HÜDİL - Hacettepe Üniversitesi

Transkript

HÜDİL - Hacettepe Üniversitesi
HÜDİL
Sonbahar 2010
4
DİLİNE SAHİP ÇIK, YOKSA KONUŞAMAZSIN!
Merhaba,
HÜDİL
Dördüncü sayımızla yine sizlerle birlikte olmaktan çok mutluyuz.
HÜDİL kısa yayın hayatına rağmen kayda değer bir okuyucu
kitlesine ulaştı. Bunu yeni sayının yayımlanma tarihini merak
edenlerin sayısından anlıyoruz.
Merkezimiz yayınları, bildiğiniz gibi yalnız dergiden ibaret değil.
Geçen sayıda tanıttığımız Türkçe Konuşalım kitabına şu an uygulama
aşamasında olan Etkili ve Doğru Türkçe Kullanma Kılavuzu’nu da
ekledik ve bir süre sonra geliştirerek kitap olarak yayımlayacağız.
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi
Uygulama ve Araştırma Merkezi Adına
Prof. Dr. Ülkü ÇELİK ŞAVK
Yayın Kurulu
Dr. Elif AYAN
Asuman BAYRAM
Dr. Hiclâl DEMİR
Faik Utkan DENİZER
Hafize ŞAHİN
Canan ÖKTEMGİL TURGUT
Dergi ve Kapak Tasarımı
Emre ALKAÇ
www.emrealkac.com
HÜDİL üç ayda bir yayımlanan
yerel süreli dergidir.
Basım Evi
Öncü Basımevi
Kazım Karabekir Cad.
İskitler / Ankara
Tel: 0312 384 31 20
Basım Tarihi
23.11.2010
Yazışma Adresi
Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi
Uygulama ve Araştırma Merkezi (HÜDİL)
06800 Beytepe/ANKARA
Genel Ağ Sayfası
www.hudil.hacettepe.edu.tr
E-Posta
[email protected]
Dersler, kurslar, etkinlikler ve projelerle her geçen gün biraz
daha gelişen Merkezimiz hizmetlerine, 2010 Aralık ayı başından
itibaren Edebiyat Fakültesindeki yeni yerinde devam edecek. Şu an
heyecanla yerleşme planları yaptığımız yeni mekanımızın modern
ve sağlıklı koşulları bilimsel ve kültürel çalışmalarımıza da tabii ki
olumlu biçimde yansıyacak.
Bütün bu gelişmelerle, sizi yalnız dergimizde, etkinliklerimizde
ve genel ağ sayfamızda değil, Merkezimizde de ağırlamak isteriz.
Türkçe ile ilgili her türlü istek, öneri ve beklentilerinizi lütfen bize
iletin ve gelin, bunları birlikte gerçekleştirelim.
Saygılarımla,
Ülkü Çelik Şavk
İçindekiler
Türk Dili Dersi Çalıştayı
Şahap Sayılgan Röportajı
“Sıkça Yapılan Yanlışlara Doğrular”
Altun Yaruk (Altın Işık)
Türk Dili Dergisinin 700. Sayısı
Ehemmiyetli Bir Lâyiha
Ahmet Mithat
Mernuş’un “Çatal Kara”sı
HÜDİL Kursları
Osmanlıca - Türkçe Yoğun Dil - Yaratıcı Yazarlık - Japonca
Deyimler IV
Atasözleri
Etkinliklerimiz
2
4
6
8
10
11
12
14
18
19
20
24
25
26
30
31
Dergide kullanılan görsellerin bir kısmı genel erişime açık web
sitelerinden alınmıştır, yaratıcılarına teşekkür ederiz. Diğer görsel ve içeriklerin izinsiz kullanımı yasaktır.
Sözlü Ve Yazılı Kültürde
Mevsimler
Önerdiklerimiz
Erasmus Yoğun Dil
Kursu
HÜDİL’de Anadolu’nun
Renkleri
Öğrencilerimizden
1
ÜNİVERSİTELERDE OKUTULAN
TÜRK DİLİ DERSİ ÇALIŞTAYI
Dr. Yasemin DİNÇ KURT - Reşide GÜRSU
[email protected] - [email protected]
M
ustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Türk
Dil Kurumunun 78. kuruluş yıl dönümü,
12 Temmuz 2010 günü düzenlenen bir
etkinlikle kutlandı. Kutlamalar, Türk
Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın
başkanlığındaki heyetin Anıtkabir’i ziyareti ve Kurum
Başkanının şeref defterine günün anlam ve önemine dair
düşüncelerini yazmasıyla başladı.
Kurum binasında devam eden ve YÖK Başkan Vekili Prof.
Dr. Yekta Saraç’ın da katıldığı etkinliğin açış konuşmasını
yapan Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın, Mustafa Kemal
Atatürk’ün isteği ile kurulan Türk Dil Kurumunun Türk dili
tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı olduğunu dile getirdi ve
Kurumun başlangıcından bugüne kadarki aşamaları hakkında
bilgi verdi.
Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın, TDK’nin yaptığı çalışmalar
hakkında bilgi verirken Kurumun “bazı harfler üzerindeki
şapka işaretini (düzeltme işareti) hiçbir zaman kaldırmadığını”
ifade etti. Halk arasında Türk Dil Kurumu tarafından
türetildiği söylenegelen “çok oturgaçlı götürgeç”, “ulusal
düttürü” gibi kelimelerin TDK tarafından türetilmediğini
vurguladı.
Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın’ın konuşmasının
ardından, Kurum Başkan Yardımcısı
Prof. Dr. Recep Toparlı, Türk Dil
Kurumunca hazırlanan Yabancı
Sözlere Karşılıklar Kılavuzu
ile Sıkça Yapılan Yanlışlara
Doğrular Kılavuzu’nu tanıttı
ve bu kılavuzları internet
ortamında hizmete açtı.
Basın konuya yoğun ilgi
gösterdi.
2
Öğleden sonraki oturum,
YÖK üyesi ve
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Prof. Dr. Mustafa
İsen’in açış konuşmasıyla başladı. Profesör İsen,
üniversitelerde okutulan Türk Dili derslerinin
önemine ve bu derslerin güncelleştirilmesi gereğine
işaret etti.
Dersleri Sormacası” hazırlanarak üniversitelerin Türk
Dili dersleri birimlerine gönderilmiş, sormacaya
üniversitelerden 72 öğretim elemanı cevaplarıyla
destek vermiştir. Çalıştayda, Prof. Dr. Ülkü
Çelik Şavk’ın “Türk Dili Dersleri Sormacası”nı
değerlendirdiği sunumunun ardından, Türk dili
derslerinin mevcut durumu tartışılmış ve çeşitli
üniversitelerimizin öğretim elemanları tarafından
konuya ilişkin bildiriler sunulmuştur. Bildiri başlıkları
şunlardır: “Türk Dili Dersinin Verilişinde Karşılaşılan
Sorunlar”, “Türk Dili Dersi Muhtevasının İşlenme
Sorunları”, “Türk Dili Dersi Tenkit ve Teklifler”,
“Yükseköğretimde Türk Dili Eğitimi Sorunları ve
Çözüm Önerileri”, “Türk Dili Dersinin İşlenişi”,
“Türk Dili Dersinin İşlenişinde Karşılaşılan
Güçlükler”, “Bilimsel Eğitim Anlayışı ve Türk
Dili Eğitimi”, “Üniversitelerde Türk Dili Öğretimi
Üzerine”, “Türk Dili Dersinin İçeriği ve İşleniş
Tarzı”, “Üniversitelerimizde Ortak Zorunlu Ders
Olarak Okutulan Türk Dili Dersinin İçeriği Üzerine”,
“Üniversitelerde Türk Dili Dersi ve Algılanışı”, “Dil
ve Algı Sorunu”, “Öğretim Görevlilerinin Eğitimi”.
Türk Dil Kurumunun kuruluş yıl dönümlerinde her
yıl Türkçe ile ilgili bir konu ele alınmaktadır. Bu yıl
da Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama
ve Araştırma Merkezi (HÜDİL) Müdürü Prof. Dr.
Ülkü Çelik Şavk’ın önerisi ve girişimleriyle konu
olarak “Üniversitelerde Okutulan Türk Dili Dersleri”
seçilmiştir. Çalıştay öncesinde, konuyla ilgili olarak
HÜDİL ve Türk Dil Kurumu iş birliğiyle “Türk Dili
Çalıştayda, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun
5/i maddesi gereğince okutulması zorunlu olan “Türk
Dili Dersleri” her açıdan ele alınmış, Çalıştay tartışma
ve genel değerlendirme ile sona ermiştir. Görüş
birliğine varılan konular, Yükseköğretim Kurumuna
sunulmak üzere rapor hâline getirilmiştir.
3
Şahap Sayilgan
röportajı
Tuğçe TEKHANLI - Derman SUSAM
İngilizce Mütercim Tercümanlık 2. Sınıf Öğrencileri
“Tiyatroculuğun her yönü zordur, en kolay yönü ezber yapmaktır.”
İngilizce Mütercim Tercümanlık Bölümü
Öğrencilerimiz Şinasi Sahnesinde Şahap
Sayılgan’ın Konuğu Oldular…
Şahap Sayılgan’la röportajımızı Tunus Caddesi’ndeki
Şinasi Tiyatrosunda gerçekleştirdik. Bizleri oldukça
samimi bir şekilde karşılayıp ağırladı. Tiyatroculuk
eğitiminin getirdiği asillik, davranışlarına yansımıştı.
Sevecen, iyimser ve entelektüel kişiliğiyle Şahap Sayılgan
karşımızdaydı… Röportajdan sonraki sohbetimizde
aslında onun hem mesleki hayatta hem de sosyal hayatta
zamanın getirdiği olumsuzluklara direnmeyi başardığının
farkına vardık.
1. Tiyatroya olan ilginiz ne zaman ve nasıl başladı?
Dokuz yaşındaydım. İlk olarak ilkokulda Başkent
Tiyatrosunda profesyonel olarak sahneye çıktım. O
zamanlar çocuktum ve oynamak istemiyordum sahnede.
Saklandığım olurdu. Hatta o anların birinde bir abi beni
motorla götürmüştü oyun oynayayım diye. Daha sonraları
lise sonda konservatuvarda tiyatro bölümüne girmem
için babam ve arkadaşları aklıma girdi ve konservatuvar
sınavlarına girdim. On üzerinden dokuz alarak sınavı
geçtim ve Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Yüksek
Bölümüne girdim. Eğitim hayatımın başında hocalardan
babamın tiyatrocu olduğunu sakladım, sonradan kendileri
bir şekilde öğrendiler. Aksi takdirde yeteneğim olup
olmadığını anlayamayacaktım. Tiyatroculuğu zamanla
sevmeye başladım. İnsan sevmediği işi yapamaz çünkü.
Oysa içimde hep jet pilotu olmak vardı. İşte benim
tiyatroculuk hayatım böyle başladı.
2. Peki o zamanlar idol olarak gördüğünüz birileri
var mıydı?
Bize şunu öğrettiler: İnsanları incele gör ama bir tek
kişiyi seçme, birkaç kişiyi kendi sentezinden geçir ve
4
kendinden de bir şeyler kat. Her şeyden önce kendim gibi
olmak istedim. Önemli kişilerden ders alıp kendimde
olanları da birleştirip sentezleyip sahneye getirdim. O
karakteri canlandırırken önemli olan onu olduğu gibi
taklit etmek değil, kendi yorumunu ve yaratıcılığını da
katmaktır.
3. Sahnede en çok hangi tür rolleri yorumlamaktan
zevk alıyorsunuz?
Biz profesyonel olarak yetiştirildiğimizden komedi, dram,
trajedi hepsini yorumluyoruz. Her türlü rolü oynamak
üzere yetiştirildik, ama bana genelde sıcak, neşeli tipleri
uygun görüyorlar. Aslında trajedi türü oyunlarda da
oynarım. Shakespeare de Moliere de oynarım.
4. Sizi en çok sahnede olmak mı yoksa televizyon
ekranlarında olmak mı heyecanlandırıyor?
Sahnede seyirci var, onunla ilişki içindesiniz. Ama
sinemada kopukluklar var çekimler arasında. Onun
da zorlukları farklı tabiî ama sahnede olmak hiçbir
şeyin yerini tutmaz. Aslında idealist olarak baktığımız
meslek, tiyatroculuktur. Diziler yan mesleğimizdir bizim.
Profesyonel olduğumuz için dizilerde de oynuyoruz.
5. Özellikle günümüz çocukları üzerinde, “Sihirli Annem”
aksine daha çok 18 yaşından sonra kesinleşir. Müzik ve bale gibi
dizisiyle bıraktığınız etki hakkında ne düşünüyorsunuz?
sanatların sınavları küçük yaşta olmasına karşın tiyatroculuk
Şimdi insan diğer insanlar üzerinde ne etki bırakırım, diye
sınavlarının çocukların tüm fiziksel, hormonal, ses ve kulak
düşünmüyor. Bu etkiyi karşısındakinin bakışı, soruları ve
gelişimi tamamlandıktan sonra olmasının nedeni budur. Küçük
söyledikleriyle anlarsınız. Şöyle etki yaratmak isterim, dersiniz
yaşta çocuklar çok daha doğal olur ve çocukların taklide yeteneği
ama o etkiyi yaratıp yaratmadığımız sonradan anlaşılır. Çocuklar
olur, ama bu yeteneği o yaşta anlayamaz.
beni görünce çekiniyorlar; çünkü beni dizide ideal bir baba olarak
görüyorlar. Onların ve velilerin anlattıklarından sevilen bir insan
10. Bir dönem Eskişehir Anadolu Üniversitesi Devlet
olarak görüldüğümü düşünüyorum ve bu da çok gurur verici.
Konservatuvarı Tiyatro Bölümünde hocalık yaptığınızı
biliyoruz. Bu dönem boyunca oyuncu potansiyeli hakkında
6. Seslendirme çalışmaları da yaptınız. 1980’lerde TRT’de
ne gibi izlenimler edindiniz?
yayımlanan “Marco Polo”yu seslendirdiniz. Bunun ve diğer
Bundan önce, üç yıl Anadolu Üniversitesinde “Antik Çağda
seslendirme çalışmalarının mesleki hayatınıza kattığı şeyler
Sosyal Yaşam” dersi verdim. Şimdi Başkent Üniversitesinde
nelerdir?
“Yaratıcı Drama” dersleri veriyorum. Aslında yaptığımız şeylerde
Mesleki hayatıma bir şey katmıyor. Tam tersine bizler profesyonel
çekingen olduklarını ve sosyal çevrede bir şeyler yaparken sosyal
oyuncu olduğumuz için seslendirdiğimiz karaktere bir şeyler
olmadıklarını gördüm. Onları dışa dönük ve kendine güveni olan
katıyoruz. Şimdilerde ise profesyonel insanlar yapmıyor bu işleri.
bireyler hâline getirmek amaçlanıyor bu derslerde.
Türkiye’de çağdaş ülkelerin tersine, kalite düşüyor her sektörde.
Örneğin A mankeni kendini oyuncu olarak tanıtıyor. Rahmetli
11. Sizce diksiyonun oyunculuktaki yeri nedir?
hocamız Mahir Canova, bize bir araştırma getirmişti. Dünyanın
Diksiyon demek; güzel konuşmak demek, derdini iyi bir şekilde
en zor meslek sıralamasını kapsayan o listede maden işçiliğinden
karşındakine anlatabilmek demektir. Biz okulda diksiyon dersi
sonra oyunculuk geliyordu.
içinde hitabet sanatı gördük. Günümüzde birçok lider derdini
anlatamıyor. Yurtdışında özellikle liderler tiyatroculardan ders
7.
Oyunculukta
eğitimin
ve
yeteneğin
yeri
nedir?
Tiyatroculukta yetenek mi yoksa alınan eğitim mi daha
alıyorlar. Konuşurken vizyon sahibi olmak lazım. Vücut dili,
diksiyon hepsi bir bütün aslında.
önemlidir?
Her meslekte başarılı olmak ve tanınmak için mutlaka yetenek
gerekiyor. Sanatta da bu böyle.
Ancak yeteneği az olan daha fazla çalışırsa yeteneği olana
göre daha çok ilerleme kaydeder. Eğitim bir yere kadar
getirir insanı. Bu tür şeylerde yetenek çok önemlidir, sahne
yumuşaklığına bakarlar. Sanatçıların duygusal zekâları daha
yüksek olduğundan işitme ve görme duyuları çok gelişmiştir.
Sanatçı taklit yapmaz, yaratıcılığını konuşturur. Birinin taklidini
yapmak; sanatçılık, oyunculuk değildir. Tiyatronun kökeninde
belki taklit var ama mesela Sezar’ı ben başka, arkadaşım başka
12. Günümüzdeki dil kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz?
türlü yorumlar, yaratıcılık şart. Yani yetenek ön koşul ama
Konfüçyüs der ki “Bir milleti bozmak istiyorsanız önce dilini
çalışmak çok önemlidir.
bozun.” Diller; ulusların geleneğini, göreneğini, kültürünü her
şeyini belirler. Yeni nesil, dili çok kötü kullanmaya başladı. Hatta
8. Tiyatroculuğun zor yönleri nelerdir?
sevimli olmak adına “ş” harfi yerine “s” harfini kullanıyorlar.
Tiyatroculuğun her yönü zordur. En kolay yönü ezber yapmaktır.
Bu çok vahim bir durum. Sakın siz böyle bozuk dil kullanımları
Sahnede mizansenler ve efektlerle ezberlerim rollerimi ve evde
tuzağına düşmeyin. Bakınız, Türkçe anlam açısından çok zengin
hiç ezber yapmam. Mesela provalarda takıldığım bazı kelimeler
bir dildir; iki ayrı kelime farklı tonlamayla farklı anlamlara gelir.
oluyor ama bunu oyun günü doğru söylerim. Bu tamamen seyirci
O yüzden dilimizin değerini bilelim. Emperyalist ülkelerin hedefi
ile alakalı.
dilleri yok ederek toplumları da yok etmek. Siz gençler olarak
9. Çocukların tiyatroya yatkınlığı olup olmadığını nasıl
çok dikkatli olun.
anlarız?
Tiyatroculuğa, şan ve operaya olan yetenek, diğer sanatların
5
“Sıkça Yapılan Yanlışlara Doğrular”
Yasemin KOCABAŞ
[email protected]
Türk Dil Kurumu İnternet sitesi kullanıcıları için yeni bir hizmet daha sunmaya başlamıştır. Kurumun sayfasında
“Sıkça Yapılan Yanlışlara Doğrular” başlığı altında açılan sayfada Türkçede çoğunlukla yanlış yazılan, yanlış
söylenen ve yanlış kullanılan sözcüklerin doğru kullanımları verilmiş ve sözcükler örneklerle açıklanmıştır.
Gerek meslektaşlarımızın gerekse öğrencilerimizin çokça yararlanacağını düşündüğümüz sayfadan birkaç örnek
vermeyi yararlı bulmaktayız.
acenta x acente
a. (ace’nte)
1. Bir kuruluşun yaptığı işi onun adına kazanç karşılığında yürüten daha küçük kuruluş:
“İtalya’da büyük bir şirketin acentesiyim ben.” -R. Enis. 2. Bu kuruluşun veya şubelerinin başında bulunan kimse.
3. Banka şubesi. 4. Vapur ortaklığı. 5. tic. Bir kuruluşa bağlı olmaksızın sözleşmeye dayanarak belirli bir yer ve
bölge içinde sürekli olarak ticarethane veya işletmeyi ilgilendiren işlerde aracılık eden, bunları o işletme adına
yapan kimse.
adele x adale
a. anat.
Kas: “Omuz adaleleri gelişmişti.” -Ç. Altan.
afaroz x aforoz
a. din
b. 1. Hristiyanlıkta kilise tarafından verilen cemaatten kovma cezası: “Manastırdan kaçalı,
papanın aforozuna uğrayalı on beş yıl oluyor.” -H. E. Adıvar. 2. mec. Darılıp biriyle konuşmama, ilgiyi kesip
kendinden uzaklaştırma, toplum dışılama.
ahçı x aşçı
a. 1.
Yemek pişirmeyi meslek edinen kimse: “Ben bu aşçı kadar çılgın ve aksi insan görmedim.” -R. N.
Güntekin. 2. Yemek pişirip satan kimse. 3. hlk. Yemek yenilen dükkân, aşevi, lokanta.
akibet x a:kıbet
a.
(a:kıbet) 1. Bir iş veya durumun sonu, sonuç: “Diğerlerinin akıbetlerini bilmiyorum.” -İ. O.
Anar. 2. zf. Sonunda, önünde sonunda: Akıbet, iş düzelecek.
aldırmamazlık x aldırmazlık
a. İlgisizlik.
banyo yapmak x yıkanmak
(nsz) 1. Yıkama işi
yapılmak veya yıkama işine konu olmak: “Yıkanan çamaşırları evin arkasında,
uzak bir yere astırıyorum.” -A. Gündüz. 2. Kendi vücudunu yıkamak, banyo yapmak: “Bu suyla yıkanan insanlarda
çok geçmeden garip değişmeler ortaya çıkmaya başladı.” -L. Tekin.
barsak x bağırsak
a. anat.
bölümü.
Sindirim organının mideden anüse kadar olan, ince bağırsak ve kalın bağırsaktan oluşan
canbaz x cambaz
a. 1. Yerde
ve tel, at, bisiklet, ip vb. üzerinde dengeye dayanan, tehlikeli, heyecan verici gösteriler yapan
kimse, akrobat: “Önüne getirilen ata bir cambaz çevikliğiyle atladı.” -Ö. Seyfettin. 2. At alıp satan veya yetiştiren
kimse: “Bitişik komşumuz cambaz İbrahim -bizde at alıp satanlara cambaz derler- hacca gitti, geldi.” -M. Ş.
Esendal. 3. Usta, becerikli kimse: Söz cambazı. 4. tar. Osmanlı Devleti’nde atlı olan ve savaşlarda padişahın önünde
6
ceryan x cereyan
a. (cereya:nı) 1. Bir yöne doğru akma, akış, akıntı: “Köprünün parmaklığına dayandı, gözlerini Haliç’in
kapkara sularına, bu suların cereyanına kaptırdı.” -E. E. Talu. 2. Bir şeyin gelişme, olma durumu: “En iyisi
zorlamamak, işi tabii cereyanına bırakmak.” -R. H. Karay. 3. mec. Aynı eğilimde olan, aynı görüşü paylaşan
kimselerin oluşturduğu hareket: “Aşırı ırkçılık cereyanlarının yalancı şahidi olarak sahneye çıkarıldı.” -C.
Meriç. 4. fiz. Akım: Elektrik cereyanı.
çiflik x çiftlik
a. 1. Tarım yapılan, hayvan yetiştirilen, çalışanlarının da oturması için evler bulunan geniş toprak parçası:
“Orada kızına bir çiftlik almış, işten el çekmişti.” -Ö. Seyfettin. 2. Çift olma durumu: “Neden çift tabanca?
Çiftliği daha bir gösteriş.” -E. Işınsu. 3. mec. Kolaylıkla yarar sağlanabilen yer.
çinakop x çinekop
Lüferin küçüğü (Temnodon altator).
çukulata, çukolata x çikolata
a. Kakaonun içerisine şeker, süt, fıstık, fındık vb. katılarak yapılan bir tür tatlı yiyecek.
dekarasyon x dekorasyon
a. 1. Dekor yapma işi. 2. Bir yeri süsleme.
demokra:si x demokrasi
a. top. b. Halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimi, el erki, demokratlık: “Bu kitapta toplanan
yazıların bir kısmı bizim için hayati bir mesele olan demokrasi ile ilgilidir.” -M. Kaplan.
direk x direkt
sf. 1. Dolaysız, aracısız: İki devlet arasında direkt ilişki yok. 2. zf. Doğru olarak, hiçbir yerde durmadan,
duraksız, doğruca: Bu otobüs direkt İstanbul’a gider. 3. zf. Doğrudan, doğrudan doğruya: Sınıfını direkt
geçen öğrenci.
fasülye x fasulye
a. (fasu’lye) bit. b. 1. Fasulyegillerden, barbunya, çalı, ayşekadın, horoz vb. türleri bulunan bitki
(Phaseolus vulgaris). 2. Bu bitkinin sebze olarak yararlanılan yeşil ürünü ve kuru tohumları.
fiat x fiyat
a. 1. Alım veya satımda bir şeyin para karşılığındaki değeri, eder, paha: “Fiyatı her ne ise derhâl tediye
ederim.” -N. Hikmet. 2. ekon. Bir mal veya iş gücü için uygun görülen para karşılığı. 3. ekon. Bir değer ile
para birimi arasındaki ilişki: “Fiyat yükselişlerini de beş yüz mislinde durdurmayı bildi.” -N. F. Kısakürek.
filim x film
a. 1. Fotoğrafçılıkta, radyografide ve sinemacılıkta resim çekmek için kullanılan, selülozdan, saydam,
bükülebilir şerit. 2. Camlara yapıştırılarak içerinin görünmesini engelleyen bir tür ince yaprak. 3. sin. Bir
oyunun bütününü taşıyan şerit veya şeritlerin bütünü. 4. sin. Sinemalarda gösterilen eser.
7
Altun Yaruk (altın ışık)
Kemal GÜLER
[email protected]
A
ltun Yaruk (Altın Işık), Eski Uygur edebiyatının
yalnızca en hacimli eseri değil; içeriği, dili ve
üslubu itibariyle de ta on bir asır öncesinden
günümüze ulaşabilmiş altın bir ışığıdır. Bütün Türk
dili için bir dil abidesi niteliği taşıyan bu eserin tanıtımından
önce, tercüme edildiği dönemdeki Uygur toplumu hakkında
bazı temel bilgileri aktarmak yararlı olacaktır.
Merkezi bugünkü Moğolistan’ın kuzeyinde, Türklerce
kutsal kabul edilen Ötüken bölgesinde bulunan Uygur
devleti 840’ta Kırgızlar tarafından yıkıldıktan sonra,
Uygurların büyük bir kısmı bugünkü Doğu Türkistan’a
göç etmişlerdir. Bu olay Uygur tarihinde bir dönüm
noktası olmuş, göçebe hayat tarzı tamamen bırakılarak
yerleşik şehir hayatı bütün kurumlarıyla benimsenmiştir.
Artık ziraat, ticaret ve zanaatla uğraşan Uygurlar arasında
Budizm, Maniheizm ve kısmen de Hristiyanlık toplumsal
hayatı şekillendirmeye başlamıştır. Her alanda önemli
gelişmelerin yaşandığı bu dönemde, yazı malzemesi olarak
kağıdı kullanmaya başlayan, kitap çoğaltmada zamanın
baskı tekniklerinden de yararlanan Uygurlar bilimde ve
sanatta bütün Türk dünyasının öncülüğünü üstlenmişlerdir.
Uygurlar bu devirde Göktürk, Süryani, Mani, Soğd,
Brahmi, Çin ve Tibet alfabelerini de kullanmışlarsa da en
yaygın olarak Soğdlardan alıp Türkçeye kısmen de olsa
uyarladıkları Uygur alfabesini kullanmışlardır. Çince,
Hintçe, Sanskritçe, Tibetçe ve Toharcadan çoğu dinî içerikli
pek çok eser tercüme etmişler ve çok sayıda telif eser de
meydana getirmişlerdir. Maniheist Uygurlara ait Irk Bitig,
Huastuanift ve İki Yıltız Nom ile Budist Uygurlara ait
Maytrisimit, Sekiz Yükmek, Edgi Ögli Tigin İle Ayıg Ögli
Tigin, Hüen-Tsang’ın Biyografisi ve yazımızın konusu olan
Altun Yaruk bunların en meşhurlarındandır.1
Altun Yaruk Budizm’in Mahayana (büyük taşıt) mezhebine
ait bir sutra, yani vaaz kitabıdır. Buda’nın Budizm’in
esaslarına, felsefesine, ahlak anlayışına ve pratiğine dair
vaazlarını içerir. X. yüzyılda yaşadığı sanılan Bişbalık
Budist Uygur Rahipleri
Uygur Kadınları
şehrinden Sıngku Seli Tutung2 adlı bir Uygur bilgini
tarafından Çinceden tercüme edilmiştir. Çevirmenin yaptığı
eklemelerle tercümeden çok bir uyarlama niteliğindedir.
Eserin bugüne ulaşan en büyük nüshası (tamamının yaklaşık
% 85’i, yani 355 yaprak) 1687’de istinsah edilmiş olup
Petersburg Asya Müzesi’nde bulunmaktadır. Berlin’deki
Turfan Koleksiyonu’nda da eserin farklı nüshalarından
yüzlerce parça mevcuttur. Eser 10 fasıldan (tegzinç)
oluşmuştur. Bu 10 fasıl da kendi içinde toplam 31 bölüme
(bölük) ayrılmıştır. Her bölümde Buda’ya müritlerinden
biri tarafından yöneltilen bir soruyla konuya girilir. Sorulan
soru, araya Buda’nın “çeşitli yaşamlarında” başından
geçen olağanüstü olayları anlatan menkıbeler ve hikâyeler
(çatikler) de katılarak Buda’nın ağzından cevaplandırılır. Bu
hikâyelerden en meşhuru, Budizm’de fedakârlık düşüncesini
çok çarpıcı bir örnekle anlatan açlıktan ölmek üzere olan
dişi bir parsla yavrularını kurtarmak için kendini feda eden
şehzadenin hikâyesidir. Aşağıda bu hikâyeden şehzadenin
kendisini aç parsa yedirmesinin ve ölümü üzerine annesi
kraliçenin yas tutmasının anlatıldığı pasajlardan kesitler ve
çevirilerini sunuyoruz.
Altun Yaruk’tan Bir Sayfa
Bu eserler, XIX. yüzyılın sonlarında ve XX. yüzyılın başlarında Finli, İsveçli, Rus, Alman, Fransız, İngiliz, Çinli ve Japon araştırma ekiplerinin
Doğu Türkistan’ın eski harabe şehirlerinde yaptıkları kazılarla gün yüzüne çıkartılmış ve bugün Berlin, Leningrad, Stokholm, Londra, Paris, Pekin,
Kyoto müze ve kütüphanelerinde saklanmaktadır. Bk. Ercilasun, Ahmet B., 2009, s. 262-272.
1
2
8
Sıngku Seli Tutung’un günümüze ulaşmış dört çevirisi daha vardır. Telif eserlerinin de olabileceği sanılmaktadır, bk. Kaya, Ceval 1994, 14.
“… bodısatav anı körüp ötrü idiz tagka agtınıp et’özin kodı kemişdi.
kaçan yirke tegdükde bodısatav yene inçe tip sakıntı: ‘inçip bo bars
torukı küçsüzi ugrınta anın mini yigeli umaz’ tip ötrü bodısatav örü
turup ınaru berü körüp bı bıçgu tilep bulmadı. ötrü kurımış katıg kamış
alıp anı üze ömgen tamırın sançıp kan üntürüp akuru akuru barska
yakın bartı. … ol ödün aç bars kaçan bodısatavnıng ömgenintin kan
akmışın körti, ötrü ol kanıg yalgayu etin barça yip kodtı. yalanguz
kurug süngükleri ök turu kaltı.”
… Bodisatva1 bunu gördü. Sonra yüksek bir dağa çıkıp kendisini
aşağıya bıraktı. Yere düşünce yine şöyle düşündü: Fakat bu pars
zayıflığı, güçsüzlüğü sebebiyle beni yiyemez. Sonra bodisatva ileri
geri bakınıp kesici bir şey aradı, bulamadı. Sonra kuru sert bir kamış
alıp onunla boyun damarını kesip kan akıtıp yavaş yavaş parsa yaklaştı.
… o zaman aç pars bodisatvanın boynundan kan aktığını görünce o
kanı yalayıp etini tamamen yedi. Geriye yalnız kuru kemikleri kaldı.
“… anta ötrü ilig beg katunı ançak(a)ya ögsiremeki serilip saçı başı … ondan sonra hükümdarın eşi, biraz kendine gelip, saçı başı dağılmış
yadılıp iki iligi üze kögüzin tokıyu, kaltı balık suvıntın adırılıp isig vaziyette, iki eliyle göğsüne vurarak sudan çıkmış sıcak kumun
kumda agınamış teg yirte agınayu inçe tip yıgladı:
üzerinde çırpınan bir balık gibi yerde yatıp çırpınarak şöyle ağladı:
‘kim erti erki bıçdaçı
öngi saçılıp yatur ay
ıçgınmış men kençimin,
busuşka emgekke basıtıp,
kim erti erki ölürteçi
tegürteçi monı teg
katıg vajır ermez mu,
yarılıp bükşilip barmadın
tülümde men belgülüg
iki imigim birkerü
azıg tişim kongrulup
körür ermiş men odgurak
yene tüşedim montada
laçın tokup üçegüni,
amtı yitürtüm eng kiçigi
yavlak belgü utlısı
ögükkeyem et’özin?
kalmış süngük yir sayu.
sever amrak atayımın.
teprençsiz boltum ermez mu?
ögükkeyem çak sini,
busuş kadgu emgekke?
kim mening bo yürekim
neçökin turur monı teg?
körtüm erti bo belgüg:
töpüre bıçılur tüşedim,
tüşüp kelir boltı erdi.
bo emgekke tuşguka.
adın üç kögürçgen atayın,
birisin kapıp iltür bolur.
sever amrak ögükümin,
idi ezüg bolmadı’
tip monçulayu yıgladı.”
‘Kim idi acaba biçecek yavrucuğumun vücudunu?
Artık saçılmış yatıyor eyvah, geride kalan kemikler her yerde.
Yitirmişim çocuğumu, sevgili yavrucuğumu.
Keder ve ıstırap altında ezilip kımıldayamaz oldum değil mi?
Kim idi acaba öldürecek yavrucuğum gerçekten seni,
Bunun gibi keder, kaygı ve ıstıraba düşürecek?
Sert bir elmas değil mi, ki benim bu yüreğim
Yarılıp, parçalanıp gitmeden nasıl durur böylece?
Düşümde ben açıkça gördümdü şu işareti:
İki memem birlikte tamamen kesilir gördüm,
Azı dişim sökülüp düşüp gelir gördüm.
Görürmüşüm açıkça bu ıstıraba uğrayacağımı.
Yine gördüm aynı düşte ayrıca üç güvercin yavrusunu,
Şahin saldırıp üçüne birisini kapıp götürür olur.
Şimdi yitirdim en küçükleri sevgili yavrucuğumu,
Kötü işaretin sonucu hiç yanlış çıkmadı.’
diyerek böyle ağladı.
Altun Yaruk üzerine şimdiye kadar çoğunluğu Rus, Alman ve Türk bilim adamları tarafından olmak üzere pek çok
çalışma yapılmıştır. Metnin tamamının çeviri yazısı ilk olarak Ceval Kaya tarafından gerçekleştirilmiştir. Ancak
eserin tümünün Türkçeye veya bir Avrupa diline çevirisi halen ortaya konamamıştır. Özellikle Türkiye Türkçesine
çevirisi önemli bir görev olarak hikâyedeki şehzade kadar olmasa da fedakâr araştırmacıları beklemektedir.
Altun Yaruk’tan Bir Başka Sayfa
Karahoço Uygur Prensleri
Kaynakça
Ahmet Caferoğlu (1984), Türk Dili Tarihi I-II, 3. Baskı, İstanbul: Enderun Kitabevi.
Ahmet B. Ercilasun (2009), Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla Türk Dili Tarihi, Ankara: Akçağ Yayınları.
Annemaria von Gabain (1959), “Das Alttürkische”, Philologiae Turcicae Fundamenta, Wiesbaden , C.1, s. 21-45.
Ceval Kaya (1994), Uygurca Altun Yaruk. Giriş, Metin ve Dizin, Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yay.
Jean Paul Roux (2006), Orta Asya. Tarih ve Uygarlık. (çev. Lale Arslan). İstanbul: Kabalcı Yayınları.
Mehmet Ölmez (1997), “Kurzer Überblick über die Buddhistische-Übersetzungsliteratur im Alttürkischen, (Eski Türkçe Budist Çeviri Edebiyatına
Kısa Bir Bakış)”, Çağdaş Türk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış: Nevin Önberk Armağanı, yay. M. Ölmez, Ankara: 225-256.
Budizm’de en yüksek dereceye, Nirvana’ya, Budalık mertebesine ulaşabilen fakat canlılara duyduğu merhamet ile bu mertebeden vazgeçip kendisini
başkalarının ıstıraplarını dindirmeye, başkalarına rehberliğe ve iyiliğe adamış olan kimse, ermiş.
1
9
TÜRK DİLİ
DERGİSİNİN 700. SAYISI
T
DK, Söyleşi Özel Sayısı’ndan sonra Türk Dili dergisinin
700. sayısını da özel sayı olarak çıkardı. 700. sayı konu
olarak kendisini ele almış. Yedi yüz sayı çıkmış bir
derginin elbette bir hikâyesi olmalıydı. Bu nedenle bu
özel sayıda konu seçimi çok isabetli olmuştur. Okuyucu, derginin
yayın hayatına çıkışından bu yana, hiçbir yerde görmediği birçok
bilgiye bu sayı ile ulaşıyor. Derginin bu özel sayısı iki bölümden
oluşuyor: Biri şimdiye kadar dergide yer alan yazıların tanıtılması,
diğeri dergiye emek verenlerin tanıtılması.
Dr. Hüseyin YENİÇERİ
[email protected]
143’ü deneme, 130’u sorulara verilen cevaplardan oluşuyor.
Konular ve türler göz önüne alınarak yazıları, ayrı ayrı uzmanlar
incelemiş. Söz gelişi “Türk Dili Dergisinde Atatürk” konusunu
Melek Özyetgin, “Denemeler” konusunu Yasemin Dinç Kurt,
“Türk Dili Dergisinin Türk Öykücülüğündeki Yeri” konusunu
Âbide Doğan, “ Türk Dili’nin Sayfalarında Anılar” konusunu
Serdar Odacı, “Terim Konulu Yazılarıyla Türk Dili Dergisi”
konusunu Hamza Zülfikar işlemiş.
Özel sayının okuyucu açısından yeni bilgiler içeren bölümünü
Prof. Dr. Şükrü H. Akalın yazmış. “Bir Tarih: Birinci Sayısından
Yedi Yüzüncü Sayısına Türk Dili” başlığını taşıyan yazı, bir
bakıma bir giriş niteliğinde. Tamamı 756 sayfa olan özel sayının
26 sayfasını bu giriş yazısı tutmuş. Akalın, Türk Dili dergisinin
doğuşunu ayrıntılı bir biçimde açıklıyor. Bu açıklamalardan
TDK’nin dergi çıkarmaya I. Kurultay’da karar verdiği, dergiye ad
olarak “Kurultay” sözcüğünün önerildiği, ancak bir yıl sonra, 1933
Nisanı’nda Türk Dili adıyla çıktığı anlaşılıyor. Beş yılda 33 sayı
çıkarılmış ve 1938’de yayımına iki yıl ara verilmiş, 1940’tan sonra
ikinci seri çıkarılmaya başlanmış. 1943’te 20 sayı çıkarıldıktan
sonra ikinci seri de yayımına ara vermiştir. 1945’ten kesintisiz
yayınlanmaya başladığı 1951 Ekimi’ne kadar toplam 68 sayı
çıkan Türk Dili, bundan sonra sürekli yayımlanacaktır. Derginin
bu yeni yayın dönemi İstanbul’da, Peyami Safa’nın yönetiminde
başlamıştır. Birinci sayı beş bin adet basılmış, 50 kuruştan satılmış
ve birkaç günde tükendiği için ikinci baskısı yapılmıştır.
Derginin ilk sayısında “Başlarken” başlığını taşıyan bir yazıya yer
verilmiş. 700. sayıya kapak olan bu yazı şöyle başlıyor: “Dilimiz
yıldan yıla, günden güne değişiyor. Biz şimdi, bundan yüz yıl
önceki Türkçeyi değil, otuz yıl önceki Türkçeyi de konuşmuyor,
yazmıyoruz. Dilimize birtakım yeni kelimeler giriyor: Kimi
Türkçe köklerden kuruluyor, kimi de başka dillerden, Avrupa
dillerinden alınıyor. Dilimizin yapısında, söz diziminde de
bir genişleme görülüyor. Bunlarda özentinin payı olsa bile
ihtiyacın da payı olduğu inkâr edilemez.” Yazının devamında,
dilimizi yaşanan dil tartışmalarının değil, yazarlarımızın kurup
geliştireceği belirtiliyor. Derginin yayımlanma nedeni de şöyle
vurgulanıyor: “Bir çığırın, bir görüşün dergisi değil; Türkçeyi
sevenlerin, Türkçe için çalışmak isteyenlerin dergisidir. Bu dergiyi
Türk Dil Kurumu çıkarıyor, ama yalnız kendi görüşünü yaymak,
kendi yaptıklarını bildirmek, kendi fikirlerini savunmak için değil,
yarının Türkçesini kurmaya çalışanları bir araya toplamak, hepsine
de kendi düşüncelerini, dileklerini bildirmek imkânı sağlamak
için çıkıyor (s. 309)”. Yazının sonunda yer alan şu cümle “Bu
dergi Türkçeyi seven, Türkçeye inanan, Türkçe için çalışmak
isteyen bütün yazarlarımıza açıktır.” derginin yayın çizgisini ve
ilkesini belirliyor.
Özel sayıda yer alan yazıların büyük bir bölümü şimdiye kadar
dergide yayımlanan yazıları ayrı ayrı başlıklar altında inceleyen
bölümlerden oluşuyor. 700 sayıda bugüne kadar toplam 7288 yazı,
6018 şiir yer almış. Yazıların 1789’u değerlendirme, 804’ü öykü,
735’i haber içerikli, 619’u Atatürk’ü konu alan yazı, 587’si çeviri,
300’ü yitirdiklerimizi tanıtma amaçlı, 205’i tiyatro, 145’i sinema,
10
Türk Dili dergisine emek verenlerin tanıtıldığı yazıları da dil
ve edebiyat uzmanları yazmış. Bu tanıtım yazılarının en dikkat
çekici özelliği yazarlar seçilirken siyasal görüş açısından ayrım
yapılmaması. Bu açıdan TDK’yi kutlamak gerekir. Yine bu
yazılar, son 50-60 yılın bütün dilcilerini ve edebiyatçılarını
bilimsel ölçütlerle ilk kez bir araya getirmek bakımından da dikkat
çekicidir. Peyami Safa’yı Ali Cin, Fakir Baykurt’u Macit Balık,
Mehmet Çınarlı’yı Mahmut Hasgül, Talat Sait Halman’ı Fahri
Temizyürek, Ceyhun Atuf Kansu’yu Erol Barın, Ahmet Bican
Ercilasun’u Ali Ilgın, Mehmet Kaplan’ı Ülkü Çetinkaya tanıtmış.
Türk Dili dergisi yeni çizgisiyle emin adımlarla ilerliyor. Bu çizgi
bilimin yol göstericiliğinin benimsenmesidir. Bir zamanların
yüzde yüz Türkçe yazmak uğruna okuyucuyu dikkate almayan
tutumundan uzaklaşılmıştır. Dergide konuşma dilinin en güzel
biçimi yazı dili olarak kullanılmaktadır. Bu nedenle Türkçeye
gönül verenlerin rahatlıkla okuyacağı, yararlanacağı bir dil ve
edebiyat dergisi olmuştur. Yalnız, derginin daha güzel, daha çağdaş
bir baskıya ve görüntüye kavuşturulmasının zamanı da gelmiştir.
Derginin en iyi kâğıda basılması gerekir. Unutulmamalıdır ki en
iyi yatırım insana yapılandır. İnsanı özgür ve bağımsız yapan,
ayakta tutan da kültürdür. Kültürün taşıyıcısı da dildir.
Türk Dili dergisine nice 700 sayılar, nice 59. yıllar diliyorum.
EHEMMİYETLİ
BİR LÂYİHA
B
asiret’in
[Basiret
gazetesinin] geçen cuma
günü çıkan nüshasında,
“Bir Varakacık” diye ismi
küçük, hükmü büyük bir şey okudum.
Hem de hükmü sahîhen [gerçekten]
büyük olduğu için dikkat ederek
birkaç defa okudum. Bu varaka [açık
mektup] sahibinin demek istediği
iki şey vardır ki birisi kadınlara
ve çocuklara ve halkın terbiyesine
mahsus gazete yapılması ve ikincisi
dahi yazılan gazetelerin nasıl
lakırdı söylüyorsak öylece yazılıp
gazetelerde ne denmek istenildiğinin
herkese anlatılmasıdır. (…) O
varakada en ziyade ehemmiyetli
şey, yazılan sözü okuyana anlatmak
meselesi olduğundan bunun üzerine
birkaç söz söylemek arzusundayım.
En evvel kalem sahiplerine şunu
sormak isterim ki bizim kendimize
mahsus bir lisanımız yok mudur?
Türkistan’da söylenmekte bulunan
Türkçeyi gösterecekler, öyle değil
mi? Hayır, o lisan bizim lisanımız
değildir. Bundan altı yedi asır
mukaddem [önce] bizim lisanımız
idi, fakat şimdi değil; o lisan bizim
lisanımız olmadığı gibi Arabî ve
Farisî dahi lisanımız değildir.
Ama denilecek ki bizim lisanımız
herhâlde bunlardan hariç [bunların
dışında] olamıyor. Anladık, hariç
olamadığı gibi dâhilinde de [içinde
de] sayılamıyor. Türkistan’dan
bir Türk ve Necit’ten bir Arap
ve Şiraz’dan bir Acem getirsek,
edebiyatımızdan en güzel bir parçayı
bunlara karşı okusak hangisi anlar?
Şüphe yok ki hiçbirisi anlayamaz.
Tamam! İşte bunlardan hiçbirisinin
anlayamadığı lisan bizim lisanımızdır
diyelim. Hayır, onu da diyemeyiz;
çünkü o parçayı bize okudukları
zaman biz de anlayamıyoruz. Vakıa
[gerçi] anlayabilenlerimiz de var.
Mesela yedi yüz binden ziyade
İslam bulunan İstanbul şehrinde
onu anlayacak yedi kişi elbette
bulunur. Fakat yüz binde bir kişinin
anlayabildiği lisana biz “millet
lisanı” diyebilecek miyiz? Eğer
kendimizi sıkıp da arayacak olsak,
İstanbul’da yedi tane Çince bilen
dahi bulunabilir. Hatta yedi değil,
belki yedi binden ziyade Fransızca
bilen dahi vardır. Ancak, yedi bin
kişinin
Fransızca
bilmesinden
ötürü Fransız lisanı bizim için
“millet lisanı” olamıyor. Bu hâlde,
İstanbul’da yedi kişinin o mahut
lisanı bilmesinden dolayı bize
“millet lisanı” olabileceğini iddia
eden bulunabilir mi?
Pekâlâ, ne yapalım? Bu hâlde bir
gayret daha etmeli, yazılan şeyleri
yedi bin kişiye ve eğer benim
istediğim kadar gayret edilirse yedi
yüz bin kişiye kadar anlatmalı.
İstediğim gayret ise küçük bir
şeydir: Arapça ve Farsçanın ne
kadar izafetleri [tamlamaları] ve ne
kadar sıfatları varsa kaldırıversek,
yazdığımız şeyleri bugün yedi
yüz kişi anlayabilmekte ise yarın
mutlaka yedi bin kişi anlar. Şimdiki
hâlde en açık söylediğimiz söz
“devletimizin himemât-ı mahsûsa-i
terakkî-perverânesi” değil mi?
Bunu İstanbul’da sekiz senecik
olsun Bâbıâli’ye devam etmemiş
olan bir Osmanlı anlayabilir mi?
Fakat “daima ilerlemeye çalışan
devletimizin himmet ve gayreti”
denilse elbette daha çok anlayan
bulunur.
Kaynak
Cevdet Kudret (1962), Ahmet Mithat, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, s. 22-24.
Ahmet Mithat
Vakıa [gerçi] dimağlarına eski
lisanın lezzeti [tadı] bulaşmış ve bu
lezzet neden ibaret bulunduğunu
kendileri
dahi
anlayamamış
olan birkaç kimse benim tavsiye
eylediğim kitabete [yazıya, yazışa]
“artık bu da pek kaba Türkçe!”
diye kusur bulacakları şüphesizdir,
lakin bunda hak kazanamazlar.
“Kaba Osmanlıca” derlerse doğru
söylemiş ve fakat bu söz ile bizi yine
ayıplayamamış olurlar.
Çünkü bizim ihtiyacımız ne kaba
Arapçaya ve ne de kaba Farsçayadır.
Kaba Osmanlıcaya muhtacız. Bir
adamın muhtaç olduğu şeyi ele
getirmesi dahi hiçbir vakitte ayıp
sayılamaz.
İşte gazetelerin yazdıklarını herkese
anlatabilecek
gibi
yazmaları
hakkında zikrolunan [adı geçen]
“Varakacık”ın gösterdiği fikrin
ehemmiyetini ben bu suretle
muvazene
eyledim
[ölçtüm].
Zannederim ki bu muvazene [ölçme]
sizin dahi işinize gelir. Çünkü Arabî
ve Farisînin yalnız sıfatlariyle
izafetlerini [tamlamalarını] terk
etmekle okuduğunu anlayabilecek
kimselerin kat kat çoğalması elbette
işinize gelir.
(Basiret, 1871, Sayı 639)
11
MERNUŞ’UN “ÇATAL KARA”SI
Hafize ŞAHİN
[email protected]
B
atı, divan ve halk şiirinden beslenen Modern Türk şiirinde şairler, gelenekten de yararlanarak kendi şiir anlayışlarını oluştururlar.
Halk şiiri ise temel söyleyiş zenginliğini; halkın söylemlerinden, hikâyelerinden ve
inanışlarından alır. Halk şiirinden beslenen şairlerimizden biri olan Bedri Rahmi
Eyüboğlu, Türk resim sanatının gelişmesini etkileyen ressam kimliğinin yanı sıra güçlü
şair kimliğiyle de edebiyatımızda adından sıkça söz ettirmiştir.
Bedri Rahmi’nin halk kültüründen yararlandığını gösteren en güzel örneklerden biri “Karadut” adlı
şiiridir. Bedri Rahmi-Mari Gerekmezyan aşkının sembolü olan bu şiirin de yer aldığı Karadut kitabı
için Bedri Rahmi’nin oğlu Mehmet Eyüboğlu şunları söylüyor:
“Bu kitap bir bakıma Karadut Hanıma adanmış bir kitabedir. Karadut Hanım
1940’lı yılların başında Bedri Rahmi’nin bir bronz büstünü yapmış, onu en
‘Delifişek’ çağında ölümsüzleştirmiştir. Bedri Rahmi de Karadut kitabıyla Güzel
Sanatlar Akademisi’nde 1940’lı yılların başlarında tanıştığı heykel öğrencisi
Mari Gerekmezyan’ı ölümsüzleştirmiştir.” (Eyüboğlu 2009: 61)
Peki bu şiirde adı geçen ‘‘çatal kara’’ sözcüğü nereden geliyor, hiç düşündünüz mü? Turan Erol,
Bedri Rahmi’nin “Karadut” şiirindeki ‘‘çatal kara’’ sözcüğünü Çorum’da öğrendiğini söyler.1 Bedri
Rahmi, bir gün Çorum’da İskilip yoluna doğru resim tezgâhını kurar. Etrafındaki çocuklarsa çığlık çığlığa oyun oynuyorlardır. Bedri Rahmi’nin
başına toplanan çocukların her birinden bir başka eleştiri, bir başka yorum gelir. O da bir an olsun onları uzaklaştırabilmek için ellerine birer kâğıt
kalem verip İskilip’te ne kadar meyve adı varsa onları yazmalarını ister:
“Çocuklar yazıyorlardı, ama bazı meyve adlarını utana sıkıla yazıyorlardı: Kızmemesi üzümü, Karabaldır
elması… Meyve listelerinin en uzunu üzümler hanesi idi. En baştaki üzümü, Çatal kara salkımı tarif ettiler.
Öyle güzel anlattılar ki, elimle koymuş gibi buldum onu pazarda. Yer yer mora kaçan kuzguni kara bir salkım.
İki avuç doldurur taşar bile. İki üç katlı bir salkım. Bir tane daha var, o da simsiyah. Tam beş yıl dilinden
düşmedi, Mernuş’un: Çatal kara,2 kat kat kara, özlü, tatlı, uçsuz bucaksız kara, bilâl kara, bir dilimi zehir
zıkkım, bir dilimi candan tatlı kara. Sevda karası.” (Erol 1984: 81-82)
Turan Erol’un kitabını okuyana kadar “Karadut” şiirindeki “çatal kara” sözcüğünün bir üzüm adından gelebileceğini hiç düşünmemiştim;
yadırgamadığımız, bildiğimiz bir şeydi sanki. Hem her şeyi anlatıyor hem de süsten uzak, zengin çağrışımlara açık bir tanımlamaydı benim
için: “Karadutum, çatal karam, çingenem”. Tam da Bedri Rahmi’nin istediği gibi herkes çok
kolay söylenmiş zannetsin! Oysa yıllarca didinip dursa insan, herhâlde böyle bir dizeyi kolaylıkla
söyleyemez. Bu da gösteriyor ki ne saklı hazineler var Anadolu’da da farkında değiliz! Şairin işi
ise tam da bu: Böyle gizli hazineleri ortaya çıkarmak ve edebî bir dille yeniden yorumlamak…
KARADUT
Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın ağulum
Günahımsın, vebâlimsin.
Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum
Gökte ararken yerde bulduğum
Karadutum, çatal karam, çingenem
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın.
Günümüz Türk Resminin Oluşum Sürecinde Bedri Rahmi Eyüboğlu Yetişme Koşulları, Sanatçı Kişiliği
Bedri Rahmi’nin “Çatal Kara” yazısı 27 Temmuz 1959’da Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmıştır,
Bedri Rahmi yazılarında kendisine “Mernuş” diye seslenir (Erol 1984: 82).
1
2
12
Kaynakça
Turan Erol (1984), Günümüz Türk Resminin Oluşum Sürecinde Bedri Rahmi Eyüboğlu Yetişme Koşulları, Sanatçı Kişiliği, İstanbul: Cem Yayınevi.
Bedri Rahmi Eyüboğlu (2009), Dol Karabakır Dol, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları (Kitapta ayrıca Karadut Sergi Resimlerine yer verilmiştir. Yukarıdaki
resim kitaptan alınmıştır). www.bedrirahmi.com
Türkçe
{
“Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller
boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
13
HÜDİL
KÖKLÜ KÜLTÜREL
BİRİKİMİMİZLE
TANIŞMAK İÇİN
Dr. Hiclâl DEMİR
Osmanlıca I
Dr. Özge ÖZTEKİN
Osmanlıca II
OSMANLICA
KURSLARI
Osmanlıca I: Türk dilinin tarihî dönemlerinden biri olan Osmanlı Türkçesi, 6 yüzyıldan fazla bir zamanda çok geniş bir coğrafyada kullanılmış,
yüksek bir medeniyetin yazı dili olmuştur. Osmanlı Türkçesi ile yalnızca edebî ürünler değil bilimin ve sanatın hemen her alanında pek çok eser
yazılmıştır. Osmanlıca da denen klasik edebî dilde Arap alfabesi kullanılmıştır. Bugün artık tarihe karışmış bu yazı dilini eski kültür, bilim ve
edebiyat eserlerimizi okuyup anlayabilmek için öğrenmek gerekir. Geçmişimizi bugüne taşıyan, Türk kültür dünyasını yansıtan eserleri okumak
ve böylece köklü kültürel birikimimizle tanışmak amacıyla açtığımız bu kurs, başlangıç düzeyindedir. Alfabe, imla, Arapça kelime ve şekiller,
Farsça kelime ve şekiller üzerinde durulacak olan kursun bitiminde kursiyerlerin matbu metinleri okuyabilmesi amaçlanmaktadır.
Osmanlıca II: Katılımcıların Osmanlıca bilgilerini geliştirmeyi amaçlayan bu kursta, alanla ilgili kuramsal bilgiler metin örnekleri ile
detaylandırılacaktır. Metin çözümlemeleri yaparken sözcükleri yanlışsız okumak, basit ve birleşik sözcüklerin anlamlarını bilmek, çok
anlamlı ya da eş anlamlı sözcükleri doğru öğrenmek gerekir. Bu yüzden önce derste kullanılacak temel kaynaklar tanıtılacak, daha sonra
eski ve yeni metinlerde Arap harfli Türk imlasının kullanımı ve kurallarına geçilerek Türkçe sözcüklerle Arapça ve Farsça sözcükler
arasındaki yazım farkları ile Arapça-Farsça gramer kuralları üzerinde durulacaktır. Klasik Edebiyat, Klasik Müzik, Sanat Tarihi, Tıp Tarihi
gibi Osmanlıca yazma ve basma metinleri okuma merakı/ihtiyacı duyan herkesi kurslarımıza bekliyoruz.
ADRES: Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve
Araştırma Merkezi (HÜDİL)
TEL: (0312) 297 83 50-51
14
E-posta: [email protected]
HÜDĠL
Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi
Uygulama ve Araştırma Merkezi
TEL: (0312) 297 83 51
Web: www.hudil.hacettepe.edu.tr
E-posta: [email protected]
TÜRKÇE YOĞUN DĠL KURSU
TURKISH INTENSIVE COURSE
Ülkemizde kısa ya da uzun süre yaşamayı
seçtiyseniz,
AYDAN ERYĠĞĠT UMUNÇ
Türk diline ilgi duyuyorsanız,
Tek başınıza alışveriş yapabilmek, gezebilmek,
ev kiralayabilmek, kısacası günlük yaşamınızı
yardım almadan devam ettirebilmek istiyorsanız,
Sizi Türkçe Yoğun Dil Kursumuza
bekliyoruz.
Türkçe Yoğun Dil Kursu, ülkemizde kısa ya da uzun süre yaşamayı seçen yabancılar ile üniversiteler
arası anlaşmalar çerçevesinde,
ülkemize sınırlı süre için gelen üniversite öğrencilerine 1 ayda
(80 saat), günlük hayatlarını devam ettirecek düzeyde Türkçe öğretmek amacıyla düzenlenmiştir.
Kursumuzda, anlama ve konuşma becerilerinin en kısa süre içinde geliştirilmesi hedeflenmektedir. Bu hedefi gerçekleştirmek
için kullanılacak ders ve alıştırma kitabı, Merkezimiz öğretim elemanları tarafından özel olarak hazırlanmıştır. Kitabımızın
yanı sıra derslerimizde ve ev ödevi olarak kullanılacak olan ek materyalimiz de kursiyerlerimize ücretsiz olarak verilecektir.
Derslerimiz, en az 5 en fazla 15 öğrenciyle sürdürülecektir. Kursumuza devam eden ve başarılı olan kursiyerlerimize “Başarı
Belgesi”, devam edip başarısız olanlara ise “Katılım Belgesi” verilecektir.
15
YAZARAK
KENDİNİZİ ve HAYATI
KEŞFEDİN
YARATICI YAZARLIK
KURSU
DOÇ. DR. G. GONCA GÖKALP ALPASLAN
Duygu ve düşüncelerimizi yazarak anlatmak, genellikle yalnızca
eğitim sürecinde aldığımız kompozisyon derslerine ait bir etkinlikmiş
gibi düşünülür. Oysa yaşamın içinde çoğu kez kendimizi yazarak
ifade etmek ihtiyacı duyarız da bunu nasıl yapacağımızı bilemeyiz.
İşte bu noktada Yaratıcı Yazarlık dersleri, her yaştan ve her meslekten
insana rehberlik etmeyi amaçlayan keyifli bir etkinliktir. Bu kursta
okuduklarımızı yorumlamak, yazarak hayatın içinde olmak ve
yazılarınızın eleştirel ortamda değerlendirilmesi yazma becerimizi
güçlendirecektir. Yazmaktan zevk alıyorsanız, yazdıklarınızı
paylaşmak ve bu konuda kendinizi geliştirmek istiyorsanız Yaratıcı
Yazarlık derslerinden yararlanabilirsiniz.
16
HÜDİL
Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi
Uygulama ve Araştırma Merkezi
TEL: (0312) 297 83 51
Web: www.hudil.hacettepe.edu.tr
E-posta: [email protected]
フ
デ
ィ
ル
JAPONCA
KURSU
RYOKO ASANO
Özellikle farklı bir yazı sistemine sahip olması dolayısıyla Japonca öğrenilmesi
çok zor, hatta imkânsız bir dilmiş gibi gelir çoğumuza. Oysa bilhassa Türkler için,
Türkçeyle benzer bir yapıya sahip olan Japoncayı öğrenmek son derece kolay, eğlenceli
ve zevkli bir iştir. Bu kursta, hiçbir zorluk ve stres yaşamadan eğlene oynaya Japon
dilinin yanı sıra televizyonda, internette bir resimmiş gibi seyrettiğiniz Japon yazısını
okumayı da öğrenecek, Japon kültürünü yakından tanıma imkânı bulacaksınız. Okuma
ve yazmayla birlikte konuşmaya da büyük önem verilen öğretim programımızla daha
ilk günden Japonca konuşmaya başlayacaksınız. Başlangıç seviyesinde olsa da kursu
tamamladığınızda, edinmiş olduğunuz Japonca dil bilgisi ve kelime hazinesiyle kendinizi
oldukça iyi ifade edebildiğinizi göreceksiniz. Yeni başlayanlar için tasarlanmış olan bu
kurs, orta ve ileri seviye kurları ile sürecektir.
HÜDİL
フディル ハジェッテペ大学言語教育実践研究センター
Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi
Uygulama ve Araştırma Merkezi
TEL: (0312) 297 83 51
Web: www.hudil.hacettepe.edu.tr
E-posta: [email protected]
17
DEYİMLER ve ÖYKÜLERİ IV
Asuman BAYRAM
[email protected]
Deyimlerimizin pek azının öyküsünü
biliyoruz. Bir kısmını neredeyse unutmuşuz,
kullanım yerlerini de bilmiyoruz. Bazı
deyimlerimizin ise ne varlığından ne de
kullanım yerinden haberdarız. Durum bu ise
buyrun köşemize. Yine üç deyim ve sıradışı üç
öykü köşemizde sizlerin ilgisini beklemekte.
1.Münasebetsiz Mehmet Efendi
Sultan II. Mahmut, halka yakınlığı ile tanınan bir
Osmanlı padişahıdır. Sık sık saray dışına çıkar,
halkın içine karışır, halkın gündemini meşgul eden
kişileri ve olayları takip eder. Rivayete göre bu
Sultan zamanında Mehmet Efendi isminde bir kişi
münasebetsizliği ile İstanbul halkı içinde epey şöhret
bulur; hatta sarayda bile Mehmet Efendi ile ilgili
latifeler anlatılır. Şöhreti saraya kadar ulaşan bu
kişiyi Sultan da merak eder ve onun anlatıldığı kadar
münasebetsiz olup olmadığını ölçmeye niyetlenen
Sultan, Mehmet Efendi’yi saraya davet eder.
Münasebetsizliği ile meşhur Mehmet Efendi ile
iki saat kadar sohbet eder, değişik konular hakkında adama
sorular sorar; ama sohbetleri sırasında adamcağızın hiçbir
münasebetsizliğine rastlamaz. Mehmet Efendi, Sultan üzerinde
son derece olgun ve aklı başında bir beyefendi izlenimi bırakır.
Gördüklerinden hoşnut olan Sultan, adama haksızlık edildiğine
karar verip iki kese altınla Mehmet Efendi’yi ödüllendirir. Aradan
aylar geçer. Mehmet Efendi’nin münasebetsizliği ile ilgili fıkralar
hem saraydaki hem de sokaktaki halkın dilinde dolaşmaya devam
etmektedir; artık Sultan bunları pek de umursamaz; adamı bir
imtihandan geçirmiştir.
Bir gün Babıâli yolundaki kalemleri teftişten dönen Sultan,
bir adamın feryat edip koşarak faytona doğru yaklaşmakta
olduğunu görür. Yaklaşanın Mehmet Efendi olduğunu anlayan
Sultan, arabacıya faytonu durdurmasını emreder. Tam da yokuşun
başında duran fayton geri geri kaymakta atlar da ayakta durmakta
zorlanmaktadır. Soluk soluğa kalmış adam Sultan’a “ Hünkarımız
Efendimiz zurna çalmayı bilirler mi acaba?” diye sorar. Bu garip
soruya Sultan “Hayır, bilmem Mehmet Efendi.” diye sakin şekilde
bir karşılık verir. Sultan, arabacıya tam da devam emrini vereceği
sırada adam tekrar söze girer ve “Efendimiz, bendeniz de bu zurna
denen çalgıyı hiç çalamam. Mamafih uzaktan akrabam Mısırlı
Molla Kasım evvelce bu çalgıyı pek iyi çalarmış. Sizin hanedan
sülalesinde zurna ile ilgili tecrübesi biri olan yok herhalde.” diye
konuşmayı anlamsız bir akış içinde sürdürmeye devam ettiği sırada
atların ayaklarının yavaş yavaş geriye doğru kaydığını ve arabanın
devrilme riskini hisseden Sultan’ın “Vallahi bu münasebetsizliğe
ne benim kalbim ne de atların ayakları dayanacak. Arabacı, hemen
buradan uzaklaşalım.” demesiyle münasebetsiz Mehmet Efendi
uzaklaşmakta olan faytonun ardından bakar kalır. İşte o günden beri
“Münasebetsiz Mehmet Efendi” sözü hangi ortamda nasıl hareket
edeceğini bilemeyen, olmadık yerde olmadık söz söyleyen insanlar
için kullanılan bir deyim halini almıştır.
18
2. Turnayı Gözünden Vurmak
Uzun süren bir bekleyiş ya da sessizliğin ardından elde edilen
bir kazancı ifade için kullandığımız bu deyimin öyküsü, bir avcı
hikâyesine dayanmaktadır. Bugün Avcılar Kulübü adını taşıyan
ve avcıların toplanıp ahbaplık ettikleri yerler olarak bilinen
mekanların varlığı farklı adlarla da olsa çok eski zamanlardan
beri bilinmektedir. Osmanlı zamanında avcılık mesleğinin
günümüzdekinden çok daha revaçta olduğu düşünülürse bu tarz
avcı birliklerinin müdavimlerinin bu işe verdikleri önem de daha iyi
anlaşılabilir. Her biri diğerinden merdane avcıların devam ettikleri
böyle bir mekanda anlatılan avcılık öyküleri de pek tabii birbirinden
ilginç ve ateşli olmalıdır ki bu gereği yerine getirmek amacıyla
anlatılan öykülere dozunu kaçırmadan mübalağa karıştırmak da
mesleğin icracılarının sıkça başvurduğu yollardan en mübah olanı
sayılır. Şimdi gözümüzü böyle bir avcı kulübüne çevirelim ve avcı
meclisinde anlatılanlara bir kulak kabartalım.
Kulübün en saygın ve yaşça diğerlerinden ileride olan kişisi
Şikarizade Sayyat Ağa adında bir zattır. Herkes durmadan konuşur,
birbirinden ilginç öyküler anlatır ama mecliste bir kişinin ağzını
bıçak açmaz. Bu durum meclistekilerin dikkatini çeker ve Sayyat
Ağa’ya suskunluğunun sebebi sorulur. “Aman Sayyat Ağam,
yok mudur şöyle akıllara durgunluk verecek bir avcı hikayesi?”
diye ısrarlar başlar. Sayyat Ağa, vakur tavrını bozmadan “Aman
evladım! Açmayın gençlik yaralarımı, sızlatmayın şu yaşlı
bağrımı!” dediği anda mecliste oturanların merakı iyice körüklenir.
Israrlar yalvarışa dönüşür. Artık ortamdaki gürültü önü alınamaz bir
hale gelince Sayyat Ağa başlar usul usul anlatmaya: “Çok gençtim,
ilk av tecrübemdi. Gökte uçan bir turna gördüm. Niyetim öldürmek
değildi; bacağına nişan aldım. Hayvancağız haykırarak yere düştü.
Tazı turnayı kaptı getirdi. Bir de ne göreyim! Benim öylesine
attığım kurşun kuşun sağ gözünden girip sol gözünden çıkmış. Ben
kanlar içindeki turnaya eyvah ederken gökte bir bölük turna kanlar
içindeki kuşu alıp havalandılar ve kayboldular.
Yıllardır ne zaman ava çıksam o uğursuz günü hatırlatmak amaçlı
olsa gerek turnalar bölük bölük tepemden geçer durur. Meğerse
bu olay dünyadaki bütün turnalara duyurulmuş ve o günden sonra
içlerindeki kör turnaya yol göstermek için bölük bölük turnalar
katar katar uçmaya başlamış.
Aradan yıllar geçti. Geçenlerde o kör turna rüyama girdi. O da
benim gibi epey yaşlanmış.” -Ey üstat avcı, avcıların piri! Sen nasıl
merhametli, mübarek bir adammışsın. İki gözüm sana feda olsun,
dedi. Mecliste bulunan ve anlatılanları hayretle dinleyen bir adam
dayanamayıp Sayyat Ağa’ya şöyle bağırır:
-Hey Sayyat Ağa! Durdun durdun en sonunda turnayı da gözünden
vurdun. Helal olsun sana be! Helal olsun!
3. Çadırını Başına Yıkmak
Eskiden vezirlerin görevlerinden azlini göstermek üzere kaldıkları
çadırlar padişahların emriyle yerinden söktürülür ve yıktırılırdı.
Özellikle Osmanlı Devleti zamanında uygulandığını gördüğümüz
çadırını başına yıkma geleneği günümüzde geçerliğini yitirmiş
olsa da bugün birinin işine son vermek anlamında “damını başına
yıkmak” deyimini daha çok kullanmaktayız.
Kaynak
İskender Pala (2008), İki Dirhem Bir Çekirdek, İstanbul: Kapı Yayınları.
A
tasözleri, milletlerin karakterlerini, hayat karşısında
tavır ve zihniyetlerini ifade eden özlü sözlerdir.
Atasözleri çeşitli merasimler sırasında, sözlü ve yazılı
edebiyat kaynaklarında yer almak suretiyle ortaya
çıkar ve yayılırlar. İlk yaratılış bağlamlarında bir yaratıcıya
bağlıdırlar,ancak kısa sürede hatta bazen yaratıcılarıyla olan
bağlarını kaybederler ve anonimleşirler.
Atasözleri, sözlü kültür ortamında yaratılmaları nedeniyle
kolayca ezberlenip hatırlanabilmek ve zamana karşı durabilmek
maksadıyla şiir sanatıyla bağdaştırılan bütün vasıtaları (ölçü,
ikili yapıyla dengeli ve ayarlı ifade, kafiye, uyum ve aliterasyon,
kısalık, benzetme, devrik cümle gibi) kullanırlar. Atasözlerinin
yaygın olarak kullanılanları; kısa, geleneksel ve bir konuşmayı
bitirmeye yönelik olanıdır. Diğer bir kullanım alanı ise herhangi
bir konuşmada, yeni bir konu açabilecek nitelikte olanıdır. Onlar
günlük hayatta yaşananları, deneyimleri seslendirir ve sosyal
grup ögesinin ortak özelliği olarak formüle edilir.
Türk dünyasında “atasözü” karşılığı olarak Azerbaycan,
Afganistan, İran, Suriye ve Irak’ta yaşayan Türkmenler; Kıbrıs,
Balkan ve Gagavuz Türkleri “atalar sözü” veya “eskiler sözü”nü;
Yakutlar “hohoono”yu; Tuvalar “üleger domaktar”ı veya “çeçen
söster”i; Hakaslar “söspek”i; Kırgız, Kazak, Uygur, Özbek,
Karakalpaklar, Kazan Tatarları, Başkurtlar ve Kırım Tatarları
Arapça kökenli “makal”ı; Çuvaşlarsa “samah”ı kullanmaktadırlar.
Aşağıda Türk dünyası atasözlerinden paralel metin örnekleri
verilmiştir:
Ağlarsa anam ağlar, kalanı yalan ağlar. (Türkiye Türkçesi)
Aglarse annem ağlar, başkasi yalan ağlar. (Makedonya- Kosova
Türkçesi)
Ağlarsa anam ağlar, kalanı yalan ağlar. (Güney Azerbaycan
Türkçesi)
Şın cılasa ana cılar, baskası ötirik cılar. (Kazak Türkçesi)
Yığlasa anam yığlar, kalanı yolğan yığlar. (Özbek Türkçesi)
Altının kıymetini sarraf bilir.(Türkiye Türkçesi)
Er kadırın er biler, zer kadırın zerger biler. (Kazak Türkçesi)
Altunu sarraf tanıyar. (Kuzey Azerbaycan Türkçesi)
Zer kadrini zerger biler. (Özbek Türkçesi)
Cevherniñ kadrin tik cevherçi bilir. (Kazan Türkçesi)
Atadan gören ok yontar, anadan gören don biçer. (Türkiye
Türkçesi)
Ata körgen ok jonar, ana körgen ton pişer. (Kazak Türkçesi)
Ata körgen ok yonuydu, ana körgen ton piçidu. (Uygur Türkçesi)
Ata körgön ok conot, ene körgön ton bıçat. (Kırgız Türkçesi)
Anadan korügen –ton biçer, babadan korügen– ok atar. (Kırım
Türkçesi)
Başkasının atına binen çabuk iner. (Türkiye Türkçesi)
Ödünç bigire binen tez ener. (Makedonya- Kosova Türkçesi)
Özgenin atına minen tez düşer. (Kuzey Azerbaycan Türkçesi)
Amanat ata münen tiz düşer. (Türkmen Türkçesi)
Gişini atına mingen tez tüşer. (Kumuk Türkçesi)
Emine UĞURLU
[email protected]
Dost başga bokar, duşman ayakka. (Özbek
Türkçesi)
Dost başıña garar, duşman ayagıña. (Türkmen
Türkçesi)
Dost başka karaydu, düşmen ayakka. (Uygur
Türkçesi)
ATASÖZLERİ
“Dilini koruyan başını korur.”
Duvarı nem, insanı gam yıkar. (Türkiye Türkçesi)
Duvari nem yer, insanı dert yer. (MakedonyaKosova Türkçesi)
Divarı nem iyer, insanı gam. (Türkmen Türkçesi)
Divarı nem yıhar, insanı gem. (Kuzey Azerbaycan Türkçesi)
Dat temirdi ceyt, dart ömürdü ceyt. (Kırgız Türkçesi)
Eğri otur doğru konuş. (Türkiye Türkçesi)
Kıyış oturayık, tüz konuşayık. (Dobruca Türkleri)
İyri otursañ da tüz süylö. (Kırgız Türkçesi)
Kiñgir oltarsañmu, togra sözle. (Uygur Türkçesi)
Kıñgır utır, turı söyle. (Kazan Türkçesi)
Hatasız kul olmaz. (Türkiye Türkçesi)
Ut tötönhöz bulmay, yigit yazıkhız bulmay. (Başkurt Türkçesi)
Gul hatasız bolmaz, aga keremsiz. (Türkmen Türkçesi)
Ayıpsız dos bolmas. (Kumuk Türkçesi)
Heş cazıksız er bolmas. (Karakalpak Türkçesi)
Kara haber tez yayılır. (Türkiye Türkçesi)
Gara heber tez yetişer. (Kuzey Azerbaycan Türkçesi)
Caman kabar tez cayılat. (Kırgız Türkçesi)
Yaman habar atdan yüvrük. (Türkmen Türkçesi)
Naçar heber tiz tarala. (Kazan Türkçesi)
Kız beşikte, çeyiz sandıkta. (Türkiye Türkçesi)
Kıs kundakta, çis sandıkta. (Makedonya- Kosova Türkçesi)
Kız beşikte, çeyiz sandıkta. (Kazan Türkçesi)
Ogul dogsa sagdak al, gız dogsa sandık. (Türkmen Türkçesi)
Kizi saldun beşige, cehazun yığ eşige. (Güney Azerbaycan
Türkçesi)
Nerde birlik, orda dirlik. (Türkiye Türkçesi)
Birlik bolmay, tirlik bolmas. (Kazak Türkçesi)
Birlik bar cerde tirilik bar. (Karakalpak Türkçesi)
Nerde birlik orda dirlik. (Gagauz Türkçesi)
Nerde birlig, orda dirlig. (Kıbrıs Türkçesi)
Oynamasını bilmeyen gelin “yerim dar” der. (Türkiye Türkçesi)
Celine “oyna” demişlar, “yerim dar” demiş. (MakedonyaKosova Türkçesi)
Kelin oynamaga bilmese “cerim tar” der. (Kırım Tatar Türkçesi)
Oyin bilmagan “cay tar” deb bahana kılar. (Özbek Türkçesi)
Toyda oynamagı bilmeyen gap-gajı daşar. (Türkmen Türkçesi)
Dost başa bakar, düşman ayağa. (Türkiye Türkçesi)
Dost başka karar, duşman ayakka. (Dobruca Türkçesi)
*Yazıdaki bilgiler Özkul Çobanoğlu’nun Türk Dünyası Ortak
Atasözleri Sözlüğü (Ankara, 2004) adlı eserinden alınmıştır.
19
ETKİNLİKLERİMİZ
YUKARI PEÇENEK İLKÖĞRETİM
OKULU GEZİSİ
Dr. Yasemin DİNÇ KURT
[email protected]
Y
azılı ve Sözlü Anlatım dersi kapsamındaki etkinliklerimizin bir bölümü üretmek ve ürettiklerimizi
paylaşmak esasına dayalıdır. Bu amaçla gerçekleştirdiğimiz etkinliklerden biri de Yukarı Peçenek
İlköğretim Okulu ziyaretimizdi. Üzerinde Hacettepe Üniversitesi yazılı otobüse binerken heyecan ve
coşkularını içlerine sığdıramayan Eğitim Fakültesi öğrencilerimiz, duygularını yazıyla da paylaşmayı arzu
ettiler.
Demet PAMUK
KIR ÇİÇEKLERİM
B
izi bekleyen yeni yeşermeye başlamış onca
masum, şirin tomurcuklar… Her biri umut
dolu gözlerle bakıyordu. Öyle içime işledi ki o
bakışlar, öğretmenliği çok sevdiğimi ve öğretmenlikten
başka bir meslek yapamayacağımı bir kez daha anladım.
Onlarla vakit geçirmek çok keyifliydi. Hepsi merakla
açtı hediyelerini. Hepsinin gözünde ayrı bir ışıltı, ayrı bir
umut… O kadar zor şartlarda okumalarına rağmen öyle
içten gülüyorlardı ki küçücük şeylere üzüldüğüm için
kendimden utandım bir an. O küçük sınıfa koskocaman
mutluluklarını ve beklentilerini sığdırıyorlardı. Hepsinin
ayrı bir hedefi vardı muhakkak. Kimi doktor olmak istiyor
ileride, kimi öğretmen, kimi avukat. Ama hepsinin ortak
paydası gözlerindeki o hiç bitmeyen umut parıltıları…
Hepsi birer pırlanta gibi ışıl ışıl…
İçlerinden birinin, Ayşenur’un “Öğretmenim fotoğraf
çektirebilir miyiz?” sesi hâlâ kulaklarımda. Hediyelerini
verdikten sonra onlarla birlikte yürüdük. “Öğretmenim
en sevdiğiniz ders hangisi?” diye sordu yine Ayşenur.
“Türkçe, ya senin?” dedim. Gülümseyerek “benim de”
dedi. “Peki, sen günlük tutuyor musun?” diye sordum,
“Hayır” dedi. “Peki, benim için tutar mısın?” dedim,
heyecanlanarak şunları söyledi: “Hı hı tutarım. Hatta
öğretmenim, ilk kısımda kendimle başlarım ikinci
kısmı da size ayırırım.” Öyle mutlu oldum
ki duyunca, o anki sevincim yere göğe
sığmazdı. Küçücük bir yürekte yer
edinebilmek tarif edilmez bir
duyguymuş gerçekten. Daha
sonra elindeki hikâye kitabını
Fen Bilgisi Öğretmenliği/ 1. Sınıf
göstererek “Mutlaka oku onu Ayşenur, olur mu?” deyince
“Olur okurum, siz geldiğinizde de size anlatırım özetini.”
dedi. Tekrar geleceğimden emin olarak söyledi bunu.
Umarım gidip dinleme şansım olur okuduğu hikâyeyi.
Otobüse bineceğimiz sırada sımsıkı sarıldım ona, o da beni
kocaman öptü. Öyle güzel bir sıcaklık, öyle masum bir
samimiyetle sarıldı ki bırakıp gitmek istemedim. Keşke o
da gelseydi benimle. Onu götüremedim belki ama ondan
günlük tutma sözü almıştım. Kendini geliştirmesinde
küçük de olsa katkım olduğunu hissetmek bile çok
güzeldi. Belki ileride o da öğretmen olur ve öğrencilerine
günlük tutmalarını tavsiye eder de aklına ben düşerim…
Her şeyiyle çok güzel bir ziyaretti. Bu ziyaretin bana
çok şey kattığına inanıyorum. Bir köy okulunda
öğretmen olmak, onca zorluklarla öğrencilere bir şeyler
öğretebilmek çok emek isteyen bir iş.
Böyle bir mutluluğu tatmaktan daha güzel ne olabilir ki
bir öğretmen için?
Nazlı BARIŞ
İŞTE ÖĞRENCİLERİMİZ…
N
Fen Bilgisi Öğretmenliği/ 1. Sınıf
ereden başlasam… Yasemin
hocamızla yaptığımız her
etkinlikten sonra duygu
ve düşüncelerimi yazmak artık bir
gelenek oldu benim için. Önce, oturup
uzun uzun plan yapayım öyle yazayım
bu yazıyı dedim, sonra vazgeçtim
içimden geldiği gibi yazmaya karar
verdim. Çünkü yaşananların çoğu da
böyle doğal gerçekleşti.
Yazılı ve Sözlü Anlatım dersi
kapsamında
gerçekleştirdiğimiz
etkinliklerden biri de köy okulları
ve onkoloji çocukları için kendi
emeğimizle hazırladığımız hediyelerdi. Onkolojiye gitmek daha
kolaydı galiba ve onkoloji için
hazırlanan hediyeler yerine ulaştı.
Köy okulları için ise 21 Mayıs Cuma
günü Beytepe’den Yukarı Peçenek
İlköğretim Okuluna doğru yola çıktık.
Köye, okulun ders çıkışı saatinde
ulaşmıştık.
Öğrenciler
okulun
bahçesinde
oyun
oynuyorlardı.
Bahçede ip atlayan kız öğrencilere
biz de katıldık. Hepimiz aslında
içimizdeki çocuğu yaşatıyorduk,
böyle günlerde ruhumuz o çocuğun
bedenine bürünüyor, en büyük
yaramazlıkları bizler yapıyorduk.
Uslanmaz çocuklar olan bizler,
daha büyük bir mutluluğu yaşadık
okulda. İstiklal Marşı okuyacaklardı
öğrencilerimiz, eşlik etmek üzere
yanlarında biz de sıraya girdik.
Hep birlikte okuduk dillere destan
kurtuluş
maceramızı
anlatan İstiklal Marşımızı.
Resmî merasim bittikten sonra
içimizdeki öğretmenler, öğrencileriyle
küçük hediyeler aracılığıyla buluştu.
Öğrencilerimizden
kimi
hediyesinden çok hoşnuttu, kimi
de hüzünlüydü arkadaşının daha
ihtişamlı
hediyesinden
dolayı.
Aslında çoğu hediyesinden memnun
kalmıştı. Bizim aldığımız hediyeninse
sözcüklerle tarifi mümkün değildi. Bir
öğretmen adayıydık bizler, bir gün
gelecek bu ışıl ışıl gözler, büyük bir
dikkatle onlara vereceğimiz dersleri
dinleyecekti. İşte öğrencilerimiz…
Onlar hemen yanımızdaydı, çoğu
şimdiden
bize
“öğretmenim”
diyordu. Bazen cevabının verilmesi
zor
sorularla
karşılaşıyorduk,
bazen kurduğumuz cümleler onlara
karmaşık geliyordu. Ama tüm gözler
ışıl ışıl mutluluk saçıyordu.
Dönüş zamanı geldiğinde ise hüzünlü
bir ayrılıktı karşılaştığımız, hep
birlikte durdular otobüsün
ardından el salladılar bize,
bir daha geleceğimizi
hayal ederek belki de…
Bu
yolun
sonunda
mutluluk
vardı,
öğretmenin öğrencisiyle
buluşması… Yeri gelmişken bu
işte emeği olan ve beni yalnız
bırakmayanlardan da bahsetmek
isterim. Öncelikle Yasemin hocama,
beni bu işte cesaretlendirdiği ve
böyle güzel bir sorumluluğu güvenip
bana verdiği için; Sultan ablama,
beni yönlendirdiği ve Ayşegül
hocamız ile irtibata geçmemi
sağladığı için; Ayşegül hocamıza,
okulla bağlantıyı sağlamamızda bize
yardımcı olduğu için; HÜDİL’e ve
çalışanlarına, bu yolda bizi hiçbir
zaman yalnız bırakmadıkları için;
kitap toplamamızda bize yardım eden
herkese, özellikle Muhsin Şeker’e,
Nehir Kitabevi ve Gül Kırtasiyeye
çok teşekkür ederim. Ve son olarak
bu geziye katılan arkadaşlarıma
her şey için özellikle beni yalnız
bırakmadıkları için teşekkür ederim…
21
Merve UĞUR
Fen Bilgisi Öğretmenliği/ 1. Sınıf
AZICIK SEVGİ
Çocukların gözlerindeki ışığı, heyecanı, mutluluğu o okula girer girmez gördüm. Nasıl da sevindiler geldiğimize,
nasıl da özlemişlerdi sanki azıcık sevgiyi, ilgiyi… Bizler de kimseye göstermediğimiz kadar sevgi götürmüştük
onlara.
İsimlerimizi sordular, heyecanla
hediyelerini açtılar. Sımsıcak davrandı
kimi. Kimileri ise sessizdi biraz. Ama
hepsi de çok güzeldi. “Yine gelecek
misiniz? Dua edeceğim bunun için.”
dedi birisi. Neler neler düşündüm o
an. Tabiî ki gidecektim…
EĞİTİM FAKÜLTESİ
ÖĞRENCİLERİ
HACETTEPE SENFONİ
ORKESTRASINI
DİNLEDİ…
Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğrencileri, Hacettepe Senfoni Orkestrasının Kültür Merkezi M Salonunda 27 Ekim
2010 tarihindeki konserini zevkle dinledi… Dvorak’ın 8. Senfonisi ve Mozart’ın Piyano Konçertosunun yer aldığı programın
solisti piyanist Gülsin Onay ve şefi Profesör Erol Erdinç’ti.
Tuğçe ELİKURU
SENFONİ ŞÖLENİ
Fen Bilgisi Öğretmenliği/ 1. Sınıf
Hayatımda ilk defa bir senfoni orkestrası dinledim. Profesör Erol Erdinç’e teşekkürlerimi sunarım, çünkü çok güzel bir gece
yaşattı bize. Senfonide piyano nağmeleriyle bizi büyüleyen Gülsin Onay hanımefendiyi de tabiî ki unutmadım. Mozart’a
ait Türk Marşı’nı çok güzel çaldı. Eseri çalarkenki davranışları beni etkiledi. İlk başta anlam verememiş olsam da müziği
yaşadığını anladım. Kendisini sanata adamış olduğu her hâlinden belliydi.
Program çok güzeldi. Kulağım, o ses cümbüşünde müzik aletlerinin
seslerini tanımaya çalıştı. Müziği içimde yaşadım. Hatta bir ara
gözüm daldı ve küçük bir sıçrama ile kendime geldim. Ruhumun
dinlendiğini hissettim.
Çok güzel bir gece geçirdim. Emeği geçen herkese teşekkür
ederim.
22
3 Kasım 2010 Çarşamba günü saat 14.00'te Beytepe
Yerleşkesi Mehmet Akif Ersoy Salonunda sunucu ve yazar
Rüştü Erata ile “Türkçe Konuşmanın Püf Noktaları” konulu
bir söyleşi gerçekleştirildi.
“Anadolu’nun Renkleri Doğum, Düğün, Ölüm”
21 Nisan 2010 tarihinde Edebiyat Fakültesi Tiyatro ve Konferans
Salonunda gösterilen “Anadolu’nun Renkleri Doğum, Düğün,
Ölüm” belgeselinin tanıtım filmi 25 Kasım 2010 tarihinde
Mehmet Akif Ersoy ve K salonlarında ikinci kez gösterilecektir.
Maltepe Üniversitesinden Osman Ürper ve İnci Türel’in belgesel
film çekimi sırasında objektiflerine yansıyan görüntülerden oluşan
fotoğraf sergisi, 13.30’da Mehmet Akif Ersoy Sanat Galerisinde
açılacaktır. Sergi, 26 Kasım 2010 akşamına kadar açık kalacaktır.
Saat 14.00’te gösterilecek olan belgeselin tanıtım filminin
ardından “Kültürel Değerlerimiz ve Belgesel Sinema” başlıklı
bir panel gerçekleştirilecektir. Panele konuşmacı olarak Maltepe
Üniversitesinden Prof. Dr. Peyami Çelikcan “Türkiye’de Belgesel
Film ve Halk Kültürü”, Prof. Dr. Şahin Karasar “Belgesel Film
Yapımcılığı’nın Geleceği ve Sorunları”, Kültür Bakanlığından
Hüseyin Ülger “Belgesel Sinemada Kültür Bakanlığının Yeri”
ve TÜBİKAM’dan Yrd. Doç. Dr. Gülnaz Gülten “Sivil Toplum
Örgütleri’nin, Kültür ve Belgesel Film Çalışmaları’ndaki Yeri”
başlıklı konuşmalarıyla katılacaklardır.
Program ile ilgili ayrıntılara www.hudil.hacettepe.edu.tr web
adresimizden ulaşabilirsiniz.
Dr. Yasemin DİNÇ KURT
23
SÖZLÜ VE YAZILI KÜLTÜRDE
MEVSİMLER
T
Gülnaz ÇETİNKAYA
[email protected]
ürk toplumu; sezgisi, yaşam tarzı, hayata bakış
açısı ve inancı ile mekânsal bir sembol olarak
doğayı sadece “yaşanılan yer” olmaktan çıkarmış
ve ona çok farklı işlevler yükleyerek yaşamının
ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir. Doğa; kişinin
inancını gerçekleştirdiği, kültürünü oluşturduğu, aktardığı,
öğrettiği, yaşadığı, statü kazandığı, yeteneğini, hünerini,
gücünü ortaya koyduğu alan olarak görülmektedir. Toprağa
bağlı olarak yaşayan geçimini ondan sağlayan topluluklar,
mevsime ve doğaya da bağlı olmuşlardır. Doğa ve
mevsimler, zaman gösterici, yön tayin edici özellikleriyle
sosyal yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilmiştir.
Onların bu özelliği, ortak kültürel belleği yansıtan sözel
yaratılara da yansımıştır.
Tacı Bey’in nefesi sise, tükürüğü yağan kara, gözyaşı ise
yağmura benzetilir (Dilek 2007: 91). Mevsimler, kişilerin ve
olayların özelliklerini belirten semboller olduğu gibi alkış
ve kargışlarda farklı duyguların sembolü olur. İlkbahar ve
yaz, hayır dualarının en önemli unsuruyken güz mevsimi
ise tam tersine bereketsizliği, kuraklığı vurgulayacak bir
sembol olarak kullanılır. Kırgızların Kocacaş Destanı’nda
yer alan aşağıdaki dörtlükte güz mevsimi, kişiye duyulan
öfkeyi dile getirmek için kullanılır:
Mitlerden, destanlara, atasözlerine, halk hikâyelerine
uzanan çizgide topluma mal olmuş her biri bir dünya
görüşünü, bilinmeyeni açıklayan ve yaşamla mücadelenin
belgeleri olarak varlığını sürdüren sözel yaratılar içerisinde
mevsimler, sembolik anlamlar kazanmışlardır. Bu
yaratılarda mevsimler, ilk başlarda doğanın zor şartlarında
kişilerin yaşamlarını devam ettirebilecekleri işaretler olarak
bilinmeyeni anlaşılır kılmak işlevleriyle kullanılmışlardır.
Bu öğeler daha sonra ise yaşamı anlamlandıracak,
renklendirecek, anlatılan olaya güç katacak, akılda
kalıcılığı sağlayacak biçimsel ve estetik unsurlar olarak pek
çok edebî yaratının en önemli unsuru olmuşlardır.
Sosyal yaşamın ve kültürün gizli unsurlarını aktaran ve
yaşatan, tecrübelere tercüman olan mevsimler, farklı
eserlerde farklı duyguları anlatan semboller olur. Kaşgarlı
Mahmud, Divan ü Lügat it Türk adlı eserinde, kış ve yaz
mevsimlerini birbirini çekemeyen iki insan, düşman,
savaşçı olarak karşı karşıya getirir. Değişim ve hareket
unsuruna dayalı döngü içinde gelen mevsim galip; giden
ise mağlup olarak düşünülür. Kimi şair için yalnızlığa
ortak bir dost; sevgilinin haberini getiren bir elçi, haberci;
kiminin dizelerinde ise gençliğin coşku ve sevincinin,
geçen yılların hüznünün temsilî bir ifadesi olur mevsimler.
Bazen Yunus Emre’nin “Harami gibi yoluma arkıru inen
karlı dağ/ Ben yârimden ayrı düştüm/ Sen yolumu bağlar
mısın?” dizelerinde belirttiği gibi özlenilene ulaşmak için
bir engel, bazen de Âşık Veysel’in “Esti bahar yeli karlar
eridi/ Kubarmış dağlarda kar çiçekleri/ Kavlettim yar ile
ahdim var idi/ Birlikte dermeye mor çiçekleri” dizelerinde
belirttiği gibi sevilene kavuşmak için bir neden olur.
Sözün yol gösterici olduğu ortamda atasözleri; anlatana
destek verir, dinleyene ise yol gösterir. Yaşam tarzının, hayat
felsefesinin somutlaştığı sözel semboller olan atasözlerinde
yaşamdaki her bir deneyimin ifadesi olur mevsimler. Her
bir mevsim, atasözlerinde bireylerin yaşamlarının, duygu
ve düşüncelerinin sözlü aktarıcısı olarak algılanır ve
yorumlanır. Nisan ayına “bolluk ve bereket”; zemheriye
“sıkıntı ve çaresizlik”; mart ayına ise “beklenmezlik”
sıfatını veren de yaşanmışlıklardır.
Epik destanlarda mevsimler; bazen kişinin gücünün,
cesaretinin, güzelliğinin sembolü bazen de felaketin,
sıkıntının, mutluluğun habercisi olur. Oçı Bala adlı Altay
Destanında Kan Tacı Bey’in atının esintisi rüzgâra, Kan
24
“Geber avcı canın çıksın,
Kayalıktan inemeyesin!
Ot sararıp güz olsun,
Tabanın önü düz olsun” (Kırbaşev 2007:187).
Doğada her bitiş aslında yeni bir başlangıçtır. Bu nedenle
insan yaşamında mevsimler; umudun, sabrın, üretimin,
paylaşımın birer sembolü olur. Tarihi, mitolojik, geleneksel
bilgileri aktaran semboller olarak mevsimler; yaşanılan
coğrafyanın özelliklerinin kültürü ve dolayısıyla ortaya
çıkan edebî yaratıları ne şekilde biçimlendirdiğini ortaya
koymaktadır.
Kaynakça
Akmataliyev Abdıldacan (2007), Kırbaşev Keneş Kırgız Destanları, Ankara.
İbrahim Dilek (2007), Altay Destanları, Ankara: TDK Yay.
Kaşgarlı Mahmud (2006), Divan u Lügat-it Türk, Ankara: TDK Yay.
[email protected]
BİN YIL ÖNCE BİN YIL SONRA
KÂŞGARLI MAHMUD VE DİVANÜ LUGATİ’T-TÜRK
Türk dilinin tarihindeki önemli eserlerin adlarını birçok öğrenci orta öğrenim sıralarında ezberlemek zorunda
kalır, ama bu eserlerin içeriğini pek de merak etmez. Merak eden öğrenciler ise daha çok akademisyenlere,
araştırmacılara hitap eden eserlerler ile karşılaşır. Türk Dil Kurumu, günümüzün
görsel kuşağına pek de hitap edemeyen bu kitaplara artık nitelikli alternatifler
sunuyor.
TDK’nin, geçmişten bugüne Türkçenin gelişiminde payı bulunan
edebiyatçılarımızı, dil bilginlerimizi ve devlet adamlarımızı halkımıza ve
özellikle gençlere tanıtmak amacıyla başlattığı Türkçeye Emek Verenler
Dizisi’nin ilk ürünü olan Kâşgarlı Mahmud ve Divanü Lugati’t-Türk, hem
görsel yönüyle hem de içeriğiyle özenle hazırlanmış bir kitap. Beş bölümden
oluşan bu eserde Kâşgarlı Mahmud’un yaşamı, Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün
tarihçesi, eserin bulunuş ve yayımlanış öyküsü ve bu eserden seçmeler yer
alıyor. Örneğin, “Bin Yıl Önce Türkler Kadın Güzelliğini Nasıl Anlatıyordu?”,
“Türklerde Tanışma Kuralları”, “Tepük Futbolun Atası mı?” “Gök Cisimleri
ve Gök Olayları” gibi Dîvânu Lugâti’t-Türk’ten seçilmiş ilginç konular, görsel
malzemelerin eşliğinde zevkle okunuyor. Bin Yıl Önce Bin Yıl Sonra:Kâşgarlı
Mahmud ve Divanü Lugati’t-Türk, hem zevkle okuyacağınız hem de
sevdiklerinize özel günlerinde armağan edebileceğiniz özenli bir çalışma.
KİTAP TANITIMLARI
Canan ÖKTEMGİL TURGUT
Bin Yıl Önce Bin Yıl Sonra
Kâşgarlı Mahmud ve Divanü Lugati’t-Türk,
Şükrü Halûk Akalın,
Türk Dil Kurumu Yayınları 2008, 160 sayfa.
DİL HURAFELERİ
TÜRKÇENİN GÜNCEL SORUNLARI
Kemal Ateş Dil Hurafeleri’nde, Türkçenin güncel sorunlarına edebiyatçı duyarlılığıyla
yaklaşıyor. Yazarın Türkçe sevgisinin hemen her satırında hissedildiği bu kitap,
dil sorunlarına eğilen benzer kitaplardan oldukça farklı. Ateş, gençlerin Türkçe
hatalarıyla uğraşmaktan özellikle kaçındığını söylüyor. Bu sorunun suçlusunun
gençler olmadığını belirten yazar, dil sorunlarına farklı bakış açılarıyla yaklaşıyor.
Dil Hurafeleri, “Türkçenin Güncel Sorunları” ve “Türk Edebiyatında Yerel Dil”
adlı iki ana bölümden oluşuyor. Birinci bölümde, imla tartışmaları, dil hurafeleri,
yazı devrimi, TRT ve Türkçe, Dil Bayramı, Osmanlıca, Kürtçe sözlük gibi konular
etrafında dil sorunlarını irdeleyen yazar, ikinci bölümde Fakir Baykurt, Oğuz Tansel ve
Rıfat Ilgaz gibi yazarlardan yola çıkarak Türk romanında yerel dil konusuna eğiliyor.
Okurlarına “dil zevki” yaşatan ve karşısında dil yanlışı yapma korkusu duyduğumuz
Kemal Ateş, Türkçe hakkında şöyle diyor:
Dil Hurafeleri
Türkçenin Güncel Sorunları,
Kemal Ateş,
İmge Kitabevi 2010, 147 sayfa.
Dil toplumun bize sunduğu, ucu bucağı görünmeyen dev bir kumaş gibidir.
Herkes bir ucundan keser, biçer, gereksinimlerine göre kendine giysiler
diker. O kumaşı kullanırken ellerimizin, parmaklarımızın, beynimizin
gösterdiği beceriyi, yaratıcılığı başka dillerde gösteremeyiz. Bize kendi dil
kumaşımızdan diktiğimiz giysiler daha çok yakışır, daha çok içimize siner.
Üstelik biz kesip biçtikçe, o kumaş büyür, genişler, uzayıp çoğalır (s.14).
25
ERASMUS
YOĞUN DİL KURSU
E
rasmus programı, Avrupa’daki
yükseköğretim kurumlarının
birbirleri ile çok yönlü iş
birliği yapmalarını teşvik etmeye
yönelik bir Avrupa Birliği programıdır.
İsmini, değişik Avrupa ülkelerinde
hem öğrenci hem de akademisyen
olarak bulunmuş olmasından dolayı
Rönesans Hümanizminin önemli
temsilcilerinden biri olan Hollandalı
bilim adamı Erasmus’tan almıştır.
Programın
amacı,
Avrupa
Birliği ülkeleriyle aday ülkelerin
yükseköğretim kurumları arasındaki
iş birliğini teşvik edip geliştirerek
yükseköğretimde Avrupa boyutunu ön
plana çıkarmaktır. Bu amaçla Erasmus
programı kapsamında, her yıl binlerce
öğrenciye ve öğretim görevlisine eğitim
ve öğretim faaliyetlerinin bir kısmını
ülkelerinin dışında geçirme imkânı
tanınmaktadır. Erasmus programının
hedefleri
arasında,
Avrupa’da
yükseköğretimin kalitesini arttırmak,
farklı kültürler ve yaşam biçimlerine
karşı toleranslı yaklaşabilme becerisini
geliştirmek ve dünyanın rekabetçi
ekonomileri arasında bütün olarak var
olabilmek için küreselleşme sürecinde
istihdam piyasasının niteliklerine
uygun eleman yetiştirebilmek yer
almaktadır.
İngilizce,
Fransızca,
Almanca
ve İspanyolca dışındaki dillerin
konuşulduğu ülkelerde, bu programdan
yararlanmak
isteyen
öğrencileri
Erasmus
dönemine
hazırlamak
için kısa süreli yoğun dil kursları
düzenlenmektedir. Bu kurslar sayesinde
26
öğrenciler, akademik çalışmalarına
veya stajlarına başlamadan önce,
gittikleri ülkenin dilini ve kültürünü
öğrenmektedirler. Kurs süresi 3 - 6
hafta aralığında olup en az 60 ders
saatini içermektedir.
2010-2011 eğitim-öğretim yılında,
eğitimlerinin bir kısmını ülkemizde
gerçekleştirecek
olan
Erasmus
öğrencilerine, temel veya orta düzeyde
Türkçe öğreterek daha kolay bir
Erasmus değişim dönemi yaşatmak
amacıyla Merkezimizce de 09.08.201003.09.2010 tarihleri arasında Erasmus
Yoğun Türkçe Dil Kursu düzenlendi.
Dört hafta süren bu kursa Almanya,
Fransa,
Polonya,
Macaristan,
Danimarka,
Hollanda,
Çek
Cumhuriyeti gibi Avrupa’nın çeşitli
ülkelerinden Türkçeyi temel ve orta
düzeyde öğrenmek isteyen 45 öğrenci
katıldı.
Derslerimizde,
bu
öğrencilere,
ülkemizde kalacakları süre içinde
günlük hayatlarını devam ettirecek
Aydan ERYİĞİT UMUNÇ
[email protected]
düzeyde Türkçe öğretebilmek amacıyla
hazırladığımız kitabımızı kullandık.
Kitabımızda
günlük
hayatta
karşılaşabilecek durumlar (hastanede,
otobüste, alışverişte…) ve kalıp
ifadeler, İngilizce karşılıklarıyla da
verildiği için öğrenciler bir ay gibi kısa
bir süre içinde Türkçeyi A1 seviyesinde
kolaylıkla öğrendiler.
Haftada 15 saat olarak planladığımız
derslerin dışında öğrencilerimize,
günlük konuşmaların bolca yer aldığı
filmler izlettik.
Her haftanın son günü kültürel
geziler düzenledik. Bu gezilerde
öğrencilerimiz
hem
tarihimizi
ve kültürümüzü tanıdılar hem de
geleneksel yemeklerimizi tattılar.
Ankara Kalesi’nde
Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde
Beypazarı’nda
Amasra’da
Amasra’da
Anıtkabir’de
27
Ö
ğrencilerimizin birbirlerini daha iyi tanımalarını sağlamak amacıyla kura çekerek birbirlerine hediye
almalarını teşvik ettik. Öğrenciler, kime hediye vereceklerini birbirlerine söylemediler. Herkes, tatlı
bir heyecan içinde kursun sonunu bekledi. Bazı öğrencilerimizin doğum günüydü. Bu öğrencilerimiz, yeni
yaşlarını yeni arkadaşlarıyla neşe içinde kutladılar.
Fırsat buldukları her anı değerlendirdiler, yüzdüler, eğlendiler. Tabiî, bunun sonucunda çok yoruldular ve
buldukları her yerde uykuya daldılar.
28
Buna rağmen, sorumluluklarını unutmadılar, hazırladıkları projelerle ülkelerini Türkçe olarak tanıttılar.
K
ursun sonunda öğrencilerimizin hepsi başarılı oldular ve sertifika almaya hak kazandılar. Düzenlediğimiz
törende, öğrenciler sertifikalarını Üniversitemiz Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Hasan Kazdağlı, Edebiyat
Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Musa Yaşar Sağlam, Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi (HÜDİL) Müdürü
Prof. Dr. Ülkü Çelik Şavk, Yabancı Diller Yüksekokulu Müdürü Prof. Dr. Nalân Büyükkantarcıoğlu, Türk Dili
ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Âbide Doğan ve AB Ofisi Koordinatörü Prof. Dr. Selda Önderoğlu’nun
elinden aldılar.
29
HÜDİL’DE ANADOLU’NUN RENKLERİ
“DOĞUM,
VE ÖLÜM”
İ
nsanın yaşamında pek çok değişim, dönüm noktası
ya da eşik vardır. İnsanın ömrü boyunca geçtiği üç
önemli eşikte coşku, mutluluk ve acı belirir. Bu dönüm
noktalarında insanoğlu yalnız değildir. Mutluluk, coşku
ve keder paylaşılır. Paylaşılanlar, kültürümüzün özünü kuşatan
bir sır gibidir. Bu eşiklerin kuşattığı birliktelikte toplumsal
varlığımız anlam kazanır. Yaşananlar ve yapılanlar beyaz ışığın
renkleri olur. Yapılanlar geleneklere dönüşür, kuşaktan kuşağa
anlatılır. Zamanın çarkında bu eşikleri geçenler, geleceğine
bu eşiklerin nasıl geçileceğini öğretir. Anadolu’nun kültürel
dokusunun önemli çizgileri, bu dönüm noktalarının, eşiklerinin
belirginleştiği ritüellerle şekillenir.
Geçmişin bugünde harmanlandığı ve geleceğe taşındığı,
yeni kültürel unsurların oluştuğu, eskilerin hatırlatıldığı ve
Dr. Serdar ODACI
[email protected]
221, düğünle ilgili 712 ve ölümle ilgili 214 köyde araştırma
yapılmıştır. Çekimleri Anadolu’nun yanı sıra Suriye ve Irak’ın
kuzeyinde de yapılan belgeseli UNESCO, Abant İzzet Baysal
Üniversitesi, Ford Otosan ile Met-Vak desteklemiştir.
“Anadolu’nun Renkleri Doğum, Düğün, Ölüm” Nisan 2008’de
İstanbul Atatürk Kültür Merkezinde düzenlenen bir gala ile
halka tanıtılmıştır. Frankfurt Kitap Fuarı’nda sergilenmiştir.
T.C. Kültür Bakanlığının Paris, Moskova ve Kırgızistan’da
düzenlediği etkinliklerde gösterilmiştir.
Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma
Merkezinin (HÜDİL) ev sahipliğinde “Anadolu’nun Renkleri
Doğum, Düğün, Ölüm” adlı bu on üç bölümlük belgeselin elli
dakikalık tanıtım filmi 21 Nisan 2010’da Hacettepe Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Tiyatro ve Konferans Salonunda gösterildi.
Filmde Anadolu’nun farklı yörelerinde Anadolu insanının Türk
kültüründeki inanç ve değerler sistemine dayalı olarak doğum,
düğün ve ölüme getirdiği özgün yorumlar işlenmiş. Anadolu’nun
değişik yörelerinden titizlikle bir araya getirilen kültürel
malzeme, kendi anlamsal bütünlüğü içinde tüm renkliliğiyle
sergilenmiş ve çalışmada Türk kültürünün unsurlarını birleştiren
felsefe önemle vurgulanmıştır. Bu çizgileriyle belgesel film;
nesillerin, üzerinde yaşadığı toprakları, Anadolu’yu tanımalarına
ve anlamalarına şüphesiz önemli bir katkı sağlamıştır.
Projeyi tamamlayan TÜBİKAM heyetinin hazır bulunduğu film
gösteriminin ardından projenin yürütücüsü Prof. Dr. Alemdar
Yalçın ile bir söyleşi gerçekleştirildi. Yalçın, projenin amacını,
aşamalarını, malzemenin geniş bir coğrafyadan seçilme ve
toplanma sürecini anlattı. Hacettepelilerin yoğun ilgiyle
karşıladığı film gösteriminde izleyenler, sahnelerle dünden
bugüne beliren sevince, coşkuya, hüzne eşlik etmişlerdir.
paylaşıldığı alanlar olarak geçmişle bugünü karşılaştırma,
değişim ve dönüşümleri ortaya koyma bakımından bu
eşikler önem taşımaktadır. Toplumların anlama, anlatma ve
paylaşmasını sağlayan, birliktelik ruhunu pekiştiren doğum,
düğün ve ölüm törenleri, bireylerin ve toplumların yaşamlarında
ve gönüllerinin derinliklerinde özel bir anlam kazanır. Mekân,
kültür unsurlarının oluştuğu, icra edildiği, öğretildiği ve
aktarıldığı yer olarak karşımıza çıkar. Bu bakımdan Anadolu,
Türk kültürünün ruh ve vücut bulduğu ender coğrafyalardan
biridir.
Tüm Bilimsel Kültürel ve Stratejik Araştırmalar Merkezi ile
Maltepe Üniversitesi İletişim Fakültesi iş birliğiyle Prof. Dr.
Alemdar Yalçın’ın yürütücülüğünde Anadolu’nun kültürel
dokusunu besleyen doğum, düğün ve ölüm gelenekleri, bilimsel
araştırmalarla “Anadolu’nun Renkleri Doğum, Düğün, Ölüm”
adlı belgesel filmde kayıt altına alınmıştır. Toplam 23 bin
395 sayfa kaynak taraması yapılan çalışmada doğumla ilgili
30
Neslihan ELİBOL
Diş Hekimliği Fakültesi / 1. Sınıf
Diğer Prens Adaları gibi Bizans döneminde sürgün yeri olarak kullanılan Büyükada, İstanbul’un gezilip
görülmesi gereken yerlerinin başında gelir. Üç mevsimde de gördüğüm Büyükada; mistik, büyüleyici
havasıyla davetkârdır. Bahar aylarında daha çok tadını çıkarır insan bu güzelliğin. Vapur sefasından sonra
ihtişamlı iskelesiyle karşılar sizi. Ada’yı faytonla değil de yürüyerek keşfetmek her zaman daha çok hoşuma
gitmiştir.
Sokaklarında turlayıp mevsime göre Dilburnu’na kadar yürümek ve farklı sokaklardan geri dönerek yeni
açılan Kahve Evi’nde Ada’nın en güzel köşesinden İstanbul’u seyretmek ayrı bir keyiftir. 2009 Eylülü’nde
yaptığımız gezide Ada’nın sonbaharının da bir başka güzel olduğunu gördüm. İstanbul’a ilk kez gelen
arkadaşımın Büyükada’yı görmesi için yaptığımız bu gezi, yağmurla başlamıştı; ancak Ada’ya ayak basar
basmaz güneşle ısındık ve daha neşeli bir hâle geldi Ada turumuz. Kahve içip yürüyüşümüzü tamamladıktan
sonra İstanbul’a dönüş için gün batımını bekledik.
ÖĞRENCİ YAZILARI
BAHAR AYLARINDA “BÜYÜKADA”
2007 ilkbaharında yaptığımız gezide ise donuk renkler oldu fotoğraf karelerimizde. Hava soğuktu, ara ara
güneş gösterdi kendini ama Ada her şeye rağmen çok güzeldi. O sene de yürümeyi tercih etmiş ve Ada’nın
yürüyüş parkından meydana ulaşmıştık. Aya Yorgi Kilisesine çıkmak zor geldiğinden Mavi Yelken Kulübü
restorana oturmak istemiştik. Sezonu açmamalarına rağmen bizi kırmayıp bahçelerinde konuk etmişlerdi.
Büyükada’ya yukarıdan bakmak muhteşemdi. Kahvelerimizi ev yapımı keklerimiz eşliğinde içtik, fonda ise
Candan Erçetin vardı… Ve bu gezi de unutulmaz gezi anılarım arasında yerini aldı.
İstanbul’da yaşayıp da Büyükada’yı görmeyenler “İstanbulluyum” demesin bence…
31
Fatma ÇİMEN
FİLM GİBİ…
Spor Bilimleri Eğitimi /
1. Sınıf
“Türk filmi” dediğimizde aklımıza ne gelir? Masumiyet mi, mutlu sonlar mı, hüzün mü, sevinç mi ya da
bütün bu duyguları bize aynı anda yaşatabilmesi mi?
Özlüyoruz onları… Hem de çok… Sadri Alışık’ı, Belgin Doruk’u, Kemal Sunal’ı ve diğerlerini… O güzelim
şarkılarını, babacan doktorlarını, Boğaz’a bakan o tanıdık tepedeki çam ağacının altında sevgililerin el ele
tutuşmalarını…
Siyah beyazdı filmler… Ayhan Işık içeride ders çalışırken annesi onu okutmak için mum ışığında gizlice
dikiş dikerdi. Kızlar aşkından verem olurdu o filmlerde. Her karakter, Kemalettin Tuğcu kitaplarından
fırlamış iyi çocuklar gibiydi. Kayınpederimiz Hulusi Kentmen gibi olsun, diye hayal ederdik; yüzü asık
ama altın kalpli! Adile Naşit hasta komşusuna çorba götürür, gözyaşlarını gizleyerek kahkaha atardı. Turşu
yüzünden küserlerdi Münir Özkul’la, gülmekten alamazdık kendimizi. “Selvi Boylum Al Yazmalım”ı hiç
kimse unutmadı. Herkes ağladı onlarla birlikte… Güdük Necmi ve İnek Şaban aklımıza her geldiğinde
ise hâlâ gülümsüyoruz. Her şey o eski filmlerdeki gibi olsa, demekten kendini alamıyor insan. Film gibi
yaşasak… Hep mutlu, hep içten, hep samimi…
Tabiî ki şimdiki filmleri de beğeniyoruz, severek izliyoruz; ama “Nerede o eski bayramlar?” derler ya hani,
nedense “Nerede o eski filmler?” demek geliyor içimizden. Aradan yıllar geçmesine rağmen hâlâ televizyon
karşısında soluksuz izleyebiliyorsak onları, bizi kahkahalara boğabiliyor ve hüzünden ağlatabiliyorlarsa aynı
derecede, hayatımızda çok büyük ve kalıcı yerleri var demektir. Unutamayız onları…
Pınar A. WAHİD
İDÖ / 4. Sınıf
SONBAHAR ACISI
Düşer yapraklar, başlar yine bir sonbahar
Kaybolan yıllara boşalır gözden yaşlar
Ağaçta kalan tek yaprak gibi bir gün yalnız kalmak var
Yağmur taneleri cama vururken gözler uzaklara dalar
Bir ses gelince sanırsın ki o adımlar sanadır
Gülen bir yüz, tatlı bir söz senin için bir dünyadır
Ama ne yazık ki onun bir acısı yüreğini kanatır
Çünkü bir elmanın yarısı gibi o canından bir parçadır
32
DOĞRU ve ETKİLİ
TÜRKÇE KULLANMA
KILAVUZU
HÜDİL
Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi
Edebiyat Fakültesi D Kapısı 06530 Beytepe/Ankara
Tel: (312) 297 83 50 - 51
Belgeç: (312) 297 83 51
E-Posta: [email protected]
www.hudil.hacettepe.edu.tr

Benzer belgeler

ilkSAYIMIZ - Hacettepe Üniversitesi

ilkSAYIMIZ - Hacettepe Üniversitesi Uygulama ve Araştırma Merkezi Adına Prof. Dr. Ülkü ÇELİK ŞAVK Yayın Kurulu Dr. Elif AYAN Asuman BAYRAM Dr. Hiclâl DEMİR Faik Utkan DENİZER Hafize ŞAHİN Canan ÖKTEMGİL TURGUT Dergi ve Kapak Tasarımı...

Detaylı