YARATICILIK ve DEPRESYON:

Transkript

YARATICILIK ve DEPRESYON:
YARATICILIK ve DEPRESYON:
Timuçin Oral
Yaratıcılık, olmayanı var etmek anlamına gelir ve doğal olarak tanrısal bir özellik gibi
algılanır. Öte yandan, sanki bu tanrısal atıf hiç yokmuş gibi tamamen karşıt biçimde
yaratıcı kişilerin tuhaf kişilik özellikleri olduğu varsayılır ya da beklenir. Oysa Rothenberg’in
(1990) de belirttiği gibi özgün bir yaratıcı kişilik yapısı söz konusu değildir. Yani, yaratıcı
kişiler çocuksu ve tepkisel, beklenmedik biçimde egoist, asi veya ayrıksı, dürtüsel, takıntılı,
mükemmeliyetçi, dahası sanıldığı gibi üstün zekalı da değildirler. Belki yukarda sayılan
özelliklere sahip pek çok yaratıcı insan da vardır ama yaratıcılık için bunların hiçbiri
olmazsa olmaz koşullar değillerdir. Olmazsa olmaz denilebilecek tek özellik ise çalışma ve
üretme için alışılmışın dışında bir motivasyona sahip olmalarıdır. Kısacası, yapmadan var
olamayacakları bir gereksinimdir yaratmak. Bu eylemi Sait Faik 1952‘de yayınladığı
Haritada Bir Nokta öyküsünü şu cümlelerle tamamlarken çok özlü biçimde ifade
etmektedir: “Söz vermiştim kendi kendime:Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir
hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim;
hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kağıt aldım. Oturdum.
Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde
taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yontuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli
olacaktım.” Bazen yaratıcılık bir şimşek gibi çakmakta ama yine de bunun düzenlenmesi
bilişsel süreç tarafından gerçekleştirilmektedir. Bu durumuyla yaratıcı süreci, en çok stres
ve ona verdiğimiz yanıt karşısında bedenimizin aldığı tutuma benzetebiliriz. Yaratıcılık
sıklıkla benzersiz ya da sıradan olmayan bir algılama, düşünce, eylem süreciyle oluşmakta
bu nedenle de bunların davranış alanında bir işlev bozukluğu ile seyretmesi hiç kimse için
şaşırtıcı olmamaktadır. Belki de yaratıcılığın sık sık şizofreni ya da bazı epilepsilerdeki
psikotik hallerle birlikte anılması bundandır.
Yaratıcı kişilerin farklı olması, yaratma sürecinin olağandışı bir özellik taşıması beklentisi
yaratma sürecinin çeşitli ruhsal bozukluklarla, en çok da psikozla bağlantılandırılması ile
sonuçlanmıştır. Bir yanıyla psikozun temelini oluşturan birincil süreç, dereistik ya da otistik
düşünce biçiminin sanatsal yaratıcılıkta da var olmasından yola çıkılırsa, bu bağlantı
girişiminin haklı göndermeler içerdiği öne sürülebirse de, diğer taraftan birincil süreç
düşüncenin rüyalar, fantaziler gibi bilinç dışı düşünce içeriğinin ortaya çıktığı sağlıklı
koşulların da var olabileceği unutulmamalıdır. Freud yaratıcılığın kökeninin bilinçdışında
olduğunu söylemekte ve sanatçının yapısı bakımından içe dönük ve nevroza yakın
olduğunu söylemektedir. Ona göre sanatçı, gerçekleşmesi mümkün olmayan güçlü
içgüdüsel gereksinimlerini doyuramadığı için, gerçeklikten uzaklaşarak tüm ilgisi ve
libidosunu kendi fantazi yaşamının dileklerine aktarmaktadır.Tıpkı rüyalar, fantaziler,
sürçmelerde olduğu gibi çocukluk döneminin de içeriğini oluşturan birincil süreç
düşüncenin yaratıcılıkla ilgisini Freud şu sözleriyle çok veciz biçimde ifade etmektedir:
"Oyun oynayan tüm çocuklar kendilerine özgü bir dünya yaratır; daha yerinde bir deyişle,
yaşadığı dünyanın nesnelerini kendi beğenisine uygun olarak kurduğu yeni bir düzen içine
yerleştirir, böylece tıpkı bir sanatçı gibi davranır. Buna bakıp da, yaşadığı dünyanın çocuk
tarafından ciddiye alınmadığını söylersek haksızlık ederiz; tersine, çocuğun yaptığı,
oynadığı oyunu pek ciddiye almaktır; oyun uğrunda harcayıp tükettiği duygular kabarık
toplamlara varır. Oyunun karşıtı ciddilik değil gerçektir. Duygu donatımındaki eksikliklere
karşın, oyunla ilgili dünyasını gerçek dünyadan kuşkusuz ayırır çocuk; gerçek dünyanın
gözle görülür elle tutulur somut nesnelerini, hayalinde yarattığı nesne ve durumlara
dayanarak yapar. Gerçek dünyaya böyle bir yaslanış dışında çocuk oyunlarını
düşlemlerden ayıracak başka bir ölcüt yoktur. Sanatçı da tıpkı oyun oyanayan bir çocuk
gibi davranır; o da kendine bir hayal dünyası yaratarak, bu dünyayı ciddiye alır, yani
zengin bir duygu hazinesiyle donatarak, gerçeklikten kesin sınırlarla ayırır onu".
Yukarda söz edilen şimşek çakması metaforundan hareketle, yaratma eylemi bir anda
oluşan ilhamın bir esere dönüştürülmesi biçiminde olabildiği gibi, bilişsel işlem sonucu
eserin üzerinde uzun uzun ve sabırla çalışılmasıyla da kendini var edebilmektedir. Milos
Forman’ın, Amadeus’unda imparator Mozart’ın eserini dinledikten sonra bazı notaların
fazla olduğunu ve biraz kısaltırsa çok uygun olacağını söyler; Mozart’ın yanıtı “Anlamadım.
Orada sadece olması gerektiği kadar nota var majesteleri, ne az ne de fazla” olur. Besteci
eserin tamamını kafasında yaratıp tamamladıktan sonra kağıda geçirdiğini dinleyenlerin
ise sonucu gördüklerini düşünmektedir. Yaratı ya da eser tamamiyle oluştuktan sonra var
olmuştur. Oysa örneğin Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya Osman Saba’ya yazdığı mektuplarda
şiirin yazılıp hatta basılıp ortaya çıkmasının yeterli olmadığını, yaratıcının daha güzel
mısralar bulduğunda bunları değiştirebileceğini ve sürekli üzerinde çalışabileceğini
söylemektedir. Bu iki örnek yaratıcı sürecin iki farklı biçimini yansıtmaktadır. Buradan
hareketle yaratma eylemi her zaman anlık ve ille de bir çeşit “delilik” içermesi gereken bir
süreç anlamına gelmemektedir denilebilir. Elbette psikotik düşünceden mustarip pek çok
yaratıcı insanın olabileceğini göz ardı etmeden ama bu kişiler psikotik olmasalardı da
yaratma eyleminin muhtemel olacağı gerçeğini de unutmadan. Nitekim, sonraları Kris
tarafından ifade edilen "egonun hizmetinde regresyon" kuramıyla, anlatılmak istenen de
sanatta görülen bu regresyonun geri dönüşlü, geçici ve kontrol edilebilir olduğudur; yani,
yaratma eylemi estetik ve toplumsal bir olgu olarak benlik sağlamlığına bağlıdır. Arieti de
yaratıcı kişinin olağandışı düşünce süreçlerini kontrol altında tuttuğunu, bunları bir ürün
oluşturmada işe yarar hale getirdiğini, kısacası bunlardan faydalandığını söyler. Plokker
ise psikoz ve yaratıcılık arasında doğrudan bir ilişki olmadığını, benlik parçalanması
gösteren bir psikotik hastanın hastalık öncesinde hiç bir sanatsal becerisi yoksa, hastalık
belirmeye başlar başlamaz "bir eser" ortaya koymasının mümkün olamayacağını iddia
etmektedir. Bunun için uygun bir örneği “Çığlık” adlı tablosuyla yakından tanıdığımız
Edward Munch oluşturmaktadır. Munch çocukluğu boyunca annesinin erken ölümü,
kızkardeşinin hastalığı vs gibi pek çok olumsuzluk, zorluk yaşamış tablolarında ölüm,
hastalık, kadın temel konuları oluşturmuştur. Tabloları için "soluk alıp veren, hisseden, acı
çeken ve seven canlı varlıklar olmaları gerekir. Bir dizi bu tür resim yapacağım, insanlar
bunların kutsal niteliğini kavrayacaklar ve sanki kilisedelermişcesine bunların karşısında
şapkalarını çıkaracaklar" derken aslında tüm bu geçmişi de ifade etmeye çalışmaktadır.
Hemen tüm önemli eserlerini psikotik durum yaşamadan önce yaratmıştır. Sonraları
yaşadığı psikotik dönem onun yaratıcılığını tam da psikotik sürecin gelişimi içinde etkilemiş
yani, aşırı uyarı bombardımanından rahatsız olarak içe kapanık bir ortam içinde yapıt
vermeye devam etmiştir. Psikotik yaşantı eserlerini çok da fazla etkilememiş ama
yapıtlarıyla ilişkisi değişmiştir. Tabloları temel sevgi nesneleri haline gelmiş, onlardan
çocukları gibi söz etmeye başlamıştır. Resimlerinden ayrılmamakta, onları satmamakta,
her gittiği yere hepsini birlikte götürmeye çalışmaktadır. Bu örnekte, zaten yaratıcı olan bir
sanatçının nasıl bir zihinsel değişim gösterdiği çok açık biçimde ortaya çıkmaktadır.
Kay Jamison gibi bazı yazarların biyografik çalışmaları, yazarların ressamların ve
bestecilerin, melankoli ve depresyon dönemlerini sıklıkla oldukça ayrıntılı bir biçimde
tanımladıklarını, fakat hipomani ya da açıkça psikotik duygudurum geçişlerini "egzantrik
olma", "yaratıcı ilham" veya "artistik mizaç"a bağladıklarını göstermektedir. Böylece
belirgin depresyon öyküsü yanısıra epizodik hipomani/mani öyküsü taşıyan pek çok birey,
manik-depresif bozukluk yerine melankolik olarak değerlendirilmişlerdir. Bu da giderek
sanatçıların daha melankolik kişiler olduğu ya da depresyondan beslendikleri vs gibi
mitlerin sık sık tekrarlanmasına neden olmaktadır. Öte yandan, örneğin Ayşe Arman’a
verdiği röportajda kendisini manik depresif olarak tanımlayan şair Lale Müldür çok güzel
bir biçimde açıklıyor depresyon ile yaratıcılık ilişkisini: “Yazdıklarım manikdepresivitenin
sonucu... diyemem! Zaten depresif dönemde pek bir şey yapılamıyor. Manik dönemde ise,
kafama birlerce düşünce üşüşüyor, inanılmaz enerjik ve yüksekte oluyorum, ne var ki
hiçbir düşüncede derinleşemiyorum. Bütün evreni çözmüşüm gibi geliyor ama manik
dönem geçtiğinde ‘‘Ben neyi bulmuştum?’’ oluyorum, hiçbir şey gelmiyor aklıma... Depresif
zamanlarımda kendime çok eziyet ediyorum. Kendimi de, başkalarını da suçluyorum.
İnsanlar bana ‘‘Hava güzel!’’ dese, ‘‘Eteğin sökük!’’ demişler gibi geliyor. Sürekli
kuruyorum...”. Fakat Müldür söyleşisinin belki de en önemli cümlesini yaratıcılığın
depresyon veya akıl hastalığı ile olmazsa olmaz bir ilişki içinde olduğunu düşünenlere
yanıt oluşturabilecek şu sözler oluşturuyor: “Şiir, manik depresifliğin değil, disiplinli bir
çalışmanın ürünü....”. Şair ve depresyon sözcüklerini birlikte andığımızda hemen akıllara
gelen bir başka örnek ise Sylvia Plath. Hastalığının trajik sonu ile hemen herkesin
yakından tanıdığı, yakın zamanda kendisiyle aynı trajik sonu paylaşan oğlunun ölümüyle
bir kez daha hatırlanan şairin yaratıcılık süreci ile depresyonu arasındaki ilişki pek çok
makale veya yazıya da konu olmuştur. Genellikle umulan yaratıcılığın kendini yaratmaya
da dönüşmesidir oysa, bu örnekte yaratıcılık yıkıcılıkla sonuçlanmıştır. İlk şiirini 8 yaşında
yayımlayan Plath, 20 yaşında da ilk intihar girişimini gerçekleştirmiş, çeşitli çalkantılarla
süren hayatında bir yandan hastalıkla boğuşurken bir yandan da yaratmayı sürdürmüştü.
Son olarak, Londra’nın o dönemde yaşadığı en soğuk kış günlerinden birinde, 1963
şubatında sabah çok erken kalkan Sylvia, çocuklarına bir tabak dolusu kurabiye ve iki
bardak süt hazırlayıp bir tepsiyle yataklarının yanına bırakmış, onlar hala uyuyorken
yavaşça odalarının kapısını kapatmış ve kapının altındaki boşluğu birkaç havlu ile sıkı sık
doldurduktan sonra mutfağa geri dönüp, fırının kapağını açmış, düğmesini çevirmiş,
dizlerinin üzerine çökerek bir havlunun içine aldığı başını fırının açık kapağına dayayarak
canına kıymıştı. İntihar gerçekleştiğinde 30 yaşındaydı.Ölümünden altı gün önce kaleme
aldığı “Kenar” adlı şiirinde bir bakıma kendi ölümünü anlatmaktaydı:
Kusursuzlaştırdı kadın
Kendi ölümünü.
Kuşanmış bedeni başarmanın gülüşünü.
Bir Yunan gerekliliğinin yanılsaması
Akar harmanisinin kıvrımlarında.
Çıplak
Ayakları konuşur sanki:
Çok yol aldık, sonuna geldik.
Kıvrılmış her ölü çocuk, beyaz bir yılan,
Şimdi boşalmış
Küçük süt sürahisi yanında.
Kadın katlayıp onları
Geri soktu bedenine gül yaprakları gibi.
Kapanırdı gül kaskatı kesilen bahçede
O gece çiçeğinin şirin ve derin gırtlağından
Yükselen kokular kanarken.
Kemik kukuletasından dikkatle bakan
Ay için üzülecek bir şey yoktur.
Bu tür şeylere alışkındır.
Karanlıkları çatırdar ve sürüklenir. (çeviri İsmail Aksoy)
Plath’ın bu şiirini değerlendiren Rothenberg
şiirin başlangıç mısralarının güzel ama
aynı zamanda ürpertici olduğunu düşünür:
“Kusursuzlaştırdı kadın/Kendi ölümünü/
Kuşanmış bedeni başarmanın gülüşünü”
ve sonucu bildiğimiz için geriye dönük
değerlendirdiğimizde
bu dizelerdeki intihar eğilimini açıkça
görebildiğimizi, fakat yine de bunu bir şairin
dizelerle oynaması olarak niteleyip çok da
yaratıcı bulduğunu söyler. Ona göre asıl
mesele, “Kıvrılmış her ölü çocuk, beyaz bir
yılan/şimdi boşalmış/küçük süt sürahisi
yanında/ Kadın katlayıp onları/geri soktu
bedenine gül yaprakları gibi/Kapanırdı gül
kaskatı kesilen bahçede/o gece çiçeğinin
şirin ve derin gırtlağından/yükselen kokular
kanarken” dizelerinin yaratıcılıktan uzak,
g e r ç e k ç i v e y ı k ı c ı a ş ı r ı l ı ğ ı n d a d ı r.
Memelerindeki süt bitmiş, onlar da kendisi gibi kurumuş, çocuklar kendi bedenine geri
sokulmuş ve kendisi gibi onlar da ölüdürler, hatta beyaz sıfatıyla hafifletilmeye çalışılmış
olsa da birer yılandır onlar. Gül (rose) kapanma (close) ile uyak oluşturması için konudan
bağımsız seçilmiş izlenimi vermekte, kullanılan imge ve metaforlar parçalı, öne sürülen
düşünceler olumsuz ve düşmanca niteliktedir. Plath şiirine adeta ölümü yenip zafer
kazanmış edasıyla başlamış ama bu zaferi sonuna dek sürdürememiş, böyle bir zaferin
özgürlükle devam etmesi beklenirken özgürleşmeyle ilgili hiçbir kavram yer almamıştır.
Burada yazılanları eleştirel de bulabilirsiniz çünkü yaygın kanı depresyon ile yaratıcığın
yakından ilişkili olduğu yönündedir. Kuşkusuz bunda Van Gogh örneğinin de rolü önemlidir
ve ister istemez depresyon ile yaratıcılık arasında tıpkı psikoz örneğindeki gibi doğrudan
bir ilişki olduğunu akla getirmektedir. Van Gogh’un melankolik olduğunu düşündüğü ve bu
görüşünü yansıttığı meşhur Doktor Gachet portresi ve onunla ilgili olarak kardeşi Theo’ya
yazdığı şu sözleri: “Onun şahsında gerçek bir arkadaş buldum, başka bir kardeş gibi,
fiziksel ve ruhsal olarak da birbirimize çok benziyoruz.
Çok sinirli bir adam ve çok tuhaf davranıyor….” bu
melankolik ruh halinin kendisini de iyi bildiği bir şey
olduğunu gösteriyor. Bir başka mektubunda ise
yaratıcılığının yaşadıklarından etkilenmediğini yazıyor
kardeşine: "Çalışmalarım iyi gidiyor. Yıllar yılı boşuna
aradığım bir çok şeyi buluyorum.. Bunu farkettiğimde de,
Delacroix'nın, senin de bildiğin o sözü geliyor aklıma
hep.. Hani, artık soluğu da dişleri de kalmadığı zaman
resmi keşfettiğini söylemiş ya... Peki, başımda bu ruh
hastalığı var, tamam.. Ruhsal bunalımlar geçiren birçok
sanatçıyı düşünüyorum ve hiçbir şey yokmuş gibi,
hastalığın resim yapmayı sürdürmeme engel olmadığını
yineliyorum kendime". Burada Van Gogh’un da belirttiği
gibi böyle bir ilişki her zaman söz konusu olmayacağı
gibi buna bir de artık yaşamayan bir yaratıcı sanatçıyı
geçmişe dönük olarak değerlendirmenin zorluğu
eklendiğinde Jamison’un da dediği gibi “bir çok yönden
ayrıntılı psikolojik bir yap-boz oyununun parçalarını
yerleştirmek ya da karışık ama dikkatli bir sıralamayla bir esrarın çözülmesi” gibi bir durum
ortaya çıkmaktadır. Bir yandan da Dante, Burns, Cervantes, Çehov, Elio, Ibsen, Dumas,
Hardy, Mann, Zola, Brueghel, El Greco, Moore, Renoir, Rubnes, Titian, Raphael, Van
Dycke, Bach, Brams, Debussy, Haydn, Sibelius gibi herhangi bir psikiyatrik bozukluğu
olmadığı bilinen çok yaratıcı sanatçılara bakıldığında da yaratıcılık için ruhsal rahatsızlığın
ille de bir koşul olmadığını söyleyip sözü Salvador Dali’ye bırakabiliriz: “Benimle bir deli
arasındaki tek fark benim deli olmamamdır.”
Kaynaklar
Cahit Sıtkı Tarancı, Ziyaya Mektuplar, 2001
Haldun Soygür, Sanat ve Delilik, 2009
Albert Rothenberg, Creativity and Madness, 1994
Milos Forman, Amadeus, 1984
Ayşe Arman, Ben bir manikdepresfim, Hürriyet 30.02.2002

Benzer belgeler