KİMLİK SORUNU: KENDİNİ SEVMEYENİN

Transkript

KİMLİK SORUNU: KENDİNİ SEVMEYENİN
KİMLİK SORUNU:
KENDİNİ SEVMEYENİN KİMLİĞİNDEKİ KENDİ OLMAYAN KENDİ
İRFAN ERDOĞAN1
Mutlak köle, köleliğinin çok iyi farkındaydı,
çünkü kölelik onun belirlenmiş kimliğiydi.
Günümüzün serbest-kölesi köleliğinin
farkında değil, çünkü onun köleliği
özgürlük masallarıyla besleniyor.
(Erdoğan, 1997)
Kimlik ve kültürle ilgili bu makale “soruşturulmayan hayat, yaşamaya
değmez’” sözünden hareket ederek, kimliklerimizi soruşturmamız, kendimizi
tanımamız için kendimizden geçerek kendimize bakmamız gerektiğini
vurgulamak; hatta “kendimizden geçerek kendimizi tanımlama” sözündeki
“kendimizin” de soruşturulması gerektiğini göz önüne sermek; BİZliklerimizi
çok iyi anlamak zorunda olduğumuzu belirtmek için yazıldı.
“Sen” denen “kimlik” ile başlayalım soruşturmaya: Sen kimsin?
Hakikaten sen, sen sandığın sen misin, yoksa sen sandığın sen, aslında
kendine ve kendi gibilerine kimlik satışı yapan iki ayaklı yürüyen reklam ve
promosyon aracı ve siyasal, sosyal ve psikolojik baskı ajanı mı? Senin
kimliğini kimler üretti ve şimdi kimler üretiyor ve bu üretmede senin yerin ve
işlevin ne? “Kendimin” dediğin, “kimin ve neyin kimliliğini” taşıyor ve neden
taşıyor? Kimi ve neyi ne için üretmeye katılıyorsun? Sen kiminle “BİZ
sensin”? Senin özdeşlik kurduğun BİZler, senin gibi seninle özdeşlikler mi
kuruyor yoksa sen, “özdeşlik kuran” ve onlar da, “özdeşlik kurulanlar”
(senden olmayan, senden farklı, senden uzak ve senin üstünde çöreklenmiş
olanlar) mı? Dost ONLAR Hakikaten sana dost ONLAR mı? Düşman
ONLAR hakikaten sana düşman ONLAR mı? Neden? Sen beni, bizi ve
onları neler yoluyla, neden öyle tanımlıyorsun? Bu yollar, nedenler ve
sonuçlar senin için mi yoksa başkaları için mi işlevseller? Bu işlevsellikte,
senin kazandıkların ve kaybettiklerin ve de onların kazandıkları ve
1
Prof. Dr., Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
kaybettikleri neler? ve neden? “Sen kimsin” ve bu kimlik senden ve kimden
neler alıyor ve götürüyor, sana ve birilerine neler getiriyor?
Kimliğin Kimliği
Kimlik (ve kültür) insanın neyi nasıl yaptığı veya yapmadığı, kendini ve
diğerini nasıl gördüğü ve değerlendirdiği; ilişkilerini nasıl düzenlediği ve
yürüttüğü, şimdiyle ilgili olarak ne yaptığı ve ne yapmadığı; sevileri, kaygıları,
beklentileri,
tercihlerinin
neler
olduğu,
gelecekle
ilgili
umutları
ve
umutsuzlukları ile ilgilidir. Kimlik (ve kültür) insanın ne olduğunu, nasıl
olduğunu
ve
neden
olduğunu
düşüncelerden
ve
yaptıkları
ve
yapmadıklarından geçerek kendine ve dışına anlatmasıyla belirir. Kimlik
insanın ne olduğu, nasıl olduğu, kendine ve dünyasına bakışı ve kendiyle ve
dışıyla olan ilişkilerini düzenleyişinin doğasını anlatır. Kimlik insan denen
sosyal varlığın ne olduğudur: Kendinin tanımı. “Ben şuyum veya buyum; O
şudur veya budur” denendir. Dolayısıyla, insanı kolayca yönlendirmek,
yönetmek, üzerinde egemenlik kurup sürdürmek için, yapılacak en etkili şey,
ona kendinin sandığı kimlikleri aşılamak ve günlük yaşam pratiklerine bu
kimlikleri katarak, onu oluşturmak ve gerekirse dönüştürmektir: Coca Cola ve
Pepsi kuşağı, Pizza zevki, Levy’s ve Nike tercihi kendiliğinden olmadı;
insanları katarak oldu. Yani, içerek, yiyerek, giyerek, düşünerek, duyarak,
inanarak ve bu yemeyi, içmeyi ve giymeyi statüyle, çağdaş, değerli, üstün,
farklı ve özgür olmayla ilişkilendirerek yapıldı. İnsanın insan olmasındaki
değerleri görüntüye ve görüntüyle gelen sahipliğe indirgeyen bir kimlik
inşasıyla yapıldı: Özü gösteri ve gösterişle tanımlayan maymunluğa katma
ve katılmayla.
Batı kapitalizminin egemenliğindeki küresel pazar, aynı anda kitleler
halinde hem mal üretir ve satar, hem bu malın satışını sağlayan bilişleri
(bilinç ve ideolojileri) üretir ve satar. Mal ve düşünce üretiminde kitleler
halinde arzı ve kitleler halinde talebi de yaratır. Bu talep yaratmayı da
kimlikleri ve kültürleri pazarın çıkarına uygun bir şekilde biçimlendirmeyle
yapar. Bunu yapamazsa, küresel kapitalist pazar çöker.
Güçlü ve egemen olmak, bu güç ve egemenlikle gelen kendine güven,
kendini sevme ve hatta kendine tapma biçimindeki kimlikleri de beraberinde
getirir. Güçlünün egemenliğini sürekli yeniden üretme faaliyetlerinde hem bu
gücün kimliği/kimlikleri hem de gücün üzerinde uygulandığı kimlik/kimlikler
yeniden üretilir. Yani, efendilik, özgürlük, kölelik, tüketicilik, işsizlik, zenginlik,
Türk, Avrupalı gibi insanla ilgili tüm kimlikler, bu kimlikleri var eden örgütlü
ilişki
tarzıyla
oluşur
ve
günlük
örgütlü
mücadelelerle yeniden üretilir. Dolayısıyla,
ilişkilerdeki
egemenlik
ve
hem bir ülke içinde hem de
uluslararası ilişkilerde, örneğin köleliğin, kölelik bilincinin ve kültürünün
ortadan kalkması ancak bunu yaratan örgütlü ilişkiler yapısının köleliği
üretmeyen bir dönüşüme uğramasıyla olabilir. Dolayısıyla, Avrupa’nın
kendini sevmesi ve Afrika’yı maymunlarla dolu ve bizi maymunla insan
arasında bir yerde olan oryantal olarak nitelemesi ve Afrika ve Asya’daki
insanların bazılarının da kendilerini Avrupalının tanımladığı biçimde görüp
aşağılık duygusuyla kendini “Beyaz Türk veya Avrupalı gibi” görerek kurtuluş
araması kendiliğinden oluşan bir şey değildir. İşte, yukarıda açıkladığım
nedenle, Kanuni Sultan Süleyman’ın Avrupalılar karşısında nasıl hissettiği –
kendini ve diğerini tanımlayan kimliği — ile Abdülhamid’in kimliği ve
günümüz
Türkiye’sinde
küreselleşme,
demokratikleşme
ve
özellikle
özelleştirme adı altında Anadolu’nun her şeyini satan ve Anadolu insanının
yarattığı zenginliklerin dışarıya akmasını sağlayan (pardon, satan değil,
küresel pazarda rekabete sokarak gelişmemizi sağlayan ve bu arada
trilyonlarca lira haklı ve helal gelir elde eden) güçlerin aşağılık, hırsız ve
soyguncu kimliği arasında çok büyük farklar olacaktır. Bu farklar Batı’nın
güçlenmesi
ve
Osmanlı
imparatorluğunun
duraklamasıyla
başladı.
Dolayısıyla, Türkiye’de kimlik ve kültür değişimi girişimlerinin çok uzun bir
tarihi vardır. Bunun en yoğun bir şekilde yapılması, İkinci Dünya Savaşından
sonra Amerikan sermayesinin dünya egemenliği serüveniyle başlar.
Bu
serüven “kalkınma, gelişme, modernleşme, Batılılaşma, çağdaşlaşma” gibi
“kimliklerle” yapılan çağrılarla geldi. Bu değişim çağrısında, Amerikan pazar
anlayışının ve politikalarının savunucuları tarafından bize denen şuydu (ve
hala aynısı, faklı kılıflarda devam etmektedir):
(1) Biz ileriyiz ve siz geri kalmışsınız. Bu iddiayı ve bu iddiayla birlikte
gelen birçok bilişleri ve ideolojik yükü kabullenmeye başladığımızda, değişim
sürecinin en birincil ve önemli aşamasına geçilmiş olunur: Başkasını üstün
kendini değersiz görme. Bu akıllıca hazırlanmış paketle birlikte, kendini
sevmeme,
kendinde
değer
bulmama
ve
kendine
bakınca
aşağılık
duygularıyla dolma da işlenir. Böylece, kültürümüz ve kültürümüzle birlikte
taşıdığımız değerler kendi gözümüzde değerini yitirmeye başlar. Değerini
yitiren insanın kendine bir şekilde değer bulması gerekir. Bu yükle birlikte,
aynı zamanda, kendi gibi olma zevksizlik, beceriksizlik, yeniliğe ayak
uyduramama, bağnazlık, gericilik, geleneksellik, çağ dışılık, erkek şovenizmi,
ayılık ve hanzoluk gibi birçok değersizleştirici ve aşağılık duygusu aşılayan
nitelemelerle betimlenir. Kapitalizmde ilişki doğasının önemli bir parçası olan
bağnazlık, ırkçılık, gericilik, faşistlik, baskı ve terör akıllıca hazırlanmış
örgütlü yapılar, bilişler ve ilişkilerle Türkiye gibi ülkelere taşınır. Bu taşınan
Türkiye gibi ülkelerde var olanın üzerine oturtularak var olan çökertilir ve
yeniden sanki eskiden de böyleymiş gibi sunulur. Buna en güzel örnek
olarak bir zaman kendini anlatmaya çalışan Türkçülüğün ve bağımsız ulus
olma arayışının üzerine Amerikan tarzı neo-nazizmi/faşizmi oturtarak,
Amerikan sermayesinin dünya serüveninde, sadece Türkiye’de değil
dünyanın her yerinde, içte insanların birbirine düşmanlığını, ırkçı bölücülüğü
ve iç savaşı körükleyen kimliklerin ve örgütlü yapıların yaratılmasını, bunun
sonucu olarak dünyada yüz binlerce gencin öldürülmesini verebiliriz. Hz
Muhammed’in belli biçimde karikatürlerde gösterilmesi, “kendini bilmez" bir
gazetecinin aklına gelen ve “ifade özgürlüğünün” bir yansıması değildir. Bu,
planlı bir şekilde başlatılmıştır: Çığ gibi büyüyecek küçük bir kartopu yapıp
tepeden karın üzerinde yuvarlama. Planlanmış gündemler yaratma ve bazı
politikaların uygulanması için temel hazırlama.
(2) Siz geri kalmışsınız ama kalkınabilirsiniz, modernleşebilirsiniz,
modern insan ve modern ulus olabilirsiniz. İşte bu bağlamda, sen
değersizsin,
ama
değerli
olabilirsin
deniyor
bana.
Umut
veriliyor.
“Yapabilirsin” denirken, kendimin değerli olduğu, ama “doğru özle” iştigal
etmediğim söyleniyor. O zaman namazı niyazı kesmem, tembelliği
bırakmam, kemerleri sıkmam, Protestan iş etiğini benimsemem, yani Batılı
ve kapitalist gibi olmam gerektiği anlatılıyor. Bir umut var bu değersiz kimlik
ve kültürde. Peki, nasıl olacak?
(3) Beceriksiz, aptal, tembel, fes takan, şalvar giyen ve kokoreç yiyen
geri kalmış SİZe; gelişmiş, modern, insan haklarını, özgürlüğü ve
demokrasiyi yaşayan ve bunu dünyaya yaymak için özverilerde bulunan BİZ
Batılılar yardım edeceğiz; kalkınacaksınız ve çağdaş olacaksınız.2 Nasıl
2
Gölge etme, başka ihsan istemem” demek geliyor insanın içinden. Desen ne
olur? Diyenlerin başına gelen senin de başına gelir: Çeşitli nitelemelerle aşağılanır,
kötülenir ve gerekirse, demokrasi ve özgürlük adına harcanırsın/öldürülürsün.
gelişmiş ve çağdaş olacağız? Ülkenizdeki evlerde belli sayıda radyo,
televizyon, gramofon, plak, buzdolabı, ütü ve çamaşır makinesi olursa;
sinema sayıları artarsa, yere tükürenler ve dereye işeyerek çevreyi
kirletenler azalırsa, Avrupalı gibi düşünüp, yiyip, içip ve giyilirse gelişmiş
olursunuz. Merak etmeyin, modern olan her şeyi size biz hemen satarız.
Hemen ödemenize de gerek yok; zaten aptal ve geri kalmışlığınız yanında,
fukarasınız.3 Fukarasınız, biz size krediler ve yardımlar, hatta tahıl gibi
hibeler de veririz (böylece, tarımınızı yok ederiz, pardon; dilim sürçtü,
geliştiririz), dış yardım adı altında bol bol silah ve biraz da birilerine para
veririz ki her mahallede/orduda bir zengin türesin). Siz planlı iş yapmayı da
bilmiyorsunuz. Plan yapıyorsunuz, bir şeye benzemiyor. Biz size IMF ve
Dünya bankası yoluyla yetişmiş Türk ve yabancı uzmanlar göndeririz, onlar
sizin planlı kalkınmanıza öyle bir yardım eder ki şaşkınlıktan parmağınızı
ısırırsınız. Bak, biz ne iyiyiz, sizi düşünüyoruz: Birkaç yüzyıldan beri canla
başla size medeniyeti, demokrasiyi, özgürlüğü ve insanlığı getirmeye
çalışıyoruz. Ama siz insan değilsiniz, acayip bir şeysiniz, pastırma ve
kokoreç falan yiyip, üstüne ayran içiyor ve bir türlü hazmedemiyorsunuz.
Daniel Lerner’den, Fukuyoma’ya kadar sosyal bilimciler, ekonomistler ve
siyaset bilimciler tarafından da sunulan bu tür gerekçeler ve bu gerekçelerin
meşrulaştırdığı faaliyetlerle, dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de çağdaş
insan yaratma ve modernleşme adı altında birçok “yenilikler” getirildi. Bu
“yenilikler” ile eski kimlikler ve kültürel pratikler de geçersiz, aşağı ve
değersiz
sayıldı
(ve
sayılmakta).
Anadolu
insanı,
özellikle
büyük
kentlerdekiler, kendilerini kendilerinden geçerek değil de, Batıdan geçerek
beğenmeye, değerlendirmeye ve tanımlamaya başladı. Fakat Lerner’in
1950’de Naziler ve sonradan gelenekseller olarak nitelediği geniş kitleler
‘değişmez’ olarak kabul edildiği için, 30 yıl kadar bir kenarda kaldı. Ama bu
kenarda kalan ekonomik, kültürel ve siyasal çıkarlar elde etme bağlamında
çok önemli bir pazardı ve bu pazarın da kimliklerinin ve kültürlerinin
değiştirilmesi gerekiyordu. Bu değiştirme gereksinimi 1970’lerin ortasından
3
Fukaraysak, o zaman birkaç yüzyıldan beri ülkeleri niye işgal ediyor ve
soyuyorsunuz diye sorarsak ayıp olur mu? Sormayın, popülist söylem olur. Bir
zamanlar, sorarsak, vatanı satanlar tarafından vatan haini ve komünist ilan
edilirdik; vatanı satmak isteseler bile satacak hiçbir şeyi ve gücü olmayanlar
doğruyu söyledikleri için, gene hiçbir şeyi olmayanlar kullanılarak susturulurdu.
Şimdi postmodern koşulu yaşıyoruz, susturma falan yok!.
itibaren hissedilmeye ve 1980’lerin ortasından itibaren ise Batının başat
bilinç ve kültür politikası olmaya başladı. Bu kültür politikasını “kültürel
çoğulculuk ve karşılıklı bağımlılık içinde kendiniz olun diyerek değiştirme”
olarak özetleyebiliriz. Türkiye’nin büyük kentlerindekiler “yetmişti” ve
yeniyordu. Ama geniş kitlelerin büyük kısmı bu kimlikle ve kültürle
yönlendirilen pazarın dışındaydı. Kara çarşaflılar, hanzolar, magandalar,
türbanlılar, tutumlu tutucular, özlüce Amerikan pazar politikası ve ideolojisini
yayan
Lerner’in
“geleneksel”
diye
betimlediği geniş
kitleler
pazara
çekilmeliydi. Yeni politikalarda bu geri kalmış, bağnaz, gerici geleneksellere
şöyle denildi (ve deniliyor): (1) Her birey dininde, imanında, ibadetinde, etnik
gurubunda, düşüncesinde, tercihlerinde, yediğinde, içtiğinde, giydiğinde,
özlüce yaptığı ve yapmak istediği her şeyde özgürdür. (2) İnsanlara hizmet
vermek için uğraşan serbest pazar ve kişiler üzerindeki Devlet tekeli ve
baskısı
ortadan
kalkmalıdır;
bunun
için
devlet
KİTleri
satarak,
özelleştirmelerle ve deregulasyonlarla küçülmelidir. (3) Özel ve kamusal alan
korunmalıdır; bunu da özel ve serbest girişimci özgür insanlar yapmalıdır. (4)
Özgür bireyin ve her tür azınlığın kimliği ve kültürü asla baskı altına
alınmamalıdır.
Tesettür
modasını
takip
etmek,
seni
inancınla
ve
geleneklerinle farklı, çağdaş ve ileri yapar. Turban mı giymek istiyorsun. Giy,
bu senin en temel hakkın. İstediğini istediğin şekilde yap. Ama bu arada,
örneğin turbanın altına Levy’s da giyersen, çok şık olur. Hele Fransız
parfümü ve Amerikan dudak boyası ve makyaj malzemesi kullanırsan, çok
daha oturaklı ve üstün olursun. Ramazanda iftarı Coca Cola ile açmak
ferahlık verebilir. Üzerinde Türkçe isimler olmayan Müslüman Ülker
ürünlerini de tüketebilirsin. İyi gelir. Böylece, 21. yüzyıla gelindiğinde, küresel
pazarın biliş, bilinç, kimlik ve kültür satışı “özgürlük, azınlık ve insan
haklarının değeri, özelin üstünlüğü, serbest rekabetin değeri” üzerinde
kurulmaya başlandı: Ürettiği materyalin satış bilincini yaratan endustriyel
yapı, sana “değişme, olduğun gibi kal, özgür ve duyarlı ol” derken, aslında,
seni günlük pratiklerinden ve bu çok etkili ideolojik masallardan geçerek, sen
bile farkında olmadan değiştirmektedir. Bu değişimde, sen Kendim sandığın
Kendin olmaktan giderek uzaklaşıyorsun. Senin kendinin sandığın kimlik ve
kültür aslında artık senin değil: Sen senin olmayanı senin sanan ve savunan
taşıyıcısın. İster tesettürlü “gerici” ol, istersen göbeği açık “modern” ol, artık
sen, sen olmayan, ama olmak istediğin, ama olamayacağın sensin: Sen ne
sensin ne de olmak istediğin değerli ötekisin. Sen olmak istediğin ve sadece
satın almaktan, tüketimden ve imajdan geçerek olabildiğin görüntüsel ve
duygusal “değerli ötekisin”. Bu kimlikteki insan, ne yazık ki, siyasal,
ekonomik ve kültürel egemen pazarın, bu pazara karşı olduğunu sandığında
bile,
maymunca
parçasıdır.
Kimliğin
ve
kültürün,
satılan
malların
promosyonunu yaptığı ve kimliğin ve kültürün, satılan ve alınan mal olduğu
“postmodern” diye adlandırılan küresel pazarda, artık kimlik ve kültürün
değeri “ne kadar satın alabildiği, ne kadar para ettiği ve ne kadar baskıcı
güce sahip olduğuna” göredir.
21. Yüzyılda İnsanlık Durumu ve Çağımızın Kimliği
Yaşadığımız çağda kurulan ve sürdürülen kimliklerle yapılanların
oluşturduğu insanlık durumuna baktığımızda, gördüklerimizden biri de şudur:
Yirmi birinci yüzyıl insanlık tarihinde hipokrasinin, sahtenin, yalanın ve
bilişsel ve materyal yoksun ve yoksul bırakmanın egemenlik kurduğu en
yüksek alçalmışlık çağı olarak nitelenebilir. Gerçek/doğru ile sahte/yalan
birlikte yüzmeye gitmişler. (Neden birlikteler ki? Batının kendine ve teolojik
ikili zıtlığa bakıp çıkarttığı idealist diyalektik nedeniyle mi?). Giyeceklerini
derenin kenarına çıkartıp suya girmişler. Sahte/yalan sudan çıkmış ve
gerçeğin/doğrunun giyeceklerini giyip gitmiş. Gerçek/doğru sudan çıktığında
bakmış ki oradaki giyecekler sahtenin/yalanın. Giymemiş. Kimse görmesin
diye utancından çalıların arasına saklanmış. Saklanış o saklanış. O
zamandan beri sahte/yalan gerçek ve doğru diye egemenlik sürerek
günümüze kadar gelmiş. Günümüzde ise, en yüksek alçaklık seviyesine
erişmiş: Hırsızlar, vurguncular, dolandırıcılar ülkeleri
yönetiyor, haksız
kazançla (haklı kazanç ne ki?) trilyonlar vuranlar okullar açıyor, eğitiyor,
yardımseverlik örnekleri veriyor. Katiller “kurtarma, demokrasi ve özgürlük
operasyonu” yapıyor. “Operasyon Adam Smith” ile övünüyor. İnsan hakları
şampiyonluğu yapan katiller asla ellerini kana bulamazlar, mideleri
kaldırmaz. Dolayısıyla işçi sınıfının yarısını kiralarlar, diğer yarısını baskı
altında tutmak ve gerektiğinde öldürtmek için. Bu kiralanmış katillere güller
atılıyor. Kölelik özgürlük olarak satılıyor ve köleler satanlara tapıyor. Halkın
bilincini iğfal edenler, halkın bilincini, isteğini, arzusunu dile getirdiğini
söyleyip alkış topluyor. Ülkeleri yönetenler arasında tek bir dürüst insan bile
olmuyor, çünkü dürüst insanlar bırakın yükselmeyi, çalıların arasından bile
çıkamıyor. Örgütlü yapılardaki ilişkiler baskı, yalakalık, şantaj, sahtekarlık ve
çalıp çırpmada ortaklıkla yürütülüyor. Kimsede ses yok; çünkü sesini
çıkartanın sonu sonunda hayırlı olmuyor.
Bu alçalmış insanlık taslayan insanımsılığın, böl ve yönet politikalarını
gerçekleştirmek ve ekonomik, siyasal ve kültürel pazarda canlılık sağlamak
için, son zamanlarda yoğun olarak kullandığı kavramlardan biri de çeşitli
kılıflarda sunulan kimlik kavramıdır.
Kimlik Toplumda amaçlı ilişkilerle Oluşur ve Oluşturulur
Kimlik, özgürlük ve bireycilik gibi, ancak toplum içinde ve toplumdan
geçerek oluşur ve oluşturulur. Hiç kimse toplumun dışında, toplumdan
bağımsız bir kimliğe, özgürlüğe ve bireyselliğe sahip olamaz: İnsan ancak
toplumda özgürdür veya köledir. Bireyin ne olduğu, özgürlüğü ve bireyciliği
ancak toplumla vardır. Bireyin kimliği, özgürlüğü, zenginliği ve yoksunluğu
amaçlı ve örgütlü faaliyetler içinde diğer bireylerden geçerek olur. Örneğin,
günümüzde, birey özgürlüğünü ve zenginliğini toplumdan faydalanarak,
toplumdan ve diğerlerinin özgürlüğünden çalarak ve diğerlerini yoksun
bırakarak kazanır.
Anadolu medeniyetlerinde toplumsal kimlik en eski çağlardan beri daima
çoğulcuydu. Malazgirt’le başlayan Anadolu’nun Müslümanlaşmasıyla birlikte
ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde de bu çoğulculuk ortadan kalkmadı.
Önce modernleşme ve şimdi de küreselleşme ile gelen kapitalizmin kültürel
ve bilişsel sürüleştirmesi ve “ben Türküm sen Lazsın” diye Laz olmayı küçük
gören ve kendi aşağılanmışlığında ve aşağılığında Türklük taslayan siyasal
hastalıkları yaratıp desteklemesine, dinsizleştirmeyle birlikte Anadolu’nun
yeniden Hıristiyanlaştırılması için yoğunlaşan çalışmalara rağmen, hala
Anadolu bu dil, din, ırk, yaşam tarzı zenginliğinin geri kalan kalıntılarını
yaşamaktadır.
Ulusal Kimlik ve Toplumsal Kimliği Homojenleştirme
Toplumsal kimlik ulusal kimlik değildir. Örgütlü bir gücün kendisini
anlattığı ulusal kimlik ya toplumsal kimliği yansıtır ya da toplumsal kimlik
üzerinde çalışarak homojen bir kimlik yaratma çabasına girilir. Ulusal kimlik,
hemen her yerde “ulus devletin” siyasal sorunu olmuştur. Bu sorunda, eğer
devlet kendini tekil kimlik ile görürse, ama toplumsal kimlik homojen değilse,
o zaman sorun çok daha ciddileşir. Eğer devlet kendini çoğul kimlikle
görürse ve toplumsal kimlik homojen değilse, devlet (örneğin kapitalist sınıfla
işçi sınıfı arasında veya etnik gruplar arasında), arabulucu ve denge kurucu
fonksiyonu gereğince yapmak zorundadır. Bunu yapmadığında veya
yapamadığında,
meşruluk krizleri artar. Homojen olmayan bir toplumsal
yapıda, homojen kimlik yaratma çabası uluslararası ve ulus içi egemenlik ve
çıkar mücadelesi politikaları nedeniyle, çıkmazda kaldığı gibi, sınıfsal,
milliyetçi ve etnik duyguları daha da derinleştirerek çözümden çok sorunlar
çıkartır. Avrupalıların ve Avrupalı liberal taklitçilerin sundukları küresel
ideolojinin destekleyicisi olan çözümler, belli çıkarlar için çözüm amacı taşır;
propagandası yapılan amaca asla hizmet etmez.
Ulusal kimliği oluşturma çeşitli biliş işleme süreçlerinden geçerek uzun
zaman içinde gerçekleşir. Fransız devrimi sırasında Fransa’nın sadece yarısı
Fransızca konuşabiliyordu ve % 12-13’u doğru konuşabiliyordu. İtalya devlet
olduğunda nüfusunun sadece % 2-3’ü evde İtalyanca konuşuyordu. 1970’de
42 milyona yakın Amerikalı İngilizce bir soruya cevap verecek İngilizceyi
bilmediklerini, ana dillerinin İngilizce olmadığını ve evde kendi dillerini
konuştuklarını bildirmişlerdir.
Günümüzdeki uluslararası sömürü ve ulusal katılma politikalarının
yarattığı koşullarda, çok dilli bir ülke, dilsel Balkanlaştırma politikalarıyla
desteklenen çıkarlar nedeniyle sürdürülen politikalarla artan bir şekilde her
an iç savaş tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Üst ve Alt Kimlik
Uzun yıllardan beri ırkçılığın, dile ve inanca dayanan farklılıkların
Batı’nın
çıkar
hesaplarına
uygun
bir
şekilde
biçimlendirilmesi
ve
uygulanmasında çeşitli strateji ve taktikler kullanıldı. Buna son zamanlarda
kimlikler ve ötekilik eklendi ve en son olarak da üst ve alt kimlik kavramı
üretildi. Gündem bu kavramlar üzerinde tartışmaya odaklandı. Böylece,
örneğin kavramın gerisindeki tarihsel gerçekler bir kenara itilip, bağlamından
koparılmış, sadece etkileşimin mekaniğine dayalı ilişkisel anlamlar üzerinde
durulmaya başlandı.
Böl ve yönet politikalarını desteklemede kullanılan kimlik sorununda,
Türkiye’de bazı çevreler, özellikle Türk ve Kürt ayırımıyla gelen soruna
çözüm bulduğunu sananlar, birden bire “üst ve alt kimlik” anlatısına kurtarıcı
gibi sarıldılar: Üst kimlik Türk (veya Türkiyeli) kimliği ve alt kimlik de Kürt
kimliği: Böylece hem Türksün (veya Türkiyeli) hem de Kürt. Sorun çözüldü.
Sorun çözülmedi, aksine bu tartışmalarla, sorun çok daha karmaşıklaştı ve
çok daha ciddi çıkmaza girildi. Sorun çözülmedi, çünkü kişinin kimlikleri basit
aitliklere dayanan basit psikolojik inşalar değildir: Pepsi Cola ile Coca Cola
arasındaki tercihe benzemez. Bu psikolojik inşalar; kullanan ve kullanılan,
öldüren ve öldürülen, materyal ve bilişsel olarak yoksun ve yoksul bırakan ve
bırakılan insanı ve ilişkilerini anlatır. Bu inşalar materyal çıkarların,
egemenliklerin ve boyun sunmaların bilişsel yansımalarıdır: Temelinde
hunharlıkları meşrulaştıran soyut ve bu soyutun desteklediği somut çıkarlar
yatar.
Üst Kimliğin Alt, Alt-kimliğin de Üst Olması
Üst kimlik tanımıyla, sanki Türk (veya Türkiyeli) olmak en yukarıda,
üstte, kapsayan kimlik oluyor; Kürtlük, Lazlık, Kayserilik, hemşerilik, Alevilik,
Kentlilik, Karadenizli ve Doğulu olma da alt kimlikler. Böylece, üst kimliğin
tanımladığıyla alt kimlikteki tanımlananlar arasındaki çelişki, çatışma,
uyumsuzluk ortadan kalkıyor. Bu çok ilkel ve basit, yüzeyde ve geçersiz bir
yorumlama ve beklentidir. Çünkü kimlikler, bireyin birçok bağlara dayanan
ilişkilerden geçerek kurduğu birçok bizliklerden oluşur. Bu bizlikler, bu
bizlikleri oluşturan bağların doğasına göre şekillenir ve birey için değer taşır.
Bireyin kimliği sadece bu bizliklerin doğasıyla gelen “katma ve katılmalarla”
oluşmaz; aynı zamanda, bu bizlerin “o ve onlar” ile olan bağlarıyla da
desteklenerek, zenginleşir (veya fakirleşir). “O ve onlar” (moda deyimle, öteki
ve ötekiler) temel olarak dost ve düşman olarak iki kutba ayrılır; diğer o ve
onlar da arada bir yere yerleştirilir. Böylece, bireyi, dünyası sen, biz, o ve
onlardan oluşan; sen, biz, o ve onlar ile birleştirerek çeşitli kimlikler inşa
eden yapılar içinde yaşıyor görürüz. Bütün buraya kadar anlatılanları,
insanın/bireyin yaşadığı ve yaşatıldığı örgütlü zamanlar ve yerler içine
yerleştirip somutlaştırdığımızda, benlik ve bizlikle gelen kimliklerin ne ve
nasıl olduğunu çok daha iyi anlarız. Bu sırada, yüksek kimlik ve alt kimlik
olarak sunulanla beklenenin çok ciddi bir yanlışlığa sahip olduğunu da
görürüz. Bu yanlışlığı bir örnekle açıklayalım:
1960
başları.
Ankara’nın
Kayabaşı
semtinde
yaşıyoruz.
Biz
Kayabaşılıyız. Kayabaşılı kimliğimizle, mahallemizden geçen birine gerekirse
biz
yardım
ederiz;
erkek
gençleriz
(kızlar
pencereden
bakıyor).
Mahallemizden o gün birkaç kez geçen birini görürsek, “ne aradığını sorarız.
Kötü niyet görürsek, Kayabaşı’nın namusunu ve şerefini korumak için, onu
döveriz. Dövdük de. Örneğin dövülen biri Kayaşlıydı. Hafta sonu o zamanlar
ya Kayaş’a ya da Atatürk Orman Çiftliğine pikniğe ve zaman geçirmeye
gidilirdi. Dayak yiyen Kayaşlı, dayak atan Kayabaşılıları tesadüfen Kayaşta
görüyor. Kayaşlı, Kayaşlı arkadaşlarını topluyor, Kayabaşılılara dayak
atıyorlar. Kayabaşılıların bazıları FB’li, Bazıları BJK’li ve bazıları da GS’liydi.
Kendimizi özdeştirdiğimiz bu bizliklerle, biz günlük ilişkilerimizde birbirimizle
alay ederdik, sataşırdık, kötülerdik, övünürdük, ezer ve ezilmiş hissederdik
ve hissettirilirdik. Ankara Gücü bir başka kentin takımıyla karşılaştığında,
hepimiz Ankara Gücünü desteklerdik. Ankaralıydık çünkü. Kayabaşında
sokaklar vardı. Biz aynı zamanda Derince sokaklıydık ve diğer Kayabaşı
sokağıyla bazen kavga ederdik. Bu kavgaların bendeki bir izi de kaşımın
üzerindeki yaradır: Atılan taş az daha gözümü çıkartacaktı. Ama biz
Kayabaşılı değil miydik? Üst-kimliğimiz Kayabaşılıydı. Alt-kimliğimiz de
sokağımızın adıyla geliyordu. Nasıl oluyor da alt-kimliğimiz öne geçiyor ve
Biz Kayabaşılı olduğumuz halde Biz Kayabaşılılarla kavga ediyorduk?
Cevap oldukça yalın: Alt-kimlik diye öne sürülende daha yoğun ve sıkı
bağlar vardır. Aslında o alt kimlik değil, BEN ile daha yoğun ve yakın bağı
olan bir kimliktir. Kayabaşılılık kimliğiyle gelen bağlar ile örneğin mahalle
kimliğiyle gelen bağ arasında tarihsel, duygusal ve ilişkisel bağlam ve
yoğunluk farkı vardır. Aile kimliğiyle gelen bizlikteki bağ ise mahallelilik,
komşuluk veya arkadaşlık bağından çok daha sıkı, yakın ve yoğundur: Bir
ailenin ferdi, olağanüstü kimlik sorunu veya çok özel bir durum olmadıkça,
komşuyla
birleşip
kendi ailesine
savaş
açmaz.
Özlüce, yukarıdaki
açıklamadan da açıkça anlaşılacağı gibi, ilişkisel kimlik Ben’in kendine ve
dışına
baktığında
kurduğu
bizliklerle
ilişkilidir.
Bu
bizlikler
ilişkinin
doğasından gelebileceği gibi sahte imajlarla ve yanlış bilişlerle inşa edilmiş
bizlikler de olabilir. Yanlış veya doğru bizlikler olsun, fark etmez, bu
kimliklerde üst kimlik, orta kimlik, ara kimlik, yan kimlik ve alt kimlik gibi
gruplandırmalar yapılırken çok dikkat etmek gerekir. Üst ile ne denmek
isteniyor? Bu denmek istenen hakikaten gerçeği yansıtıyor mu, gerçekle
örtüşüyor mu? Türk kimliğinin veya Türkiyeli kimliğinin, örneğin bir aile kimliği
yanında üst kimlik olmasını bağlılık açısından, kendini feda etme açısından,
aile ile çatışmaya düştüğünde aileyi değil de, Türkiyeli olmayı tercih etmesi
açısından ele alıp değerlendirdiğimizde çok dikkat etmemiz gerekir. Bu
değerlendirmenin büyük olasılıkla yanlış olduğu ortaya çıkacaktır. Daha
kötüsü, bu değerlendirmeyle, boş söylemlere dayanan ifadelerin ötesine
gidilmiyor olunabilir. Hele, şeriat arayan bir Bizliği alt-kimlik olarak sunmak ve
bu kimliği içine alan bir Laik Türkiye Cumhuriyetli üst kimliği olduğunu
söylemek çok ciddi bir hataya düşmek demektir. Kimlikleri ve kimlikler arası
ilişkilerin doğasını, o kimlikleri senin nasıl tanımladığın belirlemez. O
kimliklerin tarihsel olarak nasıl üretildiği, nasıl sürdürüldüğü, bu üretme ve
sürdürmede birbiriyle nasıl ilişkide bulunduğu belirler; bu belirlemeyle
kendilerini ve birbirilerini tanımlamaları oluşur ve değişir.
Avrupa Kimliği ve Bizim Kimliğimiz
Uluslararası ilişkilerde ve ulus kurmada kimlikler ulusal kimlikler olarak
ortaya çıkar. Bu kimliklerin oluşması, gelişmesi ve dönüşmesi, toplumun
kendini nasıl gördüğü, diğerini nasıl değerlendirdiği, kendinin nasıl
gösterildiği ve buna karşı kendini nasıl değerlendirdiği ve taşıdığı, kendini
değerlendireni nasıl değerlendirdiği ve bu değerlendirmeyle gelen BİZ ve
ONLARın (kendi ve diğerinin/ötekilerin) “neliğine” bağlıdır.
Asyalı olmaya öykünen bir Batılı varsa, onun kimliğinde “Asyalı öğeler”
olacaktır. Ama Batı kendine baktığında kendinde Asyayı görmüyor;
kendinden geçerek tanımladığı kendini görüyor. Bu kendi Fransız olma,
Alman olma veya WASP4 olma ve hatta Amerikalı gibi olma olabilir. Bu
kendi, dışına baktığında kendi gibi olan ONLARI görür ve bu ONLAR ile
kendi gibi ilişkiye girer. Kendi dışına baktığında kendi gibi olmayan veya
kendi gibi görmediği onlar vardır. Batı, bu tür ONLARA, ORIENTAL der ve
aşağılar, küçümser. Bu aşağılamadan geçerek, kendi değerini bulur ve kendi
değerini yücelterek kendine ve dışına yanıt verir. Bu sırada, kendi kimliğini,
kendi gibi olan ONLAR kimliğini ve kendi gibi olmayan ORIENTALLAR
kimliğini çeşitli iletişim araçlarından ve ilişkilerden geçerek yaşatır, sürdürür,
pazarlar ve yayar. Bu yeniden üretim siyasal, ekonomik, kültürel, eğlence ve
boş zaman ilişkileri ağlarından oluşur. Bu yeniden-üretim faaliyetleri barış ve
savaşa kadar çeşitlenir. Bu yeniden üretimle kendine ve diğerlerine kendini
4
White, Anglo Saxon, Protestant
ve diğerlerini anlatır: İmparatorluklar kurar, kölelere ve sömürgelere sahip
olur; özgürlük, demokrasi veya medeniyet götürme adı verdiği katliamlar
yapar. Bu anlatma sonucu, örneğin Fransız İngilizce bilse bile konuşmaz. Bir
toplantı düzenlenirse ve orada Fransız ve İngiliz/Amerikan bizlikleri varsa,
orada İngilizce ve Fransızca konuşulur. Bu anlatmalar sonucu, BİZden olan
BİZLER etkili satış ve kendini korumak ve geliştirmek için Avrupa Biriliğini
kurarlar. Tefecilik ve şantaj ve ortak soygun gibi yollarla soydukları
sömürgelerini ve sonradan sömürge yaptıklarını serbest bırakırlar ve/veya
serbest bırakmak zorunda kalırlar. Bu sırada, bu serbest ORIENTAL,
AFRIKALI ve LATİN AMERİKALI ONLAR ile ilişkilerini daha ince dokunmuş
bağımlılık
yaratma
yollarıyla
ve
elbette
uluslararasılaştırdıkları
meşrulaştırılmış tefecilik, baskı ve şantaja devam ederek, yeniden
düzenlerler. Bu yeniden düzenlemede, artık eskisi gibi, Avrupa mutlak
köleleri hayvan gibi avlamak ve zenginlikleri kendine almak için, ONLARI
işgal ettikleri ONLARIN topraklarında çıplak güç ve doğrudan baskıcı
yönetimle idare etme zahmetine katlanmazlar. O zamanlar KÖLE ONLAR
Batının düşman olduğunu çok iyi biliyorlardı, çünkü saklanacak gibi değildi
ve saklamaya da gerek yoktu. Şimdi, önce bağımsızlık, modernleşme, ulus
kurma, kalkınma, modern insan yaratma, çağdaşlaşma gibi yeniden
düzenlemelerle ve ardından da küreselleşme ve post modernleşme gibi
adlarla yapılan çok daha kapsamlı ve yoğun satışlarla, KÖLE ONLAR artık
KÖLE ONLAR değil. Onlar artık kendilerini sevdiklerini sandıklarında bile
kendilerini sevmiyorlar: Elinde Cola, altında Levy’s ve STAR, IBM-Türk vb ile
caka satarken, kendini kendi sanan artık o tarihsel eski kendi değil. ORIENT
artık Orient olamaz, çünkü ORIENT olmaktan utandırılıyor ve utanıyor.
ORIENT artık olmak istediği ve öykündüğü ama bir türlü olamadığı ve asla
olamayacağı BATI. Batı bunu biliyor, çünkü bunu yaratan ve işleyen Batı,
çünkü Batı yarattığı serbest kölelerin kapısında kılınmasını sağlayarak,
materyal ve düşünsel sömürüyü en kolay biçimde yapma koşulunu tutuyor
ve geliştiriyor. Bizim kimliğimizde, İkinci Cumhuriyetçimizden postmodern
düşlerle
ıslananlarımıza,
ülkücümüzden
solcumuza,
dincimizden
laik
olanımıza kadar hepimizde, değişen ölçüde, işte bu yeni kimlik var. Biz
ülkücülüğümüzde,
dinciliğimizde
ve
solculuğumuzda
bile,
kendimiz
dediğimizde bile, Batının hastaca benliğimize işlediği, kendimize düşman,
aptalca ve bazen de katilce savunduğumuz, kendimiz olmayan kendimiziz.
Bu kimlikte BİZ kendimize ve bizden olana baktığımızda, biz değerli ve
kaliteli olan hiç veya çok az şey görüyoruz ve sürekli böyle gösteriliyoruz.
Kendini beğenmeyen kendinde değer bulamayan BİZe, aynı zamanda
değerli olanlar da sunuluyor. Bu değerli olanlar da ONLAR; onların yaşam
tarzı, müziği, sineması, operası, balesi, yediği, içtiği, giydiği, yaptığı,
yapmadığı… Biz ONLAR olabilir miyiz? Asla olamayız, çünkü ONLAR
değiliz. Birkaç yüzyıl kadar önceden başlayarak, önce köylü, sonra kasabalı,
ardından kente taşınan “hanzo” burjuvaların Aristokratlar tarafından
aşağılandıklarını bilmesi ve içlerine işlenen aşağılık duygusundan kurtulmak
için Aristokrat olmaya (ONLAR olmaya) çalışması gibi: Burjuvalar asla
aristokrat olamadılar, çünkü ne geçmişleriyle ne sınıfsal karakterleriyle ne de
herhangi bir diğer özellikleriyle aristokrat değillerdi. Olmak istedikleri ONLAR
olamadıkları için, tek çözümü ONLAR gibi olmaya çalıştılar: Maymunca taklit.
Dolayısıyla, onların tükettiklerini satın almaya ve zevklerini taklite başladılar.
Değerli sanat eserlerini satın alarak ve hatta çalarak, onlar gibi balolar
düzenleyip eğlenerek ONLAR gibi olmaya çabaladılar. Böylece burjuvazi
içine işlenen ezikliği ve aşağılık duygusunu Aristokrat olanı satın alma ve
mülkiyetine geçirme ve gösterişle kapatmaya çalıştı. Avrupa burjuvalarının
evleri satın alınan ve çalınan eserlerle müze gibi oldu. 21. yüzyılda,
aristokratlar kalmadı artık. Son temsilcileri İngiltere’deler ve bazılarının
torunları şatolarını satarak ve turizme açarak son demlerini yaşıyorlar.
Aristokrat olamayan ama ona öykünen Burjuvayı, şimdi, bazı istisnalar
dışında asla burjuva olamayacak ücretli/maaşlı köleler ve küçük esnaf taklit
etmeye çalışmaktadır. Elbette, Aristokrat için burjuva tiksinti verecek bayağı
ve kaba değerlere sahip bir kimliği temsil ediyordu. Aristokratın burjuvaya
satmak ve vermek istediği hiç bir şeyi yoktu. Aristokrasi burjuvazinin kendine
öykünmesinden bile iğrenirdi. Ama, burjuvazinin mal ve hizmetleri kitlelere
satması gerekir ve bunun için kitleleri öykündürmek zorundadır. Ancak bu
yolla, kitle halinde ürettiklerini kitle halinde satabilir. Bu nedenle, burjuva
sınıfı kitlelere düşler, imajlar, beklentiler ve umutlarla dolu bir kimlik işlemek
zorundadır. Bu kimlikleri Türkiye’de ilk işleyenler örneğin batı müzikleri ve
piyesleriyle Ankara, İstanbul ve İzmir radyoları ve basın olmuştur. Bunu
sinema ve televizyon takip etmiştir. Günümüze gelindiğinde, bakkal kalktı
veya isim değiştirip süpermarket oldu; Migros’dan (Migros ne demek?) alış
veriş yapıyoruz; kentlerdeki dükkan isimlerinin çoğu İngilizce veya melez;
meclis açılmıyor artık meclis start alıyor; döneri gelenekseller veya hanzolar
yiyor; çağdaş kimliktekiler pizza veya McDonalds yiyor. Coca Cola veya
Pepsi modern kimliktekilerin evlerinde. Coca Cola’nın maymunu ColaTurka5
Batı’ya karşı olduğunu söyleyen “Batılaşmış doğulu kimliklerin” evlerinde;
Levy’s ve Fransız/Amerikan kozmetik ürünleri tesettürün altından sinsice
gülümsüyor. Televizyonların isimleri bile Türk ismi değil. Bizim kimliğimiz
ancak tüketimden, yemeden, içmeden, seyretmeden, giyinmeden, özlüce
maymunca
taklitten
geçerek
olduğumuzu
sandığımız
BATILILARIN
6
kimliklerinin bizden geçerek yansımaları. Bu kimlikte bir zamanlar Roma ve
Viyana kapılarına dayandığında kendisinden korkulan ve kendine öykünülen
Türk, şimdi Avrupa Birliğine girmek için kendine yapılan sayısız hakaretlere
bakıp “hanzolar, kokoreç yiyor, ayran içiyor, dolmuşlarda arabesk çalıyor,
taksi şoförleri tıraşsız ve yontulmamışlar” diye televizyonlarda yakınıp
duruyor. Bu kimlikle Anadolu insanı, Anadolu düşünü ve yaşam tarzı
aşağılanıyor,
aşağılık
duygusuyla
doldurulmaya
çalışılıyor;
aşağılık
duygusuyla dolu BATILI-ONLARA öykünen kendini ve BİZİ sevmeyen
BİZLER tarafından medya yoluyla Anadolu her gün ideolojik bombardıman
altında. Bu Bizler üst bizlikleri mi yoksa kendini kendinden değil de
efendisinden veya güçlüden geçerek tanımlayan bizlikleri mi ifade ediyor?
Ben ve Sen ve de Batı
Elbette, yukarıda sunduğum kimlik içine sen ve ben dahil değiliz. Sen ve
Ben başkayız. Sen ve ben Avrupalı değiliz biliyoruz. Sen Türksün, lazsin,
Kürtsün, Kayserilisin, İstanbullusun (yani bir tür üst kimliktesin). Ben de…
Peki Avrupalı? Onun kimliği ile senin/benim üst kimliğimizi karşılaştırırsak,
ortaya ne çıkar? İki ayrı üst kimlik mi? Bunu Avrupalıya sorsak, güler
herhalde. Pekiyi, BİZİM post modernimize sorsak? Cevabı seni/beni kusturur
ve post-modernimiz, kusanı bir yana bırakıp kusmuğun söylemsel analizini
yaparak “öznenin ölümü” gibi laflar eder. Peki, “bardağın yarısı boş” diyen bir
5
Adı bile Türkçe değil; İspanyolca ve İngilizce karışımı: Amerika’da İspanyol
Harleminde yaşayanlara mı satmayı planladılar acaba? Anadolu’da yaşayan
insanların kimliği, İspanyol Harleminde yaşayanların kimliği gibi düşünüldüğünden
mi?
6
Bu kimliklerin işlendiği popüler düşler ve popüler kültür hakkında, Ankara’da
2005’de yapılan araştırma örnekleriyle sunulan bilgiler ve tartışma için bknz:
Erdoğan ve Alemdar, 2005.
küresel tacire sorsak? “Hep bana hep bana; seyir, alkış, umut ve zırnık
sana” diyenin cevabıyla donar kalırız. Pekiyi, “bardağın yarısı boş” diyen,
kahvede pişpirik atan, üniversite mezunu PESİMİST Hamdi’ye sorsak, bize
şöyle bir kimlik sunardı herhalde: Ben hayatım boyu ezilmişim ve
ezilmekteyim. Hayatım boyu sömürülmüş ve sömürülmekteyim. Şimdim ve
geleceğim için karar verme, şimdimi ve geleceğimi istediğim biçimde
düzenleme koşulları, benim elimden alınmış. Modern toplumun ücretli\maaşlı
kölelik düzeninde, insanın yeme içme ve barınma gibi en temel ihtiyacı olan
fiziksel varlığını koruma ve sürdürme olanaklarından yoksun bırakılmışım.
Ben güçsüzleştirilmişim. Psikolojik yalnızlığa ve tekliğe itilmişim. Mücadele
koşullarım gayri-meşru ilan edilmiş ve sürekli tehdit altındayım. Bana,
köleliğim özgürlük; güçsüzlüğüm ise çalışılarak kazanılacak evrensel bir
gerçeğin ifadesi olarak sunulmuş. Ben “insan olma” kapasitesini büyük
ölçüde yitirmiş örgütlü insanlığın aciz, zavallı ve hasta insanıyım.
Aşağılaşmış örgütlülüğe, ancak aşağılığı yansıtarak faydalıyım. Ben,
elimden alınan yaşam koşullarımı zorunlu olarak gerçekleştirebilme
çabasında egemen yapıların günlük yaptıklarını yapmak durumundayım.
Örgütlü hastalıklarla normalleştirilmiş kuralları ve koşulları, insanlığa ve
yaşadığımız doğal dünyaya tehlike olarak görmek ne yazar? Ne yazar dünya
ve dünya üzerinde yaşayan milyonlarca varlıklar için en iyi insanın aslında
ölü insan olduğunu düşünmek?” PESİMİST Hamdi’nin bunları diyeceğini hiç
sanmıyorum. Ama Hamdi kahvecinin karbonatlı çayını içtiğini biliyordur.
Karadeniz çayına Lipton karışmış; ama Hamdi statü içmiyor; içse kime satış
yapabilir ki? Sokak kedisine mi? Sokak kedisi Nestle’nin atıklarıyla
besleniyor: Sokak kedisinin kimliğinde de küresellik var.
Sen elbette Hamdi gibi de değilsin. Ben de. Asla. Belki de sen
kürselleşmiş bir dünyanın post-modern demokratik durumunu yaşayan özgür
insansın. Belki de değil. Ben de... Kentinin havasına hiç gören gözle baktın
mı? “Sen istediğin her şeyi yapma hakkına ve olanaklarına sahipsin. Sen
sensin” deniyor. Sen her gün baktığın aynada kendini hiç gördün mü?
Olduğun ama olmak istemediğin misin? Olamadığın sen misin, o? Saçın
seni bu sabah sevdi mi? Beni sevmedi, çünkü Pantene kullanmadım!
Yandım, n’apacam? Millet bana bakacak ve saçımı Pantenesiz görecek.
BATILI olamadın mı, o kadar Avrupa Birliğine, IMF’e, Dünya bankasına,
küreselleşmeye; o kadar modaya, kolaya, Nike, Pierre Cardin vesaire
vesaireye rağmen? Neden ONLARIN yediğini yediğin, içtiğini içtiğin, giydiğini
giydiğin ve takındığını takındığın, kitaplarını okuduğun, okullardaki müfredatı
onların istediği şekilde değiştirdiğin, “bak ben de senin gibiyim, görmüyor
musun” diye sürekli yırtındığın halde ONLAR seni kabul etmiyor dersin? Seni
Avrupa Birliğine aldılar diyelim. Sen ONLAR mı olacaksın? Onlardan mı
olacaksın? Amerikan iç savaşında zenciler mutlak kölelikten kurtulup Kuzeye
göç ettiklerinde, Kuzeyin sanayicileri onları kabul ettiler: Güneyin mutlak
köleleri Kuzeye geldiklerinde, sürekli olarak sermayenin baskısı altında
korkuyla yaşayan, yarınlarından sürekli kuşkulu ve tedirgin serbest köle
oldular. Başkaldırdılar bu yeni köleliğe. Fakat silahların gölgesinde özgür
oldukları anlatıla anlatıla, onlar köleliklerini unutmadı, ama onların torunları
unuttu, çünkü onlara sunulan tarih, onlara sunulan gerçekler gibi,
başkalarının başarı tarihi ve gerçekleriydi (ve öyle).
Küresel Kolektif Kimlik: Gösteri, Teşhir ve Seyir Kültürü
Ekonomik çıkarlarla gelen ve mal ve hizmetlerin kullanım ve tüketimini
arayan kimlik inşası günümüzde küresel kolektif kimlik işleyen bir karaktere
sahiptir: Bu küresel kolektif kimlik kitle endüstrilerinin ürettiklerini kullanma ve
tüketmede kurulan ortaklıkla gelen Bizlik duygusu ve aitlik duygusu işler ve
taşır. Küresel pazar kültüründe, insanlar arasında dostluğa, yapaylaşmaya,
anlayışa, yardımlaşmaya dayalı dayanışma kültürü yıkılır önce, ardından
”satın almadan, kullanmaktan ve tüketmekten” geçerek kurulan bir
dayanışma kültürü oluşur. Bayramlarda, doğum günlerinde, anneler babalar,
dayılar, sekreterler gibi günlerde sevgiyi ve ilgiyi nelerden geçerek ifade
ettiğimizi düşünün.
Ekonomik ve kültürel pazar sürekli değişen, her şeye açık, satın alma ve
kullanma konusunda “yenisi için” kolayca fikir değiştiren kimlikler işler. Bu
kimliklerde birey artık “tek boyutlu” olarak görünmez, çok yönlü olarak
sunulur. Bu kimliğin insanı durağandır, ama durağan olduğunu kabul etmez;
modacı ve gösterişçi tek düzedir, ama çoğulcu ve kendine özgü olduğunu
iddia eder. Aslında, bu kayganlık, kaypaklık, çok yönlülük ve çoğulculuk,
örneğin Levy’s 501, 531, 550, klasik vb. arasında seçimler içinde
dondurulmuş, kitle kültürünün çoğulculuk satan tek boyutluluğudur: Kitle
ürünlerinin görüntüsel, sessel, kokusal, dokunsal bolluğunda, aynılığın
farklılık, tekliğin çokluk, zevksizliğin zevk, tercihsizliğin tercih olarak
sunulması ve görülmesi.
Bu kimliğin taşıyıcısı sürücedir, ama sürüden olduğunu reddeder ve
bireysel tercihlerden bahseder; Bu sürüleştiren çoğulcu görüntülü ve
anlamsız tekrarların anlamlı kılındığı ortamda, bir Türbanlı Fransız parfümü
kullanabilir, Levy’s kot giyebilir, en pahalı yabancı ayakkabı satın alabilir. Bir
solcu Amerikan emperyalizminden bahsederken Marlboro içebilir. Bir İslamcı
teorisyen Amerikan burjuva kültürünün ve ideolojisinin göstergelerini alıp
modern İslam kültürü diye satabilir.
Demokratik katılımcılık ve insan hakları taslar; ama ücretli/maaşlıköledir, bunu ona hatırlatırsanız morali çok bozulur ve özgür olduğunu
savunur; kedilere, köpeklere ve uzaklarda olan doğal felaketlere karşı çok
duyarlıdır, ama yan komşusuna, kardeşine ve bir mahalle ötede varoşlarda
yaşayanlara gösterdiği duyarlılık duyarsızın duyarlılığıdır. O denli bencilce
duyarlıdır ki, üniversite mezunu olarak kasıla kasıla bir eliyle sigarasından
derin bir nefes alıp engellenmiş duygularını kendinden intikam alarak tatmin
ederken, öbür eliyle kucakladığı bebeğine doğru zehirli dumanları üfler. Geri
zekalılaştırılmıştır7 ve cahil bırakılmıştır, ama kendini akıllı ve eğitimli sanır.
Sahip olmadığı şeyleri “Bizim” diye diğer sahip olmayanlara karşı canla
başla korur: Kendinin olmayanı kendini feda ederek kendine karşı savunur;
“senin özgürlüğün benimkinin başladığı yerde biter” gibi akıllı ve işlevsel
saçmalıklara büyülü gözlerle sarılacak kadar bilişsel dumura uğratılmıştır;
ama kendini özgür insan sanır; köleliğindeki özgürlüğünü yaşamak ve
göstermek için, kendi köleliğini ve başkasının özgürlüksüzlüğünü yeniden
yaratır; bunun farkında bile değildir.
Bu görüntü ve teşhirciliğin egemenliğindeki ekonomik ve kültürel
pazarda, solcu ülkücü işareti yapmaz; türbanlı, “kendi özgür iradesiyle göbek
teşhiri” yapanlar gibi olamaz, ülkücü Kürt gibi giyinemez, çünkü böyle bir
geçişlilik veya dönüşüm veya çoğulculuk veya görüntü böl ve yönet
politikalarının sonunun hiç değilse başlangıcını işaret eder; dolayısıyla, biliş
yönetimi pratiklerinde asla buna izin verilmez. Peki, Coca Colaci Pepsici
olabilir mi? Bir Fenerbahçelinin Beşiktaşlı olmasını düşünün: Döneklik alaycı
baskılarla karşılanır. Ama bir siyasal kafatasçı veya tutucu asla ne etnik
7
Bu ve benzeri kavramları sadece bir düşünsel/mental durumu tanımlamak için
kullanıldı; normative değerlendirme veya hakaret için değil.
düşmanı olan Öteki olabilir ne de Ötekiyle kendini özdeştirebilir ne de
Ötekinin kendi içinde özleşmesine razı olabilir. Ama hangi seviyede oluyor
bütün bunlar? Sürüleştirilmişlik ve geri zekalılaştırılmışlığın egemen kılındığı
ekonomik orta ve alt seviyelerde. Üst seviyede hem ulus içinde hem de
uluslararasında daima kıyasıya centilmenler yarışı vardır: Maçlarda, imtiyazlı
tribünlerde oturanlar ile seyirci kitlelerin reaksiyonlarını, kazandıkları ve
kaybettiklerinin neler olduğunu düşünün. Kazananlar arasında pazardan
daha çok pay alma yarışı vardır. Onlar kaybettiklerinde bile zaten
kazanıyorlardır. Bu yarışta, ulus, din, dil, ırk, vatan, millet gibi şeyler sadece
ekonomik çıkarla tanımlanır ve sadece amaç için araçlardır: Sermayenin
dini, dili, ulusu, vatanı, milleti paradır; çünkü para zenginlik ve güç için
aracıdır. Bunları açıkça görmek için, uzağa gitmeye gerek yok: Semt
“süpermarketinde” kullanılan dile, satılan mallara, Ülker ürünlerindeki
isimlere, yılbaşı için satılan çam ağaçlarına, süpermarketlerde çalınan
müziklere bakmak yeterli. Bunları satın alıp kullananlar? Onlar değerli kimlik
satın almakta ve birbirine değer satışı yapmaktalar. Satın almayla
kazandıklarını kaybettikleri, dolayısıyla geçim olanaklarını elde etmek için
ücretli köleliğe sürekli talim etmek zorundadırlar: Kölenin düşünsel ve
materyal köleliğini ve başkalarının zenginliğini yeniden üretmesidir bu.
21 yüzyılda imaj satışı yoluyla (giyimle, gösteriyle, yemeyle, içmeyle,
vücudunun çeşitli yerlerine elmas veya pırlanta bir şeyler takmayla, sahte
kimlikler kurma) kendini zenginleştirmek, değerlendirmek için endüstriler
birçok olanaklar sunarlar: Paran kadar değerli olursun, çünkü o olanakları
satın alman gerekir. İmaj sahtekarlığıyla beslenen insanın artık modaya göre
çoğalan ve değişen kimlikleri vardır: Kimlik sürekli kazanılmalıdır. Nasıl?
Satın alarak, kullanarak, atarak ve bunları hep göstererek. Çünkü
günümüzde egemen olan ekonomik, bireysel ve kültürel kimlikler gösteri
kültürü kimlikleridir ve statü ve değer üretimi için sürekli tüketim gerektirir. Bu
tüketim de sürekli satın almaya zorlar. Bu kültürel kimliklerle insan gösteri ve
teşhirle diğerini ezerek ve diğerinin üzerinde psikolojik baskı kurarak
(aşağılama, küçük görme, dışlama, adamdan saymama gibi) değerini
kazanır ve “kendini bulur.”
Bu kimlikler internetle girilen siber uzayda yapılan “chat” denen
gevezelik ve psikolojik doyum oyununda, kendine farklı rumuzlar ve isimler
vererek karşında seni görmeyeni kandırma oyunuyla da desteklenir. Bu
oyunda, sürekli kandırılan, ezilen, kandırma olanakları elinden alınmış
olanlar, internette birilerini kandırma zevkini tadarlar; böylece kandıramayan
da kandırarak kandırma olanağı elde eder. 21. yüzyılın ezilmişine, birkaç bin
lira harcayarak, elde ettirilen ezme şansı. Sahtekarlık çağı, imaj yapma ve
kandırma, kimlikleri biçimlendirmeye “kimlik yönetimi” (identity management)
adını vererek, sahtekarlığa saygın bir anlam yükler. Bu sahtekarlık oyununu
da, insanların sosyal yaşamda yüklendikleri annelik, babalık, kardeşlik,
dostluk gibi birçok kimliklere sahip olduğu savıyla desteklerler: Anormalin
normalle paralellik kurularak normalleştirilmesi.
Küresel Yerellik Kimliği: Bağnazlığın Teşviki ve Bölerek Yönet
Küresel pazarın küresellik ideolojisi küresel`-yerellik adıyla gelen biliş
yönetimiyle desteklenir. Bu desteklemede, toplumsal kimlik küreselleşme ile
birlikte yerel kimliklerle, etnik kimlikler, cinsel kimlikle, lezbiyenlik ve
homoseksüellik gibi kimlikler gibi kimlikleri içeren postmodern çoğulculukla
zenginleştirilir. Fakat Amerika’da Amerikan kimliği üzerinde çok ender
tartışma yapılırken, Türkiye gibi ülkelerde, ulusal kimlikler önce aşağılanır ve
aynı anda Batılı kimlikle değer kazandırılarak yeninden kurulur. Bu yeniden
kurmada etnik kimlikler arasında sürtüşmeler yaratılır. Bu sürtüşmeler
Amerikan pazarı tarafından yeniden biçimlendirilmiş, sözde Amerikan karşıtı,
fakat aslında üst seviyede Amerikanın kullandığı kafatasçılık ve yeni-Nazi
milliyetçilikle kışkırtılır. Böylece ulusal seviyede kimliklerle ilgili çözüm olarak
sunulanlarla da bu çatışmalar daha da kızıştırılır. Kimlik politikalarıyla gelen
her çözüm, örneğin dil, eğitim, üst-kültür ve alt-kültür, aslında, böl ve yönet
politikasının bilişsel ve ilişkisel parçasıdır. Bu politikalarda siyasal alanda
Türkiye gibi ülkelerde kimlikte örneğin ülkücülükle Kürtlüğü birleştiren bir
geçişlilik, anlayış, hoşgörü asla küresel psikolojik savaş ve yönetim
politikasına uymaz; dolayısıyla, kimliklerde böyle bir “çoğulculuk, geçişlilik,
yaygınlık, anlayış seviyesi” işlenmez; ama bol bol “kültürler arası farklılıklarla
barış içinde yaşamak” gibi temelsiz, ama işlevsel saçmalıklar öne sürülür.
Küresel pazar politikası tüketici kimlik ve davranışlarında, çoğulculuk adı
altında ekonomik homojenlik ararken ve sürdürürken, siyasal alanda aynı
anda hem yerel kimliklerden kopup küresel entegrasyon arar hem de yerel
olanı parçalar halinde tutarak güçsüzleştirir ve dayanışma sağlamayı
engeller. Her iki politika ve ikisi arasında inşa edilen diğer politikalar aynı
anda farklı şekillerde işlenir ve yürütülür.
Küresellik ve Yerellikte Siyasal Kimlik
Küresel pazar ideolojisi aynı anda iki siyasal kimliği destekler: Birincisi,
küresel pazarın Küreselliğini destekleyen ve post-modern durum anlatısıyla
gelen küreselleşmişlik kimliği: Bu kimlik neo-liberallerin, post-pozitivistlerin ve
uluslararası sermayeyle iş görenlerin siyasal kimliğidir. Bu kimlikte, siyaset
ve siyasal ideolojiler ortadan kaldırılmıştır; ideoloji son bulmuştur; karşılıklı
bağımlılık içinde yaşayan bir dünya vardır: Tavukla beslenen tilkiyle tavuk
arasındaki karşılıklı bağımlılık! İkincisi, küresel pazarın “ben küreselim, sen
pazarsın” gerçeğini yansıtan ve dolayısıyla küresel yerelliği destekleyen böl
ve yönet politikalarının desteklediği siyasal kimliktir.
Siyasal kimlikle oluşturulan ve sürdürülen siyasal kültürün insanının da
değerini göstermek için gösteri ve teşhir yapması gerekir; bu gösteri ve
teşhir de kendi gibileri ve etnik kültürleri ezmeden iç savaşa kadar uzanır;
böylece siyasal kültürün kullanım ve tüketimi, baskıdan öldürmeye ve kitle
halinde yok etmeye kadar gider.
Kendini gerçek anlamıyla üstün hisseden kültür hiçbir tür aşağılığı asla
yapmaz: Örneğin aynı ülkede yaşayan bir başka grup insan üzerinde
üstünlük taslayıp ayırımcılık yapmaz. Sen kimsin de aynı ülkede yaşayan bir
başkası üzerinde üstünlük taslıyorsun ve kendine imtiyazlı yer ayırarak
insanları ezme işine giriyorsun? Neden bizden olan bir başkasını “bizden
değil” ve “düşman” görüyoruz veya küpe takanı hedef alıyoruz da küpeyi
üretenleri ve satanları, kulağa delik açanları hedef almıyoruz? Güç ilişkileri
ve bu ilişkilerin alttaki sürüleştirilmiş ve bölünmüş insanlar arası ilişkilere
akıllıca yansıtılması nedeniyle: Bu yansıtmada güçsüz bırakılmış ancak
kendi gibi güçsüz bırakılmışı yiyerek kendinde güç bulur ve kendine
psikolojik doyum sağlarken efendilerinin materyal çıkarlarını sürdürmesine
farkında
olmadan
yardım
eder.
Yani
kendinin
ve
kendi
gibilerin
sömürülmesine katılır. Ayrıca, güçsüzlüğünde, küresel pazara biraz zor caka
satar ve üstünlük taslayabilir ve küresel pazarı biraz zor ezebiliriz. Ama
camiden çıkan kuzenimize, BİZİM tarikattan olmadığı için, “sen de mi
Müslümansın lan, böyle Müslümanlık olmaz?” diyebiliriz, onu dışlayabiliriz ve
hatta dövebiliriz. Bir ocağa, tarikata, siyasal ideolojiye üye olmada veya bir
markayı giymede bir sorun yok; sorun bu örgütlü yapının işlediği biliş ve
kurdurduğu
ilişkinin
doğasında
yatmaktadır:
Bu
“bölücülüğün
ve
ayırımcılığın” anlamı üzerinde dikkatle durmak gerekir. Bu bölücülüğün ve
ayırımcılığın en ilginç yanlarından biri de,
taşıyıcı sürüleştirilmişlerin
bilişlerinde yaratılan üzücü ve korkutucu çarpıklık: Bölücü ve ayırımcı
saldırdıklarına “bölücüler” ve benzeri sloganlarla saldırıyor: Ne olduğunun
ve ne dediğin farkında olmadığı gibi, ne olduğunun ve ne dediğinin çok iyi
farkında olduğunu sanıyor. Buna biliş ve davranış yönetiminin başarısı denir.
Bu başarıda, cehalete bilgiçlik taslatılarak, yaratılmış cahiller birbirine baskı
yapmak ve öldürmek için tutulur ve gerektiğinde birbirinin üzerine saldırtılır.
Hasta siyasal ve ekonomik kimlikteki diğer bir üzücü yan da şudur:
Milleti soyan bir tarikatçı yakalanmış. Burası Amerika. Adamın limuzini dört
araba boyunda. Üzerindeki altın ve pırlantanın ağırlığı belki on beş kilo.
Adamın lüks ve sefahat içindeki yaşamını anlatıyor televizyon. Biz de
seyrediyoruz: gösteri kültürü aynı anda seyirden geçerek, iştahlandırarak
sürdürülebilirlilik kazanır. Biz bu kültürün hem yapabildiğimiz kadar teşhircisi
hem de seyircisiyiz. Haber bitiyor ve 35 yaşlarındaki İspanyol-Amerikalı
tanıdığa soruyorum: “Bu adam dolandırıcı, bak hapse giriyor, sizin
gönderdiğiniz paraları yiyor ve şahane bir hayat yaşıyor. Neden para
gönderip duruyorsun?” Kadın sakin ve kararlı bir şekilde yanıt veriyor bana:
“Gene göndereceğim, Olsun yesin. Benim sayemde, benim yaşayamadığımı
o yaşıyor.” Kadın kendi sefilliğinde vekâleten zenginliği yaşıyor. Ezilenin bu
psikolojisini toplumsal ilişkiler bağlamında düşündüğümüzde, ürpertici ve
hunhar bir gücün materyal çıkarları için insanları nasıl kullandığını ve
katliama kadar giden bir psikolojiyle nasıl doldurduğunu görürüz. İnsanlar
üzerinde inşa edilen kimliklerle, güçsüzler güçsüzleri ezerek ve hatta
öldürerek hasta bir üstünlük ve psikolojik doyum elde ederken, başkaları da
materyal kazançlar ve güç elde ederler. Bu süreçte, sürekli kimlik krizi,
kimlikler arası çekişme yaratılmalıdır ki böylece biliş ve davranış yönetimi
başarılı olabilsin. Kriz, çözüm olmayan çözümlerle ve bu çözüm olmayan
çözüm için gerekli yeniden üretimlerle desteklenir.
Sonuç
Kimlik kendini tanımaya ve bunun için de kendini anlamak için
(suçlamak ve kendine aşağılık duygusu ekmek için değil) soruşturmayı
getirdiğinde; bunu diğerlerini, ötekileri, Avrupa’yı anlamaya uzattığında
sağlıklı, doğru, geçerli ve asıl ve asil bir kimlik olur. Muhtemelen en birinci
başlangıç insanın kendini öncelikle insan olarak tanımlamasıdır. Şunu
diyebiliyor muyuz: Ben Avrupalı değilim, çünkü Avrupa’da yaşamıyorum.
Avrupalı da olmak istemiyorum, çünkü Avrupalı değilim. Belki ben
Avrupalıdan çok daha insanım; çok daha düşünceli, çok daha anlayışlı ve
vicdanlıyım. Latin Amerika’yı, Asyayı ve Afrikayı kana bulayanlar durmadan
“ben modernim, ben ileriyim, ben çağdaşım” diye füzelerini öpüp duruyor:
Ben yediğimle ve satın aldığımla değil, olduğum gibi neysem onunla
değerliyim. Ben insanım, Lazım, Türkmenim, Kürdüm, Türküm, Kayserliyim,
Karadenizliyim, Ankaralıyım, Doğuluyum, Diyarbakırlıyım, Anadoluluyum,
Sünni’yim, Aleviyim, Laikim veya değilim. Ne fark eder? Neyim eksilir veya
çoğalır? Ben bunların hepsiyim ve hepsiyleyim. Benim kimliğim bu. Benim
ne üstümde ne de altımda kimlikler var benimle yaşayan. Ben binlerce yıldır
bu kimliklerle yaşadım. Bunu diyebiliyor muyuz? Bunu diyebiliyor ve bunu
yaşayabiliyor ve yaşatabiliyorsak, Avrupa Birliği veya Avrupa kimliğiyle gelen
“kültür yok etme” ve onun yerine küresel pazarın çıkarlarına uygun “Batı
kültürünü işleme” mekanizmalarına karşı durabiliriz. Yoksa teker teker, parça
parça yok ediliriz. Bu yok edilmeyle, 11. yüzyılın sonlarında Anadolu’dan
silinip giden Batı egemenliği, 21. yüzyılda yeniden Anadolu’nun Batının
kolayca kontrol ettiği pazarı durumuna düşürülmesi gelecektir. Önemli
ölçüde de gelmiş durumda.
Deniyor ki, Atatürk gibi liderlerin yaşadığı zaman farklıydı; şimdi farklı:
Atatürk’e sarılıp kalamayız. Sarılıp kalırsan ne olur? Yeni-sömürgeci küresel
pazarın ve ortaklarının işine gelmez. Atatürk ve benzeri liderler modernleşin
derken KİMLİĞİNİZİ yitirin, ülkenin değerlerini ve kaynaklarını özelleştirme
adı altında satın demedi. Aksine, Atatürk şöyle dedi: Dünyanın bize hürmet
görmesini istiyorsak kendi benliğimize ve milletimize bu hürmeti gösterelim.
Bilelim ki milli benliğini bulamayan milletler başka milletlerin şikârıdır
(ganimetidir). Post modern durum olarak yüceltilen yeni-sömürgecilikte yeniyönetici sınıfların önemli bir bölümünün sömürgecilerle işbirliğine girmesiyle
birlikte, ganimet, askeri bir istila olmadan paylaşılmaktadır. Bu yapılırken de,
küreselleşme,
karşılıklı
bağımlılık,
kimlik
ve
alt
kimlik
ninnileri
söylenmektedir. Bu ninniler de, gerektiğinde iç savaşa kadar götürülecek
sinsice hazırlanmış tuzaklardır: Terörizm ve bölücüler çığırtkanlığını yapanlar
aynı zamanda bu kimlik gündemleriyle gelirken, böl ve yönet politikalarını
desteklediklerinin farkındalar mı dersiniz? Bu işten trilyonlar vuran bazıları
farkında, fakat çoğu, cehaletin bilgiçlik taslaması ötesinde, ne dediğini ve
düşündüğünü bilmemektedir.
Kaynakça
Kimlikle ilgili eleştirel yazılar için bkn: http://www/irfanerdogan.com
Aksoy, Asu and Nabi Avci (1992). "Spreading Turkish Identity."
Intermedia 20:4-5. (Aug./Sept.)
Erdoğan, İrfan (1997). Kölenin Zincirine Vuruluşu. Ankara: Doruk.
Erdoğan, İrfan ve Alemdar, Korkmaz (2005). Popüler Kültür. Ankara:
Erk.
Ferguson, Marjorie (1995). 'Media, Markets and Identities: Reflections
on the Global-Local Dialectic'. Canadian Journal of Communication 20(4):
439-459.
Frank L. Jones
Philip Smith (2001) Diversity and commonality
in
national identities: an exploratory analysis of cross-national patterns. Journal
of Sociology© 2001 The Australian Sociological Association, 37(1): 45–63.
Hobsbaw, Eric (1996. Language, culture, and national identity.
(multiculturalism based on language) Social Research, Winter 1996 63
(4):1065 -1080.
Mazrui. Ali A.
(1999). Globalızatıon and cross-cultural values: the
polıtıcs of ıdentıty and judgment. Arab Studies Quarterly (ASQ), Summer
1999 21 (3): 97.
Newitz, Annalee (1995). Surplus Identity On-Line Bad Subjects, Issue #
18, January 1995.
Schlesinger, Philip (1987). 'National Identity: Some Conceptions and
Misconceptions Criticized'. Social Science Information 26(2): 219-264.
Schlesinger, Philip and Doyle, Gillian. 1995. 'Contradictions of Economy
and Culture: The European Union and the Information Society'. Cultural
Policy 2(1): 25-42.
Schlesinger,
Philip.
(1992).
'"Europeanness"-
A
New
Cultural
Battlefield?' Innovation in Social Sciences Research 5(2): 11-23.
Smith, Anthony D. (1990). 'Towards a global culture?', Theory, Culture,
and Society. 7: 171-191.
Turkle, Sherry (1995). Life on the Screen: Identity in the Age of the
internet, New York: Simon & Schuster.
Williams,
perspectives
David
on
Cratis
relationships
Communication Studies 53(1):1-4.
(2002).
Introduction:
between
globalism
Communication
and
localism.

Benzer belgeler