecektir. Ancak bu defa tekerleri dönmeyecek ve araç sürüklenecektir. İşte
vicdanın hükmü de buna benzemektedir. Bu durumda kural ihlalinde
bulunmak zorunda kalan ve sabit durmaya güç yetiremeyen kişi (ikrah hali
gibi) vicdanen huzurlu ve mazur durumda bulunacaktır. Burada içteki
firen vicdanı dolayısıyla ahlakı, takoz ise engelleyici müeyyideyi yani
hukuku remzetmektedir. Ödevlerini sadece hukuk baskısı altında yerine
getiren bireyin hali birinci durumun tipik örneğidir. Kanunların etkisinden
çıktığı an zayıf eğilimlerinin etkisiyle bildiğini yapabilecektir. İçeriden
frenlenmiş araç din destekli vicdani kontrolün nefsânî eğilimlere karşı
güçlü bir kontrol mekanizması oluşturduğu ve hukukun ulaşamayacağı ya
da zayıf kalacağı alanlarda kuvvetli bir etki göstereceğini anlatmaktadır.
Bundan dolayı Hz. Ömer hilafet görevini üstlendiği gün ilk hitabesinde
tıpkı Hz. Peygamber gibi: “Hesaba çekilmeden önce kendi kendinizi hesaba
çekin” uyarısından sonra “O gün huzura alınacaksınız ve o gün hiçbir şey gizli
kalmaksızın hesabı görülecek” ayetini okuyarak vicdanlara seslenmiştir. Zira
sağlıklı toplumun oluşması bu tür insanların çokluğuyla doğru orantılıdır.
Kural ihlalleri ispat edilememesi için genelde gizli yapıldığından ya da
ispatın imkansız olacağı biçimde işlendiğinden vicdan burada devreye
girerek sadece önleyici etki yapmaz aynı zamanda suç işlenmiş ise ikrar,
itiraf gibi ispat kolaylığı sağlar, peşinden de telafi edici bir rol oynar ve
sahibi açısından da davranışlarını onarıcı bir işlev görür. Örnek vermek
gerekirse murûr-ı zaman sebebiyle mahkemelerin dinlemediği davalar
kanuna uygun görülebilir. Zaman aşımından dolayı mahkemenin davayı
dinlememesi hak sahibinin alacaklarını himayesiz bırakır ve bunun kanuna
uygun olduğu konusunda bir şüphe de yoktur. Ancak dini-ahlaki olarak
bu alacağın düşmesi söz konusu değildir ve mükellefin zimmetinde borç
olarak kalmaya devam eder. Borçlu vicdanın sesine kulak vererek alacaklının hakkını eda etmediğinde borç ahiret yurdunda kurulacak büyük mah-
Dördüncü Oturum
283
kemede sahibine ulaştırılacaktır. Hukuken kaybolmuş, ahlaken borçlunun
vicdanına havale edilmiş bununla birlikte borçlunun içteki sesine kulak
vermemesi sebebiyle dünyevi olarak ifa edilmemiş bir yükümlülük dinen
korunmuş ve ahirete ertelenmiştir. Diğer bir örnek olarak da şunu zikredebiliriz: Yazıya geçirilmemiş bir alacak davasında bir başka ispat vasıtası da
yoksa mahkemenin bu hakkı koruması bir başka ifadeyle alacağın ödenmesi yönünde karar vermemesi kanuna uygundur. Çünkü mahkeme ancak
ispat edilebilen hakları korur. Diğer bir deyişle ispatlanamayan haksızlıkların yargı yoluyla çözümlenmesi mümkün değildir. Burada davacı haklı
bile olsa hatta hakim davacının haklı olduğunu bilse dahi iddiasını ispat
edememesi, hakkına ulaşmayı engeller. Dolayısıyla davacı iddiasında haklı
bile olsa mahkemenin bu kararı hukuka uygundur. Ama ahlaki olarak
borçlunun borcunu ödemesi gerekir. Ahlakın ise maddi bir yaptırımı
olmadığı için borcun ifası sadece davalının insaf ve vicdanına kalmıştır.
Dini olarak bu borç ahirete intikal eder ve orada ödenir.
Din ve ahlak, hukuk kurallarının arkasına gizlenerek, bir başka ifadeyle
eylem şeklen hukuka uydurularak kanuna karşı hile veya hakkın ya da
yetkinin amacından saptırılarak süistimal edilmesi yoluyla dolaylı ihlallerde engelleyici rol oynar. Yani hukuk boşluklarından yararlanarak kendisine ayrıcalıklı alan açmak isteyenlere mani olan böylece adaletsizliklerin
önüne geçen ahlak ve dindir. Bu sebeple yetki ve hakkın ya da inisiyatif
kullanımının söz konusu olduğu yerlerde hukuka uygunluğu sağlayan en
temel dinamik din-ahlaktır. Bir görevin şekil şartlarına uygun olarak yerine
getirilmesini ya da bir hakkın ya da yetkinin kurala uygun biçimde icrasını
hukuk geçerli sayabilir. Burada amaçtan sapma varsa ve iyi niyet / dürüstlük kuralı ihlal edilmişse saik ve sonuçları itibariyle din ve ahlak tasvip
etmez. İşte hukukun din ve ahlaka en fazla ihtiyaç duyduğu alan burasıdır.
Esasen din-ahlak ve hukukun kesişme noktası da tam bu noktada ortaya
çıkmaktadır. Din ve ahlak devreden çıkarıldığında orada hukukun şekilciliği dışında bir şey kalmaz ve bunun adaleti sağlaması da mümkün değildir. Tam aksine hukuk eliyle haksızlık/zulüm yapılmış olur ki esas problem de budur. Türkçedeki işi kitabına uydurmak ya da minareyi çalanın kılıfını
hazırlaması tabirleri tam da bu hususu izah etmektedir. Söz gelimi malının
zekâtını vermemek için senenin dolmasına az bir zaman kala eşine bağışlayan, ertesi sene aynı şekilde yıl dolmadan kocasına bağışta bulunan bir
kadının işlemleri şekil itibariyle hibe olsa da kanuna karşı bir hiledir. Keza
bir Müslüman mal varlığının üçte birini bir başkasına vasiyet etme hakkına
sahiptir. Bundan amaç vasiyette bulunanın sevap kazanması, iç dünyasında arınması, ihtiyaç sahibine de yardımdır. Ancak mal sahibi, mirasçılarının hissesini düşürme amacına yönelik olarak vasiyette bulunuyorsa bu
şeklen hukuka uygun olsa da ahlaki değildir. Yine bir koca, evlilik her iki
taraf için de çekilmez hale geldiğinde eşini boşayabilme hakkına sahiptir.
Ancak ölümle sonuçlanan hastalık halinde (maraz-ı mevt) sırf karısını
mirastan mahrum bırakmak kastıyla boşuyorsa (talâku’l-fârr) burada bir
hakkın kötüye kullanılması söz konusudur. Hukukun tanıdığı bir hak yine
284
Modern Çağda Ahlak
hukukun tanıdığı bir başka hakkı ortadan kaldırmak için süiniyetle kullanılmış ve amacından saptırılmıştır. Diğer bir örnek olarak şunu zikredebiliriz. Bir kimse kendi mülkünde tasarrufta bulunma hakkına sahiptir. Mesela
binasının üzerine baca inşa edebilir. Ama bunu komşusunun deniz manzarasını kesmek amacıyla yapıyorsa burada mülkiyet hakkının süiistimali söz
konusudur. İslam hukukçuları ilk günden itibaren davranışlara yön veren
saiki dikkate alarak ahlak kuralını hukuk kuralına dönüştürmüşler ve
kanuna karşı hile halleri ile hak ve yetkinin kötüye kullanılmasını önleyici
tedbirleri almışlardır. Davranışın temelindeki saik herhangi bir karine ile
tespit edilebildiğinde hüküm ona bina edilmiştir. Mesela ölümle sonuçlanan hastalık halinde kocası tarafından boşanan kadını –İmâm Şâfiî hariçboşayan kocaya mirasçı kılmışlardır. Ancak bu o kadar zor bir alandır ki
hukukçuları epeyce meşgul etmiş ve hukukçuların aciz kaldığı durumlar
olmuştur. İslam hukukundaki hükümlerde diyâneten ve kazâen ayırımı bu
sebeple ortaya çıkmıştır. Diyâneten sorumluluğun ahlakın hukuka nüfûz
edemediği alanlarda ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Dünyevi
hükümler bakımından hukukun ulaşamadığı bu tür alanlarda yine de
İslam hukuku sorumluluğu eylem sahibinin vicdanına havale ederek
mahkeme-i kübrâyı hatırlatmak suretiyle bir kontrol sağlamayı hedeflemiştir.
Bazen de ahlaka aykırı durumlarda ve hukukun etkisiz kaldığı hallerde
bireyler kendi tedbirlerini de üretmişlerdir. Mesela bazı aileler kızlarının
kocası tarafından keyfi olarak boşanmasını önlemek amacıyla muaccel
(peşin) mehri düşük, mehr-i müecceli (mehrin sonra ödenmesi kararlaştırılan kısmı) yüksek tutmuşlardır ki bu yüksek meblağı ödeme güçlüğü
boşamayı önleyici bir tedbir olarak düşünülmüştür. Bunun aile saadetine
ne kadar katkı sağladığı da bir başka husustur.
Burada şuna da işaret edilmelidir. Çok ince analizleri gerektiren eylemsaik ya da kasıt / niyet ilişkisini belirleme ve buna göre bir hukuk oluşturma çabası hukuk düşüncesinin gelişimine en önemli katkıyı sağlamış ve
sonuçta bazı hukukçuların isabetle belirttiği gibi ahlaki özelliği öne çıkan
kaideler hukuk tefekkürünün aldığı mesafede en büyük paya sahip olmuşlardır.
İslam açısından din-ahlâk-hukuk ilişkisinin bir başka veçhesine daha
işaret etmeliyiz. O da şudur: Din, hayatın bütün alanlarını kuşatan bir
özelliğe sahiptir. Din, yer yer bağlayıcı hükümler koyar ve bunlar onun
hukukunu oluşturur. İslam, evrensellik ve süreklilik özelliğinin tabii sonucu olarak kendilerindeki maslahatın sabit olduğu bir başka ifadeyle insanların menfaatinin yer ve zamana göre değişmediği nadir hükümler dışında
ayrıntıya girmemiş, genel prensipler / temel ilkeler belirlemiş, zamanzeminin ihtiyaçlarına göre bunların ictihad yoluyla işletilerek ortaya çıkan
sorunların çözümlenmesine imkân sağlamıştır. Bu ilkeler insan ruhunun
derinliklerinde kök salmış, insanlığın başlangıcından itibaren süzülüp
gelen, rafine olan ahlakî umdeler karakteri taşıdığı için zaman ve mekan
üstü bir karakter kazanmıştır. O yüzden evrenseldir. Bunlar davranışlara
yön verir ve toplumda bu doğrultuda bir yaşam biçimi oluşur peşinden de
Dördüncü Oturum
285
hukuk kuralına dönüşür. Mesela îsâr (bir başkasını kendisine tercih etme)
evrensel bir ahlak ilkesidir. Kur’ân-ı Kerîm’in teşvik ettiği bir erdemdir. Bu
ilke Türk toplumunda şehir içi toplu taşım araçlarında, oturan birisinin
kendisinden daha güçsüz ya da daha fazla ihtiyaç içinde olan kişilere yer
vermesi gibi bir davranış biçimi geliştirmiştir. Mesela yaşlı, hamile bayan,
hastaya yer vermek bizim toplumumuzda ahlaki bir davranış biçimi olarak
yerleşmiştir. Buna aykırı davranan kınanmıştır. Bu sebeple genellikle
herkes buna göre hareket eder. Ancak bazı bireyler bunun iyi bir davranış
biçimi olduğuna inansa da toplumun kınama ya da ayıplama gibi baskı
araçlarına aldırmadan zaman zaman ihmallerde bulunabilir. İşte bu durumda bu türden istisnai davranışları engellemek için ilgili kurum belli
koltukları bu gruptan olan yolculara tahsis eder ve bu kuralı bildiren bir
levha astığında ahlak kuralı kanuna dönüşmüş olur. Artık hiç kimse bu
amir hükmün dışına çıkamaz. Vicdani müeyyide ile himaye edilen bir
uygulama hukuk kuralına dönüşerek maddi müeyyide ile korunur hale
gelir. İşte bu aşamadan sonra hukuk, ahlakı da himaye eden bir mekanizma şeklini alır. Ancak ahlak da toplumsal duyarlılığı dinamik tutarak
hukukun işini kolaylaştırır. Din de olumlu davranışlara ödül vererek teşvik
edici bir işlev görür. Burada dikkate değer olan husus toplumda herkesin
böyle bir davranış biçiminin iyi olduğuna inanmış olmasıdır. Buna rağmen
herhangi bir sebeple ihmalkâr davranacakların önünü kesmek için ahlak,
hukuk kuralına dönüştürülerek maddi müeyyideye bağlanmıştır. Bu da
gösteriyor ki kanunlar, ahlak kurallarının kaçaklarını kapatmak için vazolunurlar. Ömer b. Abdilazîz’in dediği gibi: “Kanunlar / hükümler insanların
ortaya çıkardığı kötülükler oranında vücut bulur.” O zaman din-hukuk-ahlak
arasındaki bağın güçlü olduğu bir toplumda kanun formundaki buyruklar
bireysel ihlalleri / küçük kaçakları engellemek için vardır denilebilir.
Bütün bunlardan sonra bir noktanın altını çizmek zorundayız. Dinahlâk-hukuk arasındaki ilişki –bu İslam da olsa- ne kadar güçlü ve sıkı
olursa olsun toplum içindeki kaçakları bütünüyle önleme imkânı yoktur.
Nitekim Hz. Peygamberi görüp duran, vahyin nüzul sürecine tanık olmuş
sahabiler arasında bile zaman zaman çeşitli ihlaller olmuştur. Burada
önemli olan kaçakların düzeni bozacak seviyeye ulaşmamasıdır. Zira
kaçağı olmayan bir sistemden söz etmek mümkün değildir. Önemli olan
kaçakların sistemleşip düzensizliğe yol açmamasıdır. Din-ahlâk-hukuk
kaçaklar önünde güçlü bir engel oluştururken meydana gelenlerini de
yakalayıp tamir ederek sistemleşmesine mani olur. Bu konuda en önemli
rolü de dinin oynadığını söylemeliyiz.
Bütün bu anlatılanlardan sonra din-ahlâk ve hukukun birbirleriyle olan
ilişkilerini şöyle bir şemayla göstermek mümkündür:
286
Modern Çağda Ahlak
Hukukun otoritesinin bulunmadığı sadece ahlakın egemen olduğu bazı
alanlar da vardır. İlişkilere derinlik kazandıran, insanları birbirine bağlayan nezaket ve saygı kurallarında mesela küçüğün büyüğe hürmetinde
hukuk kurallarının bir etkisi yoktur. Bunu sağlayan ahlâktır.
Bir ahlak kuralının ne zaman hukuk kuralına dönüşeceği de önemli bir
meseledir. Ripert’in (ö.1958) ifadesiyle “ahlak kaidesi hukuk kuralı özelliği
kazanmadığı zamanda bile bazen hukukun sınırları çevresinde dolaşarak
hiç değilse tabii bir vecibe şeklinde dikkate alınmayı talep eder.” Ancak
Abdülhak Kemal Yörük’ün (ö.1974) dediği gibi “ahlak kaidesi insanın
vicdanında ve aklında diğerleri için karşılıklı bir hak ihdas eder mahiyette
görüldüğü zaman bir hukuk kaidesi olur.” Söz gelimi Hz. Peygamber
fiyatların artması üzerine narh koyma teklifini arz-talep ilişkisine göre
piyasanın kendi dengelerini kuracağı aksinin satıcılara haksızlık getireceği
düşüncesinden hareketle geri çevirmiştir. Ancak daha sonra bu durum
zarar vermeye başlayınca mesela Tâbiûn döneminde fiyatlara narh konulması kanuni olarak düzenlenmiştir.
Kişinin onurunu / şerefini ilgilendiren bir meselede ahlâk kuralının
hukuk kuralına dönüştüğü, hatta onun da üzerine çıktığı durumlar söz
konusudur. Birinciye örnek olarak reşit kızların evliliğinde velinin yetkisini
belirleyen anlayışı zikretmek mümkündür. Ebû Hanife’ye göre emsal
mehrini almak ve dengiyle evlenmek kaydıyla bu çağdaki kız velisi izin
vermese de evlenebilir. Kocası dengi değil ise ve emsal mehrin altında bir meblağa
anlaşmışlarsa velinin nikâha itiraz hakkı vardır ve kadın hamile kalmadıkça fesih
davası açma yetkisine sahiptir. Diğer üç mezhepte (Mâlikîler-Şâfi‘îler-Hanbelîler)
reşit kızın evliliği için velinin izni gerekir. Ancak emsal mehri alan ve dengi ile
evlenmek isteyen kıza izin vermeyen veli bu yetkisini kötüye kullandığından velayet
yetkisi düşer ve evlendirme yetkisi sıradaki veliye geçer. Bu mezheplere göre de
velayet yetkisi sembolik bir anlam taşır. Görüldüğü gibi kız evlenme akdinde mer-
Dördüncü Oturum
287
kezi konumdadır. Bu hükümlerin temelinde ahlaki bir kaygı yatmaktadır. Müctehid
imamlar döneminde mehri düşük olan ve emsaliyle evlenmeyen kızların ahlaki
anlamda mesela iffet açısından problemli olduğu algısı ve velinin de bundan rencide
olacağı, dolayısıyla velinin onurunun korunması düşüncesi vardır. Bu hüküm ahlaki
bir kabulün yasa haline gelmiş şeklidir. Bu hükümle bağlantılı diğer bir husus da
ahlaki zaafın denklikte belirleyici olmasıdır. Bu açıdan rüşvetin denklikte etkili
olduğu kabul edilmiştir. İslam hukukçuları rüşvet alıp almamayı dini değerlere saygı
ve ahlaki kemal noktasında önemli bir ölçü saydıkları için rüşvet alan bir yetkilinin
statüsü ne olursa olsun, mevkii ne kadar yüksek olursa olsun sosyal statüsü düşük de
olsa evlenmek istediği ahlakî kemale sahip (saliha) kıza denk saymamışlardır. Hayat
tarzı itibariyle dini değerlere bağlılık ve ahlakî olgunluğa ulaşma şerefi, adalet ve
dürüstlüğün bulunmadığı diğer mevkilere üstün tutulmuştur. Buna göre, böyle
birisiyle evlenen kızının nikâhını kendisini rencide edici özelliği sebebiyle Ebû
Hanîfe’ye göre veli itiraz hakkını kullanarak feshettirebilir, diğer üç mezhebe göre
ise velinin kızının evliliğine izin vermemesinde haklı gerekçe oluşturur.
Bazı hallerde bağlamından koparılarak güçlü bir baskı aracına dönüşen
ve bir hakkın kullanımını engelleyen ahlak algısı istenen bir durum değildir ve bu toplumda olumsuz bir takım sonuçlara yol açabilmektedir. Burada dengenin iyi kurulması gerekir. Mesela evlilik teklifi alan genç kızın
susması rızasına delalet etmektedir. Bunun sebebi kızların evlenmeyi
istememeleri halinde teklifi açıkça reddedebilecekleri halde evliliğe razı
olmaları durumunda bunu sözlü olarak ifade etmelerine utanma duygularının engel teşkil etmesidir. Velinin izninin gerekli olduğunu savunan
mezhep mensuplarının yaşadıkları ülkelerde bunun büyük sorunlara yol
açtığı çeşitli araştırmalarda dile getirilmektedir. Çünkü kızların kendilerine
uygun talipler çıktığında teklife olumlu cevap verip velilerinden bunu
onaylamalarını istemeleri pek kolay olmamaktadır. Birçok veli kızını bir
kenara bırakıp kendisini merkeze alarak velayet yetkisini süiistimal etmektedir. Bu anlayışın, ahlaki kontrol mekanizmaları yeterince devrede olmayan velilerin, kızlarındaki utanma duygusunu istismar etmelerine yol
açtığını ve sonuçta veli despotizmine zemin hazırladığını söylememiz
mümkündür. Bu da bir kez daha göstermektedir ki ahlakı oluşturulmamış
ya da ahlaki zemini kaymış veya zayıflamış bir kuralın işlevselliği yoktur.
İkinci olarak da şuna değinmeliyiz. Öyle yasaklanmış fiiller vardır ki
toplum bunu hukuk ihlalinin ötesine götürerek hukuk müeyyidesiyle
tatmin olmaz ve çok daha ağır ahlaki müeyyidelerle o şahsı cezalandırır.
Özellikle bu suç tekrarlanmış ise bireyin durumu daha da zorlaşır. Mesela
Müslüman Türk toplumunda özellikle yüz kızartıcı / utanç verici suç
tanımına giren zina, rüşvet, haksız kazanç gibi fiiller bu tür bir tepkiyle
karşılaşır. Dışlama, saygı duymama, alaya alma, kınama, merhabayı kesme
gibi toplumsal tepkiler sebebiyle bu tür suçlardan hüküm giymiş olanlardan bazı insanların kanuni cezalarını çekseler bile bulundukları yeri terk
etmek zorunda kaldıkları bilinmektedir.
Ahlak, hukuk kurallarının sertliğini alan bir özelliğe de sahiptir. Borçlar hukuku açısından beklenmeyen haller ve mücbir sebepler bu hususta
288
Modern Çağda Ahlak
isabetli bir örnektir. “Akit tarafların kanunudur” kaidesine tutunarak bu
tür hallerde alacaklı borçlusundan akdin gereğini yerine getirmesini talep
edebilir. Bu kural ona imkan vermektedir. Aksi takdirde akit güvenliği
zedelenir. Ancak borçlunun akit ile ifa arasında geçen zaman zarfında
beklemediği bir hal sebebiyle sözleşme sırasında öngörmediği ek bir yükümlülük ile karşı karşıya kaldığı durumlarda ya da ifanın çok zor olduğu
veya imkânsız noktaya ulaştığı mücbir sebeplerin zuhur etmesi durumunda borçludan akdin ifasını istemek ahlaki midir? Elbette değildir. Herkesin
vicdanının aynı ölçüde güçlü olmadığı için kanun koyucu işi şansa bırakmamış ve bu ahlak kaidesini hukuk kuralına dönüştürerek bu tür halleri
akdin tadili ya da iptaline imkân veren bir durum olarak değerlendirerek
“Beklenmeyen Hal Nazariyesi” ve “Mücbir Sebepler Teorisi” ortaya çıkmıştır.
Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı üzere genel anlamda kanunlar, ahlak kurallarının maddi müeyyideye bağlanmış somut, formel halini ifade
eder. Bu açıdan yasallık ile ahlakilik örtüşmektedir. Bu sebeple Georg
Jellinek’in (ö.1911) “hukuk asgarî ahlaktır” özdeyişi bazı açılardan itiraz
edilse de genel anlamda isabetli bir tespittir. Ripert’in deyişiyle bir eylem,
zorunluluk arzeden bir özellik halini almışsa ahlak kaidesi hukuk kuralı
haline dönüşmüş demektir ve mahkemelerin muzaheretini talep eder.
Hukukun finalist gayesi adalet aynı zamanda ahlakın da hedefidir. Bu
noktada iki müessese birleşmekle birlikte ahlak asgari sınırın ötesinde bir
yükümlülük öngörür. Bu açıdan ayrılırlar. Nurettin Topçu’nun (ö.1975)
isabetli tespitinde olduğu üzere ahlak, gaye olarak ferdî ruhun en yüksek
idealini arar, hukukun gayesi ise toplumun düzenini sağlamaktır. Hukuk,
cemiyet hayatı için gerekli düzenin sağlanması için sadece zaruri olan
kurallardan oluşur. Asgari ahlak oluşu buradan gelir. Bu hususu biraz
açmak gerekir. Şöyle ki: Hukuk öncelikle hakkı korumakla ve adaleti tesis
etmekle yükümlüdür. Yapısı gereği ilişkileri hak üzerine oturtmak kanunî
ya da toplumsal müeyyidelere bağlı olarak şekilsel sorumlulukların yerine
getirilmesini sağlasa da dini ve ahlaki vazife zihniyeti ve bunun doğurduğu sevgi temelli ilişkiler zincirinin sağladığı bütünleşmeyi, kaynaşmayı,
ilişkilere kazandırdığı derinliği, gerektiğinde fedakârlığı, diğerkâmlığı
gerçekleştiremez. Çünkü hukukun nihai hedefi adalettir. Adalet ise zorunlu olarak hak edene hak ettiğini vermekle sınırlıdır. Bu, ilişkilerdeki en alt
sınırı ve en son noktayı temsil eder, esneme payı yoktur, sınırı zorlama
kırılmayı beraberinde getirir. Bu sebeple belirlenen çizginin ötesine geçmek
zulümdür. Dolayısıyla kanuna göre hareket etmek toplumsal ilişkileri en
alt düzeyi temsil eden değere göre yürütmek anlamına gelir. Çünkü hukuk, cemiyet hayatı için gerekli düzenin sağlanması için sadece zaruri olan
kurallardan oluşur. Asgari ahlak oluşu buradan gelir ve bu açıdan bu
tanımlama isabetlidir. Ancak toplumsal ilişkilerde derinliği adaleti de aşan
değerler belirler. Din ve ahlakın öngörmüş olduğu vazifeler hakla sınırlı
olan hukukun alanını aşar ve onun ötesine geçerek fedakârca ilişkileri
besler, geliştirir, yaygınlaştırır. Bu hukukun işini kolaylaştırır ve yükünü
Dördüncü Oturum
289
azaltır. Toplumsal dokuyu örgüleyen ilişkilerin esnek zeminde seyretmesini sağlayan duygulardır. Duyguları besleyen fedakârlıklardır. Bu ise hak
talebiyle dolayısıyla hukukla elde edilebilecek bir şey değildir. Bunu sağlayan ahlak merkezli vazife şuurudur, her hak sahibine hakkını vermek,
başkasını kendisine tercih etmek (îsâr), başkasına gönül coşkusuyla ve
istediğinden fazlasını vererek iyilik etmek (ihsan), nezaket vb. ahlaki
erdemlere sahip olmaktır.
Din ve ahlakın hakka göre öncelediği vazife sorumluluğu kişinin karşı
tarafın hakkını merkeze alarak kendisini yükümlü tutmasını öngörür.
Böylece doğrudan karşı tarafın hakkını tanır. Bu sebeple İslam’ın temel
metinlerinde haklardan bahsedildiğinde bile hak sahibine hakkının hatırlatılması yerine daha çok o hakka karşı vazifeli olanın sorumluluğuna dikkat
çekilmesinin sebeplerinden birisi de budur. Hak merkezli bir zihniyetin
huzuru sağlayabilmesinin tek şartı hak sahibine hakkından çok ona karşı
vazifeli olana sorumluluğunu hatırlatmak, vazife bilincinin düzeyini yükseltmektir. Yapısı itibariyle vazife merkezli ilişkiler daha sağlam, hak talebi
temelli ilişkiler ise daha kırılgan ve ayrışmaya daha meyillidir. Hak merkezli ilişkiler hakperestliği, vazife odaklı alakalar ise hakşinaslığı dolayısıyla duyarlılığı besler.
Vazife ve sorumluluk şuurunun belirleyici olmadığı ilişkiler ağında hak
sahipleri ne kadar haklı olurlarsa olsunlar her zaman mağdur olma riskine
sahiptirler. Vazife ahlakı, sorumluluk bilincini zorunlu olarak doğurduğu
için karşı tarafın hakkını istemeye ihtiyaç bırakmadan garanti altına alan
bir davranış biçimi geliştirir. Haklar başkaları vazifelerini yerine getirdiği
ölçüde korunabilir. Bu sebeple İslam açısından kişi hak sahibi olmaktan öte
sorumlu bir varlıktır. Bu bilinç diğerinin hakkını ikrar sonucunu doğurur.
Bir Müslüman önce Allâh’a sonra kendisine ve çevresine karşı sorumlu
varlık olarak her hak sahibinin hakkını gözetmek, onun saygınlığını çiğnememekle yükümlüdür. Vazife şuuru ve sorumluluk bilinci kişiyi karşı
tarafın hakkına karşı doğrudan görevli kılar. Bu sebeple İslam kültürünün
hâkim zihniyeti: Bu benim hakkım senin de vazifen yerine bu senin en tabii hakkın
benim de en temel vazifem şeklindeki anlayıştır. Kısaca ifade etmek gerekirse
benim hakkım onun vazifesi ya da senin vazifen yerine benim vazifem
senin ya da onun hakkı şeklindeki zihniyettir. Müslüman toplumlarda
başkalarına karşı vazife ve sorumluluk öyle sağlam bir zemine bağlanmıştır ki bunun adı da kul hakkıdır ve ihlal durumunda Allâh’ın bağışlamadığı
ve sahibi dışında da hiç kimseye af yetkisi vermediği bir olgudur.
Arka planında güçlü bir vicdani zemin olmayan hukuk kurallarının ihlali bir yaşam biçimi halini alabilir. Vicdanlarda yer bulmayan bir hükmün
kanunun uzanamayacağı yerlerde ihlal edilmesi vicdanları sızlatmaz,
rahatsız etmez. Hatta bu durumda ihlal ayrı bir zevk halini de alabilir.
Çünkü her kural mutlak hürriyete bir müdahaledir ve makul olmaması
durumunda işlevselliğini kaybeder. Bu sebeple ahlak hukuktan önce gelir.
Doğan Özlem’in ifadesiyle “ahlak hukuku önceler.” Hukuk, sadece olgun-
290
Modern Çağda Ahlak
laşarak kanun olacak aşamaya gelmiş ahlak kurallarını yasalaştırır ve
maddi müeyyideye bağlar. Buna göre ahlakı oluşturulmamış bir kuralın
işlevselliğini sağlamak zordur. Sosyolojik olarak toplum tarafından içselleştirilmemiş, kültür haline gelmemiş, toplum vicdanında makes bulmamış
ve toplumsal bilince dönüşmemiş kuralların tepeden inmeci bir yaklaşımla
dikte edilmesi tabii bir tepki doğurur. Bu, hukuk yoluyla despotizm oluşturma anlamına gelir ki toplum açısından en tehlikelisi de budur. Çünkü
bu durumda hukuk amaç dışı kullanılmakta ve haksızlığa payanda yapılmaktadır. Bir topluma en büyük ihanet de budur. Bu sayede kurallar
toplumda her hangi bir saygınlık kazanamaz. Dolayısıyla hukukla ahlak
oluşturulması, belli davranış biçimi geliştirilmesi imkânsız denilebilecek
ölçüde zordur. Esasen bunun örneği de yoktur. Çünkü hukukun aracı
maddi müeyyidedir. Bununla insanın iç dünyasını kontrol imkânsızdır.
Hâlbuki insanı yönlendiren iç dünyasıdır. Ona hâkim olabilmek için kalbine / gönlüne hâkim olmak gerekir. Bu da onun vicdanıdır. Gönülsüz
itaatin kalıcılığı düşünülemez. Bu sebeple vahyin gelmeye başladığı ilk
günlerden itibaren oluşturulmak istenen İslam toplumunda öncelikle
ilişkileri belirleyecek hukuk kurallarının arka planındaki ahlakın sağlanması cihetine gidilmiş, peşinden de bu oluşan ahlak kuralları kanun formuna dönüştürülmüştür. Bunun için de titiz bir çalışmayla bilginin bilince
dönüşmesi, farkındalık oluşturulması, bireysel ve toplumsal vicdanın aktif
hale getirilmesi sağlanmış, hukuki düzenleme öngörülen alanlarda insanların ihtiyaç duyduğu meşru alanlar oluşturulmuştur. İslam’ın Mekke ve
Medine döneminin belirleyici kriteri de budur. Yani Mekke döneminde
ilişkilere esas ahlak oluşmuş peşinden Medine devrinde ahkâm konulmuştur. Nitekim Kur’ân’ın ihtiyaca göre parça parça gelmesinin amaçlarından
birisi de kalplere yerleştirilmesi, bir yaşam biçimine dönüşmesi, hükümlerinin içselleştirilmesidir. Faiz gibi toplumsal ve içki gibi bireysel bağımlılık
kazanmış olan kötü alışkanlıkların tedrîc / zamana yayma yöntemiyle
tedavi edilmesinin ve peşinden hükmünün konulmasının sebeplerinden
birisi de budur. Bu anlatılanlara örnek olmak üzere şu noktaya işaret edebiliriz.
Miraç hadisesinin peşinden ve Medine’ye hicretin hemen öncesinde nazil
olan İsra suresinin 39-45. ayetleri ile Mekke döneminin sonlarında kuvvetli
görüşe göre toptan inen En‘âm suresinin 151-153. ayetleri İslam toplumunun hangi ahlaki ilkeler üzerine inşa edileceğini ve medeniyetin hangi
temeller üzerinde yükseleceğini belirlemiş, Hz. Peygamber Medîne’de
devletini bu dini-ahlâki değerler üzerine kurmuştur. Peşinden de ahkâmı
konulmuş ve kurumlar oluşturulmuştur. Bunlardan önce nazil olan ayetlerde mü’minlere / salih kullara yakışan ve yakışmayan özellikler şeklinde
zikredilen bu davranışlar, görüldüğü üzere Devletin kuruluş aşamasında
(ahlâkı oluşturulduktan sonra) emir ve yasak şeklinde aynı zamanda
hukuki karakter arzeden bir boyuta taşınmış (Rabbin hüküm olarak koydu
/ kesin olarak emretti ki…; Gelin Rabbinizin size haram kıldığı şeyleri
okuyayım…) ve peşinden de müeyyideleri gelmiştir. Zaman içinde Sünnetle detaylandırılan bu esaslar şunlardır:
Dördüncü Oturum
291
• Allâh’a eş koşmama ve sadece Allâh’a kulluk etme (tevhîd akîdesi ve
ona uygun yaşam biçimine sahip olma bütün hak dinlerin ana
amacıdır);
• Ana-babaya iyi davranma ve saygılı olma (İslam aile düzeninde merkezde
yer alan iki ana direğe hürmet);
• Yakınlar, yoksullar ve yolda kalmışlara hakkını verme, imkânsızlık halinde
ise incitmemek ve gönül alıcı söz söylemek esastır (günlük hayatta yardımlaşma, dayanışma, ihtiyaç sahiplerini gözetme ve bunun kurumsal kimliği
olan vakıf hizmetleri, vasiyette bulunma, yol hizmetleri için kervansaraylar,
hanlar, hamamlar inşa etme, çeşmeler yapma, kuyular açma, misafirperver
olma ve gelen misafiri en az üç gün şeref konuğu olarak ağırlama vb. gönülden gelen hizmetlerin temelini bu esaslar oluşturmuştur. Bu hizmetleri
de bir lutuf değil aksine vazife addetmek esastır. Çünkü bunlar mezkur kişilerin hakkıdır);
• Serveti hayra kullanma, şeytanı sevindirecek yollara harcamama;
• Harcamalarda orta yolu tutma, cimrilik ve savurganlıktan uzak olma,
dengeyi gözetme (aile ve devlet bütçesini yerinde kullanma, gereksiz harcamalardan kaçınma);
• Darlık-genişlik bakımından insanların servetleri, rızıkları farklı farklıdır. Bu
tabiidir (herkesin ekonomik gücü farklıdır. Zengin varlığıyla şımarmamalı,
ihtiyaç sahiplerini gözeterek şükrünü eda etmeli, fakir de sabretmeli, servete düşman olmamalıdır).
• Açlık korkusuyla çocukları öldürmeme ve yaşam hakkına saygı duyma (geçim kaygısı da dahil olmak üzere hangi sebeple olursa olsun ana rahmine
düştüğü andan itibaren canlıya müdahale edilmemelidir, yaşama hakkına
saygı gösterilmelidir. Buna göre kürtaj vb. eylemler haramdır);
• Zinaya yaklaşmama, namusa saygı gösterme, gizli açık her türlü hayâsızlıktan uzak durma;
• İnsan hayatına saygı, insan öldürmeme (insan hayatı muhteremdir ve ona saygı gösterilmelidir. İnsan kendisini öldüremeyeceği gibi başkasının canına
da kıyamaz);
• Yetim malını koruma (mal varlıklarını korumaktan aciz durumda olan kimsesizler ya da eksik ehliyetlilerin mal emniyeti sağlanmalıdır);
• Birey ve devlet olarak ahde vefâ ilkesine bağlı kalma, özü sözü bir olma
(gerek bireyler arasında gerekse devletlerarasında en esaslı ilke ahde vefadır ve güveni sağlayan budur. Bu konuda azami gayret gösterilmelidir);
• Ölçü-tartıda adalet ve hakkaniyeti gözetme, tüketici haklarına saygılı davranma (gerek ticari hayatta gerekse üretim ve imalat sanayiinde dürüst davranmak, müşterinin ve işin hakkını vermek gerekir);
• Bilgi sahibi olunmayan şeylerin peşine düşmeme (kişi kendisini ilgilendirmeyen lüzumsuz işlerin ardına düşmemeli, mücrret iddialara
göre karar vermemeli, peşin hükümlü olmamalı, ilişkileri bozacak
davranışlardan kaçınmalıdır);
292
Modern Çağda Ahlak
• Tevazu içinde olma (alçak insanı yücelten, sevgi-saygı uyandıran ahlaki
erdemlerin başlarında yer alır, davranış ve yaşantıda gösteriş ve debdebeden uzak olmalı);
• Sorumluluğun güç nispetinde olduğunu; sorumluluk nispetinde de karşılığı
belirleme gerektiğini idrak etme, sömürüye kapı aralamama (Allâh katında
sorumluluk güç nispetinde olduğu gibi dünyevi yükümlülüklerde de aynıdır
ve devlet-vatandaş, işçi-işveren için bu ilke işletilmelidir).
Bütün bu değerler üzerine Hz. Peygamberin kurduğu medeniyet, ahlakı ve ahkâmıyla tarihin her döneminde kendisinden söz ettirmiş ve dünyada eşine ender rastlanır kurumlar sunmuştur.
Bu hususu uygulamada da savaşta gözetilecek esaslar ve ticari ilişkilerlerle ilgili kurallar örnekliğinde daha da netleştirebiliriz:
Cahiliye devrinde Arapların savaşı bir yaşam biçimi olarak benimsedikleri, bu hususta da ilkel kabilecilik zihniyetinin oluşturduğu şovenist
ruhla hareket etmekte oldukları, yağma, soygun ve çapulculuğun birçok
kişi için geçim kaynağı olduğu, kan davalarının sürüp gittiği, ahlaki değerlerin uygulama şansının bulunmadığı bilinen bir gerçektir. İslam’ın gelişiyle bu alışkanlık iki önemli sorun ortaya çıkardı. Birincisi her türlü şiddeti
yaşam biçimi olarak benimsemiş ve müşrik olarak kalmakta ısrar etmiş
olan bu insanların yeni hedefi Müslümanlardı ve şiddeti pervasızca uygulamaya devam etmekteydiler. Nitekim haram aylarda savaşmama geleneği
bile Müslümanlar söz konusu olduğunda hiçe sayılabiliyordu. İkincisi de
haksız biçimde şiddete maruz kalan müslümanların cahiliye döneminde
sahip oldukları halet-i ruhiyeden bir anda çıkmaları mümkün değildi.
Çünkü müşriklerin uyguladıkları insanlık dışı yöntemler aynı zamanda
onur kırıcı, duyguları incitici özellik arzediyor ve kışkırtıcı karakter taşıyordu. Dolayısıyla Müslümanlar için savaşı haklı kılan bir sebep olsa bile
bu psikoloji içinde savaşmaya izin verilemezdi. Çünkü Müslümanların bu
alışkanlıklarının öncelikle tedavi edilmesi icap ediyordu. Bu bağlamda
gönüllerdeki cahiliye hisleri silinip, kin ve nefret ateşi söndürülüp onun
yerine en yüce insani duyguların yerleşmesi lazımdı ki bu bir süreci gerektiriyordu. Aksi takdirde eski alışkanlıkları tekrar nüksedebilir ve bundan
da insanlık zarar görebilirdi. “Yâ Rasûlallah biz müşrik iken daha başımız dik
ve kimseye boyun eğmeden yaşardık, Müslüman olduk boynumuz büküldü, niçin
savaşmıyoruz?” diyen Abdurrahmân b. Avf ve arkadaşlarına Hz. Peygamber: “Ben affetmekle emrolundum, onun için kimseyle vuruşmayın” buyurmuştur ki gerçekten bu büyük bir erdem ve önemli bir eğitim hamlesidir.
Bizzat Hz. Peygamber Allâh’ın emriyle kendisine suikast düzenleyenleri
affetmiş ve örneklik yoluyla ashabı yönlendirmiştir. Bu sebeple hemen işin
başında savaşı isteyenlere ve savaşmaya izin verilmemesini bir aşağılanma
kabul edenlere Allâh Te‘âlâ’nın öncelikle namaz ve zekâtla bu duyguları
kazanarak derûnî anlamda bir arınmanın temini için ikazda bulunması
ahlâki kontrol mekanizmalarının oluşturulmasına giden süreç için önemli
bir örnektir.
Dördüncü Oturum
293
Bu amaca yönelik olarak ilk dönemlerden itibaren cihâdın büyük ve
küçük ayırımı oldukçada yaygınlık kazanmıştır. İslamî literatürde nefisle
cihadın açık düşmanla cihâddan daha büyük ve daha çetin olduğuna
özellikle vurgu yapılmıştır. Bu ayırım da Beyhakî’nin (ö.458/1065) eserine
aldığı bir rivayete dayanır. Bir savaştan dönen askerlere Hz. Peygamber’in
küçük savaşı bitirip büyük savaşa geldiklerini söylemesi üzerine kendisine
büyük savaşın ne olduğunun sorulmasına karşılık: “Kulun nefsi ile cihadıdır” buyurması; keza gerçek mücahidi “Allâh yolunda nefsiyle cihâd eden
adam” olarak tanımlaması ahlak eğitiminin önceliğine dikkat çeken bir
husustur. İlk dönemlerden itibaren nefse karşı cihadın açık düşmanla
cihada göre önceliğinin bulunduğu üzerinde ısrarla durulması da bu
sebepledir. Nefis terbiyesi İslam ahlakının en esaslı hedefi ve hukukun da
en verimli arazisidir.
Nefisle mücadelenin açık düşmanla savaştan daha büyük cihâd olarak
kabul edilmesi bir başka ifadeyle iç düşmanla savaşın dış düşmanla savaştan daha önemli görülmesinin iki temel sebebi olabilir. Birincisi nefsine
yenik düşmüş olan insanların sahip oldukları gücü her an başta kendisi
olmak üzere çevre ve toplum aleyhine kullanabilecek bir potansiyele sahip
olması. İkincisi de herhangi bir nedenle savaş çıkması durumunda nefsine
yenik düşmüş olan bir insanın muharebe esnasında savaş ahlakına riayet
etmesinin düşünülemeyecek olmasıdır. Her iki durumda da temel insani
değerlerin zarar görmesi kaçınılmazdır. Çünkü böyle bir insan artık benliğini kaybetmektedir. Bu sebeple İslâm’ın ilk yıllarında savaşa izin verilmemesini insanların eğitilmeleri ve nefis terbiyesine kavuşturulması sürecinin henüz tamamlanmamasına bağlamak süreç olaylar dikkate alındığında isabetli bir tespit olarak gözükmektedir. Zira Hz. Peygamber’in “Ben
güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” şeklinde ifade ettiği temel
görevi savaşı ilgilendiren hususlarda henüz tamamlanmıştı. Gerçekten
bütün saldırılara rağmen savaşmaya belli bir dönemden sonra izin verilmesi sadece Müslümanların güçsüz olmalarıyla izah edilemez. Konu savaş
ahlakı ile doğrudan ilgilidir. İlahi vahiy doğrultusunda insanları eğiten,
onların iç dünyalarını düzenleyen Hz. Peygamber ashabını ahlaki olarak
belli bir düzeye çıkarmamış olsaydı Kur’ân-ı Kerîm’in savaşı haklı kılan bir
sebep oluştuğunda muharebenin başından sonuna kadar haddi aşmayı
yasaklayan bir başka ifadeyle ahlak dışı uygulamalara geçit vermeyen emri ile
Hz. Peygamber’in muharebe esnasında savaş dışı unsurların korunması ve
sadece silahlı askerlerin muhatap alınmasını öngören talebinin yerine getirilmesi oldukça zorlaşabilirdi. Zira savaş öfke duygusunun yoğun yaşandığı
bir ortamı ifade eder. Bir de buna o dönemki Arapların kahramanlıklarıyla
övünme arzuları eklenince durumun hassasiyeti daha iyi anlaşılabilir. Bu
duygunun terbiye edilmemesi insanı azgın bir hayvandan daha yıkıcı hale
getirir. İşte müşriklerin bütün insanlık dışı tutumları ve haksız saldırılarına
rağmen Müslümanların savaşmalarına belli bir disiplin ve ahlaki yapı
kazandıktan sonra izin verilmiş, yeri geldikçe de bu eğitim devam etmiştir.
Mesela insanların en fazla zaaflarından birisini oluşturan mal sevgisi
294
Modern Çağda Ahlak
cahiliye dönemindeki savaşların en önemli sebeplerinden birisi idi. Güçlü
kabileler açısından diğer toplulukların malları bir cazibe oluşturuyordu.
Çünkü savaş sonrası mağlupların malları ganimet çerçevesinde galip
gelenlere ait oluyordu. Müslümanlar belli ölçüde deruni arınma sağlamış
olmasına rağmen girdikleri ilk savaş olan Bedir galibiyetinin ardından bu
zaaf tekrar nüksetti ve ganimet hususunda kırgınlıklara varan tartışmalar
yaşandı. Tam bu noktada Allâh Te‘âlâ ganimet mücadelesini bitirecek
şekilde müdahalede bulundu: “Sana ganimetleri soruyorlar. Söyle onlara!
Ganimetler Allah’a ve Resulü’ne aittir. O halde siz gerçek müminler iseniz Allah’a
karşı saygısızlıktan sakınınız, aranızı düzeltiniz, Allah ve Resulü'ne itaat ediniz.”
Enfâl suresinin bu ilk ayeti ilk savaş sonrası en önemli problemi düzeltmiş,
ganimetler hususunda mutlak söz sahibi olanın Allâh ve Rasûlü olduğunu
bildirerek tartışmayı bitirmiş, bu sebeple araları bozulan mü’minlerin
barışmalarını istemiş, 3. ayette mal peşinde koşmak bir yana kazançlarından bir kısmını da Allâh yolunda harcamalarını talep etmiştir, 41. ayette ise
ganimetteki hak sahipleri bizzat Allâh Te‘âlâ tarafından belirlenmiştir.
Dahası kendilerini yurtlarından (Mekke) süren bununla yetinmeyip Müslümanların sığındıkları Medîne’ye sürekli saldırıp masum insanlara terör
uygulayan sonunda da büyük bir orduyla Bedir’de bütün mü’minleri imha
etmeyi planlayan müşriklerden esir olarak Müslümanların eline düşmüş
olanlara kendi ihtiyaçları olmasına rağmen fedakârca davranarak ellerindekini vermeleri, üstelik de bir teşekkür bile beklememeleri istenmiştir. Bu,
cahiliye hamiyetinin tedavisi yani nefis terbiyesinin yaşanarak sağlanmasının dolayısıyla savaş ahlakının temini yönünde çok önemli bir adımdır.
Böylece Kur’ân-ı Kerîm bu ilk savaşta önemli bir sorunu halletmiş, köklü
bir zaafı terbiye etmiş, mal tutkusu sebebiyle savaşı ortadan kaldırmıştır.
Yine bu ilk savaşta (Bedir) Müslümanların büyük bir zaafı daha kökten
terbiye edilmiştir. Savaş sonrası bütün olumsuzluklara rağmen Allâh
Te‘âlâ’nın yardımı sonucu zafer geldiğinde Müslümanlar cahiliye hamiyetinin izlerini çağrıştıran bir üslupla kahramanlıklarıyla övünmeye başlayınca Allâh Te‘âlâ buna şöyle müdahale etmiştir: “Onları siz öldürmediniz,
fakat Allah öldürdü; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu,
mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için yaptı. Şüphesiz Allah işitendir,
bilendir.” Yani Allâh’ın, suların kontrolünü elinde tutan müşriklere karşı su
ihtiyacınızı karşılayan ve müşriklerin bulundukları mekanı eziyet veren
çamura çeviren yağmuru olmasaydı, melekleri destekçi olarak göndermeseydi, sizi rahatlatan, imanınızı güçlendiren, düşmanların kalbine korku
salan yardımı olmasaydı sizin için zafer hasıl olmazdı. Bu sonucu kendinizden bilip de cahiliyedeki alışkanlıklarınızın etkisiyle övünmeye kalkmayın şeklindeki tavrıyla enâniyet, gurur ve kibir gibi nefsi zaafları terbiye
etme yolunda bir başka önemli adım atılmıştır. Aslında burada yapılanlar
hep nefis terbiyesi ile ilgilidir ve en köklü ve en etkili zaafların en hassas
bir ortamda doğrudan doğruya yaşanarak doğrudan terbiyesi söz konusudur. Bizzat Allâh Te‘âlâ’nın Hz. Peygamber’e: “Attığında sen atmadın
fakat Allah attı” ifadesi onun şahsında diğer mü’minlere önemli bir uyarı-
Dördüncü Oturum
295
dır. Buna göre bir mü’min asla Allâh’ı devreden çıkarmadan esbaba tevessül edecek ve sonuçta gelen başarı ya da nimeti Allâh’ın ihsanı olarak
değerlendirecektir. Cahiliye döneminde kök salmış kahramanlıklarla
övünmeyi bitiren de bu inançtır. Bu örneklerde de görüldüğü üzere Müslümanların savaş ahlakına sahip olabilmesi ve bu konuda örnek bir toplum
olmaları için ciddi bir eğitim süreci aktif olarak hep devrede olmuştur.
Mesela Bedir’in peşinden vuku bulan Uhud savaşında müşriklerin insanlık
dışı uygulamalarından çok etkilenen Müslümanların müşriklere karşı
ibretlik bir intikam hissiyle dolmasından sonra: “Cezalandırmak isterseniz size
yapıldığı kadarıyla cezalandırın, eğer sabır gösterirseniz bilin ki sabırlı davrananlar için bu muhakkak ki daha hayırlıdır. Sen sabret; sabır göstermen de Allah’ın
ihsanı sayesinde olacaktır. Onlardan dolayı üzülme, kurdukları tuzaklardan kaygı
duyma” şeklindeki Nahl suresinin 126-127. ayetiyle uyarılmışlardır.
Ayet saldırı karşısında Müslümanların mukabelede bulunmalarının
hakları olduğunu, ancak gerekenden fazla şiddet ve güç kullanımının
haddi aşmak olacağını, bunun şahsî intikam çerçevesine gireceğini belirtmektedir ki Mâide suresinin ikinci ayetinde müşriklerin haksızlık ve eziyetlerinin mü’minleri kin ve intikama sevketmemesi gerektiği açık bir
biçimde ifade edilmektedir. Daha başta belirtildiği gibi bazı alimlerin
cihada belli bir süreçten sonra izin verilmesinin sebeplerinden birisi olarak
nefis eğitimini / nefse egemen olabilmeyi (dabtü’n-nefs) göstermelerinin
ne kadar isabetli bir tespit olduğunu bu olay ortaya koymaktadır. Bu da
gösteriyor ki nefis eğitimi, dolayısıyla savaş ahlakını sağlama yönündeki
süreç dinamik bir şekilde devam etmektedir.
Aynı durum Hudeybiye’de kendini göstermiştir. Silahsız bir şekilde ihramlarını giyip kurbanlıklarını da yanına alarak sadece umre yapmak
üzere Mekke’ye yola çıkan müslümanları Mekke’li müşriklerin engellemesi
üzerine anlaşmayı kabul eden Hz. Peygamber’e Hz. Ömer’in şu itirazı aynı
açıdan değerlendirilebilir:
Hz. Ömer: Ya Rasûlallah! Biz hak, onlar bâtıl üzere değil mi?
Hz. Peygamber: Evet, öyle!
Hz. Ömer: Bizim ölülerimiz cennette, onların ki cehennemde olacak değil
mi?
Hz. Peygamber: Evet, öyle!
Hz. Ömer: Öyle ise niye bu zillete katlanıyoruz da Allah onlarla bizim aramızda bir hüküm vermemişken savaşmayıp geri dönüyoruz?
Hz. Peygamber: Ey Hattâb oğlu! Ben gerçekten Allah’ın Resulüyüm! Allah
beni asla mahcup duruma düşürmez!...
Bunun üzerine Hz. Ömer öfkeli bir şekilde Hz. Ebû Bekir’e geldi ve aralarında benzer diyalog geçti:
Hz. Ömer: Yâ Ebâ Bekir! Biz hak, onlar bâtıl üzere değil mi?
Hz. Ebû Bekir: Evet, öyle!
296
Modern Çağda Ahlak
Hz. Ömer: Bizim ölülerimiz cennette, onların ölüleri cehennemde olacak
değil mi?
Hz. Ebû Bekir: Evet, öyle!
Hz. Ömer: Öyle ise niye bu zillete katlanıyoruz da Allah onlarla bizim aramızda bir hüküm vermemişken savaşmayıp geri dönüyoruz?
Hz. Ebû Bekir: Ey Hattâb oğlu! O gerçekten Allah’ın Resulüdür. Allah onu
asla mahcup duruma düşürmeyecektir!..
Hadis ve Siyer kitaplarında anlatılan ortamda yapılan Hudeybiye antlaşmasının şokunu atlatamayan Müslümanlar Hz. Peygamber’in üç defa
talebine rağmen ihramdan çıkmak istemediler. Mü’minlerin annesi Ümmü
Seleme’nin (r.a.) teklifiyle kendisi (s.a.s.) ihramdan çıkıp kurbanını kesince
diğer mü’minler de ona uydular. Hatta birbirlerini traş eden bazı
mü’minlerin neredeyse birbirlerinin başını kesecek kadar öfke ve üzüntü
içinde oldukları nakledilmektedir. Çünkü mü’minleri tahrik eden Arapların eskiden beri Kabe’de ibadet edenlere saygı göstermeleri ve Kabe hizmetlerini bir şeref telakki etmelerine rağmen onların güç gösterisi ya da
gururları uğruna üstelik yaptıklarının geleneğe aykırı haksız bir uygulama
olduğunu bile bile müslümanları engellemeleri, böyle bir ziyaretle otoritelerinin sarsılacağını düşünmeleriydi. Mü’minlerin hazmedemediği de
buydu. Bunun yanında Mekke’ye umre ziyareti öncesi mü’minlerin güven
içinde başlarını traş etmiş ve saçlarını kesmiş olarak Mescid-i Harâm’a
mutlaka gireceklerini bildiren ayetin o anda gerçekleşeceğini düşünmeleri
de antlaşmayı hoş karşılamamalarında etkili olmuştur. Ayrıca antlaşma
metninin başına Muhammedün rasûlullah yerine Muhammed b. Abdillâh
yazılmasında ısrar etmeleri ve bunun da Müslümanlarca kabul edildikten
sonra Kureyş’in bunu bir zafer telakki etmelerinin rencide edici ve tahrik
edici bir yanının bulunması da müslümanları öfkelendirmişti. Bütün bunlar bir araya gelince antlaşmayı kabullenmeleri nefislerine çok ağır geliyordu. Hatta bu antlaşmanın Mekke’nin fethiyle sonuçlanacak bir zaferin
müjdecisi olduğunu belirten ayetlerin (Fetih suresi) inmesine rağmen
sahabeden birisi hala şok geçiriyordu. İmanı tam olsa da idraki yoktu ve
şunu söyleyebiliyordu: “Bu nasıl bir fetihtir? Kabe’yi ziyaret etmemiz
yasaklandı; kurbanlık develerimiz daha ileri gidemedi, Allah’ın Rasûlü
Hudeybiye’de durmak zorunda kaldı ve bu barış yüzünden iki mazlum
kardeşimiz (Ebû Cendel ve Ebû Basîr) zalimlerin eline terk edildi.” İşte
bunların yaşandığı bir ortamda onlar engellenemezdi. Gerçekten Bedir ve
Uhud savaşında ortadan kaldırılması için çok önemli adımların atıldığı
cahiliye hamiyeti bu iki savaştan epey sonra vuku bulan Hudeybiye’de
yeniden ortaya çıkarak Hz. Peygamber olmasa ilişkileri belirleyici olabilecek noktaya gelmişti. Nefis terbiyesi sağlanamamış ve sabırlı olmak, teenni
ile hareket etmek, akl-ı selîm ile düşünmek tam anlamıyla ruhlara yerleşmemişti. Onların durumu şunu gösteriyordu. Bir şeye karar verdiler mi
gerekirse savaşırlar ve ölürler ya da öldürürlerdi. Oysa ayetin ifadesiyle
cahiliye hamiyetine (şöhret, övünme, menfaat uğruna savaşma, yağmala-
Dördüncü Oturum
297
ma, her türlü tahrik ve ahlak dışı davranışa başvurma) sahip kışkırtıcı
müşriklere aynı şekilde mukabelede bulunmak mü’minlerin ahlakından
olamazdı. Gururları incindi diye cahiliye Arapları gibi davranamazlardı.
Çünkü onların modeli bunlar değil yüce bir ahlakı temsil eden Hz. Peygamberdi. Ayrıca savaş esnasında Mekke’de müşrik baskısı sebebiyle
imanlarını gizleyen ve kendilerinin tanımadığı mü’minlerin öldürülmesi
tehlikesi de vardı. O anda öfkelerine mağlup olup Mekke’li müşriklerle
savaşa tutuşsalar, Müslümanların gelişini haber alan Mekkeliler müttefikleriyle birlikte savaşa hazır bekliyorlardı. Öbür tarafta çevre kabileleri de
Müslümanlara karşı örgütleyen Hayber Yahudileri fırsat gözlüyorlardı.
Müslümanlara karşı düşmanlıkta sınır tanımayan, pusuya düşüren, insanları öldüren, malları yağmalayan ve bunun için her boşluğu değerlendiren,
sözlerine güvenilmeyen Gatafân ve Fezâre kabilelerinin saldırısı için de gün
doğmuş olacaktı. Müslümanlar bu düşmanlar arasında sıkışıp Allâh’ın
koruması olmasa top yekun imha olabilirlerdi. İşte tam bu noktada Allâh
Te‘âlâ olaya müdahale etti ve mü’minlerin kalbine huzur, sükûnet indirerek onları yatıştırdı, ağır başlı hareket etmelerini sağladı. Bu iyi bir ahlaki
dersti. Cahiliye hamiyetinin yeniden nüksettiği bu insanlar hassas bir
eğitimle Allâh’a kulluk zevkini tadarak (takvâ) nefis prangasını zor da olsa
kırıp gerçek özgürlüğe kavuşmuşlardı. Bu olayda da nefisle cihadın açık
düşmanla savaştan daha büyük olduğu bir kez daha görülmüş oldu. Öfkelerini yenemeyip savaşa tutuşsalardı yok olacaklardı, zor da olsa nefislerine hakim oldular ve yaklaşık bir ay sonra Hayber tehlikesi bertaraf edildi,
bir yıl sonra ayette belirtildiği şekilde umre ziyareti gerçekleştirildi, akabinde de Mekke fethedildi. Daha da önemlisi düşmanlıklar sona erdi
Mekke ve çevredeki kabileler Müslüman oldu. Büyük cihadın gerçekten
nefsi yenmek olduğu mucizevi şekilde görülmüş oldu. Bu da göstermektedir ki en büyük erdemlerden birisi kişinin öfkesini yenerek kendisini yönetebilmesidir. Günlük hayatta hukuk ihlallerinin bir çoğunun öfkeden
doğduğu dikkate alınırsa bu siyasetin hukuka ne kadar yardımcı olduğu
daha iyi anlaşılabilir.
Bütün savaşlarda ve küçük çaplı çatışmalarda bir taraftan Allâh Te‘âlâ
diğer taraftan Hz. Peygamber sürekli olarak ahlakı yücelten müdahalelerde
bulunmuşlar ve sahabeyi bu yönde eğitmişlerdir. Mesela Uhud’da ve
Taif’te düşmana beddua etmesini isteyenlere -üstelik Allâh’ın icabeti belli
iken- Hz. Peygamber’in lanet okuyucu olarak gönderilmediğini belirterek
onların hidayeti için hayır duası ne eşsiz bir erdemdir. Bu yüce ahlakın
taçlandığı ortam Mekke’nin fethi olmuştur. O günün hukukuna göre Hz.
Peygamber en acımasız düşmanlıkları ve eziyeti yapmış olan Mekke’lileri
kılıçtan geçirebilirdi. Oysa o bütün komutanlara kan dökülmemesi hususunda azami gayretin gösterilmesi yönünde talimat verdi. Azgınlık ve
ihanette sınır tanımayan birkaç kişi dışında bütün Mekke halkını affetti;
onlara bütün insanların Hz. Âdem’in çocukları olarak kardeş olduklarını
hatırlattı. Bu insanların tamamını köle-cariye statüsüne sokabilirdi, özgürlüklerini tescilledi; mallarını ganimet hükmünde kabul edebilirdi tabir-i
298
Modern Çağda Ahlak
caizse bir iğne bile almadı, alınmasına da müsaade etmedi. “Bu gün cenk
günüdür, bu gün haramların helale dönüştüğü gündür, bu gün Allâh’ın
Kureyş’i rezil ettiği gündür” diyerek yağmalamayı hak ilan eden komutan
Sa‘d b. Ubâdeyi, “hayır, tam aksine bu gün nezaketle muamele günüdür,
bu gün Allâh’ın Kureyş’i yücelttiği gündür” diyerek derhal görevden aldı.
Hatta hicretten sonra, henüz Müslüman olmamış olan amcası Ebû Tâlib’in
oğlu Akîl’in (ö.60/680) sattığı evini bile sahiplenmedi ve bir çadırda oturmayı tercih
etti. Cahiliye hamiyetine en büyük reddi bu tavırla göstererek yüce ahlakın örneğini
sergiledi. Müslümanlardan daha önce Mekke’de oturup da Medîne’ye hicret etmek
zorunda bırakılan muhacirlerin müşrikler tarafından el konulan evleri de aynı şekilde
mevcut sakinlerinin ellerinde kaldı ve gerçek sahipleri tarafından talep edilmedi.
Hz. Peygamber’in Hudeybiye’deki basîret ve firâseti ile mü’minleri antlaşmaya razı etmesi İslam ahlakının merkezine yerleştirdiği ve büyük
cihad olarak tavsif ettiği nefisle mücahedenin semeresi fetihle birlikte
Mekke müşrikleri ve diğer Arap kabilelerinin Müslüman olmasıyla sonuçlanarak tecrübi olarak da kanıtlandı. Aynı tecrübe daha sonraları da yaşanmıştır.
Nefisle mücahede oldukça zor bir iş ve bunun kalıcı olabilmesi uzun
bir süreci gerektiren bir durumdur. Mekke’nin fethinin ardından
Hevâzinliler ile yapılan Huneyn Gazvesi de bunu gösteren bir örnektir.
İslam ordularının 12.000 asker ile o güne kadarki en büyük sayısal güce
ulaşması, 17 gün önce Mekke’nin fethedilmiş olması bazı Müslümanların
havasını değiştirmiş ve gurura, kibire kapılmalarına sebep olmuştu. Ama
bu kibir onlara pahalıya mal olmuştur. Savaş başladığında Müslümanların
öncü birliği darmadağın olmuş ve orduda bir panik havası oluşmuş, bozgunu önleyen Hz. Peygamber’in basireti olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’in
ifadesiyle sayıca çoklukla övünmeleri, gururlanmaları kısacası cahiliye
tutumuna geri dönemleri kendilerine pahalıya mal olmuş, yeryüzü kendilerine dar gelmiş, arkalarını dönüp kaçmaya başlamışlar sonuçta Allâh,
kendilerine güven duygusu ve huzur indirip, düşmanlarının görmediği
ordular göndererek mağlubiyetten kurtarmıştır. İşte bu büyük bir ahlaki
derstir. Aynı paralelde Benû Nadîr Yahudileri’ni yurtlarından çıkaranın
gerçekte Allah olduğu ifade edilmiştir.
Buna göre peş peşe gelen bu savaşlarda cahiliyede kök salmış bulunan
ve savaşın sebebi olan üç önemli ahlaki zaafın tamamen ortadan kaldırılması için vahiy müdahalede bulunmuş, Hz. Peygamber de canlı misal
olarak uygulamıştır. Bunlar, mal tutkusu ve ganimet peşinde olmanın,
yağmalamanın; savaşta kahramanlık gösterisinde bulunmanın, sonra da
bunlarla övünmenin; intikam duygularıyla hareket ederek haddi aşmanın,
kuralsız davranmanın yasaklanmasıdır. Savaşa aktif olarak katılanlar
dışındaki unsurların hedef alınmaması, savaş sonrasında da esirlere insanca muamele edilmesi savaş ahlakının en esaslı ilkeleri olarak belirlenmiştir.
Esasen ahlak, bu ilkeleri içselleştirmek, şahsi zaafları yönetmek ve onlara
hakim olmak demektir. Abdurrahman b. Avf’ın az yukarıda yer verilen
sözlerindeki serzenişin karşılığı tam da nefis terbiyesi yönünde bu tavır-
Dördüncü Oturum
299
larda cevabını bulmuştur. Bu gün modern dünyanın daha yeni ulaştığı ama
bir türlü uygulayamadığı savaş hukukunun temel ilkeleri o dönemde bu
ahlak temeli üzerine bizzat Müslümanlarca kuruldu, uygulandı ve ebedileşti.
Hz. Peygamber’in hukuktan önce ahlakını oluşturduğuna dair konunun vuzuha kavuşması açısından ikinci bir örnek olarak da ticaret ahlakını
zikredebiliriz. Kur’ân-ı Kerîm, ölçü ve tartıda hakkaniyetin korunması ve
asla hile yapılmamasının üstünde hassasiyetle durmaktadır. Özellikle
Mekke döneminde inen birçok ayette ve Hz. Peygamberin hadislerinde
Mü’minlerin bu yönde davranmaları gerektiği ısrarla talep edilmektedir.
İslam’ın iki temel kaynağının ticari hayatta en değerli sermaye ve en önemli erdem olan dürüstlüğü sağlama yönündeki çabası hicretin akabinde
kurulacak Medine Pazarı’nın arka planını hazırlar gibi gözüküyordu. İşte
bu noktada son noktayı Mutaffifîn suresi koymuştur. Bu surenin ilk ayetlerinin Mekke’den hicretin hemen öncesinde; Medîne’ye hicret sırasında
yolda; Medine’ye hicretin hemen peşinden nazil olduğu şeklinde üç farklı
görüş vardır. Bunların ortak noktası hicretin hemen ardından Medine’de
oluşturulmak istenen pazarın hemen öncesinde nazil olduğudur. Medine’de pazara müşrik veya Yahudi tâcirler hakimdi ve bir sömürü düzeni
kurulmuştu. Pazarda ahlaki ilkelerin bir ağırlığı yoktu. Kur’ân-ı Kerîm
ısrarlı bir biçimde ölçü ve tartıda hakkaniyetin gözetilmesini istemiş, helal
kazanca vurgu yapmış aksine hareket edenlere Hz. Şu‘ayb’ın (a.s.) kavminin akıbetini hatırlatmıştır. Çünkü dürüstlük ilkesi güvenin garantisidir.
Güvenin olmadığı yerde ticaret yürümez. Bu zihinsel hazırlıktan sonra da
Müslümanların kuracağı pazarda gözetilmesi gereken en önemli husus
olan kul hakkı kavramını ön plana çıkaran ve bu konudaki sorumluluğun
ağırlığına dikkat çeken şu ayetler nazil olmuştur:
“Yazıklar olsun o ölçü ve tartıda hile yapan mutaffiflere! Onlar insanlardan
bir şeyi ölçüp alacakları zaman kılı kırk yararlar. Ama insanlar için ölçüp tarttıkları zaman kıyısından köşesinden/ucundan kenarından kırparak verirler. Gerçekten
onlar bütün insanların hesap vermek üzere Allah’ın huzurunda hazır bulunacakları o büyük gün için diriltileceklerini hiç akıllarına getirmezler mi? Dikkat edin
facirlerin kitabı siccîndedir. Bildin mi siccîn nedir? (Bu ucundan kenarından
kırptıkları şeylerin) rakam rakam yazıldığı kara kaplı kitaptır (amel defteri).”
Mutaffif kelimenin kökü dikkate alındığında ölçüp tartarken bir şeyin
kıyısından kenarından bilinçli bir şekilde/hile ile çalan kimse demektir ki
bu insanların peşine düşmeyecekleri basit hakları ifade eder. Her ne kadar
insanlar peşine düşmese de Allah bu basit hakların onların kara defterine
(siccîn) borçları olarak rakam rakam yazıldığını ve bunlar için büyük bir
mahkeme kurulacağına işaret ederek kul hakkının önemine vurgu yapmıştır.
Az önceki ayetler insanların rızasını etkileyecek en küçük bir hilenin bile Allâh’ın kınamasını gerektiren bir eylem dolayısıyla bir ahlaksızlık olduğunu,
karşılıksız kalmayacağını açıkça ifade ederken evlâ kıyâs gereğince büyük haksızlıkların günahının daha ağır olacağına işaret ederek vazolunacak hükümlerin arka
300
Modern Çağda Ahlak
planını oluşturmaktadır. İşte bu surenin belirlediği ahlak temeli üzerine Medine’de
alternatif bir pazar oluşturulmuştur. Hz. Peygamber de zaman içinde bizzat pazar
denetimlerinde ahlak ilkelerinin gelişmesi ve bunun hukuka dönüşmesi sürecinde
faaliyetlerde bulunmuş, tedbirleri almıştır. Bir müşterinin rızasını etkileyecek en
küçük davranışlardan bile kaçınmak gerektiği ve bunun helal olmayacağı ilkesi tam
anlamıyla yerleştirilmiştir.
Hile, hukuki olmaktan önce ahlâki bir sorundur ve Allâh Te‘âlâ’nın kınamasıyla daha da ağır bir ahlak sorunu halini almaktadır. İlk ayetlerin
gelişinden itibaren sürekli işlenen ahlaki kemale ulaşma çabası Medine
döneminde bireysel ahlaktan Devlet Ahlâkına doğru evrilerek kurumsal
kimliğe kavuşmuş, ölçü ve tartıda hileye başvurmak suretiyle yapılan
ahlaksızlığın hukuki karşılığı medeni hukuk açısından satıcının ya da
müşterinin uğradığı haksızlıkların telafi edilmesi mesela kendisine muhayyerlik hakkı tanınması, gerektiğinde de uygun bir cezanın (tazir) takdir
edilmesi şeklinde kendini göstermiştir.
Bu hususta konu açısından bir değerlendirme yapmak gerekirse şu sonucu çıkarmak mümkündür. Ölçü ve tartıda dürüst davranmak, mesela
müşterinin istediği ölçü, tartı ve evsafta vermek Allâh ve Rasûlünün emri
olduğundan dini bir özellik taşır. Aksi günahtır. Vahyin geldiği ilk günlerden itibaren ayet ve hadisler bunun üzerinde ısrarla durmuştur. Dinin
istediği dürüstlüğü bir hayat tarzı olarak benimsemek ve bu sebeple dürüst
davranmak ahlakidir ve iyidir, aksi kötüdür. Bu anlayışın davranışa dönüşmesi için Hz. Peygamber büyük bir çaba sarfetmiş ve örnek olmuştur.
Bu anlayışın hukuk kuralına dönüşmesinden sonra sadece hukukun emri
olduğu için ve müeyyidesi sebebiyle ona uygun hareket etmek ise kanunidir ve sonuç meşrudur. Bu hem hukuki açıdan hem de ahlaki açıdan adaletin gereğidir ancak burada ayırıcı olan davranışı belirleyen saiktir. Hz.
Peygamber’in tarttığınız zaman ağır ağır tartın tavsiyesine ve kendisinin de
böyle davranmış olduğunu dikkate alarak müşterinin istediğinden fazlasını vermek de fazilettir. İşte bu davranış hukuku aşan bir karaktere sahiptir
ve dini-ahlakî bir öz taşır. Esasen istenen de budur. Bu anlayışla hukuk
aşılmakta fazilet ilişkilere yön verici hale gelmektedir.
Sonuç olarak bu örneğe baktığımızda din, ticari hayatta belirlediği davranış biçimine öngördüğü uhrevi ödül ya da ceza ile güçlü bir zemin hazırlamış, bu doğrultuda gelişen yaşam biçimiyle bu zihniyetin ahlakı oluşmuş, hukuk da onu maddi müeyyideye bağlayarak kurallaştırmıştır.
Burada bir noktaya daha işaret etmek gerekir ki o da örnek olarak seçilen bu iki olay hukukun işlevselliği konusunda sadece ahlaka duyulan
ihtiyacı ortaya koymamakta aynı zamanda metoda da işaret etmektedir.
İnsanların hak ve yükümlülüklerle karşı karşıya oldukları bütün alanlarda
aynı metodun uygulanması nebevi hareket tarzının bir gereğidir. Mesela
evlenmek isteyen ya da evlendirilmek istenen birisinde aile ahlakı oluşmamışsa öncelikle bunun sağlanması ve peşinden harekete geçilmesi
gerekir. Nitekim Hz. Peygamber, velilerden kızlarına talip olanların dini
yaşantı ve ahlakını ölçü alarak hareket etmelerini, diğer şeyleri itibara
Dördüncü Oturum
301
almamalarını istemiştir.
İslami nasslar açısından bakıldığında ahlakilik daha çok hukukun yasakladığı alanlarda ortaya çıkar. Bir başka ifadeyle erdemlilik vazifenin
ihmalinden çok yasağın ihlalinde belli olur. Yani ahlakilik pasif (ihmal)
değil aktif (ihlal) eylemde kendini belli eder. Esasen bir kuralın ihlalinde
zaten birçok vazifenin ihmali vardır. Mesela bir kişinin malını alabilmenin
meşru yolları varken bunu rüşvet olarak almak ya da gasbetmek veya
çalmak; kadın-erkek beraberliği için nikâh gibi helal bir zemin mevcutken
zina etmek bu tür helal kılıcı araçları da devre dışı bırakma, alternatif
yollara itibar etmeme gibi bir sonucu da beraberinde getirir. Din ve ahlak
açısından esas sorun izin verilen yollara iltifat etmeyerek yasaklara yönelmededir. Diğer taraftan psikolojik olarak da her bir yasağın cazibesi bulunduğundan insan yasaklara daha çok ilgi duymakta ve daha hırslı davranmaktadır. Bu sebeple medeniyetler faziletler üzerine kurulsa da ve
bunların toplumu ayakta tutan bir işlevi olsa da çöküşü hazırlayan
rezîletlerin egemenliği, yasakların ihlalidir. Nefis terbiyesi de esasen bunun
için önem arzetmektedir. Dini açıdan bunun da en etkili yolu yasaklara
giden yolu kapatacak şekilde ondan alınacak hazzı fazlasıyla veren alternatif mübahların öngörülmesi, boşlukların bırakılmamasıdır. İslam’ın bu
siyaseti çoğu kere hukuk ihlallerinin önünü kesen bir tedbir olarak öne
çıkmaktadır. Ayrıca psikolojik olarak da nefsi yenip yasakların cazibesine
kapılmadan helalde kalmanın mesela nikâh’ın zinaya göre, satın almanın
gasp ve hırsızlığa göre verdiği huzur çok daha değerlidir.
Kur’ân-ı Kerîm’de çoğu zaman cazibesi bulunan yasaklarla imtihan konusunda ilk insan Hz. Âdem’in cennette İblis ile olan serüveni sık sık
hatırlatılarak bundan ders çıkarılması istenir. Allâh Te‘âlâ, Âdem ve Havvâ’ya, belirlenen ağaca yaklaşmamaları kaydıyla yani kendilerine yasaklanmış olan ağacın meyvesinden yememeleri şartıyla cennette her şeyi
serbest bırakmış, İblis’in kendilerini saptırabileceği ve bunun cennetten
çıkarılmalarına sebep olacağı konusunda da uyarmıştı. Çünkü İblis Allâh’ın rahmetinden kovuluşunu insanoğluna bağladığı için ona düşmanlıkta bir sınır tanımamaktadır. Bunun için Âdemoğlunun Rab-kul sözleşmesini bozmak en azından bazı noktalarda ihlal etmesini sağlamak için İlahi
rahmetten tardedildiği günden beri sürekli faaliyettedir. Çünkü o bu süreçte insanoğlunu saptırabilmek için Yaratıcı’dan istediği izni almış, bunu
nasıl yapacağını da her bir insanın zaaflarına göre kötülükleri süsleyip
cazip hale getireceğini belirterek anlatmıştır. Esasen bunun ilk uygulamasını Hz. Âdem ve Havvâ ile yapmıştır. Onların ölümsüzlük ve güce karşı
zaafını tespit etmiş ve yasaklanan ağacın meyvesinden yemeleri halinde
ebedileşeceklerini ve sınırsız güce sahip olacaklarını söyleyerek onların
akıllarını çelmiş, onlar da yasağın cazibesi karşısında kararlı davranamayıp
ihlalde bulunmuşlardır. Bu yasağın ihlalinden sonra da cennetten uzaklaştırılmışlardır.
Aynı süreç insanoğlu için dünyada devam etmektedir ve kıyamete ka-
302
Modern Çağda Ahlak
dar da sürecektir. Çünkü şeytan Allâh’tan aldığı izinden sonra Âdemoğlunu samimiyetle bağlı olanları dışında iğvâ edeceğine yemin etmiş, Allâh da
bu tehlikeye dikkat çekmiş ve insanların atalarının başına gelenden ibret
almalarını istemiştir. Yasağın, şeytanın süslemesi ve nefsin ilgisi sebebiyle
her zaman bir çekiciliği vardır ve insanın imtihanı için esasen bu da gereklidir. Bu cennette yasak ağaç şeklinde sembolize edilirken dünyada da
Allâh’ın haramları yasak ağacı temsil eder. Allâh Te‘âlâ’nın insanoğluna
bahşettiği birçok nimet yanında etrafımıza birçok da yasak ağaç dikmiş ve
bunlardan uzak durmamızı istemiştir. Hz. Peygamber de aynı hususa
işaret ederek: “Allah sizi bir takım yükümlülüklerle sorumlu kılmış (farzlar) onlara özen gösterin; bir takım yasaklar koymuş onları çiğnemeyin;
bazı sınırlar çizmiştir onları tecavüz etmeyin; unutmasından değil sırf size
rahmet olsun diye bazı şeyleri de sükût geçmiştir onların da peşine düşmeyin” diye ikaz etmiştir. Her insanın bireysel anlamda ya da toplumun
bir bütün halinde cazibesine kapıldığı ya da zaafının bulunduğu yasak
ağaçları farklılık arzedebilir ve esasen bu onların sınanma aracıdır. O
sebeple yasaklar konusunda ahlakiliğe giden süreç nefsi, hevâdan (hayvani
arzulardan) arındırma faaliyetidir. Yasak ağaç bazen Semûd kavminde
olduğu gibi deve şeklinde ortaya çıkar; bazen de Yahudilere cumartesi
yasağı ya da iç yağının yasaklanması biçiminde belirir. Muhammed ümmetine yasak ağaç da domuz, içki, zina, kumar, yetim malı, rüşvet vb. haramlardır. Çünkü bunların meyvesi zehirlidir ve akıbeti de Hz. Âdem’inki
gibidir. İşte Kur’ân-ı Kerîm Âdemoğullarına hitaben şeytanın, ataları Hz.
Âdem ile Havvâ’nın ayağını kaydırdığını hatırlatarak bu konuda dikkatli
olmaları ve ders çıkarmaları gerektiğine dikkat çeker. Bu sebeple bir çok
ayet ve hadisten hareketle İslam alimleri rezîlelerden arınmanın faziletlerle
bezenmeden daha öncelikli olduğunu, def-i mefâsid’in celb-i menâfi‘den önce
geldiğini bir ilke olarak tespit etmişlerdir. Zaten diğer normatif disiplinler
gibi hukuk da daha çok zaafları dikkate alarak düzenleme yoluna gider.
Vazifenin ihmalinde ihlal pasif eylemin sonucudur ve burada unutma,
güç yetirememe gibi meşru bir sebep de söz konusu olabilir. Üstelik telafisi
de çoğu zaman mümkündür. Fakat yasağın ihlalinde eylem aktif bir faaliyetin / belli bir gücün sarfedilmesi sonucunda ve bilinçli şekilde ortaya
çıkar. Belki de zihinsel tasarım ve eylem süreci açısından birçok aşamadan
geçerek sonuçlanır. İslam alimleri bir fiilin, tasavvurundan eylem safhasına
gelinceye kadarki safhasını incelemişler ve bir fikrin hatıra gelmesi (hâcis),
sahibini bir süre meşgul etmesi (hâtır), insanın onu yapıp yapmamakta
tereddüt etmesi/kararsız kalması (hadîsü’n-nefs),yapılması yönüne meyletmesi (hemm) ve o şeye bilinçli olarak karar vermesi (kasd ve azm) şeklinde kategorize etmişlerdir. Dolayısıyla eyleme gelinceye kadar zihin epey
bir faaliyet göstermektedir.
Öte yandan ihlalin etkisi daha büyük ve kalıcı, telafisi de yerine göre
imkânsızdır. Bu sebeple en sert ahlaki tepki ve vicdani isyan yasakların
çiğnenmesinde gösterilmektedir. Mesela vicdansızlık ya da vicdanın sızlaması gibi tepkiler buradan doğar. İhlalin geçişkenliği ve kişideki etkisi,
Dördüncü Oturum
303
aynı ihlali tekrarlaması daha güçlü bir eğilimdir. Bu sebeple engelleri
kaldırmadan olumlu bir şey inşa etmek çok da mümkün gözükmemektedir. Yani reziletlerden sıyrılmadan faziletlerle bezenmek imkan dahilinde
gözükmemektedir. Allâh’ın emir ve yasaklarına saygı ve sevgiden kaynaklanan korku ile Ona gönülden bağlılığı ifade eden ve İslam ahlakının
özünü oluşturan takvâ da ancak rezîletlerin terki peşinden faziletlerle
bezenmeyle oluşan bir erdemdir.
İhmalin telafisinden doğan iç huzuru ile bir yasağın ihlalini telafi için
öngörülen mekanizmalardan birini işletmekten doğan iç huzuru aynı
değildir. Söz gelimi vergi borcunu ödememiş birisinden bunun telafisi
istenebilir. Ama kasten adam öldürmüş birisine ne ceza verilirse verilsin
velev ki bu kısas bile olsa telafi edici değildir. Mesela para borcunu ödemeyi ihmal etmiş birisi belli bir dönemden sonra bunu gerçek değeri üzerinden ödeyip belli ölçüde telafi etme şansına sahiptir. Ama zina etmiş
birisi için aynı şey söylenebilir mi? Mesela her iki durumda yapılan tövbenin sağladığı iç huzur aynı mıdır? Pek aynı gibi durmamaktadır.
Burada bir hususa daha işaret etmek gerekir ki o da şudur. Bazen eylem, ihmalle de icrai bir karakter arzedebilir. Bu da bir hareketin sonucudur. Mesela birisini aç bırakarak ölümüne sebep olmak, açlık ve susuzluk
sebebiyle ölüm tehlikesi altında olanın yardımına koşmamak, tedavi edilebilir nitelikteki bir hastalık sebebiyle hastaya ilacını vermemek, bir cankurtaranın boğulmakta olan birisine müdahale etmemesi ve kişinin boğularak
ölmesinde olduğu gibi eylem ihmal suretiyle icrai bir karakter taşır. Günümüzde özellikle küresel sorunların birçoğunda bu durum belirleyicidir.
Mesela açlıktan ölen binlerce insana ilgisiz kalmak, temiz içme suyu bulamayanların ihtiyaçlarına bigâne olmak bir insanlık ve ahlak sorunudur.
Birey ve toplumun çöküşünde etkili olan rezîletlerle mücadelede yasağın cezbedici ve kışkırtıcı özelliğine karşı daha önce de ifade edildiği
üzere hukukun harici mekanizması kafi gelemeyeceğinden dinin ve ahlakın kişiyi içten kavrayan, önleyici ve koruyucu nitelik arzeden yapısının
aktif durumda tutulmasına ihtiyaç vardır. Bu noktadan seküler ahlaka göre
dinin kaynaklık ettiği ahlâkın daha şanslı olduğunu belirtmek gerekir.
Çünkü işin içinde din olmayınca ahlakın yaptırımı yoktur. İkincisi de dinin
en önemli motive edici özelliği dolayısıyla bunun ahlaka yansınması taleplerinin sebeplerini ikna edici bir üslupla açıklamış olmasıdır. Modernliğin en temel sorunları da bunlardır. Ross Poole’nin tespitine dayanarak
söyleyecek olursak modernlik ahlaka ihtiyaç duymakta ama onu etkisiz
hale getiren de yine kendisi olmaktadır. Çünkü inanç karşıtlığını esas
aldığından ahlakı sadece öznel bir kanaat meselesi haline getirmiştir ve
ahlakın toplumsal ve bireysel hayattaki rolünü oynayabilmesi için muhtaç
olduğu otoriteyi koruyamamış, ikinci olarak da bireylerin ne yapması
gerektiğini bildirmiş olsa da onlara ciddiye alınacak bir neden sunamamıştır.
İslam dini açısından insanın varlık sebebi olan ibadet, Allâh’a bağlılık
304
Modern Çağda Ahlak
ve saygının bir ifadesi olmasının yanında olumlu manada davranışlara yön
veren, varlıkla ilişkilerin nezaket ve iyilik merkezine oturmasına vasıta
olan temel özelliğiyle gönüllü olarak haklara saygı ve vazifelerin ifası
hususunda davranış bilinci geliştiren, bu yönde bir ahlakın oluşması ve
yaşamasında mühim bir etkiye dolayısıyla hukukun işini kolaylaştıran bir
yapıya da sahiptir. Bir çok ayet ve hadis kim Allâh’a ve ahiret gününe
inanıyorsa… şeklindeki ifadelerle başlar ve imanın organlar üzerindeki
etkisinin görülmesi gerektiğine işaret eder, mü’mine yakışan davranış
biçimine vurgu yapar. İmanın en üstününün davranışa dönüşen ve güzel
ahlaka yön vereni olduğunu, mü’minlerin îman bakımından en mükemmelinin ahlak bakımından en güzeli olduğunu bildiren hadisler de buna işaret
eder. Bilinçli bir ibadet hayatının aynı etkiyi göstermesi gerektiğine dair
ayet ve hadisler vardır. İyilik ve kötülük yapabilecek özelliklerle birlikte
yaratılan insanın ibadetler yoluyla arınması, nefsini terbiye etmesi, kötülüklerden uzak durması böylece iyi yönleriyle ortaya çıkar. Özellikle az
yukarıda yer verilen reziletlerden arınmanın faziletlerle bezenmeye önceliğinin
bulunduğu esası ibadetlere yüklenen anlamda da kendisini göstermektedir.
Nitekim İslâm’ın iki temel kaynağı Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet namaz özelinde ibadetlerin kötülük ve çirkinliklere engel olması gerektiği üzerinde
durur. Çünkü ibadetler, nefsi eğitici özelliğiyle ve yasaklara / haramlara
karşı geliştirdiği duyarlılık fonksiyonuyla ön plana çıkar. Mesela namazda,
normal zamanlarda helal olanların başlangıç tekbiriyle birlikte haram hale
gelmesi –ki bu tekbire de helali haram kılan anlamında tahrîme denir-,
orucun helalleri haram hale getirmesi, ihramın en basit helalleri dahi harama dönüştürmesi ibadetin bitiminde yasaklardan uzak durma ve helalde
sabit kalmanın eğitimidir. Bunu biraz açmak gerekirse, oruç kendini /
nefsini tutma eğitimidir. Çünkü yeme-içme, eşiyle cinsel ilişki gibi kendisine helal olan bir takım eylemleri oruçlu olduğu için yapamayan bir
mü’minin orucunu açtıktan sonra haram olanlara karşı bir direnç kazanmış
olması gerekir. Hacc ihramdır. Kendisine helal olan bir takım şeyleri ihramlı olmasından dolayı yapamayan bir mü’minin ihramdan çıktıktan
sonra haramlara karşı ömür boyu ihramlı olması gerekir. Bir otu koparamayan bir hacının ihramdan çıktıktan sonra orman yakması ya da ağaç
kesmesi, bir av hayvanını bile avlayamayan bir ihramlının ondan çıktıktan
sonra adam öldürmesi, eşiyle cinsel ilişkide bulunamayan bir karı-kocanın
ihramdan sonra zina etmesi düşünülemez. Hacc bir anlamda bunun eğitimidir. Kurban, zekât, infak, paylaşımı bir yaşam biçimi haline getirme ve
insandaki en köklü rezilet sayılan cimriliği ortadan kaldırma eğitimidir.
Bütün bu ibadetler belli özellikleriyle günde beş vakit kılınan namazlarda
tekrarlanmaktadır. Bu yönüyle namaz diğer ibadetlerden belli kesitler
taşıması sebebiyle dinin direğidir. Mesela namaz aynı zamanda oruçtur.
Çünkü onda yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzaklaşma vardır. Bunlar orucu
bozduğu gibi namazı da bozar. Namaz kılan Allâh’ın evine yönelir ve
Onun huzuruna çıkar. Bu yönüyle namaz bir hacc ve hicrettir. Dünyadan
çıkıp Allâh’a giden yola koyulmak ve Ona kavuşmaktır. Kur’ân-ı Kerim’de
Dördüncü Oturum
305
namaz otuz iki ayette zekât, bazı ayetlerde de kurban ile birlikte zikredilmiştir. Bu sebeple namaz ve mali ibadetler özdeşleşmiş, arasının ayrılması
asla kabul edilmemiştir. O halde ibadet, her an ihsanı (Cibril hadisi) yaşamak, her an ihramlı olmak, her an günahlara karşı oruçlu olmak, her an
dünyaya karşı zihinsel itikafta bulunmak ve zahidane tavır takınmak, her
an zekat vermek / infakta bulunmak yani eldeki imkanlarla insanların
yardımına koşmak, her an Allâh yolunda kurban olmaya ya da malının en
güzelini feda etmeye hazır olmak kısaca davranışlara ibadetlerin yön
vermesiyle her bir eylemin ibadet karakteri arzettiği ubudiyet şerefine nail
olmak ve bu şekilde süreklilik kazanmaktır. Bu bilinç ve duyarlılığın sağlanması hukuk ihlallerini engelleyici bir karakter arzeder. Bu sebeple şeklin
mevcut olup ruhun bulunmadığı bir ibadet işlevsiz olacağından makbul
sayılmamıştır.
SONUÇ
Toplumsal ilişkileri belirleyen genel anlamda din, ahlâk ve hukuktur.
Bu üç kurum arasında sıkı bir işbirliği vardır. Hukuk hükümleri aslında
ahlâk hükümlerinin formel halidir denilebilir. Ancak herhangi bir kanun,
ilgili ahlâk hükmünün en alt sınırını temsil edebilir. Bu açıdan İslamî
nasslar dikkate alındığında hak-vazifenin belirlenmesinde ve haklara
saygı, vazifelerin ifası hususunda insan davranışlarını yönlendirmede dinahlâk-hukuk bütünlüğü esas alınmıştır. Dinin değer yargısı helal-haram
veya caiz ya da değil, ahlâkın değer yargısı iyi ya da kötü, hukukunki
haklı-haksız, sahih-batıl veya geçerli-geçersiz ya da meşru-gayr-ı meşrudur. İslam açısından bakıldığında din iyi ve kötüyü belirler, ahlak onun bir
yaşam biçimi haline getirilmesini, davranış bilincine dönüşmesini sağlar,
hukuk da koruyucu mekanizmalarıyla ihlalleri engeller. Dinin yaptırımı
günah-sevap şeklinde daha çok uhrevi müeyyide ya da ödüldür. Ahlâkın
yaptırımı bireyin ve toplumun vicdanında mahkumiyet dolayısıyla bunun
ilişkilere yansımasıdır. Bu da bireyin kendisini ya da toplumun bireyi
kınaması, ayıplaması, yadırgaması, dışlaması, hürmete layık birisi olarak
görmemesi vb. şeklinde ortaya çıkar. Ahlâkın da manevi bir müeyyidesi
vardır ki o da toplumda saygınlıktır. Hukukun müeyyidesi ise zorlayıcı
özellik taşır. Buna göre mesela hırsızlık dinen haramdır, karşılığı günahtır;
ahlaken kötüdür, müeyyidesi ayıplanmaktır, kınanmaktır; hukuken yasaktır, gayr-ı meşrudur, müeyyidesi maddi cezadır. Bu bütünlüğü daha da
açık bir şekilde gösterme açısından dinen haram olan bir şey hukuken
meşru, ahlaken iyi olamaz. Mesela hırsızlık dinen haramdır, karşılığı
günahtır; ahlaken kötüdür, müeyyidesi ayıplanmaktır, kınanmaktır; hukuken yasaktır, gayr-ı meşrudur, müeyyidesi maddi cezadır. Bu üç normatif
kurumun kendi aralarındaki çelişkisi toplumda anomi’ye (kuralın etkisini
kaybetmesi) yol açar.
Din ve ahlakın işlevselliği iki noktada ortaya çıkar. Birincisi insanın iç
dünyasını kontrol ederek kural ihlallerini önleyici etki yapar. Çünkü din
hiçbir maddi kuralın baskısının hissedilmediği bir ortamda bile kişinin
306
Modern Çağda Ahlak
kendi kendisini hesaba çekmesini / oto-kontrol mekanizmasının geliştirilmesini öngörür. İkincisi de hukuk sadece ispat edilebilen uyuşmazlıkları
çözüme kavuşturabilir. Hukukun ulaşamadığı yerlerdeki ihlallerde ispat
kolaylılığı sağlar. Bu sebeple ahlakın hukuka önceliği vardır. Ahlâkı oluşturulamamış kanunun da işlevselliği yoktur.
Hukuka ruh veren ahlak, ahlaka can veren de dindir. Dinin ahlak ve
hukuka yaptığı en önemli hizmet manevi ceza ve ödüldür.
Günlük dilde ahlak-hukuk ilişkisini anlatan oldukça tutarlı ifadeler
vardır: Türkçede “ahlaklıdır” şeklindeki değerlendirmenin karşılığı şudur:
“Bu kişi hukukun ulaşamadığı alanlarda hakkaniyete uygun hareket eder.”
Kararlaştırılmış bir kötülüğü yapmaktan vazgeçenin “vicdanım elvermedi” ya da kararını uyguladıktan sonra “vicdanım sızlıyor”, “vicdan
azabı çekiyorum”, “kalbimde huzur yok” toplumda da “vicdansız”, “insafsız”, “insanlık dışı” gibi ifadeler ahlakın davranış üzerinde etkisini gösteren tabii / fıtrî bir tepkidir. Suçu itiraf ettiren ve telafi yolu aratan vicdandır.
Ahlaki bozulmaya karşı entelektüel tepki yozlaşma kavramıdır. Bu bir
anlamda Kur’ândaki fesadı ifade etmektedir.
Xsentius’un şu sözü konuyu özetlemektedir: “Kaybetmeyi ahlâksız kazanca tercih et. İlkinin acısı bir an, ötekinin vicdan azabı ömür boyu sürer. Bazı
idealler o kadar değerlidir ki, o yolda mağlup olman bile zafer sayılır. Bu dünyada
bırakacağın en büyük miras dürüstlüktür.”
Sonuç olarak başlıktaki sorunun cevabı metinde ortaya çıksa da daha
açık söylemek gerekirse ahlak hukuktan öncedir ve bir toplumda esas olan
da ahlaktır. İslam toplumu ahlak toplumudur. Medeniyeti inşa eden ahlâkî
değerlerdir. Medeniyetler faziletler üstüne kurulur, raziletlerden uzak
durarak korunabilir. Bu sebeple bireysel anlamda ahlakilik daha çok yasaklarla karşı karşıya kalındığında netleşir. Bu açıdan İslam alimlerinin
reziletlerden uzak durmayı faziletlerle bezenmeye öncelikli görmeleri
anlamlıdır.
Hukuk, ilişkilerin asgari sınırını belirler ve alakaları en alt düzeyde tutar. Orada fedakârlık yoktur. Buradan da medeniyet çıkmaz. Bu gün Batıda
olduğu gibi. Medeniyeti oluşturan îsâr, infâk gibi hukuku aşan değerlerdir.
Bu da ahlakla mümkündür. İslam açısından bakıldığında ahlâkı oluşturan
ve yaşatan da büyük ölçüde dindir.
Oturum Başkanı: Saffet Hocamıza tebliğ için teşekkür ediyoruz. Yedeğinde ahlakın olmadığı bir hukuk iş görmez. Ahlak var da hukuk yoksa
istismara çok müsait halde olur. Her ikisinin de görünen ve görünmeyen
müeyyidesi olması gerekir. İşte onu da din sağlıyor. Dolayısıyla üçü bir
arada olduğu zaman bu toplumun ilerlememesi için dünyaya medeniyet
ihraç etmemesi için hiçbir engel kalmamış olacaktır. Şimdi sırada Doç. Dr.
Aliye Çınar var. Buyurun Aliye Hanım…
2. TEBLİĞ
AHLAK, HUKUK VE DİN
Doç. Dr. Aliye ÇINAR
Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü
Ahlakın olmadığı yerde, Kanun bir şey yapamaz.
Napolyon
GİRİŞ
Ahlak, hukuk ve din arasında ayrım yapabilir miyiz? Özellikle de İslam
düşüncesi sınırlarında konuştuğumuzda, bu konudaki tavır nasıldır?
Modern ve seküler dünyanın hegomanyasında, eğer bunlar arasında bir
ayrımı düşünmüyorsak, bu nasıl ve ne şekilde mümkündür? Bu soruna ara
çözüm olarak, bazı modernist İslam yorumcularının din ve ahlak arasındaki kopmaz bağı savunmalarına rağmen, ‘hukukun modern hukuk çerçevesinde’ düşünülebileceği savlarını nasıl değerlendirebiliriz? İslam’ı bir din
tanımlaması içinde tasvir edersek, bu nasıl olmalıdır? Din sosyolojisi, din
antropolojisi veya din psikolojisi hatta din felsefesi dini hangi
perspektipten tanımlamaktadır?
Bu yazıda, bu ve benzeri sorulara cevap bulunmaya çalışılacaktır. Ahlak, din ve hukuk arasında organik bir bağın olduğunu ve bunların birlikte
parça parça durumlarından daha etkin ve kuşatıcı (Gestalt) bir dönüştürücü
güce sahip olduğu düşüncesini hareket noktası olarak aldık. Kısacası İslam
ontolojisinin, epistemoloji ve değeri belirlediğini söyleyebilir miyiz?
1. VARLIK-BİLGİ-DEĞER BÜTÜNLÜĞÜ
İslam düşüncesinin en özgün yanı varlık-bilgi-değer düzlemlerinde ortaya koyduğu son derece tutarlı ve dayanıklı algılama biçimidir. Bir başka
ifadeyle Kur’ân’ın anlam bütünlüğünde iman (inanç-varlık) kavramı ‘ilm
(bilgi) salih amel (ahlâk-eylem) kavramları öylesine bir birine bağlı ki,
bunlar birbirini hem besleyen hem de gerektiren boyutlardır.1 Bu düşünce
————
1
Davutoğlu, Ahmet, “İslam Düşünce Geleneğinin Temelleri, Oluşum Süreci ve Yeniden
Yorumlanması”, Dîvân: İlmi Araştırmalar Dergisi, İstanbul: Bilim ve Sanat Vakfı., 1996, s. 4;
308
Modern Çağda Ahlak
modunda, bilgi (‘ilm), hikmet, adalet ve hakikati içinde barındıran katmanlı
bir kavramdır.2 “Bilgi ise hakiki imandır. İnsanın yaratıklar Âleminde
doğru ve bu yüzden uygun yerini ve yaratıcısı ile olan uygun irtibatını
bilmesi ise adalet olarak bilinen şeydir”.3 Adalet de bilgiden kopuk değildir. Yine Kur’an’ın kulluk kavramı kesinlikle bilgi (marifet) anlamındadır.
Zira onun insanı yaratış amacı insanın onu bilmesidir.4 Aynı şekilde eşyanın bütünü içinde kendi yerimizi bilme, durumumuzu tanıma ve tasdik
etme ve kişinin bu biliş ve tasdike göre hareket etmesi hem bireysel hem de
toplumsal açından adaleti getirecek olan edebli olmadır.5 Bilme, sevme,
hissetme, adil olma ve eylemde bulunmanın hepsini ihata eden bir akıl
nosyonu var olmakla birlikte, pratikte bunun tecessüm ettirilmesi gerekmektedir.
Öte yandan Adem’e yani insana Allah, eşyanın üstünü örten “isim
perdesinin” sırını vermiş ve böylece insanı halifesi, dünya üzerindeki
yaveri kılmıştır. Roma hukukunda “tanım” ve “kural” eşanlamlı olarak
kullanılmıştır.6 Eşyayı tanımlamak veya üzerindeki isim perdesini kaldırmak bir bakıma hâkim olmak anlamına gelir. Hakim olmak, hükmetmeyi,
vekil olmak, ahlaken yetkin olmayı; Allah’ın yaveri olmak ruhun küçülmesini göze almamayı gerektirir ki bu bir bakıma sadakattir. Sadakat de,
kuralların, normların ve sınırların ihlal edilmemesidir. Diyebiliriz ki “kanun, dışsallaştırılmış bir bilinç; bilinç ise, içselleştirilmiş bir kanundan
başka bir şey olmadığına göre, hukuku ve ahlakı birbirinden ayırmak
mümkün değildir. Adaletin kuralları, kanun ve bilincin karşılıklı etkileşimleriyle oluşturulur”.7 İslam düşüncesinde Allah’ın bilgisinin, gücünün ve
iradesinin toplumda şeriat olarak tecessüm etmesi, dışsallaştırılmış ve
yasalaştırılmış adalettir.
Niyet, sorumluluk ve ceza şüphesiz, ahlak, hukuk ve dinin organik bağını açığa vurur. Niyetle sorumluluk başlamaktadır. Mesela namaza başlayan kişi namaza niyet ettiğini söyler. Böylece bir sorumluğu üstlenir.
Dahası namazın kendisini kötülüklerden koruyacağına inanır. İman ve
eylem arasındaki kopmaz bağda niyetin önemi görülmektedir. Kur’an’ın
“takva” kavramı da bunları kendinde toplar. Takva, Allah’a yakınlıkla
birlikte erdemi barındıran bir korku durumu (uyanıklık), sadece eyleme
→→
Çınar, Aliye. “Modern Batı Düşüncesinde Dilin Kökeni Olarak Ontolojik Farklılık Sorunu”, U. Ü. İ. F., Bursa, 2007, D., C. 16/1.
2
Rosenthal, Franz, Bilginin Zaferi, –İslam Düşüncesinde Bilgi Kavramı. çev. Lami Güngören,
Ufuk Kitapları, İstanbul, 2004, 54.
3
Attas, S. Nakib, Modern Çağ ve İslami Düşünüşün Problemleri, çev. M. Erol Kılıç, İnsan Yay.,
İstanbul, 1989, s. 101.
4
A.g.e., s. 107.
5
A.g.e., s. 129.
6
Supiot, Alain, Homo Jurididicus, Hukukun Antropolojik İşlevi Üzerine Bir Deneme, çev. Bige
Açımuz Ünal, Dost Yayınevi, Ankara, 2008, s. 42.
7
Tillich, Paul, Love, Power and Justice, Ontological Analyses and Ethical Applications, Oxford
University Press, New York, 1960, s.81
Dördüncü Oturum
309
geçişi tetikleyen bir durum değildir. Aynı zamanda o, eylemin bir parçasıdır. Yine sabır, takvadan ayrılmazken, sabır ve tahammül, iman ve ahlaka
içkindir.8
Kur’an da sabrın imanla birlikte kullanıldığını Hz. İbrahim’e İsmail’i
kurban etme emri geldiğinde, İsmail, “beni sabredenlerden bulacaksın”
derken, imanın sabrı da ihtiva ettiğini ima etmektedir. Hatta babasının ona
yönelişini “kesme” fiiliyle karşılarsak ahlak ve din arasında bir ayrım
kendini hissettirir. Oysa “kurban” kelimesi iman ve ahlakı bir araya getirir.
Teslim olması onu aydınlığa kavuşturmuştur. İmanın bir yönü sabır iken
diğer yönü belki de “sınanma”dır. İmanı ve dini ahlaktan ayırma bu örnekten de anlaşılacağı üzere mümkün değildir. Eğer bu ayrıma gidersek,
Tanrı’nı katilliği teşvik ettiği sonucuna bile ulaşabiliriz.
Habisliği tekrar etmenin cezası kişinin olduğu gibi kalmasıdır (kalplerin mühürlenmesi). Hak ile batılı, ilahi kelam ile insanı kelamı birbirinden
ayıramama durumu. Böyle olunca da kişinin, ahlaki bakımdan küçülmesi
oldukça anlaşılır bir durumdur. Ahlak dışı bir davranış kanun önünde
yasal görülmeyecektir. Talal Asad burada iman ve inanç arasındaki farka
dikkat çekmektedir. O, imanı, Tanrı’ya inancın erdemi olarak görmektedir.
İman, inananlar arasında kişiyi, güven ve sorumluluk yoluyla bağlar.9
İmanı kısaca Allah’a güven olarak ifade edersek, bu erdemi ve güveni
kendinde barındırır. İnan, güvenilir de olmalı. Böylece iman eyleminden
ahlakı ayırmak mümkün değildir. Toplumsal yönünü de dikkate aldığımızda inanılan Varlığın, Allah’ın sınırları toplumda hukuk olarak görülür.
2. DİN VE AHLAK İLİŞKİSİ
İman, ahlak ve hukuk arasındaki derin bağlantı, seküler toplumda sorun olarak telakki edilmeye başlanmıştır. Mesela çoğu İslamcı modernist
veya reformcu, “dini kurallar alanını sınırlayıp seküler devlet hukuku
alanını açmak için” argümanlar geliştirmişlerdir.10 Elbette bu düşüncenin
altında, hukuk ile ahlak arasında yapılan ayrım, Batı paradigmasına dayanır. Zira söz konusu durum, “hukukun sivil bir hükümdarın itaat alanı,
ahlakın ise iç özgürlüklerle (vicdan) uyumlu olarak bireysel egemenlik alanı
olduğunu ifade eden bir ayrıma”11 gönderir. Böylece kanunlar Avrupalı ve
sekülerken, ahlak büyük oranda İslamî geleneğe dayalı olmak durumunda
kalacaktır.12
Ancak bu ayrım kendinde ciddi sorunları getirecektir. Bir kere, hukuk
ve ahlak arasındaki bu stratejik ayrım sömürgeciliği zorlayacaktır. Çünkü
————
8
Asad, Talal, Formations of the Secular, Christianity, Islam, Modernity, Stanford University Press,
Stanford& California, 2003, s. 90.
9
A.g.e., s. 90.
10
A.g.e., s. 238.
11
A.g.e., s. 239.
12
A.g.e., s. 239.
310
Modern Çağda Ahlak
“özneleri yeni bir kamusal ahlaka uygun şekilde eğitme tarzındaki yasal
görevi, bu ayrım beslemektedir”13. Böylece ibadet, (Allah-kul) mu’amelat
(inananlar arasındaki kurallar) ve hudud (cezalar yoluyla getirilen sınırlama) kavramları arasındaki bağlantı bozulduğu için, ibadet bilhassa sahneden çıkarılıp, bireysel bir tercihe dâhil edilecektir. Hukuk ve ahlak arasındaki kesin ayrım geleneksel dilde ve düşüncede farklılaşmayı ve anlam
kaybını getirir. Mesela geleneksel dildeki fazilet nasıl tanımlanacaktır?
Çünkü fazilet, basit bir müeyyide veya yönetime göre tanımlanamaz.
Fazilet, tüm sorumlu davranışı ima eder. Bu davranış, dünya ve ahrete
birlikte gönderme yapar.14 Dolayısıyla İslam ahlakçılarının pek çoğu (mesela Kınalızade Ali efendi) hukuk, ahlak ve hikmet arasında ayrım yapılamayacağını bunun pratikte görünümü de ibadet, muamelat ve siyaset
olarak tecessüm ettiğini söyler.
Bunun için olmalı ki, Gazali Mîzân el-‘Amel de, ilm ve amel âhirete hazırlıktır ve mutlu olmanın yegâne yolu iman ve salih ameldir demektedir.
Bu cümleden olmak üzere felsefenin nihaî hedefi de, ‘ilm ve amel terkibini
vurgulamaktan geçer.15 İbrahimî geleneğin değere vurgusun altında yatan
asıl neden, değerin bütünleştirici, dönüştürücü ve tamamlayıcı özelliğidir.
Çünkü “değer sistemi toplumsal mekanizma refleksleriyle varlık-bilgi ön
kabulleri arasındaki ilişkiyi tanzim ederek, dünya görüşü imgeleriyle
sosyal yapılar arasındaki uyumu sağlar”.16
İslam medeniyetinin yaygın olduğu topluluklarda, medeniyet bunalımı
yaşanan dönemde, varlık-bilgi-değer arasındaki kırılma, sosyal, siyasi ve
ekonomik müesseseleşmeye yansımış ve bunlar arasında bütünlüğün arz
etmediği görülmüştür.17 Öte yandan bunun zıddını da söylemek mümkündür. Çünkü İslam düşüncesinin ileri düzeye taşınmasında veya çok
üretken olabilmesinin altında, sözünü ettiğimiz, “bilgide diğerlerini toplayarak düşünsel etkinliğini daha ekonomik yoldan sürdürmesi yatmaktadır”.18
Tam aksi bir durumu görmek için de, İslam medeniyetinin zirve döneminin yaşandığı Selçuklu ve Osmanlı’nın külliye tarzında inşa edilen
yapılarını hatırlamak isabetli olacaktır. Bir başka ifadeyle, kurumlar açısından İslam düşüncesinin tecessüm edişine baktığımızda da sözünü ettiğimiz
bütünlüğü ve bağlantıyı müşahede etmek mümkündür. Mesela Osmanlı
ve Selçuklu’da cami, medrese, imaret vb. bünyeler birbirine bağlı ve birbirini bütünler tarzdadır. Bunların hangisinin üzerinden hareket edersek
edelim, sözünü ettiğimiz üçlüyü bir bütün olarak kavrama imkânını yaka————
13
A.g.e., s. 240.
14
A.g.e., 241.
15
Gazali, İmam, Mîzân el-‘Amel, (nşr. Süleyman Selimel-Bevvab) Beyrut, 1986, s. 19-20.
16
Davutoğlu, Ahmet, “İslam Düşünce Geleneğinin Temelleri, Oluşum Süreci ve Yeniden
Yorumlanması”, s. 32.
17
A.g.m., s. 12.
18
Rosenthal, Franz, Bilginin Zaferi, –İslam Düşüncesinde Bilgi Kavramı, s. 364.
Dördüncü Oturum
311
larız. Hatta bu külliye tarzı yapılarda, özellikle caminin bir bölümünde
hukuki davalara da bakılmıştır. Elbette bu genellenemez ancak buradaki
ayrıntı önemlidir. Çünkü cami Varlık’ın temsilcisi olarak kendinde ahlak
ve imanı birleştirir. Kadının ahlaken yetkin ve din açısından kâmil olması
gerektiği kabulü, onun cami içinde verdiği hükmün yerini de gösterir.
Meseleye buradaki kompleks yapıdan hareket ederek de baktığımızda,
ahlak temelli bir hukuk düşüncesi kendini hissettirmektedir. Nitekim
İslam hukukunun etik-yargı (etiko-jüridik) karakteristiğinin, doğal hukuk
tasarımının öngördüğü kategorik düzeyde “olan hukuk (de lege lata)” ve
“olması gereken hukuk” (de lege ferenda) ayrımını iptal ettiği söylenebilir.19
İslam hukuku, beşeri fiillerin etik-hukuki statüsüne ilişkin olan hükümleri içerir. Şeriatta davranışlara ilişkin beşli tasnif de etik-hukuki ilişkiyi
öne çıkarır: Vacip, müstehap, mübah, mekruh ve haram şeklindeki sıralamada bu ilişki etle kemik gibi birbirine bağlıdır. Ne var ki, Ahmet Saffet
gibi modernist yorumcuların ahlak ve hukuk arasındaki yaptığı ayrım
(Mısır) bu tasnifi görmezden gelir.20
Hukuku ahlaki bir temelde yapılandırmayı tercih eden İbn Rüşd de bu
açmaza düşmemenin imkanlarını aramıştır. Ona göre hukuki düzenlemelerin temel gayesi, beşeri erdemleri (fedâil nefsâniyye) tesis etmektir. Beşerî
erdemler ile toplum sağlığı arasında doğrudan bir ilişkinin varlığını
vurgulayan İbn Rüşd’e göre, ruhsal ve fiziksel olarak toplum sağlığının
ifsad olmuş olmasının en önemli göstergesi, şehir halkının hekimlere ve
yargıçlara gereksinim duymasıdır.21 Bu iki gösterge, toplumsal yapının
çökmekte olduğuna ve halkının görüşlerinin bozukluğuna işaret eder.
Erdemli toplumda ise bu iki mesleğe ihtiyaç azdır. Hatta o, yargıcın mesleğini icra edişi üzerinden de ahlak hukuk ilişkisine dair önemli saptamalarda bulunur. Çünkü İbn Rüşd’e göre, erdem ve adalet aynı noktada
kesişir:
Ahlaken kötü olan bir yargıç, adil bir yargıç olamaz. Çünkü ahlaken
kötü olan kişi, ne erdem bilir ne de erdemin cevherini.22
İbn Rüşd’e göre, adalet erdemi, bilgelik, yiğitlik ve ölçülülükten (iffet)
ve cömertlikten oluşan diğer dört erdemin toplumda gerçekleşmesinin
teminatıdır. Ona göre, fıkıh, bireysel veya bireyler arsındaki ahlakın
analizi veya ahlakın tesis edilmesinin ilmidir. Adalet, ölçülülük, cesaret,
cömertlik ve bilgelik erdemi, hukukun temelini oluşturur. İbadetler de bu
değerlerin yerleşmesini ve güçlenmesini temin etmeye yarayan araçlardır.
Dolayısıyla adl (adalet) ve abd (kulluk) aynı hedefi gerçekleştirmeyi amaçlar. Bu ilişki, hukuku, salt maddi yaptırıma dayalı formel hukuk kuralları
————
19
Bardakoğlu, Ali, EÜİFD, s. 3, s. 128.
20
Asad, Talal, Formations of the Secular, Christianity, Islam, Modernity, s. 241.
21
Kılıç, Muharrem. “Felsefî Etik Açıdan
İbn Rüşd’ün
Hukuk Düşüncesinin
Tremellendirilmesi”, Doğu-Batı İlişkisinin Entelektüel Boyutu –İbn Rüşd’ü Yeniden Düşünmek
II, Sivas, 2009, s. 267.
22
İbn Rüşd, ez-Zarûrî fî’s Siyâse, neşr. Ahmet Şehlân, Beyrut 1998, . 99.
312
Modern Çağda Ahlak
olarak düşünmekten alıkoyar.23 Adalete temel bir yer verilmesi onun
bağlayıcı ve dengeleyici özelliğindendir. Adalet kendinde diğer erdemleri
ve değerleri de barındırır. Tanrısal adaletin içinde güç ve sevginin bulunmasından dolayı, o hem yargılayan hem de kurtaran yaratıcı bir adalettir.
Bu adalet somut duruma kulak verir. Oysa soyut adalet (entelektüel akıl ya
da eşitlik) bunu gerçekleştiremez.
Görüldüğü gibi İbn Rüşd kuramlar üzerinden de bir ahlak ve hukuk
tahliline imkân vermektedir. Ruhsal ve beensel bozukluk (hastane), toplumsal kaos, (hapishane) ve manevi bakımdan ise sekülerleşmiş bir yapı
birbirini beslemektedir.
Ahlak konusundaki görüşleriyle dikkati çeken Kınalızâde Ali Efendi
Ahlâk’ı Alâî isimli eserinde hikmet, iffet ve cesaret erdemlerinin ameli güç
olarak adaleti meydana getirdiğini söylemiştir. Gazali ise, adaleti de diğer
üç erdem gibi görür.24 Bir bakıma adaleti erdem olarak nitelendireceksek
Kınalızâde onu, “orta erdem” olarak görmektedir. Diğer üç erdemin ifrat
ve tefritini söylemekle birlikte, adaletin sadece zıddının söylenebileceğine
işaret etmiştir. Bu da zulümdür.25 Diyebiliriz ki kişinin, adaletsiz yani
zulmederek iffetli ve cesaretli olması mümkün değildir. Aynı şekilde
hikmet sahibi olmasından da söz edilemez. Nazari gücü de adaletin gerçekleşmesinde gerekli görmüştür. Dolayısıyla adalet hem ahlakın hem de
hukukun ortak paydasıdır. Onun da ahlak üzerinden hukuk ve devlet
dahası aile yönetimini anlattığı dikkati çeker.
E. Durkheim de Dinî Hayatın İptidaî Şekilleri isimli eserinde din, ahlak
ve hukukun başlangıçta bir bütün olarak telakki edildiğine ve ahlak ve
hukuk için ayrı bir kelimenin bile kullanılmadığına işaret eder. Doğrusu bu
konuya ilkel insan, semavi din mensubu ayrımından ziyade, “insan gerçeği” düşüncesinden hareketle bakarsak, düşünceye daha geniş bir ufuk
çizebiliriz. İslam düşüncesi içinde düşündüğümüzde yaratma ve ahlak
arasında derin bir bağlantı vardır. Çünkü kadiri mutlak olan Allah aynı
zamanda adildir. Dolayısıyla bu düşünce içinde yaratıcılığın etkinliği ve
geçerliliği ahlaklı olmayla ilişkilidir.26 Nihayet, “size din olarak İslâm’ı
seçtim ve nimetimi tamamladım” (5/3) ayetinde ise İslam’ın kendinde,
hukukun, ahlakın ve dinin bütünlüğünü barındırdığını müşahade ederiz.
Böylece de, ontoloji, epistemoloji ve değerin (anlamın) bütünlüğü bir çatı
altında bir araya gelir.
Michel Foucault Hapishanenin Doğuşu isimli eserinde bu ilişkiyi tahakküm edici iktidarı analiz etmek için vermekle birlikte, gerçekte bunlar
arasındaki (din-ahlak-hukuk) bütünlüğü ima eder: Çünkü bunların ifsat
————
23
Kılıç, Muharrem, “Felsefî Etik Açıdan İbn Rüşd’ün Hukuk Düşüncesinin Temellendirilmesi”, s. 272.
24
Oktay, Ayşe Sıdıka, Kınalızâde Ali Efendi ve Ahlâk’ı Alâî, İz Yayıncılık, İstanbul , 2005, s. 178.
25
A.g.e., s. 72.
26
Çınar, Aliye, Tanrı Yanılgısı Üzerine, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2009, s. 188.
Dördüncü Oturum
313
olması durumunu kurumsal olarak analiz ettiğimizde, hapishane, mahkeme, psikiyatri, genelev gibi kurumların birbirine ne kadar bağlı olduğunu
görürüz. Zira dinin asıl gayesi bütün bir benlik teşekkül ettirmek olduğundan, sınırı ihlal eden kişi dinî açıdan ruhunun küçülmesini göze alan ve
dolayısıyla süflî alana temayül eden kişi sefil; hukuki açıdan sınırları
geçtiği için suçlu; ahlaki açıdan ise ahlaksız, ruh sağlığı bakımından da
hastadır. “Babasını öldürmekten idam cezası alan mahkûm, seyircilerin
doldurduğu meydana getirilir. Cellât, önce kızgın kerpetenle kollarından,
memelerinden, kalçalarından, baldırlarından et parçaları koparır. Mahkûm
"Tanrım acı bana" diye çığlık atarken bir başka cellât, kerpetenin vücutta
açtığı gediklere, kaynar yağ, kurşun karışımı bir sıvı döker. O sırada günah
çıkarıcılar can çekişen mahkûma haç öptürürler. Sonra mahkûmun kol ve
bacaklarına 4 at koşulur ve bunlar ayrı yönlere doğru kırbaçlanır”.27
Burada mahkûmun hukukun sınırlarını ihlal ettiği için cellatla ve günah çıkarıcılarla karşı karşıya kaldığı dikkati çekmektedir. Bütün bunların
da Tanrı etrafında dönmektedir. Hukuku ihlal eden kişi aynı zamanda
tanrı’nın sınırlarını geçtiği için ondan merhamet beklemektedir. Tanrı’nın
cezasını hukuki olarak tevdi etmekle görevli cellat, hukukun temsilcisi;
günah çıkarıcı ahlakın ve dinin mümessili konumundadır. Eğer bu tablodan hukuku çıkaracak olursak, günah ve günah çıkarıcının kanun olarak
kamu vicdanında -deyim yerindeyse- ete kemiğe bürünmesi mümkün
değildir. Cellat’ı doğal hukukun temsilcisi olarak alıp, doğal ahlak hikayesi
kurgulamaya kalktığımızda, günah çıkarıcı ve Tanrı’nın merhameti gündemde olmayacaktır. Sucu işleyen de insan olacak, affeden de insan; dahası
merhamet etmesi gereken de insan aklı! olacaktır. Doğrusu bu insanı akıl
varlığı olarak tek boyutlu insana indirgemenin bir başka ifadesidir. Bu
durumda bilinç, insan denen çok boyutlu varlığın karmaşık yönünü bilinç
üzerinden tanımlayacak ve benlikte bilinç gedik bile açabilecektir. Çünkü
tecrübeyi ihmal etmektedir. Özellikle dini tecrübe benlik teşekkülü açısından son derece önemlidir. Tanrı tasavvuru, dini tecrübede benliğe üst
tavan olarak sonsuz bir yükselme çıtası koyar. Bu esnada kendisi olmak
isteyen benlik tecrübe içinde yeniden yapılanarak kendine doğacaktır.
3. ŞAHSİYET GELİŞİMİ AÇISINDAN DİN-AHLAK VE HUKUK BÜTÜNLÜĞÜ
Kişiliğin teşekkülünde İslam düşüncesi ve ahlakı içinde takva kelimesinin belirleyici bir özelliği vardır. Bu korku, sevgi ve bağlılığı birlikte
ihtiva eder. Bu kavramlar arasındaki mesafeyi açarsak problemimiz daha
belirgin hale gelir: Ceza, onay ve iman; (hukuk, ahlak ve din). Ancak ahlak,
burada merkezi bir öneme sahiptir. Çünkü dinin amacı ve hukuk amacı
ahlak bileşkesinde kesişmektedir. Stratejik güç ilişkisi olarak vurgulanan
üstünlük veya güç, “iyi eylem”, yani takva’dır. “Hayatı idame ettirecek,
————
27
Foucault, Michel. Hapishanenin Doğuşu, çev. M. Ali Kılıçbay, İmge Yayınevi, Ankara. 2006.
314
Modern Çağda Ahlak
yeni arzu, obje, ilişkiler ve söylemlerin formlarının yeniden üreticisi olarak”28 güç, varlık-bilgi ve değer birliği ve bunlar arasındaki ilişkinin derecesi de güç olarak tezahür etmektedir. Bu güç, varlığı dönüştürebilmektedir. Erdem doğal olarak “benliğin, irade, akıl, arzu, eylem vb. kapasitesi
arasında belirli bir ilişki kurar”29; dolayısıyla da dönüştürücü bir güce
sahip olan ahlakî eylem düşünce ve irade açısından; dahası eylem ve arzu
bakımından da karşılıklı ilişkiyi ve gelişmişliği besler.
Ahlakı sadece vicdana hapsetmek cok ciddi sorunları beraberinde getirecektir. Bir başka ifadeyle modern trendlerin etkisiyle ahlak ve din ilişkisini savunup, hukuku bunlardan özgürleştirmek ciddi handikaplara kapı
açacaktır. Çünkü hukuk, ahlakın kanun olarak zapt-ı rapt altına alınmasıdır. Kanun, dışsallaştırılmış bir adalet, bilgi ve irade yani ahlaktır. “Mühür,
sıcak balmumu için ne ise, hukukun hükmü de kamunun herhangi bir suça
ilişkin ahlaki kanaati için odur”.30 Çünkü hukuk, kamunun ortak aklını ve
vicdanını yasalaştırır. Onu bir kanaat olmaktan çıkarır. Eğer hukuk doğal
hukuk eksenine kaydırırsak, bu durumda doğal teoloji de zımnen kabul
edilecektir. Çünkü bir akıl dini Tanrı ile insan arasındaki ontolojik mesafeyi
“akıl” lehine kaldıracaktır. Hatta ilahi vahyi de akla göre konumlayacaktır.
Mesele sadece bununla kalmayacak, bilginin ontolojiyi belirlemesini kabul
etmeye kadar zorlanacaktır zihinler.
Nitekim Bruno Latour, We Have Never Been Modern (Biz Hiç Modern
Olmadık) isimli kitabında modernist olarak addedilen pek çok düşünür
veya bilim adamının yeni bir şey söylemediğini ifade eder. Modern olarak
tanımlanan toplumun geçmişindeki bilginler, papazlar, yargıçlar ve kutsal
kitap yazarlarının gelecek yüzyılları daha önce belirlediğini söyler. Mesela
Boyle ve ya Hobbes gibi bilim adamı veya filozofların sadece geçmiş konsensüsü veya arkeolojik mirası uygulama bakımından kendi tarzlarınca
yorumladıklarına işaret eder.31 Bizi burada asıl ilgilendiren üçlü saç ayağıdır. Belirleyici olan bilim adamı, yargıç ve papazlar, belirli bir çağın ruhunu bilen üçlüdür. Bunların kendi aralarında bir uyum ve mutabakatın
olduğu tartışma götürmez. Yapılması gereken de bu üçlü yeniçağda veya
yaşadığımız zamanlarda, zamanın kavramlarıyla ve ruhuyla yeniden
yorumlanmalıdır. Ancak bunlardan birini başka bir bağlamda veya kulvarda değerlendirip, diğer ikisini mesela din ve ahlakı farklı olarak yorumlamaları mümkün değildir.
Sözünü ettiğimiz birliği en iyi Kartezyen düşünürlerde ve onlarla yaklaşık aynı dönemdeki bilim adamı ve hukukçularda gözlemlemek müm————
28
Mahmood, Saba, Politics of Piety, the Islamic Revival and the Feminist Subject, Princeton
University Press, Princeton & Oxford, 2005, s. 17.
29
A.g.e., s. 29.
30
Hart, H. L. A., Hukuk, Özgürlük ve Ahlak, çev. Erol Öz., Dost Kitabevi Yayınevi, Ankara,
2000, s. 63.
31
Latour, Bruno, We Have Never Been Modern, tr., Catherine Porter, Harvard University Press,
1993, s. 24.,
Dördüncü Oturum
315
kündür. Bir kere, Descartes ve Spinoza gibi düşünürler tarihsel vahyin
sonuçlarını rasyonel olarak yorumlayıp, rasyonel bir teoloji oluşturmuşlardır. Bu düşünceleri içinden özgün bir ahlak ve hukuk yorumu da doğal
hukuk veya doğal ahlak olmuştur. Ancak kavramların eşkali veya izi takip
edildiğinde Hrıstiyanlık şablonu kendisini göstermiştir.
Bunu, İslam düşünürlerinin çözüm arama çabasının getirdiği açmazları
ortaya koymak için yazdık. Nitekim hukuku doğal hukuk çerçevesinde
yorumlamak isteyenler, modernitenin meydan okuyuculuğu karşısında
İslam düşüncesini yeniden yorumlamak suretiyle sıkışıp kalma durumundan onu kurtarmak istemişlerdir. Ancak bu çözüm, içinden çıkılmaz başka
problemleri de beraberinde getirecektir. Mesela cinsel özgürlük veya 1961
tarihli intihar yasasının çıkması (Batı), bunların başkalarını rahatsız etmemesinden dolayı hukukî yaptırımdan çıkartıldığı dikkati çekmektedir?
Buna paralel olarak eskiden hastalık olarak tanımlanan bazı durumlar,
mesela eşcinsellik hukukun ahlaktan ayrılmasıyla hastalık olmaktan çıkmıştır. Eşcinsellik başkasının hukuki sınırlarını ihlal etmediği gerekçesiyle,
kişisel bir tercih olarak konumlanmıştır. İşte bu ve benzeri çağrışımların
İslam düşüncesinin Varlık-bilgi-değer bütünlüğü içindeki paradigmasında
iyi değerlendirilmesi gerekir. Ahlakı hukuktan ayırmayı tercih eden yorumlar, şüphesiz bir sıkışıp kalınmışlık durumundan kurtulmak için bu
yolu denemeyi anlamlı bulmuştur. Ancak doğal hukuku kabul eden bir
trend onun bütün içerimlerine kapısını açmak zorunda kalacaktır. Örneğimiz üzerinden gidersek eşcinsellik vb. durumlar Kur’an’da sadece ahlak
dışı değil adeta bir topluluğu belirleyici bir ayraç olarak kullanmıştır.
Yahudilerin bir özelliği olan bu cinsel temayülleri İslam kendi potası içinde
tasvip etmemiştir. Tıpkı domuz etinin yenmesi dinler ve kültürler arsındaki bir ayraç olması gibi -İslam’ın yasaklaması ancak Yahudilerde yasak
olmaması- bu durumda farklılaştırıcı bir sınır olarak görülmüştür. Doğal
hukuk sınırlarında konuşulduğunda sadece haram ve helal değil, dinler
arasındaki ayraç da kaldırılmış olacaktır.32
4. DİN OLARAK İSLAM
Değerler, varlık içerisinde ve varlık vasıtasıyla gerçekleştirilmeyi isterler. Çünkü Varlık değeri önceler. Değeri önceleyen Varlık, ona ufuk verir.
Ufku olmayan bir değerin kendini gerçekleştirmesinden söz edilemez.
Varlığın öncelemediği bir değer, zorunluluğu ve yabancılaşmayı beraberinde getirir. Dahası o bir tahakküm talep eder. Oysa doğası itibariyle
değer özgürleşme ve dönüşümü kendinde barındırmalıdır. Öte yandan
değerler, Varlık için bir tür form işlevi de görürler. Bu bağlamda mesela
adalet, Varlık’ın gücünün formu olduğu için insanlar arası ilişkilerde
————
32
Bu konuda antropolog Mary Douglas, yasakların aynı zamanda işaret koyucu veya
topluluklar arasında sınır çeken bir özelliği olduğunu söyler. Geniş bilgi için bkz. Aliye
Çınar, Sosyolojik ve Antropolojik Açıdan Dine Bakış, Emin Yayınları, İstanbul, 2009.
316
Modern Çağda Ahlak
insanlığın var oluşu, adaletin yapıları olmadan devam edemez. Doğrusu
Varlık değer arasındaki bağın koparılması rasyonelleşmiş bir değerler
kümesinden söz etmek anlamına gelecektir ya da değer denen şeylerin
rasyonel bir nitelikten öteye geçmediği görülecektir. Bu trend takip edildiğinde örneğin, adalet deyince bir kanundan bahsedilir olacaktır.33
İslam düşüncesi içinde Varlık-değer ve bilgi arasındaki dayanıklı bağ
ve bütünlük kesinlikle iptal edilemez görünmektedir. Hukuku bu bağdan
ayırarak doğal hukuka kapı aralamak pek çok açmazı birlikte getirmekle
birlikte, Ontolojinin değeri ve bilgiyi belirlediği İslam paradigmasını farklı
bir kulvara çeker. Belki de şimdi yapılması gereken bu bütünlük bozulmadan yeniden yorumlanmalıdır. Aslında burada hukukun, din ve ahlak
bütünlüğünden ayrılmasının getirebileceği açmazları tartışırken, Clifford
Geertz’in Islam Observerd (Gözlemlenen İslam) isimli eserinde Fas ve
Endenozya’da yaptığı incelemede sözünü ettiğimiz, “din-ahlak ve hukuk”
bütünlüğünün kaybedilmesinin sonucu olarak nominal (isimsel) bir İslam’dan bahsedildiğini gözlemleriz. Aslında bir başlarına, ayrı ayrı olarak
isimlendirebileceğimiz, “ahlak, hukuk ve din” bir bütün olunca adeta
bambaşka dönüştürücü bir güç ve etkiye sahiptir. Tek tek izah etmenin
dışında, bunların birlikte işlevselliği apayrı bir özelliğe sahiptir. Eğer bu
organik bütünlüğü ve bağı iptal edersek, bu durumda Geertz’ın söylediği
sonucu kabul etmek durumunda kalırız. Çünkü o, İslam’ın hâlihazırda
yaşanan toplumlarda ciddi bir dönüştürücü işlevi olmadığını savunmaktadır Budizmin etkin olduğu bir yerde İslam kabul edilse bile, o insanlarda
ciddi bir dönüşüm gözlenmemektedir.34
Ancak İslam’ın ilk etkin olduğu coğrafyaya bakarsak radikal bir dönüşüm ve değişim vardır. Bunun altında hukuk, ahlak ve dinin birliği ve
bütünlüğü yatmaktadır. Mesela zina kavramı üzerinden bakarsak, recm
cezasını iptal ederek zinayı, teslimiyeti ve iffetsizliği ya da iffeti anlamlandırmak mümkün değil. Bu kayıp halka ve buharlaştırılan zincirden dolayı
Geertz gibi düşünürler İslam için ayrıcalıklı bir tanımı gereksiz görmüşlerdir. Ona göre din bir semboller sistemidir. İnananlarda motivasyon ve
mizaçlar oluşturur. Kısacası varoluşu temsil eden kavramlar verir din.35
Şimdi bu tanıma bakarsak Jung’un veya Tillich’in hümanist ya da insan
merkezli din açıklamaları bir yere oturmaktadır. İslam için de bu tanımın
yeterli olduğunu söyleyen Geertz, makalemizin temel konusu olan bütünlüğün (ahla-din-hukuk) kaybedilmiş şeklinin yaşanmakta olduğu yerleri
temel almıştır. Dolayısıyla da Geertz, seküler bir antropoloji bakış açısından çıkan din tanımını evrensel olarak görmektedir. Dini sadece siyasal bir
güç olarak görme eğilimi de, benzer indirgemeciliğin bir tezahürüdür.
————
33
Tillich, Paul, Ahlâk ve Ötesi, çev. Aliye Çınar, Elis yayınları, Ankara, s. 81.
34
Geertz, Clifford, Islam as Observed: Religious Development in Morocco and Indonesia, New
Heaven & Yale University Press, London, 1968.
35
Geertz, Clifford, Religion as a Cultural System, Michael P. (ed.): Anthropological approaches to
the study of religion, Banton Publ., London/UK 1966, s.1-46.
Dördüncü Oturum
317
Çünkü “size din olarak İslam’ı seçtim” ifadesi din, ahlak ve hukuk arasında kesin çizgilerin olamayacağına, deyim yerindeyse, bunların dikişsiz bir
elbiseye benzetilebileceğine işaret etmektedir.
KAYNAKÇA
Asad, Talal, Formations of the Secular, Christianity, Islam, Modernity,
Stanford University Press, Stanford& California, 2003.
Attas, S. Nakib, Modern Çağ ve İslami Düşünüşün Problemleri, çev. M.
Erol Kılıç, İnsan Yay., İstanbul, 1989.
Bardakoğlu, Ali, EÜİFD, Kayseri, tarihsiz.
Davutoğlu, Ahmet, “İslam Düşünce Geleneğinin Temelleri, Oluşum
Süreci ve Yeniden Yorumlanması”, Dîvân: İlmi Araştırmalar Dergisi, İstanbul:
Bilim ve Sanat Vakfı., 1996, s. 4; Çınar, Aliye, “Modern Batı Düşüncesinde
Dilin Kökeni Olarak Ontolojik Farklılık Sorunu”, U. Ü. İ. F., Bursa, 2007.
---------------, Sosyolojik ve Antropolojik Açıdan Dine Bakış, Emin Yayınları,
İstanbul, 2009.
---------------, Tanrı Yanılgısı Üzerine, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2009.
Foucault, Michel. Hapishanenin Doğuşu, çev. M. Ali Kılıçbay, İmge Yayınevi, Ankara. 2006.
Gazali, İmam, Mîzân el-‘Amel, (nşr. Süleyman Selimel-Bevvab) Beyrut,
1986.
Geertz, Clifford, Religion as a Cultural System, Michael P. (ed.):
Anthropological Approaches to the Study of Religion, Banton Publ.,
London/UK 1966.
Hart, H. L. A., Hukuk, Özgürlük ve Ahlak, çev. Erol Öz., Dost Kitabevi
Yayınevi, Ankara, 2000.
İbn Rüşd, ez-Zarûrî fî’s Siyâse, neşr. Ahmet Şehlân, Beyrut 1998.
Latour, Bruno, We Have Never Been Modern, tr.,
Harvard University Press, 1993.
Catherine Porter,
Oktay, Ayşe Sıdıka, Kınalızâde Ali Efendi ve Ahlâk’ı Alâî, İz Yayıncılık,
İstanbul , 2005.
Rosenthal, Franz, Bilginin Zaferi, –İslam Düşüncesinde Bilgi Kavramı, çev.
Lami Güngören, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2004.
Supiot, Alain, Homo Jurididicus, Hukukun Antropolojik İşlevi Üzerine Bir
Deneme, çev. Bige Açımuz Ünal, Dost Yayınevi, Ankara, 2008.
Tillich, Paul, Love, Power and Justice, Ontological Analyses and Ethical
Applications, Oxford University Press, New York, 1960.
-------------, Ahlâk ve Ötesi, çev. Aliye Çınar, Elis yayınları, Ankara, 2006.
Mahmood, Saba, Politics of Piety, the Islamic Revival and the Feminist
Subject, Princeton University Press, Princeton & Oxford, 2005.
318
Modern Çağda Ahlak
Oturum Başkanı: Aliye Hanım’a teşekkür ediyoruz. Tebliğde özellikle
ahlak ve dinin birbirini desteklediği bir ahlak oluşması için teslimiyete
dikkat çektiler. Gerçekten teslimiyet olmadığı sürece oradaki din söyledikleri gibi nominal kalır. Yani sadece ismi kalır. İsmi mesela İslam olur,
Müslüman olur, ama geri tarafında bir hayır kalmaz. Ahlakın, hukukun
burada dinin iç içe girerek bir kişiliği oluşturabilmesi için bu üçünün
beraberce ve insanın bunlara teslim olması gerekir. Bu noktada güzel bir
tebliğ dinledik, teşekkür ederiz. Şimdi sıra Doç. Dr. Osman Elmalı
Bey’de…
3. TEBLİĞ
BİR AHLAK KURALI YAPTIRIMI OLARAK
SOSYAL BASKININ DOĞAL HUKUK AÇISINDAN
DEĞERLENDİRİLMESİ
Doç. Dr. Osman ELMALI
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Bir yerde kuraldan söz ediliyorsa, orada mutlaka bir yaptırımdan da
bahsedilmek zorunluluğu vardır. Çünkü kural uygulanmak içindir. Ancak
eğer herhangi bir yaptırımı yoksa uygulanmasının garantisi de olmayacaktır. Uygulanma garantisi olmayan bir prensip ise kural özelliğine ulaşamamış, örneğin yalnızca prensip düzeyinde kalmıştır. Bu tür prensipler,
kişisel prensipler olabileceği gibi, kural boyutu kazanamamış, uygulanmadığı zaman ciddi anlamda yaptırımı olmayan veya hiçbir yaptırıma maruz
kalmayan örfler ve adetler olabilir.
Herhangi bir toplumda, toplum düzenini sağlamak, toplumun huzurunu temin etmek, haklıyı haklı, haksızı haksız olarak tespit edip adaleti
tecelli ettirmek vb. için var olan üç tür kuraldan söz edilebilir. Bunlar
pozitif hukuk kuralları, ahlak kuralları ve din kurallarıdır. Bazı kurallar her
üçünde, bazı kurallar herhangi iki kategoride ortak olabilse de hepsinin
kendine özgü, diğer kategorinin yaptırım alanına girmeyen, o kategorinin
yaptırımına maruz kalmayan kuralları da vardır. Kuralların ortak veya ayrı
olması, alanların birbirine karışıp karışmaması gibi bir problem doğurmaz.
Çünkü her bir alanın yaptırımı diğerinden farklıdır. Hukukun yaptırımı,
kolluk kuvvetleri marifetiyle oldukça somut ve gözle görülür bir özelliğe
sahiptir. Diğer yandan dinin yaptırımının daha çok, ertelenen ve soyut
özelliğe sahip olduğu kabul edilebilir. Burada ‘öbür dünya’ kavramı belirleyici bir öneme sahiptir. Ahlakın yaptırımına gelince; farklı yaptırımlardan söz edilse de genel olarak sosyal yaptırım, vicdani yaptırım, teolojik
yaptırım, hukuksal yaptırım ve doğal yaptırım başlıkları öne çıkmaktadır.1
Burada adı geçen yaptırımların nitelikleri ve mahiyetlerini ele alacak
değiliz. Ancak kısaca belirtmek gerekirse, sosyal yaptırım, anlaşılacağı gibi,
toplumun bireyi, ahlak kurallarının ihlali durumunda fiili ve fiziki bir
durum olmaksızın cezalandırması, soyutlaması ve sosyaliteden uzak
————
1
Hüsamettin Erdem, Ahlak Felsefesi, Hü-Er Yayınları, 2. baskı, Konya, 2002, s. 91.
320
Modern Çağda Ahlak
tutması veya aksine olarak mükafatlandırması, bir bakıma topluma katılım
noktasında, böyle bir ihtiyaçta olan bireyin, bu anlamda yaşamını kolaylaştırması, bireyin topluma katılım çabasında ona engel çıkarmaması, buna
katkıda bulunmasıdır. Sosyal baskı veya ödüllendirmenin gücü, bireyin
içinde yaşadığı toplum ya da topluluğun büyüklüğüyle ters orantılıdır.
Toplum büyüdükçe sosyal baskının etkisi azalır, küçüldükçe de artar.
Diğer yandan vicdani yaptırım ise bireyseldir. A priori olduğunu düşündüğümüz ve bizim dilimizde vicdan olarak ifade ettiğimiz doğruyanlış, iyi-kötü kriteri olan ahlaki duygu doğuştan her insanda vardır.
Ancak gelişmesi ya da körelmesi ailede başlayan ve bireyin tüm yaşamı
boyunca aldığı eğitim süreciyle ilgilidir. Ancak bu ahlaki duygunun gelişmesi veya körelmesine neden olan, zeka düzeyi ve fiziki yapı gibi başka
etmenlerden de söz edilebilir. Burada bir hususu belirtmekte fayda bulunmaktadır. Vicdan, toplumdan topluma, kültürden kültüre değişkenlik
gösteren ve a posteriori olan doğrular, yanlışlar, iyiler ve kötüleri değerlendiren bir ölçüdür. Yani herhangi bir toplumda var olan ahlak kurallarının, başka bir toplumdaki ile aynı olmamasının sebebi, o toplumdaki iyi,
kötü, doğru ve yanlışların sonradan öğrenilmesidir. Bu nedenle bir toplumda kötü olarak kabul edilen bir eylemde bulunan insanın vicdanı
rahatsız olurken, yani vicdan bir yaptırım olarak işlev görürken, aynı
eylemin başka bir toplumda kötü kabul edilmemesinden dolayı, aynı
eylemi yapan diğer toplumdaki insanın vicdanı harekete geçmemekte, bir
yaptırım olarak fonksiyonel olmamaktadır.
Bir başka yaptırım türü olan teolojik yaptırım ise, öncelikle insanı görüp gözeten, kudret sahibi bir varlığın ve bu dünyadaki eylemlerin kusursuzca bir karşılık bulacağı öbür dünyanın var olduğunun kabulünü şart
koşmaktadır. Daha önce belirtildiği gibi, dinin kuralları ve yaptırımı kendine özgüdür. Ancak dini bir etkenin ahlak kuralına yaptırımda bulunması
ilk bakışta çelişik gibi görünebilse de bazı toplumsal kuralların hem dinin
hem de ahlakın başlığı altına girmesi mümkündür; hatta çoğu kural ortaktır denilebilir. Bunun nedenlerinden biri, toplumlarda dinin ahlak kuralları
için temel oluşturmasıdır. Buna teknik olarak teolojik etik dendiğini biliyoruz. Dolayısıyla dini bir kuralın ahlaki boyut kazanmış olması fazlasıyla
doğaldır. Bir din kuralının ahlaki boyut kazanması söz konusu olduğunda
uygulanması veya uygulanmaması durumunda dinin soyut otoritesinin de
yaptırım gücünün hissedilmesi, din kuralı olmasına rağmen ahlaki boyut
kazanması yüzünden örneğin hem sosyal hem de teolojik yaptırıma maruz
kalması normaldir.
Bir diğer yaptırım türü olan hukuksal yaptırım ise, ahlak kuralları ile
hukuk kurallarının örtüşmesi durumunda söz konusudur. Bir toplumda
var olan hukuk sistemi, genellikle o toplumun ahlaki yapısı ile uzlaşı
içindedir. Elbette her ahlaki ilkenin aynı zamanda hukuk kuralı olması
beklenemez, yalnızca bir genellemeden söz edilebilir. Hem ahlak hem
hukuk kuralı olan ilkeler, zaten ahlaki açıdan da hukuk tarafından bir
Dördüncü Oturum
321
yaptırıma maruzdur. Bununla birlikte birçok hukuk sisteminde, hukuk
kuralı haline gelmemiş olsa da ahlak kuralları, genel hukuk ilkeleri konularak gözetilmiştir (kabahatler kanunu vb. gibi).
Ahlak kurallarının uygulanmasını sağlayan yaptırımlardan doğal yaptırıma gelince; doğal yaptırım, ahlak felsefesi kitaplarında, doğal kanunların eylemlerimiz üzerinde mükafat veya ceza olarak ortaya çıkan tesirleri
olarak tanımlanmıştır. Orta yolu aşmaktan, ahlak dışı yaşantıdan dolayı
meydana gelen ıstırap ve hastalıklar, ahlak kuralının ihlalini doğal olarak
durdurmakta, engellemektedir.2 Gayri meşru cinsel bir yaşam sürdüren ve
böylece bu konudaki ahlak kuralını ihlal eden birinin, bu yüzden bir hastalığa yakalanması ve artık bu durumu sürdürememesi, doğal olarak ahlak
ihlalini durdurmaktadır. Yine örneğin içkinin ya da içki içilmesinden sonra
kontrolsüz davranışların gayri ahlaki sayıldığı bir toplumda, bu fiili işleyen
birinin, içkiden kaynaklanan bir hastalığa yakalanması, ölüm riskinin
olması veya hastalığın acı veren bir özelliğinin bulunması gibi durumların,
bunlara sebep olan etkenin ortadan kaldırılmasını, yani içkinin bırakılmasını ve bundan dolayı meydana gelen ahlak kuralı ihlallerini ortadan
kaldıracaktır.
Doğal yaptırımın burada anlatılan biçimine veya doğal durum tanımlamasına itiraz etmemekle birlikte, bizim burada konu edeceğimiz doğal
durum, doğadan kaynaklanan hastalık, sağlık, ölüm vb biçimindeki doğal
durum değil, felsefe tarihinde, özellikle Thomas Hobbes ve John Locke’un
öne çıkardığı bireyler arası doğal durumdur. Ancak biz Hobbes eksenli bir
değerlendirme yapmaya çalışacağız.
Burada öncelikle doğal durumun dayandırıldığı düşünülebilecek güdü
ya da ana güdü kavramını ele almak gerekmektedir. “Bireyin fizyolojik ve
psikolojik eylemlerinin büyük bir oranı, varlığı devam ettirmeye yarayacak
en elverişli şartları belli sınırlar içinde sabit tutma amacını güder.”3 Yani
belirlenmiş birincil güdülere bakıldığı zaman, hepsinin yaşamı sürdürme
ve hayatta kalmaya yönelik oldukları görülmektedir.4
İnsandaki temel güdüler, fizyolojik ve toplumsal güdüler olarak sınıflandırılmaktadır. Fizyolojik güdüler bedensel olarak insanın varlığını
sürdürebilmesi için sahip olduğu güdülerdir. Bunlar açlık, susuzluk, analık, sosyalite, cinsellik vb gibi güdülerdir.5 Birçok sosyal ve psikolojik güdü
insanın varlığını devam ettirmesiyle ilgili olduğu ve dolayısıyla kaynağını
fizyolojik güdülerden aldığı için, bu güdülere evrensel ve birincil ihtiyaçlar
da denmektedir.6 Öte yandan psikolojik güdüler de çeşitli ve karmaşıktır.
Ancak genel olarak üzerinde anlaşıldığı görülen bazı psikolojik güdüler
————
2
Erdem, Ahlak Felsefesi, s. 95.
3
Feriha Baymur, Genel Psikoloji, İnkılap ve Aka Yayınevi, İstanbul, 1969, s. 49.
4
Clifford T. Morgan, Psikolojiye Giriş, Çev. Hüsnü Arıcı vd., 13. Baskı, Hacettepe Üniversitesi
Psikoloji Bölümü Yayınları, Ankara, 1999, s. 199-209.
5
Krş. Morgan, Psikolojiye Giriş, s. 196; Baymur, Genel Psikoloji, s. 50.
6
Baymur, Genel Psikoloji, s. 51.
322
Modern Çağda Ahlak
şunlardır: Bağlılık ihtiyacı, güvenlik ihtiyacı, itibar kazanma ihtiyacı, özgürlük ve özerklik ihtiyacı, saldırganlık güdüsü.7
Burada bizi asıl ilgilendiren, psikolojik güdülerin içinde yer alan ‘güvenlik ihtiyacı’ güdüsüdür. Bu güdü ise kaynağını fizyolojik olarak var
olmaya devam etmek, yani canlı kalmak, sağlıklı yaşamak ve gelişmek ana
güdüsünden almaktadır.8
İşte T. Hobbes’un doğal durumu temellendirirken dayandığı natürel
temelin bu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. “Çünkü Hobbes’a
göre, her şey –maddi olan da ruhi olan da, ayrı ayrı insanlarda olan da,
devletlerde olup bitenler de, bunların hepsi- doğal nedenlere bağlıdırlar ve
‘doğal nedenler’ tarafından tek anlamlı ve zorunlu olarak belirlenmişlerdir,
‘doğal nedenler de her yerde –cansız doğada da, canlı doğada da- hep
birdirler, hep aynıdırlar. Hobbes’tan ne önce ne de sonra hiç kimse, bütün
olayların hiç ayrısız doğal nedenlere bağlı olduklarını (doğallıklarını),
böylesine bir tutarlılıkla ileri sürmemiştir. Bu yönü ile Hobbes’un sistemi,
çok tutarlı bir natüralizmdir.”9
Buna göre Hobbes, doğal hukuk ve sonraki aşama olarak devlet öğretisini, natüralist bir antropoloji ile temellendirmektedir. Bu öğreti, insanın
her şeyden önce, kendi varlığını ayakta tutmaya, koruyup sürdürmeye
çalıştığını kabul etmektedir; bu, insanın ana güdüsüdür. İnsanın bütün
eylemlerini belirleyen işte bu güdüdür. Bu durum ise insanı doğa nimetlerinden elden geldiğince çok yararlanmaya sürükler. Ancak bu doğal duruma bağlı olarak herkes birbiriyle karşı karşıya gelir, yani varlığını sürdürebilmek için birbirlerine karşı acımasızca ve düşmanca davranmaları söz
konusu olur. Bu ise meşhur olmuş, bilinen ifadesiyle ‘bellum omnium
contra omnes’i, yani herkesin herkese karşı savaş halinde olması durumunu doğurur.10 Ancak böyle bir ortamda insanın, insanın kurdu olması
kaçınılmazdır. Fakat bu, insanın, insanın kurdu olduğu ortam, yaşamını
sürdürmek için güvenliğe ihtiyaç duyan insanın bu arzusu ile çelişmektedir.11 Bu durumda tek tek bireylerin kendilerini koruma, varlıklarını sürdürme ana güdüsü, genel bir güvenliğin olmaması ve her bireyin her an
saldırıya maruz kalabilme ihtimalinin var olması, insanlar arasında karşılıklı saldırmazlıkla ilgili bir sözleşmenin oluşmasını gerekli kılmıştır. Dünya nimetlerini elde etmede kuvvet araçlarına başvurmama konusunda
insanların birbirlerine söz vermeleri, kuvvet araçlarını, hep birlikte itaat
edecekleri bir kişiye devretmeleri konusunda da anlaşmalarını gerektirir.12
İşte bu anlaşma devletin kurulması, dolayısıyla status naturalis’ten status
————
7
Baymur, Genel Psikoloji, s. 51-53.
8
Baymur, Genel Psikoloji, s. 51.
9
Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, 6. Baskı, İstanbul, 1990, s. 281.
10
Thomas Hobbes, Leviathan veya Bir Din ve Dünya Devletinin İçeriği, Biçimi, Kudreti, Çev.
Semih Lin, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1995, s. 93, 94.
11
Hobbes, Leviathan, s. 97.
12
Hobbes, Leviathan, s. 129, 130.
Dördüncü Oturum
323
civilis’e geçilmesi anlamına gelmektedir.13
Yurttaşlık durumuna geçildikten sonra, doğa durumunda cari olan
hak, haksızlık, iyi, kötü, adalet ve adaletsizlik gibi kavramların yeniden
tanımlanması gerekmektedir. Doğal durumda insan yalnızca kendini
düşünerek kendi varlığını korumaya yarayan şeye haklı ve iyi aksine ise
haksız ve kötü demektedir. Çünkü her insanın kendi varlığını sürdürmek
ve hayatta kalmak için her şeye hakkı vardır. Dolayısıyla her bireyin iyisi
ve kötüsü birbirinden farklıdır. Ancak yurttaşlık durumuna geçtikten sonra
genel güvenlik doğrultusunda yeni bir ortak değerler sistemi oluşturmak
gerekmektedir. Artık iyi, genel güvenliği sağlayan şey, kötü de genel
güvenliğe zarar veren şeydir. İnsanlar artık her şey üzerinde hak iddia
etme hakkına sahip değildir. Böylece herkesin üzerinde birleştiği doğal
hukuk (ya da ahlak) meydana gelmektedir. Devlet ise, doğal hukuk durumunun üzerine oturtulur. Doğal hukukun belirlediği değerler ancak devletin oluşturulması durumunda pratik bir önem ve değişmez bir anlam
kazanırlar. Örneğin hırsızlık doğal hukukun bir gereği olarak kötü ve
haksızlık olarak kabul edilmekle beraber hırsızlığın yasa tarafından belirlenmemesi, söz gelişi ‘hırsızlık, birinin mülkiyeti olarak belirlenmiş olan
malını, bir başkasının, doğal hukukça belirlenmiş hakka aykırı olarak
almasıdır’, gibi bir tanımlama yapılmaması yani yasalaştırılmaması insanların güvenliğini tam olarak garanti altına almaz. Yani doğal durumda
insanları birbirine karşı belli kurallar çerçevesinde sorumlu davranmaya
zorlayan, yazılı olmayan bir kurallar dizgesi mevcutsa da, var olan ve
ahlak kuralları olarak da kabul edilen doğal hukuk kuralları, Hobbes’a
göre ancak çok güçlü bir devletin kanunlarıyla yani pozitif hukukla kesin
anlam ve muhteva kazanabilirler.14
Anlaşılacağı gibi, Hobbes yetkilerin devlete devriyle, yani sözleşmenin
yapılmasıyla, her türlü güvenlik işini devletin yaptığını düşünmektedir.
Ancak burada devlete geçtikten sonra da güvenlik ve hayatta kalma ana
güdüsünün yok olmadığını ve devam ettiğini göz önünde bulundurmak
gerekmektedir. Çünkü devlet, özellikle büyük toplumlarda, her yerde ve
her zaman görüp gözetemeyebilir. Sonuçta devletin, yani pozitif hukukun
yaptırımı, kayıt altına aldığı iyiler ve kötülerle ilgilidir. Ancak bir toplumda kötü sayılan ve toplumun algılarına göre haksızlık, adaletsizlik ya da
kötü olarak algılanan her şey kayıt altına alınmış değildir ve hatta böyle bir
şey imkân dâhilinde görünmemektedir. Diğer yandan önemli bir husus ise,
yukarıda da belirtildiği gibi, kayıt altına alınmış her türlü kötülüğün fark
edilmesi, yani devletin her şeyi görmesi söz konusu olmayabilir. Öte yandan bu konudaki başka bir problem ise, devletin bazı özel durumları (bu
özel durumlar devletin yapısına, gücüne, komşularıyla ilişkilerine, bugün
artık var olan ve bütün dünyaca kabul edilmiş olan ve takibi yapılan daha
————
13
Hobbes, Leviathan, s. 131; Gökberk, Felsefe Tarihi, s. 285.
14
Hobbes, Leviathan, s. 127; Gökberk, Felsefe Tarihi, s. 285, 286.
Modern Çağda Ahlak
324
üst hukuk normlarına göre değişebilir) göz önüne alarak, yapılan bir kötülüğe karşı maşeri vicdanı rahatlatacak bir yaptırım uygulamayabileceğidir.
Böyle bir durumda ister istemez, Hobbes’a göre ebedi olan, her hal ve
şartta fonksiyonelliğini kaybetmeyen doğal hukuk15, ya da diğer adıyla
ahlak açısından bakıldığında mağdur bireylerin güvenliklerini sağlamak
için pozitif hukuk tarafından ‘doğru’nun uygulanıp uygulanmadığı konusunda tepkiler söz konusu olabilir. Yani tam bu noktada toplumun (aslında
toplum içindeki tek tek bireylerin) birbirlerini kontrolleri devreye girmektedir. Çok sistematik bir yönlendirme ve planlama olmamasına rağmen,
bireyler kendileri çok farkında olmasalar da sözleşmenin uygulanmasını
isteyebilirler. Böylece hem bireysel güvenliğin hem de ahlakın temel amaçlarından veya sonuçlarından biri olan toplumun huzurunun ve mutluluğunun sağlanması için,16 ahlak kuralının doğal yaptırımı belirmeye başlar.
Aslında kuralın ihlaline tepki, her bireyin kendi güvenliği için kabul ettiği
toplumsal sözleşmenin ihlaline tepkidir. Yani ahlak kuralının ihlal edilmesi, toplumdaki bireylerin hayatta kalma veya zarar görmeme ana güdüsünü harekete geçirmekte ve insanlar kendilerini korumaya çalışmaktadırlar.
Bir ahlak kuralının ihlali nedeniyle insanların bir araya gelip tepki
vermelerinde, yukarıda da belirtildiği gibi, çoğunlukla herhangi bir planlama olmayabilir. Çünkü insanlar aslında güvenlik ve hayatta kalma güdüsünün harekete geçtiğinin farkında değillerdir. Çünkü “Güdülenme hakkındaki önemli bir nokta, insan güdülerinin genellikle bilinçdışı olduğudur. Çoğunlukla insan gerçek güdüsünü ve bunun hedefinin ne olduğunu
bilmez… Bilinçdışı güdülenmenin bir açıklaması, güdü ve hedeflerin çoğu
zaman iç içe oldukları ilkesine dayanır.”17 Bu nedenle insanların davranışlarının hedeflerini doğru bir biçimde saptamak kolay değildir.
“Kişi davranışlarına bazı iyi nedenler bulabilir, fakat birçok kez bunlar
gerçek nedenler değildir.”18 Örneğin tecavüz, çocuk kaçırma, hırsızlık,
cinayet gibi bir ahlak kuralının ihlali nedeniyle infial halindeki kalabalıktan
biri, bu tepkinin vicdani, altruistçe vb olduğunu ileri sürebilir. Ancak
birçoğu, kendisine tepkinin nedeni sorulduğunda şu cevabı vermektedir/verecektir: “Hepimizin başına gelebilir…”
KAYNAKÇA
Baymur, Feriha. Genel Psikoloji, İnkılap ve Aka Yayınevi, İstanbul,
1969.
Elmalı, Osman. Bertrand Russell’da Ahlak Felsefesi, Ataç Yayınları, İstanbul, 2005.
————
15
Hobbes, Leviathan, s. 116.
16
Osman Elmalı, Bertrand Russell’da Ahlak Felsefesi, Ataç Yayınları, İstanbul, 2005, (önsözden alıntı).
17
Morgan, Psikolojiye Giriş, s. 195, 196.
18
Morgan, Psikolojiye Giriş, s. 196.
Dördüncü Oturum
325
Erdem, Hüsamettin. Ahlak Felsefesi, Hü-Er Yayınları, 2. baskı, Konya,
2002.
Gökberk, Macit. Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, 6. Baskı, İstanbul, 1990.
Hobbes, Thomas. Leviathan veya Bir Din ve Dünya Devletinin İçeriği,
Biçimi, Kudreti, Çev. Semih Lin, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1995.
Morgan, Clifford T., Psikolojiye Giriş, Çev. Hüsnü Arıcı vd., 13. Baskı,
Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü Yayınları, Ankara, 1999.
Oturum Başkanı: Osman Bey’e teşekkür ediyoruz. Doğal yaptırım diye
önemli bir noktaya işaret ettiler. Kendilerini dinlerken ben de Kuran’da
şunu hatırladım: Allah’ın, meleklerin ve insanların laneti, herhalde sizin
anlatmak istediğiniz. Şimdi sırada Yrd. Doç. Dr. Musa Erkaya Hoca var.
4 TEBLİĞ
HZ. PEYGAMBER (S.A.V)’İN ÖRNEK AHLÂKININ
GÜNÜMÜZE TAŞINMASINDA HADİS/SÜNNETİN ROLÜ
Arş. Gör. Dr. Musa ERKAYA
Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
GİRİŞ
Ahlâki yozlaşmanın endişe verici boyutlara ulaştığı günümüzde, Hz.
Peygamber’i bir üsve-i hasene/örnek bir model1 olarak çağın idrakine
sunmak, özelde İslâm dünyasının, genelde bütün insanlığın içinde bulunduğu ortamdan çıkmasında kanaatimizce tek ve son çare olarak karşımızda
durmaktadır. Ancak Hz. Peygamber’i “örnek model” olarak çağa taşırken
bize düşen onun yaptıklarının aynısını yapmak (taklîd) değil, yaptıklarının
sebep, illet ve hikmetini kavrayarak bugünün şartları içerisinde yeni bir
bakış açısıyla, yeni bir ruhla yorumlamaktır. Hz. Peygamber’in evrensel
mesajını çağın idrakine doğru bir şekilde sunmanın yolu, onun gözettiği
ilkeler çerçevesinde sünnetini doğru anlamaktan ve hayata aktarmaktan
geçer. Yaşadığımız çağı kendi açımızdan verimli ve yaşanır hale getirmek
için Hz. Peygamber’in örnekliğinden nasıl ilham alabiliriz ve ondan nasıl
yararlanabiliriz? sorularına cevap bulmak durumundayız.
Kur’an’ın birçok yerinde bir düşüncenin, bir inancın herhangi bir delile
dayanmadan bilinçsizce ve körü körüne taklîd edilmesi tenkit edilmiştir.2
Hz. Peygamber de zaman zaman illet ve hikmetini sorup, sebebini araştırmadan, kendisinin yaptığını yapmaya çalışanları yani taklîd edenleri
uyarmıştır. Örneğin, ashabıyla birlikte kıldıkları bir namaz esnasında
terliklerini çıkartan Hz. Peygamber, cemaatin da çıkarttıklarını görünce,
onlara bu davranışlarının sebebini sormuş ve sırf kendisi yaptığı için
yaptıklarını öğrenince, “Cebrâil bana onlarda pislik olduğunu haber verdiği için
çıkarttım”3 diyerek, bu fiili kendisine gelen özel bir bilgi sebebiyle yaptığını,
————
1
33, Ahzâb, 21.
2
2, Bakara, 111, 169; 12, Yusuf, 81; 17, İsrâ, 36;
3
Ebû Dâvud, es-Sunen, I-V, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, Salât, 88, (h.no: 650-651, I/426-27); edDârimî, es-Sunen, I-II, Çağrı Yay. İstanbul, 1992, Salât, 103, (h. no: 1384, I/260); Ahmed b.
Hanbel, el-Musned, I-VI, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, III/92.
Modern Çağda Ahlak
328
bu konuda onların öyle davranmasının gerekmediğini bildirmiştir. Yine
Hz. Peygamber, insanlara, kendisinden işittiklerini başkalarına tebliğ
etmeyi emrederken anlayarak ve kavrayarak tebliğ etmelerini istemiştir. Zeyd b. Sabit’ten gelen bir rivayete göre, Hz. Peygamber: “Benim sözlerimi işitip de ezberleyip anladıktan sonra başkasına aynen tebliğ edenlerin Allah
yüzünü ağartsın.(Fıkha delil teşkil edecek) rivayetleri nakleden nice raviler vardır
ki, (gerçek) bir fakih değildir. Nice anlayış sahipleri, bunu kendilerinden daha
güçlü anlayış sahiplerine taşırlar,”4 buyurmuştur.
Hz. Peygamber’e itaati emreden5 ve onda bizim için güzel bir örnek bulunduğunu vurgulayan6 pek çok ayete muhatap olan hiçbir mü’minin, Hz.
Muhammed’e tabi olup onun ahlaki güzelliklerini örnek almanın gerekliliği konusunda şüphesi olamaz. Ancak, örnek almak nedir ve bu nasıl gerçekleşecektir? Örnek almakla taklîd etmek arasında ne gibi farklar vardır
ve bu ikisi zaman zaman birbirine karıştırılmakta mıdır? Din açısından
matlub ve makbul olan hangisidir? gibi sorulara verilecek cevaplar konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Biz de tebliğimizde Hz.
Peygamber'in örnek ahlakının günümüzde yaşanması ve yaşatılması
bağlamında, onun sünnetini nasıl anlamamız gerektiği hususu üzerinde
duracağız.
Tebliğimiz bir girişten sonra üç ana başlıktan oluşmaktadır: Birinci bölümde Kur’an ve hadis/sünnette Hz. Peygamber’in örnekliği üzerinde
durulacaktır. İkinci bölümde, İslâm ahlak öğretisinin temel dayanağı olan
sünneti hayata geçirmede ortaya çıkan farklı anlayış ve telakkilerden söz
edilecek, bu bağlamda "ittibâ", "taklîd", "teessî" ve "teşebbüh" kavramla-
rı7 üzerinde durulacaktır. Üçüncü bölümde ise, Hz. Muhammed’in
örnek ahlâkı ferdi ve toplumsal açıdan ele alınıp misallerle ortaya
konulacaktır. Bu bağlamda O'nun doğruluk ve dürüstlüğü, sözünde
durması, adaleti, güvenilir oluşu, alçak gönüllülüğü, hoşgörüsü ve
benzeri yüksek ahlâki vasıfları örnekleriyle ele alınacaktır. Bildirimiz, sonuç/önerilerle sona erecektir.
I. KUR'AN VE HADÎS/SÜNNETTE HZ. PEYGAMBER (SAV)'İN ÖRNEKLİĞİ
a) Kur'an'da Hz. Peygamber'in Örnekliği
İnsanlığa rehber ve önder olarak gönderilen elçilerin sonuncusu olan
————
4
Ebû Dâvud, es-Sunen, 24, İlim, 10; et-Tirmizî, es-Sunen, I-V, II. bsk., Çağrı Yay., İstanbul,
1992, İlim, 7; İbn Mâce, es-Sunen, I-II, Çağrı Yay. İstanbul, 1992, Mukaddime, 18.
5
3, Âl-i İmrân, 31-32; 4, Nisâ, 13-14, 59, 64, 65, 80; 24, Nûr, 51, 52, 54; 33, Ahzâb, 36.
6
33, Ahzâb, 21.
7
Bu kavramlar özelinde yapılmış bir çalışma için bk., H.Musa Bağcı, “Hz. Peygamber’in
Örnekliğinin Günümüzdeki Önemi”, (Teşebbüh/Taklîd ile İktidâ/Teessî/İttiba Kavramları Bağlamında), Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı Semp., İslâmi İlimler Dergisi Yay. Çorum,
2007, s. 90.
Dördüncü Oturum
329
Hz. Peygamber'in,8 Kur'an-ı Kerim'de dosdoğru bir yol (sırât-ı müstakîm)
üzerinde olduğu ifade edilmektedir.9 Allah Rasûlü (s.a.v), insanların kendisini rehber edinebilmeleri için, güzel ahlâk ve örnek olacak hayat tarzını
(sîret) sadece telkin etmekle kalmamış, aynı zamanda kendi hayatında da
uygulamıştır. Kur'an O'nun büyük bir ahlâk üzere olduğunu10 beyan ederken,
Hz. Peygamber de "güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildiğini11 söylemektedir. O'nun ahlâkını soranlara ise Hz. Âişe (r.a); "Siz Kur'ân okumuyor
musunuz? O'nun ahlâkı Kur'ân ahlâkı idi"12 şeklinde verdiği cevapla, Allah
Rasûlünün hayatına şekil veren düsturun Kur'ân olduğunu vurgulamıştır.
Allah Teala, Kur'ân'ın birçok ayetinde Hz. Peygamber'e itaati emretmiş
ve elçisine olan itaati kendisine itaat saymıştır. Burada o ayetlerin birkaç
tanesine işaret etmek istiyoruz:
"Allah'a ve Rasûlüne itaat ediniz."13 "Kim Rasûle itaat ederse Allah'a itaat
etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik."14
"Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ülülemre
(idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz - Allah’a ve
ahirete gerçekten inanıyorsanız - onu Allah’a ve Rasulüne götürün (onların
talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.”15
"Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının”.16
Allah Rasûlünün yaklaşık 23 yıllık peygamberlik süresi içinde ortaya
koyduğu hayat tarzı, bütün Müslümanların dinî, siyasî, ictimai ve ahlâki
hayatı için son derece önemli hükümler ve düsturlar ihtiva etmektedir.
Peygamberimizin şu hadisi, pek çok ayetin işaret ettiği gerçeğin bir özeti
sayılabilir:
"Hiç şüphesiz sözün en doğrusu Allah'ın kitabıdır. Rehberliğin ve yol göstericiliğin en güzeli, Hz. Muhammed'in rehberliğidir. İşlerin en şerlisi sonradan
ortaya çıkanlar (muhdesât)dır. Sonradan ortaya çıkan her şey bid'attır. Her bid'at
————
8
33, Ahzâb, 40.
9
36, Yâsîn, 4.
10
68, Kalem, 4.
11
Mâlik b. Enes, el-Muvatta’, I-II, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, Husnü’l-Hulk, 8, (II/904). Hadis,
muteber hadis musannefatında "mekârime'l-ahlâk" şeklinde değil de "husne'l-ahlâk" lafzıyla geçmektedir (bk., el-Muvatta’, Husnü'l-hulk, 8, II/904; Ahmed b. Hanbel, II/381.
12
Muslim, es-Sahîh, I-III, Çağrı Yay., İstanbul, 1992. Salâtu’l-Musâfirîn, 139, (I/513); Bu ve
Resûlüllah'ın ahlâkı ile ilgili diğer hadisler için bk., Ebû Dâvûd, Tatavvu', 26; et-Tirmizî,
Birr, 69; en-Nesâî, es-Sunen, I-VIII, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, Kıyâmu'l-leyl, 2; İbn Mâce,
Ahkâm, 14; Dârimî, Salât, 165.; Ahmed b. Hanbel, VI/91, 112.
13
3, Âli İmrân, 52.
14
4, Nisâ, 80.
15
4, Nisâ, 59.
16
59, Haşr, 7. Ayrıca bk. 7, A'raf, 158; 33 Ahzâb, 36; 8, Enfâl, 24; 4, Nisâ, 65.
330
Modern Çağda Ahlak
dalâlettir. Her dalâlet insanı cehenneme götürür."17
Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Peygamber'in örnekliğine kelime anlamıyla işaret eden sadece bir ayet vardır. Bu ayette Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki, Rasûlullah'ta sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı
umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır.18
Ayette geçen "üsve" kelimesi, "esâ" fiilinden türemiş bir isimdir. Bu isim,
beraberlik, liderlik, uyulan, arkasından gidilen örnek, örnek olarak seçilen
model, numune anlamlarına gelir.19 Üsve, lügatlarda "kudve" kelimesiyle
karşılanır. Kudve, birinin tuttuğu yolu tutmak, birini örnek kabul etmek,
sünnet telakki edilen şey anlamındadır. "el-esvü", yarayı iyileştirmek anlamına gelir. "el-âsî", yaraları iyileştirmekte uzman, doktora verilen isimdir.
Örnek alan kişi de bu yolla aynı şekilde davranışlarını iyileştirir. Yarayı
iyileştiren doktor gibi, üsve/model de kendisini örnek alan kimsenin
davranışlarını iyileştirir.20 Üsve, temel anlamıyla birinin başkasını izleyip
örnek almasıyla ilgili bir durumdur. Bu durum, yani örneklik kötü veya
iyi, yararlı veya zararlı olmak üzere iki farklı şekilde ortaya çıkabilir.
Ancak İslâm açısından üsve/örneklik, iyilik, güzellik ve hayırda söz konusudur.21
"Üsve" kelimesiyle ilgili yapılmış bu açıklamaları böylece kaydettikten
sonra, ayetin "Andolsun ki, Rasûlullah'ta sizin için güzel bir örnek vardır"
kısmına getirilen yorumlara da kısaca işaret etmek istiyoruz.
et-Taberî (ö.310/922): "Hz. Peygamber, kendisine uyulacak en güzel
örnektir. Hangi durumda ve nerede olursanız olun, onun emirlerine muhalefet etmeyin,"22 demektedir.
el-Kurtubî ise, (ö.670/1271): "Allah'ın Rasülünde sizin için güzel bir örnek
vardır" sözleriyle Allah, "dinine yardım etmek için canını ortaya koyan Hz.
Peygamber ile birlikte Hendek savaşına katılmayan mü'minleri hem azar————
17
Muslim, Cum'a, 43. (I/592); İbn Mâce, Mukaddime, 7, (h. no: 45-6, I/17-18); Nesâî, Iydeyn,
22, (h. no: 1576, III/188); Ahmed b. Hanbel, III/310, 371. “Her dalâlet insanı cehenneme götürür” ifadesi sadece en-Nesâî’de mevcuttur.
18
33, Ahzâb, 21. “el-Üsvetu'l-hasene” tabiri başka iki ayette daha geçmektedir. Bu ayetler,
Mumtehine suresi 4 ve 6. ayetleridir.
19
el-Beyzâvî, Envâr'ut-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, II/335.; Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I-X, Azim
Yay., İstanbul, ts., VI/304.
20
İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, I-XV, Dâru Sâder, Beyrut, ts., (el-Mektebetu'ş-Şâmile-CD).
XIV/34-36.; Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'l-Muhît, yy. ts. (el-Mektebetu'ş-Şâmile-CD). s. 1626.; ezZebîdî, Tâcu'l-Arûs min Cevâhiri'l-Kâmûs, yy.ts. (el-Mektebetu'ş-Şâmile-CD), s. 3837.; Yazır,
Hak Dini Kur’an Dili, VI/304.
21
Üsve-i Hasene" kavramı ile ilgili olarak yapılmış iki farklı çalışma için bk., Kurt, Yaşar,
“Kur'an'da Hz. Peygamber'in Örnek İnsan Oluşu: Üsve-i Hasene”, İslâmi İlimler Dergisi, c.1, s.
1, Çorum, 2006.; Kasapoğlu, Abdurrahman, “Kur'an'da Üsve-i Hasene Kavramı-Model Alma
Yoluyla Öğrenme-" , Diyanet İlmi Dergi, c. 42, s. 3, Ankara, 2006.
22
et-Taberî, Câmiu'l-Beyân fî Tefsîri'l-Kur'ân, I-XII, Dâru'l-Kutubi'l-İlmiyye, Beyrut, 1992,
XI/143.
Dördüncü Oturum
331
lamakta hem de ayıplarını yüzüne vurmaktadır,23 şeklinde bir açıklamada
bulunmaktadır.
Elmalılı: "Bu ayet, Rasûlüllah’ın “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size
neyi yasakladıysa ondan da sakının” ayeti gibi, yalnız sözleriyle değil, fiil ve
hareketleriyle dahi delil ve kendisine uyulan bir peygamber olduğunu
hükme bağlar. Yani Rasûlullah din ve ahlakın teorik kısmını tebliğ ve
hükme bağlamakla kalmamış, gerek savaşta ve gerekse barış zamanında
fiilleri ve uygulamaları ile ve bütün incelikleriyle kendisinde canlı olarak
güzel bir uyma örneği olacak ders ve örnek vermiştir. Onun için Hz. Muhammed’in hayat hikayesinde her açıdan insanlık dünyası için pek güzel
bir örnek vardır,"24 demektedir.
Hz. Peygamber, Kur'an mesajlarını yirmi üç yıla yakın bir süre içerisinde insanlara sözlü olarak ulaştırmış, gerektiği şekilde pratiğe aktarmıştır.
Buna bağlı olarak Kur'an, Müslümanlardan Hz. Peygamber'i örnek almalarını istemiştir. Kuşkusuz bu örneklik sadece Hz. Peygamber'in çağdaşları
için değil, daha sonra gelen nesiller için de söz konusudur.25
Kur'an'da Hz. Peygamber'in örnekliğini bu şekilde ortaya koyduktan
sonra şimdi de Hadis/Sünnette Hz. Peygamber'in örnekliği üzerinde
durmak istiyoruz.
b) Hadis/Sünnette Hz. Peygamber'in Örnekliği
Yukarıda bazılarını zikrettiğimiz, bazılarına da atıfta bulunduğumuz
pek çok ayet, aynı zamanda Hz. Peygamber'in sünnetinin konumunu da
belirlemektedir. İslam âlimleri, Kur'an-ı Kerim'de, Rasûlü Ekrem'in hadislerinde ve sahabenin sözlerinde geçen "sebîl", "sırât-ı müstakîm" ve "üsve-i
hasene" terimlerinin sünnet mefhumunu ifade eden kelime ve tabirler
olduğunu söylerler. Bu tabirlerin hepsi, girilen, takip edilen ve ittibâ olunan yol, örnek alınacak model anlamına gelir; Rasûlullah'ın, ashabının ve
mü'minlerin müştereken uydukları bu yolun adı sünnettir. Çünkü amelî
olarak ümmetin, sünnetin dışında bir yolda müştereklik sağlaması oldukça
zordur. Sahabe başta olma üzere ilk nesiller Kitab ve sünnete ittibâın
zarureti, vazgeçilmezliği ve lüzumunda tam bir mutabakata varmışlardır.
Bunun sonucu olarak bütün İslâm toplumlarının müşterekleri oluşmuştur.26
Hz. Peygamber (s.a.v)'in yüce ahlâkı ve örnek şahsiyetiyle ilgili, hadis
külliyatımızda sayısız rivayetlerin olduğu malumdur. Esasen en genel
tanımıyla Allah Rasûlünün bütün söz, fiil ve takrirleri hadis/sünnet olarak
nitelendirildiğine göre, ondan gelen her nakil bizim için sünnete ittibâ
————
23
el-Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, Kâhire, 1372, XIV/155.
24
Yazır, age., VI/303-304.
25
Şimşek, M.Said, Kur'an'ın Ana Konuları, Beyan Yay., İstanbul, 1999, s. 108.
26
Küçük, Raşit, "Hz. Peygamber ve Örnekliğinin Mahiyeti", İslâm'ın Anlaşılmasında Sünnet'in
Yeri ve Değeri Semp., TDV. Yay., Ankara, 2008, s. 287.
332
Modern Çağda Ahlak
konusunda ayrı bir önemi haizdir. Bu söz ve uygulamaların hangilerinin
bağlayıcı olup hangilerinin olmadığı hususuna ileride değineceğiz.
Hz. Peygamber'in insanlara örnek oluşuyla ilgili "Andolsun ki,
Rasûlullah'ta sizin için güzel bir örnek vardır"27 ayetine özellikle vurgu yapılan birkaç hadisten bahsetmek istiyoruz. Bu rivayetler, genellikle Allah
Rasûlü'nün uygulamalı sünnetlerinden bahsetmektedir:
Abdullah b. Ömer ile birlikte Mekke’ye yolculuk yapan Saîd b. Yesâr,
devesinden inip vitir namazı kıldığı için geride kalınca İbn Ömer ona
Rasûlullah (s.a.v.) senin için bir güzel örnek değil mi? diye sormuş, o da
evet (güzel örnektir) demiştir. Bunun üzerine İbn Ömer, Rasûlullah (s.a.v),
vitir namazını deve üzerinde kılıyordu, diyerek onun tatbikatını bildirmiştir.28
Hafs b. Âsım şöyle demiştir: Ben bir hastalığa yakalanmıştım. İbn
Ömer ziyaretime geldi. Ona seferde nafile (sünnet) kılınıp kılınamayacağını
sordum. İbn Ömer: Ben seferde Hz. Peygamber’in maiyyetinde bulundum.
Ama onu sünnet kılarken görmedim. Eğer ben sünnet kılacak olsaydım,
farz namazımı tam kılardım. Allah da (c.c) “Andolsun ki, Rasûlullah'ta sizin
için güzel bir örnek vardır” buyurmuştur.29
Sufyân b. Uyeyne: Biz İbn Ömer'e: Umre niyetiyle Ka'be'yi tavaf eden
kimse Safa ile Merve arasında sa'y etmeden evvel, karısyla cinsî münâsebette bulunabilir mi? diye sorduk. İbn Ömer: Rasûlullah (s.a.v) umre için
Mekke'ye geldi. Beyt'i yedi defa dolaşıp tavaf etti. Sonra Makâm (-ı İbrâhîm’in) arkasında iki rek'at namaz kılıp Safa ile Merve arasında sa'y etti,
dedi ve: Andolsun ki, Rasûlullah'ta sizin için güzel bir örnek vardır” ayetini
okudu.30
Yine İbn Ömer’den gelen başka bir rivayette, o şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v) Mekke'ye geldi. Beyt'i yedi kerre dolaşıp tavaf etti, müteakiben Makam'ın (-ı İbrâhîm’in) arkasında iki rek'at namaz kıldı. Sonra da sa'y
yapmak için Safâ'ya çıktı. Yüce Allah da zâten: "Andolsun ki, Rasûlullah'ta
sizin için güzel bir örnek vardır " buyurmuştur.31
Enes b. Mâlik’ten: O şöyle demiştir: Resûllullah (s.a.v) ahlâkça insanların en güzellerindendi. Bir gün beni bir ihtiyaç için gönderdi. Ben: Vallahi
————
27
33, Ahzâb, 21.
28
et-Tirmizî, Vitr, 14; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât, 127.
29
Muslim, Salâtu’l-Musâfirîn, 9, (I/480). Saîd b. Yesâr ve Hafs b. Âsım’ın rivayetlerinde
verilen örneklerde Hz. Peygamber’in fiilleri taklîd ve tatbik edilirken ya da haber verilirken "Andolsun ki, Rasülullah'ta sizin için güzel bir örnek vardır" ayeti hatırlatılmaktadır. Kanaatimizce bu ayetin zikredilmesi, haber verilen fiillerin ideal davranışlar olduğunu ifade
etmek için değil, bilakis bu hususların Hz. Peygamber tarafından yapıldığını, dolayısıyla
bunların Müslümanlarca da yapılmasının caiz ve mubah olduğunu bildirmek içindir. Erul,
Bünyamin, Sahabenin Sünnet Anlayışı, Ankara, 1999, s. 179.
30
el-Buhârî, el-Câmiu's-Sahîh, I-VIII, Çağrı Yay., İstanbul, 1992. Hac, 69.; Nesâî, Menâsikü'lHac, 142.
31
el-Buhârî, Hac, 72
Dördüncü Oturum
333
gitmem, dedim. Halbuki içimden Allah’ın Nebisinin (s.a.v)'in bana emrettiği işe gitmek geliyordu. Derken dışarı çıktım. Ta ki çocukların yanına
uğradım. Onlar çarşıda oynuyorlardı. Birdenbire Resûlüllah (s.a.v) arkamdan kafamı tutuverdi. Ona baktım, gülüyordu: “Ey Enescik, sana emrettiğim
yere gittin mi?” dedi. Ben: Evet, gidiyorum ya Resûlallah! dedim.32
Görüldüğü gibi, ashâb bütün uygulamalarında Allah Rasûlünü kendilerine örnek edinmişlerdir. O’nun uygulamalarının keyfiyet ve mahiyetini
araştırmış, ondan sonra da kendi hayatlarında uygulamaya koymuşlardır.
Çünkü Allah "Andolsun ki, Rasûlullah'ta sizin için güzel bir örnek vardır "
buyurmuştur. Bu hitab ashâbın şahsında aynı zamanda bizleri de kapsamaktadır. O halde ashabtan 1431 yıl sonra yaşayan bizlerin yapması gereken şey, yaptıklarının sebep, illet ve hikmetini kavrayarak bugünün şartları
içerisinde yeni bir ruhla; aynı hedefleri, temsil ettiği aynı ilkeleri muhafaza
etmek şartıyla yeniden yorumlamaktır. Hadis/sünnet’i yaşamak, Hz.
Peygamber’i çağa taşımak ve onun gözettiği ilkeleri aynen gözetmek suretiyle onu örnek almaktır.
Hz. Peygamber’in sünnetini uygulama hususunda, sahabe döneminden
itibaren günümüze kadar farklı anlayış ve telakkiler olagelmiştir. Temelde
aynı kaynaktan beslenmelerine rağmen yorum farklıklarından kaynaklanan bu yaklaşım tarzının tarih boyunca temsilci ve müntesipleri bulunmuştur. Biz de bir tebliğ çerçevesini aşmamak üzere, ortaya çıkmış olan bu
yaklaşımları örnekleriyle ele almaya çalışacağız.
————
32
Muslim, Fedâil, 54.
Modern Çağda Ahlak
334
II. HZ. PEYGAMBER (S.A.V)’İ ÖRNEK ALMADA ORTAYA ÇIKAN
FARKLI YAKLAŞIMLAR
Kur'an-ı Kerîm'in bir çok ayetinde Hz. Peygamber'e ittibâ ve itaat emredilmekte,33 ancak bunların keyfiyetinden söz edilmemektedir. İlgili
ayetlerin çok muhtasar ve mücmel manalar ihtiva etmesi; bizlere intikal
eden rivayetlerde Hz. Peygamber'in sünnetinin pek çoğunun sadece şeklinin zikredilmesi, o sünnetle Hz. Peygamber'in bundan kasdının ne olduğu,
hangi şartlarda, hangi sıfatla (beşeriyet, nübüvvet, imâmet, kazâ, ta'lim
vb.) ve niçin yaptığı gibi, zaman, mekan, sebep, bağlam, yerellik yahut
genellik gibi özelliklerin zikredilmeyişi; Peygamber'e (s.a.v) ittibâ ve itaat
etmenin, gerek sınırını tayin etme, gerekse keyfiyetini belirleme konusunda
farklı yorumlara neden olmuştur.
Allah Teâla, Hz. Peygamber'i (s.a.v) "Andolsun ki, Rasûlullah'ta sizin için
güzel bir örnek vardır"34 ayetiyle mü'minlere, kendisine uyup itaat edilmesi
gereken bir numûme-i imtisâl/örnek model olarak sunmuştur. Dolayısıyla
her mü'min imanının bir gereği olarak Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği
Kur'an’ın fiili yorumu demek olan sünnete ittibâ etmenin heyecanı içerisindedir. Ancak burada önemli olan husus, sünnete ittibânın nasıl olacağıdır. Yani sünnete ittibâ demek, uyulması istenen Hz. Peygamberden sadır
olduğu tespit edilen davranışları olduğu gibi uygulamak mıdır, yoksa o
sünnetin sudûr ettiği bağlamı dikkate alarak kastedilen maksadın tahakkuk etmesine mi çalışmaktır?35 Bu soruların cevabını bulabilmek için öncelikle “ittibâ” kavramının mahiyetini tespit etmemiz gerekmektedir. Biz de
bu sebeple ittibânın terim ve ıstılah anlamlarını verip, usûl-i fıkıh âlimlerinin de görüşlerini zikretmek suretiyle, konunun daha anlaşılır olmasını
sağlayacağız.
Ancak burada önemli olan husus, sünnete ittibânın keyfiyetinin nasıl
olacağıdır. Yani sünnete ittibâ, uyulması ve itaati istenen bir sünnetin tespit
edilen sudûr şeklinin aynen Hz. Peygamber'in yaptığı gibi yapmak ve o
konuda O'na benzemeye çalışmak mıdır; yoksa o sünnetin sudûr ettiği
bağlamı dikkate alarak kastedilen maksadın tahakkuk etmesine mi çalışmaktır?36 Bu soruların cevabını bulabilmek için ittibâ kavramının ne olduğu ve Hz. Peygamber’e ittibânın nasıl olması gerektiğini bilmek durumun————
33
Bu ayetlerden bazıları şunlardır: 3, Âl-i İmrân, 132; 4, Nisâ, 13, 59, 60; 5, Mâide, 92; 7,
Âraf157; 8, Enfâl, 1, 20, 24, 27, 46; 9, Tevbe, 3, 71, 94, 99, 105, 120; 24, Nûr, 51, 52, 54, 56, 33,
Ahzâb, 21, 36.
34
33, Ahzâb, 21.
35
36
Çelik, Ali, “Sünnete İttiba Konusunda Farklı Eğilimler”, (Sünnetin Aktüel Değeri İçerisinde).
Ankara, 2007, s. 142-143. Hz. Peygamber'in sünnetine ittibâ konusunda ayrıca bk., Mâzin
İsmail Haniye, “Hz. Peygamber'e Cibillî Fiillerinde Tâbi Olma”, (Çev. Erdoğan Sarıtepe), Fırat
Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, c.15, s. 1, Elazığ, 2010.
Çelik, Ali, agm., ay.
Dördüncü Oturum
335
dayız. Biz de bu sebeple ittibânın terim ve ıstılah anlamlarını verip, usûl-i
fıkıh âlimlerinin de görüşlerini zikretmek suretiyle, konunun daha anlaşılır
olmasını sağlayacağız.
1. İTTİBÂ
a) Lügatta İttibâ
“İttibâ” kelimesi morfolojik açıdan "tebea" kökünden alınarak, iftial kalıbına nakledilmiş mastar bir kelimedir. Lügatta, birine uymak, bir kimsenin izinden gitmek, onun yaptığı gibi yapmak, bir şeyi kendisine gerekli
kılmak, boyun eğmek, taklîd etmek, katılmak gibi anlamlara gelmektedir.37
En öne çıkan manası "bağlanmak" ve itaat etmek" olan ittibâ,38 birinin söz
ve işlerini derinlemesine araştırmak, incelemek, Kur'an ve sünnetle amel
etmek suretiyle söz konusu iki kaynağa tabi olmak, bir işi peşpeşe yapmak,
birine söz ve fiillerinde muvafakat etmek, edeb, ilim ve yaşantıda öncekilerin yolunu ve izini takip etmek gibi anlamlar ihtiva etmektedir.39
İttibâ kelimesinin lügat manası ele alındığında, "itaat" (boyun eğmek,
emredilen şeyi yapmak, isteyerek yapmak), "iktidâ" (bir adama uymak,
onun yaptığı gibi yapmak), "imtisâl" (bir şeyin suretine girmek, yolundan
gitmek, itaat etmek), "inkıyâd" (boyun eğmek, mutî olmak, uymak, teslim
olmak) ve "i'tisâm" (bir şeye yapışmak, sarılmak) kelimeleriyle aralarında
küçük nüanslar olsa da çok kere birbirinin yerine kullanılabilecek yakınlıkta müteradif manalar taşıdığı görülmektedir.40
Tariften de anlaşılacağı üzere ittibâın bir fiili, bir de sözlü yönü vardır.
"Ey Muhammed! De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi
sevsin, günahlarınızı bağışlasın"41 ayeti fiilde gerçekleşen ittibâya; "Sana
Rabbinden indirilene ittibâ et"42, "Sözü dinlerler ve en güzeline tâbi olurlar"43 ayeti de sözde gerçekleşen ittibâya işaret etmektedir.
b) Istılahta İttibâ
İnsanın iradesini kullanarak Allah'a ve O'nun yoluna tâbî olması, birtakım olumsuz amillerin etkisinde kalarak batıl bir yola girmesi demektir.
Buna göre denilebilir ki, ittibâ eyleminde hem müsbet hem de menfi bir
durum söz konusudur. Ancak Kur'ân, ittibânın olumlu bir şekilde netice————
37
el-Cevherî, es-Sıhâh, III/1189-90; el-Isfahânî, Râğıb, el-Mufredât fî Garîbi’l-Kur’an, Kahraman
Yay., İstanbul, 1986, s. 95.; İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab,VIII/27-28.; Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'lMuhît, s. 911.
38
İbnu'l-Esîr, en-Nihâye fî Garîbi'l-Hadîs ve'l-Eser, I-IV, Dâru’l-Kutubi’l-Mısriyye, Kâhire, ts.,
III/142.
39
el-Cevherî, es-Sıhâh, III/1189-90; İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab,VIII/27-29.; İbnu'l-Esîr, enNihâye, I/179-180.
40
bk., Çelik, agm, s. 145
41
3, Âl-i İmrân, 31.
42
6, En'âm, 106.
43
39, Zümer, 18.
336
Modern Çağda Ahlak
lenmesini istemektedir.44
Mutezilî usulcülerden Ebu Huseyin el-Basrî (ö.436/1044)’ye göre Hz.
Peygamber’e ittibâ (tabi olma) bazen sözde, bazen fiilde ve bazen de terkte
olur. Sözde ittibâ, vücubuyet, mendupluk ve haramlık bakımından sebebini de göz önünde tutarak o fiilin gerektirdiği şeye yönelmektir. Fiilde ve
terkte ittibâ ise şekil ve maksadı göz önünde bulundurarak Hz. Peygamber’in fiilinin benzerini hangi sebep ve maksatla yapmışsa o şekilde yapmaktır.45
el-Âmidî (ö.631/1233)’ye göre ise ittibâ, bazen sözde, bazen de fiilde ve
terkte olur. Sözde ittibâ, sözün gerektirdiği maksada uygun olarak ona
imtisal etmektir. Fiilde ittibâ ise teessî’nin aynısıdır.46
Sahabe döneminden başlayıp, günümüze kadar gelen farklı ittibâ anlayışları, birtakım farklı anlama ve yorumlama şekillerinin ortaya çıkmasına
sebep olmuştur. Bunlar teessî ve teşebbüh anlayışlarıdır. Biz bu anlayış
biçimlerine geçmeden önce, taklîd kavramı üzerinde durmak istiyoruz.
2. TAKLÎD
Lügatte bir kimsenin boynuna gerdanlık takmak manasına gelen
“taklid” kelimesi,47 bir sözü herhangi bir delil olmaksızın kabul etmektir.48
Bir başka tarife göre taklîd; sözü delil olamayacak kimsenin sözünü delilsiz
olarak kabul etmeye denir.49
İbn Abdilberr (ö.463/1070) Mâlikî fukahasından Ebu Abdillah b.
Huveyz Mindâd el-Basrî el-Mâlikî'nin şöyle dediğini nakleder: "Şeriatta
taklîdin manası, söyleyeni için herhangi bir delil olmayan söze rücu etmektir. Şeriatta bu yasaklanmıştır. İttibâ ise kendisi için bir delilin sabit olduğu
şeydir…. Delil her kimin sözüne uymayı sana gerekli kıldı ise, sen ona
ittibâ etmişsin demektir. İttibâ dinde caiz, taklîd caiz değildir."50
Taklîd, insanın boynuna geçirilen gerdanlığa benzetilerek, ona, zihnine
ve düşüncesine geçirilen bir boyunduruk anlamını vermişler ve buna
mecazi mana demişlerdir.51
Kur'an'da ve hadiste taklîd kavramı geçmemektedir. Bunun yerine
ittibâ ve tabi olma kelimesi kullanılmıştır.52 Şevkânî, sahabe, tâbiîn ve tebei
————
44
Demirci, Muhsin, “Kur'an'da İttibâ Kavramı”, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, s. 3, Yıl.
1996, s. 151.
45
Ebu’l-Huseyin el-Basrî, el-Mu’temed, I/344-45.
46
el-Âmidî, Seyfuddîn, el-İhkâm fî Usûli'l-Ahkâm, I-IV, (Tahk. Abdurrazzâk Afîfî), Dâru'sSamî'î, Riyâd, 1424/2003, I/231.
47
el-Isfahânî, el-Mufredât, s. 621.; er-Râzî, Muhtâru's-Sıhâh, s. 471.
48
Gazâlî, el-Mustasfâ, II/387.
49
Şevkânî, İrşâdu'l-Fuhûl, s. 236.
50
İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-İlm ve Fadlih, II/993.
51
Zebîdî, Tâcu'l-Arûs,
52
Hallâf, İslâm Hukuk Felsefesi, (Çev. Hüseyin Atay), AÜİF. Yay., Ankara, 1985, Hüseyin
Atay’ın eserin baş tarafına yazdığı Giriş yazısı, s. 80.
Dördüncü Oturum
337
tâbiînin taklîd kelimesini bilmediklerini ve duymadıklarını söylemektedir.53
Gazâlî (ö.505/1111)’ye göre taklîd, bir sözü (veya davranışı) herhangi
bir delil olmaksızın (maksadı gözetilmeksizin, inceleme ve araştırma yapmaksızın) olduğu gibi kabul etmektir. Bu bağlamda taklîd, gerek furûda
gerekse usulde insanı bilgiye götüren bir yol değildir.54 Ona göre “Hakkında
bilgin olmayan şeyin ardına düşme.”55 "O (şeytan), kötülüğü, çirkini ve Allah
hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder."56 “Biz ancak bildiğimize
şahitlik ediyoruz”57 ve “De ki getirin delilinizi…”58 gibi ayetlerin hepsi taklîdi
yasaklamakta ve bilmeyi yani tahkiki emretmektedir.59
Örnek alma, ittibâ ve iktida ile teşebbuh ve taklit arasındaki farkları
şöyle sıralamak mümkündür:
a. Örnek almak her zaman bilinçli ve istemli bir davranıştır. Taklitte bu
bilinç ve istem çoğu zaman bulunmaz ve kişi neyi niçin taklit ettiğinin
bilincinde olmaz.
b. Taklit, delilini, kaynağını, dayanağını ve amacını araştırıp öğrenmeksizin bir görüş ve davranışı aynen tekrarlamaktır. Halbuki örnek
almak, amacını delilini ve kaynağını bilerek bir görüş ve davranışı izlemektir.
c. Örnek almada örnek alınan davranışın benimsenerek içselleştirilmesi
amaçlanırken, taklit etmede böyle bir amaç yoktur. Başka bir deyişle, örnek
almak öze ilişkin bir faaliyet iken, taklit etmek biçimsel bir eylemdir.
d. Örnek almak, insanın kişilik ve davranışlarında ciddi ve kalıcı değişimlere yol açar. Taklit ise kişinin sadece davranışlarında yüzeysel ve
biçimsel bir değişim doğurur. Hz. Peygamber’in sünnetini doğru anlamak
ve onun örnekliğini iyi kavrayabilmek için taklit ile örnek alma arasındaki
farklar dikkate alınması gerekir. Çünkü Kur’an bizden Hz. Muhammed’i
taklit etmemizi değil, örnek almamızı istemektedir. Kur’an’ın, insan olması
itibariyle Hz. Peygamber’in maruz kaldığı yanılmalara işaret etmesi onun
bütün davranışlarını taklit etmememiz gerektiğini göstermektedir.60
Taklîdin tanımı ve ittibâ ile arasındaki farka böylece değindikten sonra,
Hz. Peygamber'in sünnetine ittibâ etmede ortaya çıkan iki temel anlayış,
teessî ve teşebbüh üzerinde durmak istiyoruz. Bu bağlamda ilgili kavram————
53
Şevkânî, İrşâd, s. 236.
54
Gazâlî, el-Mustasfâ, II/387.
55
17, İsra, 36
56
2, Bakara, 169.
57
12, Yusuf, 81.
58
2, Bakara, 111.
59
Gazâlî, el-Mustasfâ, II/389.
60
Bağcı, agm., s. 91. Ünal, İsmail Hakkı, Ebû Hanife'nin Hadis Anlayışı, Ankara, 1994, s. 98-99.;
Taklîd ile ittiba’nın farkı için bkz: Hallâf, İslâm Hukuk Felsefesi, (Çev. Hüseyin Atay), s. 80.;
Çelik, Ali, Sünnete İttiba Konusunda Farklı Eğilimler, s. 149.
338
Modern Çağda Ahlak
ların tanımları, usûl-i fıkıh âlimlerinin kavramlar hakkındaki görüşleri ve
nihayet Hz. Peygamber'e ittibâda bu anlayışları benimseyen ashabın uygulamalarından örnekler vereceğiz.
3. TEESSÎ ANLAYIŞI
Teessî, “e-s-v” fiilinin (tefe'ul) bâbından mastarıdır. Kelimenin fiil kökü
“esâ-ye'sû-esven, esen”; yarayı veya hastayı tedavi etmek, aralarını düzeltmek, eşit kılmak, taziyede bulunmak, teselli etmek kederini gidermek,
birini diğerine örnek, numune kılmak manalarına gelmektedir. “Teessâ
bihi”, birini örnek edinip uymak manasını taşımaktadır.61
Ebu'l-Huseyin el-Basrî’ye göre Hz. Peygamber’in fiilinin delil olma yönü bilinmeden tabi olmak ve onu tekrarlamaya kalkışmak doğru değildir.
Ona göre teessî ya Hz. Peygamber’in yaptığı ya da terk ettiği fiillerde olur.
O, teessî (örnek alma)’yi şöyle tarif eder: Hz. Peygamber, fiilini hangi sebep
ve maksatla yapmışsa o amaç ve niyet doğrultusunda yapmaktır. Aynı
şekilde o bir fiili hangi sebep ve amaçla terk etmişse o amaç doğrultusunda
terk etmektir. Fiilde niyetler ve amaçlar önemlidir ve ona itibar edilmelidir.
Hz. Peygamber vacib olan orucu tutar da biz nafile oruç tutarsak onu
örnek almış (teessî) olmayız. Keza o nafile oruç tutar da biz farz olan orucu
tutarsak yine onu örnek almış olmayız. Fiilde özel bir amaç yoksa ona
itibar gerekmez.62
Gazâlî de bir fiilden Hz. Peygamber’in kastının ne olduğu bilinmeden
örnekliğin (teessî) gerçekleşemeyeceğini açıklama sadedinde şöyle demiştir: “Allah Rasulünde sizin için uyulacak güzel bir model vardır” ayeti Hz.
Peygamber’e uymada (teessî) bir hüccettir. Çünkü Hz. Peygamber’i model
almak (teessî) onun yaptığı fiili, aynen yaptığı üzere gerçekleştirmektir.
Hz. Peygamber'in (s.a.v) vacip veya mübah olarak yaptığı bir fiili eğer biz
mendup olarak yaparsak ona uymuş olmayız. Keza onun mendub olmasını
amaçladığı fiili biz vacip olarak yaparsak teessî’ye aykırı davranmış oluruz. Bu nedenle Hz. Peygamber’in kastı bilinmeden bir fiilin örnek alınması
doğru değildir. Onun kastı da ancak ya kendi sözleriyle ya da bir karineyle
bilinebilir. Ayrıca, Hz. Peygamber’in fiilleri vacib ve mendup olarak ayrıldığında, onun bütün fiillerini vücuba hamledenler onu örnek almış (teessî)
olmazlar. Yine onun bütün fiillerini mendup sayanlar da onu örnek almış
olmazlar. Belki Hz. Peygamber bilinmeyen bir şey yapıyordu. Bu sebeple
fiilin hangi maksatla yapıldığını bilmeksizin o fiili işleyen kişi, Hz. Peygamber’i örnek almış olmaz.”63
Gazâlî, Hz. Peygamber’i örnek almak (teessî) ile ona benzemeyi
(teşebbüh) birbirinden ayırmıştır. Ona benzemenin, kendisine gösterilen
————
61
el-Isfahânî, el-Mufredât, s. 20.; İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, XIV/34-36.; Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'lMuhît, s. 1626.; ez-Zebîdî, Tâcu'l-Arûs, s. 3837.; Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, VI/304.
62
Ebu’l-Huseyin el-Basrî, el-Mu’temed, I/343.
63
Gazâlî, el-Mustasfâ, II/217.
Dördüncü Oturum
339
saygı ve tâ'zimi ifade ettiğini söyleyenlere: "Peygambere benzemek
(teşebbüh) onu tâzim etmek değildir,” demiş ve bunu şöyle bir örnekle
açıklamıştır: Bir krala saygı göstermek, onun emir ve yasaklarına boyun
eğmektir. Yoksa kral bağdaş kurarak oturunca bağdaş kurmak, o sedire
oturduğunda sedirde oturmak saygı değildir. Hz. Peygamber, bir şeyi adak
olarak adadığı zaman, onun adak adadığı gibi bizim de adamamız ona
saygı değildir. Yine onun boşanma, alım-satım, vb. işlemlerinde ona benzemeye çalışmak (teşebbüh) tazim değildir."64
el-Amidî (ö.631/1233)’ye göre teessî (örnek almak) hem fiilde olur hem
de örnek alınan kişinin fiilini terkte olur. Buna göre davranış olarak bir
kişiyi örnek almak (teessî) demek “onun davranışının benzerini, hangi
sebep ve maksatla yapmışsa o sebep ve maksatla yapmaktır.65
İbn Teymiyye (ö.728/1327) sünnetin anlaşılması ve Hz. Peygamber’e
ittibâ (teessî) konusunda fiilin şeklinin değil, niyet ve maksadın hedeflenmesi gerektiğini söylemektedir. O kastın ve niyetin amelin kalbi olduğunu
belirtmektedir. İbn Teymiyye, Hz. Peygamber’in sünnetine uymayı, onun
her yaptığını yapma şeklinde değil, amaçladığını yapmak şeklinde anlamaktadır. Hz. Peygamber’in yaptığı davranışı hangi sebepten ve maksattan dolayı yaptığı bilindiği zaman, ona uyma imkanına kavuşulmuş olur.66
İttibâ kavramının genişliğine karşı, teessîde derinlik vardır. Zira
ittibâda mücerred tabi olmak söz konusudur. Hem sözde hem de fiili terk
etmede olur. Oysa teessîde örnek almak, model kabul etmek, prensip
çıkararak uymak söz konusu olup fiili işleme ve/veya terkte olur.67
Teessî anlayışı, Hz. Peygamber’in her bir davranışını örnek model almada sebep (illet) ve makâsıd yönüne önem veren anlayıştır.68 Bu yaklaşımı benimseyenler, Hz. Peygamber bir davranışı hangi sebep ve maksatla
yapmışsa, o maksat ve niyetle yapmaya çalışmışlar, sözün ne anlama
geldiğini, kimden geldiğini; sözün bağlamını, onu vehim ve hata; eksik
veya ziyade, yanlış duyma, yanlış anlama ve yorumlama, iyi belleyememe
açısından araştırmışlar ve bunun yanında Hz. Peygamber’in her yaptığı işi
sünnet kapsamına sokmamışlardır. Bunların başında da düzelttiği yanlışlar
ve sahabeye yönelttiği eleştiriler bir kitabın hacmini dolduran Hz. Âişe,69
Hz. Peygamber’in getirdiği ilke ve esasları devlet müesseselerinde icra
mevkiine koyan Hz. Ömer, Irak ve rey ekolünün ilk muallimi olarak bili————
64
Gazâlî, age, II/218.
65
el-Âmidî, el-İhkâm, I/231.
66
İbn Teymiyye, Mecmû’u Fetâvâ, II/385 ; V/429. İbn Teymiyye’nin hadis/sünnet anlayışı için
bkz: Özer, Salih, Sünneti ve Hadisi Yeniden Düşünmek-İbn Teymiyye Örneği-Pınar Yay., İstanbul, 2004, s. 97-106.
67
Çelik, agm, s. 159. "İttibâ" ve "Teessî" kavramları ile ilgili olarak ayrıca bk., Erul, Sahabenin
Sünnet Anlayışı, s. 170.
68
Konuyla ilgili değerlendirme ve örnekler için bk., Bağcı, agm. s. 90.
69
ez-Zerkeşî, Bedruddin, Hz. Âişe’nin Sahabeye Yönelttiği Eleştiriler, (Çev. Bünyamin Erul),
Kitâbiyât, Yay., Ankara, 2000.
340
Modern Çağda Ahlak
nen Abdullah b. Mes’ud ve fakîh olması için Rasûlullah’ın duasına mazhar
olan Abdullah b. Abbas70 gibi sahâbîler gelmektedir.
Teessî ile ilgili olarak ortaya koymaya çalıştığımız bu kavramsal çerçeveden sonra, sahabenin teessî anlayışı (fıkhî yaklaşım) ile ilgili birkaç örnek
vermek istiyoruz.
Kur'an-ı Kerim başkalarının evine izinsiz girilmemesi prensibini getirmiş, tabii olarak Hz. Peygamber'in de talimat ve tatbikatı bu yönde olmuştur.71 Fakat Sehl b. Sa'd es-Sâidî'nin rivayet ettiğine göre bir defasında
Rasûlullah (s.a.v) odasında saçını tararken, kapıdaki bir adamın içeri
baktığını görünce, "eğer senin baktığını bilseydim, gerçekten şunu gözlerine
sokardım. İzin isteme ancak bakmaktan (alıkoymak için) konulmuştur" diyerek
çıkışmıştır.72
Görüldüğü gibi Rasûlullah, izin isteme hükmünün illetini bu olay üzerine açıkça ifade etmiştir. Buna göre izin, ev halkının uygunsuz bir halde
görülmemesi için meşru kılınmıştır. İzinsiz girmemenin, giriş için izin
istemenin illeti, hükmün amacı muhtemel bir harama bakışı önlemektir.73
Bazı hükümlerin illetlerini anlayamayan sahâbîler, taaccüplerini dile
getirmekten geri kalmıyorlardı. Nitekim İmam Mâlik, Hz. Ömer'in "şaşılacak şey, halaya varis olunduğu halde kendisi varis olmamakta!" dediğini
nakletmektedir.74 Aynı şekilde Hz. Ömer'in, müşriklere karşı güçlü görünme şeklindeki illetin, onların helakiyle ortadan kalkmasına rağmen,
hâlâ neden remel yapmaya devam ettiklerine taaccüp etmiştir.75
Buraya kadar verdiğimiz örnekler, sahabenin Hz. Peygamber'in söz ve
fiillerindeki illetleri gözetmeleriyle ilgili idi. Şimdi vereceğimiz örnek ise,
maksatları (makâsıd) gözetmeleriyle ilgili olacaktır.
Hz. Peygamberi, Ahzâb (Hendek Harbi) günü ashabını Kurayza Oğulları Yahudilerine gönderirken, onlara "herkes öğle / ikindi namazını
Kurayza Oğulları Yurduna varmadan kılmasın" direktifini vermişti. Yolda
namaz vakti girince, onlardan bir kısmı "vakit geçse bile biz oraya varmadıkça kılmayacağız. Biz ancak Rasûlullah'ın bize emrettiği yerde kılarız"
dediler. Diğerleri ise, "bilakis biz kılacağız. Çünkü Hz. Peygamber sizin
namazı terk etmenizi kastetmedi" diyerek Kurayza Oğulları Yurduna
varmadan kıldılar. Sonra bu husus Hz. Peygamber'e hatırlatıldı da o,
onlardan hiçbirini ayıplamadı.76
————
70
el-Buhârî, Vudû, 10, (I/66).
71
24, Nûr, 27.; el-Buhârî, İsti'zân, 2, (VII/126); Muslim, Âdab, 3-7, (II/1694-96).
72
el-Buhârî, İsti'zân, 11, (VII/129); Muslim, Âdab, 40-41, (II/1698).
73
Erul, age., s. 266.
74
Mâlik, Ferâiz, 9, (II/517).
75
el-Buhârî, Hac, 57. Konuyla ilgili başka örnekler için bk., Erul, age., s. 264-75.
76
el-Buhârî, Salâtu'l-Havf, 5, (I/227), Meğâzî, 30, (V/50); Muslim, Cihad, 69, (II/1391). İlgili
namazın "öğle" namazı olduğu sadece Muslim'in rivayetinde mevcuttur.
Dördüncü Oturum
341
Birinci grup sahâbî, emrin zahirine uymuşlar ve vaktin çıkmasına aldırış etmemişlerdir. İkinci grup sahâbî ise, söz konusu emri hakikatin dışında
bir manaya hamletmişler, bunu Kurayza Oğullarına süratli bir şekilde
gitmeleri için yapılan bir teşvikten kinaye olarak anlamışlar, Hz. Peygamber'in kastının namazı mutlaka orada kılmaları olmadığı, bilakis oraya
varmakta çok acele etmeleri, ulaşmaları olduğunu düşünmüşlerdir. Bu
sahâbîler Hz. Peygamber'in ne dediğini değil, bununla neyi kastettiğini göz
önünde bulundurmuşlar, lafzı değil manayı, maksadı esas almışlardır.77
Buraya kadar verdiğimiz misaller ortaya koymaktadır ki, özellikle fakih sahâbîler sünnetlerin illetlerini ve maksatlarını gözetmişler ve hükümlerini bu illet ve maksatlar üzerine bina etmişlerdir. Bu illetleri göz önünde
bulunduran sahabe, hükmün meşru kılınmasında esas olan mana ve maksadın değişmesi üzerine bazı hükümleri değiştirebilmişlerdir. Bu sahâbîler
ayrıca Hz. Peygamber'in bazı fiillerini, bir beşer olmanın gereğiyle mi,
yoksa Allah'a yaklaşma kastıyla mı yaptığına bakmışlar ve o davranışın
sünnet olup olmadığını bu kritere göre belirlemişlerdir.78
4. TEŞEBBÜH ANLAYIŞI
Teşebbüh kelimesi, “ş-b-h” fiilinin (tefe'ul) bâbından mastarıdır. Kendisini başkasına benzetmek, onun gibi olmak, suretine girmek manasına
gelir.79 Fiil ayrıca, iki şeyin şekil ve sıfat olarak birbirine benzeşmesi ve
şekline girmesine delalet eder.80
Gerek “teşebbehe bi kezâ” ifadesinin, gerekse “şebbehehu iyyâhu, ve bihi
teşbîhen” ifadesinin: “messelehu” şeklinde açıklanması, yani timsalleşme,
(benzediği şeyin) misaline (suretine) girme anlamı taşıması sebebiyle, bu
kelimenin zahiri benzerliğe işaret ettiği anlaşılmaktadır. Zaten “ş-b-h” fiil
kökünün bütün türevlerinde bu benzeme-benzeşme temel manası bulunmaktadır. Mesela “iştibâh” kelimesinde “iltibâs” manası vardır. Yani “karıştırmak” demektir. Bunun anlamı şudur: Birbirlerine o kadar benziyorlar ki,
aralarındaki bu benzerlik karışıklığa sebep oluyor.81 Teşebbühte benzeşme
ve aynileşme söz konusudur. Modellikte (teessî) ise benzeşme ve aynileşme değil, örnek alma söz konusudur.82
Müslümanlar arasında Hz. Peygamber’in sünnetine ittibâ etmede
teşebbüh anlayışı belirgin bir temayül olarak görünmektedir. Tamamen
duygu ve sevginin esas alındığı bu anlayışa göre, Hz. Peygamber’e karşı
duyulan sonsuz aşk ve sevginin tezahürü olarak onun hatırasını yaşamak
————
77
Erul, age., s. 275-76. Konuyla ilgili başka örnekler için bk., Erul, age., s. 275-86.
78
Erul, age., s. 286.
79
Isfahânî, el-Mufredât, s. 373-74.; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, XIII/503-505.; Zebîdî, Tâcu’l-Arûs,
XIX/51.
80
İbn Fâris, Mu’cemu Mekâyîsi’l-Luğa, III/243.
81
Isfahânî, el-Mufredât, s. 373.; Çelik, agm, s. 160-61.
82
Kırca, Celal, “Kimlik ve Kişilik Bağlamında Hz. Peygamber'in Örnek Oluşunun Evrensel Boyutu”,
Nebevî Mesajın Evrenselliği Semp., Konya İlahiyat Derneği Yay., Konya, 2009, s. 153.
342
Modern Çağda Ahlak
ve yaşatmak ile sünnete ittibâ eşdeğer kabul edilmiştir.83
Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarına yönelik zâhirî (teşebbüh anlayışını benimseyen) yaklaşımın en önde gelen simaları, Abdullah b. Ömer,
Ebû Saîd el-Hudrî, Ebû Hureyre, Enes b. Mâlik, Ebu Zerr, Abdullah b. Amr
b. el-Âs’tır. Bunların en dikkat çekici özellikleri zabt ve hıfzlarıyla meşhur
olmaları, çok sayıda hadis nakletmek suretiyle rivayete ağırlık vermeleridir. Bu eğilimde olan sahâbîler, genellikle Hz. Peygamber’in talimatlarını
lafzî, tatbikatlarını da şeklî olarak anlamışlardır. Onlar için önemli olan Hz.
Peygamber’in ne dediği ile ne yaptığıdır. Onlar için Hz. Peygamber’in
herhangi bir tasarrufunun kaynağı, ondan hangi sıfatıyla sadır olduğu,
bağlayıcı olup olmadığı fazla önemli değildir. Dolayısı ile ne bunları ne de
o tasarrufun gerçek mahiyetini ortaya koyacak olan ilgili durumları, yani
hangi ortam ve şartlarda gerçekleştiğini, sebep ve illetinin ne olduğunu,
gözetilen maksadın ne olduğunu vb. araştırmaya fazla ihtiyaç hissetmemişlerdir.84
Allah Rasûlünün sünnetini uygulamada zâhirî (şekilci-lafızcı), başka
bir ifadeyle teşebbüh anlayışına sahip olan sahâbîlerin uygulamalarından
bazı örnekler vermek istiyoruz.
Rasulullah (s.a.v) ashabına namaz kıldırırken, ansızın terliklerini çıkartıp sol tarafına koydu. Bunu gören sahâbîler de derhal terliklerini çıkartıp
koydular. Rasulullah (s.a.v) namazı bitirip, “sizi terliklerinizi çıkartmaya sevk
eden nedir? diye sorunca onlar, “seni terliklerini çıkartırken görünce bizler
de çıkardık, dediler. Bunun üzerine o, “Cebrâil bana onlarda pislik olduğunu
haber verdiği için çıkarttım,”85 buyurdu.
Görüldüğü üzere sahabe bu olayda, Hz. Peygamber’in o davranışının
illetini bilmeksizin sadece onun yaptığını görüp, öylece taklîd etmişlerdir.
Her ne kadar Hz. Peygamber’in belirttiği bu özel durumun, aslında sahabe
için belli bir bağlayıcılığı veya sünnet oluşu söz konusu değilse de, bu
misal, Hz. Peygamber gibi namaz kılmakla emrolunan ashabın, onun
fiillerine ittibâda ne kadar titiz olduklarını göstermesi bakımından anlamlıdır.86
Hz. Âişe’nin anlattığına göre, Hz. Peygamber’in geceleri seccade olarak
kullandığı, gündüzleri de serip üzerine oturduğu bir hasırı vardı. Bazı
insanlar, Hz. Peygamber’in yanına toplanıp, onun kıldığı namazı kılmaya
başladılar. Bir süre sonra bu insanların sayısı çoğalınca, Hz. Peygamber
onlara yönelerek, “ey insanlar! Amellerde gücünüzün yettiği kadarını yapın.
Zira siz usanmadıkça Allah usanmaz. Allah katında amellerin en sevimlisi, az da
————
83
Görmez, Mehmet, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu,
TDV. Yay., Ankara, 1997, s. 48.
84
Erul, age., s. 191.; Krş., Görmez, age., s. 46.
85
Ebû Dâvud, Salât, 88, (h. no: 650-51, I/426-27); ed-Dârimî, Salât, 103, (h. no: 1384, I/260);
Ahmed b. Hanbel, III/92.
86
Erul, age., s. 172.
Dördüncü Oturum
343
olsa devamlı olanıdır", buyurdu.87
Buradan anlaşılmaktadır ki, amel ve ibadette ideal olan, Hz. Peygamber’e adeta taklîd edercesine aynen uymak, onun yaptığı kadar yapmak
değildir. Bilakis asıl ideal olanı, Hz. Peygamber’in ikazında belirttiği gibi,
gücü yettiği kadar olması, usandırıcı olmaması ve az da olsa devamlı
olmasıdır.88
Ashab, namaz ibadetiyle ilgili olarak gösterdiği zahiri yaklaşımı, oruç
ve hac ibadetleriyle ilgili olarak da göstermişlerdir. Bu bağlamda visal
orucu tutan Hz. Peygamber’i gören sahâbîlerden birçoğunun ona uyarak
visal orucu tutmaları üzerine Allah Rasûlünün kendilerini bundan
nehyetmesine rağmen, onların bunda ısrar etmeleri ve Hz. Peygamber’in,
visalin günlerini artırarak adeta onları cezalandırmak istemesini89 zikredebiliriz.
Yine Fetih yılı Ramazan ayında ashabıyla oruçlu olarak yaptıkları bir
yolculuk sırasında, ashabın hayli susadıklarını gören Peygamber (s.a.v), bir
tas su istemiş ve herkesin göreceği bir şekilde onu içmiş ve bunu gören
sahâbîler de derhal su içerek oruçlarını bozdular. Ancak içlerinden bazılarının hala oruç tutmaya devam ettiklerini duyunca o, üç defa “onlar âsidirler” buyurmuşlardır.90
Hz. Ömer bir defasında Hacer-i Esved’e seslenerek, “biliyorum ki sen
bir taşsın. Ne zarar ne de fayda verirsin. Eğer ben Rasûlullah’ın sana dokunduğunu görmeseydim sana el sürmezdim” demiş ve ona eliyle dokunarak selamlamıştır.91
Şekli yaklaşım temayülünde olan bazı sahâbîler, Hz. Peygamber’in fiillerinin gerçekleştiği yerlere bile ayrı bir önem atfetmişler, onun fiillerini
aynen onun gibi ve onun yaptığı yerlerde yapmaya özen göstermişlerdir.92
Mesela mescide mütemadiyen belli bir direğin yanında namaz kılmakta
olan Seleme b. Ekva’ (ö.h.74) buna sebep olarak Hz. Peygamber’in namazını o direğin arkasında kılmasını göstermektedir.93
Abdullah b. Ömer, Rasulullah’ın Kâbe içerisinde nerede namaz kıldığını Bilal’dan öğrenmiş ve onun gösterdiği yerde namazını kılmış94, ancak
onun kaç rekât namaz kıldığını sormayı unuttuğunu üzülerek haber vermiştir.95
————
87
el-Buhârî, Libâs, 43, (VII/50).
88
Erul, age., s. 172.
89
Muslim, Sıyâm, 56-60, (I/774-76).
90
Aburrazzâk b. Hemmâm es-San'ânî, el-Musannef, I-XI, (Tahk., Habiburrahman el-A'zamî),
el-Meclisu'l-İlmî, Beyrut, ts., h. no: 4473-74, (II/564).
91
el-Buhârî, Hac, 57, (II/161); Ebû Dâvud, Hac, 51, (h. no: 1887, II/446-47).
92
Erul, age., s. 176.
93
el-Buhârî, Salât, 95, (I/127).
94
el-Buhârî, Salât, 96, 97, (I/128); Muslim, Hac, 388-392, (I/966-67).
95
el-Buhârî, Meğâzî, 49, (V/93).
344
Modern Çağda Ahlak
Aynı şekilde İbn Ömer, Hz. Peygamber'in hac ve umre için yapmış olduğu yolculuğunda, Medine yolu üzerinde nerelerde hangi vakit namazlarını kılmışsa onları bellemiş ve aynı yerlerde kılma titizliğini göstermiştir.96
Söz konusu temayül İbn Ömer'den başka sahâbîlerde de görülmektedir.
Nitekim Mekke-Medine arasında yapılan bir yolculukta, Hz. Ömer bazı
grupların bineklerinden inerek bir mescide namaz kılmak üzere koşuştuklarını görünce sormuş; kendisine oranın Hz. Peygamber'in namaz kıldığı
bir mescid olduğu haber verilince de şöyle demiştir: "Sizden önceki toplumlar, ancak peygamberlerinin izlerini-eserlerini kiliseler haline getirdikleri için helak olmuşlardır. Şu halde kim bu mescidlere vardığında namaz
vakti girmişse, namazını kılsın, aksi takdirde geçip gitsin!"97
İbadetler alanında sahabenin birçoğunda görülen bu taklîd, teşebbüh
ve şeklî ittibâ, bazı sahâbîler tarafından ibadetlerin dışında da kendini
göstermekteydi. Onlar, onun giyim kuşamından yeme içmesine, oturup
kalkmasından yolculuklardaki konaklama, kaza-i hacet vb. varıncaya
kadar bütün hal ve hareketlerini taklîd ederek tekrarlıyorlardı.98 Yine İbn
Ömer ve diğer bazı sahâbîler, Hz. Peygamber'in parmağına taktığı yüzükten tutun da, ayağına giydiği nalınlara, elbise rengine, sarık sarış tarzına
varıncaya kadar kılık kıyafetle ilgili Hz. Peygamber'in kişisel, beşeri zevk
ve tercihlerini dahi örnek almaya, bu davranışlarıyla ona benzemeye çalışmışlardır. Bu benzeme çabası, bazen yiyeceklerde bile ön plana çıkabilmektedir.99
Kanaatimizce İbn Ömer ve diğer pek çok sahâbînin, Allah Rasûlünü
her yönüyle taklîd etme sebepleri, taabbüd kastıyla, şer'an onları sünnet
gördükleri için değil, Hz. Peygamber'e karşı olan sonsuz muhabbetlerinden
kaynaklanan bir şevkle onun yaptıklarını, onun yaptığı yer, zaman ve
şekilde yapmak suretiyle şeklen ona benzemeyi ve bununla tatmin olmayı
arzulayarak ittibâ etmişlerdir. Ancak bu tür şekli ittibâ veya taklîdin en
mahzurlu tarafı, teberrüken yapılan bu teşebbühün, daha sonraki nesiller
tarafından yanlışlıkla zorunlu bir dini vazife, hatta sünnet olarak algılanabilmesidir. Hz. Ömer muhtemelen bu endişelerle Hz. Peygamber'in namaz
kıldığı yerlere bu şekilde ayrı bir değer atfedilmesine şiddetle karşı çıkmıştır.100
Hz. Peygamber'in sünnetine ittibânın nasıl olması gerektiğine dair farklı anlayış ve uygulamaları hem kavramsal olarak hem de örnekleriyle
böylece ortaya koymuş olduk. Ancak üzerinde durulması gereken bir
————
96
el-Buhârî, Salât, 89, (I/24).
97
Aburrazzâk, el-Musannef, h. no: 2734, (II/119).; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, I/448.
98
Erul, age., s. 180.
99
Sahabenin, sünnete şeklî yaklaşımlarıyla ilgili çok sayıda örnek için bk., Erul, age., s. 169196.
100
Erul, age., s. 178. Ömer b. Abdülaziz (ö.h.101), Medine civarındaki Hz. Peygamber'in namaz
kıldığı sabit olan yerlere mescitler inşa ettirdiği bilgisi için bk., İbn Hacer, Fethu'l-Bârî,
I/680.
Dördüncü Oturum
345
husus daha var ki, o da Sünnet'in teşriî değeri ve bağlayıcılığı konusudur.
Başka bir ifade ile Hz. Peygamber'in hangi sünnetinin bağlayıcı olup,
hangisinin bağlayıcı olmadığı meselesidir. Şimdi bu konuyu ele almak
istiyoruz.
5. SÜNNETİN BAĞLAYICILIĞI MESELESİ
Bağlayıcılık açısından Sünnet; "bağlayıcı olan ve olmayan" şeklinde iki
kısma ayrılmıştır.101 Peygamber’e izafe edilen her söz, fiil ve takrîrin hangisinin bağlayıcı olup, hangisinin olmadığının tespitini yapmak kolay bir iş
değildir. Hangi söz veya uygulamanın, Hz. Peygamber’den hangi sebep ve
amaçla sadır olduğu her zaman net bir şekilde, belirgin çizgilerle ayırt
edilmesi mümkün olamamaktadır. Ayrıca bazı söz ve uygulamaların
birden fazla sebep ve amaçla sadır olduğu da unutulmamalıdır.102
Şu hususu da hatırlatalım ki, Hz. Peygamber'in sünnetinin azımsanamayacak bir bölümü teşrî amaçlı olup, müslümanları bağlayıcı özelliktedir.
Ancak bu, sünnetin tamamının bağlayıcı olduğu anlamına gelmez.103
İlk asırlardan itibaren İslâm alimlerinin sünneti bağlayıcılık açısından
bir sınıflandırmaya tabi tuttuklarını görmekteyiz. Bu konuda verebileceğimiz en eski örneklerden biri İbn Kuteybe (ö.276/889) tarafından yapılan
tasniftir. O, sünneti üç ana bölüm halinde ele almış, ilk iki bölümde bağlayıcı olan sünnetlere örnekler verdikten sonra, üçüncü bölümle ilgili olarak,
bu bölüme giren sünnetlerin bağlayıcılık özelliği taşımadığını, dolayısıyla
terk edenin günaha girmesinin söz konusu olmadığını ifade etmiştir.104
Yine o, Rasûlullah'ın bütün yaptıklarını aynen taklîd etmenin zorunlu
olmadığını, dolayısıyla birtakım hususlarda Rasûlullah'a uymak gerekme————
101
Sünnetin bağlayıcılık açısından taksimi hakkında geniş bilgi için bk. Sakallı, Talat, “Sünnet’in Bağlayıcılık Açısından Taksimi”, SDÜİFD, S. 2, Isparta, 1996, s. 39–102.
102
Örnek için bk. Ebû Muhammed İzzuddin Abdulaziz b. Abdisselâm, Kavâidu’l-Ahkâm fî
Mesâlihi’l-Enâm, Beyrut, ts. II/121.
103
Kırbaşoğlu, M. Hayri, İslâm Düşüncesinde Sünnet –Eleştirel Bir Yaklaşım-, Ankara Okulu Yay.
Ankara, 1996, s. 86. Sünnetin bağlayıcılığı ile ilgili olarak geniş bilgi için ayrıca bk., elKaradâvî, Yusuf, Sünneti Anlamada Yöntem, - Sünnetin Teşriî Değeri-, (Çev. Bünyamin Erul),
Nida Yay., İstanbul, 2009, s. 307-375.; Abdulganî Abdulhâlık, Hucciyyetu's-Sunne, - Sünnetin Delil Oluşu - (Çev. Dilaver Selvi), Şule Yay., İstanbul, 1996.; Koçkuzu, Ali Osman, Hadiste Nâsih Mensûh, İstanbul, 1985, s. 7-23.
104
Birinci tür sünnet: Cebraîl’in Allahu Teala’ya getirdiği sünnet… “Kadın halası ve teyzesi
üzerine nikah edilemez” ve “nesep yoluyla (nikahı) haram olanlar, aynı şekilde süt (emme)
yoluyla da haram olurlar” hadisleri vb. esaslar. İkinci tür sünnet: Allah’ın Rasûlullah’a
sünnet kılmasını mübah kıldığı, bu hususta kendi görüşüne (re’yine) başvurmasını emrettiği sünnettir. Bu nevi sünnette Rasûlullah’ın dilediğine –illet (sebep) ve mazeretine göreruhsat tanıma hakkı vardır. İpeği erkeklere haram kılması ve Abdurrahman b. Avf (r.a)’a
ondaki bir hastalıktan dolayı ipek kullanması için izin vermesi gibi. Üçüncü tür sünnet:
Bize edeb maksadıyla sünnet kıldığı şeydir. Eğer bu sünneti işlersek, bundan dolayı sevap
kazanmış oluruz. Yok, eğer terk edersek -inşaallah- bize herhangi bir günah yoktur." İbn
Kuteybe, Hadis Müdafası, (Çev. M. Hayri Kırbaşoğlu), Kayıhan Yay., II. bsk. İstanbul,
1989, s. 308-313.
346
Modern Çağda Ahlak
diğini de vurgulamıştır.105
Sünnetin bağlayıcılık açısından taksimi sonraki asırlarda da devam etmiş, özellikle Usûl-i Fıkıh alimleri tarafından ele alınmıştır. Şah Veliyullah
Dihlevî (ö.1176/1762) de meşhur eseri Huccetullahi'l-Bâliğa'da, sünneti
bağlayıcılık açısından, iki kısma ayırmıştır. Bunlardan ilki, “risâletin tebliğine dayalı varid olan sünnet”tir. Risaletin tebliği kategorisini oluşturan bu
hadis veya sünnetler genel olarak bağlayıcı niteliktedir.106 Ikincisi ise,
“risâletin tebliği ile ilgili olmayan meselelerden doğan sünnet”tir.107 İkinci kategoriye giren hadis veya sünnetler ise bağlayıcı değildir. Bunlar Hz. Peygamber’in beşer olarak ortaya koyduğu hususlar ile şahsî tecrübelerinden,
âdet ve örften kaynaklanan ve dînî bir amaç gütmeksizin yaptığı fiillerden
oluşmaktadır. Dihlevî bu kategoriye bütün ümmeti bağlayıcı nitelik taşımayan, Hz. Peygamber’in sadece o günün şartları gereği özel durumlar
karşısında ortaya koyduğu çözümleri de dahil etmektedir. Bu ketegoriye
dahil olan sünnetler, birinci kategoriye dahil olanların aksine bağlayıcı bir
nitelik taşımamaktadır.108
Bazı fıkıh usûlü eserlerinde bu taksim daha detaylı olarak şu şekilde
ifade edilmektedir:
1. Peygamber'in (s.a.v) insanlık tabiatı gereği olan, oturma, kalkma, yürüme, uyuma, yeme, içme gibi işleri teşrî değildir. Çünkü Hz. Muhammed
(sav) bunları peygamberlik sıfatıyla değil, beşer sıfatıyla yapmıştır. Ancak,
lâkin peygamberden insanî bir fiilin sadır olması ve bu fiilden maksadın
iktidâ olduğuna dair bir delilin bulunması halinde, bu delil vasıtasıyla o
fiilin teşrî bir özellik kazanacağı belirtilmektedir.109
2. Peygamber'in (s.av) insanlık, tecrübe, dünya işlerinden olan ticaret,
ziraat, ordu tanzimi, savaş idaresi, bir hastalığa ilaç tavsiyesi gibi insanlık
tecrübesi, maharet ve dünya işlerindeki tecrübeleri sonucunda yaptığı işler
teşrî değildir. Çünkü bunları peygamberlik sıfatı ile yapmamıştır. Bunların
çıkış noktası O'nun dünyevi tecrübe ve şahsi takdiridir. Bedir savaşında
ordunun karargâhının tesbiti ve Medinelilerin hurma aşılamalarıyla ilgili
hususlar buna örnek olarak verilebilir.110
3. Hz. Peygamber’in üsve/örnekliği dışında kalan diğer bazı fiilî uygulamaları da söz konusudur. Rasûlullah’tan sadır olup da şer'î bir delil,
————
105
Sünnetin taksimi hususunda yapılmış bazı değerlendirmeler için bk., Kırbaşoğlu, age., s. 80.
106
ed-Dihlevî, Huccetu’llâhi’l-Bâliğa, I-II, (Tahk. Seyyid Sâbık), Dâru'l-Cîl, Beyrut, 1426/2005,
I/224.
107
ed-Dihlevî, age., I/224.
108
ed-Dihlevî, age., I/224.
109
el-Âmidî, el-İhkâm, I/232.; Hallâf, Abdülvahhâb, İlmu Usûli’l-Fıkh, el-Mektebetu'l-İslâmiyye,
İstanbul, 1984, s. 46-47. Krş. Hallâf, İslâm Hukuk Felsefesi, (Çev. Hüseyin Atay), s. 223. Hz.
Peygamber'in beşerî tasarruflarıyla ilgili olarak bk., el-Karadâvî, Sünneti Anlamada Yöntem,
s. 371-75.
110
Hallâf, İlmu Usûli’l-Fıkh, s. 47.
Dördüncü Oturum
347
onun kendisine has bir uygulama olduğunu belirtiyorsa, bu kabil bazı
hususlarda peygamber üsve/örnek değildir.111 Çünkü bilindiği gibi Peygamber (s.a.v) bir beşer olmakla beraber diğer insanlar gibi alelade bir
beşer değildir.112 Allah’ın bizzat eğittiği113 ve risâletle görevlendirdiği114
elçinin bazı özellikleri (hasâis) olması gayet tabiîdir. Onun bazı husûsiyetleri (hasâis), “örnek” olmadığı gibi umumî teşrî de değildir.115 Visâl orucu
tutmak,116 bir nikah altında dörtten fazla kadını bulundurmak117 gibi durumlar onun hasâisindendir.118 Bu konularda Peygamber’e tâbi olmak
doğru değildir ve nasslarla yasaklanmıştır.
4. Hz. Peygamber’in iradeye dayalı; farz, vacip, müstehab ve mübah vasfını alan dört çeşit fiili yanında, “zelle”, diğer bir ifade ile “evlâyi terk” adı
verilen bir beşinci türü daha vardır ki, bu kapsamda yer alan fiiller de
uyma mükellefiyeti dışında yer almaktadır.119 Uyku hali ve bayılma gibi
kasta dayalı olmayan fiiller de uyulması gereken fiillerin kapsamı dışında
tutulmuştur. Hz. Peygamber sadır olan ve “zelle” tabir edilen fiillerde,
fiilin aslında kasıt vardır fakat bizzat zelleye kasıt yoktur. Meselâ yolda
yürüyenin çamurda kayması gibi, yürüyenin yürüme kastı vardır, fakat
kayma kastı yoktur. Böylece “zelle”nin, fiilin meydana gelişi esnasında
fâile ârız olan, ancak oluşmasında bizzat kastı bulunmayan bir fiil olduğu
anlaşılmaktadır.120
5. Hz. Peygamber’in insanî vasıflarından kaynaklanmaksızın sehven tezahür eden fiilerinin bağlayıcı olup olmadığı hususunda alimler, fakir
ayrılığına düşmüşlerdir. Bazıları, her bir fiilin, vâcip olduğuna dair bir delil
ikame edilinceye kadar vucûbiyeti hakkında tavakkuf edilmelidir, derken;
bazıları da vücûbiyetin aleyhine delil ikame edilmedikçe, bütün fiillerine
ittibâ ve iktida vâciptir, demişlerdir.121 Ebu’l-Hasen el-Kerhî’ye (ö.340/951)
göre Hz. Peygamber’in fiillerinin vâcip, mendub ve mübah gibi sıfatları
vardır. Ona göre bütün bu fiillerde, fiilin sıfatı ne ise o hal üzere ittibâ
olunur. Fiilin sıfatı bilinmezse ibâha sözkonusudur ve ittibâ delilin ikâmesi
ile sabit olur.122
Son devir hadis alimlerinden Babanzâde Ahmed Naîm ise
(ö.1353/1934) Hz. Peygamber (s.a.v)’in fiillerine uyma hususunda şunları
————
111
el-Âmidî, el-İhkâm, I/232.; Hallâf, İlmu Usûli’l-Fıkh, s. 47.
112
el-Buhârî, Savm, 49-50, İ'tisâm, 5; Muslim, Sıyâm, 57-61.
113
2, Bakara, 151.
114
48, Fetih, 29.
115
el-Âmidî, el-İhkâm, I/232.
116
el-Buhârî, İ'tisâm, 5; Ebû Dâvud, Tatavvu', 10.
117
4, Nisâ, 3.
118
el-Âmidî, el-İhkâm, I/232; Hallâf, İlmu Usûli’l-Fıkh, s. 47.
119
Serahsî, Usûl, II/86.
120
Serahsî, age., ay.
121
Serahsî, age., ay.
122
Serahsî, age., ay.
348
Modern Çağda Ahlak
söylemektedir: “Fi’l-i mervînin fi’l-i Rasûl (s.a.v) olduğu sabit olduktan
sonra itirazı câlib olan hususatı münakaşa edebiliriz. Biz müslümanlarca
fiil-i Resûl (s.a.v) her ne olursa olsun savaptır (doğrudur) ve Rızây-ı Bârî’ye
muvâfıktır.” O daha sonra, “Muhakkak ki sen yüce bir ahlâk üzeresin,”123 “O
kendi hevasından söylemez. Onun bildirdikleri, kendisine vahyedilenden başka bir
şey değildir”124, “Rasûl size ne verdiyse onu alın, size neyi yasak ettiyse ondan
sakının”125 ve benzeri ayetlerin sayılamayacak kadar çok olduğunu vurgulayarak “Hz. Rasûlullah (s.a.v)’ın kavl, fiil ve takrîri bizim için şer-i ilâhîdir
(ilâhî şeriattır)” demektedir.126
Son dönem önemli fıkıh alimlerinden olan Tunuslu Muhammed Tâhir
b. Âşûr, (1879-1973) Mekâsıdu’ş-şerîati’l-İslâmiyye adlı eserinde Hz. Peygamber'in sözlü ve fiili tasarruflarını, başka bir ifadeyle bağlayıcı olması bakımından sünnetini 12 başlık altında değerlendirmiştir. Bu başlıkları izah ve
örneklerine girmeksizin nakletmek istiyoruz:
1. Yasama (et-Teşrî), 2. Fetvâ (el-Fetvâ), 3. Yargı (el-Kadâ), 4. Devlet Başkanlığı (el-İmâra), 5. İyiye Güzele Teşvik (el-Hedy), 6. Arabuluculuk (esSulh), 7. Fikir Danışanlara Yol Gösterme (el-İşâretu ale'l-Müsteşîr), 8. Nasîhat
(en-Nasîha), 9. İnsanları En Mükemmel Olana Yönlendirme (Talebu Hamli'nNüfûs ale'l-Ekmel), 10. Yüce Hakikatleri Telkin (Ta'lîmu'l-Hakâiki'l-Âliye), 11.
İkaz ve Uyarı (et-Te'dîb), 12. Yaratılış İcabı ve Maddi İhtiyaçlar Gereği
Olarak Yaptıkları (et-Tecerrud ani'l-İrşâd).127
Görüldüğü gibi, ilk üç kategorinin bağlayıcılığı kesin olmakla birlikte,
diğer kategoriler için aynı şeyi söylemek mümkün değildir.
Günümüzde de Hz. Peygamber’in (s.a.v) yeme-içme, giyim-kuşam vb.
birçok konuda, örf ve âdete dayalı olarak yapmış olduğu davranışlar, sanki
yapılması gereken zorunlu bir sünnet olarak telakki edilmektedir. Bugün
yemek adabı konusunda bazı hadislere dayalı olarak yemeğin yerde yenilmesi,128 yemek yiyen kimsenin bağdaş kurarak bir dizinin veya iki
dizinin üzerine oturması, tek bir kaptan,129 kaşık ve çatalla değil, üç parmakla yenilmesi ve parmakların yalanması130 gibi daha pek çok Arap örf
ve âdeti Hz. Peygamber’in bağlayıcı bir sünneti olarak takdim edilmekte ve
————
123
68, Kalem, 4.
124
53, Necm, 3-4.
125
59, Haşr, 7.
126
Ahmed Naîm, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, I-XII, DİB. Yay.,
Ankara, 1991.
127
Daha geniş bilgi için bk., Tâhir b. Âşûr, İslâm Hukuk Felsefesi (Mekâsıdu’ş-şerîati’l-İslâmiyye),
(Çev. Vecdi Akyüz-Mehmet Erdoğan), İz Yay., İstanbul, 1996. s. 48-61.; Kırbaşoğlu, İslâm
Düşüncesinde Sünnet, 81-86.
128
el-Buhârî, Et’ime, 8. (VI/198).
129
Muslim, Eşribe, 104-106, (III/1598-9).
130
el-Buhârî, Et’ime, 52. (VI/213); Muslim, Eşribe, 131-132. (III/1605-6); Ebû Dâvud, Et’ime,
51, h. no: 3847-8. (III/366); et-Tirmizî, Et’ime, 10-11 h. no: 1801. (IV/227); Ahmed b.
Hanbel, II/7.
Dördüncü Oturum
349
pek çok insan bunları sünnet olarak algılamaktadır. Oysaki bütün bunlar, o
günün örf ve adetleriyle ilgilidir. Hz. Peygamber’in o şartlarda ve o zaman
ve mekân bağlamında başka türlü hareket etmesi düşünülemez. Burada
yanlış olan, o günün şartlarına özgü peygamber davranışını veya onun
adet olarak uyguladıklarını bu günün insanına bağlayıcı bir peygamber
sünneti olarak telkinde bulunmak ve bunları dinin bir parçası imiş gibi
göstermektir.131
Hz. Peygamber (s.av.)'in örnekliği ve bunun evrensel boyutuyla ilgili
olarak Celal Kırca'nın şu tespitini aynen nakletmek istiyoruz:
"Kur'ân bir Müslüman için ölçüdür. Hz. Peygamber'in davranışları yani
kişiliği ise, örnektir. Sünnetin örnek oluşu, onun bugüne taşınması imkânını sağlar. Şayet ölçü olarak tanımlansaydı, bugüne taşınması çok zor bir
durum olurdu. Zira o günün hayat tarzları ve şartları ile bugünün hayat
tarzı ve şartları aynı değildir. Bu nedenle hayata ölçüyü ana kaynak koyar.
Sünnet ise bu ana kaynağın açıklanmış ve yaşanmış şeklidir. Sünnet bu
misyonu sebebiyledir ki normu değil, daha ziyade formu belirler. Normlar
asıl oldukları için onda değişme olamaz. İbadetler gibi zamanla sınırlı
olmayan formlar hariç, diğer formlarda ise duruma bağlı bazı değişimler
olabilmektedir. Söz gelimi, ağzı yıkamak, bir başka deyişle diş temizliği
yapmak bir normdur. Bu temizliği misvakla yapmak ise, formdur. Hz.
Peygamber'in döneminde bu normun uygulanmasını sağlayacak misvaktan başka bir form mevcut değildi. Bugün bu normun uygulanmasını
sağlayacak diş fırçası ve diş macunu gibi başka formlar da mevcuttur.
Ancak misvak bir form yani temizlik aracı olarak yerel ve tarihsel bir
niteliğe, temizlenmek ise evrensel bir niteliğe sahip olduğu için örnekliği
yerel ve tarihsel olanda değil de, evrensel olanda aramak daha uygun bir
tercih olacaktır. Bununla birlikte yerel olan bazı şeylerin evrenselleştirilme
potansiyeline sahip olduğunu ve zaman zaman evrenselleştirilmeye çalışıldığını da söyleyebiliriz. Yüce Yaratıcı'nın Hz. Peygamber'in hayat tarzını
ölçü olarak değil de örnek olarak sunması, sünnetin tam ve eksiksiz olarak
ortaya konulmuş bir kurallar toplamı değil de örnek olucu bilgiler toplamı
olarak gelmiş olması, kimliğinin değil de kişiliğinin evrensel bir boyutu
olduğunu ortaya koymaktadır."132
Burada bir hususu özellikle vurgulamamız gerekir ki, o da yukarıda
bahsi geçen ve benzeri bütün uygulamaların bağlayıcı birer sünnet olarak
takdim ve telkini ne kadar yanlış ise; bu uygulamaların sünnet olmadığı ve
sünnet olarak telakki edip uygulayanların da sünnet işleme sevabı alamayacaklarını iddia etmek o kadar yanlıştır. Çünkü biz biliyoruz ki, "ameller
niyetlere göredir".
————
131
Bkz., Karadâvî, age., s. 317-18. Bu konuda yapılmış farklı bir değerlendirme için bk., Bağcı,
agm, s. 87-88.
132
Kırca, Kimlik ve Kişilik Bağlamında Hz. Peygamber'in Örnek Oluşunun Evrensel Boyutu, s. 155156.
350
Modern Çağda Ahlak
Buraya kadar ortaya konan veriler doğrultusunda diyebiliriz ki sünnete
uymak; Hz. Peygamber (s.a.v)'den gelen her şeyi, hiçbir ayırıma tabi tutmaksızın ve bağlayıcılık açısından hepsini aynı düzeyde görerek harfi
harfine taklîd etmek demek değildir. Bütün bunlar da göstermektedir ki,
sünnet ortaya konulurken, anlatılırken veya uygulanırken, onun bağlayıcı
olan ve olmayan türleri bulunduğunu göz önünde bulundurmak ve bunları
birbirinden ayırt etmek büyük önem arz etmektedir.133
III. FERDÎ VE TOPLUMSAL AÇIDAN HZ. PEYGAMBER (S.A.V)'İN ÖRNEK AHLÂKI
Günümüz insanı, iletişim teknolojilerinin hızla ilerlediği bu dönemde,
özellikle medya aracılığıyla dini ve kültürel yozlaşmanın etkisi altında
kalmakta, böylece her an değer adı altında takdim edilen bir takım olumsuzluklara maruz bırakılmaktadır. Bu sebeple de Hz. Peygamber'in tebliğ
ettiği mesaja ve örnekliğine daha çok ihtiyacı vardır. Çünkü O’nun hayatı
ve mesajı, inançta ve yaşantı modellerinin seçiminde meydana gelecek
sapmalar için bir engelleyici vazifesi görecek, Müslümanların hayatı için
bir kıstas veya bir mihenk taşı olacaktır. Ancak hemen belirtmeliyiz ki,
burada birinci derecede ihtiyaç duyulan şey, bilgilenmekten çok, sahip
olunan mevcut bilginin sosyal hayata yansımasıdır. Yani bugün için öncelikli konu, bilgisine sahip olduğumuz ahlaki değerlerin, davranış halinde
sosyal hayata geçirilebilme konusudur. Çünkü toplumun büyük çoğunluğunun haksızlık, adaletsizlik, kul hakkı yeme, aldatma, yalan, gıybet,
dedikodu, rüşvet vb. ahlâkî kötülüklerden kaçınılması gerektiğini bildikleri
halde, aynı çoğunluğun bu bilgiyi davranış haline dönüştürme aşamasında
sıkıntıya düştüğü bir gerçektir.
Peygamberlerin gönderiliş gayelerinden birisi de insanlığa örnek ve
model olmaktır. Peygamberimiz de bizim için bir örnek ve modeldir. Allah
Teâlâ kendisine hitaben; “Muhakkak ki sen yüce bir ahlâk üzeresin”134 derken,
insanlığa hitaben de "Andolsun ki, Rasûlullah'ta sizin için, Allah’a ve ahiret
gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır,135 buyurmuştur. Dolayısıyla Hz. Peygamber'i örnek almak, biz Müslümanlar için öncelikli bir dini görevdir.
Ancak bu noktada cevabı aranması gereken bir soru vardır: Peygamberimizden on dört asır sonra Onun yaşadığı kültür ve coğrafyadan apayrı
bir ortamda yaşayan insanın Hz. Peygamber'i bugün tam olarak örnek
alması ne kadar mümkündür? Eğer mümkünse bu nasıl gerçekleşmelidir?
————
133
Hz. Peygamber'den gelen her uygulamayı bağlayıcı olarak gören anlayışla ilgili çeşitli
örnekler için bk., Kırbaşoğlu, age., s. 91. Ayrıca, sünnetin sadece "şekil-lafız" dan ibaret
olmayıp, "şekil-lafız"ın altında yatan mana, ruh, ilke, hikmet ve amaç olduğuna dair tespit,
değerlendirme ve öneriler için bk., Kırbaşoğlu, age., s. 115-139.
134
68, Kalem, 4.
135
33, Ahzâb, 21.
Dördüncü Oturum
351
Başka bir ifadeyle, Peygamber (s.a.v)’i örnek almak, O’nun hayatından
davranış modelleri çıkarmak nasıl anlaşılmalıdır? Bu, O’nun belli bir tarih
ve coğrafyada yaşadığı hayatı, bugün tekrar yaşamak şeklinde mi, yoksa
O’nun kendi zamanındaki insan ve olaylar karşısındaki takındığı tavırları
kavrayıp, aynı tavır ve davranışları bugün de geliştirmek şeklinde mi
olacaktır? Yoksa bunlardan ikisinin birden aynı anda gerçekleşmesi mi
gerekecektir.136 Esasında bu sorulara ikinci bölümde “Hz. Peygamber’i
Örnek Almada Ortaya Çıkan Faklı Yaklaşımlar” başlığı altında, kavramsal
tartışmalara da yer vermek suretiyle cevap vermeye çalıştık. Ancak, ileride
değineceğimiz Hz. Peygamber’in belli başlı ahlâkî özellikleri konusuna
temel teşkil etmesi bakımından bazı hususlara kısaca temas etmeden
geçemeyeceğiz.
Hz. Peygamber (s.a.v), nübüvvetten önce hangi tarzda yemek yiyip nasıl giyiniyorsa, nübüvvetten sonra da aynı tarz üzere devam etmiştir. Bu
durumda Hz. Peygamber (s.a.v)’i örnek almak; O’nun hayatından davranış
modelleri çıkarmak, O’nun bir insan olarak günlük hayatını devam ettirmek üzere yaşadığı hayatın biçimsel yönünü aynen yaşamaya çalışmak
demek olmamalıdır. Çünkü hayatın şekli yönü büyük oranda gelenek ve
göreneklerce şekillenmektedir. Ayrıca böyle bir örnek alma, herhangi bir
zorluğu olmayan kolay bir iştir ve yaşadığımız hayata ahlâkî anlamda fazla
bir katkı da sağlamayacaktır.
Hz. Peygamber’i örnek almanın, sahip olduğu ahlâki faziletlerin hayata
geçirilmesi, getirmiş olduğu dini zihniyetin benimsenmesi ve gelişen
olaylar karşısında onun aldığı tavırlara benzer tavırların sergilenmesi
şeklinde anlaşılması gerektiği kanaatindeyiz. Yani onun gibi adaletli, onun
gibi dürüst, onun gibi merhametli olmak, kısaca insani ilişkilerini onun
ahlâki ölçülerine uygun şekilde yürütmektir. Günümüz insanı Peygamberimizi örnek almayı, onun gibi eş, onun gibi ticaret adamı, onun gibi komşu, onun gibi vatandaş, onun gibi devlet adamı olmak şeklinde anladığı ve
bunu gerçekleştirmeye koyulduğu zaman gerçek anlamda onu kendisine
örnek edinmiş olacaktır. Bu da Hz. Peygamber hakkında yeterli ve doğru
bilgilere sahip olmak ve onu doğru anlamakla mümkündür.137
Hz. Peygamber (s.a.v)'in ahlakıyla ahlâklanmada onu insani düzlemde
tutmak, onun örneklik boyutunu anlayabilmek açısından önemlidir. Hz.
Peygamber (s.a.v)'i adeta bir melek şeklinde tasvir etmek yerine, onun
örnek hayatını ve gösterdiği fedakârlıkları öne çıkarmak, Hz. Muhammed
gerçeğini anlamak adına daha doğru bir hareket olacaktır. Şayet Muhammed (a.s) insanın dünya hayatını, zevklerini tamamen reddeden, bunlardan uzak bir melek hayatı sürmek isteseydi, onun sürdüğü bu hayat,
————
136
Bu konuda geniş bilgi için bk., Polat, Salahattin, Hadis Araştırmaları, İnsan Yay., İstanbul,
ts., s. 257-270.
137
Kılıç, age., s. 30-35. (Bazı kısaltma ve ilavelerle)
352
Modern Çağda Ahlak
insanlar için ölü doğmuş bir norm olarak kalırdı.138 Medine'de gerçekleşen
ahlaki dönüşümün temelinde de bu anlayış mevcuttur.
Endülüslü ünlü âlim İbn Hazm (ö. 456/1064), her cümlesi bir hikmet
değeri taşıyan el-Ahlâk ve's-siyer adlı ahlâk kitabında şöyle der: "Âhiret
iyiliğini, dünya bilgeliğini, düzgün yaşayışı, bütün ahlâk güzelliklerini,
bütün faziletleri kazanmak isteyen kişi, Hz. Muhammed'i örnek alsın"
Çünkü "Rasûlullah bütün hayırlarda en ileridedir. Allah onun ahlâkını
övmüş, faziletleri en mükemmel şekliyle onda toplamış ve onu her türlü
kusurlardan arındırmıştır."139
Hiçbir ahlâkî değer, Peygamber efendimizin hayatında ihmal edilmemiştir. Her ahlâki değer, gerektiği kadar ve gerektiği şekilde onun hayatında en güzel haliyle yer almıştır. Onun hayatında yer alan bütün ahlaki
değerleri, bir tebliğ çerçevesinde ele almak elbette ki mümkün değildir. Bu
sebeple biz Hz. Peygamber’in “doğruluk ve dürüstlük”, “sözünde durma”,
“adalet”, “alçak gönüllülük” ve “yumuşak huyluluk” gibi bazı ahlâki
hususiyetleri üzerinde durmak istiyoruz.
a) Doğruluk ve Dürüstlüğü
Hz. Peygamber bir doğruluk abidesi idi. Aynı zamanda doğru insanlardan oluşan bir toplum oluşturmak onun en büyük hedefiydi. Bu bakımdan önce kendisi doğruluk örneği olmuştur. Gerçekten doğruluk, onun
hayatının her safhasında görülen bir haslettir. Onun içi ile dışı, özü ile sözü
birdi. Bir başka ifade ile olduğu gibi görünür, göründüğü gibi olurdu.
Söyledikleri ile yaptıkları arasında uyumsuzluk yoktu. Doğruluğu ile
insanlara örnek olduğu gibi bu konudaki sözleriyle de ümmetini doğruluğa sevk etmeye gayret göstermiştir.140
Hz. Peygamber bireyden hem doğru olmasını istemiş hem de diğer insanlara doğruluğun telkinini emretmiştir. Bu konudaki bir sözü şöyledir:
"Doğru olunuz; doğruluğa yöneltiniz".141 "Yâ Rasûlallah! İslâm hakkında bana
öyle bir söz söyle ki, onu senden sonra hiç kimseye sormayayım" diyen bir
kişiye "Allah'a inandım de, sonra da dosdoğru ol"142 buyurmuştur. O'nun bu
sözünde dosdoğru olmayı Allah'a imandan hemen sonra dile getirmesi ve
doğrulukla Allah'a iman arasında bağlantı kurması dikkat çekicidir. "Yaşlandınız yâ Rasûlallah" denildiğinde "Beni Hud, Vâkıa, Mürselât, Amme
(Nebe’) ve Tekvîr sûreleri yaşlandırdı"143 demiştir. Çünkü Hûd suresinde
"Seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol"144
————
138
Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, I-II, (Çev. Salih Tuğ), İrfan Yay., İstanbul, 1991,
II/664.
139
İlmihal (DİB), II/550'den naklen.
140
Sarıçam, İbrahim, Hz. Peygamber'in Çağımıza Mesajları, TDV. Yay., Ankara, 2008, s. 265.
141
Ahmed b. Hanbel, el-Musned, IV/231
142
Muslim, Îman, 39, I/65.
143
et-Tirmizî, es-Sunen, Tefsîru’l-Kur’ân, 56, (h. no: 3297, V/402).
144
11, Hûd, 112; Ayrıca bk. 42, Şûrâ, 15.
Dördüncü Oturum
353
buyurulmuştur. Yukarıdaki âyet-i kerîmeye ve bu konudaki daha başka
âyet-i kerîmelere göre doğru davranmak ona ve bütün Müslümanlara
Allah'ın emridir.
Doğruluğun iyiliğe, iyiliğin cennete götüreceğini, yalanın kötülüğe, kötülüğün ise cehenneme sürükleyeceğini145 veciz bir şekilde vurgulamış,
yalandan şiddetle kaçınılmasını istemiştir. Sorulan bir soru üzerine
Müslümanın korkak olabileceğini, cimri olabileceğini, ama asla yalancı
olamayacağını ifade etmiştir.146
Hz. Peygamber asla hainlik yapmamıştır. Bir sözünde hainlikten Allah'a sığındığını dile getirmiştir.147 En azılı düşmanlarına bile hainlik düşünmediği görülmektedir. Mekke'nin Fethi'nde, görüldükleri yerde öldürülmelerine izin verilenler (kanı heder edilenler) arasında bulunan Abdullah
b. Sa'd b. Ebû Serh'i bağışladıktan sonra sahâbîlere söylediği söz dikkat
çekicidir. Bununla ilgili olayın gelişmesi kısaca şöyledir: Abdullah önce
Müslüman olup hicret etmiş, vahiy kâtipleri arasında yer almış, ancak daha
sonra irtidat edip Mekke müşriklerinin yanına dönerek onların İslâm
aleyhindeki çalışmalarını desteklemişti. Mekke'nin Fethi'nde öldürüleceğini anlayınca süt kardeşi olan Hz. Osman'a sığındı. Yaptıklarından pişmanlık duyduğunu belirterek ondan kendisi için Hz. Peygamber'den emân
dilemesini istedi. Neticede Hz. Osman'ın ricası üzerine Hz. Peygamber onu
affetti ve biatını kabul etti.148 Abdullah, Hz. Osman'la birlikte Hz. Peygamber'in yanından ayrıldıktan sonra onu öldürmek üzere fırsat kollayan bazı
sahâbîler, emân vermeden önce kendilerine onu öldürmeleri yönünde niçin
işarette bulunmadığını sordular. Bunun üzerine Hz. Peygamber "İmâ etmek
hâinliktir. Peygamber'e îmâ etmek yakışmaz"149 buyurmuşlardır.150
b) Sözünde Durması – Antlaşmalara Sadık Kalması
Her zaman sözünde duran Hz. Peygamber, diğer ahlâkî faziletlerde olduğu gibi bu konuda da ümmeti için örnek bir yaşayış sürdürmüştür. O,
verdiği sözde durmayı imandan saymış, aykırı davranmayı ise münafıklık
alâmeti kabul etmiştir.151 Çünkü verdiği sözde durmamak, sözüne güvenilmez olmak, imanın özünde bulunan doğruluk vasfı ile çelişmektedir.
Kendisi birine söz verdiği, vaad veya taahhütte bulunduğu zaman onu
yerine getirirdi. Antlaşmalara uyardı. Aşağıdaki olay onun antlaşmalara
riayete ne derece önem verdiğinin güzel bir örneğidir: Ebû Basîr adlı
sahâbî Müslüman olduğu için Kureyş müşrikleri tarafından hapse atılır.
————
145
el-Buhârî, Edeb, 69, VII/95.; Muslim, Birr, 105, (III/2013); Mâlik b. Enes, el-Muvatta’, Kelâm,
16, (II/989).
146
Mâlik b. Enes, Kelâm, 19, (II/990).
147
Ebû Dâvud, Vitr, 32, (h. no: 1547, II/191).; en-Nesâî, İstiâze, 20, (h. no: 5466, VIII/263).
148
Fayda, Mustafa, “Abdullah b. Sa'd b. Ebû Serh”, DİA, I/130.
149
İbn Sa'd, et-Tabakât, II/141; Ayrıca bk., Belâzûrî, Ensâbu'l-Eşrâf, I/358.
150
Sarıçam, age., s. 267.
151
Muslim, Îman, 106, 107, 108, (I/78).
Modern Çağda Ahlak
354
Hudeybiye Antlaşması'ndan sonra Mekke’den kaçar ve Medine'ye Hz.
Peygamber'in yanına gelir. Bunun üzerine müşrikler Ebû Basîr'in kendilerine iade edilmesi için derhal Medine'ye iki muhafız gönderirler. Peygamberimize hitaben bir de mektup yazarlar. Mektubu Übey b. Ka'b'a okutan
Hz. Peygamber daha sonra Ebû Basîr'i çağırarak, Hudeybiye antlaşması
gereğince kendisini Kureyşlilere teslim etmek zorunda olduğunu bildirir.
Ebû Basîr ise teslim edilmemesini ister. Fakat Peygamberimiz "Bildiğin gibi
biz Kureyş müşriklerine söz verdik. Dinimizde vefasızlığa yer yoktur" der. Ancak
müşriklere verdiği sözde durmaya özen gösterirken Müslümanı da gücendirmez; Allah'ın ona ve onun durumundaki Müslümanlara bir çıkış yolu
göstereceğini söyler.152
Yine Hudeybiye'de gelişen bir başka olay bu hususa güzel bir örnektir:
Hudeybiye'de antlaşma metni imzaya hazır hale geldikten sonra Kureyş
heyetinin başkanı Süheyl b. Amr'ın oğlu Ebû Cendel, Müslüman olduğu
için atıldığı hapisten kaçarak ayaklarındaki zincirleri sürüyerek Müslümanlara sığınır. Bunun üzerine Süheyl, antlaşma gereğince oğlunun iadesini ister. Hz. Peygamber antlaşmanın henüz imzalanmadığını, bu sebeple
Ebû Cendel’in onun dışında tutulması gerektiğini söylemesine rağmen
Süheyl bunu kabul etmez. Bu sefer Hz. Peygamber onun kendi hatırı için
antlaşma dışı tutulmasını ister, ancak bu istek de kabl görmez. Bunun
üzerine Hz. Muhammed (s.a.s.), Kureyşlilerle yaptığı antlaşmaya sadık
kalacağına dair Allah adına söz verdiğini belirtip kendisine sabır tavsiye
ederek onu babasına iade eder.153
c) Adaleti
Adalet, toplumları ayakta tutan evrensel bir ilke, önemli bir müessesedir. Adaletin hakkıyla uygulandığı toplumlarda güven duygusu, birlik,
beraberlik ve kaynaşma vardır. Aksi durumda bu erdemlerden söz edilemez. Her işte adil olmayı, zulüm ve haksızlık yapmamayı, yetim malı
yememeyi emreden Yaratıcı, adaletten yoksun olan kişiyi dilsiz, bir şey
beceremeyen ve hiçbir şeye yaramayan bir köleye benzetmiş; böyle bir
kişinin, doğru yolda yürüyerek adalet vasfını kazanmış bir kişiyle bir
tutulamayacağını bildirmiştir.154 "Muhakkak ki Allah, adaleti, ihsanı ve yakınlara bakmayı emreder. Hayâsızlığı, fenalığı ve azgınlığı da yasaklar. Tutasınız diye
size öğüt verir"155 emr-i ilahisi, geçerliliğini her zaman ve zeminde koruyan
evrensel bir ilkedir.
Bu açıdan adalet, yaşantı haline getirilmesi gereken ahlâkî bir değerdir.
İnsanın adaleti yaşantı haline getirmesini, hangi işi yapıyorsa o işi hakkıyla
yapması şeklinde anlamak mümkündür. Ayrıca adalet, işin ehline verilme————
152
Makrîzî, s, 303. (Sarıçam, age., s. 267.'den naklen). Kandemir, M. Yaşar, “Ebû Basîr”, DİA,
X/101.
153
Çubukçu, Asri, "Ebû Cendel", DİA, X/118.
154
16, Nahl, 76.
155
16, Nahl, 90.
Dördüncü Oturum
355
si anlamına da gelir. "İşler ehil olmayanlara verildiği zaman kıyameti bekleyiniz"156 buyuran Hz. Peygamber (s.a.v), önemli bir uyarıda bulunmuştur.
İnsanlar arasında adaleti gerçekleştirmekle emrolunan157 Hz. Peygamber'in
idaresinde yapılan iş dağıtımlarında etken olan âmil, insanların mensup
oldukları aile, geldikleri sosyal tabaka ve benzeri etkenler değil, sadece o
işe ehil olup olmamalarıdır. Bu anlayışın sonucu olarak, köle iken azad
edilmiş bir insan, belki de kendisini azad eden insanlara ordu kumandanı
olarak atanmış ve bu atanma kimseyi rahatsız etmemiştir.158
Kaynaklarımız, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, İslâm'dan önce de anlaşmazlıklarda hakemliğine başvurulan birisi olduğunu kaydetmektedir. Kâbe
hakemliği olayı buna en meşhur örnektir.159
Onun, Mahzumoğulları kabilesinden hırsızlık yapan bir kadını affetmesi için aracı olan Üsâme b. Zeyd'e söylediği şu söz, adaleti uygulama ve
dağıtma konumundaki insanlar için adeta tarihi manifestodur: "Allah'a
yemin olsun ki, eğer hırsızlık yapan bu kadın Mahzumoğullarından değil de kendi
kızım Fâtıma bile olsaydı, onun da elini keserdim."160
Hz. Peygamber adaletin zıddı olan zulmü her vesile ile kötülemiştir.
Kaynaklarımızda mevcut, O'nun çok sayıda ikazından biri şöyledir: "Müslüman Müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez..."161
Peygamberimiz hak hususunda titiz davranır, kimsenin canına ve malına zarar vermeyi ve üzerine kul hakkı geçmesini istemezdi. İstemeden
zarar verdiği olursa, bir özür dilemekle halledilebilecek veya buna gerek
duyulmayacak durumda bile, şayet kendisinden bir kısas talebinde bulunulursa seve seve bu isteği yerine getirirdi. Bedir Gazvesi'nde savaştan
önce elinde bir okla İslâm ordusunun saflarını düzeltirken, Sevâd b.
Gaziyye adlı sahâbînin safı bozduğunu ve biraz ileri çıktığını görür. Karnına okla dokunarak hizaya geçmesini ister. Bunun üzerine Sevâd, "Yâ
Rasûlallah canımı acıttın! Şüphesiz Allah seni hak ile gönderdi; kısas uygulamama müsade et" der. Hz. Peygamber karnını açarak kısas uygulamasını
söyler. Sevâd hemen onu kucaklar ve öper. Peygamberimiz niçin böyle
yaptığını sorduğunda, "Yâ Rasûlallah! Görüyorsun, öldürülmemekten
emin değilim. Seninle son temasımın cildimi cildine değdirmek olmasını
istedim" der. Peygamberimiz de ona hayır dileğinde bulunur.162 Görüldüğü
üzere Sevâd b. Gaziyye'nin asıl hedefi kısas uygulamak değildir. O, Hz.
Peygamber'e sevgisini bu şekilde dile getirmek istemiş ve onun bedeninden hikmet beklemiştir. Peygamberimiz aslında işin bu ciheti üzerinde pek
————
156
el-Buhârî, İlim, 2.
157
42, Şûrâ, 15.
158
Kılıç, age, s. 44-45.
159
İbn Sa'd, Tabakât, I/157.
160
İbn Mâce, Hudûd, 6.; Ahmed Naîm, Tecrîd, IX/383, h. no: 1507.
161
el-Buhârî, Mezâlim, 3.
162
Taberî, Târîh, II/446-447;
356
Modern Çağda Ahlak
durmamış, ona iyilik dilemekle yetinmiştir. Ancak sevgisini bu şekilde
göstermek isteyen adamı kırmamıştır.163
Bu konuda bir örnek daha vermek istiyoruz. Huneyn Savaşı'na katılan
bir sahâbî anlatır: "Ben devemin üzerinde Hz. Peygamber'in yanında
ilerliyordum. Ayağımda sert pabuç vardı. Devem Peygamber'in devesini
sıkıştırdığında pabucumun kenarı Rasûlullah'ın baldırına dokunarak
rahatsız ediyordu. Bunun üzerine Resûlüllah ayağıma kamçı ile vurarak
"Canımı yakıyorsun, arkamdan yürü!" dedi. Ben de onun yanından savuştum.
Ertesi gün Resûlüllah beni istemiş. Kendi kendime "Beni dün ayağını
incittiğim için aramıştır" dedim. Yanına geldim. Bana "Sen dün benim ayağımı incitmiş, canımı yakmıştın. Ben de senin ayağına kamçı ile vurmuştum. Seni
bunun karşılığını ödemek için çağırdım" dedi ve bana seksen koyun verdi".164
Tâif kuşatması kaldırılıp Ci'râne'ye dönülürken Resûl-i Ekrem'in kamçısı deveye her vurduğunda, onun terkisinde giden Ebû Zür'a el-Cühenî
adlı sahâbîye değer. Hz. Peygamber bir ara dönüp şöyle bir bakar ve "Yoksa
kamçı sana mı değiyor"? diye sorar. Ebû Zür'a "Evet" cevabını verir ve bunun
önemi olmadığını belirtir. Ci'râne'ye varıldığında Hz. Peygamber Ebû
Zür'a'ya hediye verir.165
Konuyla ilgili Hz. Peygamberden bize intikal etmiş çok sayıda rivayet
mevcuttur. Ancak biz burada bu kadarıyla yetinmek istiyoruz.
d) Güvenilirliği
Güzel ahlâkın en önemli özelliklerinden olan güvenilirlik, aynı zamanda peygamberlerin genel niteliklerindendir. Hz. Peygamber, içinde yaşadığı toplumun en güvenilir kişisi idi. O, gençliğinde sadece "el-Emîn" diye
anılıyordu. Bu özelliği herkes tarafından bilindiği için de uzak yerlere
giden kimseler kıymetli eşyalarını ona teslim etmişler, ticarette iyi kar elde
etmek isteyenler de ona müracaat etmişlerdir.
Onun doğruluğu ve güvenilirliği hususunda dostları, düşmanları, muhalifleri, hâsılı herkes sözbirliği etmiştir. "Onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o
zalimler Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar"166 ayeti, Ebû Cehil'in "biz seni asla
yalancılıkla itham etmiyoruz. Fakat biz, getirdiğin şeyleri yalanlıyoruz"
sözleri üzerine inmiştir. Bu, İslâm'ın en azılı düşmanının bile onun güvenilirliğini tasdik ettiğini göstermektedir.
Hz. Peygamber şahıslara, şahısların mallarına ihanet etmediği gibi,
kamu malına da ihanet etmemiştir. Nitekim Huneyn Savaşı'ndan sonra
ganimetlerin toplandığı yerde durmuş ve eline devesinin hörgücünden bir
tüy alarak şunları söylemiştir: “Ey insanlar, benim sizin ganimetinizde gözüm
yoktur. Hatta şu tüyde bile. İğneden ipliğe kadar her şeyi hak sahiplerine veriniz.
————
163
Sarıçam, age., s. 275.
164
Taberî, Târîh, III/93.
165
Vâkıdî, III/940. Benzer başka örnekler için bk., Sarıçam, age., s. 276.
166
6, En'âm, 33.
Dördüncü Oturum
357
Milletin malına ihanet, bu hareketi yapanın kıyamet gününde ateşe atılmasına ve
rezil olmasına sebep olacaktır.”167
Hz. Fâtıma'nın, un öğütürken değirmeni çevirmekten elleri şişmiştir. O,
Hz. Âişe vasıtasıyla babasına haber göndererek, başkasına esirler arasından hizmetçi verdiği gibi, kendilerine de hizmetçi vermesini ister. Hz. Âişe
durumu Allah Rasûlüne arz edince, Allah Rasûlü hemen kalkar, kızı
Fâtıma'nın evine gider ve ona şöyle der: "Size hizmetçiden daha hayırlı bir şey
söyleyeyim mi? Yatağınıza girdiğinizde 33 defa Sübhanallah, 33 defa Elhamdülillah, 33 defa da Allahu ekber deyin. Bu sizin için hizmetçiden daha hayırlıdır."168
Her iki olayda da görüldüğü gibi, Allah Rasûlü devletin malını korumuş, kendi ailesi dahi olsa adaletten ayrılmayarak eşsiz bir yönetim anlayışı sergilerken, bizlere de önemli mesajlar vermiştir. O, sahâbîlere daima
güvenilir olmayı telkin etmiş, emanetin zıddı olan hıyanetin çirkin bir
davranış olduğunu söylemiştir.
Hz. Peygamber, iman ile güvenilir kimse olmak arasında sıkı bir bağ
bulunduğunu bildirmiştir. Bu hususla ilgili sözlerinden birkaçı şöyledir:
"Kişinin kalbinde iman ve küfür, doğruluk ve yalan, güvenilirlik ve hâinlik de bir
arada olmaz".169 "Mü'min, insanların kendisine güvendiği kimsedir. Müslüman,
dilinden ve elinden Müslümanların sâlim olduğu kişidir. Nefsim kudret elinde
bulunan Allah'a andolsun ki, kötülüklerinden komşusunun emîn olmadığı kimse
cennete giremez".170 "Emanet(e riayet)i olmayanın imanı, va’dinde durmayanın da
dini yoktur",171 buyurmuşlardır.
Güven duygusu, toplumun her kesiminde ve her alanda bulunması gerekir. Anne babanın çocuğa, çocuğun anne babasına; eşlerin birbirine;
âmirin memura, memurun âmire; işçinin işverene; işverenin işçiye; satıcının müşteriye; müşterinin satıcıya güven duyduğu bir toplum sağlıklı bir
yapıya kavuşmuş olur.
e) Alçak Gönüllülüğü
Hz. Peygamber (s.a.v) alçak gönüllülükte (tevazu) de örnek bir şahsiyetti. Hayatının her safhası, her anı tevazu halinde geçmiştir. Bir topluluğa
geldiğinde, kendisi için ayağa kalkılmasını istemez, nereyi boş bulursa,
oraya otururdu. Arkadaşları arasında otururken ayaklarını uzatmazdı.
Arkadaşları her işini yapmayı kendileri için şeref ve cana minnet saydıkları
halde, bütün işlerini kendi görürdü. Methedilmesini ve aşırı hürmet gösterilmesini istemezdi. Fakir kimselerle düşüp kalkmaktan, yoksulların,
dulların, kimsesizlerin işlerini görmekten zevk alırdı. Bulduğunu yer,
bulduğunu giyer, hiç bir şeyi beğenmezlik etmezdi. Kureyşliler ona haka————
167
İbn Mâce, Cihâd, 34, (h. no: 2850, II/950).; Ahmed b. Hanbel, V/316, 326, (Benzer lafızlarla).
168
el-Buhârî, Daavât, 11.
169
Ahmed b. Hanbel, II/349.
170
Ahmed b. Hanbel, III/54.
171
Ahmed b. Hanbel, III/135, 154.
Modern Çağda Ahlak
358
ret etmişler, alay etmişler, onu öldürmeye kalkmışlar, ona karşı savaşmışlar; fakat o, on bin kişilik bir orduyla Mekke’ye muzaffer olarak girdiğinde
kibirlenip böbürlenmemiş, hiç kimseden intikam almamış, aksine, herkesi
affetmiştir.
Allah Teâla; "Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri
asla sevmez,”172 buyururken, O’nun Rasûlü ise, "Allah için mütevazı olanı
Allah'ın yükselteceğini, Allah'a karşı böbürleneni de Allah'ın alçaltacağını"173 bildirmiştir. Kaynaklarımız O'nun alçak gönüllülüğünün sayısız
misalleriyle doludur. Birkaç tanesini zikretmek istiyoruz:
Hz. Ömer'den (r.a): Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: "Hıristiyanların İsa hakkında Allah'ın oğlu dedikleri gibi, beni övgüde aşırı gitmeyin. Ben ancak Allah'ın kuluyum. Siz de benim hakkımda Allah'ın kulu ve
elçisi deyin."174 Benzer bir rivayet de Enes (r.a)'tan gelmektedir: Bir adam
Hz. Peygamber (s.a.v)'e, "ey efendimiz ve efendimizin oğlu!" diye hitap
edince O, "böyle söylemeyin! Şeytan sizi heva ve hevese kaptırmasın. Ben
sadece Abdullah'ın oğlu Muhammed ve Allah'ın Rasûlüyüm"175 diye ikaz
etmiştir.
Bir gün Hz. Peygamber'i ziyarete gelen bir sahâbî, huzuruna girip
O’nunla konuşurken titremeye başlamıştır. Bunun üzerine peygamberimiz
(s.a.v): "Korkma, sakin ol, (titreme)! Ben bir kral değilim. Şüphesiz ki ben, tuzlanıp güneşte kurutulan et yiyen bir kadının oğluyum,"176 diyerek hem sahâbîyi
rahatlatmak istemiş, hem de halktan biri olduğunu vurgulamıştır.
Allah Rasûlünün bir aile reisi olarak ev içindeki davranışları Âişe validemize sorulunca, şöyle cevap vermiştir: "… O evinde herhangi bir insan
gibi davranırdı. Gerektiğinde kendi elbisesinin söküğü ile meşgul olur,
koyunları sağar,177 icap ederse eşlerine ev işlerinde yardımcı olurdu. Çarşıya pazara gider, bizzat alışveriş yapar ve yükünü kendisi taşırdı. Ashâb-ı
Kirâm, "müsaade buyurunuz da biz taşıyalım" derlerse de, o "herkes kendi
yükünü kendisi taşısın" buyururdu. Ayakkabılarını kendisi tamir ederdi."178
Hz. Âişe'nin naklettiği bu bilgi, sevgili Peygamberimizin mütevazı
davranışlarıyla, hem samimi, sıcak ve sade bir aile reisi olması, hem de
kendi işlerini başkasına yaptırmayıp kendisi yapan bir kul ve Peygamber
olması bakımından önemli mesajlar vermektedir.
Yine bir gün arkadaşları ile bir sefer esnasında mola verirler. Sahâbîler
————
172
31, Lokmân, 18.
173
Munâvî, Feyzu'l-Kadîr, VI/108,109.
174
el-Buhârî, Enbiya, 48, (IV/142).; Ahmed b Hanbel, I/24.
175
Ahmed b Hanbel, III/153 .
176
İbn Mâce, Et'ime, 30, (h. no: 3312, II/1101).
177
Ahmed b Hanbel, VI/256.
178
et-Tirmizî, Şemâil, 55, 57.; İbn Sa’d, I/366.
Dördüncü Oturum
359
et pişirmek istediler ve koyun kestiler. Allah Rasûlü (s.a.v) görev paylaşımı
yapıldıktan sonra, "odun toplamak da bana kalsın" buyurdular. Ashabın
karşı çıkmasına rağmen Hz. Peygamber arkadaşlarına yardım etmişlerdir.179
Müslüman olmadan evvel bir Hristiyan ve İslâm düşmanı olan, daha
sonra bir heyetle Medine'ye gelen Adiy b Hâtim et-Tâî, Hz. Peygamber'in
yanında akrabasından bir kadın ve çocukların bulunduğunu görünce, onda
İran ve Bizans krallarının niteliklerinin bulunmadığını anlar.180 Hz. Peygamber, Adiy b. Hâtim'i evine götürürken, kendisini durdurup sıkıntısını
anlatan yaşlı bir kadının uzun müddet derdini dinler. Evine vardıklarında
içi lif dolu deri minderini misafire verip kendisi yere oturur. Onun bu
davranışından ötürü Adiy b. Hâtim "Vallahi bu bir kral değildir"181 değerlendirmesini yapar ve sonunda müslüman olur.
f) Nezaketi
Hz. Peygamber nazik ve kibar bir kimseydi. Bu niteliğini hayatı boyunca aile fertlerine, diğer Müslümanlara, Medine'de kendisini ziyarete gelen
heyetlere, davette bulunduğu şahıslara ve mektup gönderdiği kimselere
karşı davranışlarında görmek mümkündür. O, tokalaşma anında muhatabı
elini çekmeden elini çekmez, yüzünü döndürmeden de yüzünü çevirmezdi. Beraber oturduğu kişilerin yanında ayaklarının uzatmaz,182 kendisine
bir şey söylemek için kulağına eğilen kimse başını ayırıp doğrulmadıkça
başını ondan ayırmazdı.183 O, hizmetindekilere asla kızmaz, hanım ve
çocuklara karşı da son derece kibar ve nazik davranırdı.184 Enes b. Mâlik'in
anlattığına göre, Medine'de köle bir kız çocuğu, Hz. Peygamber'in elinden
tutardı da onu kendi istediği yere doğru götürür, Hz. Peygamber de onun
istediği yere giderdi.185 Zengin fakir ayırımı yapmaksızın bütün davetlere
mümkün oldukça icabet eder.186
Hz. Peygamber'in nezaketini müşriklere karşı davranışlarında da müşahede etmek mümkündür.
Mesela; Umretü'l-Kazâ187 esnasında üç günlük müddet dolunca, Hz.
Peygamber, el-Ebtah (veya el-Muhassab) mevkiine kurulmuş olan deri
çadırında ensardan Sa'd b. Ubâde ile birlikte otururken Kureyş müşrikle————
179
et-Tirmizî, Cenâiz, 32.
180
Ahmed b. Hanbel, IV/378.
181
İbn Hişâm, II/580.
182
et-Tirmizî, Kıyâme, 47.
183
Ebû Dâvud, Edeb, 5.
184
Ebû Dâvud, Edeb, 1.
185
el-Buhârî, Edeb, 61.
186
el-Buhârî, Edeb, 65.
187
Hz. Peygamber'in, hicretin 6. yılında 1400 kadar ashabıyla birlikte Medine'den umre
niyetiyle yola çıkması, ancak Mekke müşriklerinin buna izin vermemesi üzerine
Hudeybiye'de onlarla yaptıkları anlaşma uyarınca ertesi yıl yapılan umre.
Modern Çağda Ahlak
360
rinden Süheyl b Amr ile Huveytıb b. Abdüluzzâ, onun yanına gelirler.
Antlaşmaya göre üç günün dolduğunu hatırlatarak Mekke'den çıkmasını
isterler. O esnada Sa'd b. Ubâde Süheyl b. Amr'a kızar ve ona şu sözleri
söyler: "... Burası ne senin ve ne de babanın toprağıdır. Rasûlüllah buradan
ancak antlaşmaya uyarak gönül rızasıyla çıkar". Bunun üzerine Peygamberimiz tebessüm eder. Sa'd'a dönerek "Konak yerimizde bizi ziyarete gelenleri
incitme" buyurur ve sahabeye hareket emri verir.188
g) Yumuşak Huyluluğu
Hz. Peygamber (s.a.v) hilm sahibi (yumuşak huylu) birisi idi. Onun
hilmine dair ibretlik bir olayı, kendisine yıllarca hizmet etmiş olan Enes
(r.a) şöyle anlatıyor: Rasûlullah ile beraber yürüyordum. Üzerinde Necran
kumaşından yapılmış sert ve kalın yakalı bir elbise vardı. Çölde yaşayan
bir Arap yaklaşarak Hz. Peygamber'in elbisesinden kuvvetle çekti. O kadar
sert çekti ki, elbisesinin yakası ensesinde iz bıraktı. Sonra da şöyle dedi:
"Ey Muhammed, sende olan Allah malından bana verilmesini emret."
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v), o adama döndü, gülümsedi ve kendisine
bir şey verilmesini emretti.189
Bu hadiseyi ibretlik kılan husus ise, çölde yaşayan bir insanın, Allah’ın
insanlık için seçip gönderdiği bir peygamber’in elbisesinden tutup çekebilmesidir. Onun dini kimliğinin yanında, siyasi kimliği de vardır. O,
binlerce kişinin uğrunda seve seve can vermeye hazır oldukları bir devlet
başkanıdır. İşte o devlet başkanı ve Peygamber’in bu olay karşısında takındığı tavır ise, tatlı bir tebessüm ve o kişinin isteğini yerine getirmek
olmuştur.
Bu bölümü Kur’an ahlâkını en iyi kavrayan ve yaşayanlardan biri olarak tanınan Hasan-ı Basrî’ye isnad edilen ve hilmin kapsadığı başlıca
faziletlere vurgu yapan, Kur’an ve Peygamber ahlâkının bir özeti sayılabilecek şu sözlerle noktalamak istiyoruz:
“Müslüman’ın başlıca alameti şunlardır: Dinde güçlü, kararlı ve yumuşak, imanı sağlam, bilgili ve halîm, zeki ve merhametli, hem haklı hem
bağışlayıcı, hem zengin hem tutumlu; hasta olduğunda tahammüllü, güçlü
ve iyiliksever, arkadaşlık ve dostluğun sıkıntılarına katlanır, zorluklara
sabreder, öfkesine mağlup olmaz, gurur ve kibre kapılmaz, ihtiraslarına
yenilmez; midesi yüzünden şerefini kaybetmez; hırsı yüzünden küçülmez,
basit hedeflerle yetinmez, mazluma yardım eder, zayıfa acır, cimrilik
yapmaz, israf etmez, kendisine kötülük edeni bağışlar, cahili hoş görür;
nefsi sıkıntıda olsa da herkes kendisinden yararlanır.”190
————
188
Vâkıdî, Kitâbu'l-Meğâzî, II/740.; Krş., Sarıçam, age., s. 269.
189
el-Buhârî, Libâs, 18, (VII/40), Edeb, 68, (VII/94).; Muslim, Zekât, 128, (I/731).
190
Gazâlî, İhyâ, III/166.
Dördüncü Oturum
361
SONUÇ/ÖNERİLER
Buraya kadar yapılan değerlendirmelerden de anlaşılacağı gibi, tarihten günümüze Hz. Peygamber (s.a.v)’i örnek alma konusunda iki temel
yaklaşım söz konusudur:
Birinci yaklaşımı benimseyenler Hz. Peygamber’i örnek almada onun
fiillerinin sebep ve maksadını esas almakta ve buna göre delil olup olmadığına karar vermektedir.
İkinci yaklaşım ise, Hz. Peygamber’i örnek almada, onun tavsiye ve fiillerinin sebeplerine ve maksatlarına bakmaksızın, şekil ve lafızcı bir tavır
sergileyerek, onların harfiyen uygulanmasının gerekliliğini savunan anlayıştır.
Günümüzde “Hz. Peygamberin Sünneti” ifadesiyle daha çok, Peygamberimizin kıyafet, âdab ve ibadetlerdeki müstehaplarla ilgili uygulamaları
akla gelmektedir. Nitekim Allah Rasûlünün yüce ahlakına dair meziyetlerinin veya iktisadi, hukuki ve siyasi uygulamalarının ilk akla gelen sünnetler arasında sayıldığına pek rastlamıyoruz. Kanaatimizce bu, üzerinde
önemle durulması gereken bir husustur. Müslümanlara verilen noksan,
hatalı ve bütünlükten uzak sünnet imajı, onları şekilci ve davranış kalıpları
taklitten ibaret olan bir sünnet anlayışına götürmüştür.191
Bu yüzden sünnetin ferdi ve toplumsal yönü bütün boyutlarıyla birlikte ele alınarak anlamaya çalışılmalıdır. Sünnetin anlaşılmasında ve yorumlanmasında ifrat ve tefrite düşmekten sakınılmalıdır. Sünneti, sadece lafzî
ve zahirî yönüyle ele alarak, zaman ve mekan faktörünü göz ardı etmek,
sonuçta onu dondurmak anlamına geleceği için yanlış olacağı gibi, mühim
olan öz ve ruhtur gerekçesiyle lafzı ve şeklini tamamen ihmal etmek de
zorlama te'villere sebep olabilir.192
Hz. Peygamber (s.a.v)'i doğru anlamak ve anlatmak için inançlarımızı
oluşturan referanslarımız kadar, o referanslarımızı anlayış ve yorumlayış
tarzlarımızın ve yöntemlerimizin de doğru olması gerekmektedir. Zira
doğru hedefe ancak doğru araçla ulaşılabilir. Dolayısıyla Hz. Peygamber
(s.a.v)'i doğru anlamak için anlama usulümüzün de doğru olması gerekmektedir. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.v)'in örnek oluşunu O'nun kimliğinde veya kullandığı yerel ve tarihsel nitelikli araç ve gereçlerde değil,
kişiliğinde yani O'nun nasıllığında aramak ve anlamak daha doğru bir
yöntem olacaktır. Hz. Muhammed (s.a.v)'in bir peygamber olarak yaptıkları ve açıkladıkları ile bir beşer olarak kişisel tavırları ve içinde yaşadığı
toplumun kültürel yapısı da birbirine karıştırılmamalıdır.193
O halde bu konuda yapılması gereken, çağımızın insanına hitap etmeyen ve pratik açıdan da insanlığa hiç bir faydası olmayan taklîd ve salt
————
191
Polat, Hadis Araştırmaları, s. 258.
192
Çelik, agm., s. 183-84.
193
Kırca, agm., s.156-157.
Modern Çağda Ahlak
362
şekli teşebbühe dayalı peygamber örnekliğini tekrar gözden geçirmektir.
Bunun için de Hz. Peygamber’in davranışlarını illet ve makâsıd açısından
da ele alan ve “teessî”, “ittibâ” ve “iktidâ” kavramlarını da bu çerçevede
yeniden tanımlayan bir anlayışa ihtiyaç bulunmaktadır.194
KAYNAKÇA
ABDULHÂLIK, Abdulganî, Hucciyyetu's-Sunne, - Sünnetin Delil Oluşu (Çev. Dilaver Selvi), Şule Yay., İstanbul, 1996.
ABDURRAZZÂK b. Hemmâm es-San'ânî, el-Musannef, I-XI, (Tahk.,
Habiburrahman el-A'zamî), el-Meclisu'l-İlmî, Beyrut, ts.,
AĞIRMAN, Cemal, "Hz. Peygamber’e Sevgi Ve Bağlılığın Ölçüsü", Cumhuriyet Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, c. 5, s. 2, Sivas, 2001.
AHMED b. HANBEL, el-Musned, I-VI, Çağrı Yay., İstanbul, 1992.
el-ÂMİDÎ, el-Âmidî, Seyfuddîn Ebu'l-Hasen Ali b. Ebî Ali b. Muhammed, el-İhkâm fî Usûli'l-Ahkâm, I-IV, (Tahk. Abdurrazzâk Afîfî), Dâru'sSamî'î, Riyâd, 1424/2003.
el-AŞKAR, Muhammed Süleyman, Ef'âlu'r-Rasûl ve Delâletuhâ ale'lAhkâmi'ş-Şer'iyye, I-II, Muessesetu'r-Risâle, Beyrut, 1408/1988.
BABANZÂDE, Ahmed Naîm, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh
Tercemesi ve Şerhi, I-XII, DİB. Yay., Ankara, 1991.
BAĞCI, Hacı Musa “Hz. Peygamber’in Örnekliğinin Günümüzdeki
Önemi, (Teşebbüh/Taklîd ile İktidâ/Teessî/İttibâ Kavramları Bağlamında)”,
Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı Sempozyumu, İslâmi İlimler Dergisi
Yay., Çorum, 2007.
el-BUHÂRÎ, Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail, el-Câmiu's-Sahîh, IVIII, Çağrı Yay., İstanbul, 1992.
ÇELİK, Ali, “Sünnete İttibâ Konusunda Farklı Eğilimler”, (Sünnetin
Aktüel Değeri İçerisinde). Ankara, 2007.
ed-DÂRİMÎ, Abdullah b. Abdirrahman es-Semerkandî, es-Sunen, I-II,
Çağrı Yay. İstanbul, 1992.
DEMİRCİ, Muhsin, “Kur'an'da İttibâ Kavramı”, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, s. 3, Yıl. 1996.
ed-DİHLEVÎ, Şah Veliyyullah, Huccetu’llâhi’l-Bâliğa, I-II, (Tahk. Seyyid
Sâbık), Dâru'l-Cîl, Beyrut, 1426/2005.
EBÛ DÂVÛD, Suleyman b. Eş’as es-Sicistânî, es-Sunen, I-V, Çağrı Yay.,
İstanbul, 1992.
ERUL, Bünyamin, Sahabenin Sünnet Anlayışı, TDV. Yay., Ankara, 1999.
FÎRÛZÂBÂDÎ, Muhammed b. Yakub, Kâmûsu'l-Muhît, yy. ts.
————
194
Bağcı, agm, 91.
Dördüncü Oturum
363
GÖRMEZ, Mehmet, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, TDV. Yay., Ankara, 1997.
HALLÂF, Abdülvahhâb, İlmu Usûli’l-Fıkh, el-Mektebetu'l-İslâmiyye, İstanbul, 1984.
ISFAHÂNÎ, Hüseyin b. Muhammed, Râğıb, el-Mufredât fî Garîbi’lKur’an, Kahraman Yay., İstanbul, 1986.
İBN KUTEYBE, Hadis Müdafası, (Çev. M. Hayri Kırbaşoğlu), II. bsk., İstanbul, 1989.
İBN MÂCE, Ebu Abdullah Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî, es-Sunen, III, (tahk. Muhammed Fuad Abdulbâkî), Çağrı Yay. İstanbul, 1992.
İBN MANZÛR, Ebu'l-Fadl Cemâluddîn Muhammed b. Mükrem,
Lisânu'l-Arab, I-XV, Dâru Sâdır, Beyrut, ts.
İBNU’L-ESÎR, Meciduddin Ebu’s-Saâdât el-Mubârek b. Muhammed,
en-Nihâye fî Garîbi'l-Hadîs ve'l-Eser, I-IV, (Tahk., Tâhir Ahmed ez-Zâî –
Mahmud Muhammed et-Tanâhî), Dâru’l-Kutubi’l-Mısriyye, Kâhire, ts.
el-KARADÂVÎ, Yusuf, Sünneti Anlamada Yöntem, - Sünnetin Teşriî Değeri-, (Çev. Bünyamin Erul), Nida Yay., İstanbul, 2009.
KARAMAN, Hayrettin, "Bağlayıcılık Bakımından Resulullâh'ın (s.a.v)
Davranışları", İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, I-II, İstanbul, 1996.
KASAPOĞLU, Abdurrahman, “Kur'an'da Üsve-i Hasene Kavramı - Model
Alma Yoluyla Öğrenme –", Diyanet İlmi Dergi, c. 42, s. 3, Ankara, 2006.
KILIÇ, Recep, Hz. Peygamber'in Hayatından Davranış Modelleri, TDV.
Yay., Ankara, 2008.
KIRBAŞOĞLU, M. Hayri, İslâm Düşüncesinde Sünnet –Eleştirel Bir Yaklaşım-, Ankara Okulu Yay., Ankara, 1996.
KIRCA, Celal, “Kimlik ve Kişilik Bağlamında Hz. Peygamber'in Örnek Oluşunun Evrensel Boyutu”, Nebevî Mesajın Evrenselliği Semp. Konya İlahiyat
Derneği Yay. Konya, 2009.
KOÇKUZU, Ali Osman, Hadiste Nâsih Mensûh, İstanbul, 1985.
KURT, Yaşar, “Kur'an'da Hz. Peygamber'in Örnek İnsan Oluşu: Üsve-i
Hasene”, İslâmi İlimler Dergisi, c.1, s. 1, Çorum, 2006.
el-KURTUBÎ, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi' li
Ahkâmi'l-Kur'ân, I-XX, Beyrut, ts.
KÜÇÜK, Raşit, "Hz. Peygamber ve Örnekliğinin Mahiyeti", İslâm'ın Anlaşılmasında Sünnet'in Yeri ve Değeri Sempozyumu, TDV. Yay., Ankara,
2008.
MÂLİK b. ENES, el-Muvatta’, I-II, Çağrı Yay., İstanbul, 1992.
MÂZİN İSMAİL HANİYE, “Hz. Peygamber'e Cibillî Fiillerinde Tâbi Olma”, (Çev. Erdoğan Sarıtepe), Fırat Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, c.15, s. 1, Elazığ, 2010.
Modern Çağda Ahlak
364
MUHAMMED ACCÂC, el-Hatîb, es-Sunne Kable’t-Tedvîn, Dâru’lFikr, Beyrut, 2005.
MUHAMMED HAMİDULLAH, İslâm Peygamberi, I-II, (Çev. Salih Tuğ),
İrfan Yay., İstanbul, 1991.
MUSLİM, Ebu’l-Hüseyin Müslim b. Haccâc, es-Sahîh, I-III, Çağrı Yay.,
İstanbul, 1992.
en-NESÂÎ, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb, es-Sunen, I-VIII, Çağrı
Yay., İstanbul, 1992.
POLAT, Salahattin, Hadis Araştırmaları, İnsan Yay., İstanbul, ts.
SAKALLI, Talat, “Sünnet’in Bağlayıcılık Açısından Taksimi”, Süleyman
Demirel Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, s. 2, Isparta, 1996.
SARIÇAM, İbrahim, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, DİB. Yay., Ankara, 2005.
es-SIBÂÎ, Musatafa, es-Sunne ve Mekânetuha fi’t-Terşrîi’l-İslâmî, Beyrut, ts.
ŞİMŞEK, M.Said, Kur'an'ın Ana Konuları, Beyan Yay., İstanbul, 1999.
et-TABERÎ, Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerîr, Câmiu'l-Beyân fî Tefsîri'lKur'ân, I-XII, Dâru'l-Kutubi'l-İlmiyye, Beyrut, 1992.
TÂHİR b. ÂŞÛR, Muhammed, İslâm Hukuk Felsefesi (Mekâsıdu’ş-şerîati’lİslâmiyye), (Çev. Vecdi Akyüz-Mehmet Erdoğan), İz Yay., İstanbul, 1996.
et-TİRMİZÎ, Ebû Îsâ Muhammed b.Îsâ b.Sevra, es-Sunen, I-V, Çağrı
Yay., İstanbul, 1992.
TOKSARI, Ali, Delil Olma Yönünden Sünnet, Rey Yay., Kayseri, 1994.
URALER, Aynur, Sahabe Uygulaması Olarak Sünnete Bağlılık, Kaynak
Yay. İzmir, 2004.
ÜNAL, İsmail Hakkı, Ebû Hanife'nin Hadis Anlayışı, Ankara, 1994.
ÜNAL, İ.Hakkı, “İslâm Kültürünün Sürekliliğini Sağlamada Hadis ve Sünnetin Rolü”, İslâm'ın Anlaşılmasında Sünnetin Yeri ve Değeri Semp., TDV.
Yay., Ankara, 2008.
ÜNAL, İ.Hakkı, “Sünnete Uyma: Taklîd Değil, Örnek Alma”, Diyanet
Dergisi Avrupa, Mayıs, 2003.
YAZIR, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, I-X, Azim Yay., İstanbul, ts.
ez-ZEBÎDÎ, Muhammed b. Abdurrazzâk el-Hüseynî, Tâcu'l-Arûs min
Cevâhiri'l-Kâmûs, yy. ts.
ez-ZERKEŞÎ, Bedruddin, Hz. Âişe’nin Sahabeye Yönelttiği Eleştiriler, (Çev.
Bünyamin Erul), Kitâbiyât, Yay., Ankara, 2000.
Oturum Başkanı: Teşekkür ediyoruz.
Dördüncü Oturum
365
Peygamberimiz (sav) ‘in örnekliği konusunda en önemli ilkelere işaret
ettiler. Bu arada Peygamberimize mahsus beşeri uygulamalarıyla din olsun
diye yapıp söylediklerini ayırt etmek zor bir olaydır. Bu ilkelere de temas
ettiler. Ben şahsen bu ilkeleri birçok yerde konuşulduğunu duydum, okudum, fakat Peygamberimizin beşer olarak yaptıkları nelerdir diye bir
listeye rastlamadım. Bu listeyi aslında hadisçilerimizden bekliyoruz. Yani
şunlar Peygamberimizin nevi şahsına mahsus beşer olarak yaptıklarıdır,
ümmeti bağlamaz diye bir liste. Bir de din olsun diye yaptıkları şeyler, bir
de bu arada Peygamberimize mahsus olan hasaisu’n-nebi dediğimiz uygulamalar var. Onun da ayrı bir listesi gerekiyor. Gerçi hasaisu’n-nebi konusunda listeler var, o hususta bir zorluk çekmeyeceğimizi tahmin ediyorum,
ama beşer olarak yaptıkları konusunda bir listeye ihtiyacımız var. Bir de
tabi bunları belirlerken sahabenin Peygamberimizin şakasına dahi itibar
ettiklerini biliyoruz. Şakadan bir şey söylemiştir, bakıyorsunuz ki o asıl
hale gelmiştir. Ebu Hureyre ismi Peygamberimiz(sav) tarafından şakadan
söylenmiş bir isimdir. Fakat bu şakadan sonra Ebu Hureyre’nin asıl ismi
unutulmuş, mesela bazen soruyorum ismi ne diye? Abdurrahman olduğu
bilinmiyor, şakası sahabe tarafından asıl gibi alınmıştır ve Ebu Hureyre
meşhur olmuştur. Bir diğer husus -siz konuşmada temas ettiniz- hadisler
olduğu gibi ezberlenir, nakledilir, hatta onu anlamasa bile nakledilmesi
istenir. Bizim eğitimde genelde ezberci eğitime karşı çıkılır, yanlıştır
kanatimce. Bizim dinimiz ezberle gelmiş, muhakemeyle yaşatılmıştır. Yani
bizim eğitimde hem ezber vardır hem de muhakeme vardır. Batı eğitiminde sadece muhakeme olduğu için bize de öyle anlatılıyor. Bunun yanlışlık
olduğunu vurgulamak istiyorum. Teşekkür ediyorum. Şimdi sıra geldi
Muammer Hocamızın değerlendirmesine.
MÜZAKERE
Prof. Dr. Muammer MUŞTA
Selçuk Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi
Sayın Dekanım, sayın öğretim üyesi arkadaşlarım, geleceğin ümidi
sevgili gençler!
Bu oturum oldukça yüklü bir oturum. Burada yalnız oturumda konuşulan problemlerin bazen çok farklı gözükse de birbiriyle ilişkili olduğu
taraflar var. Onun için oturumun değerlendirmesini yaparken bir konuda
söylenen değerlendirme diğerini ilgilendirecektir. İkincisi her konuşmacıyı
ayrı ayrı ele alıp da ana bakış biçimlerini gözden geçirmeye başlarsak bu
konuşma bitmez. Onun için ben birinci konuşmacımızdan itibaren ki
birinci konuşmacımızla ikinci konuşmacımızın arasında şöyle bir benzerlik
veya yakınlık var: İkisi de hukuk ve ahlak üzerinde durdular. Fakat birinci
konuşmacımız daha çok bunu ilkeler üzerinden alırken ikinci konuşmacımız insanın varoluşsal gelişimi ve toplumsal hayatın bütünlüğü açısından
ele aldı. Onun için bazı şeyler birbirine yaklaşıyor derken bunları kastediyorum. Birinci konuşmada hukuk, ahlak ve dinin bütünlüğü ve burada
bilhassa dinin oluşmasıyla birlikte ahlakın ilk planda oluşturulması ve
daha sonra hukukun oluşturulması üzerinde duruldu. Ve tabi İslam Hukuku’nun ve ahlakın şöyle bir bütünlüğü var: Hani meşhur bir söze de
atıfta bulunuldu: “Hukuk asgari ahlaktır.” Burada konuşmanın bütün
teorik yönlerini ayrı ayrı ele almak durumunda değilim, ancak konuşmacımız da hukuk ile ahlakın bütünlüğünü ileri sürdü. Ben de şöyle bir yorum getireceğim: Hukukla ahlak arasında belki diyalektik bir bütünlük var.
Ve bunu ilk dönemlerden itibaren görüyoruz. Önce ahlak bilinci lazım.
Çünkü ahlak bilinci olmazsa hukuk bilinci insanlarda yerleşmez, ancak
ahlak bilinci teşekkül ettikten sonra onu sağlamlaştırmakta ve uygulamakta, hukuk çok önemli. Nitekim konuşmacı da Hazreti Ömer örneğini vererek bunu ortaya koydu. Toplumda her ne kadar ahlak-hukuk bütünlüğünü
vurgulasak da uygulamada bunun gerçekleşmediğini görüyoruz. Bir
toplumda bu ikisi bütünleşmediği sürece sağlıklı bir toplum teşekkül
etmez. Yani bunun pek çok örneğini verebiliriz. Kap-kaç Türkiye de üç
dört sene bela oldu, mevzuatın yetersizliği yüzünden bu olayların devam
ettiği söylendi. Devletin normalde bu olay birkaç defa gerçekleşince ona
göre tedbir alması gerekir. Ticaret ahlakı bireysel bir ahlaktır. Toplum
olarak ahlak ve hukuk alanında çok ciddi algılama problemlerimiz var.
Siyasetnamelerde hep üzerinde durulan nokta padişahın nasıl olması
Dördüncü Oturum
367
gerektiği hususudur. Orada dikkat çekilen padişahın kuracağı sistemdir.
Padişah hukuki bir sistem kurduğu için şehri de erdemli olacaktır. Toplumda hukukun görevi ahlaklı olmayı kolaylaştırmaktır. Osmanlı’da medreseler hukuki bir ölçü oluşturuyordu. Hukuk, ahlaklı yetiştiremediğimiz
bireyler için lazım, bir de yetişenleri özendirmek için lazım. İkinci konuşmacımız Aliye Hanım din ahlak bütünlüğünün varoluşsal boyutunu İslam
açısından ele aldı ve bunun temellerini ifade etti. Esasen bizim varoluşsal
bütünlüğe benzer bir ortaçağın kendine göre bir dünyası vardı. Rönesans
sonrası bu dünya kayboldu. İşte bu dünyada yeni bir dünya kuruldu.
Dikkat ederseniz Batıda Durkheim gibi kişiler yeni bir paradigmanın
bütünlüğünü tekrar kurdular. Fakat bizim gibi toplumlarda bütünlük
maalesef kayboldu. Ahlak açısından da hukuk açısından da böyle bir
bütünlük yok. Yaralı bilinç dediğimiz bir tespit vardır. Bu öyle bir toplum
ki insanlar ahlaken bir türlü düşünürken hukuk apayrı bir dünyanın hukuku. Hukuk sistematiğinin ahlak sistematiğiyle ilgisi yok. Toplumumuzda
bir kesimin ahlaki kabul etmediği bir davranış bir kesimde çok doğal
karşılanabiliyor. Topluma efendisinin ilacını kullanan uşak gibi bakıyoruz.
Her şeyi batılı değerlerle görüp ona göre yaşıyoruz. Bunlar bizim temel
problemlerimiz, ancak üzerinde yeterince durmuyoruz. Bu yüzden Aliye
Hanım’ın tebliği vurgulayıcı bir tebliğdir. Ayrıca ilk tebliğle de bütünleşen
bir tebliğ. Ancak yaralı bilinç halinin göstergesi felsefi açıdan dillendirildiği
için etkili olamıyor. Osman Elmalı Bey, yaptırımlar üzerinde durdu. Osman Bey’in yaptığı değerlendirmeler farklı bakımdan ele alınabilir. Hobbes
örneği bir sınır örnektir, ama bu örnekler toplumda ahlakın yaptırımları
üzerinde durmamız gerektiğini gösteriyor. Yaptırımlar da toplumda bakınız, ne kadar farklı. Musa Bey’in konuşmasına da temas etmek istiyorum.
Musa Bey çok güzel bir vurgu yaptı, hadisleri nasıl anlamamız gerektiği,
nasıl işlememiz gerektiği üzerinde durdu. Bakın İslam dünyasında hadisi
vurgulamakla beraber hadisleri nasıl anlamamız gerektiği üzerinde tartışmalar olmuştur. Bir ahlak bütünlüğüne ulaşmak istiyorsak hadisleri anlama, kavrama, bugünkü modern yöntemler içerisinde öğrenciye mal etme,
ama bunu Musa Bey’in dediği gibi illetleriyle kavratma ve model verme
gerekir. İnsanları eğitmiyoruz, eğitiyor gibi yapıyoruz. Bugün şunu sormamız gerekir: Hadisleri anlama, anlatma ve modern yöntemlerle öğrenciye mal etme, ama illetleriyle birlikte yani modeller verme… Kendini dini
bakımdan bütün sayan kişilerin bile bunlardan yoksun olduğunu görüyoruz. Hadisi sadece bir noktasıyla ele alıyor öğrenci. Sabrınız için teşekkür
ederim. Hürmetler.
Oturum Başkanı: Muammer Bey’e ediyoruz. Her bir konuşmacımıza
birer soru geldi. Bir iki dakikalık süre içerisinde bunları cevaplamalarını
bekliyoruz. Sözü Saffet Hoca’ya bırakıyorum.
Saffet Köse: Roger Garaudy gibi bazı isimlerden bahsediliyor ve ahlakı
368
Modern Çağda Ahlak
ön plana çıkararak Kur’an hükümlerinin tarihselliğinin vurgulandığı ifade
ediliyor. Bu konuda bizim düşüncelerimiz soruluyor. Ben önce şunu söyleyeyim: Bir kere ahlak hükümleri İslam’ın en fazla üzerinde durduğu konudur ve bu, hukuka ihtiyaç bırakmadan dini değerlerin bir davranış biçimi
haline gelmesini hedefliyor aslında. Buradan tarihselliğe nasıl gidiyor bu
insanlar, doğrusu bunu anlamak mümkün değil. Kuran’a baktığımızda
daha doğrusu bunu gündeme getirenler Kuran ahkamını sosyolojik ve
antropolojik bir okumaya tabi tutarak Kuran ahkamının belli dönem için
geldiğini, dolayısıyla zamanın değişmesiyle, eğer Kuran’ın hedeflediği
birtakım daha doğrusu hedeflerine başka araçlarla da ulaşma imkanımız
olacaksa bu araçların değişebileceğini söylüyorlar. Ben bu kanaatte değilim. Kuran’da hiçbir hükmün belli bir dönem ve şartlarla sınırlı olduğunu
düşünmüyorum. Buna kıssalar dahil, Hazreti Peygamberin eşleriyle ilgili
hükümler dahil tamamının kıyamete kadar ortaya çıkabilecek olan problemlere bir çözüm, bir işaret, bir zemin hazırladığını söylemek istiyorum.
Bu açıdan Kur’an da üç türlü hüküm olduğunu düşünüyorum. Birincisi
Kuran’ın insanın menfaatinin, maslahatının sabit olduğu konularda ayrıntıya girdiğini ve bunların da son derece az olduğunu söylemek istiyorum.
Evlenmesi yasak olan kimseler gibi, miras hükümleri gibi, bazı hallerdeki
cezalar gibi sınırlıdır, ayrıntılıdır. Ayrıntılı gelme sebebi de sabit olması ve
bir başka şeyle bunların hedeflediği maslahatın korunamayacak olmasıdır.
Mesela siz zina suçunu veya hırsızlık suçunu bir başka araçla engelleyemezsiniz. Kuran neyi söylüyorsa odur. İkinci olarak da Kuran ve sünnette
verilen hükümler bu çerçevededir. Kuran ve sünnet temel ilkeler belirlemiştir. Bunlar evrensel ilkelerdir, zaman ve mekan üstüdür. Dolayısıyla
kıyamete kadar ortaya çıkacak bütün sorunların cevapları bu çerçeve
prensipleri içerisindedir. Bir beşer olarak insanlar bunu işleterek ilmi
faaliyet olarak ihtiyaçlarını karşılayacak çözümleri oradan bulurlar. Üçüncüsü de konusu madde olan ilimlerle ilgilidir. Kuran’da zaten işaretler
vardır. Dinin esas geliş amacı bu değildir. Ama Allah’a götüren bir yol
olarak Kuran evrendeki sebep sonuç ilişkilerine işaret eder, insanlar bunu
çözerler. Onu uygulayarak teknoloji elde ederler, Kuranı Kerim de bunun
bir ahlak çerçevesinde kullanılmasını ister. Bu üç çerçeve içerisinde Kuranı
Kerim’de hüküm vardır. O yüzden Kuran ahkamının bu açılardan tarihsel
olması mümkün değildir. Bir son nokta modern kültür dinle sorunlu bir
kültürdür. Bunun temelinde de Hıristiyanlık kilisesinin din ile ilişkileri ve
Allah ile ilişkileri bozması vardır. Dolayısıyla bütün entelektüel kesimlerde
İslam’a Hıristiyanca yaklaşıyorlar, aynı problemlerin İslam’da da var
olduğu düşüncesinden hareketle sonuçlandırmaya çalışıyorlar. Oysa İslam
zaten bunlara cevap olarak geldi. Modern değerleri İslami hükümlerle biz
tutarlı bir zeminde izahat edemediğimiz için bu tür tarihselcilik vs. gibi
yorumlarla bunu bir kenara bırakmaya çalışıyoruz. Doğru olmadığını
düşünüyorum. Teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı: Şimdi sıra Aliye Hanım’da, buyurun:
Aliye Çınar: Arkadaşımız şunu soruyor: Din insanı nasıl dönüştürebi-
Dördüncü Oturum
369
lir? Dini sadece bir inanç ekseni olarak algılarsak değiştirmeyebilir. Çünkü
inanç, bilgide bir kademe aşağı kanılardan ibarettir. Oysa iman insanı
dönüştürecek, varoluşunun bütün boyutlarını irade, arzu, his, eylem gibi
bütün fakültelerini nüfuz edecek yeni bir insan profilini inşa edecek bir
özelliktedir. O gittiği yerlerde alan araştırmasında Endonezya ve Fas’ta
imanın değil, belki toplumumuzdaki görünüşte İslam-Müslüman kimlikte
ama iman eksenli bir hayatın olmadığını sorguluyor. Benimde o ekseni
almamın sebebi işte günümüzde hümanitenin etkisi altında religion tanımlanıyor. Size nimetimi tamamladım şeklindeki bizdeki din tanımı ile batıdaki din tanımı birbirinin aynı değil. Ama Gliss diyor ki: din şu şudur,
sembollerden oluşur insanlara varoluşunu temsil eden kavramlar üretir. Bu
din İslam’a da rahatlıkla uygulanabilir, diyor. Din evrensel bir tanımdır
diyor. Onun çıkış noktası moderniteden ilham alan aydınlanma eksenli
doğal teolojinin hükümranlığında bir dindir ki bunu Endonezya’da uyguluyor. O zaman ben diyorum ki Kuran’dan alacağımız bütüncül paradigma
ahlak, hukuk ve dinin bütünlüğüne emrediliyor. Hukuk tek başına şunları
yapsak vicdanen insanın ruhunda olan emirlerdir diyelim. Ahlakta yasanın
dışsallaştırılmış hali, toplumu bir araya getirecektir diyebiliriz. Ancak
Kuran’ın bütünlüğü içerisinde şunu anlıyoruz: bunlar bir araya geldiğinde
çok farklı bir dinamizm tecessüm ettiriyorlar aslında. Bir batılı kavramı
ödünç almak durumundayım biz üretemediğimiz için. Onlar diyorlar ki
gestalt. Bir atomize olarak tek başınaki etkisinden diğer uknumları da bir
araya geldiğinde bambaşka şekilde şekillenir ve insanları dönüştürür. İşte
ahlak, hukuk ve din bir araya gelirse bu gerçekleşir. Adaleti merkeze alan
bir paradigma. İçerisinde bilgeliği, cesareti, cömertliği ve diğer erdemleri
gerçekleştirecektir. Doğal olarak da hukuk tecessüm edecektir. Dini, ahlakı
ve hukuku tecessüm ettirebilmek için kanılar, inançlar eksenli değil, iman
eksenli bir din ki bu da İslam’ın özü. Bu gerçekleşebilir. İlginiz için teşekkür ederim.
Oturum Başkanı: Sıra Osman Elmalı Hoca’da.
Osman Elmalı: İçki müptelasının yıkıcı bir hastalığa yakalanması sonucu oluşan ahlak ne kadar bağlayıcıdır? Bu birinci soru. Bu yaptırımlardan bir tanesi ahlakın müeyyideleri elbette mutlak değildir. Dinin müeyyideleri mutlaktır. Ama bu bellidir. Bu dünyada bilmiyoruz, öldükten sonra
mutlak olduğunu biliyor, öyle inanıyoruz. İnanç insanı mutlak anlamda
bağlar. O yüzden seküler olarak da mutlaktır diyebiliriz. Saydığımız diğer
müeyyideler sosyal baskı, vicdan gibi dinle ilgili yaptırım da bunlardan
biri. Doğal durum, acı vs. bunlar sebeplerden bir tanesi yani. Ahlak ihlalinin durdurulmasında sebeplerden bir tanesi. Engel olabilir mi? Her zaman
olmayabilir. Sorunuzun devamı da bunu açıklıyor. Sigara içenlerin yakalandığı hastalık, sigaraların üzerinde sigara içenleri öldürür, kanser eder
demesine rağmen ihlal devam ediyor. Ama ben şunu biliyorum ki hekimlerin de söylediğine göre akciğerinde küçük bir leke olanlara sigara hemen
bıraktırılmalı. Akciğer kanseri şüphesi ile sigarayı devam ettirmediklerini
biliyoruz. Bunun oranı % 95’in üzerindedir. Bu çok yüksek bir oran, ama
Modern Çağda Ahlak
370
akciğer kanseri olduğu halde sigara içmeye devam edenleri biliyoruz.
Ahlakın müeyyideleri mutlak değildir. Teşekkür ederim.
Oturum Başkanı: Musa Hocam buyurun.
Musa Erkaya: Bana gelen soru şu: Hazreti Peygamber’in davranışlarını
hayatımızda uygularken neden ve niçin yaptığını sürekli olarak sorgulamamız bizi bilimsel bir din anlayışına götürmez mi? Şimdi arkadaşımıza
aynı soruyu sorsak Hazreti Peygamber’in davranışlarını, sünnetlerini
uygularken bilerek tahkikle uygulamak mı daha güzeldir, yoksa nasıl
yaptıysa bende öyle yapayım demek mi doğrudur? Arkadaşımız mutlaka
birincisinin doğru olduğunu söyleyecektir. Fakat bildirimler yayınlandığında daha genel bir perspektifle bakıldığında bizim kastımızın böyle
olmadığı anlaşılacaktır. Teşekkür ederim.
Oturum Başkanı: Oturum sona erdi. Sabırla dinlediğiniz için teşekkür
ederiz.
İKİNCİ GÜN / BEŞİNCİ OTURUM / A SALONU
AHLAK VE SOSYAL HAYAT
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. Ramazan BUYRUKÇU
Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
1. Tebliğ:
Modern Çağda Bir Ahlak Sorunu Olarak Ekolojik Sorumluluk ve
Doğal Çevreyi Anlama ve Korumada İnsana Düşen Yükümlülük
Doç. Dr. Metin YASA
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
2. Tebliğ:
Gelenek ve Modernite Etkileşimi Bağlamında Spor Etiği
Yrd. Doç. Dr. Nejdet DURAK
Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
3. Tebliğ:
İşçi-İşveren (Endüstriyel) İlişkilerinde Ahlakın Yeri
Prof. Dr. Adem ESEN
Selçuk Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi
4. Tebliğ:
Toplum Destekli – Proaktif Güvenlik Hizmeti Yaklaşımında Pratik
Ahlakın Gerekliliği
Mahmut ÇALIŞKAN
Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Müzakere
Prof. Dr. Mehmet BAYYİĞİT
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
BEŞİNCİ OTURUM / A SALONU
AHLAK VE SOSYAL HAYAT
Oturum Başkanı
Prof. Dr. Ramazan BUYRUKÇU
Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Oturum Başkanı: Muhterem Hanımefendiler, Beyefendiler, Ahlak ve
Sosyal Hayat konulu beşinci oturumu zaman kaybetmeden açmak istiyorum. Dünden bu saate kadar olan oturumlarda genellikle ahlakın temellendirilmesi üzerine dinî ve felsefî yaklaşımlar tebliğlerde sunuldu ve
anlatılmaya çalışıldı. Zannediyorum biraz daha pratik hayatta ahlakın yeri
ve önemi konularını işleyecek tebliğciler. Belki bu noktada biraz daha rahat
dinleyebileceğinizi tahmin ediyorum. Çünkü sosyal hayat içerisindeki
ekonomik, efendim güvenlik, sporla ilgili konular hepinizin karşılaştığı,
yaşadığı konulardır.
Ben hemen sözü Doç. Dr. Metin Yasa Bey’e bırakıyorum. Konu, ‘Modern Çağda Bir Ahlak Sorunu Olarak Ekolojik Sorumluluk ve Doğal Çevreyi Anlama ve Korumada İnsan: İnsana Düşen Yükümlülük’. Buyurun
Hocam.
1. TEBLİĞ
BİR MODERN AHLAK SORUNU OLARAK EKOLOJİK
SORUMLULUK VE DOĞAL ÇEVREYİ ANLAMA VE
KORUMADA İNSANA DÜŞEN YÜKÜMLÜLÜK
Doç. Dr. Metin YASA
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
A. Ahlaki Sorumluluk Kavramının Anlam Bağlamı
Ahlak filozoflarınca uzun ve hararetli tartışmalara neden olan temel
kavramlardan biri, kuşkusuz, ahlaki sorumluluktur. Bu bağlamda, genel
olarak,
a. Sorumluluğun anlamı, sorumluluğun koşulları, sorumlu tutanda ve
sorumlu tutulanda bulunması gereken nitelikler,
b. Felsefi ve teolojik olana özel atıfla tartışılan nedensellik, zorunluluk,
olasılık, mutlak tanrısal bilgi, mutlak tanrısal güç, belirlenmişlik gibi kimi
konuların, doğa bilimleri ile olan ilişkileri dikkate alındığında, insanı
yönlendirici mantıksal iletileri,
c. Sorumluluk kavramının, sorumluluk yükleyen bilinçli bir varlığın
varlığına kanıt oluşturup oluşturamayacağı hususunun, din felsefesi özelinde, taşıdığı değer,
türü sorunların öne çıktığı görülmektedir.1 Yine, bu bağlamda, üzerinde durulması gereken bir diğer husus sorumluluğun iki türe ayrışmasıdır:
i. Geçmişe yönelik sorumluluk; ii. Geleceğe yönelik sorumluluk. Anılan
sorumluluk türlerinden ilki, eylem sonrası ile bağlantılı iken; ikincisi eylem
öncesi ile bağlantılıdır. Bu noktada sorumluluk açısından öne çıkan husus;
insana, niyet, yükümlülük ve ödev bilincinin kazandırılmasıdır.2
Ahlaki sorumluluğa ilişkin çok net ve olması gereken başka bir ayrışma
daha vardır. Bu noktada, insana özgü dört tür sorumluluktan söz edilir: i.
İnsanın, Tanrı’ya karşı sorumluluğu, ii. İnsanın kendine karşı sorumluluğu,
————
1
Bkz.: “Mesuliyet-i Ahlaki”,
http://www.hawzah.net/hawzah/Magazines/MagArt.aspx?MagazineNumberID=5560&i
d=53427/ (15.11.2009); krş.: Hüsameddin Erdem, Ahlak Felsefesi, Hü-er Yayınları, Konya,
2003, s. 82-84.
2
Bkz.: “Mesuliyet-i Ahlaki”,
http://www.hawzah.net/hawzah/Magazines/MagArt.aspx?MagazineNumberID=5560&id=
53427/; krş.: Erdem, a.g.e., s. 83.
Modern Çağda Ahlak
376
iii. İnsanın başkalarına karşı sorumluluğu, iv. İnsanın doğal çevreye karşı
sorumluluğu.3 Anılan sorumlulukların açılımı bağlamında, genel olarak,
“her dört tür sorumluluk için, gerçek sorumlu tutan varlığın Tanrı olduğu,
çünkü hiçbir varlığın, değil mi ki her şey Tanrı’yla vardır, Tanrı’ya rağmen
özgür olamayacağı”4 ifade edilir. Bununla birlikte, “doğal dünyayı iyiliğin
ve iyiliksever Tanrı’nın eseri olarak görmek”5, insanın doğal çevreye karşı
sorumluluğu açısından ayrı bir önem taşır, ve açık konuşmak gerekirse,
ilgili sorumluluk, yaratılışın doğal bir düzene sahip olduğu ve bu düzenin
de olabildiğince iyi olduğu hususunun gereği gibi algılanması halinde6 ya
da Evhadüddin-i Kirmani’in,
Olan her şey, olması gerektiği gibidir
Olması gerektiği gibi olmayan, bir şey yoktur.7
ifadesi dikkate alındığında daha net anlaşılır.
İşte, bizim bu bildiride tartışmayı amaçladığımız husus, bir modern ahlak sorunu olarak insanın doğal çevreye karşı olan ekolojik sorumluluğu ve
ilgili sorumluluğun iletileridir. Bu noktanın önemi, “bizi bu dünyevi seyahatte
kuşatmış olan büyülü doğa, sadece yaşam serüvenimizin arka planı değildir”8
şeklindeki bir çıkarıma atıfla daha net ortaya konabilir. Açık konuşmak gerekirse,
bu tür bir sorumluluktan “genel olarak, insanın doğal çevresine ve diğer
canlı varlıklara ilişkin sorumlu oluşu anlaşılır. Buna göre insan, doğayı
istediği gibi kullanma hakkına sahip değildir”9 Bu noktada, insanın, “herhangi bir canlının ya da tüm canlıların içsel bir değeri bulunduğunu benimsemesi”10 gerektiği hususu kendiliğinden ortaya çıkar.
B. Doğayı ve Çevreyi Anlamada Ekolojik Sorumluluğun Önemi
Sorumluluk türlerinden bahsedilirken, insanın, aynı zamanda doğaya
karşı da sorumluluk üstlenmek durumunda olan bir varlık olduğuna
————
3
Bkz.: “Mesuliyet-i Ahlaki”,
http://www.hawzah.net/hawzah/Magazines/MagArt.aspx?MagazineNumberID=5560&i
d=53427
4
Bkz.: “Mesuliyet-i Ahlaki”,
http://www.hawzah.net/hawzah/Magazines/MagArt.aspx?MagazineNumberID=5560&i
d=53427
5
Joseph R. Des Jardins, Çevre Etiği: Çevre Felsefesine Giriş, çev.: Ruşen Keleş, İmge Kitabevi,
Ankara, 2006, s. 93.
6
Jardins, a.g.e., s. 93.
7
Bkz.: Evhadüddin-i Kirmani, Rubailer, çev.: Mehmet Kanar, İnsan Yayınları, İstanbul, 1999,
377. Rubai:
‫ﻫﺮﭼﻴﺰ ﻛﻪ ﻫﺴﺖ آﻧﭽﻨﺎن ﻣﻰ ﺑﺎﻳﺪ‬
‫وآن ﭼﻴﺰ ﻛﻪ آﻧﭽﻨﺎن ﳕﻲ ﺑﺎﻳﺪ ﻧﻴﺴﺖ‬
8
Seyyid Hüseyin Nasr, Makaleler I, çev.: Şahabeddin Yalçın, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995, s.
57.
9
Bkz.: “Mesuliyet-i Ahlaki”,
http://www.hawzah.net/hawzah/Magazines/MagArt.aspx?MagazineNumberID=5560&i
d=53427
10
Jardins, a.g.e., s. 94.
Beşinci Oturum
377
vurgu yapılır. Bu anlamda, burada sözü edilen insan, ötekine karşı isyankar
olan bir varlık değildir.11 Gerçi insan, S. H. Nasr’ın ifadesiyle, “yeryüzünde
sonunda fesat çıkaracak kadar kendisine güç verilen bir varlık olarak
görülür. Fakat bu güç, geleneksel İslami görüşte, insanın sadece Allah’a ve
diğer kadın ile erkeklere değil, fakat aynı zamanda bütün mahlukata karşı
olan sorumlulukları tarafından normal şartlarda sınırlandırılmış olarak
görülür.”12 Bu durumda, doğayı anlama ve çevre sorunlarına çözüm üretmede, insanın, iyi ve güzel olana doğru bir eğilimi özünde taşıdığı hususuna gerektiği gibi vurgu yapmak gerekir. Bu tür bir ilkenin açılımı söz
konusu olunca, genel ve ontolojik anlamda “bırak kötüyü, her ne yaparsan,
iyi olanı yap”13, “yapabildiğince iyilik yap”14 ifadeleri, özel ve ekolojik15
anlamda ise,
İyi olur, gönlün sakınsa her kötülükten
Gül dik; diken biter, eğer ekersen diken16
türü bir söz yeterince açıklayıcı görünmektedir.
Niyet, sorumluluk ve yükümlülük bilincine sahip olan insan, doğayı ve
doğanın çıkar ve değerlerini düşünmek ve korumak zorundadır. Bu türden
bir koruma ve düşünme etkinliğini, küresel ölçütte değerlendirerek, iki
açıdan görmek gerekir: i. Doğada görülen güzelliğin, “ilahi güzelliğin
doğrudan bir teofanisi”17 olarak algılanması; ii. Doğal varlıkların bir bölümünün tahrip edilmesinin, doğanın diğer bölümlerinin de tahrip edilmesine neden olabileceği gerçeğine işaret edilmesi.18 Her iki nokta da, küresel
açıdan,
bireyin, yalnızca yaşadığı doğa parçasına karşı saygılı olması
gerektiğini değil, aynı zamanda doğal güzelliğin bütününü düşünmesi ve
koruması gerektiğini de öngörür.19
Çevre sorunları ekolojik sorumluluk açısından tartışılmak isteniyorsa,
bize öyle geliyor ki, bu noktada dini, bilimsel ve felsefi verilerden yeterince
yaralanılması gerekir. Bu bağlamda, geleneksel İslam düşüncesi içinde,
doğa ve çevre sorunlarıyla ilgili doğrudan ya da dolaylı metinlere sıkça
rastlamak mümkündür. Nitekim “İslam sanatlarından biri olan edebiyat,
————
11
Nasr, Makaleler I, s. 55.
12
Seyyid Hüseyin Nasr, Bir Kutsal Bilim İhtiyacı, çev.: Şehabeddin Yalçın, İnsan Yayınları,
İstanbul, 1995, s. 182.
13
Kirmani, Rubailer, 1679. Rubai: ‫از ﺑﺪ ﺑﱪ و ﻫﺮﭼﻪ ﻛﲎ ﻧﻴﻜﻮ ﻛﻦ‬
14
Kirmani, Rubailer, 1634. Rubai: ‫ﻣﻰ ﻛﻦ ز ﻰ آﻧﭻ ﺗﻮاﱏ ﻛﺮدن‬
15
Ekoloji ve temel ilkeleri konusunda, sözgelimi, bkz.: Eugene P. Odum, Gary W. Barrett,
Ekoloji’nin Temel İlkeleri, çev. ve der.: Kani Işık, Palme Yayıncılık, Ankara, 2008.
16
Kirmani, Rubailer, 609. Rubai:
‫آن ﺑﻪ ﮐﻪ دﻟﺖ ز ﻫﺮ ﺑﺪى ﭘﺮﺧﻴﺰد‬
‫ﮔﻞ ﻛﺎر ﻛﻪ ار ﺧﺎر ﺑﻜﺎري ﺧﻴﺰد‬
17
Nasr, Bir Kutsal Bilim İhtiyacı, s. 164.
Nasr, Bir Kutsal Bilim İhtiyacı, s. 195.
19
Ayrıca bkz.: Metin Yasa, Hayyam’ın Rubaileri: Din Felsefesi Açısından Bir Çözümleme, Elis
Yayınları, Ankara, 2009, s. 97vd.
18
378
Modern Çağda Ahlak
özellikle şiir tarzında doğanın manevi yönüne ilişkin en köklü öğretileri
entelektüel elitler ve sıradan insanlar arasında yaymayı başarmıştır.”20
Doğrusu, kirlenme örneğinde olduğu gibi, doğal çevrenin, giderek sorunlu hale gelmesi, elbette dikkatleri üzerine çekmiş ve din, felsefe ve bilim
bağlamında çözümler aranmaya başlanmıştır.21 Bu noktada, bizim çözüm
önerimiz, Nasr’ın özlemini çektiği bir doğa teolojisi oluşturma olanağını22,
din felsefesinin araştırma alanı içinde, değerlendirebilmektir. Bu noktada,
doğayı anlamak ve doğal çevrenin sorunlarını da dikkate almak durumunda olan bir doğa teolojisinin, aynı zamanda, “yeni ve daha sorumlu bir
çevre etiği için”23 iyi bir ardalan oluşturabileceğini de görmek gerekir.
C. Doğayı ve Çevreyi Anlamaya Katkı Sağlayacak İşlevsel bir Doğa
Teolojisine Doğru
İnsan ile doğa arasında anlaşılır ve uyumlu bir ilişki sezilmektedir.24
Bununla birlikte, günümüzde ortaya çıkan kimi çevresel sorun ve krizler,
anılan uyumlu ilişkinin zedelenmesine neden olmuş görünmektedir.25 Bu
noktada, Nasr’ın da ifade ettiği gibi, insan ile doğa arasında köprü kurabilecek düzeyde oluşturulacak bir doğa teolojisine gereksinim olduğu açıkça
ortadadır.26 Bizce asıl önemli olan, oluşturulacak bir doğa teolojisi modelinin, özlenen ölçüde, hem doğanın, insanın ve Tanrı’nın hem de bu üçü
arasındaki ilişkinin anlaşılması yönünde ontolojik, epistemolojik ve ekolojik açılardan açıklayıcı bir işlev yüklenmesidir. Bu noktada, İslam düşüncesinde teoloji, ontoloji, epistemoloji ve ekolojiye ilişkin ortaya konulan
görüşlerin yönlendirici bir öze sahip olduğu kanısındayız.27
Doğayı ve doğal çevreyi anlama, anılan bağlamda taşıdığımız niyet, sorumluluk ve yükümlülük için gerekli ontolojik, epistemolojik ve ekolojik
işlev yüklenecek olan bir doğa teolojisine hazırlık olarak, kimi merkeze
alışlardan söz edilebilir. Bu cümleden olarak, Tanrı merkeze alınırken, indirgemeci olma yanılgısı hep göz önünde bulundurulur. Bu noktada, geleneksel İslam
düşüncesi içinde, Tanrı’ya atıfla dile getirilen, “hiçbir yer Sen’siz değildir”28,
“O’nun rol ve niteliği, varlığın kapı ve duvarındadır”29, “gül, Sen’inle
————
20
Seyyid Hüseyin Nasr, “İslam, Günümüz İslam Dünyası ve Çevre Krizi”, İslam ve Ekoloji:
Bahşedilmiş Bir Emanet, haz.: Richard C. Foltz, Frederic M. Denny, Azizan Baharuddin, çev.:
Nurettin Elhüseyni, Oğlak Yayınları, İstanbul, 2007, s. 109.
21
Nasr, Makaleler I, s. 41.
22
Seyyid Hüseyin Nasr, İnsan ve Tabiat, çev.: Nabi Avcı, Ağaç Yayıcılık, İstanbul, 1991, s. 30.
23
Jardins, a.g.e., s. 91.
24
Nasr, Makaleler I, s. 56; krş.: Bkz.: Ian G. Barbour, Bilim ve Din: Çatışma-Ayrışma-Uzlaşma,
çev.: Nebi Mehdi, Mübariz Camal, İnsan Yayınları, İstanbul, 2004, 57.
25
Nasr, Makaleler I, s. 60.
26
Nasr, İnsan ve Tabiat, s. 30; krş.: Nasr, “İslam, Günümüz İslam Dünyası ve Çevre Krizi”,
İslam ve Ekoloji: Bahşedilmiş Bir Emanet, s. 108.
27
Krş.: Nasr, “İslam, Günümüz İslam Dünyası ve Çevre Krizi”, İslam ve Ekoloji: Bahşedilmiş Bir
Emanet, s. 109.
28
Kirmani, Rubailer, 460. Rubai: ‫ﺑﺎ أﻧﻚ ز ﺗﻮ ﻫﻴﭻ ﻣﻜﺎن ﺧﺎﱄ ﻧﻴﺴﺖ‬
Kirmani, Rubailer, 909. Rubai: ‫ﻧﻘﺶ و ﺻﻔﺘﺶ ﺑﺮ در و دﻳﻮار وﺟﻮد‬
29
Beşinci Oturum
379
güzelliğini sürdürür”30 şeklindeki ifadeler örnek olarak verilebilir. Bununla
birlikte, Tanrı’yı merkeze alış, aşağıdaki ifadelerde adeta zirveye ulaşır:
Bir yarim var; cisim ve can O’nun sureti
Ne can? Ne gönül? Tüm cihan O’nun sureti31
Güzergahımız, gül bahçesi de olsa; Sen olmadan
Ne bağ için üzülür, ne gül için korkarız32
Sözü edilen merkeze alışlardan biri de, kuşkusuz, doğa–merkezliliktir.
Bu bağlamda, şöyle denilir: “Dünya bir han, biz ise orada konuğuz”33,
“doğa ve doğadakilerin hayatı aşktır.”34 Doğrusu, doğa-merkezlilik, aşağıdaki ifadede tam bir felsefi öze bürünür:
Ey Dost! Dostlukta yakınız sana,
Yer olmuşuz bastığın toprağa,
Aşıklık mezhebine uyar mı?
Sensiz, Sen’le bakalım dünyaya.35
İnsan – merkezlilik açısından ise, “ben doğanın canıyım, doğa benim
canım değil”36 şeklindeki bir ifade örnek olarak verilebilir ve yine İslam
düşüncesinde insan-merkezlilik dolayımında insan ile doğa arasındaki
organik ilişkiye yeterince önem verilmek suretiyle, tanrısal bereketin aktığına dikkat çekilmiş olması37 oluşturulacak doğa teolojisi açısından ayrı bir
önem taşır.
D. Doğal Çevreyi Başka Açılardan Görebilmenin Metafizik Değeri
ya da Bir Doğa Teolojisi Oluşturmanın Olasılığı
Doğal fenomenler, İslam düşünürleri için, Tanrı’nın yeryüzündeki
————
30
Kirmani, Rubailer, 2191. Rubai: ‫از روى ﺗﻮﮔﻞ ﳘﯽ ﻛﻨﺪ رﻋﻨﺎﱙ‬
31
Kirmani, Rubailer, 289. Rubai:
‫ﻳﺎرى دارم ﻛﻪ ﺟﺴﻢ و ﺟﺎن ﺻﻮرت اوﺳﺖ‬
‫ﭼﻪ ﺟﺎن و ﭼﻪ دل ﲨﻠﻪ ﺟﻬﺎن ﺻﻮرت اوﺳﺖ‬
32
Kirmani, Rubailer, 246. Rubai:
‫ﰊ روی ﺗﻮﮔﺮﭼﻪ رﻫﮕﺬر ﺟﺎى ﮔﻠﺴﺖ‬
‫ﻣﺎ را ﻧﻪ ﻏﻢ ﺑﺎغ و ﻧﻪ ﭘﺮوای ﮔﻠﺴﺖ‬
33
34
Kirmani, Rubailer, 1549. Rubai: ‫دﻧﻴﺎ ﭼﻮ رﺑﺎط و ﻣﺎ درو ﻣﻬﻤﺎﻧﻴﻢ‬
Kirmani, Rubailer, 211. Rubai: ‫ﻋﺸﻖ اﺳﺖ ﺣﻴﺎت ﻋﺎﱂ و ﻋﺎﳌﻴﺎن‬
35
Mevlana, Hz. Mevlana’nın Rubaileri, çev.: Şefik Can, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1990,
I, 14:
‫اي دوﺳﺖ ﺑﺪوﺳﱵ ﻗﺮﻳﻨﻴﻢ ﺗﺮا‬
‫ﻫﺮ ﺟﺎﮐﻪ ﻗﺪم ﻲ زﻣﻴﻨﻴﻢ ﺗﺮا‬
‫در ﻣﺬﻫﺐ ﻋﺎﺷﻘﻲ روا ﮐﻲ ﺑﺎﺷﺪ‬
‫ﻋﺎﱂ ﺑﺘﻮ ﺑﻴﻨﻴﻢ وﻧﺒﻴﻨﻴﻢ ﺗﺮا‬
36
Kirmani, Rubailer, 279. Rubai: ‫ﻣﻦ ﺟﺎن ﺟﻬﺎﱎ ﻧﻪ ﺟﻬﺎن ﺟﺎن ﻣﻨﺴﺖ‬
37
Bkz.: Nasr, İnsan ve Tabiat, s. 91.
380
Modern Çağda Ahlak
ayetlerinden öte bir anlam ifade etmez. Bu nedenle de hiçbir fenomen, salt
fenomen olarak görülemez.38 Yine bu anlamda, doğanın kutsal bir yönünün
var olduğuna ve ilgili yönün pek çok düzeyde ve yolla gösterilebileceğine
dikkat çekilir.39 Bu cümleden olarak, sözgelimi, “bakir doğa düzen ve
ahenge sahiptir. Beşeri kaynaklı olmadığı kolayca algılanan bu geniş gerçeklik alanında bir düzen, parçaların karşılıklı ilişkisi, işlev ve rollerin
birbirini tamamlayışı ve bir karşılıklı bağımlılık mevcuttur”40 ifadelerine
yer verilebilir.
Bu noktada, doğa teolojisi oluşturmaya olanak sağlayan iki önemli neden ya da boşluktan söz edilebilir:
1. Doğal Teolojinin Sınırlılığı: Doğal teolojinin, kendisini yalnızca akıl
yoluyla ifade etmesi, doğrusu, zorunlu değildi ve doğal teoloji, var olana
ilişkin görüşlerini, kendine yakın gördüğü dinsel veriler aracılığıyla da
ifade edebilirdi.41 Bize öyle geliyor ki, dikkat çektiğimiz, ‘…zorunlu değildi’ ve ‘…ifade edebilirdi’ gibi çıkarımlar, doğa teolojisi oluşturmaya olanak
sağlayan bir boşluğa işaret eder.
2. Çevre Sorunlarına Çözüm Arama: Doğal çevrede görülen, sözgelimi
kirlenme türü bir sorun bu noktada anılabilir. Bu çıkarım, dikkate değer
ikinci boşluktur.
Sözü edilen her iki boşluk da, bir şekilde, çevre sorunları üzerine din
felsefesi açısından çözüm arama ile bağlantılı hususlar olarak görülebilir ve
bu hususların, İslam düşüncesine atıfla, doğa teolojisine ilişkin gereksinimi
bir kez daha gün yüzüne çıkarmış olduğu ileri sürülebilir. Yoksa, bunun
anlamı, daha önce ve başka bağlamlarda doğa teolojisi oluşturma girişimleri yoktur demek değildir.42
Tanrı, evren ve insanı anlama genelinde ve doğal sorunları tartışma ve
çözüm üretme özelinde oluşturulacak doğa teolojisinin, kuşkusuz, kendine
özgü ve diğer teolojilerden ayrılan bir takım nitelikleri vardır. Bu nitelikler,
din felsefesi açısından, şöyle sıralanabilir:
43
i. Doğa teolojisinin Tanrı anlayışı panenteistik bir öz taşır. Kuşkusuz,
“Tanrı”, bu algı içinde, “tüm zaman ve mekanda bulunur, fakat aynı za44
manda zaman ve mekanı aşar.” Bu konuda, İslam düşüncesi içinde yer
————
38
Nasr, Makaleler I, s. 54-55.
39
Nasr, Bir Kutsal Bilim İhtiyacı, s. 162.
40
Nasr, Bir Kutsal Bilim İhtiyacı, s. 162.
41
Krş.: Şaban Ali Düzgün, Allah, Tabiat ve Tarih: Teolojide Yöntem Sorunu ve Teolojinin MetaParadigmatik Temelleri, Lotus yayınevi, Ankara, 2005, s. 169vd.
42
Sözgelimi krş.: Düzgün, a.g.e., s. 173vd.
43
William A. Dembski, “Is Intelligent Design a Form of Natural Theology?”,
http://www.designinference.com/documents/2001.03.ID_as_nat_theol.htm/
(Erişim:
24.03.2008).
44
Bkz.: Barbour, a.g.e., s. 197.
Beşinci Oturum
381
45
alan kimi alıntılar örnek olarak verilebilir. Sözgelimi, anılan bağlama
ilişkin, açıklayıcı güzel bir ifade örneği şudur: “Akıl …. Tanrı'yı, bir konumda aşkınlaştırır, bir konumda içkinleştirir. Hakk'ın doğal suret ve
ögelere iliştiğini, sonunda, kendisinde Hakk'ı görmediği hiçbir suretin
46
kalmadığını görür.” Bu şekilde ifade edilen bir doğa teoloji, kuşkusuz,
Tanrı hakkında konuşmayı da öngörür ve anılan öngörüde Tanrı’nın
47
yaratıcı niteliği öne çıkar. Bu nedenle, Tanrı’nın doğa ve içindekilerin bir
parçası olmadığını ifade eden tanrısal aşkınlık, geleneksel doğal teolojide
öngörülenin aksine, tanrısal içkinliği bir kenara iten, sözgelimi deistik bir
48
aşkınlık değildir. Aksine, bu, doğa ve içindekilerin en güzel nitelikleri
özünde taşıyan Tanrı’yla bütünleşmesini öngören bir aşkınlıktır. Bu bağlamda, şu ifadeler örnek olacak niteliktedir: “Dünya, bütünüyle, onun
49
50
nitelikleriyle büyülüdür.” , “Bunların hepsi bahane, tüm amaç O’dur.”
ii. Doğa teolojisi, doğa ve içindekileri belli bir kutsallık içinde değerlendirir.51 Bu noktada, dini verilerden yardım alınacaksa, bu konuya ilişkin
Kur’an ve Hadis’teki geniş bilgi birikimine atıfta bulunmak durumundayız.52 Bu cümleden olarak, “Kur’an bir bakıma insanların yanı sıra kainata
hitab eder ve doğal dünya Kur’an vahyine katılır. Kainatın kendisi aslında
Allah’ın ilk vahyidir. Ağaç yaprakları üstünde, dağların yüzünde, hayvanların vücut hatlarında, ayrıca rüzgarların sesinde ve usulca akan çaylarda
Allah’ın belirtilerini bulmak mümkündür.”53 Öte yandan, Hadis’te de Hz.
Peygamberimiz, “ağaçların dikilmesini teşvik eder, savaş sırasında bile
bitki örtüsünün yok edilmesini yasaklar, hayvanları sever ve onlara büyük
şefkat gösterir, diğer Müslümanları da aynı şekilde davranmaya özendirirdi.”54
————
45
Panenteizm konusunda, İbn Arabi’ye özel atıfla, karşılaştırmalı bir değerlendirme için
sözgelimi bkz.: Metin Yasa, “Panenteizmin Tarihsel Ardalanı Üzerine”, O. M. Ü. İ. F. D., S.
18-19, Samsun, 2005, ss. 129-146.
46
İbn Arabi, Fusus el-Hikem, Dar el-Kitab el-Arabi, Beyrut, trsz., s. 181.
47
Bkz.: Allan H. Harvey , Natural Theology and Theology of Nature,
http://64.233.183.104/search?q=cache:ac-r3rxQ0-YJ:members.aol.com/steamdoc/scinature/Chapter4.pdf+theology+of+nature&hl=tr&ct=clnk&cd=30&gl=tr/ (Erişim:
24.03.2008).
48
Sözgelimi bkz.: A. R. Mohapatra, “Tanrı ve Evren”, çev.: Metin Yasa, Tabula-Rasa: FelsefeTeoloji, Yıl, 1, Sayı, 3, Tuğra Matbaası, 2001, s. 209.
49
Mevlana, Rubailer, I, 799. Rubai: ‫ﻋﺎﱂ ﳘﻪ ﺳﺨﺮﻩء ﺻﻔﺎت او ﻳﻨﺪ‬
50
51
Mevlana, Rubailer, I, 337. Rubai: ‫اﻳﻦ ﲨﻠﻪ ﺎﻧﻪ اﺳﺖ ﳘﻪ ﻣﻘﺼﻮد اوﺳﺖ‬
Bkz.: Barbour, a.g.e., s. 58.
Nasr, “İslam, Günümüz İslam Dünyası ve Çevre Krizi”, İslam ve Ekoloji: Bahşedilmiş Bir
Emanet, s. 109.
53
Nasr, “İslam, Günümüz İslam Dünyası ve Çevre Krizi”, İslam ve Ekoloji: Bahşedilmiş Bir
Emanet s. 110.
54
Nasr, “İslam, Günümüz İslam Dünyası ve Çevre Krizi”, İslam ve Ekoloji: Bahşedilmiş Bir
Emanet s. 112.
52
382
Modern Çağda Ahlak
iii. Doğa teolojisi, doğayı, Tanrı’nın bir emaneti olarak görür.55 Çünkü,
“bir çok dinde, insanların doğaya karşı sorumluluklarını, insanlara bir
yaratıcı tarafından emanet edilmiş kaynakların emanetçisi gözüyle bakan
bir anlayış da saklıdır.”56 Doğrusu, “emanetçilik düşüncesi, insanların,
Tanrı tarafından yaratılanları tahrip etmelerini değil, besleyip korumalarını
gerektirir.”57 Ancak, burada temel belirleyici Tanrı’dır ve doğanın tanrısal
emanet oluşuna ilişkin söylemler Tanrı-merkezlilik içinde şekillenir. Bu
cümleden olarak, aşağıdaki ifadeler örnek olarak verilebilir: “Rüzgar, bana,
senin kokunu getirdi”58, “Ey sen; ayağı, yeryüzü toprağının mutluluk ve
neşe kaynağı.”59
iv. Doğa teolojisi, tanrısal inayeti öne çıkararak, doğa ve içindekilere
daha içten yaklaşmayı öngörür.60 Tanrısal inayet, Tanrı’nın yaratıklarını
doğa aracılığıyla gözettiği ve doğanın da Tanrı’nın iradesini açıklayan bir
rol üstlendiği anlamına gelir.61 Bu noktada, doğa teolojisinin oluşumunda,
doğa ve içindekilere ilişen tanrısal inayeti gerektiği gibi anlamanın büyük bir önemi
vardır. Anılan tanrısal inayet, İslam düşünürlerince, derinlikli bir anlam örgüsü
içinde sunulur. Bu bağlamda, “dalım, meyvem, köküm bütünüyle senin ormanındandır”62 , “Senin kapının toprağı, gözümün sürmesidir”63 “Sen O’sun
ki, Sen’le, kolayladı güçlüğüm”64, “Lütfun nedeniyle, hiçbir kul ümitsiz
olmadı”65, “Dikkat! Tanrı’nın lütfu, ansızın gelir”66, “Her ne versem, binlerce kat fazlasını alırım”67, “Hakk, iyilik eden, rızık veren, cömert olan ve
bağışlayandır”68, “Gönlü, Cömert’in cömertliğine bağladık ve gittik.”69
————
55
Bkz.: (haz.:), Richard C. Foltz, Frederic M. Denny, Azizan Baharuddin, İslam ve Ekoloji:
Bahşedilmiş Bir Emanet, çev.: Nurettin Elhüseyni Oğlak Yayınları, İstanbul, 2007.
56
Jardins, a.g.e., s. 95.
57
Jardins, a.g.e., s. 96.
58
Mevlana, Rubailer, I, 17. Rubai: ‫از ﺑﺎد ﻣﺮا ﺑﻮى ﺗﻮ أﻣﺪ‬
59
Mevlana, Rubailer, I, 506. Rubai: ‫اى از ﻗﺪﻣﺖ ﺧﺎك زﻣﲔ ﺧﺮم و ﺷﺎد‬
60
Bkz.: Düzgün, a.g.e., s. 174.
Harvey , “Natural Theology and Theology of Nature”,
http://64.233.183.104/search?q=cache:ac-r3rxQ0-YJ:members.aol.com/steamdoc/scinature/Chapter4.pdf+theology+of+nature&hl=tr&ct=clnk&cd=30&gl=tr/
62
Kirmani, Rubailer, 188. Rubai: ‫ﺷﺎخ و ﺑﺮ و ﺑﻴﺦ ﻣﻦ ﳘﻪ ﺑﻴﺸﻪء ﺗﺴﺖ‬
61
Kirmani, Rubailer, 1700. Rubai: ‫اى ﺧﺎك در ﺗﻮ ﺳﺮﻣﻪء دﻳﺪﻩء ﻣﻦ‬
63
64
Mevlana, Rubailer, I, 524. Rubai: ‫اى آﻧﻚ ز ﺗﻮ ﻣﺸﻜﻠﻢ أﺳﺎن ﮔﺮدد‬
Mevlana, Rubailer, I, 666. Rubai: ‫از ﻟﻄﻒ ﺗﻮ ﻫﻴﭻ ﺑﻨﺪﻩ ﻧﻮﻣﻴﺪ ﻧﺸﺪ‬
65
Mevlana, Rubailer, I, 976. Rubai: ‫ﻫﺸﺪارﻛﻪ ﻓﻀﻞ ﺣﻖ ﺑﻨﺎ ﮔﺎﻩ آﻳﺪ‬
66
67
Mevlana, Hz. Mevlana’nın Rubaileri, çev.: Şefik Can, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991,
II, 1325. Rubai: ‫ﻫﺮ ﭼﻪ ﺑﺪﻫﻢ ﻫﺰار ﭼﻨﺪان ﺑﱪم‬
68
Mevlana, Rubailer, II, 1431. Rubai: ‫ﺣﻖ ﳏﺴﻦ و ﻣﻨﻌﻢ و ﻛﺮﳝﺴﺖ و رﺣﻴﻢ‬
69
Mevlana, Rubailer, II, 1441. Rubai:‫دل در ﻛﺮم ﻛﺮﱘ ﺑﺴﺘﻴﻢ و ﺷﺪﱘ‬
Beşinci Oturum
383
v. Doğa teolojisi, doğal olanı estetik açıdan görmeyi yeğler.70 Nitekim,
bu noktada, sıklıkla dile getirilen “evren bütünüyle iyidir”71, “Sen Can, Sen
Cihan; cihan seninle hoş”72 şeklindeki ifadeler açıklayıcı görülebilir. Dahası; doğa, iyilik ve güzelliğini Tanrı’dan alır. Bu noktada, “Sen O’sun; gök
seninle neşelenir”73, ”Güzelliğin, tüm evreni büyüledi”74 şeklindeki ifadelerin yanında,
Bağda varsa eğer selvi, gül bahçesi
O güzelin boy ve yanağının aksi75
türü bir söz anılmaya değer görünmektedir.
E. Sonuç ve Değerlendirme: Doğayı ve Doğal Çevreyi Anlamanın
Doğa Teolojisi ve Bir Ahlaki Sorun Olarak Ekolojik Sorumluluk Açısından Taşıdığı Değer
Öyle anlaşılıyor ki, ekolojik sorumluluğa özel atıfla, doğayı koruma ve
çevre sorunlarına çözüm üretme çabasının doğa teolojisi açısından değerlendirilmesi çağdaş ve küresel ölçütte önemli görünmektedir.
Günümüzde doğal olan ve çevre sorunları üzerinde odaklanma, ekolojik sorumluluk açısından, varlığı anlamada önemli bir işlev yüklenir. Bunun bir nedeni, doğaya olan saygının Tanrı-doğa-insan ilişkilerine yansımasıdır. Bu bağlamda, çevre sorunlarının, bir de geleneksel kültürümüze
atıfla oluşturulacak bir doğa teolojisinin sınırları içinde değerlendirilmeye
çalışılmasında yarar vardır. Çünkü geleneksel kültürümüzde özgün bir
biçimde tartışıldığına tanık olduğumuz ve bizi bir doğa teolojisine iletecek
düzeyi yüksek düşüncelerin, çevre sorunlarının çözümünde yeterince işlev
yüklenebileceği anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, doğa teolojisinin ekoloji
ile birlikte anılışı, ne salt felsefi bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir, ne
de salt ekolojik bir açılım olarak görülebilir; çünkü doğa teolojisinin bir de
dinsel yönü vardır ve ilgili teoloji yalnızca çevre sorunu üzerine odaklanmaz.
Tartıştığımız sorun açısından dikkat çeken önemli bir diğer nokta da
bizce şudur: Varolanın oluşturduğu bütün, kuşkusuz, sade değildir ve
insan, kendisine göre öteki konumunda olan Tanrı’yı, doğayı ve iletilerini
————
70
Güzellik kanıtı konusunda, sözgelimi, bkz.: Metin Yasa, “Güzellik Kanıtı ve Taşıdığı Felsefi
Değer”. Ekev Akademi Dergisi, Yıl, 8, Sayı, 18, Erzurum Kültür ve Eğitim Vakfı Yayınevi,
2004, ss. 1-16.
71
Kirmani, Rubailer, 2119. Rubai: ‫ﻋﺎﱂ ﳘﻪ ﻧﻴﻜﻨﺪ‬
72
73
Mevlana, Rubailer, I, 267. Rubai: ‫ﺟﺎﱏ و ﺟﻬﺎﱏ و ﺟﻬﺎن ﺑﺎﺗﻮ ﺧﻮﺷﺴﺖ‬
Mevlana, Rubailer, I, 104. Rubai: ‫أﱏ ﻛﻪ ﻓﻠﻚ ﺑﺎ ﺗﻮ در أﻳﺪ ﺑﻄﺮب‬
74
Mevlana, Rubailer, I, 427. Rubai: ‫ﺣﺴﻨﺖ ﻛﻪ ﳘﻪ ﺟﻬﺎن ﻓﺴﻮﻧﺶ ﺑﮕﺮﻓﺖ‬
75
Mevlana, Rubailer, I, 220. Rubai:
‫در ﺑﺎغ اﮔﺮ ﺳﺮو اﮔﺮ ﮔﻠﺰار اﺳﺖ‬
‫ﻋﻜﺲ ﻗﺪ و رﺧﺴﺎرﻩء أن دﻟﺪارﺳﺖ‬
384
Modern Çağda Ahlak
karmaşık ilişkiler ağı içinde anlamak durumundadır. Bir şekilde öz olarak
dikkat çektiğimiz türden bir doğa teolojisi ve insana parçası olduğu doğayı
anlama ve korumakla yükümlü olduğu ekolojik sorumluluk bilincinin
kazandırılması, anılan karmaşık ilişkiler ağı içinde, ayrı bir önem kazanmaktadır.
Oturum Başkanı: Evet, bu teolojisini edebî, felsefî ve dinî olarak temellendirmeye çalışan değerli hocamıza teşekkür ediyoruz. Hemen zaman
kaybetmemek için sözü Yrd. Doç. Dr. Nejdet Durak Bey’e bırakıyorum.
Tebliğinin konusu ‘Gelenek ve Modernite İlişkisi Bağlamında Spor Etkinliği’. Yeni bir sektör, yeni problemler doğuruyor. İnanıyorum ki bu problemlerin tespiti ve çözümü ile ilgili bize önemli bilgiler aktaracaktır. Buyurun
Hocam.
2. TEBLİĞ
GELENEK VE MODERNİTE ETKİLEŞİMİ
BAĞLAMINDA SPOR ETİĞİ
Yrd. Doç. Dr. Nejdet DURAK
Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
GİRİŞ
Spor kavramı, insanın bedenî ve düşünce yeteneklerini bir bütün olarak geliştirmeye yönelik bireysel veya diğer insanlarla karşılıklı olarak
gerçekleştirdiği eğlenme, yarışma gibi yönelimleri içeren eylemler toplamıdır. Bu yönüyle spor olarak tanımlanan aktiviteler günümüzdeki boyutlarına tarihi süreç içerisinde bir takım değişim ve dönüşümlerden geçerek
ulaşmışlardır. Modern spor dalları, geleneksel spor dallarının toplumsal ve
ekonomik ilişkilerin uzun bir serüveni neticesinde şekillenmiştir.
Spor bir insan etkinliğidir ve onun var oluşsal bir niteliğine işaret etmektedir. Spor ve oyun, insan hayatının ayrılmaz bir parçasıdır ve insanın
olduğu her yerde asırlardır varoluşunu sürdürmektedir. Bazı düşünürler
insanı Homo Ludens, oyun oynayan insan olarak tanımlamaktadır. Johan
Huizinga (1872-1945), insan eylemlerini oyun teorisinden hareketle açıklamaktadır. Bu yaklaşıma göre oyun, ‘kurgusal’, ‘insanı kuşatan’, ‘özgür’ bir
eylem biçimidir. Huizinga, oyunun kültür ve toplum için önemine işaret
etmekte, oyunun kültürü öncelediğini ve ürettiğini savunmaktadır. Oyun
kuramı ve sanat konusundaki görüşleriyle tanınan Alman düşünür
Friedrich Schiller (1759-1805) “insan oynadığı sürece tam insandır” der.
Spor ve oyun insana özgü, insanı özgür kılan bir etkinliktir. Spor en açık
ifadesiyle bir oyundur ve oyun kuramının bütün muhtevasını üzerinde
taşımaktadır. Atilla Erdemli’ye göre oyun olarak spor bir denemedir. Bu
yaklaşıma göre oyun, insanın arayışının, kendini aşma çabasının, bu dünyada somutlaşmasının, varoluşunun bir ifadesidir. Bu yönüyle spor etkinliği insana özgüdür ve onun bütün insanî duygularını yansıttığı, zevk
aldığı, hoşlandığı, mutlu olduğu, tekrarlamak istediği bir etkinliktir.
Spor, oyun ve yarışmayı birleştiren, beden yeteneğinin öne çıktığı, kazananların ödüllendirildiği, üst düzeyde bir oyun, mücadele ve çabayı
gerektiren bir uğraşıdır. Kurthan Fişek, sporun farklı tanımlarına yer
vermektedir. Bu tanımlardan birincisine göre spor, insan doğasında bulunan saldırganlık için sağlıklı ve barışçı bir emniyet supabıdır. Dostça reka-
386
Modern Çağda Ahlak
bet ortamı bir açıdan savaşın barışçı ikamesidir. İkinci tanıma göre ise spor,
kişinin ruh ve beden sağlığını güvence altına alan, günlük hayatın gerginlik ve sürtüşmelerini ortadan kaldıran bir araçtır. Üçüncü tanım, Ludwing
John’ın ortaya attığı, sporun yurtsever, hiyerarşik ve otoriter bir devlet
eliyle ulusal birliği örgütleyen bir eğitim aracı olmasıdır. Dördüncü tanıma
göre spor, kitlelerin afyonudur. Bu tanım sporu Marksist bakış açısıyla
değerlendirmekte, kapitalizmin bunalımı ile sporun konu olduğu kitlesel
ilgi arasında ters bir orantının olduğu görüşünü ileri sürmektedir. Spor
etkinliğini belli bir topluma, döneme, coğrafyaya özgü bir nitelik olarak
tanımlayamayız. Tarihi gelişim süreci içerisinde spor etkinliği her kültür
ortamında farklı yapılanmalarla var olmaktadır. Toplumlar kendi siyasi,
ekonomik, kültürel, ideolojik gelişim sürecini, hayata bakışlarını yansıtan,
düşünce ve davranışları şekillendiren belirli spor dallarını öne çıkararak bu
sürece katkıda bulunmuşlardır.
Bromberger’in ifadesiyle “Bir futbol maçını büyüleyici buluyorsak, bu
sadece bizi oyaladığı için değil, toplumlarımızın merkezi değerlerini yoğunlaştırılmış biçimde görünür kılmasındandır…Futbol maçı çok gaddar
bir biçimde bize başka temel doğruları da hatırlatır; özellikle de bizim
mutluluğumuzun başkasının mutluluğu demek olduğunu…Genel değerlerin büyüteç altına alındığı bir yer olarak futbol sahası, etnologların yerel
hususiyetleri gözlemlemesi için de mükemmel bir yerdir. Bir kere bugün
stadyum, kentsel bir cemaatin kendisini hem bir bütün olarak hem de
ayrışmışlığı ile enine boyuna yansıtabildiği ender yerlerden biridir. Orada,
toplumsal ilişkiler olağanüstü güçlü ifadelerle yüklü ritüellerle teatralleştirilir. Bu temelde stadyum titiz bir tahlili sahiden hak etmektedir. Ayrıca bir
takımın gerek tertibi gerekse oyun stili, bir kentin reel ve muhayyel/mutasavver kimliğinin metaforlarını ortaya koyar.” Bu yönüyle spor
ayrı kültürel tabakalar arasında ortak bir dilin, anlaşma veya ayrışma
zemininin kurulmasında büyük bir ilgiye sahiptir. Mesela Futbolun uluslararası yaygın bir oyun olmasında şüphesiz basit kurallar ile oynanması ile
açıklamak veya amatör olarak çok kolaylıkla gerçekleştirilecek bir etkinlik
olmasıyla mümkün gözükmemektedir. Futbol öncelikle tek başına, bireysel
olarak gerçekleştirilecek bir etkinlik değildir. Bir takım olma zorunluluğunu, diğer insanların işin içine dâhil edilmesini gerektirmektedir. Bu ise
daha geniş bir çevrenin, bir mahallenin, bir semtin, toplumun belli bir
kesiminin konuya dâhil edilmesini gerektirmektedir. Bromberger bu konuya işaret ederek şu hususların altını çizmektedir: “(Futbol) Bu yönüyle de
şehrin, toplumun bir aynası olma niteliğini yansıtmaktadır. Bu bağlamda
sorgulanması gereken husus bir seyirci topluluğunun stadyum içerisindeki
dağılımının, takımların oyun stilinin şehrin sahip olduğu toplumsal değerleri nasıl yansıtabileceğidir. Bunu izah etmek için bir iki özelliğe işaret
edilebilir. Yaygın anlayışın aksine sporseverlerin birlikteliği kendi içerisinde yeknesak bir bütünlük arz etmez. Bu yönüyle şekilsiz, anonim bir bütünlük oluşturmaz. Seyirci topluluğunun tribünlerdeki dağılımı semt, yaş,
meslek ve etnik yapı gibi farklı boyutları yansıtır. Ayrıca insanların kıyafet-
Beşinci Oturum
387
leri, jestleri, tezahüratları, belirli alışkanlıklarını yansıtmaktadır. Bu yönüyle “Stadyum kentin toplumsal yapısının aslına sadık bir minyatürünü
sunar.” Bu yönüyle sportif etkinlik her toplumun kendine özgü olan geleneklerini, örflerini, tutkularını ve alışkanlıklarını yansıtmaktadır.
Taylor konunun farklı bir yönüne, işaret etmektedir: “Futbol toplumsal
hayatta hâlâ, özel hayat alanında veya tüketimin ritüelleşmiş biçimleriyle
karşılanamayan birtakım işlevleri üstleniyor. Başka bir deyişle futbol hâlâ –
inat ve ısrarla- ‘salt belirli spor takımlarıyla özdeşleştirilemeyen bir yere
olan aidiyet talebini’ temsil ediyor. Bu açıdan toplumlar kendi bünyelerine
özgü sportif etkinlikleri öne çıkarmakta, kendi kültürel değerlerini yansıtan
sportif etkinliklere yönelmektedirler.
Tarihte savaşların büyük ölçüde beden gücüne dayalı olmasından dolayı, spor, savaşa bir ön hazırlık olarak görülmüş ve spora önem verilmiştir. Koçak bu hususa işaret ederek şu hususları vurgulamaktadır: “Yarışmacı sporların zamanla savaşın ‘barışcı’ bir alternatifine dönüştüğü de
düşünülebilir. Eski Yunan şehir devletlerinin en savaşçısı olan Sparta,
kendi gençlerinin Olimpiyatlara ve öteki panhelenik oyunlara katılmasına
izin vermezdi. Tudor hanedanı zamanında, İngiltere’de futbol maçları
defalarca yasaklanmıştı. Devlet, gücün ve şiddetin biriktirilerek sadece
düşmanı öldürmek için kullanılmasını istiyor olmalıydı. Erkek çocukların
ergenlik çağının sonlarına kadar anne himayesinde büyüdüğü geleneksel
Hint toplumunda ise yarışmacı sporlar hiç gelişmemişti.” Bu yaklaşıma
göre savaşla spor aynı enerji üzerinde bir paylaşımı ifade etmektedir. Buna
göre, enerji bu faaliyet esnasında sadece boşaltılmamakta, “dönüştürülmekte”, “yararlı” amaçlar doğrultusunda kullanılmaktadır. Bu açıdan yıkıcı
olabileceği gibi, yapıcı amaçlara da hizmet etmesi söz konusu olabilecektir.
Spor etkinliğinin amacı ve bu amaca yönelik örgütlenmesi, kullanılan
enerjinin boyutları ve düzeyi üzerinde etkili olmaktadır. Bunları örneklendirmemiz gerekirse, ulusal düzeyde gerçekleştirilen bir sportif etkinlik ile
uluslar arası bir müsabakanın arasındaki kullanılan enerji ve motivasyon
unsuru ile farklı spor dallarının, güreş veya boks gibi spor dallarının gerektirdiği çaba buna örnek olarak gösterilebilir. Takım oyunları ve bir araç
yardımıyla gerçekleştirilen spor müsabakalarında bu şiddeti tampon
görevi yerine getirerek tolere eden bir unsur olarak “top” gibi araçlar
devreye girmektedir.
Spor, bir değer olarak her toplumda bir varoluşa sahiptir. Spor, insanın
boş zamanını değerlendirme, zaman tüketme uğraşısı olmanın ötesinde,
fiziki ve ruhsal bilincini geliştirmesini olanaklı kılan anlamlı bir insan
etkinliğidir. Sporun insanın sahip olduğu “temel hak”lardan biri olduğu
hukuk disiplini tarafından da incelenen bir konudur. Spor, insanın bedeniyle topluma, tarihine, çevresine açılan bir kapıdır. Kişinin bireyselliğinin
farkına vararak toplumsallaştığı, insan olmanın bütün koşullarını “insan
gibi insan olma olanağının” öğrenildiği bir sürecin adıdır. Bu yönüyle,
spor, sadece insanların fiziki ve psikolojik yönden gelişmesini sağlayan bir
Modern Çağda Ahlak
388
faaliyet alanı olmasının ötesinde kişinin sorumluluk duygusunu geliştiren,
onu sosyalleştiren, hayata bakışını ve değer anlayışını etkileyen faktörlerin
en önemlilerinden biridir.
SPOR VE FELSEFE
Spor felsefenin, dar bir perspektifle, etiğin nasıl konusu haline gelir?
Mesela bir spor etkinliğinde, voleybolda servis atan bir oyuncunun gerçekleştirdiği bu vuruşun etik bir yönü bulunmayabilir. Fakat sporcunun bu
vuruş ve sonrasındaki tavır ve eylemleri, başarısını veya üzüntüsünü
yansıtış biçimi bir anda onun etiğin ve psikolojinin konusu haline getirebilmektedir. Spor etiği, insan ve spor olayının varoluşsal bir yönüne işaret
etmektedir. Spor insana ait bir niteliktir. Günümüz spor etkinliklerinin
içerdiği farklı branşlar bize bütün bu alanları kuşatıcı etik bir perspektifin
sağlanmasında bir güçlük olarak gözükebilmektedir. Bu anlayış spor
etkinliğinde etik olarak bir plüralizmin bulunduğu düşüncesine götürebilir. Bundan dolayı spor etiği üzerine düşünürken, ilkeleri, normları belirli
bir spor dalına yönelik olarak ele almak yerine, estetik gibi diğer disiplinlerin de bakış açısıyla kurulacak, spor etkinliğini bir bütün olarak kapsayacak kuşatıcı bir perspektife ihtiyaç duyulmaktadır. Ayrıca spor etkinliği,
spor eylemini gerçekleştiren sporcunun yanı sıra, seyircisinden ekonomisine farklı ilişkileri kapsayan bir boyutu içermektedir.
Bu durumda etik, bir takım genellemeler sunmanın yanı sıra, spor eylemini gerçekleştiren kişinin somut eylemlerinden hareketle, somut olaylarla, genellemenin pekiştirilmesine, dolayısıyla canlı bir değer perspektifinin oluşumuna katkı sağlar. Etik açıdan üzerinde durulması gereken bir
diğer önemli husus da sporcunun sadece başarı kazanma uğruna yasal
uygulamalar ve yasaklamalara rağmen doping amacıyla ilaç kullanımıdır.
Spor etkinliğinde etik değerler, dopinge ve şiddete yönelmeyi, şike olayını,
sporun sadece ticari bir meta haline dönüşmesini, kazanma hırsının sportif
etkinliğe katılımın önüne geçmesi gibi başlıkları kapsamaktadır. Şahin’in
ifadesiyle: “Çağımızın en önemli etkinlik alanlarından birisi olan ve ‘gelişmiş bir endüstri’ durumundaki spor, sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal
manipülasyonların yanı sıra çok ciddi başka bir çerçevede tehlikeli bir
durum ile karşı karşıyadır. Bu tehlike spor eylemlerinde var olan etik değer
sorununda somutlanmaktadır.” Bundan dolayı spor etkinliği, etik perspektifle değerlendirilmeyi gerektiren bir boyutu bizlere sunmaktadır.
İnsanlara ve topluma moral kazandırma yönü ile öne çıkan spor etkinliğine karşı büyük bir ilgi duyulmasına rağmen, küreselleşme ile birlikte
spor etkinliği sadece sonuç üzerine odaklanan, sportif eylemin niteliğinin
sorgulanmadığı bir süreci belirginleştirmektedir. Spor eyleminin, sporcu
dışında, taraftar, kulüp yöneticisi gibi, farklı beklenti ve değerlendirmelerle
ele alınması, sadece kazanma üzerine odaklanan bir boyutu ortaya çıkarmaktadır. Sporun bir pazar ekonomisi değeri olarak öne çıkarılması onun
bir market değeri, bir meta olarak (hypercommodification) görülmesine ve
Beşinci Oturum
389
tutumların bu yönde geliştirilmesine neden olmuştur. Kulüplerin bir ticari
müessese haline dönüşmesi, amatörlüğün yerini profesyonelleşmenin
alması, bir diğer ifadeyle profesyonelleşmenin yükselen değer olarak
görülmesi, Sportif erdemin yerine sporcunun bir meta olarak değeri ve
transfer ücretinin düşünülmesi, kâr ve zarar hesaplarının öne çıkması bu
sürecin getirdiği bir paradigma olarak düşünülebilir.
Bir spor etkinliğinin kurallarının reklam ve kâr elde etme doğrultusunda değiştirilmesi, spor etkinliğini yozlaştırmaktadır. Sporu spor yapan asıl
değerlerin, kendi içinde var olan fair play gibi ilkelerin göz ardı edilmesiyle veya ticari bir emtiaya dönüştürülmesiyle, etiğin ilişkili olduğu metafizik
değerlerden, sosyal, kültürel bağlamından koparılmaktadır.
Bu konuya işaret eden İnam şu hususların altını çizmektedir: “Spor,
salt eğlencelik bir iş, bir boş zamanı harcama uğraşı değildir. Spor, insanın
bedenine derin biçimde sahip çıkmasına yardımcı olan anlamlı bir insan
etkinliğidir. Spor aracılığı ile kim olduğumu, nasıl düşündüğümü, duyduğumu, nasıl bir çevrede, dünyada yaşadığımı anlarım. Spor, bedenimle
kendime, topluma, tarihime, çevreme açılan bir kapıdır. Sporla insan,
bedeninin enerjisiyle kendini, birey olmayı, toplum olmayı, insan olmayı
öğrenir. Bu açıdan büyük bir olanaktır. İnsan gibi insan olma olanağıdır.
Geleceğin insanının önüne açılan, daha iyi bir çevre, daha iyi bir dünya,
daha iyi bir evren için önemli bir fırsattır.” Bu açıdan spor salt bir vakit
geçirme uğraşısı olmasının ötesinde, insanın beden ve ruh bütünlüğüne,
çevre ve kültürüne etki eden, dönüştüren etik bir bakıştır.
Hayatın her aşamasında etik veya etik dışı olarak nitelendirilen eylemlerle iç içe bir hayat sürdüren insanın eylemlerini özel bir araştırma alanı
olarak inceleyen, bu alana yönelik ilkeleri, varlık niteliklerini, ortaya koyan
disiplin etik olarak tanımlanmaktadır. Tarihi süreç içerisinde etik, insan
eylemlerinin dar bir bakış açısıyla değerlendirildiği “olması gerek” in bir
bilimi olarak değerlendirilmiştir. Aristoteles’den beri süregelen bir anlayışla felsefe: “Ne bilebiliriz?”, “Ne yapmamız gerek?”, “Ne umabiliriz?” ve Kant’ın
katkısıyla “İnsan nedir?” sorularının sınırladığı bir uğraşı alanı olarak
tanımlanmıştır. Felsefenin temel ilgi alanlarına yönelik olarak düşünülen
bu metafizik soru(n)lardan ikincisi insanın ne yapması, nasıl davranması
gerektiğine yönelik bir ahlak metafiziği üzerinde durulmasını dile getirmektedir.
Felsefenin bir toplumun maddi ve manevi bütün yönlerini kuşatıcı
özelliğine işaret eden Olguner’e göre: “Bir milletin düşüncesi, o milletin
maddi kültüründe, tekniğinde, bunun temeli olan ilminde, sanatında,
edebiyatında, ahlâki-siyasî davranışlarında ve idari faaliyetlerinde tezahür
eder. Öyleyse, bir milletin düşünce dünyasını görüp tanımak demek, onun
tarih sahnesine çıktığı günden itibaren düşüncesinin tezahürü olarak
ortaya koyduğu kültür, teknik, ilim, sanat... ürünlerini, gösterdiği siyasîahlâkî tutum ve davranışları ile idarî-iktisadî başarılarını görüp tanımak
demektir.” Bu bağlamda spor etkinliği toplumsal yaşamın önemli bir
390
Modern Çağda Ahlak
unsuru olarak, kültürel, ekonomik, sosyal ve siyasal yansımalarıyla ve
bunların yanı sıra etik değeriyle öne çıkmaktadır.
Spor ve felsefe ilişkisi etik açıdan ele alındığında kapsam olarak, sporla
ilgili kavram ve konuları, spor basınının etik boyutta incelenmesini, doping
için ilaç kullanımı, şike vb. hususların sorgulanmasını içermektedir. Genel
bir bakış açısıyla, sporun doğasını ve amacını felsefî bir boyutta incelemektir. Bu açıdan bu çaba estetik, etik, epistemoloji, mantık gibi felsefenin alt
disiplinlerinin birlikteliğini, bu yöndeki çalışmaları içeren geniş bir perspektifi gerektirmektedir. MacIntyre’nin ifadesiyle: “Ahlak kavramları,
toplumsal hayat formları içerisinde cisimleştirilirler ve toplumsal hayat
formlarının kısmen kurucusudurlar. Bir toplumsal hayat formunu bir
diğerinden ayrı olarak teşhis edebilmemizin temel bir yolu, ahlak kavramlarındaki farklılıkları teşhis etmekten geçer… Felsefe her şeyi olduğu gibi
bırakır -kavramlar dışında. Ve bir kavrama sahip olmak belli koşullarda
belli biçimlerde davranmayı veya davranabilmeyi gerektirdiği için, ister
mevcut kavramları tadil etmek, ister yeni kavramları değiştirmek davranışı
değiştirmektir.”
Etik, bir yönüyle “olması gerek”in alanıdır. Düşünce tarihinde “insan
için iyi bir hayatın ne olduğu”, “insanın nasıl bir hayat sürdürmesi gerektiği” gibi sorular düşünürler tarafından ayrıntılı olarak incelenmiştir. Ayrıca
hemen hemen bütün dinler gayeleri açısından, bu yönde birer ahlak sistemi
barındırmaktadırlar. İnsanın nasıl olması, nasıl davranması gerektiğine
yönelik anlatımlar buyruklar şeklinde dile getirilir. Bu yönüyle ne yapması
veya ne yapmaması, ne umması yönünde bir takım öğretileri sistemleştirirler. Bu gayeci etik öğretileri sadece dinlere özgü olmayıp Kant’a uzanan
süreçte birçok farklı kültür ortamında ortaya çıkan öğretilerin karakteristik
niteliğidir. Felsefenin en eski ve köklü konularından biri olan etiğin konusu, insan ve değerleridir. Etiğin konusunu belirginleştiren en önemli yönlerinden birisi, insan doğasında olana değil, olması gerekene işaret eden
normatif bir dal olmasıdır. Bu yönüyle etik, kişinin bilinçli ve özgür olarak,
kendi vicdanıyla, iradesiyle katıldığı değerler dünyasıdır. Bu dünyanın
bütüncül bir bakış açısıyla değerlendirilmesi gerektiğine işaret eden İnam’a
göre: “Bedenim sporundur. Spor, kendi yetersizliklerini, özürlerini gidermeye, sorunlarını çözmeye çalışan insanın önünde, geçmiş yüzyıllarda
bedeniyle ruhunu ayırmanın acısını, sıkıntılarını yaşarken, onu her yönüyle, bedeniyle, ruhuyla, toplumuyla, geçmişiyle, çevresiyle bütünleştirici bir
güçtür.”
Olması gerekenle olan arasındaki ilişki, karşıtlık ve çelişkiler nedeniyle
insanın ahlaki sorumluluğunun, katılımının belirginleştiği bir durum
ortaya çıkarmaktadır. Bu açıdan ahlaki gerilimin yaşandığı yer, ahlaklı
olmaya en çok aday olduğumuz yerdir. Bu yönüyle ahlak bir insan başarısıdır. İnsan, seçen, davranışı belirleyen, iyiye, doğruya, değere doğru
yönelen bir canlıdır. Temel ahlaki değerlerin evrensel bir yönü olmasına
rağmen, çeşitli kültür ve medeniyet çevrelerinde farklı yorum ve uygula-
Beşinci Oturum
391
malara rastlanmaktadır.
Sportif etkinlikte, insanın asıl mücadelesi ve yarışı kendisiyledir. Bundan dolayı spor bir anlık veya bir zaman kesitine yayılan bir etkinlik değildir. Spor, uzun soluklu bir süreçtir ve insanın bütün hayatını kuşatan bir
hayat tarzıdır. İnsanın hayata daha farklı bakmasına ve kavramasına
imkân veren varoluşsal bir durumdur. Ayrıca ahlak kişinin kendi özgürlüğünü gerçek anlamda duyduğu, hayatını tam manasıyla kuşatan bir duygudur
OLİMPİZM
Olimpizm kavramı, dostluk, kardeşlik, mükemmellik, daha iyi ve güzele ulaşmak, her türlü dil, din, ırk, politik görüş ve yaklaşımların üzerinde
yer almak ilkesi doğrultusunda düzenlenen olimpiyat oyunlarını ifade
etmektedir.
Olimpiyat oyunları, spor tarihi açısından eski ve yenidünyayı birbirine
bağlayan, benzer tutku, arzu ve isteklerin, ideallerin paylaşıldığı bir köprüyü ifade etmektedir. Olimpiyatlar ilk defa M.Ö. 776 tarihinden M.S. 395’e
kadar her dört yılda bir Yunan dünyasının farklı bölgelerinden katılımlarla, Yunanistan’ın Peloponnes Yarımadası’nın Güneybatısındaki eski
Olimpia’da gerçekleştirilmiştir. “Antik Olimpiyatlar” Yunan mitolojisinin
yüce tanrısı Zeus onuruna gerçekleştirilmekteydi. Bu oyunlar aynı zamanda o dönemde kutsal bir yer olarak tanımlanan Altis adını taşıyan bir
bölgeyi tavaf etmeyi içermekteydi. Olimpiyat oyunlarının belirli bir sistematik yapı kazanmasıyla birlikte bölgenin kutsal kabul edilen nitelikleri ve
buna bağlı ritüelleri de ortaya çıkmıştır. Bu doğrultuda Altis bölgesi, sunaklar, mermer ve bronz heykeller ile sportif başarılara adanmış politeist
inanç sistemlerini yansıtan dinsel bir boyut kazanmıştır.
Olimpiyat oyunlarının geleneksel kabul edilen kuruluş tarihinin M.Ö.
776 olmasına rağmen bu tarihten çok önceleri de bu oyunların varlığına
işaret eden belgeler bulunmaktadır. Bu dönem olimpiyat oyunları, insanların kendilerini güven ve barış içerisinde hissettiği, savaşlara ara verildiği
bir ortamda düzenlenmekteydi. Bu bağlamda olimpiyat oyunları Yunan
devlet ve kolonilerinin geçici de olsa birleşmesinde, barışın oluşmasında
temel bir araç olarak belirginlik kazandı. Dolayısıyla sportif etkinlik, toplumun değerlerini ve hayat tarzını belirleyen bir yapılanmayla daha başlangıç aşamasında kendini göstermiştir.
Olimpiyat oyunlarının düzenli bir şekilde gerçekleşmesi için M.Ö. 350
civarlarında bir stadyum yapılmış ve dini törenlerle sportif karşılaşmaların
birlikte gerçekleştirildiği bir ortam ortaya çıkmıştır. Oyunların düzenlendiği dönemde, ateşkesi sağlayacak elçiler, spondophoroi unvanını kullanarak
salt ateşkesi yaymak amacıyla ülke içerisinde bir haberci olmanın ötesinde,
yasal danışman kimliğiyle de tanınmışlardır. İlk başlarda bir ay süren
ateşkes daha sonraları üç aya kadar uzatılır ve bu dönem içerisinde uzaktan gelen ziyaretçilerin ve yarışmacıların korunması amacıyla ateşkes
392
Modern Çağda Ahlak
koşulları yazılı hale getirilmiştir. Yine bu dönem içerisinde silahlanmak,
çatışmak, insan öldürmek, kesin olarak yasaklanmış ve bu kuralların
uygulanması sıkı bir şekilde takip edilmiştir. Bu geleneksel oyunları Roma
ve günümüz olimpiyat oyunlarından farklı kılan temel unsur, bütün spor
karşılaşmalarının tanrısal bir gücün kanatları altında gerçekleştirilmesi,
sporcuların gücünün tanrılardan geldiğine inanılması ve bununla ilgili
ritüellerin bulunmasıdır. Daha sonraki dönemlerde bu oyunların farklı
şehirlerde de düzenlendiğini görmekteyiz. M.Ö. 644-M.Ö. 576 yılları arasında Pisa kentinde; M. S. 44 yılında Antakya’da olimpiyat oyunları düzenlenmiştir.
Baron Pierre de Coubertin’in başkanlığında yeniden ele alınan ve 1896
yılında organize edilen Modern Olimpiyat Oyunları bu yıldan itibaren
tıpkı eski Yunan Olimpiyatları’na benzer şekilde fakat farklı olarak sayıları
gün geçtikçe artan olimpik spor dallarıyla, evrensel bir boyutta varlığını
sürdürmektedir. Coubertin’in bu oyunların organize edilmesindeki temel
amacının dünya barışına hizmet etmek olduğunu vurgulaması, geçmiş ile
gelecek arasında kurulan bir köprü, bir amaç birlikteliğinin yansıması
olarak değerlendirmek mümkündür.
Olimpik oyunlar, günümüzde geçmişten farklı olarak evrensellik ve
sportif bir başarı kazanmanın ötesinde, sportif bir etkinlik olarak katılım ve
temsil edilme niteliği öne çıkarılarak düzenlenmektedir. Geçmişte bayanların dışlandığı, sadece erkeklerin, hür vatandaşların katılabildiği ırkçı tutumlar bir tarafa bırakılmış, din, dil, ırk, renk ayrımı gözetilmeden spor
etkinliğinin kapısı bütün insanlara açılmıştır. Bunların yanı sıra tarihi
süreçteki dini ve mistik bir boyut taşıyan oyunların bu yönü bir tarafa
bırakılmıştır. Fakat bazı çağdaş düşünürler modern olimpiyat oyunlarıyla
geçmişin bu dini muhtevaya dayalı oyunları arasında benzerlikler kurmaktadırlar. Spor felsefesi üzerindeki çalışmalarıyla tanınan çağdaş düşünür ve
1972 Münih olimpiyatlarına katılmış bir sporcu olan Lubodrag Simonoviç,
Modern Olimpiyat oyunlarını küreselleştirici sürecin insanlığı yozlaştıran
bir olgusu olarak nitelendirmektedir. Bu yaklaşıma göre olimpiyatlar,
kapitalizmin öne çıkardığı bir tür dini ritüeli, olimpik stadyumlar da bu
etkinliğin mabedini simgelemektedir. Simonoviç, kapitalist ideolojinin
amaç ve hedeflerinin bu oyunlara yansıdığını, spor etkinliklerinin düzenlendiği tarihlerin, kutsal dini günler gibi algılandığını iddia etmektedir. Bu
yaklaşım doğrultusunda olimpik oyunları totaliter, küreselleştirici, kapitalist ideolojinin manevi yönü olarak değerlendirilmekte, insanın özgürlük
ve adalet duygularını zedeleyerek yenidünya düzeninin gerçekleşmesi için
kullanılan bir araç olduğunu savunmaktadır. Simonoviç’in bu sert eleştirisinin haklı olduğu yönleri bulunmaktadır fakat olimpiyat oyunlarını sadece bu bakış açısıyla değerlendirmek mümkün gözükmemektedir.
Olimpiyatların amaçlarını simgeleyen ‘Citus’, ‘altius’, ‘fortius’ daha hızlı,
daha yüksek, daha güçlü ifadeleri, Baron Pierre de Coubertin’in Rahip
Didon’dan alarak, modern olimpiyat oyunlarını düzenlerken kullandığı
Beşinci Oturum
393
çarpıcı bir slogandır. Bu slogan aslında sporda mükemmel olma isteğinin
bir ifadesi olarak görülebilir. Spor olayına katılanları motive etmek, dinamik kılmak için düşünülmüş bir ifadedir. Daha sonraları yine Coubertin’in
sloganlaştırdığı “athlatae proprium est, se ipsum noscere, ducere et vincere”
deyişi, “sporcu olmanın temel özelliği, kendini tanımak, kendini yönetmek ve
kendini aşmaktır” anlamına gelmektedir. Bu ifade ilki kadar etkili bir ifade
olmasa da sporun amacını gösteren en iyi yaklaşımlardan biri olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca ilk sloganda ifadesini bulan spor etkinliğini sadece
sportif başarıya odaklamak gibi bir anlayış sporun doğasına aykırı düşünülmüştür. Sportif başarı önemlidir ama sporun kendisi bununla özdeşleştirilemez. “…sporcu, bencil bir mülk sahibi değildir, olmamalıdır. Nasıl iyi
bir asker, bedenini vatanına adamışsa, sporcu da, takımına, takımı da, ona
sahip çıkan topluluğa, topluma, kültüre, tarihe adamıştır kendini.” Bu
açıdan spor aynı zamanda bir erdem etkinliğidir. Bir başka deyişle insanın
yüce değerleri arayışının ifade bulduğu bir etkinlik alanıdır.
FAİR PLAY
Günümüzde sportif etkinliklerde sporla ve sportmenlikle bağdaşmayan
durumlarda sıklıkla sportif erdem (:Fair play) kavramı dile getirilmektedir.
Fair play kavramı ilk başlarda “iyi oyun” anlamında kullanılırken, zaman
içerisinde “iyi, iyi oyunu temin edecek ruh hali ve sporcuya yakışan davranış tarzı” olarak tanımlanmıştır. Bu kavram tarihi süreçte “iyi oyunu
temin edebilmek için, oyuna dâhil olanların mutlak olarak yerine getirmek
zorunda oldukları davranış tarzlarının tümünü” ifade eden bir boyut
içerisinde değerlendirilmiştir. Bu kavram günümüzde spor etkinliğinin
bütün aşamalarında “tamamen dürüst” olmayı ifade eden bir konsept
içerisinde kullanılmaktadır. Bu anlamda kullanılan “sportmenlik” veya
“sportmence” kavramları da aynı anlamı ifade etmesine rağmen, son
yıllarda “fair play” kavramı dilimize yerleşmiştir. Sportif etkinliği gerçekleştiren insanın sahip olması gereken sportif değerler, erdemler bu kavram
içerisinde ifadesini bulmaktadır. Sportif erdem (:Fair play) bu yönüyle spor
eyleminin ve sporcunun etik açıdan değerlendirilmesini içermektedir.
Fair play, insanın duygu ve arzularının esiri olmadan, hikmetle eylemesidir. Sporun asıl mahiyetini ve niteliğini belirginleştirecek bu eylem
tarzının geliştirilmesi, insanlara kazandırılması bir eğitim meselesidir.
Günümüzde ve tarihi süreçte örneklerini sıklıkla gördüğümüz, “spor”
adına insanların birbirine zarar vermesinin, canlara kıyılmasının önüne
geçilmesi için sporun felsefeyle örtüştüğü bu etik boyutun öneminin kavranılması ve sportif erdemlerin insanlara eğitimle kazandırılmasına çalışılması gerekmektedir.
Sportif Erdem (:Fair Play), kurallara uymak, töreden sapmamak, iyi eylemek, yiğitlik göstermek, mert olmak, insan onuruna yaraşır davranmak
gibi olumlu anlamları içerisinde barındırmaktadır. Bu kavram İngilizlerin
“gentleman” olarak ifade ettikleri, bizde çelebi, efendi kavramlarıyla karşı-
394
Modern Çağda Ahlak
lanabilecek bir insan ve davranış modelinin ifadesidir. Aristoteles’in
Nikamakos Ahlakında “kendine egemen olma” kavramıyla ifade ettiği
erdemli bir davranış biçimidir. Kurallara uyma, kendi çıkarına onları
yorumlamama, mızıkçılık etmeme, bu yönüyle salt bir oyun ve spor etkinliği için değil; insan hayatının bütününü kuşatan bir hayat ilkesi olarak
düşünülebilir.
Spor etiği, sportif eylemin kurallarını ahlaki bir perspektif içerisinde incelemeyi içerir. Mesela boks sporu için tespit edilen kurallar ve giyilmesi
zorunlu olan kıyafetler, aynı zamanda insanın sağlığının korunması, zarar
görmesinin asgari düzeye indirilmesinin temini bu yönüyle spor etiğinin
de inceleme alanına girmektedir. Bu yönüyle sportif ilkeler, normatif
olarak bazı etik değerleri benimsemeyi ve bunları hayata geçirmeyi gerekli
kılmaktadır.
İnsan, spor karşılaşmalarında kendini zorlar ve aşmak ister. Bu bir yönüyle kişinin mükemmeli yakalama arzu ve isteğinin sonucudur. Fakat
kişinin sadece başarıya odaklanması, mükemmeli yakalama arzusu beraberinde bu spor etkinliğini gerçekleştirenin kendi doğasının gerektirdiği,
belirlediği sınırlarda yaşamasını getirir. Bu durum ister istemez insanın
ruhsal ve bedensel yetilerini zorlar. Bazı durumlarda bu kişinin sporun bir
oyun ve yaşama sevinci olduğu gerçeğini görmemesine veya yadsımasına
neden olabilir. Bu özellikle olimpiyat oyunları gibi daha üst seviyede
gerçekleştirilen müsabakalarda yer alan sporcuların büyük baskı altına
girmesine neden olabilir. Spor kişisinin böyle durumlarda sportif erdemin
gereklerini yerine getirmesi, hoşgörüyü, kendine egemen olmayı, kuralları
hayata geçirmesi beklenmektedir. Bu açıdan spor bir değerler etkinliğidir.
Farklı bir ifadeyle oyunu kurallarına göre oynamaktır.
Sporcu olmak her şeyden önce bu davranış ve hayat tarzına sahip olmayı içermektedir. Spor eğitimine çok küçük yaşlardan itibaren başlanılması gerekliliği bir yönüyle bununla ilgilidir. Erdemli’ye göre: “Daha
küçük yaşlarda toplumla birlikte spor yapmaya başlayan birey, kendisini,
eylenen, neşeli, mücadeleci ve dinamik bir yapı olarak toplumu, birlikte
spor yaptığı insanları, rakiplerini, kuralları ve onlara uymayı, hoşgörülü
davranmayı, görerek, yaşayarak öğrendiğinde spor ahlakının temeli olan
fair play’i öğrenmek için zorlanmaz… kendisini ve başkasını kabul etmek,
özgürce ve başka özgürlüklerle bütünleşerek uğraşa girebilmek, kendisine
ve dışındaki yaşamalara önem ve değer verebilmek spor ahlakının temelleri olarak küçük yaşlarda ve özel durumlar dışında, herkes için spor bağlamında kazanılır” Görüldüğü üzere insan çok küçük yaşlardan itibaren bu
davranışları eğitimle kazanabilir. Ayrıca bu değerlerin, sportif erdem (:Fair
play)’in hayata geçirilmesi ve bir hayat tarzı haline getirilmesi çabası salt
spor etkinliğini gerçekleştirenlerle ilgili olmayıp, bir değer olarak toplumun bütününe egemen olacak bir paradigmanın sonucunda sağlanabilecektir. Bu durumda Sportif erdemler toplumsal bir başarı olarak nitelendirilecektir.
Beşinci Oturum
395
Kısaca ifade etmek gerekirse, insan ruh ve beden bütünlüğü olan bir
canlıdır ve sportif etkinlik, insanın bu iki yönüne tam manasıyla hitap
etmektedir. Bu kişinin doğasına uygun bir etkinliktir ve ona yaşattığı
coşkuyla, sevinçle ve bazen de hüzünle tam manasıyla onu kuşatmaktadır.
Bu etkilenmenin olumlu veya olumsuz olması önemlidir. Fakat asıl önemli
olan insanın spordaki eğlence, yaşama sevinci, kardeşlik duygusunu, ortak
insanlık ülkülerini, sportif ilkeleri ve sporun en önemli yönünü, ruhunu,
ahlaki değerlerini oluşturan sportif erdem (:Fair play) ilkesini hayata
geçirmesidir. Bunun göz ardı edildiği durumda ise spor amaçlarından
uzaklaşacaktır. İnsanları birbirine düşman eden bir etkinlik şüphesiz,
sporun amaçlarıyla bir tezat oluşturmaktadır.
KÜRESELLEŞME DEĞERLER VE SPOR
Farklılıkları aynileştirmek olarak tanımlanabilecek olan küreselleşme
süreci ile kültürel ve sosyal hayatta birbirine benzer yapılanmalar ortaya
çıkmaktadır. Bu süreçte küresel değerler ile çatışan değerler değişmekte,
global olana dönüştürülmektedir. Küreselleşme, üzerinde sıkça araştırmaların ve incelemelerin yapıldığı bir olgudur. Bu sürecin iktisadî, siyasî,
hukukî, kültürel pek çok farklı boyutu kendi içerisinde barındırmasından
dolayı kuşatıcı bir tanımının ortaya konulması oldukça zor gözükmektedir.
Roland Robertson küreselleşmeyi dünyanın küçülmesi ve bir dünya bilincinin oluşması olarak tanımlanmaktadır. Anthony Giddens, küreselleşmeyi
modernliğin bir sonucu olarak ifade etmektedir. Bu yaklaşıma göre küreselleşme salt bir finans etkinliği olmanın ötesinde siyasal, teknolojik ve
kültürel bir olgu olarak değerlendirilmelidir. Bu yaklaşım ile bütün dünyayı birbiriyle bağlantılı, birbirini şekillendiren bir yapılanma olarak ele
alınmaktadır. Ona göre küreselleşme batıyla, batılı değer anlayışıyla ilişkilidir. Giddens’e göre modernlik doğası itibariyle küreselleştiricidir. Martin
Albrow ise küreselleşmeyi insan yaşamı üzerinde dünya çapında etkiye
sahip olan değerler, pratik uygulamalar ve teknolojik gelişimin yaygınlaşması olarak tanımlamaktadır.
Günümüzde spor dalları uluslararası nitelikler ve yapılanmalar kazanarak küresel boyutta önemli bir rol üstlenmiştir. Geçmişin her topluma ait
kendi folklorik, kültürel değerlerini yansıtan çeşitli sportif etkinlikler yerini
daha küresel spor dallarına, kurallarına ve müsabakalarına bırakmış gözükmektedir. Bu açıdan spor etkinlikleri günümüzdeki konumlarına, bazı
değişim ve dönüşümlerden geçerek ulaşmışlardır.
Küreselleşme çabasının bir ifadesi olarak ortak değer ve normların geliştirildiği, oluşturulduğu ve uluslararası toplantılarla ortak müzakere, ve
deklarasyon çabalarıyla süregelen bu süreç spor etkinliğinde de ölçüt, ilke,
sistem arayışlarıyla, konsensüs arayışı gibi unsurlarla, küreselleştirme
kavramının popülerlik kazanmasını sağlayan olgulara destek vermektedir.
Bu çabalarda dikkatimizi çeken yön, küreselleştirme görünümü altındaki gelişmelerin hiç bir zaman insanlar tarafından demokratik olarak
396
Modern Çağda Ahlak
seçilen tercihler olmadığıdır. Bu anlamda dar söylemde kapitalist sermayenin dünyanın bütününü, çok uluslu şirketler aracılığıyla ele geçirmesi
olarak tanımlanabilecek olan küreselleştirme süreci sadece teknolojik
gelişmelerin lokomotif etkisinde dünyayı bir finans piyasasına çevirmekle
kalmamakta, Giddens'in vurguladığı gibi ekonominin dışında sosyo-politik
ve kültürel dönüşümleri de hedefleyen bir yapılanmayla belirginlik kazanmaktadır. Bu yönüyle küreselleş(tir)me süreci insanlığın ortak bir takım
değerler etrafında bir araya getirmeyi amaçlamaktadır. Bu açıdan günümüzdeki küreselleş(tirici/)me süreci batı modernliği ve postmodernizmle
iç içe geçmiştir. Bu süreç, modernitenin bir sonucudur. Modernleşmeyi
belirginleştiren ana vasıf, dini söylemlerin akılla bertarafıdır. Modernizmin
öne çıkardığı sosyo-politik ve ekonomik tek biçimli oluşumlar, günümüz
küreselleş(tir)me süreciyle bir üst değer olarak yerel kültürler üzerinde
baskı kurmakta ve dönüştürmektedir. Modern evrensellik anlayışı farklı
coğrafyalarda tek biçimli, standart ekonomik değerleri ve siyasi yapılanmaları geçerli tek doğru olarak belirlemekte ve oluşturulmaya çalışılan bu
homojen dönüşüme direnenlere karşı şiddet ve zor kullanmaya kadar
varan boyutlarda tedbirler alabilmektedir. Bu doğrultuda meselâ siyasî
alanda demokrasi küresel bir değer olarak daha fazla önem kazanmakta,
otoriter ve totaliter rejimler yerlerini daha küresel bir değer olan demokrasiye bırakmaktadır. Bu süreci idare eden tek bir dominant unsurdan da söz
edemeyiz. Batı merkezli küreselleştirici süreçte kimliklerini ve hedeflerini
tam olarak tespit edemediğimiz pek çok aktör rol almaktadır. Bu kimlikleri
hakkında yeterli bilgi birikimine sahip olmadığımız aktörler elinde, küreselleşme, yeni kavramsal paradigmalar ortaya koymakta ve insana ilişkin
bütün yaşam alanlarında; sinemadan, müziğe, modadan, tüketim alışkanlıklarına, spor kültürüne kadar etki etmekte, tezahürlerini göstermektedir. Bundan dolayı küreselleşme maddî, ekonomik, kısaca ifade etmek
gerekirse fizikî dünyamızın dönüştürülmesinin yanı sıra, bundan da önemli olarak bir imajlar dünyasının oluşumunu da sağlamaktadır.
Bu bağlamda geçmişte kendi içine kapalı spor takımları ve spor anlayışları yerini daha küresel olduğu düşünülen değer ve anlayışlara bırakmaktadır. Ulusal liglerde mücadele eden takımların, hatta milli spor takımlarının farklı ulus ve milletlerden sporcularla sahaya çıkması bu olgunun
en belirgin yönünü oluşturmaktadır. Spor etkinliği bu açıdan farklı dil, din
ve ırkların oluşturduğu bir çeşitlilik ile temsil edilirken, kurallar ve normlar ortak bir konsensüsün ifadesi olarak belirginlik kazanmaktadır. Bu olgu
günümüzde sporun kazandığı küresel paradigmanın bir ifadesi olarak
değerlendirilebilir. Ayrıca işaret edilmeli ki spor etkinliği, milletler arasında iletişimin geçmişte olmadığı ölçüde artmasıyla belli dönem ve toplumlarda siyasi propagandanın bir aracı olarak kullanılmış, reklâm gibi ekonomik değer taşıyan unsurlarla küresel sürecin baş başat unsurlarından
biri olarak belirginlik kazanmıştır.
Bu bağlamda yerel kültürel değerler çerçevesinde şekillenen spor dalları küresel yapılanmalarla değişmekte ve dönüşmektedir. Bu sürece dâhil
Beşinci Oturum
397
olan spor dalları küresel kültürün üretim ve tüketim ilkeleri doğrultusunda
şekillenmektedir. Spor etkinliğinde ekonomik değerler ön plana çıkmakta,
sporun örgütlenmesi, ticari bir uluslararası şirkete dönüşürken, taraftar
kitlesinin örgütlenmesi, sporun görselliği farklı bir boyut kazanmaktadır.
Kural ve normlar ticari yapılanmalar doğrultusunda daha fazla reklam ve
kâr marjını sağlayacak ölçütler doğrultusunda dönüştürülmektedir.
Bu süreç aynı zamanda sporun teknoloji ile işbirliğini de artırmaktadır.
Daha iyi yüzme imkanı veren nano teknolojik yüzme kostümleri, daha iyi
zıplamayı veya koşmayı sağlayan teknolojik ayakkabılar, daha üst düzeyde, sporcuların performans sağlamasına yönelik teknik ekipmanlar, tıp
teknolojisinin sağladığı performansa yönelik ilaç kullanımı, sporu geleneksel bağlamından kopararak daha teknik ve performans sergilenmesine
yönelik, imaj ve görselliğin her şey olduğu bir sürece dâhil etmektedir. Bu
yüksek performans isteği doğrultusunda spor etkinliği, teknolojinin kullanıldığı ve sergilendiği bir arenaya dönüşmektedir. Bu ise geleneksel spor
anlayışıyla kesin bir ayrımın ortaya çıkışıdır. Kişi merkezli spor etkinliği
yerini, teknolojiye, sanayiye bırakmaktadır. Spor organizasyonları ve spor
etkinliğinin gerçekleştirildiği salonlar bu teknolojik gelişmelerin bütün
unsurlarıyla sergilendiği bir teknoloji mabedine dönüşmektedir.
Geleneksel spor müsabakalarının öne çıkan değerleri olan dostluk,
kardeşlik, cesaret gibi erdemler, toplumları birleştiren ve aynı duygularla
kaynaştıran spor etkinliği kendi doğal oluşum süreçlerinden koparılmakta,
çevre, iklim ve doğal koşullarca belirlenen kimi spor etkinliklerinin düzenlenmesi, zaman kavramına bağlı olmaktan çıkarak, yılın her zamanında
gerçekleştirilen bir gösteriye dönüştürülmektedir. Gönüllük ve yardımlaşma ilkeleriyle şekillenen spor etkinliği, bu süreçte profesyonelleşme ile
ticari bir kazanç kapısına dönüşmektedir.
Karahüseyinoğlu geleneksel spor etkinliğini belirginleştiren bazı özelliklerden bahsetmektedir. Bu değerleri şu şekilde ifade edebiliriz. Doğal
“kendiliğinden” gelişen organizasyonlar olması; coğrafi ve iklim koşullarının etkisinde bir oluşuma sahip olması; yazılı olmayan, esnek mutabakat
gerektiren kurallar; yöreden yöreye kimi farklılıklar içeren kuralların
varlığı; usta çırak ilişkisi tarzında şekillenmesi ve bu hususa büyük saygı
gösterilmesi; tecrübenin ve tecrübeli kişilerin önemsenmesi ve geniş inisiyatif kullanmaya imkan tanınması; spor dalının ve sporcunun toplum
tarafından önemsenmesi; spor organizasyonlarında ve faaliyetlerinde daha
çok erkek egemen yapının öne çıkarılması; günümüz koşullarına göre daha
az kısıtlayıcı giysi ve malzeme gereksinimi duyulması; geleneksel ve dinsel
ritüelleri koruyan ve yücelten yapı; zamana karşı değil, kazanma ve kaybetmeye yönelik müsabaka; sonucu yetenekten daha çok, güç ve kuvvetin
etkilemesi; organizasyonlarda daha çok topluluğun önde gelen kişilerinin
etkili olması; başarıda itibar ve onur kazanma isteğinin motivasyon sağlaması; kategorilerinin fiziksel özelliklere göre değil önceki başarıya göre
şekillenmesi.
398
Modern Çağda Ahlak
Görüldüğü gibi Karahüseyinoğlunun ifade ettiği bu geleneksel yaklaşım doğrultusunda, her toplum hayat tarzını, coğrafî niteliklerini, geleneklerini, kültürünü yansıtan birbirinden farklı spor dallarını geliştirmiştir. Bu
doğrultuda spor, kültürün bir unsuru olarak tarihi süreç içerisinde gelişmiş
ve diğer kültürel unsurlarla zenginleşerek o toplumun milli değerlerinin
aynası olmuş, bir kültür unsuru olarak belirginlik kazanmıştır.
Geleneksel sporların modernleşme süreci ile birlikte yaşadığı değişmelere ise şu açılardan işaret edebiliriz. Geleneksel sporların doğal, kendiliğinden oluşan gelişim süreci yerini, belirli tarih aralıklarına sıkıştırılmış,
yapay, planlı, tarihi önceden belirlenmiş oluşumlara bırakmaktadır. Geleneksel organizasyonların, yazılı olmayan, yıllarca içerisinde şekillenen
kuralları yerine, ayrıntılı, detaylarıyla açıklanan, yazılı hale getirilen yönetmeliklere bırakmaktadır. Spor organizasyonlarını, toplumun üzerinde
ittifak ettiği tecrübeli kanaat önderlerinin düzenlemesi, yerini, yetki ve
sorumlulukları federasyonlarca önceden belirlemiş tecrübeye değil sertifikaya bağlı görevlilere bırakmıştır. Böylelikle tecrübeli görevlilerin insiyatif
kullanma yetkileri ortadan kalkmış, bunun yerini kısıtlı yetki ve insiyatif
kullanan federasyon görevlileri almıştır. Müsabakalarda başarının sadece
güç ve beceriye dayalı, yenmeye bağlı anlayışının yerine, modern sporlarındaki süre veya puanlama esasına bağlı başarı kıstasları gelmiştir. Sınırları önceden belirlenmeyen ve yöresel değişiklikler gösteren toplanma
alanları yerini, branşa, özel spesifik spor tesis ve alanlarına bırakmaktadır.
Geleneksel organizasyonlarda önemsenen ve ağırlanan kişiler kanaat
önderleri, ustalar iken günümüzde bunlar yerini, siyaset adamları ve basın
mensupları, popüler ve medyatik kişiler almıştır. Ayrıca geleneksel spor
faaliyetleri modern sporlar gibi iletişim araçlarının tüketim ürünleri arasında yer alabilmek için şekillenmekte ve değişime uğramaktadır. Günlük
kullanıma uygun, farklılık gösteren spor kıyafeti yerine tek tip ve özellikli
spesifik spor kıyafeti kullanılma zorunluluğu getirilmiştir. Geleneksel ve
farklı olan organizasyona davet edilme ve duyurulma şekilleri değişmiş,
günümüzün modern iletişim araçları kullanılmaya başlanmıştır.
Bu anlayış doğrultusunda, günümüz spor etkinliklerinde, sportif kültürün yok sayılarak tamamen ticari niteliklerle ele alınması, ekonomik, parasal değerlerin öne çıkarılması, onun etik değerlerden uzaklaşmasını beraberinde getirmektedir. Spor etkinliğinin ticarîleşmesi, profesyonel bir
meslek haline dönüşüp, sadece başarıya odaklanması, sportif değerlerin ve
sportif erdem (:Fair play) ilkesinin hayata geçirilmesindeki engellerin
başında gelmektedir. Küreselleştirici süreç, kültürün bütün unsurlarında
olduğu gibi spor etkinliğinde de kendi küresel yapılanmasını öne çıkarmaktadır. Kurallar, ilkeler, amaçlar bütün toplumlar için geçerli tek bir
yapılanmanın ifadesi olarak, bütün uluslar için belirleyici olmaktadır. Bu
olgu kaçınılmaz bir biçimde spor etkinliğini, aynı sporu yapan insanları
ortak bir zeminde birleştirmektedir. Farklı kültürler, dinler, diller, siyasi
telakkiler, ortak bir zeminde aynı yapılanmanın bir parçası haline gelmektedir.
Beşinci Oturum
399
SONUÇ
Spor insana özgü bir etkinlik olarak insanları hangi ırk ya da kültüre
mensup olursa olsun, insan olma ortak paydasında insanları buluşturan bir
etkinliktir. Spor insanlığın bütün kültürlerinde paylaşmanın, insanın insanla kurduğu bir diyalektiğin, düzen ve kuralların, birlikteliğin ifadesidir.
Oyun ve spor günlük yaşayışının sıradanlığının dışına çıkışının bir ifadesidir. Çünkü spor, insanları kendine özgü kurallarıyla, yapılanmasıyla, farklı
bir boyuta taşımaktadır. Spor, insanın kendisini idealleştirdiği bir alanın
ifadesidir. Bu yönüyle spor, bedenimizi nasıl içten yaşayacağımızı öğretmekte, bedenle olan iletişimimizi kurmakta, öğretmekte, bedenle olan
iletişimin, çevreyle, toplumla, başkalarıyla, kültürümle olan iletişimden
geçtiğini gösterebilmektedir.
Sportif müsabakalarında en hızlı koşanın, en ağırı kaldıranın, en yükseğe kimin çıktığının, en iyi kimin yüzdüğünün, en iyi takımın hangisi
olduğunun, vb arayış çabası bir bakıma, kişinin mükemmel olma, mükemmeli elde etme arayışının ifadesidir. Aslında insanın mücadele ettiği,
yarıştığı, bizzat insanın kendisidir. Bunu gerçekleştirirken, insan günlük
yaşantısının dışında farklı kuralları, ilkeleri amaçları olan bir boyuta geçerek bunu gerçekleştirmektedir. Bu kuralların her sporcunun kendine has
yorumuyla yeniden ele alması, yorumlaması spor etkinliğinin sıradanlaşmasını önleyen, her dem taze ve canlı olmasını sağlayan en önemli etkendir. Sporcu tıpkı bir filozofun yaptığı gibi, kendini yorumunu, varlığını işin
içine dahil ederek o fenomeni şekillendirmekte, yeniden vücut kazandırmaktadır. Sporcunun üzerinden yılar geçse de hatırlanması, insanların onu
anması bununla alakalıdır. O, etkinliği yeniden ele almış ona bir değer
kazandırmıştır.
Sportif beceri, yetenek, yada adına her ne dersek aslında sporu izlenebilir kılan, insanlara cazip ve çekici kılan yön bununla alakalıdır. Sporcunun kendine özgü nitelikleri, o sporsal etkinliğin kuralları içerisinde kendi
yetileriyle yorumlaması izleyenlerinde bu etkinliğe katılımını sağlamaktadır. Spor insanlığın ortak başarısıdır ve insana özgü onu insan kılan bir
etkinliktir. Spor olayının gerçekleştiği alanda bütün istek, arzu, hırs ve
zaaflarıyla insanın kendisi yer almaktadır. Konusu ve ana aktörü insan
olan böylesi bir etkinlik diğer insanları da aynı zeminde ortak bir duygunun paylaşımında bir araya getire-bilmektedir. İzleyici o spor olayının bir
parçası haline gelmekte ve günlük yaşantısı içerisinde tam anlamıyla
ortaya dökemediği duygularını daha farklı bir boyutun parçası olmanın
getirdiği duygularla daha rahatça ortay koyabilmektedir. Fakat, spor
kurallarının seyirci ve spor ürünleri pazarlaması, reklam geliri elde etme
amacına yönelik düzenlenmesi ile sportif etkinlik, sağlıklı olmak, toplumsal barışa hizmet etmek gibi ilkelerden koparılarak profesyonel bir meslek
haline dönüştürülmüştür.
Spor, küreselleş(tir)me süreci ile birlikte öne çıkan yaklaşımların aksine, sadece sportif başarılar veya madalya ve ödüller anlamına gelmemek-
Modern Çağda Ahlak
400
tedir. Sporun salt bir takım ödüllerle, başarılarla özdeşleştirmek onun
doğasına aykırı, sportif ilkelerin insan ve toplum üzerinde sağlamaya
çalıştığı niteliklerle çelişen bir durumdur. Spor etkinliğinin, kapitalizmin,
küreselleşme sürecinin temsil ettiği ekonomik ilişkiler bağlamında tanımlanması ve değerlendirilmesi, beraberinde değer ölçülerini de ister istemez
etkileyip değiştirebilmektedir. Sportif başarının kazanmak üzerine odaklanması beraberinde maddi kazanç elde etmenin her şeyin önüne geçtiği
bir anlayışı hâkim kılmıştır. Bu amaç doğrultusunda doping kullanma,
birbirine şiddet gösteren sporcuların varlığı, geleneğimizde var olan rakibi
zor duruma düştüğünde onu hoşgörüyle karşılayan, fırsatçılık yapmayan,
rakibinin zaaflarından faydalanmaya gitmeyen, eşit şartlarda yarışmayı
ilke edinen, haksızlık karşısında bile”usta”sının (hakem) elini öpen pehlivanları bu süreçte sadece tarihin bir konusu haline gelecektir.
KAYNAKLAR
Adrian Walsh-Richard Giulianotti, Ethics, Money and Sport. This Sporting
Mammon, London: Routledge, 2007.
Ahmet İnam, “Bedenim Kimin? Bir Spor Felsefesi İçin Bazı İpuçları”, Felsefe Dünyası, S. 8, Temmuz 1993, ss. 6-10.
Alasdair MacIntyre, Etik’in Kısa Tarihi, Paradigma, İstanbul 2001.
Albrow, Martin; The Global Age,: Stanford University Press, 1997.
Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, Çev. E. Kuşdil, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1998
Atilla Erdemli, İnsan, Spor ve Olimpizm Spor Felsefesi Yazıları, Sarmal Yayınevi, İstanbul 1996.
Atilla Erdemli, Temel Sorunlarıyla Spor Felsefesi, e Yayınları, İstanbul.
2002.
Futbol ve Kültürü, Der. Roman HORAK ve Diğerleri, İletişim Yayınları
İstanbul 1993.
Hüsameddin Erdem, Ahlâk Felsefesi, Hü-Er Yayınları, Konya 2003.
Johan Huizinga, Homo Ludens: A Study of the Play Element in Culture, Beacon Press, 1950.
Judith Swaddling, Antik Olimpiyat Oyunları, Homer Kitabevi. 2000.
Kurthan Fişek, Spor Yönetimi, Ankara 1980.
Lubodrag Simonoviç, “Olimpizmin Felsefesi”, Çev. Doğa Konukman, Bilim ve Ütopya, S. 122, Ağustos 2004, ss. 8-13.
Mehmet Şahin, Spor Eylemlerinde Etik Değer Sorunu, Çukurova Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Beden Eğitimi ve Spor Anabilim Dalı Doktora Tezi, Adana 2003.
M. Fatih Karahüseyinoğlu, Geleneksel Türk Sporlarındaki Modern Spor
Yansımaları, e-Journal of New World Sciences Academy, 2008, Vol. 3, No: 3,
Beşinci Oturum
401
ss. 131-137.
Milan Hosta, Ethics and Sport: Whose Ethics, Which Ethos–a Prolegomenon–,Kinesiology 40 (2008) 1:89–95.
Morgan, William John and Meier, Klaus V. (eds.) Philosophic Inquiry in
Sport, Human Kinetics, 1995.
Nejdet Durak, “Küreselleşme Dil ve Ahlak”, S. 1, Ekim-Aralık 2005, ss. 4855.
Nejdet Durak, “Spor ve Felsefe”, SOBE Sosyal Bilimler Evi, S. 3, Ağustos
2006, ss. 37-45.
Özbay Güven, Türklerde Spor Kültürü, Ankara 1999.
Özbay GÜVEN, “Osmanlı Spor Geleneğinde Spor Ahlâkı ve Sporda Kural
İhlallerine Karşı Alınan Yasal Önlemler”, Türk Yurdu, 700. Yılında Osmanlı,
Cilt: 19-20, Sayı: 148-149, Aralık 1999-Ocak 2000, ss. 356-374.
Peter C. McIntosh, Fair Play: Ethics in Sport and Education, Heinemann, 1980.
Roland Robertson, Küreselleşme, Toplum Kuramı ve Küresel Kültür,
Ankara 1999.
Sabri Özbaydar, İnsan Davranışının Sınırları ve Spor Psikolojisi, İstanbul 1983.
www.sporbilim.com
www.olympic.org
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ramazan Buyrukçu: Evet, biz de Nejdet
Bey’e özellikle sporun tanımı, gelişimi ve sportif faaliyetlerin sosyalleşme
ve kültürel hayatımıza katkılarıyla ilgili bu güzel tebliğinden dolayı teşekkür ediyorum. Hemen sözü Prof. Dr. Adem Esen Bey’e bırakıyorum. Çünkü zamanı biraz hoyratça kullanıyoruz gibi geliyor bana. ‘İşçi-İşveren
İlişkilerinde Ahlakın Yeri’. Buyurun Hocam.
3. TEBLİĞ
İŞÇİ-İŞVEREN İLİŞKİLERİNDE
İSLAM ÇALIŞMA AHLAKI
Prof. Dr. Adem ESEN
Selçuk Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi
GİRİŞ
Aralarında iş akdi bulunan tarafların uymaları gereken hukuk kuralları
(yasal düzenlemeler ve sözleşme) yanı sıra, ahlaki kurallar da vardır.
Çalışma ahlakı dediğimiz bu husus, sosyal ahlakın işverenler ile işgörenler
arasında cereyan eden tavır ve davranışların, doğru veya yanlış şeklinde,
söz ve deyimlerle ifade edilmesidir. Böylece burada, ahlak sisteminin içe
dönük nefis muhasebesi yerine, dışa vuran yönünün olduğu belirtilmiş
olmaktadır.
Ahlaki değerler, bir toplumda neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda yol gösteren temel ilkeler bütünüdür. Buna göre; ahlakın kaynağının
din olup olmadığına ilişkin değişik görüşler olmakla beraber, İslam düşüncesinde, bu kaynağın din olduğu konusunda görüş birliği vardır. Bu nedenle, İslam çalışma ahlakını işlerken dini kaynaklar esas alınmaktadır.
Konumuz İslam çalışma ahlakı olduğundan, dinle ilgili bir alana girilmiş demektir. Din, ekonomi ile iki türlü etkileşim halindedir: Birincisi,
dinin bağımlı bir değişken olarak ele alınmasıdır. Böylece ekonomik kalkınmanın ve siyasi kurumların dini katılımı ve inançları nasıl etkilediği
sorgulanmaktadır. Diğeri ise, dinin bağımsız bir değişken olarak ele alınarak çalışma ahlakı, dürüstlük ve tasarruf gibi ferdin bireysel özelliklerini ve
dolayısıyla toplumu etkileyerek ekonomik performansı nasıl biçimlendirdiğidir (McCleary, R.; Baro, R. s. 49-51). Max Weber, temel incelemesini
ikinci kısım üzerinde yapmıştır. S. Ülgener, görüşünü; “din açısından bakıldığında iktisat ahlakını dünya ilişkileri karşısında kişiyi- kulluk görevi ve yükümlülüğü idrakinde olarak- belli bir tavır almaya çağıran saik ve motiflerin topluca
ifadesi olarak ifade edilmektedir” şeklinde belirtmektedir. Böylece iktisat
ahlakı, dinin dogma yönünden çok, kişinin pragmatik olarak fiil ve hareketlerine ilişkin dürtülerin tümüdür. O halde, iktisat ahlakı değerlendirilirken; muamelat, fıkıh gibi kitabi kurallardan ziyade, insanın gündelik
hayatında pratik değer ve tercih ölçülerine yönelik telkin ve motifler toplamı olarak ele alınmaktadır. Bir taraftan dünya malının insanı Allah ka-
Modern Çağda Ahlak
404
tından uzaklaştırma tehlikesi ve buna karşı riyazet ve zühd; diğer yandan
da dünya malı insan için vazgeçilmezdir yani ihtiyaçlarını gidermektedir.
Bazıları dünyadan el etek çekmeyi meslek kabul edebilir. Bu nedenle, dar
bir kesim hedef alınırsa çok farklı sonuçlara varılabilir. Bunun için, iktisat
ahlakı çoğunluğun değer ölçülerini hedeflemektedir (Ülgener, S. Zihniyet
ve Din. s. 23, 24).
İslam iktisat veya çalışma ahlakı uygulama örnekleri daha çok, el işçiliğinin hakim olduğu dönemlerden verilir. Çünkü Ortaçağ üretimi, el işçiliğine dayanmakta idi. Yavaş, tama’dan uzak, kanaat ve tevazu’ tanımlamalarıyla anlatılan bu dönem çalışma hayatı, durgun ve kapalı bir nitelik
taşımaktaydı. Geleneğe bağlı olarak tasavvuf ahlakındaki “insan-ı kamil”,
ideal ölçü olarak benimsenmişti (Ülgener, S. İktisadi Çözülmenin.. s. 88).
Avrupa’da iş hayatıyla yoğrulan bir sınıf doğarken, bizde yalnız üst tabaka
değil, orta sınıf bile ağalık ve efendilik şuuru ile iş hayatından çekilmiştir.
Oysa günümüzde iktisaden daha geri kalan İslam toplumları, ülkeler
arasındaki yoğun rekabet gibi çağın iktisadi ve siyasal şartlarının getirdiği
zorluklarla, kendi değerler dünyasının sıkıntıları nedeniyle, endüstriyel
ilişkiler sistemlerini geliştirememişler ve bir model oluşturamamışlardır.
Bu nedenle çalışmamızda, ana kaynaklarda (Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i
Nebeviye) münhasıran çalışma ahlakını ilgilendiren hususlar ile ülkemizden ve Arap dünyasından bazı örneklere yer verilecek, ama bir model
denemesine girişilmeyecektir.
1. İŞ KANUNUNDA AHLAKLA İLGİLİ HÜKÜMLER
Klasik İslam hukuku kitapları, iş akdi konusunda yazıldıkları dönemlerin özelliklerini yansıttıklarından, günümüz anlayışına göre daha esnek
hükümlere sahiptirler. Halbuki, teknolojik ve ekonomik nedenlerle günümüz çalışma hayatı, daha karmaşık bir hale gelmiştir.
Çalışma ilişkileri hukuk açısından bir akit olduğundan, işçi ve işverene
karşılıklı olarak sorumluluklar yüklemekte ve haklar sağlamaktadır. Bu
açıdan, işçinin borçları; işçinin işi bizzat yapması, işverenin emirlerine
uyması, korunma araçlarını kullanması, işin sırlarını yaymaması, işçinin
yaptığı şeyi koruması, itlaf ettiğini tazmin etmesidir. İşverenin sorumluluğu da; işçinin ücretini ödemesi, işçisine iş vermesi, işçisine gerekli dürüstlüğü ve ihtiramı göstermesi, izinlerini vermesi, iş güvenliği tedbirlerini
alması, diğer sosyal hizmetleri sağlaması, gücünün üzerinde yük yüklememesidir. Bir tarafın görevi olan hususlar, diğer tarafın haklarını oluşturmaktadır (İslam hukuku bakımından iş akdi hakkında bakınız: eş-Şerif,
Şeref b. Ali. el-İcare el-Varide ala Amel’il-İnsan. Dirase mukarene; Esen,
Adem. Sosyal Siyaset Açısından İslam’da Ücret).
4857 sayılı İş Kanunu,“ahlakilik” konusunu akdin feshi ile ilişkilendirmiştir. Kanunun 24’ncü maddesine göre, süresi belirli olsun veya olmasın
işçi, aşağıda yazılı hallerde iş sözleşmesini, sürenin bitiminden önce veya
bildirim süresini beklemeksizin feshedebilir: Maddede ilk olarak sağlık
Beşinci Oturum
405
sebepleri düzenlenmiştir. Diğeri ise ahlak ve iyiniyet kurallarına uymayan
haller ve benzerleridir. Bunlar:
“a) İşveren, iş sözleşmesi yapıldığı sırada bu sözleşmenin esaslı noktalarından biri hakkında yanlış vasıflar veya şartlar göstermek yahut gerçeğe
uygun olmayan bilgiler vermek veya sözler söylemek suretiyle işçiyi yanıltırsa,
b) İşveren, işçinin veya ailesi üyelerinden birinin şeref ve namusuna
dokunacak şekilde sözler söyler, davranışlarda bulunursa veya işçiye cinsel
tacizde bulunursa,
c) İşveren, işçiye veya ailesi üyelerinden birine karşı sataşmada bulunur veya gözdağı verirse, yahut işçiyi veya ailesi üyelerinden birini kanuna
karşı davranışa özendirir, kışkırtır, sürükler, yahut işçiye ve ailesi üyelerinden birine karşı hapsi gerektiren bir suç işlerse yahut işçi hakkında şeref
ve haysiyet kırıcı asılsız ağır isnad veya ithamlarda bulunursa,
d) İşçinin diğer bir işçi veya üçüncü kişiler tarafından işyerinde cinsel
tacize uğraması ve bu durumu işverene bildirmesine rağmen gerekli önlemler alınmazsa,
e) İşveren tarafından, işçinin ücreti kanun hükümleri veya sözleşme
şartlarına uygun olarak hesap edilmez veya ödenmezse,
f) Ücretin parça başına veya iş tutarı üzerinden ödenmesi kararlaştırılıp
da, işveren tarafından işçiye yapabileceği sayı ve tutardan az iş verildiği
hallerde, aradaki ücret farkı zaman esasına göre ödenerek işçinin eksik
aldığı ücret karşılanmazsa, yahut çalışma şartları uygulanmazsa”.
Aynı şekilde, işverenin haklı nedenle derhal fesih hakkı, sağlık sebepleri ve ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller ve benzerleri düzenlenmiştir (Madde 25) :
“a) İş sözleşmesi yapıldığı sırada, bu sözleşmenin esaslı noktalarından
biri için gerekli vasıflar veya şartlar kendisinde bulunmadığı halde, bunların kendisinde bulunduğunu ileri sürerek, yahut gerçeğe uygun olmayan
bilgiler veya sözler söyleyerek işçinin işvereni yanıltması,
b) İşçinin, işveren yahut bunların aile üyelerinden birinin şeref ve namusuna dokunacak sözler sarfetmesi veya davranışlarda bulunması, yahut
işveren hakkında şeref ve haysiyet kırıcı asılsız ihbar ve isnadlarda bulunması,
c) İşçinin, işverenin başka bir işçisine cinsel tacizde bulunması,
d) İşçinin, işverene yahut onun ailesi üyelerinden birine yahut işverenin başka işçisine sataşması veya 84 üncü maddeye aykırı hareket etmesi,
e) İşçinin, işverenin güvenini kötüye kullanmak, hırsızlık yapmak, işverenin meslek sırlarını ortaya atmak gibi doğruluk ve bağlılığa uymayan
davranışlarda bulunması,
f) İşçinin, işyerinde, yedi günden fazla hapisle cezalandırılan ve cezası
ertelenmeyen bir suç işlemesi,
Modern Çağda Ahlak
406
g) İşçinin, işverenden izin almaksızın veya haklı bir sebebe dayanmaksızın ardı ardına iki işgünü veya bir ay içinde iki defa herhangi bir tatil
gününden sonraki iş günü, yahut bir ayda üç işgünü işine devam etmemesi,
h) İşçinin, yapmakla ödevli bulunduğu görevleri kendisine hatırlatıldığı halde, yapmamakta ısrar etmesi,
ı) İşçinin, kendi isteği veya savsaması yüzünden işin güvenliğini tehlikeye düşürmesi, işyerinin malı olan veya malı olmayıp da eli altında bulunan makineleri, tesisatı veya başka eşya ve maddeleri otuz günlük ücretinin tutarıyla ödeyemeyecek derecede hasara ve kayba uğratması”.
Endüstriyel ilişkiler sisteminde çalışma ahlakı konusu, yukarıda yasada
belirtilen hukuki düzenlemelerin yanında, işletme içi ve işletme dışı sosyokültürel ve davranış konularını da içermektedir.
2. ÇALIŞMA AHLAKI VE İKTİSADİ KALKINMA
Klasik iktisatçılar Adam Smith ve David Ricardo, modellerini emekdeğer teorisine dayandırırlar. Bunlar, üretimde maliyeti oluşturan tek
etkenin emek olduğunu kabul etmişlerdir. Yine klasikler, emeği tek tür
(homojen) bir üretim faktörü olarak kabul etmişlerdir. Daha sonrakiler bu
konulardaki teorileri geliştirmişlerdir. Oysa gerçek hayatta çok farklı bilgi
ve becerilere sahip olan emeğin yeteneklerinin önem taşıdığı bilinmektedir.
Ayrıca bu teorisyenler, ülkeler arasındaki işgücü verimi farklılılığının
nedenlerini de açıklamamışlardır (Seyitoğlu, H. s. 29). Buna karşılık, emeğin verimliliği, eğitimle sürekli olarak değişebilmektedir. Ayrıca, emek
verimliliğinin iktisadi kalkınmayı etkilediği de kabul edilmektedir.
İktisatçılar karşılaştırmalarını emeğin verimliliği üzerine yapmışlar ve
bunun ahlakla ilgisini belirtmemişlerdir. Ancak özellikle, uluslararası
alanda pek çok projenin başarısızlığı ortaya çıkınca, bunun sebepleri araştırılmış ve şeffaflık, hesap verilebilirlik gibi bazı ahlaki konular ön plana
çıkmıştır.
Uluslararası mal ticaretinde sanayileşmiş ülkeler çalışma standartları
üzerinde durmaktadırlar. Çocuk işçi çalıştırılması, işyerinde sağlık ve
işgüvenliği şartları ile çalışma saatleri bunların başında gelmektedir. Gelişmiş ülkelerdeki işçi ve işveren sendikaları, azgelişmiş ülkelerdeki üretim
şartlarının adaletsiz olduğunu iddia ederek, bunlara karşı rekabeti sağlamak amacıyla kısıtlama üzerinde durmaktadırlar. Her ne kadar bunlar,
insancıl bahanelerle ileri sürülmekte ise de, amaç koruma talebidir. Yine,
düşük çevre standartlarıyla üretim yapan ülkeler için aynı kaygılar dile
getirilmektedir. Bu takdirde, gelişmiş ülkelerin azgelişmiş ülkelerin ihracatını engellemesi halinde, o ülkelerdeki üretim faktörleri iç ekonomiye
yönelmekte ve bu da çevre sorunlarını daha da arttırmaktadır. (Seyitoğlu,
H. s. 225).
Son yıllarda, Batılı ülkeler gibi İslam ülkelerinde gerek özel kesim ge-
Beşinci Oturum
407
rekse kamu kesimi için çalışma ahlakı konusu önem taşır hale gelmiştir.
Bunda toplumlarda görülen idari bozulmalar, suistimaller, gayri kanuni ve
gayri ahlaki ilişkiler gibi pek çok faktörün rolü vardır (el-Ömer, Fuad A.
s.12).
Çalışma ahlakının sonuçlarının karşılaştırılması, bazı iktisadi göstergelerle ifade edilebilir. İslam ülkelerinin iktisadi bakımdan üretim yapıları ile
ekonomik göstergeleri değerlendirmek mümkündür. UNDP göstergelerine
göre, Arap dünyasının verimliliği son yıllarda düşmektedir. Örneğin; 1960
yılında Arap imalat sanayi işçisinin verimliliği, Kuzey Amerikalı bir işçinin
% 32’si iken; 1992 yılında bu oran % 19’a düşmüştür. Düşük işgücü verimliliği, geleneksel işgücü piyasalarından ziyade, sosyal ve eğitim kurumlarının özellikleriyle ilgilidir. Yine suiistimaller, kamu ve özel sektörde etkisini
sürdürmektedir. Aşırı bürokrasi, kötü yönetim ve israf, yetersizlikler,
kayırmacılık ve süreçle ilgili etkinsizlikler, bu sorunu beraberinde sürüklemektedir. Ayrıca, emperyalizm, devrimler ve mücadeleler, şimdilerde
sosyalizm ile kapitalizm arasındaki gidip-gelmeler de bu olumsuzluklarda
önemli paya sahiptir.
Din ile iktisadın, karşılıklı iki yolla etkileşimi üzerinde yapılan ülkeler
arası kantitatif bir çalışmada yukarıdakilere benzer sonuçlara varılmıştır
(Mc Cleary, R.M; Baro, R. J. s. 51-71).
3. İŞLETMELERDE AHLAKİ HAZIRLIK ÇALIŞMALARI
Çalışma ahlakının iktisadi kalkınmadaki rolü, kaynakların verimli alanlara yöneltilmesi ve herhangi bir sızıntı olmadan kaynakların iyi kullanılması bakımından önem taşımaktadır. Ayrıca, özel ve kamu kesiminde
vatandaşlar için güven ortamı oluşması bakımından, çalışma ahlakı önem
taşımaktadır. Bunun için, örgütlerde ahlaken hazırlık, idari ve mali denetim için ilk aşamadır. Nitekim Araplarda “bir dirhem koruma, bir kantar
ilaçtır” iyidir, deyimi hazırlığın önemi için kullanılmaktadır (el-Ömer, Fuad
A. s.63).
Çalışanların ahlaki hazırlıklarında, ideolojik fikir yeterli olmayıp, bunun yanında belirli teknikler, karar alma ve bunları gerçekleştirmeye
uygun araçlar, kamuoyunda bununla ilgili genel eğilim, bunu destekleyen
siyasi, kültürel ve ekonomik ortam, eğitim sisteminin bu doğrultuda olması ve ahlaki hazırlık için yeterli kaynağın ayrılması gerekmektedir. Bunların
içinde en önemli yeri, eğitim ve öğretim faaliyetleri oluşturmaktadır.
Burada bazı aşamalar şu şekilde sayılabilir (el-Omer, Fuad A. 81-86):
1. İşyerlerinde sorunların çözümünde ahlaki analiz ve ahlaki duyarlılığın arttırılması,
2. Yönetimde kuralların oluşturulması,
3. Çalışanların değişen şartlara göre uymaları gereken kuralların, ahlaki değerlerin ve usullerin belirlenmesi,
4. İşletmelerde takım çalışması yapılması, (Böylece örgütlerde sinerji
Modern Çağda Ahlak
408
oluşur ve verimlilik artar. Nitekim Japonya’da uygulanan örnekler bunu
göstermektedir.)
5. Pozitif toplumsal değerler oluşturulması, işgücünün üretim gücünün
artırılmasına katılması ve bunun sürdürülmesi için gerekli araçların oluşturulması,
6. Denetim mekanizmasının kurulması.
4. İŞ AHLAKININ KURUMSALLAŞMASI
Çalışma ilişkilerinde, ahlaki değerler uzun süreli etkilidir. Örgütlerde iş
ahlakının kurumsallaşması, içinde bulunulan toplumsal şartlarla beraber
örgütlerdeki yapının bir ürünüdür.
İşletme performansının artırılması gibi amaçlar, işgörenlerin veya yöneticilerin kişisel beklentileri, işletmeler arasındaki yoğun rekabet,
işgörenlerin kendilerini garanti altına almak gibi korkuları, ahlaki olmayan
tutumlara ve davranışlara yol açmaktadır. Ayrıca işletmelerde, ekonomik
performans ile sosyal performans arasında bir ikilemle karşılaşılabilir. Bu
durumda, ikilemin nasıl çözüleceği, işletme yönetiminin yaklaşımını ve
değerlerini ilgilendirir.
İşletmelerin işletme içinde ve dışında, uzun dönemde güvenilir ilişkiler
kurulması için, karar verme sürecinin her aşamasında ahlaki yönlere dikkat edilmesi gerekir. Her durum için uygulanabilecek hazır ahlaki çözümler sunulması beklenemez. Çünkü herkesi etkileyen pek çok içsel ve dışsal
faktör vardır. Ahlaki karar vermede, örgüt yapısı, örgüt kültürü, örgüt içi
sistemler, liderlik, iş ahlakı konusundaki değerler, toplumsal baskılar,
yasalar, kamu düzenlemeleri, kişisel çıkarlar ile örgütün ihtiyaçları arasındaki etkileşim, cinsiyet, eğitim gibi faktörler etkili olmaktadır (Özgener, Ş.
s. 119).
a. Yönetimde Ahlaki Kurallar
Bir işletmede hangi davranışın doğru olduğu ve ahlaki sorunların nasıl
aşılacağı konusu, ahlaki iklimi oluşturur. Burada kişisel çıkar, işletme
kazancı, kişisel arkadaşlıklar, ekiplerin çıkarları ve ilgili oldukları konular,
bu konudaki standartlar, yasalar, alışkanlıklar, toplumsal değerler ahlaki
iklimin belirlenmesinde etkili olmaktadır.
Ahlaki yönetim, işletmede veya örgütte arzulanan davranışları teşvik
etmek olduğundan bir süreçtir. Böylece, örgütün diğer fonksiyonlarıyla
birleşince, çalışanların katılımı ve verimin yükselmesi gerçekleşir. Bu
kurallar şöyle sıralanmaktadır: yasalara uymak, doğru söylemek, insanlara
saygı göstermek, herkese iyilik etmek, her şeyden önce kimseye zarar
vermemek, uygulamada katılımcı olmak, doğru insanları çalıştırmak,
kurallardan ziyade standartlar koymak, yönetimin kendisini gerçeklerden
uzak tutmamak, farklı çıkar gruplarıyla karşılıklı olarak kolayca etkileşimde olmak, her zaman ahlaki açıdan örnek olmak gibi… Özellikle iyi tepe
yöneticisi olmadan, işletmelerde ahlaki sorunlar çözülemez. Bu sorunlar
Beşinci Oturum
409
önemli maliyetleri beraberinde getirmektedirler. Yapılan araştırmalarda,
Türkiye’de imalat sanayiinde ahlaki standartların yükselmesinde en etkili
faktörler; profesyonel yönetim anlayışının yaygınlaşması ve yöneticilerin
eğitim düzeylerinin artması, kamuoyunun duyarlılığı ve sosyal baskılar,
şirketlerde sosyal sorumluluk anlayışının kabul edilmesidir. Buna karşılık,
toplumsal standartların çok düşük olması, sosyal çözülme, materyalizm ve
fırsatçılığın artması, dini kurumların ve ailenin etkisinin azalması, siyasi
çalkantılar, suça yönelik teşviklerin artması ve özendirme, başarı ölçüsü
olarak paranın ve maddenin ön planda olması, aşırı rekabet vb. sayılabilir
(Özgener, Ş. s. 111-115).
İşletmelerde örgütün amaçlarına ulaşmak için geliştirilen davranış
standartları ve ahlaki kurallar olan yönetsel ahlakın şekillenmesinde,
örgütsel faktörler (işletme politikaları, hareket kodları, yöneticilerin davranışları, iş arkadaşlarının davranışları), bir birey olarak yöneticinin ailevi
nitelikleri, dini değerleri ile toplumsal normlar, siyasi sistemin etkileri ve
endüstrinin ahlak iklimi etkili olmaktadır. İşletme yöneticilerinin ahlaki
olmayan davranış sebepleri arasında mali sorunlar ve çıkar çatışmaları öne
çıkmaktadır (Özgener, Ş. s. 97). Sanayileşmiş toplumlarda yöneticiler,
kendilerine ahlaki ikilemleri çözmede yardımcı olacak ahlak normlarına
ihtiyaç duymaktadırlar. Burada sosyal sorumluluk üzerinde durulmakta ve
bunun işletmelerde yasal ve ulaşılabilir bir amaç olduğu kabul edilmektedir.
İşletmelerde çalışanlara yapılan baskılar, bazen bunların ahlaka aykırı
davranmalarına yol açmaktadır. İşletmelerde genellikle ahlaki sorunlar
gözetilmeyerek, iş sorunları dikkate alınmakta, işletmelerin kara odaklanması için çalışılmaktadır. Yani hem kar amaçlı, hem de ahlaki amaçlı davranmak arasında telif etme zorluğu ortaya çıkmaktadır.
İşletme faaliyetleri ile ahlak arasındaki ilişkiye bakıldığında, bazı işletmeler ahlaka aykırı davranışlar sergilemekte, bazıları ise iş alanlarına
ahlakın uygun olmadığı inancıyla kasıtlı veya kasıtsız olarak ahlaka önem
verilmediği veya ilgisiz kalındığı görülmektedir. Yani “mevcut yasalara
göre ne kazanabiliriz?” düşüncesiyle sadece kazanç üzerine odaklanılmaktadır. Diğer bir yönetim türü ise ahlaka uygun yönetimdir. Yani burada
yöneticiler yasalara uydukları gibi hem kazanç elde etmeyi hem de ahlaki
yönlerini dikkate alarak işletme hedeflerini gerçekleştirmek üzerinde
durmaktadırlar (Özgener, Ş. s. 101).
b. Değerler ve İş Ahlakı
Ahlaki değerlerin hakim olduğu bir çalışma ortamı oluşturulması, örgütlerin başarılarını engelleyici veya tehdit edici bir unsur olarak değil;
çalışmaları iyileştiren bir imkan olarak görülmelidir. Bu nedenle, böyle bir
ortamın oluşturulması önce yöneticilerin düşüncelerinden başlar. Bir örgüt
içindeki işgörenler farklı kültürlerden ve topluluklardan geldikleri için,
bunların dengelenmesine ihtiyaç vardır. Değerler, tamamen statik değildir,
ama sürekli de değişmezler. Başarılı örgütlerin temel özelliklerinden birisi,
410
Modern Çağda Ahlak
tutarlı ve değerleri paylaşan işgörenlere sahip olmalarıdır (Özgener, Ş. s.
134). Bu yüzden, ahlaki kültürel alt yapının oluşturulması için, ahlaki
terbiye için, bazı hedeflerin belirlenmesi ve bunlara ulaşmak için hangi
araçların kullanılacağının tespit edilmesi üzerinde durulmalıdır.
Çalışanların işlerini daha etkin ve verimli şekilde yapmalarını sağlayacak iş ilişkileri ortamının sağlanması anlamına gelen; ‘’motivasyon’’, kişisel
ihtiyaçlar, istekler ve dürtülerden kaynaklanmaktadır. Motivasyonun
kişinin davranışının değiştirmesine, korku, görev hissi ve sevgi duyguları
neden olur. Bir işyerinde veya genel olarak toplumda verimsizliğin nedenleri; karaktersel tembellik, beceriksizlik, işten çıkarılma tehlikesinin olmadığı hallerde aşırı iş güvencesi, iş tanımının belirsizliği, bilgi yetersizliği,
yapılacak iş için karakter uyumsuzluğu, üstlerin aşırı yumuşaklığı, kurum
içi sistemsizlik motivasyona karşı olmaktır (Us, A. T. s.9). Maddi motivasyon araçları, çoğu kere yetersiz kalmaktadır. Örneğin; havuç-sopa deyimi
ile tanımlanan, biri ödüllendirme diğeri de cezalandırma olan motivasyonun kalıcı hale gelebilmesi için, iç motivasyon denilen manevi unsurlardan
destek alınması gerekir. Bu çerçevede, çalışanların yönetime katılmaları,
işletmelerin sosyal faaliyetlerine katılmaları gibi hususların geliştirilmesi
gerekir. Genellikle maddi teşvik unsurları, motivasyonun sadece küçük bir
kısmını oluşturmaktadırlar. Oysa yönetim yaklaşımı ve organizasyon
yapısı, çalışma şartları, çalışanların kişisel özellikleri, insan kaynakları
uygulamaları, iletişim ve eğitim, motivasyonu doğrudan etkilemektedirler.
Yapısal ekonomik sorunlar, çalışma ilişkilerini de olumsuz olarak etkilemektedir. İşsizlik ve enflasyonla boğuşan toplumlarda memnuniyetsizlik
artmaktadır. Bu bakımdan, bireylerin ekonomik, sosyal ve psikolojik açılardan ihtiyaçlarını karşılayan ücret, işten beklentiler konusunda en önemli
yeri oluşturmaktadır. Ücret, çalışanların hayat düzeylerini belirlemekte,
bunun yanında çalışanları motive etme ve olumlu iş davranışlarına
sevketmede önemli bir araç olmaktadır. Çalışanın, çalışmasına uygun bir
ücret alması, çalışanın ve işin özellikleri ile mütenasip olması, adil ücret
algılamasında önem taşımaktadır. Ücret adaletinin iş davranışları üzerinde
önemli bir etken olduğu, yapılan araştırmalardan anlaşılmaktadır. Ücretin
adil olduğunun algılanması, çalışan üzerinde olumlu etkiler oluştururken;
tersine bir algılama, işten ayrılma, devamsızlık gibi iş veriminin düşmesi,
çalışanın hoşnutsuzluğu gibi olumsuzluklara yol açmaktadır (Bakınız:
Çakır, Özlem. Ücret Adaletinin İş Davranışları Üzerindeki Etkileri).
İşletmelerin dürüst insanlara sahip olması yeterli olmayıp, bunların
yönetim tarafından desteklenmesi, yönetime katılımın sağlanması, faal bir
ahlak programı uygulanması ile çalışma ahlakı oluşturulmasına ihtiyaç
vardır. İş talimatları, iş performans değerleme formları, kontrol listeleri,
bütçe raporu talimatları gibi uygun kontrol araçları sağlanmalıdır. İş ahlakı
oluşturmak için, işgörenlerin eğitilmeleri en çok bilinen araçtır. Ayrıca,
işletme içindeki ve dışındaki sorunların bildirilmesi, açık bilgi sisteminin
oluşturulması gerekir. Toplumda kolaycılık, köşe dönme arzusu, toplumsal
Beşinci Oturum
411
ve hukuki cezaların hafif kalması, politik yozlaşma, rüşvetin yaygınlaşması, fırsatçılık, aşırı hırs, iş çevrelerinin politik çevrelerle kayırmacı ilişkileri,
torpil gibi faktörler, çıkarcılık üzerine bir anlayışı hakim kılmakta ve ahlaka aykırı davranışlara adeta meşruluk kazandırmaktadır.
c. Türkiye Örneği
Türkiye’deki küçük ve orta ölçekli işletmelerle ilgili bir değerlendirmede, “İslam çalışma ahlakı” değerlerinin etkili bir faktör olduğu kanısına
varılmıştır. Ancak, bunu açıklamak için tek bir inanç sistemine bağlanması
yeterli olmayıp, içsel ve dışsal ekonomik şartların etkilerini de değerlendirmek gerekir (Uygur, S. s. 221). Bu kanaate ulaşırken, Türk toplum yapısındaki dindar ve sekülarist (laiklik) tarafların tamamen ayrılmış iki taraf
olduğunu iddia etmenin kolay olmadığı belirtilmektedir. Çünkü kendilerini seküler olarak ifade eden pek çok kişi, gelenekler ve dini ritüeller bakımından kendilerini tamamen din dışında tutmamaktadır.
Türkiye’deki, sanayileşme sürecinde devletin ve asker-sivil bürokratların rolleri, tarihsel bakımdan burjuva sınıfının olmaması, Cumhuriyet’in ilk
yıllarında müteşebbis sınıf eksikliği, doğrudan yabancı yatırımların sınırlılığı, sanayileşme sürecinin tipik özelliğidir. Bu araştırmada, İslami çalışma
ahlakı, serbest piyasa ekonomisine açılımın yapıldığı 1980’lerin Özal’lı
yıllarıyla başlatılmıştır. Tutumluluk, sıkı çalışma ve dürüstlük gibi, Protestan ahlaki değerleri seküler kesim için önem taşımakla beraber, kendilerine
dindar sayan girişimciler için de önem taşımaktadır. Bununla beraber, bazı
dindarlar, dini bir ekonomik yapıdan taraftar olmayıp, İslam ekonomisi
veya işletmesini “gerçekçi olmayan” veya “fantezi” olarak değerlendirmektedirler. Hatta “Avrupa işletmesine bakıldığında, bizim dinimize (İslam’a)
benziyor” diyenler de vardır (Uygur, S. s. 219).
Dini konuların iktisadi hayatta en büyük yansımaları, helal-haram üretimi ve ticareti (alkol, domuz eti gibi haram mallar) ile helal kazanç üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu konularda dindar kesim, İslam Dini’nin kaynaklarına (Kur’an-ı Kerim ve sünnet) göre hareket ederken; seküler kesim
herhangi bir dini referans üzerinde durmamaktadır. Faiz konusunda da
dindar kesimin homojen bir fikir içinde olmadığı söylenebilir. Faizle ilgili
tutumun dindar çevrelerde bile zamanla değiştiği görülmektedir. Yeni
Müslüman prototipi, kendi değişimci kimliğini yorumlamak için en iyi
yolu liberal sistem olarak görmektedir (Uygur, S. s. 223).
Girişimcilik için hür ortam gerekli olduğu gibi, çalışma ahlakının oluşabilmesi için de, aynı ortamın sağlanması gerekir. Nitekim, 28 Şubat
sürecinin hakim olduğu yıllarda yapılan bir araştırmada, girişimcilerin
herhangi bir tasavvufi oluşuma mensup olup olmadıkları sorulduğunda
tepki ile karşılaşılmıştır (Esen, A.; Çonkar, K. s. 156). Aynı araştırmada,
girişimcilerin faiz karşısında çok “titiz” düşündükleri görüldüğü halde,
günümüzde bu konuda daha farklı davranır hale geldikleri görülmektedir.
Ahlak ile ilgili bir araştırmada, bireylerin ve örgütlerin ahlaka aykırı
davranışları sergileme potansiyelleri sınırsız olarak görülmektedir.
Modern Çağda Ahlak
412
Özgener’in 2000 yılında yaptığı, İstanbul Sanayi Odası’na kayıtlı Türkiye’nin ilk 500 büyük işletmesi araştırmasını (Özgener, Ş. s. 102 vd), 19992009 yılları arasında yaptığımız Konya-Selçuklu Belediye Başkanlığı tecrübesiyle beraber değerlendirerek, maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:
1. İşgörenlerden (memurlardan ve işçilerden) kaynaklanan ahlaki sorunlar:
- İşgörenlerin, kamu kesiminde çalışmalarının kendilerine verdiği garanti hisleriyle özel sektöre göre daha az çalışmayı hak olarak görmeleri,
- İşgörenlerin, birbirlerini haksız yaptıkları işlerde korumaları,
- Hatalarını gizlemeleri,
- Hastalık ve mazeret dışında suiistimale yönelik oyarak sıkça rapor
almaları veya raporları uzatmaları,
- Molaları ve diğer ara tatilleri gereğinden fazla uzatmaları veya çalışma yapmaları,
- İşi erken terk etmeye meyilli olmaları, işe geç başlamaları, namaz ve
abdest için geçirilen vakitleri bile uzatmaları,
- Kendisinden başka çalışana sorumluluk yüklemeye çalışmaları,
- Yazılı kurallara uymamaları,
- İş güvenliğine yeterince dikkat etmemeleri,
- Dini ilişkileri (cemaat vb bağları) sıkça kullanmaları,
- İş güvencesi olan personelin işlerinin çoğunu güvencesi olmayan taşeron işçilerine yüklemeleri,
- Çalışanların birbirlerine güvensizlikten dolayı, birbirleri aleyhine evrak toplamaları ve gerektiğinde kullanmaları,
- Resmi görevle ilgili özel iş yapmaları veya gayri resmi ortaklık kurmaları (arsa spekülatörlüğü gibi),
- Ayrıca, bazı kurumlarda rüşvet, iş yapma karşılığı fayda temini gibi
unsurlar,
- İşgörenlerin, ahlaki duyarlılıkları konusunda işçi ve memur örgütlerinin (sendikaların veya derneklerin) yeterli çalışma yapmamaları.
2. İşletme politikaları ve yöneticilerin tutumundan kaynaklanan ahlaki
konular:
- Yöneticilerden kaynaklanan ahlaki sorunlar: Ücretlendirme ve işe
alımlar, önemli birer işletmecilik sorunudur. Bu konuda, kamu kesimi ve
özel kesimde objektif kriterler yeterince uygulanmamaktadır. Ayrıca,
performans değerleme kriterleri kamu kurumlarında yapılmamaktadır.
Çalışma ahlakı konusunda, işletmelerimizde duyarlılık gelişmemiştir.
- Yönetici-işgören ilişkilerinden kaynaklanan sorunlar: Çalışma saatleri
içinde işgörenlere özel işlerin yapılması veya işgörenlere yaptırılması, işe
almada, ücretlendirmede ve diğer konularda ortaya çıkan sorunlar, bu
kapsamda değerlendirilebilir. Disiplin sistemi, tutarlı olmalıdır. Kuralların
Beşinci Oturum
413
yetersiz olması ve mevcut kuralların uygulanmaması veya uygulanmasının
yetersiz kalması, ahlaki olmayan davranışların ortaya çıkmasını özendirmektedir. İşgörenin yeterli neden olmadan işten çıkarılma korkusu, ayrımcılık (memleket, görüş vb sebeplerle) yapılması, ahlaki yükümlülüklerin
yapılmadığını gösterir. Doğru iletişim kurulmadığında, ahlaki davranışı
teşvik etmek zordur.
- Kaynak kullanımı ve alımından kaynaklanan sorunlar,
- Devlete ve diğer kamu kuruluşlarına karşı sorunlar,
- Hemşehrilerle ve müşterilerle ilişkilerden kaynaklanan sorunlar da
eklenebilir.
d. Arap Toplumu Örneği
Çalışma ahlakı ile ilgili bir başka araştırma, bir Arap ülkesi olan Mısır’da yapılmıştır. Bu araştırmaya göre; dinin potansiyel rolü, kalkınma ve
büyüme için belirleyici bir değer sistemi oluşturamamaktadır. Çünkü dini
açıklamalar ile Arap çalışma ahlakı uyuşmamaktadır. Mesela, Arap kültüründe çokça kullanılan “inşallah” kelimesi, kadercilik olarak uygulanmaktadır. Bunun yerine, aile yapısı ve kişisel ve grup gelişmesindeki etkisi,
eğitim sistemi ve grup fonksiyonları üzerinde durulmaktadır. Arap kültürü, farklı alt kültürler arasında birbirlerine kıyasla değişiklik göstermekle
beraber, değişime de uğramaktadır. Bu değişimin yabancı güçlerle dayatıldığı söylenebilir. Arap dünyasındaki birçok sorun, toplumsal ve ekonomik
yapısal sorunlardan kaynaklanmaktadır. Makro düzeyde, hükümetler,
eğitim kurumları, dini teşkilatlar ve sivil toplum örgütlerini göz önünde
bulundurmak gerekir. Yazarlar Arap işgörenlerle çalışanlara şu tavsiyelerde bulunmaktadırlar (Sidani, Yusuf M.; Thornberry, J. s. 37-47) :
1- Arap bağlamında çalışan uluslar arası yönetici, işgören davranışı ve
alışkanlıklarıyla ilgili olumsuz özellikleri kabul etmemelidir. Bu sorunlar,
kısa dönemde olabilir, ama uzun dönem etkinliği etkilemezler. Onlara
göre, yabancı güçler tarafından zorlandığını hissetmediklerinde, Arap
işçiler, değişimi dinlemeye ve uygulamaya hazırdırlar.
2- Yöneticiler dinlemeye hazır olmalıdır. Çoğu hallerde yönetici, iş anlaşmasının dış görünüşünü yeni örgütsel girişimlere çevirebilir. Yöneticinin, bir yandan vazgeçilmez denetim ve ilgi arasındaki hassas çizgiyi takip
etmesi gerekirken, diğer yandan da dinleme ve katılımı gözetmesi gerekir.
Tüm kültürlerde eşitlikçi takım kültürü, en iyi düzenleme olmayabilir.
3- Dinin bu denli etkili olduğu bir toplumda, çalışanları ve yöneticileri
kendi İslami ideallerine bağlı olarak davranışlarını ve alışkanlıklarını
geliştirmeye çağırmak, önem taşır. Örnek olarak, dini inanç, hareketsizlik
ve kaderciliğin önemi için bir mazeret olmadığı halde kaderciliği, İslam’dan sökülüp atılması zor değer olarak görülebilir. Bu nedenle yöneticilerin, çalışanların gerekli değişime uğrayacağı kadar, bu tür söylemleri
anlamaları gerekir. Yine İslam’da benimsenmediği halde, Arap toplumlarında aile ve kabileye dayalı, ayrıcalıklı hareket tarzları bilinmelidir. Yöne-
Modern Çağda Ahlak
414
tici, çalışanları teşvik etmek için, İslami emirleri referans göstermelidir.
Mesela, Peygamberimizin “Allah, işini güzel yapan insanı sever” sözünü
hatırlatmalıdır.
4- Arap kültüründe birçok sorun, modern yönetim uygulamalarının az
bilinmesinin sonucunda ortaya çıkmaktadır. Ek özendirme, karar alma
teknikleri ve modern yönetim araçlarının kullanılması, kabul edilebilir
performans düzeyini elde etmek için gereklidir. Şirketler, özellikle takım
çalışması ve grup dinamikleri konusunda eğitim çalışmaları yapmalıdır.
İnsanlar, bir arada olmakla takım çalışması yapmamaktadırlar, bilakis;
onlara bunun ne olduğu konusunda eğitim verilmelidir. Çalışanların
öğrendikleri bir alan var ki, bu da işleridir. Çalışma yeri, çalışanların takım
çalışma yapacakları yer olmalı ve kendi aralarında ve diğer takımlarla bilgi
paylaşmalıdırlar. Düşey işbirliği geliştirilmelidir, çünkü yönetim, hiyerarşide katmanların bir kısmını sınırlamakta ve mevcut olanlar arasındaki
bilgi değişimini teşvik etmektedir. Örgüt içinde bilgi biriktirme ve değişimi, örgütler için önem taşımaktadır.
5- Arap işçiler güçlü liderleri benimsemeye ve gevşek yapılara meyillidirler. Güçlü lider, onların çalışma çevrelerindeki belirsizlikleri azalttığından, onlara güç verir. Zayıf yapılar, onların özlemini, rahat çalışma gerekleri altında çalışmakta ve onlara verilen zaman ve çalışma, oynak sürede
pekiştirmektedir. Gelişmiş bir Arap örgütü, güçlü lider üzerinde durabilir,
ancak çalışanların alışkanlıklarını değiştirmekte aşırı otokrat etkisi kullanılabilir. Yine yazarların önerilerine göre, bir Arap işçisi, kendisini bir aile
üyesi olarak hissettiğinde, en iyi şekilde çalışmakta, çatışmayı asgariye
indirmektedir. Bu durumda sadakat göstermektedir. Bu nedenle, çalışma
alanı ve çevresinin sadakat konusuna ihtiyacı vardır.
Yazarlar, bugünkü Arap çalışma ahlakının kalkınma ve değişim için
iletken olarak görülmediğini belirtmektedirler.
5. İSLAM’DA ÇALIŞMA AHLAKI
Dini kurumlar bir yandan ekonomik olaylardan etkilendiği gibi, diğer
yandan dinin bireyleri etkilemesinden ötürü, ekonomik olaylara tesiri
etmektedir. İslam iktisadı, üretim, bölüşüm ve harcamayı hem ahlaki hem
de maddi alanlarda ele almaktadır. Bunun için İslam iktisadı çalışmaları
normatif niteliktedir. Böylece üretim yapılması yasaklanan (haram olan)
mallar ve hizmetler ile toplumsal ve bireysel açılardan zorunlu malların
üretimi, gelir dağılımı gibi konulara ağırlık verilmektedir (el-Bedevi, İ. s.
76-80).
Çalışma ahlakının kurumsallaşması için değerlerin oluşması ve insanın
bunlara uyması konusunda bilincin yerleşmesi gerekir. Bu nedenle aşağıda
İslam çalışma ahlakını şekillendiren hususlara teorik olarak yer verilmektedir.
Günümüzde İslam ekonomisinin bir “gerçeklik” olmadığı önyargısı
vardır. İslam’ın insana yüklediği görevler, onun tabiatına uygundur ve
Beşinci Oturum
415
dünya ve ahiret sorumluluğu alması için insan ehildir. Ayrıca, İslam ekonomisinin gerçekçi olmadığını düşünmek, mantıki sayılamaz. Çünkü
İslam’ın benimsediği prensipler iktisadın temel kavramı olan tam rekabet
piyasası ve fiyat oluşumu varsayımlarına göre daha gerçekçidir.
Ayrıca İslam’da tüm insanların iktisadi ilişkilerinde ve kararlarında kusursuz olması istenmemiş, bilakis bu prensiplere uygun hareket edilmesi
dünya-ahiret dengesi açısından önemsenmiştir.
a. Çalışmanın Teşviki
Üretim, insan emeğinin ürünüdür. Ancak bu ürün, aynı zamanda Allah’ın insana ihsanıdır. İnsan, Allah’ın ihsan ettiği rızıktan yararlanmak
için çalışmak zorundadır: “O, yeryüzünü sizin ayaklarınızın altına serendir.
Haydi, onun üzerinde yürüyün ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş ancak
O’nadır... Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfûnden nasibinizi arayın. Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.’’ (Mülk, 15; Cuma,10).
Allah şöyle buyurmaktadır: “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı
Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de, (öldükten
sonra) emaneten konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi açık bir
kitapta (Levh-i Mahfuz’da yazılı) dır.” (Hud, 6). Böylece ayetlerde belirtildiği gibi rızık tüm insanlar için, çalışma ve gayrete bağlıdır. Kim yeryüzünde gezer, oraya dağılır ve Allah’ın fazlından ararsa, Allahın rızkından
yemeğe hak kazanır. Kim çalışmaz ve tembellik ederse, fert veya toplum,
Müslüman veya kafir olsun, onlara bir şey ulaşmayacağı muhtemeldir.
Böylece İslâm’da çalışma hak olduğu gibi, gücü yeten herkesin görevidir. İbadete çekilmek ve Allah’a tevekkül etmek adı altında, bir Müslüman’ın çalışmaktan ve kazanmaktan geri durması, helâl değildir. Çünkü
gökyüzü ne altın, ne gümüş yağdırır. “İslam dininde ruhbanlık yoktur”,
sözü de bunu belirtir.
b. Üretim Faktörü Olarak Emek
Konvansiyonel iktisat üretimi dört faktöre ayırır. Bunlar: toprak veya
tabiat, emek, sermaye ve girişimdir. Emekten maksat, insanın bedeni veya
akli olarak bu kaynakları yararı için kullanmakta insanın sarf ettiği her
türlü çabadır. Emek sahibi, ister kendisi, isterse başkasına -fert, kurum,
devlet veya şirket – için, ücret veya maaş karşılığı çalışır.
Allah, insanı yaratıp, yeryüzüne indirdiğinde varlığını devam ettirmeye, yönelimlerini gerçekleştirmek için sebepleri hazırlamış ve onu yeryüzünden ihtiyaçlarını çıkarmak için gerekli olan yetenekler, güçler ve aletlerle donatmıştır. Böylece insanoğlunun yeryüzünü imar etmek (medeniyeti
geliştirmek) görevi vardır. Allah, meleklere şöyle buyurdu: “Hani, Rabbin
meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti”. (Bakara, 30). Bu
güç ve yeteneklerden olan ilimle insan, meleklerden ayrılmıştır. Allah,
insana isimleri öğretmiş, yeryüzünün imarını sağlamak için bilgiyle donatılmıştır: “O, sizi yeryüzünden (topraktan) yarattı ve sizi oranın imarında görevli
(ve buna donanımlı) kıldı. O, sizi yeryüzünde halifeler (oraya hâkim kimseler)
416
Modern Çağda Ahlak
yapan, size verdiği nimetler konusunda sizi sınamak için bazınızı bazınıza derece
derece üstün kılandır” (Hud, 61; En’am, 165).
Allah, insanın iktisâdi ihtiyaçlarına ulaşmayı kolaylaştırmış, yeryüzünde bunları çoğaltma yollarını yaratmıştır. “Göklerdeki ve yerdeki her şeyi kendi
katından (bir nimet olarak) sizin hizmetinize verendir.” (Casiye, 13).
c. İktisadi Faaliyetin Kutsallığı
İslâm, üretimi ve iktisâdi faaliyetin her türünü, tarımdan hayvancılığa,
avcılığa, sanayiye ticarete ve meslek edinmenin tüm türlerini teşvik etmektedir. İnsanlara faydalı olan veya insanların hayatını güzelleştiren, hayatı
yükselten mal veya hizmetine yönelik her çalışmayı benimsemektedir.
Hatta İslâm bu dünyevi çalışmayı kutsamakta ve buna Allah’a ibadet ve
onun yolunda cihat kutsiyeti vermektedir. Ancak, bunda iyi niyet olmalı,
Allah’ın sınırları gözetilmeli ve Allah’ı zikirden, O’na kavuşmaktan ve
hesap vermekten uzak durulmamalıdır. Çünkü bu faaliyet ve gayret,
toplumun risaleti yerine getirilmesi, davetin tebliği, nefsin korunması ve
büyük hedeflerin gerçekleşmesi imkânını verir. Yine kişinin nefsini korumasını, yakınlarını gözetmesini, akrabalarına iyilik etmesini, milletine,
ihtiyaç sahiplerine yardımlarına bulunmasını, toplum hizmetlerine katılmasını, dinin yüceliği yolunda harcamayı sağlar. Bunların hepsi, dinin
önem verdiği faziletlerdir. Bunlar ancak malla olur. Mala sahip olmak ise,
kazanma ve gayretledir. Dinin kaynaklarının bu gayrete çağırması ilginçtir.
Bu çaba namazı, sadakayı veya Allah yolunda cihadı sağlamaktadır
(Kardavi, Y. s. 149).
Hazreti Ömer bir topluluğa uğradı ve onlara, “Siz nesiniz?” diye sorudu: “Bizler mütevekkil insanlarız”, dediler. Ömer dedi ki: ‘’Bilakis siz yiyicilersiniz. Çünkü mütevekkil tohumu toprağa atan ve Rabbine dayanandır. Beyhaki,
İbni Zübeyr’den şu sözü tahric eder: Dünyada en kötü şey boş kalmaktır
(işsizliktir)’’.
Bazı sufi şeyhleri şöyle derdi: ‘’Mesleği olmayan sufi, harap bir yerdeki
şey gibidir. Ondan kimseye bir fayda olmaz. Peygamberimiz ashabından
hiç kimseye mesleğini terk etmesini söylememiştir.’’
Dünyalık çalışma, sadece insanın kendi geçimi bakımından önemli olmayıp tüm toplum ve hayatın düzeni için de gereklidir. İnsan, kendisinden
ve gayretinden bir şey sarfetmeden dünyada isteyici olmamalıdır.
Müslümanın ahireti için çalışması gerektiği gibi, rızkı için de çalışmalıdır.
Rabbinden dünya ve ahiret iyiliği vermesini istemelidir. Çünkü geçimi için
çalışması, dünyevi gerekliliktir. Bir anlamda da dini ibadettir.
Dini bakımdan, Müslüman’ın çalışması pek çok sebebe dayanır. Müslüman’ın önce kendi nefsini, gıdasını sağlamak, helâlından kazanmak
dilencilik zilletinden nefsini korumak, hoşuna gitmeyecek durumdan
korunmak ve aşağılık duruma düşmemek için çalışması görevidir.
Beşinci Oturum
417
Diğer bir amacı, insanın ailesi için çalışması gelir. “Kişinin doyurması
gerekenlerle ilgilenmemesi günah olarak yeter”1. “Allah, her sorumludan
ister korusun, isterse kaybetsin yaptığını soracaktır”2. Bu anlamda İslâm
bilginleri, dünyevi çalışmayı şer’i bir vacip olarak görmüşlerdir.
Bundan öte Müslüman, sadece toplum için çalışmakla kalmaz, tüm
canlıların faydası için çalışır. Hatta hayvanların, kuşların ihtiyaçları için de
çalışır. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Her canlı için yapılan işte sevap
vardır”3.
İnsanın dünyadaki ilk görevi, yeryüzünün imarıdır. Bu konuda Allah
şöyle buyurmuştur: “O, sizi yeryüzünden (topraktan) yarattı ve sizi oranın
imarında görevli (ve buna donanımlı) kıldı”.(Hud, 61) “İsta’maraküm”, ‘sizden
yeryüzünün mimarı istedi” anlamına gelir. İnsanın diğer bir görevi ise
Allaha ibadet etmektir. “Ben, insanı ve cinni ancak Bana ibadet etsinler diye
yarattım”. (Zariyat, 56) İnsan, yeryüzünde Allah’ın halifesidir: “Muhakkak
ki, yeryüzünde bir halife yaratacağım... O, sizi yeryüzünden (topraktan) yarattı ve
sizi oranın imarında görevli (ve buna donanımlı) kıldı.”, (Bakara, 30; Hud, 61)
“...sizi bu yerde egemen kılıp, nasıl davranacağınıza bakacaktır”. (A’raf, 129)
Şüphesizdir ki, bu üç konu (dünyayı imar görevi, halifelik ve Allah’a
kulluk) birbiri içine geçmiştir. Yeryüzünün imarı, eğer niyet iyi olursa
Allah’ın emrine uymak ve ibadettir. Aynı zamanda, yeryüzünün imarını
isteyerek yeryüzünün harap olmasına karşı çıkmak halifelik veren için, bir
hilafet hakkıdır.
d. Dini Bir Görev Olarak Güzel Çalışmak
Çalışmanın öneminden sonra, üretim alanındaki değerlerden birisi de,
çalışmanın ihsanı (iyi yapılması) ve mükemmelliğidir (itkanıdır). İslâm’da
sadece çalışmak yeterli değildir; Güzel çalışmak, yani kişinin işini iyi
yapması ve verimli olarak yerine getirmesi gerekir.
Çalışmadaki ihsan (iyi çalışmak), İslâm’ın nazarında fazladan, ikincil
bir iş değildir. Bilakis her Müslüman’ın dini bir görevidir. Peygamberimiz
şöyle buyurmuştur: “Muhakkak ki Allah sizden birinizin işini iyi yapmasını
sever”4. “Muhakkak ki Allah çalışanın yaptığı işi güzel yapmasını sever.”5.
Bazı dindar kesimlerde, iman, takva, salah, istikamet gibi anlayışların
————
1
Hadisi Ahmed, Ebu Davud, Hakim, Beyhaki, Abdullah bin Amr’dan rivayet etmiştir.
Hakim, sahih olduğunu söylemiş ve Zehebi muhakafat etmiştir. Riyat’da Nevevi şöyle
demiştir: Hadisin isnadı sahihtir. Beyhaki’de belirtildiği gibi.. İbn Amr Beyti Makdis’te
(Kudüs) iken kölesi gelmiş ve ramazanda burada kalabilirmiyim? demiştir. Bunun üzerine
o şöyle demiştir. Ailenin geçimliklerini hazırladın mı? Adam, hayır demiştir. Bunun üzerine Peygamberimiz böyle derken işittim, diyerek hadisi zikretmiştir. ( Feyzu’l-Kadir. 4-553)
2
Hadisi Nesai, İbn Hıbban Enes’ten Sahih’inde zikretmiştir.
3
Ebu Hureyre’den muttefekun aleyh bir hadistir: Buhari 5/31,32 10/366,367; Müslim, 2244,
2245.
4
Hadisi Beyhaki, Hazreti Aişe’den Şua’bu’l-İman’da rivayet eder. Sahihu Cami’is-Sağir’de
hasen olduğu belirtilir (1880).
5
Hadisi Beyhaki, Küleyb’den rivayet etmiştir. Sahihu Cami’den hasen olduğunu belirtmiştir
(1891).
418
Modern Çağda Ahlak
yanlışlığı konusuna temas eden Kardavi, sadece dini kaynaklarda belirtilen
namaz, oruç, gibi dini şiarları yerine getirmek ve içki ve kumar gibi yasaklardan kaçınmak olarak anlaşılmaması gerektiğini belirterek yeryüzünü
imarı bir çeşit ibadet olduğunu söyler. Hatta Müslüman bilginlerin, farz-ı
kifaye saydıkları şeyler, diğer topluluklardan geri kaldıkları zaman ümmetin günaha düştüğü farzı kifaye haline gelir (Kardavi, Y. s. 156).
Muhakkak ki, dinde istenen takva, dervişlerin tespihi, kendini şeyh sayanların sarığı, zaviyeye çekilenlerin tutumları değildir. Bilakis takva ilim
ve çalışmak, din ve dünya, ruh ve madde, planlama ve organizasyon,
kalkınma ve üretim, verimlilik ve etkinliktir. Sahabe dini, ruhbanlık veya
dervişlik olarak anlamamıştır. Yine imanı ve takvayı hayattan alakayı
kesmek veya dinle meşgul olarak kalkınmadan uzaklaşmak olarak da
değerlendirmemiştir. Ancak tarih içinde ve günümüzde Müslüman toplulukların davranış ve tutumlarının bu değerlerden çok uzaklaştığı görülmektedir.
Müslüman sadece şahsi amaçlar için çalışmakla yetinmemeli, çalışmasını iyi yapmaya önem vermeli, verimli olmalı, gücünü iyi ve düzgün
çalışmaya harcamalı, dikkatli bir şuurla ve çalışmasında Allah’ın kendisini
gözettiği inancıyla, fabrikasında veya tarlasında veya her halinde bilinçli
olmalıdır.
Burada çalışmanın kalitesi ve iyi üretimin üzerine inşa edildiği iki huy
vardır. Bunlar emanet (dürüstlük) ve ihlâstır (samimiyettir).
Müslümandaki bu iki özellik, en güzel şekilde ve en iyi durumda olmalıdır. Mesela; üretici Müslüman’ın tek önem verdiği şey, sadece maddi
kazanç veya işletme sahibinin rızası olmayıp; işçi çalıştığı yerde emanetçi
bulunduğundan çalışmasında samimi olmalı, Rabbinin onu gözettiğini
bilmeli, Müslüman kardeşlerin hakkına rivayet etmeli ve bundan sonra da
ahirette Allah’ın mükâfatını beklemelidir: “De ki: “Çalışın, yapın. Yaptıklarınızı Allah da, Resûlü de, mü’minler de göreceklerdir. Sonra gaybı da, görülen
âlemi de bilen Allah’ın huzuruna döndürüleceksiniz. O da size bütün yapmakta
olduğunuz şeyleri haber verecektir”.(Tevbe, 105)
İmanın gereği, Müslüman hayatında gönül rahatlığı, kalp huzuru, gönül genişliği, nimete rızası, güveni sevgi ve sefa içinde olur. Şüphesiz
bunların üretimde etkileri vardır. Sıkıntılı, kaygılı bir hayatı olanlar, işlerini
çoğunlukla iyi yapamaz, arzu ettikleri üretimi gerçekleştiremezler.
Doğru imanlı mümin, Allah’ın koyduğu sınırlarda durur ve yasakladıklarından kaçınır. Nefsini yasaklara düşmekten korur, haramlara yaklaşmaz, şehvete götüren hususlara karşı dikkatli olur. Çünkü imanı, böyle
davranmasını sağlar.
Böylece bedeni, duygusal, akli ve nefsi gücünü ve canlılığını korur.
Bunları ancak güzel işlere sarfeder, kötü işlerden uzak durur. Bu, bir ferdin
hayatında nefsi, ailesi, çocukları, içinde yaşadığı toplum ve tüm insanlık
için kazandığı en büyük kazançtır.
Beşinci Oturum
419
Üreticiler ve tüketiciler, konvansiyonel (geleneksel) iktisatta haram ve
helâl bilmezler. Bunların bütün öncelikleri özel menfaatleridir. Üretimde
onları ilgilendiren, maddi kazançları ve gelirleridir. Faydalı veya zararlı, ne
ürettikleri onları ilgilendirmez, güzel veya pisle ilgilenmezler. Değerler ve
ahlâk veya istenmeyen veya hoş görünmeyen şey de onları ilgilendirmez.
Bilakis böyle bir sorgulama olmaz. Onlara göre, böyle bir sorgulama,
esasında hatadır. Çünkü bu iktisatla ahlâkı arasında bağ kurar. Onlara
göre; üretimle değerler arasında bağ doğru değildir, kabul edilemez ve
ciddiye alınamaz.
Müslüman için içilmesi helâl olmayan uyuşturucu gibi, haşhaş ve bu
türden olan maddelerin tarımı da bu amaçla caiz değildir. Yine yemesi,
içmesi, çiğnemesi, duman alınması, gibi maddelerin tarımı da haramdır.
Üretimi haram olan bu maddelerin tüketimi de haramdır. Bu sebeple,
Müslüman’ın kendi nefsine zarar vermesi veya başkasının da ona zarar
vermesi caiz değildir. Çünkü İslâm’da, zarar ve zarara karşılık zarar vermek yoktur.
e. Kaynakların Korunması
Diğer bir önemli ahlâki değer, “kaynakları” Allah’ın yaratıklarına verdiği nimet olarak görerek, kulların görevinin bunların şükrünü yerine
getirmek olduğunu bilmektir. İnsanların görevi, onları telef etmek, tahrip
etmek, kirletmek veya yeryüzünde bozgunculuk türleri olan diğer hususlardan korumaktır. Tih çölünde on iki pınar fışkırttıktan sonra Allah
İsrailoğullarına şöyle demiştir: “Allah’ın rızkından yiyin, için. Yalnız, yeryüzünde bozgunculuk yaparak fesat çıkarmayın”. (Bakara, 60)
Yeryüzünde bozgunculuk etmek, imarını bozarak, temizliğini kirleterek, canlıları yok ederek, güzellikleri tahrip ederek ve yararlarını gidererek
bazen maddi şekillerde olur. Bazen de zulüm yaparak, batılı yayarak, şerri
güçlendirerek, kalpleri kirleterek ve akılları şaşırtarak manevi açıdan olur.
Her ikisi de Allah’ın kızdığı ve yapanları sevmediği işlerdir.
Peygamberimiz çeşitli şekillerde kaynakların korunmasını istemektedir. Bunlardan birisi Peygamberimizin şu sözüdür: “Kim bir serçeyi boş
yere öldürürse, o kuş kıyamet gününde Allah’a yalvarır ve şöyle der: Ey
Rabbim! Falan kimse beni boş yere öldürdü, beni öldürmekte bir yararı
olmadı”6.
Yukarıdaki konuların yanında, Peygamberimizin ashabına söylediği şu
husus da önemlidir: Ölü bir keçi gördüğünde, “Bu keçi kimindir?’’ diye
sordu. ‘’Müslümanların annesi Meymune’nin mevlasının keçisidir,’’ dediler. O
zaman şöyle buyurdu: “Onun derisinden neden faydalanmıyorsunuz?” Dediler
ki: ‘’o, ölüdür.’’ Şöyle buyurdu: “Muhakkak onun yenilmesi yasaklandı”7.
————
6
Hadisi Nesai rivayet etmiştir, 7/239; İbn Hıbban Sahih’inde (el-Mevarid, 1071) yine Ahmed
4/389, hepsi eş-Şerid es-Sekafi’dendir.
7
İbn Abbas’tan müttefekun aleyhtir. Bak, el-Lü’lüü ve’l-Mercan (205).
420
Modern Çağda Ahlak
Yine Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Sizden birisinin lokması
düştüğünde onu alsın, ondan eziyeti kaldırsın, yesin ve şeytana bırakmasın”8.
Peygamberimizin ve Raşit halifelerinin siyaseti şu idi; Bu boş arazileri,
İslâmîyet için önemli hizmetleri görenlere ikta olarak vermekti. Bir yönüyle
bu onlara ödül idi; diğer yönüyle buraların ıslahı ve imarını teşvikti.
f. Üretimin Hedefi
İslâm iktisâdı üretime, sayısal gelişmeye önem vermekte maddi ve beşeri güçlerin atıl bırakılmasına razı olmamaktadır. Bunların tümüyle Allahın sevdiği işleri güzel yapmaya, üretime, ve Allahın her şeye yazmış
olduğu ihsana yönlendirmektedir.
Burada soru şudur; “Niçin üretmekteyiz yani, üretimin arkasında gerçekleşmesini arzu ettiğimiz hedef nedir?”. İslâm’ın insanlar için gösterdiği
“güzel bir hayatı” gerçekleştiren yeterli miktarda mallar ve hizmetler için
üretim yapılır.
Üretimde esas hedef, Müslüman fert ve İslâm ümmeti düzeyindedir.
Müslüman ferde göre, onun “yeterliliğini” hedeflemektedir. İslâm ümmeti
için “kendine yeterli olmasını” gerçekleştirme hedefidir. Burada sadece
yeterlik ekonomisi anlaşılmamalı, piyasalar için üretim de düşünülmelidir.
İktisâdi alanda insanın geçimini birbirinden ayrı dört düzey vardır.
Bunlardan “zaruret (zorunluluk) düzeyi”, insanı açlıktan kurtaran, hayatta
kalmasını sağlayan helak olmaktan veya ölmekten koruyan durumdur.
Bu durumdan daha iyi bir düzey ”kifaf (yetecek) düzeyi”dir. Bu, herhangi bir fazla veya eksik olmadan yaşamanın en alt düzeyini gösterir.
Burada refah ve genişlik söz konusu değildir.
Bundan daha iyi düzey, İslâm hukukçularını “kifayenin tamamı” diye
isimlendirdikleri düzeydir. Burada maksat, sadece kifayet olmayıp tüm
unsurlarıyla ve şekilleriyle kifayetin tam haliyle gerçekleşmesidir. İslâm,
hem kendi mensupları hem de gayri Müslim herkes için bu düzeyi talep
eder.
Herkesin maruf (zamana ve yere göre kabul edilebilir) ölçülerde yeterli
olan hususu kifayet düzeyi olarak almak gerekir. Bu da zamana ve topluma uygun düşen ölçülerdir. Çünkü ihtiyaçlar zamanın değişmesiyle farklılaşır ve toplumlara göre çeşitlenir. Nice eşya var ki, bir zamanlar lüks veya
refah düzeyini gösterirken bugün temel ihtiyaç olmuştur. Yine nice eşyalar,
bazı toplumlarda tahsini (hayatı güzelleştirici) olarak sayılırken başka bir
toplumda zaruri eşya olarak değerlendirilmektedir. Bunun için, insanın
iktisâdi ihtiyaçlarını ve taleplerini dondurmak mümkün değildir.
İslâm, mensuplarının maişetlerinin altındaki bir düzeyi kabul etmez.
Buna göre;
————
8
Müslim, Enes’ten rivayet etmiştir.
Beşinci Oturum
421
- İnsanın nefsine ailesine ve topluma karşı görevlerini yapmak için gereken gücü bedenine sağlayan yeterli gıda miktarı almasına önem verir.
Peygamberimiz bedene gerekli olan hakkın verilmesini şöyle ifade etmiştir:
“Muhakkak ki sende, bedeninin hakkı vardır”9. Bu, gıdanın mütekâmil olmasına bağlıdır. Bedenin istediği protein, şeker, yağ, tuz, vitamin gibi hususları
içerir. Kur’ân-ı Kerimin et yiyecekleri, balık, süt, bal, meyve ve diğerlerini
zikretmesi boşuna değildir. İçme ve kullanma için yeterli su temin etmek
de böyledir.
- Avret yerini kapatmayı, yazın sıcağından kışın soğuğundan korumayı
ve insanlar önünde güzel görünüşü sağlayan giyim eşyaları: Allah bu
konuda buyurur: “Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek giysi ve
süslenecek elbise verdik. Takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) elbisesi var ya,
işte o daha hayırlıdır. Bu (giysiler), Allah’ın rahmetinin alametlerindendir. Belki
öğüt alırlar (diye onları insanlara verdik)”. (A’raf, 26) Ayetteki riyş, zineti ve
güzelliği gerçekleştiren şey demektir. Bu, asgari ölçüde her fert için kışa ve
yaza uygun elbise sağlamayı gerektirir.
- Sağlıklı bir konut sağlamak: Allahın ihsan ettiği konutun anlamı: “Allah, size evlerinizi huzur ve dinlenme yeri yaptı”. (Nahl, 80) Peygamberimizin
dünyevi saadetin unsurlarından saydığı genişlik unsuru şu hadiste belirtir:
“Şu üç husus Müslüman’ın dünyada ki saadetindendir.: Salih komşu, geniş ev ve
rahat binek”10. İslâm hukukçularının üzerinde durduğu esas ve açık olan, bu
konutun insanın kendi mülkü olması, yani kiralık olmamasıdır. Bu, çoğu
zengin ülkelerde bile hala ulaşılamamış bir düzeydir.
- Evlenmek ve aile tesis etmek için yeterli mal biriktirmek: Peygamberimiz, şöyle buyurmuştur: “Dünyanın hepsi meta’dır. Bu metanın en hayırlısı
da saliha kadındır”11.
- Öğrenilmesi farz olan ilmîn elde edilmesinde, kendisine, ailesine yardım edecek kadar mal edinmek: “İlim, talep etmek her Müslümana farzdır”12.
Böylece her fen sahibine sanatında, uğraşında ihtiyaç duyduğu imkân
sağlanır.
Bir kısım ilim de, çağa ve çevreye göre değişen, dereceleri ve düzeyleri
olan, en aşağısını devletlerin vatandaşlara sağladığı eğitim konularıdır.
- Hastalandığı zaman tedavi olmak, Peygamberimizin sözünü yerine
getirmektir: “Ey Allahın kulları! Tedavi olunuz muhakkak ki Allah verdiği her
derdin devasını vermiştir”13. Bu gibi durumlarda esas olan, tecrübeyle teşhisi
bilinen hastalıklara karşı tedavi olmanın farz olmasıdır.
————
9
Abdullah ibn Amr’dan müttefekun aleyhtir.
10
Hadisi Ahmed, Taberani ve Hakim rivayet etti. Zehebi sahih olduğunu söyledi. Feyzu’lKadir’de Nafi b. Abdülharis’ten.
11
Hadisi, Müslim, Ahmed ve Nesai Abdullah b. Amr’den rivayet etmiştir. Sahih el-Cami’usSağır (3413).
12
Hadisi, İbn Mace ve diğerleri rivayet etmiştir.
13
Hadisi Ahmed ve sünen sahipleri, ibn Hıbban ve Hakim, Üsame bin Şureyk’ten rivayet
etmiştir. . Sahih el-Cami’us-Sağır (7634).
422
Modern Çağda Ahlak
Üretimin bir diğer hedefi, İslam ümmetinin kendi yeterliliğinin gerçekleşmesidir. Yani, müslümanların maddi ve manevi ihtiyaçlarını, medeni ve
askeri gereçleri yerine getirecek imkânlar, güçler, tecrübeler ve araçları
sağlamak görevidir. Bu, “farz-ı kifaye” olarak adlandırılmaktadır. İnsanların dinleri ve dünyalarında işlerini yerine getiren her türlü ilim, çalışma,
sanayi veya yeteneği kapsamaktadır. Böylece Müslümanlar, diğerlerine
yük olmayacak, diğer toplumlar da onlara hâkim olamayacaktır.
g. Çalışma Ahlakı ile İlgili Tavsiyeler
Maverdi, Gazzali, ibn Teymiye gibi İslam alimleri kamu hizmetlerinde
görev yapacaklarda aranacak şartları belirtmişlerdir. Bu şartlar; hikmet,
doğru görüşlü olmak, dinç olmak, emanet sahibi olmak şeklinde sıralanabilir. İslam tarihinde, kamu görevlilerinin seçilmesi ve görevlerini sürdürmelerinde hıyanet etmeme prensibi esas alınmıştır. Nitekim, “Ey iman edenler!
Allah’a ve Resulüne ihanet etmeyin, emanetlerinize ihanet etmeyin, bildiğiniz
halde…” (Enfal, 27) buyrulmuştur. Peygamberimiz de “Kim, kendisinden
daha faziletlisi varken birisini Müslümanlara görevli atarsa, o Allah’a ve Resulüne
ihanet etmiştir” buyurmuştur. Şuayb’ın kızları, Musa’yı ücretle tutması için
babalarından isterken, “Ey babacığım! Onu ücretle tut, ücretl

Benzer belgeler