EDEBİYAT VE YEMEK: BİR KRONOTOP OLARAK YEMEK

Transkript

EDEBİYAT VE YEMEK: BİR KRONOTOP OLARAK YEMEK
T.C.
YEDİTEPE ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
KARŞILAŞTIRMALI EDEBİYAT YÜKSEK LİSANS PROGRAMI
EDEBİYAT VE YEMEK:
BİR KRONOTOP OLARAK YEMEK
YÜKSEK LİSANS TEZİ
HAZIRLAYAN
Esra TOPUZ
İSTANBUL, 2012
i
ii
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER……………………………………………………………………………...iii
ÖZET ………………………………………………………………………………...............v
ABSTRACT ……………………………………………………………………………........vi
ÖNSÖZ ...................................................................................................................................vii
GİRİŞ…………………………………………………………………………………………1
1.0. KÜLTÜREL BİR OLGU OLARAK YEMEK .............................................................6
2.0. EDEBİYATTA YEMEK.................................................................................................15
2.1. Bakhtin ve Kronotop Kavramı........................................................................................28
3.0. BİR KRONOTOP OLARAK YEMEK.........................................................................30
3.1. Karakterleri ya da Karakterlerin Yazgılarını Değiştiren Bir Kronotop Olarak
Yemek ............................................................................................................................30
3.1.1 Kesişen Yazgılar Şatosu Romanın Olay Örgüsü........................................................30
3.1.2 Kesişen Yazgılar Şatosu Romanındaki Yemek Kronotopu........................................33
3.1.3 Suç ve Ceza Romanın Olay Örgüsü...........................................................................36
3.1.4 Suç ve Ceza Romanındaki Yemek Kronotopu...........................................................38
3.1.5 Kesişen Yazgılar Şatosu ve Suç ve Ceza: Ara Sonuç.................................................40
3.2 Bir Dönüşüme Yolaçmayan Kronotop olarak Yemek ...............................................43
3.2.1 Masumiyet Müzesi Romanın Olay Örgüsü.................................................................43
3.2.2 Masumiyet Müzesi Romanındaki Yemek Kronotopu................................................45
3.2.3 Deniz Feneri Romanın Olay Örgüsü.........................................................................52
3.2.4 Deniz Feneri Romanındaki Yemek Kronotopu.........................................................53
3.2.5 Masumiyet Müzesi ve Deniz Feneri: Ara Sonuç........................................................60
iii
3.3 Bir Süreç Olarak Yemek Kronotopu...........................................................................62
3.3.1 Aşk Romanın Olay Örgüsü.........................................................................................62
3.3.2 Aşk Romanındaki Yemek Kronotopu........................................................................64
3.3.3 Mutfak Çıkmazı Romanın Olay Örgüsü.....................................................................71
3.3.4 Mutfak Çıkmazı Romanındaki Yemek Kronotopu.....................................................73
3.3.5 Pi’nin Yaşamı Romanın Olay Örgüsü........................................................................78
3.3.6 Pi’nin Yaşamı Romanındaki Yemek Kronotopu.......................................................81
3.3.7 Aşk, Mutfak Çıkmazı ve Pi’nin Yaşamı: Ara Sonuç.................................................85
GENEL DEĞERLENDİRME...............................................................................................87
KAYNAKÇA...........................................................................................................................92
ÖZGEÇMİŞ............................................................................................................................97
iv
EDEBİYAT VE YEMEK:
BİR KRONOTOP OLARAK YEMEK
Esra TOPUZ
ÖZET
Yemek, basit anlamıyla yaşamın kurucu unsurlarından biridir. Ancak insanoğlunun biolojik
devamlılığını sağlamanın dışında, yemek yeme edimi, yenilecek maddelerin temini, saklanması
ve tüketimi için yerine getirilmesi zorunlu toplumsal bir takım birlikteliklerin oluşturulmasına
yol açmıştır. Bu birlikteliklerden doğan ritüeller ile toplumlar, kültürel açıdan şekillenmiş,
kendi karakteristik özelliklerine kavuşmuşlardır. Yaşamın temsil edildiği bir alan olarak
edebiyatta, yeme içme ediminin yer almaması düşünülemez. Yemek ve edebiyat arasındaki
ilişkinin temel çıkış noktası olduğu bu çalışmada, Bakhtin’nin kronotop kavramı çerçevesinde
romanlarda yemeğin bir kronotop olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği incelenecektir.
v
EDEBİYAT VE YEMEK:
BİR KRONOTOP OLARAK YEMEK
Esra TOPUZ
ABSTRACT
Food, as a classical term, is the basic instinct of life. Apart from being a vital process that
causes the continuation of human being’s biological life, food helps to form some necesary
social gatherings during the production, transportation, storage and consumption of food. As a
result of these social gatherings, rituals, form culturally different societies and each society has
its own characteristics. Every aspects of life take part in literature so in this term it is
impossible to think food apart from literature. The relationship between food and literature is
the starting point of this study and here in this study it is aimed to highlight if food can be
considered as a chronotope according to Bakhtin’s chronotope theory.
vi
ÖNSÖZ
İnsanlığın varolduğu ilk günden bu yana yeme içme edimi, barınma, cinsellik, giyim
gibi temel ihtiyaçlardan biri belki de en önemlisi olmuştur. İnsanlık tarihinde toplumları
oluşturan ve toplum içindeki sosyal alanları belirleyen de yine yeme içme edimi olmuştur.
Yeme içme edimine verilen önem daha önceleri yemek kitabı veya yemek reçetelerinin basımı
ile sınırlı kalırken son yıllarda yeme içme edimi ile ilgili farklı disiplinlerde farklı yaklaşımlarla
pek çok çalışma yapılmıştır. Yapılan bu çalışmalar sonucu küreselleşen dünyada yeme içme
ediminin, temel bir ihtiyaç olmanın ötesinde kültürlerin gelişip yayılmasında ve kültürlerarası
etkileşimin gerçekleştirilmesinde önemli yapıtaşlarından biri olduğu kabul görmüştür.
Edebiyat, insan doğasının ve insanın oluşturduğu sosyal toplulukların tüm dinamiklerini
içinde barındıran bir sanat dalı olması sebebiyle doğrudan hayatın her yönünü yansıtır.
Dolayısıyla yeme içme ediminin de edebiyattan ayrı olması düşünülemez. Bu görüş
doğrultusunda başladığım çalışmama yeme içme ediminin, temel bir ihtiyaçtan bir kültür
öğesine dönüşümünü inceleyerek başlamak istedim. Bu amaçla ilk bölümde yeme içme
ediminin bir kültür öğesi olarak toplumsal hayatın içinde yer alma biçimine değindim.
Çalışmamda incelediğim edebi eserlerde yer alan yeme içme edimlerini Mikhael Bakhtin’nin
kronotop kavramı çerçevesinde inceledim. Eser incelemesinin ilk bölümünde yer alan
romanlardaki yeme içme edimi, kronotop kavramını tam anlamıyla yansıtırken, ikinci bölüm
eserlerindeki yeme içme edimi ise dolaylı bir biçimde kronotop kavramına uygun düşmektedir.
Üçüncü bölümdeki eserlerde ise kronotop kavramı farklı bir açıdan değerlendirilmiştir. Yeme
içme edimini, bir kronotop olarak dönemlere ve türlere göre incelemenin daha kapsamlı ve
uzun bir çalışmanın konusu olacağına olan inancım yüzünden belli bir dönem ve belli türler
gözetmeden seçtiğim romanlar ile çalışmamı sınırlandırdım.
Edebi bir yemek yolculuğuna çıkma önerimi tereddütsüz kabul eden, büyük bir sabırla
bana yol gösteren, destek veren ve yapmış olduğum bu çalışma boyunca kendi kişisel
kütüphanesindeki kaynak kitapları kullanmama izin vererek çalışmamın yol almasına yardım
eden, yeni yaklaşımlara ve fikirlere daima açık danışmanım Prof. Dr. Fatma Erkman’a
teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca çalışmam boyunca bana destek olan, moral veren ve yardım
eden aileme ve arkadaşlarıma teşekkür ederim.
vii
GİRİŞ
Bu çalışmada yemek yeme / sofra olgusunun edebiyata nasıl yansıdığı, Bakhtin’in
kronotop kavramı açısından ele alınarak incelenecektir. Varsayımımız yemek yeme / sofra
olgusunun bir kronotop olduğu, ancak bu kronotopun alt türlere ayrılabileceğidir.
“Nedir yiyecek dediğimiz şey? İstatiksel açıdan ya da besin içeriği açısından
çözümlemeye konu yapılan bir ürünler toplamı değil yalnızca. Aynı zamanda bir iletişim
sistemi, bir imgeler bütünü, göreneklere, durumlara ve davranış biçimlerine ilişkin bir
sözleşme.” (Bober, 2003:13-14)
Roland Barthes’a beslenmenin tanımı sorulduğunda yukarıdaki cevabı vermiştir. Sahi
nedir yiyecek dediğimiz şey? İnsanoğlunun en doğal ve en önemli ihtiyaçlarından biri olan
yeme içme edimi her coğrafyada ve tarihi dönemde toplumları ve kültürleri inceleyenlerin
başlıca konusu olmuş ve birçok araştırmacı tarafından yemek yeme ediminin biyolojik
anlamının ötesi sorgulanmıştır.
Fizyolojik yapısı nedeniyle doğal olarak yemekle ilgili olan insanın ve dolayısıyla
toplumların, içinde bulunduğu coğrafi konum ve buna bağlı olarak varolan hayvan ve bitki
türleri veya hakim din ve geleneksel inanışlar, ekonomik yapı ya da yaşam tarzı; bu
toplumların beslenme kültürünü ve yiyeceklerin tüketilebilir hale getirilme şeklini
belirlemektedir.
Fernand Braudel, Maddi Uygarlık: Gündelik Hayatın Yapıtaşları adlı eserinde
dünyada varolan toplumların evrensel bir biçimde değişime uğradığını söyleyerek, Avrupa ya
da Çin, dünyanın herhangi farklı bölgelerinde gerçekleşen nüfus artışı ya da gerilemelerin
birbirine benzer özellikler gösterdiğini belirtmektedir. (Braudel, 2004: 30) Yaygın kanının
aksine Braudel’e göre nüfus artışı, sağlık koşullarının iyileştirilmesi, tıptaki ilerlemeler, içme
suyunu elde etmekteki düzenlemeler, evliliklerin daha erken yaşta yapılması gibi nedenlerden
çok iklime bağlıdır. Eserinde incelemiş olduğu 1400-1800 yılları arasındaki toplumların
ekonomileri sanayi öncesi tarım ekonomileridir ve bu ekonomilerin tümü iklimin düzensiz
değişimine maruz kalmışlardır.
“Az veya çok mükemmel olan bu birlikteliğe karşı, ancak tek bir genel cevap
düşünülebilir. Bu cevap bugün bilginlerde tebessüm yaratmayacaktır: iklim değişmeleri. Isıda
olduğu kadar, basınç veya yağmur sistemlerindeki kesintisiz dalgalanmalar, tarihçilerin ve
1
meteorologların son araştırmalarından ortaya çıkmaktadır. Bu değişmeler ağaçları, su
yataklarını, buzulları, deniz yüzeylerini, buğdayın olduğu kadar pirincin büyümesini, bağlar
kadar zeytinlikleri, insanlar gibi hayvanları da etkilemektedir.” (Braudel, 2004:43-44)
Braudel, eserinin ilerleyen bölümlerinde iklim değişikliklerinin yaratmış olduğu
benzerlikler ve farklılıklara değinirken, bunlara bağlı olarak biçimlenen beslenme
alışkanlıklarına da değinmiştir. Buna göre dört yüzyıl boyunca insanların çok azı etle
beslenebilmişken; yalnız zenginler et yiyebilmiş, geriye kalanlar otçul beslenme alışkanlıkları
göstermek zorunda kalmıştır. Braudel, üç tarımsal ürünü, buğday, pirinç ve mısır, ayrı ayrı
inceleyerek, her birinin, farklı özelliklere sahip üç uygarlığın maddi ve kültürel yaşantısını
belirleyecek kadar önemli roller üstlendiklerini belirtmiştir.
“Öte yandan tarım, ta başlangıcından itibaren her seferinde, şu veya bu egemen
bitkinin üzerine oynamış, oynamak zorunda kalmıştır, ki sonradan her şey bu egemen bitkiye
bağımlı olacaktır. Bunlardan üç tanesi çarpıcı birer talihe sahip olmuşlardır: buğday, pirinç,
mısır; bunlar bugünün dünyasının tarıma uygun topraklarının paylaşımı konusunda da
mücadele halindedirler. Bunlar ‘uygarlık bitkileri’dir, bunlar insanların maddi hayatını, bazen
de pisişik hayatını çok derinden örgütlemişlerdir, öylesine ki sonunda alt edilmesi mümkün
olmayan yapılar haline dönüşmüşlerdir. (...) Bu tahılların birinden öbürüne geçmek, dünya
turu yapmak olacaktır.” (Braudel, 2004: 95-96)
Yukarıda da Braudel’den alıntılarla anlatmaya çalıştığım gibi toplumların ve buna
bağlı olarak kültürlerin oluşması sürecinde en önemli etmenlerden biri yemektir. Yaratılan
toplumların hayat şekillerindeki değişim ve dönüşümlere paralel olarak o toplumların kültürel
özellikleri ve bununla birlikte yemek kültürleri de biçimlenmektedir.
Mikhail Bakhtin’in kronotop kavramı üzerinden yemek yeme ediminin bir kronotop
olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği sorusuna yanıt aranan bu çalışmanın birinci
bölümünde yemek yeme edimi ile kültür arasındaki ilişki anlatılmıştır. Fernand Braudel,
Maddi Uygarlık: Gündelik Hayatın Yapıtaşları eserinin ilk cildinin üçüncü bölümünde,
yemek ve kültür arasındaki ilişkiye değinip, 1400 ve 1800 yılları arasında yenilip içilenler ile
birlikte değişen toplumsal ve kültürel özellikleri değerlendirmiştir. Buna göre uzunca bir
dönem, insanların incelikli yemek yeme görgüleri veya bizim alışık olduğumuz tarzda bir
sofra düzenlemesi bulunmamaktadır. Avrupa’da çatal bıçak ve kaşık kullanma alışkanlığı bile
on altıncı yüzyılda başlamıştır. Bu dönem öncesinde insanlar, elleri ile yemek yerlerken, bir
2
yere yemeğe gittiklerinde kendi kaşıklarını götürmektedirler. Avrupa’da durum böyle iken
Çin, asırlar öncesinden incelikli bir sofra adabına sahiptir.
“(...) Çin mutfağı, çok eski bir gelenek olup, aşağı yukarı bin yıldan fazla bir süredir
kurallar, ayinler, bilgince reçeteler, tat ustalarının ve onların birliklerinin sicillerine duyumsal
ve edebi olan büyük bir dikkat, belki de Fransızların bunu paylaşan diğer tek halk oldukları
yemek yeme sanatına karşı bir saygı bütünüdür. (...) Çin mutfağı sağlıklı, lezzetli, çeşitli,
icatçıdır; elinin ulaşabildiği her şeyi hayranlık verici bir şekilde kullanmayı bilmektedir ve
dengeli kalmaktadır; taze sebzeler ve soya proteinleri etin kıtlığını telafi etmektedirler, her
türden konserve sanatını kaynaklarına eklemektedirler.”
(Braudel, 2004: 169)
İlkçağlardan beri, besin maddelerinin elde edilmesini sağlayan süreç, tanrıların ya da
tek bir tanrının bağışı olarak görülmüş, bu nedenle bolluğun ve kişisel doyumun verdiği huzur
ve mutluluğun yarattığı şükran ve minnet duygusu ile açlık ve kıtlık dönemlerinin yakarışı,
yemek ile ritüeli biraraya getirmiştir.
Tahir Abacı, Ritüel ve Yemek adlı makalesinde eski inanç sistemlerinde “tanrıların
belli yerleri ve yurtları” olduğuna, tanrıların tapınaklarda neredeyse canlılarla birlikte
yaşadığına inanıldığını söylemiştir. (Abacı, 2005: 67) Yine bu inanç sistemlerine göre
gökyüzü önemlidir ve bu nedenle tapınaklar gece daha etkin hale gelmekte ve bir “kehanet
merkezi” gibi çalışmaktadırlar. Tapınaklarda tanrılar için sunulan adaklar ve sunaklar için
ayrılan yerler ya da bu ritüeller için kurban edilenlerin pişirilip yenilebilmesi için gerekli
olanlar da bu mekanlarda bulunmaktadır. Bu alanlarda gerçekleştirilen ayin, müzik, şiir, dans
ve şölenin birlikte bulunduğu şenlikler zaman içersinde değişime uğramıştır.
Eski zamanlardan beri Anadolu’da varolan halk bayramı ya da başka bir deyişle idler,
bahar aylarına veya hasat dönemlerine denk düşmektedir. Günümüzde de Hıdrellez ve
Nevruz, olarak adlandırılan bu bayramlar, “bereketin kutsanması”, birçok şölen ve ritüelle
kutlanmaktadır. Zamanla kutlama biçimlerinde değişiklikler meydana gelse de bir biçimde
bütün ritüeller, yeme içme ile ilgilidir.
Toplumsal dinamiklerin belirlediği kültürel yapı içerisinde yemek yeme ediminin
önemli bir konumda olduğunu daha önce belirtilmiştir. Buna göre yemek yeme edimi,
toplumsal ritüellerde statü ve güç ilişkisinin bir simgesi olurken, aile bireyleri içindeki
işbölümünün belirlenmesinde de önemli etkisi bulunmaktadır. Ayrıca çalışmanın ilk
3
bölümünde sosyal sınıflara göre besinlerin tüketimi ve bu tüketimdeki farklılaşmanın
toplumsal yansımalarına da değinilmiştir.
Edebiyat, hayatın bir yansıması olarak görülür. Bu nedenle edebiyatta yemek yeme
ediminin yansımalarının olmayacağını düşünmek pek mümkün görünmemektedir. Tarih
boyunca çeşitli anlamlar yüklenen yemek yeme edimi, zihinde çeşitli çağrışımlar oluşturmuş
ve birçok kavramın simgesi olagelmiştir. Çalışmanın ikinci bölümü olan edebiyatta yemek
adlı bölümde, yemek yeme edimine yüklenen anlamlar, duygu ve düşüncelerin bir metaforu
olarak yemenin nasıl değerlendirildiği farklı edebi türlerden örneklerle gösterilmeye
çalışılmıştır. Ayrıca bu bölümde çalışmanın ana eksenini oluşturan Mikhail Bakhtin’in
kronotop kavramı detaylı bir biçimde anlatılarak romanların bu kavram çerçevesinde
değerlendirilmesine geçilmiştir.
Mikhail Bakhtin’in kronotop kavramında sanat eserlerinde zaman ve mekanın bir
bütün olduğu ve bu bütünlük sayesinde olayların somutlaşıp, okuyucunun zihninde anlam
kazandığı söylenmektedir. Bu çalışmadaki amaç ise belli bir dönem ya da akım gözetilmeden
seçilen romanlarda yer alan yemek yeme edimi ya da yemek sofraları ile ilgili bölümlerin bir
kronotop olarak düşünülüp düşünülemeyeceğidir. Yapılan roman incelemeleri sonucu
kronotop kavramı üç açıdan ele alınmak istenmiştir. Buna göre ilk bölüm romanlarında yemek
yeme edimi klasik anlamda kronotop kavramına uygundur. Bu bölümde incelenen Suç ve
Ceza ile Kesişen Yazgılar Şatosu romanlarında roman kahramanları bir masa etrafında bir
araya gelmekte ve bu buluşma romanların olay örgülerinde yeni bir eşiğin aşılmasını
sağlamaktadır.
Bir önceki bölümden farklı olarak, incelenen Masumiyet Müzesi ve Deniz Feneri
romanlarında
ise klasik bir kronotop kavramında söz edilemez. Bu romanlarda da
kahramanlar bir masa çevresinde bir araya gelmektedirler, ancak bu birliktelik olay örgüsünde
herhangi bir değişiklik veya bir çözümleme meydana getirmez. Aksine bu buluşmalar oldukça
durağan ve tekdüzedirler.
Son bölümde ise kronotop kavramına yeni bir bakış açısıyla yaklaşılmıştır. Buna göre
yemek yeme ya da yemek pişirme edimi bir süreç içersinde kahramanın kişiliğinde ya da
olayların akışında bir dönüşüm yaratan bir kronotop olarak değerlendirilebilir. Bu bölümde
ele alınan Aşk, Pi’ninYaşamı ve Mutfak Çıkmazı romanlarındaki kahramanların yaşadıkları
değişim yemek yeme ya da yemek pişirme edimi üzerinden okuyucuya iletilir.
4
Tarih, sosyoloji, antropoloji, yemek kültürü ve tarihi, edebi kuramlar alanlarında
yapılmış birçok makale, kitap, tez ve araştırmadan faydalanılarak oluşturulmuş bu çalışma,
yemek yeme ediminin farklı açılarla da olsa bir kronotop olarak değerlendirilebileceğini
savunmaktadır.
5
1. KÜLTÜREL BİR OLGU OLARAK YEMEK
Tarih boyunca önce çekirdek aile içinde sonra kabile olarak adlandırılacak daha
gelişmiş grupların oluşturduğu topluluklar içinde her çeşit üretimin varolduğu görülür. Karl
Marx’ın Grundrisse adlı eserinde belirttiği gibi üretim aleti, beceri, emek ve sermaye olmadan
üretim gerçekleştirilemez. (Marx, 1999: 23-24) Bir toplumun bireyleri doğada varolanları;
ihtiyaçlarına uygun bir biçimde biçimlendirdikten sonra belli şekillerde paylaşırlar. Bu
paylaşımdan sonra payına düşeni alan kişi, karşılığında elde etmek istediği başka ürünlerle
değişimi sağlar ve sonunda tüketim yolu ile üretilenler “tatmin ve bireysel mülk edinme
sağlayan nesnelere” (Marx, 1999: 27) dönüşür. Bu döngüde Marx, üretimi “hareket noktası”,
tüketimi ise “bitiş noktası” olarak nitelendirir. Bunun yanı sıra Marx’a göre üretim ve tüketim
birbirini tamamlayan öğelerdir. Üretim olmadan tüketim olamayacağı gibi tüketilmeyen
nesneleri üretmenin de bir anlamı yoktur. Tüketim, üretimin amacını belirlerken üretimine
ihtiyaç duyulan nesnenin belirlenmesini sağlayan tüketimdir. Marx’ın Grundrisse’de belirttiği
gibi “tüketimin ürüne ürün olarak kesin sonunu verişi gibi, üretim de tüketime sonunu verir”.
Bu durumu şu örnekle açıklar:
“İlkönce nesne, genel olarak bir nesne değildir, üretimin kendisinin ona aracılık
edeceği belirli bir biçimde tüketilecek olan belirli bir nesnedir. Açlık, açlıktır, ama çatal
bıçakla yenen pişmiş etle giderilen açlık, ellerden, tırnak ve dişlerden yararlanarak parçalanan
ve yutulan çiğ etle giderilen açlıktan farklıdır. Üretimin ürettiği şey, yalnızca tüketimin
nesnesi değildir, aynı zamanda, tüketim tarzıdır da, ve bu da yalnızca nesnel değil, aynı
zamanda öznel tarzda yapılmaktadır. Demek ki, üretim tüketiciyi yaratır.”
(Marx, 1999: 29-30)
İlk insandan günümüze üretim ve tüketim arasındaki yukarıda anlatılmaya çalışılan
birbirini tamamlayıcı bütünlüğün, doğal bir gereksinim olması sebebiyle, en temel ve
belirleyici göstergelerinden biri de insan ile yemek arasındaki ilişki ve bu ilişkinin doğurduğu
kültürel etkileşimler ve dönüşümlerdir.
Fransız antropolog, etnolog ve yapısalcı antropolojinin önemli isimlerinden Claude
Levi-Strauss’a göre, kültür, insanı doğada bulunan diğer hayvanlardan ayıran bir olgudur.
“İnsan demek, dil demek ve dil demek de toplum demektir” diyerek, insanın toplum içinde
6
yaşamasından dolayı başkalarıyla etkileşim içersinde olabildiğini; bu nedenle toplum içinde
yaşayabildiğini, bu özelliği sayesinde diğer hayvanlardan ayrılabildiğini söylemektedir.1
Levi-Strauss, insanla ilgili tüm olaylarda, doğa-kültür karşıtlığı görüldüğünü, bu
karşıtlığı anlayabilmek için de belirlediği ölçeği şöyle anlatır; “insanda evrensel olan her şey
doğa düzeninin bir belirtisidir ve (insanda doğal olanın) temel özelliği kendiliğindenliktir; bir
kurala bağlı olan her şey de kültüre ilişkindir ve görelilik, tikellik özelliklerini taşır.”2 Adnan
Onart, Strauss’un bu düşüncesini evlilik örneği ile açıklar; “Evlenme temelde cinsel içgüdüye
dayanışıyla doğaldır, ama insan evlenmeyi belli kurallara bağlayarak, bir kültür kurumuna
dönüştürür; ama bu kurallarda kan bağının önemli bir yer tutması yeniden doğal yanın
belirmesi demektir”. Doğadaki bir hayvan için neyin yenir ya da yenmez olduğu bilgisi
içgüdüsel iken, insan bu ayrımı kendisi değil toplumca belirlenmiş kurallar çerçevesinde
yapmaktadır, bu da kültürün etkisidir.
Levi-Strauss, The Culinary Triangle adlı makalesinde, “pişmiş yiyecek, çiğ olanın
kültürel bir yol ile dönüşüme uğramış, çürümüş yiyecek ise doğal yollar ile dönüşüme
uğramış halidir” diyerek yemek yemede de doğa ve kültür karşıtlığı olduğundan bahseder.
(Levi-Strauss, 1997: 29) Strauss, anlambilimsel açıdan “pişmiş”, “çiğ” ve “çürümüş”
kelimelerini tek başına bir toplumun yemek yeme alışkanlıkları ile ilgili bir anlam ifade
etmeyeceğini, ancak o toplumda yapılacak bir takım gözlemler sonucu elde edilecek bilgilerle
bu kelimelerin içinin doldurulabileceğini söyler. Bu makalesinde Levi-Strauss, yemek yeme
alışkanlıkları iyi kötü bilinen birçok toplumda efsaneler ve ritüeller yolu ile aktarılan
kaynatmak ve ateşin üzerinde kızartmak gibi iki ana pişirme metodu olduğundan bahseder.
Ateş üzerinde kızartılan yiyecek doğrudan ateşe temas ederken, kaynatılan yiyeceklerde ateş
ve yiyecek maddesi arasında su ve kaynatılan kap gibi iki aracı bulunmaktadır. Levi-Strauss,
bu pişirme biçimleri ile doğa ve kültür arasındaki ilişkiyi sembolik açıdan anlatmak ister. Ona
göre ateşin üzerinde kızartmak doğayı, doğal olanı temsil ederken, kaynatarak pişirmek
kültürü temsil etmektedir çünkü kültür insan ile doğa arasında arabulucudur. Kaynatmak için
gereken “kültürel objeler” su ve kap, ateş ile yiyecek maddesi arasına girerek, yiyeceği
kaynatarak pişirmenin meydana gelmesini sağlamaktadır. (Levi-Strauss, 1997: 30-31) Yemek
yemek gibi içgüdüsel bir eylem de bile kültür devreye girip, bir takım ritüellerin ve kuralların
ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
İşte bu ritüeller ve kurallar, insan metabolizmasının besin ve enerji ihtiyacının
karşılanması süreci olan yemek yeme edimini, biolojik bir olgu olmanın ötesinde, Marx’ın
1
2
http://turkoloji.cu.edu.tr/DILBILIM/adnan_onart_yapisalcilik.pdf
http://turkoloji.cu.edu.tr/DILBILIM/adnan_onart_yapisalcilik.pdf
7
yukarıda anlatılmaya çalışılan üretim ve tüketim arasında varolan, birbirini tamamlayıcı, ilişki
temelli kültürel bir olgu haline dönüştürür.
Yiyecek maddelerinin üretimi, taşınması, saklanması ve kullanılması sırasında
yapılanlar her toplumun yapısına göre farklılık göstermekte, toplumun kendine has
dinamiklerinden etkilenmektedir. Bu yüzden yemek ile ilgili eylemlerin kültür kavramı ile
bağlantılı olarak ele alınması yerinde olacaktır.
Gerek göçebe toplumların kültüründe gerekse yerleşik toplum biçimlerinde
birbirleriyle doğrudan bağlantılı iki kavram yemek ve güçtür. Toplum içinde güce dayanan
farklılaşmanın en belirgin hali yemeğin paylaşımı ve tüketimindeki güç ilişkilerinde görülür.
Göçebe toplumlarda grup üyelerinin besin temin sürecinde yerine getirdikleri roller ve grup
içindeki statüler besinin nasıl ve ne miktarda paylaşılacağını belirler. Hayati Beşirli’nin
Yemek, Kültür ve Kimlik adlı makalesinde yer alan Alaska yerlilerinin balina avcılığı geleneği
bu konuyu en iyi açıklayan örnektir:
“Alaska yerlilerinde rastlanan balina avcılığı geleneği, teknolojik, ekonomik, dinsel,
büyüsel öğelerden oluşan karmaşık bir kültür olgusu olarak buna tipik bir örnektir. Av
teknesi, kürekleri, zıpkın, halat donanımı, giysi ve sallarla, av yerinin saptanması, avın
bulunup izlenmesi, vurulması, karaya çekilmesi, parçalanıp dağıtılması, geleneğin teknolojik
boyutunu oluşturur. Bu iş ve işlevler, öylesine törensel bir inanışlar ve gelenekler ağı ile
örülmüştür ki balina avına çıkan tayfaların önderleri, Eskimo topluluğunun da önderidir.
Avlanmış balinanın bölüşülmesinde, tekne sahibinin, zıpkıncının ve öteki tayfaların paylarını
belirleyen kesin kurallara uyulur. Avlanıp karaya çekilen balinaya, avcının karısı simgesel bir
içki sunar.” (Beşirli, 2010: 162)
Benzer şekilde tarım toplumlarında yemeğin en iyi kısmının hane reisi olduğu için
erkeğe verilmesi veya hangi parçanın kim tarafından alınacağına erkeğin karar vermesi de güç
ilişkilerinin sonucudur.
Yemek ve güç ilişkisinde besin temini sırasında bireylerin üstlendikleri roller yemek
paylaşımında nasıl önemli bir rol oynuyorsa, yöneten ve yönetilenlerin ilişkisinin de yemeğe
yansıdığı görülür. Birçok kültürde ziyafetler ya da şölenler bu durumun en önemli
göstergesidir.
Şölenlerin varlığı ile ilgili ilk bilgiler Sümerlerin yazılı tabletlerinden, Mezopotamya
ve Suriye’nin farklı bölgelerinde bulunan belgelerden elde edilmiştir. Bu yazılı belgelerde
arkadaşlıkları tazelemek, yöneten ile yönetilenler arasındaki bağları kuvvetlendirmek amacı
8
ile tanrılar ve kralların katıldığı şölenlerin yanısıra toplumun daha alt kesimindeki sıradan
insanları bir araya getiren yemeklerden de bahsedilir. Şölenler ya da ziyafetler, toplumsal
birçok olayın işleyişinde büyük önem taşımaktadır. Örnek vermek gerekirse bir konu
hakkında alınan resmi ve önemli kararlar bir yemeğin paylaşılmasıyla birlikte kesinleştirilir.
Düzenlenen yemek, bir miktar toprağın satışı, bir teknenin kiralanması ya da bir evlilik
anlaşmasında uzlaşmayı sembolize ederken yemeğin ve içeceğin paylaşılması ise o dönemde
yazılı bir belge gibi tarafların birbirlerine vermiş oldukları söz yerine geçer. İkinci bin yıldan
itibaren elde edilen bütün kaynaklarda varılan antlaşmaların kesinleştirilmesi için kullanılan
bu yöntem şu sözlerle yer almaktadır: “Ekmek yenildi, bira içildi ve vücutlar yağlandı”.
(Beşirli, 2010:162)
Mezopotamyada yer alan ilkçağ kültürlerindeki şölenler hakkında ulaşılan kaynaklarda
genellikle kraliyet ailesi tarafından düzenlenen şölenlerden bahsedilmektedir. Hükümdarın,
bir tapınağın ya da sarayın açılışı onuruna, askeri bir zaferin kutlanması, yabancı bir elçinin
ülkeyi ziyaretinin şerefine veya varolan ideolojinin önemli destekçileri olduğuna inanılan
tanrıların adına belli bir rutinde düzenlenen geniş çaplı bu yemeklerde bir takım geleneksel
uygulamalar bulunmaktadır.
Sarayın avlusunda ya da avlunun iç kısmında yer alan geniş alanda düzenlenen
kraliyet şölenlerinde hükümdarın şahsi, önemli konukları hükümdarın yakınında olacak
şekilde oturtulurken diğer konuklar önem sırasına ve toplum içinde bulundukları statüye göre
yerleştirilmektedirler. Yemeğe başlanmadan önce hizmetçiler tarafından içinde mersin,
zencefil ve sedir karışımlı bir yağın olduğu kap konuklar arasında dolaştırılarak konukların
ellerini yağlamaları sağlanır. Bu işlemden sonra ızgarada ve güveçte pişmiş etler sebze ve
ekmeklerle birlikte sunulur. Meyvenin ve balla tatlandırılmış yiyeceklerin de tatlı olarak
sunulduğu ziyafetlerde müziğin ve şarkıların yanısıra palyaço, hokkabaz ve güreşçilerin
düzenledikleri gösteriler yemeğin eğlence unsurunu oluşturur.
Antik Yunan kültürünün önemli bir parçası olan symposionlarda davetliler yemek ve
içmek için bir araya gelirler. Ailevi bir bağa sahip olmayan ancak aynı yaşam biçimini
benimsemiş ve etnik özelikler açısından birbirine benzeyen kişilerin oluşturduğu katılımcılar,
ait oldukları aristokrat sınıfa, entellektüel eğitimlerine ve siyasal görüşlerine göre bir araya
gelmektedirler. Buna göre symposion yemeğin ardından yapılan bir erkek toplantısıdır. Her
gün yapılmayan sadece özel veya toplumsal bir olayı kutlamak amacıyla düzenlenen bu
toplantılar, tanrılar için şarap akıtma ve koroyla peron söyleme törenleri ile başlar. Massimo
Vetta, Symposion Kültürü isimli makalesinde, Homeros’un şiirlerindeki pek çok bölümde
yemenin toplumsal bir işlevi olduğunu ve aynı zamanda da suyun ve şarabın karıştırıldığı
9
büyük şarap kraterleri çevresindeki toplantıların önemli olduğunu belirtir. (Vetta, 2009: 76)
Ayrıca İlyada’dan vermiş olduğu bir örnekle sempozyumun, şölenlerin özelliklerini anlatır.
“Değerli kurbanlar dizdiler sunağın çevresine,
ellerini yudular, aldılar avuçlarına arpa taneleri,
kaldırdı Khryses ellerini, yüksek sesle yakardı:
“Ey Khryse’yi, kutsal Killa’yı koruyan, gümüş yaylı,
Tenedos’un güçlü kralı, dinle beni!
Yakarmalarımı nasıl dinlediysen bundan önce,
Akhaların ordusuna yumruğunu nasıl indirdiysen, beni sayıp,
şimdi de tezelden yerine getir şu dileğimi:
Uzaklaştır amansız salgını Danaolardan.”
Böyle yakardı, Phoibos Apollon da dinledi onu,
Hepsi yakardılar, arpa taneleri serptiler yere,
başlarını arkaya kaldırıp kurbanları kestiler,
derilerini yüzdüler, butlarını ayırdılar,
yağlı gömlekle sardılar butları iki kat,
sonra etler kodular üstüne çiğ çiğ.
Odunların üstünde kızarttı ihtiyar onları.
Şarap döktü üzerlerine, ateş gibi, pırıl pırıl.
Beş dişli çatal tutuyordu yanında delikanlılar.
Butlar kızartıldı, ciğerler, yürekler yenildi,
kalan etler parçalandı, şişlere geçirildi,
kızartıldı iyiden iyi, çekildi hepsi ateşten.
İşler bitti, şölen hazır oldu, yenildi içildi.
Şölende eş pay aldı her insan,
yakınmadı bir tek kişi.
Yenilip içilince doyasıya,
delikanlılar şarapla doldurdular sağrakları,
taslarla dağıttılar, tanrılara sunmak için,
korolarla yatıştırdılar tanrıyı, gün boyunca.
Koruyucu tanrıya şükürler edip
güzel bir övgü söyledi Akha delikanlıları.
O da duydu bunu, ferahladı, hoşnut oldu (...)” (Homeros, 1993: 83-84)
10
Vermiş olduğu bu örnekte Apollon onuruna yapılan bir kurban töreninin ardından
gençler krater adı verilen çok büyük kapların içinde şarabı ve suyu karıştırıp içilecek içeceği
hazırlar ve daha sonra bu içeceği dağıtırlar. Davetliler tüm gün peronlar söyler ve daha sonra
kumsalda uykuya dalarlar. Homeros’un anlattıklarına göre Antik Yunan’da şefler ziyafetten
sonra rahatlamak için, savaşçılar ise savaş meydanında yaptıklarından farklı olarak
bilgeliklerini ve hatipliklerini göstermek için bu sempozyumlara, şölenlere katılırlar.
Her ne kadar bu toplantılarda bulunanlar, şarap içerek Dyonissos ile bir bağ kurmaya
çalışsalar da Massimo Vetta’nın makalesinde belirttiği gibi aslında symposionlar Zeus
onuruna düzenlenen törenlerdir. (Vetta, 2009: 76) Katılımcıların, belli gelenekselleşmiş
kurallar çerçevesinde Tanrıların şerefine yere şarap dökerler ve ilahiler söylerler. Vetta’ya
göre bu törenler katılanların tanrılar ile bire bir ilişki kurduğu, “simgesel bir dinsel eylem
içeren özel bir an” dır. (Vetta, 2009: 77)
Türklerdeki toy ve hükümdar yemeklerinde de gerek şölene katılanlara sunulan
yemeğin niteliği gerekse şölene davet edilen katılımcıların sayısı, toplumsal bir güç
gösterisine dönüşür. Ziyafete davet edilmek kadar davetin reddedilmesi de simgesel bir anlam
taşır. Şölene katılmanın önemini Hayati Beşirli Kutadgu Bilig’den şu alıntı ile açıklar:
“Ziyafete davet edenler dört zümre olduğu gibi buna icabet eden insanlar da dört
zümredir. Bunlardan biri davet edildiği her ziyafete gider ne ikram edilirse yer içer. Lakin
kendisi evine başkalarını çağırmaz. Evine kapanıp yemeği kendi başına yer. Biri çağrıldığı
ziyafete gider yemeği yer kendi de onu yemeğe davet eder. Biri de kendi ziyafete gitmediği
gibi başkalarını da davet etmez. Bu insan ölüdür. Sen onu diriden sayma. Ona katılma onunla
birlikte olma. Bir kısmı da davete gitmez fakat kendisi hayvanlar keserek başkalarını da
ziyafete çağırır. Bunlardan en hayırlısı bu sonuncusudur. Alim insanların beğendikleri hareket
budur.”
(Beşirli, 2010: 162-163)
Bütün Türk lehçelerinde ve Türkçe’den gelen diğer dillerde doğrudan meclis, toplantı
anlamına gelen toylarda bolca yenilip içilmektedir. Oğuz Kağan Destanı, Reşideddin
Oğuznamesi, Şecere-i Terakime, Manzum Oğuz-name ve Dede Korkut gibi eserlerde “attan
aygır, deveden buğra, koyundan koç kırdırma ya da tepe gibi et yığmak, göl gibi kımız
sağdırmak” şeklinde anlatılan bu ifadeler şölenlerdeki yeme içme bolluğunun anlatılma
biçimidir. Yeme içme ile ilgili bu bilgilere göre hanlar ve beyler, cömert olmalı, halkını
11
yedirip içirmelidir. Dağıtma, kapışma anlamı taşıyan potlaç kelimesi ile anlatılan bu bol
yemeli içmeli yağma toylarında Oğuz töresine göre han, yılda bir kez malını yağmalatır.
Dede Korkut Kitabı’ndaki son hikaye olan İç Oğuz’a Dış Oğuz’un Asi Olup Beyreği
Öldürmesi hikayesinde yağma geleneğinin ihlali ve bu yüzden çıkan kavga sonucunda Dede
Korkut’un kahramanı Beyrek’in ölmesi anlatılır. (Karaalioğlu, 1994: 229-238) Yağma
toylarında avdan veya düşmandan elde edilen servet ya da ganimet halk tarafından paylaşılır.
Bu potlaç yani yağma toyu ile asıl yapılmak istenilen bir bakıma “elde edilen servetin
paylaşılması yolu ile tabiata veya komşu fakat düşman kavimlere karşı işlenen bir ‘suç’un
sorumluluğunun da kolektif bir paylaşımıdır.” (Duymaz, 2005: 57)
Türk inanışlarına göre hanlar, tanrısal güçlere sahiptirler ve bu nedenle bol mal ve
servet sahibi olma, bu nimetleri adaletli bir şekilde dağıtma gibi özellikleri olmalıdır. Göçebe
bir yaşam tarzına sahip yağma toylarında, Tanrısal özelliğe sahip olan hanlar, boyun
dağılmaması için mallarını yağmalatarak sahip olduklarını adaletli bir şekilde boyunduruğu
altında olan kişilerle paylaşmış olmaktadır. Ancak her kültürde yemek, sosyal sınıflar arasında
adaletli bir paylaşımın ya da adil bir yaşam düzeninin kurulmasında önemli bir rol oynamaz.
İnsanlık tarihi boyunca beslenme alışkanlıkları toplumlardaki sosyal sınıfların
ekonomik durumlarına göre farklılaşmıştır. Aynı toplum içindeki farklı sosyal sınıflara
mensup bireylerin ekonomik durumlarının belirlemiş olduğu tüketim düzeylerinin ve
alışkanlıklarının etkisi, hangi besinin ne kadar tüketildiğinden, yemeklerin pişirilme tarzına ya
da pişirmede ve sunumda kullanılan alet edevatın çeşitliliğine hatta ve hatta sofrada uyulması
gereken belli başlı kuralların belirlenmesine kadar çok çeşitli alanlarda görülür.
Ortaçağda, adabı muaşeret kitapları oburluk, taşkınlık, pasaklılık, konuklara karşı nasıl
davranılması gerektiği gibi konularda halkı bilgilendirmeye çalışırken 17. ve 18. yüzyıllarda
bu kitaplardaki bilgilere yeni uygulamalar dahil olur. Bu yeni kurallar, temizlik fikri ve
sofralarda yeni yeni kullanılmaya başlanan kişiye ait tabaklar, bardaklar, bıçaklar, kaşıklar ve
çatallar ile ilgili talimatları ve yasaklamaları içermektedir. Bunlar sadece temizlik konusunda
belli kurallar getirmekle kalmaz, aynı zamanda kişiye ait tabak, bardak, çatal, kaşık vs. ile
sofradaki kişiler arasında görünmez hatlar çizerek bireyselliğin doğuşuna da yol açar.
Çorbaların aynı çanaktan içildiği, etin aynı et tahtasından yendiği, herkesin elden ele
dolaştırılan bir kupa içinde ağzını yıkadığı Ortaçağ’dan çok farklı olarak 17. ve 18.yüzyıllarda
masada yer alan herkes kendi tabağına, bardağına, bıçağına, kaşığına, çatalına ve peçetesine
sahiptir. Lokmayı bıçağın ucuyla ağza götürmek, peyniri güzel kesilmiş parçalar halinde
takdim etmek, ekmeği elle koparmayıp bıçakla kesmek gibi sofra araç gereçlerinin çok çeşitli
12
kullanıma ilişkin açıklamalar adabı muaşeret kitaplarında yer alır. Ancak hiçbiri bu araçların
toplumsal ayrım aracı olma işlevlerinden daha önemli değildir.
Sofra adabı eski zamanlarda kralın yanındakiler ve büyük toprak sahipleri tarafından
dönem dönem değiştirilmektedir. Bazen ortaya çıkarılan ve moda olarak tanımlanan davranış
biçimleri ve kurallar kral ve çevresinin dışında kalan diğer sosyal çevreler tarafından
çekincelerle karşılansa da 17. yüzyıl’da tüm çekinceler ortadan kalkar ve bazı seçkin kurallar
kabul görür.
16. yüzyıl’dan itibaren adabı muaşeret kitaplarında kaba saba insanlara gönderme
yapılmaya başlanır. Daha önceki dönemlerde bu kişilerden bahsedilmezken, Ortaçağ’dan
sonra toplumsal ayrımcılığın yapılmaya başlandığı bir dönem başlar. Kibar insanlar arasında
kabul gören bir davranış şekli seçkin olarak nitelendirilirken, köylülere ve halktan insanlara
özgü olan davranışlar kusurlu olarak görülür. Yeni sofra adabıyla başlayan bu tutum
seçkinlerle halk kitleleri arasındaki uçurumu derinleştirir. (Ariés ve Duby, 2006: 296) 16.
yüzyıl’a kadar seçkin toprak sahipleri hizmetçilerini sofraya kabul ederlerken 16. ve 17.
yüzyıllardan itibaren hizmetçilere yemek vermek ya da aynı sofrada bulunmalarına izin
vermek ortadan kalkar. Aynı şekilde içeceklerin tüketiminde de sınıfsal bir ayrımdan söz
etmek mümkündür. Şarabın maliyeti biradan daha fazla olduğu için şarap, yalnızca seçkinler
tarafından tüketilen ve nadir bulunması sebebiyle dinsel törenlerde kullanılan bir içkiyken bira
halk tarafından daha kolay elde edilen ve tüketilen bir içecek olmuştur. Başka benzer bir
örneği Hayati Beşirli çay üzerinden vermiştir. Çay, Avrupa’da 17.yy’da bir keyif maddesi
olarak bilinirken 18.yy’da sadece seçkinler tarafından tüketilen bir içecek olmuştur.
“Kahvaltıda burjuvalar kahve, soylular çay içerler; burjuvalar akşamın erken
saatlerinde soğuk, soylular ise geç saatlerinde sıcak yemek yerler. Burjuvalar bira içip
iskambil kağıdı oynarlar, soylular ise şarap içip briç oynarlar.” (Beşirli, 2010: 165)
Yemek, sadece sosyal tabakalar arasında farklılaşmaya yol açmakla kalmaz;
cinsiyetler arasında bir farklılaşmaya da yol açar. Anason bitkisinden üretilen ve aslan sütü
olarak adlandırılan rakı erkek içkisiyken, şarap daha çok kadın içkisi olarak kabul edilir.
İçkilerin yanında sunulan yemekler de kültürel açıdan farklılık gösterirler. Türk
kültüründe rakı ile çeşitli mezeler sunulurken, Fransız kültüründe şarap ve çeşitli peynirler bir
arada sunulmaktadır.
Toplum yaşantısında en küçük topluluk olan aile, bireylerinin sosyalleşmeyi
öğrendikleri ilk yer olması bakımından önemlidir. Aile içindeki sosyalleşme ve sosyal
13
kurallarla aile fertlerine diğer insanlarla iletişim kurma, uygun değerlerin kabul edilmesi ve
toplum içinde bu değerlere uyacak şekilde davranılması öğretilir. Bu açıdan yemek zamanı
yemek masası etrafında aile bireylerinin bir araya gelmesi, ailecek yapılacak aktivitelerin
planlanması, aile üyeleri ile ilgili bilgilerin paylaşılması sonucu bireyler arasındaki
dayanışmanın ve bağlılığın kuvvetlenmesinden söz edilebilir. Günümüz toplumlarında
bayram veya bazı önemli günlerde aileler düzenledikleri kalabalık aile yemekleri ile aile
fertleri
arasındaki
bağları
güçlendirmekte,
aile
birliğinin
devamını
sağlamaya
çalışmaktadırlar.
Etrafındaki bilginlerle arasının oldukça iyi olduğu bilinen Fatih Sultan Mehmet, günün
birinde bilginleri için bir yemek düzenlemeye karar verir. Hocalarından Molla Gürani’yi
sağında, Molla Hüsrev’i solunda oturtmak ister. Ancak bu karara kızan ve küsen Molla
Hüsrev, “Benim soluna oturmam gayreti ilmiyeye manidir ” diyerek İstanbul’dan ayrılıp,
Bursa’ya taşınır. (Şavkay, 2000: 25) Bu örnekten de anlaşılacağı gibi yemek, sadece
bireylerin sosyalleşmesi açısından değil
toplum içindeki statülerin belirlenmesinde ve
gösterilmesinde simgesel bir anlam taşımaktadır. Bu nedenle yemeği sadece bazı kimyasal
tepkimeler sonucu yiyecek maddelerinde oluşan değişim ya da metobolizmanın enerji kaynağı
gibi değerlendirmek doğru olmayacaktır. Yenilecek malzemenin seçiminden, pişirilme
biçimine ve hatta sunulma biçimine kadar pek çok faaliyet toplumların alışkanlıklarına,
geleneklerine ve yapılarına göre değişkenlik göstermekte ve toplumsal değişimlerden
etkilenmektedir. Böylesine bir etkileşimin izlerini toplumsal her olayda olduğu gibi edebi
metinlerde de görmek mümkündür.
14
2. EDEBİYATTA YEMEK
Yaşamın, her yönüyle edebiyatta yansıtıldığı düşünüldüğünde, olmazsa olmaz bir
yaşam öğesi olan yeme-içme ediminin de bu yansıtmanın içinde önemli bir yerinin olması son
derece doğaldır. Yemek yeme edimine yüzyıllar boyunca farklı birçok anlam yüklenmiştir.
Okuyucuya çeşitli çağrışımlar yaptıran yemek veya yemek yeme edimi ile ilgili herşey,
hemen hemen her eserde açlık-tokluk, sevgi, korku, heyecan, öfke, kargaşa, huzur, üzüntü
gibi pek çok duygunun metaforik olarak ele alındığı unsurlar olmuştur. Yeme-içme ediminin
bu önemli özelliğini Serdar Rifat Kırkoğlu Yeme-İçme ve Edebiyat isimli makalesinde “bir
hakikatin korunup taşınmasına ilişkin simge işlevi” (Kırkoğlu, 2004: 87) olarak tanımlar. Öte
yandan edebi eserlerde yer verilen yemek yeme alışkanlıkları, yemek ritüelleri, yemek edimi
için seçilen eşlikçiler ve bütün bu davranışların altında yatan nedenler, yaratılan kahramanlar
yolu ile insanları, yaşanılan toplumu ya da hâkim kültürü daha iyi anlamak için önemli birer
ipucu olabilir. Yazarların yarattıkları kurgusal dünyalar ve karakterlerle yemek arasındaki
ilişkiyi göstermesi açısından Elif Şafak’ın, Mide Bir Masal Diyarıdır isimli makalesindeki şu
bölüm dikkat çekicidir:
“Yemek benim için seyirlik bir malzeme. Bir tutku. Bir saplantı. Bundandır Bit Palas’ı
yazarken İstanbul şehrini bir dilim yaş pasta gibi algılamam. En altta bir kat mezarlık, ölüler
ve geçmiş, üzerine bir kat asfalt, modernitenin katları, aralarında Batılılaşma kreması...
Katbekat komşular, komşuluklar, sırlar ve hikâyeler... Bundandır yiyeceklerin romanlarımda
salt bir dekor değil, başlı başına bir tema ve kimi zaman metaforlar olarak kullanılması. (...)
(...) Kimi kadınlar yemek aracılığıyla yaratmanın ve yıkmanın tadına varırlar. Onların
hikâyelerini yazdım romanlarımda. Bulimikler, anoreksikler kadar yemek metaforlarını da
sıkça kullandım. Çünkü aslında ben yazıyı yenilebilir kılmak istiyorum. Her kitap bir sofra.
Kimi yerlerde katılaştı ekşidi hikâyeler, kimi yerde bir parmak bal kadar tatlı, kimi yerde
akışkan şerbet kıvamında, kimi yerde ağulu bir acı, hüzün, öylesine...
Kelimeleri tadılır kılmak isterim gizliden gizliye. İsterim ki okur için bir ziyafet olsun
her kitap, otursun masaya tek başına, alsın içine, tatsın, yesin ve doysun. Kelimeleri değil
sadece, harfleri de tek tek tatsın, içine alsın ve değişsin kimyası onun da, tıpkı yazarken benim
kimyamın değiştiği gibi (...)” (Şafak, 2006: 4)
Elif Şafak gibi, hem dünya edebiyatından hem de Türk edebiyatından pek çok yazar
ya da şair, yeme-içme edimi ile ilgili düşüncelerini eserlerinde kimi zaman intikamın ve
15
kurban etmenin, kimi zaman sevgisizliğin, kimi zaman yalnızlığın kimi zaman açgözlülüğün
kimi zaman da sınıf farklılığının ya da insanın, özellikle de kadının yemekle ve mutfakla olan
ilişkisinin metaforu olarak kullanmışlardır.
Edebiyattaki yeme-içme ediminin ilk örnekleri en eski edebiyat ürünleri olan
destanlarda görülmektedir. Farklı zamanlarda ve coğrafyalarda yazılmış olsalar bile pek çok
destanda bol ürün vermesi, tohumların, tarlaların ve hayvanların korunması için Tanrılar’a
yakarış, yiyecek bulma ya da varolan yiyeceğin devamlılığının sağlanması gibi isteklerin dile
getirildiği bu metinlerde, insanları bir araya getiren, aradaki bağları güçlendiren, bolluk ve
bereketin yanı sıra askeri zaferlerin de kutlanması için düzenlenen şölenlerden bahsedilir. Bu
destanlardan en bilineni Euripides’in Bakkhalar adlı tragedyasıdır. Sabahattin Eyüboğlu,
çevirisini yaptığı Bakkhalar tragedyasına yazmış olduğu önsözde bu eseri “yalnız Yunan
tragedyasının değerli bir örneği değil, Dionysos dininin de belli başlı belgelerinden biri”
(Euripides, 2003: 5) olarak nitelendirir.
Bazı mitograflara göre sadece bir Yunan tanrısı olarak değil Girit, Mısır, Trakya ve
Thebai gibi birçok yerde ortaya çıkmış bir tanrı olarak düşünülen Dionysos, şarabın bulucusu
ya da sarp dağların bitkisini yaşatan tanrıdır. Yunan efsanelerine göre Zeus, Kadmos’un
kızlarından Semele’ye (toprak) âşık olur. Semele uzun kış uykusundan uyanır uyanmaz,
Zeus’dan hamile kalır. Bu durumu öğrenen Zeus’un karısı Hera, ihtiyar bir sütnine kılığına
girer ve Semele’ye “Zeus’a yalvar da sana kendisini tanrı olarak bütün haşmetiyle göstersin”
der. Semele, Hera’ya inanır ve dediğini yapar. Zeus da şimşek ve yıldırımlarla kendini
gösterince, Semele yanar. Bu sırada yedi aylık oğlu Bakkhos’u (diğer adıyla Dionysos)
düşürür. Zeus, Bakkhos’u kurtarır ve baldırının içine saklar. Vakti gelince Bakkhos, Zeus’un
baldırından doğar. Zeus, oğlunu Nysa Dağı’ndaki orman perilerine emanet eder. Sarmaşık ve
asma örtülü bir mağarada büyüyen Bakkhos, bir gün üzümü tadar ve sever. Daha sonra
üzümün suyunu çıkarır ve çıkardığı bu suyu içerek sarhoş olur. Orman perilerine de bu suyu
içirir, hep beraber sarhoş olarak dağlarda, ormanlarda koşuşmaya başlarlar.
Bakkhalar tragedyasında Euripides, kendisini tanrı olarak kabul etmeyen Thebai kralı
Pentheus ve ailesinin, Bakkhos (Dionysos) tarafından cezalandırışını anlatır. Thebai’nin
kurucusu Kadmos’un kızları Ino, Autonoe ve Agaue (Pentheus’un annesi), Bakkhos’un
Semele’nin ve Zeus’un oğlu olduğuna inanmazlar ve bu genç tanrıyı evlerinden kovarlar.
Evden kovulan genç tanrı Bakkhos bütün Asya’yı ve diğer yabancı yerleri dolaşmaya başlar
ve gezdiği gördüğü yerlerde yaşayan insanlara şarabı tanıtır. Sabahattin Eyüboğlu,
Bakkhalar’ın çevirisine yazdığı önsözde insanların şarapla tanışmasını şöyle anlatmıştır.
16
“Bakkhos, sarmaşık sarılı asasıyla Yunan toprağına ayak basınca, Helenler, onu
ırklarındaki dehayı canlandıran kudret olarak gördüler. Kolektif ruh uyanıp coştu. İlk
sarhoşluk içinde, ince Helen anlayışı her şeyi birbirine bağlayan sırrı sezdi. Coşan insan,
kendini dünyanın sahibi bir tanrı gibi gördü. Ormanların ve dağların küçük tanrıları, sirenler
ve Satyrlar, inlerinden çıkan vahşi hayvanlar, kaynakların Nymphaları, çobanlar ve krallar,
insan ve tanrı, bütün varlıklar, topraktan fışkırıp dünyayı saran bir sevinç içinde birleşip
kaynaştılar. Ağaçlar, kayalar, dağlar, bayırlar da insanlarla birlikte coştu. Euripides’in de
dediği gibi ‘sevinçten yer yerinden oynadı.’ Dionysos’un dini, sarp dağların, çorak
toprakların, yabani otların tanrıları Rea ve Kybele’nin dinleriyle birleşti. Sarhoşluk insanlara
korkuyu unutturdu (...)”(Euripides, 2003: 15)
Bakkhalar tragedyası, uzun gezisinden dönen ve intikam almaya hazırlanan
Bakkhos’un Thebai’ye gelişi ile başlar. Bakkhos, kendisinin tanrı olduğuna inanmayan
teyzeleri dâhil bütün Thebai kadınlarını çıldırtır ve onları dağlarda yersiz yurtsuz dolaşmaya
mahküm eder. Artık sıra Bakkhos’u tanrı sayıp adaklarına almayan Thebai kralı Pentheus’tan
öç almaya gelmiştir.
“(…) Çünkü burada, anamın kızkardeşleri –evet, ne yazık, kendi kızkardeşleri- benim
Zeus’un oğlu olmadığım iftirasını attılar; güya Semele ölümlü bir insandan gebe kalmış,
Kadmos’un kızını korumak için ortaya attığı kurnazca bir buluşla günahını Zeus’a yüklemiş,
Zeus da bu yalana kızarak anamı öldürmüş. Ben de şimdi onları delirtip saraylarından
kaçırttım; azgın bir ruhla dağlara düştüler; zorla benim cümbüşlerime girenlerin kisvesine
büründüler. Bütün Thebai kadınlarını da –ama yalnızca kadınları- onlarla birlikte çılgına
döndürüp dağlara sürdüm. Şimdi, fakiri zengini, hepsi yeşil çamlar altında, sarp kayalıklarda,
yersiz yurtsuz yaşıyorlar. Artık bu şehir Dionysos’un sırlarına ermekte geç kaldığını anlasın.
Thebaililere Zeus’un oğlunun bir tanrı olduğunu gösterip anama sürdükleri lekeyi
temizleyeceğim. Kadmos tacını tahtını, kızının oğlu Pentheus’a bırakmış, Pentheus bana ayak
diriyor; beni tanrı sayıp adaklarına, dualarına karıştırmıyor. Ona da, Thebaililere de bir tanrı
olduğumu göstereceğim. Burada işlerimi bitirince başka toprakların insanlarına kendimi
tanıtacağım. Eğer Thebaililer öfkeye kapılıp Bakkhaları silah kuvvetiyle dağlardan indirmeye
kalkarlarsa Mainadların başına geçip onlarla savaşacağım. İşte ben bunun için tanrılığımı bir
kenara bırakıp kendime insan sureti verdim; ölümlü bir vücut içine girdim(...)”
(Euripides, 2003: 38-39)
17
Bakkhalar tragedyasının birçok yerinde çılgına dönmüş kadınların Bakkhos uğruna
yapmış oldukları ayinler anlatılır. Bu ayinlerde kadınlar, boğa, koç, ceylan ve daha pek çok
farklı hayvanı parçalayarak yerler ve şarap içerler. Böylece yedikleri çiğ et ve içtikleri şarap
ile tanrıyla birleştiklerini düşünürler. Tragedyanın bu bölümlerinde yemek ediminden alınan
haz ile şehvet arasındaki ilişkiye gönderme yapılır. Bakkhos ayinleri, yaşam sevincini ve
coşkuyu yansıtır.
Yemek yeme ediminden alınan haz her zaman edebiyatın kalıcı temalarından biri
olmuştur. Rabelias’ın dev gibi iri, neşeli, şehvetli ve oburlar oburu kahramanı Gargantua da
okurları yeryüzündeki nimetlerin tadını çıkartmaya özendirir. Euripides’in Bakkhalar’ında
anlatılan Antik Yunan’daki coşkulu Dionysos şenliklerinden ilham alarak Gargantua’yı
yarattığı düşünülen Rabelias, bu kahramanı aracılığı ile yaşamı kutlayan, yücelten, yaşama
karşı büyük bir saygı ve coşku gösteren bir anlayışın izini sürer. (Köksal, 2004: 106)
“(...) Bizimki doğar doğmaz öteki bebekler gibi: ‘Mies’ Mies!’ diye değil, ‘İçki! İçki!
İçki!’ diye bağır bağır bağırmış, bütün dünyayı içmeye çağırırmış gibi, öyle ki, bütün İçistan
ve İçmenistan ülkelerinden duyulmuş (...) Sonra can damarlarını daha iyi işletmek için, bir
süre yatağında hopluyor, zıplıyor, takla atıyordu, sonra mevsimine göre giyiniyor; en severek
giydiği de içi tilki kürkleriyle kaplı kalın yünlüden bol ve uzun bir urbaydı. Saçlarını Almain
tarağıyla, yani parmaklarıyla tarıyor, çünkü eğitimcilerine göre başka türlü taranmak
yıkanmak ve temizlenmek bu dünyada vaktini yitirmekti (...)” (Rabelais, 2002: 107-108-114)
Edebiyatta yemek yeme edimi ile varsıllık-yoksulluk ikilemi arasındaki ilişki de sık
sık karşılaşılan konulardan biridir. Sırma Köksal, Ölümcül Günah: Oburluk isimli
makalesinde yemek ile sosyal statü arasındaki ilişkiyi örneklendirmek için Bizans
döneminden yazarı bilinmeyen şu şiiri vermiştir:
Napalım yoksulsak
Kafama kakmasan olmaz mı?
Sen şusun sen busun,
Bunca yıl geçip gitti
Diye tartaklamasana.
Bu acı laflardan
Ne geçecek eline?
Yıka şu hamsileri
18
Ben de şarap dökeyim.
Çırılçıplak, zilzurna,
Bak, biz yatakta
Ne zenginiz. ( Köksal, 2004: 107)
Gelir seviyesi düşük kişilerin yediği yemek olarak düşünülen hamsi üzerinden
belirtilmek istenilen sınıfsal bir ayrım aynı şekilde bir romanda ya da öyküdeki kahramanın ya
da kahramanların sofrası ve yedikleri aracılığı ile de yapılabilir.
Sevgi Soysal’ın on dört hikâyenin birleşmesinden oluşan romanı Tante Rosa’da da
yemekler aracılığı ile romanın başkahramanı Rosa’nın hayatının farklı dönemleri ve bu
dönemlerde ait olduğu sınıfsal yapı vurgulanır. Yazar Sevgi Soysal, yemek ile ilgili vermiş
olduğu küçük detaylarla Rosa’nın hayatının belli başlı dönemlerine ve bu dönemlerde gittikçe
farklılaşan sınıfsal konumuna göndermeler yapmıştır. Rosa, gençliğinin ilk yıllarında ilk
kocası Hans ile evli, üç çocuk annesi bir kadınken belli bir rutin içinde, düzenli yemekler
yapan, çocukları ile ilgilenen orta sınıfa ait bir hayat sürdüren, sıradan bir kadındır.
“Tante Rosa’nın kocası hiçbir şey duymadı, evdeki kaz kızartmasını düşünüyordu, her
pazar sabahı yenen kaz kızartmasını ve elma pastasını, sıcak kahveyi. (...) bir mektup gördü,
herhangi bir mektup, sandık kapağı kapandı, dışarıda kar yağıyordu, kocası eve geldi. Kaz
kızartması her pazarkinden iyiydi, elma tatlısı çok çok iyiydi, ev sıcaktı, masa örtüsü
kolalıydı, kocasının saçları briyantinle ortadan ikiye ayrılıydı. Tante Rosa’nın korsesi iyi
markaydı, yediği kaz kızartmaları karnını şişirmişti, korse iyiydi, sıkıyordu, çok sıkıyordu
korse, odasına çekildi (...) Tante Rosa’nın kocası haykırıyordu. Adam kapıyı yumrukluyordu,
düzenini bozan kapıyı yumrukluyordu. Sabah-kilise-kaz kızartması-elma pastası-karısının
koynu düzeninin kopan son halkasını kesip atan kapıyı, yumrukluyordu.”
(Soysal, 2008: 34-36)
Tante Rosa’nın büyük şehirdeki yaşamı sürekli inişler ve çıkışlarla doludur. Tüm
gücüyle sürekli olarak yeni işlere ve projelere atılıp zenginliği ve aşkı aramasına karşın, hep
başarısız kalır çünkü gerçekleri bilmemekte ya da görmezden gelmeyi tercih etmekte, onun
yerine sürekli takip ettiği Sizlerle Başbaşa dergisinde okuduklarının fantezisi ile
yaşamaktadır. Aşka olan susamışlığı onu birkaç kez evliliğe götürür ve hatta bir keresinde bir
ilanda tanıdığı adamla evlenmek için İngiltere’ye gider fakat bu da –Tante Rosa’nın
yaşamındaki diğer başarısızlıklar gibi- yine büyük bir başarısızlıkla son bulur.
19
Tante Rosa, mezarlık temizleyicisi, dokuz şişme yataktan oluşan bir pansiyonun
sahibi, bir lokantanın tuvaletinde bekçi ve genelevde kasiyer olarak geçimini sağlamaya
çalışır ama her seferinde başarısızlık yakasını bırakmaz. Gittikçe yaşlanan Rosa’nın tek gelir
kaynağı komşularından eski şişeleri toplamaktır ama bu bile kendisini “Büyük Düşes” olarak
adlandırmasına engel olmaz. Eskiciden aldığı gece kıyafetleriyle tıpkı “bir yılbaşı ağacı gibi”
süslenip etrafta gururla dolaşır.
“Tabağın içine vuran güneşle peynir artıkları yağ salmıştı. Kedi atladı masaya, ekmek
kırıntılarına basmadan süzüldü, artık peyniri, yağı gövdeye indirip masanın güneşli köşesine
uzandı. Bir kedi her zaman güzeldir. Açlık, tokluk, aşk, nefret tanımayan sürekli bir güzellik.
Tante Rosa buzdolabını açtı. Bir kavanoz ekşi yoğurt buldu, batı denen uygarlık bu işte,
buzdolaplı açlıklar var burda. Ekşi yoğurttan bir kaşık aldı, burnunu tutarak yuttu. Yoğurdun,
peynirin küflenmişi iyidir de etin, balığın ki kötüdür diye düşündü. İyi ki balığım, etim yok,
yine de sevinmek zor. Pencere camının kirleri sabah yağan yağmurla parmak parmak akmış.
Bir zebra kürkü gibi, güldü Tante Rosa, şimdi bir zebra kürkünün ardından sokağa, karşıdaki
parka bakıyorum. Park denince sevgililer gelir akla, doğrudur, ama park denince sevgilileri
düşünmek zor. İyi pişmiş bir domuz pirzolasının kulağa hoş sözler fısıldaması zor. Sokaktan
ayıklar, sarhoşlar, açlar, toklar, güzeller, çirkinler geçiyor. Sarhoş olunur, ama sokakta
sızılmaz, aşık olunur ama sokakta yatılmaz, doyulur ama sokakta sıçılmaz, sokak gelip
geçmek içindir. İşte hep böyle saçma sapan cümleler aklında Tante Rosa’nın. O buna açlık
diyor. İşsizlik ve parasızlık. Üstelik bu ikisinden de korkmamak, telaşlanmamak, hep bulurum
bir yolunu rahatlığı (...)”
(Soysal, 2008: 61-62)
“Evlilik birlikte edinilmiş eşyalardı ve kesin mal ayrılığı olmadıkça tam anlamıyla
bitmiyordu. İşte bu Mathes de iki, üç yılda bir Tante Rosa’nın kapısına dayanır, evlilik
eşyalarından şu ya da bunu isterdi. Mathes her geri gelişinde Rosa’ya biraz hizmetçilik ederdi.
Rosa’nın dükkânını batırmıştı Mathes, böyle gelip gidişlerde ona hizmet eder, sonra giderken,
borcum şu kadardan şu kadara düştü, derdi.
-Bir kahve yap.
Mathes kahve çekmeye başladı. Kolunda bir zamanlar Rosa’nın aldığı saat.
-Bir elma pastası yap, köpeği gezdir. Bugün misafirim var.
-Peki Rosa.
-Rosa değil, Grand Düşes ş.m.
20
-ş.m. ne demek Grand Düşes Rosa?
-Şu anda Müstafi’nin kısatılmışı.
-Grand Düşes, ş.m.’den kimi beklediklerini sorabilir miyim?
-Stuttgart’ın bir numaralı oropusunu.
Mathes titreyen elleriyle getirdi kahveyi.
-Tarçın var mı?
-Var, un, şeker, yumurta, elma, badem, her şey var, sadece tuz yok.
-Pastaya tuz lazım değil.
-Kaz kızartmasına lazım. Ama yok.” (Soysal, 2008: 76)
Edebiyattaki
yemek
edimi
ve
onun
sınıfsal
farklılıkların
vurgulanmasına
verilecebilecek bir başka örnek de Vüs’at O. Bener’in kısa hikayesi Havva’dır. Havva, evin
hanımına yardım etmesi için köyden getirilmiş, yol yordam bilmeyen, iri yarı, ağırkanlı ve
yemek yemeğe oldukça düşkün –pis boğaz denilebilecek kadar yemeği seven- bir kızcağızdır.
Gerek fiziksel gerekse kültürel olarak evin hanımı ve kızından oldukça farklı biri olan
Havva’nın bu farklılıkları anne ile kızı arasında bir alay, yergi konusu olmuştur. Hikaye
boyunca Havva ile ilgili yapılan tüm alaylar ve yergiler yemek üzerinden yapılmıştır.
“Annem dün dedi ki: ‘On baş soğan koysam bu kızın önüne yiyebilir mi acaba?’
‘Koyalım anne, bakalım yiyecek mi?’ dedim. Koyduk. Vallahi bitirdi hepsini! Şaştık kaldık.
Gözlerinden zırıl zırıl yaş akıyordu da gene yiyordu. Sonra annem: ‘Kız sigara içer misin?’
dedi. ‘İçerim’, dedi. ‘Al iç şunu haydi.’ Meğer sigaranın içine tuz koymamış mı annem. Çıtır
çıtır sesler çıkmaya başlayınca korkusundan sigarayı atıp öyle bir kaçtı. Katıldık
gülmekten.(...)
Geceleyin asmadan üzüm koparmaya çıkmış, düşmüş, doğru idare lambasının üstüne.
Cam kırıkları ayağına girmiş hep. Aptal (...)” (Bener, 2003: 33)
“Çırpınıp duruyor. Kazık kadar kız ufalıvermiş. Ne oldu buna? Ama o ölmez ki. Gene
iyileşir. Bacağını keseceklermiş İstanbul’da. Keşke kesselerdi. Otururdu bir köşede hiç
olmazsa. Hep pis boğazlığı yüzünden başına bu belalar geliyor. Şimdi pişman olmuş ama kaç
para eder. Annem sıkıştırmış da söylemiş. Çöplüğe attığımız yağ tenekelerinin dibini sıyırmış,
yemiş de ondan böyle olmuş. Komşular paslı tenekeden zehirlendi diyorlar. Annem: “Bir de
okutsak mı acaba” diyor.” (...)” (Bener, 2003: 34)
21
Sofralar, yiyecekler, yemek yenilen yerler, kahramanların sosyal sınıflarını
yansıtmanın yanı sıra ruh hallerini açıklamak için önemli ipuçları barındırır. Yaşamın akışı
içersinde tutunamamış, gündelik hayatın hayhuyunda hep kaybeden olmuş ya da kaderin acı
bir oyunu ile yaşanan kötü olaylar, kazalar neticesinde yaşamaktan alınan zevkten yoksun
kalan kahramanların hissettiği yalnızlık, mutsuzluk edebiyatta yine yenilen yemekler ile
okuyucuya anlatılmıştır.
Yeşil Peri Gecesi adlı romanında Ayfer Tunç, ana karakterin bir kaza sonucu dağılan
ailesinin ve babasının bozulan ruhsal durumunu yine yenilen yemekler ve sofralarla anlatmayı
seçer. Hemşire annesi ve mühendis babasıyla Nişantaşı’nda yaşayan ana karakterin mutlu bir
ailesi vardır. Bir yol inşaatında çalıştığı için bir süredir İstanbul dışında yaşayan baba, ara sıra
izin alarak ailesini ziyarete gelmektedir. Romanda, aile bireylerinin bir arada yaşarken mutfak
ve yemek yeme edimi ile oldukça yakın bir ilişkisi vardır. Aile üyeleri mutfakta birlikte
yemek yemekten ve pişirmekten zevk almaktadır. Ailenin düzenli ve mutlu yaşantısı, aile
bireylerinin birlikte olmaktan duydukları huzur ve mutluluk, yazar tarafından uzun uğraşlar
sonucu pişirilen yemekler, özenilen sofralar, mutfakta birlikte geçirilen saatler anlatılarak
sunulur.
“O yıl peynir ve et çok pahalı. Ama babam bir hafta izne geleceği için, annem paraya
kıymış. Ocağın başında, dudağının ucunda sigarası, bol peynirli mücverleri kaşıkla tavaya
döküyor. Biftekler dolapta. Babamın geldiği gün, akşam yemeğinde yiyeceğiz (...)”
(Tunç, 2010: 83)
“Babamla bir kere lakerda yapmıştık. Kazadan önce. Mutlu olduğumuz zamanlarda.
Önce Yenikapı’ya, babamın tanıdığı bir balıkçıya gitmiştik. Kar atıştırıyordu. Eldivenlerimi
evde unutmuştum. Durmadan parmaklarımı hohluyordum. Babam balıkçının poyraz balığı
olduğuna yemin ettiği kocaman bir torik seçmişti. Poyraz balığı lezzetli olur. Balığın derisi
gümüş gibi parlıyordu, gözleri canlıydı sanki. Babam toriği halka takozlar halinde kestirmişti.
İliğini iyice temizletmişti. Kuyruğunu, kafasını attırmamıştı. ‘Kırlangıçla karıştırıp çorba
yaparız,’ demişti. Eminönü’nden iri tuz almıştık. Bir tenekeye bir kat tuz, bir kat balık, bir kat
tuz, bir kat balık hepsini döşemiştik (...)” (Tunç, 2010: 166)
Ancak ailenin bu mutluluğu uzun sürmez. Baba, çalıştığı şantiyede vinçten düşen bir
kayanın altında kalır. Sağ kolunu kaybeder, kaburgaları, yüzünün sağ tarafı, elmacık kemiği,
çene kemiği, şakak kemiği parçalanır, dişleri kırılır. Çok yakışıklı bir adam olan baba
22
tanınmayacak hale gelir. Bu kaza sadece babayı değil aileyi de parçalar. Hastanede babanın
yanında refakatçi olarak kalmak için anne işinden ayrılır, romanın ana karateri olan kız çocuk,
babaannenin yanına gönderilir. Artık ailede birlikte geçirilen mutlu, huzurlu zamanlar yoktur.
Huzursuzluk, düzensizlik ve bezginlik yenilen yemeklerde de görülür. Baba geçirdiği kaza
sonrasında büyük bir bunalıma girer ve içkiye başlar. Evdeki kimseyle konuşmaz, kendini
karanlık bir odaya hapseder, bütün gün ya içer ya da yüzünü duvara dönerek yatar. Evde
yaşayan hiç kimseyle ve hiçbir şeyle ilgilenmez. Babanın yaşadığı ruhsal çöküntü, eskisi gibi
mutfağa girip yemek yapmaması, sadece sucuklu yumurta yemesi ile okuyucuya çarpıcı bir
şekilde sunulur. Anne ise mutluluğu dışarda aramakta, gece geç saatlere kadar çalıştığı için
evle ilgilenmemektedir. Gün geçtikçe evde daha az zaman geçirmeye, geldiğinde de
“ayaküstü bir şeyler” atıştırmaya başlar. Ailenin birliğini simgeleyen mutfak artık ailenin
birbirinden kopuşunun simgesidir.
“Artık mutlu değiliz. Hatta çok mutsuzuz. Ölesiye mutsuzuz. Küçücük mutfağımızda,
gülüşerek, itişerek yemek pişirmiyoruz. Babam ‘Kızıma bi ciğer-böbrek aldım, mis mis!’
demiyor. Annem köfte yapmıyor. Mutfakta çay yapılıyor artık. Bazen geç geldiğinde
ayaküstü bir şeyler atıştırıyor annem. Ya da babam rakısının yanına peynir kesmek veya
kendine sucuklu yumurta yapmak için mutfağa giriyor. Halbuki evde daima yemek var.
Annem bize yemek yapması için Vatuş’a para veriyor. Vatuş kendi evinde pişirip getiriyor.
Kapları buzdolabına diziyor. ‘Babanla yiyin güzel güzel,’ diyor. Harika yemekler yapıyor
Vatuş. Zeytinyağlı bakla yapıyor. Uskumru dolması yapıyor. Terbiyeli kereviz yapıyor. Ama
babam sadece sütlaç ve pilav yiyor. Bir de sucuklu yumurta. Annemin çalışma saatleri giderek
uzuyor.” (Tunç, 2010: 129)
“Apartmana girdiğimde televizyon bangır bangır bağırıyordu. Sesi daha birinci kattan
duyuluyordu. Ev leş gibi sigara kokuyordu. Babam yine iki paket sigara içmiş ama camları
açmamış, evi bir kere bile havalandırmamıştı. Masanın üstü boş bira şişeleriyle dolu olduğuna
göre, yine yarı sarhoş olmalıydı. Sofra hazırlıyordu.
‘Nerdesin sen bu saate kadar?’ diye bağırdı.
Sanki nerede olduğum çok umurundaymış gibi. Laf olsun diye soruyordu. Öfkeli bir
karşılama olsun. Söylesem de dinlemeyeceği belliydi. Tek koluyla şişeleri kenara itti, dibi
kapkara kesilmiş tavayı masanın ortasına koydu. Ekmek tazeydi, tek eliyle ucunu
kopardığında incecik bir buhar tüttü. Üstü başı gene leş gibiydi. Pijamasının içindeki atletine
23
bira dökülmüştü. Biraları bitirmiş, rakıya çoktan başlamıştı. Şişeyi yarılamıştı. Masaya örtü
örteceğine gene gazete sermişti. Gene tavadan yiyor, gene midemi bulandırıyordu (...)”
(Tunç, 2010: 73-74)
Günümüzde gelişen teknoloji ve bununla paralel oluşan çalışma temposunun
değiştirdiği yaşama biçimlerinin giderek yalnızlaştırdığı insanların ruh hali de edebiyatta
yeme içme edimi ile okuyucuya yansıtılmaktadır.
Yeme-içme edebiyatta, bohem yaşamın vazgeçilmez bir öğesi olarak da yer almış ve
böyle yaşayan edebiyatçıların vermiş oldukları eserlerin konularından biri veya eserlerindeki
karakterlerin yaratılmasında önemli bir etmen olmuştur. Serdar Rifat Kırkoğlu, kitaplık
dergisinde yayınlanan Yeme-İçme ve Edebiyat isimli yazısında Sait Faik’in Cumhuriyet
Meyhanesine oldukça sık gittiğini, yazarın eserlerine konu olan gündelik hayata dair birçok
konuyu ve detayı neredeyse ikinci evi olan bu mekândan topladığını belirtmiştir. (Kırkoğlu,
2004: 88) Salah Birsel’de, Salah Bey Tarihi dizisinin Kahveler Kitabı’nda ve dizinin diğer
kitaplarında yeme içme kültürümüz ile ilgili tarihi bilgiler anlatır. Geçmişte edebiyatın önde
gelen isimlerinin sık sık uğradığı İstanbul’da bulunan çeşitli kahveler, “edebiyatın nabzının”
attığı mekânlardır.
“Meserret Kahvesi tüm İstanbul’un kahvesidir. Orada hiç değilse bir kez oturmamış
yazın eri gösterilemez. Nadir, kahve, edebiyatçılardan çok gazetecilerindir. Onlar çokluk
gazeteye verecekleri haberleri, yazıları burada döktürürler.
Meserret bir de çoğu derginin yönetim yeridir. Rıfat Ilgaz, Hüsamettin Bozok, A.Kadir, Ö.
Faruk Toprak, Lütfü Erişçi Yürümek dergisini çıkarırlarken burada çok konak tutmuşlardır.
(…)
1939 baharında bir gün, bir arkadaşım Babıâli’de Meserret Kahvesi’nde kağıt oynayan
bir genç adamı göstermiş: ‘İşte Sait Faik bu’ demişti. Sırtında bir trençkot vardı. Başında
yukarıya doğru ittiği şapkası, ağzında sigara. Birkaç yıldan beri Varlık’ın eski sayılarında, ilk
kitabı Semaver’de hikâyelerini, hem de kaç kere okumuştum. Hatırladığıma göre ikinci kitabı
Sarnıç o günlerde yayımlandı. Okuyanı adeta sarsan, alışılmamış anlatışı, duyuşuyla şaşırtan,
insanın üzerinde bir sihirbaz etkisi yapan bu yazar için edebiyatsever bir başka arkadaşımdan
küçücük bir de hikâye duymuştum. Bilmiyorum doğru muydu? (...)” (Birsel, 2002: 274-276)
24
Salah Birsel gibi Selim İleri’de kendi kişisel tarihindeki bazı noktaları veya dönemleri
yemekler ve yenilenler üzerinden anlatmıştır. İstanbul Hatıralar Kolonyası isimli kitabında
elli yıl öncesinin İstanbul’unu kendi yaşadıkları çerçevesinde, okuduğu romanların izinde
anlatırken hem kendi tarihine hem de İstanbul’un tarihine bir gönderme yapmaktadır. Eserde
1950’li yılların İstanbul’unda yaygın olmayan veya henüz yeni yeni tüketilmeye başlanmış
bazı içeceklerin ya da yemeklerin yardımıyla dönemin kültürel hayatına da ışık tutulmaktadır.
“Semtlerin bu kargaşasına anlam vermeye çalışıyormuşum. Sonra birdenbire, Kumrulu
Yokuşu Sokağı’ndaki evimizin kapısı çalınıyor ve komşumuz Müeyyet Hanım ‘Şükürler
olsun! Kahve!’diye bağırarak içeriye giriyormuş.
Uyanınca yüreğim burkuldu.
Elli yıl öncesinin yaşamında kahve handiyse törensi bir ikramdı. Her ayın ikinci pazartesi
günü, annemin misafir, kabul günüydü. Kabul gününe gelen hanımlara önce ille kahve ikram
edilecek.
Mutfakta, havagazı ocağında bir iki cezve hazır bekletiliyor. Hanımların kimisi şekerli, kimisi
az şekerli, kimisi de sade kahve içer. Damak tadına saygı, konukseverliğin göstergesi.
Annem nasıl yapar ederdi de, hepsini ayrı ayrı yetiştirirdi. Sonra bu ‘bir fincan kahve’
mutlaka göz göz olacak.
Cezveyi sürmek edimi, bugünün hazır kahve dünyasında yerini yurdunu artık yitirdi.
(…) Arada bir, daha doğrusu binde bir, çocuklara sütlü kahve pişirilirdi. Sütlü kahveyi
gençlere anlattım; yirmili yaştakiler sütlü ‘neskafe’ sandılar. Öteki, asıl sütlü kahvenin tadı
damağımda.
Derken Türk kahvesi yok oldu. Ne oldu, nasıl oldu, kahve ortadan yok oldu. Demokrat Parti
yıllarıydı. Ama anne baba kuşağımın insanları, savaş yıllarındaki kahve yokluğunu da
anımsıyorlardı.
Bir fincan kahvenin hasretini çekenler yakınıp duruyorlar. Bazen kurukahvecilere bir miktar
çıkageliyor, saatlerce kuyrukta bekleniyor. Sıra size geldiğinde, kahvenin tükenmiş olması
büyük olasılık.
Bir dönem var ki, kahve karaborsadaydı. El altından bulunuyor, pahalıya satılıyordu.
İşte Müeyyet Hanım’ın rüyamdaki sahnesi tam o dönemden. Çünkü, yıllar önce, komşumuz
bize boz renkli kesekağıdında kahve getiriyor. Antrede bir sevinç, bayram havası esiyordu. O
akşam yemekten sonra babamla annem höpürdete höpürdete kahvelerini içecekler...
25
Sabaha karşıydı, gün ağdı ağacak. Ön odaya geçtim. Eski, annemin çeyizinden kalma büfeyi
geçmiş günlerdeki haliyle gördüm, artık uyanıkken. Bize göre sol uçta bir şişe viski dururdu.
Süs eşyası, bibloymuşçasına.
Babama Almanya’dan armağan gelen bir şişe viski, yıllar yılı, açılmayı bekledi. Özel bir gün
bekleniyordu. Özel günde açıldı ve beyler viski içtiler, yüzlerini buruşturarak (...)”
(İleri, 2006: 157-158)
Türk ve dünya edebiyatında yeme içme ile yakından ilgilenen kimi yazarların yemek
konusundaki kimi tercihlerini bilinçli ya da bilinçsiz olarak eserlerindeki karakterlere
yansıttıkları görülmüştür. Serdar Rifat Kırkoğlu, Yeme-İçme ve Edebiyat isimli yazısında bu
yazarlardan birine örnek olarak yazar Sartre’ı verir. Hayatı boyunca kabuklu deniz ürünlerini
yemeyen yazar, kendisi bu ürünleri yemese bile Bulantı adlı romanındaki karakter, Antoine
Roquentin’nin karakter özelliklerini anlatırken deniz ürünlerini kullanarak bazı benzetmeler
yapar.
“Bizi korkutan yalnızlığıydı. Kafasında çağanoza, ıstakoza benzeyen korkunç
düşünceler kurduğunu sanıyorduk.” (Kırkoğlu, 2004: 88)
Refik Durbaş, Yemek ve Kültür dergisinin dokuzuncu sayısındaki yazısında birçok
edebiyat adamının yeme içme alışkanlığını ve bu alışkanlıkların eserlere yansımasını anlatır.
(Durbaş, 2007: 4) Durbaş’ın anlattığı Türk edebiyatının önemli yazar ve şairlerinden Ahmet
Haşim, bir çay tiryakisi ve “gourmet” olarak tanımlanabilecek kadar midesine düşkün biridir.
Yahya Kemal obur, İlhan Berk pipo düşkünüdür. Pipo içmediğinde düşünür, bir şiiri
bitirmeden önce piposunu yakar. Cemal Süreya ise “kendini Kadıköy iskelesine en yakın
oturan şair” olarak gördüğü için evinin yakınlarındaki mekanlarda içmeyi sever ve bazı
dizeleri okuyanları içmeye özendirir.
(...)
Sonsuz ve olağanüstü bir bira
Köpüklene köpüklene biçimlendirir
(...)
(Peker, 2004: 99)
26
Yukarıdaki birçok örnekte verilmeye çalışıldığı gibi yemekler, yemek yeme edimi,
veya sofralar edebi eserlerin birçoğunda yazarlar ya da şairler tarafından okuyucularına
aktarmak istedikleri farklı temaların, duyguların ya da düşüncelerin aracısı olarak
kullanılmıştır. 20.yy’ın önemli düşünürlerinden biri olan Mikhail Bakhtin ise geliştirmiş
olduğu kronotop kavramı ile edebi eserlere çok farklı bir bakış açısı ile yaklaşmıştır. Bu bakış
açısı doğrultusunda belli başlı bazı edebi eserlerdeki yemek yeme ediminin ve sofraların
işlevselliğinin değerlendirilmesine geçmeden önce Mikhail Bakhtin’nin kronotop kavramı
hakkında açıklayıcı bazı bilgiler vermek yerinde olacaktır.
27
2.1 Bakhtin ve Kronotop Kavramı
Rus filozof ve edebiyat teorisyeni Mikhail Mikhailovich Bakhtin, 1915’te
Formalistlerin en çarpıcı fikirlerini kuramlaştırmaya çalıştıkları bir yer olan Petrograd
Üniversitesi’ne girer. Felsefe, dil ve karşılaştırmalı edebiyat gibi Bakhtin’nin ilgilendiği
konularla ilgili programları da olan bu üniversitede Bakhtin, Yunan ve Roma edebiyatlarının
yanı sıra Alman felsefesiyle de uğraşır.
Formalistler, bir yapıtın edebi olabilmesi için, usta bir yazarın, dil sanatları, dil
oyunları ve gözlemleri ustaca birleştirebilmesi gerektiğine inanırlar. Bu anlayışa göre edebiyat
ustalık gerektiren teknik bir iştir ve edebiyat türleri de belli sürelerle egemen olmuş
tekniklerdir. Dahası modası geçen edebi türün yerini başka tekniğe bırakacağı ve bu
terkedilen türün ise popüler edebiyata mal olacağı savunulmuştur. Öte yandan, Bakhtin,
Formalistlerin, türleri böyle yazınsal biçimlerle ve dönemlerle açıklayan bu kuramlarına karşı
çıkar ve “türlerin, çerçeveleri yer ve zamanla çizilmiş görme biçimleri olduğuna” inanır ve bu
düşüncesini ifade etmek için de Einstein’in görelilik teorisinden kronotop (kronos: zaman,
topos: yer) terimini ödünç alır. (Parla, 2007: 52) Bakhtin, kronotop kavramı ile ilgili
düşüncelerini Romanda Zaman ve Kronotop Biçimlerine İlişkin Sonuç Niteliğinde Kanılar
adlı makalesinde şöyle tanımlar:
“Edebiyatta sanatsal olarak ifade edilen zamansal ve uzamsal ilişkilerin içkin
bağlantılılığına kronotop adını vereceğiz. Bu terim matematikte kullanılmaktadır ve
Einstein’in Görelilik Teorisinin parçası olarak değiştirilmiştir. Görelilik teorisinde
barındırdığı özel anlam bizim amaçlarımız açısından önem taşımıyor; edebiyat eleştirisi için
hemen hemen bir eğretileme olarak ödünç almaktayız. Bizim açımızdan taşıdığı önemse,
uzam ve zamanın birbirinden ayrılmazlığını ifade ediyor olması. Kısacası, zaman-uzama
edebiyatın biçimsel olarak kurucu kategorisi anlamını atfediyoruz; kültürün diğer
alanlarındaki zaman–uzamla ise hiçbir ilgimiz yok.” (Bakhtin, 2001: 316)
Mikhail Bakhtin, bir sanat eserinde zaman ve mekanın birbirinden ayrı
düşünülemeyecek bir bütün olduğunu ve romanda anlatılan temel olayların zaman ve mekan
imgeleri ile düzenlendiğini düşünür. Metin içinde zaman ve mekanın bir arada oluşu
sayesinde anlatılan olaylar somutlaşır, cisimleşir ve okuyucu için anlam kazanır ve “bir olay
iletilebilir hale gelir, bilgiye dönüşür” (Bakhtin, 2001: 324) Bakhtin, bir metnin kronotopunun
metin dışı bazı tarihsel bağlamlarla ilişkili olduğunu, “her eserin kurgusunda yapay ve
üretilmiş olan değil, aynı zamanda belli bir dönemin belirli bir kültürdeki zaman ve mekan
28
ilişkisinin de o kurguya yansıdığını ileri sürmektedir.” (Esen, 2006: 66) Kronotoplar,
yaşanılan/anlatılan dönemin, mekanın ya da yazılan romanın türünün belirlenmesinde
belirleyici olabilirler. Romancının olay, kişi, zaman ve yer arasında kurduğu organik ilişkiyi
anlayabilmek için bu kronotopların incelenmesi gerekir.
Bakhtin, “bilim, sanat ve edebiyat, zamansal-uzamsal belirlenimlere tabi olmayan
anlamsal öğeler de içerir, (…) Uzamsal ve zamansal fenomenleri ölçmek için bu
kavramlardan yararlanırız, ama kavramların kendileri uzamsal ve zamansal belirlenimler
barındırmaz; bunlar bizim soyut anlayışımızın birer nesnesidir. Birçok somut fenomenin
biçimselleştirilmesi ve katı bilimsel incelemeye tabii tutulması açısından vazgeçilmez olan
soyut ve kavramsal birer figürleştirmedir. (…) Ama tüm fenomenlere anlam kazandırmayı bir
şekilde beceririz, yani fenomenleri uzamsal ve zamansal varoluş alanına dâhil etmekle
kalmayıp ayrıca anlambilimsel bir alana da dahil ederiz. Bu anlam atfetme süreci ayrıca, bir
değer atfetmeyi de içerir.” (Bakhtin, 2001: 332) der ve bir romanda, romanın türüne göre,
birbirinden farklı, zıt, çelişkili ve iç içe girmiş birçok kronotop bulunabileceğini söyleyerek,
bunları ev kronotopu, yol kronotopu ve eşik kronotopu gibi başlıklar altında toparlar.
Yollar, romanlarda toplumun farklı kesimlerinden, farklı dinlerden ve milliyetlerden
gelen kişilerin karşılaştığı mekânlardır. Normal şartlarda biraraya gelmeleri pek de olası
olmayan bu kişiler, çeşitli olaylar sonucu rastlantısal bir biçimde buluşur, yazgılarını
oluşturan “uzamsal ve zamansal diziler” (Bakhtin, 2001: 317) gittikçe karmaşıklaşır ve
birbirinin içine geçer. Yol kronotopuna ya yeni olayların başlangıcı ya da olayların
sonuçlandığı yerler olarak romanlarda sıkça rastlanır.
Öte yandan romanda anlatılan ev, misafir odaları ve salonlar, roman kahramanlarının
kişisel hayatlarının ve biyografilerinin yansıtıldığı gözle görünür hale getirildiği alanlardır.
Salonlar ve misafir odaları, entrika ağlarının örüldüğü, karakterlerin olayların akışını
değiştirecek fikirlerini ve tutkularını açıkça anlattıkları yerlerdir. Ayrıca romandaki tarihsel ve
toplumsal olaylarda küçük, kişisel problemlerle birlikte yine bu mekânlarda gözle görünür
hale gelir.
Eşik kronotopu ise Bakhtin’nin belirlediği kronotopların sonuncusudur. Dönüm
noktalarını, kopuş anlarını ve kriz zamanlarını anlatan bir sözcük olan eşik, romanlarda bir
insanın tüm yaşamını belirleyen anların yaşandığı merdiven, hol, koridor, sokak gibi
mekânlara gönderme yapmaktadır.
29
3.0 BİR KRONOTOP OLARAK YEMEK
3.1 Roman Karakterleri ya da Karakterlerin Yazgılarını Değiştiren Bir Kronotop
Olarak Yemek
Bir önceki bölümde belirtmiş olduğumuz Bakhtin’nin kronotoplarının yanı sıra edebi
metinlerde yer alan belli başlı bazı öğelerin de kronotop olarak kullanılabileceği
düşünülebilir. Bu öğelerden en dikkat çekeni ise bu çalışmaya da konu olan yemektir.
Romanlarda yemek, yol ve eşik kronotoplarına benzer bir biçimde din, dil, ırk gibi farklı
özellikleri barındıran kişileri biraraya getiren, buluşturan aynı zamanda da metinlerde yer alan
karakterleri
ya
da
bu
karakterlerin
yazgılarını
dönüştüren
bir
kronotop
olarak
değerlendirilebilir. Yemek masaları, sofralar ya da şölenler olayların başlangıç veya bitiş
noktası ve aynı zamanda roman karakterleri üzerinde bir dönüşüm başlatan mekânlar olarak
da ele alınabilirler.
Bu çalışmada Türk ve dünya edebiyatından seçilen bazı romanların incelemesi
yapılarak yemenin, yemek sofralarının ve yemek ile ilintili bazı konuların nasıl dönüştüren bir
kronotop olarak değerlendirilebileceği gösterilmeye çalışılacaktır.
Bu kapsamda çalışmanın bu bölümünde Italo Calvino’nun Kesişen Yazgılar Şatosu ve
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza adlı eserleri doğrultusunda, yemek, karakterleri ya da
karakterlerin yazgılarını dönüştüren bir kronotop olarak incelenecektir.
3.1.1 Kesişen Yazgılar Şatosu Romanın Olay Örgüsü
İnceleyeceğim ilk roman Italo Calvino’nun Kesişen Yazgılar Şatosu3 adlı metnidir. Bu
metin sıradışı hikâyeleri içeren iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm Kesişen Yazgılar
Şatosu ikinci bölüm ise Kesişen Yazgılar Meyhanesi olarak adlandırılmıştır.
Birinci bölümde anlatıcı, zorlu yolculuğunun ardından zengin saraylara benzeyen
ancak bir çeşit uyumsuzluktan dolayı sıradan, geçici sürelerle kalınan hanlara da benzeyen bir
şatoya ulaşır. Şatonun girişindeki merdivenlerin hemen karşısındaki salona girdiğinde
kendinden önce orada konaklamaya başlayan şövalyelerin, soylu kadınların, saraylı soyluların
ve bunların dışında sıradan başka yolcuların büyük bir yemek masasının etrafında bir araya
geldiklerini ve hep berber yemek yediklerini görür. Herşey oldukça normal görünmesine
karşın anlatıcı, konuşmak için ağzını açtığında kendisi dâhil kimsenin konuşamadığını fark
3
İtalo CALVİNO, (1969/ 2008) Keşişen Yazgılar Şatosu. YKY Yayınları, İstanbul. Tüm alıntılar 2008
baskısından yapılmıştır.
30
eder. Bir süre sonra anlatıcının şatonun sahibi olduğunu düşündüğü adam, masaya tarot
kartlarını getirir. Önce ne yapacaklarını bilemeyen konuklar daha sonra sıra ile bu kartları
kullanarak kendi hikâyelerini anlatmaya başlarlar.
İlk öykü Cezasını Bulan İyilikbilmezin Öyküsüdür. Babasının ölümünün ardından
yüklüce bir mirasa konan yakışıklı genç şövalye, civardaki tanınmış şatoları dolaşarak
kendine soylu bir gelin aramaya çıkar. Ancak gizemli ormana girdiğinde acımasız bir haydut
tarafından soyulur, nesi var nesi yok çalınır. Haydutun herşeyini aldıktan sonra tek
bacağından ağaca astığı yakışıklı şövalye, sade ve gösterişsiz bir çoban kız tarafından
kurtarılır. İki gencin arasında bir aşk doğar ancak delikanlı kıza veda etmeden alıp başını
gidince bu aşk kısa sürede sona erer.
Bir süre sonra genç şövalye aradığı soylu ve zengin kadını bulmuş ve evlenmiştir.
Ancak bilinmeyen bir sebepten düğün şöleninden ayrılarak ormana geri döner. Şövalye
ormanda zırhlı bir başka şövalye ile karşılaşır. Miğferini kaldırdığında bu yabancı şövalyenin
ormanda zor durumda olan yakışıklı genç şövalyeyi kurtaran çoban kız olduğu ortaya çıkar.
Adalet istediğini söyleyen zırhlı çoban kız ile genç şövalye düello yaparlar. Yaman bir savaşçı
olan zırhlı kızın karşısında genç şövalyenin hiçbir şansı yoktur ve yenildiğini anlayan şövalye
merhamet diler. Ama çoban kız Kybele’yi temsil etmektedir ve şövalye çoban kızı bırakıp
giderek Kybele’yi gücendirmiştir ve cezası da benliğini yitirmiş bir halde ormana karışmaktır.
İkinci öykü Ruhunu Satan Simyacının Öyküsüdür. Bu öykünün anlatıcısı bir
simyacıdır. Yaşamı boyunca elementleri birbirinden ayrıştırmaya, yaşam kaynağına ulaşmaya
çalışmış hatta amaçlarına ulaşmak için büyücülük ve falcılıkla uğraşan kadınlardan bile
yardım almıştır. Ancak bu kadınlardan biri günün birinde olağandışı bir olay sayesinde
dünyanın en kudretli adamı olacağına dair bir kehanette bulununca simyacının bakış açısı
değişir ve hergün hayatını değiştirecek bu büyük olayı beklemeye başlar.
Günün birinde yine imbikler ve karnilerle uğraşırken karşısına bir büyücü gelir.
Gizemli bir şekilde altın yaratan bu güçlü büyücü adam aslında şeytanın ta kendisidir. Ne
pahasına olursa olsun şeytanın yaptığı simya büyüsünün sırrını öğrenmek isteyen simyacı,
büyücü ile bir antlaşma yapar. Bu antlaşmaya göre simyacı, şeytanın öğreteceği sırra karşılık
hem kendi ruhunu hem de yarattığı altınla kuracağı şehirde yaşayanların ruhunu da vermeyi
kabul eder. Gerçekten de simyacı, sırrı öğrendikten sonra som altından kocaman bir makina
tasarlamaya başlar ve böylece bir sürü insan bu tasarıya yardım etmek, makinanın dişlilerini
döndürmek için hayatlarını adamaya kararlı insanlardan bir şehir oluşur. Ama bu bolluk
cennetinde yaşamaya ve makinaya kendilerini o kadar adarlar ki ruhlarını kaybettiklerini ve
hayvanlaştıklarını fark etmezler.
31
Kitabın birinci bölümünün bir başka hikâyesi ise Karasevdaya Tutulan Orlando’nun
Öyküsü’dür. Hikâyenin kahramanı Orlando, yiğit, gözüpek ve korkusuz bir savaşçıdır.
Angelina isminde güzel bir kadına âşık olur ancak aşkına karşılık alamaz. Angelina, Orlando
yerine, incecik kız gibi bir gence gönül verir ve onunla evlenir. Bu yeni evli çiftin peşinden
ormana dalan Orlando, ormanda aşkından ve öfkesinden aklını yitirir.
Kesişen Yazgılar Meyhanesi, kitabın ikinci bölümünün adıdır. Bir önceki bölümde
olduğu gibi burada da ormanda başlarından türlü korkunç olaylar geçen yolunu kaybetmiş bir
grup insan bu sefer bir meyhanede bir araya gelirler. Birinci bölümde olduğu gibi burada da
herkes etraftaki sesleri duymakta ancak konuşamamaktadırlar. Yemek masasının üstünde
bulunan Marsilya destesi denilen tarot kartlarını kullanarak hikâyelerini anlatmaya başlarlar.
Meyhane bölümünde anlatılan ilk hikâye Kararsızın Öyküsüdür. Yemek masasının etrafına
toplanan grupta hikâyesini anlatmak üzere kartlara ilk dokunan genç adam oldukça kararsız
biridir. Dizdiği kartlardan anlaşıldığı kadarıyla hayatındaki iki kadından hangisini seçeceğine
karar verememiş, düğününü bırakıp ormana kaçmıştır. Ancak ormana geldiğinde de hangi
patikayı seçeceğine karar veremez. Hangi yolu seçeceğine karar vermek için, işi şansa bırakır
ve yazı tura atar. Ama bu sefer para yuvarlanır ve iki yolun arasındaki meşe ağacının altında
durur. Yolların nereye gittiğini anlamak için ağacın tepesine tırmanan genç adam, orada iki
küçük çocukla karşılaşır. Bu iki çocuğun peşinden ufuktan görünen Her Şey Kenti’ne gider.
Bu kentte bütün dilekler gerçekleşmektedir ve eğer genç adam isterse bu kente sahip
olabilecektir. Ancak ağacın tepesine tırmanırken oldukça zorlanan ve susayan gencin tek
istediği su hatta suyun tek kaynağı olan denizdir. Genç adamın dileği gerçekleşir ama ağacın
tepesinde çakan yıldırım bütün kenti ve ağacı çökertir. Hikâyenin sonunda genç adam karar
vermesi yasaklanmış kendi aksi ile karşılaşır. Kararsız genç adam hangi kadınla evleneceğine
karar veremediği gibi herhangi bir konuda karar verme şansını da elinden almıştır.
Kitabın ikinci bölümü, Kesişen Yazgılar Meyhanesi’nde de yolcuların anlatılarının
hemen hemen hepsinde Hamlet, Macbeth, Kral Lear, Faust, Parsifal ve Oedipus’un gibi
hikayelere göndermeler veya bu hikayeler ile bire bir benzerlikler görülmektedir. Ayrıca bu
bölümün sonunda tüm bu hikayeleri bize anlatan anlatıcı -aslında gerçek yazar Calvinokendi öyküsünü anlatmaya çalışarak bir yazar olarak kendi portresini çizmeye, edebi
anlayışını okuyucuya aktarmaya çabalar. Yazar, öyküsünün başında önce kendini ve bir yazar
olarak onun için önemli olan “anlamı” anlatabilmek için elinde tuttuğu Değnek Kralı ve Para
İkilisi kartlarını kullanır çünkü Değnek Kralı’nın asası kaleme, Para İkilisi de S harfi
oluşturarak anlamlandırmaya -“signification”- gönderme yapmaktadır. Yazarken karşılaştığı
güçlükler için de tarot kartlarından Şeytan’ı kullanır. Calvino’ya göre yazar, yazdığı dünya ile
32
gerçek dünya arasındaki bağlantıyı koparmamalı, hayal ettiklerini kelimelerin ve onların
anlamı aracılığı ile gerçeğe dönüştürebilmelidir.
“Bütün bunlar, sözcüklerin kapsadığı, ancak yazarın elinden geçerek özgürleşen ya da
onu özgürleştiren bir düş gibidir. Yazıda konuşan, bastırılmış olandır.” (Calvino, 2008: 109)
Öykünün geri kalanında ise tarot kartlarından üç tanesi -Kılıç Şövalyesi, Keşiş ve
Büyücü- ile kendi arasında benzerlik kurarak kendi yazma sürecinden bahsetmektedir. Bu
kartların üzerindeki figürler yazarın farklı yazım süreçlerini temsil eder.
“Tarotlardan birini çıkarıp atıyorum, arkasından birini daha, elimde çok az kâğıt
kalıyor. Kılıç Şövalyesi, Keşiş, Büyücü, oturmuş elimdeki kalemi yukarı aşağı götürüp
getirirken ara ara kendim olduğumu düşlediğim halimle benim. Mürekkebin yollarından,
gençliğin savaşçı atılganlığı, varoluş kaygısı, serüven gücü, yazılıp karalanmış ve
buruşturulup atılmış sayfaların kıyımında yitip gitmiş, dörtnala uzaklaşıyorlar. Ve sonra gelen
kâğıtta kendimi, yıllardır hücresinde herkesten uzak yaşamış, elindeki fenerle sayfaların
dipnotlarıyla dizinlerin göndermeleri arasında unutulmuş bir bilgiyi arayan kitap kurdu, yaşlı
bir keşiş kılığında buluyorum. Belki de, olmayı becerebildiğim tek şeyi Bir Sayılı Arkana’nın
betimlediğini dürüstçe kabul etmenin zamanı geldi: Panayır tezgâhı üzerinde belli sayıda
kâğıdı dizen ve bunları karıştırıp yerlerini değiştirerek bir araya getirip beli sayıda etki elde
eden bir hokkabaz ya da bir gözbağcı.” (Calvino, 2008: 112)
3.1.2 Kesişen Yazgılar Şatosu Romanındaki Yemek Kronotopu
Italo Calvino’nun fantastik kısa hikâyelerinin bir arada bulunduğu Kesişen Yazgılar
Şatosu adlı kitabı farklı dönüşüm hikâyelerinin anlatıldığı bir romandır. Bir önceki bölümde
de belirtildiği gibi Kesişen Yazgılar Şatosu ve Kesişen Yazgılar Meyhanesi adında iki
bölümden oluşan bu kitap, farklı rotalarda seyahat ederken, yol boyunca esrarengiz olaylarla
karşılaşan şövalyelerin, soylu kadınların ve soylu saraylıların hikâyelerinden oluşmaktadır.
Gece bastırdığı için mecburen mola vermek zorunda kalan bu kişiler, birbirinden ayrı ve
gizemli iki mekânda tesadüfen bir yemek masası etrafında bir araya gelip yemek yerken
hikâyelerini anlatmaya başlarlar.
33
“Şatonun girişindeki merdivenin basamaklarını çıkınca kendimi yüksek tavanlı, geniş
bir salonda buldum: Belli ki benden önce ormanda yolculuklarını sürdüren, geçici olarak
burada konaklamış birçok insan, şamdanların aydınlattığı bir yemek masasının çevresinde
oturuyordu.” (Calvino, 2008: 17)
Ancak anlatıcı dâhil bu kişilerin hepsinin travmatik, gizemli ve ürkütücü hikâyeleri
vardır. Anlaşılmaz bir biçimde bu şatoya girer girmez konuşma yeteneklerini kaybettikleri
için hikâyelerini tarot kartlarını kullanarak anlatırlar. Tarot kartlarındaki resimler, kelimeler
kadar kesin anlamlar taşımadığı için anlatıcı sıralanan kartlardaki olayları farklı şekillerde
yorumlayıp biz okuyuculara sunmakta ama aynı zamanda bizim de farklı bir yorumda
bulunabileceğimizi belirtmektedir.
“Ama hanlarda, hatta saraylarda olanın aksine, bu yemek masasında hiç kimsenin sesi
çıkmıyor, herkes suspus oturuyordu. Konuklardan biri, tuzu ya da zencefili isteyecek olsa,
başıyla gösteriyor, uşaklardan bir parça daha sülün ya da yarım kadeh daha şarap rica
ettiğinde de yine baş işaretleriyle yetiniyordu (…) Kaşık sesleri, kadehlerin ve tabak çanağın
çıkardığı gürültü sağır olmadığımı kanıtlamaya yetiyordu; o halde dilsiz kesildiğimi
düşünmekten başka yapacak şey yoktu (…) Yemeğimizi, ağız şapırtıları, şaraplar
yudumlanırken çıkarılan höpürtülerin pek de kibarlık katmadığı bir sessizlik içinde bitirdik;
oturduğumuz yerden birbirimizin yüzüne bakıyor, anlatacak o kadar şeyimiz olduğu halde
konuşamamanın acısıyla kıvranıyorduk. Tam o sırada, şato sahibi gibi görünen adam az önce
toplanan masanın üzerine bir deste kâğıt koydu.” (Calvino, 2008: 19)
Hem Kesişen Yazgılar Şatosunda hem de Kesişen Yazgılar Meyhanesinde anlatılan
hikâyelerdeki kahramanların hepsi yaşadıkları olaylar sonucu bir dönüşüm ya da gerçekle
yüzleşme yaşamışlardır. Örneğin Cezasını Bulan İyilikbilmezin Öyküsü’nde, yakışıklı genç
prens kendisini haydutların elinden kurtaran çoban kızla birlikte olur ancak onu ormanda terk
edip evine döner. Daha sonra –anlatıcının yorumuna göre- bir şekilde tekrar ormana geri
dönen prens, burada kandırdığı genç kızla yeniden karşılaşır. Ancak çoban kız bu sefer yaman
bir savaşçıya dönüşmüştür ve yaptıkları düello sonucu prens ağır yaralanır. Kendine gelip
gözlerini açan yaralı prens, Kadın Papa Arkanası’ndan düello yaptığı kızın aslında Kybele
olduğunu ve onu gücendirdiği için bundan böyle ormanda kalacağını yani benliğini
yitireceğini, ormana karışıp kendi benliğini yitireceğini öğrenir.
34
Bu ve diğer hikâyelerin hepsinde kahramanların gerçekleştirdiği dönüşüm roman
boyunca tek bir mekânda, yemek masası üzerinde okuyucuya ya da dinleyiciye
aktarılmaktadır. Ayrıca yemek masasının üstüne dizilen tarot kartları aracılığı ile anlatılan her
öykü zamanı veya mekânı farklı olsa da masa üzerindeki bir başka öyküye bağlanmaktadır.
Anlatıcılardan biri kendi öyküsünü dizerken diğer uçtaki başka bir anlatıcı tersi yönde kendi
hikâye sırasını dizmekte ve sonuçta soldan sağa ya da aşağıdan yukarıya anlatılan bir öykü
veya sağdan sola yukarıdan aşağıya anlatılan bir diğer öykü çıkmaktadır. Bu öykülerden
anlaşıldığına göre, anlatıcılar, birbirinden farklı zaman ve mekânlarda gerçekleşmiş şüphe,
kayıp ya da kaçırılan fırsatları içeren olaylar neticesinde geri dönüşü olmayacak bir biçimde
değişime uğramışlardır. Olay kahramanlarının bir çeşit dönüşüm geçirdikten sonra şato ya da
meyhanenin yemek masasında plansız bir biçimde buluşan anlatıcılar hikâyelerini anlattıkça,
hikâyeler ise anlatıldıkça birbirlerine karışır, dönüşürler. Yemek masası, tarot kartlarının
dizildiği ve her kartın bir süre sonra başka bir kart ile birleşip bambaşka bir hikaye
oluşturduğu bir mekan haline gelir. Bu nedenle Bakhtin’nin yol kronotopuna benzer şekilde
tesadüfen bir yemek masası etrafında bir araya gelen kişilerin yazgılarını değiştiren olaylar
açılan tarot kartları ile bir bulmaca gibi iç içe geçerler. Bu romanda, yemek masası
kahramanların buluştuğu, olayların bu buluşma ile açıklığa kavuştuğu ve hikayelerin
dönüştüğü bir mekan olduğu için bir dönüştürüm kronotopu olarak değerlendirilmiştir.
35
3.1.3 Suç ve Ceza Romanın Olay Örgüsü
Dostoyevsky’nin en bilinen romanı Suç ve Ceza4, fakir bir öğrenci olan ana karakter
Rodion Raskolnikov’un St.Petersburg’un fakir bölgesindeki bir tefeci kadını ziyareti ile
başlar. Bu ziyaret yaparken Raskolnikov’un amacı sadece tefeci kadından rehinle para almak
değil aynı zamanda bu kadını öldürüp paralarını çalma planının bir parçasıdır. Ancak yaptığı
bu ziyaretten ve planladığı eylemin kötülüğünden oldukça etkilenen Raskolnikov, evine
dönerken bir içki içmek için yoldaki meyhanelerden birine girer. Burada Marmeladov isimli
bir sarhoşla karşılaşır. Marmeladov, oldukça içkilidir ve meyhanede bulunan herkese çok zor
durumda olduklarını, hiç paraları olmadığını, kızı Sonya’nın ailenin geçimini sağlamak için
fahişelik yapmaya başladığını anlatmaktadır. Marmeladov, evine gidemeyecek kadar içince
Ravkolnikov onu evine bırakır. Bu sırada Marmeladov ve ailesinin yaşadığı evi, içinde
bulundukları fakirliği görür ve bundan çok etkilenir. Cebinde kalan son birkaç kuruşu da
onlara bırakıp, kaldığı küçük pansiyon odasına döner.
Ertesi gün Ravkolnikov, annesinden bir mektup alır. Mektupta annesi uzun zamandır
maddi açıdan oldukça güç durumda olduklarını, Raskolnikov’a bu yüzden para
gönderemediğini anlatırken, kızkardeşi Dunya’nın Luzhin isimli bir adamla evlenmeye karar
verdiğini yazmaktadır. Ancak Raskolnikov, bu evliliğin annesi ve kızkardeşi tarafından sırf
ona maddi açıdan destek olabilmek için planlanmış bir evlilik olduğunu anlar.
Marmeladov’un kızı Sonya’nın ailesi için fahişeliğe başlaması gibi Dunya da ağabeyi için
kendini feda etmekte ve mutsuz olacağı bir evlilik yapmaktadır. Bu durum Raskolnikov’u
oldukça rahatsız eder ve kendi pasifliğinden, çaresizliğinden nefret eder. Odasında annesinin
mektubunda yazdıklarını düşünürken uykuya dalar ve rüyasında bir köylünün aşırı yük
yüzünden hareket edemeyen atını döverek öldürdüğünü görür. Raskolnikov uyandığında
gördüğü rüyanın etkisiyle tefeci kadını baltayla öldürmek için bu kez ciddi olarak plan
yapmaya başlar. Tesadüfen bir tezgahın önünde konuşan iki kişiden tefeci kadının birlikte
yaşadığı kızkardeşinin ertesi gün akşam üzeri evde olmayacağını öğrenir. Bunun, planını
uygulamak için oldukça iyi bir zaman olduğunu düşünür. Ancak ertesi gün cinayet hiç de
planladığı gibi gerçekleşmez. Tefeci kadının kızkardeşi, Lizaveta, beklenmedik bir şekilde
eve erken dönünce, Raskolnikov, tefeci kadınla birlikte onu da öldürür. İşlemiş olduğu suçun
dehşetinden kendinden geçmiş bir halde, tefeci kadının kapıyı çalan iki müşterisi tarafından
yakalanmak üzereyken, gelen müşteriler kadının evde olmadığını düşünüp oradan ayrılırlar ve
Raskolnikov farkedilmeden evden kaçmayı başarır.
4
Fyodor, DOSTOYEVSKİ (1866/1993) Suç ve Ceza. Engin Yayıncılık, İstanbul. Tüm alıntılar 1993 baskısından
yapılmıştır.
36
Olaydan sonraki birkaç gün Raskolnikov, delilik ve pişmanlık arasında gidip gelir.
Polise gidip teslim olmakla yakalanmasını engellemek arasında bir karar vermeye çalışır. Bu
arada olayı çözmeye çalışan yargıç, Porfiry Petrovich ile Raskolnikov arasında bir kedi fare
oyunu da başlar. Porfiry, Raskolnikov’un bazı seçilmiş insanların özel amaçlar uğruna suç
işleyebilme hakları olduğunu savunan makalesini okumuş ve Raskolnikov’un kendisini de bu
seçilmiş, sıradışı insanlardan biri olarak görüp görmediğini, tefeci kadın cinayetinin onun bu
alaycı teorisi ile bir bağlantısının olup olmadığını bulmaya çalışmaktadır. Bu nedenle açık
suçlamalar yapmak yerine Raskolnikov’un bu suçu işlediğinden şüphelendiğini ima eder.
Raskolnikov ile Porfiry Petrovich arasındaki gizli düello sürerken Marmeladov bir at
arabası tarafından ezilir. Adamın cesedini evine götüren Raskolnikov, orada Sonya ile
karşılaşır. Sonya’nın mütevaziliğinden ve ailesi için kendini feda ediyor oluşundan çok
etkilenen Raskolnikov, kendini ona çok yakın hisseder. Bu arada Raskolnikov’un kızkardeşi
Dunya, oldukça talepkar bir adam olan Luzhin ile yapacağı evlilikten vazgeçer. Ancak
Luzhin’den kurtulan Dunya, eski işvereni Svidrigailov ile uğraşmak zorunda kalır. Dunya’ya
sarkıntılık ettiği, karısını dövdüğü herkes tarafından bilinen ve bu yüzden kimsenin sevmediği
Svidrigailov, Dunya’yı tekrar rahatsız etmeye başlar.
İşlediği cinayetlerin vicdan azabı ve yakalanma endişesinin yıprattığı Raskolnikov,
Sonya’yı evinde iki kez ziyaret eder. İlk ziyaretinde kızın sempatisini kazanmaya ve onunla
arasında bir arkadaşlık kurmaya çalışır. Raskolnikov, Sonya’nın herkes tarafından horlanan
bir mesleği yaparak yaşamaya nasıl devam edeceğini merak etmektedir.
Raskolnikov, Sonya’yı ikinci ziyaretinde işlediği korkunç cinayeti açıklar. Öğrendiği
gerçek karşısında dehşet ve korku ile Raskolnikov’dan kaçmak yerine Sonya, ona sarılarak ne
kadar acı çektiğini anladığını söyler. Sonya, Raskolnikov’u işlediği suçu herşeye rağmen itiraf
etmesi gerektiğine inandırmaya çalışır.
Raskolnikov
ile
Sonya’nın
konuşmalarını
gizlice
dinleyen
Svidrigailov,
Raskolnikov’un itirafını Dunya’yı elde etmek için kullanabileceğini düşünür. Dunya’yı evine
çağırır ve tefeci kadını Raskolnikov’un öldürdüğünü bildiğini ve eğer kendisi ile beraber
olursa bu sırrı kimseye söylemeyeceğini açıklar. Duydukları karşısında dehşete kapılan
Dunya, evden kaçmak ister ama Svidrigailov, kapıyı kilitlemiştir. Bunun üzerine çantasındaki
tabancayı çıkaran Dunya, bir el ateş eder ama Svidrigailov’u vuramaz, tekrar dener ama silah
ateş almaz. Svidrigailov’un kendisini vurması için bir şans daha vermesine rağmen Dunya,
silahı bırakır ve onu hiçbir zaman sevmeyeceğini söyler. Dunya ile hiçbir şansının
kalmadığına ikna olan Svidrigailov, onu serbest bırakır. Yaşadıklarının etkisiyle korkunç bir
37
gece geçiren Svidrigailov, ertesi gün kaldığı otelden ayrılır ve bir bekçinin şaşkın bakışları
altında kendini vurur.
Aynı gün Raskolnikov, polise gidip teslim olmaya karar verir. Son kez Sonya’yı
ziyaret edip, polis merkezine gider. Ancak polis merkezine gelince Svidrigailov’un intihar
ettiğini öğrenir ve intihar ona daha cazip bir seçenek gibi gözükür ve itirafından vazgeçer.
Ancak binadan çıktığında onu anlayan ve itirafı için cesaretlendiren Sonya’yı görür. Kararını
değiştirir, tekrar içeri girer ve yüksek sesle şöyle söyler: “Memur karısı kocakarıyı ve kız
kardeşi Lizavetta’yı o zaman balta ile ben öldürmüş ve soymuştum.”
3.1.4 Suç ve Ceza Romanındaki Yemek Kronotopu
Bakhtin, “Dostoyevski’nin yapıtlarında tür ve olay örgüsü kompozisyonunun
karakteristikleri”
adlı
makalesinde
Dostoyevski’nin
eserlerindeki
kompozisyonların
karakteristik özelliklerine değinerek şöyle der; “Dostoyevski’de, serüvenin olay örgüsü derin
ve şiddetli sorunların ortaya koyulmasıyla birleşir; buna ek olarak bütünüyle fikrin hizmetine
sokulur. Olay örgüsü bir kişiyi teşhir eden ve kışkırtan olağandışı konumlara yerleştirir, tam
da fikri ve fikir adamını sınamak için, yani ‘insandaki insan’ı sınamak için alışılmadık ve
beklenmedik koşullar altında başka insanlarla ilişkilendirir ve çarpıştırır. İşte bu da, serüven
öyküsünün, sözgelimi günah çıkarma ve azizin yaşamı gibi, kendisine tümüyle yabancı başka
türlerle bileştirilmesini olanaklı kılar.” (Bakhtin, 2001: 215). Suç ve Ceza adlı romanında
Dostoyevski, olayların kurgusunda Bakhtin’nin yukarıda alıntıladığımız yorumundaki gibi
roman kahramanını beklenmedik olaylarla alışılmadık koşullar altında ilişkilendirir ve
olayların roman boyunca sıradışı boyutlara ulaşmasını sağlar. Kahramanların tesadüfi koşullar
altında
karşılaşması
yine
Bakhtin’nin
belirlediği
kronotop
kavramı
ile
değerlendirilebilmektedir.
Ailesinin uzun süredir para göndermemesi ve verdiği derslerin de bitmesi ile maddi
açıdan oldukça zor günler geçiren Raskolnikov’un aklında kendisini bu zor günlerden
kurtaracağına inandığı bir cinayet planı vardır.
Olayların başlamasından kısa bir süre önce kaldığı pansiyon odasına dönerken
birşeyler içmek için girdiği meyhanede oturduğu masanın yanındaki masada bir öğrenci ile bir
subay arasında geçen konuşmalar Raskolnikov’un aklına cinayet fikrini sokar. Bu kişilerin
tefeci kadının yaptığı kötülüklerden ve bu kadının ölmesi halinde sahip olduğu paralarla
yardım edilebilecek ne kadar çok insan olduğundan bahsetmeleri Raskolnikov’u dehşete
düşürür çünkü kendisi de ara sıra buna benzer düşünceleri aklından geçirmektedir.
38
“Öğrenci :
- Halindeki tuhaflığından, dedi ve ateşli ateşli ekledi, hayır, ama bak, sana ne
diyeceğim: İnan olsun ki, en küçük bir vicdan azabı çekmeden ben şu melun kocakarıyı
öldürür ve soyarım. (...)
- Sonunu dinle. Öte yandan da, yardım görmediklerinden boş yere ziyan olan genç,
körpe güçler var. Hem bu gibiler binlerce; onlara her yerde rastlanılabilir. Kocakarının
manastıra adadığı parayla yapılması ve düzeltilmesi elde olan yüzlerce, binlerce iş ve teşebbüs
var. Yüzlerce, belki de binlerce hayat doğru yola çıkarılıyor; onlarca aile sefaletten ahlak
bozukluğuna uğramaktan, fena yola dökülmekten, zührevi hastalıklar hastanesine düşmekten
kurtarılıyor...Bütün bunlar da, kocakarının parasıyla oluyor. Kocakarıyı öldür, parasını al,
sonra da bu parayı bütün insanlığın, herkesin yararına harca!...Ne dersin, yapacağın binlerce
hayırlı işle bu küçük cinayet unutturulmaz mı? Bir hayata karşı fena yola dökülmekten,
mahvolmaktan kurtarılmış binlerce hayat... Bir ölüme karşı binlerce hayat...(...)”
(Dostoyevski, 1993: 111-112)
“Raskolnikov
müthiş
bir heyecan içindeydi.
Hiç kuşkusuz
bütün
bunlar,
Raskolnikov’un başka biçimler altında ve başka konular içinde olmakla birlikte, birçok
defalar genç arkadaşlarından dinlemek fırsatını bulduğu, adım başında rastlanan çok sıradan
bir takım düşünce ve konuşmalardı. Ama neden özellikle, şu anda kendi kafasında da harfi
harfine aynı düşünceler doğduğu bir sırada, böyle bir konuşma ile, böyle bir düşünceyle,
karşılaşıyordu? (...)” (Dostoyevski, 1993: 113)
Bu olayı izleyen birkaç ay sonra bir gün Raskolnikov, yaptığı cinayet planı ile ilgili
bazı detayları tekrar gözden geçirmek için bir bahane ile tefeci kadının evine gider. Ancak
tefeci kadın ile yaptığı görüşmeden sonra bir insanın canını alabilecek kadar gözünün dönmüş
olmasından ürker, düşüncelerinden ve bunları düşündüğünden dolayı kendinden nefret eder.
Hissettiği duygu karmaşasına zayıf bünyesi dayanamaz, yaşadığı sıkıntıyı gidermek ve
birşeyler atıştırmak için önüne çıkan ilk meyhaneye girer.
“Heyecanını, ne kelimelerle,
ne de bağırmakla anlatabiliyordu. Daha kocakarıya
giderken yüreğini ezmeye, bulandırmaya başlayan sonsuz bir tiksinme duygusu, şimdi öyle
bir dereceye yükselmiş, öylesine apaçık bir hal almıştı ki, delikanlı sıkıntıdan nereye
gideceğini, ne yapacağını bilemiyordu. Yaya kaldırımında bir sarhoş gibi yürüyor, gelip
geçenleri görmeyerek onlara çarpıyordu(...) Canı soğuk bir bira içmek istedi. Sonra bu ani
39
halsizliğini açlığına verdi. Karanlık, pis bir köşede, yapışkan bir masanın başına geçip oturdu,
bir bira getirtti. İlk bardağı hırsla yuvarladı. Hemen ferahladı ve düşünceleri duruldu. Umut
içinde: “Hepsi de saçma” diye söylendi. “Telaş edecek, üzülecek ne vardı sanki!.. Basit bir
bünye rahatsızlığı!...İşte bir bardak bira ve bir kaç halka ile insan kendine geliveriyor. Ve bir
anda akıl güçleniyor, düşünce durulaşıyor, karar sağlamlaşıyor...” (Dostoyevski, 1993: 40)
Bir süre sonra Raskolnikov’un masasına Marmeladov isimli memurluktan atılmış bir
adam gelir. Oldukça sarhoş olan Marmeladov, yoksul hayatından, memurluktan nasıl
atıldığından, ailesinin bulunduğu kötü durumdan, kızının onları bu zor yaşam koşullarından
kurtarmak için hayat kadınlığına başlamasından bahseder. Marmeladov ile karşılaşması
Raskolnikov için bir dönüm noktası olur. Marmeladov’un içki içerken anlattıkları ve daha
sonra iyice sarhoş olan Marmeladov’u evine bırakırken gördüğü zor hayat şartları
Raskolnikov’a işlemeyi düşündüğü cinayeti haklı kılacak nedenler olarak görülür.
Yukarda alıntı yapılan her iki bölümde de Raskolnikov, farklı zamanlarda farklı
yemek masalarında tesadüfen bazı kişilerle karşılaşır. Bu kişiler, onda ruhsal bir dönüşüme
yol açarlar. Tefeci kadını öldürme düşüncesi önceleri aklına öylesine geliveren bir düşünce
iken daha sonra ilk alıntıda bahsedildiği gibi bir yemek masasında, öğrenci ve albayın
konuşmalarından etkilenip, bu cinayetin haklı bir cinayet olacağına kendini inandırır ve
planlar yapmaya başlar. Yine bir yemek masasında gerçekleşen ikinci karşılaşma da işlemeyi
düşündüğü cinayetin haklı bir cinayet olacağına ilişkin düşüncelerini perçinler. Yemek
masaları, Raskolnikov’un kaderini geri dönüşü olmayan bir biçimde değiştirirler. Roman
kahramanının ruhsal ve yazgısal açıdan dönüşümüne yol açan mekanlar oldukları için yemek
masaları dönüştüren birer kronotop olarak değerlendirilmişlerdir.
3.1.5 Kesişen Yazgılar Şatosu ve Suç ve Ceza : Ara Sonuç
Bakhtin, “Romanda zaman ve kronotop biçimine ilişkin sonuç niteliğinde kanılar” adlı
makalesinde karşılaşma kronotopunu şöyle anlatır: “karşılaşma kronotopunda, zamansallık
öğesi ağır basar ve ayırt edici özelliği duygu ve değerlerin yüksek yoğunluğudur. Karşılaşma
ile bağlantılı yol kronotopu ise, daha geniş bir kapsamla ama daha düşük dereceli bir duygu
ve değerlendirme yoğunluğuyla karakterize olur(...) Yol, tesadüfün egemenliğindeki olayların
resmedilmesine özellikle uygundur.” (Bakhtin, 2001: 316-317) Bakhtin’nin yapmış olduğu
tanıma göre bu çalışmanın üçüncü bölümünün ilk kısmında incelenen edebi eserlerde
varolduğunun savunduğumuz yemek kronotopu, değiştiren ve dönüştüren bir kronotop olarak
nitelendirilebilir.
40
Bu bölümde incelenen edebi eserler, Kesişen Yazgılar Şatosu ve Suç ve Ceza’da
yemek masaları ya da yemek yeme edimi, Bakhtin’nin klasik anlamda diyebileceğimiz
kronotop kavramına uygundur. Her iki romanda da ortak karşılaşma mekanı yemek
masalarıdır. Roman kahramanları, birbirleri ile ya da yan kahramanlar ile bu yemek masaları
etrafında tesadüfen ancak romandaki olayların gerçekleşmesi açısından doğru zamanda bir
araya gelirler. Bu bir araya gelişlerde kahramanların yazgılarını dolayısıyla romanın olay
örgüsünü değiştirecek olaylar meydana gelir.
Kesişen Yazgılar Şatosu, anlamın yaratılması üzerine bir romandır. Anlam yazılı
olarak kelimeler yolu ile ya da kelimeler olmaksızın işaretler yolu ile yaratılabilir. Romanda,
anlatıcının kendisinin de kahramanlardan biri olduğu olaylar, bir ormanda gerçekleşmiştir.
Her kahramanın başından türlü olaylar geçmiş ve bu kahramanlar yaşadıkları yarı gerçek yarı
fantastik olaylar neticesinde yazgısal açıdan belli bir dönüşüm gerçekleştirdikten sonra önce
bir şatonun daha sonra ise bir meyhanenin yemek masası etrafında toplanmışlardır. Burada
ilginç olan hiçbir kahramanın konuşamaması ve olayların tarot kartları aracılığı ile
anlatılmasıdır. Masaya konulan her tarot kartı ile anlatıcılar kendi öykülerini dizmekte,
masanın üzerinde soldan sağa aşağıdan yukarıya anlatılan hikayeler birbirinin içine bir
bulmaca gibi geçmektedir. Tarot kartlarının çok katmanlı, birden çok anlama gelebilen
işaretleri anlatıcı tarafından farklı şekillerde yorumlanmakta ve anlatılan hikayeler dönüşüp
yeni başka hikayeler meydana getirmektedir. Kahramanların hikayelerinin ya da bir başka
deyişle yazgılarının dönüştüğü, birbirinin içine geçtiği bir mekan olduğu için yemek masaları
bu romanda bir kronotop olarak düşünülmüştür.
Suç ve Ceza romanında da yine roman kahramanının ruhsal ve yazgısal dönüşümü,
yemek masalarında başlar. Yaşadığı maddi zorluk nedeniyle oldukça sıkıntılı günler geçiren
ana kahraman Raskolnikov’un aklında cinayet işlemek gibi bir fikir bulunmamaktadır. Ancak
insanlara kötü davranıp, hor gören kişilerin öldürülmesinde bazı haklı nedenler olduğuna
inanmakta, hatta onları öldüren kişilerin cezalandırılmaması gerektiğini düşünmektedir.
Ancak günün birinde yoldan geçerken girdiği bir meyhanede yemek yiyip bira içerken raslantı
eseri bir öğrenci ve bir astsubayın konuşmasına kulak misafiri olur. Bu iki ikşi
Raskolnikov’un da tanıdığı tefeci yaşlı bir kadından bahsetmektedirler. Bu yaşlı kadın sadece
kendisine rehin bırakan insanlara değil, kızkardeşine de oldukça kötü davranmaktadır.
Öğrenci ve astsubaya göre bu yaşlı kötü kadının öldürülmesinin ve paralarının çalınıp ihtiyacı
olanlara dağıtılmasının bir sakıncası yoktur. Kadının ölmesi herkes için iyi olacaktır. Hiç
beklenmedik bir anda tanık olduğu bu konuşmayı dinleyen Raskolnikov, tefeci kadının
ölümünü kendi maddi sıkıntılarının sonu olarak görmeye başlar ve cinayeti planlamaya başlar.
41
Yine romanın ilerleyen bölümlerinde bu cinayeti gerçekleştirmesinin haklılığını sorgulayan
Raskolnikov’u ikna edecek unsurlar, Marmeladov ile karşılaşması ile belirginleşir.
Marmeladov’un yaşadığı zor hayat şartlarına şahit olan ve kızı Sonya’nın ailesini geçindirmek
için hayat kadınlığına başladığını öğrenen Raskolnikov, cinayeti işlemeye karar verir.
Bakhtin’nin kronotop kavramına uygun olacak şekilde gerçekleşen rastlantısal
karşılaşma Raskolnikov’un kaderini değiştirir. Bir meyhanede yemek masasının etrafında
meydana gelen bu olay, cinayet fikrini Raskolnikov’un aklına getirirken yine bir yemek
masasında Marmeladov ile karşılaşması işlemeyi düşündüğü cinayet için kendi kendine
sunduğu gerekçelerin geçerliliği üzerinde soru işareti bırakmaz. Yemek masalarındaki plansız
karşılaşmalar, Raskolnikov’un yazgısını değiştirir, onu bir katile dönüştürür.
Kesişen Yazgılar Şatosu ve Suç ve Ceza romanlarındaki yemek masaları, bu
masalardaki karşılaşmaların roman kahramanlarında, kahramanların yazgılarında ve buna
paralel olarak romanın olay örgüsünde bir dönüşüm, değişiklik yarattığı için kronotoptur.
42
3.2 Bir Dönüşüme Yolaçmayan Bir Kronotop Olarak Yemek
Romanlarda yemek masaları ve sofraların, Bakhtin’nin kronotop kavramının bilinen
genel geçer anlamı doğrultusunda roman kahramanlarını biraraya getiren, buluşturan ve
dönüştüren bir kronotop olarak değerlendirilebileceği bir önceki bölümde örnekler
doğrultusunda kanıtlanmaya çalışılmıştır. Çalışmanın bu bölümünde ise yemek masaları ve
sofraların yine roman kahramanlarını biraraya getirdiğini, buluşturduğunu görebiliyoruz.
Ancak bu kez yemek masası etrafında toplanan kahramanlar ne bu buluşma öncesinde ne de
yemek masasında meydana gelen olaylar sonucunda fiziksel ya da ruhsal anlamda bir
dönüşüm gerçekleştirmişlerdir. Bu bölümde örnek olarak seçilen Masumiyet Müzesi ve Deniz
Feneri adlı eserlerdeki yemek masaları bir kronotop olarak sadece kişileri biraraya getiren bir
unsur olarak değerlendirilebilinir.
3.2.1 Masumiyet Müzesi Olay Örgüsü
Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi5 adlı romanında 1975 yılından günümüze dek
sürecek olan olaylar, Amerika’da iş idaresi okumuş, genç yaşta babasının dağıtım ve ihracat
şirketinin başında genel müdür olan zengin Kemal’in nişanlısı Sibel’in çok beğendiği bir
çantayı almak için girdiği dükkanda uzak akrabası Füsun’u görmesiyle başlar. Yıllar içersinde
gittikçe daha az görüştükleri bir akrabanın kızı olan Füsun’nun güzelliğinden oldukça
etkilenen Kemal, onu bir türlü unutamaz ve aldığı çantanın sahte olmasını bahane ederek
Füsun’nun çalıştığı dükkana tekrar gider. Çantayı iade eden Kemal’e parasını vermek isteyen
Füsun’la ertesi gün Merhamet apartmanında buluşmak için sözleşirler. Ertesi gün değil ama
iki gün sonra Merhamet apartmanına giden Füsun ile Kemal’in buluşmaları gittikçe sıklaşır ve
ikisinin arasında tutkulu bir aşk başlar. İlişkinin başlarında Füsun’a karşı hissettiklerinin aşk
mı yoksa cinsel bir tutku mu olduğunu bilemeyen Kemal, Sibel ile nişanlanır. Füsun,
Kemal’in kendisini sevdiğini söylemesine rağmen Sibel ile nişanlanmasını kabullenemez.
Üniversite sınavının kötü geçmesi bahanesiyle babası onu İstanbul dışına uzak bir yere
götürür.
Füsun gittikten sonra onu gerçekten sevdiğini ve ona tutkuyla bağlı olduğunu farkeden
Kemal, ona olan özlemini onun dokunduğu ya da sahip olduğu eşyaları toplayarak
giderebileceğini düşünür. Bu düşüncesi gittikçe saplantılı bir hale gelen Kemal’in ruh hali
gittikçe bozulur, içine kapalı, neşesini kaybetmiş, melankolik birine dönüşür. Kemal’deki
5
Orhan PAMUK (2008) Masumiyet Müzesi. İletişim Yayınları, İstanbul. Tüm alıntılar 2008 baskısından
yapılmıştır.
43
değişimden oldukça rahatsız olan Sibel, sonunda Kemal ile Füsun’nun ilişkisini öğrenir.
Öğrendikleri karşısında soğukkanlılığını koruyan Sibel, bunun geçici bir takıntı olduğunu
düşünür. Ancak bu düşüncesinde yanılır. Giderek içine kapanan, arkadaşlarıyla görüşmekten
kaçan Kemal’in değişmeyeceğini ve hala Füsun’u düşündüğünü anlayan Sibel, nişanı bozar.
Nişanın bozulmasının ardından babasının ölümüyle sarsılan Kemal, bütün bu kötü
olaylardan Füsun’nun mutlaka haberi olacağını ve kendisine döneceğini düşünür ancak
haftalarca ondan haber alamaz. Uzun zaman sonra Füsun’dan onu yemeğe beklediklerini
bildiren bir mektup alır. Evlenme teklifi edeceği hayalleriyle Füsun’ların Çukurcuma’daki
evlerine giden Kemal, burada hiç beklemediği bir sürprizle karşılaşır. Füsun, Feridun isimli
genç bir senaristle evlenmiştir. Füsun’a kavuşma hayalleri yıkılan Kemal, içinde bulunduğu
bu yeni durumu kabullenmeye ve etrafındakilere gerçek hislerini belli etmeden oradan
ayrılmaya çalışır. O gecenin sonunda karşılaştığı gerçek ile yaşadığı aşk acısından
kurtulduğunu düşünen Kemal, kendi kendine bir daha Füsun’lara gitmeyeceğine, o gecenin
Füsun’u gördüğü son gece olduğuna karar verir fakat Füsun onda bir takıntı haline gelmiştir
ve onu görmeden yapamamaktadır. Bu yüzden Kemal, kendini defalarca Füsun’lara gitmemek
için zorlasa da tam sekiz yıl hemen hemen her geceyi Füsun’ların evinde akşam yemeği
yiyerek ve televizyon seyrederek geçirir.
Kemal’in bütün bu ziyaretlerinin aile içinde yadırganmamasının başlıca nedeni
senaryosunu Feridun’nun yazdığı ve Füsun’nun başrol oynayacağı bir film için Kemal’in para
verecek olmasıdır. Feridun ile birlikte Limon Filmcilik şirketini kuran Kemal, sadece Füsun’u
daha çok görebilmek ve onunla daha fazla vakit geçirebilmek adına bu film işine girer ve bazı
akşamlar Feridun ve Füsun ile birlikte film işiyle uğraşanların uğradığı Pelür Bar’a gider.
Ancak o yıllarda yaygın olan sansürden geçebilecek bir senaryo yazmanın zor olması ve vakit
alması nedeniyle Füsun’un film işi gittikçe uzar. Aslında Feridun ve Kemal, güzelliği ile
dikkatleri çeken Füsun’nun bu film sayesinde ünlü olmasından ve onları terk etmesinden
çekindiklerinden, bilerek bu film işini yokuşa sürmektedirler.
Günler geçer, Kemal, Füsun’ların akşam yemeklerinin ayrılmaz bir parçası olur. Sekiz
sene sonra Feridun, Kırık Hayatlar isimli senaryosu hazır bir filmi Papatya isimli yeni bir
aktristle, Kemal’in vermiş olduğu finansal destek sayesinde çeker. Film büyük bir başarı elde
eder. Papatya meşhur olur, birçok dergide röportajı çıkar. Feridun, Papatya ile birlikte olmaya
başlar. Füsun, Kemal ile Feridun’nun kendisi yerine bir başkasını meşhur etmelerini hiçbir
zaman affetmez. Feridun’dan ayrılır. Kemal ile konuşarak onunla evleneceğini ama bazı
şartları olduğunu öne sürer. Buna göre evlenmeden önce arabayla Avrupa seyahatine çıkacak
44
ve müzeleri gezeceklerdir. Ayrıca döndükten sonra Füsun, Hilton’da, herkesinki gibi güzel
büyük bir düğün ister.
Sonunda bütün hazırlıklar tamamlanır. Kemal, Füsun, Füsun’un annesi, şoför
Çetin’nin kullandığı araba ile Avrupa’ya doğru yola çıkarlar. Edirne yolunda gece bastırınca
yolda bir otelde kalmaya karar verirler. Kemal ile Füsun, birlikte geçirdikleri gecenin
ardından sabah, Füsun’nun film yıldızı olma isteği ile ilgili bir tartışma yaşarlar. Kemal,
kızgınlıkla otelden uzaklaşan Füsun’u geri getirmek için arabayla onun yanına gider. Dönüşte
Füsun, arabayı kullanmak ister. Sabah almış olduğu az miktarda alkolun ve üzüntünün vermiş
olduğu etki ile Füsun, arabayı son hızla bir ceviz ağacına çarpar. Kendisi hemen orada ölür,
Kemal ağır yaralanır.
Hastanedeki yoğun tedaviler sonucu iyileşen Kemal, Füsun’nun ölümünden sonraki
yirmi yıl, aşkını ve tutkusunu gösteren eşyaları sergileyeceği bir müze kurmak için çalışır.
Çukurcuma’da Füsun’un yaşadığı evi satın alan Kemal, Merhamet apartmanındaki dairede
biriktirdiği tüm eşyayı bu eve getirir ve sergilemeye başlar. Aşklarının öyküsünün müzeyi
gezenler tarafından bilinmesini istediğinden Orhan Pamuk’a bütün olan biteni anlatır ve
bunları bir romana dönüştürmesini rica eder. Ancak Kemal, kitabın bitmesine yakın
Milano’da geçirdiği kalp krizi sonucu ölür.
3.2.2 Masumiyet Müzesi Romanındaki Yemek Kronotopu
Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi adlı romanında anlatılan Kemal ile Füsun’nun
hüzünlü aşk hikayesindeki pek çok olay Bakhtin’nin kronotop kavramına uygun şekilde evler,
misafir odaları ve salonlarda geçer. Bu mekanlar roman kahramanlarının kişisel hayatlarının,
biyografilerinin veya önemli olayların okuyucunun gözünde somutlaştırıldığı alanlar olarak
dikkat çekmektedir. Yemek masaları, sofralar ise bu romanda kahramanların bir araya geldiği
önemli olayların konuşulduğu başlıca mekanlardandır. Ancak bu buluşmaların neticesinde ne
kahramanlarda ruhani bir değişiklik ne de olayların akışında bir farklılaşma meydana gelir.
Romanın başlarında okuyucu, tüm kitap boyunca hakim olan durağanlığa ilk kez şu
satırlarla karşılaşır:
“Gelişigüzel satın alınmış eşyaların başına gelenin tersine, sarı sürahi önce annemle
babamın, sonra annemle benim soframızda, yirmiye yakın yıl hakkında hiç konuşulmadan
durdu. Akşam yemeklerinde hayatın beni içine ittiği ve annemin sessizlikle yarı azarlayıcı
yarı kederli bakışlarıyla yüzüme vurduğu mutsuzluğumun başlangıç günlerini, sarı sürahinin
kulpunu her tutuşumda hatırlardım.” (Pamuk, 2008: 28)
45
Roman kahramanı Kemal’in annesiyle yıllar boyunca yediği öğle ya da akşam
yemeklerinde annesi son havadisleri Kemal ile paylaşır. Ancak bu konuşmalar oldukça rutin,
sıradan, gündelik buluşmalardır ve roman içinde olayların gidişatını hiçbir şekilde
değiştirmezler. Kemal, bazen hissettiklerini annesiyle paylaşmak istese de hiçbir zaman bunu
başaramaz.
“Ertesi gün söz verdiğim gibi öğle vakti Satsat’tan çıkıp yürüyerek eve gittim ve
annemle barbunya tava yedim. Annemle bir yandan tabaklarımızdaki balıkların pembemsi bir
zar inceliğindeki nefis derilerini ve yarı saydam ve narin kılçıklarını çalışkan bir cerrah
dikkatiyle ayıklıyor, bir yandan da nişan hazırlıklarını ve “en son havadisleri” (onun deyişi)
gözden geçiriyorduk. Nişana kendilerini davet ettirmek için imalarda bulunan ve “kalpleri
asla kırılamayacak” bazı hevesli tanıdıklarla birlikte, davetliler listesi şimdiden 230 kişiye
çıkmış; bu yüzden Hilton’un metrdoteli, o gün “yabancı içkilerde” (fetiş bir kavram) zor
durumda kalmayalım diye, başka büyük otellerdeki meslektaşları ve tanıdık içki
ithalatçılarıyla görüşmeye başlamıştı.” (Pamuk, 2008: 92-93)
“Artık Sibel’den önceki bekar hayatıma dönmüş olduğum için Nişantaşı’ndaki eve,
annemle babamla kendi odamda da kalabilirdim, ama annem nişanı bozmamı bir türlü kabul
edemediği, kötü haberi “çok halsiz ve zayıf” dediği babamdan sakladığı ve benimle de
neredeyse bir tabu haline getirdiği bu konuyu hiç konuşmadığı için, onları görmeye sık sık
öğle yemeklerine gidiyor, sessizce sofrada oturuyordum; ama akşamları orada kalmıyordum.”
(Pamuk, 2008: 247-248)
“Akşamdan kalma olduğumu, yataktan bile çıkmak istemediğimi gören annem, öğle
yemeği için Fatma Hanım’ı Pangaltı’ya yollayıp karides aldırmış ve benim sevdiğim gibi
güveçte sarımsaklı karides ile bol limonlu zeytinyağlı enginar yaptırmıştı. Artık Füsunları bir
daha görmeme kararının rahatlığıyla, tadını çıkararak, ağır ağır öğle yemeğimi yerken,
annemle birer kadeh beyaz şarap içtik ve annem ünlü demiryolu zengini Dağdelenlerin küçük
kızı Billur’un İsviçre’de liseyi bitirdiğini, geçen ay on sekiz yaşına bastığını anlattı.(...) O an
annemin Füsun hikayesini çok iyi bildiğini, ama tıpkı atalarımızın cinleri gibi, acı verici bir
olayı açıklayacak bambaşka bir neden bulmak istediğini anladım ve ona derin bir şükran
duydum.” (Pamuk, 2008: 542)
46
“Teselli eder diye Proust, Montaigne gibi yazarlar okudum. Annemle aramızda sarı
sürahi karşılıklı akşam yemeklerimizi yerken dalgın dalgın televizyona bakıyordum. Anneme
göre Füsun’un ölümü, babamın ölümü gibi bir şeydi. İkimiz de sevdiklerimizi kaybettiğimize
göre gönül rahatlığıyla surat asabilir, insanları cezalandırabilirdik. Üstelik her iki ölümün
ardında da, dumanlı rakı bardakları ve insanın içinde gizli bir başka dünya taşıması, bunu da
içinde tutamayıp dışa vurması vardı. Annem bu ikincisinden hoşlanmıyordu, ben ise her şeyi
anlatmak istiyordum.” (Pamuk, 2008: 542)
Romanın Babamın Hikayesi: İnci Küpeler adlı bölümünde Kemal’in babası,
hayatındaki önemli bir sırrı Emirgan’daki Abdullah Efendi Lokantasında uzun bir öğle
yemeğinde Kemal ile paylaşır. Ancak bu paylaşım ne Kemal’de ne babasında ne de olayların
akışında bir değişime veya dönüşüme yol açmaz. Bu sır Kemal ile babası arasında sanki
gündelik, sıradan bir olaymış gibi konuşulur ve biter.
“Haziran başında, nişana dokuz gün kala, güneşli bir Perşembe günü babamla
Emirgan’daki Abdullah Efendi Lokantası’nda bir daha hiç unutmayacağımı daha o gün
anladığımuzun bir öğle yemeği yedik. O günlerde keyifsizliği yüzünden annemi dertlendiren
babam, “Nişandan önce seninle baş başa bir yemek yiyelim de, sana biraz nasihat edeyim,”
demişti (...) Bana sözünü etmeyi uzun zamandır düşlediğini anladığım bu kadının güzelliğine
benim kendi gözlerimle tanık olmamam ya da daha kötüsü, tanık olduğum güzelliği unutmuş
olmam babamın keyfini biraz kaçırmıştı. Bir hamlede cebinden küçük, siyah-beyaz bir
fotoğraf çıkardı. Karaköy’de bir Şehir Hatları vapurunun arka güvertesinde çekilmiş hüzünlü,
esmer çok genç bir kadının resmiydi bu (...)” (Pamuk, 2008: 100)
Romanda Sibel ile Kemal arasındaki ilişkinin gidişatı kahramanlar tarafından yemek
masalarında konuşulur. Nişandan sonra değişen Kemal’in davranışlarına bir anlam veremeyen
Sibel, sabırlı ve anlayışlı davranarak Kemal ile arasındaki problemleri gidereceğini düşünür.
Ancak ne yaparsa yapsın Kemal’e ulaşamamakta bu da ona büyük bir acı vermektedir. Birçok
kez bir araya geldikleri yemek masalarında ilişkileri hakkında konuşurlar ama değişen
hiçbirşey olmaz. Sonunda Kemal’in umursamazlığından bıkan Sibel, haklarında yapılacak
olan bütün dedikoduları göze alıp, Kemal’den ayrılır.
47
“Nereye gidelim tartışmasına hiç girmeden, Fuaye’ye gittik ve mutlu kalabalık
içerisindeki ışıltılı masamızda otururken, Sibel’in ne kadar hoş, ne kadar güzel ve ne kadar
anlayışlı olduğunu bir kez daha düşündüm. Bir saat, şundan bundan konuştuğumuzu,
masamıza oturup kalkan sarhoş dostlarla gülüştüğümüzü, garsondan Nurcihan’ın Mehmet ile
gelip erkenden ayrıldıklarını öğrendiğimizi hatırlıyorum. Ama ikimizin de aklı artık
kaçamayacağımız asıl konudaydı, sessizliklerden anlaşılıyordu bu. İkinci bir şişe Çankaya
şarabı açtırdım. Artık Sibel de çok içiyordu.
“Artık söyle,” dedi sonunda. “Nedir mesele? Hadi...”
“Bir bilsem,” dedim. “Kafamın bir yanı, bu meseleyi sanki bilmek, anlamak
istemiyor.”
Daha sonra masaya oturunca, Sibel zilzurna sarhoş halde esrarengiz konuyu yeniden
kurcalar, ama konuşa konuşa onu anlamak yerine, kabul edilebilir bir şey haline getirirdi.
Böylece Sibel’in gayretleriyle benim tuhaflığım, hüznüm ve onunla sevişememem, nişanlımın
evlilik öncesi bana bağlılık ve şefkatini sınavdan geçirdiği hafif bir acıya, bir süre sonra
unutulacak sınırlı bir trajediye indirgeniyordu.” (Pamuk, 2008:194 -196)
Kemal’in içinde bulunduğu duruma ve Sibel ile olan ilişkisinin bitmesine üzülen en
yakın arkadaşı Zaim de Kemal ile konuşmak için bir öğle yemeği ayarlar. Kemal’in oldukça
mutsuz gözüktüğünü, kendilerinden koptuğunu, onun bu durumuna kimsenin bir anlam
veremediğini söylese de Kemal için değişen hiçbir şey olmaz. Zaim’in söylediklerinin
hiçbirini kabul etmez, tam aksine oldukça mutlu olduğunu iddia eder. Bu yemekli buluşmanın
sonunda Zaim de Kemal’i Füsun’a olan saplantısından kurtaramamıştır. Yemeğin başında
Kemal’in ruh durumu ve düşünceleri neyse yemeğin sonunda da yine aynı ruh hali ve
düşünceler devam eder.
“Sibel’in İstanbul’a döndüğünü Şubat’ta ailelerin kayak yapmak için Uludağ’a çıktığı
on beş günlük okul tatilinin başında öğrendim. Zaim de yeğenleriyle dağa gidecekti, gitmeden
önce yazıhaneyi aradı, Fuaye’de öğle yemeğinde buluştuk. Mercimek çorbalarımızı karşılıklı
içerken, Zaim sevgi dolu bir bakışla gözlerini gözlerimin içine dikti.
“Hayattan kaçtığını, her geçen gün kederli, dertli bir adam olduğunu görüyorum,
üzülüyorum.”
“Üzülme...”dedim. “Her şey iyi...”
“Mutlu görünmüyorsun,”dedi. “Mutlu olmaya çalış.”
48
“Benim için hayatın amacı mutluluk değil,”dedim. “O yüzden benim mutlu
olmadığımı, hayattan kaçtığımı zannediyorsun... Bana huzur veren başka bir hayatın
eşiğindeyim...”
“İyi... Bize de anlat o hayatı... Gerçekten merak ediyoruz.”
“Siz kimsiniz?”
“Yapma Kemal,”dedi. “Benim ne kabahatim var? Senin en iyi arkadaşın değil
miyim?”
(Pamuk, 2008: 238)
Kemal’in Sibel ile olan ilişkisinin durumu hep yemek masalarında değerlendirilirken,
Füsun ile olan ilişkisi ise yedi yıl on ay boyunca Çukurcuma’ya Füsun’lara gittiği akşam
yemeklerinde sürer. Füsun’nun izini bulduktan sonra ona evlenme teklifi etme düşüncesi ile
gittiği evde Füsun’nun başkasıyla evlendiğini öğrenen Kemal, bütün bir geceyi büyük bir
şaşkınlık içersinde olayları anlamaya çalışarak geçirir.
“Rakıdan iki buzlu kadehi hemen çarpsın diye aç karnına içtim. Sofraya oturmadan
önce getirdiğim bisikletten ve çocukluk hatıralarımızdan bir süre söz ettiğimizi hatırlıyorum.
Ama o evlendiği için bisikletin temsil ettiği o çekici kardeşlik duygusunun yok olduğunu
anlayacak kadar açıktı zihnim daha. Bunun bir raslantı olduğu hissini vererek (nereye
oturacağını annesine sormuştu) Füsun sofrada karşıma oturdu; ama gözlerini benden
kaçırıyordu. Bu ilk dakikalarda, benimle ilgilenmediğini düşünecek kadar şaşkındım. Ben de
onunla ilgilenmez gözükmeye çalışıyor, fakir akrabasına evlilik hediyesi veren ve kafası çok
daha önemli şeylerle meşgul, iyi niyetli bir zengin gibi davranmak istiyordum.”
(Pamuk, 2008: 262-263)
Kemal, Çukurcuma’ya ilk geldiği gecenin ardından önce sudan sebeblerle ardından
Feridun ile birlikte çevirecekleri filmi konuşma bahanesi ile Füsun’u görmeye sık sık bu eve
gelmeye başlar. Bu gelişlerin hepsinde yine yemekler ve yemek masaları etrafında bir araya
gelinir.
“Durumu anlamaya çalışan bakışlarla birbirimize bakarken, babası içeriden benim için
özel olduğunu söyleyerek, kase içinde meyveli irmik helvası getirdi. İlk lokmayı yutup
helvayı uzun uzun övdüm. Bir an gece yarısı, sanki buraya bu helva için gelmişim gibi
hepimiz sustuk. O zaman küpelerin bahane olduğunu, oraya tabii ki Füsun’u görmeye
49
geldiğimi sarhoş halimle bile anladım. Şimdi de Füsun küpeleri görmediğini söyleyerek bana
eziyet ediyordu.” (Pamuk, 2008: 276-277)
Bazı geceler ise Kemal, sadece Füsun’la daha fazla beraber olabilmek adına onu ve
kocası Feridun’u Boğaz’da yemeğe götürür.
“Yemeklerden sonra Çetin’in kullandığı arabayla İstinye’ye gidip bol tarçınlı
tavukgöğsü yemek ya da Emirgan’da kağıt helvalı dondurmalarımızı gülüşe konuşa yerken
Boğaz’ın karanlık sularına birlikte bakarak yürümek, bana insanın bu dünyada bulabileceği
mutluluğun en deriniymiş gibi geliyordu.bir akşam Yani’nin Yeri’nde füsun’un karşısında
oturmanın verdiği huzur içimdeki aşk cinlerini yatıştırınca, mutluluğun çok basit ve herkesin
bilmesi gereken reçetesini keşfedip kendi kendime mırıldandığımı hatırlıyorum: Mutluluk,
insanın sevdiği kişiye yakıın olmasıdır yalnızca.” (Pamuk, 2008: 283)
Ancak sekiz yıl boyunca gerek Füsun’ların evinde gerekse dışarıda Boğaz’da yenilen
yemekler, Kemal ile Füsun arasındaki ilişkinin değişmesini sağlamaz. Aralarındaki sessiz,
sadece bakışarak anlaştıkları, çok az başbaşa kalıp, arada bir iki kelime konuşabildikleri bu
ilişki sekiz yıl boyunca yemek sofrasında oturup, televizyon seyrederek aynı rutinde hiç
bozulmadan devam eder.
“Kaşlarımı çatarak hemen sofraya otururdum. Yanımda getirdiğim hediye paketleri,
eve girişteki bu sıkıntılı anları atlatmama yardım ederdi. İlk yıllarda bunlar, Füsun’un sevdiği
fıstıklı baklava, Nişantaşı’nın ünlü börekçisi Latif’ten alınmış su böreği, lakerda tarama gibi
şeyler olurdu. Paketimi önemsemeden, ama hakkında birşeyler söyleyerek Nesibe Hala’ya
verirdim. “Ah, niye zahmet ettiniz!” derdi Nesibe Hala. O sırada hiç önemsemeden Füsun’un
hediyesini verir ya da onunla göz göze gelince göreceği bir kenara bırakır, aynı anda Nesibe
Hala’ya da cevap yetiştirir, “Dükkanın önünden geçerken, mis gibi börek koktu,
dayanamadım!” der, Nişantaşı’ndaki bu börekçi hakkında bir-iki cümle daha ederdim. Bu
sırada sınıfa geç giren bir öğrenci gibi görünmez olmaya çalışarak hemen yerime oturur ve bir
anda kendimi çok iyi hissederdim. Masaya oturduktan bir süre sonra, bir an Füsun ile göz
göze gelirdim. Bunlar olağanüstü mutlu anlardı.
50
Eve girdikten sonraki değil, masaya oturduktan sonraki ilk göz göze gelme anı, benim
için hem çok mutlu bir andı hem de önümüzdeki gecenin nasıl geçeceğini hemen anladığım,
hissettiğim özel bir an. Füsun’un bakışlarında –kaşlarını çatıyor bile olsa- bir mutluluk,
rahatlık görürsem gece de öyle geçerdi. Mutsuz ve huzursuz ise, gülmüyorsa ben de çok
gülmez, ilk aylarda onu güldürmeye de çalışmaz, kendimi fazla fark ettirmeden orada
yalnızca dururdum.” (Pamuk, 2008: 323-324)
51
3.2.3 Deniz Feneri Romanın Olay Örgüsü
Virginia Woolf’un Deniz Feneri6 adlı bu romanında, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen
öncesinde filozof Bay Ramsay, karısı Bayan Ramsay, sekiz çocukları ve birkaç aile dostu
(bekar ressam Lily Briscoe, aile içinde pek de sevilen bir insan olmayan ama Bayan Ramsay
tarafından davet edilen Charles Tansley, Bayan Ramsay’nin Lily ile evlendirmeyi planladığı
William Bankes ve bu ziyaret sırasında nişanlanan Paul Rayley and Minta Doyle) Skye
adasının Hebrides bölgesinde bulunan yazlık evde bir araya gelirler. İki bölümden oluşan
romanın birinci bölümünde bir araya gelen bu kişilerin birlikte geçirdikleri bir gün
anlatılmaktadır.
Evin bulunduğu körfezin karşısındaki deniz feneri, ailenin hayatında önemli bir yer
tutmaktadır. Romanın başında ailenin en küçük ferdi James Ramsay, ertesi gün deniz fenerine
gitmek ister. Ancak bu isteği babası Bay Ramsay tarafından, havanın fenere gitmek için
uygun olmayacağı söylenerek reddedilir. James ve Bayan Ramsay, Bay Ramsay’nin bu ve
benzeri aksi davranışlarından oldukça kırılmışlardır ve bu kırgınlıkları tüm roman boyunca
devam eder.
Öğleden sonra evdeki herkes farklı farklı işlerle meşgul olmaktadır. Bayan Ramsay,
küçük oğlu James’e kitap okurken, ressam Lily, evin dışındaki çayırda bir yandan Bayan
Ramsay’nin portresini yapmakta bir yandan da oğluyla vakit geçiren Bayan Ramsay’i
izlemektedir. Mr.Ramsay’de oğluyla karısını izlerken aynı zamanda entellektüel açıdan
eksikliklerini düşünmekte ve bu eksikliklerinin etkileyeceği akademik başarısı için
endişelenmektedir. Andrew Ramsay, Nancy Ramsay, Paul Rayley ve Minta Doyle sahilde
yürüyüşe giderler.
Akşam, Bayan Ramsay konukları için bir yemek daveti planlar. Bu yemek bir tabak
daha çorba isteyen çok eski aile dostu Augustus Carmichael’a sinirlenen Bay Ramsay’nin
davranışları yüzünden biraz gergin başlasa da ilerleyen dakikalarda bir süreliğine masada
bulunan herkes birbiriyle gerçekten ilgiliymiş gibi görünür. Bayan Ramsay bunun uzun süreli
olacağını düşünse de beklediği gibi olmaz. Akşam yemeğinin ardından kocasıyla birlikte
veranda da oturan Bayan Ramsay, kocasına onu sevdiğini söyleyemediğini ve aralarında bunu
hiç konuşmasalar da kocasının da bunun farkında olduğunu anlar. Birinci bölüm Ramsay’lerin
ve konuklarının uyumasıyla son bulur.
6
Virginia WOOLF (1927/ 1989) Deniz Feneri. Can Yayınları, İstanbul. Tüm alıntılar 1989 baskısından
yapılmıştır.
52
Romanın ikinci bölümü, Zaman Geçiyor’da, okuyucu, on senelik bir aradan sonra
Ramsay ailesinin ve konuklarının geçirdiği bir gün anlatılır. Birinci bölümdeki buluşmanın
ardından on sene geçmiş ve Ramsay ailesi bazı kayıplar vermiştir. Bayan Ramsay,
beklenmedik bir anda, Prue doğumla ilgili bir hastalık yüzünden, Andrew ise bir bombanın
patlaması sonucu ölmüşlerdir. Ramsay ailesinin hayatta kalan bireyleri ve birinci bölümde
onlarla birlikte evde bulunan konukların hepsi on yıl aradan sonra tekrar bu yazlık evde
biraraya gelirler. Bay Ramsay, deniz fenerine gitmek ister ama çocukları James ve Cam onun
buyurgan bir tavırla sunduğu bu teklife pek sıcak bakmazlar ve deniz fenerine gitmek
istemezler. Ancak yine de fenere gitmek için hazırlıklar yapılmaya başlanır. Bu arada on yıl
önce Bay Ramsay’e sempati besleyen Lily, artık onun düşüncelerinden ve davranışlarından
oldukça rahatsız olmakta ve ondan mümkün olduğunca uzak durmaya çalışmaktadır. Romanın
ilk bölümünde fenere gitmek istemeyen Bay Ramsay, fenere gitmeye karar verirken, Lily de
uzun yıllar sonra yarım bıraktığı Bayan Ramsay’in portresini bitirmeye karar verir.
Sonunda tekne fenere yaklaşırken çocukları hala Bay Ramsay’e karşı karışık duygular
besleseler de babalarını bütün kusurları ile kabul etmeye karar verirler. Öte yandan fenere
giden gruba katılmayan Lily Briscoe da yıllar önce başladığı resminin son rötuşlarını yapar.
Yıllar önce biraraya gelen grup Bayan Ramsay gibi eksiklere rağmen bir araya gelmişler, eski
kırgınlıkların üzerine bir sünger çekip hayata devam etmeye karar vermişlerdir.
3.2.4 Deniz Feneri Romanındaki Yemek Kronotopu
Genel olarak “insan zihninin herhangi bir günde algıladıkları”7 olarak tanımlanan
bilinç akışı tekniğinde yazar, kahramanın, hayatı, nesneleri ve etrafında gördüğü şeyleri nasıl
algıladığını kahramanın bilincindeymişcesine aktarır. Zaman algısı, dilde şiirsellik, bakış açısı
farklılığı bu tekniğin ayırt edici özelliklerdendir. Okuyucu, eserlerde olayları değil, olayların
kahramanların psikolojisindeki karşılığını, etkilenme sürecini ve yine olayların kahramanlarda
yarattığı çağrışımları ve duyguları okur. Olay örgüsü, zaman ve mekan bu çağrışımlarla
şekillenir. Bilinç akışı tekniğini benimseyen yazarlar, hep geri planda kalmayı, sadece
“göstermeyi” seçerler.
Bilinç akışı tekniğini kullanan yazarların en tanınmışlarından olan Virgina Woolf’un
metinlerinde herhangi bir anda bilinç devreye girmekte, yaşananlar, duygular, izlenimler, bir
düş atmosferi biçiminde şiirsel bir dille anlatılmaktadır. Ayrıca Fransız empresyonistleri ve
Cezanne’nın etkisi ile Woolf, çevresindeki nesneleri sıradan objeler olarak değerlendirmeyip
7
http://tosunnecip.blogcu.com/modernizmin-elestirel-dili-bilinç-akimi-necip-tosun/2813514
53
onlara görsellik katar. Bu nesneler form, komposizyon, kütle, ışık gölge oyunları gibi çeşitli
biçimlerle birer görsel ve psikolojik motif olarak metinlerinde yer alır. Yazarın, yazım
tekniğinde uyguladığı bu görsel yaklaşım, onun birbiriyle hiç benzeşmeyen farklı birçok şeyi
zaman farkı gözetmeksizin oldukça uyumlu bir biçimde ilişkilendirmesini sağlar. (Knapp,
1988: 29) Deniz Feneri adlı romanındaki akşam yemeği bölümü Woolf’un bilinç akışı
tekniğindeki görsel motifleri ve herhangi bir dönüşüme yol açmayan bir kronotop olarak
yemeğin değerlendirilmesi açısından önemlidir.
Romanın baş kahramanı sekiz çocuk annesi, elli yaşında, sempatik ve merhametli bir
insan olan Bayan Ramsay, daima etrafındaki kişileri hayatın zorluklarına karşı korumayı,
sıkıntılarına çare olmayı ve bu kişilerin hayatlarını biraz daha kolaylaştırmayı düşünmektedir.
Kayıtsız şartsız dağıttığı sevgisi ve iyi niyeti sayesinde etrafındaki kişiler tarafından oldukça
sevilen, saygıyla karışık hayranlık duyulan ve iyiliğin cisimleşmiş hali gibi görülen Bayan
Ramsay, romanda bir akşam yemeği hazırlar. Bu akşam yemeği, onu sevenleri bir araya
getiren, belli bir hazırlık süreci sonucunda, aile bireylerinin ve arkadaşlarının bir araya geldiği
ve yemeğin sonunda herkesin yine kendi dertlerine, dünyalarına dönmesi ile bir anlamda dini
ritüeleri çağrıştıran bir buluşmadır.
Bayan Ramsay, düzenlediği akşam yemeği öncesi iki çocuğu ile birlikte yatak
odasında yemek için hazırlanmaktadır, çocuklarından da elbisesine uygun bir takı seçmelerini
ister. Takı kutusunun içindeki herşeyi ortalığa saçan çocuklar büyük bir heyecanla seçim
yapmaya çalışırlar. Çocukların yarattığı karmaşa ve bayan Ramsay’nin akşam yemeği için
duyduğu endişeli ruh hali hangi dala konacaklarına bir türlü karar veremeyen kargaların telaşı
ile parallelik gösterir.
“(...) Bu yaptıkları düşüncesizlikti; ne oldular diye kaygılandığı yetmiyormuş gibi, bir
de bu gece geç kalmaları canını sıkıyordu; oysa o özellikle bu gece yemeğin iyi olmasını
istiyordu. Çünkü William Bankes sonunda onlarda yemeğe kalmaya bugün razı olmuştu.
Sonra mildred bu akşam onlara o çok güzel yemeğini –Boeuf en Daube’ı- yapmıştı.
Yemeklerin hazır olur olmaz hemen sofraya getirilmesi gerekiyordu, her şey buna bağlıydı.
Et, defne yaprakları ve şarap- hepsi de tam kararında olmalıydı. Geciktirmek olmazdı. Ama
işte başka hiç gece yokmuş gibi bulmuşlar bulmuşlar gezmeye gidecek bu geceyi bulmuşlar,
üstelik de gecikmişlerdi; yemekleri mutfağa gönderip sıcak tutmak gerekecekti; Boeuf en
Daube berbat olacaktı.(...)Tıpkı uyruklarının salonda toplandıklarını görerek, yukardan onlara
bakan, sonra inerek aralarına karışan, gösterdikleri saygıdan dolayı sessizce teşekkür eden,
onların, önünde eğilip secde etmelerine, (Mrs. Ramsay önünden geçerken Paul hiç istifini
54
bozmadı, ama gözlerini de yerden kaldırmadı) karşılık veren bir kraliçe gibi merdivenlerden
indi, salonu geçti, başını hafifçe eğerek selam verdi: Sanki onların söyleyemedikleri o şeyi,
güzelliğine karşı duydukları o saygıyı anlayıp kabul ettiğini gösteriyordu. Ama birden durdu.
Yanık kokuyordu. Sakın Boeuf en Daube’u taşırmış olmasınlar diye düşündü. Allah vere de
öyle olmasaydı. Bu arada yemek çanının o koca sesi, ağır ağır, buyururcasına yükselerek, evin
her yanına, tavan odalarına, yazı yazan, saçlarına son tarağı vuran, elbiselerini ilikleyen, tüm
bu insanları, ellerinde ne var ne yoksa lavabolarına, tuvalet masalarına, romanlarını yatak
odası sehpalarının üstüne ve o denli gizli olan anı defterlerini, hepsini oldukları yere
bırakarak, akşam yemeği için yemek odasına inmeye çağırdı.” (Woolf, 1989: 104-107)
Antik çağlardaki seremonilerde ya da dini ritüellerde konuklara oturacakları yerleri
gösteren ve şarabı dağıtan hükümdarlar ya da rahipler gibi masanın başına oturan ve gerekli
düzenlemeleri yapan Bayan Ramsay, bir yandan beyaz çemberler oluşturan tabaklara bakıp
kendi hayat muhasebesini yaparken bir yandan da masanın çevresinde bir araya gelmiş ama
yine de ayrı ayrı oturan bu kişileri bir araya getirme, kaynaştırma işini yapacak kişinin kendisi
olduğunu bilmekte ve herkesin bu birlik duygusunu hissetmesini sağlamaya çalışmaktadır.
Ancak Bayan Ramsay’in tüm çabalarına karşın yemek masasında buluşanlar fiziksel olarak
yakın olmalarına karşın hepsi duygusal olarak birbirlerinden oldukça uzaktadırlar.
“Mrs. Ramsay masanın başında yerini alıp, örtü üzerinde beyaz çemberler oluşturan
tabaklara bakarak, ama sanki benim yaşamım ne işe yaradı? diye düşündü. “William siz
yanıma oturun” dedi. Yorgun, “Lily sen de şuraya,” dedi. Onların- Paul Rayley’le Minta
Doyle’un- önünde tüm bir yaşam vardı, onun önünde ise işte bu –upuzun bir masa, tabaklar ve
bıçaklar (...) Çorbayı dağıtırken, artık dünyada yapacağını yapmış, göreceğini görmüş, hiçbir
şeyle ilgisi kalmamış gibi bir duyguya kapıldı, sanki önünde -şurada- bir burgaç vardı, insan
isterse onun içine girer, isterse dışında kalırdı, kendisei de artık bu burgacın dışına çıkmıştı.
(...) Düştüğü çelişki hoşuna gitmedi, düşündüğü oydu, yaptığı ise bu- çorba dağıtmak; o
burgacın dışında kaldığını gittikçe daha da çok duyumsuyordu. (...) hiçbir şeyde bir kaynaşma
yoktu. Herkes ayrı ayrı, tek başına oturuyordu. Bütün bu kaynaştırma, birleştirme ve yaratma
işi ona düşüyordu. Düşmanca duygulara kapılmadan yine şu gerçeğe vardı, erkekler kısırdı,
bunu kendisi yapmazsa kimsenin yapacağı yoktu. Böyle düşünerek, nasıl durmuş bir saati
sarsıp işletirsek, Mrs. Ramsay de kendini tıpkı öyle hafiçe sarstı, tıpkı bir saatin işlemeye
başlaması gibi, o eski bildik nabız da harekete geçerek –bir, iki,üç, bir, iki, üç- atmaya
başladı.” (Woolf, 1989: 108- 109)
55
Akşam yemeğinde masada yerini alan ressam Lily Briscoe, bir yandan üzerinde
çalıştığı resmi düşünürken bir yandan da masadakileri incelemektedir. Roman boyunca Lily,
Bay Ramsay’e karşı giderek daha güçlü duygular beslemekte fakat Bayan Ramsay’e olan
hisleri nefret ve şefkat arasında gidip gelmektedir çünkü bir kadın için evliliğin önemli ve
gerekli olduğunu düşünen Bayan Ramsay, Lily’e evlenmesi yolunda sürekli imalarda
bulunmaktadır. Bu yüzden Lily, klasik ve dar görüşlü bir bayan olarak değerlendirdiği Bayan
Ramsay’i yemek boyunca kendi kendine eleştirip ona kızmakta ancak yine de ona
imrenmektedir.
“Öyle ki Lily, tüm güzelliği yine üzerinde iken, nasıl oluyor da böyle çocukluklar,
böyle saçmalıklar ediyor, sebze kabuklarından sözediyor diye düşündü. Bu kadında insanı
ürküten bir şey vardı. İnsan karşı koyamıyordu. Ne yapıyor, yapıyor sonunda istediğini elde
ediyor diye düşündü lily. İşte yine istediği olmuştu – Paul’le Minta’nın nişanlandıkları
belliydi. Mr. Bankes onlarda yemeğe kalmıştı. İstediklerini öyle çekinmeden, öyle açıkça
istiyordu ki karşısındakileri büyülüyordu. Lily bu zenginliği kendi ruhunun yoksulluğu ile
karşılaştırdı. Bu bir bakıma Mrs. Ramsay’in insanı bu kadar korkutan o garip şeye
inanmasındandı.”
(Woolf, 1989: 129)
Romanın akşam yemeği bölümündeki kahramanlardan biri de William Banks’tir.
Yemek masasında yer almasına rağmen konuşulanları oldukça boş, cansıkıcı bulan Banks’ın
tek düşüncesi yalnız kalmaktır. Masada kendini oldukça mutsuz ve rahatsız hissetmekte, aile
yaşantısından hoşlanmadığı için orada yer almak bir çeşit işkence gibi gelmektedir.
“Mr.Bankes o eşsiz nezaketini hiç bozmayarak, bir işçinin, aradaki boş zamanında çok
güzel cilalanmış, kullanılmaya hazır bir aleti inceleyişi gibi, sadece sol elinin parmaklarını
masa örtüsünün üzerinde açarak, işte dostlar insandan böyle özveriler ister diye düşündü.
Kabul edip gelmeseydi belki Mrs.Ramsay gücenirdi. Ama kendine kalsa bu zahmete
katlanmazdı. Ellerine bakıp, eğer yalnız olsaydım şimdiye dek çoktan yiyip kalkmıştım, diye
düşündü; çoktan işinin başında olacaktı. Tüm bunlar zaman kaybetmekten başka birşey
değildi(...) Mr.Bankes, tüm bunlar, ötekinin, çalışmanın, yanında ne denli boş, ne denli
cansıkıcı diye düşündü. İşte oturmuş masa örtüsünün üstünde parmaklarıyla trampet
çalıyordu, oysa şimdi evde olsaydı- çalışmalarını hemen şöyle bir gözünün önüne getirdi.
Tüm bunlar zaman kaybetmekten başka birşey değildi. Ama Mrs.Ramsay de en eski
56
dostlarımdan biri, diye düşündü. İşte ona bir kez bağlanmış gidiyordu. Ama şu anda onun
varlığının kendisi için hiçbir değeri yoktu; ne güzelliği, ne küçük oğluyla pencerenin önünde
oturuşu-hiç, hiçbirşeyi –onu ilgilendirmiyordu. Tek isteği yalnız başına olmak ve kitabını
eline almaktı. Böyle onun yanında oturup da ona hiçbir ilgi duymamak Mr. Bankes’i rahatsız
ediyordu. İçinde sanki suç işlemiş gibi bir duygu vardı. İşin doğrusu aile yaşantısından
hoşlanmıyordu. İşte insan böyle şeyler duyumsadığı anlarda, ne için yaşıyorum? diye kendi
kendine soruyordu. Salt insan soyu sürsün diye, niçin bu kadar sıkıntıya katlanıyorum?
diyordu. Bu, o denli istenecek birşey miydi? Biz insanlar pek mi alımlı bir türdük? Şu dökük
saçık erkek çocuklara bakarak, pek o kadar da değiliz, diye düşündü.” (Woolf, 1989: 114-115)
William Bankes gibi Charles Tansley’de masada bulunmaktan hoşnut değildir. Bayan
Ramsey ile zoraki de olsa konuşan Tansley, masadakilerin hepsinden onların düşüncelerinden
ve konuşulan konulardan nefret etmektedir. Masadaki konuşmalara katılıyormuş gibi
görünmesine rağmen kendini oldukça yalnız hissetmekte özellikle Bayan Ramsay tarafından
yanlış tanınacak olmaktan dolayı rahatsızlık duymaktadır.
“Charles Tansley kaşığını tabağın tam ortasına bırakarak, bunlar da ne saçmasapan
konuşuyorlar diye düşündü (...) Bu insanların, onu konuşturmak istedikleri biçimde
saçmasapan konuşmaya hiç de niyeti yoktu. Bu sersem kadınların kendisine lütfen ilgi
gösteriyormuş gibi davranmalarına olanak tanımayacaktı. Az önce odasında rahat rahat kitap
okuyordu, oysa şimdi burada her şey ona anlamsız, yapmacıklı ve boş görünüyordu. Yemeğe
inerken sanki ne diye elbise değiştirmişlerdi? Kendisi her zamanki elbiseleriyle inmişti (...)
Böyle kısa sözcüklerle de konuşulsa bu dilden anlamayan Tansley, hemen bunun
içtenliğinden kuşkuya düştü. Ramsay’ler, hepsi de, saçma sapan konuşuyorlardı. Sevinerek
hemen bu yeni örneği de mimledi, aklına not etti; bu notu, yakınlarda bir gün, bir iki
arkadaşına okuyacaktı. Herkesin rahatça, istediği gibi konuşabildiği bir toplantı da,
‘Ramsay’lerde konukluk’ ne demektir, ne saçmalar konuşurlar, alayla anlatacaktı. Bir kez
için çekilir, ama bir daha tövbe diyecekti. Kadınların ne sıkıcı yaratıklar olduğunu
söyleyecekti (...) Hepsi kafasında darmadağınıktı. Son derece tedirgindi, bedenen bile bir
rahatsızlık içindeydi. Ah, birisi ona kendini göstermesi için bir olanak tanısaydı. Şu anda buna
o denli gereksinim duyuyordu ki; sandalyesinde rahatsız rahatsız kıpırdanıyor, ona buna
bakıyor, söze karışmak istiyor, ağzını açıyor, ama sonra yine kapatıyordu.”
(Woolf, 1989: 127-128)
57
Yemek boyunca masada bulunanları çok kısa bir süre için bile olsa birleştiren tek an
hizmetçi Marthe’nin Boeuf en Daube’un tenceresini açtığı ve servis etmeye başladığı andır.
Toprak çömlekten yayılan zeytinyağı ve et suyu kokusu hepsinin dikkatini oraya çeker ve
kendi içi hesaplaşmalarından, sıkıntılarından kurtulmalarını sağlar.
“‘Biz’ böyle yaptık, ‘biz’ şöyle yaptık. Bu sözcüğü tüm yaşamları boyu
söyleyeceklerdi. O anda Marthe’ın biraz da övünçle kapağı açmasıyla, büyük toprak
çömlekten nefis bir zeytin, yağ ve et suyu kokusu çevreye yayıldı. Ahçı bunun için tam üç
gün uğraşmıştı. Mrs. Ramsay yumuşacık yığının içine kaşığı daldırırken, Mr.Bankes için
özellikle iyi pişmiş bir parça bulmalı diye düşündü. Başını uzatıp kabın içine baktı- pırıl pırıl
kenarları, içinde yer yer sarı, kahverengi nefis etleri, defne yaprakları, şarabıyla, Boeuf en
Daube tenceresine baktı, sonra, işte bu olay bununla kutlanır diye düşündü- içinde garip bir
duygu beliriyordu, hem oyunbaz, hem sevecenlik dolu bir duygu, bir bayram kutlanıyormuş
gibi bir duygu, sanki içinde iki tür heyecan belirmişti; bir tanesi derinden geliyordu- değil mi
ki erkeğin kadına duyduğu sevgi ölüm tohumları taşıyordu, ondan daha önemli, daha baskın,
daha etkin ne olabilirdi; ama yine de böyle bir yanılsama içine gözlerinde parıltılarla giren bu
sevgililerin, bu insanların boyunlarına çelenkler asıp, çevrelerinde alay ederek dönüp
oynamak gerekmez miydi?
Mr.Bankes bir an bıçağını elinden bırakarak, ‘Bu büyük bir başarı’, dedi. Tam
dikkatini vererek yemişti. Çok nefis bir yemekti doğrusu; etler pamuk gibiydi. Çok mükemel
pişmişti. Mrs. Ramsay kırsal bir yerde nasıl oluyor da böyle şeyler başarabiliyordu? Doğrusu
bulunmaz bir kadındı. Bankes’in tüm sevgisi, saygısı yeniden canlanmıştı; Mrs. Ramsay de
bunu biliyordu.” (Woolf, 1989: 127-128)
Bettina L. Knapp, “Virginia Woolf’s ‘Bouef en Daube’” isimli makalesinde etin
sembolik bir anlamı olduğunu; hayatın anlamı ve enerjisini temsil ettiğini savunmuştur.
Knapp makalesinde etin masada servis edilmesinden önce masaya hakim olan sıkıntı ve
monoton ruh halinin gelen lezzetli yemek ile değiştiğini, masada bulunan herkesin
canlandığını ve enerji ve neşe ile dolduğunu belirtir. (Knapp, 1988: 32)
“Mrs.Ramsay, ‘Büyükannemin Fransız usulü yemeklerinden biri,’ diye karşılık verdi.
Memnun olup sevindiği sesinden belliydi. Hepsi de doğruladı: Fransız yemeği olduğu
belliydi; zaten İngilizlerin hangi yemeği ağza alınırdı. Suya lahana salmaktan, eti meşin gibi
oluncaya dek kızartmaktan, sebzelerin o nefis kabuklarını soyup atmaktan başka ne bilirlerdi.
58
Mr.Bankes, ‘Oysa’ diyordu, ‘sebzelerin tüm değeri kabuklarındadır.’ Mrs.Ramsay, ‘Ya o
savurganlığa ne demeli,’ diye ekledi. Bir İngiliz ahçının attığı şeylerle tüm bir Fransız ailesi
doyardı. Yeniden William’ın sevgisini kazandığını, her şeyin yine yoluna girdiğini,
kaygılarının tümüyle son bulduğunu, artık istediği gibi gülüp eğlenebileceğini anlayan Mrs.
Ramsay canlanmıştı; bol bol gülmeye, şakalar yapmaya başladı.” (Woolf, 1989: 129)
Ancak servisin bitmesinin ardından bir anlığına varolan birlik bozulur. Herkes
havadan sudan konuşmaya, sofraya gelen meyva tabağındakilerden yemeğe başlar. Kısa bir
süre sonra önce Augustus Carmichael’in masadan kalkmasıyla Bayan Ramsay ve masadakiler
yavaş yavaş yerlerini terk edip evin farklı köşelerine dağılırlar. Romanda kahramanların
hepsini bir araya getiren yemek masası bir süreliğine herkesin hem fiziken hem de ruhen bir
birlik oluşturmasına yardım etse de, hiçbir kahramanda bir değişim yaratmaz. Ayrıca herkesin
bir arada bulunduğu yemek masası olayların akışında bir dönüm noktası ya da bir sona
ermenin gerçekleştiği bir mekan da olamaz. Herkes yemek için masanın etrafında toplanmış;
sadece orada olmak için orada bulunan, farklı şeyler hissetmelerine rağmen hissettiklerinin
tam aksi şekilde davranmakta olan ruhen birbirinden ayrı kişilerdir.
“Lily, her zamanki gibi diye düşündü. Hep tam o anda yapılacak bir şey olurdu, Mrs.
Ramsay kendine göre nedenlerle bunu hemen yapmayı aklına koyardı, o anda belki herkes,
şimdi olduğu gibi, ayakta durmuş şakalaşıyor olur, sigara içmeye sigara odasına mı, oturmaya
salona mı geçeceklerini, yoksa yukarya çatı odasına mı çıkacaklarını kestiremezlerdi. O
zaman bir bakardınız ki bu karışıklığın ortasında, kolunda minta ayakta duran Mrs. Ramsay
kendi kendine, ‘Evet, tam zamanı,’ diye düşünmüş, kimseye söylemeden gizli, gizli, yalnız
başına birşeyler yapmaya gidiyor. O gider gitmez ortalığı bir karışıklıktır aldı; herkes
kararsızlığa düştü, oraya buraya dağıldılar, Bankes sofrada başladıkları politika tartışmasını
bitirmek için, Charles Tansley’in koluna girip taraçaya çıktı, böylece gecenin akışı değişmiş,
ağırlığı bir başka yana düşmüştü; taraçaya doğru gittiklerini gören ve kulağına İşçi Partisinin
politikası üzerine bir iki sözcük çalınan Lily, onları yönlerini belirlemek üzere kumanda
köprüsüne giden kaptanlara benzetti.” ( Woolf, 1989: 141-142)
59
3.2.5 Masumiyet Müzesi ve Deniz Feneri: Ara Sonuç
Bu bölümde incelenen Masumiyet Müzesi ve Deniz Feneri isimli romanlarda yer alan
yemek masalarındaki karşılaşmalar ya da yemek yeme edimleri, çalışmanın çıkış noktası
olarak ele aldığımız kronotop kavramına biçim olarak benzeseler de içerik olarak kronotop
olarak nitelendirilemezler.
Masumiyet Müzesi adlı romanda, ana kahramanların yemek masalarında buluşmaları
ne romanın olay örgüsünde ne de kahramanların yazgılarında önemli bir değişiklik meydana
getirmez. Ana kahraman Kemal’in bir öğle yemeğinde İstanbul’un önde gelen
restoranlarından birinde babası ile buluşması ve babasının aslında başka bir kadına aşık
olduğunu öğrenmesi ne romandaki olayların kurgusunda ne de ana karakter Kemal’in
yazgısında önemli bir değişiklik meydana getirir. Bakhtin’nin kronotop kavramında belirtmiş
olduğu karşılaşmalar bu romanda yemek yeme ediminin gerçekleştiği sofralar için de
geçerlidir ancak bu sofralar ne önemli değişimlerin olduğu mekanlardır ne de kahramanın
yazgısını değiştirecek önemli tesadüfler bu sofralarda meydana gelir. Romanda yer alan
yemek sahnelerinden biri ile daha bu fikri örneklemek için, Kemal’in yedi sene Füsunlar’ın
sofrasında oturmasını gösterebiliriz. Kemal, aşık olduğu Füsun’nun evine her akşam aynı
saatte gelir ve her seferinde yemek sofrasının başında oturup televizyon izleyerek yemeğini
yer. Yemek masasındaki bu buluşmalar, hiçbir değişikliğe yol açmaz.
Deniz Feneri romanında da benzer bir durumdan bahsetmek mümkündür. Normal
şartlar altında birlikte olmaktan pek de hoşnut olmayan Ramsay ailesinin aile dostları, bir
yemek için bir araya gelirler. Yemek masasının etrafına oturulduğunda roman kahramanları
sadece fiziken orada bulunmakta, ancak ruhsal açıdan orada bulunmaktan dolayı oldukça
hoşnutsuzdurlar. Yemeği düzenleyen Mrs. Ramsay, amacına ulaşmış gibi gözükse de aslında
başarısızdır. Masanın etrafında yer alan herkes sadece tek bir an hem ruhsal açıdan hem de
fiziken bir araya gelirler. Bu an, Mrs. Ramsay’nin özel yemeği, Bouef en Daube’ın masaya
konulduğu andır. Tencerenin kapağı açıldığı an ortalığa yayılan koku herkesin tek bir konuya
odaklanmasını sağlar. Mrs. Ramsay’nin başaramadığını bir et yemeği başarır. Ancak bu
birliktelik ancak kısa bir an sürer ve hem olay örgüsünde hem de roman kahramanlarının
yazgılarında herhangi bir dramatik değişikliğe yol açmaz.
60
Bu bölümde incelenen Masumiyet Müzesi ve Deniz Feneri romanlarında,
kahramanların bir araya geldiği yemek yeme bölümlerinde okuyucular, ister istemez bu
buluşmaların
romandaki
olay
örgüsünün
kurgusunda
bir
değişim
oluşturacağını
düşünmektedirler. Her an olayların beklenmedik bir hızla değişeceği ya da çok önemli sırların
açıklanacağı ve ana kahramanların geri dönüşü olmayacak biçimde olayları değiştireceği
düşünülmektedir. Ancak her iki romanda da görüldüğü gibi yemek masaların da gerçekleşen
buluşmalar herhangi bir değişikliğin habercisi ya da tetikleyicisi olmazlar. Bu alışılmış,
olayların beklenmedik bir biçimde dönüşeceği duygusundan sapma okuyucu da bir gerilim
yaratmaktadır. Okurun zihninde böyle bir gerilimin oluşması, alışılmışın ne olduğunun
sezgilerle biliniyor olması gerektiği şeklinde yorumlanabilir.
Aslında her iki romanda da, okur, sofralarda meydana gelen buluşmalarla
kahramanlarda ya da romanda yer alan olayların kurgusunda bir değişiklik olacağı beklentisi
içindedir. Okur olarak, sezgisel bir yaklaşımla sofradan, sofralardaki buluşmalardan birşeyler
beklenmesi sofranın örtük bir kronotop olması ile açıklanabilir. Okurda bir değişiklik
beklentisinin olması ve bu beklentinin karşılanmamasıyla oluşan sıkıntı, sofranın yerleşik ve
alışılmış bir kronotop olmasından kaynaklandığına da işaret etmektedir. Eğer, sofralardaki
buluşmalar okurun beklediği şekilde gerçekleşseydi, okur hiçbir rahatsızlık duymayacak,
beklentisi karşılanmış olacaktır.
61
3.3 Bir Süreç Olarak Yemek Kronotopu
Çalışmanın önceki bölümlerinde, yemek masaları ve sofralar, roman kahramanlarında
bir dönüşüme yol açan olayların başlangıç noktası ya da dönüşümlerini tamamladıktan sonra
kahramanların bir araya geldikleri buluşma noktası veya kahramanların bir araya gelmelerine
rağmen herhangi bir dönüşümün yaşanmadığı mekanlar olarak ele alınmıştır. Bu son bölümde
ise, bazı romanlardaki kahramanların geçirdiği ruhsal değişimlerin, başka bir deyişle
farkındalıklarının artma sürecinin, yazarlar tarafından, yemek yeme edimi, pişirme ya da
yemek yenilen mekanlar aracılığı ile verilmeye çalışıldığı romanlar ele alınmaktadır. Örnek
olarak seçilen Aşk, Mutfak Çıkmazı ve Pi’nin Öyküsü isimli romanların kahramanlarının
roman boyunca gelişen olaylar neticesinde başlayan dönüşüm süreçlerinin, bu sürecin
başlama noktasının, süreç içersindeki belli başlı kavşakların ya da dönüşüm sürecinin
tamamlanma noktasının yine yemek masaları, sofralar ya da mutfaklar olduğu kanıtlanmaya
çalışılacaktır.
3.3.1 Aşk Romanın Olay Örgüsü
Elif Şafak’ın Aşk
8
isimli romanı, bir çerçeve hikâye ve bu çerçeve hikâyenin içinde
yer alan ikinci bir hikâyeden oluşmaktadır. Çerçeve hikâyenin kahramanları Ella ve Aziz
Zahara iken diğer hikâyenin ana kahramanları Mevlana ve Şems’dir.
Ella Rubinstein, kırk yaşlarında, diş hekimi kocası ve dört çocuğu ile birlikte
Amerika’nın Northampton şehrinde oldukça büyük bir evde yaşayan varlıklı bir kadındır.
Hayatındaki her ayrıntıyı evi, çocukları ve kocasına göre planlayan Ella, erken yaşta evlendiği
ve çocuk sahibi olduğu için hiç çalışmamıştır. Ancak geçen yıllar boyunca giderek rutinleşen
yaşamında, biraz da eşinin zorlamasıyla bir yayınevi editörü asistanının asistanı olarak bir iş
bulur. Okuması gereken ilk eser ise Aziz Zahara adındaki gizemli bir yazarın yazmış olduğu
Aşk Şeriatı isimli romandır. Büyük kızının, Ella’nın hiç onaylamadığı bir evlilik yapacağı
haberini vermesi üzerine aile içinde ortaya çıkmaya başlayan kırgınlıklar, görüş ayrılıkları ve
değişikliklerin yol açmış olduğu kafa karışıklığı yüzünden Ella, romanı incelemek istemese de
sorumluluk duygusu ağır basar ve romanı okumaya başlar.
Hollanda’da yaşayan İskoç Aziz Zahara’nın yazdığı Aşk Şeriat’ı Şems-i Tebrizi ile
Mevlana’nın üç yıl süren dostluğunu anlatmaktadır. Romanda olaylar kimi zaman Şems, kimi
zaman Mevlana kimi zaman da başka üçüncü şahısların gözünden verilmektedir.
Şems, normal şartlar altında bir insanın sahip olamayacağı pek çok sıradışı özelliği
olan, bir anlamda seçilmiş bir kişidir. Çocukluğundan beri diğer âlemleri ziyaret etmekte,
8
Elif ŞAFAK (2009) Aşk. Doğan Egmont Yayıncılık, İstanbul. Tüm alıntılar 2009 baskısından yapılmıştır.
62
gaipten sesler işitmekte ya da Allah ile konuşmaktadır. Ancak Şems için oldukça sıradan olan
bu olaylar, ailesi ve çevresindeki diğer insanlar tarafından kabul görmemekte, korku ile
karşılanmaktadır.
Yaşı
ilerledikçe
diğer
âlemlere
yaptığı
ziyaretler
çoğaldıkça
çevresindekilerin tepkisi giderek artar ve sonunda Şems doğduğu şehir Tebriz’den ayrılır.
Allah yolunda Allah’ı arayarak seyahat etmeye başlar. Karadeniz sahillerinden Arabistan
çöllerine pek çok yere gider, bir sürü şehri, kasabayı, köyü, kütüphaneyi, mabedi, türbeyi ve
dergâhı ziyaret eder. Ancak aradığı ruh aynasını, ruhdaşını bulamaz.
Günün birinde Şems’in yolu Baba Zaman’nın Bağdat’taki dergâhına düşer, çünkü can
yoldaşını bulmak için Allah’a yalvardığında ona Bağdat’a gitmesi gerektiği söylenmiştir.
Baba Zaman’nın tekkesinde dokuz ay geçiren Şems, tekke hayatının kurallarına uymaktan
sıkılsa da nereye ve kime gideceğini burada bulacağına olan inancı yüzünden tekkeden
ayrılmaz. Gerçekten de Şeyh Seyyid Burhaneddin’den gelen bir mektupta Şems’in beklediği
cevap yazılıdır. Bu mektupta Şeyh Seyyid, Konya’da yaşayan Mevlana’dan, onun ilminden ve
ne kadar kâmil bir insan olduğundan bahsetmektedir. Ancak Şeyh’e göre Mevlana, her ne
kadar ilmine vakıf emsalsiz biri olsa da içinde bir boşluk bulunmaktadır. Mevlana’nın
kendisine anlattığı bir rüya üzerine Şeyh Seyyid, Mevlana’nın içindeki boşluğu dolduracak
kişinin Baba Zaman’nın dergâhında olduğunu anlamıştır. Baba Zaman, mektubu okuduktan
sonra dergâh meclisini toplar ve geri dönüşü olmayan bir yola girip mektupta bahsedilen
âlimin can yoldaşı olmaya kimin gönüllü olduğunu sorar. Bu geri dönüşü olmayan yola
girmek için bir tek Şems istekli olur, ancak Baba Zaman, onun doğru kişi olduğundan emin
olmak için uzun bir süre bekler. Sonunda bir sonbahar sabahı, sorusunu tekrarlar ve yine bir
tek Şems’in gönüllü olduğunu görünce, ona Konya’da Mevlana Celâlettin Rumi’yi bulması
için yazılan mühürlü mektubu verir.
Şems, Konya’ya geldikten bir süre sonra Cemaziyülevvel’in son gününde Rumi ile
tanışır. Vaazdan dönen Rumi’nin yolunu kesen Şems, sorduğu bir soru ile Rumi’yi sınar,
onun düşüncelerini öğrenmek ister. O günden sonra birbirlerinden ayrılmaz olurlar. Kırk gün
boyunca Rumi’nin kütüphanesine kapanıp, Gönlü Geniş ve Ruhu Gezgin Sufi Meşreplilerin
Kırk Kuralı’nı tefekkür ederler. Az yer bolca konuşurlar. Rumi, benliğinin eksik parçalarını
Şems de bulur, kendini daha iyi tanır. Tanıştıkları ilk günden beri Şems’in garip davranışları
ve onun davranışlarına Rumi’nin sesini çıkarmaması, hatta Rumi’nin bu gizemli dervişin
karşısında eğilmesi, ikisi arasındaki ruhani birliği anlamayanlar tarafından oldukça yadırganır,
tuhaf karşılanır. Özellikle Rumi’nin küçük oğlu Alâeddin ve eşi Kerra, Şems’den rahatsız
olmakta, Rumi’nin gece gündüz bu derviş ile vakit geçirmesinin nedenini anlamamakta ve
onun yüzünden Rumi’nin ailesini ve cemaatini ihmal etmesinden huzursuzluk duymaktadırlar.
63
Şems’in yardımı ve yol göstermesi ile içindeki gücü, Allah’a ulaşma yolunu bulan Rumi,
değişir, her dinden ve inançtan insana kucak açar. Ancak yıllar geçtikçe yanlış inançlara ve
fikirlere sahip olanların Şems’e duydukları öfke artar ve bir gece Şems kiralık bir katil
tarafından öldürülüp, kuyuya atılır.
Şems’in ölümünden sonra bir parçasının eksildiğini düşünür Rumi, ancak baktığı
herşeyde “denize düşen katrede, dolunayla hareketlenen med- cezirde, esen her esintide ona
ratlarsın…Her yerde, her şeyde onu görürken nasıl derim ki Şems gitti?” (Şafak, 2009: 404).
Şems’i görür. Daha sonra Mesnevi’yi yazmaya başlar. Çerçeve hikâyenin içinde yer alan Aziz
Zahara’nın yazmış olduğu Aşk Şeriatı isimli kitapta anlatılan Mevlana ile Şems’in hikâyesi
böylece sona erer.
Romanı okumaya başladıktan bir süre sonra internette yazar Aziz Zahara’nın kişisel
sitesini bulan Ella, bu site yoluyla Aziz’in asıl mesleğinin fotoğrafçılık olduğunu ve dünyanın
çeşitli yerlerini gezen bir sufi olduğunu öğrenir ve yazarla yazışmaya başlar. İlk başta Ella’nın
içini dökmek ve bunaltıcı aile içi problemlerini paylaşıp, akıl danışmak için yazdığı bu
mesajlar, Aziz’in yol gösterici cevapları sayesinde Ella’nın gerçekleri görmesini ve kendi
kişiliğini bulmasına yardımcı olur. Sanal dünyadaki bu yazışmalar gittikçe bir aşka dönüşür
ve sonunda Ella kocasını terk ederek, Aziz ile birlikte dünyayı dolaşmaya başlar. Ancak Aziz
kanser hastasıdır ve birlikte geçirecekleri fazla vakitleri yoktur. Romanın sonunda Ella ve
Aziz Konya’ya gelirler ve tıpkı Şems gibi Aziz’de Konya’da son nefesini verir.
3.3.2 Aşk Romanındaki Yemek Kronotopu
Yemek yeme edimi ya da yemek pişirme edimi başlı başına bir dönüşümü
içermektedir. Esas olan, ham halde ele alınan malzemenin çeşitli işlemler sonucu değiştirilip
yenilebilir ya da sindirilebilir forma kavuşturulmasıdır. Kişinin iç yaşamını keşfetme, insanın
aslını, özünü bulması yolunda çaba harcamasına dayanan tasavvuf inanışının temellerinde de
benzer bir anlayışın hâkim olduğu söylenebilir. İşte bu nedenle Elif Şafak’ın bu düşünceyi
temel aldığını söyleyebileceğimiz eseri, Aşk’da yer alan yemek kronotopunun incelemesine
geçmeden önce, tasavvuf ile ilgili bazı bilgilerin verilmesinin ve tasavvuf inanışındaki
matbahtan (mutfaktan) bahsetmenin konunun daha iyi anlaşılması bakımından gerekli olduğu
düşünülmüştür.
Süleyman Uludağ’ın Tasavvuf Terimleri Sözlüğü’ne göre tasavvuf, “baştanbaşa
edeptir, kötü huyları terk edip güzel huylar edinmektir, kimseden incinmemek, kimseyi
incitmemektir, nefse karşı girişilen ve barışı olmayan bir savaştır, herkesin yükünü çekmek,
kimseye yük olmamaktır, bütün mensuplarının birbirini dost ve kardeş tanıdığı bir birliktir,
64
hak ile birlikte ve O’nun huzurunda olma halidir, temiz bir kalb, pak bir gönül sahibi
olmaktır, nefsinden fani, Hak ile baki olmaktır, kâmil insan olmaktır, hakk’a ermektir.”
(Uludağ, 1991: 470)
Tasavvuf, farklı görüşler ve anlayışlar olsa da beş ana teoride toplanmıştır: tek varlık,
tecelli, aşk, insan ve ay’anı sabite. Bu teorilerden birincisine göre Allah tek ve mutlak
gerçekliktir, tek varlık Allah’tır ve var olan her şey Allah’ın bir görüntüsüdür. Tasavvuf
anlayışında insanın yaşamdaki amacı temaşa ve vecd yolu ile geldiği yer olan Allah’a tekrar
ulaşmasıdır. İnsan bu amaca ulaşmak için çabalarken çeşitli engellerle karşılaşabilir ancak
kendini bilip, nefsini terbiye eder, insan-ı kâmil olup içindeki kötülükleri, yaşamın faniliğini,
bencilliklerini yenip çilesini tamamlayabilirse Allah’a kavuşabilir. (Çakır, 2007: 148)
Tasavvufa göre insan-ı kâmil olmaya çabalamak, yani hamlıktan olgunluğa ulaşmaya
çalışmak, yani Hakk’a ermek için bir rehberin öncülüğünde ve denetiminde manevi ve ruhani
bir yolculuğa çıkmaya seyr-i süluk denir. Bu yolculukta ehl-i süluk denilen insan, nefsindeki
kötü huylardan arındığı ve iyi huylar edindiği oranda, kişisel arzu ve isteklerinden vazgeçip
ilahi iradenin hâkimiyeti altına girebildiği zaman amacını tamamlamış olur. (Uludağ, 1991:
428) Tasavvuf anlayışının temelindeki bu düşünce çerçevesinde oluşturulan Mevlevi
tarikatında en önemli yer matbah, yani yemek pişirilen yerdir. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlevi
Adab ve Erkânı isimli kitabında “Mevlevi dergâhının ruhu matbahtır” (Gölpınarlı, 2006: 55)
diyerek bu yerin önemini belirtir.
Daha önce bu çalışmanın, Yemek Yemenin Tarihsel Gelişimi bölümünde de
bahsedildiği gibi mevlevi dergâhına gelip dervişliğe başlamaya niyet eden kişi, ehl-i süluk,
saka postunda üç gün oturup kalıp kalmayacağını düşünür, mecburiyet olmadıkça hiçbir
şekilde konuşmaz ya da birşey okumaz. Üç günün sonunda kalmaya karar veren ve müracaatı
kabul edilen kişi, Tanrı’dan yargılanma dileyip, suç ve günahlardan tövbe ettikten, karakterini
kötü huylardan arındırıp ruhunu temizlemeye, olgun olmaya, akıl yoluyla erişemediği ilahi
veya diğer âlemlere ait hakikatleri sezgileriyle bulmaya ve anlamaya çabalamaya niyet
ettikten sonra, kendi üzerine yeni bir “can” gelinceye kadar, mürebbisi ya da aşçıbaşı
tarafından ayakçılık, pazarcılık, dışarı meydancılığı gibi birçok güç işe koşulmak, çeşitli söz
ve hakaretlerle sınanmak gibi dergâhın çeşitli kabul kurallarını ve ritüellerini uygulamaya
başlar. Matbahta yemeklerin yanı sıra aslında dervişlerin kendileri pişmektedir. (Yemek ve
kültür Dergisi, sayı: 5, 2006)
Elif Şafak’ın Aşk isimli romanında farklı yüzyıllardaki iki karakterin tasavvuf inancı
doğrultusunda hamlıktan olgunluğa geçişleri, dönüşümleri ve kendi özlerini bulma hikâyeleri
anlatılmaktadır. Ana karakterlerin değişim hikâyeleri anlatılmaya başlandığında çerçeve
65
hikâye içinde yer alan ikinci hikâyenin yan karakterlerinden Çömez’in ağzından okuyucuya
dergâhlardaki matbahın (mutfağın) önemi anlatılır. Derviş olma isteği ile dergâha gelen bu
genç insan, kendisinden öncekiler gibi matbahta çeşitli işlere koşulur. Amaç bu gencin insan-ı
kâmil olma yolunda zorluklara katlanma niyetini ve gücünü denemektir. Eğer derviş olmaya
niyet eden genç, dergâhın zorluklarına katlanabilir, karşılaştığı güçlüklere göğüs gerip
karakterinde belli bir değişimi gerçekleştirebilirse, dervişliğe adım atabilir.
“Bu zaviyeye geleli neredeyse altı ay oldu ama ilk günden beri Aşçı Dede’nin iki eli
yakamda. Ha bire karşıma geçip ‘Temizlik ibadettir, ibadet temizliktir!’ diye nutuk atıyor.
Gaddar adam! Onun zoruyla her gün it gibi çalışıyorum. Bu işkencenin adına nasıl ‘manevi
terbiye’ diyorlar, bir anlayabilsem! Yağlı tabakları yıkamanın, yerleri ovmanın neresinde
maneviyat olabilir ki?
Bir gün gözü karartıp, cevap verecek oldum. ‘Temizlik ibadet olsaydı Bağdat’taki
bütün ev kadınları çoktan Pir mertebesine ulaşmıştı’ dedim.
Aşçı Dede kafama bir tahta kaşık fırlatıp avazı çıktığı kadar bağırdı: ‘Bana bak, derviş
olmaya niyetin varsa şu tahta kaşık kadar suskun olacaksın evlat! Pabuç kadar dil, mürit
kısmının vasıfları arasında sayılmaz. Az konuş ki, çabuk pişesin.!’” ( Şafak, 2009: 83-84)
“(...)Mutfaktaki zorlukları yenersem, bu yolda daha çabuk olgunlaşırmışım! Böyle
diyor Aşçı Dede. ‘Hiç etrafında ateş olmazsa kaynar mı kazan? Pişebilir mi nohut? Sen de
aynen öyle, ateşin içinde oflaya poflaya, kaynaya kaynaya pişeceksin elbet!’
Lafa bak! Nohut muyum ben? Bir keresinde dayanamadım, soruverdim: ‘İyi de ne zamana
kadar sürecek bu ateşten imtihan?’” (Şafak, 2009: 112-113)
Romanın birçok yerinde yazar, yemek yeme edimini ya da yemek pişirmeyi
karakterlerin kişiliklerine referans olarak sunmuştur. Alt hikâye antatılmaya başladığında
Şems’in dünya nimetlerine değer vermeyişi bir yemek sahnesi ile okuyucuya aktarılmıştır.
“İki uşak belirdi o an, tepeleme dolu heyula gibi bir tepsiyi aralarında taşıyarak.
Üstünde taze kızarmış keçi etleri, tuzlama balıklar, baharata yatırılmış koyun pirzolalar,
kuyruk yağında pişmiş çörekler, mercimek ve işkembe çorbaları... Uşaklar müşterilere
yemeklerini dağıttıkça içerisi soğan, sarımsak ve envai çeşit baharatın rayihalarıyla doldu
taştı. Benim bulunduğum masanın ucuna geldiklerinde, bir kâse çorba ile bir dilim kara
ekmek aldım.” (Şafak, 2009: 50)
66
Aynı şekilde ana karakterlerden Ella’nın yaşantısı anlatılırken onun, kocası ve
çocukları dışında en önem verdiği şeyin yemek pişirmek, şık sofralar kurmak ya da yemek
pişirmeye meraklı insanlarla bildiklerini paylaşmak olduğu romanın birçok yerinde sık sık
vurgulanmıştır. Ella’nın hayatındaki günlük rutin işlerin yanı sıra yapmaktan hoşlandığı tek
şey her perşembe akşamı bir yemek kulübüne gidip yaşıtı olan kadınlarla farklı ülkelerin
mutfaklarını inceleyip, yemek pişirmenin inceliklerini öğrenmektedir. Onun için yemek
pişirmek bir çeşit tedavi, mutfak ise onun sığındığı kendini dinlediği, problemlerini,
sıkıntılarını giderebildiği tek mekândır.
“Yemek pişirmeyi bu kadar sevmesinin bir sürü sebebi vardı. Tek başına rahatlıkla
kotardığı, ustası olduğu yegâne işti yemek yapmak. Hem onu sakinleştiriyordu da. Gayet
sıradan görünen malzemelerden leziz ve latif bir yemek yaratıp, görkemli bir sofra kurmanın
insanın ruhunu okşayan bir tarafı vardı. Mutfakta yemekle uğraşırken, esiri olduğu gündelik
yaşamın sınırlarından ve sıkıntılarından kurtuluyordu. Mutfak, dışarıdaki dünyadan
kaçabileceği, zamanı dilediği gibi ayarlayıp durdurabileceği tek mekândı. Belki bazı
insanların sevişmekten aldığı hazzı, Ella yemek yapmaktan alıyordu. Üstelik ikinci bir kişiye
ihtiyaç duymadan. Yemek yapmak için tek gereken biraz zaman, emek ve malzemeydi. O
kadar.” (Şafak, 2009: 89)
“Konuşmanın bundan sonrası yokuş aşağı tepetaklak yuvarlanmaktan farksızdı.
Karşılıklı beklentiler, sitemler, hayal kırıklıkları, laf dokundurmalar....hepsi birbirine karıştı.
Sonunda telefonu kapattıklarında, Ella’nın elleri sinirden titriyordu. Hemen mutfağa seğirtti
ve ne zaman içi daralsa yaptığı şeyi yapmaya koyuldu: Yemek pişirmek!” (Şafak, 2009: 57)
Romanda yemek yeme edimi, yemek pişirmek ya da sofralar sadece karakterlerin
kişiliklerine bir referans olarak değil, aynı zamanda bu karakterlerin yaşadıkları dönüşümlere
de referans olarak verilmiştir. Bu nedenle bu romanda geçen bu noktaları kronotop olarak
değerlendirmek mümkün gözükmektedir.
Okuyucu, ana hikâyede Ella’nın ailesinde yaşanacak değişimin başlangıcını romanın
başında tüm ailenin akşam yemeği için biraraya geldiği bölümde okur. Yemek masası ve
ailece yenilen yemek dönüştürücü bir kronotop olarak ilk kez okuyucunun karşısına çıkar.
67
“Ailecek hep beraber oturmuş yemek yiyorlardı. Kocası tabağına en sevdiği yiyecek
olan kızarmış tavuk butları doldurmakla meşguldü. İkizlerden Avi çatal bıçağını baget
yapmış, hayali bir davul çalar gibi sesler çıkarıyordu; kız kardeşi Orly ise günde ancak 650
kaloriye izin veren yeni diyetine uymak için toplam kaç lokma yiyebileceğinin hesabını
yapıyordu. Büyük kızı Jeannette bir dilim ekmek almıştı eline, dalgın dalgın krem peynir
sürüyordu üstüne.... Mutfak masasına bir tuhaf sessizlik çöktü. Daha bir dakika evvel hepsini
saran yumuşaklık ve yakınlık buhar olup uçtu. Orly ve Avi boş ifadelerle birbirlerine baktılar.
Esther hala elinde bir bardak elma suyuyla, çılgın bir heykeltraşın elinden çıkma komik,
şişman bir heykel gibi donakaldı. David iştahı kesilmişçesine çatalı bıçağı bir kenara koydu
ve gözlerini kısıp Jeannette’e baktı.” (Şafak, 2009: 15-19)
“Böylece masada sadece David ve Ella kaldı. Havada bir acayip gerilim... Karı koca
arasındaki boşluk neredeyse elle tutulacak kadar yoğundu. Ve ikisi de gayet iyi biliyordu ki
aslında mesele ne Jeannette idi ne de diğer çocukları. Mesele ikisiydi. Ateşi çoktan tavsayan
evlilikleri!” (Şafak, 2009: 24)
“Büyük kızı ve kocasıyla yaşadığı tartışmadan sonra evde öyle gergin bir ortam vardı
ki, bir müddet Aşk Şeriatı’nı okumaya fırsat bulamadı Ella. Sanki tam ortalarında nicedir
fokur fokur kaynayan bir kazan vardı da aniden kapağı kalkmış, içindeki tüm buhar ve basınç
dışarı taşmıştı. Eski sürtüşmelere yeni küskünlükler eklenmişti. Maalesef o meşum kapağı
kaldıran Ella’dan başkası değildi. Üstelik bunu Scott’a telefon açıp kızıyla evlenme kararını
gözden geçrmesini söyleyerek yapmıştı.” (Şafak, 2009: 55)
Ella, hem işi gereği hem de aile içindeki problemlerinden uzaklaşmak için okumaya
başladığı Aşk Şeriatı adlı eser yoluyla tanıştığı yazar Aziz Zahara ve bu kitapta anlatılan
hikâyenin ana eksenini oluşturan tasavvuf anlayışı ile hayatını sorgulamaya başlar ve
gerçeklerle yüzleşir. Uzun zamandır farkında olmadan yaşadığı hayatın aslında onu mutlu
etmediğini, kendisini adadığı eşi ve çocuklarının bile aile dışında kendilerine ait bir hayat
sürdürdüklerini, yıllar içinde oluşturduğu kendi kişisel prensipleri ile sadece kendisine değil
ailesindeki diğer kişilere de nefes aldırmadığını fark eder. Aziz ile tanıştıktan sonra ruhsal bir
dönüşüm geçirmeye, daha esnek, olayları akışına bırakan, müdaheleci olmayan biri olmaya
doğru değişim göstermeye başlar. Yazar, ana karakterin yaşadığı bu dönüşümü yine
karakterin büyük bir tutkusu olan yemek ile okuyucuya aktarır.
68
“Bahar mevsimi boyunca Rubinsteinların görkemli malikânesinde her sabah ilk
uyanan, mutfağa ilk gelip kahvaltıyı hazırlayan Ella’ydı. Kahvaltının en faydalı öğün
olduğuna inanırdı. Kadın dergilerinin birinde okumuştu.... Her sabah usanmadan herkesin
yiyeceklerini
hazırlar;
böylece
çocuklarının
okulda
abur
cubur
yemek
zorunda
kalmayacaklarını düşünerek, bir anne olarak kıvanç duyardı.
Ama işte bu sabah Ella mutfağa girdiğinde, her zamanki gibi kahve hazırlamak,
portakal sıkmak ve ekmek kızartmak yerine, ilk olarak mutfak masasına geçip dizüstü
bilgisayarını açtı.” (Şafak, 2009: 122)
“‘Anne bu sabah bize kahvaltı hazırlamamışsın. İnanmıyorum!’
Söylenen söz Ella’yı sersemletmişti sanki. Şimdi etrafa bakma sırası ondaydı. Ne
kahvenin dumanı tütüyordu, ne ocağın üstünde sahanda yumurta bekliyordu. Ekmek kızartma
makinesi boştu. Sahi, ne olmuştu da her sabah robot gibi sofra kuran kadın, bu sabah
kahvaltıyı hazırlamayı unutmuştu?” ( Şafak, 2009: 125-126)
“Bu hafta ilk defa Füzyon Yemek Kulübü’nü aksatmıştı. Yaşadığı hayatla ne
yapacağını bilemez bir duruma düşmüşken, benzer hayatlar süren on beş kadınla yan yana
dizilip yemek pişirmek zoruna gitmeye başlamıştı.” (Şafak, 2009: 222)
“Tutkal Kadındı o. Tüm aileyi ve evin her şeyini dengede tutan merkezi güç! Oysa
şimdi tutkallıktan istifa etmiş, sabırlı ve sakin bir gözlemciye dönüşmüştü. Günler geceler
geçiyor; olayların gelişimini tarafsız bir nazarla izliyordu. Kontrol edemediği şeyler için
hayıflanmayı bırakalıberi bir başka kadın olmuştu. Daha vakur, daha yalnız, daha duyarlı
biri.” (Şafak, 2009: 223)
“Belki de kocasını korkutan Ella’nın bu yeni kişiliğiydi. Bu soğuk, mesafeli duruş; bu
aldırmazlık hali... Ella hiç olmadığı kadar güçlü hissediyordu kendini. Oysa çok değil bundan
belki bir ay öncesine kadar nasıl da farklıydı duyguları.” (Şafak, 2009: 224)
Romanın başında Ella ve eşi, aralarındaki sorunlarla bir şekilde yüzleşmeye nasıl bir
yemek masasında başladılarsa, ilişkilerine son noktayı yine bir yemek masasında koyarlar.
69
“Tam o anda elinde siparişler, yüzünde kondurulmuş bir gülücükle garson kız belirdi.
Ella da David de geri çekilip, aynı ifadesiz bakışlarla seyrettiler garsonun tabakları masaya
bırakışını. Tekrar yalnız kaldıklarında, David kınayan gözlerini dumanı tüten yemeklerin
üzerinden karısına dikti. ‘Demek bütün mesle buydu? Benden intikam almak istedin, öyle mi
hayatım?’
(...)
Ella gayet gergin bir şekilde ellerini kavuşturdu, derin bir soluk aldı. Sanki restorandaki
herkes ve her şey hareket etmeyi kesmiş, garsonundan aşçısına, yan masadaki müşteriden
akvaryumdaki balığına kadar hepsi söyleyeceklerine kulak kabartmıştı.
‘Aşk...’ dedi en sonunda. ‘Ben Aziz’e âşık oldum.’” (Şafak, 2009: 308-309)
Dönüşümünü tamamlayan, hayatındaki gerçeklerle yüzleşen Ella, romanın sonunda
yapmak istediği şeyi yapmaya karar verir. Son kez eskiden olduğu gibi ailesinin bir araya
geleceği, birbirinden leziz yemeklerin yer aldığı eksiksiz çok şık bir sofra hazırlar. Ancak bu
sofrada kendisi yer almayacaktır. Artık ailede Ella başta olmak üzere birçok şey değişmiş,
kimse için hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktır. Hazırladığı mükemmel sofra ile Ella ailesine
veda eder.
“Yemekleri pişirmek epey vaktini aldı. İşi bittiğinde kıymetli misafirlere sakladığı
narin porselen takımı çıkardı. Masayı kurdu, peçeteleri katladı, çiçekleri düzenledi. Fırının
saatini kırk beş dakikaya ayarladı ki graten saat yediden evvel gerektiği gibi ılınmış olsun.
Kıtır ekmekleri kızarttı, salatanın sosunu hazırladı- Avi’nin istediği gibi bol kremalı. Mumları
yakmayı düşündüyse de vazgeçti. En iyisi masayı böyle bırakmaktı, kusursuz bir tablo gibi. El
değmemiş. Hareketsiz.
Son bir kez baktı donattığı sofraya. Ve sonra sakince geceden hazırladığı iki bavulu kavradı.
Ve Ella Rubinstein, böylece evini terk etti.” (Şafak, 2009: 399-400)
70
3.3.3 Mutfak Çıkmazı Romanın Olay Örgüsü
Tahsin Yücel’in Mutfak Çıkmazı9 adlı ilk romanı İlyas Divitoğlu’nun çöküşünün
hikâyesidir. Divitoğlu ailesi, bir zamanlar varlık içinde yaşayan, bazı aile bireylerinin
yönetici, ağa, hatta Cumhuriyet’in ilk Yargıtay üyesi olduğu, köklü ve asil, aynı zamanda
iyiliksever, cömert bir ailedir. Ancak yıllar içinde artan nüfus, malların bölünmesi ve bazı aile
üyelerinin var olan bütün varlığı çeşitli yollarla har vurup harman savurması sonucu aile
yoksullaşır. Bu köklü ailenin son okuyan çocuğu İlyas Divitoğlu’dur. Ailedeki herkes tüm
sınıfları birincilikle bitiren bu akıllı çocuğun okuyup Yargıtay üyesi olan dedeleri gibi başarılı
olacağına ve çekilen tüm maddi sıkıntılara son vereceğine inanmaktadırlar. Bu yüzden İlyas’ı
okutmak için seferber olurlar. Önce liseyi sonra da üniversiteyi okuması için onu İstanbul’a
gönderirler.
Hukuk fakültesine devam eden İlyas, oldukça başarılı bir öğrenciyken Emel’e âşık
olur. Yargıtay’a yerleşmedikçe evlenmeme sözünü unutur ve Emel ile evlenmek ister. Ancak
Emel, İlyas’ı bir dost gibi gördüğünü söyler ve evlenme teklifini kabul etmez. Çok sevdiği ve
tutkuyla bağlandığı bu kız tarafından evlenme teklifi kabul edilmeyen İlyas’ın tüm yaşam
sevinci yok olur, içine kapanır. Morali bozuk ve kendini bilmez bir halde sokakta dolaştığı bir
gün yakın arkadaşı Murat’ın evine gelir. Burada karşılaştığı bir misafirden yemeğin insanı
rahatlattığı ile ilgili dinlediği şeylerden etkilenerek yemek yapmaya karar verir. Önce bir iki
yemek denemesi ile başlayan mutfak macerası İlyas için gittikçe bir tutkuya dönüşür. Okula
gitmeyi bile unutan İlyas, Emel’in yaptığı ani ziyaret ile ilişkileri hakkında yeniden umutlanır.
Ancak Emel sadece onu merak ettiği için ziyaretine gelmiştir ve ilişkilerini bir dostluk ilişkisi
olduğunu yineler. Bunun üzerine iyice bunalıma giren İlyas, iyice içine kapanır ve tek
düşündüğü şey yeni yemekler pişirmek olur.
Emel’in arkasından fakültedeki derslerine gelmeyen İlyas’ı merak eden sınıf arkadaşı
Selami daha sonra Murat, İlyas’ın pişirdiği yemekleri tadarlar ve oldukça beğenirler. Murat,
İlyas’ın yemek pişirmek için evden çıkmadığını ve yemekten başka bir şey düşünmediğini
anlayınca ona yardım etmeye karar verir. İlyas’ın tüm itirazlarına rağmen onu evinde
düzenlediği partiye götürür. Partiye katılanlar sarhoş olup sürekli yemeklerden bahseden
İlyas’ın delirdiğini düşünüp onunla alay ederler. Bu duruma çok kızan Emel, İlyas’ı evine
bırakır. Bu olaydan sonra İlyas, iyice mutfağına kapanır. Bedava ve lezzetli yemeğin peşinde
olan sınıf arkadaşı Selami, çok yalnız olduğu gerekçesi ile İlyas’a bir arkadaşının kedisini
getirir. Artık İlyas, iyice içine kapanmış, mutfağından evinden dışarı çıkmaz, yemeklerden
9
Tahsin YÜCEL (1960) Mutfak Çıkmazı. Varlık Yayınları, İstanbul. Tüm alıntılar 1960 baskısından yapılmıştır.
71
başka hiçbir şeye önem vermez hale gelmiştir. Aslında tek düşündüğü Murat’ın partisindeki
sarışın kızın bahsettiği Fransız yemeği coq-au-vin’dir. Her şeyi bırakıp bu yemeğin tarifini
bulmak tek amacı haline gelir.
Bir gün sahafları dolaşırken hepsi bir örnek ciltlenmiş bir sürü Fransız yemek kitabı
bulur. Ancak çok pahalı olan bu kitapları almak için İlyas’ın elindeki para yetmez. Bu
kitapları almak İlyas’ın tek amacı haline gelmiştir. Radyosunu, kitaplarını, sobasını kısacası
her şeyini satıp bu kitapları alma planları yapar. Bu sırada bir akşam memleketinden bir
akrabası onu ziyarete gelir. İlyas’ın kendisine hazırladığı sofranın zenginliğinden şaşkına
uğrayan bu akrabaya gerçeği söylemekten kaçınan İlyas, nişanlı olduğu yalanını söyler. Bu
yalana inanan akraba, gelin hakkında birçok soru sorarak İlyas’ı daha fazla yalan söylemeye
mecbur eder. Akrabası karşısında düştüğü bu durumdan oldukça utanan İlyas, hayatını
mahvettiğinin farkına varır gibi olduysa da yemek yapmaya olan tutkusu her şeyden üstün
gelir. Yine ne pahasına olursa olsun o yemek kitaplarını elde etmenin yolunu arar. En sonunda
bir gün Selami’ye bütün hukuk kitaplarını ve radyosunu sattırır ve çok istediği yeşil ciltli
Fransız mutfağı hakkında yazılmış kitapları alır.
İlyas’ın yemek pişirme tutkusuna kendini kaptırmış olmasından oldukça endişelenen
yakın arkadaşı Murat, onu kurtarmak için Emel’i arayıp, İlyas ile evlenmesini aksi takdirde
İlyas’ı kaybedeceklerini söyler. Bunu üzerine Emel, İlyas’ı ziyarete giderek ona evlenme
teklif eder. Ancak kendisi ile ilgili artık hiçbir ümidi kalmayan, hayatla bağları iyice kopan
İlyas, Emel’in evlenme teklifini reddeder. Bu olaydan sonra İlyas’ın çöküşü hızlanır. Fransız
yemeklerine olan saplantılı bağlılığı gittikçe artan İlyas, bilincini iyice yitirir. Yaptığı tek şey
yemek pişirmek ve pişirdiklerini yemektir.
Günün birinde vücudundaki çıbandan rahatsızlanan ve apartman merdivenlerinde
kendinden geçip bayılan İlyas’ı bulan ev sahibi, tedavi için Murat’ı arar. Doktorla birlikte
İlyas’ın evine gelen Murat, bütün tedavi masraflarını karşılar, İlyas’la ilgilenir. Birbirlerini
uzun zamandır görmeyen iki arkadaş bir süre dertleşirler. Murat, biraz çekinerek Emel ile
evleneceğini söyler. İlyas, bu duruma çok üzülse bile artık onun için her şey geçmişte
kalmıştır. Uzun zamandır görmediği ve ilgilenmediği arkadaşının haline çok üzülen Murat, bir
kere daha onu kurtarmaya karar verir. Emel ile Murat, İlyas’ı evlendikten sonra yaşayacakları
çiftliğe aşçı olarak almaya karar verirler.
Çiftlikte Emel ve Murat’la birlikte sakin bir yaşam süren İlyas, bütün her şeyi, ailesini,
gelecek planlarını, akrabalarını geride bırakır. Hiçbir şeyi ve hiç kimseyi düşünmez olur.
Ancak günün birinde İlyas’ın bir çiftlikte aşçılık yaptığını öğrenen akrabası, çocukluk
arkadaşı Mustafa, onu ziyarete gelir. Mustafa, bir Divitoğlu olarak aşçı olmanın İlyas’a
72
yakışmadığını ve bu işi bırakıp kendisi ile birlikte memlekete dönmesi gerektiğini söyler.
İlyas’ın memlekete dönmeyeceğini söylemesi üzerine Mustafa, onu öldürür.
3.3.4 Mutfak Çıkmazı Romanındaki Yemek Kronotopu
Tahsin Yücel’in Mutfak Çıkmazı adlı romanının olay örgüsü farklı bir yapıda
kurgulanmıştır. Eserin başında İlyas’ın cenaze töreninin anlatılmasıyla hikâyenin ana
kahramanının sonu verilerek, okuyucuda İlyas’ın neden öldüğüne dair bir merak uyandırılır.
Okuyucu merakına yenik düşerek okumaya devam ettiğinde İlyas’ın yaşamış olduğu değişime
tanıklık eder.
İyi bir aileden gelen İlyas, ailesinin zamanla eski gücünü ve zenginliğini yitirmesi
neticesinde kentte oldukça güç bir hayat sürmektedir.
“Para kazananların birkaçı da öldü, ufacık ufacık çocuklar kaldı geride, başlarında tüy
bitmemiş yetimler kaldı. Bu yüzden gittikçe güçleşti durum, İlyas’ın aylığı gittikçe azaldı.
Sonra da sağnaklar gibi, ıssız tepelerde kara kış gibi bir pahalılık bastırdı. İlyas rahatlığı
unuttu gitti, gönlünce tokluğu unuttu gitti. Çoğu akşamları yemeksiz geçti, çayla, peynirle,
zeytinle, bazan bir tek yumurtayla, bazan kuru ekmekle geçti. Gene de hiç belli etmedi bunu,
kimselere sır vermedi, sarsılmadı, sendelemedi, durmadan çalıştı, tek ders kaçırmadı.”
(Yücel, 1960: 6)
Yaşamış olduğu bütün maddi sıkıntılara rağmen Emel’e duymuş olduğu aşk, ona
Divitoğlu ailesinin soylu geçmişini devam ettirmek ve Yargıtay üyesi olup dedesi gibi biri
olabilmek hedeflerini unutturur.
“Dersleri başından aşkındı, derslerin ardında düşleri vardı, kadınlara zaman
ayıramazdı. Hem de büyük bir söz vermişti kendi kendine: yargıtay üyesi olmadıkça
evlenmiyecekti, yargıtay üyesi olmadıkça hiç bir kıza, hiç bir kadına el sürmiyecekti. Ama
emel bir kız değildi sankisanki bambaşka bir varlıktı. Çabaları boşa gitti İlyas’ın, ondan
kaçamadı, kurtulamadı. Kaçmamakla da kalmadı: çok geçmeden derslerini unuttu, yargıtayı
bile unuttu. Yargıtay en büyük amaç olmaktan çıktı, sıcak bir düş oldu yalnız, küçüldü,
Emel’in ardında kaldı.” (Yücel,1960: 6)
73
Bir süre sonra Emel’siz yaşayamayacağını anlayan İlyas, ona evlenme teklif eder.
Ancak Emel, İlyas’ı reddeder. Beklemediği bu cevap karşısında büyük bir ruhsal bunalıma
giren İlyas için çöküş, kötü yönde bir değişim başlar.
“Yatağına baktığı zaman bir garip tiksinti başlamıştı içinde. Şimdi, sokaklarda
yürüdükçe, büyüyordu, her şeye, her yere uzanıyordu. Her şeyi, her yeri kaplamaya
başlıyordu. En kötüsü, en korkuncu buydu, bu tiksintiydi. Havaya karışmış bir zehir gibiydi,
soluğunu kesiyordu. Bir kahveye girdi, orada da duramadı. Bir yerlerde duramıyordu.
Kaçmak geliyordu hep içinden. Nereye kaçacağını bilmiyordu. Düşünmüyordu da.”
(Yücel, 1960: 9)
Murat’ın evinde karşılaştığı bir misafirden etkilenen İlyas, evinde yemek pişirmeye
başlar. Önceleri sadece masraflarını azaltmak için başladığı bu uğraş gittikçe İlyas’ın en
büyük tutkusu olur.
“Tencereyi, tabakları, kaşıkları, küçük, tozlu mutfağına yerleştirdi. Hava pek soğuktu,
üşüyordu. Yorgundu da üstelik, hemen yatması gerekirdi. Gene de ayrılamıyordu mutfaktan.
Gözlerini ayırmadan tencereye, tabaklara bakıyordu. Çok güzel bir resme bakar gibiydi.
Tencere tencere değildi sanki, tabaklar tabak değildi, ölümsüz ellerden çıkmış ölüm kalım
resimleriydi. Belirsiz bir hazla, bulanık bir öç duygusuyla bakıyordu. Bir yabancı, bir sonsuz
hüzün, bir tuhaf huzur veriyorlardı. Usul usul yüreğine çöküyorlardı. Ama Divitoğlu sanki
büyülenmişti, bakmaya doyamıyordu.” (Yücel, 1960: 14)
“Mutfakta bir ılık rahatlık duydu. Bir ıslık tutturdu. Eti ıslık çala çala yıkadı.
Tencereye koydu. Üstüne soğan doğradı. Ocağı yaktı. Sonra birkaç patates soydu. Odasına
gitti (…)” (Yücel, 1960: 15)
“Dayanılmaz bir istek uyandırıyordu içinde bu yemek, kanlı-canlı bir şehvet
uyandırıyordu. İsteğini kuru ekmekle yatıştırmaya çalışıyordu (…) Yemek pişip hazır olduğu
zaman, Divitoğlu midesini ekmekle doldurmuştu. Gene de iştahla yedi. Yedikçe her şeyi
unuttu yavaş yavaş, yedikçe bir tuhaf oldu. Yemek yer gibi değildi, daha büyük, daha yüce bir
iş yapmadaydı sanki.” (Yücel, 1960: 16)
74
Bu romanda bir kronotop olarak yemek pişirmek, yemek yeme edimi ve mutfak
İlyas’ın kendisini zorlayan şartlardan kaçışını ve kaçış sonucunda geçirdiği değişimi
göstermektedir. Yemek pişirmekten gittikçe daha çok hoşlanmaya başlayan İlyas, aslında
yaşadığı maddi zorluklardan, kendisini reddeden sevgilisinden, bir türlü benzeyemediği diğer
insanlardan, yapıp yapamayacağı hiç düşünülmeden ona dayatılan Divitoğlu soyunu devam
ettirme görevinden kaçmaktadır.
“Emel işkenceden bıktı. Sessizce çıktı odadan. Divitoğlu bütün varlığıyla ayak
seslerini dinledi. Ama beyni uğultular içindeydi, dış kapının açılıp kapandığını duymadı.
Duymayınca gene umutlandı. Birdenbire kalkıp kapıya koştu. Kapı çoktan kapanmıştı.
Donakaldı. Bir zaman öylece durdu olduğu yerde. Sonra “Allah belasını versin!” diye
söylendi. “Bana göre bir kız değil, insan bile değil!” Şimdi gerçek bir tiksinti duyuyordu
içinde. Herşeyden, herkesten tiksiniyordu gene. “Allah bin bin belasını versin!” dedi. Bütün
insanlardan tiksiniyordu. Evine kapanacaktı artık, hiç çıkmayacaktı, kendi kendisiyle
yetinecekti, kararı karardı.” (Yücel, 1960: 21)
Ancak İlyas, kendisini kuşatan bütün bu olumsuzluklardan kaçmaya çalıştıkça daha
büyük bir yalnızlığın içine düşmekte, bu yalnızlık da onu gittikçe takıntılı, yemek yapmak,
yeni yemekler pişirmekten başka bir şey düşünmeyen biri haline dönüştürmektedir. Bu
dönüşüm o kadar tehlikeli bir hale gelmeye başlar ki İlyas, evinin kirasını ödemeyi unuttuğu
gibi uyumak dışında yıkanmak gibi yaşamsal gereksinimlerini de yerine getirememektedir.
“Bu sefer büsbütün inandı kadın: oğlan işin alayındaydı. Artık eve kira vermek
istemiyordu. Bu da olacak şey değildi doğrusu. Kiracısı da çok iyiydi eskiden. Eskiden böyle
yapmazdı. Ama o bugünü bilirdi yalnız. Birdenbire sinirlendi:
“Neyi olacak, a canım, kirayı!” dedi.
Divitoğlu ezile büzüle ellerini ovuşturdu.
“Çok dalgınım, unutmuşum,” diye kekeledi. “Olacak şey değil, nasıl unuttum! Durun bir
dakika,” dedi. Hemen odasına koştu cüzdanını getirdi.” (Yücel, 1960: 23)
“Uzun zaman kimsecikler uğramadı Divitoğlu’nun semtine. O da hiç kimseyi
beklemiyordu zaten, hiç kimseyi aramıyordu. Dışarıya çıktığı da olmuyordu, çıkarsa pazara
çıkıyordu yalnız. Ama yaşayışından memnundu. Yemekleri anlatılamazdı. Anasının
yemekleriyle bile kıyaslanamazdı. Hepsi de pek hoş oluyordu. Başka yemeklerdi onun
yemekleri, eşsiz yemeklerdi! Yemekleri yaparken de, yerken de, sonsuz bir mutluluk
75
duyuyordu. Ya yemek yapıyor, ya yemek yiyor, ya yemek düşünüyor ya da uyuyordu. Bunun
için sürekliydi mutluluğu. Yalan değil, başka şeyler de geliyordu aklına, tanıdık insanlar, eski
düşünceler, eski, candan dostlar geliyordu. Ama hepsi de bir masal gibi geliyordu, gerçek gibi
gelmiyorlardı, diri diri gelmiyorlardı. Gerçeğin sınırları daralmıştı, bir odayla bir mutfağa,
otururken pencereden görünen, el kadar bir gök parçasına inmişti.”
(Yücel, 1960: 28)
İlyas, içinde bulunduğu ruh durumundan ve geçirmiş olduğu dönüşümden o kadar
memnundur ve eski hayatıyla bağlantıları hatırlamak istemez. Bu yüzden kendisine yardım
etmek isteyen üniversite hocası Orhan Bey’den ve hatta onu kurtarmak için evlenme teklifi
eden Emel’den rahatsız olur.
“İlyas’ın evine geldiği zaman, her şeyi önceden biliyordu ama upuzun uzamış
saçlarını, sakallarını, yusyuvarlak olmuş yüzünü, şişman bedenini, üstünün başının kirliliğini
görünce, gene de donakaldı, gözlerine inanamadı. Divitoğlu karşısında bir taş gibi durmuştu,
soğuk soğuk, kızgın kızgın bakıyordu, meydan okuyordu sanki! Evet, meydan okuyordu,
kendisi de farkındaydı. Orhan Bey içini alt-üst etmişti, eski şeyleri yeniden canlandırmıştı.
Bunun için sinirliydi, bunun için böyle dimdik duruyordu. Orhan beye böyle sert sert
bakmakla, Orhan beye böyle meydan okumakla, bütün geçmişine, geride kalan her şeye,
soyuna sopuna da meydan okuyormuş gibi bir duygu vardı içinde. Bu duyguda bir rahatlık
buluyordu.” (Yücel, 1960: 82)
“Divitoğlu kendini güç tutuyordu. Gırtlağına bir hıçkırık takılmıştı, taş gibi bir
hıçkırıktı, yutmak istiyordu, yutamıyordu, hıçkırığı boğamıyordu. Emel ağladıkça,
yalvardıkça, hıçkırığı zaptedilmez oluyordu, şahlanıyordu. Hıçkırığı şahlandıkça, küllenmiş
düşler, erekler, bütün yitikler, gırtlağını, gözlerini yakıyorlardı (…)
“Beni bırak! Beni bırak!” diye bağırdı. Bağırınca hıçkırığı gırtlağından sıyrıldı,
birdenbire gözlerinden yaşlar boşandı. “Beni bırak, git buradan!” diye inledi. Pencereden
boşluğa baktı. “Beni ancak ölüm paklar, sen değil!” dedi.” (Yücel, 1960: 78)
76
Romanın sonunda İlyas’ın yaşamakta olduğu ve onu geri dönüşü olmayan bir yola
sokan aşkı Emel’in en yakın arkadaşı Murat ile evlenmesi, İlyas’ın sonunu hazırlayan en
önemli olay olur. Bir sığıntı gibi yaşadığı çiftlikte iyice bunalan İlyas, kendini ve amaçlarını
kaybetmiş bir halde, ölümü beklemektedir.
“Alıp başını gidiyordu deli gibi. Bazı bazı adımları hızlanıyordu. Koştuğu, soluk
soluğa geldiği, bir köşeye yığılıp kaldığı zamanlar bile vardı. “Beni yalnız ölüm paklar”
diyordu gene. Ölüm isteği içinde şahlanıyordu. Ama çabuk sönüyordu. Emel vardı gerisinde,
bu çiftlikte Emel yaşıyordu, bir türlü kaçamaması, ölmemesi bundandı belki de. Bağdaş kurup
oturuyordu. “Beni yalnız ölüm paklar,” diyordu kendi kendine. Ama kendisi de biliyordu:
bunlar anlamını yitirmiş sözlerdi! Zaten her şey yitirmişti anlamını, her şey değişmişti,
bitmişti artık, çırpınmak, üzülmek boştu, saçmaydı. Yitmiyen, bitmiyen bir tek şey vardı, bu
da mutfaktı, hem de bu çiftlik mutfağıydı. Bir lokanta mutfağı bile değildi, birkaç kuruş para
bile getirmiyordu. Ama olan olmuştu bir kere: herşeyi bu mutfaktı işte, hayatı bu mutfaktı!
Hayatını değiştirmek de istemiyordu. Artık neye yarardı ki? Bu mutfakta ölecekti...”
(Yücel, 1960: 95)
Gerçekten de İlyas’ın, mutfakta başlayan, kendini, ailesini, toplumdaki yerini yok
saymaya kadar giden değişimi yine mutfakta son bulur. Kendisine dayatılan tüm
sorumlulukları, toplumsal kuralları görmezden gelince, aile üyelerinden biri olan Divitoğlu
Mustafa tarafından Murat ile Emel’in çiftliklerinin mutfağında öldürülür. İlyas, kendini
bulduğu mutfakta kendini yitirir.
“Ama doğru söylüyordu, yalanı yoktu: Divitoğlu gerçek Divitoğlu değildi artık. O
çoktan ölmüştü, öldürmüşlerdi. Görünüşü, sesi bir aşçıda kalmıştı, ama İlyas Divitoğlu yoktu
artık, İlyas Divitoğlu çoktan ölmüştü. Ne var ki Mustafa gözlerine inanıyordu yalnız,
gözlerinin gördüğüyle yetiniyordu. Bu yüzden şaşırdı, yanıldı işte, bu yüzden sarıldı
tabancasına, beş el kurşun attı birdenbire, biçare aşçıyı delik deşik etti.”
(Yücel, 1960: 96)
77
3.3.5 Pi’nin Yaşamı Romanın Olay Örgüsü
Pi’nin Yaşamı10 adlı roman, bir çerçeve hikaye ve bu çerçeve hikayenin içindeki bir
başka hikaye olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Çerçeve hikayede okuyucu önce
yazarın romanını nasıl yazmaya başladığını öğrenir. Yazar, ikinci kitabının başarısızlığından
sonra Hindistan’a gider. Amacı Hindistan’nın mistik atmosferinden alacağı ilhamla yeni bir
romana başlamaktır. Ancak hiçbir şey istediği gibi gitmez ve yazar romanını yazamaz.
Cebinde kalan biraz para ile Hindistan’nın güneyini gezmeye karar verir. Seyahati sırasında
güneydeki Pondicherry şehrine vardığında Hint Kahve Evi’nde Francis Adirubasamy ile
tanışır. Francis Adirubasamby’nin bildiği çok ilginç bir öykü vardır. Öykünün ana öğelerini
yazara anlatır ancak Kanada’ya geri döndüğünde Piscine Molitor Patel’i bulmasını ve
öykünün detaylarını ondan dinlemesini söyler çünkü öykü Piscine Molitor Patel ile ilgilidir.
Nitekim yazar da böyle yapar, Patel’i bulur.
Piscine Molitor Patel, Hindistan’nın Pondicherry eyaletinde dünyaya gelir.
Pondicherry Hayvanat Bahçesi’nin kurucusu, sahibi, müdürü ve orada çalışan elli üç kişinin
yöneticisi olan babası, annesi ve abisi Ravi ile sakin bir hayat süren Piscine’nin en büyük
sıkıntısı anlaşılması zor olan adıdır. Gittiği tüm okullarda adı yüzünden alay konusu olan
Piscine, son okulda bu alaylara bir son vermek için kendisine bir takma ad seçer. Gerçek adını
kısaltır, bundan sonra onu kısaca Pi diye çağıracaklardır.
1970’lerin ortalarında, Hindistan’da siyasi açıdan karışıklıklar baş gösterir. Ülkede
yönetim değişir ve Indra Gandhi yönetime el koyar. Bu siyasi bilinmezlik ve karmaşa durumu
sonucu ailesinin geleceğinden endişe eden, mutluluk ve refaha ulaşmanın bu yeni koşullarda
pek de mümkün olmayacağına inanan Pi’nin babası bu yeni Hindistan’dan ayrılmak ister.
Tüm aile Kanada’ya taşınmaya karar verirler. Yeni bir ülkeye, yeni bir yaşama başlamak için
hayvanat bahçesini kapatırlar. Uzun süren işlemler sonucunda hayvanat bahçesinde bulunan
hayvanlar Amerika ve Kanada’daki çeşitli hayvanat bahçelerine satılır. Sonunda 77 yılının bir
yaz günü Panama bandıralı, bir Japon gemisine binerek Kanada’ya doğru yola çıkarlar. Ancak
gemi Pasifik Okyanusunda Midway’e doğru giderken batar.
Gemideki patlamayı duyup güverteye çıkan Pi, şans eseri onu farkeden tayfalar
tarafından apar topar filikaya konur ve denize bırakılır. Ancak Pi, filikada yalnız değildir. Pi,
koskoca Pasifik Okyanusunda büyük bir Bengal kaplanı, bir benekli sırtlan, bir zebra ve
Borneo cinsi bir orangutanla minik bir filikanın içinde yapayalnız kalmıştır.
10
Yann MARTEL (2001 / 2003) Pi’nin Yaşamı. İnkılap Yayınları, İstanbul. Tüm alıntılar 2003 baskısından
alınmıştır.
78
Pi, filikanın küpeştesinde bir küreğe tünemiş bir halde umutla kurtarılmayı beklerken
aynı zamanda filikanın içindeki vahşi hayvanlarla ve doğa ile mücadele ederek hayatta kalma
savaşı vermektedir. Ancak bu pek de kolay olmamaktadır; çünkü aç sırtlan harekete geçmiş
önce yaralı zebrayı ardından da orangutanı vahşi bir şekilde öldürmüştür. Fakat sonunda
Bengal kaplanı sırtlanı öldürür. Artık Pi, filikada Richard Parker isimli Bengal kaplanıyla tek
başına kalmıştır. Pi’yi ayakta tutan tek şey hayatta kalma arzusudur. Filikada kalmaya devam
ederse aç kaplanın kendisine saldıracağından endişe eden Pi, can simitleri ve kürekleri
kullanarak kendisine bir sal yapar ve filikanın arkasına bağlar.
Richard Parker’ın varlığının kendisini hayata bağlayan en önemli şey olduğunun
farkına varan Pi, onu evcilleştirmeye karar verir. Can yeleğinden sarkan düdüğü ve sal
yüzünden sandalda meydana gelen yalpalamaların kaplan üzerinde yarattığı korkuyu kullanan
Pi, kaplan ile arasında sınırları belirleyen ama aynı zamanda da kaplanın Pi’ye itaat etmesini
sağlayacak güçlü bir bağ oluşturur.
Gün geçtikçe denizden balık ya da kaplumbağa yakalamayı ilerleten Pi, hem kaplanı
hem kendisini avladıklarıyla beslemeye başlar. Ancak bu yöntem düzenli bir beslenme biçimi
değildir ve bir süre sonra her ikisi de açlıktan, zayıflıktan ve bünyelerinin güçsüz
düşmesinden dolayı o kadar hastalanırlar ki, görüş yeteneklerini geçici bir süre kaybederler.
Günler sıkıntı içersinde geçerken Pi, şans eseri okyanusta başka bir filikanın içinde açlıktan
kör olmuş bir adamla karşılaşır. Açlıktan delirmiş olan kör adam Pi’ye fazla yiyeceği olup
olmadığını sorar ve Pi’yi kandırıp yemek için Pi’nin filikasına biner. Ama Richard Parker’ın
varlığından haberi yoktur ve filikaya adımını atar atmaz aç kaplana yem olur. Bu olay
karşısında döktüğü gözyaşları Pi’nin gözlerine iyi gelir ve gözlerindeki iltihap açılır, görme
yeteneğine tekrar kavuşur.
Umutsuz ve çaresiz okyanusta sürüklenirlerken, filika yosunlardan oluşan bir adaya
varır. Pi ve Richard Parker, adayı keşfe çıkarlar. Pi, gün içinde adadaki yosunları yiyerek
karnını doyurup, tekrar güç kazanırken akşamları da filikada uyur. Richard Parker ise adada
bulunan firavunfarelerini yiyerek karnını doyurur. Yeterince güçlendikten sonra adayı keşfe
çıkan Pi, adanın yosunlardan oluştuğunu ancak garip bir biçimde çevrede ne bir sineğin, ne
bir kelebeğin, ne bir arının ne de herhangi türden bir böceğin, kemirgenin, kurtçuğun,
solucanın, yılanın ya da başka türde ağaçların, çalının, çimenin, çiçeğin olmadığını görür.
Adanın çeşitli yerlerinde bulunan gölcüklerin içinde de balık veya herhangi başka bir canlı
yaşamamasına karşın, gün içinde bu gölcüklerin içi ölü balıklarla dolmaktadır. Adanın
gizemini çözmeye çalışan Pi, çevreyi dolaşırken garip bir ağaçla karşılaşır. Adadaki diğer
ağaçların meyvasız olmasına karşın bu ağacın meyvası vardır. Donuk yeşil renkteki bu
79
meyvalara ulaşıp iştahla yemek için meyvanın kabuklarını ayırmaya başladığında aslında
meyvaların meyva değil de bir top oluşturacak şekilde birbirlerine yapışmış bir yaprak tomarı
olduğunu farkeder. Yaprakları kat kat ayırıp meyvanın ortasına varınca gördüklerinden
dehşete düşer. Meyva sandığı bu yaprak toplarının içinde insan dişleri bulunmaktadır.
Sonunda Pi, ada ile ilgili gerçeğin farkına varır. Ada etoburdur. Ağaçların köklerinin
oluşturduğu yeraltı tünellerine çekilen balıklar gölcüklerdeki tatlı suyun içine hapsolup
ölmektedirler. Gece ise güneşin batmasından sonra ortaya çıkan bazı kimyasal olaylar
sonucunda yosunlar asitleşmekte hem adanın üstünde yaşayanları hem de gölcüklerdekileri
eritmektedirler. Bu gerçeğin farkına varan Pi, Richard Parker’ı da alıp adayı terk eder.
Adadan ayrıldıktan sonra bir süre daha okyanusta sürüklenen Pi, sonunda Meksika
kıyılarındaki küçük bir sahil kasabası olan Tomatlan’a ulaşır. Karaya yanaştıktan sonra
Richard Parker, ormanın derinliklerinde gözden kaybolur, Pi ise sahil kasabasında
yaşayanlarca kurtarılır, yemek yedirilir, giysi verilir ve ertesi gün bir polis arabasına bindirilip
hastaneye götürülür.
Japon Ulaştırma Bakanlığı Denizcilik Şubesinden iki kişi, Benito Juarez revirinde
bulunan Pi ile görüşmeye gelerek, Pasifik okyanusunda hiçbir iz bırakmadan batan Tsimtsum
adlı gemi ve Pi’nin 227 gün süren okyanus macerası ile ilgili bilgi almak isterler. Ancak her
iki adam da Pi’nin okyanusta bir Bengal kaplanı ile birlikte minicik bir filikada 227 gün
boyunca başından geçen olaylara inanmazlar. Bunun üzerine Pi, onlara hayvanların ya da
fantastik etobur adanın olmadığı ikinci bir hikaye anlatır.
Bu ikinci hikayeye göre, gemi kazasından kurtulan dört kişidir; Pi, annesi, bacağı kırık
bir tayfa ve bir aşçı. Aşçı, önce bacağı gittikçe kötüleyen tayfayı ardındanda Pi’nin annesini
öldürür. Daha sonra bir fırsatını bulan Pi, aşçıyı öldürür. Denizcilik bakanlığından soruşturma
için gelenler, Pi’nin anlattığı her iki öykü arasında oldukça fazla benzerlik olduğunu
farkederler ve birinci hikayeye inanmayı seçip, elde geminin batışı ile ilgili yeterli delil
olmadığını söyleyerek dosyayı kapatırlar.
80
3.3.6 Pi’nin Yaşamı Romanındaki Yemek Kronotopu
Kristof Kolomb, 1492 yılında Amerika kıtasına ilk ayak bastığı zaman sadece bir
kıtayı keşfetmekle kalmamış aynı zamanda yıllarca türlü söylentilere konu olan ve gerçekten
varolup olmadıkları tartışılan yamyamların da varlığını kanıtlamıştı. Kolomb’un gemisindeki
doktor Guadeloupe adasındaki yamyamların elinden kurtulan mahkumların anlattıklarını
evine yazdığı mektupta şöyle anlatmaktadır:
“Adalıların elinde esir kalmış kadınlara bunların nasıl insanlar olduklarını sorduk ve
“Karibler” yanıtını aldık.Bu insanları insan eti yemek gibi günahkar bir şey yaptıkları için hor
gördüğümüzü öğrendiklerinde, memnun oldular. Bize Karibli erkeklerin onları korkunç
şekilde kullandıklarını, sonra da doğurdukları çocukları yediklerini, sadece yerli karılarından
olan çocukları yemediklerini söylediler. Erkek düşmanlarına gelince, onları canlı ele
geçirirlerse, ziyafet yaptıklarını, savaşta öldürülenleri savaştan sonra yediklerini anlattılar.
Erkek etinin çok lezzetli olduğunu ve hayatta hiçbir şeyle karşılaştırılamayacağını
söylüyorlarmış, zaten bu da çok aşikardı, çünkü evde bulduğumuz kemiklere bakılırsa,
kemirilebilecek her şey zaten kemirilmiş, sadece çok sert olduğu anlaşılan birkaç parça
kalmış. Evlerden birinde, bir insan boynunun piştiğini gördük... Savaş esiri olarak
yakaladıkları erkek çocukların cinsel organlarını kesiyor, çocukları büyüyene kadar besleyip
sonra yiyorlarmış; büyük bir ziyafet vermek istedikleri zaman onları ortaya çıkarıyorlarmış,
çünkü kadınların ve küçük çocukların etinin lezzetli olmadığını söylüyorlar. Böyle hadım
edilmiş üç çocuk biz evleri ziyaret ederken kaçıp yanımıza geldiler.” (Armesto, 2007: 37-38)
Tarih boyunca yukarıdaki gibi pek çok seyahatnamede veya yazılı başka kaynaklarda
yamyamlıkla ya da yamyamlarla ilgili yazılanlar uydurma, başkalarının abartılmış düşünceleri
olarak nitelense de kültürel ve sosyal nedenler, açlık veya kıtlık ya da delilik, yani sosyal
sapkınlık yamyamlığa yol açabilmektedir. Sadece geçmiş yüzyıllarda değil modern
zamanlarda bile deniz kazalarında ve uçak kazalarında sağ kalanların ölüleri yiyerek
yaşamaları karşılaşılan bir durumdur. 1972 yılında Uruguay’dan kalkan Old Christians ragbi
takımının uçağının And Dağlarında düşmesi ve kazazedelerin ölenleri yiyerek hayatta
kalmaları buna örnek olarak gösterilebilinir.
81
Yann Martel’in Pi’nin Yaşamı11 adlı romanında Pi’nin başından geçenlerde bu çeşit,
yani bir kaza sonrasında ortaya çıkan yamyamlığın ekseninde biçimlenmiştir. Ancak bu
bölümde amacımıza uygun olarak yemek ve yamyamlık arasındaki ilişkiyi bir kronotop olarak
değerlendireceğiz.
Romanın bütününü Pi’nin yedi ay bir filikanın içinde birlikte mahsur kaldığı dört
hayvan ile verdiği hayatta kalma mücadelesi oluşturmaktadır. Okuyucu romanın son
bölümüne kadar gerçekten Pi’nin dört hayvan ile birlikte o filikada bulunduğunu düşünmekte
ancak son bölüme gelindiğinde, filikada bulunan zebra, orangutan, kaplan ve sırtlanın aslında
orada bulunan aşçı, yaralı tayfa ve Pi’nin annesi oldukları anlaşılmaktadır. Buna göre zebra
yaralı tayfayı, orangutan Pi’nin annesini, sırtlan aşçıyı ve kaplan da Pi’yi temsil etmektedir.
Romanda geçirdikleri kaza sonucu mecburen bir araya gelen aşçı, tayfa, Pi’nin annesi
ve Pi için bu zorunlu seyahat geri dönülemez bir sürecin başlangıcıdır. Bakhtin’nin kronotop
kavramı çerçevesinde baktığımızda normal şartlar altında birlikte olmaları pek de olası
olmayan bu kişiler, geçirdikleri bu kaza yüzünden bir filikada buluşurlar, yazgıları birbirine
karışır. Ancak bu çalışma boyunca ele aldığımız yemek yeme edimi ve bununla bağlantılı
olarak açlık hissi, bu romanda kahramanların yazgılarını değiştiren ve bazılarını bambaşka
kişiler haline dönüştürüp, bazılarının ölümüne yol açan zorlu bir süreci başlatan ana öğe
olmaktadır.
Geminin batmasından sonra zar zor filikaya ulaşarak bir araya gelen aşçı, yaralı tayfa,
Pi ve annesi bir yandan açlıktan gözü dönen aşçı ile, bir yandan da zorlu doğa koşullarına
karşın hayatta kalma mücadelesi verirler.
“Sinekleri yedi. Aşçı yani. Bizler koca bir gün boyunca filikaya varamamıştık;
haftalarca yetecek kadar yiyecek ve içeceğimiz vardı; olta takımlarımız ve güneş enerjisiyle
çalışan damıtıcılarımız vardı; kısa süre içinde kurtarılacağımızı düşünmemek için hiçbir
nedenimiz yoktu.Oysa aşçı tutmuş, kollarını havada sallıyor, sonra da yakaladığı sinekleri
hırsla midesine indiriyordu. Korkunç bir açlık krizinde olmalıydı. Şölenine katılmadığımız
için, bize aptallar, enayiler diye sesleniyordu. Alınmış ve iğrenmiştik, ama belli etmiyorduk.
Bu konuda çok naziktik. Ne de olsa o bir yabancıydı. Annem gülümsedi ve istemediğini belli
edercesine başını sallayıp, elini kaldırdı.İğrenç bir adamdı. Ağız tadı bir çöp yığınından
farksızdı. Fareyi de yedi. Onu parçalara ayırıp güneşte kuruttu. Ben –doğrusunu söylemek
11
MARTEL, Yann (2001/ 2003) Pi’nin Yaşamı, İnkılap Yayınları, İstanbul. Alıntılar bu baskıdan yapılmıştır.
82
gerekirse- annem bakmadığı sırada, çok küçük bir parçasını yedim. O kadar açtım ki. Vahşi
adamın tekiydi şu aşçı, kaba ve iki yüzlünün tekiydi.” (Martel, 2003: 327-328)
Batan gemiden filikaya atlarken bacağı kırılan Çinli tayfa’nın (Pi’nin anlattığı ilk
hikayede yaralı zebraya benzetilen tayfa) yarasının iltihaplanması ve gittikçe kötüleşmesi
sonucu aşçının önayak olması ile bacağının kesilmesine karar verilir. Ancak bu işlem tayfanın
durumunun daha da kötüleşmesine ve ölmesine neden olur. Aşçı, tayfanın cesedini parçalara
ayırıp balık tutmak için yem olarak kullanacağını söylemesine karşın cesedi yemeye başlar.
Filikadakiler için bir dönüşüm süreci başlamıştır. Açlık hissinin yaratmış olduğu çaresizlik ile
aşçı, insan eti yemeye başlarken, vejeteryan olan Pi’nin annesi ise çiğ balık ve kaplumbağa
yemeye başlar. Açlık, onları daha önce olmadıkları kişiler haline başlamıştır.
“Annem gözünü aşçıdan hiç ayırmadı. İki gün sonra ne yaptığını gördü. Aşçı dikkatli
olmaya çalışmıştı ama annem, elini ağzına götürdüğünü fark etti. ‘Seni gördüm!’ diye bağırdı,
Az önce bir parça yedin! Yem olarak kullanacağını söylemiştin! Biliyordum. Seni canavar!
Seni hayvan! Nasıl yapabildin? O bir insan! O senin türünden!’ Aşçının mahçup olacağını,
yıkılıp özür dileceğini sanıyorduysa, yanılıyordu. Çiğnemeyi sürdürdü. İşin aslı, başını
kaldırdı ve gayet açıkça parçanın geri kalanını ağzına attı. ‘Tadı domuza benziyor,’ diye
mırıldandı. Annem nefretini ve iğrentisini hızla arkasına dönerek belli etti. Aşçı bir parça daha
yedi. ‘Kendimi daha güçlü hissediyorum bile,’ diye homurdandı. Balık tutmaya yoğunlaştı.”
(Martel, 2003: 332)
“Gücümüzü kaybetmemize neden olmuş olsa da, ne annem ne de ben, tayfanın
bedenini yemedik, en ufak bir parçasını bile, ama aşçının denizden yakaladıklarını yemeye
başladık. Hayatı boyunca bir etyemez olan annem, çiğ balık ve çiğ kaplumbağa yemeğe
başladı. Bu ona çok zor geliyordu. Tiksinmekten hiç vazgeçmedi. Bana giderek daha kolay
geliyordu. Açlığın, her şeyin tadını düzelttiğini düşünüyorum.” (Martel, 2003: 332)
Yaralı tayfanın öldürülmesi ve yenmesinin ardından aşçı, Pi ve annesi yaşananları
unutmaya çalışıp, mecburen birlikte yaşadıkları günleri sakin ve olaysız geçirmeye çalışırlar.
Ancak bir gün açlık yüzünde güçsüzleşen Pi’nin aşçının yakaladığı kaplumbağayı elinden
kaçırması sonucu aşçı ile Pi’nin annesi arasında bir kavga çıkar. Kavganın sonunda aşçı,
Pi’nin annesini öldürür. Yaşadığı vahşet karşısında şoka giren Pi, ertesi gün aşçıyı öldürür ve
83
yer. Sonunda Pi’nin açlık ve yaşamış olduğu vahşet dolu günler yüzünden yaşadığı ruhani
dönüşüm sona erer. Pi’nin içindeki şeytanı ortaya çıkar, hayatta kalma arzusu onu ister
istemez bir yamyama dönüştürür ve öldürdüğü adamı yer.
“Bıçak bankın üzerinde gözümüzün önünde duruyordu. Her ikimiz de bunu
biliyorduk. En baştan onu eline alabilirdi. Bıçağı oraya kendisi koymuştu. Bıçağı elime aldım.
Onu midesine sapladım. Yüzünü buruşturdu, ama dik duruyordu. Bıçağı çıkarıp, bir kez daha
sapladım. Kan fışkırıyordu. Hala yere düşmemişti. Gözlerimin içine bakarak, başını hafifçe
kaldırdı. Bu hareketiyle bir şeyler mi anlatmaya çalışıyordu? Anlattığını varsaydım. Bıçağı
boğazına sapladım, ademelmasının hemen yanına. Bir taş gibi yere düştü. Ve öldü. Hiçbirşey
söylemedi. Son sözlerini etmedi. Yalnızca kan tükürdü. Bıçağın korkunç bir dinamik gücü
vardır; harekete geçti mi, onu durdurmak zordur. Onu defalarca bıçakladım.Kanı, çatlak
ellerimin acısını azalttı. Yüreği tam bir karmaşaydı- ona bağlı onca boru vardı ki. Sonunda
onu çıkartmayı başardım. Tadı harikaydı, kaplumbağadan çok daha lezzetliydi. Karaciğerini
yedim. Etinden büyük parçalar kestim.
Şeytanın ta kendisiydi. İşin kötüsü, beni içimdeki şeytanla –bencillik, hiddet,
acımasızlıkla- tanıştırmıştı. Artık bununla yaşamak zorundayım.” (Martel, 2003: 334)
84
3.3.7 Aşk, Mutfak Çıkmazı ve Pi’nin Yaşamı : Ara Sonuç
Bu bölümde incelenen Aşk, Mutfak Çıkmazı ve Pi’nin Yaşamı isimli romanlarda yer
alan yemek yeme ya da yemek pişirme edimleri, çalışmanın çıkış noktası olarak ele aldığımız
kronotop kavramından farklı bir biçimde, yeni bir kronotop türü olarak değerlendirilmektedir.
Bu bölümde incelenen romanlardaki kahramanlar bir süreç içersinde bir takım değişimlerden
geçmişler ve yemek yeme ya da yemek pişirme edimleri, kahramanların bu değişim
süreçlerini gösteren, yaşanan dönüşümü somutlaştıran unsurlardır.
Bu bölümde incelenen ilk kitap olan roman Aşk’ta, Ella, kendisini ailesine adamış,
hayatının merkezine ailesini koyup, kendi kişiliğini ve isteklerini bir kenara bırakmış bir
kadındır. Aile birliğine önem verip, bunun üzerinde oldukça durmasına rağmen, koymuş
olduğu kurallar ve esnek olmayan bakış açısı ile bir arada tutmaya çalıştığı aile bireylerini
uzaklaştırmaktadır. Ella’nın hayatında ailesi kadar önem verdiği ve sevdiği diğer şey ise
yemek pişirmektir. Her öğün ailesi için çeşitli yemekler hazırlar. Ona göre yemek masasında
ailecek yenilen akşam yemekleri aile birliği açısından önemlidir. Ancak günün birinde bir iş
için okumaya başladığı kitap hayatını değiştirir. Bu kitabı okudukça Ella’nın hayata bakış
açısı, olayları yorumlama biçimi değişir. Yaşadığı hayatı sorgulamaya, bir kenara attığı
kişiliğini tekrar bulmaya başlar. Bütün bu değişim içersinde onun için önemli olan şeyleri
artık yapmamaya başlar. Artık ailesine yemek pişirmek onun için mutlaka yapılması gereken
birşey değildir. Gittikçe ailesinden uzaklaşmaya başlar. Romanda Ella’nın yaşadığı kopuş,
hayatı ile ilgili bir çeşit farkındalığa varması süreci okura hep yemek pişirme, yemek yeme ve
sofralar üzerinden yansıtılır. Romanın sonlarına doğru Ella’nın yaşadığı değişimin son
noktası, her sabah eşine ve çocuklarına hazırladığı kahvaltıyı unutması gerçekleşir. Artık
herkes hiçbirşeyin eskisi gibi olmayacağını anlar.
Aşk romanında yer alan Mevlana ve Şems arasındaki dostluğun anlatıldığı öyküde
ise,yemek pişirme daha farklı bir değerle, tasavvuf açısından anlatılmaktadır. Çerçeve
öyküde, Ella’nın yemek yapması ile tasavvuftaki yemek pişirme edimi birbirine karşıt
değerler taşımaktadırlar. Ancak her ikisi de bir süreç içersinde kahramanların kişilik
yapılarındaki dönüşüm ile ilgilidir.
Mutfak Çıkmazı romanında, Aşk’ın tam tersi bir durum söz konusudur. Ella, gerçek
aşkı bulup mutfaktan çıkar, kendine yeni bir hayat yaratırken, İlyas, kaybettiği aşkı yüzünden
kendini mutfağa hapseder. İlyas, romanın başında gelecek vaad eden parlak bir öğrenciyken,
aşık olduğu Emel’e evlenme teklif eder. Ancak Emel’in red cevabı ile yıkılan İlyas, bunalıma
girer. Tesadüfen karşılaşmış olduğu bir yemek kitabı sayesinde tutkulu bir biçimde yemek
yapmaya başlar ve bütün dünyası mutfak olur. Gittikçe okulunu derslerini aksatmaya başlayan
85
İlyas, yemek pişirme tutkusu yüzünden evden dışarıya çıkmaz olur. Ailesinin göndermiş
olduğu tüm parayı yemek kitaplarına veren İlyas, sonunda çıldırır. Hayatla tüm bağlantısı
kesip kendini mutfağa hapseder. Bu romanda da İlyas’ın gittikçe delirmesi yemek pişirmedeki
ustalığının artması ile paralel ilerlemektedir.
Pi’nin Yaşamı romanı, bu bölümün diğer iki romanından ayrı, farklı bir sürecin
göstergesi olarak yemek yeme edimini kronotop olarak barındırır. Bu romanda bir deniz
kazası sonucu bir sandalda yaşam mücadelesi veren Pi Patel’in, zorlu yaşam koşullarında
yaşamış olduğu dönüşüm anlatılmaktadır. Hayatta kalabilmek uğruna mecbur kaldığı için dini
inanışlarının aksine ve bir şekilde kendine ihanet ederek insan öldürür ve hayatta kalabilmek
için insan eti yer. Yaşadığı zorlu süreç onu değiştirip, hiç istemediği halde onu bir katile ve
yamyama dönüştürür.
Sonuç olarak, bu bölümde incelenen üç romanda yer alan yemek yeme edimleri,
kahramanlarda bir değişime ya da onların yazgılarında bir dönüşüme yol açan bir kerelik bir
kronotop olarak değil, bir süreç içerisinde kahramanların veya kahramanların yaşadıklarına
bağlı olarak yazgılarındaki dönüşümü sembolize eden bir kronotop olarak değerlendirilebilir.
86
GENEL DEĞERLENDİRME
Yemek yeme edimini ya da yemek masalarını ve sofraları romanlarda bir kronotop
olarak incelemeyi hedef alan bu çalışmada, öncelikle yemek yeme edimi ve edebiyat
kavramları üzerinde düşünülmüş ve bu kavramların buluştukları bazı temel noktalar
belirlenmiştir. Bu çalışmada birlikte ele alınması planlanan edebiyat ve yemek konularının her
ikisi de oldukça geniş kapsamlı konular oldukları için belirlenen temel noktalar üzerinden
genelden özele bir çalışma planı belirlenmiştir.
Yiyecek temininin, insanoğlunun varolduğu ilk günden beri hayatta kalmasını
sağlayan temel etkinliklerinin olmazsa olmazlarından biri olmasından dolayı, öncelikle insan
ve yemek arasındaki ilişki üzerinde durulmuştur. İnsanlık tarihine bakıldığında, insanoğlunun
ne zaman ve ne şekilde hayvan türlerinden farklı bir beslenme şekli geliştirdiği kesin olarak
bilinmemekle birlikte, yapılan kazılar ile tarih öncesi dönemlere ait bazı bulgulara ulaşılması,
insanoğlunun ilk dönemlerindeki yemek alışkanlıkları ile ilgili ipuçları vermektedir. Buna
göre tarih öncesi dönemde, insanoğlunun en büyük problemi yiyecek elde etmektir. Avdan
bol yiyecek ile dönülebilmesi için çeşitli aletler geliştirilip belirli stratejiler uygulanmıştır.
Daha sonraki dönemlerde yaşanan gelişmeler sonucu metallerin işlenip toprağın ekilmesi ve
ürün elde edilmesi ile ticaret başlamış, bu da toplumsal yapıda örgütlü değişikliklere yol
açmıştır.
İnsan ile yemek arasında hayati bir ihtiyaç olmanın ötesinde, toplumsal yaşam
biçimini şekillendirecek kadar sıkı bir ilişkinin olması, kültürel etkileşim ve dönüşümlere de
yol açmaktadır. Bu çalışmanın Kültürel Bir Olgu Olarak Yemek adlı bölümünde yemeğin
kültürel açıdan önemine değinilmeye çalışılmıştır. Toplumsal yapı içersinde erkek yemek
temini için avlanmaya giderken kadınlara toplayıcı olarak yiyecek elde etme görevi verilmiş,
bu da erkek egemen bir toplumun oluşturulmasında önemli bir etmen olagelmiştir. Ayrıca
şölenler gibi katılımcıların çok olduğu yemekli buluşmalar, her kültürde o kültüre ait
özellikler taşıyan ve toplumsal bir güç göstergesi olan toplantılar olagelmiştir. Bunun yanı sıra
toplum içindeki bireylerin ekonomik durumları beslenme alışkanlıklarını da etkilenmiştir.
Farklı sosyal sınıflarda yer alan kişilerin ekonomik durumlarının onların tüketim
alışkanlıklarını, tüketim biçimlerini ve hatta sofrada uyulması gereken kuralları da etkilediği
belirlenmiştir. Buna göre tarih boyunca yazılan adabı muaşeret kitapları ile halk sofra adabı
ve kuralları ile ilgili bilgilendirilmiştir. Sofrada uyulması gereken kurallar bile toplumsal
sınıflara göre değişiklik gösterirken, yemeklere verilen adlar ya da içkilerle sunulan yemekler
bile kültürel açıdan farklılık göstermektedir. Ayrıca bireylerin sosyalleşmesi ve sosyal
87
kurallara uyum sağlayabilmesi açısından en küçük toplumsal kurum olan aile ve aile
üyelerinin sofra başında bir araya gelerek çeşitli paylaşımlarda bulunması da yemek ile kültür
arasındaki ilişkinin önemini göstermesi açısından önemlidir.
Edebiyat ve yaşam arasındaki yakın ilişki nedeniyle, yemeğe her zaman simgesel
anlamlar yüklenmiş, pek çok duygu ve düşüncenin anlatımında bir metafor olarak yiyecekler
ya da yemek yeme edimi kullanılmıştır. Bundan yola çıkarak çalışmanın ikinci bölümü olan
Yemek Yeme Edimine Edebi Yaklaşım Yöntemi’nde edebi eserlerde yazarların intikam,
sevgisizlik, yalnızlık, açgözlülük, öfke, kargaşa, huzur gibi pek çok insani duyguyu
okuyucularına iletebilmek için yemekleri, yemek masalarını ve yiyecekleri nasıl kullandığına
örneklerle değinilmek istenmiştir. Çok eski çağlarda yazılmış olsalar bile destanların hemen
hepsinde yemek ile ilgili bir istek, bol ürün vermesi için Tanrı’ya yakarış görülmektedir.
Euripides’in Bakkhalar adlı tragedyası buna örnek olarak gösterilebilinir. Sadece yemek yeme
edimi, sofralar ya da yiyecekler değil, Rabelias’ın bilinen eseri Gargantua’da olduğu gibi,
yemek yemeden alınan haz da edebi bir eserin konusu olabilmektedir. Toplum içinde varolan
sınıfsal ayrım ya da roman kahramanının bulunduğu sınıfsal konumun da eserlerde tıpkı Tante
Rosa’da Sevgi Soysal’ın yaptığı gibi kahramanın yediği yemekler aracılığı ile okuyucuya
iletilmekte olduğu görülmüştür.
Birçok yazar, yukarıda da belirtildiği gibi yemeği bir metafor ya da duygu ve
düşüncelerinin okuyucuya iletilmesinde bir simge olarak kullanırken Mikhail Bakhtin,
geliştirdiği kronotop kavramı ile edebi eserlere farklı bir bakış açısı sunmuştur. Çalışmanın
ana izleğini de oluşturan bu kavrama göre, edebi bir eserde zaman ve mekan birbirinden ayrı
düşünülemeyecek unsurlardır. Metnin içinde olayların okuyucunun zihninde somutlaşabilmesi
ve okuyucu için bir anlam kazanabilmesi zaman ve mekanın bir arada oluşu sayesindedir.
Kronotoplar sayesinde, belli bir kültürdeki zaman ve mekan ilişkisi eserin kurgusuna
yansıtılır. Bakhtin, romanın türüne göre birbirinden farklı, zıt veya çelişkili birçok kronotop
bulunabileceğini söyler ve bunları yol, eşik ve karşılaşma kronotopu gibi başlıklara ayırır.
Bakhtin’nin kronotop kavramından yola çıkarak bu çalışmada yemek masalarının ya
da yemek yeme ediminin de bir kronotop olabileceği savunulmuştur. Bu fikirle Türk ve dünya
edebiyatından bazı romanlar seçilmiş ve bu eserlerde yemek yeme ediminin ve yemek
masalarının Bakhtin’nin belirlediği kronotop kavramına uygun olup olmadığı araştırılmıştır.
Bu eserlerden Italo Calvino’nun Kesişen Yazgılar Şatosu ve Dostoyevski’nin Suç ve Ceza adlı
romanlarında, normal şartlarda birbirleriyle karşılaşmaları mümkün olmayan kahramanların
bir araya geldikleri yemek masaları Bakhtin’nin üzerinde durduğu zaman ve mekan ilişkisine
88
uygun olacak şekilde, eserlerdeki olayların kurgusunda önemli dönüm noktaları oluşturdukları
için tam bir kronotop olarak değerlendirilmişlerdir. Her iki romanda da olay kahramanları
yemek masalarında bir dönüşüm geçirirler ve bu dönüşüm yazgılarını değiştirir. Kesişen
Yazgılar Şatosu’nda, kahramanların yemek masası üzerinde tarot kartlarını dizerek anlattıkları
olaylar, dizilen hikayeler zamansal ve mekansal olarak birbirlerinin içine geçer, dönüşür ve
bambaşka hikayeler oluştururlar. Öte yandan Suç ve Ceza romanında Raskolnikov’un romanın
kurgusunda rastlantı eseri yemek yerken kulak misafiri olduğu bir konuşma ve ardından yine
bir yemek masasında tanıştığı Marmeladov isimli kişi onun yazgısını değiştirir, onu bir katile
dönüştürür.
Kesişen Yazgılar Şatosu ve Suç ve Ceza romanlarında yemek masaları, değiştiren ve
dönüştüren birer kronotop olarak değerlendirilseler de, aynı şey Deniz Feneri ve Masumiyet
Müzesi romanlarında kahramanların bir araya geldiği yemek masaları ve bu romanlarda
görülen yemek yeme edimleri için söylenemez. Hem Deniz Feneri hem de Masumiyet Müzesi
romanlarında kahramanlar yemek masalarında bir araya gelirler. Ancak bu birliktelik ne
kahramanların yazgısında ne de romanların kurgusunda önemli bir değişikliğe yol açar. Deniz
Feneri romanında kahramanlar yemek masasında fiziken bulunmalarına rağmen ruhen ayrı
yerlerde bulunmakta, hemen hemen hepsi o sırada yemek masasında bulunmaktansa başka bir
yerde olmayı dilemektedirler. Romanda yemek yenilen bu bölümde bütün kahramanlar sadece
tek bir an hem ruhen hem de fiziken bir arada bulunabilirler, o da yemeğin servis edilmek
üzere sofraya getirildiği andır. Bir yemek sayesinde bir bütünlük yakalayabilen kahramanlar,
bu birlikteliği çok kısa sürede kaybeder, yemek yenildikten sonra yine herkes kendi
dünyasının içine çekilir. Yemek masasındaki bu buluşma kahramanları ya da olayın
kurgusunda bir değişikliğe yol açmaz. Aynı şekilde Masumiyet Müzesi romanında da
Kemal’in Füsun’ların evinde yedi sene aynı saatte aynı sofrada hiç konuşmadan televizyon
seyrederek yemek yemesi olayların seyrinde önemli bir değişikliğe yol açmaz. Yedi sene
boyunca Kemal, hiçbir şekilde Füsun’a olan hislerini açıkça anlatıp olayların seyrini
değiştiremez.
Okuyucu, sezgisel olarak bu romanlarda yer alan sofralardaki buluşmalarda bir
değişiklik olacağı beklentisi içindedir. Bu içgüdüsel beklenti, okuyucunun zihninde bir
kronotop kavramının varolduğunu düşündürebilir. Ancak okuyucunun beklentisinin aksine,
yemek masalarındaki buluşmalar, Bakhtin’nin kronotop kavramına uymazlar. Yemek
masalarındaki buluşmalarda ne karakterlerin kişilikleri ne yazgıları ne de romandaki olayların
kurgusunda beklenmedik, ani dönüşümler meydana gelir. Bu durum, değişiklik beklentisi
içindeki okuru rahatsız eder.
89
Son olarak incelenen Pi’nin Yaşamı, Mutfak Çıkmazı ve Aşk romanlarında Bakhtin’nin
kronotoplarından farklı bir kronotop çeşidinden bahsetmenin mümkün olup olamayacağı
sorusuna cevap aranmıştır. Bu romanlarda kahramanlarda görülen dönüşüm ve yazgılarındaki
değişim, Bakhtin’nin kronotop kavramına uyan diğer romanlardan farklıdır. Burada
kahramanlar bir süreç içersinde bir dönüşüm geçirirler ve bu dönüşüm sonucu yazgıları geri
dönülemez biçimde değişir. Bu değişim süreci romanlarda yemek yeme edimi ile sembolize
edilir. Mutfak Çıkmazı romanında İlyas, aşkına karşılık bulamaz ve kendini mutfağın duvarları
arasına hapsedip, takıntılı bir biçimde yemek yaparken; Aşk romanında kişiliğini ve kendi
isteklerini ailesi uğruna bir kenara bırakıp, kendini İlyas’tan farklı nedenlerden ötürü mutfağa
hapseden Ella, gerçek aşkı bulunca mutfaktan çıkıp kendi kişiliğini bulur. Pi’nin Yaşamı’nda
ise talihsiz bir kaza sonucu, mahsur kaldığı salda yaşam mücadelesi veren Pi’nin, hayatta
kalabilmek uğruna bir insanı öldürüp, etini yemek zorunda kalışı anlatılmıştır. Bu
romanlardaki yemek yeme veya pişirme edimleri Bakhtin’nin kronotop kavramında belirttiği
gibi kahramanların karakterlerinde veya yazgılarında ya da olayların kurgusunda bir
değişiklik yaratacak bir kerelik edimler değildir. Aksine romanların tümüne yayılan bir süreç
içersinde gelişen olaylarla, kahramanların geçirdiği dönüşümler, yemek yeme ya da pişirme
edimleri ile aracılığı ile okuyucuya yansıtılmıştır.
Yemek yeme, yemek pişirme ya da yemek masaları, eserlerin kurgularına bağlı olarak
Bakhtin’nin savunduğu kronotop kavramı çerçevesinde ya da bu kavramın farklı bir türü
olarak edebi eserlerde birer kronotop olarak değerlendirilebilinirler. Kesişen Yazgılar Şatosu
ve Suç ve Ceza romanlarında, yemek masaları, karşılaşma kronotopunun bir alt çeşidi olarak
değerlendirilir. Bir kerelik, tesadüfen meydana gelen karşılaşmalar, birçok başka olayı
tetikleyen ya da eserde anlatılmak istenen öyküyü başlatan temel etmenler olmaktadırlar. Öte
yandan Masumiyet Müzesi ve Deniz Feneri romanları incelendiğinde, bu olgunun tam tersi bir
durumla karşılaşılır. Roman karakterleri bir yemek masasının etrafında karşılaşmaktadırlar
ancak beklenen değişim meydana gelmemektedir. Burada, ilginç olan, okuyucunun bu
karşılaşmalardan bir değişim beklentisi içinde olmasıdır. Okuyucunun bir değişim bekletisi
içinde olması, edebiyatın, okuyucuda bu sezgisel beklentiyi oluşturduğu şeklinde
yorumlanabilir. Ancak incelen Masumiyet Müzesi ve Deniz Feneri romanlarında görüldüğü
gibi yazar, okuyucunun farkına varmadan edindiği bu beklentiyi kırıyor. Bu kullanılma biçimi
de, yemek masaları karşılaşmalarının aslında dönüştürücü birer kronotop olduklarını tersten
kanıtlanmaktadır.
Üçüncü grupta yer alan romanlarda (Aşk, Mutfak Çıkmazı ve Pi’nin Yaşamı) ise,
yemek yeme, yemek pişirme ya da yemek masaları ile karşılaşma kronotopundan çok, yol
90
kronotopunu andıran bir sürece gönderme yapılmaktadır. Bu romanlarda, bir kerelik tesadüfi
karşılaşmaların neticesinde meydana gelen dönüşümlerden değil, eserin tamamına yayılmış,
olayların kurgusuna dağıtılmış bir dönüşümden söz etmek mümkündür. Romanlarda
karakterlerin geçirmiş olduğu ruhani değişimlere yemek masaları, yemek yeme ve yemek
pişirme edimleri eşlik etmektedirler. Bakhtin’in yol kronotopunda olduğu gibi bu eserlerde de
farklı yaşam tarzları olan ve normal şartlar altında bir araya gelmeleri mümkün olmayan
karakterlerin yazgıları olayların kurgusuna bağlı olarak birbirinin içine geçer ve bir süreç
boyunca, romanın başından sonuna kadar değişiklik gösterir.
Sonuç olarak, incelen eserler neticesinde bu çalışma ile görülen odur ki, benzer
biçimsel özelliklere sahip olmalarına rağmen, her yapıt farklı değerler içerebilmektedir.
Ayrıca, tüm biçimsel özelliklerin yanı sıra romanlarda yemek, hem Bakhtin’in kronotop
kavramının bir alt çeşidi olarak hem de başka bir perspektiften bu kronotop kavramının farklı
bir çeşidi olarak değerlendirilebilmektedir.
91
KAYNAKÇA
Ariés, Philippe & Duby, Georges, Özel Hayatın Tarihi 1, Feodal Avrupa’dan Rönesans’a,
Çev. Roza Hakmen. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 2006.
Ariés Philippe & Duby, Georges, Özel Hayatın Tarihi 2, Feodal Avrupa’dan Rönesans’a,
Çev. Roza Hakmen. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 2006.
Ariés, Philippe & Duby, Georges, Özel Hayatın Tarihi 3, Rönesans’tan Aydınlanmaya’ya,
Çev. Devrim Çetinkasap. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 2006.
Armesto, Felipe Fernandez, Yemek için Yaşamak: Yiyeceklerle Dünya Tarihi, Çev. Elif
Akhan. İstanbul: İletişim Yayınları. 2007.
Baines, John & Malek, Jaromir, Atlaslı Büyük Uygarlıklar Ansiklopedisi 2 Eski Mısır, Çev.
İstanbbul: İletişim Yayınları.1986.
Bakhtin, Mikhail. “Dostoyevski’nin Yapıtlarında Tür ve Olay Örgüsü Kompozisyonunun
Karakteristikleri”. Karnavaldan Romana. Der. Sibel Irzık. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.2001.
Bakhtin, Mikhail. “Romanda Zaman ve Kronotop Biçimlerine İlişkin Sonuç Niteliğinde
Kanılar ”. Karnavaldan Romana. Der. Sibel Irzık. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. 2001.
Bektaş, Asuman. “Mevlevilikte Matbah Terbiyesi”. Yemek ve Kültür Dergisi (2006), Sayı: 5.
Belge, Murat. Tarih Boyunca Yemek Kültürü. İstanbul: İletişim Yayınları. 2001.
Bener, Vüs’at O. Dost Yaşamasız, İstanbul:Yapı Kredi Yayınları. 2003.
Beşirli, Hayati. “Yemek, Kültür ve Kimlik”, Milli Folklor, Sayı: 87, (2010).
Birsel, Salah. Kahveler Kitabı. İstanbul: Sel Yayıncılık. 2002.
Brudel, Fernand. Maddi Uygarlık. Çev. Mehmet Ali Kılıçbay. Ankara: İmge Kitapevi. 2004.
92
Bober, Phyllis Pray. Sanat, Kültür ve Mutfak. Çev. Ülkün Tansel. İstanbul: KitapYayınevi,
2003.
Calvino, İtalo. Kesişen Yazgılar Şatosu. Çev. Semin Sayıt. İstanbul: YKY Yayınları. 2008.
(Orijinali 1969)
Civitello, Linda. Cuisine and Culture: A History of Food and People. USA: Wiley Press.
2004.
Çakır, Vecihe. Elif Şafak’ın Romanlarının Tematik Açıdan İncelenmesi, Van Yüzüncü Yıl
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yeni Türk
Edebiyatı Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi. Van. 2007
Dostoyevski. Suç ve Ceza. Cilt 1. Çev. Hasan Ali Ediz. İstanbul: Engin Yayıncılık. 1993.
(Orijinali 1866)
Dostoyevski. Suç ve Ceza. Cilt 2. Çev. Hasan Ali Ediz. İstanbul: Engin Yayıncılık. 1993.
(Orijinali 1866)
Durbaş, Refik. “Rakı sofrasında Edebiyat Muhabbeti”. Yemek ve Kültür Dergisi (2007),
Sayı:9
Duymaz, Ali. “Oğuz Kağan Destanı’ndan Dede Korkut’a Toy Geleneğinin Simgesel
Anlamı ve Türk Paylaşım Modeli”. Karadeniz Araştırmaları (Bahar, 2005), Sayı:5.
Esen, Nüket. Modern Türk Edebiyatı Üzerine Okumalar. İstanbul: İletişim Yayınları. 2006.
Euripides. Bakkhalar. Çev. Sabahattin Eyüboğlu. İstanbul: İş Kültür Yayınları. 2003.
Flandrin, Jean-Louis & Montanari, Massimo. Food: A Culinary History From Antiquity to the
Present. New York: Columbia University Press. 1999.
93
Grefe, Christiane. Hamburger Çağı. Çev. Ogün Duman. İstanbul: İletişim Yayınları. 1994.
Grieco, Allen J. “Ortaçağ Sonu ve Rönesans İtalyası’nda Yemek ve Toplumsal Sınıflar”. Çev.
Deniz Kut. Yemek ve Kültür Dergisi (2009), Sayı: 17
Gölpınarlı, Abdülbaki. Mevlevi Adab ve Erkânı. İstanbul: İnkılap Yayınevi. 2006.
Gölpınarlı, Abdülbaki. Tasavvuf. İstanbul: Milenyum Yayınları. 2004.
Homeros. İlyada. Çev. Azra Erhat & A.Kadir. İstanbul: Can Yayınları. 1993.
Işık, Emre & Şentürk, Yıldırım. Özneler, Durumlar ve Mekânlar. İstanbul: Bağlam Yayınları.
2009.
İleri, Selim. İstanbul Hatıralar Kolonyası. İstanbul: Doğan Kitap. 2006.
Karaalioğlu, Seyit Kemal. Dede Korkut Hikayeleri. İstanbul: İnkılap Kitapevi. 1994.
Kırkoğlu, Serdar Rıfat. “Yeme-İçme ve Edebiyat”. Kitaplık Dergisi (Aralık, 2004), Sayı: 78
Köksal, Sırma. “Ölümcül Günah: Oburluk”. Kitaplık Dergisi (Aralık, 2004), Sayı: 78
Kiple, F.Kenneth & Ornelas, Coneé Kriemhild. The Cambridge World History of Food.
Volume I & II. England: Cambridge University Press. 2000.
Kitabı Mukaddes. Eski ve Yeni Ahit. Tekvin
Knapp, Betina L. “Virginia Woolf’s ‘Boeuf En Daube’”. Literary Gastronomy. Edt. David
Bevan. Amsterdam: Rodopi. 1998.
Levi-Strauss, Claude. “The Culinary Triangle”. Food and Culture. Der. Carole Counihan &
Penny Van Esterik. New York: Routledge. 1997.
94
Levi-Strauss, Claude. The Raw and The Cooked. Volume 1. Çev. John & Doreen Weightman.
Chicago: The University of Chicago Press. 1983.
LeCroy, Anne. “Cookery Literature-Or Literary Cookery”. Cooking By The Book. Der. Mary
Anne Schofield. Ohio: Bowling Green State University Popular Press. 1989.
Martel, Yann. Pi’nin Yaşamı. İstanbul: İnkılap Yayınları. 2003. (Orijinali 2001)
Marx, Karl. Grundrisse. İstanbul: Sol Yayınları. 1999.
McNeill, William. Dünya Tarihi. Çev. Alâeddin Şenel. Ankara: İmge Kitapevi. 2003.
Oberling, Gerry & Smith, Grace Martin, The Food of the Ottoman Palace, İstanbul: The
Society of Friends of Topkapı Palace Museum & The Turkish Republic Ministry of Culture.
2001
Pamuk, Orhan. Masumiyet Müzesi. İstanbul: İletişim Yayınları. 2008.
Parla, Jale. Don Kişot’tan Bugüne Roman. İstanbul: İletişim Yayınları. 2007.
Rabelais, François. Gargantua. Çev. Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat & Vedat Günyol.
İstanbul: İş Kültür Yayınları. 2002.
Soysal, Sevgi. Tante Rosa. İstanbul: İletişim Yayınları. 2008.
Şafak, Elif. Aşk. İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık. 2009.
Şafak, Elif. “Mide Bir Masal Diyarıdır”. Yemek ve Kültür Dergisi (2006), Sayı:4
Şavkay, Tuğrul. Osmanlı Mutfağı. İstanbul: Şekerbank Yayınları. 2000.
Tannahill, Reay. Food in History. New York: Three Rivers Press. 1988.
95
Türk Mutfağı, Der. Arif Bilgin ve Özge Samancı. Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları.
2008.
Uludağ, Süleyman. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Marifet Yayınları. 1991.
Vetta, Massimo. “Symposion Kültürü”. Çev. Serap Öztürk. Yemek ve Kültür Dergisi (2009),
Sayı:15
Yerasimos, Marianna. 500 Yıllık Osmanlı Mutfağı. İstanbul: Boyut Yayın Grubu. 2005.
Yücel, Tahsin. Mutfak Çıkmazı. İstanbul: Varlık Yayınları. 1960.
Woolf, Virginia. Deniz Feneri. Çev. Naciye Akseki Öncül. İstanbul: Can Yayınları. 1989.
(Orijinali 1927)
İnternet Kaynakları
http://tr.wikipedia.org/wiki/Feodalizm
http://tosunnecip.blogcu.com/modernizmin-elestirel-dili-bilinc-akimi-necip-tosun/2813514
http://turkoloji.cu.edu.tr/DILBILIM/adnan_onart_yapisalcilik.pdf
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=918653
http://sn135w.snt135.mail.live.com/default.aspx?rru=inbox&wlexpid=6372E56D7B1D4EAB
B8BABC7372AA5E17&wlrefapp=2#n=1122822165&rru=inbox&fid=1&fav=1&mid=0c683
e1c-37ca-11e1-bb6a-001e0bcc07c8&fv=1
96
ÖZGEÇMİŞ
Esra TOPUZ
Kişisel Bilgiler:
Doğum Tarihi: 05.10.1976
Doğum Yeri: Balıkesir
Medeni Durum: Bekar
Eğitim:
Lise:
1990-1993
: TED Kdz.Ereğli Koleji Vakfı Özel Lisesi
Lisans:
1993-1997
: ODTÜ, Eğitim Fakültesi, İngilizce Öğretmenliği
Bölümü
Yüksek Lisans:
2007-
: Yeditepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk
Dili Edebiyatı Anabilim Dalı, Karşılaştırmalı Edebiyat
Yüksek Lisans Programı
Çalıştığı Kurumlar:
2005-
: Yeditepe Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu
2004-2005
: Çevre Koleji
1999-2005
: Özel Kalamış İlköğretim Okulu
1997-1999
: TED Kdz.Ereğli Koleji Vakfı Lisesi
97

Benzer belgeler