Mülâkât

Transkript

Mülâkât
Suriyeli Ünlü Davetçi ve İlim Adamı
Muhammed Ebu’l-Hudâ el-Yakûbî
Hocayla Mülakat
Yayına Hazırlayan: Ömer Faruk Tokat
Ömer Faruk Tokat: Okuyucuların sizi tanıması için
biraz kendinizden bahsetmeniz mümkün müdür?
Dedem İsmail el-Yakûbî de büyük bir sufiydi ve o da
kutup ve velî kabul edilirdi. Dedemin kardeşi Emevî
Camii imamıydı. Babamın dayısı da –ki dedemin amcasının oğludur- Emevî Camii imamı ve müderrisiydi.
Ebu’l-Hudâ el-Yakûbî: İnsanın kendisinden bahsetmesi zor bir şey. Ancak zaruret miktarı bir açıklama
yapayım. am’da doğdum. Allah’ın bir lütfu olarak bir
ilim ailesinde gözlerimi dünyaya açtım. Babam
İbrahim el-Yakûbî (rh. a) Emevî Camii imamı ve
müderrisiydi. am’daki en büyük Hanefî fakihi olarak
kabul edilir, am’ın allâmesi olarak anılırdı. Mutavvel,
el-Atvel ve el-Akâidi’n-Nesefiyye şerhlerini onun
kadar güzel okutan başka kimse yoktu. el-Hidâye’yi
18, Hâşiyetü İbn Âbidîn Raddü’l-Muhtâr’ı 3, elAkâidü’n-Nesefiyye’yi yanılmıyorsam 3 defa okutmuş. İbn Hişâm’ın Muğni’l-Lebîb ‘an Kutubi’l-E’ârîb
adlı eserini 22 defa okutmuş. Kendisi şair ve sûfî bir
zattı. Kutup ve velî kabul edilirdi.
R
I
H
Yani bizim ev ve aile başından beri hep bir ilim ortamı
olmuş Ailemizin nesebi Hz. Hasan efendimiz yoluyla
Hz. Peygambere (sallallâhu aleyhi ve sellem) dayanır.
Bu fakir 5 yaşımdan itibaren ilme yönlendirildim ve
babam rahmetli, el-Cezeriyye, er-Rahabiyye, elCevhera, el-Beykûniyye, el-Elfiye’nin yarısı, eş-âtıbiyye’nin yarısı, Muallakâttü’s-seb‘a vb. meşhur metinleri beş yaşımdayken bana ezberletti. Ayrıca nahiv
dersleri verdi. Yedi yaşımdayken Nûru’l-Îzâh okuttu.
Cevheretü’t-Tevhîd haşiyesi el-Bâcûrî’yi okuduğumda
yanılmıyorsam 12 yaşımdaydım. el-Hidâye’yi 14
L
E
90
fazla kişinin hidayetine vesile kıldığından söz ettiniz.
üphesiz ilginç hadiselerle karşılaşmışsınızdır. Bize
biraz bunlardan söz edebilir misiniz?
yaşımda okudum. İlk Cuma hutbesini 14 yaşımda verdim. 17 yaşımdayken am’ın camilerinden birine hatip
olarak tayin edildim. O zamanın en genç hatibiydim.
Babam 1985’te vefat ettiğinde kendisinden münazara,
vad’, mantık, usûl, fıkıh vb. İslamî ilimlerin muhtelif
sahalarında yaklaşık 500 ders okumuştum. imdi ise
okuduğum ilimleri okutmaya çalışıyorum. Ayrıca
Suriye dışında davet çalışmaları yapıyorum.
Ebu’l-Hudâ el-Yakûbî: Londra’da yaşadığımız bir
hadiseyi anlatayım. Ben normalde içinde gayr-i
Müslimlerin de bulunduğu bir mecliste konferansa
başlamadan önce hâzirûndan gözlerini kapatıp
benimle birlikte yüksek sesle üç defa kelime-i şehâdet getirmelerini isterim. Bu, bir telkin yöntemidir.
Bununla ilgili sûfiler nezdinde muttasıl bir hadis vardır. Buradan hareketle mecliste bulunan herkese
yüksek sesle 3 defa kelime-i şehadeti söylettiririm.
Bunun bir sırrı var Böyle yapınca bazılarının kalbi
Allah’ın izniyle İslam’a açılıyor.
Ömer Faruk Tokat: Tasavvufla irtibatınız nasıl başladı?
Ebu’l-Hudâ el-Yakûbî: Babamdan azelî tarikatı
icazeti aldım. Babam sülûk olarak azelî; feth olarak
Kadirî idi. Ayrıca birçok tarikattan icazeti vardı.
Tarikat dersi ve evradını sadece havâs/özel kimselere verirdi. Bu yüzden yalnızca 50 müridi vardı.
Londra’da yine böyle bir konferanstaydım. Salonda üç
binden fazla insan vardı. Çoğunluğu müslümandı.
Hamdele, salvele ve mukaddimeden sonra salondaki
herkesin gözlerini kapatıp benimle birlikte yüksek
sesle kelime-i şehadeti tekrarlamasını rica ettim. Bir
sonraki gün Amerikalı meşhur davetçi Hamza Yusuf’la
birlikte İngiltereli bir müslümana davetliydik. Bu arada,
Hamza Yusuf şerî ilimleri bu fakirden tahsil etmiştir.
Beraber on iki kitap okuduk. Hamza Yusuf Ehl-i
Sünnet akidesine bağlı değerli bir hocadır. Ev sahibi
David adında bir arkadaşını da davet etti. Ben o arada
zikirle meşgulken Hamza Yusuf hoca David’e İslam’ı
anlatıyordu. David de diretiyor, onunla tartışıyordu.
u anda tasavvuf metinleri de okutuyorum. Tasavvuf
ve ilim birbirinden ayrı düşünülemez. eriat ve hakikat
birbirinden ayrılmaz. Bunlar bir kuşun iki kanadı gibidir. İnsan Allah’a ancak şeriat ve hakikatle birlikte ulaşabilir. Bizim mezhebimiz ve tarikatımız bu şekildedir.
Az önce de söylediğim gibi insanın kendisinden bahsetmesi gerçekten zor. Ancak Allah’ın lütfettiği nimetleri zikir babından burada bazı hususları size anlatıyorum. Allah Teâlâ bu fakir ve miskin kuluna birçok
lütufta bulundu. Rabbim bu fakiri 1000’den fazla kişinin Müslüman olmasına vesile kıldı. Beni buna vesile kılan Allah Teâlâ’ya ne kadar hamd etsem azdır.
En sonunda David, “Müslüman olmak için zamana
ihtiyacım var” dedi. Hamza Yusuf, “tabii ki siz iyice
düşünün zamanınız var” dedi. Bu arada ben lafza-i
celâli tekrarlıyordum. Zikir esnasında bu adamın kalbine teveccüh etmek geldi aklıma. Bir taraftan zikrediyor bir taraftan da David’in kalbine nüfuz etmek istiyordum. Lafz-ı celal çok güçlü ve müessirdir İnsanı
vakum gibi çeken bir çekim alanı vardır. Manevî bir
hal kapladı beni. Hemen dedim ki, “Hayır David! Ne
senin ne de benim beklemeye zamanımız yok.
Lütfen yaklaş” dedim ve dizdize geldik. Ona, “biliyorum ki sen hakikati biliyorsun ama korkuyorsun ve
müteredditsin. Hakikat konusunda endişelenmeye ve
tereddüde mahal yoktur. Lütfen elini elime bırak.
Müslüman olman gerektiğini ve hakikatin İslam’da
olduğunu hissediyor musun?” dedim. “Evet” dedi.
“Söyleyeceklerimi tekrar eder misin?” dedim. “Evet”
dedi ve birlikte “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü
enne Muhammede’r-rasûlullâh” dedik. İsmini değiştirip Davud yaptık. Evine gitti, gusül aldı ve geldi.
Buhârî’yi baştan sona dört defa, Sahîh-i Müslim’i iki
defa ve el-Muvatta’yı altı defa okuttum. am’daki
derslerimizde Kütüb-i Sitte’yi takip ediyoruz.
Ebû Dâvud ve et-Tirmizî’yi de bitirdik, en-Nesâî ve İbn
Mâce kaldı. Bu hadis kitaplarını rivayet ve zabt ile okuyoruz. imdilerde Emevî Camii müderrisliği yapıyorum.
Çarşamba günleri Âdâbu’l-Bahs ve’l-Münâzara okutuyorum. eyh Muhyiddîn b. el-Arabî Camiinde Mağripli
Ahmed Zerrûk hocanın kitaplarını okutuyorum.
Kavâidü’t-Tasavvuf adlı eserini yaklaşık üç buçuk
senede şerh ederek okuduk. imdi ise İânetü’lMüteveccih el-Miskîn alâ Tarîki’l-Feth ve’t-Temkîn adlı
eserine başladık. Cuma günleri er-Risâle el-Kuşeyriyye
okuyoruz. Bu derse Türkiyeli ilim talebeleri de katılıyor.
Ayrıca kendi evimde yaptığımız özel halkalarda İmam
âtıbî’nin el-Muvâfakât’ını, el-Harîrî’nin Makâmât’ını,
ve Hindli âlim Muhammed el-Ferhârî’nin el-Akâid enNesefiyye üzerine yaptığı yeni şerhi okuyoruz.
Talha Hakan Alp: Az önce Allah Teâlâ’nın sizi binden
R
I
H
L
E
91
Ev sahibimiz Abdüllatif ona namazı öğretti. Allah
Davud kardeşimizi Fas’ta bir işle rızıklandırdı ve
orada Müslüman bir hanımla evlendi.
İngilizcesi iyi ve ilmî altyapısı sağlam olan bir hoca
olduğunda, “yeni bir hoca geldi. Bu farklı bir hoca”
diyorlar. Az önce de belirttiğim gibi Allah bana çok iyi
bir İngilizce lütfetti. Konuşmalarımda İngilizce deyimler ve atasözleri kullanıyorum. Misaller getiriyorum.
İngilizce şiirlerim var. Oradaki Müslümanlara, “Siz
arkadaşlarınızı getirin. Gerisi Allah’a aittir. Bize
düşen tebliğ etmektir. İnşallah kalpleri hayra açılacaktır” diyorum.
Ben fırsatların ertelenmeksizin değerlendirilmesi
gerektiği kanaatindeyim. Hidayet için beklemeye
zamanımız yoktur. Bir gün bir gayr-i müslimle karşılaşırsanız sakın, “daha sonra anlatırız. Belki kabul
etmez” demeyin. Bize düşen anlatmaktır Hidayet
Allah’tandır. Kalpler Allah’ın elindedir. Muhatabınız
bazen bin defa anlattıktan sonra kabul eder. Bazen
de biriyle karşılaşırsınız ve asla kabul etmeyeceğini
sanırsınız ama o, ilk anlattığınızda kabul edebilir.
Bir defasında Cuma hutbesi okudum. Fakat kimse
Müslüman olmadı. Normalde orada hutbeden sonra
ilan ediyorlar: “Kelime-i şehadet getirmek isteyen mihrabın yanına gelsin” diyorlar. Mihrabın yanına kimse
gelmeyince dedim ki, “bir yerde yanlış yaptık.
Sıdkımızda ve ihlasımızda bir halel var” diye düşünmeye başladım. Namazdan sonra caminin kapısında
duran iki bayan dikkatimi çekti. Bir tanesi örtülü ve
Müslüman, diğerinin ise başında şal vardı. Müslüman
olanı, arkadaşını işaret ederek, “bu, Müslüman olmak
istiyor ama utangaç olduğu için mihrabın önüne gelemedi” dedi. Rabbime hamdettim. Çünkü her hutbemin
sonunda Müslüman olan biri mutlaka oluyordu ve hamdolsun bu defa da olmuştu. Bu, Allah’ın bu dine has kıldığı bir izzettir. Bize düşen bu dine hizmet etmektir.
Bir defasında New York’ta bir lokantaya girdik.
Lokanta işletmecisi am’ın kuzeyinde Lazkiye’den
tanıdığım bir Müslüman Bizden sonra lokantaya bir
genç geldi. Lokanta işletmecisi, “bu delikanlı Lübnan
Mârûnîlerinden” dedi. Mârûnîleri biliyorsunuz
İslam’a düşmanlık yapanların en aşırılarındandırlar.
Onlardan birinin Müslüman olması tasavvur edilemez. Ben, “bu delikanlıyı İslam’a davet etmeliyiz”
dedim ve genci masamıza davet ettim. “Buyrun oturun” dedim. Halini hatırını sorduktan sonra,
“Müslüman olmayı hiç düşündün mü? Sen İslam’ı
biliyorsun. Kur’ân’ın icâzını biliyorsun. Hem sonra
Arapsın ve Arapça konuşuyorsun.Niçin tereddüt ediyorsun. Sen delikanlı adamsın, cesur olmalısın”
dedim. Bunun üzerine o genç kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu.
Talha Hakan Alp: Bu insanlar Müslüman olduktan
sonra zamanla dinde tereddüde düştükleri, kabullenemedikleri meseleler oluyor mu?
Ebu’l-Hudâ el-Yakûbî: Bu, aslında onlarla olan
beraberliğimizle/sohbetimizle ilgili bir durum. Eğer
onlar için Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e mensup salih
insanlardan oluşan bir sohbet ortamı sağlanabilirse
İslam’ı doğru olarak öğrenebiliyorlar ve kalpleri inşirah buluyor. Ama Vehhâbîler ve benzeri akımlara
mensup kimselere tesadüf ederlerse o zaman birtakım arızalar olabiliyor. Ama maalesef biz
Müslümanların yeni mühtedilere yardımcı olacak ve
onları yönlendirecek dörtbaşı mamur bir programları
yok. Yani o insanların Müslüman arkadaşlarıyla ilgili
bir durum bu. Benim bildiklerim İslam’ı Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemaat çerçevesi içinde öğreniyor ve yaşıyor.
Çünkü biz, Müslüman olduktan sonra onlara Ehl-i
Sünnet ve’l-Cemaat mensubu hocaları tavsiye ediyoruz, onlarla tanıştırıyoruz.
Bir defasında New York İslam Merkezi’nde vaaz ediyordum. New York İslam Merkezi Ramazanlarda ve
yaz aylarında bu fakiri oraya davet eder ve orada
ders, vaaz ve davet çalışmaları yaparız. Günde iki
ders yaparız. Derse katılanlar ilim talebeleri ise
mesela el-Akîdetü’t-Tahâviyye veya Kudûrî şerhi elLübâb okuyorsak önce metnin Arapçasını okurum
daha sonra İngilizceye tercümesini yapar ve İngilizce
olarak dersi açıklarım. Vaazlar ise ayet ve hadislerin
dışında hep İngilizce olur. Cuma hutbelerine Arapça
olarak başlar, İngilizce açıklamadan sonra yine
Arapça bir konuşmayla bitiririm. Her hutbeden sonra
mutlaka İslam’a giren bir ya da daha fazla kişi olur.
Ramazan’da insanların dine daha fazla yöneldikleri
bir vakıa. İnsanlar evlerine davet eder ve arkadaşlarını da çağırırlar. Allah Teâlâ bu fakire fasih İngilizce
lütfetti. Birisi arkadaşını camiye çağırdığında arkadaşı, “camide ne yapayım. Hoca çok sıkıcı şeyler söylüyor. Ayrıca İngilizceyi de doğru düzgün bilmiyor” diyor.
R
I
H
New York’ta Türkiyeli bir kaari/Kur’an kıraatinde mahir
bir kimse var. Ezher mezunu Adı, İsmet Hüsnü.
Değerli bir insan Çok güzel Arapça konuşuyor.
L
E
92
Sesi de çok iyi. Kur’ân-ı Kerim’i Mısır’da Ebu’lAyneyn üayşa’ hocadan okumuş. Mısır’a gitmeden
önce de Türkiye’de medreselerde tahsil görmüş. Yeni
Müslüman olanlara fıkıh ve akide dersleri veriyor.
belagat vardır. Bir Arap bile onu ancak tefsirle anlayabilir. Bu kızın Müslüman olmayı düşündüğünü
anladım. Bazen bir kişi Müslüman olmayı düşünür ve
çoğu zaman ona meal tavsiye ederler. O kişi de o
meali okur fakat etrafında, kafasına takılan, anlayamadığı yerleri soracak kimse bulamadığı için o meali
de, Müslüman olma düşüncesini de aklından çıkarır.
İşte İngilizce Kur’ân meali okuyan bu kızın da kafasında bir sürü soru işareti oluşmuştu. Ben ona kalp
ve teslimiyet konularından yaklaştım. “Benim seninkilerden çok daha fazla sorum var. Soru kapısını açtığınızda eytan aklınıza o kadar çok soru getirir ki
Bu yüzden öncelikle Allah’a teveccüh ederek O’ndan
hidayet dilemelisin. Allah’a sıdk ile teveccüh edip
yöneldiğinde zihnindeki bütün sorular cevap bulacaktır.” Yaklaşık on dakika konuştuk. “Eğer müsaitseniz yarın tekrar geleceğim” dedi. Bir sonraki gün
geldi. Masamın üzerinde eyh Abdulkadir elGeylânî’nin Mefâtîhu’l-Gayb kitabı duruyordu. Ondan
ders yapıyordum. Bu kitabın İngilizce çevirisi çok
güzel ve kolaydır. “Bu kitabı al ve oku” dedim. Kitabı
aldı ve dört gün sonra tekrar geldi.
Bir teravih sonrası mescide saygı gereği başını şalla
kapatmış Amerikalı bir kız geldi. Elinde de Abdullah
Yusuf Ali’nin İngilizce Kur’ân meali vardı. Mealin sayfaları arasına bir sürü kâğıt koymuş O kâğıtlar üzerine notlar düşmüş. Aklına takılan hususları yazmış “Sorularım var” dedi ve sorularını sormaya
başladı. Soruların ardı arkası kesilmiyordu. Ben de
bilgim yettiğince cevap verdim. Dedim ki, “hayli sorun
varmış ama benim sorularım seninkilerden daha
fazla.” Kızın soruları Kur’ân-ı Kerim’de anlayamadığı
yerlerle ilgiliydi.
“Aslında özellikle Müslüman kültür içinde yaşamayan bir insanı Kur’ân mealiyle baş başa bıraktığınızda bazen o kişinin hidayet yolu kapanabiliyor veya
beynine şüpheler hücum edebiliyor.”
Benim kanaatim İngilizceye Kur’ân-ı Kerim tercüme
etmek yerine anlaşılması güç yerleri izah eden,
sebeb-i nüzûlü anlatan, ahkâm ve akide ayetlerini
açıklayan muteber bir Kur’ân tefsiri tercüme edilmelidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, tercümesi mümkün olmayan mucizevi bir kitaptır. Onun ayetlerinde fasahat ve
R
I
H
“Kitabı okudum ve Müslüman olmaya karar verdim”
dedi. Biliyorsunuz bu kitabın muhtevası insanı kalbinden yakalar. Rıza, şükür, mevt-i manevî, ruh,
insanın Allah’la ilişkisi, kalbin manevî hastalıkları ve
L
E
93
bunların tedavi yöntemleri vb. konuları coşkun bir
dille anlatır. “eytan, şüphelerini artırmak için sürekli
sorular getirir insanın aklına. Soruların ardı arkası
kesilmez. İslam’a girip Allah’a teslim olmadıkça bu
sorulardan kurtulamazsın” dedim. Mescidin içinde iki
şahidin huzurunda kelime-i şehadet getirerek
Müslüman oldu. “Bir sorunum var; ben Faslı bir gençle birlikte aynı evde nikâhsız yaşıyorum. Ev arkadaşımın Müslümanlıkla hiçbir bağı kalmamış. İçki içiyor
ve Amerikalı bir müzik grubunda şarkı söylüyor” dedi.
“Lütfen git ve tekrar geldiğinde onu da getir” dedim.
Bir sonraki gün ikindi namazından sonra geldiler.
Gencin tuhaf bir giyim tarzı vardı. Dar elbiseler giymiş ve saçlarına garip bir şekil vermişti. Üzerinde
Müslümanlığına delalet eden hiçbir emare yoktu.
Utanıyordu Çünkü kız arkadaşı Müslüman olmuş
kendisi ise bütün İslamî değerlerinden sıyrılmıştı.
İsmi Rıdvan’dı. Öncelikle Müslümanlığını tecdid ettik.
Daha sonra onu tevbeye davet ettim. Hadislerde
geçen tevbe zikirlerini öğrettim. İki tane şahit getirdik
ve nikâh akitlerini yaptım. Daha sonra bu kız örtündü.
Yerel bir radyoda müdür olarak çalışıyordu.
Başörtüsünden dolayı işten çıkarıldı. Kadir gecesinden birkaç gün önceydi. Kızın kocası yanıma geldi.
Ona saçlarını tıraş etmesini öğütledim. Sesi gerçekten çok güzeldi. “İslamî kasidelerden hangisini biliyorsun?” dedim. “Hiç bilmiyorum” dedi.
mesleği terk ettim. Bu işi hayli hayli terk ederim”
demiş. O sırada çalıştığı şirket mali krize girince işten
çıkarılmak üzere yetmiş kişinin adını müdüre göndermişler. İçlerinde Rıdvan da varmış. Müdür, Rıdvan’ın
adını listeden çıkarmış ve kendisine Cuma izni de
vermiş. Daha sonra Rıdvan Kur’ân-ı Kerim’i ezberlemeye başlamış. Eşi de Kur’ân-ı Kerim’den üç cüz
ezberlemiş ve davet çalışmaları yapmaya başlamış.
Rıdvan yazın Fas’a döndüğünde annesi oğlunun
yeni haline inanamamış.
Bütün bunları niçin anlatıyorum? Aslında bu ümmette çok hayır var. Ancak biz dine hizmette kusurlu ve
ihmalkâr davranıyoruz. Batı ülkelerinde, şerî ilimleri
iyi okumuş ve İngilizceyi çok iyi bilen en az bin tane
âlime ihtiyaç var. Bugün batıda davet çalışmaları
yapanların yüzde 99’u şerî ilimleri esaslı bir şekilde
okumamış kimseler. erî ilimler çok önemlidir. Bu
ilimlerde hüccet var, beyan, izah ve delil var. eriatın
hükümlerinde utanılacak hiçbir şey yoktur. Bugün
Batıda davet çalışması yapan bazı insanlar hırsızın
elinin kesilmesi gibi şerî cezaları anlatırken utanıyorlar. erî ilimleri tahsil etmedikleri için mesela recm
cezasını anlatamıyorlar. Bazıları da batılılara şirin
görünmek için recmi inkâr ediyor. Hâlbuki Din güneş
gibi açıktır. Ancak Batıda davet çalışması yapanların
çoğu doktor, mühendis, siyasetçi ve aktivist şahsiyetler. İlim sahibi kimseler değiller. Hâlbuki orada şeriat
ilimlerini çok iyi bilen ve bunu İngilizce olarak takdim
edebilen âlimlere ihtiyaç var.
“Yâ erhame’r-râhimîn / Yâ emâne’l-hâifîn” vb. bazı
kaside ve zikirleri bir kâğıda yazarak kendisine verdim. Kadir gecesi mescidde hem okudu hem ağladı.
İnsanlar da onunla birlikte ağladı. Daha sonra bir gün
bana telefon açtı. Bir hadiseyi paylaşmak istediğini
söyledi. Bir müzik grubunda şarkıcılık yapan bir arkadaşını aramış ve benim öğrettiğim o “Yâ erhame’rrâhimîn / Yâ emâne’l-hâifîn” zikrini yüksek sesle ve
makamla arkadaşına okumaya başlamış. Arkadaşı
“tevbe mi ettin?” deyince “evet” demiş. Arkadaşı,
“öyleyse ben de tevbe ediyorum” demiş. Birlikte mescide gelmek istediklerini söyledi. Bir gün sonra geldiler. Arkadaşı da Müslümanlığını yeniledi ve tevbe etti.
Ömer Faruk Tokat: Ama genel görüntüye baktığımızda şerî ilimler yerine ayet ve hadislere yönelmeye
teşvik var. Suudi Arabistan başta olmak üzere bazı
körfez ülkelerinin desteğiyle dünyaya yayılmaya çalışan selefî yaklaşımlardan söz ediyorum.
Ebu’l-Hudâ el-Yakûbî: Ben de bundan söz ediyorum. Bu büyük bir yanlış ve sapma.
Talha Hakan Alp: Batıda davet çalışmaları yaparken
diğer dinlerin ve fikirlerin mensuplarıyla tartışmalarınız oluyor mu?
Aradan altı ay geçtikten sonra karşılaştım
Rıdvan’la Çok değişmişti; sakal bırakmış ve yüzü
nurlanmıştı. Önce tanıyamadım. “Hocam, ben
Rıdvan” dedi. Ayda elli bin dolar kazandıran şarkıcılık mesleğini terk ederek süper marketlere gıda dağıtımı yapan bir şirkette çalışmaya başlamış. Cuma
namazlarına gitmesini sorun etmişler. “Ben Rabbime
ibadet etmek için ayda elli bin dolar kazandıran bir
R
I
H
Ebu’l-Hudâ el-Yakûbî: Genel konferanslarda pek
tartışma olmaz. Sorular yazılı olarak sorulur. Ama
İsveç ve İngiltere’de papazlarla münazaralarımız
oldu. “İsa nasıl tanrı olur? Bunu açıklamanız gerekiyor” dedim. “Allah İsa’ya hulul etti” dediler. “Öyleyse
Allah, İsa’nın neresindedir? Nasıl hulul etmiştir?” vb.
sorular karşısında aciz kalıyorlar. Sonunda işi, “bu,
bizim aramızda bir sırdır” noktasına getiriyorlar.
L
E
94
Sıradan insanlardan gelen itirazlar ise daha farklı.
Mesela “İslam’ın rahmet dini olduğunu nasıl söylüyorsunuz? Hâlbuki bu din, adam öldürmeyi emrediyor” diyorlar. “İslam kadını eziyor” diyorlar. 1993 ya
da 1994 senesinde İsveç’teki konferanslardan birinde beş yüz kişilik salonda yalnızca beş tane
Müslüman vardı. Bir misyoner, İngilizce bir Kur’ân
meali getirdi ve önceden işaretlediği “boyunlarını
vurun”, “müşrikleri yakaladığınız yerde öldürün” gibi
ifadelerin geçtiği bazı ayetleri okudu. “İşte sizin anlattığınız din, bu dedi.”
“Kur’ân, Müslümanların temel kitabıdır. İçinde hem
savaş hem de barış durumuna dair hükümler vardır.
Sizin okuduğunuz bu ayetler savaş durumuyla ilgilidir. Barış durumunda ise böyle şeyler olmaz. Barış
durumu emniyet durumudur. Barış durumunda müslümanın kimseye zararı olmaz” dedim.
Bir defasında da bir adam gelerek, “eğer söylediklerin doğruysa bugün Müslümanlar niçin birbirini öldürüyor?” deyince, cevaben dedim ki: “Son yüzyıl içinde Hıristiyanlar arasındaki savaşlarda mesela sadece 1. ve 2. dünya savaşlarında 40 milyon insan öldü.
Müslümanlar arası savaşlarda ölenlerin on katı
Hıristiyanlar arası savaşlarda öldü. Hıristiyanlığın
batıl olduğunu gösteren şey bu mudur?
Hıristiyanlığın batıllığı akidesinin batıllığındandır.
Teslis inancı, Mesih’in Allah’ın oğlu olduğu kabulü vb.
akide ve inançlar Hıristiyanlığın batıl bir din olduğunu
göstermektedir.
Muhammed Aydemir: Amerika ve Batıda davet çalışmaları yapan bir Müslüman olarak dinler arası diyalog konusunda ne düşünüyorsunuz?
Ebu’l-Hudâ el-Yakûbî: Bana göre, mevcut diyalog
faaliyetleri bir tuzaktır. Çünkü bugünkü “diyalog”
Amerika ve Avrupa’da güçlülerin zayıflarla diyalogu
olarak tasarlanmış.
“Mevcut diyalog konsepti Müslümanları teslim almayı ve onlara dinleri konusunda taviz verdirmeyi
hedeflemekte. Dolayısıyla bu tür bir diyalog kesinlikle caiz olamaz. Çünkü bizden, “Hepimiz aynı Allah’a
inanıyoruz. Hepimiz İbrahim’in çocuklarıyız. İbrahimî
dinlere mensubuz” gibi sözler söylememizi bekliyorlar. Bu ise kesinlikle caiz değildir.”
Talha Hakan Alp: 11 Eylül olayları, Amerika ve
Batıdaki davet çalışmalarını nasıl etkiledi?
Ebu’l-Hudâ el-Yakûbî: Pek bir farkı olmadı. Hatta
İslam’a olan ilgi arttı. Ne var ki, Amerikan istihbarat
örgütleri hatipleri ve hocaları yoğun olarak denetlemeye başladı. İnsanlar İslam’ı daha fazla merak
etmeye başladılar.
Bu tür diyalog çalışmaları maalesef bizde Suriye’de,
Türkiye’de, Mısır’da hemen bütün ülkelerde var.
Bugün diyalogcular işi çok farklı bir noktaya getirdiler.
imdi bir kısmı, Hıristiyan ve Yahudilerin cennete
gireceğini söylüyor. Ben bu yaklaşımları reddeden
İngilizce bir kitap yazdım. Hâlbuki bu batıl dinlerin
hepsi yok olacak, sadece İslam kalacaktır.
Amerikan Pew Foundation 11 Eylül patlamalarından
iki ay sonra bir istatistik yaptı. İstatistiğe göre insanların İslam’a yöneliminde yüzde elli artış olmuş. Arap
atasözlerinde denir ki: “Nice zararlı işler vardır ki faydalıdır.” Bir başka atasözü de şöyledir: “Bir kavmin
musibeti diğer kavim için rahmet olabilir.” Çünkü
medya organları ilk sayfalarında İslam’la ilgili haberler neşretmeye başlayınca bu durum, insanların ilgisini İslam’a yöneltti. İnsanlar bu dinle ilgili bilgi edinme ihtiyacı hissettiler.
R
I
H
Muhammed Aydemir: Merhum Ahmed Deedat
hocayla tanışıyor muydunuz?
Ebu’l-Hudâ el-Yakûbî: Ahmed Deedat merhumu
çok severim ve hayırla yâd ederim. İngilizce öğrenmeme o sebep olmuştur. 1987 senesinde bir video
kasetini izlemiştim. Bir papazla, Jimmy Swaggart’la
L
E
95
siyasette, kısaca her sahada yenildik ama akidede
yenilmedik. İslam ümmeti mağlup, zayıf ve fakir
olmasına rağmen insanların İslam’a bu denli bir
teveccühü var. Müslümanlar güçlü olsa, tarihte olduğu gibi dünyaya hâkim olsalar insanlar fevc fevc
Allah’ın dinine girecektir.
İngilizce münazara yapıyordu. Kendi kendime dedim
ki, “demek İngilizce iyi öğrenilirse böyle yapılabilir.”
Hemen bir İngilizce kursuna kayıt oldum. Daha sonra
Güney Afrika’ya gittiğimde vefatından sonra Ahmed
Deedat hocanın evini ziyaret ettim. Kendisiyle 1992
senesinde
konferans
için
geldiği
İsveç,
Gothenburg’da görüşmüştüm. Allah rahmet etsin.
Mehmet Atalay: Az önce Hamza Yusuf’tan söz ettiniz. Onunla ne zaman tanıştınız?
Muhammed Aydemir: Bugünkü davet çalışmalarını
Sahabe-i Kiram’ın davetiyle şöyle bir karşılaştırdığınızda neler söyleyebilirsiniz?
Ebu’l-Hudâ el-Yakûbî: Kendisiyle ilk defa 1999
senesinde Chicago’da karşılaştım. Zeytûne
Enstitüsünü kurmuştu ve ders vermek için bu fakiri
de davet etmişti. Burada iki sene kaldım. Bu süre
içinde Sahîhu’l-Buhârî, el-Muvatta’, erhu’rRahâbiyye, Nuhbetü’l-Fiker şerhi, el-Akîde etTahâviyye ve Kudûrî şerhi el-Lubâb’ın yarısını okuttum. Ben oradayken dersler icazet esası üzere mescidlerde yapılırdı. Dört yıldır Amerika’ya gitmedim.
Daha sonra birileri “Müslüman imamların iş bulması
için diploma almaları ve doktora yapmaları gerekir”
diyerek Hamza Yusuf’u diploma sistemine ikna etmiş
ve Zeytûne Enstitüsünü bir Amerikan üniversitesine
entegre etmişler.
Ebu’l-Hudâ el-Yakûbî: Bana yeryüzüyle süreyya yıldızı arasındaki farkı soruyorsunuz. Sahabe, hamuru
Rasûlullâh tarafından yoğrulmuş bir nesildi. Onlara
sadece bakmak bile kişinin İslam’a girmesine sebep
olabiliyordu. Ahlak ve muamelelerindeki güzellikle,
yüzlerine aksetmiş iman nuruyla etkiliyorlardı insanları. Ayrıca o zamanın gayr-i Müslimleri de farklıydı.
Kalplerinde bir nebze de olsa saflık vardı. Bugünkü
gayr-i Müslimler gibi medya organlarınca kafaları
İslam’a karşı doldurulmamıştı. Bugün kitle iletişim
araçlarınca yönlendirilen modern gayr-i Müslim’in
İslam’a karşı bir önyargısı ve düşmanlığı var.
Hıristiyanların İslam’ı tahrif çalışmaları var. 500, 600
senedir Protestan ve diğer misyonerler arkalarına
devletlerinin de desteğini alarak İslam karşıtı yoğun
çalışmalar yapıyorlar. Arapça kitaplar basıp yayıyorlar. İlk bastıkları kitaplar İslam’ı ve Kur’ân’ı tahrife
dairdir. Ayrıca insanların Osmanlı devletine karşı nefret duymasını sağlamak için de yayınlar yapıyorlar.
Diğer taraftan Yahudilerin İslam aleyhine yaptığı
çalışmalar var. Dolayısıyla bugünkü davetçilerin işi
biraz daha zor. Ayrıca insanlar egemenlerin dinine,
galip dine girmeye meyillidir. Mağlup görünen bir dine
girmekte tereddüt ediyorlar. İslam’ın galip olduğu
zamanlara, mesela Osmanlı dönemine bakın. Balkan
halklarının gönüllü olarak İslam’a girdiğini görürsünüz. Ama bugün Müslüman olmak demek yenilmişlerin dinine girmek anlamına geliyor. Çünkü
Müslümanlar zayıf. Amerika’nın peşine takılmışlar.
Jeans ve Mc Donalds uygarlığı insanlara daha cazip
geliyor. Zayıf olan güçlüyü taklit ediyor.
Biz icazet sistemi içinde hareket ediyoruz. Kadim
tedris yöntemini muhafaza ediyoruz.
Mehmet Atalay: İmam Ahmed es-Serhendî’nin
Mektûbât’ı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ebu’l-Hudâ el-Yakûbî: üphesiz İmâm er-Rabbânî
Ahmed es-Serhendî müceddid bir şahsiyettir. Büyük
sûfî âlimlerden ve âriflerdendir. Mektûbât’ı da çok
önemli bir eserdir. Babam Mektûbât’ı çok okur ve
tasavvuf karşıtlarına oradan cevaplar verirdi
Mehmet Atalay: Kâdî el-Beydâvî tefsiri Türkiye’de
çok meşhur. Sizde de meşhur mu?
Ebu’l-Hudâ el-Yakûbî: Biz, “Lugat, belagat ve i’câz
açısından en değerli tefsir Zemahşerî’nin elKeşşâf’ıdır” diyoruz. Fakat el-Beydâvî tefsiri, elKeşşâf’ın Mutezilî yaklaşımlardan soyutlanmış halidir. el-Keşşâf’ı okutmak için uzun zamana ve derin bir
belagat birikimine sahip olmak gerekiyor. Bu yüzden
vakitten istifade etmek için daha kısa olan el-Beydâvî
okutuluyor. Neticede her ikisi de Hanefî’dir
Mehmet Atalay: Yenilmişlerin dini olmasına rağmen
insanların bugün İslam’a teveccüh etmelerini neye
bağlıyorsunuz?
Ömer Faruk Tokat: Hocam, sizi daha fazla yormayalım... Bize vakit ayırdığınız ve zahmete girip buraya
Ebu’l-Hudâ el-Yakûbî: Bu, İslam’ın hak din olduğunu gösteren bir durumdur. Evet, biz ekonomide,
R
I
H
kadar teşrif ettiğiniz için çok teşekkür ederiz.
L
E
96

Benzer belgeler