Rönesans yada yeniden doğuş
Transkript
Rönesans yada yeniden doğuş
qwertyuiopasdfghjklzxcv bnmqwertyuiopasdfghjklz xcvbnmqwertyuiopasdfgh Rönesans yada jklzxcvbnmqwertyuiopas Yeniden Doğuş dfghjklzxcvbnmqwertyuio Murat Kurt pasdfghjklzxcvbnmqwert yuiopasdfghjklzxcvbnmq wertyuiopasdfghjklzxcvb nmqwertyuiopasdfghjklzx cvbnmqwertyuiopasdfghj klzxcvbnmqwertyuiopasd fghjklzxcvbnmqwertyuiop asdfghjklzxcvbnmqwerty uiopasdfghjklzxcvbnmqw fabulanonvera.com RÖNESANS YADA YENİDEN DOĞUŞ Gözlerim ağrıyor açamıyorum bir türlü, bu ışık beni deli edecek. Ne olurdu sanki güneş biraz daha geç doğsa ya da ben biraz daha geç uyansam. Sizinde başınıza gelmedi mi hiç? Siz tabi ki şu an görmüyorsunuz ama, ben esnemekle meşgulüm. Evet, hala uykum var fakat kalkmam lazım, işe geç kalmak istemem, yoksa yine kovulacağım ve yine parasızlıktan ağzım kokacak. Dün gece çok fenaydı. Ne kadar maymun iştahlı olduğumu bir kez daha hatırladım. Böyle zamanlarda kendimden daha da fazla iğreniyorum. Kendimi harıl harıl yemek yerken, içki içerken düşündükçe aslında hepimizin ne kadar da ilkel varlıklar olduğumuzu tekrar hatırlıyorum. Ve her ne kadar bu ilkelliği artık özümsemişsem de, bu kendimden nefret etmememi sağlamıyor. İçki mideme vurdu adeta. Ben hayatımda bu kadar içtiğimi hatırlamıyorum. Nasıl oldu da o kafayla işe gideceğimi hatırlayıp daha fazla içmedim bilmiyorum, gerçi o kadar kafa olmuşsun daha içsen ne yazar içmesen ne yazar, sanki farklı olacaktı! Kısaca kantarın topuzu kaçtı dün gece ve şimdi de işe gitmek zorundayım. Ne kadar güzel öyle değil mi? Bir insanın her gün dövmek istediği biri için çalışmaya mahkum edilmesi bence bu dünyada yaşanabilecek en büyük aşağılama ve ben bu aşağılamaya maruz kalıyorum. Muhtemelen aranızdan bazı zeki kardeşlerimiz biz de patronumuzu dövemek istiyoruz ama bu bir mahkumiyet değil tersine özgürlüğünü kazanıyorusun, para kazanıyorusun diyebilir. Bende onlara alın siz o parayı götünüzün ücra bir köşesine sokun derim. Eğer çalıştığım işten aldığım parayla evinizin kirasını ödeyebilir, sonra kalan kuş kadar şeyle bir ay geçinebilirseniz gerçek bir mucize gösterdiniz, der elinizi öperim. Ama yapılamaz, ya kira gecikir veya ödenmez yada yarı aç gezilir. Kin duyarsınız, yakmak istersiniz iş yerinizi. Tıpkı öğrenciyken okulunuzu yakmayı düşündüğünüz gibi. Biraz önce bahsettiğim zeki arkadaşlar yine bunlar çocukça düşünceler deyip beni sinir etmeye, kudurtmaya çalışabilirler, lakin gerek yok ben kudurdum kuduracağım kadar. Bu insanlara lafım şudur: para sayesinde elde ettiğinizi düşündüğünüz özgürlüğünüze kıçımı silmek, para kazandığınız iş yerinizi yıkmak, beyin yıkadığınız okullarınızı yakmak istiyorum. Benim psikolojik sorunlarım var. Ama bazılarının büyük bir karizma göstergesi olarak gördüğü psikolojik sorunlardan değil. Ne şizofrenim, ne de manik depresif. Ne de kendini bu hastalıklardan birine tutulmuş gibi göstermeye çalışan, bu şekilde hasta olmayı 1 marifet, “çok süper” bir özellik sayan gösteriş budalalarındanım. Eğer bu insanlardan biri gerçek bir şizofren görseydi muhtemelen korkudan altına ederdi. Bu insanlar fazla film seyretmişler bence. Bir manik depresifin hayatı boyunca lityum takviyesi alması gerektiğini asla bilmez bunlar. Manik depresiflerin mani dönemlerinde nasıl günlerce hiç uyumadan (gerçek anlamda günlerce ve gerçek anlamda hiç uyumadan) bir işi yapmaya devam edebileceğini (benim gördüğüm bir manik depresif tam 3 gün boyunca kitap okumuştu. Tuvalet ve yemekler dahil olmak üzere) ve bunun farkına varıp, daha sonra nasıl böyle bir şey yaptıklarını düşünüp, bir yandan hastalıklarının farkına vararak diğer yandan bin bir türlü felaketin başına geleceğini düşünerek, nasıl depresif duruma geçtiklerini görselerdi; ardından bu insanı güldürmeye çalışmanın nafile olduğunu 2 saniye güldükten hemen sonra sinir krizi geçirip, nasıl saatlerce ağladıklarına şahit olsalardı eminim bir daha bu hayallere kapılmazlardı. Yine konu dağıldı, sorunlarım var diyordum. Evet, benim sorunum da bu işte. Bir konuya dikkatimi sürekli olarak veremiyorum. Bu şey herhangi bir fiziksel aktivite için geçerli değil. Sadece uzun süre aynı konu üzerinde çalışamıyorum. Aynı konu üzerinde 10 -15 dakikadan fazla düşünemiyorum. Sürekli bir dikkat dağılması yaşıyorum ve bu yüzden konuşurken daldan dala atlıyorum. Esasen bunun tıbben tedavisi var. Önce 270 milyon verip muayene olduktan sonra 750 milyonluk ithal ilaçlar kullanırsanız ve bu esnada terapi görürseniz “bu illet” yakanızı bırakıyor. Ama benim buna verecek param yok, ben kendimi zor doyuruyorum. Neyse geçelim bunu. Offff başım ağrıdı. Tavan aşırı derecede beyaz ve bu beni deli ediyor. Başıma ağrı girdi yine. Ehh o kadar içtikten sonra doğal. Ama Yasemin’in bizzat ağzından aldığım şat her şeye değerdi. O hınzırca bakışıyla “gel gel” diye işaret etmesi yok mu… Böyle bir kızın, bana bu şekilde davranmasına alışkın değilim. Kızlarla aram hiç iyi olmamıştır. Ben onlara aşık olmak isterim, olamam; dolayısıyla onlar da beni sadece arkadaş olarak görürler. “Sadece arkadaş” bunun ne kadar utanç verici bir duygu olduğunu size anlatamam ve anlatmak istemiyorum. Ama bu Yasemin… İşte bu iş biraz acayip. O adeta bir Yunan tanrıçası bense bildiğiniz öküz. O konuşunca herkes susar ve dinler çünkü insanlara kendini dinletmesini biliyor ve ne söyleyeceğinden emin. Bana gelince bazen ben bile kendimi dinlemekten sıkılıyorum. İstese 10 adamı sürükler peşinde. Bana karşı neden böyle bilmiyorum. Muhtemelen yaptığı bir kötülüğün 2 cezasını kendine böyle ödetiyor ya da benim gibi bir zavallıyı mutlu ederek sevap kazanacağını düşünüyordur. Evet, kesinlikle böyle olmalı, ikisinden biri. Yoksa neden şu an yanımda olsun ki? Evet, o şu an yanımda ve yine evet tüm geceyi beraber geçirdik. Sizin bunu görmediğinize çok mutluyum çünkü şu an onun o bembeyaz çıplak vücuduna bakıyorum, yorganımızın altından. Bu ne tahrik edici, ne de istek uyandırıcı, bunun kelime olarak- ne kadar zayıf kalsa da- tek bir ifadesi var; şu an gördüğüm şey, tüm çıplaklığıyla dişi vücudu, çok ama çok güzel. Şimdi kalkıp ona kahvaltı hazırlayacağım. Bu romantiklik değil. Kahvaltı zaten yapmak zorundayım, çünkü asla evden kahvaltı yapmadan çıkmam. Neden bilmiyorum senelerdir bu böyle. Dediğim gibi bunun romantiklikle ilgisi yok. Zaten bir şeyler yiyeceğim ve onu da aç aç gönderecek halim yok. Ben 22 yaşıma gelene kadar evde kahvaltıları hep annem hazırlardı. Her gün gerekirse hepimiz için ayrı ayrı. Hepimiz farklı saatlerde çıkardık evden; kardeşim saat 7’de kalkar okula giderdi, babam 8’de kalkar işe giderdi, bense 10 civarı kalkıp üniversiteye giderdim. Bunu hayalinizde mutlu bir aile tablosu olarak canlandırıyorsanız çok yanılıyorsunuz. Evimiz adeta tımarhane gibiydi. Annem her sabah kardeşimi kaldırmak için bağırdığında yan odada ben uyanırdım. Kardeşimin uyanma merasimi mutlu yuvamızda günün ilk kavgası olarak cereyan eder, annem sürekli bağırıp çağırıp emirler yağdırırdı kardeşime. Ardından babamın uyanması gerektiğinde olaylar daha sessiz gerçekleşir ama tartışmalar daha sert olurdu. Her zaman hayatımın en garip ironisi olarak görmüşümdür bunu: annemin önce kardeşime incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler için bağırması, sonra babamla daha önemli mevzularda daha sessiz kavga etmesi. Ailemde kardeşim hariç kimseyle doğru düzgün anlaşamazdım. Ama bu anlaşamama durumunun pek az kişi farkındaydı. Ben daha çok herkesin derdini anlattığı tampon bölge olmuşumdur. Her neyse benim ailevi meselelerime ara verelim bu konu sıkmaya başladı beni. Zaten kahvaltı hazır. Ayrıyetten banyodan sesler geldiğine göre sanırım Yasemin uyandı. Kabul ediyorum bu sofra pek de mükellef bir sofra değil ama aylardır en çok özenerek hazırladığım masa bu oldu. Belki kahvaltıdan sonra beraber çıkarız belki de bir “akşama görüşürüz” öpücüğü bile alabilirim. Hah işte geldi… 3 - Günaydın iyi uyuyabildin mi? - Evet sağol… kahvaltı hazırlamışsın?! (Sesinde bir sıkıntı mı var ne?) - Evet evden çıkmadan önce kahvaltı ederiz diye düşünmüştüm. - Yoo çok sağol. Benim hemen çıkmam lazım sonra görüşürüz. Kusuruma bakma. ( Asıl sen kusuruma bakma ben de neler sanmıştım…) - Yok önemli değil. Ne kusuru! - Hoşça kal. Tak! Kapı kapandı. Halbuki kahvaltı günün en önemli öğünü. Napalım bizde her zamanki gibi tek başımıza yaparız kahvaltımızı. —————————————————————————————— Ömrüm İETT ve Halk Otobüslerinde geçti. İstanbul’u pek çok insan taşı toprağı altın olarak nitelendirirmiş eskiden. Neyse ki şimdi gözleri açıldı, artık o nitelendirmeyi yapmıyorlar. Ama bunun ne İstanbul’a yapılan göçlere bir faydası var ne de nüfusun tekrar azalmasına, ne trafiğe, ne kap-kaça bu liste uzar böyle. Şu an Beşiktaş’tan Maslak’a doğru yol almaya çalışan bir İETT otobüsü içindeyim. Her sabah söverek giydiğim ütülü takım elbisem şu anda hayali bir dünyanın haritası gibi. Şurada bir dağ var, şurada bir nehir akıyor… eğer bu güzel otobüsün değerli yolcuları; suratıma tip tip bakmasaydı iş yerine kadar bu hayali haritayla oyalanıp vaktin nasıl geçtiğini bile anlamazdım. Ama insanımız nedense başkalarını izlemeyi ve onlar hakkında olur olmaz yorumlar yapmayı çok seviyor. Bir insanın sizin hakkınızda “Şuna bak! Üstüne başına nasıl bakıyor. Sabah ütüleseydin o gömleği aval aval bakmazdın şimdi” dediğini neredeyse kesin olarak bildiğiniz halde elbisenize bakmaya devam edemezsiniz. Bunun adı “Toplumsal baskıdır” ve bir otobüste geçirdiğiniz birkaç saatinizi mahvetmesi çok ufak bir bedeldir. İnsanlar bu sebepten can verirken ben otobüs yolculuğumun rezil olmasını anlatmayacağım size. Her gün haberlerde gördüğümüz töre cinayetleri, eşcinsellerle ilgili küçük düşürücü haberler, tecavüz… İstanbul’a artık yapışmış bu baskı. İstanbul artık bunlara alışmış. Tıpkı trafik kazalarına alıştığı gibi. Şu an yanından geçtiğimiz iki 4 araba enkazına baktıklarında otobüsümüzün sakinleri muhtemelen hala geç kalmak üzere oldukları işlerini düşünmektedirler. Belki aralarından bazıları “ Allah kimsenin başına vermesin” diyecek olur içinden, bir iki mırıldanma sonra tüm otobüs adeta hiçbir şey olmamış gibi- tıpkı bir balık gibi- her şeyi unutup camdan dışarı aval aval bakmaya devam edecek. Arabaların koltuklarında görülen kan lekesi sadece kendisini kan tutan birkaç insanı etkileyecek. İnsanların nasıl bu hale geldiklerini bana sormayın. Elbette bir sebebi vardır. Konuyu yine dağıtıyorum. Ne diyordum. Toplumsal baskı, töre cinayeti, kazalar… Hatırlamıyorum ne anlatacağımı hatırlamıyorum. Her neyse… Tam önümde oturan adamın gazetesi şu an dünya üzerinde var olabilecek en ilgi çekici şey. Eğer otobüste ayaktaysanız ve önünüzde yan duran koltuklardan biri varsa ve burada oturan kişi gazete okuyorsa bu yolculuk biraz daha çekilir olacaktır. İlk ve son sayfayı okuyup arka kapak güzelini yeterince süzdükten sonra eğer tersten okumayı beceriyorsanız gazeteyi okuyan kişiyle beraber tüm gazeteyi okuma fırsatınız olur. Eğer tersten okuyamıyorsanız kendinizi tutamayıp ilk ve son sayfaları defalarca okuyabilir hayattan bezebilirsiniz. Offf nelerden bahsediyorum ben. Tüm bunlar saçmalık. Tüm bunları düşünürken aklımda hala dün gece var, hala Yasemin. Onu bu şekilde düşünmeye hakkım yok belki. Bilmiyorum… Bildiğim tek şey sabahki düşüncelerimin daha da kuvvetlendiği. Vicdan azabının insana yaptırmayacağı şey yoktur. Kim bilir ne kadar vicdan azabı çekiyor ki, benimle birlikte olmayı göze aldı. Sanırım böyle bir durumda onu bir daha aramamak yapılacak en mantıklıca davranış olur. İnsanların vicdan azabını hafifletmek ve daha da dibe vurmak için yaptıkları çoğu davranış aslında durumu daha da berbat bir hale getirmekten öteye gitmez. Oysa pek çok insan bu şekilde kendini cezalandırabileceğini ve bundan sonra daha dikkatli olacağını sanır. Halbuki olan tek şey daha çok vicdan azabı duymalarıdır. Bazen bu durum öyle bir hal alır ki ilk yapılan ve beğenilmeyen davranış ikincinin yanında çok masum kalır. Diyorum ya sanırım insanlar fazla televizyon izliyorlar. Filmlerde, dizilerde gördüğümüz o pişmanlıkları; kendini cezalandırarak ve muhtaç birine yardım ederek yok etmek bir hayal bence. Kızılderililer hayatlarını 10 kurala göre sürdürürlermiş. Bu 10 emri bir kafenin duvarına asılı bir posterden okumuştum. Aklımda sadece ilki ve sonuncusu kalmış: 1-)Büyük Ruha daima saygı duy 10-) Yaptığın tüm davranışların sorumluluğunu üstlen. İlk 5 kuralın geçerliliği tartışılsa da, son kuralın altına imzamı atarım, insan yaptıklarının sorumluluğunu üstlenmeli, kendini vicdan azabına kaptırıp daha da delice şeyler yapmamalı. Dibe vurmak asıl budur. Yanlış yaptığın halde düzeltmek için çırpınıp daha da rezil etmektense; yaptığını kabul edip bu acıyı yaşamak daha büyük bir erdemdir bana göre. Sürekli pişmanlık duyduktan sonra yaptıklarımızın ne anlamı kalır ki? Bu uzun bir mevzu gerekirse tekrar dönerim ama şu an asansör yalnızlığını hissetmek zorundayım. Eğer işyerinizde çalışanlar fazlaysa ve asansör kullanacaksanız bu bazen çok can sıkıcı oluyor. İnsanların aynı ortamı saatlerce paylaşıp, birbirlerine söyleyebilecekleri birkaç sözün “merhaba”, “günaydın” yada “ 5. kata basar mısınız?” olması bir yandan can sıkıcı bir yandan da çok komik. Şu anda asansördeyim ve bu sesizlik anında Yaseminle ilgili kesin kararımı da vermiş bulunuyorum bir daha onu ne arayacağım, ne soracağım. Madem hata yaptığını düşünüyor onu bu hatayla daha fazla yüz yüze bırakmak istemiyorum. 3. kat. İşyerim birkaç kişinin çalıştığı sıradan bir ofis. Ama ne iş yaptığımı size söylemeyeceğim, sizi alakadar etmez. Sadece ücretin hiç dolgun olmadığını bir de masa başında ömrümü bilgisayarla geçirmek zorunda olduğumu bilseniz, hayatın nasıl bir işkenceye döndüğünü tahmin edebilirsiniz sanırım. İşyerim her zaman aklıma bir çok eski anıyı getirir. Örneğin babamın bilgisayar başında sabahladığı günleri. Her zaman işiyle gurur duymuştur. Nereden yola çıkıp sonunda nereye vardığını (yani kariyer bakımında) anlatmak onun için her zaman bir gurur kaynağı olmuştur. Annem ise babam, ne zaman bu hikayeyi anlatsa diğer insanlara karşı babama saygıyla bakardı, fakat kısa bir an için babamın tüm kariyer basamaklarını tırmanışının yanında kendisinin hala bir ev kadını olmasından duyduğu kini görebilirdiniz. Patronumla yaptığım iş görüşmesini hatırladım şimdi. Bu insan günümüzde moda olan çalışanla dost olma, EQ’su yüksek olma gibi özelliklere sahip iş yerinde modern yaklaşımlara açık bir insandır. Böylelerinin suratına tiksinti verici bir gülümseme yapışmıştır sanki. Çevrenize dikkatle bakın mutlaka bu tiplerden görürsünüz. Sürekli bir pozitif olma hali. Bana göre bu bir hastalık, bu normal bir durum olamaz. İş görüşmemizde ben tamamen konudan kopmuştum; müstakbel patronum verimlilik ve şirket politikalarından ve bu işyerinde nasıl bir harmoni sağladıklarından bahsederken ben; akşam eve ne alsam, yemek ne 6 yapsam, şu yeni tanıştığım kız (Evet Yasemin oluyor kendisi) çok tatlı gibi şeylerle meşguldüm. Eğer iş görüşmesine gidecekseniz ve yeterince zekiyseniz hiç olmazsa birilerine danışır ve neyle karşı karşıya kalacağınızı öğrenirsiniz. Bense olayı biraz abarttım sanırım. “Mülakat Teknikleri ve Karşılaşılacak 50 Önemli Soru” adlı kitabı hazmederek okudum. Tam ben görüşmemize geri dönmeyi başardığım anda patronum takım çalışmasından ve yönetim çalışan uyumundan bahsediyordu. Soracağı soruyu hemen tahmin etmiştim cevabım hazırdı: “Bir işyerinde elbette bu tarz durumlarla karşılaşılacaktır ve bu durumlara hazırlıklı olmak bence bir çalışanın başlıca görevlerindendir. Bu tarz bir sebepten dolayı iş yerinde sağlanmış olan ritmin yitirilmesi düşünülemez bence. Bu tarz bir durum söz konusu olduğunda çalışanlar olarak bizler durumun gereklerini kavramalı ve yeni bir iş bölümü yapılması durumunda hangi koşulda daha verimli çalışa bileceğimizi bilmeliyiz. Kuşkusuz ki sizin gibi bir yönetici burada oldukça gerekli tedbirler süratle alınacak ve en az zararla durum eski haline dönecektir.” Evet adamın kıçını yaladım çünkü paraya ihtiyacım vardı. Beni görüşme günümüzün akşamı arayarak yarın gelip gelemeyeceğimi sordular. Geldiğimde yarım saat beklettiler. Tüm bunlar bir iş görüşmesinde bekleyebilecekleriniz: sürekli gülen bir şempanzeye asla inanmadığınız ve sırf paraya ihtiyacınız olduğu için söylediğiniz güzide yalanlardan sonra, en az yarım saat bekletilerek yola getirilmek ve onlara muhtaç olduğunuzu kabul ettiğiniz bu yarım saatin ardından hizmetlerinizi bu saygı değer şempanzeye sunmak. Bu konu çok uzadı iş yerimin bana hatırlattığı diğer bir şey ise üniversitedeki hocalarımdan biri olan Şükrü HASCAN. Hep şöyle derdi: “Çocuklar bakın! Burada teoriyi öğreneceksiniz. Stajınızı yaparken pratiği ve bu okul bittiğinde biz sizleri iş hayatına atılmaya hazır bireyler olarak endüstrimizin hizmetine sunacağız. Ben üniversitedeyken gece 3 lere kadar çalışır, gece 3 te arkadaşlarımla dışarı çıkar çorbacıda çorba içer sonra geri gelir tekrar çalışırdım. Ben üniversitedeyken böyle imkanlarda yoktu üstelik…” Off! Şimdi bile kendimi sınıfta gibi hissettim. Her neyse şimdilik iş başına. Konuşmamız biraz bekleyecek. 7 Saat 10.00 patron bey bana doğru geliyor bakalım ne yumurtlayacak. “Fuat Bey sizden geçen hafta istediğim raporlar hazır mı?” “Elbette Ersin Bey buyurun” “Hmm… İnceleyip eksikler var mı kontrol ederim. Ayrıca şu dosyalarıda inceleyip saat 4’e kadar raporlarını hazırlayın” ( Yuh! Ohaaa! Hayvan herif yavaş) “Elimden geleni yaparım efendim” “Elinizden geleni istemiyorum raporları istiyorum Fuat Bey, saat 4’te bitmiş olsun (Bunları söylerken bile gülümseye biliyor). Bugünlerde durgunsunuz biraz hasta falan mısınız? Kendinize dikkat edin!” Cevap vermemi bile beklemedi salak herif. İşte size yönetici çalışan uyumu!! Saat 19.00. Paydos! Hoşça kal bilgisayarım, hoşça kalın yüzüne gülmek zorunda olduğum sığ insanlar umarım yarın görüşmeyiz, ( desem de bunun olmayacağını biliyorum) hoşça kal beton yığını. Hay Allah! Cep telefonum çalıyor. Bu kim ki acaba? - Alo? - Alo Fuat - Yasemin!?! —————————————————————————————— Beyoğlu’nu İstanbul’a geldim geleli sevmişimdir. Burası İstanbul’un gerçek yüzlerinden birini yansıtır. Diğer yüzünü ise Bağcılar, Bakırköy ya da daha ilerilere giderseniz, Zeytinburnu veya artık İstanbulun sonu olarak düşünebileceğiniz Altınşehir gibi yerlerde görebilirsiniz. Buralarda ara sokaklarda; delikanlıları, namuslu ama gözü dışarda güzel kızları, balkonlarda yapılan komşu muhabbetlerini görebilirsiniz. Gerçi artık buralar bile değişti. Şehrin insanları birbirinden uzaklaştıran etkisi bu “metropol”ü iyiden iyiye sardı artık. Köylerini terkedip “Taşı toprağı altın” diye buraya gelenler şu anda köydeki hallerinden bile daha sefil durumlarda yaşıyorlar. Bu 8 konu “köyden kente göçün analizi” olarak ele alınmalı ki o da benim işim değil, sosyologlar uğraşsın bununla. Bildiğim tek bir şey varsa o da varoşların, sokakların beni etkilediğidir. Bu etkilenme varoşlarda yaşamak istediğim anlamına gelmiyor. Buralarda ben hayatta kalamazdım sanırım. Buralardaki gerçek hayat koşullarını görebilseydiniz ne demek istediğimi anlardınız. Her neyse şu an konumuz Beyoğlu. Hatta Taksim, İstiklal Caddesi. Burayı seviyorum çünkü burada İstanbul’un her yerinden insan eğlenmeye kafa dağıtmaya gelir. Geceleri burası hiç kimse için tekin değildir; tinerciler, uyuşturucu satucuları, mafya burada İstanbul’un pisliği olarak adlandıracağınız herşey mevcut. Ayrıca insan tipi olarak en zengin yer de burasıdır; tikiler, hippiler, solcular, sağcılar, milliyetçiler, dinciler, ve suya sabuna dokunmayan sıradan vatandaşlar hepsi mutlaka buraya uğrar. Gideceğim yer İstiklaldeki cafe bar tarzı çeşit çeşit dükkanlardan biri. Evet, Yasemin’in verdiği tarife göre burası olmalı. Şu an kapıdan içeri giriyorum. Burayı tarif etmiyeceğim çünkü amacım sizi bilgilendirmek değil sadece kendi hikayemi anlatıyorum ben. Burası bambaşka bir yerde olsaydı bile şuan duyduğum heyecan değişmiyecekti. Çünkü şu an benim için önemli olan şey buranın nasıl bir mekan olduğu değil Yasemin’in benimle ne konuşacağı. Eğer buranın nasıl bir yer olduğunu çok merak edenleriniz varsa İstiklaldeki bir kafe-bara gidin; herhangi birine; işte burası orasıdır. Yasemin en ücra köşedeki masada oturuyor. Kalp atışlarım hızlandı sanki. Dikkatimi toparlayamamaktan korkuyorum konuşurken. Beni gördü; derin bir nefes almalıyım. İşte başlıyoruz. - Merhaba hoşgeldin. Kusura bakma ya böyle aniden çağırdım seni. - Bence şu kusura bakma lafını daha az kullanmalısın. Kusura filan baktığım yok. Ayrıca iş çıkışı iyi oldu benim için de. - Nasılsın? Nasıl geçti günün? - Nasıl olacak? Yorucu, sıkıcı, hayattan bezdirici hatta. (Sonuncuyu - söylerken gülümsüyorum, böyle gülümsediğimi hiç sormayın) Çok iyi anlıyorum seni. bir sözden sonra nasıl Bir an sessizlik, sabahki davranışını açıklamak istiyor biliyorum ama sözcük bulamıyor. Bende ona bu konuda yardımcı olamayacağım. 9 - Bak Fuat... Tahmin edeceğin gibi seni havadan sudan konuşmaya çağırmadım. Yasemin’in bu özelliğini seviyorum. Lafı uzatmaz, dolandırmaz, söyleyeceğini doğrudan ve elindeki en sağlam delillerle söyler. Ve bunu yaparken bakışları adeta karşısındakini delecek kadar keskindir. - Yasemin bana hiç bir şey açıklamak zorunda değilsin. Öyle - istemişsindir öyle olmuştur, senin yaptıklarını sorgulayacak, bunları senin için problem haline getirecek değilim. Sana birşey açıklamak zorunda olmadığımı biliyorum. Ama bu açıklamayı yapmayı istiyorum. Senin en beğendiğim özelliğin bu işte insanların üzerine gidip onları zorlamıyorsun. Herkes kendisini birilerine kanıtlama gereği duyarken sen sadece olduğun kişisin. Takıntıların, komplekslerin yok... (Takıntılarım yok mu? Hadi ordan!) - Teşekkür ederim... - Bak bu sabah için gerçekten özür dilerim. (Evet, hoş geldin vicdan azabı) - Özür dilemek zorunda değilsin vicdan azabı çekmeni de... - Hayır, vicdan azabı falan çekmiyorum. Dün gece yaptıklarımdan - pişman değilim. Pişman olduğum şey bu sabah kararlı olamayışım. Seni öylece bırakıp gittim, kim bilir neler düşündün benim hakkımda. Oysa istediğim seni bırakmak değildi. Sadece aklım karıştı, ne yapacağımı bilemedim. Çünkü senin neler hissettiğini hiç sormadım. Veya senin beni nasıl gördüğünü. Belki de sen aramızdakileri sadece dün geceki saatler olarak görmek istiyorsundur bunu da anlarım… Hop hop. Orda dur bakalım. Şimdi beni kızdırıyosun ama! Ben asla, hiç kimseyi bir gecelik, yatakta geçen bir ilişki olarak görmedim ve görmem de. Özür dilerim demek istediğim o değildi, kesinlikle onu kastetmedim inan bana. 10 (Gözlerime inanamıyorum. Yasemin kelimeleri bir araya getiremiyor. Anlatacağı şeyi anlatamıyor. Anlatması bu kadar zor olan ne olabilir ki? Hayır, kesinlikle düşündüğünüz şey olamaz. Tamam Yasemin bana karşı her zaman iyi davrandı ama bu “o duygu”nun göstergesi olamaz, olmamalı) - Fuat ben... (HAYIR!) Giderek bana doğru yaklaşıyor. Gözlerini bir an olsun gözlerimden ayırmıyor. Gözlerini kırpmıyor bile. Ellerini nereye koyacağını bilemiyor sanırım, elleri oynayıp duruyor. Gözleri kapandı, artık soluğunu duyabiliyorum. İki insanın dudaklarının birleştiği kısa bir an. Bir saniye bile değil belki ama, o kadar uzun ki ve o kadar kutsal bir havası var ki. Ama tüm kutsallığın içinde ben varım; bir günahkar. Gözlerim hala açık onu izliyorum. O şevkatle beni öpüyor bense sadece şehvetle dolu… Dudaklarını dudaklarımdan ayırıp bir soluk mesafesinde gözlerime bakıyor şu an. Tanrım azabıma son ver, şu an al canımı! - Ben... Seni seviyorum. İşten çıkıyorsunuz. Yorgun bir şekilde ve sizi ortada bırakmasına aldırmadan böyle bir insanla buluşmaya geliyorsunuz ve size olan acıma duygusunu sevgi diye size yutturmaya çalışmasına tanık oluyorsunuz. Hayır efendim ben buna katlanacak değilim. - Yasemin bence sen ne hissettiğini bilmiyorsun. Bana karşı - duyabileceğin his acımadan başka bir şey olamaz ve benim de buna ihtiyacım yok çok sağol. Hayır öyle değil… Evet öyle Yasemin. Ben sana güvenebileceğimi sanmıştım, oysa şimdi görüyorum ki sende beni sadece diğerlerinin gördüğü gibi görüyorsun. Bu konuşmaya daha fazla devam etmek istemiyorum. Masadan nasıl kalktım? O ağır kapıyı itmek için sarf ettiğim efforu nasıl hatırlamam. Kalbim yerinden fırlamak üzere. İstiklalin girişine kadar ne zaman yürüdüm. Tüm bu insanlardan nefret ediyorum. Üzerime üzerime yürüyen kalabalıktan nefret ediyorum. Bu insanların 11 hiç mi evi yok niye evlerinde oturmuyorlar. Böyle bir şey asla olmamalıydı. Bu konuşma asla yaşanmamalıydı. Yaseminle asla tanışmamalıydım. Ona asla bu şekilde ilgi göstermemem gerekirdi. Onun benden daha iyilerini hak ettiği gerçeği bir yana sırf bana acıdığı için asla böyle bir şeye kalkışmamalıydı. Neden böyle yaptı? Neden? Tinercilerden nefret ediyorum, travestilerden, bu bin bir çeşit insandan nefret ediyorum. Kendimden nefret ediyorum. Ona bunu yaptığım için kendimden daha da nefret ediyorum. Burası geceleri hiç kimse için tekin değildir. Hiç kimse için. Tinerciler yolunuzu keser, travestiler laf atar. Aslında bu insanlar dışlanmış ruhlardan başka bir şey değil ama insanın en tehlikeli hali bu dışlanmış halidir. Ya başına bir şey gelirse. Ya kötü bir şey olursa? Ya yaşadığı vicdan azabıyla daha kötü bir şey yaparsa? Onu burada böyle bırakamam. Her ne olursa olsun onu burda bırakamam. Onu burada bu şekilde bırakmak istemiyorum. Geri dönüyorum. Ne ara tekrar bu kapının önüne geldim? Kafe tıpkı bıraktığım gibi içersi hala kalabalık değil. Yasemin aynı masada, başı ellerinde. Ağlıyor. Tanrıça görünümlü bu insanın ağlamasına tanık olacağımı hiç düşünmezdim. Üstelik benim için. Neden böyle oldu? Neden çekip gidemedim? Tüm hıncıma, tüm sinirime rağmen neden burada masanın başındayım tekrar. Yasemin birinin başında beklediğini fark etti. Başını yavaşça kaldırdı. Gözleri hala ıslak. Gülümsemesini istiyorum oysa ki. Mutlu olmasını. Yüzüne pişmanlıkla hafifçe gülümsüyorum. Evet, pişmanım ona böyle davrandığım için köpek gibi pişmanım ama nedenini hala bilmiyorum. Böyle olmamalı. Yavaşça elimi uzatıyorum eline, anlam veremeyerek bakıyor. Elinden tutup kalkmasını işaret ediyorum. Taksim, dolmuş, Beşiktaş, ev. Hiç konuşmadan gidiyoruz. Burası benim inim ve Yasemin tekrar burada. Ona sarılmak istiyorum. O önce davranıyor. Kulağına yavaşça fısıldıyorum “Özür dilerim”, “ Önemli değil” Hiç kimse bu davranışımı bu kadar kolay affetmezdi. Beni nasıl seviyor olabilir, nasıl? Artık sorular yok artık sadece o kalmalı, aklımı boşaltmak istiyorum hiç bir şey düşünmemek. Böyle sürsün istiyorum sadece. —————————————————————————————— Son birkaç haftadır sağlığımdan ciddi şekilde endişe duyuyorum. Daha doğrusu son birkaç haftadaki halimi düşünerek, şu an sağlığımdan endişe duyuyorum. Sürekli öksürüyor, geceleri kusuyor ve uyuyamıyorum. Eskiden olsa "hayatın cilveleri" der geçerdim ama 12 şimdi sağlığıma dikkat etmem gerektiğini hissediyorum. Evet, itiraf etmeliyim; bu iki gram sağduyudan yoksun mahlukta bazı konulara daha hassas yaklaşma eğilimi doğuyor. Tabi doğal olarak bu eğilim, beraberinde pişmanlığı da getiriyor ama eski günler için üzülecek halde değilim şuan. Bu sabah kendimi daha farklı hissediyorum. İçimi bir sıcaklık kaplamış sanki. Bu kış gününde, pek zor ısınan evimde, üstüm yarı çıplak oturabiliyorum. Tüm bu farklı hislerin bir anda ortaya çıkması garip ama elbette sebepsiz değil. Ve, o sebep şu anda tam karşımda uyumakta. Peş peşe tespitler yapmakta üstüme yoktur. Hayatımın, duygularımın değişmekte olduğunu tespit edebiliyorum. Pek yakında davranışlarımın da değişeceklerini tespit etmiş bulunuyorum. Sizler; ”Ne var yani bunda, insan hayatında değişimler olduğunda bunu elbette anlayacaktır” diyebilirsiniz. Ama ben öyle düşünmüyorum. Pek az insan hayatındaki değişikleri tespit eder ve onlar üzerine düşünür. Genelde insanların yaşamı olayları sadece yaşamak ve sonuçları görmek üzerine kuruludur. İnsanlar yaşadıkları olaylar üzerine kafa yormak istemezler. Daha doğrusu olaylar üzerine düşünmek için pek az insanın zamanı vardır. Herkesin yetişmesi gereken yerler var. Kimileri işine yetişmeli, kimileri evine yetişmeli, kimileri okuluna yetişmeli, kimileri namaza… bu liste uzar gider. Ama pek az insan bu koşuşturmanın içinde bir an durup halini veya etrafında olanları düşünmeye zaman ayırır. Gerçi hangisi daha iyi bilmiyorum bazen düşünmek insanı çok yoruyor, belki de iyi diye bir şey yoktur da, sadece bu böyledir. Bu öksürük beni öldürecek! Annem, bundan 3 sene önce, 55 yaşında ölmüştü. Akciğer kanseri. Bu dünyadaki son 15 senesini günde üç paket sigarayla geçirdi. Bunu söylerken gayet ciddiyim. Yani annem yalnızdı ve neredeyse tek arkadaşı sigaraydı. Babam, annemden boşanıp bir sene sonra yeni eşiyle İzmir’e yerleşti. Şu ana dek onların hayatı “...ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar” tadında sürüyor. En azından ben öyle biliyorum. Babam annemin cenazesine o kadını da getirmişti. Cenazeden sonra oturup konuşmak istemişlerdi. Oturduk, bir şeyler anlattılar eminim, ama o konuşmadan tek bir kelime bile hatırlamıyorum. Zira o esnada ben niçin ağlayamadığımı düşünmekle meşguldüm. Her ne kadar annemle pek iyi anlaşamasak da, o benim annemdi. Onu çok seviyordum. Ama ne ölüm haberini aldığımda, ne onu morgdan aldığımızda, ne de cenazede üzerine toprak atarken ağlayabildim. Şu an kendimi adeta onun için hiçbir 13 şey yapmamış gibi hissediyorum. Kardeşim başını omzuma dayamış ağlarken ben öylece tabuta bakıyordum. Gidip annemi ziyaret edeceğim en kısa zamanda, bunu ertelememem gerekli, hatta çok önceden gitmeliydim. Kardeşim şu an da İzmir’de üniversitede. Onunla konuşmayalı da nerdeyse hafta oluyor. Aslında bir hafta sonu onu da ziyarete gitmeliyim. Onu çok özlüyorum belki de herkesten çok ona ihtiyacım var şu an. Saat geç olmuş artık hazırlansam iyi olacak, yoksa işe geç kalacağım. - Günaydın! Aa sen uyanık mıydın? Hayır, yeni uyandım. Sen ne zamandır orada oturuyorsun öyle? Valla hiç bilmiyorum, dalmış gitmişim. Hazırlanmam lazım işe geç kalacağım yoksa. Yasemin çantasına uzanarak sigara paketini çıkardı. Ben 3 senedir sigara içmiyorum. Sigarasını ağzına götürüp çakıyor çakmağı. Birinci kez, ikinci kez, üçüncü kez… o, çakmağı her çakışında ben, adeta kafama vuruluyormuş gibi kendimi kaybediyorum. Görüntü giderek uzaklaşıyor. - Kül tablan var mı? - Mutfakta olacaktı bir tane, bir dakika getireyim. Kim bilir hangi dolabın içinde. Dolapları tek tek baktım ama hiç birinde yok. Hah! İşte! Kullanmadığım tabakların arkasında. Fakat küllüğü ona götürmek üzere geri döneceğim sırada o çoktan mutfağa gelmiş bile. Üzerinde benim gömleğim var ve bir de iç çamaşırı. Bu hep böyle mi olacak. O sürekli burada kalacak ve ben de sürekli bu manzaralarla mı karşılaşacağım? Dolabı karıştırıyor ve yiyecek bir şeyler çıkarıyor. Benim ise giyinmem gerekli. Kül tablasını mutfak masasına bırakıp tekrar yatak odasına gidiyorum. En temiz görünen gömleğimi, rengi ona uymayan, en temiz görünen pantolonumu ve ikisiyle de alakasız, en temiz görünen montumu giyiyorum. Mutfağa döndüğümde Yasemin, sallama çay poşetiyle kupanın içinde balık tutuyor. 14 - Anahtar sende kalsın. Akşam görüşürüz, senden alırım yada beraber geliriz eve. - Aa! Sen ne çabuk giyindin. - Mecburen geç kalmak üzereyim. - Tamam canım! Çık sen. Kolay gelsin, ararsın beni çıkınca buluşuruz bi’yerde. - Tamam hadi görüşürüz. Beni kendine doğru çekiyor. Ve bir hoşça kal öpücüğü… Bugün otobüste sıkılmadım hiç. Halbuki trafik her zamankinden daha iyi değildi. Oturanların gazetelerini okumadım. Bir kazaya da rastlamadım. Asansöre bindiğimde elimden geldiğince herkesin yüzüne bakarak "Günaydın" dedim. Hiçbir karşılık almasam da. Masama oturdum. Bugün her zamankinden daha çok istiyorum iş vaktinin geçmesini. Masamda ufak bir radyom var. Zamanın daha hızlı geçmesini istersem onu açarım hep. Radyoda güzel müzikler olduğu için değil. Tam tersine en boktan şeyler çalan radyoları dinleyerek başlarım güne. İşimi yapmaya koyulduğumda adını ilk kez duyduğum bir arabesk “sanatçısı” bir şarkı okumaya başlıyor. İş arkadaşlarım (eğer onlarla yeterince muhabbet kursaydım) çok kötü bir müzik zevkim olduğunu söylerlerdi herhalde. İşlerime başlamalıyım, şu ufak maili bitirdikten sonra radyonun kanalını değiştireceğim. Allah'ım böyle adamların müzik yapmalarına izin verilmemeli. Hay Allah mail bir türlü bitmediği gibi şarkı da bitmiyor bir türlü. Ohh be! sonunda bitti mail artık şu kanalı değiştirelim. Vazgeçtim, haberler başladı. Bakalım neler olmuş. Savaş haberleri, enflasyon, İstanbul’un trafik çilesi… bir tek neşeli haber yok. Magazin haberlerine geçti. Zaten bu hep bu sırayla gider. Felaket tellallığı ardından vitrindeki renkli ürünler. Tabi ki hemen sonra vahşet haberleri gelecek. Bence verilmek istenen mesaj şu: “Siz oradakiler! Ülkenin ve dünyanın çivisini çıkardık ama merak etmeyin bakın bizler sayesinde eğer çok çabalarsanız sizde böyle renkli bir hayat sürebilirsiniz, ama eğer bunu başaramazsanız da 15 şükredin, zira birileri sizi bu şekilde kesebilirdi.” Hepsi tamamen insanları sindirmeye yönelik iğrenç ve can sıkıcı haberler. Evet işte, şimdi vahşet haberleri başladı. “Sayın dinleyiciler, şimdi ise ibret verici bir öyküyü sizlere sunuyoruz. Taksim de bir travesti kendisini taciz etmeye çalışan vatandaşı 24 yerinden bıçaklayarak öldürdü. Görgü tanıklarının anlattıklarına göre…” Size söylemiştim, Taksim geceleri hiç kimse için tekin değildir. Radyo spikerinin sesi hem “travesti” derken aşağılayıcı bir tavır takınıyor, hem de ona taciz etmeye çalışan adamdan bahsettikçe daha da tiksindiğini belli etmeye çalışıyor adeta. Belki de içinden “Bu travestiler zaten ahlaksızlığın kökü, bir de gidip bunlara asılan, bunlarla tatmin olan insanlar var. Yo yo bunlar insan olamaz” diye düşünüyordur. Elbette tüm bunları düşünürken düzgün Türkçesini de bozmayacaktır. İnsanlar sürekli olarak eşcinselliği veya farklı cinsel eğilimleri bir kusur, bir hastalık olarak görüyorlar. Bu bakış açısının bizzat kendisinin mide bulandırıcı olduğundan bahsetmeyeceğim bile. Üstelik eşcinsellerin toplumda önemli bir mevki edinemeyeceği düşünülür, oysa ki bu büyük bir yanlış. Patronum bir eşcinsel. Evet, gerçekten biliyorum bunu . Onu yine Taksim'deki bir gay bardan çıkarken gördüm, üstelik bir adamın elinden tutmuş, öpüşüyorlardı. Şok edici bir durum! Hiç beklememiştim. Sanırım o da beni görmeyi beklememişti. Sonra ben onu görmezden geldim, o da beni. Hiçbir zaman da bu konuyu açmadık. İşte iti an çomağı hazırla. Saat 11.30 ve beyimiz yeni teşrif ediyor. - Günaydın Ersin Bey - Günaydın Fuat Bey Bir insanın her gün aynı şeyleri aynı sırayla yapması bana çok tuhaf gelmiştir hep. Patronum her zaman olduğu gibi ilk iş olarak çantasını masasının yanına koydu ve hemen ardından bilgisayarın düğmesine dokunuverdi. Bilgisayar açılırken, o da paltosunu astı. Ardından şirketin ağına bağlanmak için bir iki yere tıklayıp, kendisine kahve almak üzere odasından dışarı çıkarak, kahve makinesinin olduğu yere, yani bizlerin yanına geldi. Ona göre bu bir eşitlik ifadesi. Her 16 gün kahvesini almak için bizim yanımıza kadar gelmesi yeni nesil şirket politikalarında yöneticinin çalışanlarla kendini bir tuttuğunun, onlara yakınlaşmak istediğinin bir göstergesidir. - Fuat Bey size dün verdiğin kayıtların raporlarını verirseniz sevinirim. Bugün adamlarla toplantımız var. Bana verdiği kayıtlar. Ben onları raporlamadım ki yarım kalmıştı ve eve de götürmedim. İşte şimdi ağzıma … - Fuat Bey? Niçin öyle bakakaldınız? - O raporlar henüz bitmedi Ersin Bey, bana bugüne yetiştirmem gerektiğini söylememiştiniz - Nasıl olur Fuat Bey? Siz bilmiyor musunuz adamlarla bugün görüşme olduğunu? Bu işin bizim için çok önemli olduğunu? - Eğer bana söylemezseniz nereden bilebilirim ki? - Eğer bu şirketin bir parçası olmak istiyorsanız, böyle şeylerden haberiniz olmalı. İlla her şeyi size ben söyleyemem ya. - Yetiştirmem gereken daha pek çok dosya vardı onlarla… (Patronun her zaman söz kesme hakkı vardır diye bir kural mı var?) - Ben onu bunu bilmem. Şimdi ben bu adamlara ne diyeceğim. Bu iş bizim için çok önemli. Diğer dosyalarınızı da tamamlayamadınız. Fuat Bey ciddi anlamda kendinize çeki düzen vermelisiniz. Verimliliğinizden eser kalmadı. "Hay ben senin verimliliğine sokayım Allah'ın homosu", diyemem elbette. "Raporlarını al da kıymetli müşterilerinin götüne sok", da diyemem. "Eğer bana kafam rahat bir hayat sürebileceğim kadar maaş veriyor olsaydın, belki bin bir türlü derdimin arasında amınakodumun raporlarını düşünmeme fırsat kalabilirdi", hiç diyemem. O yüzden de diyebileceğim tek şeyi dedim Ersin denen götoşa - Misafirlerimiz gelmeden hazırlarım Ersin Bey 17 Ne düşündüğünüz umurumda değil. İşime ihtiyacım var. Gururumu görmezden gelip bu kaşık suratlı herifin ağzından çıkan her şeyi yapmak demek olsa bile. Anlattıklarımı takip edin biraz. İş görüşmemi anlatmıştım size onu hatırlayın. Neyse ki belirli bir süreden sonra bu tarz raporlar hazırlamak bir omurilik refleksinden farksız. Tek sıkıntı zaman olsa da, üstünden kalkılmayacak gibi değil. İş yerinde her zaman rölantide çalışmaya inanırım ama kendimi riske atacak kadar değil. Bu tarz acil işlerde işi bir an önce bitirip yerine koymak en iyisi. Raporlar yetişir, müşteriler gelir gider, ters şeyler söylenmemiş, koca koca adamlar azarlanmamış gibi devam eder hayat ofisimde. Mesai saati bittiğinde ise işte yine o mutlu his. Hoşçakal gay patronum, hoşçakalın ofiste bağırışmalar duyunca sessizce yere bakan insanlar, hoşçakal arabesk sever radyom. Merhaba cep telefonum. - Alo, Yasemin? Ofis kuşu naber? Ofis kuşu kafesten havalandı. Neredesin? Kamil’deyim Kamil de kim? Hahahaha... Kamil kim mi? Ne o hemen kıskançlığa mı başladık? Yok da... ne biliyim… Şaka şaka ciddiye alma hemen. Esas soru Kamil kim değil, Kamil neresi olacaktı. Taksim'de Kamil bardayım. Nerede orası? Asmalı'da. Tünelin çaprazındaki sokağı takip edince sağda. Tamam geliyorum hemen. Bekliyorum canım. Görüşürüz. Görüşürüz. İş çıkışı saatinde Metro bir sardunya kutusu gibidir. İstanbul'da yaşıyorsanız zaten bunu bilirsiniz. Hepimizi bir güzel tuzlayıp, bol limonla, birkaç ay orada bekletseniz kapıları tekrar açtığınızda servise hazır oluruz. Taksim ise iş çıkışı, iş girişi ayırdetmeksizin kalabalıktır. Haftasonu kadar mahşeri kalabalık değil belki ama kalabalık yine de. Sardalya mantığını İstanbul'da hayatın neredeyse her yerinde görebilirsiniz. 18 Meydan'da inip hızlı adımlarla yürümeye başlıyorum İstiklal caddesinin kalabalığında. Sağımdan, solumdan insanlar geçiyor, sokağa dik yürüyenler önümü kesiyor, arkamdan geçiyor. Bir insan selinin ortasında yolunu bulmaya çalışan tek bir adamdan başka bir şey değilim. Tek bir adamdan olmaktan çıkıp, bir ikilinin parçası olacağım yere ulaşabilmek için hızla yürüyorum. Sonra çok sıradan, belki de İstanbul'un pek çok köşesinde hazırlıklı olmanız gereken bir şey oluyor. Bir tinerci geçiyor önüme. - Abi bana bir ekmek alsana be... Yüz verirsen astarını ister. Boşver devam et. Aldırmadan yanından geçip yürümeye devam ediyorum. - Hadi be güzel abim be. Açım abiiii Konuşursan iyice tepene çıkar. Boşver devam et. Yanımda yürümeye başlıyor ben dümdüz karşıya bakıyorum. Galatasaray'ı geçerken hala yanıbaşımda yalvarıyor. - Abi kaç gündür yemek yedim. Açım abi. Ne olur! Buraya kadar geldin, şimdi konuşmak olmaz. Sadece devam et birazdan vazgeçip gider ne de olsa. - Abi kardeşlerim var, onlar da aç abiii. Ne olur bir ekmek alsan. Tünele kadar böyle devam ediyor bu. Farklı sözler, farklı açıklamalar ve sonunda hep "Ne olur abiiii". - Aabiii duymuyor musun abi bak açım diyorum ne olur? … Abi bak bir bana ne olur... Bir bak yüzüme… … Abiii çok açım... Bir bak bana ne olur! … Bak bir bana ne olursun, bak bana… … 19 Ağlamaya başlıyor, yavaşlıyor yanımda, geride kalıyor. Dönüp bakmıyorum. Devam etmeliyim yoksa... Birden bir bağırtı geliyor arkamdan. - Buradayım ulan! Buradayım! Niye bakmıyorsunuz bana! İnsanım lan ben! Buradayım lan! Niye duymuyorsunuz beni! Bakmadan devam ediyorum. Elimden bir şey gelmez. Ben kendi hayatımı düzene oturtmaya çalışırken, kayıp bir insana bir yardımım olmaz… Derken biri omzumdan tutuyor. Dönüp geri bakıyorum ve baktığım gibi de pişman oluyorum arkama döndüğüme. Taksim geceleri kimse için tekin değildir. Arkamı döndüğümde gördüğüm tek şey; sımsıkı kapanmış kirli bir elin oluşturduğu ve artık kaçamayacağım bir yumruğun suratıma yaklaşmakta olduğu. Gözlerim bir anlığına açılıp kapandığında, bir başka yumruk son hız bana doğru geliyor. Hayatımda hiç kavga etmedim, hiç gerek olmadı. Dişlerim, yanığımı parçalıyor adeta. Etraftakiler hala şaşkın, bakınıyorlar. Yere yığıldım sanırım veya arkamda bir duvar var. Sırtımın sert bir yere yaslı oluğunu hissedebiliyorum sadece. Daha 15 yaşında ya var ya yok, tinerci çocuk, saçlarımdan tutarak başımı bu sert zemine birkaç defa vuruyor. Gözlerimi açamıyorum. Zorluyorum ama olmuyor. Ne kadar uğraştım bunun için bilmiyorum ama sonunda gözlerimi açtığımda keşke açmasaydım diye düşünüyorum. Çünkü senelerdir aşındırdığım kaldırım taşlarından biri bu genç tinercinin ellerinde göğsüme doğru iniyor. Artık bilinç yok, ya da bana öyle geldi. İnsanın gözlerini açamaması hali gerçekten de etrafındaki olaylardan kesin bir soyutlanmayı sağlamıyor. Ama sanırım dışarıda olanlar da çok umurunuzda olmuyor bu noktada. Şu birkaç dakikada bir gün öleceğimi düşündüm. Öleceğim. Eğer bir insan öleceğini düşünürse, kısa bir an için bile olsa bunu yaparsa, neden dünyaya geldiğini de düşünür. Kendi varlığını sorgular. Nerenden geldiğini? Nereye ulaştığını? Ve nereye ulaşması gerektiğini. Gerçekten var olup olmadığını muhakeme eder. Bu hep böyledir. Toplumlar için bile geçerlidir bu. Ne zamanki belli bir kültür, 20 belli bir medeniyet veya belli bir felsefe ölmeye yüz tutsa, özüne bakmayı ve orada iyi bir şeyler bularak daha fazla yaşamasını haklı çıkarmayı amaçlar. Türkler Avrupa’ya akın akın ilerlediklerinde Avrupa da olan şey de budur. İnsanlar bir yandan “Türkler geliyor, kaçın!” diye bağırırken, bir yandan da çok yakında medeniyetlerinin kaybolacağını düşündükleri için, medeniyetlerinin aslının ne olduğunu bulmaya, varlıklarını sorgulamaya başladılar. Bunu yaparken felsefeyi tekrar keşfettiler. Yepyeni bir dünya görüşü yarattılar. Özlerini (veya o olduğunu iddia ettikleri şeyi) keşfederek Rönesansı, bir yeniden doğuşu yaşadılar. Ve ancak o zaman ölümden korkmaktan vazgeçip yaşama bağlanmayı başardılar. Tıpkı toplumlar gibi, insanlarda ancak bir rönesansla yaşama tekrar bağlanabilirler. Gözlerim ağrıyor açamıyorum bir türlü, bu ışık beni deli edecek. Hafifçe bir aralıktan Yasemini görüyorum. Hareketlerine bakılırsa volta atıyor, bu ufak beyaz odada. - Neredeyiz? - Hastanede! Canım n’olursun yorma kendini… Seni çok seviyorum. - Ben de seni. Bunun cevabını ancak o verebilir. Ona sormak zorundayım. Hala gücüm varken. - Yasemin? Benim için bir Rönesans yada yeniden doğuş olacak mı? Cevap vermiyor. Eli yavaşça kayıyor elimden. 21 www.fabulanonvera.com www.facebook.com/fabulanonvera @fabula_non_vera https://instagram.com/fabulanonvera/ youtube/fabulanonvera 22