Emine IŞINSU - Ünsal Erkan
Transkript
Emine IŞINSU - Ünsal Erkan
İ Ç İ N D E K İ L E R FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE Yıl: 1 Sayı: 1 Şubat 2012 ISSN:2146-7773 İmtiyaz Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Ömer Faruk BEYCEOĞLU TÖRE’den Benim İçin TÖRE Prof. Dr. Ahmet Bican ERCİLASUN / 05 TÖRE’nin Töresi A. Yağmur TUNALI / 06 Der Beyân-ı Mecelle-i TÖRE Seyyâh-ı Fâkir Evliyâ Çelebi / 12 Yayın Danışmanı A. Yağmur TUNALI Kızım «IŞINSU» İçin Halide Nusret ZORLUTUNA / 14 Sanat Koordinatörü H. Nurcan YAZICI Ahmet ŞAFAK Betik İskender ÖKSÜZ / 15 Halkla İlişkiler Koordinatörü Mehmet Yıldıran YÜCE Grafik - Tasarım İsmail KANDEMİR Editör Şükrü ALNIAÇIK iletişim [email protected] www.toredergisi.com İdare Yeri Çetin Emeç Bulvarı 1314 Cadde 1315 Sokak Can Apt. 7/3 A. Öveçler - ANKARA Tlf: 0.312.472 70 10 Faks: 0.312.472 10 11 Cep: 0.532.373 11 24 Baskı / Cilt Emine Işınsu (Sanatçı Dostlarım) Mehmet ÇINARLI / 16 Işınsu İçin Tarık BUĞRA / 21 Işınsu’lara Açık Mektup Muhtar TEVFİKOĞLU / 22 Emine Abla ! Hasan KAYIHAN / 24 İfâde-i Merâm Yâhud Sarı Bir Gül Yağmur TUNALI / 27 Çâh-ı Bâbil Dilâver CEBECİ / 31 Kavaklar Ne Güzeldi İlkin Esen YILDIRIM / 32 Ablam-Ustam Emine Işınsu Hasan KALLİMCİ / 36 Emine Işınsu İle Röportaj Nebahat AKBAŞ / 39 Emine Işınsu Hayatı, Şahsiyeti, Edebî Faaliyetleri / 44 Fiyatı: 7 TL Emine IŞINSU Yazıları Özde Biriz Çünkü... / 47 Yusuf İMAMOĞLU / 48 Kavaklar Ve Salkım Söğütler / 49 Vermek... Almak / 50 Bir Fincan Kahve / 51 Selâm / 54 Yağmurda Bekleyen Yaşlı Kediler / 55 Bin Atlı Akıncıların Torunları / 57 Ordular İlk Hedefiniz Akdenizdir İleri / 60 CANBAZ’da Şekil Ve Zamana Ait Bilgiler Necmeddin TÜRİNAY / 101 Emine Işınsu Bibliyografyası Nazlı YILDIRIMER / 61 Sancı Yetik OZAN / 117 Emine Işınsu’nun Tiyatroları Dr. Gıyasettin AYTAŞ / 64 Emine Işınsu’nun Hacı Bektaş Veli Romanında Bektaşilik Algısı Serdar ODACI / 118 Emine Işınsu İle Bir Konuşma Yavuz Bülent BÂKİLER / 69 Türk Edebiyatında Kadın Romancılar ve Emine Işınsu Alemdar YALÇIN / 71 Tutsak Yetik OZAN / 75 Türk Romanı ve IŞINSU Ahmet Bican ERCİLASUN / 76 Küçük Dünya Mehmet Şeref ÖNAL / 78 Azap Toprakları Reşat GÜLER / 80 Azap Toprakları Hüseyin MÜMTAZ / 81 Tutsak Hüseyin YENİÇERİ / 82 SANCI’yı Bugünden Okumak Ahmet ŞAFAK / 83 “Çiçekler Büyür” Hakkında Galip ERDEM / 86 Umay GÜNAY / 88 Yahya AKENGİN / 89 Emine IŞINSU / 90 Bahar Üçlemesi Halide Nusret ZORLUTUNA / 92 Kavga Devri Çocuklarının Işınsu Ablası Şükrü ALNIAÇIK / 94 Emine Işınsu’nun “CANBAZ” Romanı Üzerine Bir İnceleme Prof. Dr. Gürsel AYTAÇ / 95 İlhan, Mehmet Ve Ben Turan BOZKURT / 106 Emine Işınsu’nun “Küçük Dünya, Canbaz, Kaf Dağının Ardında, Nisan Yağmuru, Havva “ Romanlarında Kadın Teması Hümeyra YARGICI / 109 Hiç Kapanmayan Amel Defteri -Işınsu’nun Tasavvufi RomanlarıDr. Hayati BİCE / 124 Mevlâna Aman Efendim Halide Nusret ZORLUTUNA / 141 Emine Işınsu’nun Tarihî Romanları Üzerinde Bir İnceleme Gözdenur EROL / 142 Çiçekler Büyür Mehmet Ali KALKAN / 161 Geç Kalma! Nereye? Bilge ERCİLASUN / 162 “Tutsak” Romanı ve Hürriyet Konusu Üzerine Şerif AKTAŞ / 164 Halide Nusret Zorlutuna ve «Aşk ve Zafer» Emine Işınsu / 168 Vefatından Bir Yıl Sonra Emine Işınsu ÖKSÜZ / 171 Yelken Arif Nihat ASYA / 174 Ne Dediler Gültekin ÖZTÜRK / 20 Mustafa Argunşah / 30 Emete Gözügüzelli CİVAN / 38 Arslan KÜÇÜKYILDIZ / 105 Günerkan AYDOĞMUŞ / 105 Desenler: Semiha ŞAHBAZ-Halil GÜLEL-Kenan EROĞLUÜzeyir ÇAYCI SUNUŞ Merhaba; Böyle güzel ve kutlu bir vesileyle siz TÖRE DOSTLARI’na merhaba demek hem heyecan verici hem de zor. Heyecan verici, çünkü; Türk’ün bir efsanesini yeniden yaşamaya, yaşatmaya talip olduk. Zor, çünkü; geçmişte yaptığı olağanüstü hizmetler, Türk düşünce, sanat ve siyaset hayatına yaptığı katkılar, hâlâ insanımızın zihninde, yüreğinde sıcaklığını, ulviyetini muhafaza eden TÖRE’nin sorumluluğunu üstlendik. 1970’li yılların o belirsiz ve kavga ortamında Türk Milliyetçilerinin ufkunda güneş gibi doğan, Türk’ün sanatını, fikir hayatını yaptığı yayınlarla, düzenlediği yarışmalarla, toplantı ve sohbetlerle şekillendiren, yön veren ve diri tutan TÖRE’nin misyonunu üstlenmek kolay değil. Yolun kutlu ve meşakkatli olduğunu biliyoruz. Dergiciliğin (hele de bu zamanda) zor olduğunun idrakindeyiz. Fakat, Türk Milletinin sevdalıları, içerisinde bulunduğumuz şu günlerde birleşmek, güzel hasletlerini yeniden hatırlamak ve dinamiklerini tekrar harekete geçirmek zorundadır. Bir şeyi daha biliyoruz ki; “Sanat ve kültürle beslenmeyen hiç bir dava ve hareket başarıya ulaşamaz.” Bizler TÖRE’yi yaşatmaya çalışırken geçmişte yapılan her güzel çalışma rehberimiz olmaya devam edecektir. Geçmişte ve bugün Türk Milletinin yükselmesi ve değerlerinin ortaya çıkarılıp muhafaza edilmesinde hizmeti olan büyüklerimiz birer kutup yıldızı gibi hep ufkumuzda parlayacaktır. Tek gayemiz Türk’ün, Türklüğün ve Türk’ün değerlerinin Türkçe okunması ve yorumlanması olacaktır. Bizler, şahsen yükselmek gibi bir gayretin içine düşmeyeceğiz. Tek hedefimiz “Bu kutlu milleti yüceltmek” olacaktır. Yeniden çıktığımız bu yolda ilk sayımızı, TÖRE DERGİSİ’nin kurucusu, edebiyatımızın hemen her alanında verdiği eserleri ile düşünce dünyamızın mimarı hocamız, ablamız sayın Emine IŞINSU ÖKSÜZ ‘e ithaf ettik. Bu, bizim hem gönül borcumuzdu hem de son zamanlarda varlığını unuttuğumuz ahde vefa duygusunun yeniden hatırlanması adınaydı. O yüzden başka yazılara yer vermedik. TÖRE, ikinci sayısından itibaren normal yayınına devam edecektir. Bu yolda bizimle yan yana, omuz omuza yürüyen dostlarımızla yüklendiğimiz bu kutsal ve onurlu mücadeleyi alnımızın akıyla başaracağımıza inanıyoruz. Tanrı Türk’ü hep korumuştur. Bundan sonra da koruyacaktır. Bundan hiç şüphemiz yok, yeter ki, Türk Türk’ü sevsin ve korusun. Selam, saygı ve sevgilerimizle. F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E EMİNE IŞINSU F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Benim İçin TÖRE • Prof. Dr. Ahmet Bican ERCİLASUN Töre dergisi yeniden çıkacakmış. Haberi aldığım zaman düşüncelere daldım. Zamanda yolculuk yaparak 30-35 yıl geriye döndüm. Tekrar 1970’lerde yaşasam ne yapardım!... Hiç şüphesiz aynı şeyleri. Türk için yaşamak, Türklük için yürümek ve koşmak. Okumak, yazmak ve üretmek. İçinde bulunduğum toplumu yeniden üretmek. Tarihin şaşmaz akışında bir damla olmak ve içinde bulunduğum toplumla birlikte geleceğe doğru akmak. Köpürerek gök kubbede bir ses bırakmak. Benim için töre böyle bir akış, böyle bir sesti. Töre bir ahenk, töre bir musikiydi. Töre şiirdi, yapraklara özenle resmedilmiş çizgiydi. Töre sanatın ve fikrin altın kabartmalı bezekleriyle bezenmiş kutlu bir ülküydü; yönünü geleceğe dönmüş heyecanlı bir koşuydu. Dostların, dostlukların sırt sırta verdiği bir düşünce ve bir estetik mücadelesiydi. Dosta karşı da düşmana karşı da. “Ülkücülük budur işte, böyle olmalıdır” haykırışı. Anlamlı bir duruş ve imanlı bir yürüyüş. Böyle olmak istedik, böyle olmaya çalıştık. Eğer bir davanın peşinde iseniz fikirle, sanatla, kültürle zenginleşmek zorundasınız. İşte böyle bir anlayışı temsil ediyorduk bizler. Töre dergisinde yazanlar, çizenler… Töre, her şeyden önce Emine Işınsu’nun eseriydi. Türk romanının önemli bir zirvesiydi o ve böyle bir yürüyüşü başlatmak onun borcuydu; hakkıydı ve haddiydi. Cesaretle ilk adımı attı ve azimle yürüdü. Estetiğin ilk ışıkları derginin kapağına yansıdı, yapraklarına sindi. Romandaki sanal kurgunun bu tuhaf büyücüsünün yanına az sonra müthiş bir zekâ eklendi: İskender Öksüz, nâm-ı diğer Ayhan Tuğcugil. Sanat ve düşüncenin izdivacı böyle doğdu. İskender’i ben tanıyordum ama herkes tanımıyordu ki… İzmir Türk Ocağı’nda, Türkçüler Derneği’nde beraber büyümüştük. Hüsamettin Gülcür’ün gözlerinin derinliğinden çıkıp parıldayan iksirli ışıkları beraber hücrelerimizde hissetmiştik. Bizim yaşadığımız İzmirli yılları herkes yaşamamıştı ki… İşte şimdi tanıdığım İskender Töre sayfalarındaydı. Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’ni ilmik ilmik dokuyordu. Ben dil uzmanı olmuştum ama, Türk milliyetçiliği içinde dilin yerini en güzel İskender anlatıyordu. Erol Güngör geldi arkadan. İstanbul yıllarımda suskunluğuyla tanıdığım dev düşünceli adam. Gökalp’ı da eleştirmiş ve bizi çok öfkelendirmişti. Onun Gökalp’ı dahi eleştirebilecek bir kafa olduğunu epeyi sonra anladım. Erken yaşta kendisini kaybettiğimiz zaman arkasından göz yaşı dökenler arasında ben de vardım. Sonra sevgili Necmettin Ağabey. Türk milliyetçiliğinin yiğit kalemi. Küçümen bir gövdeden fışkıran celadet. Ülkücülük, Milliyetçilik ve Aydınlar; Milliyetçi Eğitim Sistemi, Töre sayfalarında şekillendi. Bağdat’tan, Kerkük’ten bir başka yiğit ses daha eklendi ona. Bu defa gövde de cesametli, ses de cesaretli. Türk dünyasını öğretiyordu bize. Tarihiyle ve coğrafyasıyla. İçinde yaşıyor muydu? Muhakkak yaşıyordu. O zaten törenin kendisi idi. Erzurum’da âşık kahvelerine beraber gitmedik mi? Mevlüt İhsani’yi, Davut Sülari’yi, Reyhani’yi birlikte dinlemedik mi? Murat Çobanoğlu, Şeref Taşlıova ile oturup sohbet etmedik mi? Fakat şiir kumaşı sendeydi Turgut. Töre sayfalarında Yetik Ozan oldun ve şiirin sırrını orada açıkladın. Yarınsız yarlarda yiterken yollar / Eğildi bir ak dağ, elini öptüm / En yaşlı filizde tomurdu yıllar / Yetmiş beş baharın gülünü öptüm mısralarında gizlenmiş esrar Töre sayfalarında kendini ele verdi. 1970’lerin Türk milliyetçileri senin mısralarınla şiirin tadına vardılar. Fakat sen erken ayrıldın aramızdan. Töre denilen ulu ağaçtan kopan bir filiz oldun. En yaşlı filizin elini öpen genç bir filiz. Genç belki ama nice yetmiş beş baharın çiçeğini bize bırakan verimli bir filiz. Kafkasların garip çocuğu da kara kalem çizgileriyle senin şiirini çerçeveledi. Çerçeveye koydu ve Töre’nin boynuna astı. Töre 1980 Eylülü’nün dondurucu kışına da cesaretle adım attı. Ejderhalarla, yılanlarla boğuştu. Sanatın ak bileziğini kolundan atmadan. Yaşar Eşmekaya’nın atölyesinde nice edebiyat sohbetlerinin vesilesi idi büyüyen Töre. Muhtar Tevfikoğlu’nun edebiyat süzgeci, Yahya Kemal’den ve Fransız edebiyatından örülmüştü. Okuyor, eleştiriyor, önce hatıralar denizine, sonra bilgi deryasına dalıyordu. Yetişiyorduk, yetiştiriyorduk. Nice gencin mektebi idi Töre. Canlı kanlı, Turanlı bir mektep. O mektepte ben de okudum. Şimdi yeniden kapılarını açmış diye duydum. Haydi hep beraber Töre mektebinin sıralarına kurulalım. 05 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E TÖRE’nin Töresi • A. Yağmur TUNALI “Dergi hür tefekkürün kalesi” derdi Cemil Meriç. 1970’lerin yayın dünyasının en önemli sloganlarından biri buydu. Biz dergiciler, bu sözü çok sever ve her fırsatta kullanırdık. Demek, dergi deyince akla “tefekkür” gelmeliydi. Tefekküre dizgin de vurulmamalıydı. Tam mânâsıyla “hür” olmalıydı. O günlerde, fikir bakımından yeni bir hamle başlatmak isteyenler için “hür tefekkür”, her türlü sansüre uzak çağrışımlarıyla ideal bir noktayı ifade ediyordu. “1970’lerin Dünyasında Dergiler Hür Tefekkürün Kalesi miydi?“ Bu sorunun cevabı epeyce uzun bir tahlili gerektirecek kadar mühimdir. Şu kadarını söylemeliyim: Elbette değildi. O ideolojik kavga ortamında dergiler de kavganın bir parçasıydı. Ancak, kavga şartlarında, şaşılacak kadar hür olabilen zihinler de bulunuyordu. Sağda ve solda, düşünebilen ve düşündüklerini rahatça ifade edebilenler vardı. Sol, elbette daha şanslıydı. 150 yıllık dünya tecrübesini Türkçeye naklederek yayıyorlardı. Aslında, tarihe bakılınca dünya için bile yeni sayılabilecek bir düşünce tarzını temsil ediyorlardı ve bir taraftan öğreniyor, öğrendiklerini yaymak için yazmakla yetinmiyor, bir taraftan da her türlü sanatı ve her türlü vasıtayı ağırlıkla kullanıyorlardı. Sağ, büyük ölçüde savunma psikolojisi içinde ve tarihe dayanmakla birlikte devam temellerinden yoksun durumdaydı. Bu sebeple de bozula bozula devam edegelen göreneğin temsilcisi olarak çok çalışması gerektiği halde, şaşılacak şekilde, gevşeklik derecesinde rahatlık gösterebiliyordu. Hayatta ağırlıklı, düşüncede ve devlet erkinde gerideydi. Sessiz çoğunluğa dayanıyordu. Yerleşik değerlerin savunucusu gibiydi. “Sağ” denen bu kırk bölmeli kategoride yer alanlar, belki de böyle bir farkındalıktan da mahrumdu; dolayısıyla bunun bile tam doğru olmadığını görecek halde değillerdi. Sinmiş olmasalar bile, mahcup bir savunma refleksi gösteriyorlardı. İnkılap değerleriyle çatışıyorlardı. Bu, derindi ve derindeydi. Bu derin çatışmaya rağmen, sığ bir karşı duruş vardı. Sağ içinde sayılan Milliyetçiler ise, hiç olmazsa 12 Eylül’e gelinceye kadar, inkılâplara karşı mesafeli olsalar da, karşı gibi durmuyorlardı. Sağın bazı aktif gruplarından farkları bu noktada da barizdi. Sağ, amorf bir kütleydi. Yaşanan çağa göre teşekkül etmemiş olduğu çok açık olan tercihleri vardı. Fikren muhalefetteydi ve bu pozisyonu devletin temel tercihleriyle de çatıştığından, açıktan savunamadığı, yarı gizli bir anlayışa mahkûm olmuştu. Dolayısıyla, sağ gruplar, büyük ölçüde faaliyetlerini ölçüp biçerek, tartarak yürütüyorlar, hâkim ideolojik yapıya toslamak istemiyorlardı. Gözle görünür bir yavaşlık ve yaşananların bir ölçüde dayattığı durumdan doğan ağırlık vardı. Milliyetçiler, bu yapının dışında gibiydiler. Tercihlerini de açıklıkla savunuyorlardı; ağır ve yavaş da değildiler; çok atak bir tavır sergilemekle de öne çıkıyorlardı. Evet, kavga yıllarıydı ve bu kavgada sağ deyince akla, kırk parçalı grup, cemaat ve anlayışlar değil, büyük ölçüde milliyetçiler geliyordu. Diğerleri kuluçkaya yatmış veya tabanda kozasını örmekle meşgul olan ve kendisini dinle tarif eden kesimlerdi. Sağ, pek çok alanda olduğu gibi, bütün hizip ve gruplarıyla yayın sahasında da cılız kalıyordu. Kavgaya fiilen katılan milliyetçi kesim de, yayın sahasına birinci dereceden önem vermiyor gibiydi. Kültür ve sanat konularında derinleşmek isteyenler için ciddî zorluklar vardı. Maddî sıkıntılar en başta sayılsa da, sıkıntı, düşünceye ve dergiye ihtiyaç duyup duymama noktasında düğümleniyordu. İhtiyaç duyuluyordu, ama çerçeve belliydi: Kavga ortamındaydık. Sadece doğrudan kavgayı destekleyen sloganik yayınlar olmalıydı. Bu düşüncede olanlar çoğunluktaydı. Merkezde olanlar, büyük ölçüde fikre önem verseler, o yöndeki çalışmaları bir ölçüde destekliyor olsalar da, ikinci kademede, alıcı ve okuyucu kanadında zayıflayan istek, işi zorlaştırmaya devam ediyordu. Pek çok şey gibi, dergi çıkarmak da zordan zor bir işti. Bu genel resim, 1970’leri bütünüyle anlatmaz. Öyle sanıyorum ki, 12 Mart 1971’den itibaren zayıflayan bir düşünce dünyasından söz etmek gerekecektir. 1975’den sonrası için bu genel resim tam doğrudur. Töre, böyle bir fikir ortamının çocuğudur. Milliyetçilik heyecanlarının tam olarak şekillendiği yıllarda, bu heyecana paralel bir duyguyla yayına başlamıştır. Kurucusu, Milli Mücadele’nin efsanevî şâirlerinden Halide Nusret Zorlutuna’dır. Halide Nusret’in kurduğu derginin adı, Ayşe’dir. Adı, bir yılı aşan bir süreden sonra Töre olarak değişecek ve dergi tamamen kızı Emine Işınsu tarafından üstlenilecektir. 06 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Ayşe’den Töre’ye geçişte de, bir ideolojik netleşmeye dikkat çekmek gerek. Ayşe, bir milliyetçi kadın dergisidir. Töre adıyla, Türk Milliyetçiliği’nin gür bir sesi olarak yayına devam edecek ve uzun yıllar devamınca bu vasfını devam ettirecektir. Töre’nin bir geleneğin devamı olduğunu söylemek de pekâlâ mümkündür. En azından, Türk Yurdu, Orkun, Ötüken, Komünizmle Mücadele, Toprak ve benzeri dergilerin fikir çizgisindedir. Türk Yurdu’nun çıkmadığı yıllardır. Çıkmakta olan bazı dergiler, kuvvetli bir çizgi yakalayamamış ve geniş kitlelerde bir fikir heyecanı yaratamamıştır. Çok büyük bir hareket başlamıştır ve ciddî yol almış olmasına rağmen, fikirce doyurucu bir ortam hazır değildir. Milliyetçi gençlere tavsiye edilen kitap listesi bile onlarla ifade edilecek sayıdadır. Töre, bu büyük boşluğun yarattığı açlığı gidermek üzere doğmuştur, denebilir. Türklüğün, yeni bir dirilişle yine zirveye çıkması, konulmuş hedefin özü olarak ifade edilebilir. Töre, ilk sayılarından itibaren, bütün yurtta zaman zaman bir manifesto gibi kabul edilen yazılara yer verdi. Milliyetçi kesimin bütün akademisyenleri neredeyse istisnasız Töre’deydi. O zamanın genç bilim adamları Erol Güngör, Necmeddin Hacıeminoğlu, Mehmet Eröz başta olmak üzere, daha önceki nesilden Prof. Dr. Tahir Çağatay, Prof. Dr. Abdülkadir İnan, orta nesilden Doç. Dr. Orhan Türkdoğan gibi isimler, 1970’lerin milliyetçi düşünce hareketine yön verecek yazılar yazdılar. Dündar Taşer, 1972 yılında bu hayattan çekilişine kadar, derginin zaman zaman yazılarıyla görünen, fakat her zaman fikrî çerçevesini sağlamlaştıran isimdi. Galib Erdem de derginin yakın dost halkasındaydı. Derginin ilk yıllarında, Türklük ve Türk Milliyetçiliği’nin tarih perspektifine ağırlık verilmiş gibidir. Bunu bir temel atma olarak da kabul edebiliriz. Milliyetçilikten bahsedilecekse, mutlaka Tarihte Türklüğü ortaya koymak gerekirdi. Tarihten kopuk bir milliyetçilik zaten düşünülemezdi. Bunun yanında, dil ve din iki temel mesele olarak her zaman gündemdeydi; doğrudan doğruya aktüel meselelere giren yazılar da hiçbir zaman ihmal edilmemişti. Bugün, o nüshalardan birini eline alan bir kişi, ne zaman yayımlandığını, içinde ele alınan günün meselelerine bakarak rahatlıkla çıkarabilir. Töre, elbette bir fikir dergisiydi. Ağırlıklı olarak düşünce yazılarına, ilmî araştırma özelliğine varan yazılara yer ayırması normaldi. Günlük olay ve olgular da bu çerçevede değerlendiriliyordu. Dergi sayılarını tararken, isimleri alt alta yazmayı denedim. Liste, sayfalar doldurdu. Bir yerde dikkatimi kaybettim ve atladığım pek çok isim de oldu. Bu listeyi tamamlayarak yayımlamak bile Töre hakkında esaslı bir fikir verebilir. Bunu mutlaka yapmak gerektiğini düşündüm. Bu listede, 1969-1985 arasında, sağda ilim ve kültür-sanat âleminde bulunmuş isimlerden pek azının eksik olduğu ayrı bir çalışmayla tespit edilebilir. Muazzam bir kadrodur. Bir dönemde, Töre Âilesi’ne katılmış olmaktan dolayı hemen her şeyi bilmeme rağmen, bu tarama sırasında gözlerim kamaştı. Bir devrin, özellikle sosyal bilimlerde öne çıkmış neredeyse bütün isimleri Töre’de yazmıştı. Siyaset sahasında söz söylemiş olanlardan pek çoğu da Töre’deydi. Kültür hayatımızın düşünen beyinleri Töre’deydi. Sanata dair söz söyleyen pek çok eskiyeni isim de Töre sayfalarındaydı. Bazı isimleri burada zikretmek zorunda olduğumu biliyorum. Genişçe sayılabilecek bir liste ile başlayalım. Bu isimler, milliyetçiliğin bir devrini temsil edenlerdir diye değerlendirilebilir. Özellikle milliyetçiliğin sistemli bir hale gelmesinde, kendilerinden önce yazanlara, çalışma yürüten ve bunu yayımlayanlara çok kuvvetli yeni eklemelerde bulunduklarını söyleyebiliriz. Bunun yanında, yeni fikirler söylediklerini, eskiden söylenenleri tashih etme ihtiyacıyla yazdıklarını da görebiliriz. Daha önce verilen birkaç isme ilâveten (Bazı isimler o günlerde yazılan akademik pâyelere ulaşmış değillerdi, okuyucuya kolaylık olsun diye son unvanları verilmiştir), Prof. Dr. N.Hacıeminoğlu, Prof. Dr. Ercüment Kuran, Prof.Dr. Haluk Karamağaralı, Prof. Dr. Hikmet Tanyu, Prof. Dr. Aydın Taneri, Prof. Dr. A.Bican Ercilasun, Prof. Dr.Enis Öksüz, Doç. Dr. Mukbil Özyörük, Prof. Dr. Turan Yazgan, Prof. Dr. Meserret Diriöz, Prof. Dr. Birol Emil, Prof. Dr. Mertol Tulum, Prof.Dr Umay Günay, Prof. Dr. Sadık K. Tural, Doç. Dr. Tevfik Ertüzün, Prof. Dr. Atilla Özmen, Prof. Dr. Nusret Çam, Dr. Reha Oğuz Türkkan, Dr. Turgut Günay, Dr. Rıza Kardaş, Dr. Vehbi Ecer, Ergun Göze, Hacer Hicran Göze, Hüseyin Mümtaz, Ayvaz Gökdemir, Sadi Somuncuoğlu, Necip Mirkelâmoğlu ve Prof. Dr. Vural Savaş’ı adı çok bilinenlerden ilk ağızda seçilmiş bir liste olarak kaydedelim. Bu isimlere, yazılarıyla yüzlerce ismi koyunca, Töre’nin fikir kadrosu hakkında ciddî bir fikir edinmek mümkün olur. Töre, karakteristik bir fikir dergisiydi. Soğukkanlı ilim adamı bakışları çokça yer alsa da, doğrudan doğruya milliyetçiliği savunan yazılar ağırlıktaydı. Derginin ilk yıllarında, hem bu soğukkanlı ilmî bakışlara, hem de heyecanlı yazılara eşite yakın bir oranda rastlanır. Bu denge de ilgi çekicidir. Gökalp Türkçülüğü’nün kültürel sahadaki temel tercihlerine itibar edilmemiştir. Tarih ve kültür yorumu objektif vesikalara ve verilere dayanır; Türklüğün tarihi geçmişini olduğu gibi aksettiren ve o şekilde benim- 07 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E seyen yazılar ekseriyettedir. Bu tarihi gelişim temeli üzerinde, yeni çağın ihtiyaçlarına göre bir milliyetçilik kurulması gerektiğini söyleyen yazılar, çizgiyi zorlayanlardır. Yeni bir şey kurmak kadar, yeni bir şey söylemek ve kabul ettirmek de zordur. Töre, çok sıkı görünen milliyetçilik temellerine rağmen, onu sorgulamayı da ihmal etmez. En azından, Türkçülük fikriyatının kurucusu Gökalp’a aykırı fikirlere de yer verir. Derginin genel çizgisi, Cumhuriyet Türkiye’sini kuran anlayışla aynıdır. Gökalp çizgisi de zaten böyledir. Ancak, zaman zaman bu çizgiyi revize edecek fikirler de Töre’de yer bulur. Osmanlı’yı es geçmez Töre. Dini de, milliyetçiliğinin değişmez bir kaynağı olarak nazarda tutar. Gökalp ve Cumhuriyet fikriyatının aksayan taraflarını görür ve bu düzeltmeyi kendi milliyetçiliğinin şaşmaz bir veçhesi sayar. Türklüğü bir bütün olarak ele alan görüş hâkimdir. Dolayısıyla, Osmanlı’yı yücelten ve o çerçevede fikir söyleyen yazıların sayısı pek çoktur. Tarih, derginin her zaman yer verdiği konuların başında gelir. Yukarıda verilen seçilmiş listede yer alan isimlerin ekseriyetle tarih ve tarih etrafında yazdıkları görülür. Zaman zaman ağırlık verilen tarih konuları da dikkat çeker. Bunlar içinde, yayımlandığı zaman büyük fırtınalar koparanları olmuştur. Erol Güngör’ün Cumhuriyet Devrinde Türkiye’nin Kültür Politikası bunlardandır. Yılmaz Öztuna ile Emine Işınsu’nun yaptığı Tanzimat mülakatı, büyük bir tartışmayı başlatmış, ama çok verimli sonuçlar doğuramamış, Yılmaz Öztuna’nın fikirlerine karşı fikirler kuvvetle söylenememiştir. Bu iki konunun da 1979 yılına tesadüf etmesi dikkat çekicidir. Milliyetçilerin de, devletin kültür politikalarını ciddi tenkitlere tabi tuttuğu bir dönemin başladığına delâlet eder. Buna paralel olarak Tanzimat’ın incelenmesi, tartışmanın köklerine gitmek bakımından bir diğer boyutu olarak önemlidir. Türk Milliyetçiliği’ni sistematik bir görüş halinde verebilmek konusu, Töre’nin ve Törecilerin çok temel bir problemiydi. Bu konuda yazılmış perakende yazıların sayısı bir hayli fazladır. Bu yazılardan büsbütün başka bir plan ve programla, Ayhan Tuğcugil imzasıyla İskender Öksüz’ün yazıları (o zaman ODTÜ’de kimya doçentiydi), bir düşünce çerçevesi sunması bakımından son derecede orijinaldir. Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi adlı kitap, bu yazıların birleştirilmesi ve bir ölçüde kitap formatına uyarlanmasıyla ortaya çıkmıştır. Töre’nin fikir tarafının en derli toplu sonuçlarının başında bu kitabın geldiğini söylemek yanlış olmaz: çünkü bugün itibariyle bile tesiri devam eden bir eserdir. Akademik kariyer sahibi yüzlerce isim yanında, mem- leket sathına yayılmış bir aydın neslinin el kitabı olagelmiştir. İlk baskısı, 1970’ler Türkiye’sinde te’lif bir fikir kitabı için çok yüksek bir tirajla 7500 adet olarak basılmış ve kısa sürede satılmıştır. 12 Eylül’ün çok konuşulduğu bir dönemde olduğumuz için bu eserle ilgili bir notu daha kaydedelim: 12 Eylül sürecindeki MHP Dâvâsı iddianamesinde, şöhretine ve tesirine uygun olarak, Türk milliyetçiliği Fikir Sistemi’nden 7 sayfa iktibas edilmiştir. **** Türk Milliyetçiliği’nin ilgilendiği en önemli konular arasında, “Dış Türkler” meselesi derin hassasiyetlerle işlenir. Töre’nin bütün sayıları Dış Türklerle doğrudan ilgilidir. Bir döneminde, çok yoğun bir şekilde bu konuya odaklanıldığı anlaşılır. 1975’den itibaren, “Türk Dünyası Dosyası” adıyla yeni bir özel bölüm açılır. Bu bölümde, özel haberlere yer verilmekle beraber, Batı kaynaklarından gelen bilgiler ağırlıklı olarak kullanılır. 1975’den itibaren, Türkiye dışında bulunan bazı Türklerden gelen yazılarla zenginleşen sayılar da görülür. Baymirza Hayıt ve Hasan Oraltay, Almanya’dan yazılar gönderirler. Daha sonra bu isimlere Nadir Devlet de katılır. İçerden, Prof. Dr. Tahir Çağatay, Dündar Taşer, Prof. Dr. Abdülkadir İnan, Ahmet Cebeci, Erdal Sargutan, Muhabay Engin, Dr. A. Yavuz Akpınar ve o sıralarda Türkiye’ye gelen İklil Kurban gibi pek çok isim Dış Türkler’le ilgili yazılar kaleme alırlar. Bu yazıların çoğunun aktüel durumlara dair olması çok ilgi çekicidir. Sovyet Devrinin çok katı bir döneminde, bu kadar bilgi sızması şaşılacak bir durumdur. Ancak, bazı bilgilerin yanlışlığı da kısa veya uzun vadede anlaşılan hususlar arasındadır. Mesela, Töre’nin 99. sayısında “Cemiloğlu’nun Ardından” adıyla bir yazı yayımlanmıştır. Bu bilgi Batı kaynaklarında da yer alan bir istihbarat yanıltması olduğu bir zaman sonra anlaşılacaktır. Mustafa Cemiloğlu’nun Sibirya’da zindanda katledildiği haberi, o yıl bütün milliyetçileri yasa boğmuş ve hatta çok büyük bir tel’in mitingi düzenlenmişti. Bu satırların yazarı da o mitingde bulunanlardandı. Cemiloğlu’nun yaşadığı çok sonraları bir müjde olarak duyuldu. 2010 yılı itibariyle bugün de yaşıyor ve Kırım Türklüğü’nün büyük mücadelesine liderlik etmeye devam ediyor. **** Diğer bir ağırlıklı mesele dildir. Dilin de ideolojik bir malzeme olduğu dönemlerdir. O zamanın Türk Dil Kurumu’nun öncülüğünde, o dönemde “uydurmacılık” denen acaip bir yıkıcılık akımı vardı. Türk sanat ve edebiyat hayatı ile beraber, bütünüyle dil sahası teknik terimlere varıncaya kadar, onların yönlendirmesiyle yürüyordu. Türk Milliyetçiliği, milletinin diline kasteden bu akıma tabii olarak 08 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Cebeci’nin, Seyyâh-ı Fakîr edasındaki yazıları da, derginin sanat yönüne sosyal ve siyâsî hiciv boyutunda renk katıyordu. Murat Bardakçı’nın ilk yazısı da Töre’de çıkmıştır. O zamanlar Ankara sanat çevrelerinde, tanburuyla(yaylı da çalardı) görünen Bardakçı, yazı hayatına bir musiki yazısıyla Töre’de başlamıştır. Edebiyat ve sanatla ilgili yazılar, dergide zaman zaman ağırlıklı olarak yer alıyordu. 57. sayı, bu tip sayıların başlangıcı olmasa da yerleştiği bir devreyi işaret eder. Bu hükme şuradan varıyorum: İstanbul’u öne çıkaran yazıların ağırlıklı olduğu 40. sayıda olduğu gibi yer yer bu usul denenmiştir. Bu sayı ve devamında Yahya Kemal’in muhteşem Türk İstanbul konferansları ile 4 yazısına yer verilmiştir. Hatta 56. sayıda, Arif Nihat Asya ve Atsız’la ilgili yazılar da bu geçişe son bir hazırlık olarak değerlendirilebilir. 57. sayıdan sonra, ağırlıklı sayılar sıklaşmış, daha ilerleyen yıllarda da özel sayılara geçilmiştir. Bu da Töre’nin kısmen kendini yenilediği bir devre olarak kabul edilebilir. Bu özel sayılardan birkaç örnek vermeden, Töre’nin yukarıda zikretmediğimiz edebiyat ve sanat yazarlarından bazılarını burada kaydedelim: Sevinç Çokum, Prof. Dr. Şerif Aktaş, Yılmaz Gürbüz, Ülker Gürbüz, Hasan Kayıhan, Sevim Kantarcıoğlu, Ali Yörük, Şevket Bulut, Hasan Kallimci, Zeki Alan. Bu isimlerin bir kısmı akademisyendir ve tenkidtanıtma-denemeler kaleme almışlardır. Bir kısmı da doğrudan nesir vadisinde edebî eserler yayımlamış sanatkârlardır. Töre, çok fazla şiir yayımlamamasına rağmen, kabarık bir şâir listesi çıkması çok dikkate değerdir. Ârif Nihat Asya, Y. Niyazi Gençosmanoğlu, Talat Sait Halman, İlhan Geçer, Bahattin Karakoç, A.Yağmur Tunalı, Abdürrahim Karakoç, Ahmet Tevfik Ozan, Cemal Kurnaz, Olcay Yazıcı, Yılmaz Soyer, Yetik Ozan, Hayati Baki, Muhsin İlyas Subaşı, Şükrü Karaca. Bu şairlerin pek çoğunun şiirinden çok yazısının yayımlanması da, Töre’nin fikir tarafına uygun bir durumdur. 1980 öncesi dergiciliğinde desen de önemli bir yer tutardı. Özellikle kültür sanat dergileri, mutlaka desenle süslenirdi. Bitmemiş resim ve hatta bitmemiş şiir havası veren bu desenler, okuyucunun hem gözünü okşar, hem de o eseri anlamada muhayyilesini tahrik ederdi. Rahmetli Coşkun Karakaya ve şimdi ilim adamı olarak da temayüz eden Garipkafkaslı başta olmak üzere, Mazlum Ümit, Mehmet Başbuğ, Ali Düzgün, Osman Altıntaş, Suzan Çataloluk, Rıfkı Demirelli, Oğuz Karakoç ve Vehbi Okur gibi isimlerin desen ve fotografları Töre’nin edebî verimleriyle beraber görünmüştür. Hatta resim sanatına hazırlık manasından dolayı, bir desen yarışması bile düzenlenmiştir. Töre’nin düzenlediği üç yarışmadan biri budur. şiddetle muhalifti; ancak bu büyük seli durduracak kadar güçlü enstrümanlara sahip değildi. Töre, bu konuda da sert bir mücadele yürüttü. Töre’nin pek çok sayısında, bu dil savaşına dair pek çok yazı vardır. O zamanın genç akademisyenleri Ahmet Bican Ercilasun, Dursun Yıldırım, Birol Emil, Mertol Tulum (bu isimler o sırada asistan veya Dr. unvanı taşıyorlardı) ve benzeri pek çok isim bu dil kavgasının teknik tarafını yürütüyorlardı. Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu da Töre’nin bu dil mücadelesini destekleyenler arasındadır. Dergiyi bir dönem emaneten çıkaran Dr. Yalçın İzbul’un özellikle Batılı linguistik çalışmalarına yer veren yazıları ve tercümeleri, ilim açısından önemliydi. Dil zevki bakımından da, pek çok şair ve yazarın dikkatleri, Töre sayfalarında yer alıyordu. Hiç hızını kaybetmeden devam ettirilen bu dil dikkati yeni nesillere aktarılmak suretiyle, tahribatın daha büyük olmasını engelleyen, çok değerli bir çalışma yürütüldüğü ortadadır. Dile verilen önem, elbette edebiyata ilgi duymayı gerektirdi. Dil, yaşayan en canlı tarafıyla edebî verimlerle de duyurulmalıydı. Zaten Töre çevresinde, pek çok adı belli edebiyatçılar vardı. Kurucu Halide Nusret Hanım, şair ve yazardı. Kızı derginin sahibi ve Genel Yönetmeni Emine Işınsu romancıydı. Arif Nihat Asya gibi büyük bir şâir, henüz hayattaydı ve dergi çıkarıcıları ile devamlı beraberdi. Hisar muhîti tamamiyle derginin dost çevresiydi. Edebiyatçılar bakımından problem yoktu. Ancak, Töre bir fikir dergisiydi. Edebiyat ve sanatın fikir tarafına girebilirdi, ama edebî verimleri yayımlamak konusunda bazı tereddütler vardı. Bu tereddüdün de müspet yönde aşılmasıyla, hem sanat yazıları ve hem de sanat eserlerine yer verilmeye başlandı. Bu, Töre’nin geçirdiği birinci köklü değişmedir. 1975 yılına tesadüf eden bu değişme, 52. sayıdan itibaren ağırlıklı sanat yazılarıyla netleşir. Kısa bir zaman sonra da, Töre, bir fikir ve sanat dergisi olur. Sanatın her kolunda yazılara ver vermek üzere, kampanyayı andıran bir çalışma başlatılır. Tiyatrodan musikiye kadar her konuda yazılara yer verilir. Mehmet Çınarlı, Sanatçı Dostlarım serlevhalı hatıra yazılarını ilk olarak Töre sayfalarında yayınlar. O zaman Sansür Kurulu’nda Millî Eğitim Bakanlığı’nı temsil eden merhum Mehmet Nuri Özşahin, Oğuzata Altaylı adıyla sinema yazılarına başlar. Birkaç isim tiyatro yazıları yazar. Mahir Canova ve Aclan Sayılgan gibi Türk Tiyatrosunun iki büyük ismi de zaman zaman Töre’de yer alırlar. Bir grup arkadaşla 1975 yılında kurduğumuz tiyatroyla ilgili ilk yazı da Töre’de çıktı. Bir dönem Töre’nin Yazı İşleri Müdürlüğünü de üstlenen Meriç Coşkun imzalı yazı, “Çağlar Sanat Tiyatrosu-Kürşat İhtilâli” adını taşıyordu. Dilâver 09 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Töre’nin bir diğer yarışması, o yıllarda şiirin yanında yazıcıları çoğalan hikâye sahasında idi. 12 Eylül 1980’e iki kala düzenlenen bu yarışma, çok büyük ilgi gördü. Emine Işınsu, Doç. Dr.Bilge Ercilasun, Sevinç Çokum, A. Yağmur Tunalı ve Hüseyin Mümtaz’dan oluşan jüri, A. Kartaltepe’nin Muhacir Osman adlı hikâyesini birinci seçti. Kimdi, nereliydi? bilinmiyordu. Sonuçlar ilan edildikten sonra, “Ben Batı Trakya’dan …” diye başlayan bir mektup geldi ve ismiyle beraber kimliği de o şekilde öğrenildi. Töre, bu yarışmada ilk sıralarda yer alanları bir özel sayıda değerlendirdi. Galiba, bir edebiyat türüne ilk defa tam sayı ayırmak, Töre için bir başka döneme işaret eder. Zaten, bu sırada 12 Eylül olmuş ve fikir yazılarının ağırlığı sanki tabii bir sonuçmuş gibi azalmıştı. Nitekim 1981 yılında, Tarık Buğra’nın “Gençliğim Eyvah” romanının yayınından hemen sonra, ağırlıklı bir sayı yapılmıştır. Özel sayı ağırlığına yakındır. Çok yönlü yazılar yer almış, Tarık Buğra ile o vakte kadar yapılmış en geniş röportaja yer verilmiştir. Bir bakıma Tarık Buğra ile ilgili sayı, Emine Işınsu’nun son hamlelerinden biridir. Çünkü devrin şartları gereği, yurtdışında çalışmak zorunda kalan eşi Prof. Dr. İskender Öksüz’le Suudî Arabistan’a gidecektir. Veda yazısı, o günlerde sevenlerinin ve okuyucularının içini sızlatan ifadeler olarak yansımıştır. Yazının başlığı “Eyvallah”dır. Hemen üstünde, “Şen olasın Halep Şehri” ibaresi vardır. Bu ibare tekrar eden bir motiftir. Hüznü ağırlaştıran da odur. Işınsu: “Ne yaptıysak Türk’e hizmet aşkımız için yaptık…” diyecek ve derginin sahipliğini Yaşar Eşmekaya’ya devredecektir. Dergi, bundan sonra beş kişilik bir yazı heyeti tarafından çıkarılacaktır. Dr. Muhtar Tevfikoğlu, Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun, Prof. Dr. Sadık Kemal Tural, Mustafa Özcan ve A. Yağmur Tunalı. Bu yeni dönemin özelliği, bu heyetin fikirlerinin tam mânâsıyla dergiye yön vermesidir. Yayın tarihimiz için de önemli bir örnek olduğu açıktır. Çünkü dergiler yayın kurulları oluşturmak bakımından birbirlerine benzerler. O kurulların sayı ve fonksiyonları bakımından değişiklikler gösterirler. Yazı kurulları tam olarak çalışan pek az dergi vardır. Töre bu yeni devresinde, 1984’e kadar, kültür sanat ağırlıklı bir dergidir. Fikir ağırlığı, kültür- sanat verimleri ve fikriyatına kaymış gibidir. 12 Eylül sonrası şartlara bu şekilde uyum sağlandığı düşünülebilir. Siyaset ve o çerçevede kabul edilen fikrî faaliyetlerin zemininin kaydığı bir zaman dilimidir. Türkiye’nin sağının ve solunun, kendisini ifade için edebiyat ve sanat verimlerine ağırlık verdiği, yayın bakımından çok zengin bir dönemdir. Onlarca yayınevi, onlarca dergi, yüzlerce kitap, birbiri ardınca çıkmaktadır. O devir için, şaşırtıcı bir çeşitlilik ve hız vardır. Yüzde itibariyle sağın hissesi, olsa olsa onlar mertebesinde, milliyetçi kesimin hissesi ise, 2-3’ler mertebesindeydi, denebilir. Bu yayın furyasında, milliyetçi kesimin çok ağır kaldığı da açıktır. Töre’nin, bu yavaşlığı ve eksikliği, uzun yılların tecrübesiyle, yeni bir formata bürünerek göğüslediği de düşünülebilir. Töre’yi çıkaranlar bu büyük sorumluluğun farkındadırlar. Dergi, yeni imzalara her zaman olduğundan daha fazla açıktır. Nitekim, bu devrede, yeni nesilden pek çok imza Töre sayfalarında görülür. Bu devrede de ağırlıklı ve özel sayılar çıkarılır. Yahya Kemal’i yeniden gündeme getirmek isteğiyle hazırlanan sayıda, benzerlerinden çok farklı yazı ve analizler vardır. Yahya Kemal’in meclislerinde bulunan Dr. Muhtar Tevfikoğlu’nun yön verdiği bu bölümün, bir bakıma yakın bir dost gözetiminde içerden bir bakış lezzeti taşıdığı açıktır. Edebiyat ve sanat sahasında bir canlanmaya öncülük etme gayreti de zaman zaman görülür. Töre geleneğinde, ikinci defa bir edebiyat türünde yarışma düzenlenmesi bu devrededir. Şiir yarışması, 4 yıl önceki hikâye yarışması gibi büyük ilgi görür. Yarışma sonuçları, Odalar Birliği salonunda düzenlenen bir panel, şiir okumaları ve Cinuçen Tanrıkorur ud ve ses resitali’nden oluşan bir programla ilan edilir. Zamanına göre çok parlak bir tören olduğu, o günlerde çok konuşulmuştur. Derginin bu döneminde, bir vefâ borcu da yerine getirilir. Emine Işınsu Özel Sayısı, konusuna uygun olarak, en parlak nüshalardan biri halinde çıkar. 120 sayfalık derginin 77 sayfası, Işınsu’nun biyografisi, kendisiyle yapılmış bir mektup-mülâkat, edebiyat tarihçilerinin, dostlarının yazı ve görüşleriyle, önemli bir kaynak olarak değerlendirilmiştir. Edebî şahsiyetlerle ilgili çıkarılmış özel dergi sayıları içinde, orijinal bir örnektir. Romancı hakkında bir fikri olmayanlar bile, bu özel sayıyı okumakla onu ciddi surette tanıyacaklardır. Bu kadar iddialı bir fikir söylenebilmesinin gerekçelerini açıklamak lazımdır: Bu özel sayı, edebiyat ilminin soğukkanlı bakışını veren yazılar yanında, romancıyı yakından tanıyanların kaleminden çıkmış, içerden bilgilerin ve duyguların ağırlıklı olarak yer aldığı bir yazılar bütünü olarak çıkmıştır. Emine Işınsu hakkında yapılmış tezlerden sonra, en derli toplu bilgi de bu özel sayıdadır. Emine Işınsu Özel Sayısı ve arkasından gelen şiir yarışması ve onunla ilgili ağırlıklı sayı, bir bakıma Töre’nin batıştan önceki göz alıcı parlaması gibidir. 1984’den itibaren, Töre’nin sahipliği bir kere daha değişmiş, o sırada Devlet Bahçeli öncülüğünde kurulan Mayaş A.Ş., dergiye Yaşar 10 F İ K İ R S A N AT V E Eşmekaya ile ortak olmuştur. Yine Yaşar Eşmekaya, sahibi görünecektir. Ama, Mayaş adıyla birlikte. Yine aynı yazı kurulu dergiyi çıkarmaya devam edecektir, ama eski heves, heyecan pek kalmamıştır. Yazı Kurulu’nun heyecanı bu merhaleden önce de kısmen azalmıştır. Dergi, Mayaş’ın yayını olmadan da, aktüel konularda yorumlar ve bir bakıma siyasete girmiştir. Yazı Kurulu’nun düşündüğü dergi havası, Mayaş’la beraber bir kere daha sarsıntı geçirmeye başlamıştır. Aslında, yeni bir fırsat da doğmuştur: Mayaş’ın Taha Akyol tarafından çıkarılan Hamle adlı bir haftalık dergisi de artık yayındadır. Töre, yeniden kültür ve sanat dergisi olarak çıkabilecektir. Ancak, idare problemleri vesair şartlar, 1985 itibariyle Yazı Kurulu’nun dağılmasıyla (çekilmesiyle de denebilir) sonuçlanmıştır. Daha sonra da, dergi bir süre daha Mayaş tarafından yayımlanmış, daha sonra İstanbul’da bir ekip tarafından birkaç sayı daha çıkarılmıştır. Töre’nin çıkan son sayısı, bir sır gibidir. Bu kadar yakın bir tarihte olmasına rağmen, çok el değiştirme, şehir değiştirme ve ekip değiştirme yüzünden bu muamma çözülmez haldedir. Prof. Dr. Ali Birinci dâhil, pek çok kimse bu muammayı çözmek için uğraşmasına rağmen, netice alınamamıştır. Yolu Töre’den geçenler de bu konuda bir şey yapamamışlardır. Türk Yurdu’nun emektar Genel Yayın Müdürü ve Töre’nin E D E B İYAT TA TÖ R E bir dönem Yazı İşleri’ni yürüten Prof. Dr. Çağatay Özdemir’in himmet eli bu konuya da değdiğine göre, bir netice alınması beklenebilir. Son 25 yılın en çetin yayın meselelerinden biri olmak yanında, hâl-i pür-melâlimizi de anlatacak hazin bir örnektir. Bu belirsizlik bir yana, Töre, Türk düşünce tarihinde çok orijinal bir dergidir. 16 yılı aşan bir yayın süresiyle, uzun ömründe, bir nesli mayalamış olduğu söylenebilir. Yalnız Töre okuyarak, memleket ve dünya meselelerinde hatırı sayılır seviyede fikir sahibi olan, kültür ve sanata bir ölçüde aşinalık kazanan, binlerle ifade edilecek bir okuyucu ordusundan bahsedilebilir. Türk düşünce tarihi ve kültür tarihinde, iz bırakmış bir dergi olarak kaydedileceği de kesindir. **** 25 yıllık bir aradan sonra, Töre yeniden can bulu yor. Kökleri sağlam olan ağaçlar gibiyken, kurumuş dallarına, derinlerden su geliyor. Büyük gelenek çizgileri böyledir: Battıkları yerden bir başka türlü çıkmayı başarabilecek bir genetik sağlamlıkla doğarlar. Töre’nin Töre’si devam ediyor ve mutlaka gelecekte de şu veya bu şekilde devam edecek. Milliyete yaslanan her hareketin böyle yeniden yeni doğuşları, yaradılışı devam kanunlarının icabı ve gerçeği olsa gerek. 11 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E DER BEYÂN-I MECELLE-İ TÖRE* • SEYYÂH-I FÂKİR EVLİY ÇELEBİ TÖRE, bundan sekiz sene mukaddem (1) meydâne çıkmıştur. Süleyman Ispartavi’nin sadâret ruzigârında, (2) Devirimci, Dürümcü, Viskici, Fışkıcı namları tahtında bir alay şerirü fâsık kimesneler gemi azıya alup, Ümmet-i Muhammed’e taarruz ittükte, bu Töre türemiştir. Zaten Töre türemek masdarından bir isimdür. Töre türedükten sonra bâlâda zikri geçen erâzil gürûbu ric’ata başlamıştur. Töre’nin sahibesi ve dahi Milli Kaynana Amine Hatun her ne kadar «Töre Silahtur» deyu Ceridelere ilân virür ise de, zinhâr inanmayasuz. Töre ne Balyemez topudur, ne Çakmaklı tüfenktür, ne Yeniçeri palasıdur, ne de *Töre Dergisi Hakkında, Haziran 1979 zemâne silahlarından olup, Dank deyü ma’ruf gulyabâni silahıdur. Bu Amine Hatunun kavli cümle batıldur. Töre, halis muhlis bir mecelledür. Lâkin bâlâda zikreyledüğüm esli hanın Cümlesine bedeldür. Çünki fikirden (3) daha kuvvetli silah yokdürür. Töre, lügatta ecdâddan gelen ba’zı an’ane dimektür. Bizim ecdâdımızın dahi an’ane, ahlâk ü a’dabı makûl ü kâmil olduğundan, elyevm (4) biz anların tâkibçisi ve taklitçisiyiz. Velev kim, devir EY-Ç1F1T devri, vatan KARGAŞİSTAN olsun... İşte TÖRE mecellesinün maksûdu budur. Bu mecellenin tevlidünde, DÜNDAR TAŞER nam 12 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E bir Kolağasınun azim gayret’ü nusreti vardur, Kendüsü taş gibi muhkem bir er olduğundan TAŞER dirlerdi. Bâlâda Zikreyledüğüm gulyabâni kılıklı DANK silâhlarınun isti’mâl idüldüğü ordu sınıfından yiğit bir Türkmen idi. Bundan yedi sene mukaddem Eceli kaza ile dâr-i fenâdan dâr-ı bekâya intikal eyledü. (Rahmetullâhi aleyh) Fahri kâinat Muhammed Mustafa efendimüz bir hadîsinde; «mü’minler ölmez, bir dünyâdan diğer dünyâya naklolunurlar» buyurmuştur. Töre ashabından olupta dâr-ı bekâya intikâl iden ba’zı eşhas daha vardur: Bunlardan evvelâ, nâmı Asya kıt’asını aşmış olan ARİF NİHAT ASYA vefât eyledü kim, cümlemizi azim kedere garg eylemiştür. Kendüsü mevlevî meşreb, hoş sohbet bir şâir idi kim, ânın eş’arındaki (5) bir mısra EY-ÇIFIT ve yandaşları gibi teşâür ehlinin ömür boyu yazduklarına bedeldür. (6) Bu hakir elhamdülillah andan el almıştur. YETİK OZAN deyû ma’ruf belâgatlı şâir ise, şirk ehlinün ümmet-i Muhammed’e revâ gördüğü zulme tahammül idemeyüp kendü canına kıymıştur. Bir zamanlar hakirin dahi tasvirini yapmış olan COŞKUN KARAKAYA nâmındaki musavvir ise bînazir (7) bir civân iken dâr-ı bekâya göçtü. (Rahmetullahi aleyhim) Dost ve yaranları ruhlarına fâtihâ göndermeyi ihmâl itmeseler yeğdür. TÖRE ashâbı pek ziyâdedür. Anların evsafı saymak ilen bitmez. Cümlesi Leyl ü nehâr elde kalem, dilde besmele, önlerinde kâğıt uykuyu didelerine haram eylemiş, küffâr ile fikir cengi iderler. Bunlardan, Âmine hatunun zevci ÖKSÜZ İSKENDER nâmındaki âdem gündüzleri siyâm(8), kiceleri kıyâm (9) üzere, dahi elinden kalem, gözünden gözlük düşmedüğünden, tıraş olmaya vakit bulamayub, üzüm gibi siyah sakalları göbeğine değeyazmıştur. Hele bir GALİP DEDE vardur kim, bu hakir ânın uyuduğuna hiç şâhid olmadum. Daha on beş yaşında bir civân iken diyâr-ı TURAN’ı feth içün yek başına sefere çıkub, kış çabuk basturduğundan ric’ate mecbûr kalmıştur. Böyle çapik ü çalâk (10) bir pîr-i fânîdür, Macerâları doksandokuz cilt kitâb olur. El’an âsitânede (11) müderris olan Aydınlı MUHAMMET ERÖZ hem kalemine hem dahi bazusuna muhkem bir kimesne olub, Şenâverlikte Yunus balığı ilen yarış eyler. Bakalım TÖRE ashabından daha kimler vardur: Kılıç gibi söz söyleyen, düz sözü şiir eyleyen, gâhı bahâdır sûretli, gâhi Dedem Korkut sîretli, destanların cılasunu NİYAZİ GENÇOSMANOĞLU vardur. Sızı yazmış, ağrı yazmış, cümlesini doğru yazınır, EY-ÇIFIT’a erce çatmış, varub zindanlarda yatmış, cirmi küçük ilmi büyük HACIEMÎNOĞLU vardur. Elbistan’ın kal’ası, yürekli Türkmen balası, özü doğru, sözü doğru, şiirleri hakka çağrı ABDURRAHİM KARAKOÇ vardur. Çizgi çizgi cenk eyleyen, sessiz sessiz söz söyleyen, Azerbaycanlıdur asli, EHMEDELİ GARİPKAFKASLI vardur. Nere gitse kendüsüne yer bulan, hâinlerin yüreğine havf satan, kırılmayan, bükülmeyen, meydanlardan çekilmeyen ERCILASUN vardur. Gönlü derya, dili deryâ, sözleri ya türkü ya arya, yaza yaza yorulmayan hiç kimseye darılmayan SEVİNÇ ÇOKUM hatun vardur. Donuk duran, sessiz duran, ilmi ile kâfir vuran, oturup kalkanda Osmanlı değil âsumanlı EROL GÜNGÖR vardur. Sesi gelen her yandan, evlâd-ı fâtihândan, hemi olgun yaşı-başı, bu fakirin adaşı AHMET CEBECİ vardur. Boyu tâvil, kendü lâfbâz, civanlığında yumruk endâz, yaman olur yitişmesi KIRIKKALE yetişmesi SADIK KEMAL TURAL vardur. Deryalar mürekeb, ağaçlar kalem olsa, TÖRE ashabının esmaını (12) ve evsâfını (13) saymaya yetmez. Allah cümlesinin diline ve kalemine kuvvet ihsân eyleyüb, TÖRE’nin ömrünü ebedî kılsun... Âmîn... (1) Önce (2) Zamanında (3) Silâhlar (4) Bu gün (5) Şiirlerindeki (6) Şairliğe yeltenme (7) Eşsiz (8) Oruç (9) Namaz (10) Çevik, atik (11) İstanbul’da (12) İsimlerini (13) Özeliklerini 13 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Kızım «IŞINSU» İçin • Halide Nusret ZORLUTUNA Işın kızım sana, oyuncak diye, Gökten yıldızları, deresim gelir. Güneşleri verip sana hediye, Bahârı yoluna seresim gelir. Senden birer parça, göl, deniz, dere, Güzelliğin vurmuş sanki her yere, Ayın ışığını sarıp güllere, Başına bir çelenk öresim gelir. Şakrak kahkahanla uçar her hüzün, Erir ve dağılır sisleri güzün, Ömrümün bahârı, ışıklı yüzün; Bir saat görmesem, göresim gelir. Sesin bir rüzgârdır, tatlı ve serin, Gönlümdeki mâbet senin eserin. Ruhuma gülerken güzel gözlerin, Göklerdeki sırra, eresim gelir. 14 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E BETİK* • İskender ÖKSÜZ Miskin Yunus söyler sözün Yaş doldurmuş iki gözün Bilenlere selam olsun Bizi bilmeyen ne bilsin Gülende gülce açışlı, kızanda çakın bakışlı, alayda albız yakışlı Aybala... meni silkip atar mısın? Şol küçük acunun nuru, bakanda okça delişli, sevende Selcen sevişli Aybala... sen Yağmur’u bilir misin? Men gibi kalem tutuşlu, göğsünde özüm atışlı görklü balam... eğit kıl: özüne özüm verende, seni yürekten sevende, mantık denilen yalanla, sen özgeye gider misin? Fani dünyanın kışında, karanlığında, yasında, kör yağının kırışında meni yalın koyar mısın? Alaca gün doğduğunda, çiçeklerin ormanında, göğün görklü mavisine, yerin murat yeşiline, yaş tayların tepişine, mensiz bakabilir misin? Men; zamanın yarçımasız kara mağrasına sensiz girebilemem, sevincin ala ban günlüğünde sensiz durabilemem, ülkünün katı uğraşın sensiz verebilemem, Alplerin erdemli yiğitliklerin sensiz diyebilemem. Sen yapabilir misin? Kara acunun ışığı, soğuk acunun ılığı, yad dirliğin tanışı, yalın dirliğin yoldaşı Aybala’m, özün özümde, özüm özünde... uçabilemezsin! Fani dünyanın sonsuzu, sığ dünyanın engini, puslu kaderin ulduzu, kargışlanmış kaderin kutluğu, balam hey!.. Mene mutlu haber gıl... yarçımasız: parıltısız ban: büyük kargışlanmış: lanetlenmiş günlük: çadır *Töre Dergisi, Aralık 1971, S.35, 15 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Emine Işınsu (Sanatçı Dostlarım) • Mehmet ÇINARLI Öncebeci’de oturduğum sıralarda, bir gün, Erdem sokaktan, ana caddeye doğru inerken, yanımdan dikkatimi çeken bir kız çocuğu geçti. Boyunun birdenbire uzadığı, birkaç ay içinde çocukluktan genç kızlığa doğru önemli adımlar attığı belliydi. Saçlarını iki uzun örgü halinde beline doğru sallandırmış, canlı, neşeli adımlarla yürüyordu. Güzel bir yüzü, ışıl ışıl gözleri vardı. Kız çocuklarının, bizim taraflarda patılama (patlama) denilen, bu değişmeleri çok güzel, çok heyecan verici bir tabiat olayıdır. Onları ağaçların (özellikle gül ağaçlarının) dibinden fışkıran yeni ve kuvvetli sürgünlere benzetirim. Bu sürgünlerin kaç hafta içinde, boyları yarım metreyi, bir metreyi aşar. Açık yeşil renkleri vardır. Parmak kalınlığına ulaştıkları halde, o kadar taze, o kadar yumuşaktırlar ki, küçük bir hareketle kırılıp kopabilirler. Önümde, böyle bir sürgünün tazeliğiyle, yürümekte olan genç kız adayı, aklıma o günlerde çok dinlediğim bir şarkının sözlerini getirdi. Farkında olmadan yüksek sesle tekrarladım: Feyzi Halıcı ve arkadaşlarının sık sık düzenledikleri şiir gecelerinden birine davetliyiz. Ankara’da bulunan şairlerin önemli bir kısmı davete katılıyor. Aramızda Halide Nusret de var. Bizim için tutulmuş otobüse bineceğimiz sırada, yanındaki genç kızla beni tanıştırıyor: - Kızım Emine Işınsu. Üç-dört yıl önce yolda bir çeşit laf attığım kız çocuğunun yüzünü hemen hatırlıyor ve onun, şimdi -tahmin ettiğim gibi- güzel bir genç kız olduğunu görüyorum. Onunsa beni hiç hatırlamadığı her halinden belliydi. Buna sevindim. O günlerde Konya’nın Dede Bahçesi’nde ve Mevlâna Müzesi önünde çekilmiş toplu fotoğraflarımız var. Fotoğrafların arkasına yazdığım nottan anlaşıldığına göre, 1954 yılının Temmuz ayında bulunuyormuşuz. Demek ki, Işınsu, henüz 16 yaşındaydı. Şiir yazdığını öğrenmiştik, Yaşları benim gibi otuza yaklaşmış veya otuzu geçmiş olan şair ağabeyleri ona iltifat etmek için birbirleriyle yarışa girmişlerdi. Bu yarışta –tabiatım icabı- benim en sona kalmam ve hiç bir derece alamamam mukadderdi. Üstelik, iki ay önce nişanlanmış bulunduğum için, genç kızlardan mümkün olduğu kadar uzak durmam gerekiyordu! Aynı yılın Ekim ayında Emine Işınsu’nun Hisar’da küçük bir şiiri yayınlanmış. Sanırım, O’nun adı geçen dergide görünen ilk ve son şiiri bu oldu. Şiirin altına koyduğu imzada soyadını kullanmayışı tuhafımıza gitmişti. Acaba, Işınsu babasına, anasına bağlılığını (eski ve daha doğru deyimiyle mensubiyetini) reddeden asi evlatlardan biri miydi? Öyle değilmiş. Sanat hayatına adımını atarken, «Zorlutuna» soyadının Sen gitgide bir âfet-i devran olacaksın Canlar yakacak âteş-i sûzan olacaksın. Başını geriye çevirip, beni şöyle bir süzmüş ve gülümsemişti.. O yaşta, okuduğum mısraların mânâsını anlayacağına ihtimal vermediğim için, bu bakış ve gülümseyişin, sokak ortasında yüksek sesle şiir okuyan birine rastlamanın verdiği şaşkınlıktan ileri geldiğini düşündüm. Aradan üç-dört yıl geçti. O zamanlar, Konya’da, *Töre Dergisi, S.61, s.25 16 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E sağlayacağı hazır şöhretten faydalanmak istememiş, edebiyat dünyasında Emine Işınsu olarak, sırf kendi gücü, kendi kabiliyetiyle bir yer edinmeyi uygun görmüş. Bu, gerçekten saygıya, alkışlanmaya değer bir davranıştı. O’nun, iki günlük Konya gezimiz sırasında, üzerimde bıraktığı hırslı, gururlu ve dik başlı genç kız izlenimine de uygun düşüyordu. Işınsu, iki Yıl sonra (1956), karşımıza bir şiir kitabıyla çıkıverdi. «İki Nokta» adını verdiği bu kitaba giren şiirlerin çoğu, bir-iki kelimelik kısa mısralardan oluşmuştu. İçlerinde, çocukça duyguların dile geldiği şiirler de vardı; çokbilmiş, çok görmüş geçirmiş bir nine edasıyla söylenmiş şiirler de: 1959 yılında, öteki Hisar’cı arkadaşlarım ve Ocak’lı bazı şair ve yazarlarla, Ankara Türkocağı Sanat Kolu’nu kurup, Türk Yurdu dergisinin «Sanat ve Edebiyat» bölümünü yönetmeye başladığımız zaman, bize bir genç yazardan övgü ile söz edilmişti: Erdoğan Cemil Okçu. Mühendis (veya mimar) olduğunu işittiğimiz bu genç yazar, vecize ile şiir arasında bir şeyler yazıyordu: Edebi türlerin birine sokmakta güçlük çektiğimiz, zevkine de pek varamadığımız bu yazılar, derginin «Sanat ve Edebiyat» bölümünde değil, öteki bölümlerinde yayınlanırdı. Günün birinde, Ankara Türk Ocağı’nda, Erdoğan Cemil Okçu’nun kendisiyle de karşılaştık. Sarışın, yakışıklı, tüysüz denecek kadar parlak bir gençti. Azimli, kendinden emin bir gençti, kendinden emin bir hali vardı. Askerlik hizmetini yapmakta olduğu için, yedek subay (veya yedek subay öğrenci) üniforması giymişti. O sırada, Halide Nusret’le yeni şairlerden birini karşılaştırıp, o yeni şairi Halide Nusret’ten üstün gördüğünü söyleyen bir arkadaşımıza genç yedek subay (veya yedek subay adayı) birdenbire sert bir çıkışta bulundu: - Hayır, o şair Halide Nusret’in tırnağı bile olamaz. Ben, bu sinirli çıkışın manasını anlayamamıştım. O gittikten sonra, Ocak’lılardan birine sordum. - Hoş görmelisiniz, dedi, yakında Halide Nusret’e damat olacak. Işınsu ile nişanlandı. Bu konuşma 1959 yılı sonlarında veya 1960 yılı başlarında olmuştu. Sonra, yurdumuz, o günleri yaşayan herkesin acıyla hatırlayacağı, kavga, döğüş, kargaşalık günlerine girdi. Türk Ocağı’ndaki buluşmalar ve sanat toplantıları da sona erdi. 1964 yılında Hisar’ı tekrar çıkarmaya başlayıncaya kadar, hepimiz bir çeşit ölü devreye girdik. Işınsu, bu sıralarda bazı hikâye denemeleri yapmış, bunlardan ikisini Dost dergisinde yayınlamış. Işınsu’nun dahi, Dost gibi, solculuğu hayli ileri götürmüş bir dergiye yazı vermiş olması, o tarihlerde, sanatını sol ideolojinin dışında tutmak isteyen yazarlar için, yayın alanında ne derin bir boşluk bulunduğunu göstermeye yeter sanırım. Bizim, Hisar’ı ikinci defa çıkarmak zorunda kalışımızın sebeplerinden birisi de, bu boşluğu acı acı hissetmiş olmamızdır. Hisar’ı yeniden çıkarmaya başladığımız yıl(1964) Işınsu da yazı ailemize dâhil oldu. «Yeşil Fasulyeler» başlıklı hikâyesi, bizim de, okuyucularımızın da çok hoşumuza gitmiş, bize yeni ve başarılı bir hikâyecinin müjdesini vermişti. Fakat genç yazar, Hisar’da ikinci bir hikâye daha yayınladıktan sonra, birdenbire susuverdi. O’nu bir gün «Sabah» gazetesinin fıkra yazarı olarak bulduk. Yazılarından birine Hisar dergisini konu yapmıştı. Fakat ne dediği pek anlaşılmıyordu. Söylenmek istenen- Gel bu akşam bize gidelim kardeş; Top oynıyalım, Çember çevirelim. Sonra, evcilik de oynarız. Bir evimiz olur Erik ağaçlarının altında. Garipseme öyle Kocaman, Kocaman Açıp gözlerini, Hayat derler buna. Ya çekersin, Ya çektirirsin. Bu bir kadehtir; Bazan dolu, Bazan boş... Kitabın sonuna «Masal» başlığı altında eklediği 14 küçük şiirde ise, çocukluktan genç kızlığa geçen bir kalbin ilk aşk heyecanlarını bulmuştuk: Uzaklardan ta uzaklardan Gelirsin, Ellerin üşümüştür; Yüreğimi veririm, Isınırsın, Gidersin ta uzaklara Gidersin, Yüreğim Sende kalır. Konya gezisinden sonra, şair-yazar takımından bazı arkadaşların kolejli genç kızla ilişki kurmaya çalıştıklarını öğrenmiştim. Halide Nusret hanıma yapılan ziyaretler birdenbire artmış, fakat ona damat olma yolundaki teşebbüsler -sanırım biraz da vaktin erken, Işınsu’nun çok genç oluşu yüzünden- müsbet bir sonuca ulaşamamıştı. 17 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E ler birbirine karıştırılmış veya yarım bırakılmış gibiydi. Sözü geçen yazının nasıl o hale geldiğini, sonradankendisinden dinledim: Atatürk’ü sevmeyen gazete yöneticilerinden biri, Hisar’la ilgili yazıda ne kadar Atatürk’le ilgili cümle varsa, makaslayıp çıkarmış. Aksi bir tesadüf eseri olarak, Işınsu’nun ele aldığı sayı da, Hisar’ın Atatürk sayısı. Atatürk aradan çekilince, ne Hisar’da hayır kalmış, ne de yazarın fıkrasında! Emine Işınsu, benim kanaatime göre, sanat yolunu gönlünün istediğinden çok aklıyla, mantığıyla çizmiştir. Şiirde ısrar edip, sayısı pek çok olan başarısız şairlerden biri olarak kalabilirdi. Fazla vakit kaybetmeden şiiri bırakıp, yazarlığa geçmesini bildi. Fıkra yazarlığından, hikâyecilikten, tiyatroya, romana atladı. 1967 yılı sonlarında benimle görüşmek için Necatibey Caddesi’ndeki Hisar idarehanesine geldiği zaman, karşımda artık, ne örgülü saçlarını savura savura giden genç kız adayı, ne de duygu ve heyecanlarını ilk defa kağıda dökmeye çalışan genç şair vardı. «Küçük Dünya» adındaki romanı Turizm ve Tanıtma Bakanlığı Sanat Armağanı’nı kazanmış, «Bir Yürek Satıldı» adındaki oyunu TRT’nin Radyo Oyunları Yarışması’nda birinci gelmiş başarılı bir hanım yazarla karşı karşıya bulunuyordum. Yılların geçmesiyle olgunlaşan ve şahsiyet kazanan güzelliği de, siyah elbisesi içinde, daha çarpıcı bir hal almıştı. İlk defa olarak, uzun uzun ve çok samimi sohbet ettik. Kendisine yıllar öncesinin karşılaşmasından ve sokak ortasında yüksek sesle söylediğim beyitten de bahsettim. Hiç hatırlamadı, fakat sahneyi gözünün önüne getirip uzun uzun güldü. Gelişinin asıl sebebi: Devlet Tiyatrosu’na verdiği piyesin bir an evvel okunması için benim yardımımı istemekti. Hisar’cı ağabeyimiz Munis Faik Ozansoy, Tiyatro’nun Edebi Heyet’inde bulunduğu için, benim O’na söylememle bu işin olacağına inanıyordu. Söylemeyi ve ısrarda bulunmayı vaat ettim. Biz sohbete dalarak vakti unutmuştuk. Saat bir hayli ilerlemiş (sekize yaklaşmış) kış mevsimi olduğu için, hava iyiden iyiye kararmıştı. Bir ara telâşla saatine baktı. Eşi Erdoğan Okçu gelip kendisini Hisar’dan alacağını söylemiş. Kararlaştırılan saat bir hayli geçtiği halde, gelmedi. Işınsu, sinirli ve üzüntülü bir sesle: - Her halde unuttu! dedi. Ondan sonra söylediği birkaç cümle, evlilik hayatında mutlu olmadığını anlamama yetmişti. Kendisini evine götürmeyi teklif ettim. - Yooo, siz hiç zahmet etmeyin. Hiç gerek yok. Medeni bir şehirde yaşıyoruz. Bir taksi çağıralım, ben kendi kendime giderim. Taksiyi çağırdığım sırada, başka bir akşam buluşup sohbete devam etmemizi istedi, ben de memnuniyetle kabul ettim. Kısa bir süre sonra, telefonla aradı. Benim için evlerinde bir ziyafet tertiplemişti. Gazi Osman Paşa’da, Reşit Galip Caddesi’nin tepeye ulaştığı yerde, babasına ait bir villanın üst katında oturuyordu. Alt kata da annesi ve -o zaman sağ olan- babası yerleşmişti. Işınsu’nun, sadece iyi bir yazar değil, iyi bir ev hanımı da olduğunu o zaman öğrendim. Çok zengin bir sofra hazırlamış, benim Türk musikisini sevdiğimi düşünerek, ses sanatçısı Nevzat Güyer’i de davet etmişti. Yemekte, Nevzat’ın ağabeyi Süleyman Güyer’le, iki de Üniversite öğretim üyesi vardı. Öğretim üyelerinin o akşam ne sebeple bulunduklarını bilmiyorum. Sanırım kocasının arkadaşları idiler. Şiirli, şarkılı çok güzel bir gece geçirdik. Erdoğan Cemil Okçu da çok kibar ve samimi idi. Bana büyük bir yakınlık gösterdi. Evlerinin benim için her zaman açık olduğunu söyledi ve telefon edip haber vermeğe bile lüzum görmeden sık sık gelmemi istedi. O günlerde, eşim Amerika’da olduğu için bir çeşit bekâr hayatı yaşıyordum. Öğretim üyelerinden genç olanı çok iyi fal bakıyordu. O akşam, avuçlarımıza bakarak geleceğimizi okumaya girişti. Bana: - Üç defa evleneceksiniz. demişti. - Nasıl olur, dedim, 40 yaşını geçtim, daha birinci karımla evliliğimiz devam ediyor. İkinciyi, üçüncüyü ne zaman alacağım? Hiç unutmadığım ince bir sesle şu cevabı verdi: - Elinizi çabuk tutun dostuuum, elinizi çabuk tutun, çok geç kalmışsınız! Işınsu’nun fala ne derece meraklı olduğunu ve nasıl inandığını da o gece öğrendim. Uyuyan çocuğunu (Yağmur’u) kucaklayıp getirmiş, falına baktırmıştı. Benim, «Küçük Dünya» kadar rahat ve bir çırpıda okuduğum roman azdır. Şiirli bir cümle ile başlıyordu: «Evvela, o tanbur sesini düşünüyordum. Su damlacıklarını...» Kendimi kaptırıverdim. Akıcı, tatlı bir üslup sürükleyip götürmüştü. Vaktin ne kadar ilerlediğini merak edip saatime baktığım zaman, romanı nerdeyse yarılamıştım. Küçük Dünya’nın kahramanı Nur’da, Işınsu’nun kendisini görüyordum. Işınsu, romanda anlatılan macerayı aynen yaşamış mıydı? Bu hem imkânsız, hem de gereksiz bir şeydi. Bir yazar kendisini hiç olmayacak tipler ve olaylar içinde bile anlatabilir. Gustave Flaubert. «Madame Bovary benim!» demiş. Bir Flaubert’i düşünün, bir de Madame Bovary’yi. Cinsiyetleri bile ayrı. «Tutsak» romanına, Işınsu, ailesi ve çevresiyle 18 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E daha belirgin bir şekilde girer. Yazarın yakından tanıdığı kimseler (çok defa gerçek isimleriyle) eserde yer alırlar. Öteden beri öfkelenip durduğu tanınmış bir romancı, gerçek ismine çok yakın ve herkesin anlayabileceği bir takma adla, bir hayli hırpalanır. Yazarın birinci evliliğinin yürüyememiş olmasının gerekçelerini de aynı romanda bulabiliriz. Bütün ayrıntılarıyla anlatılan sevgi çözülüşü, aile çöküntüsü yanında, Kerkük Türklerinin başlarına gelen milli facia ve 1960 ihtilali arifesindeki şaşkın ve kararsız, Türk toplumu, romanda canlı bir şekilde yer alır. Bu arada, Işınsu, farkında olmadan bana da bir taş atmıştır. 1960 Mayıs’ında herkesin ihtilâle davetiye çıkardığını anlatırken, şöyle der: «...Geriliyormuş! Yalnız sen mi, hepimiz. Memleketin tümü geriliyor. Neydi o, ne yazmışlardı: «İhtilalden bin beterdir ihtilal endişesi» görüyor musun aslan şairlerimizi, aman endişe içinde kalmayın getirin, getirin... Rahatlarsınız! (Yağsın nesi varsa kâinatın).» Sözünü ettiği «aslan şairler» den biri benim. Biraz değişik şekilde aldığı mısra, 1960 yılı Mayıs’ının 21’inde Bursa’da söylenmiştir. Hikâyesini Hisar dergisinde uzun uzun anlattım. (Mayıs - 1973, Sayı: 113). Burada kısaca özetleyeceğim: O tarihlerde, Bursa’ da bir şiir gecesi düzenlenmiş, İstanbul ve Ankara’dan tanınmış şairler geceye davet edilmişti. İstanbul’dan davet edilenler arasında rahmetli Behçet Kemal Çağlar da bulunuyordu. Fakat Vali İhsan Sabri Çağlayangil, o günlerde iktidara karşı yazdığı imzasız şiirler elden ele dolaşmakta olan bu şair programdan çıkarılmazsa, gecenin yapılmasına izin vermeyeceğini bildirmişti. Hâlbuki Behçet Kemal, daha önce resmen davet edilmiş ve Bursa’ya gelmek üzere yola çıktığı da öğrenilmişti. Çelik Palas’ta şerefimize verilen yemekte, hepimiz, bu Behçet Kemal meselesini nasıl halledeceğimizi düşünüyorduk. Havanın durgunlaştığını sezen Halide Nusret, bir ara Bekir Sıtkı’ya «bir şey oku da dinleyelim» dedi. O da kafasında kurup durduğu bir beyti okuyuverdi: yordu. Işınsu, romanına aldığı mısraı ondan duymuş ve sahibini öğrenmeden ezberlemiş olacak. Aslında, İhtilale davetiye çıkarmıyor, ihtilal endişesinin yarattığı büyük sıkıntıyı anlatmak istiyorduk. Bütün toplantılar yasaklanmıştı. Sıkıyönetim Komutanlığı üç veya beş kişiden fazla vatandaşın bir araya gelemeyeceğini ilan ediyordu, Mektupların sansüre tabi olduğu, ceplerin, çantaların arandığı söyleniyordu. Nitekim Halide Nusret de, benim söylediğim beyti, olduğu gibi değil rumuzla defterine not etmişti: Failâttan bin betermiş failât endişesi. Emine Işınsu, Kerkük Türklerinin acılarını dile getirdiği Tutsak’tan önce, «Azap Toprakları» isimli romanıyla, Trakya Türkleri’nin gördükleri insanlık dışı muameleyi ve çektikleri cehennem azabını anlatmıştı. «Küçük Dünya» daki romantik ve şiirli üslubun yerini, bu romanda, alabildiğine gerçekçi ve acımasız bir anlatım alıyordu. Öyle ki, eserin başlarında verilen ve insanı öfke, isyan tiksinme duygularına boğan, birkaç sahneden sonra, kitabı elimden bırakmak zorunda kaldığımı ve bir süre okuyamadığımı itiraf ederim. Komünist anarşistler tarafından türlü işkencelerle öldürülüp, pencereden atılan Erkek Teknik Öğretmen Okulu öğrencisi Dursun Önkuzu’nun mihver olarak alındığı son romanı Sancı’yı okumaya başladığım zaman, Azap Toprakları yazarının, yüreğimi lime lime doğrayacağından, sinirlerimi sonuna kadar gereceğinden korkuyordum. Korktuğum gibi olmadı. Sancı’da trajik olaylar daha yumuşak bir dille anlatılıyor, insana irkilme verecek ayrıntılara girilmiyordu. Ne var ki, «sanat sanat içindir» görüşünü reddeden yazar, gaye için, ideoloji için, hatta Parti için sanat görüşünün en ileri örneğini de Sancı’da vermiştir. Önkuzu olayını, 1973 seçimlerinden önce, roman halinde yazıp bitirmek istiyordu. Bunun, seçimlerde, bağlı olduğu Partiye avantaj sağlayacağına inanıyordu. Bu yüzden, uzun süre gözlerden uzak yaşadı. Ne zaman arasam «Yok, gelmedi, roman yazıyor» cevabını alıyordum. Aylar sonra, konuşabildiğimiz zaman, romanın ne olduğunu sordum: - Yazdıklarımı dün yeniden okudum. Rezalet. Hiç bir şeye benzememiş. Hepsini yırttım, attım. Yeniden yazacağım. dedi. Tez romanı yazmanın güçlüğü de burada. Kalemini hür olarak duygularının, düşüncelerinin ve gözlemlerinin akışına bırakamayan, ona kutsal bildiği bazı şeylerin savunmasını emreden yazar, zaman zaman bu emrin gereği gibi yerine getirilemediğini, Şimdi aslından vahimdir ihtimal endişesi; Sardı san’atkârı bir Behçet Kemal endişesi. Hepimizin hoşuna giden bu beyti gazele tamamlamak istedik, Bazı arkadaşlar vezinden, kafiyeden ve ahvalimizden ilham alarak, beyitler söylediler. En son ve en tehlikeli beyti de ben söylemiştim: Uykusuz geçmekte günler, haftalar, aylar bütün: İhtilâldan bin betermiş ihtilal endişesi. Halide Nusret, söylenen beyitleri defterine not edi- 19 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E yaratılan eserin bir şeye benzemediğini görmek zorunda kalır. Işınsu, seçim heyecan ve telaşı geçtikten sonra, konuyu tekrar ele alınca, istediği gibi bir roman yazmak imkânına kavuşmuş oldu. Ben, «Sancı»yı ilgi ve merakla okudum: Zaman zaman bir hatıra kitabı, zaman zaman da roman niyetine. Eserde, hem sık sık gördüğümüz şahıslar ve yakın bir geçmişte yaşadığımız olaylar gerçek adları ve yönleri ile anlatılmış, hem de çok canlı, hayali tipler ve olaylar yaratılmıştır. *** Töre okuyucularının, bir süreden beri, aralıklı da olsa, okumakta oldukları bu yazı serisini hazırlayabilmiş olmayı, büyük ölçüde Işınsu’ya borçluyum. 1971 yılında Töre’yi, rahmetli dostum Dündar Taşer’le birlikte, çıkarmaya karar verdikleri zaman, beni de yazı ailesine almayı düşünmüşler. Ben, o günlerde, seyahatte bulunuyordum. Döndüğüm zaman, ilk karşılaşmamızda, Işınsu şöyle dedi: - Adınızı ilân edecektik. Fakat Dündar Bey «Kendisine sormadan olmaz» dedi. Hemen yazı bekliyoruz.. Yazmayı vadettim. Fakat bir yandan resmi görevim, öte yandan Hisar dergisinin türlü işleri beni o derecemeşgul ediyordu ki, uzun süre vadimi yerine getiremedim. Işınsu, 23 Şubat 1973 tarihinde, bana İstanbul’dan, yarı şaka, yarı ciddi bir mektup yazdı. Mektupta şöyle diyordu: «...Hisar’cıların sessiz, Türk Edebiyatçılarının -özellikle M.Samancı’nın- aleni beddualarına rağmen, TÖRE, istikbalin pembe ufuklarına doğru emin ve sağlam adımlarla yürümekte! Hele Çınarlı beyefendi lütfetseler de, güzel nesirlerini verseler, bu emniyet ve sağlamlık bir daha güçlenecektir. Şaka bir tarafa, ciddi ciddi yazı isterim sizden Töre’nin sanat tarafı yetersiz. Evet, siz çok işiniz var, Hisar vs. vs... Bütün kaçamak mazeretleri biliyorum, yine de eski dostluğa güvenerek, istiyorum. Var mı bunun başka hal tarzı?» En çok hoşuma giden, mektubun altına attığı imza ve bir ok çekerek düştüğü nottu: «E. Işınsu Öksüz» ve Öksüz’ den çekilen okun ucunda, büyük harflerle, sonuna nida işareti konmuş bir kelime «EVLENDİM!» Evlendiğini, o güne kadar kimse bana bu kadar orijinal bir şekilde bildirmemişti. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan İskender Öksüz’ü tanıyınca, onun, bu zeki, esprili hanıma gerçekten, layık, güler yüzlü, sağlam fikirli ve mücadeleci bir adam olduğunu görüp, bir kat daha sevindim.. Işınsu, Ankara’ya döndükten sonra da yakamı bırakmadı. Her telefon edişinde veya karşılaşmamızda soruyordu: - Bu ay başlıyor muyuz? Yazınızı ne zaman alıyoruz? Sonunda, Işınsu’nun. Kafasına koyduğu şeyi mutlaka yaptıracağını, elinden kurtulmanın mümkün olmadığını anladım. Töre’ye, Hisar’a yazdıklarımın benzerini yazmaktansa, yeni bir yazı dizisiyle girmek istedim. Hisar’da, Orhan Seyfi’nin ölümü üzerine yazdığım hatıralar, ummadığım bir ilgi görmüştü. Bu ilgi, bana yakından tanıdığım sanatçıları anlatmak arzusu verdi. Töre’de yayınlayacağım yazı dizisi de bu suretle bulunmuş oldu: «Sanatçı Dostlarım» Işınsu, fikri pek beğenmişti. Sık sık takip edip, benden ilk yazıyı aldı: «Munis Faik Ozansoy» (Töre, Mayıs 1973). Bir kere başlayınca bırakmak mümkün değil, Ama zaman darlığı beni sık sık güçlüğe uğratıyor. Bazan, Töre’de yazının yanlış çıkması ve bir takım ihmaller tepemi attırır, «şu yazıları başka bir dergiye vereyim» derim. Ama düşünürüm ki, bunlar biraz da Işınsu’nun eseridir. O olmasaydı yazmaya karar verir ve bu kadar sıkıntı arasında oturup yazabilir miydim? Bu soruya «hayır» cevabı verince, Işınsu’nun hakkını teslim eder ve arzusuna uslu uslu boyun eğerim. Bazan da, yazdıklarıma karışmaya kalkar. «Onu yazma, bunu yaz» kabilinden. İşte o zaman, Nuh deyip Peygamber demeyen inatçı bir adam olurum. Boyun eğmek sırası da Işınsu’ya gelir. Kendisinden bahseden bu yazıyı O’na göstermeden yayınlamak istiyorum. Geçen gün, Almanya’dan misafir gelen Nevzat Yalçın şerefine verdiği yemekte: - Nasıl, öteki dostlarım; haklarındaki yazıları yayınlanmadan önce göremedilerse, senin de görmemen gerekir, dedim.. Galip Erdem de fikrime iştirak etti. Fakat Işınsu’ya bu fikri kabul ettiremedik. Bir dergide patronundan gizli yazı yayınlamak ne kadar güç bir şey. İskender Öksüz’le baş başa verip işe çare aramak istiyoruz. Ama, bulabileceğimizi hiç sanmıyorum.. Töre; Benim yol göstericim, yaşam, ışık kaynağım... Hoş geldi sefa getirdi. Yeniden hayat veren TÖRELİLER! Allah size ne muradınız varsa versin. Tanrı Türk’ü Korusun! Gültekin ÖZTÜRK Gazeteci-Yazar 20 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E IŞINSU İÇİN • Tarık BUĞRA Orhan Kemal’lerin, Yaşar Kemal’lerin bana bir şey söylemediği, vızıltı geldiği, yani, hâlâ süren sanat anlayışıma sımsıkı bağlandığım yıllardı: Bir kesimin putlaştırmaya çabaladığı gerçek’ten ve gerçekçilik’ten tiksinirdim. Bütün gerçekleriyle insan’ın ve Dünya’nın, sanatı sanat yapan yorumlama gücünde, sanatçının çalışma odasında olduğuna inanıyordum. Coğrafya Dersi’ni bunu anlatmak için yazmıştım. Saygım, sadece, kendilerine has ve kendilerine bağlı bir gerçek, bir dünya kurabilmek için çalışan sanatçılara idi. Karşılaştığım yeni isimlere bu anlayışla bakıyordum. Küçük Dünya.. Bir Yürek Satıldı.. Işınsu, benim yazarlar listeme bu anlayışa göre girmiştir: İnsan’ı insan’ın insan’la ve toplumla ilişkilerini kavrama, yorumlama yeteneği., bir başka deyişle de, üslub vardı o eserlerde. O eserler sınıflandırılamayan bir grup içinde ele alınamayan hakiki bir sanatçıdan, tek olabilme gücünden haber getiriyordu. Tanıma ve tanışma merakım yoktur; yazara yaklaştıkça eser’den uzaklaşma korkusunu duyarım. Birini kazanmak ötekinin tadını kaçırmak gibi gelir bana. Işınsu’yu, Galip Erdem’in götürdüğü evinde, bir akşam yemeğinde, 1965’de -onun anlattığına göreAyakta Durmak İstiyorum’un kendini beğenmiş, burnu büyük yazarı olarak tanıdım: Açık sözlü, sıcak, canlı, nüktedan, güzel sofra hazırlayan, kendisini perdeleyip konuklarını öne çıkarmasını bilen bir ev sahibi! O gece beni üzen bir yönünü de görmüştüm: Politika ile fazlaca ilgileniyordu, Belki de çevrenin yüzündendir diye düşünmüştüm: ama pek değilmiş. Sonra sonra gördüm bunu. Bir başka şeyi de gördüm: Onu politika’ya tam bir tutku olan ülke ve millet sevgisi çekiyordu. İlişkimiz o geceden sonra rastlantılara kaldı ve bu rastlantıların ilki de -yanılmıyorsam- Antalya Film Festivali’ndeki jüri üyeliğimizde oldu. O, on günlük Konyaaltı beraberliğinde de arkadaşlık belirtilerinin *Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.56 doğduğunu söyleyemem. Sanırım noksan bende, benim sosyal yapımda idi. Sonra Bayramoğlu’ndaki B.İ.K. Tatil Köyü’ndeki on beş günler geldi. Bunlar, aynı zamanda, TÖRE dönemi idi. Ve artık aziz dostum Murathan ile, kafasını da, karakterini de gerçekten değerli bulduğum, İskender Öksüz de vardı: Murathan, Elif ve Yağmur’dan sonraki -o zaman bir yaşında- çocuğu, İskender de, romancılığımı umursamayan eşi idi. Ve Işınsu, onların sayesinde, artık benim yalnız meslektaşım değil, arkadaşımdı, bacımdı. Işınsu bu hikâyeyi, TÖRE’de o kadar güzel anlattı ki, eklenecek bir şey bulamıyorum. O dönem için ancak şunları söyleyebilirim: Üç çocuğa -kelimenin tam hakkıyla- annelik, gene kelimenin bütün gücüyle, noksansız bir eşlik ve TÖRE.. ve beyinde ve yürekte Azap Toprakları, Ak Topraklar, Tutsak, Çiçekler Büyür, Sancı’ları! Bunlardan eleştirmeciler, araştırmacılar söz etsin. Bana gelince, ben, o gün, bu gün hep bunu düşünür, Işınsu’ya daha bir başka saygı duyarım. Bir de, benim için hazırlattığı TÖRE özel sayısı ile bu sayıdaki yazısı var ki, yaşadığım sürece -ödeyemeyeceğim- bir teşekkür borcu olarak gönlümde kalacaktır. O sayıyı ben, asıl önemlisi, sanatçılığının, dergiciliğinin, daha daha da, gönül ve kafa arınmışlığının, herkesçe değerlendirilmesi gereken bir belirtisi sayarım. Bu yaz, Ankara’da, arkadaşımız Yaşar Güngör’ün ve sayıp sevdiğimiz eşinin davetindeki son buluşmamızda, Işınsu, kızı Elif’in nişanlısının evinde kendisine çay ikram edişini, bir duygu patlaması ile öyle bir anlattı ki, annelik bir yana, benzeri bir sanatçının hiç de fazla olamayacağını düşünmeden yapamamıştım. Işınsu -ve Öksüz’ler- şimdi bizden çok uzakta, gurbette. Ama bizden olan ve bizimle kalacak, bizden sonralara kalacak değerli bir şeyler var. Biliyorum bunu. 21 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Işınsu’lara Açık Mektup • Dr. Muhtar TEVFİKOĞLU Sevgili Dostlarım, ettiğinize inanıyorum. Şüphesiz, oldukça zor iştir bu... Hem çok zor... Zorluğu bir yana tehlikeli de aynı zamanda. Çünkü küçücük bir cümle veya bir tek kelime insanı ansızın kanatlandırıp yıldızlarla kucaklaştırabileceği gibi bir saniye sonra da dünyanın en karanlık çukuruna yuvarlayabilir. Bir masal sarayının yapılmasıyla Şairin “Işınsu Özel Sayısı”na ben de bir açık mektupla katılmak istedim. Niçin açık mektup? Çünkü kapalısından korkuyorum. Dostlarıma mektup yazmayı, yazsam bile göndermeyi bir türlü göze alamıyorum. Mektup bence en kuvvetli bir fiksasyon’dur, tesbittir; tıpkı ölüm gibi... Mektup yazmak benim gözümde fevkalâde güç bir iştir. Okuması da öyle... Fakat her iki hâlde de hayatımda en büyük zevki ondan aldığımı itiraf ederim. Bunu biraz açıklayayım isterseniz, önce tuhaf bulacağınızı sandığım tarafından, yani zor okunmasından başlayarak... Soruyorum: bilim ve tarih kitapları, vesika niteliğini taşıyan evrak ve yazılı hatıralar dışında elinize aldığınız hangi eserde anlatılanların samimiyet ve doğruluk derecesini araştırmayı düşündünüz? Hiçbirinde düşünmemişsinizdir herhalde, Düşünmeye lüzum da yok zaten, çünkü edebi metinlerde asıl mühim olan, yazarın ne söylediği değil, nasıl söylediğidir. Ama bir dostunuzdan aldığınız mektup öyle mi? Onu okurken her cümlesini, her kelimesini didik didik didiklemiyor musunuz? Satırların altındaki derin mânâyı, bir gölge gibi, bir koku gibi sayfalara sinen hisleri, belli belirsiz izleri, virgül ve noktalarda alınıp verilen nefesleri, gönlünüzde yankılanan sesleri, hasılı her şeyi, her şeyi inceden inceye tahlil etmiyor musunuz? Ben ediyorum, sizin de aynı şekilde hareket *Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.40 «Nim sun peymâneyi sâki tamam ettin beni» dediği gibi, yarım cümleler de içimizde neleri tamam etmez ki! .. Gelelim işin öbür ucuna... Okunması bile bu kadar zor olan mektubun bir de yazılışını düşününüz... Ne yalan söyleyeyim, ben çok çekiniyorum. Elimden geldiği kadar yazmaktan kaçınıyorum. Pek mecbur olmadıkça türlü bahanelerle geçiştiriyorum. Kalbimi bütün sıcaklığıyla olduğu gibi sayfalara koyamayacaksam yazmaya ne lüzum var? Zarf, sadece muaşeret ve nezaket astarı altında sırıtan ikiyüzlülüklerimizi, budalalıklarımızı sarıp sarmalasın diye icad edilmiş bir bohça değildir ki... Onun için, imkân bulursam sevdiklerimle baş başa konuşmayı tercih ediyorum. Sözle yazı arasında tahminimizden daha büyük bir mesafenin mevcut olduğuna inanıyorum. «Konuşurken kullandığımız sözlerde yazarken erişemiyeceğimiz başka bir incelik var» diyen Montaigne yerden göğe kadar haklıdır. Gerçekten, duygular kâğıda dökülünce büyük ölçüde inceliğini, 22 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E sıcaklığını kaybediyor. Kaynağından fışkırdığı andaki temizliğini, berraklığını kaybediyor. Tabii akışını kaybediyor, hatta çoğu zaman canlılığını kaybediyor. Damardan çıkan kanın pıhtılaşması, vücuttan ayrılan organın ölmesi gibi... Söz aramızda, konuşma ile yazı arasındaki farkı en küçük dereceye indirebilenleri eskiden kıskanırdım. Şimdi düşünüyorum da o farkı tamamen ortadan kaldırmış olmakla asıl ben övünebilirim, zira yazmıyorum. Lâtife bir yana, çok severim mektubu her şeye rağmen. Yazı çeşitleri içinde konuşma üslûbuna belki en yakın menzilde olduğu için... Mektup yazmaktan ne kadar kaçınırsam okumayada o kadar can atarını. Hele yayımlanmış mektuplar... Yerli ve yabancı edebiyat, san’at, fikir adamlarının gerek derli toplu kitaplar halinde basılmış, gerekse şurada burada perakende yayımlanmış mektuplarını arayıp bulmak, onlardan -kendince- mühim bir takım ipuçları çıkarmak tâ çocukluğumdan beri vazgeçemediğim meraklarım arasındadır. Bu tatlı alışkanlık bana ince dikkatler de kazandırdı. Mallarme’nin mektuplarında, sımsıkı kapalı (herrnetique) bir san’atın kapılarını açacak altın anahtarları ele geçirdim. Keats’in mektuplarında, kalbindeki renk ve ışık nüanslarının bir tayf gibi şiirine aksedişini olanca netliğiyle görmek fırsatını buldum. Beethoven’ın mektuplarında (bilhassa 1795 den sonrakilerde), san’atının gizli ilmiklerini keşfettim. Müzikal üslûbunun inceliklerini kavradım. Yalnızlık, hastalık, sefalet, bitkinlik, çaresizlik ve daha bir yığın ruhi ve organik ızdıraplarla, fakat bütün bu kötü şartlara rağmen, inanılmaz bir irade gücü, büyük bir yaşama ve yaratma sevinciyle meydana getirdiği eserlerin beşeri dokusunu, iplik iplik çözdükçe daha bir derinden anladığımı hissettim. Romantiklere açılan yol, onun tuttuğu ışıkla aydınlandı gözümün önünde. Zaten, mektuplarını ve biyografisini okumadan bir san’atkarı tam manasıyla anlamak çok zordur bence. Batıda ciddi münekkitlerin, edebiyat tarihçilerinin mektup üzerinde ısrarla durmaları da herhalde bundandır. Sözünü ettiğim mektuplar yayımlanmış olanlar tabii. Yayımlandığına göre, artık gizlilik ve mahremiyetleri kalmadığını da hesaba katmalı. Herkes onlardan istediği gibi faydalanabilir. Oysa bir de doğrudan doğruya bize ait olan hususi mektuplar vardır ki, işte bunların değeri ve zevki hiçbir şeyle ölçülmez. Benim de böyle bir dosyam var. Gözümden bile kıskanıyorum, İçinde, bazı sevgili arkadaşlarımla, edebiyat ve san’at dünyamızın doruklarında oturan bazı aziz dostlarımın zarif el yazılarıyla bezeyip bana göndermek lütfunda bulundukları mektuplar -hayır, mektuplar değil- hazineler saklı. Her açışımda içime bin güneşin parıltısı doluyor. Sizinkiler de orada”, İlki Paris’ten, 19 Temmuz 1981 tarihli posta kartı. Bir yüzünde göz alıcı bir peyzaj, Yaprak yeşili, sütbeyaz, saman sarısı, tarçın, kestane, gül kurusu, narçiçeği serpintilerle dalgalanan çok renkli, çok ahenkli bir tabiat manzarası”, Ve o tatlı zemin üzerinde Paul Verlaine’in dört mısraı... Meyveleri çiçekleri. yaprakları, dalları ve hepsinden önce de kalbini dile getiren latif şiir cümleleri.. Kartın öbür yüzünde ise sizin zarif cümleleriniz”. Hafıza esrarengiz bir gemidir; ne zaman hangi kıyıya demir atacağı, ne zaman oradan kalkıp hangi iskelelere halatlarını bağlayacağı bilinmez. Verlaine beni nerelere götürdü bilir misiniz? İlkin otuz yıl evvelki güneşli günlere, sonra da iki yıl önceki edebiyat toplantılarımıza”, Yani size .. Işınsu’lara”, O anda gönülden mektuplarımı göndermiye başladım; yazıya dökülmedikleri için örselenmemiş, taptaze duygularla... Verlaine, delikanlılık çağında tutulduğum bir ateşli hastalıktı. Oldukça ağır seyretti, uzun sürdü. Bugün de tam mânâsiyle kurtulduğumu söyleyemem. Hâlâ, zaman zaman nüksettiği oluyor. Şairin çok sevdiğim başka bir şiirinde «Saçlar da, düşünce de rüzgârda» dediği gibi, yine bazı günler kendimi -bütün varlığımla- o rüzgârın ortasında buluyorum. Söz şiirden açılmışken size bir şey daha söyleyeceğim, dünden beri nedense Keçecizade İzzet Molla’nın bir mısraı dilime dolandı: «Delindi bağrımız amma bilindi cevher-i dil» Nasıl?. Kelimeler granit gibi sağlam, kunt, istif ustaca değil mi? Aynı şiirin öteki mısraları da mükemmel, fakat hepsini buraya almak imkânsız. Mektup yazmanın güçlüğü, mektup okumanın güçlüğü, mektubun değeri, mektubun zevki... Mektup, mektup, mektup... Görüyorsunuz ki hep mektup etrafında dönüp dolaşıyorum. Bütün bunları uzun uzun anlatışım, yazdıklarınıza cevap verememiş olmaktan duyduğum utancı belirtmek içindir. Beni bağışlayasınız diye... «Delindi bağrımız amma bilindi cevher-i dil» Bilinsin, yeter... Mühim olan bu değil mi? İşte böyle aziz dostlarım. Hoşça kalın. Derin hürmetle. 23 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E “EMİNE ABLA!” • Hasan KAYIHAN Yıl 1974. Devir, CHP-MSP koalisyonu devri. Ortaklar birbirleriyle kavga etmekten fırsat buldukça ülkücü sürgün listeleri hazırlamakla meşguller. İçişleri ve Milli Eğitim, tam bir kıyım makinasına dönüşmüş. Komünistler okulları devrim üsleri haline getirmişler, Ülkücü öğrencileri sokmuyorlar. Binlerce öğrenci devamsızlıktan ya sınıfta kalıyor ya da okuldan atılıyor. Hükümetse sadece seyrediyor. Bu öğrenciler seslerini duyurmak için topluca okullarına girmek istediklerinde üzerlerine içeriden kurşun yağıyor. Buna rağmen polis onları copluyor, tutuklayıp zındanlara dolduruyor. Ankara’da ilk yılım. BM’ce finanse edilen ve bütün Ortadoğu’ya hizmet verme statüsüne sahip olan Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’ne binlerce devlet memuru arasından iki zorlu sınavı başararak alınmış kırk kişiden biriyim, üstelik söylendiğine göre o tarihe kadar bu programa katılabilen en genç uzman öğrenci de benim, güya programı tamamlayınca üst düzey kamu yönetiminde görevlendirileceğim ama durumum hiç de iyi değil. Programdaki arkadaşlarımın neredeyse tamamı Marksist-Leninist çizgide. Bahri Savcı, Mümtaz Soysal, Fehmi Yavuz, Gencay Şaylan gibi her biri devrim nutukları atan hocalarımız vardı; arkadaşlarım ise gericiliğin, yobazlığın, kapitalizmin, faşizmin manifestosunu ben yazmışım gibi üstüme üstüme geliyor, ağzımı açtırmıyorlardı. Çok bunalıyordum. Kimseyi tanımıyordum. İşte Töre, Bozkurt ve Devlet Gazetesi’nin hazırlandığı yere ilk defa bu ruh haliyle gittim. Gençlik Caddesi üzerindeki o tek katlı, küçücük binanın 24 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E bodrum katındaki iki odadan birinde merdaneleri dönmekten gına getirmiş Heidelberg tipi bir baskı makinası, diğerinde ise çalıştırılırken ortalığı velveleye veren kurşun dökmeli bir dizgi makinası ile kalıphane vardı. Üstteki dört oda ise, neredeyse Türkiye demekti; düşünce adamlarının buluşup memleket meselelerini tartıştıkları, yazarlarının yazılarını hazırladıkları, dizgiden gelen provaların okunup düzeltildiği, teleksten inen haberlerin tarandığı idarehane, aynı zamanda da ülkücü oldukları için kış ortasında sürgün edilen öğretmenlerin, memurların, okullarından atılan öğrencilerin, çocukları evlerinden alınıp tutuklanan ana babaların, benim gibi patlama noktasına gelmiş kişilerin “bir parça milli hava soluyabilmek için” akın ettikleri bir yerdi. Niyetim yazılarından tanıdığım ağabeylerle tanışmak, belki ruh halimi açmak, “diren” diyeceklerini bile bile gene de akıl almaktı, ancak görüşme sırası bekleyenlerin arasında otururken çevremdeki insanları dinleyince kendi geliş sebebimden utandım; insanlar perişandı; batı illerinden birinde yirmi yıldır Milli Eğitim’de çalışan, dört çocuk babası lise müdürü bir ağabey, Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı bir mezraya öğretmeni olarak sürülmüş, KİT’lerden birinde on yıldır uzman işçi statüsünde sözleşmeli olarak çalışan bir ağabeyin sözleşmesi iptal edilmiş; kucağındaki bebeği susturabilmek için didinen bir ablanın kocası bir hafta önce gece yarısı polisler tarafından yatağından kaldırılıp götürülmüş ve hâlâ kendisiyle görüşmesine izin verilmiyormuş... Gerçi onlar da Töre-Devlet-Bozkurt dergilerinden tanıdıkları milliyetçi ağabeylerin dertlerine çâre olamayacaklarını biliyorlardı ama gene de başlarına gelenler bilinsin istiyorlardı ve hepsinde bilinmesini istedikleri bir başka vakur duruş daha vardı: Gerekirse canımı da veririm! Bunları işittikten sonra, okulda beni üzüyorlar da şöyle bir selâm verip rahatlamaya gelmiştim, diyemezdim, kalktım ve sessizce odadan çıktım, ancak koridorda kısa, kıvrık saçlı, tıknaz, orta boylu, gözlüklü, benim yaşlarımda birine çattım. Hoyratça sordu: “Hayırdır arkadaş?” Öylesine uğradığımı, ileride tekrar geleceğimi söyleyince, “Sen gel hele!” deyip beni duvar boyunca yığılmış gazete destelerinin bulunduğu bir odaya götürdü. Üç-dört kişi baskıdan gelen Devlet Gazetesi’ni katlayıp etiketliyor, pul yapıştırıp Töre Dergisi’ni önlerindeki dağıtım listesine göre desteleyip paketliyorlardı. Kıvırcık saçlı, bana ne iş yaptığımı sordu, edebiyat öğretmeni olduğumu, yeniden okula devam ettiğimi öğrenince, ötede iki kişinin oturduğu bir masaya götürdü. Önüme baskıdan gelmiş bir fasikül ve kırmızı renkli tükenmez kalem verip “Bak,” dedi, “harf yanlışı varsa, şöyle bir çizgi çekecek, şu kenara doğrusunu yazacaksın, satır hatasında şunu, kaymalarda bunu, şunda şunu, bunda bunu yapacaksın, Hadi kolay gelsin!” İdare Müdürü Osman Çakır’ın avucuna düşerek “tashih” işine koşulduğum fasiküllerin Azap Toprakları, Ak Topraklar ve Tutsak romanlarının yazarı Emine Işınsu’nun Sancı romanı olduğunu görünce sevinçten çıldırasım gelmişti; bütün sıkıntım yokolmuştu. Üstelik o gün, hâlâ sevgili birer arkadaşım olan Hukuk öğrencileri Mahir Durakoğlu, Hüseyin Düzgün, İktisadi İlimler’den Meriç Çoşkun ve Dil-Tarih’ten Osman Oktay ile tanışmıştım ki onların isimleri Sancı’da da geçiyordu. Romanda Mahir az konuşan ama konuştuğunda sözü yerine zımbalayan bir tip idi ki gerçekten de öyleydi; bana kiminle tanışmak için geldiğimi sordu durup dururken. “Farketmez,” dedim. “Hele sen şu fasikülü de bitir, ben seni istediğin kişiyle tanıştırırım.” dedi. Dalga geçtiğini düşündüm, zira onun da bir çayını içmek için uğradığı Osman Çakır tarafından ben ve ötekiler gibi avlanıp tashih ya da pul yalamaya mahkûm edildiğini sanmıştım ama sonradan öğrendim ki onlarınkisi hemen her hafta sonu tekrarlanan gönüllü bir mahkûmiyetti; çünkü gazetenin iki gün içinde abonelere ulaşabilmesi için gece saat 12’den önce postaya verilmesi gerekiyordu, üstelik makinalar, gazete ve dergilerden boşaldığı an kitap basmaya başlamalıydı. Sancı’yı ilk baskı provalarından okumak benim için büyük bir ayrıcalıktı, ki nihai baskıya kadar gerektikçe gene tashih işine seyirtmiştim. Üstelik bir taşralı hâlet-i ruhiyesi içinde bunaldığım Ankara’da kendimden olan ruh üçüzlerim, beşizlerimle birlikteydim. Çalışırken bir yandan da sohbet ediyorduk. Sohbet konumuz sonraları da olduğu gibi genellikle Sancı, Töre ve Bozkurt dergilerinin içeriğiyle sınırlıydı. Devlet’teki yazılardan, hele haberlerden pek fazla sözetmiyorduk, zira Devlet zulüm, işkence ve sürgün haberleriyle doluydu. İçimiz yanıyordu, dayanamıyorduk. Gazetenin imtiyaz sahibi İbrahim Metin, bir karmakarışıklık disiplini âbidesiydi; gazete basılırken birkaç defa makinayı durdurtur, kalıpları söktürür ve o an ulaşan başka sürgün ya da şehit haberlerini aldırtırdı. Osman Çakır ise, tam bir sistem adamıydı, onca karışıklığı çabucak organize işleyişe çevirmenin bir yolunu bulurdu. Bu konuda taviz vermezdi; bir keresinde gene dergi etiketliyorduk ki, şöyle bir uğrayan henüz onaltı-onyedi yaşında iki delikanlıyı, Tuğrul Türkeş ile arkadaşını kollarından yakalayıp içeriye soktu. Dergi destelerinin başına dikti. Gençler 25 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E zamanlarının olmadığını söyleseler de dinlemedi, “Nasıl olsa dergiyi okumak için zaman harcamayacak mısınız?” dedi, “O zamanı burada geçirin, hem okuyun hem pul yapıştırın bakayım!” O ilk gün, üçüncü fasikülü de sür’atle tashih etmiştim. Mahir’in elinde de iş kalmamıştı. Osman Çakır’ın zorlamasına rağmen pul yalama görevinden kendisini ve beni azad ettiğini söyleyip “Dinlenmeği hakettik!” dedi ve beni koridorun karşısındaki odaya götürdü. Çok kişi oturabilsin diye odanın dört duvarının önüne kanepeler konulmuştu. Sessizce bir kenara iliştik. Bir şehrin Emniyet Müdürlüğü’nde duvara yazı yazarken yakalayıp bir odaya kapatılan on kadar ülkücü gence nöbet sırası kendisine gelince dışarıdan ekmek alıp verdiği için meslekten men edilen bir gece bekçisi konuşuyordu: “Yok efendim ekmekten başka su da vermişim...” “Verdin mi?” Bacaklarını içiçe geçirmiş, sıska, incecik, kısa boylu biri sormuştu bunu. Mahir kulağıma eğilip fısıldadı: “Bu, Galip Erdem.” Bekçi: ”Verdim tabii!” dedi, “Yezit miyim ben? Bu çocuklar vatan satanlardan mı, bayrak yırtanlardan mı da vermeyeceğim? Bir de bana diyorlar ki itirazını Genel Müdürlüğe yapacaksın, şimdi onlar mı Yezit ben mi?” “Hain olmadığın için sen!” “Galip?” O ana kadar farketmediğim, giyinişi, elbisesinin rengi, gayet bakımlı haliyle Anadolu’da bir hanın muhabbet odasını andıran bu odanın düz, yer yer erimiş, soluk perdeleri, bacakları yamulmuş, yüzleri çizilmiş sehpalarının renksiz, yıpranmış görünüşüyle tam bir tezat oluşturan, ince, uzun boylu, kuğu boyunlu zarif bir hanım hüznün gölgeleri düşmüş gözlerini Galip Erdem’e çevirmiş, uyarıyordu: “Üzme ağabeyi! Ne yapabiliriz, onu düşün! ” Sonra Bekçi’ye dönüp sordu: “Ankara’da tanıdığın, yanında kalabileceğin biri var mı ağabey?” Varmış. Galip Erdem’le ertesi gün Avukat Şerafettin Yılmaz’ın bürosunda buluşmak üzere sözleştiler. Eğer kalacak yeri olmasaydı, bu Anadolu Bacısı yürekli hanım, sanırım ya parasını verip bir otele yerleştirecekti ya da götürüp kendi evinde misafir edecekti, hem ona, hem daha sonra konuştuklarına öylesine yürekten, öylesine candan, kâh bir anne kâh bir abla gibi davranıyordu ki... Mahir’e baktım. “Emine Işınsu.” dedi usulca. “Ne kadar beyinsizim!” demiş olmalıyım o an; öyle ya, Bir Yürek Satıldı’da kalbini çıkaran oğlu ayağı kayıp düşünce, o anayı dile getirip “Bir yerin acıdı mı oğlum?” diye sordurtacak kadar ana davranışlı biri Emine Işınsu’dan başka kim olabilirdi? İçerde dert yanmağa gelen kimse kalmayınca bize döndü: “N’aber Mahir? Sancı ne durumda?” “Altı fasikül daha tamamlandı. Bu gidişle üç hafta içinde temiz baskı biter. Hele bu arkadaş sözünde durur da hafta içi çıkacak fasikülleri de tararsa.... Bugün üç fasikülü birden yaptı. Hatasını bulamadım. Sahi bu arkadaş ilk defa geliyor... Adın neydi?” Mahir bu gün de bir mantık adamıdır; aynaya aynı anda hem ön, hem de arka yüzünden bakmayı ihmâl etmez. Beni tanıdığı kadarıyla tanıtmak yerine kendimi tanıtmamı düşünüşünün bir mantığı vardı kesinlikle. “Çok teşekkür ederim, hoşgeldin kardeşim.” dedi Emine Işınsu. “Hoşbulduk Abla!” dedim ve o günden sonra ona hep Emine Abla diye hitabettim. O zamana kadar ufak tefek birşeyler yazıyordum. Şiir ya da kısa hikâyeler. Mahallî dergi ya da gazetelerde yayınlananlar da vardı, ama Töre’ye yazmak, benim için yürek işiydi, asla cesaret edemezdim; öyle ya Arif Nihat Asya, Erol Güngör, Mehmet Çınarlı, Necmettin Hacıeminoğlu, Mehmet Eröz, Turan Yazgan, Tarık Buğra, Faruk Kadri Timurtaş, İskender Öksüz gibi dil ve düşünce devlerinin yazdığı bir dergiye yazmağa kalkışmak gerçekten yürek isterdi. Ama bir keresinde, artık aynı bekâr evini paylaştığımız Osman Çakır, Bozkurt’un Yazıişleri Müdürü Osman Oktay bize geldiğinde denemelerimi topladığım dosyayı göstermiş, Oktay birkaç denememi almış, Bozkurt’un bir sonraki sayısında görünce öğrendim. Artık müthiş bir okuyucu ve acımasız bir eleştirmen olduğunu öğrendiğim Osman Çakır’ın da zorlamasıyla Bozkurt’un her sayısına yazmağa başladım, sanırım yayımlanan dördüncü yazımdan sonra Emine Abla çağırdı, “Çocuk,” dedi, “o yazılardan Töre’ye de istiyorum!” Yazmaya, gerçek anlamıyla yazmaya başladığım gün, o gündür, Emine Abla’nın bu buyruğudur. Yazmaya ara verilemeyeceğini, ihmâl edilemeyeceğini öğreten de, ihmâl ettiğimde kaşlarını çatıp yazmaya zorlayan da Emine Abla’dır. O, edebiyat vâdisine çöreklenmiş bezirgânlardan beğeni beklemeğe ihtiyaç duymadan; elimizde tuttuğumuz kalemlerin Bilge Kağan’dan, Kaşgarlı Mahmut’tan, Dede Korkut’tan bize kalan öz mirâsımız olduğunu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmadan yazmamız gerektiğini öğrendiğim kişidir. O, her romanına, okuyucusunu zorlamadan kendi Besmele’sini B harfiyle süsleyip başlayan Yûnus tabiatlı bir Türk yazarıdır; Allah ondan razı olsun; o, benim Emine Ablam’dır! 26 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E İfâde-i Meram Yâhud Sarı Bir Gül • A. Yağmur TUNALI Nedense, şarklı tarafımız, dostlukları ifade etmekten ziyade yaşamayı tercih ediyor. Bu yüzden, sevdiklerimize ne sözle muhabbet izhâr edebiliyor.. ve ne de yazabiliyoruz. Hâlbuki Türk’ün imanı, muhabbeti açığa vurmanın sadaka yerine geçeceğini söyler. Ancak. bu iman, çok zaman mücerred sevgi etrafında şaheserler verir ve biz aşkın olduğu gibi, adeta, dostluğun da «platonik» alanında karar kılarız. Müşahhasdan yola çıksak bile, o müşahhası, insanüstü seviyeye çıkarır, mücerredin imkân hudutlarını zorlayan tatlı mübalağasında bir başka beldenin sarhoşluğuna kanatlandırırız. Bu hükümler doğru mudur; doğru ise böyle olmalı mı veya olmamalı mıdır? meselesi, elbette münakaşaya elverir; bu satırlarda yapılmak istenen böyle bir münakaşa değildir; yalnız şunu söylemeliyim ki, bu hükümlerin bana büyük nisbette uyduğunu zannediyorum. Işınsu Ablam için de, bu şarklı tarafımı bir kenara bırakıp, ne sözle ve ne de kalemle şöyle enine-boyuna ifade-i meram edememişimdir. Çok sevdiğimin belli olması bana kâfi gelir. Herkes için lüzumlu olan da bu kadardır; fakat bana yakışan bu abla-kardeş muhabbetini -dostluğu demeliydim- hayatın nadide bir güzelliği olarak yüreğimde taşımaktır. Şu var ki, insanın sevildiğini sözle de, yazıyla da bilmek istemesi, ruhumuzun en açık isteklerindendir. O halde, sükûtun engin musikisini duyan gönüllere haldaş olsak bile, söz mülkü de bu muhabbetle dalgalanacaktır, dalgalanmalıdır. Işınsu Ablamla tanışmamız, 1975 senesinin başlarına tesadüf eder: Yani yakın bir zaman ... O Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.64 tarihte Çağlar Sanat Tiyatrosu adıyla profesyonel -ama ne profesyonel!- bir tiyatronun kuruluş hazırlığı içindeydik. Tanışma sebebimiz, üç buçuk sene ayakta kalabilen (Nasıl ayakta kaldığını bilen bilir! ) bu tiyatrodur. O zaman, manen bizi en fazla destekleyen kişi, şüphesiz Işınsu Ablam olmuştur. Tanışmamız olduğu kadar kaynaşmamız da başlangıç sebebi olarak, bu tiyatroya bağlıdır. Bu tiyatro ve sanat bahisleri sonrasında zaman konuşacaktır. O zaman ki... veya o güzel kader ki, müşterekleri ön plana çıkararak bir dostluğa merdiven olacaktır. Yanlış hatırlamıyorsam, 1976’dan itibaren daha sık görüşür olduk. İyi ve kötü zamanlarımda, bu dostluğun sıcak nefesini koklamağa koştum. Bir bakıma, sigara ve çay tiryakiliğime üçüncü bir tiryakilik eklendi. Bu tiryakiliğin bütün zamanlarını sevdim ve aziz bir hatıra olarak hafızama aldım. Seneler sonra, «Abla» dediğim ve bir yolun beni kendisine kardeş ettiği bir güzel insan, sordu: «Sevgili Yağmur! Gören zanneder ki, Işınsu Hanım kolay bir insan değildir ve dostluğu zor kazanılır; sen bu işi nasıl başardın?» verdiğim cevabı pek güzel buluyorum; demiştim ki: «Ablacığım, galiba önce ben sevdim.» Şimdi, düşünülmeden, adeta doğuş gibi ağzımdan çıkan bu sözde, bir hakikatin gizli olduğunu derinden derine sezer gibiyim. Yukarıdaki doğru sualden hareketle sormalıyım: hakikaten Işınsu zor dost olunan bir insan mıdır? «Dostluk» sıfatı için hiç çekinmeden «evet» demeliyim. Ancak, bu sözde «zor sevilir bir insandır» manası varsa, buna da hem «evet» hem «hayır» de- 27 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E meIiyim. Bu «evet» ve «hayır»ı, herhalde biraz açıklamak zorundayım. Işınsu, insan olmanın sevmekle eşdeğerdeki güzel sıfatlarından birini, şahsiyetinin en bariz vasfı olarak taşır. Bu sıfat, «alıcı» olmak değil, «verici» olmaktır. Tagore’un şu sözü O’na ne kadar yakışır: «Hayat bize verilmiştir; biz, onu vererek kazanırız!» O’nu tanıdığım zamandan beri, her halükarda, karşısına çıkan herkese, sevgisinden, bilgisinden ve malından vermek endişesi içinde çırpınır görmüşümdür. Kendisi bedbaht bir anını yaşıyor olsa bile, karşısındakini bahtiyar etmenin yollarını arar. Bunu yapamayacaksa, her zaman zelzeleli olan iç âlemine dalmak üzere bir tenhaya çekilir. Böylesine verici olmak vasfı etrafında şahsiyetini kuran bir insanı takdir etmek için, başka meziyetlerini sıralamaya lüzum olmadığını zannederim. Ama sevmek, malumdur ki ayrı ve hususi şartlara bağlıdır. Dostluk bahsi de herkes için apayrı bir karakter arz eder. Bilinir ki dostluk, ender bulunan bir insanlık cevheridir. Arkadaşlık için bile, pek çok müşterek tarafın gerektiği düşünülürse, dostlukda bu müşterekliğin -aşkta olduğu gibi- bir bakıma hataları bile sevmek ve kabullenmek, hatta görmemek şeklinde tezahür edeceği malumdur. Emine Işınsu, iç âleminin zelzeleleri dolayısıyla gergin görünür. Devamlı bir sanat ikliminde bulunanlar kabul ederler ki, etrafla münasebetleri ancak bu iklime yakınlık nisbetinde derinleşir. İnsanın en fazla garip ve yalnız bulunduğu haller, böyle iç alem ve dış alem çatışmasının cereyan ettiği ve kendi kendisiyle kaldığı zamanlarda besleyip, büyüttüğü intibaksız hallerdir. Bu intibaksızlık ve dış âlemden kaçış, her san’atkârda başka türlü ve kendi dünyası zâviyesinden tezahür edeceği için, galiba en zor olan da iki san’atkârın anlaşabilmesi, dost olmasıdır. Denebilir ki, her Işınsu romanı realiteye dayanmasına rağmen -her halis roman gibi- mücerred bir dünyanın işaretlerini taşır. Dostluğu da herhalde böyledir. Onun «dostum» dediği insanlara bakışı ile o insanların O’na bakışı arasında ne kadar büyük farklar bulunduğunu ben çok düşünmüşümdür. O halde dostluklar bile, dostların ekranında farklı farklı görülür. Şu var ki, müşterekler vardır ve bu müştereklerin idraki farklıdır. Çok karışık görünen bu ifadelerin sade insanlar için de geçerli olduğunu zannediyorum. Işınsu’nun dostluğunu, romancılığından ayrı düşünmeyişime şaşmayınız. Bilirim ki, kalemi ile hayatı iç içedir. Bu yüzden hayatı romana aktarmak çilesinde zorlu bir ömür sürer. O’nun dostu olmak için, bu zorlu yaşayışı benimseyecek, sevecek ve iştirak edeceksiniz. Bu, ne kadar zor bir iş ise, O’na dost olmak da o kadar zordur. Meseleyi bir bakıma fazla büyüttüğümün farkındayım. Zira zahir planında çok sade sözler etmek lazım gelir. Işınsu, aritmetik münasebetlerin insanı değildir; hesaplı kitaplı olmaya tenezzül etmez. Şüpheciliği sonradan başlar. Önce sevmeye veya beğenmeye hazırdır. Muhatabını iyi tahlil eder. Psikolojiye olan derin alakası ve romancı olarak tahlilciliği O’na insan tanımada büyük imkânlar bahşeder. Ancak, şunu söylemeliyim ki, muhatabı onun için tecrübî psikolojinin kobay’ı (sujet) olmaktan uzak, kainatın özü (zübde-i âlem), mahlukatın en şereflisi ve saygıya layık olan insandır. Kimseye tepeden bakmaz, aksine muhatabı karşısında fazlaca alçak gönüllü ve biraz da mahcubdur. Çok zaman, karşısına gelen ve hiç alakadar olmadığı mes’eleleri gayet kaba bir şekilde anlatan insanları saatlerce nasıl dinlediğine şaşmışımdır. Bu durumdan rahatsız olduğu halde hiç belli etmediğini bildiğim için, zaman zaman sormuşumdur: «Ablacığım, bu kadarı, muhatabın gönlünü hoş etmek için fazla değil midir?» Cevabı, çok zaman şu şekilde olmuştur: «O’nun memnun olduğunu görüyor ve rahatsızlığımı unutmaya çalışıyorum, Sen dervişlikten bahsedersin, dervişliğin icabı da bu değil midir?» Tabii, sualime böyle bir sualle cevap verilmesi, noksanlığımı işaret etmek keyfiyeti yanında, O’nun olgunluğu zâviyesinden de beni fazlaca mütehassıs eder. Verilecek bir cevabım yoktur, tebessüm ederim. Töre Dergisi’ne gelen her mektubun Işınsu imzasıyla cevaplandırılması, ayrıca, dikkate şayandır. Dergicilik yapanlar bilirler ki, bu mektuplarda -affedersiniz- hiç ipe sapa gelmez manzumeler, yazılar, büyük sanatkâr edâları., neler neler vardır! Bu insanlar, genç olabilirler, yaşlı olabilirler, dengelidengesiz olabilirler, tehdid edebilirler, yalvarabilirler .. ama, her halükârda Işınsu Ablam, büyük bir titizlikle zamanının bir kısmını onlara ayırır ve tek tek cevaplandırır.Bunun ne derece zor bir iş olduğunu anlatmak için, şu satırları okuyanların hiç olmazsa bir ay miiddetle çok okunan bir derginin başında aynı vazife ile bulunmaları lazımdır. Dergiye yazı ve şiir gönderen adı belli kimselerle uğraşmak ise, ayrı bir derttir. «Editör» demek, sinirleri alınmış insan demektir. Kulaklarınızı hem gelecek sözlere açık tutacaksınız, hem de kapatacaksınız. Hem onların gönüllerini okşayacak, hem de biraz geri duracaksınız. Bu hassas denge ve sinir sistemini rafa kaldırma mecburiyeti, insanı, nasıl yıpratır, nasıl bezdirir ve hayatının diğer kısmını nasıl tesir altına alır, yine bilenler bilir. Emine Işınsu, bunca sene hem roman yazdı, hem 28 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E dergi çıkardı, hem de ailesini ve sevdiklerini ihmal etmedi. Ben, bu hale «kahramanlık»tan da öte bir kelime (sıfat) bulmak istiyor ve soruyorum: «Işınsu’nun dostluğu zordur, ama o, zor sevilen bir insan mıdır?» Tahlili bir hareket tarzını çok istememe rağmen, kabul etmeliyim ki hissiyimdir. Bu yüzden, Işınsu Ablam hakkında objektif kanaatler olmasını istediğim sözlerimi, sübjektif unsurlardan kurtaramamış olabilirim. Zira ben o’nu çok sevenlerden biriyim, Yeri gelmişken söylemeliyim: «Niçin seviyorsun?» gibi bir sual çok kimsenin aklından geçebilecektir; çünkü, bu tip sualleri sormaya hepimiz çok yatkınızdır. Şu var ki, bu bana, «şiir nedir?» suali kadar garip gelir. Sevmenin, ifade kalıplarına, düşünce jimnastiklerine, aritmetik hesaplara sığar tarafı yok ki.. formül verebileyim! Gönül laboratuarı, diğer realitelerin şartlarını taşısaydı, böyle bir suali cevaplandırmak mümkündü. «Tamamen mümkün değildir» demek istemiyorum. Bu mümkün olma hali de, ancak anlaşılabilir, bilinebilir vasıfdadır ve hatta gizli kalamaz. Hz. Mevlana, sevginin en yücesi olan aşk için; «Aşk sözün meydana çıkmasını istiyor, ayna gammaz olmasın da ne yapsın?» der. Bu gönül sözü, gönlün her seviye ve şekildeki çırpınışları için geçerli olmalı ki biz, sevdiğimizi şu veya bu şekilde belli etmeyi, ihtiyarımız dışında bir hâl olarak yaşıyoruz. Ben, şu satırlarda ancak bir muhabbetin zahiri görüntülerine kısmen temas etmek için kaleme sarıldım. Fakat görüyorum ki, zihnim ve hissim bu muhabbetten, umûmi bahislere kayma istidadı gösteriyor. Mazur görünüz ki, Garp yanında, Şarkın «Aşk Medeniyeti»ne gün geçtikçe daha çok nüfuz etmek ve onu bütün varlığıyla benimsemek isteyen biriyim. Sadece Işınsu Ablam’ı -yâni O’na olan muhabbetimi- bir nebze anlatmak istediğim bu yazıda, o’nun romancılığının, pek çok kimsenin düşünmediği taraflarına da temas etmeyi lüzumlu buluyorum. Yazmayı hayatlarının gayesi edinenler bileceklerdir ki, değil organik bir bünye demek olan eseriin bütünü, sadece bir satırı, bir mısraı .. hatta düşüncesi bile insanı derinden sarsar. Sarsılmadan, içten-içe yanıp yakılmadan, zorun eşiğinde terlemeden neticeye varamazsınız. Bu kaidenin müşahhas bir numunesi olarak Emine Işınsu için, her yeni eser, uzun bir çile döneminin başlangıcıdır. Önce mevzu ve mevzu etrafında şahıs kadrosu --özellikle başkahraman- doğar. Bu şahısların hayatına girmek için günleri, ayları ruhi bir hazırlığa verirken, bir yandan da bilgi tarafının tamamlanması gerekecektir. Bunun için, en zor kaynaklara varıncaya kadar inilir, notlar tutulur; insanlarla görüşülür, konuşulur. Sancı için, Zile’den Dursun ‘Önkuzu’nun ailesiyle; Azap Toprakları, Ak Topraklar ve Tutsak için, nerede Batı Trakyalı, Kerküklü bir Türk varsa onunla mutlaka görüşülür .. ve defterler, dosyalar dolusu notlar alınır. Çiçekler Büyür için, resmi vesikalarla beraber, Bulgaristan göçmenleriyle uzun muhasebelerde bulunulur; fakat, henüz bu faaliyetlerle, romanın iskeleti bile kurulmuş sayılmaz. Bütün dokümanlar toplandıktan sonra, eserin doğması, gecelerin sükûnuna kalmıştır. Herkesin, bilmem kaçıncı uykusunda bulunduğu saatlerde, eserin ilk müsveddeleri için çırpınan bir Işınsu vardır. Bu gecelerin ne kadar yaman olduğunu anlayabilmek için, Işınsu’nun alnındaki çizgilerin manasını bilebilmek, duyabilmek lazımdır. O geceler ki, ân-ı vâhid kadar kısadır; o geceleri ki «şeb-i yelda»dan da uzun.. ve beterdir. Ve bu geceler, sabrın ve tahammülün şaşırtıcı kudretiyle, senelerce devam eder. İlk müsvedde, ikinci, hatta üçüncü müsveddeyi.. yani olgunlaşmanın bir üst basamağını hazırlar. Işınsu, son müsveddeden sonra, eserine bir de tenkidci gözle yaklaşır ve nihai hale getirir. Bir eser, üç sene mi sürmüştür.. bu koca üç seneyi gecelere bölünüz, bu gecelerin her anında eserden o’nun yüzüne izi nakşolmuş bir bölümü, bir cümleyi, bir diyalogu görmeniz mümkündür. Anlarsınız ki bu üç sene boyunca o, hep rahatsız, hep tedirgin ve alabildiğine gergindir. Bir eser meydana gelir, ama mukabilinde. sıhhatten, huzurdan, hayattan neler neler alıp götürmek pahasına... Peki, niçin bu kadar sıkıntı? Evet, bu suali ben bile çok defa içimden geçirmiş ve ablama «Bu kadar ıstırap yeter!» diyebilmek istemişimdir. Çok zaman, o zorlu gecelerde bir tarafta eşi Profesör İskender Bey, bir tarafta o, bir tarafta ben çalışmışızdır. O kadar yorulur, bunalırdı ki, «Ne olur bu gecelik: bu işten vazgeçin!!» diyesim gelirdi. Tabiî, beraber olduğumuz her gecede ben böyle düşündüm, fakat söyleyemedim.. ve o, hummalı bir şekilde o ıstırabın yükünü, şaşılacak bir tahammül gücüyle taşıdı. Evet, niçin bu kadar sıkıntı? Derler ki her insan bu dünya hayatında bir misyonun (rol) sahibidir. Temenni edilen şüphesiz iyi rol üstlenmektir .. Ve rolünü iyi oynayabilmektir. İlahi kanundur: Söylenecek söze sahib olmak isteyen, nice ıstıraplı devrelerden sonra ona hak kazanır. Işınsu Ablam da misyon olarak «roman yazmak için yaratıldığına inandığını» söyler. Bu kadar sıkıntı, bu inançtan ve bu kaderden dolayıdır. Roman yazan birçok insan içinde onun yeri, müsbet çizgi üzerinde estetik mükemmeliyet istikametidir. Bu onun işini 29 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E daha da zorlaştırıcı ve ıstırabını katmerleştirici bir husus olarak karşımızdadır. Ben, o’nu, bu ıstırabın çeşitli devrelerinde görmek İmkanını bulan bir insanım. Hüznün en derinini, arayışın en yorucu olanını, masası başındaki bir anında görmüş ve düşünmüşümdür: «Bunca ağır yüke talib kaç insan vardır? Biliriz ki insanlar, hep hüzünden, ıstıraptan, mihnetten kaçarlar ve rahat bir ömür isterler. Rahatını rahatsızlıkla değiştiren bu kadını hangi sözlerle alkışlamalıyım? Bu ıstırabın, bir güzellik uğruna ve -tabii-- insanlar için olduğunu nasıl anlatmalıyım? O insanlar ki sigara içmek bile onlar tarafından aforoz edilmeye yeter! O İnsanlar ki, bütün işleri (rolleri), hata imal etmektir; iyiye ve güzele meyletmek değil, çirkin görüp, çirkin söylemektir. O insanlar ki «şeb-i yelda» yı bilmezler; ruhuyla beraber vücudu da bir zelzeleye tutulmuş, kıvranan... ve kıvrandıkça, yandıkça ve üzüldükçe, duygu ve düşünceye sondalarını derinleştiren sanatkarı nasıl anlasınlar? Heyhat ki cihan cennetini kendine cehennem edenlerin, ancak dârı bekâ eyledikten sonra, haklarında bir-iki «üzüntü mesajı» verilir.. o kadar!.. Ve o sanatkar, anlaşılmak için uzak asırlara bel bağlamağa mecbur ve mahkum edilir. Nankörlük, insanlığın en bariz vasıflarından biri olsa gerek.. «Düşünmüşümdür» deyip iki nokta koyunca, sözün bu kadarla biteceği yoktur. Bir teselli halinde «Bu bir vazifedir; yapan yapsın da bilen bilir.» deyiverip rahatlamak lazım. Hakikaten, Ablamla çok zaman bu mevzu üzerinde konuşur ve bu nevi’den bir cümle ile rahatlardık; çünkü o, misyonunu iman bilmiş bir insandır. Bu yüzden, yazmanın çilesini hep sevdi; anlamayanları mâzur gördü ve peş peşe eserler verdi. Her eseri bitirişi, cidden görülecek bir saadet anıdır. Kuş kadar hafiflemiş görünür, bakışları daha da dünyalı bir hâl alır, çayı yudumlarken Kevser yudumluyormuş gibi olur. Çiçekler Büyür romanını bitirmek üzereydi. Yüzündeki yorgun ifade o kadar belli hatlara bürünmüştü ki, görünce fevkalade haller yaşadığı anlaşılırdı. Bir öğle vakti, Kader Sokağı’nda bulunan TÖRE yazıhanesindeki odasına girdiğim zaman, ilk anda, müthiş farklılığı görerek şaşırmış, selam vermeyi bile unutarak «roman bitmiş!» deyivermiştim. Hakikaten roman bitmişti. Ablam, aynı heyecanla «nasıl anladın?» diye sormuştu. O, sualinin cevabını biliyordu. Fakat yine de soruyordu. Verdiğim cevab, «Bakar bakmaz gördüm ki bu dünyaya dönmüşsünüz. Şimdi bize bir tül ardından bakınıyorsunuz. Anlıyoruz ki buradasınız... » mealindeydi, Benim için, bu yazıyı kaleme almanın zorluklarını bilseydiniz, yazılmasında zarûret görülen pek çok şeyin atlanmış veya «yazılmalı mı» endişesiyle bir kenara bırakılmış olduğunu anlardınız. Ben o’nu, biraz diğer dostları gibi ve biraz da onlardan farklı bir tarzda tanımışımdır. Ve muhakkak ki farklı sevmiş, farklı sevilmişimdir. Elbette, bu farklılığı anlatmalıydım; lakin anlatamadım. Bilirim ki, onun sanatkarlığı hepimizindir ve bunu en güzel şekilde bize anlatacak kimseler vardır. Ancak, benim muhabbetim, yalnızca benimdir ve en büyük servetimdir. «Vefa» duygusunu, «dostluk» hislerini büyük nisbette kaybeden bu cemiyette «vefalı», «dost» ve üstelik Sanatkâr bir Hanımefendi yaşıyorsa, bunu, mili hayatımızın sağlam bir kalesi olarak kabul ederim. Ve biliniz ki ben bu güzel insanı, severim. Aslında, bu sevgiyi bir mensüre ile anlatmalıydım. Ama neylersiniz ki o’nun hayatından bazı bilgi-leri benim vermem zaruret oldu. Bu satırlarda muhabbetimden izler varsa, bu yazıdan dolayı beni mes’ud edecek yegane güzel şey, bu olacaktır. Kâfi derecede meram ifade edemedimse, yazımın girişinde bahsettiğim şarklı tarafıma veriniz. Sevgili Işınsu Ablama «sarı bir gül» gönderiyorum.. hasretle, muhabbetle, hürmetle... Töre dergisi bizim ilk gençlik yıllarımızın önemli yayınlarından birisiydi. Sonraki yıllarda benim de bir yazım yayımlandı. Dergi, milli edebiyat politikasıyla bir birçok kişinin beslendiği bir kaynaktı, bir mektepti. Sayın Işınsu için söyleyecek o kadar çok şey var ki! Ta Halide Nusret Zorlutuna’dan başlamak gerekir belki. Ömrü uzun olsun, ilk romanlarındaki lezzeti bize tekrar yaşatacak eserlerini bekliyoruz. Selamlarımla. Prof. Dr. Mustafa Argunşah 30 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E ÇÂH-I BÂBÎL • Dilâver CEBECİ Işınsu Hanımefendi’ye Bâbil kuyusu! Derin, esrarlı soluk... Ben saçlarından asılmış Hârût. Bir siyah okyanusta çırpınır parmaklarım, Kementler ör sarışın huzmelerden; Parmaklarımı tut! Okumuş İsm-i a’zam’ı göğe çekilmiş Zühre, Bâbilli serhoşlar güzelliği unutmuş Ve bozulmuş tılsımı Zigguratların, Ey kalbim, sıcacık, delişmen kalbim, Sen de Zühre’yi unut! Belki çıkıp geleceğim harâbelerden, Ne sûr dinleyeceğim ne dağ! Gel gör ki fecir vaktinde ümitlerin, Tutar yollarımı katı ve sessiz, Acıdan yontulmuş iki put ... Kim anlatabilir o eski masalları? Yakut gözlü büyücüleri kim tanır? Otuz asrın otuz kat karanlığında, Bir ben bilirim asma bahçeleri, Bir de çiçekleri emziren bulut ... Bâbil kuyusu! Derin, esrarlı, soluk... Kementler ör sarışın huzmelerden, Parmaklarımı tut! 31 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Kavaklar Ne Güzeldi • İlkin Esen YILDIRIM Romancı, durmadan duyan ve düşünen, işlediği konu, ortaya koyduğu vak’a, çizdiği karakter ve tipleri yaşamış veya yaşayan; teknik ve üsluptaki başarısıyla da okuyucuya yaşatan kimsedir. Zaman zaman beyaz bir hayal ikliminde bazen de gerilimlerin girdabında ona yön vermeye çalışan birisidir. Kısaca dertlerle, muhayyel zevklerle hemhâl… (İsa Özkan, Töre Dergisi) Roman yazarının hayal âlemi hudut tanımaz… Uçsuz bucaksız evreninde kimi zaman diptedir, kimi zaman arşı aşar… Ve bilindik âlemde yaşamaz çoğu zaman… İşte Işınsu Hanım da vaktini, sınır tanımaz hayal âleminde geçiren romancılarımızdan… Bu yüzdendir ki, “Benim gerçek dünyam romanın dünyası, şu yaşadığım hayat ise, sanki suni olanıdır.” diyor. Öfkesini de, mutluluğunu da, hüznünü de yazdığı romanlardaki kişilerle yaşıyor. Evvele döndüğünde kendisini şöyle anlatıyor; “Bir küçük kız hatırlıyorum sekiz dokuz yaşlarında, hayatında ilk defa kukla gösterisi seyretmiş, eve dönünce hemen bez bebekler dikip, bir sahne kurmuş, başlamış kendi oyunlarına… Bu oyunları mühimsemiyorum, herhangi bir çocuğun muhayyilesinin uydurabileceği şeyler. Küçük kızın asıl merakı mühim. O, kuklalarını maddede küçük, manada büyük insancıklar olarak görüyor, onlara bir sahne arkası hayatı yaşatıyor. Neyse, o küçük, bir de, sabah akşam, kuklalarına can versin diye Allah’a dua etmekte. Onlar canlansınlar ki, kuklacı onların yaşayışlarını gözlemleyebilsin; bir manada beraber yaşasınlar, bir manada onlara hakim olabilsin, kaderlerini çizsin!.. Bu arada duasının gücünden onca emin ki, ne zaman canlanacaklar diye kuklalarını gözlerken, bazen de kırlarda dolaşıp, çiçekleri otların arasında, taşların altında bilhassa, “minik insan” avına çıkıyor!..” Asker bir baba ile öğretmen, yazar ve şair bir annenin kızı olarak gözlerini fani âleme açan Işınsu Hanım, “minik insanları”nı ararken başlıyor yazmaya ve ilkokuldan mezun olduğu yıl bir köpeğin kendi ağzından hatıralarını kaleme alıyor. Bu hatıralar, eğitim dergisinin çocuk sayfalarında yayınlanıyor. On beş – on altı yaşlarında ise ilk şiirlerini yazıyor ve “İki Nokta”(1956) isimli bir kitapta bir araya getirerek yayımlıyor. İlk romanı “Küçük Dünya”(1966) ise O, 28 yaşında iken yayımlanıyor. Romanını, annesinin üslubunun etkisi altında yazdığını ve bu yüzden de benimseyemediğini söyleyen Işınsu Hanım, düzgün cümleler ile hemhâl annesi, Halide Nusret Hanımefendi gibi olmaktan ziyade, “kırık dökük cümleler” yapmaktan haz duyuyor; “Doğru düzgün cümle yapamam ben, kırık dökük cümle yaparım!”. Kırık dökük, yani; “Yazar olduğumu aklıma dâhi getirmeden, hissetmeden ve her türlü edebi süsten, oyundan, iç bayıltıcı tasvirlerden uzak, hani şöyle gerçek hayat gibi, yaşadığımız gibi yazıvermek. Bu yüzden, kırık dökük!”. İlk romanın verdiği heyecandan olsa gerek, “Küçük Dünya”, üç ay gibi kısa bir sürede tamamlanıyor. Bir tarafta “Elif”ine annelik yapmakta, ayaklarında onu sallamakta iken, diğer tarafta elinde kâğıtkalemi, sayfaları bir bir doldurmaktadır. Evinde tüten çorbanın dumanında, kaleminin tozları uçuşmaktadır. Ve bir tarafta çorba karışmakta iken, diğer tarafta ise “Nur”, akıp giden zamanın girdabına karışıp, kendisini çorbada eriyen tanecikler gibi hissetmektedir… Mehmet Çınarlı’nın söylediği gibi, “Benim küçük dünya kadar rahat ve bir çırpıda okuduğum roman azdır.” (Ötüken yay. 1979, Sanatçı Dostlarım). T.C. Turizm Bakanlığı, “Roman Ödülü”nü alan, Osman Sınav tarafından dizisi çekilen ve TRT’de yayınlanan eseri, elinize aldıktan sonra bırakışınız, son sayfasına geldiğinizde olmaktadır… Tercihini romandan yana kullanan Işınsu Hanım, aynı zamanda başarılı bir tiyatro yazarıdır da. Bir Yürek Satıldı (1966), Bir Milyon İğne (1967), Ne Mutlu Türk’üm Diyene (1969), Adsız Kahramanlar (1975) isimli oyunların da yazarlığını yapmış olan Işınsu Hanım, bu daldaki başarısının da farkındadır. Üstelik oyunları ödüller almıştır ve romanında olduğu gibi ekranlara yansıtılarak, okuyucuya ulaşmanın ötesinde izleyici ile de buluşturulmuştur. Ancak yazar, elde edi32 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E olurum romanın ortalarında, sonra bu ağrı yükselir, boğazıma gelir, oturur kalır! Kapatırım kitabı, yarım kalır günlerce. Cesaret edemem devam etmeye… Ve Emine Işınsu, Nobel alamaz. Vermezler… Çünkü Emine Işınsu, Türkü, Türk’ün çilesini yazmaktadır. O, Türkiye’de kalıp, Türk’ü yazmaya, acı çekmeye, Nobel alamayacağını bile bile Türk’ün çilesini yazmaya mecburdur… Türk’le beraber, gülünceye kadar…” Eserlerinden bölümler, sayfalarından cümleler, çizgiler halinde, alnına nakşolmuştur. Romanda çektiği her türlü manevi çileyi yahut yazar iken katlandığı her türlü maddi ıstırabı seçebilmek mümkündür, alnına yerleşmiş zarif hatlardan. Zarif, zira Işınsu sevmektedir; “Her eserim, alnımda beliren bir çizgidir. Hâlbuki insanlar -özellikle kadınlar- bu çizgileri sevmezler… Ben, bunları seviyorum!” Tüm acılı hayatlara, çekilen sancılara rağmen güzel şeydir yazmak. Işınsu onunla mutludur; “Çok özel bir şey, ben mutlu olduğum için yazıyorum, başka hiçbir şey bana bu mutluluğu vermiyor!” Eserlerini bitiriş anları görülmeye değer anlardır. “Suni hayat”a dönüş ile üstünden büyük bir yükü atmış olmanın hazzına varılırken, çay Kevser yudumlanıyormuşçasına ayrı bir tat bırakmaktadır. Yağmur Tunalı, böyle anlardan birini şöyle anlatıyor; “Çiçekler büyür romanını bitirmek üzereydi. Yüzündeki yorgun ifade o kadar belli hatlara bürünmüştü ki, görünce fevkalade haller yaşadığı anlaşılırdı. Bir öğlen vakti, Kader Sokağı’nda bulunan Töre yazıhanesindeki odasına girdiğim zaman, ilk anda, müthiş farklılığı görerek şaşırmış, selam vermeyi bile unutarak “roman bitmiş” deyivermiştim. Hakikaten roman bitmişti. Ablam, aynı heyecanla “nasıl anladın?” diye sormuştu. O, sualin cevabını biliyordu. Fakat yinede soruyordu. Verdiğim cevap, “Bakar bakmaz gördüm ki bu dünyaya dönmüşsünüz. Şimdi bize bir tül ardından bakmıyorsunuz. Anlıyoruz ki buradasınız” mealindeydi.” “Roman yazmak” için gönderildiğine inanan Işınsu Hanım, okuduğu herhangi bir eseri yalnızca okumakla yetinmiyor aynı zamanda yazarının hususi hayatıyla da ilgileniyor. Bu merakının neden dolayı olduğunu ise şöyle anlatıyor; “Onların mizaçlarının, çeşitli meraklarının (…) ne bileyim, hayat tarzlarının evvelkinden iyi, bir sonrakinden kötü olmazsa, ve ha-yat maceralarının, eserlerine ne denli tesiri olduğunu keşfedebilmek. Belki kendi halimle diğerleri arasında bir mukayese yapmak istiyorum.” Yazarlığı ve yazarlığının devamlılığı hususunda ise, hep daha iyi-yi istediğini anlatıyor; “Son yazdığım bir evvelkinden iyi, bir sonrakinden kötü olmazsa, romancılığı bırakırım, yalnız iyilik ve kötülük yalnız bana ait len tüm başarılara rağmen, bir daha oyun yazmak istememektedir, zira eserlerini, eserlerinde oluşturduğu kişileri, olayları kıskanmaktadır; “Asla bir daha oyun yazmak istemem! Ben yazarlığımda son derecede bencilim. Eserimi; yönetmen, oyuncular, müzisyen hatta dekoratörle paylaşmak istemiyorum. Haklarıdır kendi sanat yorumlarını eklemek kınamıyorum ama ben bir daha oyun yazmak istemiyorum. Romanda okuyucu ile karşı karşıyayım. Okuyucu romanı çok yanlış şekilde değerlendirse bile benim olanı değerlendiriyordur, başka sanatçıların açılarından bakmıyordur.” Işınsu Hanım, “roman yazmak” için gönderildiğine inanıyor ve insanın neden yazmayı tercih ettiğine yaptığı yorum: “İnsan niçin yazar? Belki konuşmayı beceremediği için! Mamafih pek çok iyi yazarın sohbetine doyum olmadığı söylenir. Yahya Kemal mesela… Benim için sohbet adamı olmak, olabilmek mevzu bahis değil… Birkaç defa söyledim, her insanın dünyaya bir vazife ile gönderildiğine inanıyorum. Benim yaşama sebebim ise; yazmak değil, roman yazmak!” şeklinde oluyor. Işınsu Hanım’ın romanlarının iklimi, insan ve onun ruhi çevresi merkezinde halkalar halinde genişler. “Roman yazmak görevi”ni, sonralarda tasavvufa eğilmesine rağmen, ilk zamanlarda sınırlarımız dışındaki Türkleri konu edinerek icra eder. Peki, neden hudutların dışındaki Türkler? Neden onların yaşadığı acılar? Neden hürriyet? Bu sorular, Işınsu Hanım’ın dünyasında şöyle cevap buluyor; “Ne maddi, ne de manevi tutsaklığa tahammülüm var, ne de bağnazlığa… Bu, önce bir mizaç meselesi ve hürriyet, bence yüreğimdeki en güzel türkü! …Ve kanaatime göre, dünya yüzünde var olmamızın sebebi olan tekâmül şartının ilk müspet adımı… Hür olmayanın, şuurlu bir sorumluluğu da olmaz, değil mi? O zaman, ruhu kendi tekâmülünden sorgulamak haksızlıktır.” Ancak hürriyeti yazmak kolay mıdır? “Benim gerçek dünyam romanın dünyası” diyen kişi, o acıları yaşamadan, o sancıları çekmeden anlatabilir mi meramını? “Yazarken yüreğimi koyuyorum ortaya; yüreğim, bütün yürekler gibi sıcak, samimi ve gerçektir. Ona ters gelen şeyler yazmak istemem. Olduğunca samimiyim.” diyorken, İlay gibi hissetmeden samimi olabilmek mümkün mü? Derd-ü belâya geldim efendi cihane ben, düstur edinilerek mürekkep sayfalara dökülüyor, eseri vücuda bürüyor. İşte bu yüzden, her sorulduğunda Işınsu Hanım’ın başı ağrımaktadır… Ve bu yüzdendir ki, Hüseyin Mümtaz’ın söyledikleri, Işınsu Hanım’ın tüm okuyucularının ortak dilidir adeta; “Ne zaman onun romanlarını okumaya başlasam, midem ağrıyor. Midemin ortasına bir sol kroşe yemiş gibi 33 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E değer hükmüdür.” Daha iyisini üretmeyi istemek, O’nun hayat düsturunun bir uzantısıdır. Zira hayatı, iyi olmak üzerine kuruludur. İyi bir eş olmak, iyi bir anne olmak, iyi bir evlat olmak, iyi bir dost olmak… İyi muamele etmek, iyimser olmak… Her durumun başına “iyi”yi koyarak yaşamaya çalışır Işınsu Hanım… İnce hesaplar peşinde değildir. Önce sevmek, beğenmek tercihidir. Alçakgönüllüdür ve sabırlıdır. Öyle ki, kimi zaman kendisinin muhatabı olamayacağı meseleleri, kaba şekilde anlatan insanları dâhi saatlerce dinler Işınsu Hanım. Yakınlarının hayretler içerisinde kalışlarına ve bu sabrın sebebini soruşlarına verdiği cevap ile eksik yanlarımızı görmemize vesile olurken, yüzümüzde, duyduğumuz mahcubiyetin sebep olduğu kırmızılık hâsıl olur; “Onların memnun olduğunu görüyor ve rahatsızlığımı unutmaya çalışıyorum. Dervişlikten bahsolunur, dervişliğin icabı bu değil midir?” Ailesinden aldığı eğitim ve terbiyenin kusursuzluğu hayat tarzına da yansımış olan romancımız, annesi, Halide Nusret Zorlutuna’nın da sevdiği gibi seviyor yaptığı işi. Zira muharrirliği ile tanıdığımız Halide Nusret Hanımefendi, esasında öğretmenlik mesleğini icra etmekteydi ve “Allah beni öğretmen olayım diye yaratmıştı.” diyecek kadar mesleğini sevmekteydi. Öğrencileri tarafından “anamız” diyerek sevilen ve saygı gören Halide Nusret Hanımefendi, her öğrencisini manevi evladı olarak görmekte, öz evlatlarından farklı muamele etmemekteydi. Işınsu Hanım ile annesi arasında ise kuvvetli bir sevgi bağı vardı. “Ana-kız” arasındaki muhteşem ve bir o kadar da sevimli bir sırrın ifşasını duyduğunuzda, o deruni muhabbeti hissedebiliyordunuz; “Güzel şeyleri severdi. Hiç unutmam ortaokul talebesiydim. Cebeci’de oturuyorduk. Bir gün çok erken yola çıktık annemle… Yolun iki yanında da kavak ağaçları vardı. Ve çok güzeldi. Birbirimize bu güzelliği gösterdik. Bana, “Işınsu” dedi. “Bir şeye üzüldüğümüz, sıkıldığımız zaman birbirimize kavaklar ne güzeldi diye hatırlatalım, olur mu?” ancak dönemin çalkantılarına kendi iç karışıklıkları dâhil olunca bu mümkün olmadı. “Kaf Dağı’nın Ardında”, “Cumhuriyet Türküsü”, “Dost Diye Diye”, “Nisan Yağmuru” ve “Havva” isimli eserleri, Yunus’a doğru birer adım niteliğindeydi. Ve bir gün, bir arkadaşla sohbet ederken, Işınsu Hanım; “Artık Yunus’u yazacağım!” deyivermişti. Kelimeler, senelerin tutsaklığına inat, azatlığın coşkusu ile dudaklarının arasından bir bir kurtulurken; Işınsu Hanım söylediğinin idrakine ancak tam bir cümle haline geldikten saniyeler sonra varmıştı. Derin bir sorumluluk ve ağır bir yükü yüreğinde hissetmesine rağmen aynı zamanda vuslata adım adım yaklaşmanın da hazzını duyuyordu… Aşk şem-i yakılmıştı… Yazara, Yunus ile halleşmek nasip olmuştu. Öyleyse Yunus’u en doğru biçimde sayfalara nakşetmek, ete kemiğe bürümek lazımdı… Ve Onu insanüstülükten sıyırıp, “insan” olarak işledi. Zaaflarını, hünerlerini, beşeri aşk ile ilahi aşka erişini… “Bu yüksek ahlaklı, zarif, dürüst kişi sizin gibi, benim gibi bir insandı.”, mesajını veriyordu romanda. Yunus, herkese solgun, çirkin görünen, ancak Onun dünyasında, adeta meleklerin güzelliğine eşdeğer Nurefşan’ın aşkı ile tevhide hazırlanmakta idi. Ve Işınsu Hanım, beşeri ile ilahiyi birbiri içine katarak, birbirlerinde eriterek; “İçinde bulunduğumuz zaman kargaşasında tasavvuf niçin yaşanabilir olmasın?”, diyordu. Günümüzde, ilahi aşka gidişin, ancak dünyadan kopuş ile mümkün olduğunu aksettirenlerin aksine, Hacı Bayram romanında, bağnazlıktan kurtulup, iki dünyayı da unutmadan yaşamak gerektiğini anlatmaktaydı; -Mürşitler genellikle dünya işlerine karışmazlar diye bilirim ben. -Karışmazlar da terk-i dünya da etmezler. Maksat müritlerin dışında da halka yardımcı olmaktır. Çünkü halk Hakk’ın görünen yüzüdür… Bu yüzden de dünyadan haberdar olmak gerek yani tekkenin dışına da taşmak gerek… *** -Kim demiş müritler çalışmaz diye! …Dervişlik bir dilencilik mesleği değildir. Ve doğum kadar doğal olan ve esasında onun kadar mutluluk verici olması gereken ölümü; “Baharda dağlardan akıp gelen ince dereler gibi, ince bir türkü söyleyerek, yavaş yavaş öze doğru yürümek”, şeklinde betimleyerek, Mevlana’nın “düğün gecesi” ile simgelemesi gibi neşeli bir şekle bürür. Işınsu Hanım’ın romanlarında siyah ile beyaz iç içedir. Böylelikle, zıtlıklardan ve onların oluşturduğu gerilimden faydalanarak okuyucunun şuurunun açık tutulması başarılır. Kimi zaman ise seyrin dışına “Sesin bir rüzgârdır tatlı ve serin, Gönlümdeki mâbet senin eserin. Ruhuma gülerken güzel gözlerin, Göklerdeki sırra eresim gelir.” (Halide Nusret Zorlutuna, 1941- kızı Işınsu’ya şiiri) Şairliği kadar inşadı* da kuvvetli olan Halide Nusret Hanımefendi, çocuklarını, onlara şiirler okuyarak büyütmüştü. Işınsu Hanım, en fazla Yunus’un tesiri altındaydı. Zira Yunus, bir çocuğun dahi yüreğini ısıtabilecek sıcaklıkta ve duruluktaydı. Işınsu Hanım, kırk yaşlarında Yunus’u romanlaştırmak istemişti * İnşad; şiir okumak, şiir söylemek 34 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E çıkar ve geri dönüşlerle olayları birbirine bağlar. Ahmet Kabaklı Hocamızın da söylediği gibi Işınsu Hanım; “Her romanda ayrı üsluplar deneyen, romantik yanı güçlü, duygu ve kırgınlıkları eserlerine sinmiş, milli ülküyü san’atından da üstün tutan, yurt meseleleri ve canlı politikayı romanlarına da yansıtan Emine Işınsu, milli san’ata susamış kitlelerin ilgiyle okudukları bir düşünce savaşı yapmaktadır…”. “Canlı politika”yı yansıttığı romanlarından birisi olan Sancı, o dönemde ülke semalarını kaplayan kara bulutları ve o bulutlardan yurdun üzerine yağan kan dolu, kin dolu manzarayı gözler önüne sermektedir. Milli hassasiyetleri her türlü hassasiyetten üstün olan bir gençliğin, sonbahar yapraklarıyla sokakları, caddeleri dolduruşunun anlatıldığı roman, beş yıl içerisinde 10. baskıya ulaşarak en fazla satan kitaplar arasına girmiştir. Önkuzu’nun şehit edilişinin anlatıldığı roman, milliyetçi tabanın temellerini sağlamlaştırmak yönünde müspet bir eser olmuş olsa da, milliyetçileri her kulvarda yok saymayı meziyet bilen kesimlerce(!) eser de, eserin sahibi Işınsu Hanım da, zihniyetin yarım kalmış edebiyat anlayışları sebebiyle çemberin dışına itilmeye çalışılmıştır. 2004 senesinde kendisi ile yapılan bir röportajda anlattıkları, işte bu yarım edebiyatın yansıması olmuştur. Işınsu Hanım, yayınevinin kendisine verdiği kitaplar tükenince, eşedosta vermek için romanlarından almaya, oğluyla Kızılay’a iniyor… Gördüğü bir kitapçıya, “Bir Ben Vardır Benden İçeri” isimli romanının ellerinde olup olmadığını soruyor. Kitapçı eserin yazarını sorunca; “Emine Işınsu” diyor. Ve ne acı ki, yarım edebiyat zihniyetli şahıs; “Emine Işınsu, Sancı! Ben o kadının kitaplarını satmam!” diye cevap veriyor. Bu zihniyete sahip şahıs, grup, ideolojilere inat, ayakta kalabilmeyi başarabiliyor Emine Işınsu ve romanları, şiirleri, tiyatroları, denemeleri, hikâyeleri… Yokluk(!) içinde var(!) olma savaşı veriyor. Yorulmuyor, zira yorgunluğu çalışmaktan, çalışmayı da ibadetten bilen bir nesilden geliyor… İyi ki varsınız, Işınsu Hanımefendi… Her şeye rağmen, kavaklar ne güzeldi… KAYNAKLAR; HÜRSOY Elif, Türk Edebiyatı, Röportaj, Şubat 2004 KABAKLI Ahmet, Türk Edebiyatı, Cilt 3 ÖZKAN İsa, Töre Dergisi, Emine Işınsu Özel Sayısı, Emine Işınsu’nun Biyografisi TUNALI Yağmur, Töre Dergisi, Emine Işınsu Özel Sayısı, Emine Işınsu İle Mektup-Mülakat Desen: Semiha Şahbaz 35 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Ablam - Ustam Emine Işınsu • Hasan KALLİMCİ Hasan Kallimci, İskender Öksüz, İsmail Turan Kallimci, Feriştah Selcen, Emine Işınsu, Nevrisal Kallimci (11 Mayıs 1990) 1970’li yıllar… Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin sıcak denizlere inme politikası çerçevesinde Türkiye Cumhuriyetine kızıl emperyalist ideolojisini taşıdığı, ülkemizi “sosyalist cumhuriyetlerinden” biri yapma çalışmalarını yoğunlaştırdığı dönem… Doğup büyüdüğüm Denizli’nin Sarayköy ilçesinde de üniversite öğrencisi birkaç gencin kurduğu yardımlaşma dayanışma derneği etkisiyle Komünist / sosyalist gençlerin sayısı artmaya başlamıştı. Propagandası yapılan bu fikir içinde “Türk Milleti ve İslâm” kesinlikle yer almıyordu. Türk’üm deyince faşist, Müslüman’ım deyince de yobaz diye yaftalanıyordunuz. Tartıştığımız arkadaşlar açık açık, “Bizi bir de Rusya idare etsin!” demeye başlamışlardı. “Oy verip başımıza getirdiğimiz bir partiyi beğenmediğimizde değiştirme şansımız var; Rusya bizi kötü idare ederse onu başımızdan uzaklaştırabilecek miyiz?” sorumuz cevapsız kalıyordu. Çocukluğumuzda birlikte oynadığımız, aynı sıralarda okuduğumuz arkadaşlarımızla yollarımız ayrılıyordu. Muhafazakâr bir ailenin çocuğuydum, şehit ve gazi dedelerimizin hatıralarını dinleyerek yetişmiştim. Bu sebeplerle kendimi, Türk Milliyetçilerinin yayımladığı Bizim Anadolu gazetesi ile Bozkurt, Töre ve Devlet dergilerinin okuyucuları ve -yazmaya meraklı bir genç olarak da- yazarları arasında buldum… Bizim Anadolu’da ve Bozkurt dergisinde “Oğuz Soylu” adıyla yazıyor, diğerlerinde adımı kullanıyordum. 36 F İ K İ R S A N AT V E 1969 yılında, ülkücü gençlerin tiyatro çalışmalarında sahneye koymaları düşüncesiyle “Düşünme Odası” adlı oyunumu yazmıştım. Dündar Taşer merhum adına, Töre Devlet Yayınevi bir yarışma tertip edince bu eserimi gönderdim. Teşvik ödülü verdiler ve kitap olarak yayımladılar. İşte bu eser, benim Töre-Devlet yayınevi ve dolayısıyla Emine Işınsu ile tanışmama vesile oldu. İlk defa hangi tarihte karşılaştım ve tanıştım; o zaman neler konuşmuştuk? Kırk yıla yakın bir süre sonrasında, ne yazık ki hatırlamıyorum. Ne kadar da sıcakkanlı ve ne kadar da ilgiliydi Emine Işınsu… Ülkücü gençlerin üzerine titriyordu; abla gibi, ana gibi… Romanlarıyla ve yüklendiği Töre dergisiyle edebi ve fikri açılardan da besliyordu. O yıllarda, “Çıraklığı olmayan işin ustalığı olmaz.” atasözü paralelinde düşünmüşüm ki yazmaya meraklı bir genç olarak eline yapışmış, bırakmamıştım. Sağ olsun o da hiç bırakmadı… Denizli’de öğretmendim… Ankara’ya pek sık gitmiyordum fakat her yolculuğum Töre dergisine uğramak ve Emine Işınsu ile görüşmek için yapılıyordu. Daha çok mektuplarla ulaşmaya çalışıyordum ablama. Yazdıklarımı gönderiyordum. Yazılarımdan bazılarına Töre’de yer veriyordu. Bazı eserlerimle ilgili görüşlerini yazıyor, eksiklerimi tamamlamaya, beni yetiştirmeye gayret ediyordu. “Kardeşim, kardeşçiğim, sevgili çocuk, oğlum” hitaplarıyla mektuplar yazarak, yazılarımı ve eser müsveddelerimi okuyup görüşlerini bildirirken bana kıymetli zamanını ayırabiliyordu. O bir anneydi, çocuklarına ve eşine karşı sorumluluğu vardı; Töre dergisini her ay muntazaman yayımlamak için çırpınıyordu; romanlarıyla 1960’lı, 1970’li yılların tarihini yazıyordu… Bütün bunların yanı sıra yazmaya hevesli bir genç öğretmene de yardım elini uzatıyordu. Kimbilir benim gibi kaç hevesli genci yazmaya teşvik etmiş ve onları yetiştirmek için zamanını ayırmış ve ilgilenmişti… Şimdi hatırlıyorum; Ankara’ya gittiğim bir gün, dergiye gelen mektupları “Töre sorumlusu” adıyla cevaplamamı istemiş, ben de daktilo başına oturup birkaç mektuba cevap yazmıştım. Yine bir gün bir arkadaşımla birlikte bizi, “Otel parası vermeyin.” diyerek Töre dergisi bürosunda geceletmişti. 2004 yılıydı. Bir profesör için hazırlanmış armağan kitap hazırlığına şahit olmuştum. O an, “Profesörler için armağan kitap hazırlanıyor da yaşayan yazarlar için niçin hazırlanmasın? Ablam-Ustam Emine Işınsu için de bir armağan kitap hazırlanmalıdır.” diye düşündüm. Arşivimi karıştırdım. Ablamla ilgili olanları ayırdım. Bana, ekseriyeti el yazısıyla on üç mektup ve bir E D E B İYAT TA TÖ R E tebrik kartı göndermişti. Bir müsvedde eserimi satır satır okuyup görüşlerini sayfa kenarlarına not olarak yazmıştı. Bir hikâyemi, bir de kendisi işleyerek kıyaslamamı ve ders almamı istemişti. Hatıralarımız vardı… Benimle ilgili yazısı, benim de kitaplarını tanıtma gayretiyle kaleme aldığım dergilerde yer bulmuş yazılarım vardı. Halk Eğitimi Merkezinde çalışırken davetimi kırmayıp eşi İskender Öksüz Bey ile birlikte 1990 Mayısında Denizli’ye gelmiş, roman üzerine sohbet etmiş ve kitaplarını imzalamıştı. Aynı sohbeti bir gün sonra Aydın’da da tekrarlamıştı. Denizli’de, evimde misafir etme şerefini ve sevincini bana yaşatmıştı. Kitaplarını imzalarken yazdığı satırlar vardı. Sözün kısası, bir kitap olabilecek malzeme vardı elimde. Emine Işınsu ile ilgili armağan kitabı, çırağı, kardeşi olarak ben hazırlamalıydım. Işınsu ile ilgili ne varsa bilgisayar ortamında kayda geçirdim. Zamanla dizgi işini bitirdim. Hazırladığım dosyayı, kitap olarak yayımlayabilme iznini almak için kendisine gönderdim. Memnuniyetle kabul ettiği gibi bir hikâyesinin eser sonunda yer almasına da izin verdi. Eser, “Ablam-Ustam Emine Işınsu” adıyla Hikmet Neşriyat tarafından, 2006 yılında kitaplaştırıldı. Kendisine de takdim ettim. Ustasına bir armağan kitap hazırlamış olan bu çırağın sevincini tahmin edemezsiniz. Emine Işınsu ile ilgili hazırlanmış ilk kitap olma özelliğine de sahip olan bu eserin bir baskısı daha yapılır mı bilmiyorum… Bu yazıyı hazırlarken tekrar mektuplara gidiyor, tenkit ve tavsiyelerine göz atıyorum. Hepsini olmasa da bazı satırları sizlerle paylaşmak isterim. “Önce şunu söyleyeyim, oyun için çok güzel bir konu bulup da kötü yazmada bir ustasın… Düşünme odası nefisti, iyi işlenmemişti. Bu da öyle, Mağduristan yağması.” “…propaganda yapacağım diye mantıktan, gerçekten ayrılma.” “Tanrı aşkına, solcuların yaptığı gibi başa çivi çakar gibi propaganda yapma.” “Neye ağırlık veriyorsun, Tekin’e mi, senin gazete çalışmaların ve gençleri yetiştirmekteki hünerine mi, yoksa çimento yolsuzluğu mu?... Pek çok şeyi bir araya koymuşsun, hepsine aynı derecede önem vermişsin, asıl mesele kaynayıp gitmiş.” “… dediğin gibi bir Vietnam edebiyatını geçemedik ne romanda, ne filmde…” “İlk hikâyende tenkit ettiğim nutuk faslını atmışsın burada, çok iyi…” “Vermek istediğin manâya en uygun kelimeyi ara mutlaka, düşün üzerinde.” “Cümleler hep tekdüze gitmesin, oyna üslûpla…” Buraya, bir hatıramızı özetleyerek almak istiyorum. 1978 yılının ilkbahar aylarından birinde TRT 37 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E televizyonundaki bir tartışma programına çıkmıştı Emine Işınsu. Üç tane solcu bayan vardı. Pek sinirliy-di, gergindi ve canlı yayında fosur fosur sigara içmişti. O zamanlar sigara her yerde içiliyordu, serbestti amma yadırgamıştım. Benim düşüncemi temsil eden ablam canlı yayında sigara içmemeliydi. Hele ablam dediğim bir bayan hiç içmemeliydi! Sonradan öğreniyordum ki diğer bayan yazarlar, program öncesinde birlikte yüklenerek ablamı iyice öfkelendirmişler. O da öfkesini sigaradan almış. 12 Nisan 1978 tarihinde Ankara’daki büyük yürüyüşe katılmış, sonrasında, akşam karanlığının çökmeye başladığı saatlerde onu görmek için evine gitmiştim. Işınsu da eşi ile birlikte yürüyüşe katılmış. Üstelik bir gün önce de evini taşımış olmanın yorgunluğu da üzerindeymiş. O yorgunluklarının üstüne ben de hesap sormaz mıyım; “Televizyon programında niçin sigara içtin?” diye… “Anadolu’da bayanlar da sigara içerler. Benim sigara içmeme kim karışabilir?” diyerek üzerime yürüdü. Sonraki yıllarda bu sigara meselesi gündemimizi bir süre meşgul etti. Sigara kıtlıklarında, “Oh olsun, bulamayın!” diye takıldım. Denizli’ye edebiyat sohbeti için geldiklerinde eşinin ve kendisinin elinde puro vardı. “Sigaradan uzak durmanızı isterken karşıma purolarla çıktınız. Şimdi ben sizlere ne diyeyim?” diye sitem ettim, gülümseyerek karşılık verdiler. Bir çocuk edebiyatçısı ve hikâye yazarı olarak eserlerimle milletime hizmet etme fırsatı bulmuş olmamı, Emine Işınsu’ya; Töre, Bozkurt, Devlet gibi dergileri yayımlayıp yarışmalar tertipleyerek yeni yazarlara yetişme ortamları hazırlayan İskender Öksüzlere, İbrahim Metinlere borçluyum. Töre dergisini yeniden gün ışığına çıkaran kardeşlerimin, 1970’li yıllardaki Emine Işınsuların duyduğu heyecan ve şuurla hareket etiğine şahit oluyorum. 2010’lu yılların dergisi Töre de kabiliyetli gençlerimize sayfalarını açarak nice yazar ve şairin yetişmesine sebep olacaktır diye düşünüyorum. Bugünlerde ve her zaman verimli bir edebî ortama ihtiyacımız vardır ve olacaktır. Ablam-Ustam Emine Işınsu, son romanında Hacı Bektaş-ı Velîyi anlattı. Roman, Türkiye Diyanet Vakfı yayınları arasında, 2008 yılında yayımlandı. Son romanlarında gönül sultanları din ulularını anlatmayı tercih etmiş; Yunus Emre’yi, Hacı Bayram Veliyi ve Niyazi Mısri’yi de yazmıştı. On binlerce ülkücünün, Türk Milliyetçisinin yetişmesine katkı veren, ömrünü milletine adayan Emine Işınsu’nun son yazdığı bu eserler kaç baskı yapmıştır? Eserlerinden kimlerin, kaç kişinin haberi olmuştur? Kaç kişi, bu eserleri tanıtan yazılar yazmış ve yayımlamıştır? Bu soruların cevabını vermekte zorlanacağız ve ne yazık ki başımızı öne eğeceğiz. Böyle bir ortamda yeniden yayımlanmaya başlarken, Töre dergisinin ilk sayısının Emine Işınsu özel sayısı olarak hazırlanması, bizim cenahta vefa duygusunun henüz kaybolmadığının bir işareti olması açısından ümitlerimizi tazelemektedir. Ablamla irtibatımız hiç kesilmedi. Telefonla kısa edebî sohbetler yapıyoruz, tabii sağlık problemleri de dile geliyor. Ben dilim döndüğünce, çırağı, kardeşi olarak moral vermeye çalışıyorum. Yazımın son satırlarını yazarken şöyle bir düşündüm; tam dört yıl olmuş Ankara’ya gitmeyeli. Yaş ilerledikçe yolculuk çekilmez oluyor… En kısa zamanda bir Ankara yolculuğu düşünüyorum. Çırağı olmaktan gurur duyduğum Ablam Emine Işınsu’yu ziyaret ederek elini öpeceğim; inşallah… Türk milletinin tarihi, şüphesiz onun kültür ve edebiyatından ayrı tutulamaz. Edebiyat tarihi yansıtır. Tarih TÖRE’yi..Töre binlerce yıllık Türk tarihinin bel kemiği. Onu anlamak, onu idrak etmek öyle herkesin harcı değil. Zira oralarda çok okunması beklenen şifreler var.. İşte bu kabiliyetini ortaya koyan Emine Işınsu Hanımefendi, Türk milletinin zorlu dönemeçlerini birebir yaşasa da aslında o ailesinden gelen mücadeleci ruhun bir yansımasıydı... Türkün çektiği çileyi biliyordu. Oyunları görüyordu... Oysa bugünün dünden pek de farkı yok..., Oyun aynı... Hedef Belli... İşte bu ızdıraplı dönemde Türk milletinin Kimliğini, Sanatını, Tarihini, Kültürünü ona unutturmak için soyunan “medeniyet canavarlarına” karşı tarihi bir olaya imza atıldı... Ben hep söylerim Tarih tekerrürden ibarettir! Türk milleti bağrında öyle evlatlar taşır ki... İşte milletimizin en zor döneminde Töre ekibi bu bayrağı devralarak cepheye iniyor. Bu bayrağı daha da ileriye taşıyacaklarından şüphem yoktur. Ziyadesiyle memnun oldun. Yanınızdayım. Yolunuz, Yolumuz Açık Olsun! Emete Gözügüzelli CİVAN Araştırmacı-Yazar Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 38 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Emine Işınsu İle Röportaj • Nebahat AKBAŞ N. AKBAŞ: “Emine Işınsu’dan bahseder misiniz?” gibi, daha önce defalarca sorulmuş soruları sormak istemedik. Sizinle 2002’de yapılan bir röportajda “Emine Işınsu’yla yeni kitabı ve yeni eğilimi üzerine konuşacağız.” deniliyor. Yeni eğilimi derken de tasavvuf kastediliyor. Ama biz biliyoruz ki Emine Işınsu daha çok küçük bir çocukken kuklalar, yapıyor ve bunların canlanması için dua ediyor. Duasının gücüne öyle inanıyor ki onların canlanmasını bekliyor. Buradan yola çıkarak sizin son 20-30 yıldır değil, ta çocukluktan tasavvufa merakınız olduğunuzu söylesek, hata etmiş olur muyuz? E. IŞINSU: Yoo, çok doğru, çok doğru. Herhalde annemin tesiriyle. Annem çok dindar bir kadındı, tasavvufa meraklıydı. Onun tesiriyle herhalde öyle oldum, çocukluktan beri. N. AKBAŞ: Anneniz çok küçükken gazetelerdeki tefrika romanlarına son yazıp, o sonlarda bez bebeklerini oynatırmış. Sizin de böyle kuklalarınız varmış. Yazar annenizle küçük bir benzerlik diyebilir miyiz? E. IŞINSU: Ben de kukla oynattım bir süre. Bez bebekler yapmıştım küçük, onları oynatırdım. Hem kendi hayatları vardı; yani aktris, aktör olarak hem de sahnede piyes oynarlardı. İki hayat birden yaşatırdım onlara. N. AKBAŞ: Annenizden bahseden bir yazınızda diyorsunuz ki annenizin, siz küçükken, Aşk ve Zafer kitabını yazarken dönemin evraklarından faydalandığını ve çeşitli kişilerle görüştüğünü, ifade ediyorsunuz.” E. IŞINSU: Evet, doğrudur. Aşk ve Zafer pek güzeldir. Ben onu pek severim. N. AKBAŞ: Bir yazınızda, çocukluğunuzda annenizi bir yazar olarak kıskanmadığınızı söylüyorsunuz. E. IŞINSU: Hayır, tabiî ki hayır. N. AKBAŞ: Bir de şöyle bir ifadeniz var: “Çocuk yüreğimde annemin Kemalettin Kami için ağladığında bir kıskançlık duymuştum.” diye. E. IŞINSU: Babam adına kıskançlık duydum. Hatta dedim ki anneme o sıra “Bizim Albay’ın hanımı ölseydi babam ağlasaydı, siz kızmaz mısınız?” dedim. Böyle de sert çıktım anneme. Niye ağlıyor? Babamın namına kıskandım. Sizli konuşurduk annemle. Bizim zamanımızda öyleydi, annelere, babalara “Siz” diye hitap ederdik, sen demezdik. Ama ben çocuklarıma “Sen” dedirttim. N. AKBAŞ: Efendim, biz de size Emine Işınsu diyeceğiz. İsminizle hitap edeceğiz; siz böyle biliniyorsunuz, ondan dolayı. Birçok kişi Işınsu isminizi, soy isminiz olarak biliyor. E. IŞINSU: Emine göbek ismim. Rahmetli halamın ismiymiş. Babamın da en çok sevdiği kız kardeşi Emine’ymiş. Rahmetli olmuş, annemle evlenmeden önce. Onun için de ben doğar doğmaz evvela bir Emine’yi koymuşlar, göbeğimi öyle kesmişler. N. AKBAŞ: Emine göbek adınız, Işınsu gerçek adınız. Anneniz, hatıralarını yazdığı Bir Devrin Romanı kitabında sizden “Kars’ta bir ışık gibi, Işınsu hayatımıza doğdu.” diyerek bahsediyor. O da Işınsu’yu tercih ediyor. Emine ismi pek kullanılmadı, herhalde. E. IŞINSU: Ben yazarlığa başlamadan önce pek kullanılmazdı. Babam, Emine diye hitap ederdi. Çok sevgili kız kardeşinin ismi olduğu için. N. AKBAŞ: Annenizle ilgili çocukluğunuzdan bir hatıra var mıdır, mesela Urfa. Annenizin çok sevdiği Urfa’yı ilk romanınızda bir masal ülkesi gibi anlatmaktasınız. E. IŞINSU: Evet, annem Urfa’yı çok sevmişti. Dolayısıyla ben de annemin çok etkisi altındaydım. Ben de sevdim. Urfa’yı ve Urfa insanını çok sevdi annem. Urfa, Peygamberler şehri, malum. Hz. İbrahim’in mancınıkların arasından ateşe atıldığı yer oradadır. İki tane büyük havuz vardır; içinde balıklar var. O balıkları avlamak yasaktır. Onlara ilahi bir anlam yakıştırılmıştır. O balıklar avlanamaz katiyyen. Suyun yanında siz gidersiniz, balıklar da suyun içinde sizi takip eder. İlkokul 4. sınıfa geçtiğim sene Urfa’dan ayrıldık.(Onun için bunları hatırlıyorum ben.) Daha sonra Sarıkamış’a gittik. Son günlerde aklıma düşüyor, oradaki hocam, yeni mezun genç bir adam, çok hevesliydi, çok iyi bir öğretmendi. Çok ahbabdık, beni severdi, ben de onu çok severdim. Anneme müthiş saygısı vardı. Bütün öğretmenleri toplayıp bize ziyarete gelmişti bir gün, annemle tanışsınlar diye. Recai Uzunöner. Öğretmen okulun dan yeni mezundu Çok genç olduğu için belki de öğrencileriyle bu kadar iç içe oldu. 39 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E N. AKBAŞ: Lisedeyken, şairliğinizin getirdiği bir popülerliğiniz var. Bu, ilkokulda da var mıydı? Sizi fark eden bir hocanız oldu mu? E. IŞINSU: Hayır, olmadı. Kukla olayları falan hep Urfa’daydı, bunlara rağmen kimse bana “Yazar olacaksın.” demedi, annem de demedi. N. AKBAŞ: Annenizin öyle bir beklentisi var mıydı? E. IŞINSU: Zannetmiyorum. Bilmiyorum, konuşmadık. O, “Yazar olacaksın.” Demedi; ben, “Yazar olacağım.” demedim. N. AKBAŞ: Bir yazınızda bahsediyorsunuz: 16 yaşındayken 1954 yılında Hisar dergisi ile Konya’yı ziyaret etmişsiniz. Geziden önce İlhan Geçer Beyefendi eve sizi almaya geldiğinde anneniz “Işınsu da şiir yazmaya başladı” deyince ve İlhan Geçer de bu durumu taltif edince “yer yarılsa da içine girsem” demişsiniz. E. IŞINSU: Çok utanmışım herhalde. N. AKBAŞ: Hatta “Otobüste defterim herkesin elinden geçti, herkes imza attı.” demişsiniz. E.IŞINSU: Evet, bütün şairler vardı. Jülide Gülizar, annem ve ben yegâne hanımlardık herhalde. Oradakilerin hepsi erkek şairdi. Hepsinden imza almıştım N. AKBAŞ: Sizin bir de ağabeyiniz var, çocukken onunla ilişkiniz nasıldı? E. IŞINSU: Oraya parmak bas. Çocukken ağabeyim bana çok eziyet etti. Biyografimde de bahsettim. İçten bakınca iyi bir insandır; ama öfkesine hâkim olamaz. Mesela babam bana bir fiske vurmadı, annem bana bir fiske vurmadı. Ama ağabeyim birkaç defa çok fena tokatladı, ben çocukken. Ankara’da beni ilk TED Koleji’ne vermişlerdi. Ben, birgün oturdum, önlüğümü dikiyordum, önlüğümde sökükler vardı, cebim biraz sarkıyor falan filan. Arkadaşlar “Işınsu biraz kendine bak, nedir bu vaziyet?” dediler. Ben de oturdum, dikiyorum. Önlüğümü tamir ediyorum. “Ne oldu, hayrola?” dediler. Ben de böyle böyle dedi arkadaşlarım, dedim. Ağabeyimin buradan çıkardığı, erkeklere karşı ben süsleniyorum. Yani düşünebiliyor musun, buradaki mantıksızlığı? Ben ortaokul talebesiyim, önlüğümü tabi dikeceğim. N. AKBAŞ:Ama şöyle bir durum da söz konusu: Siz daha 13 yaşlarındayken, sizi tanımayan Mehmet Çınarlı Bey, sokakta, arkanızdan “Sen gitgide bir âfet-i devran olacaksın/ Canlar yakacak ateş-i suzan olacaksın.” diye bir beyit okumuş. Bunu yıllar sonra size anlatmış. Bundan dolayı ağabeyinizde bir kıskançlık olmasın? E. IŞINSU: Ağabeyime söylemedim ki böyle bir şeyi. N. AKBAŞ:Ağabeyiniz de görüyordur, çevreden bir ilgi olduğunu. E. IŞINSU: Belki onun için de çok kıskanıyordu. Çok sertti. Bütün işlerini ben yapardım. Ağabeyimin yardımcısı gibi çalıştırdı beni annem. Ağabeyim de öyle kabul etti. Maalesef, bunlar, içimde hep yaradır benim. N. AKBAŞ: Bunlardan dolayı, “Bir an önce evlendim.” diyorsunuz. E. IŞINSU: Maalesef de diyemiyorum. Çünkü iki tane pırlanta gibi çocuğum oldu. Hakikaten, Allah onlardan razı olsun. Hep dua ederim. Çok iyi, çok ilgili evlatlar. Elif ve Yağmur. İskender’le evlendikten sonra bir oğlum daha oldu, Murathan. N. AKBAŞ: Lisede “Eğitim” dergisinde yazılarınız yayınlanıyor. Annenizin de “Ağlayan Kahkahalar” adlı ilk yazısı “Talebe Defteri” adlı bir dergide yayınlanıyor. Bu da bir başka paralellik gibi. E. IŞINSU: Öyle olmuş. Sanki annemi takip etmişim gibi. O kendi şartlarında, ben kendi şartlarımda tabi. N. AKBAŞ: Yazarlık hususunda annenizle aranızdaki farkları neler olarak görüyorsunuz? E. IŞINSU: Bir kere annemin üslubu çok güzeldir. Benim teyzem İsmet Kür yazar, kuzenim Pınar Kür yazar, ben yazıyorum. Fakat annemin o güzel üslubuna hiçbirimiz ulaşamadık. Öyle düşünüyorum. Çok güzel üslubu vardır annemin. Su gibi akar. Nesirlerini kastediyorum. Şiirle fazla alakam yok. İlk kitabım şiir kitabı olmasına rağmen. Sonra bitirdim şiirle ilgimi. Şiir kitabım çıktı. Ondan sonra eşe dosta dağıttım. Sonra gelmedi içimden yazmak, düz yazıya döndüm. Hikâyeler yazıyordum Eğitim’e, röportajlar yapıyordum. Mesela voleybolcu kızlarla İstanbul’a gittim, muhabir olarak. N. AKBAŞ: Röportaja Eğitim’de başladınız. Sonraki yıllarda yaptığınız röportajlarda karşınızdakini zorlayabiliyorsunuz. Bu durum, beni biraz rahatlattı. İnsan olarak, yazar olarak, editör olarak farklı cepheleriniz var. Erol Güngör ve Hacıeminoğlu Töre anılarında… E. IŞINSU: Allah rahmet eylesin. Çok iyi dostlarımızdı onlar. İkisi de çok erken gitti. N. AKBAŞ: Allah rahmet eylesin. Orada sizin lakaplarınızı sıralıyorlar: Korkunç Yenge (O zamanlar, Filipinler’deki bir diktatörün eşinin lakabıymış.), Milli Kaynana, Patroniçe. Bunlar editörlüğünüzden kalma lakablar. E. IŞINSU: Tabi, tabi, Töre yazarıydı, onların hepsi. Onları toplardım. Bir 6 ay kadar İstanbul’da kaldım. Sonra İskender’le evlendim ve tekrar buraya geldim. İstanbul’a yerleşiyordum, öyleydi niyetim, ama olmadı. İskender burada Ortadoğu’daydı, hocalık yapıyordu. N. AKBAŞ: Kavga ederek, yazı istediğiniz oluyormuş. Mehmet Çınarlı Bey “Çok inatçıydı. Yazıyı kesinlikle alırdı.” diyor. 40 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E E. IŞINSU: Evet inatçı, biraz sert. Mesela ben Ankara’dayken Töre yazarlarına “Şu tarihe kadar yazınızın yetişmesi lazım, yazınızı bekliyorum.” diye önce bir mektup atardım. Ondan sonra telefonu olanlara telefon ederdim. Ondan sonra bir de telgraf çekerdim “Şu tarihte yazınızı bekliyorum.” diye. Bu şekilde Töre’ye alıştırdım onları. Kafalarına girdi ki her ay, bir yazı yazmak mecburiyetindeler. Ama para falan veremiyordum Töre’yi çıkarmadan önce milliyetçi hocalarla toplantı yaptım. Alev Arık vardı, milliyetçi hocalardan, benim Dil-tarih’ten arkadaşımdı. Ona “Ben böyle böyle bir dergi çıkaracağım Alevciğim. Milliyetçi hocaları bana toparlar mısın? Ben şu gün geleceğim İstanbul’a. Toplantı yapalım.” Hatta babam vefat etti o sırada, dört gün sonra İstanbul’a gitmek mecburiyetindeydim, toplantı vardı. N. AKBAŞ: Töre’nin isim babası kimdi? E. IŞINSU: Türkeş dâhil Ankara’daki birçok milliyetçi arkadaşlarımızın bizim evdeki bir toplantısında bulundu. Çeşitli isimler atıldı ortaya, nihayet “Töre” birinci oldu. Türkeş Bey de bizim evdeydi, o sırada, beraberdik. Hep beraber karar verildi. Anlaştık hepimiz, “Tamam, Töre olsun.” diye. İstanbul’da arkadaşları topladım. Bir de Devlet dergisi çıkıyordu, o sıralar, milliyetçilerin çıkardığı, gazete şeklindeydi. Buradaki arkadaşlar, hocaları buraya (Devlet’e) yönlendirdiği için ben İstanbul’a kancayı attım. Yani İstanbul’daki milliyetçilere. Devlet daha çok Ankara’daki hocalarla meşguldü. İstanbul’da ise onlar beni tanıdı, ben de onları tanımaktan çok memnun oldum. Ne yazık ki Mehmet Eröz, Hacıeminoğlu, Erol Güngör erken vefat ettiler. Bunlar Töre’nin baş artistleriydi. Murat Bardakçı muntazam yazardı. Onu ben yazıya başlattım. Ortadoğu’da öğrenciydi. Töre’ye yazdırmaya başladım. Murat Bardakçı bir deha, ona inanıyorum. Çok da memnunum, çok iyi yazar oldu sonra. Töre’de yazan hocaların bir kısmı daha önce yazmayan hocalardı. N. AKBAŞ: Eserlerinizde otobiyografik unsur aranması sizi rahatsız ediyor mu? E. IŞINSU: Hayır, rahatsız etmiyor. Karakterlerimde yaşarım ben, onları yaşatırken. Benden parçalar vardır. Nokta büyüklüğünde de olsa daha büyük de olsa hemen her karakterimde bir şeyim vardır. İç içeyim yani karakterlerimle. N. AKBAŞ: Eşiniz, Yazarlar Birliği’ndeki bir sohbette “Geçenlerde eve bir arkadaşım geldi. Işınsu onu azarladı. Gittikten sonra anladım ki azarlayan Işınsu değil, yeni roman kahramanı İlay’dı.” diyor. Bu da Emine Işınsu’nun karakterlerini günlük hayatta yaşadığını gösteriyor. E. IŞINSU: Doğru, çok doğru. Yaşıyorum kahra- manlarımla. N. AKBAŞ: Güzel mi diyelim kötü mü? E. IŞINSU: Güzel oluyor herhalde, daha samimi oluyor yazmak, onları yaşarken. N. AKBAŞ: Günlük hayattaki Emine Işınsu için sıkıntı doğuruyor mu? E. IŞINSU: Valla güzel kızım, yaşamak roman yazmak demek benim için. Eee her şeyin üstünde bir şey. Ama maalesef bu anksiyeteden ötürü 3-4 senedir hiçbir şey yazmadım. Bu yaz biyografimi yazdım, o kadar. Zannetmiyorum yayınlayacağımı. Yani böyle yazdım, boşalmış oldum. N. AKBAŞ: “Yapılması gerekeni yapan yapsın; bilen bilir elbet birgün.” diyorsunuz. Otobiyografik bir roman olur inşallah. E. IŞINSU: Kısmettir. N. AKBAŞ: Liseden sonra babanızın isteğiyle DTCF İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne başlıyorsunuz. E. IŞINSU: Evet. Oradan Amerika’ya gittim, zannedersem 3 ay orada kaldım. Social worker olarak gittim. Sosyal hizmetli, o zaman bizde yoktu. Amerikan Sefareti, galiba Kızılay’a bildirmiş social worker alınıp, çalıştırılacak, imtihan edilecek diye. Beni de imtihana çağırdılar. Yazılı ve sözlü imtihan oldum. Koleje haber vermişler, kolej de benim ismimi vermiş. Müsamerelerde falan çıkar şiir okurdum, dergiye yazı yazıyorum, sosyal bir öğrenciyim. Beni göstermişler, bir de İstanbul’dan bir hanım kız. Biz ne yapacağımızı bilmeden apar topar Amerika’ya gittik. Babam dedi ki “Yalnız göndermem. Annenle gideceksin.” Teyzemler o sırada Newyork’taydı. Annemin de bir hastalığı vardı, korkunç bir baş dönmesi, annem tedavi olacaktı, onlarda kaldı. Ben çocuk kampının olduğu yere gittim. İki haftalıktı, çocuklar değişiyordu. Oradaki herkese concerser deniyordu, bu çocukların başında olup onlarla meşgul olanlara. Gün boyu gece yatana kadar meşgul etmemiz gerekiyordu çocukları. Her saati programlıydı. Eğitici başına 6-7 çocuk veriyorlardı. Ben o zaman 19-20 yaşlarındaydım. Çocukları sevdiğim ve yeni bir yer olduğu için bir 6-7 çocuk bana zor gelmedi. Orman içinde bir kamptı, küçük kulübeler vardı, Bir odada dört arkadaştık. N. AKBAŞ: O dönemde, Amerika’da geçen bir roman yazmak aklınızdan geçti mi? Çünkü oradan geldikten birkaç yıl sonra Küçük Dünya doğuyor. E. IŞINSU: Hayır, hayır, onları düşünmedim. Sadece esir Türk milletlerini yazdım. Türkler beni ilgilendiriyor, Amerikalılar beni ilgilendirmiyor ki bir macera oldu sadece. N. AKBAŞ: İngiliz Dili ve Edebiyatı, ardından ODTÜ İşletme Bölümü dönemi, sonra Hukuk Fakültesi dönemi, ardından Felsefe Bölümü ve bu bölüme 41 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E N. AKBAŞ: “Annemin tesiriyle yazdığım için gönül bağı kuramadığım” dediğiniz Küçük Dünya geliyor. E. IŞINSU: Efendim en çok Küçük Dünya’da annemin üslubunun tesiri altındayımdır. İkinci romanımda, Azap Toprakları’nda, kendi üslubumu buldum. N. AKBAŞ: Küçük Dünya en çok merak edilen romanlarınızdandır. Birçok tenkitçi “yaşanmış hissi veren vakalarla örülüdür.” diye değerlendirir. E. IŞINSU: Yok, yaşadığım bir şeyi yazmadım Küçük Dünya’da. Sevmediği kocasında, biraz ilk eşimden şeyler olabilir ama. N. AKBAŞ: Biz oradaki Murat’ı merak ediyoruz. Sevdiğimiz Murat, Nur’un söyleyemediğini o söylemeden anlayan Murat. E. IŞINSU: Hâlbuki hiç öyle erkek tanımadım. N. AKBAŞ: Küçük Dünya herhalde en kısa sürede yazdığınız kitap. E. IŞINSU: Evet, o zaman Elif doğmuştu, kızım. Daha bacağımda sallıyordum, çok yaramazdı. Bacağımda sallamadan katiyen uyumazdı. İlle yere oturacağım, bacaklarımı uzatacağım, bacağımın üstünde sallayacağım. Bir taraftan onu sallar bir taraftan yazardım. O zaman daktilo da bilmiyordum. Deftere tükenmez ya da kurşun kalemle, hatırlamıyorum, herhalde tükenmez kalem yoktu o sıralar. Annem de kurşun kalemi tercih ederdi. Çorba yapacağım mesela karıştırmam lazım bir taraftan çorbayı karıştırır bir taraftan da yazmasam bile hiç olmazsa notlar alırdım. N. AKBAŞ: Ardından da Bir Yürek Satıldı geldi. TRT’de radyofonik tiyatro eserleri arasında birincilik aldı. Hatta biz bulamadık: fakat yurtdışında da yayınlanmış? E.IŞINSU: Sadece Fransızcaya çevrildi. Ben de sonradan gördüm. Bana sahaflarda bir çocuk buldu ben söylemeden.O bahsetti, ben de hemen alayım, dedim. Beni Emine Işınsu olarak tanıyordu zaten. N. AKBAŞ: 1966’da Bir Yürek Satıldı’da sevdiği insan için fedakarlık yapmayan bir erkek en sonunda yüreğini söküyor ve bir mezatçıya veriyor. Ardından 1969’da Azap Toprakları yazılıyor. Azap Toprakları’nı, Çiçekler Büyür’ü yazmaya nasıl karar vermiştiniz? Dış Türkleri? E. IŞINSU: Babam, Bulgaristan göçmeni, orada çok büyük acılar çekmişler. Babamın eline Kuran-ı Kerim verip ocağın içine saklamışlar. Bulgaristan Türklerine karşı bir sempatim vardır. Babamdan dolayı. Ve onların, orada çok azap çektiklerini bilirim. Onu yazmak istedim. Bir sürü yerden, göçmenlerden bilgi aldım. Hatta MİT’ten bilgi aldım. Çiçekler Büyür, Azap Toprakları’ndan daha iyidir. Roman olarak daha iyidir. devam ederken Tiyatro Kürsüsü derslerine devam. E. IŞINSU: Efendim, güzel güzel İngiliz Edebiyatı’nda devam ederken Amerika meselesi çıktı, o sene gitti. İngiliz Edebiyatı’nın eylül imtihanlarına girmem lazımdı. Fakat bir erkek arkadaşımla karşılaştım. Napıyorsun, ne ediyorsun falan filan… Kızılay’ın ortasında konuşuyoruz. Dedi ki “Ben Ortadoğu’ya gidiyorum, harika bir okul, çok güzel bir okul, fevkalade.” “Ya ben de oraya mı geçsem.” dedim. “Geçemezsin ki imtihanlar bitti.” dedi. Ben buraya gireceğim dedim. Çocuktan ayrıldık. O işine gitti, ben doğru bir arkadaşımın evine gittim. Bizim zamanımızda jupon derdik elbisenin altına belden lastikli, gayet süslü şeyler giyilirdi. Kabarık tutardı. Eski Türk filmlerini izlersen görürsün. Ben de Amerika’dan bir tane almıştım. Ve o gün üstümdeydi. Ortadoğu’nun giriş ücreti 175 lira mıydı, neydi. Arkadaşımın mali vaziyetleri gayet iyiydi. İyi, hoş sohbet falan, “Çocuklar!” dedim, “Ben juponumu satmak istiyorum, alır mısınız?” Ne kadara? 175 liraya. Tam Ortadoğu’ya lazım olan fiyat. Çıkardım üstümden, onlar giydiler. Birkaç kız kardeştiler. Biri sınıf arkadaşım olurdu, en samimi arkadaşımdı. 175 lirayı alıp Ortadoğu’ya gittim ertesi gün. Eve falan da söylememişim. Kayıtlar mayıtlar bitmiş. Resmen kaydolmama imkan yok. Oradaki, dekan mıydı, adını unuttum maalesef, fevkalade hoş bir adamdı. Allah rahmet eylesin, vefat etti. Orda yalan söyledim bak. “İdealim Ortadoğu’ya girmekti; ama Amerika’daydım, gelemedim. Onun için bana yol gösterin, bana yardım edin.” dedim. Hayatım bir işletme bölümüymüş gibi. Derslere biraz devam ettim. Fakat o sırada bir erkek arkadaşım oldu. Namık’tı ismi. Niyetimiz ciddiydi, evlen mekti. Ciddi niyetli olduğum için eve de söyledim. O da hukuk öğrencisiydi. Fevkalade efendi ve nazik bir insandı. Beni istemek için de Bahriye Üçok ve eşi geldilerdi. Fakat babam katiyetle vermedi. “Ben talebeye kız vermem.” dedi ve devam etti. Sonra dediler ki “Işınsu, sen babanla konuş.” Babamla konuşmak o kadar zor bir şey ki hele böyle bir meselede olamayacak bir şey. Bir taraftan kucağından indirmezdi çocukken, bir taraftan da çok resmiyiz. Birgün onlar anneannemin odasına gittiler, ben babamla karşı karşıya kaldık. Ben utana sıkıla artık ölerek söyledim, ben böyle birisiyle evlenmek istiyorum. Biliyor da vermiyor. Benim söylemem karşısında, babam ceza olarak beni eve hapsetti. Tabi benim okuldu mokuldu her bir şey kaldı. Bu arada evde otururken hukuka kaydoldum. Bir hukuk kitabı ya okudum ya okumadım. Eve hapsoldum falan, olmadı. Felsefe birinci sınıfta çok bağlıydım felsefeye, o zaman da birinci evliliğimi yapmıştım. 42 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E N. AKBAŞ: Çiçekler Büyür’deki İlay’ın ismi birçok kız çocuğuna verildi. Nasıl bir duygu? E. IŞINSU: Çok hoşuma gidiyor, seviniyorum. N. AKBAŞ: İlay neden bu kadar sevildi? İnsanlar çocuklarına onun adını verecek kadar sevdi onu. E. IŞINSU: Çok esaslı bir tip olarak düşünürüm ben İlay’ı. Karakter olarak sevildi. Dik başlı, azimli, Türk’ü seviyor, Türk olmayı seviyor, bundan gurur duyuyor. Bundan gurur duyuyorum demiyor ama halinden, tavrından belli tabi. N. AKBAŞ: Romanlarınızın çoğu kapalı roman, romanın sonunda bitiyor. Ama Çiçekler Büyür’ün sonu açık uçlu. İlay’ın nereye gittiğini bilmiyoruz. E. IŞINSU: İlay intihar etti mi etmedi mi? Çünkü tabancada bir kurşun bıraktı. Ben onu şöyle düşündüm. İlay’ı İstanbul’a getireyim. Kaçsın yani Türkiye’ye. Türkiye manzaraları, burada çalışsın, birisinin evinde çalışacak. Ondan sonraki hayatını anlatayım diye düşündüm. Fakat sonra bu, İlay’a, İlay karakterine yakışmaz diye düşündüm. Yazmadım, içimden sonunu yazmak gelmedi. Hissî bağ kurmadan hiçbir şey yazmıyorum. N. AKBAŞ: Bu durum, müthiş bir ağırlık olmuyor mu size? E. IŞINSU: Oluyor. Ama ben mutluyum. N. AKBAŞ:Eserlerinize baktığımız zaman müthiş bir umutla yazdığınızı görüyoruz. Töre’deki bir denemenizde “Sözlerimiz yankı yapar mı ki, giderek ta en uçtakine bir şeyler duyurabilir mi? Pek umutlu değiliz.” diyorsunuz. Bu kadar umutsuzluğa rağmen, o özverileri nasıl gösterdiniz? E. IŞINSU: Bilmem ki nasıl gösterdim acaba. N. AKBAŞ: Sizin döneminizin anlı şanlı isimleri yokken bugün, siz varsınız. Hiçbir yazara vurmadığınız kadar kendinize vuruyorsunuz. Bu durum için kültürümüzün kendini övmeme hasletini gösterebilir miyiz? E. IŞINSU: Evet tabii, var olduğumu bilmiyorum. N. AKBAŞ: Dergiler, televizyonlar sizden bahsetmese de okurlarınız sizi hayrete düşürecek kadar çok sizden bahsediyor. E. IŞINSU: Çok şükür, Allah’a şükrederim. Ben Allah’a şükrederim, beni yazar yaptığı için ve ilham verdiği için. Ondan geliyor her bir şey. N. AKBAŞ: Ocakta bir muhabbet vardır. Dündar Taşer’in çayından mı, Galip Erdem’in çayından mı? Bunu da sizin romanınızdan öğrendik. E. IŞINSU: Öyle mi! İkisi de çay meraklısıydı. İkisine de Allah rahmet eylesin. Çok değerli insanlardı. Hele Dündar Bey’i öyle pisipisine kaybettik ki kamyon çarptı ona. Yarım saat önce biz konuşmuştuk. O zaman Töre’nin yeri Karanfil Sokak’taydı. Yolda 43 karşılaştık, o da Töre’ye geliyormuş. Görmedim ben. “Ne kadar dalgınsınız. Böyle dalgın yürümek olur mu?” dedi, bana bir nasihat çekti. Etrafa dikkat edin. Demin benim yanımdan geçtiniz, fark etmediniz. Adamcağız o gün aynı yerde bir kamyonetin arka arka yürümesinden gitti. Bana bu kadar nasihat verdi. Fakat kendisi gitti. Allah rahmet eylesin. N. AKBAŞ: Dündar Bey ile nasıl tanıştınız? E. IŞINSU: O zamanlar bir yer vardı Ülkücü hocaların ve gençlerin devam ettiği Kültür Bilim Merkezi oraya ben de devam ederdim. Dündar Bey rahmetli bir odası, masası, koltuğu vesaire orada bize neler öğretirdi. Bütün Ülkücü gazeteler ve Töre de orada başladı. O kültür merkezinde başladı her şey. Dündar Bey seminerler de yapardı, çok güzel konuşurdu, bilgi verirdi. Kendi hayatından, 27 Mayıs’tan. 14’lerdendi o da. 14’leri dağıttılar ya sonra dünyanın dört bir tarafına. Hatta Türkeş rahmetliyi de Hindistan’a göndermişlerdi. N. AKBAŞ: Siz o sürgün döneminde tanıyor muydunuz, Alparslan Türkeş’i, Dündar Taşer’i? E. IŞINSU: Hayır, isim olarak Alparslan Türkeş’i biliyorduk, Dündar Taşer’i isim olarak da bilmiyorduk. N. AKBAŞ: Türkiye’nin en cesur kesimi olan Milliyetçi Hareket’in kendisini anlatan tek bir romanı vardı, yazarı bir kadındı, sizdiniz. Bu hareketin en esaslı dergisini siz çıkardınız. Türk Dünyası’nı anlatan çoktu da siz bir başka sevildiniz. Bu hareket sizin Sancı’nız gibi roman, Töre’niz gibi dergi, Çiçekler Büyür’ünüz kadar etkileyici bir roman görmedi. Bunlar size ne ifade ediyor? E. IŞINSU: Valla yaşamayı ifade ediyor zannediyorum. Bir şeyler yapamasaydım o dönemde kendimi rahatsız hissederdim. Yani inandığım yolda ilerledim. İnandığım yolda, inandığım davaya Türk Milliyetçiliği’ne kendi çapımda hizmet etmeye çalıştım. Töre dergisi de o yüzdendir, romanlarım da o yüzdendir. Yani bir insan olarak, bir yazar olarak karınca kaderince vazifem olduğunu düşündüğüm şeyleri yaptım. N. AKBAŞ:Allah razı olsun, diyoruz. E. IŞINSU: Cümlemizden canım. N. AKBAŞ: “Vazifemdi, yaptım.” dediniz. Peki “Türkiye çalkantılarından kurtulamadı, Türk Dünyası topyekun mutlu olamadı da ben şöyle bir ağız tadıyla bir aşk romanı yazamadım.” dediğiniz hiç oldu mu? E. IŞINSU: Şimdilerde diyorum. Keşke yazsaydım bir aşk romanı diye. Bundan sonra yazabilir miyim, yazamaz mıyım, bilmiyorum. N. AKBAŞ: Yeniden yazabilmeniz için o kadar çokdua ediyorum, dua ediyoruz ki inşallah olur. E. IŞINSU: Allah razı olsun, inşallah canım F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E EMİNE IŞINSU Hayatı, Şahsiyeti, Edebî Faaliyetleri* Hayatı Ortaöğreniminin son yıllarında (1956) ilk şiir kitabı İki Nokta ile edebiyat dünyasının şairleri arasına adım atar. Işınsu’nun yüksek öğrenim hayatı oldukça hareketli geçer. İlk olarak babasının isteği üzerine Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kaydolur. Ancak Felsefe ilmi tahsil etmek isteyen Işınsu, o dönem A.B.D.’de bir kuruluşun açtığı Fullbright burs imtihanlarını kazanır ve Sosyal Akademi Uzmanlığı kurslarına katılmak üzere fakülteyi yarıda bırakarak Amerika’ya gider. Dünyanın değişik ülkelerinden seçilmiş elli dört kursiyerle sosyal hizmetler hakkında iki aylık kurs gördükten sonra, sosyal hizmetlilerin çalıştığı yerlere gönderilirler. Kendisine de bir çocuk kampı düşer. On bir çocuktan; onların giyimleri, sabahları kalkmaları, resim yapmaları, orman gezilerinden sorumlu tutulur. Altı ay süren bu kurstan sonra Türkiye’ye geri döner. Işınsu, daha önce başladığı İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü yarıda bırakarak, o yıllarda yeni açılan Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin İşletme Bölümü’ne kaydolur. Bu durumu bir süre babasından gizler. O sıralarda ilk eşi Mimar Erdoğan Cemil Okçu kendisine talip olur. Babasından üniversiteyi devam ettirme şartı ile onay çıkınca 1959 yılı sonlarında evlenirler. Evlilikle okulu bir arada yürütemeyeceğini anlayan Işınsu, kısa bir süre için fakülteyi yarıda bırakır. Daha sonra bir ara Hukuk Fakültesi’ne, ardından başından itibaren arzuladığı Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin Felsefe Bölümü’ne girer. Aynı zamanda fakültenin tiyatro derslerini de yakından takip eder.(1960) Ancak ailevî nedenlerle birlikte omuzlarına binen yükün artması üzerine arzulayarak devam ettiği Felsefe öğrenimini de yarıda bırakır. Emine Işınsu’nun tahsil hayatını gözden geçirdiğimizde karşılaştığımız hareketlilik, eserlerinde geniş bir dünyanın oluşmasına ortam hazırlamıştır. Kayıt yaptırdığı üniversitelerin hiçbirini tamamlayamamış olan Işınsu, zamanının çoğunu yazmaya ayırmış, yaşamının bundan sonraki döneminde dergi, gazete, tiyatro ve roman yazarlığı yapmıştır. Işınsu’nun ilk romanı Küçük Dünya, Turizm ve Tanıtma Bakanlığı’nın Sanat Armağanı ödülünü kazanır. Eser 1962’de Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilir. Şiirle başlayan yazın hayatı fıkra ve roman denemeleriyle zenginleşirken, yazar çeşitli dergi ve Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Emine Işınsu, 17 Mayıs 1938’de Kars’ta dünyaya gelmiştir. Babası Bulgaristan Türklerinden, emekli Tümgeneral Aziz Vecihi Zorlutuna, annesi Erzurum’un tanınmış ailelerinden Zorluoğulları’na mensup Hürriyet Mücahidi Avnullah Kâzimî Bey’in kızı, tanınmış şair ve yazarlarımızdan Halide Nusret Zorlutuna’dır. Babaannesi ve babası Bulgaristan Eskicuma’dan göç etmişlerdir. Türklerin yaşamış oldukları acı ve zorlu günlerin yakın tanığıdırlar. Çocukluğunun bir bölümünü Kırklareli’nde geçiren Işınsu, babaannesinden ve babasından Balkan Türklerinin, Türklük adına nelerle karşılaştıklarını ya da nelere katlandıklarını dinlemekle büyümüştür. Bu nedenle Balkan Türkleri O’nun hayatında önemli yer tutar. Anne tarafı âlimler, kahramanlar, şairler yetiştiren Erzurum’un köklü ve tanınmış ailelerinden biridir. Dedesi, Avnullah Kâzimî Bey gazeteci, anneannesi şiire düşkün bir hanımefendidir. Işınsu’nun annesi Halide Nusret Zorlutuna ise; edebiyat tarihinin önemli isimlerindendir. Işınsu, annesini şöyle tanıtır: Benim anam, her türlü gösterişin ötesinde gerçekten fedakâr bir kadındır. Aşırılığı ise hassasiyetinde ve belki cemiyetin değer hükümleri karşısında gösterdiği dikkattedir. Vatanî vazifeyi her türlü sorumluluğun üstünde tutan “zorlu” bir askerin eşi;zamanı şimdiki gibi değil; şartlar bilhassa ordu mensupları için çok ağır ve yıpratıcı...Şair, yazar, öğretmen hanım kâh katır sırtında, kâh at; bazen de trenle dolaşır yurdun dört bucağını... Edebiyat ve Türkçe hocalığı yapar. Işınsu, anne ve babasının memur olmaları sebebiyle yurdun değişik yerlerinde bulunmuştur. İlköğrenimi Urfa’da başlarken Sarıkamış’ta devam etmiş, Ankara’da Alp Arslan İlkokulu’nda tamamlanmıştır. Kültürlü ve sosyal bir aile ortamında yetiştirildiğinden okuma ve yazmaya olan ilgisi, henüz ilkokul döneminde bile büyüktür. Ankara’da Cebeci Ortaokulu’ndan mezun olduktan sonra, T.E.D. Ankara Koleji’nin lise kısmına girip 1956 – 1957 öğretim döneminde mezun olmuştur. Öğrenciliği sırasında şair olarak tanınan Işınsu’nun ilk şiiri İnsanlarla Eğitim Dergisi’nde yayımlanır. Bunu diğer şiirler ve küçük hikâyeler takip eder. *Gözdenur EROL,«Emine Işınsu’nun Tarihi Romanları Üzerine Bir İnceleme»,Yüksek Lisans Tezi, 44 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Mücadele heyecanını anlattığı Cumhuriyet Türküsü romanını yayımlar. Dinî tesirlerin hâkim olduğu bir çevrede yetişen Işınsu, tasavvufa karşı duyduğu ilgiyi az çok Nisan Yağmuru ve Havva isimli romanlarında işler. Bukağı (2004) romanında Niyâzî Mısrî’nin hayatını işleyen Işınsu, son olarak yayımladığı Bayram (2005) adlı romanında ise, Hacı Bayram Veli’nin hayatını ele alır. Halen Ankara’da hayatını sürdüren, biri kız (Elif), ikisi erkek (Yağmur, Murathan) çocuğun annesi olan Işınsu, eserleriyle edebiyat dünyasının önde gelen isimlerinden birisidir. gazetelerde yazmaya devam eder. 1962 – 1963 yıllarında Yeni İstanbul gazetesinde Dedikodu sütununda Mehlika Arda takma adıyla siyasî konularda fıkralar yazar. 1963 – 1965 yıllarında Sabah gazetesinde fıkra yazarlığı, 1964’te Hisar dergisinde Yeşil Fasulyeler ve diğer birkaç hikâye ile kadın meselelerine temas eder. Işınsu, tiyatroya derin bir ilgi duyar. D.T.C.F.’nin Felsefe Bölümü’nde okurken, bir taraftan da fakültenin tiyatro kürsüsü derslerine devam ettiğini dile getirdiğimiz Işınsu, Bir Yürek Satıldı(1966), Bir Milyon İğne (1967), Ne Mutlu Türküm Diyene (1969), Adsız Kahramanlar (1975) adlı oyunları bu ilginin sonucu yazdığını ifade ederler. Senaryo, tiyatro, oyun yazarlığı da yapan Işınsu, 1966’da yazdığı Bir Yürek Satıldı adlı oyunuyla, TRT’nin düzenlediği Radyofonik Oyun yarışmasında birincilik alır. İlk romanı Küçük Dünya’nın ardından romanda başarıyı yakalayan Işınsu, bu sıralar eşinden ayrılır. İçinde bulunduğu sıkıntılı durumda uzun bir hazırlığa girişerek Ak Topraklar’ı yazar. Bu eserle Türk Edebiyat Cemiyeti roman ödülünü kazanır. 1969 yılında, annesi Halide Nusret Zorlutuna ile Ayşe isimli kadın dergisini çıkarmaya başlar. Ayşe dergisinde “Zeynep Tan”, “Nur İleri”, “Işık” takma adlarıyla 28 sayı boyunca yazmaya devam eder. Bu arada Devlet dergisinde (1969 – 1971) iki yıl kadar yazar. Ayşe adıyla çıkardığı kadın dergisini Töre ismiyle 1971’de Mayıs - Haziran ayından itibaren yürütür. İlk eşinden ayrıldıktan sonra 1972’de Prof. Dr. İskender Öksüz ile evlenen Işınsu, yazı hayatına ara vermez. Bozkurt dergisinde 1973 – 1974 yıllarında Gençlerle Hasbihal köşesinde yazar. Aynı yıllarda Diyanet gazetesinde “Emine Abla” ismi ile kadın sayfası hazırlarken Türk Edebiyatı dergisinin hemen her sayısında yazılar yazdığını ifade etmişlerdir. 1975’te yazdığı Tutsak romanıyla Kerkük Türklerinin mücadelelerini anlatan yazar, aynı yıl yayımladığı Sancı romanıyla ideolojik çekişmeleri dile getiren bir eser ortaya koyar. 1979’da yine Dış Türkleri anlattığı Çiçekler Büyür ve 1982’de de sendika romanı olarak bilinen Canbaz’ı yazar. Canbaz, kendisine Türkiye Yazarlar Birliği roman ödülünü getirirken, daha önce yazmış olduğu Sancı romanı ile de Türkiye Milli Kültür Vakfı ödülüne layık görülür. Daha sonra sırasıyla Kaf Dağının Ardında (1985), Atlıkarınca (1990) romanlarını yazan Işınsu’nun Bir Gece Yıldızlarla (1991) adlı bir de hikâye kitabı vardır. 1993’te yakın arkadaşı Prof. Dr. Umay Günay’ın teşvikiyle Millî Şahsiyeti, Edebî Faaliyetleri Bir sanatçının yetenekleri, eğitimi ve kişiliği yanında; onun düşünce ve duygu dünyasına önemli derecede tesirde bulunan yetiştiği bir kültür çevresi vardır. Bu kültür çevresi, diğer unsurlarla bütünleşerek sanatçının muhayyilesine yön verir. Emine Işınsu’nun sanatçı kişiliği de içinde yetiştiği kültürlü aile geleneği ile yeşerir. Şair ve yazar bir annenin kızı olan Işınsu, küçük yaştan itibaren şiirle hayata başlar: Herkesin annesi şarkı söylerdi. Benim kafamda çocukluğumdan kalma bir müzik yok, yalnızca yüksek sesle şiir okuyan bir hanım hatırlarım. Bu hanım Fuzuli, Şeyh Galip ve Mehmet Akif’i çok sever ve şiirlerini çok okurdu. Işınsu’nun okuma ve yazmaya olan ilgisi daha ilkokul yıllarındayken ortaya çıkar. Bu dönemde Pollyanna türü klasiklerle tanışır, zaman zaman yazma denemelerinde bulunur. Bunun neticesinde ilkokul çağlarının sonralarında Minko’nun Hatıraları adlı eserini ortaya koyar. On beş-on altı yaşlarında şiir dünyasına açılan Işınsu, ortaöğretimini tamamladığı T.E.D. Koleji’nde arkadaşları arasında şair olarak tanınmaya başlar. Ortaöğretiminin sonunda (1956) iken ilk şiir kitabı İki Nokta ile karşımıza çıkar. İki Nokta adını verdiği bu kitaba giren şiirlerin çoğu bir – iki kelimelik kısa mısralardan oluşmuştu. İçlerinde çocukça duyguların dile geldiği şiirler de vardı; çok bilmiş, çok görmüş geçirmiş bir nine edasıyla söylenmiş şiirler de... Emine Işınsu, ilk şairlik denemesini şöyle değerlendiriyor: Onlar şiir falan değil. 16, 18 yaş döneminin duyguları, kendi çapında çırpınışları ve felsefesi... Geçenlerde hepsini yeniden okudum, pek bir şey değişmiş değil. Ancak o zamanlar kadere kayıtsız şartsız bir teslimiyet ve karamsarlık varmış, sonra bu “İstersen, çalışırsan, mücadele edersen 45 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E değiştirebilirsin” olmuş. Karamsarlık vs. devam ediyor, belki biraz azalmış. İşte o kadar. Her defasında Elhamdülillah Türk Milliyetçisiyim. Dün de Türk Milliyetçisiydim, bugün de sözlerini tekrarlayan yazar, Türk Milletinin aşığıdır. Fikir dünyasının oluşumunda aile çevresinin etkili olduğunu dile getiren yazar, bu duygularla yetiştirildiğini ve eserlerini de bu doğrultuda oluşturduğunu belirtir: …Tabi çevre çok mühim, aile çevresi çok mühim. Milliyetçi ve Müslüman bir ailede yetiştim. Babam askerdi, evimizde daima Müslüman ve Milliyetçi bir hava hâkimdi. Ben bu duygularla büyüdüm. Işınsu, Türkiye dışındaki Türklere yoğun hisler beslemektedir. Onlara karşı olan bu hislerini Dış Türkleri konu alan üç romanında dile getirmiştir: Bunlar Balkan Türklerini anlattığı Çiçekler Büyür ve Azap Toprakları ile Kerkük Türklerini anlattığı Tutsak adlı romanlardır. Eserlerinin çoğunda İslam inancının derinliklerine rastlamak mümkündür. İnsana hoşgörü ile yaklaşan yazar, her insanın hatalarıyla kabul edilmesi gerektiğine, herkesin bir gün doğru yola ulaşacağına inanmaktadır. Işınsu, gençlik yıllarını büyük bir baskı altında geçirir, hareketleri daima kısıtlanır: Çok sıktılar beni, annem devamlı bir korku içindeydi kız çocuğu olduğumdan. Gözüm dışarıya kaymasın diye o korkuyu yaşadı, yaşıyordu, tabii bana da yaşattı. Ailesinin baskısı yazarın eğitim hayatında da derin izler bırakır. Hiç istemediği halde üniversitenin İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydolur. Hayatının bu safhasında yaşadıkları, Küçük Dünya’daki Nur’un macerasıyla bütünleşir. Yaşadığı baskılar onu içe dönük kapalı bir kutu haline getirir. Yazar yaşadıklarını, duygu ve düşüncelerini eserleriyle haykırır okuyucusuna. Eserlerini oluştururken kahramanlarıyla bütünleşen yazar, yazmadan önce büyük bir hazırlığa girişir. Konuyla ilgili belgelere ve gerçek tanıklara ulaşmaya çalışır. Küçük Dünya’nın Nur’u, Tutsak’ın Ceren’i ve Kaf Dağının Ardında’ ki Mevsim yazarın hayatından izler taşır. Kahramanlarının acılarını yüreğinde hisseder. Uzun araştırma süreçlerinden, ruhî hazırlıklardan sonra kendi dünyasına çekilen yazar, yazma safhasına geçer ve bu macera şöyle devam eder: Ben umumiyetle yazarken bir sene boyunca, yazacağım roman hakkında araştırma yaparım. Bilgiler edinir ve bilgilerimi bir deftere kaydederim. Bilgiler çoğaldıkça karakterlerim ve olaylar doğmaya başlar. Onları da defterime kaydederim. Aldığım bil- gilere göre küçük küçük sahneler yazmaya başlar ve bunları da not ederim. Bir sene gibi bir süre geçtikten sonra bir gün gönlüm, artık yazman lazım, der. Daha fazla duramam. Allah’ın izniyle başlarım. Arada değil belki, ama büyük bir kısmını romana geçiririm, tabi biraz değiştirerek... Işınsu için yazmak, yaşama gayesidir. Şiirle başlayan yazın hayatı; tiyatro, hikâye gibi türlerle devam ederken romanda karar kılan Işınsu, yaşamında ailesinin sağlık ve selametinden sonra, ikinci sırada yazma eyleminin geldiğine inanan biridir. Eserlerinden ve çeşitli yerlerde yayımlanan görüşlerinden şahsiyetinin münhasır çizgilerini ortaya koymaya çalıştığımız Işınsu, yakın dostu Yağmur Tunalı tarafından şu satırlarda tarafsız bir gözle tahlil edilmiştir: Işınsu, aritmetik münasebetlerin insanı değildir; hesaplı kitaplı olmaya tenezzül etmez. Şüpheciliği sonradan başlar, önce sevmeye veya beğenmeye hazırdır. Muhatabını iyi tahlil eder. Psikolojiye olan derin alakası ve romancı olarak tahlilciliği ona insan tanımada büyük imkânlar bahşeder. Ancak, şunu söylemeliyim ki, muhatabı onun için tecrübî psikolojinin kobayı (süjet) olmaktan uzak, kâinatın özü (zübde-i âlem), mahlûkatın en şereflisi ve saygıya layık olan insandır. Kimseye tepeden bakmaz, aksine muhatabı karşısında fazlaca alçak gönüllü ve biraz da mahcuptur. Işınsu’nun şahsiyeti ve fikirleri hususunda bazı önemli tespitlerde bulunurken ruhuyla bütünleştiğimiz anlar bizi manevî bir huzura ulaştırdı. Eserleriyle okuyucuyu düşündüren Işınsu, edebiyatımızda ve okuyucusunun gönlünde yüce duygularla var olmaya ve birbirinden değerli eserler sunmaya halen devam etmektedir. Ödüller ’’Küçük Dünya’’ ile T. C. Turizm Bakanlığı Sanat Armağanı ’’Ak Topraklar” ile Türk Edebiyatı Vakfı Roman Ödülü ’’Bir Yürek Satıldı” oyunu ile Türkiye Radyo Televizyon Kurumu Radyofonik Oyun Yarışması’nda dram dalı birinciliği. ’’Sancı’’ ile Türkiye Millî Kültür Vakfı Roman Ödülü ’’Canbaz’’ ile Türkiye Yazarlar Birliği Roman Ödülü Türk Ocakları Hamdullah Suphi Tanrıöver Armağanı Karaman Türk Dili Ödülleri, “Türkçeyi Doğru ve Güzel Kullanan Yazar Ödülü” İLESAM (Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği), “Şeref Ödülü” 46 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Özde Biriz Çünkü... • Emine IŞINSU Rahim; rahmet ve merhameti sınırsız olan, Gafur; sürekli bir biçimde günahları affeden’in yüce adını anarak başlarım. O, bize ruhundan üflediğini söyledi. Beni sen, o... bu onuru paylaştık. Coşkuyla yürüdük... derken düştük; düşebilme hakkı vardı çünkü; hatalardan hatalara geçtik... şaşakaldık, üzüldük, yerindik... Kalktık, kalkabilme hakkı tanınmıştı çünkü; rahmeti sınırsızdı, kainatları kuşatmıştı. Beni sen, o... tecrübeler içre; düşe kalka, kalka düşe... böylece gittikçe gelişen aklımızla; öğrenerek ve bilerek... Hür irademizle, gerçekten hür; toprağı, suyu, ateşi ve havayı sevdik... Sevdiklerimizle çeşit çeşit, çeşitlendik. Bu yüzden ayrıldık, koptuk, uzaklaştık birbirimizden; kendimizi beğendik, farklıyı kınadık. Hani özde birdik ya, unuttuk. Hani çeşitlenmiştik ya, çeşitli yollar tutturduk; düşe kalka, kalka düşe. Kendi yolumuzu yücelttik, gayrisini kötüledik. Oysa Dost demişti ki: “O, kendi yolundan sapanı da, doğru yolu bulanı da daha iyi bilendir. İşte bunun için yumuşatıcı ve hoşgörücü olunuz.” Sahi biz kendimizi ne sanıyorduk da, O’nun bir çırpıda affettiklerini, kınıyor, kınayabiliyorduk? Bu suali sormadık kendimize... kendimizi büyüttük! Büyüdükçe, küçülebilmeliydik. Bilemedik. Unuttuk özde Bir’den gelip, bir olduğumuzu. Kınadık, küçümsedik, yakışagelmedi insanlığımıza. “Yaratılanı severim Yaratandan ötürü” demişti koca Yunus. Aramızdan, Yaratan’ı dahi unutanlar oldu. Oysa çevrelerine bir bakmaları yeterliydi, yahut bir bakıverselerdi içlerine. Dost’um söylemişti: “Ayıp arayan, kovucu ve söz getirip götüren, haddi aşmış, hayra engel olucudur.” Beni sen, o... ayıp aradık, hatta olmayanı bile bulup, icat etmeğe kalktık. Yoksa gıybet, üstün bir zevk miydi ki, bunca tutulduk ona?.. Her türlü hayra engel olduk... Düştük böylece... borçlar yüklendik en ağırından. “Ona olan borcunuzu, birbirinize iyi yaptıklarınızla ve iyi verdiklerinizle ödersiniz.” Demek, açıp bağrımızı hayra, iyide ve doğruda olmak ve hoş görebilmek; buyrulmuştur ki, “Affetsinler, hoş görsünler. Allah’ın sizi affetmesini istemez misiniz?” Daha önemli bir şey isteyebilmek, mümkün mü? O halde, niçin affedici ve hoşgörülü olamıyoruz? Sadece özde bir olduğumuzun farkına varıp, karşımızdakinin biz, bizim de o, olduğumuzu idrak ederek... Belki kolay değil... öyle mi? Hiç bir iş kolay değil ama aslında her şey çok kolay; çünkü hür irademizle, gerçekten hür... tıpkı bir çamur parçacığı gibi, avuçlarımızın arasına alıp “ben”imizi yoğurarak... Haydi! Önce hoşgörü... hatta önce kendimize ve cümleye, uzanıp uzanamadığımız cahile ve dolayısıyla kötüye. Hoşgörü; iyi olması, iyide olması için, bir fırsat tanımaktır çünkü... “İşte siz böyle çirkin ve kötü huyluya da iyiyi ve iyiliği bildiriniz. Ona kendini kendinizde buldurunuz.” En büyük Örnek’e benzemeye çalışarak ve örnek olarak, değil mi Dost’um? Maddeyi, en alasından ölçen biçen aklımızı, manaya da çevirerek, tatlısından bir tebessüm takıp dudaklarımıza; hayır alıp, hayır vererek, hoşgörü ile... ümit edelim... “Siz affedici olunuz ki, Affedici Olan, sizi korusun.” 47 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Yusuf İMAMOĞLU* • Emine IŞINSU 600 yıl süren o muhteşem destanın yazılmağa başlandığı yeşil Bursa’mızdanmış; İnegöl kasabasında doğmuş, öyle de fakirmiş ki, su satarak okumağa çalıştığı zamanlar bile olmuş… Yüreğinin bir köşesinde Kara Osman Bey’in cesareti yatarmış ama, diğer bir köşesine de Orhan Bey’in akıllılığını ve Sultan Murat’ın merhametini yerleştirmiş. Millet düşmanları O’nu, altı aydan beri hep tehdit ederlermiş, yine de silâh taşımazmış. Öldürüleceği sık sık aklından geçermiş ama, vurmağa kıyamazmış… Henüz gencecikti, taze bir fidan gibiydi; büyüyecek, kocaman bir çınar olacaktı. Bırakmadılar; Şimdi yüreğime kurşun misâli bir ağırlık çökmüş, çâresizliğimin acısında boğulacak gibiyim. Önümdeki kâğıda da, kalemimin ucunda çırpınan kelimelere de kahrediyorum. Emine bacısı, İmamoğlu kardeşinin şehitliğine ağıt mı yazacak, neye yarar ki! Memleketin yüksek menfaatleri diyoruz; kardeş kavgası felâket getirir, diyoruz, “siz de vurun!...” demeğe dilimiz varmıyor! Peki, ne yapacağız? Milletimizin belki de son umudu genç yiğitlerin yıkılışlarını seyrederek zaman mı tüketeceğiz? Ve yaşamaktan utanmayacak mıyız? Doğrudur tabii, kardeş kavgası felâket getirir. İyi ama, “kardeş” nerede ki! Yusuf İmamoğlu’na kıyanlar, bırakın kardeşliği, herhangi bir düşmanın haysiyetinden bile uzaktırlar! İmamoğlu’nun şehit düşmesi olayında öyle müthiş bir hainlik var, öylesine anlaşılmaz bir kin var ki, vahşetin her türlüsünü *AYŞE, Başyazı, Haziran 1970 mumla aratır. Gazetelerde okuduğum vakit inanmak istememiştim; sonra araştırdım, meğerse doğru imiş; İmamoğlu, hemen ölmemiş. Çevresinde yavaş yavaş büyüyen bir kan gölcüğü, yatıyormuş. Hastahaneye haber salınmış, derhal ambülans göndermişler ve birileri çıkmış, fakültenin kapılarını tutmuş, ambulansın yanına gitmiş, can kurtarmaya gelenleri önce paylamış, sonra da kovmuşlar! “Kim çağırdı sizi, demişler, ihtiyacımız yok, dönün!” Ve yiğit Yusuf, öz vatanında garip Yusuf, kanını tükete tükete dünyasını değiştirmiş. Canavarlık mı bu, o bile değil! Çirkin, küçültücü, insanı insanlığından utandırıcı bir şey! Affet beni Allahım, kulun böylesini niye yarattın! Ölmenin vazife, öldürmenin hak sayıldığı tek yer savaş meydanlarıdır. Ve savaşta, yaralı düşmana silah çekilmez, hemen tedavisine koşulur. Sağlık ekiplerinin yardımını önlemek savaş kanunlarında bile suçtur. Ve İmamoğlu’na yapılanlar, aslında açık bir işarettir. Beyni yıkanmış bir zümrenin, insanlık ölçülerinden tamamen saptığını gösterir. Dert bir değil çoktur, gizli değil, açıktır. İbret almakta gecikilmesine tahammül yoktur. İmamoğlu’nun artık bize ihtiyacı kalmamıştır. Şimdi o, “bir hilâl uğruna” batan “güneşler”in yanındadır. Şehit kardeşi Süleyman Özmen’le eleledir. Yüreğimizdeki acı Süleyman’lardan, Yusuf’lardan gelir ama, endişemiz cümle Bozkurt’lar içindir; Türk’lüğün son bağımsız kalesi bu mübarek topraklar içindir… Gayri söze ne hacet… 48 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Kavaklar Ve Salkım Söğütler • Emine IŞINSU İstanbul Ankara yolunun galiba İstanbul’a yakın bir yerlerinde tren hattının biraz ötesinde acayip bir manzara ile karşılaştım. Bir dizi kavakla bir dizi salkım söğüdü karşı karşıya dikmişler. Ama nasıl karşı karşıya! Dalları yerlerde sürünen her salkım söğüdün önüne bir kavak. Ki mağrur ve dik göğe doğru boy vermiş! Her iki ağacı da ayrı ayrı pek çok sevmeme rağmen, şu manzara beni dehşetli etkiledi. Ürktüm ve rahatsız oldum. Çünkü karşımda, birbirlerinden pek az bir mesafe ile duran iki ayrı cins ağaç, tam anlamıyla “bir bütünü” teşkil ediyordu. Dik duran ve eğilen. Evet, bir bütündü bu, başı sonu ve ayrıntıları ile tamamlanmış bir olay. Acaba kavaklar yaratılmasaydı, salkım söğütlere ihtiyaç duyulmayacak mıydı? Yoksa salkım söğütler var diye mi, kavakların burnu bunca havada? İnsan, kainatın küçük çapta bir örneği. Yaratılış tek, Yaratan gibi. Peki bu hakikat, “söğüt insan”la, “kavak insan”ı mazur gösterir mi? Söğüdün eğilmesi, dallarını yerlerde sürümesi, ağacın tabiatı icabı. Öyle yaratılmış, yer çekimine kaptırmış dallarını, yaprak yaprak ağlamakta, yahut yalvarmakta. Güzel ve zarif ama, ne çare, salıvermiş kendini. Başkası gelmez elinden! Oysa, hele ilk sabahın buğulu dakikalarında, kavaklar göğe doğru uzanmış dururlarken, bana hep; bu ağaç yalnız, dik ve mağrur, Allah’dan gayri kimsesi yok gibi gelir. Onun yaradılışında “eğilmek” yoktur, sığındığı tek Allah’tır ve şüphesiz “Gökten alıp, yere” vermektedir. Kavakların, karşılarında eğilen salkım söğütlere de ihtiyacı yoktur. 49 Ama kainatın küçük çapta bir örneği de olsa, asırlardır bozulmuş, yozlaşmış insanlar aleminde, “kavaklar”ın, “salkım söğütler”e ihtiyacı yok mu?.. Var, hem nasıl! Şöyle bir düşünüyorum “kavak insanlar”ı, kimi diktatörlerdir. Kimi politikacılar, kimi mevki sahibi insanlar, hatta bazan şişirilmiş sanatçılar, düşünürler bazen de çok varlıklı kişiler. İşte bütün bu zevatın “söğüt insanlar”a ihtiyaçları vardır. Sırf yerlerinde tutunabilmek ve burunlarını havada muhafaza edebilmek için. Destek!. Kavak insanlar, söğüt insanlar sayesinde beslenirler. Beslenmeyi hem manevi, hem maddi planda düşünüyorum. Böyle düşününce, söğüt insan da varlığını yani yaşama imkanını, kavak insana borçlanmakta. Karşılıklı ve muntazam işleyen dişliler gibi. Kendilerince iyi bir ahenk kurmuşlar. Aslında ne bu muntazam işleme, ne ihtiyaç, ne de ahenk; bu iki tip insanı mazur görmez. Çünkü kavaklık ve söğütlük insanların tabiatı, yaratılışları icabı olmasa gerek. İnsanın doğuştan getirdiklerini; mizacı elbet inkar etmiyorum. Ancak kişinin kavaklaşması veya söğütleşmesi, yıllar geçtikçe biçimlenen bir vakıa. İnsan, karakterini biçimlendirmekte hür bırakılmış, seçim onun... Aile içi münasebetleri, sokağın tesirini, türlü eğitimi ve öğretimi de ele alırsak, bana göre, hiç mazur görülmeyecek olanlar söğütleşmiş insanlardır. İddiam odur ki; bu etek öpücüler, bu beli bükükler, bu şak şakçı “aman beyefendiciğim”ler olmasa, cemiyetin belası kavak insanlar azalacak, belki nesilleri tükenecek. O ne güzel bir cemiyet olurdu. Acaba, diye düşünüyorum; şu ağaçları karşı karşıya diken şakacı kişinin maksadı, sırf insanlar alemine bir acı tebessüm yollamak mıydı? Her kimse, ona selam olsun. F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Vermek... Almak • Emine IŞINSU “Koruyan, Veren, Varedeni Anarak Başlarım.” Bana “vermeyi” anlat, gönülden vermeyi… O ki, “Gönülden dileyerek verenin, verdiği gerçek devadır.” Diyorsun… Almadan Veren’i anlatıyorsun. Almadan verenleri söylüyorsun; güneşten, topraktan, yağmurdan bahsediyorsun. Bana, vermeyi anlat… Hani demiştin ki; “Veren O’dur ve gönderen, aldıkça siz sanmadan her şeyi.” Ve sahiden öyle, insanoğlu almaktan usanmaz. Yine de, seher vaktinin rahmetini bilmez, ala gökten alaca yere yağan hayrı görmez. Görmez, yukarıdan alıp aşağıya ağan, ak güvercin etekli dervişlerin, ak bereketini… Oysa “Gözümüzün önünde, farkına varmadan nice deliller verildi sizlere…” Gökte ve yerde, ateşte ve suda, ışıkta karanlıkta, ah biliyorum nice Âyetler ışımakta. O, almadan verir, vermekten usanmaz. Sadece bu bir delil, bir Âyet değil midir ululuğuna? Ululuğa erdikçe, küçülüyorum. Gözüm yaşlı, gönlüm perişan… vermeyi öğrenmek istiyorum. Tıpkı O’nun gibi, almadan… vermeyi. Hayatım güneş, sevgilim yağmur, anam toprak gibi… Dostum efendim, bana, vermeyi anlat. “Ne güzeldir vermek, güzeli vermeyi bilmek ve vermekle tamam olmak.” Dilini, dilime tesbih ediyorum. Söyleyip geziyorum, gezip söylüyorum. Yine de insan… bilirsin, dilindekini gönlüne indirmeyince olmaz… tamam olmaz. Ne kadar yok-yoksun, eksikliyiz… medet Ya Rab! “Nefsinin cimriliğinden/doymazlığından korunana gelince, kurtuluşa erenler işte böyleleridir” buyrulmuş. Çünkü “Aşağıya yuvarlandığında malı onu kurtarmayacaktır.” Maldan geçtik, mülkten geçtik, “Mal sahibi, mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi?” diye soranlara güldük geçtik… Durduk, “Allah ganidir, cömertliğine sınır yoktur” buyruldu. Geçtik yardan, ağyardan. Lokmadan, hırkadan geç- tik… Göz yaşlı, gönül perişan… “Ben”den geçtik… mi, diyelim? “Ben”den geçmek, en zoru. Çünkü cümle geçtiklerimizin şuurundayız şimdilik. Geçebilseydik gerçekteni hiç bilip de, “geçtik…” der miydik, övünür müydük? İşte burada, bu noktada şaşkınlık! Bir gümüş hançer paralamıştır, incecik hülya ağını. Gayri hançerin peşine düşmez misin; niçin, diye sormaz mısın; “Neden ah, neden bozdun, parçaladın?” demez misin? Hayır, düşmezsin hançerin peşine, sormazsın, soramazsın… Çünkü O’ndan gelen her şeyin baş üzre, gönül içre yeri var. Yeniden yola düşersin; boyun kıldan ince, gönül titrek, o ince düzenin, incecik ağına takılıp bir yerden, gidersin ve istersin: “Vermeyi anlat.” “Güneş hayrınıza varedilmedi mi. Nasıl sizi kavurmadan, size lâzım olanı verir ve alırsınız hayırla.” Öğrenirsin; nasıl almadan verirmiş ve kararınca. Yakmadan, kurutmadan… durdurup, dondurmadan. Kararınca… Kitap’ta buyrulmadı mı; “Elini bağlayıp boynuna asma. Ama onu büsbütün de açma.” Sen, kitabı anlatıyorsun Dost’um, biliyorum, anlayışsızlığımdan bıkmadan, hülyalarımızdan usanmadan, anlatıyorsun. Sen, vermeyi biliyorsun; “ihtiyacı olana, ihtiyacı olanı, ihtiyacı kadar.” Şimdi secdeye varıp, O’na: “Ver” diyorum, almaktan hiç utanmadan. Yalnız O’ndan. Bir özgürlük türküsü ruhumda… kol kanat açıyorum, yaratılmışların tümüne. Madem biz, birbirimize “hayrı” taşıyan vasıtalarız; hayır dağıtıp hayır toplayalım birbirimize, sevgimizden. İşte o zaman razı gelir Rab’bim. Bağışlar, verir. “Ve siz eğer, gönlünüzde O’nunla birseniz, asla kaybolmayacak, kaybetmeyeceksiniz. Ve siz gönlünüzle vermeyi diliyorsanız, almak sizin için bitmeyecek, vereceğinizden.” Evet, biliyorum, “Veren el, boş kalmaz.” Gayret bizden, inâyet Allah’tan. 50 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Bir Fincan Kahve • Emine IŞINSU Yaşlıydı, yorgundu, her gün yeni bir ağrı keşfediyordu bedeninde, inim inim inlemek istiyordu, illa şu kadın böyle sakin sakin oturup karşısında dantelini örmese... “Onun hiçbir şeyi yok.” diye düşündü, “Romatizmaymış, bahane, hiç elleri kolları ağrısa, böyle örebilir mi, romatizmayı benim külahıma anlatsın, inanmıyorum işte, inanmıyorum.” Tam o sırada kedi fırladı kucağına, döndü döndü, yerini beğendi, oturdu. Adam, “Bir de bu eksikti.!” diye düşündü, “Eğilip şu hayvancağızın yemeğini bile koymaya üşenir, belindeymiş romatizması, hayır inanmıyorum!.. Kim bilir doktora ne kadar yakındı da, adam, romatizmasın, dedi.. Değil mi efendim. Bak komşu Feridanım’a, genç kız gibi ordan oraya sekiyor. Dün bize gönderdiği zeytinyağlı dolmalar da pek güzel olmuştu doğrusu. Bu kadına bakarsan yemeyecektim, kavurmuş içini çünkü bize yaramazmış artık. Artık sana yaramaz! Ne “artık”ı di mi, di yaa. Evellallah kendimde o biçim bir eksiklik hissetmiyorum, çok gençlere taş çıkartırım hâlâ. Hâlâ yaa, seri bunun böyle olduğunu bilmez misin kadın... Yatakda, “Aman bey, bunca hastalığına bakmayıp... “ diyorsun. Hastalıksa hastalık ne yapayım, erkekliğime söz söyletmem, ne sana, ne kimseye anladın mı?:. Bak bak şuna bak, nasıl rahat rahat örüyor dantelini.. Eski gençlik günlerim olsaydı, şimdi kapar o danteli elinden, bir güzel söküverirdim.. Oh ne âlâ olurdu! Yapmadım mı, hiç yapmadım sanki, ha?.. Şimdi, bir merhamet geldi içime de... Derin derin nefes aldı adam; “Bırak artık örmeği, dedi artık bundan sonra ne danteli, baksana şu haline, gözlerin görmez oldu!” Kadın elindeki işinden ayırmadan gözlerini, gülümsedi: “Canım, dedi; el yordamı yapıyorum işte, yapmasam sıkılırım, zaten kız, bekliyor, gardrop örtülerini yenileyecekmiş.” “İyi valla, kız istiyor, geline lâzım, komşunun oğlu evleniyor, iyi valla, sen ağır işçi misin be kadın.” “Canım elime mi batıyor, işte oturduğum yerde.. “ “Şu ipliklere kaç para veriyorsun, bu zamanda, benim kahvemden, sigaramdan kesip, ha..” Kadın bırakıverdi işini kucağına, tığını da yanına koydu, gözlüğünü çıkardı, diklendi: “Bak, bak kaç kere söyledim, girmiyor kafana, kukaları onlar veriyor, ben almıyorum diye... Yoksa istemez miyim kıza bir hediye yapmayı, senin korkundan, kızım ipliği sen alıver, ben çıkamıyorum dışarı diyorum”, hem Bey, Bey; kahveni sigaranı kesiyorsam, senin iyiliğin için, ne dedi doktor, büsbütün bıraksın. Yalan mı, ben yine üç kahve, on sigaraya göz yumuyorum.. “ Adam, kadının sert sesinden pıstı, anca ağlar gibi vızırdadı: “Niye göz yumuyorsun, bir an önce gebereyim diye, değil mi? Ben gebereyim de, sen keyfine bak.” Kadın sabırla, içini çekti; aldı eline dantelini, tığını, gözlüklerini taktı, bir iki batıp çıktı, yavaşça: “Allah etmesin.. dedi; bu söylediğine kendin de 51 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E inanmıyorsun ya.” Adam şımarabilirdi artık, en inatçı çocuk sesini takınıp, emretti: “Yap bana bir kahve, şimdi, istiyorum.” “Akşama, dedi kadın, akşam yemeğinden sonra .. “ Şuna bak şuna, nasıl da sakin, bir bağırayım dedi ama sonra hemen indirdi yelkenleri. Kolay mı, bana karşı bağırmak... Eskiden olsa, o dakka yırtardım ağzını.. Yok hiç yırtmadım, el kaldırmadım lakin sebebiyet vermedi.. Eğer verseydi... Adam, hınçla eski günleri düşündü, kavgalarını.. Doğru, hiç sebebiyet vermemiş, hep altdan almış. Gülümsedi, kediyi okşadı, içinden: “Sıkı mıydı!” dedi, tekrar gülümsedi. Çıta gibi adamdım be, çıta! İstediğim önümde, istemediğim arkamda. Şimdi öyle mi ya, bak bir kahve istiyorum da, akşam yemeğinden sonra, diye geçiştiriyor. Günde üç kahve, yemeklerden sonra... eskiden, yirmiyi bulurdu. Adam burnunu çekti horul horul, bir iki öksürdü, hayır böyle karşısında oturup, yavaş yavaş dantelini örmese. Hiç sıkılmaz mı bu kadın, hiç gençlik günlerini özleyip de, içi pır pır etmez mi; huzursuz olmaz mı?.. Onca yıl geçti, dile kolay, elliyi buldu evleneli.. Elli yıl onca! .. “Evlendiğimiz zaman sen de pek gençtin, yani pek aptal, demek istiyorum.. “ “Hıı, dedi kadın; öyleydim.” “Ne yani, aptal olmasam seninle evlenmezdim mi, demek istiyorsun?” “Kimbilir,” dedi kadın, içini çekti.. Kader kısmet, diye düşünüyordu, gözleri bulanır gibi oldu, bir iki kırpıştırdı kirpiklerini. İşte sayıyı şaşırmıştı, beş mi girmişti, altı mı?. Bulanık gözlerle ilmikleri saymaya çalıştı. Zordu aslında bu örnek, ama kız, böyle istemişti, “Ne demek kimbilir, yoksa pişman mısın benimle evlendiğine, gözünü toprak doyursun kadın, neyini eksik ettim ki, istediğin önünde; istemediğin arkanda, kürk bile aldım sana, altın kordon, gerçi ikisini de satmak zorunda kaldık, şu yıkılası ev uğruna. Fakat ya almasaydık bunu, şimdi kolay mıydı kira evlerinde sürünmek, ha?.. Kordona aldırmadın ama kürkde gözün kaldı biliyorum.” “Kalmadı,” dedi kadın. Adam, ısrar etti: “Kaldı kaldı; biliyorum.” “Canım iyi ısıtıyordu.. dedi kadın; o yüzden, yoksa.. “ “Yoksa ne; bu yaştan sonra seni üşüttüm diye kinleniyorsun bana, kahvelerimi azaltıp, acısını çıkarıyorsun.” “Çok şükür.. dedi kadın; hayatımda hiç kimseye kinlenip, acısını çıkarmaya kalkmadım. “tığını, dantelini bırakıp, kalktı yerinden, gözlüklerini çıkardı: “Yine nereye?” dedi adam. “Abdest tazeleyip namazımı kılacağım.” “Daha demin kıldın, ne bitmez namazmış bu!” “Günaha girme bey..” dedi kadın, çıktı odadan. Günahmış.. diye düşünüyordu adam. Allah, sana kocanı ihmal et de namaz kıl, demiyor ya. Sen giriyorsun günaha, yarın cehennemde cayır cayır yanacak olan sensin, bak bakalım o zaman bu namazlar kâr edecek mi? Çünkü nihayeti, bir kahve istedim, yapmadın! Oysa kocaya hürmet, bir dediğini iki etmemek şart! O dakka aklına geldi: İslam dini de ama kocaya çalışmış be! Kıs kıs güldü, Tabi ya, erkek din, erkek dini! Odaya giren kadına gülümseyerek baktı; “Sen daha beni ihmal et, bu namazlardan hayır bekle, hiç olur mu, Allah evvela kocanıza karşı vazifelerinizi yerine getirin diyor. Vakit kalırsa, ancak o zaman namaz niyaz diyor, kadın için, anladın mı?” “Kim söylemiş onu, dedi kadın; mutlak bir kötü koca söylemiştir, yanlış, çok yanlış, bir kere dinimiz kadın erkek ayırımı yapmaz, iki cinse birden hitap eder. İşin aslı; kadın icabında kocasına rağmen, bütün farzlarını edâ etmek mecburiyetinde. Haa, nafilenin fazlasına dalıp daa, evini kocasını ihmal ederse, o başka .. “ “Hah tamam, gördün mü? sen nafileleri de kılıyorsun!” “Kandilden, kandile...’ dedi kadın, bir “Tövbe tövbe” çekti, iskemlesini kıbleye döndürdü, şu bel romatizması çıkalı, artık eğilemiyordu, doktor, sandalyede oturarak kılmasını söylemişti. Adam, kediyi, yavaşça yere bıraktı, gidip kadının kucağına otursun istiyordu.. Oysa kedi, ön ayaklarını uzatıp, gerindi, kamburunu çıkartıp, yaylandı, birden fırlayıp, kadının boş bıraktığı koltuğa çıktı, döndü olduğu yerde, uzanıp kıvrıldı, mırıldanmaya başladı. Fena bozuldu adam; “Şurada tüylerini okşarken ben, mırıldanmıyor da, anasının yerine yatınca keyfi yerine geliyor... Çocuklar da öyle değil mi, analarıyla pısır pısır konuşup gülüşürler, bana gelince bir soğuk “Merhaba, nasılsınız baba?” Cevabıma kulak bile asmazlar, ağrılarımdan sızılarımdan bahis açarım, sanki kulakları sağır, hiç duymazlar. Ben de inadıma bir gece önce gördüğüm kâbusu anlatırım; güya ölmüşüm de, beni tabuta koyarlarken canlanıveriyorum. Etmeyin eylemeyin diyorum, beni canlı canlı gömüyorlar!, eh yapacağınız bu! “Allah korusun baba, o nasıl söz, akşamdan fazla yediniz herhalde, gece kâbus gördünüz, olur. Bilhassa akşamları çok dikkat edin, yemenize, içmenize, aman babacığım fazla yemeyin!” Ne be, ne.. yiyorsam, kendi kazandığımı, sizden bir dilim ekmek mi istiyo- 52 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E rum, Allah devlete millete zeval vermesin, var üç beş kuruş emekli maaşım da, size muhtaç olmuyorum, ya olsaymışım, bak beni acımdan öldürecekmişsiniz! Gidi keratanın piçleri! Çocuklarına karşı adamakıllı dargın hissetti kendini, kadının boş bıraktığı koltuğa baktı, daldı; kadifesi iyice solmuş, yıpranmış. İçini bir korku kapladı, “Eşyalar da bırakıyor bizi!” Kadının koltuğu öyle ya, elli yıllık karısının, en son ne zaman değiştirmiştik döşemeleri, bak eskimiş iyice. Karı da eskidi, diye düşündü, içinden gülmek, “Oh olsun!” demek gelsin, istiyordu. Oysa göğsünde bulduğu, bir yaranın sızısı gibi bir duyguydu, işte ığıl ığıl kanıyordu yüreği. Ya kadına bir şey olursa, ondan önce?. Amanın, titredi adam, sanki zifir kara bir boşluğa itildi aniden; yer kayıp, yurt kayıp! Şaşkın, ellerini arandı, buldu, bir sigara yaktı, içine çekti. Hayır, şu dumanın da bildik zevki yok, zehir olup, damağına yapıştı sanki. Ağızında bir kuruma, dili zamklanmış gibi; ya kendisinden önce ölürse kadın?. Elli yıllık karısı bu, yok canım, yok, hiç bırakıp da gider mi onu... Bak namaza mamaza diye kalkıp gidiyor ama yok oluveriyor işte hayatından. Şimdi şu dakka istediği kadar konuşsun adam, cevap vermeyecektir. Sanki odada yoktur, şu dünyada yoktur. Şu dünyada yoktur! Akşam da birden mi bastırdı ne, iyice kararıverdi oda. Adam, alel acele sigarasını küllüğe bastırıp söndürdü, ellerini savurup havada, dumanları dağıttı, kalkıp elektriği açtı, kansına baktı, o, oturduğu yerde, gözleri önünde, fısır fısır okumakta, işte burada canım, burnunun dibinde, öleceği falan yok. Hele bir kocasının çenesini bağlasın.. Hele bir., “arkamdan da okur fakir, Yasin’e Yasin katar.” gözleri sulandı, burnunu çekti horul horul. Az mı derdini, zahmetini çekti şu kadın, yıllar boyu, tam elli yıl, dile kolay .. Ne de güzeldi gençliğinde, ne de güzel. Bir kere çocukları kaynanasına bırakıp, neydi ismi, her neyse işte, o güney kasabasına tatile gitmişlerdi, bir hafta, ama olsun. O gecelere ne demeli, o gecelere, topuzunu açıp, bal kumralı saçlarını beline bırakıp, bırakıp da.. kumruydu o nazlı, ürkek, yine de pek cilveli... Nasıl “erkek” hissetmişti kendisini, erkek’ değil aygır, aygır mübarek!... Bir daha öyle bir tatil yapamadık, oysa hep istedim... Belki bu yaz, yaza? Adam kendi kendine gülümsedi, iç geçirdi, mutfağa yollandı, bir fincan kahve pişirdi, odaya döndü, kadın namazını bitirmiş, iskemleyi çekiyordu; baktı ona, sitemli sitemli: “Bey, dedi; Rıza Bey, dayanamadın yaptın kahveni!” “Hayır, dedi adam, kendime değil, sana yaptım. İç bir kahve, iyi gelir.” İçinden, ta içinden kıs kıs güldü, “Hiç beklemiyordu, nasıl da şaşırttım ama!” 53 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Selâm • Emine IŞINSU -Hocam Hasan Burkay’a SELÂM Yıllar yılı yürüdüğün şu arpa boyu ömürde; ne zaman ve nerede “tam”a, “kusursuz”a sahip oldun? “işte bu sefer!”, “Şimdi!” deyip, heyecanla, içinde tek şüphe kırıntısı bulunmayan ümitle avuçlarını açtığın demler bile... “Eyvah, değilmiş.” diye kırılıp, dağılmadın mı? ... “Olmadı, olmamış, eksik, kusurlu. “Demedin mi?” Küsmedin mi? Fakat bu dargınlık kime ve ne için? Hiç aynaya bakmaz mısın, bakıp da gönlünü görmez misin? SELÂM Kalbimin yırtılıp haykırdığını işittim: “Yeter... gayri dayanamıyorum.” Karanlıklar içinde, hangi dehlizleri dolaşıp, nasıl bir maceradan sonra bilmem, aksi sedası geldi: “Güç ver Yâ-Rab!” SELÂM Bir ucu sen... diğer ucu yine sen. Daireler içinde bir daire ki... dönmekte. SELÂM Nur’dan bir damla ışık bekledim. Elçisini kıskandı. Yoksa bizzat Elçi’miydi kendisini benden sakınan? O dahî bir başkasını vasıta kıldı. Boynum büküldü... kayboldum. Ürpermeler içinde kendime geldiğim an, şükrettim. Yerim bildirilmişti de, ben nasıl bir gaflete düşüp, anlamamıştım. SELÂM O, “Kaptan kaba boşalmaktayız” dermiş. Ben, “Kararım kalmadı.” diyorum. Bir adımda hüzne, diğerinde neş’eye dalıyorum... Gelip de çarpan.. uçurup... Yahut deviren dalgalarla değil hesabım. Hesabım? Yok böyle bir şey... Duam: hüzne de, neş’eye de bir “eyvallah” diyebilmek, derinden. SELÂM “Gelecek..” dedi. “İnşallah.” dedim. Oysa korkuyorum gelişinden. Öyle korkuyorum ki, hemen yanıbaşımda duran sana sığınıyorum. SELÂM Kafatasının içinde her an milyonlarca hücre ölüp, yitmekte, Biliyorsun. Fakat her an milyonlarcası da uyanmakta. Farkında mısın? SELÂM Maddi varlığından korktuğumu itiraf ettiğim an, senden değil, kendimden korktuğumu anladım. Meğer önünde kusur işlemekten, hata yapmaktan çekinirmişim. SELÂM “Nasibince ve rnizaca göre” demişler... Demek, döne çalkalana yanmaktır, bana düşen. Yanıp da tükenmemek, kül oluşda hüznü tatmak. Fakat nasıl bir yangın yeridir ki, yeşili her an taze ve her dem bir başka sarı çiçek açılmakta? A gâfil kul, Her zaman “göz” önünde olduğunu ne zaman farkedeceksin? 54 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Yağmurda Bekleyen Yaşlı Kediler • Emine IŞINSU Ve böylece birdenbire ona tutuldum! Tutulmak ne kelime, fidanların güneşe doğru boy vermesi misâli; saçımdan tırnağıma beni ben yapan hücrelerin tümüyle ona döndüm. Şaşkın hattâ bir hayli budalaydım, nasıl başladığını bilmiyorum; “bir an” çakılakaldı hayatıma, rakı bardağının soysuz aklığında telefon numarası belirdi. Sabahın ilk saatlerinde yapılacak en tabii vazife imiş gibi, alete yürüdüm, ahizeyi kaldırdım, numarayı çevirdim. Ne söyleyecektim? Aman Allah‘ım ne diyebilirdim? “Merhaba!” ilk adım.. peki sonra? “Konuş benimle, çok sıkılıyorum, çok:’ “Seni seviyorum.” Yoksa “İstiyorum seni.. istiyorum.” Mi?.. Şu cümleciklerin ifade ettikleri basit anlamlar, içine yuvarlandığım anaforu izah etmekten nanca aciz. Saçma sapan kelime kalabalığı üzerime yığıldı, boğulacağım. Bir ara tellerin ötesinden ulaşır gibi oldu, bana; ismimi söyledi: “Sen misin?” Nasıl “Ben” olabilirim? Mümkün değil! Yani şu çocuk âşık.. şu bedeninin her zerresiyle bir ayrı yöne savrulan .. şu.. ayy: “Beni sevmeni istiyorum.” dedim “Önce ağır ağır, sonra hırpalayarak.” .Sesinde iyice hissedebildiğim bir heyecan: “Tabii, olur.” Demek görüntüsüz, demek temassız; sadece kelimelerle bir takım duygularını uyandırabiliyorum. Başarım mıdır, yoksa sende zaten mevcut olan heyecan mı? Mamafih tedirginsin, şüphecisin; sesinde sanki “kül yutmayan” bir eda: “Galiba bir iyi işletiliyorum.” Artık ne diyeceğimi biliyorum: “Aptalsın sen, nasıl aptal!” “Sonra büzülüp yatağın içine, dizlerimi karnıma çektim, yastığa sarıldım sıkı sıkı; dişlerimin arasına sıkıştırdığım alt dudağımı emerek seni düşünüyorum... Sesin içime işlemiş, hep duyuyorum. Boyunu bosunu, yüzünü hatırlamıyorum. Zorluyorum kendimi, seni gözümün önüne getirmeğe çalışıyorum. Bir gözü şehla galiba! Saçları da dökülüyor mu ne, emin değilim. Fakat rengi, ah sarıdan griye her renk olabilir. Belki siyah, hatırlamıyorum ki. Ağzına yine hiç dikkat etmemişim. Düşünüyorum; “Bari elleri..” Saçlarımda, boynumda hissedebiliyorum da onları, şekilleri bir türlü gelmiyor gözümün önüne. Evet, böylesine isterken seni, yüzüne ve bedenine yabancıyım. Ömrüm boyu ince, soluk dudaklardan nefret ettim. Ya seninkiler? Kıvranıyorum. Kaç yıl oldu tanışalı, beş mi on mu... 55 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Desen: Semiha Şahbaz Suallerin cevabı hep sual! Zencir uzayıp gider .. Sesin içime işlemiş, onu dinliyorum: Kelimelere yük ettiğin gereksiz vurgular, biraz boğuk .. biraz çocuksu, savruk. Ama içten. O gece sesinle uyuyorum. . Sesinle uyanıyorum. “Şu dünyada bir Ömer var.” diyorum.. gün ışıl ışıl başlıyor. Kahvaltı bulaşıklarını yıkarken türkü tutturuyorum: ‘ “Ayva çiçek açmış yaz mı gelecek?”... “Ayva çiçek açmış yaz mı gelecek?” Hep bu mısra, hep. Sonunu getirir miyim hiç! Hiç der miyim: “Gönül bu sevdadan vaz mı geçecek?” Diyemem. Yeni tomurdu bu sevda, rengi ak-pembe ve taze çok. Çok genç, çok. Kıyamam. Derken bir başka sabahın ilk aklığı: “Niçin hep bu saatlerde arıyorsun, sen uyumaz mısın?” “Uyusam ne fayda, düşlerimdesin.” . . Peki neden, böyle birdenbire ve çılgın bir güçle itilmiş gibi ben.. koşuyu tutturmuşum; yokuş aşağı hem de. Bedenim kor gibi, deysen tutuşursun! Sana soruyorum: “Niçin izah edebilir misin, bunca yıl sonra ve aniden?” Oysa bilmezsin korkularımı, sancımı. Üşüdüğümü. Yağmurda bekleyen kedileri gördüğün oldu mu, dikkat ettin mi? Tahayyül edebilir misin? onların bir yanan ocak özlemini? Hissedebilir misin? O, belki kedileri sevmez. Ben bir kediyim işte, ıp-ıslak. Yaşlı, çirkin... Ciğer, kasap vitrinlerinde bir süstür. Ulaşabilmem. Kaç yıl var, böğrüme inen tekmeleri, çocukların fırlattıkları taşları, arkama takılan köpekleri yaşadığım.. kaç yıl. Yaşlanıyorum. Dünya pek kocaman ve düşman. Pek kocaman. Ellerimi uzatsam.. felçli kocam. Adım atsam, boğazımdan bedenime dolanan dört çocuk, bacaklarımın arasındabir torun. Torun... olur a.. şu yaşlarda. Şu yaşlarda, elli ikisinde bir kadın! Haydi canım rakının soysuz aklığında telefon numaran var? olmalı 63 72. “Evet sevdiğim..” diyorum, “uyuyabilirim erkenden ama yüreğine dayayıp başımı. O bayıldığım sesini bile işitmek istemeden, sadece sıcaklığında, sıcaklığınla.. sıcak.” 56 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Bin Atlı Akıncıların Torunları • Emine IŞINSU kadar. - Peki diyorum birine, bakın burada tahsiliniz bitiyor, yarın... olacaksınız, niçin memleketinize dönüp, ınillettaşlarınıza faydalı olmayı düşünmüyorsunuz da Türkiye’de kalmak istiyorsunuz? - Türk hükümeti benim orada iş bulacağımı, fazla bir şey istemem karnımı doyuracak kadar para kazanacağımı garanti edebilir mi? - Bilmem ki... Şimdi çaresizlik bende, ellerimi ovuşturuyorum. - İş vermezler bize orda, Türk dedikçe adımıza vermezler, mümkünü yok. İstersek on fakülte diplomamız olsun, vermezler. - Ticaret filan... Tebessüm gölgeleniyor gözlerinde: - Hiç imkânı var mı diyor, Türklerin para kazanmasına göz yumarlar mı? Bankalar bize kredi vermez; Yunan Türk dükkânından alışveriş etmez; hükümet çiftçinin mahsulünü satın almaz. Türk’ ün Türk’e arsa, altın filan da satması kati surette yasaktır. Aklıma Beyoğlu’nda, Atatürk Bulvarı’nda, Büyük Ada’da; şurada burada sıralanan Rum dükkânları geliyor, oralardan alışveriş eden Türkler geliyor. Midem bulanıyor. Öbürü: - Yasak bir mi Batı Trakya’da, diyor, “yasak” tümenle. Vilâyet binasının koridorlarında gizlenen bir siyasi büro vardır, gizli çalışır. Batı Trakya’daki Türklerin bütün meseleleri, bütün işleri bu bürodan geçer, onun müsaadesi alınır. Müsaadesi Yunan’a yakın, bozulmuş Türkler içindir. Bizler için sadece “YASAK” vardır. Bilir misiniz, Yunan, kırmızı renge bile düşmandır. Geçen yıl, bir Türk öğretmeni, okul süslemesinde kırmızı gropon kâğıdı kullandı diye işinden attılar. Suçu; Türk milli renklerini çocuklara telkin etmek”ti. Dağ köylerinde Türkçe konuşmak, Türkçe kitap bulundurmak yasaktır... Gerçi 3065 sayılı kanun bize Türk adını kullanma, okul tabelâlarına yazma hakkını tanır; ama bu kanun uygulanmaz tatbik edilmez, siyasi büronun emirlerini; karakol kumandanları, polisler tatbik ederler... - Tek maksat, dedi mavi gözlüsü, Türklük şuurunu muhafaza etmiş bulunan kişilerin soyunu kurutmak. Yunan makamlarının göz yumduğu çeşitli şebekeler vardır, bunlar Batı Trakya’dan Türkiye’ye “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik..” Ak tulgalı beylerbeyi yol gösterdi, emir verdi. Bin atlı, “Allah Allah” sesleri ile atıldı ileri, o hızla ilerledi Türkler, zafer sarhoşluğu gözlerinde, ellerinde medeniyet ışığı... Balkan devletleri tek tek diz kırdı, boyun büktü... Türkler, yabanın çobanlarına insan olmanın haysiyetini götürdü... Yüzyıllar geçti aradan; dertler büyüdü, yeni yeni meseleler çıktı, içimizden biri de olsun, sordu mu acep “Bin atlı akıncıların torunlarından ne haber?” dedi mi? Ters dönen kaderi düşündü mü; Meriç’le akıp gelen sessiz feryadı işitti mi? Kim bilir? Ben dört kişi tanıdım İstanbul’da. Mavi gözlerinde, kara gözlerinde yaşamak için çırpınan son ümit ışığını gördüm. Dudaklarında kilitlenen hüznü gördüm. İsimlerini yazamam, bin bir sakınca ellerimi bağlar, söyleyemem ağzım kilitlenir. Hâlâ oralarda, sadece “insan” olduklarının ispatı için kıvranan akrabalarını düşünürüm; tepelerinden hiç kalkmayan, her geçen gün daha da ağırlaşan Yunan’ın zalim yumruğunu düşünürüm. Biri, öbürüne: - Son olayı duydunuz mu, dedi, bizim köyde karakol kumandanı, öğretmenin göğsüne yanar odunu yapıştırmış. Öbürü sustu. Olaylar son değil, yeni değil. Bir kara zincirdir bu, bir utanç zinciridir insanlık adına; halkalar birbiri ardına uzar gider. Bu çeşit olaylar uzar gider, tükenmez. Hastaneye bin nazla, bin rica ile zorla kabul edilen gencecik güzel Türk gelinine, Yunan doktor tecavüz etmiş! Şikâyetler, karakol, mahkeme! Şimdi gencecik güzel gelin, al al olmuş yüzünü yerden kaldıramaz; ama doktor ak gömleğinin içinde neşeli, hasta bakmaya, derman bulmaya devam ediyor! “Siz Türk değilsiniz.” diyorlar. “Osmanlısınız..” Yahut, “Siz Türk değilsiniz.” diyorlar, “Müslüman olmuş Elensiniz..” Küçücük kızanlara öğretiyorlar bunu, tarih kitaplarında “Türk” yerine “barbar” yazıyor. Türk kızanlarından eğer, “barbar” demeyen olursa, dövüyorlar, ağızlarından burunlarından kan gelinceye AYŞE Dergisi, Kasım 1969 57 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E adam kaçırırlar. Kaçmak kolaydır anlayacağınız, yaşamak zor. Bin atlı akıncıların torunları öz topraklarında yaşayabilmek için çırpınıyorlar, Yunan’ın zalim elleri her an, her vesile ile kollarını kanatlarını kırmakta. Türkiye’de, Türk vatandaşın sahip olduğu bütün haklara sahip Rum vatandaşları düşünüyorum; midem bulanıyor. - Askerde bizimkilere, yüksek tahsilli olsun olmasın katırcı sınıfına ayırırlar. Hayvana bakar; hayvanın temizliği, gıdası ile meşgul oluruz. - Bir Hüsnü Yusuf vardır, bir Hafız Reşat; İstiklâl Savaşı’nda Yunan’la birlik olup Anadolu’dan kaçmışlar. İşte bu iki hain, Yunanlıların akıl hocasıdır, para alırlar çok iyi tanıdıkları Türk karakterini etkileyecek fikirler verirler, zengindir bunlar, Yunan onları iyi besler. - Peki ya Konsoloslarımız, diyorum, onlar size el uzatmıyor mu? Dudakları bükülüyor; - İçlerinde iyileri geldi, bir şeyler yapmak için uğraşanları geldi; ama onlar da hemen çevrelerini sarıveren bir kaç belirli kişiyi dinlemekten öte gidemediler, halka inmediler. O belirli kişiler için kötüdür demiyorum; ama konuşmalarında şahsi kinleri, garazları da rol oynar tabii, yani hisleri ile hareket ederler. Türk Konsolosları, Türk cemaatine onların gözleri ile bakmaktan vazgeçmeli. Okulları öğrenmek istiyorum. - Türk okullarına tayin edilen Rum hocalar, muhakkak belirli bir kurstan geçer. Bu kurslarda onlara Türklere karşı tatbik edilecek metotlar öğretilir, zaten çocukluklarından beri alagelmiş oldukları Türk düşmanlığı yüceltilir. Ancak ondan sonra Türk okullarına yollanırlar. Türk hocalara gelince.,. Formasyonu olan, Türklük şuuru olan öğretmenleri Yunan rahat bırakmaz, çalışmalarında akıl almaz güçlük çıkarır, karakollara çekilip dövülmek, hakaret görmek de vardır. Yunanlılar istediklerinde muvaffak olmazlarsa, bu öğretmenlerin çalışma mukavelelerini imzalatmaz, çalışma müsaadesi vermezler. Türk okullarına daha ziyade medrese mezunu, sadece Kuran-ı okuyup, anlamını yarım yamalak bilen öğretmenleri tayin etmeyi tercih ederler. Bu öğretmenlerin çoğunluğu, Yunanlıların sistemli propagandaları sonucu İslâm ve Türk ayrımcılığını kabul etmiş, Türkiye Cumhuriyeti’ne düşman kişilerdir; onların okutacakları kızanların halini tasavvur edin. - Nasıl bir Türk, İslâm ayrımcılığı? - Bu Yunanlıların dâhiyane buluşlarından biridir, dinin Türkler üzerindeki birleştirici ve milli şuur veren vasıflarını görerek, bizzat dini kullanıp, bu ce- maati gruplara bölmeyi düşündüler. Batı Trakya’da Türkiye aleyhine korkunç bir propaganda vardır; Cumhuriyet’ten sonra, Türkiye’deki Türklerin şapka giyip, kadınların başını açıp, Kuran harflerini atıp gâvur olduklarını söylerler. Oysa Yunan, Batı Trakya’daki Türklerin bu hakkını elinden almamış, bilâkis onları teşvik etmektedir. Bu propaganda orada kendilerini sahipsiz ve terk edilmiş gibi düşünen Türkler üzerinde etki yapmakta, halk dine kuvvetle sarılmaktadır. - Dine olsa iyi, dedi öbürü, din adına hurafelere ve yalanlara sarılmaktadır. - Bu yüzden oradaki Türk cemaati gruplara ayrılmaktadır. Meselâ ben ortaokula gittim, mecburen kasket giydim. Köylü, “… Efendi oğlunu dünya mektebine gönderiyor, şapka giydiriyor gâvur oldu...” demeye başladı. Babam da bana “Ahiret mektebine” –Medrese- gitmemi, yoksa tahsil paramı vermeyeceğini söyledi. Ve gerçekten vermedi de... Ben hem çalıştım, rençberlik ettim, hem okudum. Evet, Ahiret mektebine gidenlerle, dünya mektebine gidenler anlaşamıyorlar. Batı Trakya’da; Yunan çıkarıyor bu anlaşmazlığı, körüklüyor... Türk cemaati gittikçe bölünüp, zayıflamakta. Bin atlı akıncıların torunları, birbirlerine düşman olmakta. Yine de cumartesi günleri. Cumhuriyet bayramlarında al bayrağımızı çeken Konsoloshanenin önünden bir geçivermeyi, o al bayrağın gölgesinde bir saniye duraklamayı mutluluk addediyor Türkler... Yunan, geçenleri sorguya çekiyor. - Peki, ne yapmalı, diyorum. - Tek çare Hamurabi kanunları, diyor biri. Dişe diş, göze göz! Bizim orada bir lisemiz mi var, Rumların da burada tek lisesi olacak. Onlar şu kadar adamı işinden mi attılar, Türk hükümeti de o kadar Rum’u işinden atacak. Orda yedek subay hakkı tanınmıyor mu, burada da tanınmayacak. Anlatabiliyor muyum, onların Türklere tatbik ettiklerini, biz burada Rumlara tatbik etmezsek, meselenin hallolmasına imkân yok. Bir misal vereyim: Selânik’te zengin olma yolunda bir Yugoslav bakkalı vardı, Bakkallar Cemiyeti bunun işini bozup, dükkânını kapatmasına sebep oldular. Haber Tito’ya gittiği gün, Yugoslavya’da on Rum’un işine son veriliyor. Bunun üzerine, Selânik’teki Yugoslav’ın bozulan işi derhal düzeltiliyor, kendisine sermaye temin ediliyor ve adam bakkallığına devam ediyor. Türk Hükümeti, kendi millettaşlarını, bir Tito gibi düşünebilmekten aciz midir? - Değildir tabi değildir, diyorum, ellerimi ovuşturuyorum. - Bir şey daha söyleyeyim, 1956 yıllarında parlamentoda Yunan bütçesi görüşülürken gelirin yüzde 25’inin gizli kaynaklardan temin edildiği söylendi, nedir bu gizli kaynaklar? Dünya devletlerinin hiçbirinin 58 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E bütçesinde böyle bir gizli kaynak mevzu bahis olmaz, ama İstanbul’da Rumlar sömürdükçe Türk halkını, Yunan bütçesinde gizli kaynaklar olmaya devam edecektir... - Doğru diyorum, fakat bu sadece hükümet işi değil ki, halkımızın da uyanık olması, Rum dükkânlarından alışveriş etmemesi gerek... - Haklısınız, fakat Yunan hükümeti ilkokullardan itibaren sistemli olarak bir Türk düşmanlığı aşılar halkına; bizimkilerin yaptığı ne, bir dostluk türküsü tutturulmuş gidiyor... Hiç Rum, Türk’e dost olur mu? İşte tarihten bir çok misal, bu dostluğu düşünmek, hayâlin de üstünde bir şey, çocukça bir şey… Evet, Yunan sistemli bir Türk düşmanlığı aşılar, MEGALİ İdealarının propagandasını her vesile ile yapar. Megali İdea (Çok yanlış olarak bizim dilimizde hep Megolo yazılır, aslı megali’dir) Büyük İskender’in zapt ettiği yerlerin yeniden Elen olacağı iddiasıdır. Buna göre, tüm Ege sahilleri ve İstanbul da birgün Elen olacaktır. Bütün Yunanlılar buna inanır ve ideallerinin gerçekleşmesi için ellerinden geleni yaparlar... Ve sonra Türklerden bahis açmak, Turancılık ideali şiddetle suçlanır, polis takibatı yapılır. 946 mahkemelerinin yaraları halâ kanamaktadır. Bir kısmı da Turancılığı komik, erişilmez bir hayâl kabul ettikleri için, üzerinde durmak istemezler. Bizim Batı Trakya’yı almamız fikri; acaba Yunanistan’ın İstanbul’u alma fikri kadar komik midir? Ne dersiniz, acaba? Yoksa onlara hak, bize haram mı? Gelen geçen iktidarlar, muhalefet partileri ne dersiniz? Ne dersiniz kıymetli yazarlarımız? Bir an olsun durup düşünüp, Megali İdea ile nefret ettiğiniz, anlamadan hakkında bir sürü laf ettiğiniz Turancılığı mukayese ettiniz mi? Ya Yahudilerin Arz-ı Mevud’u? O da Kayseri’ye kadar, Türkiye’yi içine alır; biliyorsunuz, değil mi? İsrailliler inanırlar ideallerine, gerçekleşmesi için ellerinden geleni yaparlar... Rum ve Yahudi çocukları bu ideallerle beslenirler, büyürler... Biz, Türk çocuklarına ne veriyoruz? Bu günahın vebali kimin üstüne? Hiç düşündünüz mü? - Benim çocuklarım diyor biri, babaları gibi Rum ve Yahudi düşmanı yetişiyorlar. Çünkü ben Türkiye’yi her şeyden çok seviyorum. Bu düşmanlık, bu sevgimin tabii neticesidir. Dört kişiye veda ediyorum, ayrılıyorum onlardan. İkisi öğrenciydi, biri Türkiye uyruğuna geçmiş. Öbürü bir kaç ay sonra dönecek Yunanistan’a, öğrenciler ne olursa olsun, bir daha dönmek istemiyorlar oraya... Ta ki... Türkiye Hükümeti onlara garanti verinceye kadar... İstanbul’da bahar akşamlarının en güzeli. Karaköy’den vapura biniyorum. Kulağımı tırmalayan garip lisanlar çevremde, Rum ve Yahudi tüccarlar evlerine dönüyorlar. Desen: Kenan Eroğlu 59 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Ordular, İlk Hedefiniz Akdenizdir İleri... • Emine IŞINSU Bu emir; yılların ötesinden gelen ve bir koca kahramanın ağzından, Türk’ün yüreğinden kopan sestir. Bu emir; Türk Milletinin istiklâli uğruna kana kan, cana can çabasının en kısa ifadesidir… Bu emir; damarlarımızda dolaşan “asil kan”ın ve beş bin yıllık tarihimizin bizi götürdüğü en tabiî yoldur… Bu emir; Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanmış, Anadolu’dan BÜYÜK TÜRKİYE’ye ulaşacak olan ilâhi ışıktır… Bu emir; günün kendini bilmez, kendini tanımaz yobazlarının yüzünde, Türk’ün tarihinden patlatılan bir tokattır… Bu emir; Anadolu- Ergenekonumuz’da; demir dağları ve demir perdeleri ve kımıldanan ortodoks ruhunu ve güneyin küçük devletlerinin oralardaki Türkler üzerine yığdıkları cehennem azabını parçalamaya yeten gücü verecek olan bir işarettir… Bu emir; kuzeyden, doğudan, güneyden ve batıdan Anadolu- Ergenekonumuza çevrilen hançerlerin karşısında çelikten bir imanın ifadesidir… Bu emir; Edep Ali’nin “Ne yapacaksınız?” sorusuna, Osman Gazi’nin, “Batıya… Batının yeşil ovalarına doğru…” diye verdiği cevaptır. Bu emir; beş bin yılın ötesinden, sonsuzluğa kavuşacak olan Türk soyunun şahane akının bir hikâyesidir… Bu emir; Türk’ün ezeli KIZIL ELMA rüyasına bir adım daha yaklaşılmasıdır. ORDULAR, İLK HEDEFİNİZ AKDENİZDİR İLERİ!...... Ve ikinci hedef… Ve üçüncü hedef… Ve dördüncü hedef… Ve ondan sonrakiler… Tanrı Türk’ü koruyor ve yardım ediyordu… Tanrı Türk’ü koruyor ve yardım ediyor… İmanımız odur ki; Tanrı Türk’ü koruyacak ve yardım edecektir… AYŞE, Başyazı, Ağustos 1970 60 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E EMİNE IŞINSU BİBLİYOGRAFYASI • Nazlı YILDIRIMER EMİNE IŞINSU’NUN ESERLERİ I) ŞİİRLERİ 1- İki Nokta, Ankara 1956. II) TİYATROLARI 1- Bir Yürek Satıldı, Ankara 1966. 2- Bir Milyon İğne, Ankara 1967. 3- Ne Mutlu Türküm Diyene, Ankara 1969. 4- Adsız Kahramanlar, Ankara 1975. II) DENEMELERİ 1- Dost Diye Diye, Ankara 1988. IV) HİKÂYELERİ 1- Bir Gece Yıldızlarla, İstanbul 1997. V) ROMANLARI 1- Küçük Dünya, İstanbul 1966. 2- Azap Toprakları, İstanbul 1969. 3- Ak Topraklar, İstanbul 1990. 4- Tutsak, Ankara 1975. 5- Sancı, İstanbul 1975. 6- Çiçekler Büyür, İstanbul 1979. 7- Canbaz, İstanbul 1982. 8- Kaf Dağının Ardında, İstanbul 1988. 9- Atlıkarınca, İstanbul 1990. 10- Cumhuriyet Türküsü, İstanbul 1993. 11- Nisan Yağmuru, İstanbul 1997. 12- Bukağı, İstanbul 2004. 13- Bayram, Ankara 2005. AKAGÜNDÜZ, Ülkü Özel, «Işınsu “Yunus’un romanını yazmak için kırk yıl bekledim”», Zaman Gazetesi,03.04.2002. AKENGİN, Yahya, «BirMilyon İğne» Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.113. AKTAŞ, Dr. Şerif, «“Tutsak” Romanı ve Hürriyet Kavramı Üzerine, Töre Dergisi Y.9, S.76 (Kasım 1977), s.20-62 AKTAŞ, Dr. Şerif, «Anarş, ve “Sancı” Romanı Üzerine, Töre Dergisi Y.9, S.78( Kasım 1977), s.17-22 ALPASLAN,Özgül , Emine Işınsu’nun Romanları ve Romancılııı, 68 s. Yön.: Prof. Dr. Bilge Ercilasun Ankara: Hacettepe Üniversitesi. 1995 ARGUNŞAH, Hülya, Türk Edebiyatında Tarihî Roman (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 1990. AYTAÇ, Prof. Dr. Gürsel, «Emine Işınsu’nun Romanı “CANBAZ” Üzerine Bir İnceleme», Töre 61 Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.81-89. AYTAŞ, Gıyasettin, Emine Işınsu’nun Romanlarında (1969-1982) Siyasi ve Sosyal Meseleleri. Türk Yurdu 27(237) 5.2007, 59-63. ss. 1960 SB 27 AYTAŞ, Gıyasettin, Emine Işınsu’nun Tiyatroları. Türkbilig (9) 2005, 3-14. ss. Türkçe ve İng. özet. Bibliyografya 2000 SA 32 AYGÜN, Serkan., Roman İncelemesi; Emine IşınsuCumhuriyet Türküsü, Muğla Ün. Lisans Tezi, 2008 BÂKİLER, Yavuz Bülent, “-Bir Yürek SatıldıOyununun Uyandırdığı İlgi Dolayısıyla- Emine Işınsu İle Bir Konuşma”, BAYIR, Dilek Önal, Emine Işınsu İle Töre Dergisi Hakkında, E. Işınsu Öksüz ile Görüşme “Töre Dergisi Milliyetçi Üniversite Görevini Üstlenmişti!” [Söyleşi], Türk Yurdu 25(213) 5.2005, 108-110. ss. 1960 SB 27 BİCE, Hayati, «Günümüz Menkıbecisi», Yeni Şafak, 21.08.2005. BOZKURT, Turan, «İlhan, Mehmet ve Ben», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.101-105. BUĞRA, Tarık, «Işınsu İçin», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.56-57. BULUT, Şevket, «Çiçekler Büyür», Töre Dergisi, S.106 (Mart 1980), s.39-46. ÇINARLI, Mehmet, «Sanatçı Dostlarım Emine Işınsu”, Töre Dergisi, S.61 (Haziran 1976), s.25-32. ÇOKUM, Sevinç, “Işınsu Milli Mücadeleyi Yeniden Soluyor”, Türk Edebiyatı, S. 237, Temmuz 1993. DAĞLI, Hızır, «Bir Yürek Satıldı», Türk Edebiyatı, S.42, (Nisan 1977), s.37. DEMİRTEPE, Nezih, «Emine Işınsu İçin Ne Demişlerdi?», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.115-119. DENİZ, Tülin, «Canbaz», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.98-100. DUMAN, Erol, «Emine Işınsu’nun Romanları », Basılmış Yüksek Lisans Tezi, Çanakkale 1997, s.9. DUMAN, Erol. Emine Işınsu’nun Romanları. Türk Yurdu 20(153/154) 5/6.2000, 290-292. ss. Bibliyografya 1960 SB 27 ERCİLASUN, Bilge., Emine Işınsu’nun Yeni Romanı: Canbaz, Töre Dergisi, S.131, Nisan. GÖKÇELİ, Açelya., Emine Işınsu’nun Romanlarında Türkiye Dışındaki Türkler-Azap Tprakları, Tutsak, Çiçekler Büyür-, Muğla Ün. Lisans Tezi, Muğla 2006. KOÇAL, Abdullah., Emine Işınsu’nun “Azap F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Toprakları” ve “Çiçekler Büyür” Adlı Romanlarında Balkan Türklerinin Trajedisi, S.Demirel Ünv. Sosyal Biliemler Ens., Yeni Türk Edebiyatı. Bölümü Yüksek Lisans Tezi. ERCILASUN, Ahmet B., «Türk Romanı ve Işınsu», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.58-60. ERCİLASUN, Dr. Ahmet B., «Sancı», Töre Dergisi, S.67 (Aralık 1976), s.32-37 ERCILASUN, Dr. Bilge, «Geç Kalma! Nereye?»,Türk Edebiyatı, S.91. (Mayıs 1981), s.3637 ERGÜN, Pervin, Emine Işınsu’nun Romanlarında Kültür. Türk Yurdu 27(237) 5.2007, 64-69. ss. Bibliyografya 1960 SB 27 EROL, Gözdenur, «Emine Işınsu’nun Tarihi Romanları Üzerine Bir İnceleme», Yüksek Lisans Tezi, Celal Bayar Ünv., Sosyal Bilimler Enstitüsü, Manisa 2006, s.171 ERTOP, Konur, “Romancılığımızda Tarihe Yaklaşım”, Hürriyet Gösteri, S. 197. GAYRAN, Zeynep, “Kendi Kendimi Yetiştirdim”, Milli Kültür Dergisi 1990. GEÇER, İlhan, «Sancı», Türk Edebiyatı, S.42, (Nisan 1977), s.31-32 GÜNAY, Dr. Umay, «Çiçekler Büyür», Töre Dergisi, S.97 (Haziran 1979), s.45 GÜREL, Reşat, «Azap Toprakları», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.105-106 GÜRSOY, Belkıs, «Canbaz’a Dair», Milli Kültür, Eylül 1991, S.88, s.60 HÜRSOY, Elif, «Ve Her Yıl Çiçekler Yeniden Büyür!», Türk Edebiyatı, S.364, Şubat 2004, s.6 IŞINSI, Emine, “Yeni Sevr”, Ayşe Dergisi, Başyazı, Mart 1969. IŞINSU, Emine, “Bin Atlı Akıncıların Çocukları”, Ayşe Dergisi, Kasım 1969. IŞINSU, Emine, “Ordular İlk Hedefiniz Akdenizdir İleri”, Ayşe Dergisi, Başyazı, Ağustos 1970. IŞINSU, Emine, “Yusuf İmamoğlu”, Ayşe Dergisi, Başyazı, Haziran 1970. IŞINSU, Emine, «“Türkmen Düğünü”ne Ne Oldu?», Töre Dergisi, S.71 (Nisan 1977), s.36-39 IŞINSU, Emine, «“Zor” ve Sevinç Çokum», Töre Dergisi, S.73, s.27 IŞINSU, Emine, «12 Mart’ın Siyasi Şube Müdürü Ilgız Aykutlu Açıklıyor:1», Töre Dergisi,S.74 (Temmuz 1977), s.2-10 IŞINSU, Emine, «12 Mart’ın Siyasi Şube Müdürü Ilgız Aykutlu Açıklıyor:2», Töre Dergisi,S.75, s.7 IŞINSU, Emine, «12 Mart’ın Siyasi Şube Müdürü Ilgız Aykutlu Açıklıyor:3», Töre Dergisi,S.76 (Ekim 1977), s.7-13 IŞINSU, Emine, «12 Mart’ın Siyasi Şube Müdürü Ilgız Aykutlu Açıklıyor:4», Töre Dergisi, S.77, (Ekim 1977), s.11-15 IŞINSU, Emine, «Bir Fincan Kahve», Türk Edebiyatı, S.212. (Haziran 1991), s.16-17 IŞINSU, Emine, «Burdur Kültür Parkı», Töre Der- gisi, S.87 s.50 IŞINSU, Emine, «Dr.Umay Günay Muzaffer Türkeş’i Anlatıyor», Töre Dergisi, S.73, s.18 IŞINSU, Emine, «Emine Işınsu Annesini Anlattı» , Türk Edebiyatı, S.129. (Temmuz 1984), s.34-36 IŞINSU, Emine, «Garipkafkaslı İle Bir Konuşma», Töre Dergisi, S.59, (Nisan 1976), s.22-29 IŞINSU, Emine, «Garipkafkaslı», Töre Dergisi, S.85, (Haziran 1978), s.50-54 IŞINSU, Emine, «Geç Kalma! Nereye?», Türk Edebiyatı, S.78, (Nisan 1980), s.36-38 IŞINSU, Emine, «Gençliğim Eyvah», Töre Dergisi, S.113, (Ekim 1980), s.13-15 IŞINSU, Emine, «Gideli Bir Yıl Oldu Ve Siz Varsınız», Töre Dergisi, S.25 (Haziran 1973), s.7-8 IŞINSU, Emine, «H.Nusret Zorlutuna -Aşk ve Zafer-», Töre Dergisi, S.95 (Nisan 1979), s.21-26 IŞINSU, Emine, «Hisar, Hisarcılar ve Mehmet Çınarlı», Töre Dergisi, S.109, (Haziran 1980), s.36-41 IŞINSU, Emine, «İlham Gençer», Töre Dergisi, S.88 s.41 IŞINSU, EMİNE., «“Tarık Buğr Hakkında”ya Dair», Töre Dergisi, S.116/117, s.40 IŞINSU, Emine, «Kanser Hakkında», Töre Dergisi, S.120, (Mayıs 1981), s.16-19 IŞINSU, Emine, «Kavaklar ve Salkım Söğütler», Töre Dergisi, S.102, (Kasım 1979), s.30-31 IŞINSU, Emine, «KGB», Töre Dergisi, S.67 (Aralık 1976), s.10-18 IŞINSU, Emine, «Kızının Kaleminden», Töre Dergisi, S.158, s.24 IŞINSU, Emine, «Macar Hürriyet Mücadelesi», Töre Dergisi, S.65, (Ekim 1976), s.13-22 IŞINSU, Emine, «Mazlum Ümit İle Sohbet»,Töre Dergisi, S.84, (Mayıs 1978), s.42 IŞINSU, Emine, «Merhamet», Türk Edebiyatı, S.254. (Aralık 1994), s.9 IŞINSU, Emine, «Olduğun Gibi Görünmek», Töre Dergisi, S.100 (Eylül 1979), s.44-45 IŞINSU, Emine, «Özde Biriz Çünkü», Türk Edebiyatı, S.250. (Ağustos 1994), s.24 IŞINSU, Emine, «S.S.C.B. Devlet Güvenlik Komitesi», Töre Dergisi, S.66 (Kasım 1976), s.10-18 IŞINSU, Emine, «Selâm», Töre Dergisi, S.143, (Nisan 1983), s.36 IŞINSU, EMİNE., «Sevinç Çokum’la Sohbet», Töre Dergisi, S.66 (Kasım 1976), s.20-27 IŞINSU, Emine, «Seyyâh-ı Fâkir Evliya Çelebi İle Sohbet», Töre, S.98, (Temmuz 1979), s.45-48 IŞINSU, Emine, «Türk Tarihinde Ağustos Ayı Hakkında Yılmaz Öztuna İle Konuşma», Töre Dergisi, S.99 (Ağustos 1979), s.36-39 IŞINSU, Emine, «Vefatından Bir Yıl Sonra» (Arif Nihat Asya), Töre Dergisi, S.56, (Ocak 1976), s.21-25 IŞINSU, Emine, «Vermek… Almak», Türk Edebiyatı, S.249. (Temmuz 1994), s.6 IŞINSU, Emine, «Vesvese Veren», Türk Edebiyatı, S.258. (Nisan 1995), s.16 62 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E IŞINSU, Emine, «Yağmurda Bekleyen Yaşlı Kediler», Türk Edebiyatı, S.70, (Ağustos 1979), s.22-23 IŞINSU, Emine. Ankara mı Dediniz, Yani Büyük Tiyatro? Türk Yurdu 22(176/ Özel Sayı: Ankara) 4.2002, 109-110. ss. 1960 SB 27 IŞINSU, Emine. Canım Annem. Kubbealtı Akademi Mecmuası 32(1) 1.2003, 45-48. ss. 1972 SA 30 810 IŞINSU, EMİNE., Emine Işınsu Annesini Anlattı, Türk Edebiyatı, S.129. (Temmuz 1984), s.34-36 İSLAM, Ayşenur, Emine Işınsu’nun Sekiz Romanında Şahıslar Dünyası, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara. (1992) KABAKLI, Ahmet, «Emine Işınsu İçin Ne Demişlerdi?», Töre, S.139, Aralık 1982, s.117-118 KARAKURT, Aynur., Emine Işınsu’nun Romanlarında Söz Dizimi, PAÜ, Sosy.Bil. Enst., Basılmamış Yük. Lis.Tezi, Denizli, 2007 KOCAGÖZ, Samim, “Niçin Kurtuluş Savaşı Romanı”, Türk Dili, S. 298, Ankara 1976. KÖKDEMİR, Ahmet, Emine Işınsu -hayatışahsiyeti-sanatı-fikirleri-eserleri-, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Samsun. (1995) MİLLİ KÜLTÜR DERGİSİ, Emine Işınsu Röportajı, 1990 MÜMTAZ, Hüseyin, “Azap Toprakları”, NACİ, Fethi, “Romancının İşi Tarih Değil Roman Yazmaktır”, Hürriyet Gösteri, S. 197–198. OĞUZ, Dr. Orhan., 1980-200 Yılları Arasında Türk Romanında Çağdaşlaşma ve Eğitim Sorunu, Mustafa Kemal Ünv. Sosyal Bilimler Dergisi 2010, C.7, S.13, s.310-330. ODACI, Serdar., Bilinç Akışı Tekniği Bakımından James Joyce, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu ve Emine Işınsu’nun Romanları, Hacettep Ünv. Sosyal Bilimler Ens. Yeni Türk Edb. Bölümü, Doktora Tezi. ÖNAL, Mehmet Şeref, «Küçük Dünya», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.110-112 ÖNERTOY, Prof. Dr. Olcay., Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatında Roman Türü ve Özellikleri, Temsilcileri, Cumhuriyet Dönemi Türk Roman ve Öyküleri, İş Bankası Yayınları. ÖZ , Hale Kaplan, “Acılı Roman Bukağı”, Yeni Şafak, 21 Nisan 2004. ÖZBİLİCİ, Burhaneddin., Emine Işınsu İle Mülakat, Gençliğin Sesi Dergisi, T.C. Kültür Bakanlığı nr.7, Kasım 1990, s.21 ÖZGÜL, Metin Kayahan, «“Sancı” Üstüne Notlar», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.107-109 ÖZKAN, İsa, «Emine Işınsu’nun Biyografisi», Töre Dergisi, “Edebiyatımızda IŞINSU” Özel Sayısı S.139,(Aralık 1982), s.43-47 REHAVİ SANAT, Emine Işınsu “Urfa Aradığım Şehirdir...”, www.rehavisanat.com SARAÇ, Seven Bige, «Işınsu’ya Dair», Töre Der- gisi, S.139, (Aralık 1982), s.72-73 ŞAHİN, Zeliha (OKKESİM)., “Emine Işınsu’nun Çiçekler Büyür Romanındaki Oteki ve Ötekileştirme” Marmara Üniv. Öğrenci Sempozyumu, Mayıs 2007, İstanbul. T.E.D Dergisi, Ankara, 1955-1957 TEVFİKOĞLU, Dr.Muhtar, «Işınsulara Açık Mektup», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.40 TÖRE, «Çiçekler Büyür Hakkında» , Töre Dergisi, S.,93, (Mart 1979), s.45-46 TÖRE, «Çiçekler Büyür Hakkında», Töre Dergisi, S.94 (Nisan 1979) s.45-47 TÖRE, «Çiçekler Büyür Hakkında», Töre Dergisi, S.97 (Haziran 1979), s.43-47 TÖRE, «Çiçekler Büyür Hakkında», Töre Dergisi, S.99 (Ağustos 1979), s.57-63 TUNALI, Yağmur, «İfâde-i Merâm Yâhud Sarı Gül», Töre Dergisi, “Edebiyatımızda IŞINSU” Özel Sayısı, S.139, (Aralık 1982), s.64-70 TUNALI, Yağmur, Emine Işınsu İle Mektup Mülâkat, Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.48-49-50-5152-53-54-55 TUNCA, Elif, “Yazmak Benim İçin Varoluş Meselesi...”, Emine Işınsu ile Röportaj, 30.05.2006, Ankara. TUNCER, Hüseyin, «Emine Işınsu ile Söyleşi», Dil-Kültür-Edebiyat ve Sanat Penceremizden, İzmir 2000. s.227 TURAL, Doç.Dr.Sadık Kemal, «Bir Yürek Satıldı», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.61-63 TURAL, Sadık Kemal, «Bir Yürek Satıldı», Töre Dergisi, S.71 (Nisan 1977), s.26-29 TURİNAY, Necmeddin, «Canbaz’da Şekil ve Zamana Ait Bilgiler», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.90-97 TÜRK YURDU, Emine Işınsu’yla Sarı Bir Akşamüstü [Söyleşi] Türk Yurdu 20(153/154) 5/6.2000, 281-284. ss. 1960 SB 27 TÜRKOĞLU, Aynur, “Emine Işınsu’nun Romanlarında Kadınlar”, Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, Konya, 1997. ULUANT, Zeynep., Emine Işınsu ÖKSÜZ İle Hasbıhal, Kubbealtı Akademi Mecmuası 34, Ekim 2005, S.4, ÜLKÜ OCAKLARI DERGİSİ, «Emine Işınsu ile Röportaj», (Ülkü Ocakları Dergi Masası)Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Dergisi, S.78 (Aralıl) 2009, Ankara, s.23 YALÇIN, Dr.Alemdar, «Türk Edebiyatında Kadın Romancılar ve Emine Işınsu», Töre Dergisi, S.139, Aralık (1982), s.74-80 ZORLUTUNA, Halide Nusret, «Kızım “IŞINSU” için», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.71 ..., «Emine Işınsu’nun Romanlarında Kadın ve Problemleri», Afyon Kocatepe Üniv. Lisans Tezi, (Yön. Doç. Dr. Abdullah Şengül) 63 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Emine Işınsu’nun Tiyatroları • Dr. Gıyasettin AYTAŞ* Tiyatro, metin, oyuncu, yönetmen, sahne ve izleyici unsurlarından oluşan sanat dalına verilen ad. En geniş anlamıyla tiyatro, aksiyona dayalı bütün sanat dallarını içine alan faaliyet. Bu açıdan bakıldığında dans ve müzikle yapılan törenler, maskeli oyunlar, taklide dayanan bütün gösterileri tiyatro sanatı içinde değerlendirebiliriz. Tiyatro, kendine özgü anlatımı, üslubu, dili ve aynı zamanda bütün güzel sanatları da içinde barındırması yönüyle özel bir yere sahiptir. Tiyatronun diğer edebi türler ölçüsünde dikkate alındığını, üzerinde durulduğunu söylemek mümkün değil. Tiyatronun diğer edebi türler içerisinde üvey evlât muamelesi gördüğü söylenebilir. Seyirci, oyuncu ve oyun metni olmak üzere, üç unsurun bir araya gelmesiyle oluşan, daha genel bir ifade ile insanı, insana ve insanca anlatan bir güzel sanat dalı olan tiyatro, anlatmaya dayalı türler edebi türlerden, kendine özgü teknik yapısı, anlatım üslubu ve dili kullanma özelliği bakımından ayrılır. Bir başka önemli yanı da dilin ve kültürün gelişmesinde, diğer sanat dallarından daha etkin olmasıdır. Bu yüzden batılı ülkeler tiyatroya büyük önem vermişler ve tiyatronun bu özelliğinden yararlanmışlardır. Yazarlarımızın hayat hikâyelerinden söz edilirken, kaleme aldığı eserler üzerinde durulur, diğer eserlerinin konuları ve özellikleri hakkında geniş bilgiler verilirken, tiyatro eserlerinin sadece isimleri söylenerek geçilir. Bunun hem yazarına, hem de tiyatro eserine büyük bir haksızlık olduğunu söyleyebiliriz. Tiyatro metinlerini inceleyecek ve değerlendirecek düzeyde eleştirmenin olmaması; tiyatro eleştirisinde içerik yerine teknik unsurların daha çok dikkate alınmış olması, tiyatro edebiyatımızın gelişmemesine neden olmaktadır. Tiyatro eleştirmenleri, daha çok oynanmış metinler üzerinden değerlendirmeler yapmaktadırlar. İster oynansın, ister oynanmasın, tiyatro eserleri öncelikle anlatmaya dayalı bir edebî türdür. Edebî metinlerdeki inceleme usul ve esasları tiyatro metinleri için de geçerlidir. Eserin yazıldığı devir, ele aldığı konu, bu konunun işleniş tekniği ve üslûbu ele alınırken, eserin diğer türler arasındaki yeri de değerlendirilebilir. Tiyatro metinleri, dili kullanma özelliği açısından da diğer türlerden ayrılır. Bu metinlerde kullanılan dil, eserin içeriğine göre değişmektedir. Kimi zaman *Türbilig (9), 2005, 3-14 ss. şiirsel bir dil kullanılırken, kimi zaman da, günlük dile yer verir. Edebi metin olarak tiyatro eserlerinde dil ve üslup özellikleri incelenirken, eserin ele aldığı konu ve bu konunun sunuş biçimi ile gerekçesinin mutlaka göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Dil sayesinde dilek, istek ve arzularımızı karşı tarafa iletiriz. Tiyatro eserleri, dili en geniş imkanlarıyla kullanan türlerin başında gelir. Bu yüzden birçok milletin dil gelişiminde tiyatro eserlerinin önemli yeri olmuştur. Bizde ise, dile hizmet eden ve dilin gelişip zenginleşmesine tiyatro eserleriyle katkı sunan yazarlarımızın sayısı bir hayli fazladır. Emine Işınsu ve Tiyatro Edebiyatımız Kültürel yozlaştırma gayretlerinin hız kazandığı bir dönemde, milli kültürü yaşatma mücadelesine giren ve bu mücadelede amansız bir kavgaya tutuşan Emine Işınsu’nun bütün yönleriyle değerlendirilmesi, araştırılması ve bu araştırma sonuçlarının sağlıklı bir analize tabi tutulması gerekmektedir. Emine Işınsu, 17 Mayıs 1938’de Kars’ta doğdu. Şair yazar Hâlide Nusret Zorlutuna’nın kızıdır. Asker bir baba ve öğretmen bir annenin kızı olarak, çocukluğunun büyük bir kısmını Anadolu’nun muhtelif yerlerinde geçiren Işınsu, önce şiirle edebiyat dünyasına girer. Otobiyografik özellikler taşıyan ve çok başarılı ruh tahlillerinin yapıldığı “Küçük Dünya” ve Malazgirt’in 900. yıl dönümü münasebetiyle yazılan “Ak Topraklar” hariç, diğer bütün romanlarının konusunu günümüzün çeşitli sorunlarından ve Türkiye dışı Türklerin dramından çıkaran Işınsu, şiir diline yakın bir üslûpla ve “tezli tekniği” ile yaşadığımız olayları romanlaştırmıştır. Sanatçıların tek yönlü olarak ele alınması, ya da sanatçıları sadece eserlerinin bir kısmıyla değerlendirilmesini doğru bulmuyoruz. Onun kişiliği, yetişme şartları, aldığı eğitim ve buna bağlı olarak ortaya koyduğu eserlerinin tamamı ele alınarak değerlendirilmelidir. Sanatçının bir eserinden, ya da eserlerinin bir grubundan yola çıkarak, onun sanatsal kimliği hakkında sağlıklı bir sonuca ulaşmak mümkün değildir. Çünkü her eserin beslendiği kaynak, etkilendiği şartlar ve yazılışındaki birikim farklıdır. Bu durumu Emine Işınsu’nun eserlerinin tamamında görebilmek mümkündür. 64 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Işınsu sanat hayatına, birçok sanatçımız gibi şiirle başlıyor. Daha sonra bundan vazgeçerek, roman ve tiyatro ile yoluna devam ediyor. Gelişen süreç içerisinde tiyatrodan da koparak, sadece romana yöneliyor ve sanatçı kimliğini bu alanda yoğunlaştırmaya çalışıyor. Emine Işınsu’nun romanlarının yanında, tiyatro alanında da kaleme aldığı eserleri bulunmaktadır. Sanatçı, tiyatro yazmaya her nedense devam etmemiş, daha çok roman yazmaya yönelmiştir. Kendisiyle yapılan bir mülâkatta, tiyatrodan vazgeçmiş olmanın nedenini, yazarlığındaki bencilliğine bağlıyor. Bu değerlendirmesine saygı duymakla beraber, meselenin sadece bencillikle ilgili olmadığını düşünüyoruz. Sanatçının eserini kıskanması doğal karşılanabilir. Çünkü sanatçı için eseri çocuğu gibidir. Fakat bu kıskanmanın dozu ve sınırı bellidir. Aşırılığa kaçıldığında, ortaya konan sanat eserinin yaşaması mümkün değildir. Bir sanat eseri, sanatçısının elinden çıktıktan sonra okuyucunun malı olur. Eserler sevgi gibidir. Paylaşıldıkça güzelleşirler, fark edilirler. Tiyatro eserleri, paylaşım açısından diğer türlere göre daha şanslıdır. Diğer eserlerde paylaşımın etkilerini hemen göremezsiniz. Belki duyarsınız, ama duyduklarınız da sınırlıdır. Emine Işınsu’nun tiyatro eserlerinin tiyatro edebiyatımız açısından önemli olduğunu söyleyebiliriz. Dört tiyatro eseri var. Bunlar: 1. Bir Yürek Satıldı, 2. Bir Milyon İğne, 3. Ne Mutlu Türküm Diyene, 4. Adsız Kahramanlar. Yazarın “Adsız Kahramanlar” adlı eserinin içerisinde “Göçmen Yusuf “ adlı iki perdelik bir tiyatro eseri daha mevcuttur. Buradan hareketle, tiyatro alanında yazılmış eserlerinin sayısını beş olarak belirleyebiliriz. Bir Yürek Satıldı, (IŞINSU: 1967) Işınsu’nun ilk tiyatro eseri. Televizyona da aktarılan bu eser, insanı kendi çıkmazı içerisinde yakalamış, onun zaaflarını, zayıflıklarını ve çelişkilerini ortaya koyma gayretini taşımıştır. Eserde psikanalist irdeleme yapılmakta, batı tiyatrolarında da sıkça gördüğümüz gibi, insanın iç ve dış dünyası arasındaki çelişkilere farklı bir pencereden bakılmaktadır. Değer yargılarının nasıl değiştiğini, değişen değer yargıları karşısında insanın psikolojik saplantılarıyla hayattan beklentilerinin hangi boyutlara ulaştığını eserde görmek mümkündür. İnsan için en büyük değer, var olanı paylaşmaktır. Paylaşım, maddi olandan çok, manevi yönüyle yapılırsa daha bir anlam kazanır. Işınsu, maddi olan paylaşımdan yola çıkarak, manevi olanı sorguluyor. Eserde, madde ve mana karşısında; cemiyetle kendi ruh dünyası arasında çatışma içerisinde bulunan insanın buhranlarına dikkat çekilir. Kendini sorgulama gereği duyan insan, içinde hiçbir şeyin olmadığı yüreğinden kurtulmak ister. Bu kurtuluş çaresi, kendi gerçeği için de oldukça önemlidir. Mezata düşen bir yürek, alıcısı için kıymetlidir. Satıcısı için ise, çok fazla bir şey ifade etmez. Zaten onu kendisi için bir fazlalık veya gereksiz bir varlık olarak gördüğü için böyle bir yola başvurmuştur. Acaba yüreğin yerinden çıkarılıp satılması nasıl bir duygudur? İnsan niçin yüreğini satmak ihtiyacı duyar? Yüreksizlik, yüreklilikten daha mı iyi? Mezatçı elinde bulunan ve bu piyasanın içinde değerli olan her şeyi satmıştır. Bunlar arasında “Hürrem Sultan’ın en nadide reçellerini sakladığı kristal kavanozu”, “Abdülgafur Paşa Hazretleri’nin koltuğu”, sayılabilir. Sıra en son ve en önemli parçaya gelmiştir. Mezatçı, “Evet, kese (yavaş ve utangaç) kesenin içinde bir yürek!” diye söze başlar ve “Bir yürek satıyorum baylar, bayanlar, yaşayan bir insan yüreği!” (IŞINSU, 1967: 11) diyerek sözüne devam eder. Bütün alıcılar şaşkınlık içindedir. Çünkü böyle bir şeyle ilk defa karşılaşmaktadırlar. Satılan yaşayan bir insanın yüreğidir. Yerinden sökülerek çıkarılmış, bir keseye konulmuştur. Tıpkı bir oyuncağın herhangi bir parçası gibi. Adam yaşamaya devam ediyor. Yani yüreksizliğe razı. O kendisi için bir yük, bir ağırlık. Satarak ondan kurtulmuş oluyor. Yüreği bir koleksiyoncu satın alır. Keseyi ise mezatçıya bırakır. Yüreğini satan adam, aslında çok zengin biridir. Bir eli yağda, bir eli balda. Yediği önünde, yemediği ardında. Dünyada ihtiyaç duyduğu birçok şeyi elde etmiştir. Ancak mutlu değildir. Alabilme yeterliliği onu mutlu etmenin aksine, bir çıkmaza doğru sürüklemiştir. O insanca olan birçok şeyden mahrumdur. Elinde olanı verme duygusunun nasıl bir şey olduğunu hiç yaşamamıştır. Paylaşmanın ne demek olduğunu asla öğrenememiştir. Çünkü o hep almıştır. Sevilmiş, ama sevmenin nasıl bir duygu olduğundan habersiz kalmıştır. Yaşadığı hayat kendini bunalıma sürükler. Evden kaçarak bir balıkçı kulübesine sığınır. Burada balıkçılarla birlikte yaşamaya devam eder. Bir gün gelir onlarla da uyuşamaz. Tek başına münzevi bir hayat sürmeye başlar. Kadının biri intihar etmek üzeredir. O kadını kurtarır ve onu intihardan vazgeçirir. Böylece hayatında yeni bir pencere açılır gibi olur. Verme duygusu ile alma isteği sürekli çatışma içerisindedir. Kadın onu 65 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E vermeye zorlar, ama o yüreğindeki böyle bir duyguyu çoktan kaybetmiştir. Sonunda kendisine ağır gelen, ya da insan olmanın gereklerinden biri olan yüreğini yerinden çıkararak bir mezatçıya verir. Tekrar eski hayatına dönerek yaşamaya devam eder. Hiç olmazsa yüreği kendisini zorlamamakta, istediği gibi hareket edebilmektedir. İnsanoğlu uzun yıllar yaratılışın sırrını aramış olup, hâlâ da aramaya devam etmektedir. Kimileri buldum, demiş ama bulduğu şey aradığının başlangıcı olmuştur. Yunus ise, kestirip atmış bu meseleyi: Bunalımın eşiğinde, bir çıkmazın içindedir. Sürekli kendi kendine konuşmakta, her bir problemi beynine saplanan iğneler olarak değerlendirmektedir. Mutsuz bir aile çevresinde, öz güven eksikliği içinde büyümüştür. Annesi ile babası sürekli kavga etmektedir. “Anam tepeden tırnağa sinir içinde, babam öfkeli! Hiç mi doğru, hiç mi güzel, hiç mi iyi yoktu aralarında? Hiç mi bir şey yoktu? Kavga! Kavga çuvallar dolusu Kavga, yerden göğe “ demektedir. (IŞINSU, 1967,10) Mehmet bu hengâme içerisinde büyür. Huzura, sevgiye, sevilmeye hasrettir. Bütün olanlara kendince cevap ararken, bir çıkmaza doğru sürüklenen Mehmet, beyninde bir milyon iğnenin acısı ile irkilmektedir. Kimileri emekle, kimileri de emeksiz kazanmakta veya öyle kazandığını zannetmektedir. Komşu kadın Meryem, ihtiyar, romatizmalı biriyle evlidir. Gençliğini ve güzelliğini kullanarak, kendince hayatını refah içinde yürütmeye çalışır. Sonunda Mehmet’i tuzağına düşürür. Bir milyon iğnenin bir kısmı da burada Mehmet’in beynine saplanır. Mehmet tam bu çıkmazlarla uğraşırken Rauf ve Selim adlı iki Marksist gençle arkadaş olur. Onlarla birlikte düzen değiştirme kavgasına girer. İhtilal yapacaklar ve bütün olumsuzlukları ortadan kaldıracaklar. Bu Mehmet’e mantıklı gibi gelir. Böylece, kendince çözüm bulmuş olacaktır. “Seviyorum insanları teker teker, ellerim olsun isterim hepsinin yarasını sarayım; param olsun isterim, çok! Hepsinin ceplerini doldurayım“ (IŞINSU, 1967,21) demektedir. Sevgiyi yaşamamış, sevgiye hasret Mehmet, karşısında sevebileceği bir genç kız olarak Lerzan’ı bulur ve Lerzan’a evlenme teklif eder. Lerzan, Mehmet’in bu teklifini kabul etmez. Çünkü Mehmet’in düşüncelerindeki çelişkiler Lerzan’ı ondan uzaklaştırır. Mehmet: “İktisadi hürriyetine sahip olmayan bir kimseyi nasıl hür kabul edebilirsin” (IŞINSU, 1967,29) der. Lerzan, onun bu sözüne karşılık şu cevabı verir: “Bütün ev hayvanları da hürdür öyleyse! Efendilerine hoş görünüp, görevlerini yerine getirir ve ihtiyaçları nispetinde yiyecek, içecek alırlar onlardan!” (IŞINSU, 1967,29) Mehmet içindeki çıkmazın bunalımlarıyla uğraşırken, Ayşe ile evlenir. Böylece hayatına yeni bir renk gelecek, umut çiçekleri arasında mutlu olacaktır. Ancak bu umut çiçeklerine Marksist arkadaşları Rauf ve Selim engel olurlar. Halk İhtilâli yapmak, hücre faaliyetleri gerçekleştirmek adına Mehmet’in mutluluğuna gölge düşer. Sonunda kendilerini kurtarmak adına iki arkadaşı Mehmet’i satarlar. Mehmet gerçeğin acı çıplaklığı karşısında çaresiz kalmış ve yıkılmıştır. Eserin bizim açımızdan iki önemli yanı İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir, Sen kendin bilmezsen, Bu nice okumaktır, demiştir. Eserin temel örgüsü içerisinde iki önemli kavram karşımıza çıkıyor: Birisi vermek, diğeri almak. Mezatta herkes bir şeyler alıyor. Adam ise, kendisi için bir şey ifade etmeyen yüreğini veriyor. Kadın, kendi kendine niçin yaşadığını sorgulayıp, bir cevap bulamıyor. Sonunda intiharı seçerek, canını vererek sorulardan ve sorunlarından kurtulmaya çalışıyor. Mezatçı bir koleksiyoncu alarak, koleksiyonuna yeni bir parça daha kazandırıyor. Alıcılar mezatta satılanları alarak, alma duygularını tatmin ediyor. Aldıkları onlar için ihtiyaç olmaktan çok, bir tatmin aracı oluyor. Eserdeki psikolojik derinlik başarılı bir şekilde yakalanmıştır. Yazar, batı tiyatrolarında sıkça kullanılan, bizim tiyatrolarımızda ise, çok az rastladığımız insan merkezli bir iç âlem sorgulaması yapıyor. Dışımızda olup bitenlerin pek önemi yoktur. Aslolan içimizdeki çalkantılar ve bunlara bulduğumuz çözümlerdir Eser, üç perde 23 sahneden oluşmaktadır. Yazar yönetmenin işini kolaylaştırmak için, sahneler arasındaki geçişleri ve bu geçişlerdeki teknik unsurları dikkate almıştır. Psikolojik gerilimi pekiştiren dekor ve ışığın önemi vurgulanmış olup, ışıkla oyunun vermek istediği tema daha belirginlik kazanmıştır. “Bir Milyon İğne” , (IŞINSU, 1967) Işınsu’nun ikinci tiyatro eseri. Eser, iki perde on iki tablodan oluşmaktadır. Yazar, “Bir Yürek Satıldı” tiyatro eserinde olduğu gibi, insanı merkeze almıştır. Yazıldığı devrin siyasal ve sosyal şartları gereğince, aldatılan beyinler, sarsılan yuvalar, istismar edilen duygular, çıkar ilişkileri, samimiyetsizlikler, aradığını bulamamışlar, bulduğunu kaybetmişlerin dramını bir arada görebiliyorsunuz. Eserde, İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği bunalımlı yıllar ele alınmaktadır. Ülkede derin bir sefalet söz konusudur. Mehmet, hapse düşmüştür. 66 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E bulunmaktadır: Birincisi, Mehmet’in yetişme tarzı ve sonunda yaşadığı hayat, ikincisi de devrin siyasal gelişmeleri içerisinde Marksist düşünceyi savunanların dayandıkları teoriler. Yazar insan merkezinde; fikir ve fikirlerin çelişkileri içerisinde, insan psikolojisini sorgular. Edebi eserlerde tarihten yararlanma ya da edebi eserler vasıtasıyla tarihsel bilinç kazandırma her zaman mümkün olmuştur. Emine Işınsu, diğer eserlerinde olduğu gibi “Ne Mutlu Türküm Diyene” (IŞINSU: 1969) piyesinde de Türk tarihinin şanlı sayfalarına ve bu sayfalarda yer eden büyük kumandanlarına yer vermiştir. Eser üç perde 19 sahneden meydana gelmiştir. Zeynep ve Annesinin karşılıklı konuşmaları ile başlayan oyunda, söz Atatürk’ten ve onun büyük bir kumandan olduğundan açılır. Daha sonra Cumhurbaşkanlığı forsunda bulunan güneş ve etrafında bulunan 16 yıldızın anlamı üzerinde durulur. İkinci sahnede Zeynep uyumaktadır, oda mavi bir ışıkla aydınlanır ve odaya ellerinde temsil ettikleri devletlerin bayrakları olan on altı kız girer. Her biri kendisini tanıtır ve tarihteki öneminden söz ederler. Mete, Atillâ, Dede Korkut, Bilge Kağan, Kutluğ Bilge Kül Kağan, Alp Arslan sahneye gelir. Türk tarihi yeniden canlanır. Eğitim amaçlı olmakla birlikte, canlı tablolar halinde sunulan eser, önemli bir dil ve anlatım zenginliğine sahiptir. Eserin, dramatik yapısının da kuvvetli olduğunu belirtmeliyiz. Hem gösterme, hem de anlatma unsurlarını bir arada kullanması bakımından başarılı bir üslup sergileyen yazar, eğitimi ön plâna çıkarmış, eser aracılığı ile, tarih bilinci kazandırmaya çalışmıştır. Eğitim kurumlarında, geçmişte yaşadığımız başarılara dikkat çekilmiş olması bakımından, eserin araç metin olarak kullanılmasının yanında, sahnelenerek de büyük bir yarar sağlayacağı düşünülebilir. Radyo Tiyatrosu, ses efektlerinin başarı ile uygulandığı ve oyuncuların bir stüdyo içinde sesten ve titreşimden arındırılmış bir ortamda tamamen yönetmenin inisiyatifine bağlı olarak canlandırdıkları oyunlardır. Bu oyunlarda izleyici faktörünün olmaması yüzünden, oyunlarda vurgu ve tonlamalar büyük bir önem kazanmıştır. Yönetmen, her türlü ses unsurunu kullanarak, dış mekân izlenimini dinleyicinin kafasında canlandırarak anlatır. Radyo tiyatrosunda, sahnede canlandırılması imkânsız olaylar ve durumlar anlatılabilir. Radyo Tiyatroları, radyonun etkin olarak kullanıldığı dönemlerde, ayrı bir tür olarak gelişerek, özel bir tür haline dönüşmeye başladı. Geniş bir dinleyici kitlesinin oturduğu yerde, evinde, yemekte, çalışırken veya yatarken rahatlıkla takip edebildiği bu oyun türü, büyük bir beğeni kazanmış oldu. Radyofonik oyun adını verdiğimiz bu tekniğin 1970’li yılların sonlarına kadar bütün dünyada yaygılaştığını ve oyun yazarlığı için de ayrı bir alan olarak değerlendirildiğini görüyoruz. Günümüzde televizyon ve onun getirdiği teknolojik gelişmeler radyonun önemini azaltsa bile, görüntü asla sesin ulaştığı yerlere ulaşamaz. Çünkü radyo dinlerken ikinci bir iş yapmamız mümkünken, televizyon izlerken bu daha zor olmaktadır. Ülkemizde de 1960’lı yıllarda çok başarılı Radyofonik oyun yazıldığını bunların kısa hikâye ile piyes arasında yeni bir edebiyat alanı olduğunu bilmekteyiz. Bu konuda özellikle Behçet Necatigil‘in radyofonik oyunları diğer dünya dillerine de çevrilerek Avrupa radyolarında yayınlanmıştır. Behçet Necatigil “Üç Turunçlar, Gece Aşevi, Yıldızlara Bakmak“ adlarıyla da kitaplaştırdığı oyunlarında masallarımızdan aldığı unsurları günümüz düşünce sistemleri ile birleştirerek evrensel mesajlar verebilmiştir. Emine Işınsu’nun kaleme aldığı Adsız Kahramanlar, (IŞINSU: 1975), radyo tiyatrosu alanında önemli sayılabilecek bir eserdir. Toplam 28 oyundan meydana gelen eserde, Türk tarihinde çeşitli görevler üstlenmiş adsız kahramanların hikâyesini bulmaktayız. Poyraz Reklam tarafından hazırlanan ve Ankara Radyosu’nda sunulan bu oyunlar, yazarın sanat anlayışının önemli göstergeleridir. Adsız Kahramanlar adlı eserde, Çin sarayını allak bullak eden Kür-Şad ve kırk adsız kahramanı, “Ateş Topu”nda zekasını kullanarak, kendisinden sayıca çok üstün olan düşmanı şaşkına çeviren kale komutanını, “Çaşıt” adlı oyunla, devleti ve milleti için kendini feda eden Salih’in kahramanlığını, zekası ve kahramanlığı ile Tınaztepe’yi kahramanca savunan Baba lakaplı komutanın cengaverliğini, adına türkü yakılan “Sarı Zeybek”in kahramanlığını öğreniriz. Bunların yanında adı efsaneleşen Yıldırım Kemal’i, yaban ellerde düşmana karşı tek başına mücadele eden iki Türk kahramanını tanırız. Işınsu, bu seride kaleme aldığı oyunlarında Türk tarihinin adsız kahramanlarını, onların adlarına yakışacak bir şekilde ve canlı tablolar halinde yeniden bize hatırlatır. Milli kimlik ve milli bir bilincin oluşmasında da bu eserin çok önemli bir görevi yerine getirdiği düşünülebilir. Eserde tarihi gerçekler, canlı tablolar halinde ve sanatçının sanatkârane ifade tarzı ile yeni bir kimlik kazanır. Kitapta yer alan, fakat radyo tiyatrosu olmayan “Göçmen Yusuf” (IŞINSU: 1975), adlı tiyatro eseri de, 12 Eylül öncesi yaşanan siyasal çatışmaları ele almaktadır. Kimilerinin adına sağ-sol çatışması, kimilerinin milli olanla, gayri milli olanların mücadelesi dediği olayların değerlendirildiği eser iki perde olarak 67 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E tasarlanmıştır. Yazar, epik tiyatro tarzını bu eserinde de uygulamış, anlatıcı unsuruna yer vermiştir. Eser, Yusuf İmamoğlu’nun hayatını anlatmakta dır. Yusuf İmamoğlu, Bulgaristan’dan kaçarak Türkiye’ye gelmiş bir ailenin çocuğudur. Bulgaristan’daki komünist baskıdan kaçarak Türkiye’ye gelen Yusuf’un Marksistler tarafından şehit edilişi ve İstanbul Üniversitesindeki olaylar ele alınmaktadır. Yusuf, çocukluk günlerini sıkıntı içinde geçirmiştir. Ama o günlerini büyük bir özlemle anmaktadır. “O zaman hayallerim vardı, umutlarım vardı. Geceleri gaz lambasının altında tarihi romanlar okurdum.. Okulda da çalışkandım ha, ne sanardım kendimi biliyor musun, (hafifçe güler) bir Fatih Sultan Mehmet!.. Öyleden sonra su satarken de, atımın üstünde Attilâ’ydım! Su diye bağırıyor, ülkeler fethetmeye koşuyordum.” (IŞINSU, 1975: 216) Yusuf, tarihle iç içe yaşamaktadır. O, tarihte yaşamış Türk kahramanlarının yerine kendini koyarak, esir Türkleri kurtarma sevdasına düşmüştür. Çocukluk yıllarının bu tatlı hayalleri üniversiteye gelince değişmiş, adeta grileşmiş, şiddet artmış, önce sağ-sol olarak başlıyan çatışmaların rengi giderek değişmeye başlamıştır. Yüksek Öğretmenlilerin üniversiteye devamında sorunlar yaşanmaktadır. Onlar topluca üniversiteye devam edebilmek üzere rektörle görüşmeye gelirler. Ancak, karşı taraf onların üniversiteye girmelerine izin vermez. Bu grubun temsilcilerden Yusuf Olgun ve orada bulunan boyacı bir çocuk silahla vurulur. Oyunun birinci perdesinde bu çatışma ve buraya gelinceye kadar olayların genel bir değerlendirilmesi yapılar. Oyunun ikinci perdesinde solcu öğrenciler kendi aralarında konuşmaktadırlar. Bir eylem plânı üzerinde tartışan gençler, ülkücü öğrencileri üniversiteye sokmamak için nelerin yapılması gerektiğini tartışırlar. Tam bu sırada Yusuf’u görürler. Onu sıkıştırıp, katletmeye karar verirler. Sonunda Yusuf yakalanarak, feci bir şekilde dövülür ve nihayet vurulur. Bu kısacık oyunda, hem sağ sol meselesi, hem de bu mesele içinde yer alan tarafların durumu gözler önüne serilmeye çalışılır. Anlatıma dayalı sanatlar içerisinde, en etkililerden biri olan tiyatronun yaygınlaşması, toplumsal dinamizm açısından da büyük bir önem taşımaktadır. Hem dilin kullanımı, hem de doğrudan anlatım yeterliliğine sahip olması bakımından, tiyatro edebiyatının geliştirilmesi ve bu alanda eser sayısının çoğaltılması gerekmektedir. Emine Işınsu, tiyatro alanındaki eserlerini genel olarak değerlendirecek olursak, iki temel gruba ayırabiliriz. “Bir Yürek Satıldı” ve “Bir Milyon İğne” adlı eserlerinde, insanın iç dünyasını sorguladığını, insan ve çevre ilişkisini tahlile tabi tuttuğunu görmekteyiz. İnsanın içinde yaşadığı sosyal ve siyasi şartlar, onun hayatını yönlendirmektedir. “Göçmen Yusuf”ta ise, siyasal gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkan genel durum içerisinde bir örnek sunulmaya çalışılır. İnsanların kamplara bölündüğü bir sırada, nasıl bir kaosa doğru itildiğimiz ve bu kaosun içinde, masum insanların trajedisi ele alınır. İkinci grupta yer alan “Ne Mutlu Türküm Diyene” ve “Adsız Kahramanlar” adlı eserlerinde ise, eğitim ilkesi esas alınmıştır. Tarihten yararlanarak, gelecek nesillerin bilinçlendirmesinin amaç edinildiği bu eserlerin, istenen sonucu elde etmede yeterli olduğunu söyleyebiliriz. Işınsu’nun tiyatro eserlerinde dili kullanma yeterliliğinin yanında, tiyatro tekniklerini başarıyla kullanması ve ele aldığı konular ile, alışılmışın dışına çıkarak, orijinaliteyi yakaladığını belirtmeliyiz. Kaynakça: IŞINSU, Emine, (1967) Bir Yürek Satıldı, Yağmur Yay., İst. IŞINSU, Emine, (1967), Bir Milyon İğne, Uygar Yay., İst. IŞINSU, Emine, (1969), Ne Mutlu Türk’üm Diyene, Kardeş Matbaası, Ank.ara. IŞINSU, Emine, (1975), Adsız Kahramanlar, Töre Devlet Yayınevi, Ankara. IŞINSU,Emine, (1975), Göçmen Yusuf (Adsız Kahramanlar’ın içinde), Töre Devlet Yayınevi, Ankara. KÖKDEMİR, Ahmet (1995), Emine Işınsu -hayatı-şahsiyetisanatı-fikirleri-eserleri -, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Samsun. İSLAM, Ayşenur (1992), Emine Işınsu’nun Sekiz Romanında Şahıslar Dünyası, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara. TÜRKBİLİG, S. 9, ANKARA BAHAR 2005, ss. 3-14 Desen: Halil Gülel 68 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E “Bir Yürek Satıldı” Oyununun Uyandırdığı İlgi Dolayısiyle Emine Işınsu İle Bir Konuşma • Yavuz Bülent BÂKİLER BİR YÜREK SATILDI isimli eseriniz radyolardan sonra, televizyonda da gösterildi. Bugünlerde üzerinde konuşulan, tartışılan bir konu. Siz bu eseri, neyin etkisinde kalarak, hangi olaydan duygulanarak yazdınız? - Genç kızken, odamın duvarlarına güzel bulduğum şiirleri, vecizeleri, atasözlerini keser, yazar, yapıştırırdım. Beni etkileyen vecizelerden birisi, sanıyorum Bernard Shaw’a ait. Bernard Shaw diyor ki: “Hayatta iki büyük trajedi vardır: Biri, yüreğin bütün arzularına sahip olmak, diğeri yüreğin bütün arzularını yitirmek.” Uzun süre bu sözün etkisi altında kaldım. Eserin yazılmasında bu sözün, bu görüşün büyük etkisi oldu. Eserde, yüreğin iki büyük trajedisi birden var. - Bu noktayı biraz daha aydınlığa kavuşturur musunuz? Yani BİR YÜREK SATILDI oyununda neyi anlatmak istediniz? - Aslında ben bu oyunla, cemiyeti hicvetmek istedim. İçinde yaşadığımız cemiyetin aydınını, cahilini, kadınını, erkeğini, hicvin ince süzgecinden geçirmeye çalıştım. Cemiyetimizde aydın bilinen bazı kimselerin, cahillerin, erkeklerin, kadınların, çeşitli olaylar karşısında, değer hükümlerinden yoksun oldukları için, sağlam bir kültürden uzak kaldıkları için çıkmazlara girdiklerini ortaya koymak istedim. Mesela oyunda, mezat salonunda bulunanlar, aydınları temsil ediyorlar. Desinlere önem veren, paralarıyla düşünen, kafaları bomboş aydınlar. Daha doğrusu aydın bilinenler. Oyundaki tellal (mezatçı), bir nevi politikacı. Aydınımızın, değer hükümlerinden yoksun olmasından istifade edip, satışlar yapıyor. Süslü, renkli cümlelerle, birtakım ünlü kişilerin hatıralarıyla neticeye ulaşmaya çalışıyor. Koleksiyoncu ise, kendi çapında bir filozof. Sahibinin taşımak istemediği bir yüreği satın alıyor. Başkaları bu davranışı garip buluyorlar ama, O, “gariplik kavramı, cemiyetin değer hükümlerine göre değişir” inancında. Balıkçılar ise, halkı temsil ediyorlar. Halk da bir yerde değer hükümlerinden yoksun. İşine kolay geleni seçip alıyor. Mesela balıkçılar, kendi aralarında konuşurlarken: “Burası namuslu muhittir. Adam hırsızdır vs.” diye konuşup duruyorlar. Ama aynı adamlar, belirli bir süre sonra, hem de birkaçı bir araya gelerek çaresiz, kimsesiz, bir kadına tecavüz etmeyi, namuslu bir muhitte namussuzluk olarak görmüyorlar. Sağlam değer hükümlerinden yoksun oldukları için, kolaylarına ne geliyorsa, hoşlarına ne gidiyorsa onu yapıyorlar. - Oyunda bir çelişki var gibi geldi bana. Siz değer hükümlerinden yoksun cemiyeti hicvediyorsunuz. 69 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Eserin kahramanı da cemiyetin değer hükümlerinden yoksun olmasına başkaldıran bir tip. Böyle olduğu halde, kendisine, kulübesine sığınan bir kadına, balıkçıların tecavüz edişine kayıtsız kalıyor. Kadının feryatlarına kulaklarını kapatıyor. Ona yardımcı olmuyor. Gözlerinin önünde işlenen bir kansız cinayete seyirci kalıyor. Kahramanınızın, cemiyette şikayetçi olduğu davranışlar karşısında susması, bir çelişki değil mi acaba? - Değil. Ben konuyu sizin görüş açınız içinde ele almadım. Yargıladığım cemiyette, erkek aynı zamanda zayıftır, güçsüzdür, bencildir. Kadın, sadece bir analık fedakârlığına kapılmaktadır. İnsan olan kimse, böyle bir cemiyette yaşamaya kolaylıkla katlanamaz. Cemiyeti ve kendisini değiştirmeye gücü yetmediği zaman da yüreğini çıkarıp atar. Tabii yine kolaya kaçar. - Sanıyorum ki oyunda, bu anlatmak istediklerinizi açıklıkla ortaya koymak istemediniz. Birtakım sembollerle hareket ettiniz. Bir bakımdan seyirci oyunu biraz kapalı buldu. Sebep ve neticeyi kesin çizgilerle göstermediniz, galiba, hükmü seyirci versin dediniz? - Oyunu içimden geldiği gibi yazdım. Bizim seyircimiz, genellikle pek kafa yormak gereğini duymaz. Her şey önüne hazır gelsin ister. Sebep – olay ve netice (önceden üstüne dikilmiş bir hazır elbise gibi) karşısına konulsun arzu eder. Bu bakımdan kolaya kaçmak temayülündedir. Halbuki ben, seyirciye bir kıpırtı gelsin istedim. - BİR YÜREK SATILDI oyunu televizyonda gösterildikten sonra, seyircilerden neler dinlediniz? Müsbet veya menfi olarak neler söylediler? - Aşağı yukarı aynı şeyler. Her iki grupta olanlar, aşağı yukarı aynı kelimelerle konuşuyorlar. Mesela şair Bahattin Karakoç, beni sevindiren uzun mektubunda, az önce sizin üzerinde durduğunuz konuya eğiliyor. Diyor ki “…Balıkçı kulübesindeki son sahne de gerçeğe yakışmıyor. Kadın ağır tecavüze uğruyor. Durmadan, sevdiği insanın gelip kendisini kurtaracağını sayıklıyor. Ve sevilen insan, bütün bunları ürpermeden dinleyerek duruyor. Tepki göstermiyor. Aradaki duvarı yumruklarıyla yıkmıyor. İnsan tabiatına büyük bir zıtlık var burada…” Siz de böyle konuştunuz değil mi? İşte bakın Bahattin Karakoç da aynı şeyleri yazıyor. İkiniz de şairsiniz. İkiniz de erkeksiniz. Bir yerde bencil oluyorsunuz. Oyundaki adamın susması gururunuzu yaralıyor. Bunu gerçeğe uygun bulmuyorsunuz. Ama aynı oyunda bir adam, göğüs kafesinden yüreğini koparıp atıyor, yüreksiz yaşıyor, susuyorsunuz. “Allah Allah. Olur mu böyle şey? Bir adam kendi yüreğini çıkarıp atabilir mi? Sonra o adam yüreksiz yaşayabilir mi? Bu ne biçim iş? Bu gerçeğe uymuyor. Burada insan tabiatına zıtlık var…” demiyorsunuz. Bütün bunlar, cemiyetimizdeki erkeğin bencilliğini bir kere daha ortaya koyuyor. Erkeksiniz. İşinize geleni alıyorsunuz. Hissi davranıyorsunuz. Kolaya kaçıyorsunuz. İşte ben BİR YÜREK SATILDI oyununda erkekleri de hicvettim, kadınları da… - Kadın – erkek arasında bir denge kurup ölçüyü kaçırmadığınız için şair arkadaşım Karakoç adına ve kendi adıma size teşekkür ediyorum. Ama diğer erkeklerin itirazlarını da saklı tutuyorum. Gelelim oyun hakkındaki müsbet görüşlere. - Önümde bir mektup daha var. Prof. Reha Oğuz Türkkan İstanbul’dan yazıyor. Şu cümleler ona ait: “…Piyesi seyrettim. Tahmin edebildiğimin çok çok üstünde buldum. (Baş tarafını ben olsam şöyle yazardım.) gibi teferruatın önemi yok. Eser tam bir şiir. Sürrealist teknik de tadında bırakılmış. Sağ olun…” Bunların dışında, BİR YÜREK SATILDI için genellikle “üzerinde düşünülmesi gereken bir oyun!” dediler. Bu görüş beni duygulandırdı. Buna sevindiğimi söyleyebilirim. - Necip Fazıl, bir eserinin senaryo haline getirilip filme alınmasından sonra rejisöre “eserimi eseriniz olarak seyrettim” diye tarizde bulunmuş. Siz, BİR YÜREK SATILDI isimli eserinizi ekranda seyrettikten sonra reji ve rejisör hakkında bir şey söyleyecek misiniz? - Çekimden önce, eserin sayfa sayfa yorumunu yaparak rejisöre verdim. Rejisör, bir–iki nokta dışında esere bağlı kalmış. Çekim çok iyi olmuş. Oyuncular rollerini büyük bir başarıyla oynadılar. Teşekkür borçluyum. - Rejisörün değişiklik yaptığı o bir–iki noktayı sorabilir miyim? - Eser ekranlara gelmeden önce, TRT Kurumu, İstanbul’da bir basın toplantısı düzenledi. Oyun önce gazetecilere gösterildi. Rejisör basın toplantısında dedi ki: “…Yazar toplumu yargılamak istemiş. Aydınları ve halkı eleştirmiş. Ben oyunda bir sınıf üzerinde durdum ve zenginleri ele aldım. Zengin sınıfı eleştirdim.” Gerçekten de ben konuya bir sınıf açısından bakmamıştım. Ben aydınlar demiştim. Rejisör, aydınlar yerine zenginler demiş. Balıkçılar sahnesinde, balıkçıları yargıladığım bir sahneyi kaldırmış ve oyunun ilk sahnesinde, aydınlar sınıfının yüzüne kocaman benler koymuş. Bu bakımdan mezat salonundaki bana göre aydınlar, rejisöre göre zenginlerinde yüzlerinde birer ben vardır. - Bizim de dikkatimizi çekti. O benlerin hikmeti nedir acaba? - Rejisör, bu zenginler, benli insanlardır demek istemiş galiba. 70 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Türk Edebiyatında Kadın Romancılar ve Emine Işınsu • Dr. Alemdar YALÇIN Türk Edebiyatı’nda kadın sanatçıların bir bütün halinde tahlil ve tenkidi üzerinde bugüne kadar nedense fazla durulmamıştır. Birçoğu magazin dergilerinde kalan ve hep modernliğin göstergesi olarak değerlendirilen kadının; şiir, hikâye ve roman yazması olayı üzülerek belirte-yim ki, yalnızca bir gösteriş çizgisinde kalmıştır. Romancılığımızın son on beş yılı içinde, adını; bakış açısı ve üsluptaki orijinalitesiyle duyuran kadın romancılarımızdan biri de, Emine Işınsu’dur. Sanatçıyı tam manasıyla değerlendirebilmemiz için, Tanzimat’tan bu yana edebiyatımızdaki kadın romancılarımızı kısaca gözden geçirmemiz gerekecektir. Romanın edebiyatımıza girişi, bilindiği gibi Batı aile ve sosyal münasebetlerinin memleketimize gelmesiyle beraber olmuştur. Batılılaşma hareketi, kadınlarımızın Avrupa’dan gelen bazı san’atlara ilgisini artırmıştır. Bu ilgi, dış hayata açılma bakımından, kadınlara göre daha şanslı olan erkeklerde sağlıklı değildir. Üzülerek belirtelim ki bu sağlıksız gelişme, kadınlara da sirayet etmiştir. Çünkü bir durum değerlendirmesine dayalı, serinkanlı düşünmenin ürünü olmayan bu hareket, gittikçe daha da hummalı bir şekilde özenti ve taklit halini almıştır. Bu sebeple Batıda, bilhassa Fransa’da yetişen kadın sanatçıların şahsiyeti, insana bakış açısı ve çevresini değerlendirme anlayışı hesaba katılmadan «Bizde de olsun.» kaygısı, yapmacık birtakım eserlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bütün bu mes’elelerin tahlilini yapmadan, bir romancı olarak Emine Işınsu’yu değerlendirmek eksik olacaktır. Çünkü kadın sanatçılarımızın önce neyi yapıp neyi yapmadıklarının ortaya çıkmasından sonra, yazarın özellikle kadın sanatçı olarak yeri de kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Tanzimat’tan sonra, sanatçılarımızın roman ve hikâyeye bakış açılarının yanlış olduğunu söylemiştik. Bu yanlışlığın en büyük sebeplerinden biri, birbirinden Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.74 farklı iki şeyden birini diğerine benzetme çabasıdır. Yani, Fransız kadın sanatçısı gibi yazmaya ve davranmaya çalışmak bu yanlışın başlangıcıdır. Fransa’da kadın romancılar nasıl yetişmiştir? Çevrelerini ve insanları tanıtırken bu kadar başarılı olabilmelerinin sebebi nedir? Rönesans’la birlikte Haçlı Seferleri sırasında sarsıları Avrupa’nın sosyal hayatında bir şehirleşme başlamıştır. Eskiden parmakla gösterilen asillerin yerini Fransız İhtilali’nin hemen öncesinde sayısız şehirli zenginler almaya başlamıştır. Ticari ve ekonomik gelişmeyi ellerinde tutan bu zümre, Paris’te gece hayatını da yavaş yavaş asillerin elinden almışlardır. Çoğu banker ve borsacı olan bu zenginlerin çevrelerinde; san’atçı, düşünür ve devlet adamları toplanmakta adeta yarış etmişlerdir. Böylece, Paris’in gece hayatında san‘at ve edebiyat önemli bir yer almıştır. Düzenlenen gecelerde bir şâirin, bir tiyatro sanatçısının, bir romancının bulunması artık bir adet halini almıştır. 17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar yazılan bütün romanlarda bu sosyal hayat bütün canlılığı ile kendisini gösterir. İşte bu toplantılarda kadınların erkeklerle bir arada bulunuşu, hatta bazı toplantıları kendilerinin düzenlemesi, tabii olarak Paris’in sosyal hayatıyla beraber, sanat hayatını da tesir altına almıştır. Madame de Stad’in felsefeyle karışık san‘at fikirlerinin olgunlaşmasında evinde düzenlediği bu toplantıların tesiri inkâr edilemez. (1) Sohbet ve tartışmaların bir san’at ve edebiyat muhiti meydana getirdiği gerçektir. Üstelik bu alabildiğine serbest bir kadın erkek münasebeti çerçevesinde olunca kadının kadınlığının da ötesinde bir tecrübe kazanmasına sebep olmuştur. Ünlü yazar George Sand’ın özel hayatındaki dengesizlik buna örnektir. Yine ünlü yazar, Mme La Fayette’nin hatta yine Mme de Stael’in özel hayatlarındaki uyumsuzluklar bu toplantıların sonucudur. (2) Özellikle 17. yüzyılda kadınların sanata ve düşünceye merakları Moliere tarafından alay edilecek ölçülere 71 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E varmıştır. Ama bütün bunlar hem sosyal münasebetler bakımından, hem de sanat kültürü ve sanat hevesi kazanmak bakımından önemlidir. Paris’te 17. yüzyılın ortalarında yapılan bu toplantıların hamisi durumunda olan kadınların bulunması dikkat çekicidir. Bunlar içinde La Bruyere’nin ünlü romanının yazılmasında payı tartışılmayan Markiz de Rombuyye’dir. Rambuyye’nin evi Racine, Moliere ve daha birçok yazarın okulu olmuştur.(3) Bu okuldaki ünlü yazarlar ve kadınların sanat ve edebiyat sohbetinde bulunmaları, kadınların gece hayatının entrikalarında oynadıkları aktif rol, kadın romancıların yetişmesine önemli oranda tesir etmiştir. O kadar ki, böyle toplantıların sadece meraklısı olan Mme de Sevigne’nin kızına yazdığı mektuplar zamanımıza gelecek kadar değer kazanmıştır. (4) Michelet’nin Fransız İhtilâli Tarihi’nde ihtilâli hazırlayan sebepler için de, bu gece hayatında kadınların rolünün uzun uzun anlatılışı, sanırız görüşümüzü kuvvetlendirecektir.(5) İhtilalden sonra bohem hayatının artık Hıristiyan ahlâkını da yıkarak yaygınlaşması ise, bizim konumuzun dışındadır. Yukarda kısaca özetlemeye çalıştığımız Fransız sosyal hayatını artık günü gününe takib eden, Paris’te çıkan moda ve magazin mecmualarını adeta kapışan erkek ve kadınlarımızın da bu hayatı İstanbul’da yaşamaya çalışmaları, o gün için normaldi. Tabii bu yaşayış, Paris’ten haberler, Avrupa muaşeret kaidelerinin günü gününe alınması yarışmasına dönünce, kadın sanatçı yetiştirme fikri de ölü doğmuştur. Çünkü tahlil ve tenkide dayalı bir sanat estetiğinin münakaşası yapılamamıştır. Nasıl yapılsın ki, Fransa’ya öğrenime giden gençlerimiz bile, ancak üçüncü sınıf felsefecilerin görüşlerine sarılmışlar, o dönemin gerçekten büyük felsefecilerini anlayamamışlardır. (6) Durum böyle olunca, Türk sosyal hayatında trajik unsurlar olmadığı için romanın da geç başladığı fikrini savunanlara hak verdirecek bir takım değersiz malzemeler ortaya çıkmıştır. Kadın sanatçılarımız içinde, eğer gerçekten sanat ve edebiyat estetiği verilse, trajik birçok unsuru romanlaştırıp üstelik bunu klasikleştirecek romancılar çıkabilirdi. Zifaf gecesi eşinin kolundaki nohut yakısı sürülmüş yarayı temizlemek zorunda kalan ve bu yüzden bir hafta sonra da boşanan Leyla Hanım’ın hayatındaki trajik unsurlar Prenses Cleves’deki iffet-yasak aşk çatışmasından daha az ilgi çekici değildir. Kaldı ki bu Leyla Hanım «dostlarının kendisini ayıplamasına önem vermeyecek» kadar rahat ve cesurdur. (7) Fransızcayı çok iyi bilen ve hatıralarını yazan Leyla Saz’ın da dikkatinin hikayeye çekilmemiş olması bir şanssızlık olsa gerek.. (8) Çünkü bunlardan sonra gelen hanımlarımızın denemeleri seviye olarak çok düşüktür. Edebiyat bir gelenek halinde, hep iyi şeylerin üst üste konulmasıyla olgunlaşır. Üzülerek belirtmek gerekir ki II. Meşrutiyet’in ilanına kadar böyle bir gayret olmamıştır. Şiir ise, her zaman olduğu gibi, roman ve hikâyeden daha çok ilgi toplar. İstanbul’da Recaizade Ekrem’le başlayan ve hemen hemen birçok konağa yayılan, sanat edebiyat toplantılarında Fransız sosyal hayatının ve sanatının bütün hareketleri adeta günü gününe takip edilir. Ama bu takip ne romantiklerin ruh ve hayal dünyasındaki çatışma, ne de realistlerin çevreyi araştıran, karşılaştıran ve yazan gözü olarak edebiyatımıza yansımıştır. Hem kadın sanatçılarımız, hem de erkek sanatçılarımız için sosyal hayatımızda yeteri kadar trajik unsur vardı. Hatta klasizmin ve romantizmin malzemesi olan büyük tarihi olaylar ve şahsiyetler sayılamayacak kadar çoktu. Bir yandan günden güne çürüyen ve yıkılan bir devlet; bu devletin yürütmesini olan kusurlarıyla, ihtiraslarıyla, devlet adamları; öte yandan azınlıklar, geri kalmışlık ve sayılamayacak kadar problem. Bu problemli çevrede İnsanın mutlu ve huzurlu olması da tabii ki düşünülemezdi. Bu kadar çok malzemesi olan sanatçımızın dikkati bu malzemeye çekilememiştir. Gazete ve dergilere hasta yatağından yazılar gönderen Makbule Leman Hanım, (9) devrini geçirdiği hastalıkların ruhundaki izlerini romanlaştıramaz mıydı’? Şüphesiz yapabilirdi. Ve üstelik kadın sanatçılarımız için, hiç bir zaman yazdıkları şeyleri yayınlayamama endişesi yoktu. Feryâd ki feryâdıma imdâd edecek yok diyerek içindeki fırtınaları ve sanatçı ızdırâbını haykıran kadın sanatçımız eğer ilgi duysaydı, başarılı romanlar yazması işten bile değildi. (10) Üstelik bu mısraların sahibi evini edebiyat sohbetlerine açacak ve edebi münakaşalarda bulunacak kadar hem kendi edebiyatımızı, hem de Fransız edebiyatını biliyordu. II. Meşrutiyet’ten sonra ise, İstanbul’da önce erkeklerin başlattığı feminizm hareketi, birçok kadın ve magazin dergisi yayınlanması, kadın romancı yetiştirebilmemiz için iyi bir ortam hazırlamıştır. Hatta kadınlar için konferanslar ve özel kadın matineleri düzenlenerek, kadınların sosyal hayata katılması teşvik edilmiştir. Ancak, gazetelerin fasiküller halinde dağıttıkları roman ilaveleri ve yayınların hemen tamamı, aşk, kadın-erkek ilişkileri, moda ve magazinle alakalı olduğu için yetişen yeni nesillere olumsuz etki yapmıştır. 72 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Aşk ve özellikle flörtün asırlardır yasak sayıldığı bir toplumda, bunun, yayın yoluyla meşruiyet kazanması gençler arasına bu tür yayınlara alâkayı artırmış, ciddi sanat eserlerinin ikinci planda kalmasına sebep olmuştur. Bu devrede yetişen kadın sanatçıların hemen tamamına yakın kısmı, sıradan aşk romanları yazmışlardır. Fransa’da sepet ve cep kitabı olarak değerlendirilen; yolda, işe giderken, dinlenirken veya uykudan önce okunan romanların aynen tercüme ve adapte edilmeleri II. Meşrutiyet’in en büyük kusurlarındandır. 1908 yılından sonra başlayan o zamana kadar gençlerimizin henüz tanımadıkları evlilik öncesi ilişkilerin romanlaştırılması, Cumhuriyet’ten sonra da sürüp gelmiştir. Önceleri erkek romancıların tekelinde bulunan bu tarz roman yazarlığı, yavaş yavaş kadınlarda da görülmüştür. Yakup Kadri, Reşat Nuri, Peyami Safa gibi ünlü romancılarımızın da gazetelerde bu tarz hikaye ve roman tefrika ettirdiklerinii biliyoruz, Sanatçıların büyük çoğunluğunun sırf çok satmak, bir kitapla ünlü olmak merakı, akıl almaz ve gerçek dışı serüvenlerle dolu ucuz piyasa romanları yazılmasına sebep olmuştur. II. Meşrutiyet’in kadın romancılarından Şükûfe Nihal, Güzide Sabri, Suat Derviş, Fehime Nüzhet, Afife Kemal, Mesâdet Bedirhan kadın erkek ilişkisini de tam manasıyla bilemedikleri için, sevgilileri birbiriyle son derece komik diyaloglarla konuştururlar. Bunlardan Fehime Nüzhet’in 1.Dünya Savaşı sırasında orduya yardım kampanyalarına katılmış olması sebebiyle, bazı sosyal konulara temas ettiğini görüyoruz. Ancak ele alınan konularda hem romanların kuruluşu, hem de olayların gelişmesi bakımından mantık hataları görülür. Mesela, romanın bir yerinde öğrenci olan genç, hemen sonra teğmen olur, daha hiç zaman geçmeden bir başka sayfada da yüzbaşıdır. Önceleri bu tarz aşk romanları yazan Halide Edib’in ülkemizin geçirdiği sosyal ve siyasi değişikliklere bağlı olarak yazdığı romanları bir kenara bırakırsak, edebi kıymet taşıyan bir kadın romancı yetiştiremediğimizi görürüz. Bunun en önemli sebebi, yukarda da söylediğimiz gibi gelişen sosyal düşüncelere değil de moda ve aktüaliteye önem vermemizdir. Üzülerek söyleyelim ki, bu önem veriş yaygınlaşarak, günümüze kadar gelmiştir. Bütün bu değerlendirmelerden sonra, Emine Işınsu’yu başlıca iki yönden ele alabiliriz! Bunlardan birincisi, edebiyat tarihimiz içindeki yeridir. Diğeri ise, 1970 yılını bir dönüm noktası alırsak --ki kadın sanatçılar açısından gerçek bir dönüm noktasıdır.sanatçımızın son on üç yılda eser veren kadın romancılarımız içindeki yeridir. Yukarıda anlattığımız, batılılaşmayı tam manasıyla anlayamamış olan aydının te’sir sahasına aldığı kadın sanatçıları, kendi hatasının içine sürüklediğini görüyoruz. Cumhuriyet’e kadar eser veren kadın romancıların sanat, üslup ve roman tekniği bakımından Emine Işınsu ile mukayesesi mümkün değildir. Bugün, Türk kadınının -geçmişe nazaran bir tecrübe kazandığı için- kaliteli eser verdiği ileri sürülebilir. Emine Işınsu’nun kültür seviyesi olarak, roman klasiklerini okuma imkânına sahip olduğu da söylenilebilir. Ancak, Tanzimat’la birlikte birçok Avrupa klasiklerinin ünlü romanları o zaman dilimize çevrilmişti; yani, kadınlarımız bu örnekleri o zaman da okuyabilirlerdi. Türk kadını o güne göre bugün daha sosyaldir, denilirse; bu görüş bir romancı için doğru olabilir. Ancak, kaliteli roman yazmak için büyük bir avantaj olarak değerlendirilmemelidir. Işınsu’nun piyes olarak yazdığı «Bir Yürek Satıldı» isimli eserinde, insan psikolojisini ve ruh dünyasını kavrayışı şüphesiz san’atçı yeteneğinin ürünüdür. Bu piyesini çevre, insan ve olay açısından ele aldığımız zaman, II. Meşrutiyet’te yazılmış romanların çevre, insan ve olaylarına benzediğini görürüz. Oysa yazar, bu üç unsuru başarılı bir üslup çatısı altına alarak, seyirciye sunma başarısını göstermiştir. Cumhuriyet’e kadar eser veren kadın romancılarımızla, Emine Işınsu arasındaki farklardan biri de sosyal muhtevalı eserlerdir. Eserlerinde sosyal konulara temas eden kadın sanatçılar, İstanbul içinden dışarıya taşmamışlardır. Devrin yaygın siyasi tavrının te’sirinde kalarak, adeta moda roman mantığını kullanmışlardır. Emine Işınsu, sosyal muhtevası olan romanlarında iki ayrı coğrafya takip eder: Bunlardan birincisi Türkiye dışıdır. Yazar, bir zamanlar bizim olan Rumeli’de bıraktığımız ve «evlâd-ı fâtihan» dediğimiz insanların acılarını dile getirir. Önce bir olay hayal ederek, buna sebep ve sonuç aramaz. Bir gerçekten yola çıkarak önce insanı açıdan, sonra da san’atçı hassasiyetine göre yorum yapar. Gerçek, bir zamanların verimli topraklarındaki insanımızdır. Bu insanın insanca yaşayabilmesini istemek, san’atçının vazifesidir, Dikkati çeken diğer bir husus, yazarın bu insanlarla arasındaki kültürel ve milli bağlılıktır. Önceki yazarlardan önemli farklarından biri de müşahedeye dayanmasıdır. Bu müşahede, yer yer etnoğrafik hususiyetler olarak romanında yer alır. Işınsu’nun eserlerindeki ikinci coğrafi mekân ise, doğrudan doğruya Türkiye’dir. 1970’li yıllardan başlayarak, eser veren veya ismini duyuran kadın sanatçılar arasında Emine Işınsu’nun yeri, çok değişiktir. 73 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Çok yönlü bir varlık olan insanı tanımak ve sanatçı gibi işlemekle, insanın sansasyonel :bir davranışını ele alarak istismar edip, şöhret yolu aramak arasında büyük fark vardır. Birincisi ne kadar yüce ise, ikincisi de o kadar süfli bir davranıştır. Üzülerek belirtmek gerekir ki, kadın yazarlarımızdan bir kısmı, ikinci yolu seçmiştir. Yani, kimsenin yapamadığını yaparak, okuyucuyu şaşırtmak. Bu kadın sanatçılarımız, gelişmiş ülkelerdeki bu tarz sansasyonel bazı romanları örnek aldılar. Oysa, her san’atçı bilir ki, sansasyonel roman başka, edebi roman başkadır. Edebi roman, basıldığı zaman belki hiç satmayabilir. Lanetlenir, protesto edilir ama, o her zaman bir san‘at eseridir. Batı’yı Tanzimat’ta ve II. Meşrutiyet’ten sonra nasıl takip etmişsek, bugün de aynı şekilde takib ediyoruz. Amerikalı yazar Erica Yong’ın birbiri peşi sıra çıkan kitabı, bu kadın romancılarımız tarafından taklit edildi. Onlar özel hayatlarının en gizli yönlerini, hatta biraz da normal insanda pek bulunmayan kısımları romanlaştırdılar. Böylece şöhrete ulaşacaklarını sanıyorlardı. Füsun Erbulak’ın daha ilkokuldan başlayan seksüel davranış bozukluklarını anlatması, Sevgi Soysal’ın «Yürümek» isimli romanında aynı şekilde isteklerinin selinde akan tipleri, diğer yazarlara da örnek oldu. Tabii olarak her davranış, kendisini haklı göstermeye yarayacak mantık örgüsünü de beraberinde getirir. Bu kadın sanatçılarımız da «kadınlara özgürlük» istediklerini söyleyerek, kendilerini savundular. En adi ilişkileri konu olarak alan Pınar Kür, kadınların «özgür» olamamalarına Müslümanlık’ın sebep olduğunu söyledi.(11) «Ölmeye Yatmak»ta zavallı Aysel, dilediği gibi sevişemediği için «özgürlük»ten mahrum ve dolayısıyla mutsuzdur.(12) Bir başka kadın yazarımız da, toplumda o kadar çok esir muamelesi görür ki şaşarsınız. İstanbul’un en güzel semtlerinde oturur. Uludağ’da tatil yapar. Kendisi gibi sosyalist arkadaşı Josep ile istediği zaman yatar; buna rağmen gene de mutlu değildir! 1970’li yıllarda meşhur olan Fürûzan’a göreyse, toplum evlilik gibi manasız şeyleri serbest bırakmış ve meşru saymıştır. Aşk gibi güzel duyguları da yasaklamıştır. (14) Emine Işınsu’nun bunlardan birinci ve en önemli farkı, kadın olarak erkek karşısında bir aşağılık kompleksine kapılmamasıdır. Çünkü kendisine bu levanten zihniyetli hanımların sandığı gibi, ikinci sınıf insan muamelesi yapılmamaktadır. Hiç bir romancı, önce kadınların hür olmadığı fikrini peşin olarak benimseyip, onu isbat etmeğe çalışmamalıdır. Fürûzan dışındaki diğer yazarlar böyledir. Emine Işınsu ise, romanlarının hemen tamamında ele aldığı mes’elelere bir kadın veya erkek gibi değil; bir insan gibi bakmaktadır. Zaten belirli bir san ‘at ve fikir seviyesi kazanan sanatçının böyle bir kaygısı da kompleksi de olamaz. 1970’li yıllardan sonra «köy romanı» yazamayan bu bayan yazarlar, hem sol fikre yardımcı olma, hem de yaşadıkları çevreden konu bulma endişesiyle yola çıktılar. Biraz kültürlüleri olan Sevgi Soysal, «Yenişehirde Bir Öğle Vakti»nde, kendince şehirli küçük burjuvaziyi ele almağa çalıştı. Diğerleri ise, aşk, ölüm ve cinsellik gibi konuları işlemeye başladılar. Çünkü ülkelerinin insanını tanımayı düşünemediler. Bu kadın san’atçılar içinde, edebiyat tecrübesi ve emeği en fazla olan, Adalet Ağaoğlu’dur. O da, «Ölmeye Yatmak»la Sevgi Soysal’ın peşinden, fakat ondan biraz daha başarılı bir roman yazmıştır. «Bir Düğün Gecesi» isimli romanını, ünlü İngiliz yazar Huxley’den aldığı iddialarının ciddiyeti de Ağaoğlu’nun san‘atçılığına gölge düşürmüştür. (15) Emine Işınsu’nun ise, aydın kelimesinin taşıdığı gerçek mana ile, memleketine ve İnsanına karşı bir sorumluluk duyduğunu görüyoruz. «Ak Topraklar» ve «Azap Toprakları»ndan sonra yazdığı «Sancı», bir toplumun belkemiğini teşkil eden gençliğin acılarını işlemesi ve meselenin çözüm yolları üzerinde düşündürmesi bakımından önemlidir. Yazar, halkına ve halkının problemlerine açıktır. Ülkemizde yıllardır tekrarlanan bir takım beylik sözlerin etkisinde değildir. Bu özellikleriyle değerlendirildiği zaman, Tanzimat’tan bugüne yetiştirdiğimiz kadın romancılar içinde, insanım tanıyarak., duyarak ve yaşayarak anlatan, ona yabancılaşmayan, bu sebeple de sevilen ve okunan bir san’atçı olduğunu görürüz. (1) Suut Kemal Yetkin, Edebi Meslekler Tarihi, DTCF yayınları, Ankara, 1941. (2) Atilla İlhan, Hangi Seks, Bilgi Yayınları, İstanbul 1974. (3) Racine, Bütün Eserleri, Dün ve Yarın Külliyatı, İstanbul, 1934. (4) A.G.E., (5) Michelet, Fransız İhtilali Tarihi 2, Devlet Kitapları, istanbul 1957. (6) Dr. Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, Türkiye İş. Bankası Yayınları, Ankara, 1964. (7) Mahmut Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, Sayfa 881. (8) A.G.E., Sayfa; 887. (9) A.G.E., Sayfa; 9{)9. (10) A.G.E., Sayfa; 1197. (ll) Yankı Dergisi, 7,13 Nisan 1981l. (12) A.G.Y. (13) Leyla Erbil, Bir Tuhaf Kadın, Cem Yayınları, İstanbul, 198Ü’. (14) Yankı Dergisi, 7-13 Nisan 198(1. (15) Tartışmanın Böylesi, Burhan Günel, Türkiye Yazıları, Ekim 1981, Sayı 55, Ankara. 74 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E TUTSAK • Yetik OZAN Emine Işınsu’ya Uzanıp boşluğa döndüm: Korku burcunda yücenin Yaşlı gözlerim üşüyor, Tavanından mor gecenin Pembe böcekler düşüyor… Silkinip kuşluğa döndüm: Mor dağılır, al açılır; Gün anahtar, gece kilit, Gerinir dal dal açılır Köse ahlat, kambur pelit… Doğrulup taşlığa döndüm. Bir zincir paslı sesiyle “Dur” dedi, “senden öndeyim!” Belli, dağılmaz sisiyle Hep o ertesiz gündeyim… Yeniden boşluğa döndüm. 75 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E TÜRK ROMANI VE IŞINSU • Ahmet Bican ERCİLASUN Bugünkü edebiyatımızda bir Işınsu vakıası vardır. Günümüzdeki Türk romanını onun ismini anmadan değerlendirmek mümkün değildir. Bugünden yarına kalacak birkaç isimden biri de şüphesiz Emine Işınsu’dur. Nâmık Kemal ve Ahmed Midhat Efendi, batı tarzındaki Türk romanının ilk isimleridir. Roman tarihimizdeki yerlerini, daha çok ilk olmalarına borçludurlar. Roman tekniğinde zayıf kalmış olmalarına karşılık, bu iki edibimizin, bilhassa Ahmed Midhat’ın, eserlerinde eski Türk tahkiyeciliğinin unsurlarını kullanmış olmaları müsbet bir husustur. Bu çizgi, ancak Hüseyin Rahmi ile devam edebilmiş, ondan sonra maalesef arkası gelmemiştir. Batı tarzındaki romanın ilk örnekleri üzerinden daha otuz yıl geçmeden ilk şaheserler ortaya çıkar: Mâi ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Eylül. Hâlit Ziya ve Mehmet Rauf’un eserleri o kadar güçlüdür ki Türk romanı onların çizgisinden bir türlü dışarı çıkamaz. Yakup Kadri, Halide Edip ve Reşat Nuri aynı çizginin büyük isimleridir. Cemiyetimizin geçirmekte olduğu derin sosyal değişme, doğu-batı çatışması, Halide Edip ve Yakup Kadri’nin romanlarında sosyal zemin olarak yer alır. Bu, onların Servet-i Fünunculara göre üstün taraflarını teşkil eder. Yakup Kadri’nin bir üslupçu olarak da romanımızda önemli yeri vardır. Ömer Seyfeddin, Reşat Nuri ve Refik Halit ise bugünkü sade Türk nesrinin (uydurmacılık bir yana) yol açıcılarıdır, Roman tekniği, üslup, sosyal muhteva ve psikolojik derinlik.. Bütün unsurları birleştiren deha, Peyami Safa’dır. Belki bir yazarımızın bir eseri, onun herhangi bir eserini aşmış olabilir. Fakat bir bütün olarak Peyami Safa ‘nın romancılığı, edebiyatımızda henüz aşılmamış bir sıradağ silsilesi olarak durmaktadır. Safiye Erol’un Ciğerdelen’i, Tanpınar’ın Abdullah Efendinin Rüyaları romanı (hikâyesi) ve Atsız’ın Ruh Adam’ı, edebiyatımızdaki tek tek zirvelerdir. Ciğerdelen ve Ruh Adam tarihle bugünü birleştiren, zaman kavramını âdeta silen yapılarıyla romanımızda çok ayrı bir yer tutarlar. Abdullah Efendinin Rüyaları ise doğrudan doğruya bir rûhun macerasıdır ki böyle bir maceranın bir daha kaleme alınabileceğini Töre Dergisi, S.139, s.58 sanmıyorum. Yukarıda belirttiğim gelişme çizgisi içinde sosyal realistler veya köy romancıları -birkaç istisna olmakla beraber-, tam bir gerileme teşkil ederler. Ya hepten iyi, ya hepten kötü tipleriyle, içine düştükleri basmakalıpçılıkla bu romanlar 1870li yılların çizgisindedir. Sırtlarından bu ağır yükü atabilen yeni neslin sosyalist yazarları, romanımızın gelişme çizgisini yakalamış görünüyorlar. Bugünkü Türk romanında üç isim var: Tarık Buğra, Emine Işınsu ve Sevinç Çokum. Diğer iki romancımızı başka değerlendirmelere bırakarak konumuz olan Işınsu’ya gelebiliriz. Küçük Dünya’dan itibaren devamlı bir gelişme gösteren Işınsu, bilhassa roman tekniği ve tipleştirme açılarından günümüz romanında ilk isim sayılmak gerekir. Roman tekniği, belki bir başka ifadeyle kompozisyon, Işınsu’da mükemmeldir. Olaylar kusursuz bir şekilde sıralanır ve sonuca ulaştırılır. Işınsu bir gerilim romancısıdır ve okuyucunun merak duygusunu elinde tutar. Kronolojinin dışına çıkış, bilhassa Canbaz’da tatbik edilen geriye dönüş tekniği gerilimi aksatmaz, bilakis daha canlı hale getirir. Işınsu’nun tipleri, roman yapraklarında sayfa sayfa canlanır. Roman ilerledikçe; ruh yapılan, davranışları ve konuşmalarıyla adeta öteden beri tanıdığınız canlı insanlarla kendinizi yan yana bulursunuz. Yalnız bu tiplerin fizik portreleri biraz siliktir. İlay, Kemal Efendi. Ali ve Sevim Abla böyle canlı, yaşayan tiplerdir. Işınsu’nun bir de idealize edilmiş kahramanları vardır: Tutsak’da Tarık, Çiçekler Büyür’de Arif, Canbaz’da Mehmet. Bu tipler yazarın çok değişik bir yönünü, belki de biraz fanteziye düşkün tarafını ifşa ederler. Onlar; yerde yürüyen, oturan, kalkan, konuşan kahramanların adeta başlarının üzerinde yer alan daha yukarıdaki bir tabakaya aittirler. Yaşayan kahramanların zihinlerindeki, ruhlarındaki ideal çizginin insanları. Fakat Arif böyle olmasına rağmen ne kadar canlıdır! O ölünce sanki bir ideal ölür. Sevgili Işınsu, o romanda Bulgaristan’daki Türkleri değil de bugünkü halimizi mi gördün yoksa?.; -Tamamen sübjektif olarak 76 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E söylüyorum- bu ikinci tabakanın kahramanları, beni daha çok cezbetmektedir. O esrarlı kahramanlarda büyülü ülkülerin büyülü güzelliklerini yaşarım. Işınsu’nun romanında üçüncü güçlü taraf sosyal zemindir. Tutsak, Sancı ve Canbaz; her biri bir askeri müdahale ile sonuçlanan üç devri çok canlı olarak verir. Tutsak, zannedildiği veya takdim edildiği gibi Kerkük Türklerinin romanı değil, 1960 öncesi Türkiyesinin romanıdır. Kerkük‘teki katliam, ikinci bir tabaka olarak ve uzaktan uzağa eserde yer alır. Doğrudan doğruya dış Türkleri konu edinen romanlar, sadece Azap Toprakları ve Çiçekler Büyürdür. Bu iki romanıyla da Işınsu, edebiyatımızda hususi bir yer tutar. Bizden olan, bizim parçamız olan Rumeli Türklüğünü, bütün dramıyla bu eserlerde yaşarız (1). Işınsu’nun çok canlı ve açık bir üslubu vardır. Bu üslup, belki de san’atkârâne olmadığı için tenkit edilebilir. Fakat bence romanda artistik nesir ancak yer yer bulunabilir; böyle parçaların fazla uzatılması, roman için «kullanılışlı» değildir. Bundan sonraki romanlarında Işınsu’nun artistik nesre zaman zaman yer vermesinin faydalı olacağı düşüncesindeyim. Bunu bilhassa tasvirlerde yapmalıdır. Zaten bana göre Işınsu romanının eksik sayılabilecek taraflarından biri dış tasvirlerdir. Tabiat, eşya ve insanın dış görünüşü, roman için şöyle bir dokunulup geçilecek kadar önemsiz olmasa gerektir. Bir de, Işınsu’nun bir romancımızda «mâlûmatfüruşluk» olarak nitelediği hususun roman için bir ölçüde lüzumlu olduğunu eklemeliyim. Bilgili ve kültürlü kahramanlar, ölçülü ve biraz «mâlûmatfüruşluk» acaba Işınsu’nun en mükemmel taraflarından biri olan gerilimciliğini aksatır mı? Emine Işınsu, yukarıda saydığım özellikleriyle, Türk romanının gelişme çizgisini başarıyla devam ettirenlerden ve bugünkü Türk romanının zirvelerinden biridir. (1) Çiçekler Büyür, sosyalist rejimin yaşanmış olaylara dayanan mükemmel bir tenkidi olarak; Azap Toprakları, Batı Trakya’daki Türklere karşı Yunan zulmünü gösteren canlı olaylarıyla, hariciyemiz veya devletin ilgili kuruluşları tarafından batı dillerine mutlaka tercüme edilmelidir. Desen: Kenan Eroğlu 77 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E KÜÇÜK DÜNYA • Mehmet Şeref ÖNAL Vaka: Nur, annesinin baskısı ile çocukluk basamağından geçmeden, büyük adam muamelesine tabi olan bir genç kızdır. Annesi, O’nun iyi yetişmesini, ilimle uğraşmasını istemektedir. Üniversitenin bitmesine kadar kesinlikle annesinin programından ayrılmayan Nur, içinde bulunduğu şartları değiştirme azmi ile önce annesini karıştırmadan evlenmeğe karar verir. Talebelik günlerinin arkadaşı Ferit ile evlenir. Bu hareket, annesine göre, yıllardır üzerinde çalışılan bir «san’at eseri» nin, sonun da malzeme kötülüğünden dolayı, «heba» olmasından başka, bir şey değildir. İstanbul’dan Urfa’ya çıkan tayin ile «KÜÇÜK DÜNYA»sının inşasına devam eden Nur, orada Gariplere -Urfa’nın dışından gelerek, oraya yerleşen Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.110 “ yabancılara- dahil olur. Canan adlı bir arkadaş bularak, Urfa’nın tabii zenginlikleri ve sosyetenin taşradaki gidişatı hakkında, fikir edinir. Nur kendisinden başlamak üzere, insanları ayaküstü tahlil etmek, mutluluğu, mutsuzlukla karşılaştırmak ve Ferit’ten şikâyet ederek, günlerini geçirmektedir. Bu yalnızlık, Ferit’in en iyi arkadaşı Murat gelince birazazalır. Bir ara, Urfa’daki tarihi eserleri inceleme gezisinde, Nur, daha evvel hayat hikâyesini dinlediği Murat’a, kendisini «çok yakın» hisseder, Bu duygudan başlamak üzere, Ferit hesabına «vicdan azabı» duymak gibi, dcğişik bir ruh halini yaşar. Urfa’nın sosyal hayâtı ile ilgilenirken, tesadüfen bir dînî âyîne misâfir olması, Nur’un hayatını daha derin ruhi girdaplara sürükler, değiştirir. Nur, Ferit’in 78 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E trafik kazası geçirmesini, hamile oluşunu, eskisinden daha makul bir boyun eğişle, kabul eder. Ferit yine kendisini anlamayacaktır. Hususi olarak yaklaştığı Murat, sadece, Ferit’in arkadaşıdır! Nur! «KÜÇÜK DÜNYA»sını, büyük dünya içinde eriterek. Ferit ile yaşamaya devam eder. bir mutluluk anlayışı ile yetiştirilmiştir!... Hâlbuki şahıslar. «KÜÇÜK DÜNYA»larını, büyük dünyaya açarlarken, kararlı bir irade ile; o iradeyi özümleyen sevgi-nefret, korku-cesaret, üzüntü-sevinç, vs. duyguları, «İMAN» ederek dengeye getirmelidirler. «Zemzem Bacı, Gariplere iş yaptığı için yerlilerce aforozlanmış. ilk geldiğim günlerde Zemzem Hanım, derdim. Pek bozulurmuş! Nihayet dayanamadı: -Bana Bacı de... Garipler «hizmetçilere» hanım, derler, ben hizmetçi değilim... » (s: 11) Eserde Zemzem Bacı, yozlaşmaya karşı milli benliklerini muhafaza edenlerin öğüdünü, değişen yerine, tekrarlamak vazifesini yüklenmiştir. Bu küçük diyalogu «kültür yozlaşması» ifadesi içerisinde inceleyebiliriz: Ak alınla, şimşek çakan gözlerle; «Ağır Bar» a duran, Erzurum’da ve bir kısım şark vilayetlerimizde, 12 yaşına basan her erkek çocuğa, şahsiyetinin oturmasını sağlamak ve Hz. Peygamberin Hadis-ı Şerif’lerinde buyurduğu emri, yerine getirmek üzere «Efendi» derler! Kara yağız yiğitler «Ahmet Efendi, Selçuk Efendi» nidalarını duyunca «Seniha Hanımların, Gülsen Hanımların» şahıslarındaki gururu idrak ederler. Efendilik, Hanımlık, bize, Orta-Asya‘daki Atsız tabirini hatırlatır. Orta-Asya‘da herkes doğuştan atsız olduğu gibi, şarkta da herkes doğuştan «Efendi»dir, «Hanım» dır. Ferit eserdeki aşık Nur’u, annesinden daha değişik sevebilen; yetişmesinden meydana gelen arızayı ve hassas karakterini kapatmaya çalışarak, hiç olmazsa, düğüne kadar sabretmesini bilen bir erkek olarak işlenir… Ferit, hesap yapmaktadır. Nur ile beraberken nerde susulacağını, nerde konuşulacağını artık öğrenmiştir!.. Nur’da da annesine isyan etmenin hesapları vardır. Aşkın «gönül işi» olduğunu, her ikisi de bilememektedir. Evliliği gerçekleştirdikten sonra, daha da az düşünmeyi seven Ferit, her şeye boş vermiştir; mutluluğun pergeli, şahıs ile münhasır daireler çizer! Fakat Ferit, iğneyi midesine koymaktadır. Merkez orasıdır! Nur biraz düşünür. Olayları muhakeme etmeye çalışır. Ama bu işi şuursuz yaptığı için, daha doğrusu hissi davrandığı için, o da «dairesinin merkezi» ni tesbit edemez. Ferit’te bulamadığı mutluluğu Murat’ta araması, Avrupai evliliklerinin Anadolu’da yaşayan bir numunesini «KÜÇÜK DÜNYA» yoluyla, gözler önüne serer: İhanet mubahlaşmıştır. Kutsal müessse «Kadınerkek ilişkilerinin yozlaşmasıyla» yıkılmıştır. Bu hassas tez‘in işlenmesi, okuyucuya yıkılan değerleri göstererek rehberlik eden san’at eserlerinin «en güzel örneğini» teşkil eder. İşlenen Tezler: Ana karakter Nur’un şahsında,«mutluluk» teorileri değerlendirilir. Zamanımızda, cem’iyetin topyekün mutluluğa gitmesi için uğraşan bir takım sistemler en fazla toplumun yapı taşı olan «aile» ye kadar inerler! Veya o birime kadar bile yaygınlaşamazlar. Şahıslardan, çok az bahsederler. Şahısları da içine alan bir tasnif söz konusu olsa bile, bu tür bir planlama «fert başına düşen yıllık gelir» veya «fert başına uygulanan asgari ücret» gibi, ana başlıkları bir türlü geçemez. Şahıslara tatbik ettirilmeye çalışılan unsur formalitelerdir! İdare-i maslahattır! Tabii olarak, bu uygulamanın neticesi, fert-fert, aile-aile dolayısıyla, topyekün mutsuzluğun tezahür ettiği dertlerin bilançosudur. Oysa şahısların şuurunda olarak mutluluğa gidecekleri yol inanmaktır, iman etmektir! Bu neticenin gerçek olduğundan habersiz olan «KÜÇÜK DÜNYA» daki karakterler, teferruatlarla uğraşmaktadırlar. Nur annesinin elinde şekil bulmaya çalışan, fakat o suni mutlakıyete karşı çıkamayan, isyan serzenişlerinin içinde yaşamaktadırlar. Okuyucu, Nur’un, bu sun‘i merkeziyetçiliğe karşı çıkmasını, bu duruma müdahale etmesini beklemektedir. Bu bekleyişi zamanında kavramamızı sağlayan yazar, ilerki sayfalarda, randevunun sevincini, okuyucu ile birlikte yaşar. Nur, evlenmeye karar verirken, mutlu olmak için gidilen yollardan birinin kenarında zorluyor gibidir. Aslında, verdiği kararın «şuurunda» değildir!... Nur, oyun bahçesinde, bir erkek arkadaş görmek istemiştir. Belki «Ben çocuk değilim!» derken, büyükleri azarlayan bir çocuk gibi, şahsiyetini bulmaya çalışır. O’na göre, bu bulmacanın galibi, mutludur! Nur, çocukluğunu yaşamamıştır!.. Akranları bahçenin yemyeşil yapraklarından bebeklerine elbise yaparlarken, o, felsefe teorilerini, oyun haline getirememenin, üzüntüsü içindedir. Okuyucu Nur’un doğacak çocuğunu bir «plastik bebek», kocası Ferit’i ise «Doktor Amca» gibi görmeğe, artık alışmıştır. 56. sayfada başlayan evlilik serüveni, mutluluk getirmemiştir. Yaşlı ve yalnız kendisinde gerçekleştiremediği çizgileri, çocuğunda şekillendirmek için çalışan bir annenin ithamları altında kaybolan Nur, dine ters düşen 79 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E AZAP TOPRAKLARI • Reşat GÜLER «Söyleyin be, siz de gavur mu oldunuz, söyleyin?.. Muhsine’min mezarcağızı kazıldı bu toprakta, söyleyin Mahmut ağa, bu ev yerceğizi için öldü. Oğlum bu ev yerceğizi için aklını kaçırdı, kızım bu ev yerceğizi için öldü. Uğursuz toprak, kara toprak benimdir,» Diyor bir dertli ana, Yunan’ın kilise yapmak istediği bir karış toprağı için! «AZAP TOPRAKLAR!», işte bu Batı Trakya’nın dinmeyen acısını yaşatıyor bizlere... Kulaklarımda bir deliçay uğulduyor, okudukça! Bekir’in, Ak Hoca’nın, Aydın öğretmen’in. Selim’in, Muhsine’nin ve Nazlı Bacılarımın, bize ulaşabilen dertleri bunlar. Ya onlar, beni duyabiliyorlar mı? Gözyaşlarımı görebiliyorlar mı? Ben de, onlardan fazla .. bir de yardım edemememin «acısı» var! Kendi kendime yetemiyorum! Elim oraya, nasıl ulaşsın? .. Yunan’a «kardeşlik şarkısı» sıralayan zihniyeti silememiştim daha! ... Orada «camiler» buldozerlerle yıkılırken, ben «Tahta At»ı onarmakla meşgulüm. Ben nüfus planlaması ile eritilmek istenirken; «A be susak ağızlı. O nasıl söz! Doğur inadına, doğur da, «çoğalıyor» diye ödleri kopsun, gavurların, uykuları kaçsın!» Diyen Fatma Bacı’yı, nasıl tanırdım. Okudukça yüz güçlü «Milliyetçi Türkiye» özlemi, büyüdükçe, büyüyor milyonluk gönlümde. İçim içime sığmıyor hırsımdan. Gümülcine’ye uçmak istiyorum. Fakat yürümekten acizim. Bekir nasıl gelsin «meclisin» önüne, derdini anlatmak için... «Ha desen, al bayrağı alıp, çıkacak damın üstüne... Köylüler kalkar mı ayağa, kalkar! Vallah sabaha dek, uyku girmez gözlerine, öyle seyrederler al bayrağı mutlak... Cumartesi günleri, Cumhuriyet Bayramı’nda filan, sırf «o’nun» altından geçmek için gitmiyorlar mı Konsoloshane’nin önüne... Yeter mi seyretmek! yeter mi bir altından geçmek ve sonra, bunun için hesap vermek Yunan polisi’ne: yetmez! Ölünür o «al bayrak» için be, ölünür!» san Kürşad’ın soyundansın ha Yunan, kaldır isyan bayrağını». Diye mırıldandım. Sonu ne olacaktı bunun? Eğilmeyen bir ulu çınar daha kırılıp, kuruyacaktı. Ben o’nu düşünmekten bile uzağım be! Fırladım dışarıya, durulmak için. Kar yağıyordu. «Kahvede yedi adam vardı. Yedi açık yara gibi... Kan içlerine akıyordu ve kar aktığından utanmadan yağıyordu!» Satırlarındaki harfler, buz gibi taneler olmuş, doluşuyordu kulaklarıma. Kar aşağıdan mı, yukarıdan mı yağıyor. belli değil. Sıkıntım, daha da arttı. Önüme gelen ilk sinemaya girdim. Leyla ile Mecnun filmini seyredemedim. Çıktım. Yine, Gümülcine’deydim! Bu da aşk mıydı? «Bu yaz, bir şeyler getirecek mi bize, toprağı benim diye saracak mıyız, sen ondan haber ver... Nâzlı kızı unuttuk biz... » Derken, yüreği kan ağlayan Bekir’i, düşündüm! Yine gözlerim mi dolacaktı ne? Herkes, yabancı geldi birden, yapayalnızdım Başkentte. Koşarak yurdun yolunu tuttum. Akşam ezanı okunuyordu. Acaba, oralarda da «tekbir» sesleri, duyuluyor mu? Yoksa; «Bir çocuğa, Türk’lüğümü belletsem yeter. Burada kalacağım!» Diyen, Ak Hoca’ların yerini; «Türk’lük neymiş, zaten Türkiye kâfir oldu» Diyen, Kazım Hoca’lar mı almıştı hepten? Şu şemsiyenin altındaki «sarı saçlı, kırmızı kurdelalı, minimini etekli kız» Muhsine’ciğe ne kadar uzak... Kar hafifçe yağıyordu. Ben hala, koşuyordum. Görenler, ıslanmamak için koşuyor zannedecek. Bir şeyden mi kaçıyordum; yoksa bir hedefe mi ulaşmak istiyorum. Bilmiyorum! Birden aklıma gelmişti. Site yurdundaki Kerkük’lü arkadaşlarla dertleşmek. Ha Gümülcine’li, ha Kerkük’lü, özümüzü yoğuran aynı dert değil mi? Biraz konuşup ferahlamalıyım. Boğulacağım! Kar hala yağıyordu. Düştüğü yerin, kirliliğine aldırmadan. Diyen Bekir’e, ne öğüt vereyim; «Haydi be; Bekir! Kırk kişi ile Çin Sarayı’nı baTöre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.105 80 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E AZAP TOPRAKLARI • Hüseyin MÜMTAZ Emine IŞINSU, NOBEL alamaz... Ben de NOBEL’in yahut uluslararası herhangi bir yarışmanın jüri üyesi olsam, Emine IŞlNSU’ya tek oyumu bile vermem. Emine IŞINSU, romancı mı, romancı; dilini çok iyi kullanıyor mu, kullanıyor, çağının tanığı mı, (!) elhâk. . O hâlde?... Ha kadınlığı derseniz, hiç alâkası yok bu düşüncemle.. Kadın romancı olmaz mı, o da olur. Hem romancının kadın olması, ille her olaya kadınca bir yorum getirmesini de gerektirmez ki; dudak bükelim. Yâni, romanın kapağında kadın ismi görünce, ya yalnız kadınları ilgilendiren olayları yazdığı yahut bütün olayları kadınların gözüyle yazdığı gibi bir ön hüküm mü takılıyor aklımıza?.. Hayır.. Mesele bunların hiç biri değil. Meselâ bir kış günü, akşam vakti, günün bütün yorgunluğuyla, dışarının soğuğundan, kirinden, kalabalığından evinizin sakin, huzur dolu havasına girince, meselâ yemeğinizi yiyebiliyor, sonra pijamalarınızı giyip, meselâ çocuklarımızla alt alta üst üste şen şakrak kahkahalar atıp, oynayabiliyor ve meselâ sonra şöyle ayağınızı uzatıp televizyonda istediğiniz programı seyredip veya gazetelerinize dalabiliyor musunuz? Ve meselâ bunları yaparken tatlı bir rehavetle kestirebiliyor musunuz? Ama Emine Işınsu bunları yazmıyor. Emine lşınsu; insanlığın ortak(!) değerleri olan barış, özgürlük, kardeşlik yahut insan hakları, emeğin en yüce değer olduğu yahut ne bileyim, bütün dünya halklarının kardeş olduğu ve bu düşünceden hareketle Rus ağabeyin Afganlı ya da Polonyalı kardeşini neden öpmesi gerektiğini de yazmıyor. Emine Işınsu; meselâ bir Batı Trakya Türkü’nün, neden akşam evine gidemediğini bir Kerkük Türkü’nün akşam evinin neden ısınamadığını, Bulgaristan’daki Türk çocuklarının akşam evde babalarıyla gülerek oynamayı neden unuttuklarını, hattâ 70’li yıllarda Türkiye’de Türk milliyetçilerinin çektiklerini yazıyor. Emine Işınsu bildiğim kadarıyla hep nobrium, librium vb... kullanır, her sorduğumda da başı ağrımaktadır. Ben de ne zaman onun romanlarını okumaya başlasam, midem ağrıyor. Midemin ortasına bir sol kroşe yemiş gibi olurum romanın ortalarında, sonra bu ağrı yükselir, boğazıma gelir oturur kalır. Kapatırım kitabı, yarım kalır günlerce.. Cesaret edemem devam etmeye. Azap Toprakları’nda da böyle oldu (Batı Trakya), Tutsak’da da böyle oldu (Kerkük), Çiçekler Biiyür’de de (Bulgaristan) ve Sancı’da da böyle… (Türkiye) Fikret Kürşat, Emine Işınsu’yu Kıbrıs’a davet etmiş, Kıbrıs Türk mücadelesini yazsın diye… “Artık acı çekmeye tahammülüm kalmadı” diye cevap verdiğini söyledi bana. Doğrudur. Ve Emine Işınsu Nobel alamaz, vermezler. Çünkü Emine Işınsu Türk’ü, Türk’ün çilesini yazmaktadır. Emine Işınsu bunalıp, bir takım baskılardan çekinip, İsveç’e, Almanya’ya, Fransa’ya veya meselâ Arabistan’a da çekip gidemez. Çünkü Türklerin ikinci vatanı olmaz... Vatan burasıdır. Oralara gidip, dışarıdan Türkiye, Türkiyeli halkların kurtuluşu üzerine ahkâm kesmez. O Türkiye’de kalıp, Türk’ü yazmaya, acı çekmeye, Nobel alamayacağını bile bile Türk’ün çilesini yazmaya mecburdur. Türk’le beraber gülünceye kadar... 81 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E TUTSAK • Dr. Hüseyin YENİÇERİ “Tutsak”(1) Işınsu’nun Ötüken Yayınları arasında çıkan yeni romanı. “Küçük Dünya” (2) adlı romanı ile bu türde ilk eserini veren yazar, Turizm ve Tanıtma Bakanlığı’nın “Sanat Armağanı”nı kazanmıştır. İkinci romanı üç yılda üç baskı yapan “Azap Toprakları” (3) adlı, dış Türkleri konu edinmiş güçlü bir eser. Bu romanda Işınsu kendine özgü üslûbu ve başarılı bir anlatımla, Batı Trakya Türkleri’nin kendi kaderlerine terk edilmişliklerini; acı, ıstırap, ölüm dolu hayatlarını hikâye etmiştir. Milli Türk romanının ustalarından olan yazarın “Ak Topraklar” (4) adlı tarihî romanında, Dede Korkut üslûbuna yakın bir anlatımla Türklerin Anadolu’yu yurt edinişleri anlatılmıştır. Sanatçının dördüncü romanı Tutsak ise Irak Türklerini ele almış. Birçok millî meselemize de parmak basılan eserde, içimizdeki tutsaklar da anlatılmış, hangi hasletlerini kayıp ettiklerinden bu durumlara düştükleri verilmeğe çalışılmıştır. Bizce Tutsak önemini, ele aldığı konudan almaktadır. Konunun derinliğine ve gerçekçi bir tutumla işlenişini de eserin önemini arttıran diğer unsurlar olarak kabul edebiliriz. Romanda Türk Milliyetçiliği ülküsü ile dopdolu bir idealist olarak tanıtılan Târık, tüm Kerkük’lü soydaşlarımızı temsil eden bir semboldür. Târık, yüzyıllarca hür ve bağımsız yaşamış milletine, büyük bir imanla bağlıdır. Milletinin tutsaklığı, sömürülüşü, horlanması O’nu yeyip bitirmektedir. Milletinin yüceliğine olan inancı, O’nu yarına umutla bağlanmağa yöneltiyor. Bu kurtuluş umudunun «Anavatan»dan uzatılacak kardeş ellerle gerçekleşeceğini sanarak, Türkiye’ye gelmiştir. «27 Mayıs»tan 1 yıl öncesine tesadüf eden o günlerde Türkiye için için kaynamaktadır. Derdini çoklarına söylemiş, sadece ülkücüler dinlemişler O’nu. Târık bu guruba ve liderlerine içtenlikle inanıyor. Fakat onların da yapacakları bir şeyleri yoktur. Sonunda Kerkük’e dönüyor Târık. 14 Temmuzda bütün Türkleri yok etmeği Hacettepe Üniversitesi Öğr. Üyesi (Bozkurt Dergisi, 1973, Ankara) 82 amaçlayan komünistlerin tertipledikleri katliamda O da, diğer soydaşlarının içinde şehâdet şerbetini içiyor. Tutsak gerek Türkiye sınırları içindeki Türkleri, gerekse dış Türkleri; her çeşit tutsaklıktan kurtaracak ülkücü lideri de müjdeliyor. Dil bakımından başarılı bir Türkçe’nin uygulandığı eser, tahlil etmeğe çalıştığı devrin panoraması durumundadır. Eserin birçok yerine serpiştirilen Kerkük Horyatlarının, onu, birçok yönden millî çizgilerin yoğun olduğu bir tablo durumuna ulaştırmada büyük katkıları olduğunu görüyoruz. Bo horyatları ile kendi acılarını dile getiren söyleyişlerden başka, bu vefalı ve mustarip soydaşlarımız, bizim dertlerimizle de yakından ilgililer. Emine Işınsu’nun dış Türkler meselesine Azap Toprakları’ndan sonra eğilen bu yeni romanının ülkümüze büyük katkıları olacağını sanıyoruz. Sanatçı bu fikrî eserinde, gerçekçi bir yol izleyerek meselelerimizi tahlile çalışmıştır. Türk Milliyetçiliği ülküsüne gönül verenlere, bu eserin birçok yararlar sağlıyacağına inanıyoruz. DİPNOTLAR (1)TUTSAK, Emine Işınsu, Ötüken Yayınevi, 1973 - İst. (2)KÜÇÜK DÜNYA, Emine Işınsu, Yağmur Yayınları, 1966 – İst. (3)AZAP TOPRAKLARI, Emine Işınsu, Ötüken Yay.1969 – İst. (4)AK TOPRAKLAR, Emine Işınsu, ÖtükenYayınevi, 1971 – İst. Desen: Üzeyir Çaycı F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E SANCI’YI BUGÜNDEN OKUMAK • Ahmet ŞAFAK* Cemil Meriç, “ Ruskin kitapları ikiye ayırır“ der. ”Geçici olanlar, kalıcı olanlar.. Geçici olanlar faydalı veya tatlı birer konuşma: Seyahatnameler, hatıralar.. Kalıcı kitap sohbet değil yazıdır. Bir kaç sayfaya sıkıştırılmak istenen bütün bir hayat!“ Kitabı hayatla ifadeleyen bu açıklama bir yazarın fantazyası değil elbette. Ömrü acı, tatlı olayların ortasında geçmiş ve içinde yaşadığı toplumun macerasına bigane kalmamış insanlar için kalıcı kitapların yeri harp yoldaşlığı mesabesindedir. Harp yoldaşlığı unutulmaz! Sancı romanını okuduğumda yıl her halde 1979’du. Bu tarih, şimdi zaman şuurunu yitirdiğimiz bu vakitte, o kadar uzak ve o kadar yakın ki kitabın bir çırpıda içtiğim sayfalarında bazen geriye dönük okumalar yapıyor ve Şişli’nin kıyıcığındaki okulumuzun marksistlerine Leyla,Turgut, Adnan, Seyhan gözüyle bakıyordum. Beni üç sahne çok etkilemişti. Arkadaşlarını takas yoluyla kurtarmak amacıyla kaçırdıkları solcu gençleri “esire bakmak Türkün töresindendir “ gerekçesiyle yedirmek için ceplerindeki paranın hepsini harcayan ağabeyler ve Önkuzu’nun suret değiştiren şehadeti.. Peki üçüncüsü?!! O, hala hatıra boyutunda yaşayan bir sahipsizlik sendromu: Coşkun Karakaya’nın suçsuzluğunu ispat için şehit Süleyman’ ın son nefesini feda etmesi .. Bu üçüncü sahne, bir mübarek şehidin timsaliyetinde, Türk milliyetçilerinin doktriner anlamda sosyal alana çıktığı zamandan itibaren yaşadığı yalnızlık ve kimsesizlik halinin ölümcül ve trajik bir numunesidir. Yalnız ve yaralı yüreklerin pür kahramanlık ve beklentisiz adanmışlık ikliminde cehtettikleri masumiyet çabası, bütün devirlerde boğaza takılan cehennem halkası gibidir. Hayatın hesap kitap denkleminde hesapsız ve umarsız bir alturizm, adaletsizliğin en acıtıcı hallerini yaşatır insana. *Sanatçı, Yazar Bu ülkenin dirliği ve Türk milletinin varlığı davasını önüne koyan genç yüreklerin sistem ve devletlûlar nezdinde cüzzamlı muamelesi gördüğüne yaşayarak tanık olan bir neslin içinden geliyoruz? Sistemin içinde nefes alıp sistemin dışında tutulan diğergam fedailer, türlü çile ile anlatılacak bir zamandan şahaser bir yalnızlık hikayesi çıkarmayı bildiler. Ülkücülerin bu yalnızlığı Osmanlı sarayına ve Cumhuriyet köşküne sarmaşık gibi yapışan dilaver oğlanı devşirme güruhu tarafından estirilen yabancılaşmanın gölgesinde gerçekleşti? Bir yanda dilaverler sistemi diğer yanda bu sistemi yıkacağım diye köşkü ele geçirmeye çalışan haşhaşin tayfası..Bu hain denklemin arasında kalan ülkücüler.. Devran şimdi de aynı teknikle dönmüyor mu? Bu devranda Dündar Bey aksini söylese de ölüm ve sorumluluk hep gölgede, zemheride, koridorda, meydanın ortasında kalakalan fedailere düşüyor. Buruk bir sahne.. Leyla, devrimci arkadaşları tarafından hırpalanmıştır, suçu ülkücülere, Dursun’a atar. Ali büyük bir hayalkırıklığı ve öfkeyle Devlet dergisine gelir ve ona gerçekleri, ablası Leyla’ya gönül koymasın diye törpüleyerek anlatmak iftira mağduru tarafa düşer? Batıcı algıyla mazoşizm tadındaki bu duruş aslında Türk Milliyetçiliğinin bir karakter ideololojisi olduğunun da altını çizmeye muktedirdir. Bu süreci ülkücüler yaşadı. Romanın bu derece iç burkmasının bir sebebi de kahramanların nefes alıp verişleridir. Şimdi o iklimin uzağındayız, itiraf edelim. Şehit Süleyman’ın son nefesi hâlâ sesimizin arkasında yedekte bekleyen bir can simidi gibi. Ve biz bu helâl nefesi unuttuğumuzda kendi hikâyemizin ötelerine savruluyoruz. Hayal dünyamız geçmişi de içinde barındıran “şimdi“ coğrafyası. Bir yaşanmışlıklar odası..Sadece bizim değil, bizim adımıza bir yerlerde yaşayanın da “bizim dejavumuza“ girdiği anlar iklimi.. Çiçekler 83 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Büyür, Küçük Dünya, Azap Toprakları, Tutsak, Canbaz, Nisan Yağmuru.. Hepsi bizden bir parça,hepsi maveramızın bölümleri, hisseleri. Bugünkü günde, küresel terziler tarihi atlasımızı paramparça ederek en büyük parçasını da Yeni-Osmanlıcı kompartıman şeklinde ayırmadan önce kitap kitap Türkün ruh iklimine dokunan eserler bunlar.. Hepsi parçamız ama Sancı doğrudan doğruya biziz. Ertuğrul Dursun Önkuzu’nun Zile’de doğan ve Ankara’da fani anlamda sona eren hayatı bu hikayede sadece bir ayna; bakıyorsun kendi hikâyeni görüyorsun. Leyla’nın sesini duyduğunda bağ evine sırtüstü uzandığında yeni yetme serçeciklerin kanat seslerini işiten aslında biziz. Ziya Gökalp’in Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak eserindeki “Şehirli” sınıfından çıkmış Saadettin tiplemesi ancak sevimli, şımarık ve gayri milli sınıfına gayri milli bir başka ideolojiye kapılarak yabancılaşacak bir Leyla yetiştirebilirdi. Ve bu sınıfın içinde bataklıktaki çiçek gibi sınıfının günahlarını temizleyecek bir saflıkta Ali... Dursun’un yabancı olduğu bu çevre aslında hepimizin yabancı olduğu ama geniş kalabalıklara galebe çalan imtiyazlı bir çevre değil mi? Ve Dursun’un, Ali vasıtasıyla “kimse hükmen kötü olamaz ve biz insanları sınıf sınıf değil milli kültürün içinde,dışında ya da duyarsız şeklinde değerlendiririz“ diyerek elini uzattığı bu kast bugünde altın tepsi içinde küresel güçlere teslim olmuyor mu? Minicik Dursun’un bir garip bir yoksul bir derin arkadaşlık kurduğu Hemşire Nurten’in yıllar sonra mahvolup gitmesine seyirci kalmamak için yapayalnız nasıl çırpındığı da ancak ülkücüye has bir insancıllıkla açıklanabilir. Teoriden yoksun derin ve öznesiz..Ve Sadettin’ler yine konjöktüre göre kapıların ardında kim var diyerek cümlelerini binbir maskeye boyayarak kurmuyorlar mı? Yaşamı “tapi olmak “söylemiyle faydaya tekabül eden zihniyet yürütme gücünü,siyasi güce, ekonomik güce ve son tahlilde küresel güce devşiren haşhaşinler karşısında elindekini korumak için memleketi ateşe atarak teslim olmuyor mu? Ve şimdi Nişantaşı gecelerinde ilahili, fasıllı ikbal toplantıları düzenleyip okyanus ötesine övgüler düzülmüyor mu? Devlet dergisinin yazıhanesinden içeri giren saçları toplu genç kadın Dursun’un hikayesini içselleştirerek Saadettin’in nemelazımcılığını, Turgut’un küçük burjuva şalına bürünmüş sahte haysiyetini, hemşire Nurten’ın tutunamayanlar köyünden çıkardığı ruh kadavrasını ideolojik bir hınçla edebiyat tarihine armağan etmiş değildir. Bugün Devlet Baba nosyonuna bi hakkın dikkat eden dünün Demirel’inin pragmatik hezeyanı bizim için oldukça öğreticidir artık. Biz ”İti ite kırdırıyoruz“ aforizması içindeki yerimizi çoktan unuttuk. Bozkurt edasıyla gezindiğimiz tarihin içinde yaramızdan hala kanlar akıyor ve biz nöbeti devretmedik. Zaman aslında bizde yaşıyor. Kitaplar, bir kuantum tılsım gibi, okunduklarında yeniden yazılırlar. Hele hele kalıcı kitaplar hiç ölmezler ve yeni yazılmış gibi tazedirler. Sancı kitap değil adeta bir eşik. Benim eşiğim, bizim eşiğimiz. Romantizmini kaybetmeyen bir ruh eşiği. Postmodern zamanların öğütücülüğünde ileriye atacağımız uzun adımın arkamızda duran kuvvet noktası. Öyle demiyor mu Henry Bergon “toplumlar çağı kaçırdıklarında bir yaratıcı hamleye muhtaç bulunurlar. Bunun için geri geri gitmek ve hızlanarak ileriye atılmak şarttır..” İşte geride duran hız eşiği Sancı’dır. Sancı’yı okuyunca kabuk değişimlerin dışında toplumun değişmediğini gözlemlemek çok mu anakronik olacaktır. Süleyman Özmen şehit düştüğünde kalabalık içinde yürürken halkına “o sizin için öldü, izin umurunuzda değil“ diyerek içlenen Dursun, bugün yaşasaydı açılıma ve sekiz bine yakın Mehmetçiğin aziz naaşına rağmen oyunun yarısını iktidar partisine veren seçmen iradesine nasıl hitap ederdi? “Bu al kınalı koçlar sizin için şehit oldu ama siz dizi filmlerden, Acun Ilıcalı imzalı gösterilerden, evlilik, yemek, magazin programlarından kendinizi alamıyorsunuz, bu tiyatronun müsebbiplerini destekleyerek zulme ortak oluyorsunuz “ demez miydi ? Sancı bize çok şey öğretiyor. Sancı kalıcı bir kitap olarak zamanı aşıyor ve bizi kendi metoforumuzu yaratmaya sevkediyor. Dursun Sancı‘da yaşıyor; sadece Zile’de ki gençlere değil bugün bu fetret ortamında fikri koordinatlarından habersiz olanlara da rafine bir dille söylenmesi gerekenleri söylüyor: Eğer milletin fertlerinde milliyetine, töresine, dinine bağlılık kalmamışsa o millet benliğini kaybeder kendisi olmaktan çıkar. Sokaktan okula kahveden fabrikaya koşmalıyız. Kendi sanayimizi kendimiz kurmalıyız. İmkanlarımız bol bu imkanları büyük ve güçlü Türkiyeyi kurmak için kullanmalıyız. Biz toplumcu ekonomik görüşe sahip olduğumuz için milliyetçi değiliz, biz milliyetçi olduğumu için toplumcu ekonomik görüşe sahibiz.. Bu sözler, ülkücü hareketi solun karşısına yerleştirerek reaktif bir statikoda tutmak isteyenlere zamanın üzerinden hitap ediyor. Bugün, ülkücü hareketten sol bittiği için kendisini feshetmesini bekliyorlar. Büyük milliyetçi Türkiye’yi kurmak değil, solu tasfiye etmek şeklinde sınırlandırılmış bir lokal hareketi düşleyenler aslında çekilen bunca sancının hatrına küresel zihniyetin yerli işbirlikçiliğine soyunuyorlar. Sancı’da ki ülkücü, sosyal, kendinden emin, inançlı ve doktriner.. Sancı’da ki ülkücü kitabi, 84 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Çalışma: İsmail Kandemir mücadeleci ve şovalyeleri kıskandıracak bir tarihsel kimlik tadında.Töresine düşkün,çizgisine bağlı, tartışmacı ve bilgi eksenli. Sancı’da ki ülkücü Türkçü, müslüman ve çağdaş.. Sancı direnenlerin öyküsünü içeriyor. Bu direncin çok kalesi var artık. Çünkü çok sancı çekildi. Sadece çekilen sancıyı unutanlar var. Bir de unutmayanlar ve daima hatırlayanlar. Aslında bize bir Dokuz Işık Yürüyüşü daha gerek. Köslerin vurulduğu, Mehterin çalındığı. Öğrencilerin, esnafın, işçinin, memurun saf tuttuğu, düzenli birlikler halinde Tandoğan’ı şölen havasına döndüren yürüyüş.. Önde Dursun, mavi renkli Göktürk bayrağını taşıyor... ”Tanrı Türkü korusun !” nidaları çınlıyor dört bir yanda. Altı sosyal dilim ve milliyetçi Büyük Türkiye’nin fedaileri balkonlardan atılan çiçeklerle adım atıyorlar geleceğe.. Küresel kaosun efendileri bu sosyal ülkücülüğün, bu içtimai mefkureciliğin karşısında afallıyorlar. Bu hayal mi ? Bize bir Devlet daha gerek. Osman’ın Ali’ye çay demlemeyi öğrettiği, Mehmet’in geciken yazıları toplamak için ceht ettiği, Dündar Bey’in boy boylayıp soy soyladığı bir devlet. Zayıf uzun siyah saçlarını arkasına gelişigüzel toplayıvermiş, siyah bir pantolon ve kazak giymiş, yorgun yüzlü bir genç kadın yazısını bizzat getirdiği ve Ali’nin yanağını okşayarak “sen de kimsin“ dediği, ülkücü fikrin köşelerini, sistemini, tarihini, ekonomik görüşlerini anlatan bir Devlet. Büyük dava adamları zaman içinde zamanı yaşayanlardır. Zemin, zaman, mekan farkı gözetmeksizin iyi olan, güzel olan ne varsa yaşayan ve yaşatanlardır. Türkiye o günlerde değil artık değişti diyenlere söyleyecek çok sözümüz var. Değişimin kirli yüzünü renklere boğarak idraklerden kaçırmaya çalışanları deşifre etmek artık çok kolay. Çünkü bütün stereotipler karşımızda, sahnede yerlerini almış durumda. Saadettin’de yaşıyor leyla’da.. Sabiha’da yaşıyor Turgut’ta.. Bakın tombul elli, kel kafalı “iti ite kırdıran da“ hamdolsun yaşıyor. ”Ülkücü sözüymüş sizin komünistlerden ne farkınız var“ diyen fakültenin kaytan bıyıklı öğrenci birliği başkanı şimdi Saadettinlerle kol kola vererek iktidara oturdu. Hala yaşıyor. Dursun mu ölecek! “ Erenler ölmez efendim suret değiştirirler !” 85 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E “Çiçekler Büyür” Hakkında • Galip ERDEM* ... Efendim ben, Çiçekler Büyür romanı üzerindeki düşüncelerimden çok, yirmi yıldır yakını olduğum ve eserlerini yazarken umumiyetle yakınında bulunduğum romancımızın “kendisinin de sözünü ettiği” hususiyetlerden konuşmak istiyorum. Bu hususiyetler, şüphesiz bana göre, gerçek bir sanat eseri ortaya koyabilmenin de bir manada şartlarıdır. Efendim, Emine Hanım, bir roman yazacağı zaman, iki yönlü bir hazırlık yapıyor. Birisi işin emekçiliği, bilgi... İlk romanından son romanına kadar, bu emekçiliği gerçekten imrenilecek bir dikkatle, hassasiyetle yaptı. Şahidiyim hadisenin. Ak Topraklar’ı yazarken; ciddi Selçuklu Tarihi okudu; hem de bu konuda yazılmış bir kaç tarih kitabını birbirleriyle karşılaştırarak. Osman Turan Bey ne diyor, efendim Altan Köymen ne diyor, Kafesoğlu ne diyor... Şu isim nasıl yazılır, doğrusu nedir? Alparslan’ın hanımından, anasından hepsini... Peçenekler, onların tarihimizdeki yeri nedir... Velhasıl Ak Topraklar, böyle yazıldı. Sonra Tutsak, Kerkük Türkleri... Buradaki Kerküklülerle görüşmeler, Kerküklü Türklerin durumuyla ilgili kitaplar okundu; bu hususta bilgisi olanlara müracaat edildi; 1956’nın meşhur katliamı ile ilgili, her türlü imkân zorlandı ve bilgi istendi. Azap Toprakları, Batı Trakya’da şehirlerde ne var ne yok; hepsini araştırdı. Çok geniş bilgi taraması yapıldı. Batı Trakyalı çocuklar arandı, bulundu. Böylece Azap Toprakları yazıldı. Sancı yazılırken, yollara düşüldü. Zile’ye gidildi, rahmetli şehidimiz Dursun Önkuzu’nun ailesi, oturduğu ev, Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 babası ve kardeşlerinin yanında bir kaç gün kalındı. Zile gezildi. Ailenin tarihi ve konu ile ilgili her şey öğrenildi. Buradaki Ülkücü gençlerle ki, zaten kendileri de onların ablası durumundaydılar. Mücadelelerin bir daha macerasını ve destanını dinledi. Çiçekler Büyür’de de aynı şey yapıldı, diyelim Mahmut Necmettin, Altan Deliorman Bey vasıtasıyla dinlendi. Bulgaristan’daki arkadaşlar, Batı Trakya’dakiler gibi değildiler, biraz daha fazladırlar içimizde, pek çok tanıdık dost vardır aralarında. Mesela Ahmet Cebeci ile günlerce konuşuldu, hangi kelime nasıl söylenir, komünizmin Bulgaristan’daki uygulama ve istikrar inceliklerine kadar araştırıldı. Şimdi kitabı okuyanlarınız biraz da, istihbarat bilirlerse; şunu anlayacaklardır; Karanfilof’la Mehmet Ali’nin konuşmalarında iyice istihbarat bilgileri vardır. İstihbarat yöntemleri vardır yani. O işler, araştırılmadan, o konuşmalar yazılamaz. Bu romanın emek isteyen hazırlığı... Ve bir de ruh hazırlığı; roman tasarlandığı vakit, hemen kahramanlarla -hele- önde gelen kahramanlarla ahbaplık ve duygu alışverişi başlıyor. Kötülere kızılıyor ama öyle sıradan değil, bu kızgınlık yaşanıyor, iyiler seviliyor... Benimle çok münakaşası olmuştur, onun sevdiği bir şeyi ben az sevmişimdir. Kavgasını yaşamıştır, yani adeta o kişilerin kahramanlarının halini yaşıyor. Bu kendisinden çok şey vermeyi gerektiren bir hazırlık. İlay’ın dertli anını yazıyor, bakıyorsunuz dertlenmiş. Mesela birinin sinirli anını yazıyor, asabi! Mesela biz babanın (Kemal Efendi) durumu ko- 86 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E nusunda anlaşamamışızdır, baba aslında; hep büyük babanın baskısı altında kalmış, büyük babayı aşamamanın ezikliğini duyuyor. Ama bu bana, bir yerde de, sonradan anlaşılıyor ki minareye bayrağı çekendir! Ben dedim ki; baba baskısının tesiri ile, “Hani sen o kadar mı yaptın, ben daha iyisini yapayım da gör “psikolojisini kale almaz” “hani bu aslında büyük bir iş değil, çünkü bir itilişle yapılmıştır” demez; Bayrağı kim çektiyse kahraman odur, der. Yani Kemal Eminofa, kahramandır: Işınsu ise, bunu aksini iddia eder; Kemal’i bu işi sırf varlığını isbat etmek için insiyaki olarak yaptığını söyler. Neyse, bizim aramızda bir anlaşmazlık söz konusudur. Ama yazarken Işınsu, her şahısla iç içedir. Kendini yer, bitirir! Uyumaz, başı ağrır ve gerçekten adeta hissetmez, yaşar. Işınsu’nun sözlerinin doğru olduğunu ben bütün samimiyetimle tasdik ediyorum. Evet, ben tekrar sözümün başına dönmek istiyorum; arkadaşlar, ben ilk toplantıda da söyledim, çok konuştuğuma bakıp sakın iddialı biri olduğumu sanmayın, bu işlerden fazla anlamam. Yalnız iyi bir okuyucuyum. Büyük sayılan eserlerin de hani pek çoğunu okumuş olduğumu söylersem mübalağa ettiğimi sanmayın. İşte ben, öyle eserlerin ancak böyle yazılabileceğine inanıyorum. Şöyle bir şey duymuşsunuzdur; gel şunun romanını yazayım, şiirini yazayım. Bana göre, böyle şey olmaz! O duymadan öte bir şey hissetmek yahut işte romancımızın ifa-de ettiği gibi yaşamak! ... Bana hak verdin, teşekkür ederim. Ancak benim itiraz ettiğim husus yanlış anlaşılmış. Efendim, ben demiyorum ki, niçin baba öyle gösterildi, romancı isterse babayı daha da kötü yapabilirdi. Her baba iyi midir, ne berbat babalar vardır!. İtirazım, o baba tipinde, bayrak asma davranışı olmayacağı üzerineydi. ... Usül hakkında bir şey söylemek istiyorum. Arkadaşlar lütfen tenkitlerini yaparken, elbette tenkit hakkı mukaddestir de, tenkitlerini yaparken iyi bilmedikleri bazı hallere dikkat etsinler. Efe’nin diğer söylediklerinin hepsini geçiyorum. Efendim, Arif, Bulgar’la içki içer mi? Arif gizli teşkilatın adamıdır. Bulgar’la aklınıza gelen her şeyi yapar, başka türlü de gizli teşkilat üyesi olmak mümkün değildir. Yani gizli teşkilat mefhumunu, biraz biliyorsanız, mesela: bu söz söylenmez, Arif, hareketin lideri; Arif komünisti de tavlayacak, Arif, icap ederse rakı da içecek! Müslümanlıkla, casus, gizli teşkilat vs, böyle şeyler yok mu, Bahaddin Özkişi, Köse Kadı’ya neler yaptırmaz, ve yapar da Köse Kadı, niye yapamasın ki! Yapmaya mecburdur. Vatan hizmeti, din hizmeti, millet hizmetidir. Yani böyle detaylara, girilmese iyi olur. 87 Nabi Avcı arkadaşımız romanda «burjuva Türkiye’si» deyiminin kullanılmasını Marksizm’in ilkeleri ile bağdaştıramamış. Böyle bir hatanın yapılmasını romancının bilgisizliğine veriyor. Eee arkadaşımızda nükte kabiliyeti mevcut! Marksizm’e ait on altı sayfalık bir broşür okuyan kişi, böyle bir yanlışa düşmezmiş efendim!.. Peki, şimdi ben diyeyim, herkes kendini her konuda konuşmaya mecbur hissetmese, anlamadığı işlere karışmasa daha iyi olmaz mı? Nasıl laf bu?. Burjuva Türkiye’si sözünü romancının kendisi veya fikirlerini paylaşan bir kahraman kullanmış değil ki, Bulgarlar böyle diyor kardeşim Bulgarlar! Hem Bulgaristan’daki Türklere hem de Türkiye’ye yönelik propagandalarında böyle diyorlar. Ancak Bay Avcı, Bulgar Komünist propagandasında böyle bir deyimin kullanılmadığını, Emine Işınsu’nun sırf ideolojik bir karalama gayreti içinde, Bulgarlara haksızlık ettiğini söylemek istiyorsa, çok rica edeceğim, biraz bir şeyler öğrensin, tavsiye ettiği on altı sayfalık broşürü önce kendisi okusun. Ben Ruscuk’da üstelik Marks, Lenin ve Dimitrof’’un fotoğrafları ile süslenmiş müftülük odasında; yarısı Bulgarca, yarısı Türkçe basılmış Yeni Işık Gazetesi gördüm, okudum. En sık karşılaştığımda bir «Burjuva Türkiye’si» idi. Uzağa gitmeğe ne hacet, arkadaşımız Türkiye’de yaşıyorsa, aydan falan yeni gelmemişse, Türkiyeli Komünistlerin çıkardığı dergilere, duvar yazılarına lütfedip bir baksın, burjuva Türkiye’si deyimi var mı yok mu?,, Deminden beri konuşmaları dinliyorum, hepsi iyi niyetli. Yalnız bu arkadaşın konuşmalarını hariç tutuyorum. Şunun için söylüyorum, ben içimden geçenleri aynen, biraz da ihtiyarlığımın verdiği avantajla aynen söylemeyi tercih ederim. Şimdi efendim, İlay’ın ailesi yapaydır. O kelimelerin kullanılması bir yana bu hükme –aile öyle olmamalıdır o ayrı- böyle bir aile İlay’ın ailesi yapaydır, dedi avcı. Valla bu, Türkiye’de hiç aile tanımamak gibi bir şeydir. Erkek çocuğu olmadığı için hafakanlar basan, evini terk eden, karısını boşayan erkeklerimizi hiç duymamış, görmemiş olmaktır. Yine Kemal iyi adam, karısını boşamadı. Bu Türkiye ailesidir. Türk ailesidir. Ama mücerrette bir aile varsa, onu bilmiyorum. Onun için «yapay» olmaz da, olsa olsa hoşunuza gitmeyen bir gerçek olur. Bunları ben… neyse başka bir kelime söylemeyeyim. Bunun ötesi şu galiba, nasıl görmek istiyorsak, öyle görüyoruz. Ve herhalde münekkit dediğimiz adamı, bizler gibi değersiz lafçılardan ayıran da, bu. Nasıl görmek istiyorsa, öyle gören adam değil de münekkit, olduğu gibi gören adam. O neticeyi çıkardım. F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E “Çiçekler Büyür” Hakkında • Umay GÜNAY* ...Ben de burada konuşan bütün arkadaşların romana bakışları üzerinde duracağım. Işınsu kendisini ve eserlerini tanıtırken, hayatından ayrı olmadığını söyledi. Yani eserleri kendisidir ve çevresidir. Bir yerde, yaşadığımız gerçek hayattır. Bunu ben de, aynen kabul ediyorum; Işınsu, yaşanılan hayatı, yaşanılan duygulan eserlerinde aksettiriyor. Bunu böyle kabul ettikten sonra, arkadaşların itirazları bir yerde romandaki tiplere veyahut esere olmuyor da, hayatın gerçeğine oluyor. Ben, böyle kabul ettim. Neden bütün itirazlarda şunu görüyorum ki, neden acaba roman kahramanları bize birer destan kahramanı olarak, verilmedi? Neden biz bunları birer destan kahramanı olarak, göremedik? Eh, biz de destan devrini geçeli çok asırlar oldu. Destan devrini geçtikten sonra pek çok devletler kurduk, Osmanlı’yı da yıktık, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduk. Onu da devam ettirecek miyiz, yıktıracak mıyız?. Onun sancısındayız bugün… Bu bakımdan, eserleri değerlendirirken «insan gerçeği»ne karşı çıkmayı, doğru bulmadığımı söylemek istiyorum. Hiç birimiz kusursuz değiliz. Kusursuz olamadık, Tanrı hepimizi, bir takım iyilikler ve bir takım kusurlarla yaratmıştır. Belli yaşlarda, mesela yirmi yaş civarlarında insanlar çok daha idealist oluyorlar. Güzel bir şey idealist olmak. Ve idealist olarak, benimsediği fikirleri gerçekleştirme çabasını verebilmek de güzel bir şey. Ama hayatın gerçeklerini reddetmek de, insanı, zannediyorum doğru bir sonuca ulaştıramaz, Yani gerçekleri, çirkinlikleri veyahut eksiklikleri tanıyarak, bunlara acaba nasıl karşı çıkabiliriz, bunları nasıl yok edebiliriz sorusu, sorulsa ve bir cevap aransa, daha doğru olur. Bazı arkadaşlar, bu İlay ailesine itiraz ettiler. Hepimiz isteriz, hepimiz düşünürüz; ilk Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 mektep kitaplarındaki gibi anne baba, büyükanne, dedelerin bulunduğu, çocukların çok sevildiği ve herkesin birbirine sevgiyle saygıyla baktığı ve evlerine girdikleri zaman sıcak yemek buldukları yani manevi ve maddi ihtiyaçların tam olarak karşılandığı ailelerin, cemiyetin bütününü teşkil etmesini. Ama hepimiz biliyoruz ki, bugün pek az aile bu ideal durumu gerçekleştirebilmektedir. Bu bakımdan hani burada romancıyı, karşımıza alıp, onu nasıl yazdın, bunu nasıl böyle söyledin demek, doğru bir şey değil. Yani biz burada romanın dışına çıkıp, hayatın, gerçeklerin münakaşasını yapıyoruz. Arkadaşların konuşmalarından bunu anladım. Sonra yine insani zaaflarda, zaaf mı demek lazım veya Tanrı’nın verdiği duygulardan diyelim; İlay’ın aşkına itiraz edenler pek çok oldu. Nasıl olur, nasıl yapar diye. Acaba hepimiz, hayatımızın bütün anlarında ve her konuda her zaman, irademizle mi hareket ediyoruz Duygularımızın tümünü birden söndürebiliyor muyuz? Sözlerimi şöyle toparlayacağım; gerçek hayata itiraz etmek yerine, bu gördüğümüz eksiklikleri nasıl tamamlayabiliriz, sualine cevap aramaya çalışsak. Bu yolda bir gayret sarf etsek, çok daha faydalı olur kanaatindeyim. Ayrıca burada şunu da belirtmek isterim ki, bir çok sanatçı gerek şair, gerek romancı insan olarak pek çok sanatçı tanıdım. Bu arada Işınsu, bu sanatçıların içinde çok mütevazı ve gerçekten mükemmel bir insandır, bunu da söylemeden geçemedim. Bu da bir gerçek, yaratma zor bir şeydir, zor olduğu için de, çoğunlukla sanatçılar -sadece bizim için değil, herhalde bütün dünya için: böyle söz konusudur. – son derece kaprisli insanlardır. Son olarak ben, eseri, kusursuz bulduğumu söyleyeceğim. Işınsu’yu burada tekrar kutluyorum. 88 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E “Çiçekler Büyür” Hakkında • Yahya AKENGİN* Evet, ben şöyle bir genel değerlendirme yapmak istiyorum. Bir romana önce, inandırıcılık açısından bakarım. Şimdi bu roman konusu itibarıyla, gerçekten yüzde yüz yaşanmış, verilmiş. Öyle ki ayni konularda, aşağı yukarı okuduğumuz işte «Mao’nun Zindanları» Arthur London’un Hatıraları, itirafı; Arthur Köstler vs, diğer yazarlar. Bunları da göz önünde bulundurduğumuz zaman, gerçekten konu incelenmiş, rejimin gaddarlığı, hiç bir engel tanımazlığı, insan dışı hali.. Bunun yanı sıra romanın güçlü bir tarafı, imajlarda, mesela o baştaki «akçabardaklar» ve «İlay».. Bunun gibi birçok yerde güçlü imajlar var. Ki, bu romanın çok önemli yönlerinden birisi de bu. Ruh halleri de, konuşmalar da gerçekten iyi verilmiş. Bir de benim üzerinde durduğum, romanın önemli bir özelliği, okuyucu olarak, beklenenler ve sürprizler! Bazı sürprizlerle karşılaşıyoruz. İşte İlay’ın babasının bayrak asması, hiç beklenmezken! Beklenen de ne? Daha hareketlilik bekliyor insan bu romanda, daha canlı faaliyetler bekliyor. Fakat netice, birden sürpriz olarak karşımıza çıkıyor. Bu bir boşluk mudur, yoksa yazarımızın roman anlayışı mıdır, o da ayrıca bir konu. Roman boyunca, karakterler olarak çok dikkatimi çeken husus; Mehmet Ali ile İlay’ın arasındaki ilişki. İlay’a sempati duyuyoruz, zaaflarıyla, güçleriyle her bakımdan benimsiyoruz. Fakat bunun Mehmet Ali gibi bir tipe, sonuna kadar bağlı kalmasını, ben şahsen yadırgadım. Şimdi bu kadar antipatik, Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 her karşıma çıkmada bu isim, ben okuyucu olanak antipati duyuyorum. İlay’ın ise, ahları vahları! Burada bir şey çıkıyor ortaya, yani okuyucuyu sinirlendirme gibi bir durumla karşılaşıyoruz (...) Bir de bu romandaki muhtevanın daha az bir hacimde verilmesi mümkün olamaz mıydı?.. Şimdi ben burada açıklama olarak da şunu getirmek istiyorum, tabii ki kendi görüşümü, biraz da romanda yazarın; zaman zaman devreye girmesi, arzulanan bir şeydir. Bazı şeyleri yazar, kendi tekelinde tutarak konuşmaları, senaryoları fazla uzatmadan, yani bu da işin ekonomik yönü diyelim, yine ayni şeye ulaşamaz mıydı diyorum? Bu 446 sayfaya, ben şimdi Sayın İskender Öksüz Bey’e de editörünüz olarak takılacağım, bu puntolardan da şikâyetçiyim, Bu başka puntolarla 600 sayfa olabilirdi. Yani ben bu romanı 600 sayfa olarak görüyorum. O bakımdan diyorum bu muhteva, daha az hacimle verilemez miydi? (...) Bir de yazarın bir sesine, üslubuna okuyucu, yani roman hep kahramanları yönetmenin dışında bir de yazarın sesine, üslubuna zaman zaman ihtiyaç hissediyor okuyucu romanda Işınsu bunu yapabilirdi, diyorum.(...) En küçük ayrıntılar bile hep kahramanların konuşmaları, davranışları şeklinde verilmiş, hep böyle değil de zaman zaman yazar devreye girse, özellikle bazı tahliller mesela, işte aradığım şeyler... Teşekkür ederim. 89 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E “Çiçekler Büyür” Hakkında • Emine IŞINSU* Efendim, iki haftadır burada konuşulanları büyük bir dikkat ve biraz da hayretle takip ettim. Şunu itiraf etmek mecburiyetindeyim, bir roman yazarı olarak, benim o tür düşüncelerim, endişelerim hiç olmadı. Cemiyetimizde bir roman geleneği var mıdır? Türkİslam romanı nasıl, ne şekilde olmalıdır yahut roman yazılmalı mıdır, batı ne yapmıştır. Batının bize etkisi.. gibi fikir veya hükümleri, bana tesir etmedi. Hatta bu meseleler aklımdan dahi geçmedi. Bunlar edebiyatla uğraşanların, münekkitlerin görevidir. Benim edebiyat tahsilim yok, ayrıca edebiyat bilgisine hususi bir merak da duymadım. Ben sadece roman yazıyorum ve diyorum ki, yazdıklarımı benden soyutlamak benden ayrı düşünmek mümkün değildir. Onun için sizlere daha ziyade kendimden bahsedeceğim. Şu dünyada, 938’de doğmuş ve 79’da hala hayatını sürdüren bir Emine Işınsu vakıası vardır. Herkes gibi ben de gerek doğuştan getirdiğim mizacımla, gerek ailemden ve çevremden aldığım tesirlerle, fiziki ve biyolojik varlığımla bir canlı ahenk bütünü teşkil ediyorum. Bu bütünün, çok samimi bir inancını hemen söyleyelim. Yüce Allah beni bir Müslüman kul olma ile şereflendirirken, şu dünyadaki hayatımda bana roman yazma vazifesi verilmiştir. Böylece roman yazmayı, içtenlikle, var oluş sebeplerinden biri olarak görüyorum. Bu yolda çile çekiyorum ve bu yolda belirli bir olgunluğa ve derinliğe ulaşmaya çalışıyorum. Bende, karşımdaki insanla çok çabuk özdeşleşme yeteneği vardır. Mesela biri, kolunun ağrıdığından şikâyet etse, samimiyetle sızlansa, biraz sonra benim de kolum ağrır. O ağrıyı yaşarım. Mizacım gereği, daha ziyade hüznü ve hüzünlü olayları yaşamaya meylim var. Yine mizacım gereği sanıyorum, «Tutsaklık» ve Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 «Hürriyet» kavramları beni son derece ilgilendiriyor, düşündürüyor. Çeşitli esaretleri yaşıyor ve hepsinde bir çözüm yolu aramayı, hürriyete nasıl erişilebileceğinin cevabını bulmaya çalışıyorum. O halde diyebilirim ki, yazdığım olaylar ve ruh halleri başımdan geçmiş olsun veya olmasın, ben hep yaşadıklarımı, yaşayabildiklerimi yazdım. Hissettiklerimi demiyorum, çünkü bu yaşama hali, hissetmekten çok daha öteye bir şey. Romanlarımdaki bütün başkarakterler, mizaçları ve davranışlarıyla ister benzesinler bana, ister benzemesinler; hepsi için «benimdir» diyebilirim. İkinci, üçüncü derecedeki tipler, şudur budur, bazen hayalidir. Bazen, tanıdık biridir, Mesela «Küçük Dünya»daki valinin hanımı Emel Hanım, annemdir. Çiçekler Büyür’deki dede; biraz benim babamdır, biraz eşimin dedesidir. Çiçekler Büyür’deki Mahmut Necmettin, şu anda Boğaziçi Yayınlarının sahibi Altan Deliorman Bey’in pederidir. Romanlarımda fazla rolü olmayan bu ikinci üçüncü derecedeki tipleri zaman zaman kendi isimleriyle geçiriyorum. Bilhassa «Sancı» da bunu yaptım. Bu yüzden bazı tenkitler aldım, mesela Ergun Göze Bey, bunun hiç doğru olmadığını söylemişti. Fakat o romanda yazdıklarımı ben, o kişilerle beraber, o kadar iç içe yaşadım ki; bir Sadi Somuncuoğlu’na, bir Galip Erdem’e, bir İbrahim Metin’e, bir Muhittin’e başka isimler vermek, bana son derece ters geldi. Bahsettiğim dergi yazıhanesinin kendine has havasını, onların varlıkları oluşturuyordu. Ayrıca şunu ilave edeyim, romanımdaki karakterler kendi isimleriyle doğarlar, o isimlerle gelişirler. Çiçekler Büyür’de dedenin adı Hasan’dı. Arif’inde başka bir şeydi, iki karakter de isimlerini yadırgadı. Romanı yazıyorum fakat onlar belirsizlikten bir türlü kurtulamıyorlar; nihayet benim Bulgaristanlı de- 90 F İ K İ R S A N AT V E demin ismi Hüseyin ve Arif Nihat Hocamdan Arif adı, içime doğdu ve çok şükür kahramanlar bu adlarla şahsiyet kazandılar. Kitapta bir yerde Hüseyin Pehlivan’ın ismi Hasan olarak kalmış, düzeltirken gözden kaçmış... Yine aynı romanda, halklarına ihanet içinde bulunan Türkleri, kendi adları ile geçirdim. Bilalof, Süleyman Gavazor, Tatarlief falan şu anda Bulgaristan’da yaşamaktalar. Rodoplardaki katliamın baş sorumlularından biri gerçekten Karanfilof’tur, Nazım Hikmet’in aydınlatma gezisi bir gerçek. Zaten Çiçekler Büyür’de ve dahi bütün romanlarında, hayalden çok daha fazla gerçek olaylara dayandım. Yazacağım konular hakkında araştırma yapıyor, bir kaç defter dolduruyorum. Elde ettiğim yeni bilgiler karşısında, karakterlerin alacakları tavrı, söyleyecekleri sözleri de, bazen o notun yanına kaydederim. Böylece bilgilerle yan yana roman da, yavaş yavaş gelişir. Sancı’da Dündar Taşer Bey geçer. Vefat ettiği zaman, onun hayatını romanlaştırmaya söz vermiştim. Ancak Taşer merhumun kafa kapasitesi beni aştığı ve psikolojik karmaşıklığı çok derin olduğu için, onunla özdeşleşme mümkün olmadı. E söz konusu kuru bir biyografik eser değil, romandı. Yazmaktan vaz geçtim. Galip Erdem Bey’e de yirmi yıla dayanan bir arkadaşlığımız vardır. Kendisi aslında bir romanda çok ilgi çekici bir baş karakter olabilir, fakat yine aynı sebeplerle onu bir kahraman olarak alamadım, ikinci hatta üçüncü tiplerde kaldı! Yani, beni aşanı yazamıyorum. 33 yaşındayken, 40 yaşında Yunus’u yazabileceğimi düşündüm ve eşe dosta da ilan ettim, sanıyordum ki 40 yaşında artık o denli bir manevi derinliğe ve olgunluğa kavuşacağım ki, Yunus’a ermem mümkün olacak. «Bir ben vardır, benden içerü» derken, bu mısrayı hissetmekten öte, E D E B İYAT TA TÖ R E içerdeki «Ben»i yaşayacağım. Fakat 40 yaşlarında ancak «Çiçekler Büyür» ü yazabildim. Biraz önce dedim ki roman yazma yolunda çile çekiyorum ve belirli bir olgunluğa kavuşuyorum, fakat bu çok ağır ve sancılı oluyor. Beklediğim 40 yaş beni Yunus’a kavuşturmadı, Şimdi 50 diyorum, tabii Allah bilir belki çok daha önce yazarım, belki hiç yazamam. Evet, önce karakterler beliriyor, karakterler güçleniyor ve benim hayatım siliniyor; onların ki ön plana geçiyor. Kahramanlarımı, rüyada görmeye başladıktan sonra, tamam artık bu roman oluyor, hükmüne varırım. Kitap bittikten sonra, daha bir süre, karakterler bana hâkim olmaya devam ederler. Çiçekler Büyür’ü Ağustos’ta bitirdim. İlay ancak şu günlerde bıraktı beni. Hoş bir şey; Küçük Dünya mükâfat kazandı, hadiseye benimle birlikte sevinecek herkese haber verdim. Fakat içimde bir boşluk, asıl duyurulması lazım gelene haber vermemişim gibi bir his, tedirginim. Nihayet yakaladım; Nur’un haberi yok! Nur, Küçük Dünya’daki kahramanım. Yeni bir kitap, mutlak kaşlarımın arasında veya alnımda yeni bir çizgi demektir. Şu şundandır, bu bundandır diye gösterilebilirim size. İnsanlar bilhassa hanımlar, yüzlerinin kırışmasından hoşlanmazlar, fakat ben romanlarımın çizdiği çizgileri seviyorum, Çiçekler Büyür’de İlay, annesinin işten çirkinleşmiş ellerinden rahatsız olmaktadır. Ancak tek başına çalıştığı tarlayı temizledikten sonra, kendi ellerinin nasır bağlamasından zevk duyar. Tıpkı öyle.. Sizin olan bir eser meydana gelmiştir ve taşıdığınız o eserin çok canlı bir izidir Son olarak şunu söylemek isterim; romanlarım benim dışımda değildir, benim için birer vasıta değildir. Romanlarım Emine Işınsu’nun ta kendisidir. 91 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E BAHAR ÜÇLEMESİ • Halide Nusret ZORLUTUNA GİT BAHAR GEL BAHAR Çekil, bu gölgeli yolda gezinme, Bahar, bakışların yine pek sarhoş! Yanılıp gönlüme misafir inme: Kapısı kilitli, mihrabı bomboş! Gel bahar, erit bu yolun karını, Geçen seneleri anmayalım hiç. Dinle bülbüllerin şarkılarını, Güllerin kıpkızıl şarabını iç. Ma’beddir orası, meyhâne değil!.. Bu dünya bir büyük meyhânedir gel!.. Ziyalar, kokular, sesler çiçekler.., Ömrünün her günü bir başka düğün’ Bülbüller koynunda aşkı çiçekler. Güller dökülürler göğsüne bütün!.. Saçında baygın bir gül kokusu var, Dudakların kızıl karanfil gibi. Gözlerinde gülsün mine ışıklar, Seninle büyüle çarpan her kalbi. Sâhiden güzelsin... Efsâne değil! Bu hayat zaten bir efsanedir gel! Altınlı başında papatya niçin? Sarı saçlarına pembe gül takın’ Git, bahar! Gönlümde ibâdet için Diz çeken kızları korkutma sakın! Ben mi çıldırmışım, sen mi delirdin? Yalvaran sesimden bu kaçış neye? Git, dediğim zaman koşar gelirdin; Gel şimdi de inan bu efsâneye. Gönlüme girme o, kâşâne değil... Şimdi günler birer peymânedir gel! Git bahar, git bahar uzaklarda gül; Denize renginden bırak hediye. Ufuklarda gezin. semâya süzül... Sokulma kalbime “Peymâne” diye: Gel bahar, gel bahar yakınlarda gül! Denize renginden armağan bırak: Ufuklarda gezin, semâya süzül, Sonra yavaş yavaş in. içime ak!’ Gördüklerin kandil, peymâne değil!.. Gönlüm hasretinle divânedir gel! (1920, Üçüncü Kitap) (1936, Yayla Türküsü) 92 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E BAHAR GELDİ Yıllardır kaybettim o tatlı sesi, Bir türlü içimde ötmez o bülbül. Bin ömre bedeldi bir tek nağmesi, Hem ötmez, hem içten gitmez o bülbül. Kalbim sükûtuna kâşâne oldu. Dediler ki: “Gelir, sen bekle biraz, Saçlarında Sünbül, yüzünde gül var; Dilinde nağmeler, bakışında naz, Bütün haşmetiyle gelecek bahar!” Bu müjde dillerde efsane oldu. “Hasret” dedikleri zorlu ateştir: Bekledim, bağrımı dağladı gül gül. Artık gelse de bir, gelmese de bir, “Dermanı yanmada bulan bu gönül” Vahdet şarabına meyhane oldu. Desen: Kenan Eroğlu Yürekten, derinden fışkırdı bir âh, Erişti imdada rahmeti Rahman Işıklara doldu can, Elhamdülillah! Gönülde göründü en büyük Sultan, Bezminde kandiller peymane oldu Nusret bu aşk ile divâne oldu. 1940 Ankara 93 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Kavga Devri Çocuklarının Işınsu Ablası • Şükrü ALNIAÇIK Bizler Öğretmen Liselileriz... “Kavga devri”nin çocuk şövalyeleri... Şehadetin melânetle güreş tuttuğu o kanlı sabahları, kalabalık koğuşların kasvetli akşamlarına zayiat vermeden taşımayı, yiğitlik bilen genç Ülkücüleriz. Uyanık olduğu her dakikayı, yeminine sadık kalarak, ülküsüne hizmet ederek geçiren “kavga devri çocukları”yız biz. Ölmedik, ölmeyeceğiz; çünkü romanımız var, yüreğimizde birer “Sancı”mız var bizim. Yürekli bir yazar tarafından romanı yazılan o “sancı”yı, biz hep iliklerimizde hissetmişizdir. O yüzden Emine Işınsu’nun bizim düşünce dünyamızda ayrı bir yeri vardır. Bizler, az okuyup çok vuruştuğumuz kavga devrini, Ankara’nın çatışma voltajı yüksek semtlerini andıran bir orta Anadolu kentinde, Kırşehir’de yaşadık. Bizi çok erken yaşlarda birer ülkü insanı haline getiren en önemli fiziki etken, Eğitim Enstitülü abilerimize acilen omuz vermiş olmamızdı. Kırşehir Öğretmen Okulu, yıllar boyu, “komünist üreten bir tezgah gibi” çalışmıştı. Önceki yıl bölücü kızıllar tarafından Kırşehir’deki Büyük sinemayı öğrenci yurdu olarak kullanmak zorunda bırakılmış abilerimizin zafer umudu, 1975 Eylülünde bizim gelmemizle biraz daha artmıştı. 85 yiğit tanımıştık 1976’nın Ocak ayında... Kulağını sıyıran, yakasını ısıran, hatta yerli malı olduğundan mıdır nedir utana sıkıla gelip boynuna saplanan kurşuna inat yatağını komüniste teslim etmeyen abiler tanımıştık kızılların o ünlü İstiklal Marşı baskınında... Kaçmadık, Allah var; hiç bir zaman korkmadık. “Allah Allah” diyerek savaşmayı bilenlerin, korkmayanların ve kaçmayanların Ülkücü kabul edildiği yeni biz sınavdı bu bizim için... Teşkilat bize “okuyun” dese de, kitapları ayağımıza kadar da getirse de, kültürümüz ve psikolojimiz, kavga devri trendleriyle birleşince bazen elimizde kitap yerine muşta, cebimizde tespih yerine zincir taşımamız hiç kimse tarafından yadırganmaz olmuştu. Taş ve sopa, bize artık kitaptan ve kalemden daha yakındı. Kavga devri çocuklarının 12 Eylül’e kadar üç yılı Kırşehir’de, iki yılı sürgünde geçen beş yıllık şanlı hikayesi işte böyle başlamıştı. Ali Hasip abiye göre Ülkücü “okuyan adam” sözü dinlenen adam olmalıydı. 12 Ocak gazisi Ömer abi Ülkücü’yle Türkücü arasındaki farkı daha çabuk anlamamız için sık sık sesini yükseltiyordu. Yerköylü Coşkun reisin sazının telleri bile Ülkücüydü. Ne kadar seminer dinlesek de, ne kadar “Sancı’yı mutlaka okuyalım arkadaşlar” denilse de kavga bizi beş on sayfadan fazla “kulübede oturtmuyordu.” Sonunda okumasak da kitap sahibi, yazar sahibi, kitaplık sahibi olmanın da en az okumak kadar değerli olduğuna karar verip sokağa öyle çıkmaya başladık. Belki elimizdeki kitaplarla ahkam kesemiyorduk ama arkamızdaki kitaplar sayesinde sokakta ne de güzel roller kesiyorduk. Bizim Dokuz Işık’ımız, Nihal Atsız’ımız, Necdet Sevinç’imiz... Bizim Ayhan Tuğcugil’imiz vardı. Okumasak da yazmasak da öyle “boş adamlar” değildik. Bizim nur yüzlü hanım yazarlarımız vardı. “Emine Işınsu’muz vardı bizim,” yani kavgacıydık belki ama “serseri” değildik. Özellikle Emine Işınsu ablamız, Anadolu’nun çorak bir kasabasındaki bir kavga devri Ülkücüsü için bile, “bizdeki kentli”yi, yürekteki payitahtı, davanın felsefi redaksiyonunu, Ülkümüzün gönül çelen ferasetini, Ülkücünün yüreğindeki edebi ve kaliteyi temsil ediyordu. Emine Işınsu’yu “okumak” için Sancı’yı, Çiçekler Büyür’ü veya Azap Topraklarını okumak gerekmiyordu. O’nun, var olması, yazmış olması, Ülkücüleri yazmış olması, “bizden” olması, bizim için yeterliydi. Biz sokakta çarpışırken Emine Işınsu’yu okuyorduk zaten... Adeta her birimiz, baskıya girmek üzere olan birer romanın yaşayan kahramanları gibiydik. Yeşil hatta taşlaşırken, kızıl bölgede vuruşurken, bir mekanı kızıllardan korurken veya Ülkücünün onuru için okulda Töb-der’e, sokakta Pol-der’e kafa tutarken Sancı’nın yeni baskısına yetişiyor, sonra da uyumadan önce yarım saat gözü kapalı kendimizi okuyor gibiydik Emine Işınsu’nun kaleminden... Şimdi pişman değilsek yaptıklarımızdan bunu biraz da bize yazan, bizi yazan büyüklerimize borçluyuz. 35 yıl sonra bir dost meclisinde kavga devrinin Işınsu ablasıyla, Sancımızın yazarıyla tanışmak, onun asil yüzünü yakından görmek ve elini öpmek, bizim için işte bu kadar onur veren bir vecibeydi. Ne mutlu bize ki Işınsu ablamızın sağlığı yerinde. İskender hocamızla, nam-ı diğer “Ayhan Tuğcugil”le, dünyanın bu en entellektüel eniştesiyle el ele, omuz omuza yaşıyor ve çok şükür ki kalemini de hâlâ elinde tutuyor. Ben de soruyorum kendi kendime... Peki, Sancı’nın yeni baskısına yetişmek için biz ne yapıyoruz?.. Bence Ülkücüler olarak Töre’yi yeniden çıkarırken kendimize sormamız gereken bir soru var. Bizler, bir zamanlar yirmidört saat damarlarımızda dolaşan o kutlu “sancı”yı hâlâ yüreklerimizde taşıyor muyuz? 94 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Emine Işınsu’nun Romanı “CANBAZ” Üzerine Bir İnceleme • Prof. Dr. Gürsel AYTAÇ 1970’lerin Türkiyesi, çalkantılı, huzursuz ve çok karmaşık görünümüyle romancılar için herhalde özellikle verimli bir konu kaynağıdır. O yılların siyasal panaromasını insanların özel hayatlarında odaklandırarak yansıtmayı deneyen bir dizi roman ve hikâye yayımlandı. Bir edebiyat tarihçisi için bunların arasında Emine Işınsu’nun «Canbaz»ı, Füruzan’ın «47’liler»i ile bir arada anılacak bir roman. Aynı konuyu (öğrenci hareketleri, 1970’lerin siyasal bunalımı) karşıt açılardan işleyen bu iki romanı karşılaştırmalı bir incelemeden geçirmek edebiyat bilimcileri için ilginç bir araştırma olabilir. «Canbaz», 1982 yılında Töre-Devlet Yayınevi tarafından yayımlanmış. 466 sayfalık bir roman. Bölümlerden önce, kişilerin adları ve kimliklerinin özetlendiği bir sayfa yer alıyor. Germanistlerirı Bachmann’ın «Malina»sından aşina oldukları bu tarz, romana tiyatronun alışılagelmiş modelinden bir parçanın, kahramanların kimliklerini göz önünde tutmak, karıştırıp unutmamak için başvurulan bir tekniğin uyarlarnasıdır. Romanın numaralanmamış fakat her biri Âşık Veysel’den dizelerle başlayan on bir bölümü var. 5., 6., 8. ve 11. bölüm dışındaki bölümler başlık yerine yıl ye ayı gösteren tarih taşırken (mesela 1. bölüm: yıl 1979, Ekim) 5., 6., ve 8. bölümün özel başlıkları var: «Mehmet Güleryüz ile Akif Koçsa», «Ali Çubuk», «İlhan Kasapoğlu», «Ali’nin Akif Koçsa’yı Öldürmesine Dair”. Romanın zaman kurgusu 1979 Ekimiyle çerçevelenen (1. ve 10-11. bölüm), sonra 1977’ye dönüp (2. bölümde) yine 1979 Ekimine gelen (3. bölümde), 1977’ye dönen (4. bölümde), 1965- 1973’e uzanan (7. bölümde) ve 1977-1979’a dönen (9. bölümde) bir tablo çiziyor, Diyebiliriz ki dış roman konusunun başı ve sonu 1979 Ekimiyle sınırlanmışken iç konular 1965’e kadar uzanmakta, hatta çağrışım ve anılarla bir kuşaklık bir dönemi kapsamaktadır. Yer, Ankara, İstanbul ve Sivas’tır. Ankara Gaziosmanpaşa’da Sevim Gün’ün pansiyonu. İstanbul’da Gülnaz Atasoy (Birleşik Yağ-İş Sendikası Başkanı, roman kahramanı Selen’in annesi) Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.81 dolayısıyla işçi-sendika-kapitalist çevreleri ve olaylara sol ve sağ eylemci olarak karışanların memleket! Sivas. Sivas, Anadolu’yu. Doğu’yu temsil eden, mezhep farklılıkları gibi çeşitli toplum özellikleriyle olaylara karışmaya yatkın insanları olan bir kent kimliğindedir. Romanın anlatım biçimi tekdüze olmayıp bölümden bölüme değişiyor. Mesela ilk bölüm, birinci tekil kişi olarak anlatılıyor: «Dua etmek istiyorum. Beceremiyorum.» (s. 7) İkinci bölümde üçüncü tekil kişi anlatıma geçiliyor: «İri yarı, ablak yüzlü saçları iyice kırlaşmış adam, kapının önünde bir lahza duraklar» kahramanı Selen’in ağzından, yani birinci tekil kişi anlatım, dördüncü ve beşinci bölümler üçüncü tekil kişi anlatım. Altıncı bölümde anlatım biçiminin bölüm içinde de farklılıklar gösterdiği birinci tekil kişi anlatımla üçüncü tekil kişi anlatım arasında gidip geldiği görülüyor: «Babama da yalvardım, Güleryüz ağama da ... Gitmeyelim dedim.» (s. 141) «Ve böylece değişen zamana uymak üzere, Ankara yoluna düştüler.» (s. 142) Anlatım biçiminin çeşitlilik göstermesi gibi anlatım konumu, anlatım açısı ve anlatım tutumu da sık sık değişmektedir. Mesela birinci tekil kişi anlatı isimlere değil, Batı edebiyatından isimdi.»s. 43) Üçüncü bölüm yine romanın uygulandığı ilk bölümde anlatım kişisel (personal) anlatım açısı içten dışa doğru (Innensicht), anlatım tutumu benimseyici (bejahend) ve zaman zaman da eleştiricidir. Birinci bölümde, eleştirici anlatım tutumunun göze çarptığı bir örnek, Selen’in kendi küçüklüğü hakkında bildiklerini anlatırken, o zamanın modern eğitimini de eleştirmesi: «Kitabın yazdığına, doktorun sözlerine göre hareket edilmiş. Kundak sarılmamış, kucağa alınmamış. Ne biçim bir ileri metotdur o, hafif sallantılı, yumuşak dost ana sıcağından, süslü çarşafların katı soğukluğuna 95 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E terk ediverir bebeği? İlk yalnızlık, ilk korku. Terkedilmişliğin şaşkınlığı, midede gaz Edebsiz çığlıklar. ‘Dokunmayın, aman kucağa alışmasın, bırakın ağlasın: Sanki alışsa ne olacak? Bir iki yıl mutlu olacak bebek. Sonra zaten kendiliğinden terk edecektir ana kucağını.» (s. 39) solda birer psikolojik defektte arayan Emine Işrnsu Koçsa’nın kızı Tülin’in üvey ana baba yaşantısına, yani sevgi eksikliğine bağlarken, edebiyat öğretmeni Nebahat Hanımın kısırlığını, bu yüzden kocası tarafından terk edilmişliğini vurguluyor: «Ben, kadın mıyım?.. İçine edeyim böyle kadınlığın. Ameliyatdan sonra daha fena oldu ‘kocam, her gün kavga, her gün kavga. Neden, çünkü sakattım ben artık, anlıyor musun sakat! Hiç çocuğum olmayacak, tek ümit bile yok ne yapsın adam, benim gibi kadını, ne yapsın, O belki haklıydı.» (s. 207-208) Keza çocuklara ad vermede kendini gösteren Batıcılık, alışılmış geleneksellere Ofelya, Elen v.b. itibar edilişi, ansiklopedilerden yararlanılması o yılların Batılı hayranlığını yansıtan bir başka örnek halinde işlenirken eleştirici-hicivci bir ton açığa çıkıyor: “Sen haydi içsene be Ali, bak artık öğrencim falan değilsin, dostuz biz seninle, artık yoldaşız! İç iç .. » (s. 208) «…anneannem: ‘Bunlar gâvur adı, Müslüman yakışmaz, Sevgi koyalım.’ diye yırtınırken, ismim dolayısıyla hayatımda esmeğe başlayan rüzgâr kuvvetlenmiş. Nihayet aile, Sevgi Selen’de, karar kılmış. Selen, bir Yunan tanrıçası, pek de gavur adına benzemiyor o zamarı Selen’in, yeni zamanda bir kimya elementinin adı olduğu bilinmiyormuş.» (s. 40) Romanın bir başka yerinde yazar, solculukla komplekslilik arasında bağıntı görme eğilimini şöyle özetliyor: “Türlü çeşitli sakatlar, çirkinler, tatminsizlikler, kısaca eksiklik duygusuyla kıvrananlar ve yaşantılarında çeşitli zamanlarda şunun bunun tarafından engellendiklerini kabul edenler; ezilen ve sömürülen halklarla derhal özdeşleştiler. Ailelerin yahut toplumun baskısından kaynaklanan her türlü hırs, kin ve hayal kırıklığı, bir şahane ‘düzen düşmanlığı’na dönüşüyordu... » (s. 281) Üçüncü tekil kişi anlatım biçiminin hüküm sürdüğü bölüm ya da pasajlarda, roman figürlerinin iç dünyalarına egemen bir anlatıcının olimpik anlatım konumu yaygın. Aşağıdaki örnekte olduğu gibi: «Kayınbirader, yengenin bu halini iyi bilir. Kadın sigarasının dumanlarıyla, fakat nüfuzu çok zor bir zırh örüvermiştir kendine, soğuk ve temkinlidir. Açık, dobra sualleriyle karşısındakinin -en azından- keyfini kaçırır… ‘Bu sefer de’ diye düşündü kayınbirader, ‘Seni can alacak noktadan yakaladım. Gülnaz Hanım, ne şu masanın arkasına kurulup oturman, ne sigaran, soğukluğun pozların hiç biri kâr etmeyecek, devireceğim seni, yıkacağım!» (s. 49) Romanın sembolik başlığı, eser içinde birkaç kez yorumlanıyor: Canbaz, pansiyon sahibi Sevim’in bir buluşu, bir benzetmesi olarak açıklanıyor: «- Canım geçen gün de söylemiştim ya, insanların hepsi birer canbazdır. İpin üzerinde yürüyebilmek için, destek alacakları bir sopa bulmaları lazım, denge için, hani canbazlar taşırlar ya ellerinde ... İnsanların sopaları değişik, yalnızlıklarının cinsine göre.» (s. 89) Sunuş tarzı ise hikâye etmenin yanı sıra sık sık konuşmalar, iç monologlara yer veriyor. Aşağıdaki örnekte olduğu gibi: «Ya bir de, şu yanı olmalı meselenin. belki en doğru yanı.. çözmek büsbütün güçleşti. Artık düşünmemeliyim, beynimin her kıvrımında bir ayrı sızı, kafam tutuşuyor. Şu yağmur dinse bari, İlhan gelse, ... Ve galiba en mühimi kararımı verebilsem. GİDECEK MİYİM KONYA’ya? Biletim alındı, bavullarım dünden hazır. Ne olurdu annem, o hayır dualı, başarı dualı uzun telgrafının altına, ben geliyorum Ankara’ya.. diye üç kelimelik ilave yapsaydı.» (s. 83) İdeolojik eylemciliğin sebeplerini Sevim, roman kurgusu içinde yazarın görünürde en çok özdeşleştiği figür, Yazar olarak kişileri ve olayları nesnel bir mesafeden görüp göstermek gereğini duyuyor: «Sevim’in tanıdığı her insanı bir kavanoza kapatıp o kavanoza etiketlediğinden» (s. 12) «psikolojiden yola çıkıp insanları ve davranışlarını o açıdan açıkladığından” (s. 90) söz ediliyor. Sevim partisiz olduğunu söylüyor: «-- Yoo, ben galiba partisizim, Selen’le Aynur ilgilemiyorlar siyasetle, Tülin, şey Dev-Yol’cuymuş, onların partileri yok daha!.. Ben, Milliyetçi Hareket genellikle 96 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Partisi denince, sizin gösterdiğiniz telâşın, yahut doğrusu üzüntünün sebebini merak ettim. Severim İlhan’ı. Hareket Partisi legal bir parti değil mi, yoksa programında işçiye sendikal haklar tanımıyor mu?» (s. 77) «Akif Koçsa’nın babası Zara’da bakkaldı. Bu yüzden onun, diğer çocuklara nazaran daha fazla cıncığı olurdu. Oyunda ütülen birine hemen teklif ederdi: ‘Sana borç vereyim, kazanırsan bire karşı iki isterim. Kaybedersen üzülme deftere yazarım daha sonra ödersin, ama vakit geçeceği için, bire karşı üç alırım o zaman! Razı mısın?’ Böylece bir kaç hafta sonra Akif’in sayısız cıncığına karşılık, hemen bütün çocuklar cıncıksız kalmışlardı. ...O zaman Akif; ‘Bende var dedi., tanesi bir kuruş, almak isteyen varsa…’ bir kısmı hemen itiraz etti, amca üçünü bire veriyordu.» (s. 114-115) Romanın düşünce içeriği bakımından önemli bulduğum pasajlarından biri olduğu için uzunca bir alıntı yapacağım: «Ziya Gökalp’in Kızıl Elması, Atatürk’le beraber çekildi milletimizin ruhundan, çekilip koparıldı. Şimdi şu sere serpe dağınık çocuklar, dış güçlerin oyunlarına kapılıp komünist oluyorlarsa, türlü komplekslerini, iç boşluklarını tatmin için bir tutunacak sopa, bir ideal bulmuşlarsa kendilerine, yahut onlara bir tepki halinde ülkücülük büyüyorsa, ülkücü gençlik vatana millete sahip çıkmak istiyorsa ve hain olduklarına inandıkları komünist gençlerle çarpışıyorlarsa, iki taraf da ölümü göze alıp, öldürüyorsa.. Eh kabahatin tümünü bu gençlere mi yüklemek lazım? Haydi efendim! Bence bütün bu işlerden sorumlu tutulması lazım gelen İnönü neslidir, İnönü Milli Eğitimi’dir. Sonra tabii Demokratlar, 27 Mayıscılar, Adalet Partisi, Halk Partisi’nin İnönü zamanından da betere gidişi, işte hepsidir suçlu olan. Atatürk’ün gençliğe aşılamak istediği gururu, güveni, çalışma azmini bütün bu saydığım hükümetler, onların politikası parçaladı. Onlar ne milleti, ne gençliği aziz bilip, yükseltmek, yüceltmek istediler, onlar, sadece kullandı gençliği, öz değerlerini yok etti, yerine getirdikleri ise bir boşluk ve küçüklük kompleksi. Bu çocuklar, yaşamak için ipin üzerinde yürümek zorundalar, ne yapsınlardı yani? Ben acıyorum tümüne, ne gençliklerinin tadına varıyorlar, ne sanattan anlıyorlar, ne aşktan, ne felsefeden. Canım baharın geldiğini bile fark etmiyorlar, öfke içindeler, gözlerini kin bürümüş. Yazık.. yazık. İhtiyar doğmuş, öyle yaşayan bir nesil. Akıllı olgun ihtiyarlar olsa, yine neyse.. bunlar bilgiç ve alabildiğine budala!» (s. 78-79) Roman kurgusu içinde figürlerin iki kutup oluşturan dağılımında, öğrenci olaylarına karışan gençlerden İlhan’la Ali’nin hayat hikayeleri, onların nasıl eylemci olduklarına ışık tutar biçimde işlenmektedir. Sivaslı İlhan, çocukluk ve ilk gençlik yıllarında kendini dine kaptırıyor, yaşıtlarıyla değil kendinden büyüklerle «hacı hoca takımı»yla arkadaş oluyor: «Uç noktalara sürükleniyor. Bakkal Nazım’la Nur risaleleri okuyor. Nakşibendi Şeyhi İsmail Efendi’nin önünde diz çöküp kendinden geçiyor, akan gözyaşları samimi. Bu arada, kabadayılarla geziyor, onlara özeniyor, elde tesbih bir omuzu yukarıda, bir omuzu aşağıda geziyor sokaklarda O muntazam tertemiz, kravatlı kıyafetiyle pek ters düşüyor bu tavırlar, farkında değil. Sigaraya başlıyor, silah atmasını öğreniyor. Bütün bunlar erkekliğin icabındandır ve Sivaslılığın! Elbette!.. Tarikatlar.. Silah, tesbih.. ve Sivaslı olmak? Acaba mı, yeter mi? Yetse gayri, yetse de… şu ruhumdaki açlık. Doymuyor. Tabanca kabzasının soğukluğu, titremeler geçiriyor, korku bir çeşit zevk, İlhan dorukta! Çok sonraları, Orta Doğu Üniversitesi’ndeki ilk yıllar zaten, ‘Çift tabancalı Sivaslı İlhan’ diye şöhret yapacaktır. Belli, bu şöhretin kaynağı, o buluğ çağının ilk kişilik arayışlarıdır, varlığını isbat gayretinin ilk gösterileridir.» (s. 131) Babası İlhan’ın «eksikliklerini» tamamlaması için Türk tarihine yönelmesini sağlar. Onun hitabetini, etkileme gücünü de beğendiğinden, gelecekte siyasete atılacağını düşünmektedir, ümitlidir: Kişilerin davranışlarını onların çevreleriyle ve ruh halleriyle, en çok da çocukluk ve eğitim izlenimleriyle ilişki içinde görme eğilimi, romanın Sevim Abla figüründe olduğu gibi yazarında da var. Figürlerin çoğunun çocukluk yıllarına geri dönüldüğünü, onların daha sonra ortaya çıkarı tutum ve davranışlarının tohumlarının arandığını görüyoruz. Meselâ kapitalist Akif Koçsa’nın Zara’da bir bakkal çocuğu ve öksüz olarak yetişmesi, ama o yaşlarda herkesi şaşırtan, arkadaşlarını öfkelendiren bir ticaret zihniyeti geliştirmesi ilginç örneklerle anlatılıyor: «-Bak diyor.. beklediğinden de daha iyi olacak oğlun, beni de aşacak, ağasını da. Cevher var bu çocukta, biliyorum ben Bu millete hizmet edecek çocuk. Bırak yakasını uğraşma, hataları varsa şimdi, görmezden gel. Delikanlılıktır, geçer.» (s. 132) Karşı kutbun genç eylemcisi Ali Çubuk, Sivas’ın 97 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Zara ilçesinden Ankara’ya göçüp kapıcılıkla geçinen ailesinin trajedisini dile getiren bir figürdür. Onun kişiliğinde ve hayat hikâyesinde, şehirleşme olgusunun bütün negatif yönleri ortaya çıkar. Çalışkan, gayretli, iyi niyetli ve saf Anadolu çocuğu Ali, Çankaya Lisesinde bir yıl içinde harcanır gider. Romanda Ali Çubukçu’nun işlendiği bölümde yazarın anlatım tutumu genellikle mesafeli, hatta ironiktir: ve zihniyet, romanda doğrudan doğruya «olumsuz kutup» niteliğindedir: Dinsizlik, Allahsızlık, aile kavramından yoksunluk, namussuzluk v.b. özellikler ilgili figürlerin türlü davranışlarında ve konuşmalarında dile getirilmiştir. Buna karşılık ülkücüler, hem İlhan’ın kişiliğinde olumlu kutbu canlandırırlar, hem de mesela Atakan ile Mahmut’un sohbetinde şöyle tanıtılırlar: «Burada..artık, Kemal, ona iyice anlatmıştı ki:İnsan dediğin tek başına hiçbir iş başaramaz. Hele öyle mühendis olup köyü, kasabayı kalkındırmayı falan hayal etmek, eh kusura bakmasın Ali ama, işte biraz taşralı.. köylümsü hayaldir. Olacak iş değil, tek insan yapamaz bunları. Türkiye’nin ve diğer geri kalmış ülkelerin ‘sorunları’ tek tek insanların fedakarlıkları ve çalışmalarıyla çözülemez!» (s. 167) «- Neye mi benziyorlar, cânım efendim basbayağı delikanlı işte, hayır dur bakayım. Bir kere saç sakal uzun değildi. Biri bıyıklı idi yalnızca. Derken nasıl söyliyeyim, kibar çocuklar, bilhassa saygılı. evet.. dikkatli konuşuyorlar, heyecanlarını güç zapdedip kelimelerini dikkatli seçiyorlar.» (s. 250) Ali Çubuk, edebiyat öğretmeninin bizzat rol aldığı bir dalavereyle örgüte mal edilir, «bilinçlendirilir», Marx’ı okur, anlamaya çabalar ve bu arada okulun kendisine verecek bir şeyi olmadığına inandırılır. Başlangıçta son derece uyanık, zeki ve duygulu bir genç olarak tanıdığımız Ali Çubuk’un robotlaşmış bir örgüt üyesine doğru tersine gelişimi herhalde yazarın örgütlerin etkisini belirtmek için başvurduğu bir şey olmalı. Yoksa annesine babasına arkadaşı Kemal’e ve onun emir aldığı “ağabey”lere karşı böylesine körü körüne itaati pek tutarlı gelmiyor okuyucuya. Ali’nin ailesinden tümüyle kopmasına sebep olan olay, «Mart ayında» askeri birliklerle Orta Doğu Üniversitesi öğrencileri arasında çıkan çatışmaya küfreden babasına Ali’nin gösterdiği tepkidir: «- Görüyor musunuz len, şu orospu çocuklarını.. dedi.. üç buçuk akıllarıyla, devletimize ne hayınlıklar planlamışlar. Kıymışlar Mehmetçiğe.. ulan pezevenkler, ulan analarını bilmen ne ettiğimin gavurları... Öfkeli sesini daha öfkeli genç bir ses bastırdı; - Orospu çocuğu dedikleri bir iyi devrimcilerdir ki, senin, benim tüm halklarımızın kurtuluşu için almışlardı o silahları, ölen jandarmaya ne acıyorsun, faşist ordunun bir uşağı idi o!» (s. 197) Baba ocağından kovulduktan sonra Ali, örgütün kendisine oynadığı oyunu öğrenir, fakat sıyrılıp kurtulmak için hiçbir çaba göstermediği gibi günden güne düşünme yeteneğini kaybeder, robotlaşır, sonunda da eline verilen silahı «denemek için» bir adam öldürür: Akif Koçsa, Ali’nin içine düştüğü örgüt 98 «- İşte diyeceğim ki, bu hareket aydın tabakanın dışardan ithal ettiği bir moda değil, doğrudan bizim milletimizin duygularıyla, inançlarıyla ilgili. Ne bileyim işte, millet ne ise, bu hareket de onu ifade ediyor! Tamam, tehlikesi şudur ki üstadım. bu hareket bizlere yabancı!» (s. 251) «- Nurcu veya nakşi olması ülkücü olmasına engel değil ki, dedem insana bu hareket milleti temsil ve ifade ediyor; nurcusu, nakşisi, töresi, âdetiyle., sanki Türkiye Cumhuriyeti, Osmanoğulları, daha eskisi neydi o yahu Selçuklar deyiver Göktürkler, işte bizim milletin tarihten bu yana tümünü.» (s. 253) Emine Işınsu romanının karşıt düşünceli eylemci figürlerinin ortak yanını Sivas kökenli oluşlarında, başka deyişle büyük şehrin Batılı eğitim görmüş burjuva öğrencileri karşısında ezikliklerini yenmek için verdikleri mücadelede görüyor. Ülkücü İlhan Kasapoğlu’nun sözlerinde bu görüş şöyle dile geliyor: «Büyük şehir seni ilk, sana karşı olan değerlerle karşılar. Bir bocalarsın, etrafın alaycı yahut hoşgörülü bakışlar. tavırlarla çevrilmiştir. İki türlüsüne de küfretmek gelir içinden, onu bile beceremezsin rahatça, Aslında şimdi biliyorum ki, karşı taraf da bir isbat çabası içindedir. Benim, özü temsil ettiğimin farkındadır şuur altı veya şuurlu. Bundan ötürü, beni kendi yanına çekebilmek için, kendi değerlerine özendirmek çabasına girişmiştir, aşırı gösteriş içindedir. Belki kendini küçümsediği için, beni küçümsediğini sanır. Velhasıl o da, varlığını ispat çabası içindi!.. Ama sen şehre geldiğin zaman delikanlıysan ve karşı değerlerden de, insan psikolojisinden, sosyolojinin kanunlarından habersizsen ve aydınımızın batı karşısındaki ezikliğini hiç bilmiyorsan; büyük şehir seni çarpar abla. Bizim yargılar ne kadar yerli, öz, gerçek olursa olsun; F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E kaymak tabakayı büyük şehirli temsil ettiği için, sen yenilmeye mahkumsundur!» (s. 256) «Mesele, bunca basitti. Koçsa’nın elektrikli ev aletleri yapan fabrikası Koçsa-Çel’in İSK’e bağlı büyük sendikası greve gidince Mahmut, işi anladı. Bu tamamiyle piyasadaki mal bolluğunu azaltmak ve buz dolaplarına, çamaşır makinalarına zam yapabilmek için tezgahlanan bir oyundu. Patronla, İSK’in anlaşarak hazırladıkları bu grevde kışkırtılan ve aşırı sol sloganlarla fabrika önünde öfkeli bir bekleyiş içinde nöbet tutan solcu emekçilerin bu durumdan hiç haberleri yoktu.,» Romanın olaylara ve insanlara karşı mesafeli gençleri, Selen ile Mehmet’in Ankara ve İstanbul’da yetişmiş olmaları bu bağlam içinde anlamlıdır. Sevim Ablanın yeğeni Mehmet, Orta Doğuda oku muştur, İlhan’ı Ülkü Ocağının bir toplantısında dinlediğinde ilginç bulmuştur. onun ötekilerden farklı olarak kalıplara bağımlı düşünmeyişini beğenmiştir, ama Ülkü Ocaklarına katılma konusunda çekingendir, mesafeli kalmaktan yanadır: Emine Işınsu’nun eleştirdiği kurumlardan biri de basın. Gazetelerin satın alınabilirliğini, sermayece yönetilebilirliğini çeşitli yönleriyle sergiliyor: «Biliyor musun bıktım ben, yani insanların hemen hepsinin dünyaya, Türkiye’ye ve bütün meselelere tek bir şablon uygulamalarından bıktım. Belirli bir zihni çalışmaları var, sınırlı ve maalesef çok dar bir sınır. İşte koca dünyayı ve İNSAN’ı bu sınır içine yerleştirmeğe ve onun içinde izah etmeye kalkışmıyorlar mı, çıldırıyorum.» (s. 268-269) «- Basına açıklayacağım! - Basın mı?.. Güldürme beni Başkan, hangi gazete, hangi dergi Koçsa aleyhine bir ‘kampanyaya cesaret edebilir? Herifin karısı o gazeteci bozuntusuyla kaçtığı vakit, biri yazabildi mi? Haydi diyelim, gazeteci gazeteciyi kolladı, bir faktör de budur. Peki, adam güzellik kraliçesiyle kaç yıl nikahsız oturdu, hangi sosyete dergisi, hangi dedikodu dergisi, ağzına alabildi büyük Koçsa’yı? Oysa Emine Işınsu bu iki figürüne uygun gördüğü mesafeli tutumu genelde benimsememektedir. 1970’in Şubat ayında olayların doruğuna ulaştığı sırada resmi çevrelerin ve aydınların yorumunu yadırgar: «1970’in Şubat ayı, memleketin sade vatandaşları dahi, artık olaylardan İyice huzursuzluk duymaya başlamışlardır. Ancak iktidardan Gizli Güvenlik Teşkilatına ve aydınların çoğunluğu halka iki hedef göstermektedirler: - Peki yahu prensiplerine sadık bir tek solcu gazete yok mudur bu memlekette?» (s. 231) «Canbaz»ın kurgu düzeninde yazarın siyasal tutumunu ortaya çıkaran, vurgulayan unsurlar pek çok. Ne var ki bu durum onu karşıt kutbu yok saymaya götürmüyor; roman, bu karşıt kutba ironik ve eleştirici bir tutumla da olsa yer veriyor. ‘Sağ ve sol tehlike!» Böylece bir denge sağlayıp, her iki tarafa da KARŞI olmak, bir nevi “entellektüalite” etiketi haline geliyor! İsim takılıyor: ‘Hakkı teslim etmek!’ Oysa basının ağababaları. bu arada Durum haber ve yorumlarıyla, özel tiyatrolar ve bir çok romancı, hikayeci, bu dengeyi bozmak, hedefi sağa çekip, solu masum gösterme gayretindedirler. Çirkin kıral Yılmaz Güney, şöhret merdivenlerini pek çabuk tırmanıyor. Gerçekçi sinema adına, açıkca komünizm propagandası yapan filmler çevriliyor.» (s. 313) Emine Işınsu romanında baş vurduğu anlatım araçlarını ustalıkla seçmiş: Leitmotiv, sembol ve alıntı (Zitat ) tekniğini iyi kullanıyor. Sevim Ablanın kızgınlık, şaşkınlık, çaresizlik anlarında saçlarıyla oynama alışkanlığı, romanın birçok yerinde Leitmotiv tekniği biçiminde işlenmiştir: «Cümlesinin sonunu getiremedi, kızdığı, şaşırdığı, daha doğrusu pek çaresiz hissettiği zaman kendini; böyle topuzuyla oynardı, saçlarını çözer, firketeleri ağzına doldurur tek tek... Şimdi yine başını iyice silkeleyip, saçlarını dağıtıyor, sonra bütün kabahat bu güzel, gür, kızıl kahve saçlardaymış gibi, onları çekiştiriyor, topluyor, tek kalın örgüsünü sıkı sıkı örüyor. Ve firketeleri bir bir çıkarıp ağzından, örgüyü ensesine sıkıca tutturuyor.» (s. 66) Keza «Nereden incelirse ordan kopar.» (s. 314) 1970’1erin politik çalkantıları romanda öğrencilerden başka işçi sendikacı-patron düzeyinde de ele alınıyor. Selen’in annesi Gülnaz Hanım sendikacıdır ve işçileri için çocuk yuvaları. kreşler açtırmak amacıyla fabrikayı greve götürür. Bu grev sırasında yaşadıkları, sendikalara sızan çıkarcıların kirli işlerini ve kapitalistlerin oyunlarını öğrenmesine yardımcı olur: 99 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E deyimi bir leitmotiv şeklinde tekrarlanır. Alıntılar çok çeşitli. Batı kaynaklı olanlar Erich Fromm’un. Karl Marx’ın sözleri. Yerli kaynaklar oldukça geniş bir yelpaze oluşturuyor: Başta Aşık Veysel «Güzelliğin on par’etmez / Bu bendeki aşk olmasa ... » (s. 272) sonra sık sık Kur’an ayetleri «İsteyin vereyim» (s. 429) «İnsan için çalıştığından fazlası yoktur.» (s. 454) gibi. Mevlâna’dan «Gel gel her ne olursan yine gel / Kâfir, putperest, mecusî olursan da yine gel / Bizim dergahımız umutsuzluk dergâhı değildir / Yüz kere tövbeni bozmuş isen de yine gel!» (s. 270) Günün modası şarkılar: Ajda Pekkan’dan «Boş vermişim boş vermişim boş vermişim dünyaya / Ağlamak istemiyorsan sen de boş ver dünyaya.» (s. 148) Lemi Atlı ‘dan «Gezdim yürüdüm dün gece hicranımı yendim / Ta fecre kadar balkonun altındaki bendim.» (s. 336) Reklam spotları: «Yok aslında birbirimizden farkımız ama biz ... » (s. 30) Politik sloganlar: «Gençlik bunalımının nedeni sosyo-ekonomiktir», «Ezilen halklara hürriyet», «Nato’ya ve Cento’ya hayır», «Bağımsız Türkiye» (s. 281) Romanın odak sembolü, esere adını veriyor: Canbaz. Denge sağlama aracı canbaz sopası ile ideolojiler arasında bir bağıntı kurulurken, hayatın tehlikesi ve insanın kendini kanıtlama güdüsü de ip ve canbaz semboliğinde dile getiriliyor: «Dünyada ne kadar insan varsa, o kadar canbaz vardır. Herkes kendi ipinin üzerinde, ispat uğruna tehlikeli gösteriler peşinde, fakat can derdinde! Denge sağlamaya bir sopa bulursa, ne âlâ ... Sopalar da o kadar çeşitli ki be canım, bazısı denge sağlayacağına denge kaybettiriyor, hele üzerinde yürüdüğü ip, gevşemişse ... İşte o zaman Allah yardım etsin, kuldan hiç umut Yok!» (s. 416) Roman figürlerinin dili memleketlerine, ait oldukları sosyal tabakaya, gruba göre değişmekte, gerçekçi bir 100 biçimde yansıtılmaktadır. Çubuk Ağanın hemşehrisi şöyle konuşur: «- Çubuk Ağa, baksana senin oğlan da anarşik olmuş meğer görüyon mu?» (s. 197) Tülin, öğrenci argosuyla konuşur: «- Sofranın tadını kaçırıyorsam, terk edebilirim, bana rahatça çay, diyebilirsın,» (s. 94) Kemal de liseli argosuyla. Ali’yi şaşkına çeviren bir manzaravı şövle yorumlar: «- Ayıp ulan, öküzün trene baktığı gibi, ne bakıyorsun? - Evet ama baksana .. Kemal omuz silkti: - Kırıştıyorlar onlar, cebirciyle sarı kız. Öbürü, Selmin sarının arkadaşı, güya aralarını, o, yapmış.» (s.159) Militanların kalıp anlatım biçimi de sık sık yansıyor. Mesela Ali’ye yapılan telkinlerden biri: «-Bak gördüğün bu fenalıklar, ahlaksızlıklar asıl sömürü oğlum, zenginin fakiri sömürmesi, işte bu düzenin gereğidir, anladın mı? Senin yüreğin alıyor mu insanın insanı sömürmesini, insan bu be! Şimdi bak, sizin evin kaloriferini yakan, toz duman pislik içinde kalan baban değil mi, ama kim temiz ısınıyor? Yukarı kattaki burjuvalar. Şimdi söz gelimi onlar insan da, senin baban değil mi?» (s. 164-165) Öte yandan kişilerin konuşma alışkanlıklarındaki üslup değişiklikleri de onların ruh haliyle bağıntı İçinde değerlendirilip işlenmektedir! Mesela Sevim Abla’nın şu sözleri, yorumuyla birlikte veriliyor: «- Afedersiniz, bir şeyi pek iyi anlayamadım Beyefendi, Yani sebeb-i ziyâretinizi artık açık açık ortaya koysaydınız. Canı eğlenmek istedi mi Sevim abla, Osmanlıca terkiplerle konuşur. Sebeb-î Ziyâaret o fasıldan olmalıydı.» (s. 72) Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: «Canbaz», Emine Işınsu’nun romancılığını kanıtlayan bir eser. Türkiye’nin problemli bir dönemini kendi siyasal görüşü açısından, ama sanatlı, biçim bilinci içinde yansıtan Emine Işınsu, romanda uyguladığı alıntı tekniğinde, değindiği efsane v.s. de Türk-İslam kültüründen yararlanmakla çağdaş roman tekniğini özümlediğini göstermektedir. F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Canbaz’da Şekil Ve Zamana Ait Bilgiler • Necmeddin TÜRİNAY Canbaz romanının başlarında, roman kişilerinden Sevgi Selen Atasoy’u şu pozisyon içinde buluyoruz : «Kollarımı daha sıkı sarıyorum göğsüme. Pencerenin önüne dikilmişim, san yaprakları muttasıl döven yağmuru seyrediyorum. Yapraklar ürperiyor, titriyor, yere çamura düşüyorlar. Yaprakların yağmura karşı koyabilmelerini ne kadar istiyorum. Şu bir tekin e takılıyor gözüm, ısrarla onu seyrediyorum. «Düşme .. » diyorum, «Düşme, bak eğer sen düşmezsen ben Konya’ya gidebilirim. Giderim. Boş ver annem gelmesin, yalnızım ben. Tıpkı senin gibi yalnızını yaprak, düşme.» (s. 8-9) Buradan, roman kahramanına ve romancıya ait ilgileri yakalamaya başlıyoruz hemen. Dikkat edilirse roman kişilerinden Sevgi Selen Atasoy, pencereden dışarıya bakarken yağmuru ve yağmurun darbelerine dayanamayarak düşen bazı yaprakları görüyor. Yağmur altında kalan yapraklar «ürperir, titrer» ve çamurların üzerine düşerler. Roman kahramanının kendi dışına bakışı, bize camın ötesinde kalan manzarayı aktarmak amacını taşımıyor. Zira o, sağlam ve sıhhatli bir dikkatin sahibi değildir. Biz dış manzarayı, sokağı, ağaçları, bahçe’yi ve yağmuru bütünüyle kucaklayan intibalar almıyoruz Selen’in bakışlarından. Sevgi Selen’in zihni sadece yapraklara takılıyor. Onun için önemli olan, belki yaprağın kendisi de değil; doğrudan doğruya «düşme” hadisesidir diyebiliriz. Romanın ileriki sahifelerinde sergilenecek gelişmeleri de göz önünde tutacak olursak, bu düşme olayı ile Sevgi Selen arasında bir benzerlik, bir aynilik ortaya çıkacaktır. Gene yukarıda aktardığımız bir anlık sahneye dayanarak diyebiliriz ki, romancı bize, sıhhatli bir dış çevre tasvirinden ziyade, ilgili tipin iç pozisyonunu vermeyi amaçlamaktadır. 0, daha ziyade zihni meşguliyetleri olan, onların fasit çemberinden kurtulamayan birisidir. Onun dışarıya bakması, dışarıyı görmesi anlamına gelmez. Sadece, içinde bulunduğu ruh halini açığa kavuşturacak biçimde, ilgiler kurmakla sınırlıdır bu bakış. Yağmuru görmesi, yaprağı düşürdüğü içindir, ya da kendisinde daha değişik çağrışımlar yarattığı için. Zaten düşen yapraklarla, hele son kalan yaprakla kendi arasındaki ilgi, «iç konuşmalar» tarzında ortaya konmuyor mu? Sevgi Selen Atasoy, Emine Işınsu’nun son romanı Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.90 «Canbaz»ın önde gelen kişilerinden biri. Ona benzer daha değişik kişiler de var romanda. Bu benzerliği, Sevgi Selen’in taşıdığı psikoloji açısından kurmuyoruz. Romanda taşıdıkları ağırlıklar açısından, böyle bir ortak taraf bulunduğunu belirtmek istiyoruz. «Canbaz»da, 1979 ekimine kadar Türkiye’nin son anarşili dönemlerini okuyoruz. Çeşitli çevrelerden, çeşitli kişiler var romanda. İş çevrelerinden sendika temsilcilerine, sağ ve sol gruplardan gazetecilere, esnaftan toprak sahiplerine kadar kişiler ve bu çerçeve içinde Sevgi Selen Atasoy’Ia, pansiyon sahibi dul kadın Sevim. Romanın başlarındaki yağmur sahnesi, sadece roman kişilerinden Sevgi Selen’in anlık psikolojisini vermek için kullanılmıyor romancı tarafından. Burada romancı, kahramanına göre daha geniş bir perspektifin sahibi olarak karşımıza çıkar. Sevgi Selen, sürekli yağan ve yaprakları hırpalayan yağmurla kendisi arasında ilgiler kurarken, romancı bu sahneyi ve anı, romanın bütünü içinde kullanmanın ve eserini bu eksen etrafında geliştirmenin hazırlıkları içindedir. Elbette okuyucunun, böyle bir kanâate, daha romanın başlarında iken varması mümkün değil. Ancak roman ilerledikçe, hatta romanın sonlarına vardıkça bu sahnenin sık sık karşımıza çıktığına ve ağırlığını hissettirdiğine şahit olacaktır. BİR BÖLÜMÜN ETRAFINDA: İKİ SATIH Sevgi Selen cama yağmur damlaları vurdukça; karşısında değişen, durmadan oynayan resimler görür: «Sanki sulu boya ile yapmışlar bahçeyi ve iç içe geçsin diye renkler, kağıdı oynatıp duruyorlar.» (s. 9), «Bahçeyi sulu boya resimlere döndürdü, belirsiz her şey, sallanıyor. Yer vıcık vıcık.. Ağaçlar, taşlar, yapraklar tir tir titriyor. Bütün titriyor, farketmiyor musun Sevim Abla?» (s. 35) Bu karışık renkler ve durmadan oynayan sulu boya resim görüntüleri içinde, Sevgi Selenin gözünün önüne, romanın öteki kişileri çıkar. Her damla, resmi yeniden sarsar ve her sarsıntıda bir başka kahraman ekrana gelir sanki. Selen’in iç dünyasını, daha doğrusu sıhhatli bir müşahede gücünden yoksun oluşunu ortaya koyan «düşen yaprak» benzetmesi; durmadan değişen resimlerle, renklerin karışımı ile ve resimlerde öteki kahramanların tezahürü ile iç 101 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E içedir. Bu küçük sahneyi romancı, dikkat edilecek olursa, hem roman kişilerinden birinin anlatılması, hem de öteki kişilerin romana yavaş yavaş sokulması için kullanıyor. «Canbaz»ın ilk 42 sahifelik bölümü, bu bakımdan son derece ilginç kabul edilmelidir. Zira romanın çekirdeği bu bölümde yatıyor. Romancı bu bölümde, romanını nasıl kurduğuna dair ip uçlarını da bize teslim ediyor. 42 sahifelik bu ilk bölüm iyi kavranmadıkça, romanın bütününü kavramak da güçleşecektir. «Canbaz», Türkiye’nin önde gelen kapitalistlerinden Akif Koçsa’nın öldürülmesinin hemen akabinde başlıyor. Koçsa’yı öldüren ve «Koçsa’ların da öldürülebileceğini isbat etmek İstedim.» diyen Zara’lı Ali’yi olduğu gibi, diğer roman kişilerini de, biz ilk sahifelerde Sevgi Selen’in münasebetleri çerçevesinde tanırız. Selen’in kafasında, kaldığı pansiyonun halkasında teşekkül eden bir münasebetler ağı var. Münasebetler ağı, romanın başlamasından hemen önce, zaten iyice giriftleşmiş bir duruma girmiştir. Her ne kadar, tabii hayattaki olaylar dizisi için, başlangıç ve sonuç diye bir sınırlama yoksa da, bir romancı için bunlar ne ifade eder’? Gerçi tabii hayatta olaylar dizisi için bir yayılma veya büzülme söz konusu olabilir. Ama bu durum dahi bize göredir ve izafidir. Bu romanda da, öncesi romancı tarafından bilinen ve değişik kişiler etrafında cereyan eden bir takım olaylar, aynen diğer romanlarda olduğu gibi var. Ama romancı, anlatmayı düşündüğü vak’aları -yâhut vakıâları- nasıl anlatacak ya da neresinden anlatmaya başlayacaktır? Bu sorunun cevabı, romancının anlatmaya bağlı teknikler etrafında kafa yorması demektir. Tabii ki, kişiler de bu çerçevede yer alır bir romanda. Tahkiyenin tekniği, kişilerin bize aktarılmasındaki sıraya da doğrudan tesir eder. Burada, daha doğrusu «Canbaz»ın başlangıcında karşılaştığımız bir tezat, romancının hikayesini kurmaktaki teknikten kaynaklanıyor. Şöyle: Romanın bize göre başı, romancı için hemen hemen bir son durumda. Sevgi Selen: Akif Koçsa’nın öldürülmesi, kendisinin Konya’ya gidip gitmeyeceği, akşam gelecek bir misafirin (İlhan’ın) beklenişi içinde.. ve daha önemlisi, bizim için bir hayli karanlık kalan, fakat kendisi ve romancı açısından yakinen bilinen bir iç dünyanın sahibi. Camdan seyrettiği yağmur sahnesinde olduğu gibi, zihni bir hayli karışıktır. Bu doğrudan doğruya bir iç huzursuzluğu, bir zihni karmaşa halidir. Huzursuzluk ve zihni yorgunluk onu o kadar kuşatmıştır ki, sıhhatli bir dışa bakıştan ve düzenli hatırlama gücünden yoksundur. Kendi dışını, salim intibalar olarak algılamaz. Bunun yerine, elinde ye belki farkında olmadan, dışarıyı kendisiyle kurabildiği ilgiler nisbetinde farkeder. Romanın başındaki ilk 42 sahife bütünüyle bu hava içinde gelişir. Sevgi Selen’in hatırlamaları, iç konuşmaları, zihninde hasıl olan çağrışımlarla çizilen bir dünya ile karşı karşıyayız bu bölümde. Sevgi Selen’in içinde bulunduğu sahne, romancının anlatacağı uzunca bir dönemin çok sonlarında bir nokta; fakat buna karşılık, gene bu dönemin hemen bir adım berisinde bir andır. Yani biz romanın başında; romanda anlatılacak geniş olaylar dizisinin en sondan bir adım berisindeyiz. Hemen aklımıza şöyle bir soru gelebilecektir: Romancı sondan başa doğru bir anlatmayı mı tercih ediyor? Genel görünüm bu olmakla birlikte, bu soruya «evet» cevabı vermek bir hayli zorca, Fakat şimdilik şunu söyleyebiliriz: Biz romanın başında, roman boyunca anlatılacak olaylar dizisinin sona en yakın bir noktasındayız. Hatta diyebiliriz ki, birkaç saat öncesinde. İlk 42 sahifelik bölümün. romanın bütünlüğü içinde, kendi başına bir başka bütünlük taşıdığını ve buna romanın nüvesi diyebileceğimiz; tekrar ifade edelim; çünkü bu bölümün hususiyetini ortaya koymak ve bütünlüğünü farketmek, romanın tamamını kavramak için şart haline gelmektedir. Sanki başlı başına bir roman. Bu bakımdan üzerinde genişliğine durulması icabediyor. İlk girişte karşımızdaki kişi, hemen hemen hiç değişmez. Bu, sürekli biçimde Sevgi Selen’dir. Bir parça da, yanında pansiyoner olarak kaldığı, resme meraklı, geçim sıkıntısı olmayan, dul ve ancak fantazi kabul edebileceğimiz cinsten Erich Fromm şakirdi Sevim hanım. Sevgi Selen iki yıl yedi aydır An kara’dadır ve bu kadının pansiyonunda kalmaktadır. Pansiyonda kalan iki kız daha var: Kapitalist Akif Koçsa’nın Marksist kızı Tülin ve romanda fonksiyonu son derece daraltılmış Aynur! Ankara’nın mutena semtlerinden Gaziosmanpaşa’daki evin bir üst katı da, gene Sevim Hanım tarafından solcu bir profesöre kiralık olarak verilmiştir. Romanın diğer kişileri ise, ya bu pansiyonu ziyaret edenlerdendir, ya da pansiyonda kalan kişilerin dış ilişkileri çerçevesinde belirirler, Akif Koçsa, onu öldüren zavallı Ali, ülkücü İlhan, Sevim hanımın yeğeni Mehmet, sağcı ve solcu geçinen sendikaların liderleri. figüranlar, Sevgi Selen’in amcası ve idealist kadın sendikacı annesi! Romancı bu ilk bölümde, Sevgi Selen’i anlatır bize. Fakat bu anlatmak; ne tasvire dayalı bir anlatmadır, ne de tarafsız müşahedeler biçiminde gelişir. Romancı mümkün olabildiği kadar kendisini arka plana çekmiştir. Hatta romancıyı kesinlikle yakalayamayız. Sadece Gaziosmanpaşa semtinin tasviri anlatımı hariç! Zira burası bize, Sevgi Selen tavrıyla verilmiyor, bunu ondan beklemek de yersizdir aslında Genelinde bölüm, Sevgi Selen’in zaman zaman 102 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E hatırlamaları, hayalleri, tecessüsleri ve serbest çağrışımlarıyla gelişiyor. Metin bu haliyle son derece karışık. iç içe ve bulanık bir seyir takip eder. Metnin bu haliyle gelişimi yazar adına son derece başarılı görülmektedir. Ne var ki. Sevgi Selen’i, biraz acılı kabul edebileceğimiz bu iç akıştan, ya Sevim hanımın hitapları, ya da yağan yağmurun cama vuran sesleri ayırabilir. Bu durumda hemen belirtebiliriz: «Canbaz»ın ilk bölümünde iki seviyeli bir gelişme gözleniyor. Biri Selen’in Sevim’le pansiyondaki konuşmalarıyla sınırlı kalan, diğeri de Selen’in romanı bütünüyle kuşatan çağrışımlardan beslenen ikinci bir satıh. Her iki seviyenin veya eksenin hem şahıs kadroları, hem de zamanları birbirinden farklıdır. İlgili bölümde iç içe girmiş iki farklı zaman, farklı şahıs kadroları ve oldukça farklı mekanlar, okuyucu tarafından tasnife ve zihinde yeni baştan bir sıralamaya tabi tutulmalıdır. Bir de şunu ekleyebiliriz: Romancı her iki eksendeki gelişmeleri bir anda ve bir arada anlatıyor ki, bu da romanın ve romancının anlatma tarzının içine düştüğü karmaşıklığı ortaya koyuyor. Bundan, şikayet ettiğimiz gibi bir sonuca varılmamalı. Bilakis bunu, romancı adına müsbet bir puan olarak vurgulamak istiyoruz. Adı geçen bölüm, romancı tarafından, sekiz ayrı epizot’a ayrılmış. Bu ayırmaların her birinde, ayrı ayrı olaylar mı anlatılıyor? Ayrı ayrı olayları değil belki, ama buna ayrı ayrı sahneler demek daha isabetli olacaktır sanıyorum. Sahneden sahneye geçişler. bir sahnenin anlatımının bitimiyle değil; iç dünyasına dalmış olan Selen’in dışarıdan gelen bir sesle ve genellikle Sevim’in hitapları sonucu uyarılmasıyla, ya da zihni akış esnasında bir kelimenin, bir ismin kaynaklık ettiği bir çağrışım yoluyla oluyor. Her yeni çağrışımın akabinde biz, yeni bir sahneye intikal ettiriliriz. Romanın dokuzuncu sahifesinde Selen dışarıya bakarken, roman kişilerinden sendikacı Mahmut, bir damla yağmur suyunun aynasındadır. Daha önce bir başkaları vardı bu aynada. Okuyalım: «Bir su damlası daha, onun yüzü karışıyor,koca burnunun alı, yanağının pembesi, sarı gözleri .. geniş güçlü çenesinde dağılıyor.» «Belki gereken yalnızca, bir damlacık saf suydu» diye düşünüyoruz. «Her şeye dayanabildi; küfre, delillere, tutuklanmaya, zafere ve yenilgiye dayanabildi. Hem mahcup, çocuksu gülümsemesini eksik etmeden ... » «Mücâdelesi çetin oldu, her yolu denedi. Amma velakin bir damla saf su?.. Eh, işte annem!» Artık aynada annesi vardır Sevgi Selen’in. Ve arkasından Selen’in hafızası annesi etrafında dönmeye ve romancı da anne ile ilgili bir sahneyi yazmaya başlamıştır bile. Serbest çağrışımlarla geliştirilen bu UZUn bölümde, Selen’in ilgileri nisbe tinde, biz bütün roman kişileri ile teker teker tanıştırılınz. fakat ne kadar ya rım, ne kadar karışık ve bulanık bir tanımadır bu! Romanın bu bölümündeki «geçiş tekniği» okuyucu tarafından iyi yakalanmalıdır. Zira yazarın anlatma biçimi, doğrudan doğruya bu bölümde yatıyor. CANBAZLAR ve GÖSTERİ EKSENİ Peki, ya romanın bundan sonraki kısımları? Buralarda da gene, romancı tarafından denenmeye çalışılan «anlatma kombinezonları» ile karşılaşırız. Romancı sanki bizi yormaya, zihnimizi sürekli şekilde uyanık tutmaya zorluyor. Zaten, romanı bizim için ilginç kılan da, romancının iç içe kurduğu kombinezonlardır. Bu kombinezonla nüfuz edemeyen kişi, romanın dışında kalmış demektir. Onlar romanı bir bütün olarak değil, parça parça hikayeler kişiler arası alelade alakalar ve ideolojik bir takım tavırlar olarak algılayacaktır. Bu ise romandan; roman dışı, edebiyat dışı bilgiler almakla yetinmek değil midir? Yani demek istiyoruz ki «Canbaz», gücünü ve kalitesini, anlattığı ideolojik detaydan değil, doğrudan romanın kuruluş biçiminden alıyor. Aslında iyi roman ve iyi romancı. kendisini bu handikaptan kurtardığı nisbette vardır. Yoksa bizi okşayan görüş ve olaylarınanlatılması, iyi roman için yeterli savılmamalı. Elimizin altındaki roman, 466 sahifelik, on ayrı bölüm teşkil ediyor. Bütün bölümlerin başlıkları iki ayrı başlık altında toplanıyor: «Canbazlara Dair» ve «Gösteriye Dair». Romanın ilk bölümünde gelişen iki ayrı ekseni, romancı bu kısımlarda da kullanıyor. Ne var ki bu kullanma, ilk bölüme göre biraz daha farklı ve biraz daha mantıkî. Romanın ilk bölümünde, Sevgi Selen’in tam bir kaosa bürünmüş hatırlamaları içinde parça parça yer alan roman kişileri, daha sonra gelen bölümlerde birer birer, ayrı ayrı ele alınırlar. Roman kişileri romancı nazarında birer canbazdır. «Canbazlara Dair» başlığı altındaki bölümlerde, roman kişilerinden her biri sıra ile anlatılır. İlk bölümde bu kişi Sevgi Selen’se, daha ileriki bölümlerde sırası ile sendikacı Mahmut, Akif Koçsa, solcu Ali Çubuk, ülkücü İlhan Kasaboğlu vs. geniş planda sahneye çıkarlar. ilgili bölümlerde romancı; canbazları müstakil, kendi bütünlükleri içinde hikaye eder. Biz bunlara müstakil hikayeler nazarıyla da bakabiliriz. Fakat her canbaz. kendi hayat çizgisi içinde, romanın diğer kişileri ile az veya çok münasebet halindedir. Veroman, kişiler arası bu ilişkiler dolayısıyla, müstakil 103 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E hikayeler kılığından çıkarak, nev'ine has roman hüviyetine bürünür. Romanda «Gösteriye Dâir» başlıkları da sık sık görülür. Gösteriye dair bölümleri, romanda tamamiyle farklı bir eksendir. Romancı 1965-1979 yılları arasındaki aktüel siyası gelişmeleri safha safha özetler bize, bu tam manasiyle bir anlatmadır. Sanki birer panoroma!.. Ancak canbazların anlatılmasında olduğu gibi, bu bölümlerde de, 1950 lere kadar uzanıp giden geniş bir zaman dilimi vardır. Burada dikkatimizi çeken nokta, romanın «Canbazlara Dâir» ve «Gösteriye Dâir» bölümlerinin «dönüşümlü» olarak metinde yer almasıdır. Kendi bölümlerinde canbazlar merkez kişiler olarak anlatılırken. «Gösteriye Dâir» bölümlerinde hepsi, bir arada ve ortaklaşa bir akışın içinde olurlar. Bu noktada, «Gösteriye Dair” bölümleri ile «Canbazlara Dâir» bölümleri arasındaki anlatım farklarına dikkati çekmek gerekecektir. Sevgi Selen bölümünde romancı hemen hemen hiç yoktu. Romancı. Sevgi Selen’in içinden konuşuyordu. Onun içine nüfuz etmiş gibiydi. Sevgi Selen’e dıştan bakmıyordu romancı. Bu tavır, öteki roman kişilerini anlatırken bir hayli zedeleniyor. Fakat gene de, belirttiğimiz pozisyonunu koruma azmindedir romancı. Aslında romancıyı bu havasından çıkışa zorlayan, o kişilerin uzun hayatlarının özetlenmesindeki mecburiyet oluyor. Romancı açısından, kendisini bu yolda zor layan bir durum yoktur aslında. Romancı kendisini, böyle bir handikapa isteyerek sürüklüyor. Biz, mesela Sevgi Selen’in doğum zamanlarını bilmesek bir şey kaybetmezdik. Bizim yanımız sıra, roman da kaybetmezdi. Gaziosmanpaşa tasvirinde olduğu gibi. Romancının bakış açısındaki değişme, kişilerine dışarıdan bir müşahit gibi yaklaşmasını sağlıyor. Kişilerinin içinden, onların dışına çıkıyor. Ne var ki, zamanı dar tutup anlara, anlık düşünce ve hayallere indiği anda, Sevgi Selen bölümündeki «iç konuşma» tekniği, diğer kişiler anlatılırken de birden ortaya çıkıyor ve önümüzdeki metinde dil ve kelimeler gözümüzün önünden silinip kayboluyor, o kişilerin dünyası bir sar’a gibi insanı baştan sona sarıp kuşatıveriyor. Ve hemen, ister istemez: «İşte Işınsu, Işınsu üslubu ve tavrı bul.,» diyorsunuz. Romancıyı bu başarılı anlatmanın dışında tutan, onu zorlayan sebeplerin, bilgi verme ve özetlerine gayretinden doğduğunu belirtmiştik. «Gösteriler» dönemini romancı romanın ihtiyaç duyduğunun ötesinde önemsiyor. Ama bunlar metnin karakterini zedelemiyor mu? Fakat Ali Çubuk ve İlhan Kasaboğu’nda bu bilgiler iyi yediriliyor; bilgi zorlama, okuyucuya yardım amacının dışında romanın esas hüviyeti içinde eriyor. İlhan Kasaboğlu’nun Ortadoğu yılları ve «Gösteri- ye Dâir» bölümlerinin çoğu kısımlarında romancı tam manasiyle müşâhittir. Zaman zaman yazar, realist romancıların tavrına bürünüyor. O, her yerde vardır, her şeyi görür ve yaklaşımı tamamen mantıkî! Mantıkî ama roman için, romanın iç yapısı için geriye doğru bir gelişme değl mi bu? ZAMAN ÜZERİNE ZAMAN BİNDİRME Eserin sonlarında biz, Sevgi Seleni gene camların önünde buluruz: «Şu hüzünlü akşam saatinde yağmurun sesini dinlerken..» (s. 424) «Odam iyice karardı. Sarışınlığı kayboldu, hatıralara dalıp, yağurun sesi ni bile işitmez olmuşum. Dikkat ediyorum, yeknesaklık geçmiş. Bazan iri iri damlalar düşüyor, dam veya su boruları akıyor olmalı. Kalkıp pencereyi açtım; sulu boyadan yapılmış bahçem kararrnış.. (s. 445) Demek ki romanın başından sonuna kadar geçen zaman, pek uzun değilmiş diyoruz. «1979’un ekim ayında bir sıkıcı akşam üstü» (s. 38) Sevim’in pansiyonunda, yağmurun camları dövdüğü bir saatte başlayan roman, «sulu boyadan yapılmış bahçenin hafifçe kararıp, renklerin seçilmez hâle gelmeye başladığı bir ana kadar sürüyor. Henüz akşam yemeği yenmek üzeredir. (s. 447) Yani, bir yaz yağmuru müddetinde bir zaman! .. Yaklaşık bir buçuk, iki saatlik bir zaman! .. Romancının anlattığı zaman bu durumda, tam manasiyle «daraltılmış bir zaman»dır. Bu «daraltılmış zaman»ın en başında ve en sonunda, Sevgi Selen’le Sevim hanım hâlâ aynı mekandadırlar. Fazla bir hareket yok! Bu yeknesaklık romanın sonuna doğru üç ayrıgelişme ile noktalanır: İlhan’ın Selen’in annesinin eve gelişleri ve Mehmet’in Konya’dan çektiği tclgrafın üst üste yığılışı… Romancı niçin böyle «daraltılmış, ya da dar tutulmuş bir zarnan»ı yazmanın peşindedir? Onu, bütün yazacaklarını böyle dar bir zaman dilimine sıkıştırmaya zorlayan sebep nedir? Bu soruyu değişik açılardan cevaplamak mümkün. Fakat akla gelen ilk ihtimali buraya kaydedebiliriz, Rornancıları, daraltılmış veya dar tutulmuş bir zamanı yazmaya sevkeden hususların ilki, Proust’tan beri kullanıla gelen bir teknik kaygısıdır. Zaman, bizim saat ve takvimle ölçtüğümüzün dışında ve da ha ötesinde değişik bir olgudur. İnsan, saatle ve takvirnle ölçtüğümüzün zamanın, yani «hâl-i hazır»ın içinde yaşar. Ancak hali hazırın dışında insanın bir de iç hayatı, «derûnî hayatı» yok mudur? Bu «derûnî hayat», ister istemez, «derûnî bir zaman»ı da gerekli kılacaktır. Yani «derûnî hayatımız», «derûnî zaman»la 104 F İ K İ R S A NAT V E iç içedir ve bir aradadır. Bu zaman saatle ölçülmeyen, hâli hazırın dışında bir zamandır ve daha doğusu bir «hâl»dir, insan için. Bir romancı bu «derûnî hayat»ı yazmak isteyince, ister istemez hâli hazırda cereyan edenlerin dışında bir hayatı yazmaya başlayacak demektir. Gündelik zamanın sınırlı her hangi bir anında, insanın zihni ve derûnî hayatı, zaman ölçüleriyle ifade edilemeyen derin ve karanlık boyutlara uzanır. Bu uzun, geniş, sınır çizilemeyen; ileriye ve geriye, şuur altına, tedâîlere, tasavvurlara ve rüyâlara kadar inerek bütün benliği saran tamamen tecridi bir haldir. Bu anlamda romancının önün deki bir roman kişisi, bir anda; hem içinde yaşadığı gündelik zamanı, hem de bütün ömrünü ve bütün «münasebetler ağını», bir anda yaşar haldedir. Buna nüfuz, romancı için yazma zamanını uzatma, buna karşılık anlatılan hikayenin zamanını ise daraltma mecburiyeti doğurur. Çünkü zihnin akışı, saatlerden daha hızlı değil midir? Bu bakımdan romancılar, son zamanlarda eserlerinde bir «anlatım tekniği» olarak bu yolu kullanmaya E D E B İYAT TA TÖ R E başladılar. Romanlarında cereyan eden olayların gerçek zamanı üzerinde tasarruflara, tabii akışları durdurmaya daraltmaya. onunla oynamaya heves ediyorlar. Alışılmış roman tekniklerinin dışına taşma arzusu, yeni yollar deneme merakı, son yarım asrın romanının belirgin hususiyetleri arasında yer alır. Işınsu da, romanında kullandığı teknik kombinezonları, zaten tabii akışa karşı gerçekleştirdiği müdahalelerle, onunla oynayarak yaratıyor. «1979’un ekim ayında bir sıkıcı akşam üstü, gök delinmiş yağmur boşarımakta .. eski günlerin hikayesinde iki kadın! », Bu iki kadının içinde bulunduğu mekan belli, Sevim’in pansiyonu, yani sabit bir mekan. Zaman da belli, akşam üzeri birkaç saatlik bir zaman. Bu zaman, romanın esas zamanıdır, “hali hazır» zamanıdır. Selen’le Sevim’in konuştukları «eski günlerin hikayesi» de bir başka zamandır. Bu zaman birinciye göre daha uzun ve daha geniş bir zamandır. Eserde buna benzer daha başka zaman kategorileri de vardır. Töre Dergisi kurudu sandığımız bir şelaleydi. Yeniden gürül gürül akmaya başlayacak olması tarifsiz bir mutluluk. Türk Milletini kültüründen sanatından koparmak isteyenlere inat Töre’nin yayın hayatına yeniden başlamasını kutluyorum. Sanattan uzak bir toplum geleceğini kuramaz. Büyük Türkiye düşüncesi rüyalarımıza Töre’yle yeniden girecek. Takipçiniz olacağım. Saygılarımla. Arslan Küçükyıldız Sizi bu güzel teşebbüsünüzden dolayı kutluyorum. “Töre” “Bozkurt” dergisi ve “Devlet” gazetesi 1970’lerde Ülkücü hareketin vazgeçilmez yayın organlarıydı. Ayrıca “Töre-Devlet Yayınları” ismiyle de bir yayıevi vardı.Emine Işınsu Hanımefendi “Töre” Dergisinin sahibiydi. O tarihlerde Türkiye’nin üst seviyede bir edebi dergisi durumundaydı. Çok değerli imzalar bu dergide yazı yazıyordu. Işınsu Hanımefendi’nin o güzel yazılarını halen özlüyoruz. Bu derginin yeniden yayın hayatına geçmesi bizleri ziyadesi ile sevindirdi. Günerkan Aydoğmuş 105 S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Desen: Kenan Eroğlu F İ K İ R İlhan, Mehmet Ve Ben • Turan BOZKURT Ölüm güzel mi sevdiğim? Ne olur bir ses, bir soluk ver gittiğin yerden; bulunduğun hâlden; korkuyorum ölmekten. Ama sen «ol» desen, bırak yalan dünyanın yalan kavramlarını, sevmek neymiş. mutluluk eymiş «öl korkma öl» desen, öleceğim and olsun. Ne vardı sanki ölecek? Sevmekten, sevilmekten vazgeçecek kadar güzel midir ölüm? Alsaydın mutluluğu avuçlarımdan ve bir «özge safâ» sürseydik ne olurdu? Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.101 «Kalp değilse bile el mecbur» diyerek aklınla karar verdin ölmeye. Ah şu akıl; Mevlâna’nın «çamura saplanmış eşek» dediği akıl; aciz, çaresiz, akıl. Sana Işınsu’yu anlatacaktım. O samimi, o romanlarında yaşayan kadından söz edecektik karşılıklı. Ona niçin kızdığımı -sitem ettiğimi diyecektim- onu niçin sevdiğimi anlatacaktım. Şair Akbaş’ın «Büyük kafalı büyük elli/Tanrı’nın gönderdiği belli» 106 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E dediği liderden bahsedecektim. Taha Akyol’un «talihsiz» dediği neslin içinden çıkan yiğitlerin hikayesini özetleyecektim saatlerce. Hani, CANBAZ’daki İlhan var ya, talihsiz neslin bir ferdi olan İlhan, şu senin beğendiğin çocuk, adı büyüğe çıkmış üç-beş yabancı filozofu okuyunca ölümü düşleyen çocuk, onu niçin beğenmediğimi bir sır gibi söyleyecektim sana. Dahası, sana kendimi anlatacaktım. Ben kimim öyle mi? Ben Kürşad’ım, Ulubatlı’yım, Yavuz Sultan Selim Han’ım, Mehmetçik’im. Ve ben, bir Türkmen ağasının «kadife eldiven içinde çelik yumruk» dediği insanım. Gün olur ararım, kovalarım ölümü; gün olur «zebûn olurum. bir gözleri ahûya.» Hayata sımsıkı sarıldığın, sevdiğin, sevildiğin, güzelleştiğin günleri hatırlıyorum da, ölümün hayal gibi geliyor bana. Yoksa hepsi yalan mıydı? Daha o, yaşamak istiyor gözüktüğün günlerde bile ölüm vardı aklında da hep rol mü yaptın? Yahut hep aldandım mı ben? Yazık, beynimi burkan sorularla bırakıp gittin beni. Ne «gül yaktın», ne «şiiri yaşadın » ne de bir sohbet edebildik, insan yahut sevmek üstüne. Münir Nurettin bir şarkısında «ümit yolcusu yorulmaz» diyor. Öldün İşte yoksun artık, ümidimi güllerle yakmalı, yorulmalı ve unutmalıyım. Doğrusu, Canbaz’ı okurken, zaman zaman kendimi İlhan’da bulmadım değil. Işınsu canbaz diyor İlhan’a; gerçi o herkese canbaz diyor. İp üzerinde yürürken kullanılan sopalar farklı da olsa, herkes bir canbazdır ona göre. İlhan’ın sopası çift tabancasıdır. Ya seninkiler sevdiğim? Yaşasaydın da sorsaydım, «sen dengeyi nelerle sağlıyorsun?» diye, doğruyu söyleyebilir miydin bana? Ama sen yoksun artık ve ben Peyami’nin Yalnızız adlı romanındaki Samim gibi buldum onları. Dinimiz «ölülerinizi hayırla anınız » der. Seninkileri yazmayayım ama ya benim denge sopalarım? Söyleyeyim: Ben canbazdan çok kumarbaza benzetirim kendimi. Önce küçük oynayarak kumarı -hayatı desem de olur- öğrenen ve artık en büyüğe oynayan bir kumarbaz. Ancak, para değildir ortaya sürdüğüm. Para bana heyecan vermez. Gerçi bilirim, yalanlara, kötülüklere, ihanetlere analık eden, insan zekasının en rezil icadı olan paraya bu dünyada muhtacım ama işte hepsi o kadar. Oynayınca kumarı, ortaya kafanı, kolunu, istikbalini koyabilmelisin ve kazandıkların, uğrunda ölünebilecek kadar kıymetli olmalı. Ya Mehmet? Işınsu’nun Canbaz’daki Mehmet’i. Hani bir gün İlhan’ı halasının evine davet eder ve ona söz arasında «Sevmiyorum insanları, önce şu bizim Milleti» deyiverir. Sonra bu sözünü açıklayarak, «Şu bizim Milleti derken, teorik olarak sevmiyorum demek istemedim. Teoride seviyorum, insanların tümünü seviyorum. Eh işte seviyorum. Sevmemekten kastettiğim, şu içinde yaşadığım zamanın ve toplumun insanları. Çünkü onları hiç anlamıyorum.» diyecektir. Mehmet’i nasıl bulduğunu bilmiyorum, söylememiştin, Duyduğuma göre, romanı okuyanlar, İlhan’dan çok Mehmet’i beğeniyorlarmış, Halbuki ben onu da beğenmedim. Biliyorum, yaşasan ve karşımda olsaydın şimdi, kaldırıp göz kapaklarını aklımdan geçenleri okumak İster gibi bakacaktın yine. Anlatayım: Düşünmek ve okumak tutkunu, üç yabancı dil bilen, milletini tanımak isteyen bu Siyasal’lı Mehmet, ilk bakışta sevimli bir tip. Üstelik Yunus Emre’ye de hayran. İtiraf edeyim ben de yer yer onda kendimi buldum. Ama bunlar yetmez. Mehmet de, halası Sevim de kaçıyorlar. Hadi Sevim’i bırakalım bir tarafa. Fakat Mehmet’in şöyle bir yakasını toplamak, sarsmak ve haykırmak istiyorum yüzüne karşı; «Devlet gidiyor elden. Türklük bütün değerleriyle tahrip ediliyor. Senin neslin ölüyor, öldürüyor. Saflarda yerini al» diye. Halbuki o da bir kısım insanları sarsmak, uyandırmak» istemektedir. Milletini tanımadığı gibi «bizi» de tanımamaktadır. Beni de «farkında olmadan kendi kendilerine tutsak düşmüş kişiler» dediği insanlardan biri sanacaktır. Oysa kendisi de bir tutsaktır. Korkularına tutsak olmuş, gerçeklerden kaçmaktadır. Kendisini, olduğu gibi gözüken dürüst birisi olarak anlatmıştır İlhan’a ama aynı şeyleri bana anlatırsa, «korkularını nereye sakladın çocuk?» diye sormamdan korkacaktır. «Olduğu gibi gözükmek» ne güzel lakin ne büyük yalan. Canbaz’ı okurken bazen kendimi İlhan sandım, bazen de Mehmet. Ama ben, onlar değilim. Sanki beni ikiye bölmüşler, bir yarımı biraz eksik anlatıp Mehmet diğer yarımı da yine biraz eksik anlatıp İlhan yapmışlar. Halbuki ben, onların ikisinin toplamından da fazlayım. Gün ışığında güzelleşen gözlerini dikme gözlerime öyle, mübalağa etmiyorum. Mehmet’i anlattım işte biraz. İlhan’a gelince, doğrusu dürüst, yiğit bir tip gibi gözüküyor. Bir gece evine gelerek kendisini sevdiğini söyleyen kıza elini bile sürmez, Aslında önceleri her şey iyidir. Hali vakti yerinde bir ailenin çocuğu olan İlhan, üniversitede fikirdaşlarının başkanıdır. Havasına diyecek yoktur. Ya olaylar kızışınca? Bir gece sabaha kadar elde silah beklemekle, bir kere dayak yemekle ve birkaç tehditle çözülüvermeli mi insan? Çözülüp de önce okulu, sonra da Ankara’yı mı terk etmeli? Bu çocuk, «korkuyu yenmek için, korkunun üstüne yürümeli» diyen başkanı hiç dinlememiş gibidir. «Ya devlet başa, ya kuzgun leşe» şuuruyla, «yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz»ı diyen arkadaşları direnirken, o bırakıp gitmiştir her şeyi. Tabii sen bu olayları hiç yaşamadın. Üzerine çevrilen bir tabanca nasıl ürpertir insanı? 107 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Soğuk namlulardan çıkan kurşunlar. değmese bile nasıl sızlatır yüreğimizi. Vücuda giren bir kurşun neler hatırlatır, neler düşündürür insana bilemezsin. Yaşasaydın eğer bunları da anlatacaktım sana, neyleyim ki öldün... Izdırabım sonsuzu kucaklayacak kadar büyük. Ve kadere öfkem, kainatı sarsacak kadar şedid. Sen Canbaz’ı okumuştun güzelim. hatırlarsın. Bu İlhan, Mehmet’le yaptığı ilk sohbetinde de zaten dağıtmıştı kendisini, Mehmet’in «Sevmiyorum şu bizim milleti» sözü önce onu rahatsız etmiş, biraz sonra ise «ben de» demeye başlamıştı. Veysel’in «Güzelliğin on par’etmez / Bu bendeki aşk olmasa» mısralarını hatırlayan İlhan’ın, konusu millet, memleket olan bir sohbette bu mısralara takılıp kalmasını da nedense pek sevmedim. Gerçi, seni deli-divane sevdiğim günler hiç hatırlamadığım bu mısralar, şimdi dilimden düşmüyor. Ama o zaman ben, ezelden tutkun olduğum rengi en güzel haliyle senin gözlerinde sanıyor ve sana Allah’ın bu güne kadar yarattığı en güzel kız diyordum. Hayallerinle, hırsımla, öfkenle de güzeldin. Hani aşkın gözü kördür derler ya. Halbuki aşkın ne suçu var, kör olan biziz. Diyeceğim o ki, seni güzelleştiren, bendeki aşktı fakat, İlhan’daki aşk olmasa da Türk Milleti güzeldir. O İlhan var ya güzelim, şu senin beğendiğin çocuk. O nasıl delikanlıdır öyle? «Ne sevdiği bellidir, ne sevmediği». Ya ben? Bir düşün, ne kadar kör, deli ve sarhoştum aşkınla. Bilirsin o günler bir özge fasıldı ömrümde. Kıyamete dek sürecekti sarhoşluğum. Ölümünle bir başka fasıl başladı. Ve ben unutmak için... Keskin bıçaklarla kazıdım kendimden seni... Yetmedi... öfkeli bir kurt gibi pençemi daldırıp göğsüme kavradım, kopardım ve attım yüreğimi, Barbaros’un göl yaptığı denize. Halbuki Işınsu’nun İlhan’ı... Ne başı sevdasız olmayacak kadar yiğittir, ne «bir gözleri ahûya zebun» olacak kadar duygulu, ne de yüreğini koparıp atacak kadar öfkeli-cesur. Sohbete böyle devam edersek Işınsu’yu kızdıracağız değil mi? İlhan’a fazla yüklendim ama ne yapayım beğendiğin için kıskandım işte çocuğu. Doğrusu Işınsu’yu kızdırmak istemem; güzel yazıyor. Mesela, Canbaz’daki Selen’i ne güzel anlatmıştır. Bir genç kızın endişeleri, korkuları, sevgi ve tereddütleri ancak böyle yazılabilir. Ya Ali Çubuk’a ne dersin? Adam tipik devrimci canım. Öyle birini ben de tanımıştım. Çocuk daha adımı duyar duymaz bana düşman olmuştu. Oysa ben ne kadar da çok severim adımı. Ya o sendikacılar, o Mahmut Güleryüz. İşçi işçi diyerek işçiyi sömüren ağalar. Aslında bu romanı biz değil devrimciler okumalı ki öğrensinler yoldaşlarını, Sendikacı Gülnaz başkadır ama; idealist, muhterem bir kadın. Ah biraz da ana olabilseydi. Yine de Sevim abladan iyidir. Gerçi Sevim ablanın daha ilk gördüğü gün Mehmet’e. «çamaşır ipi gibi gerilmiş duruyorsun» deyişi çok hoşuma gitti. Ben de bazan öyle gerilirim. Ama memleket kan gölüne dönmüş, kadın hâlâ Gaziosmanpaşa’daki evinde resimle psikolojiyle falan uğraşıyor. Bu Gaziosmanpaşalılar hep böyle midir kuzum? Bu kadını andıran tipler Işınsu’nun Sancı’sında da vardı. Sancı da güzel romandır doğrusu. O da bizi anlatır. Gençosmanoğlu’nun «Anası Dursun Demiş / Durmaz gider Önkuzu» dediği yiğidi anlatır. Dikkat ettim, Işınsu kadınları çok güzel anlatıyor. Mesela Çiçekler Büyür’deki İlay, ne güçlü bir kızdır öyle; aşkı da büyüktür, idealleri de. Çocukken sever, genç kızken sever, hastayken, hapisteyken sever. Zulme karşı direnmekten de hiç geri kalmamıştır. Işınsu o romanda ne güzel anlatır bir genç kızın ruhunu, ümitlerini, hayallerini, hüznünü, Eminim ki, Işınsu da İlay’la sevmiş, İlay’la inlemiş ve İlay’la birlikte çekmiştir tetiği Mehmet Alinin üstüne. Ne pespaye adamdır o Mehmet Ali, sosyalist çocuk, onu tanıyanlar erkek soyundan nefret eder billahi. Söz kadın ruhundan açılmışken Nur’dan bahsetmemek olur mu hiç? Hani şu Işınsu’nun Küçük Dünya’sındaki Nur. Aklıyla duyguları arasında bocalayan sevgi dolu kadın. Ama sen Nur’u tanımıyorsun değil mi? Nereden tanıyacaksın okumamıştın ki Küçük Dünya’yı. Gittiğin yerlerde bul bir tane de oku diyeceğim ama ölüler roman okumazlar ki. Kaderin benzemesin sevdiğim, bir Nur vardır o romanda. «Az hisseden» bir kocayla yaşamaya mahkum olmuştur. -Ölmüş desek de olur.- Sonra Murat’ı tanır. «Söylemeyi beceremediklerini de anlayan» bu erkeği sevmiştir. Kocası ve Murat arasında bocalar durur. Ruhunda fırtınalar kopar. Lakin bir ihtiyarın derinlerden gelen sesi «Kaderini zorlama» demiştir ona. Onun da sopaları vardır ip üstünde yürürken kullandığı. İnce, masum, kadına has yalanları söyler, kaprisler yapar ama zorlayamaz kaderini. Ya Murat? Kaderin, sahte bir gülümsemeyi çehresine iliştiriverdiği erkek, erkektir amma, o da zorlayamaz kaderini ve gider. Işınsu bir âlem, bir yiğit kadındır vesselam. Sakın böyle dediğime bakıp da Işınsu’yu tanıdığımı sanmayasın. Onu hiç görmedim. Ama bir gün görürsem öpeceğim ellerinden. Sancı’yı yazdığı için. Canbaz’ı yazdığı için, adı büyüğe çıkmış romancıların yazmaktan kaçındığı yiğitleri yazdığı için, tekrar tekrar öpeceğim ellerinden. Hiç görmesem de yazdıklarından biliyorum zaten nasıl birisi olduğunu. O romanlarındaki insanlarla birlikte seviyor, özlüyor, üzülüyor, yavru kuş kanadı gibi çarpıyor yüreği ve nihayet yazıyor-rahatlıyor. Artık hiç sevmemiş gibidir. İşte şimdi ben de öyleyim güzelim. 108 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E EMİNE IŞINSU’nun “Küçük Dünya, Canbaz, Kaf Dağının Ardında, Nisan Yağmuru, Havva” ROMANLARINDA KADIN TEMASI* • Hümeyra YARGICI Türk edebiyatında önemli bir yere sahip olduğu halde ihmal edilen yazarlarımızdan Emine Işınsu, devrinin hadiselerini ciddi ve gerçekçi bir bakış açısıyla ,zaman zaman pervasızca kaleme almış, romanlarında büyük ağırlık teşkil eden kadın kahramanlarına da zengin bir çeşitlilikle eserlerinde yer vermiştir. Tanzimat’la birlikte kadın, Divan edebiyatındakinden farklı bir anlayışla ele alınmaya başlar. İlk olarak “düşkün ve kurtarılması gereken kadın“ tipiyle romanımıza yansıyan izlenimin milâdı. A.Mithat’ın “Henüz On Yedi Yaşında” adlı romanıdır. H.Ziya, kadını bir meta ve bir yiyici olarak değerlendirir. Son dönem romanlarında yazarlarımız, kadın karakterlere daha ziyade “başkaldırı ve özgürlük” konulan ekseninde yer vermektedir. Cumhuriyet dönemi yazarlarımızdan Emine Işınsu’nun romanlarında özellikle bu incelemeye konu olan beş romanda -kadınların karşılaştıkları sorunlar, mücadele etmek zorunda kaldıkları kabuller, toplum içindeki yerleri, ithal edilmemiş bir bakış açısıylaTürk toplumumun millî ve manevî değerleri ihmal edilmeden ele alınmıştır. Bu konularda eleştiren, fikir üretip çözüm getiren bir bakış açısı da tercih edilmiştir. Bu romanlar birçok açıdan incelenmeyi hak etmiş olmasına rağmen, Işınsu bazı eserlerini “tezli roman” karakterinde yazdığı için, edebiyatımızda hak ettiği ilgiyi ve değeri elde edememiştir. Emine Işınsu’nun eserlerinde kadın kahramanlar romanlarda aldıkları role ve bulunduktan yere göre, toplumun onlara biçtiği değer de sorgulanmak suretiyle, zaman zaman ideolojik bir bakış açısıyla; sadece mücadeleci kimlikleriyle değil; zaafları ve mutsuzlukları ile de ele alınmıştır. Bu romanlarda kadın; anne olarak, eş, sevgili ve çocuk olarak meslekleri de göz önüne alınarak işlenmiştir. Bazen bu roller birbiriyle çatışmıştır. Çoğu tahsil yapmış kültürlü, çevrelerini ve ilişkilerini sorgulayan bu kadınlar. aslında hep ortak bir yazgıyı yaşarlar: Yalnızlık. Kadınlar; kâh bencilliğe boğularak, kâh *http://www.alperturantekeli.com.tr/php/forum/viewthread.php?thread_id=62 sevgiyi ve vermeyi öğrenerek romanlarda büyük yer tutan tasavvufun tesirinde kalarak kendi içlerinde bir sükûna kavuşurlar. Romanların karakteristik özelliği diyebileceğimiz bitişteki bu sükûn; büyük bir arayıştan, sancılı dönemlerden sonra gerçekleşir. Âdeta mesnevîlerdeki ve halk hikâyelerindeki yol, yolculuk, karşılaşılan engeller, vs. gibi motifleri hatırlatan bu seyir, bilinçli olarak mı tercih edilmiştir bilmiyoruz. Fakat doğulu değerlerin modernize edilmiş bir şekilde ele alındığını söyleyebiliriz. (“Küçük Dünya”da “Nur” ile “Murat’ın aşkı,”Canbaz”da “Mehmet’in şahsında modern bir “Yunus Emre” tasavvur edilmesi gibi) KADIN KARAKTERLERİN FİZİKSEL ÖZELLİKLERİ Bütün kadın kahramanların fiziksel özellikleri belirtilmemiştir. Beş romandan dört tanesinde bazı kahramanlar tasvir edilirken, bazıları tasvir edilmemiştir. Yapılan tasvirler de çok detaylı değildir. “Nisan Yağmuru” romanında “Meryem”in otuz altı yaşında olduğu belirtilir: ”Evet, otuz altı yaşına bastım bile.. .”(1) “Küçük Dünya”da “Nur”,annesini şöyle tasvir eder: ”İnce, uzun saçlarını dümdüz arkasına toplamış, iri siyah gözlü...”(2) “Canbaz” romanında “Selen”in kaldığı pansiyonun sahibi “Sevim Abla” şu fiziki özelliklere sahiptir: ”Uzun boylu, balık etinde kızılkahverengi saçlarım ensesinde toplanmış, alımlı bir kadın. Zarif yürüyordu. Güzel fakat acayip bir kadın...”(3) “Gülnaz” ise “Koçsa”nın ağzından anlatılır: ”Başını kaldırınca kadının kocaman kahverengi gözleriyle karşılaştı. Bu gözler onun bütün yüzünü kaplamış gibiydi, varlığının tümünü; ipeksi yumuşaklığının altında kaya sertliği... Sabır, meydan okuma, merak, teslimiyet, isyan, dikkat, hepsi bakışlarında toplanmıştı. Kahverengi, siyah, yeşil, kızıl ışıklar saçıyordu.”(4) Romanlarda bazı kahramanlar, kendi ağızlarından 109 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E ”sıska, esmer, aksak” olarak tasvir edilir ve kendilerini beğenmezler. “Selen“, kendisini beğenmez ve kendisiyle barışması çok sonra olur: ”Esmerin solgunu, ince yay kaşlı, iri kara gözlü...” “Kendimle barışmaya başlamam, galiba ilk defa görünüşümü benimsememle oldu.“(5) “Kaf Dağının Ardında” romanında ise “Mevsim Öz” kendi ağzından şöyle tasvir edilir:”İki kara göz... Grek burun, kalın dudaklar, ağız büyük. Bu gece Çinliler gibi arkama tek örgü yaptığım gür , uzun, kestane rengi saçlar... Boyum orta, bedenim ince.”(6) Kahramanlar, eserlerde yeri geldiğinde tasvir edilmiş, fazla detaya girilmemiş. Bazı kahramanların fiziksel özelliklerine ise hiç değinilmemiştir. KADIN KARAKTERLERİN KÜLTÜREL DURUMLARI “Küçük Dünya”da “Nur”, diğer kahramanlardan farklı bir eğitim safhası geçirir. Annesi okullara güvenmediği için ona evde ders verir. Bu, “Nur”a göre tam bir işkencedir. “Nur”, her zaman yaşıtlarının üstünde bir bilgi birikimine sahip olur. Bu durum, onun .kendisini herkesten üstün görmesine sebebiyet verecektir: “Oysa ben okulu sevmedim. Öğretilen şeyler pek basit, pek sudan geliyordu. O neyse ya, asıl etrafımdakilerle hiç anlaşamadım. Bir türlü giremedim aralarnıa, ısınamadım. Hoş sanki onlar beni sevdiler de! Bir küçük, bir ukalâ kız. Ciddî mi ciddî. Kendini beğenmişin biri. ”ukalânın biri”, ”kendisini bir şey samyor.”(7) “Evvela pek garibime giden bu yakıştırmaları sonraları benimsedim. Hatta tuhaftır ama hoşuma da gitmeye başladı. Beni onlardan, bütün etrafımdakilerden ayıran bir şey oldu. “(8) “Nur”, kimyager olmuştur. Fakat diplomasını annesine verir. Avrupa’da ihtisası ise annesi istediği ve okul ona hiçbir zaman cazip gelmediği için reddeder: “-Ben seni sürüden ayırmak istedim. Bütün gençliğimi bunun için harcadım. Tam mükafatımı alacağım sırada... Beni geri götürmeye, ta başladığım yere götürmeye ne hakkın var? -Bir mükâfat için mi çalıştınız? Bu mükâfat, parlak diplomam olsun. Onu size bırakacağım zaten.”(9) “Canbaz”da “Selen”, önce koleji bitirir: ”Ve böylece, varlıklı bir kolej hayatından sonra üniversitede yoksulluk çekmek...”(10) Daha sonra Gazi Eğitim Enstitüsü İngilizce bölümüne gider: ”Gazi Eğitim Enstitüsü birinci sınıf öğrencisiydim. İngilizce bölümü.”(11) “Kaf Dağının Ardında” romanında ise “Mevsim” okulu yarım bırakır. Zaten kendisi için gerekli olan bilgileri ona tutulan özel hocalar sayesinde edinmiştir. Ona da babasının söylediği şey şudur: “Fakültelerin sana ilâve edeceği bir şey yok... dedi. Okuman gereken kitapları zaten okuyorsun, ne yapacaksın diplomayı... Paramız var, mesleğin de.”(12) “Havva” romanında ,”Berrin” kolej mezunudur. Psikoloji tahsilini yarım bırakmıştır: “...fedakârlık edip onu zengin çocukların, zengin, şımarık, rahat yaşayan çocukların gittiği koleje vermişlerdi.” (13) “Berrin Hümeyra’dan önce evlendi. Psikoloji tahsilini yarım bıraktı, ailesinin baskıcı havasından kurtulmak istiyordu.”(14) Bunlardan hareketle romanlarda okumuş ve kültürlü kadınların büyük yer tuttuğunu .eğitim sisteminin de yer yer eleştirildiğini söyleyebiliriz. TOPLUM İÇİNDEKİ DURUMLARI BAKIMINDAN KADIN KAREKTERLER Romanlarda kadın kahramanlar, toplumun, kadınlıklarına biçtiği yer yüzünden çelişkiler ve umutsuzluklar yaşarlar. Kadın olmakla işini yapmak arasında tereddüde düşerler. İşlerini çok iyi yapmalarına rağmen bazen geleneksel kabullere farkında olmadan yenik düşerler. Bunu “Canbaz”da “Gülnaz”ın iç çatışmasında görürüz: “Ne olursa olsun, isim ve sıfatlar alabildiğince değişsin, bu devir Gülnaz’ın devri değildi. Öz konusuna. yegâne konusuna yabancı düşmüştü kadın, iş arkadaşlarını anlamıyordu... Dönen dolaplardan başı dönmekteydi. Kullanıldiğının, bir çeşit alet yerine konduğunun farkındaydı. Kendisini aciz hissetti.... ”tekbir hamle daha...” diye karar verdi: Kadın işçilerin haklarını da alayım, sonra bırakacağım. Ev tamamlanır o zamana kadar.”(15) “Mevsim“, büyük sancılarla Kaf Dağına ulaşmaya çalışırken bir türlü “Mehmet”i yazamaz.Çünkü O, mevsimin kadın yanı olduğu için bunca sancılı yazılmaktadır: “Mehmet erkek. Mevsim’in erkek yanı olduğu için mi, şu basit sebep yüzünden mi yazamadım. Romanda, Mehmet kadın olmalıydı. Mevsim’in kadın yanı. Oysa Mehmet için kurduğum, düşündüğüm hayat tarzını, bir kadın yaşayamaz, bir kadın yaşayamaz bizim ülkede; belki hiçbir ülkede! O kâh yürüyerek kâh kamyon sırtında, bazen de özel arabasıyla Anadolu’yu gezecek, uzun durağı Kütahya olacak, çiniciliği öğrenecek.”(16) Bazen kadına cinsel bir obje olarak yaklaşıldığım ve kadının sırf bu yüzden yani toplumun geleneksel kabulleri yüzünden birçok engelle -kendini denetleyerek- boğuşmak zorunda kaldığını görürüz: ”Atakul ölüp de Gülnaz yalnız kalınca, yeni bir iş ararken, dulluğunda değişen çehreleri farkederek yavaş yavaş ve bocalayarak, annesini memnun etmeye, gönlünü kırmamaya çalışarak , boyun eğerek... içinde kaba- 110 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E ran arzuların tümüne engeller çekerek, bir taraftan namus, şeref, haysiyet kavramları ile boğuşurken, bir taraftan teklif edilen işlerde kadınlığını yoklayanları hayretle reddederek, şaşkın olabildiğince.. .”(17) Gülnaz işinin getirdiği problemlere ek olarak kadın olması sebebiyle toplumun ve erkeklerin ön yargılarıyla savaşmak zorundadır. Fakat mücadeleci kimliği, kendıne güvenen kişiliğiyle kararlı bir tutum sergiler: “Önce kadın olduğum için zordu bu adamlarla başa çıkmak anlıyor musun Selen?... kadın sendika başkanı, bir başına; konfederasyonun emirlerine karşı çıkıp greve gidebilir miymiş? Ben değil inancım güçlü. Haklı olduğuma inanıyorum, ta ellilerden bu yana.”(18) Bazen bütün bu mücadelelere rağmen kadınların hayatın monotonluğuna teslim olduklarını görürüz: ”Günlük olayların dışına çıkamıyoruz ki . Ne kadar kuru ve dümdüz bir hayatımız var, dedim içimden.”(19) Oysa onlar, sorumlu oldukları roller dışında yine kendileri olmak istemektedirler: ”Ben iyi bir yazar olmak istediğim kadar, kendime özgü de olmak istiyorum.”(20) “Bir yere bir gruba mensup olma bilinci tabii destek verir insana da. Bu mensubiyetin derecesi önemli, reddetmek değil benimkisi, denge, derecenin dengesi! Mevsimliğimi kaybetmeden, anlatabiliyor muyum? Kendimden, kişiliğimden ödün vermeden.”(21) Romanlarda kadınlar, toplumun kendilerine biçtiği değerleri sorgulamışlar, zaman zaman bu değerlere teslim olup çatışmalar yaşasalar da kendi kişiliklerinin gerektirdiğini yapmışlardır. BEKLENTİLER, YALNIZLIKLAR, UMUTSUZLUKLAR MUTSUZLUKLAR İÇİNDE KADIN Romanlarda yalnızlık .mutsuzluk ve hatta güvenlik kavramlarının diğer temalara bağlı olarak yoğun bir şekilde yer aldığını görürüz.Özellikle birkaç romanda bu kavramlar ağırlıklı olarak işlenmiştir. (Küçük Dünya, Kaf Dağının Ardında, Havva) Yalnızlığa, umutsuzluğa, mutsuzluğa, bazen çocuğunun isteklerini ve eğilimlerini dikkate almayan, otoriter ve “dediğim dedikçi” bir anne; bazen kendi egosuna hapsolmuş kadını ayrı bir değer olarak görmeyen bir koca ve bazen de çocuğuna verdiği özgürlüğün dozunu ayarlamayan bir anne sebep olur. “Babam yaşasaydı, acep yine kimyager hanım olabilecek miydim? Herhalde istemezdin değil mi babacığım? Yaşasaydın, ben şimdi boyalarımla, çamurlarımla mutlu! Mutlu mu? Artık bundan bile şüphelenmeye başlamıştım. Saadet nedir sanki, diyor- dum. Böyle bir şey var mıdır?”(22) “Bir kere her şeyden önce bütün insanların, senin gibi bir mutluluk problemleri yoktur. Olanı olduğu gibi kabul ediverirler, biter. Senin huzursuzluğun bu işi bir mesele yapmandan doğuyor. Mütemadiyen yokluyorsun kendini ‘mutlu muyum değil miyim’ ‘Mutluluk bu mudur, nedir? vs.’... Kendi kendinin içinde o kadar bîtap düşüyorsun ki, etrafındakileri doğru dürüst anlamıyorsun.”(23) Annesinin kendisini bıraktığı sonsuz özgürlük içinde bunalan “Selen”e “Sevim Abla” şöyle der: ”Hâlâ kendine güvenin yok, hâlâ... Her şeyden korkuyorsun.”(24) Kahramanlar bu duygu anaforlarını genellikle tek başlarına yaşarlar. “Rezil bir şey. Oysa bilhassa son zamanlarda insanların gözünde ne kadar huzurlu, muntazam, sakin bir yaşantım var, di mi. Ömer bile öyle söyledi. İçimde habire bina edilip çöken, yeniden yapılan, tekrar yıkılan şeylerden kimsenin haberi yok!“(25) Bu yalnızlık, sığınılacak birilerini bulur kendine. Kahramanların güvenli görünüşlerinin arkasında bazen sonsuz bir güvensizliğe, kendine yetememezliğe rastlarız: ”Biliyor musun, o benim kendime çok güvendiğimi sanıyor. -omuz silktim- ee, yıllardır yalnız yaşayan bir yazar kız, toplumdan kabul görmüş, ün yapmış. Senin arkanda, önümde, yanımda... daima senin bulunduğunu biliyorum ya ne dersin babacık? Ömer şu basit gerçeği bilmiyor. Beni özüne güveni sonsuz sanıyor.”(26) Kendini dış dünyaya kapatmaya bazen de kahramanların meslekleri sebep olur. ”Mevsim Öz”, yazdığı için mi yalnızdır, yoksa yalnız olduğu için mi yazar: ”Sosyal ilişkileri geliştirecek, hatta belki kuracak vaktim yoktu. İnsana bu denli yönelişime rağmen kendi yalnızlığım, katlanarak devam ediyordu. Ders çalışmanın ve bütün öbür ilişkilerimin yanında, büyük bir tutku ile yazmaya devam ediyordum.”(27) “Havva”, kendi ayaklarının üzerinde yıllarca durmuş olmasına rağmen; bazen mutsuzluğa .güvensizliğe yenik düşer: ”Güvenmiyorum, hayır güvenemiyorum, işte az bir güven, gruptakilerin iyi niyetlerine... Fikirlere değil de insanlara mı bağlıyım ben? Bu benimkisi nasıl bir yük? Ve yürekteki üşümüş serçe nasıl bir serçe? Ruhum benim. Kararsız. Korkak. Kuşkulu ve çılgın. Ve dargın. Ve öfkeli! Kendimi gereksiz bir şekilde tahlil etmeye başladım yine. Ki içimdeki acıları oyup deşmekten başka bir işe yaramıyor.”(28) Sonuç olarak, yalnızlığın; kahramanları çok fazla umutsuzluğa sürüklediğini söyleyemeyiz. Onlar, yalnızlıklarını ve mutsuzluklarını derinliğine 111 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E ve sorgulayarak yaşarlar. Bunu yenmek için bir çıkış yolu bulmayı da genellikle başarırlar. AŞK TEMASI OLARAK KADIN Romanlarda aşk, kahramanların kendileriyle ve âşık oldukları kişilerle çatışmaları şeklinde zuhur eder. ”Küçük Dünya”da “Nur”, ”Murat”la kocası arasında bocalar, bir taraftan da kocasından başkasını düşünmenin utancını ve vicdani ezikliğini yaşar. ”Murat”, ideal ettiği erkek tipi olmasına rağmen, onda kendisine karşı bir temayül görmekten korkar ve tedirgin olur: “Neden bilmem, bu sorudan ve soruyu sorduğu an yüreğimi deler gibi bakmasından rahatsız oldum.Gözlerimi yola çevirdim.”(29) ‘”Murat gelse’ diyordum, gelse ona anlatabilir miyim acaba? Düşüncelerimin tümü sana dönük. Vücudum onunla, kafam seninle yaşıyor; diyebilir miyim? Sen, ben, o, üçümüz mutluyuz. Ama Ferit bir şey bilmiyor, düşüncelerimi okuyamıyor, ona yazık değil mi, ayıp değil mi? ’Ben ne kadar suçlu hissediyorum kendimi, bana yardım et ne olursun!’ diyebilir miyim?”(30) “Küçük Dünya”nın yazılış gayesi “plâtonik aşk”ı günümüze uyarlamaktır. ”Nur”, masallardan ve hayallerden ördüğü küçük dünyasında tattığı mutluluğu; annesinin dersleriyle başlayan, evliliğiyle devam eden acı hayat tecrübesiyle kaybetmekte, büyük dünyanın acımasız ve zalim ellerinde küçük dünyasının eriyip ufalandığını hissetmektedir. Küçük yüreğinde beliren isyan, -her şeye rağmen- yerini tevekküle bırakırken; ”Murat”a duyduğu aşk da fiziki olmaktan -elbetteuzaklaşıp ulvîleşecek, plâtonik merhaleye yükselecektir. Nitekim bu Platonizm, şu satırlarda gayet açıktır: “Ama ben yine de tek taraflı aşkı düşünmek istemiyorum. İki taraf da aynı şeyi hissedecek, sadece hissedecekler. Baştan sona sona ... Ama bu kelimelere dökülmeyecek, anlıyor musun? Buncasına kuvvetli bir hissin yanında kelimeler yetersizdir, lüzumsuzdur.”(31) “Kaf Dağı’nın Ardında” romanında ise, “Mevsim Öz”, aşka şu duygularla düşer: “Yalnız, korunmaya, esirgenmeye muhtaç, biraz şımarık, daha da şımartılmak isteyen bir küçük kız gibi uzandım ona . Benimle ilgilensin istedim. ihtiyaçlarımı bilsin, anlasın cevap versin istedim yaşantısında önemli bir yer almayı, öyle olacağını umdum.”(32) Fakat, bu umutları boşa çıkacaktır. İlişkileri boyunca ”Mevsim” hep veren olmuştur. ”Orçun”un “Mevsim”den alıp götürdükleri odasının düzenini değiştirmek istemesiyle müşahhas bir nitelik kazanır: ”İlk defa o anda Mevsim olarak bütünlüğümün bozulmaya başladığını açık açık fark ettim.”(33) Her şeye rağmen bu aşk ona çok şey öğretmiştir: “en mühimi Orçun , beni aşk üzerinde düşündürmüş. öyle yahut böyle bir şeyler duyurabilmişti.”(34) Romanlarda kadınlar, aşkı, bir varoluş ve özgürlük ikilemi içinde, kendilerini alabildiğine hırpalayarak yaşarlar. Toplumun değer yargılan ve bağlı bulundukları inanç sistemi bu aşklarda onların tavırlarını etkiler. AİLE VE EVLİLİK KURUMUNDA KADIN Romanlarda evlilik başlı başına bir problem olarak sadece “Küçük Dünya”da ele alınmıştır diyebiliriz. Zaten bu roman, yazarın diğer romanlarından tamamen ayrı bir karakter arz eder. Fakat diğer romanlarda da evlilik meselesinin başka konularla içice geçmiş bir biçimde ele alındığına şahit oluruz. “Küçük Dünya”da “Nur”, annesinin baskısından kurtulmak için, âdeta ondan intikam alırcasına, sevmediği ama çok beğendiği bir adamla evlenir. Bu evlenişi şu satırlarda buluruz: “Bir şeyler yapmalı diyorum.yeni bir şey, hiç denemediğim değişik bir şey.Ne? Evlenmeliyim, hem de Feritle!...”(35) Düğün töreni bile “Nur”un hayal ettiği gibi olmaz:” “Düğün yapmadık. Oysa nasıl isterdim düğünüm olmasını. Bir masal dünyasının içinde yalnız ben ve kocam, el ele ayın doğuşunu seyredecektik.”(36) Toplumda hâkim olan değer yargıları, bütün evliliklerde olduğu gibi, ”Nur”un evliliği için de geçerlidir. O, okumuş ve kültürlü bir hanımdır. Diğer hanımların zevk aldığı bir çok şeyden zevk almaz. Onları saçma bulur (Kabul günleri, mücevherler, genel kabuller). Eşi de tahsillli olmasına rağmen, ”Nur”, adeta kocası için yaşamak zorundadır. Kocasından oluşan dünyasında şikayet ettiği eski hayatını aramaktadır: ”Eskiden önemli olan bendim. Benim dersim, benim vazifem, benim yemeğimin saati. Oysa şimdi rolleri Ferit’le değiştik. Önemli olan o ve onun işleri. Evimin, saatlerimin muntazam düzeni boğuyor beni. Alıp başımı gidemiyorum, canımın istediği gibi gezemiyorum sokaklarda. Yapılması lazım gelen işler, yetiştirilmesi lazım gelen yemekler...”(37) “Ferit”, sathî bir insandır. Tıpkı “Kaf Dağının Ardında” romanındaki “Orçun” gibi. “Nur”un hassas. masallarla süslü dünyası, her şeyi sorgulayıp derunî bir mücadele haline getiren şahsiyeti, derin dünyası, eşi tarafından anlaşılamaz. ”Nur”, iç monologlarla sürekli kocasını kendisiyle mukayese eder, evliliğini irdeler. Bazen kendini tek başına bulur. İnsanları ve eşini küçümsemeye, onları bir varlık olarak kabul 112 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E etmemeye başlar. ”Nur,” Ferit’in aksine, mutsuzdur: ”Anlamıyor beni... çocuk- kadın kabul etmiş bir kez.baktım ki olacağı yok, şimdi de ona özenmeye başladım işte. Keşke ben kendimin bir hiç olduğunu bilmesem, öbür insanların hiçten de berbat olduğunu bilmesem. Güzelliğimin ve tahsilimin hayranı olan bir halkada yaşasam, mutlu olurdum diyorum, anlatabiliyor muyum?”(38) Tartışmalar. konuşmalar hep “Ferit’in zaferiyle sonuçlanır. Yüzeyinde yaşadığı dünyayı ve hâdiseleri hep aynı duyarsızlıkla değerlendiren “Ferit” tıpkı “Orçun” gibi hep ister: ”Fakat şaşırıyorum, sadece sen istiyorsun, ben veriyorum. Biraz da sen vermeyi öğrensen!...”(39) Kadın, annelik içgüdüsüyle ve toplumun etkisiyle vermeyi öğrenir. Karşı taraf ise bunu çoğu zaman sorgulamadan kabullenir. Bir evin ya da eşin sorumluluğu roman kadınlarını zaman zaman korkutur. Evlenince mesleğini sürdürememek korkusu da bazen baskın çıkar: ”Ben zayıfım yahut tam anlamıyla bencil değilim, evlenirsem kendimi kocama kaptırırım, yazılarım ikinci plana düşer, buna da çok üzülürüm. ”(40) Bunun tam tersi bir durumla “Nisan Yağmuru” romanında karşılaşırız. ”Meryem“, mutlu bir evliliği varken eşini kaybetmişti. Düştüğü boşluk bir türlü dolmaz. Çünkü onların evliliğinde veren “Cahit’, alan “Meryem”dir: “Cahit veriyordu ama diyorum yüksek sesle O, vermeyi becerenlerden olmuş. Mum ışığı bendim çünkü, Cahit ise pervane. Pervaneler yanmaya mahkum.”(41) Evlilikte egemen kadın olduğunda da aynı bencillik çarkı işlemekte, evliliğin tabiatında olan paylaşım duygusu ortadan kalkmaktadır: ”Tam bana göre bir adam, bana ait ve benim emrimde, diyordu. O günlerde Berrin’e pek ihtiyacı yok gibiydi... Çevresinde dört dönen birine sahipti artık.”(42) Havva, annesiyle babasının evliliğini sorgularken; bu ilişkide sevginin olmadığını söyler. Annesi bir efendi otoritesi ile adeta babasını sömürmüştür: ”Ben sevgiyi bilmiyorum. Babamla annemin ilişkisinde bile daima bir efendi-köle alışverişi gördüm, sevgiyi bulamadım. “(43) Bazı roman kadınları evliliği ağır bir yükümlülük olarak görürken aynı vazifeler yükünü bir mecburiyet olarak kabullenen ve teslimiyeti tercih eden kadınlar da vardır: “Evliliğinde vazifeleri vardı, hakları olduğunu pek düşünmezdi... Kocası nazik ve terbiyeli ve mesafeliydi, ev işlerinde mutlak bir düzen beklerdi.”(44) Bu anlayış tarzı evliliklere de tesir eder. Kadınların kendilerini kocalarına ifade edememesi ilişkilerinin sağlam olmasını engeller. Aynı evde karı kocayı yabancı durumuna düşürür: ”Sonraları Berrin, ne bir arkadaşı, hatta ne kocası ile şöyle açık, dürüst bir ilişki kuramamış, kendini ifade edememişti.”(45) Kocanın sorumluluğuna bir de çocuğun sorumluluğu eklenince kadına yaşamak için çok dar bir alan kalır: ”İyi ama benim yolum hangisiydi acep? Bir yanda ben yaşayacağım, beni tamamlayanla yaşayacağım. Obür yanda da yaşamak için çırpınan iki varlığı yaşatacağım.”(46) Bu romanlarda evlilik ve aile kurumu çok zengin bir çeşitlilikle ele alınmış. konuya bir çok açıdan yaklaşılmıştır. ANNELİK AÇISINDAN KADIN Eserlerde annelik; hem anne hem de çocuk açısından irdelenmekte, büyük bir yer tutmaktadır: “Küçük Dünya”da “Nur”un annesi .otoriter yapısıyla, kendi isteğini çocuğuna yaptırmak istemesiyle dikkati çeker. Ona şefkat göstermez, yüklü bir eğitime tâbi tutar ve onun isteklerini dikkate almaz: ”Fazla şefkat gösterisi çocuğu bozarmış. Sık sık tekrarlardı bu cümleyi, daha neler bozardı çocuğu, mesela ilkokul! Ya öyle bu yüzden ilkokula göndermedi beni.”(47) “Nur”, sırf annesi istedi diye okur. Çünkü okuduklarım sevmez. Oysa “Nur”, ilerde bir eş ve anne olacaktır. Bu sorumluluklara annesi onu hiç hazırlamamıştır: ”Ama bana kızmayın, bir tanem. Kabahati kendinizde arayın. Beni bütün bunlara hiç hazırlamadınız ki. Bir evin, bir kocanın sorumluluğunu yüklenmeye hiç hazırlamadınız ki...”(48) “Canbaz “romanında “Gülnaz”, annesinin onu çok sıktığını düşündüğü için kendi kızım serbest bırakır. ”Selen”kendi ayaklan üzerinde durmayı öğrenmelidir. ”Gülnaz Hamm”annesine zor katlanmıştır, ama o ölünce de kendisini boşlukta hissetmiştir. Ve istemiştir ki, kızı onun çektiklerini çekmesin. Hatta o, çocuğunu kucağına bile almamış, kitaplarla, doktorların söyledikleri ile büyütmüştür. Ama neyi ihmal ettiğini asla farketmemiştir: ”Kitabm yazdığına, doktorun sözlerine göre hareket edilmiştir. Kundağa sanlmamış, kucağa alınmamış.”(49) “Eserde bebek büyütürken fazla kitap okunması tenkit edilir. Henüz tecrübe edilme safhasında olan bazı modern pedagojik metotların işe yararlığı tartışıhrken, bunlan uygulama çoğu zaman faydadan çok zarar getirir.”(50) Zaten bu yetiştirme tarzı, ”Selen”in ruhunda derin yaralar açmış, annesini çok yanlış anlamış ve ona nasıl bağlı olduğunu farkedemeden uzunca bir süre ondan nefret etmiştir. Annenin çocuğu, kendi istediği gibi ve toplumun 113 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E değer yargılarına uygun görme arzusu da yine bu romanda “Selen”i yalnızlığa iten bir unsur olarak ele alınır.”Engeller, kibarlık, ağır başlı, efendi, vakur bir kız olma mecburiyeti, tek açık kapı bırakmayan dar bir sınır Selen öbür çocuklara benzemez, şımarık değildir, düşüncelidir. Sakindir, pek kibardır benim kızım!“(51) Belki de asıl sorun, annenin kızında kendini yaşamak istemesidir: ”Maksadın kendi hayallerini kızında yaşamak mı? Ben sen değilim ki...”(52) Yine de geç kalınmış değildir, her şeye rağmen yeniden başlanabilir. “Gülnaz Hanım” da anne olarak kızına yanlış davrandığını farketmişti. ”Kimi örnek alacaktı Selen? Yürü Selen kimse yok arkanda seçebilme hürriyeti var ama, yetmeli öyle mi Gülnaz Hanım.”(53) Her çocuk çevresinden, ailesinden ve annesinden farklı bir varhktır. Bu gerçek, bazen anneleri korkutur: ”Benden alınanlar bir daha geri gelmeyecek. Benden olan her şey karşıma bir yabancı gibi çıkacak. Ve ben, kendi kanımdan, etimden meydana gelen bu yabancıya, daha çok vermeye devam edeceğim. Böyle düşününce korkmaya başlıyorum...”(54) “Nur”,annesinin otoriter varlığı yüzünden hep acı çekmiştir. Kendi isteklerini değil, annesinin isteklerini ön plâna almak zorunda kalmıştır. Fakat aynı yanılgıya “Nur” da düşer. Zanneder ki; kendi istekleri ve yapamadıkları, kızının istedikleri ve yapacaklarıdır. Neyse ki, bunu çabuk fark eder: “Ben yalnızım. Kızımı da öyle yapmak istiyorum. Vazgeç dostum, vazgeç. Sen parmaklarını o pembe plastik hamurdan çek’ Ona başka eller uzansın, yaşayacağı hayatın tâ kendisi uzansın; istediği gibi şekil versin.”(55) “Havva” romanında anne-kız çatışması bariz bir şekilde hissedilir. ”Havva”nın annesi için bebek(kızı) geçici bir oyuncaktır. Gelip geçici bir heves; Acaba doğursam mı?... ‘demeye başladı.’ Bir değişiklik olur mu benim için, çünkü sıkılmaya başladım bu hayattan artık’”(56) Megaloman ve narsist bir karakterin tüm özelliklerini sergileyen “Hümeyra” için güzelliği her şeyden önemlidir, kızından bile... O, yalnız kendisinin önemli sayılmasını ister. Kendisinden başkasının önemli sayılmasına tahammül edemez: ”Kalçalarının genişlemesinden yaşlılar, çocuğun kız olacağını tahmin ediyorlardı. Hümeyra belli belirsiz kız çocuğunun kendisine rakip olabileceğini seziyor, gittikçe huzursuzlaşıyor, saatler boyu Rıfkı’nın başının etini yiyordu.”(57) “Havva” da “Canbaz”daki “Selen” gibi özgür bırakılmıştır.Fakat bu özgür bırakılışın sebebi, ”Canbaz”dan farklıdır. O, annesini rahatsız etmemesi için serbest bırakılır. ”Annemi rahatsız etmemek, onu üzmemek kaydıyla başıboştum, terkedilmiştim... İlk hatıram; iki yaşında mıydım, iki buçuk, üç müydüm; titizlenen bir kadının bol bulanık şımarık sesi yankılanıyor beynimde: ’Al şu çocuğu başımdan’ Sonra annemin eteklerine yapışan ellerimi biraz hoyratça çekip koparan bir adam.”(58) Böyle bir anne “Havva”yı çok değişik duygular içinde bırakır. Onun .sağlıklı bir çocukluk geçirmediğini .kendisine verilen özgürlük ortamında yine annesinin dikkatini çekmek üzere kurulu bir düşünce tarzıyla hareket ettiğini söyleyebiliriz: ”Kiminle arkadaşlık edersem edeyim, karışmazlardı, eve hayvan taşırdım, bir gözü kör, kuyruğu kesik sokak kedileri, çirkin mi çirkin sokak köpekleri, akvaryum balıkları, sakat kuşlar, ne bileyim... böyle hayvanlar. Bir keresinde sırf annemi iğrendirmek için bir kutunun içine koyduğum solucanı getirmiştim. Hümeyra bir çığlık atmıştı onu görünce. Bu bana yeterdi, solucanı bahçeye salıverdim.”(59) “Havva” annesinin eleştireceği bütün hareketleri yaparak ondan bir nevi intikam alır: ”Kambur durma Havva, iğrenç görünüyorsun’ inadına eğiliyorum. ‘Çiklet çiğneme Havva, mahalle kızlarına benziyorsun’ çiğnemekle kalmıyorum, patlatmayı da öğreniyorum.”(60) “Nisan Yağmuru”nda “Meryem”in çocuğu olmaz. Zaten o da bir çocuğun sorumluluğunu yüklenecek gücü kendinde görmemektedir: ”İlk bebeğimi düşürdüm. İkincisi için uzun bir tedavi ihtiyacım vardı. Cahit, ’Ikimiz birbirimize yetiyoruz, çocuk istemiyorum.’ dedi ve bu laf o zaman bana pek makul göründü... lakin şimdi... ben bir çocuğun mesuliyetini alamazdım, zaten o tedavi de beni spordan ayırabilirdi bir süre... Sonra her ihtimale karşı, dokuz ay yatakta kalmak, hayır benim yapacağım işler değildir.”(61) Bu romanlarda annelik, çok yönlü ve tarafsız olarak ele alınmıştır. Bazen iyi niyetli yaklaşımlar bile kötü sonuçlar vermiş, anne-kız çatışmaları kahramanların birbirlerini sorgulaması suretiyle işlenmiştir. Emine Işınsu, bazen tavrını geleneksel olandan yana koymuş, pedagojik değerleri küçümsemiştir. Belkıs Gürsoy’a göre de “Çocuk terbiyesi Işınsu’nun gerek “Canbaz” romanında gerekse diğer romanlarında bazen doğrudan doğruya, bazen de dolaylı olarak ele alınan bir meseledir. Ebeveynler, çocuk yetiştirmede genellikle şahsi tecrübelerden yola çıkarken, çoğu zaman aşırı uçlarda kalır, bir türlü denge sağlayamazlar. Sevgisiz geçen yaşanmamış çocukluk yılları, Işınsu’nun bir çok kahramanında gördüğümüz gibi, ilerdeki zamanlarda ferdi patlamalara , cemiyet planında düşünülürse sosyal patlamalara yol açıyor.”(62) 114 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E DİNİ VE METAFİZİK KABULLER AÇISINDAN KADIN Söz konusu beş romanda din ve tasavvuf bahsinin kadın kahramanların hayatlarında önemli rol oynadığını görürüz. “Küçük Dünya “romanında, yirmi beş yıl ney üfleyen .müzik yoluyla Allah’a ulaşmaya çalışan bir sanatkarla karşılaşıyoruz: Ziyaeddin Efendi. ”25 yıl ney üflemiş, müzik yoluyla Allah’a ulaşmak isteyen bir sanatkar.”(63) Şeyh Ziyaeddin Efendi’nin şahsında kendi imanını sorgulayan “Nur”, ”Murat”la onu birleştiren duygunun da bu iman arayışı olduğunu düşünür. Bu romanda seçilen mekân bile din eksenlidir. Urfa peygamber şehridir. Hz.Ibrahim’in ateşe atılması .ateşin gül bahçesi olması, ”Nur”un masallarla dolu dünyasını mistik bir atmosfere çevirir. Bu romanda “dağ motifi”ne rastlarız. Nemrut, hem küfrün, hem de engelleri temsil eden dağın adıdır. Fatalist kader anlayışına bu romanda karşı çıkıldığını, kaderin; romanın gidişatını ve sonunu etkileyecek bir biçimde ele alınıp tahlil edildiğini görürüz. ”Nur”, ”Murat”la kocası arasında bocalarken, hatta boşanmayı düşünürken / Kaderini zorlama !” ikazına muhatap olur. Kader, valinin hanımının tanımıyla “İnsanın bir yola girmemek için mücadele etmesi değil girdiği yolda mücadele etmesidir.” Neticede “Nur”, kaderine teslim olur. Evliliğini sürdürmeyi tercih eder. “Cambaz” romanın da “Selen”e “Mehmet’in söyledikleri Yunus Emre’nin şiirlerinin bir özeti gibidir. “Kaf dağının Ardında” romanında, ”Tahir Hoca”, ”Mevsim”in lise yıllarında din öğretmenidir. Geniş tasavvufi kültüre vakıftır. İnandığım bizzat yaşamakta olan birisidir ‘Tahir Hoca güçlüydü; göğsünün içinde koca bir gönül taşıyordu. O, fırtınalara karşı çıkabilirdi.”(64) “Tahir Hoca” romanda, ”Mevsim”in metafizik yarınının dinî cephesidir. Daima verici olma, insanları yaratanından ötürü hoş görme, nefsanî arzulardan sıyrılma gibi telkinlerle “adem”i sembolize eder. O, ”Mevsim”in din vasıtasıyla kendisini tanımasına yardım eder. “Kaf dağının Ardında “ romanında “Kafdağı”, nefsi sembolize eder. ”Mehmet”, ”Mevsim”in içinde yaşayan modern bir derviştir. “Mevsim”in erkek yanı ve manevi yolculuğunun başlangıç noktasıdır. “Mevsim”, bazen nasıl dua edeceğini bile şaşırır, çareyi Allah’a teslim olmakta bulur.Dini kabulleri irdeler. Allah karşısında kendini âciz hisseder. Fatalist kader anlayışına ise onun dünyasında yer yoktur: ”Hayatın en mühim unsuru insanın bizzat kendisiydi. Bereket de onun elindeydi; kısırlık da. Kaderse, kişinin öz seçiminin bir sonucu.başka bir şey değil.”(65) İnanmak yolundaki tereddütler, ”Mevsim”i yığınla çelişkiye düşürse de; bütün mesele, insanın benliğini aşmasıdır. Benlik tıpkı bir dağ gibidir. Yani nefistir. Yani” Kaf Dağı”dır. “Mevsim”. yüreğinde cam kırıklarıyla bir temmuz güneşinde yola çıkar. Bu roman “Mevsim”in arayışının ve açlığının romanıdır. Ahmet Kabaklı, bu roman hakkında “Türk Edebiyat Ansiklopedisinin 5.cildinde şu yorumlarda bulunur: ’Bu roman bir bakıma Işınsu’daki tereddütlerin, değişmelerin ve gelişmelerin hikayesidir. Nitekim ‘Mevsim Öz’ adındaki hanım, türlü çevrelere girip çıktıktan .insanları ve aşkları tanıdıktan sonra, bu dünyada mutluluk bulamayacağını anlamış gibidir. Aranan güzel hayat ve özlenen sevgili (Mehmet) birer kuruntu ve hayaldir. Mevsimin hiç bir yerde bulamadığı iç huzuru, olsa olsa Kaf dağmm ardındadır. Yani masallarda, belki “ideler aleminde’’ bulunabilir. Kendi oluşumu ile Mevsim Öz arasındaki benzerliği düşünen Işınsu, bu romanı için ‘manevi biyografimdir’diyor.” Aslında bu dünyada mutlu olamama ve benliğini aşma duygusu Türk edebiyatında sıkça işlenen mevzûlardandır. Ahmet Haşim “O Belde” şiiriyle hayalî bir sığınak tarif eder. Yahya Kemal’in “Mehlika Sultan’a Âşık Yedi Genç”i, muammâ güzeli bulmak üzere gece şehrin kapısından çıkarlar. Edebiyatımızla iç içe yaşamış ve edebi lezzeti özüne sindirmiş olan Emine Işınsu’nun bu romanı ile Şeyh Gâlip’in “Hüsn ü Aşk”ı arasında da benzerlikler kurulmuştur.(Bkz. Bir Yazarın Masalı, Kaf Dağının Ardında, Alâaddin Karaca, Millî Kültür, sy.83, Nisan 1991) “Havva”(66) romanında” kader” kavramı diğer iki romanla paralellik arzedecek bir anlayışla ele alınmıştır: “Allah bize seçme hürriyeti vermişti, akıl ve irade vermişti. Şu halde insan, tanrı ile müşterek yapıp etmekteydi kaderini.” Bu romanda kahramanlar, “Doğru Yaşama Kuralları” adı altında Allah’ı ve varlıkları tanımaya çalışırlar. ”Havva” bu kuralların telkin edildiği seminerlere devam ederek, sevmeyi öğrenir. Benliğini kemiren bir çok olumsuz duygudan bu sayede kurtulur. Zaman zaman geleneksel din anlayışını ve kendi inancını sorgular. Hayata pozitif duygularla bakan bir fert haline gelir. “Havva” romanına benzer şekilde “Nisan Yağmuru”ndaki “Meryem” de kocasının ölümüyle bir boşluğa düşmüşken, karşılaştığı bir sedef atölyesinde bir nevi tasavvuf dersleri verildiğini görür. Roman, nefsiyle savaşarak çeşitli engelleri aşan “Meryem”in göz yaşlarıyla biter. ”Meryem”, kocasının ölümünden beri ilk defa ağlamaktadır. Gönlü arınmış ve temizlenmiştir. 115 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Bu eserlerde yazar, geleneksel ve dinî kabulleri sorgulamış, kader meselesine özel önem vermiştir. Dini sembolize eden şahıslar ,örnek davranışlar içinde ele alınmıştır. SONUÇ Emine Işınsu’nun incelediğimiz beş romanında birinci derecede kahramanlar kadındır. Bu kadınlar fikrî ve felsefî derinliği hâiz, ciddî, kültürlü, hassas ve zekidirler. Okuduklan ve öğrendikleriyle hayat arasındaki tezat, onlan bazen mutsuzluğa sürükler. Çevrelerini sürekli sorgularlar. Diğer kadınların yaptıkları işlerden zevk almazlar. Yazar kadınların sorunlarına incelik ve duyarlılıkla yaklaşmasını bildiği gibi, onların hatalarını da ustalıklı bir şekilde kaleme almayı bilmiş, kendi hemcinslerini de sorgulamaktan çekinmemiştir. Evliliklerinde sorun yaşayan kadınlar, bunu bir şekilde içselleştirmeyi, kendilerini sorgulamayı benimsemişlerdir. Çevreleri ile hatta kendileri ile yer yer çatışmalar yaşamışlar, fakat toplumla barışık olmayan bir kadın portresi de çizmemişlerdir. Romanlarda aşk, zaman zaman kadınların özgürlüklerini kısıtlayıcı bir rol oynar. Bazen de kadınlar, aşkları ve âşık oldukları erkekler sayesinde sevmeyi öğrenirler. Yazar, anne-çocuk ilişkilerini de çok yönlü ve tarafsız olarak ele almıştır. İyi anne, kötü anne, ideal anne tipleri bariz bir şekilde hissettirilmiştir. Işınsu’nun kadın duyarlığıyla bazen adeta bir kanaviçe gibi işlediği cümleleri; sevgiye, dostluğa, arkadaşlığa, kendine güvene pencere açıp bütün bunları irdeleyen kalemi, her yaştan okuyucuya çok şey söyleyecek özelliktedir. Yüreğinde cam kırıklarıyla “Kaf Dağı”na ulaşmaya çalışan Mevsim; çağımızın “Yunus Emre”si “Mehmet’ten sevgiyi -hem de ne sancılarlaöğrenen “Selen”; aşkını kelimelere dökmeden en ulvî mertebede yaşayarak, sorumlu olduğu değerleri arkasına atmadan kaderine teslim olan “Nur”; kocasının gölgesinden tasavvufun aydınlık dünyasına yol alan “Meryem”; güzelliği, sadece suratta değil, surette de görmeyi öğrenen “Havva”... Bütün bu kahramanlar aslında hepimizin içinde yaşayan bir uzviyettir. DİPNOTLAR ( 1) Nisan Yağmuru, Ötüken Yay., 1997, s.87 ( 2) KüçükDünya, Ötüken Yay., 1991, s.31 ( 3) Canbaz, Ötüken Yay., 1992, s.237 ( 4) a.g.e.; s.319 ( 5) a.g.e.; s.378 ( 6) Kaf Dağının Ardında, Ötüken Yay., 1995, s.60 ( 7) Küçük Dünya, Ötüken Yay., 1991, s.43 ( 8) a.g.e.;.s.44 ( 9) a.g.e.; s.55 (10) Canbaz,Ötüken Yay., 1992, s.59 (11) a.g.e.; s.15 (12) Kaf Dağının Ardında, Ötüken Yay., 1995, s.49 (13) Havva, Ötüken Yay., 1998, s.126 (14) a.g.e.; s.122 (15) Canbaz, Ötüken Yay , 1992, s.52 (16) Kaf Dağının Ardında, Ötüken Yay., 1995, s.23 (17) Canbaz, Ötüken Yay., 1992, s.55 (18) a.g.e.; s.9 (19) Kaf Dağının Ardında, Ötüken Yay., 1995, s.82 (20) a.g.e.; s.74 (21) a.g.e.; s.292 (22) Küçük Dünya, Ötüken Yay., 1991, s.51 (23) a.g.e.; s.77 (24) Canbaz, Ötüken Yay., 1992, s.21 (25) Kaf Dağının Ardında, Ötüken Yay., 1995, s.12 (26) a.g.e.; s.16 (27) a.g.e.; s.72 (28) Havva, Ötüken Yay., 1998, s.23 (29) Küçük Dünya, Ötüken Yay., 1991, s.109 (30) a.g.e.; s.180 (31) a.g.e., s.46 (32) Kaf Dağının Ardında, Ötüken Yay., 1995, s.145 (33) a.g.e.; s.152 (34) a.g.e.; s.193 (35) Küçük Dünya, Ötüken Yay., 1991, s.52 (36) a.g.e.; s.66 (37) a.g.e.; s.69-70 (38) a.g.e.; s.78 (39) a.g.e.; s.131 (40) Kaf Dağının Ardmda, Ötüken Yay.,1995, s.232 (41) Nisan Yağmuru, Ötüken Yay., 1997, s.56 (42) Havva, Ötüken Yay., 1998, s.123 (43) a.g.e.; s.21 (44) a.g.e.; s.31 (45) a.g.e.; s.231 (46) Küçük Dünya, Ötüken Yay., 1991, s.187 (47) a.g.e.; s.118 (48) a.g.e.; s.70 (49) Canbaz, Ötüken Yay., 1992, s.35 (50) GÜRSOY, Belkıs, ”Canbaza Daiı” Millî Kültür, Eylül 1191, Sayı 88, s.60. (51) Canbaz, Ötüken Yay., 1992, s.383 (52) a.g.e.; s.76 (53) a.g.e.; s.57 (54) Küçük Dünya, Ötüken Yay., 1991, s.111 (55) a.g.e.; s.112 (56) Havva, Ötüken Yay., 1998, s.125 (57) a.g.e.; s.125 (58) a.g.e.; s.15 (59) a.g.e.; s.15 (60) a.g.e.; s.13 (61) NisanYağmuru, Ötüken Yay.,1997, s.33 (62) GÜRS0Y, Belkıs, ”Canbaz’a Daiı”, Millî Kültür, Eylül 1991, Sayı 88, s.61-62 (63) Küçük Dünya, Ötüken Yay., 1991, s.172 (64) KafdağınnıArdında, Ötüken Yay.,1995, s.92 (65) a.g.e.; s.215 (66) Havva, Ötüken Yay., 1997, s.73 116 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Desen: Semiha Şahbaz SANCI • Yetik OZAN Emine Işınsu’ya Diriliş çağında yerin sancısı; Tetiklenen filiz, patlayan gonca... En yaşlı ananın derin sancısı: Bir göğüs darlığı, Ergenekonca. Bu sancıya gergef etmiş yüzünü Sabır iğnesine takıp özünü, Ağladıkça Turanlaşır hüzünü; Bir gözü Selenga, bir gözü Tunca. Dokuz ülkü tek olmuş bu sancıda, Düş gerçeğe gök olmuş bu sancıda, Umut cana kök olmuş. bu sancıda; Kırılan bir ise, dirilen bunca.. 117 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E EMİNE IŞINSU’nun HACI BEKTAŞ VELİ ROMANINDA BEKTAŞİLİK ALGISI • Serdar ODACI* Türklerin ön Asya’ya doğru yolculuğu hem yeni bir yurdun hem de İslamiyetin kabulüyle yeni bir medeniyet dairesinin kapılarını aralamıştır. Yeni coğrafya ve yeni bir inanç sistemi Türk kültürünün yüzyıllar boyu devam edecek kendi tasavvuf anlayışını doğurmuş ve geliştirmiştir. Bu anlayış, halka Türklük ve İslamiyet konularında önderlik eden şahsiyetleri beslemiş ve olgunlaştırmıştır. Bu şahsiyetler ve onların etrafındakiler gönülleriyle, bilimleriyle ve eylemleriyle kalabalık kitleleri etkilemiştir. Büyüklükleri yüzyılları aşan bu kimlikler, dünden bugüne uzanan çizgide zamanımızın ruhunu da şekillendirmeye devam etmektedir. Bu şahıslar yaşamları, felsefeleri, öğretileri, uygulamaları, tarihî kimliklerinin yanı sıra efsanevi yaşamlarıyla halkın edebî zevkinde de yerini almıştır. Horasan erenlerinden ve bu büyük şahsiyetlerden biri olan Hacı Bektaş Veli, Türk kültürünün hamuruna önemli katkılarda bulunmuş, onun yaydığı hoşgörü ve sevgi Anadolu’nun sınırları ötesine Rumeli’den Çin’e kadar uzanmıştır (Aytaş 1998) Edebiyat, pek çok türüyle tarihin gerçekliğini işlemiştir. Kabul edilir ki tarihin edebiyat ürünlerinde işlenmesi ayrı bir sorumluluk gerektirmektedir. Tarih, romanların bazılarında sadece fon olarak yer alırken bazılarında bizzat gerçeklik olarak kurgunun içine dâhil olmaktadır. Romanda tarihî gerçekliğin işlenmesi, kurgunun gücünü elinde bulunduran yazara sınırlı bir özgürlük tanımaktadır. Tarihî verilerle birlikte kurgunun gereklerine göre boşlukların tamamlanması elbette yazarın algısına, sezgisine, duyumlarına ve yorumuna bağlı olmaktadır (Yalçın 1998:26). Hacı Bektaş Veli’nin ortaya koyduğu görüş ve düşünceler etrafında sistemleşen bir tarikat anlayışı Bektaşîlik olarak adlandırılmıştır. 13. yüzyıldan günümüze kadar uzanan Bektaşilik, edebî eserlere de yansımıştır. Ancak, Bektaşilik ile ilgili tarihî bilgilerin yetersizliği, bakış açılarının farklılığı, yanlış değerlendirmeler, Bektaşîlik hakkında yazılan bazı eserleri olumsuz görüş ve kanaatlerle doldurmuştur. Türk edebiyatında tasavvuf ehlini konu alan ro* Dr. Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi manlar çoğunlukla yanlı olarak kurgulanmış olup ya aşırı karalama ya da bütünüyle hayal mahsulü olağanüstülükleri içermektedir (Aytaş 1998). Türk edebiyatının uzunca bir dönemdir yazı hayatını sürdüren kalemlerinden biri olan Emine Işınsu, son birkaç senedir tasavvuf ehlini konu edinen tarihî-biyografik romanlarını yayımlamak- tadır. 13. yüzyılda Anadolu’ya gelen Horasan erenlerinden Hacı Bektaş Veli, aynı adlı romanın ana omurgasını oluşturmaktadır. Işınsu, kuru, tarihî ve kronolojik bilgi vermek yerine roman üslubuyla Hacı Bektaş Veli’yi yaşayan bir kahraman olarak kurgulamıştır (Işınsu 2008:6). 1. Hacı Bektaş-ı Velî Romanında Bektaşilik Roman, tek bir kişi merkezli olarak Hacı Bektaş Veli etrafında şekillenmektedir. Roman, bu yönüyle biyografik nitelik taşımaktadır. Çizgisel bir kurguya sahip olan romanda olaylar, 1228 yılında Hacı Bektaş’ın, Sulucakarahöyük’e ikindi vaktinde gelmesiyle başlar. Bektaş, elli yaşındadır ve hacdan dönmüştür. Namazı kılmak üzere camiye giren Hacı Bektaş, İdris’in dikkatini çeker. Saçları ve sakalı ustura ile alınmıştır. İdris, onunla sohbete başlar, ona katılacağı isyandan bahseder. Hacı Bektaş Baba İlyas’a inanmadığını ve taraftar olmadığını söyler. Kardeşi Menteş’in Baba İlyas’la kaldığını da belirtir. Sohbetin ilerlemesi üzerine evine davet eder. Evine konuk olarak gittiğinde Bektaş, İdris’in kızı Fatma’nın sorusu üzerine vazifesini dile getirir, Lokman Perende’nin emri ile Sulucakarahöyük’e irşad üzere geldiğini söyleyen Hacı Bektaş’ın ilk müridi Fatma olur. Fatma, Hacı Bektaş’ın Kadıncık ismini takmasıyla Kadıncık Ana olarak anılacaktır. Derhal bir dergah yapılır. İdris, Babai İsyanı’na katılmak üzere gitmiştir. Kadıncık, Hacı Bektaş’la birlikte dergahın kurumlaşmasına çalışmaktadır. Hacı Bektaş’ın sohbetini dinleyenler birer ikişer onun müridi olurlar. Hacı Bektaş, Kadıncık Ana’yla evlenir. Hacı Bektaş’ın etkisi gün geçtikçe artmaktadır. Ona uyanlar, onu sevenler olduğu gibi, ondan rahatsız olanlar da 118 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E vardır. Ferhat Ağa durumu yerinde tetkik etmek için dergaha gelir ve soru işaretlerinin çoğunu gidermiş olarak oradan ayrılır. Babai İsyanı’nda öldüğü haberi gelen İdris, isyandan iki yıl sonra yurduna geri döner, isyandan yaralı kurtarıldığını, iki yıla yakın kendisini iyileştirenlere hizmet ettiğini ve Veli’nin rüyasında dön demesiyle döndüğünü anlatır. O da Hacı Bektaş’ın yanında yerini alır. Kadıncık Ana mürşit olma yolunda ilerlemektedir. Mürit toplantılarında Hacı Bektaş, onun da sorulara cevap vermesini ister. Hacı Bektaş’ın bu arada bir oğlu olmuş ve adını Ali Timurtaş koymuşlardır. Ahi Evren, saydığı, sevdiği Hacı Bektaş’ı ziyarete gelir ve öldürüleceğine dair bir imada bulunur. Birkaç gün sonra Ahi Evren’in ölüm haberi gelir. Mürşitlik mertebesine erişenler, görevlerini yapmak üzere birer ikişer Hacı Bektaş’ın yanından ayrılmaktadır. Kıtlık sebebiyle civar yerleşimlerden buğday istemek için dergaha gelinmektedir. Yunus da köyüne buğday istemek üzere Hacı Bektaş’a gelir. Veli, himmet teklif eder, ancak Yunus buğdayı tercih eder. Yurduna dönerken yolda aklı başına gelir ama nasibi Taptuk Emre’ye verilmiştir. Hacı Bektaş’ın maneviyatı mekânlar ötesine ulaşmıştır. Uzaklardan mürit olmak isteyenler dergahın kapısını aşındırmaktadır. Hacı Bektaş’a duyulan sevgi de beldelere yayılmaktadır. Hacı Bektaş ve müritleri, Zileliler’in davetine icap ederler. Hacı Bektaş, engin insan sevgisi ile kaza geçiren Ferhat Ağa’yı ziyaret eder ve nasihatte bulunur. Hacı Bektaş, ömrünü mürit toplantılarında irşat etmekle, dergahın işleriyle sürdürmektedir. Oğulları ergenlik çağına gelmiştir. Ali Timurtaş, babasının uğraştığı işleri o çağda pek kabullenememektedir. Ancak Hacı Bektaş, engin sabrıyla bu durumu geçiştirir, son demlerinde postunu Kadıncık Ana ile oğlu Timurtaş’a bırakarak Hakka Yürür. a. Tarihî Bilgilerden Romana Yansıyanlar Emine Işınsu, Hacı Bektaş ile ilgili kesinlik kazanmayan tarihî bilgilere romanında yer vermemeye çalışmıştır. Veli’nin yaşamında kaynakların dolduramadığı boşlukları Işınsu, roman kurgusunda tamamlamıştır. Hacı Bektaş Veli’nin veliliği dışında menkıbevi kişiliğine birkaç kerameti dışında neredeyse hiç yer vermemiştir. Hacı Bektaş Veli’nin yaşamıyla ilgili tarihî bilgiler yetersizdir. Eldeki mevcut belgelerde doğum ve ölüm tarihleri farklı rivayet edilmektedir. 13. yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı genel olarak kabul edilmektedir. Bazı kaynaklarda Hacı Bektaş Veli’nin 63 yıl ya da 92 yıl yaşadığı şeklinde değişik rivayetler bulunmaktadır(Güzel 1994). Işınsu, Hacı Bektaş Veli’nin 1178 ile 1270 yılları arasında doksan iki yıl ömür sürdüğünü kabul etmiştir. Romanda 1228 yılında Hacı Bektaş Veli’nin elli yaşında olduğu ifade edilmektedir (Işınsu 2008:15-16). Romana göre kırk yaşında hacca giden Hacı Bektaş Veli, hacdan on yıl sonra Sulucakarahöyük’e dönmüştür.(Işınsu 2008:15) Tarihî kaynakların belirlediği üzere, romanda da Hacı Bektaş Veli, ilk müritleri Hoca İdris ile Kutlu Melek (Kadıncık Ana)’in misafiri olmuş ve Sulucakarahöyük’te kırk yıl hüküm sürmüştür,(Güzel 1994) Bu bakımdan romanda Hacı Bektaş Veli, Baba İlyas, Ahi Evren, Mevlana, Nurettin Caca ile çağdaştır.(Işınsu 2008:110) Hacı Bektaş, Mevlana ile hiç görüşmemiş olmakla birlikte Ahi Evren ile dosttur. Kaynaklarda Osmanlı’nın kuruluşunda emeği bulunan teşkilatlardan kadınların oluşturduğu Bacıyan-ı Rum’dan(1) ve erenlerin anası olduğu ifade edilen Kadıncık Ana, bazı kaynaklarda İdris Hoca’nın karısı olarak zikredilmektedir. Yine Hacı Bektaş Veli’nin evlenip evlenmediğine ilişkin farklı görüşler bulunmaktadır. Bir görüşe göre Hacı Bektaş, Kadıncık Ana’dan doğma Fatma Nuriye Hatun ile evlenmiştir, ancak çocuğu yoktur. Diğer görüş işe Hacı Bektaş Veli’nin hiç evlenmediği yönündedir. (Öztürk 1997) Işınsu, Kadıncık Ana’yı Hacı Bektaş Veli’nin eşi ve müridi olarak kabul etmiştir. Eserde, tarihî kaynaklarda bir netlik olmamasına karşın Kadıncık Ana’nın Ahi Evren’in toplantılarına katıldığını görmekteyiz. (Işınsu 2008:32) Hacı Bektaş Veli’nin ölümünün ardından postnişin olan Seyit Ali Sultan veya Hızır Lala’nın bel oğlu olmadığı yol oğlu olduğu kabul edilmekle birlikte Işınsu, romanında Veli’nin postunu bıraktığı kişiyi bel oğlu olarak yorumlamıştır, (Işınsu 2008:105; Öztürk 1997) Burada belirtmek gerekir ki Işınsu, Hacı Bektaş Veli’nin Baba İlyas ve Baba İshak ile bağlantısını bazı kaynakların aksine ayrı yollar olarak yorumlamıştır. Eserde Hacı Bektaş, İdris ile konuşmasında Baba İlyas’ın isyan fikrine karşıdır. Baba İlyas’ı kardeşi Menteş ile onun şeyh olduğunu düşünerek ziyarete gitmiş, bu ziyarette onun niyetini anlamıştır. Menteş, Şeyh İlyas’la kalmıştır.(Işınsu 2008:27) Hacı Bektaş, İlyas’ın İslamlıktan başka şeyleri de inancına kattığını, niyetinin salih olmadığını, saltanat düşüncesinde olduğunu belirtir.(Işınsu 2008:18-20) Işınsu, romanında Hacı Bektaş Veli’nin iki eserine işaret etmiştir: Besmele Şerhi ve Makalat. Bu iki eserin Hacı Bektaş’a ait olduğu araştırmacıların genel kabulüdür. Işınsu, romanının ekseni Makalat’taki içeriğe uygun olarak kurgulamıştır. 119 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E b. Hacı Bektaş Veli’nin Kişiliği, Düşünceleri, Bağlı Olduğu Öğreti ve Bektaşilik Roman yazarları kişi unsurunu, onun romandaki diğer kişiler, olaylar, olgular, yaşam, mekân ve zaman karşısında duruşu, takındığı tavır, tutum ve eylemlerinin yanı sıra söz ve düşünceleri ile karakterize eder. Çok yönlü ve derin bir tarihî kişiliği Işınsu doğal olarak kendisine ait olduğu kabul görmüş eserleri, bağlı olduğu öğreti, sözleri ve düşünceleri çerçevesinde karakterize etmiştir. Romanda Hacı Bektaş’ı İslamın şartlarını yerine getirmiş veya getirmekte iken görürüz. Romanın hemen başında Hacı Bektaş ilk olarak ikindi namazını kılmak üzere camide karşımıza çıkar. Kendini İdris’e takdim ederken hacı olduğunu da ifade eder. İdris’in evinde Hacı Bektaş Veli imamlık yapar, namaz kıldırır.(Işınsu 2008:12, 15, 29) Sürekli olarak da abdestlidir. (Işınsu 2008,23) Hacı Bektaş Veli’nin velayetine ilişkin detaylar, Hacı Bektaş’ın katıldığı sohbetler çerçevesinde ya onun ağzından ya da sohbetine katılanların ağzından somutlaştırılır. Kadıncık Ana’nın sorularına karşılık Hacı Bektaş, veli olduğunu kabul ederek, misyonunu Lokman Perende’den aldığını, mürit yetiştirmek üzere Sulucakarahöyük’e geldiğini ve Hoca Ahmet Yesevi’ye bağlı olduklarını anlatır, asıl görevin de Rahman’dan geldiğini de beyan eder. (Işınsu 2008.33) Işınsu, Kadıncık Ana’nın zihninde velayet silsilesini, Kur’an’dan bir ayetle sırasıyla veli, peygamber ve Allah’a bağlanma olarak yorumlar (Işınsu 2008:43). Hacı Bektaş Veli, yaşamına, düşüncelerine ve eylemlerine temel dayanak olarak Kur’an’ı, Hz. Peygamberin sünnetini ve bilimi kabul etmiştir. Kadıncık Ana’nın sorularına karşılık verirken bilginin üstünlüğünü ve edinilen bilgilerin Kur’an süzgecinden geçirilmesi gerektiğini vurgular ve bilim peşinde gezdikten sonra Sulucakarahöyük’e geldiğini ifade eder (Işınsu 2008:32, 33). Yine Hacı Bektaş, dergahının temeline ilk kazmasını vururken Fatiha suresini okur ve dua eder (Işınsu 2008:43). Romanda sık sık onu Kur’an okurken görürüz (Işınsu 2008:54). Müritlerle sohbetinde Kadıncık Ana’nın sorusu üzerine öğrenmek, bilmek zorunluluğunu belirtirken, bilmenin Kur’an’ın anahtarı ve onu daha iyi anlamak demek olduğunu dile getirir. Ona göre akıl ve bilim, Yüce Allah’a giden yolun farkındalığını sağlar (Işınsu 2008:55, 114). Kadın ve erkeklerin birlikte katıldığı mürit toplantılarında Allah’ı anmanın önemine işaret eder, Allah’ın her zaman anılabileceğini, yüksek sesle ve gizli zikrin yapılabileceğini belirtir (Işınsu 2008:63-64). Yazar, o yörenin ağası Ferhat Ağa’nın sorularında velayet yolunu somutlaştırmaya devam eder. Veli, şeriat ve tarikatın yol demek olduğunu; Yüce Allah’a yaklaşmak için şeriatın emrettiğinden fazla ibadet ettiklerini; iyi ahlak, iyilik, doğruluk, çalışkanlık, hakseverlik, bilgili olmak erdemleri ile donanmaya çalıştıklarını; hoş görü, sevgi ve edeple nefislerini terbiye ettiklerini dile getirir. Dünya ile uğraşmadıklarını vurgular. Dahasında çeşitli sürelerle az yemek ve su ile halvete girmeyi de izah eder (Işınsu 2008:84). Ferhat Ağa, sorularına devam etmektedir. Neye karşı olduklarını sorar. Zulüm, haksızlık, yalan, dedikodu cevabını alır (Işınsu 2008:85). Yakın diyarlardan gelenlerin sorularını cevaplarken, yine Hacı Bektaş’ı Kur’an eksenli görürüz. Tövbenin Kur’an’da belirtildiği gibi yapılmasını, şükür ve sabır konusunda yine ayetleri işaret eder. Bunlar velayet yolunun da basamaklarıdır (Işınsu 2008:97-99). Hacı Bektaş Veli, marifet kapısını ve makamlarını bir müritler toplantısında Kur’an merkezinde izah eder (Işınsu 2008:132). Hacı Bektaş, mürit toplantılarında gelen sorular etrafında tarikatını anlatmaya devam etmektedir. Şeriatla beraber Allah’a daha yakın olmayı isteyen müridin yol gösterecek olan veliyi yakından takip ettiğini ve ona uyduğunu anlatır. Bu arada velilerin mizaçlarını somutlaştırır. Velilerin mizaçları Allah’ın sıfatlarıyla şekillenmektedir. Müritleri de somutlaştırır: “mutlak mürit, mecazî mürit ve dönek mürit”. Velayetin yolunda tarikatın makamlarını pirden el almak, tövbe etmek ve yine Kur’an eksenli olarak Kabe’ye girerken ki emre uygun olarak tıraş olmak ve elbise değiştirmek, nefis savaşı, Hz. Peygamber’e dayanarak hizmet, korku, Kur’an’a dayanarak ümit etmek, sekizinci makam hırka, zembil, makas, seccade, yüz taneli tespih, iğne ve asa olarak sıralar. Diğer makamlardan dokuzuncusu mekân sahibi, cemaat sahibi, nasihat sahibi; onuncusunu aşk, şevk, safa ve fakirliktir. Makamlardan en önemlisi can, gönüldür (Işınsu 2008:100-101). Romanda müritler aracılığıyla gönül bir kez daha vurgulanır. Kadıncık Ana, gönül ile Allah arasında perde olmadığını ve gönlün Allah’ın nazargahı olduğunu belirtir. İman ile akıl arasındaki bağlantıda iman hazine akıl da hazinedar olarak ifade edilir (Işınsu 2008:131). Bir müridin Kur’an ayetlerinden hareketle sorduğu sorusu üzerine Veli, insanın akılla fikir yürüttüğünü, tartıştığını belirtir, içi dolu tartışmaların gerekliliğini vurgular (Işınsu 2008:150). Bir başka toplantı da akıl ile aşk arasındaki ince çizgiyi, aklın Allah’ın sıfatları ve isimlerinin zuhur ettiği görünür âlemde dolaştığı, Allah’a temas etmek için aşk gerektiği şeklinde belirler, yani aklın Yüce Yaratan’ı tanıması aşk sayesindedir (Işınsu 2008:171). 120 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Bu düşünceler etrafında Hacı Bektaş, yaratılışın özünü Kur’an’ın ifadelerinde bulur. Temiz olarak yaratılan insan aşağıların aşağısına indirilmiştir. Zıtlıklarla dolu olan bu dünyada insana özüne dönebilmesi için “idrak, seçim özgürlüğü ve irade” verilmiştir. Çalışmak ve bilmek insana kalmıştır. Yaşama sevgiyle bakar. İnsanlara hoşgörü ve sevgiyle yaklaşmak, gönül kırmamak onun için yaşamın temelidir (Işınsu 2008:32, 55-56). Her fırsatta insanlarla iç içe gördüğümüz Hacı Bektaş Veli sevginin insana verilen bir armağan olduğunu ve sevmeyi bildikçe insanın Allah’a yakın olacağını ifade eder. Zira Allah, kainatı sevgiyle yaratmıştır (Işınsu 2008:57-58). Tasavvufta insanın gayesinin aşk olduğunu, ibadetlerin, güzel davranışların hepsinin Allah’a duyulan aşk için yapıldığını, aşkın erenlerin gönlünde yandığını dile getirir. Bu yolda edebin önemine de işaret etmektedir (Işınsu 2008:58, 165). Yazar, kurmaca bir kimlik olan Ferhat Ağa’nın şahsında Hacı Bektaş’ın velayet yoluna yönelik eleştirileri cevaplar ve tartışır. Hacı Bektaş, veliliğine yakışır bir şekilde soruları açık nokta bırakmayacak şekilde cevaplar. Sorulardan biri Hacı Bektaş’ın öğretilerinin şeriat dışı olduğuna dairdir. Hacı Bektaş, kızarak Hz. Peygamber’e ve İslamın şartlarına uymanın Müslümanlığın temeli olduğunu, velayetin zorlu bir yol olduğunu ve bu yola girenlerin “koca bir gönül” taşıdığını ifade eder. Hacı Bektaş, gönlü önemsediğini çeşitli fırsatlarda dile getirir (Işınsu 2008:81-82, 113). İlerleyen satırlarda Hacı Bektaş, Ferhat Ağa’yla yollarının ayrı olduğunu, dünyayla ilgilenmediklerini, ayrıca yörenin ileri geleni olarak nüfuzunu kabul ettiklerini de ifade eder. İnsanları Fatiha’da ifade edilen dosdoğru yola çağırdıklarını belirtir. (Işınsu 2008:83). Hacı Bektaş’ın yaşamı, ilmi hep Kur’an üzeredir. Besmele tefsirini yazma sebebini eşiyle sohbetinde izah eder. Dört ilahi kitabın özünün Fatiha’da, Fatiha’nın da özünün Allah’ın Rahman ve Rahim isimlerini içinde bulunduran besmelede olduğunu söyler (Işınsu 2008:143). Hacı Bektaş, tasavvufta iç ve dış temizliği kendini bilmek olarak tanımlar. Kendini bilmek, Rahman’ı bilmektir. Nefsini bilmek gelip geçiciliğini bilmektir, Allah’ın bakiliğini bilmektir. Arştan yerin altına kadar ne varsa kendinde bulmaktır (Işınsu 2008:133). Romanın bir başka sayfasında bilginin Kur’an’da insana bizzat verildiğidir. Bu bilgide, kulun Rabbine yakınlığı da vardır. Allah’ın emirlerini yaymak, sevaba yönlendirmek en önemli görevdir (Işınsu 2008:150-152). Hacı Bektaş, Türk tasavvufunun “Görünenler Allah’ın büyük sıfat ve isimlerinin görünüşleridir” şeklinde tanımladığı Vahdet-i vücud felsefesine de temas eder (Işınsu 2008:129). Hacı Bektaş Veli, şiddetle İran tasavvufuna karşıdır. Türkmen olduğunu ve Hoca Ahmet Yesevi önderliğindeki Türk tasavvufunu önemle vurgular. Mevlana ile yollarının aşk olduğunu, ondan usulde ayrıldıklarını dile getirir. Mevlana’nın İranlılarla olan yakınlığını da siyasete bağlar (Işınsu2008:167-168). Hacı Bektaş Veli’deki ve köylülerdeki Hz. Ali’ye olan sevgi, yazarın ağzından anlatılır. Müritlerden birinin sorusu üzerine Hacı Bektaş Veli, on iki imamın şeriat üzere olduğunu söyler. Bu durumu da on iki imamdan olan Cafer-i Sadık’ın İmam-ı Azam’ın büyük hocalarından biri olduğu örneğiyle somutlaştırır (Işınsu 2008:62). Yine romanın ilerleyen kısımlarında Kadıncık Ana, Hacı Bektaş’ın Hz. Ali’ye olan sevgisinden doğacak olan oğluna Ali ismini koyar (Işınsu 2008:97). Velayet yolunda Hz. Ali’nin önemini soran bir müridin suali üzerine, Hacı Bektaş velayetin rehberinin Hz. Peygamber olduğunu ifade eder. Ona göre Peygamberin anlayışında Hz. Ali feyz ve hidayet kaynağı olarak görevlidir (Işınsu 2008:64). Hacı Bektaş Veli, eşiyle konuşurken Makalat’ı, ilim dili Arapça olduğu için Arapça yazdığını dile getirdikten sonra Bektaşiliğin geleceğiyle ilgili endişesini şu satırlarla belirtir:“Keşke senin kadar emin olsak bu işten kadıncağızım. Oysa sanırım ki hakkımızda olmadık laflar edecekler, iftiralarda bulunacaklar… Velhasıl doğrunun içine yalan, yalanın içine az da olsa doğru karıştırırken, siyaset de yapılacak, Bektaşiliği ortadan kaldıracaklar, o tekrar gelecek bambaşka yüzle, sıfatla…” (Işınsu 2008:105) İlerleyen satırlarda, tarikatına oğlunu ve eşini halef kılacaktır (Işınsu 2008:105). Hacı Bektaş Veli, Hz. Muhammed’in sünneti üzeredüşünmekte ve hareket etmektedir. Yaşarken iyiyi düşünmek gerektiğini, iyi düşüncenin iyi-yi, kötü düşüncenin de kötüyü çağırdığını Hz. Muhammed’in yaşamından örnekler (Işınsu 2008:24). Hacı Bektaş Veli’nin sözlerinde dedikodunun, gıybetin kötülüğü Kur’an çerçevesinde dile getirilir (Işınsu 2008:112-113). Hz. Peygamber’in sünnetine uyarak Hacı Bektaş, kaza geçiren Ferhat Ağa’yı ziyaret ederek ona nasihatte bulunur, İslamın gösterdiği kolaylıklardan bahseder (Işınsu 2008:200-206). Hz. Peygamber’in dört halifeden en çok Hz. Ali’yi sevdiğine ilişkin soruya verdiği cevapta Hz. Peygamberin Hz. Ali’yi bir kardeş, bir evlat gibi görmesinden sevgisinin fazla olduğu düşünülebilir şeklinde cevaplar ve devamında dört halifenin Kur’an ve sünnet üzere yaşadığını söyler. Ayrıca 121 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Hz. Peygamberin yaratılmış olan her şeye sevgi duyduğunu da belirtir (Işınsu 2008:62-63). Bilimle uğraşanların manevi bakımdan Hz. Peygamber’in varisi olduğunu kabul eder (Işınsu 2008:178). Peygambere sevgisinden onun isminin çocuklara doğrudan konulmasına karşıdır. Kendi ismini örnek verir, kullanmadığını belirtir. Onun yerine Mehmet ismini kullandırttığını da ekler (Işınsu 2008:177). Romanda Veli’nin kişilik özellikleri, insana ve dünyaya karşı duruşu veliliği ekseninde resmedilmiştir. Hacı Bektaş, özelliklerini kendi ağzından söyler. İdris’le konuşmasında dinlemesini bildiğini, ağzının da sıkı olduğunu ifade eder Kur’an ve sünnet üzere yaşadığını söyler. Ayrıca Hz. Peygamberin yaratılmış olan her şeye sevgi duyduğunu da belirtir (Işınsu 2008:62-63). Bilimle uğraşanların manevi bakımdan Hz. Peygamber’in varisi olduğunu kabul eder (Işınsu 2008:178). Peygambere sevgisinden onun isminin çocuklara doğrudan konulmasına karşıdır. Kendi ismini örnek verir, kullanmadığını belirtir. Onun yerine Mehmet ismini kullandırttığını da ekler (Işınsu 2008:177). Romanda Veli’nin kişilik özellikleri, insana ve dünyaya karşı duruşu veliliği ekseninde resmedilmiştir. Hacı Bektaş, özelliklerini kendi ağzından söyler. İdris’le konuşmasında dinle mesini bildiğini, ağzının da sıkı olduğunu ifade eder (Işınsu 2008:18). Romanda yeri geldikçe bu özelliği vurgulanır (Işınsu 2008:26). İnsanların zihinlerindeki meseleler, İslamiyetle ilgili olmadıkça ikna için fazla uğraşmamaktadır. İdris’in Babai İsyanı’na taraftar olması konusunda isyana taraftar olmadığını belirtmekle beraber İdris’in katılmaması yönünde fazla ısrarcı olmaz (Işınsu 2008:20). Hacı Bektaş Veli, dünyaya karşı kanaatkardır (Işınsu 2008:21). Rabbine karşı tevazu içindedir. Ben diye konuşmaz (Işınsu 2008:34); Kadıncık Ana’nın isyana katılan babasının akıbetinden yana endişesinden kaynaklanan buhran hâlini, bakışlarıyla İdris’in yaralı olduğunu Kadıncık Ana’nın gönlüne ilham ederek gidermesine karşın Kadıncık Ana’nın bu durumu, müridi Cemal’in verdiği şuruba bağlaması içini rahatlatır. Hacı Bektaş iç konuşmasında bakışlarının farkına varılmamasına sevinir ve farkına varılsaydı bakışlarının etrafında nasıl bir menkıbe türetileceği endişesini ifade eder. Zira Hacı Bektaş Veli enaniyet, kibirden ve ünden sakınmaktadır (Işınsu 2008:53). Kibrin Allah tarafından hiç kabul edilmeyen bir hâl olduğunu toplantılarda dile getirir (Işınsu 2008:170). Hacı Bektaş’ın gönlü boldur, eli cömerttir. Kıtlık zamanında kapısına gelenleri boş çevirmez (Işınsu Hızır gibi sorunları çözmeyi kendine vazife edinmiştir (Işınsu 2008:23). Bir beşer olarak Hacı Bektaş, Kadıncık Ana’ya sevgisini, ancak Kadıncık Ana’nın evlenme teklif etmesiyle anlar, dönüp giden Kadıncık Ana’nın arkasından gider ve evlenme teklifini bu sefer o yapar (Işınsu 2008:67-68). Yaşı ve tevazu sahibi olması nedeniyle Hacı Bektaş’ın gönlünden geçen şekilde, sade bir törenle evlenirler. Törende Hacı Bektaş, eşine Nazlı Hatun’dan annesi Hatme Hatun’a geçen bir bileziği takar. Kadıncık Ana’nın isteği üzerine babasının evinde oturmaya karar verirler. Kadınına ayrı önem veren Hacı Bektaş, doğumdan sonra ebeden çocuğu bırakıp annesiyle ilgilenmesini ister (Işınsu 2008:117). Bu evliliğin ardından müritlerin kendi aralarında konuşmaları dikkat çekicidir. Taptuk Emre’nin Hacı Bektaş’ın tasavvufi manada evladıyla nikah kıyması konusundaki düşüncesine Hacım, Hz. Peygamber ile Ayşe’nin durumunu örnek verir. Peygamberin onun hem piri hem de kocası olduğunu ifade eder (Işınsu 2008:120). 2008:73). Yaşamında kadın erkek ayrımı yapmayan Veli, kadın-erkek ilişkisinde yine Kur’an’dan dayanakla hareket eder. Evliliklerde esası sevgi, saygı ve şefkat olarak ifade eder (Işınsu 2008:130). İlişkilerinde açıklıktan yanadır (Işınsu 2008:187). Halifelerinin isteği doğrultusunda Hacı Bektaş onları da evlendirir, düğünlerini bizzat yapar (Işınsu 2008:75). Öfke ve kızgınlığa karşıdır, ancak öfkenin savaş zamanında duyulabileceğini söyler. Ona göre Müslümanlar sorunlarını akıl ve sevgi ile çözmelidir (Işınsu 2008:171). Aldatmanın her türlüsüne karşıdır. Satranç oyununda dedesine bilerek yenilen oğluna yaptığının aldatmak olduğunu ima eder. Oğlunun, yaptığının doğruluğunda ısrarcı olması üzerine onu cezalandırmaktan çekinmez (Işınsu 2008:196). Hacı Bektaş Veli’nin çok yönlülüğünün yansımalarından biri toplumsal hayata dair düşünceleri ve uygulamalarıdır. Toplumsal yaşamın insana birbirinden faydalanma ve ilerleme getirdiği görüşündedir (Işınsu 2008:56). Halifelerine Şeyh Edebali’yi ve Osman Gazi’yi över ve etrafında kümelenmelerini ister. Türkmenleri şevklendirmelerini, Rumeli’de gerekirse gazalara kılıçla katılmalarını ister. Osmanlı coğrafyası için kolonizatörlüğü teşvik eder. Hacı Bektaş Türkmendir. Osman Gazi ile siyaseten değil, Türkmene devlet kazandıracağı için gönül bağı kurmuştur (Işınsu 2008: 154-168). Hacı Bektaş Veli, engin insan sevgisi ekseninde kendisine intisap etmeyenleri de şereflendirir. Elinin yetiştiği toplumun hiçbir kısmını ihmal etmez. Ferhat 122 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Ağa ve Zileliler, Hacı Bektaş’a olan muhabbetlerinden ötürü, tarikata girmeyip dışarıdan sevenlere verilen muhip unvanını alırlar (Işınsu 2008:95). Veli, dergahına katılan ve dergahın hizmetinde bulunan dervişlere eğilimlerine uygun meslek öğrenmelerini tavsiye eder veya uygun olanı kendi seçer (Işınsu 2008:139-140). Dergahında işlerin, iş bölümü, birliktelik ruhu ve gönül bağıyla yürümesini sağlamıştır. Görüşlerinin çoğunu mürit toplantılarında dinlediğimiz Hacı Bektaş Veli hayvanların emanet olduğunu, onlara sevgi, şefkat ve özen gösterilmesi gerektiğini vurgular. Pınar başında insanlara hitap ederken de hayvan sevgisinin insan sevgisine denk olduğunu ifade eder (Işınsu 2008:57-58). Kerametlerine kısmen yer verilmiştir. İdris, gurbette olduğu sırada Hacı Bektaş Veli’yi rüyasında görüp ona mürit olmuştur (Işınsu 2008:89). Yine müritlerinden Hasan Kaptan’ın dergaha gelişiyle bir kerameti daha ortaya çıkar. Gemileri batmak üzere iken Veli, himmet etmiş canlarını kurtarmışlardır. O da mürit olmak ve dergaha maddi katkıda bulunmak üzere Hacı Bektaş Veli’nin yanına gelmiştir (Işınsu 2008:137). Sonuç Romanda ele alınan konunun ağırlığı ve zorluğu tartışmasızdır. Tarihî kimliğinin izleri neredeyse kaybolup menkıbevi bir yapıya bürünmüş ulu bir kimliğin roman kahramanına dönüştürülmesi elbette sıkıntılı olmuştur. Tarih, kültür, sosyoloji ve din araştırmaları çerçevesinde Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik ile ilgili pek çok tanım ve yorum ortaya çıkmıştır. Tanım ve yaklaşımlar, Bektaşiliği ve Hacı Bektaş Veli’yi ya propaganda havasında ya itham edici nitelikte ya da belli bir kesimin beklentileri etrafında karşımıza çıkarmaktadır. Edebî metnin, tarihî meselelerde bilimsel verilerle birlikte kendi dünyasını kurduğu da açıktır. Emine Işınsu, kurgunun sağladığı özgürlüğü kullanarak Hacı Bektaş Veli’yi eldeki kabul görmüş tarihî verilerin ve üzerlerinde ona ait olduğu ittifakla kabul edilen eserleri ışığında değerleri, veliliği, öğretisine dayalı olarak ete kemiğe büründürmüştür. Hacı Bektaş Veli’den günümüze geçen zamanın uzunluğu yazara kabul edeceği, ele alacağı tarihî gerçeklik için elbette bir seçme zorluğu doğurmuştur. Işınsu, bu zorluğu dile getirmiştir. Kitabının ilk sayfalarında, Hacı Bektaş Veli’nin kendi eseri Makalat’a, Abdülbaki Gölpınarlı’nın tenkidinden geçen Velayetname’ye ve Yaşar Nuri Öztürk’ün Tarih Boyunca Bektaşilik adlı kitabındaki tespitlere bağlı kaldığını açıkça ifade eder. Işınsu’nun aklına ve gönlüne uygun düşen bu tespitler onun bağlı olduğu öğretinin, değerlerinin ve öğretisinin temel dayanaklarını Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed’in sünneti olarak görürüz. Roman boyunca her fırsatta İslam dininin bu iki kaynağı Hacı Bektaş Veli’nin şahsında, Türk tasavvufunun kurucusu Hoca Ahmet Yesevi’den başlayarak diğer Horasan erenlerinin omuzlarında yürüyen anlayışın kaynakları olarak açıkça ifade edilmiştir (Işınsu 2008:9). Emine Işınsu, Hz. Ali’ye duyulan sevgiyi ve onun velayet yolundaki önemini de işaret etmiştir. Yazarın ideal değerler etrafında şekillendirdiği Hacı Bektaş Veli, velayet yolunda kendi mürşitlerinden öğrendiklerini, yaşarken gözlediklerini ömrü boyunca yaşamın her alanına taşımıştır. Romanın kurgulanışında Hacı Bektaş Veli, Kur’an ve sünnetin kaynaklığında insan, insanî ilişkiler ve toplum, hayvan ve genel olarak dünyaya karşı tavırlarıyla karakterize edilmiştir. Sevgi ve hoş görü etrafında dünyaya bakan Hacı Bektaş Veli, bulunduğu yerde insanların ruhlarına, ilişkilerine ve toplumsal hayata nizam getirmiştir. Böylelikle Işınsu, Bektaşiliği hayatın içinde resmetmiştir. Emine Işınsu, Hacı Bektaş Veli’yi ve Bektaşiliği çizgisel kurgunun rahatlığı içinde oldukça yalın olarak anlatmıştır. Romanın içerisinde özellikle tasavvuf ile ilgili kısımlar gerektiği ölçüde izah edilmiştir. KAYNAKLAR ÂŞIK PAŞAZÂDE TARİHİ, (2008) (Haz. Cemil Çiftçi) İstanbul: Mostar Yayınları. AYTAŞ, Gıyasettin, “Bektaşî Kız Adlı Roman Hakkında Bazı Tespitler”, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Güz 1999, sayı 11. GÖLPINARLI, Abdülbaki (Haz.) (1990) Velayetnâme, Menakıb-ı Hünkar Hacı Bektaş Veli, İstanbul. GÜNDOĞDU, Cengiz, Hacı Bektaş-ı Velî ve Bektaşîlîk Olgusunu Tanımlamada Normatif Yaklaşımlar, Dinî Araştırmalar, Cilt 12, sayı 33, s. 47-61. GÜZEL, Abdurrahman, “Hacı Bektaş Veli’nin Hayatı ve Eserleri”, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 1994, sayı 11. IŞINSU, Emine (2008) Hacı Bektaş-ı Veli, Ankara: TDV Yay. 2. Baskı. OCAK Ahmet Yaşar “‘Bektaşilik” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, C.5. ÖZTÜRK, Yaşar Nuri (1998) Tarih Boyunca Bektaşilik, Yeni Boyut Yay. ÖZTÜRK, Yaşar Nuri, “Gönüller Sultanı Hacı Bektaş”, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 1997, sayı 4. ÖZTÜRK, Yaşar Nuri, “Hacı Bektaş’ın Düşünce Dünyası”, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 1994, sayı 1. YALÇIN, Alemdar, (1998), Sosyal ve Siyasî Değişmeler Açısından Cumhuriyet Devri Türk Romanı, Ankara: Günce Yayıncılık, Ankara: Kilim Ofset. 123 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E HİÇ KAPANMAYAN AMEL DEFTERİ “Işınsu’nun Tasavvufi Romanları” • Dr. Hayati BİCE Giriş Hacı Bayram Veli’yi anlattığı ‘Bayram’ vesilesi ile yazdığım bir yazı da “Günümüzün Menkıbecisi” olarak vasıflandırdığım[1] Emine Işınsu’nun tasavvufî romanları üzerine, kurucusu olduğu TÖRE’nin yeniden yayınlanmağa başlaması vesilesi çıkarılacak ‘Emine Işınsu Özel Sayısı’ için bir değerlendirme yazısı yazmam istendiğinde aynı başlığı kullanmamın uygun olacağını düşündümse de tekrara düşmemek için bundan vazgeçtim. “Sancı” romanı ile gönüllerimizi fethedip yakın tarih romancılığında silinmez bir iz bırakan Yeni Türk Edebiyatı’nın yıldız isimlerinden, çağdaş Türk romancısı Emine Işınsu; Yunus Emre’yi anlattığı “Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” ve Niyâzî Mısrî’yi ele aldığı “Bukağı” iki roman ile başladığı ‘tasavvufî romanlar serisi’ni, Ankara’nın manevi sahibi Hacı Bayram Veli’yi anlattığı ‘Bayram’ ile sürdürüp 2008 yılında yayınlanan Hacı Bektaş Velî’den söz eden “Hacı Bektaş” adlı son eseri ile noktalamış görünüyor. Kendisiyle yapılan röportajlardan birisinde “Çocukluğumdan beri, annemden dolayı olsa gerek, tasavvufa meraklıyımdır. Bu merak beni, Yunus Emre’yi yazmaya yönlendirdi ve Yunus’dan sonra tasavvufa karşı daha bir sevdalı oldum. Böylece bir kaç erenimizi daha yazmayı istiyorum, kısmet olursa tabiî.” diyen [2] Emine Işınsu’nun “menkıbe-roman dizisi” okurlardan yoğun bir ilgi gördüğü gibi akademik tez ve makalelere de konu edildi. Serinin ilk kitabı olan ve Yunus Emre’yi anlatan “Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” kitabının başında yer alan “Sevgili Hocam Hasan Burkay’a, ellerinden saygı ile öperek.” ithafı bu eserleri yazmağa sevkeden sâiki ele vermektedir. Ayağının ucunu bile sokmanın cesaret istediği zor mânâ okyanuslarına açılmağa cesaret bulmasını ise yine eserin başındaki “Eserleri, sohbetleri ve tenkitleriyle bana rehberlik eden değerli bilim adamı Sayın Dr. Mustafa Tatçı’ya çok şey borçluyum.” cümlesinden anlamak mümkündür. Tasavvuf büyüklerinin hatırâsına halel getirmemek hassasiyetini asırları kat eden bir samimiyet ile aştığı görülen sanatçının eserinde ele aldığı dönemin tarihî gerçekliklerine mutabık kalmak için ilk üç eserinde ismini andığı Dr. Mustafa Tatçı gibi akademisyen dostlarının bilirkişiliği yanında, Yılmaz Öztuna gibi tarihçilerin de eserlerinden lojistik destek aldığını belirtmiştir. Hacı Bektaş konulu eserinde ise kaynak olarak, Hacı Bektaş Veli’nin kendi eseri olarak kabul edilen ‘Makalât’ ile Abdülbaki Gölpınarlı’nın yayınladığı ‘Velâyetnâme’ ve Yaşar Nuri Öztürk’ün ‘Tarih Boyunca Bektaşilik’ adlı kitabına bağlı kaldığını belirtir. Bu yazıda “tasavvufî menkıbe romanı” denebilecek dört romanını ele alarak Emine Işınsu kütüphanesinin son aşamasına ışık tutmak istiyorum. Öncelikle bu dört romanın ortak özelliklerini ortaya koyduktan sonra, -bir dergi yazısının sınırları daha fazla zorlanamayacağı için- “Bir Ben Vardır Bende Bende İçeri” eserinde hayatını anlattığı Yunus Emre örneği ele alınarak tasavvufun Işınsu romanlardaki yansımaları belirtilmeğe çalışılacaktır. Tasavvufî Roman ya da Modern Menkıbeler Menkıbe, Din ve özellikle tasavvuf ulularının veya tarihe geçmiş ünlü kişiliklerin hayatları, örnek davranışları ve olağanüstü halleri ile ilgili hikâyeler veya olağanüstü olaylarla ilgili masalsı anlatılardır. Arabçadaki menkabe kelimesinden Türkçe’ye geçmiştir. Çoğulu ‘menâkıb’tır. Önceleri dilden dile anlatılan menkıbeler, zamanla anonim kaynaklardan yazıya geçirilerek “menâkıbnâme” adı verilen edebî türü oluşturacak kadar zengin bir arşiv oluşturmuştur. Türk destan geleneğinden bazı unsurları da bünyesinde taşıyan menkıbeler bazen elle çoğaltılan risaleler olarak, çoğu zamanda dilden dile ezberine alan ozanların dilinen nakledilen sözlü anlatımlar şeklinde yaşadığımız asra kadar ulaşmıştır. Tarih içerisinde derinliği bin yıla kadar ulaşan Türk 124 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E tasavvuf geleneğinde evliya tezkireleri veya özel ismi ile ‘menâkıbnâme’ denilen bir tür vücuda gelmiştir. Genellikle anonim olan bu metinlerin bazıları menkıbeleri derleyen sufilerin ismi ile özdeşleşmiştir. [3] Kültür mirasımızın özellikle manevî alanda en önemli unsurlarından birisi Türk tasavvuf geleneğidir. Türk edebiyatı içinde halkın ortak duygu ve düşüncelerini, dinî inancın birleştirici ve bütünleştirici rolünü Türkçe olarak dile getiren tasavvufî birikim, Işınsu’nun ele aldığımız eserlerinde günümüz insanının yararlanabileceği bir formda işlenerek sunulur. Işınsu, dönemin tarihini, bir fon olarak kullanıp vermek istediği tasavvufî mesajları özellikle gençlerin anlayabileceği bir anlatım tarzı içerisinde, millî birliğe hizmeti gözeterek önümüze koyar. Çocukluğunda annesinin kendisine okuduğu tasavvufî şiirler ile başlayan tasavvuf ilgisini hiç kaybetmeyen Işınsu, tasavvufî hayatın pratiği ile karşılaştıktan sonra Yunus hakkında bir roman yazma istekleri ile bu serideki eserlerini yazmağa başlar. İlk roman yayınlandıktan sonra gördüğü ilgi Niyâzî Mısrî, Hacı Bayram ve Hacı Bektaş gibi büyük mutasavvıfların hayatını da yazması yolundaki ısrarlı taleplerle yüzyüze getirir. Bu talep, sadece manevî bir ilginin sonucu olmayıp Anadolu’daki Türk varlığını sağlamlaştırıp yepyeni ve muhteşem bir Türk medeniyetine omuz verenlerin sadece kılıç sallayan, ok atan gaziler değil, Ahmed Yesevî, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Yunus Emre ve Hacı Bektaş Veli gibi bütün insanlığı sevgi ile kucaklayan ve Allah’a muhabbet ocaklarında kaynaştırıp birleştiren ulu veliler oluşunun farkındalık anlamına gelen bir tarih bilincine sahip aydınların ortak arzusu olarak görülmelidir. Son romanlarında büyük Türk mutasavvıflarının hayat ve öğretilerini işleyen Emine Işınsu’nun bu eserlerini, bir tasavvuf menâkıbnâmesi olarak okumak mümkündür. O bir romancı olarak konu ettiği sufilerin biyografik verilerinden hareketle hayatlarını yeniden kurgularken, bu dört büyük mutasavvıfı hem yaşayan, nefes alıp veren birer insan; hem de engin bir gönül sahibi, ruh mimarı olarak bugünün okuru ile tanıştırmakta başarılı olmuştur. Tarihte seyretme sırası ile Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Hacı Bayram Velî ve Niyâzî Mısrî’nin her biri, mürşid arayışları, tasavvufî eğitimleri sırasında yaşanan halvet, riyâzet ve çileler yönünden benzer hayat seyrini paylaşmış gibi görünseler de her birinin zâhirî hayatlarındaki farklılıklar, dergâh oduncusu / marangoz Yunus, mum imâlatçısı Niyâzî, medrese müderrisi Bayram, rençber Bektaş portreleri ile yeterince yansıtılır. Emine Işınsu, her dört romanında da, akıcı ve zorlamasız bir Türkçe ile, zarif bir üslûb zarfında, tasavvuf kültürünün –anlaşılması da anlatılması da zor mesajlar içeren- özünü her düzeyden okura sunmayı başarmıştır. Işınsu, incelediğim romanlarına konu olarak seçtiği tasavvuf kahramanlarını tarihî ve kronolojik bilgileri üst üste yığarak kuru bir şekilde sunmak yerine roman diliyle, yaşayan birer insan olarak kurgulamıştır. Romanlarda tarihin kaynak yetersizliği nedeniyle boşlukta bıraktığı kahraman ve olaylar, bütün tarihî romanlarda olduğu gibi kurmaca unsurlarla tamamlanmıştır. Işınsu’nun bu dört eserinde mekân, olayların meydana geldiği bir sahne olmanın ötesinde, tarihî arkaplanı ve sosyal unsurları ile dörtbaşı mamur bir fon olarak, fotoğrafik bir netlikle yer alır. Zaman ise; dönemin tarihî olaylarının cereyanına uygun olarak mekân ve kahramanlar üzerindeki etkisini romanlarda anlatılan olaylarla -özel bir dikkate gerek bırakmadanokura fark ettirilmeden anlatılır. Bu yazarın tarihî olayları günümüz okuruna yansıtmakta başarısının açık bir kanıtıdır. Işınsu’nun tasavvuf romanlarındaki şahıslar üzerinden aktarılan tarihî bilgiler, yazarın tarihî roman yazmak değil, zaman ve mekânın kavranmasını kolaylaştırıp okurda tarih bilinci oluşturmak için aktarılmıştır. Bu bilgilerin sağlam kaynaklardan aktarılmasına özen gösterdiği söylenebilir, zaten yazar kendisi ile yapılan röportajlarda, romanlarını yazarken Yılmaz Öztuna gibi bazı tarihçilerin eserlerinden yararlandığını açıkça söylemektedir. Eseri baskıya göndermeden önce bilgi birikimine ve liyakâtine güvendiği seçilmiş kişilere göndererek “ön okuma” yapmalarını ve düzeltilmesi gereken yerler için ikaz etmelerini rica ederek, gelen önerilere göre metinlerinde düzeltmeler yapar. Bu titizliği nedeniyle Işınsu’nun eserleri, tarih bilinci kazanması istenen genç okurlar için sağlam bir kaynak olarak kabul edilebilir. Bu eserleri yazmaktaki gayesinin; kültürel değerlerimizden yoksun olarak yetişen bugünün gençlerinin tasavvufî bilgileri anlayıp yorumlamalarını sağlayabilmek olduğunu dile getiren Işınsu, hedef kitlesine ulaşabilmek için sade bir dil ve yalın bir anlatımı seçmiştir. Işınsu, tasavvufî romanlarında Türkiye Türkçesi, Dede Korkut kitabından çıkmış eski Oğuz lehçesi ve klasik Osmanlı Türkçesinden alınmış özel kelimeler yanında vahdet, muhabbet, sohbet, halvet gibi özgün tasavvuf terimlerini de aslî anlamları çerçevesinde uyum içerisinde kullanır. Anlatılan olayın geçtiği mekân ve zamana uygun bir dil akıcı ve canlı bir üslub sergilenir. Yakın tarihlerde ideolojik olarak kısır tartışmalara konu edilmiş olan Tanrı kelimesini, -gerek dualarda gerekse konuşmalarda- çekinmeden kullanır. Cennet anlamında uçmak, cehennem karşılığı olarak tamu Işınsu’nun severek kullandığı kelimeler 125 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E olarak dikkat çeker. Emine Işınsu ve Tasavvuf Tasavvufî ritüeller ve terminolojinin pratiğe yansıyan yönlerini yansıtırken yine ilk eserinde ismini “Hocam” olarak kaydettiği son devrin Nakşbendi mürşidlerinden Hasan Burkay’ın Ankara yakınlarındaki dergâhında yaşanan hayatın gözlenmesinin katkısı ile olsa gerek, büyük bir başarıya ulaşmıştır.[5] Öyle ki, ilgili bir okur, bugünün Türkiye’sinde, 1925 yılında tarikatlara getirilen resmî yasak nedeniyle yanıtlanması o kadar da kolay olmayan “Bir mürşidin irşad yöntemi nasıldır?”, “Dergâhta yaşayan dervişler arası ilişkiler nasıl oluşur?” “Bir tasavvuf dergâhının iç işleyişi nasıldır?” gibi pek çok sorunun ikna edici yanıtlarını, bu eserlerde bulabilir. Dergâh hayatını anlatmada –kanaatime göreyazarın başarısının en net görülebileceği eseri olan “Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” romanında yer alan –başta Yunus’un mürşidi Tapduk Emre olmak üzere- bazı karakterler, bahsedilen Burkay dergâhının bir kısmını şahsen tanıdığım, iyi bilinen simalarını hatırlatmaktadır. Bu durum özellikle seçilmiş bir yöntem değilse Işınsu’nun, tasavvuf yolundaki samimiyetinin -bilinçaltına işlemiş- göstergesi olarak kabul edilmelidir. “Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” kitabının diğer tasavvufî eserleri yanında öne çıkmasında, eserin yazılması öncesinde Işınsu’nun kendi gönlünü Yunus’a hazırlamasının payı olmalıdır, diye düşünüyorum. Aslında Yunus’un Tapduk Emre’ye biatını “bir arkadaşına –Derviş Aziz- özenerek” aklî bir çıkarıma dayandıran Işınsu’nun kendi deneyiminden yararlandığı düşünülebilir. Bu bağlanmada gelenekte pek çok örneği bulunabilecek tarzda üstüste görülen rüyalar veya ani bir tevâfuk gibi manevî yönden daha anlamlı ve çarpıcı olabilecek bir anlatıma gidilmiş olsa, tasavvufî geleneğin okura anlatılması yönünden daha başarılı olunabileceğini söyleyebilirim. Diğer yandan Yunus’un dergâha kabul edilmesi sırasında ilk karşılaşmada sınava çekilmesi maksadıyla azarlanmasını çok başarılı bir şekilde kurgulayan Işınsu, bir dervişin hayatının en anlamlı töreni olan şeyh elinden biat alınması konusunu es geçmiştir. Işınsu, kendi özel tasavvufî deneyiminde böylesi bir biat töreni yaşamamış olması nedeni ile konunun ayrıntılarını bilemiyor olabilir; ancak kendisine danışmanlık yapanların bu konuda gerekli ikazı yapmalarını beklerdim doğrusu. Emine Işınsu’nun son dört eserinde yöneldiği tasavvufî tarz okurlarında dikkatini çekmiş olmalı ki, son yıllarda kendisi ile yapılan röportajlarda bu yöneliş mutlaka dile getirilmektedir. Bu röportajlarından birisinde kendisine yöneltilen: “Sizinle 2002’de yapılan bir röportajda “Emine Işınsu’yla yeni kitabı ve yeni eğilimi, tasavvuf üzerine konuşacağız.” deniliyor. Yeni eğilimi derken de tasavvuf kastediliyor. Ama biz biliyoruz ki Emine Işınsu daha çok küçük bir çocukken kuklalar, yapıyor ve bunların canlanması için dua ediyor. Duasının gücüne öyle inanıyor ki onların canlanmasını bekliyor. Buradan yola çıkarak sizin son 20-30 yıldır değil, ta çocukluktan tasavvufa merakınız olduğunuzu söylesek, hata etmiş olur muyuz?” sorusuna verdiği cevap dikkat çekicidir: “Yok. Çok doğru. Herhalde annemin tesiriyle. Annem çok dindar bir kadındı, tasavvufa meraklıydı.Onun tesiriyle herhalde öyle oldum, çocukluktan beri.”[6] “Modern çağ dervişâneliğe engel değil” Bir röportajında modern çağın, dervişane bir yaşantıya engel olmadığına işaret ederek “Niçin mümkün olmasın? Yola (intisab anlamında H.B.) düşüp tevhid düşüncesini benimsemiş bir insana, gelişen teknoloji niçin engel olsun? Hak ile birlik olmak, bilhassa “yaratılmışları” daha iyi anlamaya, onlara daha hoşça bakmaya vesile olur zaten.” diyen Işınsu’nun; bu eserleri tasavvufa yönelik samimiyetinin bir göstergesidir. Tasavvufi teori ve pratikin en girift konularını sufi terminolojisinin dilini de kullanarak günümüzün okuruna başarıyla aktarabilecek bir kalem -ve daha da önemli olsa gerek- gönül kıvamına eren Işınsu’nun başarısının hakkı teslim edilmelidir. Aslında nehir roman şeklinde akacak mufassal bir röportaj ile ehil bir kalem tarafından Işınsu’nun yazı hayatının, siyasî çevresinin ve tasavvufî deneyiminin en küçük ayrıntılarına varasıya kadar kayda geçirilmesi gelecek nesillere “Emine Işınsu romanı”nın nasıl geliştiği hakkında kaynak olacaktır. Umarım böylesi bir çalışmaya cesaret edecek bir kişi çıkacaktır. (Bu ihtiyacın Işınsu’nun yazı ve fikir hayatının yakın denebilecek bir mesafeden takipçisi olan bir aydınımız tarafından bana iletilmiş bir dilek olduğunu da kaydetmeliyim.) Işınsu akademik bir çalışma için kendisi ile 23.09.2005 tarihinde yapılan bir mülâkatta ise tasavvufî romanları hakkında şu değerlendirmede bulunmaktadır: “Son beş yılda üç veliyle ilgili, üç roman yazdım birbiri ardına. Biri Yunus Emre, biri Niyâzî Mısrî, biri de Hacı Bayram Veli. Yunus hakkında fazla bilgi yok. Tamamıyla bu büyük şairle tasavvuf adına bir karakter, bir hayat yaratmaktı kaygım. Niyâzî Mısrî bana 126 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E fevkalade öfkeli göründü. Edindiğim bilgiler de o yöndeydi. Oysa ben öfkeyi hiç tanımam. Eskiden yılda bir kere öfkelenirdim. Şimdi hiç öfkelenmiyorum. Onun için öfkeyi anlayabilmek, öyle bir şahsiyeti yazmak bana zor geldi cidden. Hatta bir arkadaşımın söylediğine göre orada da rahmetlinin öfkesi pek hissediliyormuş. Her neyse ben o telaş içindeydim. Bu zor zâtı anlatabilme çabasındaydım. Diğer romanlarımda da buna benzer duygular içerisindeydim. Son romanım (yazar bu eserinden sonra Hacı Bektaş’ı da yazdı. H.B.) olarak Bayram’ı çok zayıf bitirdim. Gençlere tasavvufu çok iyi anlatabilmek için bilhassa Bayram’ı fevkalâde basit yazdım. Bayram’da (hedefim H.B.) tasavvufun anlaşılmasıdır.” [7] Romanların Demlenme Süreci Emine Işınsu’nun roman haline getirdiği tasavvufî öyküleri kaleme alırken bir yandan ele aldığı maneviyat büyüğünün hatırasını kollamak, bir yandan tarihî gerçeklikleri gözetmek zorunda olduğunu hissettiği her satırından anlaşılmaktadır. Işınsu’nun eserlerini kaleme almadan önce ciddi bir araştırma süreci yaşadığı da bilinir. Kendisinin de belirttiğine göre en az bir yıl olan bu hazırlık süreci, Yunus Emre romanının yazılması söz konusu olduğunda iki yılı bulmuştur. Kitabın sonunda yer verdiği “Haziran 2000, Tanaşa - Kasım 2001, Ankara” ibaresi kitabın zorlu yazılış süreci hakkında zaten yeterince bir fikir vermektedir. Işınsu, bu uzun araştırma evresinden sonra başta menkıbeler olmak üzere tarihin derinliklerinden elde ettiği malzemeyi, zihninde ve belki de daha önemli olarak gönlünde yoğurur ve sancılı bir süreç sonunda sanatçı muhayyilesinin sınırsız gücünü göstererek; kuru bilgi öbeklerine adetâ ruh katarak sanat eserine dönüştürür. Tarihî romanlarda okura tarih bilinci kazandırmak sadece geçmişi vermekle başarılamaz; mazi ile hâl arasında organik bir bağ kurulması da gerekir. Işınsu’nun bu serideki kitapları ile bu güç işi başarıyla gerçekleştirdiği bir hakkın teslimi olarak kabul edilmelidir. Bir röportajında Işınsu belki de tâa, çocukluk günlerine kadar giden bu ruhî hazırlığı bir röportajında şu sözlerle dile getirmekteydi: “Rahmetli annem Halide Nusret Zorlutuna, ev işleri yaparken, yüksek sesle şiirler okurdu, Yunus’tan Mehmet Akif’e, Fuzuli’ye kadar geniş bir yelpazesi vardı bu şiirlerin. Ben hepsini severdim; ama Yunus’a karşı daha büyük bir yakınlık duyardım. Ona sevgim ve saygım sanki özeldi.” diyen Işınsu, bu romanı yazmak için olgunlaşacağına ve huzura kavuşacağına inandığı kırklı yaşları beklemiş. Fakat ne kırk, ne de elli; hayat şartlarının da olumsuz etkisiyle ancak altmışların başında bulabilmiş aradığı sükûnu. Ve nihayet masa başına oturmaya karar vermiş... Hayatı hakkında bazı Bektaşi menkıbeleri ve kerametlere dayanan birkaç hikâye dışında çok fazla bilgi bulunamayan Yunus’un romanını yazmak için iki yıla yakın bir süre araştırma yapmış Işınsu. Tasavvufi geleneğin menkıbe anlatımına “roman tadında katkılar” yapan Işınsu’nun menkıbe tarzdaki ilk romanı Yunus Emre’nin hayatını eksen alan “Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” adlı eseridir. Işınsu, aslında bu konunun hep ilgisini çektiğini, kendisinin de tam bir Yunus hayranı olduğunu ifade eder. “Şiirleri yol gösterici oldu. Selçukluları, yaşayış tarzlarını, Moğolları, Mevlana”yı, 13.asır tasavvuf hayatını, tasavvufu ve tabii bol bol Yunus’un şiirlerini okudum, notlar aldım. Ve şiirlerinden yola çıkarak bu aşk adamına bir hayat tarzı yakıştırdım, kurdum.” diyen Işınsu, bugünün insanına hitap edecek romanın, mümkün olduğu kadar gerçekçi olmasını istediğini ve bir Yunus Emre uzmanı olan edebiyat tarihçisi Dr. Mustafa Tatçı’nın uzun sohbetlerinden ve kitaplarından bu anlamda çok faydalandığını kendisi ile konuşan gazeteciye alkışlanması gereken bir kadirbilirlikle belirtmişti.[8] Bu satırlardan Işınsu’nun Yunus’dan aldığı şiir alıntılarının nasıl bir titizlikle seçilmiş olduğu, Dr. Mustafa Tatçı’nın Yunus Emre Divanı’nı neşreden ve Yunus Emre üzerindeki en önemli yayınların müellifi olduğu da düşünülürse daha iyi anlaşılmaktadır. Esere akademik düzeyde danışmanlık yapan Tatçı, Işınsu’nun tasavvufî serisindeki eserlerin lise düzeyindeki okurlar hedeflenerek kaleme alındığını söylese bile seçilen demir leblebi kıvamında şiirleri anlayabilmek değil lise öğrencisinin benim diyen her babayiğidin kârı değildir. Işınsu, bir başka röportajında eserlerinin hazırlık dönemini şöyle anlatmaktadır: “Ben umumiyetle yazarken bir sene boyunca, yazacağım roman hakkında araştırma yaparım. Bilgiler edinir ve bilgilerimi bir deftere kaydederim. Bilgiler çoğaldıkça karakterlerim ve olaylar doğmaya başlar. Onları da defterime kaydederim. Aldığım bilgilere göre küçük küçük sahneler yazmaya başlar ve bunları da not ederim. Bir sene gibi bir süre geçtikten sonra bir gün gönlüm, artık yazman lazım, der. Daha fazla duramam. Allah’ın izniyle başlarım. Arada değil belki, ama büyük bir kısmını romana geçiririm, tabi biraz değiştirerek...” [9] Tasavvufî roman yazarlığı yolunda, ikinci Işınsu romanı, yine ünlü mutasavvıflardan Niyâzî Mısrî’nin hayatını romanlaştıran “Bukağı” olmuş- 127 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E tur. Bu seri Hacı Bayram Velî’yi ele alan “Bayram” ile devam edip “Hacı Bektaş” ile sona ermiş gibidir. Işınsu’nun bu dört eseri, birbirinden bağımsız kitaplar olarak okunabilir. (Bu satırların yazarı ayrı ayrı basımlarını ilgi ile takip ettiği bu dört eseri ilk çıktıklarında okumak zorunda kaldığı için zaten başkaca bir yolu da yoktu.) Bugün kitabevi raflarında bu eserleri yanyana bulabilecek olan okur ise, bu dört eseri bir bütün imişçesine ardarda okuyup bütüncül bir bakış açısını yakalayabilme şansına sahiptir. Ancak okuru tasavvufî bir hayatın ruhânî zevkleri ve benzersiz manevî tadları ile buluşturmak açısından öne çıkan ve serinin de ilk eseri olan “Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” kitabından başlanmasının isabetli olacağını söyleyebilirim. Sonra sırası ile Hacı Bektaş, Hacı Bayram ve nihayet Niyâzî Mısrî kitabları okunabilir. Bu yazıda okur için önerdiğim yönteme uygun şekilde Yunus’un hayatını dile getiren “Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” ele alınarak Işınsu’nun tasavvufî romancılığı incelenecektir. Aslında Yunus’u anlatan bu romanı dikkatle okuyan bir okur, Işınsu’nun sonraki tasavvufî romanlarının anlaşılması için gerekli temel tasavvufî bilgilere de sahip olacaktır. “Ete Kemiğe Bürün”dürülen Yunus ve Çevresi Işınsu’nun “Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” kitabını ilk okuduğumda daha önce tasavvuf hakkında hiçbir bilgisi ve fikri olmayan birisinin bile kitabı bitirdiğinde çok şey kazanacağını düşünmüştüm. Bu yazı için eseri tekrar gözden geçirdiğimde bu hükmüm daha da netleşti. Mürşide intisâb, günlük vird, zikir meclisi, halvet gibi tasavvufî pratikler yanında fenâfişşeyh, fenâfillah[10] gibi makamlar ile nefsin dereceleri ve bu derecelerin nasıl aşılacağı gibi çetrefil konuların Işınsu’nun kaleminden birkaç cümlede özetlenerek çok kolayca aktarılmasında, Dr. Mustafa Tatçı’dan alınan lojistik desteğin payı olduğunu hissettim. Eserde olayların akış sürecine bakıldığında Yunus’un gençlik dönemindeki ilk dinî bilgilerini alışı, evliliği, Tapduk Emre dergâhına gidişi, dervişliğe kabul edilişi, dergâhda geçirdiği temel tasavvufî eğitim, halvete girip erbain çıkartması, eşini iki çocuğu ile birlikte annesinin yanında bıraktığı evine dönüşü, iki yıldan uzun sürecek bir uzak sefere çıkması ve dergâha dönerek fenâfillah oluşu şeklinde bir seyir sözkonusudur. Yazar bu süreci Yunus, onbeş yaşında iken başlatmış, yirmi yaşında dergâha varışı, iki yıllık dergâh eğitiminden sonra ailesine dönüşü ve nihayet kırk yaşında ilahî vuslata ermesi ile noktalamıştır. “Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” romanında ismi verilen Tapduk Emre, Hacı Bektaş Velî, Mevlânâ Celâleddin Rûmî gibi tarihî kişilikler yanında dergâhın kahyâsı Bodur Musa, kıdemli derviş Mustafa Efendi gibi hayâlî kahramanlara da yer verilmiştir. Bu hayâlî kahramanların başarı ile tasvir edilmesinde Işınsu’nun Burkay dergâhında tanık olduğu ilişkilerden esinlendiği akla gelmektedir. Dergâh ahalisinden Yağmur Ali, Kara Mehmet, Derviş Selim gibi tipler de okurun hayâlhanesinde kolayca canlandırabileceği figürlerdir. Yunus’u ilahî aşka erdiren platonik bir aşkın muhatabı olan ‘Nurefşan’ tiplemesinde kısmen boşluğa düşülmektedir. (Bana Türkistan’daki Maveraünnehr bölgesinin verimli ovası Zer-Efşan (=Altın Saçan) ovasını hatırlatan bu isim, son yıllarda muhafazakâr ailelerde kız çocuklarına sıkça verildiği görülen bir isim haline gelmiştir.) Nurefşan’ın “ince hastalık” (=verem)’den ölümü ile roman sahnesinden hızla çekilmesi okuru fazlaca üzmez. Nurefşan’ın gölgesinin yeryüzünden çekilmesi sonrasında da Yunus’un dünyasında yaşamağa devam etmesi ve nihayet halveti sırasında bazı sırları paylaşması, -okur tarafından daha iyi anlaşılması için- üzerinde biraz daha çalışılması gereken, zayıf kalan yönlerindendir. Tapduk Emre’nin eserde bir görünüp sonra kaybolan kızı Binnaz da eserin zayıf kalan karakterlerindendir. Yunus’un eşi Zehra’nın özellikle halveti sonrasında dünyevî ilgileri azalan Yunus’a anlayış göstermesi çok iyi yansıtıldığı gibi; tasavvuf tarihinde birçok örneği görüldüğü üzere tasavvufî yolculuğunda evdeşine eşlik ederek seyr ü sülûk yapması da eserin tasavvufî tadını arttırabilirdi. [10] (Bu noktadan itibaren Emine Işınsu’nun “Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” eserinden yapılacak alıntılar Ötüken Yayınları tarafından yapılan ilk baskı [11] sayfaları ile verilecektir.) Yunus’un çocukluğu anlatılırken sahneye çıkartılan “Sevgi Hoca” Arif Efendi ile “Yobaz Hoca” Kasım Efendi zıt karakterler olarak biraz karikatürize edilmiş gibidir. İlim erbâbı olan Sıtkı Hoca ise daha nötr bir konumdadır: Yunus on altısında, gidip pek sevdiği Sevgi Hocasına akıl danıştı... Sevgi Hoca’nııı lâkabı idi bu “sevgi”, asıl ismi; Arif’ti fakat dinin hep güzelliğini, temizliğini, ahlâkını anlattığı, insanî ilişkileri ön plânda tuttuğu, gönül kırmadığı ve hep sevgiden bahsettiği ve Allah’ın insanı “sevgi”den yarattığını söylediği için, köy halkı onu “Sevgi Hoca” diye çağırmayı münasip görmüştü, çok yaşlıydı, bir zamanlar Konya’da Muhyiddin-i Arabi’den ders aldığı söylenirdi... Arapça ve Farsça bilir, zaman zaman kopuz çalar; konuları aşk, 128 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E kahramanlık ve doğa olan Türkçe şiirler söylerdi. Bilginlerin ve şeyhlerin giydiği önü açık, yakasız, geniş kollu ince yünlüden ak bir ferace giyerdi, yüzü hep gülerdi. Arif Hoca, Konya’dan kalkıp, neden bu yoksul köye göçmüştü?.. Kendisi sadece “Gönderildim” demişti, ağzından başka bir söz alamamışlardı... Sonunda köylü onu, Sarıköy’ün yerlisi kabul etti. Köydeki öbür genç hocanın lâkabı ise Yobaz Hoca idi! Fakat bu lâkap açık açık söylenmez, arkadan konuşulurdu hakkında. Kendisine, Kasım Hoca deyip geçerlerdi, Kasım Hoca, din adına pek çok şey uydururdu, onları korkutmak için de sık sık cehennemden bahsederdi, dini; bir kurallar, vazifeler ve cezalar, bilhassa cezalar hükmüne indirmişti. (s.15-16) Yunus, tasavvufa yöneleceğinin ilk işaretini de Arif Hoca’dan alır: Arif Hoca başını salladı; “Allah sana bir yol açacaktır garip Yunus, açacaktır, bunu kendim gibi biliyorum... Sen sen ol, namazından, orucundan vazgeçme. Namazını, anlamlarını bildiğin dualarla, anlayarak kıl, uyanık ol her zaman..Kendini geliştir, dünya değişiyor, çok çok öğren, bilgi o an lâzım olmasa bile, bir vakit gelir, gerekli olur. Bilgilen, yeniliğe açık ol, sakın yenidir diye ön yargılı olma, anla, dinle önce... Sana başka bir şey söyleyemem, yolu yordamı iyi bilirsin, yalnız sakın ha, sakın gönül kırma, hep söylemişimdir ya, yine de tekrar edeceğim; sevmeyi öğren... Sevgi öğrenilir Yunus, zaten bizim doğamızda var sevgi, Cenab-ı Hak, âlemleri ve tabii ki, şu dünyayı ve üzerindekileri, aşk ile yarattı, bunu hiç unutma.. Bir de şunu unutma; her şeyin sonunda bir şey vardır mutlaka, bunun hayra dönmesi de, şerre dönmesi de, kişinin kendi elindedir. Dahası elde edeceğin her hayır, mutlak doğru bir çaba sonucudur, unutma evlâdım. “Unutmam hocam.” Yunus, hocasının iki elini öpüp oradan ayrıldı. (s.17) Işınsu’nun Kaleminden Yunus’un Tekke Hayatı Emine Işınsu’nun Yunus Emre’nin hayatını anlattığı “Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” romanında olaylar kurgusu Yunus’un gençlik döneminde eğitim sürecini anlatan giriş bölümünden sonra buğday almak için Sulucakarahöyük’teki Hacı Bektaş Velî’nin dergâhına varması ile başlar. Hacı Bektaş dergâhından himmeti reddedip buğdayı yüklediği kağnısı ile döndükten sonra köyündeki bir genç olan Derviş Aziz’in devam ettiği Tapduk Emre dergâhına vâsıl olması anlatılır. Burada yazarın, Yunus Emre’nin Tapduk Emre dergâhına davetinin Yunus’un ikinci 129 çocuğu olan Aygülü adlı kızının doğumu sonrasında olmasına özel bir önem verdiği, mistik bir anlam yüklemeğe çalıştığı dikkat çeker. Dergâha davet için gönderilen Bodur Musa tipi de, romanın önemli figürlerindendir. Bodur Musa’nın intisabından başlayıp fenâfillah oluşuna kadar tasavvuf yolundaki seyri geri dönüşlerle ve kendi dilinden anlatılır. Yazar, Tapduk Emre dergâhında, mürşidin işareti ile Yunus’a haldaş olan Yağmur Ali’ye, tasavvufî süreçlerin anlatılmasında etkin bir rol verir: Döndüler, tekkenin harem kısmına doğru yürümeye başladılar. Tapduk Emre dedi ki; - Bir süre gez dolaş, derviş kardeşlerinle tanış, dergâhın yolunu yordamını öğrenmeye bak; burada hep kardeşsiniz, benim ve ana-bacının evlâtlarımızsınız. Kardeşlik bağı çok güçlüdür, bilirsin, öylece birbirinizi sevip, hedeflerimizden biri olan gönül ve düşünce birliğine ulaşırsınız inşaallah. Sizler, Yaratan’dan gelenleri, insanlara anlayacakları bir üslûpla iletmek için varsınız. İşletecekseniz güçlü olmalısınız. O’nun emri, ilk varoluştaki işareti, sizler için işte bu yoldadır. O, sizleri evvelinizden tanır, O, sizi sonranızdan tanır. Sizler, O’nun herşeyi gibi, ilk “Ol” emrinde vardınız. Son, “Yok” emrine kadar olacaksınız... Şimdi, eğer kendine tam can dostu ararsan, Yağmur Ali’yi hatırlıyorsun, değil mi, işte onu bul, çünkü gönülleriniz birbirine yakındır. Ona istediğini sorabilirsin, bilgilidir. Dergâhın ve dervişliğin âdabını, vazifelerini iyi bilir, sana öğretecektir. Bodur Musa’yı da ihmal etme., bakma sen ona, dili terstir fakat kendisi söz konusu olduğu zaman da çok alıngandır! Fazla hassastır çünkü, göstermemeye çalışır, geçecek, geçecek elbet bu hâlleri. Evet ne diyecektim, evet, odunculuğuna başlayacaksın vakti gelince, bir de tabii bir zaman sonra, halvet olacaksın şüphesiz. Yunus’un aklına, çileye giren Mevlevi dervişleri geldi, bu halvet, çile gibi bir şey olmalıydı, dayanabilecek miydi?.. Tapduk Emre, sözüne devamla: - Çocuklar anlatırlar sana, halvetin ne olduğunu, diye ilâve etti. Harem girişinin kapısına gelmişlerdi, Tapduk Emre: - Haydi bakalım Yunus, Allah yardımcın olsun dedi. Yunus, bağır basıp selâm verdi, döndü. (s.155) Yunus’un tasavvufî olgunlaşma süreci es geçilen biat töreni atlanarak Tapduk Emre’nin talimatı ile yeni dervişlere günlük evrâdın nasıl yapılacağı konusunda bilgi vermekle görevlendirilmiş olduğu anlaşılan Bodur Musa tarafından kendisine tarif edilen “vird” ile başlatılır: - Bir köşeye çekilip virdimizi yapalım, tespihin var F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E - Evet. - Her gün yapılması gerekli olan bazı tespihlerimiz, okunması gereken dualarımız vardır, buna vird denir: Yön kıble, oturuş edebli, gözler kapalı olacak... Nedense burada âdet olmuş, hemen herkes, akşamla yatsı arasına sıkıştırır bu işi... Olmaz değil, olur! Çünkü virdin belli bir saati yoktur, anca en güzeli erte namazından evvel veya sonradır, sabahın o vakti güzel bir vakittir çünkü; kafa uyanık, gönül açık; gökten rahmet yağmakta, Allah’ın rızkı dağıtılmakta… (...) - Yunus, ben okunacak olanı yüksek sesle söyleyeceğim, sayısını söyleyeceğim, herkes usul usul okuyacak, bir iki kere beraber yapsak, öğrenir gidersin. - Herkesin virdi aynı mıdır? - Yeni gelenlerin genellikle aynı olur, sonradan değişebilir, bazen de sayılar artırılır. Haydi bakalım, Bismillâhirrahim… Böylece yolunun ilk virdini yapan Yunus, o kadar heyecanlanmıştı ki, yine yalnız kalmak istedi. (s.167168) Dervişin manevi gelişiminin aracı olarak zikir ve dergâhta yaşanan hayatın vazgeçilmez bir parçası olan zikir meclisleri de romanda yer yer işlenmektedir: Sonra, misafirlerden gençten biri, Tapduk’tan, söz için izin istedi: - Efendim, dedi, bu benim meclise ikinci katılışım, geçen defa zikir yaptık, gönlümde silinmez bir iz oluştu, acaba bizlere biraz zikirden bahseder miydiniz?.. - Eyvallah yolcu, dedi Tapduk Emre, müsaade et, benim yerime Mustafa Efendi konuşsun. - Âdetidir, diye fısıldadı Yağmur Ali, yabancıların da olduğu sohbetlerde, pek anlaşılır izahlar yapılmasını ister ve genellikle böyle güvendiği dervişleri dillendirir. Aşk yoluna ise sadece bizlerle beraber olduğu zaman dalar, kendisi konuşur, lâkin bizler sual sorabiliriz, onları da cevaplar. Mustafa Efendi, yaşça Tapduk’dan büyük, beyazlar içinde bir ihtiyardı, karısı ölünce, gelip tekkeye yerleşmiş, halvet çıkarmış, derslerinde ilerlemiş, sülûkunu tamamlamış bir dervişti. Gençlerin Mustafa Dede’siydi, bir müşkilleri ya da akıllarına takılan bir soru olursa, Tapduk’tan önce ona sorarlar, o cevap veremezse, Sultanlarını rahatsız etmeye cesaret ederlerdi. Dergâhta, kilden çanak çömlek yapardı, buradaki çanak çömlek, kupa bolluğu bundandı, fazlalarını ise gider pazarda satar, kazandığı parayı, olduğu gibi Tapduk Emre’ye teslim ederdi. Mustafa Efendi; “zikir”in, manâ yolunun temelini teşkil ettiğini, Kur’an’da yetmiş surede ve ikiyüz ellialtı yerde zikirden bahsedildiğini, aslında gerçek zikrin, her an Allah’ı hatırlamak olduğunu söyledi. Toplu veya şahsî zikrin kuru kuru “Allah, Allah” diyerek veya O’nun herhangi bir ismini tekrar ederek yapılmayacağını, zikirin dilden gönüle, gönülden bütün vücuda yayılması lâzım geldiğini, böyle zikirlerde, O’ndan başka bir şeyin düşünülmemesi lâzım geldiğini, kişinin aklını ve ruhunu tam anlamıyla ve teslimiyetle Yaratan’ına vermesi gerektiğini anlattı. Sükûnetle, yavaş yavaş konuşuyor, odadakiler çıt çıkarmadan, yüzlerinde sanki onu sevdiklerini anlatan hafif bir tebessümle dinliyorlardı. Tapduk Emre; - Eyvallah Mustafa Efendi, dedi, zikirin bir faydası var mıdır, bir de onu de bakalım. Mustafa Efendi; - Zikir, gönlün ilâcı, nefsin zehiridir, dedi. İnsanın dostu, fakat kibrin, gıybetin, haksızlığın, yalanın, öfkenin, kinin velhasıl her türlü kötülüğün düşmanıdır!... Zikirle meşgul olan bir kimsenin nefsi çatlar, bütün kötülükler. ağaçlardan düşen yapraklar misali düşer, toprağa da karışmaz, kaybolur... O insan, anasından yeni doğmuş gibi, saf ve temiz olur. İşte bu saflıkla kişi, neler neler öğrenir, sırlar ona açılır, ayan beyan olur. Çünkü, nefsin kötülüklerinden kurtulması. Cenab-ı Hakk’ın, şerefli kıldığı insana bir dönüştür. O’nun halifesi olmaya lâyık oluştur. Şunu da unutmayın, zikirin gün veya gece içinde belirli bir saati yoktur, kul, istediği zaman zikir yapabilir. Zaten her an, O’nu aklına getirebilir, getirmelidir de, yani bir derviş, aslında daimî zikir içinde bulunmalıdır. Mustafa Efendinin konuşmasını can kulağı ile dinleyen dervişlerin gönülleri zikir halindeydi. Tapduk Emre başladı, meydandakilerin tümü ona katıldılar... Kimi göz yaşları içinde, kimi kendi içine büzülmüş, başı önünde, kiminin gözleri, nurlanan Tapduk’a dikilmiş, fakat edep dairesi içinde, iki saat süren bir toplu zikir oldu bu. Ve Yunus, Azizin “İçim yıkandı” derken, ne demek istediğini adamakıllı anladı, çok iyi hissetti... (s.169-171) Romanda Tapduk Emre dergâhında tasavvufî eğitime alınan Yunus’un daha işin başlarında konulduğu halvet de oldukça ayrıntılı olarak anlatılır: (Yağmur Ali) - Sana dergâhımızı tanıtayım tekkeler malûm, içinde bir kaç tane oda olan büyücek bir binadır. Senin o gün geldiğin büyük loş oda, sohbet ve zikir odasıdır, İsmine “meydan” deriz, belki biraz fazla büyücek. Çünkü yol üstünde olduğumuz için, gelen giden çok olur, bu binanın içinde mutfak var, Şah’ımızın haremlik, selâmlığı var, selâmlık daha küçük bir odadır. Hazret’le özel konuşmak isteyenler ve onun yalnız çalışabilmesi içindir. Eğer o selâmlıktaysa, çok mühim bir şey olmazsa rahatsız edilmez. Bir de hücreler vardır, meydana girmeden, hemen yan taraftaki minik odaları gördün mü? - Hayır, heyecandan etrafıma bakacak zaman 130 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E olmadı. - İşte orada halvet olacaksın, halvet yalnız kalmak demek, biliyorsun. (s.162-163) Halvetin nasıl yapılacağı, hangi zikirlerin kaç sayıda uygulanacağı; halvet sırasında ne yenilip içileceğine kadar ayrıntılı olarak tarif edilmektedir: (Bodur Musa) - İşte o gördüğün mezara benzeyen daracık, küçücük, karanlık hücreye gireceksin, fazla değil kırk gün için!.. Neden kırk gündür bilir misin, Hazret-i Muhammed Efendimizin Mim’i, ebcet hesabıyla kırk eder de ondan!.. Aynı zamanda o kırkında iken ilk vahiy gelmişti… Zaten halvet, peygamberlerin sünnetidir. Hazreti Yunus, balık karnında, Hazreti İbrahim ateş içinde, gülyüzlü Muhammed, Hira Dağı’nda halvet çıkarmışlardı.. Eveet, uyumak yok, anca sırtın duvara dayalı bir üç saat kadar kestirebilirsen ne ala. Yemek yok, bir gece gündüz sonunda, sana üç kaşıklık bulgur ya da darı çorbası verirlerse, ne alâ. Su yasaktır, ama hararetli mizacını düşünüp, ilk başlarda belki birkaç yudum su verirler… Melekler bile uğramayacak yanına, bir Allah, bir sen!.. Bir de yapacağın tevhit zikri!.. O’nunla konuşabilirsin elbet. Artık neler gösterir sana Tanrı bilemem.(s.182) …Yunus tespih çekiyor, yetmiş bine ne zaman varacağını merak ederek. Yetmiş bin tamamlanınca, okuduklarını bağışlayacak ve yeni bir yetmiş bine başlayacak. Çünkü halvette yetmiş bin tevhit, bir hatim karşılığıdır. (s.189) Daha çok cehrî zikir yapılan Kadiriyye, Halvetiyye, Mevleviyye, Cerrahiyye gibi tarikatlarda bir yöntem olarak benimsenen halvet sırasında yaşanan manevî haller oldukça başarılı bir anlatım ile sunulmuştur. Bu başarıda da, -sanırım- Dr. Mustafa Tatçı’nın payı vardır: Günlerin içinde bir gün, kafasının çok karışmış olduğuna karar verdi; çünkü hep vakitleri şaşırdığını, kılıp kılmadığını hesaplayamadığı namazı kılamıyordu artık, “Her an zikir üzerindeyim, namaz da bir zikir değil midir sanki!.” diye düşündü... O anda, ikisi birbirinin, sonra O’nda erimiş Tapduk, Muhammed ve Tek Vücud sevgisi, tıpkı ilâhi bir güneş çiçeği gibi, sapsarı ve sımsıcak gönlünü ısıttı... Öyle bir ışıma ki, içindeki mutluluk duygusundan Yunus, kendine geldi, hücrede olduğunun idrakine vardı gülümsedi, Yaradan’ına sığındı tepeden tırnağa, gönülden akla, tevhide devam etti: “Lâ ilâhe İllallah” Allah’tan başka ilâh yoktur! Çoktan tespihi bırakmıştı, elleri kucağında, gevşekçe duruyor, parmakları ile sayıyor, başını iki yana ağır ağır sallayarak, “ Lâ ilâhe İllallah” diyordu, sesi belli belirsizdi ama hiç susmuyordu. Zikri çoktan gönlüne inmişti, şimdi, bütün bedenini sardı... Ve sanki, ışıkla yazılmış göz kapaklarının altına, tam karşısında, Kur’an’dan bir âyeti gördü, okudu. “And olsun o güneşe ve pırıltısına. Ve ona uyduğu zaman aya. Ve onu ortaya çıkardığı zaman gündüze. Ve onu bürüdüğü zaman geceye. Ve göğe, onu bina edene. Ve yere, onu döşeyene. Ve nefse, onu düzene koyana. Sonra ona bozukluğunu, kötülüğünü, takvasını ilham edene. Ki o nefsi temizleyip arıtan, tam kurtulmuştur. Ve onu kirletip gömen, tam kaybetmiştir.” Yunus, “Şems Âyeti” dedi kendi kendine. Ruhuna ve bedenine bir canlılık gelmişti. O canlılıkla devam etti zikrine. (s.196-197) Saatler mi geçti, yoksa günler mi, genç adam, tevhit söyleyerek kendine geldi, hücresi ışımış mıydı, yoksa ona mı öyle geliyordu. Yunus bilemedi, toprak zemini ve taş duvarları görmüyordu ama, ışık içinde, ışık dışında, ışık her yerdeydi, kalkıp oturdu, başını ellerinin arasına aldı, eğilip öne arkaya sallandı, sallandı ve çıkmayan sesiyle, dedi ki: “Allah’ım bütün yarattıklarının özünde sen varsın, çünkü senin sevgin var!... Allah’ım seni seviyorum, senden razıyım, sen de benden razı ol.” İki büklüm vücûdu sarsılıyor, kollarındaki, göğsündeki incecik tüyler bile havalanmış, Yunus ürperiyor ve terliyordu. Sağında solunda, önünde arkasında birileri, sanki onun için, onun yerine tevhit okuyorlardı... Yunus dinliyor, gözyaşları coşmuş bir ırmak gibi yüzüne, boynuna akıyordu... Gidip, hâlini Tapduk’a arzetmek, aklına gelmedi. Yunus’un Tapduk Emre dergâhındaki halveti son gece olan kırkıncı gece rüyasında Hz. Rasûlullah’ı görmesi ile sonlandırılır: Bir gece. Yunus sırtını duvara dayamıştı, tevhit söyleyen sesi söndü, içi geçti., uykuya daldı. Bir yeşillik deryası vardı önce, gönlü inanılmaz derecede ferahladı, işte o anda, O’nu gördü. Gülyüzlü, fahr-i âlem, adı güzel, kendi güzel Muhammed karşısındaydı!.. İnce fakat yapılı bedeni, ne uzun, ne kısaydı... Üzerinde beyaz bir kaftan vardı. Başı açıktı. Uzun, siyah, dalgalı saçları ortadan ayrılmış, arkada toplanmıştı, herhalde tek örgüydü, kapkara gözlerinin güneş ışığından sevecenlik ve sevgi akıyordu Yunus’a doğru... Titremeye başladı Yunus, nasıl bilinmez ona yaklaştı, yaklaştı, gönülleri birleşti, tek oldular. İki cihan efendisi; elini uzattı. Yunus aldı bu hafif esmer, iri, ince eli, öptü başına koydu. Öpen kimdi, ya öptüren?...Ve uyandı. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyordu, ayaktaydı, kendi çevresinde döndü karanlık hücrenin içinde, başını yukarı kaldırıp; “Allah’ım, dedi, Allah’ım bana bunu nasip ettin. Sana 131 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E şükürler olsun! Sana hamd ederim!.” Yetmedi, hemen iki rekât şükür namazı kıldı. İşte bu düş anlatılmalıydı Tapduk’a, hemen, şimdi! Musahibe seslendi, seslendi. Sesini duyuramadı. Hücrenin kapısını vurdu, elinden geldiği kadar sertçe... Yorgun ayak sesleri işitti, musahip, uykulu bir sesle “Ne var Yunus?’’ diye sordu. Yunus: - Kara Mehmet, dedi, bir düş gördüm, bunu Sultan’ıma anlatmak istiyorum. - Hele bi iki saat bekle Yunus, dedi Kara Mehmet, iki saat sonra, sabah namazı vakti, sonra seni çıkaracağız. - Yaa, dedi Yunus, peki öyleyse. Demek kırk gün dolmuştu!.. (s.200-201) Halvetin bitiminde mürşidi Tapduk Emre’nin huzuruna kabul edilen Yunus’a halvette yaşadıklarının izahı yapılır ve nefs terbiyesinde riyâzeti önceleyen tarikatlarda daha fazla üzerinde durulan nefs makamları da Tapduk Emre dilinden anlatılır: Tapduk Emre, selâmlık odasında bekliyordu: - Hoşgeldin Yunus. Dedi, dikkatli dikkatli baktı yüzüne, siyahın en koyusundan elmas pırıltıları Yunus’un gözlerinde dinlendi bir kısa süre, gördüğünden memnuniyetini, tebessümüyle belli etti: - Hayırlı olsun halvetin!.. Yunus varıp elini öptü. - Himmetiniz varolsun efendim. Tapduk Emre ona, bir yeşil sırlı kupa ile su uzattı: - İç, iç de, anlat bakalım. Hayret, canı hiç su çekmiyordu. İsteksiz, “eyvallah” diyerek aldı kupayı Tapduk’un elinden, o söyledi diye birkaç yudum içmek istedi, fakat hepsini içip bitirdi, o anda karnının acıktığını da hissetti.. dünyaya dönmüş müydü ne!.. Aldırmadı, rüyasını anlattı Tapduk Emre’ye... - Mübarek olsun Yunus, dedi, herkese nasip olmaz Peygamberimiz Efendimizin ziyareti. Sonra Yunus, Nur’unun gelişini ve susuz kalmış adamın hikâyesini anlattı. - Kendi gönül gayretindir hepsi, dedi, Tapduk Emre. Yunus, babasını, sözlerini ve sanki kendi yaşlılığının da gelip ona şiir okuduğunu söyledi. Ne yazık şiir hatırında kalmamıştı. Sonra, biraz mahcup önüne bakarak: - Hazretim, dedi, gönülden de içeri, o ilâhî nefesle, sanki somut bir şekilde temasa geçtim! - Yunus, dedi Tapduk Emre, bil ki, sen orada levvâme nefsinden, mülhimeye, mülhimeden mutmainneye, ondan da râziyeye geçtin, anlattıkların râziyenin işaretleridir. Raziyenin ilk basamaklarındasın. Ve bil ki râziye, Allah’da yok olmanın ilk mertebesidir. Kur’an-ı Kerim’de Fecr Suresi’nin yirmisekizinci, “Dön Rab’bine O’ndan razı olarak” âye- ti, bunu işaret etmektedir. -Tapduk Emre durdu, Yunus’un kendisine bakan iri akik gözlerindeki safiyete ve hayrete baktı, gülümsedi: Nefs kademelerini atlamak çok iyidir de, dedi, adım attığın yeni kademede tutunabilmek ve ileriye doğru hazırlık hâlinde olabilmek çok çok daha iyidir ve zordur Yunus, zor! Yunus ayni saflıkla başını sallayıp, hocasını tasdik etti. Tapduk, tekrar gülümsedi;- Terkettiğin nefis kademelerini de sakın küçümseme, meselâ levvâme ile ilgili, Cenab-ı Hak, Kur’an’ın Kıyame Suresi’nde, bu nefse yemin ederek konuşur. Önemlidir. Mülhime’ye ise Şems Suresi’nin birinciden onuncuya kadar olan âyetlerinde raslarız. Son âyet de O, şöyle buyurur: “Ki, o nefsi temizleyip arıtan, tam kurtulmuştur. Ve onu kirletip gömen, tam kaybetmiştir” Yunus’u bir titreme aldı, çarpan dişlerinin arasından: - Efendim, diyebildi, göz., göz kapaklarımın., yani.. ardında.. - Göz kapaklarının ardında bu âyetleri gördüğünü mü söyleyeceksin yoksa Yunus?.. E., evet, doğrudur. -Öksürdü: Evet, bir ötesi Mutmainne. Bu nefs sahibi insansa; O’nun nuru ile aydınlanmış, “Rab’bine dön” hitabına yetenek kazanmıştır. (s.206-207) Işınsu’nun “Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” kitabının en başarılı yönlerinden birisi tasavvufî hayatın inceliklerinin çoğu zaman Tapduk Emre dilinden bazen de O’nun kâmil müridlerinden Mustafa Efendi dilinden verilen sohbetlerle okura sunulmasıdır: O gün meydandaki, sohbet toplantısına bir hayli gecikerek geldi Tapduk Emre, yüzü asılmıştı, gözleri her zamankinden fazla parlıyordu; önce topluluğa baktı, sonra herkesin yüzüne ayrı ayrı baktı, dedi ki; - Size hep söylüyorum; herşeyin sonu bir şeye bağlanır, İşte o bir şeyin hayra dönmesi de, şerre dönmesi de sizin elinizdedir. Çünkü sizlere akıl ve irade vermiş Yaratan. Ve bir de yol açmış önünüze, her kula nasip olmayan. Ya siz ne yapmaktasınız, birbirinizin kuyusunu kazmaktasınız. Bunu kimsenin görmeyeceği yerde yapmakta olduğunuzu sanıyorsunuz. Öyle mi, gelip selâmlığa, kapıyı örtüp, yalnız bana şikâyetlendiğinizi sanıyorsunuz. Falanca filancayı, filanca, falancayı suçluyor.. Yalnız bana da değil... Gıybet yuvasına döndürdünüz, gül açan ocağımızı... kirlettiniz!.. Siz O’nu göremezsiniz ama, sizin gözleriniz O’nu göremez ama.. Cenab-ı Hak, bütün gözleri ve bütün kalpleri şüphesiz ki görür. Ayrıca benden saklamanız da, herkesten saklasanız da, suçunuz gözlerinizde kararır, perdelenir, işte bunu bilemez siniz. Dil yalan söyler ama gözler yalan söylemez!... Korkunuz! Gönül kırmaktan çekininiz. Herşeyin ortaya 132 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E döküldüğü gün; yine yalnız kalacak olan gönül kırıcılarıdır. Tapduk durdu, iri iri nefes aldı.. Yunus’un gönlünde bir beyit kanatlandı: “ Sakıngil yarın gönlün sırçadır sımayasın /Sırça sındıktan geri, bütün olası değil.” Tapduk, tekrar baktı topluluğa; herkes suçlanmış, başını önüne eğmişti, bir süre sustu, sonra: - Burada baş eğip oturuyorsunuz ve bunu yeterli zannediyorsunuz, dedi, ne yanlış bir zan!.. Hesabınız, önce kırdığınız gönüllerden olacaktır şüphesiz. Şöyle biliniz, burada korkulmaz, burada kaygu olmaz, burada yerilmez kimse!.. Burası bir dergâhtır, bunun bilincinde olunuz. Siz birer dervişsiniz, bunun bilincinde olunuz. Zikir, sizi doğru yola götürüyorsa faydalıdır, hergün yaptığınız virdleriniz sizi doğru yola götürüyorsa faydalıdır, sohbetler sizi doğru yola götürüyorsa faydalıdır. Bu fayda kimin için? Sizin için! Ve unutmayın ki. O, her birinizi, O hepinizi tek tek bilir. O, hepinizin gönlündedir.. Allah sizi sever, Allah sizi bağışlar. Ya siz, ya siz neden birbirinizi, ya siz neden insan kardeşlerinizi sevemezsiniz? O, öylesine yücedir. O, öyle herşeyi bilir. O’na erişilmez. Siz O’nun o yücelikten, gönlünüze kadar indiğini biliyorsunuz da, ya neden bütün gönüllerde olduğunu anlamıyorsunuz? (s.212-213) Aşağı köyden yaşlıca bir adam (…) sordu:-Bir büyük, her yola girmek isteyeni, kabul eder mi? Yoksa onu tartar; ya git der, ya kal mı der? Tapduk, hafifçe gülümsedi. Mustafa Efendiye döndü: - Bu soruya sen cevap ver bakalım, dedi. Mustafa Efendi; “Destur” deyip izin aldıktan sonra, dedi ki: -O büyük, yola girmek isteyeni reddetmez; bu kişide çok noksanlıklar olsa bile, bir gün gelir düzelir, irfanı, yani Allah’ın sırlarını anlamaya kabiliyet geliştirebilir, umudunu kaybetmez, o adam eğer düzelemeyecekse, zaten kendisi anlar, kendiliğinden tekkeyi bırakıp gider. İnsanlar çeşit çeşittir, kimileri anadan, irfana yeteneklidir. Onlar gönülle doğan çocuklardır. Kimileri ise kendilerini; nefislerini terbiye ede ede, sonradan olurlar, yetenek kazanırlar. Şeyh odur ki, talibin her türlü hâlini bilsin ve onu, onun mizacına, ihtiyaçlarına göre yetiştirsin. Cenabı Hakk’ın rızasıyla, benliğin Hakk’a ait olduğunu gösterebilsin ona, tutup nefs çirkefinden çıkarsın... (s.221) Tasavvufta Sohbet ve Sohbet Ehli Yunus Tasavvuf yolundaki dervişin ilerlemesinde sohbetin büyük önemi vardır. Nakşbendiliğin pîri Şah-ı Nakşbend’in müridlerine “Bizim yolumuz sohbettir.” dediği ve bu ibâreyi binlerce kez tekrarladığı vurgulanır. Şah-ı Nakşbend’in haleflerinden Alaaddin Attâr’ın da “Sohbet sünnet-i müekkededir. Çünkü Hz. Rasûlullah hergün olmasa bile mutlaka iki güne bir ashâbı ile sohbet ederdi” diyerek sohbetin önemini vurgulamıştır. Işınsu, tasavvufta ilerleyen Yunus’u da, artık yeni taliblere sohbet vererek yol gösterir hale getirir: İnsanın dünyaya gelmesindeki amaç, Allah’ı tanıyıp bilmesidir. Allah’ı nasıl tanıyıp bileceğiz? İşte burada Peygamberimiz Efendimiz’in bir hadisi imdadımıza yetişiyor, o demiş ki; “Nefsini bilen, Rabb’ını bilir.” Bu fevkalâde mühim bir hadistir, çünkü insanı manevî bilgilerle zenginleşmeye teşvik ediyor, hep biliriz, manevî bilgilerden yoksun kişi, istenilen olgunluğa ulaşamaz. Geniş ve derin bir nefs bilgisinden mahrum olan kişi ise özünden, dolayısıyla Allah hakikatinden habersizdir, isterse Bağdat’a sultan olsun!.. Fakat kişi nefsini nasıl bilecek? Bunun için bir mürşit eli tutmak lâzım gelir. O senin kendi mizacına ters düşmeyecek şekilde yetiştirir. Ben kendi deneyimlerimden bahsedeyim; biliyorsunuz, nefsin ikinci kademesi, “levvame, yani kınayan nefstir. Ben kendi hesabıma, kınayan nefsimden çok faydalandım; çünkü o bana yaptığım veya düşündüğüm kötü ve dolayısıyla yaptığım iyiliği, düşündüğüm iyiliği gösterdi, işaret etti, böylece kendi kendimi anlamama, kötülüklerden uzaklaşmama sebep oldu. … Can, kendisine şah damarından daha yakın Olan’ın cazibesine kapılmış, bu cazibeyle yanarken O’na doğru çekilmektedir ve o kişi, kendi iradesiyle Yaratan’ına doğru uzanır, uzanmak ister, kâh düşer, kâh kalkar ama hep uzanır... İşte bu karşılıklı uzanışın, derin, çok derin hasretin ifadesidir aşk diye isimlendirdiğimiz... (s.306-308) “Bodur Musa”nın İbretli Hikâyesi Işınsu’nun Yunus’u anlatan eserinde en dikkat çekici kahramanlardan birisi Bodur Musa olarak adlandırdığı derviştir. Emine Işınsu’nun bu dervişi anlatırken gösterdiği başarıda muhtemelen müntesibi olduğu Burkay dergâhındaki bir derviş ile ilgili gözlemleri etkili olmuş olabilir. (Eğer öyle bir etkilenme sözkonusu değilse Işınsu’nun edebi başarısının daha da gözalıcı olacağı açıktır.) Tapduk Emre Dergâhı’na Yunus’u davet edildiğini ileten Bodur Musa tasavvuf yolunda da ilk yol-yordam öğreticisi olur: (Yunus) Bodur Musa’ya sordu: - Tapduk Sultan, o gün, beni niye çok azarladı bili- 133 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E yor musun? - Ay şu kadarcık şeyi anlamadın mı daha, o azar sana değil, nefsine idi... Nefs arınmasından bahsetti uzun uzun, hatırlamıyor musun? Zaten bilmez misin, bilmezsin tabiî!... Çok ders alman gerek daha, çook!.. Neyse, Şeyh’in azarı, Celâl ile terbiyedir, yani Allah’ın Celâli ile, ki dervişe erken yol aldırır, hattâ şöyle bir tabir vardır aramızda; “Kime azar, ona nazar”. (s.146) - Bak, biri birine pezevenk dese, o biri diğerini öldürür belki, yahut en azından döver... Ama bu pezevenk dünya dilidir, bir de onu bizim dilde söyle; “Allah’la benim aramı yapan” anlamına gelir. Şimdi senin kıt aklını ele alacak olursak; aklın kıttır, gönlün geniştir, demektir o... Eh bizlere de gönül çok lâzımdır. İşte böyle. - E canım, şunu doğru dürüst söylesene, gönlü geniş, desene meselâ. - Bak o da benim mizacım, düzeltmeye çalıştığım şeylerden biri; çünkü Sultan, “Hayır gözü ile bakınız, hayır kulağı ile işitiniz, hayır dili ile söyleyiniz, der, ben buna uyarım aslında, ama ters tarafından söylerim, çünkü mizacım böyledir!.. (s.147) Sırtındaki kamburu ile fizikî gelişimini tamamlayamamış, vücudca gelişme geriliği gösteren ve roman boyunca olaylara -hem kendisini hem de muhataplarını yıpratıcı- bir ironi ile yaklaştığı görülen bu dervişin tasavvufî seyrini tamamlamasına engel haline gelen gönlündeki kin hastalığı Yunus ve Yağmur Ali ziyaret ettikleri Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin sema’ meclisindeki sözleri ile giderilir: (Mevlâna) … Şimdi sen ey gönlü boyundan kat be kat büyük derviş; sana bir sualim var: Akansuda çer çöp nasıl bulunabilir? Ey Can!... Canda ve ruhta kin nasıl yer edebilir? Bodur Musa gözyaşlarına boğuldu; -Herhâlde sizin işaret etmeniz gerekiyordu ki.. diyebildi… (s. 273-274) Işınsu, sıkıntılı dervişi Bodur Musa’nın öyküsünü şöyle seslendirir: -Sanırım artık farz olmuştur, size anlatacağım; neden gece o hitaptan sonra gözyaşları döktüğümü… - İstemiyorsan anlatmak zorunda değilsin., dedi Yunus. - Hayır istiyorum, şimdiye kadar hiç kimseye bahsetmedim, yalnız Tapduk Hazretleri’ne anlattım. Eee, nasıl bağlayayım? Neyse... Pek küçüktüm hayâlmeyâl hatırlıyorum; benden büyük olan amcamın oğlu, beni ahırın damından aşağı itti, derken kendimi kaybetmişim ki, çektiğim acıyı falan hiç hatırlamam. Sonradan anlattılar, hep anlattılar, kan revan içinde kalmışım, günlerce ateşlenip kendimi bilmeden yatmışım... Ve işte ondan sonra kambur olup, böyle bodur kalmışım!.. Anlattıkları zamanlar kin duydum amca oğluna, köyde bir kıza âşık olup da, onun yüzüme gülmesine karşı; kin duydum amca oğluna, hayata, her bir şeye öfkelendim... İsmimi kambura çıkardılar, kin duydum amca oğluna, öfkem arttı, velhasıl ona hep kin duydum, dünyaya, hayata insanlara, her şeye öfkem arttı, kendisiyle hemen hiç konuşmadım, selâmına hiç karşılık vermedim... Oysa benden büyüktü ama o da çocuktu işte. Bağışlayamadım… gitti. Ve işte delikanlılığımda bir gün kaçıp sığındım Tapduk Sultan’a... Aklımda derviş olmak falan da yoktu, gören gözlerden ırak olmak istiyordum, kambur isminden uzaklaşmak istiyordum. İşte tekkede de bana “Bodur” ismini takmazlar mı!.. Önce çok kızıp çok bozuldum, dünyadaki her şeye garez bağladım. Fakat bir gün derdimi Sultan’a açtım; “A gönlü güzel Musa, dedi, gel gönlünü daha güzelleştir, çok özel hâle getir, şu ismi kabul et. Herşeyde, her takılan isim de bir hayır vardır, bir ibret vardır, al, kabul et!.. Bak nasıl rahatlayacaksın... şu duyduğun kinle öfke de belki hafifler, hafifler de, sen de dervişliğe adım atarsın.” böyle işte... gerçekten hafifledi kinim, öfkem. Geçmedi ama hafifledi. Gidip Sultan’dan vird istedim... O gün bugündür, yaparım virdlerimi bilirsiniz... anca bilmediğiniz; bu ismi kabul ederken, yani kendi kendimi kabul ederken., yavaş yavaş acılaşmış olmam; hem kendime, hem başkalarına karşı, tersinden, ters konuşmak da böyle başladı zaten, aklımla güya, başkalarını kızdırmaya, ezmeye çalıştım. Anlayacağınız baykuşluğa soyundum, sonra huyum oldu çıktı... -derin derin içini çekti: Oh aman oh, dedi, zaman zaman konuştuk bunu Şah’ımla. O, nefsimle savaşırken, bu hâlimin de geçeceğini söyledi hep… hep, “Ne kendine, ne de başkalarına eziyet et...” diye çok öğütler verdi. “Nefsin temizlenirse, bu huyundan da kurtulacaksın..” dedi.. Bilmem ne kadar temizledim nefsimi, anca artık bu ismi kullanmayanlara da, kullanmasını hatırlatan ben oldum, önce ben kendimle alay edeyim ki, dedim!.. Şimdi, diyeceksiniz ki, amca oğluna karşı duyduğun kin, hayata karşı duyduğun öfke geçmemiş ki, eh işte, zaman zaman geçti, zaman zaman daha hızlı bastırdı... kararını bulamadım!.. Gözyaşları yine akmaya başladı: Dün gece bile, şu İranlı Pervane’nin sarayının zenginliği içimi kızdırdı, dünya değiştirdikten sonra, öte dünyada mutlak sefalet içinde yaşayacağını düşündüm. Aşırı zenginliğinden ötürü sanki kinlendim ona, öcümü böyle almış oldum! Yakışır mı bir dervişe?.. Hayır, yakışmaz! -bir süre sustu, neden sonra: Ta ki semâya, dedi... semâda Allah’tan yardım diledim beni bu dert 134 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E ten kurtarması için. Sonra işte Mevlâna konuştu, işittiniz. Ve ne oldu bilmem, dilinden akan saf sular mı temizledi gönlümü, yoksa dediği gibi artık vakti saati mi gelmişti, bilemem. Ancak bildiğim, artık gönlümün temiz olduğudur, öyle bir rahatladım ki, öyle bir huzur buldum ki anlatması güç! Yunus benim yerimde olsaydın, kimbilir kaç şiir söylerdin! Neyse, bir daha müsaade ederse Tapduk Sultan, dergâhtan çıkıp, bizim dağ köyüne gideceğim, amcam oğlunu bulup, bağışlanmak dileyeceğim, karar verdim; içim daha da rahatladı, şu ömrümün kaç yılını boşuna bir öfke, boşuna bir kinle harap etmişim.. Aslında kendime etmişim...bu sizlere ders olsun, öfke yanınıza uğramasın, duymayın kimseye kin. - Duymayız merak etme, dedi Yağmur Ali. - Şeytan kimseyi şaşırtmasın, dedi Yunus. (s. 276-278) Yunus ile Bodur Musa’nın –akademik kaynakfenâfilihvân olarak adlandırılan- tarikat kardeşliğini yaşarlarken aralarındaki muhabbetin manevî gelişimleri hakkında işaretler taşıyabileceğini Işınsu, bir rüya vasıtası ile anlatır: “Rüyasında Bodur Musa’yı gördü, üzerinde sırma işli yeşil ipekten bir ferace vardı ve sanki boyu uzamış, Yunus’a yetişmişti, hattâ belki daha da uzundu!.. Gülümseyip durdu, lâkin konuşmadı. Elini uzattı Yunus’a, Yunus da ona. eller kavuştu.. Yunus uyandı. Hayra yordu rüyasını, sırma işli yeşil kaftan ve boy uzaması, elbet Bodur Musa’nın erdiğini söylüyordu. Yunus’a el uzatması ise “Sen de geleceksin arkamdan” demekti! Öyle miydi sahiden?.. Doğrusu dergâhta iyi rüya tabir eden dervişler vardı. Yunus onlardan biri olmaya pek heveslenmemişti, çünkü o zaten uyumadan da rüyalar içindeydi; fakat en iyi tarafı, bütün bu rüyalarını hep hayra yormasıydı, kötüyü, çirkini, bozuğu hiç aklına getirmeyişiydi. (s..384) Işınsu, Bodur Musa’nın öyküsünden yola çıkarak tasavvufun psikolojik rahatsızlıkların aşılmasında günümüz insanına da pek çok çareler sunduğunu satırlarında hissettirir. Kadın Yazarın ‘Ermiş Kadın’ları Işınsu, bu romanda Yunus Emre’yi var ile yok arası efsanevî bir kişilik olmaktan çıkarıp anası, eşi ve iki çocuğu ile bir aile babası, -şimdiye kadar oluşturulan imaj ile- meczûbane bir serseri gibi dolaşan bir gezgin derviş olarak hayâl edilen Yunus’u marangozluk yapan bir usta haline başarıyla taşır. Işınsu, eserinde Yunus’un iki yıl sürecek dergâh eğitimi için terk edeceği anası Elif Kadın ile çocuklarının anası Zehra’yı da fedakâr Türk kadınının 13. yüzyıldaki temsilcileri olarak kurgulamıştır. Yunus’un fedakâr eşi Zehra’nın kendisine sevgisinden önce Nurefşan hayâli ve sonra ilahî aşk ile taşan ve masivâdan fenâ bulup bekâbillaha varan Yunus’u anlayışla karşılayıp rızâ göstermesi ve bu sâyede kendi ruhânî tekâmülünü hızlandırması günümüz kadınlarından beklenebilir mi? Beklense bile görülebilir mi? Doğrusu sorgulanmağa değer… Işınsu’nun şu satırları etrafında düşünelim: O gece erken yattılar, yatakta karısına, çoktan merak ettiği fakat sormaya cesaret edemediği suali sordu: - Zehra’m, dedi, şuraya geleli iki ayı buldu neredeyse, bana ne Tapduk’a, ne de şu Hızır Ağa’ya dair bir şeyler sordun, belki daha da önemlisi, ikimizin ilişkisine dair tek bir lâf etmedin... Eskiden beri hep uysaldın, uyumluydun ama diyeceğini de derdin yüzüme karşı, saklamazdın duygularını, sana ne oldu Zehram? Uzun bir iç çekmesiyle karşılık verdi genç kadın, ses çıkarmadı. Yunus üsteledi: - Konuş benimle karıcığım, suskunluğun içime dokunuyor, konuş benimle. - Yunus’um, dedi Zehra, ne ısrar edersin, bilmem ki.. Bak seni çok özlemiştim, sana hasretle koştum, buraya gelirken yol bitip tükenmedi, kağnıya bağlı öküzlerin her adımını gözledim, öyle yüreğim yanıyordu… Sonra seni gördüm, -tekrar içini çekti: seni gördüm –diye tekrarladı: İşte o zaman, yüreğime, yanan yüreğime bir kova buz atıldı sanki. Seni gördüm lâkin o sen, benim özlediğim Yunus değildin. Değişmiştin; geldiğimize memnun değildin, evin içinde rahatsızdın, n’apacağını bilmeden ordan oraya gezip duruyordun, ateşimizi bile Aziz ağam yaktı, evin ilk ateşini evin erkeği yakmaz mı oysa, hayırlı olsun duasıyla? Her neyse, gözlerine baktım, eski parlaklık yoktu onlarda, bir başka, benim tanımadığım alevler vardı sanki, bir derin düşünce oturmuştu içlerine… uzaktın velhasıl. O zaman, artık Yunus’u rahatsız etmemek lâzım, diye düşündüm. Belki gelirsin diye odamda bekledim, işte seni asla rahatsız etmeyeceğimi söyleyecektim; bekledim, kızı besledim bekledim, kız uyudu, bekledim, gelmedin. Kapıyı vurup çıktığını işitince, girdim odaya, anacığım ağlıyordu, birbirimize sarıldık, konuşmadık ama. Neden sonra ona; “O varlığını, adamıştır anacığım dedim, bu yüzden sevinirim, fakat ben kocamı kaybetmişim, sen de oğlunu… Tasalanma, burada bize bir ev açmıştır ya, arada sırada yüzünü görürüz hiç olmazsa, bu da bir tesellidir” dedim… (s.249-250) - Sana olan aşkım yetmez ise dedi Zehra, düşünceliydi sesi. 135 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E - Çok iyi anlıyorsun, beni şaşırtacak kadar çok iyi anlıyorsun. - Bunda şaşıracak ne var ki, aşk, aşktır değil mi, herkesin, insan olan herkesin bir nesneye sevgisi, aşkı vardır... Ben seni çocuklarımdan bile üstün tutarım, her ana, yapamaz bunu ama!-. Galiba benim tek işim seni anlamaya çalışmak Yunus’um, dedi Zehra. (s.252) Bir kadın yazar olarak eserlerinde önemli kadın kahramanlara yer veren Işınsu’nun bu eserinde kadın kahraman olarak annesi, eşi gibi kadınlar öne çıkar ve kadınların tasavvufî durumu da yer yer işlenir. Bu satırlarda Işınsu’nun günümüz dergâhlarında hepsi erkek olan mürşidler ile onların kadın mürideleri arasındaki -yer yer gerçekten de rahatsız edici tartışmalara yol açan- ilişki tarzından rahatsızlığının izleri hissedilmektedir: Yunus, şiirini söyleyip yürürken, mutluydu, sonra düşündü; “Ben bu kadar mutlu iken ve de söz gevher ise onun pırıltısından karıma da, anama da, çocuklarıma da pay düşmeli.. Bu mücevher ışığından onlar da faydalanmalı... Eğer isterlerse, yolumu onlara anlatmalıyım, kimbilir belki onlar da..” Yunus gibi Allah yolunu tutarlar mıydı onlar da?.. “Ama bir mürşit lâzım kişiye rehberlik edecek, yol gösterip ulaştıracak!.. Ne yazık ki kaç göç vardır, anamı da, karımı da götüremem dergâha. Mevlâna’ya gelirlermiş, yahut hanımlar onu evlerine davet ederlermiş diye duydum amma.. Bir Mustafa Dede’ye sorsam mı ki?.. Zaten çok eskiden böyle değilmiş? Peygamberimiz Efendimiz zamanında, ilk karısı Hatice. Öbür karısı Ayşe ve kızı Fatma, zaten kendileri birer velîye imiş. Daha başka hanımlarda yolu tutmuşlar a canım, Arif Hoca bahsederdi, bir Rabia vardı meselâ... Ne yazık ki hepsinin isimleri kalmamış aklımda... Zaten gerçek mürşit, kadın erkek ayırmaz, insanı reddetmez!.. Peygamberimiz Efendimiz’e, hayatta üç şey sevdirilmiştir; namaz, kadın, güzel kokular, bu, kadınların değeri konusunda elbet bir işarettir, Vedud olan Allah’ımdan. Bilen bilir!” Fakat işte bu zamanda erkeklere yol imkânı açıldığı hâlde, kadınlara bu işin kapalı olması, Yunus’a çok büyük haksızlıkmış gibi geliyordu.. “Allah’ın düzeninde böyle olmamalı.” diye karar verdi. Ne yazık ki, gelenekler.. âdetler!.. Bunlar, Tanrı’nın düzenine karşı çıkan baş belâları mıydı yoksa?.. “Hepsi değil elbet, diye düşündü Yunus, lâkin bir kısmı öyledir, din ile gelenekleri biribirinden ayrı tutmak gerekir, yoksa maazallah, İlerde din diye diye; gelenek, âdet öğretilir çoluk çocuğa!”... (s.242-243) “Aşk Olmadan Meşk Olmaz” Işınsu, Yunus’u aşk üzerinde de konuşturur: Bir başka adam lâfa karıştı; - Derviş, dedi, Hak âşığı, Hak âşığı dersin, bir de şu aşktan bahsetsen bize. Konu değişeceği için,Yunus ferahladı; - Hah, anlatayım ya, dedi, hep biliriz ki, aşksız âdem yoktur şu dünyada; her birimizin bir nesneye sevgisi vardır, âşıktır. Kimi hatun, kimi servet, kimi çocuk, ne bileyim kimi yemek sever. Öyle değil mi? - Öyledir, dediler, meselâ biz ahiler, soy temizliği, eli açıklık, mertlik, yiğitlik severiz, bunlardan vazgeçemeyiz. Alnımız, soframız, kapımız açıktır her dileyene. Daha ziyade bir esnaf grubuyuz ama içimizde kadılar, öğretmenler de vardır. Velhasıl biz, ahilik aşkından. Allah aşkına ermeye çalışırız. - Pek güzel, dedi Yunus, bizim anlayışımıza göre ise yürüdüğümüz yolun varacağı son hedef Allah’tır, bu fani dünyada ise O’nun Dîdâr’ını görmeyi dileriz, önce O’nda yok olalım ki, sonra O’nunla bekaya ulaşalım!. Yunus bir durdu, içinden; “Bu söylediklerimi bana da nasip eyle” diye yalvardı ve sözüne devam etti: İşte bizler bu yolda nefsimizi arıtıp, kendimizden, benliğimizden vazgeçmişizdir.. Aşk; dostlar, bilesiniz ki, Allah’ın bir sıfatıdır ve O, aşkla yaratmıştır her yarattığını., ve bizler için aşkta gaye; sevilmek-tir, maşuk olmaya çalışmaktır. Yaratan’ın kulundan razı olması, onu sevmesidir... Aşığın hâline gelince; değişkendir; o, hüzünle sevinç, korku ile ümit arasında gider gelir, dünya sevgisini terkettikçe duyguları incelir, hassaslaşır, Allah yolunda yürüyüşü hızlanır. Bilmem sizler Yunus’un şu beytini bilir misiniz o der ki; “Ağlamak gülmek âşıka, dirilmek ölmek âşıka / Kahırla lutfu bir bilir, bilmez melûl olduğunu.” İşte hâlden hâle geçip, ölmeden ölen, bu dünyanın aslında geçici olan cilvelerinden uzaklaşıp, yalnız Dîdâr sevgisinden yanıp duran âşık, gün gelir cennet ve cehennemden geçer; cehennemden korkmaz, cennete baş indirmez... - İşte bu olmadı, dedi gençten biri; cehennem korkusu olmasa, bunca insanı kötülük yapmaktan engelleyen ne olur?... - İnsanı kötülük yapmaktan esirgeyen, âşığa göre Allah sevgisi olmalı, O’nun tarafından sevilmemek korkusu olmalı... Biz deriz ki, Allah sevgisi, Allah aşkı yeter bir insanın gerçek insan olmasına... Âşık, yetmiş iki millete bir gözle bakar ve gönül kırmamaya çok dikkat eder; gönül kıran bir insanın namazı bile şüphelidir çünkü. (…) Velhasıl ahî kardeşler, aşk bir güneşe benzer, aşkı olmayan gönül ise taş misâlidir. Taştan ne biter ki, 136 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E taş gönüllerden bir şey bitsin, bu yüzden gönlü taş olanların dilleri zehirlidir. Bu kişi, ne kadar yumuşak söylemeye çalışsa, sesi savaşa benzer. Aşkı olan kişinin gönlü ise yumuşamıştır mum gibi, sesi yumuşak, hâli tavrı yumuşaktır o kişinin insanı okşar gibi, bülbülce konuşur, çünkü dilinden aşk dökülür... (s.338-339) Mecâzî Aşk Şablonu Yazımın bir “övgüler buketi” olarak kurgulanmadığını göstermek üzere bir-iki konuya da değinmek isterim. Yunus üzerine yazdığı kitabı hakkındaki bir soruya Işınsu’nun verdiği “Allah âşıklarının hemen hepsinin hayatında, daha önce büyük bir sevdayla bağlandığı bir (hatun H.B.) kişi vardır. Böylece büyük, yakıcı ve bir anlamda yıpratıcı aşkdan geçerek, ‘gerçek sevgi’yi öğreniyorlar sanıyorum.” şeklindeki ön kabul genel geçer bir değerlendirmedir. Yazarın ilk romanından Yunus’u platonik bir aşka düşürdüğü Nurefşan’dan sonra “Bayram” eserinde de aynı ön kabulle yazdığına tanık olunur. Bunun Türk tasavvufundaki genel bir “durum”un tesbiti olarak hoş görsek bile yazar için ‘şabloncu bir tavır’ ile yazdığı değerlendirmesine yol açması kaçınılmaz olumsuz bir durum olarak algılanabileceğine işaret etmemek olmaz. Yine bu romanlarda hayatı eksen alınan mürşid kişi haricinde, etkileyici bir kahraman yok denilse yeridir. Bu “ikincil kahraman” yoksunluğu, yıllar önce yazdığı “Çiçekler Büyür” adlı eserindeki -yazarın kendisinin de beğendiğini sanıyorum- İlay tiplemesini muhayyilesinden çıkarıp ete-kemiğe büründürerek okura takdim edebilen Işınsu romanında bir sorun olmamalı idi. Söz Işınsu’nun önceki eserlerine gelmişken gençlik yıllarımızın yürek kanatan sayfalarındaki “Sancı”yı; Önkuzu’yu nasıl anmadan geçelim? Kader Dedikleri… Işınsu, Yunus’a kaderi de sorgulatır: Acaba ta Ezel Bezmi’nde, “seçilenlerin” yolları da baştan çiziliyor muydu? Kader denen şey, bu muydu?... Seçilenler, çizilen kadere ille de uymak mecburiyetinde miydiler?.. O zaman insanın, bir bitkiden farkı neydi? Ve... Ya diğer insanlar, özellikle işaretlenmeyenler? Akıl ve hür irade, kime ne şekilde fayda sağlıyordu?... Yunus düşündü, düşündü... Sonra bir karara vardı; “Seçilmiş olsun olmasın, dedi kendi kendine, her insanın, her seçimine ait kendine has bir yolu vardır, seçimlerimize göre bu yollar da değişir, işte kader olan budur, bu yollardır! Fakat seçimde özgürüz, aklımızla özgürüz; baştan işaretlenmiş bile olsak. Eğer doğru seçimler yapabilirsek, yapabilecek bilgimiz varsa...” Meselâ o, sadece köylüsü için buğday istemeye gitmişti ve orada demek kendisi için iki yol vardı: Ya Hacı Bektaş’ın müridi olacaktı, ya da Tapduk’un! Kendisi bilincinde olmadan, Tapduk’u seçmişti. Eğer erkân hakkında biraz daha bilgisi olsaydı, herhalde bilinçli bir seçim olurdu. Kimi seçerdi?.. “Elbet Tapduk’u” diyemiyordu, bilmiyordu çünkü o zamanki Yunus’un kimi tercih edeceğini. Belki de Hacı Bektaş’ın ününün etkisinde kalır, onu seçerdi... Bilinçsizdi fakat şimdi biliyordu ki, “doğru olan”ı seçmiş.. Gülümsedi Yunus: “Demek bazen de seçtiriyorlar” dedi kendi kendine. Fakat şüphesiz, Hacı Bektaş’ı seçmiş olsa bile, orada da bir yol uzanıyordu kendisi için. “Aslında seçim bile değildi benimkisi” diye düşündü... Erenler hakkındaki bilgisinin kıtlığından, Hacı Bektaş’ın, hem kendisine nefes, hem köylüsüne buğday verebileceğini düşünememişti, hayatta tesadüfler olmayacağına göre; yoksa “düşündürtmediler” mi’?.. Öyle ise Hacı Bektaş’ın dergâhında zaten yolu yok muydu? “Allah’ım, dedi kendi kendine, bizlere akıl ve hür seçim verdin ama şu yaşadığımız ömrün ne kadarını Sen, ne kadarını biz yapıyoruz?.. Eğer bir eren olursa, bilebilecek miydi bu sualin cevabını?.. Fakat olabilecek miydi bir eren?.. Yunus’un ensesinden kuyruk sokumuna kadar sırtında ürpertiler dolaştı, dolaştı. (s.382-383) Gerçek Varlık Yokoluştur Tasavvufun ifade edilmesi, yazıya dökülmesi çok zor konularından olan fenâfişşeyh, fenâfirrasûl ve fenâfillah[12] aşamaları da Işınsu tarafından başarılı bir şekilde tarif edilmiştir: Yunus, son zamanlarda Tapduk hasta olduğu ve haremde yattığı için onu görememişti. Özlem içindeydi, yanarak içini acıtan bir özlem. Bu özlemin yanında, hiçbir şeyin kıymeti yoktu. Zaten annesi yeni bir kilime başlamıştı, geçen iki senede kilim dokumayı Zehra’ya da öğrettiği için, tezgâh hiç boş kalmıyordu, biri bırakınca, öbürü devam ediyordu.. Eğer onu satabilirlerse... Bunu da pek düşünmek istemiyordu Yunus, hava serin olmasına rağmen, bir mezarın yanma uzanıp yattı, gözlerini masmavi göğe dikti.. Öyle yattı bir saat, içinden insanlar geçti.. Yunus onları seyretti, kafasından düşünceler geçti, Yunus onları seyretti... hiç duraklamadı, ne insanlara dair, ne de düşüncelere, onlara olumlu olumsuz hiçbir katkıda bulunmadı. Sadece seyretti.. Birden gökyüzünün tamamını Tapduk’un yüzü kapladı; “Nerede olursam olayım, sen nerede olursan ol, yanındayım.” 137 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E der gibiydi. Yunus, “Bismillah” çekip doğruldu, tekrar baktı gökyüzüne, o sakin, güneşin ışıkları ile mavi mavi yaldızlanıyordu öyle. (s.248) Yunus, hiç uyumadan, aşka dair, Allah’ın Habibi’ne dair düşündü durdu. Hep sevmişti Habibullah’ı, ama halvet esnasında onu rüyasında gördüğünden beri sanki bir daha bağlanmış ve böylece Muhammed kavramı, onda yepyeni bir anlam kazanmıştı. Zaman zaman Tapduk’a duyduğu aşkla ikisi karışıyor, gözünün önüne, rüyasındaki Resulullah’ı getirmek istediği zaman, gönül sultanını görüyor, sohbet toplantılarında Tapduk’a bakarken, onun yüzünün değişip sanki Hazreti Muhammed oluşunu izliyordu. Gönül Tapduk’a şiir söylerken, dönüp Peygamberce söylüyordu. Gün geldi, bu hâlinden bizar oldu Yunus, fakat bir zaman sonra tevhit, “birlik” düşüncesiyle çözdü. “Ha Tapduk’a söylüyorum, ha adı güzel Muhammed’e, aslında aşkım. Tek Olan”adır, bu, ayân-beyan meydanda! Tapduk da, adı güzel Muhammed de o “Birliğin” içindedir!” Yunus’a göre aşk, bir Ulu Hece idi, ki yaratılan her şeyi, her kimseyi içine alıyordu ve bu hecenin ismi, “Elif”ti. Çünkü Allah’ın ismi, Elif harfi ile başlıyordu. Çünkü gönül demişti ki; “Dört kitabın mânâsın okudum tahsil kıldım. Aşka gelince gördüm, bir ulu hece imiş.” Peygamber, elbet dinin direği, cümle peygamberlerin başı idi ve Tanrı, onu övmüş ve âlemleri, onun dostluğuna yaratmıştı. (s.252-253) Yunus’un öyküsü fenâfillaha erdiğini ima eden şu satırlarla son bulur: Sonra sesler kesildi. Ve birden şaşırdı Yunus, hücresi aydınlanıyordu, anlayamadı önce, çevresine bakındı, ışığın şiddetinden hiçbir şey göremedi. “Nur bu” dedi o zaman nefesi kesildi, kalbi gümbür gümbür atmaktaydı ve Hakk’a Hak ile yalvardı: “Ya Rab’bim, dedi, Ya Rab’bim!” Başka bir şey söyleyemedi, nurun birbirine geçen bilinmedik parlak renkleri arasında, tam karşısında kendisini gördü Yunus, boylu boyunca!.. Mansur’un “Enel-Hak” sedası, yüreğini parçalayıp, diline kadar kadar geldi. Yunus sustu!.. Işık o kadar fazlalaştı ki, bir an Yunus, elinde olmadan gözlerini kapatmak zorunda kaldı. O an göz kapaklarının ardında ne gördü bilinmez, arkasından itilmiş gibi yere düştü, secdeye vardı: “Hamdederim…. Hamdederim.” dedi. (s.393) Şair Yunus’un Şiirleri Daha eserinin ilk sayfalarında ve henüz tasavvufî eğitime başlamamış Yunus’a: Acep bu benim canım âzât ola mı yâ Rab. Yoksa yedi tamuda yana kala mı yâ Rab? Yunus kabre vardıkda, Münker-Nekir geldikde, Bana sual sordukta dilim döne mi yâ Rab? (s.14) şiirini söyleten Emine Işınsu eser boyunca Yunus Emre divanından nakiller yapar. Bu nakillerin önemli bir kısmında şiirlerin tamamı verilirken, bazen de metin içerisinde geçirilen bir-iki mısra ile Yunus Divanı’na göndermeler yapılır. Sayısını saymadım ama kırka yakın olduğunu söyleyebileceğim bu şiirlerin eserdeki konu bölümlerinde yeri geldikçe verilmesinde, konuya uygun düşmesi açısından çok başarılı olunduğunu söylemeliyim. Bu başarıda Yunus Emre Divanı’nın en başarılı neşrini yapmış olan Dr. Mustafa Tatçı’nın katkısı ve yönlendirmesinin etkili olduğu kanaatindeyim; çünkü Yunus’un yüzlerce şiiri arasından, anlatılan konuya ışık tutup katkıda bulunabilecek şiiri bulup yerleştirivermek hiç de kolay bir iş değildir. Yunus Emre Divanı’nın teşkilinin, Yunus’un tasavvufî eğitimi için aralıksız iki yıl süre ile kalacağı Tapduk Emre dergâhına giderken, köyünde iki çocuğu ile baş başa bıraktığı eşi Zehra’nın hatırında kalan şiirleri bir deftere kaydetmesi ile ilişkilendirilmesi ise ancak, hoş görülmesi gereken bir sanatçı yakıştırması olabilir. Dergâha Odunun Eğrisini Bile Sok-a-mayan Yunus Çok iyi bilinen Yunus’un dergâhın odunculuğu ile görevlendirilmesi de hikâyenin değişik safhalarında yeri geldikçe ayrıntılı olarak işlenmektedir: Üç dört ay sonra, bir gün Yunus’la Bodur Musa beraberce gitmişlerdi ormana, Bodur Musa, kuru odun arayan, onları kesip düzgün hâle getiren Yunusu epey izledikten sonra; - A derviş Yunus, dedi, ben de yıllardan beri senin getirdiklerini gördükçe, ormanda hep düzgün odun vardır zannederdim, gördüm ki sen hepsini bir bir elden geçiriyorsun, nedendir? Neden zahmet eder bu odunları düzeltirsin böyle? Yunus ona hayretle baktı: - İnsanların eğrisini alıp düzeltene, bir de eğri odun mu götürmeliyim?.. Hiç sultanımın dergâhına eğri odun yaraşır mı a Bodur Musa?., dedi Yunus. - Sen de oldun, ama ne zaman düşeceksin bilmem, diye cevap verdi Bodur Musa. (s.263) Dergâhtaki eğitiminden sonra Yunus’u ailesinin yanına göndermek istediğinde itirazı ile karşılaşan Tapduk Emre, tasavvufun Nakşbendî ekolünün temel kurallarından ‘halvet der encümen’ denen ve “halk içinde Hakk ile birliktelik” diye özetlenebilecek kuralını şöyle dile getirir: 138 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Yunus’un şaşkınlıktan iyice açılmış koca gözlerinin içine bakıp gülümsedi Tapduk Emre; - Şimdi çocuğum; iyi kulak ver, dünya terki gönülde başlar ve gönülde biter, mühim olan, halk içinde yaşayıp Hak’la beraber olmaktır, işte bunu becerebilmek gerek!.. Sonra mühim olan, halk içinde olup, insan gibi yaşayıp ve diğer insanlara her konuda yardımcı olarak yaşamaktır. Dünya malının esiri olmamak, ona asla bağımlı olmamak lâzımdır. Bunları yapan, büyük bir sınavı başarmış olur. Görüyor musun, aslında ben seni bir imtihana yolluyorum. Ve bilirsin ki, Allah yalnız dergâhta değildir, herbir yerdedir. Yunus’un boynu bükülmüş, içi kan ağlıyordu; - Şah’ım, dedi, ben sizi her gün görmezsem, ölürüm. - Yunus Emre, Allah’ın yeri gönüllerdir, beni de oraya koy ki, ben O’na daha yakın olayım, sen de beni gönlünde gör. Zaten sizlerle yaptığım sohbet gecelerinde burada olacaksın. Şimdilik bu kadar, daha sonraları, birkaç yıl sonra, belki arada sırada dergâhta yatabilirsin. Sonra tabii dergâhın odununu da ihmal etmek yoktur sana, hergün, hiç olmazsa günaşırı zaten buraya uğrayacaksın... Haydi şimdi hayırla dön ailenin yanına. (s.240-241) Eserdeki Tarihî Kişilikler Işınsu’nun eserinde dönem anlatılırken devrin ismi bilinen mutasavvıfları yanında bazı siyasî kişiliklerden de söz edilir. Bunlar arasında Karamanoğlu Mehmed Bey, Türkçe konulu fermanı; Selçuklu veziri Muiniddin Pervâne ise Nurefşan, Mevlâna ve -olumsuz olarak- Moğollarla ilişkileri ile eserde yer alır. Osmanlı devletinin kurucusu Osman Gazi ise uç beyi olarak ve kayınbabası Şeyh Edebalı ile ilgisi vurgulanarak konu edilmiştir: İçinde, Söğüt taraflarına uzanıp, şu anlata anlata bitiremedikleri Osman Gazi’yi görmek, onunla konuşmak için büyük bir arzu uyanmıştı. Akıl diyordu ki: -Kuzum, zaten geciktin gecikeceğin kadar, vur git Söğüt’ün yoluna, Osman Gâzî’yi, alp erenleri gör, derviş gazileri gör, tanış ol, sen sevgi ile yaklaş, onlar sana kendilerinden haber versinler. Sultanına, dergâhına götür bütün havadisleri. Kimbilir belki Edebali’nin elini öpmek de mümkün olur. (s.385) Sahtekâr Mürşidlere Eleştiri “Mürşidim” diye ortaya çıkıp halkı Allah ile aldatan sahtekârlar da eserde şu satırlarla eleştirilir: - Efendim, dedi arkada oturanlardan biri. Hak ari- fi olduğunu söyleyen, fakat yakışmayan işler yapan birçok kişi türedi, bunlar hakkında bir şeyler lütfeder misiniz? Tapduk, sözü yine Mustafa Efendi’ye bıraktı: -Yolcu, dedi Mustafa Efendi; maalesef şu zamanımızda pek çok yalan ve yanlış inanç ve mezhepler yayılmaktadır. Ayrıca mescit köşelerinde yetişmiş fakat noksanlı kişiler de şeyhlik iddiasındadırlar. Büyük bilgin zannedilen, böylece ünleri yayılan, fakat sadece dilde arif kişilerin hareketleri fitne, işleri hile ve riyadır. Hak talibi, onu arif sanabilir, gönül gözünün kör olduğunu bilmez. Halbuki o kişinin hareketlerine, işlerine iyice bir dikkat etse, gözü kapalı inanmasa; bu körlüğü farkeder ve ondan uzak durur. Siz arif olduklarının iddia edenlerin meyvalarına, yani davranışlarına dikkat edin, anlarsınız. (s.221) Sonuç Yunus Emre, Niyâzî Mısrî, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş Veli’nin Türk tasavvuf geleneğindeki yeri önemli ve bugüne kadar devam eden etkileri de o derecede derindir. Emine Işınsu, bu dört büyük Türk mutasavvıfının hayatlarını, arka plana yaşadıkları dönemin siyasî ve tarihî dokusunu başarıyla yerleştirerek romanlaştırmayı başarmıştır. Bu konudaki bazı başarısız örnekleri düşündüğümüzde, Işınsu’nun nasıl zor bir işin üstesinden geldiği kolayca anlaşılır. Çoğu insanların ruhunu unutmuşçasına maddi bedenine kafayı taktığı bir dünyada, ‘itminan’ denen deruni huzura kavuşabilmek için “Yunusca bir yol tutturmak” gerektiğine inanan Işınsu’nun bu tasavvufî eserleri ile günümüzün ve hatta geleceğin kuşaklarına sunduğu çok ama çok güzellikler var. Işınsu’nun bu biyografik romanları esas alınarak yazılacak senaryolar ile çekilecek sinema filmleri Türk tasavvufunun bu seçkin simalarının genç nesillere ve genel anlamıyla topluma çok büyük bir fayda sağlayacağı kesindir. Sonuçta şunu söylemek mümkün: “Bir Ben Vardır Ben Benden İçeri”, “Bukağı”, “Bayram” ve nihayet “Hacı Bektaş” adlı romanları Emine Işınsu’nun son yıllarda tasavvufu iyice içselleştirmesi ile eserlerine yeni bir derinlik kazandırdığını gösteriyor ve öznesi olduğu tasavvufî neşve ve ruhanî derinlik eserlerine yansıyor. Bu son romanlarının Emine Işınsu için, her iki âlemde faydasını mutlaka göreceği kapanmayacak bir amel defteri olarak kaydedildiğine eminim. Kendisi ile 15 yıl önce yapılmış bir söyleşide “Yazmak beni mutlu ettiği için yazıyorum, Allah izin verirse 139 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E yaşadığım süre yazacağım. Zaman zaman kendimi yorgun hissetsem de, yazmak benim için hayat gayesi. İnşaallah romana devam edeceğim. Çok özel bir şey, ben mutlu olduğum için yazıyorum, başka hiçbir şey bana bu mutluluğu vermiyor!” diyen Emine Işınsu’dan bu yolda yazacağı yeni eserleri “beklemek hakkımız” demem –hâlden anlamam gereken birisi olarak- doğru olmayabilir. Ancak yine de gönlümden geçen beklentimi yazayım: Işınsu “abla”mız, bu beklentiyi karşılıksız koymayıp bir Yesevî, bir Mevlânâ; silsilesine mensub olduğu Şeyh Şamil, Şerafeddin Dağıstanî ve hatta eserlerini ithaf ettiği “hocası” Hasan Burkay hakkında da birer menkıbevi roman yazsa ve bizler onları Işınsu’nun velûd kaleminden okuyabilsek ne güzel olur… Ricâlullahın dağlara takla attırabilen himmeti ile; neden ol-a-masın? Desen: Kenan Eroğlu [1] Hayati Bice, Günümüzün Menkıbecisi, Yeni Şafak, 21.08.2005 (http://yenisafak.com.tr/arsiv/2005/agustos/21/kultur.html) [2] Hale Kaplan Öz, ‘Acılı’ Roman: Bukağı, Yeni Şafak, 28 Nisan 2004, (http://yenisafak.com.tr/arsiv/2004/nisan/28/kultur. html) [3] Bu türün en yaygın bir örneği, Nakşbendi olan Abdurrahman Camî’nin Nefehâtü’l-Üns olarak bilinen derlemesidir. Lamiî Çelebi tarafından Farsça’dan Türkçeye aktarılan bu eserin birçok yeni baskısı da halen yapılmağa ve ilgi ile okunmağa de vam etmektedir. Bu klasik türün son bir örneği Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu tarafından “Allah Dostları” adı ile son dönem bazı sufilerinin hayatını derlediği bir seri kitap ile ortaya konulmuştur. [4] Elif Hürsoy, “Ve Her Yıl Çiçekler Yeniden Büyür!”, Türk Edebiyatı, Sayı: 364, Şubat 2004, s. 6. [5] Hasan Burkay: Son devrin Nakşbendi mürşidlerinden; Ankara yakınlarında bağlıları ile birlikte oluşturduğu Hacıhasan köyünde 18 Temmuz 2005 günü vefat etti. Kafkasya’nın ünlü imamı Şeyh Şamil ile ortak tarikat silsilesi ve hayatı için bkz. http://islamvetasavvuf.org/node/1429 [6] Emine Işınsu ile Röportaj, (Ülkü Ocakları Dergi Masası), Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Dergisi, Sayı: 78 (Aralık), 2009-Ankara, s.23. [7] Gözdenur Erol; Emine Işınsu’nun Tarihî Romanları Üzerinde Bir İnceleme, (Yüksek Lisans Tezi) Celal Bayar Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Manisa-2006, s. 171. (http://tez2.yok.gov.tr) [8] Ülkü Özel Akagündüz, Işınsu: “Yunus’un romanını yazmak için kırk yıl bekledim” Zaman Gazetesi, 03.04.2002. (http://www. zaman.com.tr//2002/04/03/kultur/h1.htm) [9] Elif Hürsoy, a.g.d., s.7. [10] Bunun çok güzel bir örneği olarak birbirlerinin seyr ü sülûku hakkında manevî olarak bilgilendirilen Türkistan’ın ünlü sufilerinden Heratlı Abdullah Ensarî ve eşinin ilginç öyküsü için bkz: Kemal Sayar, Sufi Psikolojisi, İnsan Yayınları, İstanbul-2000. [11] Emine Işınsu, Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri, Ötüken Yayınları, İstanbul-2002. [12] Fenâfiş-şeyh: Mürşidde yokoluş; Fenâfillah: Allah’ta yokoluş. Seyr ü sülûk esnasında geçilen bu iki makâm arasında Fenâfir-Rasûl denilen Rasûlullah’ta yok oluş makâmı yer alır. 140 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E MEVLÂNA AMAN EFENDİM • Halide Nusret ZORLUTUNA O çağırmayınca gidilmez!”. diyorlardı. Ve ben; delice, yana yana istediğim halde, gidemiyordum. Bir yıldan fazla Karaman’ da kaldım; hergün, Konya’ya gidip “O”nun bahçe kapısının eşiğine yüzümü sürüp gelmek arzusu ile tutuştuğum halde, bir türlü gidemiyordum. Sonra, 1942 yazında Karaman’dan İstanbul’a geçerken, trenin istasyonda biraz kalacağını hesaplayarak sevindim, “Bir araba ile hemen gidip gelirim” diye düşünüyordum. Fakat Konya İstasyonu’nda tek bir otomobil yoktu ve at arabası ile gidersem trene yetişemeyeceğimi ilgililer söylediler. Bu hayal kırıklığı beni içimden sarstı, biraz ağladım, sonra da . tren sarsıntıları içinden oturup şu manzumeyi karaladım: gidip dönmüştüm o kez. Orada da kimselerle görüşmemiştim. Kubbe-i hadrâ altında el bağlayıp “Efendi”min merkadini hayran hayran temaşa etmekle yetinmiştim. . Giderken hasret yüklüydüm, biliyorum, tepeden tırnağa bir acayip, bir yaman hasret ! Ya dönerken?.. Dönerken de öyle idim, susuzluğum dinmemişti. * Bilmiyorum aradan kaç ay geçti? Bir kış sabahı yüreğim alev alev çarparak uyandım, dudaklarımdan kelimeler dökülüyordu; kulak verdim: Yine yola düşmek gerek. Hasretin yaman Efendim. Yanına varamadım, uzaktan selâmladım, Başımı eğip geçtim Mevlâna diyarından. Meçhule gömülürken ufkunda meçhul adım, Aşkın dolusun içtim Mevlâna diyarından. Bu mısraları tekrarlayarak kalkarken iki mısra daha: Köz oldu sinede yürek. Âh duman duman, Efendim. Tâ uzaktan okudu kalbimi üzen derdi. Göz yaşlarıma karşı yoluma inci serdi. Ben ona gönül verdim, o bana bir gül verdi, Ekmediğimi biçtim Mevlâna diyarından. Ve o gün Konya’dan resmi dâvetiye. Aradan gene yıllar geçti; ben yurdumun dört bucağını adım adım dolaştım; kâh doğu sınırlarımızın buzlarını, kâh güney sırırlarımızın kumlarını sevip okşayarak. Nihayet 1948’lerde Ankara’ya geldik ve Mevlâna hasreti yeniden içimi sardı. Bir gün, ansızın, gördüm ki “Orada”yım; Kâbe-tüluşşak’ta. Tam bir vuslat sarhoşluğu içinde, gümüş merdivenin yanına diz çökmüş ağlıyorum... Bu ilk ziyaretim garip ve tatlı bir rüya havası içinde geçti. Konya’ya nasıl gittim, oradan nasıl döndüm? Orada neler yaptım? ... Bilmiyorum. Galiba, yalnız *Türk edebiyatı Aralık 72 s.12 sy.26 İki gözüm Efendim gene çağırmıştı beni. Konya’ya “vazifeli” olarak davet ediliyordum. Bu ikinci ziyaretime bir otobüs dolusu arkadaşla beraber gittim. Dervişandan, muhibbandan şâirler, neyzenler, bülbül sesli hafızlar... Kimler yoktu ki?... Herbiri başlıbaşına bir kıymet olan birçok insan! Ne tatlı ve ne muhteşem yolculuktu ya Rabbi. Konya yolu yol olalı, öyle bir yolcu kafilesi ne görmüştür, ne de bundan sonra görebilir. O tarihlerde Konya’da geçen günlerin, gecelerin ilâhi neşvesi, ruhani hazzı bir değil, bin ömre bedeldi. 141 Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer. F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E IŞINSU’NUN TARİHİ ROMANLARI ÜZERİNE BİR İNCELEME • Gözdenur EROL* Toplumların kaderinde rol oynayan önemli olayların incelenmesinden doğan tarih, bir milleti millet yapan unsurların başında gelir. Dil, edebiyat ve diğer kültür unsurları bugünün geçmişten kalan zenginlikleridir. Tarih, bugün ile geçmiş arasında sürekli değişen ve geliştirilen bir değerdir. Bir toplumun, bir sosyal grubun, bir milletin veya bütün insanlığın zaman içinde yaşadığı gerçeklik ve bu gerçeklik üzerinde yapılan ilmî araştırmalar sonucunda ortaya çıkan bilgiler bütünlüğü şeklinde tanımlanan tarihin konusu tasavvurlarıyla, düşünceleriyle, zihniyetleriyle, yaşayış biçimleriyle, diğer insanlarla ve tabiatla olan ilişkileriyle, kısacası etkilendiği ve etkilediği her şeyle insandır.(1) Bu nedenle insanı ilgilendiren her şeyin tarihin kaynağı olabileceğini vurgulamak gerekir. Tarih denilince iki şey anlaşılıyor: Bunlardan biri yaşanılan, ötekisi ise yazılan tarihtir. Yazılan tarih, yaşanılan tarihin çok küçük bir kısmıdır. Biz yaşanılan tarih veya geçmiş hakkında ancak o devirlerden kalma vesikalar, kitaplar veya eşya vasıtasıyla bilgi ediniriz. Eğer yaşanılan tarihten bir hatıra veya bir iz kalmamışsa, o bizim için âdeta yok gibidir. Şüphesiz her hâdise, milletin bütününe veya bir kısmına az veya çok tesir eder. Fakat biz o tesiri, ondan kalan deliller, işaretler vasıtasıyla bilebiliriz.(2) Milletler ancak tarihlerini bilmek şartıyla millî bir şuura erebilirler. Tarihinden habersiz bir fert milletiyle bütünleşemez. Bugün Türk milletini ayakta tutan değerlerin başında halkın tarihî ve millî kıymetleri gelmektedir. Bir milletin bekasını temin edecek tarihî ve kültürel değerleri geliştirmenin yollarından biri onu sanat eserlerinde konu olarak işlemektir. Milletinin ihtiyaç ve temayüllerini çok iyi anlayarak fikir ve eserlerle onları bütünleştirmek tarihi ölümsüz kılar. Roman edebî bir tür, tarih ise bir ilimdir. Romanın esas malzemesini oluşturan dilin edebiyatın inceleme alanına girdiğini savunursak, tarih yazarlığının da aslında bir edebiyat olduğunu kabul etmek zorundayız. *EROL, Gözdenur., “Emine Işınsu’nun Tarihi Romanları Üzerine Bir İnceleme”, Y.Lisans Tezi, C. Bayar Ün. Sos.Bil.Enst., Manisa 2006, s.171 Bu nedenle romanla tarih arasındaki güçlü ortaklık hiçbir surette yıkılamaz. O halde roman türünün edebî özellikleriyle tarih ilminin gerçeklikleri tarihî roman kavramı çerçevesinde birleştirilebilmektedir. O halde tarihî roman kavramını açıklamaya kalkarsak; temelleri maziye dayanan, yani başlangıcı ve sonucu geçmiş zaman içinde gerçekleşmiş olan hâdiselerin, devirlerin ve bu devirde yaşamış kahramanların hayat hikâyelerinin edebî ölçüler içerisinde yeniden inşâ edilmesidir.(3) Toplumun ve insanın durumunu, tutumunu, davranışlarını, ruh halini duyguları ile birlikte sanat dile getirebilir… böyle olunca, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun temeli olan Kurtuluş Savaşımızı sanal yazın yolu ile -roman, öykü- ortaya koymak kaçınılmaz bir sorumluluktur bir yazar için… Türkiye Cumhuriyeti nasıl sonsuzluğa değin var olacak? Mustafa Kemal Paşa’nın halkıyla birlikte verdiği Kurutuluş Savaşı’nın getirdiği devrimlerin yeni kuşaklarca da heyecanının duyulması, bu heyecanla yürüyen, kaynaşan toplumumuzun çağdaş devrimlere ulaştırılmasıyla... Cumhuriyetimizin tarihsel temelini sadece tarih kitaplarına bırakırsak, kupkuru kalırız. Sanatın birçok yönü vardır…(4) 1. AK TOPRAKLAR Anadolu kapılarının Türklere açılış macerasını anlatan Ak Topraklar, 1971’de basılır. Dede Korkut üslûbuyla dikkati çeken eser, Türk Edebiyatı Vakfı’nın Malazgirt Zaferi’nin 900. yıldönümü münasebetiyle tertip ettiği bir yarışmaya katılım için yazılır. Ciddî bir araştırma ve inceleme ürünü olan eser, Işınsu’ya Türk Edebiyat Cemiyeti ödülünü kazandırır. Eser, Büyük Selçuklu devletinin hükümdarlarından Tuğrul ve Çağrı Beyler dönemlerinden itibaren Alp Arslan Başbuğ’un Malazgirt’i fethine kadar geçen olayları anlatır. Işınsu, romanını yazarken sadece yaratıcı muhayyilesine başvurmaz, tarihî kaynaklara da yönelerek bir eser ortaya koyar. Bu nedenle eser; işlediği devrin vak’a, zaman, mekân ve efsanevî şahıslarıyla tarihî 142 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E belgesi konumundadır. Tarihî ve tezli romanlar yazmaya kalkan yazarlar, eserlerini bolca tuttukları notlar üzerine inşâ ederler. Bu romancılar, üzerinde yürümeleri gereken zemini çok dikkatli bir şekilde inceledikten ve mümkün olan bütün kaynaklardan gereken bilgiyi aldıktan ve ihtiyaçları olan materyali elde ettikten sonra, oturup yazmaya karar verirler. Eserin plânı, toplanan materyal tarafından tayin edilir; çünkü gerçekler, kendilerini mantıkî bir sınıflamaya tabiî tutarlar.(5) Emine Işınsu için de yazmak; aynı zamanda büyük bir hazırlık işidir. Konuyla ilgili belgeler, görenler, tanıyanlar, geniş araştırmalar ve ruhî hazırlıktan sonra adeta bu dünyadan kaçan yazar, romanıyla yaşamaya başlar. Aşağı yukarı bir yıl süren hazırlık devresidir bu. Bilgi kırıntılarını yazarken kahramanları doğmaya, hatta isimleriyle gelmeye başlarlar; sabahlara kadar devam eden ve romanın dünyasında geçen uzun yazma safhasından sonra eser ortaya çıkar.(6) a) Vak’a Büyük Selçuklu devletinin yurt edinme macerasının anlatıldığı Ak Topraklar, hakim bakış açısı ile yazılır. Eser, numaralandırılmış elli üç bölümden ibarettir. b) Şahıs Kadrosu Zengin bir tarihî mirasa sahip olan Türk romancılarının çoğu, bu mirası eserlerinde ölümsüzleştirmeye çalışmaktadır. Bunu gerçekleştiren yazarlarımızdan biri de Emine Işınsu’dur. Tarihî bir roman olan Ak Topraklar’da, tarihî gerçekliklerle itibarî unsurlar arasındaki dengeyi çok iyi sağlayabilen yazar, şahıs kadrosunu meydana getirirken çok titiz davranır. Bu nedenle romanda çizdiği karakter ve onlara yüklediği fonksiyonların tespitinde başarılıdır. Roman; çok sayıda şahsın, iç içe girmiş ilişkilerin içinde anlatıldığı, tahlilden ziyade hareket unsuruna ağırlık verilmiş bir kurguya sahiptir. İsim olarak öne çıkan pek çok şahıs, ilişkiler ve vak’anın akışı açısından ele alındığında sadece dekoratif unsur olarak kalsa da romanın bir bütünlük teşkil etmesi için önemli bir fonksiyonla donatılır. Romanda şahıs kadrosunun bir bölümünü Türk tarihindeki gerçek şahsiyetler oluştururken (Çağrı Bey, Tuğrul Bey, Alp arslan, Roman Diyojen…) bir bölümünü de tarihsel gerçeklik içerisinde yer almayan kahramanlar (Bayındır, Yağmur, Selcen, Yamtar, Yorgi,…) oluşturmaktadır. Romanda vak’a Bayındır Bey merkez seçilerek kurulduğu için Bayındır Bey ve çevresine oldukça fazla yer verilir. Olayların akışında Bayındır Bey’i fizikî ve kişilik özellikleri yanında tarihî hadiseler içindeki eylemleriyle izleriz. Roman boyunca olay örgüsünün tarihî gerçeklerle iç içe devam ettiği görülür. Vak’anın ortaya çıkmasında sözü edilen bu şahıslar dışında; olay örgüsünde doğrudan yer almayan ya da olayların akışına direkt olarak etkide bulunmayan yardımcı karakterlerden de söz etmek gerekir. Büyük Selçuklu Devleti hükümdarlarından Çağrı ve Tuğrul Beyler de kahramanların ifadeleri ile tanıtılır. Çağrı Bey, ciddî ses tonu, dudakları gülmediği halde gözleri gülen, kararlı, cesur, ak toprakların fethine sevdalı, dindar bir başbuğdur. Benzer özellikler Tuğrul Bey için de söz konusudur. Romanda Alp Arslan, daha ayrıntılı bir şekilde işlenir. Onun vasıtasıyla Oğuz Türklerinin büyüklerinden olan Dumrul Ata’dan da söz edilir. Arslan Yabgu’nun Türkmenlerinden Erdem Beg, Yamtar, savaşlarda çarpışan erlerden Deli Emre Mehmet gibi üçüncü derece şahıslara da yer verilir. Bunun yanında Bizansa sığınan Türk Beylerinin de isimleri geçer. Vak’anın merkezinde yer alan Bayındır’ın beş oğlundan da sık sık haber verilir. Oğullar içinde en çok sözü edilen Yağmur’dur. Onu roman boyunca fizikî ve kişilik özellikleri ile tanımaya çalışırız Bayındır’ın en büyük oğlu Yamtar, babasının yolunda yiğitçe ilerlerken, Ayaz, nakış üstatlarına hayranlığı ile tanıtılır. Dumrul, daha on beşindedir, savaş meydanlarında at oynatmak yerine, okumaya meraklı, temiz ve efendi bir delikanlıdır. Kazan ise, Yamtar’ın ardında savaşmaya meraklı yiğit birisidir. Bayındır’ın oğullarından üçü savaşlarda şehitlik mertebesine ulaşır. Romanda Alp Arslan’ın kişilik özellikleri ile zıtlık gösteren Roman Diyojen, baştan sona bir Türk düşmanı tipini çizer. Selçuklu ordusunun karşısında Manüel, Ursel de Balyö, Basil, Nikefor, Alites, Ermeni Filaret gibi komutanlar da olayların akışında yer alırlar. Romanda yer alan kadın kahramanlardanSelcen, Çiçek, Aybala ve Alp Arslan’ın eşi daha çok fizikî özellikleriyle tasvir edilirken, er meydanlarında erlerinden geri kalmayacak savaşçı nitelikleriy-le tanıtılır. Bir Rum kızı olan Eliza’nın ise fizikî tasvirlerine rastlanılmaz. Sadece sarışın olduğu söylenir. c) Mekân Ak Topraklar’ da mekân; fizikî bir çevreyi yansıtmaktan öte toplumsal bir serüveni dile getirmektedir. Hâkim bakış açısıyla yazılan romanda, mekânlar geniş olarak yer almaktadır. 143 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Romanda anlatılan vak ’a Rey, İstanbul ve Malazgirt dolaylarında cereyan eder. Ak Topraklar’da Sivas, Erzurum, Van, Konya, Ahlat, Urfa, Sivas, Herat, Horasan, Merv, Nişabur gibi dış mekânlar ise sadece isim olarak olayların meydana geldiği yerler şeklinde geçmektedir. Bu şehirler herhangi bir mekân tasviriyle yer almazlar. Bu örneklere dayanarak Emine Işınsu’nun, mekânı toplumsal ve tarihsel bir serüveni anlatmak için seçtiği söylenebilir. Işınsu, bu düşüncesini şu şekilde açıklamıştır: Hani romanlarımda mekânın çok hafif çizgilerle yer aldığını söylüyorsunuz ya, bir yerde doğrudur; fakat bence romanlarımdaki mekânlar tarihî olaylar ve sosyal gerçeklerdir, desem.. anlaşılması çok zor mu olur?(7) Roman boyunca en ayrıntılı işlenen mekân Ak Topraklar olmuştur. Bunun nedeni; Ak Topraklar’ın özlenen ve yurt edinmek üzere seçilmiş mekân olarak tasavvur edilmesi düşünülebilir. Dış mekânların yanı sıra iç mekânlar da ayrıntısız olarak anlatılır. Bir romanda mekânın muhakkak ki gerçek olması beklenemez. Vak’anın meydana geleceği zemin idealize edilerek de anlatılabilir. Ak Topraklar’da kahramanların yarattığı itibarî mekânlar söz konusudur. Sonuç olarak; yazar mekânı olayların meydana geldiği bir sahne olmanın ötesinde tarihsel ve sosyal bir olgu olarak eserine yerleştirmiştir. Hakim bakış açısı ile tasvirî anlatıma girmeden vak ’aya bir zemin çizilmiştir. d) Zaman Romanda tarihîlikle kurgusallık iç içedir. Eserde olay zamanı, Büyük Selçuklu Devleti’nin Tuğrul ve Çağrı Beyler dönemlerinden itibaren Alp Arslan’ın Malazgirt’i fethine kadar geçen uzun zaman dilimini kapsar. Bu zaman diliminde önemli tarihi hâdiselerden bahsedilir. Romanda zaman 1069 ve 1071 yılları arasındadır. İkinci bölüm dışında olay örgüsünün düzenlenişi kronolojik bir yapı arz etmektedir. Vak’a zamanından yaklaşık dokuz asır sonra yazılan romanda, vak’a zamanı ile anlatma zamanı arasında uzun bir süre geçmiştir. Ancak zaman unsurunu olay örgüsüyle bütünleştirmeyi başaran Işınsu’nun tarihi perspektif içinde hem geçmişi hem de hali iyi gözlemlediği muhakkaktır. Yazarın eserlerinde hangi zaman dilimini tarih olarak değerlendirdiği konusunda zaman sınırını çizmek olanak dışıdır. Bu husus da bir açıklamada bulunan Sadık Kemal Tural’a göre; Yazarı tarafından gözlemlenmemiş bir devri, tarihi hakikatlere sadık kalarak anlatan romanlara tarihî roman adı verilir.(8) Bir romanda anlatılan vak’anın kendi tarihi ve içinde yer aldığı bir zaman dilimi vardır. Roman okuyucusu uzun bir zaman şeridi içinde hareket eder. O romanı okuduğu zaman da bu zamanın sınırları içindedir. Romanın okunuş tarihi ile romandaki olayların olduğu tarih birbirinden farklı olabilirler. Tarihî romanlarda olduğu gibi, bu fark epeyce çok ise okuyucunun romandaki geçmiş zamana girebilmesi ve onun ruhunu anlayabilmesi için hayal gücünü zorlaması gerekebilir… Tarihî bir olayı konu edinen bir romanı okurken karşılaştığımız güçlük, daha da fazladır, çünkü böyle bir roman, hem niyeti hem de etkisi bakımından iki kat tarihi olmuştur.(9) Bu açıdan değerlendirildiğinde, zaman unsuru açısından Ak Topraklar tarihî roman özelliklerini taşımaktadır. Romanın ilk bölümü, Bayındır’ın beş oğlunun en küçüğü olan Yağmur’un tanıtımıyla başlar. İkinci bölümde içinde bulunulan zamandan geriye dönüşler yapılarak 1025’li yıllara kadar inilir. Bu tarihlere Bayındır’ın geçmişi vasıtasıyla dönülür: Bu bölümden itibaren olay örgüsünün tarihi zamanla iç içe kurulmuş olduğunu görüyoruz. Büyük Selçuklu Hükümeti ile Gazne devleti arasında süren savaşlar (1038), Selçukluların Gazneliler karşısında uğradığı yenilgi ve geri çekilmeleri (1039), Dandanakan Savaşı (1040), Çağrı Bey’in Herat’ı Kuşatması (1043), Tuğrul Bey’in ak topraklara doğru sefere çıkması (1054), El-Basan’ın isyanı (1067), Afşin Bey’in ak topraklarda kazandığı zaferler (1069), Roman Diyojen komutasındaki Bizans ordusunun ak topraklara doğru ilerleyişi ve Alp Arslan’ın Malazgirt’i fethi (1071) gibi hâdiseler romanın tarihiliğini güçlendirmektedir. Romanda tarihî zamanla olay örgüsü bir bütün halinde izlenir. Bayındır’ın çocukluğundan itibaren gösterdiği kahramanlıklar, Selcen’e âşık olup evlenmesi, yiğit beş oğula sahip olması, oğullarından üçünün savaşlarda şehit düşmesi, Bayındır’ın savaşlarda üstlendiği görevler, Bizans’a gidip imparatorun sarayına kadar girmesi, orada uyguladığı taktiklerde başarıyı yakalaması ve zaferlerin kazanılmasındaki gayreti kronolojik bir yapıda olay örgüsüne yerleştirilmiştir. Anlatıcı geçmiş ve halin yanında romanın son sahifelerinde ön zaman(10) tekniğini kullanarak ileriye dönük zamandan da haber verir; Sonuç itibariyle, romanda zamanın kendini kuvvetle hissettiren geçişi, yeri geldikçe kullanılan geriye 144 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E ve ileriye dönüş teknikleri, kronolojik bir yapı arz eden tarihî hâdiselerin anlatımında etkili olmuştur. 2) BAYRAM Işınsu’nun şimdilik son eseri olan Bayram tarihîbiyografik bir romandır. Tasavvufa olan ilgisini hiç kaybetmeyen Işınsu, yaşı ilerledikçe Yunus’u ve diğer mutasavvıfları yazma isteğiyle dolup taşar. Bu hususta şüphesiz ; … Anadolu Türk devlet ve medeniyetlerini kuranlar sadece gaziler değildir. Mevlana, Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre gibi bütün insanlığı sevgi ile kucaklayan ve birleştiren velilerin de bunda büyük rolü vardır(11) düşüncesinden ilham alır. Hacı Bayram Veli’nin yaşam öyküsü ile düşünce dünyasının anlatıldığı roman, o devir Osmanlı tarihinden sunulan bilgilerle zenginleştirilir. Bayram’ı yazmaktaki amacının; kültürel değerlerimizden yoksun olarak yetişen bugünün gençlerinin tasavvufî bilgileri anlayıp yorumlamalarını sağlayabilmek olduğunu dile getiren Işınsu, bundan hareketle sade bir dil ile yalın bir anlatımı seçer. Eser, romanın başkahramanı Hacı Bayram Veli’nin doğumundan önce yaşanan bir menkıbenin anlatımıyla başlar, ölümünden sonra yaşanan bir menkıbenin anlatımıyla da son bulur. Bunun yanı sıra, roman numaralandırılmış dokuz ayrı bölümden oluşur. Tarihî bilgiler, bu bölümlerin içerisine özenle yerleştirilir. a) Vak’a Roman, başkahraman Numan’ın dünyaya geliş macerasının Bir Menkıbe başlığı altında anlatılmasıyla başlar. 1353’ün yaz günlerinin birinde Ankara’nın Solfasol köyünde Oğuz Türklerinin Bayat kolundan olan Koyunluca Ahmet, doğacak çocuğu için gün sayarken eşi Nazlı’yı birden bire karşısında görünce şaşırır. Nazlı heyecanlı bir biçimde başına gelenleri anlatmaya başlar. Açca deresine çamaşır yıkamaya gittiğinde karşısına iki yabancı adam çıkınca, elindeki sopaya sıkıca sarılıp kendini korumaya çalışırken, karnından dokunmayın ona, o bir veli anasıdır (s. 9) diye bir ses duyulduğunu anlatır. Adamlar bu sesi duyar duymaz atlarına atlayıp yok olurken Nazlı da o heyecanla eşinin yanına gelir.Bu olayın ardından karı koca doğacak çocukları için heyecana kapılırlar. Koyunluca Ahmet eşinin başına gelen bu olaydan sonra bir veli anası olacak eşine karşı derin bir saygı duymaya başlar. Romanda olayın akışı devam ederken, zaman zaman yazarın verdiği tarihî bilgiler dikkat çeker. Hayatının son demlerini sohbetlerle gezerek geçiren Hacı Bayram Veli, yetmiş altı yaşlarındayken ölür. Ölürken son sözleri Allah’ı zikretmek olur. Roman onun ölümüyle ilgili sunulan bir menkıbe ile biterken, bu velinin yaşamı ve felsefesi ortaya konur. — Diğer şahıslar Biyografik bir roman örneği olan Bayram’da Hacı Bayram Veli’nin hayatı anlatılırken romanda yer alan diğer kahramanlar, Numan’ın yaşamını açıklamakta ciddî fonksiyon taşırlar. Bu nedenle yakın arkadaşı Bekir’e, Ahî ereni İzzettin Baba’ya, Meczup Ali’ye, Şeyh Hamid’e ve diğer şahıslara müracaat edilir. Bu kahramanlar, romanda bir nevi formdan başka bir şeyi teşkil etmezler. Roman boyunca kahramanların çoğu gerçek kimlikleri ile vak’ada yer alırlar. Romanın başkişisi Numan’ın hayat hikâyesi, tasavvuf tarihi kaynaklarına uygun olarak sunulur. Onun hayat macerası sunulurken belirtilen tarihler, gerçeğe uygun düşürülmüştür. Işınsu, burada sadece yaratıcı muhayyilesine başvurmamış; geçerli tarih ve tasavvuf kaynaklarıyla bir hayli meşgul olmuştur. Bunu da eserinin ön sözünde belirtmiştir.(12) Eserinde tarihi bir fon olarak işleyen Işınsu, Osmanlı tarihinin gerçek kahramanlarından da söz eder. Ancak olayların gidişatında sadece isim olarak geçen kahramanlar ayrıntılı işlenmez. Kuru tarih bilgilerinin aralara serpiştirilen kısımlarında çoğu kahraman sadece isim olarak yer alır. Romanda kahramanlar -özellikle de tarihî kahramanlar- zaman ve mekânla bütünleştirilerek verilir. Özellikle romanda tasavvuf ehlileri medrese ve tekkelerle bütünleşmiş konumdadır. Mekân ve zamanın hızla değişmesine karşılık romanda kahramanların değişimi uzun zaman alır, ya da çoğunda herhangi bir değişim gözlenmez. Olayların akışında başkahraman Numan ve ona eşlik eden kahramanlar mevcuttur. Romanın daha ilk sayfalarında Numan’ın anne ve babası ile karşılaşırız. Oğuz Türklerinin Bayat kolundan olan Koyunluca Ahmet ve eşi Nazlı doğacak çocukları için heyecan yaşarlar. Günlerden sonra dünyaya gelen Numan’ın bir veli olacağını işaret eden olaylar onlara heyecan verir. Yaramaz bir bebek olan Numan’a hoşgörüyle yaklaşırlar. Hacıya hocaya pek inanamayan Koyunluca Ahmet, oğlunu okumaya gelenleri hoş karşılamaz. Beş vakit namazını kılıp orucunu bırakmasa da okumanın tesirli olacağına inanmaz. Eşi Nazlı ise, onun aksine daha inançlıdır. Numan’ın doğumunun kırkıncı günü ona hayır 145 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E dualarını iletmek için gelen köyün Ahi Şeyhi İzzettin Baba, bu çocuğun yaradılışındaki sırrı keşfedebileceğini sanıyordu, o, bir veli olarak doğmuştu. (s. 30) Numan daha doğmadan önce Meczup Ali, vecd halinden çıktıktan sonra İzzettin Efendi’yi ziyaret edip köyde yakın zamanda doğacak çocuğun veli olacağını, bunun kendisine bildirildiğini, çocuğa göz kulak olması gerektiğini anlatır. Bir Ahi ereni olan İzzettin Efendi de Numan’ın eğitim ve öğretimiyle yakından ilgilenirken çocuğun neredeyse tüm sorumluluğunu üzerine alır. Yedi yaşında hafız olan Numan’a Arapça öğretir. Zaman zaman “-Ah oğlum ben de bir veliyi okutacak ilim nerede, ne kadar noksanlı bir insanım, böyle yüksek bir çocuğa ben ne yapabilirim?” (s. 31) diyecek kadar alçak gönüllüdür. Numan, Kara Medrese’ye başladığı vakit, Bekir’le tanışır. Orada danişment olan Bekir’in işlerine yardım etmekle görevlendirilir. Bu medrese âdetlerindendir. Bekir, bilgisinden emin, Numan’a biraz yüksekten bakan, ince, esmer, kara bıyıklı, sevimli bir gençti, Numan’ı karşısına oturtup yapacağı işleri tek tek anlattı, bilhassa çamaşırların temiz yıkanmasına çok önem veriyordu… (s. 66) Bekir ile Numan’ın arkadaşlığı gün geçtikçe sağlamlaşır. Her ikisi de gönüllerini verdikleri sevgiliye ulaşamazlar. Numan’ı kendine lâyık bulmayan Gülçiçek kendisinden yaşça büyük bir adamla evlenirken, Bekir de bir zamanlar sevdiği kıza ailesi yüzünden kavuşamaz. Işınsu, eserinde tarihsel olayları değil, bu olayların insanlar üzerindeki etkilerini ve izlenimlerini sunarak romanını oluşturur. c) Mekân Romanda olaylar Solfasol köyü, Ankara civarı ve Kayseri dolaylarında geçer. Bu arada kısmen Bursa ve Kutsal Topraklar’dan söz edilir. Solfasol köyü, Ankara ve Kayseri civarı, Numan’ın hayatının üç dönemini de özetler gibidir. Ankara, Numan’ın yeni bir yola girmesine öncülük eden bir mekândır. Ayrıntılı olarak tasvir edilmez. Biz Ankara’yı sadece medreseleri, Numan’ın amcasının evi ve ileride oturacağı kendi eviyle tanırız. Numan’la Bekir üç aylık gezileri boyunca pek çok yer gezerler, halkla haşır neşir olurlar. Zaman zaman Karaman Beyliği’ne ait köylere, kasabalara da rastlarlar. Tarihî romanlarımızda her biri tarihe mal olmuş, kimisi hâlâ ayakta kalan bazı değişik tarihî mekânların yer aldıklarını gözlemleriz. Roman boyunca 1340’lardan 1430’lara kadar Osmanlının geçirdiği tarihî devir kronolojik olarak takip edilirken ele geçirilen ya da elden çıkan, uğrunda savaşılarak kan dökülen tarihi mekânların bir kısmı sadece isim olarak tarihî bilgiler arasında gözümüze çarpar. Bağımsızlığımız açısından önemli olan Balkanlar, Rumeli ve İstanbul’da tarih boyunca gözü olan devletlerle çarpışan Türklerin tarihi, romanlarda ölümsüzleştirilerek farklı bir anlama bürünmüştür. Kayseri, onun Numanlık’tan Bayram’lığa geçiş yeridir. Hamidüddin Aksarayî (Somuncu Baba) tarafından Şeyh Şucaeddin vasıtasıyla Kayseri’ye davet edilen Bayram, burada Şeyhi’nin bazı kerametlerini görerek ona intisap eder ve hakikat ilmine adım atar. Şeyh Hamit’i mübarek Hacılar Bayramı’nın arifesinde ziyaret ettiği o günden sonra da Hacı Bayram diye çağrılır. Orada o da bütün mürit adaylarının yaptığı şeylerle işe başlar. Hacı Bayram bir süre sonra Şeyh Hamit Efendi ile Bursa’ya doğru yol alır. Hamit Efendi bir gece Şeyh Sadreddin Erdebilî Hazretleri’ni rüyasında gördüğünü Bayram’a anlatır: Bursa’dan sonra kendisine tasavvuf yolunda örnek olan şeyhi Hamid Efendi ile birlikte Şam, Mekke ve Medine’ye doğru yol alırlar. Yol boyunca şeyhinin yanında olmaktan mutluluk duyan Hacı Bayram, Şam hakkında bilgiler verir. Burada yazarın amacı mekânı ayrıntılı tanıtmak olmalıdır. Kutsal Topraklar’ı şeyhiyle ziyaret eden Bayram’ın kaç yıllık isteği gerçek olur. İlk kez on yaşındayken (s. 295) hacca gitme arzusunu duyan Bayram heyecanını zor bastırır. Mekkeli günler bir rüya gibi geçer. Üç yıl süren ziyaretin ardından Aksaray’a yerleşirler. Şeyhi’nin vefatından sonra Hacı Bayram, Ankara’ya geri dönerek kalenin dışında Romalılardan kalma, sonra Bizanslıların kilise yaptıkları eski mabet Augustus Tapınağı’na hemen bitişik arsayı alarak tekke inşaatını başlatır: Romanda mekân kahramanların, özellik de Numan’ın, değişimine eşlik etmiştir. Mekânın niteliği değiştikçe kahramanın değişimi de izlenmektedir. Aslında değişen mekân değil; kahramanın ta kendisidir. Tanıtım amaçlı ve insan-mekân ilişkisi kurularak sunulan mekânlar tarihîliğini de koruyarak romanda ölümsüz kılınmıştır. d) Zaman Bayram, ilk bakışta sıradan bir tarihî roman izlenimi veriyor. Sıradan bir kurgu, basit bir anlatım tarzı… Ancak biraz daha dikkatle incelendiğinde kurgunun 146 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E epeyce sağlam bir tarih bilgisine dayandırıldığı gözlenmektedir. Özellikle romanda zamanın kurgulanması, tarihî bilgilerin derlenmesiyle gerçekleşir. Romanda tarihîlikle kurgusallık iç içedir. Vak’a 1353’lü yılların yaz aylarında başlar: Olaylar Numan’ın dünyaya gelmesi ile kronolojik olarak takip edilir. Romanda Numan’ın dünyaya gelmesiyle başlayan büyüme macerası ile Osmanlı devletinin tarihî macerası paralel olarak işlenir. Numan’ın büyüme macerası kronolojik ifadelerle ve gerçek doğum tarihine paralel olarak anlatılır. Ayrıca asıl adının Numan olduğu, Ankara yakınlarındaki Solfasol (Zülfadl) köyünden Koyunluca Ahmet’in oğlu olduğu, kuvvetli bir medrese tahsilinden geçtiği tasavvufî kaynaklarda da geçmektedir.(13) Bu bilgilerin romandakilerle örtüştüğünü belirtmeliyiz. Numan’ın yaşam macerası gerçek tarihlere uygun olarak sunulurken (1353–1430) zamanın Numan üzerindeki etkisi açıkça izlenir. Zaman içinde büyük değişiklikler geçiren Numan’ı üç aşamada değerlendirebiliriz: Çocuk Numan, Medrese tahsili görmüş Numan ve Hacı Bayram. Zamanın onun üzerinde olgunlaştırıcı bir etkisi olduğu gerçektir. Yaşam macerası kronolojik olarak takip edilirken geriye dönüşler yaşanmaz. Numan’ın hayat macerası sunulurken, Osmanlı devletinin 1340’ladan 1430’lu yıllara kadarki devri, tarihî seyir halinde izlenir. Bu esnada tarih, romanı zenginleştiren bir süs olarak arka fonda kullanılır. Osmanlı tarihi ara kısımlarda kronolojik olarak takip edilirken, tarihî olaylar ile romanın kahramanları asında bağlantılar kurularak bütünlük sağlanmaya çalışılmıştır. Roman boyunca da kitabî tarih bilgilerinin sunumu devam eder: Ak Topraklar dışında, tarihî, romanlarında bir fon olarak kullandığını ifade eden Işınsu(14), Bayram’da da aynı şeyi yapar. 3) BUKAĞI Kültür tarihimizin en önemli merhalesini teşkil eden alanlardan biri de tasavvuftur. Türk edebiyatı içinde halkın ortak dilini, duygu ve düşüncelerini, dinî inancını esas alarak birleştirici ve bütünleştirici rol oynayan tasavvuf anlayışı Işınsu’nun eserlerinde amacına uygun bir şekilde işlenir. Işınsu, tarihi, bir fon olarak kullanıp millî birlik adına vermek istediği tasavvufî mesajları özellikle gençlerin anlayabileceği bir anlatım tarzı içerisinde Bukağı adlı eserinde işler. Son dönem romanlarında büyük mutasavvıfların hayatını ve öğretilerini ele alan Işınsu, aslında bu ko- nunun hep ilgisini çektiğini kendisinin de tam bir Yunus hayranı olduğunu ifade etmişlerdir.(15) Işınsu, daha romanı basılmadan yaptığı bir röportajda kitabın ismini nasıl seçtiğini açıkça ifade eder. … Niyâzî Mısrî, XVII. yüzyılda yaşamış büyük bir mutasavvıf, büyük bir şair ve Yunus takipçisi. Onun hayatını anlatırken kendi ifadelerini çok kullandım… Makalelerinden faydalandım. Onun için tasavvuf dolu bir roman oldu. Biliyorsun, Bukağı demir halka demek.. Niyâzî Mısrî’nin devletle arası açılıyor ve ayağına bukağı, demir halka takılarak üç kere sürgüne gönderiliyor. Onun için Bukağı. Aslında romanın adını O sevgili, Niyâzî Mısrî ve Bukağı olarak düşünmüştüm. “O sevgili” derken Allah’ı kastediyordum ve Allah’ı kastettiğim kelimenin kitabın kapağında bulunmasından çok hoşlanacaktım. Fakat her kime söyledimse eşim dâhil herkes kitabın ismini çok uzun buldular ve sonunda yalnızca Bukağı oldu. (16) Bu eseri yazarken ve Mısrî hakkında çalışırken, başka konularla ilgilenemeyen Işınsu, devamlı içinden gelen bir sesin ona kalk yaz dediğini, sanki Niyâzî Mısrî’nin başına dikilip onu yazması için zorladığını hissetmiş, bu tedirginlikle eserini tamamlamıştır.(17) Malatyalı Mutasavvıf Niyâzî Mısrî’nin hayat öyküsü, tasavvufî bilgiler eşliğinde sade bir dil ile anlatıma kavuşur. Tarihi, arka fon olarak kullanıldığı sahneler, uzun bir araştırmanın ve okumanın ürünü olarak kurulmuştur. Eser, Başlarken adlı bölüm dışında numaralandırılmış on üç bölümden ibarettir. Bu bölümler ayrılırken Niyâzî Mısrî’nin kabına sığmayıp şeyhini arama macerası esas alınmış olmalıdır ki, hemen her bölümün daha ilk cümleleri yollara düşen Niyâzî Mısrî’den haber vermekle başlar. a) Vak’a Roman, Niyâzî Mısrî’nin Limni’deki türbesini ziyarete giden iki kişinin yol boyunca yaptıkları sohbetlerin Başlarken adlı bölümde sunulmasıyla başlar. Birbirini tanımayan bu adamların her ikisi de Niyâzî Mısrî’yi niçin ziyaret edeceklerini anlatmaya başlarlar. Yazar, daha romanın ilk sayfalarında Niyâzî Mısrî’yi anlamanın da, anlatmanın da zor olduğunu yaşlı adamın ağzından rivayet eder.(18) İlk bölüm Niyâzî Mısrî’nin doğum tarihine denk gelen 1618 yıllarındaki Osmanlı’nın tarihsel döneminin anlatımıyla başlar. Limni’de ölmeden önce son günlerini küçük bir odada, yemeden içmeden kesilerek geçiren ve bu halde son eseri İrfan Sofraları’nı tamamlayan Niyâzî 147 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Mısrî, 16 Mart 1694’te vefât eder. b) Şahıs Kadrosu Tarih konulu edebiyatla tarihî icraatta bulunan, ondan etkilenen ve onun görgü şahidi olan gerçek veya hayalî kişiler bir psikoloji dâhilinde sunulur.(19) Eserlerinde psikolojik durumları önemseyen Işınsu da zaman zaman seçtiği roman kahramanlarının varlık özelliklerini sanat eserinin gerçekliğinde kendi dünyasında tamamlamaya çalışır. Tarihî-biyografik bir roman örneği olan Bukağı’da XVII. yüzyılın büyük mutasavvıflarından Niyâzî Mırsrî’nin hayatı ve öğretileri, arka planda kalan Osmanlı tarihi ile dile getirilir. Romanın başkahramanı Niyâzî Mısrî’dir. Yazar, arka plandaki toplumsal tarihsel gerçekliği Mısrî aracılığıyla yansıtmaya çalışır. Yazar, romandaki ikinci dereceden önemli kişilikleri, Mısrî’ye yaklaştırarak, okuyucunun başkahramanı daha iyi tanıyabilmesini sağlar. Burada okuyucu Mısrî’yi, onun düşünce yapısını ve tarihsel işlevini diğer kişiliklerin bakış açısından öğrenir. — Diğer şahıslar Romanda Mısrî’nin yakın arkadaşı Kasım, onun hayatını ve düşünce yapısını açıklamakta başvurulacak ilk şahıstır. Kasım, sarayda hekimbaşı olarak çalışan Mehmet Zihni Efendi ile eşi Mihriban Hanım’ın ilk çocuğudur. Roman boyunca olayların akışına bağlı olarak Mehmet ve Kasım’ın kardeşlerinden de söz edilir. Mehmet’in kardeşi Ahmet, Mehmet’e tezat özelliklerle çizilir. Mısrî, Ahmet’i bir türlü benimseyemez. Ahmet’in babasıyla olan yakınlığı, Mehmet’i bu ilişkide hep geri plana iter. Onun baba sevgisini Koca Derviş’te, kardeş sıcaklığını da Kasım’da hissettiğini anlayabilmekteyiz. Kardeşi Ahmet’le belki de ilk kez babalarını kaybettikleri gün sıkıca sarılırlar. Kasım’ın kız kardeşi Melekşan ise, romanda Mehmet’in ona duyduğu aşk ile ön plana çıkar. Ağabeyi gibi sarışın ve mavi gözlü, bir taş bebek gibi güzel olan bu kız (s. 14) Mehmet’in gönlüne düşer. Mehmet, yakın arkadaşının kardeşi olduğu için bu duygusunu kimseyle paylaşamaz. Kasım’dan gelen mektuplarda kızın pek çok talibi olduğunu, ancak hepsini geri çevirdiğini öğrendiğinde içi huzurla dolar. Ancak Melekşan günün birinde birisiyle evlenir. Aradığı mutluluğu bulamayarak kısa bir süre sonra eşinden ayrılan Melekşan, artık Mehmet için sadece bir dost olarak hatırda kalır. İstanbul’a gittiğinde Melekşan’la sık sık bir araya gelip sohbet ederler. Melekşan zamanla bütün nefis mertebelerini aşıp manevî yolda hızla ilerler. Mehmet onu kendisine halife yapmak niyetini güderken, Melekşan bu sorumluluğu alamayacağını dile getirir. Mehmet, manevî yolda adım adım ilerlerken ders gördüğü ve bağlandığı şeyhlerin de hayatındaki öneminden bahsetmek gereklidir. Kasım’ın İstanbul’a gidişiyle birlikte, Malatya’da tek başına kalan Mehmet, Halvetî şeyhi olmaya karar vererek Şeyh Hüseyin Halvetî’nin elini öpüp onun yoluna gider. Halvetî dergâhında iki yıl huzurlu yaşar, ancak bir süre sonra gönlünü büyük bir Allah korkusu sarar ve yollara düşer. Daha çok ilim tahsil etmek amacıyla gittiği Diyarbakır’da Feyzullah Efendi ile tanışır. Feyzullah Efendi onu türlü zorluklardan geçirip imtihan eder. İçindeki şeyhini bulma arzusu ile yollara düşüp Mardin’de Abdürrezak Efendi’den Hâdis, Kelâm ve Arapça dersleri görür. Mehmet’in içindeki bir ses ona mutlaka bir şeyh eli öpeceğini söyler ki; zaman kaybetmeden yollara düşer. İstanbul’da ünü Kahire’ye kadar gelmiş olan Halvetî tekkesinin mürşidi Hasan Efendi ile tanışır. Uşak’ta Halvetî şeyhi Mehmet Efendi ile tanışır. Uşak’ta Şeyh Ümmî Sinan ile karşılaştıktan sonra, mürşidine kavuştuğuna, maddî yolların son bulduğuna inanır. Mehmet, mürşidinin yanında hem maddî hem manevî eğitim görür, onun sözünden dışarı çıkmaz, her türlü zorluğa boyun eğer. Ümmî Sinan’ın verdiği halvet cezalarına karşı çıkmaz, onun yanında olgunluğa erişir. Romanda tasavvuf felsefesiyle birlikte Osmanlı’nın XVII. yüzyılda içinde bulunduğu durum anlatılırken tarihî şahsiyetlere yer verilir. ...romanda Köprülü Mehmet Paşa’dan söz edilir. Mehmet Paşa, Osmanlı tarihinde sadrazam olmak için bazı şartlar öne koşan ilk kişidir. Bunlardan başka bazı kale komutanları, Mısrî’yi sürgüne götürmekle görevlendirilen Azbî Çavuş, Kırım Hanı Selim Giray Han, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ve III. Süleyman romanda tarihî şahsiyetler olarak yer alırlar. Romanda kadın kahramanlar ayrıntılı olarak işlenmez. İsimleri geçen kahramanlar arasında Melekşan ve Mısrî’nin Ali Dede’nin vasiyeti üzerine evlendiği Gülsüm, Kasım ve Mısrî’nin anneleri kurmaca kahraman olarak yer alırken, tarihteki entrikalarıyla bilinen Kösem Sultan ve Tarhan Sultan gerçek şahsiyet olarak bulunurlar. 148 c) Mekân Tarihî-biyografik bir roman olan Bukağı’da, F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E romanın tarihîliği, zaman ve mekân üzerinde kendini hissettirir. Romanın başkahramanı Niyâzi Mısrî’nin yaşamı ile Osmanlı tarihi arasında kurulan paralellik romanda tarihî mekânların da yer almasını sağlar. Romanda vak’a Malatya şehrinin merkezine bağlı, mesire yeri sayılabilecek güzellikte olan Aspozi mahallesinde, romanın başkahramanı Mehmet’in dünyaya gelişiyle başlar. (s.14) Aynı gün Mehmet’in hayatında önemli bir yere sahip olan arkadaşı Kasım da İstanbul’da dünyaya gelir. Mehmet, büyüdükçe içindeki arayışı artar ve bu arayış bir boşluğa dönüşür, ta ki öz şeyhini buluncaya kadar! Aradığı mürşidi rüyasında ilk kez Bursa’da görür. Bu nedenle, Bursa, onun yeni bir arayışa yönelmesine vesile olur. Uşak, artık maddî yolların, mürşit arama arzusunun ve araştırmasının bittiği noktayı teşkil eder. Orada Elmalılı Sinan Ümmî’yi gördüğü an işte, o! der. (s. 166) Hayatının son dönemi ise, Limni Adası’nda sürgünlerle geçer. Orada edebî istirahatına çekilir. Yolculuk esnasında iç mücadeleleri ile baş başa kalır, nefsiyle mücadele eder. Bu hâl onun hoşuna gider. İç mücadeleleri ile Mehmet, nihayet İskenderiye’ye gidecek bir gemiye biner, deniz yolculuğu başlar. Burada mekân olarak deniz dikkatimizi çekmektedir. Çünkü Işınsu’nun romanlarında deniz unsurunu yakalamak güçtür. İçinde deniz sevgisinin olmadığını, dalga sesinin başında uğultular meydana getirdiğini, sadece denize bakmakla yetindiğini dile getiren Işınsu(20) bu romanda denizi şöyle yorumlar: … Vahdet-i Vücutçular, her zerrede Allah’ın belirişini görüyorlar. Öyledir her halde fakat bu tecelli mutlak en fazla denizdedir diye düşünüyordu Mehmet… (s. 113) Antalya ise, mimarî yapısıyla tanıtılır: Bazı mekânlar özellikle tanıtım amaçlı, ansiklopedik bilgilerle tanıtılmıştır. Sonuç itibariyle mekânın tanıtım ve bilgi vermek amacıyla tasvir edildiği, bu tasvirlerin de fotoğrafik olduğunu belirtmeliyiz. 4 CUMHURİYET TÜRKÜSÜ Türk edebiyatında tarih-roman ilişkisini ele alan hemen hemen bütün çalışmaların üzerinde birleştiği bir konu da 80’li yıllardan sonra tarihî roman sayısında görülen artıştır…90’lı yıllarda daha da arttığı peş peşe yayımlanan tarihî romanlarda yönelinen tarihin büyük ölçüde Osmanlı tarihi olduğu vurgulanmıştır. Bu yöneliş sadece bir modayı izleme eğilimi olarak açıklanırken bazen de Osmanlı tarihi hakkında yapılan araştırmalarda görülen artışla açıklanmıştır. Aslında cumhuriyetin başlangıcından beri tarihî roman ve bu romanlarda Osmanlı tarihinin işlenişi söz konusudur. Ama bu romanlar toplum için yarar sağlamışlar, sağladıkları bu yararın gerekliliği ortadan kalkınca da unutulmuşlardır. Bize göre 90’lı yıllardan sonra yazılan tarihî romanları farklı kılan edebiyatın artık yalnızca toplumsal etki yaratmak değil, aynı zamanda estetik özerklik de yaratmak istemesidir…90’lı yılların romancısı söylediğinin tek gerçek olmadığını, eserinin bir kurmaca olduğunun sık sık altını çizer.(21) Işınsu’nun gerçek vesikaları bir fon olarak kullanıyorum dediği Cumhuriyet Türküsü’nde ise, Millî Mücadele heyecanı, kurmaca bir metnin arka plânında tüm gerçekliği ile yansıtılır. Yakın arkadaşı Umay Günay’ın teşvikiyle yazdığını söylediği eser, anlattığı devrin dil hususiyetlerini yansıttığından bugünün gençleri için ağır bir dili ifade etmektedir. İkinci cildini kaleme almayı düşünen yazarımız da eleştirileri göz ardı etmemiş olmalı ki, yazacağı eserde dili daha anlaşılır kullanacaklarını ifade etmişlerdir. (22) a) Vak’a Nazan ve Hikmet, Mutasarrıf Hacı Hüseyin Hüsnü Bey’in torunları ve Türkçü Selim Muhtar Bey’in kızlarıdır. Annelerini küçük yaşta kaybeden kardeşler, babaları Ankara’da görev yaptığından dedelerinin İstanbul’daki konağında yaşamaktadırlar. İstanbul işgal altındadır. İngiliz subayları halkın arasına karışmıştır. Nazan, arkadaşı Bedriye vasıtasıyla İngiliz subaylarından Yüzbaşı Douglas’la Lebon Pastahanesi’nde tanışır. Hikmet, bu duruma tepki gösterir. Bu şekilde davranan hanımların ve kızların ne kadar aşağılandığına çoğu kez tanık olmuştur. Bu nedenle sadece yabancı subayları evlerine kabul edip ağırlıyorlar diye Nazan’ı Bedriye ile görüşmekten de men eder. Eski Türkçülerden olduğu bilinen Abdülgalip Bey, Hüseyin Hüsnü Bey’i görmek için sık sık konağa uğrar. Hikmet, Abdülgalip Bey’den pek hoşlanmaz. Ona göre bu zât; lüzûmsuz, boş işlerle uğraşan, laubali bir adamdır. İttihatçılık, Paris, Jön Türk derken Meşrutiyet’in ilânının ardından memlekete dönmüş, Türk Yurdu cemiyetinin kurulmasında etkin rol oynamış olan Abdülgalip Bey’in konağa sık sık gelişinin asıl nedeni; Nazan’a olan ilgisidir. Babaları Selim Muhtar Bey’in olmadık ilgi gösterdiği bu adam ile Osmanlıcılık fikrini benimseyen Hüseyin Hüsnü Bey bir araya geldiklerinde aralarında küçük tartışmalar yaşanır: 149 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Selim Muhtar Bey, meclisin açıldığı sıralar Ankara’da bulunmaktadır. Kızlarını da Ankara’ya aldırmak istediğini kayınpederine gönderdiği mektupta dile getirir. Bu isteğe sinirlenen Hüseyin Hüsnü Bey, Abdülgalip Bey’in yanında sert tepki gösterirse de sonra bu tavrından utanır. Hüseyin Hüsnü Bey, damadını pek içten sevmez. Türkçü düşüncenin Osmanlıcılık fikrine nifak düşürdüğüne inanır. (s. 42) Osmanlı tebaaları içinde en kuvvetli unsurun Müslüman Türkler olduğunu idrak etse de (s. 39) damadının ateşli fikirleri karşısında Türkçülük hâdisesinden uzaklaşır. Hüseyin Hüsnü Bey, bu düşüncelere dalarken Abdülgalip Bey’in aklı Nazan’a takılır, izin isteyerek Bâb-ı Ali kahvesine Ankara havadislerini almaya gider. Orada Celalettin Hikmet Bey’le karşılaşıp memleketin içinde bulunduğu durumdan konuşurlar. Celalettin Hikmet’in yaşamı, Yusuf Akçuraoğlu’nun yaşamıyla özdeşleştirilir. (s. 68) Kurtuluş savaşı esnasında Türk halkının ve Türk askerinin içine düştüğü çıkmazdan kurtularak zafere erişmesinin ardındaki bilinmeyen hâdiseler üzerinde tartışılır. Hüseyin Hüsnü Bey, artık ömrünün son demlerini yaşadığını düşünüp torunlarını babalarının yanına, Ankara’ya, gönderme kararı alır ve bu kararı torunlarıyla paylaşır. Nazan, bu kararı bir vasiyet gibi algılayarak duygulanır. Yakın aile dostları Halide Nusret ile haberleşip Ankara yolculuğu için hazırlıklara başlarlar. Hep birlikte işgal altında olan İstanbul’dan bir an önce ayrılıp Ankara’ya sağ salim ulaşmak için dua ederler. O sıralar devletin kurtuluşu için ortaya atılan çözüm önerilerinden bazıları Amerikan ve İngiliz mandacılığı olur. Bu önerilere karşı çıkanlar ise, Ankara’ya geçerek Cumhuriyet için savaşırlar. Ankara yolculuğundan önce Abdülgalip ve Celalettin Hikmet, Hüseyin Hüsnü Bey ile torunlarını ziyarete gelirler. O gece Hikmet’in gönlü Celalettin Hikmet’e kayarken, Celalettin Hikmet ise Nazan’ı daha önce ilişki yaşadığı Claire’ye benzeterek beğenir. (s.125) Celalettin Hikmet sohbetinde uzun uzun eniştesi Mehmet Efendi’den söz açar. Bu zât, Nazan’da garip bir heyecan uyandırır. Celalettin Hikmet, Nazan ve Hikmet’i Ankara’da bulunan yaralı askerlere yardım etmeleri için oraya gitmeye ikna eder. Kızların babaları Selim Muhtar Bey de çalışmalarını orada devam ettirmektedir. Nazan ve Hikmet, orada en çok Mustafa Kemal ile tanışacaklarından heyecan duyarlar: Nazan’ı heyecanlandıran bir diğer isim de Şeyh Mehmet Efendi’dir: Ankara yolculuğu epey sıkıntılı geçer. Dedesi dikkat çekmemeleri için onlara üçüncü mevkiden bilet temin etmiştir. (s.197) Neticede Ankara’ya varırlar. Ankara’nın tam bir bütünlük içinde olmadığını anlayarak içinde bulundukları o an için cumhuriyetin şimdilik bir hasret türküsü olduğunu kavrarlar: Nazan, Ankara’ya gelir gelmez rüyasında gördüğü Şeyh Mehmet Efendi, eşi Sevginur ve Hala ile tanışır. Onlara rüyasından bahsederek heyecanını dile getiren Nazan, Mehmet Efendi’ye derin bir hisle bağlanır. Hikmet, Nazan’ın hislerine ve davranışlarına engel olmak ister. Günlerden sonra dedeleri Hüseyin Hüsnü Bey’in vefat ettiğini öğrenirler. Bu acı haber herkesi yıkar. İstanbul ve Ankara’da durum oldukça karışıktır. Millî mücadeleye inanan bir avuç insan, vatanın bütünlüğü için çırpınmaktadır. Mustafa Kemal, başkumandanlık yetkisi uzatılmadığı halde ordu komutanlığını bırakmayarak mecliste muhaliflere gereken cevabı verir. Çalışmaların yoğun olduğu sıralar, babaları Nazan ve Hikmet’i Mustafa Kemal ile tanıştırır. Kızlar, onun fizikî yapısından ve davranışlarından çok etkilenirler. Ankara, Nazan ve Hikmet’i davranış yönünden etkiler. Nazan, Mehmet Efendi’ye derin bir hissiyatla bağlanır. Kur’an okuyan, anlayışlı bir genç kız haline gelir. Hikmet’in İstanbul’daki sevecen, yol gösterici ve koruyucu tavırları Ankara’da bencil, kıskanç bir hâl alır. Hikmet, içten içe sevdiği Celalettin Hikmet’in Nazan’a olan ilgisini öğrendiğinde bu durum daha net şekilde hissedilir. İstanbul’da kalarak istihbarat işleriyle uğraşan Abdülgalip Bey, Ankara’ya haber ulaştıran Özbekler Tekkesi Şeyhi Ata Efendi’nin tevkif edildiğini katıldığı davette öğrendikten sonra, Yüzbaşı Douglas’ın hakaret edici tavırlarına dayanamayarak esas emellerinden söz açınca kendisine verilen gizli görev ortaya çıkar. Bu nedenle İstanbul’da daha fazla barınamayacağını anlayan Abdülgalip, Ankara’ya kaçma yollarını aramaktadır. Ancak bir gece ansızın ensesine dayanan bir silahla acımasızca öldürülür: Nazan ve Hikmet, Ankara’da Milli Mücadeleye destek veren Halide Edip ile de tanışırlar. Halide Edip, halktan cepheye kadar her kesimle irtibat kurup halkı bilinçlendirmek için çalışır. Haziran sonlarında Mustafa Kemal, taarruz hakkında karar verir. Yunan ordusu askerî donanım bakımından üstün olmasına rağmen, Türk ordusunun süvari sayısınca üstünlüğü ve zafer inancını taşıması Millî Mücadele taraftarlarına güç verir. Savaşın eşiğinde Celalettin Hikmet, Mehmet Efendi’den de aldığı şevkle Hikmet’e evlenme teklif 150 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E eder ve daha önce yaşadığı iç kargaşayı ona anlatır. Hikmet, Celalettin Hikmet’in bu teklifine Nazan’ı bir an için bile hatırlamadan başıyla olumlu cevap verir. (s. 423) Ancak içindeki şüpheden bir süre kurtulamaz. Bir müddet sonra Mehmet Efendi, şüphelerinin yersiz olduğuna onu inandıracaktır. Celalettin Hikmet’in orduya katılmasıyla ayrılık başlar. Ordunun içinde bulunduğu güç şartlara rağmen hazırlıklar tamamlanır, ordu batıya doğru hareket etmeye başlar. Mustafa Kemal, taarruzun yapılacağı tarihi ilân eder: Mustafa Kemal, son hazırlıkları gözden geçirir, birlikler Afyon Kocatepe’deki yerlerini alır, taarruza hazırlanırken zafer ümidi içlerine dolar. Roman taarruzun başlamasıyla son bulur: b) Şahıs Kadrosu Türk tarihinin Milli Mücadele gibi önemli bir evresinin işlendiği Cumhuriyet Türküsü, şahıs kadrosu yönünden bir hayli zengindir. Romanda daha çok fikir ve idealleriyle öne çıkan kahramanların fiziksel olarak tasvir edildiği metinlere de sıkça rastlıyoruz. Bir tip romancısı olan Işınsu’nun, romanda gerçek ya da hayalî kişileri bir psikoloji dâhilinde sunduğunu görüyoruz. Bu da kahramanların varlık özelliklerini, tarihin gerçekliğinden koparıp sanat eserinin gerçekliğine döndürür. Romanın başkahramanı Nazan’ın çevresinde yaşamış veya halen yaşamakta olan kahramanlarla karşı karşıya geliyoruz. Romanda en az Nazan kadar Hikmet’in de ön planda olduğunu söyleyebiliriz. Roman boyunca Türkiye Cumhuriyeti’ninbüyük kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Milli Mücadele’nin ateşli fikirlerini savunan Halide Edip, Yusuf Akçuraoğlu, Şükufe Nihal, Kırımlı İsmail Gaspıralı, Kızıl Elma mefkûresiyle Ziya Gökalp, Özbekler Tekkesi Şeyhi Ata Efendi gibi etken şahıslar, olayların akışında bazen faal, bazen de isimleriyle anılarak karşımıza çıkıyorlar. Işınsu’nun annesi Halide Nusret Hanımefendi, dedesi Avnullah Kâzımî Bey, hocası Hasan Burkay ve yakın arkadaşı Galib Erdem de tarihî şahsiyetler olarak romanda yer alıyorlar. Yazar, Cumhuriyet Türküsü’ndebu şahısları anarken; amacının romanını sahicikılmak olmadığını belirtip şöyle devam ediyor: … Sevgili Hasan Burkay, hocam olduktan sonra bütün romanlarımda geçti… bu benim müritlik borcumdur. Anacığım ise, İstanbul’da mütarekeyi yaşamış, bunun acısını pek kuvvetle hissetmiş, o yıllarda gelen baharlara bile tahammül edemeyip Git Bahar şiirini yazmış bir kadın ve ben Milli Mücadele’yi anlatırken, elbet ondan bahsetmek ihtiyacını duydum, buna da bir evlâtlık borcu diyelim. Dedem ise o devir fikir ve siya-set hayatının faal bir ismi, Sultan Abdülhamit devrinde ihtilale teşebbüsten yargılanmış, İttihat ve Terakki iktidarına muhalif cemiyet kurmaktan tekrar takibata uğramış, yüz bir seneye mahkûm olmuş, sonra Kerkük Mutasarrıflığı yapmış… Abdülgalip ise… Galip Erdem’le otuz beş seneye varan bir arkadaşlığımız vardır; yazılmakla tükenmeyecek, pek hoş ve renkli bir şahsiyet, bir romancı için zengin bir kaynak!... (23) Romanda ayrıca Nazan ve Hikmet’in dedeleri Hüseyin Hüsnü Bey ve babaları Selim Muhtar Bey, Celalettin Hikmet ve Mehmet Efendi’nin de etken konumda olduğunu belirtmeliyiz. Romanın silik diğer şahıslarından Mehmet Efendi’nin eşi ve Celalettin Hikmet’in kardeşi Sevginur, Hala, Nazan’la Hikmet’in çocukluklarından beri birlikte yaşadıkları Hüsniye Dadı ve Dilşad Kalfa, kızların küçükken ölen anneleri Nimet Hanım, İngiliz subaylarıyla araları iyi olan Bedriye ve Rezzan, vatan için savaşan Ayşe Çavuş ve kızı Zehra, Taşçızâde Hüseyin gibi kahramanlar da çoğu kez edilgen konumda isimleri geçenlerdir. İşgalle birlikte İstanbul’da varlıklarını hissettiren yabancı kuvvetlerden İngiliz ve Fransızların da bahsi sık sık geçer. İngiliz istihbaratında görevli Yüzbaşı Douglas, silah kaçırma işine yardım eder. Fransızlar, Bedriyeler’e Amerika’dan misafir gelen Mrs. Bell ve Mrs. Cook, Celalettin Hikmet’in Nazan’a benzettiği Fransız Claire romanda yer almaktadır. Kahramanlarına gönlünden ve aklından bir şeyler kattığını ifade eden yazar, sadece başkahramana değil, her bir karaktere ayrı ayrı yaklaşır. Okuyucularının onu bu roman içinde en çok Nazan’da bulmasına şaşıran Işınsu(24), hangi kahramanla tamamen bütünleştiğini de sezgisel gücümüze bırakmaktadır. Romanda delişmen karakter(25) olarak tanıtılan Nazan’ın zaman içinde iyiye doğru yönelip mutluluğu yakalaması ve bu arayışın Milli Mücadele’nin arka planında sunumu oldukça başarılı işlenmiştir. HİKMET Romanın diğer önemli kişisi Hikmet’in fiziksel görünümü ile ilgili yapılan tasvirler çok sınırlı kalmıştır. Yapılan tasvirlerin de adeta onun mizacını ortaya çıkarmak için yapıldığını ifade etmeliyiz. Bu tasvirlerde dikkati çeken en önemli husus Hikmet’in gözleridir: Romanda Hikmet ismiyle, bu şahsın özelliklerinin örtüştüğünü de ifade etmeliyiz. Hikmet’in sözlük anlamı olan hâkimlik(26) ifadesi bu kahraman karakteriyle doğrudan doğruya bütünleşmektedir. 151 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E ABDÜLGALİP BEY Işınsu, romandaki gerçek şahsiyetlerden biri olan Abdülgalib Bey’i çizerken, yakın arkadaşı Galib Erdem’den esinlenir. Onun pek hoş ve renkli bir şahsiyet olduğunu, bir romancı için de zengin bir kaynak olabileceğini ifade etmişlerdir.(27) Romanda Türk ocağının faal üyelerinden biri olan Abdülgalip Bey, fizikî olarak pek ayrıntılı tanıtılmamıştır: Abdülgalip’in bu fevri davranışı canına mal olur. Bir gece ensesine dayanan bir kurşunla öldürülür ve cinayetin faili kayıplara karışır. CELALETTİN HİKMET BEY Romanda bir dava adamı olarak karşımıza çıkan Celalettin Hikmet, aynı zamanda iyi bir askerdir. Fizikî olarak kara gözleriyle öne çıkarılan kahramanın görünüşüyle ilgili pek ayrıntıya inilmemiştir: ... Celalettin Hikmet, yeni kurulacak Türk devleti hakkında da hayâller kurarken, belki de hiç bel bağlamadığı Osmanlıdan umudunu kesmiştir: Ayrıca romanda bir derviş olarak tanıtılan Mehmet Efendi’nin eniştesi olarak ismi sık sık geçse de o, İslamiyet’ten çok Türkçü kimliğiyle ön plana çıkar. HÜSEYİN HÜSNÜ BEY Eski mutasarrıf Hüseyin Hüsnü Bey, romanda fizikî ve ruhsal olarak tam bir Osmanlı beyefendisi gibi tanıtılır: SELİM MUHTAR BEY Nazan ve Hikmet’in babası, Hüseyin Hüsnü Bey’in damadıdır. Kayınpederinin Osmanlıcılık fikrine karşılık ateşli Türkçülük fikirlerini benimseyen Selim Muhtar Bey, Ankara’da yeni kurulacak devlet için çalışmaktadır. Fizikî olarak Hüseyin Hüsnü Bey’in düşüncelerinden tanıdığımız Selim Muhtar Bey, görünüş açısından kara kuru bir Anadolu genci olarak tasvir edilir: Yıllar sonra bu gencin kilo alıp saçlarının iyice döküldüğünü, alnından itibaren tepesinin iyice açıldığını kızı Nazan’ın tasvirlerinden öğreniyoruz. (s. 202) Selim Muhtar Bey Ankara’da Mustafa Kemal’in yanında görev alırken kızlarını kayınpederinin yanında bırakır. Ancak İstanbul’da işler karışınca onları da yanına aldırır ve Hikmet’e üstlenebileceği sorumluluklar verir. Cumhuriyet taraftarı Selim Muhtar Bey, saygılı, derviş mizaçlı, milletine karşı sorumluluğunu bilen, kendi hesabına hiçbir şey talep etmeyen ve bu özelliklerinden dolayı sevilen sayılan bir kişidir. Selim Muhtar Bey romanda gerek fizikî, gerekse Türkçü-Turancı fikirleriyle bize Ziya Gökalp’i anımsatmaktadır. MEHMET EFENDİ Işınsu’nun romanlarında bir simge, bir arayışın sembolü olan Mehmet’in derin bir yeri vardır. Romanda, Mehmet Efendi’nin iç güzelliği dış görünüşü ile bütünleşmiş durumdadır. Onunla ilgili sıralanan tasvirlerde gözleri ön plandadır: Mehmet Efendi bir derviştir. Şeyhi Bursalı Hasan Efendi’dir. Din adamı kimliğiyle geniş çevrelerde ismini duyurmuştur. Bu nedenle yatılı yatısız misafirleri çoktur. Onları evinde ağırlayan Mehmet Efendi, kalpleri aydınlatan, huzura erdiren bir nurdur. Mehmet Emin Yurdakul’a Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur (s. 127) manzumesini ilham ettiği söylenen Mehmet Efendi, kendisini Allah’ın karşısında kulluk şuurunu bulmaya ve bir insana bahşedilen şerefin idrakinde olmaya çalışan aciz bir kul olarak görür. (s. 235) Eline geçeni dostlarıyla paylaşan, sofrası, kesesi herkese açık olan Mehmet Efendi Peygamber Efendimiz’in güzel ahlakını örnek almıştır. Sözleri bir yemin olan efendi, yemin etmeyi hiç sevmez ve etmez. Romanda Nazan’ın kendini bulmasına, Celalettin Hikmet’in içinden geldiği gibi davranmasına, Hikmet’in şüphelerinden kurtulmasına ve eşi Sevginur’un olgunluğa erişmesine vesile olur. O, çoğu din adamının yaptığı gibi yobaz düşüncelere kendini kaptırmayarak dervişlik mertebesine ulaşmıştır. Bu derviş, Mustafa Kemal için de güzel şeyler düşünür: YÜZBAŞI DOUGLAS İngiliz istihbaratında görevli bir yüzbaşı olan Douglas, fizikî olarak şöyle tasvir edilir: Genellikle düzenlenen dâvetlerde istihbarat toplayan Douglas, her ortamı değerlendirir. Bedriyeler’in evindeki bir davete katılan Abdülgalip ve Celalettin Hikmet Beyler ile yakından ilgilenerek görevini yerine getirmeye çalışır. Romanda önemli görevlerde bulunan dava adamlarından biri Halide Edip Hanım’dır. Gerek fikirleriyle gerekse bizzat cephede savaşarak Türk kadınının mücadeleci kimliğini temsil eden bir yazardır. Tek davamızın Türkiye’nin hak ve istiklâlini korumak (s. 9) olduğu mesajını vermektedir. Nazan ve Hikmet’in yakın arkadaşlarından biri olan Halide Nusret de romandaki gerçek kahramanlardan biridir. 152 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Ayrıca romanda İngiliz istihbaratı için çalışan tarafların en büyük yardımcılarından biri olan Bedriye ve Rezzan; Türklük şuurundan uzaklaşarak Türklerin mücadelelerini küçümseyen bilinçsiz Türk kızlarıdır. c) Mekân Cumhuriyet Türküsü’nde vak’a iki önemli mekânlardan birisi İstanbul, diğeri Ankara’dır. İstanbul, işgal altındadır. Yazar, bu nedenle romanda dönemin havasına ve romanın içeriğine uygun olarak oldukça karamsar ve kötümser İstanbul tasvirleri yapmıştır. Bu şehirde sanki hiç olumlu, iyi ve güzel şey yoktur. İstanbul sefalet içindeyken, Beyoğlu zevk ve eğlence içindedir. Bunda, bu semtte yaşayan azınlıkların yanı sıra, işgal kuvvetlerinin yerleşim yeri olarak buraya seçmelerinin etkisi vardır. Bu iki mekân arasındaki çatışma, Balkan Harbi’nden sonra kendini hissettirir. Cepheden dönenlerin hali haraptır. Asıl İstanbul ve Beyoğlu arasındaki çatışma insan ilişkilerine de olumsuz bir şekilde yansır. Romanda vak’anın devam ettiği diğer mekân da Ankara’dır. Ankara; vatan, millet endişesi taşıyanların, müşterek bir davayı benimseyenlerin mekânıdır. Romanda Türkçüler Ankara’yı her yönüyle İstanbul’dan üstün görürken, İngiliz subaylarından Yüzbaşı Douglas, Ankara’yı macera arayanların merkezi olarak değerlendirir. Ankara, manevî değerlerinin yanı sıra görselliğiyle de tasvir edilmiştir: Romanda anlatıcının, bulunduğu ruh durumuna bağlı olarak mekânı algıladığı görülür. Mekândan yola çıkılarak kahramanların ruh durumlarını tespit edebilmekteyiz. Aşağıdaki metinde kahramanların umutları mekânla bir noktada bütünleşmiştir: Romanda zaman zaman mekân-insan arasında çeşitli ilişkiler kurulmuştur. Değişik mekân ve insan tasvirleri, kahramanın olaylara bakış açısını da netleştirmiştir. Sonuç olarak, romanda mekânın bilinçli bir işlevselliği söz konusudur. Kahramanların ruh halleriyle ilişkili olarak sunulan mekânlar romantik tasvir edilirken, yaşanan tarihî dönemin havasını da okuyucuya sunabilmektedir. Savaşların geçtiği alanlar sadece isim olarak geçerken Işınsu’nun da belirttiği gibi, onun romanlarındaki mekân; tarihî olaylar ve sosyal gerçeklerdir.(28) d)Zaman Tarihîlikle kurgusallığın iç içe olduğu romanda, yazar bilinen tarihî gerçeklere dayalı olarak derlediği malzemeyi hayal dünyasına taşır. Yazarın hemen her romanı uzun bir araştırma sürecinden geçer. Cumhuriyet Türküsü’nün ön araştırmasını yazar şöyle dile getirir: Cumhuriyet Türküsü’nün araştırması, iki yıl kadar sürdü ve yazarken de devam etti, pek çok kitap okudum…(29) Millî Mücadele’nin anlatıldığı romanda vak’a zamanı 1922, anlatma zamanı ise, 1993’lü yıllardır. Ancak yazar bu zaman dilimleriyle bütünleşerek, sanki o dönemi görmüş geçirmiş olmanın rahatlığı içinde tamamladığı eserinde tarihî bilincin oluşmasında önemli bir işlev üstlenmiştir. 1990’lı yıllarda Milli Mücadele romanı yazmasının sebebini yazar, şöyle açıklar: Romanda vak’a 1922’de yaklaşmakta olan bahar mevsiminin başlangıcına tekabül eden günlerin birinde başlıyor: Git Bahar adlı şiir Halide Nusret Zorlutuna’ya aittir. İşgal altındaki İstanbul’a bahar mevsimini yakıştıramayan şaire, Türk milletinin hislerine bu şiirle tercüman olmuştur. Romanda çoğu kez nesnel zamandan önceki zamanlarda yaşanmış olaylar hatırlanarak araya sokulmuştur: Roman kahramanları zaman zaman çağrışım veya hatırlamalarla geçmiş zamanlara dalar giderler. Yazar bu anları iç zaman (30) tekniği ile sunar: Milli Mücadele’nin yansıtıldığı romanda zaman, bizi adım adım sonuca götürür. 26 Ağustos 1922’ye kadar alınan kararların, yapılan hazırlıkların ve yaşananların önemli noktaları tarihleriyle beraber bildirilir: Romanda zaman hususunda dikkati çeken bir diğer unsur da zaman içinde kahramanların gösterdiği değişimlerdir. Romanın başkahramanı Nazan üzerinde zamanın olgunlaştırıcı etkisi açıkça gözlenmektedir. Romanın daha ilk sayfalarında karşımızda uçarı, çocuk ruhlu ve zaman zaman hareketlerini kontrol altına alamayan bir genç kız olarak çıkan Nazan, Mehmet Efendi’yi tanıyıp anladıktan sonra daha olgun bir kişilik sergilemeye başlar. Romanınbaşından sonuna kadar aynı çizgide ilerleyen Hikmet ise, olgun, sert ve kendinden emin mizacıyla roman daki yerini alır. Zaman içinde bir his karmaşası yaşayan Celalettin Hikmet de zamanla gerçek duygularını ortaya çıkarmayı başarır. Hüseyin Hüsnü Bey ve Osmanlının çöküşü arasında kurulan ilişkide zaman ikisini de bir sona doğru sürükler. Sonuç itibariyle zaman, mekân ve kahramanlar üzerindeki etkisini roman boyunca hissettirmeye devam eder. 153 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E DİL VE ÜSLÛP Bir anlatım ve iletişim aracı olan dil, bir romancının sahip olduğu en önemli varlıktır. Roman yazarı, dili sadece bir şeyleri nakletme amacı güderek kullanmaz. Çizdiği kurmaca dünyanın gerçekliğini dil ile ifade eder. Dilin sunduğu bu olanakları yerinde kullanmak pek de kolay bir iş değildir. Bu bağlamda, bir yazar ancak dil ustalığına ulaştıktan sonra romancı olabilir(31) görüşünün haklılığı ortaya çıkar. Söz konusu tarihî roman türü olunca, dil ustalığına erişmek bir kat daha güçleşmektedir. Dil ve üslûp meselesi edebî eserlerin en zor, en önemli kısmını meydana getirir.(32) Bu nedenle üzerinde ciddî bir şekilde durulması gerekir. Bunun farkında olan ve eserlerini uzun bir araştırma ile gözlem sürecinden sonra yazmaya başlayan Işınsu, kendi ifadesine göre yoğun bir şekilde geçerli kaynaklarla meşgul olup sık sık Osmanlı tarihçi ve kronikçilere başvurduğunu ifade etmişlerdir.(33) Her romanda ayrı üslûplar deneyen Işınsu, romantik yanı güçlü, duygu ve kırgınlıkları eserlerine sinmiş, millî ülküyü san’atına da üstün tutan, yurt meseleleri ve canlı politikayı romanlarına da yansıtan, millî san’ata susamış kitlelerin ilgiyle okudukları bir düşünce savaşı yapmakta olduğunusöyleyen bir sanatçıdır.(34) Işınsu, eserlerinde düşünce savaşı verirken özellikle üslûp açısından ihmal ettiği yönlerin de farkındadır. Bunu bir yazısında şöyle dile getirir: Evet, doğru düzgün cümle yapamam ben, kırık dökük cümle yaparım! Doğru düzgün’den kastim; yazı cümleleri. Hâlbuki benimkiler, romancı anlatırken dahi günlük konuşma cümleleridir. Yazar olduğumu aklıma dahî getirmeden, hissetmeden ve her türlü edebî süsten, oyundan, iç bayıltıcı tasvirlerden uzak, hani şöyle gerçek hayat gibi, yaşadığımız gibi… yazıvermek. Bu yüzden, kırık dökük!(35) Yazmayı yaşama sebebi olarak gören Işınsu, burada özellikle roman yazmaktan bahsettiğini dile getirir. (36) Çünkü onun bütün ilgisini, odak noktasını insan denen mahlûk meşgul etmektedir. Işınsu eserlerinde –özellikle konusunu tarihten alan romanlarında- açık ve canlı bir üslûbu tercih etmiştir. Eserlerinin dilini vak’anın geçtiği tarihî dönemlerin diline yaklaştırırken, romanın yazıldığı dönemin dil hususiyetlerini de göz önüne almaktadır. Bizce Işınsu’nun da kırık dökük olarak tanımladığı ifadeler sanatkârane olmadığı için tenkit almış olmalıdır. Zaman zaman sanatlı tasvirlerin yapıldığı uzun cümlelerin eksikliği önemli görülse bile Işınsu’nun dile olan hâkimiyeti ile kurgunun mükemmelliği kendisinin de çekinmeden ifade ettiği bu eksikliği okuyucuya hissettirmez. Türkçenin bugünkü durumundan ümitli olduğunu belirten yazar, son dönemde dilimize hâkim olan yabancı etkileri de eleştirmekten çekinmez: …Bu ara Türk Dil Kurumu’nun o yıkıcı tesir ortadan kalktı. Dilimizdeki, Türkçeyi bozan kelimeler çok azaldı. Bazıları hâlâ hükmünü sürüyor, ama azalmış olması hoşuma gidiyor. Yalnız TDK’nin aksanları kaldırması çok kötü oldu, çünkü bu sefer de telâffuz zorlukları ortaya çıktı… Maalesef İngilizce, Türkçenin yerini almaya başladı. O biraz beni kaygılandırıyor. Ama bu da bir modadır ve inşallah geçecektir. Çünkü bir zamanlar da Fransızca modası olmuş. Herkes Fransızca konuşuyormuş. Bilemiyorum o zamanlar dükkân tabelâları da Fransızca mıydı geçti çok şükür… Bunun da geçici olduğuna inanıyorum.(37) Işınsu hakkında genel bir değerlendirmenin ardından eserlerindeki dil ve üslûbu örneklerle gözden geçirmek yerinde olacaktır. Tarihsel romanda bir dil sorunu vardır. Romancı, roman kişilerini yaşadıkları dönemin diliyle mi konuşturacaktır yoksa günümüzün diliyle mi?... Romancı, konuşmaları, söz konusu dönemin saydığı söz ve anlatım biçimleriyle vererek dile getirdiği geçmişe sahicilik kazandırmaya çalışmaktadır.(38) Işınsu’nun farklı bir dil ve üslûpla yazdığı tarihî bir roman olan Ak Topraklar, (1971) vak’a zamanında yaklaşık dokuz asır sonra yazılmış olmasına rağmen, kullanılan dil bu uzun arayı başarıyla kapatır. Işınsu, romanında kullanmalık dili değil, yazınsal dili tercih ederek dile verdiği önemi ortaya koyar. Yazar, romanda Dede Korkut üslûbu dediğimiz şiire yakın ve coşkulu bir dili kullanırken zaman zaman doğrudan Dede Korkut’un söz varlığından istifade eder. Dede Korkut destanlarındaki tahkiyenin de realist unsurlarıyla modern tahkiyemizin işaret taşı sayılacağı muhakkaktır.(39) Söz başında kullanılan... At ayağı çabuk, anlatanın dili çevikdir deyip söyleyelim ki… (s. 13) ifadesi Dede Korkut kitabında at ayağı külük ozan dili çevük olur(40) şeklinde geçmektedir. …Leşkerin içinde ozanlar, ol yıldızlara dair kopuz çalıp, deyiş söylüyorlar… Şehit olup uçmağa varan arkadaşları alp yiğitler için ağıt yakıyorlar. Ezelden bu yana olup geleni, birkaç söz içre anlatıveriyorlar: Anlar dahi bu dünyadan geldi geçti Kervan gibi kondu göçtü. Anlar dahi ecel aldı, yer gizledi, Fani dünya yine kaldı (s. 130) 154 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Dede Korkut’ta geçen bazı halk inanışları da romanda yer almaktadır. Bunlardan biri Yom verme inancıdır. Muharrem Ergin’in Dede Korkut Kitabı’nda bu kelimeyi yöm şeklinde aldığı ve dua, hayır dua, uğur, fal olarak açıkladığı belirtilmiştir.(41) Sağlık ile devletin Hak artırsın Ol övdüğün yüce Tanrı dost olup medet etsin Yöm vereyim Sultanım, Karlı kara dağların yıkılmasın Gölgelice kaba ağacın kesilmesin Durmayıp akan görklü suyun kurumasın Kanatlarının uçları kırılmasın Koşar iken ak boz atın sendelemesin Dürtüşürken ala gönderin ufanmasın Hâk yandıran çırağın yanadursun. Kadir Tanrı seni namerde muhtaç eylemesin… (s. 130) Romanda geçen bazı kelimeler, ekler ve bağlaçlar bizi tarihî atmosfere götürmekte, vak’a zamanındaki kullanımları ile göze çarpmaktadır: Bir de, gönlü Selcen kıza aka gitmişti! Bu, yere basmadan yürüyende, servi boylu, iki kalın örgüsü topuklarına sarmaşan kız, Bayındır’ı görmezden geliyordu. Sankim obada böyle bir yiğit kişi yoktur, fark eylemez! Fakat belli bil; Bayındır her nereye varsa, Selcen kıza karşı gelir…(s. 12) Aya Sofya’nın ve dahi cümle kiliselerin çanları çaluban, halk birbiri üstüne yığınak olup, sokakları doldurdu… (s. 120) Yağmur, şol duaya katılırken, bütün vücudu titriyor, sanki canı kuş olup Tanrı’ya eriyor… (s. 130) Yağmur anlattı kim; o sokak sokak avara; geziyürüyüp, başın taşlara urduğu gece, meğer Yorgi ardındaymış, dönüşünü de anası bekleyeyazmış… (s. 146) Romanda o dönemde çokça kullanılan yahşi, nanca, kırış, öz, yaman, leşker gibi kelimelerin geçtiği görülür. Bu kelimelerden bazılarının bugün hale dilimizde yaşamakta olduğunu görüyoruz. Bu da Dede Korkut’tan günümüze kadar uzanan bir dil geleneğinin varlığını kanıtlamaktadır. Alp yiğitler bakıp gördüler kim, özlerinin açıp koruduklarını sandıkları yollar, evvelinden açılagelmiş özlerine… (s. 76) Bayındır, çıktıktan sonra nöbetçi leşkerler arasından geçip yoldaşı Yamtar’ı buldu…(s. 177) Yazar, Dede Korkut üslûbundan sıkça yararlanırken, ayrıca romanda Dede Korkut’taki alp tiplerinden, adetlerden, devletçilik anlayışından, at kültüründen, kısacası eserin motif yapısından da faydalanır. Yazarın Hacı Bayram Veli’nin yaşamını ve tasavvu- fu anlattığı son romanı Bayram ise, diğer romanlarına göre daha basit ve sade bir dille yazılmıştır. Kitabın yazılış amacı bazı gerçeklerin gençler tarafından daha iyi idrak edilebilmesidir. Bu gerçeklerden biri de tasavvuf anlayışıdır.(42) Yazar tasavvufu işlediği bu romanını yazmadan önce ciddî araştırmalar yaparak gerekli kaynaklarla meşgul olduğunu eserinin ön sözünde belirtir.(43) Roman, Hacı Bayram Veli’nin doğum öncesini anlatan bir menkıbe ile başlar ve onun ölümüne kadar devam eden olayları nakleder. Mutasavvıfın yaşamı nakledilirken zaman zaman tarihî dönem hakkında bilgi verilir. Bu bölümlerin romandaki olayların akışını yavaşlattığını söylemek mümkündür. Hacı Bayram Veli’nin yaşamı samimî ifa-delerle adeta sohbet havasında sunulurken, araya kitabî kuru bilgilerin serpiştirilmesindeki amaç farklı olmalıdır. Olaylar nakledilirken, tarihî dönem bir fon olarak kullanılır. 1340’lardan 1430’lara kadar Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu durum göz-ler önüne serilir. Yıl, 1340’ların ikinci yarısıydı ve Bizans’ın başı, hâkimiyeti altında bulunan Balkan Devletleri ile fena halde dertliydi. İmparator İonnes Kantakuzios, Osmanlı’dan medet umabileceğini düşünüyordu. Sultan Orhan Gazi’yi, görüşmek üzere İstanbul’a davet etti… Yıl, 1347 idi… (s. 11) 1364 Osmanlı-Bizans antlaşması Bizans’ın Türkleri yerlerinden çıkarma ümidine son veriyordu. (s. 42) 1384’te artık ihtiyarlamış olan Vezir Lala Şahin Paşa, son seferini Bosna’ya yapmış, Türkler ilk defa bu tarihte Bosna topraklarına ayak basmışlardı… (s. 197) Romanın birkaç yerinde Osmanlı tarihiyle ilgili kronolojik bir husus yazım hatasına uğramıştır. Örneğin; …bundan sonraki hareket Aydın ve Menteşe oğullarını tarihe gömdü. 2425 yılında Menteşe ili Muğla’ya gelen Sultan Murat…(s. 405) Aynı husus zaman zaman roman kahramanları arasındaki ilişki anlatılırken isimlerde de göze çarpar. Gülçiçek yerine Alçiçek kullanılırken, Nazlı ve Meryem isimleri de birbirinin yerine kullanılır. Yazar, eserinde Türkçeyi ustaca kullanırken titiz davranmaya dikkat eder. Cümleler kısa ve sade kurulurken sıralı cümlelerin ard arda kullanımı göze çarpar. Edirne’de Hacı Bayram’ı bir sürpriz bekliyordu, Emir Sultan da oradaydı. İki eski dostun karşılaşması pek hoş oldu, birbirlerine sarılıpgözyaşı döktüler, bir taraftan da gülümsüyorlardı. İkisi de sarayda misafir edildiler, bir akşam sabah namazına kadar oturup sohbet ettiler, tasavvufi bahislere daldılar…(s. 392) Romanda olay örgüsü düzenlenirken konuşmaların çok doğal ve akıcı olması bize bir tiyatro yazarı olan 155 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Işınsu’yu anımsatır. Şüphesiz seçilen başkahramanın sıradan biri değil de bir Veli olması romanın işlenişini farklı kılar. Her bir cümle özenle kurulu, kelimelerse anlam yüklüdür. Romanın başkahramanı Numan’ın hikmet dolu sözleri bunu destekler mahiyettedir: …her ne ki var ise; o, Hakk’ın vücudu ile vardır. Yani bütün var olan şeyler, Hakk’ın vücudundan olmuştur. Bütün eşya dediğimiz her şey Hakk’ın vücudundan çıkar ve yine O’na döner. Tevhit üç kısımdır; birincisi, fiiller birliği; bu makamda, gerek bizlerden, gerek çevremizde görünen, örneğin bulut, dağ, hayvanlar birer surettir, işte bu suretlerden çıkan fiillerin yani işlerin cümlesi Cenab-ı Hakk’ındır. Aynı zamanda bu makamda, işlerin cümlesinin Allah’ın olduğunu bilmekle beraber, iyisini Allah’tan, kötüsünü, fenasını ise, kendi nefsimizden bilmek gerekir. Zira yapılan işlerin iyiliği, fenalığı bize nispetledir, Hakk’a nispetle, cümlesi hayırdır… (s. 217) Bir Yunus hayranı olan Işınsu’nun eserinde Yunus’tan izler bulmak mümkündür: — İnsanoğlu bir Tek’e âşık olur o kadar! Öncelikler, şiddetine göre, bu büyük yegâne aşka gönlü hazırlar!... Düzmecedir evvelki aşklar, düzmece, tıpkı her şey gibi, görüp tanıdığın, bildiğini sandığın bu evren ve içindeki her şey gibi hayaldir. Gerçek olan Tek Varlık vardır. Tek! Bütün hayâllerin aslı O’ndadır ve yine O’na döneceklerdir. Tekvarlık ve pek çok hayal ki, çokların hepsi O’nun tenezzülüdür. Çünkü bütün hayallerde O’nun nurundan bir parıltı vardır. Bunları o medreseci kafan alır mı ki?! Almaz!... O hâlde bırak bu çocukla ilgilenmeyi, onun aklını çelme, ne demiş sevgilim Yunus; El-Fakru fahri el-fakru fahrî Demedi mi âlemlerin fahrî Fakrını zikret fakrını zikret Mahvı fenâda buldu bu gönlüm N’oldu bu gönlüm n’oldu bu gönlüm Derd ü gamınla doldu bu gönlüm Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm Yanmada derman buldu bu gönlüm Gerçeki yandı gerçeğe yandı Rengine aşkın cümle boyandı Kendi de buldu kendi de buldu Matlabını hoş buldu bu gönlüm (s. 332) Tekke şairleri; anlatmak istedikleri veya vermek istedikleri mesajları halkın anlayabileceği bir dil ile, hususiyle manzum olarak vermektedirler. Bu anlatım tarzında da nasihat verme üslubunu kolaylıkla ve en mükemmel olarak kullanmaktadırlar.(44) Bu nasihat verme üslûbu ile ilgili bir örnek sunalım: Bilmek istersen seni Can içre ara canı Geç canında bul ânı Sen seni bil sen seni Kim bildi efalini Ol bildi sıfatını Anda gördü zâtını Sen seni bil sen seni Görünen sıfatındır Anı gören zatındır Gayri ne hacetindir Sen seni bil sen seni (…) İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir. (s. 141–142) Yazar, yeri geldiğinde kahramanlarını Koca Yunus’un ağzıyla konuşturarak benimsediği Yunus felsefesini ortaya koymuştur. (s. 229) Romanın başkahramanı Hacı Bayram Veli, müritlerine ve çevresine verdiği vaazlarda tasavvufî terimleri açıklamaya kalkar. Burada amaç; kahraman vasıtasıyla okuyucuyu tasavvuf konusunda bilgilendirmektir. — Tasavvufun konusu Yüce Allah’ın mukaddesve hiçbir şeye benzemeyen temiz Zat’ıdır ki varlığının aynıdır. Tasavvuf Allah’ın mukaddes varlığı olduğu gibi, bu bilgilerin kuralları dahi Allah’ın varlığına bağlı olan hakikatlerin asıllarıdır… (s. 255) Aynı amaçla Hacı Bayram Veli’nin söylediği dörtlüklerin cümleler arasına girmesiyle anlatım coşkunluk kazanır: Bayram özünü bildi Bileni anda buldu Bulan ol kendi oldu Sen seni bil sen seni (s. 354) Roman, Hacı Bayram Veli’nin doğum öncesinde yaşanan bir olayın Bir Menkıbe başlığı altında sunulmasıyla başlarken, ölümünden sonra yaşanan bir olayın aynı başlık altında nakledilmesiyle son bulur. Bilindiği gibi tasavvuf tarihi açısından menâkıbnamelerin önemi oldukça büyüktür. Menâkıbnâmeler, genellikle tasavvuf tarihinde sûfilerin izhar ettikleri kerametleri anlatan eserler olmakla beraber, bu tür eserlerde ele aldıkları sûfilerin hayatıyla ilgili bol malzeme bulmak mümkündür.. 156 F İ K İ R S A N AT V E Gerçekten çoğu kere olağanüstü ve manevî olayları inandırıcı bir şekilde anlatmak gayesiyle telif edilen bu tür eserleri, tarihî hatalar olarak değerlendirip atıvermek, değerli bilgilerden mahrum kalmak demektir.(45) XVII. yüzyılın büyük mutasavvıflarından Niyâzî Mısrî’nin hayatını ve öğretilerini konu alan Bukağı da amacına uygun olarak basit ve sade bir dille yazılmıştır. Bukağı, Başlarken adlı bölüm dışında numaralandırılmış on üç bölümden oluşmaktadır. Başlarken adlı bölümde Niyâzî Mısrî’nin ölümünden sonra onun kabrini ziyaret etmek amacıyla deniz yolculuğu yapan iki kişinin yolculuk sırasında yaptıkları sohbetlerden söz açılır. Romanın daha ilk sayfalarında Niyâzî Mısrî’den bahseden bir menkıbenin nakledildiğini görmekteyiz. Bu menkıbe ayrıca romanın isminin niçin Bukağı konduğunu da açıklayıcı niteliktedir. Mısrî’nin tasavvuf yolunda adım adım ilerleyişi ve şeyhini bulma arzusuyla oradan oraya savruluşu romanın on üç bölüme ayrılmasına zemin hazırlamıştır. I. Bölüm XVII. yüzyıl Osmanlı tarihinden haber vererek başlar. Daha sonraki bölümlerde Malatya’da kabına sığmayan Mısrî’nin yolculuk macerası anlatılır. Mısrî’nin şeyhini bulma arzusuyla sık sık mekân değiştirmesi romanın akışına da bir hız katar. Yolculuk esnasında zaman zaman gönlünü sorgulayıp çevresindekilere nasihat verirken dile getirdiği manzumeler, romandaki akıcılığı kuvvetlendirir. Gel ey aşk oduna pervâne gibi canın atmayan Gece gündüz işi bülbül gibi zâr olmayan gönül Tükendi ömrün ey gönül hebâ yerlerde gafletle Gel ey ömrü tamam olunca bî-dâr olmayan gönül (s. 139) Mısrî halka verdiği vaazlarda mesajlarını bazen şiir vasıtasıyla verir. Bu etkili ve önemli bir yoldur. Uyan gözünü aç durma yalvar güzel Allah’a Yolundan izin ırma yalvar güzel Allah’a Her gece kâim ol her gündüze sâim ol Hem zikrile dâim ol yalvar güzel Allah’a Bir gün bu gözün görmez hem kulağın işitmez Bu fırsat ele girmez yalvar güzel Allah’a Sağlığı gânimet bil her saati nimet bil Gizlice ibadet kıl yalvar güzel Allah’a (s. 214) Zaman zaman şiirlerde veya romanın diğer bölüm- E D E B İYAT TA TÖ R E lerinde geçen tasavvufi terimlerin anlaşılabilmesi için eserin sonuna bir de sözlük eklenmiştir. Bazı gerçeklerin gençler tarafından idrak edilmesini sağlamak amacıyla yazar bu eserinde Cumhuriyet Türküsü’ndeki hataya düşmeyerek gayet açık ve sade bir üslûbu tercih etmiştir. Işınsu, tarihi, arka fon olarak kullandığı bu eserinde tarihsel gerçeklikle kurgusal dünyasını bir noktada birleştirmeyi başarmıştır. Sultan II. Osman’ın alçakça katledildiği 1622 yılında, Mehmet ve Kasım dört yaşına basmışlardı... (s. 15) Kasım, okuyup Enderun’u bitirdikten sonra sarayda kâtip olarak çalışmaya başlar ve Mısrî’ye yazdığı mektuplarda her zaman Osmanlı’nınizlediği siyasetten, iç karışıklardan söz açar. Romanda Kasım ve Mısrî’nin birbirlerine yazdığı mektupların önemi büyüktür. … Sultan yanına yine Şeyhülislam Yahya Efendi’yi aldı, ona saygısı çok fazla, belki de koca IV. Murat’ın yegâne saygı gösterdiği, ona “baba” diye hitap ediyor zaten. Yine önce Konya’ya gidiyor, Hazreti Mevlâna’nın huzuruna, kendisi zaten Mevlevî’dir... (s. 73) Romanda mektupların yanı sıra kahramanlara bir mesaj, bir öğüt veren rüyaların nakledilmesi de esere farklı bir üslup katar. Rüyasında kendini büyük bir şehirde gördü, Sultan’a hizmet etmekteymiş ve bu Sultan da Şeyh Abdulkadir Geylani imiş... Hazreti Geylani, onu görüp çağırdı; Ey sûfi Mehmet, hemen dönüp önünde durdu. Şeyh hizmetlilerden birisine, “Buna bir kese getir” dedi, hizmetli birkaç adım yürüdü fakat Geylani Hazretleri onu geri çağırdı;”Gel, ona kendi cebimden vereyim” dedi... ve Mehmet’e uzattı. Mehmet keseyi hemen açtı, içinde taze sikkeli dirhemler vardı, başka bir kese daha görünüyordu Mehmet onu da açtı... sordu: “Efendim bu iki kesenin anlamı nedir? ...Hazreti Geylani hafif tebessüm edip; “Dirhemler zahir ilimdir, öğren ve onunla amel et, dedi, dinarlar ise tarikat ilimidir... senin şeyhin, bu şehirde değildir. (s. 121) Tasavvuf dolu bir eser meydana getiren Işınsu, sade bir dil ve akıcı bir üslupla, menkıbe, mektup ve rüya yorumlama tekniklerindeki ayrıntılardan yola çıkarak eserini zenginleştirmiştir. Işınsu’nun Milli Mücadeleyi anlattığı Cumhuriyet Türküsü’nde dil, roman şahıslarının yaşadığı döneme aittir. Cumhuriyet heyecanını eserine katmak isterken, Osmanlıyı simgeleştirdiği Abdülgalip ile Hüseyin Hüsnü Bey’i Osmanlı Türkçesi ile konuşturan yazar, büyük bir hataya düştüğünü, en sevdiği romanının bu sebep- 157 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E ten okuyucusunun az olduğunu dile getirmiştir. (46)Romanın geçtiği zamanın atmosferini vermesi açısından böyle bir dili tercih ettiğini yazar şöyle açıklamıştır: Roman yazarken, sanki bu hayatta değil de, o romanın içinde yaşadığımı söyledim, evet, üsluptaki değişiklik… Bakın siz işaret edinceye kadar farkında değildim, söylediğiniz gibi o zamanın atmosferi olmalı.(47) Bir bakıma belgesel roman niteliğindeki eserde zaman zaman tarihî bilgiler ve olaylar anlatılmaktadır: 1915’te, Darülmuallimat-ı Âliye’nin bünyesinde, İnas Darülfünun açılmıştı, üç yıllık olan bu yüksek okul, o zaman bu zaman kız idadileri ve Darülmualimatlar için, hanım öğretmenler yetiştirmekteydi. Geçen sene, bu mektep, kız ve erkek tedrisleri farklı saatlerde olmak üzere, doğrudan İstanbul Darülfünun’a bağlanmıştı. Hanımlar; ta Tanzimat fakat daha ziyade Meşrutiyet ve harb-i umumiden beri, üzerlerinden yavaş yavaş kalkan erkek tahakkümünü, bir adım daha aşıp, onlarla beraber ders görmek istemişler… (s. 14) Romandaki kahramanlar, eserin ruhunu yansıtabilmek için o devrin dili ile konuşturulur: (Hüseyin Hüsnü Bey) - Evet, /dedi/ bilcümle ekâlliyetin de coşması, yarı siyasî cemiyetler icadına tevessül etmesi, Meşrutiyet’ten sonra başlamıştır. Hatırlıyorum, Meşrutiyet-i Osmaniye Ermeni Cemiyeti, yine Ermenilerin Meşrutiyet-i Osmaniye Kulübü, Rum Siyasi Gurubu, Arnavutluk Kulübü falan filan… (s. 35) … Tanzimat-ı Hayriye’nin bir tarz teceddüt getirdiği inkâr edilemez… ve doğruluğu fevkâlâde şüphe götürür bir tekâmül, Garbın müesseslerini alıp, Müslüman halka benimsetmeye çalışmak artık ne kadar tekâmülse… (s. 40) Romanda bugün dilimizde kullanılmayan veya nadiren kullanılan kelimeler ile tamlamalar da kullanılmıştır: …Hâkimiyet-i Milliye’ye müstenit bilâkayd-ü şart müstakil bir Türk Devleti teşkil etmek ve bu hedefe behemahal vasıl olmaktır… (s. 233) Kurulan cümlelerin uzunluğu ve akıcılığı dikkat çekicidir: ...Fakat biliyor, oturur da, şu zavallı insanları yalnız bırakırsa sanki günaha girmiş gibi bir his duyacak; sonra aklını türlü endişe basacak, hayır o, bu insanlarla bütünleşirken, son zamanlarda kendisini epey meşgul eden rüyasını bile unutmuş, ayrılırken sarılıp, boynundan kopamadığı dedesi uzak sisler altında kalmış, İstanbul tekerlek dönüşleri ile uzaklaşırken, sanki gönül çemberinden de uçup yitiyor…(s. 198) Işınsu’nun; tarihi, roman içinde özümseyerek Cum huriyet heyecanını okuyucusuna da yaşatma arzusuyla yazdığı bu eserin dil itibariyle bugünün genç okuyucularına ağır gelebileceğini; ancak kuru bilgilerle donatılmış sıradan bir eser olmadığını ifade etmeliyiz. Sonuç itibariyle; edebî eserlerin en önemli kısmı olan dil meselesi, Işınsu’nun eserlerinde dile olan hâkimiyet ve tavır, coşkulu anlatım vasıtasıyla başarıya ulaşır. SONUÇ Emine Işınsu (17 Mayıs 1938 - ) Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatı tarihinde şiirleri, hikâyeleri, romanları ve tiyatroları ile tanınmış çok yönlü bir yazardır. Asker bir baba ile şair bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Işınsu’nun okuma ve yazmaya olan ilgisi küçük yaşlardan itibaren ortaya çıkar. Henüz ilkokul çağlarındayken ilk eseri Minko’nun Hatıraları adlı hikâyeyi yazar. T.E.D. Koleji’ndeyken arkadaşları arasında şair olarak tanınan Işınsu, ilk şiirlerini yayımlamaya başlar. Yüksek öğrenim hayatı oldukça hareketli geçen Işınsu, kaydolduğu üniversitelerde İngiliz Dili ve Edebiyatı,İşletme, Hukuk, Felsefe bölümlerine aralıklı olarak devam eder. Bir ara üniversiteyi yarıda bırakıp A.B.D’de kazandığı Sosyal Akademi Uzmanlığı kurslarına katılır. 1959 yılı sonlarında ilk evliliğini yapar. Bu dönemde üniversiteye ara vermek zorunda kalır. Kayıt yaptırdığı üniversitelerin hiçbirini tamamlayamamış olan Işınsu, hayatını yazmaya adar, bundan sonraki yaşamında dergi, gazete, tiyatro ve roman yazarlığı yapar. Şiirle başlayan yazı hayatı; fıkra ve roman denemeleriyle zenginleşirken, birçok dergi ve gazetede yazmaya devam eder. Müslüman ve Milliyetçi bir havanın hâkim olduğu bir çevrede yetiştiğinden, bu havayı yazılarına aksettirir. Yazmayı, yaşama sebebi olarak gören Işınsu, bu görevi hakkıyla yerine getirmek için uğraşır. Yazmadan evvel büyük bir hazırlığa girişen yazar, artık eserin dünyasında yaşamaya başlar. İlk romanı Küçük Dünya’nın ardından romanda başarıyı yakalayan Işınsu, bu türde ilerlemeye karar verir. Çalışmamızda Işınsu’nun şimdiye kadar yazmış olduğu on üç romanından dört tanesini ele alarak tarihî roman türü altında değerlendirmeye çalıştık. Türk tarihinin önemli dönemlerine tanıklık ettiği halde Dış Türkler (Çiçekler Büyür, Azap Toprakları, Tutsak) ve 1980 dönemindeki olaylara temas ettiği (Sancı, Canbaz, 158 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Kaf Dağının Ardında) romanlarını çağ romanı kabul ederek çalışmamıza dâhil etmedik. Ele aldığımız romanları kronolojik bir şekilde vak’a, şahıs kadrosu, mekân, zaman, dil ve üslûp açısından inceledik. Ele aldığımız ilk roman, yazarın Malazgirt Zaferi’nin 900. yıl kutlamaları vesilesiyle yazdığı Ak Topraklar (1971)’dır. Eser, Türklerin Anadolu’ya geliş macerasını anlatır. Büyük Selçuklu Devletinin hükümdarlarından Tuğrul ve Çağrı Beyler dönemlerinden itibaren Alp Arslan Başbuğ’un Malazgirt’i fethine kadar yaşanan olaylar Dede Korkut’un canlı üslubuyla sunulmuştur. Yazarın şimdilik son romanı olan Bayram (2005)’da ise; XV. yüzyılın büyük mutasavvıflarından Hacı Bayram Veli’nin yaşamı ve tasavvuf anlayışı anlatılmıştır. Bazı gerçeklerin günümüz gençleri tarafından daha iyi idrak edilebilmesi amacıyla sade ve basit bir dille yazılmıştır. Yazar, bizce amacına ulaşmış, çoğunlukla tasavvuf gerçeğini okuyucusuna kavratabilmiştir. Bir Yunus hayranı olan Işınsu’nun son dönem yazdığı eserler tasavvufî ağırlıklıdır. Bu romanlarından biri de Bukağı (2004)’dır. Tarihî-biyografik bir eser olan Bukağı’da XVII. yüzyıl mutasavvıflarından Niyâzî Mısrî’nin yaşamı ve öğretileri ile o dönem Osmanlı devletinin içinde bulunduğu karmaşık ve siyasî panorama, devrin hayat tarzı ile bütünleştirilerek verilmiştir. Millî Mücadele heyecanının anlatıldığı Cumhuriyet Türküsü’nde (1993) İstanbul’un işgalinden Büyük Taarruz’a kadar geçen olaylar hikâye edilmiştir. Eserde kahramanların duygusal ilişkileri tarihî gerçeklikle bütünleştirilerek sunulmuştur. Eserin dili, devrin dil hususiyetlerini yansıttığından bugünün gençleri için oldukça ağırdır. Işınsu, romanlarında millî hafızanın işlenmesine önem verirken bu anlayışını roman kahramanlarında hissettirmiştir. Eserlerde tarihleilgili birtakım okuma ve araştırmalara gidildiği, olayların bazen bağımsız, bazen de çeşitli kahramanlar çevresinde somutlaştırıldığı görülür. Tarihî romanlarda şahıs kadrosunu oluşturacak kahramanların seçimi ve anlatılma tarzı çok önemlidir. Işınsu’nun romanlarındaki şahıs kadrosunun bir kısmı tarihî şahıslardan (Alp Arslan, Çağrı Başbuğ, Tuğrul Sultan, Hacı Bayram Velî, Niyâzi Mısrî, Mustafa Kemal vb.) oluşurken, bir kısmı da yazarın yaratıcı muhayyilesi tarafından oluşturulmuştur. Onun kahramanları eserde kendiliğinden doğarken, Işınsu, isimlerini bile onlar doğmadan önce düşünmüştür. Tarih bilincini karak- terlerin bilincinden vermeyi başaran yazar, tiplerini iyi tanıyarak çizmiştir. Romanlarda farklı görüş ve ideolojilerin tarihsel bir zeminde buluştuğu hissedilmiştir. Bunun için yazar; tarihsel olayları farklı bakış açısıyla anlatarak olgulara farklı perspektiflerden bakma yöntemini uygulamıştır. Romanda tarihin eksik kaldığı yerler kahramanların duygu yanları ve kurmaca olaylarla doldurulmuştur. Işınsu’da kahramanları açıklamada diğer unsurlar mekân ve zamandır. Onun romanlarında mekân ve zaman, bir bakıma sosyal gerçeklerden oluşmuştur. Işınsu eserlerinde ayrıntılı mekân tasvirleri yaparak, mekânlar hakkında bilgiler sunmuştur. Özellikle Bayram ve Bukağı’da bu anlatım özellikleri göze çarpar. Mekân, olayların meydana geldiği bir sahne olmanın ötesinde, tarihsel ve sosyal bir olgu olarak romanlarda çoğunlukla fotoğrafik olarak yer almıştır. Zaman ise; mekân ve kahramanlar üzerindeki etkisini romanlarda anlatılan vak’a boyunca hissettirmiştir. Vak’a zamanı ile tarihî zaman arasında kurulandenge, anlatılan zamana eşlik etmeyi başarmıştır. Romanlarında Türkiye Türkçesi, Dede Korkut dili ve Osmanlı Türkçesi’ne kadar devre ve işlenen vak’aya özgü bir dil kullanmıştır. Eserlerindeki akıcılık, duruluk ve canlılık dikkat çekicidir. Işınsu, eserlerinde millî hafızanın işlenmesine oldukça geniş yer vermiştir. Şu anki hayatımızı tarihteki olay ve hayatlarla mukayese ederek kendimizi daha iyi tanıyabileceğimizi savunmuştur. Bu nedenle eserlerinde tarih bilinci önemlidir. Romanlarındaki şahısların tarihî bilgileri sunması, ayrıca tarihî zaman ve mekânların varlığı esas kılınmıştır. Türk tarihini, bir fon olarak eserlerinde işlerken amacının tarihî roman yazmak değil, tarihi, bir süs olarak kullanmaktan öteye gitmediğini belirtebiliriz. Işınsu, uzun bir araştırma evresinden sonra elde ettiği tarih malzemesini, itibarî âlem içerisinde okuyucuların dikkatine sunmuştur. Işınsu, bilgiyi sanat eserine dönüştürmekte oldukça başarılıdır. Menkıbeler ve muhayyilenin sınırsız gücü de eserin diğer önemli kaynakları arasındadır. Eserlerde tarih bilincini oluşturmak için sadece geçmişi vermek yetmez. Tarihî roman yazarı, geçmiş ile bugün arasında bir bağ kurmalıdır ki, mesajını tam olarak sunabilsin. İşte Işınsu, eserlerinde bunu başarıyla gerçekleştirmiştir. Yaşama sebebi olarak algıladığı yazma eylemi Işınsu’nun kaleminde yaşamaya devam ederken, eserleri elbet bir gün hak ettiği gerçek değeri bulacak ve Işınsu, edebiyat tarihimizdeki yerini korumaya devam edecektir. 159 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E DİPNOTLAR 1 Yediyıldız, Bahaeddin; Yücel, Yaşar, “Tarih ve Kültür”, Millî Kültür Unsurlarımız Üzerine Genel Görüşler, S. 46, Ankara 1990, s. 57–59. 2 Kaplan, Mehmet, Türk Milletinin Kültürel Değerleri, Ankara 2001, s. 28. 3 Argunşah, Hülya, Türk Edebiyatında Tarihi Roman( Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 1990, s. 7. 4 Kocagöz, Samim, “Niçin Kurtuluş Savaşı Romanı”, Türk Dili, S. 298, Temmuz 1976, s. 111. 5 Stevick, Philip, Roman Teorisi, Ankara 2004, s. 331. 6 Kökdemir, Ahmet, Emine Işınsu, Hayatı – Şahsiyeti–Sanatı – Fikirleri – Eserleri (Basılmamış Doktora Tezi), Samsun 1995, s. 11. 7 Çokum, Sevinç, “Işınsu Milli Mücadeleyi Yeniden Soluyor”, Türk Edebiyatı, C. 20, S. 237, Temmuz 1993, s. 10. 8 Tural, Sadık Kemal, a.g.e., s. 259. 9 Stevick, a.g.e., s. 218. 10 Bkz. Narlı, Mehmet, Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme, Ankara 2002, s. 78. 11 Kaplan, Mehmet, a.g.e., s. 5. 12 Işınsu, Emine, Bayram, Ankara 2005, s. 5. 13 Geniş bir bilgi için bkz. Güzel, Abdurrahman, Dinî-Tasavvufi Türk Edebiyatı, Ankara 1999, s. 295– 302. 14 23.09.2005’te Kendisiyle Yaptığımız Mülâkat 15 Hürsoy Elif, a.g.m., Türk Edebiyatı, S. 364, s.6. 16 Hürsoy Elif, a.g.m., Türk Edebiyatı, S. 364, s.5. 17 Hürsoy Elif, a.g.m., Türk Edebiyatı, S. 364, s.5. 18 Işınsu, Emine, Bukağı, İstanbul 2004, s. 12. 19 Uğurcan, Sema, a.g.e., s. 255. 20 Kökdemir, Ahmet, a.g.t., s. 390. 21 Çeri, Bahriye, “Cumhuriyet Romanında Osmanlı Tarihinin Kurgulanışı”, Tarih ve Toplum, C. 33, S. 198, s. 19. 22 23.09.2005’te Kendisiyle Yaptığımız Mülâkat. 23 Hürsoy, Elif, a.g.m. , Türk Edebiyatı, S. 364, s. 9. 24 Hürsoy, Elif, a.g.m. , Türk Edebiyatı, S. 364, s. 9. 25 Emine Işınsu’nun tabiriyle; arayan, soran, sebeb-i mevcudiyetimiz olan tekâmül yolunda, dökesaça, oturup-kalka koşmaya çalışan, yani hatalar ve sevaplar içinde fakat hatalarından sıyrılmaya çalışan tipler kastediliyor. 26 Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Ankara 1999, s. 369. 27 Hürsoy, Elif, a.g.m.,Türk Edebiyatı, S. 364, s. 9. 28 Çokum, Sevinç, a.g.m., Türk Edebiyatı, S.237, s. 9. 29 Çokum, Sevinç, a.g.m., Türk Edebiyatı, S. 237, s. 10. 30 Bkz. Çetin, Nurullah, a.g. e. , s. 130. 31 Tekin, Mehmet, a.g.e., s. 158. 32 Huyugüzel, Ömer Faruk, Hüseyin Cahit Yalçın Hayatı ve Edebî Eserleri Üzerine Bir İnceleme, İzmir 1984, s. 5. 33 23.09.2005’te Kendisiyle Yaptığımız Mülâkat. 34 Kabaklı, Ahmet, “Emine Işınsu İçin Ne Demişlerdi?”, Töre, S. 139, Aralık 1982, s. 117–118. 35 Tunalı, Yağmur, a.g.m., Töre, s. 52. 36 Tunalı, Yağmur, a.g.m., Töre, s. 54. 37 Hürsoy, Elif, a.g.m. ,Türk Edebiyatı, S. 364, s. 8. 38 Naci, Fethi, “Romancının İşi Tarih Değil, Roman Yazmaktır”, Hürriyet Gösteri, S. 197–198, s. 58. 39 Tural, Sadık Kemal, a.g.e., s. 42. 40 Parlatır, İsmail, “Korkut Ata’nın Söz Varlığı”, Uluslar Arası Dede Korkut Bilgi Şöleni, Ankara 1999, s. 291. 41 Sarıyev, Berdi, “Dede Korkut’ta Geçen Bazı Gelenek-Görenekler, Halk İnanışları, Deyimler ve Bugün Türkmenistan’daki İzleri”, Uluslar Arası Dede Korkut Bilgi Şöleni, a.g.y. , s. 317. 42 23.09.2005’te Kendisiyle Yaptığımız Mülâkat. 43 Işınsu, Emine, a.g.e., s. 5. 44 Güzel, Abdurrahman, a.g.e., s. 658. 45 Aşkar, Mustafa, Tasavvuf Tarihi Literatürü, Ankara 2001, s. 157. 46 23.09.2005’te Kendisiyle Yaptığımız Mülâkat. 47 Çokum, Sevinç, a.g.m.,Türk Edebiyatı, S. 237, s. 10. 160 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E ÇİÇEKLER BÜYÜR • Mehmet Ali KALKAN Bir neslin üzerinde hakkı olan Emine Işınsu Abla’ya “ Gök asık suratlı, buz grisiydi” Nisan Yağmuru’na Tutsak’tı zaman. Mavice ümitler can irisiydi. Bir Milyon İğne’ye üç- beş çöp saman. Bir Yürek satıldı Çin Sarayı’na, Kuzguni bakışlı, sarı benizli. Akbaba niyetler uçar yarına, Şeytan’dan mayalı, gölgeden izli. Ne bilsin gerçeğin durduğu yeri, Atlı Karınca’yla Cambaz taşıyan. “Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” Görünen Bir olur, gönül aşiyan. Azap Toprakları Sancılı, şaşkın. Bahar doğum bekler gök yapraklarda. Şahdamar sevdası tutuşur aşkın. Hak Dost Diye Diye Ak Topraklar’da. Sanma suyu Öksüz Zorlu Tuna’nın. Gazi çınar çınar rüyaya uyur. Horasan nakışlı aşkla yananın Kalemi içinden Çiçekler Büyür. 161 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E GEÇ KALMA! NEREYE? • Bilge ERCİLASUN Güzel sanatlar içinde edebiyat kadar bulunduğu devrin insanını ve yaşayış tarzını aksettiren yoktur. Edebi eserlerde kendi yazıldıkları devrin bütün problemleri ve değerleri, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak yer alır. Fakat edebi eser, her şeyden önce estetik bir bütünlüktür. Çeşitli sosyal ve ferdi meseleler, değerler, o estetik bütünlüğe ulaşmak için birer vasıtadırlar. Yazar, her şeyi, güzel bir eser yaratmak için malzeme olarak kullanır. Edebi eser niteliğini taşıyan bir hikayede, bir romanda hem estetik, hem sosyal ve ferdi unsurlar birbirine kaynaşmış bir halde bulunurlar. Işınsu, “Geç kalma! Nereye?” adlı hikayesinde bu unsurları birleştirmiş. Bu, iki buçuk sayfalık kısa bir hikaye. 1980 Nisan’ında Türk Edebiyatı Dergisinde yayınlanmış. Işınsu hikayesine, 80 senesinin kışını anlatmakla başlıyor. “Ne bitmez tükenmez kış!” diyor. İnsanların yüzlerinin gülmediğinden bahsediyor, bu da ona Demirperde ülkelerini hatırlatıyor. “üşüyen yüzlerinde sanki bir senelik bıkkınlık., kısılan gözlerde endişe: Kim kime, ne zaman?” soruda da, sokak ortasında birdenbire öldürülen insanlar kastediliyor.”Ya tavırları; hele hele ağızları açılmaya görsün; sesleri her tonda öfkeyi bazan sabır, bazan küfürle fakat daima yeknesak bir kini sıçratarak çıkmakta.” İnsanlar bıkkındırlar, endişelidirler, ölüm sırası ne zaman kendilerine gelecek diye tedirgindirler. ölüm korkusu içindedirler. Kinle doludurlar. Bu yüzden konuştukları zaman etrafa “yeknesak bir kin” sıçratırlar. İkinci paragraf yine kış tasviriyle ilgili bir cümleyle başlar. Fakat daha önceki paragrafta olduğu gibi iki cümlelik tasvirle yetinilir. Sonra yine insanın iç dünyası anlatılır: “Kar lapa lapa yağıyor. Beyaz kelebeklere benzeten olmuş. Aaa, ya şiirler düzüp, sefasını sürmüşler, bizimkiler, eskiden. Şimdi “Kış Olimpiyatları” falan gibi lüksler var. TV’de seyrediyoruz, zaten buz tutmuş yüreğimiz daha bir karlanıyor. Spor, eğlence, mücadele, başarı uğruna onlar. bir başka dünyanın bir başka –daha doğrusu bana başka’ ve hiç anlaşılmaz gelen- zevkini yaşamaktalar. Helal olsun! Yahut da, bana ne... “ Burada eski -cemiyetimizle yenisi arasındaki büyük farklılık, Avrupa- ile bizimki arasındaki tezat belirtilmiş. Tekniğin ilerlemesi, birçok şeyi. *Türk Edebiyatı Mart 1981 S.91 sy.36 Değiştiriyor ve insan hayatını etkiliyor: Eskiden kar manzarası karşısında şiirler yazılırmış. şimdi ise televizyon seyrediliyor. Bizim insanımız ise bir türlü kendi değerlerini bulamıyor Eski şiirlere, kar karşısında duygulanıp şiir söylemeye ve bundan zevk almaya da yabancıdır. Kış Olimpiyatlarındaki eğlencelere de... Bir yandan da aniden öldürülüvermek korkusu... Bu yüzden değerler ve meseleler arasında sallanıp duruyor. Üçüncü paragraf yine aynı cümleyle başlıyor: “Kar lapa lapa yağıyor.” Bu tekrarlar, hikayeye değişik bir kompozisyon vermiş. Hikayenin kahramanı olan ve işine gitmek üzere yola çıkan genç kız birçok şey düşünüyor, ölüm korkusu, gülmeyen çehreler, kinli ve öfkeli insanlar, şiirler, televizyon, olimpiyatlar... Bu arada dış dünyanın gerçeği onu sık sık realiteye çekiyor: Hava soğuktur ve kar yağmaktadır. Bundan sonra modem dünyaya ait vasıtalar, hikayeye girmeye devam ediyor: Dolmuş yoktur, yokuşu otobüs bile tırmanamaz. Genç kız işine yetişmek için yürümek zorundadır. Daireye vardıktan sonrası ise kolaydır: Kalorifere sırtını dayayıp kazağını kolunu örmeye başlayacaktır. Sorumsuzluk o raddedir ki, müdür daktiloya yazı vermekten çekinmektedir. Genç kız cemiyetimizdeki herhangi bir memuru temsil ediyor. Değerlerin ve inançların yıkılması, yerine yenilerinin konulamaması, aldırışsızhk ve sorumsuzluk felsefesine yol açıyor: “Devletin malı deniz, yemeyen domuz, demiş atalarımız.” İnsanımız mazisinden kopmuştur: “Atalarımız... sahi onlar da kim? Şey bir terslik var diyorum.” Derken yine bir eski-yeni karşılaştırması: “Atalarımız... daha sonra. Hele şu ”güncel sorunları çözümleyelim.” Benim sorunum değil! İyi, bu lafı da TV dizilerinden öğrendik, faydalı oldu. Bir kullanıyoruz ki, şıpadak oturuyor yerine. Karşıdaki de tabii. İnsanlara haddini bildirmenin böyle biçimli yolları varsa.” Buraya kadar hikayenin kahramanı Mine’nin duyguları ve düşünceler anlatılır. Mine, eski değerlerini tamamen kaybetmiş, yenilerini ise henüz bulamamış bir cemiyetin insanıdır Ruh tahlillerinde başarılı olan yazar. Mine’nin dünyasını ve bunalımını, değişik üslubundan da yararlanarak vermiştir. Bunun için birbiriyle ilgisizmiş gibi görünen unsurların birinden diğerine atlamış, tezatlar arasında geçişler yapmış, 162 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E kah devrik, kah soru, kah kesik cümleler kullanarak Mine’nin iç dünyasını, canlı ve ak bir üslupla vermiş. Bundan sonraki kısımda Mine’nin sokakta. rastladığı bir arkadaşıyla olan konuşmalarına yer verilir. Cemiyetin sarsılması, aileye de tesir edecektir: Mine evlenememiştir, arkadaşı Özcan ise boşanamamaktadır. Özcan boşanma davasını alaylı bir şekilde anlatır: “Hâlâ, daha! Öyle bir avukat tutmuş ki hatun, o da hatun ve dul. Bizim davada kendi hayatını yaşıyor öyle olmalı. Yedinci yıl diye tutturmuş. Yedinci yılda çiftler arasında anlaşmazlık olurmuş da geçermiş de., konuştum, bizimki yedinci yıl meselesi değil, beşinci ay dedim, yedi yıldan beri mahkemedeyim, dedim.” Hikâye şöyle devam eder: “Özcan, eski arkadaşları görüp görmediğimi soruyor, hani dernektekileri.” “Yoooo ...” diyorum. “Herkes dağıldı bir yerlere.” Sesi hırçın: “Herkes yerli yerinde, dağılan yok.” Ah, evet dağılan benim. Derneğe uğramayan. Birşeyleri eski yerinde bırakan. Bırakıp da unutan. Örülecek kazaklarım var canım, bir de koca… falan. Tedirginim, lâfı değiştirmek istiyorum: “Eh, sen n’apıyorsun bakalım oralarda?” Burada da olay kahramanlarına âit pek çok bilgi veriliyor ve onlar bize âdetâ bütün özellikleriyle tanıtılıyor. Mine derneğe uğramıyor diye Özcan’ın kırgınlığı ve kızgınlığı, Mine’nin evde kalmışlığı mesele etmesi ve yüzden eski arkadaşlarından kaçması. Eserin konusu birden asıl tem üzerine döner: ölüm korkusu… Özcan partinin il başkanı olduğunu söyleyince, Mine’nin korkudan ayağı kayar, şehit ediliveren partilileri hatırlar ve şu cümle ağzından kaçar: “Allah seni korusun.” Fakat Özcan’ın yüzünde öyle bir rahatlık vardır ki genç kız bundan sonra ne diyeceğini şaşırır. Özcan varlığın mânâsını kavramış, bir ideale inanmış ve bunun için çalışmış olmanın huzuru ve mutluluğu içindedir: ‘ “Yüzünde bir rahatlık. Hüzün ve huzur, bunca iç içe? ... Ne ilâve edebilirdin cümlene a budala kız, şu teslimiyete ulaşabilir misin sen!” İki arkadaş birbirlerinden ayrılırlar, Mine, içinde bir yığın düşünce, Özcan’ın arkasından bakakalır: “Ama ben... canım bu soğuk gözlerimi yaşartıyor işte, yoksa ağladığımdan falan değil.” Hikâye bu cümlelerle sona erer. lşınsu, bu eserinde Türkiye’de komünist kurşunlarına hedef olmak korkusunu içinde duyan bir insanın duygu ve düşüncelerini işlemiştir. Bu sosyal bir ızdıraptır. Bundan başka hikayenin kadın kahramanı, yirminci asrın ikinci yarısında yaşayan insanın bütün bunalımlarını ve iç çatışmalarını da geçirmektedir. Eserin kısalığı ile işlediği meselelerin çokluğu bir tezat teşkil eder. Bu ise eserin kusuru değil, karakteristiğidir. Yazar bununla, pek çok meseleyi birden düşünmek ve anlamak zorunda kalan, bu durumu “çok yönlülük”, ve bir meziyet olarak kabul eden çağımızın insanının karmaşık ruh -halini yansıtmaktadır. Fakat bu hikayede çağın ve asrın özelliklerinden çok milli ve mahallî unsurlar görülmektedir. Bu da edebî eserde millî ve mahallî rengin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Işınsu, içinde yaşadığı dünyayı, tabiat şartlarına varıncaya kadar eserine aksettirmiş: lâpa lâpa yağan kar, soğuk ve uzun kış, yokuşu tırmanamayan otobüs... Hikâyede dış tasvire ve dış dünyaya az yer verilmiş. Yazar sık sık kahramanlarının iç dünyasına döner ve tahliller yapar. Bu tahliller, eserdeki tipleri bütün özellikleriyle bize veriyor, yazarın tip yaratmaktaki ve onları bütün yönleriyle işlemekteki ustalığını bize gösteriyor. Millî ve mahallî unsurlar ise, bu iç tahlillerde daha çok karşımıza çıkıyor: anarşinin yarattığı ölüm korkusu, hayatın pahalılığı, evlenememiş olmanın üzüntüsü, uydurma kelimeler, maziden kopukluk ve bunun yarattığı boşluk... Üslup rahat ve akıcıdır. Birçok problem, kısa cümlelerle belirtilmiştir. üslubun bir başka özelliği de olayın akışının fiil cümleleriyle değil, iç konuşmalarla ve karşılıklı konuşmalarla verilmiş olmasıdır. Bu aynı zamanda eserin yapısının özelliğidir. Yazar, hikâyenin konusunu, konuşmalar üzerine kurar ve olayın akışını iç tahlillere yerleştirir. Üslupta hafif ve acı bir alay tonu hakimdir. Ayrıca, umursamazlık, vurdumduymaz görünme gayreti sezilir. Bu, Mine’nin hayat karşısında takınmak istediği tavırdır. Günlük hayatın getirdiği bir sürü mesele, buna ilâve olarak da ölüm korkusu, onun hayata hafif bir istihza ile bakmaya çalışmasına yol açar. Mine olayları alayla değerlendirmeye çalıştığı halde, bütün meselelerden derinliğine etkilenen hassas bir kızdır. “Geç Kalma! Nereye?”, devrini bütün çizgileriyle veren, muhteva ile üslup arasında başarılı bir sentez sağlayan bir eserdir. Bu da, daha çok romana yönelmiş olan yazarın hikâyede de aynı ustalığı sağlayabileceğini göstermektedir. 163 F İ K İ R S A NAT V E E D E B İYAT TA TÖ R E “TUTSAK” ROMANI VE HÜRRİYET KAVRAMI ÜZERİNE • Şerif AKTAŞ Çağımızda birçok ülkede hürriyet kelimesinin ifade ettiği kavram değişik şekillerde dillere dolanarak bayağılaştırılmıştır. Çünkü, hep insanın değil sürü halinde tasavvur edilen toplulukların hürriyet anlayışından yola çıkılmaktadır. Bunda tek tek kişilerin kendi içlerine bakmaktan korkmalarının elbette büyük tesiri vardır. Çünkü, çok defa bu kavram üzerinde, değişik şekillerde hüküm vermeye kendisini yetkili gören insan, iç esaretin zulmü altında inlemektedir. Onun kendisine bakmaya, daha yerinde bir ifadeyle varlığına vurulmuş zincirleri çözmeye gücü yetmemektedir. Bu bir cesaret işidir, insan olmanın, «eşref-i mahlûkât» olmanın şerefini duyabilen kalblerin becerebileceği büyük işlerden biridir. Bu fiili gerçekleştiremeyenler, adi sineklerin bal özünü bünyesinde taşıyan çiçeğin etrafında vızıldamaları gibi kavramın çevresinde dönüp dururlar. Kâinata verdikleri de yalnız âhenksiz bir sesten ibarettir. Hürriyet kavramı üzerinde düşünülürken önce şu sualler cevaplandırılmalı. Kendi iç dünyasında hür olmayan, hatta bu kelimenin karşıladığı kavramın o büyüleyici zevkini tanımayan insan hürriyetten söz edebilir mi? Böyle insanlardan müteşekkil bir toplulukta, hürriyet adına atılan nutuklar, iç esâretin zincir seslerinin ağızlardan dökülen ifâdesi değil midir? Kişinin kendi gönlüne vurduğu prangaları tek tek kırmadan onun *TÖRE Dergisi, Y.9 S.76 Eylül 1977 s.20 gerçek hürriyeti tatması mümkün mü? Kaynağını irsiyetten alan ve ferdin kendi geçmişindeki olaylarla kollarına iyice düğümlenen zincirler çözülmeden hürriyetten bahsetmeye kalkmak samimiyetsizliğin en büyük örneklerinden biri sayılmaz mı? Bütün bunlar gerçekleşse dahi, insan mutlak manaâda hürriyetin kendine mahsûs havasını ne ölçüde teneffüs edebilir? Kişinin hayatında gerçekleştirebileceği insanî hürriyetin sınırları nereye kadar uzanır? Bütün bu suallerin cevabı bu ara III. baskısını yapan Emine Işınsu’nun Tutsak adlı eserinde, roman türünün sınırları içerisinde verilmeye gayret edilmiş. Biz, eserde tip hususiyetlerini nefislerinde taşıyan kahramanlar çevresinde bu hürriyet problemi üzerinde durmak istiyoruz. Bu arada, romandaki tiplerin, bu gün meselelerimiz karşısında bir nevi bocalayan insanların bir kısmına çok benzemesi, hatta aynı zihniyeti taşıyan insanlar olması eserin aktüalitesini korumasına imkân hazırldığını da ifade etmek istiyorum. Roman, zamanımızın yüksek sosyetesinin esaretten şuursuzca kaçışına ait panik hâlinin sergilenmesine imkân hazırlayan bir evde tertip edilmiş gece eğlencesinin anlatılmasıyla başlamaktadır. Bu 164 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E sahnede romanın erkek kahramanı Orhan’ı kadın kahramanlarından Ceren’i, Selma’yı ve bunların arkadaşlarını tanıyoruz. Bunlar, sürdükdükleri hayat tarzıyla kendilerinin hür oldukalrını zannederler. Oysa hepsinin bileklerinde ve ayaklarında markaları ve renkleri başka başka olan zincirler vardır. Bu eğlence esnasında, evden yükselen sesler, sözü edilen zincirlerin birbirine vurmasından ortaya çıkan seslerdir. Tavır ve hareketler ise, kendi taşıdığı zinciri görmeyen fakat karşısındakinin bilek ve ayaklarındaki zincirlere garip bir tarzda bakıp buruk bir zevk alan insanların hâline çok benzemektedir. Bunlardan Orhan tam manâsıyla esirdir, maddenin esiri. Ceren, bir tereddüdün kadını olarak karşımıza çıkar, arayış içerisindedir, sanatkâr kalbine devamlı olarak yönelttiği sorularla bileklerindeki zincirlerin bir hayli incelmesini sağlamıştır. Fakat bir türlü beyin, kalp diyaloğunu kurup son ve kurtarıcı hamleyi gerçekleştiremez, büyük gönüllü bir kurtarıcıya ihtiyacı vardır. Selma ise, hürriyete kavuşmak arzusuyla geçmişte gerçekleştirdiği bir hamle neticesi, bileklerine ikinci bir zincir takmıştır, bunun sebebi beyin kalp diyaloğunu kuramayışı, kendi benliğini temizleyerek hürriyetin barınağı hâline getiremeden harekete geçişidir. Selma, artık hür olma arzusunun çaresiz esiridir. Bu istek onun kocasından ayrılmasına sebep olmuştur, bir hayat tarzının hürriyet anlayışını sonuna kadar yaşamak zorundadır. Romanın ortalarında tanıdığımız Tarık, insanî hürriyeti nefsinde yaşayan büyük gönüllü biri olarak karşımıza çıkıyor. O, gönlüyle, kalbiyle hülâsa bütün varlığı ile kişi oğlunun hürriyet yolunda varacağı son çembere ulaşmış bir idealisttir, gerçek insandır. Orhan’ın çevresindeki iş arkadaşları ve dostları kendisi gibidir. Ancak aynı noktaya değişik yerlerden hareket ederek gelmişlerdir. Hepsinin esiri olduğu köle tüccarı aynıdır. Adı da maddedir. Fatma ve Hasırcı bu tipin sanat sahasında faaliyet gösteren insanlarıdır. Bunların kendilerine menfaat temin ettiği müddet boyunca arkasından gittikleri fakat insanî hürriyetin sınırlarının bittiği yerde kadere esir olduğu noktada terkettikleri Menderes, söz konusu tipe mensup insanların ideal diye benimsedikleri kavramlar ve onları temsil eden şahıslar karşısındaki tavırlarını, daha yerinde bir ifadeyle bayağılıklarını, o maddî imkânlar içerisinde yoksulluklarını ortaya koymak kasdıyla romanda kahraman olarak karşımıza çıkar. Tarık ve Menderes yalnız kaderin esiridir. Böylece eserlerdeki kahramanları tip husûsiyeti gösteren üç ayrı şahsiyet çevresinde incelemek mümkündür. Bunlar maddeci Orhan tipi, idealist Tarık tipi, devrin ıstırabını sanatkâr hassasiyeti ile duyan maddeci çevrede yaşamaya mahkûm olan fakat bir türlü isyan edemeyen muzdarib Ceren tipi. Şimdi bunlar üzerinde duralım: Orhan Erbilli : Cumhuriyetin ilk yıllarında Kerkük’ten İstanbul’a gelen bir ailenin çocuğu olan Orhan, bugün de cemiyetimizde benzerine çok rastladığımız iş adamı tipinin menfi bir çok hususiyetini nefsinde toplamış bir insan olarak karşımıza çıkar. Onun böyle olmasını hazırlayan şartlar zinciri, babasına ve annesine kadar uzanır. Babası, Cumhuriyetin ilk yıllarında doğup büyüdüğü, vatan bildiği Kerkük’ü rahatı için terkedip İstanbul’a gelmiştir. Orhan Erbilli’nin amcası ve Tarık’ın babası ise «Ben bu toprak üzerinde doğdum, Türkiye nasıl benim vatanımsa burası da vatanım.» deyip Gazi Paşa’nın günün birinde Kerkük’e de gideceği ümidiyle her türlü dünyevî zahmeti peşinen kabûl ederek orada kalmıştır. Böylece iki kardeşten biri maddî değerler dünyasını, diğeri manevî değerler bütününü tercih ederler, artık yolları ayrılmıştır. Orhan Erbilli, böyle bir babadan irsiyetle geçen husûsiyetleri geliştirecek bir aile ortamı içerisinde mühendis mektebini bitirir. Babası ona yalnız Kerkük’ten geldiğini söylemiştir, orası ile ilgili ne hikâye anlatmış, ne de horyatlardan söz etmiştir. O, geçmişinden habersiz büyümüştür. Nefsinin ihtiyaçlarından başka hiç bir şeyle ciddi olarak ilgilendirilmemiştir. Tam bir maddeci olarak yetişen bu insanda sanat endişesi dudak bükülüp geçilecek faidesiz bir gayretten başka bir şey değildir. Onun böyle olmasında tabii olarak annesinin de büyük rolü vardır. Orhan, elde etmek istediği bir kadının evinden kovulduktan sonra, annesinden çocukluğunda duyduğu şu cümleleri hatırlar: «Kadın mı ne olacak oğlum, biri olmazsa öbürü. Kadından bol ne var... Sen bir tanesin. Sen güzelsin, akıllısın. Bir tanesin, cansın... Erkeksin... «Gel pantolonunun düğmelerini ilikleyeyim. Ben iliklerim anne. Yapamazsın sen beceremezsin. Gel canım, gel güzel oğlum... yiyeyim senin bacaklarını, amanın ne güzelmiş benim oğlumun bacakları», «Ben babanla yatarım oğlum, seninle yatmam. Kızıyor baban, sen Orhan’ı benden daha çok mu seviyorsun diyor. «Sen güzelsin baban çirkin... Sen bir tanesin kimseler benzemez sana», «Birgül ağabeyinin pantolonunu ütüle senin ağabeyin başkaları gibi mi,kimselere benzemez o bir tanedir güzeldir... Sen oku Orhan’ım ben ağzına yediririm.» Yazar, diğer kahramanlarında olduğu gibi Orhan’ın şahsiyetinin teşekkülünde ehemmiyetli olan dönemeç noktalarını eserin bütünü içerisinde, bazan kahramanlarına geçmişlerini hatırlatarak, bazan da olayın tabii akışı içerisinde onları konuşturarak okuyucunun dikkatine sunmasını çok iyi beceriyor. Tutsak, bu yönleriyle psikanalizle uğraşanlar 165 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E için hem malzeme değerini taşımakta hem de, bu nazarla incelenmesi gereken bir eser olarak karşımıza çıkmaktadır. Orhan Erbilli, bu bakış açısından değerlendirildiğinde, onu, çocukluğunun esiri olan koca bir bebek olarak mütalaa etmek gerekir. Hem de bütün kadınlarda annesini gören, onu yaşamak isteyen bir bebek... Çocukluğunda doyurulmamış sonra da isabetli bir eğitim ile iyi yola kanalize edilmemiş bu isteğin sebep olduğu ruhî bozukluk onun bütün hayatına hâkim olmakta, her davranışının arkasında itici güç vazifesini görmektedir. Orhan’da görülen aşırı ölçüdeki egoizm de aynı ruhî kompleksin tezahürlerinden biri olarak düşünülebilir. Egoizm, onun kendini herkesten üstün görmesine, dünyadaki her türlü nimetten yararlanmak için gayret sarfetmesine zorlamaktadır. Ancak onun nimet bildikleri şeyler, bir ruhî komplekse vücut veren diğer unsurlar tarafından tayin edilmiştir. Bu nimetler yalnız nefsânî arzulara cevap teşkil eden ve insanın diğer canlı varlıklarla ortak taraflarından ibarettir. Böyle bir insan tabii olarak ten ve damak zevkini her türlü insanî değerden üstün tutar. Bunun için de çok paraya ihtiyacı vardır. Öyle ise Orhan’ın çok kazanma arzusunun arkasında onun ruhî bozukluğunun zorlmasının tesiri çok ehemmiyetli yer işgal etmektedir. Böyle bir insanın kazanmak için her türlü yolu meşru sayması, tabiidir. Ancak elde ettiği maddî imkânlar, Orhan’ın iç yüzünün gözler önüne serilmesine zemin hazırlar, onun bayağılıklarını ortaya kor. Zaten kazanmak arzusu kaynağını, -daha önce de belirttiğimiz gibi- onun kollarına vurulmuş zincir durumunda olan ruhî kompleksden almaktadır. O, bir türlü bu akıştan kendini kurtaramaz, ilerlediği yolda gittikçe batar. Şimdi bu insan hür mü? Eserde onun çevresinde olan insanlar da aynı husûsiyetleri taşımaktadır. Yalnız Ceren ve Tarık bu durumdan rahatsız olur ve ayrı ayrı tiplerin temsilcileri olarak karşımıza çıkarlar. Ceren Erbilli: Orhan Erbilli’nin eşi Ceren Hanım’ı çocukluğunun çizdiği çenberin dışına çıkaran Tarık’tır. Ancak Ceren’de daha öncede belirttiğmiz gibi nefsiyle hesaplaşarak kendini aşma gayreti vardır. Adetâ yüzme bilmeyen bir insanın kendini boğulmaktan kurtaracak güçlü kolları beklemesi gibi, Ceren’in talihi de Tarık’ı bekler. Onda devamlı taze olan insanî unsurlar, isabetsiz bir eş seçimi ile düştüğü kötü çevrenin getirdiği unsurlarla bir iç mücadele hâlindedir. Ceren, yaradılıştan sanatkârdır. O, eserde dış görünüşü ile her türlü ıstıraba sessizce katlanan, iç dünyasında fırtınalar kopan sanatkâr insanların temsilcisi gibidir. Ancak, bu ıstırabı derinleştirmekten korkar. Kendi ifadesiyle «tutunacak bir dal» aramaktadır. Onun bütün trajedisi bu cümlenin arkasında gizlidir. Çünkü ıstırabın kaynağına, arı kovanına elini sokar gibi korkmadan girse büyük sanatkârlara mahsus çileye talib demektir; içinde bulunduğu şartlara kızgınlıkla verilmiş bir kararın sonucu isyân etse ve onları bir daha hatırlamasa ıstırabdan kaçan piyasa adamı olarak ortaya çıkacaktır. Romanın diğer kadın kahramanı Selma’dan farkı olmayacaktır. Her iki halde de rahatlayacaktır. Ceren’in bu trajedisinin kaynağı da çocukluğudur. O, daha oyun çağında iken «düşünceli» bir çocuk görünme isteği ile kendi kendini mahkûm etmiştir. Bunda içinde yetiştiği aile çevresinin rolü büyüktür. Çünkü bu aile çevresi, ona «arzularını, kaprislerini, hatta çocukca şımarıklıklarını içine gömerek» yakınlarının tasvibini kazanmayı telkin etmiştir. Bu şartlar altında büyüyen Ceren, evlendiği zaman da kocasından «şefkat ve anlayış bekleyen küçük bir kız gibi» Orhan’a uzanır. Artık annesinin yerini Orhan almıştır. O üzülmesin diye Ceren bir bakıma kendi varlığını inkâr eder. Böyle bir insanın da hürriyete kavuşması için ellerinden bu zinciri çözecek ve onu yeni girdiği ışıklı havaya alıştıracak bir güce ihtiyacı vardır. Ceren, Tarık ile karşılaşıncaya kadar sanat endişesinin verdiği bir kuvvetle bu zinciri koparmak üzere zorlar. Fakat isyan edemez, garip bir çaresizlik içinde bileklerinde taşıdığı zincirden şikayetçidir. Kendi varlığını ve dış çevreyi bu şikâyetlerin verdiği imkân ölçüsünde sanatkâr bir mizacın objektifinden müşahade eder. Kısacası Ceren, hürriyete kavuşma kabiliyetini nefsinde taşıyan bir eserdir. Onun sanat hakkındaki düşünceleri, şahsiyetinin bütünü içinde geçerlidir. Zaten Ceren’i çevresindekilerden ayıran da bu sanat endişesi değil midir? Romandaki şu cümleler Ceren tipinin husûsiyetlerini ifade ettiği için ehemmiyetlidir: «İçinde yaşanılan zamanın sınırladığı bir güzel anlayışı var sanatta. Sanatkâr, bu sınırın tutsağı olmaya mecbur tutuluyor adetâ, çıkışları alışılagelenden ayrı bir renk saçan pırıltıya tahammülleri yok! Güzel’i bu sınırın dışında aramaya çalışırsan veya ruhumuzun, benliğimizin bir yanında uyuşmuş kalmış, bir eski güzeli bulup çıkarırsan kabûl edilmiyorsun. Ya küçümseyip silmek istiyorlar seni, ya deli diyorlar.» Büyük sanatkâr çevresinin tasvibini kazanmak için faaliyet göstermez, o içindeki dayanılmaz arzunun tesiriyle kendi dünyasını sanat eseri vasıtasıyla dışa aksettirir. Yukarıdaki cümlelerden Ceren’in çevresindeki insanların tasvibine muhtaç olduğu anlaşılmaktadır. Bunun sebebi onun yetişmesinde büyük rolü olan aile içi eğitimin sınırları dahilinde aranmalıdır. Ceren belki de tasvip edilme, beğenilme, sessizliği ile hoş görünme arzusunun esiridir. Onun bundan kurtulması için ferdiyeti aşan büyük bir meselenin ruhuna heyecan vermesi, daha yerinde bir ifadeyle benliğinde gizli olan bir gücü alevlendirmesi gerekmektedir. 166 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Romancının «Küçük Dünya» adlı kitabında da aynı husûsiyeti görmemiz manidâr. Emine Işınsu’nun bütün eserleri üzerinde yapılacak bir çalışma, sanatkârın roman dünyasının ana hatlarını daha iyi ortaya kor. Kanaatimize göre böyle bir çalışma neticesinde ortaya çıkacak tabloda yukarıda işaret ettiğimiz husûsiyet ehemmiyetli yer işgal eder. Böylece Ceren tipinin romancının dünyası içerisindeki yerini sezdirdikten sonra, Tutsak’a dönelim.Sözünü ettiğimiz gücü alevlendirecek insan Tarık’tır. Bu güç dünya Türklüğünün bütün meselelerine sahip çıkma şuuru olarak tecelli ediyor. Bu şuur, Ceren’i yaşadığı basit ve maddî hayatın üzerine yükseltiyor, onun kalbbeyin diyaloğunu kurmasına ve çocukluğunun çizdiği dar çenberin dışına çıkmasına zemin hazırlıyor. Bir dâvanın samimi savunucusu olmak Ceren’i hürriyete kavuşturuyor. Bu arada onun Tarık ile karşılaşmasını, insanî hürriyetin sınırlarının bittiği yerde bir başka gücün hâkimiyeti kişileri idare eder şeklinde yorumlarsak pek hata etmiş olmayız. Buna biz kader diyoruz. Tarık’ın ve Menderes’in kaderin esiri olduğu eserin sonlarında vurgulanmak istenmiştir. Ancak buna esaret denilir mi? Romanda da bu yolda her hangi bir yorumla karşılaşmıyoruz. Ancak insanî hürriyetin, kaderin sınırında hâkimiyetini ona teslim ettiği değişik şekillerde ifade edilmiştir. Tarık : Tarık, kendi kökünden kopmamış, sun’î teneffüse ihtiyaç duymadan yaşayabilen bir insan olarak karşımıza çıkar. Onun yetişmesinde Kerkük’teki ailesinin ve çevresinin müsbet tesirleri vardır. Romanda horyatlarda ifadesini bulan milli terbiye, Tarık’ın şahsında bir nevi cisimlenir. Onun Kerkük’teki mücadele arkadaşları, Ankara’da Türk Ocağında tanıdığı, sohbetlerine iştirak ettiği, konuşmalarını dinlediği insanlar romanda Tarık’ın temsil ettiği tipin hususiyetlerini taşıyan kişilerdir. Bunların ortak tarafları nefislerinde duygu ile aklı birleştirmeleri, buradan aldıkları güçle büyük bir milletin bölünmezliğini, bu yolda mücadele etmenin kudsiyetini kabûl etmeleri; insanı bayağılaştıran küçük ve maddî zevkleri hiçe sayıp büyük gönüllerinin emrettiği tarzda hareket etmeleridir. Tarık, millî değerler bütünün verdiği heyecanı nefsinde çok iyi duyabildiği için, esir olmasına rağmen kendi dünyasında insanî hürriyeti sonuna kadar yaşar. Burada görünüşte esir olan fakat aslında kendisini hür zanneden bir çok insandan daha fazla hür olan bir insanla karşılaşıyoruz. Hürriyet problemine sürü halindeki insanların koyduğu hükümler ışığında bakan kimseler, Tarık’ın hür olmasını anlayamazlar. Çünkü onlar için hür- riyet iç huzuru değil, dış görünüşüyle rahat bir ömür sürdürmek için hazırlanmış dış şartlardan ibarettir. Tarık tipinin gönül rahatlığını, yaradılışın verdiği vazifeyi yapmanın sağladığı hakiki huzuru, hürriyeti ve bu tipin davranışlarını anlamak her hâlde ancak o hâli yaşamakla olur. Bu dinî vecd gibi bir şeydir. Hür olmak da böyle değil mi? Hürriyet ifade edebilmek için var olan bir kavram değil yaşanan ve ancak yaşayanların bildiği bir kavramdır. Onların tavır ve hareketleri de yalnız kendilerine benzer insanlar tarafından anlaşılır. Yalnız, romancı Tarık’ı çok yerde her nedense serbest bırakmamış, onu devamlı susturmuş. Tarık’ın yerine Ceren’i konuşturmuş. Bununla Tarık’ın Ceren üzerinde nasıl bir tesir bıraktığı ifade edilmek istenmiştir. Böylece Tarık’ın bütünlüğü ortaya konulmıştur. Ancak roman bütünü içinde Tarık bize başka şeyler de söylemek istiyordu. Orhan tipine mensup insanlara kendi varlık sebeplerini, büyük gönüllü insanlara mahsûs ağır başlılık içinde haykırmak istiyordu. Anadolu insanının henüz bozulmamış yaşayışını bazı bürokratlara gösterip bu insanlara neden ihanet ettiklerini açık açık sormak istiyordu! Kerkük’teki hayatla Anadolu’daki hayatı karşılaştırıp bu tufeyli bürokratların nereden çıktığını sormak istiyordu! Bilmem ki roman uzayacak diye mi, yoksa başka bir sebeple mi Tarık konuşturulmadı? O, bir insanın ıstıraplarını dindirmek ve yalnız ona ışık tutmak için yaratılmış olamaz. Ama her şeye rağmen Tutsak, Emine Işınsu’nun psikolojik roman vadisinde çok daha iyi eserler verebileceğini ortaya koymaktadır. Bir kere kadını tahlilde gösterdiği başarı, onu yakın devir romancılığımız içerisinde ehemmiyetli bir mevkiye yükseltmiştir. Ama bu kadınların gönülleri büyük, çevreleri dardır. Kocaman şehirde bir kaç insan ile karşılaşmak mümkün mü? Çünkü Altın Hanım, hizmetçi kadındır ama Selma’nın mektep görmemişidir. Üstelik bizim kadınlarımızın bariz husûsiyeti olan ariflikten de nasibini almamış kuru biridir. Yazar kahramanlarının iç konuşmalarını roman bütünü içerisinde rahat sergilemektedir. Burada psikanalizden iyi yararlanmıştır. Eserin bütünlüğü bozulmadan, malûmât-furûşluk yapılmadan bir ilim şubesinden elbette istifade edilir. Ancak bunlar bizim insanımıza ters düşecek tercüme havasında olmamalıdır. Emine Işınsu, yakın devirdeki bir çok kadın ve erkek romancmızda görülen böyle bir hatâya da düşmemiştir. Yalnız rüya yorumu meselesinde Ceren tipindeki ve seviyesindeki bir hanım acaba başka şeyler düşünmez miydi? Ancak, sanatkâr şüphesi belki buna imkân vermemiştir. Eser bütünüyle hürriyet problemini XX.asır Türk insanı çıkmazları çevresinde en iyi ortaya koyan romanlardan biri değil, birincisidir sanıyorum. 167 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E HALİDE NUSRET ZORLUTUNA VE «AŞK ve ZAFER» • Emine IŞINSU Romanlarımdaki «anne» tipleri umumiyetle olumsuzdur. Çaresiz, zavallı, fedakârlık gösterileri arkasında benliklerini besleyen yahut aşırı hırslı.. şöyle böyle. O «anneler»’in benim anamla münasebetleri bulunup bulunmadığı sorulmuştur. Ben de sordum bu suali kendi kendime, cevabım, içtenlikle «Hayır» oldu. O anneler, benim annem Halide Nusret Zorlutuna değildir. Benim anam, her türlü gösterinin ötesinde gerçekten fedakâr bir kadındır. Aşırılığı ise hassasiyetinde ve belki cemiyetin değer hükümleri karşısında gösterdiği dikkattir. Vatanî vazifeyi her türlü sorumluluğun üstünde tutan «zorlu» bir askerin eşi; zamanı şimdiki gibi değil, şartlar bilhassa ordu mensupları için çok ağır ve yıpratıcı... Şair, yazar, öğretmen hanım kâh katır sırtında, kâh at; bazen iptidai otobüslerde, bazen kamyonda, zaman zaman da trenle dolaşır yurdun dört bucağını. Yanında eşi, annesi, sonra oğlu ve derken kızı. Mahrumiyet bölgeleri, bazı şehirlerde lise var ama ekserisinde bir tek ortaokul. Edebiyat ve Türkçe hocalığı yapar. «Benim Küçük Dostlarım», «evlâtlarım» dediği talebelerinden bir küçük demettir. Yıllar önce yayınlanan bu kitabın ikinci baskısını 1977’de Kültür Bakanlığı yaptı. Annemle talebeleri arasında pek çabuk oluşuveren samimiyet ve dostluk havasına şaşmışımdır fakat beni asıl şaşırtan, gittiğimiz her şehirde yahut kasabada, hatta bir prevantoryum köşesinde annemin etrafını hemen TÖRE Dergisi, Y.8, S.95 Nisan 1979, s.21 çevreleyen, ondan bir şeyler bekleyen her yaştan ve çeşitli kültür seviyelerinden meydana gelen insan kalabalığı olmuştur. Ondan bir şeyler beklerler... Yalnız bilgi değil elbet, -çünkü edebiyata dair çok soruları vardır- fakat ne? Bir genç kızın ümütsiz aşkından, çeşitli aile dertleri, çocuk problemleri, problemli çocuklar, eş-dost geçimsizlikleri, yazı heveslileri, genç kaabiliyetlere kadar. Bilhassa sıkıntılar! Annem, hepsine cevap verebiliyor muydu, bütün bu konularda söz sahibi, nasihat sahibi olacak kadar bilgili ve yetenekli miydi? «Öyleydi!» diye kesip atmak, satıhta bir cevap olur. Fakat şunu kesinlikle söyleyebilirim, annem karşısındakinin derdiyle, meselesiyle yürekten hem-hâl olurdu. Verdiği, samimiyetti; içten gelen riyasız duygularıydı, imanından doğan huzur ve saflıktı. Bu yüzden o, üç şiirinde insanlardan korktuğunu, onlara acıdığını ve onları sevdiğini söylerken son derece içtendi.. diyorum. İlk hatıralarım arasında, okuldan eve, evden okula koşup duran bir hanım var. Küçük kızı, saatin yelkovanı ve akrebine dikip gözlerini, anasının dönüş vaktini kestirmeğe çalışır. Anne, telâşlı ve heyecanlı bir hanımdır, ev işi yaparken, yüksek sesle şiirler okur. Eğer bir mısraı unutmuşsa, arûzun vezni ile tamamlar onu, öteki mısraa atlar. Meselâ: «Körfezdeki durgun suya bir bak göreceksin / Mef u lü me fa i lü - me fa i lü- fe u lün / Mehtap iri güller ve senin en güzel aksin» devam edip gider. Bu yüzden olacak çocukları, çocuk yaşlarındayken öğrenmişlerdi arûzu. 168 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E Bir de masa başındaki genç kadın; pek çok kurşun kalem, silgi, kalemtraş, sarı defterler ve öğrenci vazifeleri, öğrenci yazıları ve bunlar için mutlak kırmızı kalem. Bu bitmek tükenmek bilmeyen vazife kağıtlarını titiz bir dikkatle düzeltiyor bilhassa kompozisyona ehemmiyet veriyor, her kağıdın altına adetâ çocuğun tahririnden daha uzun bir tenkid yazıyor ve mutlak teşvik edici sözlerle bitiriyor... Sarı defterler ise kendi yazıları, şiirleri için. Halâ daha kurşun kalemle yazar, ucu silgili kurşun kalem onun için pek sevindirici bir hediyedir. Hediyeden söz açılmışken şunu belirteyim annem, yalnız maddî imkânsızlıklar yüzünden değil, ehemmiyet vermeyi bir nevi zaıf addettiği için, giyim kuşam ve takılarla ilgilenmezdi. «Bir büyüsem, zengin olsam, anneme kürk ve tek taş pırlanta alsam» diye pek düşünmüşümdür. Eh, o zamanlar gördüğüm tanıdığım bazı paşa hanımları, kürklü ve pırlantalı idiler!.. Annemin yazarlığından dolayı, o hanımların karşısında üstünlük falan duymaz, bilâkis onların giyim kuşam ve takılarına annem namına özenirdim!. Çocukluğumun «anne» manzarasını tamamlayan, seccade bölümü de vardır, beş vakit. Beyaz baş örtüsünü çevrelediği boyasız yüzü.. tesbih şıkırtısı ve nedense hiç unutamadığım «Ya Vedd.. Ya Vedud..» zikrî. Ve misafirler.. misafirler.. ve pek çeşitli sosyal müessesede, yardım derneklerinde faal görevler. Hepsinin içinde, arasında yazarlığa vakit bulması -bana göre- bir mucizedir! Çünkü sağlığı da hiç bir zaman iyi değildi. Geçirdiği ve beraber yaşamayı öğrendiği rahatsızlıkları belki tam hatırlayamam. Ondaki enerji; gücünü hayata bağlılıktan mı, yoksa sâdece imandan mı alır bilemem. Belki ikisinden de. Önceki yıl «Hac»’a gitmeğe karar verdiğini bir dost evini beraberce ziyaret ettiğimiz vakit, o dosta açıklarken öğrenmiş; öfkeden, şaşkınlıktan taş kesilmiştim. Çankaya’daki evinden Kızılay’a yalnız gidemeyen şu zayıf ve rahatsız hatun, bu yaşında! Yakın çevresinin ve bilhassa benim şiddetle karşı koymalarımıza rağmen, kararında diretti. Gerçi yalnız değildi. Allah razı olsun bir eski öğrencisi ve onun eşi annemin sorumluluğunu üzerlerine almışlardı amma.. Ama.. İşte ben, hava alanında bir dost kalabalığı arasında onu mukaddes topraklara yolcu ederken, anamı bir daha hiç göremeyeceğimden emindim. Zayıf bedeni o toprakları istemişti, Allah da kabul etmişti duasını böyle düşünüyordum. Hac dönüşü annem, çok daha sağlıklı ve mutluydu! Kalbî arzusuna onca karşı gelmiş olduğum için kendimden utandım. 169 İşte böylece kopuk kopuk hatıralar, ince kalın çizgilerle anlatmaya çalıştım tanıdığım Halide Nusret Zorlutuna’yı. Bir evlat, kendi bencil hislerinden, -sevgiden yahut tenkitlerden- sıyrılıp, nanca tarafsız bir gözle bakabilir anasına? Elimden geleni yaptım. Şimdi «Aşk ve Zafer»den söz açalım. Dolaştığımız yerler arasında Urfa’ya bir başka türlü tutuldu annem. Şehrin mistik havası; halkının sıcak kanı, mertliği. Mahallî gelenek ve âdetlerin çeşitliliği. İstiklâl savaşında; kendi başının çaresine bakıp dillere destan bir kurtuluş muharebesi vermiş olması. Saymakla tükenir mi? Suruç Ovası, çiğ köftesi, geceleri ve insanlarıyla annemin kaleminde şiirleşti Urfa. Urfa’dan ayrılıp, Sarıkamış’a gittikten, Ankara’ya geldikten sonra bile «Urfa»ya, «Hasretim Var..» diye sesleniyordu. «Aşk ve Zafer» mütareke zamanının İstanbul’undan manzaralar verir ve Urfa kurtuluş muharebesini: İstanbul’lu bir kızla Urfa’lı bir gencin aşklarında şiirleştirerek anlatır. Yedi sekiz yaşlarındaydım, hatırlıyorum, annem pür heyecan babama anlatırdı: F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E (Zorlutuna 1938 yıllarında) «Paşam, bugün Müftü Efendi ile görüştüm, savaşın pek çok vesikası var onda. Ata’ya çekilen telgrafları, gelen cevapları, hepsini göstrerdi. Notlar aldım.» «Hacı Mustafa Efendi ile de görüştüm, muharebeye bizzat katılan bir kaç gaziyi de tanıttılar bana. Çok heyecanlandım, çok.» «Biliyor musun paşam, muharebenin ilk gecesi..» «Bugün çarpışılan sahayı adım adım gezdim, Mahmut Nedim konağındaki kurşun yaraları olduğu gibi duruyor. O günleri, o geceleri yaşadım. Yaşadım paşam.» Annem böyle söylediği vakit… babam ciddi ciddi gülümserdi. Bu «ciddi gülümseme» ona has bir özellik olsa gerekti, yahut da Trablus’dan Balkanlar’a, Çanakkale’ye, İstiklâl savaşına kadar cephelerde çarpışırken aldığı yaraları, gıdasızlıktan dökülen bütün dişlerini düşünür, şu «yaşama» olayını, kendi açısından bir hoş karşılardı.... Roman hakkında anneme bir kaç soru sormak istedim: -Mütareke zamanı İstanbul’unu yahut kurtuluş muharebesi veren Urfa’yı değil de, şu romanı baştan başa ören aşkı merak ediyorum, öyle bir aşk ki, İbrahim de vatan aşkı ile iç içedir. Delikanlı al bayrakta bile sevdiğinin yüzünü görür. Bu aşk hakkında söyleyecekleriniz var mı? -Yaşanmış bir aşktır, benim için temiz ve aziz bir hatıradır. Aslında İbrahim, Urfa’lı değil Maraş’lıdır. Maraş’ın eski, köklü ailelerinden birine mensuptur. Biliyorsun Kahraman Maraş da, İstiklâl savaşında kendi göbeğini kendi kesti; kurtuluşunu bizzat öz evlâtları, kendi halkıyla, kanı bahasına kazandı. -Peki; ya leylâklı köşkün güzel kızı? Bu sualime, annem hafifçe tebessüm ediyor: -O hanım kız, romanda gösterildiği kadar güzel değildi!.. Evet, romanın yalnız Zinnûr’la ilgili bölümlerinde epeyce hayâl payı vardır. Bir zamanlar çocuk kalbimi kıskançlıkla dolduran bir olayı hatırlıyorum, annem Kemâlettin Kâmî’nin vefatını öğrendiği zaman ağlamıştı. -Kemâlettin Kamî’ye dair de bir bahis var. -Ah kıymetli çok sevdiğim bir arkadaşımdı. İyi bir şair, iyi bir insandı. Bizim zamanımızda kadın erkek arkadaşlıkları daha bir saygılı, daha bir değerli oluyordu, bilmem. Ben romanımda bu kıymetli arkadaşımı, öyle anmak istedim. -Zeliha’da kasteddiğiniz belirli bir şahıs var mı? -Hayır. -Ben şahsen anne ve sanırım bir çok kimse sizin nesrinizi, şiirinizden üstün buluruz; bu konuda söyleyeceğiniz bir şey var mı, yahut tercihiniz? -Bilmem ki, bu sual iki çocuğunuzdan hangisini daha çok seviyorsunuz gibi geldi bana. Cevap vermek güç, belki de imkânsız. Ancak şiir, zaman ve mekân tanımadan kendi gelir, bazen uykudan uyandırır insanı. Sonra yazarsınız, rahatlarsınız. Şunu da belirteyim, kâğıda geçen şiirlerim, hiç bir zaman gönlümdekilerin güzelliğine erişememiştir. Romana gelince; evet.. roman beni asıl yaşamam lâzım gelen hayattan koparır. Karakterlere ve romanda geçen olaylara öyle kendimi kaptırırım ki; dış dünyadan herhangi bir müdahale beni çok rahatsız eder. Kahramanlarım beni sürükleyip götürürler, meselâ «Beyaz Selvi»yi tasarlarken, sonunu hiç de öyle düşünmemiştim, fakat karakterlere söz geçiremedim, istedikleri neticeyi elde ettiler!.. Velhasıl yazarken iki dünya arasında kalmış gibi oluyorum; sıkıntılı, şaşkın hattâ sinirli. Fakat bu hâl de bir çeşit mutluluktur; bilirsin yavrum... Herneyse ben sorduğun konuda bir şey söyleyemeyeceğim, tercih yapamayacağım. Karar okuyucumun. Evet Halide Nusret Zorlutuna ve «Aşk ve Zafer» hakkında karar; okuyucunun! 170 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E VEFATINDAN BİR YIL SONRA • Emine Işınsu ÖKSÜZ 5 Ocak... Mühim bir tarih. Adana’nın kurtuluşu ve Arif Hoca’nın “BAYRAK” şiirini yazıp okuduğu gün. O günden sonra Hoca, 5 Ocakları hep kendince kutlamış, gönlünde bayraklaştırdığı Adana. Adana’dan uzakta, yalnız mısralarına yansıyan gizli bir hasretle. - O törenlere.. diyor eşi; hani lâf olsun diye bir kerecik dâvet etselerdi. Sen Arif Nihat Asya’sın Adanalıların sevgilisi, sen 5 Ocak’ın sevdalısı.. Sen bayrak şiirlerinin en güzelini Adana’nın istiklâl gününde yazan, buyur bir kerecik 5 Ocak törenine katıl, deselerdi... Demediler. Hiç çağırmadılar Arif’i. Bir şey söylemezdi bana ama ben bilirdim dâvet Töre Dergisi, Y.7, s.56 Ocak 1976, s.21 beklediğini için için... Hüzünlenirdi her 5 Ocak’ta... 5 Ocak 1975 günü. O sabah hastahanede eşine sormuş: - Bugün 5 Ocak, değil mi? Öğleden sonra ziyaretine gelen müridi Sevim Şenli’ye sorusunu tekrarlamış: -Bugün 5 Ocak, değil mi? Evet, evet 5 Ocak. Ve 1975. Mühim bir tarih. İstiklâl günü. Ve Şeb-i ârus. Kavuşma günü.. gerdek gecesi. Mevleviydi. Vefatı ile Allah’a kavuşacağına iman ederdi. Allah, onun çin 5 Ocak tarihini seçti. Dünya çilesiyle, yakın ve uzak çevresinin çeşitli baskılarıyla 171 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E bunalan ruhuna; istiklâl, hürriyet günü diye. Eşi: -Tıpkı şiirinde anlattığı gibi gitti... diyor; eli titreyerek «sulu-sepken» kahvesini içti, bir nefes sigarasını çekti... Sonra yumruklarını sıkıp. «Nasıl oldu, bilmem-birgün, Tütününün dumanını savururcasına, Veriverdi son nefesini İzin verin Bir daha çeksin Lülesini! Tutuşturmadan eline Karşıyaka’da ikâmet tezkeresini Sofrasını son defa kurun; Nasıl yakıştıracak, görün, Ecel şerbetinin üstüne Yumruk mezesini!» -Yumruklarını sıkıp öyle, ben ne olduğunu hiç anlayamamadan... Yazmıştı işte şiirinde, hem o, bu şiiri yazdığı zaman, Karşıyaka’da mezarlık kurulmamıştı daha. O, bilmiş Karşıyaka’da yatacağını... Kerametleri çoktu hocanın. Eşi Servet Asya ile müridi Sevim Şenli, bir yıldır Arif Hocanın yayınlanmamış şiirlerini defterlerden, kağıtlardan bulup çıkarıyordu, tasnif ediyorlar. Ötüken yayınevi, Arif Nihat Asya külliyatını basıyor. -Çok isterdi bütün şiirlerinin, nesirlerinin böyle basılıp, tertemiz kitaplar olmasını. Şimdi ben bu kitapları alıp mezarına götürüyorum, bak Arifi diyorum, işte görüyor musun, pek istediğin şey nihayet oldu! Dikkat ediyorum; eşi gün geçtikçe daha bir acılaşıyor, daha çok üzgün görünüyor. Bir yıldır Hoca’nın eserleriyle, hâtıralarıyla.. Hep Hoca ile meşgul, onunla haşır-neşir. O, hayattayken, hayatın çeşitli gaileleri, küçük meşguliyetleri, kendisini böylesine verememiş belki eşine. Şimdi onun mânâsına eriyor, eserleriyle ona ulaşıyor. Kaybettiğinin yeri doldurulmaz boşluğu karşısında dolmuş gibi. Şaşkın ve Perişan Servet Hanım. -Meğer Hoca muzu çok severmiş, hiç söylemediydi ki, ölümden sonra öğrendim. Çok hoşlandığı yemekler vardı, aşure, cılbır falan. Bana zahmet olmasın diye, onları bile yapmamı istemezdi.. Diyor ve biz dostlarını da haklı olarak suçluyor: -O dostlarının vefasızlığından öldü, yalnızlıktan, aranmamaktan. Şöyle gönlünce sohbet edememekten öldü. Bir yıl da telefonsuz kaldık. Hergün seni sorardı; Işınsu neden uğramıyor? Metin Samancı’yı arardı. Herkesi canım, herkesi sorardı. Neden gelmiyorlar? Evet bizler.. Ah bizler!.Onun yavaş yavaş kendi eliyle akıbetini hazırlayışına dayanamadığımız için mi, yoksa kafalarımız, gönüllerimiz onun ölçülerine dar geldiğinden bazı hareketlerini yadırgadığımız için mi? Neden? Neden hep aramadık, neden hep beraber olmadık? Zavallı sualler! Acım o kadar ağır ki, yüreğimi taşıyamıyorum. Bir yıldır ne onun hakkında yazılmış bir parçayı okuyabildim, ne bir fotoğrafına bakabildim. Şimdi işte aradan şu kadar ay geçtikten sonra. Töre için Servet ablayla konuşurken, beraberce Hoca’yı anarken yavaş yavaş gevşediğimi hissediyorum. Bir yıldır Hoca’ya dair kimseyle konuşmamışım. Sözü açıldığı zaman, kapatmıştım. Hep bir sızıyı taşımışım içimde. Şimdi gevşiyorum ve sızı yavaş yavaş dağılıyor. Arif Hoca bütün dostluğu ile; güçlü, koruyucu içten tebessümü, hatta öfkesi ile dipdiri. Yanıbaşımda. Beni yine kavrıyor. Yine onun manevi varlığı içinde kaybolduğumu hissediyorum. Şaşırarak anlıyorum ki, bir yıldır ondan ve hatıralarından kaçmakla hata etmişim. Bu meğer ikinci bir ihanet olmuş. Çünkü Hoca hâlâ bekliyormuş! Evet o, büyüktü. O, güzeldi. Cümle dostlarının çok üstünde, çok ötesindeydi. Onu anlamak, ona ermek müşgildi. Bazı davranışları, belki bazı şiirleri de bizim dar ölçülerimize sığamazdı. Öyle, bizim terazimiz onu tartamazdı. Ne yazık kabahati kendimize, terazimize bulamadık da, anlayamadığımız hocayı yadırgamaya başladık. Onu yalnız bıraktık. Nerede şu milliyetçi dernek, bu milliyetçi teşekkül alıp Hoca’yı seyahatlere götürsün, günlere çağısın, nerde o şiir, yazı isteyen gazeteler, dergiler... Nerede o isteyenler, daima isteyenler?.. Vermek vakti geldiği an kaybolup gittiler! Hocanın istediği sadece sohbetti, dostluktu. Bunu sakındılar. Arif Hoca yalnız kaldı, yalnız öldü. -Son zamanlarda sık arayan İsmail Hakkı Bey’le, Yavuz Bülent Bakiler oldu, Allah razı olsun. Biliyor musun, onu önce dostları terketti, sonra eşyaları diyor Servet abla... Edebiyat Cemiyeti’nin hediye ettiği tükenmezin mürekkebi bitti. Masa, kol ve cep saati teker teker bozuldular. Derken ağızlıkları bozuldu. Sonra her zaman boynunda taşıdığı üzerinde kan gurubu yazılı kolye yok oldu. En son da hastahanede, en sevdiği sedefli tesbihi kayboldu. Hoca’nın ruhu ezelde, yalnızlığa teslim edilmişti, çünkü o çevresindeki insanlardan çok farklıydı, deyip, dostları bir nebze olsun bağışlasak bile, eşyalarının onu terkedişine çok bozuluyorum. Arif Hoca bütün cansızlarda, can tahayyül ederdi. Zahmetini çekiyorlar diye ceketini, hırkasını öptüğünü çok görmüştüm. Hele hele ağızlıkları, tesbihleri, saatleri, kalemi hepsi Hoca’nın canlı birer parçası, organı idiler. «Belki, diye düşünüyorum, o zaman öğrenseydim 172 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E bu eşyaların böyle çekip gittiklerini, bunun ilâhi bir işaret olduğunu anlar, Hoca’nın da artık gideceğini...» Kendisi anlamamış mıydı? Mümkün mü? Sevim Şenli Hanım diyor ki: -Biz istersek o vakti biraz uzatabiliriz, elimizdedir. Aslında bir, bir buçuk ay önce olması lâzımdı, böyle demişti bir gün hastahanede bana. Ve 5 Ocak tarihi, Tanrı ile arasında bir anlaşma mıydı? Servet abla, Konya’daki törenlerden, Mevlâna günlerinden de bahsediyor. -Mehmet Önder, Fevzi Halıcı bir kere bile hatırlayıp Hoca’yı Mexlâna gününe çağırmadılar. Hatır için olsa bile,Mevlâna’ya bunca şiir, yazı yazan, mevlevî şairdir Arif Nihat deyip.. Hayır çağırmadılar. Yapılan törenlerde Hoca konuşsun diye beş dakika ayırmadılar. Mehmet Önder’ın Mevlâna Şiirleri Antolojisinde, Arif’in bir şiiri bile yoktu. Ölümünden sonra ikinci baskısına almış. Bir yığın şikâyet, pişmanlık. Hocanın yalnızlığını şimdi tam anlamıyla hisediyor eşi ve dehşet içinde. -Bütün ömrünce anne, baba diyemeyişinin ıstırabını duydu. Biliyorsun dede yanında, hala yanında, leyli mekteplerde büyümüş... Bütün ömrümce pey şeyin ıstırabını duydu Hoca, Anadolu adına, Kıbrıs adına, Turan adına... Büyük Türk Milleti için. Dünyası Hazreti Mevlâ’nın manevî varlığı ile sınırlanmıştı yahut sınırsızdı demek gerek. Bu dünyada Allah vardı, vatan millet vardı. Tabiat vardı, aşk vardı. Çiçekleri, fotoğrafçılığı, tesbih, akik kolleksiyonculuğu vardı. Dostları vardı. Ko onu gereği gibi anlamasınlar, o, hepimizi anlıyordu. Bir kez bana melâmilikten söz açmıştı: -Melâmilik bütün zaaflarını ortaya koyabilmektir, onları gözler önüne serebilmektir, ruh ancak bu şekilde temizlenir, demişti. Bende melâmilik de vardır demişti. Sonraları bu konuya hiç dönemedik. Hoca ile konuşacak o kadar çok şey vardı ki. Derya gibiydi, bir çoğumuz onu tam içimize alacak bir bardak kadar olamadık. Çevresini dolduranlar zavallı irili ufaklı kaşıklarla nasiplerini aramaya bakıyorlardı. O, bunların hepsinin farkundaydı. Çok ilgi çekicidir, hiç kimseyi küçümsediğine şahit olmadım. Büyük dikkat ve titizlikle kendisine uzatılan her şeyi doldurmaya bakardı. Bütün öfkelerine, küfürlerine rağmen insanlara karşı olağan üstü bir hoşgörüsü vardı. Onun af’etmediği yalnız vatan hainliği idi. Bir de Menderes’i asanları hiç bağışlamamıştı. İşte böyle vefatından bir yıl sonra, hatıralar, hatıralar. Ziyaretine gittiğimiz zaman ne kadar sevinirdi. Çölde gezinip bitkin düştükten sonra, suya kavuşan bir insanın hasret ve sevinciyle nasıl okurdu şiirlerini. Bir kere Töre onsuz çıkmıştı da, ciddi olarak kızmıştı: -Töre benden bir şey almadan nasıl çıkar, anlamıyorum.. diye söylenmişti. Gönlümü almak için uğraşmıştık. Töre’yi benimseyişi, bizleri benimseyişi.. Çocuklara takılışı. Her dem taze pırıl pırıl bir zekâsı vardı. Son derece hazır cevaptı, çekişmeyi severdi. Esprileri çok ince, bazen de küfürlüydü. Bütün güzel şeylere ve güzellere meftundu. Eşi: -Bilmez misin, diyor, sarışınları çok severdi. Adana’da o yıllarda ben gencecik bir sarışındım. Bana ilgisine önce merhamet duydum. O kadar kendini bırakmış bir hali vardı ki, üstüne başına hiç dikkat etmezdi. Yırtık pantolonunu, çengelli iğne ile tutturuverirdi meselâ. Önce acıdım ona, sonra âşık oldum. Derken evlendik. Bana yazdığı yetmiş mektup duruyor. Onları bastırmak isterdi, hepsi birer sanat eseri çünkü. Mektepte dolabımın anahtarı ondaydı. Her gün bir mektup bırakırdı. Derken evlenmişler. Fırat doğmuş, Murat doğmuş... Pek sıkıntılı günler. Zamanın Maarif Vekili ile çekişmeler. Edirne, Malatya, Ankara, Kıbrıs sonra tekrar Ankara... Derken Hoca, çeşitli vesilelerle bütün yurdu gezmiş. Her parçasında bir, bir kaç parça şiirle dönmüş. Anadolu’yu tarihi, efsaneleri, masalları, halk inançları ile şiirleştirmiş. Kıbrıs’ı öyle... Bir Avrupa gezisinde; Avrupa’yı rübaileri ile ve Türk’ün gözü, Türk’ün şuuru ile ebedileştirmiş. Hoca pek mükemmel bir gözlemciydi. Minnacık, incecik ayrıntılar ona ciddi konu olurdu. Bazen, daha şiirleştirmediği konuları; «Her hakkı mahfuz» diye anlatır. Bazen, «Bunu ben yazmayacağım galiba, sen yaz» dediği olurdu. «Her hakkı mahfuz» dediği konulardan biri: Bir yerde bir kasap görmüş, ismi «Hürriyet Kasabı». Adamın işi ile, ismi arasındaki tezat, Hoca’ya pek acı bir alay gibi görünüyordu. 27 Mayıs’dan hemen sonra hani âdet olmuştu ya, her ismin başına bir «hürriyet» eklemek. Hoca bu noktayı da alarak, alayı büyütecekti sanırım. Fakat galiba yazmadı. Roman sevmediği pek de okumadığı halde, benim kitaplarımı dikkatle okumuş ve tenkid etmişti. Bunu bir hocalık görevi olarak kabul ediyordu. Şimdi vafetından bir yıl sonra Hoca’nın bana gösterdiği ilgi ile ve ona «Hocam» diyebilmek mutluluğunu kazandığım için övünüyorum. Ve yüreğimde bir yara kanamaya devam ediyor: Neden onun ilgisine tam anlamıyla lâyık olamadım? Allah’ın rahmeti, bu Allah aşıkı kulunun üzerinden eksik olmasın. Amin. 173 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E YELKEN • Arif Nihat ASYA (Herkes beni “BAYRAK ŞAİRİ “ olarak tanıyor, ama ben “YELKEN” şairi olarak tanınmak isterdim. A. Nihat ASYA) Onun dalgalarla omuzdaş Çağı da vardı. Yalnız yelkeni değil, Bayrağı da vardı! Gövdeyi tekerlek takıp, araba mı edecekler; Ayak takıp at mı; Yelken, kefen mi olacak, Eskisi gibi kanad mı? Kendisi saksıydı Bayrağı çiçek.. Gül getirip gül götürdüğü günler, Artık geri gelmiyecek! Belki direkler hatıl edilecek; Omurgalar çatı, saçak; Küpeşteler döşeme… Sen ol da inleme! Şimdi yorgun argın Yelkenlerinin buruşukları, İhtiyar alnının Kırışıkları! Kimi temele düşecek, kimi dama… Sen ol da ağlama! Kırntılarıyla döküntüleri, Ateşte yanacaklar; İplerini belki salıncakta, Belki sehpada kullanacaklar! Nefes almaya başlamalıydı deniz.. Onları o zaman, görmeliydiniz!. * ** Baştan başa yanıp yerde kül, Gökte bulut olmak da var; Kesilip, biçilip, çakılıp Tabut olmak da var! Neye varacak sonu. Böyle giderse? Direkleri, dal verseydi bari; Çiçek verse, yaprak verse! Demirini mezarcı mı kazma yapacak, Bahçıvan mı; Zavallı, bahçeden mi dönecek akşamları, Mezarlıktan mı? * ** 174 F İ K İ R S A N AT V E Yelkeni yarın Ya yatak çarşafı, ya yorgan yüzü.. Sevmediğine düşerse şayet «denizim, Denizim!» demekle geçecek gecesi, gündüzü! * ** Midyeler, yengeçler, istakozlar Diş geçirmiş omurgasına… Bunlar neyse ama dayanamıyacak Yılanbalıklarının meydan okumasına! Açmış göklere elini; Duaya dua ekliyor. Başı, köpüklü dalgalar; Yelkeni, rüzgâr bekliyor! * ** Bu hâliyle de çıkabilirdi En uzun yolculuğuna.. E D E B İYAT TA TÖ R E Çevresinde koşmaca Kadın, erkek, çoluk çocuk… Sevse de çocukları Yelkenine yetmez solukları * ** Yan gelecek gemi miydi o, Kuytuların koğuğuna! Kıyıda ölmekti korkusu; Uğradı korktuğuna! * ** Koç yiğidine yeterdi Nemi, loşluğu, sıcağı.. Onun da vardı -her kadın gibiKoynu, kucağı. * ** Alışıktı açıkdenizin Sıcağına, soğuğuna… Pişman değildi , aslaa, Gemi olarak doğduğuna! * ** Şimdi direkleri, korkuluk… Ambarlarında saklanbaç, köşe kapmaca; Uçmak için doğup, Yelkenini yerlerde sürümek… Yaratılmak açıklar için; Sonra, koylarda çürümek! Bir ülke bulun ona Uzakların buğularından , sislerinden Tıkanmadan göğsü Limanların islerinden! 175 F İ K İ R S A N AT V E E D E B İYAT TA TÖ R E TEMSİLCİLİKLERİMİZ YURT İÇİ TEMSİLCİLİKLERİ ADANA Pervin TÜRKOĞLU YÜCE 0.322.235 01 82 Abdullah BEYCEOĞLU 0.544.504 24 04 AFYON Ercan KAYAYERLİ 0.506.300 48 27 AYDIN Osman YILMAZ 0.533.482 32 40 AMASYA Sebahattin GÜNAYDIN 0.545.809 92 87 BALIKESİR Tarık İYİ 0.501.910 01 58 BATMAN Yasin YILDIZ 0.506.521 41 88 BURSA Orhan GÜRSOY 0.535.858 04 01 ÇORUM Sümeyra ÇAĞDAŞ 0.532.717 60 18 DENİZLİ Sabri ÖZEN 0.507.486 58 82 ERZURUM Yunus Buğra YILMAZ 0.442.234 58 35 ESKİŞEHİR Mehmet Ali KALKAN 0.555.966 57 52 GAZİANTEP Ahmet KIRATLI 0545.204 93 93 HATAY (İskenderun) Burhanettin UÇANER İÇEL (Anamur-Mut) Filiz ÇELİK 0.532.337 53 66 İSTANBUL BÖLGE TEMSİLCİSİ Engin PINAR 0.533.559 47 25 Yağmur ŞENGÖK 0.534.846 57 22 Gülşen ALTUNBAŞ 0.543.965 83 04 Oğuzhan Murat ÖZTÜRK 0.505.388 46 27 İZMİR Mustafa ÖNDER 0.541.361 30 68 KARS Nizamettin TOKİŞ KAYSERİ Şahin ŞİMŞEK 0.531.889 96 17 KIRKLARELİ Ahu ALTAN 0.554.594 49 97 MALATYA Osman Mete KUTLU 0.507.309 62 30 MUĞLA /FETHİYE Süleyman EMRE 0.507.705 56 17 ORDU Ünsal ERKAN 0.532.466 53 61 OSMANİYE Mustafa Ş. ÖZDARENDELİ 0.505.625 56 53 RİZE Yücel TANAY 0.531.229 70 12 TRABZON H. Nurcan YAZICI 0.532.645 97 49 YALOVA Hacer KARAKAYA 0.555.608 03 18 ÜNİVERSİTE TEMSİLCİLİKLERİ AFYON KOCATEPE ÜNİV. Erhan SOLMAZ 0.507.237 86 13 ANKARA ÜN. HUKUK FAK. Samet KARPUZ 0.555.838 51 98 BARTIN ÜNİVERSİTESİ Kader TÜZEL 0.506.979 58 28 BURDUR MEHMET AKİF ERSOY ÜNİV. Yrd. Doç. Dr. Şevkiye KAZAN EGE ÜNİVERSİTESİ Hasan Kağan YAYLA 0.505.378 04 04 ESKİŞEHİR ORHAN GAZİ ÜNİV. Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN GAZİANTEP ÜNİVERSİTESİ Hüseyin KIZILIRMAK 0.544.466 51 73 HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ Dr. Hüseyin YENİÇERİ İSTANBUL KÜLTÜR ÜNİVERSİTESİ Yağmur ŞENGÖK 0.534.846 57 22 İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİ Elif ÖZDEMİR 0.546.462 42 58 İSTANBUL YILDIZ TEKNİK ÜNİV. Çağrı Aydın GÜRÜNLÜ 0.539.456 65 28 KONYA SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Alparslan GÖRÜCÜ 0.506.889 23 73 KONYA SELÇUK ÜNİVERSİTESİ EĞİTİM FAKÜLTESİ Zeynep İRİOĞLU KAZAKİSTAN AHMET YESEVİ ÜNİVERSİTESİ Kenan YAVAN 176 YURT DIŞI TEMSİLCİLİKLERİ ALMANYA - (BRAUNSCHWEİG) Shafaq AZERİ 0049(0)175201853 ALMANYA - (KÖLN) Abdullah YÜCESAN 00491778813427 ALMANYA - (MANNHEİM) Suna Emre GÜLEÇ 00496216685854 ALMANYA - (NEUSS) Hasan KAYIHAN 00491634018049 AZERBAYCAN Rebiyye ZERDABİ 00994 552 910 212 Zaur GARİBOĞLU 00994 503 223 123 BULGARİSTAN Harun MARAL 0035984662447 DANİMARKA Servet ŞAHİN 004560667576 KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ Emete Gözügüzelli CİVAN 0.533.865 04 57 DERGİ SATIŞ NOKTALARI AFYON SATIŞ NOKTASI SAĞLAM KIRTASİYE Harun SAĞLAM Dervişpaşa Mah. Dr. Mahmut Hoca Cad. Erçelik Sitesi B Bolk Nu.2/A - AFYON Tlf: 0.272.212 41 81 – 0.536.871 32 65 AMASYA SATIŞ NOKTASI DAMLA KIRTASİYE – İlhan ANKARA Tlf:0.532.741 80 75 ERZURUM SATIŞ NOKTASI DOĞUŞ KİTABEVİ Cumhuriyet Cad. 3.Vakıf İşhanı 1/7 Tlf:0.442.234 58 35 - ERZURUM TRABZON SATIŞ NOKTASI AKSAKAL KİTABEVİ Uzun Sokak No.3 - TRABZON ORDU SATIŞ NOKTASI DUYAR KIRTASİYE – Zehra DUYAR Süleyman Felek Cad. Nu.26 - ORDU Tlf-Faks:0.452.223 40 29 BALIKESİR SATIŞ NOKTASI AR KİTABEVİ - Kadir GERASLAN Anafartalar Cad. No.92 Kasaplar Camii Karşısı BALIKESİR Tlf: 0.266. 243 89 62 AYTAŞI BÜFE - Metin SAVAŞ Karacaoğlan Mah. Ketenaydan Sk. No.31/A BALIKESİR Tlf: 0.266.241 46 72