OKU

Transkript

OKU
1,
);(
- - - - - - - - - - - - - - GALATASARAY - - - - - - - - - - - -
1
-~~!$!~,~~€>'~:~o&:~~~~~~~$."elO:~ıe:e:~:€>'~~lOK>ıo!O!OlO!elel0l\'ll0~
Galata9..;t~i1Ia~o~~~~ı:!ıhr .
1
.
Ii~
i
SAYI: 43 -
SAHiBi: Muvaffak BENDERLİ - Yazıişleri Müd:
Melahat MANSUROGLU - Bu sayıyı Hazırlayanlar: ·, Turhan ILGAZ Niyazi ÖKTEM - Mete GÜRER
- Ali ÇINAR - Hamdi BARIŞTIRAN
DİZGİ ve BASKI: SİNAN MATBAASI
=
DÜŞ
~
~
~
~
21
<J>
*ın
())
<t>
<!5
93
95.
9~
91
(j)
9l
~
~
92
~
~
i
(J5
w
<ı>
$li
ffi~
~
fi~l
...... ........... ...... .............
Ali Teoman
SAN AT:
q)
?J)
Fransızca
3 Qu'est-que le «Nouveau Roman .......................... .. M.Vouzelaud
7 Claude Sımon (Çeviri) .................................. .. B.Pabuççuoğlu
9 Uyumsuz ve Albert Cam us ............................... .. T.İndirkaş
~
(j)
Galatasarayda
EDE B i YAT:
9t
*i
ÜN:
2
m
92
9.
MAYIS/1964
ş
i
Yeni Dünyada J az2
T.Emre
İ R:
10 Rubai
11 Kentin Karaları ........................................... .
13 Seçmeler ........................................................ .
28 Beyaz yün çoraplı kızlar .............................. ..
Tour de Leandre ............................................ .
Ömer Hayyam'dan (Çeviri) ............................ ..
29 Balla de a une Parisienne ................................ .
R.N .Evrim er
T.İndirkaş
Z.Ö.Defne
A.Onart
Doğan Feray
N.Öktem
A.Karagülle
ÖYKÜ:
4 Sarhoş
.......................................................... . İ.Hızalan
5 Taşta mı? ........................................................ . K.Serdengeçti
12 Portre
........................................................... . M.Ataberk
23 Yalan
.......................................................... .. T.Ilgaz
RÖPORTAJ:
(j)
<J)
<!5
~~
~~
9:;
92
<1>
~
g~
~i
m
<!>
24
26
Şehir ·Hatları.
.................................................. . M.Gürer
Feyhaman Duran ............................................ . H.Barıştıran A.Oygar
O LA Y L A R -
Y A N K 1 L A R:
30 Çay, Kültür ve Edebiyat kolu..............................
31 Tekaütler maçı ........ .............................. ..........
Galatasaray
Galatasaray
.(}
mOIOIOIOilôi&l~OIOlO!O!Q'~re',E>;~~~~ıo:~.eı~:oıo:~OlOlCIO~~Sl~~°"';~.;;:sı<~lO~~~
2
- - - - - - - - - - - - - - GALATASARAY
Galatasaray'da
Fransızca öğretimi
Lisemize a1I;nan öğrenciler .Fransızca
ya ilkkısmımızın birinci sınıfın
öğretimine
-da yalıut d~a h<'..zırlık sınıfında başlarlar. İlk
kısımda_Xransızca öğrenmeğe başlayan ço-:
:cuklara -uygulanan metod tamamiyle tabii
we pratik bir metodtur. Ancak bu sınıfta
·SOCtlkların yaşları çok küçük olduğundan,
:bir de dershane dışında öğrencilerle devam
lı olarak kenuşma ekzersizi yaptıracak per:sonel bulunmadığından öğrenciler gereği
gibi süratle ilerliyememektedir. Hususiy)e okuma öğrenmekte çok güçlük çekmek. tedirler. Çünkü ilkkısım birinci sınıfımız­
·_ da bu küçük öğrencilere aynı zamanda dilimizin alfabesi de gösterilmekte olduğun­
dan hayatında ilk defa okuma öğrenmeğe
başlıyan öğrenciler için bu ikilik büyük
zorluklar yaratmaktadır.
Hazırlık sınifında Fransızca
ne
ha
başlıyan öğrencilerimizin
öğretimi­
durumu daBunlar Türkçe okuma yazmağı iyice öğrenmiş hayati bilgilerle ilk te. maslarını kurmuş, Matematik, Hayat Bilgisi ve Kültür dersleriyle fikri yapıları ge.lişmiş ve muhakemeleri teşekkül
etmiş
olduğundan yabancı dili daha çabuk
ve
daha iyi anlıyarak öğrenmekte, altıncı sı­
nıfda ekseriya üstün başarı sağlayabilmek
tedirler.
Okulumuzda altıncı sınıftan itibaren
Matematik ve Fen dersleri Fransızca olarak okutulduğu için öğrencilerin bu okulda başarı sağlıyabilmeleri için iyi Fransız­
ca bilmeleri, gramer kaidelerini gereği gibi
öğrenmiş olmaları bu dili kolaylıkla anlı• yabilecek, kolaylıkla konuşabilecek bir hale gelmeleri şarttır.
Bu cihet sağlanmadığı takdirde öğren
. ci ne kadar zeki ve iyi niyet sahibi olursa
olsun derslerden zevk almasına ve kabiliyetinin verdiği imkanlara kavuşmasına imkan yoktur.
Orta sınıflarımızda okutulan Frans1z
·dili ve grameri kitaplarının öğrencilerimi­
zin bilgi seviyesine. uymadığı, yaptığımız
incelemeler sonucunda ·ı:tnlaşılniış olduğu
başkadır.
-----~---------'"-
için bu sınıflarda uzun müddet ders okutarak tecrübe sahibi olmuş öğretmenleri­
miz _tarafından altıncı sınıflar için bir Fran
sızca dersi kitabı hazırlanmış ve Milli Eği­
tim Bakanlığı Talim ve Terbiye Dairesi tarafından kabul edilerek Devlet Matbaasın­
da bastırılmıştır. İki yıldanberi teksir edilerek öğrencilerimize ·verilen bu kitaplarla altıncı sınıflarımızdaki Fransızca öğre­
timi çok verimli olmağa başlamıştır. Şim­
di yedinci sınıflar için de bir kitap hazır­
lanmaktadır. Yakında bu kitap da basıla­
caktır. Bu suretle orta sınıflarımızda öğ­
renciler daha sağlam ve daha iyi anlaşıl­
mış ve temel kaideleri öğrenilmiş bir Fransızca bilgisine sahip olacaklar ve bu sağ­
lam temel sayesinde ileriki sınıflardaki ba
şanları muhakkak daha üstün olacaktır.
Ancak şurası unutulmamalıdır ki öğ­
retmen ne kadar kuvvetli olursa olsun, kitap ne kadar başarı ile yazılmış olursa olsun bir yabancı dil öğretiminde ilgili öğ­
rencinin gayreti ve şahsi çalışmaları başarı
sağlamak için birinci şarttır.
Müzik notasını öğrenmek, kemanda
değişik pozisyonların izahını yapmak, iyi
keman çalabilmek için nasıl kafi gelmezse; sadece sınıfda öğretmenin verdiği dersi dinlemek, verilen vazifeyi yapmak da
bir yabancı dil öğrenmek için yeterli değildir.
Başarılı olmak isteyen öğrenci verilen
dersleri, cümle şekillerini, değişik ifade for
müllerini kendi kendine bir çok defalar tek
rarlamalı; bildiği diğer isim ve filleri aynı
formüllere uygulamak suretiyle sözlü ve
yazılı çalışmalar yaparak Fransızcayı bir
ifade vasitası haline getirmelidir.
Her öğrenci bunu kendine iş ve görev
\!'.!indiği takdirde yüksek sınıflardaki Fran
sızca seviyesi çok yükselecek ve öğrenciler
Matematik, Fen ve Felsefe derslerini büyük bir kolaylıkla hazmedecekler ve bu
dersleri öğrenmekte büyük başanlar sağ­
lıyabileceklerdir.
Ali TEOMAN
---------------GALATASARAY------------
Qu'est-ce· que le nouveau
Le «Nouveau Roman .. , appelation vague
mais commode repandue il ya quelques
annees par les journalistes et exploitee
parla publicite des editeurs, ne represente
·pas a proprement parler une «ecole» litteraire mais un certain nombre de tentatives individuelles pour liberer le genre
romanesque de ses formes · et procedes
traditionnels et fonder un nouveau «realisme».
Les «Nouveaux
Romanciers»,
Alain
ROBBE-GRİLLET, Michel BUTOR, Claude SİMON, et Nathalie SARRAUTE (pour
ne citer que les plus connus) s'ils ne constituent pas un groupe et si parfois leurs
theories s'opposent, se rencontrent tous
dans le meme refus: ils ne veulent ni raconter des histoires ( des «anecdotes» disent-ils avec mepris), ni peindre des «personnages», ni analyser des «Caracteres». Ce
sont la, a leurs yeux, des elements arbitra
irement et artificiellement fabriques et
composes par lesquels l'oeuvre ne fait
qu' exprimer une realite faussee parce que
saisie et organisee par la conscience d'un
auteur, vue a travers son temperament et
chargee de la signification qu'il lui donne.
C'est Alain Robbe-Grillet qui a donne
a ce nouveau «realisme» sa forme la plus
systematique. İl a cree un monde froid et
~ide, prive de toute interiorite, denue .de
toute signification. Les etres et les choses
qui le composent se reduisent a leurs formes opaques et ne se sontrien d'.autre q1:1e
ce qu'ils offrent a notre regard. 11 est vaın
de vouloir chercher un caractere, des
pensees ou des sentiments derrieere un
visage ou sous une succession de gestes et
d'atÜtudes, de meme qu'une justification
quelconque a la presence at a la disposition
des objets. Non que l'auteur veuille ainsi
dernoncer on ne sait quelle absurdite du
monde, ce qui serait lui donner un certain
degre de signification. Le monde, dit ROB
BE-GRİLLET, n'est ni signifiant, ni absurde. İl est, tout simplement... les choses
sont la ... leur surface est nette et lisse, intacte mais sans eclat ni transparence. «Tel
est bien le monde des «Gommes», du «Voyeur», de «La jalousie» et celui que nous
revelent les films «L'annee derniere a Marienbad» et «L'immortelle»: des rues, des
chemins, des maisons, des murs, des meub-
3
roriıa.n?
Maurice' VOUZELAUD
les, et sur. ce fond immobile minutieusement decrit et mesure avec un .souci ~8:n­
iaque d'exactitude, des silh?uettes d'uı:
theatre d'ombres, parlantes, agıssantes, quı
se meuvent suivant les lois d'une obscure
mecanique.
Le propos de Michel Butor est different. Philosophe et poete, l'auteur de
«L'emploi du temps» de «La i:nodification»
de «Mobile» de «Degres», est ha:r.ı.te par le
probleme d~s rapports entre la realite du
monde qui nous entoure et la realite decrite, entre l'experience dont il faut rendre
compte et l'image que peut en donner le
recit. Le probleme, certes, n'est pas nouveau: c'est celui de la relation entre la
verite du reel et la verite de l'art quLest
au coeur de toute creation artistique.
L'Originalite de Michel Butor consiste a le
poser et a essayer de la resoudre pour ainsi
dire experimentalement en examinant la
plume a la main «de quelle façon la realite
nous apparait ou peut nous apparaitre»,
L'oeuvre est le «laboratoire» oiı est mis en
evidence le processus par lequel la realite
qu'on veut decrire devient fa realite qu'on
decrit.
C'est ainsi que dans «L'emploi du
temps» le personnage principal confondu
avec l'ecrivain-narrateur, entreprend de
relater les evenements qu'il a vecu au
cours des sept mois qu'il vient de passer
dans une petite ville anglaise. Tres vite
lui apparait le divorce entre l'experience
vecue et le recit qu'il peut en faire. Chaque
jour a mesure qu'il ecrit, de nouveaux
evenements l'assaillent qui modifient l'eclairage des evenements passes. Le Choix
qu'il voudrait faire entre ceux-ci et l'importance relative · qu'il croit pouvoir leur
accorder sont perpetuellement remis en
question. Sa tentative pour reconquerir le
temps et faire de son oeuvre un equivalent de la vie est vouee a l'echec.
Les romans de Claude Simon («Le
vent», «L'herbe», «La roıite des Flanders»)
ressemblent par beaucoup d'aspects a ceu:x
de Michel Butor. On y trouve le meme
divorce entre la realite multiple et inepuisable et la consience qui ne parvient pas
4
----------.--GALATASARAY-------------
a l'ordonner, ala discipliner et ala servir a"""""""""""~"'""""""""~
ses lciis. Mais Ge qui n'est chez Michel Butor qu'une experience litteraire lucide et
le drame intellectuel du romancier aux
prises avec le reel, devient chez l'auteur
İbrahim HIZALAN
du «Vent» un conflit tragique entre les
individus et l'univers qui les entoure. İls
Ay bütün soğukluğuyla tepemde doias'y trouvent prisonniers d'un reseau inextricable de relations dans le temps et dans şıyor. Üşümemek için gömleğimin düğmel'espace, secoues et meurtris par la conti- lerini açıyorum, kravatımı gevşetiyorum.
nuelle agressiün .des etres, des choses, des Ama nedense bu sefer daha fazla üşüyo­
evenements et des souvenirs. Impuissant a nım. Şöyle bir bakıyorum da en sıcak hacontenir cet assaut innombrable, ils deme- valardan daha soğuk hava.
urent hebetes et stupides, larves inertes
Devrik çöp tenekelerinin süslediği kirecrasees sous le poids d'une etrange fatalite.
li sokaklar, yeşil, sarı, kırmızı lambalar, ·
A la difference de ces trois ecrivains benzin kokan çiçekler bile soğuktan bir tuqui' s'attachent a decrire une realite mate- haf olmuş. Durağa doğru ilerliyorum. Ne
rielle, un monde d'objets, Nathalie Sarra- geçen bir araç var, ,ne de bir kişi. Birden sa
ute, auteur du «Planetarium», s'interesse ate bakmak geliyor aklıma. Meydan saati
exlusivement a la realite psychologique. üç defa yirmi dört'ü gösteriyor. Halbuki
Sous les gestes, les attitudes, les propos benimki sadece iki defa yirmidört saat.
qui figurent objectivement mais imparfaitement les rapports entre les individues Yine ıssız ve kirli sokaklarda yürümeye
elle cherche le «sous-monde,, (desvaies) devam ediyorum, sarı, kırmızı, yeşil lam
relations humaines. A travers le tis- -baların altında. Parktan geçiyorum bu
su trompeur du .langage elle decouvre kez. Benzin kokulu mavi güllerden bir dele courant d'une «Sour-conversation» plus met yapıyorum, bekçiden saklana saklana.
authentique forment l'expression des re·
gards, la mimique des visages, les infle- Ama ne bekçi var ortalıkta ne de başkası.
xions de la voix. Elle traduit en discours Sadece soğuk kol geziyor; ne yalnız buraces effluves et ces ondes qui circulent obs- da, ne de yalnız oralarda, ama her yerde,
curement et qui determinent la vie pro-;: belki de sadece benim gittiğim yerlerde. i'fonde et veritable des etres.
~
(Deva.mı 32 nci Sayfada) ~
Toutes ces oeuvres du <<nouveau ro- $
l~~~M
man» ont sub ı' lefeu d' une crı•t•ıque pus
ou moins severe. On leur reproche gene·
par le «nouveau roman» une nouvelle maralement d'etre difficile et souvent ennunifestation de l'illusion realiste si souvent
yeuses. La desorganisation systematique
denoncee. Dans la mesure ou le langage
de l'espace et du temps familiers, l'insigni.romanesque est d'abord le langage d'un rofiance des «sujets», l'absence d'inrigue et
mancier c'est a dire l'expression personnade «Caracteres» deconcertent le lectu~ qui
lisee d'une conscience, il parait tout a fait
ne retrouve pas dans ces oeuvres foısonvain de prentendre atteindre ala pure obnantes et obscures les sources habituelles
jectivite d'une «litterature de constant». Si
de son plaisir et de son emotion: le recit
l'exemple meme de «L'emploi du temps»
d'une histoire et l'image d'une humanite
et de «Degres» de Michel Butor n'en fourfraternelle.
nissaient pas en quelque sorte la demonsPeut-etre les auteurs ont-ils raison
tration et l'aveu, la divercite des oeuvres
d'objecter que le public doit faire a son
du nouveau roman et la variete des «Visitour un effort pour se defaire de ses vieilles
ons du monde» qu'elles proposent suffirahabitudes de penser et de sentir, et qu'il
irent a prouver l'echec de la tentative. iı
saura bien un jour comprendre et gouter
est done permis de penser qu'apres ces
ces formes insolites. Peut-etre aussi de
experiences aventureuses, une generation
plus indiscutables chefs-d'oeuvre .reussiplus sage ou plus donuee saura, tout en
ront-ils a les faire triompher.
ayant fait son profit de l'heritage, revenir
il est cependant tres difficile de ne pas
a des formes plus proche de la tradition du
condamner dans les principes proclames
genre.
SARHOŞ
- - - - - - - - - - - - - - GALATASARAY - - - - - - - - - - -
TASTA
,
-
M 1 ?
Kamil SERDENGEÇTİ
GİRİŞ -
Hayvancıkların
ezgisini dinlediniz mi?
Tozlu yollarımızdan ki:mbilir kaçıncı defa
geçerken acaba bii sefer de, durup, onlara
şöyle bir kulak verdiniz mi? Öyle ya, bu
topraklardan ne anlarsınız siz; buralı değilsiniz ki ... Buzdan pınarlara gülersiniz,
buzdolabınız vardır tabi Güneşin şiirine
«Saçmalık» dersiniz; çünkü yalnız pancur
kuytuluklarını bilirsiniz. Oysa, gelin gibi
akan o nazlı suyun ne öyküleri vardır dilinde; boz toprakların ne tükenmez ÖY·
küleri..., size birşey demezler ki. Akşam,
gün batımının ardında ışıyan biricik çoban yıldızı ne yanık nefeslerde, ne içli kavallar dillendirir. Durur, durur da, çöl
diye bakar, bozkır diye kestirip atarsınız
ya; işte. bu topraklar benim vatanımdır;
ruhumun ezgileri taşlarına yaslanır, analarımın dilleri ninnilerinde nazlanır; oralarda, dumanların ardında, hala mertlik
ruhu yayılır. O yüce dağlarda kekik burcu burcu kokar; sırma saçları salkım salkım, canım çoban kızları, çıngırak sesinde kulakları, ezelin düşlerine dalarlar, dalarlar da o koyun gözlerini gülüşlerle kı­
sarlar; ne gülüştür bu. Siz, dünyanın hakimleri, bilimin efendileri, sizler bu gülüşü kavrıya:mazsınız; çünkü kafanız bilinç
altını kitaplarda yatırır. Oysa kentlerimde
ne kitaplar yazılır, illerimde ne deryalar
söylenir benim; illerimde deryalar, ezeli
şarkıları ...
Beni sürüp sürüp götürür yellerimin
tozları. Sürer de dağlara doğru, dağlarda­
ki köylere doğru. Hasan'ımın köyüne; ıs­
sız, bucaksız Bozköy'e. Otuz üç hanesi var
dır btı diyarın; seksen nüfus. Hasan'ımın
babası da anası da göçmüş iki kara sevdalı; köy unutmaz dağdan aşağı dilim dilim
kayalara yuvarlandıklarını; Hüsmen etti
der, böyle bilirler. «Bacısına etth derler.
Affet beni yüce Tanrı'm, iller dilimin doğ­
rusunu bilirler. Melekler varsa göğünde bi-
5
lirler elbet acımayı, Hüsmen'in Hasan'a
ettiğini; affet bizi göklerim, onu bile sen ...
«Kahpe oğlu; yürüsene!> Her gün.., doğuşu aynı işkence; çoban yıldızına d~k.
«Anan elin itine, Gavur'unkine kaçtıydı.
Allah verdi cezasını. Ya be kahpe karı,
gideceğdin de cezanı bana ne bıraktın? Ne
b_ıraktı ha? Seni bana, Gavur'un enciği,
ha? Kaçtığında vuracağdım onu, gerekti,
emme öküzde o dem akıl nerde? Mapusane dedik oturduk. Vuracağdım da başıma
bela seni salmıcağdı. Mapusluhtan beter.
Ne bilem gebereceğini namerd avradın?
Ha ne bilem, itin enciği? Sen bebeğmişen,
domuz sen! «Tekmeler, tokatlar, iyi demlerdeyse yalnız küfürler .. Anlamazdı da go
cunmazdı da pek önceleri. Ama küçücük
beyni yine de bazı sıcak şeyler aranırdı.
Emmisini kendi oğlunu okşarken gördüydü bir kez, bağrında sızı duyduydu; ağla­
dıydı. «Sus be avrat suratlı, kes» Nedenini
bilmezdi, eksiğini koyunların dibinde kuzular gördükte duyardı: Geniş geniş yayı­
lıp ta gevişliyen sıcak koyuna
yapışmış,
ak ak, kıvır kıvır, yumuk, körpe kuzular;
okşamak isterdi. Bir kez çoban kızmıştı bu
na: «Te be, çek git, demişti, emmine söylemeyem.» Çoban. Hüsmen'e ait herşeye
kurt diye bakardı; bütün köy de öyle. Hasan'ın anasını babasını bilirlerdi, ama onu
Hüsmen'in saymadan edemezlerdi ki. Çobandan korkmuştu Hasan; emmisinden de .
Ayağına dikenli
çalı battı gibi gelmişti.
Şöylece yüreğine birşey batmıştı. Kaçtı.
Civcivleri görürdü bazı bazı. Kanat
ne de sokulurlardı. İşte
birgün o da öylesine özendi. Ne istedi bilinmez, emmisine sarıldı. Hüsmen elinin
tersini şaklattı: «Kokulu encik. Büyüttük
yetn::ıedi; gayri şimdi kendini Memet sandı, oğlum sandı; get lan geberesi.» Beş yaaltına gıdı gıdı
şındaydı, herşeyi anladı.
İtilmeğe, vurulmağa öyle alışmıştı ki,
Memet'in dört
yaşında,
herkese gücünü,
/.
;6
- - - - - - ' - - - - - - - - ~Al ATA S ARA Y - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
ilkin ona vurmakla . gösterişine bile dertlenmedi. Gurur kelimesini ne bilmiş, ne
duymuştu. Acımaksa, asıl taşların
dilim
etHğf· çıplak tabahı ·acıyordu. Yalnız, bazı
bazı: «Olmasın, .. derdi içinden, bana vurmasınlar; ne diye vururlar?» Ama olmadığını görmemişti, sizin beyinsizliğinizi gö
remeyişiniz gibi. Kimi, pınardan su doldururken, onun gibi akmak isterdi; burcu bur
cu kekik, çiğdem kokaraktan dağı aşmak,
y;:ı.yılmak, .ovada şıril şırıl s.alınmak. .. «Ko:yunlar benden ı:;u içerler» derdi. Kavrı­
yamazdı gerçi, ama bunda başkasına akmağı d:uyardı, duyardı da mutlu gözleriyle, üzüm üzüm, koyu koyu gülerdi; asano
sör memureleriniz gibi ezgin, bezgin, iş
olsun diye değil... Bakmayın öyle, pis ka··
dehlerde unutuş arıyanlar ne anlarlar bun
dan; ne anlarsınız sizler? ·
Bir sabah
ırgatlığa
yine horozlarla
kalkmiştı, ekmeğini kemirerek
giderken
içini bir sıcaklık doldurdu. Bilgili değil­
di. Onun için dudak bükerekten sizler gibi «Rıh! önsezi?» diye kestirip atamazdı. ..
Ama yine de birşey olacağını, yeni birşey
belki de aradığını bulacağını seziyordu.
Eşeğin ardında, ekin başka kokuyor, başaklar zavallılığına sırt
döndürüyorlardı.
Yılgın
gözü bir umut, bir bulut ararken,
takildı, düştü. Kurumuş killi taş,
eşegm
izinde, öylece, bükük, duruyordu. Sivriydi, ama küçük sayılırdı. Yağmurlar, yağ"
murlar ardından hep sert, hep aynı boy
çıkmış taş. Sizler gibi erimek nedir bilmemiş, acıyı ruhunla çekmemiŞ, sizler gibi
taş ... İçi ısındı. Elceğizi arandı, tarandı, taşın sivrisini yakalayıp sıktı. O anda, eğer
varsa, yüzündeki ancak bir melekti, çünkü göklerle gülmekteydi. Hasan, böylece,
bilmeden, sizlere sarılan, bakışınızın pırıl­
tısını dostluk sanan, o gerçek obur gorunfüşe aldananların yaptığını yaptı: YokoIuşunu hazırladı.
Artık
hep gülüyordu. Emmisi vurdukça da, Memet suratını gübreyle sıva­
dıkça da. Cebinde o taş vardı, sicak, killi
taş. Bazı o taşı öpüyor. sonra kucağına koyup söylüyordu: «Seni Allah bilir mi? De
ki ona, ben sa.na kaynıyom de. Senle söyistiyom de. Ama kulağım sözünü
almıyo de, he mi canım?» Sonra masallar
anlatıyor, sonra da · dinliyordu. Kendine
hep o taştan, ne olduğunu kestiremediği,
ama mutlak iyi, mutlak güzel, sıcacık bir
şey gelecek, onu bilmediği bir yere sürecekmiş gibi, bekliyorÇlu. Olduğundan hoş~
luk duymadığını, başka birşey is~ediğini
anlıyordu; yalnız, neydi bu. başka şey, bi~
lemiyordu. Zaman zaman, ansızın damağında buruk bir tad, boğazında bir-kuruluk
la içi çekiliyor, taşı görmek, yanında olduğunu, "kendisine bağlı bulunduğunu an~
lamak emeliyle titriyordu. .Birbirini götüren, baştan sona kadar saçma, dıştan
bende, iÇten düşman kesildiğiniz o değer­
li (!) ilkelerle, ayakkabı bağından başka
ne için bağlanma deyimini kullandınız ki,
onu anlıyasınız? Anlattığıma bön bön -bak
leşmek
mıyasınız?
O sabah da gün yeni ışıyorken yola düzüldü. Gelgelelim, bu kez herşeyde bir baş
kalık varmış gibiydi. Yel sanki yalım yalım esiyordu. Gittikçe artan sıcak bağrım
deliyor, damarlarında akıyordu. Körpe köpükler .. le coşan kızgın ten. Buzlu ·ayranlar gerekti o tene. Oysa bir damla kızgın
su!?» Gavurunki, at gibi de içer, 'canı çı­
kası «Ve bu sabah Memet tarlada onu itti-~·inde, ilk olarak gülmedi. Neden, bilmiyordu, canı da yanmamıştı. Yalnız taşı
elinden düşmüştü. Güneş de ne yakıvordu
hani, boz _güneş; iki, üç güneş; pınar gibi
sandı kendini; akıyordu, hafifledi. Aradı.
kavradı taşı; sıkı sıkı tuttu. Memet
görmüştü, seğirtti: «Len it. ver onu da atam!»
Dondu, teri dondu, güneş dondu. "Samı 18.f:
söylüyom be» Eline atıldı. Hasan elini sı_k
tı; damarları mor mor gerildiler. İçinde
fırtınayı, ilk sefer duyuyordu. Ac
kurtlar gibi uluyan korkunç yelin yanında, ortalığı titreterekten inen dilim dilim ısık­
ları, ahır kapısından seyretti,ği geceki gi~
biydi içi: Buz gibi. Ama bu kez sığınacak
samanı yoktu; bu kez yel dışında değil. d,:ı
marındaydı. İGL patlamak üzere f!erilivor~
(Devanh 32 nd Snyf?.rfa} ,
- - - - - - - - - - - - - - GALATASARAY - - - - - - - - - - - - - -
7
CLAUDE SIMON
«Görünüşlerinin
oynıyan
yoğunlu­
ğu
ve değişen çıkıntıları içinde sözde objektif dünyanın tasvir edilmesi
ile artık «kamera-kalem» çağı gel-
miştir»,
Claude MAURİAC
«Flandres Yolundaki Sahtekar:odan itibaren Claude Simon'un sanatı gittikçe yük
selen bir yol takip etmiştir. Bazan kontrol
edilebilen, bazan ise edilemiyen durumları.
içine alan ilk romanları, henüz o zamanlar
bile acaip, kaidelere aykırı olan kuruluşla­
rına rağmen daha ziyade entrikalara dayanıyor ve buradaki kişiler hareketlere daha fazla bağlı kalıyorlardı. Bunun aksine
son üç roman yazarın aşırı eğilimlerini şid­
detlendirmektedir: Kendisi bu romanlarda
gittikçe dalgalanan ve genişliyen bir orkestralamaya teslim olmaktadır. Bu arada,
sanatının bütün elemanları suret değiştir­
miş bir arasızlığa evvela dalıp toz haline
gelmekte sonra da meydana çıkmaktadır­
lar. İşte bu yüzdendir ki Claude Siman
kendini bugün eleştirmecilere «Nouveau
Roman» ın en hakiki temsilcilerinden biri
olarak kabul ettirmiştir.
Her romanın konusu uzlaşmalı, adeta
bayağıdır: Samimi aile sırları, tesadüfün
gariplikleri, bir aşk veya ölüm hikayesi,
velhasıl «trajedi,
tesadüf, görü değil de,
eğer tabir caizse, varlığın gizli kuruluşunu
meydana getiren şey». Claude Simon «Soyuttan çok somuta» kaymıştır ve o, tasvire ait, sosyolojik. ve psikolojik bir çok değişleriy le zamanımızın gerçekçi yazarları
arasına yerleştirilmelidir. ~akat ötesi de
vardır. Kendini, en ilkel ve en işlenmemiş
halleriyle görülen şeyleri ve varlıkları liflerine varıncaya kadar inceliyen ayrıntı­
lı, sabırlı bir çalışmaya vermiştir. Ve bu
madde çoğalıp yapışkan ve tırmanıcı olarak okuyucunun bilincini kaplamaktadır.
Her romanın hakiki konusu bu madde, bu
cevherdir. Şekiller, hareketler, gürültüler
en küçük ayrmtılarını:ı. . varıncaya kadar
/
not
edilmişler,
tükeninceye kadar övülmüşlerdir. Bunda yaza]"ın tek gayesinin
sanki maddesini mümkün olduğu kadar az
sarfetmek olduğu görülür. Yerden ka~~an
dört nalin hareketini tam iki sayfa içinde
anlatmaktadır, «aynen damdan düşen, daha doğrusu bir kısmı saçağın kenarına takılı kalıp parçalanan, bir su damlası gibi
(olay şu. şekilde cereyan eder: damla kendi ağırlığıyla armut şeklinde uzar1 biçimini
kaybeder, sonra büyük kısmı diğer parçadan ayrılır ve yere düşer ... » vesaire, vesaire.
Eğer böyle aşırı bir belirlilik yararsız
bir hale gelebilirse, toprağın yüzeyindeki
bu gerçekçilik, bu sonsuzca küçüğün ve
aninin sanatı, ondan beklenilmeyen olağanüstü bir var olma kuvvetiyle ve adeta
epik bir büyüklükle gerçeği bezeyebilir de.
Ve maddenin daha buğulu veya genel olduğu zaman, tasvir göze batar bir şiir ve
hatırlama zenginliğine kavuşur: «Rüzgar,
bağların kırmızı yapraklarını koparmasını
durdurarak,
altında eğilmiş ağaçların
kabitirerek, yakında vadiye bir kasırga halinde esecek, hem de
zincirden boşanmış, gayesiz, sonsuz tükenmeye mahkum, hiç bir bitme ümidi ohnı­
yan, geceleyin uzun bir şikayetle ağlayıp
sızlıyo:r1rrıuş, uyuyan insanlardan, geçici ve
ölümlü yaratıklardan, unutma, rahat imkanlarını, ölüm imtiyazını kıskanıyormuş
gibi inliyen bir kuvvetle ... »
Gerçek Claude Simon'a göre yeniden
elde edilecek bir sahadır, zira «g,erçegın
özgüllüğü, gerçek, sağduyuya, mantığa
aralıksız bir meydan okuma gibi gözüktüğü için bize de tutarsız, gerçeksiz
gorunür». Demek ki her anlatma ortaya bir
araştırma,
dokunulabilir ve öğrenilebilir
fakat aydınlatılması ve doğrulanması gereken bir gerçeğe doğru tersine bir yürüyüş koyar. Kişiler, içinde hareket ettikleri
çerçeve, olaylar ne olurlarsa olsunlar, daima sebepsiz, karanlık gözükürler ve yakal~nmaz kalmaları gerekiyormuş gi?i gitgi:buklarını soymasın~
8
- - - - - - - - - - - - G Al ATASA RAY - - - - - - - - - - - - - - . . , . . -
de bozulurlar.
Bu «bildirilmemiş» dünyayı sabitleş­
tirmeyi, ne olduğunu anlamayı geri çevirmenin sebebi belli bir seviyedir ki Claude
Simon bu seviyeden itibaren çalışır: şeyle­
rin ve izlenimlerin içine girdiği, ne fazla
uyanık, ne de fazla. uyuşuk bir bilincin ilk
defa olarak kaynaşan bir gerçeğe rastladı­
ğı ve önceden bilinmez, tek bir usulle tesadüfü topladığı bir seviye ... Yazar bir yaşantı parçasının bellekde veya duygulukta
bıraktığı izi inceler. Algılar, ortaşımlar karışırlar, çarpışırlar, sırasız ve bağlantısız
girbirlerini takip ederler. Herşey «paracık­
lar», «dalgalar» ve «aralıksız tanınmamış»
olan «birçok anlatım şekli» halinde kendini takdim eder. Böylece anlatım, bir yandan yavaş yavaş kıvam kazanırken, diğer
taraftan asla belli bir sınırı geçmeyi başa­
ramaz ve havada kalmaya mecbur olur. Bu
da «kıpırdama ve hali değişme» kudretinin
sonsuz olduğunu gösterir.
Kahramanlar «hiç'ten itibaren» yapılmış
şu veya bu kişilerdir: «Sanki bunların geysilerinin altında ne vücut, alınlarının altında da ne düşünce, ne kalb, ne de acı çeken, arzulayan, kızgın, ihtiraslı ve nazik
organlar vardır ... » Yazar kayıtsızca onları «O» veya «bU» diye adalndırır, istediği
gibi üstüste koyar, onlara, ne bir role, ne
de varolmağa hakları yokmuş, tarihte hiç
bir şey değillermiş gibi bir hüviyet verir.
«Rüzgar»ın kahramanı, onu ta uzaktan ilgilendiren olaylara (bir hırsızlık, bir cinayet) karışmıştır; «Üt» da Louise kendi etrafındaki insanların (kocasının, kaynatalarının, ölüm döşeğinde ihtiyar bir teyzenin) yararsızlığını ölçer; «Flandres Yolu»n
da ise Georges, askeri ve hususi hayatından
daha ziyade genel savaşın ve Yüzbaşı Reixach ile bütün Reixach'ların hayatlarının
yansıdığı döner bir ayna haline gelir.
«Unutulmuş veya itelenmiş» olan ve
«hiç bir yere» gidemiyen kişiler birbirlerinden ayrılmışlar, bir diyalogla değil de
~acınacak bir. ağız kalabalığı» olan cümle,
kelime parçacıklarıyla haberleşebilmekte­
dirler. «Alışagelmiş duyguların manasız­
laştığı bir ikinci durum,,da yaşarlar. Tüm
yararlanırlıklarına rağmen
hür değiller­
dir, zira «acımasız herhangi bir mekanizma» veya «yanılmaz içgüdüleri» tarafından
«yakalanmış», kaderleri maddenin elindedir. Bunlar basit «hayaletler» prizma ve
yansıtıcılardır: Sadece, boşu boşuna adlandırmaya çalıştıkları bir gerçeği kaydeden
biriktiren ve ileten bilinçleri sayesinde
vardırlar: «Bir çeşit,· boşluğun boyutsuz,
süresi belirsiz grimtırak formülünde «izlenim ve şeylerin takınaklı kasırgasında
mahkum kalmışlardir.
Eğer
Simon:un romanları «tutarsızlık»,
«yanyana konuluş», bir seviyeden diğeri­
ne yönelen görünmez kaymalar üzerine
kurulmuşsa, bu onun zamanı yürürlükten
kaldırdığını gösterir. Anlatma bir noktada
başlar, diğer birinde durur. Bu arada bütün bunlar doğrulanamaz, zira seçilmiş
olan kesim istenildiği gibi yayılabilir ve
«belli, ölçülebilir, sınırlı bir zaman parçası gibi değil de, belirsiz, kesintili, bir art
arda gelişden, karanlık ve aydınlık edliklerin anlaşmasından meydana· gelmiş bir süre» gibi gözükür. Belirtilemeyen bu küre
içinde herşey mümkün, çağdaş olur. Hikaye durmadan yazarın ağzından kahramanın ağzına geçer, şimdiki ve geçmiş zaman
karışır, çekilen resimler ya enstantane
olur, ya da ölçülemiyecek kadar uzatılır,
bütün elemanlar çarpışırlar, daimi bir yuvarlanma içinde, unutmanın veya ölümün
kapılarında, zamanın sapmasında
sallanır
dururlar.
Claude Simon'un cümlesi, bu el yorarama eylemlerine, olabilecek, fakat sebep bakımından daima geriye bıra­
kılan bir araştırmaya olduğu gibi uygulanmıştır. Uzun (bazan onbeş sayfa tutan), bir
takım ıvır zıvır sıfat ve ortaçlarla, sayı­
sız, birbiri içine giren parantezleri dolduran «sanki», «belki» lerle &ğırlaşmış, mümkün olduğu kadar az bir noktalamaya sahih olan bu cümle, kurulmuş, yazılmış bir
cümle hissini vermemekte fakat, iç sözü,
bilincin kaprisli ve taşan dalgalarının sesini belirtmeye çalışmaktadır.
(Devamı 32 nci Sayfada)
damıy le
- - - - - - - - - - - - - - - GALATASARAY - - - - - - - - - - - -
9
Uyumsuz ve Albert Camus
«İnsan her şeyin ölçüsüdür»
Tayfun İNDİRKAŞ
«Protagoras»
mıza:
Düşünler,
sözcükler, eylemler ve sonuç. Bir ölçü, bir değer ölçüsü ve us. Ve
uyumsuzluk yargısı Camus'nün,
Şimdiye dek bir sonuçtu uyumsüzluk
(absurdite) Camus de ise çıkak noktası
olur bu kavram. İki ayrı yönden incelenebilen bir devinim başlangıcı. İlk kez usu
alalım ele.
Usuri ilk ödevlerinden biri
doğruyu
yanlıştan
ayırmaktır. Oysa ki
her hangi bir eylemin doğru olduğu söylenirken yanlış olabileceği de ortaya sürülmüş olur bilinçsiz. Ters açıdan, bir başka
olay yanlış niteliğine kavuştuğu an doğru
kavramını da getirir bünyesinde. Başlan­
gıç tümcemizin, ünlü sofist Protagoras'ın
sözcüklerinin anlatımına geçelim. Her düşün ancak onu düşünen, eylemleştiren kişiye göre gerçektir. Şu halde yaşadığımız
evren sonsuz doğru, yanlış yargılarla kaplıdır. Aykırılıklarla, mantık dışı kavramlarla ve çelişmelerle doludur. Kendi algı­
mız dışında saydamlaşmıyacak bir bütün
Doğaya gelince. O bizimdir deriz. Bu yalnızca ona kendi şekillerimizi, duygularımı­
zı verdiğimiz içindir. Ona olduğu gibi dokunmak, onu kabullenmek insan bilincinin dışında yepyeni bir acun bulmaktır.
O sürez düşünü kurduğumuz bütün şekil­
ler, tepeler, ağaçlar, nehirler ve tüm varlıklar anlamlarını yitirir. Artık kaybolmuş
bir cinnetin tatlı, buruk anısı vardır bizde. Doğa kendisine dönmektedir. Aslına,
kendi öz benliğine kavuşmakta, giderek
insanlardan uzaklaşmaktadır. Her nen yabancıdır şimdi. Uyumsuz bir yabancılık.
«Tersi ve Yüzü,, nün bir yerinde Camus
«Ben kimim ve yapraklarla ışığın oyununa katılmaktan başka ne yapabilirim» der.
Doğayı anlamıya çalışmak boşunadır. Olanakları yeterli değildir çünkü buna insan
oğlunun. Onu yalnızca sevmeli<~lir.
Kendimize eğilelim, günlük yaşantı-
«Sisyphe Efsanesi»nin şu satırla!~n­
da gizlidir yaşamamız: «Kalkma, tramvay
yolculuğu, dört saat çalışma, yemek, uyku
ve aynı ahenkle bu yola devam edilir.»
«Tersi ve Yüzüıonde ise şu tümceler ansı­
tır aynı tek-düzeliği: "Ufak adımları sıkla- ·
şıyor, yarın her şey değişecek, yarın. Birdenbire yarının da böyle olacağını keşfe­
diyor, öbürgünün de, bütün öteki günlerin de. Bu çaresiz buluş eziyor onu .. » İn­
san bu sözcükler dizisini okuyunca karamsarlığa kaptırmaktan kurtaramıyor kendisini. Ortak yaşamamızın kaçınılmaz parçacıkları. Herkes şu ya da bu şekilde ayriı
doğrunun aynı eylemlerinde. Ortak uyumla kişisel otomat devinimlerimizin uyumu.
Devinmeler düzenlidir. Kısaca makineleş­
miştir. Anlamsızdır. Gerçek jestlerden ve
mimiklerden oluşmuştur. Ve perde ölümle kapanır. Ağlatı ya da güldürü olduğu
belirsiz, uyumsuz bir oyun. Bu son perdeyi biraz daha yakından seyredelim. Sonuç
ilginç, o denli de bunaltıcı ve çaresiz.
Ölümdür bu. Gerçi şaşırtıcı bir sonuç değil, çünkü herkes bir gün ölecektir.
Hiç
bir inandırıcı deneyimiz olmamasına karşın ussal ve matematik gerçeklerin
bize
kabul ettirdiğ~ bir sonuç. Doğmak, yaşa­
mak, ölmek. Rastlantılardan doğar, bireysel yazgımızı yaşar ve evrensel yasaya
boyun eğeriz. Açıkça görülüyor ki kendi
istemimiz dışında zaten var olan üç kavram. Doğmak, yaşamak ve ölmek ..
Burada yanıtlandırılması gereken bir
sorular dizisiyle karşılaşırız. Kişi bu
uyumsuzluğun farkında mıdır? Yoksa habersiz kendi yolunu mu çiziyordur? Bu
uyumsuzluğu ne sürez görecektir? Ve bu
uyumsuzluğun tepkileri ne olacaktır? Yanıtı yalın sorular bunlar: başkaldırış. Kişi bu uyumsuzluğa baş kaldıracaktır. Buna da iki yoldan, iki ayrı yoldan kavuşa­
caktır. İntihar ve iyileşme. Kendini öldü-
10
_ _ _ _ _ _ _.........__ _ GALATASARAY...:.....------------
rerek itiraf edecektir
uyumsuzluğunu.
Za-
yıflığından değil mantığından doğacaktır.
bu intihar. İyileşme sorununa ilerde deği­
neceğiz. Şimdilik
bu baş kaldırışı Camus'nün kendi öztümcelerinde izlemekle yetinelim. Şöyle diyor Camus: «Hayatın bütün glinlerinde zaman bizi taşır. Ama onu
taşımak gereken bir an her zaman gelir ..
Geleceğe
dayanarak yaşarız: · (yarın),
(ilerde) (bir mevkiim olunca), (yaşlan­
dıkça anlarsın ... ) Gene bir gün gelir, insan otuz yaşında olduğunu görür ya da
söyler .. Geçmesi gerektiğini söylediği_ bir
eğrinin belirli bir anındadır ... Yarını, bütün benliğinin bundan kaçınması gerekirken yarını biliyordu. Etin bu başkaldırışı
uyumsuzdur.» Şu birkaç satırda öyle sanıyorum ki, uyumsuz
başkaldırışı
tüm
açıklığı ile bize tanıttı yazar. Kişi gelecekte yaşamasının anlamsızlaştığı an baş kaldırıyor. Us açısından evrenin uyumsuzluğunu buraya dek açıklamıya çalıştım. Gerçek ve derin anlamda uyumsuza geçmeden
önce , bu konuda sık sık karşılaşacağımız
bilinci tanımak daha olumlu olur kanısın­
dayım. İnsanı gerçekleştiren, uyumsuz insan kılan bilinci. Burada uyumsuz insan
deyimiyle söylemek istediğimi belirteyim
ilk kez. Uyumsuz insan dünyanın bütün
anlamsızlığını, usa aykırılığını üstün bir
açık görüşlülükle tanımış insandır.
Anlaşılmıyan dünyanın,
alaycı yaşa­
mın
ve bu düzenli, süresiz pantomimin
sonunda bir an bir «neden,, sorusuyla bık­
kınlık ve şaşkınlıkla bilinç doğar. Başkal­
dırış bir dürtüdür, gereksinmeden doğan
önemli bir dürtü bilincin uyanması için.
Başkaldırışı anlamlaştıran,
bilinçtir.
Artık
insan
doğrulayansa
başkaldırmış
ve bi-
1:f7!e:~~~~~:E1Me~:e:e's~~~
1
ili
1
)I'>
~
9'
Dünyaya zaman hükmediyor zalimce,
Kimden kime şekva edeyim halimce
Bir mabede girdim_ ki ezelden bomboş
Yok sırrını izah edecek a'ı·ımce.
Rifat Necdet EVRİMER'in. ~
«Rübailer» adlı eserinden ~
~
~l$~-$-ı~~~~~~,$~i
m
m
©
lincini harekete geçirmiştir. Gerisi ya eskiye bilinçsiz dönmek ya da kesin uyanış­
tır. Şaşkınlık son kertesine yükselir.
Bilinç olan ben, .nasıl· kendi dışımda­
kilere benzeyebilirim diye haykırır insan.
Bilinç salt gerçekten başka bir nen değil­
dir. Bu gerçekten diğer bir gerçek, derlnarilamlı ile uyumsuz çıkar .. O da bir bağ­
dır. İki kavramı birleştiren bir bağ. Uyumsuz ne dünya ne de insandır. Dünya ile
insanı
birleştiren bir
bağdır.
Bilincin
dünya ile karşı karşıya gelmesidir. Camus «Aslında uyumsuz bir boşanmadır»
der. Dünyaya bilincin boşanması. Daha
yalın bir şekilde: uyumsuzluk bu iki kavramda da yoktur. Dünya kendi bünyesi
içinde uyumsuz değildir, kişi de öyle.
Uyumsuzluk dünya ile bilincin çatışmasın­
dan doğar. Çünkü evren kişiye göre sonsuz
usa aykırılıklarla doludur. Uyumsuzluk
duygusu bir oluş ve yalınç bir izlenim değildir. O halde. Bir durum ile belirli bir
gerçek, bir eylem ile onu aşan evren arasındaki kıyaslamadan fışkırandır. Uyumsuz bir kopuştur. Maskelenmiş dünyanın,
maskesini fırlatıp bilinci uyandırarak ondan kopması. Tekrar Camus'ye onun satırlarına dönüyorum. «Bu dünyanın kendini aşan bir anlamı var mıdır bilmiyorum. Durumumun dışında olan bir anlamın benim için anlamı ne? Ben ancak insan terimleriyle anlıyabilirim.» Kierkegaard bu durumun hayat kuralı «Umut»tur
der. Camus iter bu kuralı ve kendi kuralı­
nı sürer öne. İnsanın kendi gerçeğinin,
varlığının ona ne getirdiği bellidir.
Karanlık ve bilgisiz bir dünya. Bunu söylemiyorlar insana. Karanlığına ışık, bilgisizliğine umut diyorlar. Soruyu yanıtlamı­
yorlar. Umut diye haykırıyorlar. Oysa ki
bu haykırışta uyumsuz insanı durduracak
hiç bir nen.yok. Umut etmektense umut
suzluğu yeğ tutar uyumsuz insan. Böylece
her neni göz önüne alan düşünce sürezle
yaşamla uyuşacaktır. Bunun için de
sürekli bir bilinç uyanıklığı gerekir. Her sürez bilinçli olmak. Burada gizlidir iyileş­
me sorunu. Boş düşlerle, umutlarla buna-
GALATASARAY - - - - - - - - - - - -
l
11
«ak kent'4P
I
Katranlı,
çizik ıslaklıkları vıcık asfaltlarda
uslarda kanıyan tanrısal havası
çarpıyor us us taş yapıtlara
ara yerlerde tüm bir renk kanımsı
yel fırıldakları alaycı, haykırıyor insanlıkla ...
başka
II
Geometrik
şekiller
oynuyor bu bahçelerde
akıyor bakışlar, kurallı özlemler, yitik
çocuksu parmaklar kenetli, bir yuvarlak, bir
erden duygularıyla evrensel tek-düzelik ...
dörtköşe
Kaydıraklardan kopuyor, sarkıyor düşleri
·törelerle yasalar kurmuş KARA KENTİ...
III
Ölümsüzlüğe haykırdım
kentin· üstündeki tepeden
özgür özlemlerle sarıldı her
yanım
YANKILAR YANKILAR YANKILAR
maden seslerden ...
Tayfun
İNDİRKAŞ
1
·'"-'INt.~~~'"'VQ.'l~~'"-'""~~~'"'~"""~"""!.Nl.'"-'l~MllN~~~f
lıma düşmemek.
Her
kavramı olduğu
gibi
kabullenmek. Arkalarında sonsuz imgeler
ve duyuşlar aramamak. Uyumsuz insanın
ödevleri bunlar. Peki uyumsuz insanın kazancı nedir? Yanıtlıyalım. Şimdiye dek
kişi soyut bir gelecekte, umutlarıyla, tasarılarıyla yaşıyordu. Düşlerinin tutsağıy­
dı.
Uyumsuz insansa kendini geleceğin bu
olumsuz kavramlarına kaptırmaz. Durumunu bilir. Somut gerçeklerle yaşar. Yaşamını soyuta bağlamaz. Ölümüne dek yeterli sürezi olduğunu kavrar ve bu sürez
içinde insanlık deneyini olanakları oranında geniş bir alana
yaymıya
çalışır.
Uyumsuz insan özgürdür. Tasarılara bağ-
lı değildir
çünkü.
bu uyanık bilinç ve
ruhu yalnız kılar. Buna karşın
insana yeni bir görüş, yeni bir yaşam kaBu
bağımsızlık,
kayıtsızlık
zandırır. İnsanı yaşanılanın dışına değil,
onun içine götürür. Ve uyumsuz insan ar'tık mutludur. Çünkü elde edemiyeceğini
istemez. Umutlanmaz. Son satırları Ca·
mus'ye bırakıyorum «Sonra açık görüşlü­
lüğe ihtiyacım var. Evet her şey basittir.
İnsanlar karıştırıyor işleri. Masal anlatmasınlar bizlere. Ölüm mahkumu hakkın­
da: topluma borcunu ödiyecek) demesinler bize, (Kafası kesilecek) desinler.»
12
- - - - - - - - - - GALATASARAY - - - - - - - - - - - - - -
P~O
RTR E
Büyük şehrin, kenar mahallelerinden
birindeki ahşap bir evin en üst katında
otururdu. Bu son kat büyük sayılmayan
iki odadan ibaretti. Bu odalardan birinde
kendi, diğerinde Mme. Boyard isminde 40
yaşlarında, eskiden çok güzel olduğunu
tahmin ettiği, fakat hayatın ve içkinin
Mehmet ATABERK
---------·
otururdu. Merdivenin tam karşısında odaları birbirinden ayıran kısa koridorun sonunda müşterek kullandıkları
tuvalet ve lavaboları bulunuyordu. George'un odası çok basitti. Bütün eşya, birinde ayna bulunan iki kapılı bir dolap, eski
bir karyola, bir de yuvarlak küçük bir masayla, çok eski bir koltuktan ibaretti. Kendine göre büyük sayılacak dolabın bir kıs­
mında bir ik,i iç çamaşırı, bir yün kazak,
eski fakat itinayla giyilmiş bir pardesü; diğer gözünde ise bir kaç tuvalet eşyası, kendince bir yemek takımı, bir de küçüklüğünde çok kıymet verdiği, içi deniz hayvanları kabuklariyle dolu bir kutu vardı.
Yatağının başucunda, uzunca bir tahtadan
basit bir şekilde yapılmış olan rafta da kitapları, mecmuaları ve eski gazeteler vardı. Öbür duvarda, yatağının tam karşısına
gelen yere, odaya tek canlılık veren, kurşun kalemle ve büyük bir itinayla çizilmiş
çok güzel bir kızın portresi raptiyelen-
bir arzuyla başını yana çevirdi. Bir kaç
metre ilersinde bankta bir kız oturuyordu.
Çok gençti. Saçları dümdüz omuzlarına
dökülüyordu. Bir melekti sanki. Bir an
bakışları birleşti. Yüzünün
kızardığını,
kalbinin tuhaf bir heyecanla atmağa baş­
ladığını hissetti. Gözlerini onunkilerden ka
çırarak tekrar kitabına çevirdi. Fakat tek
bir kelime duyamıyordu. Kitaptaki yazılar
silinmiş oraya iki kahverengi göz gelmişti
şimdi. Duramıyordu yerinde. Onu
görmek, doya doya seyretmek istiyordu. Onda bir şeyler bulmuştu, bütün benliğini
kaplamıştı. Şimdiye kadar duymadığı bir
histi bu. Ona bütün varlığıyla bağlanmak
istiyordu. Kendisine bakmadığına emin
olduğu bir an tekrar gözlerini ona çevirdi.
bakışlara. Gözlerini tekrar kitabına çevirdi
Kalbi nerdeyse çatlıyacaktı, beynine kan
hücum etmişti. Yüzünde müthiş bir sıcak­
lık duyuyordu. Bir şeyler yapması lazım­
dı. Beyni durmuş,
çalışmıyordu sanki...
Korkuyordu bir daha bakmaktan. Bu muazzam duygunun yıkılacağından korkuyordu. Bunu ötekilerin seviyesine indirmek istemiyordu. Hayatının belki de .en
mesut anıydı şu dakika. Birden şuursuz
bir hareketle yerinden fırladı ve parkın
mişti.
kapısına doğru koşmaya başladı. İnandıra-;
aşındırdığı,
bir
yaşamakta iddiası
kalma,mış
kadın
Gün yeni ağarmıştı, George yatağın­
da hafifçe kımıldadı ve yavaşça gözlerini
açtı. Bakışları akşam çizdiği resme takıl­
dı ve gayri ihtiyari «günaydın» diye mırıl­
dandı. Bir anda heyecanlanmış ve kalbi dı­
şarı taşarcasına atmıya başlamıştı. ..
Dün akşam üzeri işinden çıktıktan
sonra her zamanki gibi gene parka gitmiş­
ti.. Ilık bir bahar günüydü. Bir müddet
oturdu, ağaçları, çiçekleri seyretti, sonra
kitabını açtı ve bir önceki gün kaldığı yerden okumağa başladı. Romanına dalmış,
dünyadan uzaklaşmıştı. Bir aralık tuhaf
mamıştı
kendisini bu
şahane
duygunun
devam edebileceğine. Onun için çok kıy­
metli bir şeydi bu, azalmasından korkmuştu. Odasına gelinceye
kadar koştu.
Kendisini yatağına attı, uzun müddet hareketsiz kaldı. Ve işte o akşam bu resmi
çizmişti. George bütün gece onunla beraberdi ve onunla kalacaktı. Önce elele sessizce ormanda dolaştılar. Sonra sigara dumanlarıyla dolu bir klüpte, her şeyin içinde her şeyden uzak, yanak yanağa dans ettiler, masalarında birbirlerinin gözlerine
bakarak içkilerini içtiler. Daha sonra sı(Devaını 32 nci Sayfada)
- - - - - - - - - - - - - GALATASARAY----------
13
.
Zeki Omer DEFNE'ye
"
14
......___·------....·--------------------- G Al ATA S ARA Y -------'-----------'---__......
MUSTAFA KEMAL AYDINLIGI
Ben sadece düpedüz Mustafa Kemal derim,
Eğer bana sorarsanız ...
Size kalırsa ona:
Deniz, derya, güneş, hayat ôersiniz.
Mavi gökler, mavi dağlar memleketi Türkiye'm!
Yüzyıllardır bu toprağa ay doğar, güneş doğar ..
Yüzyıllardır ne zaman ışıdı böyle toprak?
Yüzyıllardır ne gün böyle uyandık biz?
Yatardık, kalkardık, Tanrının
günü,
Gece .. gece ... Hep gece .. Yine gece
Ve bir türlü sabah olmak bilmezdi
Alınlarımız, yüzlerimiz, gözlerimiz.
Ateşimiz yanardı,
tütmezdi dumanımız!
Sanki bir kör kederler içindeydi içimiz.
Ama şimdi her birimizin bağrındaki ateşten
Doğar hergün bir Feniks.
Biliyorum, artık tüm gerçek adınızı,
Bir Mustafa Kemal'siniz hepiniz:
Biliyorum mutluluklar, biliyorum günler sizi,
Siz ne 27 Mayıs, ne de Perşembesiniz.
Daha bir gidin Ergenekon'a doğru iradesinden,
Daha bir gelin Fezalar Çağı'na gözleriyle;
Samsun'dan, Sakarya'dan, Kızılay'dan, Beyazıt'tan
Hep O'nu göreceksiniz.
Hep O'nu görmekteyiz şimdi
Oğuz gibi, o Bozkurt'u hep bir aydınlıkta biz ..
Sesleniyor ve diyor: «Yepyeni zaferlerde,
Haydi, sizi bekliyor yerleriniz!»
Zeki Ömer DEFNE
- - - - - - - - - - - - - - GALATASARAY - - - - - - - - - - -
GALATASARAY
Galatasaray'ım
has bahçem benim!
Yarınlar fideliğim, değerler fidanlığını!
Sen
karanlık
topraklar kaderine ilk defa
tohum!
açan çiçeğim, dolan meyvam,
Işıklar adına atılmış
Süren
dalım,
Yetişen mutluluğum.
Gören gözüm, duyan kulağım benim,
Sağ düşüncem, sağ duyum!
*
Şu sıralarda, şu karşımda
oturanlar
bir özlem. bir yoksunluğum
Adları değişmiş birer ak umut,
Dün yitirip yitirip bugün bir bir bulduğum.
Şu kim ama, şu masal mutluluğunu
Bozuk paralar gibi harcıyan? tanımıyorum.
Ama seni, ey çocuk: ey saygı, ey başarı,
Her görüş kendimle karıştırıyorum!
Kimse değil,
gençliğimden
*
Galatasaray'ım, has dostum benim!
Sen ey, sınıflarımda kah bir kutlu karışım:
Sesimde Fikret'leri, Haşim'leri duyduğum!
Sen ey, Kars'a git Kars'ta, Paris'e git Paris'te,
;Renk renk sevgi, renk renk hizmet, aydınlık
Dünyaları, haritaları haUnde bulduğum!
Benden torunlarıma kalacak altın madalyam,
Sen ey, göğsümde parlıyan gururum!
Zeki Ömer DEFNE
15
._
16
- - - - - - - - - - - G Al ATASA R Ay·- - - - - - · - - - - - - - - -
Yıkık
Tiyatro
Siz bu yıkık, harap tiyatroyu yoksa
Hep böyle mi kalır sanıyorsunuz ki?
Yeniden kurar kendini, ve başlar oynamıya
Oynanmış, oynanmamiş bütün oyu.nlarını:
En güzellerini, hatta bazan en kötülerini,
Ta sabahla perdelet iı:ı'ip kapanıncaya· dek ·
O her gece etraftan el ayak çekildi mi.
Siz bu yıkık, harap tiyatroyu yoksa ·
Hep böyle mi durur sanıyorsunuz ki?
bu oyunlar hiç kimseler için değil,
Yıldızlar için, sular için, toprak için bile hatta
Artık gecelere bile sığmıyan
Kendi için hepsi.
Ama
artık
Zeki Ömer DEFNE
Telli Kitap
kağıdı vardır Kitab-ı Mukaddes'in
has elbet görmüşünüzdür.
Hani bu yüzdeki yazı görmez o yüzdekini,
Ama «Eski Ahd»inden «YeniAhd»i görünür.
Hani bir
İncecik,
İşte böyle bir k~ğıda bi~ kağıda bir. kitap: bir arada
Baudelaire, Haşim, Michaux, Yunus, Fuzuli
Bir antoloji yapmışlar ... İyi, güzel,
.
Ama gel gör ki, telli.
·
Karacaoğlan,
Hangi
sayfayı açsanız
Yırtılan
bir
gelir bir yerlerimden
sesi.
yaprağın acı
Zeki Ömer DEFNE
- - - - - - - - - - - - - - - GALATASARAY ;...-·--·'-.------·--·---------
Kara Gitar
Çalıyor orda, gecede bir zenci gitarını:
Od ağacından ..
Vura vura göğe suya, yüzünde gözlerinde
Geceler içinde yanmış bir orman.
Bir kanadlar, bir çığlıklar kokusu
Havalardan ..
Tüter uzak özlemler üstüne tüy tüy, ses ses
Geceler içinde yanmış bir orman.
Küsmüş, kararmış bağrımız,
Dünyanın
bir ucunda bağırır kara topraktan ..
Parlar bir gitardan hepimiz adına
Geceler içinde yanmış bir orman.
Dallar yeşerir, kurur ceylanlar boşluğunda,
Bir yalımlar boş parslar oylumundan ...
Vurur sağırlığımıza, körlüğümüze vurur, vurur
Geceler içinde yanmış bir orman.
Zeki Ömer DEFNE
Erozyon
Yine tam bir sınırı geçti geçecek bir kendi:
Uyur-su, uyur-yel.. hep tebdil-kaçak.
Beklemek her gün karakol karakol sınırlarda
İkide bir sessiz, sinsi bir nokta kendimizi
Tam bir çizgiden kopmuş giderken yakalamak.
Ve sonra bakmak bir gün ve sonra görmek bir gün
Çevremizde bizi tutan ne ağaç, ne ot, ne yaprak!
Uymak akan sulara, uymak esen yellere,
Koymak gitmek bir denizlere .. bir .. bir..
Bfr yere, bir yerlere toprak toprak.
Zeki Ömer DEFNE
17
18
- - - - - - - - - - - - GALATASARAY - - - - - - - - - - - - - -
Plak
Dolabı
-Kamil Serdengeçti'yeEn güzel, en seçme dairelerdi
Bir yaz denizlerinden plakları.
Gün, gece Kazancılar çarşısında bile olsa
O kendi evreninde dinlerdi dinleyince
En sakin, en güneşli, en mutlu uzakları.
Bir egzotik mavide açıla açıla zaman
Geni§ler giderdi ta dünya çocuklarına dek.
Duyardı bir sulardan mavi masal atlarının ·
İpek halkalarından gümüş çıngırakları.
Bazan da bir 33 lük Stereo durnr durur,
Başlar allı, mavili çocuk kayıklarından
Eserdi cıVJl cıvıl bir süre rüyalarda ..
Sonra birden bir yaz: Bir altın Çigan,
Ve sonunda muhteşem bir Sonbahar çalardı.
Ama şimdi!.. ya şimdi!. ..
Hangi çocuklar açmış dolabını?
Bu simsiyah, parça parça sesler ne çevresinde?
Bu sulara kimler kırmış atmış plaklarını.
Zeki Ömer DEFNE
El el içinde
Bir
Bir
şey
şey
var elimizde değil,
yok elimizde.
Hep bir hırçın anne sesi ruhumuzda
Hep bir masum korkular elimizde.
«cıss».
Uçurduk bir ak, mavi kuşları gitti gider ...
Şimdi bir gölgeleri sızlar hep elimizde;
Artık
hep hasretini çektiğimiz bir humma var:
Tepserir durur dudağı elimizde.
Büyük eller mi gerek büyük dualar için?
İşte her gün bir çocuğun elleri elimizde.
Zeki Ömer DEFNE
19
- - - - - - - - - - - - ' - - - - - - GALATASARAY
Katakomp
Ölüm toprakları serpilmiş gibi,
Hangi uykudayız, bu ne sessizlik?
Neye bembeyaz, bomboş,
Yoksa okurken okurken bir mutlulukta rüzgar,
Son yapraklara mı geldik?
Nedir bu duvar böyle çevre çevre
Susuşlarla terkler le kalınlaşan?
Nedir üstündeki bu çapraz kemik?
Hangi yıkılmış şehirden geçiyoruz?
Yolun neresine geldik?
Hangi karlı dağlara bakıyoruz,
Yüzümüzde bu çaresiz aklık ne?
Hangi Katakomp'ların soluğu bu serinlik?
Bu taş yalnızlıkta can hangi böcek? ..
Yoksa döndük dolaştık, en sonunda,
O, aşktan önceki yere mi geldik?
Zeki Ömer DEFNE
Arife
-1-
Bu nasıl arife böyle,
Bak bak, bir türlü bayram yok.
Bütün cenazeciler açık, memnun
Şehirde tek çocuk yok.
şehirde;
Bilmez bayram yerleri yeldikleri ne düştür,
Bilir ki ama salıncaklar, hep yel, başka bir
şey
yok
,·t'-·r.;..:..~
Birini giyer gezellerin birini çıkartırım ben,
Ama hiçbir pazarda bana göre bir güz yok.
Zeki Ömer DEFNE
20
- - - - - - - - - - - GALATASARAY - - - - - - - - - - - - - -
Kitapların Soluğu
Varısa kitapların
okuyup okuyup da
bir yerlerine. geldik.
Sanki bir bir açılan mahzenlerden
Yüzümüze karanlığın üflediği bir serinlik.
Yüzümüze· sandukalar içinden geçmiş'lerin
Üflediği bir serinlik küflü, ak.
. Açılan yaprakların aralığından şimdi
Esniyor gibi toprak.
Şimdi sanki yüzyıllar sonra bir ruh,
Ürperir ehramının altında Totangamen.
Düşer mumyasına bir acı gülüş
Altın, gümüş destiler, kaselerden.
Şimdi o sayfalarda ölmüş sevgililerin
Yataklarda donmuş kalmış boşluğu.
Yeşil yeşil sinekler uçmakta satırlardan,
Yapraklar arasında artık ölüm soluğu.
Artık anlıyamadığımız
Zeki Ömer DEFNE
Ziller Çalacak
Zil çalacak. .. Sizler derslere gireceksiniz bir bir.
Zil çalacak, ziller çalacak benimçin,
Duyacağım evlerden, kırlardan, denizlerden;
Ta içimden birisi gidecek uça ese ...
Ama ben, ben artık gidemiyeceğim.
Zil çalacak. .. Siz geminize, treninize gireceksiniz bir bir.
Zil çalacak, ziller çalacak benimçin,
Duyacağım iskelelerden, istasyonlardan bütün;
Ta içimden birisi koşacak ardınızdan ..
Ama ben, ben artık gelemeyeceğim.
Sonra bir gün bir zil çalacak yine,
Hiç kimseler, kimsecikler duymıyacak..
Ne sınıflar, ne iskeleler, ne istasyonlar, ne siz ...
Ta içimden birisi kalacak oralarda ...
Ben gideceğim.
Zeki Ömer DEFNE
- - - - - - - - - - - - - - GALATASARAY - - - - - - - - - - - -
21
YENi DONY ADA JAZZ
Tümümüzün belleklerinde bir türlü
yer bulamıyan jazz hakkında hemen hemen hiç bir bilgimiz yoktur. Onu tanıma­
yız. Karanlık bir kaç etkinin sağduyunun
doğurduğu yalan yanlış isimler, dilimizin
ucunda kıvranır durur. Radyoda çaldığı
sürez hemen düğmeyi çeviririz. Yalnız şu­
nu unutmıyalım ki klasik müziğin yanın­
da jazz yavaş yavaş dünyayı tutma yolun
dadı.r.
Birden meydana çıkışiyle, yeniliği ile,
stiliyle, öfkeleri kamçılatır, tutkuları kabartır. Evrende jazz oranında tez
yayıl­
mamış pek az müzik türü vardır. Püristler
için jazz, notayla değil de irticalen çalınan
bir müziktir. Jazz'ın doğuşu gayet karanlık kalmıştır. Onu nasıl beşiğini, yaratıcı­
larını, adının etimolojik anlamını belirtememenin imkansızlığı içindeyiz. Şimdilik
Amerikada beş kent üzerinde duruluyor.
Fakat New-Orleans tümünden üstün durumda çünkü ilk «jazz-band» orada görül
dü. Jazz adı bazı etimoluglara göre «exciter» anlamına gelen, Afrika asıllı zencilerin lehçelerinden alınmıştır. J azz N ew
Orleans'lı creoller arasında adet olmuştur.
Küçük odalarda, kulübelerde «Hardi les
gars» anlamına gelen «jazz them boys» sözü çok kullanılır. Jazz sözcüğünün Fransızca da (Jaser) fiiliyle ilgili olması mümkündür (jaser: bir nevi müzikal gevezelik)
1905 yıllarında jazz-band adı altında çı­
kan bir dörtlü ya da Chas Washington
adında harika bir baterist bu esrarlı adın
çıkış noktaları olabilirler. Zenci
J ess'ide
bu adın yaratıcıları arasına sokabiliriz.
Kendine özgü stiliyle «Jouer comme Jess»
deyimini yaratmış, bu deyim zamanla değişerek «Jouer comme Jazz,, olmuştur.
Chicago kenti de jazz adının menşei­
nin kendinde olduğunu iddia etti, zira 1914
yılında zenci Jasbo Brown elli kadar sanatçı ile Sam Hire'in «Schiller»
kahvesinde bir çeşit jazz stili kullandılar. Sarhoş oldukları an taşkınlıkları halka da si-
Toktay EMRE
rayet etti ve halk· «Encore Jasbo encore
jass» deyimini kullandı.
·
Birçok tartışmalar sonunda bugün artık New-Orleans jazz'ın beşiği olarak onanıyor. Birçok öncüler arasında en ünlüleri:
Rot Style'in oluşumunda büyük etkileri
olan zenci trompetler: King Oliver ve Louis Armstrong. Ayrıca klarnetist Bechet,
pianist J elly Roll Morton.
1912 den bugüne dek küçük bir beyaz
topluluk «Original Dixiland - Jazz band»
jazz'ın yayıcıları arasında önemli bir yere
sahip oldu. Böylelikle ilk kez jazz sözcüğü yerini buldu. Bu grup 1917 de N.-York'a
geçerek «Columbus Circle» da bir konser
verdi. Afiş manşet halinde «Creators of
J azz,, başlığını taşıyordu. O andan itibaren bu tür müzik önce Amerika ve Avrupa'yı sonra tüm Dünyayı sardı. Beş instrument'dan (klarnet, trompet, trombon,
piano ve bateri) meydana gelen ve 1912
denberi konserlerinde ünlü Saint Louis
Blues'un bestecisi Handy'nin sevilen eserlerini çalan bu orkestra diyebiliriz ki dünyada jazz'ın gerçekten öncüsü oldu. Olaydan hemen sonra J.Morton bu topluluğu
tanımadı zira o kendisini 1902 denberi jaz
zın yaratıcısı olarak kabul ediyordu. Tezini sağlam noktalara da bağlamıştı. Örneğin Stompt ve Swing'i 1906 da bestelediği «King Parter Story,, ve 1907 de bestelediği «Georgia Swing» adlı parçaların­
da kullanmış, Fox - trot türüne bağlı ateşli
Tiger - Rug stilini jazza sokmuştur. Bununla beraber Armstrong'a göre jazz'ın ilk
büyük yaratıcısı Cornet Buddy Balden'
dir. King Oliver'in zenci orkestrası 1918
de kuruldu ... Jean - Cocteau'nun «Le Coq
et L'Arlequin» adlı eseriyle bize ilettiği
vesikalara dayanarak bu orkestranın kurulduğu yıl Atlantiği aşarak Parise git-.
tiğini ve «Casino de Paris»de bir konser
verdiğini söyliyebiliriz. Yazar aynı eserin-
22
GALATASARAY - - - - - - - - - - . . : . . . - - - - -
de jaz'ın gürültüsünden yana yakıla bahsediyor. Baterinin çıkışlarile bozuk gürültülerle ·başında tıkanmış, teshir edici yayı­
lımlariyle dayanılmaz bir müzik haline ge
len jazz, pikap ve teyp endüstrisinin ilerlemesine yardım ederek günümüzde Dancins - Hall'erden çıkmaz olmuştur.
J azz ne tek bir sanatçının, ne dı: bir
orkestranın eseridir. Jazz, çeşitli kolların
sentezleriyle bir şekle doğuş vermiş, stilin sosyal evrimleşmesiyle oluşmuştur. Jaz
zın yaratıcıları tamamen zencidir ve bu
türün de atası «Blues»dur. Burada zenci
umutsuzluğunu tanımlar.
Diğer taraftan bildiğimiz gibi 17 ..yüz
yılda Amerika'ya bir çok zenci ve misyonerler göç etmişti. Barok stili şarkıları
(Coon-Songs), iş şarkıları (Irmak Şarkısı
ve diğerleri) jazz'ın temel müziğinin oluşumunda rol oynamıştır. Sırası ile
Ragtıme (Ragged yırtılmış) Cake - Walk,
·Turkey-trot, fox-trot jazz'ın evrimleş­
mesiyle meydana gelmiştir.
Jazz müziğini şu kısımlara ayırabiliriz:
1) STYLE STRAİGHT Jazz'ın Avrupaya
beyazlardan meydana gelen orkestralar tar'afından yenilikler
· kullanılmıya başlandı. Whiteman, Lewis,
Jack Hylton gibi jazz hakkında bazı yanlış fikirlere sahip bulunan sanatçılar tarafından «Straight» türü jazz repertuarına
alındı. Bu stilde nota ritm, melodi her şe­
ye hakimdir ve hiç bir şekilde çalınırken
değiştirilemez. Straight stili, zenci müziği­
ni elimine ederek, hoş ve sık işlenmiş bir
tür haline getirdi.
yayılmasının başında,
il) STYLE HOT: Hot'un tam türkçe kar
şılığı «çok sıcak, yakıcı» demektir. Bu stil
her şeyden önce solistin kudretine ve çalışın şiddetine bağlıdır. Büyük bir çalma
serbestliği veren bu jazz stili, Straight'ın
zıddı olup, irticalen çalınan jazz'ı ve onun
yepyeni bir stilini gösterir.
Parçalar arasında yapılan sololar Stra
ight stilinde olduğu gibi sınırlandırılmaz,
fakat solistin yaratıcılığına bırakılır. IVJainey ve Bessie Smith Hut stilin ünlü şan-
tözleri, zenci trompetler King Oliver ve öğ
rencisi Louis Armstrong bu türün yaratıcı­
larıdır. Hot stilin diğer sanatçıları: Trombon Harrison, Klarnet Woone ve Bigard,
Alto Saksafon Bennie Carter, Tenor Saksafon Hawkins, Pianist Earl Hines ve Fats
Waller. Hot stili adını, daha güneyli ve samimi olan ilkel şekle bcnziyen N ew Orle~
ans stilinden aldı. Buna karşılık, beyaz s_anatçıların taklidinden doğan Chicago stili irticalen yapılan müziğe daha ince bir
duygu vererek zencilerin düzensiz fakat
yaygın ve sade olan şekliyle sonuçlandı.
Zencilerin N ew Orleanstan Chicagoya geç
meleri, daha yüksek bir ortam bulan «Style Hot Blanc»ı kışkırttı. Bu meyanda Tenor Sax Mesirow, klarnet Teschemacker
ve «Muggsy» Cornet ile birlikte kollektiv
improvizasyonun üstadı (Chicago Ryhtm
Kings) topluluğunu da zikretmek gerekir.
Louis Armstrong ve Duke Ellington
ünlü sanatçılarındandır. İkisi de
Hot'un babasıdırlar. Adeta bir imprevizasyon dahisidirler. Harika bir trompete sahip Armstrong'un stilinin jazz dünyasına
büyük etkileri olmuştur. Çalışında, İtalyan
lirizmine kaçan heyecanı, patetik anlamla
birleştiren sanatçı, sade ve yalın bir usluba sahiptir.
jazz'ın
Duke Ellington'a gelince: yüksek karakterini harika bir çalışla orkestrasyona
sokmuştur. Eserleri imprevizasyondan yok
sun olmasına rağmen stili Hot'tur. İçli bir
kompozitör, kudretli bir aranjör, romantik
bir sanat içinde daha yüksek düşüncelere
yetişme çabaları. İşte Ellington'un ana hat
lan. Bu stilde çalan zenci orkestralar içinde King Oliver, Flethcher Henderson, Rus
sel, Count Basie, Count Pickers, beyazlardan Red Nicols, Casa-Loma, Tommy
Dorsey ünlüdürler.
III) STYLE SWİNG: Hiç bir yeni çemeydana getirmemiştir. «Hollywood Ho
tel» filminin piyasaya ..sürülmesiyle Benny
Goodman orkestrası «Creators of Swing,,
ünvanına sahip oldu. Ad zaten eski olup
şit
- - - - - - - - - - - - - - - - GALATASARAY - - - - - - - ' - - - - - -
günün melodileri ile ilgilidir. (İnstrüman­
ların büyük hacmi, basit bir ritm, dans ha
kınımdan ilginç, improvizasyonlar
artık
yok.) Ve sonra Fox-trot'un çok değişmiş
stili ile Swing meydana geldi.
IV) STYLE BE-BOP: Trompet Dizzy
Gillespie, f\lto Sax Charlie Parker, Baterist Kenny Clarke devrim yaratan bu türün öncüleridir. Bop, temel akoru aşma­
mak şartıyla yabancı notlara eğilim yapmak gibi büyük bir improvizasyon serbestliği verir. Bateri melodi kısmının değiş-.
. mez üyesidir. Notalar zenci tesirini hıra··
kıp klasizme yaklaşmak için daha açıktır­
lar. Bop stili jazz dünyasını ikiye ayırdığı
için dikkati çeker: Eski Orleans jazz'ına
sadık kalanlar ile modern jazz'ın züppeleri..
V) COOL-JAZZ: Bop stilinden bir
çok akımlar doğdu. Bunların içinde Cool
en ilgincidir. Az ilkel, daha ılımlı ve yay
gın olan bu yeni stil, hafif bir uslup, büyük bir saflık aramaktadır .. Bu akımın
ileri gelenleri: Mile Davis, Sax-stan Getz,
Zoot Sims ve Jerry Mulgandır. İntellectu­
el bir stile sahip olan Cool-J azz geleceği hakkında çok şeyler vaadediyor. Bu
gün Anglo-Amerikan kliselerinde Cool
stili koroya yardım etmektedir.
Sonuç olarak jazz tümü ile Latin Ame
rika müziğini (samba) etkilemiştir. Bu
arada jazz'ın operada ve çağdaş müzikte
de yer aldığını görüyoruz. Örneğin Gersshwvin'in «Porggy and Bess» müzikli oyunu blues'ler zemin tutularak hazırlanmış
tır. Ayrıca yine aynı bestecinin
yazdığı
«Rhapsody in Blue» adlı orkestra ve piano
için bestelenmiş eserde de jazz'ın etkileri
apaçık görülür. Jazz sonraları gitgide evrimleşerek İrving
Berlin'in elinde film
uvertürlerine, fon müziklerine girmiştir.
Sözlerimi bitirmeden önce sizlere son
olarak şunları demek istiyorum:
- Jazz'ı iyimser bir açıdan değerlen­
dirin. Onu muhakkak seveceksiniz.
23
YALAN·
Anne, «al bebeğim bu son lokmayı da»
diye çatalı uzattı. Küçük çocuk inatla başını çekti, dudaklarını büzdü. (Ne hikmetse hiç yenmek istemez o son lokmalar.) An
ne israrla ihtar etti: «Ama sonra ağlar arkandan.» Küçüğün inadı biraz çözüH.j.r .gibi oldu. Ağzını açıp, hiç de iştah verici görünmeyen o son lokmayı alması için ufak
bir de hikaye anlatması icabetti· annenin ..
Şöyle bir hikaye: «Çok çok eskiden iki çon
ban varmış. Memleketin padişahının sürülerini geveleyip karınlarını doyurmaya çalışırken biri diğerine sormuş: «Mehmet be
acep padişahlar ne yer?» Beriki cevap vermiş: «Ne olacak be Durmuş tabii taze ekmekle sovanın cücüğünü.»
Sonra, qaa» dedi Anne «gördün mü;
bak sen daha nazlan.» Çocuk durakladı,
küçük çenesi buruştu, alt dudağı kıvrıldı,
gözleri doldu, sonra hıçkıra hıçkıra ağla­
mağa başladı.
Anne, bütün analar gibi, bu
sıcak
gözyaşları karşısında paniğe kapıldı: «I<.üçüğüm niye ağlıyorsun? Sil gözlerini bebeğim» diye çırpınmağa, çocuğunu öpücüklerle okşamağa başladı. Neyse hikayeye
daha güzel bir son buldu da tombul yanaklardan süzülen damlalar durdu: «Ama
sonra ne olmuş biliyor mcsun? O çobanlar zengin olmuşlar ve o büyük caddedeki
büyük apartmanı almışlar.»
Çocuğun gözleri güldü. Dünyalar onun
oldu artık.
Bir süre o büyük caddedeki o büyük
apartmanın önünden geçerken içi titredi
saadetle. Sonra hikayeyi de unuttu, çobanın apartmap.ını da. Epeyi bir zaman geçti. Bir p:ün yine o büyük caddedeydi. Aniden eski hikayeyi hatırladı. Bir de o buyük
apartmana baktı ki, k<:tpının önündeki
mermer basamaklarda iki hırpani kılıklı
köylü kuru ekmek g2veliyorlar. Ağlıya­
madı eskisi gibi; zaten istese de ağlıya­
mazdı artık, ama bir kötü oldu içı..
Turhan ILGAZ
24
- - - - - - - - - - - GALATASARAY - - - - - - - - - - - - - - -
•
ŞEHIR
HATLARI
erken saatlerinden. gece yarı­
sına dek durmadan İstanbulun tüm halkı­
nı Anadolu"dan Rumeli'ye,
Rumeli'den
Anadolu'ya, Boğaz'ın ta sonuna, Adalar'a,
Yalova'ya, Pend.ik'e taşıyan ufak, büyük,
çeşit çeşit vapurlar ...
Acaba içimizden kaçımız şu çeşit çeşit dediğim vapurlar, daha doğrusu Şehir
Hatları İşletmesi üzerinde kafa yormuşuz­
dur? İşte şimdi ben size oldukça yabancısı
olduğunuz bir konudan,
becerebildiğim
kadar Şehir Hatlarından bahsedeceğim.
Mete GÜRER
Sabahın
Bugünkü Şehir .Hatları ilk kurulduğu
zaman «Şirket-i Hayriye» adını taşıyor­
du. O zamanki vapurlarda seyahat edenler
bugün artık parmakla gösterilecek oranda
az. Ben ve benim kuşağımın ise onlar hak- ·
kındaki bilgisi ancak müzelerdeki maket
ve resimlerden ibaret: Günümüzün modernliklerine alışmış gözlerimize, siyah,
upuzun bacaları, kıç taraftaki çarkları, harem-selamlık örneği, kadınların ve erkeklerin ayrı ayrı oti.ırdukları kısımları
ile o vapurlar ne garip görünüyorlar. O
zamanlar günümüzdeki gibi çok iskele de
yokmuş. Zaten vapurların hızları da bugünküne oranla pek azmış. Üsküdarlı gazete satıcısı Digo Mustafa'nın hikayesini
bilmem bilir misiniz? Bu Üsküdarlı Digo
Mustafa, her gün sabahleyin iskelede Boğaz vapurunu beklermiş. Vapur Üsküdar'dan kalkarken o da gazete sata sata Kuzguncuk'a doğru koşmıya başlarmış. Kuzguncukta vapuru yakalar, biner, Beylerbeyi"nde iner, Çengelköyü'ne dek koşar, orada tekrar vapura binermiş. Böylece bir iskelede inip ötekinde binerek Çubuklu'ya
kadar varırmış Digo Mustafa. Oradan da
Beykoz'a müthiş bir koşu tutturur ve Beykoz'a da vapurdan evvel varırmış. Sonra
da, zavallı kaptanın damarına basmak için
olacak herhalde, iskeleye çıkıp «Kaptan
baba, yazıyor, havadisler..» diye basarmış
feryadı. İşte sizlere bir Şirket-i Hayriye
vapurunun bir insana oranla hızı. Tabii
bu işin mizah yönü. Şirket-i Hayriye'nin
o günün ortamında ne büyük faydası olduğu tartışılmaz bir gerçek.
'
Şirket-i Hayriye'de görülen ilk uskurlu vapur TARZINEVİN'dir. Tarzınevin ile
başlıyan evrim yavaş yavaş genişledi, yandan çarklı vapurlar uskurlularla değiştiril­
miye başlandı. Benim görmek mutluluğu­
na eriştiğim tek yandan çarklı·vapur, hala
anlıyamadığım bir neden yüzünden, yıl­
larca önce Haliç sularına gömülen BOSTANCI'dır.
Biraz yukarda «evrim» sözcüğünü kulOysa ki, bir kurumda evrim hiç
bir süre bitmez. Onun için size biraz da,
Şirket-i Hayriye'den değil de Şehir Hatlarındaki evrimlerden bahsedeceğim, denizciliğe ilgi duyduğumdan bu yana görebildiğim evrimlerden.
İlk söz edeceğim nokta, çok önemsiz
gibi görünüyorsa da, kentimizin dillere
destan güzelliği akla getirilirse önemi kavranacaktır sanının.
Kadıköy
iskelesinin
Köprü'ye dik durduğu zamanlar, tüm Şe­
hir Hattı vapurları mateme girmiş gibi
siyaha boyalıydılar. Bugün hepimizin de
gördüğümüz gibi, tümü de iç açıcı bir beyaza boyalı.
İstanbul kenti günden güne büyümekte ,nüfusca artmakta. Dolayısiyle Şehir
Hatları'na olan talep de fazlalaşmakta. Bugün ise, yazımın başında da belirttiğim gibi, Şehir Hatları'nın elinde çok tipte vapur var. Bu vapurların. büyük kısmı buharlı. Çoğunlukla makine dairelerinde bulunan, yapılış yer ve tarihlerini gösteren
plakalarda (Marseille 1905) kelimelerini
görebildiğimiz gibi, (Glasgow 1961) yazısı­
nı da okuyabiliriz. Görülüyor ki Şehir Hatları, iki yıllık vapurların yanında altmış
yıllık vapurları da kullanıyor ya da kullanmak zorunda kalıyor.
landım.
- - - - - - - - - - - - - - - GALATASARAY - - - - - - - - - - -
Şehir hatları
Son yıllarda tüm vapurları içine alan
bir revizyon kampanyasına girişildi. Bu
revizyon sırasında, çok olumlu bir düşü­
nüşle, Deniz Kuvvetleri'nin Gölcük tesislerinden de faydalanıldı; örneğin KADIKÖY, ALTINKUM ... Fakat Şehir Hatları
İşletmesini bu revizyonlara bazı zorunlulukların da ittiği bir gerçek. Gene bazı örnekler verelim. Anılarımızdan silinmiyen
"Üsküdar faciası»ndan sonra ÜSKÜDAR'ın kardeşi RUMELİKAV AGI'nın; iskelede
bağlı iken yanan HEYBELİADA'nın mecburi revizyonları gibi. Sonra işletmenin
en küçük vapurlarından olan SARIYER
ve KOCATAŞ'ın tadilatları.
Fakat itiraf etmek lazımdır ki, vapurları
yenilemek kadar yeniden vapur satın almak, ya da inşa ettirmek gerekiyor, çünkü
eldeki vapur sayısının gelecekte halkın
ihtiyacına ne kadar
cevap verebileceği
meçhul. Bu vapurlardan bir çoğunun da
miadlarını doldurdukları görülüyor.
Yeni vapurlar dedik. Acaba bu vapurların muhakkak dışardan
alınmaları gerekiyor mu? Kişisel kanıma göre hiç te değil? Tersanelerimiz bugün rahatlıkla şehit
hattı vapurları inşa edebilirler. VANİ­
KÖY, BEYKOZ, ORTAKÖY, ÇENGELKÖY, deniz otobüsleri BOSTANCI ve
CADDEBOSTAN bizde inşa edilen mazotlu vapurlardır. Evet, bu vapurlar, hız
ve yolcu kapasitesi bakımından dışarıdan
25
MALTEPE vapuru
getirilen PAŞABAHÇE, DOLMABAHÇE
FENERBAHÇE ve KANLICA ile 8 kardeşine ·yaklaşamıyorlarsa da, herhalde Şehir
Hattı vapurları arasında, örneğin bir İN­
ŞİRAH'tan daha fazla fayda sağlıyorlar.
Zaten İstinye'den geçen yıl denize indirilen MALTEPE ile yakında tamamlanacak
kardeşi SUADİYE'nin, ben KANLICA tipi
vapurlardan pek az farkını buluyorum.
Tersanelerimizde, beş altı yıl içinde, görünüş estetiği, hız ve yolcu kapasitesi bakı­
mından ne büyük ilerlemeler kaydedildiği­
ni anlamak için MALTEPE ile YENİKÖY'
ü ki, 1952 de Hollanda'dan alınmıştır, kı­
yaslamak yeterlidir kanısındayım.
. Biraz da Haliç problemine değinmek
istiyorum. Haliç Hattı, Şehir Hatları İşlet­
mesi'nin onmaz bir yarasıdır. Bu hatta çalışan vapurların hızlarını ve
Unkapanı
Köprüsünden mütevellit zavallı görünüş­
lerini (bu vapurlar köprünün altından
. geçtikleri için direksiz, mavna gibi acaip
şeylerdir) tekrarlamıya lüzum görmüyorum. Bir aralık, o çamurlu sulara sokulan
canım deniz otobüsleri
BOSTANCI ve
CADDEBOSTAN da bu problemi halledemediler. Fakat son günlerde Haliç'te gördüğümüz CAMİALTI «l» ve CAMİALTI
«Ih vapurla~ı, bize İşletme'nin bu davaya
eğildiği kanısını uyandırdı ve Haliç Hattı" nın geleceği hakkında umut verdi.
(Devamı 32 nci Sayfada)
26.
GALATASARAY-------------
Eski Galatasarayhlar
Feyhaman Duran'la
Eski Galatasaray'lılar sütununda bu
defa da bir sanatçıyla röportaj yapmayı
uygun bulduk ve Tevfik Fikret'in de yakın arkadaşı olan ressam _Feyhaman Duran'a,_Beyazıt'taki şirin atölyesinde aşağı­
daki soruları sorduk.
- Tahsilinize önce nerede başladınız,
Galatasaray'a ne zaman ve nasıl. girdiniz?
- İptidai mektebde, Hıdıkat-i Maarif
mektebinde okudum. 9 yaşları~da Galatasaray'a girdim. Hoca oldum, muavin oldum, yazı dersi gösterdim, fransızca kaligrafi gösterdim. Sonra. beş sene kadar resim muavinliği yapmıya başladım, ondan
sonra Abbas Paşa beni A vrupa'ya gönderdi.
- Duyduğumuza göre Tevfik Fikret'le çok dostmuşsunuz?
- Evet çok severdik, hocamızdı. Talebe olarak üç dört ay bulundum, daha
sonra hocalığım sırasında o müdürdü.
Kendisi çok çalışkandı. Mekteple çok alakadar olurdu. Geceleri ufak sınıf talebelerinin yatakhanelerini gezer, çocukların
,üstlerini örter, onlarla bir baba gibi meş­
gul olurdu.
Fikret giderken «evladım fesini düzelt» demez, kendi eliyle düzeltirdi. Yerde bir çöp görür, alır, kendisi götürür çöplüğe atardı.
Resmi çok severdi. Çok güzel bir koleksiyonu vardı. Bir gün «bana gelin de
beraber bakalım» dedi. Bir gün gittim,
bakıyoruz. Bir ufak çocuk vurdu kapıyı,
girdi içeri. Fikret hemen kalktı yerinden,
ta yanına kadar gitti, «ne var evladım?»
dedi, meşgul oldu. Bu benim tuhafıma gitti ise de sonra ufacık bir çocuğa terbiye
öğrettiğini anladım.
Bir gün de,
Hallık Şehsuvaroğlu,
şen Eş~ef; Fikret'le
otururlarken
RuCenap
Konuşma
Şahabettin gelmiş galiba. Hemen kalkmış­
lar tabii. Fikret «Oturun, oturun, ne kalktınız» demiş. «İşte efendim, biz rahatsız
etmiyelim» «yok» demiş, «O Cenap Şaha­
bettin bey, sizin ne olacağınız belli değil
ki .. » Her haliyle bir dersti.
Aşağıdaki benim
kaldığım muallim
odasında, Arslanyan efendi, Şevket
Dağ
bey ve ben toplanıp konuşurduk. O sırada
kalorifer tesisatı yapılıyordu ve duvarda
bir delik açılmıştı. Duvarın komşu olduğu
tarafta da Fikret ders verirdi, tabii sesi
de gelirdi. Ben de duvardaki deliğe· huni
gibi bir şey yaptım, ses daha iyi çıksın diye. Orada oturup dinlerdik, fevkalade anlatırdı, şiir okurdu.
- Resim tahsilinizi nerede yaptınız?
- Burada mektebe pek devam edemedim, Avrupa'ya gittim. Orada «Academie
Julien» ve «Academie des Beaux Arts» da
çalıştım.
-
Tahsilde
arkadaşlarınız
kimlerdi?
- Çallı İbrahim, Hikmet Onat, Nazmi Ziya, Namık İsmail.
- Paris'te bulunduğunuz sırada san'at
cereyanları nasıldı?
Daha modern şeyler yeni başlamış­
tı. Çallı ile Cezanne'ın resimlerinin teşhir
edildiği bir sergiye gitmiştik. Bize çok tuhaf geldi bu çarpuk Çurpuk şeyler. Güzel
renkler vardı ama pek bir şeye benzemiyordu. Hem hoşuma gitti hem bir şey an-
lamadım.
Paris'te bulunduğunuz sırada çesanat ekollerinin sizde ne. gibi tesiri
oldu?
- Lucien Simon ve Castelle Lucho"yu pek severÇlim. Arts Decoratifs okulunda akşam kurslarına devam ettim. Gece
saat birde otele dönerdim, o kadar yorgun
olurdum ki soyunmadan yatağa yatardım.
Bir gün de Çallı İbrahim ile birlikte
-
şitli
- - - - - - - - - - - - - - - GALATASARAY - - - - - - - - - - - -
Eski ve yeni
Galatasaraylıların
Seine köprülerinden birinin altında resim yapıyoruz, yağmur da yağıyor. Yanı­
mızdan şemsiyeli bir
adam geçiyordu.
«Ah, Voila le vrai amour de l'art» dedi. Bu
sözleri bugün bile unutamam. Paris'te
nasıl bir sanat anlayışı olduğunu görüyorsunuz değil mi?
- Arkadaşlarınızdan sizde en çok hatıra bırakanı kimdir?
- En fazla Çallı ile çalışırdık, o oldu.
-
Bu günkü
çağdaş
ressamları hakkında
nuz?
-
Türk resmi ve
neler düşünüyorsu­
sohbeti
gindir.
- Herhangi bir ekolün etkisinde kaldınız mı?
- Hayir, hiç bir ekolün arkasından
gitmedim çünkü hepsinde sevdiğim bir
şey var. Zaten bir adamın tıpkısını taklit
etmek doğru değildir, çünkü insan ne kadar birisini taklit etse ondan o kadar geri
kalır. Asıl sanat, insanın kendine nıal ettiği sanattır. Kendine mal ettiği şey onun
herşeyidir, istese de onun dışına çıkamaz.
Sanatın
güzel
tarafı insanı
daima ara-
mıya sevk etmesidir. İnsanı modern'e göŞimdiki
resim anlayişı bizim zamanımıza nazaran çok değişti ve ilerledi.
Zamanın gençleri bizden çok bahtiyardır.
Bizim zamanımızda bize resim yaparken
mani olurlardı. Şimdiki ekolleri zamanın
yarattığı geçici şeyler olarak görüyorum.
Asıl sanatı klasik sanat olarak kabul ediyorum. Şimdikiler zamanın havasına uyuyorlar. Asıl sanat klasiklere bağlanmalı­
dır. Tabiatı daima nazarı
itibara almak
13.zımdır. İnsan tabiattan ayrıldığı zaman
çok şey yapamaz, çünkü tabiat çok zen-
türen de bu histir. Yalnız, bir yenilik yapmak, bir de güzellik yapmak vardır. San'atta yenilik ile güzellik paralel olmalıdır.
Bir şey yapmak için sevmek lazım, sevmeyince olmaz.
Oldukça vaktini aldığımız ünlü ressamımız Feyhaman Duran'ı daha fazla rahatsız etmek istemedik ve müsaade alıp
güzel atölyesinden ayrıldık.
Hamdi BARIŞTIRAN
Selçuk GÜRBÜZ
Ahmet OYGAR
28
- - - - - - - - - - - GALATASARAY - - - - - - - - - - . - - - - -
Beyaz Yün Çoraplı Kızlar
Beyaz yün çoraplı kızlar vardır düşlerimde
Lacivert kazaklı genç . çocuklar Edilmemiş
dansları ederiz kol kola Siyah sarı saçları
o kızların şehvetten başka duygular çiçekler
bana Bacaklarımızı savura savura boğazımızı
yırta yırta koşa:rız Kitaplar havada uçuşur
Sçmra uyanırım üzerimde kirli pijama vardır
Ayağımda hanalık çoraplar
Dışarda bir tren geçer
Omer Hayyam'dan Rubailer
Eğer
elimde olsaydı benim gelmezdim dünyaya
Ne de ayrılırdım ondan bir kez gelince
Hepsinden de iyi olurdu elbet
Ne gelseydim ne ayrılsaydım ne de var olsaydım
Meyhanede sensiz olmak
Camide sensiz dua etmekten iyi
Ah,
yaradılışın başı
ve sonu
İstersen yak istersen sev beni
Şarap
içmek güzel, sevmek iyidir
İnananın riyasından
Eğer
cehennem içenin ve seveninse,
Cennetin yüzünü kimler görecek?
İngilizceden Çev. N.ÖKTEM
- - - - - - - - - - - - - - GALATASARAY - - - - - - - - - - -
29
-·~
Ballade A Une Parisienne
Pembe bir Faris akşamı tanımıştım seni
Champ Elysees'nin ıslak kaldırımına vurmuştu, gözlerinin
yeş_~H
Yalnızlık dularımın cevabıydın
Sarı saçlarını Tanrı
benden
kıskanmasay<lı
Parislim.
Benliğimde gezmiştin,
Farisi gezdirirken bana
beni dudakların
Karamsariıkdan kuduran evrende toz pembe'mdin
Tebessümünü Mona Lisa'yla mukayese ettiğim gece, Parislim.
Sacre coeur'de
titretmişti
üstüne yemin etmiştik
Aşkı aramıyacaktık bir daha
Acı yeşil gözlerin kahretmişti beni
Sarı saçlarının Seine nehrine değdiği gece Parislim.
· Dolu
şarap bardaklarının
L'amour c'est comme un jour'la vedalaşmıştık
Kahpe bir Faris şafağında
Eifel'i İstanbula taşırdım kavuşabilseydim sana
Boş şarap bardaklarında, boş yere aradım, seni Parislim.
il
Kar yine sensiz yağdı bugün İstanbul'a
Kuzey rüzgarı kadar merhametli
Sevmek kadar acı
Sen Paristen de güzeldin Parislim.
Mektup yazdım yine senden bana
Gözlerinin acı yeşilinin ötesinden
Parmaklarım saçlarında dolaştı yine
Seine nehrinin gölgesinde Parislim.
Bugün seni gördüm, Eifelden gülümsedin bana,
Yine izin almadan öptüm, cehennem dudaklarından.
İçimdeki burukluğu doya doya tattım,
Hayat dört defa Faris, Altı defa sensin Parislim.
Seni
andım
bu gece yitik rüyalarda
gözlerinde, uyandım şafak saçlarında,
Zaman kadar kırıldım sana,
Fransa haritasında, boş yere aradım seni Parislim.
Yaşadım yeşil
Alparslan KARAGÜLLE
- - - - - - - - - - GALATASARAY - - - - - - - - - - - - - - - -
OLAYLAR YANKILAR
ÇAY
Çayımız bu yıl da 11 Nisan 1964 Cumartesi günü Hilton'da yapıldı. Uzun zamandanberi dedikoduları dolaşan VEDA
çayının hususiyeti bekar sayısının yok denecek kadar az olmasıydı. Sayın hocamız
Hikmet Gurtav'ın dansı ile açılan çayda
Louis Binder ve orkestrasıyla İtalya"nın
müzik dolu meltemi şadırvanı doldurdu ...
Parti, çay gibi şeylerle pek fazla uğraşmı­
yan Ticaretlilerin gelmemesi normal karşılanırken, Fenli k1:rdeşlerimizin kız bulmak için M.Balleret'nin şefkatine sı~ın­
maları acı alaylara yeslie oldu.
Uzun uğraşmalardan sonra Semra'yı
getirebilen Kedi Zafer ise Mart ayındaki
h.alinden çok daha mesut görünüyordu.
Diğer çaylarda olduğu gibi en çok eğ­
lenenler yine Şanlı Edebiyat öğrencileriy­
di-:-·çalışmalarının bo-şa gitmediğini ispat
eden tiyatrocularımızın masasında Hamra,
Nil, Taniz ve Zeynepten kurulu Notre Dame de Sion ekibi neşeli saatler geçirip bol
bol dans etti. Mirza'nın Kadıköy'ün bütün kızlarını davet ettiği masada bulunan
Aksel ve Yalçın ise Bekar geçirdikleri gün
lerin acısını bol bol çıkarttılar .. Çetin, Engin, Nevzat, Ersoy, Mehmet Alinin oturduğu bekarlar masasından dans eden çiftlere ılık espriler yağarken pistin yanındaki
bir masada İlhan ve Ramona çifti birbirlerine aşk nağmeleri fısıldıyorlardı. Bütün Edebiyat'ın olması için dua ettiği bu
aşk ta böylece başlamış oldu.
Ayni masanın girbirine yakışan diğer
iki çifti ise yaptıkları en yeni Hully
gully ile alkış toplayan Mehmet Fatma ve kalbindeki hislerinin yüzüne vurma
sı ile sevilceleri azan Vasıf Semiramis
çiftiydi. Üsküdar Kolejinin Sezi ve Birgül
gibi _iki ağırbaşlı kızının da burada oturması masaya ayrı bir hususiyet kazandır­
mıştı: Çayın en sempatik çifti seçilen Baran ve Aysun kardeşlerin dansa kalkması
ile epeyce sıkışan pistte artık nişanlılar
listesine dahil edebileceğimiz Arap Kemal
- Z.Zeynep çifti Sarı ve Siyah renklerin
bağdaşabileceklerini ispata çalışıyorlardı.
Müdürümüzün gözlerimizi yaşartan veda
konuşmasını müteakip uzun yıllardanberi
Galatasaray'a hizmeti dokunan Necati beyin son sınıfların kendisine takdim ettiği
ufak hatırayı alırken duyduğu heyecan
gözden kaçmadı.
Okulumuzun daima iftiharla anacağı
Galatasaray Vokal grubunun yaptığı yarım saat süren dans müziği çayımızın ha
vasını kazanmasına sebep oldu. Timurun
ayağımıza kadar getirdiği Faris havasını
bol bol teneffüs etmeden evvel de Young
Beatles grubu çayımızı renklendirdi:
Özellikle geçen yıllardaki çaylardan
daha iyi ve neşeli geçen çayımızın hazır­
lanmasında büyük yardımı dokunan arkadaşlarımıza ve çay tertip komitesine
en
derin temennilerimizi sunmayı bir borç
biliriz.
Kol
Faaliyetl~ri
KÜLTÜR ve EDEBİYAT KOLU
Geçen yıl kurulan İstanbul Liseleri Kültür ve Edebiyat Kolları Özel Birliği, bu yıl dokuz liseyi kapsıyan bir Bilgi
Yarışması düzenlendi. Soruların American
Field Service İstanbul Dalı tarafından hazırlandığı bu yarışmada lisemiz toplam 220
puanla birinci oldu. Lisemizi, genel klasmanda, sırayla Notre Dame de Sion Kız
Lisesi, beraberce Alman ve Darüşşafaka
liseleri, Haydarpaşa lisesi, Üsküdar Amerikan Kız Lisesi, Vefa lisesi ve idari sakın­
calar yüzünden yarışmalara girmiyen Kuleli Askeri lisesi ile diskalifiye edilen İs­
tanbul Erkek Lisesi takip ettiler.
1 Mart 1964 Pazar günü, N otre Dame
de Sion Kız Lisesiyle işbirliği yapan lisemiz, geçen yıl ölen ünlü Franszı yazarı J ean COCTEA U'yu anmak için Fransızca bir
gün düzenledi. Okulumuzda yıllardır özlemini çektiğimiz böyle bir gün, büyük bir
- - - - - - - - - - - - - - GALA TASA RAY
e~sikliği kapadı kanısındayız.
l
M.Vouzelaud'nun açış konuşmasından sonra, sırasıy­
la Notre Dame de Sio~'dan Emine Santur'
dan Cocteau'nun hayatı ve eserlerini, Taniz Oralbi'den ise bazı şiirlerini dinledik.
Bu günde, lisemizden konuşan Mete Gürer ve Semih Abut gerçekten başarılıydı­
lar. Bu güzel gün, Cocteau'nun «L'Orphee»
adlı filminin gösterilmesiyle son buldu.
Kültür ve Edebiyat Kolu'nun 21 Mart
Cumartesi takdim ettiği «Absurdite - Abs
traction» günü ise tek kelime ile nefisti.
İlk kez ~debiyatta Absurde üzerine, Mete
Gürer'den Zafer Ataylan'ın yazdığı «Kafka'da Uyumsuz,, ve Tayfun İndirkaş'tan
«Camus'de Uyumsuz,, adlı iki konuşma
dinledik. Sonra Adnan Onart, çağdaş ozan
larımızdan Edip Cansever'in sanatından
bahsetti ve Picasso'nun «Pikadorlar serisi»nin filmi seyredildi. Kısa bir aradan son
ra Bülent Becan, diapositif örneklerle çağ­
daş soyut ressamları tanıtladı. Son olarak,
seyrettiğimiz Andre Masson filmi ile bu
güzel gün sona erdi.
4 Nisan Cumartesi ise, Konferans salonumuzda, Özel Birliğin hazırladığı «Cubisme» günü vardı. İlk önce Alman lisesinden Fatma Koray ve Kıvanç Sunman
diapositiflerle Cezanne'ı başarılı bir şekil­
de tanıtladılar. İkinci olarak Darüşşafaka
lisesinden Braque'ın sanatı ve hayatını
dinledik. Sonra Notre Dame de Sion'dan
Gülçin Orhon
edebiyatta Cubisme'in
önderi Guillaume Apollinaire'den bahset
ti. Son olarak ise «Cubisme» konulu bir
film seyrettik.
--·-----·---·-- ----·- - - - - - - - - - -
Tekaütler
Maçı
geleneksel tekaüt maçı 16 kişilik Fen Sı­
nıfı tekaütleri ile 46 kişilik edebiyat sınıfı
tekaütleri arasında oldu: Yalçın, Arap Ke
mal, Katil Mirza ve Ahmet Kamil'in boru
ve trampet takımlarıyla sahayı neşe ve
şamataya boğmalarından sonra,
maçın
yıldız kadrolarını hoparlörden işittik. Fen
tekaütleri: Kaleci Göbek Mehmet, bekler: Avare Semih, Alyanak Erkut, Poti
Alı.met,
Forlar Kedi Zafer, Hindi Ertem,
Nejat, Edebiyat Tekaütleri: Kaleci
Uçan Amerikalı D. Niyazi, bekler: Kont
Rodriguez Selçuk, Lord Astor Ahmet, for· ıar Eyfel Nevzat, Arap Turhan, Beygir
Doğan, Odun M. Ali, Mouton İlhan.
Şak
Maç asil, güzel, sevgili hocamız Dilanazik vuruşuyla başladı.
Nevzat topu kaptı gidiyor ama nereye? Avuta.. Göbek Mehmet; Avare
Semih; kahraman Çanakkale müdafaasını
bir daha tekrar ederken hakem A.Ramazan koca vücuduyla koşuyor
ve zayıflıyordu. Sahanın yıldızlarından
Odun M.Ali'nin uzun bir pasını yakalayan
Nevzat şahane bir vuruşla topu gole çevirdi. Bu anda yatakhanelerde Şerif Soysal, Kavun İbrahim, Kılçık Çetin ve Taratorcu Altan dörtlüsü sahayı suya boğdu­
lar. Altan' a göre insan ne kadar çok su
yerse o kadar iyi oynarmış. Niyazi'nin harika kurtarışlarına rağmen Ramo haksız
bir penaltı veriyor. Bu anda bütün saha
halkı Ramoya hücum. ediyor. Başına örtü
g;:::çiriyorlar. Poti Ahmet'in düzgün vuruşu Niyazi'yi mağlCı.p ediyor ve devre 1 - 1
bitiyor.
İkinci devre bütün civar evlerinin de
seyri altında başlıyor. Yıldız M.Ali dalıyor
itiyor, vuruyor, çelme takıyor yıkıyor, yani futbol için gerekeni yapıyor ve Nevzatı hücuma geçiriyor. Neticede bir gol atı­
yor. Vaziyet 2 - 1. M.Aliyi parçalıyacak­
lar. Oyuna giren Beygir Doğan harika bir
driplingle bir gol atıyor ama fenler Ramo'
ya para yedirdiklerinden gol sayılmıyor.
Derken fen'in fırsatçı ve golcü elemanların
dan I:Cedi Zafer karambol filan derken golü
atıyor. Vaziyet 2 2. Avare Semih , Nejat ve Ergut iyi bir müdafaa yapıp başka
gol yemiyorlar ve maç 2 - 2 bitiyor. Ama
hadiseler bitmiyor. Boru sesleri arasında
Ramo'nun etrafı çevriliyor ve birden bir
kova su kahkahalar arasında kafasından
aşağıya dökülüyor. Edebiyatın gövde gös
terileri arasında herkes derslere gırıyor.
Esprit de geometrie ile esprit de finesse
berabere.
ra
Hanım'ın
----------GALATASARAY - - - - - - - - · - - - - -
32
s
A
R
(Baştarafı 4 üncü Sayfada)
Banklardan birine oturup düşünüyorum.
Fakat bankın soğuğu etime kadar geçiyor.
Acımaya başlıyorum banklara, çiçeklere,
karşımda duran havuza, her şeye. Yazık
değil mi onlara? Hem onların gömlekleri
de yok benim gibi. O sırada kar yağmıya
başlıyor. Ellerimle kar tanelerini yakalamağa uğraşıyorum.
Soğuk
'
da git gide
artıyor.
Fakat, hay-
Taşt~ mı?
(Baştarafı 5 inci Sayfada)
du. Güneş, mor mor yanıp sönüyor, tarla
dönüyor, başaklar daha, daha hızlı sallanıyorlardı. Kulaklarında, geçen, düğünün
davulu döne döne gümbürdüyor, ruhunda
büyüyordu. «Eşek gibi diklenme.» Ayağınla, Hasan'ın bileğine vurdu,· taşı düşür­
dü, eğildi aldı: «Ne bakıyon hala yavşak
ağızlı?
Get be işine! Hasan ağzını açtı:
«Ver taşımı, ver!» Güneş dışını, etini yakıyor, içinin buzunda yansıyor, her yerin
geriyordu. Taş parlamaktaydı. Taş gözünü alıyor, gözbebeğini kaplıyordu. (Göz
bebeklerinizin tekmelediği sizler, yana çekilin!) o büyüyor, her yerden onu duyuartık taş taş atıyor, her yerden onu duyuyordu. İçi gerildi, gerildi Yel çoğaldı, hız
landı, hızlandı; karanlık, taşın çevresinde
koyulaştı, koyulaştı.., ve atıldı, taşı kaptı,
vurdu vurdu ...
Onu görmeli miydiniz? Ondan önce
bir sorum var: Bana «Sat!» diye mutluluğu verdiler, isteyeniniz var mı sizin?
Claude Simon
(Baştarafı
7 nci Sayfada)
Bu ifade tarzı bazan okuyanın cesaretini kırar ve hatta onu sinirlendirir, fakat
yazara başkaları gibi yazmadığı için sitem
etmek boş olur. Claude Simon, erişmiş bulunduğu zenginlik ve kuvvetle artık tecrübe devresini atlatmış olduğunu ve çareleri
ile, stilinin tamamen hakimi bulunduğunu
ispatlamıştır... Georges Markow - Totevy'
·den, çeviren: Bülent Papuççuoğlu
H
-0
Ş
ret, artık üşümeğe başlıyorum .. Vücudum
hafifliyor. Kuvvetli bir uyku bastırıyor.
Şöyle rahat bir döşek olsa da yatsam diyorum. Ama ne hacet, şu kanape de bir yatak kadar rahat. Hemen oracığa büzülüveriyorum. Oh! Eminim ki benden rahatı yok
tur bu dünyada. Yavaş yavaş derin bir uykuya dalıyorum. Artık benim için ne soğuk var, ne o güzel çiçekler, ne de o kirli
sokaklar. Onlar yaşanmış birer hatıra olarak geride kaldı, bütün herşeyimle beraber.
Sabah kalkınca cebinde kalan tek yirmi beş kuruşla bir gazete alıyorum. Fakat,
başlık beni hayretler içinde bırakıyor:
«Parkta geceleyen bir sarhoş soğuktan
donmuş bulundu.>
... Demek, ben ...
ŞEHİR HATLARI
(Baştarafı 24 üncü Sayfada)
erken saatlerinden gece yarı­
sına dek durmadan Anadolu'dan Rumeli'ye, Rumeli'den Anadolu'ya, Boğaz'ın ta
sonuna, Adalar'a, Yalova'ya, Pendik'e
gidip gelen, ufak - büyük çeşit, çeşit
vapurlar .. ŞİHAP, EMİRGAN, SARAYBURNU, ÇENGELKÖY, KALAMIŞ, BÜYÜKADA, TURAN EMEKSİZ, PAŞA­
BAHÇE... Size aşinası olduğunuz oranda
yabancısı olduğunuz bir konudan söz açSabahın
tım.
PORTRE
12 nci Sayfada)
cak bir gecede beraber denize girdiler,
ılık kumların üstünde o, George"un kollarında dinlendi.
İşte böyle bir gecenin sabahıydı bu ..
George yatağından kalktı, kollarını yukarıya kaldırdı ve duvara dayadı. Bakışları
tekrar birleşmişti. Yüzünü resme yaklaş­
tırdı, garip bir çekingenlikle dudaklarını
uzattı ve onları resmen yanaklarına değ­
dirdi. Kalbi titriyordu. Bir müddet öyle
kaldı, resmi öptü, öptü. Sonra geri çekildi. Resmin de yanakları ıslanmıştı, sanki
o da George'la beraber ağlıyordu.
(Baş tarafı
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~-
BASILDIGI TARİH: 8/MAYIS/1964
~.,.~llf"!!Jl '"'~''""'''~
''""w"~~fllJii~~ .~ "'"'"...,..
::· '
-·~t.;ı1'"1tluw
1YATAKTAN
SABAHLEYİN
KALKARKEN
HİSSEDİLEN
KIRIKLIK VE
VÜCUT AGRILARINA
KARŞI
OPON, BAŞ, DİŞ, ADALE, SİNİR, LUMBAGO,
R0MATİZMA
AGRILARINI
TESKİN
EDER.
OPON, GÜNDE 6 TABLETE KADAR ALINABİLİR

Benzer belgeler

Oku - Sultani

Oku - Sultani un contentement qui approche de l'extase, les bienfaits d'un enseignement exceptionnel. La flatterie trop evident n'est plus de mode; c' est pourquoi je devrais corriger «les bienfaits d'un enseign...

Detaylı

Oku - Sultani

Oku - Sultani ne retrouve pas dans ces oeuvres foısonvain de prentendre atteindre ala pure obnantes et obscures les sources habituelles jectivite d'une «litterature de constant». Si de son plaisir et de son emot...

Detaylı

OKU - Sultani

OKU - Sultani Toutes ces oeuvres du < Detaylı