i Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal

Transkript

i Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal
Abant İzzet Baysal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
Cilt/Volume: 16
Yıl/Year:9
Sayı/Issue:1 Bahar/Spring 2008
ISSN: 1303 - 0035
http://www.sbe.ibu.edu.tr
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
Journal of Social Sciences
İmtiyaz Sahibi / Published By
Prof. Dr. Uğur ESER
Müdür / Manager
Editör / Editor
Doç. Dr. Muhittin ATAMAN
Dergi Yayın Kurulu / Board of Editors
Doç. Dr. Kemal İNAL
Doç. Dr. Salih ATEŞ
Yrd. Doç. Dr. Işıl AKDAĞ
Yrd. Doç. Dr. Derya EREL
Dergi Sekreteri / Secretary
Arş. Gör. Mehmet ÖZTÜRK - Suat KAYA
Yazışma Adresi
Doç. Dr. Muhittin ATAMAN
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
Abant İzzet Baysal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
14280
Gölköy / BOLU
Submission Address
Assoc. Prof. Dr. Muhittin ATAMAN
Journal of Social Sciences
Abant Izzet Baysal University, Institute of
Social Sciences
14280
BOLU / TURKIYE
Tel: (0374) 254 10 00 - 14 97 - 14 84
Faks: (0374) 253 49 65
E-posta: [email protected]
Basım Tarihi:10.02.2009
i
Abant İzzet Baysal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
* AİBÜ – Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, AİBÜ Sosyal Bilimler
Enstitüsü’nce yılda iki kez yayımlanan hakemli bir dergidir.
* Dergide yayımlanmak üzere gönderilen yazılar, belirtilen kurallara
uygun olarak hazırlanmalıdır.
* Dergide yayımlanan yazılarda belirtilen görüşler yazarlara ait olup,
AİBÜ – Sosyal Bilimler Enstitüsü’nü bağlamaz.
* AİBÜ – Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi’nde yer alan yazılardan
kaynak gösterilerek aktarma ve alıntı yapılabilir.
ii
Abant İzzet Baysal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
DANIŞMA KURULU
Prof. Dr. Ali İlker GÜMÜŞELİ
Yıldız Teknik Üniversitesi
Prof. Dr. Gönül AKÇAMETE
Ankara Üniversitesi
Prof. Dr. Gönül ÜLKER
Abant İzzet Baysal Üniversitesi
Prof. Dr. İzzet GÜMÜŞ
Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Nizamettin KOÇ
Ankara Üniversitesi
Prof. Dr. Remzi ALTUNIŞIK
Sakarya Üniversitesi
Prof. Dr. Rıfat ORTAÇ
Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Süleyman ERİPEK
Anadolu Üniversitesi
Doç. Dr. Alev SÖYLEMEZ
Gazi Üniversitesi
Doç. Dr. Atila YÜKSEL
Adnan Menderes Üniversitesi
Doç. Dr. Emin KARİP
Gazi Üniversitesi
Doç. Dr. Funda ACARLAR
Ankara Üniversitesi
Doç. Dr. Hülya KELECİOĞLU
Hacettepe Üniversitesi
Doç. Dr. Kamuran REÇBER
Uludağ Üniversitesi
Doç. Dr. Mehmet KARAKAŞ
Afyonkarahisar Kocatepe Üniversitesi
Doç. Dr. Muhsin HALİS
Sakarya Üniversitesi
Doç. Dr. Nihal VAROL
Gazi Üniversitesi
Doç. Dr. Rüya ÖZMEN
Gazi Üniversitesi
Doç. Dr Songül Sallan GÜL
Süleyman Demirel Üniversitesi
Doç. Dr. Suna BAŞAK
Gazi Üniversitesi
Doç. Dr. Süleyman ÖZDEMİR
İstanbul Üniversitesi
Doç. Dr. Zahir KIZMAZ
Fırat üniversitesi
iii
Yrd. Doç. Dr. A.Ezeli AZARKAN
Dicle Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Ali ALAGÖZ
Selçuk Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Atilla TAZEBAY
Gazi Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Bahadır AYDIN
Abant İzzet Baysal Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Bayram BIÇAK
Abant İzzet Baysal Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Bülent BAYAT
Gazi Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Cevdet A. KAYALI
Celal Bayar Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Erkan TEKİNARSLAN
Abant İzzet Baysal Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Feza ORHAN
Yıldız Teknik Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. İrfan YURDABAKAN
Dokuz Eylül Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Jale Y. ÇOKGEZEN
Marmara Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Osman ŞİMŞEK
Gazi Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Osman TİTREK
Sakarya Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Recep DÜZGÜN
Erciyes Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Seyit KÖSE
Abant İzzet Baysal Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. S. Haluk ERDEM
Çanakkale 18 Mart Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Şamil MUTLU
İstanbul Üniversitesi
Yrd. Doç Dr Vehbi GÜNAY
Ege Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Zekeriya NARTGÜN
Abant İzzet Baysal Üniversitesi
Öğr. Gör. Dr. Hatice BAKKALOĞLU
Ankara Üniversitesi
iv
Abant İzzet Baysal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
Cilt/Volume: 16
Yıl/Year: 9
Sayı/Issue:1 Bahar/Spring 2008
ISSN: 1303 - 0035
http://www.sbe.ibu.edu.tr
İÇİNDEKİLER
AKÇAĞLAYAN, Anıl
2001 Krizinde Uygulanan Faiz Politikasının Döviz Kuru
Üzerindeki Etkisi……………………………………………………....... 1
ARGON, Türkan – AKSAY, Orhan
Yurtkur Personellerin Mesleki Tükenmişlik Durumu
(The Level Of Professional Burnout Of Yurtkur Staff)…………...........21
ARI, Mehmet
Ahiliğin Siyasal Boyutları ve Günümüzde Yeniden
Yorumlanması………………………………………………………….38
BİBER, Ahmet Emre
Değişen Devlet Anlayışı, Müdahalecilik ve Piyasa Ekonomisi….……..56
COP, Ruziye -TÜRKOĞLU, Serap
Market Markalı Ürünlerle İlgili Tüketici Tutumları Üzerine Bir
Araştırma……………………………………………………………….70
DALAR, Mehmet
Dayton Barış Antlaşması ve Bosna-Hersek’in Geleceği…………….. ...91
KAPUSUZOĞLU, Ayhan
Vergi Kaçakçılığı ve Kayıt Dışı Ekonominin Vergi Kaçakçılığının
Oluşumundaki
Rolü…………………………………………………………………....124
v
KAPUSUZOĞLU, Şaduman
Okula Dayalı Yönetimde Denetim Sisteminin İşlevselliği ve Katkısının
Değerlendirilmesi……………………………………………………...143
KİLMEN, Sevilay
Öğrenme Serüveninin İzlenmesinde Ürün Seçki Dosyalarının (Portfolio)
Kullanımı………………………………………………………………156
PINAR SAZAK, Elif
Genel Eğitim Sınıflarında Engelli Olan ve Olmayan Öğrencilerin
Sosyal Becerilerinin
Desteklenmesi………………………………………………………....171
ÜLKER, Gönül
Çalışanların Örgütsel Adalet Algılamalarının Yönetici ve Örgüte
Duyulan Güven Üzerindeki Etkisi……………………………………..188
YILDIZ, M. Cengiz
Türkiye’de Töre Baskısına Bağlı İntiharlar ve Töre Cinayetleri............209
vi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
2001 KRİZİNDE UYGULANAN FAİZ POLİTİKASININ
DÖVİZ KURU ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Anıl AKÇAĞLAYAN*
ÖZET
Bu çalışmada Türkiye’de 2001 krizi süresince uygulanan faiz
politikasının döviz kuru üzerindeki etkisi, hata düzeltme modeli ve TodaYamamoto (1995) yöntemi kullanılarak araştırılmıştır. Bu amaçla borsa
endeksi verileri ve spreadin de yer aldığı dört değişkenli model tahmin
edilmiştir. Değişkenler arasında bir tane eşbütünleşme ilişkisi
bulunmuştur. Çalışmanın bulgularına göre kriz döneminde faizleri
artırmak, Türkiye’de iflas oranlarının göstergesi olarak kullanılan borsa
endeksini düşürmekte ve spread’in artışına neden olmaktadır. Ayrıca
borsa endeksindeki düşüş ve spreaddeki artışlar yerli paranın değer
kaybetmesine yol açmaktadır. Granger nedensellik testlerinin sonuçları,
faiz oranlarındaki artışın yerli paranın değer kaybetmesine neden olduğu
görüşünü doğrulamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Para krizi, Türkiye, hata düzeltme modeli,
nedensellik, CUSUM.
THE EFFECTS OF INTEREST RATE POLICY ON EXCHANGE
RATES DURING 2001 CURRENCY CRISES
ABSTRACT
In this study, the effects of interest rate policy implemented
during the 2001 crisis on exchange rate is examined. By using errorcorrection model and Toda-Yamamoto (1995) method, a model with four
variables including stock exchange index and spread has been estimated.
This study concludes that interest rate differential causes a decline in the
stock exchange index, which is an indicator of bankruptcy rates, and an
increase in the spread. It is also found that a decline in the stock exchange
index and an increase in the spread are Granger causes of the decline in
the value of domestic currency in the crisis period. The results of Granger
tests indicate that an increase in the interest rate leads to a decline in
domestic currency.
*
Dr, A. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi, İktisat Bölümü, 06590 Cebeci, Ankara,
Turkey, (312) 5951339, [email protected]
1
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Key Words: Currency crisis, Turkey, VECM, Granger causality,
CUSUM.
GİRİŞ
Kriz dönemlerinde uygulanan para politikasının döviz kuru
üzerindeki etkisi ile ilgili tartışmalar, 1990’ların ikinci yarısında Asya
ülkelerinde yaşanan krizler sonrasında yoğunlaşmıştır ve günümüzde de
devam etmektedir. Sözkonusu krizlerde yerli paranın aşırı değer
kaybetmesini önlemek için, IMF Programının koşulu olarak, sıkı para
politikası uygulanmış ve nominal faiz oranları önemli ölçüde artırılmıştır.
Bu ülkelerde yüksek faiz politikasının etkileri, aşağıda bazıları yer alan,
çok sayıda çalışmada incelenmiştir.
Kriz dönemlerinde yüksek faiz uygulamasının döviz kuru
üzerindeki etkisiyle ilgili iki farklı yaklaşım vardır. Geleneksel görüşe
göre, kriz dönemlerinde yerli paranın değer kaybetmesini önlemek için
sıkı para politikası uygulanması gereklidir. Yüksek faiz oranları yerli para
cinsinden finansal varlıkların getirisini artıracak ve sermaye kaçışını
azaltacaktır. Yüksek faiz oranları, aynı zamanda, yerli para ile borçlanıp
döviz satın almak şeklinde gerçekleşebilecek spekülasyonu önleyecektir.
Sıkı para politikasının, ayrıca, para otoritesinin yerli paranın değerini
koruma konusundaki kararlılığının bir işareti olduğu kabul edilmektedir.
Böylece, krizle ortadan kalkan güven yeniden sağlanabilecektir. Bu
faktörlerin tümü yerli paranın değer kazanmasını sağlayacaktır.
Revizyonist görüşe göre ise kriz dönemlerinde yüksek faiz
uygulaması, finansal ve makroekonomik etkileri nedeni ile yerli paranın
daha fazla değer kaybetmesine neden olacaktır. Bu yaklaşımda faizlerin,
iflas olasılığı ve ekonomik belirsizliklerin artışındaki rolü
vurgulanmaktadır. Yüksek faiz oranları, borçluluk oranları yüksek
şirketlerin finansal durumlarını kötüleştirerek, kredilerin geri ödenmeme
olasılığının ve iflasların artmasına neden olacaktır. İflaslar, sırası ile, bu
firmalara kredi verenleri etkileyerek, ekonominin tümünde kredi
daralmasına ve üretimde azalmalara neden olacaktır. Yabancı
yatırımcıların beklentileri, iflas olasılığı ve yerli para cinsinden finansal
varlıkların riskindeki artış nedeni ile olumsuz yönde etkilenecektir. Sonuç
olarak sermaye kaçışı yaşanacak ve yerli para değer kaybedecektir.
Kriz dönemlerinde faiz oranı ve döviz kuru arasındaki ilişkinin
önemi, yerli paranın büyük ölçüde değer kaybetmesinin büyüme
üzerindeki olumsuz etkilerinden kaynaklanır. Faiz oranlarındaki artışın da
ekonomi üzerinde ciddi bir maliyeti vardır. Faiz artışının bilinen
geleneksel makroekonomik etkilerinin yanı sıra bankacılık kesimi
bilançolarının finansal yapısını bozucu etkileri olmaktadır. Bu nedenle
kriz dönemlerinde yüksek faiz politikasının yerli paranın değer kaybını
2
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
önlemede başarılı olup olmadığının belirlenmesi önemlidir. Bu
çalışmada, Türkiye’de 2001 krizinde uygulanan faiz politikasının döviz
kuru üzerindeki etkisinin incelenmesi amaçlanmaktadır.
Nedensellik her iki yönde olabileceği gibi, döviz kuru ve faiz
oranları, ortak bir faktörden de etkilenmiş olabilirler. Bu faktörlerden biri,
kriz sırasında ülkenin güvenilirliği ile kaygılardır. Bazı durumlarda, döviz
kurundaki değişikliği açıklamada bu kaygıların, faiz farklılığından daha
fazla etkisi olabilmektedir. Çalışmada yatırımcıların ülke riski ile ilgili
algılamalarının göstergesi olarak spread ve borsa endeksi kullanılmıştır.1
Bu sayede hem faiz oranının kur üzerindeki etkisinin doğru bir şekilde
belirlenebilmesi hem de revizyonist görüşün test edilebilmesi
amaçlanmaktadır.
Çalışmada bu dört değişken arasındaki nedenselliği belirlemek
için iki farklı Granger nedensellik testi yapılmıştır. Hata düzeltme modeli
ve Toda-Yamamoto yöntemi kullanılarak yapılan testlerde 2001 kriz
döneminde revizyonist yaklaşımın geçerli olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
Kriz döneminde faiz farklılığından, spread ve borsa endeksine doğru
güçlü ve istatistiki olarak anlamlı bir nedensellik ilişkisi vardır. Döviz
kurundaki değişiklikler, borsa endeksi ve spreadin gecikmeli
değerlerindeki değişikliklerle açıklanmaktadır. Bir başka ifade ile faiz
oranlarındaki artışın iflas olasılığı ve ekonomideki belirsizlikleri artırarak
yerli paranın değer kaybetmesine neden olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
Çalışmanın birinci bölümünde, faiz oranları ve kur arasındaki
ilişkiyi ortaya koyan teorik ve uygulamalı çalışmalar özetlenmektedir.
İkinci bölümde 2001 Şubatında yaşanan finansal krizle uygulamasına son
verilen 2000 programı ve krizin ortaya çıkış süreci kısaca anlatılmaktadır.
Tahminlerde kullanılan verilerle ilgili açıklamalar, birim kök ve
eşbütünleşme testlerinin sonuçları ve bunların yorumları üçüncü bölümün
konusunu oluşturmaktadır. Nedensellik testlerinin sonuçları da bu
bölümde yer almaktadır. Sonuç bölümünde kısa bir değerlendirme
yapılmaktadır.
1. Faiz Oranları ve Döviz Kuru: Teorik Çerçeve ve Uygulamalı
Çalışmalar
1
Kriz dönemlerinde ülkenin borçlarını geri ödeme konusundaki güvenilirliği ile ilgili
yatırımcıların beklentisi büyük önem kazanmaktadır. Bu çalışmada ülkenin algılanan
kredi riskinin (credit risk) göstergesi olarak spread kullanılmıştır. Çalışmada, ayrıca,
borsa endeksi verileri, yatırımcıların beklentilerini yansıtmak amacı ile tahminlerde
kullanılmıştır. Borsa endeksi ekonomide gelecekteki kar olanaklarının göstergesi olarak
kullanıldığından yatırımcıların ülke riski ile ilgili beklentilerini yansıtır. Ayrıca iflas
oranlarıyla ilgili günlük veri olmadığından yatırımcıların iflas oranlarının göstergesi
olarak da kabul edilebilir.
3
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Bu bölümde öncelikle faiz oranının döviz kuru üzerindeki etkisini
gösterebilmek için teorik bir model sunulmaktadır. Döviz kuru ve faiz
oranları arasındaki ilişkinin analizinde başlangıç noktası kapsanmamış
faiz paritesidir:
it – it* = (Eet+1-Et) +RPt (1)
Burada it, it*, Et, Ete ve RP, sırası ile yurtiçi faiz oranı, yabancı faiz oranı,
döviz kuru, bir dönem sonrası için beklenen döviz kuru ve risk primini
göstermektedir. Eet+1-Et farkı ise yerli paranın beklenen değer kaybetme
oranıdır. Kapsanmamış faiz paritesine göre iki ülke faizleri arasındaki
fark, yerli paranın beklenen değer kaybı ve ülke risk primine eşittir. Risk
primi, döviz kurundaki dalgalanmaları ve yerel para cinsinden
yükümlülüklerin geri ödenmeme olasılığını yansıtır. Birinci denklemi
düzenler ve döviz kuru için çözersek iki numaralı eşitliği elde ederiz:
Et = -(it – it*) + Eet+1+RPt
(2)
Uygulamalı çalışmaların çoğu iki numaralı denklemin değişik
versiyonlarının tahminine dayanır. Bu denklemin kullanılması hem
değişkenler arasındaki nedensellik ilişkisinin araştırılabilmesine hem de
revizyonist görüşün test edilebilmesine olanak sağlar.
Eğer beklenen kur ve risk priminin sabit olduğu varsayılırsa,
yurtiçi faiz oranlarındaki artış yerli paranın değer kazanmasına neden
olacaktır. Bu varsayım, yerli paranın değer kaybetmesini önlemek için
faiz oranı artırılmalıdır şeklindeki politika önermesine temel
sağlamaktadır1.
Kriz dönemlerinde, yerli paranın değer kaybetmesini önlemek
için yüksek faiz politikası uygulanması gerektiği savunanlara göre yüksek
faiz oranları yurtiçine yatırım yapmanın göreli getirisini artıracaktır.
Yüksek faiz oranları yerli para cinsinden finansal varlıkların çekiciliğini
artırarak, sermaye çıkışını engelleyecek ve sermaye girişine neden
olacaktır. Sermaye girişi sonucunda yerli para değer kazanacaktır.
Kriz dönemlerinde yüksek faiz politikası, para otoritesinin yerli
paranın değerini koruma konusundaki kararlılığının göstergesi olarak
kabul edilmektedir. Kriz döneminde en önemli faktörlerden biri
beklentilerin yönlendirilmesi olduğundan, bu sinyal mekanizması
sayesinde özel sektör para politikasının kontrol altında olduğu konusunda
ikna olacaktır. Böylece yerli paraya olan güven artacak ve sermaye çıkışı
önlenecektir.
Yüksek faiz politikası, kısa dönemde, spekülasyon yapmanın
maliyetini artıracaktır. Yüksek faiz oranı yerli para cinsinden borçlanıp
1
Faiz oranlarının geçici bir süre yüksek tutulmasının, yerli paranın kalıcı bir şekilde
değerlenmesine hangi mekanizmalarla yol açabileceği Furman ve Stiglitz (1998) ve
Goldfajn ve Baig (1998)’de ayrıntılı bir şekilde yer almaktadır.
4
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
yabancı para cinsinden finansal varlıklara yatırım yapmanın maliyetini
artıracağından yerli paradan kaçışı engelleyecektir. (Goldfajn ve d. ,
1998, s. 10) Uzun dönemde ise faiz oranlarındaki artış, yurtiçi tüketimi
azaltarak cari işlemlerde iyileşmeye ve enflasyon oranında düşüşe neden
olacaktır. Bu da yerli paranın değerini olumlu yönde etkileyecektir.
Revizyonist görüşe göre ise kriz dönemlerinde beklenen kur ve
risk priminin sabit olması varsayımı geçerliliğini yitirecektir. Belirli
koşullar altında, kriz dönemlerinde yüksek faiz politikası uygulaması
yerli paranın değer kaybetmesini engellemeyecek aksine daha fazla değer
kaybetmesine neden olacaktır. (Furman ve d. ,1998; Radelet ve d. , 1998)
Bu yaklaşımda kriz dönemlerinde yerli para cinsinden finansal
varlıkların geri ödenmeme olasılığı ve ülkenin risk primi ile faiz
oranlarının pozitif ilişkili olduğu ve bu ilişki yeterince güçlü ise faiz
oranındaki artışın yerli paranın değer kaybetmesine neden olacağı görüşü
savunulmaktadır.1 Kriz sırasında yurtiçi faiz oranlarının artırılması, farklı
kanallarla ekonomiyi etkileyerek, sermaye kaçışı ve yerli paranın değer
kaybetmesine neden olacaktır.
Revizyonist yaklaşıma göre yüksek faiz politikası, iflas olasılığı
ve ekonomideki belirsizlikleri etkilemese bile, yerli paranın değer
kaybetmesini önleyemez. Yerli paranın değer kaybını önleme ya da bu
süreci tersine çevirmesi için faizlerin sürdürülemez veya ekonomiye ciddi
zararları olabilecek kadar yüksek bir düzeye çıkarılması gerekir. Furman
ve Stiglitz, ertesi gün yerli paranın yüzde bir değer kaybetmesini
engellemek için gecelik faizlerin uluslararası faiz oranının bir puan
üzerine çıkarılması gerektiğini vurgularlar. Bu durumda yıllık faiz oranı
yüzde 3678’e çıkacaktır (Furman ve d, 1988, 75-76). Hiçbir ekonomi bu
kadar yüksek faize dayanamayacağından faizlerin bu kadar artırılması
olanaklı değildir.
Bu yaklaşıma göre yüksek faiz politikasının ekonomi üzerindeki
olumsuz etkileri değişik kanallarla ortaya çıkacaktır. (Furman ve d. ,
1988, 83-87) Bu kanallardan bazıları aşağıda yer almaktadır:
(i) Öz Varlıklar: Faiz oranlarındaki artışın sonucunda, borçluluk
oranı yüksek firmaların öz varlıkları (net worth) azalacaktır. Bu da
1
Ülke risk primi ve beklenen kur içseldir ve yurtiçi faiz oranındaki artıştan olumsuz
yönde etkilenebilir. Bunu matematiksel olarak aşağıdaki gibi ifade edebiliriz:
∂E e t +1
>o
∂it
∂RPt
*
RPt = g (i t −it ),
>0
∂it
*
E e t +1 = f (it − it ),
5
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
etkilenen firmaların istihdam, stok, yatırım ve üretimlerini azaltmalarına
neden olacaktır. Ayrıca, faiz artışı uzun dönemli finansal varlıklarının
değerini azaltacağından banka bilançolarını olumsuz yönde
etkileyecektir.
(ii) Portföylerin Düzenlenmesi ve Sermaye Kaçışı: Revizyonist
yaklaşıma göre yüksek faiz politikası ayrıca portföylerin yeniden
düzenlenmesi ve sermaye kaçışına neden olacaktır. İflas olasılığı,
algılanan risklerdeki artış ve öz varlıklardaki azalma sonucunda yurtiçi
finansal varlıklara olan talep azalacaktır. Portföylerin düzenlenmesi yerel
para cinsinden finansal varlıkların payının azaltılması ile gerçekleşecek
ve sermaye kaçışı yaşanacaktır.
(iii) İflaslar: Yüksek faizler nedeni ile öz varlıklarındaki
azalmanın miktarı çoğu firmanın iflasına neden olacaktır. İflaslar, krediyi
veren finansal kurumların öz varlıklarını olumsuz yönde etkileyecektir.
(iv) Ahlaki Tehlike: Faizlerdeki artış, ahlaki tehlike problemine
neden olacaktır. Öz varlıkları azalan şirketler daha riskli projelere
yöneleceklerdir.
(v) Kredi Daralması: Finansal kurumların iflasları ve bankalar
verdikleri kredi miktarlarındaki azalma sonucu, ekonomide kredi
daralması yaşanacaktır. Kredi daralması üretimi olumsuz yönde
etkileyecektir. Finansal sistemdeki sorunların neden olduğu likidite kısıtı
şirketler kesimindeki kredilerin geri ödenmeme probleminin
ağırlaşmasına neden olacak ve firmaların finansmanlarını zorlaştıracaktır.
Firmalar yatırımları kendi olanakları ile yapmak zorunda kalacaklardır.
(vi) Bilgi: Firmaların varlık yapısı ile ilgili bilgi kusursuz
değildir. Faiz artışı ile birlikte firmaların varlık değerleri değişeceğinden
bu bilgi ile ilgili belirsizlik artacaktır. Bu sorun ekonomide iyi kaynak
dağılımı yapılamaması, risk priminde artış gibi varolan problemleri
ağırlaştırarak, ekonominin daha fazla daralmasına neden olacaktır.
Faiz artışı bu altı kanalla toplam arzı ve toplam talebi
azaltacaktır. Firmalar istihdamı azalttıkça, toplam talep de azalacaktır.
Kredinin elde edilebilirliği ile ilgili olumsuz bekleyişler ve iflaslar
arttıkça, kredi daralmasından etkilenmeyen firmalar bile yatırım
taleplerini azaltacaklardır. Talepteki azalma daha çok firmanın iflas
etmesine neden olacaktır.
Faiz oranları ve kur arasındaki ilişki konusunda teorideki
farklılık, uygulamalı çalışmalarda da görülmektedir. Uygulamalı
çalışmalar çok sayıda ülkeye ait (cross-country) verilerin ve zaman
serilerinin kullanıldığı çalışmalar olarak iki grupta toplanabilir. Sonuçlar,
tahminlerde kullanılan verilere ve yöntemlere göre farklılık
göstermektedir. İlk gruptaki çalışmalar, farklı ülkelerde çok sayıda
devalüasyon örneğinin incelenerek faizin döviz kuru üzerindeki etkisini
6
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
ortaya koymaya yöneliktir. Bu çalışmalar, devalüasyon sonrasında sıkı
para politikasının uygulandığı durumlarda yerli paranın değer kazanma
olasılığının, gevşek para politikasının uygulandığı örneklere göre daha
yüksek olup olmadığının belirlenmesini amaçlamaktadır.
Goldfajn ve Gupta, 1980-98 arasındaki dönemde 80 ülkedeki
para krizi örneklerini incelemişlerdir. Yerli paranın değerlenmesinin
enflasyon oranındaki artıştan değil nominal değerlenmeden
kaynaklandığı durumların başarı olarak tanımlandığı çalışmada, tüm kriz
örneklerinde yerli paranın değerlenme olasılığı ile sıkı para politikasının
uygulandığı durumlardaki değerlenme olasılığını karşılaştırmışlardır. Sıkı
para politikasının bu olasılığı artırdığı sonucuna ulaşmışlardır (Goldfajn
ve d. , 1999). Furman ve Stiglitz, dokuz gelişmekte olan ülkede kısa
vadeli nominal faiz oranlarının geçici olarak artırıldığı örnekleri
incelemişlerdir. Faiz artışı dönemini, yerli paranın değer kaybettiği
dönemin izlediği sonucuna ulaşmışlardır. Bu etki bütün ülkelerde
görülmekle birlikte sadece düşük enflasyon oranına sahip ülkelerde
istatistiki olarak anlamlı bulunmuştur ( Furman ve d. , 1998).
İkinci gruptaki çalışmalarda haftalık veya günlük zaman serisi
verileri kullanılarak, sıkı para politikasının döviz kuru üzerindeki etkisi
analiz edilmektedir. Birinci grupta olduğu gibi farklı sonuçlara
ulaşılmıştır. Goldfajn ve Baig, Kore, Malezya, Endonezya ve Tayland
için vektör otoregressif (VAR) modeli tahmin etmişler ve etki tepki
fonksiyonlarını hesaplamışlardır. Çalışmada bu ülkelerde 1997 ve 1998
başında sıkı para politikası uygulandığı konusunda kanıt bulunamamıştır.
Günlük verileri kullanarak, faiz oranı ve döviz kuru arasında istatistiki
olarak anlamlı bir ilişki olmadığı sonucuna ulaşılmıştır (Goldfajn ve d. ,
1998).
Gould ve Kamin, döviz kurunun faiz üzerindeki etkisini daha iyi
tanımlayabilmek için spread ve borsa endeksi verilerini ülkenin risk
primi göstergeleri olarak kullanmışlardır. Altı ülke için, haftalık verilerle
hata düzeltme modelinin (VEC) tahmin edildiği çalışmada bu iki
değişkenin, kriz dönemlerinde faiz oranını etkilediği sonucuna
ulaşmışlardır. Çalışmada ulaşılan bir diğer sonuç, faiz oranının kur
üzerinde istatistiki olarak anlamlı bir etkisinin olmadığıdır (Gould ve d. ,
2001).
Haftalık veri kullandıkları ve faiz farklılığının da yer aldığı
çalışmalarında Dekle, Hsiao ve Wang, bir VAR modeli tahmin
etmişlerdir. Asya krizi süresince ve sonrasında, faiz oranındaki artışın,
etkisi çok büyük olmamakla birlikte kısa dönemde yerli paranın değer
kaybını önlediği sonucuna ulaşmışlardır. (Dekle ve d. , 2002)
Kim ve Ratti, VAR ve VECM modellerini kullanarak, incelenen
beş Asya ülkesinden üçünde (Tayland, Filipinler ve Kore’de) faiz
7
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
oranlarındaki artışın yerli paranın değer kaybına neden olduğu sonucuna
ulaşmışlardır. Yerli paranın değer kaybı ve yüksek faiz oranlarının
firmaları olumsuz etkileyerek krizin derinleşmesine neden olduğu
çalışmanın bulguları arasındadır (Kim ve d. , 2006).
Türkiye’de faiz artışının kur üzerindeki etkisini inceleyen fakat
özellikle kriz dönemine odaklanmayan az sayıda çalışma vardır. Agénor,
McDermott ve Üçer, maliye politikası, faiz farklılığı, reel döviz kuru ve
sermaye girişi arasındaki ilişkiyi incelemek için VAR modeli tahmin
etmişlerdir. Faiz farklılığındaki artışın, yerli paranın değer kazanmasına
neden olduğu sonucuna ulaşmışlardır (Agénor ve d. , 1997). Berument,
bankalararası piyasada faiz oranı ve yerli paranın değer kaybı arasındaki
farkı para politikasının göstergesi olarak kullandığı çalışmasında, 19862000 döneminde sıkı para politikasının yerli paranın değer kazanmasına
neden olduğu sonucuna ulaşmıştır (Berument, 2001).
Gül, Ekinci ve Özer, 1984-2006 ve 2000 Kasım krizi
sonrasındaki dönemde nominal döviz kuru ve faiz oranları arasındaki
etkileşimi, Granger nedensellik testi kullanarak araştırılmışlardır.
Dönemin tümünde iki değişken arasında eşbütünleşim ilişkisi
bulunamazken, kriz sonrası dönemde bu ilişkinin olduğu sonucuna
ulaşılmıştır. Çalışmada ulaşılan temel sonuç, her iki dönemde de döviz
kurundan faiz oranına tek yönlü bir nedensellik ilişkisi olduğudur (Gül ve
d. , 2007).
Bilindiği kadarı ile Türkiye’de kriz döneminde faizin kur
üzerindeki etkisini araştıran tek çalışma Gümüş’ ünkidir. Gümüş’ün
çalışmasında 1994 krizi süresince faiz oranı ve döviz kuru arasındaki
ilişki, haftalık spot döviz kuru, bankalararası piyasada gecelik faiz oranı
ve enflasyon farklılığı verileri ve VECM modeli kullanılarak
araştırılmaktadır. Kasım 1993 ve Haziran 1994 arasındaki dönemi
kapsayan tahmin sonuçlarına göre, uzun dönemde, faiz oranındaki artış
yerli paranın değer kaybetmesine neden olmaktadır (Gümüş ve d. , 2002.)
2. 2000 PROGRAMI VE ŞUBAT 2001 KRİZİ
Türkiye’de 2000 yılı başında enflasyon oranını düşürmek için,
döviz kurunun nominal çapa olarak kullanıldığı, para ve kur
politikalarının yapısal düzenlemeler ve sıkı maliye politikası ile
desteklendiği bir istikrar programı uygulanmaya başlanmıştır1. Bu
programda 2000 yılı sonu için TEFE ve TÜFE enflasyon oranlarının
sırası ile yüzde 20 ve 25 olması hedeflenmiş, 1 ABD Doları ve 0.77
Euro’dan oluşan kur sepetinin değişim çizelgesi TEFE enflasyonu hedefi
1
2000 Programı ve 2001 kriziyle ilgili ayrıntılı bilgi için Uygur (2001) , Özatay ve Sak
(2002), Celasun (2002) ve TCMB (2002)’ye bakılabilir.
8
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
doğrultusunda düzenlenmiştir. Merkez Bankasının net iç varlıklarının
önceden belirlenen bir bant içinde hareket etmesi öngörülmüş, böylece
para tabanının net dış varlıklardaki değişimle belirlenmesi ilkesi, yani
para kurulu benzeri bir yaklaşım kabul edilmiştir. Ayrıca kamu kesiminde
maaşlar ve fiyatların enflasyon hedefine göre belirlenmesi
öngörülmüştür.
2000 yılı programı uygulanmaya konulduktan kısa bir süre sonra
faiz oranlarında hızlı düşüşler ve büyük oranlı sermaye girişleri
gerçekleşmiştir. Enflasyon oranındaki düşüş beklendiği kadar hızlı
olmadığı için yerli para reel olarak değerlenmeye başlamıştır1. Yılın
ikinci yarısında ise programın sürdürülebilirliği ile ilgili kaygılar artmaya
başlamıştır. Bunun nedenlerinden biri, yerli paranın değer kazanması
sonucu, ithalatın hızla artması ve dış açıktaki artışın kaygı verici
boyutlara ulaşmasıydı. Yapısal reformların beklenen hızda
yapılmamasına bağlı olarak programın güvenilirliği azalmaya başlamış ve
faizler artış sürecine girmiştir.
Bu olumsuz gelişmeler sonucunda devlet iç borçlanma senetleri
bilançolarında büyük bir yer tutan bankalar likidite problemi yaşamaya
başlamışlardır. Kasım 2000 sonunda bu likidite problemi ağırlaşmıştır.
Merkez Bankası’nın programda öngörülen iç varlık limitlerini aşarak
piyasayı fonlaması sonucu döviz talebi artmıştır. Bu dönemde resmi
döviz rezervlerinde ciddi boyutlarda azalma gerçekleşmiştir. Faiz
oranlarındaki artışa karşın rezervlerdeki azalma devam etmiş, Kasım
2000 krizi IMF’den sağlanan ek rezerv kolaylığı desteği ve faizlerdeki
artış ile atlatılabilmiştir. 2001 başında mali piyasalarda göreli olarak
kararlılık sağlansa da programın güvenilirliği büyük ölçüde azalmıştır.
Olumsuz beklentilerin arttığı bu ortamda, 19 Şubat 2001’de
yaşanan siyasi gerginlik mali piyasalarda panik yaşanmasına neden
olmuştur. Yerli paranın değer kaybetmesini engellemek için gecelik faiz
oranlarının astronomik rakamlara çıkmasına karşın yoğun döviz talebi
nedeni ile Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinde erime yaşanmıştır.
Banka sisteminde büyük çöküşü önlemek için 22 Şubat 2001’de Türk
Lirası (TL) yabancı paralar karşısında dalgalanmaya bırakılmıştır.
Grafik 1’de kriz öncesi ve sonrasında faiz ve nominal döviz
kurunun aldığı değerler yer almaktadır. Sağ eksende faiz rakamları, solda
kur rakamları yer almaktadır. Grafikte görüldüğü gibi döviz kurunda kriz
1
2000 yılının ilk yarısında gerçekleşen enflasyon rakamları TEFE ve TÜFE enflasyonu
beklentisine göre çok yüksekti. TCMB elektronik veri dağıtım sisteminden alınan verilere
göre 2000 yılının ilk altı ayında 1994=100 bazlı TEFE’deki bir önceki yılın aynı ayına
göre yüzde değişim sırası ile 66.4, 67.5, 66.1, 61.5, 59.2 ve 56.8’dir. Aynı dönemde
TÜFE’deki oniki aylık yüzde değişim ise sırası ile 68.9, 69.7, 67.9, 63.8, 62.7 ve 58.6
olarak gerçekleşmiştir.
9
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
döneminde aşırı dalgalanmalar gözlemlenmekle birlikte, temel eğilim
Türk lirasının sürekli değer kaybetmesidir. Kurun dalgalanmaya
bırakılmasının ardından, 1 ABD dolarının değeri 680 milyon TL’den
Mart başında 988-1.027 milyon TL aralığına çıkmıştır. Yıl içinde Türk
lirası değer kaybetmeye devam etmiş, yıl sonunda kur 1.450 milyon TL
civarında gerçekleşmiştir.
Faiz oranları ise krizin başlangıcında keskin bir şekilde artmakla
birlikte, Temmuz’da yaşanan kısa süreli artış dışında, yılın geri kalan
döneminde kademeli olarak azaltılmıştır. 1998-99 yıllarında bankalararası
piyasada gecelik faiz oranları yüzde 70-80 arasında değer alırken,
programın uygulamaya konması ile birlikte keskin bir şekilde azalmış,
2000 yılının ilk aylarında yüzde 30 düzeyine kadar inmiştir. Yılın ikinci
yarısında faizlerdeki azalma eğilimi devam etmiş, Kasım ayında yaşanan
kriz sonrasında yüzde 100’ler düzeyine çıkmıştır. 2001 başında azalma
eğilimine giren faiz oranları 20 Şubat’a kadar yüzde 30-50 aralığında
dalgalanmıştır. 22 Şubat’ta kurun dalgalanmaya bırakılmasının ardından
80’ler düzeyine çıktıktan sonra yıl içinde kademeli olarak azaltılmış ve
yıl sonunda yüzde 59 düzeyine inmiştir. 2002 yılında ise yüzde 50’nin
altına inmiştir.
Grafik 1
Nominal Döviz Kuru ve Bankalar arası Piyasada Gecelik Faiz
Oranları
Nominal Kur
Gecelik Faiz Oranları (%)
1600000
200
1400000
180
160
1200000
140
1000000
120
800000
100
600000
80
60
*
400000
40
200000
20
Kaynak: TC Merkez Bankası Elektronik Veri Dağıtım Sistemi
(Açıklama: Nominal kur 1 ABD Dolarının Türk lirası cinsinden satış
değeridir. Gecelik faiz oranları ise bankalar arası piyasada gerçekleşen
ortalama gecelik faiz (yıllık, %) oranıdır.)
10
27,09,2001
14,09,2001
03,09,2001
21,08,2001
08,08,2001
26,07,2001
13,07,2001
02,07,2001
19,06,2001
06,06,2001
24,05,2001
11,05,2001
30,04,2001
17,04,2001
04,04,2001
22,03,2001
09,03,2001
26,02,2001
13,02,2001
31,01,2001
18,01,2001
05,01,2001
25,12,2000
12,12,2000
29,11,2000
16,11,2000
03,11,2000
23,10,2000
10,10,2000
27,09,2000
14,09,2000
0
01,09,2000
0
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
3. TAHMİN SONUÇLARI
Tahminlerde para politikası aracı olarak faiz farklılığı1
(bankalararası piyasadaki gecelik faiz oranı2 ile Amerikan Merkez
Bankası’nın gecelik faiz oranı arasındaki fark) kullanılmıştır. Döviz kuru
1 ABD Dolarının YTL cinsinden karşılığıdır. Ülkenin risk priminin
göstergesi olarak ABD Doları cinsinden hazine borçlanma faizleri ile
aynı vadedeki ABD hazinesi borçlanma senetlerinin faizleri arasındaki
fark yani “spread” kullanılmıştır3.
Yatırımcıların yerli paranın değer kaybı ve ülkenin borcunu geri
ödememe riskinin ek göstergesi olarak borsa endeksi verileri de
kullanılmıştır. Uygulamalı çalışmalarda borsa endeksi, hem ülkenin
gelecekteki ekonomik faaliyetleriyle ilgili beklentinin hem de iflas
oranlarının göstergesi olarak kullanılmaktadır4. Tahminlerde borsa
endeksi ve spread verilerinin kullanılması, ham faiz oranı ve döviz kuru
arasındaki ilişkinin hangi kanallarla gerçekleştiğinin hem de revizyonist
görüşün test edilmesine olanak sağlamaktadır.
Beklenen kur verisi olmadığından, gelecekte kurun alacağı
değerlerin adaptif beklentilere göre belirlendiği varsayımlı yapılmıştır.
Beklenen kur değerleri, cari kuru etkileyen faktörlerin (faiz farklılığı ve
ülke risk primi) gecikmeli değerlerine göre belirlenecektir.
Bu çalışmada 22 Şubat -31 Aralık 2001 dönemini kapsayan
günlük veriler kullanılmıştır. Bankalararası piyasadaki faiz, döviz kuru ve
borsa endeksi verileri TCMB’nın elektronik veri dağıtım sisteminden,
yabancı faiz oranı verileri ABD Merkez Bankası elektronik veri dağıtım
sisteminden5 ve spread verileri ise Bloomberg veri sisteminden
alınmıştır. Tahminlerde borsa endeksi ve döviz kuru verilerinin
logaritmik değerleri kullanılmıştır.
1
Federal funds rate.
Yıllık Rapor’a göre 2001 Mayıs-Aralık döneminde kısa vadeli faiz oranları, likidite
kontrolü ve fiyat istikrarına yönelik olarak Merkez Bankası tarafından kullanılan en
önemli para politikası aracı olarak öne çıkmıştır. (TCMB, 2001: 77)
3
Spread, özel sektörün devletin dış borcunu ödeme olasılığı ile ilgili beklentisini yansıtır.
Bu nedenle özel sektörün yerli para cinsinden yükümlülüklerini geri ödeme beklentileri
ile paralel hareket eder.
4
Gould ve Kamin (2001)’de borsa endeksi verileri tahminlerde ükenin gelecekteki
performansının göstergesi olarak kullanılmıştır. Çalışmada borsa performansının,
gelecekteki ekonomik faaliyetlerin iyi bir göstergesi olabileceği belirtilmektedir.
Gelecekteki ekonomik faaliyetlerle ilgili beklentiler, yatırımcıların ülkenin risk primi ve
beklenen kur değerlendirmeleri ile ilişkilidir. Bu nedenle tahminlerde bu verinin
kullanılması dışlanan değişken sorununu azaltacak ve para politikasının kur üzerindeki
etkisinin daha iyi açıklanabilmesini sağlayacaktır.
5
www.federalreserve.gov
2
11
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Tahmin döneminin bitiş tarihinin 31 Aralık 2001 olarak
seçilmesinin iki nedeni vardır. Birincisi çalışmanın amacı kriz başladıktan
sonraki dönemde kurun davranışını incelemektir. Aralık 2001’den sonra
finansal piyasalarda göreli olarak kararlılık sağlanmıştır. İkinci neden ise
2002 yılı başında Merkez Bankası’nın örtülü enflasyon hedeflemesi
uygulamasına geçmesidir.
Tablo 1:
Birim Kök Testlerinin Sonuçları
Düzey
Birinci Fark
ADF
ADF
Π
Πc
Πt
π
Πc
Πt
-1.44
-2.28
-2.22
-2.62
-2.90
-3.13
i
(14)
(14)
(14)
(13)
(13)
(13)
0.38
-1.74
-0.81
-7.43
-7.57
-7.75
e
(4)
(4)
(4)
(3)
(3)
(3)
-0.50
-0.72
-1.36
-5.00
-5.00
-5.24
s
(8)
(8)
(8)
(7)
(7)
(7)
1.07
-1.96
-2.07
-4.70
-4.81
-5.08
x
(8)
(8)
(8)
(7)
(7)
(7)
Mackinnon (1991)’e göre birim kök yok hipotezini reddetmek için %5
anlamlılık düzeyi kritik değerleri, sabitin yer almadığı, sabitin yer aldığı, sabit
ve trendin yer aldığı denklemler için, sırası ile 1.94, 2,87 ve 3.43’tür.
Parantez içindeki rakamlar test yapılırken kullanılan gecikmeli terim sayısını
göstermektedir.
Kullanılan zaman serisi verilerinin durağanlıkları genelleştirilmiş
Dickey-Fuller testi (ADF) ile araştırılmıştır. Test yapılırken gecikme
sayısı hata teriminin içsel bağıntı içermemesini sağlayacak şekilde
belirlenmiştir. Test sonuçları Tablo 1’de görülmektedir. i, s, e ve x sırası
ile faiz farklılığı, spread, döviz kuru ve borsa endeksinin logaritmik
değerini ifade etmektedir1. Test sonuçlarına göre bütün veriler ancak
farkları alındığında durağan hale gelebilmektedir. Yani serilerin tümü
birinci dereceden bütünleşiktir, I(1).
Verilerin durağanlık testleri yapıldıktan sonra dört değişkenli ve
on iki gecikmeli vektör otoregressif model (VAR) tahmin edilmiştir.
VAR tahmininde gecikmeli terim sayısı sonuçların içsel bağıntı ve
değişen varyans sorununu içermemesini sağlayacak şekilde
belirlenmiştir2. Veriler birim kök sorunu içerdiğinden eşbütünleşme testi
1
ADF testi üç farklı denklem kullanılarak yapılabilmektedir. Tablonun ikinci sütununda
sabit ve trendin yer almadığı denkleme göre yapılan birim kök testinin sonuçları yer
almaktadır. Üçüncü ve dördüncü sütunda ise düzey veriler için sabit ve sabitle trendin yer
aldığı denkleme göre yapılan testin sonuçları görülmektedir.
2
İçsel bağıntı ve değişen varyans testlerinin sonuçları çalışmaya konmamıştır, yazardan
istenebilir.
12
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
yapılarak serilerin trendlerinin uzun dönemde birlikte hareket edip
etmediklerinin kontrol edilmesi gerekmektedir. Bu amaçla Johansen
(1991) eşbütünleşme testi yapılmıştır. Test sonuçları, Tablo 2’de
görülmektedir. VAR modeli on iki gecikmeli terim içerdiğinden
eşbütünleşme testi yapılırken gecikmeli terim sayısı on bir olarak
belirlenmiştir. Bu test iki istatistiğe (rank ve maksimum özgül değer)
dayanmaktadır. Eşbütünleşme vektörünün sabit içermediği, sabit içerdiği
ve trend içerdiği üç farklı model için test yapılmıştır. Model 1
eşbütünleşme vektörünün sabit içerdiği, model 2 sabit içermediği ve
model 3 ise vektörün trend içerdiği durumları göstermektedir. Üç
modelin sonuçlarına göre, her iki istatistiğin değeri kritik değerden büyük
olduğundan, bir tane eşbütünleşme ilişkisi vardır hipotezi
reddedilememektedir.
Tablo 2:
Eşbütünleşme Testinin Sonuçları ve Eşbütünleşme
Vektörleri
Model
Test İstatistiği
Model 1
Rank (İz) Test
Maksimum Özgül Değer
Model 2
Rank (İz) Test
Maksimum Özgül Değer
Model 3
Rank (İz) Test
Maksimum Özgül Değer
Eşbütünleşme
Vektörleri:
Hipotezler
r=0
61,14*
(54,08)
32,50*
(28,59)
53.23*
(47,85)
28,87*
(27,58)
71,63*
(63,87)
33,95*
(32,12)
r=1
28,64
(35,19)
16,85
(22,30)
24,35
(29,79)
16,48
(21,13)
37,68
(42,91)
19,94
(25,82)
Model 1
e = -0.0074 i -0.0000267 s – 0.61141 x + 6.45
(2.38)
(0.11)
(3.34)
(-3.51)
Model 2
e = -0.0088 i + 0.00001535 s – 0.54 x
(3.13)
(0.067)
(2.28)
r=2
11,80
(20,26)
10,36
(15,89)
7.87
(15,49)
6,47
(14,26)
17,75
(25,87)
13,29
(19,39)
Model 3
e = -0.0053 i + 0.0000135 s – 0.31 x + 0.001 trend + 3.07
(2.83)
(1.40)
(4.36)
(5.80)
Eşbütünleşme vektörlerinin altında yer alan parantez içindeki sayılar t istatistiğini göstermektedir.
Tablonun ikinci kısmında sözü edilen üç modelden elde edilen
değişkenler arasındaki uzun dönemli ilişkiyi gösteren eşbütünleşme
vektörleri yer almaktadır. Vektörler döviz kurunun tahmin edilen
katsayısı bir olacak şekilde normalleştirilmiştir1.
1
Faiz oranı ve borsa endeksinin t istatistikleri kritik değerden yüksek olduğu için bu
değişkenlerin eşbütünleşme vektörünün içinde yer alması gerektiği sonucu çıkarılabilir.
Spread’in tahmin edilen katsayısının t istatistiği düşük olmakla birlikte, bu değişkenin
olmadığı tahminlerde ekonometrik sorunlarla karşılaşılmaktadır.
13
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Tahmin edilen katsayıların işaretleri, birinci modeldeki
spread’inki dışında, beklendiği gibidir. Kriz dönemi ve sonrasında faiz
oranları ve borsa endeksindeki artışların yerli paranın değer kazanmasıyla
pozitif ve spread’deki artışla negatif ilişkili olduğu görülmektedir. Bu
uzun dönem ilişkisini gösteren sonuçların, tahminde kullanılan veriler
kısa bir zaman aralığına ait olduğundan, özenle yorumlanması
gerekmektedir.
Değişkenler arasındaki nedenselliği bulmak amacı ile iki farklı
modelle Granger nedensellik testi yapılmıştır. Birinci test hata düzeltme
modelinde gecikmeli terimlerin tahmin edilen katsayılarının sıfırdan
farklı olup olmamasına dayanmaktadır1. Eşbütünleşme modeli olarak
yukarıda sözü edilen model 2 kullanılmıştır.
İkinci olarak, Toda Yamamoto (1995) yöntemi kullanılarak
değişkenler arasındaki nedensellik ilişkisi araştırılmıştır. Bu yöntemin
kolaylığı, testin verilerin bütünleşme derecesi ve sistemin eşbütünleşme
özelliklerini dikkate almaksızın uygulanabilmesidir. Bu yöntem
1
Granger nedensellik testi hata düzeltme modelinin tahmin edilen gecikmeli terimlerinin
katsayılarının sıfırdan farklı olup olmamasına dayanır. Tahmin edilen VECM modeli
aşağıdaki gibidir:
11
11
11
11
∆et = c1 + ∑ β 1i ∆et −i + ∑ β 2i ∆it −i + ∑ β 3i ∆st −i + ∑ β 4i ∆xt −i + αEC t −1 + µ
İ =1
11
i =1
11
i =1
11
i =1
11
∆it = c 2 + ∑ 5i ∆et −i + ∑ β 6i ∆it −i + ∑ β 7 i ∆s t −i + ∑ β 8i ∆xt −i + αEC t −1 + µ
İ =1
11
i =1
11
i =1
i =1
11
11
∆st = c3 + ∑ β 9i ∆et −i + ∑ β10i ∆it −i + ∑ β11i ∆st −i + ∑ β12i ∆xt −i + αECt −1 + µ
İ =1
i =1
i =1
i =1
11
11
11
11
∆xt = c 4 + ∑ β13i ∆et −i + ∑ β14i ∆it −i + ∑ β15i ∆st −i + ∑ β16i ∆xt −i + αECt −1 + µ
İ =1
i =1
i =1
i =1
Wald testi gecikmeli terimlerin tahmin edilen katsayılarının sıfırdan farklı olup
olmamasına
dayalıdır.
Örneğin
Ho:
β 21 = β 22 = β 23 = β 24 = β 25 = β 26 = β 27 = β 28 = β 29 = β 210 = β 211 = 0
Eğer H0 hipotezi reddedilirse döviz kurundaki değişiklikler faiz farklılığının gecikmeli
değerlerindeki değişikliklerle açıklanabilmektedir ve faiz farklılığı döviz kurunun Granger
nedenidir.
14
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
gecikmeli terim sayısının k olduğu VAR(k) sisteminde katsayıların
anlamlığını test etmek için dönüştürülmüş (modified) Wald istatistiğini
kullanır. Veriler d. dereceden bütünleşik ise, VAR k+d gecikme ile
tahmin edildiğinde, dönüştürülmüş Wald istatistiği asimptotik x2
dağılımına sahip olacaktır. Modelimizde VAR için optimal gecikme
sayısı on iki bulunduğundan nedensellik testi uygulayabilmek için on üç
gecikmeli VAR tahmin edilmiş ve ilk on iki gecikmeli terimin tahmin
edilen katsayılarının sıfırdan farklı olup olmadığı test edilmiştir. Test
sonuçları hata düzeltme modelinden elde edilenlerle uyumludur.
Tablo 3: Nedensellik Testlerinin Sonuçları
WALD Test, VECM (11)
LM istatistiği
Olasılık
i→e
17.826
0.0857*
s→e
27.389
0.0040***
x→e
26.456
0.0055***
TODA-YAMAMOTO (12/13)
Olasılık
16.459
0.326
25.175
0.014**
37.647
0.0002***
e→i
s→i
x→i
9.100
17.619
16.8149
0.6126
0.0908*
0.1135
17.080
19.484
17.043
0.146
0.077*
0.148
e→s
i→s
x→s
9.8262
19.2969
17.2730
0.5461
0.0560*
0.1001
8.770
21.070
23.119
0.722
0.049***
0.026**
26.256
19.472
34.165
0.009***
0.078*
0.0006***
e→x
19.9703
0.0457**
i→x
19.5130
0.0525*
s→x
25.6519
0.0073***
***% 1 anlamlılık düzeyinde nedensellik vardır.
** % 5 anlamlılık düzeyinde nedensellik vardır.
* % 10 anlamlılık düzeyinde nedensellik vardır.
Nedensellik testlerinin sonuçları Tablo 3’de görülmektedir. Kriz
döneminde faiz oranından kura doğru veya tersi yönde direkt bir
nedensellik ilişkisi yoktur. Bununla birlikte, Tablo 3’de görüldüğü gibi,
faiz oranlarının gecikmeli değerleri hem spread hem de borsa endeksinin
Granger nedenidir. Eşbütünleşme vektörlerinde görüldüğü gibi faiz
oranındaki artışlar, spreadin artışı ve borsa endeksinin azalması ile
birlikte
ortaya
çıkmaktadır.
Sonuçlar,
revizyonist
görüşü
desteklemektedir. Faiz oranlarındaki artışlar spreadi artırarak,
yatırımcıların ülkenin borçlarını ödemesi ile ilgili kaygılarını
artırmaktadır. Ayrıca faizlerdeki artış, borsa endeksinin düşmesine neden
olmaktadır. Bu iki değişkenin gecikmeli değerleri kurun Granger nedeni
olduğundan, faiz oranlarındaki artış, bu iki değişken aracılığı ile yerli
paranın değer kaybetmesine neden olmaktadır. Spread ve borsa
endeksinden döviz kuruna doğru olan bu nedensellik ilişkileri yüzde 1
düzeyinde bile anlamlıdır. Başka bir deyişle, kriz döneminde kurdaki
değişiklikler, borsa endeksi ve spreadin gecikmeli değerlerindeki
değişiklikle açıklanabilmektedir.
15
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Test sonuçlarının güvenilir olabilmesi için tahmin edilen
katsayıların zaman içinde değişmemesi yani kararlı olması gerekir. Uzun
dönem ve kısa dönem katsayılarının kararlılığı Brown ve diğerleri (1975)
tarafından geliştirilen CUSUM ve CUSUMQ ile test edilmiştir. Testlerin
dayandığı denklemler, grafiklerin üstündeki satırlarda yer almaktadır.
Denklemlerde yer alan ECt-1 hata düzeltme modelinin tahmininden elde
edilen gecikmeli hata düzeltme terimidir ve uzun dönem katsayılarının
doğrusal bileşimini temsil etmektedir. CUSUM testi ilk n tane gözlem
kullanılarak sürekli tekrarlanan (recursive) tahminlerden elde edilen hata
terimlerinin kümülatif toplamına dayanır. Gözlem sayısının en küçükten
başlayarak sürekli olarak artırılması ile elde edilen bu toplam rakamın
grafiği yüzde beş anlamlılık düzeyi için çizilen bandın içinde kalıyorsa
katsayıların kararlı olduğu söylenir. Hata terimlerinin karelerinin
toplamına dayanan CUSUMQ testi benzer şekilde hesaplanır.
Tablo 4:
Cusum Testlerinin Sonuçları
11
∆et = c +
11
11
11
∑ β1i ∆et −i + ∑ β 2i ∆it −i + ∑ β 3i ∆st −i + ∑ β 4i ∆xt −i +αECt −1 + µ
i =1
i =1
i =1
i =1
1.2
30
1.0
20
0.8
10
0.6
0
0.4
-10
0.2
-20
0.0
-0.2
-30
2001M07
2001M08
CUSUM
11
∆it = c +
∑β
i =1
16
2001M08
CUSUM of Squares
5% Significance
11
1i
2001M07
2001M10
11
2001M10
5% Significance
11
∆et −i + ∑ β 2i ∆it −i + ∑ β 3i ∆s t −i + ∑ β 4i ∆xt −i +αEC t −1 + µ
i =1
i =1
i =1
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
30
1.2
20
1.0
0.8
10
0.6
0
0.4
-10
0.2
-20
0.0
-30
2001M07
2001M08
-0.2
2001M10
2001M07
CUSUM
2001M08
2001M10
5% Significance
CUSUM of Squares
11
∆st = c +
11
11
5% Significance
11
∑ β1i ∆et −i + ∑ β 2i ∆it −i + ∑ β 3i ∆st −i + ∑ β 4i ∆xt −i +αECt −1 + µ
i =1
i =1
i =1
i =1
30
1.2
20
1.0
0.8
10
0.6
0
0.4
-10
0.2
-20
0.0
-30
2001M07
2001M08
CUSUM
11
∆xt = c +
-0.2
2001M10
2001M07
5% Significance
11
2001M08
CUSUM of Squares
11
2001M10
5% Significance
11
∑ β1i ∆et −i + ∑ β 2i ∆it −i + ∑ β3i ∆st −i + ∑ β 4i ∆xt −i +αECt −1 + µ
i =1
i =1
i =1
i =1
30
1.2
20
1.0
0.8
10
0.6
0
0.4
-10
0.2
-20
0.0
-30
-0.2
2001M07
2001M08
CUSUM
2001M10
5% Significance
2001M07
2001M08
CUSUM of Squares
2001M10
5% Significan
Tablo 4’de CUSUM ve CUSUMQ testlerinin sonuçlarını
gösteren grafikler yer almaktadır. Faiz değişkeninin farkının bağımlı
değişken olduğu denklemin CUSUMQ testi dışında, her iki değer de
17
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
belirlenen bant içinde kaldığından tahmin edilen katsayıların kararlı
olduğu sonucuna ulaşılmaktadır.
SONUÇ
Faiz oranları ve döviz kuru arasındaki ilişkinin yönü konusunda
literatürde görüş birliği yoktur. Geleneksel yaklaşımda, kriz
dönemlerinde yerli paranın aşırı değer kaybetmesini önlemek için faiz
oranlarının artırılması önerilmektedir. Revizyonist görüşe göre ise kriz
dönemlerinde faiz oranlarındaki artış, yerli para cinsinden finansal
varlıkların geri ödenmeme olasılıkları ve ekonomik belirsizlikleri
artırarak, yerli paranın değer kaybetmesine neden olmaktadır. Hem yerli
paranın aşırı değer kaybetmesi hem de yüksek faiz oranlarının, özellikle
kriz dönemlerinde, ekonomi üzerinde olumsuz etkileri vardır. Bu nedenle
iki değişken arasındaki nedenselliğin yönünün belirlenmesi önemlidir.
Bu çalışmada Türkiye’de 2001 krizi süresince uygulanan faiz
politikasının döviz kuru üzerindeki etkisi, hata düzeltme modeli ve TodaYamamoto (1995) yöntemi kullanılarak araştırılmıştır. Bu iki değişken
arasındaki ilişkiyi etkileme olasılığı bulunan borsa endeksi verileri ve
spreadin yer aldığı dört değişkenli model tahmin edilmiştir. Bu
değişkenler arasındaki nedensellik ilişkisi Granger nedensellik testi ile
araştırılmıştır. Test sonuçlarının güvenilir olabilmesi için tahmin edilen
katsayıların zaman içinde değişmemesi yani kararlı olması gerekir. Uzun
dönem ve kısa dönem katsayılarının kararlılığı CUSUM ve CUSUMQ ile
test edilmiştir.
Değişkenler arasında bir tane eşbütünleşme ilişkisi olduğu
bulunmuştur. Granger nedensellik testlerinin sonuçları Radelet ve Sachs
(1998) ve Furman ve Stiglitz (1998)’de savunulan faiz oranlarındaki
artışın olumsuz etkileri nedeni ile yerli paranın değer kaybetmesine neden
olduğu doğrulanmaktadır. Yüksek faiz oranları, Türkiye’de iflas
oranlarının göstergesi olarak kullanılan, borsa endeksini düşürmektedir.
Ayrıca, faiz oranlarındaki artış, yatırımcıların ülkenin dış borcunu ödeme
yeteneği ile ilgili endişelerini yansıtan spread’i yani ülkenin risk primi
artırmaktadır.
Çalışmanın bulgularına göre kriz döneminde uygulanan faiz
politikasından döviz kuruna doğru direkt bir nedensellik ilişkisi
olmamakla birlikte, faizden spread ve borsa endeksine doğru istatistiki
olarak anlamlı, güçlü bir nedensellik ilişkisi vardır. Kriz süresince
kurdaki değişiklikler, spread ve borsa endeksinin gecikmeli
değerlerindeki değişiklikle açıklanabilmektedir. 2001 krizinde uygulanan
faiz politikası, ülkenin dış borcunu ödeme yeteneğini azaltarak ve
ekonomik koşullarda kötüleşmeye yol açarak, yerli paranın değer
kaybetmesine neden olmuştur. Bu nedenle para politikası
18
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
uygulayıcılarının, kriz dönemlerinde sıkı para politikasının bu olumsuz
etkilerini dikkate alarak uygulamalar yapmaları gerekmektedir.
KAYNAKÇA
Agenor, P.R. , McDermott C. J. & Ucer, E.M. , (1997), “Fiscal
Imbalances, Capital Inflows, and Real
Exchange Rate: The Case of Turkey”, IMF Working Paper,
97(1), s. 1- 31.
Berument, H., (2001), “Measuring Monetary Policy for A Small Open
Economy: Turkey”, Bilkent University Working Paper, s. 1-49.
Brown, R. L. , Durbin, J. & Evans J.M., (1975), “Techniques for Testing
the Constancy of Regression Relations Over Time”, Journal of
the Royal Statistical Society, 37, 13, s. 149-163.
Celasun, M., (2002), “2001 Krizi, Öncesi ve Sonrası: Makroekonomik ve
Mali Bir Değerlendirme”, Küreselleşme, Emek Süreçleri ve
Yapısal Uyum, (Der.: Dikmen, A. A., İmaj Yayınevi, Ankara,
s.27-102.
Dekle, R., Hsiao, C. & Wang, S., (2001), “Do High Interest Rates
Appreciate Exchange Rates During Crisis?
Korean
Evidence”, Oxford Bulletin of Economics and Statistics, 63(3),
s. 359-380.
Dekle, R., Hsiao, C. & Wang, S., (2002), “High Interest Rates and
Exchange Rate Stabilization in Korea, Malaysia, and Thailand:
An Emprical Investigation of the Traditional and Revisionist
Views”, Review of International Economics, 10(1), ss. 64-78.
Furman, J. & Stiglitz, J. E., (1998), “Economic Crises: Evidence and
Insights from East Asia“, Brooking Papers on Economic
Activity, s. 1-135.
Goldfajm, I. & Baig, T., (1998), “Monetary Policy in the Aftermath of
Currency
Crises:
The
Case
of Asia”, IMF Working Paper, 98(170), s. 1-31.
Goldfajn, I. & Gupta, P., (1999), “Does Monetary Policy Stabilize the
Exchange
Rate
Following
a Currency Crisis”, IMF Working Paper, 42, s. 1-32.
Gould, D. M. & Kamin, S.B., (1999), “The Impact of Monetary Policy on
Exchange Rates During Financial Crises”, Board of Governors
of the Federal Reserve System International Finance
Discussing Paper, 669, s. 1-31.
Gül, E. , Ekinci, A. & Özer, M., (2007), “Türkiye’de Faiz Oranları ve
Döviz Kuru Arasındaki Nedensellik İlişkisi: 1984-2006”, İktisat,
İşletme ve Finans, 251, s. 21-31.
19
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Gümüş, İ., (2002), “Effects of the Interest Rate Defence on Exchange
Rates During the 1994 Crisis in Turkey”, Research Department
Working Paper, The Central Bank of the Republic of Turkey,
14, s.1 -16.
Johansen, S. (1991), “Estimation and Hypothesis Testing of
Cointegration Vectors in Gausssian Vector
Autoregressive
Models”, Econometrica, 59, s. 1551-1580.
Johansen, S. & Juselius, K. , (1990), “Maximum Likelihood Estimation
and Inference on Cointegration with
Application to Demand
for Money”, Oxford Bulletion of Economics and Statistics, 52,
s. 211-244.
Kim, J.K. & Ratti, R.A. , (2006), “Economic Activity, Foreign Exchange
Rate, and the Interest Rate During the Asian Crisis”, Journal of
Policy Modelling, s. 387-402.
Radelet, S. & SACHS, Jeffrey D. , (1998), “The East Asian Financial
Crisis: Diagnosis, Remedies, Prospects”, Brooking Papers on
Economic Activity, 1, s. 1-74.
Özatay, F. & Sak, G. , (2002), “The 2000-2001 Financial Crisis in
Turkey”, the Brooking Trade Reform 2002:
Currency Crises
held in Washington, D.C. on May 2, 2002’de sunulan tebliğ.
TCMB (2002), Yıllık Rapor 2001, Türkiye Cumhuriyeti Merkez
Bankası, Ankara.
TCMB (2007), TCMB Elektronik Veri Dağıtım Sistemi,
http://evds.tcmb.gov.tr.
Toda, H.Y. & Yamamoto, P.C. , (1995), “Statistical Inferences in Vector
Autoregression with Possibly Integrated Processes”, Journal of
Econometrics, 66, s. 225-250.
Uygur, E. , (2001), “Krizden Krize Türkiye: 2000 Kasım ve 2001 Şubat
Krizleri”, TEK Tartışma Metni,
2001(1),
Türkiye
Ekonomi Kurumu, s. 1-40.
20
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
YURTKUR PERSONELLERİN
MESLEKİ TÜKENMİŞLİK DURUMU
(The Level Of Professional Burnout Of Yurtkur Staff)
Türkan ARGON*
Orhan AKSAY**
ÖZET
Bu çalışmada, Yurtkur personellerinin mesleki tükenmişlik
düzeylerinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Araştırma betimsel bir nitelik
taşıyıp, veriler anket yöntemiyle toplanmıştır. Araştırma evrenini, 2006
yılı Nisan ayında, Yurtkur Bolu Bölge Müdürlüğü ve bağlı 10 yurt
müdürlüğünde görev yapan 226 personel oluşturmaktadır. Araştırmanın
örneklemi ise olasılığa dayalı örnekleme yöntemlerinden “basit tesadüfî
örnekleme yöntemi” ile seçilen 142 personelden oluşmaktadır. Araştırma
sonuçlarına göre; personellerin duygusal tükenme alt boyutuna ait
tükenmişlik düzeyleri “Düşük”, duyarsızlaşma alt boyutuna ait
tükenmişlik düzeyleri “Çok Düşük”, kişisel başarı alt boyutuna ait
tükenmişlik düzeyleri ise “Düşük” bulunmuştur. Personellerin duygusal
tükenme, duyarsızlaşma ve kişisel başarı alt boyutlarına ait tükenmişlik
düzeyleri bazı kişisel değişkenler açısından farklılık göstermektedir.
Anahtar Kelimeler: Tükenmişlik, Yurtkur Personeli.
ABSTRACT
In this study, it is aimed to determine the level of professional
burnout of Yurtkur staff. Having a descriptive quality, in this study all the
data are gathered by questionnaire methodology. The study universe is
consisted of 226 staff working for Yurtkur Bolu District office and 10
Dormitory directorate under the responsibility of Bolu office in April
2006. The sampling of the study is formed of 142 staff who were choosen
by “simple coincidental sampling method”, which is a probablity base
sampling method. According to the results of the study, the burnout level,
that belongs to the emotional burnout sub level of the staff is “Low”, that
*
Yrd. Doç. Dr. , AİBÜ Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü,
[email protected]
**
AİBÜ Sosyal Bilimler Ens. Eğitim Yönetimi ve Denetimi Doktora Programı Öğrencisi
21
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
belongs to insensitivness sub level is “Very Low”, that belongs to
personal success sub level is “Low”. The levels of emotional,
insensitivness and personal success burnout sub levels of the staff have
some differences in respect to personal variables.
Key Words: Burnout, Yurtkur Staff
GİRİŞ
Toplumsal değişim süreci, zamanla artan ve değişen ihtiyaçlarını
karşılamakta zorlanan insanları, yaşamlarını sürdürebilmeleri için diğer
insanlarla bir araya gelme zorunluluğu içinde bırakmıştır. Böylece
insanlar, bireysel güçlerini aşan amaçlarını gerçekleştirebilmek için,
sınırlı fakat farklı düşünme, kavrama ve fiziksel becerilere sahip diğer
insanlarla bütünleşerek çeşitli örgütler kurmuşlardır (Blau ve Scott, 1962:
5). Bu örgütlerde kişilerin bireysel amaçlarını gerçekleştirerek; başarılı,
mutlu ve üretken olabilmelerinin en önemli gereklerinden biri olan
mesleki doyum bir anlamda, işin bireye sağladıklarının algılanmasıyla
oluşan hoşnutluk duygusudur. Mesleki doyum kişinin mutluluğu kadar,
verdiği hizmetin kalitesi açısından da önemlidir. Diğer taraftan örgütlerde
çalışanların tamamının, her zaman hoşnutluk duygularına sahip olduğunu
söylemek doğru bir yargı değildir. Örgüt içi ya da örgüt dışı bir takım
nedenlerden dolayı bazı çalışanlar zaman zaman ya da çoğunlukla olumlu
ve istenilen bu duyguyu kaybedebilmektedirler. Kişiler mesleğin asıl
anlamı ve amacından koparak hizmet götürdüğü insanlarla artık
gerçekten ilgilenemiyor olabilirler. Veya da aşırı stres ve mesleki
doyumsuzluğa tepki olarak kişi kendini psikolojik olarak işinden geri
çekebilir. Tükenmişlik olarak tanımlanan bu süreç daha çok doğrudan
insana hizmet eden, hizmetin kalitesinde insan etmeninin çok önemli bir
yere sahip olduğu alanlarda görülmektedir. Kişi için daha önce anlam
taşıyan işlerin zamanla sıkıcı hale gelmesi, bu bireylerde istenmeyen bir
takım olumsuz durumların ortaya çıkmasına neden olup, sonuçta kişide
bağlandığı yaşam tarzı ya da ilişkiden beklediklerini elde edememesine
bağlı olarak bir yorgunluk ve hayal kırıklığı yaratmaktadır
(Freudenberger ve Richelson, 1994). Bu durum ise sunulan hizmeti ve
hizmetin kalitesini doğrudan olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Yapılan
çalışmalar tükenmenin; iş kaybından aile içi ilişki sorunlarına,
psikosomatik hastalıklardan alkol-madde-sigara kullanımına ve hatta
uykusuzluk, depresyon gibi ruhsal hastalıklara kadar uzanan çok çeşitli
ve ciddi sonuçları olduğunu göstermektedir (Kaçmaz, 2006; Çokluk,
2000:110). Bu nedenle de son 20 yıldır tükenme kavramı, farklı iş
alanlarında daha sıklıkla ele alınan temel konulardan biridir.
22
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Tükenmişlik Kavramı
İlk kez Freudenberger tarafından (1974-1975) ortaya atılan
tükenmişlik (burnout) kavramı, "enerji, güç veya kaynaklar üzerindeki
aşırı istekler, taleplerden dolayı tükenmeye başlamak" olarak
tanımlanırken; Maslach ve Jackson 1981 yılında konuyu yeniden ele
almış, tükenmişliğin en çok kabul gören modelini geliştirmiş ve
tükenmişliği, duygusal tükenme, duyarsızlaşmada artış ve kişisel başarı
duygusunda azalma olarak tanımlamıştır (Ergin, 1992: 144).
Freudenberger’ın çalışmaları ''kendini mesleğine adamış" olanların "çok
fazla, çok uzun ve çok yoğun" çalışmaları sonucunda yorgun, depresif ve
işlerine karşı ilgisizlik belirtileriyle tükenmişliğe en fazla eğilimli kişiler
oldukları sonucunu çıkarmıştır (Çokluk, 2000: 110).
Tükenmişlik; duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve kişisel başarı
boyutları ile incelenmektedir. Duygusal tükenme, kişinin yaptığı iş
nedeniyle emosyonel olarak kendini aşırı yüklenmiş, tükenmiş hissetmesi
olup, tükenmişliğin en önemli belirleyicisidir. Duyarsızlaşma, kişinin
hizmet verdiklerine karşı nesnel olma eğilimini yansıtarak –bu kişilerin
birer birey olduklarını dikkate almaksızın- duygudan yoksun biçimde
tutum ve davranışlar sergilemesidir. Kişisel başarı eksikliği ise, sorunun
başarı ile üstesinden gelememe ve kendini yetersiz görmedir. Bu
durumlardaki kişiler işlerine karşı motivasyonunu düşürmekte, kontrol
eksikliği ve çaresizlik hissetmektedirler. Bireyde tükenme, duygusal
tükenme ile duyarsızlaşmanın artması, kişisel başarının ve başarı
duygusunun azalması ile ortaya çıkmaktadır (Kaçmaz, 2006).
Tükenmişliğin sonuçları incelendiğinde karşımıza işi savsaklama,
işi bırakma eğiliminde artma, hizmetin niteliğinde bozulma, işe izinsiz
gelmeme, izin sonunda rapor vb. yollarla izni uzatma eğilimi gösterme,
işte ve iş dışında insan ilişkilerinde bozulma ve uyumsuzluk, eş ve aile
bireylerinden uzaklaşma eğilimi, düşük iş performansı, iş doyumsuzluğu,
sebepsiz hastalanma eğilimleri, işteki yaralanma ve iş kazalarında artma
gibi olumsuz sonuçlar çıkmaktadır (İzgar, 2001: 21). Bunun yanında
tükenmişlik içinde olan kişi, kişisel çatışmalar ve görevlerini yapmama
gibi sebeplerle diğer meslektaşlarını da olumsuz etkileyebilmektedir
(Maslach, Schaufeli, Lerter, 2001).
Tükenmişlik durumuna insan ilişkilerinin yoğun olduğu,
insanlarla daha çok yüz yüze çalışılan mesleklerde (tıp doktorluğu,
öğretmenlik, yöneticilik gibi), yapılan iş gereği, daha sık rastlanmaktadır
(Schwab ve Iwanichi, 1982; Akt. : Kırılmaz ve diğ., 2003: 3; Gökçakan
ve Özer, 1999: 4). Doğrudan insana hizmet veren kurumlardan biri olan
Yurtkur, hizmetin kalitesinde, insan faktörünün çok önemli bir yere sahip
olduğu bir kurumdur. Yurtkur yurtlarında çalışan personeller insan
ilişkileri yönünden oldukça yoğun çalışmaktadırlar. Bunun sonucu olarak
23
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
olumlu duyguların yanında meslekten hoşnutsuzluk, ilgisizlik, can
sıkıntısı gibi durumlara (Armour ve diğ., 1987) diğer kurumlardan daha
sık rastlanabilmektedir. Bu yönüyle ele alındığında yurtlarda çalışan
personeller tükenmişlik açısından risk taşıyabilirler. Sadece bireysel
değil, kurumsal, toplumsal ve sağlık politikasıyla ilgili önemli boyutları
olan tükenmişlik sorununu çözmek için atılacak ilk adım olarak, olgunun
tanınır olması gerekliliğidir. 20 bölge müdürlüğünde biri olan Yurtkur
Bolu Bölge Müdürlüğü ve bağlı yurtlarında yapılan bu araştırma risk
durumunu görme açısından faydalı olabilir. Ayrıca böyle bir araştırma,
Yurtkur personellerinin tükenmişlik düzeylerinin belirlenerek,
personellerin işlerine karşı tutumlarında sisteme dönüt sağlama,
verimliliklerini artırma ve personellerin işle ilgili problemlerini çözmede
etkili bir araç olarak kullanılabilir.
Bu doğrultuda Yurtkur’da çalışan personellerin mesleki
tükenmişlik düzeylerini –tükenmişlik alt boyutlarına göre- personellerin
kendi görüşlerinden faydalanarak belirleyebilmek ve personellerin bazı
kişisel özelliklerine göre bu düzeylerin farklılık gösterip göstermediğini
incelemek bu araştırmanın amacını oluşturmaktır. Bu genel amaç
çerçevesinde araştırmada;
Yurtkur’da çalışan personellerin görüşlerine göre;
1. Mesleki tükenmişlikleri; duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve
kişisel başarı, tükenmişlik alt boyutları açısından hangi düzeyde olduğu,
2. Duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve kişisel başarı,
tükenmişlik alt boyutlarına ait tükenmişlik düzeylerinde, memuriyetteki
kıdem, Yurtkur’daki kıdem, cinsiyet, eğitim durumu, medeni durum,
çocuk sayısı ve unvan grubu değişkenlerine göre anlamlı bir fark olup
olmadığı tespit edilmeye çalışılmıştır.
YÖNTEM
Betimsel bir nitelik taşıyan araştırmanın evrenini, 2006 yılı Nisan
ayında, Yurtkur Bolu Bölge Müdürlüğü ve bağlı; Kocaeli, Sakarya,
Düzce ve Bolu illerinde bulunan toplam 10 yurt müdürlüğünde görev
yapmakta olan 226 personel oluşmaktadır. Araştırmada evrenin tamamı
yerine örneklem alma yoluna gidilmiş olup, olasılığa dayalı örnekleme
yöntemlerinden biri olan ve evreni oluşturan her birimin örneklem
içerisinde yer alma olasılığı aynı olan “basit tesadüfî örnekleme yöntemi”
kullanılmıştır (Ural ve Kılıç, 2005: 32).
Bu araştırmada; evrenin sınırlı, değişkenlerin nicel ve
değerlendirmelerin ortalamalara göre yapılmasından dolayı örneklem
N .σ 2 . Z α2
formülü
büyüklüğünün hesaplanmasında n =
( N − 1 ). H
2
kullanılmıştır (NEA, 1965:159; Özdamar, 2001:142).
24
+ Z α2 .σ
2
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
(n: Örneklem büyüklüğü (örnekleme dahil edilecek birey sayısı);
N: Evren büyüklüğü;σ: Standart sapma değeri; H: Standart hata değeri;
z: Belirli bir anlamlılık düzeyine -yanılma olasılık değerine- “α” veya
güven düzeyine “1-α” karşılık gelen ve teorik değer; α = 0,05 için
z0,05=1,96’dır.)
Yukarıdaki formülde, evren hacmi N=226, standart sapma değeri
σ=0,90 ve evren ile örneklem ortalaması arasında izin verilebilir hata
değeri (H) ±0,1 olarak alınmış ve yapılan analizler, anlamlılık düzeyi (α)
0,05 alınarak değerlendirilmiştir. Bu parametrelere göre alınması gereken
en az düzeydeki örneklem büyüklüğü n=131 olarak hesaplanmıştır.
Basit tesadüfî örnekleme yöntemi kullanılarak -geri dönmeyecek
ve geçersiz sayılabilecek anketler göz önünde bulundurularak- örnekleme
seçilen 150 personelden gönüllülük esasına göre 142’sine anket
uygulanmış, 142’sininde anketi geri dönmüş ve anketler geçerli
bulunarak değerlendirmeye alınmıştır.
Yurtkur personellerinin tükenmişlik durumlarına ilişkin algılarını
ölçmek için Türkçe’ye Ergin (1992) tarafından uyarlanan 22 maddeden
oluşan “Maslach Tükenmişlik Ölçeği” kullanılmıştır. Ölçekte
tükenmişlik; duygusal tükenme (9 madde), duyarsızlaşma (5 madde), ve
kişisel başarı (8 madde) olmak üzere üç alt boyuttan oluşmaktadır.
Duygusal tükenme ve duyarsızlaşma alt boyutlarına ait her bir madde için
seçeneklerden; Hiçbir Zaman= 0, Çok Nadir= 1, Bazen= 2, Çoğu
Zaman= 3, Her Zaman= 4 puan olarak, kişisel başarı alt boyutuna ait
maddelerin puanları ise bunun tersi şeklinde değerlendirmeye alınmıştır.
Ölçekte puanlar yükseldikçe tükenmişliğin yükseldiği kabul edilmektedir
(Sucuoğlu ve Kuloğlu 1996: 47).
Ankette kullanılan beşli derecelendirme ölçeğine uygun olarak
elde edilen ortalama puanların derecelendirilmesi, 1 ile 5 arası beş eşit
parçaya bölünerek elde edilen değerler aşağıdaki gibi tükenmişlik
düzeyleri sınıflandırılarak yorumlar yapılmıştır.
Tükenmişlik düzeyi
Puan Sınırı
Çok Düşük
0,00 – 0,79
Düşük
0,80 – 1,59
Normal
1,60 – 2,39
Yüksek
2,40 – 3,19
Çok Yüksek
3,20 – 4,00
Adı geçen ölçeğe araştırmacı tarafından en yaygın kullanıma
sahip alfa (Croncbach) yöntemi ile güvenirlik analizi yapılmıştır.
“Duygusal Tükenme” alt boyutu için Croncbach alpha α=0,82,
“Duyarsızlaşma” alt boyutu için Croncbach alpha α=0,67, “Kişisel
Başarı” alt boyutu için Croncbach alpha α=0,78 olarak bulunmuştur.
25
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Yurtkur personellerinin kişisel özelliklerine ait bulgular için
frekans ve yüzde, tükenmişlik alt boyutlarından duygusal tükenme,
duyarsızlaşma ve kişisel başarıya ait tükenmişlik düzeylerini belirlemek
için ise, her bir ifadeye ilişkin; yüzde, frekans, aritmetik ortalama ve
standart sapma değerleri hesaplanmıştır.
Verilerle “Normal Dağılıma Uygunluk Testi” ve “Varyansların
Homojenliği Testi” yapılmış, test sonuçlarına göre verilerin normal
dağılıma sahip olduğu ve varyansların homojen olduğu görülmüştür.
Personellerin, duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve kişisel
başarıya ait tükenmişlik düzeylerinde; cinsiyet, medeni durum,
değişkenlerine göre farklar, bağımsız örneklemler için t testi
(Independent Samples T Testi), memuriyetteki kıdem, Yurtkur’daki
kıdem, eğitim durumu, çocuk sayısı ve unvan grubu değişkenlerine göre
farklar, bağımsız örneklemler için tek faktörlü varyans analizi (One-way
Anova) ile analiz edilmiştir.
Araştırma verileri SPSS 10.0 for Windows paket programı
kullanılarak analiz edilmiştir.
BULGULAR VE YORUM
Araştırmada elde edilen bulgular 3 başlık altında incelenmiştir.
A) Kişisel Özelliklere İlişkin Bulgular
Yurtkur personellerinin kişisel özelliklerine ilişkin frekans ve
yüzdeleri Tablo 1’de verilmiştir.
Tablo 1. Yurtkur Personellerinin Kişisel Özelliklerine Göre Frekans ve
Yüzdeleri
Kişisel
Özellikler
Cinsiyet
Medeni durum
Memuriyette
Kıdem
Yurtkur’da
Kıdem
Çocuk Sayısı
26
Bayan
Erkek
Evli
Bekar
1-5 yıl arası
6-10 yıl arası
11-15 yıl arası
16-20 yıl arası
21 ve daha fazla
1-5 yıl arası
6-10 yıl arası
11-15 yıl arası
16-20 yıl arası
21 ve daha fazla
Yok
f
%
44
98
123
19
11
14
30
64
23
20
24
23
59
16
19
31,0
69,0
86,6
13,4
7,7
9,9
21,1
45,1
16,2
14,1
16,9
16,2
41,5
11,3
13,4
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Eğitim Durumu
Unvan Grubu
1 Çocuk
2 Çocuk
3 Çocuk ve daha fazla
İlkokul mezunu
Orta okul mezunu
Lise mezunu
Ön lisans mezunu
Lisans ve daha üstü
Bekçiler, Koruma ve Güvenlikçiler
Memurlar
Yurt Müdür yardımcıları ve şefler
Müdürler
TOPLAM
20
62
41
14
23
44
20
41
62
52
16
12
142
14,1
43,7
28,9
9,9
16,2
31
14,1
28,9
43,7
36,6
11,3
8,4
100,0
Tablo 1’e göre; Yurtkur personellerinin kişisel özelliklerinden
cinsiyete göre erkeklerin %69,0 ile sayılarının bayanlardan (%31,0) fazla
olduğu görülmektedir. Bu durum bekçi ve koruma güvenlik
personellerinin erkek olmalarından kaynaklanmaktadır. Memuriyette
kıdem ve Yurtkur’da kıdem yönünden yığılmaların %45,12’er yüzdelik
dilimlerle ile 16-20 yıl arası kıdeme sahip personellere ait olması dikkat
çekicidir. Sahip olunan çocuk sayısının %43,7 ile 2 çocuk üzerinde
yoğunlaşmaktadır. Eğitim durumu değişkenine göre %28,9 ile lisans ve
üstü okullardan
mezun
olanların sayısı, Türkiye
şartları
değerlendirildiğinde, Yurtkur’da eğitim durumuna önem verildiğini
açıklayabilir. Unvan grubu içinde bekçiler ile koruma ve güvenlikçilerin
%43,7 ile sayılarının fazla olması dikkat çekicidir.
B) Tükenmişlik Düzeylerine İlişkin Bulgular
1. Duygusal Tükenme Alt Boyutuna İlişkin Bulgular
Yurtkur personellerinin “Duygusal Tükenme” alt boyutuna ait
tükenmişlik düzeylerine ilişkin bulgular Tablo 2’de verilmiştir.
Tablo 2. Yurtkur Personellerinin “Duygusal Tükenme” Alt Boyutuna Ait
Tükenmişlik Düzeylerine İlişkin Bulgular
Seçeneklerin Dağılımı
DUYGUSAL
TÜKENME
1.İşimden soğuduğumu
hissediyorum.
2.İş dönüşü kendimi ruhen
tükenmiş
hissediyorum.
3.Sabah kalktığımda, bir
gün daha bu işi
kaldıramayacağımı
hissediyorum.
Hiçbir
Zama
n
Çok Nadir
Bazen
f
f
%
f
%
f
%
f
%
f
%
39
27,5
28
19,8
11
7,7
0
0
142
100
0,90
0,98
64
%
45,
Çoğu
Her
Zama
n
Zam
an
Toplam
Χ
S
62
44
34
24,2
28
19,8
16
11
2
1,1
142
100
1,01
1,09
80
56
39
27,5
19
13,2
3
2,2
2
1,1
142
100
0,65
0,87
27
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
6.Bütün gün insanlarla
uğraşmak benim için
gerçekten çok
yıpratıcı.
8.Yaptığım işten yıldığımı
hissediyorum.
13.İşimin beni kısıtladığını
hissediyorum.
14.İşimde çok fazla
çalıştığımı
hissediyorum.
16.Doğrudan doğruya
insanlarla çalışmak
bende çok fazla stres
yaratıyor.
20.Yolun sonuna geldiğimi
hissediyorum.
TOPLAM
33
62
45
28
45
111
531
23,
44
31,
19,
31,
78
41,
41
28,6
39
27,5
23
16,5
6
4,4
142
100
1,51
1,15
44
30,8
20
14,3
9
6,6
6
4,4
142
100
0,97
1,12
12
8,8
42
29,7
25
17,6
17
12,1
142
100
1,69
1,40
22
15,4
45
31,9
25
17,6
22
15,4
142
100
1,93
1,32
31
22
33
23,1
17
12,1
16
11
142
100
1,48
1,35
12
8,8
11
7,7
3
2,2
5
3,3
142
100
0,44
0,97
275
21,5
10,4
75
5,9
1278
100
1,18
0,74
26
20,8
13
Tablo 2’ye göre; Yurtkur personelleri, “Duygusal Tükenme” alt
boyutuna ilişkin görüşlerini %41,5 ile “Hiçbir Zaman”, %21,5 ile “Çok
Nadir”, %20,8 ile “Bazen”, %10,4 ile “Çoğu Zaman” ve %5,9 ile “Her
Zaman” şeklinde belirtmiştir. Personellerin 0,74 standart sapmayla, bu
tükenmişlik alt boyutuna ait tükenmişlik düzeylerinin aritmetik
ortalaması Χ =1,18 olarak bulunmuştur. Bu bulgular, personellerin
duygusal tükenme alt boyutuna ait tükenmişlik düzeylerinin “Düşük”
olduğu şeklinde yorumlanabilir.
Aynı tabloya göre; personellerin, 0,44 ortalama ile “Yolun
sonuna geldiğimi hissediyorum” şeklinde belirtilen 20. maddeye ilişkin
tükenmişlik düzeyleri “Çok Düşük”, 0,65 ortalama ile “Sabah
kalktığımda, bir gün daha bu işi kaldıramayacağımı hissediyorum”
şeklinde belirtilen 3. maddeye ilişkin tükenmişlik düzeyleri “Çok
Düşük”, 1,69 ortalama ile “İşimin beni kısıtladığını hissediyorum”
şeklinde belirtilen 13. maddeye ilişkin tükenmişlik düzeyleri “Normal”,
1,93 ortalama ile “İşimde çok fazla çalıştığımı hissediyorum” şeklinde
belirtilen 14. maddeye ilişkin tükenmişlik düzeyleri “Normal”, ve diğer
maddelere ilişkin tükenmişlik düzeyleri ise “Düşük” bulunmuştur.
Tablodaki bulgulara göre, personellerin yaptıkları işlerin onları
bazen kısıtlaması ve fazla çalıştıklarını hissetmelerine rağmen yaptıkları
işlerden dolayı kendilerini çaresiz hissetmedikleri, görevlerini
kaldırabilecekleri şeklinde yorumlanabilir. Bu bulgular Yurtkur
personellerinin duygusal tükenme açısından risk taşıyacak durumda
olmadıkları şeklinde yorumlanabilir.
2. Duyarsızlaşma Alt Boyutuna İlişkin Bulgular
Yurtkur personellerinin “Duyarsızlaşma” alt boyutuna ait
tükenmişlik düzeylerine ilişkin bulgular Tablo 3’de verilmiştir.
Tablo 3. Yurtkur Personellerinin “Duyarsızlaşma” Alt Boyutuna Ait
Tükenmişlik Düzeylerine İlişkin Bulgular
28
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Seçeneklerin Dağılımı
DUYARSIZLAŞMA
5.İşim gereği karşılaştığım bazı kimselere,
sanki insan değillermiş gibi davrandığımı fark
ediyorum.
10.Bu işte çalışmaya başladığımdan beri
insanlara karşı sertleştim.
11.Bu işin beni giderek katılaştırmasından
korkuyorum.
15.İşim gereği karşılaştığım insanlara ne
olduğu umurumda değil.
22.İşim gereği karşılaştığım insanların bazı
problemlerini sanki ben yaratmışım gibi
davrandıklarını hissediyorum.
TOPLAM
Hiç-bir
Za-man
Çok
Nadir
Çoğu
Zaman
Her Zaman
Topla
m
f
%
f
%
f
%
f
%
f
f
117
82,4
17
12,1
5
3,3
3
2,2
0
56
39,6
42
69
48,4
33
29,7
30
20,9
9
6,6
23,1
19
13,2
14
9,9
112
79,1
17
12,1
8
5,5
3
70
49,5
36
25,3
20
14,3
424
59,8
145
20,4
81
11,4
Bazen
%
Χ
0
142 100
0,25
0,63
5
3,3
142 100
1,04
1,08
8
5,5
142 100
1,01
1,23
2,2
2
1,1
142 100
0,34
0,78
14
9,9
2
1,1
142 100
0,88
1,06
44
6,2
16
2,2
710 100,0 0,71
0,58
%
Tablo 3’e göre; Yurtkur personelleri, “Duyarsızlaşma” alt
boyutuna ilişkin görüşlerini %59,8 ile “Hiçbir Zaman”, %20,4 ile “Çok
Nadir”, %11,4 ile “Bazen”, %6,2 ile “Çoğu Zaman” ve %2,2 ile “Her
Zaman” şeklinde belirtmiştir. Personellerin 0,58 standart sapmayla, bu
tükenmişlik alt boyutuna ait tükenmişlik düzeylerinin aritmetik
ortalaması Χ =0,71 olarak bulunmuştur. Bu bulgular, personellerin
duyarsızlaşma alt boyutuna ait tükenmişlik düzeylerinin “Çok Düşük”
olduğu şeklinde yorumlanabilir.
Aynı tabloya göre; personellerin, 0,25 ortalama ile “İşim gereği
karşılaştığım bazı kimselere, sanki insan değillermiş gibi davrandığımı
fark ediyorum” şeklinde belirtilen 5. maddeye ilişkin tükenmişlik
düzeyleri “Çok Düşük”, 0,34 ortalama ile “İşim gereği karşılaştığım
insanlara ne olduğu umurumda değil” şeklinde belirtilen 15. maddeye
ilişkin tükenmişlik düzeyleri “Çok Düşük” ve diğer maddelere ilişkin
tükenmişlik düzeyleri ise “Düşük” bulunmuştur.
Bu bulgular, Yurtkur personellerinin insanlara davranışları
yönünden yüksek düzeyde duyarsızlaşmadıklarını gösterdiği gibi,
personellerin insanlara karşı duyarsızlaşma açısından risk taşıyacak
durumda olmadıkları şeklinde yorumlanabilir.
3. Kişisel Başarı Alt Boyutuna İlişkin Bulgular
Yurtkur personellerinin “Kişisel Başarı” alt boyutuna ait
tükenmişlik düzeylerine ilişkin bulgular Tablo 4’de verilmiştir.
Tablo 4. Yurtkur Personellerinin “Kişisel Başarı” Alt Boyutuna Ait
Tükenmişlik Düzeylerine İlişkin Bulgular
KİŞİSEL BAŞARI
Seçeneklerin Dağılımı
29
S
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Hiçbir
Zaman
Çok
Nadir
f
%
f
%
f
Çoğu
Zaman
Her
Zaman
Toplam
%
f
%
f
%
f
Bazen
Χ
S
%
4.İşim gereği karşılaştığım insanların ne
hissettiğini hemen anlarım.
7.İşim gereği karşılaştığım insanların
sorunlarına en uygun çözüm yollarını
bulurum.
9.Yaptığım iş sayesinde insanların yaşamına
katkıda bulunduğuma inanıyorum.
6
4,4
11
7,7
48
34,1
69
48,4
8
5,5
142
100 1,57
0,88
12
8,8
5
3,3
20
14,3
80
56
25
17,6
142
100 1,30
1,08
14
9,9
6
4,4
39
27,5
37
26,4
45
31,9
142
100 1,34
1,25
12.Çok şeyler yapabilecek güçteyim.
8
5,5
17
12,1
27
18,7
53
37,4
37
26,4
142
100 1,33
1,16
17.İşim gereği karşılaştığım insanlarla aramda
rahat bir hava yaratıyorum.
9
6,6
9
6,6
30
20,9
61
42,9
33
23,1
142
100 1,31
1,10
18.İnsanlarla yakın bir çalışmadan sonra
kendimi canlanmış hissediyorum.
22
15,4
20
14,3
19
13,2
47
33
34
24,2
142
100 1,64
1,40
19.Bu işte birçok kayda değer başarı elde
ettim.
30
20,9
20
14,3
31
22
45
31,9
16
11
142
100 2,02
1,33
21.İşimdeki duygusal sorunlara serin
kanlılıkla yaklaşırım.
14
9,9
5
3,3
22
15,4
64
45,1
37
26,4
142
100 1,25
1,18
TOPLAM
115
10,2
94
8,2
236
20,7
456
40,1
236 20,7
1136
100 1,47
0,74
Tablo 4’e göre; Yurtkur personelleri, “Kişisel Başarı” alt
boyutuna ilişkin görüşlerini %10,2 ile “Hiçbir Zaman”, %8,2 ile “Çok
Nadir”, %20,7 ile “Bazen”, %40,1 ile “Çoğu Zaman” ve %20,7 ile “Her
Zaman” şeklinde belirtmiştir. Personellerin 0,74 standart sapmayla, bu
tükenmişlik alt boyutuna ait tükenmişlik düzeylerinin aritmetik
ortalaması Χ =1,47 olarak bulunmuştur. Bu bulgular, personellerin
kişisel başarı alt boyutuna ait tükenmişlik düzeylerinin “Düşük” olduğu
şeklinde yorumlanabilir.
Aynı tabloya göre; personellerin, 1,64 ortalama ile “İnsanlarla
yakın bir çalışmadan sonra kendimi canlanmış hissediyorum” şeklinde
belirtilen 18. maddeye ilişkin tükenmişlik düzeyleri “Normal”, 2,02
ortalama ile “Bu işte bir çok kayda değer başarı elde ettim” şeklinde
belirtilen 19. maddeye ilişkin tükenmişlik düzeyleri “Normal” ve diğer
maddelere ilişkin tükenmişlik düzeyleri ise “Düşük” bulunmuştur.
Bu bulgular, Yurtkur personellerinin işlerini başarıyla
yapabildiklerine inandıkları, fakat insanlarla çalışmanın onları mesleki
yönden normal düzeyde tükettiği, yine emeklerinin karşılıklarını tam
olarak göremedikleri şeklinde yorumlanabilir. Yine bu boyuta ilişkin
bulgular personellerin görevlerini başarıyla tamamlayabilmelerini
engelleyecek
tükenmişlik
durumunu
yaşamadıkları
şeklinde
yorumlanabilir.
C)Kişisel Değişkenlerine Göre Tükenmişlik Düzeylerinin İncelenmesi
Yurtkur personellerinin görüşlerine göre, duygusal
tükenme, duyarsızlaşma ve kişisel başarı alt boyutlarına ait
30
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
tükenmişlik düzeylerinde; cinsiyet, medeni durum, memuriyetteki
kıdem, Yurtkur kıdemi, çocuk sayısı, eğitim durumu ve unvan
grubu değişkenlerine göre anlamlı bir fark olup olmadığı, elde
edilen bulgularla aşağıda 7 başlık altında sunulmuştur.
a) Cinsiyete Göre:
Yurtkur personellerinin cinsiyetlerine göre tükenmişlik
düzeylerinin karşılaştırılması Tablo 5’de verilmiştir.
Tablo 5. Yurtkur Personellerinin Cinsiyetlerine Göre Tükenmişlik
Düzeyleri Arasındaki Farklara İlişkin Bağımsız Örneklemler İçin t Testi
Sonuçları
Tükenmişlik Alt Boyutları
Duygusal Tükenme
Duyarsızlaşma
Kişisel Başarı
Cinsiyet
n
Bayan
Erkek
Bayan
Erkek
Bayan
Erkek
S
Χ
44
98
44
98
44
98
1,25
1,14
0,70
0,71
1,44
1,48
t
Değeri
sd
0,46
1,14
0,51
0,71
0,83
1,48
p
Değeri
140
0,601
0,549
140
0,060
0,952
140
0,275
0,784
*P<0,05
Tablo 5’e göre, hesaplanan t değerleri tablo t değerinden küçük
olduğundan, personellerin duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve kişisel
başarı alt boyutlarına ait tükenmişlik düzeylerinde, cinsiyetlerine göre
anlamlı bir fark yoktur (p>0,05). Bu bulgulara dayalı olarak, bayan ve
erkek personellerin tükenmişlik düzeylerinin benzer olduğu söylenebilir.
b) Medeni Duruma Göre:
Yurtkur personellerinin medeni durumlarına göre tükenmişlik
düzeylerinin karşılaştırılması Tablo 6’da verilmiştir.
Tablo 6. Yurtkur Personellerinin Medeni Duruma Göre Tükenmişlik
Düzeyleri
Arasındaki Farklara İlişkin Bağımsız Örneklemler İçin t Testi Sonuçları
Tükenmişlik Alt
Boyutları
Duygusal Tükenme
Duyarsızlaşma
Kişisel Başarı
Medeni Durum
Evli
Bekar
Evli
Bekar
Evli
Bekar
n
123
19
123
19
123
19
Χ
1,12
1,54
0,66
1,03
1,44
1,68
S
0,73
0,75
0,58
0,44
0,77
0,54
sd
t
Değeri
p
Değeri
140
1,839
0,069
140
2,146
0,035*
140
1,039
0,301
*P<0,05
Tablo 6’ya göre, duygusal tükenme ve kişisel başarı alt boyutları
için hesaplanan t değerleri tablo t değerinden küçük olduğundan,
31
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
personellerin duygusal tükenme, ve kişisel başarı alt boyutlarına ait
tükenmişlik düzeylerinde, medeni duruma göre anlamlı bir fark yoktur
(p>0,05). Fakat personellerin duyarsızlaşma alt boyutuna ait tükenmişlik
düzeylerinde medeni duruma göre anlamlı bir fark vardır (p<0,05). Bu
fark, bekar personellerin ( Χ =1,03) evli personellerden ( Χ =0,66)
duyarsızlaşma alt boyutuna ait tükenmişliği daha fazla şeklindedir.
Bekar personellerin evlilerden daha fazla duyarsızlaşma alt
boyutuna ait tükenmişlik durumu yaşaması, bekar personellerin aile
ortamından uzak kalmaları sebebiyle, barınma ihtiyaçlarının Yurtkur
tarafından karşılanması ve bu durumda mesai saatleri dışında da hizmet
sundukları insanlarla evli personele göre daha fazla yüz yüze
gelmelerinden kaynaklanabilir.
c) Memuriyet Kıdemine Göre:
Yurtkur personellerinin memuriyet kıdemine göre tükenmişlik
düzeylerinin karşılaştırılması Tablo 7’de verilmiştir.
Tablo 7. Yurtkur Personellerinin Memuriyet Kıdemine Göre
Tükenmişlik Düzeyleri
Arasındaki Farklara İlişkin Bağımsız Örneklemler İçin Tek Faktörlü
Varyans Analizi Sonuçları
Tükenmişlik Alt Boyutları
Duygusal Tükenme
Duyarsızlaşma
Kişisel Başarı
Veri
Grupları
Gruplar Arası
Gruplar İçi
Toplam
Gruplar Arası
Gruplar İçi
Toplam
Gruplar Arası
Gruplar İçi
Toplam
f
Değeri
p
Değeri
81,732
42,595
1,919
0,115
24,174
7,651
3,16
0,018*
38,472
35,079
1,097
0,363
sd
KT
KO
4
137
141
4
137
141
4
137
141
326,928
5835,515
6162,443
96,696
1048,187
1144,883
153,888
4805,823
4959,711
*P<0,05
Tablo 7’ye göre; 4-137 serbestlik derecesi ve 0,05 anlamlılık
düzeyinde Yurtkur personellerinin, duygusal tükenme ve kişisel başarı alt
boyutlarına ait tükenmişlik düzeylerinde, memuriyet kıdemine göre
anlamlı bir fark yoktur (p>0,05). Fakat personellerin duyarsızlaşma alt
boyutuna ait tükenmişlik düzeylerinde memuriyet kıdemine göre anlamlı
bir fark vardır (p<0,05). Bu farkın hangi memuriyet kıdemi grupları
arasında olduğunu bulmak için Post Hoc Tukey HSD testi uygulanmış,
test sonuçlarına göre, 1-5 yıl arası kıdeme sahip personellerin ( Χ =1,26),
21 ve üzeri kıdeme sahip personellerden ( Χ =0,41) duyarsızlaşma alt
boyutuna ait tükenmişliği daha fazla bulunmuştur.
1-5 yıl arası kıdeme sahip personellerin, 21 ve üzeri kıdeme sahip
olanlardan daha fazla duyarsızlaşma alt boyutuna ait tükenmişlik durumu
32
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
yaşaması, memuriyete yeni başlayan personellerin yeni tanıştıkları bir iş
ortamı ile karşı karşıya kalmaları, işi tam olarak bilmemeleri bunun
aksine 21 ve üzeri kıdeme sahip olanların ise mesleki deneyim ve
tecrübelerinden yararlanarak pratikleşmesi bu sayede daha kısa zamanda
daha az iş yapmalarından kaynaklanabilir. Tablo 8’de de görüldüğü gibi
Yurtkur kıdemi 1-5 yıl arası personeller ile 21 ve üstü kıdeme sahip
olanlar arasında duyarsızlaşma boyutu açısından fark çıkmamıştır. Bunun
sebebi Yurtkur kıdemi 1-5 yıl arası personeller içinde Yurtkur’a sonradan
gelen, memuriyet kıdemi fazla olan personellerin varlığından
kaynaklanıyor olabilir. Bu da bu bulguyu destekler niteliktedir.
d) Yurtkur Kıdemine Göre:
Yurtkur personellerinin yurtkur kıdemine göre tükenmişlik
düzeylerinin karşılaştırılması Tablo 8’de verilmiştir.
Tablo 8. Yurtkur Personellerinin Yurtkur Kıdemine Göre Tükenmişlik
Düzeyleri Arasındaki Farklara İlişkin Bağımsız Örneklemler İçin Tek
Faktörlü Varyans Analizi Sonuçları
Tükenmişlik
Boyutları
Duygusal Tükenme
Duyarsızlaşma
Kişisel Başarı
Alt
Veri
Grupları
Gruplar Arası
Gruplar İçi
Toplam
Gruplar Arası
Gruplar İçi
Toplam
Gruplar Arası
Gruplar İçi
Toplam
sd
4
137
141
4
137
141
4
137
141
KT
190,98
6052,112
6243,092
25,96
1160,801
1186,761
150,672
4810,892
4961,564
KO
f
Değeri
p
Değeri
47,745
44,176
1,081
0,371
6,49
8,473
0,766
0,55
37,668
35,116
1,073
0,375
Tablo 8’e göre; 4-137 serbestlik derecesi ve 0,05 anlamlılık
düzeyinde Yurtkur personellerinin, duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve
kişisel başarı alt boyutlarına ait tükenmişlik düzeylerinde, Yurtkur
kıdemine göre anlamlı bir fark bulunmamaktadır (p>0,05).
e) Çocuk Sayısına Göre:
Yurtkur personellerinin sahip oldukları çocuk sayısına göre
tükenmişlik düzeylerinin karşılaştırılması Tablo 9’da verilmiştir.
Tablo 9. Yurtkur Personellerinin Çocuk Sayısına Göre Tükenmişlik
Düzeyleri Arasındaki Farklara İlişkin Bağımsız Örneklemler İçin Tek
Faktörlü Varyans Analizi Sonuçları
Tükenmişlik Alt
Boyutları
Duygusal Tükenme
Duyarsızlaşma
Veri
Grupları
Gruplar Arası
Gruplar İçi
Toplam
Gruplar Arası
sd
3
138
141
3
KT
370,035
5742,18
6112,215
104,682
KO
f
Değeri
p
Değeri
123,345
41,61
2,964
0,036*
34,894
4,67
0,004*
33
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Kişisel Başarı
Gruplar İçi
Toplam
Gruplar Arası
Gruplar İçi
Toplam
138
141
3
138
141
1030,998
1135,68
148,431
4793,844
4942,275
7,471
49,477
34,738
1,424
0,241
*P<0,05
Tablo 9’a göre; 3-138 serbestlik derecesi ve 0,05 anlamlılık
düzeyinde Yurtkur personellerinin, kişisel başarı alt boyutuna ait
tükenmişlik düzeylerinde, çocuk sayısına göre anlamlı bir fark yoktur
(p>0,05). Fakat personellerin duygusal tükenme ve duyarsızlaşma alt
boyutuna ait tükenmişlik düzeylerinde çocuk sayısına göre anlamlı bir
fark vardır (p<0,05). Bu farkın her iki boyut için de hangi çocuk sayısı
grupları arasında olduğunu bulmak için Post Hoc Tukey HSD testi
uygulanmış, test sonuçlarına göre, hem duygusal tükenme alt boyutu için
fark çocuğu olmayanların ( Χ =1,70), 2 çocuk sahibi olanlardan
( Χ =1,01) tükenmişliği daha fazla, hem de duyarsızlaşma alt boyutu
içinde çocuğu olmayanların ( Χ =1,12), 2 çocuk sahibi olanlardan
( Χ =0,54) tükenmişliği daha fazla bulunmuştur.
Çocuk sahibi olmayan personellerin, 2 çocuk sahibi olan
personellerden daha fazla duygusal tükenme ve duyarsızlaşma alt
boyutuna ait tükenmişlik durumu yaşaması, çocuk sahibi olmayanların
bekar olmasından kaynaklanıyor olabilir (Tablo 1 incelendiğinde, bekar
personellerle, çocuğu olmayanların sayısı birbirine eşit bulunmuştur).
f. Eğitim Durumuna Göre: Yurtkur personellerinin eğitim durumuna
göre tükenmişlik düzeylerinin karşılaştırılması Tablo 10’da verilmiştir.
Tablo 10. Yurtkur Personellerinin Eğitim Durumuna Göre Tükenmişlik
Düzeyleri Arasındaki Farklara İlişkin Bağımsız Örneklemler İçin Tek
Faktörlü Varyans Analizi Sonuçları
Tükenmişlik Alt Boyutları
Duygusal Tükenme
Duyarsızlaşma
Kişisel Başarı
Veri
Grupları
Gruplar Arası
Gruplar İçi
Toplam
Gruplar Arası
Gruplar İçi
Toplam
Gruplar Arası
Gruplar İçi
Toplam
sd
4
137
141
4
137
141
4
137
141
f
Değeri
p
Değeri
KT
KO
336,828
5819,76
6156,588
26,544
1159,979
1186,523
258,4
4639,368
4897,768
84,207
42,48
1,982
0,104
6,636
8,467
0,784
0,539
64,6
33,864
1,908
0,116
Tablo 10’a göre; 4-137 serbestlik derecesi ve 0,05 anlamlılık
düzeyinde Yurtkur personellerinin, duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve
34
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
kişisel başarı alt boyutlarına ait tükenmişlik düzeylerinde, eğitim
durumuna göre anlamlı bir fark bulunmamıştır (p>0,05).
g) Unvan Grubu Değişkenine Göre:
Yurtkur personellerinin unvan grubu değişkenine göre
tükenmişlik düzeylerinin karşılaştırılması Tablo 11’de verilmiştir.
Tablo 11. Yurtkur Personellerinin Unvan Grubuna Göre Tükenmişlik
Düzeyleri
Arasındaki Farklara İlişkin Bağımsız Örneklemler İçin Tek Faktörlü
Varyans Analizi Sonuçları
Tükenmişlik
Boyutları
Alt
Duygusal Tükenme
Duyarsızlaşma
Kişisel Başarı
Veri Grupları
Gruplar Arası
Gruplar İçi
Toplam
Gruplar Arası
Gruplar İçi
Toplam
Gruplar Arası
Gruplar İçi
Toplam
sd
3
138
141
3
138
141
3
138
141
KT
145,806
6097,944
6243,75
7,167
1185,696
1192,863
460,164
4299,39
4759,554
F
Değeri
p
Değeri
48,602
44,188
1,1
0,354
2,389
8,592
0,278
0,841
153,388
31,155
4,923
0,003*
KO
*P<0,05
Tablo 11’e göre; 3-138 serbestlik derecesi ve 0,05 anlamlılık
düzeyinde Yurtkur personellerinin, duygusal tükenme ve duyarsızlaşma
alt boyutlarına ait tükenmişlik düzeylerinde, unvan grubuna göre anlamlı
bir fark yoktur (p>0,05). Fakat personellerin kişisel başarı alt boyutuna
ait tükenmişlik düzeylerinde unvan grubuna göre anlamlı bir fark vardır
(p<0,05). Bu farkın hangi unvan grupları arasında olduğunu bulmak için
Post Hoc Tukey HSD testi uygulanmış, test sonuçlarına göre fark bekçi,
koruma ve güvenlikçilerin ( Χ =1,65), müdür yardımcısı ve şefler
( Χ =0,94) ile müdürlerden ( Χ =0,88) kişisel başarı alt boyutuna ait
tükenmişliği daha fazla bulunmuştur.
Bekçi, koruma ve güvenlik personellerinin, müdür, müdür
yardımcısı ve şeflerden daha fazla kişisel başarı alt boyutuna ait
tükenmişlik durumu yaşaması, bekçi ve koruma güvenlik personellerinin
mesleği gereği insanlarla daha çok iletişim kurmaları ve bu noktada
kendilerini yetersiz hissetmelerine bağlanabilir.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Araştırma sonucunda şu sonuçlara ulaşılmıştır;
Yurtkur personellerinin kişisel özelliklerinden cinsiyete göre,
erkeklerin %69,0 ile bayanlardan (%31,0) fazla olduğu, bu durumun
35
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
bekçi ve koruma güvenlik personellerinin erkek olmalarından
kaynaklandığı anlaşılmıştır.
Yurtkur personellerinin görüşlerine göre, duygusal tükenme alt
boyutuna ait tükenmişlik düzeyleri “Düşük”, duyarsızlaşma alt boyutuna
ait tükenmişlik düzeyleri “Çok Düşük”, kişisel başarı alt boyutuna ait
tükenmişlik düzeyleri ise “Düşük” bulunmuştur. Bu bulgulara göre
Yurtkur personellerinin tükenmişlik açısından risk taşıyacak durumda
olmadıkları ve yüksek düzeyde tükenmişlik yaratacak koşulların
oluşmadığını göstermektedir.
Anket maddeleri ile ilgili olarak personellerin; “İşimin beni
kısıtladığını hissediyorum” şeklinde belirtilen 13. madde, “İşimde çok
fazla çalıştığımı hissediyorum”
şeklinde belirtilen 14. madde,
“İnsanlarla yakın bir çalışmadan sonra kendimi canlanmış
hissediyorum” şeklinde belirtilen 18. madde ve “Bu işte birçok kayda
değer başarı elde ettim” şeklinde belirtilen 19. maddeye ilişkin
tükenmişlikleri “Normal” düzeyde bulunmuş, diğer maddelere ilişkin
tükenmişlik düzeyleri ise “Düşük” veya “Çok Düşük” bulunmuştur.
Kişisel değişkenler incelendiğinde; medeni duruma göre, bekar
personellerin duyarsızlaşma alt boyutuna ait tükenmişliği evli
personellerden daha fazla, memuriyet kıdemine göre, 1-5 yıl arası kıdeme
sahip personellerin duyarsızlaşma alt boyutuna ait tükenmişliği 21 ve
üzeri kıdeme sahip personellerden daha fazla, çocuk sayısına göre;
duygusal tükenme ve duyarsızlaşma alt boyutları için çocuğu
olmayanların, 2 çocuk sahibi olanlardan tükenmişliği daha fazla, unvan
grubuna göre, bekçi, koruma ve güvenlikçilerin kişisel başarı alt
boyutuna ait tükenmişliği müdür yardımcısı, şefler ile müdürlerden daha
fazla olduğu bulunmuştur.
Yukarıdaki sonuçlar ışığında şu öneriler yapılabilir.
1. Koruma ve güvenlik kadrolarına bayan personellerde istihdam
edilebilir.
2. Kurum içindeki üst mevki kadrolarına kurum dışından personel
istihdam edilmesi yerine, bu kadrolara kurum içinden personeller
atanarak personellerin kariyer yapmalarına olanak sağlanmalıdır.
3. Personellere işleri ile ilgili güdüleme teknikleri uygulanmalı,
personellerin iş başarımında ödüllendirme sistemi kullanılmalıdır.
4. Bekar personellerin barınma ihtiyacı kurum tarafından farklı
şekillerde karşılanabilir. Yurtta kalan personeller iş ortamından
uzak mekanlarda barınmaları noktasında yönlendirilebilir.
5. Memuriyete yeni başlayan işi tam olarak bilmeyen personellere
hemen aşırı iş yükü verilmemesine özen gösterilebilir.
6. Bekçi, koruma ve güvenlik kadrolarında bulunan personellere
insan ilişkileri, gençlik psikolojisi, duyarlılık eğitimi, empati gibi
36
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
7.
seminerler verilerek motivasyonları artırılabilir ve mesleki
yönleri geliştirilebilir.
Kurumun personel seçimi politikalarında, personellerin işlerinden
doyum sağlamaları için mesleği isteyerek ve bilinçli bir şekilde
yönelmelerini sağlayacak şekilde olmasına daha çok özen
gösterilebilir.
KAYNAKÇA
Armour, R. A. ve dğ. (1987). Academic Burnout: Faculty Responsibility
and Institutional Climate. New Drections for Teaching and
Learning, 29, 3-11.
Blau, P.M. ve Scott, R.W. (1962) Formal Organizations. Chadler
Publishing Company, San Francisco.
Çokluk, Ö. (2000). “Örgütlerde Tükenmişlik” (Edit: Cevat Elma ve
Kamile Demir). Yönetimde Çağdaş Yaklaşımlar. Ankara: Anı
Yayıncılık.
Ergin C. (1992). “Doktor Ve Hemşirelerde Tükenmişlik ve Maslach
Tükenmişlik Ölçeği’nin Uyarlanması”, 7. Ulusal Psikoloji
Kongresi Bilimsel Çalışmaları. ss.143-154.
Gökçakan, G. ve R. Özer. (1999). Rehber Öğretmenlerde Tükenmişlik.
Rize Rehberlik ve Araştırma Merkezi Müd. Yy. No:9, Rize.
İzgar, H. (2001). Okul Yöneticilerinde Tükenmişlik. Ankara: Nobel
Yayın Dağıtım.
Kaçmaz, N. (2006). “Tükenmişlik (Burnout) Sendromu”.
<http://www.İtfdergisi. Org/Text.Php3?İd=407>.
Kırılmaz, A., Y., Çelen, Ü. ve Sarp, N. (2003). “İlköğretimde Çalışan Bir
Öğretmen Grubunda Tükenmişlik Durumu Araştırması”,
İlköğretim-Online Cilt:2, Sayı:1, ss.2-9,
<http://www.ilkogretim-online.org.tr.>
Maslach, C. , W.B. Schaufeli, M.P. Leiter. (2001). Job Burnout. Annual
Review of Psychology.
<http://www.findarticles.com/m0961/2001Annual/73232715/p1/a
rticle.jhtml.>
NEA (National Education Asociation). (1965). Sampling and Statistic
Handbook for Surveys in Education, National Education
Asociation Press. Washington.
Özdamar, K. (2001). SPSS ile Biyoistatistik Ankara: Kaan Kitabevi.
Sucuoğlu, B. ve Kuloğlu, N. (1996). “Özürlü Çocuklarla Çalışan
Öğretmenlerde Tükenmişliğin Değerlendirilmesi”. Türk
Psikoloji Dergisi.Cilt:10, Sayı:36, ss.44-60.
Ural, A. ve Kılıç, İ. (2005). Bilimsel Araştırma Süreci ve SPSS
İle Veri Analizi. Ankara: Detay Yayıncılık.
37
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
AHİLİĞİN SİYASAL BOYUTLARI VE GÜNÜMÜZDE
YENİDEN YORUMLANMASI
Mehmet ARI*
Prof. Dr. Erkan AKIN’ın unutulmaz anısına…
ÖZET
Bu çalışmada Anadolu’da 13. yüzyıl başında ortaya çıkan ve 20.
yüz yıla kadar yaşayan bir kurumun siyasal yaşam içindeki yeri
değerlendirmektedir. Sözü edilen kurumun ahilik kurumudur. İlk akla
gelecek soru ahiliğin siyasal bir yönü olup olmadığıdır. Bir başka önemli
soru da böyle bir kurumun, var olduğu uzun dönemde nasıl değişiklikler
geçirdiğidir. Bu çalışmada ahiliğin değerlendirilmesi Anadolu’da
yaşanmış olan toplumsal ve kurumsal dönüşümlere paralel olarak ele
alınmıştır. Ayrıca sonuçta bugünün siyasal kavramlarıyla da bir
değerlendirmeye yer verilmiş ve şu sonuca ulaşılmıştır: Osmanlı
Devleti'nin kuruluşu döneminde siyasal bir unsur olan Ahi
örgütlenmesinin İmparatorluk döneminde tamamen bir meslek örgütü
haline geldiğini düşünürsek padişahlıkla ilişkisini baskı grubu siyasal
iktidar ilişkisine benzetebiliriz. Oluşturdukları loncalar aracılığıyla
kendilerini koruyan ve devletle ilişkilerini düzenli hale getiren Ahilerin
devletle karşılıklı bir etkileşim içinde olduklarını belirtmeliyiz.
Cumhuriyet Dönemi başında Ahi Zaviyelerinin de bütün Tekke, Türbe ve
Zaviyeleri kapatan bir kanunla kapatıldığını ve yasaklandığını biliyoruz.
Onun için Cumhuriyet Dönemi boyunca Anadolu köylerinde "yaran
odası" olarak adlandırılan köy odalarında geleneksel olarak Ahilik
ilkelerinin canlı tutulduğunu görüyorsak da, Ahilik, örgütlü bir güç
olmaktan çıkmış folklorik bir kalıntı haline gelmiştir.
ABSTRACT
In this study an institution which appeared in Anatolia in 13th
century and has been lived until 20th Century will be analyzed the place in
political life. This institution is akhism. The firs question is whether
akhism has a political dimension. The other question is how did this
institution change in the long period. In this article the evaluation of
akhism was realised as parallel to the social and institutional life in
Anatolia. At the conclusion another evaluation was made relative to the
current concepts and this result was found: If we think that this institution
*
Dr. , İnönü Üniversitesi İ.İ.B.F. Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi
38
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
convert to the professional association, Akhism and sultanate relation
resembled the relation of power and pressure group in Ottoman Empire.
We must explain that Akhis, who protect themselves by means of loncas
maded by them and regulate their relations o the state, interact with the
state. At the beginning of the Republican era Akhis’ small dervish lodges
was closed. So, in the Republican era, Akhism lost its organizational
power and convert to the folkloric remains in some Anatolian villages.
1. Giriş
Konusu toplumsal ilişkileri farklı boyutlarıyla incelemek olan
toplumsal bilimler çok farklı alt dallara ayrılmışlardır. Her bir bilim dalı
toplumsal bir kurumu incelerken kendi soruları ve bakış açılarıyla inceler.
Örneğin farklı toplumsal bilim dalları tarafından incelemeye alınan "A"
konusu, ilişkisi ya da kurumu iktisat, sosyoloji, siyasal sosyoloji, siyaset
bilimi, yönetim bilimi, tarih v.b. tarafından ele alındığında farklı
boyutlarıyla incelenir.
Biz bu çalışmamızda "Siyasal Boyutlarıyla Ahilik ve Günümüzde
Yeniden Yorumlanması" başlığı altında,
Anadolu'da 12.yüzyılda
kurulmuş ve 20. yüzyıla kadar yaşamış olan ahilik kurumunu siyaset
bilimi açısından ele almaya çalışacağız.
Bir konunun siyasal boyutları açısından incelenmesine başlarken
siyasal olanı belirleyebilmek için bir siyaset tanımı yapmalıyız. Ele
aldığımız kurumu da yaptığımız siyaset tanımı çerçevesinde
değerlendirmeliyiz.
2. Siyaset
Siyaset biliminin konusu olarak siyaseti birbiriyle ilişkili
ama farklı iki biçimde tanımlayabiliriz.
1. Siyaset biliminin konusu kurumsal bir bakış açısıyla saptandığında en
genel anlamıyla "devlet" kurumu olarak karşımıza çıkar. Devletin
kurumsal örgütlenmesi, bu örgütlenmenin biçimi, alt düzey kurumları,
diğer kurum ve kuruluşların devlet örgütüyle olan ilişkileri bütün olarak
siyaset biliminin ilgi alanı haline gelir.
2. Siyaset biliminin konusunu devletin kurumsal yapısıyla sınırlandırması
sonucunu doğuran kurumsal yaklaşımdan farklı olarak
"iktidar"
ilişkilerini konu alan, siyasetin tanımını iktidar mücadelesi olarak ele alan
bir başka yaklaşımdan söz edebiliriz. Burada "iktidar" kavramının
"başkasının kendi isteği yönünde davranmasını sağlama" anlamına gelen
genel anlamıyla almıyoruz. Çünkü o durumda aile içindeki iktidar, kişisel
ilişkilerdeki iktidar da siyaset biliminin konusu olurdu ki, siyaset
biliminin inceleme alanını incelenemeyecek kadar genişletirdi. Bunun
39
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
için siyaset bilimcileri iktidar mücadelelerini siyaset biliminin konusu
olarak aldıklarında "siyasal iktidar" olarak konuyu sınırlamaktadırlar.
Bu sınırlamaları belirledikten sonra şimdi siyasal boyutlarıyla ele
alacak olduğumuz ahilik üzerinde duralım.
3. Ahilik
13. yüzyıldan 20. yüzyıla değin Anadolu'da yaşamış olan esnaf
ve zanaatkarların oluşturduğu birliklere ahi birlikleri; bu birliklerin
yöneticilerine ahi; bu birliklerde gelişen düşünce ve ahlak sisitemine de
ahilik diyoruz.
Ahilik, içinde oluştuğu toplumsal yapıdaki farklılığın etkisiyle
farklı görünümler kazanmış, böylece de tanımı üzerinde bir birlik
sağlanamamıştır. İslamlıkla tanışmış olan Orta Asya göçebe Türk
halkının Anadolu'da yaşattığı bu düşünce sisteminin bazı yazarlarca
islami bir örgütlenme olarak Araplardan alındığı, bazı yazarlarca da
tamamen Türklere özgü bir gelenek içinde oluştuğu şeklinde
değerlendirildiği gözlenmiştir.
Çağatay (l989) da sözlük, terim ve örgüt olarak ahilik şöyle
tanımlanmaktadır:
l) Ahi kelimesi Arapçadır ve sözlük anlamı "kardeşim" demektir.
2) Terim olarak ahilik, belli devrede esnaf ve sanatkarlar birliğini ifade
eder.
3)Örgüt olarak ise: XIII. yüzyılın ilk yarısından başlayarak XX. yüzyılın
başlarına dek Anadolu şehir, kasaba ve hatta köylerindeki esnaf ve
sanatkarlar kuruluşlarının eleman yetiştirme, işleyiş ve kontrollarını
düzenleyen bir kurumdur" (Çağatay,1989,1).
Yedi yüzyıl süren örgütlü bir yaşam içinde, toplumsal yapının
değişmesiyle ahi birliklerinin işlevlerinin değiştiğini, yapısının değiştiğini
ve hatta üyelerinin niteliğinin değiştiğini görmekteyiz. Buna göre ahiliğin
ilkelerinde de sürekli değişmeler olduğunu tahmin edebiliriz. Ancak
ulaşabildiğimiz kaynakların özellikle ahlaki temeller üzerine oturtulmuş
bir dizi ilkeyi ahiliğin her döneminde geçerli ilkeler olarak belirttiğini
görmekteyiz.
Bu ilkeler nelerdir?
Fütüvvetname denilen ve Arap fütüvvet örgütlerinin ilkelerini
düzenleyen eserler ahiler tarafından da kullanılmış, ahiliğin ilkelerini
düzenleyen tüzük haline getirilmiştir. Bu fütüvvetnameler göre, ahinin üç
şeyi açık üç şeyi kapalı olmalıdır.
"Açık olanlar:
1) Eli açık olmalı; yani cömert olmalı,
2) Kapısı açık olmalı; yani konuksever olmalı,
3) Sofrası açık olmalı; yani aç geleni tok göndermeli.
40
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Kapalı olanlar:
1) Gözü kapalı olmalı; kimseye kötü bakmamalı ve kimsenin ayıbını
görmemeli,
2) Dili bağlı olmalı: yani kimseye kötü söz söylememeli,
3) Beli bağlı olmalı: yani kimsenin ırzına, namusuna, haysiyet ve şerefine
göz dikmemeli" (Çağatay, 1989, 162).
Burada belirttiğimiz altı ilke genel davranış ilkeleridir. Ahi
birlikleri içinde yer alan herkes bu ilkelere uymak zorundadır. Bunun
yanında fütüvvetnamelerde sayısı yüzlerle ifade edilen ilkeler vardır ki,
bunlar ahilik örgütü içinde hiyerarşik olarak yükselenlerin bilmesi ve
uyması gereken ilkelerdir. Bu ilkelerle üyelerin giyimlerinden, sofra
adabına uymalarına kadar bütün davranışları düzenlenmiştir. Birliğe en
alt düzeyden giren bir kişinin yükselmesi bu ilkeler çerçevesinde
düzenlenmektedir ve her basamakta törenler yapılarak üye bir üst
basamağa yükseltilmektedir.
Ahiliğin 13. yüzyılda Anadolu Selçuklu Devleti döneminde
ortaya çıktığı bilinmektedir. Ancak bu dönemde ahiliğin ortaya çıkmasını
sağlayan tarihsel geçmiş bilinememektedir. Bu konuda çeşitli görüşler
vardır. Bu görüşlerden birincisi, Anadolu’da ahiliğin ortaya çıkmasının
temeli Orta Asya'dan Anadolu'ya göç eden Türklerdir. Bu insan
malzemesi göçebe aşiretlerdir. Ahilik yerleşik bir düzende kasaba, şehir
halkının oluşturduğu bir birlik ise göçebe toplumunda nasıl ortaya
çıkmaktadır?
Bu noktada Orta Asya'da Türklerin göçebe özelliklerinden başka
yerleşiklik özelliklerini taşıyan bir toplumsal kesimi de içerdiği görüşü
öne sürülmektedir. Bu toplumsal kesim Orta Asya'da çeşitli zanaatları
sürdüren esnaf ve zanaatkarlardır, ki bunlara eli açık, cömert anlamında
"akı" denmektedir. İşte Orta Asya'dan taşınan bir kurum olarak ahiliği
temellendirenlerin görüşü, islami etkileşimle Anadolu’da kelimenin
"ahi"ye dönüşmüş olmasıdır.
"Bu Asya’dan gelme sanatkar ve tüccar Türklerin yerli tüccar ve
sanatkarlar karşısında tutunabilmeleri, onlarla yarışabilmeleri ancak, bir
örgüt kurarak dayanışma sağlamaları, bu yolla iyi, sağlam ve standart mal
yapıp satmaları ile mümkün olabilirdi. İşte bu zorunluk, dini ahlaki
kuralları fütüvvetnamelerde zaten mevcut olan bir esnaf ve sanatkarlar,
dayanışma ve kontrol örgütünün yani ahiliğin kurulması sonucunu
doğurdu" (Çağatay, 1989, 48).
Diğer görüş çeşitli farklılıklar içermekle birlikte ahiliğin ya başka
örgütlerin taklit edilmesiyle ortaya çıktığı ya da başka örgütlerin
Türklerce dönüştürülmesiyle ortaya çıktığıdır. Bunların içinde en belirgin
olanı Arap toplumlarında rastladığımız fütüvvetçiliğin ahiliğe
dönüştüğüdür. Bu görüşe haklılık payı kazandıran nedenler ahilik
41
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
ilkelerinin de fütüvvetnamelerle düzenlenmesi ve inanç temelinde iki
örgütün yapısının örtüşmesidir. Her ne kadar başlangıçta ahilik
örgütlenmesinin zanaatkarlarla sınırlı olmadığını biliyorsak da, ahilerin
zanaatkar olmaları belirli bir etkililiğe sahiptir.
Sonuç olarak ahiliğin ne fütüvvetçiliğin dönüştürülmesi, ne de Orta Asya
zanaatkarlarının geleneğinin Anadolu’ya taşınması olmadığını
söyleyebiliriz. Ahilik Anadolu’da toplumsal dinamiklerin sonucu ortaya
çıkmış, daha çok kentli toplulukların özellikle de esnaf ve zanaatkarların
oluşturduğu bir birliktir, bir örgüttür. Bu konuda Güllülü şunları
yazmaktadır:
"Ahilik; gerçek anlamıyla bu üç kaynaktan [islam toplumlarının
yapıları, Roma ve Bizans toplumları, ve Orta Asya Türk toplumunun
yapısı] gelen etkilerin, Anadolu insanı tarafından Selçuklu ve Osmanlı
devirlerindeki Anadolu toplumunun sosyo-ekonomik şartları içinde
yoğrulması ve biçimlendirilmesi olarak karşımıza çıkmaktadır" (Güllülü,
1992,16).
4. Ahiliğin Siyasal Boyutları
Anadolu’da 13. yüzyılda ortaya çıkmış olan ahilik kurumu her ne
kadar esnafların oluşturduğu bir kurum olarak ortaya çıkmışsa da uzun
dönemde toplumsal ilişkilerin bütününü etkileyici bir boyut kazanmıştır.
Yüzyıllar boyu değişik devletlerin kurulup yıkıldığı bu topraklar üzerinde
bu kurum hep varlığını korumuştur.
Anadolu’da ahiliğin ortaya çıkmasının önemli hedeflerine
değinmek gerekirse;
1) 11. yüzyılda Orta Asya'dan Anadolu’ya göç eden Türklerin büyük bir
kısmı göçebe hayatı yaşıyorlardı. Ancak daha sonraki dönemde Moğol
istilasından kaçarak Anadolu’ya gelen toplulukların önemli bir kısmının
Orta Asya'da esnaf, zanaatkar olarak çalışan kimseler olduğunu biliyoruz.
Bu toplulukların Anadolu’ya geldikten sonra da yerleşik bir düzen içinde
mesleklerini yürütmeye çalıştıklarını, kent merkezlerinde yerleştiklerini
görüyoruz.
2) Ahiliğin ortaya çıktığı dönemlerde ulaşımın son derece güç olduğu,
yolların güvensiz olduğu biliniyor. Bu dönemde yardımseverlik,
cömertlik ve konukseverlik gibi özellikleriyle tanınan ahilerin
Anadolu’nun çeşitli yerlerinde zaviyeler oluşturarak hem konuklara hem
de Orta Asya'dan daha sonraki dönemlerde Anadolu’ya gelen Türklere
yardım ettikleri biliniyor. Böylece ahiliğin o dönemde Anadolu’nun
sosyal ve ekonomik yapısından kaynaklanan nedenlerle ortaya çıktığını
görüyoruz.
42
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
4.1. Anadolu Selçuklu Devleti ve Ahilik
Anadolu Selçukluları Bizans topraklarını ele geçirdiklerinde, bu
topraklarda yaşam koşulları her bakımdan bozuk ve düzensiz bir
durumdaydı.
"Bir yandan egemenliği ve güveni kurmak, öte yandan büyük
dalgalar halinde doğudan gelen, kültürel ve sosyal durumları bakımından
değişik olan Türk boylarının yerleştirilmesi ve daha ilk zamanlardan
başlayarak bunlar arasında çıkan anlaşmazlık nedeniyle ufak tefek Türk
siyasal birliklerinin kuruluşu ve hemen ardından da birbiri ardından gelen
"Haçlı Savaşları" , Selçuklu Devletinin burada normal ve sürekli bir
sosyal ve ekonomik düzen yerleştirebilmelerini güçleştirdi" (Çağatay,
l989, 36).Selçuklular bu topraklar üzerinde Türk-İslam kültürünü
yerleştirmeye çalıştılar.
Anadolu Selçukluları ve ahilerin ilişkileri konusunda birbirinden
çok farklı görüşler vardır. Burada Anadolu Selçuklu Devleti döneminde
ahiliğin ortaya çıkışı ve devletle ilişkileri açısından farklı görüşlere
değinelim.
"Selçuklu İslam politikası, tabiatıyla, devletleşmenin gereğini
yerine getirir ve saltanatın maddi temellerini güçlendirirken, (.....) bu
politikanın kandaş gelenekleri bir ölçüde diri tutması da kaçınılmaz
oluyordu. Bu olay, doğrudan muhalefetlerle kaynaşarak sufi tarikatları ve
ahi örgütlerini oluşturmuştur. İslam, İran, Bizans ve Türk geleneklerinin
özellikle ahi örgütlenmesi konusunda hangi ağırlıklarla yer aldığı, ortaya
çıkan bileşimi hangi ölçüde etkiledikleri; genel olarak Anadolu’nun
Türkleşmesinde ve Anadolu Selçuklularının yönetimindeki evrede
gelişimlerinin ahi örgütüyle bağlantısı konuları araştırmacıları en çok
uğraştıran konuların başında gelir" (Hassan, l987, 353). "Zanaatkar
derneklerinin meydana getirdiği ve yönetici sınıfa karşı tek unsur olan
şehirli bir topluluk daha vardır. Kentlerin en kalabalık sınıfı,
hoşnutsuzluğunu açığa vuran hareketleri ve kimi zaman silahlı
ayaklanmalarıyla, hükümdarı yönetimsel ve mali karışıklıkları gidermeye
zorlayan bu sınıf, ellerinin emeği ile yaşayan zanaatkarlardan
kurulmuştu"(Köprülü'den aktaran Yerasimos, l980,89).
Anadolu Selçukluları döneminde ahilerin sarayla ilişkileri de net
olarak bilinememektedir. Ahilerin Sultanın saray muhafız kıtasında yer
aldığını belirten, onların sadece maaş alıp arazi almadığını öne süren
yazarlar vardır. Zamanla Konya'da ticaret yapan, ticaretten zenginleşen
ahiler de vardı. Ahi birliklerinin çoğu zaman saraydan özerk
davrandıklarını, kent yönetimlerinde etkili olduklarını biliyoruz. Ahilerin
hegemonyası altında pek çok Anadolu kenti siyasi özyönetim elde etti.
43
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Bu birlikler 13. yüzyılda devlet iktidarına oynayan her gücün hesaba
katmak zorunda olduğu siyasal bir öge durumuna geldi.
Bu dönemde ahilerin sarayla ilgili tutumlarında, kentlerde sosyal
düzen bozulduğu zamanlarda düzeni yeniden kurmakta sarayın yanında
yer aldığı; kentlerde düzenin olduğu zamanlarda saraydan özerk kalmaya
çalıştıklarını söyleyebiliriz.
Anadolu Selçuklu Devletinin tamamıyla Moğol egemenliği altına
girdiği dönemde Konya'da ahiler çok etkin bir konumdaydılar. 1295'de
Ahi başkanı Ahmetşah öldürüldü.
"Defin töreninde 15.000 kişi yürüdü, kırk gün yas tutuldu.
Ahmetşah'ın manevi otoritesi yalnızca ahiler, Konya halkı üzerinde
değildi. Geyhatu'nun bile Ahmetşah ile karşılaşınca ona "Ahı Ata" diye
hitap ettiği ve onu kendisine baba yaptığı bilinir" (Hassan, 1987, 273).
4.2. Beylikler Dönemi ve Ahilik
Anadolu Selçuklu Devleti'nin Moğol istilasından sonra ortadan
kalkması sebebiyle Anadolu'daki siyasal yapı farklı bir görünüm kazandı.
Selçuklunun uç beylikleri konumundaki Anadolu Türk Beylikleri
bağımsızlıklarını kazandılar. Bu beylikler bu dönemde kendi toprak ve
nüfuzlarını arttırmak için kendi aralarında savaşlara girdiler. Bu savaşlar
döneminde güçlenen Osmanlı Beyliği kısa ya da uzun bir zaman sonunda
Anadolu Türk Beyliklerini kendi sınırlarına kattı. Osmanlı Beyliğinin
güçlü bir devlete dönüşmesi sırasında, konumuz açısından dikkat çekici
olan iki yön vardır. Bunlardan birincisi, Beyliğin ilk dönemlerinde Türk
Beylikleriyle olduğundan çok komşusu olan Bizans İmparatorluğu'nun
kalıntıları ile ilişki ve savaş halindedir. İkincisi ise Osmanlı Beyliğinin
Ahilerle olan ilişkisinin önemidir.
Konumuz Ahilik olduğuna göre bizim için önemli olan ikinci
yöndür; yani Ahiliğin Osmanlı Devletine giden yolda Osmanlı Beyliği
döneminde yaptığı etkidir.
Moğol saldırılarının Ahiliğin üzerindeki etkileri konusundaki yorumların
çok olduğu dönem olan Beylikler dönemiyle ilgili iki görüşe değinelim.
"Claude Cahen, ahilerin tavrını dinsel ve "ulusal" açıdan antiMoğol, iktisadi açıdan ise anti-Türk olarak tanımlar. Ahilerin, Moğol
otoritesinin çöküşü sırasında gözlendiği üzere, Türkmen Beylikleriyle
yakınlaşmaları, geçici, ve fırsatçı bir durum olup, temel ilkelerine
dokunmamıştır" (Werner, 1986, 101 -102).
Ahilerin dinsel ve ulusal açıdan anti-Moğol tavırları olduğu
doğrudur. Ahi birlikleri genellikle merkezi otoriteden uzak durmaya
çalışmışlardır. Bu genel tavırları Selçuklulara karşı olduğu kadar
Moğollara karşı da geçerli ve tutarlıdır. Ancak, iktisadi açıdan antiTürkmen olma olasılığı çok zayıftır.
44
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
"Ahilerin, baskı gören, zulüm gören, tarihsel köken bakımından
da Ahilerden ayrı olmayan Türkmenlere karşı olmaları mümkün değildir.
Çünkü aynı sosyal, ekonomik yoksulluk ve baskı görme kendilerinde de
vardı. Kültürel bakımdan, demokratik hoşgörü bakımından, birbirlerinin
tamamlayıcısı olan bu iki grubu,, birbirlerine karşıt göstermek tarihi akışa
da ters düşer" (Gülvahaboğlu, 1991, 137).
Ünlü Berberi gezgini İbn-i Battuta'nın seyahatnamesinde yer
aldığına göre, Ahilik Anadolu'da esnafların birliği olarak kurulmuş
olmakla birlikte ahiler arasında sosyal yönden de güçlü bağlar
oluşmuştur. Ahi birliğinin üyeleri, bir başka deyişle esnaf, gündüzleri
çalışıyor, akşamları da zaviye denen yerlerde toplanarak çeşitli konularda
eğitiliyorlar ve yörede konuk olarak bulunan yabancıları ağırlıyorlardı.
İbn-i Battuta konuk olduğu zaviyelerin giderinin ortak üstlenildiğini
anlayacağımız şekilde ahinin başkanı olduğu zaviyeye gelen esnafların
kazançlarının hepsini başkana verdiklerini yazıyor (Aktaran, Çağatay,
1989, 94). Zaviyelerin giderleri esnaflarca ortak karşılanmakta, ancak
esnaflar bütün kazançlarını başkanlarına vermeyip, yalnızca giderlerin
karşılanması için bir miktar para vermektedirler.
İbn-i Battuta'nın Osmanlı Devleti'nin ilk dönemlerinde
Anadolu'da gezdiğini biliyoruz. Ancak gözlemlerinden edindiğimiz
bilgilerin geriye doğru yansıtılarak beylikler döneminde de etkili
olduğunu öne sürebiliriz. Hatta merkezi otorite boşluğunun doğduğu bir
dönemde ahi birliklerinin kent yaşamını düzenlediğini tahmin edebiliriz.
4.3. Osmanlı Devleti ve Ahilik
Osmanlı Devleti altı yüzyıl yaşamış bir devlet olarak,
kuruluşundan yıkılışına, gerek devletin yapısı gerekse devletin sınırları
içinde yer alan sosyal, siyasal kurumların oluşturduğu yapı olarak
değişimler geçirmiştir. Bu değişimler göz önüne alınarak Osmanlı tarihi
incelemelerinde dönemlemelere gidilir. Bu dönemlemeler kuruluş,
yükselme, gerileme ve yıkılış olarak yapılsa da biz bunu beylikten devlete
dönüşme ve devletleşme süreci ile imparatorluk niteliğini kazanma ve
imparatorluk haline gelme dönemi olarak ikiye ayırabiliriz.
Konumuz olan ahiliğin Osmanlı Devleti içindeki seyrini de dikkate
aldığımızda bu ayrımın yerinde olduğu görülebilir.
4.4. Osmanlı Devletinin Kuruluş Dönemi ve Ahiler
Moğol istilası sonucu Anadolu Selçuklu Devleti yıkılınca,
Anadolu'daki Türk Beylikleri kısmen bağımsızlaştılar, kısmen de Moğol
etkisi altına girdiler. Özellikle, Anadolu Selçuklu Devleti'nin başkenti
Konya'nın Batısında kalan beyliklerin daha bağımsız bir görüntü
kazandıkları dikkat çekmektedir. Bu beyliklerden bir tanesi de Söğüt
45
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
kasabası çevresinde yerleşmiş Oğuz Türklerinin Kayı boyundan gelen
yarı göçebe Osmanoğulları Beyliği’dir.
Osmanlı Beyliği, Anadolu Beylikleri içinde devlete dönüşerek diğer
beylikleri sınırlarına katacaktı. Bu süreçte iki şey dikkati çekmektedir.
Birincisi, Osmanlı Beyliği islam dinini kabul etmiş ve islamın gereği
Gaza hareketini gerçekleştirecek güçler içinde coğrafi konum açısından
en uygun yere sahipti. Bunun sonucu Anadolu'nun iç kısımlarından
gelerek bu gaza hareketine katılacak olan alplerin Osmanlı Beyliğinin
askeri açıdan güçlenmesine katkı sağladığını düşünebiliriz. İkincisi de,
Ahilerin Osmanlı Beyliğiyle olan ilişkileridir. Eskişehir yöresinde etkin
bir ahi şeyhi olan Şeyh Edebalı, Osman Bey'in kayınbabası idi. Osmanlı
Devleti'nin Gazi devleti niteliğini ön plana çıkaran tarihçi Paul Wittek bu
konuda şunları yazmaktadır:
"Ahilerin varlığı, iç bölgelerden çok sayıda kentli unsurun
Osmanlılara iyice erken dönemde katılmış olduğunu göstermektedir"
(Wittek, 1985, 54).
Osmanlı Devletinin kuruluş döneminde Ahilerin etkin rölü çok
belirgindir. Bu konuya değinen yazarlar bu rolü öne çıkarmaktadırlar.
Giese'in Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda Ahilerin rolüne verdiği
önem hem Köprülü (1981, 22) hem de (Werner, 1986, 132) de
belirtilmiştir. Giese Ahilerin ilk Osmanlı Beyliğine, iktidarlarını
kurmalarına yardım edecek askeri bir birlik vermiş olduğunu
söylemektedir (Werner,1986, 132). Sencer Divitçioğlu, "Ahi zümresinin
fevkalade nüfuzundan dolayı, Osman Gazi'nin beyliğe getirilmesinde
alınan karar bile onlara danışılmadan alınamamıştır" (Divitçioğlu,1981,
62) demektedir.
Umumi Türk Tarihine Giriş adlı eserinde Zeki Velidi Togan da
Orhan Bey'in Ahilerle olan ilişkisine değinmekte ve oğlu Murat Bey'in
ahilik mezhebine katıldığını belirtmektedir.
Toktamış Ateş, Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı adlı
eserinde Ahiliğin özel bir yeri olduğunu vurgulayarak şunları
yazmaktadır: "Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda Ahilerin destek oldukları
yaygın bir görüştür. Ancak bu eksiktir. Çünkü Osmanlı Devleti'nin
kuruluşunda Ahiler desteklemenin çok ötesinde bizzat içinde ve çok
güçlüdürler. Kuruluş döneminde ölen hükümdarın (Bey'in) yerine kimin
seçileceği konusunda kararı diğer devlet adamlarıyla birlikte Ahi ileri
gelenleri verirlerdi. Orhan Bey'i beylik makamına Ahiler getirmişlerdi
(Ateş, 1982, 153).
Ateş'in bu görüşünü destekleyen görüşler vardır. Örneğin
Güllülü'ye göre; Ahiler siyasal bir güç olarak ortaya çıkmamakla birlikte,
Anadolu şehir ve kasabalarında esnaf birlikleri olarak el sanatları
alanında üretimi tamamen ele geçirmişlerdi. Siyasal güç eksiklerini
46
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
gidermek için, henüz kurulmakta olan Osmanlı Beyliği gibi bir siyasi
güce hakim olmayı arzulamaktadırlar. Bu Şeyh Edebalı'nın kızı Malhun
Hatun'un Osman Gaziyle evlenmesinde etkili olmuş olabilir. Çünkü bu
evlilik nedeniyle Osmanlılar, Ahilerle kanbağı kurmuş oluyorlar (Güllülü,
1992, 87).
Burada etkileşimin iki yönlü olduğunu Güllülü de kabul etmekte,
Osmanlı Beyliği'nin Ahilerin nüfuzundan yararlanma amaçları konusunda
şunları yazmaktadır:
"Akrabalık bağlarıyla pekişen Ahi Birlikleriyle Osmanlı ailesi
arasındaki ilişki, bir yandan bu ailenin Ahi Birliklerinin nüfuzundan
büyük ölçüde yararlanması sonucunu doğururken, bir yandan da Ahilerin
siyasi alanda kesin söz sahibi olmalarını sağlamıştır. Öyle ki, Osmanlı
Beyliğinin ilk yöneticilerinden çoğu, başta Orhan Bey ve Murat Bey
olmak üzere, Şeyh Mahmut Gazi, Ahi Şemsettin, oğlu Ahi Hasan,
sonradan -kadı, Kazasker ve Vezir olan- Cendereli "Çandarlı" Kara
Halil doğrudan doğruya Ahi Birliklerine mensupturlar" (Güllülü, 1992,
89).
Osmanlı Devleti'nin kuruluş döneminde Ahilik çok yönlü bir
örgütlülük içinde ve Ahilerin devlet içinndeki rolleri farklılık gösteriyor.
Daha doğru bir deyişle tarihçiler Ahilerin bu dönemdeki özelliklerini
saptamada görüş birliğine varamamışlardır. Ahilerin bu dönemde esnaf
loncalarından ibaret olmadığı kesin olmakla birlikte, esnaf loncaları
olarak değerlendirilmelerinde derece farkları vardır.
Ahilerin bu dönemdeki etkinliklerini belirtmek gerekirse, Kunt
(1989, 29) da, uç toplumunda savaşma dışındaki konularda bilgiyi ve
tecrübeyi medrese görmüş ulemadan çok ahilerin temsil ettiği belirtiliyor.
14. yüzyıl boyunca Ahiler Osmanlı Beylerinden saygı görmüşlerdir.
Hatta Osman Bey kadıları Ahiler arasından seçiyordu.
Ahiliğin bir esnaf örgütü olmadığını öne süren Ateş, bu örgütün
esnaflar arasında yaygın olduğunu belirtiyor.
Ahilerin kuruluş döneminde etkililiğini vurgulamaya çalıştığımızı
anımsatarak, ordu ile ilişkilerine değinelim.
"Ahilik ordu ile de yakın ilişkiler kurdu. Osmanlı Devleti düzeni
ile bu devlette ilk düzenli ordu teşkilatının esaslarını, vezir Hacı
Kemalitdin oğlu Alaeddin ile, zamanın filozofu ve Edebali'nin akrabası
olan Çandarlı Kara Halil tesbit edip uygulattılar. Bunların her ikisi de ahi
idiler. İlk piyade askerinin kılığı, ahi esnafların kılığından, yeniçeri
başlıkları ahi başlıklarından alınmıştı" (Anadol, 1991, 55).
4.5. Osmanlı İmparatorluğu ve Ahilik
Ahilerin Osmanlı Devleti'nin kuruluşundaki rolünü ve 14. yüzyıl
boyunca süren etkililiklerini önceki başlıkta belirtmiştik. Bu bölümde
47
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Osmanlı Devleti'nin merkezi bir devlet olarak güçlenerek imparatorluk
haline geldiği dönemde ahiliğin rölünü değerlendirmeye çalışalım.
Ahiler, Osmanlı İmparatorluğu'nun merkezileşen yönetimi
sonucunda loncalarla bütünleşerek askeri, siyasi özerk varlıklarını
kaybederek esnaf ve zanaat loncalarına indirgenmiştir.
"Loncaların varlığı, zanaat imalatının tarımdan ayrıldığını ve kent
ile kır arasında toplumsal işbölümünden doğan bir karşıtlığın meydana
geldiğini ortaya koymakla birlikte, loncalardan kapitalist üretime
geçilmemiş, loncalar kapitalist üretime geçişi engellemiştir" (Erdost,
1984, 122).
Loncalar aynı süreçte Batıda da olumsuz etki yapmıştır. Ancak
merkezi yönetimlerin yokluğu gelişen ticaret sermayesinin yanısıra, Batı
demokrasisini kuran güç olarak burjuvazinin gelişimini de sağlamıştır.
Oysa Osmanlıda merkezi yönetimin varlığı nedeniyle bu süreç
yaşanmamış, lonca sistemine geçilmiş olması Yerasimos'un " zanaatkar
derneklerinin meydana getirdiği ve yönetici sınıfa karşı tek unsur olan
şehirli bir topluluk" (Yerasimos, 1980, 89) dediği ahilerin muhalif ve
özerk yapılarını yitirmesine yol açmıştır. Osmanlı yönetimi tüccarları
kontrol altına alarak loncaları desteklerken, loncaları da denetim altına
almıştır. Bunu neden yapmıştır?
Bunun üç temel nedenini Şevket Pamuk şöyle açıklamaktadır:
"Her şeyden önce kent nüfusunun temel tüketim
gereksinimlerinin sağlanması, kentlerdeki iktisadi yaşamın canlı
tutulması merkezi devlet için yalnızca iktisadi açıdan değil, siyasal açıdan
da büyük önem taşımaktaydı. Loncalar ise kentlerin iktisadi yaşamında
çok önemli bir rol oynuyorlardı. İkinci olarak, sarayın, ordunun ve
donanmanın temel gereksinimlerinin düzenli ve istikrarlı bir biçimde
sağlanması merkezi devlet için büyük önem taşıyordu. Loncalar da bu
işlevi yerine getirebilecek durumdaydılar. Üçüncü olarak, devlet
loncalardan vergi toplamaktaydı; kentlerdeki üretim ve ticaret
faaliyetlerinin vergilendirilmesinde esnaf loncaları çok önemli rol
oynuyorlardı. Kısacası loncalar, devletin korumaya ve sürdürmeye
çalıştığı geleneksel düzenin vazgeçilmez bir parçasıydı. Aynı zamanda
loncalar, devletin kent nüfusunu ve kent ekonomisini denetleyebilmesi
için elverişli bir araç durumundaydı" (Pamuk, 1988, 73 -74).
5. Siyasal Sosyalleşme ve Ahi Zaviyeleri
Sosyalleşmeyi genel olarak bireyin, toplumun değerlerini,
kurallarını öğrenerek onun bir üyesi haline gelmesi olarak tanımlıyoruz.
Siyasal sosyalleşme, ise siyasal düzeyde toplumun ürettiği değerleri,
içinde yaşanılan siyasal sistemin gereklerini ve kurallarını öğrenme
olarak alınabilir. Çağdaş toplumda siyasal katılmanın önemli bir değer
48
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
olduğunu biliyoruz. Bunun sonucu olarak siyasal katılma eyleminde
siyasal sosyalleşmenin, yani siyasal değer ve kuralların bireylerce
öğrenilmesinin önemini de anlayabiliriz.
14. yüzyıldan itibaren Anadolu'da büyük bir devlet olarak altı
yüzyıl yaşamış olan Osmanlı Devleti / İmparatorluğu açısından siyasal
katılmanın önemi ne idi? Siyasal sosyalleşme ne ifade ediyordu?
Çağdaş demokrasinin ve siyasal katılımın bireyler tarafından
gerçekleştirilen bir eylem haline gelmesinin bütün dünyada çok geç bir
dönemde ortaya çıktığını biliyoruz. 19. yüzyıla kadar çağdaş
demokrasilerin olmadığını da biliyoruz. Bu nedenle erken dönemlerde
siyasal sosyalleşmenin, toplumda geçerli siyasal kuralların bireylere
öğretilmesi ve sistemin korunmasıyla sınırlı olduğunu söyleyebiliriz.
Osmanlı İmparatorluğunda ise bu sosyalleşme süreci en azından
esnaf ve zanaatkarlar açısından ahi zaviyelerinde gerçekleşiyordu.
Gündüz işyerinde meslek öğrenen gençlerin, ahi birliği üyelerinin,
esnafların akşam ahi zaviyelerinde toplanıp dini ve sosyal konularda
sohbetler düzenlediklerini, görgü ve bilgilerini arttırmak için
çabaladıklarını görüyoruz.
"Ahilerin toplantı yeri ve konuk evi olarak kullandıkları ahi
zaviyelerine işçi ve çıraklardan başka, öğretmenler, müderrisler, kadılar,
hatipler, vaizler, emirler yani bölgenin faziletli, saygılı ve ulu kişileri
devam ederdi. Ahiliğe kabul şartı, iyi ahlaklılık, yardım severlik ve
cömertlik olduğundan bu örgüte girenler, temiz ahlaklı ve iyiliksever
kişilerdi. Ahiler arasında yüksek sırada yöneticiler, tabipler, komutanlar,
müderrisler ve kadılar yetişmiştir" (Çağatay, 1989, 92).
Ahilerin siyasal etkinliklerinin, daha çok merkezi otoritenin
zayıfladığı dönemlerde ve bölgelerde toplumsal düzeni sağlamak
olduğunu görüyoruz. Bunun yanında ahilerin ordu ile ilişkileri açısından
bakıldığında hem esnaf örgütlenmesi içinde bazı grupların meslekleri
itibarıyla orduda yer aldıkları hem de asker olarak yer aldıkları görülür.
Ahilerin mesleki ve sosyal eğitimlerinin yanı sıra askeri bir eğitimden
geçtikleri, silah eğitimi aldıkları bilinmektedir. Mesleki olarak orduda yer
alanlar ise topçu, demirci ve özellikle de atların koşumlarını üreten
saraçlardı.
Ayrıca yeniçeri örgütlenmesinin ideolojisinden giyimine
ahilikten etkilendiğini görmekteyiz.
"Osmanlı Devletinin temeli atılırken bu beylik, ahilikten ve ahi
birliklerinin nüfusundan istifade etmişti. Ahilerin bu nüfusu XV. yy'ın ilk
yarısına kadar sürmüştür.
Yeniçeri ordusunun kuruluşunda Hacı Bektaş töreleri ile birlikte
önemli rol oynamış, devlet adamları, hükümdarlar bile bu kuruluşa
girmeyi şeref bilmişlerdir. Osmanlı hükümdarı [Beyi] Orhan (saltanatı:
49
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
1326 -1359), şed kuşanarak ahi olmuş, kendisi de başkalarına şed
kuşatmış, yani ahiliğe sokmuştur. Orhan ahi ünvanlarından 'ihtiyarüddin'
ünvanını kullanıyordu" (Anadol, 1991, 57).
6. Siyasal Düzeyler ve Ahilik İlişkileri
Siyaset hem kurumsal olarak ele alındığında hem de iktidar
mücadelesi olarak ele alındığında değişik düzeyleri içeren bir süreç
olarak karşımıza çıkar.
Kurumsal olarak ele aldığımızda siyaset düzeyleri devlet
yönetiminin düzeylerine karşılık gelir. Bu günümüzde merkezi hükümet,
merkezi hükümetin taşra teşkilatı olarak ele alınmaktadır. Bu model
çerçevesinden Osmanlı Devletine bakarsak merkez ve merkez dışı taşra
teşkilatı karşımıza çıkar ki; bunlar payitaht ve memlekettir. Payitahtta
merkezi yönetim vardır ve dört sınıftan oluşur. Bizzat Padişahın başında
bulunduğu "mülkiye" idari işleri yürüten yönetici sınıf, mali işleri
yürüten "kalemiye", askeri işleri yürüten "seyfiye" ve ulemalardan
oluşan ve ilmi işleri yürüten "ilmiye" sınıfı bu dört yönetici sınıfı
oluşturuyordu ve sünufu Devlet diye anılıyordu. Memleket yönetimi olan
taşra teşkilatı en küçük birimlere kadar yayılmış kadılarca sağlanıyordu.
Ahiler devletin kuruluş aşamasında en üst düzeylerde yöneticilik
yapmışlarsa da XV. yüzyıldan sonra reaya sınıfından sayılan esnaf ve
zanaatkar
loncalarına
sıkışmış
ve
yöneticilikten
tamamen
uzaklaşmışlardır.
İktidar mücadelesi olarak siyaseti ele alırsak, siyasal düzeyler
çağımızda federal devlet-üniter devlet yapısına göre değişmekle birlikte
temelde ulusal ya da ülke düzeyinde iktidar mücadelesi ve yerel düzeyde
iktidar mücadelesi olarak belirmektedir.
Bu yapıyı, uzun bir dönem tarih sahnesinde kalmış Osmanlı
Devleti'ne bakışta kullanamayız. Çünkü Osmanlı Devleti'nde merkezi
iktidar için mücadele söz konusu değildi. İktidar değişmez bir şekilde
Osmanoğlu ailesine aitti. Ancak yerel düzeyde farklı iktidar düzeyleri
vardır diyebiliriz.
Osmanlıda memleket yönetimi günümüzün yerel yönetim ve merkezi
hükümetin taşra yönetimi karışımına karşılık gelen bir görünüm
oluşturur.
Merkezi yönetim, daha sonraları sadrazam adını alan Vezir-i
Azam başkanlığında vezirlerden ve diğer yöneticilerden oluşur. Bu
Bakanlar Kurulu gibi bir kuruldur. Ancak otokratik siyasal yapı içinde bu
kurul doğrudan doğruya ve sadece Padişaha karşı sorumludur. Ve kurul
üyeleri Padişahın "kul"larıdır. Vezir-i Azam devlet yönetiminde en yetkili
kişi olmasına rağmen, hayatı Padişahın iki dudağı arasındadır. Padişahın
yanından her sağ ayrılışında başını kurtardığı için sadaka dağıtır.
50
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Hem Selçuklular döneminde hem de Osmanlılar döneminde
Anadolu'da Ahiliğin etkilerini incelersek görürüz ki, merkezi iktidarın
ulaşamadığı, etkili olamadığı yörelerde ahiler toplumsal düzeni
sağlamaktadırlar. Bu da ahilerin örgütlülüğünden, toplumsal konularda
eğitilmişliklerinden kaynaklanmaktadır. Çünkü daha önce de
değindiğimiz gibi ahiler mesleki eğitimleri dışında da örgütlüdürler ve
kendilerini yetiştirmektedirler. O kadar ki, bazı yazarlarca ahiler zanaat
örgütü olmaktan çok bulundukları yörenin dirlik ve düzenini sağlayan
kolluk güçlerini oluşturan toplumsal grup olarak anılmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğunda halk iki sınıfa ayrılır. Birincisi
Padişah beraatı almış yöneticilerden oluşan "askeri" sınıf, diğeri askeri
sınıfa dahil olmayan herkesi içine alan "reaya"dır. Reaya şehir-kasaba
tüccarı ve esnafı ile çiftçilikle ya da hayvancılıkla uğraşan köylü ve
göçebelerden oluşan bir sınıftır. Sınıflar arasındaki en belirgin fark
kendilerine uygulanan hukuk düzenidir. Askeri sınıf padişahın kullarıdır
ve onlara padişah kanunları uygulanır. Reayaya ise şeriat kanunları
uygulanır. Burda padişahın reayaya yapacağı adaletsizlik zulüm olarak
kabul edilir. Ve devletin devamı reayaya uygulanacak adalete bağlıdır.
Çünkü onlar üretici kesimdir. Reaya devletin temelidir. Onun devamlılığı
için "raiyet oğlu raiyettir". Reayadan kimse yönetici olamaz. Ancak belli
kurallar çerçevesinde reayadan askeri sınıfa geçmek olanaklıdır.
Ahiler de reaya sınıfındandır. Onun için devletin güçlendiği
dönemlerde yönetici oldukları pek görülmez. Ancak devletin kuruluş
döneminde ahiliğin oynadığı rol içinde yönetici / kadı olduklarını
görüyoruz. Bir de devletin iktidarının zayıfladığı yörelerde ahi
örgütlülüğü kentin dirlik ve düzenini sağlıyor, yönetici rolü
üstlenebiliyordu.
7. Ahi Cumhuriyeti Tartışmaları
Ahilerin toplumsal yapıdaki etkileri bilinmekle birlikte bağımsız
olarak bir siyasal grup olup olmadıkları, bağımsız bir devlet kurup
kurmadıkları bilinememektedir. Bazı yazarlara göre Ahiler Ankara'da
bağımsız bir Ahi Cumhuriyeti kurmuşlar, bazı yazarlara göre de
Ankara'da etkili bir toplumsal grup olmakla birlikte hiç bir zaman
bağımsız bir devlete sahip olmamışlardır. Kısaca buna değinelim.
Ahi Evran Veli ve Ahilik adlı kitabında Adil Gülvahaboğlu
Ankara Ahi Cumhuriyeti konusunda şunları yazıyor:
"570 yıl önce, Horasanlı Türkmen Ahiler de 'halka ve emeğe'
dayanan bir ortaçağ cumhuriyetini Ankara'da kurmuşlardı. Tarihte ilk
Türk Cumhuriyeti altmış dört yıl süren bu 'Ahi Türkmen Cumhuriyeti'dir"
(Gülvahaboğlu, 1992, 308).
51
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Ahiler Ankara'da hiç bir zaman bağımsız bir cumhuriyet
kurmamış olmakla birlikte, bu düşünceye yol açacak bir etkinliğe sahip
olmuşlardır. Daha Selçuklular döneminde Sivas, Kayseri, Kırşehir,
Amasya, Tokat, Ankara, Niğde, Kastamonu önemli şehirler arasındaydı.
Şehirlerdeki ticari hayatın canlılığının etkisiyle çeşitli tacir gruplarına ait
hanlar yapılmaktaydı. Böylece bu şehirlerdeki kültürel faaliyetler bir
yandan Selçuklu otoritesinin dayanağı oluyor, bir yandan da ahi geleneği
etrafında potansiyel bir muhalefet yaşatılıyordu.
14. yüzyılda Beyliklerin Ankara üzerindeki çekişmeleri
sürmekteydi ve Ankara Eretna Beyliği'nin sınırları içindeydi. Şehrin
güçlü esnaf kurumları ve Ahi şeyhleri kent yönetimine hakimdiler. Bu
dönemde Osmanlı Beyliği de Ankara kentini sınırlarına katmaya
çalışıyordu. Bunun olası sebebi Osmanlıların Şeyh Edebalı döneminden
beri Ahilerle olan yakınlıkları idi (Kunt, 1989, 41).
Ankara Ahi Cumhuriyeti'nin bağımsız olarak 1290-1354 yılları
arasında varlığını sürdürdüğünü belirten bir yazar, 570 yıl sonra
Cumhuriyetimizin Ankara'yı başkent yaparak kurulmasına değiniyor. Ve
Ankara Ahilerinin Cumhuriyetimizin kuruluşunda önemli roller
üstlendiğini vurguluyor. Bu bağlantıya dayanarak laik cumhuriyetin Türk
tarihinden süzülüp gelen bir kültür ve anlam birikimi olduğunu
vurguluyor (Değinen Gülvahaboğlu, 1992, 307).Bütün bunlara rağmen
Ahilerin Ankara'da bağımsız bir Cumhuriyet kuramadıklarını, ancak
kentin askeri ve siyasal gücünü oluşturduklarını biliyoruz (Erdost, 1984,
125-126).
8. Ahiliğin Siyasal Açıdan Günümüzde Yeniden Yorumlanması
Çağdaş siyasal sistemlerde siyasal kurumlar, iktidarla doğrudan
etkileşim içinde olan ya da siyasal iktidara sahip olan kurumlar, önem
kazanmaktadır. Bir siyasal sistemin çağdaş demokrasi olarak
değerlendirilmesinin temel ölçüsü siyasal katılım haline gelmiştir ki, bu
esas olarak siyasal kurumlar aracılığıyla gerçekleşmektedir. Bu kuruluşlar
siyasal partiler ve baskı gruplarıdır. Türkiye Cumhuriyeti 1982
Anayasasına göre baskı gruplarının siyaset yapmaları yasaklanmıştır. Bu
yasaklama baskı gruplarının siyasal örgütler olma niteliğini değiştirmez.
Çünkü onlar tanım gereği siyasal örgütlerdir. Baskı grupları üyelerinin
çıkarları doğrultusunda siyasal iktidarın kararlarını etkilemeye çalışmak
amacıyla kurulurlar. Zorunlu olarak siyasal etkinliklerde bulunurlar.
Günümüz siyasal kurumlarının Ahi örgütlenmesiyle bir benzerlik
gösterip göstermediklerini tartışmak için öncelikle günümüz siyasal
kurumları olarak belirttiğimiz siyasal partiler ve baskı gruplarına kısaca
değinelim.
52
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Siyasal parti, temel amacı tek başına ya da başkalarıyla ortaklaşa
iktidarı ele geçirmek ve iktidarını sürdürmek olan, sürekli ve istikrarlı bir
kadroya sahip kurumlardır. Siyasal partinin yerine getirdiği belli başlı
işlevleri ise şöyle sıralayabiliriz:
1. Toplumdaki çeşitli çıkarların birleştirilmesi, vatandaşların önüne
seçebilecekleri derli toplu seçeneklerin çıkarılması, kısaca çıkarların
temsili ve bütünleştirme işlevi,
2. Halk kitleleri ile iktidar arasında köprü oluşturmak, halkın siyasete
katılımını sağlamak,
3. Siyasal kadroların yetişmesi ve beceri kazanmasını sağlamak,
4. İktidarda hükümet etme işlevi olan siyasal partiler, yarışmacı
toplumlarda muhalefette kaldıkları zaman iktidarı denetleme işlevine
sahip olurlar,
5. Bireylerin siyasal sosyalleşme süreçlerine yardımcı olmaktır.
Siyasal partilerden farklı olarak siyasal baskı gruplarının temel
amacı ise iktidarı doğrudan ele geçirmek yerine onu etkileyerek
üyelerinin çıkarlarını korumaktır. Baskı grupları üyelerinin çıkarlarını
korumaya çalışan mesleki kuruluşlar ve sendikalardan çevre
güzelleştirme derneklerine kadar çok çeşitlilik gösteren örgütlerdir.
Hem baskı gruplarının hem de siyasal partilerin modern çağın
siyasal kuruluşları olduklarını belirtmiştik. Bu örgütlenmeler 18.
yüzyıldan sonra ortaya çıkmışlardır. Bu örgütlerin asıl etkinlikleri ise
demokratik rejimlerin oluşmasıyla ve bu sürece katkılarıyla artmıştır.
Şimdi, Ahi örgütlenmesine modern zamanların siyasal
kurumlarıyla karşılaştırarak baktığımızda neler görebiliriz? Hemen
belirtmemiz gereken Ahi örgütlenmesinin önem kazandığı Osmanlı
Devleti'nde bu örgütün etkinliği zaman içinde değişmiştir. Osmanlı
Devleti'ndeki iktidar yapısı da zaman içinde değişmiştir. Osmanlı Beyliği
döneminde yönetici Bey'in diğer Beyler arasında "eşitler arasında
birinci" konumunda olduğunu görüyoruz. Bu dönemde Ahilerin bir
anlamda, iktidarı paylaşmak diyebileceğimiz bir etkililiğe sahip olduğunu
daha önce görmüştük. Osmanlı Devleti'nin gelişmesi ve İmparatorluğa
dönüşmesi sürecinde toplum yöneten-yönetilen, iktidara sahip olaniktidara tabi olan, askeri sınıf-reaya şeklinde bölündü. Bu gelişmede
yönetilenlerin hiçbir zaman yönetici olamayacakları, ya da iktidar sahibi
olamayacakları ortaya çıktı. Ve iktidarı elinde bulunduran Osmanoğlu
hanedanı iktidarı paylaşmanın ötesinde,
"vatandaş"
statüsü
kazanabilecek unsurları yönetici sınıfın dışına çıkararak yönetimi, bütün
hukuksal statüleri padişahın kuralları ile belirlenen, padişahın emirleri
karşısında hiçbir hakları olmayan kullar ile yürütmeye başladılar.
Bu süreçte Ahiler ve oluşturdukları esnaf, zanaatkar kesimi
padişahın kulları statüsü dışındaki reaya sınıfında yer aldılar. Zaten
53
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
kulları Türk ve müslümanlar değil, "devşirme" usulüyle toplanan ve
doğrudan padişahın kapıkulları olan gayrı müslimlerin çocukları
oluşturuyordu. Müslüman halktan devşirme usulüyle kul toplamak şeriata
aykırıydı. Dolayısıyla müslüman halk ve Ahiler yönetici rolü
üstlenemiyordu.
İktidarın paylaşımının ve el değiştirmesinin söz konusu olmadığı
bir dönemde de doğrudan doğruya siyasal iktidarı hedefleyen bir
kurumun oluşması beklenemezdi. Osmanlı Devleti içinde herhangi bir
örgütlenmeyi siyasal parti benzeri olarak anma olanağı yoktur.
Osmanlı Devleti'nin kuruluşu döneminde siyasal bir unsur olan
Ahi örgütlenmesinin İmparatorluk döneminde tamamen bir meslek örgütü
haline geldiğini düşünürsek padişahlıkla ilişkisini baskı grubu siyasal
iktidar ilişkisine benzetebiliriz. Oluşturdukları loncalar aracılığıyla
kendilerini koruyan ve devletle ilişkilerini düzenli hale getiren Ahilerin
devletle karşılıklı bir etkileşim içinde olduklarını belirtmeliyiz.
Cumhuriyet Dönemi başında Ahi Zaviyelerinin de bütün Tekke,
Türbe ve Zaviyeleri kapatan bir kanunla kapatıldığını ve yasaklandığını
biliyoruz. Onun için Cumhuriyet Dönemi boyunca Anadolu köylerinde
"yaran odası" olarak adlandırılan köy odalarında geleneksel olarak Ahilik
ilkelerinin canlı tutulduğunu görüyorsak da, Ahilik, örgütlü bir güç
olmaktan çıkmış folklorik bir kalıntı haline gelmiştir.
KAYNAKÇA
Anadol, Cemal (1991) Türk İslam Medeniyetinde Ahilik Kültürü
ve Fütvvetnameler, Kültür Bakanlığı Yay. , Ankara.
Ateş, Toktamış (1982) Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı
(Kuruluş Dönemi), Say Kitap Pazarlama, İstanbul.
Çağatay, Neşet (1989) Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, TTK
Basımevi, Ankara.
Divitçioğlu, Sencer (1981) Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı
Toplumu, Ar Yay. , Kırklareli.
Erdost, Muzaffer İlhan (1984) Osmanlı İmparatorluğunda
Mülkiyet İlişkileri, Onur Yay., Ankara.
Güllülü, Sabahattin (1992) Sosyoloji Açısından Ahi Birlikleri,
Ötüken Yay. , İstanbul.
Gülvahaboğlu, Adil (1991) Ahi Evran Veli ve Ahilik, Memleket
Yay. , Ankara.
Hassan, Ümit (1987) "Düşünce ve Bilim Tarihi" Osmanlı
Devletine Kadar Türkler, Türkiye Tarihi 1, (Yayın Yön.
Sina Akşin), Cem Yay. , İstanbul.
54
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Kunt, Metin (1988) "Siyasal Tarih", Osmanlı Devleti 1300-1600,
Türkiye Tarihi 2, (Yayın Yön. Sina Akşin), Cem Yay. ,
İstanbul.
Pamuk, Şevket (1988) Osmanlı-Türkiye İktisat Tarihi 1500-1914,
Gerçek Yay. ,İstanbul.
Sevim, A. ve YAŞAR, Y. (1990) Türkiye Tarihi 1, TTK Yay. ,
Ankara.
Togan, Z. Velidi (1970) Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul.
Werner, Ernst (1986) Büyük Bir Devletin Doğuşu (Osmanlı
Feodalizminin Oluşma Süreci), (Çev. Öner, Y. ve Esen,
O.), Alan Yay. , İstanbul.
Wıttek, Paul (1985) Osmanlı İmparatorluğu'nun Doğuşu, (Çev.
Berktay F.), Kaynak Yay. , İstanbul.
Yerasımos, Stefanos (1980) Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye,
Gözlem Yay. , İstanbul.
55
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
DEĞİŞEN DEVLET ANLAYIŞI, MÜDAHALECİLİK VE PİYASA
EKONOMİSİ
Ahmet Emre BİBER*
ÖZET
Yirminci yüzyılın sonlarına doğru, liberal geleneğe olan ilgi
yeniden canlanmaya ve bununla beraber devlet anlayışı da değişmeye
başlamıştır. Bu yeni anlayış, refah devletinin en temel argümanı olan
planlama kavramına karşı çıkmaktadır. Bu karşı çıkışın metodolojik
temellerini ise bireycilik, bilgi ve kendiliğinden doğan düzen kavramları
oluşturmaktadır. Bu çerçevede, liberal gelenek piyasanın ve toplumun
işleyişine yapılacak herhangi bir müdahalenin özgürlükleri yok edeceğini,
sistemi totalitarizme götüreceğini savunmuştur. Liberal gelenek,
özgürlüğü, hem bireysel anlamda hem de özgürlük anlamında “bireyin
dışarıdan hiçbir müdahaleye ve zorlamaya maruz kalmaksızın serbestçe
hareket edebilmesi” şeklinde negatif karakterli olarak tanımlamakta,
siyasi alanda ise özgürlüklerin arttırılmasını, bunun için de kamusal
alanın piyasa lehine daraltılarak devletin kanun hakimiyeti altında
sınırlandırılmasını öngörmektedir.
Anahtar Sözcükler: Devlet, Müdahalecilik, Bireycilik, Bilgi, Serbest
piyasa, Liberalizm
CHANGİNG GOVERNMENT CONCEPT,
INTERVENTİONALİSM AND FREE MARKET
ABSTRACT
Throughout twenty century, revival interested in the traditions of
liberalism and changing government concept. This new concept has
against the concept of planning which, the basic argument of the Welfare
Economics. Methodological fundementals of this opposition, which
constitute of subjectivism, individualism, knowledge and spontaneous
order. Liberalism any intervention in operation of the market and society,
lead to destruction of freedom and convert the system into totalitarianism.
Liberalism sees freedom, which is described, negative disposition, both
individual meaning and freedom meaning, “a person is not exposed to
*
Arş. Gör. , Abant İzzet Baysal Üniversitesi, İ.İ.B.F. İktisat Bölümü,
[email protected]
56
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
any intervention and coercion, who able to behaviour freely”, In the
Political area, proposed increasing freedom and contraction of state in
favor of the free market and restricted government under the rule of law.
Key Words: Government, interventionism, individualism, knowledge
free market, liberalism
1.Giriş
Yirminci yüzyıl, dünyada sosyal, ekonomik ve siyasal alanda çok
köklü dönüşümlerin yaşandığı bir dönem olmuştur. Bu dönüşümde etkili
olan unsurlardan biri de, sosyal refah devletinin felsefi temellerine
şiddetli eleştiriler getiren yeni liberal akımdır. 1929 krizine kadar dünya
ekonomisine hakim olan paradigma, fiyat sisteminin piyasaları steril hale
getireceği ve fiyatlara müdahalenin kaynak tahsisini bozacağı
şeklindeydi, Büyük Bunalım bu anlayışın yıkılmasına ve devletin
düzenleyici rolünün öneminin artmasına yol açmış ve uygulanan
politikalarla pek çok ülke 1960’ların sonlarına kadar bir refah dönemi
yaşamıştır. Ancak 1970’li yıllardan itibaren Keynesyen modelin ön
gördüğü refah devletinin krize girmesiyle beraber bu tip politikalar
sorgulanmaya başlanmış ve yeni çözüm arayışlarına girilmiştir. Bu
çerçevede pek çok ülkede önerilen ve uygulama alanı bulan politikalar
genellikle liberal yönde olmuştur. Özellikle Batıda iktidara gelen
partilerin uyguladıkları özelleştirme, deregülizasyon gibi kamu alanının
küçülmesine yönelik yeni sağ politikaların şekillendirdiği toplumsal
yapının teorik temellerini yeni liberalizm ve bu eksende gelişen devlet
anlayışı oluşturmaktadır.
2.Devlet Olgusunun Doğuşu ve Devletin Temel İşlevi
Devlet olgusunu açıklamaya yönelik bir çaba, her zaman için
toplumu da açıklamaya yönelik bir çaba olmuştur. Çünkü devlet
kavramını açıklamak aynı zamanda toplumdaki güç ilişkileri üzerinde
durmak ve bunları analiz etmek anlamına gelmektedir. Örneğin devlet ile
ilgili birbirinden farklı ve hatta zıt kuramsal açıklamalar getiren Marksist
ve Liberal yaklaşımlar, hem devlet hem de onu oluşturan topluma ilişkin
açıklamalar getirmektedirler. Diğer bir deyişle, bu yaklaşımlar devlet ile
ilgili açıklamalar yaparken aynı zamanda topluma ilişkin açıklamalar da
yapmaktadırlar. Buradan hareketle bazı görüşler, devlet veya iktidar
kavramlarının toplum ile birlikte ortaya çıktığını iddia etmektedirler, bu
bağlamda toplumun oluşumuna yol açan temel argümanın toplumsal
işbirliği olduğu kabul edilirse, devletin yaklaşık on bin yıllık geçmişi
olduğu söylenebilir. Bu süreç içerisinde devlet, toplumun yaşam alanını
etkileyerek çok büyük ve kapsamlı bir değişim geçirmiştir. Ancak
devletin on bin yıllık değişim sürecinde değişmeyen tek niteliği, otoritesi
57
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
altında bulundurduğu toplumsal sistemi yeniden üretmesidir. Bu olgu
devletin değişmeyen ana işlevi olmuştur. Devletin varlık nedeni ve temel
işlevi, mevcut olan sosyal ve politik düzeni sürdürmektir. Bunun için de,
toplumsal açıdan güç ve şiddet kullanma tekelini elinde
bulundurmaktadır. (Şaylan,1995;15-17).
Devlet otoritesinin toplumsal sistemi yeniden üretmesi ancak
modern devlet öncesi dönemler için geçerlidir, çünkü toplumsal yaşama
yön veren ve onu şekillendiren her şey geleneksel toplumlarda tanrısal
sayılmaktadır. Bu, aslında iktidarın tanrısal kökü teorisiyle de örtüşen bir
olgudur. Orta Çağ boyunca savunulan bu görüşün en önemli savunucusu
ise Bossuet’dir. Bu teorinin kökeni, Katolik Kilisesinin “Non est potestas
nisi a deo”, yani “tanrıdan gelmeyen iktidar yoktur” sözünün geniş bir
yorumundan oluşmaktadır. Buna göre yönetici, tanrının yeryüzündeki
temsilcisi sayılmaktadır (Göze,1995:128). Dolayısıyla geleneksel
toplumlarda devlete karşı gelmek tanrıya karşı gelmekle aynı anlama
gelmektedir. Modern devleti geleneksel devlet tipinden ayıran
özelliklerin başında da bu meşruiyet anlayışındaki kesin farklılık
yatmaktadır. Modern devlet anlayışının kökeni ise sosyal-siyasal
sözleşmelere dayanmaktadır, yani siyasal iktidarın kökü sözleşmelerdir
(Şaylan,1995:18).
Modern devlet olarak tanımlanan devlet biçimi, kapitalizm olarak
ifade edilen büyük dönüşümün bir ürünüdür. Kapitalizmin yükselişinde
ekonomik anlamda meta üretiminin yaygınlaşması yatmaktadır.
Kapitalizm aynı zamanda bir süreçtir, bu süreç içerisinde insan emeği de
alınıp satılmış ve meta’ya dönüştürülmüştür. Bu süreç, on üçüncü
yüzyılda İngiltere’de emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan kırsal
kesimde bulunan emekçilerin şehre akın etmeleriyle başlamıştır
(Çalkı,1998:7).
Modern devletin ilk biçimi olan mutlakıyetçi monarşi,
kapitalizmin gelişme süreci içinde ortaya çıkmış ve piyasanın
gelişmesiyle eş zamanlı bir gelişme göstermiştir. Mutlakıyetçi monarşinin
belirleyici özelliği, kural koyan ve bu kuralları uygulayan tekelci güç
olmasıdır. Bu yeni devlet tipinin ve de kapitalizmin işleyebilmesi, pazar
mekanizmasının işlerliğine bağlıdır; bunun için ise kural birliği ve iç
barışın olması kaçınılmazdır. Sanayi devrimi ile beraber üretim ve
ekonomik alandaki değişim devlet anlayışının da değişimini beraberinde
getirmiş, mutlakıyetçi monarşinin yerini meşruti monarşi ve cumhuriyet
tipi devletler almıştır.
Modern siyaset teorisinde ise devletle ilgili iki farklı yaklaşım
bulunmaktadır. Bunlardan ilki mekanik ya da toplumcu devlet
yaklaşımıdır. Bu yaklaşıma göre, devlet topluma hizmet için toplum
tarafından kurulmuştur, siyasiler ve bürokratlar ise bu oluşumun
58
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
yöneticileridir. Diğer yaklaşım ise organik devlet teorisidir. Bu teoriye
göre, devlet toplumdan soyutlanmıştır ve toplumu oluşturan bireylerin
tercihlerinden ziyade, tabii, tarihsel bir evrim sürecinde ortaya
çıkmaktadır. Organik teoride ahlakiliğin bireysel tercihten türetilebileceği
kabul edilmediğinden, siyasi ve hukuk kuralları, bireylerin kendiliğinden
yaratamayacakları süreklilik ve istikrar değerlerinin somut ifadeleridirler.
Bu Hegel’in siyaset felsefesinin de temel özelliğini oluşturmaktadır.
Hegel’in teorisinde devlet, sivil toplumun atomize biçimde olan bireyleri
arasındaki çatışmanın üzerinde yer alan, onları düzenleyen ve denetleyen
objektif bir hukuk düzeni olarak yer alır. Dolayısıyla organik teoride
devlet, tarihte ve gelenekte yerleşiktir bundan dolayı fayda ve haklar gibi
bireyselci ilkelerle sınırlandırılamaz (Barry,2004:68).
Organik teori, devlete bireyselliği yok edecek anlamda sınırsız
yetkiler öngörürken, bunun tam karşıt görüşü olan liberal bakış ise,
devleti, sahip olduğu zor kullanma hakkı ile tanımlamakta ve bu zor
kullanma tekelini hukuku uygulamakla sınırlandırmaktadır. Buna göre,
devletin, kendisini yaratan bireylerin amaçlarının ötesinde herhangi bir
amacı yoktur. Devlet, tabii hukukla bağlıdır. Bu sınırlı devlet teorisinin
en bilinen türü ise “gece bekçisi devlet” düşüncesidir (Barry,2004:69).
Devleti gece bekçisi konumuna indirgeyen liberal düşüncenin, siyasi ve
ekonomik olmak üzere ikili bir gelişim süreci vardır. Bu sürecin siyaset
felsefesi boyutu John Locke’un eserleriyle başlamakta, ekonomik alana
taşınması ise David Hume ve Adam Smith ile gerçekleşmektedir.
(Yayla,2002:15-35). Ekonomi alanda ise, devlet metodolojik olarak
bireycidir. Yani önemli olan bireysel değerler ve amaçlardır ve kolektif
varlığın ya da toplumun bireysel amaçlardan ayrı bir amacı yoktur. Bu
anlamda, serbest bir piyasada bireyler arasındaki mübadelelerin
kaynakların etkin ve optimal tahsisinin sağlanacağı kabul edilir.
Ademimerkezi bir piyasa sistemi, bireylere kendi faydalarını
azamileştirme imkanı vermektedir. Serbest piyasada, faydalarını
azamileştirmeye çalışan bireyler birbirleriyle olan iktisadi faaliyetlerle
kar elde ederler. Bu piyasa, olası bütün mübadelelerin gerçekleşmesine
imkan verecek ölçüde etkindir. Liberal düşünceye göre bu sürece
yapılacak siyasi bir müdahale, üretim ve bölüşümde bir etkinsizliğe
neden olacaktır (Barry, 2004:75).
2.Devlet Anlayışındaki Dönüşümün Nedenleri
Gerek organik, gerekse toplumcu yaklaşımlarda devlet
kavramının felsefi anlamda her dönemde tartışılması ve irdelenmesine
karşın, devlet kavramı üzerinde kesin bir anlaşmaya varılamamıştır.
Ancak buna karşın tarihsel süreç içerisinde devletin bazı özelliklerinin ön
plana çıktığı söylenebilir. Bunlardan en belirginleri, devletin kurallarının
59
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
kamusal nitelikli olması, bu kuralların toplumda genel olarak kabul
edilmiş ve meşruiyeti sorgulanmayan nitelikte olması ve otoritesinin
merkezleşmiş olmasıdır. Batılı ülkelerde devletin bu konumu yirminci
yüzyılın sonlarına kadar devam etmiştir. Bu dönemde devletin ekonomik
güçlüklerin ve sosyal sorunların üstesinden geleceği, toplumun
ihtiyaçlarını karşılayacağı kısacası toplumsal refahın temeli olduğu
varsayılmaktadır. Bunda, 1929 ekonomik krizinin atlatılması ve ikinci
Dünya Savaşı sonrası kalkınmanın sağlanmasında ki devletin
başarılarının rolü önemlidir. Bu dönemde, devlet sadece ekonomik
kalkınmayı değil, sosyal sorunları ve güvenlik sorunlarını da üstlenmiştir.
Buna zemin hazırlayan olgu ise, Keynezyen teori ve Rosvelt’in
uygulamalarıdır. Bu eğilim, devletin sadece ekonomik alana değil, sosyal
ilişkilerin düzenlenmesine ve bu alanlara müdahalelerde bulunmasına
neden olmuştur. Bu anlamdaki devlet anlayışının bir müdahale
stratejisinden başka bir şey olmadığı söylenebilir.(Chevalier,1983:96-97).
Keynesle başlayan refah devleti anlayışı, klasik liberal yaklaşımın
“gece bekçisi devlet” ve “bırakınız yapsınlarcı” ekonomik anlayışını terk
etmiş, yerine karma ekonomik bir model benimsemiştir. Keynesyen
teorinin öngördüğü refah devleti modeli, kalkınma ve büyümenin
altyapısını hazırlamayı, işsizlik sorununu çözmeyi ve piyasayı
geliştirmeyi amaçlamıştır. Bunun yanı sıra, sosyal güvenlik politikalarıyla
çeşitli grupların refahını artırmaya çalışmış, bunun maliyetini ise devlet,
girişimci ve çalışanlar arasında bölüştürmüştür. Bu süreçle birlikte,
gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler yarım yüzyıllık bir büyüme ve refah
dönemi yaşamışlardır. Ancak 1960’lı yılların sonlarına doğru refah
devletinin müdahaleci politikaları bireylerin ekonomik ve sosyal
güvenceye sahip olması amacını sağlayamamış, tersine devletin
bürokratik yapısı ağırlık kazanmış ve bireylerin özel alanlarına da
müdahale etmeye başlamıştır (Gül,2004:4-5). 1970’li yıllardan sonra ise,
Keynesyen politikaların ve bunun sonucu olarak refah devleti anlayışının
yerine neo-liberal akımlar ve sınırlı devlet anlayışı popülerlik
kazanmıştır. Neo-liberal akımların yükselişinin nedenlerinden biri, 1973
de petrol krizi olarak yansıyan stagflasyon olgusudur. Bu döneme kadar
ki Keynesyen açıklamalar, işsizliğin azaltılması için genişletici maliye
politikaları ile yatırımların arttırılması, tam istihdam durumunda ise bir
miktar enflasyon yaşanabileceği ve tam istihdam durumundan sonra
izlenen genişletici maliye politikaların enflasyonist açığa neden
olabileceği yönündedir. Yani işsizlikle enflasyon arasında bir trade-off
ilişkisinden bahsetmektedir. Ancak Keynesgil açıklamalar, her ikisinin de
artması durumunu göz önünde bulundurmamaktadır. (Akşit,1994:36).
Yaşanan bu kriz mevcut kapitalist birikim rejiminin ve bunun
devamlılığını sağlayan mali sistemin artık çözüldüğünü işaret etmektedir.
60
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Devlet anlayışındaki değişimin diğer bir nedeni ise, 1970’lerin sonuna
gelindiğinde, başta A.B.D. ve İngiltere olmak üzere pek çok batılı ülkede
muhafazakar partilerin iktidara gelmesi ve bu partilerin uyguladığı
özelleştirme ve deregülizasyon gibi devletin iktisadi hayattaki rolünü
azaltıcı politikalar olduğu söylenebilir. Bu politikalar diğer ülkelerde de
liberal politikaların uygulanması yönünde bir örnek oluşturmuşlardır.
Uygulanan bu liberal politikalara, İngiltere’de Thatcher hükümetinin
1979’da fiyatlar üzerindeki denetimi kademeli olarak kaldırma kararı
alması, 12.07.1979’da Fiyat Komisyonunun görevlerini, 23.10.1979’da
ise kambiyo denetimi ile ilgili bazı müdahaleleri kaldırması; A.B.D.’de
ise ulaştırma, bankalar ve ticaret sektörüyle ilgili bazı idari kısıtlamaların
kaldırılması ve Fransa’da 30 yıllık müdahaleci politikalardan sonra
fiyatların
serbest
bırakılması
biçiminde
örneklendirilebilir.
(Chevalier,1983:99). Son olarak, neo-liberal akımların yükselişinin diğer
bir nedeni olarak, Sovyetler Birliği gibi merkezden yönetimli sistemlerin
çözülmeye başlamasıyla beraber, devlet güdümlü politikalara olan
güvenin sarsılması gösterilebilir.
3.Liberal Devlet Anlayışı, Özgürlük ve Piyasa Ekonomisi
Birçok liberal düşünüre göre, liberalizmin dört temel unsuru
bulunmaktadır. Bunlar bireycilik, özgürlük, piyasa ekonomisi ve sınırlı
devlettir. Bireycilik ve özgürlük liberalizmin en önemli iki kavramıdır.
Liberal düşünce, meta üretimine ve değişim sürecine devlet eliyle hiçbir
müdahale yapılmamasını savunmaktadır. Çünkü böylesi müdahaleler
bireyin özgürlüklerinin kısıtlanmasına ve bazı bireylerin diğerleri üzerine
baskı kurmasına yol açarak doğal uyumu bozacaktır. Bu nedenle
liberalizmin temel sloganı “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler”
olmuştur. Hayek, liberalizmi; toplumun tüm düzeninin tasarımlı
kontrolünü, ayrıntılarını önceden sezemeyeceğimiz, bir kendiliğinden
doğan düzenin oluşumu için gerekli olanlara benzer genel kuralların
icrası ile sınırlandırmaktadır.(Hayek,1996:50). Liberalizmin hareket
noktası, aklın öne çıkarılması ve bireyciliğin temel alınmasıdır. Liberal
toplum kuramı, toplumun birbirinden bağımsız atomize bireylerden
oluştuğunu kabul etmektedir. Bu bireylerin ise kimse tarafından
kısıtlanmaması gereken bazı temel hak ve özgürlükleri vardır.
(Şaylan,1995:17).
Liberalizme göre bu temel haklar, yaşama hakkı, özgürlük ve
mülkiyet haklarıdır. Siyasal kurumların ve hukuksal düzenlerin görevi,
bireylerin bu haklarını korumaktır. Yani liberal felsefeye göre devletin
varlık nedeni, bireylerin doğal hak ve özgürlüklerini güvence altına
almaktır. Bireyin varlık sebebi ise, başka varlıklar değil bizzat
kendileridir. Dolayısıyla nihai otorite ve referans noktası bireyin
61
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
kendisidir. Liberalizm işte bu bireysel hakları referans almakta ve
devletin varlık sebebini bireyin bu haklarını korumakla sınırlı
görmektedir. Bu nedenle liberalizmin devleti, “gece bekçisi” konumuna
indirgeyen bir çizgide olduğu söylenebilir (Karagöz, 2002:277).
Liberal düşüncenin üzerinde durduğu diğer önemli bir kavramı
ise özgürlüktür. Bu kavram liberal düşüncede “negatif özgürlük”
çerçevesinde ele alınmaktadır. Negatif özgürlük; bireyin her hangi bir
müdahaleye maruz kalmadan davranabilmesi ve serbestçe hareket
edebilmesi şeklinde tanımlanabilir. Birey, tercihlerini dışarıdan hiçbir
müdahale olmadan yapabildiği ölçüde özgürdür. Bu noktada negatif
özgürlük, Thomas Hobbes’un ifadesiyle şu şekilde özetlenebilir:
(Bouillon’den naklen,1999: 366).
“ Özgür bir insan… yapma iradesine sahip olduğu şeyi yapması
engellenmemiş kişidir”
Hayek’e ise özgürlüğü, bir insanın başkalarının baskısı altında
kalmadan davranabilmesi, hareket edebilmesi biçiminde tanımlamaktadır.
Bu çerçevede bireyin diğer bireylerin zoruna maruz kalmadan hareket
edebilmesi bireysel ya da kişisel özgürlük olarak da isimlendirilebilir.
(Yayla, 2000:22). Bireye yapılan müdahalelerin ya da zorlamaların
kaynağı sosyal gruplar ya da diğer bireyler olabileceği gibi gerek sosyal
yaşam içerisinde gerekse piyasada esas müdahaleler devlet tarafından
gelmektedir. Dolayısıyla liberalizm, bireyin özgürlüğü için devletin
kanunla sınırlandırılması gerektiğini öngörmektedir (Hayek,1997:180).
Devlet müdahalesi ise en çok, ekonomik alanda faaliyette bulunmak ya
da ekonomik girişimcilik hakkına sahip olmak şeklinde tanımlanan
ekonomik özgürlüklerin engellenmesi şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Liberal düşüncenin diğer bir önemli temsilcisi olan Mises’e göre,
ekonomik özgürlükle genel anlamda özgürlük arasında çok yakın bir
ilişki bulunmaktadır. Ekonomik özgürlük piyasa ekonomisi ile var
olmaktadır. Piyasa ekonomisinin olmaması bütün siyasal ve sosyal
özgürlüklerin ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Özgürlüğü yaratan
kanunlar ve anayasalar değil, piyasa ekonomisidir. Kanunlar ve
anayasalar, rekabetçi bir ekonomik sistemin bireylere sağladığı
özgürlüğü, devlet ya da polis gücünden korurular. Dolayısıyla Mises,
özgürlüğü bir anlamda da devlet faaliyetleri alanında polis gücünün
üstüne konulan sınır olarak tanımlamaktadır. Mises’e göre, piyasa
ekonomisinin bireylere sağladığı özgürlük, rekabet yoluyla
sağlanmaktadır. Piyasa ekonomisi bireylere sonsuz sayıda seçenekler
sunarak onları özgür kılmaktadır. Devletin ekonomik ve sosyal alandaki
güç ve yetkilerinin, yani devlet yönetiminin sınırlı olduğu bir ekonomik
ve sosyal düzen liberalizm, bunun tersine, devletin ekonomik güç ve
62
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
yetkilerinin geniş olduğu aynı zamanda sınırsız devlet müdahalesinin
olduğu bir sistem ise totalitarizmdir. (Yayla,2000:185-186)
Mises, devletin ekonomik hayat içindeki rolünü ve onun
müdahalelerinin neden olduğu aksaklıkları “Human Action” ve
“Omnipotent Government” isimli eserlerinde sistemli bir biçimde
incelemiştir. Mises’in bu eserlerinde yapmış olduğu tahliller, daha çok
sosyalist sistemdeki devletçi müdahaleler çerçevesinde olmasına karşın,
daha sonraları Mises, İngiltere’de ve diğer batılı ekonomilerde de devlet
müdahalelerinin artması nedeniyle, batılı modern devletlerin de piyasanın
işlerliğine müdahale etmesinin aslında sosyalizmdeki uygulamalardan bir
farkının olmadığını savunmuştur.
Devlet müdahalesinin neden olduğu piyasa aksaklıklarına ilişkin
görüşlerinin çıkış noktası esas itibariyle sosyalistlerle girişilen ve Mises
de zirveye ulaşan hesaplama tartışmalarıdır. Mises sosyalist bir sistemin
var olamayacağını, böyle bir sitemin özel mülkiyet hakkının, gerçek
piyasaların ve bu piyasalarda kendi çıkarları peşinde koşan bireylerin
olmaması nedeniyle, iktisadi hesaplamadan mahrum olduğu argümanına
dayandırmaktadır. Mises, sosyalist bir sistemin neden başarılı
olamayacağını “Bürokrasi” isimli kitabında şöyle özetlemektedir: (Mises,
2000:53)
“Sosyalizm yahut devlet kontrolünü bütün iktisadi faaliyetlere
yayma imkansız bir şeydir. Çünkü sosyalist toplum düzeni, iktisadi plan
ve programların mutlak suretle ihtiyaç gösterdikleri entelektüel unsurdan,
“iktisadi hesap”’tan mahrumdur. Devletin merkezi bir teşkilat marifeti ile
iktisadi hayatı planlaştırmak istemesi bir çelişki ifade eder. Sosyalist bir
merkezi üretim bürosu, halledilmesi imkansız meseleler karşısında
kalacaktır. Hazırlanan projelerin memleket hesabına ne derece faydalı
oldukları ve üretim unsurlarının ziyanına sebebiyet verilip verilmediği
anlaşılamayacaktır. Sosyalizm, tam bir kargaşalıkla sona erme tehlikesine
maruz kalacaktır.”
Mises’e göre, piyasa ekonomisinin engellenmesi sisteminin ya da
müdahaleciliğin amacı, bir yandan devletin farklı alanlardaki
aktivitelerinin, diğer yandan ise piyasa sistemi altındaki ekonomik
özgürlüğün korunmasıdır. Ancak, müdahalecilik nasıl tanımlanırsa
tanımlansın, piyasada özel sektörün korunmasına yönelik devlet
faaliyetlerinin sınırlarının olmaması, piyasa işleyişinde sıkıntılara neden
olacaktır. (Mises,1998:719).
Mises’in bahsettiği piyasa işleyişindeki bu sıkıntılar, aslında
ekonomik etkinlik tartışmalarından kaynaklanmaktadır. Etkinlikle ilgili
bu tartışmalar, devlet müdahalesi ile ilgili yaklaşımları anlamak açısından
önemlidir. Geleneksel etkinlik tartışmalarında iki önemli köşe taşı
bulunmaktadır. Bunlardan biri Pareto Optimumu, diğeri ise tam
63
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
rekabettir. Pareto optimumu, statik bir durumu ifade etmektedir. Buna
göre, toplumda en az bir kişinin refah düzeyini azaltmadan öteki kişilerin
refah düzeyini yükseltme olanağı yoksa toplum refahı optimuma erişmiş
demektir. Ekonomik etkinliği ifade eden bu optimumun
gerçekleşebilmesi için bir yandan üretilen malların tüketiciler arasında
optimal dağılımının yani etkinliğinin sağlanması, diğer yandan üretim
faktörlerinin, çeşitli malların üretimi alanında optimal dağılımının yani
etkinliğinin sağlanması gerekir. (Cordato,1980:393-394).
Neo-klasik
perspektif,
piyasa
etkinsizliğiyle,
piyasa
başarısızlığını ifade etmektedir. Onlara göre, piyasanın başarısı ve
etkinliği için devlet müdahalesine başvurulabilir. Temel klasik
yaklaşımda bu neo-klasik notasyonu almıştır, piyasa doğal olarak
başarısız olacaktır ve ortodoks bakış açısına göre müdahale gereklidir.
Piyasa başarısızlığı demek, piyasanın Pareto Optimal ya da birinci en iyi
kaynak tahsisini başaramaması demektir. Dolayısıyla piyasa
başarısızlığının varlığı, kaynak tahsisinin optimal olmadığını, ikinci en
iyinin bulunduğunu veya kaynak etkin bir biçimde kullanılmadığını ifade
etmektedir. Pareto optimumunun sağlanamaması özellikle dışsallıklar ve
tam kamusal mallarda geçerli olabilir (Yew-Kwang,1979:454). Neoklasiklerin piyasa başarısızlığı tanımlamasından hareketle, bir etkinsizlik
durumunda devlet müdahalesinin gerekliliği hakkındaki görüşlerine
karşın, liberal perspektif piyasa etkinsizliğinin giderilmesi için devlet
müdahalelerinin uygulanamayacağını savunmaktadır. Bu noktada
Rothbard’a göre, piyasa hiçbir zaman mükemmel etkinliğe ulaşamayacak
olmasına karşın, piyasanın kendi iç dinamikleriyle bu etkinliği
sağlayabilmesi mümkün olabilir. Gerçekte liberal bakış açısına göre,
herhangi bir piyasa başarısızlığı serbest piyasanın işleyişinden değil,
hükümet müdahalelerinin piyasa fiyatlarını ve kaynak dağılımını
değiştirmesi ya da bozmasından kaynaklanmaktadır (Rothbard,1997:242).
Ancak buradaki problem, toplumda devlet eliyle yürütülen işlerin
ne olacağı, yani dışsallıkların ve kamu malları gibi devlet tarafından
sağlanan hizmetlerin serbest piyasa tarafından nasıl sağlanacağı
sorunudur. Kamu malları; kısaca yollar, eğitim, parklar, sağlık hizmetleri
ya da Rothbard’ın sisteminde yer alan savunma ve hukuksal hizmetlerin
talep yönü piyasa tarafından sağlanacaktır. Gerçekte bu tip mallar bir
fiyata sahip olmadıklarından ve marjinal maliyet ve marjinal fayda
eşitliğinden dolayı, liberal bakış açısına göre etkinliğin konusu değildir.
Serbest piyasa ekonomisi, toplumdaki mülkiyet hakları ve kaynak
dağılımı sistemi için tanımlıdır. Mülkiyet hakları sistemi, tüm toplum ve
ekonomik faaliyetler için düzenleyici bir mekanizmadır. Mises de bu
konu üzerinde önemle durmuş, özel mülkiyet haklarının piyasada oluşan
fiyatlar arasında bir ilişki olduğunu, özel mülkiyet olmadan piyasa
64
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
fiyatlarının
oluşumunda
sıkıntılar
olacağını
vurgulamıştır
(Cordato,1980:401).
Buradan da anlaşılacağı üzere, piyasa sürecinin temel özelliği,
girişimci insan faaliyetlerinin birbirini etkilemesidir. Girişimciler
piyasada kar fırsatlarını elde etmek için hareket ederler. Bu girişimci
faaliyetleri sonucunda, piyasaya sunulan ürünlerin fiyatları ve miktarları,
kendiliğinden denge değerlerinde gerçekleşecektir. Böyle bir sistemin
işleyebilmesi için temel şart, bireysel girişim özgürlüğü ile serbest
rekabetin olması olacaktır. Bunun dışındaki, devletten ya da başka bir
otoriteden gelen bir müdahaleye gerek yoktur. Böylesi bir müdahale, hem
bireysel özgürlüğü hem de kaynak dağılımını bozacaktır. Kirzner’e göre,
piyasa dışı engellemelerle ifade edilen devlet engelleri ve
sınırlandırmalarıdır. Çünkü bir malın üreticisinin veya firmanın piyasaya
girmesini engelleyecek en büyük güç devlettir. Bu kavram, girişimcinin
piyasaya girişte cesaretini kıran yüksek üretim maliyetleri gibi
kavramlardan farklı olarak kullanılmaktadır. Çünkü, üretim maliyetlerini
üstlenmeden piyasaya girmek zaten mümkün değildir, dolayısıyla iktisadi
aktörlerin piyasaya girişte karşılaştığı yüksek üretim maliyetleri önemli
bir unsur değildir. Burada üzerinde durulan esas konu devlet eliyle
yapılan müdahalelerdir. Eğer hiçbir katılımcı onu yeni rakiplerinin
piyasaya girmesine karşı koruyacak bir ayrıcalığa sahip değilse, bu
durum tamamen rekabetçi bir durumdur. Rekabetçi bir piyasanın başarısı
ise bu giriş özgürlüğüne, yani ayrıcalığın olmamasına bağlıdır (Kirzner,
2000:11).
Serbest piyasada özgürlüğün olabilmesi için özel mülkiyet ve
sözleşme özgürlüğünün olması gerekmektedir. Hayek’e göre, özel
mülkiyetin reddi aynı zamanda piyasa ekonomisinin de reddi
sayılmaktadır. Çünkü özel mülkiyet, piyasa sisteminin en önemli
koşuludur. Özel mülkiyetin sınırlanması ise, rekabetin sınırlanması
anlamına gelmektedir. Hayek, mülkiyeti adil davranış kuralları tarafından
bireye sağlanan, korunan alanın maddi kısmı olarak tanımlamıştır.
Bireylerin farklı bilgi ve becerilerince yönlendirilen amaçları izleme
özgürlüğü, hem çeşitli üretim araçlarının özel bireylerce sahiplenilmesi
hem de bunun bir parçası olarak bu sahipliğin devredilmesinin
onaylanması ile mümkündür. ( Hayek,1960;121).
Dolayısıyla, liberal devlet anlayışında birey ve onun davranışları
ekonomi teorisinin temel argümanıdır. Politikalar, kaynak dağılımında
etkinliği sağlayan ve ekonomiyi dengeye ulaştıran bir mekanizma
değildir. Piyasa ise, bireylerin kendi amaçları peşinde koşarken yapmış
oldukları davranışların başka bireylerin davranışlarıyla koordinasyonunu
sağlayan, kendiliğinden ortaya çıkan bir düzen olarak algılanır. Bireyler,
amaçları olan ve bu amaçlar doğrultusunda eylemde bulunan ve bu
65
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
eylemlerle tecrübe kazanan, gelecekteki planlarını da bu tecrübelere göre
değiştirebilen bireylerdir. Piyasadaki denge, girişimci bireylerin eylemleri
ve birbirleriyle olan koordinasyonu sonucu doğmaktadır. Yani piyasa,
otomatik güçlerle uyum içinde hareket eden bir mekanik alet değildir.
Piyasa kendiliğinden oluşan, insan davranış ve değerlerinin ortaya
çıkardığı bir sistemdir. Bilgiyi toplama dağıtma, ve bunların bireysel
amaç ve planlarla uyumlaştırılması ve karar hatalarını düzeltmeye olanak
tanıma gibi özellikler piyasanın sunduğu temel bazı olanaklar olarak
belirtilebilir. Piyasanın kendi kendini düzenleyebilmesi ve dengeye
ulaşabilmesine olan güven bir anlamda da insanların deneyimlerinden
öğrenebilme ve ilerleme için oluşabilecek fırsatları değerlendireceklerine
olan güven anlamını taşımaktadır (Gül, 2004: 49). Dolayısıyla, devletin
piyasaya ilişkin faaliyetlerinin sınırlanması ve bireylerin tecrübeyle
öğrendikleri bilgilerini, amaçlarını gerçekleştirmek için özgür
bırakılması, rekabetçi bir piyasanın olması ve bunun en etkin bir biçimde
işleyebilmesi için en önemli koşuldur.
Ancak, piyasa sisteminin işleyebilmesi için sadece özel mülkiyet
ve sözleşme özgürlüğünün olması yeterli değildir. Hayek’in belirttiği
gibi, mülkiyet haklarının içeriğinin neler olacağı, hangi sözleşmelerin
uygulanabileceği ve sözleşmelerin nasıl yorumlanmaları gerektiği
hususunda bazı sorunlar ortaya çıkmaktadır (Hayek,1980:113). Hayek’e
göre, sözleşme özgürlüğü kavramı tek başına bir çözüm
sağlayamamaktadır. Çünkü karmaşık bir toplumda, hiçbir sözleşme, hem
her duruma karşı önlem alamaz, hem de yasal sistem içerisinde
düzenlenen ve geliştirilen biçimsel sözleşmeler genel nitelikte
olduğundan içerisinde boşlukların bulunması ve hükümlerinin yoruma
tabi olması kaçınılmazdır. Bu durumda, mülkiyet haklarının belirlenmesi,
korunması ve sözleşmelere uyulup uyulmadığının denetlenmesi, gelişmiş
bir hukuk sistemini gerektirmektedir (Hayek,1980:115).
Kamu iktidarının dengelenmesi ve bireysel özgürlüğün
sağlanması, mülkiyetin temel fonksiyonudur. Özel mülkiyet, gücün tek
bir elde toplanmasını engelleyerek topluma dağılmasını sağlar. Ancak,
bireyleri başkalarından gelecek zorlama ve şiddete karşı koruma görevi
olan devlet, bu görevi yerine getirebilmek için zorlama ve şiddet tekelini
eline alır almaz bireysel özgürlüklerin başlıca tehdidi olmaktadır. Bu
gücün sınırlandırılmasının en iyi yolu ise, mülkiyet kavramıyla ifade
edilen alana devlet müdahalesinin önlenmesi anlamında, özgürlüğün
negatif olarak ele alınmasıdır. Dolayısıyla, devletin en önemli görevi, üç
önemli negatif değeri korumaktır; bunlar barış, özgürlük ve adalettir
(Hayek,1960:193). Ancak bu husus, devletin hiçbir biçimde piyasa
sistemi içinde yer almaması anlamına gelmemektedir. Çoğu liberal
düşünüre göre, devletin kanun hakimiyeti çerçevesinde piyasa ve sosyal
66
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
hayat için de bulunması gereklidir. Ancak önemli olan mesele, devletin
bu alanlarda bulunması değil onun sınırlandırılmasıdır. Bu nedenle, kamu
sektörü, hükümete tahsis edilen bir alan olarak değil, devletin icra etmesi
gereken hizmetleri yapması için ona verilen sınırlı sayıdaki maddi araçlar
olarak tanımlanmalıdır. Buna göre, devletler ek bir ayrıcalığa veya
yetkiye sahip olmamalı, diğer kurumlarla aynı kurallara tabi olmalıdırlar.
4.Sonuç
Devlet olgusu ve onun piyasa ekonomisi içindeki yerinin ne
olduğu, sınırlarının ne olması gerektiği hem Liberal düşünürler hem de
Marksist kanattaki iktisatçı ve siyaset teorisyenleri için hararetli bir
tartışma konusudur. Bu tartışmalar ışığında, geçtiğimiz son çeyrek yüzyıl,
devlet anlayışında siyasi, sosyal ve ekonomik anlamda oldukça büyük
değişimlerin yaşandığı bir dönem olmuştur. Bu değişim sürecini
tetikleyen unsur ise 1970’li yıllarda ki kapitalizmin ikinci büyük krizidir.
Ancak, bu krizin çözümünü ve sistemin devamlılığını, kapitalizm kendi iç
dinamikleriyle sağlamayı başarmıştır. Kapitalizmin, çözüm olarak
öngördüğü yeni birikim rejimi ve düzenleme biçimi doğrultusunda
1970’lerden sonra birçok ülkede liberal muhafazakar partilerin iktidara
gelmesiyle beraber, temel politik yönelim devletin sınırlandırılması
yönünde olmuştur. Ancak bu anlayış, her ne kadar devleti “sınırlı
sorumlu devlet” çizgisine taşısa da, piyasa sisteminde devletin hiçbir
görevi olmamasını da savunmamaktadır. Bu düşünceye göre, devletin
görevi piyasa işleyişine müdahale etmek değil, bu sistemin işleyeceği
sınırları belirlemek ve rekabeti garanti altına almaktır. Piyasanın
işleyebilmesi için mülkiyet haklarının ve bu hakların sınırlarının ne
olması gerektiğinin belirlenmesi gerekmektedir. Dolayısıyla devlet, hem
bireysel özgürlük ve mülkiyet haklarını tanımlayacak ve koruyacak, hem
de rekabetin sağlanabilmesi için gerekli olan parasal sistem, piyasa gibi
kurumların oluşmasını ve bilgiyi topluma aktaran mekanizmaların
işlemesini garanti altına alacaktır.
Liberal devlet anlayışı, kamusal alan ile özel alan arasında ters
yönlü bir ilişki kurmaktadır. Bu ilişkide kamusal alanın daraltılmasını
özgürlüklerin genişletilmesiyle bütünleştirmiş olmasına karşın aslında bu
iki alanın birbirinden tamamen bağımsız olmadığını da kabul etmektedir.
Özgürlüğü ise; bireylerin ya da grupların kararlarına başka grup ya da
bireylerce müdahale olmadan hareket edebilmesi şeklinde, negatif olarak
almasına karşın bunun gerçekleşmesinin oldukça güç olmasında dolayı,
zor kullanma tekeline sahip olan en önemli müdahalecinin, yani devletin,
hukuk kurallarıyla sınırlandırılması gerektiği savunulmaktadır.
Dolayısıyla devletin kanun hakimiyeti ilkesine bağlı kalarak,
67
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
özgürlüklerin korunmasında ve piyasa mekanizmasının işlerliğinin
sağlanması da bu sınırlı görevleri yerine getirmesini öngörülmektedir.
KAYNAKÇA
Akşit, Muhammet; (1994), “Liberal Ekonomik Düşüncenin Çağdaş
Yorumları ve Hayek’in Ekonomik Yaklaşımları”, Banka ve
Ekonomik Yorumlar Dergisi, No.11, ss. 23-42.
Barry, Norman; (2004), Modern Siyaset Teorisi, Çev. : M. Erdoğan,
Y.Şahin, Liberte Yayınları, Ankara.
Bouıllon, Hardy; (1999), “Piyasa Ekonomisi, Özgürlük ve İnsan
Hakları”, Çev.: A. Ünlü, Sosyal ve Siyasal Teori: Seçme Yazılar,
AtillaYayla (Ed.), Siyasal Kitapevi, Ankara, ss.365-374.
Chevalıer, J.; (1983), “Koruyucu Müşfik Devlet Fikrinin Sonu”, Çev.:
Dündar Sağlam, Dünya Ekonomisinde Bunalım: Seçme Yazılar,
AR Basım Yayım, İstanbul, ss.96-100.
Cordato, E. Roy; (1980), “Austrian Theory of Efficiency and the Role Of
Government”, The Jurnal of Libertarian Studies, IV, 4, Fall,
pp.393-403.
Çaklı, Sabri; (1998), İktisat Politikası Düşüncesinin Evrimi, Gazi
Kitapevi, Ankara.
Gordon, David (2000), Avusturya İktisadı’nın Felsefi Kökleri. Çev.: N.
Bağdadioğlu, Liberte Yayınları, Ankara.
Göze, Ayferi; (1995), Libera,l Marxist, Faşist ve Sosyal Devlet, Beta
Yayınlar, İstanbul.
Gül, S. Songül; (2004), Sosyal Devlet Bitti, Yaşasın Piyasa, Etik
Yayınları, İstanbul.
Hayek, F.A. ;(1960), The Constitution of Liberty,University of Chicago
Pres, Chicago.
Hayek, F.A. ; (1980), ““Free” Enterprise and Competitive Order”,
Individualism and Economic Order, The University of Chicago
Press, Chicago, s.107-118.
Hayek, F.A. ; (1996), Hukuk, Yasama ve Özgürlük: Kurallar ve Düzen,
Çev.: Atilla Yayla, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul.
Hayek, F.A. ; (1997), Hukuk, Yasama ve Özgürlük: Özgür Bir Toplumun
Siyasal Düzeni, Çev.: Mehmet Öz, Türkiye İş Bankası Yayınları,
İstanbul.
Karagöz, Yıldız; (2002), “Liberal Öğretide Adalet, Hak ve Özgürlük”,
C.Ü Sosyal Bilimler Dergisi, XXVI, 1, Aralık, ss.267-295.
Kırzner, Israel; (2000), "Piyasa Rekabetinin Dayanılmaz Gücü", Çev.:
Frehat B. Özgen, Liberal Düşünce, V, 21, Mart, ss.11-14.
Mıses, Ludwig; (1998), Human Action, Scholar’s Edition, Mises Institute,
Auburn.
68
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Mıses, Ludwig; (2000), Bürokrasi, Çev.: Feridun Ergin, Liberte
Yayınları, Ankara.
Ng, Yew-Kwang; (1979), Welfare Economics: Introduction Development
of Basic Concepts, Macmillan Press, London.
Rothbard, N. Murray; (1995), “Toward a Reconstruction of Utility and
Welfare Economics”, The Logic of Action One: Method, Money,
and the Austrian School by Murray N. Rothbard and Edward
Elgar (Ed)., London, pp.211-255.
Şaylan, Gencay; (1995), Değişim, Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi,
İmge Yayınları, Ankara.
Yayla, Atilla; (2002), Liberalizm, Liberte Yayınları, Ankara.
Yayla, Atilla; (2000), Liberal Bakış, Liberte Yayınları, Ankara.
Yayla, Atilla; (2000), Özgürlük Yolu: Hayek’in Sosyal Teorisi, Liberte
Yayınları, Ankara.
69
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
MARKET MARKALI ÜRÜNLERLE İLGİLİ TÜKETİCİ
TUTUMLARI ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA
Ruziye COP*
*
Serap TÜRKOĞLU*
ÖZET
Market markaları, dağıtım kanallarında rekabet dengesinin
perakendecilere geçmesi ve pazar payının artmasıyla güçlenmiş ve üretici
markalara rakip duruma gelmiştir. Çeşitli nedenlerle tüketicilerin yaşam
tarzlarında, satınalma davranışlarında, beklentilerinde meydana gelen
değişmeler perakendecilik pazarlama yöntemlerinde bazı değişiklikleri de
beraberinde getirmiştir. Perakendeciler çeşitli farklılaşma yolları
arayarak, üzerinde kendi adlarının bulunduğu yeni bir marka yaratma
çabası içine girmişlerdir. Meydana gelen market markalarıyla
perakendecilerin ürün ve hizmetlere yüklediği değer giderek artmaktadır.
Market markalı ürünlere yönelik yapılan bu çalışma ürünlerin farklı
çeşitlerini satın alma serbestliğine sahip olan tüketicilerin market
markalarına yönelik tutumlarını ve tercihlerini belirlemek amacıyla
yapılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Zincir mağazalar, perakendeciilik, marka, market
markası, market marka stretejileri, tüketici tutumları, tüketici davranışları.
ABSTRACT
Private labels have been strengthened and become the rival for
producer brands together with the orientation of the competition balance
in delivery channels towards the retailers and an increase in their market
portion. The changes in consumers’ life styles, purchasing behaviours and
expectations due to various reasons led to some changes in retailers’
marketing methods. Looking for new ways to differentiate, retailers are
creating a new brand on which their names are written. The value
retailers give on products and services is increasing day by day with the
created private labels. This research about the private label products is
made to determine the attitudes and choices of consumers, who have the
freedom of purchase, towards the private label products.
Key Words: Chain stores, retailing, brand, private label, private label
strategies, consumer attitudes, consumer behaviours.
*
Yrd.Doç.Dr. AİBÜ-İİBF, İşletme Bölümü, Öğretim Üyesi.
**
Bilim Uzmanı.
70
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
1. GİRİ
Birçok gelişmiş ülkede market markaları geleneksel olarak
üretici markalar tarafından ele geçirilmiş olan pazar bölümlerinde yaygın
şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Giderek daha çok fayda odaklı olan
tüketiciler, yüksek fiyatla özdeşleştirdikleri üretici markaları yerine
perakendeci markalarına yönelebilmektedir. Market markalarının
perakendecilikte pazar değerinin artması için fiyat avantajlı olmasının
yanında kalite, ambalaj gibi kriterlerinin de tüketicilerin beklentileri
doğrultusunda olması gerekmektedir. Üreticiler ve perakendeciler için,
tüketici gruplarını tanımak, hem tüketici beklentilerine daha iyi karşılık
verebilmek hem birbirleri ile olan rekabetlerinde avantaj elde edebilmek
açısından son derece önem taşımaktadır. Bu doğrultuda market markası
satın alanların ve almayanların kimler olduğu, bunların çeşitli
demografik, davranışsal özellikleri ve aralarındaki tutumsal farklılıklar
incelenmeye çalışılmıştır. Bu çalışmanın amacı, tüketicilerin market
markalı ürün gruplarını tercihleri ve market markalı gıda ürünlerini satın
alma ve kullanma konusundaki tutumları belirleme ve buna etki eden
faktörleri ortaya koymaktır.
2. PERAKENDECİLİK SEKTÖRÜNDE ZİNCİRLEME MAĞAZA
KAVRAMI
Zincirleme Mağazalar, mülkiyetin kime ait olduğuna göre
yapılan perakendecilik sınıflandırmasında yer alan; bir sahiplik altında iki
veya daha fazla perakendeci mağazanın yer aldığı işletmeler zinciridir.
Bunlardan sahipliğin yanında yönetimde de merkezileşme görülür.
Satınalma merkezidir ve tüm mağazalarda aynı mamul hatları bulunur
(Mucuk, 2001:265).
Süpermarketler ve hipermarketler, Zincirleme Mağazalar
içinde yer almasının yanında bağımsız perakende şeklinde de ortaya
çıkmaktadır. Bağımsız perakende şeklinde olan süpermarketler tek dizi
ürün satan perakende işletmesidir. Satılan ürün özelliğine göre aynı
özelliklere ve aynı mülkiyete sahip zincir tipinde örgütlenen
süpermarketler, süpermarket zincirlerini ya da zincir marketleri meydana
getirmektedirler.
3. MARKA KAVRAMI VE MARKET MARKALARI
Tüketiciye sunulacak ürünün tamamlayıcısı niteliğinde olan
markalar, ürünün kimliğini belirleyen, ürünü farklılaştıran, ürüne bir
değer katan böylece tüketicinin alım kararında etkin rol oynayan önemli
unsurların başında gelmektedir. Küreselleşme sonucunda ürünlerin dış
görünüş ve kalitelerinin benzerliğinin giderek artması karşısında firmalar
71
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
var olan markalarla ve ürünlerle rekabet edebilmek ve farklılık
yaratabilmek için güçlü markalar oluşturma çabası içine girmişlerdir.
Amerikan Pazarlama Derneği’nin vermiş olduğu tanıma göre
marka; bir satıcının veya bir grup satıcının eşya ve servislerinin
belirlenmesini ve onların rakiplerinin eşya ve servislerinden ayrı
tutulmasını sağlayan bir isim, terim, işaret, sembol veya bütün bunların
bileşimidir (Kotler, 2000:404).
Perakendeciler gibi kanal üyeleri tarafından üreticilere fason
olarak ürettirilen, pazarlama gibi üretim sonrası tüm faaliyetleri
perakendecilerin üstlendiği, perakendecinin kendi adı veya oluşturduğu
ad ile satışa sunulan ürün markaları market markalar olarak
tanımlanmaktadır. Market markası kavramının, yabancı literatürde yer
aldığı şekliyle Private Label, Private Brands, Private Label Brands, Retail
Brands, Store Brands, Retailer’s Own Brands, Own Label Brands,
Middleman Brands, Distributor’s Label, House Brand olarak
kullanılmaktadır. Geliştirilen marka ismi, perakendeci işletme adı ile aynı
olarak kullanılması durumunda “Market yada Mağaza Markaları”(Store
Brands) olarak alınırken (örn. Migros süt, Gima peçete), perakendeci
isminden bağımsız olarak yeni bir marka isminin yaratılması durumunda
“Özel Marka”(Private Label) olarak tanımlanmaktadır. Örnek olarak,
Metronun Altınel markası, Migrosun Viva Markası verilebilir (Pala ve
Saygı, 2004:46).
Üretici firmaların, üretim ve pazarlama faaliyetlerini arttırıcı,
perakendecilerin kar marjlarını düşürücü şekilde pazarlama stratejilerini
değiştirmeleri perakendeci markası uygulamalarının başlangıç noktasını
oluşturmaktadır (Kurtuluş, 2001:8).
Market markalarının özelliklerini şu şekilde sıralamak
mümkündür (Özkan ve Akpınar, 2003:23-24);
a. Market markası mağaza için ticari bir markadır.
b. Market markası perakendeci yada toptancının bir
ürünüdür. Perakendeci veya toptancı ürün geliştirme,
işleme ve marka yönetimi kararını kendisi verir.
c. Market markalı ürünler iyi bir dağıtım garantisi ve
mağaza raf alanına sahiptir.
d. Market markalı ürünler, üretici markalı ürünlerin
hakim oldukları pazar bölümlerinde yer almaktadırlar.
Bu sayede de müşterinin fiyat farkını algılaması
kolaylaşmış olur.
e. Market markalı ürünlerde fiyatlandırma kararı
perakendeci işletme denetimindedir. Market imajını
yansıttığından çok kapsamlı tutundurma faaliyetlerine
ihtiyaç duyulmamaktadır.
72
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
f.
Tüketiciler market markasını düşük kaliteli olarak
algılarken, üretici markalı ürünlerin yüksek kalitede
olduğunu düşünmektedirler.
g. Müşterilerle ilişkilerinin güçlenmesinde farklı bir
alternatif olarak karşımıza çıkan market markalar
mağaza sadakati yaratma konusunda önemli bir
konumdadır.
Aracılar market markalarıyla alıcılara başka rakip işletmelerden satın
alamayacakları ürünler sunmaktadırlar. Bu da mağaza trafiğinin
yoğunluğunun artmasına ve mağaza sadakatinin oluşmasına neden
olmaktadır (Kotler ve Armstrong, 1991:263).
Market markası çeşitlerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
(Tuzcuoğlu, 2003:52)
1. Market ismini marka olarak kullanıldığı ürünler ve bu
markaların alt markaları(Migros süt)
2. Market isminden bağımsız markalar(Bütçem ve Şok
marka)
3. Perakendeciye ait olmayan ancak onun için özel olarak
üretilen markalar (İpek Kağıt fabrikası tarafından Migros
mağazasındaki diğer ürünlere ikame olarak üretilen Viva
markalı kağıt peçete)
4. Jenerik Markalar(markasız mallar)
Market marka stratejisinin yaygınlaşmaya başlamasıyla market
markalara sahip işletmeler rekabet avantajı sağlamak için “Düşük Fiyat”
dışında da yeni pazarlama stratejileri uygulamak zorunda kalmışlardır.
Market markalarının gelişiminde çeşitli konumlandırma stratejileri
kullanılabilir. Market markalarına uygulanabilecek 3 çeşit strateji şu
şekildedir (McGoldrick, 1990:251-252);
YAZAR
TARİH
Kenan Aydın
2003
Sema Kurtuluş
2001
ÇALIŞMA AMAÇ VE
KAPSAMI
Tüketicilerin market
markalı ürünlere karşı
tutumlarını belirlemek, bu
ürünleri tercih eden ve
etmeyenlerin niçin ve
hangi nedenlerle tercih
ettikleri ya da
etmediklerini ortaya
çıkarmak
Perakendeci markalı ürün
satın alan bayan
tüketicilere ilişkin alt pazar
bölümlerinin oluşturulması
SONUÇ
Market markalarını tercih eden ve etmeyenler, bu
ürünlerin; fiyatlarının düşük olduğu, mağaza isminin
güven verdiği ve ambalajının sağlıklı ve özenli
olduğu şeklindeki tutum ifadelerine katılmaktadırlar.
Ayrıca tüketicilerin öğrenim durumunun kalite
konusunda tutum geliştirilmesi üzerinde etkili
olabileceği ortaya çıkmıştır.
Market markalı ürün satın alanların tek bir bölüm
olmadıkları ve kendi içinde üç ayrı pazar bölümü
olduğu anlaşılmıştır. Bu markalara en yakın olan
kümedeki tüketicilerin yaş ortalamasının yüksek, aile
büyüklüğünün küçük ve öğrenim durumunun da
73
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Kemal
Kurtuluş
2006
Tüketicilerin market
markalarına yönelik
fiyat-kalite algılamaları
Fatma Demirci
Orel
2006
Kemal
Kurtuluş
2001
Market markalı ve üretici
markalı temizlik ürünlerine
yönelik tüketici
algılamaları
Tüketicilerin market
markalarına yönelik
fiyat-kalite algılamaları
L. Guerrero,
Y. Colomer,
M.D. Guardia,
J. Xicola,
R. Clotet
2000
Market markalarına
yönelik müşteri tutumları
S. Chan Choi,
Anne T.
Coughlan
2006
Ahmet
Bardakçı,
Hakan Sarıtaş,
İrfan
Gözlükaya
2003
Ürün kalitesi ve özellikleri
bakımından üretici
markaların farklılaşması
sonucu oluşan market
marka konumları
Tüketicilerin market
markalara karşı risk
algılamaları
Sezer Korkmaz
2000
Hipermarket markalarının
tanınmışlık düzeylerini ve
tüketicilerin satınalma
davranışlarını ortaya
koymayı amaçlamıştır
George Baltas
1997
Market markası
eğilimlerine öncülük eden
özel müşteri
karakteristikleri
düşük olduğu bulunmuştur. Bu küme fiyatın düşük
olması ve promosyonların yoğun olmasına en duyarlı
kümedir ve market markaların ana hedef kitlesini
oluşturmaktadır.
Fiyat bilinci ile indirim duyarlılığı arasında pozitif bir
ilişki olduğu saptanmıştır. Fiyat bilinci arttıkça
tüketicilerin indirimlere karşı daha duyarlı oldukları
gözlenmiştir.
Farklı demografik özelliklere sahip tüketicilerin
temizlik ürün grubunda market markası ve üretici
markası algıları arasında anlamlı farklılıklar
bulunmuştur.
Düşük gelirli tüketicilerin yüksek gelirli tüketicilere
oranla düşük fiyata duyarlılıklarının fazla olduğu
ortaya koyulmuştur. Yüksek gelir grubunda yer
alanların ise market markalı ürünlerin teşhirlerinin
özenli olmadığını ve yeteri kadar çeşidin
bulunmadığını düşündükleri sonucuna varılmıştır.
Kadın tüketicilerin erkek tüketicilere oranla market
markalarına daha olumlu baktıkları sonucuna
varılmıştır. Müşterilerin market markaları konusunda
açık oldukları fakat marketlerde alışveriş yaparken bu
anlayışla örtüşen davranışlar içerisinde bulunmayarak
üretici markaları tercih ettikleri gözlemlenmiştir.
Üretici markalı ürünlerdeki farkların çok olması
durumunda yüksek kaliteli market markasının güçlü
üretici markası ile, düşük kaliteli market markasının
ise zayıf konumdaki üretici markaları ile eşleştiğini
belirtmişlerdir
Yaptıkları araştırma sonucunda satınalma sürecinde
ürüne ilişkin risk düzeyi ile market marka ürünlerin
nispi pazar payları arasında ters yönlü ilişki olduğu
ortaya koyulmuştur. Market markalara yönelik
algılanan finansal, fiziksel, performans, sosyal ve
psikolojik riskin daha az olduğu ürün kategorilerinde
market markaların daha fazla tercih edildiği sonucuna
varılmıştır.
Katılımcıların büyük bir çoğunluğunun bu ürünlerden
haberdar olduğu ortaya çıkmıştır. Evli çiftlerin market
markalı ürünleri bekar tüketicilere göre daha fazla
satınalmayı tercih ettikleri ve güvenilir buldukları
saptanmıştır. Market markalı ürünlerin ucuz olduğu
için tercih edilen fakat kalitesinden duyulan tereddüt
nedeniyle kısa süreli satınalmaları kapsayan ürün
profili çizdiği görülmüştür.
Ürünlerdeki indirimler ve promosyonları takip eden
müşterilerin genellikle market markası eğilimli
olmadığı belirtilmektedir. Bunun yanında da müşteri
profilinin bir market yada marka üzerinde sabit
durmadığı ve geniş bir marka yelpazesi olduğu
belirtilmektedir. Bu geniş yelpazede denenen farklı
marka sayısının artması market markaları için negatif
etki yapmaktadır.
1. En ucuz fiyat stratejisi: Ekonomiklik avantajından yararlanmak
isteyen ve ihtiyaçlarını karşılaması gereken müşteriler alışverişlerinde
74
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
market markalarını tercih ederler. Bu strateji dünyada en sık görülen
market marka stratejisi seçeneğidir.
2. Hesaplı seçim(me-too) stratejisi: Bilinçli bir değer ve kalite yargısı
mağazanın kendisiyle güçlü bir şekilde ilişkilendirilmiştir. Müşteriler
perakendecinin kendisine ait olan bu markaları, mağaza ile ilgili
sezgilerine dayanarak tercih ederler. Marka bağımlılığı yaratmak ve
müşteri sadakati kazanmak için promosyon faaliyetleri yoğun olarak
yürütülmektedir (Albayrak ve Dölekoğlu, 2006:208-210).
3. Toplam kalite stratejisi: Premium markalı bu ürünlerin mağazanın
özel bir yerinde hazırlanan özel satış noktalarında satışa sunulduğu
görülmektedir. Bu markalar gerçek anlamda üretici markalarıyla rekabet
edebilecek düzeyde ve fiyatları klasik perakendeci markalarından daha
yüksektir.
4. TÜKETİCİLERİN MARKET MARKA SATINALMALARINA
YÖNELİK TUTUMLARI VE KONUYLA İLGİLİ YAPILAN
ARATIRMALAR
Market markasına karşı geliştirilen davranış ve tutumlar
üzerinde etkili olan temel değişkenler risk algılamaları, kalite ve fiyat
algılamaları, marka bilinirliği, mağaza imajı ve ürün kategorisi şeklinde
ele alınmıştır. Bu değişkenler market markasına karşı geliştirilen tutumu
etkileyerek tüketicilerin market markası satınalma davranışlarına yön
vermektedir.
75
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Şekil 1: Tüketicilerin Market Markalarına Karşı Geliştirdikleri Tutumlar
Üzerine Etki Eden Değişkenler
Fiyat-Kalite
Algılamaları
Risk
Algılamaları
Market
Marka
Bilinirliği
Market
markalarına
karşı
geliştirilen
tutumlar
Market
markası
Satınalma
Davranışı
Mağaza
İmajı
Ürün
Kategorisi
Kaynak: Pala, Mehmet ve Saygı, Y. Birol, Gıda Sanayinde
Büyük Mağazaların Özel Markalı Ürün Uygulamaları, 2004,
s.79
5. MARKET MARKALARINA YÖNELİK ALAN ARATIRMASI
Tüketiciler için yeni bir alternatif olan market markaları,
perakendeciler tarafından yoğun bir şekilde uygulanmaktadır.
Tüketicilerin bu ürünleri nasıl algıladığı, hangi market markalı ürün
gruplarına daha fazla yöneldikleri, tercih etme ve etmemelerinin ana
sebeplerinin neler olduğunu ortaya koymak, perakendecilerin ürün,
dağıtım, tutundurma ve fiyatlandırmayla ilgili kararlarında yardımcı
olacaktır.
76
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Araştırmada, Bolu ilinde yaşayan tüketicilerin market markalı
gıda ürünlerine yönelik algıları ve tutumlarının ölçülmesi ve bu
tutumların satınalma kararları üzerindeki etkileri incelenmiştir. Bu
tutumlar, market markaların ürün, dağıtım, fiyatlandırma ve
tutundurmasıyla ilgili tüketici yargı ve düşüncelerini içermektedir.
Araştırmanın evrenini, Bolu il merkezinde bulunan, zincir
marketlerden alışveriş yapan tüketiciler oluşturmuştur.
Örnek büyüklüğü araştırmanın %95 güvenlik sınırında, %5
yanılma payında 384 olarak bulunmuştur.
Anketle yapılan veri analizinin uygulanmasından önce kolayda
örnekleme metoduna göre seçilen 30 kişi üzerinde ön anket
çalışması yapılmıştır.
Bu araştırmada, birinci el veri toplama yöntemlerinden anket
yöntemi kullanılmıştır. Araştırmada kullanılan anket formları
tüketicilerin alışverişte dikkat ettikleri hususlar göz önüne
alınarak hazırlanmıştır.
Araştırmada sistematik örnekleme yönteminden yararlanılmıştır.
Ön anket çalışması ve gerekli düzeltmeler yapıldıktan sonra 402
tane anket, ankete katılacaklara yüzyüze ulaştırılmıştır. Anket
tüketicilerin alışveriş yaptıkları marketlerde uygulanmıştır
(Nakip, 2005:151).
Araştırmanın amacına uygun olarak oluşturulan modelde
tüketicilerin demografik özellikleri ile market markalara yönelik tutumlar
arasındaki ilişkiler ve farklılıklar ölçülmeye çalışılmıştır. Market
markaları tercih eden tüketicilerin bu markaları satınalma sıklıkları,
tercih ettikleri ürün gruplarının demografik özelliklerle ve market
markalarına yönelik tutumlarla ilişkisi olup olmadığı belirlenmeye
çalışılmıştır. Tüketicilerin demografik özelliklerinin market marka
tercihleriyle ilişkileri incelenmiş, tercih etme ve etmeme nedenleri
araştırılmıştır.
77
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Şekil 2: Tüketicilerin Market Markalarına Karşı Geliştirdikleri Tutumlar Üzerine
5.1.Eden Bulgular
ve Yorumlar
Etki
Değişkenler
Anket; Bolu ilinde yaşayan kadın ve erkek gruplarında, farklı
gelir düzeylerinden 410 kişiye uygulanmıştır. 8 anket hatalı doldurulduğu
için analize dahil edilmemiştir. Ankete katılanların demografik
özelliklerinin frekans dağılımı aşağıdaki tabloda görülmektedir.
78
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Tablo 1: Araştırma Örneğinin Demografik Özellikleri
Tablo 2: Tüketicilerin Market Markalı Ürün Tercihleri
Market markalı ürün tercih Frekans
eder misiniz?
N
Evet
242
Yüzde
%
60,2
Hayır
Toplam
39,8
100
160
402
Ankete katılan 402 kişinin %60,2’si market markalı ürünleri
tercih ederken, %39,8’i tercih etmemektedir. Tüketicilerin tercih etmeme
nedenleri önem derecesine göre sıralandığında ilk sırada %24,6 ile üretici
markalara göre düşük kalitede olduğunu düşünmesi, ikinci derecede
önemli olan neden %19,9 ile marka isminin tanınmaması, üçüncü
derecede önemli olan neden ise, %18,3 ile ürün performansının düşük
olduğu düşüncesi yer almaktadır. Diğer tercih etmeme nedenleri arasında,
Reklamının az yapılması %13,4, Kalite istikrarı sağlayamaması %12,
79
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Arandığında raflarda bulunamaması %5, Satıldığı zincir markete olan
güvensizlik %4,7, Sosyal kabul görmeme korkusu %2,1’lik bir oranla yer
almaktadır.
Tablo 3: Market Markalarını Tercih Eden Tüketicilerin Ürün Grubu
Tercihleri
Market markalı ürün grubu tercihi
Frekans N Yüzde %
Gıda
128
52,9
Temizlik
94
38,8
Kişisel bakım ürünleri
6
2,48
Ev gereçleri ve tekstil ürünleri
14
5,79
Toplam
242
100
Tüketicilerin market markalı ürün tercihlerinde gıda ürünleri
%52,9 ‘luk bir oranla en yüksek payı teşkil etmektedir. Gıda ürünlerinin
daha fazla tercih edilmesi bu ürünlerin hızlı tüketim ürünleri olmasından
kaynaklanmaktadır. Tüketici tercihlerini %38,8 oranıyla temizlik ürünleri
takip etmektedir. Kişisel bakım ürünleri, ev gereçleri ve tekstil
ürünlerinin tercihinde market markalarının oranının düşük olduğu
görülmektedir. Tüketiciler market markalı ürün tercihlerinde özellikli
ürünler yerine kolayda ürünleri daha çok tercih etmektedirler. Bu sonuç,
tüketicilerin özellikli ürünlerde markalı ürünleri daha fazla tercih ettikleri
şeklinde yorumlanabilir.
Tüketicilerin market markalı gıda ürün grupları tercihlerine
baktığımızda kuru gıda ve bakliyat %26,2 ile birinci sırada yer
almaktadır. Tüketicilerin önem derecelerine göre yaptıkları bu sıralama
sonucunda süt ve süt ürünleri ise %24,4 ile ikinci sırada tercih
edilmektedir. Yağ, salça ve konserve ürünlerinin tercih edilme oranı ise
%15,9’dur. Farklı markalar arasında kalite farkı olmadığına inanılan ürün
gruplarında market markalarının başarısının daha fazla olduğu
görülmektedir. Bu durumda tüketicilerin satınalma risklerinin Kuru gıda
ve bakliyat, Süt ve süt ürünleri, Yağ, salça ve konserve gibi ürün
gruplarında minumum düzeyde olduğu söylenebilir.
Market markalı ürünleri tercih eden ve etmeyen tüketicilerin, market
markalı ürünlere yönelik tutumları 15 yargı ile likert ölçeğinde
ölçülmüştür. Tüketicilerin bu tutum ifadelerine katılma dereceleri
aşağıdaki şekilde değerlendirilmiştir.
80
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Şekil 3: Market Markalarını Tercih Eden ve Tercih Etmeyen
Tüketicilerin Tutum Profili
Tüketicilerin tercih ettikleri market markalı gıda ürünlerine
ulaşabilecekleri iki farklı market değerlendirme kapsamına alınmıştır.
Migros ve Tansaş market markalı gıda ürünlerine yönelik tüketici
algılarını ölçmek üzere, ürün özellikleri ile ilgili 10 çift sıfatı içeren 7
puanlı anlamsal farklılık ölçeğine yer verilmiştir. Analizden elde edilen
sonuçlar aşağıdaki tabloda yer almaktadır.
81
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Şekil 4: Migros ve Tansaş Market Markalı Gıda Ürünlerine Yönelik
Tüketici Tutum Profili
Sonuçlar 390 örneklem üzerinden alınarak elde edilmiştir.
Migros ve Tansaş market markalı gıda ürünlerinin karşılaştırmalı olarak
değerlendirme sonuçlarına göre, market markalı gıda ürünlerinde Tansaş
markalı ürünlerin Migros ürünlerine göre daha ucuz olduğu görüşü ortaya
82
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
çıkmıştır. Migros markalı gıda ürünlerinin daha çeşitli olduğu,
promosyonlara daha fazla yer verdiği ve kalite sürekliliğinin daha iyi
olduğu belirlenmiştir. Güvenilirlik, kalite, ürün performansı ve ambalaj
çekiciliği açısından bakıldığında Migros markalı gıda ürünleri Tansaş
markalı gıda ürünlerine göre daha olumlu bir şekilde değerlendirilmiştir.
Migros markalı gıda ürünlerinin raflarda kolay bulunabilirliği ve ürün
sergilenişinin daha cazip olduğu araştırmada ortaya çıkmıştır. Fakat
ortalama değerlerin birbirine yakın olması bu iki market markasının
tüketiciler açısından çok farklı bir konumda değerlendirilmediğini
göstermektedir. Özellikle kalite ve ambalajlarının gösterişli olup olmadığı
konusunda market markaları arasında çok fazla farklılık olmadığı
görülmektedir.
5.2.
Güvenilirlik ve Faktör Analizi Sonuçları
Anket formları aracılığıyla elde edilen verilerin güvenilirliğini
saptamak amacıyla, Cronbach Alfa güvenilirlik analizi uygulanmıştır.
Güvenilirlik analizi sonucunda elde edilen verilerin güvenilirliğini
arttırmak için 1 değişken analiz kapsamından çıkarılmıştır. Bu değer 14
tutum ifadesi için 0,819 olarak hesaplanmıştır. Bulunan değer,
güvenilirlik katsayısının alt limiti olan 0,70’den büyük olduğu için anketi
güvenilir olarak kabul etmek mümkündür.
Araştırmanın faktör analizi sonucunda, tüketicilerin market
markalı ürünlere yönelik tutumlarını, “tutundurma ve fiyatlandırma”,
“dağıtım” ve “ürün” pazarlama karması olmak üzere üç pazarlama
karması faktörlerinde toplanmıştır. Faktör analizi sonucunda elde edilen 3
faktör pazarlama karmasını oluşturan alt faktörler olarak tanımlanmıştır.
Tablo 4: Tutum Faktör Grupları
TUTUM FAKTÖR GRUPLARI
Faktör Yükleri
FAKTÖR-1 : Tutundurma ve Fiyat Karması
Market markalı gıda ürünlerine yönelik promosyon ve özel indirim
uygulamalarının arttırılması gerektiğini düşünüyorum.
.755
Market markalı gıda ürünlerinin tanıtımına yönelik kampanyalar (ürün deneyi,
ikram) bu ürünleri alma sıklığımı arttırır.
.678
Market markalı gıda ürünleri satınalırken diğer üretici markalı gıda ürünleriyle
fiyat karşılaştırması yaparım.
.659
Market markalı raflardaki gıda ürün yelpazesinin genişliği tercihimi etkiler.
.655
Market markalı gıda ürünleri fiyat-kalite ilişkisi açısından iyi bir alternatiftir.
.651
83
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Market markalı gıda ürünlerine yönelik çıkarılan mağaza kartına sahip olmam
bu ürünleri alma eğilimimi arttırır.
.608
Aradığım market markalı gıda ürününü raflarda kolaylıkla bulabilirim.
.427
FAKTÖR-2 : Dağıtım Karması
Sürekli aynı zincir marketin market markalı gıda ürünlerini tercih ederim.
.778
Market markalı gıda ürününü beğendiğim süpermarketten alışveriş yaparım.
.745
Market markalı gıda ürünlerinin kendi marketleri dışındaki dağıtım kanallarda
satılması iyi olurdu.
.706
Market markalı gıda ürünlerini ve indirimlerini marketlerdeki katologla takip
ediyorum.
.685
FAKTÖR-3 : Ürün Karması
Market markalı gıda ürünlerinde üretici firmanın tanınırlığı önemlidir.
.727
Genellikle market markalı gıda ürününün kalitesi satıldığı marketle ilişkilidir.
.683
Bir mağazanın ismine ne kadar güveniliyorsa, market markalı ürünlerine de o
kadar güvenilir.
.503
FAKTÖR-1 : Tutundurma ve Fiyat Karması
Market markalarının tanıtımı ve fiyatlandırılmasıyla ilgili olan
faktör, tüketicilerin promosyonlara, kampanyalara, market markalı gıda
ürünlerinin fiyatlarına ve çeşitlerine yönelik tutumlarını içermektedir.
Aradıkları market markalı gıda ürününü raflarda kolaylıkla bulabilmeleri
de bu faktör içerisinde yer almaktadır. Tüketicilere yönelik market
işletmelerinin uyguladıkları ödeme kolaylıkları, fiyat indirimleri,
raflardaki gıda ürün yelpazesinin genişliği müşteriler tarafından
alışverişte kullanılan mağaza kartları, kampanya ve promosyonlar önemli
tutundurma ve fiyatlandırma faktörleridir.
FAKTÖR-2 : Dağıtım Karması
Market markalarına yönelik tutumların oluşmasında dağıtım
karmasının yönlendirici olduğu söylenebilir. Bu faktör, tüketicilerin
market markalarını tercihlerinde dağıtım kanallarının çeşitliliği, sürekli
aynı zincir marketi tercih etme ve ürünlerin satışının yapıldığı zincir
marketin tercihi, market içi katologlar gibi değişkenlerden oluşmaktadır.
Tüketicinin markaya ulaşılabilirliğine yönelik tutumlarının yer aldığı bu
faktör, market markasıyla ilgili gelişme ve faaliyetlerin market dışında
elde edilmesi konusundaki tutum değişkenini de içermektedir.
84
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
FAKTÖR-3 : Ürün Karması
Market markalı ürün özelliklerine yönelik tüketici tutumlarının
yer aldığı bu faktör, market markalı gıda ürünlerine olan kalite
algılamaları, üretici firma tanınırlığının önemi ve mağaza isminin
güvenirliğinin market markalı ürün güvenirliğine etkisi gibi değişkenleri
içermektedir. Müşterinin alışveriş yaptığı mağazaya duyduğu güven,
market markalı gıda ürününün performansına yönelik risk algılamalarının
düzeyini belirleyici bir unsurdur.
5.3.
Varyans Analizleri
Pazarlama karmasını oluşturan alt faktörler bakımından
örneklem grubunun demografik değişkenlerine göre farklılaşma olup
olmadığını test edebilmek amacı ile Tek Yönlü varyans Analizi
kullanılmıştır. Analiz sonucunda elde edilen sonuçlardan 0,05 anlamlılık
düzeyinde farklı olanlar araştırma kapsamına alınmıştır.
Tukey Testi sonuçlarına göre Faktör 1 açısından gruplar
arasında eğitim düzeyi, medeni durum ve mesleğe bağlı olarak anlamlı
farklılıklar olduğu görülmektedir. Faktör 2 açısından değerlendirildiğinde
ise eğitim düzeyi, gelir durumu, yaş, ailedeki birey sayısı ve meslek
açısından gruplar arasında anlamlı farklılıklar olduğu ortaya çıkarılmıştır.
Demografik özellikler ile ürün karması arasındaki ilişki olmadığı
gözlenmiştir.
Tablo 5: Faktörlerle İlgili Varyans Analizi
FAKTÖR 1
FAKTÖR 2
FAKTÖR 3
Demografik Özellikler
Cinsiyet
Eğitim düzeyi
Gelir durumu
Yaş
Medeni durum
Birey Sayısı
Meslek
Cinsiyet
Eğitim düzeyi
Gelir durumu
Yaş
Medeni durum
Birey Sayısı
Meslek
Cinsiyet
Eğitim düzeyi
Gelir durumu
Yaş
Medeni durum
Birey Sayısı
Meslek
F değeri
0,694
6,178*
1,989
1,230
4,880*
1,452
7,683*
2,881
3,792*
2,656*
3,077*
0,909
3,818*
3,578*
1,364
1,827
1,383
1,774
0,677
0,581
2,149
P (Sig. değeri)
0,405
0,000
0,095
0,297
0,028
0,216
0,000
0,090
0,002
0,033
0,016
0,341
0,005
0,004
0,244
0,106
0,239
0,133
0,411
0,676
0,059
85
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Tukey Testi sonuçlarına gore; Tutundurma ve fiyatlandırma
karması faktörüne yönelik tutumlarda kamu çalışanlarıyla, emekliler, ev
hanımları ve işsizler arasında anlamlı farklılıklar olduğu ortaya çıkmıştır.
Emekliler, ev hanımları ve işsizlerin kamu çalışanları ve özel sektör
çalışanlarına göre tutumlarının daha olumlu oldukları görülmektedir.
İlkokul ve ortaokul mezunlarının, üniversite ve yüksek lisans mezunlarına
göre tutundurma ve fiyatlandırma karmasına yönelik tutumlarının daha
olumlu olduğu görülmektedir. Tüketicilerin tutundurma ve fiyatlandırma
karmasına yönelik tutumları, ürün grupları tercihlerine göre farklılık
göstermektedir. Gıda ürünleri ve Temizlik ürünlerini tercih edenlerle ev
gereçleri ve tekstil ürünlerini tercih edenler arasında anlamlı farklılıklar
bulunmuştur. Gıda ürünlerini tercih edenlerle temizlik ürünlerini tercih
eden tüketiciler arasında bu faktör açısından anlamlı bir farklılık
bulunamamıştır.
İkinci faktör olan dağıtım karması faktörü ile cevaplayıcıların
eğitim düzeyleri arasındaki ilişki test edilmiştir. İlkokul ve lise mezunları
ile yüksek lisans ve üzeri mezunları arasında anlamlı farklılıklar olduğu
görülmüştür. Tüketicilerin dağıtım karmasına yönelik tutumları, gelir
durumlarına göre farklılık göstermektedir. Aylık geliri 451-800 ytl
arasında olan tüketicilerin, aylık geliri 1501 ytl ve üzeri olan tüketicilere
göre dağıtım karmasına yönelik tutumlarının daha olumlu olduğu ortaya
çıkmıştır. Yapılan tukey testi sonucunda ailedeki birey sayısı 4 ve
üzerinde olan tüketicilerin birey sayısı daha az olan tüketicilere göre
dağıtım karması faktörüne yönelik tutumlara daha olumlu baktıkları
ortaya çıkmıştır. Tüketicilerin dağıtım karmasına yönelik tutumları,
mesleklerine göre farklılık göstermektedir. Ev hanımları ve öğrencilerin
kamu çalışanlarına göre dağıtım karmasına yönelik tutumlara daha
anlamlı baktıkları görülmektedir.
Üçüncü faktör olan ürün karması faktörüne yönelik tüketici
tutumları ürün grubu tercihlerine göre farklılık göstermektedir. Gıda
ürünleri ve temizlik ürünlerini tercih edenler ile ev gereçleri ve tekstil
ürünlerini tercih edenler arasında ürün karmasına yönelik tutumlar
açısından anlamlı farklılıklar olduğu görülmektedir.
5.4.
Sonuç
Tüketicilerin market markalarına karşı tutum ve beklentilerinin
ürün, dağıtım, fiyatlandırma ve tutundurma faktörleri altında toplanması
özellikle perakendecilerin bu kavramlar üzerinde durmaları gerekliliğini
ortaya çıkarmaktadır.
Araştırmaya katılanların %60,2’si market markalarını tercih
ederken %39,8’u diğer üretici markalara göre düşük kalitede olduğu
düşüncesiyle market markalarını tercih etmemektedirler. Fiyatta farklılık
86
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
yaratarak müşteri yelpazesini genişletmek isteyen perakendeciler, düşük
kaliteli imajını ortadan kaldırmak için market markalı ürünlerde kalite
iyileştirmek, ambalajın özenli olması gibi konuları dikkate almak
zorundadırlar. Yapılan araştırma sonucuna göre, tüketicilerin market
markalı ürünleri tercih etmemelerinin en önemli nedeni bu ürünleri üretici
markalı ürünlere göre düşük kalitede algılamalarıdır. Market markalarını
tercih etmeyen tüketiciler, üretici markalara yönelmekte ve bu ürünleri
daha kaliteli bulmaktadırlar.
Tüketicilerin satınaldıkları ürün grubuna göre bir değerlendirme
yapıldığında, gıda ve temizlik ürünlerini ev gereçleri ve tekstil ürünlerine
göre daha çok tercih edenler market markalarında üretici firmanın
tanınırlığının daha önemli olduğunu düşünmektedirler. Ayrıca market
markalı gıda ürününün kalitesinin ve bu ürünlere olan güvenin satıldığı
marketle ilişkili olduğu düşüncesine daha güçlü olarak katılmaktadırlar.
Tüketicilerin market markalı gıda ürünleri satınalmasında ne
derece etkili olduğunu belirlemek amacıyla market markalı gıda ürünleri
satınalanlardan her bir nedeni değerlendirmeleri istenmiştir. Araştırma
sonuçlarına göre, fiyat, kalite, promosyon, önceki deneyimler ve markete
olan güven tüketicilerin market markalı gıda ürünleri satınalımında etkili
olduğu ortaya çıkmıştır. Bu durumda bu ürünlerin kullanıcıları için
ürünün kendilerine sunuluş biçimi ve sunulduğu yerin durumu çok fazla
önem taşımamaktadır. Bu tüketiciler için kaliteli ve bildiği ürünü uygun
fiyata almak ve güvenilirliği yüksek yerden almak yeterli olmaktadır.
Market markalarını tercih etmedeki en önemli etkenin markete olan
güven olduğu ortaya çıkmıştır. Market markalarında marka-market
ilişkisi önemli bir boyuttadır. Market markaya olan güvende ürün
grubunun bu güveni pekiştirmesi önemlidir. Market markalarında
tüketicilerin en fazla almayı tercih ettiği ürün grupları gıda ürünleridir.
Market markalı gıda ürün çeşidinin diğer ürün gruplarına göre fazla
olması ve çabuk tüketilebilen ürünler olması, market markalı gıda
ürünlerinin tercih edilme oranını arttırmaktadır. Gıda ürünlerinden ise
kuru gıda ve bakliyat ürün grupları daha çok tercih edilmektedir.
Performans riski fazla olan ürünler tüketici tarafından tercih edilmediği
görülmektedir.
Ankette market markalarıyla ilgili tutum ifadelerine yer
verilmiş ve tüketicilerin bu düzeylere katılma düzeyleri
değerlendirilmiştir. Market markalarını tercih eden ve etmeyen tüketiciler
arasındaki belirgin tutumsal farklılıklar gözlenmiştir. Market markalarını
tercih edenler, market markalı gıda ürünlerini kaliteli bulurken, tercih
etmeyenler bu ürünlerin kalitesi konusunda şüpheli davranmaktadırlar.
Mağaza isminin market markalı gıda ürünlerinin kalitesinin göstergesi
olduğu görüşüne market markasını tercih edenler daha fazla
87
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
katılmaktadır. Tüketici tercihlerinde marka–firma ilişkisi büyük oranda
etkili olmaktadır. Markete olan güven market markalarını alma sıklığını
daha da arttırmaktadır. Market markalı gıda ürünleri satınalanlar fiyat ve
promosyona daha duyarlı olup, farklı ürünleri deneme konusunda daha
isteklidir. Market markalarını tercih eden ve etmeyenler için üretici
firmanın kimliği büyük önem taşımaktadır. Tüketicilerin ürün
satınalırken üretici firma detayına dikkat ettiklerini söyleyebiliriz. Bir
ürünün satınalınması için müşteriler tarafından bilinir olması
gerekmektedir.
Tüketiciler çoğunlukla satınalma kararlarını mağazada
vermekte ve bu durum mağaza içi promosyon çalışmalarının artmasına
neden olmaktadır. Tüketiciler de bu tür indirim, promosyon ve ikramlara
karşı daha duyarlı olmakta ve satınalma kararlarında bunları göz önünde
bulundurmaktadırlar. Perakendeciler de market marka kararlarının
verilmesinde tüketiciyle olan ilişkilerini ve onların beğenilerini mağaza
içi anket ve panellerle takip etmelidirler. Tüketici davranışlarını ve
tercihlerini bilmek perakendecilerin ürün stratejilerini belirlemede
yardımcı olacaktır. Perakendeciler tüketicilerin market markaları
hakkındaki olumsuz yargılarının değişmesi için reklam çalışmalarına ve
ambalaj konularına daha fazla eğilerek ürünle ilgili iyi bir imaj
oluşturabilirler. Market markaları diğer markalarla rekabetini
sürdürebilmesi için perakendeci güvencesini taşıdığı vurgulanmalı ve bu
yönde gerekli halkla ilişkiler çalışmaları sürdürülmelidir. Perakendeciler
market markalarının fiyatlandırma politikalarını, rakip perakendecilerin
uyguladıkları fiyatları takip ederek, dönemsel fiyatlandırma politikalarını
da kullanarak şekillendirmelidirler. Perakendeciler, tüketicinin market
marka seçiminde büyük etkisi olan üretici firmaları seçerken yeterli bilgi
birikimi ve üretim kapasitesine sahip olmalarına dikkat etmeli ve bu
firmalarla uzun dönemli ilişkiler kurmalıdırlar.
KAYNAKÇA
ACNilsen Global Services Executive News Report: The Power of Private
label 2005, www.acnilsen.com , 2006.
Aksulu, İkbal, “Tüketicide Sağlığını Koruma Bilinci ve Satınalma
Noktasında Tüketici Tutumları: Ambalajlı Gıda Ürünleri Üzerine
Bir Araştırma”, D.E.Ü.İ.İ.B.F Dergisi, cilt:16, sayı:1, 2001,
ss.115-127.
Albayrak, Mevhibe ve Dölekoğlu, Celile, “Gıda Perakendeciliğinde
Market Markalı Ürün Stratejisi” Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi,
sayı:11, 2006.
Aydın, Kenan, Perakendecilik ve Departmanlı Mağaza Müşterilerinin
Sosyo-Ekonomik Özellikleri, İstanbul: Özgül Matbaası, 1992.
88
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Baltas, George, “Determinants of Store Brand Choice: A Behavioral
Analysis” Journal of Product and Brand Management, sayı:
6, 1997, ss.314-325.
Bardakçı, Ahmet, Sarıtaş, Hakan ve Gözlükaya, İrfan, “Özel Marka
Tercihinin Satınalma Riskleri Açısından Değerlendirilmesi”,
Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Dergisi, sayı:21, 2003.
Collins-Dodd Colleen, Lindley Tara, “Store Brands and Retail
Differentiation: The İnfluence of Store İmage and Store Brand
Attitude on Store Own Brand Perceptions”, Journal of Retailing
and Consumer Services, vol:10, 2003, pp.345-352.
Choi, S. Chan and Coughlan, Anne T. , “Private Label Positioning:
Quality Versus Feature
Differentiation From The National Brand”, Journal of Retailing,
vol:82, 2006, pp. 79-93.
Del Vecchio, Devon, “Consumer Perceptions of Private Label Quality:
The Role of Product Category Characteristics and Consumer Use
of Heuristics”, Journal of Retailing and Consumer Services,
sayı:8, 2001 ss.239-249.
Guerrrero, L., Colomer, Y., Guardia, M.D., Xicola, J., Clotet, R., Food
Quality and Preference, sayı:11, 2000, ss.387-395.
Korkmaz, Sezer, “Marka Oluşturma Sürecinde Hipermarket(Dağıtıcı)
Markaları ve Bu Markaların Tanınmışlık Düzeylerini İçeren Bir
Araştırma”, Pazarlama Dünyası, yıl:14, sayı:83, 2000.
Kotler, Philips, Pazarlama Yönetimi, (Çev. Nejat Muallimoğlu),
İstanbul: Beta Yayınları, 2000.
Kotler, Philips, Armstrong, Gary, Principles of Marketing, Fifth edition,
London: Prentice-Hall İnternational, 1991.
Kurtuluş, Kemal, Okumuş, Abdullah, “Fiyat Algılamasının Boyutları
Arasındaki İlişkilerin Yapısal Eşitlik Modeli İle İncelenmesi”,
Yönetim Dergisi, yıl:17, sayı:53, 2006.
Kurtuluş, Kemal, Kurtuluş, Sema, Yeniçeri, Tülay ve Yaraş, Eyüp,
“Perakendeci Markalı Ürünleri Satın Alanları Ayırmada
Kullanılabilecek Temel Belirleyiciler”, 6. Ulusal Pazarlama
Kongresi: Bölgesel Kalkınmada Pazarlama, Atatürk
Üniversitesi İ.İ.B.F. Bildiri Kitabı, Erzurum, 2001.
Kurtuluş, Sema, “Perakendeci Markası ve Üretici Markası Satınalanların
Tutumları Arasında Farklılık Var mı?”, Pazarlama Dünyası,
yıl:15, sayı:89, 2001.
McGoldrick, Peter J., Retail Marketing, England: McGraw-Hill Book
Company, 1990.
Mucuk, İsmet, Pazarlama İlkeleri ve Örnek Olaylar, 13.basım,
89
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
İstanbul: Türkmen Kitabevi, 2001.
Nakip, Mahir, Pazarlama Araştırmalarına Giriş, 2. Baskı, Ankara:
Seçkin Yayınları, 2005.
Orel, Demirci, Fatma, “Kendi Markanız mı Yoksa Özel Marka mı?”,
Bizim Market Dergisi, Ağustos, 2006.
Özkan, Burhan ve Akpınar, M. Göksel, “Gıda Perakendeciliğinde Yeni
Bir Açılım: Market Markalı Gıda Ürünleri”, Pazarlama
Dünyası, yıl:17, sayı:1, 2003.
Pala, Mehmet ve Saygı, Y. Birol, Gıda Sanayinde Büyük
Mağazaların Özel Markalı Ürün Uygulamaları,
İstanbul: İstanbul Ticaret Odası Yayınları Yayın no:
73, 2004.
Tuzcuoğlu, Selçuk, “Reklam Ajanslarının Gözdesi Özmarkalar”,
Marketing Türkiye, sayı:38, 2003, ss.60.
90
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
DAYTON BARIŞ ANTLAŞMASI VE BOSNA-HERSEK’İN
GELECEĞİ
Mehmet DALAR*
ÖZET
Bu çalışma, Bosna-Hersek’te etnisiteler arasındaki savaşa son
vermek ve barışı kurmak amacıyla imzalanan Dayton Barış
Antlaşması’nın üç etnik grubun bir arada barış içinde yaşamalarını ve bir
devlet içinde entegre olmalarını sağlayacak Bosna-Hersek’in devlet
yapısıyla ilgili getirdiği düzenlemeleri incelemektedir. Ayrıca,
antlaşmanın getirdiği sorunlar ile barış ve istikrarın devamının
sağlanmasına katkısı olup olmadığı ortaya çıkan gelişmelerle birlikte
değerlendirmekte ve antlaşmanın değiştirilmesi gereken özellikleri
üzerinde durmaktadır. Bu çalışma konuyu beş ana başlık altında
incelemiştir: Uluslararası hukukta koşullarda köklü değişiklik ilkesi,
Dayton Antlaşması öncesi gelişmeler, Dayton Antlaşması’nın özellikleri
ve getirdiği sistem, Dayton Antlaşması’nın getirdiği sorunlar ve Dayton
Antlaşması’nın değiştirilmesinde etkili olan faktörler.
Anahtar Kelimeler: Antlaşma, sorun, barış, güvenlik ve entite.
THE FUTURE OF DAYTON PEACE AGREEMENT AND
BOSNİA-HERZEGOVİNA
ABSTRACT
This study examines the provisions of Dayton Peace Agreement
ending to war among ethnics and securing peace relevant to State
structure of Bosnia and Herzegovina in order to ensure three ethnic
groups to live in peaceful co-existence and to integrate them into one
State. Also, researching the peculiarities of agreement required to be
amended and the issues brought forth by it, the study evaluates
contribution of Agreement to permanence of peace and stability
altogether with the events taking place. The study examines the subject
through five headlines: Principle of fundamental change of circumstances
in international law, the events prior to Dayton agreement, the
peculiarities of Dayton Agreement and its system, the issues brought
forth by Dayton Agreement and the factors affecting amendment of
Dayton Agreement.
*
Yrd. Doç. Dr. , A.İ.B.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslar arası İlişkiler
Bölümü, Bolu. [email protected]
91
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Key Words: Agreement, issue, peace, security and entity
Giriş
Bu çalışmada Bosna-Hersek’te savaşı sona erdiren Dayton
Antlaşması, uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde incelenerek,
antlaşmanın özellikleri, zaafiyetleri, Bosna-Hersek toplumunun ihtiyacına
cevap verme kapasitesi ve bu antlaşmanın değişmesini zorunlu kılan
faktörler üzerinde durulduktan sonra bu antlaşmanın hangi koşullar
çerçevesinde değişmesi gerektiği üzerinde durulmaktadır. Toplumsal
koşullara uymayan iç hukuk kurallarının değişmesinde olduğu gibi
uluslararası hukukta bir antlaşmanın toplumsal koşullara uydurulması her
zaman mümkün olmamaktadır. Uluslararası kurumlar tarafından
yürütülen ve kontrol edilen bu antlaşmanın değiştirilmesi iç koşullardan
ziyade farklı dış koşullar ve en önemlisi de iç ve dış koşullar arasında
uyumlu koordinasyonun sağlanmasına bağlıdır. Bosna-Hersek’te
çatışmaların durdurulması ve bir an önce barışın yeniden kurulması
bağlamında zorunlu koşullar altında imzalanan Dayton Barış
Antlaşmasının, orta ve uzun vadede Bosna-Hersek’in toplumsal
gerçekliğine ve ihtiyacına cevap vermeyeceği dikkate alınarak bu ihtiyaca
göre değişmesi ve güncellenmesi gereği ortaya çıkmaktadır. Dünyada
benzeri olmayan sui generis (şahsına münhasır) bir devlet yapısını getiren
antlaşmanın değiştirilmesinde etkili olan iç ve uluslararası faktörlerin
neler olduğunu belirleyen bu çalışma, kalıcı barış ve istikrarın sağlanması
için hangi düzenlemeler çerçevesinde yapısal ve kurumsal değişikliklerin
yapılması gerektiği üzerinde durarak bu değişiklileri etkileyen özellikle
dış faktörleri tespit etmektedir. Bu çalışmanın amacı Bosna-Hersek
Devletinin Boşnak, Sırp ve Hırvatlar başta olmak üzere barındırdığı farklı
etnisiteler arasındaki soğukluğun ve önyargıların giderilmesi için
yapılması gerekenleri tespit ederek, barış ve kardeşliğin oluşmasına
hizmet edecek demokratik bir yapının kurulmasının zor olmadığını
göstermektir. Bunun için ulusal ve uluslararası çabaların destek vereceği
antlaşma değişikliklerinin yapılarak hayata geçirilmesi gerekecektir.
I. Uluslararası Hukukta Rebus Sic Stantibus (Koşullarda Köklü
Değişiklik) İlkesi
Bir antlaşma yapılırken zamanın koşulları dikkate alınarak
düzenleme yapılmakta ve taraflara hak ve yükümlülükler getirmektedir.
Uygulanan uluslararası hukukta kabul edilen bir ilke olan koşulların
köklü değişmesi (Rebus Sic Stantibus) ilkesine göre bir antlaşmanın
yapılışı sırasında var olan ve antlaşmanın yapılmasını etkileyen
koşullarda ortaya çıkan değişikliklerin bu antlaşmaya son verme, ilgili
92
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
düzenlemelerini değiştirme ya da uygulanmasını durdurma nedeni olacağı
kabul edilmektedir1. İç hukuk düzeninde değişen zaman ve koşullar
çerçevesinde kanuni değişikliklerin yapılması zorunluluğu ortaya çıkması
halinde kanun koyucu bu koşulları dikkate alarak yeni düzenlemeler
yapabilmektedir. Uluslararası hukukta ise tarafların karşılıklı bağlanma
istemleriyle oluşan bir antlaşmanın koşullarda köklü değişiklik olması
halinde iç hukuktaki gibi yeniden düzenlenmesiyle ilgili sorunlar ortaya
çıkabilmektedir.
1969 tarihli Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nin2 62.
Maddesi, hangi şartlarda bir antlaşmaya son verilebileceğini veya bu
antlaşmadan çekilebileceğini düzenlemiştir. Maddenin birinci
paragrafında açıklanan bu şartlar; ortaya çıkan yeni durumun tarafların
antlaşma ile bağlanma iradelerini esaslı olarak etkilemesi ve antlaşmaya
göre uygulanacak yükümlülüklerin kapsamını köklü olarak değiştirecek
niteliğe sahip olmasıdır. Aynı maddenin ikinci fıkrasında ise koşullarda
ortaya çıkan esaslı değişikliğe bir antlaşmayı sona erdirmek veya ondan
çekilmek için bir gerekçe olarak şu hallerde başvurulamayacağını
belirtilmektedir:3
“Antlaşma bir sınırı oluşturuyorsa veya esaslı değişiklik ona
başvuran tarafın ya antlaşmadan doğan bir yükümlülüğünü ihlal
etmesinin ya da antlaşmanın diğer herhangi bir tarafına karşı herhangi
bir uluslararası yükümlülüğünü ihlal etmesinin sonucunda oluşmuş ise,
Yukarıdaki düzenlemeye göre bir taraf esaslı bir şart
değişikliğine bir antlaşmayı sona erdirme veya ondan çekilme gerekçesi
olarak başvurulabiliyorsa, değişikliğe, antlaşmayı askıya almanın bir
gerekçesi olarak da başvurulabilir.”
Öğretinin bu konudaki gelişimine gelince; antlaşmanın yapılması
sırasında var olan ve antlaşmanın yapılmasını gerektiren koşullarda
sonradan meydana gelen değişikliklerin antlaşmanın yürürlüğü üzerinde
etki yapıp yapmadığı öğretide tartışılmaktadır.
Objektivist hukukçulardan Georges Scelle, hukuksal durumların
güvenliğini sağlayan statizm ile hukukun sosyal hayata uygunluğunu
sağlayan dinamizmin bağdaştırılmaya çalışılması sonucunda böyle
durumların ortaya çıktığını belirtmektedir. Uluslararası yapıla geliş
kurallarında oluşan teamül hukukunun yumuşak ve esnek olması
nedeniyle sosyal hayatın gelişimine ayak uydurabilirken, buna karşılık
yazılı olan antlaşmalardan oluşan hukukun gelişen sosyal hayata
1
Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, Turhan Kitabevi, 1998, Ankara, s. 197.
Bu sözleşmenin Türkçe çevirisi için bkz. Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesi 22
Mayıs 1969, BM Enformasyon Merkezi UNIC-Ankara
http://www.un.org.tr/unic/doc_pdf/Viyana_69.pdf , s. 18-19. E.T.26.08.2008.
3
Aynı yer.
2
93
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
uydurulması için akit taraflar arasında antlaşma yapılması zorunluluğu
vardır. Uluslararası hukukun yeni koşullara uydurulması iç hukuktaki gibi
kolay gerçekleşmemektedir. İç hukukta kanun koyucunun müdahalesi
hem daha kolaydır hem de yargı organlarının geliştirdikleri içtihat ve
yorum yöntemleriyle uygulanan kanunların gelişen sosyal hayata
uydurulmasında önemli katkıları bulunmaktadır. Buna karşılık
uluslararası hukuk düzeninde kanun koyucu rolündeki akit devletlerin
ancak oybirliğiyle bir antlaşmanın yeni koşullara uydurulmasını
sağlayabilmektedirler. Bunun yanında uluslararası yargı organları iç
hukuktaki yargı organları kadar işlevleri geniş yeterlikte değildir.1
Rebus Sic Stantibus normunun niteliği hakkında iki görüş
bulunmaktadır:
* Birinci görüşe göre, Rebus Sic Stantibus ilkesi sınırsız bir süre
için yapılmış antlaşmalarda ya da uzun süreli antlaşmalarda örtülü bir
kayıt olarak mevcuttur. Bu ilkenin açıkça antlaşmalara konması
gerekmemektedir. Bu görüşün benimsenmesi durumunda, antlaşmanın
yapıldığı zamandaki koşulların köklü bir değişikliğe uğraması halinde
akitlerden biri, antlaşmayı tek taraflı olarak feshedebilecektir.
* Fransa İdare Hukuku’nun beklenilmeyen hal (imprévision)
öğretisinden esinlenen ikinci görüş ise, antlaşmanın yapıldığı zamanda
var olan koşullarda sonradan meydana gelen önemli ve beklenilmeyen
değişikliklerin olması durumunda, antlaşmanın sonradan ortaya çıkan
şartlara uydurulması gerektiğini ileri sürmektedir. Birinci görüşten farklı
olarak bu görüş, koşullarda ortaya çıkan değişiklik karşısında antlaşmanın
fesih yoluyla sona ermesi değil, fakat yeni koşullara uydurulması
üzerinde durmaktadır. 2
Bu çalışmamızda ikinci görüş temelinde Dayton Antlaşmasının
feshedilmeyip toplumsal koşullara uydurulması gerektiği üzerinde
durulacaktır.
II. Dayton Antlaşması Öncesi Gelişmeler
2. Dünya Savaşı’nda yıkıcı Nazi Almanyası’nın işgaline karşı
mücadele eden Tito; Boşnak, Sırp ve Hırvat olmak üzere savaş dönemi
boyunca birbiriyle savaşan farklı etnisiteleri kurduğu Partizan örgütüyle
bütünleştirmeye çalışmış ve bu etnisiteleri federal bir yapı içerisinde
tutmaya çalışmıştır. 31.01.1946 tarihinde kabul edilen Anayasa ile de
Bosna ve Hersek, Hırvatistan, Makedonya, Karadağ, Sırbistan ve
Slovenya olmak üzere 6 Cumhuriyetten ve özerkliği kısmen tanınan
1
Edip F. Çelik, Milletlerarası Hukuk, Birinci Kitap, Filiz Kitabevi, 2. Baskı, 1987,
İstanbul, s. 152.
2
Aynı eser, s. 153.
94
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
bölge Kosova’dan oluşan Yugoslavya Halk Federal Cumhuriyeti
kurulmuştur. 1963 yılında ise adı Yugoslavya Sosyalist Federal
Cumhuriyeti olarak değiştirilmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından
sonra multi etnik yapılardan oluşan Yugoslavya da dağılmaktan
kurtulamadı. 25.06.1991 tarihinde Hırvatistan ve Slovenya,
Yugoslavya’dan ayrıldıklarını açıklayarak bağımsızlıklarını ilan ettiler.
Daha sonra ortaya çıkan çatışmalar Avrupa’nın müdahalesiyle
önlenmiştir.1 Esasen 1991 yılında Hırvatistan ve Slovenya'nın birlikten
ayrılmalarıyla Yugoslavya fiilen parçalanmaya başladı. 15 Ekim 1991'de
Bosna-Hersek Parlamentosu’nda Kasım 1990'daki seçimlerde çoğunluğu
elde eden Müslüman Demokratik Hareket Partisi bağımsızlık kararı aldı.
Bu bağımsızlık kararı 29 Şubat ve 1 Mart 1992'de yapılan referandum ile
Müslümanların ve Hırvatların büyük çoğunluğu tarafından kabul edildi.
Sırplar ise bu referandumu boykot ettiler. 7 Nisan 1992'de Bosna-Hersek
Avrupa Topluluğu ve ABD (Amerika Birleşik Devletleri) tarafından
bağımsız bir devlet olarak tanındı.2 Eski Yugoslavya federasyonundan
ayrılan ve Müslüman Boşnakların % 44, Sırpların % 33 ve Hırvatların %
18 oranında nüfusundan oluşan Bosna-Hersek, etnik bakımından oldukça
karışık bir yapı arz etmektedir. Bu üç kitle de Sırp ve Hırvatça
konuşmakta olup, kesin bir etnik özelliğe dayalı bir sınır çizmek mümkün
değildir3.
1992 yılında savaşın patlak vermesinin hemen öncesinde Bosna
üç etnik/milli politik parti etrafında bölünmüştü: Müslüman Demokratik
Hareket Partisi (SDA), Sırp Demokratik Partisi (SDS) ve Hırvat
Demokratik Birliği (HDZ). Üç parti de Bosna-Hersek’in geleceği ile ilgili
farklı vizyonlara sahipti. Bosnalı Müslümanların (Boşnakların) sayıca
göreceli çoğunluğu Bosnalı Sırp ve Hırvat toplumları arasında bunun
politik üstünlüğe yol açacağı kaygısını doğuruyordu. Bu yüzden Bosnalı
Sırplar, Sırp yoğunluklu yerleşim bölgelerinde kontrolü ele geçirmeyi
hedeflediler. Daha sonra bu hedef ileride Sırbistan’a bağlanabilecek
bağımsız bir devlet kurma amacına dönüştü. Bu durum karşısında Bosnalı
Hırvatlar da Hırvat bölgelerinin ayrılıp Hırvatistan’la birleşmesini
istediler. Bosnalı Sırplar tarafından reddedilen referandumla
bağımsızlığını kazanan Bosna ve Hersek, birlikten ayrılan diğer devletler
gibi Avrupa ve ABD tarafından aynı desteği almadı. Esasen referandum
düzenlenmesi Bosna’nın uluslararası alanda tanınabilmesi için Avrupa
Topluluğu tarafından oluşturulan Hakemlik Komisyonu’nun bir şartıydı.
1
Wikipedia,Socialist
Federal
Republic
of
Yugoslavia,
http://en.wikipedia.org/wiki/SFR_Yugoslavia#Foundation E.T. 31.08.2008.
2
Hüseyin Bağcı, “Bosna-Hersek: Soğuk Savaş Sonrası Anlaşmazlıklara Giriş", A.Ü.
DTCF Dergisi, Cilt XVI, Sayı 27, Ankara, 1994,s. 258.
3
Bağcı, a. g. m., s. 260.
95
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Ama Bosna’da silahlı çatışma referandumla aynı gün başladı. Kısa sürede
tüm ülkeye şiddetlenerek yayılan savaşta yüz binlerce insan öldürüldü.1
1992–1995 yılları arasında süren Bosna savaşı, Bosna’daki tüm
toplumlar için trajedi oluştururken, özellikle Boşnaklar açısından ağır
sonuçlara neden olmuştur. Bu savaş etnik temizlik ve soykırım
kavramlarını üretmiştir. Ölen yaklaşık 200 bin kişinin 160 bini
Boşnaklardan oluşmuştur (Boşnak nüfusun yaklaşık % 10’u). Boşnak
nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan bir milyon Boşnak evini terk etmek
zorunda kalmıştır. Bu savaşta tecavüz özellikle Sırp milis ve askerleri
tarafından Boşnak kadınlarına karşı kitlesel ve sistematik bir etnik
temizlik aracı olarak kullanılmıştır. Tecavüz sadece bireylere karşı değil,
grubun tümüne yönelik grup üyelerinde kalıcı ve ciddi bedensel ve ruhsal
zararlar yaratacak şekilde işlenmiştir. Bu savaşta Sırbistan’dan gelen
para-militer gruplar hem önemli rol üstlenmişler hem de Yugoslavya’nın
düzenli ordu birliklerinden destek almışlardır.2 Savaş süresince karşıt
taraflar gibi hedefler de değişmişti. Bu yüzden savaş üç döneme
ayırabilmiştir: Birincisi Müslüman-Hırvat Koalisyonu’nun 1992–1993
yılları arasında Sırp güçlerine karşı savaşı. İkinci dönem 1993-1994
yılları arasında Müslüman-Hırvat ve bazı bölgelerdeki MüslümanMüslüman savaşı. Üçüncü ve Bosna’da savaşı sona erdiren dönemse
Müslüman/Hırvat saldırılarını takip eden NATO/Müslüman/Hırvat
güçlerinin Mart-Ekim 1995 yılındaki Sırplara karşı yapılan savaşıdır. 3
Bosnalı Sırplar, Yugoslavya’dan ayrılan Bosna-Hersek devletinin
bağımsızlığını engellemelerinin yanı sıra kendi kontrolünde bir devlet
oluşturarak Sırbistan’a bağlanmalarını veya en azından bağımsız olmaları
amacını gütmekteydiler. Etnik ve dini ayrışmayı körükleyen söylemlerin
kullanılması bu savaşın önemli özelliklerinden biri olmuştur. Avrupa’nın
kendi göbeğinde Müslüman devletinin kurulmasına karşı olduğu için
Sırplara müdahale etmediğini ileri süren Müslümanların söylemi4 ile 2.
Dünya Savaşında Nazilerin yardımıyla kurulan Hırvat Ustashe
hükümetinin Jasenovac toplama kampında Sırplara karşı girişilen
1
Dilek Latif, “Etnik Çatışma Sonrası Barış İnşası Ne Kadar Mümkün? Dayton Sonrası
Bosna ve Hersek”, Kıbrıs Yazıları, Sayı 3 / Yaz-Güz 2006, s.129.
2
Aydın Babuna, “Tarih Boyunca Boşnaklar: Kimlik ve Soykırım”, Uluslararası Suçlar
Bosna-Hersek Örneği, Haz: Sevin Elekdağ ve Erhan Türbedar, ASAM-İKSAREN y.,
2008, Ankara, s. 23.
3
Latif, a. g. e. , s.129.
4
Batı’nın, Almanya’nın inisiyatifinde Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsız devlet olma
sürecini kolaylaştırıp bu iki devletin Katolik halkını muhtemel bir Sırp katliamına karşı
korurken, aynı tutumu Bosna-Hersek Müslümanları için göstermemesi çifte standart
olarak değerlendirilmiştir. Bkz.Turan Güngör, “Bosna-Hersek ve Balkanlar”, Sızıntı
Dergisi,
Ekim
1995
Yıl
:17
Sayı
:201,
http://www.sizinti.com.tr/arsiv.php?ARSIVAYRINTI&SAYIID=201 E.T. 31.08.2008.
96
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
soykırımda Müslümanların da iştirak ettiğini, Osmanlı egemenliği
döneminde Sırpların baskısı altında yaşam sürdürdüklerini, bunu tekrar
yaşamamaları için harekete geçtiklerini ileri süren Sırpların söylemleri1
bu savaşta öne çıkmıştır. Gerek Avrupa gerekse ABD, din ve etnisiteyi
körükleyici bu söylemleri boşa çıkarmak için ciddi gayret
göstermemişlerdir. Bu savaşta başta ABD ve AB (Avrupa Birliği) olmak
üzere uluslararası toplumun Sırplara karşı etkili ve caydırıcı önlemlere
başvurmaktan çekinmeleri Sırpları cesaretlendirmiş ve BM (Birleşmiş
Milletler) tarafından güvenli bölge ilan edilen Srebrenitsa’da binlerce
mahsum insanın Barış gücü askerlerinin gözetiminde Sırp milisleri
tarafından öldürülmesiyle Boşnaklara karşı yürütülen etnik temizlik zirve
noktasına gelmiştir. O dönemde Bosna-Hersek’in Sırbıstan’ın soykırım
yaptığıyla ilgili başvurusunu değerlendiren Uluslararası Adalet Divanı,
verdiği kararla BM Güvenlik Konseyi ve Genel Sekreterliği Bosna’da
Sırplar tarafından soykırım amaçlı girişilen faaliyetlerin önlenmesini
istemekteydi. Ne var ki Divan’ın bu emri Güvenlik Konseyi üzerinde
etkili olmamıştır. Dikkati çeken önemli bir nokta da Konseyin Bosna
halkına karşı işlenen insanlık suçlarını “etnik temizlik” olarak
nitelemesiydi. Bu, Konseyi Soykırım Sözleşmesi uyarınca harekete
geçmek zorunda bırakmayan bir tanımdı. “Soykırım” terimi2 kullanılmış
1
Serbian Network, http://www.srpska-mreza.com/History/ww2/ustashi.html E.T.
31.08.2008. Hâlbuki o dönemde söz konusu kampta Sırplar çoğunlukta olmakla beraber,
Müslümanların da bulunduğu ve Nazilerle işbirliği yapmayan tüm etnik unsurların bu
kampta katliama uğratıldığı kaydedilmektedir. Bkz. Davor Konjikusiç, “Jasenovac
gerçeğini gözler önüne sermeyi amaçlayan sergi” 08/01/07, http://www.setimes.com/
E.T.31.08.2008.
2
Kuramsal olarak ulusal veya etnik bir grubun kasıtlı ve sistematik bir biçimde yok
edilmesi anlamında kullanılan “soykırım” terimi ile bir veya daha fazla etnik grubun
sistematik, kasıtlı ve çoğunlukla acımasız bir biçimde başka bir etnik grup tarafından
üzerinde hak iddia edilen bir bölgeden zorla gönderilmesi için kullanılan “etnik temizlik”
terimi arasında ilişki vardır. “Etnik temizlik”, “soykırım”dan ayrı tutulmakla birlikte
uygulamada birbirinden ayrılması zordur. ( Graham Evans ve Jeffrey Newnham,
Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, çev: H.Ahsen Utku, Gökkubbe y., 2007, İstanbul, s.209)
Bu iki kavram arasındaki ayırımın belirlenmesinde Uluslararası Adalet Divanı, önemli bir
içtihat geliştirmiştir. Divan, soykırımı diğer vahşet olaylarından ayıran temel farkın “özel
kasıt” olduğunu belirterek, “etnik temizliğin” yalnızca grubun yaşadığı bölgenin dışına
çıkartılmasıyla değil, yok etme kastı ile uygulanması durumunda bir soykırım olarak
değerlendirilebileceğini ve bu bağlamda Srebrenitsa’da yapılanların soykırım olarak
değerlendirildiğini hükme bağlamıştır. (Sevin Elekdağ, “Uluslararası Adalet Divanı’nın
Kararı: Soykırım Hukukuna Önemli Bir Katkı”, Uluslararası Suçlar Bosna-Hersek
Örneği, Haz: Sevin Elekdağ ve Erhan Türbedar, ASAM-İKSAREN y., 2008, Ankara, s.
79-80.)
97
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
olsaydı Konsey bu sözleşmeye göre tepki göstermek zorunda kalacaktı.1
Bu olaylar Bosna-Hersek’i Dayton Antlaşması sürecine götürmesinde
önemli faktör olmuştur. Savaş suçluları listesinin başında yer alan, Bosna
Sırplarının lideri Radovan Karadziç’in hedefi, ülkeyi Bosna Hersek
Federasyonu ve Bosna Sırp Cumhuriyeti olmak üzere ikiye bölmekti.2
Ayrıca bu konuda ABD ile AB arasında tam bir uyuşma olduğu da
söylenemez. Özellikle bağımsız olduklarında Hırvatistan ve BosnaHersek’e uygulanan ambargo konusunda AB, ABD’yi İran ve diğer
Müslüman ülkelerin Bosna-Hersek’e silah yardımı yaparak ambargoyu
deldiklerini göz ardı etmekle suçlamıştır. AB, yapılacak bir barış
antlaşmasının Sırp isteklerine daha yakın olmasını istemiştir. ABD ise
Sırp saldırganlarını Sırp Cumhuriyeti gibi bir entiteyle ödüllendirecek
Dayton Antlaşması’nın Bosnalılar aleyhine oldukça dezavantajlar
oluşturacağının bilincindeydi. Bu dezavantajları telafi edecek bir
girişimde bulunmak durumundaydı. Aliya İzzetbegoviç, ABD’den Bosna
güçlerini silahlandırıp eğitimlerini üstlenmesi konusunda bir söz
almadıkça Dayton Antlaşmasını imzalamayacağını bildirmiştir. Bosna
Müslümanlarının İran gibi Müslüman devletlerden yardım taleplerinin
engellenmesi için ABD’nin bu konuda söz verdiği ve ancak bu şekilde
Aliya İzzetbegoviç’in antlaşmayı imzalamasına razı edildiği
belirtilmektedir.3 ABD’nin girişimiyle sonuçlandırılan ve Karadziç’in
taleplerini karşılayan Dayton Antlaşması, koşulları ne kadar kötü olsa
bile, Sırpların soykırım eylemlerinin engellenmesi ve barışın kurulması
için geçici de olsa bir çare olarak değerlendirilmiştir.
III. Dayton Antlaşması’nın Özellikleri ve Getirdiği Sistem
21 Kasım 1995 tarihinde ABD’nin Ohio eyaletindeki Dayton
kentinde taslağı hazırlanan ana metin ve 11 ekten oluşan antlaşma, 14
Aralık 1995 tarihinde Paris’te Bosna-Hersek adına Aliya İzzetbegoviç,
Hırvatistan adına Franko Tudjman ve Yugoslavya Federal Cumhuriyeti
adına Slobodan Miloseviç tarafından imzalanmıştır4. Bu antlaşmayla
kurulan Bosna-Hersek Devleti, 10 kantondan oluşan Bosna-Hersek
Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti olarak iki entiteye ve Brcko adında
1
Diego E. Arria, “Bosna’daki Soykırımın Uluslararası Toplumca Örtbas edilmesinde Son
Perde: Kusursuz Cinayet Srebrenitsa”, Uluslararası Suçlar Bosna-Hersek Örneği, Haz:
Sevin Elekdağ ve Erhan Türbedar, ASAM-İKSAREN y., 2008, Ankara, s. 50.
2
Fabian Schmidt, “Uluslararası toplumun Bosna Hersek Karnesi”, http://www.dwworld.de/dw/article/0,2144,2521377,00.html, E.T 30.09.2008.
3
Jane M. O. Sharp, “Dayton Report Card” International Security, Vol. 22, No. 3 (Winter,
1997-1998), s. 116.
4
Ahmed Zilic, “The Dayton Agreement: Challenges of Change”, speech at International
Conference, Berlin, September 12 and 13, 2003, s.2. http://www.suedosteuropagesellschaft.com/pdf-berlin/zilic.pdf, E.T.05.09.2008.
98
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
küçük bir özerk bölgeye ayrılmıştır. Bu entiteler hukuksal olarak gerçek
bir sınır niteliği taşımayan ve uluslararası güç (Implementation ForceIFOR/ Stabilization Force-SFOR) tarafından denetlenen yaklaşık 1400
km. uzunluğundaki bir sınır ve ayrım hattı ile ayrılmışlardır. Her entitenin
siyasi ve ekonomik yapılanması birbirinden farklıdır. Bosna-Hersek
Cumhuriyeti, Hırvatistan Cumhuriyeti ve Yugoslav Federal
Cumhuriyeti’nin yanı sıra, AB, Fransa, Federal Almanya, Rusya
Federasyonu, İngiltere ve ABD temsilcilerinin de gözlemci olarak
imzaladıkları Dayton Barış Anlaşması; biri çatışmaların önlenmesi
amacıyla askeri biri de sivil olmak üzere iki alanda düzenlemeler içeren
bir ana metin ile 11 Ek’ten oluşmaktadır. Anlaşmanın askeri yönlerinin
uygulanması ilk bir yıllık süre için IFOR adı altında NATO liderliğinde,
bazı NATO dışı devletlerinin de katılımıyla oluşturulan yaklaşık 60.000
kişilik kuvvetin sorumluluğuna verilmiştir. Aralık 1996 tarihinden
itibaren ise asker sayısı 30 bin civarına indirilmiştir. Temmuz 2004
itibarıyla asker mevcudu 14 bindir. Bir yıllık görev süresi 20 Aralık 1996
tarihinde biten bu kuvvetin yerini daha az personele sahip SFOR
(Stabilization Force) almıştır. Türkiye her iki kuvvete de Zenica’da
konuşlanmış bulunan bir Tugay ile katılmıştır. 2001 yılı sonu itibariyle
SFOR’da 17.700 askere sahip Türk Tugayı, tabur düzeyine indirilmiştir.
AB’nin Bosna-Hersek misyonunu üstlenmesiyle SFOR'un barış misyonu,
2 Aralık 2004’ta EUFOR (Avrupa Gücü) tarafından devralınmıştır.
Birbirleriyle savaşmış üç etnik toplumun yeniden bir arada yaşamasını ve
Bosna-Hersek’in tüm kurumlarıyla işlemesini amaçlayan Dayton Barış
Anlaşması’nın sivil yönlerinin uygulanması “Yüksek Temsilcilik”in
(Office of the High Representative) sorumluluğundadır.
Antlaşma, şu kurumlardan oluşan bir anayasanın
oluşturulmasını öngörmüştür: Halk Meclisi ve Temsilciler Meclisi’nden
oluşan ikili parlamento, üç kişiden oluşan Cumhurbaşkanlığı Konseyi (iki
üye Bosna ve Hersek Federasyonu’ndan bir üye Sırp Cumhuriyeti’nden),
Bakanlar Kurulu, Anayasa Mahkemesi ve Merkez Bankası.
Antlaşmada belirtilen ortak kurumların başında Müslüman,
Sırp ve Hırvat olmak üzere her üç milletin bir temsilcisinin bulunduğu
Cumhurbaşkanlığı Konseyi gelmektedir. Dört yıllık bir süre için göreve
gelen Konseyin başkanlığı sekiz aylık rotasyonla el değiştirmektedir.
Bakanlar Kurulu, başbakan ve bakanlardan oluşur. Başbakan dahil her
bakanın ikişer yardımcısı vardır. Bakan Müslüman ise yardımcılarından
birinin Sırp, diğerinin Hırvat olması gerekir. Diğer ortak kurum, Bosna
Hersek Temsilciler Meclisi ile Bosna Hersek Halk Meclisi’nden oluşan
Bosna Hersek Parlamentosu’dur. Bosna Hersek Temsilciler Meclisi, 28’i
Bosna Hersek Federasyonu, 14’ü ise Sırp Cumhuriyeti’ndeki seçmenlerin
doğrudan oylarıyla belirlenen 42 üyelidir. Bosna Hersek Halk Meclisi ise
99
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
entite meclislerince seçilen toplam 15 üyeden oluşmaktadır ve her üç
etnik grup 5’er üyeye sahiptir.1
Her ne kadar Dayton’un öngördüğü anayasa tek devleti
önerse de iki entite ve bir özerk bölge getirdiğinden aslında tek devlete
değil, bölünebilen devlet yapısına yol açmıştır. 10 kantondan oluşan
ademi merkezi Bosna-Hersek ile merkezi Sırp Cumhuriyeti (ve Brcko
bölgesi) seviyesinde farklı anayasal yapı getirilmiştir. Buradaki paradoks
Devlet seviyesinde bir, entiteler seviyesinde ikişer, özerk bölge için bir ve
10 kanton için birer olmak üzere 3,5 milyonluk Bosna-Hersek Devleti
adına 13 anayasa söz konusudur. Antlaşmanın önerdiği merkezi otorite
otonom siyasal etkinlikte bulunmayacak kadar zayıftır. Bunun yanında
antlaşmanın yürürlüğe girdiği tarihten şimdiye kadar gerek yorumunda
gerekse uygulanmasıyla ilgili çözüme kavuşturulamayan problemler
yasal tutarsızlıkları, belirsizlikleri ve kurumsal tıkanmaları beraberinde
getirmiştir. Antlaşmanın 4 nolu eki Bosna-Hersek’in anayasasını
içermekte ve bu anayasanın prosedür ve değişiklik imkanlarını
düzenlemektedir2.
Anayasanın öngördüğü yasama ve karar alma süreci de ilginç
olup, bir karar veya yasanın çıkabilmesi için her üç etnik grubun da
onayını gerektirmektedir. Entite meclislerinde bir yasa tasarısıyla ilgili
çoğunlukla karar alınabilmesine karşın, alınan kararda her bir etnik
grubun en az üçte bir onayı olmadan tasarı yasalaşmamaktadır (4. Madde
3.paragraf/d fıkrası). Ayrıca entite meclislerinde bir yasa tasarısının
çoğunluk tarafından “ulusal hayati çıkar”a uyuşmadığı kararı çıkarsa
ilgili tasarı yasalaşamaz (4. Madde 3.paragraf/e fıkrası). Aynı şekilde
Cumhurbaşkanlığı Konseyi’nin bir üyesi Cumhurbaşkanlığınca alınacak
bir kararnamenin “ulusal hayati çıkar”a aykırı olduğunu belirterek karşı
çıkabilir. Kararname çıkmışsa üç gün içinde karşı çıkan üyenin bağlı
olduğu entitenin meclisinde oylamaya sunulur. On gün içinde üçte iki
çoğunlukla entite meclisi de aynı karara varırsa Cumhurbaşkanlığı
kararnamesi geçersiz olur (5. Madde 2.paragraf/d fıkrası)3. Aynı şekilde
Bosna-Hersek meclisinin anayasa değişikliği yapabileceğine işaret
etmekle beraber, yönetici siyasal gruplarında bu konuda siyasal iradenin
olmayışı anayasal değişikliği de önlemektedir.
Uluslararası hukuk açısından antlaşmanın karşı karşıya
bulunduğu önemli sorun da imzalanmasından şimdiye kadar sadece
Sırbistan ve Karadağ’dan oluşan Yugoslavya Federal Meclisi tarafından
1
TBMM, http://www.tbmm.gov.tr/ul_kom/bosna-hersek/bh_siyasi_idari.htm, E.T.
29.08.2008.
2
Zilic, a. g. e. , s. 3-4.
3
OHR,
Constitution
of
Bosnia
and
Herzegovina,
http://www.ohr.int/dpa/default.asp?content_id=372
100
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
2002 yılında onaylanması ve bu antlaşma itibarıyla Bosna-Hersek’in
Yugoslavya tarafından tanınmasıdır. Antlaşma, Bosna-Hersek’teki Sırp
Cumhuriyeti tarafından tanınmasına rağmen Bosna-Hersek ve Hırvatistan
Cumhuriyeti bu antlaşmayı onaylamış değildir. Bu onayın amacı Eski
Yugoslavya olarak bu devlet üzerinde haklar ileri sürmektir. Ayrıca
Sırbistan dahilinde Kosova’nın geleceğiyle ilgili statüye yasal bir çerçeve
oluşturmak da bu onayın diğer amacıdır.1 Antlaşmanın Bosna-Hersek
tarafından onaylanmaması başta Sırp Cumhuriyeti tarafından yapılacaklar
olmak üzere entitelerin ulusal ve uluslararası hukuksal ve siyasal
işlemlerinin meşruiyetini gölgeleyecektir.
Uluslararası hukukta bazı antlaşmaların sadece imzayla
yürürlüğe gireceği öngörülmektedir. Viyana Antlaşmalar Hukuku
Sözleşmesinin 10. maddesi, hazırlanan bir antlaşma metninin kesinlik ve
resmiyet kazandığının antlaşma metninde saptanan ya da antlaşmanın
hazırlanmasına katılan taraflarca kararlaştırılan usulle belirtilebileceğini
hükme bağlamıştır.2 Dayton Antlaşmasının ana metnin 11. maddesi
antlaşmanın
imzalanması
durumunda
yürürlüğe
gireceğini
öngörmektedir.3 Savaşı sona erdiren bir antlaşmanın onay sürecinin
beklenmesi telafisi imkansız olan sonuçlara yol açacağı dikkate alınırsa
imzayla yürürlüğe girmesi hayati önem taşımaktadır. Antlaşmayı
imzalayan temsilci üzerinde doğrudan veya dolayı güç kullanımı veya
tehdidi söz konusu olduğu zaman yapılan bir antlaşmanın uluslararası
hukuk açısından sakatlığı ortaya çıkacaktır.4 Aliya İzzetbegoviç,
antlaşmayı imzalamamış olması durumunda Boşnakların Sırplar
tarafından daha fazla katliama uğratılmalarının yanı sıra uluslararası
alanda barışı istemeyen taraf olarak ilan edilme riski de bulunmaktaydı.
Bununla birlikte istisnai durumlar da vardır. Siyasal,
ekonomik ve askeri baskılar sonucu bir tarafın başka bir taraftan elde
ettiği karşılıklı ve dengeli olmayan antlaşma, uluslararası öğretide “eşitsiz
antlaşma” olarak nitelenmektedir. Antlaşmaların güvenliği açısından
ortaya çıkaracağı sorunlar göz önünde bulundurularak eşitsizlik nedeniyle
bu tür antlaşmaların geçersizliği, uygulanan uluslararası hukukta pek
kabul görmemektedir. Buna karşın, Viyana Antlaşmalar Hukuku
Konferansı’nda yayınlanan bir bildiriyle antlaşmaların yapımında bu tür
baskılar kınanmıştır.5
1
Zilic, a. g. e. , s. 3-4.
Çelik, a. g. e. , s. 75.
3
OHR, The General Framework Agreement,
http://www.ohr.int/dpa/default.asp?content_id=379 E.T. 09.09.2008
4
Pazarcı, a. g. e. , s. 161.
5
Aynı eser, s. 162.
2
101
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Aliya İzzetbegoviç’in o dönemde hem Bosna-Hersek devlet
başkanı hem de Boşnak toplumunun lideri olarak uluslararası alanda
devleti bağlayıcı bir uluslararası hukuk işlemini tesis etmeyi
engelleyebilecek kurumsal ve siyasal yapılar savaş koşullarından dolayı
işlevsel olamazdı. Çok dezavantajlı koşullar getirse de barışın bir an önce
tesisi için antlaşmayı imzaladığından dolayı kendi toplumuna karşı
sorumluluk taşıyan bir devlet başkanının bu riski göğüslediği gerçeğinin
farkında olan Boşnak toplumu liderlerinin imzasına karşı tepki
gösterdiklerine rastlanmamıştır. Tepkiler daha çok 1992’de kurulan
devletten çok, farklı bir devlet yapısını getiren ve kabul edilmek zorunda
kalınan Dayton Antlaşması koşullarına zorlayan ABD öncülüğündeki
uluslararası topluma karşı olmuştur. Bosna-Hersek’i 1992 yılındaki
yapısından çok farklı bir yapıda uluslararası alanda bir kişiliğe sahip
kılan, olağanüstü bir durumda yapılan ve bir an önce barışın
oluşturulmasını amaçlayan bir antlaşmanın onayla yürürlüğe gireceğini
sağlayan kurumsal bir yapı zaten henüz oluşturulmamıştır. Antlaşmanın
kendisinin öngördüğü henüz oluşturulmamış bir kurumsal yapının
onayından geçmesi imkanı zaten bulunmamaktaydı. Bunun yanında çok
uluslu güç tarafından denetlenen Bosna-Hersek’in etnik esaslara göre
oluşturulan kurumsal mekanizmalarının karmaşık yapısından dolayı bir
antlaşmanın onayının sonuçlanması çok zordur. Uluslararası tüzel kişiliği
niteliğinin tartışmalı olduğu Sırp Cumhuriyeti antlaşmayı tanımakla
beraber Dayton’la getirilen anayasa gereği diğer etnik unsurlarının
muvafakatını almadan Bosna-Hersek devletini şekillendiren antlaşmayı
onaylama yetkisi bulunmamaktadır. Diğer uluslararası işlemler için aynı
durum geçerlidir. Aşağıda da değineceğimiz gibi, Sırp Cumhuriyetinin
kendi inisiyatifiyle bazı uluslararası hukuk işlemlerini gerçekleştirmesi
merkezi hükümet tarafından eleştirilmiş ve bu işlemlerin anayasaya aykırı
olduğu ve bağımsız bir devlet gibi hareket edemeyeceği vurgulanmıştır.
Yukarıda incelenen anayasanın karar vermeyle ilgili düzenlemelerinde
görüldüğü gibi, yasama ve yürütme organlarında temsil edilen her üç
etnik unsurun kabul etmediği en basit bir karar ve yasa tasarısının
yürürlük kazanmayacağı dikkate alınırsa bu antlaşmanın Bosna-Hersek
adına üç etnik unsurun onayından geçmesi zor olduğu gibi, uluslararası
güç tarafından güvence altına alınan ve bu güç tarafından yürütülmesi
denetlenen antlaşmanın imzayla yürürlüğe girmesi bu anlamda doğaldır.
Bosna-Hersek Federasyonu’nun veya Sırp Cumhuriyeti’nin
bağlayıcı nitelikte uluslararası antlaşmaları imzalama yetkilerinin olup
olmadığı da tartışma konusudur. “Uluslararası olarak tanınan” BosnaHersek’in böyle bir yetkisinin olduğunu ileri süren Friedman, Sırp
Cumhuriyetinin ise bu yetkiye sahip olmadığını belirtmektedir.
Görüşmelerde bu iki entiteye eşit olarak muamele edilmesi beraberinde
102
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
birçok yasal problem getirmektedir. Buna karşılık Paola Gaeta, BosnaHersek’nin Sırp Cumhuriyeti’nden daha az yetkili olduğunu ileri
sürmektedir.1
Gerçekten de sınırlı uluslararası kişilikten faydalansa bile
entiteler uluslararası hukukun sujesi olarak düşünülen belirli topraklar
üzerine fiili kontrol yürütmekle birlikte Dayton’da müzakereciler, sınırlı
olsa da bu entitelerin uluslararası kişiliğe sahip olarak antlaşmalar
yapabileceklerini ve tek taraflı deklarasyonla uluslararası yükümlülük
üstlenebilecekleri yetkilerini tanımışlardır. Bununla birlikte bu
antlaşmaların Bosna-Hersek devletini bağlayabilmesi için diğer
etnisitelerin muvafakat göstermesi gerekli olduğundan entitelerin
uluslararası antlaşma yapma yetkileri Dayton’la getirilen anayasa
bağlamında sınırlıdır. Sırp Cumhuriyeti’nden farklı olarak, Bosna-Hersek
Hırvat Federasyonu, kontrolü altındaki topraklarla ilgili kontrol yetkisini
kullanacak gereksinimlerden fiilen yoksundur. Boşnak ve Hırvatların
Federasyonu Sırp Cumhuriyeti entitesinden daha zayıf olup karar verme
süreci daha geç işlemektedir. Dayton müzakerelerinde Sırpların BosnaHersek toprakları üzerinde ayrı bir egemen devlet olma düşünceleri ve bu
düşüncelerini rahatlıkla hayata geçirebilme ağırlıkları olmakla birlikte,
özerkliği güçlendirilmiş bir entite olarak Bosna-Hersek Devleti’nin bir
parçası olmalarına yanaşmaları, uluslararası izolasyona uğramamaları,
Lahey Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından insanlığa karşı suç
işlemekle mahkûm edilen Bosnalı Sırp liderlerinin teslimini aksatmaları,
Yugoslavya Sırp Devleti’yle ilişkilerini daha rahat sürdürebilmeleri ve
dezavantajlı askeri konumları gibi nedenlerden kaynaklanmaktadır.2
Dayton Barış Antlaşması tarafların rızası olmaksızın empoze
edilmesinin ötesinde uluslararası topluma geniş yetkiler ve
dokunulmazlıklar vermesinden dolayı “özel bir antlaşma” olarak da
tanımlanır. Dayton Antlaşmasının esas bölümleri savaşı sona erdirmekten
çok çeşitli uluslararası örgütlerin üstlendikleri özel misyonlarla BosnaHersek’i yeniden nasıl inşa edeceklerini içermektedir. Bu şekilde
uluslararası toplum Bosna-Hersek devletinin ve kurumlarının üstünde bir
otoriteye sahip olmuştur.3 Yüksek Otorite’nin denetimindeki ülke
yönetimi bağımsızlık ölçütlerinden yoksundur.
Antlaşmanın sivil uygulamayı içeren ek-10’un 1. maddesine
göre; BM’ye bağlı kurulması öngörülen Yüksek Temsilcilik, barışın sivil
unsurunun kurulması amacıyla tarafların çabalarının harekete geçirilmesi,
1
Allison Stewart, “The International Community in Bosnia: Enduring Questions of
Legitimacy”, Chinese Journal of International Law (2006), Vol. 5, No. 3, s. 756.
2
Paola Gaeta, “The Dayton Agreements and International Law”, European Journal of
International Law, no.7, 1996, s. 158-159.
3
Latif, a.e., s. 130.
103
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
organlarının ve kurumlarının koordinasyonun sağlanması ve
çalışmalarının kolaylaştırılması gibi konularda faaliyete bulunacaktır.1
Antlaşma, Yüksek Temsilciliğe yedi görev yüklemiştir: Antlaşmanın
uygulanışını denetlemek, antlaşmanın taraflarıyla yakın ilişki halinde
olmak ve tarafların şikâyetlerini değerlendirmek, ülkedeki sivil örgütlerin
faaliyetlerini denetlemek ve koordine etmek, antlaşmanın sivil konularına
ilişkin uygulamalarında ortaya çıkan sorunları çözmek, ülkeye iktisadi
bağışta bulunan örgütlerin ve devletlerin toplantılarına katılmak,
antlaşmanın uygulanışı ve ülkenin durumu hakkında düzenli olarak BM,
AB, ABD ve Rusya Federasyonu’nu bilgilendirmek, BM Uluslararası
Polis Gücü’ne yardımcı olmak ve tavsiyede bulunmak.2
Bununla birlikte uygulamada Yüksek Temsilcilik,
antlaşmanın öngördüğünün aksine kolaylaştırıcı olarak hareket
etmemektedir. BM üyesi egemen devletin tüm demokratik kurumlarının
etkinliğini sıfırlayacak sınırsız uluslararası otoriteye sahiptir. Bu yetki,
herhangi bağımsız bir kurumun denetimine tâbi olmadan
cumhurbaşkanlarını, başbakanları, yargıç ve belediye başkanlarını
görevden azledecek kararları alabilmeyi de içermektedir. BM tarafından
Yüksek Temsilciliğe verilen bu yetki Bosna-Hersek’in meşruiyetini, güç
ve kabiliyetini zayıflatmaktadır. 2002 yılına kadar 100’den fazla
görevlinin Temsilcilik tarafından görevlerine son verilmesi bunun
göstergesidir. Yargı sisteminin askıya alınması, seçilmiş ve atanmış
kişilerin görevden alınması ve etkili demokratik sürecin göz ardı edilmesi
ülkenin demokratikleşmesini tehdit edebilmektedir. Son zamanlarda bu
uygulamalara karşı yöneltilen eleştirilerden dolayı Yüksek Otorite bu
uygulamalarından vazgeçmiş ve daha önce görevlerinden alınanları geri
almıştır. Gelecekte AB’ne üye olacağı beklenen Bosna-Hersek’in çarpık
yönetim sisteminden kurtulması bu devletin istikrarlı devamı için hayati
önem taşımaktadır.3
Esasen Yüksek Temsilciliğin yetkilerinin artırılmasının gerisinde
Yüksek Temsilci’nin sadece karar verme sürecinde değil, BosnaHersek’teki farklı siyasi aktörler arasında denge kurmak ve ılımlı
siyasetçilerin de yolunu açması bakımından etkili olması hedefleri
yatmaktadır. Bu hedeflere kısmen ve göreceli de olsa ulaşılabilmiştir.
Çünkü Bosna-Hersek’te, ılımlı partilerin pek öne çıkamadıkları
görülmüştür. Dayton’ın uygulanması sürecinde Bosnalı siyasetçilerin
sürekli olarak gerçekleri gizledikleri gerekçesi ile Barışı Uygulama
1
OHR,
Agreement
on
Civilian
Implementation,
http://www.ohr.int/dpa/default.asp?content_id=366 E.T.09.09.2008
2
Caner Sancaktar, “Dayton Barış Anlaşması'nın 10. Yılında Bosna-Hersek”,
http://www.tasam.org/index.php?altid=1316 E.T.11.09.2008.
3
Stewart, a. g. e. , s. 758.
104
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Konseyi, 1997 yılında Yüksek Temsilciliğe oldukça geniş yetkiler
tanımıştır. Bu yetkiler Yüksek Temsilci Wolfgang Petrisch tarafından
2000 yılı Temmuz ayında çıkartılan bir karar ile daha da artırılmıştır. Bu
tarihten sonra Yüksek Temsilci, çok sayıda siyasetçi ve bakanı
görevlerinden almıştır. Söz konusu yetkiler literatürde “Bonn Powers”
(Bonn Yetkileri)1 olarak tanımlanmaktadır. Bosna-Hersek’te uygulanan
politikaların Dayton’a uygun olup olmadığına karar veren tek yetkili
organ Yüksek Temsilcidir. Bugüne kadar ülkede görev yapan Yüksek
Temsilciler kendilerinin yetkilerinin sınırlanamayacağını ve Dayton’ın 10
numaralı ekinin kendilerine güç ve yetkilerinin sınırlarını yorumlama
hakkı verdiğini savunmuşlardır2.
Buna karşın Yüksek Temsilciliğin iyi yürütülmesi halinde
beraberinde olumlu sonuçlar da verebileceği durumlar vardır. Örneğin,
Bosna-Hersek yüksek temsilcilerinden Wofgang Petritsch, ülke içinde
üçüncü bir Hırvat entitesini oluşturmaya çalıştığı gerekçesiyle 7 Mart
2001’de,
Hırvat
asıllı
Ante
Yelaviç’in
Bosna-Hersek
3
Cumhurbaşkanlığındaki üyeliğine son vermiştir . Dayton Antlaşması
öncesi yürürlüğe girmiş olan Sırp ve Bosna-Hersek entitelerinin
anayasalarının Dayton’un 4. Ekinde düzenlenen anayasayla
uyumlaştırılması için tanınan 6 aylık sürede öngörülen anayasa
değişikliğini entiteler gerçekleştiremeyince, Yüksek Temsilci Petritsch
harekete geçmiş ve yetkisini kullanarak 2002 yılında anayasa
değişikliğini her iki entite adına kabul etmiştir.4 Ayrıca aşağıda
incelenecek olan Bosna-Hersek’in AB ile ilişkilerinde görüleceği gibi, bu
Temsilciliğe Temmuz 2007’den itibaren altıncı temsilci olarak atanan
Slovak diplomat Miroslav Layçak (Lajcak), Bosna-Hersek’in AB ile
bütünleşmesine önemli katkı sağlamıştır. Aynı zamanda AB’nin BosnaHersek’deki Özel Temsilcisi olarak çalışan bu temsilcinin atanması
uygulamada, Bosna-Hersek’in AB ile entegre olma yolunda olduğunu
1
Bonn Yetkileri, Barış Uygulama Konseyi’nin 1997 yılında Bonn’da aldığı kararına
dayanmaktadır. Buna göre Yüksek Temsilci, yasal yükümlülüklere ve Dayton Barış
Antlaşması’na uymayan resmî görevlileri görevlerinden alabilir. Ayrıca Bosna-Hersek’in ilgili
kurumları bazı gerekli yasaları yapmadığında, Yüksek Temsilci’ye söz konusu yasaları dayatma
yetkisi de tanınmıştır. Bosna-Hersek Yüksek Temsilcisi’nin 1997’de genişletilen
bu yetkileri ‘‘Bonn yetkileri’’ olarak adlandırılmaktadır. Bosna-Hersek’te görev yapmış değişik
yüksek temsilciler 2006 yılının sonlarına kadar Bonn yetkilerine yaklaşık 150 kez
başvurmuştur. Türbedar, a. g. e, s. 40.
2
Yürür, a. g. e. , s.171-172.
Türbedar, Kosova’nın bağımsızlığı… s. 40.
4
Erhan Türbedar, “Bosna-Hersek’te Anayasa Değişikliği: Normal Bir Devlete Dönüşme
Umudu”, Stratejik Analiz, Cilt 2, Sayı 25, Mayıs, 2002, s. 39.
3
105
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
gösteren ve AB’den bu konuda Bosna-Hersek’e destek verileceğini
gösteren bir sembolüdür.1
IV. Dayton Antlaşması’nın Getirdiği Sorunlar
Dayton antlaşması iki siyasal faktörde destek bulmaktadır:
Bunlardan biri, kan dökülmesinin ve yıkımın engellemesi konusunda
tarafların iradesi, diğeri de ABD’nin Avrupa’daki krizlerde siyasi kontrol
ve liderliğini sürdürmek istemesi.2 Antlaşma, 1995 Ekimindeki ateşkesi
kodifiye ederek yeni çatışmaları engellemek ve Bosna-Hersek’e
uluslararası alanda bir kişilik kazandırmakla beraber getirdiği sistemle
sürdürülebilir ve sürekli bir barışı henüz tesis edememiştir. Savaş
boyunca Batının yatıştırma eğilimine uygun olarak bu antlaşma bir
yönüyle saldırganları ödüllendirmiş ve milliyetçi liderleri iktidarda
bırakmıştır. Bu liderler uzlaşma ve entegrasyonun önünü tıkamış,
mültecilerin ülkelerine dönmelerini engellemiş ve kişileri yerlerinden
sürmüşlerdir. Antlaşmanın karşı karşıya bulunduğu önemli handikaplar
şunlardır: Antlaşma NATO gücüne dayanmakla birlikte, merkezi
kurumlarla birlikte uniter devleti ayrı ayrı ordulara sahip iki ayrı entiteye
bölmesi, kuvvet sınırlandırmasını öngörmesi ve önemli hukuksal
boşluklarıyla birlikte antlaşmanın iyi koordine edilmeyen sivil ve askeri
yönlerinin yetersiz olması.3
Bu antlaşmanın dört önemli yapısal zayıflığı bulunmaktadır:4
Birincisi, her ne kadar Bosna-Hersek Devleti’nin üniterliğini görünüşte
desteklemesine rağmen, ülkenin bölünmüş halini etkinleştirmekte ve
entegrasyonu zorlaşmaktadır. İki entite farklı vatandaşlık, farklı yönetim
yapısıyla her biri devlet olmanın bir çok imtiyazından faydalanmaktadır.
Merkezi yapının fonksiyonları o kadar düşük seviyededir ki entitelerde
yaşayan kişilerin tek devletin vatandaşları olduğu eğilimi
bulunmamaktadır. Bu da tek bir devletin kimlik bilincini önemli ölçüde
zayıflatmakta ve üniter yapının yolunu tıkamaktadır. İkincisi, antlaşma
etnisiteyi onaylamaktadır. Üçüncüsü, antlaşma barışın sivil yanını
düzenlemekle beraber barışın askeri ve güvenlik yönü üzerinde daha çok
durmaktadır. Dördüncüsü ise, antlaşmanın öngördüğü siyasal, sosyal ve
1
Mirzet Mujezinovic, “ Avrupa Birliği’nin Bosna Hersek Politikasında Yeni Gelişmeler”,
http://www.usakgundem.com/yazarlar.php?id=755&type=16 E.T.30.09.2008.
2
Gaeta, a.g.e., s. 163.
3
Sharp, a.g.e. , s. 102.
4
Richard Caplan, “Assessing the Dayton Accord: The Structural Weaknesses of the
General
Framework Agreement for Peace in Bosnia and Herzegovina”, Diplomacy & Statecraft,
Vol.11, No.2 Published By Frank Cass, London (July 2000), s. 222-223.
106
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
ekonomik yeniden yapılanma süreci antlaşmanın hedefinin göz ardı
edilecek şekilde yürütülmektedir.
Antlaşmanın askeri konulara ve güvenliğe ilişkin maddeleri
uygulanırken, sosyal, ekonomik ve siyasi alanlardaki hükümlerinin yerine
getirilmesinde arzulanan hedeflere tam manasıyla ulaşılamadığı
görülmektedir. Antlaşmayla gelen fiili barış henüz bozulmamış olmakla
beraber, tarafların kendi inisiyatifi dışında dış güçlerin zorlamasıyla
imzalanan antlaşma ileride savaşın tekrar patlak vermesine neden olacak
hükümleri de içermektedir. Gerek toprak paylaşımı gerek devlet
yapısından tatmin olmayan Sırpların ve Hırvatların ellerine imkân geçtiği
takdirde Sırbistan ve Hırvatistan’la birleşme niyetlerini korumaları nihai
barışın önünde bir tehdit olarak değerlendirilmektedir. Boşnaklar ve
Hırvatların bir federasyon çatısı altında birleşmeleri uygun görülmüşken,
savaşı başlatan halk olarak kabul edilen Sırpların etnik temizlik
politikalarıyla belirlenen sınırlarının antlaşma ile bir cumhuriyet olarak
onaylanmış olması antlaşmanın en zayıf yönlerinden birini
oluşturmaktadır. Çok esnek bir merkezi hükümetin yanı sıra üç üyeli
cumhurbaşkanlığı, merkeze ve entitelere ait olmak üzere üç adet
parlamento, 10 kanton meclisi ve Brcko özel yönetimin meclisi ve benzer
şekilde üç adet yargı mercii ve kantonlar ile Brçko’ya ait alt meclisler
bulunmaktadır. BM yüksek Temsilcilerinden eski temsilcisi Paddy
Ashdown’un deyimiyle “Bosna-Hersek en az 1200 yargıç, 760 yasa
yapıcı, 180 Bakan ve 4 hükümete sahiptir” Devlet gelirlerinin yıllık
yüzde 40’tan fazlası bu çok yapılı devlet sistemine harcanmaktadır. Bu
bakımdan uluslararası yardımlarının çoğu devletin ekonomik gelişmesi
için kullanılamamaktadır. 1
Dayton Antlaşması Bosna-Hersek’in tarihsel, sosyal ve etnik
gerçekliğini ve bölge devletleriyle olması gereken denge unsurunu göz
ardı etmiştir. Savaş süresince yoğun etnik kıyımın yaşandığı Vişegradd,
Srebrenica, Zvornik, Foça ve Drina boyundaki Boşnak bölgelerin Sırp
Cumhuriyeti toprakları olarak tescil edilmesi, bu antlaşmanın önemli
dengesizliklerinden biridir. Etnik temizlik yapılan yerlere Sırplar ve
Hırvatlar yerleştirilerek “bölge açma” politikası yürütülmüştür.
Dayton’da bu gerçeklik göz ardı edilerek bu şekilde yerleşen halklara
“bölge halkları” olarak kabul edilmiş ve bu sosyal dağılım üzerine
antlaşma düzenlenmiştir.2 Bosna-Hersek topraklarının % 51’ni BoşnakHırvat Federasyonu’na, % 49’nu Sırp Cumhuriyeti’ne tahsis eden
1
Pınar Yürür, “Balkanlar’da Uluslararası Himaye Yönetimleri: Bosna-Hersek Örneği”,
Avrasya Dosyası, Cilt 14, Sayı 1, 2008, s. 169-171.
2
Cüneyt Yenigün-Ümit Hacıoğlu, “Bosna-Hersek: Etnik Savaş, Eksik Antlaşma”, Dünya
Çatışma Bölgesi, Ed: Kemal İnat, Burhanettin Duran, Muhittin Ataman, Nobel y., 2004,
Ankara, s. 191.
107
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
antlaşmadan aslında Boşnaklar olduğu gibi Sırp ve Hırvatlar da memnun
değildir. Boşnak Federasyonu, Sırp Cumhuriyeti’nde yerlerinden edilmiş
Müslümanların eski yerleşimlerine dönmeleri isterken Sırplar ise buna
karşı çıkmaktaydı.1 Bununla birlikte Antlaşmanın Ek- 7 bölümü,
yerlerinden ayrılmak zorunda kalan bütün insanların eski yerleşim
yerlerine dönmeleri konusunda düzenleme getirmekteydi. Sırp tarafının
engellemelerine rağmen geri dönüş gerçekleşmiş olmakla birlikte henüz
tam yeterlilikte değildir. 2003 yılında BM Mülteciler Yüksek Komiserliği
(BMMYK) tarafından yayınlanan bir rapora göre, 1995'ten bu yana bir
milyon dolayında mülteci, diğer bir deyişle Bosna-Hersek'teki çatışmalar
sırasında evini terk etmek zorunda kalan insanların neredeyse yarısı
evlerine döndü. Bu kişilerin 400 bin kadarı, etnik azınlık olarak
tanımlanacakları yerlere geri döndüler. 2002 yılında, bir rekor kırılarak
sekiz yıl ya da daha uzun bir zaman önce yurtlarını terk etmek zorunda
kalan 102 bin kişinin evlerine geri dönmesi sağlanmıştı. BM yetkilileri
tarafından 5 Şubat 2003 günü yapılan açıklamada, geri dönüşlerin 2003'te
de sürmesinin beklendiği belirtildi. Artan dönüş rakamları, ülkedeki
durumun gelişmesine ve yetkililerin yurtlarını terk eden kişilerin evlerine
yasadışı bir biçimde yerleşen kişileri buralardan çıkartmak için
gösterdikleri çabaya bağlanıyor. BMMYK raporunda, 367 bin dolayında
Bosnalının hâlâ yurtlarından ayrı yaşadığı, savaş sırasında ülkesini terk
eden kişilerin bir milyondan fazlasının ise hâlen yurt dışında olduğu
tahmin ediliyor.2 Oysa 2008 yılında Bosna-Hersek Başkanlık
Konseyi`nin Müslüman üyesi Haris Silayciç ile yapılan bir görüşmede3
yarım milyondan fazla Bosnalının yurtdışında yaşadığı, çoğunun evlerine
dönmediği gerçeğine dikkat çekilmiştir. Bu da antlaşmanın Ek-7
bölümünün 13 yılı aşkın sürede yeterince uygulanmadığını ortaya
çıkartmaktadır.
Özerk Brcko Bölgesinin nihai statüsünün belirlenmemiş olması,
topluluklar arasında etnik kin ve nefretin halen devam etmesi, altyapı,
eğitim, sağlık, yeni konut ve iş alanı yaratma konularında aşılması
gereken büyük engeller Dayton Anlaşması’nın diğer başarısız yönleri
arasında sayılmaktadır.4 Antlaşmanın Amerikalı müzakerecisi Richard
Holbrooke’a göre; Dayton’un getirdiği federasyon sistemi tek multi etnik
1
Sharp, a.g.m. s .115.
Southest European Times, BM Raporunda Bir Milyon Bosnalı Mültecinin Döndüğü
Bildirildi,
http://www.setimes.com/cocoon/setimes/xhtml/tr/features/setimes/newsbriefs/2003/02/03
0206-IVAN-004 E.T. 28.09.2008
3
Ayhan
Demir,
“Dayton,
Bosna`nın
ilerlemesini
engelliyor!”,
http://www.tumgazeteler.com/?a=4144093 E.T.30.09.2008.
4
Düşünce Gündemi, BALKANLAR: Dayton Anlaşması İflas mı Etti?,
http://www.dusuncegundem.com/sayi-1/balkanlar-dayton-anlasmasi-iflas-mi-etti.html
2
108
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
yapının sürdürülmesinde en optimal yol olmasından kaynaklanmakyadı.
Ülkeyi etnik çizgilere göre bölmek hem çok büyük mülteci akınına sebep
olacaktı hem de ülkenin pek çok yerinde azınlık grupları halinde yaşayan
Sırplar, Hırvatlar ve Müslümanlar evlerinden kaçmak zorunda kalacağı
için toprak ve ev paylaşımından dolayı çatışmaların yeniden başlaması
kaçınılmaz olacaktı.1 Buna karşın, Bosna-Hersek tek devlet halinde
varlığını sürdürse de Holbrooke, antlaşmada bazı zaaf ve kusurların
olduğunu kabul etmektedir. Ona göre; bu antlaşmanın en ciddi kusuru bir
tek ülkede birbirine düşman olan Sırp ordusuyla Hırvat-Müslüman
Federasyonu olmak üzere iki orduyu bırakmasıdır. Bunun nedeni,
görüşmeler sırasında NATO, tarafların silahtan arındırmayı bir görev
mecburiyeti olarak üstlenmemesidir. İkinci kusur ise; Sırp kesiminin
“Sırp Cumhuriyeti” adının sürdürmesine izin verilmesidir. Bu ismin
verilmemesi gereken büyük bir ödün olduğu sonradan kendisi tarafından
da anlaşılacaktır.2 Çünkü özellikle, Kosova’nın bağımsızlığını
engellemek isteyen Sırbistan, Bosna-Hersek’teki Sırp Cumhuriyetinin de
bağımsız bir devlete dönüşebileceği veya Sırbistanla birleşebileceği
sinyalini vermesinin yanı sıra Bosnalı Sırplar da bu konuda aynı paralelde
politika izlemiştir3. Kosova’nın bağımsızlığı karşısında Sırpların bu
tutumu Dayton Antlaşması’nın zorunlu olarak değiştirilmesini de
gündeme getirmiştir.
Aslında İngilizce olarak yazılmış Dayton Antlaşması’nın yerel
dillere resmi çevirisi yapılmamış olması da önemli sorun olarak dikkat
çekmektedir. “Republika Srpska” deyimi İngilizce metinde de bu Sırpça
biçiminde kullanılmıştır. Bu deyimin Dayton Antlaşması’yla kurulacak
yeni Bosna-Hersek Devleti’ni oluşturan parçalardan biri olan Sırp etnik
grubunun egemenliğindeki Cumhuriyet ile “Eski Yugoslavya”’nın
parçalanması üzerine 1992 yılında kurulmuş olan “yeni” Yugoslavya’nın
iki biriminden biri olan Sırbistan Cumhuriyeti’ni ayırt etmek için
kullanıldığı4 ileri sürülmüştür. Böyle bir gerekçelendirme ileride
sorunlara yol açması ihtimali dikkate alınırsa kanaatimizce isabetli
değildir. Gerçekten böyle bir adlandırma bir yönüyle Bosna-Hersek
Devleti’ndeki Sırp entitesi ile Yugoslavya’daki Sırbistan Cumhuriyeti’nin
ileride birleşmesine daha fazla hizmet edecektir. Gerçekten de adeta
1
Richard Holbrooke, Bir Savaşı Bitirmek, çev: Belkıs Çorakçı Dişbudak, Türkiye İş
Bankası y., 1999, İstanbul, s. 439-440.
2
Holbrooke, a. g. e. , s.437-438.
3
Erhan Türbedar, “Kosova’nın Bağımsızlığının Sırbistan, Bosna-Hersek ve
Makedonya’ya Etkileri”, Avrasya Dosyası,
Cilt 14, Sayı 1, 2008, s. 43.
4
Rona Aybay, “Bosna-Hersek İnsan Hakları Mahkemesinin Srebrenitsa Kararı”,
Uluslararası Suçlar Bosna-Hersek Örneği,
Haz: Sevin Elekdağ ve Erhan Türbedar,
ASAM-İKSAREN y., 2008, Ankara, s. 101.
109
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
devlet içinde bir devlet olan Bosna-Hersek topraklarının yüzde 49’una
karşılık gelen Sırp Cumhuriyeti vatandaşlarının Saraybosna’yı değil,
Belgrad’ı başkent olarak kabul ettiği önceden de bilinmektedir.
Kosova’nın gelecekteki statüsü üzerine müzakereler başlayınca, Belgrad
daha açık bir şekilde Sırp Cumhuriyeti’ni kendi amaçlarına yönelik
kullanmaya başlamıştır. “Kosova bağımsız olursa, Sırp Cumhuriyeti de
bağımsız olabilir” kartı üzerinde oynayan Belgrad, Bosna-Hersek’in
içişlerine karışmaya devam etmektedir. Dahası, Sırp Cumhuriyeti’yle
“özel ilişkiler” geliştirmiş olması dışında, Belgrad’ın son zamanlarda
Bosna-Hersek’in daha küçük bu biriminin “ekonomik atardamarlarını”
satın alma stratejisiyle meşgul olduğu gözleniyor. Örneğin, 5 Aralık
2006’da Sırbistan telekom şirketi, Sırp Cumhuriyeti telekom şirketinin
yüzde 65 hissesini, oldukça yüksek bir fiyattan satın almıştır. Bu yatırım
kararının ekonomik değil, siyasi olduğu yönünde yaygın bir inanç var.1
Sırp entitesinin zaman zaman anayasaya aykırı faaliyetlerinin olduğu da
gözlemlenmektedir. Nitekim entite hükümeti’nin, ‘yakın zaman önce
aldığı bir karar sonrası Brüksel'de açılmakta olan Temsilciliğin ardından,
Zagreb ve Washington’da da temsilcilik açılacağını’ duyurması tepkilere
yol açmıştır. Bosna-Hersek Başkanlık Konseyi Dönem Başkanı Haris
Silajdzic, 14 Eylül 2008’de Saraybosna'da yaptığı bir basın toplantısında,
"Sırp Cumhuriyeti’nin Bosna-Hersek anayasasını ihlal ettiğini ve
bağımsız bir devlet gibi davrandığını" ifade etmiştir. Milorad Dodik
başkanlığındaki Sırp hükümetinin, merkezi otoritenin yetki alanına
girecek temas ve girişimlerde bulunduğunu kaydeden Haris Silajdzic,
ülkenin dış politikasında belirleyici tek merciinin kanunen Bosna-Hersek
Devleti olduğunu vurgulamıştır.2
Sırp Cumhuriyeti’nin Anayasa’yı ihlal eden otonom
davranışlarına, Yüksek Temsilcilik tarafından müdahale edilmeyerek
kayıtsız kalınması da dikkati çekmektedir. İstediği takdirde yöneticileri
de görev alabilen geniş yetkiye sahip olan Yüksek Temsilcilik devletin
karar alma sürecine fazla müdahale etmemesi bir yönden entiteler
arasında çözülmesi gereken bir sorun olarak düşünüldüğünden bu
konudaki sorunlar da çözümsüz kalmaktadır. Bosna-Hersek’te yaşanılan
sorunların Yüksek Temsilcilik ve EUFOR tarafından çözülemediğinden
bahisle bu güçlerin Bosna-Hersek’i adeta ABD ve AB’nin bir “manda
yönetimi” haline getirdiği dile getirilmektedir. Bosna-Hersek’in siyasi
alanda bağımsızlaşması ve demokratikleşmesi, iktisadi alanda gelişmesi
1
Erhan
Türbedar,
“Boşnaklar
Endişeli”,
27
aralık
2006,
http://www.asam.org.tr/tr/yazigoster.asp?ID=1350&kat1=23&kat2= E.T. 01.10.2008.
2
Türkatak, “Dodik, Dayton’ın Verdiği Yetkileri Kötüye Kullanıyor!” 23.09.2008,
http://www.turkatak.gen.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=3682&Itemid
=2, E.T. 01.10.2008.
110
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
ve sosyal-politik alanda barışın güçlenmesi için altı politikanın
uygulanması önerilmektedir: (a) ABD ve Avrupalı büyük devletler ile
olan ilişkiler radikal bir biçimde yeniden gözden geçirilmeli ve yeniden
düzenlenmelidir. (b) EUFOR ve Yüksek Temsilcilik ülkeden
çekilmelidir. (c) Ülkedeki Boşnak, Sırp ve Hırvat milliyetçiliği
zayıflatılmalıdır; (d) Anti-milliyetçi partiler ve siyasetçiler
desteklenmelidir. (e) Sivil halk siyasi ve iktisadi alanlarda örgütlenip
karar alma mekanizmasına daha etkin bir şekilde katılmalıdır. (f)
Geçmişte yaşanılmış olan bütün kötülüklere rağmen, Boşnakları,
Hırvatları ve Sırpları içine alan ve uzun bir tarihsel süreçte ortaya çıkmış
olan Bosna-Hersek Kültürü ve Bosna-Herseklilik kimliği yaşatılmalı ve
geliştirilmelidir. Bu amaçla, II. Dünya Savaşı sırasında geliştirilmiş ve
80’li yıllarda terk edilmiş olan meşhur “ bratstvo i jedinstvo (kardeşlik ve
birlik) ” anlayışı tekrardan canlandırılmalıdır. Bu, geçmişe duyulan
romantik bir özlem değildir; bugünkü Bosna-Hersek’in en büyük
ihtiyacıdır.1
Böyle olmakla birlikte, bunları önleyen, yaşanan savaş izlerinin
atılması için toplumları kaynaştıracak sosyal, ekonomik ve eğitim
reformunun hayata geçirilmesi gerekecektir. Bunun için sadece
toplumların inisiyatifi yeterli olmayıp; BM, AB ve ABD olmak üzere
uluslararası toplumun da destek vermesi gerekecektir. Yüksek
Temsilciliğin en çok eleştirildiği taraf, antlaşmanın askeri ve güvenlik
yönünü gözetmek ve yürütmekle beraber sivil yönünü yeterince
yürütmemesidir. Kaldı ki, Bosna-Hersek’teki Yüksek Temsilciliğin
yönetimini I. Dünya Savaşı koşullarının getirdiği ve daha çok işgalci
gücün, ahali halk üzerinde yönetiminin meşrulaştırılmasına hizmet eden
manda yönetime benzetmek pek gerçekçi değildir. Burada iç savaştan
kaynaklanan ayrışmaların etnisiteler arasında tekrar savaşa yol açmanın
engellenmesi ve toplumların tekrar bütünleşmesini sağlayacak tedbirlerin
uygulanması gibi amaçlar söz konusudur. Bu açıdan Yüksek
Temsilciliğin kendisine yüklenen bu misyonun gereğini yerine getirip
getirmediği yönünden eleştirilmelidir. Bosna-Hersek’te kalıcı barış ve
istikrar ile normal işleyen bir devlet yapısı oluşturulması durumunda
uluslararası gücün ve Yüksek Temsilciliğin görevi de bitecektir.
V. Dayton Antlaşmasının Değiştirilmesinde Etkili Olan Faktörler
Anayasanın 3. Maddesi 3. Paragrafına göre devlet, egemenliğini
entitelerden almaktadır. Bu durumda entitelerin onayı olmadan devletin
uluslararası antlaşmalara taraf olması mümkün değildir. Tüm yasalar
Halk Meclisi ve Temsilciler Meclisi’nden oluşan iki meclisten geçmesi
1
Sancaktar, a.g.m (web).
111
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
gerekmektedir. Ayrıca kararlar Temsilciler Meclisindeki her entite
temsilcisinin en az üçte bir onayı alındıktan sonra alınabilmektedir. Bu
düzenleme, yasama faaliyetinin sadece etnik çıkarlara değil aynı zamanda
entite çıkarlarına da uygun olması gerektiğini ifade etmektedir. Daha da
problemli diğer bir durum da Cumhurbaşkanlığı Konseyi tarafından
çoğunlukla alınan bir kararı onaylayacak parlamentonun çoğunluğu
tarafından bu kararın “hayati ulusal çıkarlar” a aykırılığı ilan
edilebilmesidir. Bu şekilde ilan edilen bir karar Anayasa Mahkemesi’ne
gidebilmekle beraber Mahkeme’nin kendisi de etnik unsurlara göre
yapılandığından karar hakkında aksi sonuç alınması mümkün değildir.
Entiteler ise, diğer devlet ve örgütlerle uluslararası antlaşma yapabilme
yetkileri bulunmaktadır. Merkezi hükümetin entitlerin onayı olmadan
sadece uluslararası hukuk işlemlerini değil, ulusal anlamda herhangi bir
tasarrufta bulunması da mümkün değildir. Entitelerin merkezi yönetim
üzerindeki bu vesayetinin sonucunda BM Yüksek Temsilciliğinin
denetimine ve müdahalesine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu yönüyle federal
yapılı devletlerden de ayrılmakta ve dünyada kendisine özgü bir devlet
örneğini sergilemektedir.
Bu yapının değiştirilmesi ve ülkenin normal bir devlet yapısına
kavuşması için 2005 Mart’ında “Bosna-Hersek’te anayasal statü ve
Yüksek Temsilcilik hakkında görüşleri” kapsayan Venedik Komisyonu
Raporu yayınlanmıştır. Komisyon şimdilik anayasal yapı ve BosnaHersek’nin AB’ye üye olması konusunda dört ana sorun belirlemiştir:
Merkezi hükümetin entitelere karşı zayıflığı, devletin AB
müktesebatını üstlenebilme yeteneğini ortadan kaldırmaktadır.
Antlaşmadan kaynaklanan Entite meclislerinin “ulusal hayati çıkarlar”
nedeniyle sahip olduğu veto yetkisi, iki kamaralı parlamento ve kolektif
cumhurbaşkanlığı sistemi, merkezi yönetimin etkinliğini bloke
etmektedir.
Komisyon, merkezi yönetimin faaliyetini bloke edebilecek
nitelikteki “hayati ulusal çıkarlar” gerekçe gösterilerek veto yetkisinin
kaldırılmasa da en azından bu yetkinin Halk Meclisi’nden Temsilciler
Meclisi’ne aktarılmasını ve kolektif cumhurbaşkanlığının kaldırılarak
yerine sınırlı yetkilerle yürütme gücünün kendisinde toplandığı ve
doğrudan seçilen tek kişilik cumhurbaşkanlığının kurulmasını tavsiye
etmektedir. Komisyon etnisiteye dayanan entitelerin yapısını ulusal
kimliğin oluşmasına engel olarak görmektedir. Entitelerin varlığını
ortadan kaldırmanın mümkün olmadığının farkında olan Komisyon,
Bosna-Hersek Devleti’nin merkezileşmeye doğru gayret göstermesini
önermektedir. Komisyon sonuç olarak Cumhurbaşkanlığı Konseyi’nin ve
112
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Halk Meclisi’nin seçimi ve kompozisyonu Uluslararası İnsan Hakları
Sözleşmeleri Düzenlemeleri’ne aykırı olduğunu tespit etmektedir. 1
BM Yüksek Temsilciliği ve Avrupa Komisyonu başta olmak
üzere önemli uluslararası kuruluşlar, anayasal değişikliğin yapılması
gerektiğini belirtmektedirler. Bosna-Hersek yöneticileri de uluslararası
arabulucuların girişimi ve müdahalesi olmadan anayasal reformu kendi
başlarına yapamayacaklarını ileri sürmektedirler. Bosna-Hersek
Devletinin Boşnak, Hırvat ve Sırplardan oluşan yedi siyasal partinin
yetkilileri, Amerikan Barış Kurumu yetkilileriyle Saraybosna’da 2005
Martında oluşturdukları çalışma grubu, Viyana Komisyonun tespit ettiği
anayasal sorunları tartışmışlardır. Bu görüşmelerde Hırvat ve Boşnak
Partileri Venedik Komisyonu’nun çözüm önerisine yakın ve paralel
olarak yaklaşım sergilerken Sırp entitesinin partisi ise, reforma ihtiyatlı
yaklaşmış Dayton’la getirilen yapının değiştirilmesi halinde Sırp
entitesinin varlığının ortadan kalkacak sürece yol açabileceğini ileri
sürmüştür.2 Beş ay boyunca, uluslararası toplumun “desteği” ile, Bosna
Hersek’teki en önemli yedi partinin yetkilileri arasında süren çalışmalar
sona ermiş ve bir takım değişiklikleri öngören “Anayasa Değişiklikleri
Metni” hazırlanmıştır.
Bosna-Hersek Devleti kurumlarının güçlendirilmesi, giderlerinin
azaltılması ve entitelerin etkinliğinin zayıflatılması amacıyla yapılması
gereken değişiklikler ile ortaya çıkan değişiklikler arasında çok büyük
amaç farklılığı bulunmakta idi. Hazırlanan değişikliklerin olumlu
taraflarının yanı sıra, devlet seviyesindeki bakanlık sayısının artırılması,
üçlü dönüşümlü başkanlık sisteminin yerine sadece bir başkan ve iki
yardımcının bulunacağı sistemin getirilmesi, başbakanın yetkilerinin
artırılması gibi, Bosna-Hersek’teki etnik bölünmüşlüğü, kurumsal
harcamaların yüksekliği ve en önemlisi Parlamento’daki etnik usulü karar
alma sürecinin devam etmesini öngören bu değişikliklere, birkaç partinin
oluşturduğu “Yurtsever Cephesi” şiddetle karşı çıkmıştır. Ancak, gerek
ABD, gerekse AB üyesi devletler ve Avrupa Komisyonu’nun
yetkililerinin desteklediği değişiklikler, 26 Nisan 2006 tarihinde, BosnaHersek Parlamentosu’nun üst kanadı olan Temsilciler Meclisi’ndeki
oylamada, gerekli üçte iki çoğunluk desteği bulamayıp, reddedilmiştir.3
1
Don Hays and Jason Crosby, “From Dayton to Brussels Constitutional Preparations for
Bosnia’s EU accession”, United States Institute of Peace, Special Report 175, october
2006, s. 3-4. Ayırca bkz. Venice Commission, Opinion on the Constitutional Situation in
Bosnia and Herzegovina and the Powers of the High Representative
http://www.venice.coe.int/docs/2005/CDL-AD(2005)004-e.asp E.T. 30.09.2008.
2
Aynı eser, s. 5.
3
Mirzet Mujezinovic, “Bosna Hersek Parlamentosu (Sözde) Anayasa Değişikliklerini
Reddetti”, 28.04.2006, http://www.usakgundem.com/yazarlar.php?id=297&type=16 E.T.
29.09.2008.
113
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Venedik Komisyonu gibi Avrupa Parlamentosu, Barış İcra
Konseyi gibi uluslararası kurumlar da karmaşık anayasal yapının mutlaka
değiştirilmesi gerektiğini vurgulamaktadırlar. Buna rağmen AB, BosnaHersek’in önüne, anayasa değişikliklerini bir kriter olarak
koymamaktadır. Bosna-Hersek’te yaptırım gücüne sahip olan AB’nin
bunu yapmadığı sürece ülke mevcut anayasal düzeni içinde çırpınmaya
devam edecektir. Gerçekten de Uluslararası Adalet Divanı’nın
ülkesindeki savaş suçlularının yakalanması için Sırbistan’a verdiği 26
Şubat 2007 tarihli emrin uygulanması konusunda Sırbistan’ı uyarmak için
harekete geçmek isteyen Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı Konseyi, Sırp
üyenin “ulusal hayati çıkarlar” kaydını ileri sürmesi bu konuda karar
alınmasını önlemiştir.1 İç ve dış hukuksal ve siyasal işlemlerin
gerçekleştirilebilmesi için hem 3 kişiden oluşan Cumhurbaşkanlığı
Konseyi hem de üst ve entite meclisleri tarafından bu yönde karar
alınması gerekmektedir.
Bosna-Hersek’in sorunlu devlet yapısının üzerinde kontrol yetkisi
olan uluslararası Yüksek Temsilciliğinin karmaşık ve problemli yapıyı
değiştirmesindeki rolünün geç de olsa yürürlüğe sokulduğu
görülmektedir. Slovak diplomat Miroslav Lajcak’ın 1 Temmuz 2007
tarihinde Bosna-Hersek Yüksek Temsilcisi ve AB Özel Temsilcisi olarak
atanması, Dayton’la getirilen yapının artık değiştirileceği konusunda
ABD ve AB’nin ciddi girişimlerde bulunacağı izlenimi vermektedir. Adı
geçen diplomatın atandığında “son 12 yıldır devam eden barışı uygulama
sürecinde atılmış temellerin üzerine inşa etmek ve bu devleti AB yoluna
sağlam bir şekilde sokmak için Bosna-Hersek liderleriyle birlikte
çalışmak istiyorum” demesi2 bu yöndeki değişimi göstermektedir.
Lajcak’ın geldiği günden itibaren Bosnalı Sırp yetkilileri, yeni Yüksek
Temsilci’nin Temsilciliğe olağanüstü otorite tanıyan Bonn Yetkileri’ni
kullanmaması ve sorumluluğu Bosna-Hersek’li siyasetçilere devretmesi
gerektiğini savunurken, Boşnak ve Hırvat yetkililer, özellikle polis ve
anayasa reformunun gerçekleştirilmesi için Lajcak’ın yetkilerini
kullanmasında sakınca görmediklerini açıkladılar.
Bosna-Hersek’li Boşnak, Sırp ve Hırvat yetkililer arasında bu
polemik sürerken, hiç kimsenin beklemediği bir anda Lajcak yetkilerini
kullanarak, 10 Temmuz’da, Srebrenica katliamında yer aldıklarından
şüphelenilen üst düzey bir Bosnalı Sırp polis komutanının görevden
alınması ve 36 polis memurunun da açığa alınması yönünde talimat verdi.
1
Mirzet Mujezinovic, “Dayton Sonrası Bosna Hersek’te Anayasal Düzen”,18.04.2007,
http://www.usakgundem.com/yazarlar.php?id=669&type=16 E.T. 29.09.2008.
2
Southest European Times,
http://www.setimes.com/cocoon/setimes/xhtml/tr/infoCountryPage/setimes/resource_cent
re/bios/lajcak_miroslav?country=BiH E.T. 28.09.2008.
114
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Lajcak, savaş suçluları veya savaş suçu zanlılarının adaletten kaçmasına
yardım etmekten soruşturma altında bulunan 93 yetkilinin pasaportlarına
el konması talimatını da verdi. Ayrıca, savaş suçu zanlılarının komşu
ülkelere kaçmalarını zorlaştıracak yasal değişikliklerinin yürürlüğe
koyduğunu da duyurdu. Herkesi şaşırtan bu ani uygulamaya ilk destek,
AB’nin Dış ve Güvenlik Politikası’nın Yüksek Temsilcisi Javier
Solana’dan geldi. Lajcak’ın Bonn Yetkileri’ni kullanmaması gerektiğini
savunan Bosnalı Sırp yetkilileri de bu uygulamanın Yüksek Temsilciliğin
yetkileri çerçevesinde olduğu gerekçesiyle desteklediklerini açıkladılar.1
AB ve ABD’nin bu yönde yeni inisiyatif kullanmalarında bize
göre konjonktürel koşullar ağır basmıştır. Çünkü Rusya Federasyonu’nun
ve Sırbistan’ın karşı çıkmalarına rağmen Kosova’nın bağımsızlığının
desteklenmesi beraberinde Sırp lehinde olmayan politikaların
yürütülmesini gerekli kılmaktaydı. Ancak bu süreçten sonra BosnaHersek’te soykırım yaparak insanlık suçu işleyen Radovan Karadzic
yakalanıp uluslararası mahkemeye gönderilebildi. Adı geçenin Holbrooke
tarafından kendisine yargılanmayacağı güvencesinin verildiğinden
bahisle ABD’nin desteğiyle korunduğunu belirtmiş olması2, ABD’nin
gerçekte Bosna-Hersek’in barış ve istikrarını sağlamasından daha çok
bölgede kendi lehinde ve çıkarına uygun stratejileri yakalamak olduğunu
göstermektedir. Dayton müzakerecisi Holbrooke bunu yalanlasa da
Karadzic’in arada geçen onca zamana rağmen yakalanmayıp bu dönemde
yakalanması, söz konusu iddiayla ilgili şüpheleri artırmaktadır. Ayrıca
Karadzic’in mahkemeye başvuruda bulunarak, soykırım suçlamasıyla
yargılandığı davada ABD Dışişleri eski bakanı Albright ile Holbrooke'un
da çağrılarak yeminli ifade vermelerini istemesi,3 önemli bir gelişmedir.
Karadzic’in iddiasının mahkemece tanınması durumunda, ABD’nin
soykırımda sorumluluğunu da gündeme getirebilecektir.
AB ile entegrasyon, Bosna-Hersek’in başlıca amaçlarından
biridir. AB’ye üye olacak potansiyel devletlerden Bosna-Hersek’in
istikrar ve ortaklık sürecinden geçmesi gerekmektedir. Siyasal diyaloğun
müşterek aracı olarak değerlendirilen AB-Bosna-Hersek İstişari Görev
Gücü 1998 yılında kurulmuştur. Siyasal ve teknik değişimlerin
gerçekleşmesi için merkezi bir forum oluşturan bu güç, AB ve BosnaHersek arasındaki ilişkilere yeni bir boyut kazandırarak yapılacak İstikrar
1
Mirzet Mujezinovic, “Avrupa Birliği’nin Bosna Hersek Politikasında Yeni Gelişmeler”,
http://www.usakgundem.com/yazarlar.php?id=755&type=16 E.T. 29.09.2008.
2
Hürriyet Gazetesi, “Karadzic: Holbrooke ölümümü istiyor”, 2 Ağustos 2008,
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/9568605.asp E.T. 30.09.2008.
3
Hürriyet
Gazetesi,
“Karadziç
Holbrooke
için
mahkemeye
başvurdu”,
http://www.hurriyetim.at/?navi=sonarticle&banner=0&docid=9600286&cat=3209 E.T.
30.09.2008.
115
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
ve Ortaklık Antlaşması’yla ilgili müzakerelerin sonuçlanması amacıyla
Ocak 2006’da “Reform Süreci İzleme” birimi olarak ismini
değiştirmiştir.1 14 Aralık 2006 tarihinde de bu konuda Bosna-Hersek ile
Avrupa Komisyonu arasında müzakereler tamamlanmış, fakat SAA
(İstikrar ve Ortaklık Antlaşması) imzalanamamıştır. Bunun sebebi de,
ülkedeki polis teşkilatı reformunun gerçekleştirilmemesidir.
Söz konusu reform için dört temel şart koyan Avrupa
Komisyonu’na göre, Bosna-Hersek polis teşkilatı yönetiminin devlet
düzeyinde olması, devlet bütçesinden finanse edilmesi, siyasetin polis
işlerine karışmaması ve polis bölgelerinin fonksiyonel olarak çalışacak
şekilde belirlenmesi gerekmektedir. 2006 yılının Nisan ayında (Boşnak,
Hırvat, Sırp) parti liderleri arasında yapılan görüşmelerde, Avrupa
Komisyonu’nun koşullarını karşılayan bir polis reformu konusunda
anlaşmaya varıldı. Ancak kısa bir süre sonra Bosnalı Sırp partiler söz
konusu anlaşmanın getirdiği bazı yetki kayıplarını asla kabul
etmeyeceklerini açıkladılar. Bunların başında, oluşturulacak polis
teşkilatının devlet bütçesinden finanse edilmesi ve Sırp ile Boşnak-Hırvat
bölgeleri arasındaki sınırın ortadan kaldırılması gelmektedir. Böylece,
Bosna-Hersek Sırp Cumhuriyeti yetkililerinin polis teşkilatı üzerinde
kontrolü devam edecektir. Bu da, savaş suçu zanlılarının o bölgede
serbestçe yaşamaya devam edecekleri anlamına gelmektedir.2 AB ise
öngördüğü polis reformunun yasalaşmaması halinde SAA müzakerelerine
devam edilemeyeceği ve Bosna-Hersek’in AB’yle ilişkilerinin olumsuz
etkileneceği uyarısında bulunmuştur. Nihayet Sırpların bu tutumuna
rağmen 10 Nisan 2008 tarihindeki oturumunda Bosna-Hersek
Parlamentosu’nun Temsilciler Meclisi’ndeki 42 milletvekilinden 22’si
polis reformunu kabul etti. 19 milletvekili karşı çıkarken 1 milletvekili de
çekimser kaldı. Böylece tam üç yıl büyük tartışmalara neden olan polis
reformunun ilk ayağı tamamlanmış oldu. Söz konusu kanun teklifinin
yasalaşabilmesi için Bosna-Hersek Parlamentosu’nun Halklar
Meclisi’nde de kabul edilmesi gerekmektedir. Ancak Temsilciler
Meclisi’nde kabul edilen reform paketinin bu mecliste de kabul edileceği
ihtimali yüksektir.3 2005 yılının Kasım ayında başlanan SAA
müzakereleri bu şekilde sonuçlanmış ve antlaşma metni 4 Aralık 2007
1
European
Commission,
Main
steps
towards
the
EU,
http://ec.europa.eu/enlargement/potential-candidatecountries/bosnia_and_herzegovina/eu_bosnia_and_herzegovina_relations_en.htm
E.T.
30.09.2008.
2
Mirzet
Mujezinovic,
“Bosna
Hersek’in
AB
Yolundaki
Zorlukları”,
http://www.turkishweekly.net/turkce/yazarlar.php?type=12&id=209 E.T.29.09.2008.
3
Mirzet Mujezinovic, “Bosna Hersek AB Yolunda Büyük Bir Adım Attı”,
http://www.usakgundem.com/yazarlar.php?type=16&id=957 E.T.29.09.2008.
116
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
yılında parafe edildikten sonra Bosna-Hersek, Avrupa Topluluğu ve üye
devletleri tarafından 16 Haziran 2008 tarihinde imzalanmıştır. Bu
antlaşma şu konularda gerekli reformların gerçekleştirilmesini
öngörmektedir:
a) Polis reformu, b) Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza
Mahkemesiyle tam işbirliği, c) Kamu yayıncılığı ve d) Kamu yönetimi
reformlarına öncelik verilmesi.
Onaylama süreci sonuçlanıncaya kadar 1 Temmuz 2008 tarihinde
yürürlüğe giren Geçici Antlaşma, mali konuları kapsayan SAA ile
Avrupa Birliği tarafından alınacak önlemlerin yürütülmesini
belirleyecektir. Bu antlaşma yerinde uygulandığı takdirde ülkenin AB’ye
adaylık statüsüne kapı açmaktadır.1
AB’nin Bosna-Hersek’le ilişkisinde diğer dikkat çekici nokta ise,
bu devletin vatandaşlarına AB’ye vizesiz giriş kolaylığını tanıması
girişimidir. AB, 2008 yılının başından itibaren vize kolaylığı sunduğu
Bosna-Hersek'le vizesiz seyahat diyaloğunu başlattı. AB Komisyonu'nun
adalet ve güvenlikten sorumlu Başkan Yardımcısı Jacques Barrot,
vizeden muaf tutulması için Bosna-Hersek'in geri kabul anlaşmasını
eksiksiz uygulaması, sınır güvenliğini garanti altına alması, kaçak göçle,
organize suçla ve yolsuzlukla mücadelesini yoğunlaştırması ve
biyometrik pasaporta geçmesi gerektiğini bildirmiştir.2
AB yönünde yukarıdaki gelişmeler göze çarparken, diğer önemli
gelişme de Bosna-Hersek’te işlenen suçlarla ilgili Uluslararası Adalet
Divanı’nın verdiği karardır. 1993 yılında Bosna-Hersek tarafından açılan
soykırım davasını 2007’de sonuçlandıran Uluslararası Adalet Divanı,
Sırbistan Devletini, Srebrenitsa soykırımından doğrudan sorumlu olmak
veya soykırıma iştirak etmek suçlarından aklamakla birlikte mahkeme,
Sırbistan'ın bu soykırımın yapılmasını önleyememekten sorumlu
olduğuna karar verdi. Bu bağlamda mahkeme Sırbistan aleyhinde
açılacak muhtemel tazminat davalarının da önünü kesmiş oldu.
Mahkemenin “Srebrenitsa'da soykırım yapıldı, ama devlet eliyle değil"
kararı beraberinde açıkça çelişkiler de barındırmaktadır. Soykırımdan
sorumluluk noktasında soykırımı doğrudan yapmak ile soykırımı
önlememek arasında ne gibi farkların olduğu hususunda mahkeme ikna
edici açıklamada bulunamamıştır. Mahkemenin bu yöndeki kararı
Bosnalıların uluslararası yargıya güvenlerine gölge düşürmenin yanı sıra
soykırım yapan Sırp militanlarından desteğini esirgemediği o dönemdeki
medya tarafından kanıtlanan Sırbistan’ın bu şekilde aklanması3 benzer
1
European Commission, Main steps towards the EU, (web)
AB Haber, AB Bosna'ya vizeyi kaldırmayı planlıyor,
http://www.abhaber.com/haber.php?id=22065 E.T. 01.10.2008.
3
Antonio Cassese, “Lahey'den hukuki bir katliam...”,
2
117
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
durumdaki devletleri de cesaretlendirecektir. Kararın açıklanmasından iki
gün sonra Sırp Cumhuriyeti entitesi “Bosna-Hersek'teki savaş sırasında
Sırp olmayanlara karşı işlenen suçlara ilişkin derin üzüntülerini ifade eder
ve bu suçlara iştirak eden herkesi kınar” şeklinde yaptığı açıklama ile
özür dilerken soykırım tabirini kullanmaması1 dikkat çekici olmakla
beraber, savaş suçlularının yakalanmasında azami gayret göstermesi ve
mahkemeyle tam işbirliği yapması durumunda diğer gruplarla ilişkilerin
iyileşmesine ve entegrasyona hizmet edecektir.
SONUÇ
Olağanüstü koşulların ürünü olan Dayton Antlaşması, savaşın
engellenmesi ve barışın kurulması açısından başarılı olmuştur. Buna
karşın getirdiği karmaşık devlet yapısı, daha fazla uluslararası güce
dayanması, etnisiteler arasında entegrasyon sağlayacak mekanizmalarının
yetersizliği, antlaşmanın karşı karşıya olduğu önemli sorunlardandır.
Antlaşmanın yapılışından 13 yıllık bir süre geçmesine rağmen
değiştirilmemiş olması, barışın ve istikrarın geleceğiyle ilgili endişeleri
haklı kılmaktadır. Ülkede iç barış ve istikrarın oluşturulması için savaş
suçlularının yakalanarak yargılanması hayati önem arz etmektedir.
Bunların yargılanarak gerekli yaptırımların uygulanmaması halinde
Bosnalıların batıya güvensizliklerini artıracağı gibi etnik ayrışmaları da
derinleştirecektir. AB ile entegrasyon süreci Bosna-Hersek’in istikrarlı ve
merkezi bir yapıya kavuşmasına hizmet edecektir. Geç de olsa Radovan
Karadziç’in yakalanıp yargıya teslim edilmesi olumlu bir gelişme
olmakla beraber, diğer savaş suçlularının halen yakalanmamış olması,
Bosna-Hersek kamuoyunun vicdanı üzerindeki olumsuz etkiyi
kaldıramamaktadır. Sırp Cumhuriyeti entitesinin soykırımdan dolayı özür
dilemesi önemli bir gelişme olup bu davranış, toplumların yakınlaşmasına
yönelik umutları ve diğer savaş suçluların da yakalanması için gereken
hassasiyeti artıracaktır.
Esasen antlaşmanın değişimi antlaşmanın kayıtlandırdığı iç
koşullardan ziyade antlaşmanın yürütülmesini ve gözetlenmesini üstlenen
uluslararası güçlerin konjonktürel koşullardaki değişiklik çerçevesindeki
girişimleriyle mümkün olabilmektedir. Bu anlamda BM ve AB gibi
uluslararası kuruluşların Bosna-Hersek’e olumlu yaklaşımları ve
antlaşmanın değiştirilmesi konusunda verecekleri destek, Bosnalıların
uluslararası topluma güven duymalarını sağlayacağının yanı sıra
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=214635&tarih=04/03/2007
E.T.
02.10.2008.
1
Haber Aktüel, Bosna Sırp Cumhuriyeti özür diledi, http://www.haberaktuel.com/BosnaSirp-Cumhuriyeti-ozur-diledi-haberi-61360.html E.T. 02.10.2008.
118
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
toplumlar arasındaki etnik milliyetçiliği ve ayrışmayı da ortadan
kaldırmasına yardımcı olacaktır. Bunda Kosova’nın bağımsızlık süreci
ile AB’nin Bosna-Hersek’le yaptığı Ortaklık Antlaşması’nın etkileri
bulunmaktadır. Dayton koşullarına bakıldığında esas kontrol Batı’nın
yönlendirdiği Yüksek Otorite’de olduğuna göre, Sırp tarafı istemese dahi
tek merkezli ve demokratik ilkeler çerçevesinde bir yapının oluşturulması
mümkündür. Yerlerinden edilmiş kişilerin tamamı olmasa bile önemli
kısmının eski yerlerine yerleştirilmesi geç olsa da gerçekleşmiştir.
Yüksek Temsilciliğe atanan Miroslav Lajcak’ın çabaları olumlu sonuçlar
vermeye başlamış ve toplumların entegrasyonunu sağlayacak devlet
yapısının değiştirilmesini beraberinde getirecek adımlar atılmaya
başlanmıştır. Nitekim polis reformunun gerçekleşmesi, AB ile ortaklık ve
istikrar antlaşmasının yapılması değişim yönündeki umutları artırmıştır.
Buradan anlaşılacağı gibi Bosna-Hersek’in kaderi AB ile entegrasyon ve
yakınlaşmadan geçmektedir. Dünyada benzeri olmayan şahsına münhasır
(sui generis) işlemez bir devlet yapısını getiren antlaşmanın aşamalı
olarak da olsa değiştirilmesinde Bosna-Hersek’in iç dinamikleri tek
başına yeterli olamamakta ve AB gibi bir yapının teşvik ve yardımlarıyla
mümkün olabilmektedir. Yüksek Temsilciliğin kendisinden beklenen
misyonunu yerine getirdiği takdirde bu süreç daha kısa zamanda
sonuçlanacağı son olarak atanan yüksek temsilcinin çabalarından
anlaşılabilmektedir.
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız Dayton Antlaşmasının ilgili
düzenlemelerinin günümüz koşullarına uydurulması Bosna-Hersek
Federasyonu’nda dolayısıyla Avrupa’da istikrarın sağlanmasında önemli
olmaktadır. Bu durumda, ilgili Antlaşmanın düzenlemelerinin rebus sic
stantibus ilkesine göre değiştirilmesi, yeni düzenlemelerin eklenmesi
veya mevcut düzenlemelerin ilgası için tarafların uzlaşması veya yeni bir
uluslararası hukuk işleminin tesisi kaçınılmaz gözükmektedir.
KAYNAKÇA
AB
Haber,
AB
Bosna'ya
vizeyi
kaldırmayı
planlıyor,
http://www.abhaber.com/haber.php?id=22065 , E.T. 01.10.2008.
Arria, Diego E. , “Bosna’daki Soykırımın Uluslararası Toplumca Örtbas
Edilmesinde Son Perde: Kusursuz Cinayet Srebrenitsa”,
Uluslararası Suçlar Bosna-Hersek Örneği, Haz: Sevin Elekdağ
ve Erhan Türbedar, ASAM-İKSAREN y., Ankara , 2008.
Aybay, Rona, “Bosna-Hersek İnsan Hakları Mahkemesinin Srebrenitsa
Kararı”, Uluslararası Suçlar Bosna-Hersek Örneği, Haz: Sevin
Elekdağ ve Erhan Türbedar, ASAM-İKSAREN y., Ankara, 2008.
119
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Babuna, Aydın, “Tarih Boyunca Boşnaklar: Kimlik ve Soykırım”,
Uluslararası Suçlar Bosna-Hersek Örneği, Haz: Sevin Elekdağ
ve Erhan Türbedar, ASAM-İKSAREN y., Ankara, 2008.
Bağcı, Hüseyin , “Bosna-Hersek: Soğuk Savaş Sonrası Anlaşmazlıklara
Giriş", A.Ü. DTCF Dergisi, Cilt XVI, Sayı 27, Ankara, 1994.
Caplan, Richard, “Assessing the Dayton Accord: The Structural
Weaknesses Of The General Framework Agreement For Peace In
Bosnia and Herzegovina”, Diplomacy & Statecraft, Vol.11, No.2
Published By Frank Cass, London (July 2000).
Cassese, Antonio, “Lahey'den hukuki bir katliam...”,
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=214635&tarih=04/
03/2007 E.T. 02.10.2008.
Çelik, Edip F. , Milletlerarası Hukuk, Birinci Kitap, Filiz Kitabevi, 2.
Baskı, İstanbul, 1987.
Demir, Ayhan, “Dayton, Bosna`nın ilerlemesini engelliyor!”,
http://www.tumgazeteler.com/?a=4144093 E.T.30.09.2008.
Elekdağ, Sevin, “Uluslararası Adalet Divanı’nın Kararı: Soykırım
Hukukuna Önemli Bir Katkı”, Uluslararası Suçlar Bosna-Hersek
Örneği, Haz: Sevin Elekdağ ve Erhan Türbedar, ASAMİKSAREN y. , Ankara, 2008.
European
Commission,
Main
steps
towards
the
EU,
http://ec.europa.eu/enlargement/potential-candidatecountries/bosnia_and_herzegovina/eu_bosnia_and_herzegovina_r
elations_en.htm E.T. 30.09.2008.
Evans, Graham ve Newnham, Jeffrey, Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, çev:
H.Ahsen Utku, Gökkubbe y., , İstanbul, 2007.
Gaeta, Paola, “The Dayton Agreements and International Law”,
European Journal of International Law, no.7, 1996.
Güngör, Turan, “Bosna-Hersek ve Balkanlar”, Sızıntı Dergisi, Ekim 1995
Yıl
:17
Sayı
:201,
http://www.sizinti.com.tr/arsiv.php?ARSIVAYRINTI&SAYIID=
201 E.T. 31.08.2008.
Haber Aktüel, Bosna Sırp Cumhuriyeti özür diledi,
http://www.haberaktuel.com/Bosna-Sirp-Cumhuriyeti-ozurdiledi-haberi-61360.html , E.T. 02.10.2008.
Hays, Don and Crosby, Jason, “From Dayton to Brussels Constitutional
Preparations for Bosnia’s EU accession”, United States Institute
of Peace, Special Report 175, october 2006.
Holbrooke, Richard, Bir Savaşı Bitirmek, çev: Belkıs Çorakçı Dişbudak,
Türkiye İş Bankası y., İstanbul, 1999.
120
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Hürriyet Gazetesi, “Karadzic: Holbrooke ölümümü istiyor”, 2 Ağustos
2008, http://www.hurriyet.com.tr/dunya/9568605.asp
E.T.
30.09.2008.
Hürriyet Gazetesi, “Karadziç Holbrooke için mahkemeye başvurdu”
http://www.hurriyetim.at/?navi=sonarticle&banner=0&docid=96
00286&cat=3209 E.T. 30.09.2008.
Latif, Dilek, “Etnik Çatışma Sonrası Barış İnşası Ne Kadar Mümkün?
Dayton Sonrası Bosna ve Hersek”, Kıbrıs Yazıları, Sayı 3 / YazGüz 2006.
Konjikusiç, Davor, “Jasenovac gerçeğini gözler önüne sermeyi
amaçlayan
sergi”
08/01/07,
http://www.setimes.com/
E.T.31.08.2008.
Mujezinovic, Mirzet, “Avrupa Birliği’nin
Politikasında Yeni Gelişmeler”,
Bosna
Hersek
http://www.usakgundem.com/yazarlar.php?id=755&type=16.
E.T. 29.09.2008.
Mujezinovic, Mirzet, “Bosna Hersek’in AB Yolundaki Zorlukları”,
http://www.turkishweekly.net/turkce/yazarlar.php?type=12&id=2
09 E.T.29.09.2008.
Mujezinovic, Mirzet, “Bosna Hersek AB Yolunda Büyük Bir Adım Attı”,
http://www.usakgundem.com/yazarlar.php?type=16&id=957
E.T.29.09.2008.
Mujezinovic, Mirzet, “Bosna Hersek Parlamentosu (Sözde) Anayasa
Değişikliklerini Reddetti”, 28.04.2006,
http://www.usakgundem.com/yazarlar.php?id=297&type=16.
E.T. 29.09.2008.
Mujezinovic, Mirzet, “Dayton Sonrası Bosna Hersek’te Anayasal
Düzen”,18.04.2007,
http://www.usakgundem.com/yazarlar.php?id=669&type=16 E.T.
29.09.2008.
Mujezinovic, Mirzet, “ Avrupa Birliği’nin Bosna Hersek Politikasında
Yeni Gelişmeler”,
http://www.usakgundem.com/yazarlar.php?id=755&type=16,
E.T.30.09.2008.
OHR, The General Framework Agreement,
http://www.ohr.int/dpa/default.asp?content_id=379
E.T. 09.09.2008.
OHR, Agreement on Civilian Implementation,
http://www.ohr.int/dpa/default.asp?content_id=366
E.T.09.09.2008.
121
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Pazarcı, Hüseyin, Uluslararası Hukuk Dersleri, Turhan Kitabevi, Ankara,
1998.
Sancaktar, Caner, “Dayton Barış Anlaşması'nın 10. Yılında BosnaHersek”http://www.tasam.org/index.php?altid=1316
E.T.11.09.2008.
Schmidt, Fabian, “Uluslararası Toplumun Bosna Hersek Karnesi”,
http://www.dw-world.de/dw/article/0,2144,2521377,00.html E.T
30.09.2008.
Serbian Network,
http://www.srpska-mreza.com/History/ww2/ustashi.html
E.T.
31.08.2008.
Sharp, Jane M. O. , “Dayton Report Card” International Security, Vol.
22, No. 3 (Winter, 1997-1998).
Stewart, Allison, “The International Community in Bosnia: Enduring
Questions of Legitimacy”, Chinese Journal of International Law
(2006), Vol. 5, No. 3.
Southest European Times, BM Raporunda Bir Milyon Bosnalı Mültecinin
Döndüğü Bildirildi,
http://www.setimes.com/cocoon/setimes/xhtml/tr/features/setime
s/newsbriefs/2003/02/030206-IVAN-004 E.T. 28.09.2008.
Southest European Times,
http://www.setimes.com/cocoon/setimes/xhtml/tr/infoCountryPag
e/setimes/resource_centre/bios/lajcak_miroslav?country=BiH
E.T. 28.09.2008.
TBMM,http://www.tbmm.gov.tr/ul_kom/bosnahersek/bh_siyasi_idari.ht
m, E.T. 29.08.2008.
Türbedar, Erhan, “Kosova’nın Bağımsızlığının Sırbistan, Bosna-Hersek
ve Makedonya’ya Etkileri”, Avrasya Dosyası, Cilt 14, Sayı 1,
2008.
Türbedar, Erhan, “Bosna-Hersek’te Anayasa Değişikliği: Normal Bir
Devlete Dönüşme Umudu”, Stratejik Analiz, Cilt 2, Sayı 25,
Mayıs, 2002.
Türbedar, Erhan,
“Boşnaklar Endişeli”, 27 aralık 2006,
http://www.asam.org.tr/tr/yazigoster.asp?ID=1350&kat1=23&kat
2 E.T. 01.10.2008.
Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesi 22 Mayıs 1969, BM
Enformasyon Merkezi UNIC-Ankara
http://www.un.org.tr/unic/doc_pdf/Viyana_69.pdf
E.T.26.08.2008.
Türkatak, “Dodik, Dayton’ın Verdiği Yetkileri Kötüye Kullanıyor!”
23.09.2008,
122
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
http://www.turkatak.gen.tr/index.php?option=com_content&task
=view&id=3682&Itemid=2 E.T. 01.10.2008.
Venice Commission, Opinion on the Constitutional Situation in Bosnia and
Herzegovina and the Powers of the High Representative,
http://www.venice.coe.int/docs/2005/CDL-AD(2005)004-e.asp
E.T. 30.09.2008.
Wikipedia,
Socialist
Federal
Republic
of
Yugoslavia,
http://en.wikipedia.org/wiki/SFR_Yugoslavia#Foundation E.T.
31.08.2008.
Yenigün, Cüneyt - Hacıoğlu, Ümit, “Bosna-Hersek: Etnik Savaş, Eksik
Antlaşma”, Dünya Çatışma Bölgesi, Ed: Kemal İnat, Burhanettin
Duran, Muhittin Ataman, Nobel y., Ankara, 2004.
Yürür, Pınar, “Balkanlar’da Uluslararası Himaye Yönetimleri: BosnaHersek Örneği”, Avrasya Dosyası, Cilt 14, Sayı 1, 2008.
Zilic, Ahmed, “The Dayton Agreement: Challenges of Change”, speech
at International Conference, Berlin, September 12 and 13, 2003,
s.2.http://www.suedosteuropa-gesellschaft.com/pdberlin/zilic.pdf,
E.T.05.09.2008.
123
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
VERGİ KAÇAKÇILIĞI VE KAYIT DIŞI EKONOMİNİN VERGİ
KAÇAKÇILIĞININ OLUŞUMUNDAKİ ROLÜ
Ayhan KAPUSUZOĞLU*
ÖZET
Bu çalışmanın amacı, vergi kaçakçılığının ve kayıt dışı
ekonominin vergi kaçakçılığının oluşumundaki rolünün açıklanması ve
vergi kaçakçılığı sonucunu doğuran kayıt dışı ekonominin, sadece
ekonomik boyutlu nedenlere dayanmadığının ortaya konulmasıdır. Bu
doğrultuda öncelikle vergi kaçakçılığına, ortaya çıkardığı etkilere, Türk
vergi yasalarındaki yerine ve tespit edilme yöntemlerine değinilecektir.
Daha sonra da kayıt dışı ekonomi ve kayıt dışı ekonomiye yol açan
nedenler ele alınacaktır.
Anahtar Kelimeler: Vergi Kaçakçılığı, Kayıt Dışı Ekonomi
ABSTRACT
The purpose of this study is to explain the tax evasion and the
role of the unregistered economy on the development of tax evasion and
to state that the unregistered economy doesn’t only depend on economic
reasons. In accordance with this understanding, tax evasion, the effects of
tax evasion, the measures taken related to tax evasion in the Turkish tax
law and the determination methods used. Later, the unregistered economy
and the reasons which developed the unregistered economy will be
explained.
Key Words: Tax Evasion, Unregistered Economy
1. VERGİ KAÇAKÇILIĞI
Vergi kaçakçılığına ilişkin çok çeşitli tanımlar
bulunmaktadır. Nadaroğlu (1992:287-288) vergi kaçakçılığını “yasal
olmayan yollarla vergi ödemekten kurtulmak”; Türk (1992:5) ise
“elde edilmiş fakat vergi otoritelerine beyan edilmemiş gelirlerin
bütünü” olarak tanımlamıştır.
*
Arş. Gör. Abant İzzet Baysal Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İşletme
Bölümü.
Bu çalışma TÜBİTAK Bilim İnsanı Destekleme Dairesi Başkanlığı (BİDEB) tarafından
desteklenmiştir.
124
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Bir başka tanımda “vergi kaçakçılığı, kişinin yasa
hükümlerine karşı gelme kararı vererek bu kararın uygulanması ile
devlete karşı işlenen suçtur” (Kuruca, 1968:277) denilmek suretiyle
vergi
kaçakçılığında
kişinin
iradesindeki
kasıt
unsuru
vurgulanmaktadır.
Diğer bir tanımda ise vergi kaçakçılığı, “vergi
yükümlüsünün yasal vergi yükümlülüğünden kurtulmak için
başvurduğu yasalara karşı hileli ve aldatıcı çabalara başvurma”
(Herber,1979:126) şeklinde tanımlanmaktadır.
Vergi Usul Kanunu’nda da (md.344) vergi kaçakçılığı;
“mükellef veya sorumlu tarafından kasten vergi zıyaına sebebiyet
vermek” şeklinde tanımlanmıştır. Ceza yargılamasında ise, vergi
kaçakçılığının “vergi ziyaı” olarak tanımlandığı görülmektedir.
Tüm bu tanımlara bakıldığında vergi kaçakçılığını, vergi
ödemekle yükümlü olan mükelleflerin; yasal olmayan yollara
başvurmak suretiyle kasıtlı olarak bu yükümlülüklerini yerine
getirmemeleri, bunun sonucunda da haksız kazanç sağlamaları ve
devletin vergi kaybına uğramasına neden olmaları şeklinde
özetleyebiliriz.
Vergi kaçırmaya yönelik olarak çok çeşitli yollar
kullanılabilinmektedir. Gündüz (2005:25-29) vergi kaçırmaya yönelik
kullanılan güncel yöntemlerden bazılarını şöyle sıralamıştır:
• İthalatın veya ihracatın vergi cennetlerinden geçirilerek karın bir
kısmının burada bırakılması.
• Gelişmiş yerlerde faaliyette bulunmakla beraber, daha az vergi
verilen kalkınmada öncelikli yöreleri merkez göstermek yoluyla,
• Transfer fiyatlaması yoluyla ilişkili şirkete düşük veya yüksek
fiyatla mal veya hizmet satarak–alarak elde edilen karın bir
bölümünün yurt dışında daha az vergili bir yerde
oluşturulmasıyla,
• Basit usulde vergilendirilenlerce her isteyene istediği kadar belge
verilmesi, bu belgelerin kayda alınmaması veya daha farklı
tutarlar olarak kayda alınmasıyla,
• Serbest meslek niteliğindeki hizmetlerin, düşük vergilendiriliyor
olması nedeniyle bir eser varmış gibi telif kazancı adı altında
ödenmesi yoluyla,
• Option, futures, forward, swap işlemleri yoluyla ortada altın,
kredi veya hisse senedi olmadığı halde tamamen kağıt üzerinde
gider oluşturulmasıyla,
• Karın mali araçlar (ör: forward) kullanılarak ileriki yıla taşınması
yoluyla,
125
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Gerçekte yıl sonunda değerlemeye tabi iken (tahvil), hisse senedi
gibi gösterip vergileme döneminin ötelenmesi yoluyla,
• Vergi dairesine kayıt olmaksızın çalışarak,
• Envanter kayıtlarında oynanma yaparak,
• Mal ve hizmet satışlarında fatura düzenlememek veya eksik
düzenleyerek,
• Cari döneme ait gelirin, sonraki yılın geliriymiş gibi ertesi yıla
kaydırılarak,
• Gerekli şartları taşımadığı halde muaflık veya istisnalardan
yararlanılarak,
• Vergiye tabi işe başlamanın geç bildirilmesiyle,
• Taksitli satışlarda gerçekleşen vade farkının yasal defterlere gelir
olarak işlenmemesi yoluyla,
• Vergiden muaf tutulan vakıf veya dernek adı altında faaliyet
göstererek,
• Emlak alım satım faaliyetlerinde emlakin değerinin altında
gösterilmesi yoluyla,
• Amortismana tabi olan aktiflerin doğrudan gider yazılmasıyla,
• Yıllara yaygın inşaatlarda gerçekte geçici kabul cari yılda
yapıldığı halde, sanki izleyen yılda iş bitmiş gibi gösterilerek
kurumlar vergisi beyanının ertesi yıla sarkıtılması ve böylelikle
verginin bir yıl daha ertelenmesini sağlama yoluyla,
• Varlıksız, hayali veya ölü kişiler adına vergi kaydı açılarak
ortaklıklar, şirketler kurulması ve faaliyetlerin bunlar üzerinden
yürütülmesi vb. pek çok yöntem kullanılmak suretiyle vergi
kaçakçılığı gerçekleştirilmektedir.
Devletin elde ettiği vergi gelirlerindeki azalma nedenlerinden bir
tanesi de vergi kayıplarıdır. Vergi kayıpları, mükellefin vergi
kanunlarına aykırı yönde hareket etmesi ile ortaya çıkacak olan vergi
kaçakçılığı sonucu meydana gelebileceği gibi, mükelleflerin vergi
yükümlülüklerinden kurtulmaları sonucu oluşan vergiden kaçınma
yoluyla da olabilir.
Batırel (1993:233) vergiden kaçınmayı, “vergi yükümlülüğüne
ilişkin bütün bilgi ve gerçeklerin vergi idaresine aktarılmasına
rağmen, bunların mükellefiyet ve vergi yükümlülüğüne yol
açmaması” olarak tanımlamıştır. Burada mükellef vergi
yükümlülüğünü ortadan kaldıracak, vergi yasalarına aykırı hiçbir
davranışta veya girişimde bulunmamakta ve her türlü yasal işlemi
gerçekleştirmesine rağmen vergiden muaf tutulmaktadır. Bu durum
vergiden kaçınmanın bir yönünü oluşturmaktadır.
•
126
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Vergiden kaçınmanın diğer bir yönü ise, mükellefler vergi
vermemek ya da yüksek vergi miktarlarına katlanmamak amacıyla
vergi oranı düşük olan ikame mallara yönelme eğilimi göstererek de
vergi kaybına yol açabilmeleridir. Burada da vergi hukukuna aykırı
yönde bir olumsuzluk olmamasına rağmen vergi kaybı oluşmaktadır.
Vergi kaybı, ülkenin içinde bulunduğu birçok nedenden
etkilenmektedir. Parlamenter sistemin tam olarak yerleşmediği
ülkelerde, çıkar gruplarının baskıları neticesinde devlet vergilerin bir
kısmından vazgeçebilmektedir. Bu nedenle vergi kaçırılması kadar
önemli konulardan biriside, vergi toplama yetkisine sahip olan
otoritenin zayıflığından kaynaklanan vergi kaybı sorunu olmaktadır
(Güven, 1995:6).
Ayrıca sermaye piyasalarının gelişimini sağlamak amacıyla
devlet tahvili, hazine bonosu vb. menkul kıymetlerin vergi dışına
bırakılması; belli bölgelerin gelişimini sağlamak amacıyla vergi
indirimi ve muafiyetlerinin uygulanması vergi kaybına neden olan
faktörler arasında gösterilebilir (Batırel,1989:22).
Vergi yükümlüsü olan mükellefler, elde ettikleri gelirleri
yanlış veya sahte bildirimlerle eksik olarak beyan ederek veya
vergilerini zamanında tahakkuk ettirmeyerek vergi kaybına neden
olabilirler. Ayrıca mükellef hileli yollara başvurarak iade
edilemeyecek verginin kendilerine verilmesini sağlarlarsa yine vergi
kaybı meydana gelecektir (Çavuş, 2001:193-194).
2. VERGİ KAÇAKÇILIĞININ ETKİLERİ
2.1.Ekonomik Etkileri
Verginin ekonomik fonksiyonu doğrultusunda devlet bir takım
ekonomik hedeflerine ulaşmada vergiyi bir araç olarak kullanmaktadır
Eker ve Tüğen (1995:155)’e göre devlet topladığı vergileri sadece
kamu harcamalarını karşılamak, bütçe dengelerini korumak vb.
ekonomik hedefleri için değil gerektiğinde, ekonomik hayata
müdahalede bulunmak, ekonomik faaliyetlerin doğal seyrini
değiştirmek içinde kullanabilmektedir. Bu durumda, vergi
miktarlarında meydana gelen artma veya azalma yönündeki
değişimlerin, ülkenin ekonomisine ve devletin ekonomik yaptırım
gücüne yönelik belli bir etki yaratmasının kaçınılmaz olduğunu
göstermektedir.
Vergi kaçakçılığının ülke ekonomisi üzerinde yarattığı etkinin
diğer bir boyutu ise, kayıt dışılığa yatkın ve düşük bedelle
satılabilecek mal veya hizmet üretmeye yönelik sektörlerde yer alan
firmalar için önemli bir avantaj yaratmasıdır. Bu sektörde yer alan
firmalar, vergi kaçırma yoluyla diğer mal ve hizmet üreten firmaların
127
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
yer aldığı sektörlere veya aynı sektörde faaliyet sürdüren fakat vergi
kaçırmayan firmalara karşı önemli derecede haksız bir rekabet
üstünlüğü sağlamış olmaktadırlar (Altuğ, 1993:12).
Vergi kaçakçılığı sonucu oluşan kayıt dışı ekonomi verileri,
resmi kayıtlara girmediğinden kayıtlı ekonomide belirlenen
ekonomik göstergeler (enflasyon, işsizlik, büyüme oranları ve milli
gelir) gerçekte olduğundan farklı çıkacaktır. Çünkü resmi ekonomik
göstergeler sadece kayıtlı ekonominin göstergeleridir. Ekonomik
verilerin gerçeği yansıtmaması ekonominin durumu hakkında yanlış
bilgi edinilmesine neden olacak, bu durumda da uygulanacak olan
iktisadi ve mali politikalardan beklenen sonuçlar elde
edilemeyecektir (Sarılı, 2002:43).
Ekonomik bir birim olan vergi mükellefleri, her dönem belli bir
vergi miktarına yani vergi yüküne katlanmak durumunda kalmaktadır.
Vergi kaçakçılığının yaygın olduğu ekonomilerde vergi ödemeyen
veya eksik ödeyenlerin neden olduğu kayıp miktarı ise, bu kayıt içi
olan ve vergisini tam olarak ödeyen mükelleflerden dolaylı vergiler
yoluyla tahsil edilmekte yani onların üzerindeki vergi yükü
arttırılmaktadır. Bu durum toplum içinde bir sosyal adaletsizliğe ve
tepkiye neden olduğu gibi aynı zamanda sorumluluğunu yerine getiren
mükellefleri vergi kaçırma veya eksik vergi ödeme konusunda bir
ölçüde teşvik etmektedir. Bu yönde meydana gelecek olan değişimler
ise, ülke ekonomisi açısından önemli kayıplara yol açabilecektir.
Sonuç olarak vergi kaçağı sonucu meydana gelen vergi kayıpları
neticesinde kamu harcamalarını dengelemek için yeni vergilerin
konulması veya vergi oranlarının arttırılması sonucu ekonomik
büyüme yavaşlar, fiyat istikrarı bozulur, gelir dağılımında adaletsizlik
ortaya çıkar ve ülkenin uluslararası rekabet gücü azalır (Aktan, 2000).
2.2.Sosyal Etkileri
Vergi kaçakçılığı sorununun toplumun sosyal yapısı üzerinde
önemli etkileri söz konusu olabilmektedir. İlk olarak, yüksek düzeyde
bir kaçakçılığın ve sonunda büyük bir kayıt dışılığın oluşması
sonucunda işsizlik artacak, yatırımlar ve üretim miktarları azalacak ve
toplum içinde oluşacak tepki sonucu suç ve suçlu sayısında artma söz
konusu olacaktır (Altuğ, 1993:29).
Ülkede yaşayan tüm herkesin ihtiyaçlarının karşılanmasında
yararlanılan vergi unsuru, toplum içinde bir sosyal barışı sağlama
fonksiyonunu icra etmelidir. Devletin de, verginin bu fonksiyonunu
hayata geçirecek yönde düzenlemelere gitmesi gerekmektedir. Eker ve
Tüğen (1995:156)’e göre ise bu düzenleme, yüksek gelir seviyesine
sahip olan mükelleflerden daha fazla vergi, orta ve düşük gelir
128
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
seviyesine sahip olanlardan ise orantısal olarak daha az vergi alınması
şeklinde olmalıdır.
Ülke içinde vergi kaçakçılığı ve kayıt dışılık düzeyinin gittikçe
artması, aynı zamanda toplumun ülke yönetimine karşı duyduğu saygı
ve güvenin zedelenmesine yol açabilir. Devlete olan güvenlerinin
azalması sonucu, bireyler sorunlarını rüşvet, suistimal veya ‘mafya’
olarak bilinen yasa dışı örgütler gibi yasa dışı yollarla çözme yoluna
gidebilirler (Altuğ, 1994:66). Çünkü toplum ülkeyi yönetenlerden aynı
zamanda halk arasındaki adaleti sağlamasını da beklemektedir. Bu
görevin icrasında meydana gelebilecek zaaflar ise, toplumda
yöneticilere karşı bir tepki oluşumuna, ülkede istikrarsızlık ve bunalım
ortamının doğmasına neden olabilecektir.
Vergiye ilişkin bir kayıt dışılığın sosyal yönden olumlu bir etkisi
de söz konusudur. Vergi açısından kayıtlı olan firmalar daha çok
kalifiye eleman istihdam etme yoluna gitmektedir. Çünkü yüksek
maliyetlere katlanmakta ve bunun sonucunda da kaliteli bir çıktı elde
etmek istemektedir. Bu durumda da yeterli niteliklere sahip olamayan
çoğu kişi istihdam edilme olanağından yoksun kalmaktadır. Kayıt
dışılığın varolduğu sektörlerde ise düşük maliyetler ile çalışmanın
yarattığı ek kaynaktan dolayı sadece kalifiye değil, her çeşit kesimden
insan çalıştırılması söz konusu olmaktadır (Sarılı, 2002:44). Bu
durumda çoğu insana istihdam yolunu açmakta ve onların gelir elde
etmesini sağlayarak sosyal yapı içerisinde yer almalarına diğer bir
deyişle bir sosyal birim olmalarına neden olmaktadır
2.3. Mali Etkileri
Çağdaş devletler vergiyi, topluma hizmet etmede yararlanacağı
bir finansman kaynağı, ekonomik hedeflerine ulaşmada kullanacağı
bir araç olarak görmektedir. Vergi kaçakçılığı sonucu, bu kaynakta ve
dolayısıyla devlet bütçesinde meydana gelecek azalmalar devletin
hem topluma karşı olan fonksiyonlarını yerine getirmede yetersiz
kalmasına hem de bir takım ekonomik hedeflerine ulaşamamasına
veya geç ulaşmasına neden olabilecektir. Buna karşılık olarak da
devlet meydana gelen bu durumun telafisi için daha sert mali tedbirler
alma yoluna gidecek ve yine kayıtlı- dürüst olan mükellef bu
durumdan olumsuz yönde etkilenecektir.
Vergi kaçakçılığının mali açıdan olumlu olarak adlandırılabilecek
bir etkisi de söz konusudur. Şöyle ki, kaçakçılık sonucu oluşan gelir
miktarı vergi kaçıran kişilerin gelirlerinde bir artışa neden olmakta ve
onların satın alma gücünü yükseltmektedir. Aynı şekilde vergi kaçıran
firmalarda, kaçakçılık sonucu üretim maliyetlerinin düşmesiyle
ürettikleri malları daha düşük fiyata satma olanağına sahip olmakta ve
129
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
kar marjlarını arttırmaktadırlar (Güven, 1995:33). Bu açıdan bakılınca
vergi miktarlarında azalma meydana getiren vergi kaçakçılığının, belli
kesimlere avantaj sağladığı ve hatta toplumun da daha düşük fiyatlı
ürünler satın almasına olanak verip, bir anlamda vergi kaçakçılığı
sonucu mükelleflerin artan vergi yüklerinin telafi edilmesine yol
açtığı, ülke ekonomisinde dolaşan likidite miktarını arttırdığı ve
sonuçta ekonomiyi canlandırdığı söylenebilir.
3. VERGİ KAÇAKÇILIĞININ TÜRK VERGİ YASALARINDAKİ
YERİ
Vergi Kaçakçılığı suçu ilk olarak Vergi Usul Kanunun “Vergi
Zıyai ve Cezası” başlığı altındaki 344. Maddesinde yer alırken, daha
sonra 4369 sayılı Kanunla yapılan düzenleme doğrultusunda kanunun
“Kaçakçılık Suç ve Cezaları” başlığı altındaki 359. Maddesine
aktarılmıştır. Bu düzenleme ile konu hakkında iki önemli değişikliğe
gidilmiştir (Bilici, 2004:93):
1) Önceki düzenlemede yer alan ve kaçakçılık suçunun doğması için
öngörülen “kasten” ibaresine yeni düzenlemede yer verilmemiştir ve
vergi idaresinin mükellefin kasıtlı olduğunu ispat zorunluluğu
kaldırılmıştır. Eylemin yasadaki tanıma uyması yeterlidir.
2) Kaçakçılık suçunun oluşması için artık vergi ziyaının varlığı gerekli
değildir. Artık fiillerin tarh döneminden önce ortaya çıkarılması
durumunda da kaçakçılık cezası verilebilecektir.
Vergi Usul Kanunumuzda, kaçakçılık suçları “para cezasına
çevrilebilen” ve “para cezasına çevrilemeyen” şeklinde bir ayrıma tabi
tutulmuştur.
Para cezasına çevrilebilen suçlar Vergi Usul Kanunun 359.
Maddesinin a) bendinde düzenlenmiş ve bu kapsama giren suçlar
tanımlanmıştır. Buna göre:
• Defter ve kayıtlarda hesap ve muhasebe hileleri yapanlar,
• Gerçek olmayan veya kayıtla ilgisi olmayan kişiler adına hesap
açanlar,
• Defterlere kaydı gereken hesap ve işlemleri vergi matrahının
azalması sonucunu doğuracak şekilde başka defter, belge veya diğer
kayıt ortamlarına kayıt edenler,
• Defter kayıt ve belgeleri tahrif edenler veya gizleyenler,
• Muhteviyatı itibariyle yanıltıcı belge düzenleyenler veya bu belgeleri
kullananlar, kaçakçılık suçu işlemiş olacaklardır.
Kanundaki maddenin aynı bendi bu suçları işleyenlere, 6 aydan
3 yıla kadar hapis cezası öngörmüştür. Hapis cezalarının para cezasına
çevrilmesinde ise, her bir gün için sanayi sektöründe çalışan 16 yaşından
130
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
büyük işçiler için yürürlükte olan asgari ücretin aylık brüt tutarının yarısı
esas alınacaktır.
Diğer grupta yer alan kaçakçılık suçları ise, Vergi Usul
Kanunun 359. Maddesinin b) bendinde yer almıştır. Buna göre:
• Defter, kayıt ve belgeleri yok edenler, defter sayfalarını yok edenler
veya yerine yeni sayfa koyanlar,
• Belgelerin asıl veya suretlerini sahte olarak düzenleyenler veya bu
belgeleri kullananlar,
• Belgeleri Maliye Bakanlığı ile anlaşması olmadığı halde basanlar ile
sahte olarak basanlar veya bu belgeleri kullananlar da kaçakçılık
suçunu işlemiş olmaktadırlar.
Kanun bu türdeki kaçakçılık suçlarına 18 aydan 3 yıla kadar
ağır hapis cezası öngörmekte ve bu cezaları para cezasına
çevirmemektedir.
4.VERGİ KAÇAKÇILIĞINI TESPİT ETME
YÖNTEMLERİ
Vergi kaçakçılığını ölçmek amacıyla beş farklı yöntem izlenmesi
mümkündür.
4.1.Parasal Yöntemler
Parasal yöntemler kendi içinde üç grupta sınıflandırılabilir. Bu
yöntemler; sabit oran yöntemi, işlem hacmi yöntemi ve ekonometrik
yöntemdir.
a) Sabit Oran Yöntemi
Sabit oran yönteminin kullanılmasında, var olan yıllar arasından
kayıt dışı ekonominin olmadığı yılın esas alınması temel şarttır. Bazı
durumlarda esas alınacak bir ölçü de olmayabilir. Bu durumda da, yıllar
itibariyle dolaşımdaki paranın vadesiz mevduat miktarına oranlanması
sonucu elde edilecek olan değerin en düşük olduğu yıl esas alınabilir
(Ilgın, 1999:56).
Bu yöntemin hareket noktası, esas alınan kayıt dışılığın
olmadığı yıldaki sabit oranın, kayıt dışılığın var olduğu dönemdeki faiz
oranıyla karşılaştırılmasıdır. Faiz oranı sabit orandan fazla çıkarsa, bu
fazlalığın kayıt dışı ekonomiye sebep olacağı düşünülür (Güven,
1995:12).
Bu yaklaşımın en önemli eksikliği, kayıt dışı ekonomik
faaliyetlerde ödeme aracının peşin para olduğunu ve paranın dolaşım
hızının kayıtlı ve kayıt dışı ekonomide aynı olduğunu kabul etmesidir.
Oysa kayıt dışı ekonomide çek, senet ile ödeme de yaygındır ve ayrıca
131
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
paranın dolaşım hızı kayıtlı ekonomiye göre daha yüksektir (Sarılı,
2002:37).
TABLO 1
Kaynak: T.C.M.B.
Yukarıdaki tablodan çıkarılabilecek önemli sonuçlar ise,
1994 yılı ekonomik krizinden itibaren kayıt dışı faaliyetlerde önemli
ölçüde azalmaların meydana geldiği ancak; 2001 yılı ekonomik
krizinden sonra ise, kayıt dışı faaliyetlerde tekrar artış meydana
geldiğidir.
b) İşlem Hacmi Yöntemi
İşlem hacmi yönteminde, Fischer’in miktar teorisi
denklemi kullanılmak suretiyle işlem hacmi miktarı, milli gelire
oranlanmasıyla oluşan değerlerden hareketle kayıt dışılığın
varlığı ve büyüklüğü tespit edilmeye çalışılmaktadır (Işık, Acar,
2003:125).
Bu yöntemin sabit oran yöntemine göre avantajı, kayıt
dışı ekonomide peşin para yanında çek ve senet ile ödeme
araçlarını da dikkate almasıdır. Bu yaklaşımın eksikliği ise,
paranın dolaşım hızının kayıtlı ve kayıt dışı ekonomide aynı
olduğunun varsayılması ve işlem hacmi miktarının
hesaplanmasının güç olmasıdır (Sarılı, 2002:37).
c) Ekonometrik Yöntem
132
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Ekonometrik yöntem, ilk olarak Tanzi adlı bilim adamı
tarafından 1979 yılında teklif edilip, daha sonra da 1980 yılında revize
edilmiştir. 1983 yılında ise ABD ekonomisinde uygulamaya konulmuştur.
Bu yöntem parasal yöntemler içinde en tanınmış olanıdır (Tanzi,
1983:283-305).
Ekonometrik yöntemde, belli bir ekonometrik denklem elde
edilmesi yoluyla kayıt dışılık tespit edilmeye çalışılmaktadır. Bilindiği
gibi, kayıt dışı ekonominin en önemli nedeni yüksek vergi oranlarıdır. Bu
yaklaşımda da, kayıt dışı ekonomide ödeme aracının peşin para olduğu ve
paranın dolaşım hızının kayıtlı ve kayıt dışı ekonomilerde aynı olduğu
varsayılmaktadır. Ayrıca, nakit para talepleri, vergilerin uygulandığı ve
uygulanmadığı durumlarda ayrı ayrı hesaplanmakta ve bu rakamlar
arasındaki fark yoluyla kayıt dışı ekonomi ile ilgili nakit para seviyesi
tespit edilmektedir. Paranın dolaşım hızı da analize dahil edilmekte ve bu
doğrultuda da kayıt dışı ekonominin büyüklüğü tahmin edilmektedir
(Sarılı, 2002:37).
TABLO 2
Kaynak: T.C.M.B.
Yukarıdaki tabloda kayıt dışı ekonomi büyüklüğünün
ekonometrik yaklaşımın kullanılmasıyla elde edilen sonuçları yer
almaktadır. Tabloya göre, 1987 ve 2003 yılları arasındaki
dönemde, kayıtdışı ekonomi kayıtlı ekonominin ortalama yüzde
6’sı kadar bir büyüklükte olmuştur. 1987-1997 döneminde ise
ortalama GSMH’nın yüzde 4.8’ini oluşturacak büyüklükte
ekonomik faaliyet kayıtdışı kalırken, 1997-2003 döneminde
kayıtdışı kalan ekonomik faaliyetlerin yaklaşık iki kat artarak
133
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
kayıtlı ekonominin yüzde 9’unu oluşturduğu gözlenmektedir (Us,
2004:42).
4.2. Vergi Potansiyeli Yöntemi
Vergi potansiyeli yönteminin uygulanmasında temel olan faktör
milli gelir verileridir ve bu verilerden hareket ederek kayıt dışılığın
boyutları tahmin edilmeye çalışılmaktadır. Yöntemde kullanılacak olan
milli gelir verileri de mükelleflerin beyanları doğrultusunda tespit
edilecektir.
Bu yaklaşımın en önemli eksikliği, kayıt dışı ekonomi yerine
vergilendirilmeyen ekonominin büyüklüğünü tahmin etmesidir. Bazı
faaliyetlerin, vergilendirilmediği halde milli gelir büyüklüğü içerisinde
yer alması, kayıt dışı ekonominin vergilendirilmeyen ekonomiden daha
büyük olduğunu göstermektedir (Sarılı, 2002:36).
4.3. İşgücü Hacmi Yöntemi
Bu yöntemde nüfusun, sivil işgücü arzının ve istihdamın zaman
içinde gelişimi göz önüne alınarak kayıt dışılığın büyüklüğüne yönelik
tahminler yürütülmektedir. Yöntemdeki temel beklenti, işgücü arzındaki
artış hızı ile istihdam artış hızının aynı olmasıdır. Bu doğrultuda, işgücü
seviyesinin nüfus miktarına oranlanması sonucu oluşan değer, istihdam
seviyesinin nüfus miktarına oranlanması sonucu çıkan değere göre daha
yavaş artıyorsa bu durum bize işgücünün istihdam edilemeyen kısmının
işsizliğe katkı sağladığını veya istihdamın kayıt dışı kesiminde yer
aldığını gösterir (Akbulak, Tahtakılıç, 2003:29).
Yöntemin en temel eksikliği, hesaplamanın yapıldığı dönemin
sosyal gelişmelerini ve ikinci işte çalışanları dikkate almamasıdır. Sosyal
gelişmelerden bir kısmı istihdamın toplam nüfusa oranını yükseltirken,
bir kısmı da sivil işgücünün toplam nüfusa oranını düşürerek sanki kayıt
dışı ekonominin küçüldüğü izlenimi vermektedir. Bu durum da yöntemin
güvenirliliğini olumsuz yönde etkilemektedir (Sarılı, 2002:37).
4.4. Genelleme Yöntemi
Genelleme yönteminin kullanılması suretiyle ilgililer toplanan
vergi gelirleri hakkında tahmini bir bilgi sahibi olurlar. Bu doğrultuda
verileri elde etmek için anket uygulaması yapılmakta, ankete esas teşkil
edecek mükellef grupları ise farklı yöntemlerle tespit edilmektedir.
Işık ve Acar (2003:123) genelleme yönteminin olumsuz yönü
olarak, vergi mükelleflerinin anket esnasında kayıt dışı faaliyetlerine
yönelik olarak gerçeğe uygun olmayan bilgi verebileceklerini
göstermiştir. Yöntemin bir başka olumsuz yönü ise, bu yöntemle ancak
vergi incelemesi yapılan vergi türündeki kayıpların tespit edilebilmesi,
134
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
diğer vergi türlerine ilişkin kayıp miktarlarının ise tespit edilememesidir
(Arıkan, Ay, 1995:6).
4.5. Emsal Alma Yöntem
Emsal alma yönteminde temel nokta farklı sektörlerin beyan
ettiği vergi miktarlarının karşılaştırılmasıdır. Bu doğrultuda her bir
sektörün yaklaşık ne kadar vergi vermesi gerektiği ve sektörlerdeki vergi
kayıpları tespit edilmeye çalışılmaktadır. Ancak bu yöntem her zaman
çok güvenilir bir yöntem olmayabilir, çünkü kimi zaman sektörlerin
kendilerine özgü bir takım özelliklerinden dolayı da sektörler arasında
farklılıklar ortaya çıkabilmektedir.
5. KAYIT DIŞI EKONOMİNİN VERGİ KAÇAKÇILIĞI
ÜZERİNDEKİ ROLÜ
Kayıt dışı ekonomiye yönelik olarak çeşitli araştırmacıların
tanımları mevcut bulunmaktadır. Derdiyok (1993:54) kayıt dışı
ekonomiyi “Ekonomik faaliyetlerin fiilen gerçekleşmiş olmasına rağmen
bu faaliyetlerle ilgili kayıtların tutulmaması olarak nitelendirilen kayıt
dışı ekonomi, kamu idarelerinin denetimi dışında kalan her türlü
ekonomik işlem ve faaliyetlerdir” şeklinde tanımlamıştır.
Akbulak ve Tahtakılıç (2003:18) kayıt dışı ekonominin,
“kayıtlarda gözükmeyen, ölçülemeyen, vergilendiril(e)meyen yasal ya da
yasadışı gelir yaratıcı ekonomik faaliyetler” olduğunu belirtmiştir.
Temel vd. (1994:1) ise kayıt dışı ekonomiyi, “mal ve hizmet
üretimine konu olmasına karşılık ekonominin geleneksel ölçüm
yöntemleriyle bütünüyle tespit edilemediğinden milli muhasebe
kayıtlarında yer almayan ve GSMH büyüklüklerine yansımayan alan”
olarak ifade etmiştir.
Kayıt dışı ekonomi kavramı yerine kimi zaman; yeraltı
ekonomisi, gayri resmi ekonomi, gizli ekonomi, saklı ekonomi, ikinci
ekonomi, kara ekonomi, illegal ekonomi, kravatsız ekonomi, düzensiz
ekonomi, paralel ekonomi, faturasız ekonomi, görünmez ekonomi,
marjinal ekonomi, gölge ekonomi, kayıp ekonomi ve vergisiz ekonomi
gibi kavramlar da kullanılmaktadır (Altuğ, 1994a:15).
Kayıt dışı ekonomi olgusunun evrensel bir olgu olduğu, az veya
çok hemen tüm ülkelerde ortaya çıktığı söylenebilir. Kayıt dışı
ekonominin boyutları gelişmiş ülkelerde %10’lar, gelişmekte olan
ülkelerde ise %20-%50’ler düzeyinde gözlenmektedir. Buna karşın,
Bangladeş ve Hindistan gibi ülkelerde %600’lere kadar vardığına tanık
olunmaktadır (Mavral, 2001:171).
135
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Kayıt dışı ekonomi bütün sektörleri içine almış, ölçümü
oldukça güç ve karmaşık olan bir olgudur. Kayıt dışı ekonomi
gerçeği, ekonomik göstergelerin hatalı sonuçlar doğurmasına sebep
olmaktadır. GSMH rakamları, kayıt dışı ekonomi sebebiyle hatalı
çıkmakta, bu sebeple büyüme rakamları da gerçeği
yansıtmamaktadır. Dolayısıyla da bu rakamlara göre yapılan
tahmin ve değerlendirmeler güvenilir olmamaktadır. Ülkemizde ki
veri yetersizlikleri ve olan verilere bazı durumlarda ulaşma
zorlukları kayıt dışı ekonominin ölçülmesinde de zorluklar
doğurmuştur. Yapılan araştırmalar sonucunda Türkiye’deki kayıt
dışı ekonomi ölçümleri; çeşitli araştırmacılarca %1.50’ile %137.8
arasında değerler şeklinde bulunmuştur (Kıldiş, 2006:18).
TABLO 3 - Türkiye Ekonomisinde Kayıt Dışı Ekonominin Boyutları
Yıllar
Kayıt Dışı (Milyar $)
1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
2003
28.26
28.81
30.44
29.86
26.57
28.46
32.64
28.00
25.72
GSMH Payı
16.43
15.60
15.66
14.50
14.16
14.13
22.57
15.39
10.80
Kaynak: (Baldemir, Gökalp, Avcı, 2005:11)
Yukarıdaki tabloda kayıt dışı ekonomi sonucu meydana
kayıpların yıllar itibariyle miktarları ve GSMH içindeki payları
gösterilmektedir. Bu tablodan da anlaşıldığı gibi ülkemizde kayıt
dışılıktan kaynaklanan kayıp miktarı dalgalanmalar göstermekle beraber,
GSMH içinde önemli bir paya sahip bulunmaktadır.
Türkiye’de kayıt dışı çalışanların, yaklaşık resmi kayıtlı
çalışanlar kadar olduğu tahmin edilmektedir. Türkiye, GSMH’nın
yaklaşık %50’si oranındaki boyutları ile dünyada Rusya ve Polonya’nın
ardından kayıt dışının en yaygın olduğu üçüncü ülke konumundadır.
Türkiye’de sayısı 4,5 milyona ulaşan kaçak işçilerin asgari ücretten
sigortalanması durumunda tahmini açığı 535 trilyon TL olan SSK’nın
690 trilyon TL’lik ek kazanç elde edeceği hesaplanmıştır (Altuğ,
1998:3421).
Kayıt dışı ekonomiye ve dolayısıyla da kaçakçılığına sebep olan
nedenleri üç temel başlık altında ele alabiliriz. Bunlar; mali ve ekonomik
nedenler, hukuki ve idari nedenler ve sosyal nedenlerdir.
136
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
a ) Mali ve Ekonomik Nedenler
Vergi oranları ile kayıt dışı ekonomi arasında doğru yönlü bir
ilişkinin varlığından söz edebiliriz. Vergi oranlarının gelişmiş ülkelere
göre nispeten fazla olduğu gelişmekte olan ülkelerde, kayıt dışı
ekonominin boyutları da büyük olmaktadır. Dolayısıyla sadece vergi
oranları açısından bakıldığında, vergi oranlarındaki artışın kayıt dışılığı
da arttırdığını söyleyebiliriz (Derdiyok,1993).
Kayıt dışı ekonomiye yönelmedeki diğer bir sebep ise, insanların
gelirlerini arttırma istekleridir. Gelirlerini arttırmak isteyen insanlar,
faaliyetlerinin bir kısmını ya da tamamını kayıt dışında tutarak bu
faaliyetlerden elde ettikleri kazançlar üzerinden vergi ödemeyerek
gelirlerini arttırmış olurlar. Türkiye’de gelir dağılımında aşırı bir
adaletsizlik söz konusudur. Gelirden düşük pay alan grupların gelirlerini
artırmak amacıyla ek işlerde kayıtsız şekilde çalışmaları kayıt dışı
ekonominin büyümesine neden olmaktadır. Kayıt dışı faaliyetlerin kayıtlı
faaliyetler karşısında sağladığı avantajlar da, kayıtlı ekonomiden kayıtsız
ekonomiye doğru gidişin ortamını hazırlamaktadır (Aydemir, 1995: 41).
Kayıt dışılığın sağladığı avantajlardan yararlanmak isteyen vergi
mükellefleri, vergi kaçakçılığı yaparken dört değişken üzerinden hareket
etmektedirler. Bunlardan birincisi, bir vergi denetimi geçirme ihtimali,
ikincisi beyan dışı kalan gelir sebebiyle ödenecek vergi cezasıdır. Üçüncü
olarak mükelleflerin karşı karşıya oldukları marjinal gelir vergisi oranı
sayılabilir. Son değişken ise mükelleflerin risk alma eğilimidir.
Mükellefler, yakalanma ihtimaline göre ödeyecekleri vergi cezası, tam
beyan yapmaları halinde ödeyecekleri vergi miktarından daha düşükse,
vergi kaçırma eğiliminde olacaklardır. Denetim geçirme ve ceza görme
ihtimali yüksek ise bu durumda da vergi kaçakçılığı düzeyi düşecektir
(Kıldiş, 2006:5).
Özsoylu (1994:15)’a göre, kayıtlı ekonomide faaliyette
bulunmanın kayıt dışı ekonomide faaliyette bulunmaya göre alternatif
maliyetini artırdığı için bireyler kayıt dışı ekonomide faaliyette
bulunmayı tercih ederler. Ülkemizdeki kalifiye olmayan işgücünün,
vergiler ve fonlarla işverene maliyetinin yüksek olması da kayıt dışı
ekonomiyi artıran en önemli etkenlerden biridir. Çalıştırılan işçi sayısına
bağlı olarak getirilen bu tür yükümlülükler işletmeleri küçük işletme
şeklinde yeni arayışlara yöneltmekte ve işletmelerin küçülmesiyle de
kayıt dışı çalıştırılan işçi sayısı artmaktadır.
Mali sistem ve vergi mevzuatının karmaşıklığı, vergilerin oran ve
çeşit olarak fazlalığı ve prosedür olarak zorluğu mükelleflerin kayıt dışı
kalmalarına neden olmaktadır. İstisna, muafiyet ve teşvikler de kayıt
dışılığı artırmaktadır (Önder, 1992: 51).
137
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Bir ülkenin sahip olduğu ekonomik sistemin kendisi ve yapısal
özellikleri de kayıt dışılığa uygun bir zemin oluşturabilir. Ekonomik
düzenlemelerin, sınırlamaların ve bürokrasinin daha yoğun olduğu az
gelişmiş ülkelerde kayıt dışılığın daha büyük oranda olduğu
görülmektedir (Ilgın, 1999: 24). Ekonomide sektörlerin ağırlığı da kayıt
dışılığın boyutlarını etkilemektedir. Tarım ve hizmetler sektörleri,
izlenmesi ve denetlenmesi zor olması nedeniyle kayıt dışılığın
yoğunlaştığı sektörler olarak karşımıza çıkmaktadır (Altuğ, 1994: 349).
Son olarak baktığımızda, kamu harcamalarının finanse
edilmesinde vergilerden faydalanılması enflasyon oranının
düşmesini sağlarken, borç yoluyla kamu harcamalarının finanse
edilmesi ise enflasyon oranını arttırmaktadır. Enflasyon faktörü,
artan oranlı gelir vergisinin uygulandığı gelir diliminin
kaymasıyla mükelleflerin reel gelirlerinde bir artış olmasa da,
daha fazla vergi ödemelerine yol açmaktadır. Özkaynak
yetersizlikleri
ise
işletmeleri
kredi
kullanmaya
yönlendirmektedir. Enflasyon oranının yüksek olduğu
dönemlerde de kredi kullanımı riskli olacağından işletmeler
kayıt dışı yollarla ihtiyaçlarını finanse etmeye çalışmakta, bu
durumda kayıt dışılığın artmasına neden olmaktadır (Kırkulak,
1999:156).
b) Hukuki ve İdari Nedenler
Ekonomik birimlerin kamu yönetimine, kamu kaynaklarının
kullanımına ve verimliliğine yönelik olan düşünceleri, kayıt dışı
ekonomiyi büyütecek ya da azaltacaktır. Devletin yaptığı harcamalara
karşı duyulan şüpheler toplumdaki vergi bilincinin zayıflamasına neden
olabilir. Toplumu oluşturan bireyler, devletin vergi gelirinin etkin
olmayan verimsiz harcamaları artıracağını düşünebilir ve mümkün
olduğunca daha az vergi ödeme yoluna gidebilir. Kayıt dışı ekonominin
hızla genişlemesi devletin gelirlerini azaltacağından, devlet önceki vergi
gelirine ulaşabilmek için vergileri artırmak zorunda kalacaktır. Artan
vergiler ise kayıt dışı ekonominin daha fazla büyümesine neden olacaktır
(Çetintaş, Vergil, 2003).
Hukuki açıdan bakıldığında ise, vergi kanun, yönetmelik ve
tebliğlerinin yeterince açık ve anlaşılabilir olmaması ve sık sık
değiştirilmesi sonucu, mükelleflerce düzenlemelerin izlenebilmesinde
yaşanan güçlükler, mükelleflere tanınan muafiyetler, vergi istisnaları,
genel bütçe gelirlerine dahil olmayan ancak, devletçe zorunlu kılınarak
karşılıksız olarak alınan katılma payları, kamu vakıf ve derneklerine
yapılan zorunlu bağışlar gibi “kayıt dışı vergiler” (Akalın, 1996: 36),
138
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
vergi idaresinin hantal yapısı, bu yapı nedeniyle ortaya çıkan denetleme
zorluğu, denetim sıklığının seyrekliği gibi nedenler de mükellefleri kayıt
dışı çalışmaya yöneltmektedir (Işık, Acar, 2003:121).
c) Sosyal Nedenler
Türkiye’de toplanan vergi gelirlerinin etkin bir şekilde ve
bireylerin gerekli gördüğü alanlarda kullanılmaması, rüşvet ve
yolsuzlukların yaygın olması kamu kaynaklarının israf edilmesi, vergi
ödeyenlerin vergi bilincinin ve ahlakının zayıflamasına neden olmuştur.
Dolayısıyla, vergi bilinci ve ahlakının düşük olması kayıt dışı
ekonominin giderek artmasını sağlamaktadır. Çünkü insanlar vergi olarak
ödedikleri paraların kendilerine yol, köprü ve hastane olarak
dönmeyeceğini düşünmekte ve dolayısıyla devlete vergi ödemede pek
istekli olmamaktadırlar (Sarılı, 2002:42).
Böyle bir bilinç ve düşüncede olan mükellefler, ileride vergi
mükellefi olmaya aday potansiyel kişileri de daha mükellef olmadan
olumsuz yönde etkileyebilmektedir.
Ülkemizde nüfus artış hızının yüksek olması, nüfusun önemli bir
kısmının kırsal alanlarda yaşaması, tarım ve hizmetler sektörünün üretim
ve istihdam açısından önemli bir paya sahip olması, işsizlik oranını
yüksekliği ve gelir dağılımının bozukluğu gibi düzeltilmesi için belli bir
zamana ihtiyaç duyan “yapısal” nedenler de, kayıt dışı ekonominin
büyüklüğünü etkilemektedir (Işık, Acar, 2003:122).
6. SONUÇ
Vergi mükelleflerinin bilinçli bir şekilde vergi ödememeleri veya
eksik ödemeleri sonucu gerçekleşen vergi kaçakçılığı sonucunda, kamu
kaynaklarının büyük bir kısmını oluşturan vergi gelirlerinde azalma
meydana gelmektedir. Oluşan bu durum da, bütçe dengesinin
sağlanamaması, toplum içindeki uyumun bozulması ve kamu
hizmetlerinin aksaması gibi bir takım ekonomik, sosyal ve mali nitelikli
olumsuz etkiler yaratmaktadır.
Ülke üzerinde, yarattığı çeşitli etkilerden dolayı büyük yaralar
açan vergi kaçakçılığına neden olan etmenlerden bir tanesi de kayıt dışı
ekonomidir. Kayıt dışı ekonominin oluşumunda rol oynayan çeşitli
faktörler, aynı zamanda kayıt dışı ekonomiye neden olarak vergi
kaçakçılığının da doğmasına yol açmaktadır. Kayıt dışı ekonomi, sadece
insanların faaliyetlerini ve bunun sonucunda elde ettikleri gelirleri
gizlemeleri, ekstra gelir elde etme istekleri vb. sadece ekonomik ve mali
nedenlerden değil, aynı zamanda toplum içinde oluşan gelir
139
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
dağılımındaki bozukluk, yolsuzluk ve rüşvet gibi sosyal nedenlerden ve
vergi yasa, mevzuat ve yönetmeliklerindeki karmaşıklığı içeren hukuki
nedenlerden de kaynaklanmaktadır.
Sonuç olarak vergi kaçakçılığının temel sebeplerinden biri olan
kayıt dışı ekonominin önlenmesinde sadece bir tane boyutu değil, kayıt
dışılığa neden olan tüm boyutları ele alınmalıdır. Bu anlayışla hareket
edilmesi, kayıt dışı ekonominin dolayısıyla da vergi kaçaklığı ile
mücadelenin daha etkin olmasını sağlayacaktır.
KAYNAKÇA
Altuğ, O. (1993). “Kayıt Dışı Ekonomi,” Asomedya Dergisi, Aralık.
Altuğ, O. (1994). “Kayıt Dışı Ekonomi: Vergiye Karşı Başkaldırı,”
Görüş, Sayı 14, Mart.
Altuğ, O. (1994a). Kayıt Dışı Ekonomi. İstanbul: Cem Ofset
Matbaacılık.
Altuğ, O. (1998). “Türkiye’de Kayıt dışı Ekonomi – Paradaki Sıfırların
Artması – Rant Arama ve Enflasyon Vergisi Yönünden Yeniden
Yapılanma,” Yeni Türkiye, Eylül-Aralık 1998, Sayı 23-24
Akalın, G. (1996). “Kayıtdışı Ekonomi Sorunu ve Yasa Tasarısı (II),”
Vergi Dünyası, Sayı 179.
Aktan, C. (2000). Vergi Dışı Piyasa Ekonomisi.Ankara: TOSYÖV
Yayınları,
http://www.canaktan.org/ekonomi/kamu_maliyesi/vergidisi/kavram.htm.
Akbulak, Y. , Tahtakılıç, A.K. (2003). “Kayıtdışı Ekonomi Üzerine
Düşünceler,” Banka-Maliye ve Ekonomik Yorumlar Dergisi,
40(468).
Arıkan, Z. , Ay, H. (1995). “Vergiye Karşı Başkaldırı, Nedenleri ve
Çözüm Yolları,” Maliye Yazıları Dergisi, Nisan-Haziran.
Aydemir, Ş. (1995). “Kayıt Dışı Ekonomi Üzerine (II)”, Vergi Dünyası,
Sayı: 162, Şubat.
Baldemir, E. , Gökalp, M.F. , Avcı, M. (2005). Türkiye’de Kayıt Dışı
Ekonominin Mımıc Modeli İle Tahminlenmesi. İstanbul
Üniversitesi, VII. Ulusal Ekonometri ve İstatistik Sempozyumu,
26-27 Mayıs.
Batırel, Ö.F. (1989). Türk Vergi Gelirlerini Arttırma Yolları,
Alternatifler ve Beklentiler. İstanbul: İTO Yayını, Sayı:15.
Batırel, Ö.F. (1993). Çağdaş Vergi Politikası.İstanbul Üniversitesi
Maliye Enstitüsü Konferansları, Prof. Dr. Bedii N. Feyzioğlu’na
Armağan, İstanbul: Güray Matbaası, M.E. Yay., No:77
140
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Bilici, N. (2004). Vergi Hukuku (Genel Kısım, Türk Vergi
Sistemi). 9. Baskı, Ankara: Seçkin Yayınevi, Kasım.
Çavuş, A. (2001). “Kaçakçılık Suçunda Netice Unsuru,” Yaklaşım,
Yıl:9, Sayı:104, Ağustos.
Çetintaş, H. Vergil, H. (2003). “Türkiye’de Kayıt dışı Ekonominin
Tahmini,” Doğuş Üniversitesi Dergisi.
Derdiyok, T. (1993). “Türkiye'nin Kayıt Dışı Ekonomisinin Tahmini,”
Türkiye İktisat Dergisi, Mayıs.
Eker, A. , Tüğen, K. (1995). Kamu Maliyesine Giriş. İzmir: Takav
Matbaacılık.
Gündüz, Z. (2005). “Türkiye’de Vergi Nasıl Kaçırılıyor?” Mali Çözüm
Dergisi, Sayı:73.
Güven, M. (1995). Türk Vergi Sisteminde Vergi Kayıp ve Kaçakları,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir.
Ilgın, Y. (1999). Kayıtdışı Ekonomi ve Türkiye’deki Boyutları.
Ankara: DPT Yayın No: 2492, Uzmanlık Tezi.
Işık, N. , Acar, M. (2003). “Kayıtdışı Ekonomi: Ölçme Yöntemleri,
Boyutları, Yarar Ve Zararları Üzerine Bir Değerlendirme,”
Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Dergisi, Sayı: 21, Temmuz-Aralık.
Kıldiş,
Y.
Kayıt
Dışı
Ekonomi.
www.canaktan.org/ekonomi/kamu_maliyesi/maliye-genel/digeryazilar/kildis-kayit-disi.pdf, 25 Aralık 2006.
Kırkulak, B. (1999). “Türkiye’de Kayıt Dışı Ekonominin
Vergilendirilmesi,” Vergi Sorunları Dergisi, Sayı:132, Eylül.
Kuruca, Z. (1968). Türkiyede Vergi Kaçakçılığı Üzerine Bir Deneme.
Maliye Enstitüsü Konferansları, 15 Seri, İstanbul: İ.Ü.İ.F. Yay.
No:34, Sermet Matbaası.
Mavral, Ü. (2001), “Karapara Kayıtdışı Ekonomi İlişkisi ve Türkiye’ye
Yansımaları,” Vergi Denetmenleri Derneği Yayını, Ankara:
Şafak Matbaacılık.
Nadaroğlu, H. (1992). Kamu Maliyesi Teorisi.8 Baskı, İstanbul: Beta
Yay. Dağ. A.Ş. Türk, İ. (1992). Kamu Maliyesi. Ankara: Turhan
Kitabevi.
Önder, İ. (1992). “Vergiye Psikolojik Direniş,” Görüş, Mayıs, S.3.
Özsoylu, A. F. (1994). “Kim Kazanıyor Kim Kaybediyor?” Ekonomik
Forum, TOBB 2.
P. Herber, B. (1979). Modern Public Finance. Forth Edition, Richard D.
Irwin, Inc. Homewood.
141
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Sarılı, M.A. (2002). “Türkiye’de Kayıt Dışı Ekonominin Boyutları,
Nedenleri, Etkileri ve Alınması Gereken Tedbirler,” Bankacılar
Dergisi, Sayı:41.
Tanzı, V. (1983). “The Underground Eonomy in the United States:
Annual Estimates 1930-80,” IMF Staff Papers, 30.
T.C.M.B, http://www.tcmb.gov.tr/
Temel, A. , Şimsek, A. ,Yazıcı K. (1994). Kayıtdışı Ekonomi Tanımı,
Tespit Yöntemleri ve Türk Ekonomisindeki Büyüklüğü.
Ankara: DPT, 33.
Us, V. (2004). “Kayıtdışı Ekonomi Tahmini Yöntem Önerisi: Türkiye
Örneği, Tartışma Metni,” 2004/17, Türkiye Ekonomi Kurumu,
Haziran.
Vergi Usul Kanunu, http://www.gelirler.gov.tr.
142
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
OKULA DAYALI YÖNETİMDE DENETİM SİSTEMİNİN
İŞLEVSELLİĞİ VE KATKISININ DEĞERLENDİRİLMESİ∗
∗
Şaduman KAPUSUZOĞLU∗
ÖZET
Toplumda değişme ve gelişmenin gerçekleştiği öğrenme
merkezleri olan okulların toplumsal sorumluluklarında meydana gelen en
önemli yeniliklerden birisi" Okul Dayalı Yönetim Anlayışı" dır. Amacı,
okul çevresini geliştirmek, yönetimin etkinliğini yükseltmek, personelin
iş doyumunu yükseltmek ve personeli sürekli geliştirmek ve okul
etkinliklerini yakın ve uzak çevre ile işbirliği halinde iyileştirmektir. Bu
değişmeler, okul ortamında ve çevresinde bulunan kişilerin görev
alanlarında ve rollerinde de genişlemeye neden olmaktadır.
Bu çalışmanın amacı, denetim sisteminin, okula dayalı yönetim
anlayışının uygulanmasındaki rolünün ve katkısının, yönetici öğretmen
ve müfettişler açısından değerlendirilmesi ve önerilerin sunulmasıdır. Bu
amaçla Bolu ilinde ilköğretim okullarında göreli öğretmen, yönetici ve
müfettişlerin görüşleri, Müfettiş Yeterlilikleri Anketi yoluyla
değerlendirilmiştir.
Sonuçta, müfettişler, söz konusu yeterlilikleri yerine
getirdiklerini belirttiler. Yönetici ve öğretmenler, bu görüşe
katılmamaktadırlar.
Anahtar Kelimler: Okula Dayalı Yönetim, Denetimin İşlevselliği
Karara Katılma, Örgütsel Yenileşme:
ABSTRACT
One of the most, important improvements realized in the social
responsibilities of schools where the changes and innovatians have been
carried out is, "School-based management" .Its aim is to improve the
school-environment, to ugprade the work-satisfaction of personnel and to
train personnel continuously and to develop the school activities in
cooperation with environment.
These changes have caused the changes in the roles of the people
in the school and the environment. The purpose of the study is to evaluate
∗
Bu makale, 6-9 Temmuz 2004 tarihleri arasında düzenlenen XIII. Ulusal Eğitim
Bilimleri Kurultayında bildiri olarak sunulmuştur.
∗∗
Yrd. Doç. Dr. , Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri
Bölümü Öğretim Üyesi
143
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
the role and contribution of supervisory system in the application of
school-based management by the opinions of administrators, teachers and
supervisors and to subm it suggestions.
For this purpose, the opinions of teachers, administrators and
supervisors were evaluated by "Supervisory Proficiencies Questionnaire".
At the end, it was found that supervisors stated that they realized their
role effectively but the teachers and administrators didn't agree with
them.
Key Words: School -Based Management, Functionality of Superversion,
Shared Decision-Making Organizational Improvement.
Giriş
21.yüzyılda, dünyada, her alanda büyük bir değişim yaşanmakta
ve değişim var olmanın temel bir koşulu haline gelmektedir. Bu durum,
tüm diğer sistemler gibi, eğitim sistemini de etkilemekte ve eğitim
uygulamalarında, yeni yönetim anlayışının uygulanmasını zorunlu hale
getirmektedir.
Bu çalışmanın amacı da, bu yeni yönetim yaklaşımlarından birisi
olan "Okula Dayalı Yönetim" anlayışının uygulanmasında, denetim
sisteminin işlevselliğini ve katkısını değerlendirmektir. Bu amaca dönük
olarak yönetim anlayışındaki gelişmeler, örgütsel yerleşme kapsamında
okula dayalı yönetim anlayışı gerekçeleri, uygulama adımları ve
çalışanların (öğretmen, yönetici, müfettiş) ve velilerin sorumlulukları ve
görevleri araştırma bulgularıyla açıklanmaktadır.
Yönetim Anlayışındaki Gelişmeler
Yönetim bilimini zenginleştiren ve bugünkü düzeye ulaştıran
yaklaşımlar: 1-Yapıya ağırlık veren geleneksel ya da klasik yaklaşımlar,
2-İnsana ve yönetimin çevresiyle etkileşimine ağırlık veren davranışçı ve
çevresel yaklaşımlar, 3-Örgütü bir sistem olarak gören örgütsel ya da
sistemsel yaklaşımlardır.
Böylece; yönetim anlayışında, yönetimi kamu hukukun bir
parçası sayan anlayıştan (1887-1927) yönetimi teknik bir birim olarak
yapı yönünden ele alan klasik anlayışlara (1909-1945), sonra da örgütteki
insan ve grupları çeşitli açılardan inceleyen davranışçı anlayışları (19301945), yönetimi yalnızca teknik ve davranışsal bir birim değil, aynı
zamanda çevresiyle bağımlı ve onunla etkileşen dinamik bir birim olarak
gören anlayışlar (1946-1958) ve onunda örgütte yönetimin sistem
olduğunu inceleyen anlayışlara kadar bir gelişme olmuştur (Preston,
1977).
144
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Eğitim örgütlerinin birer sosyal sistem olması nedeniyle, klasik
yönetim kuramı anlayışına uygun olarak yönetilmesi beklenemez. İnsanın
makine gibi görüldüğü bir örgütte, örgüt yapısını oluşturan ilişkiler,
insanların kendilerini gerçekleştirmesine imkan sağlamaz. Mevzuat
kurallarına aşırı bağlılık, mevzuatın bir araç olarak görülmesini
engelleyebilir. Otoriter tutum ve davranışların sergilenmesi ise, öğretmen
ve öğrencilerin yaptıkları işten doyum elde etmelerini engelleyebilir.
Neo-klasik kuramların başlıca ele aldıkları konular, insan
davranışı, kişilerarası ilişkiler, gruplar oluşması, grup davranışları,
informal örgüt, tutumlar, güdüleme, önderlik karar verme, örgütlerdeki
değişim ve gelişmedir (Bayrak, 1999) .
Örgütteki insanın mutluluk ve esenliğini sağlamak kadar,
çevredeki değişmelere ayak uydurmak ve çevre ile olumlu ilişkiler
geliştirmek yeteneği de yönetimde etkinliğin temel boyutlarından biri
durumuna gelmiştir. Okul, çevresiyle etkileşimde bulunurken demokratik
liderlik, demokratik yönetim, gönüllü işbirliği, iletişim, doğal örgütler
grup çalışmaları, yetki kabulü kararlara katılma gibi konulardan
yararlanmış ve bu anlayışlar eğitim yönetimine yeni ufuklar açmıştır
(Kaya, 1993).
Davranışçı görüşler, okul yönetimi kadar, öğretim programlarını
da etkilemiştir. Çocuğu yaşama hazırlamak, insanı merkeze almak, insan
ilişkilerini geliştirmek, yönetime katılmak, yönetsel davranış olarak
sayılmıştır (Bursalıoğlu, 1991) .
Yönetimi, örgüt anlamında kavramlaştıran ve örgütü bir sistem
olarak gören sistem teorisiyle, yönetsel eylemlerin yer aldığı örgütü, onun
çevresi, örgütün iç ve dış öğelerini, bu öğelerin birbirleriyle ilişkilerini ve
etkileşimlerini inceleyerek örgütsel ve yönetsel sorunların temel
nedenlerinin açıklanmasına çalışılmıştır. Etkileşim sürecinde, okulun,
eğitimsel kararların oluşturulmasında, öğretmenlere, öğrencilere ve okul
çevresine ne derecede katkısı olduğu, her öğrenciye kapasitesinin son
noktasına kadar geliştirmesi için ne önemde program düzenlenmesi
yaptığının saptanması önem taşımaktadır.
Okul örgütlerinin de, örgütsel yapıda bulunduğu konum itibariyle
dengede kalması için okul çevresinden dönüt alması gerekmektedir. Bu
nedenle, okul yönetiminin okulun düzenlediği, sosyal, kültürel ve sportif
etkinliklerden okul çevresini ne ölçüde bilgilendirdiği tepkilerini ne
düzeyde dikkate aldığı, yapılacak etkinlikleri öğretmen, öğrenci, veli ve
okul çevresiyle ne ölçüde paylaştığı, etkinlik düzenlenmesinde kararın
birlikte oluşturulması için ne derece fırsat verdiği konularının bilinmesi,
sistemin daha etkili çalışması için zorunlu hale gelmiştir. Başka bir
deyişle, geleneksel eğitim anlayışından örgütsel kültür, örgütsel yapı
kavramlarını da içine alan çağdaş eğitim anlayışına geçiş, sorunların
145
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
çözümüne alternatif olarak görülmektedir. Bir örgüt olarak, okul kültürü
okulda görevli personelin paylaştığı duygular, normlar, etkileşimler,
etkinlikler, beklentiler, varsayımlar, inançlar tutumlar ve değerler bütünü
(Çelik, 1993) olduğuna göre, buna bağlı olarak, okulda nelere önem
verildiği, nelerin değersiz bulunduğu nasıl hareket edileceği gibi
konularda çalışanlar arasında bir ortaklaşma doğacaktır (Balcı, 1993).
Okul yapısını biçimlendiren rol, ilişki ve sorumluluklarda yeni
anlayışlar geliştirme, örgütsel yenileşme ve okul kültürü oluşturma
sürecinde, vizyon sahibi olunması ve bunun uygulamaya yansıtılması
gereklidir.
Örgütsel yerleşme ve yetkinin ilgili birimlere devredilmesi
çabalarına yönelik olarak Milli Eğitim Bakanlığının çalışmaları vardır.
Eğitim Bölgelerinin oluşturulması buna bir örnektir (M.E.B. T.D. 2506).
"Milli Eğitim Bakanlığına Bağlı Eğitim Kurumları Yöneticilerin Atama
ve Yer Değiştirmelerine İlişkin Yönetmelik" (R. G. 23472) hükümlerine
dayalı olarak hazırlanan "Eğitim Bölgeleri ve Eğitim Kurumları
Yönergesi" okulun çevre ile bütünleşmesi, akademik çevre ile okulun her
alanda işbirliğine yönlendirilmesi, okulun iç ve dış öğeleri ile sivil toplum
örgütleri, yerel yönetimler ve özel sektör temsilcilerinin eğitim yönetim
ve karar süreçlerine katılımı ile katkılarının sağlanması gibi amaçları
içermektedir.
Eğitim bölgesinde öğretimin talep alanını oluşturan kesimlerin,
eğitimle ilgili alınacak karar ve yönetim süreçlerine katılımının
sağlanması, bölgenin eğitime ayrılabilecek var olan kaynaklarının
harekete geçirilmesi ve sorunların yerinde çözümünün sağlanması ilke
olarak benimsenmiştir. Ayrıca, eğitim bölgelerinde, öğretmen,
öğrencilerin ve çevrenin etkileşiminin en üst düzeye ulaştırılması,
öğrencilerin öğrenmeye istekli hale getirilmesi, öğretmenlerin mesleki
doyumlarının sağlanması ve eğitim kurumu ve çevre birlikteliğinin
gerçekleştirilmesi hedeflenmiştir.
Örgütsel Yenileşme Kavramı Kapsamında Okula Dayalı Yönetim
Anlayışı:
Okula dayalı yönetim anlayışının çeşitleri açıklamaları
yapılmıştır. “Okula dayalı yönetim" son yıllarda eğitimin geliştirilmesi
için önerilen en önemli birkaç yenlikten biridir. Karar verme yetkisinin
okullara verilmesi, 1980'lerden sonraki en önemli eğitim stratejisidir"
(Oswald, 1995). White'a göre bölgenin ve okul örgütünün tümünü
değiştiriyor ve rollerin büyük bir kısmını yeniden düzenliyor. (White,
1988).
Arterbury ve Hord (1991), okula dayalı yönetimi, yerelleşme,
yeniden yapılandırma, katılımcı karar verme, okula dayalı otonomi gibi
146
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
kavramlarla özdeşleştirmektedir. Okula dayalı yönetimde öğretmenler,
müdürler, bölge eğitim yöneticileri, öğrenciler ve toplumun diğer
üyelerinden oluşan ortak grup kararlarının alınması önemlidir. Okula
dayalı yönetim, daha çok karar vermeye, katılımcı esnekliğe, çalışma
rolünde değişmeye ve ilkeleri daha çok uygulamaya yöneltir ve
öğrencinin, öğrenme ürünlerini artırır, yeniliği getirir, rekabeti artırır,
fonu düşünür ve böylece tüm sistemi etkiler (Dempster, 2000).
Okula dayalı yönetim, otoritenin ve sorumluluğun, işin
gerçekleştiği yerdeki en yakın kişilerle paylaşılmasıdır (Ferlie,
Ashburner, Pettgrew, 1996). Başka bir deyişle, okula dayalı yönetim
modeli, karar verme sürecinin merkezden okullara yöneltilmesidir
(Eranson, 2001).
Yeni araştırmalar, okula dayalı yönetimin, eğitimde öğrenci
merkezli olmada, demokratikleşmede, yetki aktarımında, okulun
işlevlerinin gerçekleştirilmesinde, kültürün yeniden yapılandırılmasında,
güçlü bir eğitim reformu haline gelmesi gereğini vurgulamaktadır (Güçlü,
2000).
Okula dayalı yönetimin temel varsayımları: a)Öğrencinin
yükselmesi akademik başarısı; b)Sorumluluğun artması, c)Yetkilendirmeortak okul kültürünü yaratma, d)Politik fayda-okul toplumu üyelerinin
okula sahiplenmesini artırır (Chapman, 1990).
Okula Dayalı Yönetim Anlayışının Gerekçeleri
-Katılma davranışı ile yöneticiler, yönetilenlerin benlik gereksinimlerinin
doyumunu sağlamaktadır (Bayrak, 1996).
-Eğitim sistemi çevresinden güç alır (Başaran 1993).
-Toplumsal açık sistem olan eğitim örgütlerinin temel sistemi olan
okulların kendine özgü kültürleri vardır. Okullar yaptıkları
uygulamalarda okula kendi farklı kimliğini verir (Açıkgöz, 1994). Bu
etkinliklerin kararlaştırılması ve planlaması, sadece okul yönetimi
tarafından yapılması halinde başarı şansının az olacağı düşünülmektedir.
Oysa, çocukların katılımı ise hem başarı hem de iş doyumunu
sağlayabilir.
-Hiçbir sistem iç ve dış gelir tarafından desteklenmeden değiştirilemez
(Özdemir, 1998). Örgütsel yenileşme kararı yönetici ve işgörenlerle
birlikte ele alındığında, işgörenlerin yeniliklere karşı çıkma olasılığı da
azalır (Sabuncuoğlu, 1987).
-Kararlara katılma, örgütsel iletişimdeki olumsuzlukları da ortadan
kaldırır (Watkins, 1991). Eğitim örgütler; bireylerin "iyi insan", "iyi
yurttaş" , ve "iyi meslek sahibi" olma işlevini yerine getirirken, belirlenen
hedeflere ulaşmada katılımı ve paylaşımı sağlamaları durumunda başarılı
olabilirler (Yemenci, 2001).
147
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
-Katılım ve paylaşım, çağdaş ve demokratik örgüt özünde bir insan hakkı
olan katılım becerisinin eğitim örgütlerinde geliştirilmesi, sistemin
işleyişi açısından bir zorunluluk taşımaktadır (Bayrak, 1996).
-Eğitim sisteminin işleyişinde, karar alıcı durumundaki yöneticiler, alınan
kararı uygulayıcı durumundaki işgörenlerle paylaşmadığı zaman, alınan
kararın başarı şansı zayıf olacaktır (Özdemir, 1998).
Okula Dayalı Yönetimde İzlenecek Adımlar
• Sistemdeki farklılıkları geliştirmek,
• Sistemin ve okulun neye hazır olduğunu belirlemek,
• Okulla ilgili çevrede yer arayanlardan oluşan bir komite kurmak,
• Eğitimi geliştirmek için gerekli değerleri tayin etmek,
• Eğitimin hedef ve öncelliklerini belirlemek,
• Kendini geliştirme, komiteyi seçme, gerekli bilgileri toplama ve yeni
bütçe işlemini uygulamak için gerekli zamanı planlamak.
• Komite üyelerini eğitmek ve sistemi öğretmek,
• Yürütmenin ihtiyaçlarına göre, yönetme, değerlendirme ve düzenleme,
• Engelleri ortadan kaldırmak için hazırlıklı olmaktır (Oswald, 1997).
Okula Dayalı Yönetimde Başarılı Olma Yolları
• Öğrencinin eğitim ve öğretimi üzerinde odaklanmış açık bir misyonla
işe başlanmalı,
• Karar vermenin gelişiminde açık ve net aşarılar hedeflenmeli,
• Bir dizi yenilik geliştirilmeli,
• Öğretmenlere, velilere ve diğer toplum üyelerine okulla ilgili işlerde
yetki verilmeli, sorumluluklarının farkında olmaları sağlanmalı,
• Gerekli uzmanlardan temel konularda yararlanılmalı,
• Örgütün bütün düzeylerinden aktif destek sağlanmalı,
• Küçük veya büyük her başarı ödüllendirilmelidir,
• Gelişme üzerine odaklanmış işbirlikçi bir okul kültürü oluşturmak için
çalışılmalıdır. (Oswald, 1977).
Okula Dayalı Yönetimde Yeni Roller ve Sorumluluklar
Okula dayalı yönetimde, hem okullara hem de görevlilere yeni
roller ve sorumluluklar yüklenmektedir. Bunlar, şöyle özetlenebilir
(Duttweiler, 1989).
-Yöneticiler, değişimin temel yürütme görevlisi olarak ifade edilirler.
Politikaları zorla kabul ettirmekten çok, çalışanlarla otoriteyi paylaşma
öğretim yöneticisi olarak eğitim sürecinde daha çok yakınlaşma rolünü
üstlenirler.
Oswald'a göre yöneticiler, okul programları, yönetimi paylaşma,
bölgesel karar verme gibi alanlarda daha fazla yetki ve sorumluluklara
148
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
sahiptir. Yöneticilerin, okul genelindeki ihtiyaçlara göre, hedefleri
belirleme, müfredatı seçme ve geliştirme, eğitim ve öğretim yöntemleri
belirleme, aileleri bilinçlendirme, diğer bölge okullarıyla uyumlu çalışma
gibi rolleri vardır. Yöneticiler, yönetim süreçlerini çok iyi bilmeli ve
personel yönetimi, iş yönetimi, bina ve tesisatın uygun şekilde kullanımı,
güvenlik, iletişim ve halkla ilişkiler konularında iyi yetişmiş olmaları
gereklidir. Yöneticiler, karar verme gruplarını geliştirme, güçlendirme ve
planlama ve örgütleme, güdüleme ve değişiklikleri yönlendirme görevleri
de vardır. Yönetilenlerin yeni rolü, bütün personelin okul başarısındaki
rollerini en yüksek düzeye çıkarmanın yollarını bulmaktır. Okula dayalı
yönetimin yöneticiler üzerindeki etkisi, arabulucu, dengeleyici ve
uzlaştırmacı rolü üstlenen yöneticilerin, daha işbirlikçi karar verme
rejimlerine doğru hareket etmede beceri ve kapasiteleri yönünden belirli
bir mücadele vermeleridir. Yönetim modelinin okula kazancı, okulda
katılımcı işleyiş modelini gerçekleştirmesidir (Cranson, 2001).
Öğretmenler, okula dayalı yönetimin, güçlü, güvenli ve en önemli
aşamalarındandır. Öğretmenler, planlama yaparak, sınıf liderliği yaparak
ve eğitim-öğretim programları geliştirerek karar vermeye katılırlar. Bu
modelin öğretmenler açısından katkısı, daha çok açıklık, aileleri ve
toplumu kabulü içine alan yeni bir mesleki profesyonelleşmeyi
sağlamasıdır (Cranson, 2001). Öğretmen, okul iklimi, öğrenci
devamsızlığı, disiplin politikaları, bölgesel politikalara göre materyal
seçme, öğretme yöntem ve stratejileri, personel gelişimi ve hedef
planlamasında kararlara katılmalıdırlar.
Kabadayı (1982)tarafından karara katılım konusunda yapılan
araştırmanın sonucu, doyumsuzluğun öğretmenlerin karara katılmalarını
sağlayıcı, örgütsel ortamların bulunmayışına bağlı olduğunu ortaya
çıkarmıştır, Açıkgöz (1984) araştırmasında, iş doyumunun karar
koşullarına olumlu ve anlamlı olarak bağlı olduğunu vurgulamıştır.
Ertekin (1978) ve Yıldırım (1989) araştırmalarında, öğretmenlerin her
türlü karara
katılmak istediklerini belirtmektedirler.
Veliler ve toplum üyeleri okula dayalı yönetimde yetki sahibi
olmalıdırlar. Velilerin okul işleyişinden haberdar edilmeleri, öğrenci
motivasyonunu da olumlu etkilemektedir. Toplum, okula desteği
verebilmek için öğrenci ihtiyaçları konusunda bilinçlendirilmeli ve bu
sorumluluğu duymalıdır.
Öğrenciler de, okula dayalı yönetim
kurullarında görüşlerini belirtirler.
Okula dayalı yönetim anlayışında, Duttweiler (1989), eğitim
yöneticisine, şu görevleri vermiştir:
-Okula dayalı yönetim anlayışının neden istenilir olduğu konusunda
anlayış ve desteği sağlama.
149
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
-Farklı okulların değişme ve gelişme konusundaki farklılıklarını ve
kendilerine özgürlüklerini destekleme.
-Yöneticilere destek olma, yöneticilerle ve onlar için hazırlıklı gelişim
planları geliştirme, planlama ve eğitim için kaynak tahsis etme, belirlenen
ihtiyaçlar doğrultusunda eğitim ve geliştirme etkinlikleri ve gelişimi
değerlendirme ve izleme yardımı yapmadır (Duttweiler, 1990).
Bu çalışmada amaç edinilen müfettişlerin okula dayalı
yönetimdeki rolü ve işlevselliği yukarıda belirtilen eğitim yöneticisini
rolü ile örtüşmektedir. Blale ve Mouton (1976), denetmenlerin bu
değişme sürecinde gerçekleştirecekleri katkıları şöyle özetlemektedirler:
Denetmenler, öğretmenleri değişmeyi/sorunu yeni bir bakış açısıyla
görmelerini sağlayacak sorular yöneltmeleri ve katkıda bulunmaları,
durumu teşhis etme ve soruna en uygun çözümü bulma konusunda
tartışma, sonuçlardan sorumlu kriter yoluyla süreci hızlandırma, gerekli
ilkeleri, teoriler ve modelleri durumu analiz etme, alternatifleri test etme,
sonuçlara ulaşma alternatifleri ve değerlendirme konusunda rehberlik
etmedir (Lovell, Wiles, 1982).
Yöntem
Bu araştırmanın amacı; okula dayalı yönetim anlayışının
uygulanmasında denetim sisteminin işlevselliğini ve katkısını ve bugünkü
durumunu öğretmen, yönetici ve müfettişlerin görüşleri yoluyla
belirlemek ve önerler sunmaktır.
Bu amaca dönük olarak, Bolu İli’nde seçilen ilköğretim
okullarında görevli öğretmen (57) yönetici (16) ve müfettişe (13) veri
toplama aracı olarak anket uygulanmıştır.
Milli Eğitimi Geliştirme Projesi kapsamında hazırlanmış Okul
Gelişim Modeli "Educational Administration and Supervision" adlı
çalışmadan yararlanılarak geliştirilen Müfettiş Standartları Anketi”
(Proposed Program of Study, 1996) 64 maddeden oluşmaktadır.
Bu ankette müfettiş yeterlilikleri, a)Eğitim Bilimi, b)Eğitim
Yönetimi, c)Rehberlik ve Danışmanlık Hizmetleri, d)Kişilik Özellikleri
ve Diğer Beceriler (Çatışma yönetimi, görüşmeleri etkileme, insan
kaynaklarını geliştirme, ekip çalışmaları, yaratıcı düşünme, örgütsel
gelişim ve uyum, teknolojik bütünlük ve vizyon faktörü)dir. Bu ankette
okula dayalı yönetim anlayışının vurguladığı nitelikler bulunmaktadır.
Anketin güvenirlilik katsayısı Cronbach = 0.98'dır.
Araştırmada, bu rollerin gerçekleştirilmesine ilişkin yönetici,
öğretmen ve müfettişlerin görüşleri değerlendirilmiştir.
150
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Bulgular Ve Yorum
Anketin uygulanması sonucunda, müfettiş yeterliliklerinin yerine
getirilmesi konusunda müfettiş ve öğretmen görüşleri arasında fark
bulunmuştur (Tablo 1-2).
Tablo 1-Öğretmen Müfettiş Görüşleri Arasındaki İlişki
Tablo 1 incelendiğinde, öğretmen ve müfettiş arasında
yeterliliklerin yerine getirilmesine ilişkin görüşler açısından farklılık
görülmektedir.
Tablo 2-Bağımsız Örnekleme Testi
Tablo 3 ve 4 incelendiğinde, yönetici ve müfettişlerin
yeterlilikleri yerine getirme açısından görüşleri arasında anlamlı bir fark
görülür.
Tablo 3-Yönetici -Müfettiş Görüşleri Arasındaki İlişki
Tablo 4: Bağımsız Örneklemler Testi
151
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Tablo 5 ve 6 değerlendirildiğinde, öğretmen ve yönetici görüşleri
arasında anlamlı bir farkın olmadığı görülmektedir.
Tablo 5: Öğretim-Yönetsel Görüşleri Arasındaki İlişki
Tablo 6:Bağımsız Örneklemler Testi
Araştırma bulguları müfettişlerin kendilerinden beklenilen ve
okula dayalı yönetim kapsamında olan standartları istenilen düzeyde
yerine getirmediklerini ortaya koymaktadır. Bu sonuç, diğer araştırma
sonuçlarıyla da desteklenmektedir.
Özdil (1997) yılında yaptığı "Milli Eğitim Bakanlığı
Müfettişlerinin
Görevlerini
Gerçekleştirme
Düzeyleri"
adlı
araştırmasında, müfettişlerin çağdaş denetim anlayışına göre rehberlik
yapma, öğretim liderliği, araştırma geliştirme ve öğretimi iyileştirme
gereksinimleri yeterince yerine getirmediklerini ortaya koymuştur.
Ünal (1999) da, "İlköğretim Deneticilerinin Rehberlik Kolunu
Gerçekleştirme Yaklaşımları" adlı araştırmasında, denetçilerin rehberlik
yaparken, koşulsuz saygı, açıklık, dürüstlük ve empatik anlayış ilkelerine
"biraz" uyduklarını göstermiştir.
Aynı şekilde Arabacı (1995) tarafından "İlköğretim
Müfettişlerinin Denetim İlkeleri Konusundaki Yeterlilikleri " adlı
araştırmada denetmenlerin denetimde açıklık, planlılık, sorumluluğu
paylaşması, birlikte değerlendirme ve süreklilik ilkelerini uygulama
konusunda yönetsel ve öğretmenlerden farklı düşünmekte olduklarını
ortaya koymuştur.
Kapusuzoğlu (2002) tarafından yapılan “Denetmenlerin
Değerlendirilmesi” konusunda yapılan araştırma ile Memişoğlu (2001)
tarafından "Çağdaş Eğitim Denetimi İlkeleri Açısından İlköğretim
Okullarında Öğretmen Denetimi Uygulamalarının Değerlendirilmesi"
152
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
konusunda yapılan araştırma sonucunda, denetim sisteminin kendisinden
beklenen görev yerine getiremediği ve öğretmenlerin meslekleri
geliştirmelerinde yeterince etkili olmadıkları ve daha çok bürokratik
görevleri yerine getirdikleri vurgulanmıştır.
Bu durum, Kapusuzoğlu (1988) tarafından yapılan “Son 10 Yılda
İlköğretim Müfettişlerinin Rolünde ve Teftiş Uygulamalarında
Değişmeler" araştırmada vurgulandığı gibi, müfettişlerin denetleyeceği
öğretmen sayısındaki artış, iş hacminin yoğunluğu, zamanlama güçlüğü,
hizmet içi eğitim seminerlerine düzenli olarak katılmama ve modern teftiş
anlayışını uygulamaya yansıtmama gibi nedenlerden kaynaklanmaktadır.
Sonuç ve Öneriler
Örgütsel yenileşme çabalarından birincisi olan okula dayalı
yönetim uygulamasının gerçekleştirilebilmesi için, araştırma bulgularına
dayalı olarak şu öneriler sunulabilir:
1-Örgütsel yenileşme konusu ile ilgili alanlarda (katılımcı, paylaşımcı,
yetkilendirici yeniliklere açık olma vb.) öğretmen yönetici ve
müfettişlerin yeterliliklerini geliştiren ve rol değişmelerini anlamaları ve
uygulamaya yansıtmalarını sağlayan, gücün paylaşılması konusunda
isteklilik uyandıran, hizmet öncesi, hizmet içi eğitim seminerleri mesleki
toplantılar ve konferanslar düzenlenmelidir.
2-Okula dayalı yönetim sürecinin geliştirilmesine yönelik, taraflarca, okul
gelişim planları hazırlanmalıdır.
3-Öğretmen, yönetici ve denetmenlerin okula dayalı yönetime ilişkin
rollerini en etkili bir şekilde yerine getirebilmeleri için sistemin yapı,
süreç ve anlayış yönlerinden geliştirilmesi ve bunun yasal ve yönetsel
önlemlerle desteklenmesi büyük önem taşımaktadır.
KAYNAKÇA
Açıkgöz, K. (1994). Öğretmenlerin Okuldaki Karara Katılımı.
Yayınlanmamış Doktora Tezi. , Hacettepe Üniv. Sosyal Bil. Ens.,
Ankara.
Arterbury, E. , Hord, S. M. Site -Based Decision Making: Its Potential
for Enchanging Learner Outcomes.
Balcı, A. (1993). Etkili Okul -Kuram Uygulama ve Araştırma.
Ankara: Erek Ofset.
Başaran, İ. E (1993). Türkiye Eğitim Sistemi. Ankara.
Bayrak, C. (1999). Yönetim Biliminin Alanı ve Kapsamı. Milli Eğitim
Bakanlığı Yönetici Adaylarının Eğitimi Programı Ders Notları.
Eskişehir: Anadolu Üniversitesi.
Bursalıoğlu, Z. (1991). Eğitim Yönetiminde Teori ve Uygulama.
Ankara: Pegem Yayıncılık.
153
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Cranson, N. C. (2001). “Collaborative Decision-Making and SchoolBased Management: Challenges, Rheteoric and Reality”, Journal
of
Educational
Enquiry,
c:2,
n:2,
www.literacy.unisa.edu.aujee/papers/JEEVOL2NO2/2001.32.pdf
Erişim Tarihi: 17 Ocak 2008.
Çelik, V. (1997). Okul Kültürü Yönetimi. Ankara: Pegem Yayıncılık.
Chapman, J.D. (1990). School Based Decision-Making and
Management. London: The Falmer Press.
Dempster, N. (2000). “Guilty or Not: The İmpact and Effects of SiteBased Management on Schools”, Journal of Educational
Administration,
vol:
138,
ss:
47-63,
http://www.emerald.library.com, Erişim Tarihi: 17 Ocak 2008.
Duttweiler, P. C(1989) A Look At School -Based Management.
Insights on Educational Policy and Practice.
Ferlie, E. , Ashburner, L., Pettigrew, A. (1996). The New Public
Management in Action. Oxford: Oxford University Press.
Güçlü, N. (2000). "Okula Dayalı Yönetim", Milli Eğitim Dergisi, n: 48.
Kapusuzoğlu, Ş. (1988). Son On Yılda, İlköğretim Müfettişlerinin
Rolünde
ve
Teftiş
Uygulamalarında
Değişmeler.
Yayınlanmamış Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Ens. Ankara.
- (2002). “Denetçilerin değerlendirilmesi”, A.İ.B.Ü. Eğitim Fak.
Dergisi, c: 12, n: 3.
Kaya, Y. K.(1993). Eğitim Yönetimi, Kuram ve Türkiye'deki
Uygulama. Ankara: Set Ofset Yayıncılık.
Lovell, J. T. , Wiles, K. (1983). Supervision for Beter Schools. New
Jersey: Prentice Hall Inc.
MEB (1999). “Milli Eğitim Bakanlığı Eğitim Bölgeleri ve Eğitim
Kurulları Yönergesi”, Mili Eğitim Bakanlığı Tebliğler Dergisi.
Memişoğlu, S. (2001). Çağdaş Eğitim Denetimi İlkeleri Açısından
İlköğretim Okullarında Öğretmen Denetimi Uygulamalarının
Değerlendirilmesi. Yayınlanmamış Doktora Tezi. A.İ.B.Ü.
Sosyal Bil. Ens. , Bolu.
Oswald L. J. (1995). School -Based Management. Ed. No:99.
Özdemir, S. (1998). Eğitimde Örgütsel Yenileşme. Ankara: Pegem
Yayıncılık Ltd. Şti.
Preston, L. E. , Post, J. (1977). “The Third Managerial Revolution",
Academy of Management Journal. ss: 476 - 481.
Watkins P.(1991) "Developing Education in Victoria Tension in the Role
and Selection of Principals" Journal Of Educatronal
Administration, c: 29, n: 1, ss: 22 – 38.
154
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
White, P. A. Resource Materials on School-Based Management. New
Brunswick N. J. :Center for Policy Research in Education,
Rutgers University.
Yemenici, H. (2001). Okula Dayalı Yönetim. Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Anadolu Üniversitesi Eğitim Bil. Ens. , Eskişehir.
155
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
ÖĞRENME SERÜVENİNİN İZLENMESİNDE ÜRÜN SEÇKİ
DOSYALARININ (PORTFOLİO) KULLANIMI
Sevilay KİLMEN∗
ÖZET
Yapılandırmacı yaklaşımı yansıtan yeni ilköğretim programının
ölçme ve değerlendirme boyutuna ilişkin olarak çeşitli değişiklikler
yapılmış, performans değerlendirme, akran değerlendirme, ürün seçki
dosyası gibi değerlendirme yöntemlerinin uygulanma zorunluluğu
getirilmiştir. Yeni programın işleyişine ilişkin yapılan araştırmalarda
öğretmenlerin
yenilenen
ilköğretim
programının
öngördüğü
değerlendirme yaklaşımları hakkında bilgileri olmadığı ve verilen hizmet
içi eğitimin de yeterli olmadığı saptanmıştır. Bu araştırma, öğretmenlere
ve araştırmacılara, yenilenen programda yerini alan ürün seçki dosyası
(portfolio) kullanımına ilişkin bilgi sunmak amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Ürün seçki dosyalarının kullanım amaçları, eğitim ve öğretim
uygulamalarındaki yeri, öğrencilere ve öğretmenlere sağladığı yararlar,
üstün yönleri ve sınırlılıkları ele alınarak, ilgili literatür çerçevesinde
incelenmiştir.
Anahtar kelimeler: Ürün seçki dosyası, performans değerlendirme.
ABSTRACT
The changes about measurement and evaluation of revised
primary school education curriculum that reflected constractive approach
are quite new for teachers. In the research literature about revised primary
school education curriculum according to the process, it has been found
out that teachers do not know anything about the alternative assessment
approaches and the provided in-service training is not adequate. The aim
of this article is to provide information to teachers and researchers about
portfolio assessment. In this article, the aims of portfolio assessment, the
significance of it in education, the steps and advantages of portfolio have
been studied in the light of related literature review.
Key Words:, Portfolio, performance assessment
∗
Arş. Gör. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Ölçme ve Değerlendirme
Anabilim Dalı e-mail: [email protected]
156
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
1. GİRİŞ
Öğrenme ve değerlendirme eğitimin farklı iki parçası olarak
görülse de, her ikisi de birbiriyle bütünleşiktir. Ölçme ve değerlendirme,
öğrenmelerin, öğretmenin ve eğitim-öğretim sürecinin öğrencilere, neyi,
ne kadar kazandırdığı hakkında bilgiler veren, bu süreci betimleyen ve
geliştiren kalite kontrol aşamasıdır. Bu nedenle ölçme ve değerlendirme
eğitim-öğretim sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır.
Dünyada, son yıllarda eğitimde reform hareketleri başlamış ve
Türkiye’de bu yenilenme hareketlerinden etkilenmiştir. İlköğretim
programları yapılandırmacı yaklaşım çerçevesinde yeniden ele alınmış ve
değişiklikler yapılmıştır. Yenilenen ilköğretim programının ölçme ve
değerlendirme boyutuna göre, programda sadece ürün değil, öğrencilerin
öğrenme süreçlerinin de değerlendirilmesi istenmektedir. Program, her
öğrencinin kendini farklı yansıtabileceği düşüncesiyle değişik
değerlendirme araç ve yöntemlerini kullanmayı önermektedir. Bu amaçla
değerlendirmede, öğretmenlerin halen kullandıkları klasik ölçme araçları
(çoktan seçmeli, doğru–yanlış, eşleştirmeli testler, yazılı yoklamalar vb.)
yanında, süreci değerlendirmek için, performans değerlendirmesini,
öğrenci ürün dosyası hazırlanmasını, öğrencilerin duyuşsal izlenimlerini
izlemeyi, derse yönelik tutum ve kendilerine güvenleri hakkında bilgi
edinmek için ölçekler (gözlem, görüşme vb.) kullanılmasını da
öngörmektedir (MEB, 2005, 24-25). Fakat yeni programın işleyişine
ilişkin yapılan araştırmalarda öğretmenlerin yenilenen ilköğretim
programının öngördüğü değerlendirme yaklaşımları hakkında bilgileri
olmadığı, verilen hizmet içi eğitimin de yeterli olmadığı saptanmıştır
(Aydın, 2005; Gözütok ve diğerleri, 2005; Merter, 2005; Sever, 2005;
Yaşar ve diğerleri, 2005). Bu araştırma, öğretmenlere ve araştırmacılara,
yenilenen programda yerini alan ürün seçki dosyası (portfolio)
kullanımına ilişkin bilgi sunmak amacıyla gerçekleştirilmiştir. Ürün seçki
dosyalarının kullanım amaçları, eğitim ve öğretim uygulamalarındaki
yeri, öğrencilere ve öğretmenlere sağladığı yararlar, üstün yönleri ve
sınırlılıkları ele alınarak, ilgili literatür çerçevesinde incelenmiştir.
2. ÜRÜN SEÇKİ DOSYALARI (PORTFOLIO)
İngilizce’deki “portfolio” sözcüğü, daha çok sanatçıların kendi
tarzlarını ve anlayışlarını göstermek için tasarlanmış, sanatçının
çalışmalarını içeren bir derleme olarak kullanılmaktaydı. Eğitimde
kullanılan ürün seçki dosyasının amacı, “sanatçı portfolyosu”yla aynıdır
(Airasian, 1994, 263). Ülkemizde “portfolio” sözcüğünün, farklı yazarlar
tarafından, portfolyo, ürün dosyası, portföy, tümel değerlendirme, ürün
157
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
seçki dosyası gibi farklı kullanımları vardır. Yazar tarafından
“portfolio”yu ifade etmek için “ürün seçki dosyası” kullanılmıştır.
Popham (2000, 299)’a göre ürün seçki dosyası, öğrencinin başarı
ve beceri gelişimini gösteren çalışmalarının sistematik derlemesidir. Bu
süreç öğrenci çalışmalarını bir dosyada toplamaktan çok, bazı eğitim
amaçları doğrultusundaki gelişimi göstermeye yarayan kasıtlı olarak
seçilmiş çalışma örneklerini içermektedir (Airasian, 1994, 263; Paulson,
Paulson ve Mayer, 1991, 61). Ürün seçki dosyaları, öğrencilerin birer
bağımsız öğrenen olmalarını sağlayan, tanımlayıcı değerlendirme
araçlarıdır (Barootchi ve Keshavarz, 2002, 281). Yapılan bu
tanımlamalardan yola çıkılarak ürün seçki dosyası şöyle tanımlanabilir:
Belli bir zaman dilimi içerisinde, belli bir amaca yönelik olarak,
öğrencinin gelişimini ve başarısını yansıtan çalışmaların en iyilerinin,
öğrenci tarafından veya öğretmen-öğrenci işbirliği ile seçilmesi sonucu
oluşmuş çalışma örneklemidir.
3. ÜRÜN SEÇKİ DOSYASININ TÜRLERİ
Ürün seçki dosyalarının çeşitli türleri vardır. Öğretmen, amacına
uygun portfolyo türünü saptayabilmeli ve uygulayabilmelidir. Haladyna
(1997, 181), ürün seçki dosyası türlerini ve kullanımların aşağıdaki gibi
özetlemektedir:
a) İdeal ürün seçki dosyası: Amaç, öğrencinin kendi gelişimini ve
öğrenmelerinin yansımalarını görebilmesidir. Bu tür ürün seçki dosyaları
öğrencilerin, birer etkili öğrenen ve çalışmalarının değerlendiricileri
olmalarına yardımcı olmak için tasarlanır. Bu tür ürün seçki dosyalarının
toplanması bir not için önkoşul olarak kabul edilebilir fakat ideal ürün
seçki dosyaları not vermek için kullanılmazlar.
b)Vitrin tipi ürün seçki dosyası: Öğrenciye ait en iyi çalışmaları içerir.
Öğrencinin kendi kendini yansıtması ve seçimini kendisi yapması temel
alınır. Ölçme ve puanlama için uygun değildir. Çünkü standardize
edilmemiştir ve kendini yansıtma bir not ölçütü değildir.
c)Belge tipi ürün seçki dosyası: Bu türdeki ürün seçki dosyaları,
öğrencilerin kendisini yansıttığı gelişim kayıtlardır. Diğer türlere göre
daha yapılandırılmış ürün seçki dosyalarıdır. Not verme ve değerlendirme
için kullanışlı olmasa da, gelişimi gösteren ürün seçki dosyalarıdır. Nitel
ve nicel veriler elde edilmesini sağlar. Bu nedenle, bu tür ürün seçki
dosyalarında öğretmen yargıları değerlendirmenin önemli boyutunu
oluşturmaktadır.
d)Değerlendirme tipi ürün seçki dosyaları: Öğretmen tarafından
belirlenen ürünlerin standart koleksiyonudur. Öğrencinin kendi
seçimlerini yapmasına izin verilip verimemesi tartışmalı bir konudur.
Çünkü, seçilmiş ürünlerin karşılaştırılabilmesi çok zordur. Ürün seçki
158
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
dosyalarının türleri içinde not vermede kullanılan ürün seçki dosyası,
değerlendirme tipi olanıdır. Bu türdeki dosyaların değerlendirilmesinde,
üst düzey beceriler için dereceleme ölçekleri, alt düzey beceriler için ise
kontrol listeleri veya basit gözlemler gerekebilir.
e)Sınıf tipi ürün seçki dosyası: Her öğrenci için özetleyici yazılar,
öğretmen yorumları ve öğrencilerin kazanımlara ulaşma derecelerine dair
öğretmen notlarını içerir. Ürün seçki dosyalarının başarısına ilişkin,
sınıfın durumunu özetlemede kullanılır.
Buradan anlaşılacağı gibi ürün seçki dosyalarının hepsi öğrenciye
not vermek için kullanılmazlar. Ürün seçki dosyaları içinde not vermede
kullanılanlar sadece değerlendirme tipi olanlardır.
Öğretmenin
değerlendirme yapma amacına en çok uyan ürün seçki dosyasının
kullanılması gerekmektedir.
4. ÜRÜN SEÇKİ DOSYASININ ÖZELLİKLERİ
Wolf ve Siu-Runyan (1996) ve Wolf (1999)’a göre ürün seçki
dosyalarının temelinde şu özellikler yatmaktadır:
• Seçicidir: Ürün seçki dosyaları öğrenci çalışmalarının rasgele bir
karışımı değildir. Öğrencilere ait bilgiler, özel amaçlar
doğrultusunda seçici bir şekilde toplanır. Bu amaçlar ürün seçki
dosyalarını yaratan kişilere ve içeriğe göre değişebilir. Tüm ürün
seçki dosyaları özel amaçlar doğrultusunda (bazen örtük amaçlar
doğrultusunda) toplanır. Amaç öğrencinin öz değerlendirmesini
geliştirmesini sağlamak, öğrenmeleri belgelendirmek, öğretime
rehberlik etmek, velilere öğrencilerin gelişimi hakkında bilgi
vermek veya yöneticilere okulda uygulanan eğitim programının
etkililiği hakkında bilgi vermek olabilir. Bu amaçlar ürün seçki
dosyasına şekil verir ve ürün seçki dosyasının odağını belirler.
• Gelişim
kayıtlarının
ve
öğrencinin
çalışmalarının
derlemesidir: Bir ürün seçki dosyasının kalbi yazma çalışmaları,
okuma defterleri, işbirliği gerektiren projeler, yaratıcı sanat
çalışmaları gibi öğrenciye ait çalışmalardır. Bu çalışmaların
yanında, öz değerlendirmeler ve gözlem kayıtları için öğretmen
tarafından geliştirilen kontrol listeleri gibi öğrencinin gelişimini
gösteren kayıtlar da çok değerlidir. Bu kayıtlar öğrenci
çalışmalarının tamamlayıcısı değildir. Tutum ve motivasyon gibi
öğrencinin çalışmasında görülemeyecek önemli özellikler
hakkında bilgi edinmeyi sağlarlar.
• Çeşitli bilgiler içerir: Öğrenme alanı, içerik alanı ve iletişim
çeşitlerini içeren bir karışımın içinden toplanmalıdır. Aksi
taktirde, bireysel yetenek ve ilgiler açığa çıkarılamaz. Bu yöntem,
159
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
•
•
•
•
160
farklı bilgi kaynaklarını kullanarak daha eksiksiz bir tablo çizmek
anlamına gelmektedir.
Zaman içindeki gelişimi gösterir: Ürün seçki dosyalarının
baskın özelliklerinden biri de zaman içinde öğrencinin gelişimini
gösterebilmesidir. Ürün seçki dosyaları zaman içindeki
gelişmeleri ses ve renkleriyle gösteren bir filmken, standart
testler siyah beyaz fotoğraflar gibidir. Zaman içindeki gelişmeleri
gözlemlemek, ürün kadar süreci de belgelendirmeye izin verir.
Hem öğretmenin hem de öğrencinin, performanslarının gidişatını
görmelerini mümkün kılar.
Düşünceleri aksettirir: Bir ürün seçki dosyası düşünceleri
yansıtıcı şekilde düzenlenmelidir. Bir öğrencinin yaptığı
çalışmaları toplamak ve gözden geçirmek “çalışmanın öyküsü”nü
inceleme fırsatını yaratır. Bu nerede olduğumuzun ve olmak
istediğimiz noktanın değerlendirmesidir. Düşünceler, okuyucu
olarak kendilerini yansıtan kitap kapağı düzenleme veya edebiyat
konusunda bilgili bir düşünür gibi hikaye grafiği hazırlamak gibi
biçimlerle de ele alınabilir. Tüm ürün seçki dosyaları, öğrencinin
kendi çalışması hakkındaki düşüncelerinin yanı sıra, akranlarının
da çalışma hakkındaki düşüncelerini içermelidir. Düşüncelerle
ürün seçki dosyası bir “öğrenme serüveni”ne dönüşmüş olur.
Düşünceler alınmadan bir ürün seçki dosyası, herhangi bir
dosyadan belki biraz daha fazlası olabilir.
İşbirlikçidir: Öğrenme sürecinde olduğu gibi, ürün seçki
dosyalarını yapılandırmak da tek başına yaşanan bir süreç
değildir. Diğer öğrencilerle, öğretmenlerle ve velilerle olan
iletişim, ürün seçki dosyasını oluşturma sürecinde de yerini
almalıdır. Düşüncelerin başkalarıyla tartışılması, çeşitli bakış
açılarıyla düşünme yeteneğini derinleştirir.
Amacı öğrencinin bilgisini geliştirmesine yardımcı olmaktır:
Ürün seçki dosyaları farklı amaçlar için yapılandırılsa da tüm
ürün seçki dosyaları tek bir temel amaca hizmet eder: O da
öğrencinin öğrenmesine yardımcı olmaktır. Öğrencinin kendi
öğrenme amaçlarını geliştirmesi için kendini değerlendirmesine
yardımcı olmak, öğrencinin gelişimi hakkında velileri
bilgilendirmek, etkili kararlar almalarında öğretmenlere rehberlik
etmek veya eğitim programının toplam kalitesi hakkında bilgi
sağlamak, ürün seçki dosyasının kullanım amaçlarındandır. Ürün
seçki dosyaları hangi amaçlar doğrultusunda kullanılırsa
kullanılsın, öğrencinin öğrenmelerini geliştirmesi odak noktası
olmalıdır. Aksi taktirde tüm çabalar yanlış bir sürece girmiş olur.
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Ürün seçki dosyaları, öğrenilenleri ve başarıyı belgelendirir. Öğrenci
ve öğretmen, dosyaya hangi çalışmalarının gireceğine beraber karar verir.
Öğrenci, hangi işleri yapacağı ve hangi çalışmalarının dosyaya örnek
olarak konulacağı konusunda söz hakkına sahipse, bu durum bireysel
öğrenmeye ve gelişime uygun öğrenmeyi sağlayıcı etki yaratmaktadır.
Çalışmalar, öğrencinin, değişik alanlardaki hedefler doğrultusunda, ne
kadar geliştiğini gösterir (Kirk, 1997, akt: Çakan, 2005, 239-240).
Öğrencilerin sorumluluk alması yönüyle ürün seçki dosyaları
geleneksel kağıt kalem testlerinden farklılaşmaktadır. Ürün seçki
dosyaları öğrenmenin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu türden yapılan
değerlendirmeler öğrencilere ve eğitimcilere, öğrencilerin bilgi ve
becerilerini nasıl geliştirdiklerini ve daha da ilerleyebilmeleri için nelere
ihtiyaç duyduklarını gösterir (Barootchi ve Keshavarz, 2002, 281).
Ürün seçki dosyaları öğrencilere, öğrenmeyi öğrenme fırsatı verecek
şekilde geliştirilmelidir. Ürün seçki dosyaları, öğrenciye yapılmış bir şey
değil öğrencilerin oluşturduğu bir şeydir. Öğrencinin kendi çalışmasının
değerini bilmesi için somut bir yoldur. Bir ürün seçki dosyası farklı
amaçlara hizmet etmeli ve bu amaçlar birbiri ile ters düşmemelidir.
Öğrenci gelişimini gösteren bilgiler içermelidir (Poulson, Poulson ve
Meyer, 1991, 62).
5. ÜRÜN SEÇKİ DOSYASI OLUŞTURMA SÜRECİ
Ürün seçki dosyaları çeşitli aşamalardan geçerek tasarlanmakta
ve değerlendirilmektedir. Bu süreç içinde yapılması gerekenler aşağıda
özetlenmektedir:
Ürün seçki dosyasının kullanım amacının belirlenmesi:
Ürün seçki dosyası üzerinde öğrencilerin düşünmeleri
sağlanmalıdır. Bu görevin gerekliliğinin anlaşılmasının bir yolu
amaçların öğrenciler tarafından belirlenmesidir. Bu yol öğretme
stratejilerinin bir parçası olarak da kullanılabilmektedir. Ürün seçki
dosyalarının eğitim-öğretim sürecinin değerlendirilmesinde çeşitli
kullanım amaçları vardır. Çeşitli kaynaklara göre bu amaçlar aşağıdaki
gibidir (Airasian, 1994, 264; Friedman Ben David ve diğerleri, 2001,
537; Haladyna, 1997, 186; Kubizyn ve Borich, 1996, 176; Wiggins,
1998, 190):
• Öğrencinin gelişiminin doğrudan gözlemlenmesi,
• Velilere,
öğrenilenlerin
bildirilmesi,
öğrenci
performansları için örnekler elde edilmesi ve velilerle
iletişimin sağlanması,
• Özetleyici ve biçimlendirici değerlendirme yapılması,
161
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
Başka değerlendirme yöntemleriyle değerlendirilmesi zor
olan kişisel gelişim, düşünme yeteneği, kişisel gelişimin
öz
değerlendirmesi
gibi
öğrenme
ürünlerinin
değerlendirilmesi,
Eğitim programında gelişmeye ihtiyaç olan alanların
belirlenmesi,
Öğrencinin kendisi tarafından seçilmiş en iyi ürünlerin
sergilenmesi,
Öğrencilerin ilgilerinin belirlenmesi,
Öğrencilerin
öz
değerlendirme
becerilerinin
geliştirilmesi,
Öğrencilere not verilmesi,
Öğrenme ürünlerinin geliştirilmesi,
Öğrencilerin tipik performanslarını kaydederek, gelecek
yıllar için öğretmenlere veri sağlanması ,
Sınıfın durumunun belirlenmesi,
Öğrenci
çalışmalarının
örneklerine
dayanan
değerlendirmelerin yapılması,
Farklı uygulamaları yansıtan, sürekli değişim örnekleri
olarak kullanılması.
Değerlendirme ölçütlerin belirlenmesi:
Airasian (1994, 245)’a göre performans ölçütü, bir performansı
sergilerken, bireyin göstermesi gereken belirli davranışlar veya ürünün
sahip olması gereken özelliklerdir. Performans ölçütlerinin
belirlenmesinde önce değerlendirilecek olan ödevi ya da performansı
bütünüyle tanımlanmalıdır. Sonra performans veya ürün ölçütlerinden
önemli olanlar listelenmelidir. Öğrencinin, performansı gerçekleştirmesi
sırasında gözlenebilmesi için bu ölçütler sınırlı tutulmalıdır. Bir grup
öğretmen ile belirlenen ödevlerdeki önemli davranışların hangileri olduğu
tartışılmalıdır. Performans ölçütleri, gözlenebilen öğrenci davranışları ya
da ürün nitelikleri şeklinde ifade edilmelidir. Performans ölçütünün
anlamını gölgeleyen ‘doğru bir şekilde’, ‘uygun bir şekilde’ gibi belirsiz
kelimeler kullanılmamalıdır. Bu belirsiz ölçütlerin yorumlanması kişiden
kişiye değişir.
Öğrenciyle işbirliği içerisinde çalışarak, ürün seçki dosyasında
yer alan ürünlerin niteliği hakkında yargıda bulunulabilecek
değerlendirme ölçütleri oluşturulmalıdır. Farklı öğrencilere ait ürün seçki
dosyalarındaki ürünlerin çok çeşitli olması sebebiyle bu ölçütleri
oluşturmak kolay değildir (Popham, 2000, 301).
162
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Hangi ürünlerin ve kaç ürün örneğinin ürün seçki dosyasına
konulacağının kararlaştırılması:
Ailenin ve öğrencinin planlamaya katılması, görevi/ödevi
sahiplenme duygusunu arttırmaktadır. Dolayısıyla öğrenci ve veliler, ürün
seçki dosyasına ne gireceği ile ilgili söz sahibi olmalıdırlar (Kubizyn ve
Borich, 1996, 177).
Ürün seçki dosyasına girecek ürünler, dersin içeriğini yansıtacak
nitelikte hazırlanmalıdır. Problem çözümleri, denemeler, ev ödevleri,
sanat çalışmaları (iş eğitimi ve resim derslerinde yaratılan ürünler),
öğrencilerin sunum performanslarına ait video kayıtları, sorulara verilen
bireysel yanıtlar, raporlar, projeler, sınav kağıtları, küçük-kısa sınavlar,
internet alıştırmaları, öğrencinin performansına ilişkin akran raporları, bir
öğrenmenin nasıl meydana geldiği konusunda öğretmen ve öğrenci
tarafından hemfikir olunan her şey ürün seçki dosyasına alınabilir
(Fenwick ve Parsons, 1999, 2).
Dereceli puanlama anahtarının yapılandırılması:
Ürün seçki dosyasının içeriğindeki her bir kategori için belirlenen
bilişsel öğrenmeler için önemli olduğu düşünülen temel nitelikler
belirlenmelidir. Sonra, her bir nitelik için öğrencinin performans aralığı
tanımlanmalıdır, diğer bir deyişle dereceli bir ölçek geliştirilmelidir.
Toplam ürün seçki dosyası puanlarının birleştirilmesi için bir
yöntem geliştirilmesi:
Kubizyn ve Borich (1996, 184-185)’e göre öğrenciler her bir
içerik kategorisinden puan alacaklardır. Bu nedenle bu puanların toplam
puan olarak nasıl birleştirileceği tasarlanmalıdır. Bu kategorilere nasıl
ağırlık verileceği düşünülmelidir. Öğrencilerden ve velilerden bu
kategorilerden hangilerine daha çok ağırlık verilmesi gerektiği konusunda
fikir alınabilir. Kategori puanlarının birleştirilmesinde aşağıdaki yollar
izlenebilir:
• Ağırlıklar yüzdelik olarak ifade edilebilir (Örneğin; ilk
taslağın % 20’si, ikinci taslağın % 30’u, final ürününün
%50’si, toplam puanı oluşturacaktır).
• Her ürün için ortalama belirlenebilir. Bu ortalamalar
daha sonra ağırlıklarla çarpılabilir.
Örnek:
Ürün
Ortalama Ağırlık Ortalama x Ağırlık
İlk taslak
3.5
0.2
0.7
İkinci taslak
4.25
0.3
1.3
163
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Final
Toplam
3.75
0.5
1.9
3.9
Lojistiğin belirlenmesi:
Kubizyn ve Borich (1996, 186), ürün seçki dosyasındaki
ürünlerin nereye kime ve ne zaman teslim edileceği konusunu şöyle
açıklamaktadır:
• Ürün seçki dosyası takvimi: Veliler ve öğrenciler ürünlerin
kesin teslim tarihini bilmek isteyeceklerdir. Bu, öğrencilerin,
öğretilenlerle ürün seçki dosyasına girecek ürünler arasındaki
bağlantıyı kurmalarına yardımcı olacaktır
• Ürünler nasıl teslim edilecek ve geri dönecek? Ürünlerin
nasıl, ne zaman, ve nereye teslim edileceği önceden
belirlenmelidir. Ürünler dönem başlangıcında mı teslim
edilecek? Ürünler bir sepete mi toplanacak? Bir dosya veya
bir klasörde mi saklanacak? Ne zaman teslim edilecek? Geç
gelen ürünlere tolerans tanınacak mı? Öncelikle bu sorulara
yanıt aranmalıdır.
• Ürünler nerede saklanacak? Final ürünlerin nerede
saklanacağı belirlenmelidir. Evde mi saklanması gerektiği,
öğrencilerin final toplantısı için kolayca ulaşabilecekleri bir
yerde mi saklanması gerektiği, yoksa bir sonraki öğretmene
mi verilmesi gerektiği önceden kararlaştırılmalıdır.
• Ürün seçki dosyasını başka kimler görecek? Öğretmenler,
öğrenciler ve velilerin, ürün seçki dosyasındakileri görme
hakkı vardır. Fakat, okul yönetiminin, diğer öğrencilerin,
şimdiki ve gelecekteki öğretmenlerin bu ürün seçki
dosyalarını görüp göremeyeceği öğrencilerle tartışılıp
kararlaştırılmalıdır.
• Final toplantısının planlanması. Dönem veya yıl sonunda
öğrencilerle –eğer mümkünse velilerle- final ürünleri ve
öğrencilerin gelişimleri hakkında konuşmak için bir final
toplantısı planlanmalıdır. Bu toplantıda, öğrencilere ürün
seçki dosyasının kullanımına ilişkin bir kontrol listesi
verilerek görüşleri alınabilir. Bu kontrol listesi öğretmenlere,
ürün seçki dosyasını gözden geçirmede ve daha da
zenginleştirerek yenilerini oluşturmada yardımcı olmaktadır.
6. ÜRÜN SEÇKİ DOSYASININ AVANTAJLARI
Airasian (1994, 268)’e göre, ürün seçki dosyaları, öğrenciyi
değerlendirmenin bir parçası yapar. Öğrencideki ilerlemeler ve gelişmeler
164
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
hakkında, öğrencinin kendisine, velilere ve öğretmene bilgi verir. Veli
toplantıları için öğrenci gelişimine ait somut örnekler sağlar. Eğitimdeki
önemli performans aktiviteleri üzerine odaklanır. Programın işleyişinin
değerlendirilmesine yardımcı olur. Öğrencinin durumunu tanımlamak
için kullanılabilir özel ürünler sağlar. Öğrencilerin öğrenmeleri hakkında
fikir ve kanıt toplamaya yarar.
Ürün seçki dosyaları otantik değerlendirmeler yapabilmek için
fırsat vererek ve eğitimsel yeterliğe zemin hazırlayarak, öğrencilerin
çalışma örneklerini toplamalarını ve yansıtmalarını gerektirir. Dikkatli
toplandığında, ürün seçki dosyası eğitim ve değerlendirmenin kesiştiği
nokta haline gelmektedir. Sadece eğitimi ya da sadece değerlendirmeyi
değil, her ikisini de kapsamaktadır. Ürün seçki dosyaları geleneksel
yöntemlerden oldukça farklı bir değerlendirme yöntemidir. Öğrenciyi risk
alma, yaratıcı çözüm yolu üretme, kendi performansını değerlendirme
gibi geniş bir bağlamda gözlemleme fırsatı verir (Poulson, Paulson ve
Meyer, 1991, 63).
Ürün seçki dosyaları, geleneksel değerlendirme yöntemlerine
göre öğrencilerin yeterliğinin gerçek ve zengin bir çerçevede sunulmasını
sağlar. Öğrenciyi ve öğretmeni, anlamlı ürünler üzerine odaklanmaları
için açıklama yapmaya zorlamaktadır. Ayrıca bu uygulamalar, uzun
süreli projelerin değerlendirilmesini de sağlamaktadır. Ürün seçki
dosyaları, öğrenciyi kendi çalışmasını gözden geçirmesine teşvik
etmekte; sunum, katkılar ve eleştiriler için bir ortam sağlamakta,
izlenebilir bir sistem yaratmaktadır. Sistemin her aşamasında öğretmen
ve öğrenciye otantik roller düşmektedir (Gearhart ve Herman, 1998, 4142).
Öğrencinin öğrenmede sorumluluk almasını ve aktif bir öğrenme
gerçekleştirmesini sağlamaktadır. Çünkü öğrenci, ürün seçki dosyası için
gerekli çalışmayı tamamlamak ve en iyi olan çalışmaları derlemek için
çoğunlukla bağımsız çalışmak, sorumluluk almak ve yaptığı işi
sahiplenmek durumundadır. Ürün seçki dosyaları, öğrenilenler ve başarı
hakkında derinlemesine ve kapsamlı bir şekilde bilgi edinmeyi sağlar.
Yani performansa dayalı ve otantik bir değerlendirmedir (Kirk, 1997, akt:
Çakan, 2005, 239-240),
Ürün seçki dosyaları, öğretmenlere, velilere ve öğrencilere, yazılı
veya çoktan seçmeli gibi sınavlardan elde edilen sonuçlara nazaran daha
zengin bir içerik sunma potansiyeline sahiptir. Uygun biçimde
hazırlandığında, düşünme, problem çözme, strateji geliştirme, süreç
becerileri ve bilginin yapılandırılması konusunda bilgiler verebilir.
Bunlara ek olarak, öğrencinin azmi, çabası, istekliliği, kendi
öğrenmelerini gözlemleme becerileri ve kendini ifade etme yeteneği
hakkında da bilgiler vermektedir. Ürün seçki dosyasının bir amacı da,
165
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
diğer ölçme araçlarının sağlayamadığı bilgileri öğretmene vermektir.
Ürün seçki dosyalarının diğer bir kullanım nedeni ise velilerle ve diğer
öğretmenlerle, öğrenci başarı derecesi hakkında iletişim kurmayı
sağlamasıdır. Ürün seçki dosyaları, kağıt-kalem testleri , yazılı sınavlar
ve performans testlerine bir alternatif değildir. Bu araçların her biri farklı
amaçlarla kullanılmaktadır. Eğer öğrencinin olgulara dayalı bilgisi
ölçülmek isteniyorsa objektif testler uygundur. Ürün seçki dosyaları,
öğreneni, öğrenci çabasını olabildiğince yükseltmesine olanak sağlayan
bir yoldur (Kubizyn ve Borich, 1996, 175).
Ürün seçki dosyaları öğrenciye;
• Çalışmasının karmaşada unutulabilecek parçalarını koruma
fırsatını verir.
• Yeni becerilerle ilgili kazanımını ve gelişimini görsel olarak
yakalama şansı verir.
• Neyi, nasıl ürettiğini, düşündüğünü ve öğrendiğini yansıtma
fırsatı verir.
• Sadece somut ürünleri değil, öğrenme sürecini de yakından
görme fırsatını verir.
• Gelişim kayıtlarını saklayarak ve gelecek çalışmalar için amaçlar
oluşturarak, kendi öğrenmelerinin yöneticisi olma fırsatını verir
(Spandel, 1996, 258).
Ürün seçki dosyalarının öğretmen, öğrenci ve velilere sağladığı
avantajlar incelendiğinde, geniş bir yelpazesi olduğu görülmektedir. Ürün
seçki dosyaları üst düzey becerilerin (problem çözme, yaratıcı düşünme,
eleştirel düşünme gibi) ölçülmesine fırsat vermesi ve öğrencinin
sorumluluk almasını gerektirmesi yönüyle geleneksel yöntemlerden
ayrılmaktadır. Velilere, öğrenci gelişimi ve öğrenmelerine ilişkin somut
örnekler sağlamaktadır. Ürün yanında sürecin de değerlendirmesini
yapmaya fırsat verir. Öğrenciye, kendi kendini sürekli yenileme ve
geliştirme imkanı veren, öğrencinin değerlendirilirken, öğrenmesine de
yardımcı olan bir değerlendirme yaklaşımıdır. Öğrencinin, kendi ürünleri
arasından, en iyilerini seçmesini gerektirmesi yönüyle, öğrenciyi
değerlendirmenin bir parçası haline getirir. Öğrencinin, kendi
çalışmasının bir öz eleştirisini ve değerlendirmesini yapmasını sağlar.
Tüm bu yönleriyle ürün seçki dosyalarının eğitim-öğretim sürecine
yararlar sağladığı ve bu sürecin geliştirilmesine katkı getirdiği
söylenebilir.
7. ÜRÜN SEÇKİ DOSYASININ SINIRLILIKLARI
Farklı kişilerin ürün seçki dosyalarının tutarlı olarak
değerlendirilmesi oldukça güçtür. Bazen öğrencileri değerlendirmek için
166
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
geliştirilen dereceli puanlama anahtarları işe yaramayacak kadar çok
genel ve kısadır. Dereceli puanlama anahtarlarının derecelerini kesin
olarak somutlaştırmak çok zordur. Birçok öğretmen kendilerini geniş
çapta değerlendirmeler yaparken bulmaktadır. Ölçütlerin bu kadar geniş
olması, farklı kişilerce farklı yorumlar yapılmasına neden olmaktadır.
Ayrıca, tutarlılık ve objektifliğin sağlanması için tek bir öğretmen yerine,
diğer uzman kişiler ya da öğretmenler de çalışmayı/ürünü
değerlendirmelidir. (Popham, 2000, 302-303). Haladyna (1997, 189)’ya
göre eğer ki farklı puanlayıcılar aynı puanlama rehberini kullanarak aynı
puanları elde ediyorsa, puanlamanın objektifliğinden söz edilebilir. Üst
düzey puanlama türlerinde objektifliği sağlamak oldukça zordur.
Puanlama rehberinin, iki puanlayıcının aynı puanı vermesini sağlayacak
kadar açık ve net bir biçimde tanımlanması ve her ürün seçki dosyasının
puanlanmasında, puanlayıcıların yeterli eğitim almış olmaları ile objektif
olmayan puanlamalar önlenebilir.
Sewell, Marczak ve Horn (2006)’a göre, ürün seçki dosyaları, test
puanları gibi nicel değerlendirmelerden daha güvenilmez ve adil olmayan
bir değerlendirme yöntemi olarak görülebilir. Eğer amaçlar ve ölçütler
açık değilse, ürün seçki dosyası öğrencinin gelişim ve başarısını
göstermeyen bir yapının bir çeşit derlemesi olur. Diğer nitel verilerde
olduğu gibi, ürün seçki dosyasında da öğrencinin gelişimini gösteren
verileri toplamak ve bu verileri analiz etmek zordur.
Haladyna (1997, 187)’ya göre, ürün seçki dosyalarında
öğrencinin işbirliği yapmasına ve başkalarına danışmasına izin verilir.
Öğrencilerin başkalarından yardım almadan bu çalışmayı yapmış
olmalarına inanmak zordur. Eğer not alma söz konusuysa, öğrencinin
kendi çalışmasını yansıtması zor bir olasılıktır. Ürün seçki dosyaları pek
çok öğrencinin kendi çalışmasını göstermez. “Öğrenci bu çalışmayı
gerçekten yaptı mı?” sorusu daima gündemde olacaktır. Bir öğretim ve
test etme tasarımı olan ürün seçki dosyaları, dürüst bir çaba olmalıdır.
Eğer derecelendirme/sınıflama/puanlama %100 ürün seçki dosyasına
dayanacaksa, öğrenciler başkalarından yardım almaya yönelebilirler.
Ürün seçki dosyaları, özellikle geleneksel testler ve not vermeye
ek olarak yapıldıysa, içeriği organize etme ve değerlendirmede
öğretmenler ve diğer eğitim çalışanları çok zaman harcayabilir (Sewell,
Marczak ve Horn, 2006).
Puanlamadaki önyargılar, dereceleme ölçeğinin puanlanmasında
hataya sebep olmaktadır. Diğer bir deyişle, bazı öğrenciler sistematik
olarak düşük ya da yüksek puan alabilmektedirler. Bu durum,
puanlamanın kimin yaptığına bağlıdır (Haladyna, 1997, 190). Bu nedenle
öğretmenlerin önyargılardan uzak değerlendirmeler yapmaları
gerekmektedir.
167
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Farklı yazarların, ürün seçki dosyalarının sınırlılığına ilişkin
değerlendirmeleri incelendiğinde, ürün seçki dosyalarının zaman alıcı
olduğu, geçerlik ve güvenirliğinin sağlanmasına ilişkin sıkıntıların ortaya
çıktığı, ürün seçki dosyalarının puanlanmasında önyargıların hataya
sebep olduğu, puanlayıcılar arasındaki tutarlığın sağlanması gerektiği
vurgulanmıştır. Öğrencilerin dürüst olup olmaması, gerçek
performanslarını yansıtıp yansıtmaması ve başkasından yardım alıp
almaması ürün seçki dosyalarının değerlendirilmesinde görülen diğer
sınırlıklardan bazılarıdır. Ürün seçki dosyalarının oluşturulmasında bu
sınırlıkların dikkate alınması gerekmektedir.
8. SONUÇ
Ürün seçki dosyalarına ilişkin ilgili literatür incelendiğinde,
öğretmenler için oldukça yeni bir uygulama olduğu anlaşılmaktadır. Ürün
seçki dosyaları belli süreçlerden geçerek hazırlanır. Ürün seçki dosyaları
üst düzey becerilerin ölçülmesin fırsat verir, öğrencinin sorumluluk
almasını, öğrenci gelişimi ve öğrenmelerine ilişkin somut örnekler elde
edilmesini sağlar. Ürünlerin yanı sıra, sürecin de değerlendirmesine fırsat
verir. Öğrenciyi değerlendirmenin bir parçası haline getirir. Öğrencinin,
kendi çalışmasının bir öz eleştirisini ve değerlendirmesini yapmasını
sağlar. Tüm bu yönleriyle ürün seçki dosyaları eğitim-öğretim sürecine
yararlar sağladığı ve bu sürecin geliştirilmesine katkı getirdiği
söylenebilir. Ürün seçki dosyaları, zaman alıcı ve maliyetli bir
uygulamadır. Ürünün, tamamen öğrencinin kendi çabasıyla oluşup
oluşmadığı yönünde bir sınırlılığı da vardır. Ürün seçki dosyalarının
puanlamasının dereceli bir ölçek veya bir kontrol listesiyle yapılması
puanlayıcılar arasındaki tutarlılığı arttırmaktadır. Bu nedenle,
öğretmenlerin bu uygulamaları gerçekleştirmeden önce yeterli bilgi ve
beceriye sahip olmaları gerekmektedir.
KAYNAKÇA
Airasian, P. W. (1994). Classroom Assessment. New York: McGrawHill.
Aydın, F. (28-30 Eylül 2005). Öğretmenlerin Alternatif Ölçme
Değerlendirme Konusundaki Düşünceleri ve Uygulamaları.
14. Ulusal Eğitim Bilimleri Kongresi’nde sunulmuş bildiri,
Pamukkale Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Denizli.
Barootchi, N. ve Keshavarz, M. H. (2002). Assessment Of Achievement
Through Portfolios And Teacher-Made Tests. Educational
Research, 44 (3), 279-288.
Çakan, M. (2005). Ölçme Ve Değerlendirmede Sorunlar Ve Çözüm
Önerileri. A. Altun,& S. Olkun (editörler). Güncel Gelişmeler
168
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Işığında İlköğretim: Matematik, Fen, Teknoloji, Yönetim. (s:
37-57). Ankara: Anı Yayıncılık.
Fenwick, T. J. Ve Parsons, J. (1999). Using Portfolios to Assess
Learning.
http://www.eric.ed.gov/ERICDocs/data/ericdocs2/content_storag
e_01/0000000b/80/11/5f/24. adresinden 12. 03.2006 tarihinde
ulaşılmıştır.
Friedman Ben David, M.; Davis, M.H.; Harden, R.M.; Howie, P.W.; Ker,
J.; Pippard, M.J. (2001).
AMEE Medical Education Guide No. 24: Portfolios As A
Method Of Student Assessment. Medical Teacher, , Vol. 23
(6), 535-551.
Gearhart, M. ve Herman, J. L. (1998). Portfolio Assessment: Whose
Work İs İt? İssues in the Use of Classroom Assignments for
Accountability. Educational Assessment, 5 (1), 41-45.
Gözütok, D., Ergün, E.Ö., Karacaoğlu, C. Ö., (14-16 Kasım 2005).
İlköğretim Programlarının Öğretmen Yeterlilikleri Açısından
Değerlendirilmesi.
Yeni
İlköğretim
Programlarını
Değerlendirme Sempozyumu’nda sunulmuş bildiri, Erciyes
Üniversitesi, Sabancı Kültür Sitesi, Kayseri.
Haladyna, T. M. (1997). Writing Test İtems to Evaluate Higher Order
Thinking. USA: Allyn and Bacon.
Kirk, M. F. (1997). Using Portfolios To Enhance Student Learning And
Assessment. The Journal of Physical Education, Recreation
and Dance, 68 (7), 29-33.
Kubizyn, T., Borich, G. (1996). Educational Testing and
Measurement: Classroom Application and Practice (5th ed.).
New York: Harper Collins.
MEB, TTKB (2005). İlköğretim 1-5 sınıf Programları Tanıtım
Kitapçığı. Ankara: Milli Eğitim Yayınevi.
Merter, F. (14-16 Kasım 2005). Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Dersi
Programının Eğitim Sosyolojisi Bakış Açısından Olumlu ve
Olumsuz
Eleştirisi.
Yeni
İlköğretim
Programlarını
Değerlendirme Sempozyumu’nda sunulmuş bildiri, Erciyes
Üniversitesi, Sabancı Kültür Sitesi, Kayseri.
Popham, J. W. (2000). Educational Measurement. Needham: Allyn &
Bacon.
Poulson, F. L., Poulson, P. R. ve Meyer, C. A. (1991). What Makes A
Portfolio a Portfolio?. Educational Leadership 48 (5), 60-63.
Sever, S. (14-16 Kasım 2005). 2004 Öğretim Programında Türkçe
169
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Öğretimi
Anlayışı.
Yeni
İlköğretim
Programlarını
Değerlendirme Sempozyumu’nda sunulmuş bildiri, Erciyes
Üniversitesi, Sabancı Kültür Sitesi, Kayseri.
Sewell, M., Marczak, M.ve Horn, H. (2006). The Use of Portfolio
Assessment in Evaluation.
http://ag.arizona.edu/fcs/cyfernet/cyfar/Portfo%7E3.htm
adresinden 12 Mart 2006 tarihinde indirilmiştir.
Spandel, V. (1996). Seeing With New Eyes: A Guidebook on Teaching
and Assessing Beginning Writers. Third Edition.Porland: Northwest
Regional Educational Lab.
Wiggins, G. (1998). Educative Assessment. San Francisco: Jossey-Bass.
Wolf, K. (1999). Leading the Professional Portfolio Process for
Change. Arlington Heights, IL: Skylight Professional
Development.
Wolf, K. ve Siu-Runyan, Y. (1996). Portfolio Purposes and Possibilities.
Journal of Adolescent & Adult Literacy, 40 (1), 30-37.
Yaşar, Ş., Gültekin, M., Türkan, B., Yıldız, N., Girmen, P. (14 – 16
Kasım 2005). Yeni İlköğretim Programlarının Uygulanmasına
ilişkin Sınıf Öğretmenlerinin Hazırbulunuşluk Düzeylerinin
ve Eğitim Gereksinimlerinin Belirlenmesi. Yeni İlköğretim
Programlarını Değerlendirme Sempozyumu’nda sunulmuş bildiri,
Erciyes Üniversitesi, Sabancı Kültür Sitesi, Kayseri.
170
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
GENEL EĞİTİM SINIFLARINDA ENGELLİ OLAN VE
OLMAYAN ÖĞRENCİLERİN SOSYAL BECERİLERİNİN
DESTEKLENMESİ
Elif SAZAK PINAR*
ÖZET
Bu makalenin amacı, kaynaştırmanın başarıyla uygulanmasında
önemli rollere sahip olan sınıf öğretmenlerine ve rehber öğretmenlere,
kaynaştırmanın uygulandığı genel eğitim sınıflarında sosyal beceri
öğretiminin nasıl yapılacağı konusunda bilgi vermektir. Makalede,
öğrencilerin sosyal işlevlerindeki hali hazırdaki düzeyinin belirlenmesi,
yetersizliğin türüne uygun sosyal beceri programının seçilmesi, öğretilmesi
ve uygulanan öğretim programının değerlendirilmesi üzerinde durulmuştur.
Makalede ayrıca genel eğitim sınıflarında engelli olan ve olmayan
öğrencilerin sosyal etkileşimlerinin desteklenmesinde kullanılabilecek
yöntemlere ve bazı stratejilere yer verilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Sosyal beceri, sosyal beceri öğretimi, sosyal becerilerin
değerlendirilmesi, kaynaştırma.
ABSTRACT
The purpose of this article is to instruct teacher and counselor, who
have important role in implementing inclusion successfully, about
employing social skills training in inclusion classrooms. The study focuses
on identifying individual’s current level of social functioning, selecting and
implementing the intervention program according to type of social skills
deficits, assessing and modifying the intervention. Moreover, in this study
some strategies which are used in inclusive classrooms for promoting
social interactions for disabled and non-disabled students are expressed.
Key Words: Social skills, social skills training, assessment of social
skills, inclusion.
GİRİŞ
*
Arş. Gör. , Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Özel Eğitim Bölümü email: [email protected]
171
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Son yıllarda engelliler de dahil olmak üzere tüm öğrencilere daha
iyi bir eğitim verilmesi için eğitim ortamlarının yeniden
yapılandırılmasına ve öğretim programlarının yeniden düzenlenmesine
gidilmektedir. Eğitimdeki değişikliklerden birisi de kaynaştırma
uygulamalarıdır. Kaynaştırmanın amaçları; engelli öğrencilerin uygun
öğretim tekniklerine ve desteklerine yer veren normal eğitim
programlarından yararlanmalarını sağlamak, engelli öğrencilerin aynı
yaştaki akranları ile etkileşime girmeleri için fırsatlar sunmak, engelli
öğrencilere okul yaşamanın tüm aşamalarında olma şansı vermek ve bu
öğrencileri sosyal yaşama en iyi şekilde hazırlamaktır (Heiman ve
Margalit, 1998). Engelli öğrencileri, toplumdan soyutlanmış ortamlarda
eğitmek yerine, kaynaştırma sınıflarında ya da akran gruplarının
bulunduğu diğer doğal çevrelerde eğitmek, bu çocukların sosyal ve
iletişim becerilerinin gelişimini sağlamak açısından daha uygun
gözükmektedir (Grubbs ve Niemeyer, 1999). Ayrıca kaynaştırma, engelli
çocuklara sadece sosyal gelişim fırsatları sunmamakta bunun yanı sıra
akademik becerilerde de gelişim sağlamaktadır (Pavri ve Luftig, 2000).
Kaynaştırma
uygulamalarındaki
öğrenciler,
akademik
öğrenimlerini geleneksel olarak sürdürürlerken sosyal becerileri
öğrenmede farklı uygulamalara ihtiyaç duymaktadırlar. Ancak, yapılan
araştırmalarda, geleneksel öğretim programlarında sosyal beceri
öğretimine ilişkin yeterli bilgilere ve özel uygulamalara yer verilmediği
belirtilmektedir. Sosyal beceri eğitimlerine yer verilmemesinin yarattığı
boşluk ise, bu ortamlardaki engelli öğrencilerin normal gelişim gösteren
akranlarına göre daha az etkileşim içinde olmalarına neden olmaktadır
(Gregory ve Reisberg, 2003). Sınıf öğretmenlerinin çocukların sosyal
gelişimlerini artırmak için sosyal beceri öğretim programlarını
uygulamaları gerekmektedir. Ayrıca, kaynaştırma uygulamalarında sınıf
öğretmenine öğretimler süresince sınıf içi destek sağlanmalı, sosyal
beceriler, bir işbirliği çalışması ile öğretilmelidir (Grubbs ve Niemeyer,
1999). Bu desteği sağlayacak en önemli kişilerden ilk sırada özel eğitim
öğretmeni yer almaktadır. Özel eğitim öğretmeni olmadığı zaman, özel
eğitim öğretmeninin kaynaştırma uygulamalarındaki rolünü okuldaki
rehber öğretmenler üstlenmelidir (Batu, 2000). Bu makale,
kaynaştırmanın başarılı ile uygulanmasında iki önemli role sahip sınıf
öğretmenine ve rehber öğretmene, genel eğitim sınıflarında sosyal beceri
öğretiminin nasıl yapılacağı konusunda bilgi vermeyi amaçlamaktadır.
Çalışmada öncelikle sosyal yeterlik ve sosyal beceri kavramlarına daha
sonra da genel eğitim sınıflarında sosyal becerilerin desteklenmesi
aşamalarına yer verilecektir.
1. Sosyal Yeterlilik ve Sosyal Beceriler
172
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Sosyal olarak yeterli olan bir kişi, olumlu sosyal etkileşimi
başlatmada ve sürdürmede, arkadaşlık geliştirmede, işbirliği içinde
çalışmada ve kendi sosyal çevresine başarılı bir biçimde uyum sağlamada
yetenekli olan bir kişidir (Rutherford, Robert, Mathur ve Quinn, 1998).
Ancak, bireyde sosyal yeterliliğin olması mutlaka sosyal becerilerdeki üst
düzey yeterliliği göstermeyebilmekte, sosyal becerilerdeki performansın
uygunluğunu, toplumun performansa yönelik yaptığı yargıları
göstermektedir. Bu yargılar; ailelerin, öğretmenlerin ve akranların
düşüncelerine göre, sergilenen becerinin önceden kabul edilen ölçütüne
göre, davranışın standartlaştırılmış ölçütlerine göre yapılabilir (Gresham,
Sugai ve Horner, 2001). Sosyal yeterlilik; çocuğun akademik, bilişsel ve
duygusal yeterliliği ile ilişkilidir ve dolayısıyla zihin engelli, duygusal
bozukluk ve hiperaktivite bozukluğu/dikkat dağınıklığı olan öğrencilerde
daha duyarlı bir hal almaktadır (Muscott, 1995). Sosyal beceriler ise,
bireylerin özel sosyal görevlerde (örneğin, konuşmayı başlatma, iltifatta
bulunma, devam eden oyun grubuna katılma) başarılı biçimde ya da
sürekli olarak kullandıkları davranışlardır (Gresham, 1997). Sosyal
beceriler, sosyal etkileşimi başlatmak için bireyin sahip olduğu bir
yeteneği olduğu kadar; işbirliği, kendini kontrol etme ve diğerlerinin
ihtiyaçlarını anlama gibi becerileri kullanarak uygun davranış sergilemesi
için gerekli yeteneğidir (Heiman ve Margalit, 1998). Sosyal beceriler,
yaşamda başarılı bir işlevde bulunmak için önemli becerilerdir. Bu
beceriler, sosyal bir durumda ne söyleneceğini, doğru kararların nasıl
verileceğini ve farklı durumlarda nasıl davranılacağını göstermektedir.
Çocukluktan yetişkinliğe kadar uzanan dönemde sergilenen sosyal
beceriler; akademik performansa, davranışlara, sosyal ve aile ilişkilerine
ve öğretim programı dışı etkinliklere katılmaya etki etmektedir (NASP,
2002). Çocuklar kendilerinde var olan uygun sosyal becerilerle
sorunlarda daha esnek olabilmekte, sorunlara uygun ve güvenli çözüm
yolları arayabilmektedir. Sosyal beceri yetersizliğine sahip olmayan
çocuklar ise, akademik becerilerde (Miller, Lane ve Wehby, 2005), ailesi,
akranları ve öğretmenleri ile kişiler arası ilişkilerde zorluk yaşamakta,
onlardan yüksek derecede olumsuz tepki almakta ve bu tepkilerin
sonucunda okul ortamında akranları tarafından reddedilmektedirler.
Akran reddi, okul şiddeti ile ilgili çeşitli suçlara, depresyona,
saldırganlığa zemin hazırlayabilmektedir (NASP, 2002). Dışsallaştırılmış
(kontrol altına alınmamış, örneğin; kurallara uymama, rahatsız edici
davranışlar), içselleştirilmiş davranışlar (çok fazla baskılanmış, örneğin;
depresyon, stres) ve kendi kendini soyutlama davranışları, uygun
olmayan sosyal davranışların tüm özellikleridir (Miller, Lane ve Wehby,
2005) ve sosyal beceri yetersizliği olan öğrencilerde daha fazla
görülmektedir (Heiman ve Margalit, 1998).
173
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
2. Sosyal Beceri Öğretiminde İzlenecek Aşamalar
Sosyal beceri öğretimi; günlük sınıf aktivitelerine yük
getirmeden, öğretim programının özünde değişiklik yapmadan, akademik
beceri öğretiminde kullanılan aynı öğretim yöntemleri kullanılarak
öğretilebilmektedir (Maag ve Webber, 1995). Sosyal beceri öğretiminde
izlenecek aşamalar şöyle özetlenebilir.
Sosyal Beceri Öğretimi
Sosyal Beceri Programında Yer Alacak
Becerileri ve Öğrencileri Belirleme
Sosyal Beceri Yetersizliğinin Türünü
Belirleme
Öncelikli Becerileri Belirleme
Öğretim Şekline Karar Verme
Öğretim Öncesi Hazırlıkları Tamamlama
Öncelikli Beceriyi Öğretme
Öğretimleri Değerlendirmek
1. Aşama: Sosyal Beceri Programında Yer Alacak Becerileri ve
Öğrencileri Belirleme
Sosyal beceriler öğrencinin katıldığı tüm etkinlikler için gerekli
olan beceriler olduğu için çok çeşitlidirler. Bu beceriler genel olarak beş
boyutta incelenmektedir (Akt. Sazak, 2003). Akranlarla ilişkili
beceriler, övgüde bulunma, yardım isteme, etkileşim başlatma ve
sürdürme, oyuna arkadaşını davet etme, oyuna katılma, vb. gibi
becerilerdir. Kendini kontrol etme becerileri ise, kızgınlığını kontrol
etme, kurallara uyma, uygun durumlarda başkalarıyla uzlaşma, vb. gibi
becerileri kapsamaktadır. Bağımsız olarak çalışma, bağımsız olarak
174
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
görevlerini başarma, öğretmeni dinleme, boş zamanlarını uygun bir
şekilde kullanma, vb. gibi beceriler ise akademik beceriler grubunda yer
almaktadır. Uyum becerileri, yönergelere uyma, kuralları takip etme,
materyallerini, oyuncaklarını ve kendisine ait olan diğer şeyleri paylaşma,
vb. gibi becerilerden oluşurken, atılganlık becerileri, başkalarıyla
konuşmak için girişimde bulunma, yeni insanlara kendini tanıtma, karşı
cinsle etkileşime girebilme, vb. gibi becerileri içermektedir.
Öğretmenlerin sosyal becerilerin neler olduklarını bilmeleri, yetersizlik
gösterilen becerileri belirleyebilmelerinde oldukça önem taşımaktadır
(Sucuoğlu ve Çifci, 2001).
Sınıf öğretmeni veya rehber öğretmen, her bir becerinin
öğretiminden en çok yarar sağlayacak öğrencilerin kim veya kimler
olduğunu ve öğretim programında hangi sosyal beceriye yer vereceklerini
farklı ölçümlemeler kullanarak belirlemelidirler. Son yıllarda sosyal,
duygusal ve davranışsal özelliklerin değerlendirilmesinde tek bir test
değil çeşitli testler ve yöntemler kullanılmaktadır. Bunlar arasında, sosyal
becerilerin ölçüldüğü davranış dereceleme ölçekleri, kendini
değerlendirme teknikleri, sosyometrik teknikler ve doğal gözlemler yer
almaktadır (Mercer ve Mercer, 2005).
Davranış Dereceleme Ölçekleri: Çocuklar ve ergenlerin
davranışsal problemlerinin değerlendirilmesinde öğretmenler, anne
babalar ve rehber öğretmenin değerlendirmeleri birincil bilgi kaynakları
olarak görülmektedir. Bu bilgi kaynakları, davranışların yerine getirilme
düzeylerini belirlemekte, kontrol listesi ya da dereceleme ölçeğinde yer
alan becerilerin hiçbir zaman yapılmamasına 1, bazen yapılmasına 2, her
zaman yapılmasına ise 3 puan verilebilmektedirler. Dereceleme
ölçeklerinin en büyük avantajı birden fazla kişiye anında ulaşılabilmesi,
kısa sürede değerlendirme yapma imkânını sunmasıdır (Mercer ve
Mercer, 2005; Sucuoğlu, 2003). Son yıllarda sosyal becerilerin
öğretmenler tarafından değerlendirilmesini sağlayacak Sosyal Beceri
Dereceleme Ölçeği (Social Skills Rating System, Gresham ve Elliott,
1990), Sucuoğlu ve Özokçu (2005) tarafından Türkçeye kazandırılmıştır.
SBDÖ, her öğrencinin son bir ay ya da son iki ay boyunca sergilediği
davranışları düşünülerek, ölçekte yer alan her davranışı öğrencinin hangi
sıklıkta yaptığına karar verilmesi ile doldurulmaktadır. Eğer öğrenci bir
davranışı; asla/hiç yapmıyorsa sıfır (0), bazen yapıyorsa bir (1), çok sık
yapıyorsa iki (2) işaretlenmektedir. SBÖ’ nden elde edilecek toplam puan
0 ile 60 puan arasında değişmektedir (Sucuoğlu ve Özokçu, 2005).
Kendini Değerlendirme Teknikleri: Norm grubunun yanıtları ile
çocuğun kendini değerlendirme maddelerine verdiği yanıtların
karşılaştırıldığı psikometrik ölçümlerden oluşan değerlendirme
araçlarıdır. Bu araçlar, öğrencilerin kendi belirgin davranışlarını rapor
175
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
etmelerine imkân tanımaktadır. Kendini değerlendirme yöntemleri,
öğrencilerden doğrudan elde edilen bilgilerdir ve bu nedenle bilgiler
tümüyle kişiseldir. Bu bilgilerin geçerliliği, öğrencilerin kendilerini
değerlendirmedeki istekliliğe, kendilerini anlama yeteneklerine bağlı
olmaktadır (Mercer ve Mercer, 2005). Öğrenci, başkalarına gerek
duymadan kendi davranışlarını değerlendirir, ölçü araçlarını kendisi
doldurur veya öğretmen görüşme yoluyla bilgi toplar (Çifci ve Sucuoğlu,
2003 ).
Sosyometrik Teknikler: Bir ölçüte göre bir gruptaki öğrencinin
birbirleriyle ilişkilerini, eğilimlerini ve üyelerin ilişki örüntüsünü ortaya
çıkaran; grup içindeki alt gruplar, lider veya izole edilmiş kişileri
belirlemeye yarayan objektif ve güvenilir bir tekniktir. Sosyometri
testinde, her bir öğrenciye, belirli bir etkinliği gerçekleştirirken hangi
üyelerle birlikte bulunmak istediği, hangileriyle birlikte bulunmak
istemediği gibi sorular sorulabilmektedir (Dökmen, 1995; Yıldırım,
2002). Hangi çocukların az kabul edildiğini, reddedildiğini veya popüler
olmadığını belirlemek için sosyometrik teknikler kullanışlıdır (Williams
ve Reisberg, 2003). Sınıf öğretmenleri sosyometrik yöntemleri
kullanarak, sınıf içi etkileşim örüntülerini, öğrencilerin her birinin sosyal
statülerini, akranlarının en fazla kabul ve reddettikleri öğrencileri
belirleyebilir (Sucuoğlu ve Kargın, 2006).
Sosyometrik değerlendirme teknikleri arasında, akran adaylığı,
akran derecelemesi, akran sınıflaması sayılabilir. Akran adaylığında,
öğrencilerden akranlarını davranışsal olmayan ölçütlere göre (örneğin,
tercih edilen çalışma arkadaşı, en iyi arkadaş, tercih edilen oyun arkadaşı
gibi) seçmeleri istenir. Akran derecelemesinde, sınıftaki tüm öğrenciler
bir diğerini Likert tipi ölçekte, davranışsal olmayan ölçütlere göre
derecelendirmektedirler. Bu ölçütler, akran adaylığındaki gibi oynamak
ya da çalışmak tercihlerine yöneliktir. Akran adaylığı, akran derecelemesi
ve akran sınıflaması, öğrencinin akran grubu içersindeki kabul düzeyini
simgelemektedir. Akran değerlendirmesinde ise, öğrencilerden akranları
çeşitli davranışsal özelliklerde aday göstermeleri ya da derecelemeleri
istenir. En popüler akran değerlendirme tekniği, “Kimdir Bu?”
tekniğidir. Hazırlanan “Kimdir Bu? Listesi”nde öğrenciler, rahatsız edici
davranışta bulunur, utangaçtır, zekidir, iyi bir çalışma davranışına sahiptir
gibi davranışsal tanıma uygun düşün akranlarını belirtirler (Mercer ve
Mercer, 2005).
Doğrudan Gözlemler: Davranışın doğrudan gözlenmesi,
öğrencinin içinde bulunduğu ortamda en çok hangi sosyal becerilere
gereksinim duyduğunu ve uygulanan öğretim programının sonuçlarını
belirlemek için kullanılır (Çiftci ve Sucuoğlu, 2003; Gresham ve Elliott,
1987). Doğrudan gözlemler öğrenci davranışlarının; gerçek ortamlarda
176
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
sıklığının, sayısının ve süresinin hesaplanması ile gerçekleştirilir. Sınıf
öğretmenleri, öğrencilerini bahçe, yemekhane ve sınıf gibi farklı
ortamlarda gözlemleyerek, hangi öğrencilerin en çok kimlerle oynadığını,
kimlerin yalnız kaldığını ve etkinliklere katıldığını veya katılmadığını,
sınıfın diğerleri tarafından tercih edilen veya edilmeyen öğrencilerini
doğrudan gözleyerek kolayca belirleyebilir (Sucuoğlu ve Kargın, 2006).
2. Aşama: Sosyal Beceri Yetersizliğinin Türünü Belirleme
Öğrencilerin yetersiz oldukları sosyal beceriler belirlenirken, bu
becerilerin yetersizlik türünün de incelenmesi gerekmektedir. Her bir
sosyal beceri yetersizliği türü için farklı müdahale programlarının
uygulanması gerektiği için sosyal yetersizlik türleri belirlendikten sonra
sosyal yetersizlik türüne uygun olarak öğretimlerin oluşturulması,
öğretim sonuçlarında başarıyı yakalamak için son derecede önemlidir
(Muscott, 1995). Sosyal beceri yetersizlikleri ve bunlara göre
düzenlenmesi gereken öğretim özellikleri dört boyutta incelenebilir
(Miller, Lane ve Wehby, 2005). Bunlar, (a) beceri yetersizliği, (b)
performans yetersizliği, (c) akıcılık yetersizliği, (d) mücadeleci davranış
ve beceri yetersizliğidir. Beceri yetersizliği, sosyal beceriye yönelik bilgi
eksikliği ya da hangi koşullarda hangi sosyal becerinin sergileneceğine
karar vermede başarısızlık olarak kendini göstermektedir (Gresham,
Sugai ve Horner, 2001). Örneğin, bir öğrenci arkadaşından uygun şekilde
kalem isteme becerisine sahip olmadığı için ihtiyacı olduğunda kalemi
arkadaşından izinsiz veya zorla alabilir (Muscott, 1995). Öğrencinin
beceri yetersizliğini belirlemek için daha önceden o becerinin kullanılıp
kullanılmadığına bakılmalıdır. Eğer öğrenci beceriyi daha önceden hiç
kullanmışsa ya da hiç kullanmıyorsa, öğrencinin o beceriyi kazanmadığı
sonucuna varılabilir (Çifci ve Sucuoğlu, 2003). Beceri yetersizlikleri için
öğretim yöntemleri; model olmayı, davranışsal provayı ve performansa
geri dönüt vermeyi kapsar ve öğretimler, küçük gruplarda uygulanır
(Gresham ve Elliott, 1987; Gresham, Sugai ve Horner, 2001).
Performans yetersizliği ise, bir öğrencinin davranış repertuarında o
sosyal becerinin varlığını fakat yeterli düzeyde sergilenmesinde
gösterilen başarısızlığı ifade eder. Kısacası, edinim yetersizliği
“yapamaz”, performans yetersizliği “yapmayacak” yetersizliği olarak
düşünülebilir (Gresham, Sugai ve Horner, 2001). Örneğin, bir öğrenci
sınıfta konuşmak için el kaldırması gerektiğini anlamasına ve bazen de
bunu gerçekleştirmesine rağmen, bazen elini kaldırmadan ağzından
cümleleri kaçırabilir. Öğrencinin performans yetersizliği olup olmadığını
belirlemek için onu gözlemek gerekmektedir. Eğer öğrenci beceriyi bir
ortamda sergilemiyor ancak diğer bir ortamda kullanıyorsa ya da
öğrencinin daha önceden o beceriyi sergilediği gözlenmişse, bu
177
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
performans yetersizliği olarak kabul edilir. Performans yetersizliklerinde,
sosyal beceri sergilenmeden önce ve sergilendikten sonra, becerilerin
nasıl sergilendiği üzerinde durulur. Öğretimlerin daha çok sınıf, oyun
alanları gibi doğal ortamlarda yapılması gerekmektedir (Gresham, Sugai
ve Horner, 2001). Akıcılık yetersizliği, uygun sosyal davranışlar
sergilendikten sonra o davranışların yeterli pekiştirilmemesinden veya
ustalaştırmaya yönelik tutarsız ve az oranda sunum yapmaktan
kaynaklanmaktadır. Bu tipte yetersizliği olan bir öğrenci verilen bir
sosyal beceriyi sergilemek ister ve nasıl sergileneceğini bilir ancak sosyal
beceriyi sergilemesi kaba ya da kötü olabilir (Gresham, Sugai ve Horner,
2001). Örneğin, bir öğrenci zor bir davranışla karşılaştığında ne
söylemesi ve ne yapması gerektiğini öğrenmiştir ancak, yanıtı yerince
güçlü ya da yeterli olmayabilir (NASP, 2002). Akıcılık yetersizliği
sergileyen öğrencilerin, daha akıcı bir performans sergileyebilmelerini
sağlamak için davranış provaları yapılmalı ve performansa geri dönüt
verilmelidir. Akıcılık yetersizliklerini giderme eğitimlerine ya küçük
gruplarda ya da doğal ortamlarda yer verilebilir (Gresham, Sugai ve
Horner, 2001). Mücadeleci davranış ya da beceri eksikliğinde ise iç ve
dış etmenler, bir çocuğun öğrenmiş olduğu beceriyi uygun biçimde
sergilemesini engellemektedir. Örneğin, depresyon, saldırganlık, kaygı,
hiperaktivite ya da olumsuz motivasyon, öğrenilse bile sosyal becerilerin
uygun bir biçimde sergilenmesini engellemektedir. Bu eksiklik
durumunda, öğrenilen becerinin devamlılığı için davranışı destekleyici
ödüllere yer verilmelidir (NASP, 2002).
3. Aşama: Öğrencinin Gereksinimi Olan Öncelikli Becerileri
Belirleme
Sosyal becerilerin belirlenmesinden sonra öğrencinin birden
fazla sosyal beceriye gereksinim duyduğu ortaya çıkarsa, öğretmen
öğretime hangi sosyal beceriden başlayacağını belirlemelidir.
Çünkü aynı anda çok sayıda sosyal beceri ile çalışmak, sosyal
beceri
programının
etkili
bir biçimde uygulanmasını
engellemektedir. Öncelikli becerileri belirlemek için öğretmen;
“hangi becerilerin; çocuğun birçok etkinliğe katılmasını
kolaylaştıracağını katıldığı etkinliklerde başarısını artıracağını,
çocuğun arkadaşlık becerilerini geliştirebileceği, farklı ortamlar ve
farklı etkinliklerde başarısını artırabileceğini, çocuğu sosyal
ilişkilerde daha yeterli yapabileceğini, çocuğun yaşı büyüdüğü
zamanda işine yarayabileceğini” belirlemelidir. Öğretmen sorulara
verdiği yanıtlara göre, çocuğa öncelikli olarak öğretilmesi gerekli
becerileri belirleyecektir (Sucuoğlu ve Çifci, 2001).
178
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
4. Aşama: Öğretim Şekline Karar Verme
Öğretimler, okula dayalı, sınıfa dayalı, gruba dayalı ya da
bireysel olarak düzenlenebilir (Bellini, 2003). İster sınıfa dayalı ya da
okula dayalı öğretim isterse bireysel öğretim ya da grup öğretimi olsun,
sosyal beceri öğretiminde önemli olan nokta, becerilerin mümkün
olduğunca doğal ortamlarında öğretilmesidir. Doğal ortamda öğretmek
mümkün olmadığında ise, fiziksel çevrenin doğal ortama benzemesi için
düzenlenmesi gerekmektedir (Elksnin ve Nin, 1998).
Sınıfa dayalı sosyal beceri öğretimi: Sosyal beceri öğretimini konu
alan pek çok çalışmanın, sınıf ortamı dışındaki ortamlarda ve sınıf
öğretmeni dışındaki kişiler tarafından yapıldığı belirtilmektedir (Miller,
Lane ve Wehby, 2005). Oysa sınıf öğretmenleri, sınıftaki öğrencilerinin
hangi sosyal becerilere sahip olduklarını ve olmadıklarını en iyi bilen
kişilerdir. Engelli olan ve olmayan öğrencilerin sosyal becerilerinin, sınıf
öğretmenleri tarafından öğretilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Sınıfa
dayalı sosyal beceri öğretiminde öğretmen, tüm sınıfa ya da sınıfın
tamamına yakın bir bölümüne sosyal beceri öğretimi yapmaktadır. Genel
eğitim sınıflarındaki akranlar kullanılarak, sosyal beceriler artırılmakta ve
tüm öğrenciler öğretilen sosyal becerilerden yarar sağlamaktadır (Choi ve
Heckenlaible-Gotto, 1998).
Okul çaplı sosyal beceri öğretimi: Okul çaplı öğretimin temel
özellikleri arasında; tüm okul personelinin bu sistem içerisinde olması,
sosyal beceriler beklentilerinin tüm okula net bir şekilde belirtilmesi ve
yerine
getirilmediğinde
sonuçların
ve
yaptırımların
açıkça
duyurulmasıyla sosyal becerilerin tüm öğrencilere öğretilmesi yer
almaktadır (Miller, Lane ve Wehby, 2005). Okul çaplı sosyal beceri
öğretiminin tercih edilmesinin en önemli sebebi, bu sistemin problem
davranışları azaltmada ve önlemede etkili olmasıdır. Bu sistemde süreç
içerisinde; sınıf öğretmeni ve rehber öğretmenin de yer aldığı bir eğitim
ekibi oluşturulur. Ekip, sosyal beceri programı ile hedeflenen sosyal
becerilerin uygulanış biçimlerini öğretmek için okul personeli ile
toplantılar yapar. Kendisine öğretim yapılan okul personeli daha sonra
becerileri sınıf, kantin veya öğle yemeği gibi farklı ortamlarda
öğrencilere öğretmeye başlar ve becerileri öğretim programına ekler
(Lewis, Sugai ve Colvin, 1998).
Bireysel öğretim: Tek bir çocuğun diğerlerinde var olan özel
becerilerde yetersizliği olduğu durumlarda tercih edilir. Bireysel eğitim
zevkli olmasına rağmen, beceri öğretimi doğal ortamda gerçekleşmediği
için becerinin kalıcılığı ve genellemesini sağlamak güç olmaktadır. Bu
sebeple, bireysel öğretimlerin devamında çevresel düzenlemeler ile
becerilere destek sağlanmalıdır (Sucuoğlu ve Çifci, 2001).
179
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Grup öğretimi: Birden çok çocuğun sosyal beceriyi hiç bilmediği
ya da diğer arkadaşlarına oranla uygun kullanmadıkları zamanlarda
kullanılır. Gruplar oluşturulurken öğrencilerin aynı yaş seviyelerinde, her
grupta 7-8 kişi olmalarına dikkat edilmelidir. Grup öğretimine yönelik
farklı stratejiler bulunmakta, genel olarak iki şekilde uygulanabilmektedir
(Maag, 1994). “Öğretimde akranların kullanımı”, akran etkileşimini
destekleyen bir metottur. Engelli olmayan normal gelişim gösteren
akranlar, engelli arkadaşıyla etkileşim başlatmaları ve onlara uygun
tepkiler vermeleri ile engelli öğrenciler sosyal becerileri daha kolay
öğrenmekte; özellikle içe kapanık öğrencilerin bu yöntemden
yararlandıkları gözlenmektedir (Sazak, 2003). Bu metot, hem öğreten
akrana hem de öğrenciye birçok açıdan yararlıdır. Bu yöntem,
öğrencilerin hem akademik becerilerini hem de öz saygılarını, birbirleri
ile kaynaşmalarını, beklenti düzeylerini, kişisel güvenlerini ve sosyal
kabulünü artırır (Maag ve Webber, 1995). Bu yöntemde sosyal yönden
yeterli akranlara, engelli arkadaşları ile nasıl etkileşim kuracakları ve
kurulan etkileşimin nasıl devam ettirileceği öğretilmektedir. Öğretimler,
ayrı odalarda yapılmakta, öğrenciler daha sonra sınıflarına dönerek
öğretilen becerileri akranlarına uygulamaktadırlar (Grubbs ve Niemeyer,
1999). Bir diğer yöntem “işbirlikçi öğrenme gruplarının
oluşturulması”dır. İşbirlikçi öğretim, akademik etkinlikler sırasında
öğrencilerin olumlu etkileşimini artırmayı hedefleyen, heterojen bir grup
içersinde ortak bir amaç için birlikte çalışmayı gerektiren bir yöntemdir.
Bu yöntemde karşılıklı dayanışma esastır. İşbirlikçi öğrenme deneyimleri,
öğrencilerin sosyal etkileşimini, fiziksel kabulünü, başarılarını,
kendilerine olan saygılarını ve diğer öğrencileri anlamayı artırır (Maag ve
Webber, 1995). Akran aracılı öğretim ve işbirlikli öğrenme, öğretim
sonrası becerilerin doğru sergilenmesini yakalayan öğretimlerdir. Bu
yöntemler ile grubun tüm üyeleri, engelli öğrencinin beceriyi
gerçekleştirmesine olumlu yanıt vererek onu ödüllendirmektedirler. Tüm
gruba daha sonra, engelli öğrencinin kazanmış olduğu beceriyi
geliştirmek için uygun zaman ve ortamı yakalayabilmesine yönelik
serbest zaman verilmekte, öğrenmelerin tesadüfî olarak gerçekleştirilmesi
ve becerinin doğal ortamda gözükmesi sağlanmaktadır (Maag, 1994).
5. Aşama: Öğretim Öncesi Hazırlıkları Tamamlama
Öğretim öncesi hazırlıklar; a) öğretim ortamı ve zamanı
belirlenerek, b) öğretimde kullanılacak ödüller ve c) materyaller
hazırlanarak yapılmalıdır.
Öğretim ortamını ve zamanını belirleme: Öğretimin yapılacağı
ortam öğretim programının başarı ile uygulanması için son derecede
önemlidir. Öğretimler, becerilere daha çok gereksinim duyulan ve
180
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
akranları tarafından bu becerilerin kolaylıkla pekiştirilebileceği bir yerde
uygulanmalıdır. İyi planlanmış bir sınıf ortamı, yeni öğrenilmiş bir
davranışın en çok pekiştirildiği ortamlardan birisidir. Bunun yanı sıra
sınıf öğretmeni; öğrencilerin davranışlarını gözleyerek, onların bireysel
ihtiyaçlarına anında karşılık verebilir. Ancak, sınıf ortamında etkileşimi
artırmak için önceden planlanmış sistemli etkinliklere yer verilmelidir
(Grubbs ve Niemeyer, 1999). Ayrıca, öğretmen, öğrenmeyi engelleyecek
etmenleri sınıftan uzaklaştırarak (örneğin, sınıf kapısını kapatma,
etraftaki renkli resimleri ortadan kaldırma, vb.) öğrencilerin öğretilen
becerilere motive olmasını sağlamalıdır. Ayrıca, başarılı bir sosyal beceri
öğretim programı için, öğretim zamanının iyi belirlenmesi gerekmektedir.
Öğrencilerin dikkatlerini daha iyi verebilmeleri için günün ilk saatlerini
sosyal becerilere ayırmak daha uygun olabilmektedir (Bellini, 2003).
Ödülleri belirleme: Akademik olsun ya da olmasın herhangi bir
yeni beceri öğretilmeye başlandığında, öğrencilerin sınıfa ve yeni
davranışa katılım göstermeleri için onları motive edecek açık, tutarlı ve
davranışlara
özgü
güçlü
desteklerin
verilmesi
önemlidir
(http:maxweber.hunter.cuny.edu). Öğretmen, öğretime geçmeden önce
öğrencilere yönelik pekiştireçleri belirlemek için öğrencinin anne babası
ve okuldaki diğer öğretmenlerle görüşmeli, öğrencinin en çok sevdiği
etkinlikleri ve yiyecekleri belirlemelidir (Sazak, 2003).
Materyalleri hazırlama: Öğretmen, sosyal becerilerin öğretiminde
kullanmak amacıyla önceden öğretim materyallerini hazırlamalıdır.
Sosyal becerilerin öğretiminde genellikle becerinin anlatıldığı öykü ve
resimlerden yararlanılmaktadır. Materyaller hazırlanırken, onların
öğretime katılacak olan öğrencilerin yaşlarına ve ele alınan konunun
özelliğine uygun olmasına dikkat edilmelidir (Mercer ve Mercer, 2005).
6. Aşama: Öncelikli Beceriyi Öğretme
Sosyal beceri öğretimine yönelik çok sayıda program vardır.
Önemli olan seçilecek programın; deneysel olarak etkililiği kanıtlanmış
öğretim yöntemlerine yer vermesi (Muscott, 1995), öğrencilerin yaşlarına
uygun olması, öğrencilerin özelliklerine ve sayısına uygun olması, ihtiyaç
duyulan becerilerin öğretimini içermesi, sosyal beceri yetersizlik türünü
hedef almasıdır (Gresham, Sugai ve Horner, 2001). Ayrıca uygulanacak
program, sosyal beceri öğretiminin, dört öncelikli amacı olan; sosyal
beceri yetersizliğini giderme, sosyal beceri performansını artırma,
engelleyici problem davranışları ortadan kaldırma ile sosyal becerinin
sürdürülmesini ve genellenmesini kolaylaştırma basamaklarını
içermelidir (Singh ve Winton, 1983). Bununla birlikte sosyal beceri
öğretimlerine ilk olarak kolay becerilerden başlamak, öğrencilerin kısa
181
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
sürede başarıya ulaşmalarını ve öğretime daha fazla motive olmalarını
sağlamaktadır (Bellini, 2003).
Sosyal becerilerin öğretiminde, pek çok öğretim yöntemlerinden
yararlanılmaktadır. Bu yöntemler arasında; a) doğrudan öğretim yöntemi
ve b) bilişsel süreç yaklaşımı en çok kullanılanlardandır.
Sosyal beceriler, doğrudan öğretim yöntemi kullanılarak
öğretilebilmektedir. Bu yaklaşımda, sırasıyla; beceri için gereksinim
sağlanır, beceriye model olunur, rol oynanır ya da davranış prova edilir
ve öğrenci performansına geri bildirim verilerek doğru yapılan
davranışlar pekiştirilir. Gereksinim oluşturma, öğrenciye öğretilmesi
hedeflenen becerinin üzerinde neden çalışıldığının açıklanmasıdır.
Öğretimde, öğrencilere başlangıçta öğretilecek hedef beceri hakkında
bilgi verilir. Model olmada, öğretmen ya da öğretmen rolünde olan
herhangi bir kişi istenen beceri için modellik yapar ya da bir video
seyrettirilebilir ve kişilerin bir sosyal etkileşim ile nasıl başa
çıkabileceklerini gözlemlemeleri sağlanır. Rol oynama safhasında kişiler
bazı taklit edilmiş etkileşimlerde sosyal beceri kullanımını pratik ederler,
genellikle rol alırlar. Geri bildirim ve pekiştirme verilir ve öğrencinin
daha fazla pratik yapması sağlanarak öğrencilerin uygulamalardaki
etkileşim performansları netleştirilir (Dorsett ve Kelly, 1984).
Sosyal beceriler, “bilişsel süreç yaklaşımı”na dayalı olarak da
öğretilebilmektedir. Bu yaklaşımda, öğrenciye ihtiyacı olan sosyal
becerileri tek tek öğretmek yerine, sosyal durumlarla ilgili problem
çözme becerisi öğretilmeye çalışılmaktadır. Bu süreçte bilişsel
davranışsal yaklaşımın temel prensipleri doğrultusunda öğrencilere;
problem durumunu tanımlaması, alternatif çözümleri belirlemesi, ne
yapacağına karar vermesi (uygun alternatifi seçmesi), seçtiği alternatifi
uygulaması ve öğrencinin uygulamasını değerlendirmesi aşamaları
öğretilmeye çalışılmaktadır (Sucuoğlu ve Çifci, 2001).
Öğretmenler ayrıca, Vygotsky tarafından geliştirilen, düşünme ve
davranışların sergilenmesinde dilin rehber özelliğini içeren öğretim
modelini kullanarak da öğrencilerine sosyal problem çözme becerilerini
kazandırabilir. Buna göre; a) öğretmen, yüksek sesle kendi kendine
konuşarak ve davranışı sergileyerek öğrencilere bilişsel model olur, b)
öğretmen, öğrencinin aynı beceriyi kendisinin yönlendirmesiyle
yapmasını sağlar, c) öğrenci yüksek sesle neler yapacağını söyler ve aynı
beceriyi gerçekleştirir, d) öğrenci kendi kendisine fısıltı ile konuşarak
beceriyi yerine getirir (Maag ve Webber, 1995).
Öğretilen sosyal becerilerin öğrenci tarafından sıklıkla sergilenmesi
için gerekli fırsatların oluşturulması gerekmektedir. Bu fırsatlar; a) sınıf
içi etkinlerde sosyal becerilere yer vererek b) öğretim programında sosyal
182
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
becerilere yer vererek ve c) öğretimsel oyunlardan yararlanarak
sağlanabilir.
Sınıf içi etkinlerde sosyal becerilere yer verme: Öğretilen yeni
sosyal becerinin daha çabuk öğrenilmesini sağlamak ve kalıcılığını
artırmak tüm okul günü boyunca uygun zamanlarda öğrencilere kullanma
fırsatları verilmelidir. Bunu sağlamanın en etkili yollarından birisi de,
sınıf etkinliklerini öğretilen becerilere göre düzenlemektir (NASP, 2002).
Sınıfta öğrenciler, bu becerileri kullanmak için cesaretlendirmelidir.
Farklı beceriler farklı zamanlarda kullanıldığında ve bir gün boyunca
herhangi bir zamanda davranış gözüktüğünde öğrenciler farklı olarak
desteklenmeli ve ödüllendirilmelidir.
Örneğin, öğretmen, beceriyi
oluşturan alt becerileri bir panoya yazabilir ve bunu sınıfın görünen
yerine asabilir. Böylelikle öğrenciler, ihtiyaç duyduklarında bu alt
basamaklara bakarak becerini nasıl kullanılacağını görebilirler. Beceriyi
gerçekleştiren öğrenciler öğretmen veya diğer öğrenciler tarafından
ödüllendirilebilir. Teneffüslerde, beceriyi içeren kısa süreli oyunlar
düzenlenebilir (Sucuoğlu ve Çifci, 2001).
Öğretim programında sosyal becerilere yer verme: En güçlü
sosyal beceri öğretimi öğretim programının içinde yer alan öğretimdir.
Öğretilen sosyal beceriler, Matematikte, İngilizce ve Hayat Bilgisi gibi
diğer derslerle birleştirilmelidir. Öğretim Programına kaynaştırma bir
öğretim programı matrisi kullanarak başarılabilir. Ünite ve alt ünite x
eksenini, belirgin sosyal beceri de y eksenini göstererek, bir program
cetveli düzenlenebilir. Matrissin altında öğretimsel düzenlemelerin farklı
tipleri listelenebilir. Sürecin planlanması ile tüm ünite boyunca hangi
sosyal becerilerin ne zaman ve nasıl öğretileceğinin önceden belirgin hale
getirilir ve her becerinin, her sınıfta ve her gün öğretilmesi zorunluluğunu
ortadan kaldırılır (Gregory ve Reisberg, 2003; Williams ve Reisberg,
2003). Ayrıca, başarılı bir sosyal beceri öğretimi için, okuldaki tüm
personelin sosyal beceriler hakkında bilgilendirilmesi gerekmektedir.
Öğretmenin ve rehber öğretmenin olduğu kadar sekreterlik, temizlik ve
idari personel gibi diğer personellerin de sosyal beceriler hakkında bilgi
sahibi olmasını, ipuçlarını doğru vermelerini, tutarlı davranmalarını
sağlamak gerekmektedir (Elksnin ve Nin, 1998).
Öğretimsel oyunlardan yararlanmak: Sosyal becerilerin
öğretilmesinde pek çok etkinlik, bir oyun formatında sunulabilir. Oyunlar
hem akranlar arasındaki olumlu etkileşimi desteklemekte hem de
öğrencilerin işbirliği ve düşünceleri ifade etme gibi belirgin sosyal
becerilerde yoğunlaşmalarını kolaylaştırmaktadır. Örneğin, “sosyalleşme
oyunu”nda, sınıf tahtasına numaralar yazılarak bu numaralar öğrencilerin
sosyal becerilerini geliştirmek amacıyla kullanılabilir. Numaralarda
hislere, ilişkilere ya da etkinliklere yönelik, “Yalnız olmayı sever misin?
183
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Ne zaman?” veya “Eğer dünyada herhangi birisi olabilseydin, kim olmak
isterdin? Niçin?” gibi sorular bulunabilir. Her bir oyuncu tahta üzerinde
yazılı olan numaraların etrafında yuvarlak oluşturabilirler ve kartlardan
birini alarak soruya yanıt verebilirler. Ayrıca “karar oyunu”nu da
öğretimsel oyunlar arasında gösterilebilir. Öğretmen duvara beş paralel
hat oluşturabilir ve sağdan sola, kesinlikle doğru, doğru, ne doğru ne de
yanlış, yanlış, kesinlikle yanlış gibi beş hattın ne anlama geldiğini
açıklayabilir. Öğrencilerden anlatılan hikâyeye yönelik kararlarını
gösteren hatta geçmelerini ister. Her bir öğrenci neden o sıraya geçtiğini
açıklayabilir (Mercer ve Mercer, 2005).
7. Aşama: Öğretimleri Değerlendirmek
Sosyal beceri öğretiminde öğretim sonu değerlendirmesi yapmak
önemlidir. Değerlendirme, iki aşamada yapılmalıdır. Bunlardan birincisi,
çocuğun beceriyi öğrenip öğrenmediğinin değerlendirilmesi, ikincisi de
becerinin
farklı
ortamlarda
kullanılıp
kullanılmadığının
değerlendirilmesidir. Her bir aşamadaki belirlenen yetersizlik durumuna
göre öğretimler yeniden düzenlenmelidir (Mercer ve Mercer, 2005;
Sucuoğlu ve Çifci, 2001). Öğrencinin kendisini değerlendirmesinde
öğretmen, öğrencilerden öğretilen beceriyi kullanıp kullanmadıklarını
izlemelerini dolayısıyla kendi kendilerini değerlendirmelerini istemelidir.
Bu amaçla şu etkinlikler yapılabilir (Sucuoğlu ve Çifci, 2001):
Öğrenciler, beceriyi kullandıkları zaman gelip öğretmene haber verebilir.
Öğretmen öğrenciye hem haber verdiği hem de davranışı gerçekleştirdiği
için ödül verebilir. Öğretmen sınıfa bir sınıf listesi asabilir ve öğrenciler
öğrendikleri beceriyi her kullandıklarında, panoya isimlerinin karşısına
bir yıldız koyabilir. Öğrencilere, üzerinde çalışılan beceriye ilişkin bir
kart verilebilir. Öğretmen her sabah okula geldiğinde beceri kâğıdını
öğrenciye vererek öğrenciden, gün boyunca yeni öğrendiği beceriyi
kullanıp kullanmadığını izlemesini ve kendi performansını
değerlendirmesini ister. Öğretmenin öğrencilerin performansını
değerlendirmesi sürecinde ise öğretmen, alt becerilerin ve öğrenci
isimlerinin yazılı olduğu bir tabloyu kullanarak, her bir alt becerinin
gerçekleşme düzeylerine 3 (bağımsız yapar), 2 (a-Yardımla yapar) ve 1
(yapamaz) puanlarını vererek becerileri değerlendirebilir (Sucuoğlu ve
Çifci, 2001). Becerinin farklı ortamda kullanılması ise, öğretmenin
öğrencinin anne babası, rehber öğretmen, okul müdür ve diğer okul
personelleri gibi işbirliği yapmasını gerektirir. Yapılan görüşmeler ile
öğrenci tarafından öğretilen becerilerin farklı ortamlarda kullanılıp
kullanılmadığı belirlenebilir (Choi ve Heckenlaible-Gotto, 1998).
3. SONUÇ
184
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Sistemli bir sosyal beceri öğretimi, eğitimin amaçlarının tam
anlamıyla gerçekleştirilmesinde son derecede önemlidir. Buna karşın,
hâlihazırda öğretim programında sosyal beceri öğretimine yer
verilmemekte, öğretmenler tarafından da sosyal beceriler önemsiz
davranışlar olarak görülmektedir. Bu durum sınıflarda sistemli sosyal
beceri öğretim programlarının uygulanmasını zorunlu kılmaktadır. Sosyal
beceri öğretiminin başarılı olması için, öğretimler günlük rutinlere
eklenmeli, rehber öğretmen, öğretmenler, yöneticiler ve destek personeli
işbirliği içinde çalışmalıdırlar (Goodwin, 1999). Ayrıca öğretmenlerin
sosyal beceri öğretiminin, öğrencilerin akademik başarılarını artıracağını
ve problem davranışlarını azaltacağını bilmeleri, sosyal becerilerin
öğretimine ilişkin olumsuz tutumlarını azaltmaları gerekmektedir.
Kaynaştırma sınıflarında sosyal becerilerin desteklenmesiyle öğrenciler
arası sosyal etkileşimin artırılması son derece önemlidir. Bununla birlikte,
kaynaştırma sınıflarında sosyal becerilerin geliştirilmesinde kullanılacak
en etkili yöntemlerin neler olduğunun belirlenmesine yönelik
araştırmaların
yapılmasına
ihtiyaç
duyulmaktadır.
Deneysel
araştırmalarla etkili sosyal beceri öğretim stratejileri belirlenmelidir.
Kaynaştırma sınıflarında sosyal becerilerin öğretilmesine ilişkin önerilen
yöntemlerin kullanışlılığına ilişkin öğretmenlerin görüşleri belirlenmeli,
görüşler doğrultusunda uygulamalarda ve yöntemlerde düzenlemelere
gidilmelidir.
KAYNAKÇA
Batu, S. , E. (2000). Kaynaştırma, destek hizmetler ve kaynaştırmaya
hazırlık etkinlikleri. Özel Eğitim Dergisi, 2(4), 35-45.
Bellini, S. (2003). Making (and keeping) friends: A model for social
skills interaction. The Reporter, 8(3), 1-10. from:
www.iidc.indiana.edu/irca/socialLeisure/
Choi, H. ve Heckenlaible-Gotto, J. M. (1998). Classroom based social
skills training: Impact on peer acceptance of first grade students.
Journal of Educational Research, 91 (4), 209-215.
Çifci, İ. ve Sucuoğlu, B. (2003). Bilişsel Süreç Yaklaşımıyla Sosyal
Beceri Öğretimi. Ankara: Kök Yayıncılık.
Dorsett P.G. ve Kelly J. A. (1984). Social skills training with the mentally
retarded. Advances in Mental Retardation and Developmental
Disabilities, 2, London: England.
Dökmen, Ü. (1995). Sosyometri ve Psikodrama. Kuramsal Temeller,
Uygulamalardan Örnekler ve Yeni Yaklaşımlar. Sistem
Yayıncılık, İstanbul.
185
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Elksnin, L. K ve Nin, E. (1998). Teaching Social Skills to Students
with Learning and Behavior Problems. Intervention in
School and Clinic, 33(3), 131-141.
Goodwin, W. M. (1999). Cooperative Learning and Social Skills: What
to Teach and How to Teach Them. Intervention in School and
Clinic, 35(1), 29-34.
Gregory, J. W. ve Reisberg, L. (2003). Successful Inclusion: Teaching
Social Skills Through Cirriculum Integration. Intervention in
School and Clinic, 38 (4), 205-211.
Gresham, F. M. (1997). Social Competence and Students with Behavior
Disorders: Where We’ve Been, Where We Are and Where We
Should Go. Education and Treatment of Children, 2(3), 233250.
Gresham, F. M. ve Elliott, N. S. (1987). The Relationship Beetween
Adaptive Behavior and Social Skills: Issues in Definition and
Assessment. The Journal of Special Education, 21(1), 167-181.
Gresham, F. , Sugai, G. ve Horner, R. (2001). Interpreting Outcomes of
Social Skills Training for Students with High-İncidence
Disabilities. Exceptional Children, 67(3), 331-344.
Grubbs, R. P. ve Niemeyer, A. J. (1999). Promoting Reciprocal Social
Interactions in Inclusive Classrooms for Young Children.
Young Children, 11(3), 9-18
Heiman, T. ve Margarit, M. (1998). Loneliness, Depression and Social
Skills Among Students with Mild Mental Retardation in
Different Educational Settings. Journal of Special Education,
32(3), 154-163.
Lewis, T. J. , Sugai, G. ve Colvin, G. (1998). Reducing Problem
Behavior Through a Scholl-Wide System of Effective
Behavioral Support: İnvestigation of a School-Wide Social
Skills Training Program and Contextual İnterventions. School
Psychology Review, 27(3), 446-460.
Maag, J.W. (1994). Promoting Social Skills Training in Classrooms:
Issues for School Counsellors. School Counsellor, 42(2), 100114.
Maag, J. W. ve Webber, J. (1995). Promoting Children’s Social
Development In General Education Classrooms. Preventing
School Failure, 39( 3), 13-20.
Mercer, C. D. ve Mercer, A. R. (2005). Teaching students with learning
problems (7th ed.). Upper Saddle River, NJ: Pearson/Merrill
Prentice-Hall.
Miller, J. M. , Lane, L. K. ve Wehby, J. (2005). Social skills instructions
for students with high-incidence Disabilities: A School-Based
186
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Intervention to Adres Ecquşsştşon Deficits. Prevention School
Failure, 49(2), 27-40.
Muscott, H. , S. (1995). A Process for Facilitating the Appropriate
Inclusion of Students with Emotioanl/Behavioral Disorders.
Education and Treatment of Children, 18(3), 369-387.
NASP, National Association of School Psychologists (2002). Social
Skilss: Promoting Positive Behavior, Academic Success and
School Safety. From:www. factsheets/socialskills.html.
Pavri, S. ve Luftig, R. (2000). The Social Face of Inclusive Education:
Are students with Learning Disabilities Really Included in the
Classroom? Preventing School Failure, 45(1), 8-15.
Rutherford, J. , Robert, B. , Mathur, S. R. ve Quinn, M. M. (1998).
Promoting Social Communication Skills Trough Cooperative
Learning and Direct Instruction. Education and Treatment of
Children, 21(3), 354-370.
Sazak, E. (2003). Zihin Engelli Birey İçin Hazırlanan Akran Aracılı
Sosyal Beceri Öğretim Programının Etkililiğinin İncelenmesi.
Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Bolu.
Sucuoğlu, B. (2003). Sorun davranışlar kontrol listesinin Türkçe
formunun psikometrik özelliklerinin incelenmesi. Türk
Psikoloji Dergisi, 18(52) 77-91.
Sucuoğlu, B. ve Çifci, İ. (2001). Yapamıyor mu? Yapmıyor mu? Zihinsel
Engelli Çocuklar için Sosyal Beceri Öğretimi. Ankara: Ankara
Üniversitesi Basımevi.
Sucuoğlu, B. ve Kargın, T. (2006). İlköğretimde Kaynaştırma
Uygulamaları: Yaklaşımlar, Yöntemler, Teknikler. Ankara:
Morpa Yayınları.
Sucuoğlu, B. ve Özokçu, O. (2005). Kaynaştırma Öğrencilerinin Sosyal
Becerilerinin Değerlendirilmesi. Özel Eğitim Dergisi, 6(1),
41-57.
Singh, N.N. ve Winton, A.S.W. (1983). Social skills training with
institutionalized severely and profoundly mentally retarded
persons. Applied Research in Mental Retardation, 4, 383-398.
Williams, G. J. ve Reisberg, L. (2003). Successful Inclusion: Teaching
Social Skills Through Curriculum Integration. Intervention
School and Clinic, 38(4), 205-210.
Yıldırım, İ. (2002). Bireyi Tanıma Teknikleri. Psikolojik Danışma ve
Rehberlik. Ed: Gürhan Can. s: 121-168. 2. Baskı. Pegam
Yayıncılık, Ankara.
187
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
ÇALIŞANLARIN ÖRGÜTSEL ADALET ALGILAMALARININ
YÖNETİCİ VE ÖRGÜTE DUYULAN GÜVEN ÜZERİNDEKİ
ETKİSİ
Gönül ÜLKER*
ÖZET
Yapılan araştırmada çalışanların üç örgütsel adalet algılamasının
yönetici ve örgüte duydukları güven üzerindeki etkisi, yönetici ve örgüte
duyulan güvenin örgütsel tatmin üzerindeki etkisi araştırılmıştır.
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Rektörlüğü idari birimlerinde
çalışan toplam 131 personele veri toplamak için ulaşılmış, 109
personelden geri dönen anketlerden elde edilen veriler analiz edilerek
bulgulara ulaşılmıştır.
Veri toplamak için örgütsel adalet algılamasını ölçen dağıtım
adaleti, prosedür adaleti ve etkileşim adaleti araçları, örgüte güven,
yöneticiye güven ve örgütsel tatmin araçları kullanılmıştır.
Üç adalet algılaması arasında etkileşim adaleti algılamasının
yönetici ve örgüte güven üzerinde daha etkili olduğu, örgütsel tatmin
üzerinde ise yöneticiye güvenden çok örgüte güvenin etkili olduğu
saptanmıştır.
Anahtar Kelimeler: Örgütsel adalet, Dağıtım adaleti, Prosedür adaleti,
Etkileşim adaleti, Örgütsel güven, Etki-temelli güven, Bilişsel-temelli
güven.
ABSTRACT
In this research, the impact of three organizational justice
perception of employees on their trust in manager and organization is
examined. The effect of trust toward manager and organization on
organizational satisfaction is analyzed.
In order to collect data, questionarries were sent to 131
employees who work at administrative units of Abant Izzet Baysal
University. Following findings are reached by analyzing of 109 returned
questionarries.
In order to collect data, distributive justice measuring
organizational justice perception, instruments of procedural and
*
Doç. Dr. Abant İzzet Baysal Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Kamu
Yönetimi Bölümü.
188
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
interactional justice, trust in manager and organization and organizational
satisfaction instruments were used.
Among three justice perceptions, finding demonstrate that
interactional justice perception is more effective in terms of trust in
manager and organization than others.
Hawever, trust in organization rather than trust in manager is
more effective on the organizational satisfaction.
Key Words: Organizational justice, Distributive justice, Procedural
justice, Interactional justice, Trust in Organizational, Affect-based trust,
Cognition-based trust.
A. GİRİŞ
Güven kavramının sadakat ve bağlılık anlamında kullanılması
13.yüzyıla kadar uzamakla birlikte, güven olgusu belki en erken insan
toplulukları kadar eskidir. Confucius (MÖ.551-479) güveni, tüm sosyal
ilişkiler için gerçekleştirmeye değer ön koşul ve temel olduğunu
belirtmiştir. Sosyal bilimciler ve felsefe konusunda çalışanlar, Hobbes,
Locke ve Hume’a kadar uzanan bir alanda güven konusu ile ilgili
görüşleri araştırdılar. Sosyologlar, Durkheım ya da Simmel gibi kendi
disiplinlerinin öncülerine başvururken, psikologlar Freud ve diğerlerinin
açıklamaları içinde onların özgün ve etkili görüşlerini buldular
(Möllering ve diğ. 2004. 557).
Güven bütün ilişkilerin özünde bulunmaktadır. Güven insanları
bir arada tutar ve onlara güvenlik duygusu verir (Mishra, Morrissey.
1990. 444). Güven, insan ilişkilerinin bütün düzeylerinde etkin olan
anahtar değişken (başarı için gerekli) olduğu ifade edilmiştir (Rotter,
1980.3: Hwang, Burgers, 1997.67: Tzafrir, 2005. 1600). Güven liderlik
kuramlarının da anahtar kavramı olmuştur. Transformasyonel ve
karizmatik liderler izleyicileri üzerinde güven oluştururlar (Lınes ve diğ.
2005. 223). Güven bazı yazarlarca, farklı türdeki örgüt yapılarını bir
arada tutan “sosyal yapıştırıcı” olarak görülmüştür (Puusa, Tolvanen.
2006. 30). Bu açıdan örgütsel amaçların başarılmasında gerekli olan
işbirliği ve ortak bağlılığın artırılmasında önemli rol oynamaktadır.
Güven kadar bireylerarası ve grup davranışlarını bütünüyle etkileyen
başka bir davranış yoktur (Tan, Tan. 2000. 241).
Fukuyama güveni, ortak değerlerin, kültürel ahlak kurallarının ve
sosyal ağların bir fonksiyonu olarak açıklar. Onun görüşüne göre güven,
ekonomik büyümeyi ve sosyal bağdaşmayı destekler. Güvenin, üyelerinin
ortaklaşa paylaştığı normlara dayalı, düzenli, dürüst ve işbirliği yönünde
davranan bir toplumda ortaya çıkması beklenir. Sosyal sermaye, bir
toplumda ve onun bazı bölümlerinde güven duygusunun hakim
189
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
olmasından ileri gelen bir yetidir. Sosyal sermaye, toplumun yaratacağı
endüstriyel ekonominin doğası üzerinde belli başlı sonuçlara yol açar. Bir
örgütte çalışan insanlar, ortak ahlaki kurallara uygun hakaret ettiklerinden
dolayı birbirlerine güveniyorlarsa, o işi yürütmenin maliyeti daha az olur.
Toplumdaki yaygın güvensizlik, bütün ekonomik aktivitelere bir tür vergi
olarak eklenir (Fukuyama. 2000. 42-43).
Son dönemlerde sosyal bilimler alanında güven konusunun büyük
ilgi görmesi, var olan sosyal katkı, dayanışma ve uzlaşma temellerinin
aşınması
konusunda
yaygın
görüşün
ortaya
çıkmasından
kaynaklanmaktadır. Güven, örgütler içinde giderek önem kazanan bir
konu olmaya başladı. Güvenin örgütsel verimliliğe etki ettiği (Tzafrir.
2005. 1600), örgütsel başarıyı belirleyen sonuçlara katkıda bulunan
çözüm yolu olduğu (Lınes ve diğ. 2005. 222), bireyler ve gruplar
arasındaki güvenin uzun dönemde örgütün kararlılığı ve çalışanların
refahı için önemli bir unsur olduğu (Cook, Wall. 1980. 39) ifade edildi.
Örgütsel güven başarılı sosyalizasyon, işbirliği, etkili takım çalışmasında
önemli olduğu kadar uzun dönemde riskleri azalttığı ve işleyiş
maliyetlerini düşürdüğü ve bu yolla işbirliği ve koordinasyonu
kolaylaştırdığı için önemli bulunmuştur (James, Sykuta. 2005. 547).
Güven, sosyal düzen için temel oluşturur ve yaşam kalitesini
iyileştirir. Örgüt içinde güven iklimi yaratılmalıdır. Barnard (1938)
örgütü, iki veya daha fazla bireyin güç ve etkinliklerini koordine eden
sistem olarak tanımlamıştır (Caldwell, Clapham. 2003. 349). Örgüt içi
güven, örgüt üyelerinin örgütsel rolleri, ilişkileri, bekleyişleri ve
bağlılıkları temeline dayalı çok yönlü niyet ve davranışları hakkında
bireylerin olumlu beklentilere sahip olmasıdır. Güven düzeyi yüksek olan
örgütler, güven düzeyi düşük veya yaygın güvensizliğin olduğu
örgütlerden daha çok başarılı, uyumlu ve yeniliğe açık olacağı
belirtilmiştir. Örgüt içi güvenin, takım çalışması, liderlik, amaç belirleme
ve performans değerlendirmeyi geliştirdiği (Huff, Kelley. 2003. 82),
bireyler arasında kontrol ve koordinasyon üzerinde etkili olduğu,
koordine edilmiş davranışların karmaşık sistemler içinde başarısının
ancak birbirine bağımlı aktörlerin bir arada etkili çalışması ile mümkün
olduğu belirtilmiştir (McAllister. 1995. 24).
Mishra ve Morrissey’e göre, örgüt içerisinde dört temel unsur
güven oluşumunu etkiler. Bunlar, açık iletişim, çalışanların karar
vermeye önemli derecede katılımı, önemli bilgilerin paylaşımı, duygu ve
algıların doğru paylaşımıdır (Mishra, Morrissey. 1990. 443). Bu şekilde,
daha iyi iş performansı, iletişim ve bilgi paylaşımında açıklık, örgütsel
vatandaşlık davranışı, daha az çatışma ve kararların ve amaçların kabulü
güvene bağlandı (Lines ve diğ. 2005. 222).
190
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Güven hem bireyler arası hem de kollektif bir olgudur. Örgüt
içinde güven, birey, grup ve sistem düzeyinde olmak üzere üç şekilde
incelenebilir (Puusa, Tolvanen. 2006. 30). Birey düzeyinde güven,
bireyler arası etkileşim temeline dayanır. Farklı tanım ve modellerde
doğruluk, beceri, açıklık, duyarlılık, güvenilirlik ve olumlu beklentiler
gibi özellikler bireyler arası güveni belirlemede kullanılmıştır. Bu
özellikler bireyin, diğerinin sözlerinde, eylemlerinde ve kararlarında
fırsatçı olarak davranmayacağı yönündeki pozitif bekleyişi açıklayarak
güveni anlatır. Grup düzeyinde güven kollektif olgudur. Takımlar,
kollektif değerleri ve kimlikleri temsil eder. Geçmişteki etkileşimler,
diğerlerinin eğilimleri, niyetleri ve güdülerinin değerlendirilmesinde
yararlı bilgiler sunar. Diğerlerinin davranışları hakkında elde edilen
deneyimler onların güvenilirlikleri konusunda bilgi edinme fırsatı verir.
Paylaşılan değerler ve amaçlar belirsizliği azaltır, aynı zamanda hangi
davranışların, durumların ve bireylerin istenen veya istenmeyen olduğunu
belirler. Takımlar kurallardan kaynaklanan güvene sahiptir. Formal ve
informal kurallar söze gerek duyulmadan anlaşılan bilgileri içerir.
Kurallara dayalı güven, sistemin, uygun davranışlarla ilgili kurallarının
anlaşılıp, paylaşılmasıdır. Ortak uygulamalar ile kurumsallaşan güven,
bireysel düzeyde içselleştirilir. Sistem düzeyinde güven kurumsaldır,
bireyin güvenirlik hakkında ulaştığı sonuçlardan hareketle rollere,
sistemlere ve saygınlığa dayandırılır.
Bazı araştırmacılara göre, örgüt içinde güven düzeyini
belirlemede yöneticilerin genel olarak merkezi rol oynadıkları
belirtilmiştir. Yöneticilerin inançları ve eylemleri doğrudan ve dolaylı
olarak örgüt içinde güveni etkiler. Çalışanların örgüte güvenleri,
algılanan örgütsel destekten ve örgütsel adaletten etkilenir (Puusa,
Tolvanen. 2006. 31). Yöneticinin güvenilir olması verdiği söz ve/veya
umutları yerine getirmesi ve korumasıdır. Onlar söyledikleri ve karar
verdikleri gibi davranmalıdırlar (Hubbell, Chory-Assad. 2005. 51).
Böylece güven, önceki ilişkilerdeki deneyimlerle veya en azından
güvenilen bireyin davranışını olumlu olarak sürdüreceğine inanma ile
oluşur. Yönetici davranışları sıklıkla tanımlanan yüksek kalite
mübadelesini içerir, yani doğru iletişim paylaşımı, karşılıklı etkileşime
izin verilmesi ve diğerlerinin duyarlılığını kötüye kullanmamayı içerir
(Deluga. 1994. 317). Güveni etkileyen on bir yönetici davranışı
belirlenmiştir. Bunlar, ulaşılabilir olma, beceri, tutarlılık, dikkatlilik,
dürüstlük, doğruluk, sadakat, açıklık, sözünü tutma, yeni görüşlere açık
olma ve genel olarak güven şeklinde sıralanmıştır (Deluga. 1994. 317).
1. Güven Tanımı
191
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Rotter (1967) tarafından örgüt literatüründe yaygın olarak
kullanılan bir tanım yapılmıştır. Rotter güveni, birey veya grubun verdiği
söz veya umutlara, sözlü veya yazılı beyanlarına itimat edileceği yönünde
diğer birey veya grubun beklenti içinde bulunması olarak tanımlamıştır
(Rotter. 1967. 651). Bireysel açıdan yapılan tanımlarda güven, “bir
kimsenin kontrolü dışında olan diğerline duyarlı olma istekliliği” (Zand.
1972. 231), “bir tarafın, diğer tarafın etkinlikleri ile gelecekte
gereksinimlerinin karşılanacağına duyulan inanç” (Anderson, Weitz.
1989.315: Robinson. 1996. 575) olarak ifade edilmiştir. McAllister’a
göre güven, bir kişinin diğerinin sözlerinden, davranışlarından ve
kararlarından emin olması ve bunlara göre hareket etme istekliliğidir
(McAllister. 1995. 25). Hwang ve Burgers’e göre yönetim literatüründe
farklı iki şekilde güven tanımı yapılmıştır. Bunlardan birincisi kendi
beklentilerini tahmin etmeye güven, ikincisi ise başkasının iyi niyetine
güvendir. Güveni tahmin etme, ilişkilerinde güven duyulacak tarafın
güven derecesini anlamak için anlaşmalar, teminatlar ve benzerleri
incelenerek bir sonuca ulaşılır. Güvene iyi niyet bakışı, bireyler
arasındaki sosyo-psikolojik etkileşimler ve arkadaşlık bağlarında taraflar
arasında fırsatçı ve fırsatçı olmayan davranışları tahmin etmeye çalışır.
Bu nedenle, iyi niyet bakışı, doğrudan “diğerlerinin ahlaki dürüstlüğüne
güven” temeline dayanır. Hwang ve Burgers bu iki bakışı içeren
tanımlamalarında güveni, “bir tarafın diğer tarafın yardımcı davranışına
bağlanma olasılığı” olarak tanımlamışlardır. Bu görüşte, bir tarafın diğer
taraftan beklediği yardım davranışı olasılığı var olan anlaşmaların
incelenmesi gibi “sert” veriye ve diğer tarafın dürüstlüğüne inanma gibi
“yumuşak” veriye dayanacağı öne sürülmüştür (Hwang ve Burgers. 1997.
67). Diğer bir tanımda güven, fırsatlar var olduğunda, güvenilen aktörün
yükümlülüklerini yerine getireceği, tahmin edilen şekilde davranacağı,
eylemde bulunacağı ve dürüst bir şekilde engelleri aşabileceğine inanç
olarak tanımlanmıştır. Güven ihtiyacı, yalnız potansiyel kaybetme
olasılığı olan riskli durumlarda ortaya çıkar (Ring, Van de Ven. 1992.
485: McAllister. 1995. 27). Güven de olasılık söz konusudur, risklerin
olduğunu kabul etmek gerekir. Güvenle ilgili üç özellik üzerinde
durulabilir: ilki, bir tarafın diğer tarafın yardım sever olarak davranacağı
yönündeki inancı; ikincisi, bu bekleyişin gerçekleşmesi için hiç kimsenin
diğer tarafa güç kullanmayacağı; üçüncüsü, taraflar arasında bağlılık
gerektirdiğidir. Bu özelliklerin varlığı bir tarafın performansının diğeri
tarafından etkileneceğini göstermektedir (Whitener ve diğ. 1998. 513:
Lämsä, Pučėtaitė. 2006. 131).
Flores ve Soloman (1988) güvenin, insan ilişkilerinin dinamik
yönü olduğunu belirttiler. Güven oluşturulması, sürdürülmesi ve arasıra
iyileştirilmesi gereken bir süreçtir. Güven ilişkiseldir (Bell ve diğ. 2002.
192
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
66). Clark ve Payne, yapılan güven tanımlarının gözden geçirildiğinde
birkaç temel özelliğin ortaya çıkacağını belirttiler. Güven, algılamalar ve
yaşam deneyimlerine dayanan sonuçlarla ilgili bekleyiş ve başka birinin
uzmanlığı, niyetleri, davranışları, sözleri ve genel niteliklerinin
algılanması sonucu onun güvenilirliğine duyulan inanç olarak görüldü.
Bu nedenle güven oluşumunun deneyimlere, bilgi, sevgi ve saygı gibi
gerekçelere dayandığı öne sürüldü. Ek olarak, sonuçlarla ilgili bir
belirsizlik derecesini içeren davranış veya davranış niyeti olarak görüldü.
Güven oluşumu, bilişsel, duygusal ve davranış niyeti bileşenlerini
gerektirir. Güvenin objektif ögesi davranışla ilgili iken, subjektif ögesi
davranışın temelini oluşturur (Clark, Payne. 1997. 207).
Güven objesinin bazı özellikleri objenin güvenilirliğinin
algılanmasını etkiler. Clark ve Payne tarafından açıklanan bu özelliklere
aşağıda yer verilmiştir (Clark, Payne. 1997. 208).
Dürüstlük: İçtenlik, doğruluk, gerçeği söyleme, verdiği sözü
tutma.
Yeterlik: Teknik ve insan ilişkileri bilgisi, iş yapma becerisi,
karar verme ve performansı.
Uyumlu davranış: Tutarlı, açık, tahmin edilebilir, ölçülü
davranma.
Sadakat: Yardımseverlik, işbirliği yapma, iyi niyet, değer ve
amaçları paylaşma isteği, insana saygı.
Açıklık: Bilgi ve düşünceleri paylaşma isteği.
Mayer, Davis ve Schoorman modellerinde güvenen ve güvenilen
olarak iki taraf üzerinde durmuşlardır. Güveni, “bir tarafın, karşı tarafın
kendisi için dikkate değer önemli davranışlar gerçekleştireceği beklentisi
taşıyarak, kontrol ve izleme ihtiyacı duymaksızın davranışlarına karşı
duyarlı olma istekliliği” olarak tanımlamışlardır (Mayer ve diğ.
1995.712). Yapılan tanımda üç konu dikkati çekmektedir. Bunlar,
isteklilik, duyarlılık ve beklentilerdir (Mayer ve diğ. 1995.712: Lämsä,
Pučėtaitė. 2006. 131: James, Sykuta. 2005. 548). İsteyerek diğer birey
veya varlığa güvenmek, güvenin amaca yönelik bir olgu olduğunu akla
getirmektedir. Güven duyuluyorsa bazı yararlı sonuçlarında ortaya
çıkması beklenmektedir. Diğer şartlar eşit olduğu sürece bir kişinin güven
duyma ile ulaşmayı beklediği faydalar ne kadar çoksa o derece güven
göstermeye eğilimi olacaktır. İkinci önemli konu duyarlılıktır. Duyarlılık
hak etmeyen bir kişiye güven duyulduğunda ne kayıpların ortaya
çıkacağının algılanmasını ifade eder. Duyarlılık güvenin gerekli
unsurudur. Birisinin, diğerinin iyi niyetine ihtiyacı olduğunda bu iyi
niyeti sınırlandırma gündeme gelecektir. Üçüncü önemli konu
beklentilerdir. Beklentiler, güven duyulan birey veya varlığın beceri ve
güvenilirliğinin her ikisine inancı veya güveni gerektirir. Burada güven
193
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
duyulan bireyin, güvenenin menfaatleri ile ilgilenmeye güdülenmiş
olması ve bunları gerçekleştirme yeteneğinin bulunması önemli rol
oynamaktadır (James, Sykuta. 2005. 548). Mayer ve arkadaşları
tarafından oluşturulan modelde güvenen ile güvenilen özelliklerine yer
verilerek konu psikolojik açıdan ele alınmış konunun sosyolojik yönü
üzerinde durulmamıştır.
Şekil 1. Mayer, Davis ve Schoorman Tarafından Önerilen Güven Modeli
Algılanan
Güvenilirlik Unsurları
Algılanan Risk
Yetenek
Yardım severlik
Güven
Dürüstlük
İlişkinin
Risk
Taşıması
S
o
n
u
ç
l
a
r
Güvenenin
Doğal Eğilimi
2.Güvenenin Özellikleri
Bazı kişiler güven konusunda daha olumlu bakışa sahiptir.
Diğerlerinin güvenirliği hakkında olumlu görüşe sahip olma, bu yönde
genel bir bekleyişin bulunması bir kişilik özelliğidir. Sunulan modelde bu
özellik “güven doğal eğilim” olarak ifade edildi. Bazı yazarlar güveni
benzer şekilde tartıştılar. Örneğin, Dasgupta’nın güven yaklaşımı,
diğerlerinin genelleşmiş beklentilerini içerir. Benzer şekilde Farris,
Senner ve Butterfield (1973) güveni, “bireyin kişilik özelliklerinin
örgütün çevresel koşulları ile etkileşimi” olarak tanımlamıştır. Bu
yaklaşımda güven, diğerlerinin güvenilirlikleri hakkında genelleşmiş bir
beklentiye yol açan bir özellik olarak görülmüştür. Güven doğal eğilimi,
güveneni büyük olasılıkla etkileyecek istikrarlı olan bir taraf unsuru
olarak düşünüldü (Mayer ve diğ. 1995.715; Dyne ve diğ. 2000. 6).
Bireylerin doğalarında var olan güven doğal eğilimleri farklıdır. Bireyler
farklı gelişimsel deneyimlere, kişilik özelliklerine ve kültürel özgeçmişe
sahiptir, bu nedenle güven doğal eğilimi kişiden kişiye değişir. Güven
194
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
doğal eğilimi olmakla birlikte farklı kişiler için güven düzeyi değişebilir.
Güven duyan bireyler başkalarının davranışlarını izlemeye daha az ilgi
gösteren ve daha az kuşku duyan kişilerdir (Dyne ve diğ. 2000.6).
3.Güvenilenin Özellikleri ve Güvenlik Kavramı
Konu ile ilgili pek çok yazar tarafından davranışların ve
özelliklerin diğerlerine ne derece güven duyulacağını belirleyen unsurlar
olduğu kabul edilmiştir. Mayer ve arkadaşları güvenilirliği belirleyen üç
özellik üzerinde durmuşlardır. Ancak bu özelliklerin kendi başlarına
güven sağlamadığı, güven geliştirmeye yardımcı oldukları belirtilmiştir.
Bu değişkenler, yetenek, yardım severlik ve dürüstlüktür. Yetenek, bir
tarafın, ustalık, beceriler ve özelliklerle belirli bir etkinlik alanı içinde
etkileyici olma gücüne sahip olmasıdır. Güven belirli bir etkinlik alanı ile
sınırlıdır (Bell. 2002. 66-68). Birey belli bir alanda çok güçlü olur iken,
başka bir alanda daha az yetenek, öğrenim ve deneyime sahip olabilir.
Yardım severlik taraflar arasında bir bağ olduğunu açıklar. Taraflar
arasındaki bağ, tavsiyede bulunan ile koruma altında olan arasındaki
ilişkiye benzemektedir. Tavsiyede bulunan gerekli olmasa bile yardım
sever olacaktır. Dürüstlük, bireyin kabul edilir bulduğu kurallar setine
güvenilen bağlı ise oluşacaktır. Kuralların doğru bulunması ve kurallara
bağlılık güven oluşumunda önemlidir. Bireyin yeteneği, yardım severliği
ve dürüstlüğü ile ilgili algılamalar ona ne kadar güven duyulacağını
belirleyecektir. Schoorman ve diğerleri, yetenek, yardımseverlik ve
dürüstlüğün bireyler arası ilişkilerde geçerli olduğu gibi gruplar arası ve
örgütler arası analizlerde de kullanılabileceğini açıklamışlardır
(Schoorman ve diğ. 2007. 345). Bu özellikler, birbiri ile ilişkili olmakla
beraber birbirinden bağımsız olarak değişebilirler.
4.Güven Boyutları
Tzafrir güveni, geçmişte karşılıklı iyi etkileşimlerin sonucu
olumlu bekleyiş içinde bulunup, diğer taraf için yatırım kaynaklarını
artırmaya isteklik olarak tanımlanmıştır. Tzafrir’e göre güven üç boyutu
içermektedir. Bunlar, uyum, güvenilirlik ve ilgidir. Güvenilirlik, bir
tarafın davranış ve sözleri arasındaki tutarlılık hakkında diğerlerinin
olumlu beklentilere sahip olmasıdır. İlgi, kişisel çıkarın diğer taraf veya
tarafların çıkarları ile dengede olması görüşünü anlatmaktadır. Uyum,
ortak kimlik ve paylaşılan ortak değerlere sahip olma anlamına
gelmektedir (Tzafrir. 2005. 1601).
McAllister, bireylerarası güveni bilişsel ve etki temelli olmak
üzere iki ayrı boyutta incelenmiştir. Bilişsel temelli güvende hangi şartlar
altında ve ne düzeyde kime güvenileceği söz konusudur. Güvenilirlik
ölçütü oluşturmada “iyi nedenler” olarak ne kullanılacağına karar verilir.
195
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Mevcut bilgi ve “iyi nedenler” güven kararının temelini oluşturur
(McAllister. 1995. 26). Bilişsel temelli güven diğer tarafın
yükümlülüklerini yerine getirme yeteneğinin değerlendirilmesidir
(Hopkıns, Weathıngton. 2006. 484). Bilişsel temelli güven, diğer aktörle
ilgili inançları ve bazı bilgileri ifade eder. Örneğin, yöneticiler çalışanlara
güvenirler, çünkü onlar geçmişte güvenilir şekilde davranmışlardır,
gelecekte de öyle davranacakları beklenir (Lämsä, Pučėtaitė. 2006. 132:
Connell, diğ. 2003. 114). Bilişsel temelli güven, bir kişinin güvenilirliği,
dürüstlüğü ve bağlılığına ilişkin diğer kişilerin inançlarını ifade eder.
Güven ilişkilerinin var olması ve gelişmesi için güvenilirlik ve bağlılık
beklentilerinin genellikle bir arada bulunması gerekir (McAllister. 1995.
26).
Etki temelli güvende bireyler arası duygusal bağların oluşumu
önemlidir. Etki temelli güven iki taraf arasında karşılıklı ilgi ve özenle
gelişir (Hopkıns, Weathıngton. 2006. 484). Birey güven ilişkilerine
duygusal yatırım yapar, diğerinin iyiliği için gerçek özen ve ilgisini
ortaya koyup bu gibi ilişkilerin içsel yetkinlik olduğuna ve bu duyarlı
davranmasının karşılığı olacağına inanır (McAllister. 1995. 26). Etki
temelli güven, bireyler arası karşılıklı sorumluluk, ilgi veya duygusal
bağlara dayanırken, bilişsel temelli güven diğerinin güvenilirliği ile ilgili
yeteneklere ve inançlara dayanır. Cook ve Wall benzer bir yaklaşım
üzerinde durarak, başka birinin niyetinin güvenilir olduğuna inanç ile
başka birinin yeteneklerine, üretim becerisine ve güvenilirliğine inanç
ayrımı yapmışlardır (. Cook, Wall. 1980. 40). McAllister’a göre bu iki
boyut birbiri ile ilişkilidir.
Lewis ve Weingert’e göre bilişsel temelli güven, etki temelli
güvenden ilişkisiz olduğunda ortaya “kör inanç” çıkar. Eğer, etki temelli
güven bilişsel temelli güvenden ilişkisizse “risk taşıma” gündeme gelir.
Webber ve Klımoski, etki temelli güven ile bilişsel temelli güvenin farklı
olduğunu kabul etmelerine rağmen bireyler arası güven ilişkilerini
doğrulamak için her ikisinin birlikte incelenmesini önermişlerdir. Bu
nedenle insan ilişkilerinde farklı düzeylerde ortaya çıkan bilişsel ve etki
temelli güven davranışlarını çözümlemeyi kolaylaştırmak için bir model
geliştirmişlerdir (Webber, Klımoski. 2004. 1000). Şekil 1’de bu modele
yer verilmiştir. Yukarıdaki açıklamalara ek olarak modelde, düşük etkisel
güven ve düşük bilişsel güvenin “kuşkuculuk” duygusuna yol açacağı,
yüksek etkisel ve yüksek bilişsel güvenin bir arada bulunması ise
“bağlılık” duygusu yaratacağı üzerinde durulmuştur.
Şekil 2. Etkisel ve Bilişsel Güven İlişkisi
Düşük bilişsel güven
Yüksek bilişsel güven
196
Düşük etkisel güven
“kuşkuculuk”
“risk taşıma”
Yüksek etkisel güven
“kör inanç”
“bağlılık”
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
5.Örgütsel Adalet
Örgütsel adalet, örgüt üyelerinin örgüt tarafından kendilerine
gösterilen davranışları haklı olarak görüp görmedikleri ile ilgilidir.
Örgütsel adalet konusunda yapılan çalışmalar karar vericinin, karar alma,
karar alma süreci ve bireyler arası davranışları, bu kararların ortaya
çıkardığı kazanımların doğruluğuna ilişkin çalışanların tutumlarını
etkileyeceğini belirtmektedir (Eskew, 1993. 185).
Örgütsel adaletin, prosedür (işlemsel) adaleti ve dağıtım adaleti
olmak üzere iki boyutlu (Tan, Tan. 2000. 245) incelendiği gibi üçüncü bir
boyut olan etkileşim adaletini de içeren çalışmalar yapılmıştır (Aryee ve
diğ. 2002. 269-271). Dağıtım adaleti, kaynakların örgüt tarafından
bölüştürülmesindeki adalet algılamasını anlatır. Bu görüş, üyelerin ortaya
koydukları çabanın karşılığında örgütçe sunulan sonuçların (performans
değerlendirme, ücret, yükselme ve terfi gibi) uygun olup olmadığı
hakkında onların karar vermelerine ilişkin eşitlik kuramından
kaynaklanmaktadır (Blakely ve diğ. 2005. 261). Dağıtım adaleti
çalışanların kaynak ve sonuçların dağıtımındaki haklılık algılamalarını
açıklar. Çalışanın örgütsel kaynak ve ödüllerin doğru dağıtıldığını
algılaması örgüte ilişkin olumlu davranışların geliştirilmesine neden olur.
Çalışan gördüğü haklı davranış karşılığında örgüte güven duyarak cevap
verecektir (Tan, Tan. 2000. 246). Dağıtım adaleti kuramları, doğru karar
verme modelini (Leventhal, 1976. 1980), dağıtım adaleti kuramını
(Homans, 1961), dağıtıma öncelik verme kuramını (Adams, 1963, 1965)
kapsar (Eskew, 1993. 186). Dağıtım adaleti, çalışanların elde ettiği
kazanımların ne derece adil olduğu konusundaki algılamalarını, prosedür
adaleti ise kazanımların kullanılmasını belirleyen yöntemlerin
haklılığının algılanmasını ifade eder (Aryee ve diğ. 2002. 269-271).
Prosedür adaleti, dağıtım kararlarında kullanılan süreçlerin haklılık
algılamasını ifade eder. Örneğin, çalışanlar terfi veya yükselmelerin nasıl
belirlendiğini sorgulayabilir (Blakely ve diğ. 2005. 261). Dağıtım adaleti
konusu, değerli bir şey az olduğunda, herkesin istekleri
gerçekleşmediğinde veya olumsuz bir şey önlenemediği zaman daha çok
konu olur. Dağıtım adaleti belirlemede bireyler kazanımlarını bir standart
veya kurala göre değerlendirip karşılaştırma yapabilecekleri gibi bir
başkasının elde ettiği kazanım veya geçmiş uygulamaları da ele
alabilirler. Leventhal (1980) bireylerin prosedür adaleti kavramına ilişkin
en az altı prosedür ilkesi kullandıklarını belirtmiştir. Bunlar, fazla çalışma
ve bireyler için uyumlu işlemler (tutarlılık), kararların doğru bilgilere ve
görüşlere dayandırılması (doğruluk), yanlış bilgilere dayalı bilgileri
düzeltme veya değişiklik yapma olanağının bulunması (düzeltme
yapabilme), ilgili grup veya bireyler için temsil süreçleri oluşturma
197
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
(temsile dayalılık), genel moral ve etik değerlere uygun işlemler
oluşturma (davranış kurallarına uyma), bencillik ve kör bağlılıkla oluşan
önyargıların olmayışı (önyargıları bastırma) olarak belirtilmiştir (Kickul
ve diğ. 2005. 209). Özetle prosedür adaleti karar sonuçlarını belirleyen
işlemlerle ilgilidir. Karar vericinin veya örgütün herhangi bir aykırı
davranışı prosedür adalet algılamasını etkileyebilir. Prosedür adaleti
sosyal sistemin kaynakların dağıtımını düzenleyen işlemlerin
doğruluğuna ilişkin bireylerin algılamalarıdır. Etkileşim adaleti
prosedürler uygulandığında bireyin karşılaştığı bireylerarası davranışların
doğruluğu ve kalitesini (Hubbell, Chory-Assad. 2005. 50-51), ya da karar
vericinin etkilediği bireylerarası davranışların niteliğini ifade eder (Aryee
ve diğ. 2002. 269-271). Etkileşim adaleti örgütsel pratiklerin gerektirdiği
iletişimin doğru algılanmasını gerektirir. Bies ve Moag gösterilen
davranışların doğruluğu, uygunluğu ve saygınlığı etkileşim adaleti
algılaması ile ilgilidir. Bireyler duyarlı ve saygılı biçimde iletişim
kurduklarını
algıladıklarında
ve
örgütsel
prosedürlerin
gerçekleştirilmesinde saygılı ve uygun davranışlar gördüklerinde
iletişimin doğruluğuna ilişkin daha fazla görüşe sahip olacaklardır
(Hubbell ve diğ. 2005. 50).
B.ARAŞTIRMANIN AMACI VE MODELİ
Araştırmanın amacı, örgütsel adalet algılamasının örgüte ve
yöneticilere güven üzerindeki etkisini belirlemek ve örgütsel güven ile
yönetime güvenin örgütsel tatmin üzerindeki etkisini araştırmaktadır.
Belirtilen amaç doğrultusunda geliştirilen araştırma hipotezleri ve
modeline aşağıda yer verilmiştir.
H1:
Çalışanların dağıtım adaleti algılamaları örgüte
duydukları güveni etkilemektedir.
H2:
Çalışanların prosedür
duydukları güveni etkilemektedir.
adalet
algılamaları
örgüte
H3:
Çalışanların etkileşim
duydukları güveni etkilemektedir
adaleti
algılamaları
örgüte
H4:
Çalışanların üç adalet algılaması arasında etkileşim
adaleti algılaması örgüte duydukları güveni en çok etkilemektedir.
H5:
Çalışanların etkileşim adaleti algılamaları yöneticiye
duydukları güveni etkilemektedir.
198
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
H6:
Çalışanların örgüte duydukları güven onların örgütsel
tatminleri üzerinde etkilidir.
H7:
Çalışanların yöneticiye duydukları güven onların örgütsel
tatminleri üzerinde etkilidir.
ŞEKİL 3. Araştırma Modeli
Dağıtım Adaleti
Örgütsel
Güven
Prosedür Adaleti
Örgütsel
Tatmin
Yöneticiye
Güven
Sonuç
Etkileşim Adaleti
Örgütsel Adalet
Algılaması
Örgüte ve Yöneticiye
Güven
C.YÖNTEM
Araştırmanın evrenini Abant İzzet Baysal Üniversitesi
Rektörlüğü idari birimlerinde çalışan personel oluşturmaktadır.
Araştırmada evren örneklem olarak kabul edilmiş, toplam 131 personele
anket uygulanmış, anketi yanıtlamayanlar ile noksan işaretleme yapılan
anketler çıkarıldıktan sonra 109 anketle elde edilen veriler analiz
edilmiştir. Aracın uygulanabilmesi için Rektörlük Makamından yazılı
izin alınmıştır.
Düzenlenen anketin ilk kısmında araştırmaya katılan deneklerin
yaşı, eğitim durumu ve hizmet süresi sorulmuştur. İkinci kısımda örgütsel
adalet, örgütsel güven, örgütsel tatmini ölçen 5’li Likert tipi ölçek ve alt
ölçeklere yer verilmiştir. Araştırmaya katılan deneklerden ölçek üzerinde
yer alan “Hiç katılmıyorum”, “Katılmıyorum”, “Kararsızım”,
“Katılıyorum” ve “Tamamen katılıyorum” seçeneklerinden birisini
199
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
işaretlemesi istenmiştir. Araştırmada kullanılan araçlarla ilgili açıklamaya
aşağıda yer verilmiştir.
1.Veri Toplama Araçları
Çalışmada dört farklı araç ve bir aracın alt ölçekleri
kullanılmıştır. Çalışanların örgütsel adalet algılamalarını ölçmek için,
dağıtım adaleti, prosedür adaleti ve etkileşim adaletini ölçen alt
ölçeklerden yararlanılmıştır. Yöneticiye güven, örgüte güven ve örgütsel
tatmin araçları kullanılmıştır.
Dağıtım adaletini ölçen ölçek (Distributive Justice Index) Prince
ve Mueller (1986), Moorman (1991), Niehoff ve Moorman (1993), Tan
ve Tan (2000) tarafından yapılan araştırmalarda kullanılmıştır. Aracın
alpha güvenilirliği 0.90’nın üzerinde bulunmuştur (Niehoff, Moorman,
1993, 538; Tan ve Tan, 2000, 248; Hopkıns, Weathıngton, 2006. 498).
Yapılan diğer bir çalışmada ise aracın alpha güvenilirlik katsayısı 0.95
olarak tesbit edilmiştir (Aryee ve diğ. 2002. 274).
Prosedür adaletini ölçen ölçek (Procedural Justice Scale)
Moorman (1991) tarafından geliştirilmiş, Niehoff ve Moorman (1993),
Tan ve Tan (2000), Aryee ve arkadaşları (2002), Kickul ve arkadaşları
(2005), Hopkıns ve Weathıngton (2006) tarafından veri toplamak için
kullanılmıştır. Hopkıns ve Weathıngton’un yapmış oldukları çalışmada
aracın alpha güvenilirliği 0.94 olarak açıklanmıştır (Hopkıns,
Weathıngton, 2006. 486). Diğer çalışmalarda aracın güvenilirlik katsayısı
0.92 olarak bulunmuştur (Niehoff, Moorman, 1993, 541).
Etkileşim adaletini ölçen ölçek (Interactional Justice Scale)
Niehoff ve Moorman tarafından geliştirilmiş ve yaptıkları çalışmada
alpha güvenilirlik katsayısı 0.92 olarak bulunmuştur (Niehoff, Moorman,
1993, 541). Araç Aryee ve arkadaşları tarafından da kullanılarak veri
toplanmıştır (Aryee ve diğ. 2002. 267-285).
Örgüte yönelik güveni ölçen araç Gabarro ve Athos (1978) ve
Robinson (1996) tarafından kullanılmış ve aracın alpha güvenilirlik
katsayısı 0.84 bulunmuştur (Aryee ve diğ. 2002. 274). Araç, Hopkıns ve
Weathıngton tarafından yapılan araştırmada kullanılmış, alpha
güvenilirlik katsayısı 0.85 bulunmuştur (Hopkıns, Weathıngton, 2006.
487-498).
McAllister tarafından, yapmış olduğu çalışmada veri toplamak
için geliştirilen bireylerarası güveni ölçen araç iki alt ölçekten
oluşmaktadır. Bunlar, etki temelli güven ile bilişsel temelli güvendir.
Yapılan bu çalışmada sırasıyla ölçeklerin alpha güvenilirlik katsayısı 0.89
ve 0.91 bulunmuştur (McAllister, 1995. 36-37).
Örgütsel tatmini ölçen araç Warr ve Routledge tarafından
geliştirilmiş, araç Weathington ve Tetrick tarafından yaptıkları çalışmada
200
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
kullanılmıştır. Aracın alpha güvenilirlik katsayısı 0.86 bulunmuştur.
Hopkıns ve Weathıngton tarafından da araştırmada kullanılan aracın
güvenilirlik katsayısı 0.56 bulunmuştur (Hopkıns, Weathıngton. 2006.
487).
2.Verilerin Analizi
Araştırmada kullanılan araçların faktör analizi yapılmıştır.
Araçların Cronbach alpha güvenilirlik katsayıları tesPit edilmiştir.
Verilerin analizinde ortalama, standart sapma korelasyon ve regresyon
işlemlerinden yararlanılmıştır.
D.BULGULAR VE YORUM
Yapılan faktör analizi sonucunda dağıtım adaleti, prosedür
adaleti, etkileşim adaleti, örgüte güven, yöneticiye güven ve örgütsel
tatmin değişkenlerinin Cronbach alpha değerleri sırasıyla 0.92, 0.80,
0.91, 0.93, 0.93 ve 0.91 bulunmuştur. Örgüte güven, prosedür adaleti ve
örgütsel tatmin faktörleri arasında yer alan 1’er madde değerlerinin düşük
olması nedeniyle analiz çalışmalarının dışında bırakılmıştır. Ayrıca
bilişsel temelli güven ile etki temelli güven maddeleri bir faktör altında
toplanmış ve burada da madde değeri düşük olduğu için analiz
çalışmasına alınmamıştır. Yapılan faktör analizi sonuçlarına Tablo 1’de
yer verilmiştir.
Araştırmaya katılan toplam 109 çalışandan 1’i (%0.9) 20 yaş ve
altı yaş grubunda, 34’ü (%31.2) 21-30 yaş grubunda, 44’ü (%40.4) 31-40
yaş grubunda ve 30’u (%27.5) 41 ve üstü yaş grubunda yer almaktadır.
Çalışanlar arasında 21-30 yaş grubunun diğer gruplara göre daha fazla, 20
yaş ve altı ise 1 eleman çalışmaktadır.
Eğitim durumu açısından değerlendirme yapıldığında, 40’ı
(%36.7) lise ve dengi okul mezunu, 14’ü (%12.8) meslek yüksek okulu
mezunu olduğu, 44’ü (%40.4) lisans ve 11’i (%10.1) yüksek lisans ve
doktora derecesine sahip olduğu görülmektedir. Lisans mezunlarının
diğer eğitim düzeylerine göre daha fazla olduğu görülmektedir.
Hizmet süresi açısından değerlendirme yapıldığında çalışanlar
arasında 1 yıldan az hizmet süresi olanlar 5 kişi (%4.6), 1-5 yıl hizmet
süresi olanlar 31 kişi (%28.4), 6-10 yıl hizmet süresi olanlar 17 kişi
(%15.4) ve 10 yıldan fazla hizmet süresi olanlar 56 kişi (%51.4) dür. Bu
bulgular çalışanların yarısından fazlasının 10 yıldan fazla çalışmakta
olduğunu göstermektedir.
Tablo 2’deki korelasyon ve ayrıca regresyon analizi sonuçları
elde edilen bulgular değerlendirildiğinde aşağıdaki sonuçlara ulaşılmıştır.
201
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Prosedür adaleti algılaması ile örgütsel güven arasındaki ilişki
istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0.05). Değişkenler arasında
pozitif yönlü ortalama düzeyde bir ilişki (r=0.46) görülmüştür. Ayrıca
belirlilik katsayısı (r2)=0.215 olarak tespit edilmiştir. Elde edilen bulgular
doğrultusunda örgütsel güven üzerinde prosedür adaleti algılamasının
belirli ölçüde bir etkisinin olduğu görülmektedir.
Tablo 1. Faktör Yükleri
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
11.
12.
13.
14.
15.
16.
17.
18.
19.
20.
21.
22.
23.
24.
25.
26.
27.
28.
29.
30.
31.
32.
33.
34.
35.
36.
37.
38.
39.
202
Yöneticiye
Güven
0.779
0.771
0.747
0.719
0.710
0.702
0.646
0.636
0.572
Örgüte
Güven
Dağıtım
Adaleti
Etkileşim
Adaleti
Prosedür
Adaleti
Örgütsel Tatmin
0.742
0.740
0.717
0.697
0.651
0.590
0.465
0.883
0.837
0.823
0.804
0.798
0.786
0.718
0.775
0.733
0.707
0.693
0.690
0.652
0.758
0.627
0.605
0.561
0.550
0.781
0.744
0.744
0.711
0.683
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
40.
41.
42.
43.
44.
0.677
0.656
0.647
0.591
0.574
Etkileşim adaleti algılaması ile örgütsel güven arasındaki ilişki
istatistiksel olarak anlamlı bulunuştur (p<0.05). Değişkenler arasında
ortalama düzeyde bir ilişki (r=0.58) görülmektedir. Ayrıca belirlilik
katsayısı (r2)=0.340 olarak hesaplanmıştır. Etkileşim adalet algılamasının
belirli ölçüde örgütsel güven üzerinde etkisi olduğu söylenebilir.
Dağıtım adaleti algılaması ile örgütsel güven arasındaki ilişki
istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0.05), ancak aynı değişkenler
arasında çok zayıf bir ilişki olduğu (r=0.24) görülmüş, ayrıca r2=0.058
olarak hesaplanmıştır. Dağıtım adaletinin örgütsel güven üzerinde bir
etkisinin olduğu söylenemez.
Etkileşim adaleti algılaması ile yöneticiye güven arasındaki ilişki
istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0.05). Değişkenler arasında
pozitif yönlü orta düzeyde bir ilişki (r=0.60) tespit edilmiştir. Ayrıca
belirlilik katsayısı (r2)=0.37’dir. Etkileşim adaleti algılamasının
yöneticiye güven üzerinde belirli bir etkisinin bulunduğu söylenebilir.
Örgüte güven ile örgütsel tatmin arasındaki ilişki istatistiksel
olarak anlamlı bulunmuştur (p<0.05). Değişkenler arasında pozitif yönlü
orta düzeyde (r=0.058) bir ilişki olduğu görülmektedir. Aynı değişkenler
için r2=0.33 bulunmuştur. Örgütsel güvenin örgütsel tatmini belirli bir
ölçüde etkilediği ifade edilebilir.
Yöneticiye güven ile örgütsel tatmin arasındaki ilişki istatistiksel
olarak anlamlı bulunmuştur (p<0.05). Değişkenler arasında orta düzeyde
bir ilişki (r=0.45) olduğu görülmüştür. Aynı değişkenler için hesaplanan
belirlilik katsayısı (r2)= 21’dir. Yöneticiye güvenin örgütsel tatmini çok
sınırlı olarak etkilediği söylenebilir.
Çalışanların üç adalet algılaması arasında en çok etkileşim adaleti
algılamasının örgüte duydukları güveni etkilediği görülmektedir.
Bu sonuçlar H1 hipotezinin reddedildiğini diğer araştırma
hipotezlerinin kabul edildiğini göstermektedir.
Çalışanların dağıtım adaleti algılamalarının yetersiz olması
örgüte duydukları güven düzeyini etkilemektedir. Araştırmaya
katılanların yarısından fazlası lise ve meslek yüksek okulu mezunudur.
Çalışanların örgüte yapmış oldukları katkı karşılığında başta aldıkları
ücret, ek ücret yetersiz olduğu gibi aynı zamanda yükselebilecekleri
makam veya görev sayısı da sınırlıdır. Kamu kesiminde memurlar için
ödenen ücret miktarının tatmin edici düzeye getirilmesinde yarar vardır.
Yapılan işin önemi, sorumluluğu ve gösterilen çabanın ücret belirlemede
yeteri kadar etkisinin olmaması ya da performans değerlendirmede bu
203
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
özellikler için objektif ölçütlerin kamu kesimi için geliştirilmemiş olması
dağıtım adaleti algılamasını etkileyebilir. Bu açıdan farklı kamu
kurumlarında çalışan personel üzerinde yapılacak araştırmalar ve
karşılaştırmalar konuyu daha açıklayıcı bilgiler verebilir.
Prosedür adaleti algılamasının etkileşim adaleti algılamasına göre
örgütsel güven üzerindeki etkisinin daha az olduğu görülmüştür. İdari
bürolarda çalışan personelin yapmış olduğu işlerin büyük çoğunluğunun
bilinen, önceden belirlenmiş kural ve ilkeler çerçevesinde gerçekleştirilen
işler olduğu düşünüldüğünde görüş, düşünce ve talepleri dikkate alma ve
karara katılma davranışlarının işin niteliği gereği daha sınırlı olacağını
ifade etmek mümkündür.
Çalışanların etkileşim adaleti algılamaları, örgüte duyulan güveni
diğer adalet algılamalarına göre daha fazla etkilemekle birlikte
yöneticilere duyulan güveni de benzer değerlerde etkilediği
görülmektedir. Örgüte duyulan güvenle yöneticilere duyulan güven
arasında yüksek bir ilişkinin olduğu söylenebilir. Her iki değişken
arasındaki ilişkinin (r=0.71) yüksek olduğu Tablo 2’de görülmektedir.
Yöneticilerin çalışanlarla olan etkileşimlerinde ilgi ve anlayış
göstermeleri, onların bireysel ihtiyaçlarına, haklarına dikkat etmeleri ve
özen göstermeleri, işe ilişkin açıklamalarda bulunmaları ve iletişim
yetenekleri etkileşim adaleti algılaması üzerinde etkili olmuştur.
Tablo 2. Ortalama, Standart Sapma, C.Alpha ve Korelasyon
Değerleri
Değişkenler
Dağıtım

SD
Alpha
1
2.20
2
3
4
5
0.8451
0.92
1
3.05
0.7136
0.80
0.23*
1
3.24
0.8293
0.91
0.30**
0.59**
1
3.53
0.8013
0.93
0.24*
0.46**
0.58**
1
3.61
0.8122
0.93
0.11
0.40**
0.60**
0.71**
1
3.23
0.7775
0.91
0.30**
0.48**
0.42**
0.58**
0.45**
6
Adaleti
Prosedür
Adaleti
Etkileşim
Adaleti
Örgüte
Güven
Yöneticiye
Güven
Örgütsel
Tatmin
Not:
No = 109,
E.SONUÇ
204
p*<0.05,
p**<0.01
1
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Örgüt sosyal bir sistemdir. İnsan örgütün vazgeçilmez temel
unsurudur. İnsanın sadece bir üretim faktörü olarak ele alınıp
değerlendirilmesinin yeterli olmadığı bilinen bir gerçektir. Örgütün
sosyal ortamı içerisinde birey ve grupların tutum ve davranışları oldukça
belirleyicidir. İnsanın sadece bir üretim faktörü olarak ele alınmasının
yeterli olmadığı sosyo-psikolojik, kültürel yönleri ile bir bütün olarak ele
alınması önem kazanmıştır. İnsanın örgütsel amaçlara etkin bir biçimde
yöneltilebilmesi onların örgütsel beklentilerinin karşılanması ile
sağlanacaktır.
Çalışanların örgütsel adalet algılamaları onların örgüte ve
yöneticiye duyacakları güveni etkileyecektir. Örgüte ve yöneticiye güven
düzeyinin artırılmasında başta ücret ve ödül sisteminin yeterli düzeye
getirilmesinin sağlanması gerekir. Bu açıdan kamu personeli için gerekli
düzenlemelerin yapılmasında yarar vardır. Çalışmada üç adalet algılaması
içerisinde etkileşim algılamasının örgüte güven üzerinde etkisinin
diğerlerinden daha fazla olması ve yine etkileşim adaleti algılamasının
yöneticiye güveni de belirli ölçüde belirlemiş bulunması önemlidir. Bu
açıdan kamu kurumlarında yöneticilerin çalışanlarla açık ve dürüst bir
etkileşim içinde olmaları ve etkin bir iletişim kurmaları gerekli
görülmektedir.
Yöneticiye ve örgüte güvenin örgütsel adalet algılaması dışında
kalan bazı faktörler açısından da araştırılmasında yarar vardır. Güvenin,
yaş, cinsiyet, eğitim durumu, hizmet süresi, kişilik özellikleri ve güven
doğal eğilimi açısından özellikleri üzerinde durulabileceği gibi
güvenilenin liderlik tarzı ve örgüt içindeki pozisyonu üzerinde de
çalışılabilir. Ayrıca konu örgüt kültürü, örgütün büyüklüğü ve
karmaşıklaşma derecesi açısından da değerlendirilebilir.
KAYNAKÇA
Anderson, E. , Weitz, B. (1989). “Determinants of Continuity in
Conventional Industrial Channel Dyads”. Marketing Science 8.
310-323.
Aryee, S. , Budwar, P.S. , Chen, Z.X. (2002). “Trust as a Mediator of
Relationship Between Organizational Justice and Work
Outcomes: Test of a Social Exchange Model”. Journal of
Organizational Behavior. 23. 267-285.
Bell, G.G. , Oppenheimer, R.J. , Bastien. A. (2002). “Trust Deterioration
in an International Buyer- Supplier Relationship” Journal of
Business Ethics. 36. 65-78.
Blakely, G.L. , Andrews, M.C. , Moorman, R.H. (2005) “The Moderatıng
Effects of Equıty Sensıtıvıty on the Relatıonshıp Between
205
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Organizational Justice and Organizational Cıtızenshıp Behaviors”
20.2.259-273.
Caldwell, C. , Clapham, S.E. (2003). “Organizational Trustworthiness:
An International Perspective”.Journal of Business Ethics. 47.
349-364.
Clark, M.C. , Payne, R.L. (1997). “The Nature and Structure of Worker’s
Trust in Management”. Journal Of Organizational Behavior.
18.205-224.
Cook, J. , Wall, T.(1980). “New Work Attiude Measures of Trust,
Organizational Commitment and Personal Need Nonfutfıllment”
Journal of Occupational Psychology. 53. 39-52.
Deluga, R.J. (1994) “Supervisor Trust Building, Leader-Member
Exchange and Organizational Citizenship Behaviors”. Journal of
Occupational and Organizational Psychology. 67. 315-326.
Dyne, L.V. , Vandewalle, D., Kostova, T., Latham, M.E., Cummıngs,
L.L.(2000). “Collectivism, Propensity to Trust and Self-Esteem
as Predictors of Organizational Citizenship in a Non- Work
Setting”. Journal of Organizational Behavior. 21.3-23.
Eskew, D.E. (1993). “The Role of Organizational Justice in
Organizational
Citizenship
Behavior”,
Employee
Responsibilities and Rights Journal. 6.3. 185-194.
Fukuyama, F.(2000). Güven: Sosyal Erdemler ve Refahın Yaratılması.
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. İstanbul.
Huff, Lenard. , Kelley, L. (2003). “Levels of Organizational Trust in
Individualist Versus Collectivist Societies: A Seven-Nation
Study”. Organization Science. 14.1. 81-90.
Hopkins, S.M. , Weathıngton, B.L. (2006). “The Relationships Between
Justice Perceptions, Trust and
Employee Attitudes in a
Downsized Organization” The Journal of Psychology. 140.5.
447-498.
Hubbell, A.P. , Chory-Assad. R.M. (2005). “Motivatıng Factors:
Perceptions of Justice and Their Relationship with Managerial
and Organizational Trust”. Communication Studies. 56.1. 4770.
Hwang, P. , Buergers, W.P. (1997). “Properties of Trust: An Analytical
View”. Organizational Behavior and Human Decision
Processes. 69.1. 67-73.
Kickul, J. , Gundry, L.K. , Posig, M. (2005). “Does Trust Matter? The
Relationship Between Equity Sensitivity and Perceived
Organizational Justice” Journal of Business Ethics. 56. 205218.
206
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Lämsä, A.M. , Pučetaitė, R. (2006). “Development of Organizational
Trust Among Employees from a Contextual Perspective”.
Business Ethics: A European Review. 15.2. 130-140.
Lınes, R. , Selart, M., Espedal, B., Johansen, S.T. (2005). “ The
Production of Trust During Organizational Change”. Journal of
Change Management. 5.221-245.
Mayer, R.C. , Davis, J.H., Schoorman, F.D. (1995). “An Integrative
Model of Organizational Trust” Academy of Management
Review. 20.3. 709-734.
McAllister, D.J. (1995). “Affect and Cognition Based Trust as
Foundations for Interpersonel Cooperation In Organizations”
Academy of Management Journal. 38.1. 24-59.
Mishra, J. , Morrissey, M.A. (1990). “Trust in Employee-Employer
Relationships: A Survey of West Michigan Managers” Personnel
Management. 19.443-485.
Möllering, G. , Bachmann, R. , Lee, S.H. (2004). “Understanding
Organizational Trust-Foundations, Constellations and İssues of
Operationalisation”. Journal of Managerial Psychology. 19.6.
556-570.
Ring, P.S. , Van de Ven, A.H. (1992). “Structuring Cooperative
Relationships Between Organizations”. Strategic Management
Journal 13. 483-498.
Rotter, J.B. (1967). “A New Scale for the Measurement of Interpersonal
Trust”. Journal of Personality. 35. 651-665.
Rotter, J.B. (1980). “Interpersonal Trust, Trust-Worthiness and
Gullibility”. American Psychologist. 35. 1-7.
Pussa, A. , Tolvanen, U. (2006). “Organizational Identity and Trust”.
Electronic Journal of Business Ethics and Organization
Studies. 11.29-33.
James, H.S.Jr. , Sykuta, M.E. (2005). “Property Right and Organizational
Characterıstıcs of Producer-Owned Fırms and Organizational
Trust”. Annals of Public and Cooperative Economics. 76.4.
545-580.
Schoorman, F.D. , Mayer, R.C., Davis, J.H. (2007). “An Integrative
Model of Organizational Trust: Past, Present and Future”.
Academy of Management Review. 32. 344-354.
Tan, H.H. , Tan, C.S.F. (2000). “Toward the Differentiation of Trust in
Supervisor and Trust in Organization”. Genetic, Social and
General Psychology Monographs. 126. 2. 241-260.
Tzafrir, S.S. (2005). “The Relationship Between Trust, HRM Practices
and Firm Performance”. Journal Of Human Resource
Management. 16.9. 1600-1622.
207
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Webber, S.S. , Klımoskı, R.J. (2004). “Client-Project Manager
Engagements, Trust and Loyalty”.Journal of Organizational
Behavior. 25. 997-1013.
Whitener, E.M. , Brodt, S.E., Korsgaard, M.A., Werner, J.M. (1998).
“Managers as Initiators of Trust: AnExhange Relationship Frame
Work for Understanding Managerial Trustworthy Behavior”.
Academy of Management Review. 23.3. 513-530.
Zand, D.E. (1972). “Trust and Managerial Problem Solving”.
Administrative Science Quarterly. 17. 229-239.
208
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
TÜRKİYE’DE TÖRE BASKISINA BAĞLI İNTİHARLAR VE
TÖRE CİNAYETLERİ
M. Cengiz YILDIZ*
ÖZET
İntihar; insanın öz benliğine yönelmiş bir saldırganlık ve yok etme
eylemi olup, bireyin istemli olarak yaşamına son vermesi olarak
tanımlanabilir. İntiharların meydana gelmesinde, çevresel baskıların
önemli bir yere sahip olduğu bilinmektedir. Yani; toplumsal, ekonomik,
kültürel vb. unsurlar, intiharları etkileyen temel değişkenler
konumundadır. Kültürel etkenler içinde ele alınan ‘töre’nin, intiharları
etkileme gücüne sahip olduğu ifade edilebilir.
Kişilerin –ve özellikle de kadınların–, ‘töre’ye uygun olmayan bir
görüntü sergilemeleri durumunda, töre baskısı söz konusu olmakta ve kişi
ya töreye uyarak ‘hizaya gelmekte’ ya da intihar ederek, aşiretin, ailenin,
soyun vb. ‘namusunu kurtarmakta’dır. Bu durum, her ne kadar intihar
gibi algılansa ve yansıtılsa da, bu, gerçekte bir ‘töre cinayeti’ veya
‘namus cinayeti’dir.
Birtakım cinayetlere intihar süsü verilmesi de söz konusu olabilir.
Resmi kayıtlara ve basın yayın organlarına yansıyan intiharların belli bir
kısmının, aslında töre cinayeti olduğu bilinmektedir. Töre gereği
öldürülmesi gereken kişi, özellikle küçük yaştaki çocuklar kullanılarak,
ortadan kaldırılmakta ve ‘namus temizlenmekte’dir.
Anahtar Kelimeler: İntihar, Töre Cinayeti, Aşiret, Kadın.
THE CUSTOM MURDERS AND SUICIDES DEPENDENT ON
CUSTOM COMPULSION IN TURKEY
ABSTRACT
Suicide can be defined as a volunteer and intentional attack of the
individual to kill himself / herself. It is known that the pressure caused by
social environment has a significant role having suicides. Namely, social,
cultural and some other components are the main variants effecting
suicide. It can be said that ‘custom’ which is one of cultural elements has
the power to effect the suicides.
*
Yrd. Doç. Dr. , Polis Akademisi Elazığ Zülfü Ağar Polis MYO 23100 ELAZIĞ,
[email protected]
209
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
If an action of a person –especially women– is not appropriate to
‘custom’ then the custom pressure become effective and either the person
‘re–organize’ himself / herself according to custom or commits suicide to
save the honor of his / her tribe, family or clan. Despite the fact most of
the time that condition is considered and reflected as suicide, indeed it is
either a ‘homicide of custom’ or ‘homicide of honor’.
It is also possible that sometimes some criminal homicides are
covered as if they are suicide. It is known that a certain amount of
suicides which are known by media and registered in criminal records are
indeed homicides of custom. If a person is considered to be killed
according to the necessity of custom most of the time he / she is killed by
very young teenagers and ‘honor is saved’.
Key Words: Suicide, Homicide of Honor, Tribe, Woman.
1.Giriş
İntihar, 1999 yılından sonra, Türkiye gündeminde olması gerekenden
fazla yer almış bir olgudur. Çünkü –çoğu– Güneydoğu Anadolu
Bölgesi’nden gelen haberler, Türkiye ve dünyanın genel gidişatına ters
bir durumun yaşandığını gösteriyordu. Bu ters durum, kadın intihar
oranının erkeklerden fazla gerçekleşmesi biçimindeydi. Basın yayın
organlarında konu gereğinden fazla işlenince, Güneydoğu Anadolu
Bölgesi intiharlarla anılır oldu. Bu dönemlerde, birçok kamu kuruluşu ve
sivil toplum örgütü, olguyla ilgili araştırma yapma gereği duymuştur.
Basın yayın organlarında haberler arttıkça ve araştırmalar çoğaldıkça,
bölgenin bir gerçeği su yüzüne çıkmış oluyordu. Bunlar; aşiret
anlayışının devam etmesi, töre baskısı ve bunun sonucunda gerçekleşen
intiharlardı.
İntihar; kişinin bilerek ve isteyerek kendi hayatına son vermesi
biçiminde tanımlanabilir. İntiharın, çok çeşitli nedenlerden
kaynaklanması olasıdır. İntiharların bireysel, grupsal ve toplumsal
birtakım etkenlerden kaynaklanma olasılığı bulunmaktadır. Derin bir
umutsuzluk, depresyon, öz nefret içinde olma, dayanılmaz acılardan,
başarısızlıklardan, yaşlılık korkusundan vb. kurtulma arzusu intiharı
tetikleyebilirken, insanlardan uzaklaşma, çevresindeki insanları
cezalandırma veya onlara suçluluk hissettirme çabası ve intikam
olgusunun önemli nedenler içinde ele alınabilmesi söz konusudur.
Çevresel etkenler içinde ele alınabilen; toplumsal, ekonomik, kültürel
vb. unsurlar, intiharı tetiklemede önemli bir yere sahiptir. Durkheim’in
üçe ayırdığı intihar türlerinden ikisinin (anomik, diğerkâm / altruistic)
çevresel ya da toplumsal kökenli olması (Durkheim, 1986), bu durumun
bir işareti gibi ele alınabilir.
210
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Bir toplumun veya grubun davranış standartlarını belirleyen ve ihlali;
ceza hukukuyla değil de ayıplama, kınama, tecrit vb. toplumsal açıdan
cezalandırılan gelenek kuralları (Budak, 2000: 764) biçiminde ele alınan
‘töre’ye uyulmaması neticesinde, bireye baskı uygulanması ve bu durum
sonucunda kişinin, intiharı bir ‘çıkış yolu’ gibi değerlendirmesi söz
konusu olabilir. Bu yaşananların, toplumun ya da grubun ‘namusunun
temizlenmesi’ gibi görülebilmesi mümkündür. Gerçekleşen bu olay
(intihar), bireysel bir davranış gibi görülse de; toplumun, grubun, aşiretin
vs. buradaki rolünden dolayı ‘cinayet’ olarak nitelendirilebilir.
Bir grup veya aşirete mensup kişinin, bazı hallerde törenin gereklerini
yerine getirmemesi söz konusu olabilir. Bu durumda, ilgili kişinin
kendisinin yapması gereken şey (intihar), grup ya da aşiret tarafından
yerine getirilebilir (töre cinayeti) ve bu, grubun ya da aşiretin
‘namusunun temizlenmesi’ olarak değerlendirilebilir.
Ülkemizin belli bölgelerinde gerçekleşen töre cinayetleri ve töre
baskısına bağlı intiharlar söz konusu edildiğinde akla gelen ilk şey, bu
olgudan en çok etkilenenlerin kız ve kadınlar olduğu biçimindedir. Erkek
egemen toplumsal yapıdan dolayı, erkeklerin bu olgudan etkilenme
düzeyleri, kadınlara göre oldukça düşüktür. Ataerkil (erkek egemen) bir
özellik taşıyan yörelerde, cinsiyetçilik önem kazanmakta, ‘kadın
düşmanlığı’ politikaları yaygınlaşmakta, hem özel alanda ve hem de sınıf
sistemi ve eğitim sistemi gibi toplumsal kurumlar içinde kadına yönelik
baskılar (Marshall, 1999: 373) gözlenmektedir.
Erkek, adı geçen olaylarda fail, yani töre cinayetini gerçekleştiren
veya buna ön ayak olan bir aktör konumundadır. Tabii ki, işlenen suçtan
(öldürme) en az ceza alabilmek için çocukların kullanılması da başka bir
ayrıntıdır.
2.Metot
Töre baskısı yüzünden gerçekleşen intiharlar ve cinayet olduğu halde
intihar olarak sunulan olaylar, bu çalışmanın konusunu oluşturmaktadır.
Arşiv taraması, temel bilgi elde etme tekniği olarak kullanılmıştır.
Yapılan uygulamalı araştırma verilerinden yola çıkılmış, birtakım
genellemelere varılmış, basın-yayın organları kullanılmak suretiyle,
güncel olaylara ulaşılmış ve birtakım değerlendirmelerde bulunma bu
sayede mümkün olmuştur.
Töre baskısına bağlı olarak gerçekleşen intiharlar ve cinayet olduğu
halde intihar olarak gösterilen olaylar, ülkemizde daha çok belli birkaç
bölgede (Doğu, Güneydoğu –ve kısmen Karadeniz–) yoğunlaştığından,
değerlendirme ve örneklerde daha çok bu bölgelerdeki olaylar esas
alınmıştır. Ayrıca, göç, kitle iletişim araçlarının etkisi vb. nedenlerden
dolayı, adı geçen bölgelere özgü anlayış –çok olmasa da– başka
211
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
bölgelerde de görüldüğünden, örnek ve değerlendirmelerde, diğer
bölgelerdeki olaylara da yer verilmiştir.
Araştırmada, konuyla ilgili olması bakımından, bazı ‘örnek
olay’lardan metin içerisinde bahsedilmiş ve çalışmanın sonunda töre
baskısına bağlı olarak meydana gelen intiharlar ve töre cinayetleriyle
ilgili birkaç örnek olay üzerinde durulmuştur. Bilindiği gibi, örnek olay
incelemesinin tek başına bir gözlem ya da çözümleme yöntemi olarak
kullanılması, birçok eksikliği (güvenilirlik, evreni temsil, ilgili olayın
bağlamından ayrı ele alınması vs.) beraberinde getirebilmektedir. Bu
inceleme biçimi, çizelgeler ve sayılarla dile getirilen verilere, somut ve
canlı bir içerik kazandırma aracı ve genellemeye elverişli çözümlemeler
yapılmasını sağlayan bir teknik olarak görülmektedir (Sencer, 1989: 180–
181). Dolayısıyla, gerek metin içinde vurgu yapılan ve gerekse çalışma
sonunda aktarılan örnek olayların, “somut ve canlı bir içerik kazandırma
aracı” olarak değerlendirilmesi yerinde olacaktır.
Öncelikle, konuyla ilgili olması bakımından; töre / namus, aşiret ve
intihar kavramları üzerinde durmakta yarar vardır.
3.Kavramsal Çerçeve
3.1.Töre / Namus
Töre; ‘yazılı olmayan, ancak, toplum içinde yıllardan beri kendisine
uyula gelinen ahlak ve hukuk kuralları’ (Aykut, 1999: 45) biçiminde
tanımlanabilirken aynı zamanda, ‘toplum üyelerinin çoğunluğunun
inandığı terbiye standartlarını sağlayan temel ahlak kuralları ve davranış
biçimleri’ (Emiroğlu-Aydın, 2003: 808) olarak da tarif edilebilir. Örnek
(1971: 190), töreyi [örf]: ‘toplumuna göre, kanun ve ahlak yerine
geçebilen, fakat gerçekte kanun olmayan davranış kalıbı’ biçiminde ele
almaktadır. Tezcan (2003: 16) ise, töreye şöyle bir tanım getirir: Töre,
‘bir toplumun ya da toplum kesiminin ortaklaşa benimsediği, kabul ettiği,
uymak zorunda olduğu gelenek, görenek gibi toplumsal kurumlardan
kaynaklanan davranış kalıplarını içerir. Töreler alışılagelen, yapılagelen
davranış kalıplarından oluşur. Bastırıcı, etkin, zorlayıcı yaptırım güçleri
vardır’.
Töre, göçebelik döneminin değerler sistemini simgeler. İnsanlar,
aşiret halinde yaşarlarken, töreye bağlıdırlar. Töre, aynı aşiretten olanları,
öteki insanlardan üstün tutar. Aşiretin esenliği; liderin ve halkın töreyi
sürdürmesi ile sağlanır. Töresiz bir aşiret, bir boy, tarihin karanlıklarında
kaybolup gitmeye mahkûmdur. Bu açıdan ‘töreye bağlılık’, göçebelik
dönemini yaşayan insanlar için bir ‘ölüm–kalım’ (kongar.org) sorunudur.
Namus; ‘bir toplum içinde ahlak kurallarına karşı beslenen bağlılık;
dürüstlük, doğruluk’ (TS, 1998: 1630), biçiminde tanımlanabilir. Yine;
‘edep, hayâ, doğruluk ve güvenilirlik gibi faziletlerin sonucu olan ve
212
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
yüksek değer taşıyan haslet’ (Doğan, 1990: 840) olarak da ele
alınmaktadır. Namus; ‘ırz, iffet, edep, hayâ; temizlik, doğruluk’
anlamlarında da kullanılabilmektedir (Yeğin vd., 1992: 765).
Tanımlamalarda, ahlak kurallarının geneline vurgu yapılmasına rağmen,
Türkiye’de; bölge, sınıf, kategori, genel kültür, eğitim düzeyi vb.
unsurlara bağlı olarak, bu kavrama yüklenen anlam farklılaşabilmektedir.
Namus kelimesine yüklenen anlamda, ilk akla gelen cinsellik iken,
burada namusu asıl sorgulanan kişi kadın olmaktadır. Kadının eşine itaat
etmesi, genel olarak namus kavramı çerçevesinde ele alınmaktadır
(Akkoç, 2003: 86–89). Namus kavramıyla yakından ilgili olan şeref
kelimesi; ‘yükseklik, yücelik, büyüklük; insanlar arasında geçerli ve
makbul olma; büyük bir makam sahibi olma’ (Yeğin vd. , 1992: 911),
‘başkalarının gösterdiği saygının dayandığı kişisel değer, onur’ (TS,
1998: 2086) anlamlarında kullanılabilmektedir. Şeref ve onur
kavramlarına vurgu yapılması, ahlak kurallarına bağlılıkla yakından ilgili
olurken; ‘namus’, ‘namuslu’, ‘namussuz’ kelimelerinin, cinsellikle ve
kadının davranışlarıyla bağlantılı olarak ele alındığı dikkat çekmektedir.
3.2.Aşiret
Aşiret; ‘kendi aralarında ayrı diller ya da ağızlar kullanıyor olsalar
da, aralarındaki iletişimi tek bir ortak dille sağlayan, aynı ya da benzer
kültür özellikleri gösteren, büyük ölçüde aynı kökten geldiklerine inanan,
daha doğru bir deyişle birlik(te)liklerini kan–bağı ile açıklayan, iki ya da
daha çok sayıda kabilenin oluşturduğu birlik’ (Emiroğlu-Aydın, 2003:
77) olarak tanımlanabilir.
Aşiretlerde, olanaklar çerçevesinde, dışarıdan kız alınıp verilmez.
Aşiret baba soyludur. Başka bir aşiretten gelen kadın, içine girdiği aşirete
tabi olur. Aşirette yaygın olan bir uygulama da, erkeğin ölümümden
dolayı dul kalan kadının kayınbiraderiyle evlendirilmesidir. Bu
uygulamada en önemli unsur töre olurken, aile mensubunun dışarı
verilmemesi, ‘namusun korunması’, evin dağılmaması ve çocukların
anasız kalamaması (Özer, 1998: 387) gibi konular önemsenmektedir.
Aşiret gibi kapalı toplumsal yapılarda ya da ekonomik özgürlüğün
sınırlı, hareketin kısıtlı olduğu çevrelerde, ‘akrabadan eş seçimi’ yaygın
olmaktadır. Aile ve aşiretin, önceden kimin kiminle evlenebileceğine
ilişkin karar alması ile ortaya çıkan evlilikler ‘tercihli evlilik’ olarak
adlandırılır. Burada; toplumsal, siyasal ve ekonomik birtakım kaygılar,
kişileri bu tür evlilik kararı almaya zorlamaktadır. Bu evliliklerden,
paralel kuzen evlilikleri içinde, amca çocuklarının evlenmesi, Türkiye’de
Doğu Anadolu Bölgesi’nde yaygın olarak uygulanmaktadır (EmiroğluAydın, 2003: 22, 675, 800–801). Bu tür evliliklerde en büyük amaç,
toprağın bölünmesini önleme olmaktadır.
213
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Aşiret hayatında göçebe yaşayan kadın, çok daha serbest ve aktif
iken, yerleşik hayata geçildikten sonra olaylara müdahale etmesi pek hoş
karşılanmamaktadır. Göçebe yaşamda, çadıra gelen çerçi veya diğer
satıcılarla saatlerce pazarlık yapan kadın, yerleşik hayata geçmeyle
birlikte, bakkala bile gidememektedir (Beşikçi, 1969: 144). Aşiretteki
kadının görevi, çocuk yapmak ve ev işleriyle meşgul olmaktır. Yerleşik
yaşama geçişle birlikte, kadının toplumsal açıdan düşen statüsü, şehir
yaşamına geçmeyle birlikte tekrar yükselme eğilimi göstermektedir
(Özer, 1998: 396–398).
3.3.İntihar
İntihar, dayanılmaz hale gelen durumlarda, bireylerin bu duruma
karşı göstermiş olduğu aşırı bir reaksiyon (Özaydın vd., 1998: 74) olarak
nitelendirilebilir. İntihar, geniş anlamda; ‘hayatın tehlikelerine karşı,
gerek pozitif ve aktif veya negatif pasif bir tutumla, kişinin hayatına
kasıtsız müdahalesi sonucu ortaya çıkan anormal tip ölüm’ biçiminde ele
alınmaktadır (Yolcu, 2001: 52).
Durkheim (1986: 140; 156: 188), ‘bireysel ben’in, ‘toplumsal ben’
karşısında ve onun aleyhine olacak şekilde, aşırı ölçüde vurgulanmasının
‘bencillik’, aşırı bireycilikten kaynaklanan intiharı da ‘bencil intihar’
olarak nitelendirmekte, kadınların erkeklerden daha az intihar etmesini;
kadınların ‘köklü biçimde gelenekçi’ olmasına, ‘davranışlarını yerleşik
inançlara göre düzenleme’sine ve ‘büyük düşünsel gereksinimleri
olmama’sına bağlamaktadır. İntiharın meydana gelmesini önleyen
‘bağışıklık katsayısı’nın, cinslere (kadın–erkek) göre değişebileceğini ve
aynı cinsler arasındaki katsayı farkının, toplumdan topluma büyük
değişimler gösterebileceğini ifade etmektedir.
Durkheim (1986: 187–194), intiharların; ‘bireyin içinde bulunduğu
toplumsal kümelerin bütünleşmişlik ölçüsüyle ters orantılı olarak
değiştiğini’ ileri sürmektedir. Yine, insanı yaşama bağlayan bağın
gevşemesinin, onu topluma bağlayan bağın gevşemiş olmasından dolayı
gerçekleştiğini ifade ederek, intiharda toplumsal etkenlerin dominant bir
karakter taşıdığını ima etmektedir.
İntihar hızı (yüz binde), Japonya’da 25, ABD ve İngiltere’de 12,
Türkiye’de 2 civarındadır (Tarhan, 2002: 42). 1980’li yıllarda, dünya
genelinde intihar oranlarında Romanya 66.5 ile birinci, Macaristan 43.1
ile ikinci, Almanya ise 30 ile üçüncüdür. Bu yıllarda, Türkiye’de intihar
oranı 1.9 olarak gerçekleşmiştir (Mc Collough, 1987: 114–115).
Dünyada, ortalama 3–4 erkek başına bir kadın intiharı gerçekleşirken,
günümüzde Türkiye’de bu oran 1.4 civarındadır. 15–24 yaşları arasında
olmak ve aile içi ilişki güçlükleri yaşamak, intiharda risk etkenleri
arasında önemli bir yer tutar. Ülkemizde; Diyarbakır, Bitlis, Şanlıurfa,
214
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Sivas, Kırıkkale ve Ordu gibi illerde, dünyadaki gidişata ters olarak,
kadın intihar oranı erkeklerden fazladır (Sayar, 2002: 19).
Genel olarak Türkiye’de, intihar hızına bakıldığında, kırsal ve kentsel
kesimde, erkek intiharlarının kadınlardan yüksek olduğu görülmektedir.
Medeni duruma göre bakıldığında durum değişmemektedir (Koç–
Albayrak, 1993: 58–59). Ancak, son yıllarda, özellikle Doğu ve
Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde, Türkiye’nin genel görünümüne ters
düşen bir durum yaşanmış ve kadın intiharları bu bölgede erkeklerin
önüne geçmiştir. Türkiye’de, intihar nedenlerine bakıldığında, kadınların
%36’sının aile geçimsizliğinden dolayı intihar ettikleri anlaşılmaktadır.
İstediği kişi ile evlenememeden dolayı intihar edenlerin oranı %8.4
olarak gerçekleşmiştir. Türkiye genelinde kadınların intihar hızına
bakıldığında, en yüksek hız, 15–24 yaşları arasında olmaktadır (Koç–
Albayrak, 1993: 60–62). Genel olarak kadın intiharlarının evlilik
problemlerine, erkek intiharlarının ise iş sorunlarına bağlı olarak ortaya
çıktığı görüşü kabul görmektedir (Özçelik, 1995: 40).
Bekâret kontrolü, bireyin ruh sağlığını bozan, kadının kendi bedeni
üzerindeki söz hakkını ortadan kaldıran, fiziksel ve ruhsal sonuçları
açısından da kadın bedenine yönelik bir şiddet olarak ortaya çıkmaktadır.
Düşük gelirli ve sosyal açıdan kapalı bir özellik taşıyan bölgelerdeki
kadınların, intihar girişimlerini etkileyen faktörlerin en önemlilerinden
birinin, eşlerin ‘uygunsuz davranışları’ olduğu ifade edilmektedir
(Alyanak–Tüzün, 1999: 422).
1999 yılında, Batman ve merkez ilçelerinde, 17 gerçekleşmiş intihar
vakası bulunurken 2000 yılı Eylül ayına kadar toplam 26 intihar olayı
meydana gelmiştir. Bir başka deyişle, 1999 yılında yüz binde 4.2
civarında olan intihar oranı, 2000 yılının ilk sekiz ayının sonunda yüz
binde 6.42’ye çıkmıştır. Bu oran, Türkiye ortalamasının yaklaşık iki katı
düzeyinde bulunmaktadır. Batman’da görülen intihar olaylarının %75’i,
13–25 yaş arasındaki genç kuşakta gerçekleşmiştir. Bu intiharların
%80.8’i kadın, %19.2’si ise erkeklerdir. İntihar edenler içerisinde, bekâr
kadınlar ile 25 yaş altındaki yeni evli kadınlar, yaklaşık %65 oranıyla en
üst grupta yer almaktadırlar (ntvmsnbc.com).
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki intiharlara cinsiyet açısından,
Batman örneğinde, bakacak olursak; 1999–2000 döneminde toplam 135
intihar girişimi ve intihar olmuş, bunların 42’si ölümle sonuçlanmış, 93’ü
teşebbüs olarak kalmıştır. Ölenlerin %64.3’ü kadınlardan oluşmaktadır
(Halis, 2001: 127). Kadınların bölgesel anlamda fazla oranda intihar
etmelerinin nedenleri aşağıdaki gibi sıralanabilir: İşsizlik, gelir
dağılımındaki dengesizlik, lüks hayat özleminin yaygınlık kazanması,
hızlı değişime ayak uyduramama, yaşanan kimlik şoku ve kimlik arayışı,
eğitim seviyesinin düşüklüğü, ailelerin özellikle kız çocuklarının
215
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
eğitimleri hakkında takındıkları olumsuz tavır, aile içi şiddet ve
geçimsizlik, aile başına düşen çocuk sayısının çok olması, kız
çocuklarının küçük yaşta evlenmeye zorlanması, hurafe ve batıl
inançların yaygınlığı vs. (Aktay, 2002: 70).
Şiddete, baskıya, tecavüze maruz kalan kadınlarda; kronik anksiyete
(korku), incinmişlik duygusu, kontrol kaybı, kendini suçlama, somatik
belirtiler, depresyon, intihar düşünceleri, post–travmatik stres bozukluğu
semptomları görülebilmektedir (Akyüz–Kuğu, 1999: 181). Sayar (1998:
179), kültüre bağlı olarak sendromlar (hastalık) meydana geldiğini ifade
ederek, insan gruplarının özelliklerine göre, sendrom sıklığının
değişebileceğini dile getirmektedir. Yapılan çalışmalarda, intihar girişimi
öncesi, kişiler arası ilişkilere bağlı gerginlik oranının, kadınlarda,
erkeklere göre çok daha yüksek olduğu tespit edilmiştir (Bekaroğlu,
2000: 101). Buna göre, kadınların ailesel ve çevresel olaylardan daha
fazla etkilendikleri ve bunun sonucunda intihar ettikleri ileri sürülebilir.
Sır vd. (1999: 53–55)’nin, Diyarbakır’daki intiharlar üzerinde
yaptıkları araştırmaya göre, bölge kadınları, toplumsal cinsiyet
ayrımından kaynaklanan bir baskıyla karşı karşıyadırlar. Evlilik
öncesinde baba baskısı bulunurken, evlilik sonrasında ise koca baskısına
maruz kalınmaktadır. Çaresiz kalan kadının başka bir savunma yolu
bulamaması, onu intihara sevk etmektedir. Şanlıurfa, Iğdır, Van,
Adıyaman, Ağrı, Bitlis, Hakkâri gibi illerdeki kadın intiharlarında da bu
unsurun önemli bir yeri olduğu dile getirilmektedir.
Aile içi şiddet ve baskının sonuçları arasında, intiharlar önemli bir
yere sahiptir (Özaydın vd. , 1998: 74). Durkheim (1986: 187),
intiharlarda ailenin etkisini şu ifadeyle ortaya koymaktadır: ‘İntihar, aile
topluluğunun bütünleşme ölçüsüyle ters orantılı olarak değişmektedir’.
Bazı durumlarda, kadın intiharlarının aile içi şiddet içinde ele
alınması önerilmektedir. Fiji’deki Hintli ailelerde intihar, kültürel olarak,
hayatını dayanılmaz hale getiren kişiden ‘intikam alma’ olarak
tanımlanmaktadır. Bu ailelerde intihar oranı %41 olarak gerçekleşmiştir
(Özaydın vd. , 1998: 74). Parçalanmış ailenin varlığı, boşanma, dul
kalma, ayrı yaşama, aile içinde şiddet durumlarının da intiharla yakından
ilişkili olduğu dikkat çekmektedir (Fırat, 2001).
“Baskıcı bir aile ortamı, duyguların dürüstçe açığa vurulmasına izin
vermez. Gençler neler hissettiklerini veya sorunlarını açıkça söylemekten
ya korkarlar ya da rahatsız olurlar. Sadece pozitif veya kabul görmüş
duygulara yer vardır, dolayısıyla çocuk da kızgınlığını, sinirini veya
üzüntüsünü’ içine atmakta ve bu durum intiharla sonuçlanmaktadır.
‘Ailede şiddet, gençlere sorunları veya farklılıkları çözmek için şiddetin
tek yol olduğunu gösterir. Bu tür aileler, duyguları hakkında
konuşacakları yerde, onları hareketleriyle, davranışlarıyla gösterirler.
216
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Taciz eden ebeveynlerin kendileri, o kadar sorunludurlar ki, çocuklarının
üstü kapalı yardım çağrılarını görmezler” (Shapiro, 1999: 149). Yapılan
bir araştırmada, ‘aile huzursuzluğu’ ve ‘aile huzursuzluğu ve maddi
sıkıntı’dan dolayı intihar girişiminde bulunanların oranının %36.1 ve
%46.2 olarak gerçekleştiği görülmüştür. Aynı araştırmada, ailesinde
kavga ve dayak nedeniyle intihar düşüncesi olanların %20, intihar
girişimi olanların %60 oranına, ailesinde hoşgörü ortamı olmayanlardan
intihar düşüncesi olanların %46.2, intihar girişimi olanların ise %23.1’e
sahip olduğu dikkat çekmektedir (Yaşar, 2003: 305-324). Bekaroğlu vd.
(2000: 100)’ye göre, intihar öncesi yaşanan gerginleştirici olaylarda, aile
içinde yaşananlar önemli bir yer tutmaktadır. Burada, aile içi yaşanan
gerginliklerin, sözel iletişim araçları kullanılarak çözülmesi yerine, sözel
olmayan intihar yolunun tercih edildiği dikkat çekmektedir.
4.Töre / Namus Cinayetleri
Töre / namus cinayeti; töre baskısı yanında, öç alma duygusu, yanlış
dini inanç ve toplumsal değer yargılarından kaynaklanan bir suç türüdür.
Aslında, töre cinayeti kavramı; namus cinayetleri yanında, kan davaları
gibi olayları da kapsamaktadır (Aykut, 1999: 48–50). Töre / namus
cinayetlerinin, Türkiye’de en çok Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Doğu
Anadolu Bölgesi ve Karadeniz Bölgesi’nde işlendiği dikkat çekmektedir
(Anar, 1991: 656–657). Töreler, aşiret yasaları, feodal yapılanmalar ve
ekonomik dengesizlikler Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ni töre / namus
cinayetlerinin merkezi durumuna getirmiştir (Sarıhan, 1999: 60). Bu
unsurlara, eğitimsizlik ve son dönemlere kadar yürürlükte bulunan ‘ceza
indirimi’ de eklenince, bu uygulamanın önünü almak neredeyse olanaksız
bir hale gelmiştir. Haziran 2005’te yürürlüğe giren ceza yasasında,
bahsedilen suçlarla ilgili ceza indirimi bulunmamasının, bu tür olayların
azalması sonucunu doğuracağı ifade edilebilir.
Kırsal kesimden kentsel alanlara doğru ve bölgelerarası gerçekleşen
göçlerden dolayı, daha çok Güneydoğu Anadolu Bölgesi ve Doğu
Anadolu Bölgesi’nde çokça görülen töre / namus cinayetleri, başka
bölgelerde de ortaya çıkmaya başlamış, hatta Avrupa ülkelerine göçen
aileler arasında bile bu tür olaylar yaşanmıştır (Tezcan, 2003: 41).
Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü tarafından
yapılan bir araştırmada, Güneydoğu Anadolu’da yaşanan töre / namus
cinayetlerinin en çok Şanlıurfa’da işlendiği ortaya çıkmıştır. Araştırmaya
göre, bu cinayetler, genellikle Şanlıurfa’daki Arap aşiretlerine bağlı
ailelerde yaşanmaktadır. Kurbanlar ise, 12–20 yaş arasında, ailenin karşı
çıktığı bir ilişkiye giren genç kızlar ile aile zoruyla veya akrabadan
kişilerle evlendirilmiş kadınlar olmaktadır. Ölüm kararını, genellikle 18
veya 15 yaşın altındaki erkek çocuklar yerine getirmektedir. Bu
217
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
cinayetlerden bir kısmı önceden planlanmakta, cinayete kaza süsü
verilebilmekte ve suçu işleyenlerin az bir cezayla cezalandırılmaları
hedeflenmektedir. (cumhuriyet.com.tr).
Töre / namus cinayetlerinin yaygın olduğu Arap toplumu, bozkırlarda
ve çölde, aşiret hayatı yaşamasıyla ön plana çıkmaktadır (EmiroğluAydın, 2003: 60). Aşiret bağları, eskiye nispetle zayıflamış olmasına
rağmen, yine de Arapların diğer uluslara göre, aşiret ve töre cinayeti
konusunda ileri düzeyde oldukları söylenebilir. Filistin’de 1990–1999
yılları arasında, sadece kayıtlara geçen cinayet sayısı 64’tür. Arap
dünyası içinde, en çok namus cinayeti işlenen ülke Mısır’dır. Mısır’da,
1997 yılında, kayıtlara geçmiş 52 namus cinayeti bulunmaktadır. 1996–
1998 yılları arasında Lübnan’da, kayıtlara geçen 36 namus cinayeti
vardır. Ürdün’de bir yıl içinde kayıtlara geçen namus cinayeti sayısı
20’dir. Ancak, bu cinayetlerden pek az bir kısmı kayda geçmekte ve
önemli bir kısmı da intihar olarak sunulmaktadır. Yemen’deki kabile–
aşiret yapısı da, bu tür bir cinayet işlemeyi uygun görmektedir
(namus.com). Yine, aşiret–kabile yapısı gereği, cinayet hakkında bilgi
veren kişinin sonu da ölüm olmaktadır.
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki töre / namus cinayetlerinin, geri
kalmışlık düzeyinden çok, aşiret geleneklerinden kaynaklandığı dikkat
çekmektedir. Aşiret yapısı yanında, homojen toplum yapısının da töre
cinayetlerinin işlenmesinde etkili olduğu bilinmektedir (Ünsal, 1995: 87–
89) Homojen toplumlarda, sosyal kontrolün daha fazla olmasından
dolayı, kişilerin töre cinayetleriyle daha fazla karşı karşıya kalabilmeleri
söz konusudur denilebilir.
Belirlenen bir kişiyle evlenmeye karşı çıkma, töre cinayetlerinde
önemli bir neden olarak ele alınmaktadır. Evlenme biçimi olarak, berdel
(berder) evliliği, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde
yaygın olarak sürdürülmektedir (Yalvaç, 2000: 204–207). Bu sayede,
toprağın bölünmesi ve mirasın başka kimselere gitmesinin önlenmesi
amaçlanmaktadır. Bu yüzden, namus–töre cinayetlerinin temelinde,
ekonomik unsurların da önemli bir yere sahip olduğu ifade edilebilir.
Yirmibeşoğlu, ilgili olsun olmasın, pek çok davada, sanıkların
‘namus’ kavramına sığındıklarına işaret etmektedir. Bu sayede, verilecek
ceza en aza indirilmektedir. ‘Hakkında dedikodu vardı’ biçimindeki
ifadeler, namus davalarında çokça işlenmiş ve bu ifade gereği (462.
madde), çoğunlukla ceza indirimi yapılmıştır. Bu kanun maddesi, son
dönemlerde değiştirilmiş ve bu tür cinayetleri işleyenlere indirim
uygulaması ortadan kalkmıştır. Ancak yeni düzenlemede, bu durum
düzeltilirken, bunun yerine 51. madde eklenmiş ve ‘haksız tahrik’
maddesinden dolayı, eskiye oranla daha fazla indirim yapılması
218
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
öngörülmüştür. Buna göre, ‘namusunu temizleme’ suçu yine hafif
cezayla atlatılmaktadır (evrensel.net).
Başlık parasının, ödeme gücünü aştığı durumlarda evliliğin gecikmesi
yanında, evlilik dışı birliktelik ya da kaçma / kaçırma söz konusu
olabilmektedir (Emiroğlu-Aydın, 2003: 125–126). Bu durumlarda, evlilik
dışı birliktelik ve kaçma / kaçırma, namus cinayetleri için önemli bir
gerekçe oluşturabilmektedir.
Töre / namus cinayetlerinin coğrafi dağılımına bakıldığında, bu
olgunun kırsal alanda yoğun olarak görülmesine karşılık, kentsel
kesimlerde de gerçekleştiği dikkat çekmektedir. Kırsal kesime ait
normatif sistemin, kentsel alanlarda görülmesi, bu mekânlarda da adı
geçen cinayetlerin işlenebilirliği olasılığını ortaya çıkarmaktadır. Göçlerle
birlikte, kırsal yaşama ait değer ve normların kent yaşamına taşınması söz
konusudur (Tezcan, 1999: 22–23) denilebilir.
Töre cinayetlerinin öğrenilmesi, haber verilmesi, ihbar edilmesi çoğu
zaman mümkün değildir ve tepkiyle karşılanır. Aile ya da aşiret içinde
gerçekleştiğinden dolayı, suçluyu bulmak zordur. Çoğu zaman tanıklık
yapan kimse bulunmadığı gibi, maddi deliller de ortadan kaldırılmaktadır
(Soyaslan, 1999: 30). Töre cinayetlerinin belli bir kısmı basına
yansımadığı gibi, Adalet Bakanlığı da bu konuda sağlıklı bilgilere sahip
değildir. Özellikle kırsal kesimde işlenmiş olması, bu tür cinayetlerin
saklı kalmasına yol açabilmektedir (Kardam, 1999: 88).
Namus cinayetlerinin işlenmesi ve ‘namus anlayışı’nda, Türk
toplumunda cinsiyet temelli bir çifte standardın hâkim olduğu
görülmektedir. Karısını aldatan ve bu nedenden dolayı, kocasından
boşanmak isteyen bir kadın, boşanma isteğinden dolayı aile meclisinin
aldığı kararla öldürülürken, karısının ölümünden önce ve sonra başka
kadınlarla birlikte olan erkek, hiçbir şey yapmamış gibi yaşamına devam
edebilmektedir. Töre cinayetlerinde, karşı cinsin olumsuz davranışlarına
maruz kalan ve olay sonucu yaşamını kaybedenler genellikle kadınlar
olmaktadır. Töre cinayetlerinde kızların-kadınların kurban gitmesinin
başlıca nedenleri aşağıdaki gibi sıralanabilir: Kızın, ailesinin isteği
dışında birisiyle duygusal ilişki yaşaması, kızın evlilik öncesi hamile
kalması, kızın sevdiği gençle evden kaçması, kadının kocasını terk edip
başkasıyla kaçması (Tezcan, 2003: 18; 46–48).
Namus kavramının sadece kadın üzerine temellendirildiği bu anlayış,
birçok sinema filminde de vurgu yapılarak işlenmektedir. Bu filmlerde,
‘namusu kirlenen’ kadının sonu ölüm olurken, kadının ‘namusunu
kirleten’ ile evlenmesi zorunluluk olarak gösterilmektedir (Uluyağcı,
2000: 26).
‘Güneydoğu’daki kadınlar, yoğun bir toplumsal baskı ile yüz
yüzedirler. Tepkilerini ortaya koyacak bir savunma yöntemleri yoktur.
219
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Evlilik öncesinde baba baskısı, yerini evlilik sonrasında koca baskısına
bırakmaktadır. Üstelik kocasının akrabalarıyla da sorunları var (Tezcan,
2003: 65).
Kadının toplumsal statüsünün düşük olduğunu gösteren birçok ifade /
anlayış mevcuttur. Bunlardan birkaçı şöyle sıralanabilir: ‘Bir oğlan, üç
kızdan daha değerlidir’, ‘bir oğlana sahip olma, iki göze sahip olmaya, bir
kıza sahip olma ise, bir göze sahip olmaya benzer’ (Demir, 1999: 13),
‘kız çocuğu bekletmeye gelmez’, ‘kız beşikte çeyiz sandıkta’ (Maden,
1991: 494), ‘kız on ikisine geldi mi ya ere ya yere’ (Bulut, 1991: 505).
Özellikle kapalı toplumlara mahsus özelliklerden birisi, erkek
çocukların ‘erkek gibi’ yetiştirilmesinin amaçlanması, buna karşın kız
çocuğu içinse hiçbir hassasiyetin gösterilmemesidir. Genellikle birçok
husus, kız çocuğu için ‘ayıp’ karşılanır ve kız çocuklarının bu durumda
‘zayıf cins’ rolünü oynaması kaçınılmaz olur (Akyüz–Kuğu, 1999: 180).
Türk toplumunda, özellikle kırsal kesimde, kızın evlilik öncesi karşı
cinsle irtibata geçmesi hoş karşılanmaz. Yine kırsal kesimdeki aile yapısı,
boşanmayı önleyici niteliktedir. Evlenme ve boşanma, sadece kadın ve
erkeği değil, hane, akraba (İlbars, 1991: 541), aşiret, kabile vs.yi de
yakından ilgilendirmektedir.
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki kan davalarının temelinde
genellikle kadın unsuru vardır. Namus mefhumunda baş aktör kadın
olmaktadır ve bu mefhuma karşı herhangi bir müdahalede, kan dökme ya
da kan davası başlamış olmaktadır. Kadına karşı, geleneğe uymayan
herhangi bir davranışta bulunma, kız kaçırma, aynı kızın iki kişi
tarafından sevilmesi ve tecavüz etme durumları da kan davası nedenidir
(Özer, 1998: 194–195). Kan gütme olgusunda, ‘kolektif şeref duygusu’
önemli bir etmen olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kavram, Osmanlı
hukuk sisteminde de bulunmaktadır (Emiroğlu-Aydın, 2003: 451).
Toplumsal cinsiyet açısından bakıldığında, daha çok kadınları etkileyen
namus cinayetlerinin işlenme gerekçelerinde de adı geçen duygunun
önemli bir yere sahip olduğu dile getirilebilir.
Kadın, çoğu yerde bazı temel haklardan mahrum olmasına rağmen,
kadınla ilgili hususlarda (kaçırma vs.) çatışma kaçınılmaz olmaktadır.
Yöresel deyimle, ‘namusa gelen lekeyi ancak kan temiz’lemektedir
(Özer, 1998: 201).
Kız kaçması ya da kaçırılmasına karşı gösterilen tepki, bölgelere göre
bir farklılaşma göstermektedir. Bazı yörelerde, damadı mahkemeye
verme tehdidiyle daha fazla başlık alınmasından dolayı, kız kaçırma
özendirilebilirken, özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde kız kaçma /
kaçırma, adetlerden sapma ve ‘namusun yitimi’ olarak görülür ve bundan
dolayı kaçan ve kaçırılanın öldürülmesi gerekmektedir (Emiroğlu-Aydın,
2003: 468; Erdentuğ, 1972: 66). Kız kaçırma hadisesi, kızın ailesini
220
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
aşağılayıcı bir durum olarak telakki edilir. Türk toplumunda özellikle
geleneksel değerlerin hâkim olduğu kesimlerde, evlenme sağlanmaması
halinde, bu bir ‘öç unsuru’ olarak görülür (Anar, 1991: 656–657). Bu
hadiselerin sonucu ise genel olarak cinayetle noktalanmaktadır.
Bireyin annesi, karısı, kız kardeşine küfür edilmesi, laf atılması,
dedikodusunun
yapılması,
‘namus
meselesi’
olarak
değerlendirilebilmekte ve kişiler, ölümü çok rahatlıkla göze
alabilmektedirler (Tezcan, 1991a: 659). ‘Kadınlara karşı kaba ve
uygunsuz teklifler ya da kız kaçırma, ırza geçme, zina benzeri daha ağır
ahlakdışı davranışlar karşısında, yerel kültürün grupları arasında tepkiler
son derece açık, ani ve şiddetlidir. Aile namusu söz konusu olduğunda,
bireyler kendilerini feda etmeye hazırdırlar’ (Ünsal, 1995: 103).
Özellikle, Doğu ve Orta Anadolu’da, flört etmenin cezasının ölüm
olduğu yolunda yaygın bir kanaat vardır. Evli kadının evlilik dışı
ilişkilere girmesi durumunda ise, şiddetli şekilde cezalandırılır (Erdentuğ,
1972: 23;31). Buna göre, bu durumda olan kişinin intihar etmesi, bir
yönüyle ‘ölümlerden ölüm beğenmesi’ olarak yorumlanabilir.
Yapılan bir araştırmada, kadının aile içindeki görevinin; ‘analık’
(çocuk doğurmak, yetiştirmek), ‘ev işlerini görmek’, ‘aile işletmesine
yardımcı olmak’, ‘eşinin hayat arkadaşı olmak’ olduğunu belirtenlerin
oranı 1/2’den daha fazladır (Özer, 1998: 366). Belli kesimlerde, kadının
bu konular dışındaki hak talepleri ise baskıyla sonuçlanabilmektedir.
5.Bir Töre / Namus Cinayeti Olarak İntihar
Son dönemlerde gündeme gelen, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki
kadın intiharlarının çoğunluğunun ardında, töre baskısı aramak yanlış
olmayacaktır. Erkek egemen toplum yapısının hâkim olduğu bölgede,
kadın, yoğun bir baskıyla karşı karşıya bulunmakta ve son çare olarak
intiharı seçebilmektedir. Hem namus cinayeti ve hem de intihar olayları,
gazetelerin üçüncü sayfalarında boy gösterirken, televizyon
programlarının da ‘en gözde malzeme’si olmaktadır.
Namus konusunun en önemli yönlerinden birisi, kişiyi intihara
zorlamasıdır. Basın yayın organlarına intihar olarak yansıyan olaylardan
bir kısmı, intihar süsü verilmiş töre cinayeti olurken, bir kısmının da töre
baskısı neticesi meydana gelen intiharlar olduğu ileri sürülebilir.
Erkek egemen toplumların bütün özelliklerini içinde barındıran
bölgelerde kadın, adeta bir ‘meta’ gibi muamele görmekte, küçük yaşta
evlendirilmekte ve yine istemediği kişilerle evlenmeye zorlanmaktadır.
Yaşlı veya istemediği kişiyle evlendirildiğinden dolayı, kadınların intihar
etmesi vaki iken, evlendikten sonra kaçmak bile bir çıkış yolu olarak
görülmemektedir. Çünkü bir şekilde, kişinin izi bulunmakta ve sonunda
‘namus temizlenmekte’dir.
221
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Erkul (1993: 269–270); töre ve değerlerin, intiharlar üzerinde belli bir
paya sahip olduğunu dile getirmektedir. Ebeveynlerle çocuklar arasındaki
mevcut kuşak çatışması, intihar için alt yapı hazırlayabilmektedir. Aile içi
ilişkilerde değişme ve düzene ağırlık verme, intihar düşüncesinin
gelişmesini engelleyebilmektedir. Özellikle diyalog eksikliği, intiharı
körükleyen bir unsur olarak görülebilir. Hoşgörü ortamın varlık derecesi
de, intihar oranını etkileyebilmektedir. Kişiyle aile arasındaki iletişim
eksikliği, sevgi yoksunluğuna yol açmakta ve bu durum, bireyi yalnızlığa
ve yılgınlığa itebilmektedir. Ailedeki; çatışma, huzursuzluk, gerginlik,
‘potansiyel bir intihar ortamı’nın oluşumunu kolaylaştırabilmektedir.
Güneydoğu’da gerçekleşen kadın intiharlarının nedenlerine
bakıldığında, öncelikle kadının ‘namusu’ ile ilgili dedikoduların
yaygınlığı dikkat çekmektedir. Dolayısıyla, kişinin intihar etmemesi,
‘daha büyük bir intihar’ olarak değerlendirilebilmektedir. Çünkü
toplumdan, gruptan, aşiretten vs. dışlanma söz konusu olabildiği gibi,
özellikle ailevi şiddete maruz kalma olasılığı da bulunmaktadır. Kadınlar;
eğitim ve bilgilenme süreci içine girmelerinden sonra bir açmazla karşı
karşıya kalabilmekte ve büyük uyum problemleri yaşayabilmektedirler.
Bu açmaz, öncelikle ailede başlamaktadır. Eğitimle, katı geleneksel yapı
çatışabilmekte (Sevindi, 2002: 64–65) ve problem bu noktadan sonra
kendini hissettirebilmektedir.
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde, bekâr kadınlarla, 25 yaşının
altındaki yeni evlilerde intiharlar çok daha yoğundur. Genç yaşta evlenme
ve buna bağlı hayal kırıklığı yaşama ve şiddete maruz kalma, Batman –ve
dolayısıyla Güneydoğu Anadolu Bölgesi– kadınlarının en çok karşı
karşıya kaldıkları durumlardır. Yine; bir şey isteyip de elde edememek,
okutulmamak, aile ve çevre baskısına maruz kalmak, ekonomik
yetersizlik içinde bulunmak ve hareket etme özgürlüğü elde edememek
bölge insanının en önemli sıkıntıları arasında yer almaktadır. Kadınların
‘vatandaş’ ve ‘birey’ olarak kabul edilmediği bir toplumda, modernleşme
ve modernleşme araçlarının kadınları hayal kırıklığına uğrattığı (Sevindi,
2002: 66) dikkat çekmektedir.
Küçük yaşta evlenme ya da evlendirme, özellikle intihar gerçekleşen
kesimde çok daha yaygındır. Bölgelere göre evlenme yaşına bakıldığında
(1988), en küçük yaşın, Doğu Anadolu Bölgesi olduğu dikkat
çekmektedir. Türkiye’de, 1978’de ortalama evlenme yaşı 17.7 iken, bu
oran 1988’de 18.2’ye çıkmıştır (Bulut, 1991: 498). Günümüzde bu oranın
daha da yükseldiği ifade edilebilir.
Aile içinde sağlıklı olmamanın belirtileri arasında yer alan
yetişkinlerin sert ya da otoriter davranmaları; genç kuşağın kendini ifade
etmesini, karşıdakini ikna etme ve söze katılmasını engelleyebilmektedir
(Tezcan, 1991: 706). Bu durumun, özellikle baskı altında yetişen kız
222
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
çocuklarının ve kadınların içe kapanmalarına ve bir kurtuluş yolu
bulamamalarından dolayı, intihara başvurmalarına neden olacağı ifade
edilebilir.
Uzun yıllar, özellikle Doğu ve Güneydoğulu kadınlar üzerine
araştırmalar yapan eğitimci Doster, ‘berdel, başlık parası, töre ve namus
cinayetleri, dayak, baskı ve gelenekler’in kadını hedef almaya devam
ettiğini ifade etmektedir. Özellikle son yıllarda kadın intiharlarındaki
artışın bu gibi nedenlerde aramak gerektiğini dile getirmektedir
(ntvmsnbc.com). Bölgedeki kızlar / kadınlar cahil bırakılmakta,
hurafelerin kurbanı olmakta, lüzumsuz ve baskıcı gelenekler yaşamı
olumsuz etkilemekte, aşiret bağları bağımsız hareket edilmesini
engellemekte, ‘televole kültürü’ne özenti duyulmakta, en masum talepler
bile ilkel namus duygularına sığınılarak bastırılmakta, ana–babalar
tarafından dinlenilmemekte, genç yaşta ve zorla evlendirilmekte,
üzerlerine kuma getirilmekte (Aktay, 2002: 71) ya da aileye kuma olarak
gitmektedirler. Kocaya ve anne–babaya kölece itaat, erken yaşta ve
zoraki evlendirme, başlık parası karşılığında satılma vb. durumlar,
kadınların yaşamını çekilmez kılabilmektedir.
Kuşaklar arasındaki başlıca çatışma konuları; karşı cinsle arkadaşlık
kurma, sokağa –izinsiz– çıkma, eş seçimi, toplumsal normlara ters düşen
davranışlar (saygı, giyim–kuşam, alışkanlıklar) sergileme vs. noktalarında
olmakta (Tezcan, 1991: 707), çatışma ise intihar olasılığını
yükseltebilmektedir. 1999 yılının son altı ayında, Muş’ta yaşanan 29
intihar vakasının 28’ni genç kız ve bayanlar oluşturmaktadır.
İstemedikleri kişilerle, yaşça çok büyük insanlarla aile baskısıyla
evlendirilmek istenen Muş’lu genç kızların, evlenmek yerine ölümü
tercih etmeleri, bölgede yaşanan sosyal sorunlardan birini en iyi şekilde
ortaya koymaktadır (tumgazeteler.com).
Beşik kertmesinin, evlilik çağına gelen gençlerin istedikleriyle
evlenmelerini engellediği bilinmektedir. Bazı durumlarda, ‘beşik
kertmesi sözünün bozulması, ailelerin ilişkisine göre, cinayete varan
sonuçlar doğurabilmiştir. Sözün bozulmasının günah ve ayıp sayılmasına
karşın, bu konudaki toplumsal yaptırımlar iyice zayıflamıştır’ (EmiroğluAydın, 2003: 139). Beşik kertmesi nedeniyle evlenmek zorunda kalan
gençlerin oluşturduğu ailenin, sağlam temellere dayanması ve uzun
ömürlü olma oranının yüksek olamayacağı ileri sürülebilir.
Töre cinayeti olduğu halde, intihar süsü verilen olaylardan birisi
Şanlıurfa’da gerçekleşmiştir. ‘Namus temizleme’ amacıyla, aşiretin aldığı
ölüm kararı infaz edilecek ve olaya intihar süsü verilecektir. Boğazı
sıkılmak suretiyle boğulduğu kanaatine varılan ve daha sonra Fırat
Nehri’ne atılan kadın, daha sonra kurtulmuştur (Faraç, 1998: 81).
223
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Bahsedilen kişi hayatta kalmasaydı, bu olay da büyük olasılıkla basına ve
resmi tutanaklara intihar olarak geçecekti.
Muş, bağlı ilçe ve köylerinde, 2000 yılının ilk altı ayında 32 intihar
olmuştur. Bu intiharların birçoğu saklı kalmıştır. İntihar edenlerin çoğu
yeni evlidir. Kuma verilen ve ‘satılmış’ muamelesi yapılan bu kadınlar,
töreye olan isyanlarını intihar ederek ortaya koymaya çalışmışlardır.
İntihar edenler, 14–19 yaşları arasındadır. Batman’daki intiharların büyük
çoğunluğunun da ‘gönül meselesi’ yüzünden gerçekleştiği ileri
sürülmektedir (Tezcan, 2003: 64).
Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki uygulamalardan birisi,
aileler ya da aşiretler arasında kan davası ya da düşmanlık bulunması
durumunda, bu durumun, kız vermek suretiyle ortadan kaldırılmasıdır. Bu
durumda, kızın tercih hakkı bulunmamakta ve tanımadığı, bilmediği
birisiyle evlenmekte ve aileye gelin gitmektedir. Bu durum, bazı
durumlarda intiharla sonuçlanmaktadır (Tezcan, 2003: 62). Karşılıklı
olarak iki gencin, kız kardeşlerini değiş–tokuş yapmak suretiyle
evlenmelerinin en büyük nedeni başlık parası vermemektir. Aynı
zamanda, baldız alma (sororat) ve kayınbiraderle evlenmenin (levirat) de
aynı hesaplardan dolayı yapıldığı dikkat çekmektedir. Bu konuda yapılan
baskıların da intiharla sonuçlanma olasılığı yüksektir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, bölgedeki intiharlara ilişkin raporunda,
kendinden yaşça büyüklerle evlenmek zorunda bırakılmanın, kızların /
kadınların intihar sürecini hızlandırdığı dile getirilmektedir. Düzensiz ve
bozuk aile yaşamı ve ailedeki şiddetin de intiharlarda etkili olduğu, aynı
raporda ifade edilmektedir (Tezcan, 2003: 65–66). Batman’da, çoğu
kadın olmak üzere meydana gelen intiharlarla ilgili medyaya yansıyan en
önemli yönler; yaygın biçimde şiddet kullanılması, yokluk ve yoksulluk
olmaktadır.
Batman’daki intiharlarla ilgili araştırma sonuçlarına göre, intihar
nedenleri aşağıdaki gibi sıralanmaktadır (ntvmsnbc.com; Aktay, 2000:
33–48; Halis, 2001: 38–39; 93):
a–Bölgenin kültürel yapısı ve egemen değer yargıları, toplumsal
yaşamın her alanında belirleyicidir.
b–Namus ile ilgili aile infazlarına bir alternatif olarak, özellikle genç
kızlara tek seçenek intihar sunulmaktadır.
c–İntihar olaylarında namus faktörü bulunmaktadır. Yörenin genç
kızları, Batman’dan kurtulmanın bir yolu olarak gördükleri için, kamu
görevlileriyle ilişkiye girmekte, eğer evlilik gerçekleşmezse, bakire
olmadıklarını gizlemek için intihar etmektedirler.
d–Aile içi şiddet olgusu yaşanmaktadır.
e–Özellikle genç kızlar üzerinde aile baskısı çok belirgindir.
224
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
f–Çocuk sayısının fazlalığı, ailelerin çocuklarına yeterince sevgi,
değer ve psikolojik destek göstermemelerine neden olmaktadır.
g–Öğrenim düzeyinin düşük olması, özellikle genç kızların ekonomik
nedenlerle okuyamaması, yüksek öğrenim sonrası Batman’a dönenlerin
işsiz kalma olasılığı, gençleri umutsuzluğa ve bunalıma itmektedir.
h–Özellikle kadınlarda psiko–somatik rahatsızlıklar yaygın olarak
görülmektedir.
Araştırmalara göre; ‘katı geleneklerin bayanlar üzerinde devam
etmesi ve zorunlu olarak da erkeğin hâkimiyetinin sürmesi, bayanların
dayanma noktasına kadar sessiz kalmalarına neden olmaktadır.
Geleneklere uymayan bekâr ve evli bayanlar için katı kurallar vardır.
Özellikle kırsal kesimlerde bekâr kızın bir erkekle görülmesi,
kıyafetlerinde ebeveynin isteklerine uymaması, ailesinin uygun gördüğü
kişi ile evlenmemesi, evli bayanın eşine kızarak baba evine dönmesi, evli
bayan için basit bir söylentinin çıkması, eşinin ikinci evliliğine olumsuz
bakması gibi daha birçok davranışın karşılığında katı kurallar
uygulanmaktadır’. ‘Bayanların bu katı kurallara boyun eğmelerinde,
gelenekler kadar ekonomik bağımsızlıklarının olmaması da etkilidir’.
Genel olarak intiharların 2/3’si, ‘toplumun geleneksel yapısı’ ve ‘aile
ilişkileri’nden dolayı meydana gelmektedir (Halis, 2001: 135–137).
‘Batman’da özellikle kadının statüsü konusu, farklı bir önem arz
etmektedir. Çünkü kapalı toplum yapısı, ataerkil aile yapılanması, aile içi
şiddet, başlık parası karşılığında veya istemediği halde zorla
evlendirilme, okula gönderilmeme, geleneksel değer yargılarının katı
uygulanışı ve geleneksel bakış açısı nedeniyle kadında yaşanan
güvensizlik, umutsuzluk ortamı’ (Gönenç, 2003: 69) kadın intiharları
üzerinde oldukça etkilidir.
İntihar nedenlerinden en çok aşağıdaki konulara vurgu yapılmakta ve
şu şekillerde dile getirilmektedir: ‘Sevdiğine varamadı’, ‘bekâretini
yitirmişti’, ‘namus infazından kurtulmak için intihar etti’, ‘hiç arkadaşı
olmadı’, ‘okula gönderilmediği için bunalıma düştü’, ‘aile baskısına
dayanamadı’, ‘kuşak çatışmasına kurban gitti’ (Halis, 2001: 29).
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde çok ilginç, ilginç olduğu kadar da
anlamsız törelerin varlığından bahsedilmekte ve bu törelerden
kaynaklanan baskıdan dolayı intihar yaşandığı dile getirilmektedir.
Bunlar; evde yaşanan bir ölüm olayından dolayı kadının altı ay dışarı
çıkmaması, 15 yaşındaki kız çocuğunun 65 yaşındaki adama verilmesi ve
karşılığında, aynı adamın kızını diğer adama vermesi vs. biçiminde
sıralanabilir. Bu durumda bölge kadınına düşen tek şey vardır ki, o da
intihardır (Halis, 2001: 87).
Batman’daki intiharların yarısından fazlası ilçe ve kırsal kesimde
gerçekleşmiştir. Bunun yanında, önemli sayıda intihar da, sosyal ve
225
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
ekonomik açıdan geri kalmış mahallelerde olmuştur (Halis, 2001: 138–
139). Kırsal kesimdeki sosyal kontrolün daha fazla olması ve kişilerin –
ve özellikle de kadınların– davranışlarının sınırlandırılması, karşımıza
intihar sonucunu çıkarabilmektedir.
Yukarıda bahsedilen konuların müşahhas hale gelmesine yardımcı
olacağı düşünülerek, bazı örnek olayların aktarılması yoluna gidilmiştir.
Bu olaylar aşağıdaki gibidir.
6.Örnek Olaylar
1)–Kahramanmaraş’ın Türkoğlu ilçesine bağlı Çakallı Abbaslar
Köyü’nde, 20.08.2001 tarihinde, eşinden ayrı yaşadığı için bunalıma girip
intihar ettiği bildirilen 28 yaşında ve iki çocuk annesi Sultan Çiçek’in,
ailesi tarafından öldürüldüğü ortaya çıkmıştır. İntiharı şüpheli bulan
jandarma ekipleri, aile fertlerinin bilgisine başvurmuştur. Ailesi, Sultan
Çiçek’in, başka bir erkekle ilişkisinin olduğunu belirttiği eşi tarafından
terk edildiğini söylemiştir. Kızlarının da, bu nedenle bunalıma girip
intihar ettiğini ifade eden aile, olay sırasında evde bulunmadıklarını öne
sürmüştür. İfadeleri şüpheli bulan güvenlik güçleri, baba Ali Çayır (52),
anne Hatice Çayır (50) ve ağabey Sait Çayır’dan (39) el izi örnekleri
almıştır. Jandarma, aldığı örnekler ile olayda kullanılan silahı, Jandarma
Kriminal Laboratuarı’na gönderip inceleme istemiştir. Aile fertlerinin el
incelemesinde barut izlerine rastlanmış, kriminal laboratuarından gelen
rapor üzerine, olayın cinayet olduğu tespit edilmiştir. Sultan Çiçek’in
başka bir erkekle ilişkisi olduğunun tespit edilmesi üzerine, toplanan aile
meclisinin ölüm kararı aldığını belirten yetkililer, Sultan Çiçek’in
tabancayla öldürüldükten sonra, olaya intihar süsü verildiğini
bildirmişlerdir (aksam.com.tr).
2)–Batman’ın Sason ilçesine bağlı Geçitli Köyü’nde oturan Sevide
Uyanık’ın nikâhsız yaşadığı korucu Mahmut Tiryaki, iki yıl önce
kaçakçılıktan tutuklandı. Tiryaki’nin eşi Nazime, kuması Sevide
Uyanık’la birlikte kayınbirader Bahattin Tiryaki’nin evine yerleşti. Aile,
30 Aralık’ta Uyanık’ın ‘evde kimse yokken intihar ettiğini’ söyleyerek
güvenlik güçlerine başvurdu. Ancak, Sason Cumhuriyet Savcısı Mehmet
Fırat, vücudunda Kalaşnikof mermisi izi bulunan genç kadının, üç gün
önce doğum yaptığını ve öldürüldüğünü belirledi. Bebeğin cesedi, köyün
iki kilometre ötesinde, gömüldüğü yerden çıkarıldı. Üç günlük bebeğin
boğularak öldürüldüğü sanılıyor (habur.net).
3)–06.06.2000’de, 13 yaşındaki Naime Salman’ın cesedi Sadabat
Viyadüğü altında bulunmuştur. İstemediği ve yaşlı bir adamla
evlendirilen bu kadın, Aydın’daki evinden kaçmış ve ağabeyleri
tarafından bulunduktan sonra da öldürülmüştür. Bu kişi, 13 yaşında imam
nikâhıyla evlendirilmişti. Bu evliliğe katlanamayan Naime, tam 5 kez
226
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
evden kaçmış, ancak, her seferinde kardeşleri tarafından yakalanarak
kocasına geri teslim edilmişti. Son kaçışından sonra, aile meclisi Naime
hakkında ‘bundan hayır gelmez’ sonucuna varmış ve öldürülmesine karar
vermişti. Bunun üzerine, Naime’yi arabaya bindirip İstanbul’a getirmişler
ve köprüden aşağıya atıp cinayetlerine intihar süsü vermişlerdir
(evrensel.net).
4)–Batmanlı F.E. , küçükken geçirmiş olduğu bir kaza neticesinde
bekaretini kaybetmiştir. Bir genç kız için bu durum ‘ölümden daha beter’
olmuş ve çevresel baskılara daha fazla dayanamayarak intihar etmiştir
(Halis, 2001: 40–41).
5)–N.Y.’ye, töre gereği giyimine müdahale edilmekte ve çalışması
hoş karşılanmamaktadır. Buna benzer isteklerden dolayı ailesinden dayak
yiyen N.Y. , sonuçta intiharı seçmiştir (Halis, 2001: 35–37; 57).
6)–Van’da, Gülhan Sarıkaya, 15 yaşında olmasına rağmen, 11
çocuğu olan Yaşar Şirin’le zorla evlendirilmiştir. İki aylık hamile olan
kadın, yaşamın çekilmezliğini anlamış ve intihar etmiştir (radikal.com.tr).
7)–Şanlıurfa Siverek Koruncak Köyü’nde, amcasının oğluyla zorla
evlendirilen 17 yaşındaki Naile Karakuş, evlilikten sekiz ay sonra,
tabancayla intihar etmiştir (Tezcan, 2003: 62–63).
8)–Şanlıurfa’da, Cemile adında bir kadın, kocası tarafından 7 yıl
boyunca sürekli olarak dayak yediği için, Gaziantep’e babasının evine
götürülmüş, kaburga kemiği kırık olduğu için tedavi ettirilmiştir.
İyileşince tekrar kocasının yanına gönderileceğini bilen kadın, önce 3
çocuğunu Fırat nehrine atmış, sonra kendisi de atlayarak
(ucansupurge.org) intihar etmiştir.
7.Sonuç
Töre baskısı nedeniyle meydana gelen intiharları, doğal ya da olağan
karşılamanın temelinde, toplum bazında erkek ve kadına yüklenen
rollerin önemli bir paya sahip olduğu ifade edilebilir. Bahsedilen bu
rollerin, ‘ideal’ bir durum olduğu düşüncesi, toplumdaki erkekler
tarafından benimsendiği gibi, kadınların da önemli bir kısmının bu rolleri
kabullenme durumunda kaldıkları ileri sürülebilir. ‘Namuslu’, ‘melek
gibi’, ‘namussuz’ vs. ifadelerinde, daha çok kadın ön planda tutulmakta
ve namus konusu, yalnızca kadınla bağlantılı olarak ele alınmaktadır.
Aynı tanım kapsamına giren davranışların erkekler tarafından
sergilenmesi ise, çoğu zaman olumsuz olarak karşılanmamaktadır.
Bazı bölgelerde, sevdiği biriyle kaçan ya da herhangi bir erkekle ‘adı
çıkan’ kadın, namus cinayetine kurban gitmektedir. Kadın, ailenin ya da
aşiretin namusunu temsil etmektedir. Dolayısıyla, namusu koruyan kişi
de yine kadın olmaktadır. Öyle ki, okula gitmeye, arkadaşlarla
buluşmaya, ‘âşık olma’ya bu bölge kadınlarının hakkı bulunmamaktadır.
227
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Son yıllarda, özellikle belli bölgelerde (Doğu ve Güneydoğu
Anadolu) artan kadın intiharlarının, genel olarak töre baskısıyla irtibatlı
olarak ele alınması gereği ortaya çıkmaktadır. Bundan dolayı, bu tür
intiharların, ‘cinayet’ olarak nitelendirilmesi söz konusudur
Töre cinayetlerinin önlenmesi için eğitici ve hukuki önlemlerin
alınması, kadın intiharlarının, töre ve namus cinayetlerinin sık görüldüğü
yörelerde kadınlara ve ailelerine yönelik önleyici ve eğitici çalışmaların
yapılması, kadınların, erkeklerle birlikte toplumsal sorumluluğu
yüklenecek statüye kavuşturulması gerekli bir durum olarak
görülmektedir.
KAYNAKÇA
Akkoç, Nebahat. (2003) “Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde
Namus Adına İşlenen Cinayetleri Önleme ve Bu Konuda Toplumsal
Duyarlılık Geliştirme”, Sosyolojik ve Hukuksal Boyutlarıyla Türe
ve Namus Cinayetleri Uluslararası Sempozyumu, 26–27 Eylül
2003, Diyarbakır: AKADER Yayınları, s.86–89.
Aktay, Yasin. (2000) “Güneydoğu’da İntihar: Kalan Sağlar Kimindir?”,
Tezkire, Aralık–Ocak, Sayı:18, s.33–48.
Aktay, Yasin. (2002) “Batman’da İntiharın Paylaşılamayan Mirası”,
Karizma, Ekim–Kasım–Aralık, Sayı:12, s.68–74.
Akyüz, Gamze–Nesim KUĞU. (1999) “Kadın Psikolojisi”, Cumhuriyet
Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, C:21, Sayı:2, 178–181.
Alyanak, Behiye–Ümran TÜZÜN. (1999) “İntihar Girişimi Olan
Çocuklarda Disosiyatif Bozukluk: Olgu Sunumu”, İstanbul Tıp
Fakültesi Mecmuası, Sayı:62/4, s.419–422.
Anar, Suat. (1991) ”Türkiye’de Kan Davası”, Türk Aile Ansiklopedisi,
C:2, Ankara: Aile Araştırma Kurumu Yayınları, s.656–658.
Aykut, Oktar. (1999) “Namus ve Töre Cinayetlerinin Türk Hukukundaki
Uygulaması”, Töre Cinayetleri, Ankara: T.C. Başbakanlık Kadının
Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü Yayınları, s.45–57.
Bekaroğlu, Mehmet vd. (2000) “Trabzon’da 1995 Yılı İntihar Girişimi
İnsidansı”, Türk Psikiyatri Dergisi, Sayı:11/2, s.95–102.
Beşikçi, İsmail, (1969) Doğu Anadolu’nun Düzeni, Ankara: E
Yayınları.
Budak, Selçuk, (2000) Psikoloji Sözlüğü, Ankara: Bilim ve Sanat
Yayınları.
Bulut, Işıl. (1991) “Türkiye’de Erken Evlenme”, Türk Aile
Ansiklopedisi, C:2, Ankara: Aile Araştırma Kurumu Yayınları,
s.494–508.
Demir, Ümran. (1999) “Kadının Toplumsal Statüsü”, Sağlık ve Toplum,
Nisan–Haziran, Yıl:9, Sayı:2, s.12–16.
228
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Doğan, D.Mehmet. (1990) Büyük Türkçe Sözlük, Ankara: Rehber
Yayınları.
Durkheim, Emile. (1986) İntihar–Toplumbilimsel İnceleme, Çeviren:
Özer Ozankaya, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Emiroğlu, Kudret-Suavi AYDIN (Haz.). (2003), Antropoloji Sözlüğü,
Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
Erdentuğ, Nermin. (1972) Türkiye Türk Toplumlarında Kültürel
Antropolojik (Etnolojik) İncelemeler, Ankara: Ankara Üniversitesi
Eğitim Fakültesi Yayınları.
Erkul, Ali. (1993) “Kavramsal Düzeyde İntihar Tartışmaları”,
Cumhuriyet Üniversitesi Fen–Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler
Dergisi, Sayı:15, s.249–279.
Faraç, Mehmet. (1998) Töre Kıskacında Kadın, İstanbul: Çağdaş
Yayınları.
Fırat, Reha. (2001) “Ölüm ve İntiharın Psikodinamiği”, Köprü, S:76,
Güz,
(http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goste
r=Yazi&YaziNo=11), (erişim tarihi:Ağustos 2003).
Gönenç, İsmail. (2003) Sosyal Bir Fenomen Olarak İntihar: Batman
İli Örneği (1995 – 2002), Basılmamış Yüksek Lisans Tezi,
Diyarbakır: Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve
Din Bilimleri Ana Bilim Dalı Din Sosyolojisi Bilim Dalı.
Halis, Müjgan. (2001) Batman’da Kadınlar Ölüyor, İstanbul: Metis
Yayınları.
İlbars, Zafer. (1991) “Aile ve Gelenek”, Türk Aile Ansiklopedisi, C:2,
Ankara: Aile Araştırma Kurumu Yayınları, s.540–544.
Kardam, Filiz. (1999) “Töre Cinayetleri Üzerine Bazı Düşünceler”, Töre
Cinayetleri, Ankara: T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları
Genel Müdürlüğü Yayınları, s.87–96.
Koç, İsmet –Funda ALBAYRAK. (1993) “Türkiye’de İntihar Olgusu”,
Nüfusbilim Dergisi, Sayı:15, s.55–68.
Maden, Ahmed. (1991) “Evlenme ve Evlenme Şekilleri”, Türk Aile
Ansiklopedisi, C:2, Ankara: Aile Araştırma Kurumu Yayınları,
s.493–505.
Marshall, Gordon. (1999) Sosyoloji Sözlüğü, Çeviren: Osman Akınhay–
Derya Kömürcü, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
Mc Cullough, Leslie. (1987) “İntihar: Sebepleri Nedir ve Ona Nasıl
Engel Olunur?”, Çeviren: Hüseyin Peker, Ondokuz Mayıs
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S.2, s.105–115.
Örnek, Sedat Veyis. (1971) Etnoloji Sözlüğü, Ankara: Ankara
Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları.
229
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Özaydın, Nilüfer vd. (1998) “Kadın ve Şiddet”, Sağlık ve Toplum,
Temmuz–Aralık, s.73–78.
Özçelik, Nurşen. (1995) Toplumsal İlişki Türlerinin İntihar Olgusu
Üzerindeki Etkileri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir: Ege
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uygulamalı Sosyoloji
Anabilim Dalı.
Özer, Ahmet. (1998) Modernleşme ve Güneydoğu, Ankara: İmge
Kitabevi.RADİKAL, 01.08.2000.
Sarıhan, Şenal. (1999) “Namus Cinayetlerinde Avukatların
Sorumluluğu”, Töre Cinayetleri, Ankara: T.C. Başbakanlık Kadının
Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü Yayınları, s.59–69.
Sayar, Kemal. (1998) “Kültür ve Psikopatoloji”, Klinik
Psikofarmakoloji Bülteni, Cilt:8, Sayı:3, s.176–180.
Sayar, Kemal. (2002) “Toplumsal ve Ruhsal Dinamikleriyle İntihar”,
Karizma, Ekim–Kasım–Aralık, s.17–24.
Sencer, Muzaffer. (1989) Toplumbilimlerinde Yöntem, İstanbul: Beta
Yayınları.
Sevindi, Nevval. (2002) “Kendi Varlığımın Sesi Olayım İstedim Yazık
Ki Kadındım”, Karizma, Ekim–Kasım–Aralık Sayı:12, s.63–67.
Shapiro, Patricia Gottlieb. (1999) Çocukluk ve İlkgençlik Depresyonu,
Çeviren: Meral Kesim, İstanbul: Papirüs Yayınları.
Sır, Aytekin vd. (1999). “Diyarbakır’da Özkıyım ve Özkıyım
Girişimleri”, Türk Psikiyatri Dergisi, Sayı:10, s.50–57.
Soyaslan, Doğan. (1999) “Töre Cinayetlerinin İşlenmesi”, Töre
Cinayetleri, Ankara: T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları
Genel Müdürlüğü Yayınları, s.29–33.
Tarhan, Nevzat. (2002) “Neden İntihar”, Karizma, Ekim–Kasım–Aralık,
s.41–46.
Tezcan, Mahmut. (1991) “Aile ve Kuşak Problemleri”, Türk Aile
Ansiklopedisi, C:2, Ankara: Aile Araştırma Kurumu Yayınları,
s.706–707.
Tezcan, Mahmut. (1991a) “Türkiye’de Kan Davalarının Boyutları”, Türk
Aile Ansiklopedisi, C:2, Ankara: Aile Araştırma Kurumu Yayınları,
s.657–662.
Tezcan, Mahmut. (1999) “Ülkemizde Aile İçi Töre Ya Da Namus
Cinayetleri”, Töre Cinayetleri, Ankara: T.C. Başbakanlık Kadının
Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü Yayınları, s.21–27.
Tezcan, Mahmut. (2003) Türkiye’de Töre (Namus) Cinayetleri–
Sosyo–Kültürel Antropolojik Yaklaşım, Ankara: Naturel Yayınları.
Türkçe Sözlük [TS]. (1998) C.2, Ankara: Türk Dil Kurumu [TDK]
Yayınları.
230
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2008, Cilt:1, Yıl:9, Sayı:16,
Uluyağcı, Canan. (2000) “Türk Sinemasında Namus Kavramı”, Kurgu
Dergisi, Sayı:17, s.21–26.
Ünsal, Artun, (1995) Kan Davası, Çeviren: Niyazi Öktem–Emre Öktem,
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
www.antimai.org (erişim tarihi: Ağustos 2003).
www.cumhuriyet.com.tr (erişim tarihi: Ağustos 2003).
www.evrensel.net (erişim tarihi: Ağustos 2003).
www.habur.net (erişim tarihi: Ağustos 2003).
www.kongar.org (erişim tarihi:Ağustos 2003).
www.namus.com (erişim tarihi: Ağustos 2003).
www.ntvmsnbc.com (erişim tarihi:Ağustos 2003).
www.ortakhaber.com (erişim tarihi: Ağustos 2003).
www.tumgazeteler.com (erişim tarihi: Ağustos 2003).
www.ucansupurge.org (erişim tarihi: Ağustos 2003).
Yalvaç, Mehmet. (2000) Aile Sosyolojisi, Malatya.
Yaşar, M. Ruhat. (2003) Depresyonun Sosyolojik Açıdan İncelenmesi:
Elazığ Örneği, Basılmamış Doktora Tezi, Elazığ: Fırat Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı.
Yeğin, Abdullah vd. (1992), Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük
Lügat, Ankara: TÜRDAV Yayınları.
Yolcu, Mehmet. (2001) “İntiharlar”, Türk Dünyası Araştırmaları,
S:130, Şubat, s.51–70.
231

Benzer belgeler