Emine IŞINSU - Ünsal Erkan

Transkript

Emine IŞINSU - Ünsal Erkan
İ Ç İ N D E K İ L E R
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA
TÖRE
Yıl: 1 Sayı: 1 Şubat 2012
ISSN:2146-7773
İmtiyaz Sahibi
ve
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Ömer Faruk BEYCEOĞLU
TÖRE’den
Benim İçin TÖRE
Prof. Dr. Ahmet Bican ERCİLASUN / 05
TÖRE’nin Töresi
A. Yağmur TUNALI / 06
Der Beyân-ı Mecelle-i TÖRE
Seyyâh-ı Fâkir Evliyâ Çelebi / 12
Yayın Danışmanı
A. Yağmur TUNALI
Kızım «IŞINSU» İçin
Halide Nusret ZORLUTUNA / 14
Sanat Koordinatörü
H. Nurcan YAZICI
Ahmet ŞAFAK
Betik
İskender ÖKSÜZ / 15
Halkla İlişkiler Koordinatörü
Mehmet Yıldıran YÜCE
Grafik - Tasarım
İsmail KANDEMİR
Editör
Şükrü ALNIAÇIK
iletişim
[email protected]
www.toredergisi.com
İdare Yeri
Çetin Emeç Bulvarı 1314 Cadde
1315 Sokak Can Apt. 7/3
A. Öveçler - ANKARA
Tlf: 0.312.472 70 10
Faks: 0.312.472 10 11
Cep: 0.532.373 11 24
Baskı / Cilt
Emine Işınsu (Sanatçı Dostlarım)
Mehmet ÇINARLI / 16
Işınsu İçin
Tarık BUĞRA / 21
Işınsu’lara Açık Mektup
Muhtar TEVFİKOĞLU / 22
Emine Abla !
Hasan KAYIHAN / 24
İfâde-i Merâm Yâhud Sarı Bir Gül
Yağmur TUNALI / 27
Çâh-ı Bâbil
Dilâver CEBECİ / 31
Kavaklar Ne Güzeldi
İlkin Esen YILDIRIM / 32
Ablam-Ustam Emine Işınsu
Hasan KALLİMCİ / 36
Emine Işınsu İle Röportaj
Nebahat AKBAŞ / 39
Emine Işınsu Hayatı, Şahsiyeti, Edebî Faaliyetleri / 44
Fiyatı: 7 TL
Emine IŞINSU Yazıları
Özde Biriz Çünkü... / 47
Yusuf İMAMOĞLU / 48
Kavaklar Ve Salkım Söğütler / 49
Vermek... Almak / 50
Bir Fincan Kahve / 51
Selâm / 54
Yağmurda Bekleyen Yaşlı Kediler / 55
Bin Atlı Akıncıların Torunları / 57
Ordular İlk Hedefiniz Akdenizdir İleri / 60
CANBAZ’da Şekil Ve Zamana Ait Bilgiler
Necmeddin TÜRİNAY / 101
Emine Işınsu Bibliyografyası
Nazlı YILDIRIMER / 61
Sancı
Yetik OZAN / 117
Emine Işınsu’nun Tiyatroları
Dr. Gıyasettin AYTAŞ / 64
Emine Işınsu’nun Hacı Bektaş Veli
Romanında Bektaşilik Algısı
Serdar ODACI / 118
Emine Işınsu İle Bir Konuşma
Yavuz Bülent BÂKİLER / 69
Türk Edebiyatında Kadın Romancılar ve
Emine Işınsu
Alemdar YALÇIN / 71
Tutsak
Yetik OZAN / 75
Türk Romanı ve IŞINSU
Ahmet Bican ERCİLASUN / 76
Küçük Dünya
Mehmet Şeref ÖNAL / 78
Azap Toprakları
Reşat GÜLER / 80
Azap Toprakları
Hüseyin MÜMTAZ / 81
Tutsak
Hüseyin YENİÇERİ / 82
SANCI’yı Bugünden Okumak
Ahmet ŞAFAK / 83
“Çiçekler Büyür” Hakkında
Galip ERDEM / 86
Umay GÜNAY / 88
Yahya AKENGİN / 89
Emine IŞINSU / 90
Bahar Üçlemesi
Halide Nusret ZORLUTUNA / 92
Kavga Devri Çocuklarının Işınsu Ablası
Şükrü ALNIAÇIK / 94
Emine Işınsu’nun “CANBAZ” Romanı
Üzerine Bir İnceleme
Prof. Dr. Gürsel AYTAÇ / 95
İlhan, Mehmet Ve Ben
Turan BOZKURT / 106
Emine Işınsu’nun “Küçük Dünya, Canbaz,
Kaf Dağının Ardında, Nisan Yağmuru,
Havva “ Romanlarında Kadın Teması
Hümeyra YARGICI / 109
Hiç Kapanmayan Amel Defteri
-Işınsu’nun Tasavvufi RomanlarıDr. Hayati BİCE / 124
Mevlâna Aman Efendim
Halide Nusret ZORLUTUNA / 141
Emine Işınsu’nun Tarihî Romanları
Üzerinde Bir İnceleme
Gözdenur EROL / 142
Çiçekler Büyür
Mehmet Ali KALKAN / 161
Geç Kalma! Nereye?
Bilge ERCİLASUN / 162
“Tutsak” Romanı ve Hürriyet Konusu Üzerine
Şerif AKTAŞ / 164
Halide Nusret Zorlutuna ve «Aşk ve Zafer»
Emine Işınsu / 168
Vefatından Bir Yıl Sonra
Emine Işınsu ÖKSÜZ / 171
Yelken
Arif Nihat ASYA / 174
Ne Dediler
Gültekin ÖZTÜRK / 20
Mustafa Argunşah / 30
Emete Gözügüzelli CİVAN / 38
Arslan KÜÇÜKYILDIZ / 105
Günerkan AYDOĞMUŞ / 105
Desenler:
Semiha ŞAHBAZ-Halil GÜLEL-Kenan EROĞLUÜzeyir ÇAYCI
SUNUŞ
Merhaba;
Böyle güzel ve kutlu bir vesileyle siz TÖRE DOSTLARI’na merhaba demek hem
heyecan verici hem de zor.
Heyecan verici, çünkü; Türk’ün bir efsanesini yeniden yaşamaya, yaşatmaya talip
olduk.
Zor, çünkü; geçmişte yaptığı olağanüstü hizmetler, Türk düşünce, sanat ve siyaset
hayatına yaptığı katkılar, hâlâ insanımızın zihninde, yüreğinde sıcaklığını, ulviyetini
muhafaza eden TÖRE’nin sorumluluğunu üstlendik.
1970’li yılların o belirsiz ve kavga ortamında Türk Milliyetçilerinin ufkunda güneş
gibi doğan, Türk’ün sanatını, fikir hayatını yaptığı yayınlarla, düzenlediği yarışmalarla,
toplantı ve sohbetlerle şekillendiren, yön veren ve diri tutan TÖRE’nin misyonunu
üstlenmek kolay değil.
Yolun kutlu ve meşakkatli olduğunu biliyoruz. Dergiciliğin (hele de bu zamanda) zor
olduğunun idrakindeyiz. Fakat, Türk Milletinin sevdalıları, içerisinde bulunduğumuz
şu günlerde birleşmek, güzel hasletlerini yeniden hatırlamak ve dinamiklerini tekrar
harekete geçirmek zorundadır.
Bir şeyi daha biliyoruz ki; “Sanat ve kültürle beslenmeyen hiç bir dava ve hareket
başarıya ulaşamaz.”
Bizler TÖRE’yi yaşatmaya çalışırken geçmişte yapılan her güzel çalışma rehberimiz
olmaya devam edecektir. Geçmişte ve bugün Türk Milletinin yükselmesi ve değerlerinin
ortaya çıkarılıp muhafaza edilmesinde hizmeti olan büyüklerimiz birer kutup yıldızı
gibi hep ufkumuzda parlayacaktır.
Tek gayemiz Türk’ün, Türklüğün ve Türk’ün değerlerinin Türkçe okunması ve
yorumlanması olacaktır.
Bizler, şahsen yükselmek gibi bir gayretin içine düşmeyeceğiz. Tek hedefimiz “Bu
kutlu milleti yüceltmek” olacaktır.
Yeniden çıktığımız bu yolda ilk sayımızı, TÖRE DERGİSİ’nin kurucusu, edebiyatımızın
hemen her alanında verdiği eserleri ile düşünce dünyamızın mimarı hocamız, ablamız
sayın Emine IŞINSU ÖKSÜZ ‘e ithaf ettik. Bu, bizim hem gönül borcumuzdu hem de
son zamanlarda varlığını unuttuğumuz ahde vefa duygusunun yeniden hatırlanması
adınaydı. O yüzden başka yazılara yer vermedik. TÖRE, ikinci sayısından itibaren normal yayınına devam edecektir.
Bu yolda bizimle yan yana, omuz omuza yürüyen dostlarımızla yüklendiğimiz bu kutsal ve onurlu mücadeleyi alnımızın akıyla başaracağımıza inanıyoruz.
Tanrı Türk’ü hep korumuştur. Bundan sonra da koruyacaktır. Bundan hiç şüphemiz
yok, yeter ki, Türk Türk’ü sevsin ve korusun.
Selam, saygı ve sevgilerimizle.
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
EMİNE IŞINSU
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Benim İçin TÖRE
•
Prof. Dr. Ahmet Bican ERCİLASUN
Töre dergisi yeniden çıkacakmış. Haberi aldığım zaman düşüncelere daldım. Zamanda yolculuk yaparak
30-35 yıl geriye döndüm. Tekrar 1970’lerde yaşasam
ne yapardım!... Hiç şüphesiz aynı şeyleri. Türk için
yaşamak, Türklük için yürümek ve koşmak. Okumak, yazmak ve üretmek. İçinde bulunduğum toplumu yeniden üretmek. Tarihin şaşmaz akışında bir
damla olmak ve içinde bulunduğum toplumla birlikte
geleceğe doğru akmak. Köpürerek gök kubbede bir
ses bırakmak. Benim için töre böyle bir akış, böyle bir
sesti. Töre bir ahenk, töre bir musikiydi. Töre şiirdi,
yapraklara özenle resmedilmiş çizgiydi. Töre sanatın
ve fikrin altın kabartmalı bezekleriyle bezenmiş kutlu
bir ülküydü; yönünü geleceğe dönmüş heyecanlı bir
koşuydu. Dostların, dostlukların sırt sırta verdiği bir
düşünce ve bir estetik mücadelesiydi. Dosta karşı
da düşmana karşı da. “Ülkücülük budur işte, böyle
olmalıdır” haykırışı. Anlamlı bir duruş ve imanlı bir
yürüyüş.
Böyle olmak istedik, böyle olmaya çalıştık. Eğer
bir davanın peşinde iseniz fikirle, sanatla, kültürle
zenginleşmek zorundasınız. İşte böyle bir anlayışı
temsil ediyorduk bizler. Töre dergisinde yazanlar,
çizenler… Töre, her şeyden önce Emine Işınsu’nun
eseriydi. Türk romanının önemli bir zirvesiydi o
ve böyle bir yürüyüşü başlatmak onun borcuydu;
hakkıydı ve haddiydi. Cesaretle ilk adımı attı ve
azimle yürüdü. Estetiğin ilk ışıkları derginin kapağına
yansıdı, yapraklarına sindi. Romandaki sanal kurgunun bu tuhaf büyücüsünün yanına az sonra müthiş
bir zekâ eklendi: İskender Öksüz, nâm-ı diğer Ayhan
Tuğcugil. Sanat ve düşüncenin izdivacı böyle doğdu.
İskender’i ben tanıyordum ama herkes tanımıyordu
ki… İzmir Türk Ocağı’nda, Türkçüler Derneği’nde
beraber büyümüştük. Hüsamettin Gülcür’ün gözlerinin derinliğinden çıkıp parıldayan iksirli ışıkları beraber hücrelerimizde hissetmiştik. Bizim yaşadığımız
İzmirli yılları herkes yaşamamıştı ki… İşte şimdi
tanıdığım İskender Töre sayfalarındaydı. Türk
Milliyetçiliği Fikir Sistemi’ni ilmik ilmik dokuyordu.
Ben dil uzmanı olmuştum ama, Türk milliyetçiliği
içinde dilin yerini en güzel İskender anlatıyordu.
Erol Güngör geldi arkadan. İstanbul yıllarımda
suskunluğuyla tanıdığım dev düşünceli adam.
Gökalp’ı da eleştirmiş ve bizi çok öfkelendirmişti.
Onun Gökalp’ı dahi eleştirebilecek bir kafa
olduğunu epeyi sonra anladım. Erken yaşta kendisini kaybettiğimiz zaman arkasından göz yaşı dökenler arasında ben de vardım. Sonra sevgili Necmettin
Ağabey. Türk milliyetçiliğinin yiğit kalemi. Küçümen bir gövdeden fışkıran celadet. Ülkücülük, Milliyetçilik ve Aydınlar; Milliyetçi Eğitim Sistemi, Töre
sayfalarında şekillendi. Bağdat’tan, Kerkük’ten bir
başka yiğit ses daha eklendi ona. Bu defa gövde de cesametli, ses de cesaretli. Türk dünyasını öğretiyordu
bize. Tarihiyle ve coğrafyasıyla. İçinde yaşıyor muydu? Muhakkak yaşıyordu. O zaten törenin kendisi idi.
Erzurum’da âşık kahvelerine beraber gitmedik mi?
Mevlüt İhsani’yi, Davut Sülari’yi, Reyhani’yi birlikte
dinlemedik mi? Murat Çobanoğlu, Şeref Taşlıova ile
oturup sohbet etmedik mi? Fakat şiir kumaşı sendeydi Turgut. Töre sayfalarında Yetik Ozan oldun ve
şiirin sırrını orada açıkladın. Yarınsız yarlarda yiterken yollar / Eğildi bir ak dağ, elini öptüm / En yaşlı
filizde tomurdu yıllar / Yetmiş beş baharın gülünü
öptüm mısralarında gizlenmiş esrar Töre sayfalarında
kendini ele verdi. 1970’lerin Türk milliyetçileri senin
mısralarınla şiirin tadına vardılar. Fakat sen erken
ayrıldın aramızdan. Töre denilen ulu ağaçtan kopan
bir filiz oldun. En yaşlı filizin elini öpen genç bir filiz.
Genç belki ama nice yetmiş beş baharın çiçeğini bize
bırakan verimli bir filiz. Kafkasların garip çocuğu da
kara kalem çizgileriyle senin şiirini çerçeveledi. Çerçeveye koydu ve Töre’nin boynuna astı.
Töre 1980 Eylülü’nün dondurucu kışına da cesaretle adım attı. Ejderhalarla, yılanlarla boğuştu.
Sanatın ak bileziğini kolundan atmadan. Yaşar
Eşmekaya’nın atölyesinde nice edebiyat sohbetlerinin vesilesi idi büyüyen Töre. Muhtar Tevfikoğlu’nun
edebiyat süzgeci, Yahya Kemal’den ve Fransız
edebiyatından örülmüştü. Okuyor, eleştiriyor, önce
hatıralar denizine, sonra bilgi deryasına dalıyordu.
Yetişiyorduk, yetiştiriyorduk. Nice gencin mektebi
idi Töre. Canlı kanlı, Turanlı bir mektep. O mektepte
ben de okudum. Şimdi yeniden kapılarını açmış diye
duydum.
Haydi hep beraber Töre mektebinin sıralarına
kurulalım.
05
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
TÖRE’nin Töresi
•
A. Yağmur TUNALI
“Dergi hür tefekkürün kalesi” derdi Cemil Meriç.
1970’lerin yayın dünyasının en önemli sloganlarından
biri buydu. Biz dergiciler, bu sözü çok sever ve her
fırsatta kullanırdık. Demek, dergi deyince akla “tefekkür” gelmeliydi. Tefekküre dizgin de vurulmamalıydı.
Tam mânâsıyla “hür” olmalıydı. O günlerde, fikir
bakımından yeni bir hamle başlatmak isteyenler için
“hür tefekkür”, her türlü sansüre uzak çağrışımlarıyla
ideal bir noktayı ifade ediyordu. “1970’lerin Dünyasında Dergiler Hür Tefekkürün Kalesi miydi?“
Bu sorunun cevabı epeyce uzun bir tahlili gerektirecek kadar mühimdir. Şu kadarını söylemeliyim: Elbette değildi. O ideolojik kavga ortamında
dergiler de kavganın bir parçasıydı. Ancak, kavga şartlarında, şaşılacak kadar hür olabilen zihinler de bulunuyordu. Sağda ve solda, düşünebilen
ve düşündüklerini rahatça ifade edebilenler vardı.
Sol, elbette daha şanslıydı. 150 yıllık dünya
tecrübesini Türkçeye naklederek yayıyorlardı.
Aslında, tarihe bakılınca dünya için bile yeni
sayılabilecek bir düşünce tarzını temsil ediyorlardı
ve bir taraftan öğreniyor, öğrendiklerini yaymak için
yazmakla yetinmiyor, bir taraftan da her türlü sanatı
ve her türlü vasıtayı ağırlıkla kullanıyorlardı. Sağ,
büyük ölçüde savunma psikolojisi içinde ve tarihe
dayanmakla birlikte devam temellerinden yoksun
durumdaydı. Bu sebeple de bozula bozula devam
edegelen göreneğin temsilcisi olarak çok çalışması
gerektiği halde, şaşılacak şekilde, gevşeklik derecesinde rahatlık gösterebiliyordu. Hayatta ağırlıklı,
düşüncede ve devlet erkinde gerideydi. Sessiz
çoğunluğa dayanıyordu. Yerleşik değerlerin savunucusu gibiydi. “Sağ” denen bu kırk bölmeli kategoride yer alanlar, belki de böyle bir farkındalıktan
da mahrumdu; dolayısıyla bunun bile tam doğru
olmadığını görecek halde değillerdi. Sinmiş olmasalar bile, mahcup bir savunma refleksi gösteriyorlardı.
İnkılap değerleriyle çatışıyorlardı. Bu, derindi ve derindeydi. Bu derin çatışmaya rağmen, sığ bir karşı
duruş vardı.
Sağ içinde sayılan Milliyetçiler ise, hiç olmazsa
12 Eylül’e gelinceye kadar, inkılâplara karşı mesafeli olsalar da, karşı gibi durmuyorlardı. Sağın
bazı aktif gruplarından farkları bu noktada da
barizdi.
Sağ, amorf bir kütleydi. Yaşanan çağa göre teşekkül
etmemiş olduğu çok açık olan tercihleri vardı. Fikren muhalefetteydi ve bu pozisyonu devletin temel
tercihleriyle de çatıştığından, açıktan savunamadığı,
yarı gizli bir anlayışa mahkûm olmuştu. Dolayısıyla,
sağ gruplar, büyük ölçüde faaliyetlerini ölçüp biçerek, tartarak yürütüyorlar, hâkim ideolojik yapıya
toslamak istemiyorlardı. Gözle görünür bir yavaşlık
ve yaşananların bir ölçüde dayattığı durumdan doğan
ağırlık vardı. Milliyetçiler, bu yapının dışında gibiydiler. Tercihlerini de açıklıkla savunuyorlardı; ağır ve
yavaş da değildiler; çok atak bir tavır sergilemekle
de öne çıkıyorlardı. Evet, kavga yıllarıydı ve bu kavgada sağ deyince akla, kırk parçalı grup, cemaat ve
anlayışlar değil, büyük ölçüde milliyetçiler geliyordu. Diğerleri kuluçkaya yatmış veya tabanda kozasını
örmekle meşgul olan ve kendisini dinle tarif eden
kesimlerdi.
Sağ, pek çok alanda olduğu gibi, bütün hizip ve
gruplarıyla yayın sahasında da cılız kalıyordu. Kavgaya fiilen katılan milliyetçi kesim de, yayın sahasına
birinci dereceden önem vermiyor gibiydi. Kültür ve
sanat konularında derinleşmek isteyenler için ciddî
zorluklar vardı. Maddî sıkıntılar en başta sayılsa da,
sıkıntı, düşünceye ve dergiye ihtiyaç duyup duymama
noktasında düğümleniyordu. İhtiyaç duyuluyordu,
ama çerçeve belliydi: Kavga ortamındaydık. Sadece
doğrudan kavgayı destekleyen sloganik yayınlar
olmalıydı. Bu düşüncede olanlar çoğunluktaydı.
Merkezde olanlar, büyük ölçüde fikre önem verseler,
o yöndeki çalışmaları bir ölçüde destekliyor olsalar da, ikinci kademede, alıcı ve okuyucu kanadında
zayıflayan istek, işi zorlaştırmaya devam ediyordu.
Pek çok şey gibi, dergi çıkarmak da zordan zor bir
işti.
Bu genel resim, 1970’leri bütünüyle anlatmaz. Öyle
sanıyorum ki, 12 Mart 1971’den itibaren zayıflayan
bir düşünce dünyasından söz etmek gerekecektir.
1975’den sonrası için bu genel resim tam doğrudur.
Töre, böyle bir fikir ortamının çocuğudur. Milliyetçilik heyecanlarının tam olarak şekillendiği
yıllarda, bu heyecana paralel bir duyguyla yayına
başlamıştır. Kurucusu, Milli Mücadele’nin efsanevî
şâirlerinden Halide Nusret Zorlutuna’dır. Halide
Nusret’in kurduğu derginin adı, Ayşe’dir. Adı, bir yılı
aşan bir süreden sonra Töre olarak değişecek ve dergi
tamamen kızı Emine Işınsu tarafından üstlenilecektir.
06
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Ayşe’den Töre’ye geçişte de, bir ideolojik netleşmeye
dikkat çekmek gerek. Ayşe, bir milliyetçi kadın dergisidir. Töre adıyla, Türk Milliyetçiliği’nin gür bir sesi
olarak yayına devam edecek ve uzun yıllar devamınca
bu vasfını devam ettirecektir.
Töre’nin bir geleneğin devamı olduğunu söylemek
de pekâlâ mümkündür. En azından, Türk Yurdu,
Orkun, Ötüken, Komünizmle Mücadele, Toprak ve
benzeri dergilerin fikir çizgisindedir. Türk Yurdu’nun
çıkmadığı yıllardır. Çıkmakta olan bazı dergiler, kuvvetli bir çizgi yakalayamamış ve geniş kitlelerde bir
fikir heyecanı yaratamamıştır. Çok büyük bir hareket
başlamıştır ve ciddî yol almış olmasına rağmen, fikirce
doyurucu bir ortam hazır değildir. Milliyetçi gençlere
tavsiye edilen kitap listesi bile onlarla ifade edilecek
sayıdadır. Töre, bu büyük boşluğun yarattığı açlığı gidermek üzere doğmuştur, denebilir. Türklüğün, yeni
bir dirilişle yine zirveye çıkması, konulmuş hedefin
özü olarak ifade edilebilir.
Töre, ilk sayılarından itibaren, bütün yurtta zaman zaman bir manifesto gibi kabul edilen yazılara
yer verdi. Milliyetçi kesimin bütün akademisyenleri
neredeyse istisnasız Töre’deydi. O zamanın genç bilim adamları Erol Güngör, Necmeddin Hacıeminoğlu,
Mehmet Eröz başta olmak üzere, daha önceki nesilden Prof. Dr. Tahir Çağatay, Prof. Dr. Abdülkadir
İnan, orta nesilden Doç. Dr. Orhan Türkdoğan gibi
isimler, 1970’lerin milliyetçi düşünce hareketine yön
verecek yazılar yazdılar. Dündar Taşer, 1972 yılında
bu hayattan çekilişine kadar, derginin zaman zaman
yazılarıyla görünen, fakat her zaman fikrî çerçevesini
sağlamlaştıran isimdi. Galib Erdem de derginin yakın
dost halkasındaydı.
Derginin ilk yıllarında, Türklük ve Türk
Milliyetçiliği’nin tarih perspektifine ağırlık verilmiş
gibidir. Bunu bir temel atma olarak da kabul edebiliriz. Milliyetçilikten bahsedilecekse, mutlaka
Tarihte Türklüğü ortaya koymak gerekirdi. Tarihten
kopuk bir milliyetçilik zaten düşünülemezdi. Bunun
yanında, dil ve din iki temel mesele olarak her zaman gündemdeydi; doğrudan doğruya aktüel meselelere giren yazılar da hiçbir zaman ihmal edilmemişti.
Bugün, o nüshalardan birini eline alan bir kişi, ne zaman yayımlandığını, içinde ele alınan günün meselelerine bakarak rahatlıkla çıkarabilir.
Töre, elbette bir fikir dergisiydi. Ağırlıklı olarak
düşünce yazılarına, ilmî araştırma özelliğine varan
yazılara yer ayırması normaldi. Günlük olay ve olgular da bu çerçevede değerlendiriliyordu. Dergi
sayılarını tararken, isimleri alt alta yazmayı denedim.
Liste, sayfalar doldurdu. Bir yerde dikkatimi kaybettim ve atladığım pek çok isim de oldu. Bu listeyi
tamamlayarak yayımlamak bile Töre hakkında esaslı
bir fikir verebilir. Bunu mutlaka yapmak gerektiğini
düşündüm. Bu listede, 1969-1985 arasında, sağda
ilim ve kültür-sanat âleminde bulunmuş isimlerden
pek azının eksik olduğu ayrı bir çalışmayla tespit edilebilir. Muazzam bir kadrodur. Bir dönemde,
Töre Âilesi’ne katılmış olmaktan dolayı hemen her
şeyi bilmeme rağmen, bu tarama sırasında gözlerim
kamaştı. Bir devrin, özellikle sosyal bilimlerde öne
çıkmış neredeyse bütün isimleri Töre’de yazmıştı.
Siyaset sahasında söz söylemiş olanlardan pek çoğu
da Töre’deydi. Kültür hayatımızın düşünen beyinleri
Töre’deydi. Sanata dair söz söyleyen pek çok eskiyeni isim de Töre sayfalarındaydı.
Bazı isimleri burada zikretmek zorunda olduğumu
biliyorum. Genişçe sayılabilecek bir liste ile
başlayalım. Bu isimler, milliyetçiliğin bir devrini
temsil edenlerdir diye değerlendirilebilir. Özellikle milliyetçiliğin sistemli bir hale gelmesinde,
kendilerinden önce yazanlara, çalışma yürüten ve
bunu yayımlayanlara çok kuvvetli yeni eklemelerde
bulunduklarını söyleyebiliriz. Bunun yanında, yeni
fikirler söylediklerini, eskiden söylenenleri tashih
etme ihtiyacıyla yazdıklarını da görebiliriz. Daha
önce verilen birkaç isme ilâveten (Bazı isimler o günlerde yazılan akademik pâyelere ulaşmış değillerdi,
okuyucuya kolaylık olsun diye son unvanları
verilmiştir), Prof. Dr. N.Hacıeminoğlu, Prof. Dr. Ercüment Kuran, Prof.Dr. Haluk Karamağaralı, Prof.
Dr. Hikmet Tanyu, Prof. Dr. Aydın Taneri, Prof. Dr.
A.Bican Ercilasun, Prof. Dr.Enis Öksüz, Doç. Dr.
Mukbil Özyörük, Prof. Dr. Turan Yazgan, Prof. Dr.
Meserret Diriöz, Prof. Dr. Birol Emil, Prof. Dr. Mertol Tulum, Prof.Dr Umay Günay, Prof. Dr. Sadık K.
Tural, Doç. Dr. Tevfik Ertüzün, Prof. Dr. Atilla Özmen,
Prof. Dr. Nusret Çam, Dr. Reha Oğuz Türkkan, Dr.
Turgut Günay, Dr. Rıza Kardaş, Dr. Vehbi Ecer, Ergun
Göze, Hacer Hicran Göze, Hüseyin Mümtaz, Ayvaz
Gökdemir, Sadi Somuncuoğlu, Necip Mirkelâmoğlu
ve Prof. Dr. Vural Savaş’ı adı çok bilinenlerden ilk
ağızda seçilmiş bir liste olarak kaydedelim. Bu isimlere, yazılarıyla yüzlerce ismi koyunca, Töre’nin fikir
kadrosu hakkında ciddî bir fikir edinmek mümkün
olur.
Töre, karakteristik bir fikir dergisiydi. Soğukkanlı
ilim adamı bakışları çokça yer alsa da, doğrudan
doğruya milliyetçiliği savunan yazılar ağırlıktaydı.
Derginin ilk yıllarında, hem bu soğukkanlı ilmî
bakışlara, hem de heyecanlı yazılara eşite yakın bir
oranda rastlanır. Bu denge de ilgi çekicidir. Gökalp
Türkçülüğü’nün kültürel sahadaki temel tercihlerine
itibar edilmemiştir. Tarih ve kültür yorumu objektif vesikalara ve verilere dayanır; Türklüğün tarihi
geçmişini olduğu gibi aksettiren ve o şekilde benim-
07
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
seyen yazılar ekseriyettedir. Bu tarihi gelişim temeli
üzerinde, yeni çağın ihtiyaçlarına göre bir milliyetçilik kurulması gerektiğini söyleyen yazılar, çizgiyi
zorlayanlardır.
Yeni bir şey kurmak kadar, yeni bir şey söylemek
ve kabul ettirmek de zordur. Töre, çok sıkı görünen
milliyetçilik temellerine rağmen, onu sorgulamayı
da ihmal etmez. En azından, Türkçülük fikriyatının
kurucusu Gökalp’a aykırı fikirlere de yer verir. Derginin genel çizgisi, Cumhuriyet Türkiye’sini kuran
anlayışla aynıdır. Gökalp çizgisi de zaten böyledir.
Ancak, zaman zaman bu çizgiyi revize edecek fikirler de Töre’de yer bulur. Osmanlı’yı es geçmez Töre.
Dini de, milliyetçiliğinin değişmez bir kaynağı olarak
nazarda tutar. Gökalp ve Cumhuriyet fikriyatının
aksayan taraflarını görür ve bu düzeltmeyi kendi
milliyetçiliğinin şaşmaz bir veçhesi sayar. Türklüğü
bir bütün olarak ele alan görüş hâkimdir. Dolayısıyla,
Osmanlı’yı yücelten ve o çerçevede fikir söyleyen
yazıların sayısı pek çoktur.
Tarih, derginin her zaman yer verdiği konuların
başında gelir. Yukarıda verilen seçilmiş listede yer
alan isimlerin ekseriyetle tarih ve tarih etrafında
yazdıkları görülür. Zaman zaman ağırlık verilen tarih
konuları da dikkat çeker. Bunlar içinde, yayımlandığı
zaman büyük fırtınalar koparanları olmuştur. Erol
Güngör’ün Cumhuriyet Devrinde Türkiye’nin
Kültür Politikası bunlardandır. Yılmaz Öztuna ile
Emine Işınsu’nun yaptığı Tanzimat mülakatı, büyük
bir tartışmayı başlatmış, ama çok verimli sonuçlar
doğuramamış, Yılmaz Öztuna’nın fikirlerine karşı
fikirler kuvvetle söylenememiştir. Bu iki konunun
da 1979 yılına tesadüf etmesi dikkat çekicidir. Milliyetçilerin de, devletin kültür politikalarını ciddi tenkitlere tabi tuttuğu bir dönemin başladığına delâlet
eder. Buna paralel olarak Tanzimat’ın incelenmesi,
tartışmanın köklerine gitmek bakımından bir diğer
boyutu olarak önemlidir.
Türk Milliyetçiliği’ni sistematik bir görüş halinde verebilmek konusu, Töre’nin ve Törecilerin çok
temel bir problemiydi. Bu konuda yazılmış perakende yazıların sayısı bir hayli fazladır. Bu yazılardan
büsbütün başka bir plan ve programla, Ayhan
Tuğcugil imzasıyla İskender Öksüz’ün yazıları (o
zaman ODTÜ’de kimya doçentiydi), bir düşünce
çerçevesi sunması bakımından son derecede orijinaldir. Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi adlı kitap,
bu yazıların birleştirilmesi ve bir ölçüde kitap
formatına uyarlanmasıyla ortaya çıkmıştır. Töre’nin
fikir tarafının en derli toplu sonuçlarının başında bu
kitabın geldiğini söylemek yanlış olmaz: çünkü bugün
itibariyle bile tesiri devam eden bir eserdir. Akademik kariyer sahibi yüzlerce isim yanında, mem-
leket sathına yayılmış bir aydın neslinin el kitabı
olagelmiştir. İlk baskısı, 1970’ler Türkiye’sinde te’lif
bir fikir kitabı için çok yüksek bir tirajla 7500 adet
olarak basılmış ve kısa sürede satılmıştır. 12 Eylül’ün
çok konuşulduğu bir dönemde olduğumuz için
bu eserle ilgili bir notu daha kaydedelim: 12 Eylül
sürecindeki MHP Dâvâsı iddianamesinde, şöhretine
ve tesirine uygun olarak, Türk milliyetçiliği Fikir
Sistemi’nden 7 sayfa iktibas edilmiştir.
****
Türk Milliyetçiliği’nin ilgilendiği en önemli konular arasında, “Dış Türkler” meselesi derin hassasiyetlerle işlenir. Töre’nin bütün sayıları Dış Türklerle
doğrudan ilgilidir. Bir döneminde, çok yoğun bir
şekilde bu konuya odaklanıldığı anlaşılır. 1975’den
itibaren, “Türk Dünyası Dosyası” adıyla yeni bir
özel bölüm açılır. Bu bölümde, özel haberlere yer
verilmekle beraber, Batı kaynaklarından gelen bilgiler ağırlıklı olarak kullanılır. 1975’den itibaren, Türkiye dışında bulunan bazı Türklerden gelen yazılarla
zenginleşen sayılar da görülür. Baymirza Hayıt ve
Hasan Oraltay, Almanya’dan yazılar gönderirler.
Daha sonra bu isimlere Nadir Devlet de katılır.
İçerden, Prof. Dr. Tahir Çağatay, Dündar Taşer, Prof.
Dr. Abdülkadir İnan, Ahmet Cebeci, Erdal Sargutan,
Muhabay Engin, Dr. A. Yavuz Akpınar ve o sıralarda
Türkiye’ye gelen İklil Kurban gibi pek çok isim Dış
Türkler’le ilgili yazılar kaleme alırlar. Bu yazıların
çoğunun aktüel durumlara dair olması çok ilgi çekicidir. Sovyet Devrinin çok katı bir döneminde, bu
kadar bilgi sızması şaşılacak bir durumdur. Ancak,
bazı bilgilerin yanlışlığı da kısa veya uzun vadede
anlaşılan hususlar arasındadır. Mesela, Töre’nin 99.
sayısında “Cemiloğlu’nun Ardından” adıyla bir yazı
yayımlanmıştır. Bu bilgi Batı kaynaklarında da yer
alan bir istihbarat yanıltması olduğu bir zaman sonra
anlaşılacaktır. Mustafa Cemiloğlu’nun Sibirya’da
zindanda katledildiği haberi, o yıl bütün milliyetçileri yasa boğmuş ve hatta çok büyük bir tel’in
mitingi düzenlenmişti. Bu satırların yazarı da o mitingde bulunanlardandı. Cemiloğlu’nun yaşadığı çok
sonraları bir müjde olarak duyuldu. 2010 yılı itibariyle bugün de yaşıyor ve Kırım Türklüğü’nün büyük
mücadelesine liderlik etmeye devam ediyor.
****
Diğer bir ağırlıklı mesele dildir. Dilin de ideolojik bir malzeme olduğu dönemlerdir. O zamanın
Türk Dil Kurumu’nun öncülüğünde, o dönemde
“uydurmacılık” denen acaip bir yıkıcılık akımı vardı.
Türk sanat ve edebiyat hayatı ile beraber, bütünüyle
dil sahası teknik terimlere varıncaya kadar, onların
yönlendirmesiyle yürüyordu. Türk Milliyetçiliği,
milletinin diline kasteden bu akıma tabii olarak
08
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Cebeci’nin, Seyyâh-ı Fakîr edasındaki yazıları da,
derginin sanat yönüne sosyal ve siyâsî hiciv boyutunda renk katıyordu. Murat Bardakçı’nın ilk yazısı da
Töre’de çıkmıştır. O zamanlar Ankara sanat çevrelerinde, tanburuyla(yaylı da çalardı) görünen Bardakçı,
yazı hayatına bir musiki yazısıyla Töre’de başlamıştır.
Edebiyat ve sanatla ilgili yazılar, dergide zaman
zaman ağırlıklı olarak yer alıyordu. 57. sayı, bu tip
sayıların başlangıcı olmasa da yerleştiği bir devreyi
işaret eder. Bu hükme şuradan varıyorum: İstanbul’u
öne çıkaran yazıların ağırlıklı olduğu 40. sayıda
olduğu gibi yer yer bu usul denenmiştir. Bu sayı ve
devamında Yahya Kemal’in muhteşem Türk İstanbul
konferansları ile 4 yazısına yer verilmiştir. Hatta 56.
sayıda, Arif Nihat Asya ve Atsız’la ilgili yazılar da
bu geçişe son bir hazırlık olarak değerlendirilebilir.
57. sayıdan sonra, ağırlıklı sayılar sıklaşmış, daha
ilerleyen yıllarda da özel sayılara geçilmiştir. Bu da
Töre’nin kısmen kendini yenilediği bir devre olarak
kabul edilebilir. Bu özel sayılardan birkaç örnek vermeden, Töre’nin yukarıda zikretmediğimiz edebiyat
ve sanat yazarlarından bazılarını burada kaydedelim:
Sevinç Çokum, Prof. Dr. Şerif Aktaş, Yılmaz Gürbüz,
Ülker Gürbüz, Hasan Kayıhan, Sevim Kantarcıoğlu,
Ali Yörük, Şevket Bulut, Hasan Kallimci, Zeki Alan.
Bu isimlerin bir kısmı akademisyendir ve tenkidtanıtma-denemeler kaleme almışlardır. Bir kısmı da
doğrudan nesir vadisinde edebî eserler yayımlamış
sanatkârlardır.
Töre, çok fazla şiir yayımlamamasına rağmen,
kabarık bir şâir listesi çıkması çok dikkate değerdir.
Ârif Nihat Asya, Y. Niyazi Gençosmanoğlu, Talat Sait
Halman, İlhan Geçer, Bahattin Karakoç, A.Yağmur
Tunalı, Abdürrahim Karakoç, Ahmet Tevfik Ozan, Cemal Kurnaz, Olcay Yazıcı, Yılmaz Soyer, Yetik Ozan,
Hayati Baki, Muhsin İlyas Subaşı, Şükrü Karaca.
Bu şairlerin pek çoğunun şiirinden çok yazısının
yayımlanması da, Töre’nin fikir tarafına uygun bir
durumdur.
1980 öncesi dergiciliğinde desen de önemli bir yer
tutardı. Özellikle kültür sanat dergileri, mutlaka desenle süslenirdi. Bitmemiş resim ve hatta bitmemiş
şiir havası veren bu desenler, okuyucunun hem
gözünü okşar, hem de o eseri anlamada muhayyilesini tahrik ederdi. Rahmetli Coşkun Karakaya ve şimdi
ilim adamı olarak da temayüz eden Garipkafkaslı
başta olmak üzere, Mazlum Ümit, Mehmet Başbuğ,
Ali Düzgün, Osman Altıntaş, Suzan Çataloluk, Rıfkı
Demirelli, Oğuz Karakoç ve Vehbi Okur gibi isimlerin desen ve fotografları Töre’nin edebî verimleriyle beraber görünmüştür. Hatta resim sanatına
hazırlık manasından dolayı, bir desen yarışması bile
düzenlenmiştir. Töre’nin düzenlediği üç yarışmadan
biri budur.
şiddetle muhalifti; ancak bu büyük seli durduracak kadar güçlü enstrümanlara sahip değildi. Töre,
bu konuda da sert bir mücadele yürüttü. Töre’nin
pek çok sayısında, bu dil savaşına dair pek çok
yazı vardır. O zamanın genç akademisyenleri Ahmet Bican Ercilasun, Dursun Yıldırım, Birol Emil,
Mertol Tulum (bu isimler o sırada asistan veya Dr.
unvanı taşıyorlardı) ve benzeri pek çok isim bu dil
kavgasının teknik tarafını yürütüyorlardı. Prof. Dr.
Tahsin Banguoğlu da Töre’nin bu dil mücadelesini
destekleyenler arasındadır. Dergiyi bir dönem emaneten çıkaran Dr. Yalçın İzbul’un özellikle Batılı linguistik çalışmalarına yer veren yazıları ve tercümeleri,
ilim açısından önemliydi. Dil zevki bakımından da,
pek çok şair ve yazarın dikkatleri, Töre sayfalarında
yer alıyordu. Hiç hızını kaybetmeden devam ettirilen bu dil dikkati yeni nesillere aktarılmak
suretiyle, tahribatın daha büyük olmasını engelleyen, çok değerli bir çalışma yürütüldüğü ortadadır.
Dile verilen önem, elbette edebiyata ilgi duymayı
gerektirdi. Dil, yaşayan en canlı tarafıyla edebî
verimlerle de duyurulmalıydı. Zaten Töre çevresinde,
pek çok adı belli edebiyatçılar vardı. Kurucu Halide
Nusret Hanım, şair ve yazardı. Kızı derginin sahibi
ve Genel Yönetmeni Emine Işınsu romancıydı. Arif
Nihat Asya gibi büyük bir şâir, henüz hayattaydı ve
dergi çıkarıcıları ile devamlı beraberdi. Hisar muhîti
tamamiyle derginin dost çevresiydi. Edebiyatçılar
bakımından problem yoktu. Ancak, Töre bir fikir dergisiydi. Edebiyat ve sanatın fikir tarafına girebilirdi,
ama edebî verimleri yayımlamak konusunda bazı
tereddütler vardı. Bu tereddüdün de müspet yönde
aşılmasıyla, hem sanat yazıları ve hem de sanat eserlerine yer verilmeye başlandı. Bu, Töre’nin geçirdiği
birinci köklü değişmedir. 1975 yılına tesadüf eden
bu değişme, 52. sayıdan itibaren ağırlıklı sanat
yazılarıyla netleşir. Kısa bir zaman sonra da, Töre, bir
fikir ve sanat dergisi olur.
Sanatın her kolunda yazılara ver vermek üzere,
kampanyayı andıran bir çalışma başlatılır. Tiyatrodan musikiye kadar her konuda yazılara yer verilir.
Mehmet Çınarlı, Sanatçı Dostlarım serlevhalı hatıra
yazılarını ilk olarak Töre sayfalarında yayınlar. O zaman Sansür Kurulu’nda Millî Eğitim Bakanlığı’nı
temsil eden merhum Mehmet Nuri Özşahin, Oğuzata
Altaylı adıyla sinema yazılarına başlar. Birkaç isim tiyatro yazıları yazar. Mahir Canova ve Aclan Sayılgan
gibi Türk Tiyatrosunun iki büyük ismi de zaman zaman
Töre’de yer alırlar. Bir grup arkadaşla 1975 yılında
kurduğumuz tiyatroyla ilgili ilk yazı da Töre’de çıktı.
Bir dönem Töre’nin Yazı İşleri Müdürlüğünü de
üstlenen Meriç Coşkun imzalı yazı, “Çağlar Sanat
Tiyatrosu-Kürşat İhtilâli” adını taşıyordu. Dilâver
09
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Töre’nin bir diğer yarışması, o yıllarda şiirin
yanında yazıcıları çoğalan hikâye sahasında idi. 12
Eylül 1980’e iki kala düzenlenen bu yarışma, çok
büyük ilgi gördü. Emine Işınsu, Doç. Dr.Bilge Ercilasun, Sevinç Çokum, A. Yağmur Tunalı ve Hüseyin
Mümtaz’dan oluşan jüri, A. Kartaltepe’nin Muhacir
Osman adlı hikâyesini birinci seçti. Kimdi, nereliydi?
bilinmiyordu. Sonuçlar ilan edildikten sonra, “Ben
Batı Trakya’dan …” diye başlayan bir mektup geldi
ve ismiyle beraber kimliği de o şekilde öğrenildi.
Töre, bu yarışmada ilk sıralarda yer alanları bir özel
sayıda değerlendirdi. Galiba, bir edebiyat türüne ilk
defa tam sayı ayırmak, Töre için bir başka döneme
işaret eder. Zaten, bu sırada 12 Eylül olmuş ve fikir
yazılarının ağırlığı sanki tabii bir sonuçmuş gibi
azalmıştı. Nitekim 1981 yılında, Tarık Buğra’nın
“Gençliğim Eyvah” romanının yayınından hemen sonra, ağırlıklı bir sayı yapılmıştır. Özel sayı
ağırlığına yakındır. Çok yönlü yazılar yer almış, Tarık
Buğra ile o vakte kadar yapılmış en geniş röportaja
yer verilmiştir.
Bir bakıma Tarık Buğra ile ilgili sayı, Emine
Işınsu’nun son hamlelerinden biridir. Çünkü devrin
şartları gereği, yurtdışında çalışmak zorunda kalan
eşi Prof. Dr. İskender Öksüz’le Suudî Arabistan’a
gidecektir. Veda yazısı, o günlerde sevenlerinin
ve okuyucularının içini sızlatan ifadeler olarak
yansımıştır. Yazının başlığı “Eyvallah”dır. Hemen
üstünde, “Şen olasın Halep Şehri” ibaresi vardır. Bu
ibare tekrar eden bir motiftir. Hüznü ağırlaştıran da
odur. Işınsu: “Ne yaptıysak Türk’e hizmet aşkımız
için yaptık…” diyecek ve derginin sahipliğini Yaşar
Eşmekaya’ya devredecektir.
Dergi, bundan sonra beş kişilik bir yazı heyeti
tarafından çıkarılacaktır. Dr. Muhtar Tevfikoğlu,
Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun, Prof. Dr. Sadık Kemal Tural, Mustafa Özcan ve A. Yağmur Tunalı. Bu
yeni dönemin özelliği, bu heyetin fikirlerinin tam
mânâsıyla dergiye yön vermesidir. Yayın tarihimiz
için de önemli bir örnek olduğu açıktır. Çünkü dergiler yayın kurulları oluşturmak bakımından birbirlerine benzerler. O kurulların sayı ve fonksiyonları
bakımından değişiklikler gösterirler. Yazı kurulları
tam olarak çalışan pek az dergi vardır.
Töre bu yeni devresinde, 1984’e kadar, kültür sanat
ağırlıklı bir dergidir. Fikir ağırlığı, kültür- sanat verimleri ve fikriyatına kaymış gibidir. 12 Eylül sonrası
şartlara bu şekilde uyum sağlandığı düşünülebilir.
Siyaset ve o çerçevede kabul edilen fikrî faaliyetlerin
zemininin kaydığı bir zaman dilimidir. Türkiye’nin
sağının ve solunun, kendisini ifade için edebiyat ve
sanat verimlerine ağırlık verdiği, yayın bakımından
çok zengin bir dönemdir. Onlarca yayınevi, onlarca
dergi, yüzlerce kitap, birbiri ardınca çıkmaktadır. O
devir için, şaşırtıcı bir çeşitlilik ve hız vardır. Yüzde
itibariyle sağın hissesi, olsa olsa onlar mertebesinde,
milliyetçi kesimin hissesi ise, 2-3’ler mertebesindeydi, denebilir. Bu yayın furyasında, milliyetçi kesimin
çok ağır kaldığı da açıktır. Töre’nin, bu yavaşlığı ve
eksikliği, uzun yılların tecrübesiyle, yeni bir formata bürünerek göğüslediği de düşünülebilir. Töre’yi
çıkaranlar bu büyük sorumluluğun farkındadırlar.
Dergi, yeni imzalara her zaman olduğundan
daha fazla açıktır. Nitekim, bu devrede, yeni nesilden pek çok imza Töre sayfalarında görülür.
Bu devrede de ağırlıklı ve özel sayılar çıkarılır.
Yahya Kemal’i yeniden gündeme getirmek isteğiyle
hazırlanan sayıda, benzerlerinden çok farklı yazı
ve analizler vardır. Yahya Kemal’in meclislerinde
bulunan Dr. Muhtar Tevfikoğlu’nun yön verdiği
bu bölümün, bir bakıma yakın bir dost gözetiminde içerden bir bakış lezzeti taşıdığı açıktır.
Edebiyat ve sanat sahasında bir canlanmaya
öncülük etme gayreti de zaman zaman görülür.
Töre geleneğinde, ikinci defa bir edebiyat türünde
yarışma düzenlenmesi bu devrededir. Şiir yarışması,
4 yıl önceki hikâye yarışması gibi büyük ilgi görür.
Yarışma sonuçları, Odalar Birliği salonunda düzenlenen bir panel, şiir okumaları ve Cinuçen Tanrıkorur
ud ve ses resitali’nden oluşan bir programla ilan edilir. Zamanına göre çok parlak bir tören olduğu, o günlerde çok konuşulmuştur.
Derginin bu döneminde, bir vefâ borcu da
yerine getirilir. Emine Işınsu Özel Sayısı, konusuna uygun olarak, en parlak nüshalardan biri
halinde çıkar. 120 sayfalık derginin 77 sayfası,
Işınsu’nun biyografisi, kendisiyle yapılmış bir
mektup-mülâkat, edebiyat tarihçilerinin, dostlarının yazı ve görüşleriyle, önemli bir kaynak olarak
değerlendirilmiştir. Edebî şahsiyetlerle ilgili çıkarılmış
özel dergi sayıları içinde, orijinal bir örnektir.
Romancı hakkında bir fikri olmayanlar bile, bu özel
sayıyı okumakla onu ciddi surette tanıyacaklardır. Bu
kadar iddialı bir fikir söylenebilmesinin gerekçelerini
açıklamak lazımdır: Bu özel sayı, edebiyat ilminin
soğukkanlı bakışını veren yazılar yanında, romancıyı
yakından tanıyanların kaleminden çıkmış, içerden
bilgilerin ve duyguların ağırlıklı olarak yer aldığı
bir yazılar bütünü olarak çıkmıştır. Emine Işınsu
hakkında yapılmış tezlerden sonra, en derli toplu
bilgi de bu özel sayıdadır. Emine Işınsu Özel Sayısı
ve arkasından gelen şiir yarışması ve onunla ilgili
ağırlıklı sayı, bir bakıma Töre’nin batıştan önceki göz
alıcı parlaması gibidir. 1984’den itibaren, Töre’nin
sahipliği bir kere daha değişmiş, o sırada Devlet Bahçeli öncülüğünde kurulan Mayaş A.Ş., dergiye Yaşar
10
F İ K İ R
S A N AT V E
Eşmekaya ile ortak olmuştur. Yine Yaşar Eşmekaya,
sahibi görünecektir. Ama, Mayaş adıyla birlikte.
Yine aynı yazı kurulu dergiyi çıkarmaya devam edecektir, ama eski heves, heyecan pek kalmamıştır.
Yazı Kurulu’nun heyecanı bu merhaleden önce de
kısmen azalmıştır. Dergi, Mayaş’ın yayını olmadan
da, aktüel konularda yorumlar ve bir bakıma siyasete
girmiştir. Yazı Kurulu’nun düşündüğü dergi havası,
Mayaş’la beraber bir kere daha sarsıntı geçirmeye
başlamıştır. Aslında, yeni bir fırsat da doğmuştur:
Mayaş’ın Taha Akyol tarafından çıkarılan Hamle
adlı bir haftalık dergisi de artık yayındadır. Töre,
yeniden kültür ve sanat dergisi olarak çıkabilecektir.
Ancak, idare problemleri vesair şartlar, 1985 itibariyle Yazı Kurulu’nun dağılmasıyla (çekilmesiyle
de denebilir) sonuçlanmıştır. Daha sonra da, dergi
bir süre daha Mayaş tarafından yayımlanmış, daha
sonra İstanbul’da bir ekip tarafından birkaç sayı daha
çıkarılmıştır.
Töre’nin çıkan son sayısı, bir sır gibidir. Bu kadar
yakın bir tarihte olmasına rağmen, çok el değiştirme,
şehir değiştirme ve ekip değiştirme yüzünden bu
muamma çözülmez haldedir. Prof. Dr. Ali Birinci dâhil,
pek çok kimse bu muammayı çözmek için uğraşmasına
rağmen, netice alınamamıştır. Yolu Töre’den geçenler de bu konuda bir şey yapamamışlardır. Türk
Yurdu’nun emektar Genel Yayın Müdürü ve Töre’nin
E D E B İYAT TA TÖ R E
bir dönem Yazı İşleri’ni yürüten Prof. Dr. Çağatay
Özdemir’in himmet eli bu konuya da değdiğine
göre, bir netice alınması beklenebilir. Son 25 yılın
en çetin yayın meselelerinden biri olmak yanında,
hâl-i pür-melâlimizi de anlatacak hazin bir örnektir.
Bu belirsizlik bir yana, Töre, Türk düşünce tarihinde çok orijinal bir dergidir. 16 yılı aşan bir yayın
süresiyle, uzun ömründe, bir nesli mayalamış olduğu
söylenebilir. Yalnız Töre okuyarak, memleket ve
dünya meselelerinde hatırı sayılır seviyede fikir sahibi olan, kültür ve sanata bir ölçüde aşinalık kazanan, binlerle ifade edilecek bir okuyucu ordusundan
bahsedilebilir. Türk düşünce tarihi ve kültür tarihinde,
iz bırakmış bir dergi olarak kaydedileceği de kesindir.
****
25 yıllık bir aradan sonra, Töre yeniden can bulu
yor. Kökleri sağlam olan ağaçlar gibiyken, kurumuş
dallarına, derinlerden su geliyor. Büyük gelenek
çizgileri böyledir: Battıkları yerden bir başka türlü çıkmayı başarabilecek bir genetik sağlamlıkla
doğarlar. Töre’nin Töre’si devam ediyor ve mutlaka
gelecekte de şu veya bu şekilde devam edecek. Milliyete yaslanan her hareketin böyle yeniden yeni
doğuşları, yaradılışı devam kanunlarının icabı ve
gerçeği olsa gerek.
11
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
DER BEYÂN-I MECELLE-İ TÖRE*
•
SEYYÂH-I FÂKİR EVLİYÂ ÇELEBİ
TÖRE, bundan sekiz sene mukaddem (1) meydâne çıkmıştur. Süleyman Ispartavi’nin sadâret
ruzigârında, (2) Devirimci, Dürümcü, Viskici, Fışkıcı
namları tahtında bir alay şerirü fâsık kimesneler gemi
azıya alup, Ümmet-i Muhammed’e taarruz ittükte,
bu Töre türemiştir. Zaten Töre türemek masdarından
bir isimdür. Töre türedükten sonra bâlâda zikri geçen
erâzil gürûbu ric’ata başlamıştur. Töre’nin sahibesi
ve dahi Milli Kaynana Amine Hatun her ne kadar
«Töre Silahtur» deyu Ceridelere ilân virür ise de,
zinhâr inanmayasuz. Töre ne Balyemez topudur,
ne Çakmaklı tüfenktür, ne Yeniçeri palasıdur, ne de
*Töre Dergisi Hakkında, Haziran 1979
zemâne silahlarından olup, Dank deyü ma’ruf gulyabâni silahıdur. Bu Amine Hatunun kavli cümle
batıldur. Töre, halis muhlis bir mecelledür. Lâkin
bâlâda zikreyledüğüm esli hanın Cümlesine bedeldür.
Çünki fikirden (3) daha kuvvetli silah yokdürür.
Töre, lügatta ecdâddan gelen ba’zı an’ane dimektür.
Bizim ecdâdımızın dahi an’ane, ahlâk ü a’dabı makûl
ü kâmil olduğundan, elyevm (4) biz anların tâkibçisi
ve taklitçisiyiz. Velev kim, devir EY-Ç1F1T devri,
vatan KARGAŞİSTAN olsun... İşte TÖRE mecellesinün maksûdu budur.
Bu mecellenin tevlidünde, DÜNDAR TAŞER nam
12
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
bir Kolağasınun azim gayret’ü nusreti vardur, Kendüsü taş gibi muhkem bir er olduğundan TAŞER dirlerdi. Bâlâda Zikreyledüğüm gulyabâni kılıklı DANK
silâhlarınun isti’mâl idüldüğü ordu sınıfından yiğit
bir Türkmen idi. Bundan yedi sene mukaddem Eceli kaza ile dâr-i fenâdan dâr-ı bekâya intikal eyledü.
(Rahmetullâhi aleyh)
Fahri kâinat Muhammed Mustafa efendimüz bir
hadîsinde; «mü’minler ölmez, bir dünyâdan diğer
dünyâya naklolunurlar» buyurmuştur.
Töre ashabından olupta dâr-ı bekâya intikâl iden
ba’zı eşhas daha vardur:
Bunlardan evvelâ, nâmı Asya kıt’asını aşmış olan
ARİF NİHAT ASYA vefât eyledü kim, cümlemizi
azim kedere garg eylemiştür. Kendüsü mevlevî
meşreb, hoş sohbet bir şâir idi kim, ânın eş’arındaki
(5) bir mısra EY-ÇIFIT ve yandaşları gibi teşâür ehlinin ömür boyu yazduklarına bedeldür. (6) Bu hakir
elhamdülillah andan el almıştur.
YETİK OZAN deyû ma’ruf belâgatlı şâir ise, şirk
ehlinün ümmet-i Muhammed’e revâ gördüğü zulme
tahammül idemeyüp kendü canına kıymıştur.
Bir zamanlar hakirin dahi tasvirini yapmış olan
COŞKUN KARAKAYA nâmındaki musavvir ise
bînazir (7) bir civân iken dâr-ı bekâya göçtü. (Rahmetullahi aleyhim) Dost ve yaranları ruhlarına fâtihâ
göndermeyi ihmâl itmeseler yeğdür.
TÖRE ashâbı pek ziyâdedür. Anların evsafı saymak ilen bitmez. Cümlesi Leyl ü nehâr elde kalem,
dilde besmele, önlerinde kâğıt uykuyu didelerine
haram eylemiş, küffâr ile fikir cengi iderler. Bunlardan, Âmine hatunun zevci ÖKSÜZ İSKENDER
nâmındaki âdem gündüzleri siyâm(8), kiceleri kıyâm
(9) üzere, dahi elinden kalem, gözünden gözlük
düşmedüğünden, tıraş olmaya vakit bulamayub, üzüm
gibi siyah sakalları göbeğine değeyazmıştur.
Hele bir GALİP DEDE vardur kim, bu hakir ânın
uyuduğuna hiç şâhid olmadum. Daha on beş yaşında
bir civân iken diyâr-ı TURAN’ı feth içün yek başına
sefere çıkub, kış çabuk basturduğundan ric’ate mecbûr
kalmıştur. Böyle çapik ü çalâk (10) bir pîr-i fânîdür,
Macerâları doksandokuz cilt kitâb olur.
El’an âsitânede (11) müderris olan Aydınlı MUHAMMET ERÖZ hem kalemine hem dahi bazusuna
muhkem
bir kimesne olub, Şenâverlikte Yunus
balığı ilen yarış eyler.
Bakalım TÖRE ashabından daha kimler vardur:
Kılıç gibi söz söyleyen, düz sözü şiir eyleyen, gâhı
bahâdır sûretli, gâhi Dedem Korkut sîretli, destanların
cılasunu NİYAZİ GENÇOSMANOĞLU vardur.
Sızı yazmış, ağrı yazmış, cümlesini doğru yazınır,
EY-ÇIFIT’a erce çatmış, varub zindanlarda yatmış,
cirmi küçük ilmi büyük HACIEMÎNOĞLU vardur.
Elbistan’ın kal’ası, yürekli Türkmen balası,
özü doğru,
sözü doğru, şiirleri hakka çağrı
ABDURRAHİM KARAKOÇ vardur. Çizgi çizgi cenk
eyleyen, sessiz sessiz söz söyleyen, Azerbaycanlıdur
asli, EHMEDELİ GARİPKAFKASLI vardur.
Nere gitse kendüsüne yer bulan, hâinlerin yüreğine
havf satan, kırılmayan, bükülmeyen, meydanlardan
çekilmeyen ERCILASUN vardur.
Gönlü derya, dili deryâ, sözleri ya türkü ya arya,
yaza yaza yorulmayan hiç kimseye darılmayan
SEVİNÇ ÇOKUM hatun vardur.
Donuk duran, sessiz duran, ilmi ile kâfir vuran,
oturup kalkanda Osmanlı değil âsumanlı EROL
GÜNGÖR vardur.
Sesi gelen her yandan, evlâd-ı fâtihândan, hemi
olgun yaşı-başı, bu fakirin adaşı AHMET CEBECİ
vardur.
Boyu tâvil, kendü lâfbâz, civanlığında yumruk
endâz, yaman olur yitişmesi KIRIKKALE yetişmesi
SADIK KEMAL TURAL vardur.
Deryalar mürekeb, ağaçlar kalem olsa, TÖRE
ashabının esmaını (12) ve evsâfını (13) saymaya yetmez.
Allah cümlesinin diline ve kalemine kuvvet ihsân
eyleyüb, TÖRE’nin ömrünü ebedî kılsun... Âmîn...
(1) Önce
(2) Zamanında
(3) Silâhlar
(4) Bu gün
(5) Şiirlerindeki
(6) Şairliğe yeltenme
(7) Eşsiz
(8) Oruç
(9) Namaz
(10) Çevik, atik
(11) İstanbul’da
(12) İsimlerini
(13) Özeliklerini
13
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Kızım «IŞINSU» İçin
•
Halide Nusret ZORLUTUNA
Işın kızım sana, oyuncak diye,
Gökten yıldızları, deresim gelir.
Güneşleri verip sana hediye,
Bahârı yoluna seresim gelir.
Senden birer parça, göl, deniz, dere,
Güzelliğin vurmuş sanki her yere,
Ayın ışığını sarıp güllere,
Başına bir çelenk öresim gelir.
Şakrak kahkahanla uçar her hüzün,
Erir ve dağılır sisleri güzün,
Ömrümün bahârı, ışıklı yüzün;
Bir saat görmesem, göresim gelir.
Sesin bir rüzgârdır, tatlı ve serin,
Gönlümdeki mâbet senin eserin.
Ruhuma gülerken güzel gözlerin,
Göklerdeki sırra, eresim gelir.
14
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
BETİK*
•
İskender ÖKSÜZ
Miskin Yunus söyler sözün
Yaş doldurmuş iki gözün
Bilenlere selam olsun
Bizi bilmeyen ne bilsin
Gülende gülce açışlı, kızanda çakın bakışlı, alayda albız yakışlı Aybala... meni silkip atar mısın?
Şol küçük acunun nuru, bakanda okça delişli, sevende Selcen sevişli Aybala... sen Yağmur’u bilir
misin?
Men gibi kalem tutuşlu, göğsünde özüm atışlı görklü balam... eğit kıl: özüne özüm verende, seni
yürekten sevende, mantık denilen yalanla, sen özgeye gider misin?
Fani dünyanın kışında, karanlığında, yasında, kör yağının kırışında meni yalın koyar mısın?
Alaca gün doğduğunda, çiçeklerin ormanında, göğün görklü mavisine, yerin murat yeşiline, yaş
tayların tepişine, mensiz bakabilir misin?
Men; zamanın yarçımasız kara mağrasına sensiz girebilemem, sevincin ala ban günlüğünde sensiz
durabilemem, ülkünün katı uğraşın sensiz verebilemem, Alplerin erdemli yiğitliklerin sensiz diyebilemem.
Sen yapabilir misin?
Kara acunun ışığı, soğuk acunun ılığı, yad dirliğin tanışı, yalın dirliğin yoldaşı Aybala’m, özün
özümde, özüm özünde... uçabilemezsin!
Fani dünyanın sonsuzu, sığ dünyanın engini, puslu kaderin ulduzu, kargışlanmış kaderin kutluğu,
balam hey!.. Mene mutlu haber gıl...
yarçımasız: parıltısız
ban: büyük
kargışlanmış: lanetlenmiş
günlük: çadır
*Töre Dergisi, Aralık 1971, S.35,
15
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Emine Işınsu
(Sanatçı Dostlarım)
•
Mehmet ÇINARLI
Öncebeci’de oturduğum sıralarda, bir gün, Erdem
sokaktan, ana caddeye doğru inerken, yanımdan
dikkatimi çeken bir kız çocuğu geçti. Boyunun birdenbire uzadığı, birkaç ay içinde çocukluktan genç
kızlığa doğru önemli adımlar attığı belliydi. Saçlarını
iki uzun örgü halinde beline doğru sallandırmış,
canlı, neşeli adımlarla yürüyordu. Güzel bir yüzü, ışıl
ışıl gözleri vardı. Kız çocuklarının, bizim taraflarda
patılama (patlama) denilen, bu değişmeleri çok güzel,
çok heyecan verici bir tabiat olayıdır. Onları ağaçların
(özellikle gül ağaçlarının) dibinden fışkıran yeni
ve kuvvetli sürgünlere benzetirim. Bu sürgünlerin
kaç hafta içinde, boyları yarım metreyi, bir metreyi
aşar. Açık yeşil renkleri vardır. Parmak kalınlığına
ulaştıkları halde, o kadar taze, o kadar yumuşaktırlar
ki, küçük bir hareketle kırılıp kopabilirler.
Önümde, böyle bir sürgünün tazeliğiyle, yürümekte
olan genç kız adayı, aklıma o günlerde çok dinlediğim
bir şarkının sözlerini getirdi. Farkında olmadan yüksek sesle tekrarladım:
Feyzi Halıcı ve arkadaşlarının sık sık düzenledikleri şiir gecelerinden birine davetliyiz. Ankara’da
bulunan şairlerin önemli bir kısmı davete katılıyor.
Aramızda Halide Nusret de var. Bizim için tutulmuş
otobüse bineceğimiz sırada, yanındaki genç kızla
beni tanıştırıyor:
- Kızım Emine Işınsu.
Üç-dört yıl önce yolda bir çeşit laf attığım kız
çocuğunun yüzünü hemen hatırlıyor ve onun, şimdi -tahmin ettiğim gibi- güzel bir genç kız olduğunu
görüyorum. Onunsa beni hiç hatırlamadığı her halinden belliydi. Buna sevindim.
O günlerde Konya’nın Dede Bahçesi’nde ve Mevlâna Müzesi önünde çekilmiş toplu fotoğraflarımız var.
Fotoğrafların arkasına yazdığım nottan anlaşıldığına
göre, 1954 yılının Temmuz ayında bulunuyormuşuz.
Demek ki, Işınsu, henüz 16 yaşındaydı.
Şiir yazdığını öğrenmiştik, Yaşları benim gibi otuza
yaklaşmış veya otuzu geçmiş olan şair ağabeyleri ona
iltifat etmek için birbirleriyle yarışa girmişlerdi. Bu
yarışta –tabiatım icabı- benim en sona kalmam ve
hiç bir derece alamamam mukadderdi. Üstelik, iki ay
önce nişanlanmış bulunduğum için, genç kızlardan
mümkün olduğu kadar uzak durmam gerekiyordu!
Aynı yılın Ekim ayında Emine Işınsu’nun Hisar’da
küçük bir şiiri yayınlanmış. Sanırım, O’nun adı geçen
dergide görünen ilk ve son şiiri bu oldu. Şiirin altına
koyduğu imzada soyadını kullanmayışı tuhafımıza
gitmişti. Acaba, Işınsu babasına, anasına bağlılığını
(eski ve daha doğru deyimiyle mensubiyetini) reddeden asi evlatlardan biri miydi? Öyle değilmiş. Sanat hayatına adımını atarken, «Zorlutuna» soyadının
Sen gitgide bir âfet-i devran olacaksın
Canlar yakacak âteş-i sûzan olacaksın.
Başını geriye çevirip, beni şöyle bir süzmüş
ve gülümsemişti.. O yaşta, okuduğum mısraların
mânâsını anlayacağına ihtimal vermediğim için, bu
bakış ve gülümseyişin, sokak ortasında yüksek sesle
şiir okuyan birine rastlamanın verdiği şaşkınlıktan
ileri geldiğini düşündüm.
Aradan üç-dört yıl geçti. O zamanlar, Konya’da,
*Töre Dergisi, S.61, s.25
16
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
sağlayacağı hazır şöhretten faydalanmak istememiş,
edebiyat dünyasında Emine Işınsu olarak, sırf kendi
gücü, kendi kabiliyetiyle bir yer edinmeyi uygun
görmüş. Bu, gerçekten saygıya, alkışlanmaya değer
bir davranıştı. O’nun, iki günlük Konya gezimiz
sırasında, üzerimde bıraktığı hırslı, gururlu ve dik
başlı genç kız izlenimine de uygun düşüyordu.
Işınsu, iki Yıl sonra (1956), karşımıza bir şiir
kitabıyla çıkıverdi. «İki Nokta» adını verdiği bu kitaba
giren şiirlerin çoğu, bir-iki kelimelik kısa mısralardan
oluşmuştu. İçlerinde, çocukça duyguların dile geldiği
şiirler de vardı; çokbilmiş, çok görmüş geçirmiş bir
nine edasıyla söylenmiş şiirler de:
1959 yılında, öteki Hisar’cı arkadaşlarım ve Ocak’lı
bazı şair ve yazarlarla, Ankara Türkocağı Sanat
Kolu’nu kurup, Türk Yurdu dergisinin «Sanat ve
Edebiyat» bölümünü yönetmeye başladığımız zaman,
bize bir genç yazardan övgü ile söz edilmişti: Erdoğan
Cemil Okçu. Mühendis (veya mimar) olduğunu
işittiğimiz bu genç yazar, vecize ile şiir arasında bir
şeyler yazıyordu: Edebi türlerin birine sokmakta
güçlük çektiğimiz, zevkine de pek varamadığımız
bu yazılar, derginin «Sanat ve Edebiyat» bölümünde
değil, öteki bölümlerinde yayınlanırdı.
Günün birinde, Ankara Türk Ocağı’nda, Erdoğan
Cemil Okçu’nun kendisiyle de karşılaştık. Sarışın,
yakışıklı, tüysüz denecek kadar parlak bir gençti.
Azimli, kendinden emin bir gençti, kendinden emin bir
hali vardı. Askerlik hizmetini yapmakta olduğu için,
yedek subay (veya yedek subay öğrenci) üniforması
giymişti. O sırada, Halide Nusret’le yeni şairlerden
birini karşılaştırıp, o yeni şairi Halide Nusret’ten
üstün gördüğünü söyleyen bir arkadaşımıza genç yedek subay (veya yedek subay adayı) birdenbire sert
bir çıkışta bulundu:
- Hayır, o şair Halide Nusret’in tırnağı bile olamaz.
Ben, bu sinirli çıkışın manasını anlayamamıştım. O
gittikten sonra, Ocak’lılardan birine sordum.
- Hoş görmelisiniz, dedi, yakında Halide Nusret’e
damat olacak. Işınsu ile nişanlandı.
Bu konuşma 1959 yılı sonlarında veya 1960
yılı başlarında olmuştu. Sonra, yurdumuz, o günleri yaşayan herkesin acıyla hatırlayacağı, kavga,
döğüş, kargaşalık günlerine girdi. Türk Ocağı’ndaki
buluşmalar ve sanat toplantıları da sona erdi.
1964 yılında Hisar’ı tekrar çıkarmaya başlayıncaya
kadar, hepimiz bir çeşit ölü devreye girdik. Işınsu, bu
sıralarda bazı hikâye denemeleri yapmış, bunlardan
ikisini Dost dergisinde yayınlamış. Işınsu’nun dahi,
Dost gibi, solculuğu hayli ileri götürmüş bir dergiye
yazı vermiş olması, o tarihlerde, sanatını sol ideolojinin dışında tutmak isteyen yazarlar için, yayın
alanında ne derin bir boşluk bulunduğunu göstermeye yeter sanırım. Bizim, Hisar’ı ikinci defa çıkarmak
zorunda kalışımızın sebeplerinden birisi de, bu
boşluğu acı acı hissetmiş olmamızdır.
Hisar’ı yeniden çıkarmaya başladığımız yıl(1964)
Işınsu da yazı ailemize dâhil oldu. «Yeşil Fasulyeler»
başlıklı hikâyesi, bizim de, okuyucularımızın da çok
hoşumuza gitmiş, bize yeni ve başarılı bir hikâyecinin
müjdesini vermişti.
Fakat genç yazar, Hisar’da ikinci bir hikâye daha
yayınladıktan sonra, birdenbire susuverdi. O’nu bir
gün «Sabah» gazetesinin fıkra yazarı olarak bulduk.
Yazılarından birine Hisar dergisini konu yapmıştı. Fakat ne dediği pek anlaşılmıyordu. Söylenmek istenen-
Gel bu akşam bize gidelim kardeş;
Top oynıyalım,
Çember çevirelim.
Sonra, evcilik de oynarız.
Bir evimiz olur
Erik ağaçlarının altında.
Garipseme öyle
Kocaman,
Kocaman
Açıp gözlerini,
Hayat derler buna.
Ya çekersin,
Ya çektirirsin.
Bu bir kadehtir;
Bazan dolu,
Bazan boş...
Kitabın sonuna «Masal» başlığı altında eklediği 14
küçük şiirde ise, çocukluktan genç kızlığa geçen bir
kalbin ilk aşk heyecanlarını bulmuştuk:
Uzaklardan ta uzaklardan
Gelirsin,
Ellerin üşümüştür;
Yüreğimi veririm,
Isınırsın,
Gidersin ta uzaklara
Gidersin,
Yüreğim
Sende kalır.
Konya gezisinden sonra, şair-yazar takımından
bazı arkadaşların kolejli genç kızla ilişki kurmaya
çalıştıklarını öğrenmiştim. Halide Nusret hanıma
yapılan ziyaretler birdenbire artmış, fakat ona damat
olma yolundaki teşebbüsler -sanırım biraz da vaktin
erken, Işınsu’nun çok genç oluşu yüzünden- müsbet
bir sonuca ulaşamamıştı.
17
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
ler birbirine karıştırılmış veya yarım bırakılmış gibiydi. Sözü geçen yazının nasıl o hale geldiğini, sonradankendisinden dinledim: Atatürk’ü sevmeyen gazete
yöneticilerinden biri, Hisar’la ilgili yazıda ne kadar
Atatürk’le ilgili cümle varsa, makaslayıp çıkarmış.
Aksi bir tesadüf eseri olarak, Işınsu’nun ele aldığı sayı
da, Hisar’ın Atatürk sayısı. Atatürk aradan çekilince,
ne Hisar’da hayır kalmış, ne de yazarın fıkrasında!
Emine Işınsu, benim kanaatime göre, sanat yolunu gönlünün istediğinden çok aklıyla, mantığıyla
çizmiştir. Şiirde ısrar edip, sayısı pek çok olan
başarısız şairlerden biri olarak kalabilirdi. Fazla vakit
kaybetmeden şiiri bırakıp, yazarlığa geçmesini bildi.
Fıkra yazarlığından, hikâyecilikten, tiyatroya, romana atladı.
1967 yılı sonlarında benimle görüşmek için Necatibey Caddesi’ndeki Hisar idarehanesine geldiği zaman, karşımda artık, ne örgülü saçlarını savura savura giden genç kız adayı, ne de duygu ve heyecanlarını
ilk defa kağıda dökmeye çalışan genç şair vardı.
«Küçük Dünya» adındaki romanı Turizm ve Tanıtma
Bakanlığı Sanat Armağanı’nı kazanmış, «Bir Yürek
Satıldı» adındaki oyunu TRT’nin Radyo Oyunları
Yarışması’nda birinci gelmiş başarılı bir hanım yazarla karşı karşıya bulunuyordum. Yılların geçmesiyle olgunlaşan ve şahsiyet kazanan güzelliği de,
siyah elbisesi içinde, daha çarpıcı bir hal almıştı. İlk
defa olarak, uzun uzun ve çok samimi sohbet ettik.
Kendisine yıllar öncesinin karşılaşmasından ve sokak
ortasında yüksek sesle söylediğim beyitten de bahsettim. Hiç hatırlamadı, fakat sahneyi gözünün önüne
getirip uzun uzun güldü.
Gelişinin asıl sebebi: Devlet Tiyatrosu’na verdiği
piyesin bir an evvel okunması için benim yardımımı
istemekti. Hisar’cı ağabeyimiz Munis Faik Ozansoy,
Tiyatro’nun Edebi Heyet’inde bulunduğu için, benim
O’na söylememle bu işin olacağına inanıyordu. Söylemeyi ve ısrarda bulunmayı vaat ettim.
Biz sohbete dalarak vakti unutmuştuk. Saat bir hayli
ilerlemiş (sekize yaklaşmış) kış mevsimi olduğu için,
hava iyiden iyiye kararmıştı. Bir ara telâşla saatine
baktı. Eşi Erdoğan Okçu gelip kendisini Hisar’dan
alacağını söylemiş. Kararlaştırılan saat bir hayli
geçtiği halde, gelmedi. Işınsu, sinirli ve üzüntülü bir
sesle:
- Her halde unuttu!
dedi. Ondan sonra söylediği birkaç cümle, evlilik hayatında mutlu olmadığını anlamama yetmişti.
Kendisini evine götürmeyi teklif ettim.
- Yooo, siz hiç zahmet etmeyin. Hiç gerek yok.
Medeni bir şehirde yaşıyoruz. Bir taksi çağıralım, ben
kendi kendime giderim.
Taksiyi çağırdığım sırada, başka bir akşam buluşup
sohbete devam etmemizi istedi, ben de memnuniyetle
kabul ettim.
Kısa bir süre sonra, telefonla aradı. Benim için
evlerinde bir ziyafet tertiplemişti. Gazi Osman
Paşa’da, Reşit Galip Caddesi’nin tepeye ulaştığı
yerde, babasına ait bir villanın üst katında oturuyordu. Alt kata da annesi ve -o zaman sağ olan- babası
yerleşmişti.
Işınsu’nun, sadece iyi bir yazar değil, iyi bir
ev hanımı da olduğunu o zaman öğrendim. Çok
zengin bir sofra hazırlamış, benim Türk musikisini
sevdiğimi düşünerek, ses sanatçısı Nevzat Güyer’i
de davet etmişti. Yemekte, Nevzat’ın ağabeyi Süleyman Güyer’le, iki de Üniversite öğretim üyesi vardı.
Öğretim üyelerinin o akşam ne sebeple bulunduklarını
bilmiyorum. Sanırım kocasının arkadaşları idiler.
Şiirli, şarkılı çok güzel bir gece geçirdik. Erdoğan
Cemil Okçu da çok kibar ve samimi idi. Bana büyük
bir yakınlık gösterdi. Evlerinin benim için her zaman
açık olduğunu söyledi ve telefon edip haber vermeğe
bile lüzum görmeden sık sık gelmemi istedi. O günlerde, eşim Amerika’da olduğu için bir çeşit bekâr
hayatı yaşıyordum.
Öğretim üyelerinden genç olanı çok iyi fal bakıyordu.
O akşam, avuçlarımıza bakarak geleceğimizi okumaya girişti. Bana:
- Üç defa evleneceksiniz.
demişti.
- Nasıl olur, dedim, 40 yaşını geçtim, daha birinci
karımla evliliğimiz devam ediyor. İkinciyi, üçüncüyü
ne zaman alacağım?
Hiç unutmadığım ince bir sesle şu cevabı verdi:
- Elinizi çabuk tutun dostuuum, elinizi çabuk tutun,
çok geç kalmışsınız!
Işınsu’nun fala ne derece meraklı olduğunu ve nasıl
inandığını da o gece öğrendim. Uyuyan çocuğunu
(Yağmur’u) kucaklayıp getirmiş, falına baktırmıştı.
Benim, «Küçük Dünya» kadar rahat ve bir
çırpıda okuduğum roman azdır. Şiirli bir cümle ile
başlıyordu: «Evvela, o tanbur sesini düşünüyordum.
Su damlacıklarını...» Kendimi kaptırıverdim. Akıcı,
tatlı bir üslup sürükleyip götürmüştü. Vaktin ne kadar ilerlediğini merak edip saatime baktığım zaman,
romanı nerdeyse yarılamıştım.
Küçük Dünya’nın kahramanı Nur’da, Işınsu’nun
kendisini görüyordum. Işınsu, romanda anlatılan
macerayı aynen yaşamış mıydı? Bu hem imkânsız,
hem de gereksiz bir şeydi. Bir yazar kendisini hiç olmayacak tipler ve olaylar içinde bile anlatabilir. Gustave Flaubert. «Madame Bovary benim!» demiş. Bir
Flaubert’i düşünün, bir de Madame Bovary’yi. Cinsiyetleri bile ayrı.
«Tutsak» romanına, Işınsu, ailesi ve çevresiyle
18
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
daha belirgin bir şekilde girer. Yazarın yakından
tanıdığı kimseler (çok defa gerçek isimleriyle) eserde
yer alırlar. Öteden beri öfkelenip durduğu tanınmış
bir romancı, gerçek ismine çok yakın ve herkesin
anlayabileceği bir takma adla, bir hayli hırpalanır.
Yazarın birinci evliliğinin yürüyememiş olmasının
gerekçelerini de aynı romanda bulabiliriz. Bütün
ayrıntılarıyla anlatılan sevgi çözülüşü, aile çöküntüsü
yanında, Kerkük Türklerinin başlarına gelen milli
facia ve 1960 ihtilali arifesindeki şaşkın ve kararsız,
Türk toplumu, romanda canlı bir şekilde yer alır.
Bu arada, Işınsu, farkında olmadan bana da bir taş
atmıştır. 1960 Mayıs’ında herkesin ihtilâle davetiye
çıkardığını anlatırken, şöyle der: «...Geriliyormuş!
Yalnız sen mi, hepimiz. Memleketin tümü geriliyor.
Neydi o, ne yazmışlardı: «İhtilalden bin beterdir ihtilal endişesi» görüyor musun aslan şairlerimizi,
aman endişe içinde kalmayın getirin, getirin...
Rahatlarsınız! (Yağsın nesi varsa kâinatın).»
Sözünü ettiği «aslan şairler» den biri benim. Biraz
değişik şekilde aldığı mısra, 1960 yılı Mayıs’ının
21’inde Bursa’da söylenmiştir. Hikâyesini Hisar dergisinde uzun uzun anlattım. (Mayıs - 1973, Sayı: 113).
Burada kısaca özetleyeceğim:
O tarihlerde, Bursa’ da bir şiir gecesi düzenlenmiş,
İstanbul ve Ankara’dan tanınmış şairler geceye davet
edilmişti. İstanbul’dan davet edilenler arasında rahmetli Behçet Kemal Çağlar da bulunuyordu. Fakat
Vali İhsan Sabri Çağlayangil, o günlerde iktidara karşı
yazdığı imzasız şiirler elden ele dolaşmakta olan bu
şair programdan çıkarılmazsa, gecenin yapılmasına
izin vermeyeceğini bildirmişti. Hâlbuki Behçet
Kemal, daha önce resmen davet edilmiş ve Bursa’ya
gelmek üzere yola çıktığı da öğrenilmişti. Çelik
Palas’ta şerefimize verilen yemekte, hepimiz, bu
Behçet Kemal meselesini nasıl halledeceğimizi
düşünüyorduk. Havanın durgunlaştığını sezen Halide
Nusret, bir ara Bekir Sıtkı’ya «bir şey oku da dinleyelim» dedi. O da kafasında kurup durduğu bir beyti
okuyuverdi:
yordu. Işınsu, romanına aldığı mısraı ondan duymuş
ve sahibini öğrenmeden ezberlemiş olacak. Aslında,
İhtilale davetiye çıkarmıyor, ihtilal endişesinin
yarattığı büyük sıkıntıyı anlatmak istiyorduk. Bütün
toplantılar yasaklanmıştı. Sıkıyönetim Komutanlığı
üç veya beş kişiden fazla vatandaşın bir araya
gelemeyeceğini ilan ediyordu, Mektupların sansüre
tabi olduğu, ceplerin, çantaların arandığı söyleniyordu. Nitekim Halide Nusret de, benim söylediğim
beyti, olduğu gibi değil rumuzla defterine not etmişti:
Failâttan bin betermiş failât endişesi.
Emine Işınsu, Kerkük Türklerinin acılarını dile
getirdiği Tutsak’tan önce, «Azap Toprakları» isimli
romanıyla, Trakya Türkleri’nin gördükleri insanlık
dışı muameleyi ve çektikleri cehennem azabını
anlatmıştı. «Küçük Dünya» daki romantik ve şiirli
üslubun yerini, bu romanda, alabildiğine gerçekçi
ve acımasız bir anlatım alıyordu. Öyle ki, eserin
başlarında verilen ve insanı öfke, isyan tiksinme
duygularına boğan, birkaç sahneden sonra, kitabı
elimden bırakmak zorunda kaldığımı ve bir süre
okuyamadığımı itiraf ederim.
Komünist anarşistler tarafından türlü işkencelerle
öldürülüp, pencereden atılan Erkek Teknik Öğretmen
Okulu öğrencisi Dursun Önkuzu’nun mihver olarak
alındığı son romanı Sancı’yı okumaya başladığım
zaman, Azap Toprakları yazarının, yüreğimi lime
lime doğrayacağından, sinirlerimi sonuna kadar gereceğinden korkuyordum. Korktuğum gibi
olmadı. Sancı’da trajik olaylar daha yumuşak bir
dille anlatılıyor, insana irkilme verecek ayrıntılara
girilmiyordu. Ne var ki, «sanat sanat içindir»
görüşünü reddeden yazar, gaye için, ideoloji için,
hatta Parti için sanat görüşünün en ileri örneğini de
Sancı’da vermiştir. Önkuzu olayını, 1973 seçimlerinden önce, roman halinde yazıp bitirmek istiyordu. Bunun, seçimlerde, bağlı olduğu Partiye avantaj sağlayacağına inanıyordu. Bu yüzden, uzun süre
gözlerden uzak yaşadı. Ne zaman arasam «Yok, gelmedi, roman yazıyor» cevabını alıyordum. Aylar sonra, konuşabildiğimiz zaman, romanın ne olduğunu
sordum:
- Yazdıklarımı dün yeniden okudum. Rezalet. Hiç
bir şeye benzememiş. Hepsini yırttım, attım. Yeniden
yazacağım.
dedi. Tez romanı yazmanın güçlüğü de burada. Kalemini hür olarak duygularının, düşüncelerinin ve gözlemlerinin akışına bırakamayan, ona kutsal bildiği
bazı şeylerin savunmasını emreden yazar, zaman
zaman bu emrin gereği gibi yerine getirilemediğini,
Şimdi aslından vahimdir ihtimal endişesi;
Sardı san’atkârı bir Behçet Kemal endişesi.
Hepimizin hoşuna giden bu beyti gazele tamamlamak istedik, Bazı arkadaşlar vezinden, kafiyeden ve
ahvalimizden ilham alarak, beyitler söylediler. En son
ve en tehlikeli beyti de ben söylemiştim:
Uykusuz geçmekte günler, haftalar, aylar bütün:
İhtilâldan bin betermiş ihtilal endişesi.
Halide Nusret, söylenen beyitleri defterine not edi-
19
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
yaratılan eserin bir şeye benzemediğini görmek zorunda kalır. Işınsu, seçim heyecan ve telaşı geçtikten
sonra, konuyu tekrar ele alınca, istediği gibi bir roman
yazmak imkânına kavuşmuş oldu. Ben, «Sancı»yı ilgi
ve merakla okudum: Zaman zaman bir hatıra kitabı,
zaman zaman da roman niyetine. Eserde, hem sık sık
gördüğümüz şahıslar ve yakın bir geçmişte yaşadığımız olaylar gerçek adları ve yönleri ile anlatılmış,
hem de çok canlı, hayali tipler ve olaylar yaratılmıştır.
***
Töre okuyucularının, bir süreden beri, aralıklı da olsa,
okumakta oldukları bu yazı serisini hazırlayabilmiş
olmayı, büyük ölçüde Işınsu’ya borçluyum. 1971
yılında Töre’yi, rahmetli dostum Dündar Taşer’le
birlikte, çıkarmaya karar verdikleri zaman, beni de
yazı ailesine almayı düşünmüşler. Ben, o günlerde,
seyahatte bulunuyordum. Döndüğüm zaman, ilk
karşılaşmamızda, Işınsu şöyle dedi:
- Adınızı ilân edecektik. Fakat Dündar Bey «Kendisine sormadan olmaz» dedi. Hemen yazı bekliyoruz..
Yazmayı vadettim. Fakat bir yandan resmi görevim, öte yandan Hisar dergisinin türlü işleri beni o
derecemeşgul ediyordu ki, uzun süre vadimi yerine
getiremedim. Işınsu, 23 Şubat 1973 tarihinde, bana
İstanbul’dan, yarı şaka, yarı ciddi bir mektup yazdı.
Mektupta şöyle diyordu:
«...Hisar’cıların sessiz, Türk Edebiyatçılarının
-özellikle M.Samancı’nın- aleni beddualarına rağmen, TÖRE, istikbalin pembe ufuklarına doğru emin
ve sağlam adımlarla yürümekte! Hele Çınarlı beyefendi lütfetseler de, güzel nesirlerini verseler, bu
emniyet ve sağlamlık bir daha güçlenecektir. Şaka bir
tarafa, ciddi ciddi yazı isterim sizden Töre’nin sanat
tarafı yetersiz. Evet, siz çok işiniz var, Hisar vs. vs...
Bütün kaçamak mazeretleri biliyorum, yine de eski
dostluğa güvenerek, istiyorum. Var mı bunun başka
hal tarzı?»
En çok hoşuma giden, mektubun altına attığı imza
ve bir ok çekerek düştüğü nottu: «E. Işınsu Öksüz» ve
Öksüz’ den çekilen okun ucunda, büyük harflerle, sonuna nida işareti konmuş bir kelime «EVLENDİM!»
Evlendiğini, o güne kadar kimse bana bu kadar
orijinal bir şekilde bildirmemişti. Orta Doğu Teknik
Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan İskender Öksüz’ü
tanıyınca, onun, bu zeki, esprili hanıma gerçekten,
layık, güler yüzlü, sağlam fikirli ve mücadeleci bir
adam olduğunu görüp, bir kat daha sevindim.. Işınsu,
Ankara’ya döndükten sonra da yakamı bırakmadı. Her
telefon edişinde veya karşılaşmamızda soruyordu:
- Bu ay başlıyor muyuz? Yazınızı ne zaman
alıyoruz?
Sonunda, Işınsu’nun. Kafasına koyduğu şeyi mutlaka yaptıracağını, elinden kurtulmanın mümkün
olmadığını anladım. Töre’ye, Hisar’a yazdıklarımın
benzerini yazmaktansa, yeni bir yazı dizisiyle girmek
istedim. Hisar’da, Orhan Seyfi’nin ölümü üzerine
yazdığım hatıralar, ummadığım bir ilgi görmüştü. Bu
ilgi, bana yakından tanıdığım sanatçıları anlatmak arzusu verdi. Töre’de yayınlayacağım yazı dizisi de bu
suretle bulunmuş oldu: «Sanatçı Dostlarım» Işınsu,
fikri pek beğenmişti. Sık sık takip edip, benden ilk
yazıyı aldı: «Munis Faik Ozansoy» (Töre, Mayıs
1973). Bir kere başlayınca bırakmak mümkün değil,
Ama zaman darlığı beni sık sık güçlüğe uğratıyor.
Bazan, Töre’de yazının yanlış çıkması ve bir takım
ihmaller tepemi attırır, «şu yazıları başka bir dergiye
vereyim» derim. Ama düşünürüm ki, bunlar biraz da
Işınsu’nun eseridir. O olmasaydı yazmaya karar verir
ve bu kadar sıkıntı arasında oturup yazabilir miydim?
Bu soruya «hayır» cevabı verince, Işınsu’nun hakkını
teslim eder ve arzusuna uslu uslu boyun eğerim.
Bazan da, yazdıklarıma karışmaya kalkar. «Onu
yazma, bunu yaz» kabilinden. İşte o zaman, Nuh
deyip Peygamber demeyen inatçı bir adam olurum.
Boyun eğmek sırası da Işınsu’ya gelir.
Kendisinden bahseden bu yazıyı O’na göstermeden
yayınlamak istiyorum. Geçen gün, Almanya’dan misafir gelen Nevzat Yalçın şerefine verdiği yemekte:
- Nasıl, öteki dostlarım; haklarındaki yazıları
yayınlanmadan önce göremedilerse, senin de görmemen gerekir, dedim.. Galip Erdem de fikrime iştirak
etti. Fakat Işınsu’ya bu fikri kabul ettiremedik. Bir
dergide patronundan gizli yazı yayınlamak ne kadar güç bir şey. İskender Öksüz’le baş başa verip
işe çare aramak istiyoruz. Ama, bulabileceğimizi hiç
sanmıyorum..
Töre; Benim yol göstericim, yaşam, ışık kaynağım... Hoş geldi sefa getirdi.
Yeniden hayat veren TÖRELİLER! Allah size ne muradınız varsa versin.
Tanrı Türk’ü Korusun!
Gültekin ÖZTÜRK
Gazeteci-Yazar
20
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
IŞINSU İÇİN
•
Tarık BUĞRA
Orhan Kemal’lerin, Yaşar Kemal’lerin bana bir
şey söylemediği, vızıltı geldiği, yani, hâlâ süren
sanat anlayışıma sımsıkı bağlandığım yıllardı: Bir
kesimin putlaştırmaya çabaladığı gerçek’ten ve
gerçekçilik’ten tiksinirdim. Bütün gerçekleriyle
insan’ın ve Dünya’nın, sanatı sanat yapan yorumlama gücünde, sanatçının çalışma odasında olduğuna
inanıyordum. Coğrafya Dersi’ni bunu anlatmak için
yazmıştım. Saygım, sadece, kendilerine has ve kendilerine bağlı bir gerçek, bir dünya kurabilmek için
çalışan sanatçılara idi. Karşılaştığım yeni isimlere bu
anlayışla bakıyordum.
Küçük Dünya.. Bir Yürek Satıldı.. Işınsu, benim
yazarlar listeme bu anlayışa göre girmiştir:
İnsan’ı insan’ın insan’la ve toplumla ilişkilerini
kavrama, yorumlama yeteneği., bir başka deyişle de,
üslub vardı o eserlerde. O eserler sınıflandırılamayan
bir grup içinde ele alınamayan hakiki bir sanatçıdan,
tek olabilme gücünden haber getiriyordu.
Tanıma ve tanışma merakım yoktur; yazara
yaklaştıkça eser’den uzaklaşma korkusunu duyarım.
Birini kazanmak ötekinin tadını kaçırmak gibi gelir
bana. Işınsu’yu, Galip Erdem’in götürdüğü evinde,
bir akşam yemeğinde, 1965’de -onun anlattığına göreAyakta Durmak İstiyorum’un kendini beğenmiş, burnu büyük yazarı olarak tanıdım:
Açık sözlü, sıcak, canlı, nüktedan, güzel sofra
hazırlayan, kendisini perdeleyip konuklarını öne
çıkarmasını bilen bir ev sahibi!
O gece beni üzen bir yönünü de görmüştüm: Politika ile fazlaca ilgileniyordu, Belki de çevrenin yüzündendir diye düşünmüştüm: ama pek değilmiş. Sonra
sonra gördüm bunu. Bir başka şeyi de gördüm: Onu
politika’ya tam bir tutku olan ülke ve millet sevgisi
çekiyordu.
İlişkimiz o geceden sonra rastlantılara kaldı ve bu
rastlantıların ilki de -yanılmıyorsam- Antalya Film
Festivali’ndeki jüri üyeliğimizde oldu. O, on günlük
Konyaaltı beraberliğinde de arkadaşlık belirtilerinin
*Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.56
doğduğunu söyleyemem. Sanırım noksan bende, benim sosyal yapımda idi.
Sonra Bayramoğlu’ndaki B.İ.K. Tatil Köyü’ndeki on
beş günler geldi. Bunlar, aynı zamanda, TÖRE dönemi idi. Ve artık aziz dostum Murathan ile, kafasını da,
karakterini de gerçekten değerli bulduğum, İskender
Öksüz de vardı:
Murathan, Elif ve Yağmur’dan sonraki -o zaman bir
yaşında- çocuğu, İskender de, romancılığımı umursamayan eşi idi. Ve Işınsu, onların sayesinde, artık benim yalnız meslektaşım değil, arkadaşımdı, bacımdı.
Işınsu bu hikâyeyi, TÖRE’de o kadar güzel anlattı ki,
eklenecek bir şey bulamıyorum. O dönem için ancak
şunları söyleyebilirim:
Üç çocuğa -kelimenin tam hakkıyla- annelik, gene
kelimenin bütün gücüyle, noksansız bir eşlik ve
TÖRE.. ve beyinde ve yürekte Azap Toprakları, Ak
Topraklar, Tutsak, Çiçekler Büyür, Sancı’ları!
Bunlardan eleştirmeciler, araştırmacılar söz etsin.
Bana gelince, ben, o gün, bu gün hep bunu düşünür,
Işınsu’ya daha bir başka saygı duyarım. Bir de, benim için hazırlattığı TÖRE özel sayısı ile bu sayıdaki
yazısı var ki, yaşadığım sürece -ödeyemeyeceğim- bir
teşekkür borcu olarak gönlümde kalacaktır. O sayıyı
ben, asıl önemlisi, sanatçılığının, dergiciliğinin,
daha daha da, gönül ve kafa arınmışlığının, herkesçe
değerlendirilmesi gereken bir belirtisi sayarım.
Bu yaz, Ankara’da, arkadaşımız Yaşar Güngör’ün
ve sayıp sevdiğimiz eşinin davetindeki son
buluşmamızda, Işınsu, kızı Elif’in nişanlısının evinde
kendisine çay ikram edişini, bir duygu patlaması
ile öyle bir anlattı ki, annelik bir yana, benzeri bir
sanatçının hiç de fazla olamayacağını düşünmeden
yapamamıştım.
Işınsu -ve Öksüz’ler- şimdi bizden çok uzakta, gurbette.
Ama bizden olan ve bizimle kalacak, bizden sonralara kalacak değerli bir şeyler var. Biliyorum bunu.
21
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Işınsu’lara Açık Mektup
•
Dr. Muhtar TEVFİKOĞLU
Sevgili Dostlarım,
ettiğinize inanıyorum.
Şüphesiz, oldukça zor iştir bu... Hem çok zor...
Zorluğu bir yana tehlikeli de aynı zamanda. Çünkü
küçücük bir cümle veya bir tek kelime insanı ansızın
kanatlandırıp yıldızlarla kucaklaştırabileceği gibi bir
saniye sonra da dünyanın en karanlık çukuruna yuvarlayabilir. Bir masal sarayının yapılmasıyla Şairin
“Işınsu Özel Sayısı”na ben de bir açık mektupla
katılmak istedim.
Niçin açık mektup? Çünkü kapalısından korkuyorum. Dostlarıma mektup yazmayı, yazsam bile göndermeyi bir türlü göze alamıyorum.
Mektup bence en kuvvetli bir fiksasyon’dur, tesbittir; tıpkı ölüm gibi...
Mektup yazmak benim gözümde fevkalâde güç
bir iştir. Okuması da öyle... Fakat her iki hâlde
de hayatımda en büyük zevki ondan aldığımı itiraf ederim. Bunu biraz açıklayayım isterseniz,
önce tuhaf bulacağınızı sandığım tarafından, yani
zor okunmasından başlayarak... Soruyorum: bilim
ve tarih kitapları, vesika niteliğini taşıyan evrak
ve yazılı hatıralar dışında elinize aldığınız hangi
eserde anlatılanların samimiyet ve doğruluk derecesini araştırmayı düşündünüz? Hiçbirinde
düşünmemişsinizdir herhalde, Düşünmeye lüzum da
yok zaten, çünkü edebi metinlerde asıl mühim olan,
yazarın ne söylediği değil, nasıl söylediğidir. Ama bir
dostunuzdan aldığınız mektup öyle mi? Onu okurken
her cümlesini, her kelimesini didik didik didiklemiyor musunuz? Satırların altındaki derin mâ­nâyı, bir
gölge gibi, bir koku gibi sayfalara sinen hisleri, belli
belirsiz izleri, virgül ve noktalarda alınıp verilen
nefesleri, gönlünüzde yankılanan sesleri, hasılı her
şeyi, her şeyi inceden inceye tahlil etmiyor musunuz?
Ben ediyorum, sizin de aynı şekilde hareket
*Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.40
«Nim sun peymâneyi sâki tamam ettin beni»
dediği gibi, yarım cümleler de içimizde neleri tamam
etmez ki! ..
Gelelim işin öbür ucuna... Okunması bile bu kadar
zor olan mektubun bir de yazılışını düşününüz... Ne
yalan söyleyeyim, ben çok çekiniyorum. Elimden
geldiği kadar yazmaktan kaçınıyorum. Pek mecbur
olmadıkça türlü bahanelerle geçiştiriyorum. Kalbimi
bütün sıcaklığıyla olduğu gibi sayfalara koyamayacaksam yazmaya ne lüzum var? Zarf, sadece muaşeret
ve nezaket astarı altında sırıtan ikiyüzlülüklerimizi,
budalalıklarımızı sarıp sarmalasın diye icad edilmiş
bir bohça değildir ki...
Onun için, imkân bulursam sevdiklerimle baş başa
konuşmayı tercih ediyorum.
Sözle yazı arasında tahminimizden daha büyük
bir mesafenin mevcut olduğuna inanıyorum.
«Konuşurken kullandığımız sözlerde yazarken
erişemiyeceğimiz başka bir incelik var» diyen
Montaigne yerden göğe kadar haklıdır. Gerçekten,
duygular kâğıda dökülünce büyük ölçüde inceliğini,
22
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
sıcaklığını kaybediyor. Kaynağından fışkırdığı andaki temizliğini, berraklığını kaybediyor. Tabii akışını
kaybe­diyor, hatta çoğu zaman canlılığını kaybediyor.
Damardan çıkan kanın pıhtılaşması, vücuttan ayrılan
organın ölmesi gibi...
Söz aramızda, konuşma ile yazı arasındaki farkı en
küçük dereceye indirebilenleri eskiden kıskanırdım.
Şimdi düşünüyorum da o farkı tamamen ortadan
kaldırmış olmakla asıl ben övünebilirim, zira
yazmıyorum.
Lâtife bir yana, çok severim mektubu her şeye
rağmen. Yazı çeşitleri içinde konuşma üslûbuna
belki en yakın menzilde olduğu için... Mektup yazmaktan ne kadar kaçınırsam okumayada o kadar
can atarını. Hele yayımlanmış mektuplar... Yerli
ve yabancı edebiyat, san’at, fikir adamlarının gerek derli toplu kitaplar halinde basılmış, gerekse
şurada burada perakende yayımlanmış mektuplarını
arayıp bulmak, onlardan -kendince- mühim bir
takım ipuçları çıkarmak tâ çocukluğumdan beri
vazgeçemediğim meraklarım arasındadır. Bu
tatlı alışkanlık bana ince dikkatler de kazandırdı.
Mallarme’nin mektuplarında, sımsıkı kapalı (herrnetique) bir san’atın kapılarını açacak altın anahtarları
ele geçirdim. Keats’in mektuplarında, kalbindeki
renk ve ışık nüanslarının bir tayf gibi şiirine
aksedişini olanca netliğiyle görmek fırsatını buldum. Beethoven’ın mektuplarında (bilhassa 1795 den
sonrakilerde), san’atının gizli ilmiklerini keşfettim.
Müzikal üslûbunun inceliklerini kavradım. Yalnızlık,
hastalık, sefalet, bitkinlik, çaresizlik ve daha bir yığın
ruhi ve organik ızdıraplarla, fakat bütün bu kötü
şartlara rağmen, inanılmaz bir irade gücü, büyük
bir yaşama ve yaratma sevinciyle meydana getirdiği
eserlerin beşeri dokusunu, iplik iplik çözdükçe daha
bir derinden anladığımı hissettim. Romantiklere
açılan yol, onun tuttuğu ışıkla aydınlandı gözümün
önünde.
Zaten, mektuplarını ve biyografisini okumadan
bir san’atkarı tam manasıyla anlamak çok zordur
bence. Batıda ciddi münekkitlerin, edebiyat tarihçilerinin mektup üzerinde ısrarla durmaları da herhalde
bundandır.
Sözünü ettiğim mektuplar yayımlanmış olanlar
tabii. Yayımlandığına göre, artık gizlilik ve mahremiyetleri kalmadığını da hesaba katmalı. Herkes onlardan istediği gibi faydalanabilir. Oysa bir de doğrudan
doğruya bize ait olan hususi mektuplar vardır ki, işte
bunların değeri ve zevki hiçbir şeyle ölçülmez.
Benim de böyle bir dosyam var. Gözümden bile
kıskanıyorum, İçinde, bazı sevgili arkadaşlarımla,
edebiyat ve san’at dünyamızın doruklarında oturan
bazı aziz dostlarımın zarif el yazılarıyla bezeyip bana
göndermek lütfunda bulundukları mektuplar -hayır,
mektuplar değil- hazineler saklı. Her açışımda içime
bin güneşin parıltısı doluyor. Sizinkiler de orada”,
İlki Paris’ten, 19 Temmuz 1981 tarihli posta
kartı. Bir yüzünde göz alıcı bir peyzaj, Yaprak
yeşili, sütbeyaz, saman sarısı, tarçın, kestane, gül
kurusu, narçiçeği serpintilerle dalgalanan çok renkli,
çok ahenkli bir tabiat manzarası”, Ve o tatlı zemin
üzerinde Paul Verlaine’in dört mısraı... Meyveleri
çiçekleri. yaprakları, dalları ve hepsinden önce de
kalbini dile getiren latif şiir cümleleri.. Kartın öbür
yüzünde ise sizin zarif cümleleriniz”.
Hafıza esrarengiz bir gemidir; ne zaman hangi
kıyıya demir atacağı, ne zaman oradan kalkıp hangi
iskelelere halatlarını bağlayacağı bilinmez.
Verlaine beni nerelere götürdü bilir misiniz? İlkin
otuz yıl evvelki güneşli günlere, sonra da iki yıl önceki edebiyat toplantılarımıza”, Yani size .. Işınsu’lara”,
O anda gönülden mektuplarımı göndermiye başladım;
yazıya dökülmedikleri için örselenmemiş, taptaze
duygularla...
Verlaine, delikanlılık çağında tutulduğum bir ateşli
hastalıktı.
Oldukça ağır seyretti, uzun sürdü. Bugün de tam
mânâsiyle kurtulduğumu söyleyemem. Hâlâ, zaman
zaman nüksettiği oluyor. Şairin çok sevdiğim başka
bir şiirinde «Saçlar da, düşünce de rüzgârda» dediği
gibi, yine bazı günler kendimi -bütün varlığımla- o
rüzgârın ortasında buluyorum.
Söz şiirden açılmışken size bir şey daha
söyleyeceğim, dünden beri nedense Keçecizade İzzet
Molla’nın bir mısraı dilime dolandı:
«Delindi bağrımız amma bilindi cevher-i dil»
Nasıl?. Kelimeler granit gibi sağlam, kunt, istif ustaca değil mi? Aynı şiirin öteki mısraları da mükemmel, fakat hepsini buraya almak imkânsız.
Mektup yazmanın güçlüğü, mektup okumanın
güçlüğü, mektubun değeri, mektubun zevki... Mektup, mektup, mektup... Görüyorsunuz ki hep mektup
etrafında dönüp dolaşıyorum. Bütün bunları uzun
uzun anlatışım, yazdıklarınıza cevap verememiş olmaktan duyduğum utancı belirtmek içindir. Beni
bağışlayasınız diye...
«Delindi bağrımız amma bilindi cevher-i dil»
Bilinsin, yeter... Mühim olan bu değil mi?
İşte böyle aziz dostlarım. Hoşça kalın.
Derin hürmetle.
23
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
“EMİNE ABLA!”
•
Hasan KAYIHAN
Yıl 1974.
Devir, CHP-MSP koalisyonu devri. Ortaklar
birbirleriyle kavga etmekten fırsat buldukça ülkücü
sürgün listeleri hazırlamakla meşguller. İçişleri ve
Milli Eğitim, tam bir kıyım makinasına dönüşmüş.
Komünistler okulları devrim üsleri haline getirmişler,
Ülkücü öğrencileri sokmuyorlar. Binlerce öğrenci
devamsızlıktan ya sınıfta kalıyor ya da okuldan
atılıyor. Hükümetse sadece seyrediyor. Bu öğrenciler
seslerini duyurmak için topluca okullarına girmek
istediklerinde üzerlerine içeriden kurşun yağıyor.
Buna rağmen polis onları copluyor, tutuklayıp
zındanlara dolduruyor.
Ankara’da ilk yılım. BM’ce finanse edilen ve bütün
Ortadoğu’ya hizmet verme statüsüne sahip olan Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’ne binlerce
devlet memuru arasından iki zorlu sınavı başararak
alınmış kırk kişiden biriyim, üstelik söylendiğine göre
o tarihe kadar bu programa katılabilen en genç uzman
öğrenci de benim, güya programı tamamlayınca üst
düzey kamu yönetiminde görevlendirileceğim ama durumum hiç de iyi değil. Programdaki arkadaşlarımın
neredeyse tamamı Marksist-Leninist çizgide. Bahri
Savcı, Mümtaz Soysal, Fehmi Yavuz, Gencay Şaylan
gibi her biri devrim nutukları atan hocalarımız vardı;
arkadaşlarım ise gericiliğin, yobazlığın, kapitalizmin, faşizmin manifestosunu ben yazmışım gibi
üstüme üstüme geliyor, ağzımı açtırmıyorlardı. Çok
bunalıyordum. Kimseyi tanımıyordum.
İşte Töre, Bozkurt ve Devlet Gazetesi’nin
hazırlandığı yere ilk defa bu ruh haliyle gittim. Gençlik Caddesi üzerindeki o tek katlı, küçücük binanın
24
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
bodrum katındaki iki odadan birinde merdaneleri
dönmekten gına getirmiş Heidelberg tipi bir baskı
makinası, diğerinde ise çalıştırılırken ortalığı velveleye veren kurşun dökmeli bir dizgi makinası ile
kalıphane vardı. Üstteki dört oda ise, neredeyse Türkiye demekti; düşünce adamlarının buluşup memleket meselelerini tartıştıkları, yazarlarının yazılarını
hazırladıkları, dizgiden gelen provaların okunup
düzeltildiği, teleksten inen haberlerin tarandığı
idarehane, aynı zamanda da ülkücü oldukları için kış
ortasında sürgün edilen öğretmenlerin, memurların,
okullarından atılan öğrencilerin, çocukları evlerinden
alınıp tutuklanan ana babaların, benim gibi patlama
noktasına gelmiş kişilerin “bir parça milli hava soluyabilmek için” akın ettikleri bir yerdi.
Niyetim yazılarından tanıdığım ağabeylerle
tanışmak, belki ruh halimi açmak, “diren” diyeceklerini bile bile gene de akıl almaktı, ancak görüşme
sırası bekleyenlerin arasında otururken çevremdeki insanları dinleyince kendi geliş sebebimden
utandım; insanlar perişandı; batı illerinden birinde
yirmi yıldır Milli Eğitim’de çalışan, dört çocuk
babası lise müdürü bir ağabey, Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı bir mezraya öğretmeni olarak sürülmüş,
KİT’lerden birinde on yıldır uzman işçi statüsünde
sözleşmeli olarak çalışan bir ağabeyin sözleşmesi
iptal edilmiş; kucağındaki bebeği susturabilmek için
didinen bir ablanın kocası bir hafta önce gece yarısı
polisler tarafından yatağından kaldırılıp götürülmüş
ve hâlâ kendisiyle görüşmesine izin verilmiyormuş...
Gerçi onlar da Töre-Devlet-Bozkurt dergilerinden
tanıdıkları milliyetçi ağabeylerin dertlerine çâre
olamayacaklarını biliyorlardı ama gene de başlarına
gelenler bilinsin istiyorlardı ve hepsinde bilinmesini
istedikleri bir başka vakur duruş daha vardı: Gerekirse canımı da veririm!
Bunları işittikten sonra, okulda beni üzüyorlar da
şöyle bir selâm verip rahatlamaya gelmiştim, diyemezdim, kalktım ve sessizce odadan çıktım, ancak
koridorda kısa, kıvrık saçlı, tıknaz, orta boylu, gözlüklü, benim yaşlarımda birine çattım. Hoyratça sordu: “Hayırdır arkadaş?” Öylesine uğradığımı, ileride
tekrar geleceğimi söyleyince, “Sen gel hele!” deyip
beni duvar boyunca yığılmış gazete destelerinin
bulunduğu bir odaya götürdü. Üç-dört kişi baskıdan
gelen Devlet Gazetesi’ni katlayıp etiketliyor, pul
yapıştırıp Töre Dergisi’ni önlerindeki dağıtım listesine
göre desteleyip paketliyorlardı. Kıvırcık saçlı, bana
ne iş yaptığımı sordu, edebiyat öğretmeni olduğumu,
yeniden okula devam ettiğimi öğrenince, ötede
iki kişinin oturduğu bir masaya götürdü. Önüme
baskıdan gelmiş bir fasikül ve kırmızı renkli tükenmez
kalem verip “Bak,” dedi, “harf yanlışı varsa, şöyle
bir çizgi çekecek, şu kenara doğrusunu yazacaksın,
satır hatasında şunu, kaymalarda bunu, şunda şunu,
bunda bunu yapacaksın, Hadi kolay gelsin!” İdare
Müdürü Osman Çakır’ın avucuna düşerek “tashih”
işine koşulduğum fasiküllerin Azap Toprakları,
Ak Topraklar ve Tutsak romanlarının yazarı Emine
Işınsu’nun Sancı romanı olduğunu görünce sevinçten
çıldırasım gelmişti; bütün sıkıntım yokolmuştu. Üstelik o gün, hâlâ sevgili birer arkadaşım olan Hukuk
öğrencileri Mahir Durakoğlu, Hüseyin Düzgün,
İktisadi İlimler’den Meriç Çoşkun ve Dil-Tarih’ten
Osman Oktay ile tanışmıştım ki onların isimleri
Sancı’da da geçiyordu. Romanda Mahir az konuşan
ama konuştuğunda sözü yerine zımbalayan bir tip idi
ki gerçekten de öyleydi; bana kiminle tanışmak için
geldiğimi sordu durup dururken. “Farketmez,” dedim. “Hele sen şu fasikülü de bitir, ben seni istediğin
kişiyle tanıştırırım.” dedi. Dalga geçtiğini düşündüm,
zira onun da bir çayını içmek için uğradığı Osman
Çakır tarafından ben ve ötekiler gibi avlanıp tashih ya
da pul yalamaya mahkûm edildiğini sanmıştım ama
sonradan öğrendim ki onlarınkisi hemen her hafta
sonu tekrarlanan gönüllü bir mahkûmiyetti; çünkü
gazetenin iki gün içinde abonelere ulaşabilmesi için
gece saat 12’den önce postaya verilmesi gerekiyordu,
üstelik makinalar, gazete ve dergilerden boşaldığı an
kitap basmaya başlamalıydı.
Sancı’yı ilk baskı provalarından okumak benim
için büyük bir ayrıcalıktı, ki nihai baskıya kadar gerektikçe gene tashih işine seyirtmiştim. Üstelik bir
taşralı hâlet-i ruhiyesi içinde bunaldığım Ankara’da
kendimden olan ruh üçüzlerim, beşizlerimle birlikteydim.
Çalışırken bir yandan da sohbet ediyorduk. Sohbet
konumuz sonraları da olduğu gibi genellikle Sancı,
Töre ve Bozkurt dergilerinin içeriğiyle sınırlıydı.
Devlet’teki yazılardan, hele haberlerden pek fazla sözetmiyorduk, zira Devlet zulüm, işkence ve
sürgün haberleriyle doluydu. İçimiz yanıyordu,
dayanamıyorduk.
Gazetenin imtiyaz sahibi İbrahim Metin, bir
karmakarışıklık disiplini âbidesiydi; gazete basılırken
birkaç defa makinayı durdurtur, kalıpları söktürür
ve o an ulaşan başka sürgün ya da şehit haberlerini
aldırtırdı. Osman Çakır ise, tam bir sistem adamıydı,
onca karışıklığı çabucak organize işleyişe çevirmenin
bir yolunu bulurdu. Bu konuda taviz vermezdi; bir
keresinde gene dergi etiketliyorduk ki, şöyle bir
uğrayan henüz onaltı-onyedi yaşında iki delikanlıyı,
Tuğrul Türkeş ile arkadaşını kollarından yakalayıp
içeriye soktu. Dergi destelerinin başına dikti. Gençler
25
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
zamanlarının olmadığını söyleseler de dinlemedi,
“Nasıl olsa dergiyi okumak için zaman harcamayacak mısınız?” dedi, “O zamanı burada geçirin, hem
okuyun hem pul yapıştırın bakayım!”
O ilk gün, üçüncü fasikülü de sür’atle tashih
etmiştim. Mahir’in elinde de iş kalmamıştı. Osman
Çakır’ın zorlamasına rağmen pul yalama görevinden
kendisini ve beni azad ettiğini söyleyip “Dinlenmeği
hakettik!” dedi ve beni koridorun karşısındaki
odaya götürdü. Çok kişi oturabilsin diye odanın dört
duvarının önüne kanepeler konulmuştu. Sessizce bir
kenara iliştik. Bir şehrin Emniyet Müdürlüğü’nde
duvara yazı yazarken yakalayıp bir odaya kapatılan
on kadar ülkücü gence nöbet sırası kendisine gelince
dışarıdan ekmek alıp verdiği için meslekten men
edilen bir gece bekçisi konuşuyordu:
“Yok efendim ekmekten başka su da vermişim...”
“Verdin mi?”
Bacaklarını içiçe geçirmiş, sıska, incecik, kısa boylu
biri sormuştu bunu. Mahir kulağıma eğilip fısıldadı:
“Bu, Galip Erdem.”
Bekçi:
”Verdim tabii!” dedi, “Yezit miyim ben? Bu çocuklar vatan satanlardan mı, bayrak yırtanlardan mı da
vermeyeceğim? Bir de bana diyorlar ki itirazını
Genel Müdürlüğe yapacaksın, şimdi onlar mı Yezit
ben mi?”
“Hain olmadığın için sen!”
“Galip?”
O ana kadar farketmediğim, giyinişi, elbisesinin
rengi, gayet bakımlı haliyle Anadolu’da bir hanın
muhabbet odasını andıran bu odanın düz, yer yer
erimiş, soluk perdeleri, bacakları yamulmuş, yüzleri
çizilmiş sehpalarının renksiz, yıpranmış görünüşüyle
tam bir tezat oluşturan, ince, uzun boylu, kuğu boyunlu zarif bir hanım hüznün gölgeleri düşmüş gözlerini Galip Erdem’e çevirmiş, uyarıyordu:
“Üzme ağabeyi! Ne yapabiliriz, onu düşün! ”
Sonra Bekçi’ye dönüp sordu:
“Ankara’da tanıdığın, yanında kalabileceğin biri
var mı ağabey?”
Varmış. Galip Erdem’le ertesi gün Avukat Şerafettin
Yılmaz’ın bürosunda buluşmak üzere sözleştiler.
Eğer kalacak yeri olmasaydı, bu Anadolu Bacısı
yürekli hanım, sanırım ya parasını verip bir otele
yerleştirecekti ya da götürüp kendi evinde misafir
edecekti, hem ona, hem daha sonra konuştuklarına
öylesine yürekten, öylesine candan, kâh bir anne kâh
bir abla gibi davranıyordu ki... Mahir’e baktım.
“Emine Işınsu.” dedi usulca.
“Ne kadar beyinsizim!” demiş olmalıyım o an; öyle
ya, Bir Yürek Satıldı’da kalbini çıkaran oğlu ayağı
kayıp düşünce, o anayı dile getirip “Bir yerin acıdı
mı oğlum?” diye sordurtacak kadar ana davranışlı biri
Emine Işınsu’dan başka kim olabilirdi?
İçerde dert yanmağa gelen kimse kalmayınca bize
döndü:
“N’aber Mahir? Sancı ne durumda?”
“Altı fasikül daha tamamlandı. Bu gidişle üç hafta
içinde temiz baskı biter. Hele bu arkadaş sözünde
durur da hafta içi çıkacak fasikülleri de tararsa....
Bugün üç fasikülü birden yaptı. Hatasını bulamadım.
Sahi bu arkadaş ilk defa geliyor... Adın neydi?”
Mahir bu gün de bir mantık adamıdır; aynaya aynı
anda hem ön, hem de arka yüzünden bakmayı ihmâl
etmez. Beni tanıdığı kadarıyla tanıtmak yerine kendimi tanıtmamı düşünüşünün bir mantığı vardı kesinlikle.
“Çok teşekkür ederim, hoşgeldin kardeşim.” dedi
Emine Işınsu.
“Hoşbulduk Abla!” dedim ve o günden sonra ona
hep Emine Abla diye hitabettim.
O zamana kadar ufak tefek birşeyler yazıyordum.
Şiir ya da kısa hikâyeler. Mahallî dergi ya da
gazetelerde yayınlananlar da vardı, ama Töre’ye yazmak, benim için yürek işiydi, asla cesaret edemezdim; öyle ya Arif Nihat Asya, Erol Güngör, Mehmet
Çınarlı, Necmettin Hacıeminoğlu, Mehmet Eröz,
Turan Yazgan, Tarık Buğra, Faruk Kadri Timurtaş,
İskender Öksüz gibi dil ve düşünce devlerinin yazdığı
bir dergiye yazmağa kalkışmak gerçekten yürek isterdi. Ama bir keresinde, artık aynı bekâr evini
paylaştığımız Osman Çakır, Bozkurt’un Yazıişleri
Müdürü Osman Oktay bize geldiğinde denemelerimi topladığım dosyayı göstermiş, Oktay birkaç
denememi almış, Bozkurt’un bir sonraki sayısında
görünce öğrendim. Artık müthiş bir okuyucu ve
acımasız bir eleştirmen olduğunu öğrendiğim Osman
Çakır’ın da zorlamasıyla Bozkurt’un her sayısına
yazmağa başladım, sanırım yayımlanan dördüncü
yazımdan sonra Emine Abla çağırdı, “Çocuk,” dedi,
“o yazılardan Töre’ye de istiyorum!”
Yazmaya, gerçek anlamıyla yazmaya başladığım
gün, o gündür, Emine Abla’nın bu buyruğudur. Yazmaya ara verilemeyeceğini, ihmâl edilemeyeceğini
öğreten de, ihmâl ettiğimde kaşlarını çatıp yazmaya zorlayan da Emine Abla’dır. O, edebiyat vâdisine çöreklenmiş bezirgânlardan beğeni beklemeğe
ihtiyaç duymadan; elimizde tuttuğumuz kalemlerin Bilge Kağan’dan, Kaşgarlı Mahmut’tan, Dede
Korkut’tan bize kalan öz mirâsımız olduğunu hiçbir
zaman aklımızdan çıkarmadan yazmamız gerektiğini
öğrendiğim kişidir.
O, her romanına, okuyucusunu zorlamadan kendi
Besmele’sini B harfiyle süsleyip başlayan Yûnus
tabiatlı bir Türk yazarıdır; Allah ondan razı olsun; o,
benim Emine Ablam’dır!
26
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
İfâde-i Meram Yâhud
Sarı Bir Gül
•
A. Yağmur TUNALI
Nedense, şarklı tarafımız, dostlukları ifade etmekten ziyade yaşamayı tercih ediyor. Bu yüzden, sevdiklerimize ne sözle muhabbet izhâr edebiliyor.. ve
ne de yazabiliyoruz. Hâlbuki Türk’ün imanı, muhabbeti açığa vurmanın sadaka yerine geçeceğini
söyler. Ancak. bu iman, çok zaman mücerred sevgi
etrafında şaheserler verir ve biz aşkın olduğu gibi,
adeta, dostluğun da «platonik» alanında karar kılarız.
Müşahhasdan yola çıksak bile, o müşahhası, insanüstü seviyeye çıkarır, mücerredin imkân hudutlarını
zorlayan tatlı mübalağasında bir başka beldenin
sarhoşluğuna kanatlandırırız.
Bu hükümler doğru mudur; doğru ise böyle
olmalı mı veya olmamalı mıdır? meselesi, elbette
münakaşaya elverir; bu satırlarda yapılmak istenen
böyle bir münakaşa değildir; yalnız şunu söylemeliyim ki, bu hükümlerin bana büyük nisbette uyduğunu
zannediyorum.
Işınsu Ablam için de, bu şarklı tarafımı bir kenara
bırakıp, ne sözle ve ne de kalemle şöyle enine-boyuna
ifade-i meram edememişimdir. Çok sevdiğimin belli
olması bana kâfi gelir. Herkes için lüzumlu olan da
bu kadardır; fakat bana yakışan bu abla-kardeş muhabbetini -dostluğu demeliydim- hayatın nadide bir
güzelliği olarak yüreğimde taşımaktır. Şu var ki,
insanın sevildiğini sözle de, yazıyla da bilmek istemesi, ruhumuzun en açık isteklerindendir. O halde,
sükûtun engin musikisini duyan gönüllere haldaş olsak bile, söz mülkü de bu muhabbetle dalgalanacaktır,
dalgalanmalıdır.
Işınsu Ablamla tanışmamız, 1975 senesinin
başlarına tesadüf eder: Yani yakın bir zaman ... O
Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.64
tarihte Çağlar Sanat Tiyatrosu adıyla profesyonel
-ama ne profesyonel!- bir tiyatronun kuruluş hazırlığı
içindeydik. Tanışma sebebimiz, üç buçuk sene ayakta
kalabilen (Nasıl ayakta kaldığını bilen bilir! ) bu tiyatrodur. O zaman, manen bizi en fazla destekleyen kişi,
şüphesiz Işınsu Ablam olmuştur. Tanışmamız olduğu
kadar kaynaşmamız da başlangıç sebebi olarak, bu tiyatroya bağlıdır.
Bu tiyatro ve sanat bahisleri sonrasında zaman
konuşacaktır. O zaman ki... veya o güzel kader ki,
müşterekleri ön plana çıkararak bir dostluğa merdiven olacaktır.
Yanlış hatırlamıyorsam, 1976’dan itibaren daha sık
görüşür olduk. İyi ve kötü zamanlarımda, bu dostluğun
sıcak nefesini koklamağa koştum. Bir bakıma, sigara
ve çay tiryakiliğime üçüncü bir tiryakilik eklendi.
Bu tiryakiliğin bütün zamanlarını sevdim ve aziz bir
hatıra olarak hafızama aldım.
Seneler sonra, «Abla» dediğim ve bir yolun beni
kendisine kardeş ettiği bir güzel insan, sordu: «Sevgili Yağmur! Gören zanneder ki, Işınsu Hanım kolay
bir insan değildir ve dostluğu zor kazanılır; sen bu
işi nasıl başardın?» verdiğim cevabı pek güzel buluyorum; demiştim ki: «Ablacığım, galiba önce ben
sevdim.» Şimdi, düşünülmeden, adeta doğuş gibi
ağzımdan çıkan bu sözde, bir hakikatin gizli olduğunu
derinden derine sezer gibiyim.
Yukarıdaki doğru sualden hareketle sormalıyım:
hakikaten Işınsu zor dost olunan bir insan mıdır?
«Dostluk» sıfatı için hiç çekinmeden «evet» demeliyim. Ancak, bu sözde «zor sevilir bir insandır»
manası varsa, buna da hem «evet» hem «hayır» de-
27
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
meIiyim. Bu «evet» ve «hayır»ı, herhalde biraz
açıklamak zorundayım.
Işınsu, insan olmanın sevmekle eşdeğerdeki güzel sıfatlarından birini, şahsiyetinin en bariz vasfı
olarak taşır. Bu sıfat, «alıcı» olmak değil, «verici»
olmaktır. Tagore’un şu sözü O’na ne kadar yakışır:
«Hayat bize verilmiştir; biz, onu vererek kazanırız!»
O’nu tanıdığım zamandan beri, her halükarda,
karşısına çıkan herkese, sevgisinden, bilgisinden ve malından vermek endişesi içinde çırpınır
görmüşümdür. Kendisi bedbaht bir anını yaşıyor
olsa bile, karşısındakini bahtiyar etmenin yollarını
arar. Bunu yapamayacaksa, her zaman zelzeleli
olan iç âlemine dalmak üzere bir tenhaya çekilir.
Böylesine verici olmak vasfı etrafında şahsiyetini
kuran bir insanı takdir etmek için, başka meziyetlerini sıralamaya lüzum olmadığını zannederim. Ama
sevmek, malumdur ki ayrı ve hususi şartlara bağlıdır.
Dostluk bahsi de herkes için apayrı bir karakter arz
eder. Bilinir ki dostluk, ender bulunan bir insanlık cevheridir. Arkadaşlık için bile, pek çok müşterek tarafın
gerektiği düşünülürse, dostlukda bu müşterekliğin
-aşkta olduğu gibi- bir bakıma hataları bile sevmek
ve kabullenmek, hatta görmemek şeklinde tezahür
edeceği malumdur.
Emine Işınsu, iç âleminin zelzeleleri dolayısıyla
gergin görünür. Devamlı bir sanat ikliminde bulunanlar kabul ederler ki, etrafla münasebetleri ancak bu
iklime yakınlık nisbetinde derinleşir. İnsanın en fazla
garip ve yalnız bulunduğu haller, böyle iç alem ve dış
alem çatışmasının cereyan ettiği ve kendi kendisiyle
kaldığı zamanlarda besleyip, büyüttüğü intibaksız
hallerdir. Bu intibaksızlık ve dış âlemden kaçış, her
san’atkârda başka türlü ve kendi dünyası zâviyesinden tezahür edeceği için, galiba en zor olan da iki
san’atkârın anlaşabilmesi, dost olmasıdır.
Denebilir ki, her Işınsu romanı realiteye
dayanmasına rağmen -her halis roman gibi- mücerred
bir dünyanın işaretlerini taşır. Dostluğu da herhalde
böyledir. Onun «dostum» dediği insanlara bakışı ile o
insanların O’na bakışı arasında ne kadar büyük farklar bulunduğunu ben çok düşünmüşümdür. O halde
dostluklar bile, dostların ekranında farklı farklı görülür. Şu var ki, müşterekler vardır ve bu müştereklerin
idraki farklıdır. Çok karışık görünen bu ifadelerin
sade insanlar için de geçerli olduğunu zannediyorum.
Işınsu’nun dostluğunu, romancılığından ayrı
düşünmeyişime şaşmayınız. Bilirim ki, kalemi ile
hayatı iç içedir. Bu yüzden hayatı romana aktarmak
çilesinde zorlu bir ömür sürer. O’nun dostu olmak
için, bu zorlu yaşayışı benimseyecek, sevecek ve
iştirak edeceksiniz. Bu, ne kadar zor bir iş ise, O’na
dost olmak da o kadar zordur.
Meseleyi bir bakıma fazla büyüttüğümün
farkındayım. Zira zahir planında çok sade sözler etmek lazım gelir. Işınsu, aritmetik münasebetlerin
insanı değildir; hesaplı kitaplı olmaya tenezzül etmez. Şüpheciliği sonradan başlar. Önce sevmeye
veya beğenmeye hazırdır. Muhatabını iyi tahlil eder.
Psikolojiye olan derin alakası ve romancı olarak
tahlilciliği O’na insan tanımada büyük imkânlar
bahşeder. Ancak, şunu söylemeliyim ki, muhatabı
onun için tecrübî psikolojinin kobay’ı (sujet) olmaktan uzak, kainatın özü (zübde-i âlem), mahlukatın
en şereflisi ve saygıya layık olan insandır. Kimseye
tepeden bakmaz, aksine muhatabı karşısında fazlaca
alçak gönüllü ve biraz da mahcubdur.
Çok zaman, karşısına gelen ve hiç alakadar olmadığı
mes’eleleri gayet kaba bir şekilde anlatan insanları
saatlerce nasıl dinlediğine şaşmışımdır. Bu durumdan
rahatsız olduğu halde hiç belli etmediğini bildiğim
için, zaman zaman sormuşumdur: «Ablacığım, bu
kadarı, muhatabın gönlünü hoş etmek için fazla değil
midir?» Cevabı, çok zaman şu şekilde olmuştur:
«O’nun memnun olduğunu görüyor ve rahatsızlığımı
unutmaya çalışıyorum, Sen dervişlikten bahsedersin,
dervişliğin icabı da bu değil midir?» Tabii, sualime
böyle bir sualle cevap verilmesi, noksanlığımı işaret
etmek keyfiyeti yanında, O’nun olgunluğu zâviyesinden de beni fazlaca mütehassıs eder. Verilecek bir
cevabım yoktur, tebessüm ederim.
Töre Dergisi’ne gelen her mektubun Işınsu
imzasıyla cevaplandırılması, ayrıca, dikkate şayandır.
Dergicilik yapanlar bilirler ki, bu mektuplarda -affedersiniz- hiç ipe sapa gelmez manzumeler, yazılar,
büyük sanatkâr edâları., neler neler vardır! Bu insanlar, genç olabilirler, yaşlı olabilirler, dengelidengesiz olabilirler, tehdid edebilirler, yalvarabilirler .. ama, her halükârda Işınsu Ablam, büyük
bir titizlikle zamanının bir kısmını onlara ayırır
ve tek tek cevaplandırır.Bunun ne derece zor bir iş
olduğunu anlatmak için, şu satırları okuyanların
hiç olmazsa bir ay miiddetle çok okunan bir derginin başında aynı vazife ile bulunmaları lazımdır.
Dergiye yazı ve şiir gönderen adı belli kimselerle uğraşmak ise, ayrı bir derttir. «Editör» demek, sinirleri alınmış insan demektir. Kulaklarınızı
hem gelecek sözlere açık tutacaksınız, hem de
kapatacaksınız. Hem onların gönüllerini okşayacak,
hem de biraz geri duracaksınız. Bu hassas denge ve
sinir sistemini rafa kaldırma mecburiyeti, insanı,
nasıl yıpratır, nasıl bezdirir ve hayatının diğer
kısmını nasıl tesir altına alır, yine bilenler bilir.
Emine Işınsu, bunca sene hem roman yazdı, hem
28
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
dergi çıkardı, hem de ailesini ve sevdiklerini ihmal
etmedi. Ben, bu hale «kahramanlık»tan da öte bir kelime (sıfat) bulmak istiyor ve soruyorum: «Işınsu’nun
dostluğu zordur, ama o, zor sevilen bir insan mıdır?»
Tahlili bir hareket tarzını çok istememe rağmen,
kabul etmeliyim ki hissiyimdir. Bu yüzden, Işınsu
Ablam hakkında objektif kanaatler olmasını istediğim
sözlerimi, sübjektif unsurlardan kurtaramamış olabilirim. Zira ben o’nu çok sevenlerden biriyim,
Yeri gelmişken söylemeliyim: «Niçin seviyorsun?» gibi bir sual çok kimsenin aklından geçebilecektir; çünkü, bu tip sualleri sormaya hepimiz
çok yatkınızdır. Şu var ki, bu bana, «şiir nedir?»
suali kadar garip gelir. Sevmenin, ifade kalıplarına,
düşünce jimnastiklerine, aritmetik hesaplara sığar
tarafı yok ki.. formül verebileyim! Gönül laboratuarı,
diğer realitelerin şartlarını taşısaydı, böyle bir suali
cevaplandırmak mümkündü. «Tamamen mümkün
değildir» demek istemiyorum. Bu mümkün olma hali
de, ancak anlaşılabilir, bilinebilir vasıfdadır ve hatta
gizli kalamaz. Hz. Mevlana, sevginin en yücesi olan
aşk için; «Aşk sözün meydana çıkmasını istiyor, ayna
gammaz olmasın da ne yapsın?» der. Bu gönül sözü,
gönlün her seviye ve şekildeki çırpınışları için geçerli
olmalı ki biz, sevdiğimizi şu veya bu şekilde belli etmeyi, ihtiyarımız dışında bir hâl olarak yaşıyoruz.
Ben, şu satırlarda ancak bir muhabbetin zahiri görüntülerine kısmen temas etmek için kaleme
sarıldım. Fakat görüyorum ki, zihnim ve hissim
bu muhabbetten, umûmi bahislere kayma istidadı
gösteriyor. Mazur görünüz ki, Garp yanında, Şarkın
«Aşk Medeniyeti»ne gün geçtikçe daha çok nüfuz
etmek ve onu bütün varlığıyla benimsemek isteyen
biriyim.
Sadece Işınsu Ablam’ı -yâni O’na olan muhabbetimi- bir nebze anlatmak istediğim bu yazıda,
o’nun romancılığının, pek çok kimsenin düşünmediği
taraflarına da temas etmeyi lüzumlu buluyorum.
Yazmayı hayatlarının gayesi edinenler bileceklerdir
ki, değil organik bir bünye demek olan eseriin bütünü, sadece bir satırı, bir mısraı .. hatta düşüncesi
bile insanı derinden sarsar. Sarsılmadan, içten-içe
yanıp yakılmadan, zorun eşiğinde terlemeden neticeye varamazsınız.
Bu kaidenin müşahhas bir numunesi olarak Emine
Işınsu için, her yeni eser, uzun bir çile döneminin
başlangıcıdır. Önce mevzu ve mevzu etrafında şahıs
kadrosu --özellikle başkahraman- doğar. Bu şahısların
hayatına girmek için günleri, ayları ruhi bir hazırlığa
verirken, bir yandan da bilgi tarafının tamamlanması
gerekecektir. Bunun için, en zor kaynaklara varıncaya
kadar inilir, notlar tutulur; insanlarla görüşülür,
konuşulur. Sancı için, Zile’den Dursun ‘Önkuzu’nun
ailesiyle; Azap Toprakları, Ak Topraklar ve Tutsak
için, nerede Batı Trakyalı, Kerküklü bir Türk varsa
onunla mutlaka görüşülür .. ve defterler, dosyalar
dolusu notlar alınır. Çiçekler Büyür için, resmi vesikalarla beraber, Bulgaristan göçmenleriyle uzun muhasebelerde bulunulur; fakat, henüz bu faaliyetlerle,
romanın iskeleti bile kurulmuş sayılmaz.
Bütün dokümanlar toplandıktan sonra, eserin
doğması, gecelerin sükûnuna kalmıştır. Herkesin,
bilmem kaçıncı uykusunda bulunduğu saatlerde, eserin ilk müsveddeleri için çırpınan bir Işınsu vardır.
Bu gecelerin ne kadar yaman olduğunu anlayabilmek
için, Işınsu’nun alnındaki çizgilerin manasını bilebilmek, duyabilmek lazımdır. O geceler ki, ân-ı vâhid
kadar kısadır; o geceleri ki «şeb-i yelda»dan da uzun..
ve beterdir. Ve bu geceler, sabrın ve tahammülün
şaşırtıcı kudretiyle, senelerce devam eder.
İlk müsvedde, ikinci, hatta üçüncü müsveddeyi..
yani olgunlaşmanın bir üst basamağını hazırlar.
Işınsu, son müsveddeden sonra, eserine bir de tenkidci gözle yaklaşır ve nihai hale getirir.
Bir eser, üç sene mi sürmüştür.. bu koca üç
seneyi gecelere bölünüz, bu gecelerin her anında
eserden o’nun yüzüne izi nakşolmuş bir bölümü,
bir cümleyi, bir diyalogu görmeniz mümkündür.
Anlarsınız ki bu üç sene boyunca o, hep rahatsız,
hep tedirgin ve alabildiğine gergindir. Bir eser
meydana gelir, ama mukabilinde. sıhhatten, huzurdan, hayattan neler neler alıp götürmek pahasına...
Peki, niçin bu kadar sıkıntı?
Evet, bu suali ben bile çok defa içimden geçirmiş
ve ablama «Bu kadar ıstırap yeter!» diyebilmek
istemişimdir. Çok zaman, o zorlu gecelerde bir tarafta
eşi Profesör İskender Bey, bir tarafta o, bir tarafta
ben çalışmışızdır. O kadar yorulur, bunalırdı ki, «Ne
olur bu gecelik: bu işten vazgeçin!!» diyesim gelirdi. Tabiî, beraber olduğumuz her gecede ben böyle
düşündüm, fakat söyleyemedim.. ve o, hummalı bir
şekilde o ıstırabın yükünü, şaşılacak bir tahammül
gücüyle taşıdı.
Evet, niçin bu kadar sıkıntı?
Derler ki her insan bu dünya hayatında bir misyonun (rol) sahibidir. Temenni edilen şüphesiz iyi rol
üstlenmektir .. Ve rolünü iyi oynayabilmektir. İlahi
kanundur: Söylenecek söze sahib olmak isteyen,
nice ıstıraplı devrelerden sonra ona hak kazanır.
Işınsu Ablam da misyon olarak «roman yazmak için
yaratıldığına inandığını» söyler. Bu kadar sıkıntı,
bu inançtan ve bu kaderden dolayıdır. Roman yazan
birçok insan içinde onun yeri, müsbet çizgi üzerinde
estetik mükemmeliyet istikametidir. Bu onun işini
29
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
daha da zorlaştırıcı ve ıstırabını katmerleştirici bir husus olarak karşımızdadır.
Ben, o’nu, bu ıstırabın çeşitli devrelerinde görmek
İmkanını bulan bir insanım. Hüznün en derinini,
arayışın en yorucu olanını, masası başındaki bir
anında görmüş ve düşünmüşümdür: «Bunca ağır
yüke talib kaç insan vardır? Biliriz ki insanlar, hep
hüzünden, ıstıraptan, mihnetten kaçarlar ve rahat bir
ömür isterler. Rahatını rahatsızlıkla değiştiren bu
kadını hangi sözlerle alkışlamalıyım? Bu ıstırabın,
bir güzellik uğruna ve -tabii-- insanlar için olduğunu
nasıl anlatmalıyım? O insanlar ki sigara içmek bile
onlar tarafından aforoz edilmeye yeter! O İnsanlar
ki, bütün işleri (rolleri), hata imal etmektir; iyiye ve
güzele meyletmek değil, çirkin görüp, çirkin söylemektir. O insanlar ki «şeb-i yelda» yı bilmezler;
ruhuyla beraber vücudu da bir zelzeleye tutulmuş, kıvranan... ve kıvrandıkça, yandıkça ve üzüldükçe, duygu
ve düşünceye sondalarını derinleştiren sanatkarı
nasıl anlasınlar? Heyhat ki cihan cennetini kendine
cehennem edenlerin, ancak dârı bekâ eyledikten sonra, haklarında bir-iki «üzüntü mesajı» verilir.. o kadar!.. Ve o sanatkar, anlaşılmak için uzak asırlara bel
bağlamağa mecbur ve mahkum edilir.
Nankörlük, insanlığın en bariz vasıflarından biri
olsa gerek.. «Düşünmüşümdür» deyip iki nokta
koyunca, sözün bu kadarla biteceği yoktur. Bir teselli
halinde «Bu bir vazifedir; yapan yapsın da bilen bilir.»
deyiverip rahatlamak lazım. Hakikaten, Ablamla çok
zaman bu mevzu üzerinde konuşur ve bu nevi’den
bir cümle ile rahatlardık; çünkü o, misyonunu iman
bilmiş bir insandır. Bu yüzden, yazmanın çilesini hep
sevdi; anlamayanları mâzur gördü ve peş peşe eserler
verdi.
Her eseri bitirişi, cidden görülecek bir saadet
anıdır. Kuş kadar hafiflemiş görünür, bakışları daha
da dünyalı bir hâl alır, çayı yudumlarken Kevser
yudumluyormuş gibi olur.
Çiçekler Büyür romanını bitirmek üzereydi.
Yüzündeki yorgun ifade o kadar belli hatlara
bürünmüştü ki, görünce fevkalade haller yaşadığı
anlaşılırdı. Bir öğle vakti, Kader Sokağı’nda bulunan
TÖRE yazıhanesindeki odasına girdiğim zaman, ilk
anda, müthiş farklılığı görerek şaşırmış, selam vermeyi bile unutarak «roman bitmiş!» deyivermiştim.
Hakikaten roman bitmişti. Ablam, aynı heyecanla
«nasıl anladın?» diye sormuştu. O, sualinin cevabını
biliyordu. Fakat yine de soruyordu. Verdiğim cevab,
«Bakar bakmaz gördüm ki bu dünyaya dönmüşsünüz.
Şimdi bize bir tül ardından bakınıyorsunuz. Anlıyoruz
ki buradasınız... » mealindeydi,
Benim için, bu yazıyı kaleme almanın zorluklarını
bilseydiniz, yazılmasında zarûret görülen pek çok
şeyin atlanmış veya «yazılmalı mı» endişesiyle bir kenara bırakılmış olduğunu anlardınız. Ben o’nu, biraz
diğer dostları gibi ve biraz da onlardan farklı bir tarzda tanımışımdır. Ve muhakkak ki farklı sevmiş, farklı
sevilmişimdir. Elbette, bu farklılığı anlatmalıydım;
lakin anlatamadım. Bilirim ki, onun sanatkarlığı
hepimizindir ve bunu en güzel şekilde bize anlatacak
kimseler vardır. Ancak, benim muhabbetim, yalnızca
benimdir ve en büyük servetimdir.
«Vefa» duygusunu, «dostluk» hislerini büyük nisbette kaybeden bu cemiyette «vefalı», «dost» ve üstelik Sanatkâr bir Hanımefendi yaşıyorsa, bunu, mili
hayatımızın sağlam bir kalesi olarak kabul ederim.
Ve biliniz ki ben bu güzel insanı, severim.
Aslında, bu sevgiyi bir mensüre ile anlatmalıydım.
Ama neylersiniz ki o’nun hayatından bazı bilgi-leri
benim vermem zaruret oldu. Bu satırlarda muhabbetimden izler varsa, bu yazıdan dolayı beni mes’ud
edecek yegane güzel şey, bu olacaktır. Kâfi derecede meram ifade edemedimse, yazımın girişinde
bahsettiğim şarklı tarafıma veriniz.
Sevgili Işınsu Ablama «sarı bir gül» gönderiyorum.. hasretle, muhabbetle, hürmetle...
Töre dergisi bizim ilk gençlik yıllarımızın önemli yayınlarından birisiydi. Sonraki
yıllarda benim de bir yazım yayımlandı. Dergi, milli edebiyat politikasıyla bir birçok
kişinin beslendiği bir kaynaktı, bir mektepti.
Sayın Işınsu için söyleyecek o kadar çok şey var ki! Ta Halide Nusret Zorlutuna’dan
başlamak gerekir belki. Ömrü uzun olsun, ilk romanlarındaki lezzeti bize tekrar
yaşatacak eserlerini bekliyoruz. Selamlarımla.
Prof. Dr. Mustafa Argunşah
30
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
ÇÂH-I BÂBÎL
•
Dilâver CEBECİ
Işınsu Hanımefendi’ye
Bâbil kuyusu! Derin, esrarlı soluk...
Ben saçlarından asılmış Hârût.
Bir siyah okyanusta çırpınır parmaklarım,
Kementler ör sarışın huzmelerden;
Parmaklarımı tut!
Okumuş İsm-i a’zam’ı göğe çekilmiş Zühre,
Bâbilli serhoşlar güzelliği unutmuş
Ve bozulmuş tılsımı Zigguratların,
Ey kalbim, sıcacık, delişmen kalbim,
Sen de Zühre’yi unut!
Belki çıkıp geleceğim harâbelerden,
Ne sûr dinleyeceğim ne dağ!
Gel gör ki fecir vaktinde ümitlerin,
Tutar yollarımı katı ve sessiz,
Acıdan yontulmuş iki put ...
Kim anlatabilir o eski masalları?
Yakut gözlü büyücüleri kim tanır?
Otuz asrın otuz kat karanlığında,
Bir ben bilirim asma bahçeleri,
Bir de çiçekleri emziren bulut ...
Bâbil kuyusu! Derin, esrarlı, soluk...
Kementler ör sarışın huzmelerden,
Parmaklarımı tut!
31
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Kavaklar Ne Güzeldi
•
İlkin Esen YILDIRIM
Romancı, durmadan duyan ve düşünen, işlediği
konu, ortaya koyduğu vak’a, çizdiği karakter ve tipleri
yaşamış veya yaşayan; teknik ve üsluptaki başarısıyla
da okuyucuya yaşatan kimsedir. Zaman zaman beyaz
bir hayal ikliminde bazen de gerilimlerin girdabında
ona yön vermeye çalışan birisidir. Kısaca dertlerle,
muhayyel zevklerle hemhâl… (İsa Özkan, Töre Dergisi)
Roman yazarının hayal âlemi hudut tanımaz… Uçsuz bucaksız evreninde kimi zaman diptedir, kimi
zaman arşı aşar… Ve bilindik âlemde yaşamaz çoğu
zaman… İşte Işınsu Hanım da vaktini, sınır tanımaz
hayal âleminde geçiren romancılarımızdan… Bu yüzdendir ki, “Benim gerçek dünyam romanın dünyası,
şu yaşadığım hayat ise, sanki suni olanıdır.” diyor.
Öfkesini de, mutluluğunu da, hüznünü de yazdığı romanlardaki kişilerle yaşıyor.
Evvele döndüğünde kendisini şöyle anlatıyor;
“Bir küçük kız hatırlıyorum sekiz dokuz yaşlarında,
hayatında ilk defa kukla gösterisi seyretmiş, eve
dönünce hemen bez bebekler dikip, bir sahne kurmuş,
başlamış kendi oyunlarına… Bu oyunları mühimsemiyorum, herhangi bir çocuğun muhayyilesinin
uydurabileceği şeyler. Küçük kızın asıl merakı mühim. O, kuklalarını maddede küçük, manada büyük
insancıklar olarak görüyor, onlara bir sahne arkası
hayatı yaşatıyor. Neyse, o küçük, bir de, sabah akşam,
kuklalarına can versin diye Allah’a dua etmekte.
Onlar canlansınlar ki, kuklacı onların yaşayışlarını
gözlemleyebilsin; bir manada beraber yaşasınlar, bir
manada onlara hakim olabilsin, kaderlerini çizsin!..
Bu arada duasının gücünden onca emin ki, ne zaman
canlanacaklar diye kuklalarını gözlerken, bazen de
kırlarda dolaşıp, çiçekleri otların arasında, taşların
altında bilhassa, “minik insan” avına çıkıyor!..”
Asker bir baba ile öğretmen, yazar ve şair bir annenin kızı olarak gözlerini fani âleme açan Işınsu
Hanım, “minik insanları”nı ararken başlıyor yazmaya
ve ilkokuldan mezun olduğu yıl bir köpeğin kendi
ağzından hatıralarını kaleme alıyor. Bu hatıralar,
eğitim dergisinin çocuk sayfalarında yayınlanıyor.
On beş – on altı yaşlarında ise ilk şiirlerini yazıyor
ve “İki Nokta”(1956) isimli bir kitapta bir araya getirerek yayımlıyor. İlk romanı “Küçük Dünya”(1966)
ise O, 28 yaşında iken yayımlanıyor. Romanını, annesinin üslubunun etkisi altında yazdığını ve bu yüzden de benimseyemediğini söyleyen Işınsu Hanım,
düzgün cümleler ile hemhâl annesi, Halide Nusret
Hanımefendi gibi olmaktan ziyade, “kırık dökük
cümleler” yapmaktan haz duyuyor; “Doğru düzgün
cümle yapamam ben, kırık dökük cümle yaparım!”.
Kırık dökük, yani; “Yazar olduğumu aklıma dâhi
getirmeden, hissetmeden ve her türlü edebi süsten,
oyundan, iç bayıltıcı tasvirlerden uzak, hani şöyle
gerçek hayat gibi, yaşadığımız gibi yazıvermek. Bu
yüzden, kırık dökük!”.
İlk romanın verdiği heyecandan olsa gerek, “Küçük
Dünya”, üç ay gibi kısa bir sürede tamamlanıyor.
Bir tarafta “Elif”ine annelik yapmakta, ayaklarında
onu sallamakta iken, diğer tarafta elinde kâğıtkalemi, sayfaları bir bir doldurmaktadır. Evinde tüten
çorbanın dumanında, kaleminin tozları uçuşmaktadır.
Ve bir tarafta çorba karışmakta iken, diğer tarafta ise
“Nur”, akıp giden zamanın girdabına karışıp, kendisini çorbada eriyen tanecikler gibi hissetmektedir…
Mehmet Çınarlı’nın söylediği gibi, “Benim küçük
dünya kadar rahat ve bir çırpıda okuduğum roman
azdır.” (Ötüken yay. 1979, Sanatçı Dostlarım). T.C.
Turizm Bakanlığı, “Roman Ödülü”nü alan, Osman
Sınav tarafından dizisi çekilen ve TRT’de yayınlanan
eseri, elinize aldıktan sonra bırakışınız, son sayfasına
geldiğinizde olmaktadır…
Tercihini romandan yana kullanan Işınsu Hanım,
aynı zamanda başarılı bir tiyatro yazarıdır da. Bir
Yürek Satıldı (1966), Bir Milyon İğne (1967), Ne Mutlu Türk’üm Diyene (1969), Adsız Kahramanlar (1975)
isimli oyunların da yazarlığını yapmış olan Işınsu
Hanım, bu daldaki başarısının da farkındadır. Üstelik oyunları ödüller almıştır ve romanında olduğu gibi
ekranlara yansıtılarak, okuyucuya ulaşmanın ötesinde
izleyici ile de buluşturulmuştur. Ancak yazar, elde edi32
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
olurum romanın ortalarında, sonra bu ağrı yükselir,
boğazıma gelir, oturur kalır! Kapatırım kitabı, yarım
kalır günlerce. Cesaret edemem devam etmeye… Ve
Emine Işınsu, Nobel alamaz. Vermezler… Çünkü
Emine Işınsu, Türkü, Türk’ün çilesini yazmaktadır. O,
Türkiye’de kalıp, Türk’ü yazmaya, acı çekmeye, Nobel alamayacağını bile bile Türk’ün çilesini yazmaya
mecburdur… Türk’le beraber, gülünceye kadar…”
Eserlerinden bölümler, sayfalarından cümleler, çizgiler halinde, alnına nakşolmuştur. Romanda çektiği
her türlü manevi çileyi yahut yazar iken katlandığı her
türlü maddi ıstırabı seçebilmek mümkündür, alnına
yerleşmiş zarif hatlardan. Zarif, zira Işınsu sevmektedir; “Her eserim, alnımda beliren bir çizgidir. Hâlbuki insanlar -özellikle kadınlar- bu çizgileri sevmezler… Ben, bunları seviyorum!”
Tüm acılı hayatlara, çekilen sancılara rağmen güzel
şeydir yazmak. Işınsu onunla mutludur; “Çok özel bir
şey, ben mutlu olduğum için yazıyorum, başka hiçbir
şey bana bu mutluluğu vermiyor!”
Eserlerini bitiriş anları görülmeye değer anlardır.
“Suni hayat”a dönüş ile üstünden büyük bir yükü
atmış olmanın hazzına varılırken, çay Kevser
yudumlanıyormuşçasına ayrı bir tat bırakmaktadır.
Yağmur Tunalı, böyle anlardan birini şöyle
anlatıyor; “Çiçekler büyür romanını bitirmek üzereydi. Yüzündeki yorgun ifade o kadar belli hatlara
bürünmüştü ki, görünce fevkalade haller yaşadığı
anlaşılırdı. Bir öğlen vakti, Kader Sokağı’nda bulunan Töre yazıhanesindeki odasına girdiğim zaman,
ilk anda, müthiş farklılığı görerek şaşırmış, selam
vermeyi bile unutarak “roman bitmiş” deyivermiştim.
Hakikaten roman bitmişti. Ablam, aynı heyecanla
“nasıl anladın?” diye sormuştu. O, sualin cevabını
biliyordu. Fakat yinede soruyordu. Verdiğim cevap,
“Bakar bakmaz gördüm ki bu dünyaya dönmüşsünüz.
Şimdi bize bir tül ardından bakmıyorsunuz. Anlıyoruz
ki buradasınız” mealindeydi.”
“Roman yazmak” için gönderildiğine inanan Işınsu
Hanım, okuduğu herhangi bir eseri yalnızca okumakla yetinmiyor aynı zamanda yazarının hususi
hayatıyla da ilgileniyor. Bu merakının neden dolayı
olduğunu ise şöyle anlatıyor; “Onların mizaçlarının,
çeşitli meraklarının (…) ne bileyim, hayat tarzlarının
evvelkinden iyi, bir sonrakinden kötü olmazsa, ve
ha-yat maceralarının, eserlerine ne denli tesiri
olduğunu keşfedebilmek. Belki kendi halimle diğerleri
arasında bir mukayese yapmak istiyorum.” Yazarlığı
ve yazarlığının devamlılığı hususunda ise, hep daha
iyi-yi istediğini anlatıyor; “Son yazdığım bir evvelkinden iyi, bir sonrakinden kötü olmazsa, romancılığı
bırakırım, yalnız iyilik ve kötülük yalnız bana ait
len tüm başarılara rağmen, bir daha oyun yazmak istememektedir, zira eserlerini, eserlerinde oluşturduğu
kişileri, olayları kıskanmaktadır; “Asla bir daha oyun
yazmak istemem! Ben yazarlığımda son derecede bencilim. Eserimi; yönetmen, oyuncular, müzisyen hatta
dekoratörle paylaşmak istemiyorum. Haklarıdır kendi
sanat yorumlarını eklemek kınamıyorum ama ben bir
daha oyun yazmak istemiyorum. Romanda okuyucu ile
karşı karşıyayım. Okuyucu romanı çok yanlış şekilde
değerlendirse bile benim olanı değerlendiriyordur,
başka sanatçıların açılarından bakmıyordur.”
Işınsu Hanım, “roman yazmak” için gönderildiğine
inanıyor ve insanın neden yazmayı tercih ettiğine
yaptığı yorum: “İnsan niçin yazar? Belki konuşmayı
beceremediği için! Mamafih pek çok iyi yazarın sohbetine doyum olmadığı söylenir. Yahya Kemal mesela… Benim için sohbet adamı olmak, olabilmek mevzu bahis değil… Birkaç defa söyledim, her insanın
dünyaya bir vazife ile gönderildiğine inanıyorum.
Benim yaşama sebebim ise; yazmak değil, roman yazmak!” şeklinde oluyor.
Işınsu Hanım’ın romanlarının iklimi, insan ve onun
ruhi çevresi merkezinde halkalar halinde genişler.
“Roman yazmak görevi”ni, sonralarda tasavvufa
eğilmesine rağmen, ilk zamanlarda sınırlarımız
dışındaki Türkleri konu edinerek icra eder. Peki,
neden hudutların dışındaki Türkler? Neden onların
yaşadığı acılar? Neden hürriyet? Bu sorular, Işınsu
Hanım’ın dünyasında şöyle cevap buluyor; “Ne
maddi, ne de manevi tutsaklığa tahammülüm var, ne
de bağnazlığa… Bu, önce bir mizaç meselesi ve hürriyet, bence yüreğimdeki en güzel türkü! …Ve kanaatime göre, dünya yüzünde var olmamızın sebebi olan
tekâmül şartının ilk müspet adımı… Hür olmayanın,
şuurlu bir sorumluluğu da olmaz, değil mi? O zaman,
ruhu kendi tekâmülünden sorgulamak haksızlıktır.”
Ancak hürriyeti yazmak kolay mıdır? “Benim gerçek dünyam romanın dünyası” diyen kişi, o acıları
yaşamadan, o sancıları çekmeden anlatabilir mi
meramını? “Yazarken yüreğimi koyuyorum ortaya;
yüreğim, bütün yürekler gibi sıcak, samimi ve gerçektir. Ona ters gelen şeyler yazmak istemem. Olduğunca
samimiyim.” diyorken, İlay gibi hissetmeden samimi
olabilmek mümkün mü?
Derd-ü belâya geldim efendi cihane ben, düstur edinilerek mürekkep sayfalara dökülüyor, eseri vücuda
bürüyor. İşte bu yüzden, her sorulduğunda Işınsu
Hanım’ın başı ağrımaktadır… Ve bu yüzdendir ki,
Hüseyin Mümtaz’ın söyledikleri, Işınsu Hanım’ın
tüm okuyucularının ortak dilidir adeta; “Ne zaman onun romanlarını okumaya başlasam, midem
ağrıyor. Midemin ortasına bir sol kroşe yemiş gibi
33
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
değer hükmüdür.” Daha iyisini üretmeyi istemek,
O’nun hayat düsturunun bir uzantısıdır. Zira hayatı,
iyi olmak üzerine kuruludur. İyi bir eş olmak, iyi
bir anne olmak, iyi bir evlat olmak, iyi bir dost olmak… İyi muamele etmek, iyimser olmak… Her
durumun başına “iyi”yi koyarak yaşamaya çalışır
Işınsu Hanım… İnce hesaplar peşinde değildir. Önce
sevmek, beğenmek tercihidir. Alçakgönüllüdür ve
sabırlıdır. Öyle ki, kimi zaman kendisinin muhatabı
olamayacağı meseleleri, kaba şekilde anlatan insanları
dâhi saatlerce dinler Işınsu Hanım. Yakınlarının
hayretler içerisinde kalışlarına ve bu sabrın sebebini
soruşlarına verdiği cevap ile eksik yanlarımızı görmemize vesile olurken, yüzümüzde, duyduğumuz mahcubiyetin sebep olduğu kırmızılık hâsıl olur; “Onların
memnun olduğunu görüyor ve rahatsızlığımı unutmaya çalışıyorum. Dervişlikten bahsolunur, dervişliğin
icabı bu değil midir?”
Ailesinden aldığı eğitim ve terbiyenin kusursuzluğu
hayat tarzına da yansımış olan romancımız, annesi,
Halide Nusret Zorlutuna’nın da sevdiği gibi seviyor
yaptığı işi. Zira muharrirliği ile tanıdığımız Halide
Nusret Hanımefendi, esasında öğretmenlik mesleğini
icra etmekteydi ve “Allah beni öğretmen olayım
diye yaratmıştı.” diyecek kadar mesleğini sevmekteydi. Öğrencileri tarafından “anamız” diyerek sevilen ve saygı gören Halide Nusret Hanımefendi,
her öğrencisini manevi evladı olarak görmekte, öz
evlatlarından farklı muamele etmemekteydi.
Işınsu Hanım ile annesi arasında ise kuvvetli bir
sevgi bağı vardı. “Ana-kız” arasındaki muhteşem ve
bir o kadar da sevimli bir sırrın ifşasını duyduğunuzda,
o deruni muhabbeti hissedebiliyordunuz; “Güzel
şeyleri severdi. Hiç unutmam ortaokul talebesiydim.
Cebeci’de oturuyorduk. Bir gün çok erken yola çıktık
annemle… Yolun iki yanında da kavak ağaçları
vardı. Ve çok güzeldi. Birbirimize bu güzelliği gösterdik. Bana, “Işınsu” dedi. “Bir şeye üzüldüğümüz,
sıkıldığımız zaman birbirimize kavaklar ne güzeldi
diye hatırlatalım, olur mu?” ancak dönemin çalkantılarına kendi iç karışıklıkları
dâhil olunca bu mümkün olmadı. “Kaf Dağı’nın
Ardında”, “Cumhuriyet Türküsü”, “Dost Diye
Diye”, “Nisan Yağmuru” ve “Havva” isimli eserleri, Yunus’a doğru birer adım niteliğindeydi. Ve bir
gün, bir arkadaşla sohbet ederken, Işınsu Hanım;
“Artık Yunus’u yazacağım!” deyivermişti. Kelimeler, senelerin tutsaklığına inat, azatlığın coşkusu
ile dudaklarının arasından bir bir kurtulurken; Işınsu
Hanım söylediğinin idrakine ancak tam bir cümle
haline geldikten saniyeler sonra varmıştı. Derin bir
sorumluluk ve ağır bir yükü yüreğinde hissetmesine
rağmen aynı zamanda vuslata adım adım yaklaşmanın
da hazzını duyuyordu… Aşk şem-i yakılmıştı…
Yazara, Yunus ile halleşmek nasip olmuştu. Öyleyse
Yunus’u en doğru biçimde sayfalara nakşetmek, ete
kemiğe bürümek lazımdı… Ve Onu insanüstülükten
sıyırıp, “insan” olarak işledi. Zaaflarını, hünerlerini,
beşeri aşk ile ilahi aşka erişini… “Bu yüksek ahlaklı,
zarif, dürüst kişi sizin gibi, benim gibi bir insandı.”,
mesajını veriyordu romanda.
Yunus, herkese solgun, çirkin görünen, ancak Onun
dünyasında, adeta meleklerin güzelliğine eşdeğer
Nurefşan’ın aşkı ile tevhide hazırlanmakta idi. Ve
Işınsu Hanım, beşeri ile ilahiyi birbiri içine katarak,
birbirlerinde eriterek; “İçinde bulunduğumuz zaman
kargaşasında tasavvuf niçin yaşanabilir olmasın?”,
diyordu.
Günümüzde, ilahi aşka gidişin, ancak dünyadan
kopuş ile mümkün olduğunu aksettirenlerin aksine, Hacı Bayram romanında, bağnazlıktan kurtulup, iki dünyayı da unutmadan yaşamak gerektiğini
anlatmaktaydı;
-Mürşitler genellikle dünya işlerine karışmazlar
diye bilirim ben.
-Karışmazlar da terk-i dünya da etmezler. Maksat
müritlerin dışında da halka yardımcı olmaktır. Çünkü
halk Hakk’ın görünen yüzüdür… Bu yüzden de
dünyadan haberdar olmak gerek yani tekkenin dışına
da taşmak gerek…
***
-Kim demiş müritler çalışmaz diye! …Dervişlik bir
dilencilik mesleği değildir.
Ve doğum kadar doğal olan ve esasında onun kadar mutluluk verici olması gereken ölümü; “Baharda dağlardan akıp gelen ince dereler gibi, ince bir
türkü söyleyerek, yavaş yavaş öze doğru yürümek”,
şeklinde betimleyerek, Mevlana’nın “düğün gecesi”
ile simgelemesi gibi neşeli bir şekle bürür.
Işınsu Hanım’ın romanlarında siyah ile beyaz iç
içedir. Böylelikle, zıtlıklardan ve onların oluşturduğu
gerilimden faydalanarak okuyucunun şuurunun açık
tutulması başarılır. Kimi zaman ise seyrin dışına
“Sesin bir rüzgârdır tatlı ve serin,
Gönlümdeki mâbet senin eserin.
Ruhuma gülerken güzel gözlerin,
Göklerdeki sırra eresim gelir.”
(Halide Nusret Zorlutuna, 1941- kızı Işınsu’ya şiiri)
Şairliği kadar inşadı* da kuvvetli olan Halide Nusret Hanımefendi, çocuklarını, onlara şiirler okuyarak
büyütmüştü. Işınsu Hanım, en fazla Yunus’un tesiri altındaydı. Zira Yunus, bir çocuğun dahi yüreğini
ısıtabilecek sıcaklıkta ve duruluktaydı. Işınsu Hanım,
kırk yaşlarında Yunus’u romanlaştırmak istemişti
* İnşad; şiir okumak, şiir söylemek
34
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
çıkar ve geri dönüşlerle olayları birbirine bağlar.
Ahmet Kabaklı Hocamızın da söylediği gibi Işınsu
Hanım; “Her romanda ayrı üsluplar deneyen, romantik yanı güçlü, duygu ve kırgınlıkları eserlerine
sinmiş, milli ülküyü san’atından da üstün tutan, yurt
meseleleri ve canlı politikayı romanlarına da yansıtan
Emine Işınsu, milli san’ata susamış kitlelerin ilgiyle okudukları bir düşünce savaşı yapmaktadır…”.
“Canlı politika”yı yansıttığı romanlarından birisi
olan Sancı, o dönemde ülke semalarını kaplayan kara
bulutları ve o bulutlardan yurdun üzerine yağan kan
dolu, kin dolu manzarayı gözler önüne sermektedir. Milli hassasiyetleri her türlü hassasiyetten üstün
olan bir gençliğin, sonbahar yapraklarıyla sokakları,
caddeleri dolduruşunun anlatıldığı roman, beş yıl
içerisinde 10. baskıya ulaşarak en fazla satan kitaplar
arasına girmiştir.
Önkuzu’nun şehit edilişinin anlatıldığı roman, milliyetçi tabanın temellerini sağlamlaştırmak yönünde
müspet bir eser olmuş olsa da, milliyetçileri her
kulvarda yok saymayı meziyet bilen kesimlerce(!)
eser de, eserin sahibi Işınsu Hanım da, zihniyetin
yarım kalmış edebiyat anlayışları sebebiyle çemberin dışına itilmeye çalışılmıştır. 2004 senesinde
kendisi ile yapılan bir röportajda anlattıkları, işte bu
yarım edebiyatın yansıması olmuştur. Işınsu Hanım,
yayınevinin kendisine verdiği kitaplar tükenince, eşedosta vermek için romanlarından almaya, oğluyla
Kızılay’a iniyor… Gördüğü bir kitapçıya, “Bir Ben
Vardır Benden İçeri” isimli romanının ellerinde olup
olmadığını soruyor. Kitapçı eserin yazarını sorunca;
“Emine Işınsu” diyor. Ve ne acı ki, yarım edebiyat zihniyetli şahıs; “Emine Işınsu, Sancı! Ben o kadının
kitaplarını satmam!” diye cevap veriyor.
Bu zihniyete sahip şahıs, grup, ideolojilere inat,
ayakta kalabilmeyi başarabiliyor Emine Işınsu ve
romanları, şiirleri, tiyatroları, denemeleri, hikâyeleri… Yokluk(!) içinde var(!) olma savaşı veriyor.
Yorulmuyor, zira yorgunluğu çalışmaktan, çalışmayı
da ibadetten bilen bir nesilden geliyor…
İyi ki varsınız, Işınsu Hanımefendi…
Her şeye rağmen, kavaklar ne güzeldi…
KAYNAKLAR;
HÜRSOY Elif, Türk Edebiyatı, Röportaj, Şubat 2004
KABAKLI Ahmet, Türk Edebiyatı, Cilt 3
ÖZKAN İsa, Töre Dergisi, Emine Işınsu Özel Sayısı,
Emine Işınsu’nun Biyografisi
TUNALI Yağmur, Töre Dergisi, Emine Işınsu Özel Sayısı,
Emine Işınsu İle Mektup-Mülakat
Desen: Semiha Şahbaz
35
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Ablam - Ustam
Emine Işınsu
•
Hasan KALLİMCİ
Hasan Kallimci, İskender Öksüz, İsmail Turan Kallimci, Feriştah Selcen, Emine Işınsu,
Nevrisal Kallimci (11 Mayıs 1990)
1970’li yıllar… Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler
Birliği’nin sıcak denizlere inme politikası çerçevesinde Türkiye Cumhuriyetine kızıl emperyalist ideolojisini taşıdığı, ülkemizi “sosyalist cumhuriyetlerinden” biri yapma çalışmalarını yoğunlaştırdığı
dönem… Doğup büyüdüğüm Denizli’nin Sarayköy
ilçesinde de üniversite öğrencisi birkaç gencin
kurduğu yardımlaşma dayanışma derneği etkisiyle Komünist / sosyalist gençlerin sayısı artmaya
başlamıştı. Propagandası yapılan bu fikir içinde
“Türk Milleti ve İslâm” kesinlikle yer almıyordu.
Türk’üm deyince faşist, Müslüman’ım deyince de yobaz diye yaftalanıyordunuz. Tartıştığımız arkadaşlar
açık açık, “Bizi bir de Rusya idare etsin!” demeye
başlamışlardı. “Oy verip başımıza getirdiğimiz
bir partiyi beğenmediğimizde değiştirme şansımız
var; Rusya bizi kötü idare ederse onu başımızdan
uzaklaştırabilecek miyiz?” sorumuz cevapsız
kalıyordu. Çocukluğumuzda birlikte oynadığımız,
aynı sıralarda okuduğumuz arkadaşlarımızla
yollarımız ayrılıyordu. Muhafazakâr bir ailenin
çocuğuydum, şehit ve gazi dedelerimizin hatıralarını
dinleyerek yetişmiştim. Bu sebeplerle kendimi, Türk
Milliyetçilerinin yayımladığı Bizim Anadolu gazetesi
ile Bozkurt, Töre ve Devlet dergilerinin okuyucuları
ve -yazmaya meraklı bir genç olarak da- yazarları
arasında buldum… Bizim Anadolu’da ve Bozkurt
dergisinde “Oğuz Soylu” adıyla yazıyor, diğerlerinde
adımı kullanıyordum.
36
F İ K İ R
S A N AT V E
1969 yılında, ülkücü gençlerin tiyatro çalışmalarında
sahneye koymaları düşüncesiyle “Düşünme Odası”
adlı oyunumu yazmıştım. Dündar Taşer merhum
adına, Töre Devlet Yayınevi bir yarışma tertip edince
bu eserimi gönderdim. Teşvik ödülü verdiler ve kitap
olarak yayımladılar. İşte bu eser, benim Töre-Devlet
yayınevi ve dolayısıyla Emine Işınsu ile tanışmama
vesile oldu.
İlk defa hangi tarihte karşılaştım ve tanıştım; o
zaman neler konuşmuştuk? Kırk yıla yakın bir süre
sonrasında, ne yazık ki hatırlamıyorum.
Ne kadar da sıcakkanlı ve ne kadar da ilgiliydi
Emine Işınsu… Ülkücü gençlerin üzerine titriyordu;
abla gibi, ana gibi… Romanlarıyla ve yüklendiği
Töre dergisiyle edebi ve fikri açılardan da besliyordu.
O yıllarda, “Çıraklığı olmayan işin ustalığı olmaz.”
atasözü paralelinde düşünmüşüm ki yazmaya meraklı
bir genç olarak eline yapışmış, bırakmamıştım. Sağ
olsun o da hiç bırakmadı…
Denizli’de öğretmendim… Ankara’ya pek sık gitmiyordum fakat her yolculuğum Töre dergisine uğramak
ve Emine Işınsu ile görüşmek için yapılıyordu.
Daha çok mektuplarla ulaşmaya çalışıyordum ablama. Yazdıklarımı gönderiyordum. Yazılarımdan
bazılarına Töre’de yer veriyordu. Bazı eserlerimle
ilgili görüşlerini yazıyor, eksiklerimi tamamlamaya, beni yetiştirmeye gayret ediyordu. “Kardeşim,
kardeşçiğim, sevgili çocuk, oğlum” hitaplarıyla
mektuplar yazarak, yazılarımı ve eser müsveddelerimi okuyup görüşlerini bildirirken bana kıymetli
zamanını ayırabiliyordu. O bir anneydi, çocuklarına
ve eşine karşı sorumluluğu vardı; Töre dergisini
her ay muntazaman yayımlamak için çırpınıyordu;
romanlarıyla 1960’lı, 1970’li yılların tarihini
yazıyordu… Bütün bunların yanı sıra yazmaya hevesli
bir genç öğretmene de yardım elini uzatıyordu. Kimbilir benim gibi kaç hevesli genci yazmaya teşvik
etmiş ve onları yetiştirmek için zamanını ayırmış ve
ilgilenmişti…
Şimdi hatırlıyorum; Ankara’ya gittiğim bir gün,
dergiye gelen mektupları “Töre sorumlusu” adıyla
cevaplamamı istemiş, ben de daktilo başına oturup birkaç mektuba cevap yazmıştım. Yine bir gün
bir arkadaşımla birlikte bizi, “Otel parası vermeyin.” diyerek Töre dergisi bürosunda geceletmişti.
2004 yılıydı. Bir profesör için hazırlanmış
armağan kitap hazırlığına şahit olmuştum. O
an, “Profesörler için armağan kitap hazırlanıyor
da yaşayan yazarlar için niçin hazırlanmasın?
Ablam-Ustam Emine Işınsu için de bir armağan
kitap hazırlanmalıdır.” diye düşündüm. Arşivimi
karıştırdım. Ablamla ilgili olanları ayırdım.
Bana, ekseriyeti el yazısıyla on üç mektup ve bir
E D E B İYAT TA TÖ R E
tebrik kartı göndermişti. Bir müsvedde eserimi satır
satır okuyup görüşlerini sayfa kenarlarına not olarak
yazmıştı. Bir hikâyemi, bir de kendisi işleyerek
kıyaslamamı ve ders almamı istemişti. Hatıralarımız
vardı… Benimle ilgili yazısı, benim de kitaplarını
tanıtma gayretiyle kaleme aldığım dergilerde yer
bulmuş yazılarım vardı. Halk Eğitimi Merkezinde
çalışırken davetimi kırmayıp eşi İskender Öksüz Bey
ile birlikte 1990 Mayısında Denizli’ye gelmiş, roman üzerine sohbet etmiş ve kitaplarını imzalamıştı.
Aynı sohbeti bir gün sonra Aydın’da da tekrarlamıştı.
Denizli’de, evimde misafir etme şerefini ve sevincini bana yaşatmıştı. Kitaplarını imzalarken yazdığı
satırlar vardı. Sözün kısası, bir kitap olabilecek malzeme vardı elimde. Emine Işınsu ile ilgili armağan
kitabı, çırağı, kardeşi olarak ben hazırlamalıydım.
Işınsu ile ilgili ne varsa bilgisayar ortamında kayda
geçirdim. Zamanla dizgi işini bitirdim. Hazırladığım
dosyayı, kitap olarak yayımlayabilme iznini almak
için kendisine gönderdim. Memnuniyetle kabul
ettiği gibi bir hikâyesinin eser sonunda yer almasına
da izin verdi. Eser, “Ablam-Ustam Emine Işınsu”
adıyla Hikmet Neşriyat tarafından, 2006 yılında
kitaplaştırıldı. Kendisine de takdim ettim. Ustasına
bir armağan kitap hazırlamış olan bu çırağın sevincini tahmin edemezsiniz. Emine Işınsu ile ilgili
hazırlanmış ilk kitap olma özelliğine de sahip olan
bu eserin bir baskısı daha yapılır mı bilmiyorum…
Bu yazıyı hazırlarken tekrar mektuplara gidiyor,
tenkit ve tavsiyelerine göz atıyorum. Hepsini olmasa
da bazı satırları sizlerle paylaşmak isterim.
“Önce şunu söyleyeyim, oyun için çok güzel bir
konu bulup da kötü yazmada bir ustasın… Düşünme
odası nefisti, iyi işlenmemişti. Bu da öyle, Mağduristan
yağması.”
“…propaganda yapacağım diye mantıktan, gerçekten ayrılma.”
“Tanrı aşkına, solcuların yaptığı gibi başa çivi çakar gibi propaganda yapma.”
“Neye ağırlık veriyorsun, Tekin’e mi, senin gazete
çalışmaların ve gençleri yetiştirmekteki hünerine mi,
yoksa çimento yolsuzluğu mu?... Pek çok şeyi bir araya koymuşsun, hepsine aynı derecede önem vermişsin,
asıl mesele kaynayıp gitmiş.”
“… dediğin gibi bir Vietnam edebiyatını geçemedik
ne romanda, ne filmde…”
“İlk hikâyende tenkit ettiğim nutuk faslını atmışsın
burada, çok iyi…”
“Vermek istediğin manâya en uygun kelimeyi ara
mutlaka, düşün üzerinde.”
“Cümleler hep tekdüze gitmesin, oyna üslûpla…”
Buraya, bir hatıramızı özetleyerek almak istiyorum. 1978 yılının ilkbahar aylarından birinde TRT
37
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
televizyonundaki bir tartışma programına çıkmıştı
Emine Işınsu. Üç tane solcu bayan vardı. Pek
sinirliy-di, gergindi ve canlı yayında fosur fosur sigara içmişti. O zamanlar sigara her yerde içiliyordu,
serbestti amma yadırgamıştım. Benim düşüncemi
temsil eden ablam canlı yayında sigara içmemeliydi. Hele ablam dediğim bir bayan hiç içmemeliydi!
Sonradan öğreniyordum ki diğer bayan yazarlar,
program öncesinde birlikte yüklenerek ablamı iyice
öfkelendirmişler. O da öfkesini sigaradan almış. 12
Nisan 1978 tarihinde Ankara’daki büyük yürüyüşe
katılmış, sonrasında, akşam karanlığının çökmeye
başladığı saatlerde onu görmek için evine gitmiştim.
Işınsu da eşi ile birlikte yürüyüşe katılmış. Üstelik
bir gün önce de evini taşımış olmanın yorgunluğu da
üzerindeymiş. O yorgunluklarının üstüne ben de hesap sormaz mıyım; “Televizyon programında niçin
sigara içtin?” diye… “Anadolu’da bayanlar da sigara içerler. Benim sigara içmeme kim karışabilir?”
diyerek üzerime yürüdü. Sonraki yıllarda bu sigara
meselesi gündemimizi bir süre meşgul etti. Sigara
kıtlıklarında, “Oh olsun, bulamayın!” diye takıldım.
Denizli’ye edebiyat sohbeti için geldiklerinde eşinin
ve kendisinin elinde puro vardı. “Sigaradan uzak
durmanızı isterken karşıma purolarla çıktınız. Şimdi
ben sizlere ne diyeyim?” diye sitem ettim, gülümseyerek karşılık verdiler.
Bir çocuk edebiyatçısı ve hikâye yazarı olarak eserlerimle milletime hizmet etme fırsatı bulmuş olmamı,
Emine Işınsu’ya; Töre, Bozkurt, Devlet gibi dergileri
yayımlayıp yarışmalar tertipleyerek yeni yazarlara
yetişme ortamları hazırlayan İskender Öksüzlere,
İbrahim Metinlere borçluyum.
Töre dergisini yeniden gün ışığına çıkaran
kardeşlerimin, 1970’li yıllardaki Emine Işınsuların duyduğu heyecan ve şuurla hareket etiğine şahit
oluyorum. 2010’lu yılların dergisi Töre de kabiliyetli gençlerimize sayfalarını açarak nice yazar ve
şairin yetişmesine sebep olacaktır diye düşünüyorum.
Bugünlerde ve her zaman verimli bir edebî ortama
ihtiyacımız vardır ve olacaktır.
Ablam-Ustam Emine Işınsu, son romanında Hacı
Bektaş-ı Velîyi anlattı. Roman, Türkiye Diyanet Vakfı
yayınları arasında, 2008 yılında yayımlandı. Son
romanlarında gönül sultanları din ulularını anlatmayı
tercih etmiş; Yunus Emre’yi, Hacı Bayram Veliyi ve
Niyazi Mısri’yi de yazmıştı. On binlerce ülkücünün,
Türk Milliyetçisinin yetişmesine katkı veren, ömrünü milletine adayan Emine Işınsu’nun son yazdığı
bu eserler kaç baskı yapmıştır? Eserlerinden kimlerin, kaç kişinin haberi olmuştur? Kaç kişi, bu
eserleri tanıtan yazılar yazmış ve yayımlamıştır? Bu
soruların cevabını vermekte zorlanacağız ve ne yazık
ki başımızı öne eğeceğiz. Böyle bir ortamda yeniden
yayımlanmaya başlarken, Töre dergisinin ilk sayısının
Emine Işınsu özel sayısı olarak hazırlanması, bizim
cenahta vefa duygusunun henüz kaybolmadığının bir
işareti olması açısından ümitlerimizi tazelemektedir.
Ablamla irtibatımız hiç kesilmedi. Telefonla kısa
edebî sohbetler yapıyoruz, tabii sağlık problemleri de
dile geliyor. Ben dilim döndüğünce, çırağı, kardeşi
olarak moral vermeye çalışıyorum.
Yazımın son satırlarını yazarken şöyle bir
düşündüm; tam dört yıl olmuş Ankara’ya gitmeyeli.
Yaş ilerledikçe yolculuk çekilmez oluyor… En kısa
zamanda bir Ankara yolculuğu düşünüyorum. Çırağı
olmaktan gurur duyduğum Ablam Emine Işınsu’yu
ziyaret ederek elini öpeceğim; inşallah…
Türk milletinin tarihi, şüphesiz onun kültür ve edebiyatından ayrı tutulamaz.
Edebiyat tarihi yansıtır. Tarih TÖRE’yi..Töre binlerce yıllık Türk tarihinin bel kemiği. Onu anlamak, onu idrak etmek öyle herkesin harcı değil. Zira oralarda çok okunması beklenen şifreler var..
İşte bu kabiliyetini ortaya koyan Emine Işınsu Hanımefendi, Türk milletinin zorlu dönemeçlerini birebir yaşasa da aslında o ailesinden gelen mücadeleci ruhun bir yansımasıydı... Türkün çektiği çileyi
biliyordu. Oyunları görüyordu... Oysa bugünün dünden pek de farkı yok..., Oyun aynı... Hedef Belli...
İşte bu ızdıraplı dönemde Türk milletinin Kimliğini, Sanatını, Tarihini, Kültürünü ona unutturmak
için soyunan “medeniyet canavarlarına” karşı tarihi bir olaya imza atıldı...
Ben hep söylerim Tarih tekerrürden ibarettir! Türk milleti bağrında öyle evlatlar taşır ki...
İşte milletimizin en zor döneminde Töre ekibi bu bayrağı devralarak cepheye iniyor. Bu bayrağı
daha da ileriye taşıyacaklarından şüphem yoktur. Ziyadesiyle memnun oldun. Yanınızdayım. Yolunuz, Yolumuz Açık Olsun!
Emete Gözügüzelli CİVAN
Araştırmacı-Yazar
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
38
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Emine Işınsu İle Röportaj
•
Nebahat AKBAŞ
N. AKBAŞ: “Emine Işınsu’dan bahseder misiniz?”
gibi, daha önce defalarca sorulmuş soruları sormak
istemedik. Sizinle 2002’de yapılan bir röportajda
“Emine Işınsu’yla yeni kitabı ve yeni eğilimi üzerine
konuşacağız.” deniliyor. Yeni eğilimi derken de tasavvuf kastediliyor. Ama biz biliyoruz ki Emine Işınsu
daha çok küçük bir çocukken kuklalar, yapıyor ve
bunların canlanması için dua ediyor. Duasının gücüne
öyle inanıyor ki onların canlanmasını bekliyor. Buradan yola çıkarak sizin son 20-30 yıldır değil, ta
çocukluktan tasavvufa merakınız olduğunuzu söylesek, hata etmiş olur muyuz?
E. IŞINSU: Yoo, çok doğru, çok doğru. Herhalde
annemin tesiriyle. Annem çok dindar bir kadındı,
tasavvufa meraklıydı. Onun tesiriyle herhalde öyle
oldum, çocukluktan beri.
N. AKBAŞ: Anneniz çok küçükken gazetelerdeki
tefrika romanlarına son yazıp, o sonlarda bez bebeklerini oynatırmış. Sizin de böyle kuklalarınız
varmış. Yazar annenizle küçük bir benzerlik diyebilir
miyiz?
E. IŞINSU: Ben de kukla oynattım bir süre. Bez bebekler yapmıştım küçük, onları oynatırdım. Hem kendi hayatları vardı; yani aktris, aktör olarak hem de
sahnede piyes oynarlardı. İki hayat birden yaşatırdım
onlara.
N. AKBAŞ: Annenizden bahseden bir yazınızda
diyorsunuz ki annenizin, siz küçükken, Aşk ve
Zafer kitabını yazarken dönemin evraklarından
faydalandığını ve çeşitli kişilerle görüştüğünü,
ifade ediyorsunuz.”
E. IŞINSU: Evet, doğrudur. Aşk ve Zafer pek güzeldir. Ben onu pek severim.
N. AKBAŞ: Bir yazınızda, çocukluğunuzda annenizi bir yazar olarak kıskanmadığınızı söylüyorsunuz.
E. IŞINSU: Hayır, tabiî ki hayır.
N. AKBAŞ: Bir de şöyle bir ifadeniz var: “Çocuk
yüreğimde annemin Kemalettin Kami için ağladığında
bir kıskançlık duymuştum.” diye.
E. IŞINSU: Babam adına kıskançlık duydum. Hatta dedim ki anneme o sıra “Bizim Albay’ın hanımı
ölseydi babam ağlasaydı, siz kızmaz mısınız?” dedim.
Böyle de sert çıktım anneme. Niye ağlıyor? Babamın
namına kıskandım. Sizli konuşurduk annemle. Bizim
zamanımızda öyleydi, annelere, babalara “Siz” diye
hitap ederdik, sen demezdik. Ama ben çocuklarıma
“Sen” dedirttim.
N. AKBAŞ: Efendim, biz de size Emine Işınsu
diyeceğiz. İsminizle hitap edeceğiz; siz böyle biliniyorsunuz, ondan dolayı. Birçok kişi Işınsu isminizi,
soy isminiz olarak biliyor.
E. IŞINSU: Emine göbek ismim. Rahmetli halamın
ismiymiş. Babamın da en çok sevdiği kız kardeşi
Emine’ymiş. Rahmetli olmuş, annemle evlenmeden
önce. Onun için de ben doğar doğmaz evvela bir
Emine’yi koymuşlar, göbeğimi öyle kesmişler.
N. AKBAŞ: Emine göbek adınız, Işınsu gerçek
adınız. Anneniz, hatıralarını yazdığı Bir Devrin
Romanı kitabında sizden “Kars’ta bir ışık gibi,
Işınsu hayatımıza doğdu.” diyerek bahsediyor. O da
Işınsu’yu tercih ediyor. Emine ismi pek kullanılmadı,
herhalde.
E. IŞINSU: Ben yazarlığa başlamadan önce pek
kullanılmazdı. Babam, Emine diye hitap ederdi. Çok
sevgili kız kardeşinin ismi olduğu için.
N. AKBAŞ: Annenizle ilgili çocukluğunuzdan
bir hatıra var mıdır, mesela Urfa. Annenizin çok
sevdiği Urfa’yı ilk romanınızda bir masal ülkesi gibi
anlatmaktasınız.
E. IŞINSU: Evet, annem Urfa’yı çok sevmişti.
Dolayısıyla ben de annemin çok etkisi altındaydım.
Ben de sevdim. Urfa’yı ve Urfa insanını çok sevdi annem. Urfa, Peygamberler şehri, malum. Hz.
İbrahim’in mancınıkların arasından ateşe atıldığı yer
oradadır. İki tane büyük havuz vardır; içinde balıklar
var. O balıkları avlamak yasaktır. Onlara ilahi bir
anlam yakıştırılmıştır. O balıklar avlanamaz katiyyen. Suyun yanında siz gidersiniz, balıklar da suyun
içinde sizi takip eder. İlkokul 4. sınıfa geçtiğim sene
Urfa’dan ayrıldık.(Onun için bunları hatırlıyorum
ben.) Daha sonra Sarıkamış’a gittik. Son günlerde
aklıma düşüyor, oradaki hocam, yeni mezun genç
bir adam, çok hevesliydi, çok iyi bir öğretmendi. Çok
ahbabdık, beni severdi, ben de onu çok severdim.
Anneme müthiş saygısı vardı. Bütün öğretmenleri
toplayıp bize ziyarete gelmişti bir gün, annemle
tanışsınlar diye. Recai Uzunöner. Öğretmen okulun dan yeni mezundu Çok genç olduğu için belki de
öğrencileriyle bu kadar iç içe oldu.
39
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
N. AKBAŞ: Lisedeyken, şairliğinizin getirdiği bir
popülerliğiniz var. Bu, ilkokulda da var mıydı? Sizi
fark eden bir hocanız oldu mu?
E. IŞINSU: Hayır, olmadı. Kukla olayları falan
hep Urfa’daydı, bunlara rağmen kimse bana “Yazar
olacaksın.” demedi, annem de demedi.
N. AKBAŞ: Annenizin öyle bir beklentisi var mıydı?
E. IŞINSU: Zannetmiyorum. Bilmiyorum, konuşmadık. O, “Yazar olacaksın.” Demedi; ben, “Yazar
olacağım.” demedim.
N. AKBAŞ: Bir yazınızda bahsediyorsunuz: 16
yaşındayken 1954 yılında Hisar dergisi ile Konya’yı
ziyaret etmişsiniz. Geziden önce İlhan Geçer Beyefendi eve sizi almaya geldiğinde anneniz “Işınsu da
şiir yazmaya başladı” deyince ve İlhan Geçer de bu
durumu taltif edince “yer yarılsa da içine girsem”
demişsiniz.
E. IŞINSU: Çok utanmışım herhalde.
N. AKBAŞ: Hatta “Otobüste defterim herkesin elinden geçti, herkes imza attı.” demişsiniz.
E.IŞINSU: Evet, bütün şairler vardı. Jülide Gülizar, annem ve ben yegâne hanımlardık herhalde. Oradakilerin hepsi erkek şairdi. Hepsinden imza almıştım
N. AKBAŞ: Sizin bir de ağabeyiniz var, çocukken
onunla ilişkiniz nasıldı?
E. IŞINSU: Oraya parmak bas. Çocukken ağabeyim
bana çok eziyet etti. Biyografimde de bahsettim. İçten
bakınca iyi bir insandır; ama öfkesine hâkim olamaz. Mesela babam bana bir fiske vurmadı, annem
bana bir fiske vurmadı. Ama ağabeyim birkaç defa
çok fena tokatladı, ben çocukken. Ankara’da beni
ilk TED Koleji’ne vermişlerdi. Ben, birgün oturdum,
önlüğümü dikiyordum, önlüğümde sökükler vardı,
cebim biraz sarkıyor falan filan. Arkadaşlar “Işınsu
biraz kendine bak, nedir bu vaziyet?” dediler. Ben
de oturdum, dikiyorum. Önlüğümü tamir ediyorum.
“Ne oldu, hayrola?” dediler. Ben de böyle böyle dedi
arkadaşlarım, dedim. Ağabeyimin buradan çıkardığı,
erkeklere karşı ben süsleniyorum. Yani düşünebiliyor
musun, buradaki mantıksızlığı? Ben ortaokul talebesiyim, önlüğümü tabi dikeceğim.
N. AKBAŞ:Ama şöyle bir durum da söz konusu:
Siz daha 13 yaşlarındayken, sizi tanımayan Mehmet
Çınarlı Bey, sokakta, arkanızdan “Sen gitgide bir
âfet-i devran olacaksın/ Canlar yakacak ateş-i suzan olacaksın.” diye bir beyit okumuş. Bunu yıllar
sonra size anlatmış. Bundan dolayı ağabeyinizde bir
kıskançlık olmasın?
E. IŞINSU: Ağabeyime söylemedim ki böyle bir
şeyi.
N. AKBAŞ:Ağabeyiniz de görüyordur, çevreden bir
ilgi olduğunu.
E. IŞINSU: Belki onun için de çok kıskanıyordu.
Çok sertti. Bütün işlerini ben yapardım. Ağabeyimin
yardımcısı gibi çalıştırdı beni annem. Ağabeyim de
öyle kabul etti. Maalesef, bunlar, içimde hep yaradır
benim.
N. AKBAŞ: Bunlardan dolayı, “Bir an önce evlendim.” diyorsunuz.
E. IŞINSU: Maalesef de diyemiyorum. Çünkü iki
tane pırlanta gibi çocuğum oldu. Hakikaten, Allah onlardan razı olsun. Hep dua ederim. Çok iyi, çok ilgili
evlatlar. Elif ve Yağmur. İskender’le evlendikten sonra
bir oğlum daha oldu, Murathan.
N. AKBAŞ: Lisede “Eğitim” dergisinde yazılarınız
yayınlanıyor. Annenizin de “Ağlayan Kahkahalar” adlı ilk yazısı “Talebe Defteri” adlı bir dergide
yayınlanıyor. Bu da bir başka paralellik gibi.
E. IŞINSU: Öyle olmuş. Sanki annemi takip etmişim
gibi. O kendi şartlarında, ben kendi şartlarımda tabi.
N. AKBAŞ: Yazarlık hususunda annenizle aranızdaki farkları neler olarak görüyorsunuz?
E. IŞINSU: Bir kere annemin üslubu çok güzeldir.
Benim teyzem İsmet Kür yazar, kuzenim Pınar Kür
yazar, ben yazıyorum. Fakat annemin o güzel üslubuna hiçbirimiz ulaşamadık. Öyle düşünüyorum.
Çok güzel üslubu vardır annemin. Su gibi akar. Nesirlerini kastediyorum. Şiirle fazla alakam yok. İlk
kitabım şiir kitabı olmasına rağmen. Sonra bitirdim
şiirle ilgimi. Şiir kitabım çıktı. Ondan sonra eşe dosta
dağıttım. Sonra gelmedi içimden yazmak, düz yazıya
döndüm. Hikâyeler yazıyordum Eğitim’e, röportajlar
yapıyordum. Mesela voleybolcu kızlarla İstanbul’a
gittim, muhabir olarak.
N. AKBAŞ: Röportaja Eğitim’de başladınız. Sonraki yıllarda yaptığınız röportajlarda karşınızdakini
zorlayabiliyorsunuz. Bu durum, beni biraz rahatlattı.
İnsan olarak, yazar olarak, editör olarak farklı cepheleriniz var. Erol Güngör ve Hacıeminoğlu Töre
anılarında…
E. IŞINSU: Allah rahmet eylesin. Çok iyi
dostlarımızdı onlar. İkisi de çok erken gitti.
N. AKBAŞ: Allah rahmet eylesin. Orada sizin
lakaplarınızı sıralıyorlar: Korkunç Yenge (O zamanlar, Filipinler’deki bir diktatörün eşinin lakabıymış.),
Milli Kaynana, Patroniçe. Bunlar editörlüğünüzden
kalma lakablar.
E. IŞINSU: Tabi, tabi, Töre yazarıydı, onların
hepsi. Onları toplardım. Bir 6 ay kadar İstanbul’da
kaldım. Sonra İskender’le evlendim ve tekrar buraya geldim. İstanbul’a yerleşiyordum, öyleydi niyetim, ama olmadı. İskender burada Ortadoğu’daydı,
hocalık yapıyordu.
N. AKBAŞ: Kavga ederek, yazı istediğiniz
oluyormuş. Mehmet Çınarlı Bey “Çok inatçıydı.
Yazıyı kesinlikle alırdı.” diyor.
40
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
E. IŞINSU: Evet inatçı, biraz sert. Mesela ben
Ankara’dayken Töre yazarlarına “Şu tarihe kadar yazınızın yetişmesi lazım, yazınızı bekliyorum.”
diye önce bir mektup atardım. Ondan sonra telefonu
olanlara telefon ederdim. Ondan sonra bir de telgraf
çekerdim “Şu tarihte yazınızı bekliyorum.” diye. Bu
şekilde Töre’ye alıştırdım onları. Kafalarına girdi ki
her ay, bir yazı yazmak mecburiyetindeler. Ama para
falan veremiyordum
Töre’yi çıkarmadan önce milliyetçi hocalarla
toplantı yaptım. Alev Arık vardı, milliyetçi hocalardan, benim Dil-tarih’ten arkadaşımdı. Ona “Ben
böyle böyle bir dergi çıkaracağım Alevciğim. Milliyetçi hocaları bana toparlar mısın? Ben şu gün
geleceğim İstanbul’a. Toplantı yapalım.” Hatta babam vefat etti o sırada, dört gün sonra İstanbul’a gitmek mecburiyetindeydim, toplantı vardı.
N. AKBAŞ: Töre’nin isim babası kimdi?
E. IŞINSU: Türkeş dâhil Ankara’daki birçok milliyetçi arkadaşlarımızın bizim evdeki bir toplantısında
bulundu. Çeşitli isimler atıldı ortaya, nihayet “Töre”
birinci oldu. Türkeş Bey de bizim evdeydi, o sırada,
beraberdik. Hep beraber karar verildi. Anlaştık
hepimiz, “Tamam, Töre olsun.” diye. İstanbul’da
arkadaşları topladım. Bir de Devlet dergisi çıkıyordu,
o sıralar, milliyetçilerin çıkardığı, gazete şeklindeydi.
Buradaki arkadaşlar, hocaları buraya (Devlet’e)
yönlendirdiği için ben İstanbul’a kancayı attım.
Yani İstanbul’daki milliyetçilere. Devlet daha çok
Ankara’daki hocalarla meşguldü. İstanbul’da ise onlar beni tanıdı, ben de onları tanımaktan çok memnun
oldum. Ne yazık ki Mehmet Eröz, Hacıeminoğlu, Erol
Güngör erken vefat ettiler. Bunlar Töre’nin baş artistleriydi. Murat Bardakçı muntazam yazardı. Onu ben
yazıya başlattım. Ortadoğu’da öğrenciydi. Töre’ye
yazdırmaya başladım. Murat Bardakçı bir deha, ona
inanıyorum. Çok da memnunum, çok iyi yazar oldu
sonra. Töre’de yazan hocaların bir kısmı daha önce
yazmayan hocalardı.
N. AKBAŞ: Eserlerinizde otobiyografik unsur
aranması sizi rahatsız ediyor mu?
E. IŞINSU: Hayır, rahatsız etmiyor. Karakterlerimde yaşarım ben, onları yaşatırken. Benden parçalar vardır. Nokta büyüklüğünde de olsa daha büyük
de olsa hemen her karakterimde bir şeyim vardır. İç
içeyim yani karakterlerimle.
N. AKBAŞ: Eşiniz, Yazarlar Birliği’ndeki bir sohbette “Geçenlerde eve bir arkadaşım geldi. Işınsu
onu azarladı. Gittikten sonra anladım ki azarlayan
Işınsu değil, yeni roman kahramanı İlay’dı.” diyor.
Bu da Emine Işınsu’nun karakterlerini günlük hayatta
yaşadığını gösteriyor.
E. IŞINSU: Doğru, çok doğru. Yaşıyorum kahra-
manlarımla.
N. AKBAŞ: Güzel mi diyelim kötü mü?
E. IŞINSU: Güzel oluyor herhalde, daha samimi
oluyor yazmak, onları yaşarken.
N. AKBAŞ: Günlük hayattaki Emine Işınsu için
sıkıntı doğuruyor mu?
E. IŞINSU: Valla güzel kızım, yaşamak roman
yazmak demek benim için. Eee her şeyin üstünde bir
şey. Ama maalesef bu anksiyeteden ötürü 3-4 senedir
hiçbir şey yazmadım. Bu yaz biyografimi yazdım, o
kadar. Zannetmiyorum yayınlayacağımı. Yani böyle
yazdım, boşalmış oldum.
N. AKBAŞ: “Yapılması gerekeni yapan yapsın;
bilen bilir elbet birgün.” diyorsunuz. Otobiyografik
bir roman olur inşallah.
E. IŞINSU: Kısmettir.
N. AKBAŞ: Liseden sonra babanızın isteğiyle DTCF
İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne başlıyorsunuz.
E. IŞINSU: Evet. Oradan Amerika’ya gittim,
zannedersem 3 ay orada kaldım. Social worker
olarak gittim. Sosyal hizmetli, o zaman bizde yoktu.
Amerikan Sefareti, galiba Kızılay’a bildirmiş social
worker alınıp, çalıştırılacak, imtihan edilecek diye.
Beni de imtihana çağırdılar. Yazılı ve sözlü imtihan
oldum. Koleje haber vermişler, kolej de benim ismimi
vermiş. Müsamerelerde falan çıkar şiir okurdum,
dergiye yazı yazıyorum, sosyal bir öğrenciyim. Beni
göstermişler, bir de İstanbul’dan bir hanım kız. Biz
ne yapacağımızı bilmeden apar topar Amerika’ya
gittik. Babam dedi ki “Yalnız göndermem. Annenle
gideceksin.” Teyzemler o sırada Newyork’taydı.
Annemin de bir hastalığı vardı, korkunç bir baş dönmesi, annem tedavi olacaktı, onlarda kaldı. Ben çocuk
kampının olduğu yere gittim. İki haftalıktı, çocuklar
değişiyordu. Oradaki herkese concerser deniyordu,
bu çocukların başında olup onlarla meşgul olanlara.
Gün boyu gece yatana kadar meşgul etmemiz gerekiyordu çocukları. Her saati programlıydı. Eğitici
başına 6-7 çocuk veriyorlardı. Ben o zaman 19-20
yaşlarındaydım. Çocukları sevdiğim ve yeni bir yer
olduğu için bir 6-7 çocuk bana zor gelmedi. Orman
içinde bir kamptı, küçük kulübeler vardı, Bir odada
dört arkadaştık.
N. AKBAŞ: O dönemde, Amerika’da geçen bir roman yazmak aklınızdan geçti mi? Çünkü oradan geldikten birkaç yıl sonra Küçük Dünya doğuyor.
E. IŞINSU: Hayır, hayır, onları düşünmedim.
Sadece esir Türk milletlerini yazdım. Türkler beni ilgilendiriyor, Amerikalılar beni ilgilendirmiyor ki bir
macera oldu sadece.
N. AKBAŞ: İngiliz Dili ve Edebiyatı, ardından
ODTÜ İşletme Bölümü dönemi, sonra Hukuk Fakültesi dönemi, ardından Felsefe Bölümü ve bu bölüme
41
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
N. AKBAŞ: “Annemin tesiriyle yazdığım için gönül
bağı kuramadığım” dediğiniz Küçük Dünya geliyor.
E. IŞINSU: Efendim en çok Küçük Dünya’da annemin üslubunun tesiri altındayımdır. İkinci romanımda,
Azap Toprakları’nda, kendi üslubumu buldum.
N. AKBAŞ: Küçük Dünya en çok merak edilen
romanlarınızdandır. Birçok tenkitçi “yaşanmış hissi
veren vakalarla örülüdür.” diye değerlendirir.
E. IŞINSU: Yok, yaşadığım bir şeyi yazmadım
Küçük Dünya’da. Sevmediği kocasında, biraz ilk
eşimden şeyler olabilir ama.
N. AKBAŞ: Biz oradaki Murat’ı merak ediyoruz.
Sevdiğimiz Murat, Nur’un söyleyemediğini o söylemeden anlayan Murat.
E. IŞINSU: Hâlbuki hiç öyle erkek tanımadım.
N. AKBAŞ: Küçük Dünya herhalde en kısa sürede
yazdığınız kitap.
E. IŞINSU: Evet, o zaman Elif doğmuştu, kızım.
Daha bacağımda sallıyordum, çok yaramazdı.
Bacağımda sallamadan katiyen uyumazdı. İlle yere
oturacağım, bacaklarımı uzatacağım, bacağımın
üstünde sallayacağım. Bir taraftan onu sallar
bir taraftan yazardım. O zaman daktilo da bilmiyordum. Deftere tükenmez ya da kurşun kalemle,
hatırlamıyorum, herhalde tükenmez kalem yoktu o
sıralar. Annem de kurşun kalemi tercih ederdi. Çorba
yapacağım mesela karıştırmam lazım bir taraftan
çorbayı karıştırır bir taraftan da yazmasam bile hiç
olmazsa notlar alırdım.
N. AKBAŞ: Ardından da Bir Yürek Satıldı geldi.
TRT’de radyofonik tiyatro eserleri arasında birincilik aldı. Hatta biz bulamadık: fakat yurtdışında da
yayınlanmış?
E.IŞINSU: Sadece Fransızcaya çevrildi. Ben de
sonradan gördüm. Bana sahaflarda bir çocuk buldu
ben söylemeden.O bahsetti, ben de hemen alayım,
dedim. Beni Emine Işınsu olarak tanıyordu zaten.
N. AKBAŞ: 1966’da Bir Yürek Satıldı’da sevdiği
insan için fedakarlık yapmayan bir erkek en sonunda
yüreğini söküyor ve bir mezatçıya veriyor. Ardından
1969’da Azap Toprakları yazılıyor.
Azap Toprakları’nı, Çiçekler Büyür’ü yazmaya
nasıl karar vermiştiniz? Dış Türkleri?
E. IŞINSU: Babam, Bulgaristan göçmeni, orada
çok büyük acılar çekmişler. Babamın eline Kuran-ı
Kerim verip ocağın içine saklamışlar. Bulgaristan
Türklerine karşı bir sempatim vardır. Babamdan
dolayı. Ve onların, orada çok azap çektiklerini bilirim. Onu yazmak istedim. Bir sürü yerden, göçmenlerden bilgi aldım. Hatta MİT’ten bilgi aldım.
Çiçekler Büyür, Azap Toprakları’ndan daha iyidir.
Roman olarak daha iyidir.
devam ederken Tiyatro Kürsüsü derslerine devam.
E. IŞINSU: Efendim, güzel güzel İngiliz
Edebiyatı’nda devam ederken Amerika meselesi çıktı,
o sene gitti. İngiliz Edebiyatı’nın eylül imtihanlarına
girmem lazımdı. Fakat bir erkek arkadaşımla
karşılaştım. Napıyorsun, ne ediyorsun falan filan…
Kızılay’ın ortasında konuşuyoruz. Dedi ki “Ben
Ortadoğu’ya gidiyorum, harika bir okul, çok güzel
bir okul, fevkalade.” “Ya ben de oraya mı geçsem.”
dedim. “Geçemezsin ki imtihanlar bitti.” dedi. Ben
buraya gireceğim dedim. Çocuktan ayrıldık. O işine
gitti, ben doğru bir arkadaşımın evine gittim. Bizim
zamanımızda jupon derdik elbisenin altına belden lastikli, gayet süslü şeyler giyilirdi. Kabarık tutardı. Eski
Türk filmlerini izlersen görürsün. Ben de Amerika’dan
bir tane almıştım. Ve o gün üstümdeydi. Ortadoğu’nun
giriş ücreti 175 lira mıydı, neydi. Arkadaşımın mali
vaziyetleri gayet iyiydi. İyi, hoş sohbet falan, “Çocuklar!” dedim, “Ben juponumu satmak istiyorum, alır
mısınız?” Ne kadara? 175 liraya. Tam Ortadoğu’ya
lazım olan fiyat. Çıkardım üstümden, onlar giydiler.
Birkaç kız kardeştiler. Biri sınıf arkadaşım olurdu, en
samimi arkadaşımdı. 175 lirayı alıp Ortadoğu’ya gittim ertesi gün. Eve falan da söylememişim. Kayıtlar
mayıtlar bitmiş. Resmen kaydolmama imkan yok.
Oradaki, dekan mıydı, adını unuttum maalesef, fevkalade hoş bir adamdı. Allah rahmet eylesin, vefat
etti. Orda yalan söyledim bak. “İdealim Ortadoğu’ya
girmekti; ama Amerika’daydım, gelemedim. Onun
için bana yol gösterin, bana yardım edin.” dedim.
Hayatım bir işletme bölümüymüş gibi. Derslere biraz devam ettim. Fakat o sırada bir erkek arkadaşım
oldu. Namık’tı ismi. Niyetimiz ciddiydi, evlen
mekti. Ciddi niyetli olduğum için eve de söyledim. O
da hukuk öğrencisiydi. Fevkalade efendi ve nazik bir
insandı. Beni istemek için de Bahriye Üçok ve eşi geldilerdi. Fakat babam katiyetle vermedi. “Ben talebeye kız vermem.” dedi ve devam etti. Sonra dediler
ki “Işınsu, sen babanla konuş.” Babamla konuşmak
o kadar zor bir şey ki hele böyle bir meselede olamayacak bir şey. Bir taraftan kucağından indirmezdi
çocukken, bir taraftan da çok resmiyiz. Birgün onlar
anneannemin odasına gittiler, ben babamla karşı
karşıya kaldık. Ben utana sıkıla artık ölerek söyledim,
ben böyle birisiyle evlenmek istiyorum. Biliyor da
vermiyor. Benim söylemem karşısında, babam ceza
olarak beni eve hapsetti. Tabi benim okuldu mokuldu
her bir şey kaldı. Bu arada evde otururken hukuka
kaydoldum. Bir hukuk kitabı ya okudum ya okumadım.
Eve hapsoldum falan, olmadı. Felsefe birinci sınıfta
çok bağlıydım felsefeye, o zaman da birinci evliliğimi
yapmıştım.
42
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
N. AKBAŞ: Çiçekler Büyür’deki İlay’ın ismi birçok
kız çocuğuna verildi. Nasıl bir duygu?
E. IŞINSU: Çok hoşuma gidiyor, seviniyorum.
N. AKBAŞ: İlay neden bu kadar sevildi? İnsanlar
çocuklarına onun adını verecek kadar sevdi onu.
E. IŞINSU: Çok esaslı bir tip olarak düşünürüm
ben İlay’ı. Karakter olarak sevildi. Dik başlı,
azimli, Türk’ü seviyor, Türk olmayı seviyor, bundan
gurur duyuyor. Bundan gurur duyuyorum demiyor
ama halinden, tavrından belli tabi.
N. AKBAŞ: Romanlarınızın çoğu kapalı roman,
romanın sonunda bitiyor. Ama Çiçekler Büyür’ün
sonu açık uçlu. İlay’ın nereye gittiğini bilmiyoruz.
E. IŞINSU: İlay intihar etti mi etmedi mi? Çünkü tabancada bir kurşun bıraktı. Ben onu şöyle düşündüm.
İlay’ı İstanbul’a getireyim. Kaçsın yani Türkiye’ye.
Türkiye manzaraları, burada çalışsın, birisinin
evinde çalışacak. Ondan sonraki hayatını anlatayım
diye düşündüm. Fakat sonra bu, İlay’a, İlay karakterine yakışmaz diye düşündüm. Yazmadım, içimden
sonunu yazmak gelmedi. Hissî bağ kurmadan hiçbir
şey yazmıyorum.
N. AKBAŞ: Bu durum, müthiş bir ağırlık olmuyor
mu size?
E. IŞINSU: Oluyor. Ama ben mutluyum.
N. AKBAŞ:Eserlerinize baktığımız zaman müthiş
bir umutla yazdığınızı görüyoruz. Töre’deki bir denemenizde “Sözlerimiz yankı yapar mı ki, giderek ta
en uçtakine bir şeyler duyurabilir mi? Pek umutlu
değiliz.” diyorsunuz. Bu kadar umutsuzluğa rağmen,
o özverileri nasıl gösterdiniz?
E. IŞINSU: Bilmem ki nasıl gösterdim acaba.
N. AKBAŞ: Sizin döneminizin anlı şanlı isimleri yokken bugün, siz varsınız. Hiçbir yazara
vurmadığınız kadar kendinize vuruyorsunuz. Bu durum için kültürümüzün kendini övmeme hasletini
gösterebilir miyiz?
E. IŞINSU: Evet tabii, var olduğumu bilmiyorum.
N. AKBAŞ: Dergiler, televizyonlar sizden bahsetmese de okurlarınız sizi hayrete düşürecek kadar çok
sizden bahsediyor.
E. IŞINSU: Çok şükür, Allah’a şükrederim. Ben
Allah’a şükrederim, beni yazar yaptığı için ve ilham
verdiği için. Ondan geliyor her bir şey.
N. AKBAŞ: Ocakta bir muhabbet vardır. Dündar
Taşer’in çayından mı, Galip Erdem’in çayından mı?
Bunu da sizin romanınızdan öğrendik.
E. IŞINSU: Öyle mi! İkisi de çay meraklısıydı.
İkisine de Allah rahmet eylesin. Çok değerli insanlardı.
Hele Dündar Bey’i öyle pisipisine kaybettik ki kamyon çarptı ona. Yarım saat önce biz konuşmuştuk.
O zaman Töre’nin yeri Karanfil Sokak’taydı. Yolda
43
karşılaştık, o da Töre’ye geliyormuş. Görmedim
ben. “Ne kadar dalgınsınız. Böyle dalgın yürümek
olur mu?” dedi, bana bir nasihat çekti. Etrafa dikkat
edin. Demin benim yanımdan geçtiniz, fark etmediniz. Adamcağız o gün aynı yerde bir kamyonetin arka
arka yürümesinden gitti. Bana bu kadar nasihat verdi.
Fakat kendisi gitti. Allah rahmet eylesin.
N. AKBAŞ: Dündar Bey ile nasıl tanıştınız?
E. IŞINSU: O zamanlar bir yer vardı Ülkücü
hocaların ve gençlerin devam ettiği Kültür Bilim
Merkezi oraya ben de devam ederdim. Dündar Bey
rahmetli bir odası, masası, koltuğu vesaire orada bize
neler öğretirdi. Bütün Ülkücü gazeteler ve Töre de orada başladı. O kültür merkezinde başladı her şey. Dündar Bey seminerler de yapardı, çok güzel konuşurdu,
bilgi verirdi. Kendi hayatından, 27 Mayıs’tan. 14’lerdendi o da. 14’leri dağıttılar ya sonra dünyanın dört
bir tarafına. Hatta Türkeş rahmetliyi de Hindistan’a
göndermişlerdi.
N. AKBAŞ: Siz o sürgün döneminde tanıyor muydunuz, Alparslan Türkeş’i, Dündar Taşer’i?
E. IŞINSU: Hayır, isim olarak Alparslan Türkeş’i
biliyorduk, Dündar Taşer’i isim olarak da bilmiyorduk.
N. AKBAŞ: Türkiye’nin en cesur kesimi olan Milliyetçi Hareket’in kendisini anlatan tek bir romanı
vardı, yazarı bir kadındı, sizdiniz. Bu hareketin en
esaslı dergisini siz çıkardınız. Türk Dünyası’nı anlatan çoktu da siz bir başka sevildiniz. Bu hareket sizin
Sancı’nız gibi roman, Töre’niz gibi dergi, Çiçekler
Büyür’ünüz kadar etkileyici bir roman görmedi. Bunlar size ne ifade ediyor?
E. IŞINSU: Valla yaşamayı ifade ediyor zannediyorum. Bir şeyler yapamasaydım o dönemde kendimi rahatsız hissederdim. Yani inandığım yolda
ilerledim. İnandığım yolda, inandığım davaya Türk
Milliyetçiliği’ne kendi çapımda hizmet etmeye
çalıştım. Töre dergisi de o yüzdendir, romanlarım da
o yüzdendir. Yani bir insan olarak, bir yazar olarak
karınca kaderince vazifem olduğunu düşündüğüm
şeyleri yaptım.
N. AKBAŞ:Allah razı olsun, diyoruz.
E. IŞINSU: Cümlemizden canım.
N. AKBAŞ: “Vazifemdi, yaptım.” dediniz. Peki
“Türkiye çalkantılarından kurtulamadı, Türk Dünyası
topyekun mutlu olamadı da ben şöyle bir ağız tadıyla
bir aşk romanı yazamadım.” dediğiniz hiç oldu mu?
E. IŞINSU: Şimdilerde diyorum. Keşke yazsaydım
bir aşk romanı diye. Bundan sonra yazabilir miyim,
yazamaz mıyım, bilmiyorum.
N. AKBAŞ: Yeniden yazabilmeniz için o kadar çokdua ediyorum, dua ediyoruz ki inşallah olur.
E. IŞINSU: Allah razı olsun, inşallah canım
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
EMİNE IŞINSU
Hayatı, Şahsiyeti, Edebî Faaliyetleri*
Hayatı
Ortaöğreniminin son yıllarında (1956) ilk şiir kitabı İki
Nokta ile edebiyat dünyasının şairleri arasına adım atar.
Işınsu’nun yüksek öğrenim hayatı oldukça hareketli
geçer. İlk olarak babasının isteği üzerine Dil-Tarih
ve Coğrafya Fakültesi’nin İngiliz Dili ve Edebiyatı
Bölümü’ne kaydolur. Ancak Felsefe ilmi tahsil etmek isteyen Işınsu, o dönem A.B.D.’de bir kuruluşun
açtığı Fullbright burs imtihanlarını kazanır ve Sosyal
Akademi Uzmanlığı kurslarına katılmak üzere fakülteyi yarıda bırakarak Amerika’ya gider. Dünyanın
değişik ülkelerinden seçilmiş elli dört kursiyerle sosyal hizmetler hakkında iki aylık kurs gördükten sonra, sosyal hizmetlilerin çalıştığı yerlere gönderilirler.
Kendisine de bir çocuk kampı düşer. On bir çocuktan; onların giyimleri, sabahları kalkmaları, resim
yapmaları, orman gezilerinden sorumlu tutulur. Altı
ay süren bu kurstan sonra Türkiye’ye geri döner.
Işınsu, daha önce başladığı İngiliz Dili ve
Edebiyatı Bölümü’nü yarıda bırakarak, o yıllarda
yeni açılan Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin
İşletme Bölümü’ne kaydolur. Bu durumu bir süre
babasından gizler. O sıralarda ilk eşi Mimar Erdoğan
Cemil Okçu kendisine talip olur. Babasından üniversiteyi devam ettirme şartı ile onay çıkınca 1959
yılı sonlarında evlenirler. Evlilikle okulu bir arada
yürütemeyeceğini anlayan Işınsu, kısa bir süre için
fakülteyi yarıda bırakır. Daha sonra bir ara Hukuk
Fakültesi’ne, ardından başından itibaren arzuladığı
Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin Felsefe
Bölümü’ne girer. Aynı zamanda fakültenin tiyatro
derslerini de yakından takip eder.(1960) Ancak ailevî
nedenlerle birlikte omuzlarına binen yükün artması
üzerine arzulayarak devam ettiği Felsefe öğrenimini
de yarıda bırakır.
Emine Işınsu’nun tahsil hayatını gözden geçirdiğimizde karşılaştığımız hareketlilik, eserlerinde geniş
bir dünyanın oluşmasına ortam hazırlamıştır. Kayıt
yaptırdığı üniversitelerin hiçbirini tamamlayamamış
olan Işınsu, zamanının çoğunu yazmaya ayırmış,
yaşamının bundan sonraki döneminde dergi, gazete,
tiyatro ve roman yazarlığı yapmıştır.
Işınsu’nun ilk romanı Küçük Dünya, Turizm ve
Tanıtma Bakanlığı’nın Sanat Armağanı ödülünü
kazanır. Eser 1962’de Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilir.
Şiirle başlayan yazın hayatı fıkra ve roman denemeleriyle zenginleşirken, yazar çeşitli dergi ve
Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Emine Işınsu, 17 Mayıs 1938’de
Kars’ta dünyaya gelmiştir.
Babası Bulgaristan Türklerinden, emekli Tümgeneral Aziz Vecihi Zorlutuna, annesi Erzurum’un
tanınmış ailelerinden Zorluoğulları’na mensup Hürriyet Mücahidi Avnullah Kâzimî Bey’in kızı, tanınmış
şair ve yazarlarımızdan Halide Nusret Zorlutuna’dır.
Babaannesi ve babası Bulgaristan Eskicuma’dan
göç etmişlerdir. Türklerin yaşamış oldukları acı ve
zorlu günlerin yakın tanığıdırlar. Çocukluğunun bir
bölümünü Kırklareli’nde geçiren Işınsu, babaannesinden ve babasından Balkan Türklerinin, Türklük adına
nelerle karşılaştıklarını ya da nelere katlandıklarını
dinlemekle büyümüştür. Bu nedenle Balkan Türkleri
O’nun hayatında önemli yer tutar.
Anne tarafı âlimler, kahramanlar, şairler yetiştiren
Erzurum’un köklü ve tanınmış ailelerinden biridir.
Dedesi, Avnullah Kâzimî Bey gazeteci, anneannesi
şiire düşkün bir hanımefendidir. Işınsu’nun annesi
Halide Nusret Zorlutuna ise; edebiyat tarihinin önemli isimlerindendir. Işınsu, annesini şöyle tanıtır:
Benim anam, her türlü gösterişin ötesinde gerçekten
fedakâr bir kadındır. Aşırılığı ise hassasiyetinde ve
belki cemiyetin değer hükümleri karşısında gösterdiği
dikkattedir.
Vatanî vazifeyi her türlü sorumluluğun üstünde
tutan “zorlu” bir askerin eşi;zamanı şimdiki gibi
değil; şartlar bilhassa ordu mensupları için çok ağır
ve yıpratıcı...Şair, yazar, öğretmen hanım kâh katır
sırtında, kâh at; bazen de trenle dolaşır yurdun dört
bucağını... Edebiyat ve Türkçe hocalığı yapar.
Işınsu, anne ve babasının memur olmaları sebebiyle
yurdun değişik yerlerinde bulunmuştur. İlköğrenimi
Urfa’da başlarken Sarıkamış’ta devam etmiş,
Ankara’da Alp Arslan İlkokulu’nda tamamlanmıştır.
Kültürlü ve sosyal bir aile ortamında
yetiştirildiğinden okuma ve yazmaya olan ilgisi,
henüz ilkokul döneminde bile büyüktür.
Ankara’da Cebeci Ortaokulu’ndan mezun olduktan
sonra, T.E.D. Ankara Koleji’nin lise kısmına girip
1956 – 1957 öğretim döneminde mezun olmuştur.
Öğrenciliği sırasında şair olarak tanınan Işınsu’nun
ilk şiiri İnsanlarla Eğitim Dergisi’nde yayımlanır.
Bunu diğer şiirler ve küçük hikâyeler takip eder.
*Gözdenur EROL,«Emine Işınsu’nun Tarihi Romanları
Üzerine Bir İnceleme»,Yüksek Lisans Tezi,
44
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Mücadele heyecanını anlattığı Cumhuriyet Türküsü
romanını yayımlar. Dinî tesirlerin hâkim olduğu bir
çevrede yetişen Işınsu, tasavvufa karşı duyduğu ilgiyi
az çok Nisan Yağmuru ve Havva isimli romanlarında
işler. Bukağı (2004) romanında Niyâzî Mısrî’nin
hayatını işleyen Işınsu, son olarak yayımladığı Bayram (2005) adlı romanında ise, Hacı Bayram Veli’nin
hayatını ele alır.
Halen Ankara’da hayatını sürdüren, biri kız (Elif),
ikisi erkek (Yağmur, Murathan) çocuğun annesi olan
Işınsu, eserleriyle edebiyat dünyasının önde gelen
isimlerinden birisidir.
gazetelerde yazmaya devam eder. 1962 – 1963
yıllarında Yeni İstanbul gazetesinde Dedikodu sütununda Mehlika Arda takma adıyla siyasî konularda
fıkralar yazar. 1963 – 1965 yıllarında Sabah gazetesinde fıkra yazarlığı, 1964’te Hisar dergisinde Yeşil
Fasulyeler ve diğer birkaç hikâye ile kadın meselelerine temas eder.
Işınsu, tiyatroya derin bir ilgi duyar. D.T.C.F.’nin
Felsefe Bölümü’nde okurken, bir taraftan da fakültenin tiyatro kürsüsü derslerine devam ettiğini dile
getirdiğimiz Işınsu, Bir Yürek Satıldı(1966), Bir Milyon İğne (1967), Ne Mutlu Türküm Diyene (1969),
Adsız Kahramanlar (1975) adlı oyunları bu ilginin
sonucu yazdığını ifade ederler.
Senaryo, tiyatro, oyun yazarlığı da yapan Işınsu,
1966’da yazdığı Bir Yürek Satıldı adlı oyunuyla,
TRT’nin düzenlediği Radyofonik Oyun yarışmasında
birincilik alır.
İlk romanı Küçük Dünya’nın ardından romanda
başarıyı yakalayan Işınsu, bu sıralar eşinden ayrılır.
İçinde bulunduğu sıkıntılı durumda uzun bir hazırlığa
girişerek Ak Topraklar’ı yazar. Bu eserle Türk Edebiyat Cemiyeti roman ödülünü kazanır.
1969 yılında, annesi Halide Nusret Zorlutuna ile
Ayşe isimli kadın dergisini çıkarmaya başlar. Ayşe
dergisinde “Zeynep Tan”, “Nur İleri”, “Işık” takma
adlarıyla 28 sayı boyunca yazmaya devam eder. Bu
arada Devlet dergisinde (1969 – 1971) iki yıl kadar
yazar. Ayşe adıyla çıkardığı kadın dergisini Töre ismiyle 1971’de Mayıs - Haziran ayından itibaren
yürütür.
İlk eşinden ayrıldıktan sonra 1972’de Prof. Dr.
İskender Öksüz ile evlenen Işınsu, yazı hayatına ara
vermez.
Bozkurt dergisinde 1973 – 1974 yıllarında Gençlerle Hasbihal köşesinde yazar. Aynı yıllarda Diyanet
gazetesinde “Emine Abla” ismi ile kadın sayfası
hazırlarken Türk Edebiyatı dergisinin hemen her
sayısında yazılar yazdığını ifade etmişlerdir.
1975’te yazdığı Tutsak romanıyla Kerkük Türklerinin mücadelelerini anlatan yazar, aynı yıl yayımladığı
Sancı romanıyla ideolojik çekişmeleri dile getiren bir
eser ortaya koyar. 1979’da yine Dış Türkleri anlattığı
Çiçekler Büyür ve 1982’de de sendika romanı olarak
bilinen Canbaz’ı yazar. Canbaz, kendisine Türkiye
Yazarlar Birliği roman ödülünü getirirken, daha önce
yazmış olduğu Sancı romanı ile de Türkiye Milli Kültür Vakfı ödülüne layık görülür. Daha sonra sırasıyla
Kaf Dağının Ardında (1985), Atlıkarınca (1990)
romanlarını yazan Işınsu’nun Bir Gece Yıldızlarla
(1991) adlı bir de hikâye kitabı vardır. 1993’te yakın
arkadaşı Prof. Dr. Umay Günay’ın teşvikiyle Millî
Şahsiyeti, Edebî Faaliyetleri
Bir sanatçının yetenekleri, eğitimi ve kişiliği
yanında; onun düşünce ve duygu dünyasına önemli
derecede tesirde bulunan yetiştiği bir kültür çevresi
vardır. Bu kültür çevresi, diğer unsurlarla bütünleşerek
sanatçının muhayyilesine yön verir.
Emine Işınsu’nun sanatçı kişiliği de içinde yetiştiği
kültürlü aile geleneği ile yeşerir. Şair ve yazar bir annenin kızı olan Işınsu, küçük yaştan itibaren şiirle
hayata başlar:
Herkesin annesi şarkı söylerdi. Benim kafamda
çocukluğumdan kalma bir müzik yok, yalnızca yüksek sesle şiir okuyan bir hanım hatırlarım. Bu hanım
Fuzuli, Şeyh Galip ve Mehmet Akif’i çok sever ve
şiirlerini çok okurdu.
Işınsu’nun okuma ve yazmaya olan ilgisi daha
ilkokul yıllarındayken ortaya çıkar. Bu dönemde Pollyanna türü klasiklerle tanışır, zaman zaman yazma
denemelerinde bulunur. Bunun neticesinde ilkokul
çağlarının sonralarında Minko’nun Hatıraları adlı
eserini ortaya koyar. On beş-on altı yaşlarında şiir
dünyasına açılan Işınsu, ortaöğretimini tamamladığı
T.E.D. Koleji’nde arkadaşları arasında şair olarak
tanınmaya başlar. Ortaöğretiminin sonunda (1956)
iken ilk şiir kitabı İki Nokta ile karşımıza çıkar.
İki Nokta adını verdiği bu kitaba giren şiirlerin
çoğu bir – iki kelimelik kısa mısralardan oluşmuştu.
İçlerinde çocukça duyguların dile geldiği şiirler
de vardı; çok bilmiş, çok görmüş geçirmiş bir nine
edasıyla söylenmiş şiirler de...
Emine Işınsu, ilk şairlik denemesini şöyle
değerlendiriyor:
Onlar şiir falan değil. 16, 18 yaş döneminin
duyguları, kendi çapında çırpınışları ve felsefesi...
Geçenlerde hepsini yeniden okudum, pek bir şey
değişmiş değil. Ancak o zamanlar kadere kayıtsız
şartsız bir teslimiyet ve karamsarlık varmış, sonra bu “İstersen, çalışırsan, mücadele edersen
45
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
değiştirebilirsin” olmuş. Karamsarlık vs. devam ediyor, belki biraz azalmış. İşte o kadar.
Her defasında Elhamdülillah Türk Milliyetçisiyim.
Dün de Türk Milliyetçisiydim, bugün de sözlerini tekrarlayan yazar, Türk Milletinin aşığıdır. Fikir
dünyasının oluşumunda aile çevresinin etkili olduğunu
dile getiren yazar, bu duygularla yetiştirildiğini ve
eserlerini de bu doğrultuda oluşturduğunu belirtir:
…Tabi çevre çok mühim, aile çevresi çok mühim.
Milliyetçi ve Müslüman bir ailede yetiştim. Babam
askerdi, evimizde daima Müslüman ve Milliyetçi bir
hava hâkimdi. Ben bu duygularla büyüdüm.
Işınsu, Türkiye dışındaki Türklere yoğun hisler
beslemektedir. Onlara karşı olan bu hislerini Dış
Türkleri konu alan üç romanında dile getirmiştir:
Bunlar Balkan Türklerini anlattığı Çiçekler Büyür ve
Azap Toprakları ile Kerkük Türklerini anlattığı Tutsak adlı romanlardır.
Eserlerinin çoğunda İslam inancının derinliklerine rastlamak mümkündür. İnsana hoşgörü ile
yaklaşan yazar, her insanın hatalarıyla kabul edilmesi
gerektiğine, herkesin bir gün doğru yola ulaşacağına
inanmaktadır.
Işınsu, gençlik yıllarını büyük bir baskı altında
geçirir, hareketleri daima kısıtlanır:
Çok sıktılar beni, annem devamlı bir korku içindeydi kız çocuğu olduğumdan. Gözüm dışarıya kaymasın
diye o korkuyu yaşadı, yaşıyordu, tabii bana da
yaşattı.
Ailesinin baskısı yazarın eğitim hayatında da
derin izler bırakır. Hiç istemediği halde üniversitenin İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydolur.
Hayatının bu safhasında yaşadıkları, Küçük
Dünya’daki Nur’un macerasıyla bütünleşir. Yaşadığı
baskılar onu içe dönük kapalı bir kutu haline getirir.
Yazar yaşadıklarını, duygu ve düşüncelerini eserleriyle haykırır okuyucusuna.
Eserlerini oluştururken kahramanlarıyla bütünleşen
yazar, yazmadan önce büyük bir hazırlığa girişir.
Konuyla ilgili belgelere ve gerçek tanıklara ulaşmaya
çalışır. Küçük Dünya’nın Nur’u, Tutsak’ın Ceren’i ve
Kaf Dağının Ardında’ ki Mevsim yazarın hayatından
izler taşır. Kahramanlarının acılarını yüreğinde hisseder.
Uzun araştırma süreçlerinden, ruhî hazırlıklardan
sonra kendi dünyasına çekilen yazar, yazma safhasına
geçer ve bu macera şöyle devam eder:
Ben umumiyetle yazarken bir sene boyunca,
yazacağım roman hakkında araştırma yaparım. Bilgiler edinir ve bilgilerimi bir deftere kaydederim. Bilgiler çoğaldıkça karakterlerim ve olaylar doğmaya
başlar. Onları da defterime kaydederim. Aldığım bil-
gilere göre küçük küçük sahneler yazmaya başlar ve
bunları da not ederim. Bir sene gibi bir süre geçtikten
sonra bir gün gönlüm, artık yazman lazım, der. Daha
fazla duramam. Allah’ın izniyle başlarım. Arada değil
belki, ama büyük bir kısmını romana geçiririm, tabi
biraz değiştirerek...
Işınsu için yazmak, yaşama gayesidir. Şiirle
başlayan yazın hayatı; tiyatro, hikâye gibi türlerle devam ederken romanda karar kılan Işınsu, yaşamında
ailesinin sağlık ve selametinden sonra, ikinci sırada
yazma eyleminin geldiğine inanan biridir.
Eserlerinden ve çeşitli yerlerde yayımlanan
görüşlerinden şahsiyetinin münhasır çizgilerini ortaya koymaya çalıştığımız Işınsu, yakın dostu Yağmur
Tunalı tarafından şu satırlarda tarafsız bir gözle tahlil
edilmiştir:
Işınsu, aritmetik münasebetlerin insanı değildir;
hesaplı kitaplı olmaya tenezzül etmez. Şüpheciliği
sonradan başlar, önce sevmeye veya beğenmeye
hazırdır. Muhatabını iyi tahlil eder. Psikolojiye olan
derin alakası ve romancı olarak tahlilciliği ona insan tanımada büyük imkânlar bahşeder. Ancak, şunu
söylemeliyim ki, muhatabı onun için tecrübî psikolojinin kobayı (süjet) olmaktan uzak, kâinatın özü
(zübde-i âlem), mahlûkatın en şereflisi ve saygıya
layık olan insandır. Kimseye tepeden bakmaz, aksine
muhatabı karşısında fazlaca alçak gönüllü ve biraz
da mahcuptur.
Işınsu’nun şahsiyeti ve fikirleri hususunda bazı önemli tespitlerde bulunurken ruhuyla bütünleştiğimiz anlar
bizi manevî bir huzura ulaştırdı. Eserleriyle okuyucuyu
düşündüren Işınsu, edebiyatımızda ve okuyucusunun
gönlünde yüce duygularla var olmaya ve birbirinden
değerli eserler sunmaya halen devam etmektedir.
Ödüller
’’Küçük Dünya’’ ile T. C. Turizm Bakanlığı Sanat
Armağanı
’’Ak Topraklar” ile Türk Edebiyatı Vakfı Roman
Ödülü
’’Bir Yürek Satıldı” oyunu ile Türkiye Radyo Televizyon Kurumu Radyofonik Oyun Yarışması’nda
dram dalı birinciliği.
’’Sancı’’ ile Türkiye Millî Kültür Vakfı Roman
Ödülü
’’Canbaz’’ ile Türkiye Yazarlar Birliği Roman
Ödülü
Türk Ocakları Hamdullah Suphi Tanrıöver
Armağanı
Karaman Türk Dili Ödülleri, “Türkçeyi Doğru ve
Güzel Kullanan Yazar Ödülü”
İLESAM (Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri
Meslek Birliği), “Şeref Ödülü”
46
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Özde Biriz Çünkü...
•
Emine IŞINSU
Rahim; rahmet ve merhameti sınırsız olan, Gafur;
sürekli bir biçimde günahları affeden’in yüce adını
anarak başlarım.
O, bize ruhundan üflediğini söyledi.
Beni sen, o... bu onuru paylaştık. Coşkuyla
yürüdük... derken düştük; düşebilme hakkı vardı
çünkü; hatalardan hatalara geçtik... şaşakaldık, üzüldük, yerindik... Kalktık, kalkabilme hakkı tanınmıştı
çünkü; rahmeti sınırsızdı, kainatları kuşatmıştı.
Beni sen, o... tecrübeler içre; düşe kalka, kalka
düşe... böylece gittikçe gelişen aklımızla; öğrenerek
ve bilerek... Hür irademizle, gerçekten hür; toprağı,
suyu, ateşi ve havayı sevdik... Sevdiklerimizle
çeşit çeşit, çeşitlendik. Bu yüzden ayrıldık, koptuk, uzaklaştık birbirimizden; kendimizi beğendik,
farklıyı kınadık.
Hani özde birdik ya, unuttuk.
Hani çeşitlenmiştik ya, çeşitli yollar tutturduk; düşe
kalka, kalka düşe.
Kendi yolumuzu yücelttik, gayrisini kötüledik.
Oysa Dost demişti ki: “O, kendi yolundan sapanı da,
doğru yolu bulanı da daha iyi bilendir. İşte bunun için
yumuşatıcı ve hoşgörücü olunuz.”
Sahi biz kendimizi ne sanıyorduk da, O’nun bir
çırpıda affettiklerini, kınıyor, kınayabiliyorduk? Bu
suali sormadık kendimize... kendimizi büyüttük!
Büyüdükçe, küçülebilmeliydik. Bilemedik. Unuttuk özde Bir’den gelip, bir olduğumuzu.
Kınadık, küçümsedik, yakışagelmedi insanlığımıza.
“Yaratılanı severim Yaratandan ötürü” demişti koca
Yunus. Aramızdan, Yaratan’ı dahi unutanlar oldu.
Oysa çevrelerine bir bakmaları yeterliydi, yahut bir
bakıverselerdi içlerine.
Dost’um söylemişti: “Ayıp arayan, kovucu ve söz
getirip götüren, haddi aşmış, hayra engel olucudur.”
Beni sen, o... ayıp aradık, hatta olmayanı bile bulup, icat etmeğe kalktık. Yoksa gıybet, üstün bir zevk
miydi ki, bunca tutulduk ona?.. Her türlü hayra engel olduk... Düştük böylece... borçlar yüklendik en
ağırından.
“Ona olan borcunuzu, birbirinize iyi yaptıklarınızla
ve iyi verdiklerinizle ödersiniz.”
Demek, açıp bağrımızı hayra, iyide ve doğruda
olmak ve hoş görebilmek; buyrulmuştur ki, “Affetsinler, hoş görsünler. Allah’ın sizi affetmesini istemez
misiniz?” Daha önemli bir şey isteyebilmek, mümkün mü?
O halde, niçin affedici ve hoşgörülü olamıyoruz?
Sadece özde bir olduğumuzun farkına varıp,
karşımızdakinin biz, bizim de o, olduğumuzu idrak
ederek...
Belki kolay değil... öyle mi? Hiç bir iş kolay değil
ama aslında her şey çok kolay; çünkü hür irademizle, gerçekten hür... tıpkı bir çamur parçacığı gibi,
avuçlarımızın arasına alıp “ben”imizi yoğurarak...
Haydi!
Önce hoşgörü... hatta önce kendimize ve cümleye,
uzanıp uzanamadığımız cahile ve dolayısıyla kötüye.
Hoşgörü; iyi olması, iyide olması için, bir fırsat
tanımaktır çünkü...
“İşte siz böyle çirkin ve kötü huyluya da iyiyi ve
iyiliği bildiriniz. Ona kendini kendinizde buldurunuz.”
En büyük Örnek’e benzemeye çalışarak ve örnek
olarak, değil mi Dost’um?
Maddeyi, en alasından ölçen biçen aklımızı, manaya da çevirerek, tatlısından bir tebessüm takıp
dudaklarımıza; hayır alıp, hayır vererek, hoşgörü
ile... ümit edelim...
“Siz affedici olunuz ki, Affedici Olan, sizi korusun.”
47
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Yusuf İMAMOĞLU*
•
Emine IŞINSU
600 yıl süren o muhteşem destanın yazılmağa
başlandığı
yeşil
Bursa’mızdanmış;
İnegöl
kasabasında doğmuş, öyle de fakirmiş ki, su satarak
okumağa çalıştığı zamanlar bile olmuş… Yüreğinin
bir köşesinde Kara Osman Bey’in cesareti yatarmış
ama, diğer bir köşesine de Orhan Bey’in akıllılığını
ve Sultan Murat’ın merhametini yerleştirmiş. Millet düşmanları O’nu, altı aydan beri hep tehdit
ederlermiş, yine de silâh taşımazmış. Öldürüleceği sık
sık aklından geçermiş ama, vurmağa kıyamazmış…
Henüz gencecikti, taze bir fidan gibiydi;
büyüyecek, kocaman bir çınar olacaktı. Bırakmadılar;
Şimdi yüreğime kurşun misâli bir ağırlık çökmüş,
çâresizliğimin acısında boğulacak gibiyim. Önümdeki kâğıda da, kalemimin ucunda çırpınan kelimelere
de kahrediyorum. Emine bacısı, İmamoğlu kardeşinin
şehitliğine ağıt mı yazacak, neye yarar ki! Memleketin yüksek menfaatleri diyoruz; kardeş kavgası felâket
getirir, diyoruz, “siz de vurun!...” demeğe dilimiz
varmıyor! Peki, ne yapacağız? Milletimizin belki de
son umudu genç yiğitlerin yıkılışlarını seyrederek
zaman mı tüketeceğiz? Ve yaşamaktan utanmayacak
mıyız?
Doğrudur tabii, kardeş kavgası felâket getirir.
İyi ama, “kardeş” nerede ki! Yusuf İmamoğlu’na
kıyanlar, bırakın kardeşliği, herhangi bir düşmanın
haysiyetinden bile uzaktırlar! İmamoğlu’nun şehit
düşmesi olayında öyle müthiş bir hainlik var, öylesine anlaşılmaz bir kin var ki, vahşetin her türlüsünü
*AYŞE, Başyazı, Haziran 1970
mumla aratır. Gazetelerde okuduğum vakit inanmak
istememiştim; sonra araştırdım, meğerse doğru imiş;
İmamoğlu, hemen ölmemiş. Çevresinde yavaş yavaş
büyüyen bir kan gölcüğü, yatıyormuş. Hastahaneye
haber salınmış, derhal ambülans göndermişler ve birileri çıkmış, fakültenin kapılarını tutmuş, ambulansın
yanına gitmiş, can kurtarmaya gelenleri önce
paylamış, sonra da kovmuşlar! “Kim çağırdı sizi,
demişler, ihtiyacımız yok, dönün!” Ve yiğit Yusuf, öz
vatanında garip Yusuf, kanını tükete tükete dünyasını
değiştirmiş. Canavarlık mı bu, o bile değil! Çirkin,
küçültücü, insanı insanlığından utandırıcı bir şey!
Affet beni Allahım, kulun böylesini niye yarattın!
Ölmenin vazife, öldürmenin hak sayıldığı tek yer
savaş meydanlarıdır. Ve savaşta, yaralı düşmana silah
çekilmez, hemen tedavisine koşulur. Sağlık ekiplerinin yardımını önlemek savaş kanunlarında bile suçtur.
Ve İmamoğlu’na yapılanlar, aslında açık bir işarettir.
Beyni yıkanmış bir zümrenin, insanlık ölçülerinden
tamamen saptığını gösterir. Dert bir değil çoktur, gizli
değil, açıktır. İbret almakta gecikilmesine tahammül
yoktur.
İmamoğlu’nun artık bize ihtiyacı kalmamıştır.
Şimdi o, “bir hilâl uğruna” batan “güneşler”in
yanındadır. Şehit kardeşi Süleyman Özmen’le eleledir.
Yüreğimizdeki acı Süleyman’lardan, Yusuf’lardan
gelir ama, endişemiz cümle Bozkurt’lar içindir;
Türk’lüğün son bağımsız kalesi bu mübarek topraklar
içindir… Gayri söze ne hacet…
48
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Kavaklar Ve Salkım Söğütler
•
Emine IŞINSU
İstanbul Ankara yolunun galiba İstanbul’a yakın bir
yerlerinde tren hattının biraz ötesinde acayip bir manzara ile karşılaştım. Bir dizi kavakla bir dizi salkım
söğüdü karşı karşıya dikmişler. Ama nasıl karşı
karşıya! Dalları yerlerde sürünen her salkım söğüdün
önüne bir kavak. Ki mağrur ve dik göğe doğru boy
vermiş!
Her iki ağacı da ayrı ayrı pek çok sevmeme rağmen,
şu manzara beni dehşetli etkiledi. Ürktüm ve rahatsız
oldum. Çünkü karşımda, birbirlerinden pek az bir mesafe ile duran iki ayrı cins ağaç, tam anlamıyla “bir
bütünü” teşkil ediyordu. Dik duran ve eğilen. Evet, bir
bütündü bu, başı sonu ve ayrıntıları ile tamamlanmış
bir olay.
Acaba kavaklar yaratılmasaydı, salkım söğütlere
ihtiyaç duyulmayacak mıydı?
Yoksa salkım söğütler var diye mi, kavakların burnu
bunca havada?
İnsan, kainatın küçük çapta bir örneği. Yaratılış tek,
Yaratan gibi.
Peki bu hakikat, “söğüt insan”la, “kavak insan”ı
mazur gösterir mi?
Söğüdün eğilmesi, dallarını yerlerde sürümesi,
ağacın tabiatı icabı. Öyle yaratılmış, yer çekimine
kaptırmış dallarını, yaprak yaprak ağlamakta, yahut
yalvarmakta. Güzel ve zarif ama, ne çare, salıvermiş
kendini. Başkası gelmez elinden!
Oysa, hele ilk sabahın buğulu dakikalarında, kavaklar göğe doğru uzanmış dururlarken, bana hep; bu
ağaç yalnız, dik ve mağrur, Allah’dan gayri kimsesi
yok gibi gelir. Onun yaradılışında “eğilmek” yoktur,
sığındığı tek Allah’tır ve şüphesiz “Gökten alıp, yere”
vermektedir.
Kavakların, karşılarında eğilen salkım söğütlere de
ihtiyacı yoktur.
49
Ama kainatın küçük çapta bir örneği de olsa,
asırlardır bozulmuş, yozlaşmış insanlar aleminde,
“kavaklar”ın, “salkım söğütler”e ihtiyacı yok mu?..
Var, hem nasıl! Şöyle bir düşünüyorum “kavak
insanlar”ı, kimi diktatörlerdir. Kimi politikacılar, kimi
mevki sahibi insanlar, hatta bazan şişirilmiş sanatçılar,
düşünürler bazen de çok varlıklı kişiler. İşte bütün bu
zevatın “söğüt insanlar”a ihtiyaçları vardır. Sırf yerlerinde tutunabilmek ve burunlarını havada muhafaza
edebilmek için. Destek!. Kavak insanlar, söğüt insanlar sayesinde beslenirler.
Beslenmeyi hem manevi, hem maddi planda
düşünüyorum. Böyle düşününce, söğüt insan da
varlığını yani yaşama imkanını, kavak insana borçlanmakta. Karşılıklı ve muntazam işleyen dişliler gibi.
Kendilerince iyi bir ahenk kurmuşlar.
Aslında ne bu muntazam işleme, ne ihtiyaç, ne de
ahenk; bu iki tip insanı mazur görmez. Çünkü kavaklık
ve söğütlük insanların tabiatı, yaratılışları icabı olmasa gerek. İnsanın doğuştan getirdiklerini; mizacı elbet
inkar etmiyorum. Ancak kişinin kavaklaşması veya
söğütleşmesi, yıllar geçtikçe biçimlenen bir vakıa.
İnsan, karakterini biçimlendirmekte hür bırakılmış,
seçim onun... Aile içi münasebetleri, sokağın tesirini,
türlü eğitimi ve öğretimi de ele alırsak, bana göre, hiç
mazur görülmeyecek olanlar söğütleşmiş insanlardır.
İddiam odur ki; bu etek öpücüler, bu beli bükükler,
bu şak şakçı “aman beyefendiciğim”ler olmasa, cemiyetin belası kavak insanlar azalacak, belki nesilleri
tükenecek.
O ne güzel bir cemiyet olurdu.
Acaba, diye düşünüyorum; şu ağaçları karşı karşıya
diken şakacı kişinin maksadı, sırf insanlar alemine bir
acı tebessüm yollamak mıydı?
Her kimse, ona selam olsun.
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Vermek... Almak
•
Emine IŞINSU
“Koruyan, Veren, Varedeni Anarak Başlarım.”
Bana “vermeyi” anlat, gönülden vermeyi…
O ki, “Gönülden dileyerek verenin, verdiği gerçek
devadır.” Diyorsun…
Almadan Veren’i anlatıyorsun.
Almadan verenleri söylüyorsun; güneşten, topraktan, yağmurdan bahsediyorsun.
Bana, vermeyi anlat…
Hani demiştin ki; “Veren O’dur ve gönderen, aldıkça
siz sanmadan her şeyi.”
Ve sahiden öyle, insanoğlu almaktan usanmaz.
Yine de, seher vaktinin rahmetini bilmez, ala gökten
alaca yere yağan hayrı görmez. Görmez, yukarıdan
alıp aşağıya ağan, ak güvercin etekli dervişlerin, ak
bereketini… Oysa “Gözümüzün önünde, farkına
varmadan nice deliller verildi sizlere…”
Gökte ve yerde, ateşte ve suda, ışıkta karanlıkta, ah
biliyorum nice Âyetler ışımakta. O, almadan verir,
vermekten usanmaz. Sadece bu bir delil, bir Âyet
değil midir ululuğuna?
Ululuğa erdikçe, küçülüyorum. Gözüm yaşlı, gönlüm perişan… vermeyi öğrenmek istiyorum. Tıpkı
O’nun gibi, almadan… vermeyi.
Hayatım güneş, sevgilim yağmur, anam toprak
gibi… Dostum efendim, bana, vermeyi anlat. “Ne
güzeldir vermek, güzeli vermeyi bilmek ve vermekle
tamam olmak.”
Dilini, dilime tesbih ediyorum. Söyleyip geziyorum, gezip söylüyorum.
Yine de insan… bilirsin, dilindekini gönlüne indirmeyince olmaz… tamam olmaz.
Ne kadar yok-yoksun, eksikliyiz… medet Ya Rab!
“Nefsinin
cimriliğinden/doymazlığından
korunana gelince, kurtuluşa erenler işte böyleleridir”
buyrulmuş. Çünkü “Aşağıya yuvarlandığında malı
onu kurtarmayacaktır.”
Maldan geçtik, mülkten geçtik, “Mal sahibi, mülk
sahibi / Hani bunun ilk sahibi?” diye soranlara güldük geçtik…
Durduk, “Allah ganidir, cömertliğine sınır yoktur”
buyruldu.
Geçtik yardan, ağyardan. Lokmadan, hırkadan geç-
tik…
Göz yaşlı, gönül perişan… “Ben”den geçtik… mi,
diyelim?
“Ben”den geçmek, en zoru. Çünkü cümle geçtiklerimizin şuurundayız şimdilik. Geçebilseydik gerçekteni hiç bilip de, “geçtik…” der miydik, övünür
müydük?
İşte burada, bu noktada şaşkınlık! Bir gümüş hançer paralamıştır, incecik hülya ağını. Gayri hançerin
peşine düşmez misin; niçin, diye sormaz mısın;
“Neden ah, neden bozdun, parçaladın?” demez misin?
Hayır, düşmezsin hançerin peşine, sormazsın,
soramazsın… Çünkü O’ndan gelen her şeyin baş
üzre, gönül içre yeri var.
Yeniden yola düşersin; boyun kıldan ince, gönül titrek, o ince düzenin, incecik ağına takılıp bir yerden,
gidersin ve istersin: “Vermeyi anlat.”
“Güneş hayrınıza varedilmedi mi. Nasıl sizi kavurmadan, size lâzım olanı verir ve alırsınız hayırla.”
Öğrenirsin; nasıl almadan verirmiş ve kararınca.
Yakmadan, kurutmadan… durdurup, dondurmadan.
Kararınca…
Kitap’ta buyrulmadı mı; “Elini bağlayıp boynuna
asma. Ama onu büsbütün de açma.”
Sen, kitabı anlatıyorsun Dost’um, biliyorum,
anlayışsızlığımdan
bıkmadan,
hülyalarımızdan
usanmadan, anlatıyorsun. Sen, vermeyi biliyorsun;
“ihtiyacı olana, ihtiyacı olanı, ihtiyacı kadar.”
Şimdi secdeye varıp, O’na: “Ver” diyorum, almaktan hiç utanmadan. Yalnız O’ndan.
Bir özgürlük türküsü ruhumda… kol kanat
açıyorum, yaratılmışların tümüne. Madem biz, birbirimize “hayrı” taşıyan vasıtalarız; hayır dağıtıp hayır
toplayalım birbirimize, sevgimizden. İşte o zaman
razı gelir Rab’bim. Bağışlar, verir.
“Ve siz eğer, gönlünüzde O’nunla birseniz, asla
kaybolmayacak, kaybetmeyeceksiniz. Ve siz gönlünüzle vermeyi diliyorsanız, almak sizin için bitmeyecek,
vereceğinizden.”
Evet, biliyorum, “Veren el, boş kalmaz.”
Gayret bizden, inâyet Allah’tan.
50
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Bir Fincan Kahve
•
Emine IŞINSU
Yaşlıydı, yorgundu, her gün yeni bir ağrı
keşfediyordu bedeninde, inim inim inlemek istiyordu,
illa şu kadın böyle sakin sakin oturup karşısında dantelini örmese... “Onun hiçbir şeyi yok.” diye düşündü,
“Romatizmaymış, bahane, hiç elleri kolları ağrısa,
böyle örebilir mi, romatizmayı benim külahıma
anlatsın, inanmıyorum işte, inanmıyorum.” Tam o
sırada kedi fırladı kucağına, döndü döndü, yerini
beğendi, oturdu. Adam, “Bir de bu eksikti.!” diye
düşündü, “Eğilip şu hayvancağızın yemeğini bile
koymaya üşenir, belindeymiş romatizması, hayır
inanmıyorum!.. Kim bilir doktora ne kadar yakındı
da, adam, romatizmasın, dedi.. Değil mi efendim.
Bak komşu Feridanım’a, genç kız gibi ordan oraya
sekiyor. Dün bize gönderdiği zeytinyağlı dolmalar da
pek güzel olmuştu doğrusu. Bu kadına bakarsan yemeyecektim, kavurmuş içini çünkü bize yaramazmış
artık. Artık sana yaramaz! Ne “artık”ı di mi, di yaa.
Evellallah kendimde o biçim bir eksiklik hissetmiyorum, çok gençlere taş çıkartırım hâlâ. Hâlâ yaa, seri
bunun böyle olduğunu bilmez misin kadın... Yatakda,
“Aman bey, bunca hastalığına bakmayıp... “ diyorsun. Hastalıksa hastalık ne yapayım, erkekliğime söz
söyletmem, ne sana, ne kimseye anladın mı?:. Bak
bak şuna bak, nasıl rahat rahat örüyor dantelini.. Eski
gençlik günlerim olsaydı, şimdi kapar o danteli
elinden, bir güzel söküverirdim.. Oh ne âlâ olurdu!
Yapmadım mı, hiç yapmadım sanki, ha?.. Şimdi, bir
merhamet geldi içime de...
Derin derin nefes aldı adam; “Bırak artık örmeği,
dedi artık bundan sonra ne danteli, baksana şu haline,
gözlerin görmez oldu!”
Kadın elindeki işinden ayırmadan gözlerini, gülümsedi: “Canım, dedi; el yordamı yapıyorum işte, yapmasam sıkılırım, zaten kız, bekliyor, gardrop örtülerini yenileyecekmiş.”
“İyi valla, kız istiyor, geline lâzım, komşunun oğlu
evleniyor, iyi valla, sen ağır işçi misin be kadın.”
“Canım elime mi batıyor, işte oturduğum yerde.. “
“Şu ipliklere kaç para veriyorsun, bu zamanda, benim kahvemden, sigaramdan kesip, ha..”
Kadın bırakıverdi işini kucağına, tığını da yanına
koydu, gözlüğünü çıkardı, diklendi:
“Bak, bak kaç kere söyledim, girmiyor kafana,
kukaları onlar veriyor, ben almıyorum diye... Yoksa istemez miyim kıza bir hediye yapmayı, senin
korkundan, kızım ipliği sen alıver, ben çıkamıyorum
dışarı diyorum”, hem Bey, Bey; kahveni sigaranı kesiyorsam, senin iyiliğin için, ne dedi doktor, büsbütün
bıraksın. Yalan mı, ben yine üç kahve, on sigaraya göz
yumuyorum.. “
Adam, kadının sert sesinden pıstı, anca ağlar gibi
vızırdadı:
“Niye göz yumuyorsun, bir an önce gebereyim diye,
değil mi? Ben gebereyim de, sen keyfine bak.”
Kadın sabırla, içini çekti; aldı eline dantelini,
tığını, gözlüklerini taktı, bir iki batıp çıktı, yavaşça:
“Allah etmesin.. dedi; bu söylediğine kendin de
51
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
inanmıyorsun ya.”
Adam şımarabilirdi artık, en inatçı çocuk sesini
takınıp, emretti:
“Yap bana bir kahve, şimdi, istiyorum.”
“Akşama, dedi kadın, akşam yemeğinden sonra .. “
Şuna bak şuna, nasıl da sakin, bir bağırayım dedi
ama sonra hemen indirdi yelkenleri. Kolay mı, bana
karşı bağırmak... Eskiden olsa, o dakka yırtardım
ağzını.. Yok hiç yırtmadım, el kaldırmadım lakin
sebebiyet vermedi.. Eğer verseydi... Adam, hınçla
eski günleri düşündü, kavgalarını.. Doğru, hiç sebebiyet vermemiş, hep altdan almış. Gülümsedi, kediyi
okşadı, içinden: “Sıkı mıydı!” dedi, tekrar gülümsedi. Çıta gibi adamdım be, çıta! İstediğim önümde,
istemediğim arkamda. Şimdi öyle mi ya, bak bir
kahve istiyorum da, akşam yemeğinden sonra, diye
geçiştiriyor. Günde üç kahve, yemeklerden sonra...
eskiden, yirmiyi bulurdu. Adam burnunu çekti horul
horul, bir iki öksürdü, hayır böyle karşısında oturup, yavaş yavaş dantelini örmese. Hiç sıkılmaz mı
bu kadın, hiç gençlik günlerini özleyip de, içi pır pır
etmez mi; huzursuz olmaz mı?.. Onca yıl geçti, dile
kolay, elliyi buldu evleneli.. Elli yıl onca! ..
“Evlendiğimiz zaman sen de pek gençtin, yani pek
aptal, demek istiyorum.. “
“Hıı, dedi kadın; öyleydim.”
“Ne yani, aptal olmasam seninle evlenmezdim mi,
demek istiyorsun?”
“Kimbilir,” dedi kadın, içini çekti.. Kader kısmet,
diye düşünüyordu, gözleri bulanır gibi oldu, bir iki
kırpıştırdı kirpiklerini. İşte sayıyı şaşırmıştı, beş mi
girmişti, altı mı?. Bulanık gözlerle ilmikleri saymaya çalıştı. Zordu aslında bu örnek, ama kız, böyle
istemişti,
“Ne demek kimbilir, yoksa pişman mısın benimle
evlendiğine, gözünü toprak doyursun kadın, neyini
eksik ettim ki, istediğin önünde; istemediğin arkanda,
kürk bile aldım sana, altın kordon, gerçi ikisini de
satmak zorunda kaldık, şu yıkılası ev uğruna. Fakat
ya almasaydık bunu, şimdi kolay mıydı kira evlerinde sürünmek, ha?.. Kordona aldırmadın ama kürkde
gözün kaldı biliyorum.”
“Kalmadı,” dedi kadın.
Adam, ısrar etti:
“Kaldı kaldı; biliyorum.”
“Canım iyi ısıtıyordu.. dedi kadın; o yüzden, yoksa.. “
“Yoksa ne; bu yaştan sonra seni üşüttüm diye
kinleniyorsun bana, kahvelerimi azaltıp, acısını
çıkarıyorsun.”
“Çok şükür.. dedi kadın; hayatımda hiç kimseye
kinlenip, acısını çıkarmaya kalkmadım. “tığını, dantelini bırakıp, kalktı yerinden, gözlüklerini çıkardı:
“Yine nereye?” dedi adam.
“Abdest tazeleyip namazımı kılacağım.”
“Daha demin kıldın, ne bitmez namazmış bu!”
“Günaha girme bey..” dedi kadın, çıktı odadan.
Günahmış.. diye düşünüyordu adam. Allah, sana
kocanı ihmal et de namaz kıl, demiyor ya. Sen giriyorsun günaha, yarın cehennemde cayır cayır yanacak olan sensin, bak bakalım o zaman bu namazlar
kâr edecek mi? Çünkü nihayeti, bir kahve istedim,
yapmadın! Oysa kocaya hürmet, bir dediğini iki etmemek şart! O dakka aklına geldi: İslam dini de ama
kocaya çalışmış be! Kıs kıs güldü, Tabi ya, erkek din,
erkek dini!
Odaya giren kadına gülümseyerek baktı; “Sen
daha beni ihmal et, bu namazlardan hayır bekle,
hiç olur mu, Allah evvela kocanıza karşı vazifelerinizi yerine getirin diyor. Vakit kalırsa, ancak o zaman namaz niyaz diyor, kadın için, anladın mı?”
“Kim söylemiş onu, dedi kadın; mutlak bir kötü
koca söylemiştir, yanlış, çok yanlış, bir kere dinimiz
kadın erkek ayırımı yapmaz, iki cinse birden hitap
eder. İşin aslı; kadın icabında kocasına rağmen, bütün
farzlarını edâ etmek mecburiyetinde. Haa, nafilenin
fazlasına dalıp daa, evini kocasını ihmal ederse, o
başka .. “
“Hah tamam, gördün mü? sen nafileleri de
kılıyorsun!”
“Kandilden, kandile...’ dedi kadın, bir “Tövbe
tövbe” çekti, iskemlesini kıbleye döndürdü, şu bel
romatizması çıkalı, artık eğilemiyordu, doktor, sandalyede oturarak kılmasını söylemişti.
Adam, kediyi, yavaşça yere bıraktı, gidip kadının
kucağına otursun istiyordu.. Oysa kedi, ön ayaklarını
uzatıp, gerindi, kamburunu çıkartıp, yaylandı, birden
fırlayıp, kadının boş bıraktığı koltuğa çıktı, döndü
olduğu yerde, uzanıp kıvrıldı, mırıldanmaya başladı.
Fena bozuldu adam; “Şurada tüylerini okşarken ben,
mırıldanmıyor da, anasının yerine yatınca keyfi yerine geliyor... Çocuklar da öyle değil mi, analarıyla
pısır pısır konuşup gülüşürler, bana gelince bir
soğuk “Merhaba, nasılsınız baba?” Cevabıma kulak bile asmazlar, ağrılarımdan sızılarımdan bahis açarım, sanki kulakları sağır, hiç duymazlar.
Ben de inadıma bir gece önce gördüğüm kâbusu
anlatırım; güya ölmüşüm de, beni tabuta koyarlarken
canlanıveriyorum. Etmeyin eylemeyin diyorum,
beni canlı canlı gömüyorlar!, eh yapacağınız bu!
“Allah korusun baba, o nasıl söz, akşamdan fazla yediniz herhalde, gece kâbus gördünüz, olur. Bilhassa
akşamları çok dikkat edin, yemenize, içmenize, aman
babacığım fazla yemeyin!” Ne be, ne.. yiyorsam,
kendi kazandığımı, sizden bir dilim ekmek mi istiyo-
52
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
rum, Allah devlete millete zeval vermesin, var üç beş
kuruş emekli maaşım da, size muhtaç olmuyorum,
ya olsaymışım, bak beni acımdan öldürecekmişsiniz!
Gidi keratanın piçleri!
Çocuklarına karşı adamakıllı dargın hissetti kendini, kadının boş bıraktığı koltuğa baktı, daldı; kadifesi iyice solmuş, yıpranmış. İçini bir korku kapladı,
“Eşyalar da bırakıyor bizi!” Kadının koltuğu öyle ya,
elli yıllık karısının, en son ne zaman değiştirmiştik
döşemeleri, bak eskimiş iyice. Karı da eskidi, diye
düşündü, içinden gülmek, “Oh olsun!” demek gelsin,
istiyordu. Oysa göğsünde bulduğu, bir yaranın sızısı
gibi bir duyguydu, işte ığıl ığıl kanıyordu yüreği. Ya
kadına bir şey olursa, ondan önce?. Amanın, titredi
adam, sanki zifir kara bir boşluğa itildi aniden; yer
kayıp, yurt kayıp! Şaşkın, ellerini arandı, buldu, bir
sigara yaktı, içine çekti. Hayır, şu dumanın da bildik zevki yok, zehir olup, damağına yapıştı sanki.
Ağızında bir kuruma, dili zamklanmış gibi; ya kendisinden önce ölürse kadın?. Elli yıllık karısı bu, yok
canım, yok, hiç bırakıp da gider mi onu... Bak namaza
mamaza diye kalkıp gidiyor ama yok oluveriyor işte
hayatından. Şimdi şu dakka istediği kadar konuşsun
adam, cevap vermeyecektir. Sanki odada yoktur, şu
dünyada yoktur. Şu dünyada yoktur! Akşam da birden
mi bastırdı ne, iyice kararıverdi oda.
Adam, alel acele sigarasını küllüğe bastırıp
söndürdü, ellerini savurup havada, dumanları dağıttı,
kalkıp elektriği açtı, kansına baktı, o, oturduğu yerde,
gözleri önünde, fısır fısır okumakta, işte burada
canım, burnunun dibinde, öleceği falan yok. Hele bir
kocasının çenesini bağlasın.. Hele bir., “arkamdan da
okur fakir, Yasin’e Yasin katar.” gözleri sulandı, burnunu çekti horul horul. Az mı derdini, zahmetini çekti
şu kadın, yıllar boyu, tam elli yıl, dile kolay .. Ne de
güzeldi gençliğinde, ne de güzel. Bir kere çocukları
kaynanasına bırakıp, neydi ismi, her neyse işte, o
güney kasabasına tatile gitmişlerdi, bir hafta, ama
olsun. O gecelere ne demeli, o gecelere, topuzunu
açıp, bal kumralı saçlarını beline bırakıp, bırakıp da..
kumruydu o nazlı, ürkek, yine de pek cilveli... Nasıl
“erkek” hissetmişti kendisini, erkek’ değil aygır, aygır
mübarek!... Bir daha öyle bir tatil yapamadık, oysa
hep istedim... Belki bu yaz, yaza? Adam kendi kendine gülümsedi, iç geçirdi, mutfağa yollandı, bir fincan
kahve pişirdi, odaya döndü, kadın namazını bitirmiş,
iskemleyi çekiyordu; baktı ona, sitemli sitemli:
“Bey, dedi; Rıza Bey, dayanamadın yaptın kahveni!”
“Hayır, dedi adam, kendime değil, sana yaptım. İç
bir kahve, iyi gelir.”
İçinden, ta içinden kıs kıs güldü, “Hiç beklemiyordu, nasıl da şaşırttım ama!”
53
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Selâm
•
Emine IŞINSU
-Hocam Hasan Burkay’a
SELÂM
Yıllar yılı yürüdüğün şu arpa boyu ömürde; ne zaman ve nerede “tam”a, “kusursuz”a sahip oldun?
“işte bu sefer!”, “Şimdi!” deyip, heyecanla, içinde
tek şüphe kırıntısı bulunmayan ümitle avuçlarını
açtığın demler bile... “Eyvah, değilmiş.” diye kırılıp,
dağılmadın mı? ... “Olmadı, olmamış, eksik, kusurlu.
“Demedin mi?” Küsmedin mi?
Fakat bu dargınlık kime ve ne için?
Hiç aynaya bakmaz mısın, bakıp da gönlünü görmez misin?
SELÂM
Kalbimin yırtılıp haykırdığını işittim: “Yeter... gayri
dayanamıyorum.”
Karanlıklar içinde, hangi dehlizleri dolaşıp, nasıl bir
maceradan sonra bilmem, aksi sedası geldi:
“Güç ver Yâ-Rab!”
SELÂM
Bir ucu sen... diğer ucu yine sen.
Daireler içinde bir daire ki... dönmekte.
SELÂM
Nur’dan bir damla ışık bekledim. Elçisini kıskandı.
Yoksa bizzat Elçi’miydi kendisini benden sakınan?
O dahî bir başkasını vasıta kıldı.
Boynum büküldü... kayboldum.
Ürpermeler içinde kendime geldiğim an, şükrettim.
Yerim bildirilmişti de, ben nasıl bir gaflete düşüp,
anlamamıştım.
SELÂM
O, “Kaptan kaba boşalmaktayız” dermiş.
Ben, “Kararım kalmadı.” diyorum.
Bir adımda hüzne, diğerinde neş’eye dalıyorum...
Gelip de çarpan.. uçurup... Yahut deviren dalgalarla
değil hesabım.
Hesabım? Yok böyle bir şey...
Duam: hüzne de, neş’eye de bir “eyvallah” diyebilmek, derinden.
SELÂM
“Gelecek..” dedi.
“İnşallah.” dedim.
Oysa korkuyorum gelişinden.
Öyle korkuyorum ki, hemen yanıbaşımda duran
sana sığınıyorum.
SELÂM
Kafatasının içinde her an milyonlarca hücre ölüp,
yitmekte,
Biliyorsun.
Fakat her an milyonlarcası da uyanmakta.
Farkında mısın?
SELÂM
Maddi varlığından korktuğumu itiraf ettiğim an,
senden değil, kendimden korktuğumu anladım.
Meğer önünde kusur işlemekten, hata yapmaktan
çekinirmişim.
SELÂM
“Nasibince ve rnizaca göre” demişler... Demek,
döne çalkalana yanmaktır, bana düşen. Yanıp da
tükenmemek, kül oluşda hüznü tatmak.
Fakat nasıl bir yangın yeridir ki, yeşili her an taze ve
her dem bir başka sarı çiçek açılmakta?
A gâfil kul,
Her zaman “göz” önünde olduğunu ne zaman
farkedeceksin?
54
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Yağmurda Bekleyen
Yaşlı Kediler
•
Emine IŞINSU
Ve böylece birdenbire ona tutuldum!
Tutulmak ne kelime, fidanların güneşe doğru boy
vermesi misâli; saçımdan tırnağıma beni ben yapan hücrelerin tümüyle ona döndüm. Şaşkın hattâ
bir hayli budalaydım, nasıl başladığını bilmiyorum;
“bir an” çakılakaldı hayatıma, rakı bardağının soysuz aklığında telefon numarası belirdi. Sabahın ilk
saatlerinde yapılacak en tabii vazife imiş gibi, alete
yürüdüm, ahizeyi kaldırdım, numarayı çevirdim. Ne
söyleyecektim? Aman Allah‘ım ne diyebilirdim? “Merhaba!” ilk
adım.. peki sonra?
“Konuş benimle, çok sıkılıyorum, çok:’
“Seni seviyorum.”
Yoksa
“İstiyorum seni.. istiyorum.”
Mi?..
Şu cümleciklerin ifade ettikleri basit anlamlar,
içine yuvarlandığım anaforu izah etmekten nanca
aciz. Saçma sapan kelime kalabalığı üzerime yığıldı,
boğulacağım. Bir ara tellerin ötesinden ulaşır gibi
oldu, bana; ismimi söyledi:
“Sen misin?”
Nasıl “Ben” olabilirim? Mümkün değil! Yani şu
çocuk âşık.. şu bedeninin her zerresiyle bir ayrı yöne
savrulan .. şu.. ayy:
“Beni sevmeni istiyorum.” dedim “Önce ağır ağır,
sonra hırpalayarak.”
.Sesinde iyice hissedebildiğim bir heyecan:
“Tabii, olur.”
Demek görüntüsüz, demek temassız; sadece kelimelerle bir takım duygularını uyandırabiliyorum.
Başarım mıdır, yoksa sende zaten mevcut olan heyecan mı?
Mamafih tedirginsin, şüphecisin; sesinde sanki “kül
yutmayan” bir eda:
“Galiba bir iyi işletiliyorum.”
Artık ne diyeceğimi biliyorum:
“Aptalsın sen, nasıl aptal!”
“Sonra büzülüp yatağın içine, dizlerimi karnıma
çektim, yastığa sarıldım sıkı sıkı; dişlerimin
arasına sıkıştırdığım alt dudağımı emerek seni
düşünüyorum... Sesin içime işlemiş, hep duyuyorum. Boyunu bosunu, yüzünü hatırlamıyorum. Zorluyorum kendimi, seni gözümün önüne getirmeğe
çalışıyorum. Bir gözü şehla galiba! Saçları da dökülüyor mu ne, emin değilim. Fakat rengi, ah sarıdan
griye her renk olabilir. Belki siyah, hatırlamıyorum
ki. Ağzına yine hiç dikkat etmemişim. Düşünüyorum;
“Bari elleri..” Saçlarımda, boynumda hissedebiliyorum da onları, şekilleri bir türlü gelmiyor gözümün
önüne. Evet, böylesine isterken seni, yüzüne ve bedenine yabancıyım. Ömrüm boyu ince, soluk dudaklardan nefret ettim.
Ya seninkiler?
Kıvranıyorum. Kaç yıl oldu tanışalı, beş mi on mu...
55
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Desen: Semiha Şahbaz
Suallerin cevabı hep sual! Zencir uzayıp gider ..
Sesin içime işlemiş, onu dinliyorum: Kelimelere
yük ettiğin gereksiz vurgular, biraz boğuk .. biraz
çocuksu, savruk. Ama içten.
O gece sesinle uyuyorum. .
Sesinle uyanıyorum. “Şu dünyada bir Ömer var.”
diyorum.. gün ışıl ışıl başlıyor. Kahvaltı bulaşıklarını
yıkarken türkü tutturuyorum: ‘
“Ayva çiçek açmış yaz mı gelecek?”... “Ayva çiçek
açmış yaz mı gelecek?”
Hep bu mısra, hep. Sonunu getirir miyim hiç! Hiç
der miyim:
“Gönül bu sevdadan vaz mı geçecek?”
Diyemem. Yeni tomurdu bu sevda, rengi ak-pembe
ve taze çok. Çok genç, çok. Kıyamam.
Derken bir başka sabahın ilk aklığı:
“Niçin hep bu saatlerde arıyorsun, sen uyumaz
mısın?”
“Uyusam ne fayda, düşlerimdesin.” . .
Peki neden, böyle birdenbire ve çılgın bir güçle
itilmiş gibi ben.. koşuyu tutturmuşum; yokuş aşağı
hem de. Bedenim kor gibi, deysen tutuşursun! Sana
soruyorum:
“Niçin izah edebilir misin, bunca yıl sonra ve
aniden?”
Oysa bilmezsin korkularımı, sancımı. Üşüdüğümü.
Yağmurda bekleyen kedileri gördüğün oldu mu,
dikkat ettin mi? Tahayyül edebilir misin? onların bir
yanan ocak özlemini? Hissedebilir misin?
O, belki kedileri sevmez.
Ben bir kediyim işte, ıp-ıslak. Yaşlı, çirkin... Ciğer,
kasap vitrinlerinde bir süstür. Ulaşabilmem. Kaç yıl
var, böğrüme inen tekmeleri, çocukların fırlattıkları
taşları, arkama takılan köpekleri yaşadığım.. kaç yıl.
Yaşlanıyorum.
Dünya pek kocaman ve düşman.
Pek kocaman.
Ellerimi uzatsam.. felçli kocam. Adım atsam, boğazımdan bedenime dolanan dört çocuk,
bacaklarımın arasındabir torun. Torun... olur a.. şu
yaşlarda.
Şu yaşlarda, elli ikisinde bir kadın! Haydi canım
rakının soysuz aklığında telefon numaran var? olmalı
63 72.
“Evet sevdiğim..” diyorum, “uyuyabilirim erkenden ama yüreğine dayayıp başımı. O bayıldığım
sesini bile işitmek istemeden, sadece sıcaklığında,
sıcaklığınla.. sıcak.”
56
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Bin Atlı Akıncıların Torunları
•
Emine IŞINSU
kadar.
- Peki diyorum birine, bakın burada tahsiliniz bitiyor, yarın... olacaksınız, niçin memleketinize dönüp,
ınillettaşlarınıza faydalı olmayı düşünmüyorsunuz da
Türkiye’de kalmak istiyorsunuz?
- Türk hükümeti benim orada iş bulacağımı, fazla bir şey istemem karnımı doyuracak kadar para
kazanacağımı garanti edebilir mi?
- Bilmem ki...
Şimdi çaresizlik bende, ellerimi ovuşturuyorum.
- İş vermezler bize orda, Türk dedikçe adımıza
vermezler, mümkünü yok. İstersek on fakülte
diplomamız olsun, vermezler.
- Ticaret filan...
Tebessüm gölgeleniyor gözlerinde:
- Hiç imkânı var mı diyor, Türklerin para
kazanmasına göz yumarlar mı? Bankalar bize kredi
vermez; Yunan Türk dükkânından alışveriş etmez;
hükümet çiftçinin mahsulünü satın almaz. Türk’ ün
Türk’e arsa, altın filan da satması kati surette yasaktır.
Aklıma Beyoğlu’nda, Atatürk Bulvarı’nda, Büyük
Ada’da; şurada burada sıralanan Rum dükkânları
geliyor, oralardan alışveriş eden Türkler geliyor. Midem bulanıyor.
Öbürü:
- Yasak bir mi Batı Trakya’da, diyor, “yasak” tümenle. Vilâyet binasının koridorlarında gizlenen bir siyasi
büro vardır, gizli çalışır. Batı Trakya’daki Türklerin
bütün meseleleri, bütün işleri bu bürodan geçer, onun
müsaadesi alınır. Müsaadesi Yunan’a yakın, bozulmuş
Türkler içindir. Bizler için sadece “YASAK” vardır.
Bilir misiniz, Yunan, kırmızı renge bile düşmandır.
Geçen yıl, bir Türk öğretmeni, okul süslemesinde
kırmızı gropon kâğıdı kullandı diye işinden attılar.
Suçu; Türk milli renklerini çocuklara telkin etmek”ti.
Dağ köylerinde Türkçe konuşmak, Türkçe kitap bulundurmak yasaktır... Gerçi 3065 sayılı kanun bize
Türk adını kullanma, okul tabelâlarına yazma hakkını
tanır; ama bu kanun uygulanmaz tatbik edilmez, siyasi büronun emirlerini; karakol kumandanları, polisler
tatbik ederler...
- Tek maksat, dedi mavi gözlüsü, Türklük şuurunu
muhafaza etmiş bulunan kişilerin soyunu kurutmak. Yunan makamlarının göz yumduğu çeşitli
şebekeler vardır, bunlar Batı Trakya’dan Türkiye’ye
“Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik..”
Ak tulgalı beylerbeyi yol gösterdi, emir verdi. Bin
atlı, “Allah Allah” sesleri ile atıldı ileri, o hızla ilerledi Türkler, zafer sarhoşluğu gözlerinde, ellerinde
medeniyet ışığı... Balkan devletleri tek tek diz kırdı,
boyun büktü... Türkler, yabanın çobanlarına insan
olmanın haysiyetini götürdü...
Yüzyıllar geçti aradan; dertler büyüdü, yeni yeni
meseleler çıktı, içimizden biri de olsun, sordu mu
acep “Bin atlı akıncıların torunlarından ne haber?”
dedi mi? Ters dönen kaderi düşündü mü; Meriç’le
akıp gelen sessiz feryadı işitti mi?
Kim bilir? Ben dört kişi tanıdım İstanbul’da. Mavi
gözlerinde, kara gözlerinde yaşamak için çırpınan son
ümit ışığını gördüm. Dudaklarında kilitlenen hüznü
gördüm. İsimlerini yazamam, bin bir sakınca ellerimi
bağlar, söyleyemem ağzım kilitlenir. Hâlâ oralarda, sadece “insan” olduklarının ispatı için kıvranan
akrabalarını düşünürüm; tepelerinden hiç kalkmayan, her geçen gün daha da ağırlaşan Yunan’ın zalim
yumruğunu düşünürüm.
Biri, öbürüne:
- Son olayı duydunuz mu, dedi, bizim köyde karakol kumandanı, öğretmenin göğsüne yanar odunu
yapıştırmış.
Öbürü sustu. Olaylar son değil, yeni değil. Bir kara
zincirdir bu, bir utanç zinciridir insanlık adına; halkalar birbiri ardına uzar gider. Bu çeşit olaylar uzar
gider, tükenmez.
Hastaneye bin nazla, bin rica ile zorla kabul edilen
gencecik güzel Türk gelinine, Yunan doktor tecavüz
etmiş! Şikâyetler, karakol, mahkeme! Şimdi gencecik
güzel gelin, al al olmuş yüzünü yerden kaldıramaz;
ama doktor ak gömleğinin içinde neşeli, hasta bakmaya, derman bulmaya devam ediyor!
“Siz Türk değilsiniz.” diyorlar. “Osmanlısınız..”
Yahut, “Siz Türk değilsiniz.” diyorlar, “Müslüman
olmuş Elensiniz..”
Küçücük kızanlara öğretiyorlar bunu, tarih kitaplarında “Türk” yerine “barbar” yazıyor. Türk
kızanlarından eğer, “barbar” demeyen olursa, dövüyorlar, ağızlarından burunlarından kan gelinceye
AYŞE Dergisi, Kasım 1969
57
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
adam kaçırırlar. Kaçmak kolaydır anlayacağınız,
yaşamak zor.
Bin atlı akıncıların torunları öz topraklarında
yaşayabilmek için çırpınıyorlar, Yunan’ın zalim elleri
her an, her vesile ile kollarını kanatlarını kırmakta.
Türkiye’de, Türk vatandaşın sahip olduğu bütün
haklara sahip Rum vatandaşları düşünüyorum; midem
bulanıyor.
- Askerde bizimkilere, yüksek tahsilli olsun olmasın
katırcı sınıfına ayırırlar.
Hayvana bakar; hayvanın temizliği, gıdası ile
meşgul oluruz.
- Bir Hüsnü Yusuf vardır, bir Hafız Reşat; İstiklâl
Savaşı’nda Yunan’la birlik olup Anadolu’dan
kaçmışlar. İşte bu iki hain, Yunanlıların akıl hocasıdır,
para alırlar çok iyi tanıdıkları Türk karakterini etkileyecek fikirler verirler, zengindir bunlar, Yunan
onları iyi besler.
- Peki ya Konsoloslarımız, diyorum, onlar size el
uzatmıyor mu?
Dudakları bükülüyor;
- İçlerinde iyileri geldi, bir şeyler yapmak için
uğraşanları geldi; ama onlar da hemen çevrelerini
sarıveren bir kaç belirli kişiyi dinlemekten öte gidemediler, halka inmediler. O belirli kişiler için kötüdür
demiyorum; ama konuşmalarında şahsi kinleri,
garazları da rol oynar tabii, yani hisleri ile hareket
ederler. Türk Konsolosları, Türk cemaatine onların
gözleri ile bakmaktan vazgeçmeli.
Okulları öğrenmek istiyorum.
- Türk okullarına tayin edilen Rum hocalar, muhakkak belirli bir kurstan geçer. Bu kurslarda onlara Türklere karşı tatbik edilecek metotlar öğretilir,
zaten çocukluklarından beri alagelmiş oldukları
Türk düşmanlığı yüceltilir. Ancak ondan sonra Türk
okullarına yollanırlar. Türk hocalara gelince.,. Formasyonu olan, Türklük şuuru olan öğretmenleri Yunan rahat bırakmaz, çalışmalarında akıl almaz güçlük
çıkarır, karakollara çekilip dövülmek, hakaret görmek
de vardır. Yunanlılar istediklerinde muvaffak olmazlarsa, bu öğretmenlerin çalışma mukavelelerini imzalatmaz, çalışma müsaadesi vermezler. Türk okullarına
daha ziyade medrese mezunu, sadece Kuran-ı
okuyup, anlamını yarım yamalak bilen öğretmenleri
tayin etmeyi tercih ederler. Bu öğretmenlerin
çoğunluğu, Yunanlıların sistemli propagandaları
sonucu İslâm ve Türk ayrımcılığını kabul etmiş,
Türkiye Cumhuriyeti’ne düşman kişilerdir; onların
okutacakları kızanların halini tasavvur edin.
- Nasıl bir Türk, İslâm ayrımcılığı?
- Bu Yunanlıların dâhiyane buluşlarından biridir,
dinin Türkler üzerindeki birleştirici ve milli şuur
veren vasıflarını görerek, bizzat dini kullanıp, bu ce-
maati gruplara bölmeyi düşündüler. Batı Trakya’da
Türkiye aleyhine korkunç bir propaganda vardır;
Cumhuriyet’ten sonra, Türkiye’deki Türklerin
şapka giyip, kadınların başını açıp, Kuran harflerini
atıp gâvur olduklarını söylerler. Oysa Yunan, Batı
Trakya’daki Türklerin bu hakkını elinden almamış,
bilâkis onları teşvik etmektedir. Bu propaganda orada kendilerini sahipsiz ve terk edilmiş gibi düşünen
Türkler üzerinde etki yapmakta, halk dine kuvvetle
sarılmaktadır.
- Dine olsa iyi, dedi öbürü, din adına hurafelere ve
yalanlara sarılmaktadır.
- Bu yüzden oradaki Türk cemaati gruplara
ayrılmaktadır. Meselâ ben ortaokula gittim, mecburen kasket giydim. Köylü, “… Efendi oğlunu
dünya mektebine gönderiyor, şapka giydiriyor gâvur
oldu...” demeye başladı. Babam da bana “Ahiret mektebine” –Medrese- gitmemi, yoksa tahsil paramı
vermeyeceğini söyledi. Ve gerçekten vermedi de...
Ben hem çalıştım, rençberlik ettim, hem okudum.
Evet, Ahiret mektebine gidenlerle, dünya mektebine gidenler anlaşamıyorlar. Batı Trakya’da; Yunan
çıkarıyor bu anlaşmazlığı, körüklüyor... Türk cemaati
gittikçe bölünüp, zayıflamakta. Bin atlı akıncıların
torunları, birbirlerine düşman olmakta. Yine de cumartesi günleri. Cumhuriyet bayramlarında al bayrağımızı
çeken Konsoloshanenin önünden bir geçivermeyi, o al
bayrağın gölgesinde bir saniye duraklamayı mutluluk
addediyor Türkler... Yunan, geçenleri sorguya çekiyor.
- Peki, ne yapmalı, diyorum.
- Tek çare Hamurabi kanunları, diyor biri. Dişe diş,
göze göz! Bizim orada bir lisemiz mi var, Rumların
da burada tek lisesi olacak. Onlar şu kadar adamı
işinden mi attılar, Türk hükümeti de o kadar Rum’u
işinden atacak. Orda yedek subay hakkı tanınmıyor
mu, burada da tanınmayacak. Anlatabiliyor muyum,
onların Türklere tatbik ettiklerini, biz burada Rumlara
tatbik etmezsek, meselenin hallolmasına imkân yok.
Bir misal vereyim: Selânik’te zengin olma yolunda
bir Yugoslav bakkalı vardı, Bakkallar Cemiyeti bunun
işini bozup, dükkânını kapatmasına sebep oldular.
Haber Tito’ya gittiği gün, Yugoslavya’da on Rum’un
işine son veriliyor. Bunun üzerine, Selânik’teki
Yugoslav’ın bozulan işi derhal düzeltiliyor, kendisine
sermaye temin ediliyor ve adam bakkallığına devam
ediyor. Türk Hükümeti, kendi millettaşlarını, bir Tito
gibi düşünebilmekten aciz midir?
- Değildir tabi değildir, diyorum, ellerimi ovuşturuyorum.
- Bir şey daha söyleyeyim, 1956 yıllarında parlamentoda Yunan bütçesi görüşülürken gelirin yüzde
25’inin gizli kaynaklardan temin edildiği söylendi, nedir bu gizli kaynaklar? Dünya devletlerinin hiçbirinin
58
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
bütçesinde böyle bir gizli kaynak mevzu bahis olmaz,
ama İstanbul’da Rumlar sömürdükçe Türk halkını,
Yunan bütçesinde gizli kaynaklar olmaya devam edecektir...
- Doğru diyorum, fakat bu sadece hükümet işi değil
ki, halkımızın da uyanık olması, Rum dükkânlarından
alışveriş etmemesi gerek...
- Haklısınız, fakat Yunan hükümeti ilkokullardan
itibaren sistemli olarak bir Türk düşmanlığı aşılar
halkına; bizimkilerin yaptığı ne, bir dostluk türküsü
tutturulmuş gidiyor... Hiç Rum, Türk’e dost olur mu?
İşte tarihten bir çok misal, bu dostluğu düşünmek,
hayâlin de üstünde bir şey, çocukça bir şey…
Evet, Yunan sistemli bir Türk düşmanlığı aşılar,
MEGALİ İdealarının propagandasını her vesile ile
yapar. Megali İdea (Çok yanlış olarak bizim dilimizde hep Megolo yazılır, aslı megali’dir) Büyük
İskender’in zapt ettiği yerlerin yeniden Elen olacağı
iddiasıdır. Buna göre, tüm Ege sahilleri ve İstanbul
da birgün Elen olacaktır. Bütün Yunanlılar buna
inanır ve ideallerinin gerçekleşmesi için ellerinden
geleni yaparlar... Ve sonra Türklerden bahis açmak,
Turancılık ideali şiddetle suçlanır, polis takibatı yapılır.
946 mahkemelerinin yaraları halâ kanamaktadır. Bir
kısmı da Turancılığı komik, erişilmez bir hayâl kabul ettikleri için, üzerinde durmak istemezler. Bizim
Batı Trakya’yı almamız fikri; acaba Yunanistan’ın
İstanbul’u alma fikri kadar komik midir? Ne dersiniz,
acaba? Yoksa onlara hak, bize haram mı? Gelen geçen
iktidarlar, muhalefet partileri ne dersiniz? Ne dersiniz
kıymetli yazarlarımız? Bir an olsun durup düşünüp,
Megali İdea ile nefret ettiğiniz, anlamadan hakkında
bir sürü laf ettiğiniz Turancılığı mukayese ettiniz mi?
Ya Yahudilerin Arz-ı Mevud’u? O da Kayseri’ye kadar, Türkiye’yi içine alır; biliyorsunuz, değil mi?
İsrailliler inanırlar ideallerine, gerçekleşmesi için ellerinden geleni yaparlar... Rum ve Yahudi çocukları bu
ideallerle beslenirler, büyürler... Biz, Türk çocuklarına
ne veriyoruz? Bu günahın vebali kimin üstüne? Hiç
düşündünüz mü?
- Benim çocuklarım diyor biri, babaları gibi Rum ve
Yahudi düşmanı yetişiyorlar. Çünkü ben Türkiye’yi
her şeyden çok seviyorum. Bu düşmanlık, bu sevgimin tabii neticesidir.
Dört kişiye veda ediyorum, ayrılıyorum onlardan.
İkisi öğrenciydi, biri Türkiye uyruğuna geçmiş. Öbürü
bir kaç ay sonra dönecek Yunanistan’a, öğrenciler ne
olursa olsun, bir daha dönmek istemiyorlar oraya... Ta
ki... Türkiye Hükümeti onlara garanti verinceye kadar...
İstanbul’da bahar akşamlarının en güzeli.
Karaköy’den vapura biniyorum. Kulağımı tırmalayan
garip lisanlar çevremde, Rum ve Yahudi tüccarlar evlerine dönüyorlar.
Desen: Kenan Eroğlu
59
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Ordular, İlk Hedefiniz
Akdenizdir İleri...
•
Emine IŞINSU
Bu emir;
yılların ötesinden gelen ve bir koca kahramanın ağzından, Türk’ün yüreğinden kopan sestir.
Bu emir;
Türk Milletinin istiklâli uğruna kana kan, cana can çabasının en kısa ifadesidir…
Bu emir;
damarlarımızda dolaşan “asil kan”ın ve beş bin yıllık tarihimizin bizi götürdüğü en tabiî yoldur…
Bu emir;
Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanmış, Anadolu’dan BÜYÜK TÜRKİYE’ye ulaşacak olan ilâhi ışıktır…
Bu emir;
günün kendini bilmez, kendini tanımaz yobazlarının yüzünde, Türk’ün tarihinden patlatılan bir tokattır…
Bu emir;
Anadolu- Ergenekonumuz’da; demir dağları ve demir perdeleri ve kımıldanan ortodoks ruhunu ve güneyin
küçük devletlerinin oralardaki Türkler üzerine yığdıkları cehennem azabını parçalamaya yeten gücü verecek
olan bir işarettir…
Bu emir;
kuzeyden, doğudan, güneyden ve batıdan Anadolu- Ergenekonumuza çevrilen hançerlerin karşısında
çelikten bir imanın ifadesidir…
Bu emir;
Edep Ali’nin “Ne yapacaksınız?” sorusuna, Osman Gazi’nin, “Batıya… Batının yeşil ovalarına doğru…”
diye verdiği cevaptır.
Bu emir;
beş bin yılın ötesinden, sonsuzluğa kavuşacak olan Türk soyunun şahane akının bir hikâyesidir…
Bu emir;
Türk’ün ezeli KIZIL ELMA rüyasına bir adım daha yaklaşılmasıdır.
ORDULAR, İLK HEDEFİNİZ AKDENİZDİR İLERİ!......
Ve ikinci hedef… Ve üçüncü hedef… Ve dördüncü hedef… Ve ondan sonrakiler…
Tanrı Türk’ü koruyor ve yardım ediyordu…
Tanrı Türk’ü koruyor ve yardım ediyor…
İmanımız odur ki;
Tanrı Türk’ü koruyacak ve yardım edecektir…
AYŞE, Başyazı, Ağustos 1970
60
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
EMİNE IŞINSU BİBLİYOGRAFYASI
•
Nazlı YILDIRIMER
EMİNE IŞINSU’NUN ESERLERİ
I) ŞİİRLERİ
1- İki Nokta, Ankara 1956.
II) TİYATROLARI
1- Bir Yürek Satıldı, Ankara 1966.
2- Bir Milyon İğne, Ankara 1967.
3- Ne Mutlu Türküm Diyene, Ankara 1969.
4- Adsız Kahramanlar, Ankara 1975.
II) DENEMELERİ
1- Dost Diye Diye, Ankara 1988.
IV) HİKÂYELERİ
1- Bir Gece Yıldızlarla, İstanbul 1997.
V) ROMANLARI
1- Küçük Dünya, İstanbul 1966.
2- Azap Toprakları, İstanbul 1969.
3- Ak Topraklar, İstanbul 1990.
4- Tutsak, Ankara 1975.
5- Sancı, İstanbul 1975.
6- Çiçekler Büyür, İstanbul 1979.
7- Canbaz, İstanbul 1982.
8- Kaf Dağının Ardında, İstanbul 1988.
9- Atlıkarınca, İstanbul 1990.
10- Cumhuriyet Türküsü, İstanbul 1993.
11- Nisan Yağmuru, İstanbul 1997.
12- Bukağı, İstanbul 2004.
13- Bayram, Ankara 2005.
AKAGÜNDÜZ, Ülkü Özel, «Işınsu “Yunus’un
romanını yazmak için kırk yıl bekledim”», Zaman
Gazetesi,03.04.2002.
AKENGİN, Yahya, «BirMilyon İğne» Töre Dergisi,
S.139, (Aralık 1982), s.113.
AKTAŞ, Dr. Şerif, «“Tutsak” Romanı ve Hürriyet Kavramı Üzerine, Töre Dergisi Y.9, S.76 (Kasım
1977), s.20-62
AKTAŞ, Dr. Şerif, «Anarş, ve “Sancı” Romanı
Üzerine, Töre Dergisi Y.9, S.78( Kasım 1977), s.17-22
ALPASLAN,Özgül , Emine Işınsu’nun Romanları
ve Romancılııı, 68 s. Yön.: Prof. Dr. Bilge Ercilasun
Ankara: Hacettepe Üniversitesi. 1995 ARGUNŞAH, Hülya, Türk Edebiyatında Tarihî
Roman (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 1990.
AYTAÇ, Prof. Dr. Gürsel, «Emine Işınsu’nun
Romanı “CANBAZ” Üzerine Bir İnceleme», Töre
61
Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.81-89.
AYTAŞ, Gıyasettin, Emine Işınsu’nun Romanlarında
(1969-1982) Siyasi ve Sosyal Meseleleri. Türk Yurdu
27(237) 5.2007, 59-63. ss. 1960 SB 27
AYTAŞ, Gıyasettin, Emine Işınsu’nun Tiyatroları.
Türkbilig (9) 2005, 3-14. ss. Türkçe ve İng. özet. Bibliyografya 2000 SA 32
AYGÜN, Serkan., Roman İncelemesi; Emine IşınsuCumhuriyet Türküsü, Muğla Ün. Lisans Tezi, 2008
BÂKİLER, Yavuz Bülent, “-Bir Yürek SatıldıOyununun Uyandırdığı İlgi Dolayısıyla- Emine Işınsu
İle Bir Konuşma”,
BAYIR, Dilek Önal, Emine Işınsu İle Töre Dergisi Hakkında, E. Işınsu Öksüz ile Görüşme “Töre
Dergisi Milliyetçi Üniversite Görevini Üstlenmişti!”
[Söyleşi], Türk Yurdu 25(213) 5.2005, 108-110.
ss. 1960 SB 27 BİCE, Hayati, «Günümüz Menkıbecisi», Yeni
Şafak, 21.08.2005.
BOZKURT, Turan, «İlhan, Mehmet ve Ben», Töre
Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.101-105.
BUĞRA, Tarık, «Işınsu İçin», Töre Dergisi, S.139,
(Aralık 1982), s.56-57.
BULUT, Şevket, «Çiçekler Büyür», Töre Dergisi,
S.106 (Mart 1980), s.39-46.
ÇINARLI, Mehmet, «Sanatçı Dostlarım Emine
Işınsu”, Töre Dergisi, S.61 (Haziran 1976), s.25-32.
ÇOKUM, Sevinç, “Işınsu Milli Mücadeleyi Yeniden
Soluyor”, Türk Edebiyatı, S. 237, Temmuz 1993.
DAĞLI, Hızır, «Bir Yürek Satıldı», Türk Edebiyatı,
S.42, (Nisan 1977), s.37.
DEMİRTEPE, Nezih, «Emine Işınsu İçin Ne
Demişlerdi?», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982),
s.115-119.
DENİZ, Tülin, «Canbaz», Töre Dergisi, S.139,
(Aralık 1982), s.98-100.
DUMAN, Erol, «Emine Işınsu’nun Romanları »,
Basılmış Yüksek Lisans Tezi, Çanakkale 1997, s.9.
DUMAN, Erol. Emine Işınsu’nun Romanları. Türk
Yurdu 20(153/154) 5/6.2000, 290-292. ss. Bibliyografya 1960 SB 27
ERCİLASUN, Bilge., Emine Işınsu’nun Yeni
Romanı: Canbaz, Töre Dergisi, S.131, Nisan.
GÖKÇELİ,
Açelya.,
Emine
Işınsu’nun
Romanlarında Türkiye Dışındaki Türkler-Azap
Tprakları, Tutsak, Çiçekler Büyür-, Muğla Ün. Lisans
Tezi, Muğla 2006.
KOÇAL, Abdullah., Emine Işınsu’nun “Azap
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Toprakları” ve “Çiçekler Büyür” Adlı Romanlarında
Balkan Türklerinin Trajedisi, S.Demirel Ünv. Sosyal
Biliemler Ens., Yeni Türk Edebiyatı. Bölümü Yüksek
Lisans Tezi.
ERCILASUN, Ahmet B., «Türk Romanı ve Işınsu»,
Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.58-60.
ERCİLASUN, Dr. Ahmet B., «Sancı», Töre Dergisi, S.67 (Aralık 1976), s.32-37
ERCILASUN, Dr. Bilge, «Geç Kalma!
Nereye?»,Türk Edebiyatı, S.91. (Mayıs 1981), s.3637
ERGÜN, Pervin, Emine Işınsu’nun Romanlarında
Kültür. Türk Yurdu 27(237) 5.2007, 64-69. ss. Bibliyografya 1960 SB 27
EROL, Gözdenur, «Emine Işınsu’nun Tarihi
Romanları Üzerine Bir İnceleme», Yüksek Lisans
Tezi, Celal Bayar Ünv., Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Manisa 2006, s.171
ERTOP, Konur, “Romancılığımızda Tarihe
Yaklaşım”, Hürriyet Gösteri, S. 197.
GAYRAN, Zeynep, “Kendi Kendimi Yetiştirdim”,
Milli Kültür Dergisi 1990.
GEÇER, İlhan, «Sancı», Türk Edebiyatı, S.42, (Nisan 1977), s.31-32
GÜNAY, Dr. Umay, «Çiçekler Büyür», Töre Dergisi, S.97 (Haziran 1979), s.45
GÜREL, Reşat, «Azap Toprakları», Töre Dergisi,
S.139, (Aralık 1982), s.105-106
GÜRSOY, Belkıs, «Canbaz’a Dair», Milli Kültür,
Eylül 1991, S.88, s.60
HÜRSOY, Elif, «Ve Her Yıl Çiçekler Yeniden
Büyür!», Türk Edebiyatı, S.364, Şubat 2004, s.6
IŞINSI, Emine, “Yeni Sevr”, Ayşe Dergisi, Başyazı,
Mart 1969.
IŞINSU, Emine, “Bin Atlı Akıncıların Çocukları”,
Ayşe Dergisi, Kasım 1969.
IŞINSU, Emine, “Ordular İlk Hedefiniz Akdenizdir
İleri”, Ayşe Dergisi, Başyazı, Ağustos 1970.
IŞINSU, Emine, “Yusuf İmamoğlu”, Ayşe Dergisi,
Başyazı, Haziran 1970.
IŞINSU, Emine, «“Türkmen Düğünü”ne Ne Oldu?»,
Töre Dergisi, S.71 (Nisan 1977), s.36-39
IŞINSU, Emine, «“Zor” ve Sevinç Çokum», Töre
Dergisi, S.73, s.27
IŞINSU, Emine, «12 Mart’ın Siyasi Şube Müdürü
Ilgız Aykutlu Açıklıyor:1», Töre Dergisi,S.74 (Temmuz 1977), s.2-10
IŞINSU, Emine, «12 Mart’ın Siyasi Şube Müdürü
Ilgız Aykutlu Açıklıyor:2», Töre Dergisi,S.75, s.7
IŞINSU, Emine, «12 Mart’ın Siyasi Şube Müdürü
Ilgız Aykutlu Açıklıyor:3», Töre Dergisi,S.76 (Ekim
1977), s.7-13
IŞINSU, Emine, «12 Mart’ın Siyasi Şube Müdürü
Ilgız Aykutlu Açıklıyor:4», Töre Dergisi, S.77, (Ekim
1977), s.11-15
IŞINSU, Emine, «Bir Fincan Kahve», Türk
Edebiyatı, S.212. (Haziran 1991), s.16-17
IŞINSU, Emine, «Burdur Kültür Parkı», Töre Der-
gisi, S.87 s.50
IŞINSU, Emine, «Dr.Umay Günay Muzaffer
Türkeş’i Anlatıyor», Töre Dergisi, S.73, s.18
IŞINSU, Emine, «Emine Işınsu Annesini Anlattı» ,
Türk Edebiyatı, S.129. (Temmuz 1984), s.34-36
IŞINSU, Emine, «Garipkafkaslı İle Bir Konuşma»,
Töre Dergisi, S.59, (Nisan 1976), s.22-29
IŞINSU, Emine, «Garipkafkaslı», Töre Dergisi,
S.85, (Haziran 1978), s.50-54
IŞINSU, Emine, «Geç Kalma! Nereye?», Türk
Edebiyatı, S.78, (Nisan 1980), s.36-38
IŞINSU, Emine, «Gençliğim Eyvah», Töre Dergisi, S.113, (Ekim 1980), s.13-15
IŞINSU, Emine, «Gideli Bir Yıl Oldu Ve Siz
Varsınız», Töre Dergisi, S.25 (Haziran 1973), s.7-8
IŞINSU, Emine, «H.Nusret Zorlutuna -Aşk ve Zafer-», Töre Dergisi, S.95 (Nisan 1979), s.21-26
IŞINSU, Emine, «Hisar, Hisarcılar ve Mehmet
Çınarlı», Töre Dergisi, S.109, (Haziran 1980), s.36-41
IŞINSU, Emine, «İlham Gençer», Töre Dergisi,
S.88 s.41
IŞINSU, EMİNE., «“Tarık Buğr Hakkında”ya
Dair», Töre Dergisi, S.116/117, s.40
IŞINSU, Emine, «Kanser Hakkında», Töre Dergisi, S.120, (Mayıs 1981), s.16-19
IŞINSU, Emine, «Kavaklar ve Salkım Söğütler»,
Töre Dergisi, S.102, (Kasım 1979), s.30-31
IŞINSU, Emine, «KGB», Töre Dergisi, S.67
(Aralık 1976), s.10-18
IŞINSU, Emine, «Kızının Kaleminden», Töre Dergisi, S.158, s.24
IŞINSU, Emine, «Macar Hürriyet Mücadelesi»,
Töre Dergisi, S.65, (Ekim 1976), s.13-22
IŞINSU,
Emine,
«Mazlum
Ümit
İle
Sohbet»,Töre Dergisi, S.84, (Mayıs 1978), s.42
IŞINSU, Emine, «Merhamet», Türk Edebiyatı,
S.254. (Aralık 1994), s.9
IŞINSU, Emine, «Olduğun Gibi Görünmek», Töre
Dergisi, S.100 (Eylül 1979), s.44-45
IŞINSU, Emine, «Özde Biriz Çünkü», Türk
Edebiyatı, S.250. (Ağustos 1994), s.24
IŞINSU, Emine, «S.S.C.B. Devlet Güvenlik Komitesi», Töre Dergisi, S.66 (Kasım 1976), s.10-18
IŞINSU, Emine, «Selâm», Töre Dergisi, S.143,
(Nisan 1983), s.36
IŞINSU, EMİNE., «Sevinç Çokum’la Sohbet»,
Töre Dergisi, S.66 (Kasım 1976), s.20-27
IŞINSU, Emine, «Seyyâh-ı Fâkir Evliya Çelebi
İle Sohbet», Töre, S.98, (Temmuz 1979), s.45-48
IŞINSU, Emine, «Türk Tarihinde Ağustos Ayı
Hakkında Yılmaz Öztuna İle Konuşma», Töre Dergisi, S.99 (Ağustos 1979), s.36-39
IŞINSU, Emine, «Vefatından Bir Yıl Sonra» (Arif
Nihat Asya), Töre Dergisi, S.56, (Ocak 1976), s.21-25
IŞINSU, Emine, «Vermek… Almak»,
Türk
Edebiyatı, S.249. (Temmuz 1994), s.6
IŞINSU, Emine, «Vesvese Veren», Türk Edebiyatı,
S.258. (Nisan 1995), s.16
62
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
IŞINSU, Emine, «Yağmurda Bekleyen Yaşlı Kediler», Türk Edebiyatı, S.70, (Ağustos 1979), s.22-23
IŞINSU, Emine. Ankara mı Dediniz, Yani Büyük
Tiyatro? Türk Yurdu 22(176/ Özel Sayı: Ankara)
4.2002, 109-110. ss. 1960 SB 27 IŞINSU, Emine. Canım Annem. Kubbealtı Akademi Mecmuası 32(1) 1.2003, 45-48. ss. 1972 SA
30 810
IŞINSU, EMİNE., Emine Işınsu Annesini Anlattı,
Türk Edebiyatı, S.129. (Temmuz 1984), s.34-36
İSLAM, Ayşenur, Emine Işınsu’nun Sekiz
Romanında Şahıslar Dünyası, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi,
Ankara. (1992)
KABAKLI, Ahmet, «Emine Işınsu İçin Ne
Demişlerdi?», Töre, S.139, Aralık 1982, s.117-118
KARAKURT, Aynur., Emine Işınsu’nun Romanlarında Söz Dizimi, PAÜ, Sosy.Bil. Enst., Basılmamış
Yük. Lis.Tezi, Denizli, 2007
KOCAGÖZ, Samim, “Niçin Kurtuluş Savaşı
Romanı”, Türk Dili, S. 298, Ankara 1976.
KÖKDEMİR, Ahmet, Emine Işınsu -hayatışahsiyeti-sanatı-fikirleri-eserleri-, Ondokuz Mayıs
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Samsun. (1995)
MİLLİ KÜLTÜR DERGİSİ, Emine Işınsu
Röportajı, 1990
MÜMTAZ, Hüseyin, “Azap Toprakları”,
NACİ, Fethi, “Romancının İşi Tarih Değil Roman
Yazmaktır”, Hürriyet Gösteri, S. 197–198.
OĞUZ, Dr. Orhan., 1980-200 Yılları Arasında Türk
Romanında Çağdaşlaşma ve Eğitim Sorunu, Mustafa
Kemal Ünv. Sosyal Bilimler Dergisi 2010, C.7, S.13,
s.310-330.
ODACI, Serdar., Bilinç Akışı Tekniği Bakımından
James Joyce, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu ve Emine
Işınsu’nun Romanları, Hacettep Ünv. Sosyal Bilimler
Ens. Yeni Türk Edb. Bölümü, Doktora Tezi.
ÖNAL, Mehmet Şeref, «Küçük Dünya», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.110-112
ÖNERTOY, Prof. Dr. Olcay., Cumhuriyet Dönemi
Türk Edebiyatında Roman Türü ve Özellikleri, Temsilcileri, Cumhuriyet Dönemi Türk Roman ve Öyküleri, İş Bankası Yayınları.
ÖZ , Hale Kaplan, “Acılı Roman Bukağı”, Yeni
Şafak, 21 Nisan 2004.
ÖZBİLİCİ, Burhaneddin., Emine Işınsu İle Mülakat, Gençliğin Sesi Dergisi, T.C. Kültür Bakanlığı
nr.7, Kasım 1990, s.21
ÖZGÜL, Metin Kayahan, «“Sancı” Üstüne Notlar», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.107-109
ÖZKAN, İsa, «Emine Işınsu’nun Biyografisi»,
Töre Dergisi, “Edebiyatımızda IŞINSU” Özel Sayısı
S.139,(Aralık 1982), s.43-47
REHAVİ SANAT, Emine Işınsu “Urfa Aradığım
Şehirdir...”, www.rehavisanat.com
SARAÇ, Seven Bige, «Işınsu’ya Dair», Töre Der-
gisi, S.139, (Aralık 1982), s.72-73
ŞAHİN, Zeliha (OKKESİM)., “Emine Işınsu’nun
Çiçekler Büyür Romanındaki Oteki ve Ötekileştirme”
Marmara Üniv. Öğrenci Sempozyumu, Mayıs 2007,
İstanbul.
T.E.D Dergisi, Ankara, 1955-1957
TEVFİKOĞLU, Dr.Muhtar, «Işınsulara Açık
Mektup», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.40
TÖRE, «Çiçekler Büyür Hakkında» , Töre Dergisi,
S.,93, (Mart 1979), s.45-46
TÖRE, «Çiçekler Büyür Hakkında», Töre Dergisi,
S.94 (Nisan 1979) s.45-47
TÖRE, «Çiçekler Büyür Hakkında», Töre Dergisi,
S.97 (Haziran 1979), s.43-47
TÖRE, «Çiçekler Büyür Hakkında», Töre Dergisi,
S.99 (Ağustos 1979), s.57-63
TUNALI, Yağmur, «İfâde-i Merâm Yâhud Sarı
Gül», Töre Dergisi, “Edebiyatımızda IŞINSU” Özel
Sayısı, S.139, (Aralık 1982), s.64-70
TUNALI, Yağmur, Emine Işınsu İle Mektup Mülâkat, Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.48-49-50-5152-53-54-55
TUNCA, Elif, “Yazmak Benim İçin Varoluş Meselesi...”, Emine Işınsu ile Röportaj, 30.05.2006, Ankara.
TUNCER, Hüseyin, «Emine Işınsu ile Söyleşi»,
Dil-Kültür-Edebiyat ve Sanat Penceremizden, İzmir
2000. s.227
TURAL, Doç.Dr.Sadık Kemal, «Bir Yürek
Satıldı», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.61-63
TURAL, Sadık Kemal, «Bir Yürek Satıldı», Töre
Dergisi, S.71 (Nisan 1977), s.26-29
TURİNAY, Necmeddin, «Canbaz’da Şekil ve Zamana Ait Bilgiler», Töre Dergisi, S.139, (Aralık
1982), s.90-97
TÜRK YURDU, Emine Işınsu’yla Sarı Bir
Akşamüstü [Söyleşi] Türk Yurdu 20(153/154)
5/6.2000, 281-284. ss. 1960 SB 27
TÜRKOĞLU,
Aynur,
“Emine
Işınsu’nun
Romanlarında Kadınlar”, Yüksek Lisans Tezi, Selçuk
Üniversitesi, Konya, 1997.
ULUANT, Zeynep., Emine Işınsu ÖKSÜZ İle
Hasbıhal, Kubbealtı Akademi Mecmuası 34, Ekim
2005, S.4,
ÜLKÜ OCAKLARI DERGİSİ, «Emine Işınsu
ile Röportaj», (Ülkü Ocakları Dergi Masası)Ülkü
Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Dergisi, S.78 (Aralıl)
2009, Ankara, s.23
YALÇIN, Dr.Alemdar, «Türk Edebiyatında Kadın
Romancılar ve Emine Işınsu», Töre Dergisi, S.139,
Aralık (1982), s.74-80
ZORLUTUNA, Halide Nusret, «Kızım “IŞINSU”
için», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.71
..., «Emine Işınsu’nun Romanlarında Kadın ve
Problemleri», Afyon Kocatepe Üniv. Lisans Tezi,
(Yön. Doç. Dr. Abdullah Şengül)
63
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Emine Işınsu’nun Tiyatroları
•
Dr. Gıyasettin AYTAŞ*
Tiyatro, metin, oyuncu, yönetmen, sahne ve izleyici unsurlarından oluşan sanat dalına verilen ad. En
geniş anlamıyla tiyatro, aksiyona dayalı bütün sanat
dallarını içine alan faaliyet. Bu açıdan bakıldığında
dans ve müzikle yapılan törenler, maskeli oyunlar,
taklide dayanan bütün gösterileri tiyatro sanatı içinde
değerlendirebiliriz.
Tiyatro, kendine özgü anlatımı, üslubu, dili ve aynı
zamanda bütün güzel sanatları da içinde barındırması
yönüyle özel bir yere sahiptir. Tiyatronun diğer
edebi türler ölçüsünde dikkate alındığını, üzerinde
durulduğunu söylemek mümkün değil. Tiyatronun
diğer edebi türler içerisinde üvey evlât muamelesi
gördüğü söylenebilir.
Seyirci, oyuncu ve oyun metni olmak üzere, üç
unsurun bir araya gelmesiyle oluşan, daha genel bir
ifade ile insanı, insana ve insanca anlatan bir güzel
sanat dalı olan tiyatro, anlatmaya dayalı türler edebi
türlerden, kendine özgü teknik yapısı, anlatım üslubu
ve dili kullanma özelliği bakımından ayrılır. Bir başka
önemli yanı da dilin ve kültürün gelişmesinde, diğer
sanat dallarından daha etkin olmasıdır. Bu yüzden
batılı ülkeler tiyatroya büyük önem vermişler ve tiyatronun bu özelliğinden yararlanmışlardır.
Yazarlarımızın hayat hikâyelerinden söz edilirken,
kaleme aldığı eserler üzerinde durulur, diğer eserlerinin konuları ve özellikleri hakkında geniş bilgiler
verilirken, tiyatro eserlerinin sadece isimleri söylenerek geçilir. Bunun hem yazarına, hem de tiyatro
eserine büyük bir haksızlık olduğunu söyleyebiliriz.
Tiyatro metinlerini inceleyecek ve değerlendirecek
düzeyde eleştirmenin olmaması; tiyatro eleştirisinde
içerik yerine teknik unsurların daha çok dikkate
alınmış olması, tiyatro edebiyatımızın gelişmemesine
neden olmaktadır. Tiyatro eleştirmenleri, daha çok
oynanmış metinler üzerinden değerlendirmeler
yapmaktadırlar. İster oynansın, ister oynanmasın,
tiyatro eserleri öncelikle anlatmaya dayalı bir edebî
türdür. Edebî metinlerdeki inceleme usul ve esasları
tiyatro metinleri için de geçerlidir. Eserin yazıldığı
devir, ele aldığı konu, bu konunun işleniş tekniği ve
üslûbu ele alınırken, eserin diğer türler arasındaki yeri
de değerlendirilebilir.
Tiyatro metinleri, dili kullanma özelliği açısından
da diğer türlerden ayrılır. Bu metinlerde kullanılan
dil, eserin içeriğine göre değişmektedir. Kimi zaman
*Türbilig (9), 2005, 3-14 ss.
şiirsel bir dil kullanılırken, kimi zaman da, günlük dile
yer verir. Edebi metin olarak tiyatro eserlerinde dil ve
üslup özellikleri incelenirken, eserin ele aldığı konu
ve bu konunun sunuş biçimi ile gerekçesinin mutlaka
göz önünde bulundurulması gerekmektedir.
Dil sayesinde dilek, istek ve arzularımızı karşı tarafa iletiriz. Tiyatro eserleri, dili en geniş imkanlarıyla
kullanan türlerin başında gelir. Bu yüzden birçok
milletin dil gelişiminde tiyatro eserlerinin önemli
yeri olmuştur. Bizde ise, dile hizmet eden ve dilin
gelişip zenginleşmesine tiyatro eserleriyle katkı sunan
yazarlarımızın sayısı bir hayli fazladır.
Emine Işınsu ve Tiyatro Edebiyatımız
Kültürel yozlaştırma gayretlerinin hız kazandığı
bir dönemde, milli kültürü yaşatma mücadelesine giren ve bu mücadelede amansız bir kavgaya tutuşan
Emine Işınsu’nun bütün yönleriyle değerlendirilmesi,
araştırılması ve bu araştırma sonuçlarının sağlıklı bir
analize tabi tutulması gerekmektedir.
Emine Işınsu, 17 Mayıs 1938’de Kars’ta doğdu.
Şair yazar Hâlide Nusret Zorlutuna’nın kızıdır.
Asker bir baba ve öğretmen bir annenin kızı olarak,
çocukluğunun büyük bir kısmını Anadolu’nun muhtelif yerlerinde geçiren Işınsu, önce şiirle edebiyat
dünyasına girer. Otobiyografik özellikler taşıyan ve
çok başarılı ruh tahlillerinin yapıldığı “Küçük Dünya”
ve Malazgirt’in 900. yıl dönümü münasebetiyle yazılan “Ak Topraklar” hariç, diğer bütün romanlarının
konusunu günümüzün çeşitli sorunlarından ve Türkiye dışı Türklerin dramından çıkaran Işınsu, şiir diline
yakın bir üslûpla ve “tezli tekniği” ile yaşadığımız
olayları romanlaştırmıştır.
Sanatçıların tek yönlü olarak ele alınması, ya
da sanatçıları sadece eserlerinin bir kısmıyla
değerlendirilmesini doğru bulmuyoruz. Onun kişiliği,
yetişme şartları, aldığı eğitim ve buna bağlı olarak
ortaya koyduğu eserlerinin tamamı ele alınarak
değerlendirilmelidir. Sanatçının bir eserinden, ya da
eserlerinin bir grubundan yola çıkarak, onun sanatsal
kimliği hakkında sağlıklı bir sonuca ulaşmak mümkün değildir. Çünkü her eserin beslendiği kaynak,
etkilendiği şartlar ve yazılışındaki birikim farklıdır.
Bu durumu Emine Işınsu’nun eserlerinin tamamında
görebilmek mümkündür.
64
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Işınsu sanat hayatına, birçok sanatçımız gibi şiirle
başlıyor. Daha sonra bundan vazgeçerek, roman ve tiyatro ile yoluna devam ediyor. Gelişen süreç içerisinde
tiyatrodan da koparak, sadece romana yöneliyor ve
sanatçı kimliğini bu alanda yoğunlaştırmaya çalışıyor.
Emine Işınsu’nun romanlarının yanında, tiyatro
alanında da kaleme aldığı eserleri bulunmaktadır.
Sanatçı, tiyatro yazmaya her nedense devam etmemiş,
daha çok roman yazmaya yönelmiştir. Kendisiyle
yapılan bir mülâkatta, tiyatrodan vazgeçmiş olmanın
nedenini, yazarlığındaki bencilliğine bağlıyor. Bu
değerlendirmesine saygı duymakla beraber, meselenin sadece bencillikle ilgili olmadığını düşünüyoruz.
Sanatçının eserini kıskanması doğal karşılanabilir.
Çünkü sanatçı için eseri çocuğu gibidir. Fakat
bu kıskanmanın dozu ve sınırı bellidir. Aşırılığa
kaçıldığında, ortaya konan sanat eserinin yaşaması
mümkün değildir. Bir sanat eseri, sanatçısının elinden çıktıktan sonra okuyucunun malı olur. Eserler
sevgi gibidir. Paylaşıldıkça güzelleşirler, fark edilirler. Tiyatro eserleri, paylaşım açısından diğer türlere göre daha şanslıdır. Diğer eserlerde paylaşımın
etkilerini hemen göremezsiniz. Belki duyarsınız, ama
duyduklarınız da sınırlıdır.
Emine Işınsu’nun tiyatro eserlerinin tiyatro
edebiyatımız açısından önemli olduğunu söyleyebiliriz. Dört tiyatro eseri var. Bunlar:
1. Bir Yürek Satıldı,
2. Bir Milyon İğne,
3. Ne Mutlu Türküm Diyene,
4. Adsız Kahramanlar.
Yazarın “Adsız Kahramanlar” adlı eserinin
içerisinde “Göçmen Yusuf “ adlı iki perdelik bir tiyatro eseri daha mevcuttur. Buradan hareketle, tiyatro
alanında yazılmış eserlerinin sayısını beş olarak belirleyebiliriz.
Bir Yürek Satıldı, (IŞINSU: 1967) Işınsu’nun
ilk tiyatro eseri. Televizyona da aktarılan bu
eser, insanı kendi çıkmazı içerisinde yakalamış,
onun zaaflarını, zayıflıklarını ve çelişkilerini ortaya koyma gayretini taşımıştır. Eserde psikanalist
irdeleme yapılmakta, batı tiyatrolarında da sıkça
gördüğümüz gibi, insanın iç ve dış dünyası arasındaki
çelişkilere farklı bir pencereden bakılmaktadır. Değer
yargılarının nasıl değiştiğini, değişen değer yargıları
karşısında insanın psikolojik saplantılarıyla hayattan beklentilerinin hangi boyutlara ulaştığını eserde
görmek mümkündür. İnsan için en büyük değer, var
olanı paylaşmaktır. Paylaşım, maddi olandan çok,
manevi yönüyle yapılırsa daha bir anlam kazanır.
Işınsu, maddi olan paylaşımdan yola çıkarak, manevi
olanı sorguluyor.
Eserde, madde ve mana karşısında; cemiyetle kendi ruh dünyası arasında çatışma içerisinde bulunan
insanın buhranlarına dikkat çekilir. Kendini sorgulama gereği duyan insan, içinde hiçbir şeyin olmadığı
yüreğinden kurtulmak ister. Bu kurtuluş çaresi, kendi
gerçeği için de oldukça önemlidir. Mezata düşen bir
yürek, alıcısı için kıymetlidir. Satıcısı için ise, çok
fazla bir şey ifade etmez. Zaten onu kendisi için bir
fazlalık veya gereksiz bir varlık olarak gördüğü için
böyle bir yola başvurmuştur.
Acaba yüreğin yerinden çıkarılıp satılması nasıl bir
duygudur? İnsan niçin yüreğini satmak ihtiyacı duyar?
Yüreksizlik, yüreklilikten daha mı iyi? Mezatçı elinde
bulunan ve bu piyasanın içinde değerli olan her şeyi
satmıştır. Bunlar arasında “Hürrem Sultan’ın en nadide reçellerini sakladığı kristal kavanozu”, “Abdülgafur Paşa Hazretleri’nin koltuğu”, sayılabilir.
Sıra en son ve en önemli parçaya gelmiştir. Mezatçı,
“Evet, kese (yavaş ve utangaç) kesenin içinde bir
yürek!” diye söze başlar ve “Bir yürek satıyorum
baylar, bayanlar, yaşayan bir insan yüreği!” (IŞINSU,
1967: 11) diyerek sözüne devam eder. Bütün alıcılar
şaşkınlık içindedir. Çünkü böyle bir şeyle ilk defa
karşılaşmaktadırlar. Satılan yaşayan bir insanın
yüreğidir. Yerinden sökülerek çıkarılmış, bir keseye
konulmuştur. Tıpkı bir oyuncağın herhangi bir parçası
gibi. Adam yaşamaya devam ediyor. Yani yüreksizliğe
razı. O kendisi için bir yük, bir ağırlık. Satarak ondan
kurtulmuş oluyor. Yüreği bir koleksiyoncu satın alır.
Keseyi ise mezatçıya bırakır.
Yüreğini satan adam, aslında çok zengin biridir.
Bir eli yağda, bir eli balda. Yediği önünde, yemediği
ardında. Dünyada ihtiyaç duyduğu birçok şeyi elde
etmiştir. Ancak mutlu değildir. Alabilme yeterliliği
onu mutlu etmenin aksine, bir çıkmaza doğru
sürüklemiştir.
O insanca olan birçok şeyden mahrumdur. Elinde
olanı verme duygusunun nasıl bir şey olduğunu hiç
yaşamamıştır. Paylaşmanın ne demek olduğunu asla
öğrenememiştir. Çünkü o hep almıştır. Sevilmiş,
ama sevmenin nasıl bir duygu olduğundan habersiz kalmıştır. Yaşadığı hayat kendini bunalıma
sürükler. Evden kaçarak bir balıkçı kulübesine
sığınır. Burada balıkçılarla birlikte yaşamaya devam eder. Bir gün gelir onlarla da uyuşamaz.
Tek başına münzevi bir hayat sürmeye başlar.
Kadının biri intihar etmek üzeredir. O kadını kurtarır
ve onu intihardan vazgeçirir. Böylece hayatında
yeni bir pencere açılır gibi olur. Verme duygusu ile
alma isteği sürekli çatışma içerisindedir. Kadın onu
65
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
vermeye zorlar, ama o yüreğindeki böyle bir duyguyu
çoktan kaybetmiştir. Sonunda kendisine ağır gelen,
ya da insan olmanın gereklerinden biri olan yüreğini
yerinden çıkararak bir mezatçıya verir. Tekrar eski
hayatına dönerek yaşamaya devam eder. Hiç olmazsa
yüreği kendisini zorlamamakta, istediği gibi hareket
edebilmektedir.
İnsanoğlu uzun yıllar yaratılışın sırrını aramış olup,
hâlâ da aramaya devam etmektedir. Kimileri buldum, demiş ama bulduğu şey aradığının başlangıcı
olmuştur. Yunus ise, kestirip atmış bu meseleyi:
Bunalımın eşiğinde, bir çıkmazın içindedir. Sürekli
kendi kendine konuşmakta, her bir problemi beynine saplanan iğneler olarak değerlendirmektedir.
Mutsuz bir aile çevresinde, öz güven eksikliği
içinde büyümüştür. Annesi ile babası sürekli
kavga etmektedir. “Anam tepeden tırnağa sinir içinde,
babam öfkeli! Hiç mi doğru, hiç mi güzel, hiç mi iyi
yoktu aralarında? Hiç mi bir şey yoktu? Kavga! Kavga çuvallar dolusu… Kavga, yerden göğe…“ demektedir.
(IŞINSU, 1967,10) Mehmet bu hengâme içerisinde
büyür. Huzura, sevgiye, sevilmeye hasrettir. Bütün
olanlara kendince cevap ararken, bir çıkmaza doğru
sürüklenen Mehmet, beyninde bir milyon iğnenin
acısı ile irkilmektedir. Kimileri emekle, kimileri de
emeksiz kazanmakta veya öyle kazandığını zannetmektedir. Komşu kadın Meryem, ihtiyar, romatizmalı
biriyle evlidir. Gençliğini ve güzelliğini kullanarak,
kendince hayatını refah içinde yürütmeye çalışır. Sonunda Mehmet’i tuzağına düşürür. Bir milyon iğnenin
bir kısmı da burada Mehmet’in beynine saplanır.
Mehmet tam bu çıkmazlarla uğraşırken Rauf ve
Selim adlı iki Marksist gençle arkadaş olur. Onlarla
birlikte düzen değiştirme kavgasına girer. İhtilal yapacaklar ve bütün olumsuzlukları ortadan kaldıracaklar.
Bu Mehmet’e mantıklı gibi gelir. Böylece, kendince çözüm bulmuş olacaktır. “Seviyorum insanları
teker teker, ellerim olsun isterim hepsinin yarasını
sarayım; param olsun isterim, çok! Hepsinin ceplerini
doldurayım“ (IŞINSU, 1967,21) demektedir.
Sevgiyi yaşamamış, sevgiye hasret Mehmet,
karşısında sevebileceği bir genç kız olarak Lerzan’ı
bulur ve Lerzan’a evlenme teklif eder. Lerzan, Mehmet’in bu teklifini kabul etmez. Çünkü
Mehmet’in düşüncelerindeki çelişkiler Lerzan’ı
ondan uzaklaştırır. Mehmet: “İktisadi hürriyetine sahip olmayan bir kimseyi nasıl hür kabul
edebilirsin” (IŞINSU, 1967,29) der. Lerzan, onun
bu sözüne karşılık şu cevabı verir: “Bütün ev
hayvanları da hürdür öyleyse! Efendilerine hoş
görünüp, görevlerini yerine getirir ve ihtiyaçları
nispetinde yiyecek, içecek alırlar onlardan!” (IŞINSU,
1967,29)
Mehmet
içindeki
çıkmazın
bunalımlarıyla
uğraşırken, Ayşe ile evlenir. Böylece hayatına yeni bir
renk gelecek, umut çiçekleri arasında mutlu olacaktır.
Ancak bu umut çiçeklerine Marksist arkadaşları
Rauf ve Selim engel olurlar. Halk İhtilâli yapmak,
hücre faaliyetleri gerçekleştirmek adına Mehmet’in
mutluluğuna gölge düşer. Sonunda kendilerini kurtarmak adına iki arkadaşı Mehmet’i satarlar. Mehmet
gerçeğin acı çıplaklığı karşısında çaresiz kalmış ve
yıkılmıştır.
Eserin bizim açımızdan iki önemli yanı
İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendin bilmezsen,
Bu nice okumaktır, demiştir.
Eserin temel örgüsü içerisinde iki önemli kavram
karşımıza çıkıyor: Birisi vermek, diğeri almak. Mezatta herkes bir şeyler alıyor. Adam ise, kendisi için bir
şey ifade etmeyen yüreğini veriyor. Kadın, kendi kendine niçin yaşadığını sorgulayıp, bir cevap bulamıyor.
Sonunda intiharı seçerek, canını vererek sorulardan
ve sorunlarından kurtulmaya çalışıyor. Mezatçı bir
koleksiyoncu alarak, koleksiyonuna yeni bir parça
daha kazandırıyor. Alıcılar mezatta satılanları alarak,
alma duygularını tatmin ediyor. Aldıkları onlar için
ihtiyaç olmaktan çok, bir tatmin aracı oluyor.
Eserdeki psikolojik derinlik başarılı bir şekilde
yakalanmıştır. Yazar, batı tiyatrolarında sıkça
kullanılan, bizim tiyatrolarımızda ise, çok az
rastladığımız insan merkezli bir iç âlem sorgulaması
yapıyor. Dışımızda olup bitenlerin pek önemi yoktur.
Aslolan içimizdeki çalkantılar ve bunlara bulduğumuz
çözümlerdir
Eser, üç perde 23 sahneden oluşmaktadır. Yazar yönetmenin işini kolaylaştırmak için, sahneler
arasındaki geçişleri ve bu geçişlerdeki teknik unsurları
dikkate almıştır. Psikolojik gerilimi pekiştiren dekor
ve ışığın önemi vurgulanmış olup, ışıkla oyunun
vermek istediği tema daha belirginlik kazanmıştır.
“Bir Milyon İğne” , (IŞINSU, 1967) Işınsu’nun
ikinci tiyatro eseri. Eser, iki perde on iki tablodan
oluşmaktadır. Yazar, “Bir Yürek Satıldı” tiyatro eserinde olduğu gibi, insanı merkeze
almıştır. Yazıldığı devrin siyasal ve sosyal şartları
gereğince, aldatılan beyinler, sarsılan yuvalar, istismar edilen duygular, çıkar ilişkileri, samimiyetsizlikler, aradığını bulamamışlar, bulduğunu
kaybetmişlerin dramını bir arada görebiliyorsunuz.
Eserde, İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği
bunalımlı yıllar ele alınmaktadır. Ülkede derin bir
sefalet söz konusudur. Mehmet, hapse düşmüştür.
66
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
bulunmaktadır: Birincisi, Mehmet’in yetişme tarzı
ve sonunda yaşadığı hayat, ikincisi de devrin siyasal gelişmeleri içerisinde Marksist düşünceyi
savunanların dayandıkları teoriler. Yazar insan
merkezinde; fikir ve fikirlerin çelişkileri içerisinde,
insan psikolojisini sorgular.
Edebi eserlerde tarihten yararlanma ya da edebi
eserler vasıtasıyla tarihsel bilinç kazandırma her zaman mümkün olmuştur. Emine Işınsu, diğer eserlerinde olduğu gibi “Ne Mutlu Türküm Diyene” (IŞINSU:
1969) piyesinde de Türk tarihinin şanlı sayfalarına
ve bu sayfalarda yer eden büyük kumandanlarına
yer vermiştir. Eser üç perde 19 sahneden meydana gelmiştir. Zeynep ve Annesinin karşılıklı
konuşmaları ile başlayan oyunda, söz Atatürk’ten ve
onun büyük bir kumandan olduğundan açılır. Daha
sonra Cumhurbaşkanlığı forsunda bulunan güneş ve
etrafında bulunan 16 yıldızın anlamı üzerinde durulur.
İkinci sahnede Zeynep uyumaktadır, oda mavi bir
ışıkla aydınlanır ve odaya ellerinde temsil ettikleri
devletlerin bayrakları olan on altı kız girer. Her biri
kendisini tanıtır ve tarihteki öneminden söz ederler.
Mete, Atillâ, Dede Korkut, Bilge Kağan, Kutluğ
Bilge Kül Kağan, Alp Arslan sahneye gelir. Türk tarihi yeniden canlanır. Eğitim amaçlı olmakla birlikte,
canlı tablolar halinde sunulan eser, önemli bir dil
ve anlatım zenginliğine sahiptir. Eserin, dramatik
yapısının da kuvvetli olduğunu belirtmeliyiz.
Hem gösterme, hem de anlatma unsurlarını bir
arada kullanması bakımından başarılı bir üslup sergileyen yazar, eğitimi ön plâna çıkarmış, eser aracılığı
ile, tarih bilinci kazandırmaya çalışmıştır. Eğitim
kurumlarında, geçmişte yaşadığımız başarılara dikkat
çekilmiş olması bakımından, eserin araç metin olarak
kullanılmasının yanında, sahnelenerek de büyük bir
yarar sağlayacağı düşünülebilir.
Radyo Tiyatrosu, ses efektlerinin başarı ile
uygulandığı ve oyuncuların bir stüdyo içinde sesten ve titreşimden arındırılmış bir ortamda tamamen
yönetmenin inisiyatifine bağlı olarak canlandırdıkları
oyunlardır. Bu oyunlarda izleyici faktörünün
olmaması yüzünden, oyunlarda vurgu ve tonlamalar
büyük bir önem kazanmıştır. Yönetmen, her türlü ses
unsurunu kullanarak, dış mekân izlenimini dinleyicinin kafasında canlandırarak anlatır. Radyo tiyatrosunda, sahnede canlandırılması imkânsız olaylar ve
durumlar anlatılabilir.
Radyo Tiyatroları, radyonun etkin olarak kullanıldığı
dönemlerde, ayrı bir tür olarak gelişerek, özel bir tür
haline dönüşmeye başladı. Geniş bir dinleyici kitlesinin oturduğu yerde, evinde, yemekte, çalışırken
veya yatarken rahatlıkla takip edebildiği bu oyun türü,
büyük bir beğeni kazanmış oldu.
Radyofonik oyun adını verdiğimiz bu tekniğin
1970’li yılların sonlarına kadar bütün dünyada
yaygılaştığını ve oyun yazarlığı için de ayrı bir alan
olarak değerlendirildiğini görüyoruz. Günümüzde
televizyon ve onun getirdiği teknolojik gelişmeler
radyonun önemini azaltsa bile, görüntü asla sesin
ulaştığı yerlere ulaşamaz. Çünkü radyo dinlerken
ikinci bir iş yapmamız mümkünken, televizyon
izlerken bu daha zor olmaktadır.
Ülkemizde de 1960’lı yıllarda çok başarılı
Radyofonik oyun yazıldığını bunların kısa
hikâye ile piyes arasında yeni bir edebiyat alanı
olduğunu bilmekteyiz. Bu konuda özellikle Behçet
Necatigil‘in radyofonik oyunları diğer dünya dillerine
de çevrilerek Avrupa radyolarında yayınlanmıştır.
Behçet Necatigil “Üç Turunçlar, Gece Aşevi,
Yıldızlara Bakmak“ adlarıyla da kitaplaştırdığı
oyunlarında masallarımızdan aldığı unsurları günümüz düşünce sistemleri ile birleştirerek evrensel mesajlar verebilmiştir.
Emine Işınsu’nun kaleme aldığı Adsız Kahramanlar, (IŞINSU: 1975), radyo tiyatrosu alanında
önemli sayılabilecek bir eserdir. Toplam 28 oyundan meydana gelen eserde, Türk tarihinde çeşitli
görevler üstlenmiş adsız kahramanların hikâyesini
bulmaktayız. Poyraz Reklam tarafından hazırlanan
ve Ankara Radyosu’nda sunulan bu oyunlar,
yazarın sanat anlayışının önemli göstergeleridir.
Adsız Kahramanlar adlı eserde, Çin sarayını allak bullak eden Kür-Şad ve kırk adsız kahramanı,
“Ateş Topu”nda zekasını kullanarak, kendisinden
sayıca çok üstün olan düşmanı şaşkına çeviren kale
komutanını, “Çaşıt” adlı oyunla, devleti ve milleti
için kendini feda eden Salih’in kahramanlığını, zekası
ve kahramanlığı ile Tınaztepe’yi kahramanca savunan
Baba lakaplı komutanın cengaverliğini, adına türkü
yakılan “Sarı Zeybek”in kahramanlığını öğreniriz.
Bunların yanında adı efsaneleşen Yıldırım Kemal’i,
yaban ellerde düşmana karşı tek başına mücadele eden
iki Türk kahramanını tanırız. Işınsu, bu seride kaleme
aldığı oyunlarında Türk tarihinin adsız kahramanlarını,
onların adlarına yakışacak bir şekilde ve canlı tablolar
halinde yeniden bize hatırlatır. Milli kimlik ve milli bir bilincin oluşmasında da bu eserin çok önemli
bir görevi yerine getirdiği düşünülebilir. Eserde
tarihi gerçekler, canlı tablolar halinde ve sanatçının
sanatkârane ifade tarzı ile yeni bir kimlik kazanır.
Kitapta yer alan, fakat radyo tiyatrosu olmayan
“Göçmen Yusuf” (IŞINSU: 1975), adlı tiyatro eseri
de, 12 Eylül öncesi yaşanan siyasal çatışmaları ele
almaktadır. Kimilerinin adına sağ-sol çatışması, kimilerinin milli olanla, gayri milli olanların mücadelesi
dediği olayların değerlendirildiği eser iki perde olarak
67
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
tasarlanmıştır. Yazar, epik tiyatro tarzını bu eserinde
de uygulamış, anlatıcı unsuruna yer vermiştir.
Eser, Yusuf İmamoğlu’nun hayatını anlatmakta dır.
Yusuf İmamoğlu, Bulgaristan’dan kaçarak Türkiye’ye gelmiş bir ailenin çocuğudur. Bulgaristan’daki
komünist baskıdan kaçarak Türkiye’ye gelen Yusuf’un
Marksistler tarafından şehit edilişi ve İstanbul Üniversitesindeki olaylar ele alınmaktadır.
Yusuf, çocukluk günlerini sıkıntı içinde geçirmiştir.
Ama o günlerini büyük bir özlemle anmaktadır. “O zaman hayallerim vardı, umutlarım vardı. Geceleri gaz
lambasının altında tarihi romanlar okurdum.. Okulda
da çalışkandım ha, ne sanardım kendimi biliyor musun, (hafifçe güler) bir Fatih Sultan Mehmet!.. Öyleden
sonra su satarken de, atımın üstünde Attilâ’ydım! Su
diye bağırıyor, ülkeler fethetmeye koşuyordum.”
(IŞINSU, 1975: 216) Yusuf, tarihle iç içe yaşamaktadır.
O, tarihte yaşamış Türk kahramanlarının yerine
kendini koyarak, esir Türkleri kurtarma sevdasına
düşmüştür. Çocukluk yıllarının bu tatlı hayalleri üniversiteye gelince değişmiş, adeta grileşmiş, şiddet
artmış, önce sağ-sol olarak başlıyan çatışmaların rengi giderek değişmeye başlamıştır.
Yüksek Öğretmenlilerin üniversiteye devamında
sorunlar yaşanmaktadır. Onlar topluca üniversiteye
devam edebilmek üzere rektörle görüşmeye gelirler.
Ancak, karşı taraf onların üniversiteye girmelerine
izin vermez. Bu grubun temsilcilerden Yusuf Olgun
ve orada bulunan boyacı bir çocuk silahla vurulur.
Oyunun birinci perdesinde bu çatışma ve buraya
gelinceye kadar olayların genel bir değerlendirilmesi
yapılar.
Oyunun ikinci perdesinde solcu öğrenciler kendi
aralarında konuşmaktadırlar. Bir eylem plânı üzerinde
tartışan gençler, ülkücü öğrencileri üniversiteye sokmamak için nelerin yapılması gerektiğini tartışırlar.
Tam bu sırada Yusuf’u görürler. Onu sıkıştırıp, katletmeye karar verirler. Sonunda Yusuf yakalanarak, feci
bir şekilde dövülür ve nihayet vurulur.
Bu kısacık oyunda, hem sağ sol meselesi, hem
de bu mesele içinde yer alan tarafların durumu
gözler önüne serilmeye çalışılır.
Anlatıma dayalı sanatlar içerisinde, en etkililerden
biri olan tiyatronun yaygınlaşması, toplumsal dinamizm açısından da büyük bir önem taşımaktadır. Hem
dilin kullanımı, hem de doğrudan anlatım yeterliliğine
sahip olması bakımından, tiyatro edebiyatının
geliştirilmesi ve bu alanda eser sayısının çoğaltılması
gerekmektedir.
Emine Işınsu, tiyatro alanındaki eserlerini genel olarak değerlendirecek olursak, iki temel gruba ayırabiliriz. “Bir Yürek Satıldı” ve “Bir Milyon İğne” adlı eserlerinde, insanın iç dünyasını
sorguladığını, insan ve çevre ilişkisini tahlile tabi
tuttuğunu görmekteyiz. İnsanın içinde yaşadığı
sosyal ve siyasi şartlar, onun hayatını yönlendirmektedir. “Göçmen Yusuf”ta ise, siyasal gelişmelere bağlı
olarak ortaya çıkan genel durum içerisinde bir örnek
sunulmaya çalışılır. İnsanların kamplara bölündüğü
bir sırada, nasıl bir kaosa doğru itildiğimiz ve bu kaosun içinde, masum insanların trajedisi ele alınır.
İkinci grupta yer alan “Ne Mutlu Türküm Diyene”
ve “Adsız Kahramanlar” adlı eserlerinde ise, eğitim
ilkesi esas alınmıştır. Tarihten yararlanarak, gelecek
nesillerin bilinçlendirmesinin amaç edinildiği bu
eserlerin, istenen sonucu elde etmede yeterli olduğunu
söyleyebiliriz.
Işınsu’nun tiyatro eserlerinde dili kullanma
yeterliliğinin yanında, tiyatro tekniklerini başarıyla
kullanması ve ele aldığı konular ile, alışılmışın dışına
çıkarak, orijinaliteyi yakaladığını belirtmeliyiz.
Kaynakça:
IŞINSU, Emine, (1967) Bir Yürek Satıldı, Yağmur Yay., İst.
IŞINSU, Emine, (1967), Bir Milyon İğne, Uygar Yay., İst.
IŞINSU, Emine, (1969), Ne Mutlu Türk’üm Diyene, Kardeş
Matbaası, Ank.ara.
IŞINSU, Emine, (1975), Adsız Kahramanlar, Töre Devlet
Yayınevi, Ankara.
IŞINSU,Emine, (1975), Göçmen Yusuf (Adsız Kahramanlar’ın
içinde), Töre Devlet Yayınevi, Ankara.
KÖKDEMİR, Ahmet (1995), Emine Işınsu -hayatı-şahsiyetisanatı-fikirleri-eserleri -, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Samsun.
İSLAM, Ayşenur (1992), Emine Işınsu’nun Sekiz Romanında
Şahıslar Dünyası, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara.
TÜRKBİLİG, S. 9, ANKARA BAHAR 2005, ss. 3-14
Desen: Halil Gülel
68
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
“Bir Yürek Satıldı” Oyununun Uyandırdığı İlgi Dolayısiyle
Emine Işınsu İle Bir Konuşma
•
Yavuz Bülent BÂKİLER
BİR YÜREK SATILDI isimli eseriniz radyolardan
sonra, televizyonda da gösterildi. Bugünlerde üzerinde konuşulan, tartışılan bir konu. Siz bu eseri,
neyin etkisinde kalarak, hangi olaydan duygulanarak
yazdınız?
- Genç kızken, odamın duvarlarına güzel
bulduğum şiirleri, vecizeleri, atasözlerini keser, yazar, yapıştırırdım. Beni etkileyen vecizelerden birisi,
sanıyorum Bernard Shaw’a ait. Bernard Shaw diyor
ki: “Hayatta iki büyük trajedi vardır: Biri, yüreğin
bütün arzularına sahip olmak, diğeri yüreğin bütün
arzularını yitirmek.” Uzun süre bu sözün etkisi altında
kaldım.
Eserin yazılmasında bu sözün, bu görüşün büyük
etkisi oldu. Eserde, yüreğin iki büyük trajedisi birden
var.
- Bu noktayı biraz daha aydınlığa kavuşturur musunuz? Yani BİR YÜREK SATILDI oyununda neyi anlatmak istediniz?
- Aslında ben bu oyunla, cemiyeti hicvetmek istedim. İçinde yaşadığımız cemiyetin aydınını, cahilini,
kadınını, erkeğini, hicvin ince süzgecinden geçirmeye
çalıştım. Cemiyetimizde aydın bilinen bazı kimselerin, cahillerin, erkeklerin, kadınların, çeşitli olaylar
karşısında, değer hükümlerinden yoksun oldukları
için, sağlam bir kültürden uzak kaldıkları için
çıkmazlara girdiklerini ortaya koymak istedim. Mesela oyunda, mezat salonunda bulunanlar, aydınları
temsil ediyorlar. Desinlere önem veren, paralarıyla
düşünen, kafaları bomboş aydınlar. Daha doğrusu
aydın bilinenler.
Oyundaki tellal (mezatçı), bir nevi politikacı.
Aydınımızın, değer hükümlerinden yoksun olmasından istifade edip, satışlar yapıyor. Süslü, renkli
cümlelerle, birtakım ünlü kişilerin hatıralarıyla neticeye ulaşmaya çalışıyor. Koleksiyoncu ise, kendi
çapında bir filozof. Sahibinin taşımak istemediği bir
yüreği satın alıyor. Başkaları bu davranışı garip buluyorlar ama, O, “gariplik kavramı, cemiyetin değer
hükümlerine göre değişir” inancında. Balıkçılar ise,
halkı temsil ediyorlar. Halk da bir yerde değer hükümlerinden yoksun. İşine kolay geleni seçip alıyor. Mesela balıkçılar, kendi aralarında konuşurlarken: “Burası
namuslu muhittir. Adam hırsızdır vs.” diye konuşup
duruyorlar. Ama aynı adamlar, belirli bir süre sonra, hem de birkaçı bir araya gelerek çaresiz, kimsesiz, bir kadına tecavüz etmeyi, namuslu bir muhitte
namussuzluk olarak görmüyorlar. Sağlam değer
hükümlerinden yoksun oldukları için, kolaylarına
ne geliyorsa, hoşlarına ne gidiyorsa onu yapıyorlar.
- Oyunda bir çelişki var gibi geldi bana. Siz değer
hükümlerinden yoksun cemiyeti hicvediyorsunuz.
69
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Eserin kahramanı da cemiyetin değer hükümlerinden
yoksun olmasına başkaldıran bir tip. Böyle olduğu
halde, kendisine, kulübesine sığınan bir kadına,
balıkçıların tecavüz edişine kayıtsız kalıyor. Kadının
feryatlarına kulaklarını kapatıyor. Ona yardımcı olmuyor. Gözlerinin önünde işlenen bir kansız cinayete
seyirci kalıyor. Kahramanınızın, cemiyette şikayetçi
olduğu davranışlar karşısında susması, bir çelişki
değil mi acaba?
- Değil. Ben konuyu sizin görüş açınız içinde ele
almadım. Yargıladığım cemiyette, erkek aynı zamanda zayıftır, güçsüzdür, bencildir. Kadın, sadece bir
analık fedakârlığına kapılmaktadır. İnsan olan kimse,
böyle bir cemiyette yaşamaya kolaylıkla katlanamaz.
Cemiyeti ve kendisini değiştirmeye gücü yetmediği
zaman da yüreğini çıkarıp atar. Tabii yine kolaya kaçar.
- Sanıyorum ki oyunda, bu anlatmak istediklerinizi
açıklıkla ortaya koymak istemediniz. Birtakım sembollerle hareket ettiniz. Bir bakımdan seyirci oyunu
biraz kapalı buldu. Sebep ve neticeyi kesin çizgilerle
göstermediniz, galiba, hükmü seyirci versin dediniz?
- Oyunu içimden geldiği gibi yazdım. Bizim seyircimiz, genellikle pek kafa yormak gereğini duymaz.
Her şey önüne hazır gelsin ister. Sebep – olay ve
netice (önceden üstüne dikilmiş bir hazır elbise gibi)
karşısına konulsun arzu eder. Bu bakımdan kolaya
kaçmak temayülündedir. Halbuki ben, seyirciye bir
kıpırtı gelsin istedim.
- BİR YÜREK SATILDI oyunu televizyonda gösterildikten sonra, seyircilerden neler dinlediniz? Müsbet
veya menfi olarak neler söylediler?
- Aşağı yukarı aynı şeyler. Her iki grupta olanlar,
aşağı yukarı aynı kelimelerle konuşuyorlar. Mesela
şair Bahattin Karakoç, beni sevindiren uzun mektubunda, az önce sizin üzerinde durduğunuz konuya
eğiliyor. Diyor ki “…Balıkçı kulübesindeki son
sahne de gerçeğe yakışmıyor. Kadın ağır tecavüze
uğruyor. Durmadan, sevdiği insanın gelip kendisini kurtaracağını sayıklıyor. Ve sevilen insan, bütün
bunları ürpermeden dinleyerek duruyor. Tepki göstermiyor. Aradaki duvarı yumruklarıyla yıkmıyor. İnsan
tabiatına büyük bir zıtlık var burada…”
Siz de böyle konuştunuz değil mi? İşte bakın Bahattin Karakoç da aynı şeyleri yazıyor. İkiniz de şairsiniz.
İkiniz de erkeksiniz. Bir yerde bencil oluyorsunuz.
Oyundaki adamın susması gururunuzu yaralıyor.
Bunu gerçeğe uygun bulmuyorsunuz. Ama aynı
oyunda bir adam, göğüs kafesinden yüreğini koparıp
atıyor, yüreksiz yaşıyor, susuyorsunuz. “Allah Allah.
Olur mu böyle şey? Bir adam kendi yüreğini çıkarıp
atabilir mi? Sonra o adam yüreksiz yaşayabilir mi?
Bu ne biçim iş? Bu gerçeğe uymuyor. Burada insan
tabiatına zıtlık var…” demiyorsunuz. Bütün bunlar,
cemiyetimizdeki erkeğin bencilliğini bir kere daha ortaya koyuyor. Erkeksiniz. İşinize geleni alıyorsunuz.
Hissi davranıyorsunuz. Kolaya kaçıyorsunuz. İşte ben
BİR YÜREK SATILDI oyununda erkekleri de hicvettim, kadınları da…
- Kadın – erkek arasında bir denge kurup ölçüyü
kaçırmadığınız için şair arkadaşım Karakoç adına
ve kendi adıma size teşekkür ediyorum. Ama diğer
erkeklerin itirazlarını da saklı tutuyorum. Gelelim
oyun hakkındaki müsbet görüşlere.
- Önümde bir mektup daha var. Prof. Reha Oğuz
Türkkan İstanbul’dan yazıyor. Şu cümleler ona
ait: “…Piyesi seyrettim. Tahmin edebildiğimin çok
çok üstünde buldum. (Baş tarafını ben olsam şöyle
yazardım.) gibi teferruatın önemi yok. Eser tam bir
şiir. Sürrealist teknik de tadında bırakılmış. Sağ
olun…” Bunların dışında, BİR YÜREK SATILDI
için genellikle “üzerinde düşünülmesi gereken bir
oyun!” dediler. Bu görüş beni duygulandırdı. Buna
sevindiğimi söyleyebilirim.
- Necip Fazıl, bir eserinin senaryo haline getirilip
filme alınmasından sonra rejisöre “eserimi eseriniz
olarak seyrettim” diye tarizde bulunmuş. Siz, BİR
YÜREK SATILDI isimli eserinizi ekranda seyrettikten
sonra reji ve rejisör hakkında bir şey söyleyecek misiniz?
- Çekimden önce, eserin sayfa sayfa yorumunu
yaparak rejisöre verdim. Rejisör, bir–iki nokta dışında
esere bağlı kalmış. Çekim çok iyi olmuş. Oyuncular
rollerini büyük bir başarıyla oynadılar. Teşekkür borçluyum.
- Rejisörün değişiklik yaptığı o bir–iki noktayı sorabilir miyim?
- Eser ekranlara gelmeden önce, TRT Kurumu,
İstanbul’da bir basın toplantısı düzenledi. Oyun önce
gazetecilere gösterildi. Rejisör basın toplantısında
dedi ki: “…Yazar toplumu yargılamak istemiş.
Aydınları ve halkı eleştirmiş. Ben oyunda bir sınıf
üzerinde durdum ve zenginleri ele aldım. Zengin
sınıfı eleştirdim.”
Gerçekten de ben konuya bir sınıf açısından
bakmamıştım. Ben aydınlar demiştim. Rejisör,
aydınlar yerine zenginler demiş. Balıkçılar sahnesinde, balıkçıları yargıladığım bir sahneyi kaldırmış
ve oyunun ilk sahnesinde, aydınlar sınıfının yüzüne
kocaman benler koymuş. Bu bakımdan mezat salonundaki bana göre aydınlar, rejisöre göre zenginlerinde yüzlerinde birer ben vardır.
- Bizim de dikkatimizi çekti. O benlerin hikmeti nedir acaba?
- Rejisör, bu zenginler, benli insanlardır demek
istemiş galiba.
70
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Türk Edebiyatında Kadın Romancılar
ve
Emine Işınsu
•
Dr. Alemdar YALÇIN
Türk Edebiyatı’nda kadın sanatçıların bir bütün
halinde tahlil ve tenkidi üzerinde bugüne kadar nedense fazla durulmamıştır. Birçoğu magazin dergilerinde kalan ve hep modernliğin göstergesi olarak
değerlendirilen kadının; şiir, hikâye ve roman yazması
olayı üzülerek belirte-yim ki, yalnızca bir gösteriş çizgisinde kalmıştır.
Romancılığımızın son on beş yılı içinde, adını;
bakış açısı ve üsluptaki orijinalitesiyle duyuran
kadın romancılarımızdan biri de, Emine Işınsu’dur.
Sanatçıyı tam
manasıyla değerlendirebilmemiz
için, Tanzimat’tan bu yana edebiyatımızdaki kadın
romancılarımızı kısaca gözden geçirmemiz gerekecektir.
Romanın edebiyatımıza girişi, bilindiği gibi Batı
aile ve sosyal münasebetlerinin memleketimize
gelmesiyle beraber olmuştur. Batılılaşma hareketi,
kadınlarımızın Avrupa’dan gelen bazı san’atlara ilgisini artırmıştır. Bu ilgi, dış hayata açılma bakımından,
kadınlara göre daha şanslı olan erkeklerde sağlıklı
değildir. Üzülerek belirtelim ki bu sağlıksız gelişme,
kadınlara da sirayet etmiştir.
Çünkü bir durum değerlendirmesine dayalı,
serinkanlı düşünmenin ürünü olmayan bu hareket,
gittikçe daha da hummalı bir şekilde özenti ve taklit
halini almıştır. Bu sebeple Batıda, bilhassa Fransa’da
yetişen kadın sanatçıların şahsiyeti, insana bakış açısı
ve çevresini değerlendirme anlayışı hesaba katılmadan
«Bizde de olsun.» kaygısı, yapmacık birtakım eserlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Bütün bu mes’elelerin tahlilini yapmadan, bir
romancı olarak Emine Işınsu’yu değerlendirmek
eksik olacaktır. Çünkü kadın sanatçılarımızın önce
neyi yapıp neyi yapmadıklarının ortaya çıkmasından
sonra, yazarın özellikle kadın sanatçı olarak yeri de
kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Tanzimat’tan sonra, sanatçılarımızın roman ve
hikâyeye bakış açılarının yanlış olduğunu söylemiştik.
Bu yanlışlığın en büyük sebeplerinden biri, birbirinden
Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.74
farklı iki şeyden birini diğerine benzetme çabasıdır.
Yani, Fransız kadın sanatçısı gibi yazmaya ve davranmaya çalışmak bu yanlışın başlangıcıdır.
Fransa’da kadın romancılar nasıl yetişmiştir?
Çevrelerini ve insanları tanıtırken bu kadar başarılı
olabilmelerinin sebebi nedir? Rönesans’la birlikte
Haçlı Seferleri sırasında sarsıları Avrupa’nın sosyal
hayatında bir şehirleşme başlamıştır. Eskiden parmakla gösterilen asillerin yerini Fransız İhtilali’nin
hemen öncesinde sayısız şehirli zenginler almaya
başlamıştır. Ticari ve ekonomik gelişmeyi ellerinde
tutan bu zümre, Paris’te gece hayatını da yavaş yavaş
asillerin elinden almışlardır. Çoğu banker ve borsacı
olan bu zenginlerin çevrelerinde; san’atçı, düşünür ve
devlet adamları toplanmakta adeta yarış etmişlerdir.
Böylece, Paris’in gece hayatında san‘at ve edebiyat önemli bir yer almıştır. Düzenlenen gecelerde
bir şâirin, bir tiyatro sanatçısının, bir romancının
bulunması artık bir adet halini almıştır. 17. yüzyıldan
19. yüzyıla kadar yazılan bütün romanlarda bu sosyal
hayat bütün canlılığı ile kendisini gösterir.
İşte bu toplantılarda kadınların erkeklerle bir
arada bulunuşu, hatta bazı toplantıları kendilerinin
düzenlemesi, tabii olarak Paris’in sosyal hayatıyla
beraber, sanat hayatını da tesir altına almıştır. Madame de Stad’in felsefeyle karışık san‘at fikirlerinin
olgunlaşmasında evinde düzenlediği bu toplantıların
tesiri inkâr edilemez. (1)
Sohbet ve tartışmaların bir san’at ve edebiyat muhiti meydana getirdiği gerçektir. Üstelik bu alabildiğine
serbest bir kadın erkek münasebeti çerçevesinde
olunca kadının kadınlığının da ötesinde bir tecrübe
kazanmasına sebep olmuştur. Ünlü yazar George
Sand’ın özel hayatındaki dengesizlik buna örnektir. Yine ünlü yazar, Mme La Fayette’nin hatta yine
Mme de Stael’in özel hayatlarındaki uyumsuzluklar
bu toplantıların sonucudur. (2)
Özellikle 17. yüzyılda kadınların sanata ve düşünceye
merakları Moliere tarafından alay edilecek ölçülere
71
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
varmıştır. Ama bütün bunlar hem sosyal münasebetler
bakımından, hem de sanat kültürü ve sanat hevesi kazanmak bakımından önemlidir.
Paris’te 17. yüzyılın ortalarında yapılan bu
toplantıların hamisi durumunda olan kadınların
bulunması dikkat çekicidir. Bunlar içinde La
Bruyere’nin
ünlü
romanının
yazılmasında
payı tartışılmayan Markiz de Rombuyye’dir.
Rambuyye’nin evi Racine, Moliere ve daha birçok
yazarın okulu olmuştur.(3) Bu okuldaki ünlü yazarlar ve kadınların sanat ve edebiyat sohbetinde
bulunmaları, kadınların gece hayatının entrikalarında
oynadıkları aktif rol, kadın romancıların yetişmesine
önemli oranda tesir etmiştir. O kadar ki, böyle
toplantıların sadece meraklısı olan Mme de
Sevigne’nin kızına yazdığı mektuplar zamanımıza
gelecek kadar değer kazanmıştır. (4)
Michelet’nin Fransız İhtilâli Tarihi’nde ihtilâli hazırlayan sebepler için de, bu gece hayatında
kadınların rolünün uzun uzun anlatılışı, sanırız
görüşümüzü kuvvetlendirecektir.(5) İhtilalden sonra
bohem hayatının artık Hıristiyan ahlâkını da yıkarak
yaygınlaşması ise, bizim konumuzun dışındadır.
Yukarda kısaca özetlemeye çalıştığımız Fransız
sosyal hayatını artık günü gününe takib eden, Paris’te
çıkan moda ve magazin mecmualarını adeta kapışan
erkek ve kadınlarımızın da bu hayatı İstanbul’da
yaşamaya çalışmaları, o gün için normaldi.
Tabii bu yaşayış, Paris’ten haberler, Avrupa muaşeret kaidelerinin günü gününe alınması
yarışmasına dönünce, kadın sanatçı yetiştirme fikri
de ölü doğmuştur. Çünkü tahlil ve tenkide dayalı bir
sanat estetiğinin münakaşası yapılamamıştır. Nasıl
yapılsın ki, Fransa’ya öğrenime giden gençlerimiz
bile, ancak üçüncü sınıf felsefecilerin görüşlerine
sarılmışlar, o dönemin gerçekten büyük felsefecilerini anlayamamışlardır. (6)
Durum böyle olunca, Türk sosyal hayatında trajik
unsurlar olmadığı için romanın da geç başladığı fikrini savunanlara hak verdirecek bir takım değersiz
malzemeler ortaya çıkmıştır.
Kadın sanatçılarımız içinde, eğer gerçekten sanat ve edebiyat estetiği verilse, trajik birçok unsuru
romanlaştırıp üstelik bunu klasikleştirecek romancılar çıkabilirdi.
Zifaf gecesi eşinin kolundaki nohut yakısı sürülmüş
yarayı temizlemek zorunda kalan ve bu yüzden bir
hafta sonra da boşanan Leyla Hanım’ın hayatındaki
trajik unsurlar Prenses Cleves’deki iffet-yasak aşk
çatışmasından daha az ilgi çekici değildir. Kaldı ki
bu Leyla Hanım «dostlarının kendisini ayıplamasına
önem vermeyecek» kadar rahat ve cesurdur. (7)
Fransızcayı çok iyi bilen ve hatıralarını yazan
Leyla Saz’ın da dikkatinin hikayeye çekilmemiş
olması bir şanssızlık olsa gerek.. (8) Çünkü bunlardan
sonra gelen hanımlarımızın denemeleri seviye olarak
çok düşüktür. Edebiyat bir gelenek halinde, hep iyi
şeylerin üst üste konulmasıyla olgunlaşır. Üzülerek
belirtmek gerekir ki II. Meşrutiyet’in ilanına kadar böyle bir gayret olmamıştır. Şiir ise, her zaman
olduğu gibi, roman ve hikâyeden daha çok ilgi toplar.
İstanbul’da Recaizade Ekrem’le başlayan ve hemen hemen birçok konağa yayılan, sanat edebiyat
toplantılarında Fransız sosyal hayatının ve sanatının
bütün hareketleri adeta günü gününe takip edilir. Ama
bu takip ne romantiklerin ruh ve hayal dünyasındaki
çatışma, ne de realistlerin çevreyi araştıran, karşılaştıran ve yazan gözü olarak edebiyatımıza yansımıştır.
Hem kadın sanatçılarımız, hem de erkek
sanatçılarımız için sosyal hayatımızda yeteri kadar
trajik unsur vardı. Hatta klasizmin ve romantizmin
malzemesi olan büyük tarihi olaylar ve şahsiyetler
sayılamayacak kadar çoktu. Bir yandan günden güne
çürüyen ve yıkılan bir devlet; bu devletin yürütmesini
olan kusurlarıyla, ihtiraslarıyla, devlet adamları; öte
yandan azınlıklar, geri kalmışlık ve sayılamayacak
kadar problem. Bu problemli çevrede İnsanın mutlu
ve huzurlu olması da tabii ki düşünülemezdi. Bu kadar çok malzemesi olan sanatçımızın dikkati bu malzemeye çekilememiştir. Gazete ve dergilere hasta
yatağından yazılar gönderen Makbule Leman Hanım,
(9) devrini geçirdiği hastalıkların ruhundaki izlerini romanlaştıramaz mıydı’? Şüphesiz yapabilirdi.
Ve üstelik kadın sanatçılarımız için, hiç bir zaman
yazdıkları şeyleri yayınlayamama endişesi yoktu.
Feryâd ki feryâdıma imdâd edecek yok
diyerek içindeki fırtınaları ve sanatçı ızdırâbını
haykıran kadın sanatçımız eğer ilgi duysaydı, başarılı
romanlar yazması işten bile değildi. (10) Üstelik bu
mısraların sahibi evini edebiyat sohbetlerine açacak
ve edebi münakaşalarda bulunacak kadar hem kendi
edebiyatımızı, hem de Fransız edebiyatını biliyordu.
II. Meşrutiyet’ten sonra ise, İstanbul’da önce
erkeklerin başlattığı feminizm hareketi, birçok
kadın ve magazin dergisi yayınlanması, kadın
romancı yetiştirebilmemiz için iyi bir ortam
hazırlamıştır. Hatta kadınlar için konferanslar ve
özel kadın matineleri düzenlenerek, kadınların
sosyal hayata katılması teşvik edilmiştir.
Ancak, gazetelerin fasiküller halinde dağıttıkları
roman ilaveleri ve yayınların hemen tamamı, aşk,
kadın-erkek ilişkileri, moda ve magazinle alakalı
olduğu için yetişen yeni nesillere olumsuz etki
yapmıştır.
72
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Aşk ve özellikle flörtün asırlardır yasak sayıldığı bir
toplumda, bunun, yayın yoluyla meşruiyet kazanması
gençler arasına bu tür yayınlara alâkayı artırmış, ciddi sanat eserlerinin ikinci planda kalmasına sebep
olmuştur.
Bu devrede yetişen kadın sanatçıların hemen
tamamına yakın kısmı, sıradan aşk romanları
yazmışlardır. Fransa’da sepet ve cep kitabı olarak
değerlendirilen; yolda, işe giderken, dinlenirken
veya uykudan önce okunan romanların aynen tercüme ve adapte edilmeleri II. Meşrutiyet’in en büyük
kusurlarındandır.
1908 yılından sonra başlayan o zamana kadar
gençlerimizin henüz tanımadıkları evlilik öncesi
ilişkilerin romanlaştırılması, Cumhuriyet’ten sonra
da sürüp gelmiştir. Önceleri erkek romancıların tekelinde bulunan bu tarz roman yazarlığı, yavaş yavaş
kadınlarda da görülmüştür.
Yakup Kadri, Reşat Nuri, Peyami Safa gibi ünlü
romancılarımızın da gazetelerde bu tarz hikaye ve
roman tefrika ettirdiklerinii biliyoruz, Sanatçıların
büyük çoğunluğunun sırf çok satmak, bir kitapla ünlü
olmak merakı, akıl almaz ve gerçek dışı serüvenlerle dolu ucuz piyasa romanları yazılmasına sebep
olmuştur.
II. Meşrutiyet’in kadın romancılarından Şükûfe Nihal, Güzide Sabri, Suat Derviş, Fehime Nüzhet, Afife
Kemal, Mesâdet Bedirhan kadın erkek ilişkisini de
tam manasıyla bilemedikleri için, sevgilileri birbiriyle son derece komik diyaloglarla konuştururlar. Bunlardan Fehime Nüzhet’in 1.Dünya Savaşı sırasında
orduya yardım kampanyalarına katılmış olması sebebiyle, bazı sosyal konulara temas ettiğini görüyoruz.
Ancak ele alınan konularda hem romanların kuruluşu,
hem de olayların gelişmesi bakımından mantık
hataları görülür. Mesela, romanın bir yerinde öğrenci
olan genç, hemen sonra teğmen olur, daha hiç zaman
geçmeden bir başka sayfada da yüzbaşıdır.
Önceleri bu tarz aşk romanları yazan Halide Edib’in
ülkemizin geçirdiği sosyal ve siyasi değişikliklere bağlı
olarak yazdığı romanları bir kenara bırakırsak, edebi
kıymet taşıyan bir kadın romancı yetiştiremediğimizi
görürüz. Bunun en önemli sebebi, yukarda da
söylediğimiz gibi gelişen sosyal düşüncelere değil
de moda ve aktüaliteye önem vermemizdir. Üzülerek
söyleyelim ki, bu önem veriş yaygınlaşarak, günümüze kadar gelmiştir.
Bütün bu değerlendirmelerden sonra, Emine
Işınsu’yu başlıca iki yönden ele alabiliriz! Bunlardan
birincisi, edebiyat tarihimiz içindeki yeridir. Diğeri
ise, 1970 yılını bir dönüm noktası alırsak --ki kadın
sanatçılar açısından gerçek bir dönüm noktasıdır.sanatçımızın son on üç yılda eser veren kadın
romancılarımız içindeki yeridir.
Yukarıda anlattığımız, batılılaşmayı tam manasıyla
anlayamamış olan aydının te’sir sahasına aldığı
kadın sanatçıları, kendi hatasının içine sürüklediğini
görüyoruz. Cumhuriyet’e kadar eser veren kadın
romancıların sanat, üslup ve roman tekniği bakımından
Emine Işınsu ile mukayesesi mümkün değildir.
Bugün, Türk kadınının -geçmişe nazaran bir tecrübe kazandığı için- kaliteli eser verdiği ileri sürülebilir. Emine Işınsu’nun kültür seviyesi olarak, roman klasiklerini okuma imkânına sahip olduğu da
söylenilebilir. Ancak, Tanzimat’la birlikte birçok
Avrupa klasiklerinin ünlü romanları o zaman dilimize
çevrilmişti; yani, kadınlarımız bu örnekleri o zaman
da okuyabilirlerdi.
Türk kadını o güne göre bugün daha sosyaldir,
denilirse; bu görüş bir romancı için doğru olabilir.
Ancak, kaliteli roman yazmak için büyük bir avantaj olarak değerlendirilmemelidir. Işınsu’nun piyes olarak yazdığı «Bir Yürek Satıldı» isimli eserinde, insan psikolojisini ve ruh dünyasını kavrayışı
şüphesiz san’atçı yeteneğinin ürünüdür. Bu piyesini
çevre, insan ve olay açısından ele aldığımız zaman,
II. Meşrutiyet’te yazılmış romanların çevre, insan ve
olaylarına benzediğini görürüz. Oysa yazar, bu üç
unsuru başarılı bir üslup çatısı altına alarak, seyirciye sunma başarısını göstermiştir. Cumhuriyet’e
kadar eser veren kadın romancılarımızla, Emine
Işınsu arasındaki farklardan biri de sosyal muhtevalı
eserlerdir. Eserlerinde sosyal konulara temas
eden kadın sanatçılar, İstanbul içinden dışarıya
taşmamışlardır. Devrin yaygın siyasi tavrının
te’sirinde kalarak, adeta moda roman mantığını
kullanmışlardır. Emine Işınsu, sosyal muhtevası
olan romanlarında iki ayrı coğrafya takip eder:
Bunlardan birincisi Türkiye dışıdır. Yazar, bir zamanlar bizim olan Rumeli’de bıraktığımız ve «evlâd-ı
fâtihan» dediğimiz insanların acılarını dile getirir.
Önce bir olay hayal ederek, buna sebep ve sonuç
aramaz. Bir gerçekten yola çıkarak önce insanı
açıdan, sonra da san’atçı hassasiyetine göre yorum
yapar. Gerçek, bir zamanların verimli topraklarındaki
insanımızdır. Bu insanın insanca yaşayabilmesini istemek, san’atçının vazifesidir, Dikkati çeken diğer
bir husus, yazarın bu insanlarla arasındaki kültürel ve milli bağlılıktır. Önceki yazarlardan önemli
farklarından biri de müşahedeye dayanmasıdır. Bu
müşahede, yer yer etnoğrafik hususiyetler olarak
romanında yer alır. Işınsu’nun eserlerindeki ikinci
coğrafi mekân ise, doğrudan doğruya Türkiye’dir.
1970’li yıllardan başlayarak, eser veren veya ismini
duyuran kadın sanatçılar arasında Emine Işınsu’nun
yeri, çok değişiktir.
73
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Çok yönlü bir varlık olan insanı tanımak ve sanatçı
gibi işlemekle, insanın sansasyonel :bir davranışını
ele alarak istismar edip, şöhret yolu aramak arasında
büyük fark vardır. Birincisi ne kadar yüce ise, ikincisi
de o kadar süfli bir davranıştır.
Üzülerek belirtmek gerekir ki, kadın yazarlarımızdan
bir kısmı, ikinci yolu seçmiştir. Yani, kimsenin
yapamadığını yaparak, okuyucuyu şaşırtmak. Bu
kadın sanatçılarımız, gelişmiş ülkelerdeki bu tarz
sansasyonel bazı romanları örnek aldılar. Oysa, her
san’atçı bilir ki, sansasyonel roman başka, edebi roman başkadır. Edebi roman, basıldığı zaman belki
hiç satmayabilir. Lanetlenir, protesto edilir ama, o
her zaman bir san‘at eseridir. Batı’yı Tanzimat’ta ve
II. Meşrutiyet’ten sonra nasıl takip etmişsek, bugün
de aynı şekilde takib ediyoruz. Amerikalı yazar Erica Yong’ın birbiri peşi sıra çıkan kitabı, bu kadın
romancılarımız tarafından taklit edildi. Onlar özel
hayatlarının en gizli yönlerini, hatta biraz da normal
insanda pek bulunmayan kısımları romanlaştırdılar.
Böylece şöhrete ulaşacaklarını sanıyorlardı. Füsun Erbulak’ın daha ilkokuldan başlayan seksüel
davranış bozukluklarını anlatması, Sevgi Soysal’ın
«Yürümek» isimli romanında aynı şekilde isteklerinin
selinde akan tipleri, diğer yazarlara da örnek oldu.
Tabii olarak her davranış, kendisini haklı göstermeye yarayacak mantık örgüsünü de beraberinde
getirir. Bu kadın sanatçılarımız da «kadınlara özgürlük» istediklerini söyleyerek, kendilerini savundular.
En adi ilişkileri konu olarak alan Pınar Kür, kadınların «özgür» olamamalarına Müslümanlık’ın sebep
olduğunu söyledi.(11) «Ölmeye Yatmak»ta zavallı
Aysel, dilediği gibi sevişemediği için «özgürlük»ten
mahrum ve dolayısıyla mutsuzdur.(12)
Bir başka kadın yazarımız da, toplumda o kadar çok
esir muamelesi görür ki şaşarsınız. İstanbul’un en güzel semtlerinde oturur. Uludağ’da tatil yapar. Kendisi
gibi sosyalist arkadaşı Josep ile istediği zaman yatar;
buna rağmen gene de mutlu değildir!
1970’li yıllarda meşhur olan Fürûzan’a göreyse,
toplum evlilik gibi manasız şeyleri serbest bırakmış
ve meşru saymıştır. Aşk gibi güzel duyguları da
yasaklamıştır. (14)
Emine Işınsu’nun bunlardan birinci ve en önemli
farkı, kadın olarak erkek karşısında bir aşağılık kompleksine kapılmamasıdır. Çünkü kendisine bu levanten
zihniyetli hanımların sandığı gibi, ikinci sınıf insan
muamelesi yapılmamaktadır. Hiç bir romancı, önce
kadınların hür olmadığı fikrini peşin olarak benimseyip, onu isbat etmeğe çalışmamalıdır. Fürûzan
dışındaki diğer yazarlar böyledir.
Emine Işınsu ise, romanlarının hemen tamamında
ele aldığı mes’elelere bir kadın veya erkek gibi değil;
bir insan gibi bakmaktadır. Zaten belirli bir san ‘at ve
fikir seviyesi kazanan sanatçının böyle bir kaygısı da
kompleksi de olamaz.
1970’li yıllardan sonra «köy romanı» yazamayan bu bayan yazarlar, hem sol fikre yardımcı olma,
hem de yaşadıkları çevreden konu bulma endişesiyle
yola çıktılar. Biraz kültürlüleri olan Sevgi Soysal,
«Yenişehirde Bir Öğle Vakti»nde, kendince şehirli
küçük burjuvaziyi ele almağa çalıştı. Diğerleri
ise, aşk, ölüm ve cinsellik gibi konuları işlemeye
başladılar. Çünkü ülkelerinin insanını tanımayı
düşünemediler. Bu kadın san’atçılar içinde, edebiyat
tecrübesi ve emeği en fazla olan, Adalet Ağaoğlu’dur.
O da, «Ölmeye Yatmak»la Sevgi Soysal’ın peşinden,
fakat ondan biraz daha başarılı bir roman yazmıştır.
«Bir Düğün Gecesi» isimli romanını, ünlü İngiliz
yazar Huxley’den aldığı iddialarının ciddiyeti de
Ağaoğlu’nun san‘atçılığına gölge düşürmüştür. (15)
Emine Işınsu’nun ise, aydın kelimesinin taşıdığı
gerçek mana ile, memleketine ve İnsanına karşı bir
sorumluluk duyduğunu görüyoruz. «Ak Topraklar»
ve «Azap Toprakları»ndan sonra yazdığı «Sancı», bir
toplumun belkemiğini teşkil eden gençliğin acılarını
işlemesi ve meselenin çözüm yolları üzerinde
düşündürmesi bakımından önemlidir.
Yazar, halkına ve halkının problemlerine açıktır. Ülkemizde yıllardır tekrarlanan bir takım beylik sözlerin
etkisinde değildir. Bu özellikleriyle değerlendirildiği
zaman, Tanzimat’tan bugüne yetiştirdiğimiz kadın
romancılar içinde, insanım tanıyarak., duyarak ve
yaşayarak anlatan, ona yabancılaşmayan, bu sebeple
de sevilen ve okunan bir san’atçı olduğunu görürüz.
(1) Suut Kemal Yetkin, Edebi Meslekler Tarihi, DTCF yayınları,
Ankara, 1941.
(2) Atilla İlhan, Hangi Seks, Bilgi Yayınları, İstanbul 1974.
(3) Racine, Bütün Eserleri, Dün ve Yarın Külliyatı, İstanbul,
1934.
(4) A.G.E.,
(5) Michelet, Fransız İhtilali Tarihi 2, Devlet Kitapları, istanbul 1957.
(6) Dr. Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, Türkiye İş.
Bankası Yayınları, Ankara, 1964.
(7) Mahmut Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, Sayfa 881. (8)
A.G.E., Sayfa; 887.
(9) A.G.E., Sayfa; 9{)9.
(10) A.G.E., Sayfa; 1197.
(ll) Yankı Dergisi, 7,13 Nisan 1981l.
(12) A.G.Y.
(13) Leyla Erbil, Bir Tuhaf Kadın, Cem Yayınları, İstanbul,
198Ü’.
(14) Yankı Dergisi, 7-13 Nisan 198(1.
(15) Tartışmanın Böylesi, Burhan Günel, Türkiye Yazıları, Ekim
1981, Sayı 55, Ankara.
74
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
TUTSAK
•
Yetik OZAN
Emine Işınsu’ya
Uzanıp boşluğa döndüm:
Korku burcunda yücenin
Yaşlı gözlerim üşüyor,
Tavanından mor gecenin
Pembe böcekler düşüyor…
Silkinip kuşluğa döndüm:
Mor dağılır, al açılır;
Gün anahtar, gece kilit,
Gerinir dal dal açılır
Köse ahlat, kambur pelit…
Doğrulup taşlığa döndüm.
Bir zincir paslı sesiyle
“Dur” dedi, “senden öndeyim!”
Belli, dağılmaz sisiyle
Hep o ertesiz gündeyim…
Yeniden boşluğa döndüm.
75
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
TÜRK ROMANI VE IŞINSU
•
Ahmet Bican ERCİLASUN
Bugünkü edebiyatımızda bir Işınsu vakıası vardır.
Günümüzdeki Türk romanını onun ismini anmadan
değerlendirmek mümkün değildir. Bugünden yarına
kalacak birkaç isimden biri de şüphesiz Emine
Işınsu’dur.
Nâmık Kemal ve Ahmed Midhat Efendi, batı
tarzındaki Türk romanının ilk isimleridir. Roman
tarihimizdeki yerlerini, daha çok ilk olmalarına borçludurlar. Roman tekniğinde zayıf kalmış olmalarına
karşılık, bu iki edibimizin, bilhassa Ahmed Midhat’ın,
eserlerinde eski Türk tahkiyeciliğinin unsurlarını
kullanmış olmaları müsbet bir husustur. Bu çizgi, ancak Hüseyin Rahmi ile devam edebilmiş, ondan sonra
maalesef arkası gelmemiştir.
Batı tarzındaki romanın ilk örnekleri üzerinden daha
otuz yıl geçmeden ilk şaheserler ortaya çıkar: Mâi ve
Siyah, Aşk-ı Memnu, Eylül. Hâlit Ziya ve Mehmet
Rauf’un eserleri o kadar güçlüdür ki Türk romanı
onların çizgisinden bir türlü dışarı çıkamaz. Yakup
Kadri, Halide Edip ve Reşat Nuri aynı çizginin büyük
isimleridir. Cemiyetimizin geçirmekte olduğu derin
sosyal değişme, doğu-batı çatışması, Halide Edip ve
Yakup Kadri’nin romanlarında sosyal zemin olarak
yer alır. Bu, onların Servet-i Fünunculara göre üstün
taraflarını teşkil eder. Yakup Kadri’nin bir üslupçu
olarak da romanımızda önemli yeri vardır. Ömer Seyfeddin, Reşat Nuri ve Refik Halit ise bugünkü sade
Türk nesrinin (uydurmacılık bir yana) yol açıcılarıdır,
Roman tekniği, üslup, sosyal muhteva ve psikolojik derinlik.. Bütün unsurları birleştiren deha, Peyami
Safa’dır. Belki bir yazarımızın bir eseri, onun herhangi bir eserini aşmış olabilir. Fakat bir bütün olarak
Peyami Safa ‘nın romancılığı, edebiyatımızda henüz
aşılmamış bir sıradağ silsilesi olarak durmaktadır.
Safiye Erol’un Ciğerdelen’i, Tanpınar’ın Abdullah Efendinin Rüyaları romanı (hikâyesi) ve Atsız’ın
Ruh Adam’ı, edebiyatımızdaki tek tek zirvelerdir.
Ciğerdelen ve Ruh Adam tarihle bugünü birleştiren,
zaman kavramını âdeta silen yapılarıyla romanımızda
çok ayrı bir yer tutarlar. Abdullah Efendinin Rüyaları
ise doğrudan doğruya bir rûhun macerasıdır ki
böyle bir maceranın bir daha kaleme alınabileceğini
Töre Dergisi, S.139, s.58
sanmıyorum.
Yukarıda belirttiğim gelişme çizgisi içinde sosyal
realistler veya köy romancıları -birkaç istisna olmakla beraber-, tam bir gerileme teşkil ederler. Ya
hepten iyi, ya hepten kötü tipleriyle, içine düştükleri
basmakalıpçılıkla bu romanlar 1870li yılların çizgisindedir. Sırtlarından bu ağır yükü atabilen yeni
neslin sosyalist yazarları, romanımızın gelişme çizgisini yakalamış görünüyorlar.
Bugünkü Türk romanında üç isim var: Tarık
Buğra, Emine Işınsu ve Sevinç Çokum. Diğer iki
romancımızı başka değerlendirmelere bırakarak
konumuz olan Işınsu’ya gelebiliriz.
Küçük Dünya’dan itibaren devamlı bir gelişme
gösteren Işınsu, bilhassa roman tekniği ve tipleştirme
açılarından günümüz romanında ilk isim sayılmak
gerekir. Roman tekniği, belki bir başka ifadeyle kompozisyon, Işınsu’da mükemmeldir. Olaylar kusursuz
bir şekilde sıralanır ve sonuca ulaştırılır. Işınsu bir
gerilim romancısıdır ve okuyucunun merak duygusunu elinde tutar. Kronolojinin dışına çıkış, bilhassa
Canbaz’da tatbik edilen geriye dönüş tekniği gerilimi
aksatmaz, bilakis daha canlı hale getirir.
Işınsu’nun tipleri, roman yapraklarında sayfa sayfa
canlanır. Roman ilerledikçe; ruh yapılan, davranışları
ve konuşmalarıyla adeta öteden beri tanıdığınız canlı
insanlarla kendinizi yan yana bulursunuz. Yalnız bu
tiplerin fizik portreleri biraz siliktir. İlay, Kemal Efendi. Ali ve Sevim Abla böyle canlı, yaşayan tiplerdir.
Işınsu’nun bir de idealize edilmiş kahramanları
vardır: Tutsak’da Tarık, Çiçekler Büyür’de
Arif, Canbaz’da Mehmet. Bu tipler yazarın çok
değişik bir yönünü, belki de biraz fanteziye
düşkün tarafını ifşa ederler. Onlar; yerde yürüyen, oturan, kalkan, konuşan kahramanların adeta
başlarının üzerinde yer alan daha yukarıdaki bir tabakaya aittirler. Yaşayan kahramanların zihinlerindeki, ruhlarındaki ideal çizginin insanları. Fakat
Arif böyle olmasına rağmen ne kadar canlıdır! O
ölünce sanki bir ideal ölür. Sevgili Işınsu, o romanda
Bulgaristan’daki Türkleri değil de bugünkü halimizi
mi gördün yoksa?.; -Tamamen sübjektif olarak
76
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
söylüyorum- bu ikinci tabakanın kahramanları, beni
daha çok cezbetmektedir. O esrarlı kahramanlarda
büyülü ülkülerin büyülü güzelliklerini yaşarım.
Işınsu’nun romanında üçüncü güçlü taraf sosyal zemindir. Tutsak, Sancı ve Canbaz; her biri bir askeri
müdahale ile sonuçlanan üç devri çok canlı olarak
verir. Tutsak, zannedildiği veya takdim edildiği gibi
Kerkük Türklerinin romanı değil, 1960 öncesi Türkiyesinin romanıdır. Kerkük‘teki katliam, ikinci
bir tabaka olarak ve uzaktan uzağa eserde yer alır.
Doğrudan doğruya dış Türkleri konu edinen romanlar, sadece Azap Toprakları ve Çiçekler Büyürdür.
Bu iki romanıyla da Işınsu, edebiyatımızda hususi bir
yer tutar. Bizden olan, bizim parçamız olan Rumeli
Türklüğünü, bütün dramıyla bu eserlerde yaşarız (1).
Işınsu’nun çok canlı ve açık bir üslubu vardır. Bu
üslup, belki de san’atkârâne olmadığı için tenkit edilebilir. Fakat bence romanda artistik nesir ancak yer
yer bulunabilir; böyle parçaların fazla uzatılması,
roman için «kullanılışlı» değildir. Bundan sonraki
romanlarında Işınsu’nun artistik nesre zaman zaman
yer vermesinin faydalı olacağı düşüncesindeyim.
Bunu bilhassa tasvirlerde yapmalıdır. Zaten bana göre
Işınsu romanının eksik sayılabilecek taraflarından
biri dış tasvirlerdir. Tabiat, eşya ve insanın dış
görünüşü, roman için şöyle bir dokunulup geçilecek
kadar önemsiz olmasa gerektir. Bir de, Işınsu’nun bir
romancımızda «mâlûmatfüruşluk» olarak nitelediği
hususun roman için bir ölçüde lüzumlu olduğunu
eklemeliyim. Bilgili ve kültürlü kahramanlar, ölçülü
ve biraz «mâlûmatfüruşluk» acaba Işınsu’nun en
mükemmel taraflarından biri olan gerilimciliğini
aksatır mı?
Emine Işınsu, yukarıda saydığım özellikleriyle,
Türk romanının gelişme çizgisini başarıyla devam ettirenlerden ve bugünkü Türk romanının zirvelerinden
biridir.
(1) Çiçekler Büyür, sosyalist rejimin yaşanmış olaylara dayanan mükemmel bir tenkidi olarak; Azap
Toprakları, Batı Trakya’daki Türklere karşı Yunan zulmünü gösteren canlı olaylarıyla, hariciyemiz veya devletin
ilgili kuruluşları tarafından batı dillerine mutlaka tercüme
edilmelidir.
Desen: Kenan Eroğlu
77
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
KÜÇÜK DÜNYA
•
Mehmet Şeref ÖNAL
Vaka:
Nur, annesinin baskısı ile çocukluk basamağından
geçmeden, büyük adam muamelesine tabi olan bir
genç kızdır. Annesi, O’nun iyi yetişmesini, ilimle
uğraşmasını istemektedir. Üniversitenin bitmesine
kadar kesinlikle annesinin programından ayrılmayan
Nur, içinde bulunduğu şartları değiştirme azmi ile
önce annesini karıştırmadan evlenmeğe karar verir.
Talebelik günlerinin arkadaşı Ferit ile evlenir. Bu
hareket, annesine göre, yıllardır üzerinde çalışılan bir
«san’at eseri» nin, sonun da malzeme kötülüğünden
dolayı, «heba» olmasından başka, bir şey değildir.
İstanbul’dan Urfa’ya çıkan tayin ile «KÜÇÜK
DÜNYA»sının inşasına devam eden Nur, orada
Gariplere -Urfa’nın dışından gelerek, oraya yerleşen
Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.110 “
yabancılara- dahil olur. Canan adlı bir arkadaş bularak, Urfa’nın tabii zenginlikleri ve sosyetenin
taşradaki gidişatı hakkında, fikir edinir.
Nur kendisinden başlamak üzere, insanları ayaküstü
tahlil etmek, mutluluğu, mutsuzlukla karşılaştırmak
ve Ferit’ten şikâyet ederek, günlerini geçirmektedir.
Bu yalnızlık, Ferit’in en iyi arkadaşı Murat gelince
biraz­azalır. Bir ara, Urfa’daki tarihi eserleri inceleme
gezisinde, Nur, daha evvel hayat hikâyesini dinlediği
Murat’a, kendisini «çok yakın» hisseder, Bu duygudan başlamak üzere, Ferit hesabına «vicdan azabı»
duymak gibi, dcğişik bir ruh halini yaşar.
Urfa’nın sosyal hayâtı ile ilgilenirken, tesadüfen bir
dînî âyîne misâfir olması, Nur’un hayatını daha derin ruhi girdaplara sürükler, değiştirir. Nur, Ferit’in
78
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
trafik kazası geçirmesini, hamile oluşunu, eskisinden
daha makul bir boyun eğişle, kabul eder. Ferit yine
kendisini anlamayacaktır. Hususi olarak yaklaştığı
Murat, sadece, Ferit’in arkadaşıdır! Nur! «KÜÇÜK
DÜNYA»sını, büyük dünya içinde eriterek. Ferit ile
yaşamaya devam eder.
bir mutluluk anlayışı ile yetiştirilmiştir!... Hâlbuki
şahıslar. «KÜÇÜK DÜNYA»larını, büyük dünyaya
açarlarken, kararlı bir irade ile; o iradeyi özümleyen sevgi-nefret, korku-cesaret, üzüntü-sevinç, vs.
duyguları, «İMAN» ederek dengeye getirmelidirler.
«Zemzem Bacı, Gariplere iş yaptığı için yerlilerce
aforozlanmış. ilk geldiğim günlerde Zemzem Hanım,
derdim. Pek bozulurmuş! Nihayet dayanamadı:
-Bana Bacı de... Garipler «hizmetçilere» hanım,
derler, ben hizmetçi değilim... » (s: 11)
Eserde Zemzem Bacı, yozlaşmaya karşı milli benliklerini muhafaza edenlerin öğüdünü, değişen yerine,
tekrarlamak vazifesini yüklenmiştir. Bu küçük diyalogu «kültür yozlaşması» ifadesi içerisinde inceleyebiliriz:
Ak alınla, şimşek çakan gözlerle; «Ağır Bar» a
duran, Erzurum’da ve bir kısım şark vilayetlerimizde, 12 yaşına basan her erkek çocuğa, şahsiyetinin
oturmasını sağlamak ve Hz. Peygamberin Hadis-ı
Şerif’lerinde buyurduğu emri, yerine getirmek
üzere «Efendi» derler! Kara yağız yiğitler «Ahmet
Efendi, Selçuk Efendi» nidalarını duyunca «Seniha
Hanımların, Gülsen Hanımların» şahıslarındaki gururu idrak ederler. Efendilik, Hanımlık, bize, Orta-Asya‘daki Atsız tabirini hatırlatır. Orta-Asya‘da herkes
doğuştan atsız olduğu gibi, şarkta da herkes doğuştan
«Efendi»dir, «Hanım» dır.
Ferit eserdeki aşık Nur’u, annesinden daha değişik
sevebilen; yetişmesinden meydana gelen arızayı ve
hassas karakterini kapatmaya çalışarak, hiç olmazsa,
düğüne kadar sabretmesini bilen bir erkek olarak
işlenir… Ferit, hesap yapmaktadır. Nur ile beraberken nerde susulacağını, nerde konuşulacağını
artık öğrenmiştir!.. Nur’da da annesine isyan etmenin
hesapları vardır. Aşkın «gönül işi» olduğunu, her ikisi
de bilememektedir. Evliliği gerçekleştirdikten sonra, daha da az düşünmeyi seven Ferit, her şeye boş
vermiştir; mutluluğun pergeli, şahıs ile münhasır daireler çizer! Fakat Ferit, iğneyi midesine koymaktadır.
Merkez orasıdır! Nur biraz düşünür. Olayları muhakeme etmeye çalışır. Ama bu işi şuursuz yaptığı
için, daha doğrusu hissi davrandığı için, o da «dairesinin merkezi» ni tesbit edemez. Ferit’te bulamadığı
mutluluğu Murat’ta araması, Avrupai evliliklerinin
Anadolu’da yaşayan bir numunesini «KÜÇÜK
DÜNYA» yoluyla, gözler önüne serer:
İhanet mubahlaşmıştır. Kutsal müessse «Kadınerkek ilişkilerinin yozlaşmasıyla» yıkılmıştır. Bu
hassas tez‘in işlenmesi, okuyucuya yıkılan değerleri
göstererek rehberlik eden san’at eserlerinin «en güzel
örneğini» teşkil eder.
İşlenen Tezler:
Ana karakter Nur’un şahsında,«mutluluk» teorileri
değerlendirilir.
Zamanımızda, cem’iyetin topyekün mutluluğa gitmesi için uğraşan bir takım sistemler en fazla toplumun yapı taşı olan «aile» ye kadar inerler! Veya o birime kadar bile yaygınlaşamazlar. Şahıslardan, çok az
bahsederler. Şahısları da içine alan bir tasnif söz konusu olsa bile, bu tür bir planlama «fert başına düşen
yıllık gelir» veya «fert başına uygulanan asgari ücret»
gibi, ana başlıkları bir türlü geçemez. Şahıslara tatbik ettirilmeye çalışılan unsur formalitelerdir! İdare-i
maslahattır! Tabii olarak, bu uygulamanın neticesi,
fert-fert, aile-aile dolayısıyla, topyekün mutsuzluğun
tezahür ettiği dertlerin bilançosudur.
Oysa şahısların şuurunda olarak mutluluğa gidecekleri yol inanmaktır, iman etmektir! Bu neticenin
gerçek olduğundan habersiz olan «KÜÇÜK DÜNYA»
daki karakterler, teferruatlarla uğraşmaktadırlar.
Nur annesinin elinde şekil bulmaya çalışan,
fakat o suni mutlakıyete karşı çıkamayan, isyan
serzenişlerinin içinde yaşamaktadırlar. Okuyucu,
Nur’un, bu sun‘i merkeziyetçiliğe karşı çıkmasını,
bu duruma müdahale etmesini beklemektedir. Bu
bekleyişi zamanında kavramamızı sağlayan yazar,
ilerki sayfalarda, randevunun sevincini, okuyucu ile
birlikte yaşar.
Nur, evlenmeye karar verirken, mutlu olmak için
gidilen yollardan birinin kenarında zorluyor gibidir.
Aslında, verdiği kararın «şuurunda» değildir!... Nur,
oyun bahçesinde, bir erkek arkadaş görmek istemiştir.
Belki «Ben çocuk değilim!» derken, büyükleri azarlayan bir çocuk gibi, şahsiyetini bulmaya çalışır. O’na
göre, bu bulmacanın galibi, mutludur!
Nur, çocukluğunu yaşamamıştır!.. Akranları bahçenin yemyeşil yapraklarından bebeklerine elbise yaparlarken, o, felsefe teorilerini, oyun haline getirememenin, üzüntüsü içindedir. Okuyucu Nur’un doğacak
çocuğunu bir «plastik bebek», kocası Ferit’i ise «Doktor Amca» gibi görmeğe, artık alışmıştır. 56. sayfada
başlayan evlilik serüveni, mutluluk getirmemiştir.
Yaşlı ve yalnız kendisinde gerçekleştiremediği çizgileri, çocuğunda şekillendirmek için çalışan bir annenin ithamları altında kaybolan Nur, dine ters düşen
79
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
AZAP TOPRAKLARI
•
Reşat GÜLER
«Söyleyin be, siz de gavur mu oldunuz, söyleyin?..
Muhsine’min mezarcağızı kazıldı bu toprakta, söyleyin Mahmut ağa, bu ev yerceğizi için öldü. Oğlum bu
ev yerceğizi için aklını kaçırdı, kızım bu ev yerceğizi
için öldü. Uğursuz toprak, kara toprak benimdir,»
Diyor bir dertli ana, Yunan’ın kilise yapmak istediği
bir karış toprağı için!
«AZAP TOPRAKLAR!», işte bu Batı Trakya’nın
dinmeyen acısını yaşatıyor bizlere... Kulaklarımda bir
deliçay uğulduyor, okudukça! Bekir’in, Ak Hoca’nın,
Aydın öğretmen’in. Selim’in, Muhsine’nin ve Nazlı
Bacılarımın, bize ulaşabilen dertleri bunlar. Ya onlar,
beni duyabiliyorlar mı? Gözyaşlarımı görebiliyorlar
mı? Ben de, onlardan fazla .. bir de yardım edemememin «acısı» var! Kendi kendime yetemiyorum! Elim
oraya, nasıl ulaşsın? .. Yunan’a «kardeşlik şarkısı»
sıralayan zihniyeti silememiştim daha! ...
Orada «camiler» buldozerlerle yıkılırken, ben «Tahta At»ı onarmakla meşgulüm. Ben nüfus planlaması
ile eritilmek istenirken;
«A be susak ağızlı. O nasıl söz! Doğur inadına,
doğur da, «çoğalıyor» diye ödleri kopsun, gavurların,
uykuları kaçsın!» Diyen Fatma Bacı’yı, nasıl tanırdım.
Okudukça yüz güçlü «Milliyetçi Türkiye» özlemi,
büyüdükçe, büyüyor milyonluk gönlümde.
İçim içime sığmıyor hırsımdan. Gümülcine’ye uçmak istiyorum. Fakat yürümekten acizim. Bekir nasıl
gelsin «meclisin» önüne, derdini anlatmak için...
«Ha desen, al bayrağı alıp, çıkacak damın üstüne...
Köylüler kalkar mı ayağa, kalkar! Vallah sabaha dek,
uyku girmez gözlerine, öyle seyrederler al bayrağı
mutlak... Cumartesi günleri, Cumhuriyet Bayramı’nda
filan, sırf «o’nun» altından geçmek için gitmiyorlar
mı Konsoloshane’nin önüne... Yeter mi seyretmek!
yeter mi bir altından geçmek ve sonra, bunun için
hesap vermek Yunan polisi’ne: yetmez! Ölünür o «al
bayrak» için be, ölünür!»
san Kürşad’ın soyundansın ha Yunan, kaldır isyan
bayrağını».
Diye mırıldandım. Sonu ne olacaktı bunun?
Eğilmeyen bir ulu çınar daha kırılıp, kuruyacaktı. Ben
o’nu düşünmekten bile uzağım be! Fırladım dışarıya,
durulmak için. Kar yağıyordu.
«Kahvede yedi adam vardı. Yedi açık yara gibi...
Kan içlerine akıyordu ve kar aktığından utanmadan
yağıyordu!»
Satırlarındaki harfler, buz gibi taneler olmuş,
doluşuyordu kulaklarıma. Kar aşağıdan mı, yukarıdan
mı yağıyor. belli değil. Sıkıntım, daha da arttı. Önüme
gelen ilk sinemaya girdim. Leyla ile Mecnun filmini
seyredemedim. Çıktım. Yine, Gümülcine’deydim! Bu
da aşk mıydı?
«Bu yaz, bir şeyler getirecek mi bize, toprağı benim
diye saracak mıyız, sen ondan haber ver... Nâzlı kızı
unuttuk biz... »
Derken, yüreği kan ağlayan Bekir’i, düşündüm!
Yine gözlerim mi dolacaktı ne? Herkes, yabancı geldi
birden, yapayalnızdım Başkentte. Koşarak yurdun
yolunu tuttum. Akşam ezanı okunuyordu. Acaba,
oralarda da «tekbir» sesleri, duyuluyor mu? Yoksa;
«Bir çocuğa, Türk’lüğümü belletsem yeter. Burada
kalacağım!»
Diyen, Ak Hoca’ların yerini;
«Türk’lük neymiş, zaten Türkiye kâfir oldu»
Diyen, Kazım Hoca’lar mı almıştı hepten? Şu
şemsiyenin altındaki «sarı saçlı, kırmızı kurdelalı,
minimini etekli kız» Muhsine’ciğe ne kadar uzak...
Kar hafifçe yağıyordu. Ben hala, koşuyordum.
Görenler, ıslanmamak için koşuyor zannedecek. Bir
şeyden mi kaçıyordum; yoksa bir hedefe mi ulaşmak
istiyorum. Bilmiyorum! Birden aklıma gelmişti.
Site yurdundaki Kerkük’lü arkadaşlarla dertleşmek.
Ha Gümülcine’li, ha Kerkük’lü, özümüzü yoğuran
aynı dert değil mi? Biraz konuşup ferahlamalıyım.
Boğulacağım! Kar hala yağıyordu. Düştüğü yerin,
kirliliğine aldırmadan.
Diyen Bekir’e, ne öğüt vereyim;
«Haydi be; Bekir! Kırk kişi ile Çin Sarayı’nı baTöre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.105
80
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
AZAP TOPRAKLARI
•
Hüseyin MÜMTAZ
Emine IŞINSU, NOBEL alamaz... Ben de
NOBEL’in yahut uluslararası herhangi bir yarışmanın
jüri üyesi olsam, Emine IŞlNSU’ya tek oyumu bile
vermem.
Emine IŞINSU, romancı mı, romancı; dilini çok iyi
kullanıyor mu, kullanıyor, çağının tanığı mı, (!) elhâk. . O hâlde?...
Ha kadınlığı derseniz, hiç alâkası yok bu
düşüncemle.. Kadın romancı olmaz mı, o da olur.
Hem romancının kadın olması, ille her olaya kadınca
bir yorum getirmesini de gerektirmez ki; dudak bükelim. Yâni, romanın kapağında kadın ismi görünce, ya
yalnız kadınları ilgilendiren olayları yazdığı yahut
bütün olayları kadınların gözüyle yazdığı gibi bir ön
hüküm mü takılıyor aklımıza?..
Hayır.. Mesele bunların hiç biri değil.
Meselâ bir kış günü, akşam vakti, günün bütün
yorgunluğuyla, dışarının soğuğundan, kirinden,
kalabalığından evinizin sakin, huzur dolu havasına
girince, meselâ yemeğinizi yiyebiliyor, sonra
pijamalarınızı giyip, meselâ çocuklarımızla alt alta
üst üste şen şakrak kahkahalar atıp, oynayabiliyor
ve meselâ sonra şöyle ayağınızı uzatıp televizyonda
istediğiniz programı seyredip veya gazetelerinize dalabiliyor musunuz? Ve meselâ bunları yaparken tatlı
bir rehavetle kestirebiliyor musunuz? Ama Emine
Işınsu bunları yazmıyor.
Emine lşınsu; insanlığın ortak(!) değerleri olan
barış, özgürlük, kardeşlik yahut insan hakları, emeğin
en yüce değer olduğu yahut ne bileyim, bütün dünya
halklarının kardeş olduğu ve bu düşünceden hareketle
Rus ağabeyin Afganlı ya da Polonyalı kardeşini neden
öpmesi gerektiğini de yazmıyor.
Emine Işınsu; meselâ bir Batı Trakya Türkü’nün,
neden akşam evine gidemediğini bir Kerkük Türkü’nün
akşam evinin neden ısınamadığını, Bulgaristan’daki
Türk çocuklarının akşam evde babalarıyla gülerek
oynamayı neden unuttuklarını, hattâ 70’li yıllarda
Türkiye’de Türk milliyetçilerinin çektiklerini yazıyor.
Emine Işınsu bildiğim kadarıyla hep nobrium, librium vb... kullanır, her sorduğumda da başı ağrımaktadır.
Ben de ne zaman onun romanlarını okumaya
başlasam, midem ağrıyor. Midemin ortasına bir sol
kroşe yemiş gibi olurum romanın ortalarında, sonra bu
ağrı yükselir, boğazıma gelir oturur kalır. Kapatırım
kitabı, yarım kalır günlerce.. Cesaret edemem devam etmeye. Azap Toprakları’nda da böyle oldu (Batı
Trakya), Tutsak’da da böyle oldu (Kerkük), Çiçekler
Biiyür’de de (Bulgaristan) ve Sancı’da da böyle…
(Türkiye)
Fikret Kürşat, Emine Işınsu’yu Kıbrıs’a davet etmiş,
Kıbrıs Türk mücadelesini yazsın diye… “Artık acı
çekmeye tahammülüm kalmadı” diye cevap verdiğini
söyledi bana. Doğrudur. Ve Emine Işınsu Nobel alamaz, vermezler. Çünkü Emine Işınsu Türk’ü, Türk’ün
çilesini yazmaktadır.
Emine Işınsu bunalıp, bir takım baskılardan çekinip, İsveç’e, Almanya’ya, Fransa’ya veya meselâ
Arabistan’a da çekip gidemez. Çünkü Türklerin ikinci
vatanı olmaz... Vatan burasıdır.
Oralara gidip, dışarıdan Türkiye, Türkiyeli halkların
kurtuluşu üzerine ahkâm kesmez. O Türkiye’de kalıp,
Türk’ü yazmaya, acı çekmeye, Nobel alamayacağını
bile bile Türk’ün çilesini yazmaya mecburdur. Türk’le
beraber gülünceye kadar...
81
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
TUTSAK
•
Dr. Hüseyin YENİÇERİ
“Tutsak”(1) Işınsu’nun Ötüken Yayınları arasında
çıkan yeni romanı. “Küçük Dünya” (2) adlı romanı ile
bu türde ilk eserini veren yazar, Turizm ve Tanıtma
Bakanlığı’nın “Sanat Armağanı”nı kazanmıştır. İkinci
romanı üç yılda üç baskı yapan “Azap Toprakları”
(3) adlı, dış Türkleri konu edinmiş güçlü bir eser.
Bu romanda Işınsu kendine özgü üslûbu ve başarılı
bir anlatımla, Batı Trakya Türkleri’nin kendi kaderlerine terk edilmişliklerini; acı, ıstırap, ölüm dolu
hayatlarını hikâye etmiştir.
Milli Türk romanının ustalarından olan yazarın “Ak
Topraklar” (4) adlı tarihî romanında, Dede Korkut üslûbuna yakın bir anlatımla Türklerin Anadolu’yu yurt
edinişleri anlatılmıştır. Sanatçının dördüncü romanı
Tutsak ise Irak Türklerini ele almış. Birçok millî
meselemize de parmak basılan eserde, içimizdeki
tutsaklar da anlatılmış, hangi hasletlerini kayıp ettiklerinden bu durumlara düştükleri verilmeğe
çalışılmıştır.
Bizce Tutsak önemini, ele aldığı konudan
almaktadır. Konunun derinliğine ve gerçekçi bir
tutumla işlenişini de eserin önemini arttıran diğer
unsurlar olarak kabul edebiliriz. Romanda Türk
Milliyetçiliği ülküsü ile dopdolu bir idealist olarak
tanıtılan Târık, tüm Kerkük’lü soydaşlarımızı temsil
eden bir semboldür. Târık, yüzyıllarca hür ve bağımsız
yaşamış milletine, büyük bir imanla bağlıdır. Milletinin tutsaklığı, sömürülüşü, horlanması O’nu yeyip
bitirmektedir. Milletinin yüceliğine olan inancı, O’nu
yarına umutla bağlanmağa yöneltiyor. Bu kurtuluş
umudunun «Anavatan»dan uzatılacak kardeş ellerle
gerçekleşeceğini sanarak, Türkiye’ye gelmiştir. «27
Mayıs»tan 1 yıl öncesine tesadüf eden o günlerde
Türkiye için için kaynamaktadır. Derdini çoklarına
söylemiş, sadece ülkücüler dinlemişler O’nu. Târık bu
guruba ve liderlerine içtenlikle inanıyor. Fakat onların
da yapacakları bir şeyleri yoktur. Sonunda Kerkük’e
dönüyor Târık. 14 Temmuzda bütün Türkleri yok etmeği
Hacettepe Üniversitesi Öğr. Üyesi
(Bozkurt Dergisi, 1973, Ankara)
82
amaçlayan komünistlerin tertipledikleri katliamda O da,
diğer soydaşlarının içinde şehâdet şerbetini içiyor.
Tutsak gerek Türkiye sınırları içindeki Türkleri, gerekse
dış Türkleri; her çeşit tutsaklıktan kurtaracak ülkücü lideri
de müjdeliyor.
Dil bakımından başarılı bir Türkçe’nin uygulandığı eser,
tahlil etmeğe çalıştığı devrin panoraması durumundadır.
Eserin birçok yerine serpiştirilen Kerkük Horyatlarının,
onu, birçok yönden millî çizgilerin yoğun olduğu bir
tablo durumuna ulaştırmada büyük katkıları olduğunu
görüyoruz. Bo horyatları ile kendi acılarını dile getiren
söyleyişlerden başka, bu vefalı ve mustarip soydaşlarımız,
bizim dertlerimizle de yakından ilgililer.
Emine Işınsu’nun dış Türkler meselesine Azap
Toprakları’ndan sonra eğilen bu yeni romanının ülkümüze
büyük katkıları olacağını sanıyoruz. Sanatçı bu fikrî eserinde, gerçekçi bir yol izleyerek meselelerimizi tahlile
çalışmıştır. Türk Milliyetçiliği ülküsüne gönül verenlere,
bu eserin birçok yararlar sağlıyacağına inanıyoruz.
DİPNOTLAR
(1)TUTSAK, Emine Işınsu, Ötüken Yayınevi, 1973 - İst.
(2)KÜÇÜK DÜNYA, Emine Işınsu, Yağmur Yayınları, 1966 – İst.
(3)AZAP TOPRAKLARI, Emine Işınsu, Ötüken Yay.1969 – İst.
(4)AK TOPRAKLAR, Emine Işınsu, ÖtükenYayınevi, 1971 – İst.
Desen: Üzeyir Çaycı
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
SANCI’YI BUGÜNDEN OKUMAK
•
Ahmet ŞAFAK*
Cemil Meriç, “ Ruskin kitapları ikiye ayırır“ der.
”Geçici olanlar, kalıcı olanlar.. Geçici olanlar faydalı
veya tatlı birer konuşma: Seyahatnameler, hatıralar..
Kalıcı kitap sohbet değil yazıdır. Bir kaç sayfaya
sıkıştırılmak istenen bütün bir hayat!“
Kitabı hayatla ifadeleyen bu açıklama bir yazarın
fantazyası değil elbette. Ömrü acı, tatlı olayların
ortasında geçmiş ve içinde yaşadığı toplumun
macerasına bigane kalmamış insanlar için kalıcı
kitapların yeri harp yoldaşlığı mesabesindedir.
Harp yoldaşlığı unutulmaz!
Sancı romanını okuduğumda yıl her halde 1979’du.
Bu tarih, şimdi zaman şuurunu yitirdiğimiz bu vakitte, o kadar uzak ve o kadar yakın ki kitabın bir
çırpıda içtiğim sayfalarında bazen geriye dönük
okumalar yapıyor ve Şişli’nin kıyıcığındaki okulumuzun marksistlerine Leyla,Turgut, Adnan, Seyhan
gözüyle bakıyordum.
Beni üç sahne çok etkilemişti. Arkadaşlarını takas
yoluyla kurtarmak amacıyla kaçırdıkları solcu gençleri “esire bakmak Türkün töresindendir “ gerekçesiyle yedirmek için ceplerindeki paranın hepsini
harcayan ağabeyler ve Önkuzu’nun suret değiştiren
şehadeti..
Peki üçüncüsü?!! O, hala hatıra boyutunda yaşayan
bir sahipsizlik sendromu: Coşkun Karakaya’nın
suçsuzluğunu ispat için şehit Süleyman’ ın son nefesini feda etmesi ..
Bu üçüncü sahne, bir mübarek şehidin timsaliyetinde, Türk milliyetçilerinin doktriner anlamda sosyal alana çıktığı zamandan itibaren yaşadığı yalnızlık
ve kimsesizlik halinin ölümcül ve trajik bir numunesidir. Yalnız ve yaralı yüreklerin pür kahramanlık ve
beklentisiz adanmışlık ikliminde cehtettikleri masumiyet çabası, bütün devirlerde boğaza takılan cehennem halkası gibidir. Hayatın hesap kitap denkleminde
hesapsız ve umarsız bir alturizm, adaletsizliğin en
acıtıcı hallerini yaşatır insana.
*Sanatçı, Yazar
Bu ülkenin dirliği ve Türk milletinin varlığı davasını
önüne koyan genç yüreklerin sistem ve devletlûlar
nezdinde cüzzamlı muamelesi gördüğüne yaşayarak
tanık olan bir neslin içinden geliyoruz? Sistemin
içinde nefes alıp sistemin dışında tutulan diğergam fedailer, türlü çile ile anlatılacak bir zamandan şahaser
bir yalnızlık hikayesi çıkarmayı bildiler.
Ülkücülerin bu yalnızlığı Osmanlı sarayına ve Cumhuriyet köşküne sarmaşık gibi yapışan dilaver oğlanı
devşirme güruhu tarafından estirilen yabancılaşmanın
gölgesinde gerçekleşti? Bir yanda dilaverler sistemi
diğer yanda bu sistemi yıkacağım diye köşkü ele
geçirmeye çalışan haşhaşin tayfası..Bu hain denklemin arasında kalan ülkücüler.. Devran şimdi de aynı
teknikle dönmüyor mu? Bu devranda Dündar Bey
aksini söylese de ölüm ve sorumluluk hep gölgede,
zemheride, koridorda, meydanın ortasında kalakalan
fedailere düşüyor.
Buruk bir sahne.. Leyla, devrimci arkadaşları
tarafından hırpalanmıştır, suçu ülkücülere, Dursun’a
atar. Ali büyük bir hayalkırıklığı ve öfkeyle Devlet
dergisine gelir ve ona gerçekleri, ablası Leyla’ya gönül
koymasın diye törpüleyerek anlatmak iftira mağduru
tarafa düşer? Batıcı algıyla mazoşizm tadındaki bu
duruş aslında Türk Milliyetçiliğinin bir karakter ideololojisi olduğunun da altını çizmeye muktedirdir.
Bu süreci ülkücüler yaşadı. Romanın bu derece iç
burkmasının bir sebebi de kahramanların nefes alıp
verişleridir. Şimdi o iklimin uzağındayız, itiraf edelim.
Şehit Süleyman’ın son nefesi hâlâ sesimizin
arkasında yedekte bekleyen bir can simidi gibi. Ve
biz bu helâl nefesi unuttuğumuzda kendi hikâyemizin
ötelerine savruluyoruz.
Hayal dünyamız geçmişi de içinde barındıran
“şimdi“ coğrafyası. Bir yaşanmışlıklar odası..Sadece
bizim değil, bizim adımıza bir yerlerde yaşayanın da
“bizim dejavumuza“ girdiği anlar iklimi.. Çiçekler
83
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Büyür, Küçük Dünya, Azap Toprakları, Tutsak, Canbaz, Nisan Yağmuru..
Hepsi bizden bir parça,hepsi maveramızın bölümleri, hisseleri. Bugünkü günde, küresel terziler tarihi
atlasımızı paramparça ederek en büyük parçasını da
Yeni-Osmanlıcı kompartıman şeklinde ayırmadan
önce kitap kitap Türkün ruh iklimine dokunan eserler
bunlar.. Hepsi parçamız ama Sancı doğrudan doğruya
biziz. Ertuğrul Dursun Önkuzu’nun Zile’de doğan ve
Ankara’da fani anlamda sona eren hayatı bu hikayede
sadece bir ayna; bakıyorsun kendi hikâyeni görüyorsun. Leyla’nın sesini duyduğunda bağ evine sırtüstü
uzandığında yeni yetme serçeciklerin kanat seslerini
işiten aslında biziz.
Ziya Gökalp’in Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak eserindeki “Şehirli” sınıfından çıkmış
Saadettin tiplemesi
ancak sevimli, şımarık
ve gayri milli sınıfına gayri milli bir başka
ideolojiye kapılarak yabancılaşacak bir Leyla
yetiştirebilirdi. Ve bu sınıfın içinde bataklıktaki çiçek
gibi sınıfının günahlarını temizleyecek bir saflıkta
Ali... Dursun’un yabancı olduğu bu çevre aslında hepimizin yabancı olduğu ama geniş kalabalıklara galebe
çalan imtiyazlı bir çevre değil mi? Ve Dursun’un,
Ali vasıtasıyla “kimse hükmen kötü olamaz ve biz
insanları sınıf sınıf değil milli kültürün içinde,dışında
ya da duyarsız şeklinde değerlendiririz“ diyerek
elini uzattığı bu kast bugünde altın tepsi içinde küresel güçlere teslim olmuyor mu? Minicik Dursun’un
bir garip bir yoksul bir derin arkadaşlık kurduğu
Hemşire Nurten’in yıllar sonra mahvolup gitmesine
seyirci kalmamak için yapayalnız nasıl çırpındığı da
ancak ülkücüye has bir insancıllıkla açıklanabilir.
Teoriden yoksun derin ve öznesiz..Ve Sadettin’ler yine
konjöktüre göre kapıların ardında kim var diyerek
cümlelerini binbir maskeye boyayarak kurmuyorlar
mı? Yaşamı “tapi olmak “söylemiyle faydaya tekabül
eden zihniyet yürütme gücünü,siyasi güce, ekonomik
güce ve son tahlilde küresel güce devşiren haşhaşinler
karşısında elindekini korumak için memleketi ateşe
atarak teslim olmuyor mu? Ve şimdi Nişantaşı gecelerinde ilahili, fasıllı ikbal toplantıları düzenleyip okyanus ötesine övgüler düzülmüyor mu?
Devlet dergisinin yazıhanesinden içeri giren saçları
toplu genç kadın Dursun’un hikayesini içselleştirerek
Saadettin’in nemelazımcılığını, Turgut’un küçük
burjuva şalına bürünmüş sahte haysiyetini, hemşire
Nurten’ın tutunamayanlar köyünden çıkardığı ruh
kadavrasını ideolojik bir hınçla edebiyat tarihine
armağan etmiş değildir. Bugün Devlet Baba nosyonuna bi hakkın dikkat eden dünün Demirel’inin pragmatik hezeyanı bizim için oldukça öğreticidir artık.
Biz ”İti ite kırdırıyoruz“ aforizması içindeki yerimizi
çoktan unuttuk. Bozkurt edasıyla gezindiğimiz tarihin içinde yaramızdan hala kanlar akıyor ve biz nöbeti
devretmedik. Zaman aslında bizde yaşıyor.
Kitaplar, bir kuantum tılsım gibi, okunduklarında
yeniden yazılırlar. Hele hele kalıcı kitaplar hiç ölmezler ve yeni yazılmış gibi tazedirler. Sancı kitap
değil adeta bir eşik. Benim eşiğim, bizim eşiğimiz.
Romantizmini kaybetmeyen
bir ruh eşiği. Postmodern zamanların öğütücülüğünde ileriye atacağımız uzun adımın arkamızda duran kuvvet noktası.
Öyle demiyor mu Henry Bergon “toplumlar çağı
kaçırdıklarında bir yaratıcı hamleye muhtaç bulunurlar. Bunun için geri geri gitmek ve hızlanarak ileriye
atılmak şarttır..” İşte geride duran hız eşiği Sancı’dır.
Sancı’yı okuyunca kabuk değişimlerin dışında
toplumun değişmediğini gözlemlemek çok mu anakronik olacaktır. Süleyman Özmen şehit düştüğünde
kalabalık içinde yürürken halkına “o sizin için
öldü, izin umurunuzda değil“ diyerek içlenen Dursun, bugün yaşasaydı açılıma ve sekiz bine yakın
Mehmetçiğin aziz naaşına rağmen oyunun yarısını
iktidar partisine veren seçmen iradesine nasıl hitap ederdi? “Bu al kınalı koçlar sizin için şehit oldu
ama siz dizi filmlerden, Acun Ilıcalı imzalı gösterilerden, evlilik, yemek, magazin programlarından kendinizi alamıyorsunuz, bu tiyatronun müsebbiplerini
destekleyerek zulme ortak oluyorsunuz “ demez miydi ?
Sancı bize çok şey öğretiyor. Sancı kalıcı bir
kitap olarak zamanı aşıyor ve bizi kendi metoforumuzu yaratmaya sevkediyor. Dursun Sancı‘da
yaşıyor; sadece Zile’de ki gençlere değil bugün
bu fetret ortamında fikri koordinatlarından habersiz olanlara da rafine bir dille söylenmesi gerekenleri söylüyor: Eğer milletin fertlerinde milliyetine, töresine, dinine bağlılık kalmamışsa o millet
benliğini kaybeder kendisi olmaktan çıkar. Sokaktan okula kahveden fabrikaya koşmalıyız. Kendi
sanayimizi kendimiz kurmalıyız. İmkanlarımız bol
bu imkanları büyük ve güçlü Türkiyeyi kurmak için
kullanmalıyız. Biz toplumcu ekonomik görüşe sahip olduğumuz için milliyetçi değiliz, biz milliyetçi
olduğumu için toplumcu ekonomik görüşe sahibiz..
Bu sözler, ülkücü hareketi solun karşısına
yerleştirerek reaktif bir statikoda tutmak isteyenlere zamanın üzerinden hitap ediyor. Bugün, ülkücü hareketten sol bittiği için kendisini feshetmesini bekliyorlar. Büyük milliyetçi Türkiye’yi kurmak
değil, solu tasfiye etmek şeklinde sınırlandırılmış
bir lokal hareketi düşleyenler aslında çekilen bunca
sancının hatrına küresel zihniyetin yerli işbirlikçiliğine
soyunuyorlar. Sancı’da ki ülkücü, sosyal, kendinden
emin, inançlı ve doktriner.. Sancı’da ki ülkücü kitabi,
84
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Çalışma: İsmail Kandemir
mücadeleci ve şovalyeleri kıskandıracak bir tarihsel kimlik tadında.Töresine düşkün,çizgisine bağlı,
tartışmacı ve bilgi eksenli. Sancı’da ki ülkücü Türkçü,
müslüman ve çağdaş..
Sancı direnenlerin öyküsünü içeriyor.
Bu direncin çok kalesi var artık. Çünkü çok sancı
çekildi. Sadece çekilen sancıyı unutanlar var. Bir
de unutmayanlar ve daima hatırlayanlar. Aslında
bize bir Dokuz Işık Yürüyüşü daha gerek. Köslerin
vurulduğu, Mehterin çalındığı. Öğrencilerin, esnafın,
işçinin, memurun saf tuttuğu, düzenli birlikler halinde
Tandoğan’ı şölen havasına döndüren yürüyüş..
Önde Dursun, mavi renkli Göktürk bayrağını
taşıyor... ”Tanrı Türkü korusun !” nidaları çınlıyor
dört bir yanda. Altı sosyal dilim ve milliyetçi Büyük
Türkiye’nin fedaileri balkonlardan atılan çiçeklerle
adım atıyorlar geleceğe.. Küresel kaosun efendileri
bu sosyal ülkücülüğün, bu içtimai mefkureciliğin
karşısında afallıyorlar.
Bu hayal mi ?
Bize bir Devlet daha gerek. Osman’ın Ali’ye çay
demlemeyi öğrettiği, Mehmet’in geciken yazıları toplamak için ceht ettiği, Dündar Bey’in boy boylayıp
soy soyladığı bir devlet.
Zayıf uzun siyah saçlarını arkasına gelişigüzel
toplayıvermiş, siyah bir pantolon ve kazak giymiş,
yorgun yüzlü bir genç kadın yazısını bizzat
getirdiği ve Ali’nin yanağını okşayarak “sen de kimsin“ dediği, ülkücü fikrin köşelerini, sistemini, tarihini, ekonomik görüşlerini anlatan bir Devlet.
Büyük dava adamları zaman içinde zamanı
yaşayanlardır. Zemin, zaman, mekan farkı gözetmeksizin iyi olan, güzel olan ne varsa yaşayan ve
yaşatanlardır. Türkiye o günlerde değil artık değişti
diyenlere söyleyecek çok sözümüz var. Değişimin
kirli yüzünü renklere boğarak idraklerden kaçırmaya
çalışanları deşifre etmek artık çok kolay. Çünkü bütün stereotipler karşımızda, sahnede yerlerini almış
durumda. Saadettin’de yaşıyor leyla’da.. Sabiha’da
yaşıyor Turgut’ta.. Bakın tombul elli, kel kafalı “iti ite
kırdıran da“ hamdolsun yaşıyor. ”Ülkücü sözüymüş
sizin komünistlerden ne farkınız var“ diyen fakültenin
kaytan bıyıklı öğrenci birliği başkanı şimdi Saadettinlerle kol kola vererek iktidara oturdu. Hala yaşıyor.
Dursun mu ölecek!
“ Erenler ölmez efendim suret değiştirirler !”
85
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
“Çiçekler Büyür” Hakkında
•
Galip ERDEM*
... Efendim ben, Çiçekler Büyür romanı üzerindeki
düşüncelerimden çok, yirmi yıldır yakını olduğum
ve eserlerini yazarken umumiyetle yakınında
bulunduğum romancımızın “kendisinin de sözünü
ettiği” hususiyetlerden konuşmak istiyorum. Bu hususiyetler, şüphesiz bana göre, gerçek bir sanat eseri ortaya koyabilmenin de bir manada şartlarıdır.
Efendim, Emine Hanım, bir roman yazacağı zaman,
iki yönlü bir hazırlık yapıyor. Birisi işin emekçiliği,
bilgi...
İlk romanından son romanına kadar, bu emekçiliği
gerçekten imrenilecek bir dikkatle, hassasiyetle yaptı.
Şahidiyim hadisenin. Ak Topraklar’ı yazarken; ciddi
Selçuklu Tarihi okudu; hem de bu konuda yazılmış bir
kaç tarih kitabını birbirleriyle karşılaştırarak. Osman
Turan Bey ne diyor, efendim Altan Köymen ne diyor,
Kafesoğlu ne diyor... Şu isim nasıl yazılır, doğrusu
nedir? Alparslan’ın hanımından, anasından hepsini...
Peçenekler, onların tarihimizdeki yeri nedir... Velhasıl
Ak Topraklar, böyle yazıldı. Sonra Tutsak, Kerkük
Türkleri... Buradaki Kerküklülerle görüşmeler,
Kerküklü Türklerin durumuyla ilgili kitaplar okundu;
bu hususta bilgisi olanlara müracaat edildi; 1956’nın
meşhur katliamı ile ilgili, her türlü imkân zorlandı
ve bilgi istendi. Azap Toprakları, Batı Trakya’da
şehirlerde ne var ne yok; hepsini araştırdı. Çok geniş
bilgi taraması yapıldı. Batı Trakyalı çocuklar arandı,
bulundu. Böylece Azap Toprakları yazıldı. Sancı
yazılırken, yollara düşüldü. Zile’ye gidildi, rahmetli
şehidimiz Dursun Önkuzu’nun ailesi, oturduğu ev,
Töre Dergisi Aralık 1982 S.139
babası ve kardeşlerinin yanında bir kaç gün kalındı.
Zile gezildi. Ailenin tarihi ve konu ile ilgili her şey
öğrenildi. Buradaki Ülkücü gençlerle ki, zaten kendileri de onların ablası durumundaydılar. Mücadelelerin bir daha macerasını ve destanını dinledi. Çiçekler
Büyür’de de aynı şey yapıldı, diyelim Mahmut Necmettin, Altan Deliorman Bey vasıtasıyla dinlendi.
Bulgaristan’daki arkadaşlar, Batı Trakya’dakiler gibi
değildiler, biraz daha fazladırlar içimizde, pek çok
tanıdık dost vardır aralarında. Mesela Ahmet Cebeci ile
günlerce konuşuldu, hangi kelime nasıl söylenir, komünizmin Bulgaristan’daki uygulama ve istikrar inceliklerine kadar araştırıldı. Şimdi kitabı okuyanlarınız
biraz da, istihbarat bilirlerse; şunu anlayacaklardır;
Karanfilof’la Mehmet Ali’nin konuşmalarında iyice
istihbarat bilgileri vardır. İstihbarat yöntemleri vardır
yani. O işler, araştırılmadan, o konuşmalar yazılamaz.
Bu romanın emek isteyen hazırlığı...
Ve bir de ruh hazırlığı; roman tasarlandığı vakit,
hemen kahramanlarla -hele- önde gelen kahramanlarla ahbaplık ve duygu alışverişi başlıyor. Kötülere kızılıyor ama öyle sıradan değil, bu kızgınlık
yaşanıyor, iyiler seviliyor... Benimle çok münakaşası
olmuştur, onun sevdiği bir şeyi ben az sevmişimdir.
Kavgasını yaşamıştır, yani adeta o kişilerin
kahramanlarının halini yaşıyor. Bu kendisinden çok
şey vermeyi gerektiren bir hazırlık. İlay’ın dertli anını
yazıyor, bakıyorsunuz dertlenmiş. Mesela birinin
sinirli anını yazıyor, asabi!
Mesela biz babanın (Kemal Efendi) durumu ko-
86
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
nusunda anlaşamamışızdır, baba aslında; hep büyük
babanın baskısı altında kalmış, büyük babayı
aşamamanın ezikliğini duyuyor. Ama bu bana, bir
yerde de, sonradan anlaşılıyor ki minareye bayrağı
çekendir! Ben dedim ki; baba baskısının tesiri ile,
“Hani sen o kadar mı yaptın, ben daha iyisini yapayım
da gör “psikolojisini kale almaz” “hani bu aslında
büyük bir iş değil, çünkü bir itilişle yapılmıştır” demez; Bayrağı kim çektiyse kahraman odur, der. Yani
Kemal Eminofa, kahramandır: Işınsu ise, bunu aksini
iddia eder; Kemal’i bu işi sırf varlığını isbat etmek
için insiyaki olarak yaptığını söyler. Neyse, bizim
aramızda bir anlaşmazlık söz konusudur. Ama yazarken Işınsu, her şahısla iç içedir. Kendini yer, bitirir!
Uyumaz, başı ağrır ve gerçekten adeta hissetmez,
yaşar. Işınsu’nun sözlerinin doğru olduğunu ben bütün samimiyetimle tasdik ediyorum.
Evet, ben tekrar sözümün başına dönmek istiyorum; arkadaşlar, ben ilk toplantıda da söyledim,
çok konuştuğuma bakıp sakın iddialı biri olduğumu
sanmayın, bu işlerden fazla anlamam. Yalnız iyi bir
okuyucuyum. Büyük sayılan eserlerin de hani pek
çoğunu okumuş olduğumu söylersem mübalağa
ettiğimi sanmayın. İşte ben, öyle eserlerin ancak
böyle yazılabileceğine inanıyorum. Şöyle bir şey
duymuşsunuzdur; gel şunun romanını yazayım, şiirini
yazayım. Bana göre, böyle şey olmaz! O duymadan
öte bir şey hissetmek yahut işte romancımızın ifa-de
ettiği gibi yaşamak!
... Bana hak verdin, teşekkür ederim. Ancak benim
itiraz ettiğim husus yanlış anlaşılmış. Efendim, ben
demiyorum ki, niçin baba öyle gösterildi, romancı isterse babayı daha da kötü yapabilirdi. Her baba iyi midir, ne berbat babalar vardır!. İtirazım, o baba tipinde,
bayrak asma davranışı olmayacağı üzerineydi.
... Usül hakkında bir şey söylemek istiyorum.
Arkadaşlar lütfen tenkitlerini yaparken, elbette tenkit
hakkı mukaddestir de, tenkitlerini yaparken iyi bilmedikleri bazı hallere dikkat etsinler. Efe’nin diğer
söylediklerinin hepsini geçiyorum. Efendim, Arif,
Bulgar’la içki içer mi? Arif gizli teşkilatın adamıdır.
Bulgar’la aklınıza gelen her şeyi yapar, başka türlü
de gizli teşkilat üyesi olmak mümkün değildir. Yani
gizli teşkilat mefhumunu, biraz biliyorsanız, mesela: bu söz söylenmez, Arif, hareketin lideri; Arif
komünisti de tavlayacak, Arif, icap ederse rakı da
içecek! Müslümanlıkla, casus, gizli teşkilat vs, böyle
şeyler yok mu, Bahaddin Özkişi, Köse Kadı’ya neler
yaptırmaz, ve yapar da Köse Kadı, niye yapamasın ki!
Yapmaya mecburdur. Vatan hizmeti, din hizmeti, millet hizmetidir. Yani böyle detaylara, girilmese iyi olur.
87
Nabi Avcı arkadaşımız romanda «burjuva
Türkiye’si» deyiminin kullanılmasını Marksizm’in
ilkeleri ile bağdaştıramamış. Böyle bir hatanın
yapılmasını romancının bilgisizliğine veriyor. Eee
arkadaşımızda nükte kabiliyeti mevcut! Marksizm’e
ait on altı sayfalık bir broşür okuyan kişi, böyle bir
yanlışa düşmezmiş efendim!.. Peki, şimdi ben diyeyim, herkes kendini her konuda konuşmaya mecbur
hissetmese, anlamadığı işlere karışmasa daha iyi
olmaz mı? Nasıl laf bu?. Burjuva Türkiye’si sözünü
romancının kendisi veya fikirlerini paylaşan bir
kahraman kullanmış değil ki, Bulgarlar böyle diyor
kardeşim Bulgarlar! Hem Bulgaristan’daki Türklere
hem de Türkiye’ye yönelik propagandalarında
böyle diyorlar. Ancak Bay Avcı, Bulgar Komünist
propagandasında böyle bir deyimin kullanılmadığını,
Emine Işınsu’nun sırf ideolojik bir karalama gayreti
içinde, Bulgarlara haksızlık ettiğini söylemek istiyorsa, çok rica edeceğim, biraz bir şeyler öğrensin, tavsiye ettiği on altı sayfalık broşürü önce kendisi okusun.
Ben Ruscuk’da üstelik Marks, Lenin ve Dimitrof’’un
fotoğrafları ile süslenmiş müftülük odasında; yarısı
Bulgarca, yarısı Türkçe basılmış Yeni Işık Gazetesi
gördüm, okudum. En sık karşılaştığımda bir «Burjuva
Türkiye’si» idi. Uzağa gitmeğe ne hacet, arkadaşımız
Türkiye’de yaşıyorsa, aydan falan yeni gelmemişse,
Türkiyeli Komünistlerin çıkardığı dergilere, duvar
yazılarına lütfedip bir baksın, burjuva Türkiye’si deyimi var mı yok mu?,,
Deminden beri konuşmaları dinliyorum, hepsi
iyi niyetli. Yalnız bu arkadaşın konuşmalarını hariç
tutuyorum. Şunun için söylüyorum, ben içimden
geçenleri aynen, biraz da ihtiyarlığımın verdiği avantajla aynen söylemeyi tercih ederim. Şimdi efendim,
İlay’ın ailesi yapaydır. O kelimelerin kullanılması bir
yana bu hükme –aile öyle olmamalıdır o ayrı- böyle
bir aile İlay’ın ailesi yapaydır, dedi avcı. Valla bu,
Türkiye’de hiç aile tanımamak gibi bir şeydir. Erkek
çocuğu olmadığı için hafakanlar basan, evini terk
eden, karısını boşayan erkeklerimizi hiç duymamış,
görmemiş olmaktır. Yine Kemal iyi adam, karısını
boşamadı. Bu Türkiye ailesidir. Türk ailesidir. Ama
mücerrette bir aile varsa, onu bilmiyorum. Onun için
«yapay» olmaz da, olsa olsa hoşunuza gitmeyen bir
gerçek olur. Bunları ben… neyse başka bir kelime
söylemeyeyim. Bunun ötesi şu galiba, nasıl görmek
istiyorsak, öyle görüyoruz. Ve herhalde münekkit dediğimiz adamı, bizler gibi değersiz lafçılardan
ayıran da, bu. Nasıl görmek istiyorsa, öyle gören
adam değil de münekkit, olduğu gibi gören adam. O
neticeyi çıkardım.
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
“Çiçekler Büyür” Hakkında
•
Umay GÜNAY*
...Ben de burada konuşan bütün arkadaşların romana bakışları üzerinde duracağım. Işınsu kendisini ve
eserlerini tanıtırken, hayatından ayrı olmadığını
söyledi. Yani eserleri kendisidir ve çevresidir. Bir
yerde, yaşadığımız gerçek hayattır. Bunu ben de,
aynen kabul ediyorum; Işınsu, yaşanılan hayatı,
yaşanılan duygulan eserlerinde aksettiriyor. Bunu
böyle kabul ettikten sonra, arkadaşların itirazları
bir yerde romandaki tiplere veyahut esere olmuyor
da, hayatın gerçeğine oluyor. Ben, böyle kabul ettim. Neden bütün itirazlarda şunu görüyorum ki,
neden acaba roman kahramanları bize birer destan
kahramanı olarak, verilmedi? Neden biz bunları birer
destan kahramanı olarak, göremedik?
Eh, biz de destan devrini geçeli çok asırlar oldu.
Destan devrini geçtikten sonra pek çok devletler kurduk, Osmanlı’yı da yıktık, Türkiye Cumhuriyeti’ni
kurduk. Onu da devam ettirecek miyiz, yıktıracak
mıyız?. Onun sancısındayız bugün… Bu bakımdan,
eserleri değerlendirirken «insan gerçeği»ne karşı
çıkmayı, doğru bulmadığımı söylemek istiyorum.
Hiç birimiz kusursuz değiliz. Kusursuz olamadık,
Tanrı hepimizi, bir takım iyilikler ve bir takım kusurlarla yaratmıştır. Belli yaşlarda, mesela yirmi yaş
civarlarında insanlar çok daha idealist oluyorlar. Güzel
bir şey idealist olmak. Ve idealist olarak, benimsediği
fikirleri gerçekleştirme çabasını verebilmek de güzel bir şey. Ama hayatın gerçeklerini reddetmek de,
insanı, zannediyorum doğru bir sonuca ulaştıramaz,
Yani gerçekleri, çirkinlikleri veyahut eksiklikleri
tanıyarak, bunlara acaba nasıl karşı çıkabiliriz, bunları
nasıl yok edebiliriz sorusu, sorulsa ve bir cevap aransa, daha doğru olur. Bazı arkadaşlar, bu İlay ailesine
itiraz ettiler. Hepimiz isteriz, hepimiz düşünürüz; ilk
Töre Dergisi Aralık 1982 S.139
mektep kitaplarındaki gibi anne baba, büyükanne,
dedelerin bulunduğu, çocukların çok sevildiği ve
herkesin birbirine sevgiyle saygıyla baktığı ve evlerine girdikleri zaman sıcak yemek buldukları yani
manevi ve maddi ihtiyaçların tam olarak karşılandığı
ailelerin, cemiyetin bütününü teşkil etmesini. Ama
hepimiz biliyoruz ki, bugün pek az aile bu ideal durumu gerçekleştirebilmektedir. Bu bakımdan hani
burada romancıyı, karşımıza alıp, onu nasıl yazdın,
bunu nasıl böyle söyledin demek, doğru bir şey
değil. Yani biz burada romanın dışına çıkıp, hayatın,
gerçeklerin münakaşasını yapıyoruz. Arkadaşların
konuşmalarından bunu anladım. Sonra yine insani
zaaflarda, zaaf mı demek lazım veya Tanrı’nın verdiği
duygulardan diyelim; İlay’ın aşkına itiraz edenler pek
çok oldu. Nasıl olur, nasıl yapar diye. Acaba hepimiz,
hayatımızın bütün anlarında ve her konuda her zaman, irademizle mi hareket ediyoruz Duygularımızın
tümünü birden söndürebiliyor muyuz? Sözlerimi
şöyle toparlayacağım; gerçek hayata itiraz etmek
yerine, bu gördüğümüz eksiklikleri nasıl tamamlayabiliriz, sualine cevap aramaya çalışsak. Bu yolda bir
gayret sarf etsek, çok daha faydalı olur kanaatindeyim. Ayrıca burada şunu da belirtmek isterim ki, bir
çok sanatçı gerek şair, gerek romancı insan olarak pek
çok sanatçı tanıdım. Bu arada Işınsu, bu sanatçıların
içinde çok mütevazı ve gerçekten mükemmel bir
insandır, bunu da söylemeden geçemedim. Bu da bir
gerçek, yaratma zor bir şeydir, zor olduğu için de,
çoğunlukla sanatçılar -sadece bizim için değil, herhalde bütün dünya için: böyle söz konusudur. – son
derece kaprisli insanlardır. Son olarak ben, eseri, kusursuz bulduğumu söyleyeceğim. Işınsu’yu burada
tekrar kutluyorum.
88
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
“Çiçekler Büyür” Hakkında
•
Yahya AKENGİN*
Evet, ben şöyle bir genel değerlendirme yapmak
istiyorum. Bir romana önce, inandırıcılık açısından
bakarım. Şimdi bu roman konusu itibarıyla, gerçekten yüzde yüz yaşanmış, verilmiş. Öyle ki ayni konularda, aşağı yukarı okuduğumuz işte «Mao’nun
Zindanları» Arthur London’un Hatıraları, itirafı; Arthur Köstler vs, diğer yazarlar. Bunları da göz önünde
bulundurduğumuz zaman, gerçekten konu incelenmiş,
rejimin gaddarlığı, hiç bir engel tanımazlığı, insan
dışı hali.. Bunun yanı sıra romanın güçlü bir tarafı,
imajlarda, mesela o baştaki «akçabardaklar» ve
«İlay».. Bunun gibi birçok yerde güçlü imajlar var.
Ki, bu romanın çok önemli yönlerinden birisi de bu.
Ruh halleri de, konuşmalar da gerçekten iyi verilmiş.
Bir de benim üzerinde durduğum, romanın önemli bir
özelliği, okuyucu olarak, beklenenler ve sürprizler!
Bazı sürprizlerle karşılaşıyoruz. İşte İlay’ın babasının
bayrak asması, hiç beklenmezken! Beklenen de ne?
Daha hareketlilik bekliyor insan bu romanda, daha
canlı faaliyetler bekliyor. Fakat netice, birden sürpriz olarak karşımıza çıkıyor. Bu bir boşluk mudur,
yoksa yazarımızın roman anlayışı mıdır, o da ayrıca
bir konu. Roman boyunca, karakterler olarak çok dikkatimi çeken husus; Mehmet Ali ile İlay’ın arasındaki
ilişki. İlay’a sempati duyuyoruz, zaaflarıyla, güçleriyle her bakımdan benimsiyoruz. Fakat bunun Mehmet Ali gibi bir tipe, sonuna kadar bağlı kalmasını,
ben şahsen yadırgadım. Şimdi bu kadar antipatik,
Töre Dergisi Aralık 1982 S.139
her karşıma çıkmada bu isim, ben okuyucu olanak antipati duyuyorum. İlay’ın ise, ahları vahları! Burada
bir şey çıkıyor ortaya, yani okuyucuyu sinirlendirme
gibi bir durumla karşılaşıyoruz (...)
Bir de bu romandaki muhtevanın daha az bir hacimde
verilmesi mümkün olamaz mıydı?.. Şimdi ben burada
açıklama olarak da şunu getirmek istiyorum, tabii ki
kendi görüşümü, biraz da romanda yazarın; zaman
zaman devreye girmesi, arzulanan bir şeydir. Bazı
şeyleri yazar, kendi tekelinde tutarak konuşmaları,
senaryoları fazla uzatmadan, yani bu da işin ekonomik yönü diyelim, yine ayni şeye ulaşamaz mıydı
diyorum? Bu 446 sayfaya, ben şimdi Sayın İskender
Öksüz Bey’e de editörünüz olarak takılacağım, bu
puntolardan da şikâyetçiyim, Bu başka puntolarla
600 sayfa olabilirdi. Yani ben bu romanı 600 sayfa
olarak görüyorum. O bakımdan diyorum bu muhteva,
daha az hacimle verilemez miydi? (...)
Bir de yazarın bir sesine, üslubuna okuyucu, yani
roman hep kahramanları yönetmenin dışında bir de
yazarın sesine, üslubuna zaman zaman ihtiyaç hissediyor okuyucu romanda Işınsu bunu yapabilirdi, diyorum.(...) En küçük ayrıntılar bile hep kahramanların
konuşmaları, davranışları şeklinde verilmiş, hep
böyle değil de zaman zaman yazar devreye girse,
özellikle bazı tahliller mesela, işte aradığım şeyler...
Teşekkür ederim.
89
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
“Çiçekler Büyür” Hakkında
•
Emine IŞINSU*
Efendim, iki haftadır burada konuşulanları büyük
bir dikkat ve biraz da hayretle takip ettim. Şunu itiraf
etmek mecburiyetindeyim, bir roman yazarı olarak,
benim o tür düşüncelerim, endişelerim hiç olmadı.
Cemiyetimizde bir roman geleneği var mıdır? Türkİslam romanı nasıl, ne şekilde olmalıdır yahut roman
yazılmalı mıdır, batı ne yapmıştır. Batının bize etkisi..
gibi fikir veya hükümleri, bana tesir etmedi. Hatta bu
meseleler aklımdan dahi geçmedi. Bunlar edebiyatla
uğraşanların, münekkitlerin görevidir. Benim edebiyat tahsilim yok, ayrıca edebiyat bilgisine hususi bir
merak da duymadım.
Ben sadece roman yazıyorum ve diyorum ki,
yazdıklarımı benden soyutlamak benden ayrı
düşünmek mümkün değildir. Onun için sizlere daha
ziyade kendimden bahsedeceğim. Şu dünyada,
938’de doğmuş ve 79’da hala hayatını sürdüren bir
Emine Işınsu vakıası vardır. Herkes gibi ben de gerek doğuştan getirdiğim mizacımla, gerek ailemden
ve çevremden aldığım tesirlerle, fiziki ve biyolojik
varlığımla bir canlı ahenk bütünü teşkil ediyorum.
Bu bütünün, çok samimi bir inancını hemen söyleyelim. Yüce Allah beni bir Müslüman kul olma ile
şereflendirirken, şu dünyadaki hayatımda bana roman
yazma vazifesi verilmiştir. Böylece roman yazmayı,
içtenlikle, var oluş sebeplerinden biri olarak görüyorum. Bu yolda çile çekiyorum ve bu yolda belirli bir
olgunluğa ve derinliğe ulaşmaya çalışıyorum.
Bende, karşımdaki insanla çok çabuk özdeşleşme
yeteneği vardır. Mesela biri, kolunun ağrıdığından
şikâyet etse, samimiyetle sızlansa, biraz sonra benim
de kolum ağrır. O ağrıyı yaşarım. Mizacım gereği, daha
ziyade hüznü ve hüzünlü olayları yaşamaya meylim
var. Yine mizacım gereği sanıyorum, «Tutsaklık» ve
Töre Dergisi Aralık 1982 S.139
«Hürriyet» kavramları beni son derece ilgilendiriyor,
düşündürüyor. Çeşitli esaretleri yaşıyor ve hepsinde bir
çözüm yolu aramayı, hürriyete nasıl erişilebileceğinin
cevabını bulmaya çalışıyorum. O halde diyebilirim ki, yazdığım olaylar ve ruh halleri başımdan
geçmiş olsun veya olmasın, ben hep yaşadıklarımı,
yaşayabildiklerimi yazdım. Hissettiklerimi demiyorum, çünkü bu yaşama hali, hissetmekten çok daha
öteye bir şey. Romanlarımdaki bütün başkarakterler,
mizaçları ve davranışlarıyla ister benzesinler bana,
ister benzemesinler; hepsi için «benimdir» diyebilirim. İkinci, üçüncü derecedeki tipler, şudur budur, bazen hayalidir. Bazen, tanıdık biridir, Mesela «Küçük
Dünya»daki valinin hanımı Emel Hanım, annemdir.
Çiçekler Büyür’deki dede; biraz benim babamdır, biraz eşimin dedesidir. Çiçekler Büyür’deki Mahmut
Necmettin, şu anda Boğaziçi Yayınlarının sahibi Altan Deliorman Bey’in pederidir. Romanlarımda fazla
rolü olmayan bu ikinci üçüncü derecedeki tipleri zaman zaman kendi isimleriyle geçiriyorum. Bilhassa
«Sancı» da bunu yaptım. Bu yüzden bazı tenkitler
aldım, mesela Ergun Göze Bey, bunun hiç doğru
olmadığını söylemişti. Fakat o romanda yazdıklarımı
ben, o kişilerle beraber, o kadar iç içe yaşadım ki; bir
Sadi Somuncuoğlu’na, bir Galip Erdem’e, bir İbrahim
Metin’e, bir Muhittin’e başka isimler vermek, bana
son derece ters geldi. Bahsettiğim dergi yazıhanesinin
kendine has havasını, onların varlıkları oluşturuyordu.
Ayrıca şunu ilave edeyim, romanımdaki karakterler kendi isimleriyle doğarlar, o isimlerle gelişirler.
Çiçekler Büyür’de dedenin adı Hasan’dı. Arif’inde
başka bir şeydi, iki karakter de isimlerini yadırgadı.
Romanı yazıyorum fakat onlar belirsizlikten bir türlü kurtulamıyorlar; nihayet benim Bulgaristanlı de-
90
F İ K İ R
S A N AT V E
demin ismi Hüseyin ve Arif Nihat Hocamdan Arif
adı, içime doğdu ve çok şükür kahramanlar bu adlarla şahsiyet kazandılar. Kitapta bir yerde Hüseyin
Pehlivan’ın ismi Hasan olarak kalmış, düzeltirken
gözden kaçmış... Yine aynı romanda, halklarına ihanet
içinde bulunan Türkleri, kendi adları ile geçirdim.
Bilalof, Süleyman Gavazor, Tatarlief falan şu anda
Bulgaristan’da yaşamaktalar. Rodoplardaki katliamın
baş sorumlularından biri gerçekten Karanfilof’tur,
Nazım Hikmet’in aydınlatma gezisi bir gerçek.
Zaten Çiçekler Büyür’de ve dahi bütün
romanlarında, hayalden çok daha fazla gerçek olaylara dayandım. Yazacağım konular hakkında araştırma
yapıyor, bir kaç defter dolduruyorum. Elde ettiğim
yeni bilgiler karşısında, karakterlerin alacakları tavrı,
söyleyecekleri sözleri de, bazen o notun yanına kaydederim. Böylece bilgilerle yan yana roman da, yavaş
yavaş gelişir.
Sancı’da Dündar Taşer Bey geçer. Vefat ettiği zaman, onun hayatını romanlaştırmaya söz vermiştim.
Ancak Taşer merhumun kafa kapasitesi beni aştığı ve
psikolojik karmaşıklığı çok derin olduğu için, onunla
özdeşleşme mümkün olmadı. E söz konusu kuru bir
biyografik eser değil, romandı. Yazmaktan vaz geçtim. Galip Erdem Bey’e de yirmi yıla dayanan bir
arkadaşlığımız vardır. Kendisi aslında bir romanda
çok ilgi çekici bir baş karakter olabilir, fakat yine aynı
sebeplerle onu bir kahraman olarak alamadım, ikinci
hatta üçüncü tiplerde kaldı!
Yani, beni aşanı yazamıyorum. 33 yaşındayken, 40
yaşında Yunus’u yazabileceğimi düşündüm ve eşe
dosta da ilan ettim, sanıyordum ki 40 yaşında artık o
denli bir manevi derinliğe ve olgunluğa kavuşacağım
ki, Yunus’a ermem mümkün olacak. «Bir ben vardır,
benden içerü» derken, bu mısrayı hissetmekten öte,
E D E B İYAT TA TÖ R E
içerdeki «Ben»i yaşayacağım. Fakat 40 yaşlarında
ancak «Çiçekler Büyür» ü yazabildim. Biraz önce
dedim ki roman yazma yolunda çile çekiyorum ve
belirli bir olgunluğa kavuşuyorum, fakat bu çok ağır
ve sancılı oluyor. Beklediğim 40 yaş beni Yunus’a
kavuşturmadı, Şimdi 50 diyorum, tabii Allah bilir belki çok daha önce yazarım, belki hiç yazamam.
Evet, önce karakterler beliriyor, karakterler
güçleniyor ve benim hayatım siliniyor; onların ki
ön plana geçiyor. Kahramanlarımı, rüyada görmeye başladıktan sonra, tamam artık bu roman oluyor,
hükmüne varırım. Kitap bittikten sonra, daha bir
süre, karakterler bana hâkim olmaya devam ederler.
Çiçekler Büyür’ü Ağustos’ta bitirdim. İlay ancak
şu günlerde bıraktı beni. Hoş bir şey; Küçük Dünya
mükâfat kazandı, hadiseye benimle birlikte sevinecek
herkese haber verdim. Fakat içimde bir boşluk, asıl
duyurulması lazım gelene haber vermemişim gibi bir
his, tedirginim. Nihayet yakaladım; Nur’un haberi
yok! Nur, Küçük Dünya’daki kahramanım.
Yeni bir kitap, mutlak kaşlarımın arasında veya
alnımda yeni bir çizgi demektir. Şu şundandır, bu
bundandır diye gösterilebilirim size. İnsanlar bilhassa hanımlar, yüzlerinin kırışmasından hoşlanmazlar,
fakat ben romanlarımın çizdiği çizgileri seviyorum,
Çiçekler Büyür’de İlay, annesinin işten çirkinleşmiş
ellerinden rahatsız olmaktadır. Ancak tek başına
çalıştığı tarlayı temizledikten sonra, kendi ellerinin
nasır bağlamasından zevk duyar. Tıpkı öyle.. Sizin
olan bir eser meydana gelmiştir ve taşıdığınız o eserin
çok canlı bir izidir
Son olarak şunu söylemek isterim; romanlarım benim dışımda değildir, benim için birer vasıta değildir.
Romanlarım Emine Işınsu’nun ta kendisidir.
91
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
BAHAR ÜÇLEMESİ
•
Halide Nusret ZORLUTUNA
GİT BAHAR
GEL BAHAR
Çekil, bu gölgeli yolda gezinme,
Bahar, bakışların yine pek sarhoş!
Yanılıp gönlüme misafir inme:
Kapısı kilitli, mihrabı bomboş!
Gel bahar, erit bu yolun karını,
Geçen seneleri anmayalım hiç.
Dinle bülbüllerin şarkılarını,
Güllerin kıpkızıl şarabını iç.
Ma’beddir orası, meyhâne değil!..
Bu dünya bir büyük meyhânedir gel!..
Ziyalar, kokular, sesler çiçekler..,
Ömrünün her günü bir başka düğün’
Bülbüller koynunda aşkı çiçekler.
Güller dökülürler göğsüne bütün!..
Saçında baygın bir gül kokusu var,
Dudakların kızıl karanfil gibi.
Gözlerinde gülsün mine ışıklar,
Seninle büyüle çarpan her kalbi.
Sâhiden güzelsin... Efsâne değil!
Bu hayat zaten bir efsanedir gel!
Altınlı başında papatya niçin?
Sarı saçlarına pembe gül takın’
Git, bahar! Gönlümde ibâdet için
Diz çeken kızları korkutma sakın!
Ben mi çıldırmışım, sen mi delirdin?
Yalvaran sesimden bu kaçış neye?
Git, dediğim zaman koşar gelirdin;
Gel şimdi de inan bu efsâneye.
Gönlüme girme o, kâşâne değil...
Şimdi günler birer peymânedir gel!
Git bahar, git bahar uzaklarda gül;
Denize renginden bırak hediye.
Ufuklarda gezin. semâya süzül...
Sokulma kalbime “Peymâne” diye:
Gel bahar, gel bahar yakınlarda gül!
Denize renginden armağan bırak:
Ufuklarda gezin, semâya süzül,
Sonra yavaş yavaş in. içime ak!’
Gördüklerin kandil, peymâne değil!..
Gönlüm hasretinle divânedir gel!
(1920, Üçüncü Kitap)
(1936, Yayla Türküsü)
92
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
BAHAR GELDİ
Yıllardır kaybettim o tatlı sesi,
Bir türlü içimde ötmez o bülbül.
Bin ömre bedeldi bir tek nağmesi,
Hem ötmez, hem içten gitmez o bülbül.
Kalbim sükûtuna kâşâne oldu.
Dediler ki: “Gelir, sen bekle biraz,
Saçlarında Sünbül, yüzünde gül var;
Dilinde nağmeler, bakışında naz,
Bütün haşmetiyle gelecek bahar!”
Bu müjde dillerde efsane oldu.
“Hasret” dedikleri zorlu ateştir:
Bekledim, bağrımı dağladı gül gül.
Artık gelse de bir, gelmese de bir,
“Dermanı yanmada bulan bu gönül”
Vahdet şarabına meyhane oldu.
Desen: Kenan Eroğlu
Yürekten, derinden fışkırdı bir âh,
Erişti imdada rahmeti Rahman
Işıklara doldu can, Elhamdülillah!
Gönülde göründü en büyük Sultan,
Bezminde kandiller peymane oldu
Nusret bu aşk ile divâne oldu.
1940 Ankara
93
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Kavga Devri Çocuklarının Işınsu Ablası
•
Şükrü ALNIAÇIK
Bizler Öğretmen Liselileriz... “Kavga devri”nin
çocuk şövalyeleri... Şehadetin melânetle güreş tuttuğu
o kanlı sabahları, kalabalık koğuşların kasvetli
akşamlarına zayiat vermeden taşımayı, yiğitlik bilen
genç Ülkücüleriz. Uyanık olduğu her dakikayı,
yeminine sadık kalarak, ülküsüne hizmet ederek
geçiren “kavga devri çocukları”yız biz. Ölmedik,
ölmeyeceğiz; çünkü romanımız var, yüreğimizde
birer “Sancı”mız var bizim.
Yürekli bir yazar tarafından romanı yazılan o
“sancı”yı, biz hep iliklerimizde hissetmişizdir. O
yüzden Emine Işınsu’nun bizim düşünce dünyamızda
ayrı bir yeri vardır.
Bizler, az okuyup çok vuruştuğumuz kavga devrini,
Ankara’nın çatışma voltajı yüksek semtlerini andıran
bir orta Anadolu kentinde, Kırşehir’de yaşadık. Bizi
çok erken yaşlarda birer ülkü insanı haline getiren
en önemli fiziki etken, Eğitim Enstitülü abilerimize
acilen omuz vermiş olmamızdı.
Kırşehir Öğretmen Okulu, yıllar boyu, “komünist
üreten bir tezgah gibi” çalışmıştı. Önceki yıl bölücü
kızıllar tarafından Kırşehir’deki Büyük sinemayı
öğrenci yurdu olarak kullanmak zorunda bırakılmış
abilerimizin zafer umudu, 1975 Eylülünde bizim
gelmemizle biraz daha artmıştı. 85 yiğit tanımıştık
1976’nın Ocak ayında... Kulağını sıyıran, yakasını
ısıran, hatta yerli malı olduğundan mıdır nedir utana
sıkıla gelip boynuna saplanan kurşuna inat yatağını
komüniste teslim etmeyen abiler tanımıştık kızılların
o ünlü İstiklal Marşı baskınında...
Kaçmadık, Allah var; hiç bir zaman korkmadık.
“Allah Allah” diyerek savaşmayı bilenlerin, korkmayanların ve kaçmayanların Ülkücü kabul edildiği
yeni biz sınavdı bu bizim için...
Teşkilat bize “okuyun” dese de, kitapları ayağımıza
kadar da getirse de, kültürümüz ve psikolojimiz,
kavga devri trendleriyle birleşince bazen elimizde
kitap yerine muşta, cebimizde tespih yerine zincir
taşımamız hiç kimse tarafından yadırganmaz olmuştu.
Taş ve sopa, bize artık kitaptan ve kalemden daha
yakındı. Kavga devri çocuklarının 12 Eylül’e kadar
üç yılı Kırşehir’de, iki yılı sürgünde geçen beş yıllık
şanlı hikayesi işte böyle başlamıştı.
Ali Hasip abiye göre Ülkücü “okuyan adam” sözü
dinlenen adam olmalıydı. 12 Ocak gazisi Ömer abi
Ülkücü’yle Türkücü arasındaki farkı daha çabuk
anlamamız için sık sık sesini yükseltiyordu. Yerköylü
Coşkun reisin sazının telleri bile Ülkücüydü.
Ne
kadar seminer dinlesek de, ne kadar “Sancı’yı
mutlaka okuyalım arkadaşlar” denilse de kavga bizi
beş on sayfadan fazla “kulübede oturtmuyordu.”
Sonunda okumasak da kitap sahibi, yazar sahibi,
kitaplık sahibi olmanın da en az okumak kadar değerli
olduğuna karar verip sokağa öyle çıkmaya başladık.
Belki elimizdeki kitaplarla ahkam kesemiyorduk ama
arkamızdaki kitaplar sayesinde sokakta ne de güzel
roller kesiyorduk.
Bizim Dokuz Işık’ımız, Nihal Atsız’ımız, Necdet
Sevinç’imiz... Bizim Ayhan Tuğcugil’imiz vardı.
Okumasak da yazmasak da öyle “boş adamlar”
değildik. Bizim nur yüzlü hanım yazarlarımız vardı.
“Emine Işınsu’muz vardı bizim,” yani kavgacıydık
belki ama “serseri” değildik.
Özellikle Emine Işınsu ablamız, Anadolu’nun çorak
bir kasabasındaki bir kavga devri Ülkücüsü için bile,
“bizdeki kentli”yi, yürekteki payitahtı, davanın felsefi
redaksiyonunu, Ülkümüzün gönül çelen ferasetini,
Ülkücünün yüreğindeki edebi ve kaliteyi temsil
ediyordu.
Emine Işınsu’yu “okumak” için Sancı’yı,
Çiçekler Büyür’ü veya Azap Topraklarını okumak
gerekmiyordu. O’nun, var olması, yazmış olması,
Ülkücüleri yazmış olması, “bizden” olması, bizim için
yeterliydi. Biz sokakta çarpışırken Emine Işınsu’yu
okuyorduk zaten...
Adeta her birimiz, baskıya girmek üzere olan birer
romanın yaşayan kahramanları gibiydik. Yeşil hatta
taşlaşırken, kızıl bölgede vuruşurken, bir mekanı
kızıllardan korurken veya Ülkücünün onuru için
okulda Töb-der’e, sokakta Pol-der’e kafa tutarken
Sancı’nın yeni baskısına yetişiyor, sonra da uyumadan
önce yarım saat gözü kapalı kendimizi okuyor
gibiydik Emine Işınsu’nun kaleminden... Şimdi
pişman değilsek yaptıklarımızdan bunu biraz da bize
yazan, bizi yazan büyüklerimize borçluyuz.
35 yıl sonra bir dost meclisinde kavga devrinin
Işınsu ablasıyla, Sancımızın yazarıyla tanışmak, onun
asil yüzünü yakından görmek ve elini öpmek, bizim
için işte bu kadar onur veren bir vecibeydi.
Ne mutlu bize ki Işınsu ablamızın sağlığı yerinde.
İskender hocamızla, nam-ı diğer “Ayhan Tuğcugil”le,
dünyanın bu en entellektüel eniştesiyle el ele, omuz
omuza yaşıyor ve çok şükür ki kalemini de hâlâ
elinde tutuyor. Ben de soruyorum kendi kendime...
Peki, Sancı’nın yeni baskısına yetişmek için biz ne
yapıyoruz?..
Bence Ülkücüler olarak Töre’yi yeniden çıkarırken
kendimize sormamız gereken bir soru var.
Bizler, bir zamanlar yirmidört saat damarlarımızda
dolaşan o kutlu “sancı”yı hâlâ yüreklerimizde taşıyor
muyuz?
94
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Emine Işınsu’nun Romanı “CANBAZ”
Üzerine Bir İnceleme
•
Prof. Dr. Gürsel AYTAÇ
1970’lerin Türkiyesi, çalkantılı, huzursuz ve çok
karmaşık görünümüyle romancılar için herhalde
özellikle verimli bir konu kaynağıdır. O yılların siyasal panaromasını insanların özel hayatlarında
odaklandırarak yansıtmayı deneyen bir dizi roman
ve hikâye yayımlandı. Bir edebiyat tarihçisi için
bunların arasında Emine Işınsu’nun «Canbaz»ı,
Füruzan’ın «47’liler»i ile bir arada anılacak bir roman. Aynı konuyu (öğrenci hareketleri, 1970’lerin siyasal bunalımı) karşıt açılardan işleyen bu iki romanı
karşılaştırmalı bir incelemeden geçirmek edebiyat bilimcileri için ilginç bir araştırma olabilir.
«Canbaz», 1982 yılında Töre-Devlet Yayınevi
tarafından yayımlanmış. 466 sayfalık bir roman.
Bölümlerden önce, kişilerin adları ve kimliklerinin
özetlendiği bir sayfa yer alıyor. Germanistlerirı
Bachmann’ın «Malina»sından aşina oldukları bu
tarz, romana tiyatronun alışılagelmiş modelinden
bir parçanın, kahramanların kimliklerini göz önünde
tutmak, karıştırıp unutmamak için başvurulan bir
tekniğin uyarlarnasıdır.
Romanın numaralanmamış fakat her biri Âşık
Veysel’den dizelerle başlayan on bir bölümü var. 5.,
6., 8. ve 11. bölüm dışındaki bölümler başlık yerine
yıl ye ayı gösteren tarih taşırken (mesela 1. bölüm:
yıl 1979, Ekim) 5., 6., ve 8. bölümün özel başlıkları
var: «Mehmet Güleryüz ile Akif Koçsa», «Ali Çubuk», «İlhan Kasapoğlu», «Ali’nin Akif Koçsa’yı
Öldürmesine Dair”. Romanın zaman kurgusu 1979
Ekimiyle çerçevelenen (1. ve 10-11. bölüm), sonra
1977’ye dönüp (2. bölümde) yine 1979 Ekimine
gelen (3. bölümde), 1977’ye dönen (4. bölümde),
1965- 1973’e uzanan (7. bölümde) ve 1977-1979’a
dönen (9. bölümde) bir tablo çiziyor, Diyebiliriz ki
dış roman konusunun başı ve sonu 1979 Ekimiyle
sınırlanmışken iç konular 1965’e kadar uzanmakta,
hatta çağrışım ve anılarla bir kuşaklık bir dönemi
kapsamaktadır. Yer, Ankara, İstanbul ve Sivas’tır.
Ankara Gaziosmanpaşa’da Sevim Gün’ün pansiyonu. İstanbul’da Gülnaz Atasoy (Birleşik Yağ-İş
Sendikası Başkanı, roman kahramanı Selen’in annesi)
Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.81
dolayısıyla işçi-sendika-kapitalist çevreleri ve olaylara sol ve sağ eylemci olarak karışanların memleket! Sivas. Sivas, Anadolu’yu. Doğu’yu temsil eden,
mezhep farklılıkları gibi çeşitli toplum özellikleriyle olaylara karışmaya yatkın insanları olan bir kent
kimliğindedir.
Romanın anlatım biçimi tekdüze olmayıp bölümden bölüme değişiyor. Mesela ilk bölüm, birinci tekil
kişi olarak anlatılıyor: «Dua etmek istiyorum. Beceremiyorum.» (s. 7) İkinci bölümde üçüncü tekil kişi
anlatıma geçiliyor: «İri yarı, ablak yüzlü saçları iyice kırlaşmış adam, kapının önünde bir lahza duraklar» kahramanı Selen’in ağzından, yani birinci tekil
kişi anlatım, dördüncü ve beşinci bölümler üçüncü
tekil kişi anlatım. Altıncı bölümde anlatım biçiminin
bölüm içinde de farklılıklar gösterdiği birinci tekil
kişi anlatımla üçüncü tekil kişi anlatım arasında gidip
geldiği görülüyor:
«Babama da yalvardım, Güleryüz ağama da ... Gitmeyelim dedim.» (s. 141)
«Ve böylece değişen zamana uymak üzere, Ankara
yoluna düştüler.» (s. 142)
Anlatım biçiminin çeşitlilik göstermesi gibi anlatım
konumu, anlatım açısı ve anlatım tutumu da sık sık
değişmektedir. Mesela birinci tekil kişi anlatı isimlere değil, Batı edebiyatından isimdi.»s. 43) Üçüncü
bölüm yine romanın uygulandığı ilk bölümde anlatım
kişisel (personal) anlatım açısı içten dışa doğru (Innensicht), anlatım tutumu benimseyici (bejahend) ve zaman zaman da eleştiricidir. Birinci bölümde, eleştirici
anlatım tutumunun göze çarptığı bir örnek, Selen’in
kendi küçüklüğü hakkında bildiklerini anlatırken, o
zamanın modern eğitimini de eleştirmesi:
«Kitabın yazdığına, doktorun sözlerine göre hareket
edilmiş. Kundak sarılmamış, kucağa alınmamış. Ne
biçim bir ileri metotdur o, hafif sallantılı, yumuşak dost
ana sıcağından, süslü çarşafların katı soğukluğuna
95
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
terk ediverir bebeği? İlk yalnızlık, ilk korku.
Terkedilmişliğin şaşkınlığı, midede gaz Edebsiz
çığlıklar. ‘Dokunmayın, aman kucağa alışmasın,
bırakın ağlasın: Sanki alışsa ne olacak? Bir iki yıl
mutlu olacak bebek. Sonra zaten kendiliğinden terk
edecektir ana kucağını.» (s. 39)
solda birer psikolojik defektte arayan Emine Işrnsu
Koçsa’nın kızı Tülin’in üvey ana baba yaşantısına,
yani sevgi eksikliğine bağlarken, edebiyat öğretmeni
Nebahat Hanımın kısırlığını, bu yüzden kocası
tarafından terk edilmişliğini vurguluyor:
«Ben, kadın mıyım?.. İçine edeyim böyle kadınlığın.
Ameliyatdan sonra daha fena oldu ‘kocam, her gün
kavga, her gün kavga. Neden, çünkü sakattım ben
artık, anlıyor musun sakat! Hiç çocuğum olmayacak,
tek ümit bile yok ne yapsın adam, benim gibi kadını,
ne yapsın, O belki haklıydı.» (s. 207-208)
Keza çocuklara ad vermede kendini gösteren
Batıcılık, alışılmış geleneksellere Ofelya, Elen v.b.
itibar edilişi, ansiklopedilerden yararlanılması o
yılların Batılı hayranlığını yansıtan bir başka örnek
halinde işlenirken eleştirici-hicivci bir ton açığa
çıkıyor:
“Sen haydi içsene be Ali, bak artık öğrencim falan
değilsin, dostuz biz seninle, artık yoldaşız! İç iç .. »
(s. 208)
«…anneannem: ‘Bunlar gâvur adı, Müslüman
yakışmaz, Sevgi koyalım.’ diye yırtınırken, ismim
dolayısıyla hayatımda esmeğe başlayan rüzgâr
kuvvetlenmiş. Nihayet aile, Sevgi Selen’de, karar
kılmış. Selen, bir Yunan tanrıçası, pek de gavur adına
benzemiyor o zamarı Selen’in, yeni zamanda bir
kimya elementinin adı olduğu bilinmiyormuş.» (s. 40)
Romanın bir başka yerinde yazar, solculukla
komplekslilik arasında bağıntı görme eğilimini şöyle
özetliyor:
“Türlü çeşitli sakatlar, çirkinler, tatminsizlikler,
kısaca eksiklik duygusuyla kıvrananlar ve
yaşantılarında çeşitli zamanlarda şunun bunun
tarafından engellendiklerini kabul edenler; ezilen ve
sömürülen halklarla derhal özdeşleştiler. Ailelerin
yahut toplumun baskısından kaynaklanan her
türlü hırs, kin ve hayal kırıklığı, bir şahane ‘düzen
düşmanlığı’na dönüşüyordu... » (s. 281)
Üçüncü tekil kişi anlatım biçiminin hüküm sürdüğü
bölüm ya da pasajlarda, roman figürlerinin iç
dünyalarına egemen bir anlatıcının olimpik anlatım
konumu yaygın. Aşağıdaki örnekte olduğu gibi:
«Kayınbirader, yengenin bu halini iyi bilir. Kadın
sigarasının dumanlarıyla, fakat nüfuzu çok zor bir
zırh örüvermiştir kendine, soğuk ve temkinlidir. Açık,
dobra sualleriyle karşısındakinin -en azından- keyfini
kaçırır… ‘Bu sefer de’ diye düşündü kayınbirader,
‘Seni can alacak noktadan yakaladım. Gülnaz
Hanım, ne şu masanın arkasına kurulup oturman, ne
sigaran, soğukluğun pozların hiç biri kâr etmeyecek,
devireceğim seni, yıkacağım!» (s. 49)
Romanın sembolik başlığı, eser içinde birkaç kez
yorumlanıyor: Canbaz, pansiyon sahibi Sevim’in bir
buluşu, bir benzetmesi olarak açıklanıyor:
«- Canım geçen gün de söylemiştim ya, insanların
hepsi birer canbazdır. İpin üzerinde yürüyebilmek
için, destek alacakları bir sopa bulmaları lazım,
denge için, hani canbazlar taşırlar ya ellerinde ...
İnsanların sopaları değişik, yalnızlıklarının cinsine
göre.» (s. 89)
Sunuş tarzı ise hikâye etmenin yanı sıra sık sık
konuşmalar, iç monologlara yer veriyor. Aşağıdaki
örnekte olduğu gibi:
«Ya bir de, şu yanı olmalı meselenin. belki en
doğru yanı.. çözmek büsbütün güçleşti. Artık
düşünmemeliyim, beynimin her kıvrımında bir ayrı
sızı, kafam tutuşuyor. Şu yağmur dinse bari, İlhan
gelse, ... Ve galiba en mühimi kararımı verebilsem.
GİDECEK MİYİM KONYA’ya? Biletim alındı,
bavullarım dünden hazır. Ne olurdu annem, o
hayır dualı, başarı dualı uzun telgrafının altına,
ben geliyorum Ankara’ya.. diye üç kelimelik ilave
yapsaydı.» (s. 83)
İdeolojik
eylemciliğin
sebeplerini
Sevim, roman kurgusu içinde yazarın görünürde
en çok özdeşleştiği figür, Yazar olarak kişileri ve
olayları nesnel bir mesafeden görüp göstermek
gereğini duyuyor: «Sevim’in tanıdığı her insanı bir
kavanoza kapatıp o kavanoza etiketlediğinden» (s. 12)
«psikolojiden yola çıkıp insanları ve davranışlarını o
açıdan açıkladığından” (s. 90) söz ediliyor. Sevim
partisiz olduğunu söylüyor:
«-- Yoo, ben galiba partisizim, Selen’le Aynur
ilgilemiyorlar siyasetle, Tülin, şey Dev-Yol’cuymuş,
onların partileri yok daha!.. Ben, Milliyetçi Hareket
genellikle
96
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Partisi denince, sizin gösterdiğiniz telâşın, yahut
doğrusu üzüntünün sebebini merak ettim. Severim
İlhan’ı. Hareket Partisi legal bir parti değil mi, yoksa
programında işçiye sendikal haklar tanımıyor mu?»
(s. 77)
«Akif Koçsa’nın babası Zara’da bakkaldı. Bu
yüzden onun, diğer çocuklara nazaran daha fazla
cıncığı olurdu. Oyunda ütülen birine hemen teklif
ederdi: ‘Sana borç vereyim, kazanırsan bire karşı iki
isterim. Kaybedersen üzülme deftere yazarım daha
sonra ödersin, ama vakit geçeceği için, bire karşı üç
alırım o zaman! Razı mısın?’ Böylece bir kaç hafta
sonra Akif’in sayısız cıncığına karşılık, hemen bütün
çocuklar cıncıksız kalmışlardı. ...O zaman Akif;
‘Bende var dedi., tanesi bir kuruş, almak isteyen
varsa…’ bir kısmı hemen itiraz etti, amca üçünü bire
veriyordu.» (s. 114-115)
Romanın düşünce içeriği bakımından önemli
bulduğum pasajlarından biri olduğu için uzunca bir
alıntı yapacağım:
«Ziya Gökalp’in Kızıl Elması, Atatürk’le beraber
çekildi milletimizin ruhundan, çekilip koparıldı. Şimdi
şu sere serpe dağınık çocuklar, dış güçlerin oyunlarına
kapılıp komünist oluyorlarsa, türlü komplekslerini,
iç boşluklarını tatmin için bir tutunacak sopa, bir
ideal bulmuşlarsa kendilerine, yahut onlara bir tepki
halinde ülkücülük büyüyorsa, ülkücü gençlik vatana
millete sahip çıkmak istiyorsa ve hain olduklarına
inandıkları komünist gençlerle çarpışıyorlarsa, iki
taraf da ölümü göze alıp, öldürüyorsa.. Eh kabahatin
tümünü bu gençlere mi yüklemek lazım? Haydi
efendim! Bence bütün bu işlerden sorumlu tutulması
lazım gelen İnönü neslidir, İnönü Milli Eğitimi’dir.
Sonra tabii Demokratlar, 27 Mayıscılar, Adalet Partisi,
Halk Partisi’nin İnönü zamanından da betere gidişi,
işte hepsidir suçlu olan. Atatürk’ün gençliğe aşılamak
istediği gururu, güveni, çalışma azmini bütün bu
saydığım hükümetler, onların politikası parçaladı.
Onlar ne milleti, ne gençliği aziz bilip, yükseltmek,
yüceltmek istediler, onlar, sadece kullandı gençliği, öz
değerlerini yok etti, yerine getirdikleri ise bir boşluk
ve küçüklük kompleksi. Bu çocuklar, yaşamak için
ipin üzerinde yürümek zorundalar, ne yapsınlardı
yani? Ben acıyorum tümüne, ne gençliklerinin
tadına varıyorlar, ne sanattan anlıyorlar, ne aşktan,
ne felsefeden. Canım baharın geldiğini bile fark
etmiyorlar, öfke içindeler, gözlerini kin bürümüş.
Yazık.. yazık. İhtiyar doğmuş, öyle yaşayan bir nesil.
Akıllı olgun ihtiyarlar olsa, yine neyse.. bunlar bilgiç
ve alabildiğine budala!» (s. 78-79)
Roman kurgusu içinde figürlerin iki kutup oluşturan
dağılımında, öğrenci olaylarına karışan gençlerden
İlhan’la Ali’nin hayat hikayeleri, onların nasıl eylemci
olduklarına ışık tutar biçimde işlenmektedir. Sivaslı
İlhan, çocukluk ve ilk gençlik yıllarında kendini dine
kaptırıyor, yaşıtlarıyla değil kendinden büyüklerle
«hacı hoca takımı»yla arkadaş oluyor:
«Uç noktalara sürükleniyor. Bakkal Nazım’la Nur
risaleleri okuyor. Nakşibendi Şeyhi İsmail Efendi’nin
önünde diz çöküp kendinden geçiyor, akan gözyaşları
samimi. Bu arada, kabadayılarla geziyor, onlara
özeniyor, elde tesbih bir omuzu yukarıda, bir omuzu
aşağıda geziyor sokaklarda O muntazam tertemiz,
kravatlı kıyafetiyle pek ters düşüyor bu tavırlar,
farkında değil. Sigaraya başlıyor, silah atmasını
öğreniyor. Bütün bunlar erkekliğin icabındandır
ve Sivaslılığın! Elbette!.. Tarikatlar.. Silah, tesbih..
ve Sivaslı olmak? Acaba mı, yeter mi? Yetse gayri,
yetse de… şu ruhumdaki açlık. Doymuyor. Tabanca
kabzasının soğukluğu, titremeler geçiriyor, korku bir
çeşit zevk, İlhan dorukta! Çok sonraları, Orta Doğu
Üniversitesi’ndeki ilk yıllar zaten, ‘Çift tabancalı
Sivaslı İlhan’ diye şöhret yapacaktır. Belli, bu şöhretin
kaynağı, o buluğ çağının ilk kişilik arayışlarıdır,
varlığını isbat gayretinin ilk gösterileridir.» (s. 131)
Babası İlhan’ın «eksikliklerini» tamamlaması için
Türk tarihine yönelmesini sağlar. Onun hitabetini,
etkileme gücünü de beğendiğinden, gelecekte siyasete
atılacağını düşünmektedir, ümitlidir:
Kişilerin davranışlarını onların çevreleriyle ve ruh
halleriyle, en çok da çocukluk ve eğitim izlenimleriyle
ilişki içinde görme eğilimi, romanın Sevim Abla
figüründe olduğu gibi yazarında da var. Figürlerin
çoğunun çocukluk yıllarına geri dönüldüğünü, onların
daha sonra ortaya çıkarı tutum ve davranışlarının
tohumlarının arandığını görüyoruz. Meselâ kapitalist
Akif Koçsa’nın Zara’da bir bakkal çocuğu ve öksüz
olarak yetişmesi, ama o yaşlarda herkesi şaşırtan,
arkadaşlarını öfkelendiren bir ticaret zihniyeti
geliştirmesi ilginç örneklerle anlatılıyor:
«-Bak diyor.. beklediğinden de daha iyi olacak
oğlun, beni de aşacak, ağasını da. Cevher var bu
çocukta, biliyorum ben Bu millete hizmet edecek
çocuk. Bırak yakasını uğraşma, hataları varsa şimdi,
görmezden gel. Delikanlılıktır, geçer.» (s. 132)
Karşı kutbun genç eylemcisi Ali Çubuk, Sivas’ın
97
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Zara ilçesinden Ankara’ya göçüp kapıcılıkla
geçinen ailesinin trajedisini dile getiren bir figürdür.
Onun kişiliğinde ve hayat hikâyesinde, şehirleşme
olgusunun bütün negatif yönleri ortaya çıkar.
Çalışkan, gayretli, iyi niyetli ve saf Anadolu çocuğu
Ali, Çankaya Lisesinde bir yıl içinde harcanır gider.
Romanda Ali Çubukçu’nun işlendiği bölümde yazarın
anlatım tutumu genellikle mesafeli, hatta ironiktir:
ve zihniyet, romanda doğrudan doğruya «olumsuz
kutup» niteliğindedir: Dinsizlik, Allahsızlık,
aile kavramından yoksunluk, namussuzluk v.b.
özellikler ilgili figürlerin türlü davranışlarında ve
konuşmalarında dile getirilmiştir. Buna karşılık
ülkücüler, hem İlhan’ın kişiliğinde olumlu kutbu
canlandırırlar, hem de mesela Atakan ile Mahmut’un
sohbetinde şöyle tanıtılırlar:
«Burada..artık, Kemal, ona iyice anlatmıştı ki:İnsan
dediğin tek başına hiçbir iş başaramaz. Hele öyle
mühendis olup köyü, kasabayı kalkındırmayı falan
hayal etmek, eh kusura bakmasın Ali ama, işte biraz
taşralı.. köylümsü hayaldir. Olacak iş değil, tek insan
yapamaz bunları. Türkiye’nin ve diğer geri kalmış
ülkelerin ‘sorunları’ tek tek insanların fedakarlıkları
ve çalışmalarıyla çözülemez!» (s. 167)
«- Neye mi benziyorlar, cânım efendim basbayağı
delikanlı işte, hayır dur bakayım. Bir kere saç sakal
uzun değildi. Biri bıyıklı idi yalnızca. Derken nasıl
söyliyeyim, kibar çocuklar, bilhassa saygılı. evet..
dikkatli konuşuyorlar, heyecanlarını güç zapdedip
kelimelerini dikkatli seçiyorlar.» (s. 250)
Ali Çubuk, edebiyat öğretmeninin bizzat rol aldığı
bir dalavereyle örgüte mal edilir, «bilinçlendirilir»,
Marx’ı okur, anlamaya çabalar ve bu arada okulun
kendisine verecek bir şeyi olmadığına inandırılır.
Başlangıçta son derece uyanık, zeki ve duygulu bir
genç olarak tanıdığımız Ali Çubuk’un robotlaşmış bir
örgüt üyesine doğru tersine gelişimi herhalde yazarın
örgütlerin etkisini belirtmek için başvurduğu bir şey
olmalı. Yoksa annesine babasına arkadaşı Kemal’e ve
onun emir aldığı “ağabey”lere karşı böylesine körü
körüne itaati pek tutarlı gelmiyor okuyucuya. Ali’nin
ailesinden tümüyle kopmasına sebep olan olay, «Mart
ayında» askeri birliklerle Orta Doğu Üniversitesi
öğrencileri arasında çıkan çatışmaya küfreden
babasına Ali’nin gösterdiği tepkidir:
«- Görüyor musunuz len, şu orospu çocuklarını..
dedi.. üç buçuk akıllarıyla, devletimize ne hayınlıklar
planlamışlar.
Kıymışlar
Mehmetçiğe..
ulan
pezevenkler, ulan analarını bilmen ne ettiğimin
gavurları...
Öfkeli sesini daha öfkeli genç bir ses bastırdı;
- Orospu çocuğu dedikleri bir iyi devrimcilerdir
ki, senin, benim tüm halklarımızın kurtuluşu için
almışlardı o silahları, ölen jandarmaya ne acıyorsun,
faşist ordunun bir uşağı idi o!» (s. 197)
Baba ocağından kovulduktan sonra Ali, örgütün
kendisine oynadığı oyunu öğrenir, fakat sıyrılıp
kurtulmak için hiçbir çaba göstermediği gibi günden
güne düşünme yeteneğini kaybeder, robotlaşır,
sonunda da eline verilen silahı «denemek için» bir
adam öldürür: Akif Koçsa, Ali’nin içine düştüğü örgüt
98
«- İşte diyeceğim ki, bu hareket aydın tabakanın
dışardan ithal ettiği bir moda değil, doğrudan bizim
milletimizin duygularıyla, inançlarıyla ilgili. Ne
bileyim işte, millet ne ise, bu hareket de onu ifade
ediyor! Tamam, tehlikesi şudur ki üstadım. bu hareket
bizlere yabancı!» (s. 251)
«- Nurcu veya nakşi olması ülkücü olmasına engel
değil ki, dedem insana bu hareket milleti temsil ve
ifade ediyor; nurcusu, nakşisi, töresi, âdetiyle., sanki
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanoğulları, daha eskisi
neydi o yahu Selçuklar deyiver Göktürkler, işte bizim
milletin tarihten bu yana tümünü.» (s. 253)
Emine Işınsu romanının karşıt düşünceli eylemci
figürlerinin ortak yanını Sivas kökenli oluşlarında,
başka deyişle büyük şehrin Batılı eğitim görmüş
burjuva öğrencileri karşısında ezikliklerini yenmek
için verdikleri mücadelede görüyor. Ülkücü İlhan
Kasapoğlu’nun sözlerinde bu görüş şöyle dile geliyor:
«Büyük şehir seni ilk, sana karşı olan değerlerle
karşılar. Bir bocalarsın, etrafın alaycı yahut
hoşgörülü bakışlar. tavırlarla çevrilmiştir. İki
türlüsüne de küfretmek gelir içinden, onu bile
beceremezsin rahatça, Aslında şimdi biliyorum ki,
karşı taraf da bir isbat çabası içindedir. Benim, özü
temsil ettiğimin farkındadır şuur altı veya şuurlu.
Bundan ötürü, beni kendi yanına çekebilmek için,
kendi değerlerine özendirmek çabasına girişmiştir,
aşırı gösteriş içindedir. Belki kendini küçümsediği
için, beni küçümsediğini sanır. Velhasıl o da,
varlığını ispat çabası içindi!.. Ama sen şehre geldiğin
zaman delikanlıysan ve karşı değerlerden de,
insan psikolojisinden, sosyolojinin kanunlarından
habersizsen ve aydınımızın batı karşısındaki ezikliğini
hiç bilmiyorsan; büyük şehir seni çarpar abla. Bizim
yargılar ne kadar yerli, öz, gerçek olursa olsun;
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
kaymak tabakayı büyük şehirli temsil ettiği için, sen
yenilmeye mahkumsundur!» (s. 256)
«Mesele, bunca basitti. Koçsa’nın elektrikli ev
aletleri yapan fabrikası Koçsa-Çel’in İSK’e bağlı
büyük sendikası greve gidince Mahmut, işi anladı.
Bu tamamiyle piyasadaki mal bolluğunu azaltmak
ve buz dolaplarına, çamaşır makinalarına zam yapabilmek için tezgahlanan bir oyundu. Patronla, İSK’in
anlaşarak hazırladıkları bu grevde kışkırtılan ve aşırı
sol sloganlarla fabrika önünde öfkeli bir bekleyiş
içinde nöbet tutan solcu emekçilerin bu durumdan hiç
haberleri yoktu.,»
Romanın olaylara ve insanlara karşı mesafeli
gençleri, Selen ile Mehmet’in Ankara ve İstanbul’da
yetişmiş olmaları bu bağlam içinde anlamlıdır. Sevim
Ablanın yeğeni Mehmet, Orta Doğuda oku­ muştur,
İlhan’ı Ülkü Ocağının bir toplantısında dinlediğinde
ilginç bulmuştur. onun ötekilerden farklı olarak
kalıplara bağımlı düşünmeyişini beğenmiştir, ama
Ülkü Ocaklarına katılma konusunda çekingendir,
mesafeli kalmaktan yanadır:
Emine Işınsu’nun eleştirdiği kurumlardan biri de
basın. Gazetelerin satın alınabilirliğini, sermayece
yönetilebilirliğini çeşitli yönleriyle sergiliyor:
«Biliyor musun bıktım ben, yani insanların hemen hepsinin dünyaya, Türkiye’ye ve bütün meselelere tek bir şablon uygulamalarından bıktım. Belirli bir zihni çalışmaları var, sınırlı ve maalesef
çok dar bir sınır. İşte koca dünyayı ve İNSAN’ı bu
sınır içine yerleştirmeğe ve onun içinde izah etmeye
kalkışmıyorlar mı, çıldırıyorum.» (s. 268-269)
«- Basına açıklayacağım!
- Basın mı?.. Güldürme beni Başkan, hangi gazete,
hangi dergi Koçsa aleyhine bir ‘kampanyaya cesaret edebilir? Herifin karısı o gazeteci bozuntusuyla
kaçtığı vakit, biri yazabildi mi? Haydi diyelim, gazeteci gazeteciyi kolladı, bir faktör de budur. Peki, adam
güzellik kraliçesiyle kaç yıl nikahsız oturdu, hangi
sosyete dergisi, hangi dedikodu dergisi, ağzına alabildi büyük Koçsa’yı?
Oysa Emine Işınsu bu iki figürüne uygun gördüğü
mesafeli tutumu genelde benimsememektedir. 1970’in
Şubat ayında olayların doruğuna ulaştığı sırada resmi
çevrelerin ve aydınların yorumunu yadırgar:
«1970’in Şubat ayı, memleketin sade vatandaşları
dahi, artık olaylardan İyice huzursuzluk duymaya
başlamışlardır. Ancak iktidardan Gizli Güvenlik
Teşkilatına ve aydınların çoğunluğu halka iki hedef
göstermektedirler:
- Peki yahu prensiplerine sadık bir tek solcu gazete
yok mudur bu memlekette?» (s. 231)
«Canbaz»ın kurgu düzeninde yazarın siyasal tutumunu ortaya çıkaran, vurgulayan unsurlar pek çok. Ne
var ki bu durum onu karşıt kutbu yok saymaya götürmüyor; roman, bu karşıt kutba ironik ve eleştirici bir
tutumla da olsa yer veriyor.
‘Sağ ve sol tehlike!»
Böylece bir denge sağlayıp, her iki tarafa da KARŞI
olmak, bir nevi “entellektüalite” etiketi haline geliyor! İsim takılıyor: ‘Hakkı teslim etmek!’ Oysa basının
ağababaları. bu arada Durum haber ve yorumlarıyla,
özel tiyatrolar ve bir çok romancı, hikayeci, bu dengeyi bozmak, hedefi sağa çekip, solu masum gösterme
gayretindedirler. Çirkin kıral Yılmaz Güney, şöhret
merdivenlerini pek çabuk tırmanıyor. Gerçekçi sinema adına, açıkca komünizm propagandası yapan
filmler çevriliyor.» (s. 313)
Emine Işınsu romanında baş vurduğu anlatım
araçlarını ustalıkla seçmiş: Leitmotiv, sembol ve alıntı
(Zitat ) tekniğini iyi kullanıyor.
Sevim Ablanın kızgınlık, şaşkınlık, çaresizlik
anlarında saçlarıyla oynama alışkanlığı, romanın
birçok yerinde Leitmotiv tekniği biçiminde işlenmiştir:
«Cümlesinin sonunu getiremedi, kızdığı, şaşırdığı,
daha doğrusu pek çaresiz hissettiği zaman kendini;
böyle topuzuyla oynardı, saçlarını çözer, firketeleri
ağzına doldurur tek tek... Şimdi yine başını iyice
silkeleyip, saçlarını dağıtıyor, sonra bütün kabahat
bu güzel, gür, kızıl kahve saçlardaymış gibi, onları
çekiştiriyor, topluyor, tek kalın örgüsünü sıkı sıkı
örüyor. Ve firketeleri bir bir çıkarıp ağzından, örgüyü
ensesine sıkıca tutturuyor.» (s. 66)
Keza «Nereden incelirse ordan kopar.» (s. 314)
1970’1erin
politik
çalkantıları
romanda
öğrencilerden başka işçi sendikacı-patron düzeyinde de ele alınıyor. Selen’in annesi Gülnaz Hanım
sendikacıdır ve işçileri için çocuk yuvaları. kreşler
açtırmak amacıyla fabrikayı greve götürür. Bu grev
sırasında yaşadıkları, sendikalara sızan çıkarcıların
kirli işlerini ve kapitalistlerin oyunlarını öğrenmesine
yardımcı olur:
99
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
deyimi bir leitmotiv şeklinde tekrarlanır.
Alıntılar çok çeşitli. Batı kaynaklı olanlar Erich Fromm’un. Karl Marx’ın sözleri. Yerli
kaynaklar oldukça geniş bir yelpaze oluşturuyor:
Başta Aşık Veysel
«Güzelliğin on par’etmez / Bu bendeki aşk olmasa ... » (s. 272)
sonra sık sık Kur’an ayetleri
«İsteyin vereyim» (s. 429)
«İnsan için çalıştığından fazlası yoktur.» (s. 454) gibi.
Mevlâna’dan
«Gel gel her ne olursan yine gel / Kâfir, putperest,
mecusî olursan da yine gel / Bizim dergahımız umutsuzluk dergâhı değildir / Yüz kere tövbeni bozmuş isen
de yine gel!» (s. 270)
Günün modası şarkılar:
Ajda Pekkan’dan
«Boş vermişim boş vermişim boş vermişim dünyaya /
Ağlamak istemiyorsan sen de boş ver dünyaya.» (s. 148)
Lemi Atlı ‘dan
«Gezdim yürüdüm dün gece hicranımı yendim / Ta
fecre kadar balkonun altındaki bendim.» (s. 336)
Reklam spotları:
«Yok aslında birbirimizden farkımız ama biz ... » (s. 30)
Politik sloganlar:
«Gençlik bunalımının nedeni sosyo-ekonomiktir»,
«Ezilen halklara hürriyet»,
«Nato’ya ve Cento’ya hayır»,
«Bağımsız Türkiye» (s. 281)
Romanın odak sembolü, esere adını veriyor: Canbaz. Denge sağlama aracı canbaz sopası ile ideolojiler
arasında bir bağıntı kurulurken, hayatın tehlikesi ve
insanın kendini kanıtlama güdüsü de ip ve canbaz
semboliğinde dile getiriliyor:
«Dünyada ne kadar insan varsa, o kadar canbaz
vardır. Herkes kendi ipinin üzerinde, ispat uğruna tehlikeli gösteriler peşinde, fakat can derdinde! Denge
sağlamaya bir sopa bulursa, ne âlâ ... Sopalar da o
kadar çeşitli ki be canım, bazısı denge sağlayacağına
denge kaybettiriyor, hele üzerinde yürüdüğü ip,
gevşemişse ... İşte o zaman Allah yardım etsin, kuldan
hiç umut Yok!» (s. 416)
Roman figürlerinin dili memleketlerine, ait oldukları
sosyal tabakaya, gruba göre değişmekte, gerçekçi bir
100
biçimde yansıtılmaktadır.
Çubuk Ağanın hemşehrisi şöyle konuşur:
«- Çubuk Ağa, baksana senin oğlan da anarşik
olmuş meğer görüyon mu?» (s. 197)
Tülin, öğrenci argosuyla konuşur:
«- Sofranın tadını kaçırıyorsam, terk edebilirim,
bana rahatça çay, diyebilirsın,» (s. 94)
Kemal de liseli argosuyla. Ali’yi şaşkına çeviren bir
manzaravı şövle yorumlar:
«- Ayıp ulan, öküzün trene baktığı gibi, ne
bakıyorsun?
- Evet ama baksana ..
Kemal omuz silkti:
- Kırıştıyorlar onlar, cebirciyle sarı kız. Öbürü, Selmin
sarının arkadaşı, güya aralarını, o, yapmış.» (s.159)
Militanların kalıp anlatım biçimi de sık sık yansıyor.
Mesela Ali’ye yapılan telkinlerden biri:
«-Bak gördüğün bu fenalıklar, ahlaksızlıklar asıl
sömürü oğlum, zenginin fakiri sömürmesi, işte bu
düzenin gereğidir, anladın mı? Senin yüreğin alıyor
mu insanın insanı sömürmesini, insan bu be! Şimdi
bak, sizin evin kaloriferini yakan, toz duman pislik
içinde kalan baban değil mi, ama kim temiz ısınıyor?
Yukarı kattaki burjuvalar. Şimdi söz gelimi onlar insan da, senin baban değil mi?» (s. 164-165)
Öte yandan kişilerin konuşma alışkanlıklarındaki
üslup değişiklikleri de onların ruh haliyle bağıntı
İçinde değerlendirilip işlenmektedir! Mesela Sevim
Abla’nın şu sözleri, yorumuyla birlikte veriliyor:
«- Afedersiniz, bir şeyi pek iyi anlayamadım
Beyefendi, Yani sebeb-i ziyâretinizi artık açık açık
ortaya koysaydınız.
Canı eğlenmek istedi mi Sevim abla, Osmanlıca
terkiplerle konuşur. Sebeb-î Ziyâaret o fasıldan
olmalıydı.» (s. 72)
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz:
«Canbaz», Emine Işınsu’nun romancılığını
kanıtlayan bir eser. Türkiye’nin problemli bir
dönemini kendi siyasal görüşü açısından, ama sanatlı,
biçim bilinci içinde yansıtan Emine Işınsu, romanda
uyguladığı alıntı tekniğinde, değindiği efsane v.s. de
Türk-İslam kültüründen yararlanmakla çağdaş roman
tekniğini özümlediğini göstermektedir.
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Canbaz’da Şekil Ve Zamana Ait Bilgiler
•
Necmeddin TÜRİNAY
Canbaz romanının başlarında, roman kişilerinden
Sevgi Selen Atasoy’u şu pozisyon içinde buluyoruz :
«Kollarımı daha sıkı sarıyorum göğsüme.
Pencerenin önüne dikilmişim, san yaprakları muttasıl
döven yağmuru seyrediyorum. Yapraklar ürperiyor,
titriyor, yere çamura düşüyorlar. Yaprakların yağmura
karşı koyabilmelerini ne kadar istiyorum. Şu bir tekin
e takılıyor gözüm, ısrarla onu seyrediyorum. «Düşme
.. » diyorum, «Düşme, bak eğer sen düşmezsen ben
Konya’ya gidebilirim. Giderim. Boş ver annem
gelmesin, yalnızım ben. Tıpkı senin gibi yalnızını
yaprak, düşme.» (s. 8-9)
Buradan, roman kahramanına ve romancıya ait
ilgileri yakalamaya başlıyoruz hemen. Dikkat edilirse
roman kişilerinden Sevgi Selen Atasoy, pencereden
dışarıya bakarken yağmuru ve yağmurun darbelerine
dayanamayarak düşen bazı yaprakları görüyor.
Yağmur altında kalan yapraklar «ürperir, titrer» ve
çamurların üzerine düşerler. Roman kahramanının
kendi dışına bakışı, bize camın ötesinde kalan
manzarayı aktarmak amacını taşımıyor. Zira o,
sağlam ve sıhhatli bir dikkatin sahibi değildir. Biz
dış manzarayı, sokağı, ağaçları, bahçe’yi ve yağmuru
bütünüyle kucaklayan intibalar almıyoruz Selen’in
bakışlarından. Sevgi Selen’in zihni sadece yapraklara
takılıyor. Onun için önemli olan, belki yaprağın kendisi
de değil; doğrudan doğruya «düşme” hadisesidir
diyebiliriz. Romanın ileriki sahifelerinde sergilenecek
gelişmeleri de göz önünde tutacak olursak, bu düşme
olayı ile Sevgi Selen arasında bir benzerlik, bir
aynilik ortaya çıkacaktır. Gene yukarıda aktardığımız
bir anlık sahneye dayanarak diyebiliriz ki, romancı
bize, sıhhatli bir dış çevre tasvirinden ziyade, ilgili
tipin iç pozisyonunu vermeyi amaçlamaktadır. 0,
daha ziyade zihni meşguliyetleri olan, onların fasit
çemberinden kurtulamayan birisidir. Onun dışarıya
bakması, dışarıyı görmesi anlamına gelmez. Sadece,
içinde bulunduğu ruh halini açığa kavuşturacak
biçimde, ilgiler kurmakla sınırlıdır bu bakış. Yağmuru
görmesi, yaprağı düşürdüğü içindir, ya da kendisinde
daha değişik çağrışımlar yarattığı için. Zaten düşen
yapraklarla, hele son kalan yaprakla kendi arasındaki
ilgi, «iç konuşmalar» tarzında ortaya konmuyor mu?
Sevgi Selen Atasoy, Emine Işınsu’nun son romanı
Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.90
«Canbaz»ın önde gelen kişilerinden biri. Ona
benzer daha değişik kişiler de var romanda. Bu
benzerliği, Sevgi Selen’in taşıdığı psikoloji açısından
kurmuyoruz. Romanda taşıdıkları ağırlıklar açısından,
böyle bir ortak taraf bulunduğunu belirtmek istiyoruz.
«Canbaz»da, 1979 ekimine kadar Türkiye’nin son
anarşili dönemlerini okuyoruz. Çeşitli çevrelerden,
çeşitli kişiler var romanda. İş çevrelerinden sendika
temsilcilerine, sağ ve sol gruplardan gazetecilere,
esnaftan toprak sahiplerine kadar kişiler ve bu çerçeve
içinde Sevgi Selen Atasoy’Ia, pansiyon sahibi dul
kadın Sevim.
Romanın başlarındaki yağmur sahnesi, sadece
roman kişilerinden Sevgi Selen’in anlık psikolojisini
vermek için kullanılmıyor romancı tarafından. Burada
romancı, kahramanına göre daha geniş bir perspektifin
sahibi olarak karşımıza çıkar. Sevgi Selen, sürekli
yağan ve yaprakları hırpalayan yağmurla kendisi
arasında ilgiler kurarken, romancı bu sahneyi ve anı,
romanın bütünü içinde kullanmanın ve eserini bu
eksen etrafında geliştirmenin hazırlıkları içindedir.
Elbette okuyucunun, böyle bir kanâate, daha romanın
başlarında iken varması mümkün değil. Ancak
roman ilerledikçe, hatta romanın sonlarına vardıkça
bu sahnenin sık sık karşımıza çıktığına ve ağırlığını
hissettirdiğine şahit olacaktır.
BİR BÖLÜMÜN ETRAFINDA: İKİ SATIH
Sevgi Selen cama yağmur damlaları vurdukça;
karşısında değişen, durmadan oynayan resimler
görür: «Sanki sulu boya ile yapmışlar bahçeyi ve iç
içe geçsin diye renkler, kağıdı oynatıp duruyorlar.» (s.
9), «Bahçeyi sulu boya resimlere döndürdü, belirsiz
her şey, sallanıyor. Yer vıcık vıcık.. Ağaçlar, taşlar,
yapraklar tir tir titriyor. Bütün titriyor, farketmiyor
musun Sevim Abla?» (s. 35)
Bu karışık renkler ve durmadan oynayan sulu boya
resim görüntüleri içinde, Sevgi Selenin gözünün
önüne, romanın öteki kişileri çıkar. Her damla, resmi yeniden sarsar ve her sarsıntıda bir başka kahraman ekrana gelir sanki. Selen’in iç dünyasını, daha
doğrusu sıhhatli bir müşahede gücünden yoksun
oluşunu ortaya koyan «düşen yaprak» benzetmesi;
durmadan değişen resimlerle, renklerin karışımı ile
ve resimlerde öteki kahramanların tezahürü ile iç
101
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
içedir. Bu küçük sahneyi romancı, dikkat edilecek
olursa, hem roman kişilerinden birinin anlatılması,
hem de öteki kişilerin romana yavaş yavaş sokulması
için kullanıyor.
«Canbaz»ın ilk 42 sahifelik bölümü, bu bakımdan
son derece ilginç kabul edilmelidir. Zira romanın
çekirdeği bu bölümde yatıyor. Romancı bu bölümde,
romanını nasıl kurduğuna dair ip uçlarını da bize teslim
ediyor. 42 sahifelik bu ilk bölüm iyi kavranmadıkça,
romanın bütününü kavramak da güçleşecektir.
«Canbaz», Türkiye’nin önde gelen kapitalistlerinden
Akif Koçsa’nın öldürülmesinin hemen akabinde
başlıyor. Koçsa’yı öldüren ve «Koçsa’ların da
öldürülebileceğini isbat etmek İstedim.» diyen
Zara’lı Ali’yi olduğu gibi, diğer roman kişilerini
de, biz ilk sahifelerde Sevgi Selen’in münasebetleri
çerçevesinde tanırız. Selen’in kafasında, kaldığı
pansiyonun halkasında teşekkül eden bir münasebetler
ağı var. Münasebetler ağı, romanın başlamasından
hemen önce, zaten iyice giriftleşmiş bir duruma
girmiştir. Her ne kadar, tabii hayattaki olaylar dizisi
için, başlangıç ve sonuç diye bir sınırlama yoksa da,
bir romancı için bunlar ne ifade eder’? Gerçi tabii
hayatta olaylar dizisi için bir yayılma veya büzülme
söz konusu olabilir. Ama bu durum dahi bize göredir
ve izafidir. Bu romanda da, öncesi romancı tarafından
bilinen ve değişik kişiler etrafında cereyan eden bir
takım olaylar, aynen diğer romanlarda olduğu gibi
var. Ama romancı, anlatmayı düşündüğü vak’aları
-yâhut vakıâları- nasıl anlatacak ya da neresinden
anlatmaya başlayacaktır? Bu sorunun cevabı,
romancının anlatmaya bağlı teknikler etrafında kafa
yorması demektir. Tabii ki, kişiler de bu çerçevede
yer alır bir romanda. Tahkiyenin tekniği, kişilerin bize
aktarılmasındaki sıraya da doğrudan tesir eder.
Burada, daha doğrusu «Canbaz»ın başlangıcında
karşılaştığımız bir tezat, romancının hikayesini
kurmaktaki teknikten kaynaklanıyor. Şöyle: Romanın
bize göre başı, romancı için hemen hemen bir son
durumda. Sevgi Selen: Akif Koçsa’nın öldürülmesi,
kendisinin Konya’ya gidip gitmeyeceği, akşam
gelecek bir misafirin (İlhan’ın) beklenişi içinde.. ve
daha önemlisi, bizim için bir hayli karanlık kalan,
fakat kendisi ve romancı açısından yakinen bilinen
bir iç dünyanın sahibi. Camdan seyrettiği yağmur
sahnesinde olduğu gibi, zihni bir hayli karışıktır.
Bu doğrudan doğruya bir iç huzursuzluğu, bir zihni
karmaşa halidir. Huzursuzluk ve zihni yorgunluk onu
o kadar kuşatmıştır ki, sıhhatli bir dışa bakıştan ve
düzenli hatırlama gücünden yoksundur. Kendi dışını,
salim intibalar olarak algılamaz. Bunun yerine,
elinde ye belki farkında olmadan, dışarıyı kendisiyle
kurabildiği ilgiler nisbetinde farkeder. Romanın
başındaki ilk 42 sahife bütünüyle bu hava içinde
gelişir. Sevgi Selen’in hatırlamaları, iç konuşmaları,
zihninde hasıl olan çağrışımlarla çizilen bir dünya ile
karşı karşıyayız bu bölümde. Sevgi Selen’in içinde
bulunduğu sahne, romancının anlatacağı uzunca bir
dönemin çok sonlarında bir nokta; fakat buna karşılık,
gene bu dönemin hemen bir adım berisinde bir andır.
Yani biz romanın başında; romanda anlatılacak geniş
olaylar dizisinin en sondan bir adım berisindeyiz.
Hemen aklımıza şöyle bir soru gelebilecektir:
Romancı sondan başa doğru bir anlatmayı mı tercih
ediyor? Genel görünüm bu olmakla birlikte, bu
soruya «evet» cevabı vermek bir hayli zorca, Fakat
şimdilik şunu söyleyebiliriz: Biz romanın başında,
roman boyunca anlatılacak olaylar dizisinin sona en
yakın bir noktasındayız. Hatta diyebiliriz ki, birkaç
saat öncesinde.
İlk 42 sahifelik bölümün. romanın bütünlüğü içinde,
kendi başına bir başka bütünlük taşıdığını ve buna
romanın nüvesi diyebileceğimiz; tekrar ifade edelim;
çünkü bu bölümün hususiyetini ortaya koymak ve
bütünlüğünü farketmek, romanın tamamını kavramak
için şart haline gelmektedir. Sanki başlı başına bir
roman. Bu bakımdan üzerinde genişliğine durulması
icabediyor.
İlk girişte karşımızdaki kişi, hemen hemen hiç
değişmez. Bu, sürekli biçimde Sevgi Selen’dir. Bir
parça da, yanında pansiyoner olarak kaldığı, resme
meraklı, geçim sıkıntısı olmayan, dul ve ancak fantazi
kabul edebileceğimiz cinsten Erich Fromm şakirdi
Sevim hanım. Sevgi Selen iki yıl yedi aydır An­
kara’dadır ve bu kadının pansiyonunda kalmaktadır.
Pansiyonda kalan iki kız daha var: Kapitalist Akif
Koçsa’nın Marksist kızı Tülin ve romanda fonksiyonu
son derece daraltılmış Aynur! Ankara’nın mutena
semtlerinden Gaziosmanpaşa’daki evin bir üst katı
da, gene Sevim Hanım tarafından solcu bir profesöre
kiralık olarak verilmiştir. Romanın diğer kişileri
ise, ya bu pansiyonu ziyaret edenlerdendir, ya da
pansiyonda kalan kişilerin dış ilişkileri çerçevesinde
belirirler, Akif Koçsa, onu öldüren zavallı Ali, ülkücü
İlhan, Sevim hanımın yeğeni Mehmet, sağcı ve
solcu geçinen sendikaların liderleri. figüranlar, Sevgi
Selen’in amcası ve idealist kadın sendikacı annesi!
Romancı bu ilk bölümde, Sevgi Selen’i anlatır bize.
Fakat bu anlatmak; ne tasvire dayalı bir anlatmadır,
ne de tarafsız müşahedeler biçiminde gelişir. Romancı
mümkün olabildiği kadar kendisini arka plana
çekmiştir. Hatta romancıyı kesinlikle yakalayamayız.
Sadece Gaziosmanpaşa semtinin tasviri anlatımı
hariç! Zira burası bize, Sevgi Selen tavrıyla verilmiyor, bunu ondan beklemek de yersizdir aslında
Genelinde bölüm, Sevgi Selen’in zaman zaman
102
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
hatırlamaları, hayalleri, tecessüsleri ve serbest
çağrışımlarıyla gelişiyor. Metin bu haliyle son derece
karışık. iç içe ve bulanık bir seyir takip eder. Metnin
bu haliyle gelişimi yazar adına son derece başarılı
görülmektedir.
Ne var ki. Sevgi Selen’i, biraz acılı kabul
edebileceğimiz bu iç akıştan, ya Sevim hanımın
hitapları, ya da yağan yağmurun cama vuran sesleri ayırabilir. Bu durumda hemen belirtebiliriz:
«Canbaz»ın ilk bölümünde iki seviyeli bir gelişme
gözleniyor. Biri Selen’in Sevim’le pansiyondaki
konuşmalarıyla sınırlı kalan, diğeri de Selen’in
romanı bütünüyle kuşatan çağrışımlardan beslenen ikinci bir satıh. Her iki seviyenin veya eksenin
hem şahıs kadroları, hem de zamanları birbirinden
farklıdır. İlgili bölümde iç içe girmiş iki farklı zaman,
farklı şahıs kadroları ve oldukça farklı mekanlar,
okuyucu tarafından tasnife ve zihinde yeni baştan bir
sıralamaya tabi tutulmalıdır. Bir de şunu ekleyebiliriz: Romancı her iki eksendeki gelişmeleri bir anda ve
bir arada anlatıyor ki, bu da romanın ve romancının
anlatma tarzının içine düştüğü karmaşıklığı ortaya
koyuyor. Bundan, şikayet ettiğimiz gibi bir sonuca
varılmamalı. Bilakis bunu, romancı adına müsbet bir
puan olarak vurgulamak istiyoruz.
Adı geçen bölüm, romancı tarafından, sekiz ayrı
epizot’a ayrılmış. Bu ayırmaların her birinde, ayrı
ayrı olaylar mı anlatılıyor? Ayrı ayrı olayları değil
belki, ama buna ayrı ayrı sahneler demek daha isabetli olacaktır sanıyorum. Sahneden sahneye geçişler.
bir sahnenin anlatımının bitimiyle değil; iç dünyasına
dalmış olan Selen’in dışarıdan gelen bir sesle ve
genellikle Sevim’in hitapları sonucu uyarılmasıyla,
ya da zihni akış esnasında bir kelimenin, bir ismin
kaynaklık ettiği bir çağrışım yoluyla oluyor. Her yeni
çağrışımın akabinde biz, yeni bir sahneye intikal ettiriliriz.
Romanın dokuzuncu sahifesinde Selen dışarıya
bakarken, roman kişilerinden sendikacı Mahmut,
bir damla yağmur suyunun aynasındadır. Daha önce
bir başkaları vardı bu aynada. Okuyalım: «Bir su
damlası daha, onun yüzü karışıyor,koca burnunun
alı, yanağının pembesi, sarı gözleri .. geniş güçlü
çenesinde dağılıyor.» «Belki gereken yalnızca, bir
damlacık saf suydu» diye düşünüyoruz. «Her şeye
dayanabildi; küfre, delillere, tutuklanmaya, zafere
ve yenilgiye dayanabildi. Hem mahcup, çocuksu gülümsemesini eksik etmeden ... »
«Mücâdelesi çetin oldu, her yolu denedi. Amma velakin bir damla saf su?.. Eh, işte annem!» Artık aynada
annesi vardır Sevgi Selen’in. Ve arkasından Selen’in
hafızası annesi etrafında dönmeye ve romancı da anne
ile ilgili bir sahneyi yazmaya başlamıştır bile.
Serbest çağrışımlarla geliştirilen bu UZUn bölümde,
Selen’in ilgileri nisbe­ tinde, biz bütün roman kişileri
ile teker teker tanıştırılınz. fakat ne kadar ya­ rım, ne
kadar karışık ve bulanık bir tanımadır bu!
Romanın bu bölümündeki «geçiş tekniği» okuyucu
tarafından iyi yakalanmalıdır. Zira yazarın anlatma
biçimi, doğrudan doğruya bu bölümde yatıyor.
CANBAZLAR ve GÖSTERİ EKSENİ
Peki, ya romanın bundan sonraki kısımları?
Buralarda da gene, romancı tarafından denenmeye
çalışılan «anlatma kombinezonları» ile karşılaşırız.
Romancı sanki bizi yormaya, zihnimizi sürekli
şekilde uyanık tutmaya zorluyor. Zaten, romanı bizim için ilginç kılan da, romancının iç içe kurduğu
kombinezonlardır. Bu kombinezonla nüfuz edemeyen kişi, romanın dışında kalmış demektir. Onlar
romanı bir bütün olarak değil, parça parça hikayeler
kişiler arası alelade alakalar ve ideolojik bir takım
tavırlar olarak algılayacaktır. Bu ise romandan; roman dışı, edebiyat dışı bilgiler almakla yetinmek
değil midir? Yani demek istiyoruz ki «Canbaz»,
gücünü ve kalitesini, anlattığı ideolojik detaydan
değil, doğrudan romanın kuruluş biçiminden alıyor.
Aslında iyi roman ve iyi romancı. kendisini bu handikaptan kurtardığı nisbette vardır. Yoksa bizi okşayan
görüş ve olaylarınanlatılması, iyi roman için yeterli
savılmamalı.
Elimizin altındaki roman, 466 sahifelik, on ayrı
bölüm teşkil ediyor. Bütün bölümlerin başlıkları iki
ayrı başlık altında toplanıyor: «Canbazlara Dair»
ve «Gösteriye Dair». Romanın ilk bölümünde
gelişen iki ayrı ekseni, romancı bu kısımlarda da
kullanıyor. Ne var ki bu kullanma, ilk bölüme
göre biraz daha farklı ve biraz daha mantıkî.
Romanın ilk bölümünde, Sevgi Selen’in tam bir
kaosa bürünmüş hatırlamaları içinde parça parça yer
alan roman kişileri, daha sonra gelen bölümlerde birer
birer, ayrı ayrı ele alınırlar. Roman kişileri romancı
nazarında birer canbazdır. «Canbazlara Dair»
başlığı altındaki bölümlerde, roman kişilerinden
her biri sıra ile anlatılır. İlk bölümde bu kişi Sevgi
Selen’se, daha ileriki bölümlerde sırası ile sendikacı
Mahmut, Akif Koçsa, solcu Ali Çubuk, ülkücü İlhan
Kasaboğlu vs. geniş planda sahneye çıkarlar. ilgili
bölümlerde romancı; canbazları müstakil, kendi
bütünlükleri içinde hikaye eder. Biz bunlara müstakil
hikayeler nazarıyla da bakabiliriz. Fakat her canbaz.
kendi hayat çizgisi içinde, romanın diğer kişileri
ile az veya çok münasebet halindedir. Veroman,
kişiler arası bu ilişkiler dolayısıyla, müstakil
103
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
hikayeler kılığından çıkarak, nev'ine has roman
hüviyetine bürünür.
Romanda «Gösteriye Dâir» başlıkları da sık
sık görülür. Gösteriye dair bölümleri, romanda
tamamiyle farklı bir eksendir. Romancı 1965-1979
yılları arasındaki aktüel siyası gelişmeleri safha safha
özetler bize, bu tam manasiyle bir anlatmadır. Sanki
birer panoroma!.. Ancak canbazların anlatılmasında
olduğu gibi, bu bölümlerde de, 1950 lere kadar uzanıp
giden geniş bir zaman dilimi vardır.
Burada dikkatimizi çeken nokta, romanın
«Canbazlara Dâir» ve «Gösteriye Dâir» bölümlerinin
«dönüşümlü» olarak metinde yer almasıdır. Kendi
bölümlerinde canbazlar merkez kişiler olarak
anlatılırken. «Gösteriye Dâir» bölümlerinde hepsi, bir
arada ve ortaklaşa bir akışın içinde olurlar.
Bu noktada, «Gösteriye Dair” bölümleri ile
«Canbazlara Dâir» bölümleri arasındaki anlatım
farklarına dikkati çekmek gerekecektir. Sevgi
Selen bölümünde romancı hemen hemen hiç yoktu.
Romancı. Sevgi Selen’in içinden konuşuyordu.
Onun içine nüfuz etmiş gibiydi. Sevgi Selen’e
dıştan bakmıyordu romancı. Bu tavır, öteki roman
kişilerini anlatırken bir hayli zedeleniyor. Fakat gene
de, belirttiğimiz pozisyonunu koruma azmindedir
romancı. Aslında romancıyı bu havasından çıkışa zorlayan, o kişilerin uzun hayatlarının özetlenmesindeki
mecburiyet oluyor. Romancı açısından, kendisini bu
yolda zor­ layan bir durum yoktur aslında. Romancı
kendisini, böyle bir handikapa isteyerek sürüklüyor. Biz, mesela Sevgi Selen’in doğum zamanlarını
bilmesek bir şey kaybetmezdik. Bizim yanımız sıra,
roman da kaybetmezdi. Gaziosmanpaşa tasvirinde
olduğu gibi. Romancının bakış açısındaki değişme,
kişilerine dışarıdan bir müşahit gibi yaklaşmasını
sağlıyor. Kişilerinin içinden, onların dışına çıkıyor.
Ne var ki, zamanı dar tutup anlara, anlık düşünce
ve hayallere indiği anda, Sevgi Selen bölümündeki
«iç konuşma» tekniği, diğer kişiler anlatılırken de
birden ortaya çıkıyor ve önümüzdeki metinde dil ve
kelimeler gözümüzün önünden silinip kayboluyor, o
kişilerin dünyası bir sar’a gibi insanı baştan sona sarıp
kuşatıveriyor. Ve hemen, ister istemez: «İşte Işınsu,
Işınsu üslubu ve tavrı bul.,» diyorsunuz. Romancıyı
bu başarılı anlatmanın dışında tutan, onu zorlayan
sebeplerin, bilgi verme ve özetlerine gayretinden
doğduğunu belirtmiştik. «Gösteriler» dönemini
romancı romanın ihtiyaç duyduğunun ötesinde önemsiyor. Ama bunlar metnin karakterini zedelemiyor
mu? Fakat Ali Çubuk ve İlhan Kasaboğu’nda bu bilgiler iyi yediriliyor; bilgi zorlama, okuyucuya yardım
amacının dışında romanın esas hüviyeti içinde eriyor.
İlhan Kasaboğlu’nun Ortadoğu yılları ve «Gösteri-
ye Dâir» bölümlerinin çoğu kısımlarında romancı
tam manasiyle müşâhittir. Zaman zaman yazar, realist romancıların tavrına bürünüyor. O, her yerde
vardır, her şeyi görür ve yaklaşımı tamamen mantıkî!
Mantıkî ama roman için, romanın iç yapısı için geriye
doğru bir gelişme değl mi bu?
ZAMAN ÜZERİNE ZAMAN BİNDİRME
Eserin sonlarında biz, Sevgi Seleni gene camların
önünde buluruz:
«Şu hüzünlü akşam saatinde yağmurun sesini dinlerken..» (s. 424)
«Odam iyice karardı. Sarışınlığı kayboldu, hatıralara
dalıp, yağurun sesi ni bile işitmez olmuşum. Dikkat
ediyorum, yeknesaklık geçmiş. Bazan iri iri damlalar
düşüyor, dam veya su boruları akıyor olmalı. Kalkıp
pencereyi açtım; sulu boyadan yapılmış bahçem
kararrnış.. (s. 445)
Demek ki romanın başından sonuna kadar geçen
zaman, pek uzun değilmiş diyoruz. «1979’un ekim
ayında bir sıkıcı akşam üstü» (s. 38) Sevim’in pansiyonunda, yağmurun camları dövdüğü bir saatte
başlayan roman, «sulu boyadan yapılmış bahçenin
hafifçe kararıp, renklerin seçilmez hâle gelmeye
başladığı bir ana kadar sürüyor. Henüz akşam yemeği
yenmek üzeredir. (s. 447) Yani, bir yaz yağmuru müddetinde bir zaman! .. Yaklaşık bir buçuk, iki saatlik
bir zaman! ..
Romancının anlattığı zaman bu durumda, tam manasiyle «daraltılmış bir zaman»dır. Bu «daraltılmış
zaman»ın en başında ve en sonunda, Sevgi Selen’le
Sevim hanım hâlâ aynı mekandadırlar. Fazla bir
hareket yok! Bu yeknesaklık romanın sonuna doğru
üç ayrıgelişme ile noktalanır: İlhan’ın Selen’in annesinin eve gelişleri ve Mehmet’in Konya’dan çektiği
tclgrafın üst üste yığılışı…
Romancı niçin böyle «daraltılmış, ya da dar
tutulmuş bir zarnan»ı yazmanın peşindedir? Onu,
bütün yazacaklarını böyle dar bir zaman dilimine
sıkıştırmaya zorlayan sebep nedir?
Bu soruyu değişik açılardan cevaplamak mümkün. Fakat akla gelen ilk ihtimali buraya kaydedebiliriz, Rornancıları, daraltılmış veya dar tutulmuş bir
zamanı yazmaya sevkeden hususların ilki, Proust’tan
beri kullanıla gelen bir teknik kaygısıdır. Zaman,
bizim saat ve takvimle ölçtüğümüzün dışında ve da
ha ötesinde değişik bir olgudur. İnsan, saatle ve takvirnle ölçtüğümüzün zamanın, yani «hâl-i hazır»ın
içinde yaşar. Ancak hali hazırın dışında insanın bir de
iç hayatı, «derûnî hayatı» yok mudur? Bu «derûnî
hayat», ister istemez, «derûnî bir zaman»ı da gerekli
kılacaktır. Yani «derûnî hayatımız», «derûnî zaman»la
104
F İ K İ R
S A NAT V E
iç içedir ve bir aradadır. Bu zaman saatle ölçülmeyen,
hâli hazırın dışında bir zamandır ve daha doğusu bir
«hâl»dir, insan için. Bir romancı bu «derûnî hayat»ı
yazmak isteyince, ister istemez hâli hazırda cereyan
edenlerin dışında bir hayatı yazmaya başlayacak demektir. Gündelik zamanın sınırlı her hangi bir anında,
insanın zihni ve derûnî hayatı, zaman ölçüleriyle ifade edilemeyen derin ve karanlık boyutlara uzanır.
Bu uzun, geniş, sınır çizilemeyen; ileriye ve geriye,
şuur altına, tedâîlere, tasavvurlara ve rüyâlara kadar
inerek bütün benliği saran tamamen tecridi bir haldir.
Bu anlamda romancının önün­ deki bir roman kişisi,
bir anda; hem içinde yaşadığı gündelik zamanı, hem
de bütün ömrünü ve bütün «münasebetler ağını», bir
anda yaşar haldedir. Buna nüfuz, romancı için yazma
zamanını uzatma, buna karşılık anlatılan hikayenin
zamanını ise daraltma mecburiyeti doğurur. Çünkü
zihnin akışı, saatlerden daha hızlı değil midir?
Bu bakımdan romancılar, son zamanlarda eserlerinde bir «anlatım tekniği» olarak bu yolu kullanmaya
E D E B İYAT TA TÖ R E
başladılar. Romanlarında cereyan eden olayların gerçek zamanı üzerinde tasarruflara, tabii akışları durdurmaya daraltmaya. onunla oynamaya heves ediyorlar.
Alışılmış roman tekniklerinin dışına taşma arzusu,
yeni yollar deneme merakı, son yarım asrın romanının
belirgin hususiyetleri arasında yer alır. Işınsu da,
romanında kullandığı teknik kombinezonları, zaten
tabii akışa karşı gerçekleştirdiği müdahalelerle, onunla oynayarak yaratıyor.
«1979’un ekim ayında bir sıkıcı akşam üstü, gök
delinmiş yağmur boşarı­makta .. eski günlerin hikayesinde iki kadın! », Bu iki kadının içinde bulunduğu
mekan belli, Sevim’in pansiyonu, yani sabit bir mekan. Zaman da belli, akşam üzeri birkaç saatlik bir zaman. Bu zaman, romanın esas zamanıdır, “hali hazır»
zamanıdır. Selen’le Sevim’in konuştukları «eski
günlerin hikayesi» de bir başka zamandır. Bu zaman
birinciye göre daha uzun ve daha geniş bir zamandır.
Eserde buna benzer daha başka zaman kategorileri de
vardır.
Töre Dergisi kurudu sandığımız bir şelaleydi. Yeniden gürül gürül akmaya başlayacak olması tarifsiz
bir mutluluk. Türk Milletini kültüründen sanatından koparmak isteyenlere inat Töre’nin yayın hayatına
yeniden başlamasını kutluyorum. Sanattan uzak bir toplum geleceğini kuramaz.
Büyük Türkiye düşüncesi rüyalarımıza Töre’yle yeniden girecek.
Takipçiniz olacağım. Saygılarımla.
Arslan Küçükyıldız
Sizi bu güzel teşebbüsünüzden dolayı kutluyorum. “Töre” “Bozkurt” dergisi ve “Devlet” gazetesi
1970’lerde Ülkücü hareketin vazgeçilmez yayın organlarıydı. Ayrıca “Töre-Devlet Yayınları” ismiyle
de bir yayıevi vardı.Emine Işınsu Hanımefendi “Töre” Dergisinin sahibiydi. O tarihlerde Türkiye’nin
üst seviyede bir edebi dergisi durumundaydı. Çok değerli imzalar bu dergide yazı yazıyordu. Işınsu
Hanımefendi’nin o güzel yazılarını halen özlüyoruz. Bu derginin yeniden yayın hayatına geçmesi bizleri
ziyadesi ile sevindirdi.
Günerkan Aydoğmuş
105
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Desen: Kenan Eroğlu
F İ K İ R
İlhan, Mehmet Ve Ben
•
Turan BOZKURT
Ölüm güzel mi sevdiğim? Ne olur bir ses, bir soluk
ver gittiğin yerden; bulunduğun hâlden; korkuyorum
ölmekten. Ama sen «ol» desen, bırak yalan dünyanın
yalan kavramlarını, sevmek neymiş. mutluluk eymiş
«öl korkma öl» desen, öleceğim and olsun. Ne vardı
sanki ölecek? Sevmekten, sevilmekten vazgeçecek
kadar güzel midir ölüm? Alsaydın mutluluğu
avuçlarımdan ve bir «özge safâ» sürseydik ne olurdu?
Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.101
«Kalp değilse bile el mecbur» diyerek aklınla karar
verdin ölmeye. Ah şu akıl; Mevlâna’nın «çamura
saplanmış eşek» dediği akıl; aciz, çaresiz, akıl.
Sana Işınsu’yu anlatacaktım. O samimi, o
romanlarında yaşayan kadından söz edecektik
karşılıklı. Ona niçin kızdığımı -sitem ettiğimi diyecektim- onu niçin sevdiğimi anlatacaktım. Şair Akbaş’ın
«Büyük kafalı büyük elli/Tanrı’nın gönderdiği belli»
106
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
dediği liderden bahsedecektim. Taha Akyol’un «talihsiz» dediği neslin içinden çıkan yiğitlerin hikayesini özetleyecektim saatlerce. Hani, CANBAZ’daki
İlhan var ya, talihsiz neslin bir ferdi olan İlhan, şu
senin beğendiğin çocuk, adı büyüğe çıkmış üç-beş
yabancı filozofu okuyunca ölümü düşleyen çocuk,
onu niçin beğenmediğimi bir sır gibi söyleyecektim
sana. Dahası, sana kendimi anlatacaktım. Ben kimim
öyle mi? Ben Kürşad’ım, Ulubatlı’yım, Yavuz Sultan
Selim Han’ım, Mehmetçik’im. Ve ben, bir Türkmen
ağasının «kadife eldiven içinde çelik yumruk» dediği
insanım. Gün olur ararım, kovalarım ölümü; gün olur
«zebûn olurum. bir gözleri ahûya.»
Hayata sımsıkı sarıldığın, sevdiğin, sevildiğin,
güzelleştiğin günleri hatırlıyorum da, ölümün hayal gibi geliyor bana. Yoksa hepsi yalan mıydı?
Daha o, yaşamak istiyor gözüktüğün günlerde bile
ölüm vardı aklında da hep rol mü yaptın? Yahut
hep aldandım mı ben? Yazık, beynimi burkan sorularla bırakıp gittin beni. Ne «gül yaktın», ne «şiiri
yaşadın » ne de bir sohbet edebildik, insan yahut sevmek üstüne. Münir Nurettin bir şarkısında
«ümit yolcusu yorulmaz» diyor. Öldün İşte yoksun artık, ümidimi güllerle yakmalı, yorulmalı ve
unutmalıyım.
Doğrusu, Canbaz’ı okurken, zaman zaman kendimi
İlhan’da bulmadım değil. Işınsu canbaz diyor İlhan’a;
gerçi o herkese canbaz diyor. İp üzerinde yürürken
kullanılan sopalar farklı da olsa, herkes bir canbazdır
ona göre. İlhan’ın sopası çift tabancasıdır. Ya seninkiler
sevdiğim? Yaşasaydın da sorsaydım, «sen dengeyi
nelerle sağlıyorsun?» diye, doğruyu söyleyebilir miydin bana? Ama sen yoksun artık ve ben Peyami’nin
Yalnızız adlı romanındaki Samim gibi buldum onları.
Dinimiz «ölülerinizi hayırla anınız » der. Seninkileri
yazmayayım ama ya benim denge sopalarım? Söyleyeyim: Ben canbazdan çok kumarbaza benzetirim
kendimi. Önce küçük oynayarak kumarı -hayatı desem de olur- öğrenen ve artık en büyüğe oynayan bir
kumarbaz. Ancak, para değildir ortaya sürdüğüm.
Para bana heyecan vermez. Gerçi bilirim, yalanlara,
kötülüklere, ihanetlere analık eden, insan zekasının
en rezil icadı olan paraya bu dünyada muhtacım ama
işte hepsi o kadar. Oynayınca kumarı, ortaya kafanı,
kolunu, istikbalini koyabilmelisin ve kazandıkların,
uğrunda ölünebilecek kadar kıymetli olmalı.
Ya Mehmet? Işınsu’nun Canbaz’daki Mehmet’i.
Hani bir gün İlhan’ı halasının evine davet eder ve
ona söz arasında «Sevmiyorum insanları, önce şu bizim Milleti» deyiverir. Sonra bu sözünü açıklayarak,
«Şu bizim Milleti derken, teorik olarak sevmiyorum
demek istemedim. Teoride seviyorum, insanların tümünü seviyorum. Eh işte seviyorum. Sevmemekten
kastettiğim, şu içinde yaşadığım zamanın ve toplumun insanları. Çünkü onları hiç anlamıyorum.» diyecektir. Mehmet’i nasıl bulduğunu bilmiyorum,
söylememiştin, Duyduğuma göre, romanı okuyanlar, İlhan’dan çok Mehmet’i beğeniyorlarmış, Halbuki ben onu da beğenmedim. Biliyorum, yaşasan
ve karşımda olsaydın şimdi, kaldırıp göz kapaklarını
aklımdan geçenleri okumak İster gibi bakacaktın
yine. Anlatayım:
Düşünmek ve okumak tutkunu, üç yabancı dil bilen,
milletini tanımak isteyen bu Siyasal’lı Mehmet, ilk
bakışta sevimli bir tip. Üstelik Yunus Emre’ye de
hayran. İtiraf edeyim ben de yer yer onda kendimi
buldum. Ama bunlar yetmez. Mehmet de, halası Sevim de kaçıyorlar. Hadi Sevim’i bırakalım bir tarafa.
Fakat Mehmet’in şöyle bir yakasını toplamak, sarsmak ve haykırmak istiyorum yüzüne karşı; «Devlet
gidiyor elden. Türklük bütün değerleriyle tahrip ediliyor. Senin neslin ölüyor, öldürüyor. Saflarda yerini
al» diye. Halbuki o da bir kısım insanları sarsmak,
uyandırmak» istemektedir. Milletini tanımadığı gibi
«bizi» de tanımamaktadır. Beni de «farkında olmadan
kendi kendilerine tutsak düşmüş kişiler» dediği insanlardan biri sanacaktır. Oysa kendisi de bir tutsaktır.
Korkularına tutsak olmuş, gerçeklerden kaçmaktadır.
Kendisini, olduğu gibi gözüken dürüst birisi olarak
anlatmıştır İlhan’a ama aynı şeyleri bana anlatırsa,
«korkularını nereye sakladın çocuk?» diye sormamdan korkacaktır. «Olduğu gibi gözükmek» ne güzel
lakin ne büyük yalan.
Canbaz’ı okurken bazen kendimi İlhan sandım,
bazen de Mehmet. Ama ben, onlar değilim. Sanki
beni ikiye bölmüşler, bir yarımı biraz eksik anlatıp
Mehmet diğer yarımı da yine biraz eksik anlatıp İlhan
yapmışlar. Halbuki ben, onların ikisinin toplamından
da fazlayım. Gün ışığında güzelleşen gözlerini dikme gözlerime öyle, mübalağa etmiyorum. Mehmet’i
anlattım işte biraz. İlhan’a gelince, doğrusu dürüst,
yiğit bir tip gibi gözüküyor. Bir gece evine gelerek
kendisini sevdiğini söyleyen kıza elini bile sürmez,
Aslında önceleri her şey iyidir. Hali vakti yerinde bir
ailenin çocuğu olan İlhan, üniversitede fikirdaşlarının
başkanıdır. Havasına diyecek yoktur. Ya olaylar
kızışınca? Bir gece sabaha kadar elde silah beklemekle, bir kere dayak yemekle ve birkaç tehditle çözülüvermeli mi insan? Çözülüp de önce okulu, sonra da
Ankara’yı mı terk etmeli? Bu çocuk, «korkuyu yenmek
için, korkunun üstüne yürümeli» diyen başkanı hiç
dinlememiş gibidir. «Ya devlet başa, ya kuzgun leşe»
şuuruyla, «yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz»ı
diyen arkadaşları direnirken, o bırakıp gitmiştir her
şeyi. Tabii sen bu olayları hiç yaşamadın.
Üzerine çevrilen bir tabanca nasıl ürpertir insanı?
107
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Soğuk namlulardan çıkan kurşunlar. değmese bile
nasıl sızlatır yüreğimizi. Vücuda giren bir kurşun
neler hatırlatır, neler düşündürür insana bilemezsin.
Yaşasaydın eğer bunları da anlatacaktım sana, neyleyim ki öldün... Izdırabım sonsuzu kucaklayacak kadar
büyük. Ve kadere öfkem, kainatı sarsacak kadar şedid.
Sen Canbaz’ı okumuştun güzelim. hatırlarsın.
Bu İlhan, Mehmet’le yaptığı ilk sohbetinde de zaten dağıtmıştı kendisini, Mehmet’in «Sevmiyorum
şu bizim milleti» sözü önce onu rahatsız etmiş, biraz sonra ise «ben de» demeye başlamıştı. Veysel’in
«Güzelliğin on par’etmez / Bu bendeki aşk olmasa»
mısralarını hatırlayan İlhan’ın, konusu millet, memleket olan bir sohbette bu mısralara takılıp kalmasını
da nedense pek sevmedim. Gerçi, seni deli-divane
sevdiğim günler hiç hatırlamadığım bu mısralar,
şimdi dilimden düşmüyor. Ama o zaman ben, ezelden
tutkun olduğum rengi en güzel haliyle senin gözlerinde sanıyor ve sana Allah’ın bu güne kadar yarattığı
en güzel kız diyordum. Hayallerinle, hırsımla, öfkenle
de güzeldin. Hani aşkın gözü kördür derler ya.
Halbuki aşkın ne suçu var, kör olan biziz. Diyeceğim
o ki, seni güzelleştiren, bendeki aşktı fakat, İlhan’daki
aşk olmasa da Türk Milleti güzeldir.
O İlhan var ya güzelim, şu senin beğendiğin çocuk.
O nasıl delikanlıdır öyle? «Ne sevdiği bellidir, ne
sevmediği». Ya ben? Bir düşün, ne kadar kör, deli ve
sarhoştum aşkınla. Bilirsin o günler bir özge fasıldı
ömrümde. Kıyamete dek sürecekti sarhoşluğum. Ölümünle bir başka fasıl başladı. Ve ben unutmak için...
Keskin bıçaklarla kazıdım kendimden seni... Yetmedi... öfkeli bir kurt gibi pençemi daldırıp göğsüme
kavradım, kopardım ve attım yüreğimi, Barbaros’un
göl yaptığı denize. Halbuki Işınsu’nun İlhan’ı... Ne
başı sevdasız olmayacak kadar yiğittir, ne «bir gözleri
ahûya zebun» olacak kadar duygulu, ne de yüreğini
koparıp atacak kadar öfkeli-cesur.
Sohbete böyle devam edersek Işınsu’yu kızdıracağız
değil mi? İlhan’a fazla yüklendim ama ne yapayım
beğendiğin için kıskandım işte çocuğu. Doğrusu
Işınsu’yu kızdırmak istemem; güzel yazıyor. Mesela,
Canbaz’daki Selen’i ne güzel anlatmıştır. Bir genç
kızın endişeleri, korkuları, sevgi ve tereddütleri ancak
böyle yazılabilir. Ya Ali Çubuk’a ne dersin? Adam
tipik devrimci canım. Öyle birini ben de tanımıştım.
Çocuk daha adımı duyar duymaz bana düşman
olmuştu. Oysa ben ne kadar da çok severim adımı.
Ya o sendikacılar, o Mahmut Güleryüz. İşçi işçi diyerek işçiyi sömüren ağalar. Aslında bu romanı biz
değil devrimciler okumalı ki öğrensinler yoldaşlarını,
Sendikacı Gülnaz başkadır ama; idealist, muhterem
bir kadın. Ah biraz da ana olabilseydi. Yine de Sevim
abladan iyidir. Gerçi Sevim ablanın daha ilk gördüğü
gün Mehmet’e. «çamaşır ipi gibi gerilmiş duruyorsun» deyişi çok hoşuma gitti. Ben de bazan öyle gerilirim. Ama memleket kan gölüne dönmüş, kadın hâlâ
Gaziosmanpaşa’daki evinde resimle psikolojiyle falan
uğraşıyor. Bu Gaziosmanpaşalılar hep böyle midir kuzum? Bu kadını andıran tipler Işınsu’nun Sancı’sında
da vardı. Sancı da güzel romandır doğrusu. O da bizi
anlatır. Gençosmanoğlu’nun
«Anası Dursun Demiş / Durmaz gider Önkuzu»
dediği yiğidi anlatır.
Dikkat ettim, Işınsu kadınları çok güzel anlatıyor.
Mesela Çiçekler Büyür’deki İlay, ne güçlü bir kızdır
öyle; aşkı da büyüktür, idealleri de. Çocukken sever,
genç kızken sever, hastayken, hapisteyken sever.
Zulme karşı direnmekten de hiç geri kalmamıştır.
Işınsu o romanda ne güzel anlatır bir genç kızın
ruhunu, ümitlerini, hayallerini, hüznünü, Eminim ki,
Işınsu da İlay’la sevmiş, İlay’la inlemiş ve İlay’la
birlikte çekmiştir tetiği Mehmet Alinin üstüne. Ne
pespaye adamdır o Mehmet Ali, sosyalist çocuk, onu
tanıyanlar erkek soyundan nefret eder billahi.
Söz kadın ruhundan açılmışken Nur’dan bahsetmemek olur mu hiç? Hani şu Işınsu’nun Küçük
Dünya’sındaki Nur. Aklıyla duyguları arasında bocalayan sevgi dolu kadın. Ama sen Nur’u tanımıyorsun
değil mi? Nereden tanıyacaksın okumamıştın ki
Küçük Dünya’yı. Gittiğin yerlerde bul bir tane de oku
diyeceğim ama ölüler roman okumazlar ki. Kaderin
benzemesin sevdiğim, bir Nur vardır o romanda. «Az
hisseden» bir kocayla yaşamaya mahkum olmuştur.
-Ölmüş desek de olur.- Sonra Murat’ı tanır. «Söylemeyi beceremediklerini de anlayan» bu erkeği
sevmiştir. Kocası ve Murat arasında bocalar durur. Ruhunda fırtınalar kopar. Lakin bir ihtiyarın derinlerden
gelen sesi «Kaderini zorlama» demiştir ona. Onun
da sopaları vardır ip üstünde yürürken kullandığı.
İnce, masum, kadına has yalanları söyler, kaprisler
yapar ama zorlayamaz kaderini. Ya Murat? Kaderin,
sahte bir gülümsemeyi çehresine iliştiriverdiği erkek,
erkektir amma, o da zorlayamaz kaderini ve gider.
Işınsu bir âlem, bir yiğit kadındır vesselam. Sakın
böyle dediğime bakıp da Işınsu’yu tanıdığımı
sanmayasın. Onu hiç görmedim. Ama bir gün görürsem
öpeceğim ellerinden. Sancı’yı yazdığı için. Canbaz’ı yazdığı için, adı büyüğe çıkmış romancıların
yazmaktan kaçındığı yiğitleri yazdığı için, tekrar
tekrar öpeceğim ellerinden. Hiç görmesem de
yazdıklarından biliyorum zaten nasıl birisi olduğunu.
O romanlarındaki insanlarla birlikte seviyor, özlüyor,
üzülüyor, yavru kuş kanadı gibi çarpıyor yüreği ve
nihayet yazıyor-rahatlıyor. Artık hiç sevmemiş gibidir.
İşte şimdi ben de öyleyim güzelim.
108
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
EMİNE IŞINSU’nun
“Küçük Dünya, Canbaz, Kaf Dağının Ardında, Nisan Yağmuru,
Havva”
ROMANLARINDA KADIN TEMASI*
•
Hümeyra YARGICI
Türk edebiyatında önemli bir yere sahip olduğu halde
ihmal edilen yazarlarımızdan Emine Işınsu, devrinin
hadiselerini ciddi ve gerçekçi bir bakış açısıyla ,zaman
zaman pervasızca kaleme almış, romanlarında büyük
ağırlık teşkil eden kadın kahramanlarına da zengin
bir çeşitlilikle eserlerinde yer vermiştir. Tanzimat’la
birlikte kadın, Divan edebiyatındakinden farklı bir
anlayışla ele alınmaya başlar. İlk olarak “düşkün
ve kurtarılması gereken kadın“ tipiyle romanımıza
yansıyan izlenimin milâdı. A.Mithat’ın “Henüz On
Yedi Yaşında” adlı romanıdır.
H.Ziya, kadını bir meta ve bir yiyici olarak
değerlendirir.
Son dönem romanlarında yazarlarımız, kadın karakterlere daha ziyade “başkaldırı ve özgürlük” konulan
ekseninde yer vermektedir.
Cumhuriyet dönemi yazarlarımızdan Emine
Işınsu’nun romanlarında özellikle bu incelemeye konu
olan beş romanda -kadınların karşılaştıkları sorunlar,
mücadele etmek zorunda kaldıkları kabuller, toplum
içindeki yerleri, ithal edilmemiş bir bakış açısıylaTürk toplumumun millî ve manevî değerleri ihmal
edilmeden ele alınmıştır. Bu konularda eleştiren,
fikir üretip çözüm getiren bir bakış açısı da tercih
edilmiştir. Bu romanlar birçok açıdan incelenmeyi
hak etmiş olmasına rağmen, Işınsu bazı eserlerini
“tezli roman” karakterinde yazdığı için, edebiyatımızda
hak ettiği ilgiyi ve değeri elde edememiştir.
Emine Işınsu’nun eserlerinde kadın kahramanlar romanlarda aldıkları role ve bulunduktan yere
göre, toplumun onlara biçtiği değer de sorgulanmak
suretiyle, zaman zaman ideolojik bir bakış açısıyla;
sadece mücadeleci kimlikleriyle değil; zaafları ve
mutsuzlukları ile de ele alınmıştır. Bu romanlarda kadın; anne olarak, eş, sevgili ve çocuk olarak
meslekleri de göz önüne alınarak işlenmiştir. Bazen
bu roller birbiriyle çatışmıştır. Çoğu tahsil yapmış
kültürlü, çevrelerini ve ilişkilerini sorgulayan bu
kadınlar. aslında hep ortak bir yazgıyı yaşarlar:
Yalnızlık. Kadınlar; kâh bencilliğe boğularak, kâh
*http://www.alperturantekeli.com.tr/php/forum/viewthread.php?thread_id=62
sevgiyi ve vermeyi öğrenerek romanlarda büyük
yer tutan tasavvufun tesirinde kalarak kendi içlerinde bir sükûna kavuşurlar. Romanların karakteristik
özelliği diyebileceğimiz bitişteki bu sükûn; büyük bir
arayıştan, sancılı dönemlerden sonra gerçekleşir. Âdeta mesnevîlerdeki ve halk hikâyelerindeki yol, yolculuk, karşılaşılan engeller, vs. gibi motifleri hatırlatan
bu seyir, bilinçli olarak mı tercih edilmiştir bilmiyoruz.
Fakat doğulu değerlerin modernize edilmiş bir şekilde
ele alındığını söyleyebiliriz. (“Küçük Dünya”da
“Nur” ile “Murat’ın aşkı,”Canbaz”da “Mehmet’in
şahsında modern bir “Yunus Emre” tasavvur edilmesi
gibi)
KADIN KARAKTERLERİN FİZİKSEL
ÖZELLİKLERİ
Bütün kadın kahramanların fiziksel özellikleri
belirtilmemiştir. Beş romandan dört tanesinde
bazı kahramanlar tasvir edilirken, bazıları tasvir
edilmemiştir. Yapılan tasvirler de çok detaylı değildir.
“Nisan Yağmuru” romanında “Meryem”in otuz
altı yaşında olduğu belirtilir: ”Evet, otuz altı yaşına
bastım bile.. .”(1)
“Küçük Dünya”da “Nur”,annesini şöyle tasvir eder:
”İnce, uzun saçlarını dümdüz arkasına toplamış, iri
siyah gözlü...”(2)
“Canbaz” romanında “Selen”in kaldığı pansiyonun sahibi “Sevim Abla” şu fiziki özelliklere sahiptir:
”Uzun boylu, balık etinde kızılkahverengi saçlarım
ensesinde toplanmış, alımlı bir kadın. Zarif yürüyordu. Güzel fakat acayip bir kadın...”(3)
“Gülnaz” ise “Koçsa”nın ağzından anlatılır: ”Başını
kaldırınca kadının kocaman kahverengi gözleriyle
karşılaştı. Bu gözler onun bütün yüzünü kaplamış gibiydi, varlığının tümünü; ipeksi yumuşaklığının altında
kaya sertliği... Sabır, meydan okuma, merak, teslimiyet, isyan, dikkat, hepsi bakışlarında toplanmıştı.
Kahverengi, siyah, yeşil, kızıl ışıklar saçıyordu.”(4)
Romanlarda bazı kahramanlar, kendi ağızlarından
109
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
”sıska, esmer, aksak” olarak tasvir edilir ve kendilerini beğenmezler.
“Selen“, kendisini beğenmez ve kendisiyle barışması
çok sonra olur: ”Esmerin solgunu, ince yay kaşlı, iri
kara gözlü...” “Kendimle barışmaya başlamam, galiba ilk defa görünüşümü benimsememle oldu.“(5)
“Kaf Dağının Ardında” romanında ise “Mevsim
Öz” kendi ağzından şöyle tasvir edilir:”İki kara göz...
Grek burun, kalın dudaklar, ağız büyük. Bu gece Çinliler gibi arkama tek örgü yaptığım gür , uzun, kestane
rengi saçlar... Boyum orta, bedenim ince.”(6)
Kahramanlar, eserlerde yeri geldiğinde tasvir
edilmiş, fazla detaya girilmemiş. Bazı kahramanların
fiziksel özelliklerine ise hiç değinilmemiştir.
KADIN KARAKTERLERİN KÜLTÜREL
DURUMLARI
“Küçük Dünya”da “Nur”, diğer kahramanlardan farklı bir eğitim safhası geçirir. Annesi okullara
güvenmediği için ona evde ders verir. Bu, “Nur”a
göre tam bir işkencedir. “Nur”, her zaman yaşıtlarının
üstünde bir bilgi birikimine sahip olur. Bu durum,
onun .kendisini herkesten üstün görmesine sebebiyet
verecektir:
“Oysa ben okulu sevmedim. Öğretilen şeyler
pek basit, pek sudan geliyordu. O neyse ya, asıl
etrafımdakilerle hiç anlaşamadım. Bir türlü giremedim aralarnıa, ısınamadım. Hoş sanki onlar beni
sevdiler de! Bir küçük, bir ukalâ kız. Ciddî mi ciddî.
Kendini beğenmişin biri. ”ukalânın biri”, ”kendisini
bir şey samyor.”(7)
“Evvela pek garibime giden bu yakıştırmaları
sonraları benimsedim. Hatta tuhaftır ama
hoşuma da gitmeye başladı. Beni onlardan, bütün
etrafımdakilerden ayıran bir şey oldu. “(8)
“Nur”, kimyager olmuştur. Fakat diplomasını annesine verir. Avrupa’da ihtisası ise annesi istediği ve
okul ona hiçbir zaman cazip gelmediği için reddeder:
“-Ben seni sürüden ayırmak istedim. Bütün
gençliğimi bunun için harcadım. Tam mükafatımı
alacağım sırada... Beni geri götürmeye, ta başladığım
yere götürmeye ne hakkın var? -Bir mükâfat için mi
çalıştınız? Bu mükâfat, parlak diplomam olsun. Onu
size bırakacağım zaten.”(9) “Canbaz”da “Selen”, önce
koleji bitirir: ”Ve böylece, varlıklı bir kolej hayatından
sonra üniversitede yoksulluk çekmek...”(10)
Daha sonra Gazi Eğitim Enstitüsü İngilizce bölümüne gider: ”Gazi Eğitim Enstitüsü birinci sınıf
öğrencisiydim. İngilizce bölümü.”(11)
“Kaf Dağının Ardında” romanında ise “Mevsim”
okulu yarım bırakır. Zaten kendisi için gerekli olan
bilgileri ona tutulan özel hocalar sayesinde edinmiştir.
Ona da babasının söylediği şey şudur:
“Fakültelerin sana ilâve edeceği bir şey yok...
dedi. Okuman gereken kitapları zaten okuyorsun,
ne yapacaksın diplomayı... Paramız var, mesleğin
de.”(12) “Havva” romanında ,”Berrin” kolej mezunudur. Psikoloji tahsilini yarım bırakmıştır: “...fedakârlık
edip onu zengin çocukların, zengin, şımarık, rahat
yaşayan çocukların gittiği koleje vermişlerdi.” (13)
“Berrin Hümeyra’dan önce evlendi. Psikoloji tahsilini yarım bıraktı, ailesinin baskıcı havasından kurtulmak istiyordu.”(14)
Bunlardan hareketle romanlarda okumuş ve kültürlü kadınların büyük yer tuttuğunu .eğitim sisteminin
de yer yer eleştirildiğini söyleyebiliriz.
TOPLUM İÇİNDEKİ DURUMLARI
BAKIMINDAN KADIN KAREKTERLER
Romanlarda kadın kahramanlar, toplumun,
kadınlıklarına biçtiği yer yüzünden çelişkiler ve
umutsuzluklar yaşarlar. Kadın olmakla işini yapmak arasında tereddüde düşerler. İşlerini çok
iyi yapmalarına rağmen bazen geleneksel kabullere farkında olmadan yenik düşerler. Bunu
“Canbaz”da “Gülnaz”ın iç çatışmasında görürüz:
“Ne olursa olsun, isim ve sıfatlar alabildiğince
değişsin, bu devir Gülnaz’ın devri değildi. Öz konusuna. yegâne konusuna yabancı düşmüştü kadın,
iş arkadaşlarını anlamıyordu... Dönen dolaplardan
başı dönmekteydi. Kullanıldiğının, bir çeşit alet yerine konduğunun farkındaydı. Kendisini aciz hissetti.... ”tekbir hamle daha...” diye karar verdi: Kadın
işçilerin haklarını da alayım, sonra bırakacağım. Ev
tamamlanır o zamana kadar.”(15)
“Mevsim“, büyük sancılarla Kaf Dağına ulaşmaya
çalışırken bir türlü “Mehmet”i yazamaz.Çünkü
O, mevsimin kadın yanı olduğu için bunca sancılı
yazılmaktadır: “Mehmet erkek. Mevsim’in erkek
yanı olduğu için mi, şu basit sebep yüzünden mi
yazamadım.
Romanda, Mehmet kadın olmalıydı. Mevsim’in
kadın yanı. Oysa Mehmet için kurduğum,
düşündüğüm hayat tarzını, bir kadın yaşayamaz, bir
kadın yaşayamaz bizim ülkede; belki hiçbir ülkede!
O kâh yürüyerek kâh kamyon sırtında, bazen de özel
arabasıyla Anadolu’yu gezecek, uzun durağı Kütahya
olacak, çiniciliği öğrenecek.”(16)
Bazen kadına cinsel bir obje olarak yaklaşıldığım
ve kadının sırf bu yüzden yani toplumun geleneksel
kabulleri yüzünden birçok engelle -kendini denetleyerek- boğuşmak zorunda kaldığını görürüz: ”Atakul
ölüp de Gülnaz yalnız kalınca, yeni bir iş ararken,
dulluğunda değişen çehreleri farkederek yavaş yavaş
ve bocalayarak, annesini memnun etmeye, gönlünü
kırmamaya çalışarak , boyun eğerek... içinde kaba-
110
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
ran arzuların tümüne engeller çekerek, bir taraftan
namus, şeref, haysiyet kavramları ile boğuşurken, bir
taraftan teklif edilen işlerde kadınlığını yoklayanları
hayretle reddederek, şaşkın olabildiğince.. .”(17)
Gülnaz işinin getirdiği problemlere ek olarak
kadın olması sebebiyle toplumun ve erkeklerin ön
yargılarıyla savaşmak zorundadır. Fakat mücadeleci
kimliği, kendıne güvenen kişiliğiyle kararlı bir tutum
sergiler:
“Önce kadın olduğum için zordu bu adamlarla
başa çıkmak anlıyor musun Selen?... kadın sendika
başkanı, bir başına; konfederasyonun emirlerine
karşı çıkıp greve gidebilir miymiş?
Ben değil inancım güçlü. Haklı olduğuma
inanıyorum, ta ellilerden bu yana.”(18)
Bazen bütün bu mücadelelere rağmen kadınların
hayatın monotonluğuna teslim olduklarını görürüz:
”Günlük olayların dışına çıkamıyoruz ki . Ne kadar
kuru ve dümdüz bir hayatımız var, dedim içimden.”(19)
Oysa onlar, sorumlu oldukları roller dışında yine
kendileri olmak istemektedirler: ”Ben iyi bir yazar
olmak istediğim kadar, kendime özgü de olmak istiyorum.”(20)
“Bir yere bir gruba mensup olma bilinci tabii destek
verir insana da. Bu mensubiyetin derecesi önemli,
reddetmek değil benimkisi, denge, derecenin dengesi!
Mevsimliğimi kaybetmeden, anlatabiliyor muyum?
Kendimden, kişiliğimden ödün vermeden.”(21)
Romanlarda kadınlar, toplumun kendilerine biçtiği
değerleri sorgulamışlar, zaman zaman bu değerlere
teslim olup çatışmalar yaşasalar da kendi kişiliklerinin
gerektirdiğini yapmışlardır.
BEKLENTİLER, YALNIZLIKLAR,
UMUTSUZLUKLAR MUTSUZLUKLAR İÇİNDE
KADIN
Romanlarda yalnızlık .mutsuzluk ve hatta güvenlik
kavramlarının diğer temalara bağlı olarak yoğun bir
şekilde yer aldığını görürüz.Özellikle birkaç romanda bu kavramlar ağırlıklı olarak işlenmiştir. (Küçük
Dünya, Kaf Dağının Ardında, Havva)
Yalnızlığa, umutsuzluğa, mutsuzluğa, bazen
çocuğunun isteklerini ve eğilimlerini dikkate almayan, otoriter ve “dediğim dedikçi” bir anne; bazen kendi egosuna hapsolmuş kadını ayrı bir değer
olarak görmeyen bir koca ve bazen de çocuğuna
verdiği özgürlüğün dozunu ayarlamayan bir anne
sebep olur. “Babam yaşasaydı, acep yine kimyager
hanım olabilecek miydim? Herhalde istemezdin değil
mi babacığım? Yaşasaydın, ben şimdi boyalarımla,
çamurlarımla mutlu! Mutlu mu? Artık bundan bile
şüphelenmeye başlamıştım. Saadet nedir sanki, diyor-
dum. Böyle bir şey var mıdır?”(22)
“Bir kere her şeyden önce bütün insanların, senin
gibi bir mutluluk problemleri yoktur. Olanı olduğu gibi
kabul ediverirler, biter. Senin huzursuzluğun bu işi bir
mesele yapmandan doğuyor. Mütemadiyen yokluyorsun kendini ‘mutlu muyum değil miyim’ ‘Mutluluk
bu mudur, nedir? vs.’... Kendi kendinin içinde o kadar bîtap düşüyorsun ki, etrafındakileri doğru dürüst
anlamıyorsun.”(23)
Annesinin kendisini bıraktığı sonsuz özgürlük
içinde bunalan “Selen”e “Sevim Abla” şöyle der:
”Hâlâ kendine güvenin yok, hâlâ... Her şeyden
korkuyorsun.”(24)
Kahramanlar bu duygu anaforlarını genellikle tek
başlarına yaşarlar.
“Rezil bir şey. Oysa bilhassa son zamanlarda
insanların gözünde ne kadar huzurlu, muntazam, sakin bir yaşantım var, di mi. Ömer bile öyle söyledi.
İçimde habire bina edilip çöken, yeniden yapılan,
tekrar yıkılan şeylerden kimsenin haberi yok!“(25)
Bu yalnızlık, sığınılacak birilerini bulur kendine.
Kahramanların güvenli görünüşlerinin arkasında bazen sonsuz bir güvensizliğe, kendine yetememezliğe
rastlarız: ”Biliyor musun, o benim kendime çok
güvendiğimi sanıyor. -omuz silktim- ee, yıllardır yalnız
yaşayan bir yazar kız, toplumdan kabul görmüş, ün
yapmış. Senin arkanda, önümde, yanımda... daima
senin bulunduğunu biliyorum ya ne dersin babacık?
Ömer şu basit gerçeği bilmiyor. Beni özüne güveni
sonsuz sanıyor.”(26)
Kendini dış dünyaya kapatmaya bazen de
kahramanların meslekleri sebep olur. ”Mevsim Öz”,
yazdığı için mi yalnızdır, yoksa yalnız olduğu için mi
yazar: ”Sosyal ilişkileri geliştirecek, hatta belki kuracak vaktim yoktu. İnsana bu denli yönelişime rağmen
kendi yalnızlığım, katlanarak devam ediyordu. Ders
çalışmanın ve bütün öbür ilişkilerimin yanında,
büyük bir tutku ile yazmaya devam ediyordum.”(27)
“Havva”, kendi ayaklarının üzerinde yıllarca durmuş
olmasına rağmen; bazen mutsuzluğa .güvensizliğe
yenik düşer: ”Güvenmiyorum, hayır güvenemiyorum,
işte az bir güven, gruptakilerin iyi niyetlerine... Fikirlere değil de insanlara mı bağlıyım ben? Bu benimkisi nasıl bir yük? Ve yürekteki üşümüş serçe nasıl bir
serçe? Ruhum benim. Kararsız. Korkak. Kuşkulu ve
çılgın. Ve dargın. Ve öfkeli!
Kendimi gereksiz bir şekilde tahlil etmeye başladım
yine. Ki içimdeki acıları oyup deşmekten başka bir işe
yaramıyor.”(28)
Sonuç olarak, yalnızlığın; kahramanları çok fazla
umutsuzluğa sürüklediğini söyleyemeyiz.
Onlar, yalnızlıklarını ve mutsuzluklarını derinliğine
111
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
ve sorgulayarak yaşarlar. Bunu yenmek için bir çıkış
yolu bulmayı da genellikle başarırlar.
AŞK TEMASI OLARAK KADIN
Romanlarda aşk, kahramanların kendileriyle ve
âşık oldukları kişilerle çatışmaları şeklinde zuhur
eder. ”Küçük Dünya”da “Nur”, ”Murat”la kocası
arasında bocalar, bir taraftan da kocasından başkasını
düşünmenin utancını ve vicdani ezikliğini yaşar.
”Murat”, ideal ettiği erkek tipi olmasına rağmen,
onda kendisine karşı bir temayül görmekten korkar ve
tedirgin olur: “Neden bilmem, bu sorudan ve soruyu
sorduğu an yüreğimi deler gibi bakmasından rahatsız
oldum.Gözlerimi yola çevirdim.”(29)
‘”Murat gelse’ diyordum, gelse ona anlatabilir miyim acaba? Düşüncelerimin tümü sana dönük. Vücudum onunla, kafam seninle yaşıyor; diyebilir miyim?
Sen, ben, o, üçümüz mutluyuz. Ama Ferit bir şey
bilmiyor, düşüncelerimi okuyamıyor, ona yazık değil
mi, ayıp değil mi? ’Ben ne kadar suçlu hissediyorum
kendimi, bana yardım et ne olursun!’ diyebilir miyim?”(30)
“Küçük Dünya”nın yazılış gayesi “plâtonik aşk”ı
günümüze uyarlamaktır. ”Nur”, masallardan ve hayallerden ördüğü küçük dünyasında tattığı mutluluğu;
annesinin dersleriyle başlayan, evliliğiyle devam eden
acı hayat tecrübesiyle kaybetmekte, büyük dünyanın
acımasız ve zalim ellerinde küçük dünyasının eriyip
ufalandığını hissetmektedir. Küçük yüreğinde beliren
isyan, -her şeye rağmen- yerini tevekküle bırakırken;
”Murat”a duyduğu aşk da fiziki olmaktan -elbetteuzaklaşıp ulvîleşecek, plâtonik merhaleye yükselecektir.
Nitekim bu Platonizm, şu satırlarda gayet açıktır:
“Ama ben yine de tek taraflı aşkı düşünmek istemiyorum. İki taraf da aynı şeyi hissedecek, sadece hissedecekler. Baştan sona sona ... Ama bu kelimelere
dökülmeyecek, anlıyor musun? Buncasına kuvvetli bir
hissin yanında kelimeler yetersizdir, lüzumsuzdur.”(31)
“Kaf Dağı’nın Ardında” romanında ise, “Mevsim
Öz”, aşka şu duygularla düşer:
“Yalnız, korunmaya, esirgenmeye muhtaç, biraz şımarık, daha da şımartılmak isteyen bir küçük
kız gibi uzandım ona . Benimle ilgilensin istedim.
ihtiyaçlarımı bilsin, anlasın cevap versin istedim
yaşantısında önemli bir yer almayı, öyle olacağını
umdum.”(32)
Fakat, bu umutları boşa çıkacaktır. İlişkileri
boyunca ”Mevsim” hep veren olmuştur. ”Orçun”un
“Mevsim”den alıp götürdükleri odasının düzenini
değiştirmek istemesiyle müşahhas bir nitelik kazanır:
”İlk defa o anda Mevsim olarak bütünlüğümün bozulmaya başladığını açık açık fark ettim.”(33)
Her şeye rağmen bu aşk ona çok şey öğretmiştir:
“en mühimi Orçun , beni aşk üzerinde düşündürmüş.
öyle yahut böyle bir şeyler duyurabilmişti.”(34)
Romanlarda kadınlar, aşkı, bir varoluş ve
özgürlük ikilemi içinde, kendilerini alabildiğine
hırpalayarak yaşarlar. Toplumun değer yargılan ve
bağlı bulundukları inanç sistemi bu aşklarda onların
tavırlarını etkiler.
AİLE VE EVLİLİK KURUMUNDA KADIN
Romanlarda evlilik başlı başına bir problem olarak
sadece “Küçük Dünya”da ele alınmıştır diyebiliriz.
Zaten bu roman, yazarın diğer romanlarından tamamen ayrı bir karakter arz eder. Fakat diğer romanlarda
da evlilik meselesinin başka konularla içice geçmiş
bir biçimde ele alındığına şahit oluruz. “Küçük
Dünya”da “Nur”, annesinin baskısından kurtulmak
için, âdeta ondan intikam alırcasına, sevmediği ama
çok beğendiği bir adamla evlenir. Bu evlenişi şu
satırlarda buluruz: “Bir şeyler yapmalı diyorum.yeni
bir şey, hiç denemediğim değişik bir şey.Ne? Evlenmeliyim, hem de Feritle!...”(35)
Düğün töreni bile “Nur”un hayal ettiği gibi olmaz:”
“Düğün yapmadık. Oysa nasıl isterdim düğünüm
olmasını. Bir masal dünyasının içinde yalnız ben
ve kocam, el ele ayın doğuşunu seyredecektik.”(36)
Toplumda hâkim olan değer yargıları, bütün evliliklerde olduğu gibi, ”Nur”un evliliği için de geçerlidir. O, okumuş ve kültürlü bir hanımdır. Diğer
hanımların zevk aldığı bir çok şeyden zevk almaz.
Onları saçma bulur (Kabul günleri, mücevherler, genel kabuller). Eşi de tahsillli olmasına rağmen, ”Nur”,
adeta kocası için yaşamak zorundadır. Kocasından
oluşan dünyasında şikayet ettiği eski hayatını
aramaktadır: ”Eskiden önemli olan bendim. Benim
dersim, benim vazifem, benim yemeğimin saati. Oysa
şimdi rolleri Ferit’le değiştik. Önemli olan o ve onun
işleri. Evimin, saatlerimin muntazam düzeni boğuyor
beni. Alıp başımı gidemiyorum, canımın istediği gibi
gezemiyorum sokaklarda. Yapılması lazım gelen işler,
yetiştirilmesi lazım gelen yemekler...”(37)
“Ferit”, sathî bir insandır. Tıpkı “Kaf Dağının
Ardında” romanındaki “Orçun” gibi. “Nur”un hassas.
masallarla süslü dünyası, her şeyi sorgulayıp derunî
bir mücadele haline getiren şahsiyeti, derin dünyası,
eşi tarafından anlaşılamaz. ”Nur”, iç monologlarla
sürekli kocasını kendisiyle mukayese eder, evliliğini
irdeler. Bazen kendini tek başına bulur. İnsanları ve
eşini küçümsemeye, onları bir varlık olarak kabul
112
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
etmemeye başlar. ”Nur,” Ferit’in aksine, mutsuzdur: ”Anlamıyor beni... çocuk- kadın kabul etmiş bir
kez.baktım ki olacağı yok, şimdi de ona özenmeye
başladım işte. Keşke ben kendimin bir hiç olduğunu
bilmesem, öbür insanların hiçten de berbat olduğunu
bilmesem. Güzelliğimin ve tahsilimin hayranı olan bir
halkada yaşasam, mutlu olurdum diyorum, anlatabiliyor muyum?”(38)
Tartışmalar. konuşmalar hep “Ferit’in zaferiyle
sonuçlanır. Yüzeyinde yaşadığı dünyayı ve hâdiseleri hep aynı duyarsızlıkla değerlendiren “Ferit” tıpkı
“Orçun” gibi hep ister: ”Fakat şaşırıyorum, sadece
sen istiyorsun, ben veriyorum. Biraz da sen vermeyi
öğrensen!...”(39)
Kadın, annelik içgüdüsüyle ve toplumun etkisiyle
vermeyi öğrenir. Karşı taraf ise bunu çoğu zaman sorgulamadan kabullenir. Bir evin ya da eşin sorumluluğu
roman kadınlarını zaman zaman korkutur. Evlenince
mesleğini sürdürememek korkusu da bazen baskın
çıkar: ”Ben zayıfım yahut tam anlamıyla bencil
değilim, evlenirsem kendimi kocama kaptırırım,
yazılarım ikinci plana düşer, buna da çok üzülürüm.
”(40) Bunun tam tersi bir durumla “Nisan Yağmuru”
romanında karşılaşırız. ”Meryem“, mutlu bir evliliği
varken eşini kaybetmişti. Düştüğü boşluk bir türlü
dolmaz. Çünkü onların evliliğinde veren “Cahit’, alan
“Meryem”dir: “Cahit veriyordu ama diyorum yüksek
sesle O, vermeyi becerenlerden olmuş. Mum ışığı bendim çünkü, Cahit ise pervane. Pervaneler yanmaya
mahkum.”(41)
Evlilikte egemen kadın olduğunda da aynı bencillik çarkı işlemekte, evliliğin tabiatında olan paylaşım
duygusu ortadan kalkmaktadır: ”Tam bana göre bir
adam, bana ait ve benim emrimde, diyordu. O günlerde Berrin’e pek ihtiyacı yok gibiydi... Çevresinde
dört dönen birine sahipti artık.”(42)
Havva, annesiyle babasının evliliğini sorgularken;
bu ilişkide sevginin olmadığını söyler. Annesi bir
efendi otoritesi ile adeta babasını sömürmüştür: ”Ben
sevgiyi bilmiyorum. Babamla annemin ilişkisinde
bile daima bir efendi-köle alışverişi gördüm, sevgiyi
bulamadım. “(43)
Bazı roman kadınları evliliği ağır bir yükümlülük
olarak görürken aynı vazifeler yükünü bir mecburiyet
olarak kabullenen ve teslimiyeti tercih eden kadınlar da
vardır: “Evliliğinde vazifeleri vardı, hakları olduğunu
pek düşünmezdi... Kocası nazik ve terbiyeli ve mesafeliydi, ev işlerinde mutlak bir düzen beklerdi.”(44)
Bu anlayış tarzı evliliklere de tesir eder. Kadınların
kendilerini kocalarına ifade edememesi ilişkilerinin
sağlam olmasını engeller. Aynı evde karı kocayı
yabancı durumuna düşürür: ”Sonraları Berrin, ne
bir arkadaşı, hatta ne kocası ile şöyle açık, dürüst bir
ilişki kuramamış, kendini ifade edememişti.”(45)
Kocanın sorumluluğuna bir de çocuğun sorumluluğu
eklenince kadına yaşamak için çok dar bir alan kalır:
”İyi ama benim yolum hangisiydi acep? Bir yanda
ben yaşayacağım, beni tamamlayanla yaşayacağım.
Obür yanda da yaşamak için çırpınan iki varlığı
yaşatacağım.”(46)
Bu romanlarda evlilik ve aile kurumu çok zengin
bir çeşitlilikle ele alınmış. konuya bir çok açıdan
yaklaşılmıştır.
ANNELİK AÇISINDAN KADIN
Eserlerde annelik; hem anne hem de çocuk
açısından irdelenmekte, büyük bir yer tutmaktadır:
“Küçük Dünya”da “Nur”un annesi .otoriter
yapısıyla, kendi isteğini çocuğuna yaptırmak istemesiyle dikkati çeker. Ona şefkat göstermez, yüklü bir
eğitime tâbi tutar ve onun isteklerini dikkate almaz:
”Fazla şefkat gösterisi çocuğu bozarmış. Sık sık
tekrarlardı bu cümleyi, daha neler bozardı çocuğu,
mesela ilkokul! Ya öyle bu yüzden ilkokula göndermedi beni.”(47)
“Nur”, sırf annesi istedi diye okur. Çünkü
okuduklarım sevmez. Oysa “Nur”, ilerde bir eş ve
anne olacaktır. Bu sorumluluklara annesi onu hiç
hazırlamamıştır: ”Ama bana kızmayın, bir tanem.
Kabahati kendinizde arayın. Beni bütün bunlara hiç
hazırlamadınız ki. Bir evin, bir kocanın sorumluluğunu
yüklenmeye hiç hazırlamadınız ki...”(48)
“Canbaz “romanında “Gülnaz”, annesinin onu çok
sıktığını düşündüğü için kendi kızım serbest bırakır.
”Selen”kendi ayaklan üzerinde durmayı öğrenmelidir.
”Gülnaz Hamm”annesine zor katlanmıştır, ama o
ölünce de kendisini boşlukta hissetmiştir. Ve istemiştir
ki, kızı onun çektiklerini çekmesin. Hatta o, çocuğunu
kucağına bile almamış, kitaplarla, doktorların söyledikleri ile büyütmüştür. Ama neyi ihmal ettiğini asla
farketmemiştir: ”Kitabm yazdığına, doktorun sözlerine göre hareket edilmiştir. Kundağa sanlmamış,
kucağa alınmamış.”(49)
“Eserde bebek büyütürken fazla kitap okunması
tenkit edilir. Henüz tecrübe edilme safhasında olan
bazı modern pedagojik metotların işe yararlığı
tartışıhrken, bunlan uygulama çoğu zaman faydadan
çok zarar getirir.”(50)
Zaten bu yetiştirme tarzı, ”Selen”in ruhunda derin
yaralar açmış, annesini çok yanlış anlamış ve ona
nasıl bağlı olduğunu farkedemeden uzunca bir süre
ondan nefret etmiştir.
Annenin çocuğu, kendi istediği gibi ve toplumun
113
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
değer yargılarına uygun görme arzusu da yine bu romanda “Selen”i yalnızlığa iten bir unsur olarak ele
alınır.”Engeller, kibarlık, ağır başlı, efendi, vakur
bir kız olma mecburiyeti, tek açık kapı bırakmayan
dar bir sınır Selen öbür çocuklara benzemez, şımarık
değildir, düşüncelidir. Sakindir, pek kibardır benim
kızım!“(51)
Belki de asıl sorun, annenin kızında kendini
yaşamak istemesidir: ”Maksadın kendi hayallerini
kızında yaşamak mı? Ben sen değilim ki...”(52)
Yine de geç kalınmış değildir, her şeye rağmen
yeniden başlanabilir. “Gülnaz Hanım” da anne olarak
kızına yanlış davrandığını farketmişti. ”Kimi örnek
alacaktı Selen? Yürü Selen kimse yok arkanda seçebilme hürriyeti var ama, yetmeli öyle mi Gülnaz
Hanım.”(53)
Her çocuk çevresinden, ailesinden ve annesinden
farklı bir varhktır. Bu gerçek, bazen anneleri korkutur:
”Benden alınanlar bir daha geri gelmeyecek. Benden olan her şey karşıma bir yabancı gibi çıkacak.
Ve ben, kendi kanımdan, etimden meydana gelen bu
yabancıya, daha çok vermeye devam edeceğim. Böyle
düşününce korkmaya başlıyorum...”(54)
“Nur”,annesinin otoriter varlığı yüzünden hep acı
çekmiştir. Kendi isteklerini değil, annesinin isteklerini ön plâna almak zorunda kalmıştır. Fakat aynı
yanılgıya “Nur” da düşer. Zanneder ki; kendi istekleri
ve yapamadıkları, kızının istedikleri ve yapacaklarıdır.
Neyse ki, bunu çabuk fark eder: “Ben yalnızım. Kızımı
da öyle yapmak istiyorum. Vazgeç dostum, vazgeç.
Sen parmaklarını o pembe plastik hamurdan çek’ Ona
başka eller uzansın, yaşayacağı hayatın tâ kendisi
uzansın; istediği gibi şekil versin.”(55)
“Havva” romanında anne-kız çatışması bariz bir
şekilde hissedilir. ”Havva”nın annesi için bebek(kızı)
geçici bir oyuncaktır. Gelip geçici bir heves; Acaba
doğursam mı?... ‘demeye başladı.’ Bir değişiklik olur
mu benim için, çünkü sıkılmaya başladım bu hayattan
artık’”(56)
Megaloman ve narsist bir karakterin tüm özelliklerini sergileyen “Hümeyra” için güzelliği her
şeyden önemlidir, kızından bile... O, yalnız kendisinin
önemli sayılmasını ister. Kendisinden başkasının
önemli sayılmasına tahammül edemez: ”Kalçalarının
genişlemesinden yaşlılar, çocuğun kız olacağını tahmin ediyorlardı. Hümeyra belli belirsiz kız çocuğunun
kendisine rakip olabileceğini seziyor, gittikçe
huzursuzlaşıyor, saatler boyu Rıfkı’nın başının etini
yiyordu.”(57) “Havva” da “Canbaz”daki “Selen” gibi
özgür bırakılmıştır.Fakat bu özgür bırakılışın sebebi,
”Canbaz”dan farklıdır. O, annesini rahatsız etmemesi için serbest bırakılır. ”Annemi rahatsız etmemek,
onu üzmemek kaydıyla başıboştum, terkedilmiştim...
İlk hatıram; iki yaşında mıydım, iki buçuk, üç müydüm; titizlenen bir kadının bol bulanık şımarık sesi
yankılanıyor beynimde: ’Al şu çocuğu başımdan’ Sonra annemin eteklerine yapışan ellerimi biraz hoyratça
çekip koparan bir adam.”(58)
Böyle bir anne “Havva”yı çok değişik duygular içinde bırakır. Onun .sağlıklı bir çocukluk
geçirmediğini .kendisine verilen özgürlük ortamında
yine annesinin dikkatini çekmek üzere kurulu bir
düşünce tarzıyla hareket ettiğini söyleyebiliriz: ”Kiminle arkadaşlık edersem edeyim, karışmazlardı, eve
hayvan taşırdım, bir gözü kör, kuyruğu kesik sokak
kedileri, çirkin mi çirkin sokak köpekleri, akvaryum
balıkları, sakat kuşlar, ne bileyim... böyle hayvanlar.
Bir keresinde sırf annemi iğrendirmek için bir kutunun içine koyduğum solucanı getirmiştim. Hümeyra bir
çığlık atmıştı onu görünce. Bu bana yeterdi, solucanı
bahçeye salıverdim.”(59)
“Havva” annesinin eleştireceği bütün hareketleri
yaparak ondan bir nevi intikam alır: ”Kambur durma
Havva, iğrenç görünüyorsun’ inadına eğiliyorum.
‘Çiklet çiğneme Havva, mahalle kızlarına benziyorsun’ çiğnemekle kalmıyorum, patlatmayı da
öğreniyorum.”(60)
“Nisan Yağmuru”nda “Meryem”in çocuğu olmaz.
Zaten o da bir çocuğun sorumluluğunu yüklenecek gücü kendinde görmemektedir: ”İlk bebeğimi
düşürdüm. İkincisi için uzun bir tedavi ihtiyacım
vardı. Cahit, ’Ikimiz birbirimize yetiyoruz, çocuk
istemiyorum.’ dedi ve bu laf o zaman bana pek makul
göründü... lakin şimdi... ben bir çocuğun mesuliyetini
alamazdım, zaten o tedavi de beni spordan ayırabilirdi
bir süre... Sonra her ihtimale karşı, dokuz ay yatakta
kalmak, hayır benim yapacağım işler değildir.”(61)
Bu romanlarda annelik, çok yönlü ve tarafsız olarak
ele alınmıştır. Bazen iyi niyetli yaklaşımlar bile kötü
sonuçlar vermiş, anne-kız çatışmaları kahramanların
birbirlerini sorgulaması suretiyle işlenmiştir. Emine
Işınsu, bazen tavrını geleneksel olandan yana koymuş,
pedagojik değerleri küçümsemiştir.
Belkıs Gürsoy’a göre de “Çocuk terbiyesi
Işınsu’nun gerek “Canbaz” romanında gerekse diğer
romanlarında bazen doğrudan doğruya, bazen de
dolaylı olarak ele alınan bir meseledir. Ebeveynler,
çocuk yetiştirmede genellikle şahsi tecrübelerden
yola çıkarken, çoğu zaman aşırı uçlarda kalır, bir türlü denge sağlayamazlar. Sevgisiz geçen yaşanmamış
çocukluk yılları, Işınsu’nun bir çok kahramanında
gördüğümüz gibi, ilerdeki zamanlarda ferdi patlamalara , cemiyet planında düşünülürse sosyal patlamalara yol açıyor.”(62)
114
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
DİNİ VE METAFİZİK KABULLER
AÇISINDAN KADIN
Söz konusu beş romanda din ve tasavvuf bahsinin kadın kahramanların hayatlarında önemli rol
oynadığını görürüz. “Küçük Dünya “romanında, yirmi
beş yıl ney üfleyen .müzik yoluyla Allah’a ulaşmaya
çalışan bir sanatkarla karşılaşıyoruz: Ziyaeddin Efendi. ”25 yıl ney üflemiş, müzik yoluyla Allah’a ulaşmak
isteyen bir sanatkar.”(63)
Şeyh Ziyaeddin Efendi’nin şahsında kendi imanını
sorgulayan “Nur”, ”Murat”la onu birleştiren duygunun da bu iman arayışı olduğunu düşünür.
Bu romanda seçilen mekân bile din eksenlidir. Urfa
peygamber şehridir. Hz.Ibrahim’in ateşe atılması
.ateşin gül bahçesi olması, ”Nur”un masallarla dolu
dünyasını mistik bir atmosfere çevirir. Bu romanda
“dağ motifi”ne rastlarız. Nemrut, hem küfrün, hem de
engelleri temsil eden dağın adıdır.
Fatalist kader anlayışına bu romanda karşı
çıkıldığını, kaderin; romanın gidişatını ve sonunu
etkileyecek bir biçimde ele alınıp tahlil edildiğini
görürüz. ”Nur”, ”Murat”la kocası arasında bocalarken, hatta boşanmayı düşünürken / Kaderini zorlama !” ikazına muhatap olur. Kader, valinin hanımının
tanımıyla “İnsanın bir yola girmemek için mücadele
etmesi değil girdiği yolda mücadele etmesidir.”
Neticede “Nur”, kaderine teslim olur. Evliliğini
sürdürmeyi tercih eder.
“Cambaz” romanın da “Selen”e “Mehmet’in söyledikleri Yunus Emre’nin şiirlerinin bir özeti gibidir.
“Kaf dağının Ardında” romanında, ”Tahir Hoca”,
”Mevsim”in lise yıllarında din öğretmenidir. Geniş
tasavvufi kültüre vakıftır. İnandığım bizzat yaşamakta
olan birisidir ‘Tahir Hoca güçlüydü; göğsünün
içinde koca bir gönül taşıyordu. O, fırtınalara karşı
çıkabilirdi.”(64)
“Tahir Hoca” romanda, ”Mevsim”in metafizik
yarınının dinî cephesidir. Daima verici olma, insanları
yaratanından ötürü hoş görme, nefsanî arzulardan
sıyrılma gibi telkinlerle “adem”i sembolize eder.
O, ”Mevsim”in din vasıtasıyla kendisini tanımasına
yardım eder.
“Kaf dağının Ardında “ romanında “Kafdağı”,
nefsi sembolize eder. ”Mehmet”, ”Mevsim”in içinde
yaşayan modern bir derviştir. “Mevsim”in erkek yanı
ve manevi yolculuğunun başlangıç noktasıdır. “Mevsim”, bazen nasıl dua edeceğini bile şaşırır, çareyi
Allah’a teslim olmakta bulur.Dini kabulleri irdeler.
Allah karşısında kendini âciz hisseder. Fatalist kader
anlayışına ise onun dünyasında yer yoktur: ”Hayatın
en mühim unsuru insanın bizzat kendisiydi. Bereket
de onun elindeydi; kısırlık da. Kaderse, kişinin öz
seçiminin bir sonucu.başka bir şey değil.”(65)
İnanmak yolundaki tereddütler, ”Mevsim”i yığınla
çelişkiye düşürse de; bütün mesele, insanın benliğini
aşmasıdır. Benlik tıpkı bir dağ gibidir. Yani nefistir.
Yani” Kaf Dağı”dır. “Mevsim”. yüreğinde cam
kırıklarıyla bir temmuz güneşinde yola çıkar. Bu roman “Mevsim”in arayışının ve açlığının romanıdır.
Ahmet Kabaklı, bu roman hakkında “Türk Edebiyat
Ansiklopedisinin 5.cildinde şu yorumlarda bulunur:
’Bu roman bir bakıma Işınsu’daki tereddütlerin,
değişmelerin ve gelişmelerin hikayesidir. Nitekim
‘Mevsim Öz’ adındaki hanım, türlü çevrelere girip
çıktıktan .insanları ve aşkları tanıdıktan sonra, bu
dünyada mutluluk bulamayacağını anlamış gibidir.
Aranan güzel hayat ve özlenen sevgili (Mehmet) birer kuruntu ve hayaldir. Mevsimin hiç bir
yerde bulamadığı iç huzuru, olsa olsa Kaf dağmm
ardındadır. Yani masallarda, belki “ideler aleminde’’
bulunabilir. Kendi oluşumu ile Mevsim Öz arasındaki
benzerliği düşünen Işınsu, bu romanı için ‘manevi
biyografimdir’diyor.”
Aslında bu dünyada mutlu olamama ve benliğini
aşma duygusu Türk edebiyatında sıkça işlenen
mevzûlardandır. Ahmet Haşim “O Belde” şiiriyle
hayalî bir sığınak tarif eder. Yahya Kemal’in “Mehlika Sultan’a Âşık Yedi Genç”i, muammâ güzeli bulmak üzere gece şehrin kapısından çıkarlar.
Edebiyatımızla iç içe yaşamış ve edebi lezzeti özüne
sindirmiş olan Emine Işınsu’nun bu romanı ile Şeyh
Gâlip’in “Hüsn ü Aşk”ı arasında da benzerlikler
kurulmuştur.(Bkz. Bir Yazarın Masalı, Kaf Dağının
Ardında, Alâaddin Karaca, Millî Kültür, sy.83, Nisan
1991)
“Havva”(66) romanında” kader” kavramı diğer
iki romanla paralellik arzedecek bir anlayışla ele
alınmıştır: “Allah bize seçme hürriyeti vermişti, akıl
ve irade vermişti. Şu halde insan, tanrı ile müşterek
yapıp etmekteydi kaderini.” Bu romanda kahramanlar, “Doğru Yaşama Kuralları” adı altında Allah’ı ve
varlıkları tanımaya çalışırlar. ”Havva” bu kuralların
telkin edildiği seminerlere devam ederek, sevmeyi
öğrenir. Benliğini kemiren bir çok olumsuz duygudan bu sayede kurtulur. Zaman zaman geleneksel
din anlayışını ve kendi inancını sorgular. Hayata
pozitif duygularla bakan bir fert haline gelir. “Havva” romanına benzer şekilde “Nisan Yağmuru”ndaki
“Meryem” de kocasının ölümüyle bir boşluğa
düşmüşken, karşılaştığı bir sedef atölyesinde bir nevi
tasavvuf dersleri verildiğini görür. Roman, nefsiyle savaşarak çeşitli engelleri aşan “Meryem”in göz
yaşlarıyla biter. ”Meryem”, kocasının ölümünden beri
ilk defa ağlamaktadır. Gönlü arınmış ve temizlenmiştir.
115
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Bu eserlerde yazar, geleneksel ve dinî kabulleri
sorgulamış, kader meselesine özel önem vermiştir.
Dini sembolize eden şahıslar ,örnek davranışlar içinde
ele alınmıştır.
SONUÇ
Emine Işınsu’nun incelediğimiz beş romanında
birinci derecede kahramanlar kadındır. Bu kadınlar
fikrî ve felsefî derinliği hâiz, ciddî, kültürlü, hassas
ve zekidirler. Okuduklan ve öğrendikleriyle hayat
arasındaki tezat, onlan bazen mutsuzluğa sürükler.
Çevrelerini sürekli sorgularlar. Diğer kadınların
yaptıkları işlerden zevk almazlar.
Yazar kadınların sorunlarına incelik ve duyarlılıkla
yaklaşmasını bildiği gibi, onların hatalarını da ustalıklı
bir şekilde kaleme almayı bilmiş, kendi hemcinslerini
de sorgulamaktan çekinmemiştir. Evliliklerinde sorun
yaşayan kadınlar, bunu bir şekilde içselleştirmeyi,
kendilerini sorgulamayı benimsemişlerdir. Çevreleri
ile hatta kendileri ile yer yer çatışmalar yaşamışlar,
fakat toplumla barışık olmayan bir kadın portresi de
çizmemişlerdir.
Romanlarda aşk, zaman zaman kadınların özgürlüklerini kısıtlayıcı bir rol oynar. Bazen de kadınlar,
aşkları ve âşık oldukları erkekler sayesinde sevmeyi
öğrenirler.
Yazar, anne-çocuk ilişkilerini de çok yönlü ve
tarafsız olarak ele almıştır. İyi anne, kötü anne, ideal
anne tipleri bariz bir şekilde hissettirilmiştir.
Işınsu’nun kadın duyarlığıyla bazen adeta bir
kanaviçe gibi işlediği cümleleri; sevgiye, dostluğa,
arkadaşlığa, kendine güvene pencere açıp bütün
bunları irdeleyen kalemi, her yaştan okuyucuya çok
şey söyleyecek özelliktedir.
Yüreğinde cam kırıklarıyla “Kaf Dağı”na
ulaşmaya çalışan Mevsim; çağımızın “Yunus
Emre”si “Mehmet’ten sevgiyi -hem de ne sancılarlaöğrenen “Selen”; aşkını kelimelere dökmeden en
ulvî mertebede yaşayarak, sorumlu olduğu değerleri
arkasına atmadan kaderine teslim olan “Nur”;
kocasının gölgesinden tasavvufun aydınlık dünyasına
yol alan “Meryem”; güzelliği, sadece suratta değil,
surette de görmeyi öğrenen “Havva”... Bütün bu kahramanlar aslında hepimizin içinde yaşayan bir uzviyettir.
DİPNOTLAR
( 1) Nisan Yağmuru, Ötüken Yay., 1997, s.87
( 2) KüçükDünya, Ötüken Yay., 1991, s.31
( 3) Canbaz, Ötüken Yay., 1992, s.237
( 4) a.g.e.; s.319
( 5) a.g.e.; s.378
( 6) Kaf Dağının Ardında, Ötüken Yay., 1995, s.60
( 7) Küçük Dünya, Ötüken Yay., 1991, s.43
( 8) a.g.e.;.s.44
( 9) a.g.e.; s.55
(10) Canbaz,Ötüken Yay., 1992, s.59
(11) a.g.e.; s.15
(12) Kaf Dağının Ardında, Ötüken Yay., 1995, s.49
(13) Havva, Ötüken Yay., 1998, s.126
(14) a.g.e.; s.122
(15) Canbaz, Ötüken Yay , 1992, s.52
(16) Kaf Dağının Ardında, Ötüken Yay., 1995, s.23
(17) Canbaz, Ötüken Yay., 1992, s.55
(18) a.g.e.; s.9
(19) Kaf Dağının Ardında, Ötüken Yay., 1995, s.82
(20) a.g.e.; s.74
(21) a.g.e.; s.292
(22) Küçük Dünya, Ötüken Yay., 1991, s.51
(23) a.g.e.; s.77
(24) Canbaz, Ötüken Yay., 1992, s.21
(25) Kaf Dağının Ardında, Ötüken Yay., 1995, s.12
(26) a.g.e.; s.16
(27) a.g.e.; s.72
(28) Havva, Ötüken Yay., 1998, s.23
(29) Küçük Dünya, Ötüken Yay., 1991, s.109
(30) a.g.e.; s.180
(31) a.g.e., s.46
(32) Kaf Dağının Ardında, Ötüken Yay., 1995, s.145
(33) a.g.e.; s.152
(34) a.g.e.; s.193
(35) Küçük Dünya, Ötüken Yay., 1991, s.52
(36) a.g.e.; s.66
(37) a.g.e.; s.69-70
(38) a.g.e.; s.78
(39) a.g.e.; s.131
(40) Kaf Dağının Ardmda, Ötüken Yay.,1995, s.232
(41) Nisan Yağmuru, Ötüken Yay., 1997, s.56
(42) Havva, Ötüken Yay., 1998, s.123
(43) a.g.e.; s.21
(44) a.g.e.; s.31
(45) a.g.e.; s.231
(46) Küçük Dünya, Ötüken Yay., 1991, s.187
(47) a.g.e.; s.118
(48) a.g.e.; s.70
(49) Canbaz, Ötüken Yay., 1992, s.35
(50) GÜRSOY, Belkıs, ”Canbaza Daiı” Millî
Kültür, Eylül 1191, Sayı 88, s.60.
(51) Canbaz, Ötüken Yay., 1992, s.383
(52) a.g.e.; s.76
(53) a.g.e.; s.57
(54) Küçük Dünya, Ötüken Yay., 1991, s.111
(55) a.g.e.; s.112
(56) Havva, Ötüken Yay., 1998, s.125
(57) a.g.e.; s.125
(58) a.g.e.; s.15
(59) a.g.e.; s.15
(60) a.g.e.; s.13
(61) NisanYağmuru, Ötüken Yay.,1997, s.33
(62) GÜRS0Y, Belkıs, ”Canbaz’a Daiı”, Millî
Kültür, Eylül 1991, Sayı 88, s.61-62
(63) Küçük Dünya, Ötüken Yay., 1991, s.172
(64) KafdağınnıArdında, Ötüken Yay.,1995, s.92
(65) a.g.e.; s.215
(66) Havva, Ötüken Yay., 1997, s.73
116
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Desen: Semiha Şahbaz
SANCI
•
Yetik OZAN
Emine Işınsu’ya
Diriliş çağında yerin sancısı;
Tetiklenen filiz, patlayan gonca...
En yaşlı ananın derin sancısı:
Bir göğüs darlığı, Ergenekonca.
Bu sancıya gergef etmiş yüzünü
Sabır iğnesine takıp özünü,
Ağladıkça Turanlaşır hüzünü;
Bir gözü Selenga, bir gözü Tunca.
Dokuz ülkü tek olmuş bu sancıda,
Düş gerçeğe gök olmuş bu sancıda,
Umut cana kök olmuş. bu sancıda;
Kırılan bir ise, dirilen bunca..
117
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
EMİNE IŞINSU’nun
HACI BEKTAŞ VELİ ROMANINDA
BEKTAŞİLİK ALGISI
•
Serdar ODACI*
Türklerin ön Asya’ya doğru yolculuğu hem yeni bir
yurdun hem de İslamiyetin kabulüyle yeni bir medeniyet dairesinin kapılarını aralamıştır. Yeni coğrafya ve
yeni bir inanç sistemi Türk kültürünün yüzyıllar boyu
devam edecek kendi tasavvuf anlayışını doğurmuş ve
geliştirmiştir. Bu anlayış, halka Türklük ve İslamiyet
konularında önderlik eden şahsiyetleri beslemiş
ve olgunlaştırmıştır. Bu şahsiyetler ve onların
etrafındakiler gönülleriyle, bilimleriyle ve eylemleriyle kalabalık kitleleri etkilemiştir. Büyüklükleri
yüzyılları aşan bu kimlikler, dünden bugüne uzanan
çizgide zamanımızın ruhunu da şekillendirmeye devam etmektedir. Bu şahıslar yaşamları, felsefeleri,
öğretileri, uygulamaları, tarihî kimliklerinin yanı sıra
efsanevi yaşamlarıyla halkın edebî zevkinde de yerini
almıştır.
Horasan erenlerinden ve bu büyük şahsiyetlerden
biri olan Hacı Bektaş Veli, Türk kültürünün hamuruna
önemli katkılarda bulunmuş, onun yaydığı hoşgörü ve
sevgi Anadolu’nun sınırları ötesine Rumeli’den Çin’e
kadar uzanmıştır (Aytaş 1998)
Edebiyat, pek çok türüyle tarihin gerçekliğini
işlemiştir. Kabul edilir ki tarihin edebiyat ürünlerinde işlenmesi ayrı bir sorumluluk gerektirmektedir.
Tarih, romanların bazılarında sadece fon olarak yer
alırken bazılarında bizzat gerçeklik olarak kurgunun
içine dâhil olmaktadır. Romanda tarihî gerçekliğin
işlenmesi, kurgunun gücünü elinde bulunduran yazara sınırlı bir özgürlük tanımaktadır. Tarihî verilerle birlikte kurgunun gereklerine göre boşlukların
tamamlanması elbette yazarın algısına, sezgisine,
duyumlarına ve yorumuna bağlı olmaktadır (Yalçın
1998:26).
Hacı Bektaş Veli’nin ortaya koyduğu görüş ve
düşünceler etrafında sistemleşen bir tarikat anlayışı
Bektaşîlik olarak adlandırılmıştır. 13. yüzyıldan
günümüze kadar uzanan Bektaşilik, edebî eserlere
de yansımıştır. Ancak, Bektaşilik ile ilgili tarihî bilgilerin yetersizliği, bakış açılarının farklılığı, yanlış
değerlendirmeler, Bektaşîlik hakkında yazılan bazı
eserleri olumsuz görüş ve kanaatlerle doldurmuştur.
Türk edebiyatında tasavvuf ehlini konu alan ro* Dr. Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi
Uygulama ve Araştırma Merkezi
manlar çoğunlukla yanlı olarak kurgulanmış olup
ya aşırı karalama ya da bütünüyle hayal mahsulü
olağanüstülükleri içermektedir (Aytaş 1998).
Türk edebiyatının uzunca bir dönemdir yazı
hayatını sürdüren kalemlerinden biri olan Emine
Işınsu, son birkaç senedir tasavvuf ehlini konu edinen tarihî-biyografik romanlarını yayımlamak- tadır.
13. yüzyılda Anadolu’ya gelen Horasan erenlerinden
Hacı Bektaş Veli, aynı adlı romanın ana omurgasını
oluşturmaktadır. Işınsu, kuru, tarihî ve kronolojik
bilgi vermek yerine roman üslubuyla Hacı Bektaş
Veli’yi yaşayan bir kahraman olarak kurgulamıştır
(Işınsu 2008:6).
1. Hacı Bektaş-ı Velî Romanında Bektaşilik
Roman, tek bir kişi merkezli olarak Hacı Bektaş Veli
etrafında şekillenmektedir. Roman, bu yönüyle biyografik nitelik taşımaktadır. Çizgisel bir kurguya sahip
olan romanda olaylar, 1228 yılında Hacı Bektaş’ın,
Sulucakarahöyük’e ikindi vaktinde gelmesiyle başlar.
Bektaş, elli yaşındadır ve hacdan dönmüştür. Namazı
kılmak üzere camiye giren Hacı Bektaş, İdris’in dikkatini çeker. Saçları ve sakalı ustura ile alınmıştır.
İdris, onunla sohbete başlar, ona katılacağı isyandan
bahseder. Hacı Bektaş Baba İlyas’a inanmadığını ve
taraftar olmadığını söyler. Kardeşi Menteş’in Baba
İlyas’la kaldığını da belirtir. Sohbetin ilerlemesi üzerine evine davet eder. Evine konuk olarak
gittiğinde Bektaş, İdris’in kızı Fatma’nın sorusu üzerine vazifesini dile getirir, Lokman Perende’nin emri
ile Sulucakarahöyük’e irşad üzere geldiğini söyleyen
Hacı Bektaş’ın ilk müridi Fatma olur. Fatma, Hacı
Bektaş’ın Kadıncık ismini takmasıyla Kadıncık Ana
olarak anılacaktır. Derhal bir dergah yapılır. İdris, Babai İsyanı’na katılmak üzere gitmiştir.
Kadıncık, Hacı Bektaş’la birlikte dergahın
kurumlaşmasına çalışmaktadır. Hacı Bektaş’ın
sohbetini dinleyenler birer ikişer onun müridi olurlar. Hacı Bektaş, Kadıncık Ana’yla evlenir. Hacı
Bektaş’ın etkisi gün geçtikçe artmaktadır. Ona uyanlar, onu sevenler olduğu gibi, ondan rahatsız olanlar da
118
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
vardır. Ferhat Ağa durumu yerinde tetkik etmek için
dergaha gelir ve soru işaretlerinin çoğunu gidermiş
olarak oradan ayrılır.
Babai İsyanı’nda öldüğü haberi gelen İdris, isyandan iki yıl sonra yurduna geri döner, isyandan yaralı
kurtarıldığını, iki yıla yakın kendisini iyileştirenlere
hizmet ettiğini ve Veli’nin rüyasında dön demesiyle
döndüğünü anlatır. O da Hacı Bektaş’ın yanında yerini alır. Kadıncık Ana mürşit olma yolunda ilerlemektedir. Mürit toplantılarında Hacı Bektaş, onun da sorulara cevap vermesini ister. Hacı Bektaş’ın bu arada
bir oğlu olmuş ve adını Ali Timurtaş koymuşlardır.
Ahi Evren, saydığı, sevdiği Hacı Bektaş’ı ziyarete gelir ve öldürüleceğine dair bir imada bulunur. Birkaç
gün sonra Ahi Evren’in ölüm haberi gelir.
Mürşitlik mertebesine erişenler, görevlerini yapmak üzere birer ikişer Hacı Bektaş’ın yanından
ayrılmaktadır. Kıtlık sebebiyle civar yerleşimlerden
buğday istemek için dergaha gelinmektedir. Yunus
da köyüne buğday istemek üzere Hacı Bektaş’a gelir. Veli, himmet teklif eder, ancak Yunus buğdayı
tercih eder. Yurduna dönerken yolda aklı başına
gelir ama nasibi Taptuk Emre’ye verilmiştir. Hacı
Bektaş’ın maneviyatı mekânlar ötesine ulaşmıştır.
Uzaklardan mürit olmak isteyenler dergahın kapısını
aşındırmaktadır. Hacı Bektaş’a duyulan sevgi de
beldelere yayılmaktadır. Hacı Bektaş ve müritleri,
Zileliler’in davetine icap ederler. Hacı Bektaş, engin
insan sevgisi ile kaza geçiren Ferhat Ağa’yı ziyaret
eder ve nasihatte bulunur.
Hacı Bektaş, ömrünü mürit toplantılarında irşat etmekle, dergahın işleriyle sürdürmektedir. Oğulları
ergenlik çağına gelmiştir. Ali Timurtaş, babasının
uğraştığı işleri o çağda pek kabullenememektedir. Ancak Hacı Bektaş, engin sabrıyla bu durumu
geçiştirir, son demlerinde postunu Kadıncık Ana ile
oğlu Timurtaş’a bırakarak Hakka Yürür.
a. Tarihî Bilgilerden Romana Yansıyanlar
Emine Işınsu, Hacı Bektaş ile ilgili kesinlik kazanmayan tarihî bilgilere romanında yer vermemeye çalışmıştır. Veli’nin yaşamında kaynakların
dolduramadığı boşlukları Işınsu, roman kurgusunda tamamlamıştır. Hacı Bektaş Veli’nin veliliği
dışında menkıbevi kişiliğine birkaç kerameti dışında
neredeyse hiç yer vermemiştir.
Hacı Bektaş Veli’nin yaşamıyla ilgili tarihî bilgiler yetersizdir. Eldeki mevcut belgelerde doğum
ve ölüm tarihleri farklı rivayet edilmektedir. 13.
yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı genel olarak kabul
edilmektedir. Bazı kaynaklarda Hacı Bektaş Veli’nin
63 yıl ya da 92 yıl yaşadığı şeklinde değişik rivayetler bulunmaktadır(Güzel 1994). Işınsu, Hacı Bektaş
Veli’nin 1178 ile 1270 yılları arasında doksan iki
yıl ömür sürdüğünü kabul etmiştir. Romanda 1228
yılında Hacı Bektaş Veli’nin elli yaşında olduğu ifade edilmektedir (Işınsu 2008:15-16). Romana göre kırk
yaşında hacca giden Hacı Bektaş Veli, hacdan on yıl
sonra Sulucakarahöyük’e dönmüştür.(Işınsu 2008:15)
Tarihî kaynakların belirlediği üzere, romanda
da Hacı Bektaş Veli, ilk müritleri Hoca İdris ile
Kutlu Melek (Kadıncık Ana)’in misafiri olmuş ve
Sulucakarahöyük’te kırk yıl hüküm sürmüştür,(Güzel
1994)
Bu bakımdan romanda Hacı Bektaş Veli, Baba İlyas,
Ahi Evren, Mevlana, Nurettin Caca ile çağdaştır.(Işınsu
2008:110) Hacı Bektaş, Mevlana ile hiç görüşmemiş olmakla birlikte Ahi Evren ile dosttur.
Kaynaklarda Osmanlı’nın kuruluşunda emeği bulunan teşkilatlardan kadınların oluşturduğu Bacıyan-ı
Rum’dan(1) ve erenlerin anası olduğu ifade edilen Kadıncık Ana, bazı kaynaklarda İdris Hoca’nın
karısı olarak zikredilmektedir. Yine Hacı Bektaş
Veli’nin evlenip evlenmediğine ilişkin farklı görüşler
bulunmaktadır. Bir görüşe göre Hacı Bektaş, Kadıncık
Ana’dan doğma Fatma Nuriye Hatun ile evlenmiştir,
ancak çocuğu yoktur. Diğer görüş işe Hacı Bektaş
Veli’nin hiç evlenmediği yönündedir. (Öztürk 1997)
Işınsu, Kadıncık Ana’yı Hacı Bektaş Veli’nin eşi ve
müridi olarak kabul etmiştir. Eserde, tarihî kaynaklarda bir netlik olmamasına karşın Kadıncık Ana’nın
Ahi Evren’in toplantılarına katıldığını görmekteyiz.
(Işınsu 2008:32)
Hacı Bektaş Veli’nin ölümünün ardından postnişin
olan Seyit Ali Sultan veya Hızır Lala’nın bel oğlu
olmadığı yol oğlu olduğu kabul edilmekle birlikte
Işınsu, romanında Veli’nin postunu bıraktığı kişiyi bel
oğlu olarak yorumlamıştır, (Işınsu 2008:105; Öztürk 1997)
Burada belirtmek gerekir ki Işınsu, Hacı Bektaş
Veli’nin Baba İlyas ve Baba İshak ile bağlantısını bazı
kaynakların aksine ayrı yollar olarak yorumlamıştır.
Eserde Hacı Bektaş, İdris ile konuşmasında Baba
İlyas’ın isyan fikrine karşıdır. Baba İlyas’ı kardeşi
Menteş ile onun şeyh olduğunu düşünerek ziyarete
gitmiş, bu ziyarette onun niyetini anlamıştır. Menteş,
Şeyh İlyas’la kalmıştır.(Işınsu 2008:27) Hacı Bektaş,
İlyas’ın İslamlıktan başka şeyleri de inancına kattığını,
niyetinin salih olmadığını, saltanat düşüncesinde
olduğunu belirtir.(Işınsu 2008:18-20)
Işınsu, romanında Hacı Bektaş Veli’nin iki eserine işaret etmiştir: Besmele Şerhi ve Makalat. Bu iki
eserin Hacı Bektaş’a ait olduğu araştırmacıların genel kabulüdür. Işınsu, romanının ekseni Makalat’taki
içeriğe uygun olarak kurgulamıştır.
119
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
b. Hacı Bektaş Veli’nin Kişiliği, Düşünceleri, Bağlı
Olduğu Öğreti ve Bektaşilik
Roman yazarları kişi unsurunu, onun romandaki diğer kişiler, olaylar, olgular, yaşam, mekân
ve zaman karşısında duruşu, takındığı tavır, tutum ve eylemlerinin yanı sıra söz ve düşünceleri ile
karakterize eder. Çok yönlü ve derin bir tarihî kişiliği
Işınsu doğal olarak kendisine ait olduğu kabul görmüş
eserleri, bağlı olduğu öğreti, sözleri ve düşünceleri
çerçevesinde karakterize etmiştir.
Romanda Hacı Bektaş’ı İslamın şartlarını yerine
getirmiş veya getirmekte iken görürüz. Romanın hemen başında Hacı Bektaş ilk olarak ikindi namazını
kılmak üzere camide karşımıza çıkar. Kendini İdris’e
takdim ederken hacı olduğunu da ifade eder. İdris’in
evinde Hacı Bektaş Veli imamlık yapar, namaz
kıldırır.(Işınsu 2008:12, 15, 29) Sürekli olarak da abdestlidir. (Işınsu 2008,23)
Hacı Bektaş Veli’nin velayetine ilişkin detaylar,
Hacı Bektaş’ın katıldığı sohbetler çerçevesinde ya
onun ağzından ya da sohbetine katılanların ağzından
somutlaştırılır. Kadıncık Ana’nın sorularına karşılık
Hacı Bektaş, veli olduğunu kabul ederek, misyonunu Lokman Perende’den aldığını, mürit yetiştirmek
üzere Sulucakarahöyük’e geldiğini ve Hoca Ahmet
Yesevi’ye bağlı olduklarını anlatır, asıl görevin de
Rahman’dan geldiğini de beyan eder. (Işınsu 2008.33)
Işınsu, Kadıncık Ana’nın zihninde velayet silsilesini, Kur’an’dan bir ayetle sırasıyla veli, peygamber
ve Allah’a bağlanma olarak yorumlar (Işınsu 2008:43).
Hacı Bektaş Veli, yaşamına, düşüncelerine ve
eylemlerine temel dayanak olarak Kur’an’ı, Hz.
Peygamberin sünnetini ve bilimi kabul etmiştir.
Kadıncık Ana’nın sorularına karşılık verirken bilginin
üstünlüğünü ve edinilen bilgilerin Kur’an süzgecinden geçirilmesi gerektiğini vurgular ve bilim peşinde
gezdikten sonra Sulucakarahöyük’e geldiğini ifade
eder (Işınsu 2008:32, 33). Yine Hacı Bektaş, dergahının
temeline ilk kazmasını vururken Fatiha suresini okur
ve dua eder (Işınsu 2008:43). Romanda sık sık onu
Kur’an okurken görürüz (Işınsu 2008:54). Müritlerle sohbetinde Kadıncık Ana’nın sorusu üzerine öğrenmek,
bilmek zorunluluğunu belirtirken, bilmenin Kur’an’ın
anahtarı ve onu daha iyi anlamak demek olduğunu
dile getirir. Ona göre akıl ve bilim, Yüce Allah’a
giden yolun farkındalığını sağlar (Işınsu 2008:55, 114).
Kadın ve erkeklerin birlikte katıldığı mürit
toplantılarında Allah’ı anmanın önemine işaret eder,
Allah’ın her zaman anılabileceğini, yüksek sesle ve
gizli zikrin yapılabileceğini belirtir (Işınsu 2008:63-64).
Yazar, o yörenin ağası Ferhat Ağa’nın sorularında
velayet yolunu somutlaştırmaya devam eder. Veli,
şeriat ve tarikatın yol demek olduğunu; Yüce Allah’a
yaklaşmak için şeriatın emrettiğinden fazla ibadet
ettiklerini; iyi ahlak, iyilik, doğruluk, çalışkanlık,
hakseverlik, bilgili olmak erdemleri ile donanmaya
çalıştıklarını; hoş görü, sevgi ve edeple nefislerini terbiye ettiklerini dile getirir. Dünya ile uğraşmadıklarını
vurgular. Dahasında çeşitli sürelerle az yemek ve su
ile halvete girmeyi de izah eder (Işınsu 2008:84). Ferhat Ağa, sorularına devam etmektedir. Neye karşı
olduklarını sorar. Zulüm, haksızlık, yalan, dedikodu
cevabını alır (Işınsu 2008:85).
Yakın diyarlardan gelenlerin sorularını cevaplarken, yine Hacı Bektaş’ı Kur’an eksenli görürüz.
Tövbenin Kur’an’da belirtildiği gibi yapılmasını,
şükür ve sabır konusunda yine ayetleri işaret eder.
Bunlar velayet yolunun da basamaklarıdır (Işınsu
2008:97-99).
Hacı Bektaş Veli, marifet kapısını ve makamlarını
bir müritler toplantısında Kur’an merkezinde izah
eder (Işınsu 2008:132). Hacı Bektaş, mürit toplantılarında
gelen sorular etrafında tarikatını anlatmaya devam etmektedir. Şeriatla beraber Allah’a daha yakın olmayı
isteyen müridin yol gösterecek olan veliyi yakından
takip ettiğini ve ona uyduğunu anlatır. Bu arada velilerin mizaçlarını somutlaştırır. Velilerin mizaçları
Allah’ın sıfatlarıyla şekillenmektedir. Müritleri de
somutlaştırır: “mutlak mürit, mecazî mürit ve dönek
mürit”. Velayetin yolunda tarikatın makamlarını pirden el almak, tövbe etmek ve yine Kur’an eksenli olarak Kabe’ye girerken ki emre uygun olarak
tıraş olmak ve elbise değiştirmek, nefis savaşı, Hz.
Peygamber’e dayanarak hizmet, korku, Kur’an’a dayanarak ümit etmek, sekizinci makam hırka, zembil,
makas, seccade, yüz taneli tespih, iğne ve asa olarak
sıralar. Diğer makamlardan dokuzuncusu mekân sahibi, cemaat sahibi, nasihat sahibi; onuncusunu aşk,
şevk, safa ve fakirliktir. Makamlardan en önemlisi
can, gönüldür (Işınsu 2008:100-101).
Romanda müritler aracılığıyla gönül bir kez
daha vurgulanır. Kadıncık Ana, gönül ile Allah arasında perde olmadığını ve gönlün Allah’ın
nazargahı olduğunu belirtir. İman ile akıl arasındaki
bağlantıda iman hazine akıl da hazinedar olarak
ifade edilir (Işınsu 2008:131). Bir müridin Kur’an
ayetlerinden hareketle sorduğu sorusu üzerine Veli,
insanın akılla fikir yürüttüğünü, tartıştığını belirtir,
içi dolu tartışmaların gerekliliğini vurgular (Işınsu
2008:150). Bir başka toplantı da akıl ile aşk arasındaki
ince çizgiyi, aklın Allah’ın sıfatları ve isimlerinin
zuhur ettiği görünür âlemde dolaştığı, Allah’a temas
etmek için aşk gerektiği şeklinde belirler, yani aklın
Yüce Yaratan’ı tanıması aşk sayesindedir (Işınsu
2008:171).
120
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Bu düşünceler etrafında Hacı Bektaş, yaratılışın
özünü Kur’an’ın ifadelerinde bulur. Temiz olarak
yaratılan insan aşağıların aşağısına indirilmiştir.
Zıtlıklarla dolu olan bu dünyada insana özüne dönebilmesi için “idrak, seçim özgürlüğü ve irade”
verilmiştir. Çalışmak ve bilmek insana kalmıştır.
Yaşama sevgiyle bakar. İnsanlara hoşgörü ve sevgiyle
yaklaşmak, gönül kırmamak onun için yaşamın temelidir (Işınsu 2008:32, 55-56).
Her fırsatta insanlarla iç içe gördüğümüz Hacı Bektaş
Veli sevginin insana verilen bir armağan olduğunu
ve sevmeyi bildikçe insanın Allah’a yakın olacağını
ifade eder. Zira Allah, kainatı sevgiyle yaratmıştır
(Işınsu 2008:57-58). Tasavvufta insanın gayesinin aşk
olduğunu, ibadetlerin, güzel davranışların hepsinin
Allah’a duyulan aşk için yapıldığını, aşkın erenlerin gönlünde yandığını dile getirir. Bu yolda edebin
önemine de işaret etmektedir (Işınsu 2008:58, 165).
Yazar, kurmaca bir kimlik olan Ferhat Ağa’nın
şahsında Hacı Bektaş’ın velayet yoluna yönelik
eleştirileri cevaplar ve tartışır. Hacı Bektaş, veliliğine
yakışır bir şekilde soruları açık nokta bırakmayacak
şekilde cevaplar. Sorulardan biri Hacı Bektaş’ın
öğretilerinin şeriat dışı olduğuna dairdir. Hacı Bektaş,
kızarak Hz. Peygamber’e ve İslamın şartlarına
uymanın Müslümanlığın temeli olduğunu, velayetin
zorlu bir yol olduğunu ve bu yola girenlerin “koca
bir gönül” taşıdığını ifade eder. Hacı Bektaş, gönlü
önemsediğini çeşitli fırsatlarda dile getirir (Işınsu
2008:81-82, 113).
İlerleyen satırlarda Hacı Bektaş, Ferhat Ağa’yla
yollarının ayrı olduğunu, dünyayla ilgilenmediklerini,
ayrıca yörenin ileri geleni olarak nüfuzunu kabul ettiklerini de ifade eder. İnsanları Fatiha’da ifade edilen
dosdoğru yola çağırdıklarını belirtir. (Işınsu 2008:83).
Hacı Bektaş’ın yaşamı, ilmi hep Kur’an üzeredir.
Besmele tefsirini yazma sebebini eşiyle sohbetinde izah eder. Dört ilahi kitabın özünün Fatiha’da,
Fatiha’nın da özünün Allah’ın Rahman ve Rahim
isimlerini içinde bulunduran besmelede olduğunu
söyler (Işınsu 2008:143).
Hacı Bektaş, tasavvufta iç ve dış temizliği kendini
bilmek olarak tanımlar. Kendini bilmek, Rahman’ı
bilmektir. Nefsini bilmek gelip geçiciliğini bilmektir,
Allah’ın bakiliğini bilmektir. Arştan yerin altına kadar
ne varsa kendinde bulmaktır (Işınsu 2008:133). Romanın
bir başka sayfasında bilginin Kur’an’da insana bizzat verildiğidir. Bu bilgide, kulun Rabbine yakınlığı
da vardır. Allah’ın emirlerini yaymak, sevaba yönlendirmek en önemli görevdir (Işınsu 2008:150-152).
Hacı Bektaş, Türk tasavvufunun “Görünenler
Allah’ın büyük sıfat ve isimlerinin görünüşleridir”
şeklinde tanımladığı Vahdet-i vücud felsefesine de
temas eder (Işınsu 2008:129). Hacı Bektaş Veli, şiddetle
İran tasavvufuna karşıdır. Türkmen olduğunu ve
Hoca Ahmet Yesevi önderliğindeki Türk tasavvufunu önemle vurgular. Mevlana ile yollarının aşk
olduğunu, ondan usulde ayrıldıklarını dile getirir.
Mevlana’nın İranlılarla olan yakınlığını da siyasete
bağlar (Işınsu2008:167-168).
Hacı Bektaş Veli’deki ve köylülerdeki Hz. Ali’ye
olan sevgi, yazarın ağzından anlatılır. Müritlerden
birinin sorusu üzerine Hacı Bektaş Veli, on iki
imamın şeriat üzere olduğunu söyler. Bu durumu
da on iki imamdan olan Cafer-i Sadık’ın İmam-ı
Azam’ın büyük hocalarından biri olduğu örneğiyle
somutlaştırır (Işınsu 2008:62). Yine romanın ilerleyen
kısımlarında Kadıncık Ana, Hacı Bektaş’ın Hz. Ali’ye
olan sevgisinden doğacak olan oğluna Ali ismini
koyar (Işınsu 2008:97).
Velayet yolunda Hz. Ali’nin önemini soran bir müridin suali üzerine, Hacı Bektaş velayetin rehberinin
Hz. Peygamber olduğunu ifade eder. Ona göre Peygamberin anlayışında Hz. Ali feyz ve hidayet kaynağı
olarak görevlidir (Işınsu 2008:64).
Hacı Bektaş Veli, eşiyle konuşurken Makalat’ı, ilim
dili Arapça olduğu için Arapça yazdığını dile getirdikten sonra Bektaşiliğin geleceğiyle ilgili endişesini
şu satırlarla belirtir:“Keşke senin kadar emin olsak
bu işten kadıncağızım. Oysa sanırım ki hakkımızda
olmadık laflar edecekler, iftiralarda bulunacaklar…
Velhasıl doğrunun içine yalan, yalanın içine az da olsa
doğru karıştırırken, siyaset de yapılacak, Bektaşiliği
ortadan kaldıracaklar, o tekrar gelecek bambaşka
yüzle, sıfatla…” (Işınsu 2008:105)
İlerleyen satırlarda, tarikatına oğlunu ve eşini halef
kılacaktır (Işınsu 2008:105).
Hacı Bektaş Veli, Hz. Muhammed’in sünneti
üzeredüşünmekte ve hareket etmektedir. Yaşarken iyiyi düşünmek gerektiğini, iyi düşüncenin iyi-yi, kötü
düşüncenin de kötüyü çağırdığını Hz. Muhammed’in
yaşamından örnekler (Işınsu 2008:24). Hacı Bektaş
Veli’nin sözlerinde dedikodunun, gıybetin kötülüğü
Kur’an çerçevesinde dile getirilir (Işınsu 2008:112-113).
Hz. Peygamber’in sünnetine uyarak Hacı Bektaş,
kaza geçiren Ferhat Ağa’yı ziyaret ederek ona nasihatte bulunur, İslamın gösterdiği kolaylıklardan bahseder (Işınsu 2008:200-206).
Hz. Peygamber’in dört halifeden en çok Hz.
Ali’yi sevdiğine ilişkin soruya verdiği cevapta Hz.
Peygamberin Hz. Ali’yi bir kardeş, bir evlat gibi
görmesinden sevgisinin fazla olduğu düşünülebilir
şeklinde cevaplar ve devamında dört halifenin
Kur’an ve sünnet üzere yaşadığını söyler. Ayrıca
121
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Hz. Peygamberin yaratılmış olan her şeye sevgi
duyduğunu da belirtir (Işınsu 2008:62-63). Bilimle
uğraşanların manevi bakımdan Hz. Peygamber’in
varisi olduğunu kabul eder (Işınsu 2008:178).
Peygambere sevgisinden onun isminin çocuklara
doğrudan konulmasına karşıdır. Kendi ismini örnek
verir, kullanmadığını belirtir. Onun yerine Mehmet
ismini kullandırttığını da ekler (Işınsu 2008:177).
Romanda Veli’nin kişilik özellikleri, insana ve dünyaya karşı duruşu veliliği ekseninde
resmedilmiştir. Hacı Bektaş, özelliklerini kendi
ağzından söyler. İdris’le konuşmasında dinlemesini
bildiğini, ağzının da sıkı olduğunu ifade eder Kur’an
ve sünnet üzere yaşadığını söyler. Ayrıca Hz. Peygamberin yaratılmış olan her şeye sevgi duyduğunu
da belirtir (Işınsu 2008:62-63). Bilimle uğraşanların
manevi bakımdan Hz. Peygamber’in varisi olduğunu
kabul eder (Işınsu 2008:178).
Peygambere sevgisinden onun isminin çocuklara
doğrudan konulmasına karşıdır. Kendi ismini örnek
verir, kullanmadığını belirtir. Onun yerine Mehmet
ismini kullandırttığını da ekler (Işınsu 2008:177).
Romanda Veli’nin kişilik özellikleri, insana ve dünyaya karşı duruşu veliliği ekseninde
resmedilmiştir. Hacı Bektaş, özelliklerini kendi ağzından söyler. İdris’le konuşmasında dinle
mesini bildiğini, ağzının da sıkı olduğunu ifade eder
(Işınsu 2008:18). Romanda yeri geldikçe bu özelliği
vurgulanır (Işınsu 2008:26).
İnsanların zihinlerindeki meseleler, İslamiyetle
ilgili olmadıkça ikna için fazla uğraşmamaktadır.
İdris’in Babai İsyanı’na taraftar olması konusunda
isyana taraftar olmadığını belirtmekle beraber İdris’in
katılmaması yönünde fazla ısrarcı olmaz (Işınsu
2008:20).
Hacı Bektaş Veli, dünyaya karşı kanaatkardır (Işınsu
2008:21). Rabbine karşı tevazu içindedir. Ben diye
konuşmaz (Işınsu 2008:34); Kadıncık Ana’nın isyana
katılan babasının akıbetinden yana endişesinden
kaynaklanan buhran hâlini, bakışlarıyla İdris’in
yaralı olduğunu Kadıncık Ana’nın gönlüne ilham
ederek gidermesine karşın Kadıncık Ana’nın bu durumu, müridi Cemal’in verdiği şuruba bağlaması içini
rahatlatır. Hacı Bektaş iç konuşmasında bakışlarının
farkına varılmamasına sevinir ve farkına varılsaydı
bakışlarının etrafında nasıl bir menkıbe türetileceği
endişesini ifade eder. Zira Hacı Bektaş Veli enaniyet, kibirden ve ünden sakınmaktadır (Işınsu 2008:53).
Kibrin Allah tarafından hiç kabul edilmeyen bir hâl
olduğunu toplantılarda dile getirir (Işınsu 2008:170).
Hacı Bektaş’ın gönlü boldur, eli cömerttir. Kıtlık
zamanında kapısına gelenleri boş çevirmez (Işınsu
Hızır gibi sorunları çözmeyi kendine vazife
edinmiştir (Işınsu 2008:23).
Bir beşer olarak Hacı Bektaş, Kadıncık Ana’ya sevgisini, ancak Kadıncık Ana’nın evlenme teklif etmesiyle anlar, dönüp giden Kadıncık Ana’nın arkasından
gider ve evlenme teklifini bu sefer o yapar (Işınsu
2008:67-68). Yaşı ve tevazu sahibi olması nedeniyle
Hacı Bektaş’ın gönlünden geçen şekilde, sade bir
törenle evlenirler. Törende Hacı Bektaş, eşine Nazlı
Hatun’dan annesi Hatme Hatun’a geçen bir bileziği
takar. Kadıncık Ana’nın isteği üzerine babasının
evinde oturmaya karar verirler. Kadınına ayrı önem
veren Hacı Bektaş, doğumdan sonra ebeden çocuğu
bırakıp annesiyle ilgilenmesini ister (Işınsu 2008:117).
Bu evliliğin ardından müritlerin kendi aralarında
konuşmaları dikkat çekicidir. Taptuk Emre’nin Hacı
Bektaş’ın tasavvufi manada evladıyla nikah kıyması
konusundaki düşüncesine Hacım, Hz. Peygamber ile
Ayşe’nin durumunu örnek verir. Peygamberin onun
hem piri hem de kocası olduğunu ifade eder (Işınsu
2008:120).
2008:73).
Yaşamında kadın erkek ayrımı yapmayan Veli,
kadın-erkek ilişkisinde yine Kur’an’dan dayanakla hareket eder. Evliliklerde esası sevgi, saygı ve
şefkat olarak ifade eder (Işınsu 2008:130). İlişkilerinde
açıklıktan yanadır (Işınsu 2008:187). Halifelerinin isteği
doğrultusunda Hacı Bektaş onları da evlendirir,
düğünlerini bizzat yapar (Işınsu 2008:75). Öfke ve
kızgınlığa karşıdır, ancak öfkenin savaş zamanında
duyulabileceğini söyler. Ona göre Müslümanlar
sorunlarını akıl ve sevgi ile çözmelidir (Işınsu 2008:171).
Aldatmanın her türlüsüne karşıdır. Satranç oyununda
dedesine bilerek yenilen oğluna yaptığının aldatmak
olduğunu ima eder. Oğlunun, yaptığının doğruluğunda
ısrarcı olması üzerine onu cezalandırmaktan çekinmez (Işınsu 2008:196).
Hacı Bektaş Veli’nin çok yönlülüğünün
yansımalarından biri toplumsal hayata dair
düşünceleri ve uygulamalarıdır. Toplumsal yaşamın
insana birbirinden faydalanma ve ilerleme getirdiği
görüşündedir (Işınsu 2008:56).
Halifelerine Şeyh Edebali’yi ve Osman Gazi’yi
över ve etrafında kümelenmelerini ister. Türkmenleri şevklendirmelerini, Rumeli’de gerekirse gazalara
kılıçla katılmalarını ister. Osmanlı coğrafyası için
kolonizatörlüğü teşvik eder. Hacı Bektaş Türkmendir. Osman Gazi ile siyaseten değil, Türkmene devlet
kazandıracağı için gönül bağı kurmuştur (Işınsu 2008:
154-168).
Hacı Bektaş Veli, engin insan sevgisi ekseninde
kendisine intisap etmeyenleri de şereflendirir. Elinin
yetiştiği toplumun hiçbir kısmını ihmal etmez. Ferhat
122
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Ağa ve Zileliler, Hacı Bektaş’a olan muhabbetlerinden ötürü, tarikata girmeyip dışarıdan sevenlere verilen muhip unvanını alırlar (Işınsu 2008:95).
Veli, dergahına katılan ve dergahın hizmetinde bulunan dervişlere eğilimlerine uygun meslek
öğrenmelerini tavsiye eder veya uygun olanı kendi
seçer (Işınsu 2008:139-140). Dergahında işlerin, iş bölümü, birliktelik ruhu ve gönül bağıyla yürümesini
sağlamıştır. Görüşlerinin çoğunu mürit toplantılarında
dinlediğimiz Hacı Bektaş Veli hayvanların emanet
olduğunu, onlara sevgi, şefkat ve özen gösterilmesi
gerektiğini vurgular. Pınar başında insanlara hitap
ederken de hayvan sevgisinin insan sevgisine denk
olduğunu ifade eder (Işınsu 2008:57-58).
Kerametlerine kısmen yer verilmiştir. İdris, gurbette
olduğu sırada Hacı Bektaş Veli’yi rüyasında görüp
ona mürit olmuştur (Işınsu 2008:89). Yine müritlerinden
Hasan Kaptan’ın dergaha gelişiyle bir kerameti daha
ortaya çıkar. Gemileri batmak üzere iken Veli, himmet
etmiş canlarını kurtarmışlardır. O da mürit olmak ve
dergaha maddi katkıda bulunmak üzere Hacı Bektaş
Veli’nin yanına gelmiştir (Işınsu 2008:137).
Sonuç
Romanda ele alınan konunun ağırlığı ve zorluğu
tartışmasızdır. Tarihî kimliğinin izleri neredeyse kaybolup menkıbevi bir yapıya bürünmüş ulu bir kimliğin
roman kahramanına dönüştürülmesi elbette sıkıntılı
olmuştur. Tarih, kültür, sosyoloji ve din araştırmaları
çerçevesinde Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik ile ilgili pek çok tanım ve yorum ortaya çıkmıştır. Tanım
ve yaklaşımlar, Bektaşiliği ve Hacı Bektaş Veli’yi
ya propaganda havasında ya itham edici nitelikte ya
da belli bir kesimin beklentileri etrafında karşımıza
çıkarmaktadır. Edebî metnin, tarihî meselelerde bilimsel verilerle birlikte kendi dünyasını kurduğu da
açıktır. Emine Işınsu, kurgunun sağladığı özgürlüğü
kullanarak Hacı Bektaş Veli’yi eldeki kabul görmüş
tarihî verilerin ve üzerlerinde ona ait olduğu ittifakla kabul edilen eserleri ışığında değerleri, veliliği,
öğretisine dayalı olarak ete kemiğe büründürmüştür.
Hacı Bektaş Veli’den günümüze geçen zamanın
uzunluğu yazara kabul edeceği, ele alacağı tarihî gerçeklik için elbette bir seçme zorluğu doğurmuştur.
Işınsu, bu zorluğu dile getirmiştir. Kitabının
ilk sayfalarında, Hacı Bektaş Veli’nin kendi eseri
Makalat’a, Abdülbaki Gölpınarlı’nın tenkidinden
geçen Velayetname’ye ve Yaşar Nuri Öztürk’ün Tarih
Boyunca Bektaşilik adlı kitabındaki tespitlere bağlı
kaldığını açıkça ifade eder.
Işınsu’nun aklına ve gönlüne uygun düşen bu tespitler onun bağlı olduğu öğretinin, değerlerinin ve
öğretisinin temel dayanaklarını Kur’an-ı Kerim ve
Hz. Muhammed’in sünneti olarak görürüz. Roman
boyunca her fırsatta İslam dininin bu iki kaynağı Hacı
Bektaş Veli’nin şahsında, Türk tasavvufunun kurucusu Hoca Ahmet Yesevi’den başlayarak diğer Horasan
erenlerinin omuzlarında yürüyen anlayışın kaynakları
olarak açıkça ifade edilmiştir (Işınsu 2008:9). Emine
Işınsu, Hz. Ali’ye duyulan sevgiyi ve onun velayet
yolundaki önemini de işaret etmiştir.
Yazarın ideal değerler etrafında şekillendirdiği Hacı
Bektaş Veli, velayet yolunda kendi mürşitlerinden
öğrendiklerini, yaşarken gözlediklerini ömrü
boyunca yaşamın her alanına taşımıştır. Romanın
kurgulanışında Hacı Bektaş Veli, Kur’an ve sünnetin
kaynaklığında insan, insanî ilişkiler ve toplum, hayvan ve genel olarak dünyaya karşı tavırlarıyla karakterize edilmiştir. Sevgi ve hoş görü etrafında dünyaya
bakan Hacı Bektaş Veli, bulunduğu yerde insanların
ruhlarına, ilişkilerine ve toplumsal hayata nizam
getirmiştir. Böylelikle Işınsu, Bektaşiliği hayatın
içinde resmetmiştir.
Emine Işınsu, Hacı Bektaş Veli’yi ve Bektaşiliği çizgisel kurgunun rahatlığı içinde oldukça yalın olarak
anlatmıştır. Romanın içerisinde özellikle tasavvuf ile
ilgili kısımlar gerektiği ölçüde izah edilmiştir.
KAYNAKLAR
ÂŞIK PAŞAZÂDE TARİHİ, (2008) (Haz. Cemil Çiftçi) İstanbul:
Mostar Yayınları.
AYTAŞ, Gıyasettin, “Bektaşî Kız Adlı Roman Hakkında Bazı Tespitler”, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Güz 1999, sayı 11.
GÖLPINARLI, Abdülbaki (Haz.) (1990) Velayetnâme, Menakıb-ı
Hünkar Hacı Bektaş Veli, İstanbul.
GÜNDOĞDU, Cengiz, Hacı Bektaş-ı Velî ve Bektaşîlîk Olgusunu
Tanımlamada Normatif Yaklaşımlar, Dinî Araştırmalar, Cilt 12,
sayı 33, s. 47-61.
GÜZEL, Abdurrahman, “Hacı Bektaş Veli’nin Hayatı ve Eserleri”, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 1994, sayı 11.
IŞINSU, Emine (2008) Hacı Bektaş-ı Veli, Ankara: TDV Yay. 2.
Baskı.
OCAK Ahmet Yaşar “‘Bektaşilik” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, C.5.
ÖZTÜRK, Yaşar Nuri (1998) Tarih Boyunca Bektaşilik, Yeni
Boyut Yay.
ÖZTÜRK, Yaşar Nuri, “Gönüller Sultanı Hacı Bektaş”, Hacı
Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 1997, sayı 4.
ÖZTÜRK, Yaşar Nuri, “Hacı Bektaş’ın Düşünce Dünyası”, Hacı
Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 1994, sayı 1.
YALÇIN, Alemdar, (1998), Sosyal ve Siyasî Değişmeler Açısından
Cumhuriyet Devri Türk Romanı, Ankara: Günce Yayıncılık, Ankara: Kilim Ofset.
123
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
HİÇ KAPANMAYAN AMEL DEFTERİ
“Işınsu’nun Tasavvufi Romanları”
•
Dr. Hayati BİCE
Giriş
Hacı Bayram Veli’yi anlattığı ‘Bayram’ vesilesi
ile yazdığım bir yazı da “Günümüzün Menkıbecisi”
olarak vasıflandırdığım[1] Emine Işınsu’nun tasavvufî romanları üzerine, kurucusu olduğu TÖRE’nin
yeniden yayınlanmağa başlaması vesilesi çıkarılacak
‘Emine Işınsu Özel Sayısı’ için bir değerlendirme
yazısı yazmam istendiğinde aynı başlığı kullanmamın
uygun olacağını düşündümse de tekrara düşmemek
için bundan vazgeçtim.
“Sancı” romanı ile gönüllerimizi fethedip yakın
tarih romancılığında silinmez bir iz bırakan Yeni
Türk Edebiyatı’nın yıldız isimlerinden, çağdaş Türk
romancısı Emine Işınsu; Yunus Emre’yi anlattığı “Bir
Ben Vardır Bende Benden İçeri” ve Niyâzî Mısrî’yi
ele aldığı “Bukağı” iki roman ile başladığı ‘tasavvufî
romanlar serisi’ni, Ankara’nın manevi sahibi Hacı
Bayram Veli’yi anlattığı ‘Bayram’ ile sürdürüp 2008
yılında yayınlanan Hacı Bektaş Velî’den söz eden
“Hacı Bektaş” adlı son eseri ile noktalamış görünüyor.
Kendisiyle yapılan röportajlardan birisinde
“Çocukluğumdan beri, annemden dolayı olsa gerek, tasavvufa meraklıyımdır. Bu merak beni, Yunus
Emre’yi yazmaya yönlendirdi ve Yunus’dan sonra
tasavvufa karşı daha bir sevdalı oldum. Böylece bir
kaç erenimizi daha yazmayı istiyorum, kısmet olursa
tabiî.” diyen [2] Emine Işınsu’nun “menkıbe-roman
dizisi” okurlardan yoğun bir ilgi gördüğü gibi akademik tez ve makalelere de konu edildi.
Serinin ilk kitabı olan ve Yunus Emre’yi anlatan “Bir
Ben Vardır Bende Benden İçeri” kitabının başında
yer alan “Sevgili Hocam Hasan Burkay’a, ellerinden
saygı ile öperek.” ithafı bu eserleri yazmağa sevkeden
sâiki ele vermektedir. Ayağının ucunu bile sokmanın
cesaret istediği zor mânâ okyanuslarına açılmağa cesaret bulmasını ise yine eserin başındaki “Eserleri,
sohbetleri ve tenkitleriyle bana rehberlik eden değerli
bilim adamı Sayın Dr. Mustafa Tatçı’ya çok şey borçluyum.” cümlesinden anlamak mümkündür.
Tasavvuf büyüklerinin hatırâsına halel getirmemek
hassasiyetini asırları kat eden bir samimiyet ile aştığı
görülen sanatçının eserinde ele aldığı dönemin tarihî
gerçekliklerine mutabık kalmak için ilk üç eserinde
ismini andığı Dr. Mustafa Tatçı gibi akademisyen
dostlarının bilirkişiliği yanında, Yılmaz Öztuna gibi
tarihçilerin de eserlerinden lojistik destek aldığını
belirtmiştir. Hacı Bektaş konulu eserinde ise kaynak
olarak, Hacı Bektaş Veli’nin kendi eseri olarak kabul edilen ‘Makalât’ ile Abdülbaki Gölpınarlı’nın
yayınladığı ‘Velâyetnâme’ ve Yaşar Nuri Öztürk’ün
‘Tarih Boyunca Bektaşilik’ adlı kitabına bağlı
kaldığını belirtir.
Bu yazıda “tasavvufî menkıbe romanı” denebilecek dört romanını ele alarak Emine Işınsu kütüphanesinin son aşamasına ışık tutmak istiyorum.
Öncelikle bu dört romanın ortak özelliklerini ortaya
koyduktan sonra, -bir dergi yazısının sınırları daha
fazla zorlanamayacağı için- “Bir Ben Vardır Bende
Bende İçeri” eserinde hayatını anlattığı Yunus Emre
örneği ele alınarak tasavvufun Işınsu romanlardaki
yansımaları belirtilmeğe çalışılacaktır.
Tasavvufî Roman ya da Modern Menkıbeler
Menkıbe, Din ve özellikle tasavvuf ulularının
veya tarihe geçmiş ünlü kişiliklerin hayatları, örnek
davranışları ve olağanüstü halleri ile ilgili hikâyeler
veya olağanüstü olaylarla ilgili masalsı anlatılardır.
Arabçadaki menkabe kelimesinden Türkçe’ye
geçmiştir. Çoğulu ‘menâkıb’tır. Önceleri dilden dile
anlatılan menkıbeler, zamanla anonim kaynaklardan
yazıya geçirilerek “menâkıbnâme” adı verilen edebî
türü oluşturacak kadar zengin bir arşiv oluşturmuştur.
Türk destan geleneğinden bazı unsurları da
bünyesinde taşıyan menkıbeler bazen elle çoğaltılan
risaleler olarak, çoğu zamanda dilden dile ezberine
alan ozanların dilinen nakledilen sözlü anlatımlar
şeklinde yaşadığımız asra kadar ulaşmıştır.
Tarih içerisinde derinliği bin yıla kadar ulaşan Türk
124
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
tasavvuf geleneğinde evliya tezkireleri veya özel ismi
ile ‘menâkıbnâme’ denilen bir tür vücuda gelmiştir.
Genellikle anonim olan bu metinlerin bazıları
menkıbeleri derleyen sufilerin ismi ile özdeşleşmiştir.
[3]
Kültür mirasımızın özellikle manevî alanda en
önemli unsurlarından birisi Türk tasavvuf geleneğidir.
Türk edebiyatı içinde halkın ortak duygu ve
düşüncelerini, dinî inancın birleştirici ve bütünleştirici
rolünü Türkçe olarak dile getiren tasavvufî birikim, Işınsu’nun ele aldığımız eserlerinde günümüz
insanının yararlanabileceği bir formda işlenerek
sunulur. Işınsu, dönemin tarihini, bir fon olarak
kullanıp vermek istediği tasavvufî mesajları özellikle
gençlerin anlayabileceği bir anlatım tarzı içerisinde,
millî birliğe hizmeti gözeterek önümüze koyar.
Çocukluğunda annesinin kendisine okuduğu
tasavvufî şiirler ile başlayan tasavvuf ilgisini hiç
kaybetmeyen Işınsu, tasavvufî hayatın pratiği ile
karşılaştıktan sonra Yunus hakkında bir roman yazma
istekleri ile bu serideki eserlerini yazmağa başlar.
İlk roman yayınlandıktan sonra gördüğü ilgi Niyâzî Mısrî, Hacı Bayram ve Hacı Bektaş gibi büyük
mutasavvıfların hayatını da yazması yolundaki ısrarlı
taleplerle yüzyüze getirir. Bu talep, sadece manevî bir
ilginin sonucu olmayıp Anadolu’daki Türk varlığını
sağlamlaştırıp yepyeni ve muhteşem bir Türk medeniyetine omuz verenlerin sadece kılıç sallayan, ok atan
gaziler değil, Ahmed Yesevî, Mevlânâ Celâleddin
Rûmî, Yunus Emre ve Hacı Bektaş Veli gibi bütün
insanlığı sevgi ile kucaklayan ve Allah’a muhabbet ocaklarında kaynaştırıp birleştiren ulu veliler
oluşunun farkındalık anlamına gelen bir tarih bilincine sahip aydınların ortak arzusu olarak görülmelidir.
Son romanlarında büyük Türk mutasavvıflarının
hayat ve öğretilerini işleyen Emine Işınsu’nun bu
eserlerini, bir tasavvuf menâkıbnâmesi olarak okumak mümkündür. O bir romancı olarak konu ettiği
sufilerin biyografik verilerinden hareketle hayatlarını
yeniden kurgularken, bu dört büyük mutasavvıfı hem
yaşayan, nefes alıp veren birer insan; hem de engin
bir gönül sahibi, ruh mimarı olarak bugünün okuru
ile tanıştırmakta başarılı olmuştur. Tarihte seyretme
sırası ile Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Hacı Bayram
Velî ve Niyâzî Mısrî’nin her biri, mürşid arayışları,
tasavvufî eğitimleri sırasında yaşanan halvet, riyâzet
ve çileler yönünden benzer hayat seyrini paylaşmış
gibi görünseler de her birinin zâhirî hayatlarındaki
farklılıklar, dergâh oduncusu / marangoz Yunus, mum
imâlatçısı Niyâzî, medrese müderrisi Bayram, rençber
Bektaş portreleri ile yeterince yansıtılır.
Emine Işınsu, her dört romanında da, akıcı ve
zorlamasız bir Türkçe ile, zarif bir üslûb zarfında,
tasavvuf kültürünün –anlaşılması da anlatılması
da zor mesajlar içeren- özünü her düzeyden okura
sunmayı başarmıştır. Işınsu, incelediğim romanlarına
konu olarak seçtiği tasavvuf kahramanlarını tarihî ve
kronolojik bilgileri üst üste yığarak kuru bir şekilde
sunmak yerine roman diliyle, yaşayan birer insan
olarak kurgulamıştır. Romanlarda tarihin kaynak
yetersizliği nedeniyle boşlukta bıraktığı kahraman ve
olaylar, bütün tarihî romanlarda olduğu gibi kurmaca
unsurlarla tamamlanmıştır.
Işınsu’nun bu dört eserinde mekân, olayların
meydana geldiği bir sahne olmanın ötesinde, tarihî
arkaplanı ve sosyal unsurları ile dörtbaşı mamur bir
fon olarak, fotoğrafik bir netlikle yer alır. Zaman ise;
dönemin tarihî olaylarının cereyanına uygun olarak
mekân ve kahramanlar üzerindeki etkisini romanlarda
anlatılan olaylarla -özel bir dikkate gerek bırakmadanokura fark ettirilmeden anlatılır. Bu yazarın tarihî
olayları günümüz okuruna yansıtmakta başarısının
açık bir kanıtıdır.
Işınsu’nun tasavvuf romanlarındaki şahıslar
üzerinden aktarılan tarihî bilgiler, yazarın tarihî roman yazmak değil, zaman ve mekânın kavranmasını kolaylaştırıp okurda tarih bilinci oluşturmak için
aktarılmıştır. Bu bilgilerin sağlam kaynaklardan
aktarılmasına özen gösterdiği söylenebilir, zaten yazar kendisi ile yapılan röportajlarda, romanlarını
yazarken Yılmaz Öztuna gibi bazı tarihçilerin
eserlerinden yararlandığını açıkça söylemektedir.
Eseri baskıya göndermeden önce bilgi birikimine ve
liyakâtine güvendiği seçilmiş kişilere göndererek “ön
okuma” yapmalarını ve düzeltilmesi gereken yerler
için ikaz etmelerini rica ederek, gelen önerilere göre
metinlerinde düzeltmeler yapar. Bu titizliği nedeniyle
Işınsu’nun eserleri, tarih bilinci kazanması istenen genç
okurlar için sağlam bir kaynak olarak kabul edilebilir.
Bu eserleri yazmaktaki gayesinin; kültürel
değerlerimizden yoksun olarak yetişen bugünün gençlerinin tasavvufî bilgileri anlayıp yorumlamalarını
sağlayabilmek olduğunu dile getiren Işınsu, hedef
kitlesine ulaşabilmek için sade bir dil ve yalın bir
anlatımı seçmiştir. Işınsu, tasavvufî romanlarında Türkiye Türkçesi, Dede Korkut kitabından çıkmış eski
Oğuz lehçesi ve klasik Osmanlı Türkçesinden alınmış
özel kelimeler yanında vahdet, muhabbet, sohbet,
halvet gibi özgün tasavvuf terimlerini de aslî anlamları
çerçevesinde uyum içerisinde kullanır. Anlatılan olayın
geçtiği mekân ve zamana uygun bir dil akıcı ve canlı
bir üslub sergilenir. Yakın tarihlerde ideolojik olarak
kısır tartışmalara konu edilmiş olan Tanrı kelimesini,
-gerek dualarda gerekse konuşmalarda- çekinmeden
kullanır. Cennet anlamında uçmak, cehennem karşılığı
olarak tamu Işınsu’nun severek kullandığı kelimeler
125
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
olarak dikkat çeker.
Emine Işınsu ve Tasavvuf
Tasavvufî ritüeller ve terminolojinin pratiğe
yansıyan yönlerini yansıtırken yine ilk eserinde ismini “Hocam” olarak kaydettiği son devrin
Nakşbendi mürşidlerinden Hasan Burkay’ın Ankara
yakınlarındaki dergâhında yaşanan hayatın gözlenmesinin katkısı ile olsa gerek, büyük bir başarıya
ulaşmıştır.[5] Öyle ki, ilgili bir okur, bugünün
Türkiye’sinde, 1925 yılında tarikatlara getirilen resmî
yasak nedeniyle yanıtlanması o kadar da kolay olmayan “Bir mürşidin irşad yöntemi nasıldır?”, “Dergâhta yaşayan dervişler arası ilişkiler nasıl oluşur?” “Bir
tasavvuf dergâhının iç işleyişi nasıldır?” gibi pek çok
sorunun ikna edici yanıtlarını, bu eserlerde bulabilir.
Dergâh hayatını anlatmada –kanaatime göreyazarın başarısının en net görülebileceği eseri olan
“Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” romanında yer
alan –başta Yunus’un mürşidi Tapduk Emre olmak
üzere- bazı karakterler, bahsedilen Burkay dergâhının
bir kısmını şahsen tanıdığım, iyi bilinen simalarını
hatırlatmaktadır. Bu durum özellikle seçilmiş bir yöntem değilse Işınsu’nun, tasavvuf yolundaki samimiyetinin -bilinçaltına işlemiş- göstergesi olarak kabul
edilmelidir.
“Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” kitabının
diğer tasavvufî eserleri yanında öne çıkmasında,
eserin yazılması öncesinde Işınsu’nun kendi gönlünü Yunus’a hazırlamasının payı olmalıdır, diye
düşünüyorum. Aslında Yunus’un Tapduk Emre’ye
biatını “bir arkadaşına –Derviş Aziz- özenerek” aklî
bir çıkarıma dayandıran Işınsu’nun kendi deneyiminden yararlandığı düşünülebilir. Bu bağlanmada gelenekte pek çok örneği bulunabilecek tarzda üstüste
görülen rüyalar veya ani bir tevâfuk gibi manevî yönden daha anlamlı ve çarpıcı olabilecek bir anlatıma
gidilmiş olsa, tasavvufî geleneğin okura anlatılması
yönünden daha başarılı olunabileceğini söyleyebilirim. Diğer yandan Yunus’un dergâha kabul edilmesi sırasında ilk karşılaşmada sınava çekilmesi
maksadıyla azarlanmasını çok başarılı bir şekilde
kurgulayan Işınsu, bir dervişin hayatının en anlamlı
töreni olan şeyh elinden biat alınması konusunu es
geçmiştir. Işınsu, kendi özel tasavvufî deneyiminde
böylesi bir biat töreni yaşamamış olması nedeni ile
konunun ayrıntılarını bilemiyor olabilir; ancak kendisine danışmanlık yapanların bu konuda gerekli ikazı
yapmalarını beklerdim doğrusu.
Emine Işınsu’nun son dört eserinde yöneldiği tasavvufî tarz okurlarında dikkatini çekmiş olmalı ki, son
yıllarda kendisi ile yapılan röportajlarda bu yöneliş
mutlaka dile getirilmektedir. Bu röportajlarından
birisinde kendisine yöneltilen: “Sizinle 2002’de
yapılan bir röportajda “Emine Işınsu’yla yeni kitabı
ve yeni eğilimi, tasavvuf üzerine konuşacağız.” deniliyor. Yeni eğilimi derken de tasavvuf kastediliyor.
Ama biz biliyoruz ki Emine Işınsu daha çok küçük bir
çocukken kuklalar, yapıyor ve bunların canlanması
için dua ediyor. Duasının gücüne öyle inanıyor ki
onların canlanmasını bekliyor. Buradan yola çıkarak
sizin son 20-30 yıldır değil, ta çocukluktan tasavvufa merakınız olduğunuzu söylesek, hata etmiş olur
muyuz?” sorusuna verdiği cevap dikkat çekicidir:
“Yok. Çok doğru. Herhalde annemin tesiriyle. Annem
çok dindar bir kadındı, tasavvufa meraklıydı.Onun
tesiriyle herhalde öyle oldum, çocukluktan beri.”[6]
“Modern çağ dervişâneliğe engel değil”
Bir röportajında modern çağın, dervişane bir
yaşantıya engel olmadığına işaret ederek “Niçin
mümkün olmasın? Yola (intisab anlamında H.B.)
düşüp tevhid düşüncesini benimsemiş bir insana,
gelişen teknoloji niçin engel olsun? Hak ile birlik olmak, bilhassa “yaratılmışları” daha iyi anlamaya,
onlara daha hoşça bakmaya vesile olur zaten.” diyen
Işınsu’nun; bu eserleri tasavvufa yönelik samimiyetinin bir göstergesidir.
Tasavvufi teori ve pratikin en girift konularını
sufi terminolojisinin dilini de kullanarak günümüzün okuruna başarıyla aktarabilecek bir kalem
-ve daha da önemli olsa gerek- gönül kıvamına
eren Işınsu’nun başarısının hakkı teslim edilmelidir.
Aslında nehir roman şeklinde akacak mufassal bir
röportaj ile ehil bir kalem tarafından Işınsu’nun yazı
hayatının, siyasî çevresinin ve tasavvufî deneyiminin
en küçük ayrıntılarına varasıya kadar kayda geçirilmesi gelecek nesillere “Emine Işınsu romanı”nın nasıl
geliştiği hakkında kaynak olacaktır. Umarım böylesi bir çalışmaya cesaret edecek bir kişi çıkacaktır.
(Bu ihtiyacın Işınsu’nun yazı ve fikir hayatının
yakın denebilecek bir mesafeden takipçisi olan bir
aydınımız tarafından bana iletilmiş bir dilek olduğunu
da kaydetmeliyim.)
Işınsu akademik bir çalışma için kendisi ile
23.09.2005 tarihinde yapılan bir mülâkatta ise
tasavvufî romanları hakkında şu değerlendirmede
bulunmaktadır:
“Son beş yılda üç veliyle ilgili, üç roman yazdım
birbiri ardına. Biri Yunus Emre, biri Niyâzî Mısrî, biri
de Hacı Bayram Veli. Yunus hakkında fazla bilgi yok.
Tamamıyla bu büyük şairle tasavvuf adına bir karakter, bir hayat yaratmaktı kaygım. Niyâzî Mısrî bana
126
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
fevkalade öfkeli göründü. Edindiğim bilgiler de o
yöndeydi. Oysa ben öfkeyi hiç tanımam. Eskiden yılda
bir kere öfkelenirdim. Şimdi hiç öfkelenmiyorum.
Onun için öfkeyi anlayabilmek, öyle bir şahsiyeti yazmak bana zor geldi cidden. Hatta bir arkadaşımın
söylediğine göre orada da rahmetlinin öfkesi pek
hissediliyormuş. Her neyse ben o telaş içindeydim. Bu zor zâtı anlatabilme çabasındaydım. Diğer
romanlarımda da buna benzer duygular içerisindeydim. Son romanım (yazar bu eserinden sonra Hacı
Bektaş’ı da yazdı. H.B.) olarak Bayram’ı çok zayıf
bitirdim. Gençlere tasavvufu çok iyi anlatabilmek için
bilhassa Bayram’ı fevkalâde basit yazdım. Bayram’da
(hedefim H.B.) tasavvufun anlaşılmasıdır.” [7]
Romanların Demlenme Süreci
Emine Işınsu’nun roman haline getirdiği tasavvufî öyküleri kaleme alırken bir yandan ele aldığı
maneviyat büyüğünün hatırasını kollamak, bir yandan tarihî gerçeklikleri gözetmek zorunda olduğunu
hissettiği her satırından anlaşılmaktadır. Işınsu’nun
eserlerini kaleme almadan önce ciddi bir araştırma
süreci yaşadığı da bilinir. Kendisinin de belirttiğine
göre en az bir yıl olan bu hazırlık süreci, Yunus Emre
romanının yazılması söz konusu olduğunda iki yılı
bulmuştur. Kitabın sonunda yer verdiği “Haziran
2000, Tanaşa - Kasım 2001, Ankara” ibaresi kitabın
zorlu yazılış süreci hakkında zaten yeterince bir fikir
vermektedir.
Işınsu, bu uzun araştırma evresinden sonra başta
menkıbeler olmak üzere tarihin derinliklerinden
elde ettiği malzemeyi, zihninde ve belki de daha
önemli olarak gönlünde yoğurur ve sancılı bir süreç
sonunda sanatçı muhayyilesinin sınırsız gücünü
göstererek; kuru bilgi öbeklerine adetâ ruh katarak
sanat eserine dönüştürür. Tarihî romanlarda okura
tarih bilinci kazandırmak sadece geçmişi vermekle
başarılamaz; mazi ile hâl arasında organik bir bağ
kurulması da gerekir. Işınsu’nun bu serideki kitapları
ile bu güç işi başarıyla gerçekleştirdiği bir hakkın teslimi olarak kabul edilmelidir.
Bir röportajında Işınsu belki de tâa, çocukluk günlerine kadar giden bu ruhî hazırlığı bir röportajında
şu sözlerle dile getirmekteydi: “Rahmetli annem Halide Nusret Zorlutuna, ev işleri yaparken, yüksek sesle
şiirler okurdu, Yunus’tan Mehmet Akif’e, Fuzuli’ye kadar geniş bir yelpazesi vardı bu şiirlerin. Ben hepsini
severdim; ama Yunus’a karşı daha büyük bir yakınlık
duyardım. Ona sevgim ve saygım sanki özeldi.” diyen
Işınsu, bu romanı yazmak için olgunlaşacağına ve huzura kavuşacağına inandığı kırklı yaşları beklemiş.
Fakat ne kırk, ne de elli; hayat şartlarının da olumsuz
etkisiyle ancak altmışların başında bulabilmiş aradığı
sükûnu. Ve nihayet masa başına oturmaya karar
vermiş... Hayatı hakkında bazı Bektaşi menkıbeleri
ve kerametlere dayanan birkaç hikâye dışında çok
fazla bilgi bulunamayan Yunus’un romanını yazmak
için iki yıla yakın bir süre araştırma yapmış Işınsu.
Tasavvufi geleneğin menkıbe anlatımına “roman
tadında katkılar” yapan Işınsu’nun menkıbe tarzdaki ilk romanı Yunus Emre’nin hayatını eksen alan
“Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” adlı eseridir.
Işınsu, aslında bu konunun hep ilgisini çektiğini,
kendisinin de tam bir Yunus hayranı olduğunu ifade
eder. “Şiirleri yol gösterici oldu. Selçukluları, yaşayış
tarzlarını, Moğolları, Mevlana”yı, 13.asır tasavvuf
hayatını, tasavvufu ve tabii bol bol Yunus’un şiirlerini
okudum, notlar aldım. Ve şiirlerinden yola çıkarak
bu aşk adamına bir hayat tarzı yakıştırdım, kurdum.” diyen Işınsu, bugünün insanına hitap edecek
romanın, mümkün olduğu kadar gerçekçi olmasını
istediğini ve bir Yunus Emre uzmanı olan edebiyat
tarihçisi Dr. Mustafa Tatçı’nın uzun sohbetlerinden ve
kitaplarından bu anlamda çok faydalandığını kendisi ile konuşan gazeteciye alkışlanması gereken bir
kadirbilirlikle belirtmişti.[8]
Bu satırlardan Işınsu’nun Yunus’dan aldığı şiir
alıntılarının nasıl bir titizlikle seçilmiş olduğu, Dr.
Mustafa Tatçı’nın Yunus Emre Divanı’nı neşreden ve
Yunus Emre üzerindeki en önemli yayınların müellifi olduğu da düşünülürse daha iyi anlaşılmaktadır.
Esere akademik düzeyde danışmanlık yapan Tatçı,
Işınsu’nun tasavvufî serisindeki eserlerin lise düzeyindeki okurlar hedeflenerek kaleme alındığını söylese bile seçilen demir leblebi kıvamında şiirleri anlayabilmek değil lise öğrencisinin benim diyen her
babayiğidin kârı değildir.
Işınsu, bir başka röportajında eserlerinin hazırlık
dönemini şöyle anlatmaktadır: “Ben umumiyetle yazarken bir sene boyunca, yazacağım roman hakkında
araştırma yaparım. Bilgiler edinir ve bilgilerimi bir
deftere kaydederim. Bilgiler çoğaldıkça karakterlerim
ve olaylar doğmaya başlar. Onları da defterime kaydederim. Aldığım bilgilere göre küçük küçük sahneler
yazmaya başlar ve bunları da not ederim. Bir sene
gibi bir süre geçtikten sonra bir gün gönlüm, artık
yazman lazım, der. Daha fazla duramam. Allah’ın
izniyle başlarım. Arada değil belki, ama büyük bir
kısmını romana geçiririm, tabi biraz değiştirerek...”
[9]
Tasavvufî roman yazarlığı yolunda, ikinci
Işınsu romanı, yine ünlü mutasavvıflardan Niyâzî
Mısrî’nin hayatını romanlaştıran “Bukağı” olmuş-
127
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
tur. Bu seri Hacı Bayram Velî’yi ele alan “Bayram”
ile devam edip “Hacı Bektaş” ile sona ermiş gibidir.
Işınsu’nun bu dört eseri, birbirinden bağımsız
kitaplar olarak okunabilir. (Bu satırların yazarı ayrı
ayrı basımlarını ilgi ile takip ettiği bu dört eseri ilk
çıktıklarında okumak zorunda kaldığı için zaten
başkaca bir yolu da yoktu.) Bugün kitabevi raflarında
bu eserleri yanyana bulabilecek olan okur ise, bu dört
eseri bir bütün imişçesine ardarda okuyup bütüncül
bir bakış açısını yakalayabilme şansına sahiptir.
Ancak okuru tasavvufî bir hayatın ruhânî zevkleri
ve benzersiz manevî tadları ile buluşturmak
açısından öne çıkan ve serinin de ilk eseri olan
“Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” kitabından
başlanmasının isabetli olacağını söyleyebilirim. Sonra sırası ile Hacı Bektaş, Hacı Bayram
ve nihayet Niyâzî Mısrî kitabları okunabilir.
Bu yazıda okur için önerdiğim yönteme uygun
şekilde Yunus’un hayatını dile getiren “Bir Ben Vardır
Bende Benden İçeri” ele alınarak Işınsu’nun tasavvufî romancılığı incelenecektir. Aslında Yunus’u anlatan bu romanı dikkatle okuyan bir okur, Işınsu’nun
sonraki tasavvufî romanlarının anlaşılması için gerekli temel tasavvufî bilgilere de sahip olacaktır.
“Ete Kemiğe Bürün”dürülen Yunus ve Çevresi
Işınsu’nun “Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri”
kitabını ilk okuduğumda daha önce tasavvuf hakkında
hiçbir bilgisi ve fikri olmayan birisinin bile kitabı
bitirdiğinde çok şey kazanacağını düşünmüştüm. Bu
yazı için eseri tekrar gözden geçirdiğimde bu hükmüm daha da netleşti. Mürşide intisâb, günlük vird,
zikir meclisi, halvet gibi tasavvufî pratikler yanında
fenâfişşeyh, fenâfillah[10] gibi makamlar ile nefsin
dereceleri ve bu derecelerin nasıl aşılacağı gibi çetrefil konuların Işınsu’nun kaleminden birkaç cümlede
özetlenerek çok kolayca aktarılmasında, Dr. Mustafa
Tatçı’dan alınan lojistik desteğin payı olduğunu hissettim.
Eserde olayların akış sürecine bakıldığında
Yunus’un gençlik dönemindeki ilk dinî bilgilerini alışı,
evliliği, Tapduk Emre dergâhına gidişi, dervişliğe kabul edilişi, dergâhda geçirdiği temel tasavvufî eğitim,
halvete girip erbain çıkartması, eşini iki çocuğu ile
birlikte annesinin yanında bıraktığı evine dönüşü,
iki yıldan uzun sürecek bir uzak sefere çıkması ve
dergâha dönerek fenâfillah oluşu şeklinde bir seyir
sözkonusudur. Yazar bu süreci Yunus, onbeş yaşında
iken başlatmış, yirmi yaşında dergâha varışı, iki yıllık
dergâh eğitiminden sonra ailesine dönüşü ve nihayet
kırk yaşında ilahî vuslata ermesi ile noktalamıştır.
“Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” romanında
ismi verilen Tapduk Emre, Hacı Bektaş Velî, Mevlânâ Celâleddin Rûmî gibi tarihî kişilikler yanında
dergâhın kahyâsı Bodur Musa, kıdemli derviş Mustafa Efendi gibi hayâlî kahramanlara da yer verilmiştir.
Bu hayâlî kahramanların başarı ile tasvir edilmesinde Işınsu’nun Burkay dergâhında tanık olduğu
ilişkilerden esinlendiği akla gelmektedir. Dergâh
ahalisinden Yağmur Ali, Kara Mehmet, Derviş Selim gibi tipler de okurun hayâlhanesinde kolayca
canlandırabileceği figürlerdir.
Yunus’u ilahî aşka erdiren platonik bir aşkın
muhatabı olan ‘Nurefşan’ tiplemesinde kısmen
boşluğa düşülmektedir. (Bana Türkistan’daki Maveraünnehr bölgesinin verimli ovası Zer-Efşan (=Altın
Saçan) ovasını hatırlatan bu isim, son yıllarda muhafazakâr ailelerde kız çocuklarına sıkça verildiği
görülen bir isim haline gelmiştir.) Nurefşan’ın “ince
hastalık” (=verem)’den ölümü ile roman sahnesinden
hızla çekilmesi okuru fazlaca üzmez. Nurefşan’ın
gölgesinin yeryüzünden çekilmesi sonrasında da
Yunus’un dünyasında yaşamağa devam etmesi ve nihayet halveti sırasında bazı sırları paylaşması, -okur
tarafından daha iyi anlaşılması için- üzerinde biraz
daha çalışılması gereken, zayıf kalan yönlerindendir.
Tapduk Emre’nin eserde bir görünüp sonra kaybolan
kızı Binnaz da eserin zayıf kalan karakterlerindendir.
Yunus’un eşi Zehra’nın özellikle halveti sonrasında
dünyevî ilgileri azalan Yunus’a anlayış göstermesi
çok iyi yansıtıldığı gibi; tasavvuf tarihinde birçok
örneği görüldüğü üzere tasavvufî yolculuğunda
evdeşine eşlik ederek seyr ü sülûk yapması da eserin tasavvufî tadını arttırabilirdi. [10] (Bu noktadan
itibaren Emine Işınsu’nun “Bir Ben Vardır Bende
Benden İçeri” eserinden yapılacak alıntılar Ötüken
Yayınları tarafından yapılan ilk baskı [11] sayfaları
ile verilecektir.)
Yunus’un çocukluğu anlatılırken sahneye çıkartılan
“Sevgi Hoca” Arif Efendi ile “Yobaz Hoca” Kasım
Efendi zıt karakterler olarak biraz karikatürize edilmiş
gibidir. İlim erbâbı olan Sıtkı Hoca ise daha nötr bir
konumdadır:
Yunus on altısında, gidip pek sevdiği Sevgi Hocasına
akıl danıştı... Sevgi Hoca’nııı lâkabı idi bu “sevgi”,
asıl ismi; Arif’ti fakat dinin hep güzelliğini, temizliğini,
ahlâkını anlattığı, insanî ilişkileri ön plânda tuttuğu,
gönül kırmadığı ve hep sevgiden bahsettiği ve Allah’ın
insanı “sevgi”den yarattığını söylediği için, köy halkı
onu “Sevgi Hoca” diye çağırmayı münasip görmüştü,
çok yaşlıydı, bir zamanlar Konya’da Muhyiddin-i
Arabi’den ders aldığı söylenirdi... Arapça ve Farsça
bilir, zaman zaman kopuz çalar; konuları aşk,
128
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
kahramanlık ve doğa olan Türkçe şiirler söylerdi. Bilginlerin ve şeyhlerin giydiği önü açık, yakasız, geniş
kollu ince yünlüden ak bir ferace giyerdi, yüzü hep
gülerdi. Arif Hoca, Konya’dan kalkıp, neden bu yoksul köye göçmüştü?.. Kendisi sadece “Gönderildim”
demişti, ağzından başka bir söz alamamışlardı... Sonunda köylü onu, Sarıköy’ün yerlisi kabul etti.
Köydeki öbür genç hocanın lâkabı ise Yobaz Hoca
idi! Fakat bu lâkap açık açık söylenmez, arkadan
konuşulurdu hakkında. Kendisine, Kasım Hoca deyip
geçerlerdi, Kasım Hoca, din adına pek çok şey uydururdu, onları korkutmak için de sık sık cehennemden bahsederdi, dini; bir kurallar, vazifeler ve cezalar,
bilhassa cezalar hükmüne indirmişti. (s.15-16)
Yunus, tasavvufa yöneleceğinin ilk işaretini de
Arif Hoca’dan alır:
Arif Hoca başını salladı; “Allah sana bir yol
açacaktır garip Yunus, açacaktır, bunu kendim gibi
biliyorum... Sen sen ol, namazından, orucundan
vazgeçme. Namazını, anlamlarını bildiğin dualarla,
anlayarak kıl, uyanık ol her zaman..Kendini geliştir,
dünya değişiyor, çok çok öğren, bilgi o an lâzım olmasa bile, bir vakit gelir, gerekli olur. Bilgilen, yeniliğe
açık ol, sakın yenidir diye ön yargılı olma, anla, dinle
önce... Sana başka bir şey söyleyemem, yolu yordamı
iyi bilirsin, yalnız sakın ha, sakın gönül kırma, hep
söylemişimdir ya, yine de tekrar edeceğim; sevmeyi
öğren... Sevgi öğrenilir Yunus, zaten bizim doğamızda
var sevgi, Cenab-ı Hak, âlemleri ve tabii ki, şu
dünyayı ve üzerindekileri, aşk ile yarattı, bunu hiç
unutma.. Bir de şunu unutma; her şeyin sonunda bir
şey vardır mutlaka, bunun hayra dönmesi de, şerre
dönmesi de, kişinin kendi elindedir. Dahası elde
edeceğin her hayır, mutlak doğru bir çaba sonucudur,
unutma evlâdım. “Unutmam hocam.”
Yunus, hocasının iki elini öpüp oradan ayrıldı. (s.17)
Işınsu’nun Kaleminden Yunus’un Tekke Hayatı
Emine Işınsu’nun Yunus Emre’nin hayatını anlattığı
“Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” romanında
olaylar kurgusu Yunus’un gençlik döneminde eğitim
sürecini anlatan giriş bölümünden sonra buğday
almak için Sulucakarahöyük’teki Hacı Bektaş
Velî’nin dergâhına varması ile başlar. Hacı Bektaş
dergâhından himmeti reddedip buğdayı yüklediği
kağnısı ile döndükten sonra köyündeki bir genç olan
Derviş Aziz’in devam ettiği Tapduk Emre dergâhına
vâsıl olması anlatılır. Burada yazarın, Yunus Emre’nin
Tapduk Emre dergâhına davetinin Yunus’un ikinci
129
çocuğu olan Aygülü adlı kızının doğumu sonrasında
olmasına özel bir önem verdiği, mistik bir anlam
yüklemeğe çalıştığı dikkat çeker. Dergâha davet için
gönderilen Bodur Musa tipi de, romanın önemli figürlerindendir. Bodur Musa’nın intisabından başlayıp
fenâfillah oluşuna kadar tasavvuf yolundaki seyri geri
dönüşlerle ve kendi dilinden anlatılır.
Yazar, Tapduk Emre dergâhında, mürşidin işareti
ile Yunus’a haldaş olan Yağmur Ali’ye, tasavvufî
süreçlerin anlatılmasında etkin bir rol verir:
Döndüler, tekkenin harem kısmına doğru yürümeye
başladılar. Tapduk Emre dedi ki;
- Bir süre gez dolaş, derviş kardeşlerinle tanış,
dergâhın yolunu yordamını öğrenmeye bak; burada hep kardeşsiniz, benim ve ana-bacının
evlâtlarımızsınız. Kardeşlik bağı çok güçlüdür, bilirsin, öylece birbirinizi sevip, hedeflerimizden biri
olan gönül ve düşünce birliğine ulaşırsınız inşaallah.
Sizler, Yaratan’dan gelenleri, insanlara anlayacakları
bir üslûpla iletmek için varsınız. İşletecekseniz güçlü
olmalısınız. O’nun emri, ilk varoluştaki işareti, sizler için işte bu yoldadır. O, sizleri evvelinizden tanır,
O, sizi sonranızdan tanır. Sizler, O’nun herşeyi gibi,
ilk “Ol” emrinde vardınız. Son, “Yok” emrine kadar olacaksınız... Şimdi, eğer kendine tam can dostu ararsan, Yağmur Ali’yi hatırlıyorsun, değil mi,
işte onu bul, çünkü gönülleriniz birbirine yakındır.
Ona istediğini sorabilirsin, bilgilidir. Dergâhın
ve dervişliğin âdabını, vazifelerini iyi bilir, sana
öğretecektir. Bodur Musa’yı da ihmal etme., bakma
sen ona, dili terstir fakat kendisi söz konusu olduğu
zaman da çok alıngandır! Fazla hassastır çünkü, göstermemeye çalışır, geçecek, geçecek elbet bu hâlleri.
Evet ne diyecektim, evet, odunculuğuna başlayacaksın
vakti gelince, bir de tabii bir zaman sonra, halvet
olacaksın şüphesiz.
Yunus’un aklına, çileye giren Mevlevi dervişleri
geldi, bu halvet, çile gibi bir şey olmalıydı, dayanabilecek miydi?..
Tapduk Emre, sözüne devamla:
- Çocuklar anlatırlar sana, halvetin ne olduğunu,
diye ilâve etti.
Harem girişinin kapısına gelmişlerdi, Tapduk Emre:
- Haydi bakalım Yunus, Allah yardımcın olsun dedi.
Yunus, bağır basıp selâm verdi, döndü. (s.155)
Yunus’un tasavvufî olgunlaşma süreci es geçilen
biat töreni atlanarak Tapduk Emre’nin talimatı ile yeni
dervişlere günlük evrâdın nasıl yapılacağı konusunda
bilgi vermekle görevlendirilmiş olduğu anlaşılan Bodur Musa tarafından kendisine tarif edilen “vird” ile
başlatılır:
- Bir köşeye çekilip virdimizi yapalım, tespihin var
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
- Evet.
- Her gün yapılması gerekli olan bazı tespihlerimiz,
okunması gereken dualarımız vardır, buna vird denir: Yön kıble, oturuş edebli, gözler kapalı olacak...
Nedense burada âdet olmuş, hemen herkes, akşamla
yatsı arasına sıkıştırır bu işi... Olmaz değil, olur!
Çünkü virdin belli bir saati yoktur, anca en güzeli erte
namazından evvel veya sonradır, sabahın o vakti güzel bir vakittir çünkü; kafa uyanık, gönül açık; gökten rahmet yağmakta, Allah’ın rızkı dağıtılmakta…
(...)
- Yunus, ben okunacak olanı yüksek sesle söyleyeceğim, sayısını söyleyeceğim, herkes usul usul okuyacak, bir iki kere beraber yapsak, öğrenir gidersin.
- Herkesin virdi aynı mıdır?
- Yeni gelenlerin genellikle aynı olur, sonradan
değişebilir, bazen de sayılar artırılır. Haydi bakalım,
Bismillâhirrahim…
Böylece yolunun ilk virdini yapan Yunus, o kadar
heyecanlanmıştı ki, yine yalnız kalmak istedi. (s.167168)
Dervişin manevi gelişiminin aracı olarak zikir ve
dergâhta yaşanan hayatın vazgeçilmez bir parçası olan
zikir meclisleri de romanda yer yer işlenmektedir:
Sonra, misafirlerden gençten biri, Tapduk’tan, söz
için izin istedi:
- Efendim, dedi, bu benim meclise ikinci katılışım,
geçen defa zikir yaptık, gönlümde silinmez bir iz
oluştu, acaba bizlere biraz zikirden bahseder miydiniz?..
- Eyvallah yolcu, dedi Tapduk Emre, müsaade et,
benim yerime Mustafa Efendi konuşsun.
- Âdetidir, diye fısıldadı Yağmur Ali, yabancıların da
olduğu sohbetlerde, pek anlaşılır izahlar yapılmasını
ister ve genellikle böyle güvendiği dervişleri dillendirir. Aşk yoluna ise sadece bizlerle beraber olduğu
zaman dalar, kendisi konuşur, lâkin bizler sual sorabiliriz, onları da cevaplar.
Mustafa Efendi, yaşça Tapduk’dan büyük, beyazlar içinde bir ihtiyardı, karısı ölünce, gelip tekkeye
yerleşmiş, halvet çıkarmış, derslerinde ilerlemiş, sülûkunu tamamlamış bir dervişti. Gençlerin Mustafa
Dede’siydi, bir müşkilleri ya da akıllarına takılan
bir soru olursa, Tapduk’tan önce ona sorarlar, o cevap veremezse, Sultanlarını rahatsız etmeye cesaret
ederlerdi. Dergâhta, kilden çanak çömlek yapardı,
buradaki çanak çömlek, kupa bolluğu bundandı,
fazlalarını ise gider pazarda satar, kazandığı parayı,
olduğu gibi Tapduk Emre’ye teslim ederdi.
Mustafa Efendi; “zikir”in, manâ yolunun temelini teşkil ettiğini, Kur’an’da yetmiş surede ve ikiyüz
ellialtı yerde zikirden bahsedildiğini, aslında gerçek
zikrin, her an Allah’ı hatırlamak olduğunu söyledi.
Toplu veya şahsî zikrin kuru kuru “Allah, Allah” diyerek veya O’nun herhangi bir ismini tekrar ederek
yapılmayacağını, zikirin dilden gönüle, gönülden
bütün vücuda yayılması lâzım geldiğini, böyle zikirlerde, O’ndan başka bir şeyin düşünülmemesi lâzım
geldiğini, kişinin aklını ve ruhunu tam anlamıyla ve
teslimiyetle Yaratan’ına vermesi gerektiğini anlattı.
Sükûnetle, yavaş yavaş konuşuyor, odadakiler çıt
çıkarmadan, yüzlerinde sanki onu sevdiklerini anlatan hafif bir tebessümle dinliyorlardı. Tapduk Emre;
- Eyvallah Mustafa Efendi, dedi, zikirin bir faydası
var mıdır, bir de onu de bakalım.
Mustafa Efendi;
- Zikir, gönlün ilâcı, nefsin zehiridir, dedi.
İnsanın dostu, fakat kibrin, gıybetin, haksızlığın,
yalanın, öfkenin, kinin velhasıl her türlü kötülüğün
düşmanıdır!... Zikirle meşgul olan bir kimsenin nefsi
çatlar, bütün kötülükler. ağaçlardan düşen yapraklar
misali düşer, toprağa da karışmaz, kaybolur... O insan, anasından yeni doğmuş gibi, saf ve temiz olur.
İşte bu saflıkla kişi, neler neler öğrenir, sırlar ona
açılır, ayan beyan olur. Çünkü, nefsin kötülüklerinden
kurtulması. Cenab-ı Hakk’ın, şerefli kıldığı insana bir
dönüştür. O’nun halifesi olmaya lâyık oluştur. Şunu
da unutmayın, zikirin gün veya gece içinde belirli bir
saati yoktur, kul, istediği zaman zikir yapabilir. Zaten
her an, O’nu aklına getirebilir, getirmelidir de, yani
bir derviş, aslında daimî zikir içinde bulunmalıdır.
Mustafa Efendinin konuşmasını can kulağı ile dinleyen dervişlerin gönülleri zikir halindeydi. Tapduk
Emre başladı, meydandakilerin tümü ona katıldılar...
Kimi göz yaşları içinde, kimi kendi içine büzülmüş,
başı önünde, kiminin gözleri, nurlanan Tapduk’a
dikilmiş, fakat edep dairesi içinde, iki saat süren bir
toplu zikir oldu bu. Ve Yunus, Azizin “İçim yıkandı”
derken, ne demek istediğini adamakıllı anladı, çok iyi
hissetti... (s.169-171)
Romanda Tapduk Emre dergâhında tasavvufî eğitime alınan Yunus’un daha işin başlarında
konulduğu halvet de oldukça ayrıntılı olarak anlatılır:
(Yağmur Ali) - Sana dergâhımızı tanıtayım tekkeler
malûm, içinde bir kaç tane oda olan büyücek bir
binadır. Senin o gün geldiğin büyük loş oda, sohbet ve zikir odasıdır, İsmine “meydan” deriz, belki
biraz fazla büyücek. Çünkü yol üstünde olduğumuz
için, gelen giden çok olur, bu binanın içinde mutfak var, Şah’ımızın haremlik, selâmlığı var, selâmlık
daha küçük bir odadır. Hazret’le özel konuşmak isteyenler ve onun yalnız çalışabilmesi içindir. Eğer o
selâmlıktaysa, çok mühim bir şey olmazsa rahatsız
edilmez. Bir de hücreler vardır, meydana girmeden,
hemen yan taraftaki minik odaları gördün mü?
- Hayır, heyecandan etrafıma bakacak zaman
130
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
olmadı.
- İşte orada halvet olacaksın, halvet yalnız kalmak
demek, biliyorsun. (s.162-163)
Halvetin nasıl yapılacağı, hangi zikirlerin kaç sayıda
uygulanacağı; halvet sırasında ne yenilip içileceğine
kadar ayrıntılı olarak tarif edilmektedir:
(Bodur Musa) - İşte o gördüğün mezara benzeyen daracık, küçücük, karanlık hücreye gireceksin,
fazla değil kırk gün için!.. Neden kırk gündür bilir
misin, Hazret-i Muhammed Efendimizin Mim’i, ebcet hesabıyla kırk eder de ondan!.. Aynı zamanda
o kırkında iken ilk vahiy gelmişti… Zaten halvet,
peygamberlerin sünnetidir. Hazreti Yunus, balık
karnında, Hazreti İbrahim ateş içinde, gülyüzlü Muhammed, Hira Dağı’nda halvet çıkarmışlardı.. Eveet,
uyumak yok, anca sırtın duvara dayalı bir üç saat
kadar kestirebilirsen ne ala. Yemek yok, bir gece
gündüz sonunda, sana üç kaşıklık bulgur ya da darı
çorbası verirlerse, ne alâ. Su yasaktır, ama hararetli
mizacını düşünüp, ilk başlarda belki birkaç yudum su
verirler… Melekler bile uğramayacak yanına, bir Allah, bir sen!.. Bir de yapacağın tevhit zikri!.. O’nunla
konuşabilirsin elbet. Artık neler gösterir sana Tanrı
bilemem.(s.182)
…Yunus tespih çekiyor, yetmiş bine ne zaman
varacağını merak ederek. Yetmiş bin tamamlanınca,
okuduklarını bağışlayacak ve yeni bir yetmiş bine
başlayacak. Çünkü halvette yetmiş bin tevhit, bir hatim karşılığıdır. (s.189)
Daha çok cehrî zikir yapılan Kadiriyye, Halvetiyye,
Mevleviyye, Cerrahiyye gibi tarikatlarda bir yöntem
olarak benimsenen halvet sırasında yaşanan manevî
haller oldukça başarılı bir anlatım ile sunulmuştur.
Bu başarıda da, -sanırım- Dr. Mustafa Tatçı’nın payı
vardır:
Günlerin içinde bir gün, kafasının çok karışmış
olduğuna karar verdi; çünkü hep vakitleri şaşırdığını,
kılıp kılmadığını hesaplayamadığı namazı kılamıyordu
artık, “Her an zikir üzerindeyim, namaz da bir zikir
değil midir sanki!.” diye düşündü... O anda, ikisi
birbirinin, sonra O’nda erimiş Tapduk, Muhammed
ve Tek Vücud sevgisi, tıpkı ilâhi bir güneş çiçeği gibi,
sapsarı ve sımsıcak gönlünü ısıttı... Öyle bir ışıma
ki, içindeki mutluluk duygusundan Yunus, kendine
geldi, hücrede olduğunun idrakine vardı gülümsedi,
Yaradan’ına sığındı tepeden tırnağa, gönülden akla,
tevhide devam etti: “Lâ ilâhe İllallah” Allah’tan
başka ilâh yoktur!
Çoktan tespihi bırakmıştı, elleri kucağında,
gevşekçe duruyor, parmakları ile sayıyor, başını iki
yana ağır ağır sallayarak, “ Lâ ilâhe İllallah” diyordu, sesi belli belirsizdi ama hiç susmuyordu. Zikri
çoktan gönlüne inmişti, şimdi, bütün bedenini sardı...
Ve sanki, ışıkla yazılmış göz kapaklarının altına, tam
karşısında, Kur’an’dan bir âyeti gördü, okudu. “And
olsun o güneşe ve pırıltısına. Ve ona uyduğu zaman
aya. Ve onu ortaya çıkardığı zaman gündüze. Ve onu
bürüdüğü zaman geceye. Ve göğe, onu bina edene.
Ve yere, onu döşeyene. Ve nefse, onu düzene koyana.
Sonra ona bozukluğunu, kötülüğünü, takvasını ilham
edene. Ki o nefsi temizleyip arıtan, tam kurtulmuştur.
Ve onu kirletip gömen, tam kaybetmiştir.” Yunus,
“Şems Âyeti” dedi kendi kendine. Ruhuna ve bedenine bir canlılık gelmişti. O canlılıkla devam etti zikrine. (s.196-197)
Saatler mi geçti, yoksa günler mi, genç adam, tevhit söyleyerek kendine geldi, hücresi ışımış mıydı,
yoksa ona mı öyle geliyordu. Yunus bilemedi, toprak
zemini ve taş duvarları görmüyordu ama, ışık içinde,
ışık dışında, ışık her yerdeydi, kalkıp oturdu, başını
ellerinin arasına aldı, eğilip öne arkaya sallandı,
sallandı ve çıkmayan sesiyle, dedi ki: “Allah’ım bütün
yarattıklarının özünde sen varsın, çünkü senin sevgin
var!... Allah’ım seni seviyorum, senden razıyım, sen
de benden razı ol.”
İki büklüm vücûdu sarsılıyor, kollarındaki,
göğsündeki incecik tüyler bile havalanmış, Yunus
ürperiyor ve terliyordu. Sağında solunda, önünde
arkasında birileri, sanki onun için, onun yerine tevhit
okuyorlardı... Yunus dinliyor, gözyaşları coşmuş bir
ırmak gibi yüzüne, boynuna akıyordu... Gidip, hâlini
Tapduk’a arzetmek, aklına gelmedi.
Yunus’un Tapduk Emre dergâhındaki halveti son
gece olan kırkıncı gece rüyasında Hz. Rasûlullah’ı
görmesi ile sonlandırılır:
Bir gece. Yunus sırtını duvara dayamıştı, tevhit
söyleyen sesi söndü, içi geçti., uykuya daldı. Bir
yeşillik deryası vardı önce, gönlü inanılmaz derecede ferahladı, işte o anda, O’nu gördü. Gülyüzlü, fahr-i âlem, adı güzel, kendi güzel Muhammed
karşısındaydı!..
İnce fakat yapılı bedeni, ne uzun, ne kısaydı... Üzerinde beyaz bir kaftan vardı. Başı açıktı. Uzun, siyah,
dalgalı saçları ortadan ayrılmış, arkada toplanmıştı,
herhalde tek örgüydü, kapkara gözlerinin güneş
ışığından sevecenlik ve sevgi akıyordu Yunus’a
doğru... Titremeye başladı Yunus, nasıl bilinmez ona
yaklaştı, yaklaştı, gönülleri birleşti, tek oldular. İki
cihan efendisi; elini uzattı. Yunus aldı bu hafif esmer, iri, ince eli, öptü başına koydu. Öpen kimdi, ya
öptüren?...Ve uyandı. Kalbi yerinden fırlayacakmış
gibi çarpıyordu, ayaktaydı, kendi çevresinde döndü
karanlık hücrenin içinde, başını yukarı kaldırıp;
“Allah’ım, dedi, Allah’ım bana bunu nasip ettin. Sana
131
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
şükürler olsun! Sana hamd ederim!.”
Yetmedi, hemen iki rekât şükür namazı kıldı.
İşte bu düş anlatılmalıydı Tapduk’a, hemen, şimdi!
Musahibe seslendi, seslendi. Sesini duyuramadı.
Hücrenin kapısını vurdu, elinden geldiği kadar
sertçe... Yorgun ayak sesleri işitti, musahip, uykulu bir
sesle “Ne var Yunus?’’ diye sordu. Yunus:
- Kara Mehmet, dedi, bir düş gördüm, bunu
Sultan’ıma anlatmak istiyorum.
- Hele bi iki saat bekle Yunus, dedi Kara Mehmet, iki saat sonra, sabah namazı vakti, sonra seni
çıkaracağız.
- Yaa, dedi Yunus, peki öyleyse.
Demek kırk gün dolmuştu!.. (s.200-201)
Halvetin bitiminde mürşidi Tapduk Emre’nin huzuruna kabul edilen Yunus’a halvette yaşadıklarının
izahı yapılır ve nefs terbiyesinde riyâzeti önceleyen tarikatlarda daha fazla üzerinde durulan nefs
makamları da Tapduk Emre dilinden anlatılır:
Tapduk Emre, selâmlık odasında bekliyordu:
- Hoşgeldin Yunus. Dedi, dikkatli dikkatli baktı
yüzüne, siyahın en koyusundan elmas pırıltıları
Yunus’un gözlerinde dinlendi bir kısa süre,
gördüğünden memnuniyetini, tebessümüyle belli etti:
- Hayırlı olsun halvetin!.. Yunus varıp elini öptü.
- Himmetiniz varolsun efendim.
Tapduk Emre ona, bir yeşil sırlı kupa ile su uzattı:
- İç, iç de, anlat bakalım.
Hayret, canı hiç su çekmiyordu. İsteksiz, “eyvallah”
diyerek aldı kupayı Tapduk’un elinden, o söyledi diye
birkaç yudum içmek istedi, fakat hepsini içip bitirdi, o anda karnının acıktığını da hissetti.. dünyaya
dönmüş müydü ne!.. Aldırmadı, rüyasını anlattı Tapduk Emre’ye...
- Mübarek olsun Yunus, dedi, herkese nasip olmaz
Peygamberimiz Efendimizin ziyareti.
Sonra Yunus, Nur’unun gelişini ve susuz kalmış
adamın hikâyesini anlattı.
- Kendi gönül gayretindir hepsi, dedi, Tapduk Emre.
Yunus, babasını, sözlerini ve sanki kendi yaşlılığının
da gelip ona şiir okuduğunu söyledi. Ne yazık şiir
hatırında kalmamıştı. Sonra, biraz mahcup önüne bakarak:
- Hazretim, dedi, gönülden de içeri, o ilâhî nefesle,
sanki somut bir şekilde temasa geçtim!
- Yunus, dedi Tapduk Emre, bil ki, sen orada levvâme nefsinden, mülhimeye, mülhimeden mutmainneye, ondan da râziyeye geçtin, anlattıkların râziyenin işaretleridir. Raziyenin ilk basamaklarındasın.
Ve bil ki râziye, Allah’da yok olmanın ilk mertebesidir. Kur’an-ı Kerim’de Fecr Suresi’nin yirmisekizinci, “Dön Rab’bine O’ndan razı olarak” âye-
ti, bunu işaret etmektedir. -Tapduk Emre durdu,
Yunus’un kendisine bakan iri akik gözlerindeki safiyete ve hayrete baktı, gülümsedi: Nefs kademelerini
atlamak çok iyidir de, dedi, adım attığın yeni kademede tutunabilmek ve ileriye doğru hazırlık hâlinde
olabilmek çok çok daha iyidir ve zordur Yunus, zor!
Yunus ayni saflıkla başını sallayıp, hocasını tasdik
etti. Tapduk, tekrar gülümsedi;- Terkettiğin nefis kademelerini de sakın küçümseme, meselâ levvâme ile
ilgili, Cenab-ı Hak, Kur’an’ın Kıyame Suresi’nde, bu
nefse yemin ederek konuşur. Önemlidir. Mülhime’ye
ise Şems Suresi’nin birinciden onuncuya kadar olan
âyetlerinde raslarız. Son âyet de O, şöyle buyurur:
“Ki, o nefsi temizleyip arıtan, tam kurtulmuştur. Ve
onu kirletip gömen, tam kaybetmiştir”
Yunus’u bir titreme aldı, çarpan dişlerinin
arasından:
- Efendim, diyebildi, göz., göz kapaklarımın., yani..
ardında..
- Göz kapaklarının ardında bu âyetleri gördüğünü
mü söyleyeceksin yoksa Yunus?.. E., evet, doğrudur.
-Öksürdü: Evet, bir ötesi Mutmainne. Bu nefs sahibi insansa; O’nun nuru ile aydınlanmış, “Rab’bine
dön” hitabına yetenek kazanmıştır. (s.206-207)
Işınsu’nun “Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri”
kitabının en başarılı yönlerinden birisi tasavvufî
hayatın inceliklerinin çoğu zaman Tapduk Emre
dilinden bazen de O’nun kâmil müridlerinden
Mustafa Efendi dilinden verilen sohbetlerle okura
sunulmasıdır:
O gün meydandaki, sohbet toplantısına bir hayli
gecikerek geldi Tapduk Emre, yüzü asılmıştı, gözleri
her zamankinden fazla parlıyordu; önce topluluğa
baktı, sonra herkesin yüzüne ayrı ayrı baktı, dedi ki;
- Size hep söylüyorum; herşeyin sonu bir şeye
bağlanır, İşte o bir şeyin hayra dönmesi de, şerre dönmesi de sizin elinizdedir. Çünkü sizlere akıl ve irade
vermiş Yaratan. Ve bir de yol açmış önünüze, her kula
nasip olmayan. Ya siz ne yapmaktasınız, birbirinizin
kuyusunu kazmaktasınız. Bunu kimsenin görmeyeceği
yerde yapmakta olduğunuzu sanıyorsunuz. Öyle
mi, gelip selâmlığa, kapıyı örtüp, yalnız bana
şikâyetlendiğinizi sanıyorsunuz. Falanca filancayı,
filanca, falancayı suçluyor.. Yalnız bana da değil...
Gıybet yuvasına döndürdünüz, gül açan ocağımızı...
kirlettiniz!.. Siz O’nu göremezsiniz ama, sizin gözleriniz O’nu göremez ama.. Cenab-ı Hak, bütün gözleri ve bütün kalpleri şüphesiz ki görür. Ayrıca benden saklamanız da, herkesten saklasanız da, suçunuz
gözlerinizde kararır, perdelenir, işte bunu bilemez
siniz. Dil yalan söyler ama gözler yalan söylemez!...
Korkunuz! Gönül kırmaktan çekininiz. Herşeyin ortaya
132
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
döküldüğü gün; yine yalnız kalacak olan gönül
kırıcılarıdır.
Tapduk durdu, iri iri nefes aldı.. Yunus’un gönlünde
bir beyit kanatlandı: “ Sakıngil yarın gönlün sırçadır
sımayasın /Sırça sındıktan geri, bütün olası değil.”
Tapduk, tekrar baktı topluluğa; herkes suçlanmış,
başını önüne eğmişti, bir süre sustu, sonra:
- Burada baş eğip oturuyorsunuz ve bunu yeterli
zannediyorsunuz, dedi, ne yanlış bir zan!.. Hesabınız,
önce kırdığınız gönüllerden olacaktır şüphesiz. Şöyle
biliniz, burada korkulmaz, burada kaygu olmaz, burada yerilmez kimse!.. Burası bir dergâhtır, bunun
bilincinde olunuz. Siz birer dervişsiniz, bunun bilincinde olunuz. Zikir, sizi doğru yola götürüyorsa
faydalıdır, hergün yaptığınız virdleriniz sizi doğru
yola götürüyorsa faydalıdır, sohbetler sizi doğru yola
götürüyorsa faydalıdır. Bu fayda kimin için? Sizin
için! Ve unutmayın ki. O, her birinizi, O hepinizi tek
tek bilir. O, hepinizin gönlündedir.. Allah sizi sever,
Allah sizi bağışlar. Ya siz, ya siz neden birbirinizi, ya
siz neden insan kardeşlerinizi sevemezsiniz? O, öylesine yücedir. O, öyle herşeyi bilir. O’na erişilmez.
Siz O’nun o yücelikten, gönlünüze kadar indiğini
biliyorsunuz da, ya neden bütün gönüllerde olduğunu
anlamıyorsunuz? (s.212-213)
Aşağı köyden yaşlıca bir adam (…) sordu:-Bir
büyük, her yola girmek isteyeni, kabul eder mi? Yoksa
onu tartar; ya git der, ya kal mı der?
Tapduk, hafifçe gülümsedi. Mustafa Efendiye döndü:
- Bu soruya sen cevap ver bakalım, dedi.
Mustafa Efendi; “Destur” deyip izin aldıktan sonra, dedi ki:
-O büyük, yola girmek isteyeni reddetmez; bu
kişide çok noksanlıklar olsa bile, bir gün gelir düzelir, irfanı, yani Allah’ın sırlarını anlamaya kabiliyet
geliştirebilir, umudunu kaybetmez, o adam eğer düzelemeyecekse, zaten kendisi anlar, kendiliğinden
tekkeyi bırakıp gider. İnsanlar çeşit çeşittir, kimileri
anadan, irfana yeteneklidir. Onlar gönülle doğan
çocuklardır. Kimileri ise kendilerini; nefislerini terbiye ede ede, sonradan olurlar, yetenek kazanırlar.
Şeyh odur ki, talibin her türlü hâlini bilsin ve onu,
onun mizacına, ihtiyaçlarına göre yetiştirsin. Cenabı
Hakk’ın rızasıyla, benliğin Hakk’a ait olduğunu
gösterebilsin ona, tutup nefs çirkefinden çıkarsın...
(s.221)
Tasavvufta Sohbet ve Sohbet Ehli Yunus
Tasavvuf yolundaki dervişin ilerlemesinde
sohbetin büyük önemi vardır. Nakşbendiliğin pîri
Şah-ı Nakşbend’in müridlerine “Bizim yolumuz sohbettir.” dediği ve bu ibâreyi binlerce kez tekrarladığı
vurgulanır. Şah-ı Nakşbend’in haleflerinden Alaaddin
Attâr’ın da “Sohbet sünnet-i müekkededir. Çünkü Hz.
Rasûlullah hergün olmasa bile mutlaka iki güne bir
ashâbı ile sohbet ederdi” diyerek sohbetin önemini
vurgulamıştır. Işınsu, tasavvufta ilerleyen Yunus’u
da, artık yeni taliblere sohbet vererek yol gösterir hale
getirir:
İnsanın dünyaya gelmesindeki amaç, Allah’ı tanıyıp
bilmesidir. Allah’ı nasıl tanıyıp bileceğiz? İşte burada
Peygamberimiz Efendimiz’in bir hadisi imdadımıza
yetişiyor, o demiş ki; “Nefsini bilen, Rabb’ını bilir.” Bu fevkalâde mühim bir hadistir, çünkü insanı
manevî bilgilerle zenginleşmeye teşvik ediyor, hep
biliriz, manevî bilgilerden yoksun kişi, istenilen
olgunluğa ulaşamaz. Geniş ve derin bir nefs bilgisinden mahrum olan kişi ise özünden, dolayısıyla Allah
hakikatinden habersizdir, isterse Bağdat’a sultan olsun!.. Fakat kişi nefsini nasıl bilecek? Bunun için bir
mürşit eli tutmak lâzım gelir. O senin kendi mizacına
ters düşmeyecek şekilde yetiştirir. Ben kendi deneyimlerimden bahsedeyim; biliyorsunuz, nefsin ikinci
kademesi, “levvame, yani kınayan nefstir. Ben kendi
hesabıma, kınayan nefsimden çok faydalandım; çünkü
o bana yaptığım veya düşündüğüm kötü ve dolayısıyla
yaptığım iyiliği, düşündüğüm iyiliği gösterdi, işaret
etti, böylece kendi kendimi anlamama, kötülüklerden
uzaklaşmama sebep oldu.
…
Can, kendisine şah damarından daha yakın
Olan’ın cazibesine kapılmış, bu cazibeyle yanarken
O’na doğru çekilmektedir ve o kişi, kendi iradesiyle Yaratan’ına doğru uzanır, uzanmak ister, kâh
düşer, kâh kalkar ama hep uzanır... İşte bu karşılıklı
uzanışın, derin, çok derin hasretin ifadesidir aşk diye
isimlendirdiğimiz... (s.306-308)
“Bodur Musa”nın İbretli Hikâyesi
Işınsu’nun Yunus’u anlatan eserinde en dikkat
çekici kahramanlardan birisi Bodur Musa olarak
adlandırdığı derviştir. Emine Işınsu’nun bu dervişi
anlatırken gösterdiği başarıda muhtemelen müntesibi
olduğu Burkay dergâhındaki bir derviş ile ilgili gözlemleri etkili olmuş olabilir. (Eğer öyle bir etkilenme
sözkonusu değilse Işınsu’nun edebi başarısının daha
da gözalıcı olacağı açıktır.) Tapduk Emre Dergâhı’na
Yunus’u davet edildiğini ileten Bodur Musa tasavvuf
yolunda da ilk yol-yordam öğreticisi olur:
(Yunus) Bodur Musa’ya sordu:
- Tapduk Sultan, o gün, beni niye çok azarladı bili-
133
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
yor musun?
- Ay şu kadarcık şeyi anlamadın mı daha, o azar
sana değil, nefsine idi... Nefs arınmasından bahsetti uzun uzun, hatırlamıyor musun? Zaten bilmez
misin, bilmezsin tabiî!... Çok ders alman gerek daha,
çook!.. Neyse, Şeyh’in azarı, Celâl ile terbiyedir, yani
Allah’ın Celâli ile, ki dervişe erken yol aldırır, hattâ
şöyle bir tabir vardır aramızda; “Kime azar, ona nazar”. (s.146)
- Bak, biri birine pezevenk dese, o biri diğerini
öldürür belki, yahut en azından döver... Ama bu
pezevenk dünya dilidir, bir de onu bizim dilde söyle;
“Allah’la benim aramı yapan” anlamına gelir. Şimdi
senin kıt aklını ele alacak olursak; aklın kıttır, gönlün geniştir, demektir o... Eh bizlere de gönül çok
lâzımdır. İşte böyle.
- E canım, şunu doğru dürüst söylesene, gönlü
geniş, desene meselâ.
- Bak o da benim mizacım, düzeltmeye çalıştığım
şeylerden biri; çünkü Sultan, “Hayır gözü ile bakınız,
hayır kulağı ile işitiniz, hayır dili ile söyleyiniz, der,
ben buna uyarım aslında, ama ters tarafından söylerim, çünkü mizacım böyledir!.. (s.147)
Sırtındaki
kamburu
ile
fizikî
gelişimini
tamamlayamamış, vücudca gelişme geriliği gösteren
ve roman boyunca olaylara -hem kendisini hem de
muhataplarını yıpratıcı- bir ironi ile yaklaştığı görülen bu dervişin tasavvufî seyrini tamamlamasına
engel haline gelen gönlündeki kin hastalığı Yunus
ve Yağmur Ali ziyaret ettikleri Mevlânâ Celâleddin
Rûmî’nin sema’ meclisindeki sözleri ile giderilir:
(Mevlâna) … Şimdi sen ey gönlü boyundan kat be kat
büyük derviş; sana bir sualim var: Akansuda çer çöp
nasıl bulunabilir? Ey Can!... Canda ve ruhta kin nasıl
yer edebilir?
Bodur Musa gözyaşlarına boğuldu;
-Herhâlde sizin işaret etmeniz gerekiyordu ki.. diyebildi… (s. 273-274)
Işınsu, sıkıntılı dervişi Bodur Musa’nın öyküsünü
şöyle seslendirir:
-Sanırım artık farz olmuştur, size anlatacağım;
neden gece o hitaptan sonra gözyaşları döktüğümü…
- İstemiyorsan anlatmak zorunda değilsin., dedi Yunus.
- Hayır istiyorum, şimdiye kadar hiç kimseye bahsetmedim, yalnız Tapduk Hazretleri’ne anlattım. Eee,
nasıl bağlayayım? Neyse... Pek küçüktüm hayâlmeyâl hatırlıyorum; benden büyük olan amcamın
oğlu, beni ahırın damından aşağı itti, derken kendimi
kaybetmişim ki, çektiğim acıyı falan hiç hatırlamam.
Sonradan anlattılar, hep anlattılar, kan revan içinde
kalmışım, günlerce ateşlenip kendimi bilmeden
yatmışım... Ve işte ondan sonra kambur olup, böyle
bodur kalmışım!.. Anlattıkları zamanlar kin duydum
amca oğluna, köyde bir kıza âşık olup da, onun yüzüme
gülmesine karşı; kin duydum amca oğluna, hayata,
her bir şeye öfkelendim... İsmimi kambura çıkardılar,
kin duydum amca oğluna, öfkem arttı, velhasıl ona
hep kin duydum, dünyaya, hayata insanlara, her
şeye öfkem arttı, kendisiyle hemen hiç konuşmadım,
selâmına hiç karşılık vermedim... Oysa benden
büyüktü ama o da çocuktu işte. Bağışlayamadım…
gitti. Ve işte delikanlılığımda bir gün kaçıp sığındım
Tapduk Sultan’a... Aklımda derviş olmak falan da
yoktu, gören gözlerden ırak olmak istiyordum, kambur isminden uzaklaşmak istiyordum. İşte tekkede de
bana “Bodur” ismini takmazlar mı!.. Önce çok kızıp
çok bozuldum, dünyadaki her şeye garez bağladım.
Fakat bir gün derdimi Sultan’a açtım; “A gönlü
güzel Musa, dedi, gel gönlünü daha güzelleştir, çok
özel hâle getir, şu ismi kabul et. Herşeyde, her takılan
isim de bir hayır vardır, bir ibret vardır, al, kabul
et!.. Bak nasıl rahatlayacaksın... şu duyduğun kinle
öfke de belki hafifler, hafifler de, sen de dervişliğe
adım atarsın.” böyle işte... gerçekten hafifledi kinim,
öfkem. Geçmedi ama hafifledi. Gidip Sultan’dan vird
istedim... O gün bugündür, yaparım virdlerimi bilirsiniz... anca bilmediğiniz; bu ismi kabul ederken, yani
kendi kendimi kabul ederken., yavaş yavaş acılaşmış
olmam; hem kendime, hem başkalarına karşı, tersinden, ters konuşmak da böyle başladı zaten, aklımla
güya, başkalarını kızdırmaya, ezmeye çalıştım.
Anlayacağınız baykuşluğa soyundum, sonra huyum
oldu çıktı... -derin derin içini çekti: Oh aman oh, dedi,
zaman zaman konuştuk bunu Şah’ımla. O, nefsimle
savaşırken, bu hâlimin de geçeceğini söyledi hep…
hep, “Ne kendine, ne de başkalarına eziyet et...” diye
çok öğütler verdi. “Nefsin temizlenirse, bu huyundan
da kurtulacaksın..” dedi.. Bilmem ne kadar temizledim nefsimi, anca artık bu ismi kullanmayanlara da,
kullanmasını hatırlatan ben oldum, önce ben kendimle alay edeyim ki, dedim!.. Şimdi, diyeceksiniz
ki, amca oğluna karşı duyduğun kin, hayata karşı
duyduğun öfke geçmemiş ki, eh işte, zaman zaman
geçti, zaman zaman daha hızlı bastırdı... kararını
bulamadım!.. Gözyaşları yine akmaya başladı: Dün
gece bile, şu İranlı Pervane’nin sarayının zenginliği
içimi kızdırdı, dünya değiştirdikten sonra, öte dünyada mutlak sefalet içinde yaşayacağını düşündüm.
Aşırı zenginliğinden ötürü sanki kinlendim ona, öcümü böyle almış oldum! Yakışır mı bir dervişe?.. Hayır,
yakışmaz! -bir süre sustu, neden sonra: Ta ki semâya,
dedi... semâda Allah’tan yardım diledim beni bu dert
134
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
ten kurtarması için. Sonra işte Mevlâna konuştu,
işittiniz. Ve ne oldu bilmem, dilinden akan saf sular
mı temizledi gönlümü, yoksa dediği gibi artık vakti
saati mi gelmişti, bilemem. Ancak bildiğim, artık
gönlümün temiz olduğudur, öyle bir rahatladım ki,
öyle bir huzur buldum ki anlatması güç! Yunus benim
yerimde olsaydın, kimbilir kaç şiir söylerdin! Neyse,
bir daha müsaade ederse Tapduk Sultan, dergâhtan
çıkıp, bizim dağ köyüne gideceğim, amcam oğlunu
bulup, bağışlanmak dileyeceğim, karar verdim;
içim daha da rahatladı, şu ömrümün kaç yılını
boşuna bir öfke, boşuna bir kinle harap etmişim..
Aslında kendime etmişim...bu sizlere ders olsun,
öfke yanınıza uğramasın, duymayın kimseye kin.
- Duymayız merak etme, dedi Yağmur Ali.
- Şeytan kimseyi şaşırtmasın, dedi Yunus. (s. 276-278)
Yunus ile Bodur Musa’nın –akademik kaynakfenâfilihvân olarak adlandırılan- tarikat kardeşliğini
yaşarlarken aralarındaki muhabbetin manevî
gelişimleri hakkında işaretler taşıyabileceğini Işınsu,
bir rüya vasıtası ile anlatır:
“Rüyasında Bodur Musa’yı gördü, üzerinde sırma
işli yeşil ipekten bir ferace vardı ve sanki boyu uzamış,
Yunus’a yetişmişti, hattâ belki daha da uzundu!.. Gülümseyip durdu, lâkin konuşmadı. Elini uzattı Yunus’a,
Yunus da ona. eller kavuştu.. Yunus uyandı. Hayra
yordu rüyasını, sırma işli yeşil kaftan ve boy uzaması,
elbet Bodur Musa’nın erdiğini söylüyordu. Yunus’a el
uzatması ise “Sen de geleceksin arkamdan” demekti!
Öyle miydi sahiden?.. Doğrusu dergâhta iyi rüya tabir
eden dervişler vardı. Yunus onlardan biri olmaya pek
heveslenmemişti, çünkü o zaten uyumadan da rüyalar
içindeydi; fakat en iyi tarafı, bütün bu rüyalarını hep
hayra yormasıydı, kötüyü, çirkini, bozuğu hiç aklına
getirmeyişiydi. (s..384)
Işınsu, Bodur Musa’nın öyküsünden yola çıkarak
tasavvufun psikolojik rahatsızlıkların aşılmasında
günümüz insanına da pek çok çareler sunduğunu
satırlarında hissettirir.
Kadın Yazarın ‘Ermiş Kadın’ları
Işınsu, bu romanda Yunus Emre’yi var ile yok arası
efsanevî bir kişilik olmaktan çıkarıp anası, eşi ve iki
çocuğu ile bir aile babası, -şimdiye kadar oluşturulan
imaj ile- meczûbane bir serseri gibi dolaşan bir gezgin derviş olarak hayâl edilen Yunus’u marangozluk yapan bir usta haline başarıyla taşır. Işınsu, eserinde Yunus’un iki yıl sürecek dergâh eğitimi için
terk edeceği anası Elif Kadın ile çocuklarının anası
Zehra’yı da fedakâr Türk kadınının 13. yüzyıldaki
temsilcileri olarak kurgulamıştır. Yunus’un fedakâr
eşi Zehra’nın kendisine sevgisinden önce Nurefşan
hayâli ve sonra ilahî aşk ile taşan ve masivâdan fenâ
bulup bekâbillaha varan Yunus’u anlayışla karşılayıp
rızâ göstermesi ve bu sâyede kendi ruhânî tekâmülünü hızlandırması günümüz kadınlarından beklenebilir mi? Beklense bile görülebilir mi? Doğrusu
sorgulanmağa değer… Işınsu’nun şu satırları etrafında
düşünelim:
O gece erken yattılar, yatakta karısına, çoktan merak ettiği fakat sormaya cesaret edemediği suali sordu:
- Zehra’m, dedi, şuraya geleli iki ayı buldu
neredeyse, bana ne Tapduk’a, ne de şu Hızır Ağa’ya
dair bir şeyler sordun, belki daha da önemlisi, ikimizin ilişkisine dair tek bir lâf etmedin... Eskiden beri
hep uysaldın, uyumluydun ama diyeceğini de derdin
yüzüme karşı, saklamazdın duygularını, sana ne oldu
Zehram?
Uzun bir iç çekmesiyle karşılık verdi genç kadın, ses
çıkarmadı. Yunus üsteledi:
- Konuş benimle karıcığım, suskunluğun içime dokunuyor, konuş benimle.
- Yunus’um, dedi Zehra, ne ısrar edersin, bilmem ki..
Bak seni çok özlemiştim, sana hasretle koştum, buraya
gelirken yol bitip tükenmedi, kağnıya bağlı öküzlerin
her adımını gözledim, öyle yüreğim yanıyordu…
Sonra seni gördüm, -tekrar içini çekti: seni gördüm
–diye tekrarladı: İşte o zaman, yüreğime, yanan
yüreğime bir kova buz atıldı sanki. Seni gördüm lâkin
o sen, benim özlediğim Yunus değildin. Değişmiştin;
geldiğimize memnun değildin, evin içinde rahatsızdın,
n’apacağını bilmeden ordan oraya gezip duruyordun,
ateşimizi bile Aziz ağam yaktı, evin ilk ateşini evin
erkeği yakmaz mı oysa, hayırlı olsun duasıyla? Her
neyse, gözlerine baktım, eski parlaklık yoktu onlarda,
bir başka, benim tanımadığım alevler vardı sanki, bir
derin düşünce oturmuştu içlerine… uzaktın velhasıl.
O zaman, artık Yunus’u rahatsız etmemek lâzım, diye
düşündüm. Belki gelirsin diye odamda bekledim, işte
seni asla rahatsız etmeyeceğimi söyleyecektim; bekledim, kızı besledim bekledim, kız uyudu, bekledim, gelmedin. Kapıyı vurup çıktığını işitince, girdim odaya,
anacığım ağlıyordu, birbirimize sarıldık, konuşmadık
ama. Neden sonra ona; “O varlığını, adamıştır
anacığım dedim, bu yüzden sevinirim, fakat ben kocamı
kaybetmişim, sen de oğlunu… Tasalanma, burada
bize bir ev açmıştır ya, arada sırada yüzünü görürüz
hiç olmazsa, bu da bir tesellidir” dedim… (s.249-250)
- Sana olan aşkım yetmez ise dedi Zehra,
düşünceliydi sesi.
135
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
- Çok iyi anlıyorsun, beni şaşırtacak kadar çok iyi
anlıyorsun.
- Bunda şaşıracak ne var ki, aşk, aşktır değil mi,
herkesin, insan olan herkesin bir nesneye sevgisi, aşkı
vardır... Ben seni çocuklarımdan bile üstün tutarım,
her ana, yapamaz bunu ama!-. Galiba benim tek işim
seni anlamaya çalışmak Yunus’um, dedi Zehra. (s.252)
Bir kadın yazar olarak eserlerinde önemli kadın
kahramanlara yer veren Işınsu’nun bu eserinde kadın
kahraman olarak annesi, eşi gibi kadınlar öne çıkar
ve kadınların tasavvufî durumu da yer yer işlenir. Bu
satırlarda Işınsu’nun günümüz dergâhlarında hepsi
erkek olan mürşidler ile onların kadın mürideleri
arasındaki -yer yer gerçekten de rahatsız edici
tartışmalara yol açan- ilişki tarzından rahatsızlığının
izleri hissedilmektedir:
Yunus, şiirini söyleyip yürürken, mutluydu, sonra düşündü; “Ben bu kadar mutlu iken ve de söz
gevher ise onun pırıltısından karıma da, anama da,
çocuklarıma da pay düşmeli.. Bu mücevher ışığından
onlar da faydalanmalı... Eğer isterlerse, yolumu onlara anlatmalıyım, kimbilir belki onlar da..”
Yunus gibi Allah yolunu tutarlar mıydı onlar da?..
“Ama bir mürşit lâzım kişiye rehberlik edecek, yol
gösterip ulaştıracak!.. Ne yazık ki kaç göç vardır,
anamı da, karımı da götüremem dergâha. Mevlâna’ya
gelirlermiş, yahut hanımlar onu evlerine davet
ederlermiş diye duydum amma.. Bir Mustafa Dede’ye
sorsam mı ki?.. Zaten çok eskiden böyle değilmiş?
Peygamberimiz Efendimiz zamanında, ilk karısı
Hatice. Öbür karısı Ayşe ve kızı Fatma, zaten kendileri birer velîye imiş. Daha başka hanımlarda yolu
tutmuşlar a canım, Arif Hoca bahsederdi, bir Rabia
vardı meselâ... Ne yazık ki hepsinin isimleri kalmamış
aklımda... Zaten gerçek mürşit, kadın erkek ayırmaz,
insanı reddetmez!.. Peygamberimiz Efendimiz’e, hayatta üç şey sevdirilmiştir; namaz, kadın, güzel kokular, bu, kadınların değeri konusunda elbet bir işarettir,
Vedud olan Allah’ımdan. Bilen bilir!”
Fakat işte bu zamanda erkeklere yol imkânı açıldığı
hâlde, kadınlara bu işin kapalı olması, Yunus’a çok
büyük haksızlıkmış gibi geliyordu.. “Allah’ın düzeninde böyle olmamalı.” diye karar verdi. Ne yazık
ki, gelenekler.. âdetler!.. Bunlar, Tanrı’nın düzenine
karşı çıkan baş belâları mıydı yoksa?.. “Hepsi değil
elbet, diye düşündü Yunus, lâkin bir kısmı öyledir, din
ile gelenekleri biribirinden ayrı tutmak gerekir, yoksa
maazallah, İlerde din diye diye; gelenek, âdet öğretilir
çoluk çocuğa!”... (s.242-243)
“Aşk Olmadan Meşk Olmaz”
Işınsu, Yunus’u aşk üzerinde de konuşturur:
Bir başka adam lâfa karıştı;
- Derviş, dedi, Hak âşığı, Hak âşığı dersin, bir de
şu aşktan bahsetsen bize.
Konu değişeceği için,Yunus ferahladı;
- Hah, anlatayım ya, dedi, hep biliriz ki, aşksız âdem
yoktur şu dünyada; her birimizin bir nesneye sevgisi
vardır, âşıktır. Kimi hatun, kimi servet, kimi çocuk, ne
bileyim kimi yemek sever. Öyle değil mi?
- Öyledir, dediler, meselâ biz ahiler, soy temizliği, eli
açıklık, mertlik, yiğitlik severiz, bunlardan vazgeçemeyiz. Alnımız, soframız, kapımız açıktır her dileyene.
Daha ziyade bir esnaf grubuyuz ama içimizde kadılar,
öğretmenler de vardır. Velhasıl biz, ahilik aşkından.
Allah aşkına ermeye çalışırız.
- Pek güzel, dedi Yunus, bizim anlayışımıza göre
ise yürüdüğümüz yolun varacağı son hedef Allah’tır,
bu fani dünyada ise O’nun Dîdâr’ını görmeyi dileriz, önce O’nda yok olalım ki, sonra O’nunla bekaya ulaşalım!. Yunus bir durdu, içinden; “Bu söylediklerimi bana da nasip eyle” diye yalvardı ve sözüne
devam etti: İşte bizler bu yolda nefsimizi arıtıp,
kendimizden, benliğimizden vazgeçmişizdir.. Aşk;
dostlar, bilesiniz ki, Allah’ın bir sıfatıdır ve O, aşkla
yaratmıştır her yarattığını., ve bizler için aşkta gaye;
sevilmek-tir, maşuk olmaya çalışmaktır. Yaratan’ın
kulundan razı olması, onu sevmesidir... Aşığın hâline
gelince; değişkendir; o, hüzünle sevinç, korku ile
ümit arasında gider gelir, dünya sevgisini terkettikçe
duyguları incelir, hassaslaşır, Allah yolunda yürüyüşü
hızlanır. Bilmem sizler Yunus’un şu beytini bilir misiniz o der ki; “Ağlamak gülmek âşıka, dirilmek ölmek
âşıka / Kahırla lutfu bir bilir, bilmez melûl olduğunu.”
İşte hâlden hâle geçip, ölmeden ölen, bu dünyanın
aslında geçici olan cilvelerinden uzaklaşıp, yalnız
Dîdâr sevgisinden yanıp duran âşık, gün gelir cennet
ve cehennemden geçer; cehennemden korkmaz, cennete baş indirmez...
- İşte bu olmadı, dedi gençten biri; cehennem
korkusu olmasa, bunca insanı kötülük yapmaktan
engelleyen ne olur?...
- İnsanı kötülük yapmaktan esirgeyen, âşığa göre
Allah sevgisi olmalı, O’nun tarafından sevilmemek
korkusu olmalı... Biz deriz ki, Allah sevgisi, Allah
aşkı yeter bir insanın gerçek insan olmasına... Âşık,
yetmiş iki millete bir gözle bakar ve gönül kırmamaya
çok dikkat eder; gönül kıran bir insanın namazı bile
şüphelidir çünkü. (…)
Velhasıl ahî kardeşler, aşk bir güneşe benzer, aşkı
olmayan gönül ise taş misâlidir. Taştan ne biter ki,
136
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
taş gönüllerden bir şey bitsin, bu yüzden gönlü taş
olanların dilleri zehirlidir. Bu kişi, ne kadar yumuşak
söylemeye çalışsa, sesi savaşa benzer. Aşkı olan kişinin
gönlü ise yumuşamıştır mum gibi, sesi yumuşak, hâli
tavrı yumuşaktır o kişinin insanı okşar gibi, bülbülce
konuşur, çünkü dilinden aşk dökülür... (s.338-339)
Mecâzî Aşk Şablonu
Yazımın bir “övgüler buketi” olarak kurgulanmadığını göstermek üzere bir-iki konuya da değinmek
isterim. Yunus üzerine yazdığı kitabı hakkındaki bir
soruya Işınsu’nun verdiği “Allah âşıklarının hemen
hepsinin hayatında, daha önce büyük bir sevdayla
bağlandığı bir (hatun H.B.) kişi vardır. Böylece büyük,
yakıcı ve bir anlamda yıpratıcı aşkdan geçerek, ‘gerçek sevgi’yi öğreniyorlar sanıyorum.” şeklindeki ön
kabul genel geçer bir değerlendirmedir. Yazarın ilk
romanından Yunus’u platonik bir aşka düşürdüğü
Nurefşan’dan sonra “Bayram” eserinde de aynı ön
kabulle yazdığına tanık olunur. Bunun Türk tasavvufundaki genel bir “durum”un tesbiti olarak hoş
görsek bile yazar için ‘şabloncu bir tavır’ ile yazdığı
değerlendirmesine yol açması kaçınılmaz olumsuz
bir durum olarak algılanabileceğine işaret etmemek
olmaz.
Yine bu romanlarda hayatı eksen alınan mürşid kişi
haricinde, etkileyici bir kahraman yok denilse yeridir.
Bu “ikincil kahraman” yoksunluğu, yıllar önce yazdığı
“Çiçekler Büyür” adlı eserindeki -yazarın kendisinin
de beğendiğini sanıyorum- İlay tiplemesini muhayyilesinden çıkarıp ete-kemiğe büründürerek okura
takdim edebilen Işınsu romanında bir sorun olmamalı
idi. Söz Işınsu’nun önceki eserlerine gelmişken
gençlik yıllarımızın yürek kanatan sayfalarındaki
“Sancı”yı; Önkuzu’yu nasıl anmadan geçelim?
Kader Dedikleri…
Işınsu, Yunus’a kaderi de sorgulatır:
Acaba ta Ezel Bezmi’nde, “seçilenlerin” yolları
da baştan çiziliyor muydu? Kader denen şey, bu
muydu?... Seçilenler, çizilen kadere ille de uymak
mecburiyetinde miydiler?.. O zaman insanın, bir bitkiden farkı neydi? Ve... Ya diğer insanlar, özellikle
işaretlenmeyenler? Akıl ve hür irade, kime ne şekilde
fayda sağlıyordu?... Yunus düşündü, düşündü...
Sonra bir karara vardı; “Seçilmiş olsun olmasın,
dedi kendi kendine, her insanın, her seçimine ait kendine has bir yolu vardır, seçimlerimize göre bu yollar da değişir, işte kader olan budur, bu yollardır!
Fakat seçimde özgürüz, aklımızla özgürüz; baştan
işaretlenmiş bile olsak. Eğer doğru seçimler yapabilirsek, yapabilecek bilgimiz varsa...” Meselâ o,
sadece köylüsü için buğday istemeye gitmişti ve orada
demek kendisi için iki yol vardı: Ya Hacı Bektaş’ın
müridi olacaktı, ya da Tapduk’un! Kendisi bilincinde
olmadan, Tapduk’u seçmişti. Eğer erkân hakkında biraz daha bilgisi olsaydı, herhalde bilinçli bir seçim
olurdu. Kimi seçerdi?.. “Elbet Tapduk’u” diyemiyordu, bilmiyordu çünkü o zamanki Yunus’un kimi
tercih edeceğini. Belki de Hacı Bektaş’ın ününün
etkisinde kalır, onu seçerdi... Bilinçsizdi fakat şimdi
biliyordu ki, “doğru olan”ı seçmiş.. Gülümsedi Yunus: “Demek bazen de seçtiriyorlar” dedi kendi kendine. Fakat şüphesiz, Hacı Bektaş’ı seçmiş olsa bile,
orada da bir yol uzanıyordu kendisi için. “Aslında
seçim bile değildi benimkisi” diye düşündü...
Erenler hakkındaki bilgisinin kıtlığından, Hacı
Bektaş’ın, hem kendisine nefes, hem köylüsüne
buğday verebileceğini düşünememişti, hayatta
tesadüfler olmayacağına göre; yoksa “düşündürtmediler” mi’?.. Öyle ise Hacı Bektaş’ın dergâhında
zaten yolu yok muydu? “Allah’ım, dedi kendi kendine,
bizlere akıl ve hür seçim verdin ama şu yaşadığımız
ömrün ne kadarını Sen, ne kadarını biz yapıyoruz?..
Eğer bir eren olursa, bilebilecek miydi bu sualin cevabını?.. Fakat olabilecek miydi bir eren?..
Yunus’un ensesinden kuyruk sokumuna kadar sırtında
ürpertiler dolaştı, dolaştı. (s.382-383)
Gerçek Varlık Yokoluştur
Tasavvufun ifade edilmesi, yazıya dökülmesi çok
zor konularından olan fenâfişşeyh, fenâfirrasûl ve
fenâfillah[12] aşamaları da Işınsu tarafından başarılı
bir şekilde tarif edilmiştir:
Yunus, son zamanlarda Tapduk hasta olduğu
ve haremde yattığı için onu görememişti. Özlem
içindeydi, yanarak içini acıtan bir özlem. Bu özlemin
yanında, hiçbir şeyin kıymeti yoktu. Zaten annesi yeni
bir kilime başlamıştı, geçen iki senede kilim dokumayı
Zehra’ya da öğrettiği için, tezgâh hiç boş kalmıyordu,
biri bırakınca, öbürü devam ediyordu.. Eğer onu satabilirlerse... Bunu da pek düşünmek istemiyordu Yunus, hava serin olmasına rağmen, bir mezarın yanma uzanıp yattı, gözlerini masmavi göğe dikti.. Öyle
yattı bir saat, içinden insanlar geçti.. Yunus onları
seyretti, kafasından düşünceler geçti, Yunus onları
seyretti... hiç duraklamadı, ne insanlara dair, ne de
düşüncelere, onlara olumlu olumsuz hiçbir katkıda
bulunmadı. Sadece seyretti.. Birden gökyüzünün
tamamını Tapduk’un yüzü kapladı; “Nerede olursam olayım, sen nerede olursan ol, yanındayım.”
137
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
der gibiydi. Yunus, “Bismillah” çekip doğruldu,
tekrar baktı gökyüzüne, o sakin, güneşin ışıkları ile
mavi mavi yaldızlanıyordu öyle. (s.248)
Yunus, hiç uyumadan, aşka dair, Allah’ın Habibi’ne
dair düşündü durdu. Hep sevmişti Habibullah’ı, ama
halvet esnasında onu rüyasında gördüğünden beri
sanki bir daha bağlanmış ve böylece Muhammed
kavramı, onda yepyeni bir anlam kazanmıştı. Zaman zaman Tapduk’a duyduğu aşkla ikisi karışıyor,
gözünün önüne, rüyasındaki Resulullah’ı getirmek
istediği zaman, gönül sultanını görüyor, sohbet
toplantılarında Tapduk’a bakarken, onun yüzünün
değişip sanki Hazreti Muhammed oluşunu izliyordu.
Gönül Tapduk’a şiir söylerken, dönüp Peygamberce
söylüyordu. Gün geldi, bu hâlinden bizar oldu Yunus,
fakat bir zaman sonra tevhit, “birlik” düşüncesiyle
çözdü. “Ha Tapduk’a söylüyorum, ha adı güzel
Muhammed’e, aslında aşkım. Tek Olan”adır, bu,
ayân-beyan meydanda! Tapduk da, adı güzel Muhammed de o “Birliğin” içindedir!” Yunus’a göre
aşk, bir Ulu Hece idi, ki yaratılan her şeyi, her kimseyi içine alıyordu ve bu hecenin ismi, “Elif”ti. Çünkü
Allah’ın ismi, Elif harfi ile başlıyordu. Çünkü gönül
demişti ki; “Dört kitabın mânâsın okudum tahsil
kıldım. Aşka gelince gördüm, bir ulu hece imiş.”
Peygamber, elbet dinin direği, cümle peygamberlerin başı idi ve Tanrı, onu övmüş ve âlemleri, onun
dostluğuna yaratmıştı. (s.252-253)
Yunus’un öyküsü fenâfillaha erdiğini ima eden şu
satırlarla son bulur:
Sonra sesler kesildi. Ve birden şaşırdı Yunus,
hücresi aydınlanıyordu, anlayamadı önce, çevresine bakındı, ışığın şiddetinden hiçbir şey göremedi.
“Nur bu” dedi o zaman nefesi kesildi, kalbi gümbür
gümbür atmaktaydı ve Hakk’a Hak ile yalvardı: “Ya
Rab’bim, dedi, Ya Rab’bim!” Başka bir şey söyleyemedi, nurun birbirine geçen bilinmedik parlak renkleri arasında, tam karşısında kendisini gördü Yunus,
boylu boyunca!.. Mansur’un “Enel-Hak” sedası,
yüreğini parçalayıp, diline kadar kadar geldi. Yunus
sustu!.. Işık o kadar fazlalaştı ki, bir an Yunus, elinde
olmadan gözlerini kapatmak zorunda kaldı.
O an göz kapaklarının ardında ne gördü bilinmez,
arkasından itilmiş gibi yere düştü, secdeye vardı:
“Hamdederim…. Hamdederim.” dedi. (s.393)
Şair Yunus’un Şiirleri
Daha eserinin ilk sayfalarında ve henüz tasavvufî
eğitime başlamamış Yunus’a:
Acep bu benim canım âzât ola mı yâ Rab.
Yoksa yedi tamuda yana kala mı yâ Rab?
Yunus kabre vardıkda, Münker-Nekir geldikde,
Bana sual sordukta dilim döne mi yâ Rab? (s.14)
şiirini söyleten Emine Işınsu eser boyunca Yunus Emre
divanından nakiller yapar. Bu nakillerin önemli bir
kısmında şiirlerin tamamı verilirken, bazen de metin
içerisinde geçirilen bir-iki mısra ile Yunus Divanı’na
göndermeler yapılır. Sayısını saymadım ama kırka
yakın olduğunu söyleyebileceğim bu şiirlerin eserdeki konu bölümlerinde yeri geldikçe verilmesinde,
konuya uygun düşmesi açısından çok başarılı
olunduğunu söylemeliyim. Bu başarıda Yunus Emre
Divanı’nın en başarılı neşrini yapmış olan Dr. Mustafa Tatçı’nın katkısı ve yönlendirmesinin etkili olduğu
kanaatindeyim; çünkü Yunus’un yüzlerce şiiri
arasından, anlatılan konuya ışık tutup katkıda bulunabilecek şiiri bulup yerleştirivermek hiç de kolay bir
iş değildir.
Yunus Emre Divanı’nın teşkilinin, Yunus’un tasavvufî eğitimi için aralıksız iki yıl süre ile kalacağı Tapduk Emre dergâhına giderken, köyünde iki çocuğu ile
baş başa bıraktığı eşi Zehra’nın hatırında kalan şiirleri
bir deftere kaydetmesi ile ilişkilendirilmesi ise ancak,
hoş görülmesi gereken bir sanatçı yakıştırması olabilir.
Dergâha Odunun Eğrisini Bile Sok-a-mayan Yunus
Çok iyi bilinen Yunus’un dergâhın odunculuğu ile
görevlendirilmesi de hikâyenin değişik safhalarında
yeri geldikçe ayrıntılı olarak işlenmektedir:
Üç dört ay sonra, bir gün Yunus’la Bodur Musa beraberce gitmişlerdi ormana, Bodur Musa, kuru odun
arayan, onları kesip düzgün hâle getiren Yunusu epey
izledikten sonra;
- A derviş Yunus, dedi, ben de yıllardan beri senin
getirdiklerini gördükçe, ormanda hep düzgün odun
vardır zannederdim, gördüm ki sen hepsini bir bir
elden geçiriyorsun, nedendir? Neden zahmet eder bu
odunları düzeltirsin böyle?
Yunus ona hayretle baktı:
- İnsanların eğrisini alıp düzeltene, bir de eğri
odun mu götürmeliyim?.. Hiç sultanımın dergâhına
eğri odun yaraşır mı a Bodur Musa?., dedi Yunus.
- Sen de oldun, ama ne zaman düşeceksin bilmem,
diye cevap verdi Bodur Musa. (s.263)
Dergâhtaki eğitiminden sonra Yunus’u ailesinin
yanına göndermek istediğinde itirazı ile karşılaşan
Tapduk Emre, tasavvufun Nakşbendî ekolünün temel
kurallarından ‘halvet der encümen’ denen ve “halk
içinde Hakk ile birliktelik” diye özetlenebilecek
kuralını şöyle dile getirir:
138
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Yunus’un şaşkınlıktan iyice açılmış koca gözlerinin
içine bakıp gülümsedi Tapduk Emre;
- Şimdi çocuğum; iyi kulak ver, dünya terki gönülde
başlar ve gönülde biter, mühim olan, halk içinde
yaşayıp Hak’la beraber olmaktır, işte bunu becerebilmek gerek!.. Sonra mühim olan, halk içinde olup,
insan gibi yaşayıp ve diğer insanlara her konuda
yardımcı olarak yaşamaktır. Dünya malının esiri olmamak, ona asla bağımlı olmamak lâzımdır. Bunları
yapan, büyük bir sınavı başarmış olur. Görüyor musun, aslında ben seni bir imtihana yolluyorum. Ve bilirsin ki, Allah yalnız dergâhta değildir, herbir yerdedir.
Yunus’un boynu bükülmüş, içi kan ağlıyordu;
- Şah’ım, dedi, ben sizi her gün görmezsem, ölürüm.
- Yunus Emre, Allah’ın yeri gönüllerdir, beni de
oraya koy ki, ben O’na daha yakın olayım, sen de
beni gönlünde gör. Zaten sizlerle yaptığım sohbet
gecelerinde burada olacaksın. Şimdilik bu kadar,
daha sonraları, birkaç yıl sonra, belki arada sırada
dergâhta yatabilirsin. Sonra tabii dergâhın odununu
da ihmal etmek yoktur sana, hergün, hiç olmazsa
günaşırı zaten buraya uğrayacaksın... Haydi şimdi
hayırla dön ailenin yanına. (s.240-241)
Eserdeki Tarihî Kişilikler
Işınsu’nun eserinde dönem anlatılırken devrin
ismi bilinen mutasavvıfları yanında bazı siyasî kişiliklerden de söz edilir. Bunlar arasında
Karamanoğlu Mehmed Bey, Türkçe konulu fermanı;
Selçuklu veziri Muiniddin Pervâne ise Nurefşan,
Mevlâna ve -olumsuz olarak- Moğollarla ilişkileri
ile eserde yer alır. Osmanlı devletinin kurucusu Osman Gazi ise uç beyi olarak ve kayınbabası Şeyh
Edebalı ile ilgisi vurgulanarak konu edilmiştir:
İçinde, Söğüt taraflarına uzanıp, şu anlata anlata bitiremedikleri Osman Gazi’yi görmek, onunla
konuşmak için büyük bir arzu uyanmıştı. Akıl diyordu
ki:
-Kuzum, zaten geciktin gecikeceğin kadar, vur git
Söğüt’ün yoluna, Osman Gâzî’yi, alp erenleri gör,
derviş gazileri gör, tanış ol, sen sevgi ile yaklaş, onlar sana kendilerinden haber versinler. Sultanına,
dergâhına götür bütün havadisleri. Kimbilir belki
Edebali’nin elini öpmek de mümkün olur. (s.385)
Sahtekâr Mürşidlere Eleştiri
“Mürşidim” diye ortaya çıkıp halkı Allah ile aldatan
sahtekârlar da eserde şu satırlarla eleştirilir:
- Efendim, dedi arkada oturanlardan biri. Hak ari-
fi olduğunu söyleyen, fakat yakışmayan işler yapan
birçok kişi türedi, bunlar hakkında bir şeyler lütfeder
misiniz?
Tapduk, sözü yine Mustafa Efendi’ye bıraktı:
-Yolcu, dedi Mustafa Efendi; maalesef şu
zamanımızda pek çok yalan ve yanlış inanç ve mezhepler yayılmaktadır. Ayrıca mescit köşelerinde yetişmiş
fakat noksanlı kişiler de şeyhlik iddiasındadırlar.
Büyük bilgin zannedilen, böylece ünleri yayılan, fakat sadece dilde arif kişilerin hareketleri fitne, işleri
hile ve riyadır. Hak talibi, onu arif sanabilir, gönül
gözünün kör olduğunu bilmez. Halbuki o kişinin
hareketlerine, işlerine iyice bir dikkat etse, gözü kapalı
inanmasa; bu körlüğü farkeder ve ondan uzak durur.
Siz arif olduklarının iddia edenlerin meyvalarına,
yani davranışlarına dikkat edin, anlarsınız. (s.221)
Sonuç
Yunus Emre, Niyâzî Mısrî, Hacı Bayram Veli, Hacı
Bektaş Veli’nin Türk tasavvuf geleneğindeki yeri
önemli ve bugüne kadar devam eden etkileri de o
derecede derindir. Emine Işınsu, bu dört büyük Türk
mutasavvıfının hayatlarını, arka plana yaşadıkları
dönemin siyasî ve tarihî dokusunu başarıyla
yerleştirerek romanlaştırmayı başarmıştır.
Bu konudaki bazı başarısız örnekleri düşündüğümüzde, Işınsu’nun nasıl zor bir işin üstesinden
geldiği kolayca anlaşılır.
Çoğu insanların ruhunu unutmuşçasına maddi bedenine kafayı taktığı bir dünyada, ‘itminan’
denen deruni huzura kavuşabilmek için “Yunusca
bir yol tutturmak” gerektiğine inanan Işınsu’nun bu
tasavvufî eserleri ile günümüzün ve hatta geleceğin
kuşaklarına sunduğu çok ama çok güzellikler var.
Işınsu’nun bu biyografik romanları esas alınarak
yazılacak senaryolar ile çekilecek sinema filmleri
Türk tasavvufunun bu seçkin simalarının genç nesillere ve genel anlamıyla topluma çok büyük bir fayda sağlayacağı kesindir.
Sonuçta şunu söylemek mümkün: “Bir Ben Vardır
Ben Benden İçeri”, “Bukağı”, “Bayram” ve nihayet
“Hacı Bektaş” adlı romanları Emine Işınsu’nun son
yıllarda tasavvufu iyice içselleştirmesi ile eserlerine
yeni bir derinlik kazandırdığını gösteriyor ve öznesi
olduğu tasavvufî neşve ve ruhanî derinlik eserlerine
yansıyor. Bu son romanlarının Emine Işınsu için,
her iki âlemde faydasını mutlaka göreceği kapanmayacak bir amel defteri olarak kaydedildiğine eminim.
Kendisi ile 15 yıl önce yapılmış bir söyleşide “Yazmak beni mutlu ettiği için yazıyorum, Allah izin verirse
139
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
yaşadığım süre yazacağım. Zaman zaman kendimi
yorgun hissetsem de, yazmak benim için hayat gayesi. İnşaallah romana devam edeceğim. Çok özel bir
şey, ben mutlu olduğum için yazıyorum, başka hiçbir
şey bana bu mutluluğu vermiyor!” diyen Emine
Işınsu’dan bu yolda yazacağı yeni eserleri “beklemek hakkımız” demem –hâlden anlamam gereken
birisi olarak- doğru olmayabilir. Ancak yine de gönlümden geçen beklentimi yazayım: Işınsu “abla”mız,
bu beklentiyi karşılıksız koymayıp bir Yesevî, bir
Mevlânâ; silsilesine mensub olduğu Şeyh Şamil,
Şerafeddin Dağıstanî ve hatta eserlerini ithaf ettiği
“hocası” Hasan Burkay hakkında da birer menkıbevi
roman yazsa ve bizler onları Işınsu’nun velûd kaleminden okuyabilsek ne güzel olur…
Ricâlullahın dağlara takla attırabilen himmeti ile;
neden ol-a-masın?
Desen: Kenan Eroğlu
[1] Hayati Bice, Günümüzün Menkıbecisi, Yeni Şafak, 21.08.2005
(http://yenisafak.com.tr/arsiv/2005/agustos/21/kultur.html)
[2] Hale Kaplan Öz, ‘Acılı’ Roman: Bukağı, Yeni Şafak, 28
Nisan 2004, (http://yenisafak.com.tr/arsiv/2004/nisan/28/kultur.
html)
[3] Bu türün en yaygın bir örneği, Nakşbendi olan Abdurrahman Camî’nin Nefehâtü’l-Üns olarak bilinen derlemesidir.
Lamiî Çelebi tarafından Farsça’dan Türkçeye aktarılan bu eserin
birçok yeni baskısı da halen yapılmağa ve ilgi ile okunmağa de
vam etmektedir. Bu klasik türün son bir örneği Prof. Dr. Ethem
Cebecioğlu tarafından “Allah Dostları” adı ile son dönem bazı
sufilerinin hayatını derlediği bir seri kitap ile ortaya konulmuştur.
[4] Elif Hürsoy, “Ve Her Yıl Çiçekler Yeniden Büyür!”, Türk
Edebiyatı, Sayı: 364, Şubat 2004, s. 6.
[5] Hasan Burkay: Son devrin Nakşbendi mürşidlerinden; Ankara yakınlarında bağlıları ile birlikte oluşturduğu Hacıhasan
köyünde 18 Temmuz 2005 günü vefat etti. Kafkasya’nın ünlü
imamı Şeyh Şamil ile ortak tarikat silsilesi ve hayatı için bkz.
http://islamvetasavvuf.org/node/1429
[6] Emine Işınsu ile Röportaj, (Ülkü Ocakları Dergi Masası),
Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Dergisi, Sayı: 78 (Aralık),
2009-Ankara, s.23.
[7] Gözdenur Erol; Emine Işınsu’nun Tarihî Romanları Üzerinde Bir İnceleme, (Yüksek Lisans Tezi) Celal Bayar Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Manisa-2006, s. 171. (http://tez2.yok.gov.tr)
[8] Ülkü Özel Akagündüz, Işınsu: “Yunus’un romanını yazmak
için kırk yıl bekledim” Zaman Gazetesi, 03.04.2002. (http://www.
zaman.com.tr//2002/04/03/kultur/h1.htm)
[9] Elif Hürsoy, a.g.d., s.7.
[10] Bunun çok güzel bir örneği olarak birbirlerinin seyr ü
sülûku hakkında manevî olarak bilgilendirilen Türkistan’ın ünlü
sufilerinden Heratlı Abdullah Ensarî ve eşinin ilginç öyküsü için
bkz: Kemal Sayar, Sufi Psikolojisi, İnsan Yayınları, İstanbul-2000.
[11] Emine Işınsu, Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri, Ötüken
Yayınları, İstanbul-2002.
[12] Fenâfiş-şeyh: Mürşidde yokoluş; Fenâfillah: Allah’ta
yokoluş. Seyr ü sülûk esnasında geçilen bu iki makâm arasında
Fenâfir-Rasûl denilen Rasûlullah’ta yok oluş makâmı yer alır.
140
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
MEVLÂNA AMAN EFENDİM
•
Halide Nusret ZORLUTUNA
O çağırmayınca gidilmez!”. diyorlardı. Ve ben; delice, yana yana istediğim halde, gidemiyordum.
Bir yıldan fazla Karaman’ da kaldım; hergün,
Konya’ya gidip “O”nun bahçe kapısının eşiğine
yüzümü sürüp gelmek arzusu ile tutuştuğum halde,
bir türlü gidemiyordum.
Sonra, 1942 yazında Karaman’dan İstanbul’a
geçerken, trenin istasyonda biraz kalacağını hesaplayarak sevindim, “Bir araba ile hemen gidip gelirim” diye düşünüyordum. Fakat Konya İstasyonu’nda
tek bir otomobil yoktu ve at arabası ile gidersem
trene yetişemeyeceğimi ilgililer söylediler. Bu hayal
kırıklığı beni içimden sarstı, biraz ağladım, sonra
da . tren sarsıntıları içinden oturup şu manzumeyi
karaladım:
gidip dönmüştüm o kez. Orada da kimselerle
görüşmemiştim. Kubbe-i hadrâ altında el bağlayıp
“Efendi”min merkadini hayran hayran temaşa etmekle yetinmiştim.
. Giderken hasret yüklüydüm, biliyorum, tepeden
tırnağa bir acayip, bir yaman hasret ! Ya dönerken?..
Dönerken de öyle idim, susuzluğum dinmemişti.
*
Bilmiyorum aradan kaç ay geçti? Bir kış sabahı
yüreğim alev alev çarparak uyandım, dudaklarımdan
kelimeler dökülüyordu; kulak verdim:
Yine yola düşmek gerek.
Hasretin yaman Efendim.
Yanına varamadım, uzaktan selâmladım,
Başımı eğip geçtim Mevlâna diyarından.
Meçhule gömülürken ufkunda meçhul adım,
Aşkın dolusun içtim Mevlâna diyarından.
Bu mısraları tekrarlayarak kalkarken iki mısra daha:
Köz oldu sinede yürek.
Âh duman duman, Efendim.
Tâ uzaktan okudu kalbimi üzen derdi.
Göz yaşlarıma karşı yoluma inci serdi.
Ben ona gönül verdim, o bana bir gül verdi,
Ekmediğimi biçtim Mevlâna diyarından.
Ve o gün Konya’dan resmi dâvetiye.
Aradan gene yıllar geçti; ben yurdumun dört
bucağını adım adım dolaştım; kâh doğu sınırlarımızın
buzlarını, kâh güney sırırlarımızın kumlarını sevip
okşayarak.
Nihayet 1948’lerde Ankara’ya geldik ve Mevlâna
hasreti yeniden içimi sardı.
Bir gün, ansızın, gördüm ki “Orada”yım; Kâbe-tüluşşak’ta. Tam bir vuslat sarhoşluğu içinde, gümüş
merdivenin yanına diz çökmüş ağlıyorum...
Bu ilk ziyaretim garip ve tatlı bir rüya havası içinde
geçti. Konya’ya nasıl gittim, oradan nasıl döndüm?
Orada neler yaptım? ... Bilmiyorum. Galiba, yalnız
*Türk edebiyatı Aralık 72 s.12 sy.26
İki gözüm Efendim gene çağırmıştı beni. Konya’ya
“vazifeli” olarak davet ediliyordum.
Bu ikinci ziyaretime bir otobüs dolusu arkadaşla beraber gittim. Dervişandan, muhibbandan
şâirler, neyzenler, bülbül sesli hafızlar... Kimler
yoktu ki?... Herbiri başlıbaşına bir kıymet olan birçok
insan!
Ne tatlı ve ne muhteşem yolculuktu ya Rabbi.
Konya yolu yol olalı, öyle bir yolcu kafilesi ne
görmüştür, ne de bundan sonra görebilir. O tarihlerde
Konya’da geçen günlerin, gecelerin ilâhi neşvesi, ruhani hazzı bir değil, bin ömre bedeldi.
141
Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
IŞINSU’NUN TARİHİ ROMANLARI
ÜZERİNE BİR İNCELEME
•
Gözdenur EROL*
Toplumların kaderinde rol oynayan önemli olayların
incelenmesinden doğan tarih, bir milleti millet yapan
unsurların başında gelir.
Dil, edebiyat ve diğer kültür unsurları bugünün
geçmişten kalan zenginlikleridir. Tarih, bugün ile
geçmiş arasında sürekli değişen ve geliştirilen bir
değerdir.
Bir toplumun, bir sosyal grubun, bir milletin veya
bütün insanlığın zaman içinde yaşadığı gerçeklik
ve bu gerçeklik üzerinde yapılan ilmî araştırmalar
sonucunda ortaya çıkan bilgiler bütünlüğü
şeklinde tanımlanan tarihin konusu tasavvurlarıyla,
düşünceleriyle, zihniyetleriyle, yaşayış biçimleriyle,
diğer insanlarla ve tabiatla olan ilişkileriyle, kısacası
etkilendiği ve etkilediği her şeyle insandır.(1) Bu
nedenle insanı ilgilendiren her şeyin tarihin kaynağı
olabileceğini vurgulamak gerekir.
Tarih denilince iki şey anlaşılıyor: Bunlardan biri
yaşanılan, ötekisi ise yazılan tarihtir. Yazılan tarih,
yaşanılan tarihin çok küçük bir kısmıdır. Biz yaşanılan
tarih veya geçmiş hakkında ancak o devirlerden kalma vesikalar, kitaplar veya eşya vasıtasıyla bilgi ediniriz. Eğer yaşanılan tarihten bir hatıra veya bir iz
kalmamışsa, o bizim için âdeta yok gibidir. Şüphesiz
her hâdise, milletin bütününe veya bir kısmına az veya
çok tesir eder. Fakat biz o tesiri, ondan kalan deliller,
işaretler vasıtasıyla bilebiliriz.(2)
Milletler ancak tarihlerini bilmek şartıyla millî
bir şuura erebilirler. Tarihinden habersiz bir fert
milletiyle bütünleşemez. Bugün Türk milletini
ayakta tutan değerlerin başında halkın tarihî ve millî
kıymetleri gelmektedir. Bir milletin bekasını temin
edecek tarihî ve kültürel değerleri geliştirmenin
yollarından biri onu sanat eserlerinde konu olarak
işlemektir. Milletinin ihtiyaç ve temayüllerini çok
iyi anlayarak fikir ve eserlerle onları bütünleştirmek
tarihi ölümsüz kılar.
Roman edebî bir tür, tarih ise bir ilimdir. Romanın
esas malzemesini oluşturan dilin edebiyatın inceleme
alanına girdiğini savunursak, tarih yazarlığının da
aslında bir edebiyat olduğunu kabul etmek zorundayız.
*EROL, Gözdenur., “Emine Işınsu’nun Tarihi Romanları Üzerine Bir İnceleme”, Y.Lisans Tezi, C. Bayar Ün. Sos.Bil.Enst.,
Manisa 2006, s.171
Bu nedenle romanla tarih arasındaki güçlü ortaklık
hiçbir surette yıkılamaz. O halde roman türünün edebî özellikleriyle tarih ilminin gerçeklikleri tarihî roman kavramı çerçevesinde birleştirilebilmektedir. O
halde tarihî roman kavramını açıklamaya kalkarsak;
temelleri maziye dayanan, yani başlangıcı ve sonucu
geçmiş zaman içinde gerçekleşmiş olan hâdiselerin,
devirlerin ve bu devirde yaşamış kahramanların hayat hikâyelerinin edebî ölçüler içerisinde yeniden
inşâ edilmesidir.(3)
Toplumun ve insanın durumunu, tutumunu,
davranışlarını, ruh halini duyguları ile birlikte sanat dile getirebilir… böyle olunca, Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşunun temeli olan Kurtuluş
Savaşımızı sanal yazın yolu ile -roman, öykü- ortaya koymak kaçınılmaz bir sorumluluktur bir yazar
için… Türkiye Cumhuriyeti nasıl sonsuzluğa değin
var olacak? Mustafa Kemal Paşa’nın halkıyla birlikte
verdiği Kurutuluş Savaşı’nın getirdiği devrimlerin
yeni kuşaklarca da heyecanının duyulması, bu heyecanla yürüyen, kaynaşan toplumumuzun çağdaş
devrimlere ulaştırılmasıyla... Cumhuriyetimizin tarihsel temelini sadece tarih kitaplarına bırakırsak, kupkuru kalırız. Sanatın birçok yönü vardır…(4)
1. AK TOPRAKLAR
Anadolu kapılarının Türklere açılış macerasını anlatan Ak Topraklar, 1971’de basılır. Dede Korkut üslûbuyla dikkati çeken eser, Türk Edebiyatı Vakfı’nın
Malazgirt Zaferi’nin 900. yıldönümü münasebetiyle
tertip ettiği bir yarışmaya katılım için yazılır. Ciddî
bir araştırma ve inceleme ürünü olan eser, Işınsu’ya
Türk Edebiyat Cemiyeti ödülünü kazandırır.
Eser, Büyük Selçuklu devletinin hükümdarlarından
Tuğrul ve Çağrı Beyler dönemlerinden itibaren Alp
Arslan Başbuğ’un Malazgirt’i fethine kadar geçen
olayları anlatır.
Işınsu, romanını yazarken sadece yaratıcı muhayyilesine başvurmaz, tarihî kaynaklara da yönelerek
bir eser ortaya koyar. Bu nedenle eser; işlediği devrin
vak’a, zaman, mekân ve efsanevî şahıslarıyla tarihî
142
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
belgesi konumundadır.
Tarihî ve tezli romanlar yazmaya kalkan yazarlar,
eserlerini bolca tuttukları notlar üzerine inşâ ederler.
Bu romancılar, üzerinde yürümeleri gereken zemini çok dikkatli bir şekilde inceledikten ve mümkün
olan bütün kaynaklardan gereken bilgiyi aldıktan ve
ihtiyaçları olan materyali elde ettikten sonra, oturup
yazmaya karar verirler. Eserin plânı, toplanan materyal tarafından tayin edilir; çünkü gerçekler, kendilerini mantıkî bir sınıflamaya tabiî tutarlar.(5)
Emine Işınsu için de yazmak; aynı zamanda büyük
bir hazırlık işidir. Konuyla ilgili belgeler, görenler,
tanıyanlar, geniş araştırmalar ve ruhî hazırlıktan
sonra adeta bu dünyadan kaçan yazar, romanıyla
yaşamaya başlar. Aşağı yukarı bir yıl süren
hazırlık devresidir bu. Bilgi kırıntılarını yazarken
kahramanları doğmaya, hatta isimleriyle gelmeye
başlarlar; sabahlara kadar devam eden ve romanın
dünyasında geçen uzun yazma safhasından sonra eser
ortaya çıkar.(6)
a) Vak’a
Büyük Selçuklu devletinin yurt edinme macerasının
anlatıldığı Ak Topraklar, hakim bakış açısı ile yazılır.
Eser, numaralandırılmış elli üç bölümden ibarettir.
b) Şahıs Kadrosu
Zengin bir tarihî mirasa sahip olan Türk
romancılarının çoğu, bu mirası eserlerinde
ölümsüzleştirmeye çalışmaktadır. Bunu gerçekleştiren
yazarlarımızdan biri de Emine Işınsu’dur.
Tarihî bir roman olan Ak Topraklar’da, tarihî gerçekliklerle itibarî unsurlar arasındaki dengeyi çok iyi
sağlayabilen yazar, şahıs kadrosunu meydana getirirken çok titiz davranır. Bu nedenle romanda çizdiği
karakter ve onlara yüklediği fonksiyonların tespitinde
başarılıdır.
Roman; çok sayıda şahsın, iç içe girmiş ilişkilerin
içinde anlatıldığı, tahlilden ziyade hareket unsuruna ağırlık verilmiş bir kurguya sahiptir. İsim olarak
öne çıkan pek çok şahıs, ilişkiler ve vak’anın akışı
açısından ele alındığında sadece dekoratif unsur
olarak kalsa da romanın bir bütünlük teşkil etmesi için
önemli bir fonksiyonla donatılır.
Romanda şahıs kadrosunun bir bölümünü Türk
tarihindeki gerçek şahsiyetler oluştururken (Çağrı
Bey, Tuğrul Bey, Alp arslan, Roman Diyojen…) bir
bölümünü de tarihsel gerçeklik içerisinde yer almayan kahramanlar (Bayındır, Yağmur, Selcen, Yamtar,
Yorgi,…) oluşturmaktadır.
Romanda vak’a Bayındır Bey merkez seçilerek
kurulduğu için Bayındır Bey ve çevresine oldukça
fazla yer verilir. Olayların akışında Bayındır Bey’i
fizikî ve kişilik özellikleri yanında tarihî hadiseler
içindeki eylemleriyle izleriz.
Roman boyunca olay örgüsünün tarihî gerçeklerle iç
içe devam ettiği görülür. Vak’anın ortaya çıkmasında
sözü edilen bu şahıslar dışında; olay örgüsünde
doğrudan yer almayan ya da olayların akışına direkt
olarak etkide bulunmayan yardımcı karakterlerden de
söz etmek gerekir.
Büyük Selçuklu Devleti hükümdarlarından Çağrı ve
Tuğrul Beyler de kahramanların ifadeleri ile tanıtılır.
Çağrı Bey, ciddî ses tonu, dudakları gülmediği halde
gözleri gülen, kararlı, cesur, ak toprakların fethine
sevdalı, dindar bir başbuğdur. Benzer özellikler
Tuğrul Bey için de söz konusudur.
Romanda Alp Arslan, daha ayrıntılı bir şekilde
işlenir. Onun vasıtasıyla Oğuz Türklerinin büyüklerinden olan Dumrul Ata’dan da söz edilir.
Arslan Yabgu’nun Türkmenlerinden Erdem Beg,
Yamtar, savaşlarda çarpışan erlerden Deli Emre
Mehmet gibi üçüncü derece şahıslara da yer verilir.
Bunun yanında Bizansa sığınan Türk Beylerinin de
isimleri geçer.
Vak’anın merkezinde yer alan Bayındır’ın beş
oğlundan da sık sık haber verilir. Oğullar içinde en
çok sözü edilen Yağmur’dur. Onu roman boyunca
fizikî ve kişilik özellikleri ile tanımaya çalışırız
Bayındır’ın en büyük oğlu Yamtar, babasının yolunda yiğitçe ilerlerken, Ayaz, nakış üstatlarına hayranlığı
ile tanıtılır. Dumrul, daha on beşindedir, savaş
meydanlarında at oynatmak yerine, okumaya meraklı,
temiz ve efendi bir delikanlıdır. Kazan ise, Yamtar’ın
ardında savaşmaya meraklı yiğit birisidir. Bayındır’ın
oğullarından üçü savaşlarda şehitlik mertebesine ulaşır.
Romanda Alp Arslan’ın kişilik özellikleri ile zıtlık
gösteren Roman Diyojen, baştan sona bir Türk
düşmanı tipini çizer. Selçuklu ordusunun karşısında
Manüel, Ursel de Balyö, Basil, Nikefor, Alites, Ermeni Filaret gibi komutanlar da olayların akışında yer
alırlar.
Romanda yer alan kadın kahramanlardanSelcen,
Çiçek, Aybala ve Alp Arslan’ın eşi daha çok fizikî
özellikleriyle tasvir edilirken, er meydanlarında erlerinden geri kalmayacak savaşçı nitelikleriy-le
tanıtılır. Bir Rum kızı olan Eliza’nın ise fizikî tasvirlerine rastlanılmaz. Sadece sarışın olduğu söylenir.
c) Mekân
Ak Topraklar’ da mekân; fizikî bir çevreyi
yansıtmaktan öte toplumsal bir serüveni dile getirmektedir. Hâkim bakış açısıyla yazılan romanda, mekânlar geniş olarak yer almaktadır.
143
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Romanda anlatılan vak ’a Rey, İstanbul ve Malazgirt dolaylarında cereyan eder.
Ak Topraklar’da Sivas, Erzurum, Van, Konya, Ahlat,
Urfa, Sivas, Herat, Horasan, Merv, Nişabur gibi dış
mekânlar ise sadece isim olarak olayların meydana
geldiği yerler şeklinde geçmektedir. Bu şehirler herhangi bir mekân tasviriyle yer almazlar.
Bu örneklere dayanarak Emine Işınsu’nun, mekânı
toplumsal ve tarihsel bir serüveni anlatmak için
seçtiği söylenebilir. Işınsu, bu düşüncesini şu şekilde
açıklamıştır:
Hani romanlarımda mekânın çok hafif çizgilerle yer
aldığını söylüyorsunuz ya, bir yerde doğrudur; fakat
bence romanlarımdaki mekânlar tarihî olaylar ve
sosyal gerçeklerdir, desem.. anlaşılması çok zor mu
olur?(7)
Roman boyunca en ayrıntılı işlenen mekân Ak Topraklar olmuştur. Bunun nedeni; Ak Topraklar’ın özlenen ve yurt edinmek üzere seçilmiş mekân olarak
tasavvur edilmesi düşünülebilir.
Dış mekânların yanı sıra iç mekânlar da ayrıntısız
olarak anlatılır.
Bir romanda mekânın muhakkak ki gerçek olması
beklenemez. Vak’anın meydana geleceği zemin
idealize edilerek de anlatılabilir. Ak Topraklar’da
kahramanların yarattığı itibarî mekânlar söz konusudur.
Sonuç olarak; yazar mekânı olayların meydana
geldiği bir sahne olmanın ötesinde tarihsel ve sosyal
bir olgu olarak eserine yerleştirmiştir. Hakim bakış
açısı ile tasvirî anlatıma girmeden vak ’aya bir zemin
çizilmiştir.
d) Zaman
Romanda tarihîlikle kurgusallık iç içedir. Eserde
olay zamanı, Büyük Selçuklu Devleti’nin Tuğrul ve
Çağrı Beyler dönemlerinden itibaren Alp Arslan’ın
Malazgirt’i fethine kadar geçen uzun zaman dilimini
kapsar. Bu zaman diliminde önemli tarihi hâdiselerden bahsedilir.
Romanda zaman 1069 ve 1071 yılları arasındadır.
İkinci bölüm dışında olay örgüsünün düzenlenişi kronolojik bir yapı arz etmektedir. Vak’a zamanından
yaklaşık dokuz asır sonra yazılan romanda, vak’a
zamanı ile anlatma zamanı arasında uzun bir süre
geçmiştir. Ancak zaman unsurunu olay örgüsüyle
bütünleştirmeyi başaran Işınsu’nun tarihi perspektif
içinde hem geçmişi hem de hali iyi gözlemlediği
muhakkaktır. Yazarın eserlerinde hangi zaman dilimini tarih olarak değerlendirdiği konusunda zaman sınırını çizmek olanak dışıdır. Bu husus da bir
açıklamada bulunan Sadık Kemal Tural’a göre;
Yazarı tarafından gözlemlenmemiş bir devri, tarihi
hakikatlere sadık kalarak anlatan romanlara tarihî roman adı verilir.(8)
Bir romanda anlatılan vak’anın kendi tarihi ve
içinde yer aldığı bir zaman dilimi vardır.
Roman okuyucusu uzun bir zaman şeridi içinde
hareket eder. O romanı okuduğu zaman da bu zamanın
sınırları içindedir. Romanın okunuş tarihi ile romandaki olayların olduğu tarih birbirinden farklı olabilirler. Tarihî romanlarda olduğu gibi, bu fark epeyce çok
ise okuyucunun romandaki geçmiş zamana girebilmesi ve onun ruhunu anlayabilmesi için hayal gücünü
zorlaması gerekebilir… Tarihî bir olayı konu edinen
bir romanı okurken karşılaştığımız güçlük, daha da
fazladır, çünkü böyle bir roman, hem niyeti hem de
etkisi bakımından iki kat tarihi olmuştur.(9)
Bu açıdan değerlendirildiğinde, zaman unsuru
açısından Ak Topraklar tarihî roman özelliklerini
taşımaktadır.
Romanın ilk bölümü, Bayındır’ın beş oğlunun en
küçüğü olan Yağmur’un tanıtımıyla başlar.
İkinci bölümde içinde bulunulan zamandan geriye
dönüşler yapılarak 1025’li yıllara kadar inilir. Bu tarihlere Bayındır’ın geçmişi vasıtasıyla dönülür:
Bu bölümden itibaren olay örgüsünün tarihi zamanla iç içe kurulmuş olduğunu görüyoruz.
Büyük Selçuklu Hükümeti ile Gazne devleti
arasında süren savaşlar (1038), Selçukluların Gazneliler karşısında uğradığı yenilgi ve geri çekilmeleri
(1039), Dandanakan Savaşı (1040), Çağrı Bey’in
Herat’ı Kuşatması (1043), Tuğrul Bey’in ak topraklara doğru sefere çıkması (1054), El-Basan’ın isyanı
(1067), Afşin Bey’in ak topraklarda kazandığı zaferler
(1069), Roman Diyojen komutasındaki Bizans ordusunun ak topraklara doğru ilerleyişi ve Alp Arslan’ın
Malazgirt’i fethi (1071) gibi hâdiseler romanın
tarihiliğini güçlendirmektedir.
Romanda tarihî zamanla olay örgüsü bir bütün
halinde izlenir. Bayındır’ın çocukluğundan itibaren
gösterdiği kahramanlıklar, Selcen’e âşık olup evlenmesi, yiğit beş oğula sahip olması, oğullarından
üçünün savaşlarda şehit düşmesi, Bayındır’ın
savaşlarda üstlendiği görevler, Bizans’a gidip imparatorun sarayına kadar girmesi, orada uyguladığı
taktiklerde başarıyı yakalaması ve zaferlerin
kazanılmasındaki gayreti kronolojik bir yapıda olay
örgüsüne yerleştirilmiştir.
Anlatıcı geçmiş ve halin yanında romanın son sahifelerinde ön zaman(10) tekniğini kullanarak ileriye
dönük zamandan da haber verir;
Sonuç itibariyle, romanda zamanın kendini kuvvetle hissettiren geçişi, yeri geldikçe kullanılan geriye
144
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
ve ileriye dönüş teknikleri, kronolojik bir yapı arz
eden tarihî hâdiselerin anlatımında etkili olmuştur.
2) BAYRAM
Işınsu’nun şimdilik son eseri olan Bayram tarihîbiyografik bir romandır. Tasavvufa olan ilgisini hiç
kaybetmeyen Işınsu, yaşı ilerledikçe Yunus’u ve diğer
mutasavvıfları yazma isteğiyle dolup taşar. Bu hususta şüphesiz ;
… Anadolu Türk devlet ve medeniyetlerini kuranlar
sadece gaziler değildir. Mevlana, Hacı Bektaş Veli ve
Yunus Emre gibi bütün insanlığı sevgi ile kucaklayan
ve birleştiren velilerin de bunda büyük rolü vardır(11)
düşüncesinden ilham alır.
Hacı Bayram Veli’nin yaşam öyküsü ile düşünce
dünyasının anlatıldığı roman, o devir Osmanlı tarihinden sunulan bilgilerle zenginleştirilir. Bayram’ı
yazmaktaki amacının; kültürel değerlerimizden
yoksun olarak yetişen bugünün gençlerinin
tasavvufî
bilgileri
anlayıp
yorumlamalarını
sağlayabilmek olduğunu dile getiren Işınsu, bundan hareketle sade bir dil ile yalın bir anlatımı
seçer.
Eser, romanın başkahramanı Hacı Bayram Veli’nin
doğumundan önce yaşanan bir menkıbenin anlatımıyla
başlar, ölümünden sonra yaşanan bir menkıbenin
anlatımıyla da son bulur. Bunun yanı sıra, roman
numaralandırılmış dokuz ayrı bölümden oluşur. Tarihî
bilgiler, bu bölümlerin içerisine özenle yerleştirilir.
a) Vak’a
Roman, başkahraman Numan’ın dünyaya geliş
macerasının Bir Menkıbe başlığı altında anlatılmasıyla
başlar.
1353’ün yaz günlerinin birinde Ankara’nın Solfasol köyünde Oğuz Türklerinin Bayat kolundan olan
Koyunluca Ahmet, doğacak çocuğu için gün sayarken
eşi Nazlı’yı birden bire karşısında görünce şaşırır.
Nazlı heyecanlı bir biçimde başına gelenleri anlatmaya başlar. Açca deresine çamaşır yıkamaya gittiğinde
karşısına iki yabancı adam çıkınca, elindeki sopaya
sıkıca sarılıp kendini korumaya çalışırken, karnından
dokunmayın ona, o bir veli anasıdır (s. 9) diye bir ses
duyulduğunu anlatır. Adamlar bu sesi duyar duymaz
atlarına atlayıp yok olurken Nazlı da o heyecanla
eşinin yanına gelir.Bu olayın ardından karı koca
doğacak çocukları için heyecana kapılırlar. Koyunluca Ahmet eşinin başına gelen bu olaydan sonra bir
veli anası olacak eşine karşı derin bir saygı duymaya
başlar.
Romanda olayın akışı devam ederken, zaman zaman yazarın verdiği tarihî bilgiler dikkat çeker.
Hayatının son demlerini sohbetlerle gezerek geçiren Hacı Bayram Veli, yetmiş altı
yaşlarındayken ölür. Ölürken son sözleri Allah’ı
zikretmek olur. Roman onun ölümüyle ilgili sunulan
bir menkıbe ile biterken, bu velinin yaşamı ve felsefesi ortaya konur.
— Diğer şahıslar
Biyografik bir roman örneği olan Bayram’da Hacı
Bayram Veli’nin hayatı anlatılırken romanda yer alan
diğer kahramanlar, Numan’ın yaşamını açıklamakta
ciddî fonksiyon taşırlar. Bu nedenle yakın arkadaşı
Bekir’e, Ahî ereni İzzettin Baba’ya, Meczup Ali’ye,
Şeyh Hamid’e ve diğer şahıslara müracaat edilir. Bu
kahramanlar, romanda bir nevi formdan başka bir şeyi
teşkil etmezler.
Roman boyunca kahramanların çoğu gerçek kimlikleri ile vak’ada yer alırlar. Romanın
başkişisi Numan’ın hayat hikâyesi, tasavvuf tarihi
kaynaklarına uygun olarak sunulur. Onun hayat
macerası sunulurken belirtilen tarihler, gerçeğe uygun düşürülmüştür. Işınsu, burada sadece yaratıcı
muhayyilesine başvurmamış; geçerli tarih ve tasavvuf kaynaklarıyla bir hayli meşgul olmuştur. Bunu da
eserinin ön sözünde belirtmiştir.(12)
Eserinde tarihi bir fon olarak işleyen Işınsu,
Osmanlı tarihinin gerçek kahramanlarından da söz
eder. Ancak olayların gidişatında sadece isim olarak
geçen kahramanlar ayrıntılı işlenmez. Kuru tarih bilgilerinin aralara serpiştirilen kısımlarında çoğu kahraman sadece isim olarak yer alır.
Romanda kahramanlar -özellikle de tarihî kahramanlar- zaman ve mekânla bütünleştirilerek verilir.
Özellikle romanda tasavvuf ehlileri medrese ve tekkelerle bütünleşmiş konumdadır. Mekân ve zamanın
hızla değişmesine karşılık romanda kahramanların
değişimi uzun zaman alır, ya da çoğunda herhangi bir
değişim gözlenmez.
Olayların akışında başkahraman Numan ve ona
eşlik eden kahramanlar mevcuttur. Romanın daha ilk
sayfalarında Numan’ın anne ve babası ile karşılaşırız.
Oğuz Türklerinin Bayat kolundan olan Koyunluca
Ahmet ve eşi Nazlı doğacak çocukları için heyecan
yaşarlar. Günlerden sonra dünyaya gelen Numan’ın
bir veli olacağını işaret eden olaylar onlara heyecan
verir. Yaramaz bir bebek olan Numan’a hoşgörüyle
yaklaşırlar. Hacıya hocaya pek inanamayan Koyunluca Ahmet, oğlunu okumaya gelenleri hoş karşılamaz.
Beş vakit namazını kılıp orucunu bırakmasa da
okumanın tesirli olacağına inanmaz. Eşi Nazlı ise,
onun aksine daha inançlıdır.
Numan’ın doğumunun kırkıncı günü ona hayır
145
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
dualarını iletmek için gelen köyün Ahi Şeyhi
İzzettin Baba, bu çocuğun yaradılışındaki sırrı
keşfedebileceğini sanıyordu, o, bir veli olarak
doğmuştu. (s. 30)
Numan daha doğmadan önce Meczup Ali, vecd
halinden çıktıktan sonra İzzettin Efendi’yi ziyaret
edip köyde yakın zamanda doğacak çocuğun veli
olacağını, bunun kendisine bildirildiğini, çocuğa göz
kulak olması gerektiğini anlatır.
Bir Ahi ereni olan İzzettin Efendi de Numan’ın
eğitim ve öğretimiyle yakından ilgilenirken çocuğun
neredeyse tüm sorumluluğunu üzerine alır. Yedi
yaşında hafız olan Numan’a Arapça öğretir. Zaman
zaman “-Ah oğlum ben de bir veliyi okutacak ilim
nerede, ne kadar noksanlı bir insanım, böyle yüksek
bir çocuğa ben ne yapabilirim?” (s. 31) diyecek kadar alçak gönüllüdür.
Numan, Kara Medrese’ye başladığı vakit, Bekir’le
tanışır. Orada danişment olan Bekir’in işlerine yardım
etmekle görevlendirilir. Bu medrese âdetlerindendir.
Bekir, bilgisinden emin, Numan’a biraz yüksekten
bakan, ince, esmer, kara bıyıklı, sevimli bir gençti,
Numan’ı karşısına oturtup yapacağı işleri tek tek
anlattı, bilhassa çamaşırların temiz yıkanmasına çok
önem veriyordu… (s. 66)
Bekir ile Numan’ın arkadaşlığı gün geçtikçe
sağlamlaşır. Her ikisi de gönüllerini verdikleri sevgiliye ulaşamazlar. Numan’ı kendine lâyık bulmayan Gülçiçek kendisinden yaşça büyük bir adamla
evlenirken, Bekir de bir zamanlar sevdiği kıza ailesi
yüzünden kavuşamaz.
Işınsu, eserinde tarihsel olayları değil, bu olayların
insanlar üzerindeki etkilerini ve izlenimlerini sunarak
romanını oluşturur.
c) Mekân
Romanda olaylar Solfasol köyü, Ankara civarı ve
Kayseri dolaylarında geçer. Bu arada kısmen Bursa
ve Kutsal Topraklar’dan söz edilir.
Solfasol köyü, Ankara ve Kayseri civarı,
Numan’ın hayatının üç dönemini de özetler gibidir.
Ankara, Numan’ın yeni bir yola girmesine öncülük
eden bir mekândır. Ayrıntılı olarak tasvir edilmez.
Biz Ankara’yı sadece medreseleri, Numan’ın
amcasının evi ve ileride oturacağı kendi eviyle tanırız.
Numan’la Bekir üç aylık gezileri boyunca pek çok
yer gezerler, halkla haşır neşir olurlar. Zaman zaman
Karaman Beyliği’ne ait köylere, kasabalara da rastlarlar.
Tarihî romanlarımızda her biri tarihe mal olmuş, kimisi hâlâ ayakta kalan bazı değişik tarihî mekânların
yer aldıklarını gözlemleriz.
Roman boyunca 1340’lardan 1430’lara kadar
Osmanlının geçirdiği tarihî devir kronolojik olarak
takip edilirken ele geçirilen ya da elden çıkan, uğrunda
savaşılarak kan dökülen tarihi mekânların bir kısmı
sadece isim olarak tarihî bilgiler arasında gözümüze
çarpar.
Bağımsızlığımız açısından önemli olan Balkanlar, Rumeli ve İstanbul’da tarih boyunca gözü olan
devletlerle çarpışan Türklerin tarihi, romanlarda
ölümsüzleştirilerek farklı bir anlama bürünmüştür.
Kayseri, onun Numanlık’tan Bayram’lığa geçiş yeridir. Hamidüddin Aksarayî (Somuncu Baba) tarafından
Şeyh Şucaeddin vasıtasıyla Kayseri’ye davet edilen
Bayram, burada Şeyhi’nin bazı kerametlerini görerek
ona intisap eder ve hakikat ilmine adım atar. Şeyh
Hamit’i mübarek Hacılar Bayramı’nın arifesinde
ziyaret ettiği o günden sonra da Hacı Bayram diye
çağrılır. Orada o da bütün mürit adaylarının yaptığı
şeylerle işe başlar.
Hacı Bayram bir süre sonra Şeyh Hamit Efendi ile
Bursa’ya doğru yol alır. Hamit Efendi bir gece Şeyh
Sadreddin Erdebilî Hazretleri’ni rüyasında gördüğünü
Bayram’a anlatır:
Bursa’dan sonra kendisine tasavvuf yolunda örnek
olan şeyhi Hamid Efendi ile birlikte Şam, Mekke ve
Medine’ye doğru yol alırlar. Yol boyunca şeyhinin
yanında olmaktan mutluluk duyan Hacı Bayram, Şam
hakkında bilgiler verir. Burada yazarın amacı mekânı
ayrıntılı tanıtmak olmalıdır.
Kutsal Topraklar’ı şeyhiyle ziyaret eden Bayram’ın
kaç yıllık isteği gerçek olur. İlk kez on yaşındayken (s.
295) hacca gitme arzusunu duyan Bayram heyecanını
zor bastırır.
Mekkeli günler bir rüya gibi geçer. Üç yıl süren
ziyaretin ardından Aksaray’a yerleşirler. Şeyhi’nin
vefatından sonra Hacı Bayram, Ankara’ya geri dönerek kalenin dışında Romalılardan kalma, sonra
Bizanslıların kilise yaptıkları eski mabet Augustus
Tapınağı’na hemen bitişik arsayı alarak tekke inşaatını
başlatır:
Romanda mekân kahramanların, özellik de
Numan’ın, değişimine eşlik etmiştir. Mekânın niteliği
değiştikçe kahramanın değişimi de izlenmektedir.
Aslında değişen mekân değil; kahramanın ta kendisidir. Tanıtım amaçlı ve insan-mekân ilişkisi kurularak
sunulan mekânlar tarihîliğini de koruyarak romanda
ölümsüz kılınmıştır.
d) Zaman
Bayram, ilk bakışta sıradan bir tarihî roman izlenimi veriyor. Sıradan bir kurgu, basit bir anlatım tarzı…
Ancak biraz daha dikkatle incelendiğinde kurgunun
146
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
epeyce sağlam bir tarih bilgisine dayandırıldığı gözlenmektedir. Özellikle romanda zamanın kurgulanması, tarihî bilgilerin derlenmesiyle gerçekleşir.
Romanda tarihîlikle kurgusallık iç içedir. Vak’a
1353’lü yılların yaz aylarında başlar:
Olaylar Numan’ın dünyaya gelmesi ile kronolojik
olarak takip edilir.
Romanda Numan’ın dünyaya gelmesiyle başlayan
büyüme macerası ile Osmanlı devletinin tarihî
macerası paralel olarak işlenir.
Numan’ın büyüme macerası kronolojik ifadelerle ve
gerçek doğum tarihine paralel olarak anlatılır. Ayrıca
asıl adının Numan olduğu, Ankara yakınlarındaki
Solfasol (Zülfadl) köyünden Koyunluca Ahmet’in
oğlu olduğu, kuvvetli bir medrese tahsilinden geçtiği
tasavvufî kaynaklarda da geçmektedir.(13) Bu bilgilerin romandakilerle örtüştüğünü belirtmeliyiz.
Numan’ın yaşam macerası gerçek tarihlere uygun olarak sunulurken (1353–1430) zamanın Numan üzerindeki etkisi açıkça izlenir. Zaman içinde
büyük değişiklikler geçiren Numan’ı üç aşamada
değerlendirebiliriz: Çocuk Numan, Medrese tahsili
görmüş Numan ve Hacı Bayram. Zamanın onun üzerinde olgunlaştırıcı bir etkisi olduğu gerçektir. Yaşam
macerası kronolojik olarak takip edilirken geriye
dönüşler yaşanmaz.
Numan’ın hayat macerası sunulurken, Osmanlı
devletinin 1340’ladan 1430’lu yıllara kadarki devri,
tarihî seyir halinde izlenir. Bu esnada tarih, romanı
zenginleştiren bir süs olarak arka fonda kullanılır.
Osmanlı tarihi ara kısımlarda kronolojik olarak
takip edilirken, tarihî olaylar ile romanın kahramanları
asında bağlantılar kurularak bütünlük sağlanmaya
çalışılmıştır.
Roman boyunca da kitabî tarih bilgilerinin sunumu
devam eder:
Ak Topraklar dışında, tarihî, romanlarında bir fon
olarak kullandığını ifade eden Işınsu(14), Bayram’da
da aynı şeyi yapar.
3) BUKAĞI
Kültür tarihimizin en önemli merhalesini teşkil
eden alanlardan biri de tasavvuftur. Türk edebiyatı
içinde halkın ortak dilini, duygu ve düşüncelerini,
dinî inancını esas alarak birleştirici ve bütünleştirici
rol oynayan tasavvuf anlayışı Işınsu’nun eserlerinde
amacına uygun bir şekilde işlenir. Işınsu, tarihi, bir
fon olarak kullanıp millî birlik adına vermek istediği
tasavvufî mesajları özellikle gençlerin anlayabileceği
bir anlatım tarzı içerisinde Bukağı adlı eserinde işler.
Son dönem romanlarında büyük mutasavvıfların
hayatını ve öğretilerini ele alan Işınsu, aslında bu ko-
nunun hep ilgisini çektiğini kendisinin de tam bir Yunus hayranı olduğunu ifade etmişlerdir.(15)
Işınsu, daha romanı basılmadan yaptığı bir röportajda kitabın ismini nasıl seçtiğini açıkça ifade eder.
… Niyâzî Mısrî, XVII. yüzyılda yaşamış büyük bir
mutasavvıf, büyük bir şair ve Yunus takipçisi. Onun
hayatını anlatırken kendi ifadelerini çok kullandım…
Makalelerinden faydalandım. Onun için tasavvuf
dolu bir roman oldu. Biliyorsun, Bukağı demir halka demek.. Niyâzî Mısrî’nin devletle arası açılıyor
ve ayağına bukağı, demir halka takılarak üç kere
sürgüne gönderiliyor. Onun için Bukağı. Aslında
romanın adını O sevgili, Niyâzî Mısrî ve Bukağı
olarak düşünmüştüm. “O sevgili” derken Allah’ı kastediyordum ve Allah’ı kastettiğim kelimenin kitabın
kapağında bulunmasından çok hoşlanacaktım. Fakat
her kime söyledimse eşim dâhil herkes kitabın ismini
çok uzun buldular ve sonunda yalnızca Bukağı oldu.
(16)
Bu eseri yazarken ve Mısrî hakkında çalışırken,
başka konularla ilgilenemeyen Işınsu, devamlı içinden gelen bir sesin ona kalk yaz dediğini, sanki Niyâzî
Mısrî’nin başına dikilip onu yazması için zorladığını
hissetmiş, bu tedirginlikle eserini tamamlamıştır.(17)
Malatyalı Mutasavvıf Niyâzî Mısrî’nin hayat
öyküsü, tasavvufî bilgiler eşliğinde sade bir dil ile
anlatıma kavuşur. Tarihi, arka fon olarak kullanıldığı
sahneler, uzun bir araştırmanın ve okumanın ürünü
olarak kurulmuştur.
Eser, Başlarken adlı bölüm dışında numaralandırılmış on üç bölümden ibarettir. Bu bölümler
ayrılırken Niyâzî Mısrî’nin kabına sığmayıp şeyhini
arama macerası esas alınmış olmalıdır ki, hemen her
bölümün daha ilk cümleleri yollara düşen Niyâzî
Mısrî’den haber vermekle başlar.
a) Vak’a
Roman, Niyâzî Mısrî’nin Limni’deki türbesini ziyarete giden iki kişinin yol boyunca yaptıkları sohbetlerin Başlarken adlı bölümde sunulmasıyla başlar.
Birbirini tanımayan bu adamların her ikisi de Niyâzî Mısrî’yi niçin ziyaret edeceklerini anlatmaya
başlarlar.
Yazar, daha romanın ilk sayfalarında Niyâzî
Mısrî’yi anlamanın da, anlatmanın da zor olduğunu
yaşlı adamın ağzından rivayet eder.(18)
İlk bölüm Niyâzî Mısrî’nin doğum tarihine denk
gelen 1618 yıllarındaki Osmanlı’nın tarihsel döneminin anlatımıyla başlar.
Limni’de ölmeden önce son günlerini küçük bir
odada, yemeden içmeden kesilerek geçiren ve bu
halde son eseri İrfan Sofraları’nı tamamlayan Niyâzî
147
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Mısrî, 16 Mart 1694’te vefât eder.
b) Şahıs Kadrosu
Tarih konulu edebiyatla tarihî icraatta bulunan,
ondan etkilenen ve onun görgü şahidi olan gerçek
veya hayalî kişiler bir psikoloji dâhilinde sunulur.(19)
Eserlerinde psikolojik durumları önemseyen Işınsu
da zaman zaman seçtiği roman kahramanlarının
varlık özelliklerini sanat eserinin gerçekliğinde kendi
dünyasında tamamlamaya çalışır.
Tarihî-biyografik bir roman örneği olan Bukağı’da XVII. yüzyılın büyük mutasavvıflarından Niyâzî
Mırsrî’nin hayatı ve öğretileri, arka planda kalan
Osmanlı tarihi ile dile getirilir.
Romanın başkahramanı Niyâzî Mısrî’dir. Yazar,
arka plandaki toplumsal tarihsel gerçekliği Mısrî
aracılığıyla yansıtmaya çalışır. Yazar, romandaki ikinci dereceden önemli kişilikleri, Mısrî’ye yaklaştırarak,
okuyucunun başkahramanı daha iyi tanıyabilmesini
sağlar. Burada okuyucu Mısrî’yi, onun düşünce
yapısını ve tarihsel işlevini diğer kişiliklerin bakış
açısından öğrenir.
— Diğer şahıslar
Romanda Mısrî’nin yakın arkadaşı Kasım, onun
hayatını ve düşünce yapısını açıklamakta başvurulacak
ilk şahıstır.
Kasım, sarayda hekimbaşı olarak çalışan Mehmet
Zihni Efendi ile eşi Mihriban Hanım’ın ilk çocuğudur.
Roman boyunca olayların akışına bağlı olarak
Mehmet ve Kasım’ın kardeşlerinden de söz edilir.
Mehmet’in kardeşi Ahmet, Mehmet’e tezat özelliklerle çizilir.
Mısrî, Ahmet’i bir türlü benimseyemez. Ahmet’in
babasıyla olan yakınlığı, Mehmet’i bu ilişkide hep
geri plana iter. Onun baba sevgisini Koca Derviş’te,
kardeş sıcaklığını da Kasım’da hissettiğini anlayabilmekteyiz. Kardeşi Ahmet’le belki de ilk kez
babalarını kaybettikleri gün sıkıca sarılırlar.
Kasım’ın kız kardeşi Melekşan ise, romanda
Mehmet’in ona duyduğu aşk ile ön plana çıkar.
Ağabeyi gibi sarışın ve mavi gözlü, bir taş bebek gibi
güzel olan bu kız (s. 14) Mehmet’in gönlüne düşer.
Mehmet, yakın arkadaşının kardeşi olduğu için
bu duygusunu kimseyle paylaşamaz. Kasım’dan
gelen mektuplarda kızın pek çok talibi olduğunu,
ancak hepsini geri çevirdiğini öğrendiğinde içi huzurla dolar. Ancak Melekşan günün birinde birisiyle evlenir. Aradığı mutluluğu bulamayarak kısa bir
süre sonra eşinden ayrılan Melekşan, artık Mehmet
için sadece bir dost olarak hatırda kalır. İstanbul’a
gittiğinde Melekşan’la sık sık bir araya gelip sohbet
ederler. Melekşan zamanla bütün nefis mertebelerini
aşıp manevî yolda hızla ilerler. Mehmet onu kendisine halife yapmak niyetini güderken, Melekşan bu
sorumluluğu alamayacağını dile getirir.
Mehmet, manevî yolda adım adım ilerlerken ders
gördüğü ve bağlandığı şeyhlerin de hayatındaki öneminden bahsetmek gereklidir.
Kasım’ın İstanbul’a gidişiyle birlikte, Malatya’da
tek başına kalan Mehmet, Halvetî şeyhi olmaya karar
vererek Şeyh Hüseyin Halvetî’nin elini öpüp onun
yoluna gider. Halvetî dergâhında iki yıl huzurlu yaşar,
ancak bir süre sonra gönlünü büyük bir Allah korkusu
sarar ve yollara düşer.
Daha çok ilim tahsil etmek amacıyla gittiği
Diyarbakır’da Feyzullah Efendi ile tanışır. Feyzullah Efendi onu türlü zorluklardan geçirip imtihan
eder. İçindeki şeyhini bulma arzusu ile yollara düşüp
Mardin’de Abdürrezak Efendi’den Hâdis, Kelâm ve
Arapça dersleri görür.
Mehmet’in içindeki bir ses ona mutlaka bir şeyh
eli öpeceğini söyler ki; zaman kaybetmeden yollara
düşer. İstanbul’da ünü Kahire’ye kadar gelmiş olan
Halvetî tekkesinin mürşidi Hasan Efendi ile tanışır.
Uşak’ta Halvetî şeyhi Mehmet Efendi ile tanışır.
Uşak’ta Şeyh Ümmî Sinan ile karşılaştıktan sonra,
mürşidine kavuştuğuna, maddî yolların son bulduğuna
inanır.
Mehmet, mürşidinin yanında hem maddî hem
manevî eğitim görür, onun sözünden dışarı çıkmaz,
her türlü zorluğa boyun eğer. Ümmî Sinan’ın
verdiği halvet cezalarına karşı çıkmaz, onun yanında
olgunluğa erişir.
Romanda
tasavvuf
felsefesiyle
birlikte
Osmanlı’nın XVII. yüzyılda içinde bulunduğu durum anlatılırken tarihî şahsiyetlere yer verilir.
...romanda Köprülü Mehmet Paşa’dan söz edilir.
Mehmet Paşa, Osmanlı tarihinde sadrazam olmak
için bazı şartlar öne koşan ilk kişidir. Bunlardan başka
bazı kale komutanları, Mısrî’yi sürgüne götürmekle
görevlendirilen Azbî Çavuş, Kırım Hanı Selim Giray
Han, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ve III. Süleyman
romanda tarihî şahsiyetler olarak yer alırlar.
Romanda kadın kahramanlar ayrıntılı olarak
işlenmez. İsimleri geçen kahramanlar arasında
Melekşan ve Mısrî’nin Ali Dede’nin vasiyeti üzerine evlendiği Gülsüm, Kasım ve Mısrî’nin anneleri
kurmaca kahraman olarak yer alırken, tarihteki
entrikalarıyla bilinen Kösem Sultan ve Tarhan Sultan
gerçek şahsiyet olarak bulunurlar.
148
c) Mekân
Tarihî-biyografik bir roman olan Bukağı’da,
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
romanın tarihîliği, zaman ve mekân üzerinde kendini
hissettirir. Romanın başkahramanı Niyâzi Mısrî’nin
yaşamı ile Osmanlı tarihi arasında kurulan paralellik
romanda tarihî mekânların da yer almasını sağlar.
Romanda vak’a Malatya şehrinin merkezine bağlı,
mesire yeri sayılabilecek güzellikte olan Aspozi
mahallesinde, romanın başkahramanı Mehmet’in
dünyaya gelişiyle başlar. (s.14) Aynı gün Mehmet’in
hayatında önemli bir yere sahip olan arkadaşı Kasım
da İstanbul’da dünyaya gelir.
Mehmet, büyüdükçe içindeki arayışı artar ve bu
arayış bir boşluğa dönüşür, ta ki öz şeyhini buluncaya
kadar!
Aradığı mürşidi rüyasında ilk kez Bursa’da görür.
Bu nedenle, Bursa, onun yeni bir arayışa yönelmesine
vesile olur.
Uşak, artık maddî yolların, mürşit arama arzusunun
ve araştırmasının bittiği noktayı teşkil eder. Orada
Elmalılı Sinan Ümmî’yi gördüğü an işte, o! der. (s.
166)
Hayatının son dönemi ise, Limni Adası’nda
sürgünlerle geçer. Orada edebî istirahatına çekilir.
Yolculuk esnasında iç mücadeleleri ile baş başa kalır,
nefsiyle mücadele eder. Bu hâl onun hoşuna gider.
İç mücadeleleri ile Mehmet, nihayet İskenderiye’ye
gidecek bir gemiye biner, deniz yolculuğu başlar.
Burada mekân olarak deniz dikkatimizi çekmektedir. Çünkü Işınsu’nun romanlarında deniz unsurunu
yakalamak güçtür. İçinde deniz sevgisinin olmadığını,
dalga sesinin başında uğultular meydana getirdiğini,
sadece denize bakmakla yetindiğini dile getiren
Işınsu(20) bu romanda denizi şöyle yorumlar:
… Vahdet-i Vücutçular, her zerrede Allah’ın
belirişini görüyorlar. Öyledir her halde fakat bu
tecelli mutlak en fazla denizdedir diye düşünüyordu
Mehmet… (s. 113)
Antalya ise, mimarî yapısıyla tanıtılır:
Bazı mekânlar özellikle tanıtım amaçlı, ansiklopedik bilgilerle tanıtılmıştır.
Sonuç itibariyle mekânın tanıtım ve bilgi vermek
amacıyla tasvir edildiği, bu tasvirlerin de fotoğrafik
olduğunu belirtmeliyiz.
4 CUMHURİYET TÜRKÜSÜ
Türk edebiyatında tarih-roman ilişkisini ele alan
hemen hemen bütün çalışmaların üzerinde birleştiği
bir konu da 80’li yıllardan sonra tarihî roman
sayısında görülen artıştır…90’lı yıllarda daha da
arttığı peş peşe yayımlanan tarihî romanlarda yönelinen tarihin büyük ölçüde Osmanlı tarihi olduğu
vurgulanmıştır. Bu yöneliş sadece bir modayı izleme
eğilimi olarak açıklanırken bazen de Osmanlı tarihi
hakkında yapılan araştırmalarda görülen artışla
açıklanmıştır. Aslında cumhuriyetin başlangıcından
beri tarihî roman ve bu romanlarda Osmanlı tarihinin
işlenişi söz konusudur. Ama bu romanlar toplum için
yarar sağlamışlar, sağladıkları bu yararın gerekliliği
ortadan kalkınca da unutulmuşlardır. Bize göre 90’lı
yıllardan sonra yazılan tarihî romanları farklı kılan
edebiyatın artık yalnızca toplumsal etki yaratmak
değil, aynı zamanda estetik özerklik de yaratmak
istemesidir…90’lı yılların romancısı söylediğinin tek
gerçek olmadığını, eserinin bir kurmaca olduğunun
sık sık altını çizer.(21)
Işınsu’nun gerçek vesikaları bir fon olarak
kullanıyorum dediği Cumhuriyet Türküsü’nde ise,
Millî Mücadele heyecanı, kurmaca bir metnin arka
plânında tüm gerçekliği ile yansıtılır. Yakın arkadaşı
Umay Günay’ın teşvikiyle yazdığını söylediği eser,
anlattığı devrin dil hususiyetlerini yansıttığından
bugünün gençleri için ağır bir dili ifade etmektedir.
İkinci cildini kaleme almayı düşünen yazarımız da
eleştirileri göz ardı etmemiş olmalı ki, yazacağı eserde
dili daha anlaşılır kullanacaklarını ifade etmişlerdir.
(22)
a) Vak’a
Nazan ve Hikmet, Mutasarrıf Hacı Hüseyin Hüsnü Bey’in torunları ve Türkçü Selim Muhtar Bey’in
kızlarıdır. Annelerini küçük yaşta kaybeden kardeşler,
babaları Ankara’da görev yaptığından dedelerinin
İstanbul’daki konağında yaşamaktadırlar.
İstanbul işgal altındadır. İngiliz subayları halkın
arasına karışmıştır. Nazan, arkadaşı Bedriye
vasıtasıyla İngiliz subaylarından Yüzbaşı Douglas’la
Lebon Pastahanesi’nde tanışır. Hikmet, bu duruma tepki gösterir. Bu şekilde davranan hanımların
ve kızların ne kadar aşağılandığına çoğu kez tanık
olmuştur. Bu nedenle sadece yabancı subayları evlerine kabul edip ağırlıyorlar diye Nazan’ı Bedriye ile
görüşmekten de men eder.
Eski Türkçülerden olduğu bilinen Abdülgalip Bey,
Hüseyin Hüsnü Bey’i görmek için sık sık konağa
uğrar. Hikmet, Abdülgalip Bey’den pek hoşlanmaz.
Ona göre bu zât; lüzûmsuz, boş işlerle uğraşan, laubali bir adamdır. İttihatçılık, Paris, Jön Türk derken
Meşrutiyet’in ilânının ardından memlekete dönmüş,
Türk Yurdu cemiyetinin kurulmasında etkin rol
oynamış olan Abdülgalip Bey’in konağa sık sık
gelişinin asıl nedeni; Nazan’a olan ilgisidir. Babaları
Selim Muhtar Bey’in olmadık ilgi gösterdiği bu
adam ile Osmanlıcılık fikrini benimseyen Hüseyin
Hüsnü Bey bir araya geldiklerinde aralarında küçük
tartışmalar yaşanır:
149
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Selim Muhtar Bey, meclisin açıldığı sıralar
Ankara’da bulunmaktadır. Kızlarını da Ankara’ya
aldırmak istediğini kayınpederine gönderdiği
mektupta dile getirir. Bu isteğe sinirlenen Hüseyin
Hüsnü Bey, Abdülgalip Bey’in yanında sert tepki
gösterirse de sonra bu tavrından utanır. Hüseyin
Hüsnü Bey, damadını pek içten sevmez. Türkçü
düşüncenin Osmanlıcılık fikrine nifak düşürdüğüne
inanır. (s. 42) Osmanlı tebaaları içinde en kuvvetli
unsurun Müslüman Türkler olduğunu idrak etse de
(s. 39) damadının ateşli fikirleri karşısında Türkçülük hâdisesinden uzaklaşır. Hüseyin Hüsnü Bey, bu
düşüncelere dalarken Abdülgalip Bey’in aklı Nazan’a
takılır, izin isteyerek Bâb-ı Ali kahvesine Ankara
havadislerini almaya gider. Orada Celalettin Hikmet Bey’le karşılaşıp memleketin içinde bulunduğu
durumdan konuşurlar. Celalettin Hikmet’in yaşamı,
Yusuf Akçuraoğlu’nun yaşamıyla özdeşleştirilir.
(s. 68)
Kurtuluş savaşı esnasında Türk halkının ve Türk
askerinin içine düştüğü çıkmazdan kurtularak zafere
erişmesinin ardındaki bilinmeyen hâdiseler üzerinde
tartışılır.
Hüseyin Hüsnü Bey, artık ömrünün son demlerini yaşadığını düşünüp torunlarını babalarının
yanına, Ankara’ya, gönderme kararı alır ve bu kararı
torunlarıyla paylaşır. Nazan, bu kararı bir vasiyet gibi
algılayarak duygulanır. Yakın aile dostları Halide Nusret ile haberleşip Ankara yolculuğu için hazırlıklara
başlarlar. Hep birlikte işgal altında olan İstanbul’dan
bir an önce ayrılıp Ankara’ya sağ salim ulaşmak için
dua ederler.
O sıralar devletin kurtuluşu için ortaya atılan çözüm
önerilerinden bazıları Amerikan ve İngiliz mandacılığı
olur. Bu önerilere karşı çıkanlar ise, Ankara’ya geçerek Cumhuriyet için savaşırlar.
Ankara yolculuğundan önce Abdülgalip ve Celalettin Hikmet, Hüseyin Hüsnü Bey ile torunlarını
ziyarete gelirler. O gece Hikmet’in gönlü Celalettin
Hikmet’e kayarken, Celalettin Hikmet ise Nazan’ı
daha önce ilişki yaşadığı Claire’ye benzeterek
beğenir. (s.125) Celalettin Hikmet sohbetinde uzun
uzun eniştesi Mehmet Efendi’den söz açar. Bu zât,
Nazan’da garip bir heyecan uyandırır.
Celalettin Hikmet, Nazan ve Hikmet’i Ankara’da
bulunan yaralı askerlere yardım etmeleri için oraya
gitmeye ikna eder. Kızların babaları Selim Muhtar
Bey de çalışmalarını orada devam ettirmektedir.
Nazan ve Hikmet, orada en çok Mustafa Kemal ile
tanışacaklarından heyecan duyarlar:
Nazan’ı heyecanlandıran bir diğer isim de Şeyh
Mehmet Efendi’dir:
Ankara yolculuğu epey sıkıntılı geçer. Dedesi dikkat çekmemeleri için onlara üçüncü mevkiden bilet
temin etmiştir. (s.197) Neticede Ankara’ya varırlar.
Ankara’nın tam bir bütünlük içinde olmadığını anlayarak içinde bulundukları o an için cumhuriyetin
şimdilik bir hasret türküsü olduğunu kavrarlar:
Nazan, Ankara’ya gelir gelmez rüyasında gördüğü
Şeyh Mehmet Efendi, eşi Sevginur ve Hala ile tanışır.
Onlara rüyasından bahsederek heyecanını dile getiren
Nazan, Mehmet Efendi’ye derin bir hisle bağlanır.
Hikmet, Nazan’ın hislerine ve davranışlarına engel
olmak ister. Günlerden sonra dedeleri Hüseyin Hüsnü
Bey’in vefat ettiğini öğrenirler. Bu acı haber herkesi
yıkar.
İstanbul ve Ankara’da durum oldukça karışıktır.
Millî mücadeleye inanan bir avuç insan, vatanın
bütünlüğü için çırpınmaktadır. Mustafa Kemal,
başkumandanlık yetkisi uzatılmadığı halde ordu
komutanlığını bırakmayarak mecliste muhaliflere
gereken cevabı verir. Çalışmaların yoğun olduğu
sıralar, babaları Nazan ve Hikmet’i Mustafa Kemal ile tanıştırır. Kızlar, onun fizikî yapısından ve
davranışlarından çok etkilenirler.
Ankara, Nazan ve Hikmet’i davranış yönünden etkiler. Nazan, Mehmet Efendi’ye derin bir hissiyatla
bağlanır. Kur’an okuyan, anlayışlı bir genç kız haline
gelir. Hikmet’in İstanbul’daki sevecen, yol gösterici
ve koruyucu tavırları Ankara’da bencil, kıskanç bir
hâl alır. Hikmet, içten içe sevdiği Celalettin Hikmet’in
Nazan’a olan ilgisini öğrendiğinde bu durum daha net
şekilde hissedilir.
İstanbul’da kalarak istihbarat işleriyle uğraşan
Abdülgalip Bey, Ankara’ya haber ulaştıran Özbekler Tekkesi Şeyhi Ata Efendi’nin tevkif edildiğini
katıldığı davette öğrendikten sonra, Yüzbaşı
Douglas’ın hakaret edici tavırlarına dayanamayarak
esas emellerinden söz açınca kendisine verilen gizli
görev ortaya çıkar. Bu nedenle İstanbul’da daha fazla barınamayacağını anlayan Abdülgalip, Ankara’ya
kaçma yollarını aramaktadır. Ancak bir gece ansızın
ensesine dayanan bir silahla acımasızca öldürülür:
Nazan ve Hikmet, Ankara’da Milli Mücadeleye
destek veren Halide Edip ile de tanışırlar. Halide
Edip, halktan cepheye kadar her kesimle irtibat kurup
halkı bilinçlendirmek için çalışır. Haziran sonlarında
Mustafa Kemal, taarruz hakkında karar verir. Yunan
ordusu askerî donanım bakımından üstün olmasına
rağmen, Türk ordusunun süvari sayısınca üstünlüğü ve
zafer inancını taşıması Millî Mücadele taraftarlarına
güç verir.
Savaşın eşiğinde Celalettin Hikmet, Mehmet
Efendi’den de aldığı şevkle Hikmet’e evlenme teklif
150
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
eder ve daha önce yaşadığı iç kargaşayı ona anlatır.
Hikmet, Celalettin Hikmet’in bu teklifine Nazan’ı bir
an için bile hatırlamadan başıyla olumlu cevap verir.
(s. 423) Ancak içindeki şüpheden bir süre kurtulamaz.
Bir müddet sonra Mehmet Efendi, şüphelerinin yersiz
olduğuna onu inandıracaktır. Celalettin Hikmet’in orduya katılmasıyla ayrılık başlar.
Ordunun içinde bulunduğu güç şartlara rağmen
hazırlıklar tamamlanır, ordu batıya doğru hareket
etmeye başlar. Mustafa Kemal, taarruzun yapılacağı
tarihi ilân eder:
Mustafa Kemal, son hazırlıkları gözden geçirir,
birlikler Afyon Kocatepe’deki yerlerini alır, taarruza
hazırlanırken zafer ümidi içlerine dolar. Roman taarruzun başlamasıyla son bulur:
b) Şahıs Kadrosu
Türk tarihinin Milli Mücadele gibi önemli bir evresinin işlendiği Cumhuriyet Türküsü, şahıs kadrosu
yönünden bir hayli zengindir. Romanda daha çok fikir
ve idealleriyle öne çıkan kahramanların fiziksel olarak
tasvir edildiği metinlere de sıkça rastlıyoruz. Bir tip
romancısı olan Işınsu’nun, romanda gerçek ya da hayalî kişileri bir psikoloji dâhilinde sunduğunu görüyoruz. Bu da kahramanların varlık özelliklerini, tarihin
gerçekliğinden koparıp sanat eserinin gerçekliğine
döndürür.
Romanın başkahramanı Nazan’ın çevresinde
yaşamış veya halen yaşamakta olan kahramanlarla
karşı karşıya geliyoruz. Romanda en az Nazan kadar
Hikmet’in de ön planda olduğunu söyleyebiliriz. Roman boyunca Türkiye Cumhuriyeti’ninbüyük kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Milli Mücadele’nin ateşli
fikirlerini savunan Halide Edip, Yusuf Akçuraoğlu,
Şükufe Nihal, Kırımlı İsmail Gaspıralı, Kızıl Elma
mefkûresiyle Ziya Gökalp, Özbekler Tekkesi Şeyhi
Ata Efendi gibi etken şahıslar, olayların akışında
bazen faal, bazen de isimleriyle anılarak karşımıza
çıkıyorlar.
Işınsu’nun annesi Halide Nusret Hanımefendi,
dedesi Avnullah Kâzımî Bey, hocası Hasan Burkay
ve yakın arkadaşı Galib Erdem de tarihî şahsiyetler
olarak romanda yer alıyorlar. Yazar, Cumhuriyet
Türküsü’ndebu şahısları anarken; amacının romanını
sahicikılmak olmadığını belirtip şöyle devam ediyor:
… Sevgili Hasan Burkay, hocam olduktan sonra bütün romanlarımda geçti… bu benim müritlik borcumdur. Anacığım ise, İstanbul’da mütarekeyi yaşamış,
bunun acısını pek kuvvetle hissetmiş, o yıllarda gelen
baharlara bile tahammül edemeyip Git Bahar şiirini
yazmış bir kadın ve ben Milli Mücadele’yi anlatırken,
elbet ondan bahsetmek ihtiyacını duydum, buna da
bir evlâtlık borcu diyelim. Dedem ise o devir fikir ve
siya-set hayatının faal bir ismi, Sultan Abdülhamit
devrinde ihtilale teşebbüsten yargılanmış, İttihat ve
Terakki iktidarına muhalif cemiyet kurmaktan tekrar
takibata uğramış, yüz bir seneye mahkûm olmuş,
sonra Kerkük Mutasarrıflığı yapmış… Abdülgalip
ise… Galip Erdem’le otuz beş seneye varan bir
arkadaşlığımız vardır; yazılmakla tükenmeyecek, pek
hoş ve renkli bir şahsiyet, bir romancı için zengin bir
kaynak!... (23)
Romanda ayrıca Nazan ve Hikmet’in dedeleri
Hüseyin Hüsnü Bey ve babaları Selim Muhtar Bey,
Celalettin Hikmet ve Mehmet Efendi’nin de etken
konumda olduğunu belirtmeliyiz.
Romanın silik diğer şahıslarından Mehmet
Efendi’nin eşi ve Celalettin Hikmet’in kardeşi
Sevginur, Hala, Nazan’la Hikmet’in çocukluklarından
beri birlikte yaşadıkları Hüsniye Dadı ve Dilşad Kalfa, kızların küçükken ölen anneleri Nimet Hanım,
İngiliz subaylarıyla araları iyi olan Bedriye ve Rezzan, vatan için savaşan Ayşe Çavuş ve kızı Zehra,
Taşçızâde Hüseyin gibi kahramanlar da çoğu kez edilgen konumda isimleri geçenlerdir.
İşgalle birlikte İstanbul’da varlıklarını hissettiren
yabancı kuvvetlerden İngiliz ve Fransızların da bahsi
sık sık geçer. İngiliz istihbaratında görevli Yüzbaşı
Douglas, silah kaçırma işine yardım eder. Fransızlar,
Bedriyeler’e Amerika’dan misafir gelen Mrs. Bell ve
Mrs. Cook, Celalettin Hikmet’in Nazan’a benzettiği
Fransız Claire romanda yer almaktadır.
Kahramanlarına gönlünden ve aklından bir şeyler
kattığını ifade eden yazar, sadece başkahramana değil,
her bir karaktere ayrı ayrı yaklaşır. Okuyucularının onu
bu roman içinde en çok Nazan’da bulmasına şaşıran
Işınsu(24), hangi kahramanla tamamen bütünleştiğini
de sezgisel gücümüze bırakmaktadır.
Romanda delişmen karakter(25) olarak tanıtılan
Nazan’ın zaman içinde iyiye doğru yönelip mutluluğu
yakalaması ve bu arayışın Milli Mücadele’nin arka
planında sunumu oldukça başarılı işlenmiştir.
HİKMET
Romanın diğer önemli kişisi Hikmet’in fiziksel görünümü ile ilgili yapılan tasvirler çok sınırlı
kalmıştır. Yapılan tasvirlerin de adeta onun mizacını
ortaya çıkarmak için yapıldığını ifade etmeliyiz. Bu
tasvirlerde dikkati çeken en önemli husus Hikmet’in
gözleridir:
Romanda Hikmet ismiyle, bu şahsın özelliklerinin
örtüştüğünü de ifade etmeliyiz. Hikmet’in sözlük
anlamı olan hâkimlik(26) ifadesi bu kahraman karakteriyle doğrudan doğruya bütünleşmektedir.
151
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
ABDÜLGALİP BEY
Işınsu, romandaki gerçek şahsiyetlerden biri olan
Abdülgalib Bey’i çizerken, yakın arkadaşı Galib
Erdem’den esinlenir. Onun pek hoş ve renkli bir
şahsiyet olduğunu, bir romancı için de zengin bir
kaynak olabileceğini ifade etmişlerdir.(27)
Romanda Türk ocağının faal üyelerinden biri
olan Abdülgalip Bey, fizikî olarak pek ayrıntılı
tanıtılmamıştır:
Abdülgalip’in bu fevri davranışı canına mal olur.
Bir gece ensesine dayanan bir kurşunla öldürülür ve
cinayetin faili kayıplara karışır.
CELALETTİN HİKMET BEY
Romanda bir dava adamı olarak karşımıza çıkan
Celalettin Hikmet, aynı zamanda iyi bir askerdir.
Fizikî olarak kara gözleriyle öne çıkarılan kahramanın
görünüşüyle ilgili pek ayrıntıya inilmemiştir:
... Celalettin Hikmet, yeni kurulacak Türk devleti hakkında da hayâller kurarken, belki de hiç bel
bağlamadığı Osmanlıdan umudunu kesmiştir:
Ayrıca romanda bir derviş olarak tanıtılan Mehmet Efendi’nin eniştesi olarak ismi sık sık geçse de o,
İslamiyet’ten çok Türkçü kimliğiyle ön plana çıkar.
HÜSEYİN HÜSNÜ BEY
Eski mutasarrıf Hüseyin Hüsnü Bey, romanda fizikî
ve ruhsal olarak tam bir Osmanlı beyefendisi gibi
tanıtılır:
SELİM MUHTAR BEY
Nazan ve Hikmet’in babası, Hüseyin Hüsnü Bey’in
damadıdır. Kayınpederinin Osmanlıcılık fikrine
karşılık ateşli Türkçülük fikirlerini benimseyen Selim Muhtar Bey, Ankara’da yeni kurulacak devlet için
çalışmaktadır.
Fizikî olarak Hüseyin Hüsnü Bey’in düşüncelerinden
tanıdığımız Selim Muhtar Bey, görünüş açısından
kara kuru bir Anadolu genci olarak tasvir edilir:
Yıllar sonra bu gencin kilo alıp saçlarının iyice döküldüğünü, alnından itibaren tepesinin iyice
açıldığını kızı Nazan’ın tasvirlerinden öğreniyoruz.
(s. 202)
Selim Muhtar Bey Ankara’da Mustafa Kemal’in
yanında görev alırken kızlarını kayınpederinin
yanında bırakır. Ancak İstanbul’da işler karışınca
onları da yanına aldırır ve Hikmet’e üstlenebileceği
sorumluluklar verir.
Cumhuriyet taraftarı Selim Muhtar Bey, saygılı,
derviş mizaçlı, milletine karşı sorumluluğunu bilen,
kendi hesabına hiçbir şey talep etmeyen ve bu özelliklerinden dolayı sevilen sayılan bir kişidir.
Selim Muhtar Bey romanda gerek fizikî, gerekse Türkçü-Turancı fikirleriyle bize Ziya Gökalp’i
anımsatmaktadır.
MEHMET EFENDİ
Işınsu’nun romanlarında bir simge, bir arayışın
sembolü olan Mehmet’in derin bir yeri vardır.
Romanda, Mehmet Efendi’nin iç güzelliği dış
görünüşü ile bütünleşmiş durumdadır. Onunla ilgili
sıralanan tasvirlerde gözleri ön plandadır:
Mehmet Efendi bir derviştir. Şeyhi Bursalı Hasan
Efendi’dir. Din adamı kimliğiyle geniş çevrelerde ismini duyurmuştur. Bu nedenle yatılı yatısız misafirleri çoktur. Onları evinde ağırlayan Mehmet Efendi,
kalpleri aydınlatan, huzura erdiren bir nurdur.
Mehmet Emin Yurdakul’a Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur (s. 127) manzumesini ilham
ettiği söylenen Mehmet Efendi, kendisini Allah’ın
karşısında kulluk şuurunu bulmaya ve bir insana
bahşedilen şerefin idrakinde olmaya çalışan aciz bir
kul olarak görür. (s. 235)
Eline geçeni dostlarıyla paylaşan, sofrası, kesesi herkese açık olan Mehmet Efendi Peygamber
Efendimiz’in güzel ahlakını örnek almıştır. Sözleri
bir yemin olan efendi, yemin etmeyi hiç sevmez ve
etmez.
Romanda Nazan’ın kendini bulmasına, Celalettin Hikmet’in içinden geldiği gibi davranmasına,
Hikmet’in şüphelerinden kurtulmasına ve eşi
Sevginur’un olgunluğa erişmesine vesile olur.
O, çoğu din adamının yaptığı gibi yobaz düşüncelere
kendini kaptırmayarak dervişlik mertebesine
ulaşmıştır. Bu derviş, Mustafa Kemal için de güzel
şeyler düşünür:
YÜZBAŞI DOUGLAS
İngiliz istihbaratında görevli bir yüzbaşı olan Douglas, fizikî olarak şöyle tasvir edilir:
Genellikle düzenlenen dâvetlerde istihbarat toplayan Douglas, her ortamı değerlendirir. Bedriyeler’in
evindeki bir davete katılan Abdülgalip ve Celalettin
Hikmet Beyler ile yakından ilgilenerek görevini yerine getirmeye çalışır.
Romanda önemli görevlerde bulunan dava
adamlarından biri Halide Edip Hanım’dır. Gerek
fikirleriyle gerekse bizzat cephede savaşarak Türk
kadınının mücadeleci kimliğini temsil eden bir
yazardır. Tek davamızın Türkiye’nin hak ve istiklâlini
korumak (s. 9) olduğu mesajını vermektedir.
Nazan ve Hikmet’in yakın arkadaşlarından biri olan
Halide Nusret de romandaki gerçek kahramanlardan
biridir.
152
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Ayrıca romanda İngiliz istihbaratı için çalışan
tarafların en büyük yardımcılarından biri olan Bedriye
ve Rezzan; Türklük şuurundan uzaklaşarak Türklerin
mücadelelerini küçümseyen bilinçsiz Türk kızlarıdır.
c) Mekân
Cumhuriyet Türküsü’nde vak’a iki önemli mekânlardan birisi İstanbul, diğeri Ankara’dır. İstanbul,
işgal altındadır. Yazar, bu nedenle romanda dönemin
havasına ve romanın içeriğine uygun olarak oldukça
karamsar ve kötümser İstanbul tasvirleri yapmıştır.
Bu şehirde sanki hiç olumlu, iyi ve güzel şey yoktur.
İstanbul sefalet içindeyken, Beyoğlu zevk ve eğlence
içindedir. Bunda, bu semtte yaşayan azınlıkların yanı
sıra, işgal kuvvetlerinin yerleşim yeri olarak buraya
seçmelerinin etkisi vardır.
Bu iki mekân arasındaki çatışma, Balkan Harbi’nden
sonra kendini hissettirir. Cepheden dönenlerin hali
haraptır.
Asıl İstanbul ve Beyoğlu arasındaki çatışma insan
ilişkilerine de olumsuz bir şekilde yansır.
Romanda vak’anın devam ettiği diğer mekân da Ankara’dır. Ankara; vatan, millet endişesi
taşıyanların, müşterek bir davayı benimseyenlerin
mekânıdır.
Romanda Türkçüler Ankara’yı her yönüyle
İstanbul’dan üstün görürken, İngiliz subaylarından
Yüzbaşı Douglas, Ankara’yı macera arayanların
merkezi olarak değerlendirir.
Ankara, manevî değerlerinin yanı sıra görselliğiyle
de tasvir edilmiştir:
Romanda anlatıcının, bulunduğu ruh durumuna
bağlı olarak mekânı algıladığı görülür. Mekândan
yola çıkılarak kahramanların ruh durumlarını tespit
edebilmekteyiz. Aşağıdaki metinde kahramanların
umutları mekânla bir noktada bütünleşmiştir:
Romanda zaman zaman mekân-insan arasında
çeşitli ilişkiler kurulmuştur. Değişik mekân ve insan tasvirleri, kahramanın olaylara bakış açısını da
netleştirmiştir.
Sonuç olarak, romanda mekânın bilinçli bir
işlevselliği söz konusudur. Kahramanların ruh halleriyle ilişkili olarak sunulan mekânlar romantik
tasvir edilirken, yaşanan tarihî dönemin havasını da
okuyucuya sunabilmektedir. Savaşların geçtiği alanlar
sadece isim olarak geçerken Işınsu’nun da belirttiği
gibi, onun romanlarındaki mekân; tarihî olaylar ve
sosyal gerçeklerdir.(28)
d)Zaman
Tarihîlikle kurgusallığın iç içe olduğu romanda, yazar bilinen tarihî gerçeklere dayalı olarak derlediği
malzemeyi hayal dünyasına taşır. Yazarın hemen her
romanı uzun bir araştırma sürecinden geçer. Cumhuriyet Türküsü’nün ön araştırmasını yazar şöyle dile
getirir:
Cumhuriyet Türküsü’nün araştırması, iki yıl kadar
sürdü ve yazarken de devam etti, pek çok kitap okudum…(29)
Millî Mücadele’nin anlatıldığı romanda vak’a
zamanı 1922, anlatma zamanı ise, 1993’lü yıllardır.
Ancak yazar bu zaman dilimleriyle bütünleşerek, sanki o dönemi görmüş geçirmiş olmanın rahatlığı içinde
tamamladığı eserinde tarihî bilincin oluşmasında
önemli bir işlev üstlenmiştir. 1990’lı yıllarda Milli
Mücadele romanı yazmasının sebebini yazar, şöyle
açıklar:
Romanda vak’a 1922’de yaklaşmakta olan bahar mevsiminin başlangıcına tekabül eden günlerin
birinde başlıyor:
Git Bahar adlı şiir Halide Nusret Zorlutuna’ya
aittir. İşgal altındaki İstanbul’a bahar mevsimini
yakıştıramayan şaire, Türk milletinin hislerine bu
şiirle tercüman olmuştur.
Romanda çoğu kez nesnel zamandan önceki zamanlarda yaşanmış olaylar hatırlanarak araya sokulmuştur:
Roman kahramanları zaman zaman çağrışım veya
hatırlamalarla geçmiş zamanlara dalar giderler. Yazar
bu anları iç zaman (30) tekniği ile sunar:
Milli Mücadele’nin yansıtıldığı romanda zaman,
bizi adım adım sonuca götürür. 26 Ağustos 1922’ye
kadar alınan kararların, yapılan hazırlıkların ve
yaşananların önemli noktaları tarihleriyle beraber
bildirilir:
Romanda zaman hususunda dikkati çeken bir diğer
unsur da zaman içinde kahramanların gösterdiği
değişimlerdir. Romanın başkahramanı Nazan üzerinde zamanın olgunlaştırıcı etkisi açıkça gözlenmektedir. Romanın daha ilk sayfalarında karşımızda uçarı,
çocuk ruhlu ve zaman zaman hareketlerini kontrol
altına alamayan bir genç kız olarak çıkan Nazan,
Mehmet Efendi’yi tanıyıp anladıktan sonra daha olgun bir kişilik sergilemeye başlar. Romanınbaşından
sonuna kadar aynı çizgide ilerleyen Hikmet ise, olgun,
sert ve kendinden emin mizacıyla roman daki yerini
alır. Zaman içinde bir his karmaşası yaşayan Celalettin Hikmet de zamanla gerçek duygularını ortaya
çıkarmayı başarır. Hüseyin Hüsnü Bey ve Osmanlının
çöküşü arasında kurulan ilişkide zaman ikisini de bir
sona doğru sürükler.
Sonuç itibariyle zaman, mekân ve kahramanlar
üzerindeki etkisini roman boyunca hissettirmeye devam eder.
153
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
DİL VE ÜSLÛP
Bir anlatım ve iletişim aracı olan dil, bir romancının
sahip olduğu en önemli varlıktır. Roman yazarı, dili
sadece bir şeyleri nakletme amacı güderek kullanmaz.
Çizdiği kurmaca dünyanın gerçekliğini dil ile ifade
eder. Dilin sunduğu bu olanakları yerinde kullanmak
pek de kolay bir iş değildir. Bu bağlamda, bir yazar
ancak dil ustalığına ulaştıktan sonra romancı olabilir(31) görüşünün haklılığı ortaya çıkar. Söz konusu
tarihî roman türü olunca, dil ustalığına erişmek bir kat
daha güçleşmektedir.
Dil ve üslûp meselesi edebî eserlerin en zor, en
önemli kısmını meydana getirir.(32) Bu nedenle
üzerinde ciddî bir şekilde durulması gerekir. Bunun
farkında olan ve eserlerini uzun bir araştırma ile gözlem sürecinden sonra yazmaya başlayan Işınsu, kendi
ifadesine göre yoğun bir şekilde geçerli kaynaklarla
meşgul olup sık sık Osmanlı tarihçi ve kronikçilere
başvurduğunu ifade etmişlerdir.(33)
Her romanda ayrı üslûplar deneyen Işınsu, romantik
yanı güçlü, duygu ve kırgınlıkları eserlerine sinmiş,
millî ülküyü san’atına da üstün tutan, yurt meseleleri ve canlı politikayı romanlarına da yansıtan,
millî san’ata susamış kitlelerin ilgiyle okudukları
bir düşünce savaşı yapmakta olduğunusöyleyen bir
sanatçıdır.(34)
Işınsu, eserlerinde düşünce savaşı verirken özellikle
üslûp açısından ihmal ettiği yönlerin de farkındadır.
Bunu bir yazısında şöyle dile getirir:
Evet, doğru düzgün cümle yapamam ben, kırık
dökük cümle yaparım! Doğru düzgün’den kastim; yazı cümleleri. Hâlbuki benimkiler, romancı
anlatırken dahi günlük konuşma cümleleridir. Yazar
olduğumu aklıma dahî getirmeden, hissetmeden ve
her türlü edebî süsten, oyundan, iç bayıltıcı tasvirlerden uzak, hani şöyle gerçek hayat gibi, yaşadığımız
gibi… yazıvermek. Bu yüzden, kırık dökük!(35)
Yazmayı yaşama sebebi olarak gören Işınsu, burada
özellikle roman yazmaktan bahsettiğini dile getirir.
(36) Çünkü onun bütün ilgisini, odak noktasını insan
denen mahlûk meşgul etmektedir.
Işınsu eserlerinde –özellikle konusunu tarihten alan
romanlarında- açık ve canlı bir üslûbu tercih etmiştir.
Eserlerinin dilini vak’anın geçtiği tarihî dönemlerin
diline yaklaştırırken, romanın yazıldığı dönemin
dil hususiyetlerini de göz önüne almaktadır. Bizce
Işınsu’nun da kırık dökük olarak tanımladığı ifadeler
sanatkârane olmadığı için tenkit almış olmalıdır. Zaman zaman sanatlı tasvirlerin yapıldığı uzun cümlelerin eksikliği önemli görülse bile Işınsu’nun dile olan
hâkimiyeti ile kurgunun mükemmelliği kendisinin de
çekinmeden ifade ettiği bu eksikliği okuyucuya hissettirmez.
Türkçenin bugünkü durumundan ümitli olduğunu
belirten yazar, son dönemde dilimize hâkim olan
yabancı etkileri de eleştirmekten çekinmez:
…Bu ara Türk Dil Kurumu’nun o yıkıcı tesir ortadan
kalktı. Dilimizdeki, Türkçeyi bozan kelimeler çok
azaldı. Bazıları hâlâ hükmünü sürüyor, ama azalmış
olması hoşuma gidiyor. Yalnız TDK’nin aksanları
kaldırması çok kötü oldu, çünkü bu sefer de telâffuz
zorlukları ortaya çıktı…
Maalesef İngilizce, Türkçenin yerini almaya
başladı. O biraz beni kaygılandırıyor. Ama bu da bir
modadır ve inşallah geçecektir. Çünkü bir zamanlar da Fransızca modası olmuş. Herkes Fransızca
konuşuyormuş. Bilemiyorum o zamanlar dükkân
tabelâları da Fransızca mıydı geçti çok şükür… Bunun da geçici olduğuna inanıyorum.(37)
Işınsu hakkında genel bir değerlendirmenin
ardından eserlerindeki dil ve üslûbu örneklerle gözden geçirmek yerinde olacaktır.
Tarihsel romanda bir dil sorunu vardır. Romancı,
roman kişilerini yaşadıkları dönemin diliyle mi
konuşturacaktır yoksa günümüzün diliyle mi?...
Romancı, konuşmaları, söz konusu dönemin saydığı
söz ve anlatım biçimleriyle vererek dile getirdiği
geçmişe sahicilik kazandırmaya çalışmaktadır.(38)
Işınsu’nun farklı bir dil ve üslûpla yazdığı tarihî bir
roman olan Ak Topraklar, (1971) vak’a zamanında
yaklaşık dokuz asır sonra yazılmış olmasına rağmen,
kullanılan dil bu uzun arayı başarıyla kapatır. Işınsu,
romanında kullanmalık dili değil, yazınsal dili tercih
ederek dile verdiği önemi ortaya koyar.
Yazar, romanda Dede Korkut üslûbu dediğimiz şiire
yakın ve coşkulu bir dili kullanırken zaman zaman
doğrudan Dede Korkut’un söz varlığından istifade
eder.
Dede Korkut destanlarındaki tahkiyenin de realist unsurlarıyla modern tahkiyemizin işaret taşı
sayılacağı muhakkaktır.(39)
Söz başında kullanılan... At ayağı çabuk, anlatanın
dili çevikdir deyip söyleyelim ki… (s. 13) ifadesi
Dede Korkut kitabında at ayağı külük ozan dili çevük
olur(40) şeklinde geçmektedir.
…Leşkerin içinde ozanlar, ol yıldızlara dair kopuz
çalıp, deyiş söylüyorlar… Şehit olup uçmağa varan
arkadaşları alp yiğitler için ağıt yakıyorlar. Ezelden
bu yana olup geleni, birkaç söz içre anlatıveriyorlar:
Anlar dahi bu dünyadan geldi geçti
Kervan gibi kondu göçtü.
Anlar dahi ecel aldı, yer gizledi,
Fani dünya yine kaldı (s. 130)
154
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Dede Korkut’ta geçen bazı halk inanışları da romanda yer almaktadır. Bunlardan biri Yom verme inancıdır. Muharrem Ergin’in Dede Korkut
Kitabı’nda bu kelimeyi yöm şeklinde aldığı ve dua,
hayır dua, uğur, fal olarak açıkladığı belirtilmiştir.(41)
Sağlık ile devletin Hak artırsın
Ol övdüğün yüce Tanrı dost olup medet etsin
Yöm vereyim Sultanım,
Karlı kara dağların yıkılmasın
Gölgelice kaba ağacın kesilmesin
Durmayıp akan görklü suyun kurumasın
Kanatlarının uçları kırılmasın
Koşar iken ak boz atın sendelemesin
Dürtüşürken ala gönderin ufanmasın
Hâk yandıran çırağın yanadursun.
Kadir Tanrı seni namerde muhtaç eylemesin…
(s. 130)
Romanda geçen bazı kelimeler, ekler ve bağlaçlar
bizi tarihî atmosfere götürmekte, vak’a zamanındaki
kullanımları ile göze çarpmaktadır:
Bir de, gönlü Selcen kıza aka gitmişti! Bu, yere
basmadan yürüyende, servi boylu, iki kalın örgüsü
topuklarına sarmaşan kız, Bayındır’ı görmezden geliyordu. Sankim obada böyle bir yiğit kişi yoktur, fark
eylemez! Fakat belli bil; Bayındır her nereye varsa,
Selcen kıza karşı gelir…(s. 12)
Aya Sofya’nın ve dahi cümle kiliselerin çanları çaluban, halk birbiri üstüne yığınak olup, sokakları doldurdu… (s. 120)
Yağmur, şol duaya katılırken, bütün vücudu titriyor,
sanki canı kuş olup Tanrı’ya eriyor… (s. 130)
Yağmur anlattı kim; o sokak sokak avara; geziyürüyüp, başın taşlara urduğu gece, meğer Yorgi
ardındaymış, dönüşünü de anası bekleyeyazmış…
(s. 146)
Romanda o dönemde çokça kullanılan yahşi, nanca, kırış, öz, yaman, leşker gibi kelimelerin geçtiği
görülür. Bu kelimelerden bazılarının bugün hale dilimizde yaşamakta olduğunu görüyoruz. Bu da Dede
Korkut’tan günümüze kadar uzanan bir dil geleneğinin
varlığını kanıtlamaktadır.
Alp yiğitler bakıp gördüler kim, özlerinin
açıp koruduklarını sandıkları yollar, evvelinden
açılagelmiş özlerine… (s. 76)
Bayındır, çıktıktan sonra nöbetçi leşkerler arasından
geçip yoldaşı Yamtar’ı buldu…(s. 177)
Yazar, Dede Korkut üslûbundan sıkça yararlanırken,
ayrıca romanda Dede Korkut’taki alp tiplerinden,
adetlerden, devletçilik anlayışından, at kültüründen,
kısacası eserin motif yapısından da faydalanır.
Yazarın Hacı Bayram Veli’nin yaşamını ve tasavvu-
fu anlattığı son romanı Bayram ise, diğer romanlarına
göre daha basit ve sade bir dille yazılmıştır. Kitabın
yazılış amacı bazı gerçeklerin gençler tarafından daha
iyi idrak edilebilmesidir. Bu gerçeklerden biri de
tasavvuf anlayışıdır.(42)
Yazar tasavvufu işlediği bu romanını yazmadan
önce ciddî araştırmalar yaparak gerekli kaynaklarla
meşgul olduğunu eserinin ön sözünde belirtir.(43)
Roman, Hacı Bayram Veli’nin doğum öncesini anlatan bir menkıbe ile başlar ve onun ölümüne kadar
devam eden olayları nakleder. Mutasavvıfın yaşamı
nakledilirken zaman zaman tarihî dönem hakkında
bilgi verilir. Bu bölümlerin romandaki olayların
akışını yavaşlattığını söylemek mümkündür. Hacı
Bayram Veli’nin yaşamı samimî ifa-delerle adeta
sohbet havasında sunulurken, araya kitabî kuru bilgilerin serpiştirilmesindeki amaç farklı olmalıdır.
Olaylar nakledilirken, tarihî dönem bir fon olarak
kullanılır. 1340’lardan 1430’lara kadar Osmanlı
Devletinin içinde bulunduğu durum göz-ler önüne
serilir. Yıl, 1340’ların ikinci yarısıydı ve Bizans’ın
başı, hâkimiyeti altında bulunan Balkan Devletleri ile
fena halde dertliydi. İmparator İonnes Kantakuzios,
Osmanlı’dan medet umabileceğini düşünüyordu. Sultan Orhan Gazi’yi, görüşmek üzere İstanbul’a davet
etti… Yıl, 1347 idi… (s. 11)
1364 Osmanlı-Bizans antlaşması Bizans’ın Türkleri
yerlerinden çıkarma ümidine son veriyordu. (s. 42)
1384’te artık ihtiyarlamış olan Vezir Lala Şahin Paşa,
son seferini Bosna’ya yapmış, Türkler ilk defa bu tarihte Bosna topraklarına ayak basmışlardı… (s. 197)
Romanın birkaç yerinde Osmanlı tarihiyle ilgili kronolojik bir husus yazım hatasına uğramıştır.
Örneğin; …bundan sonraki hareket Aydın ve Menteşe
oğullarını tarihe gömdü. 2425 yılında Menteşe ili
Muğla’ya gelen Sultan Murat…(s. 405) Aynı husus
zaman zaman roman kahramanları arasındaki ilişki
anlatılırken isimlerde de göze çarpar. Gülçiçek yerine
Alçiçek kullanılırken, Nazlı ve Meryem isimleri de
birbirinin yerine kullanılır.
Yazar, eserinde Türkçeyi ustaca kullanırken titiz
davranmaya dikkat eder. Cümleler kısa ve sade kurulurken sıralı cümlelerin ard arda kullanımı göze çarpar.
Edirne’de Hacı Bayram’ı bir sürpriz bekliyordu,
Emir Sultan da oradaydı. İki eski dostun karşılaşması
pek hoş oldu, birbirlerine sarılıpgözyaşı döktüler, bir
taraftan da gülümsüyorlardı. İkisi de sarayda misafir
edildiler, bir akşam sabah namazına kadar oturup sohbet ettiler, tasavvufi bahislere daldılar…(s. 392)
Romanda olay örgüsü düzenlenirken konuşmaların
çok doğal ve akıcı olması bize bir tiyatro yazarı olan
155
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Işınsu’yu anımsatır. Şüphesiz seçilen başkahramanın
sıradan biri değil de bir Veli olması romanın işlenişini
farklı kılar. Her bir cümle özenle kurulu, kelimelerse
anlam yüklüdür. Romanın başkahramanı Numan’ın
hikmet dolu sözleri bunu destekler mahiyettedir:
…her ne ki var ise; o, Hakk’ın vücudu ile vardır.
Yani bütün var olan şeyler, Hakk’ın vücudundan
olmuştur. Bütün eşya dediğimiz her şey Hakk’ın vücudundan çıkar ve yine O’na döner. Tevhit üç kısımdır;
birincisi, fiiller birliği; bu makamda, gerek bizlerden,
gerek çevremizde görünen, örneğin bulut, dağ, hayvanlar birer surettir, işte bu suretlerden çıkan fiillerin
yani işlerin cümlesi Cenab-ı Hakk’ındır. Aynı zamanda bu makamda, işlerin cümlesinin Allah’ın olduğunu
bilmekle beraber, iyisini Allah’tan, kötüsünü, fenasını
ise, kendi nefsimizden bilmek gerekir. Zira yapılan
işlerin iyiliği, fenalığı bize nispetledir, Hakk’a nispetle, cümlesi hayırdır… (s. 217)
Bir Yunus hayranı olan Işınsu’nun eserinde
Yunus’tan izler bulmak mümkündür:
— İnsanoğlu bir Tek’e âşık olur o kadar! Öncelikler,
şiddetine göre, bu büyük yegâne aşka gönlü hazırlar!...
Düzmecedir evvelki aşklar, düzmece, tıpkı her şey gibi,
görüp tanıdığın, bildiğini sandığın bu evren ve içindeki her şey gibi hayaldir. Gerçek olan Tek Varlık vardır.
Tek! Bütün hayâllerin aslı O’ndadır ve yine O’na
döneceklerdir. Tekvarlık ve pek çok hayal ki, çokların
hepsi O’nun tenezzülüdür. Çünkü bütün hayallerde
O’nun nurundan bir parıltı vardır. Bunları o medreseci kafan alır mı ki?! Almaz!... O hâlde bırak bu çocukla ilgilenmeyi, onun aklını çelme, ne demiş sevgilim
Yunus;
El-Fakru fahri el-fakru fahrî
Demedi mi âlemlerin fahrî
Fakrını zikret fakrını zikret
Mahvı fenâda buldu bu gönlüm
N’oldu bu gönlüm n’oldu bu gönlüm
Derd ü gamınla doldu bu gönlüm
Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm
Yanmada derman buldu bu gönlüm
Gerçeki yandı gerçeğe yandı
Rengine aşkın cümle boyandı
Kendi de buldu kendi de buldu
Matlabını hoş buldu bu gönlüm (s. 332)
Tekke şairleri; anlatmak istedikleri veya vermek
istedikleri mesajları halkın anlayabileceği bir dil ile,
hususiyle manzum olarak vermektedirler. Bu anlatım
tarzında da nasihat verme üslubunu kolaylıkla ve en
mükemmel olarak kullanmaktadırlar.(44)
Bu nasihat verme üslûbu ile ilgili bir örnek sunalım:
Bilmek istersen seni
Can içre ara canı
Geç canında bul ânı
Sen seni bil sen seni
Kim bildi efalini
Ol bildi sıfatını
Anda gördü zâtını
Sen seni bil sen seni
Görünen sıfatındır
Anı gören zatındır
Gayri ne hacetindir
Sen seni bil sen seni
(…)
İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir. (s. 141–142)
Yazar, yeri geldiğinde kahramanlarını Koca
Yunus’un ağzıyla konuşturarak benimsediği Yunus
felsefesini ortaya koymuştur. (s. 229)
Romanın başkahramanı Hacı Bayram Veli,
müritlerine ve çevresine verdiği vaazlarda tasavvufî
terimleri açıklamaya kalkar. Burada amaç; kahraman
vasıtasıyla okuyucuyu tasavvuf konusunda bilgilendirmektir.
— Tasavvufun konusu Yüce Allah’ın mukaddesve
hiçbir şeye benzemeyen temiz Zat’ıdır ki varlığının
aynıdır. Tasavvuf Allah’ın mukaddes varlığı olduğu
gibi, bu bilgilerin kuralları dahi Allah’ın varlığına
bağlı olan hakikatlerin asıllarıdır… (s. 255)
Aynı amaçla Hacı Bayram Veli’nin söylediği
dörtlüklerin cümleler arasına girmesiyle anlatım
coşkunluk kazanır:
Bayram özünü bildi
Bileni anda buldu
Bulan ol kendi oldu
Sen seni bil sen seni (s. 354)
Roman, Hacı Bayram Veli’nin doğum öncesinde
yaşanan bir olayın Bir Menkıbe başlığı altında
sunulmasıyla başlarken, ölümünden sonra yaşanan bir
olayın aynı başlık altında nakledilmesiyle son bulur.
Bilindiği
gibi
tasavvuf
tarihi
açısından
menâkıbnamelerin
önemi
oldukça
büyüktür.
Menâkıbnâmeler, genellikle tasavvuf tarihinde sûfilerin izhar ettikleri kerametleri anlatan eserler olmakla beraber, bu tür eserlerde ele aldıkları sûfilerin
hayatıyla ilgili bol malzeme bulmak mümkündür..
156
F İ K İ R
S A N AT V E
Gerçekten çoğu kere olağanüstü ve manevî olayları
inandırıcı bir şekilde anlatmak gayesiyle telif edilen
bu tür eserleri, tarihî hatalar olarak değerlendirip
atıvermek, değerli bilgilerden mahrum kalmak demektir.(45)
XVII. yüzyılın büyük mutasavvıflarından Niyâzî
Mısrî’nin hayatını ve öğretilerini konu alan Bukağı
da amacına uygun olarak basit ve sade bir dille
yazılmıştır.
Bukağı,
Başlarken
adlı
bölüm
dışında
numaralandırılmış on üç bölümden oluşmaktadır.
Başlarken adlı bölümde Niyâzî Mısrî’nin ölümünden sonra onun kabrini ziyaret etmek amacıyla
deniz yolculuğu yapan iki kişinin yolculuk sırasında
yaptıkları sohbetlerden söz açılır. Romanın daha
ilk sayfalarında Niyâzî Mısrî’den bahseden bir
menkıbenin nakledildiğini görmekteyiz. Bu menkıbe
ayrıca romanın isminin niçin Bukağı konduğunu da
açıklayıcı niteliktedir.
Mısrî’nin tasavvuf yolunda adım adım ilerleyişi
ve şeyhini bulma arzusuyla oradan oraya savruluşu
romanın on üç bölüme ayrılmasına zemin hazırlamıştır.
I. Bölüm XVII. yüzyıl Osmanlı tarihinden haber vererek başlar. Daha sonraki bölümlerde Malatya’da
kabına sığmayan Mısrî’nin yolculuk macerası
anlatılır. Mısrî’nin şeyhini bulma arzusuyla sık sık
mekân değiştirmesi romanın akışına da bir hız katar.
Yolculuk esnasında zaman zaman gönlünü sorgulayıp
çevresindekilere nasihat verirken dile getirdiği manzumeler, romandaki akıcılığı kuvvetlendirir.
Gel ey aşk oduna pervâne gibi canın atmayan
Gece gündüz işi bülbül gibi zâr olmayan gönül
Tükendi ömrün ey gönül hebâ yerlerde gafletle
Gel ey ömrü tamam olunca bî-dâr olmayan gönül
(s. 139)
Mısrî halka verdiği vaazlarda mesajlarını bazen
şiir vasıtasıyla verir. Bu etkili ve önemli bir yoldur.
Uyan gözünü aç durma yalvar güzel Allah’a
Yolundan izin ırma yalvar güzel Allah’a
Her gece kâim ol her gündüze sâim ol
Hem zikrile dâim ol yalvar güzel Allah’a
Bir gün bu gözün görmez hem kulağın işitmez
Bu fırsat ele girmez yalvar güzel Allah’a
Sağlığı gânimet bil her saati nimet bil
Gizlice ibadet kıl yalvar güzel Allah’a (s. 214)
Zaman zaman şiirlerde veya romanın diğer bölüm-
E D E B İYAT TA TÖ R E
lerinde geçen tasavvufi terimlerin anlaşılabilmesi
için eserin sonuna bir de sözlük eklenmiştir. Bazı
gerçeklerin gençler tarafından idrak edilmesini
sağlamak amacıyla yazar bu eserinde Cumhuriyet
Türküsü’ndeki hataya düşmeyerek gayet açık ve sade
bir üslûbu tercih etmiştir.
Işınsu, tarihi, arka fon olarak kullandığı bu eserinde
tarihsel gerçeklikle kurgusal dünyasını bir noktada
birleştirmeyi başarmıştır.
Sultan II. Osman’ın alçakça katledildiği 1622
yılında, Mehmet ve Kasım dört yaşına basmışlardı...
(s. 15)
Kasım, okuyup Enderun’u bitirdikten sonra sarayda kâtip olarak çalışmaya başlar ve Mısrî’ye yazdığı
mektuplarda her zaman Osmanlı’nınizlediği siyasetten, iç karışıklardan söz açar. Romanda Kasım
ve Mısrî’nin birbirlerine yazdığı mektupların önemi
büyüktür.
… Sultan yanına yine Şeyhülislam Yahya Efendi’yi
aldı, ona saygısı çok fazla, belki de koca IV. Murat’ın
yegâne saygı gösterdiği, ona “baba” diye hitap
ediyor zaten. Yine önce Konya’ya gidiyor, Hazreti
Mevlâna’nın huzuruna, kendisi zaten Mevlevî’dir...
(s. 73)
Romanda mektupların yanı sıra kahramanlara bir
mesaj, bir öğüt veren rüyaların nakledilmesi de esere
farklı bir üslup katar.
Rüyasında kendini büyük bir şehirde gördü, Sultan’a
hizmet etmekteymiş ve bu Sultan da Şeyh Abdulkadir
Geylani imiş... Hazreti Geylani, onu görüp çağırdı;
Ey sûfi Mehmet, hemen dönüp önünde durdu. Şeyh
hizmetlilerden birisine, “Buna bir kese getir” dedi,
hizmetli birkaç adım yürüdü fakat Geylani Hazretleri
onu geri çağırdı;”Gel, ona kendi cebimden vereyim”
dedi... ve Mehmet’e uzattı. Mehmet keseyi hemen
açtı, içinde taze sikkeli dirhemler vardı, başka bir
kese daha görünüyordu Mehmet onu da açtı... sordu:
“Efendim bu iki kesenin anlamı nedir?
...Hazreti Geylani hafif tebessüm edip; “Dirhemler
zahir ilimdir, öğren ve onunla amel et, dedi, dinarlar
ise tarikat ilimidir... senin şeyhin, bu şehirde değildir.
(s. 121)
Tasavvuf dolu bir eser meydana getiren Işınsu, sade
bir dil ve akıcı bir üslupla, menkıbe, mektup ve rüya
yorumlama tekniklerindeki ayrıntılardan yola çıkarak
eserini zenginleştirmiştir.
Işınsu’nun Milli Mücadeleyi anlattığı Cumhuriyet
Türküsü’nde dil, roman şahıslarının yaşadığı döneme
aittir. Cumhuriyet heyecanını eserine katmak isterken,
Osmanlıyı simgeleştirdiği Abdülgalip ile Hüseyin Hüsnü Bey’i Osmanlı Türkçesi ile konuşturan yazar, büyük
bir hataya düştüğünü, en sevdiği romanının bu sebep-
157
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
ten okuyucusunun az olduğunu dile getirmiştir.
(46)Romanın geçtiği zamanın atmosferini vermesi
açısından böyle bir dili tercih ettiğini yazar şöyle
açıklamıştır:
Roman yazarken, sanki bu hayatta değil de, o
romanın içinde yaşadığımı söyledim, evet, üsluptaki
değişiklik… Bakın siz işaret edinceye kadar farkında
değildim, söylediğiniz gibi o zamanın atmosferi
olmalı.(47)
Bir bakıma belgesel roman niteliğindeki eserde zaman zaman tarihî bilgiler ve olaylar anlatılmaktadır:
1915’te, Darülmuallimat-ı Âliye’nin bünyesinde,
İnas Darülfünun açılmıştı, üç yıllık olan bu yüksek
okul, o zaman bu zaman kız idadileri ve Darülmualimatlar için, hanım öğretmenler yetiştirmekteydi.
Geçen sene, bu mektep, kız ve erkek tedrisleri
farklı saatlerde olmak üzere, doğrudan İstanbul
Darülfünun’a bağlanmıştı. Hanımlar; ta Tanzimat
fakat daha ziyade Meşrutiyet ve harb-i umumiden
beri, üzerlerinden yavaş yavaş kalkan erkek tahakkümünü, bir adım daha aşıp, onlarla beraber ders
görmek istemişler… (s. 14)
Romandaki
kahramanlar,
eserin
ruhunu
yansıtabilmek için o devrin dili ile konuşturulur:
(Hüseyin Hüsnü Bey) - Evet, /dedi/ bilcümle ekâlliyetin de coşması, yarı siyasî cemiyetler icadına
tevessül etmesi, Meşrutiyet’ten sonra başlamıştır.
Hatırlıyorum, Meşrutiyet-i Osmaniye Ermeni Cemiyeti, yine Ermenilerin Meşrutiyet-i Osmaniye Kulübü,
Rum Siyasi Gurubu, Arnavutluk Kulübü falan filan…
(s. 35)
… Tanzimat-ı Hayriye’nin bir tarz teceddüt getirdiği
inkâr edilemez… ve doğruluğu fevkâlâde şüphe
götürür bir tekâmül, Garbın müesseslerini alıp, Müslüman halka benimsetmeye çalışmak artık ne kadar
tekâmülse… (s. 40)
Romanda bugün dilimizde kullanılmayan veya
nadiren kullanılan kelimeler ile tamlamalar da
kullanılmıştır:
…Hâkimiyet-i Milliye’ye müstenit bilâkayd-ü şart
müstakil bir Türk Devleti teşkil etmek ve bu hedefe
behemahal vasıl olmaktır… (s. 233)
Kurulan cümlelerin uzunluğu ve akıcılığı dikkat çekicidir:
...Fakat biliyor, oturur da, şu zavallı insanları yalnız
bırakırsa sanki günaha girmiş gibi bir his duyacak;
sonra aklını türlü endişe basacak, hayır o, bu insanlarla bütünleşirken, son zamanlarda kendisini epey
meşgul eden rüyasını bile unutmuş, ayrılırken sarılıp,
boynundan kopamadığı dedesi uzak sisler altında
kalmış, İstanbul tekerlek dönüşleri ile uzaklaşırken,
sanki gönül çemberinden de uçup yitiyor…(s. 198)
Işınsu’nun; tarihi, roman içinde özümseyerek Cum
huriyet heyecanını okuyucusuna da yaşatma arzusuyla yazdığı bu eserin dil itibariyle bugünün genç
okuyucularına ağır gelebileceğini; ancak kuru bilgilerle donatılmış sıradan bir eser olmadığını ifade etmeliyiz.
Sonuç itibariyle; edebî eserlerin en önemli kısmı
olan dil meselesi, Işınsu’nun eserlerinde dile olan hâkimiyet ve tavır, coşkulu anlatım vasıtasıyla başarıya
ulaşır.
SONUÇ
Emine Işınsu (17 Mayıs 1938 - ) Cumhuriyet dönemi
Türk edebiyatı tarihinde şiirleri, hikâyeleri, romanları
ve tiyatroları ile tanınmış çok yönlü bir yazardır.
Asker bir baba ile şair bir annenin çocuğu olarak
dünyaya gelen Işınsu’nun okuma ve yazmaya
olan ilgisi küçük yaşlardan itibaren ortaya çıkar.
Henüz ilkokul çağlarındayken ilk eseri Minko’nun
Hatıraları adlı hikâyeyi yazar. T.E.D. Koleji’ndeyken
arkadaşları arasında şair olarak tanınan Işınsu, ilk
şiirlerini yayımlamaya başlar. Yüksek öğrenim hayatı
oldukça hareketli geçen Işınsu, kaydolduğu üniversitelerde İngiliz Dili ve Edebiyatı,İşletme, Hukuk,
Felsefe bölümlerine aralıklı olarak devam eder. Bir
ara üniversiteyi yarıda bırakıp A.B.D’de kazandığı
Sosyal Akademi Uzmanlığı kurslarına katılır. 1959
yılı sonlarında ilk evliliğini yapar. Bu dönemde üniversiteye ara vermek zorunda kalır.
Kayıt yaptırdığı üniversitelerin hiçbirini tamamlayamamış olan Işınsu, hayatını yazmaya adar, bundan
sonraki yaşamında dergi, gazete, tiyatro ve roman
yazarlığı yapar.
Şiirle başlayan yazı hayatı; fıkra ve roman denemeleriyle zenginleşirken, birçok dergi ve gazetede
yazmaya devam eder. Müslüman ve Milliyetçi bir
havanın hâkim olduğu bir çevrede yetiştiğinden, bu
havayı yazılarına aksettirir.
Yazmayı, yaşama sebebi olarak gören Işınsu,
bu görevi hakkıyla yerine getirmek için uğraşır.
Yazmadan evvel büyük bir hazırlığa girişen yazar,
artık eserin dünyasında yaşamaya başlar.
İlk romanı Küçük Dünya’nın ardından romanda
başarıyı yakalayan Işınsu, bu türde ilerlemeye karar
verir.
Çalışmamızda Işınsu’nun şimdiye kadar yazmış
olduğu on üç romanından dört tanesini ele alarak tarihî roman türü altında değerlendirmeye çalıştık. Türk
tarihinin önemli dönemlerine tanıklık ettiği halde Dış
Türkler (Çiçekler Büyür, Azap Toprakları, Tutsak) ve
1980 dönemindeki olaylara temas ettiği (Sancı, Canbaz,
158
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Kaf Dağının Ardında) romanlarını çağ romanı kabul ederek çalışmamıza dâhil etmedik. Ele aldığımız
romanları kronolojik bir şekilde vak’a, şahıs kadrosu,
mekân, zaman, dil ve üslûp açısından inceledik.
Ele aldığımız ilk roman, yazarın Malazgirt
Zaferi’nin 900. yıl kutlamaları vesilesiyle yazdığı
Ak Topraklar (1971)’dır. Eser, Türklerin Anadolu’ya
geliş macerasını anlatır. Büyük Selçuklu Devletinin
hükümdarlarından Tuğrul ve Çağrı Beyler dönemlerinden itibaren Alp Arslan Başbuğ’un Malazgirt’i
fethine kadar yaşanan olaylar Dede Korkut’un canlı
üslubuyla sunulmuştur.
Yazarın şimdilik son romanı olan
Bayram
(2005)’da ise; XV. yüzyılın büyük mutasavvıflarından
Hacı Bayram Veli’nin yaşamı ve tasavvuf anlayışı
anlatılmıştır. Bazı gerçeklerin günümüz gençleri
tarafından daha iyi idrak edilebilmesi amacıyla sade
ve basit bir dille yazılmıştır. Yazar, bizce amacına
ulaşmış, çoğunlukla tasavvuf gerçeğini okuyucusuna
kavratabilmiştir.
Bir Yunus hayranı olan Işınsu’nun son dönem
yazdığı eserler tasavvufî ağırlıklıdır. Bu romanlarından
biri de Bukağı (2004)’dır. Tarihî-biyografik bir eser
olan Bukağı’da XVII. yüzyıl mutasavvıflarından
Niyâzî Mısrî’nin yaşamı ve öğretileri ile o dönem
Osmanlı devletinin içinde bulunduğu karmaşık ve siyasî panorama, devrin hayat tarzı ile bütünleştirilerek
verilmiştir.
Millî Mücadele heyecanının anlatıldığı Cumhuriyet
Türküsü’nde (1993) İstanbul’un işgalinden Büyük
Taarruz’a kadar geçen olaylar hikâye edilmiştir. Eserde kahramanların duygusal ilişkileri tarihî gerçeklikle
bütünleştirilerek sunulmuştur. Eserin dili, devrin dil
hususiyetlerini yansıttığından bugünün gençleri için
oldukça ağırdır.
Işınsu, romanlarında millî hafızanın işlenmesine
önem verirken bu anlayışını roman kahramanlarında
hissettirmiştir. Eserlerde tarihleilgili birtakım
okuma ve araştırmalara gidildiği, olayların bazen
bağımsız, bazen de çeşitli kahramanlar çevresinde
somutlaştırıldığı görülür. Tarihî romanlarda şahıs kadrosunu oluşturacak kahramanların seçimi ve anlatılma
tarzı çok önemlidir. Işınsu’nun romanlarındaki şahıs
kadrosunun bir kısmı tarihî şahıslardan (Alp Arslan, Çağrı Başbuğ, Tuğrul Sultan, Hacı Bayram
Velî, Niyâzi Mısrî, Mustafa Kemal vb.) oluşurken,
bir kısmı da yazarın yaratıcı muhayyilesi tarafından
oluşturulmuştur.
Onun
kahramanları
eserde
kendiliğinden doğarken, Işınsu, isimlerini bile onlar
doğmadan önce düşünmüştür. Tarih bilincini karak-
terlerin bilincinden vermeyi başaran yazar, tiplerini
iyi tanıyarak çizmiştir.
Romanlarda farklı görüş ve ideolojilerin tarihsel bir
zeminde buluştuğu hissedilmiştir. Bunun için yazar;
tarihsel olayları farklı bakış açısıyla anlatarak olgulara
farklı perspektiflerden bakma yöntemini uygulamıştır.
Romanda tarihin eksik kaldığı yerler kahramanların
duygu yanları ve kurmaca olaylarla doldurulmuştur.
Işınsu’da kahramanları açıklamada diğer unsurlar
mekân ve zamandır. Onun romanlarında mekân ve
zaman, bir bakıma sosyal gerçeklerden oluşmuştur.
Işınsu eserlerinde ayrıntılı mekân tasvirleri yaparak,
mekânlar hakkında bilgiler sunmuştur. Özellikle
Bayram ve Bukağı’da bu anlatım özellikleri göze
çarpar. Mekân, olayların meydana geldiği bir sahne
olmanın ötesinde, tarihsel ve sosyal bir olgu olarak
romanlarda çoğunlukla fotoğrafik olarak yer almıştır.
Zaman ise; mekân ve kahramanlar üzerindeki etkisini
romanlarda anlatılan vak’a boyunca hissettirmiştir.
Vak’a zamanı ile tarihî zaman arasında kurulandenge,
anlatılan zamana eşlik etmeyi başarmıştır.
Romanlarında Türkiye Türkçesi, Dede Korkut
dili ve Osmanlı Türkçesi’ne kadar devre ve işlenen
vak’aya özgü bir dil kullanmıştır. Eserlerindeki
akıcılık, duruluk ve canlılık dikkat çekicidir.
Işınsu, eserlerinde millî hafızanın işlenmesine oldukça geniş yer vermiştir. Şu anki hayatımızı tarihteki olay ve hayatlarla mukayese ederek kendimizi
daha iyi tanıyabileceğimizi savunmuştur. Bu nedenle
eserlerinde tarih bilinci önemlidir. Romanlarındaki
şahısların tarihî bilgileri sunması, ayrıca tarihî zaman
ve mekânların varlığı esas kılınmıştır. Türk tarihini, bir
fon olarak eserlerinde işlerken amacının tarihî roman
yazmak değil, tarihi, bir süs olarak kullanmaktan öteye
gitmediğini belirtebiliriz. Işınsu, uzun bir araştırma
evresinden sonra elde ettiği tarih malzemesini, itibarî
âlem içerisinde okuyucuların dikkatine sunmuştur.
Işınsu, bilgiyi sanat eserine dönüştürmekte oldukça
başarılıdır. Menkıbeler ve muhayyilenin sınırsız gücü
de eserin diğer önemli kaynakları arasındadır.
Eserlerde tarih bilincini oluşturmak için sadece
geçmişi vermek yetmez. Tarihî roman yazarı, geçmiş
ile bugün arasında bir bağ kurmalıdır ki, mesajını
tam olarak sunabilsin. İşte Işınsu, eserlerinde bunu
başarıyla gerçekleştirmiştir.
Yaşama sebebi olarak algıladığı yazma eylemi
Işınsu’nun kaleminde yaşamaya devam ederken, eserleri elbet bir gün hak ettiği gerçek değeri bulacak ve
Işınsu, edebiyat tarihimizdeki yerini korumaya devam
edecektir.
159
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
DİPNOTLAR
1 Yediyıldız, Bahaeddin; Yücel, Yaşar, “Tarih ve
Kültür”, Millî Kültür Unsurlarımız Üzerine Genel
Görüşler, S. 46, Ankara 1990, s. 57–59.
2 Kaplan, Mehmet, Türk Milletinin Kültürel
Değerleri, Ankara 2001, s. 28.
3 Argunşah, Hülya, Türk Edebiyatında Tarihi Roman( Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 1990, s. 7.
4 Kocagöz, Samim, “Niçin Kurtuluş Savaşı
Romanı”, Türk Dili, S. 298, Temmuz 1976, s. 111.
5 Stevick, Philip, Roman Teorisi, Ankara 2004, s.
331.
6 Kökdemir, Ahmet, Emine Işınsu, Hayatı –
Şahsiyeti–Sanatı – Fikirleri – Eserleri (Basılmamış
Doktora Tezi), Samsun 1995, s. 11.
7 Çokum, Sevinç, “Işınsu Milli Mücadeleyi Yeniden
Soluyor”, Türk Edebiyatı, C. 20, S. 237, Temmuz
1993, s. 10.
8 Tural, Sadık Kemal, a.g.e., s. 259.
9 Stevick, a.g.e., s. 218.
10 Bkz. Narlı, Mehmet, Orhan Kemal’in Romanları
Üzerine Bir İnceleme, Ankara 2002, s. 78.
11 Kaplan, Mehmet, a.g.e., s. 5.
12 Işınsu, Emine, Bayram, Ankara 2005, s. 5.
13 Geniş bir bilgi için bkz. Güzel, Abdurrahman,
Dinî-Tasavvufi Türk Edebiyatı, Ankara 1999, s. 295–
302.
14 23.09.2005’te Kendisiyle Yaptığımız Mülâkat
15 Hürsoy Elif, a.g.m., Türk Edebiyatı, S. 364, s.6.
16 Hürsoy Elif, a.g.m., Türk Edebiyatı, S. 364, s.5.
17 Hürsoy Elif, a.g.m., Türk Edebiyatı, S. 364, s.5.
18 Işınsu, Emine, Bukağı, İstanbul 2004, s. 12.
19 Uğurcan, Sema, a.g.e., s. 255.
20 Kökdemir, Ahmet, a.g.t., s. 390.
21 Çeri, Bahriye, “Cumhuriyet Romanında Osmanlı
Tarihinin Kurgulanışı”, Tarih ve Toplum, C. 33, S.
198, s. 19.
22 23.09.2005’te Kendisiyle Yaptığımız Mülâkat.
23 Hürsoy, Elif, a.g.m. , Türk Edebiyatı, S. 364, s. 9.
24 Hürsoy, Elif, a.g.m. , Türk Edebiyatı, S. 364, s. 9.
25 Emine Işınsu’nun tabiriyle; arayan, soran, sebeb-i mevcudiyetimiz olan tekâmül yolunda, dökesaça, oturup-kalka koşmaya çalışan, yani hatalar ve
sevaplar içinde fakat hatalarından sıyrılmaya çalışan
tipler kastediliyor.
26 Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Ankara 1999, s. 369.
27 Hürsoy, Elif, a.g.m.,Türk Edebiyatı, S. 364, s. 9.
28 Çokum, Sevinç, a.g.m., Türk Edebiyatı, S.237, s. 9.
29 Çokum, Sevinç, a.g.m., Türk Edebiyatı, S. 237, s. 10.
30 Bkz. Çetin, Nurullah, a.g. e. , s. 130.
31 Tekin, Mehmet, a.g.e., s. 158.
32 Huyugüzel, Ömer Faruk, Hüseyin Cahit Yalçın
Hayatı ve Edebî Eserleri Üzerine Bir İnceleme, İzmir
1984, s. 5.
33 23.09.2005’te Kendisiyle Yaptığımız Mülâkat.
34 Kabaklı, Ahmet, “Emine Işınsu İçin Ne
Demişlerdi?”, Töre, S. 139, Aralık 1982, s. 117–118.
35 Tunalı, Yağmur, a.g.m., Töre, s. 52.
36 Tunalı, Yağmur, a.g.m., Töre, s. 54.
37 Hürsoy, Elif, a.g.m. ,Türk Edebiyatı, S. 364, s. 8.
38 Naci, Fethi, “Romancının İşi Tarih Değil, Roman Yazmaktır”, Hürriyet Gösteri, S. 197–198, s. 58.
39 Tural, Sadık Kemal, a.g.e., s. 42.
40 Parlatır, İsmail, “Korkut Ata’nın Söz Varlığı”,
Uluslar Arası Dede Korkut Bilgi Şöleni, Ankara 1999,
s. 291.
41 Sarıyev, Berdi, “Dede Korkut’ta Geçen Bazı
Gelenek-Görenekler, Halk İnanışları, Deyimler ve
Bugün Türkmenistan’daki İzleri”, Uluslar Arası Dede
Korkut Bilgi Şöleni, a.g.y. , s. 317.
42 23.09.2005’te Kendisiyle Yaptığımız Mülâkat.
43 Işınsu, Emine, a.g.e., s. 5.
44 Güzel, Abdurrahman, a.g.e., s. 658.
45 Aşkar, Mustafa, Tasavvuf Tarihi Literatürü, Ankara 2001, s. 157.
46 23.09.2005’te Kendisiyle Yaptığımız Mülâkat.
47 Çokum, Sevinç, a.g.m.,Türk Edebiyatı, S. 237, s. 10.
160
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
ÇİÇEKLER BÜYÜR
•
Mehmet Ali KALKAN
Bir neslin üzerinde hakkı olan Emine Işınsu Abla’ya
“ Gök asık suratlı, buz grisiydi”
Nisan Yağmuru’na Tutsak’tı zaman.
Mavice ümitler can irisiydi.
Bir Milyon İğne’ye üç- beş çöp saman.
Bir Yürek satıldı Çin Sarayı’na,
Kuzguni bakışlı, sarı benizli.
Akbaba niyetler uçar yarına,
Şeytan’dan mayalı, gölgeden izli.
Ne bilsin gerçeğin durduğu yeri,
Atlı Karınca’yla Cambaz taşıyan.
“Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri”
Görünen Bir olur, gönül aşiyan.
Azap Toprakları Sancılı, şaşkın.
Bahar doğum bekler gök yapraklarda.
Şahdamar sevdası tutuşur aşkın.
Hak Dost Diye Diye Ak Topraklar’da.
Sanma suyu Öksüz Zorlu Tuna’nın.
Gazi çınar çınar rüyaya uyur.
Horasan nakışlı aşkla yananın
Kalemi içinden Çiçekler Büyür.
161
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
GEÇ KALMA! NEREYE?
•
Bilge ERCİLASUN
Güzel sanatlar içinde edebiyat kadar bulunduğu
devrin insanını ve yaşayış tarzını aksettiren yoktur.
Edebi eserlerde kendi yazıldıkları devrin bütün problemleri ve değerleri, doğrudan doğruya veya dolaylı
olarak yer alır. Fakat edebi eser, her şeyden önce estetik bir bütünlüktür. Çeşitli sosyal ve ferdi meseleler, değerler, o estetik bütünlüğe ulaşmak için birer
vasıtadırlar. Yazar, her şeyi, güzel bir eser yaratmak
için malzeme olarak kullanır. Edebi eser niteliğini
taşıyan bir hikayede, bir romanda hem estetik, hem
sosyal ve ferdi unsurlar birbirine kaynaşmış bir halde
bulunurlar.
Işınsu, “Geç kalma! Nereye?” adlı hikayesinde bu
unsurları birleştirmiş. Bu, iki buçuk sayfalık kısa bir
hikaye. 1980 Nisan’ında Türk Edebiyatı Dergisinde
yayınlanmış. Işınsu hikayesine, 80 senesinin kışını
anlatmakla başlıyor. “Ne bitmez tükenmez kış!” diyor. İnsanların yüzlerinin gülmediğinden bahsediyor, bu da ona Demirperde ülkelerini hatırlatıyor.
“üşüyen yüzlerinde sanki bir senelik bıkkınlık.,
kısılan gözlerde endişe: Kim kime, ne zaman?” soruda da, sokak ortasında birdenbire öldürülen insanlar
kastediliyor.”Ya tavırları; hele hele ağızları açılmaya
görsün; sesleri her tonda öfkeyi bazan sabır, bazan küfürle fakat daima yeknesak bir kini sıçratarak
çıkmakta.” İnsanlar bıkkındırlar, endişelidirler, ölüm
sırası ne zaman kendilerine gelecek diye tedirgindirler. ölüm korkusu içindedirler. Kinle doludurlar. Bu
yüzden konuştukları zaman etrafa “yeknesak bir kin”
sıçratırlar.
İkinci paragraf yine kış tasviriyle ilgili bir cümleyle başlar. Fakat daha önceki paragrafta olduğu
gibi iki cümlelik tasvirle yetinilir. Sonra yine insanın
iç dünyası anlatılır: “Kar lapa lapa yağıyor. Beyaz
kelebeklere benzeten olmuş. Aaa, ya şiirler düzüp,
sefasını sürmüşler, bizimkiler, eskiden. Şimdi “Kış
Olimpiyatları” falan gibi lüksler var. TV’de seyrediyoruz, zaten buz tutmuş yüreğimiz daha bir karlanıyor.
Spor, eğlence, mücadele, başarı uğruna onlar. bir
başka dünyanın bir başka –daha doğrusu bana başka’
ve hiç anlaşılmaz gelen- zevkini yaşamaktalar. Helal
olsun! Yahut da, bana ne... “
Burada eski -cemiyetimizle yenisi arasındaki
büyük farklılık, Avrupa- ile bizimki arasındaki
tezat belirtilmiş. Tekniğin ilerlemesi, birçok şeyi.
*Türk Edebiyatı Mart 1981 S.91 sy.36
Değiştiriyor ve insan hayatını etkiliyor: Eskiden kar
manzarası karşısında şiirler yazılırmış. şimdi ise televizyon seyrediliyor. Bizim insanımız ise bir türlü kendi değerlerini bulamıyor Eski şiirlere, kar karşısında
duygulanıp şiir söylemeye ve bundan zevk almaya da
yabancıdır. Kış Olimpiyatlarındaki eğlencelere de...
Bir yandan da aniden öldürülüvermek korkusu... Bu
yüzden değerler ve meseleler arasında sallanıp duruyor.
Üçüncü paragraf yine aynı cümleyle başlıyor: “Kar
lapa lapa yağıyor.” Bu tekrarlar, hikayeye değişik
bir kompozisyon vermiş. Hikayenin kahramanı olan
ve işine gitmek üzere yola çıkan genç kız birçok şey
düşünüyor, ölüm korkusu, gülmeyen çehreler, kinli
ve öfkeli insanlar, şiirler, televizyon, olimpiyatlar...
Bu arada dış dünyanın gerçeği onu sık sık realiteye
çekiyor: Hava soğuktur ve kar yağmaktadır. Bundan
sonra modem dünyaya ait vasıtalar, hikayeye girmeye
devam ediyor: Dolmuş yoktur, yokuşu otobüs bile
tırmanamaz. Genç kız işine yetişmek için yürümek
zorundadır. Daireye vardıktan sonrası ise kolaydır:
Kalorifere sırtını dayayıp kazağını kolunu örmeye
başlayacaktır. Sorumsuzluk o raddedir ki, müdür
daktiloya yazı vermekten çekinmektedir. Genç kız
cemiyetimizdeki herhangi bir memuru temsil ediyor.
Değerlerin ve inançların yıkılması, yerine yenilerinin
konulamaması, aldırışsızhk ve sorumsuzluk felsefesine yol açıyor: “Devletin malı deniz, yemeyen
domuz, demiş atalarımız.” İnsanımız mazisinden
kopmuştur: “Atalarımız... sahi onlar da kim? Şey
bir terslik var diyorum.” Derken yine bir eski-yeni
karşılaştırması: “Atalarımız... daha sonra. Hele şu
”güncel sorunları çözümleyelim.” Benim sorunum
değil! İyi, bu lafı da TV dizilerinden öğrendik, faydalı
oldu. Bir kullanıyoruz ki, şıpadak oturuyor yerine.
Karşıdaki de tabii. İnsanlara haddini bildirmenin
böyle biçimli yolları varsa.”
Buraya kadar hikayenin kahramanı Mine’nin
duyguları ve düşünceler anlatılır. Mine, eski
değerlerini tamamen kaybetmiş, yenilerini ise henüz
bulamamış bir cemiyetin insanıdır Ruh tahlillerinde
başarılı olan yazar. Mine’nin dünyasını ve bunalımını,
değişik üslubundan da yararlanarak vermiştir. Bunun
için birbiriyle ilgisizmiş gibi görünen unsurların birinden diğerine atlamış, tezatlar arasında geçişler yapmış,
162
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
kah devrik, kah soru, kah kesik cümleler kullanarak
Mine’nin iç dünyasını, canlı ve ak bir üslupla vermiş.
Bundan sonraki kısımda Mine’nin sokakta.
rastladığı bir arkadaşıyla olan konuşmalarına yer
verilir. Cemiyetin sarsılması, aileye de tesir edecektir: Mine evlenememiştir, arkadaşı Özcan ise
boşanamamaktadır. Özcan boşanma davasını alaylı
bir şekilde anlatır:
“Hâlâ, daha! Öyle bir avukat tutmuş ki hatun, o da
hatun ve dul. Bizim davada kendi hayatını yaşıyor
öyle olmalı. Yedinci yıl diye tutturmuş. Yedinci yılda
çiftler arasında anlaşmazlık olurmuş da geçermiş de.,
konuştum, bizimki yedinci yıl meselesi değil, beşinci
ay dedim, yedi yıldan beri mahkemedeyim, dedim.”
Hikâye şöyle devam eder:
“Özcan, eski arkadaşları görüp görmediğimi soruyor, hani dernektekileri.”
“Yoooo ...” diyorum. “Herkes dağıldı bir yerlere.”
Sesi hırçın:
“Herkes yerli yerinde, dağılan yok.”
Ah, evet dağılan benim. Derneğe uğramayan.
Birşeyleri eski yerinde bırakan. Bırakıp da unutan.
Örülecek kazaklarım var canım, bir de koca… falan.
Tedirginim, lâfı değiştirmek istiyorum:
“Eh, sen n’apıyorsun bakalım oralarda?”
Burada da olay kahramanlarına âit pek çok bilgi
veriliyor ve onlar bize âdetâ bütün özellikleriyle
tanıtılıyor. Mine derneğe uğramıyor diye Özcan’ın
kırgınlığı ve kızgınlığı, Mine’nin evde kalmışlığı
mesele etmesi ve yüzden eski arkadaşlarından
kaçması.
Eserin konusu birden asıl tem üzerine döner: ölüm
korkusu… Özcan partinin il başkanı olduğunu söyleyince, Mine’nin korkudan ayağı kayar, şehit ediliveren partilileri hatırlar ve şu cümle ağzından kaçar: “Allah seni korusun.” Fakat Özcan’ın yüzünde
öyle bir rahatlık vardır ki genç kız bundan sonra ne
diyeceğini şaşırır. Özcan varlığın mânâsını kavramış,
bir ideale inanmış ve bunun için çalışmış olmanın huzuru ve mutluluğu içindedir: ‘
“Yüzünde bir rahatlık. Hüzün ve huzur, bunca iç
içe? ... Ne ilâve edebilirdin cümlene a budala kız, şu
teslimiyete ulaşabilir misin sen!”
İki arkadaş birbirlerinden ayrılırlar, Mine, içinde bir
yığın düşünce, Özcan’ın arkasından bakakalır:
“Ama ben... canım bu soğuk gözlerimi yaşartıyor
işte, yoksa ağladığımdan falan değil.”
Hikâye bu cümlelerle sona erer. lşınsu, bu eserinde Türkiye’de komünist kurşunlarına hedef olmak korkusunu içinde duyan bir insanın duygu ve
düşüncelerini işlemiştir. Bu sosyal bir ızdıraptır. Bundan başka hikayenin kadın kahramanı, yirminci asrın
ikinci yarısında yaşayan insanın bütün bunalımlarını
ve iç çatışmalarını da geçirmektedir. Eserin kısalığı ile
işlediği meselelerin çokluğu bir tezat teşkil eder. Bu
ise eserin kusuru değil, karakteristiğidir. Yazar bununla, pek çok meseleyi birden düşünmek ve anlamak zorunda kalan, bu durumu “çok yönlülük”, ve bir meziyet olarak kabul eden çağımızın insanının karmaşık
ruh -halini yansıtmaktadır. Fakat bu hikayede çağın
ve asrın özelliklerinden çok milli ve mahallî unsurlar görülmektedir. Bu da edebî eserde millî ve mahallî
rengin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Işınsu,
içinde yaşadığı dünyayı, tabiat şartlarına varıncaya
kadar eserine aksettirmiş: lâpa lâpa yağan kar, soğuk
ve uzun kış, yokuşu tırmanamayan otobüs...
Hikâyede dış tasvire ve dış dünyaya az yer verilmiş.
Yazar sık sık kahramanlarının iç dünyasına döner
ve tahliller yapar. Bu tahliller, eserdeki tipleri bütün
özellikleriyle bize veriyor, yazarın tip yaratmaktaki
ve onları bütün yönleriyle işlemekteki ustalığını bize
gösteriyor. Millî ve mahallî unsurlar ise, bu iç tahlillerde daha çok karşımıza çıkıyor: anarşinin yarattığı
ölüm korkusu, hayatın pahalılığı, evlenememiş
olmanın üzüntüsü, uydurma kelimeler, maziden
kopukluk ve bunun yarattığı boşluk...
Üslup rahat ve akıcıdır. Birçok problem, kısa cümlelerle belirtilmiştir. üslubun bir başka özelliği de
olayın akışının fiil cümleleriyle değil, iç konuşmalarla
ve karşılıklı konuşmalarla verilmiş olmasıdır. Bu aynı
zamanda eserin yapısının özelliğidir. Yazar, hikâyenin
konusunu, konuşmalar üzerine kurar ve olayın akışını
iç tahlillere yerleştirir.
Üslupta hafif ve acı bir alay tonu hakimdir. Ayrıca,
umursamazlık, vurdumduymaz görünme gayreti sezilir. Bu, Mine’nin hayat karşısında takınmak istediği
tavırdır. Günlük hayatın getirdiği bir sürü mesele,
buna ilâve olarak da ölüm korkusu, onun hayata hafif
bir istihza ile bakmaya çalışmasına yol açar. Mine
olayları alayla değerlendirmeye çalıştığı halde, bütün
meselelerden derinliğine etkilenen hassas bir kızdır.
“Geç Kalma! Nereye?”, devrini bütün çizgileriyle veren, muhteva ile üslup arasında başarılı bir
sentez sağlayan bir eserdir. Bu da, daha çok romana
yönelmiş olan yazarın hikâyede de aynı ustalığı
sağlayabileceğini göstermektedir.
163
F İ K İ R
S A NAT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
“TUTSAK”
ROMANI
VE
HÜRRİYET
KAVRAMI
ÜZERİNE
•
Şerif AKTAŞ
Çağımızda birçok ülkede hürriyet kelimesinin
ifade ettiği kavram değişik şekillerde dillere dolanarak bayağılaştırılmıştır. Çünkü, hep insanın değil
sürü halinde tasavvur edilen toplulukların hürriyet anlayışından yola çıkılmaktadır. Bunda tek tek
kişilerin kendi içlerine bakmaktan korkmalarının elbette büyük tesiri vardır. Çünkü, çok defa bu kavram
üzerinde, değişik şekillerde hüküm vermeye kendisini
yetkili gören insan, iç esaretin zulmü altında inlemektedir. Onun kendisine bakmaya, daha yerinde bir ifadeyle varlığına vurulmuş zincirleri çözmeye gücü
yetmemektedir. Bu bir cesaret işidir, insan olmanın,
«eşref-i mahlûkât» olmanın şerefini duyabilen kalblerin becerebileceği büyük işlerden biridir. Bu fiili gerçekleştiremeyenler, adi sineklerin bal özünü
bünyesinde taşıyan çiçeğin etrafında vızıldamaları
gibi kavramın çevresinde dönüp dururlar. Kâinata
verdikleri de yalnız âhenksiz bir sesten ibarettir.
Hürriyet kavramı üzerinde düşünülürken önce şu sualler cevaplandırılmalı. Kendi iç dünyasında hür olmayan, hatta bu kelimenin karşıladığı kavramın o büyüleyici zevkini tanımayan insan hürriyetten söz edebilir
mi? Böyle insanlardan müteşekkil bir toplulukta, hürriyet adına atılan nutuklar, iç esâretin zincir seslerinin
ağızlardan dökülen ifâdesi değil midir? Kişinin kendi
gönlüne vurduğu prangaları tek tek kırmadan onun
*TÖRE Dergisi, Y.9 S.76 Eylül 1977 s.20
gerçek hürriyeti tatması mümkün mü? Kaynağını irsiyetten alan ve ferdin kendi geçmişindeki olaylarla
kollarına iyice düğümlenen zincirler çözülmeden hürriyetten bahsetmeye kalkmak samimiyetsizliğin en
büyük örneklerinden biri sayılmaz mı? Bütün bunlar
gerçekleşse dahi, insan mutlak manaâda hürriyetin
kendine mahsûs havasını ne ölçüde teneffüs edebilir?
Kişinin hayatında gerçekleştirebileceği insanî hürriyetin sınırları nereye kadar uzanır?
Bütün bu suallerin cevabı bu ara III. baskısını yapan Emine Işınsu’nun Tutsak adlı eserinde, roman
türünün sınırları içerisinde verilmeye gayret edilmiş.
Biz, eserde tip hususiyetlerini nefislerinde taşıyan
kahramanlar çevresinde bu hürriyet problemi üzerinde durmak istiyoruz. Bu arada, romandaki tiplerin,
bu gün meselelerimiz karşısında bir nevi bocalayan
insanların bir kısmına çok benzemesi, hatta aynı zihniyeti taşıyan insanlar olması eserin aktüalitesini
korumasına imkân hazırldığını da ifade etmek istiyorum.
Roman, zamanımızın yüksek sosyetesinin esaretten şuursuzca kaçışına ait panik hâlinin sergilenmesine imkân hazırlayan bir evde tertip edilmiş
gece eğlencesinin anlatılmasıyla başlamaktadır. Bu
164
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
sahnede romanın erkek kahramanı Orhan’ı kadın
kahramanlarından Ceren’i, Selma’yı ve bunların
arkadaşlarını tanıyoruz. Bunlar, sürdükdükleri hayat
tarzıyla kendilerinin hür oldukalrını zannederler.
Oysa hepsinin bileklerinde ve ayaklarında markaları
ve renkleri başka başka olan zincirler vardır. Bu
eğlence esnasında, evden yükselen sesler, sözü edilen
zincirlerin birbirine vurmasından ortaya çıkan seslerdir. Tavır ve hareketler ise, kendi taşıdığı zinciri görmeyen fakat karşısındakinin bilek ve ayaklarındaki
zincirlere garip bir tarzda bakıp buruk bir zevk alan
insanların hâline çok benzemektedir.
Bunlardan Orhan tam manâsıyla esirdir, maddenin
esiri. Ceren, bir tereddüdün kadını olarak karşımıza
çıkar, arayış içerisindedir, sanatkâr kalbine devamlı
olarak yönelttiği sorularla bileklerindeki zincirlerin bir hayli incelmesini sağlamıştır. Fakat bir türlü
beyin, kalp diyaloğunu kurup son ve kurtarıcı hamleyi gerçekleştiremez, büyük gönüllü bir kurtarıcıya
ihtiyacı vardır. Selma ise, hürriyete kavuşmak arzusuyla geçmişte gerçekleştirdiği bir hamle neticesi, bileklerine ikinci bir zincir takmıştır, bunun sebebi beyin
kalp diyaloğunu kuramayışı, kendi benliğini temizleyerek hürriyetin barınağı hâline getiremeden harekete
geçişidir. Selma, artık hür olma arzusunun çaresiz
esiridir. Bu istek onun kocasından ayrılmasına sebep
olmuştur, bir hayat tarzının hürriyet anlayışını sonuna kadar yaşamak zorundadır. Romanın ortalarında
tanıdığımız Tarık, insanî hürriyeti nefsinde yaşayan
büyük gönüllü biri olarak karşımıza çıkıyor. O, gönlüyle, kalbiyle hülâsa bütün varlığı ile kişi oğlunun
hürriyet yolunda varacağı son çembere ulaşmış bir
idealisttir, gerçek insandır. Orhan’ın çevresindeki iş
arkadaşları ve dostları kendisi gibidir. Ancak aynı
noktaya değişik yerlerden hareket ederek gelmişlerdir.
Hepsinin esiri olduğu köle tüccarı aynıdır. Adı da maddedir. Fatma ve Hasırcı bu tipin sanat sahasında faaliyet gösteren insanlarıdır. Bunların kendilerine menfaat temin ettiği müddet boyunca arkasından gittikleri
fakat insanî hürriyetin sınırlarının bittiği yerde kadere
esir olduğu noktada terkettikleri Menderes, söz konusu tipe mensup insanların ideal diye benimsedikleri
kavramlar ve onları temsil eden şahıslar karşısındaki
tavırlarını, daha yerinde bir ifadeyle bayağılıklarını,
o maddî imkânlar içerisinde yoksulluklarını ortaya
koymak kasdıyla romanda kahraman olarak karşımıza
çıkar. Tarık ve Menderes yalnız kaderin esiridir. Böylece eserlerdeki kahramanları tip husûsiyeti gösteren
üç ayrı şahsiyet çevresinde incelemek mümkündür.
Bunlar maddeci Orhan tipi, idealist Tarık tipi, devrin
ıstırabını sanatkâr hassasiyeti ile duyan maddeci
çevrede yaşamaya mahkûm olan fakat bir türlü isyan
edemeyen muzdarib Ceren tipi. Şimdi bunlar üzerinde
duralım:
Orhan Erbilli :
Cumhuriyetin ilk yıllarında Kerkük’ten İstanbul’a
gelen bir ailenin çocuğu olan Orhan, bugün de cemiyetimizde benzerine çok rastladığımız iş adamı
tipinin menfi bir çok hususiyetini nefsinde toplamış
bir insan olarak karşımıza çıkar. Onun böyle olmasını
hazırlayan şartlar zinciri, babasına ve annesine kadar
uzanır. Babası, Cumhuriyetin ilk yıllarında doğup
büyüdüğü, vatan bildiği Kerkük’ü rahatı için terkedip İstanbul’a gelmiştir. Orhan Erbilli’nin amcası ve
Tarık’ın babası ise «Ben bu toprak üzerinde doğdum,
Türkiye nasıl benim vatanımsa burası da vatanım.»
deyip Gazi Paşa’nın günün birinde Kerkük’e de
gideceği ümidiyle her türlü dünyevî zahmeti peşinen
kabûl ederek orada kalmıştır. Böylece iki kardeşten
biri maddî değerler dünyasını, diğeri manevî değerler
bütününü tercih ederler, artık yolları ayrılmıştır. Orhan
Erbilli, böyle bir babadan irsiyetle geçen husûsiyetleri
geliştirecek bir aile ortamı içerisinde mühendis mektebini bitirir. Babası ona yalnız Kerkük’ten geldiğini
söylemiştir, orası ile ilgili ne hikâye anlatmış, ne de
horyatlardan söz etmiştir. O, geçmişinden habersiz
büyümüştür. Nefsinin ihtiyaçlarından başka hiç bir
şeyle ciddi olarak ilgilendirilmemiştir. Tam bir maddeci olarak yetişen bu insanda sanat endişesi dudak
bükülüp geçilecek faidesiz bir gayretten başka bir
şey değildir. Onun böyle olmasında tabii olarak annesinin de büyük rolü vardır. Orhan, elde etmek
istediği bir kadının evinden kovulduktan sonra, annesinden çocukluğunda duyduğu şu cümleleri hatırlar:
«Kadın mı ne olacak oğlum, biri olmazsa öbürü.
Kadından bol ne var... Sen bir tanesin. Sen güzelsin,
akıllısın. Bir tanesin, cansın... Erkeksin... «Gel pantolonunun düğmelerini ilikleyeyim. Ben iliklerim
anne. Yapamazsın sen beceremezsin. Gel canım, gel
güzel oğlum... yiyeyim senin bacaklarını, amanın ne
güzelmiş benim oğlumun bacakları», «Ben babanla
yatarım oğlum, seninle yatmam. Kızıyor baban, sen
Orhan’ı benden daha çok mu seviyorsun diyor. «Sen
güzelsin baban çirkin... Sen bir tanesin kimseler benzemez sana», «Birgül ağabeyinin pantolonunu ütüle
senin ağabeyin başkaları gibi mi,kimselere benzemez
o bir tanedir güzeldir... Sen oku Orhan’ım ben ağzına
yediririm.»
Yazar, diğer kahramanlarında olduğu gibi Orhan’ın
şahsiyetinin teşekkülünde ehemmiyetli olan dönemeç noktalarını eserin bütünü içerisinde, bazan
kahramanlarına geçmişlerini
hatırlatarak, bazan
da olayın tabii akışı içerisinde onları konuşturarak
okuyucunun dikkatine sunmasını çok iyi beceriyor. Tutsak, bu yönleriyle psikanalizle uğraşanlar
165
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
için hem malzeme değerini taşımakta hem de, bu
nazarla incelenmesi gereken bir eser olarak karşımıza
çıkmaktadır. Orhan Erbilli, bu bakış açısından
değerlendirildiğinde, onu, çocukluğunun esiri olan
koca bir bebek olarak mütalaa etmek gerekir. Hem de
bütün kadınlarda annesini gören, onu yaşamak isteyen bir bebek... Çocukluğunda doyurulmamış sonra
da isabetli bir eğitim ile iyi yola kanalize edilmemiş
bu isteğin sebep olduğu ruhî bozukluk onun bütün
hayatına hâkim olmakta, her davranışının arkasında
itici güç vazifesini görmektedir. Orhan’da görülen
aşırı ölçüdeki egoizm de aynı ruhî kompleksin tezahürlerinden biri olarak düşünülebilir. Egoizm, onun
kendini herkesten üstün görmesine, dünyadaki her
türlü nimetten yararlanmak için gayret sarfetmesine
zorlamaktadır. Ancak onun nimet bildikleri şeyler, bir
ruhî komplekse vücut veren diğer unsurlar tarafından
tayin edilmiştir. Bu nimetler yalnız nefsânî arzulara
cevap teşkil eden ve insanın diğer canlı varlıklarla ortak taraflarından ibarettir. Böyle bir insan tabii olarak
ten ve damak zevkini her türlü insanî değerden üstün
tutar. Bunun için de çok paraya ihtiyacı vardır. Öyle
ise Orhan’ın çok kazanma arzusunun arkasında onun
ruhî bozukluğunun zorlmasının tesiri çok ehemmiyetli yer işgal etmektedir. Böyle bir insanın kazanmak
için her türlü yolu meşru sayması, tabiidir. Ancak elde
ettiği maddî imkânlar, Orhan’ın iç yüzünün gözler
önüne serilmesine zemin hazırlar, onun bayağılıklarını
ortaya kor. Zaten kazanmak arzusu kaynağını, -daha
önce de belirttiğimiz gibi- onun kollarına vurulmuş
zincir durumunda olan ruhî kompleksden almaktadır.
O, bir türlü bu akıştan kendini kurtaramaz, ilerlediği
yolda gittikçe batar. Şimdi bu insan hür mü? Eserde
onun çevresinde olan insanlar da aynı husûsiyetleri
taşımaktadır. Yalnız Ceren ve Tarık bu durumdan
rahatsız olur ve ayrı ayrı tiplerin temsilcileri olarak
karşımıza çıkarlar.
Ceren Erbilli:
Orhan Erbilli’nin eşi Ceren Hanım’ı çocukluğunun
çizdiği çenberin dışına çıkaran Tarık’tır. Ancak
Ceren’de daha öncede belirttiğmiz gibi nefsiyle
hesaplaşarak kendini aşma gayreti vardır. Adetâ
yüzme bilmeyen bir insanın kendini boğulmaktan
kurtaracak güçlü kolları beklemesi gibi, Ceren’in talihi de Tarık’ı bekler. Onda devamlı taze olan insanî unsurlar, isabetsiz bir eş seçimi ile düştüğü kötü çevrenin
getirdiği unsurlarla bir iç mücadele hâlindedir. Ceren,
yaradılıştan sanatkârdır. O, eserde dış görünüşü ile
her türlü ıstıraba sessizce katlanan, iç dünyasında
fırtınalar kopan sanatkâr insanların temsilcisi gibidir.
Ancak, bu ıstırabı derinleştirmekten korkar. Kendi
ifadesiyle «tutunacak bir dal» aramaktadır. Onun
bütün trajedisi bu cümlenin arkasında gizlidir. Çünkü
ıstırabın kaynağına, arı kovanına elini sokar gibi
korkmadan girse büyük sanatkârlara mahsus çileye
talib demektir; içinde bulunduğu şartlara kızgınlıkla
verilmiş bir kararın sonucu isyân etse ve onları bir
daha hatırlamasa ıstırabdan kaçan piyasa adamı olarak
ortaya çıkacaktır. Romanın diğer kadın kahramanı
Selma’dan farkı olmayacaktır. Her iki halde de
rahatlayacaktır. Ceren’in bu trajedisinin kaynağı da
çocukluğudur. O, daha oyun çağında iken «düşünceli»
bir çocuk görünme isteği ile kendi kendini mahkûm
etmiştir. Bunda içinde yetiştiği aile çevresinin rolü
büyüktür. Çünkü bu aile çevresi, ona «arzularını, kaprislerini, hatta çocukca şımarıklıklarını içine gömerek» yakınlarının tasvibini kazanmayı telkin etmiştir.
Bu şartlar altında büyüyen Ceren, evlendiği zaman da
kocasından «şefkat ve anlayış bekleyen küçük bir kız
gibi» Orhan’a uzanır. Artık annesinin yerini Orhan
almıştır. O üzülmesin diye Ceren bir bakıma kendi
varlığını inkâr eder. Böyle bir insanın da hürriyete
kavuşması için ellerinden bu zinciri çözecek ve onu
yeni girdiği ışıklı havaya alıştıracak bir güce ihtiyacı
vardır. Ceren, Tarık ile karşılaşıncaya kadar sanat
endişesinin verdiği bir kuvvetle bu zinciri koparmak
üzere zorlar. Fakat isyan edemez, garip bir çaresizlik içinde bileklerinde taşıdığı zincirden şikayetçidir.
Kendi varlığını ve dış çevreyi bu şikâyetlerin verdiği
imkân ölçüsünde sanatkâr bir mizacın objektifinden
müşahade eder. Kısacası Ceren, hürriyete kavuşma
kabiliyetini nefsinde taşıyan bir eserdir. Onun sanat
hakkındaki düşünceleri, şahsiyetinin bütünü içinde
geçerlidir. Zaten Ceren’i çevresindekilerden ayıran da
bu sanat endişesi değil midir? Romandaki şu cümleler
Ceren tipinin husûsiyetlerini ifade ettiği için ehemmiyetlidir: «İçinde yaşanılan zamanın sınırladığı bir güzel anlayışı var sanatta. Sanatkâr, bu sınırın tutsağı olmaya mecbur tutuluyor adetâ, çıkışları alışılagelenden
ayrı bir renk saçan pırıltıya tahammülleri yok! Güzel’i
bu sınırın dışında aramaya çalışırsan veya ruhumuzun,
benliğimizin bir yanında uyuşmuş kalmış, bir eski güzeli bulup çıkarırsan kabûl edilmiyorsun. Ya küçümseyip silmek istiyorlar seni, ya deli diyorlar.» Büyük
sanatkâr çevresinin tasvibini kazanmak için faaliyet
göstermez, o içindeki dayanılmaz arzunun tesiriyle
kendi dünyasını sanat eseri vasıtasıyla dışa aksettirir. Yukarıdaki cümlelerden Ceren’in çevresindeki
insanların tasvibine muhtaç olduğu anlaşılmaktadır.
Bunun sebebi onun yetişmesinde büyük rolü olan
aile içi eğitimin sınırları dahilinde aranmalıdır. Ceren
belki de tasvip edilme, beğenilme, sessizliği ile hoş
görünme arzusunun esiridir. Onun bundan kurtulması
için ferdiyeti aşan büyük bir meselenin ruhuna heyecan vermesi, daha yerinde bir ifadeyle benliğinde gizli olan bir gücü alevlendirmesi gerekmektedir.
166
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Romancının «Küçük Dünya» adlı kitabında da aynı
husûsiyeti görmemiz manidâr.
Emine Işınsu’nun bütün eserleri üzerinde yapılacak
bir çalışma, sanatkârın roman dünyasının ana hatlarını
daha iyi ortaya kor. Kanaatimize göre böyle bir
çalışma neticesinde ortaya çıkacak tabloda yukarıda
işaret ettiğimiz husûsiyet ehemmiyetli yer işgal eder.
Böylece Ceren tipinin romancının dünyası içerisindeki yerini sezdirdikten sonra, Tutsak’a dönelim.Sözünü
ettiğimiz gücü alevlendirecek insan Tarık’tır. Bu güç
dünya Türklüğünün bütün meselelerine sahip çıkma
şuuru olarak tecelli ediyor. Bu şuur, Ceren’i yaşadığı
basit ve maddî hayatın üzerine yükseltiyor, onun kalbbeyin diyaloğunu kurmasına ve çocukluğunun çizdiği
dar çenberin dışına çıkmasına zemin hazırlıyor. Bir
dâvanın samimi savunucusu olmak Ceren’i hürriyete
kavuşturuyor.
Bu arada onun Tarık ile karşılaşmasını, insanî hürriyetin sınırlarının bittiği yerde bir başka gücün hâkimiyeti kişileri idare eder şeklinde yorumlarsak pek
hata etmiş olmayız. Buna biz kader diyoruz. Tarık’ın
ve Menderes’in kaderin esiri olduğu eserin sonlarında
vurgulanmak istenmiştir. Ancak buna esaret denilir mi? Romanda da bu yolda her hangi bir yorumla
karşılaşmıyoruz. Ancak insanî hürriyetin, kaderin
sınırında hâkimiyetini ona teslim ettiği değişik
şekillerde ifade edilmiştir.
Tarık :
Tarık, kendi kökünden kopmamış, sun’î teneffüse ihtiyaç duymadan yaşayabilen bir insan olarak
karşımıza çıkar. Onun yetişmesinde Kerkük’teki ailesinin ve çevresinin müsbet tesirleri vardır. Romanda
horyatlarda ifadesini bulan milli terbiye, Tarık’ın
şahsında bir nevi cisimlenir. Onun Kerkük’teki mücadele arkadaşları, Ankara’da Türk Ocağında tanıdığı,
sohbetlerine iştirak ettiği, konuşmalarını dinlediği
insanlar romanda Tarık’ın temsil ettiği tipin hususiyetlerini taşıyan kişilerdir. Bunların ortak tarafları
nefislerinde duygu ile aklı birleştirmeleri, buradan
aldıkları güçle büyük bir milletin bölünmezliğini, bu
yolda mücadele etmenin kudsiyetini kabûl etmeleri;
insanı bayağılaştıran küçük ve maddî zevkleri hiçe
sayıp büyük gönüllerinin emrettiği tarzda hareket
etmeleridir. Tarık, millî değerler bütünün verdiği
heyecanı nefsinde çok iyi duyabildiği için, esir
olmasına rağmen kendi dünyasında insanî hürriyeti sonuna kadar yaşar. Burada görünüşte esir olan
fakat aslında kendisini hür zanneden bir çok insandan daha fazla hür olan bir insanla karşılaşıyoruz.
Hürriyet problemine sürü halindeki insanların
koyduğu hükümler ışığında bakan kimseler, Tarık’ın
hür olmasını anlayamazlar. Çünkü onlar için hür-
riyet iç huzuru değil, dış görünüşüyle rahat bir ömür
sürdürmek için hazırlanmış dış şartlardan ibarettir.
Tarık tipinin gönül rahatlığını, yaradılışın verdiği
vazifeyi yapmanın sağladığı hakiki huzuru, hürriyeti
ve bu tipin davranışlarını anlamak her hâlde ancak
o hâli yaşamakla olur. Bu dinî vecd gibi bir şeydir.
Hür olmak da böyle değil mi? Hürriyet ifade edebilmek için var olan bir kavram değil yaşanan ve
ancak yaşayanların bildiği bir kavramdır. Onların
tavır ve hareketleri de yalnız kendilerine benzer insanlar tarafından anlaşılır. Yalnız, romancı Tarık’ı çok
yerde her nedense serbest bırakmamış, onu devamlı
susturmuş. Tarık’ın yerine Ceren’i konuşturmuş.
Bununla Tarık’ın Ceren üzerinde nasıl bir tesir
bıraktığı ifade edilmek istenmiştir. Böylece Tarık’ın
bütünlüğü ortaya konulmıştur. Ancak roman bütünü
içinde Tarık bize başka şeyler de söylemek istiyordu.
Orhan tipine mensup insanlara kendi varlık sebeplerini, büyük gönüllü insanlara mahsûs ağır başlılık
içinde haykırmak istiyordu. Anadolu insanının henüz
bozulmamış yaşayışını bazı bürokratlara gösterip bu
insanlara neden ihanet ettiklerini açık açık sormak
istiyordu! Kerkük’teki hayatla Anadolu’daki hayatı
karşılaştırıp bu tufeyli bürokratların nereden çıktığını
sormak istiyordu! Bilmem ki roman uzayacak diye
mi, yoksa başka bir sebeple mi Tarık konuşturulmadı?
O, bir insanın ıstıraplarını dindirmek ve yalnız ona
ışık tutmak için yaratılmış olamaz.
Ama her şeye rağmen Tutsak, Emine Işınsu’nun
psikolojik roman vadisinde çok daha iyi eserler verebileceğini ortaya koymaktadır. Bir kere
kadını tahlilde gösterdiği başarı, onu yakın devir
romancılığımız içerisinde ehemmiyetli bir mevkiye yükseltmiştir. Ama bu kadınların gönülleri
büyük, çevreleri dardır. Kocaman şehirde bir kaç
insan ile karşılaşmak mümkün mü? Çünkü Altın
Hanım, hizmetçi kadındır ama Selma’nın mektep
görmemişidir. Üstelik bizim kadınlarımızın bariz
husûsiyeti olan ariflikten de nasibini almamış kuru
biridir. Yazar kahramanlarının iç konuşmalarını roman bütünü içerisinde rahat sergilemektedir. Burada
psikanalizden iyi yararlanmıştır. Eserin bütünlüğü
bozulmadan, malûmât-furûşluk yapılmadan bir ilim
şubesinden elbette istifade edilir. Ancak bunlar bizim insanımıza ters düşecek tercüme havasında
olmamalıdır. Emine Işınsu, yakın devirdeki bir
çok kadın ve erkek romancmızda görülen böyle bir
hatâya da düşmemiştir. Yalnız rüya yorumu meselesinde Ceren tipindeki ve seviyesindeki bir hanım
acaba başka şeyler düşünmez miydi? Ancak, sanatkâr
şüphesi belki buna imkân vermemiştir.
Eser bütünüyle hürriyet problemini XX.asır Türk
insanı çıkmazları çevresinde en iyi ortaya koyan romanlardan biri değil, birincisidir sanıyorum.
167
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
HALİDE NUSRET ZORLUTUNA
VE
«AŞK ve ZAFER»
•
Emine IŞINSU
Romanlarımdaki «anne» tipleri umumiyetle
olumsuzdur. Çaresiz, zavallı, fedakârlık gösterileri
arkasında benliklerini besleyen yahut aşırı hırslı..
şöyle böyle. O «anneler»’in benim anamla münasebetleri bulunup bulunmadığı sorulmuştur. Ben de
sordum bu suali kendi kendime, cevabım, içtenlikle
«Hayır» oldu. O anneler, benim annem Halide Nusret
Zorlutuna değildir.
Benim anam, her türlü gösterinin ötesinde gerçekten fedakâr bir kadındır. Aşırılığı ise hassasiyetinde ve
belki cemiyetin değer hükümleri karşısında gösterdiği
dikkattir.
Vatanî vazifeyi her türlü sorumluluğun üstünde
tutan «zorlu» bir askerin eşi; zamanı şimdiki gibi
değil, şartlar bilhassa ordu mensupları için çok ağır
ve yıpratıcı... Şair, yazar, öğretmen hanım kâh katır
sırtında, kâh at; bazen iptidai otobüslerde, bazen
kamyonda, zaman zaman da trenle dolaşır yurdun
dört bucağını. Yanında eşi, annesi, sonra oğlu ve
derken kızı. Mahrumiyet bölgeleri, bazı şehirlerde
lise var ama ekserisinde bir tek ortaokul. Edebiyat ve
Türkçe hocalığı yapar. «Benim Küçük Dostlarım»,
«evlâtlarım» dediği talebelerinden bir küçük demettir. Yıllar önce yayınlanan bu kitabın ikinci baskısını
1977’de Kültür Bakanlığı yaptı. Annemle talebeleri
arasında pek çabuk oluşuveren samimiyet ve dostluk havasına şaşmışımdır fakat beni asıl şaşırtan,
gittiğimiz her şehirde yahut kasabada, hatta bir
prevantoryum köşesinde annemin etrafını hemen
TÖRE Dergisi, Y.8, S.95 Nisan 1979, s.21
çevreleyen, ondan bir şeyler bekleyen her yaştan
ve çeşitli kültür seviyelerinden meydana gelen insan kalabalığı olmuştur. Ondan bir şeyler beklerler... Yalnız bilgi değil elbet, -çünkü edebiyata dair
çok soruları vardır- fakat ne? Bir genç kızın ümütsiz
aşkından, çeşitli aile dertleri, çocuk problemleri, problemli çocuklar, eş-dost geçimsizlikleri, yazı heveslileri, genç kaabiliyetlere kadar. Bilhassa sıkıntılar!
Annem, hepsine cevap verebiliyor muydu, bütün bu
konularda söz sahibi, nasihat sahibi olacak kadar bilgili ve yetenekli miydi? «Öyleydi!» diye kesip atmak,
satıhta bir cevap olur. Fakat şunu kesinlikle söyleyebilirim, annem karşısındakinin derdiyle, meselesiyle
yürekten hem-hâl olurdu. Verdiği, samimiyetti; içten
gelen riyasız duygularıydı, imanından doğan huzur ve saflıktı. Bu yüzden o, üç şiirinde insanlardan
korktuğunu, onlara acıdığını ve onları sevdiğini söylerken son derece içtendi.. diyorum.
İlk hatıralarım arasında, okuldan eve, evden okula koşup duran bir hanım var. Küçük kızı, saatin
yelkovanı ve akrebine dikip gözlerini, anasının dönüş
vaktini kestirmeğe çalışır. Anne, telâşlı ve heyecanlı
bir hanımdır, ev işi yaparken, yüksek sesle şiirler okur.
Eğer bir mısraı unutmuşsa, arûzun vezni ile tamamlar
onu, öteki mısraa atlar. Meselâ: «Körfezdeki durgun
suya bir bak göreceksin / Mef u lü me fa i lü - me fa i
lü- fe u lün / Mehtap iri güller ve senin en güzel aksin»
devam edip gider. Bu yüzden olacak çocukları, çocuk
yaşlarındayken öğrenmişlerdi arûzu.
168
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
Bir de masa başındaki genç kadın; pek çok kurşun
kalem, silgi, kalemtraş, sarı defterler ve öğrenci vazifeleri, öğrenci yazıları ve bunlar için mutlak kırmızı kalem. Bu bitmek tükenmek bilmeyen vazife kağıtlarını
titiz bir dikkatle düzeltiyor bilhassa kompozisyona
ehemmiyet veriyor, her kağıdın altına adetâ çocuğun
tahririnden daha uzun bir tenkid yazıyor ve mutlak
teşvik edici sözlerle bitiriyor... Sarı defterler ise kendi
yazıları, şiirleri için.
Halâ daha kurşun kalemle yazar, ucu silgili kurşun
kalem onun için pek sevindirici bir hediyedir.
Hediyeden söz açılmışken şunu belirteyim annem,
yalnız maddî imkânsızlıklar yüzünden değil, ehemmiyet vermeyi bir nevi zaıf addettiği için, giyim kuşam
ve takılarla ilgilenmezdi. «Bir büyüsem, zengin olsam, anneme kürk ve tek taş pırlanta alsam» diye pek
düşünmüşümdür. Eh, o zamanlar gördüğüm tanıdığım
bazı paşa hanımları, kürklü ve pırlantalı idiler!.. Annemin yazarlığından dolayı, o hanımların karşısında
üstünlük falan duymaz, bilâkis onların giyim kuşam ve
takılarına annem namına özenirdim!.
Çocukluğumun «anne» manzarasını tamamlayan, seccade bölümü de vardır, beş vakit. Beyaz baş
örtüsünü çevrelediği boyasız yüzü.. tesbih şıkırtısı ve
nedense hiç unutamadığım «Ya Vedd.. Ya Vedud..»
zikrî.
Ve misafirler.. misafirler.. ve pek çeşitli sosyal
müessesede, yardım derneklerinde faal görevler. Hepsinin içinde, arasında yazarlığa vakit bulması -bana
göre- bir mucizedir! Çünkü sağlığı da hiç bir zaman
iyi değildi. Geçirdiği ve beraber yaşamayı öğrendiği
rahatsızlıkları belki tam hatırlayamam. Ondaki enerji;
gücünü hayata bağlılıktan mı, yoksa sâdece imandan mı alır bilemem. Belki ikisinden de. Önceki yıl
«Hac»’a gitmeğe karar verdiğini bir dost evini beraberce ziyaret ettiğimiz vakit, o dosta açıklarken
öğrenmiş; öfkeden, şaşkınlıktan taş kesilmiştim.
Çankaya’daki evinden Kızılay’a yalnız gidemeyen
şu zayıf ve rahatsız hatun, bu yaşında! Yakın çevresinin ve bilhassa benim şiddetle karşı koymalarımıza
rağmen, kararında diretti. Gerçi yalnız değildi. Allah razı olsun bir eski öğrencisi ve onun eşi annemin
sorumluluğunu üzerlerine almışlardı amma.. Ama..
İşte ben, hava alanında bir dost kalabalığı arasında
onu mukaddes topraklara yolcu ederken, anamı bir
daha hiç göremeyeceğimden emindim. Zayıf bedeni
o toprakları istemişti, Allah da kabul etmişti duasını
böyle düşünüyordum.
Hac dönüşü annem, çok daha sağlıklı ve mutluydu!
Kalbî arzusuna onca karşı gelmiş olduğum için kendimden utandım.
169
İşte böylece kopuk kopuk hatıralar, ince kalın
çizgilerle anlatmaya çalıştım tanıdığım Halide Nusret Zorlutuna’yı. Bir evlat, kendi bencil hislerinden,
-sevgiden yahut tenkitlerden- sıyrılıp, nanca tarafsız
bir gözle bakabilir anasına? Elimden geleni yaptım.
Şimdi «Aşk ve Zafer»den söz açalım.
Dolaştığımız yerler arasında Urfa’ya bir başka türlü
tutuldu annem. Şehrin mistik havası; halkının sıcak
kanı, mertliği. Mahallî gelenek ve âdetlerin çeşitliliği.
İstiklâl savaşında; kendi başının çaresine bakıp dillere
destan bir kurtuluş muharebesi vermiş olması. Saymakla tükenir mi? Suruç Ovası, çiğ köftesi, geceleri
ve insanlarıyla annemin kaleminde şiirleşti Urfa.
Urfa’dan ayrılıp, Sarıkamış’a gittikten, Ankara’ya
geldikten sonra bile «Urfa»ya, «Hasretim Var..» diye
sesleniyordu.
«Aşk ve Zafer» mütareke zamanının İstanbul’undan
manzaralar verir ve Urfa kurtuluş muharebesini:
İstanbul’lu bir kızla Urfa’lı bir gencin aşklarında
şiirleştirerek anlatır.
Yedi sekiz yaşlarındaydım, hatırlıyorum, annem pür
heyecan babama anlatırdı:
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
(Zorlutuna 1938 yıllarında)
«Paşam, bugün Müftü Efendi ile görüştüm, savaşın
pek çok vesikası var onda. Ata’ya çekilen telgrafları,
gelen cevapları, hepsini göstrerdi. Notlar aldım.»
«Hacı Mustafa Efendi ile de görüştüm, muharebeye bizzat katılan bir kaç gaziyi de tanıttılar bana. Çok
heyecanlandım, çok.»
«Biliyor musun paşam, muharebenin ilk gecesi..»
«Bugün çarpışılan sahayı adım adım gezdim,
Mahmut Nedim konağındaki kurşun yaraları olduğu
gibi duruyor. O günleri, o geceleri yaşadım. Yaşadım
paşam.»
Annem böyle söylediği vakit… babam ciddi ciddi
gülümserdi. Bu «ciddi gülümseme» ona has bir özellik olsa gerekti, yahut da Trablus’dan Balkanlar’a,
Çanakkale’ye, İstiklâl savaşına kadar cephelerde
çarpışırken aldığı yaraları, gıdasızlıktan dökülen
bütün dişlerini düşünür, şu «yaşama» olayını, kendi
açısından bir hoş karşılardı....
Roman hakkında anneme bir kaç soru sormak istedim:
-Mütareke zamanı İstanbul’unu yahut kurtuluş
muharebesi veren Urfa’yı değil de, şu romanı
baştan başa ören aşkı merak ediyorum, öyle bir
aşk ki, İbrahim de vatan aşkı ile iç içedir. Delikanlı
al bayrakta bile sevdiğinin yüzünü görür. Bu aşk
hakkında söyleyecekleriniz var mı?
-Yaşanmış bir aşktır, benim için temiz ve aziz bir
hatıradır. Aslında İbrahim, Urfa’lı değil Maraş’lıdır.
Maraş’ın eski, köklü ailelerinden birine mensuptur.
Biliyorsun Kahraman Maraş da, İstiklâl savaşında
kendi göbeğini kendi kesti; kurtuluşunu bizzat öz
evlâtları, kendi halkıyla, kanı bahasına kazandı.
-Peki; ya leylâklı köşkün güzel kızı?
Bu sualime, annem hafifçe tebessüm ediyor:
-O hanım kız, romanda gösterildiği kadar güzel
değildi!.. Evet, romanın yalnız Zinnûr’la ilgili bölümlerinde epeyce hayâl payı vardır.
Bir zamanlar çocuk kalbimi kıskançlıkla dolduran
bir olayı hatırlıyorum, annem Kemâlettin Kâmî’nin
vefatını öğrendiği zaman ağlamıştı.
-Kemâlettin Kamî’ye dair de bir bahis var.
-Ah kıymetli çok sevdiğim bir arkadaşımdı. İyi bir
şair, iyi bir insandı. Bizim zamanımızda kadın erkek
arkadaşlıkları daha bir saygılı, daha bir değerli oluyordu, bilmem. Ben romanımda bu kıymetli arkadaşımı,
öyle anmak istedim.
-Zeliha’da kasteddiğiniz belirli bir şahıs var mı?
-Hayır.
-Ben şahsen anne ve sanırım bir çok kimse sizin
nesrinizi, şiirinizden üstün buluruz; bu konuda
söyleyeceğiniz bir şey var mı, yahut tercihiniz?
-Bilmem ki, bu sual iki çocuğunuzdan hangisini
daha çok seviyorsunuz gibi geldi bana. Cevap vermek
güç, belki de imkânsız. Ancak şiir, zaman ve mekân
tanımadan kendi gelir, bazen uykudan uyandırır insanı.
Sonra yazarsınız, rahatlarsınız. Şunu da belirteyim,
kâğıda geçen şiirlerim, hiç bir zaman gönlümdekilerin
güzelliğine erişememiştir. Romana gelince; evet.. roman beni asıl yaşamam lâzım gelen hayattan koparır.
Karakterlere ve romanda geçen olaylara öyle kendimi
kaptırırım ki; dış dünyadan herhangi bir müdahale
beni çok rahatsız eder. Kahramanlarım beni sürükleyip götürürler, meselâ «Beyaz Selvi»yi tasarlarken,
sonunu hiç de öyle düşünmemiştim, fakat karakterlere söz geçiremedim, istedikleri neticeyi elde ettiler!..
Velhasıl yazarken iki dünya arasında kalmış gibi
oluyorum; sıkıntılı, şaşkın hattâ sinirli. Fakat bu hâl
de bir çeşit mutluluktur; bilirsin yavrum... Herneyse
ben sorduğun konuda bir şey söyleyemeyeceğim, tercih yapamayacağım. Karar okuyucumun.
Evet Halide Nusret Zorlutuna ve «Aşk ve Zafer»
hakkında karar; okuyucunun!
170
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
VEFATINDAN BİR YIL SONRA
•
Emine Işınsu ÖKSÜZ
5 Ocak... Mühim bir tarih. Adana’nın kurtuluşu
ve Arif Hoca’nın “BAYRAK” şiirini yazıp okuduğu
gün. O günden sonra Hoca, 5 Ocakları hep kendince kutlamış, gönlünde bayraklaştırdığı Adana.
Adana’dan uzakta, yalnız mısralarına yansıyan gizli
bir hasretle.
- O törenlere.. diyor eşi; hani lâf olsun diye bir
kerecik dâvet etselerdi. Sen Arif Nihat Asya’sın
Adanalıların sevgilisi, sen 5 Ocak’ın sevdalısı.. Sen
bayrak şiirlerinin en güzelini Adana’nın istiklâl
gününde yazan, buyur bir kerecik 5 Ocak törenine
katıl, deselerdi... Demediler. Hiç çağırmadılar Arif’i.
Bir şey söylemezdi bana ama ben bilirdim dâvet
Töre Dergisi, Y.7, s.56 Ocak 1976, s.21
beklediğini için için... Hüzünlenirdi her 5 Ocak’ta...
5 Ocak 1975 günü. O sabah hastahanede eşine
sormuş:
- Bugün 5 Ocak, değil mi?
Öğleden sonra ziyaretine gelen müridi Sevim
Şenli’ye sorusunu tekrarlamış:
-Bugün 5 Ocak, değil mi?
Evet, evet 5 Ocak. Ve 1975. Mühim bir tarih. İstiklâl
günü. Ve Şeb-i ârus. Kavuşma günü.. gerdek gecesi.
Mevleviydi. Vefatı ile Allah’a kavuşacağına iman
ederdi. Allah, onun çin 5 Ocak tarihini seçti. Dünya
çilesiyle, yakın ve uzak çevresinin çeşitli baskılarıyla
171
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
bunalan ruhuna; istiklâl, hürriyet günü diye.
Eşi:
-Tıpkı şiirinde anlattığı gibi gitti... diyor; eli titreyerek «sulu-sepken» kahvesini içti, bir nefes sigarasını
çekti... Sonra yumruklarını sıkıp.
«Nasıl oldu, bilmem-birgün,
Tütününün dumanını savururcasına,
Veriverdi son nefesini
İzin verin
Bir daha çeksin
Lülesini!
Tutuşturmadan eline
Karşıyaka’da ikâmet tezkeresini
Sofrasını son defa kurun;
Nasıl yakıştıracak, görün,
Ecel şerbetinin üstüne
Yumruk mezesini!»
-Yumruklarını sıkıp öyle, ben ne olduğunu hiç anlayamamadan... Yazmıştı işte şiirinde, hem o, bu şiiri
yazdığı zaman, Karşıyaka’da mezarlık kurulmamıştı
daha. O, bilmiş Karşıyaka’da yatacağını... Kerametleri
çoktu hocanın.
Eşi Servet Asya ile müridi Sevim Şenli, bir yıldır
Arif Hocanın yayınlanmamış şiirlerini defterlerden,
kağıtlardan bulup çıkarıyordu, tasnif ediyorlar.
Ötüken yayınevi, Arif Nihat Asya külliyatını basıyor.
-Çok isterdi bütün şiirlerinin, nesirlerinin böyle
basılıp, tertemiz kitaplar olmasını. Şimdi ben bu
kitapları alıp mezarına götürüyorum, bak Arifi diyorum, işte görüyor musun, pek istediğin şey nihayet
oldu!
Dikkat ediyorum; eşi gün geçtikçe daha bir acılaşıyor,
daha çok üzgün görünüyor. Bir yıldır Hoca’nın eserleriyle, hâtıralarıyla.. Hep Hoca ile meşgul, onunla
haşır-neşir. O, hayattayken, hayatın çeşitli gaileleri,
küçük meşguliyetleri, kendisini böylesine verememiş
belki eşine. Şimdi onun mânâsına eriyor, eserleriyle
ona ulaşıyor. Kaybettiğinin yeri doldurulmaz boşluğu
karşısında dolmuş gibi. Şaşkın ve Perişan Servet
Hanım.
-Meğer Hoca muzu çok severmiş, hiç söylemediydi
ki, ölümden sonra öğrendim. Çok hoşlandığı yemekler vardı, aşure, cılbır falan. Bana zahmet olmasın
diye, onları bile yapmamı istemezdi..
Diyor ve biz dostlarını da haklı olarak suçluyor:
-O dostlarının vefasızlığından öldü, yalnızlıktan,
aranmamaktan. Şöyle gönlünce sohbet edememekten
öldü. Bir yıl da telefonsuz kaldık. Hergün seni sorardı;
Işınsu neden uğramıyor? Metin Samancı’yı arardı.
Herkesi canım, herkesi sorardı. Neden gelmiyorlar?
Evet bizler.. Ah bizler!.Onun yavaş yavaş kendi
eliyle akıbetini hazırlayışına dayanamadığımız için
mi, yoksa kafalarımız, gönüllerimiz onun ölçülerine
dar geldiğinden bazı hareketlerini yadırgadığımız
için mi? Neden? Neden hep aramadık, neden hep beraber olmadık?
Zavallı sualler! Acım o kadar ağır ki, yüreğimi
taşıyamıyorum. Bir yıldır ne onun hakkında yazılmış
bir parçayı okuyabildim, ne bir fotoğrafına bakabildim. Şimdi işte aradan şu kadar ay geçtikten sonra. Töre için Servet ablayla konuşurken, beraberce
Hoca’yı anarken yavaş yavaş gevşediğimi hissediyorum. Bir yıldır Hoca’ya dair kimseyle konuşmamışım.
Sözü açıldığı zaman, kapatmıştım. Hep bir sızıyı
taşımışım içimde. Şimdi gevşiyorum ve sızı yavaş
yavaş dağılıyor. Arif Hoca bütün dostluğu ile; güçlü,
koruyucu içten tebessümü, hatta öfkesi ile dipdiri.
Yanıbaşımda. Beni yine kavrıyor. Yine onun manevi
varlığı içinde kaybolduğumu hissediyorum.
Şaşırarak anlıyorum ki, bir yıldır ondan ve
hatıralarından kaçmakla hata etmişim. Bu meğer ikinci bir ihanet olmuş. Çünkü Hoca hâlâ bekliyormuş!
Evet o, büyüktü. O, güzeldi. Cümle dostlarının çok
üstünde, çok ötesindeydi. Onu anlamak, ona ermek
müşgildi. Bazı davranışları, belki bazı şiirleri de bizim dar ölçülerimize sığamazdı. Öyle, bizim terazimiz onu tartamazdı. Ne yazık kabahati kendimize,
terazimize bulamadık da, anlayamadığımız hocayı
yadırgamaya başladık. Onu yalnız bıraktık. Nerede şu
milliyetçi dernek, bu milliyetçi teşekkül alıp Hoca’yı
seyahatlere götürsün, günlere çağısın, nerde o şiir,
yazı isteyen gazeteler, dergiler... Nerede o isteyenler,
daima isteyenler?.. Vermek vakti geldiği an kaybolup
gittiler! Hocanın istediği sadece sohbetti, dostluktu.
Bunu sakındılar.
Arif Hoca yalnız kaldı, yalnız öldü.
-Son zamanlarda sık arayan İsmail Hakkı Bey’le,
Yavuz Bülent Bakiler oldu, Allah razı olsun. Biliyor
musun, onu önce dostları terketti, sonra eşyaları diyor Servet abla... Edebiyat Cemiyeti’nin hediye ettiği
tükenmezin mürekkebi bitti. Masa, kol ve cep saati
teker teker bozuldular. Derken ağızlıkları bozuldu.
Sonra her zaman boynunda taşıdığı üzerinde kan gurubu yazılı kolye yok oldu. En son da hastahanede, en
sevdiği sedefli tesbihi kayboldu.
Hoca’nın ruhu ezelde, yalnızlığa teslim edilmişti,
çünkü o çevresindeki insanlardan çok farklıydı,
deyip, dostları bir nebze olsun bağışlasak bile,
eşyalarının onu terkedişine çok bozuluyorum. Arif
Hoca bütün cansızlarda, can tahayyül ederdi. Zahmetini çekiyorlar diye ceketini, hırkasını öptüğünü çok
görmüştüm. Hele hele ağızlıkları, tesbihleri, saatleri,
kalemi hepsi Hoca’nın canlı birer parçası, organı idiler. «Belki, diye düşünüyorum, o zaman öğrenseydim
172
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
bu eşyaların böyle çekip gittiklerini, bunun ilâhi bir
işaret olduğunu anlar, Hoca’nın da artık gideceğini...»
Kendisi anlamamış mıydı? Mümkün mü? Sevim
Şenli Hanım diyor ki:
-Biz istersek o vakti biraz uzatabiliriz, elimizdedir.
Aslında bir, bir buçuk ay önce olması lâzımdı, böyle
demişti bir gün hastahanede bana.
Ve 5 Ocak tarihi, Tanrı ile arasında bir anlaşma
mıydı?
Servet abla, Konya’daki törenlerden, Mevlâna günlerinden de bahsediyor.
-Mehmet Önder, Fevzi Halıcı bir kere bile hatırlayıp
Hoca’yı Mexlâna gününe çağırmadılar. Hatır için
olsa bile,Mevlâna’ya bunca şiir, yazı yazan, mevlevî şairdir Arif Nihat deyip.. Hayır çağırmadılar.
Yapılan törenlerde Hoca konuşsun diye beş dakika
ayırmadılar. Mehmet Önder’ın Mevlâna Şiirleri Antolojisinde, Arif’in bir şiiri bile yoktu. Ölümünden
sonra ikinci baskısına almış.
Bir yığın şikâyet, pişmanlık. Hocanın yalnızlığını
şimdi tam anlamıyla hisediyor eşi ve dehşet içinde.
-Bütün ömrünce anne, baba diyemeyişinin ıstırabını
duydu. Biliyorsun dede yanında, hala yanında, leyli
mekteplerde büyümüş...
Bütün ömrümce pey şeyin ıstırabını duydu Hoca,
Anadolu adına, Kıbrıs adına, Turan adına... Büyük
Türk Milleti için. Dünyası Hazreti Mevlâ’nın manevî
varlığı ile sınırlanmıştı yahut sınırsızdı demek gerek. Bu dünyada Allah vardı, vatan millet vardı. Tabiat vardı, aşk vardı. Çiçekleri, fotoğrafçılığı, tesbih,
akik kolleksiyonculuğu vardı. Dostları vardı. Ko onu
gereği gibi anlamasınlar, o, hepimizi anlıyordu.
Bir kez bana melâmilikten söz açmıştı:
-Melâmilik bütün zaaflarını ortaya koyabilmektir, onları gözler önüne serebilmektir, ruh ancak bu
şekilde temizlenir, demişti. Bende melâmilik de
vardır demişti.
Sonraları bu konuya hiç dönemedik. Hoca ile
konuşacak o kadar çok şey vardı ki. Derya gibiydi,
bir çoğumuz onu tam içimize alacak bir bardak kadar olamadık. Çevresini dolduranlar zavallı irili
ufaklı kaşıklarla nasiplerini aramaya bakıyorlardı. O,
bunların hepsinin farkundaydı. Çok ilgi çekicidir, hiç
kimseyi küçümsediğine şahit olmadım. Büyük dikkat ve titizlikle kendisine uzatılan her şeyi doldurmaya bakardı. Bütün öfkelerine, küfürlerine rağmen
insanlara karşı olağan üstü bir hoşgörüsü vardı.
Onun af’etmediği yalnız vatan hainliği idi. Bir de
Menderes’i asanları hiç bağışlamamıştı.
İşte böyle vefatından bir yıl sonra, hatıralar, hatıralar.
Ziyaretine gittiğimiz zaman ne kadar sevinirdi. Çölde gezinip bitkin düştükten sonra, suya kavuşan bir
insanın hasret ve sevinciyle nasıl okurdu şiirlerini. Bir
kere Töre onsuz çıkmıştı da, ciddi olarak kızmıştı:
-Töre benden bir şey almadan nasıl çıkar,
anlamıyorum.. diye söylenmişti.
Gönlümü almak için uğraşmıştık.
Töre’yi benimseyişi, bizleri benimseyişi.. Çocuklara takılışı. Her dem taze pırıl pırıl bir zekâsı vardı.
Son derece hazır cevaptı, çekişmeyi severdi. Esprileri
çok ince, bazen de küfürlüydü. Bütün güzel şeylere ve
güzellere meftundu. Eşi:
-Bilmez misin, diyor, sarışınları çok severdi.
Adana’da o yıllarda ben gencecik bir sarışındım.
Bana ilgisine önce merhamet duydum. O kadar kendini bırakmış bir hali vardı ki, üstüne başına hiç dikkat etmezdi. Yırtık pantolonunu, çengelli iğne ile
tutturuverirdi meselâ. Önce acıdım ona, sonra âşık
oldum. Derken evlendik. Bana yazdığı yetmiş mektup duruyor. Onları bastırmak isterdi, hepsi birer sanat
eseri çünkü. Mektepte dolabımın anahtarı ondaydı.
Her gün bir mektup bırakırdı.
Derken evlenmişler. Fırat doğmuş, Murat doğmuş...
Pek sıkıntılı günler. Zamanın Maarif Vekili ile
çekişmeler. Edirne, Malatya, Ankara, Kıbrıs sonra
tekrar Ankara... Derken Hoca, çeşitli vesilelerle bütün
yurdu gezmiş. Her parçasında bir, bir kaç parça şiirle
dönmüş. Anadolu’yu tarihi, efsaneleri, masalları, halk
inançları ile şiirleştirmiş. Kıbrıs’ı öyle... Bir Avrupa
gezisinde; Avrupa’yı rübaileri ile ve Türk’ün gözü,
Türk’ün şuuru ile ebedileştirmiş.
Hoca pek mükemmel bir gözlemciydi. Minnacık,
incecik ayrıntılar ona ciddi konu olurdu. Bazen, daha
şiirleştirmediği konuları; «Her hakkı mahfuz» diye
anlatır. Bazen, «Bunu ben yazmayacağım galiba,
sen yaz» dediği olurdu. «Her hakkı mahfuz» dediği
konulardan biri: Bir yerde bir kasap görmüş, ismi
«Hürriyet Kasabı». Adamın işi ile, ismi arasındaki
tezat, Hoca’ya pek acı bir alay gibi görünüyordu. 27
Mayıs’dan hemen sonra hani âdet olmuştu ya, her ismin başına bir «hürriyet» eklemek. Hoca bu noktayı
da alarak, alayı büyütecekti sanırım. Fakat galiba
yazmadı.
Roman sevmediği pek de okumadığı halde, benim
kitaplarımı dikkatle okumuş ve tenkid etmişti. Bunu
bir hocalık görevi olarak kabul ediyordu.
Şimdi vafetından bir yıl sonra Hoca’nın bana
gösterdiği ilgi ile ve ona «Hocam» diyebilmek
mutluluğunu kazandığım için övünüyorum. Ve
yüreğimde bir yara kanamaya devam ediyor: Neden
onun ilgisine tam anlamıyla lâyık olamadım?
Allah’ın rahmeti, bu Allah aşıkı kulunun üzerinden
eksik olmasın. Amin.
173
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
YELKEN
•
Arif Nihat ASYA
(Herkes beni “BAYRAK ŞAİRİ “ olarak tanıyor, ama ben “YELKEN” şairi olarak tanınmak
isterdim. A. Nihat ASYA)
Onun dalgalarla omuzdaş
Çağı da vardı.
Yalnız yelkeni değil,
Bayrağı da vardı!
Gövdeyi tekerlek takıp, araba mı edecekler;
Ayak takıp at mı;
Yelken, kefen mi olacak,
Eskisi gibi kanad mı?
Kendisi saksıydı
Bayrağı çiçek..
Gül getirip gül götürdüğü günler,
Artık geri gelmiyecek!
Belki direkler hatıl edilecek;
Omurgalar çatı, saçak;
Küpeşteler döşeme…
Sen ol da inleme!
Şimdi yorgun argın
Yelkenlerinin buruşukları,
İhtiyar alnının
Kırışıkları!
Kimi temele düşecek, kimi dama…
Sen ol da ağlama!
Kırntılarıyla döküntüleri,
Ateşte yanacaklar;
İplerini belki salıncakta,
Belki sehpada kullanacaklar!
Nefes almaya başlamalıydı deniz..
Onları o zaman, görmeliydiniz!.
*
**
Baştan başa yanıp yerde kül,
Gökte bulut olmak da var;
Kesilip, biçilip, çakılıp
Tabut olmak da var!
Neye varacak sonu.
Böyle giderse?
Direkleri, dal verseydi bari;
Çiçek verse, yaprak verse!
Demirini mezarcı mı kazma yapacak,
Bahçıvan mı;
Zavallı, bahçeden mi dönecek akşamları,
Mezarlıktan mı?
*
**
174
F İ K İ R
S A N AT V E
Yelkeni yarın
Ya yatak çarşafı, ya yorgan yüzü..
Sevmediğine düşerse şayet «denizim,
Denizim!» demekle geçecek gecesi, gündüzü!
*
**
Midyeler, yengeçler, istakozlar
Diş geçirmiş omurgasına…
Bunlar neyse ama dayanamıyacak
Yılanbalıklarının meydan okumasına!
Açmış göklere elini;
Duaya dua ekliyor.
Başı, köpüklü dalgalar;
Yelkeni, rüzgâr bekliyor!
*
**
Bu hâliyle de çıkabilirdi
En uzun yolculuğuna..
E D E B İYAT TA TÖ R E
Çevresinde koşmaca
Kadın, erkek, çoluk çocuk…
Sevse de çocukları
Yelkenine yetmez solukları
*
**
Yan gelecek gemi miydi o,
Kuytuların koğuğuna!
Kıyıda ölmekti korkusu;
Uğradı korktuğuna!
*
**
Koç yiğidine yeterdi
Nemi, loşluğu, sıcağı..
Onun da vardı -her kadın gibiKoynu, kucağı.
*
**
Alışıktı açıkdenizin
Sıcağına, soğuğuna…
Pişman değildi , aslaa,
Gemi olarak doğduğuna!
*
**
Şimdi direkleri, korkuluk…
Ambarlarında saklanbaç, köşe kapmaca;
Uçmak için doğup,
Yelkenini yerlerde sürümek…
Yaratılmak açıklar için;
Sonra, koylarda çürümek!
Bir ülke bulun ona
Uzakların buğularından , sislerinden
Tıkanmadan göğsü
Limanların islerinden!
175
F İ K İ R
S A N AT V E
E D E B İYAT TA TÖ R E
TEMSİLCİLİKLERİMİZ
YURT İÇİ
TEMSİLCİLİKLERİ
ADANA
Pervin TÜRKOĞLU YÜCE
0.322.235 01 82
Abdullah BEYCEOĞLU
0.544.504 24 04
AFYON
Ercan KAYAYERLİ
0.506.300 48 27
AYDIN
Osman YILMAZ
0.533.482 32 40
AMASYA
Sebahattin GÜNAYDIN
0.545.809 92 87
BALIKESİR
Tarık İYİ
0.501.910 01 58
BATMAN
Yasin YILDIZ
0.506.521 41 88
BURSA
Orhan GÜRSOY
0.535.858 04 01
ÇORUM
Sümeyra ÇAĞDAŞ
0.532.717 60 18
DENİZLİ
Sabri ÖZEN
0.507.486 58 82
ERZURUM
Yunus Buğra YILMAZ
0.442.234 58 35
ESKİŞEHİR
Mehmet Ali KALKAN
0.555.966 57 52
GAZİANTEP
Ahmet KIRATLI
0545.204 93 93
HATAY (İskenderun)
Burhanettin UÇANER
İÇEL (Anamur-Mut)
Filiz ÇELİK
0.532.337 53 66
İSTANBUL
BÖLGE TEMSİLCİSİ
Engin PINAR
0.533.559 47 25
Yağmur ŞENGÖK
0.534.846 57 22
Gülşen ALTUNBAŞ
0.543.965 83 04
Oğuzhan Murat ÖZTÜRK
0.505.388 46 27
İZMİR
Mustafa ÖNDER
0.541.361 30 68
KARS
Nizamettin TOKİŞ
KAYSERİ
Şahin ŞİMŞEK
0.531.889 96 17
KIRKLARELİ
Ahu ALTAN
0.554.594 49 97
MALATYA
Osman Mete KUTLU
0.507.309 62 30
MUĞLA /FETHİYE
Süleyman EMRE
0.507.705 56 17
ORDU
Ünsal ERKAN
0.532.466 53 61
OSMANİYE
Mustafa Ş. ÖZDARENDELİ
0.505.625 56 53
RİZE
Yücel TANAY
0.531.229 70 12
TRABZON
H. Nurcan YAZICI
0.532.645 97 49
YALOVA
Hacer KARAKAYA
0.555.608 03 18
ÜNİVERSİTE
TEMSİLCİLİKLERİ
AFYON KOCATEPE ÜNİV.
Erhan SOLMAZ
0.507.237 86 13
ANKARA ÜN. HUKUK FAK.
Samet KARPUZ
0.555.838 51 98
BARTIN ÜNİVERSİTESİ
Kader TÜZEL
0.506.979 58 28
BURDUR MEHMET AKİF
ERSOY ÜNİV.
Yrd. Doç. Dr. Şevkiye KAZAN
EGE ÜNİVERSİTESİ
Hasan Kağan YAYLA
0.505.378 04 04
ESKİŞEHİR ORHAN GAZİ ÜNİV.
Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN
GAZİANTEP ÜNİVERSİTESİ
Hüseyin KIZILIRMAK
0.544.466 51 73
HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ
Dr. Hüseyin YENİÇERİ
İSTANBUL
KÜLTÜR ÜNİVERSİTESİ
Yağmur ŞENGÖK
0.534.846 57 22
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ
SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİ
Elif ÖZDEMİR
0.546.462 42 58
İSTANBUL YILDIZ TEKNİK ÜNİV.
Çağrı Aydın GÜRÜNLÜ
0.539.456 65 28
KONYA SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Alparslan GÖRÜCÜ
0.506.889 23 73
KONYA SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
EĞİTİM FAKÜLTESİ
Zeynep İRİOĞLU
KAZAKİSTAN AHMET
YESEVİ ÜNİVERSİTESİ
Kenan YAVAN
176
YURT DIŞI
TEMSİLCİLİKLERİ
ALMANYA - (BRAUNSCHWEİG)
Shafaq AZERİ
0049(0)175201853
ALMANYA - (KÖLN)
Abdullah YÜCESAN
00491778813427
ALMANYA - (MANNHEİM)
Suna Emre GÜLEÇ
00496216685854
ALMANYA - (NEUSS)
Hasan KAYIHAN
00491634018049
AZERBAYCAN
Rebiyye ZERDABİ
00994 552 910 212
Zaur GARİBOĞLU
00994 503 223 123
BULGARİSTAN
Harun MARAL
0035984662447
DANİMARKA
Servet ŞAHİN
004560667576
KUZEY KIBRIS
TÜRK CUMHURİYETİ
Emete Gözügüzelli CİVAN
0.533.865 04 57
DERGİ SATIŞ NOKTALARI
AFYON SATIŞ NOKTASI
SAĞLAM KIRTASİYE
Harun SAĞLAM
Dervişpaşa Mah. Dr. Mahmut Hoca Cad.
Erçelik Sitesi B Bolk Nu.2/A - AFYON
Tlf: 0.272.212 41 81 – 0.536.871 32 65
AMASYA SATIŞ NOKTASI
DAMLA KIRTASİYE – İlhan ANKARA
Tlf:0.532.741 80 75
ERZURUM SATIŞ NOKTASI
DOĞUŞ KİTABEVİ Cumhuriyet Cad. 3.Vakıf İşhanı 1/7
Tlf:0.442.234 58 35 - ERZURUM
TRABZON SATIŞ NOKTASI
AKSAKAL KİTABEVİ
Uzun Sokak No.3 - TRABZON
ORDU SATIŞ NOKTASI
DUYAR KIRTASİYE – Zehra DUYAR
Süleyman Felek Cad. Nu.26 - ORDU
Tlf-Faks:0.452.223 40 29
BALIKESİR SATIŞ NOKTASI
AR KİTABEVİ - Kadir GERASLAN
Anafartalar Cad. No.92 Kasaplar Camii
Karşısı
BALIKESİR
Tlf: 0.266. 243 89 62
AYTAŞI BÜFE - Metin SAVAŞ
Karacaoğlan Mah. Ketenaydan Sk.
No.31/A
BALIKESİR
Tlf: 0.266.241 46 72

Benzer belgeler